İttihatçılar arasında çok dönme vardır, ama Enver Paşa dönme değildi. Türk ve Müslüman idi. Annesi Arnavut asıllıdır. Babasının soyu ise biraz enteresandır. Enver Paşa’nın zabitlerinden ve hayranlarından Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa biyografinde yedinci büyük dedesinin gayri müslim iken ihtida ettiğini söyler. Kilyeli (Killi) Abdullah isimli bu kişi hakkında Enver Paşa’nın amcası Halil Kut şunları anlatmıştır: “Bir gece dedem Mustafa Kaptan’ın Unkapanı’ndaki evinde babam Kâmil Bey, Hasan ve İbrahim amcam yemek yerlerken biz onları dinliyorduk. Atalarımıza ait konuşuyorlardı. Hasan amcamın şu sözleri hala kulağımdadır: Ceddimiz Kırım’dan gelmiştir. Kırım hanlarının sarayına öteberi ve bilhassa kadın eşyası satan bir yemeniciymiş. Bu yakışıklı delikanlı Hıristiyan olduğu için, harem dairesinde kimse ondan kaçmazmış. Bu sırada Kırım hanının yakınlarından bir kız, ona gönül vermiş. Nihayet evlenmelerine karar verilmiş. Yemenici delikanlı Müslümanlığı kabul etmiş. Evlenmişler. Bu yemenici Rum değil, Romen değilmiş. Şu halde Romanya’da yaşayan ve dini Hıristiyan olan Gagavuzlardandı. Bu evlenmeden sonra Ruslar, Kırım’ı istila etmişler. İşgal üzerine ceddimiz karısı ile beraber Tuna ağzına Kilya şehrine göçmüşler. Rusların Romanya’yı işgalinden sonra da dedelerimizden Kahraman Ağa, Karadeniz’in Türkiye kıyılarında Abana’ya hicret etmişler.” Abdullah isimli bu gencin soyu Kocaağa, Kahraman Ağa, Killioğlu Hüseyin Ağa, Hacı Mustafa Kaptan, Hafız Kamil Bey, Hacı Ahmed Bey ve Enver Paşa şeklinde devam eder. Kili (Kilye) Tuna’nın Karadeniz’e döküldüğü yerde bir şehirdir. Aile sonradan Killioğlu soyadını almıştır. Enver Paşa’nın yedinci dedesinin gayri müslim bir mühtedi olduğu bellidir. Ancak içeride ve dışarıda çokları bu kişinin bir Leh Yahudisi olduğunu söyler. Mesela Amerikalı gazeteci Frederic William Wile (1873-1941), “Who’s Who” In Hunland (London 1916 sahife: 41) ve Rus Tümgeneral Kont Arthur Cherep-Spiridovich (1866-1926), The Secret World Government (New York 1926, sahife 46), ayrıca Tatler & Bystander isimli mecmuanın 1918 tarihli 70. cildinde Enver Paşa’nın ceddinin Polonya Yahudisi olduğu yazar. Enver Paşa gibi Turan imparatorluğu iddiacısının atasının Yahudi olmasını münasip görmemiş olacaklar ki, bunun Gagavuz olduğunu düşünmüşlerdir. Hele bu yakıştırma yapıldığında ailenin Alman yanlısı, hele Enver’in biraderi Nuri Killigil’in, Nazilerin Türkiye’deki mümessili olduğu düşünülürse bu daha iyi anlaşılır. Gagavuzlar, Moldavya’da içine kapalı yaşayan Hristiyan Türklerdir. Kırım’da ticaret yapması hele han sarayına girmesi akıl kârı değildir. Mıntıka ve meslek itibarıyla Yahudi olması çok kuvvetli ihtimaldir. Leh Yahudisi iddiasının aslı da bu olsa gerektir
.
BİRİNCİ KISIM
Enver, İlk Adımlarını Atıyor!
Hayata gözlerini açan küçük insan,
toprağa atılan tohum gibidir. Her tohum
tanesi kendi içinde, kendi cinsinin
vasıflarını ve istidatlarını taşır.
Eğer bu istidatlar toprağını bulurlarsa
yeşerir, filizlenir, kemale erişirler.
Bu tohumlar savaşında insanoğlunun
bir üstünlüğü vardır: Hayata gözlerini
açan çocuk, kendi istidadına, kendi
gayret ve iradesiyle de bir şeyler
katar. Ve bu çocuğa tarih bir misyon
bağışlamışsa, o, kendi hammaddesini
kendisi yoğurarak, tarih içinde kendi
yerini, gene kendisi tayin eder. Tarihî
şahsiyetlerin hali, her ne kadar,
yaşadıkları sosyal zeminin bir hâsılası
olsa da...
VI
BİR ÇOCUK, HAYATA GÖZLERİNİ AÇIYOR:
JCnver Paşanın doğum yeri ve doğum yılı bellidir: İstanbul, 1881. Asıl adı: İsmail Enver. Hatta doğum gününü de biliyoruz: 12 kasım 1297 çarşamba. Bu tarihi bizim bugün kullandığımız tarihe çevirirsek, 23 kasım 1881 çarşamba gününü buluruz. Buna göre Enver Paşa ile Atatürk, akran, yani aynı yaşta olurlar. Yalnız Atatürk'ün doğum günü bilinmemektedir. Hatta doğum tarihi de ihtilâflıdır. Çünkü bu doğum tarihini bazen 1880 ve resmî kayıtlarda 1881 olarak alırlar. Enver Paşanın doğum yeri, yılı ve günü hakkında ise bilgimiz tamdır. Bunu evvelâ eldeki nüfus kâğıdına dayandırıyoruz. Sonra da, ekim 1909’da yazılan aile mektuplarına. Ve ayrıca, Enver Paşanın kendi anlattığı hayat hikâyesine...
Bir tarihte Enver Paşa (o zaman binbaşı), kendi doğum gününü öğrenmek istiyor. Babasına mektup yazıyor. Babası da, anasının hafızasına müracaat ediyor. Anası, doğum gününü hatırlıyor. Yahut bir yere vaktiyle yazmış bulunuyor. Kocasına bunları bildiriyor. Kocası da, oğlu Enver'e yazıyor. Bu mektubunun başlığı şudur:
«İki gözüm nuru aslan evlâdım.»
Fotokopisini veriyoruz...
Böylece anlıyoruz ki Enver, yani geleceğin Enver Paşası, 12 kasım 1297 rumî tarihinde doğmuştur. Fakat bu tarihin bizim bugün kullandığımız milâdi tarihe çevrilmesi bir ihtisas işiydi. Onu da, bu çeviri ve takvim işlerinde eser sahibi olan bir arkadaşımız lütfettiler (1). Annenin ifadesi, Arap tarihi ile
(1) Refik Topkan: TopJcan’ın Sürekli Takvimi. Ankara neşriyatı 20. Yıl, 1962. Yeni baskı.

178
hicrî 1 muharrem 1299, rumî tarih ile 1297 ekim başları ve bir salı günüydü. Ama takvimci bu malzemeyi, ancak kendilerinin bildiği karışık hesap ve usullerle işleyince, hem doğum gününün salı değil çarşamba olacağı, hem daha yukarda verdiğimiz kesin tarih belirdi.
Enver Paşanın 1908 ihtilâlinden sonra ve o safhaya kadar olan hayat hikâyesi, kendi el yazısıyle yazılmış olarak eldedir. Bu hikâye bir defteri doldurur. Biz bu cildin son bahsinde bu hikâyeye geniş ölçüde yer vereceğiz. Enver Paşa, hatıratına şöyle başlar:
«1297 senesi teşrinisani bidayetinde, 1299 muharrem ayının birinci salı günü sabahı saat 12 sularında Divanyolu’nda, eski lisan mektebi karşısındaki evimizde dünyaya geldim...»
Enver Paşanın bu nakilleri onun doğum yeri ve doğum tarihi etrafında evvelce çelişmeli olan söylentileri ortadan kaldırır (1).
Aile ilişkilerine gelince? Bu cildin sonuna, Enver Paşanın,
(1) Enver Paşanın İstanbul’da doğduğunu biliyoruz. Ama, doğduğu semt biraz ihtilaflıydı. Hemşiresi Mediha Orbay, ağabeysi Enver’in, İstanbul’da, Sultanahmet semtindeki bir evde doğduğunu nakleder. Ali Hâdi Okan, Nefiî zaman şeklinde imza eden bir zatın Dr. Tevfik Rüştü Aras’a verip, doktor tarafından ve sadece malumat edinilmek üzere aynen bize gönderilen bir yazıya nazaran, Enver Paşanın doğduğu yer, İstanbul’da Divanyolu semtindedir. Enver Paşanın yeğeni ve araştırıcı bir zat olan Faruk Kenç, dayısının doğduğu bina olarak Divanyolu’nda bir evin bazen yakınları tarafından ziyaret edildiğini anlatır...
Bu basit görünen konu üzerinde niçin bu kadar durduğum sorulabilir. Ama tarihî bir şahsiyetin hayat hikâyesini yazan, biyografisini veren bir yazar için, o hayat hikâyesindeki her detay, aynı derecede önemlidir. Çünkü ancak bu detayların ve onlarla beraber gelişmelerin bütünüdür ki, o şahsiyetin hikâyesini teşkü eder. Kaldı ki bir şahsiyet üzerinde, zamanımızda önemli gibi görünmeyen bu gibi detaylar, yarın önemli bir araştırma konusu da teşkil edebilir. Hulâsa böyle konularda benim takdirim değil, o insanın hayat hikâyesinin gerçekleri konuşur.

179

Enver Paşanın babasının mektubu

180
baba tarafından yedi ceddine ulaşan aile şeceresi (1) eklenmiştir. Bu şecerede de görüldüğü gibi, Enver Paşanın babası Ahmet Bey, annesi Ayşe Hanımdır. Babası memurdu. Bayındırlık teşkilâtında (Manastır vilâyeti) kondüktör, yani şimdiki tabirlerle, fen memuru olarak çalışıyordu. Bu sayfalarda, Enver Paşanın yaşı ve doğum günü belirtildiği ve yukarda değindiğimiz aile mektubunun bir fotokopisini verdiğimiz gibi, hem annesine ait bir resim, hem de daha sonraki yıllarda, baba ile oğullarını gösteren bir fotoğraf neşrediyoruz. Bundan başka, diğer bazı resimleri ile, Enver Paşanın, daha sonra ve değiştirilerek alınmış nüfus kâğıdının fotokopileri de verilmiştir.
* * *
GAGAVUZLAR KİMLERDİR?
Enver Paşanın ata soyu, yani şeceresi üzerinde biraz durmalıyız. Enver Paşanın baba tarafı, Gagavuz Türklerindendir. Avrupa kıtasının Balkanlar, Tuna boyları bölgesine Orta Asya kavimlerinin akınları çok eskiden başlar. Bu göçleri, kavimlerin ilk insan göçlerine kadar gitmeden (2) sadece îlkçağ sonlarından dahi alsak, göçlerin başlangıcı gene de 2000 yıl öncelere ulaşır. Meselâ Batı tarihlerinin en güçlü kavimler göçü olarak ele aldıkları Hunların Avrupa’ya istilâlarını ve Atillâ imparatorluğunu düşünelim. Bu kavmin Batı Asya’da kımıldamaya başlaması, birinci yüzyıla kadar iner. IV. yüzyılda ise Avrupa’da bir Hun İmparatorluğu vardır.
Ama iş onlarla bitmez. Rusların güçlü tarihçisi Pakrovski’ ye göre, eğer Hıristiyan kültürü Rus ovalarına girmeseydi, İslavlar pekâlâ ve topyekûn Finleşebilirlerdi. Hele Güney ovalarında Orta Asya’dan gelen çeşitli kavimler, meselâ Kumanlar, Ukrayna topraklarını zaten Turanîleştirmişlerdi. Hulâsa, 1 2
(1) Şecere, Soyun dalbudakları manasına gelir. Yani bir soyun, bir aile kolunun, uzak atasından başlayarak, son üyesine kadar fertlerini (bireylerini) gösterir çizelge, soy ağacı.
(2) A. C. Haddon, Sc. D.F.R.S. Kavimlerin Muhacereti «Göçler» Çeviren: Zekiye S. Eglar, 1941.

181

«Oğlum Enver, başladığın işi bitirmeden dönersen sütümü helâl etmem».
Annen Ayşe — 6 Temmuz 1324 (1908)

182
Doğudan Batıya akan Sihirler, Avarlar, Macarlar, Bulgarlar, Kumanlar, Hazerler, Vuzlar, hatta Oğuz Türkleri, bilhassa Tuna boylarının yüzyıllarca sahibi oldular. Bu arada meselâ Deliorman Türklerinin yurdundan, daha Osmanlı devleti yokken, XII. yüzyılda Bizanslılar, «Deliorman» diye bahşederler (1). Yukarda sayılanlara gene bir Vuz (Oğuz) kolu olan Peçenekleri, ayrıca katmalıyız.
Bunların bir kısmı, Hıristiyanlık sahasına girince, Hıristiyan oldular. Meselâ îran üzerinden veya Hazer cenubundan batıya geçen Türklerin Müslümanlık sahasına girince İslâm olmaları gibi. Cami Bey, «Osmanlı Ülkesinde Hıristiyan Türkler» isimli eserinde, Selçuk Türklerinin, iki asırda üç defa din değiştirdiklerini anlatır (2).
Demek ki, çeşitli dinde Türkler vardı. Tuna’nın Karadeniz’e akan kolları bölgesinde Gagavuzlar da, hâlâ dinlerini muhafaza eden Hıristiyan Türklerdir. Bunların Gagavuz adının «Kara Oğuz» dan geldiği tahmin edilir. Ama, gene bir tahmin olarak Gagavuzların, Selçuklu devrinde bu bölgeye göçerek «Keykavus Türkleri» olarak adlandırıldıkları ve bu adın sonradan ve zayıf bir ihtimal olarak «Gagavuz»a döndüğü de düşünülmüştür. Ancak muhakkak olan şudur ki, eskiden olduğu gibi bugün de Gagavuzlar, halis ve temiz Türkçe konuşurlar. Hem dilleri, hem antropolojik vasıflarıyle tam Türktürler. Ama bunlar Tuna boyuna, Osmaniılar zamanında göçmüş değildirler (3). Çok daha önceden yerleşmiş, Türk asıllı bir koldular (4). Çünkü Osmaniılar devrinde Rumeli’ye yapılan göçler
(1) Polonyalı Prof. T. Kovalski’nin «Şimalî Şarkî Türkleri Hakkında Etüdü»ne de temas eden Köprülüzade Fuat Beyin Türk Dili ve'Edebiyatı Üzerine Araştırmaları.
(2) Câmi Bey: Osmanlı Ülkesinde Hıristiyan Türkler. İstanbul, 1932.
(3) N. Deliorman: Tunaboyu Türkleri. İstanbul.
(4) Câmi Bey, Hıristiyan Türkler eserinde şunları nakleder:
— Prof. Pittard, Balkan Yarımadasında Antropoloji Araştırmaları isimli kitabının, Gagavuzlara mahsus faslında, s. 393, şöyle diyor: «Gagavuzlar, bazılarına göre Kumanların, diğerlerine göre Peçeneklerin soyu gibi alınmışlardır. Encyclopedia Britanica'nın 1910-1911 tabında ve Bulgaristan faslında, s. 777, şu kayıt vardır: (Hıristiyan Türk, özel bir ırk olup, Gagavuzlar, Emine burnundan, Kalikra burnuna kadar sahil memleketlerinde oturmaktadırlar. Bunlar, Tur anî asıldan olup, eski Yunanlıların soyundan gelmişlerdir.)»
Biz, bu iki bağıntıyı da yanlış buluyoruz, isimlerine bakılınca bunların Türk kavimlerinden Uz (Oğuz) 1ardan (Gök Oğuzlar) olduklarına şüphe yoktur.

183
ve «Evlâd-ı Fâtihan» hareketi daha yenidir. Bu hareket, iyi ve belgeli bir şekilde işlenmiştir (1).
Karadeniz kuzeyinden batıya inen Türkler ve bu arada Tuna Türkleri üzerinde, zengin ve çok çeşitli kaynaklara inmek mümkündür. Bu arada, Bulgarların tarafsız tarih yazarlarından da, bu konuda çok faydalanabiliriz. Ama maksat sadece Enver Paşanın şeceresine ve bu arada onun soy aslına değinmek olduğu için, konuyu yaymakta bir fayda bulmuyoruz.
Hulâsa, Enver Paşanın yedinci atası, Hıristiyan Gagavuzlardandı. Şecere tablosunda, en başta görülen Abdullah Killi, , bu soydan, Müslümanlığa dönen ilk soy büyüğü olarak bilinir. Aile içinde yapılan araştırmada onun hakkında edinilen bilgiler, zaten şecere tablosunda da görülür (2). Bu konuda, Enver Paşanın amcası Halil Paşa, derlenen, yayınlanan hatıralarında şöyle anlatır:
«Bir gece, dedem Mustafa Kaptan’m Unkapanı’ndaki evinde, babam Kâmil Bey, Haşan amcam, İbrahim amcam, yemek yerlerken, biz onları dinliyorduk. Atalarımıza ait konuşuyorlardı. Haşan amcamın şu sözleri hâlâ kulağımdadır:
—Ceddimiz Kırım'dan gelmiştir. Kırım hanlarının sarayına öteberi ve bilhassa kadın eşyası satan bir yemeniciymiş. Bu yakışıklı delikanlı Hıristiyan olduğu için, harem dairesinde kimse ondan kaçmazmış. Bu sırada Kırım haninin yakınlarından bir kız, ona gönül vermiş. Nihayet evlenmelerine karar verilmiş. Yemenici delikanlı Müslümanlığı
(1) M. Tayyip Gökbilen: Rvmeftde Türkler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihan, 1957.
(2) Bu hususta, Enver Paşanın amcası Halil Paşanın oğlu Aydın Kut’un çalışma ve yardımlarını anmayı vazife bilirim.

184
kabul etmiş. Evlenmişler. Bu yemenici Rum değil, (Romen) değilmiş. §u halde Rum veya Ulah olmayan, Türkçe konuşan bu Hıristiyan, Romanya'da yaşayan ve dini Hıristiyan olan Gagavuzlardandı.
Bu evlenmeden sonra Ruslar, Kırım'ı istilâ etmişler. İşgal üzerine, ceddimiz, karısı ile beraber, Tuna ağzına Kilya şehrine göçmüşler. Rusların Romanya'yı işgalinden sonra da dedelerimizden Kahraman Ağa, Karadeniz'in Türkiye kıyılarında Abana'ya hicret etmişler.» (1).
Verilen bu bilgilere göre Abdullah Killi, gezici olarak dokuma satışı yaparmış. Ondan sonra da aile, Abana’da bu ticarete devam etmiş. Kırım han soyundan veya saraylı kadınlarından aldığı hanımdan, Kocaağa Killi dünyaya gelir. Onu Kahraman Ağa, Killioğlu Hüseyin Ağa, Hacı Mustafa Kaptan (1778-1875) ve nihayet Hafız Kâmil Bey, aile şeceresinde takip ederler. Enver Paşanın babası Hacı Ahmet Bey (Paşa) bu Hafız Kâmil Beyin, Hasene Hanım isimli eşinden doğan oğludur (1860-1947). Hasene Hanımdan, 4 erkek ve 2 kız dünyaya gelir. Enver Paşa da (1881-1922) 2 kız ve 1 erkek çocuk babası olacaktır: Mahpeyker ve Türkân Hanımlarla Ali Bey. Ama son evlâdı olan erkek çocuğunun yüzünü göremeyecektir (2).
Bu konuyu işlerken, şu Killi soyadı üzerinde de biraz durmalıyız. Tuna, Karadeniz'e dökülmeden üç kola ayrılır. Bu üç kolun isimleri şunlardır: Kuzeyden güneye doğru Kilya, Sünne, Hızırilyas (Sen Jorj). İşte bu Kilya kolu üzerinde «Kilya» Kilye» isimli bir kasaba veya şehir vardır. Enver Paşanın ataları buradan kök alırlar. Nitekim Enver Paşanın kardeşi Nuri Paşa, Soyadı Kanunu çıkınca «Killi - Killioğlu» adını aldı ki, Kilyalı manasına geliyordu. Eğer Enver Paşa sağ olup Cumhuriyet devrine ve Soyadı Kanunu’na yetişseydi, onun da soyadı «Enver Killi» olacaktı. Ama bunu, Cumhuriyet devrine
(1) Ş. S. Aydemir: Halil Paşanın Hatıraları. Akşam gazetesi. Ekim-kasım, 1967.
(2) Enver Paşanın çocuklarından, ileride ve onun yurt dışındaki gurbet hayatı anlatılırken, bazı vesilelerle ayrıca bahsedüecektir.

185

Enver Paşanın nüfus kâğıdı

186
yetişseydi kaydı ile yazıyorum. Yoksa öyle değil de, ve Birinci Dünya Harbi’nden Almanya ve Müttefikleri zaferle çıksaydılar, benim zannım odur ki, Enver Paşa bir soyadı almayacak, ama kendi adını bir hükümdarlık hanedanına verecekti. Meselâ Enveriye veya Enveroğulları hanedanı. Hatta ona göre bu, belki bir hanedan değişikliği bile olmayacaktı. Çünkü kendisi de nasıl olsa, artık Osmanlı hanedanının bir mensubuydu. Padişah damadıydı. Osmanoğulları hanedanı yerine, gene bu saltanattan gelen bir sultanzadenin, meselâ Ali Enver’ in padişahlığı sanırım ki, pek de yadırganmayacaktı...
* * *
BİR ŞEY VADETMEYEN BÎR ÖĞRENCİ:
Enver Paşanın tahsil kademelerini biliyoruz. Çünkü Enver Paşa bu kademeleri bizzat kendi hayat hikâyesinde anlatmıştır. Bu anlatılanlar çok ayrıntılı ve dikkati çekicidir. İlk öğrenim İstanbul’da başlar, Manastır’da biter. Orta öğrenimi ise Manastır’da devam eder. Askerî orta mektep, Askerî İdadi (lise) tahsilleri Manastır’da geçer. Bu mekteplerde İsmail Enver (Enver Paşa) pek de bir şey vadetmeyen orta derecede bir öğrencidir. Meselâ Manastır Askerî Rüşdiyesi’nde (ortaokul) şahadetname derecesi, pek iyi veya daha iyi değildir. Bu şahadetnamede onun, mektebi bitirdiği zaman durumu «Karib-i âlâ», yani «iyiye yakın» olarak yazılır. Yani askerî ortaokul şahadetnamesinde «İstanbullu olup, Manastır’da oturan kondüktör Ahmet Bey zade (oğlu) kısa boylu, buğday benizli, elâ gözlü Enver Efendi»nin tahsil durumu «Karib-i âlâ»dır.
Bu mektepten, «55 mevcutlu sınıfında, on dokuzuncu» olarak mezun olur. Mektebin birinci sınıfına imtihanla kabul edilmişti. Mektebe girişi, mayıs 1306 (1889) ve mektebi bitirişi 1309 (1893) olarak görülür.
Bu okul devresinde Enverler, yani fen memuru Ahmet Bey ailesi, Manastır’da otururlar. Evleri Manastır’m nispeten yüksek, fakat kenar bir semtindedir: Eğri Değirmen civarında Kara Köprü’de. Ev kendilerinin, ama borçlu. Babası Ahmet Bey, oldukça kalabalık bir aileyi geçindirmek zorunda. Hatta

187
evin borcu yüzünden oldukça sıkmtıdalar. Ahmet Bey ve eşi Ayşe Hanım İstanbul’da doğmuşlar. Oğulları Enver ve Nuri’ den (Nuri Paşa) başka, kızları Mediha (çok sonra General Kâzım Orbay’m eşi), Hasene (daha sonra Selânik Merkez Kumandam Nazım Beyin eşi) var. Hemşireler biraz kaprislidirler. Hasene Hanım ilk kocasıyle evlenir, boşanır, tekrar evlenir. Ama bu evlilik devam etmez. Sonra Nazım Beye varır. Hasene Hanım biraz müsrif sayılır. O zamanki küçük Mediha ise sonradan Kâzım Orbay’la evlenecektir. Fakat başına buyruk, mütehakkim bir hanım olarak tanılır. Evde bir de babaanne var: Şükriye Hanım. Anlatıldığına göre, saygıdeğer bir kadın. Ölümü zatürreeden. Fakat bir gün geliyor. Borç yüzünden evi satmak zorunda kalmıyor (İ). Çünkü borca çare bulunamıyor (o sırada Enver Bey yüzbaşı). Ve 1908 îhtilâli’ne henüz zaman var. Enver Paşa daha bir ihtilâl cemiyeti üyesi de değil. Evin satılması, Ahmet Bey ailesinde bazı dalgalanmalar yapar. Hemşiresi Hasene Hanım zaten evlenmişti. Ev satılınca yüzbaşı Enver Bey de Selânik’e nakleder. Ondan sonra Enver’in hayatı ve kaderi, Selânik’teki olayların akışına bağlı kalacaktır. Hürriyet kahramanı Enver Bey oluncaya kadar. ..
Görünüyor ki Ahmet Beyin evlerinde hava, pek de neşeli olmasa gerek. Anne Ayşe Hanım da biraz sinirlidir de... Zaman zaman düşüp bayılmalarına dair nakiller dinlemişimdir. Bir defa, komşusu olan bir hanımın, bahçesine girdiği zaman, o gün çamaşır yıkanılan tekne veya oradaki herhangi masamsı bir şey ona, bir teneşiri hatırlatır. Birden bayılır. Güç belâ ayıltırlar. Anlaşılır ki Ayşe Hanıma, Enver’inin cesedi sanki, bu teneşirde yatar gibi görünmüştür (2). Bu, şefkatli ve oğluna çok bağlı bir kadının biraz marazî bir ruhî çağrışımıdır. (Çağrışım, bir benzetinin ruhta hayal ilişkileri uyandırması). Ayşe Hanımın, biraz da kocasının ufak tefek çapkmlıklarından
(1) Bayan Hikmet Güran. Manastırda aynı mahalle komşularından bir aile hanımı.
(2) Bay Şevki (soyadı kayıtlı değil). Keza aynı mahalle komşularından bir ailenin oğlu.

188
şikâyetçi olduğu da bilinmektedir. Çünkü bütün nakiller, Ahmet Beyi biraz haşarı gösterirler. Zaten çok daha sonraları ve Enver Paşanın artık yurt dışında bulunduğu zamanda bile, annenin oğluna yazdığı bir mektuptan, onun bu hallerden, hâlâ şikâyetçi olduğunu okuyoruz. Hatta bu mektupta, şikâyet konusu olan hanımın ismi de açıklandığına göre, Ahmet Beyin gene bir macera içinde olduğu anlaşılmaktadır.
Neyse, biz şimdi tekrar Enver Paşanın tahsil ve öğrencilik çağma dönelim...
* * *
ÖĞRENİM KADEMELERİ AŞILIYOR:
Enver Paşanın, askerî ortaokulu nasıl tamamladığını gereği kadar işledik (Bu okulun şahadatname fotokopisi burada verilmiştir). Askerî Rüştiye (ortaokul) tamamlanınca, «Ahmet Bey oğlu, kısa boylu, buğday benizli, elâ gözlü Enver Efendi» 1309-1893 ders yılı başında Manastır Askerî İdadisi’ne (Askerî lise) girer. Bu idadi mektebi, Mustafa Kemal de dahil olduğu halde, seçkin askerler yetiştiren bir müessesedir. Cumhuriyet devri Meclis reislerinden General Kâzım Özalp keza bu mekteptendir. Ama Enver Paşadan üç yıl daha sonra bu mektebe girmiş olduğu için, aynı çatı altında beraber bulunmazlar. Kâzım Köprülü mektebe girdiği yıl, Enver Deraliye mektebini tamamlamış, İstanbul Ha/biyesine gitmiştir (1). Manastırdaki mektebin resmini burada veriyoruz.
İdadi tahsili normal geçer. Ama gene parlak bir öğrenci değildi. Fakat gittikçe açılıyordu. Lâkin yalnızlığı, içine kapanıklığı, sessizliği, askerî mekteplerin hepsinde yaşayan kabadayılık, kavgacılık akımlarının havasının dışında kalışı hakkm1
(1) Askerî okullarda öğrenciler, isimlerinin yanma eklenen ve nüfus kâğıtlarında kayıtlı olan şehirlerin ve bazen semtlerin isimleri ile beraber anılır ve çağrılırlar. Meselâ Mustafa Kemal Selânik, Kâzım Köprülü gibi. Enver Paşa da İstanbul'da doğduğuna göre ve o zamanki kaideye uyularak, Enver Deraliye olarak künyelenir, çağırılırdı. Burada Deraliye kelimesi, İstanbul'a verilen isimdir. Aynı suretle, Âsitane de denilirdi ama, İstanbul kelimesi kullanılmazdı.

189

Enver Paşa ve Mustafa Kemal'in Manastırda okudukları mektep: Askerî İdadi

190
doğru nakiller vardır. Zaten, güzel, mahçup bir delikanlı olduğuna göre, bu gibi çekişmeli işlerin elbette ki dışında kalacaktı.
Atatürk, Manastır İdadisine girdiği zaman, Enver'in bu mektebi bitirmiş olması lâzım gelir. Atatürk'ün bu mektepte ve Ömer Naci'nin (İlk Meşrutiyetin hatibi) öncülüğü ile katıldığı Namık Kemal edebiyatı havasına, Enver’in Manastır İdadisinde, karışmamış olması mümkündür. Fakat göreceğiz ki, Harbiye'de Enver de Mustafa Kemal gibi takip edilecek, saray mahkemesinden geçecektir.
Enver Paşanın asıl açılışı, daha ziyade kurmay sınıflarında başlar. Ama, Harp Okulu onun için artık şahsiyetleşme safhasıdır. Gerçi Harbiye'de de bir bakışta pek göze çarpmaz. Meselâ onu Harp Okulundan tanıyanlardan Fahrettin Altay (Orgeneral) Enver’den şöyle bahseder:
«Sakin, çalışkan, fakat vasat zekâlı bir öğrenci...»
General Ali Fuat Cebesoy’un ise görüşleri biraz daha etraflıdır (1) :
«Enver'i Harbiye'den tanırım. Harbiye'de üçüncü sınıftayken görüşürdük. Zaten amcası Halil (Paşa) benim sınıf arkadaşımdı. Atatürk'le de sınıf arkadaşıydık.
Enver'in sınıfında bizden Fahrettin Altay vardı. Benim hatırımda kaldığına göre Enver, çalışkan, mazbut, ciddî, sözünde durur bir öğrenciydi. Fakat büyük bir zekâ değildi. O sınıfın birincisi Hafız Hakkı'ydı ve bu, büyük zekâydı (Hafız Hakkı Paşa hürriyetten sonra saraya damat oldu ve Sarıkamış muharebesinde, cephede hastalıktan öldü).
Ama Enver için şunları da ilâve edebilirim: Vekarlı ve müteşebbis...»
Demek ki, Enver artık, Manastır Rüştiyesindeki renksiz, hareketsiz ve derecesi «Karib-i âlâ», yani «İyiye yakın» olan çocuk değildir. O kadar değildir ki, bu Harp Okulu çatısı al1
(1) Ali Fuat Cebesoy’un bir mektubundan.

191
tında bir de siyasî tevkif faslı yaşar. Hem de, padişahın sarayında bir mahkemeden geçmek şartıyle. Şimdi bu konuyu da özetleyelim.
* * *
İLK SİYASÎ SERÜVEN: ENVER, TEVKİF EDİLİYOR:
Enver’in amcası Halil (Paşa) kendisinden gerçi iki yaş küçüktür. Fakat Halil, hareketli, canlı, icabında kavgacı, hatta 1908 îhtilâli’nden sonra olduğu gibi, cemiyetin silâhşor kadrosunda, yani Çerkeş Yakup Cemiller, Mustafa Necip Beyler gibi gözü pek insanlar arasındadır. Halil Paşa Harbiye’de gerçi Enver’den geri sınıftadır. Fakat daima onunla beraber, hatta biraz da bu sessiz ve kendi halinde, olup bitenlere karışmayan yeğenini, günlük gürültüler içinde koruyucu durumdadır/
İşte bir gün gelir, o zamanki Harp Okulu öğrencisi Halil Yenimahalle, kurmay sınıflarından Enver Deraliye (1) ile beraber, yakalandıkları gibi, padişahın Yıldız Sarayına götürülürler. Halil Paşa bu hikâyeyi şöyle anlatır (2) :
«Ben, hayatımın hikâyesine, daha Erkânıharp (Kurmay) mektebi sınıklarındayken ve yeğenim Enver'le beraber başımızdan geçen bir siyasî tevkif olayı ile başlayacağım. Gerçi bizim siyasî heveslerimiz, bizim neslimizin bütün hürriyet âşığı talebeleri gibi, daha Harp Okulu sınıflarında başlar. Mektebe gizli sokulan siyasî edebiyat, Namık Kemal'in Vatan şiirleri, Avrupa'dan kaçamak gelebilen Genç Türkler yayınlarının elden ele dolaşışı, zalim hükümdara karşı gizli intikam yeminleri, ve saire, hep o mektebin duvarları arkasında geçer.
Ama ilk ve heyecanlı maceramız, yeğenim Enver'le (Enver Paşa) ile beraber bir gece, Erkânıharp Mektebinde tevkif imizdir. Bu tevkifi, bizim muhafaza altında, Abdülhamit’in
(1) Askerî okullarda öğrencilerin, şehir veya mahallelerinin adları ile beraber anıldıklarını, daha önce kaydetmiştik.
(2) Halil Paşanın Hatıraları. Derleyen: Ş. S. Aydemir. Akşam gazetesi. Ekim-kasım, 1967.

192
Yıldız Sarayına şevkimiz, orada sorgularımız takip etti.
Sınıfta bir gece müzakeresindeydik. Birkaç gün evvel bir arkadaşımdan elime geçen “Les Occasions Perdues — Kaybedilmiş Fırsatlar” isimli eseri okumuş, bitirmiştim. Bu kitap, Keçecizade îzzet Fuat Paşa tarafından yazılmış, Fransızca yayınlanmıştı.
İşte sınıfta ve tam bu kitabı bitirdiğim sıradaydı ki, “yat!” borusu çaldı. Fakat gene tam bu boru sesleri arasındaydı ki:
Halil Efendi Yenimahalle! Enver Efendi Demliye!.. diye bağıran baykuş gibi ses duydum. Bu vakit, bu saatte, böyle bir çağrının hayra alâmet olmadığını anlamamak elbette kabil değildi. Ben de bunu derhal düşündüm. Ama ürkmedim. İçimden de:
“Ne olursa olsun, ben şu kitabı bitirdim ya!..” diyerek koridoru çıktım.
Bağıran, dahiliye zabiti idi. Yeğenim de o sırada ve bitişik dershaneden koridora çıkmıştı. İki dahiliye zabiti, Sadri ve Halil Beyler, bizi aldılar, müdüriyet dairesine götürdüler. Orada bir odaya beni, bir odaya Enver'i kapattılar. Bu hallerin iyiye çıkmayacağı yolundaki tahminim beni aldatmadı. Az sonra Yüzbaşı Sadri Bey bizi aldı. Nizamiye kapısına indirdi. Orada bir fayton bekliyordu. Kendisine yol vermek için kenara çekildik. Fakat yüzbaşı:
— Hayır, dedi, siz geçin. Yanyana oturacaksınız ve ben karşınızda oturacağım...
Askerce itaat ettik. Fakat ben, bu arada ve arabaya binerken Enver'e:
— Sen bir şey bilme, her suale ben muhatap olacağım... diye fısıldayabildim ama, yüzbaşı duydu. Çok kızdı, bağırdı:
— Susun, bir kelime bile konuşmanız yasaktır!..
Arabamız Zincirlikuyu üzerinden, Zuhaf alayları kışlaları arasından Yıldız Sarayına vardı. Büyük mabeyin kapısından

193
yaya olarak saraya yürüdük. Bu arada beş altı tüfekçi (Sarayın iç muhafız askerleri) kafileye katıldı. İkinci katta gene beni başka bir odaya, Enver'i başka bir odaya aldılar. Nihayet ben çağrıldım. Uzun koridorlar geçtik. Bir salona alındım. Büyük bir masanın etrafını bir heyet almıştı. Daha sonra öğrendiğime göre, masanın başkanlık yerinde oturan, serhafiye (baş istihbaratçı) Kadri Beydi. Etrafındaki yarım dairede 10-12 kişi yer almışlardı. Mahkeme heyetinden biri, ittihamname olarak tam bir saçmalık ve hezeyan yazısı okudu. Bize atfedilen suç şuydu:
— Siz, geçen bayram selâmlığında, padişahımız efendimize suikast için, evinize iki anarşist kabul etmişsiniz!
Bayram selâmlığında evimizde, hakikaten iki yabancı vardı. Ama iki anarşist değil. İşin aslını uzun uzun anlattım:
— Ben bir zabitim. Padişahıma sadakat yemini ettim. Bayram selâmlığında evimizde iki misafir vardı. Ama biri, Şehzade Abdülmecit Efendi (Son halife) hazretlerinin Almanca muallimi olan genç bir Avusturyalı. Diğeri de, onun getirdiği ve tanıttığı bir yabancı gazeteci. Viyana'da çıkan uNeue Freio Presse" gazetesinin yaşlı bir muharriri... Evim selâmlık yolu üzerinde. Gelmek istediler. Kabul ettim. Geceden geliniz ki, sabah erkenden belki geçemezsiniz, dedim...
O sırada hem savcı, hem reis sordular:
— Enver, beraber miydi?
— Evdeydi. Ama Enver erken yatar. Odası da ayrıdır. Bu misafirleri de o gece tanıdı. Onlarla biraz Almanca konuştu ve odasına çekildi...
Beni çıkardılar. Tabiî Enver'i çağırmış olacaklardı. Gece uyku yok. Sabah oldu. Yiyecek, içecek yok. İşte o sırada bir de telkinci peyda oldu. Eniştemin uzak akrabasından ve vaktiyle Mecit Efendinin sarayında çalışırken, sonradan Efendinin uzaklaştırdığı Cemil Bey isminde bir Gürcü. Mavallarını okumaya başladı:

194
— Oğlum Halil, sen mert, dürüst bir çocuksun. Mühim bir istikbalin var. Bulunduğun padişah mahkemesi şaka götürmez. Seni tekrar çağıracaklar. İfadende mahkemeye, bir gece, Şehzade Mecit Efendinin kayınbiraderi Zeki Beyin geldiğini, kendisini Mecit Efendinin gönderdiğini ve bu yabancıları sana Şehzade tarafından onun getirdiğini söyle. Hemen serbest bırakılacaksın...
Anladım. Biz bir vasıta olarak kurban edilecektik. Asıl suçlandırılmak istenen Şehzade Mecit Efendiydi. Hulâsa karışık bir düğüm içine düşmüştük. Ama bundan çıkmalıydık...
Cemil Beye oyalayıcı sözler söyledim. Bu adam mahkeme reisine kim bilir ne ümitlerle koşmuş ki, beni gene mahkemeye çağırdıkları zaman, reisi bana birtakım iltifatlarda bulunmak istedi. Enver de çağrılmıştı. Fakat benim mahkemeye ifadelerim, onların beklemediği şeyler oldu. Mahkeme heyetine, Cemil Beyin bana geldiğini ve mahkemeye söylemem için neler öğrettiğini açıkça ve etrafıyle anlattım. Eski sözlerimi tekrarladım. Mahkeme buz kesilmişti... Ama reis kızdı. Ağzına geleni haykırmaya başladı ve hatta benim Enver'i büsbütün olay dışında bırakmak için, Enver'in saflığı, erken yatışı, kendini derslerine verişi üzerinde cümleler sıralarken büsbütün köpürdü. Enver için:
— Bu efendi kaz mıdır? diye haykırdı. Ben de cevabımı esirgemedim:
— Af buyurunuz reis beyefendi, Erkânıharp mektebinin her sınıfında, sınıfının ya birincisi, ya İkincisi olan Enver Efendi, bir kaz değildir. Tıpkı benim gibi, vatanına ve padişahına sadakat yemini etmiş, çok zeki bir zabittir...
Böylece iş uzadı, gitti. Salondan çıkarıldık. Gene ayrı odalara götürüldük. Ama gece gene çağrıldık. Reis bu sefer Şehzade Abdülmecit için atıp tutmaya başladı:
— Abdülmecit Efendi de kim oluyor? Şevketmeâp

195
efendimiz Abdülmecit Efendiye para vermese, o ne yapabilirmiş? Siz Abdülmecifin sarayına gitmeyeceksiniz, vb...
Hulâsa Yıldız Sarayında mahkeme edilişimiz, çeşitli safhalar geçirdi. Çeşitli tertipler karşısında kaldık. Ama sonunda ne olduysa oldu ve mahkeme huzurunda reis bize, sert birtakım ihtarlardan sonra, “Serbestsiniz!” diye hükmü bildirdi. Aynı şekillerde aynı yollardan mektebe getirildik.
Enver'le benim hayatımızın ilk siyasî macerası böyle geçti. Ama artık Mecit Efendiyle temaslarımız ve saraya ziyaretlerimiz de kesildi.»
Enver Paşa, ileride vereceğimiz hayat hikâyesinde bu macerayı nakleder. Bu olayın tarihi, tam belli değildir. Ama, Enver artık Harp Okulunu ve Kurmay Okulunu saran siyasî çalkantının içindedir. Onun mihnetli bir sahnesini yaşamıştır. Yaşı da henüz belki 21’dir. Bu yaşta ve bu hava içinde bir genç, hele yakında orduya da katılacağına göre, onun için de artık birtakım kımıldanmaların olması ve kafasında, hayallerle karışık ve dumanlı olsa da, geleceğe ait birtakım ihtirasların belirmesi tabiîdir. Hulâsa, Yıldız Sarayı mahkemesi faslından sonra Enver, artık gittikçe değişir. Arkasından görünmez bir el, onu, dalgalı bir geleceğe ve kendinin de tayin edemediği birtakım vazifelere doğru itmektedir. Ve bu istikbal, kim bilir nelere gebedir...
* * *
ORDU SAFLARINDA...
Enver, Kurmay Okulunu, 23 kasım 1902’de, ikinci olarak bitirdi. Bu, çok iyi bir derecedir. Şimdi artık yüzbaşı Enver' dir. Usulen ilk vazifesi, sekiz ay müddetle «Sunf-u Selâsede», yani ordunun üç sınıfını teşkil eden piyade, topçu ve süvari sınıflarında staj görmektir. Bunun için de ve iki sene müddetle III. Orduya tayin edilir. Gerekli sınıf stajlarını tamamladıktan sonra, III. Orduda daha 16 ay hizmete devam edecektir. Ondan sonra hakkında karar alınacaktır.
O devirde stajlarını tamamlayan kurmaylar, daha ziyade

196
ordu kurmay bürolarında vazife görürlerdi. Enver, 23 ekim 1902' de, Manastırda, 13. Topçu Alayının birinci bölüğüne verildi. 16 eylül 1902’de Üsküp'te Nizamiye 14. Alayın birinci taburuna atandı. O sırada tabur, Manastırdaydı. 24 şubat 1904'te, rütbesi Kolağalığa (Önyüzbaşı) yükseldi. Manastırda «İpkâen», yani devamlı olarak vazifelendirilmesi, 8 ağustos 1906’da padişahın iradesine bağlandı. 30 ağustos 1906’da ise, binbaşılığa terfi etti.
Fakat Enver, ne büro, ne kışla adamıydı. Ona hareketli vazifeler lâzımdı. Bunu istiyordu da. 1 ekim 1907’de, 500 kuruş maaş zammı ile, Rumeli'de eşkıya takibine memur edildi. Bence Enver'i 1908'de dağa çıkmaya, hürriyetin ilânı yolunda isyan etmeye sevkeden ruh ve staj, bu eşkıya takibi vazifesi ile başlar.
İleride, üzerinde ayrıca duracağımız bu eşkıya takibi işini, şimdiden biraz belirtmeliyiz. Çünkü bu vazife, basit anlamı ile bir eşkıya takibi işi değildir. Bu takip, gerçi çetelerle savaştır. Ama çeteler; Sırp, Bulgar, Rum ve hatta Arnavut nasyonalistlerinin, örgütlü savaş güçleri ve öncüleridir. Yani dava, Rumeli'de millî akımlarla mücadele davasıdır. Bu davada karşı tarafın dayanağı, onları destekleyen millî hükümetlerle, Rusya ve bazı büyük devletlerdir. Ama asıl dayanak, hiç şüphe yok ki, millî duygulardı. Muhtariyet veya istiklâl hedefleriydi. Hepsinin kalbinde, «Ya istiklâl, ya ölüm!» sloganı yanıyordu. Hepsi de genç insanlar, haşmetli Rumeli dağlarında estirilen bu sert rüzgârlara, isteyerek kendilerini veriyorlardı.
Onlarla savaşan Osmanlı subayları için ise, arkadaki dayanak; çökmüş, kağşamış, ne yapacağını şaşırmış, karar ve hareket istiklâli elinde olmayan bir Osmanlı hükümeti ve ona hâkim olan saraydır. Gerçi subaylar bu çetelerle kahramanca savaşırlar. Ölürler, öldürürler. Çünkü şu da bir gerçektir ki, bu çete savaşları, onlar için de bir mektep olmaktadır. Şunu anlıyorlardı: Demek ki millî cereyanlar vardır. Demek ki Osmanlılık, ya bu cereyanlarla savaşmak, ya anlaşmak zorundadır. O halde ne yapmalı?

197
Şu soru, bütün kışlalarda, karakollarda, pusularda tartışılıyordu: Devlet nereye gidiyor? Ne yapmalı? Hulâsa, orası Makedonya'dır. Makedonya, kaynayan bir milletler kazanıdır. Bu milletlerden her birinin, ayrı dili, ayrı gayesi, ayrı davası vardır. Bu davalar, yazılmış, çizilmiş, siyasetleşmiş, bilgileşmiştir. Bu davalar hem liderlerini, hem silâhşorlarını bulmuştur. Ya Osmanlı subayları? Onlara emredilen, yalnız savaşmaktır ve o kadar?..
Halbuki, bu kaynayan kazan, bu altına dinamitler yerleştirilmiş Makedonya üzerinde onlar, bu savaşların yetersizliğini artık sezmeye başlamışlardır. Bu dava bir başka davadır. Ve büyük bir davadır. İmparatorluğun kaderi, bu davalara düğümlenmiştir. Bir başka yol, bir başka anlayış ve çözüm yolu bulmalı. Meselâ Mustafa Kemal, daha Kurmay Okulu sınıflarında arkadaşlarına, Rumeli’nin kısmen terkedilerek, savunmaya ve yaşamaya daha elverişli sınırlara çekilmeyi anlatmıyor muydu? Meselâ Güney Bulgaristan’dan, daha doğrusu Şarkî Rumeli’den de bazı parçaların Türkiye’ye katılmasıyle, Arnavutluk ve Şimalî Makedonya, ona göre, pekâlâ terkedilebilirdi... Gerçi bu görüşleri, arkadaşlarınca saldırıya uğruyordu. Ama her halde bir şeyler yapmak lâzımdı (1).
İşte, önyüzbaşı Enver, şimdi bu davanın ortasındadır. Makedonya’dadır. Ve Makedonya kaynar. Hatta, Makedonya toptan patlamaya giden, topyekûn bir bombadır. Fakat ne çare, o kendine verilen vazifeyi yapacaktır. Adına eşkıya denilen nasyonalist çetelerle savaşacaktır. Savaşır da. Biz bu savaşları ileride ele alacağız. Şimdilik Enver’i bu Makedonya dağlarında bırakalım. Çünkü daha önce başlayıp bir noktada kestiğimiz ve yeniden döneceğimizi kaydettiğimiz konuları tamamlamalıyız. Bu konular; ittihat ve Terakki’nin Avrupa’daki faaliyetlerinin 1900’den sonraki gelişmeleri ile, Osmanlı imparatorluğu üzerindeki dış baskıları ve daha ziyade, Abdülhamit saltanatı devrinde devletin çöküşüdür.
imparatorluğun bu kadar çamurlaştığı bir devrin, yani Abdülhamit
(1) General Ali Fuat Cebesoy’dan: Mustafa Kemal Lider, 1956.

198
istibdadındaki çok cepheli çöküntünün bir hikâyesini vermezsek, şartların ve olayların akışını canlandıranlayız.
Öyle ya? Nasıl ve niçin bu çıkmazlara geldik? 1908 İhtilâli, neden ve hangi gelişme ve birikimlerin kaçınılmaz zorunlukları altında patladı? Bir küçük rütbeli Enver Bey, niçin ve nasıl oldu da birden ve bir efsane yıldızı gibi, İmparatorluğun semalarında parladı? Ve nasıl oldu da birden ve bütün ülkenin, kahramanı ve sevgilisi olarak kabul edildi? İşte bütün bunların cevaplarını bulabilmek için, şimdi biraz gerilere dönelim. Ve adına, Abdülhamit Muamması diyebileceğimiz, karanlık ve çöküntülü bir labirentin, yollarına, dehlizlerine dalalım...
Hem şunu da kaydedelim ki, İmparatorluğun bu tükenişini araştırmaya çalışırken, bu labirentte bize yol gösterecek, bütün çatlakları, dengesizlikleri ve hastalıkları gösterecek, anlatacak olanlar, Padişah Abdülhamit’in, kendi Nazırları, Vezirleri, Sadrazamları, hulâsa kendi adamları olacaktır!
xx
Enver Paşa (1882-1922)
Asıl adı İsmail Enver olan ve İstanbul Divan yolunda doğan Enver Paşa, Manastırlı Surre Emini Ahmet Bey ile Ayşe Hanım’ın oğludur. Kendisinin Almanca olarak kaleme aldığı otobiyografisinde, 1299 yılının Muharrem ayında, Çarşamba günü saat 12’de (6 Aralık 1882), İstanbul’da eski lisan mektebinin karşısında Divanyolu’ndaki evlerinde doğduğunu belirtmiştir. Mekteb-i Harbiyye-i Şahaneyi okurken II. Abdülhamit (1876–1909) aleyhtarı propagandaların etkisinde kaldı. Erkan-ı Harb eğitimi sırasında bir defa Yıldız Sarayı’na götürülerek sorgulandıysa da hüküm giymedi. Meşrutiyetin 1908’de ilan edilmesi mücadelesinde Enver Bey, hep en önde yer aldı. Manastır dolaylarında dağa çıkarak II. Abdülhamit’e isyan bayrağını açan en kıdemli subay oldu. Bu siyasî ve askerî mücadelelerinden dolayı meşrutiyet İstanbul’da ilan edildiğinde “kahraman-ı hürriyet” unvanıyla ön plana çıktı ve bu tarihten itibaren Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyetinin askerî kanadının önde gelen isimlerinden biri oldu.
Enver Bey, 5 Mart 1909’da Osmanlı Devleti’nin Berlin Askerî Ataşesi olarak görevlendirildi ve çeşitli aralıklarla iki yıla aşkın bu görevde kaldı. Almanya’nın sosyal yapısındaki disiplinine hayranlığı ve kara ordusunun yenilmezliğine olan inancı, onun Berlin’deki bu askerî ataşeliği sırasında oluştu.
İtalyanların Trablusgarp’a saldırmaları üzerine yurda döndü ve 3 Eylül 1911 tarihinde Selanik’te yapılan İttihat ve Terakki Cemiyeti Merkez-i Umumi toplantısında İtalyanlara karşı bir gerilla savaşı yürütülmesi fikrini savundu ve bu görüşünü diğer Cemiyet üyelerine de kabul ettirdi. Padişah ve hükümet yetkilileri ile görüştükten sonra İskenderiye’ye gitmek üzere 10 Ekim 1911’de İstanbul’dan ayrılan Enver Bey, Mısır, Bingazi ve Tobruk’ta Arap liderlerle çeşitli temaslarda bulunduktan sonra 1 Aralık 1911’de Aynülmansur’da askerî karargâhını kurdu. Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı başarılar elde etti. Orada geçirdiği savaş yılları ününün artmasını ve yerli halk arasında tanınmasını sağladı. Özellikle Senusi Tarikatı ileri gelenleriyle yakın bağlar kurdu. Senusi tarikatı ile kurulan bu bağ, daha sonraları Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Mustafa Kemal tarafından da değerlendirildi.
Berlin’deki Askeri Ataşeliği döneminde Alman bürokratlar ile yakın ilişkiler kuran ve Osmanlı-Alman ilişkilerinin gelişmesi için çaba harcayan Enver Bey, Almanya’nın Balkan Savaşları esnasındaki Osmanlı politikalarından memnun kalmamıştı. Zira Balkan Savaşları esnasında ve sonrasında Almanya’nın “Osmanlı topraklarını paylaşma projelerine ortak olma politikası” takip etmesi Enver Bey’i rahatsız etmişti. Fakat Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi Wangenheim, Enver Bey’in -yaşadığı takdirde- Osmanlı Devleti’nin geleceğinde önemli rol oynayacak bir şahsiyet olduğu düşünüyor ve onunla sıcak ilişkilerin devam etmesini Alman Dışişlerine tavsiye ediyordu. Bu nedenledir ki Berlin’deki askeri ataşeliği esnasında Enver Bey’de zaten oluşmuş olan “Alman hayranlığının” pekiştirilmesini ve onun Alman taraftarlığının devam etmesi için ilgili Alman makamları tarafından titiz bir çalışma yürütülmesini istiyordu; ancak Wanhenheim’a göre, bu çalışma Doğulu (Osmanlı) psikolojisine uygun yapılmalıydı. Bu çerçevede -zamanı geldiğinde- Enver Bey’e Alman şeref madalyası verilmesini de öneriyordu.
Enver Bey, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ileri gelenleriyle birlikte 23 Ocak 1913 tarihinde Babıâli Baskını’nı gerçekleştirdi. Öncü rol oynadığı bu hükümet darbesinde Kâmil Paşa’ya istifanamesini imzalattı, ardından padişahı ziyaret ederek Mahmut Şevket Paşa’nın sadarete getirilmesini sağladı. Ancak Edirne’yi kurtarmak amacıyla yapılan bu eylem sonrasında, planlamasında Enver Bey’in de görev aldığı askeri harekâtın başarısızlığı ve Edirne’nin Bulgarlara terki, İttihat ve Terakki’yi zor duruma düşürdü. Enver Bey, 12 Haziran 1913’te Mahmut Şevket Paşa’nın öldürülmesinden sonra ülke yönetimine fiilen el koyan İttihat ve Terakki içindeki askerî kadronun da lideri haline geldi. İkinci Balkan Savaşları sırasında zor durumda kalan Bulgaristan, Edirne’yi boşaltınca, 23 Temmuz 1913’te Edirne’ye giren ilk Osmanlı kuvvetlerinin başında Enver Bey’in de bulunması, onun “Edirne Kahramanı” olarak anılmasını ve ününün daha da artmasını sağladı.
Büyük eleştirilere rağmen gerek kamuoyundaki yüksek itibarı gerekse İttihat ve Terakki’nin fiilî gücü sayesinde genç yaşta ve hızlı terfi sonucu, 3 Ocak 1914’te Mirliva rütbesine yükseltilen Enver Paşa, aynı tarihte Ahmet İzzet Paşa’nın yerine Harbiye Nazırı oldu. Henüz 33 yaşında genç, enerji dolu, orduda kahraman olarak bilinen bir yeteneğin Harbiye Nazırı olması, Osmanlı Devleti’nin genç entelektüellerini, Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu konusunda ümitlendirdi ve büyük beklenti içine soktu. Onun Makedonya’da çetelere, Trablusgarp’ta İtalyanlara karşı ve 1908 Meşrutiyeti için göstermiş olduğu cesur çabaları, genç subayları adeta büyülemişti. Aralarında Şükrü Paşa gibi meşhur Paşaların da bulunduğu 280 üst rütbeli Osmanlı subayını emekli ederek orduyu gençleştirmesi, Onun cesaretinin ve organizasyon kabiliyetinin yeni örnekleriydi. Çevresi onu, nihayet “vatanı kurtarmak” için yaratılmış bir asker olarak görüyordu. O da kendisinin bu misyon için yaratıldığına inanıyor ve kendisini Napolyon ve Büyük Friedrich gibi görüyordu. Böylece onun, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, bir taraftan Napolyon gibi “özgürlük için savaşmak ve onu yaymak” istediğini diğer taraftan da Büyük Friedrich gibi vatanının hizmetinde olmak istediğini görmekteyiz. Onun özgür kılmak ve hizmetinde olmak istediği yer ise birinci derecede Osmanlı Devleti idi.
Harbiye Nazırı olduktan hemen sonra 8 Ocak 1914 tarihinde Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği görevini de üstlenen Enver Paşa, ilk iş olarak Birinci Balkan Savaşı’nda bozguna uğrayan Osmanlı ordusunun yeniden düzenlenmesi işine girişti. II. Abdülhamit dönemine ait yaşlı paşaların tamamına yakın bir kısmı emekli edildi ve genç subaylar orduda önemli görevlere getirildi. Enver Paşa’nın bu düzenlemesi bir anlamda Türkiye Cumhuriyet’ini kurucuları olan Mustafa Kemal, Kazım Karabekir, Fevzi Çakmak, İsmet İnönü gibi genç subayların, Osmanlı ordu teşkilatında önünü açtı ve yükselmelerini sağladı.
Enver Paşa, Harbiye Nazırı olduğunda Osmanlı Devleti hem içeride hem de dışarıda zor günler yaşıyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin “hürriyetin ilanı” ile birlikte millî ayaklanmaların son bulacağı ve bir “Osmanlı milleti”nin oluşum sürecinin hızlanacağı yönündeki söylemi boşa çıkmış, ayrıca devletin paraya olan ihtiyacı daha da artmıştı. Bu durum Osmanlı Devleti’nin dışarıya daha fazla bağımlı hale gelmesine ve İttihatçıların başarıyı dışarıda aramalarına neden olmuştu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı entelektüellerin gittikçe artan güvensizliğine, Cemiyet’in baskıcı bir yönetim tarzı ile karşılık vermesi, Osmanlı Devleti’ni bir dikta yönetimine sürüklemişti.
İstanbul’daki Alman büyükelçiliğinde görevli Mutius’a göre, hırslı, atak ve genç Enver Paşa’nın Osmanlı Devleti’nin bu döneminde Harbiye Nazırı olması “Türkiye’nin kaderinde kritik bir dönüm noktası” olarak algılanmalıydı. Goltz Paşa’ya göre ise, Enver Paşa’nın 33 yaşında Osmanlı Harbiye Nazırı olması, Alman siyasi ve askeri çevreleri için bir “yeni yıl sürprizi” olmuştu. Alman askerî çevreleri Enver Paşa’yı Berlin’deki Askeri Ataşeliği görevinden beri şık, kibar ve iyi bir kurmay subay olarak tanıyorlardı. Yine Goltz Paşa’ya göre, Enver Paşa’nın Trablusgarp’taki başarıları ve Balkan Savaşlarındaki çalışmaları, onun “sıra dışı bir kişiliği olduğunu” göstermişti.
Enver Paşa’nın Harbiye Nazırlığı’na atanması Rusya’da infial derecesine varan sert tepkilere neden olmuştur. Zira Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin Rusya’ya yakınlaşması gerekliliğini savunan düşüncelerin karşısında yer alıyordu. Rus Hariciye Nazırı Sazanov, Enver Paşa’yı “katil” olarak adlandırmış ve onun Harbiye Nazırı olmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin baskıcı bir yönetime doğru gideceğini belirtmiştir. Osmanlı Ordusunda çok sayıda üst düzey subayın emekliye sevk edilmesini büyük bir tehlike olarak gören Sazanov, yeni bir ihtilalin ön hazırlıklarının yapıldığı inancında olduğunu da belirtmiştir. Rus Çarı Nikolaus da, Sazanov ile aynı düşünceleri paylaştığını beyan etmiştir.
Enver Paşa, 5 Mart 1914 tarihinde Sultan Abdülmecid’in torunu ve Şehzade Süleyman Efendi’nin kızı Naciye Sultan ile evlenerek Osmanlı sarayına damat olmuştur. Bu tarihten sonra Enver Paşa, Osmanlı hanedanına daha yakın bir duruş sergileyecektir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı-Alman ittifakının imzalanmasının (2 Ağustos 1914) Enver Paşa’nın “Almanya hayranlığının” bir sonucu olduğunu söylemek doğru değildir. Enver Paşa’nın, Alman kara ordusunun “yenilmezliğine” olan inancı doğrudur; ancak Osmanlının çıkarlarına uygun olmayan hiçbir girişimin içinde yer almadığını söylemek mümkündür. Enver Paşa, Osmanlı çıkarları Almanya tarafında yer almayı gerektirdiği zaman, Alman taraftarı olmuş ve Almanlarla birlikte hareket etmiştir.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na fiilen girdikten hemen sonra Harbiye Nazırı Enver Paşa’yı aynı zamanda Osmanlı III. Ordu Komutanı olarak Sarıkamış Kuşatma Harekâtını bizzat yürütürken görmekteyiz. Enver Paşa kuşatma planını uygulamak için 22 Aralık 1914’de başlattığı taarruz, Birinci Dünya Harbi’nin en acı sayfalarından birini oluşturur. Enver Paşa’nın bizzat kendisinin de belirttiği gibi burada ordu sadece düşmana karşı değil “havanın ve yerin” gösterdiği muhalefete karşı da mücadele etmek zorunda kalmıştır. Asker çoğu zaman yolu olmayan, ya da bir-bir buçuk metreye varan karla kaplı olan, geçit vermeyen 3500 metre yüksekliğindeki dağ yollarını aşmak zorunda kalmıştır. Öyle ki 19 Aralık ile 10 Ocak tarihleri arasında bölgedeki ortalama hava sıcaklığı -20 ile -25 dereceye kadar düşmüştü. Enver Paşa’nın kendi karargâhı bile 25 Aralık ile 2 Ocak tarihleri arasını çadırsız geçirmek zorunda kalmış ve bazı karargâh subaylarının ayak parmaklarının donduğu görülmüştür. Ordu, ulaşım güçlüğü nedeni ile sadece dört güne yetecek kadar yiyeceği beraberinde götürmüş ve 25 Aralık ile 27 Aralık akşamına kadar, iki gün sadece ekmek ile zeytin yemek zorunda kalmıştır. Bütün bu sebeplerden dolayı Sarıkamış önlerine ancak yorgun ve bitkin halde bir avuç asker ulaşabilmiştir. Bu felaketin en önemli nedeni, araç ve gereç yetersizliğinden dolayı, kolordular arasında iyi bir muhaberenin kurulamamış olmasıydı.
Sarıkamış kuşatması III. Ordu’yu adeta eritmişti. Hafız Hakkı Paşa’nın kolordusuna ricat emri verirken söylediği gibi “…şereften başka her şey mahvolmuştu…”. Türk tarafının insan kaybı konusunda 30 000’den 90 000’e kadar varan rakamlar verilmektedir. Kuşatma sırasında III. Ordu’nun ikinci Kurmay Başkanı olan Albay Felix Guse’nin Rus kaynaklarına dayanarak doğru kabul ettiği rakam, 11 000 şehit, 3500 esirdir. Guse’ye göre III. Ordu’nun esas kaybı firarilerden oluşuyordu. Nitekim Ocak ayı başlarında Erzurum dolaylarında 12 000 asker kaçağı toplanmıştı. Türk ordusunda ölü sayısının fazla olmasının en önemli nedeni, gerekli sağlık personeli ile hastanelerin yokluğuydu. Bu kayıplarla III. Ordu, dört yıl süren savaş sonuna kadar bir daha eski gücüne kavuşamamıştır. Giyim, kuşam, beslenme ve sağlık personeli yönünden daha iyi durumda olan Rus ordusunun toplam kaybı ise 32 000 civarındaydı.
Rusya’daki Bolşevik İhtilali’nden sonra, Kafkasya’da ortaya çıkan Osmanlı – Alman çıkar çatışmasında Enver Paşa hiçbir şekilde taviz vermek istemiyordu. Zira Kafkasya onun misyonu içerisinde önemli bir yere sahipti. Kafkasya hem Turan’a giden yol üzerinde yer alıyor hem de içinde Türk nüfusu barındırıyordu. Kaldı ki Enver Paşa kendisi Almanya karşısında taviz verse bile Kafkasya’daki ordu komutanları buna rıza göstermeyeceklerdi. Enver Paşa’nın ayakta kalabilmesi için parlak bir siyasi ve askerî başarıya ihtiyacı vardı. Bu fırsat şimdi Rusya’daki ihtilal ile ortaya çıkmış ve bunu Almanlar karşısında heba etmek istemiyordu. Hatta Enver Paşa için Kafkasya o kadar önemli idi ki diğer cephelerde Osmanlı askeri ile Alman askeri aynı safta savaşmalarına ve Osmanlı Devleti Suriye Cephesi’nde çökme noktasına gelmiş olmasına rağmen Enver Paşa, Kafkas Cephesi’nde özel birlikler tutmuş ve bu birlikler ile Almanya’ya karşı çatışmaya girmişti. Hatta Osmanlı askerleri müttefik Alman askerlerinden esir bile almışlardı. Böylece Osmanlı–Alman İttifakı savaşın başından beri ilk defa kopma noktasına gelmişti. Bu şartlarda çalışamayacağını belirten Enver Paşa, Alman Orduları Yüksek Komutanlığı’na istifa edeceğini bildirmiştir. Ancak yardımcısı Alman General von Seeckt’in devreye girmesiyle bu istifa teşebbüsü önlenebilmiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna yaklaşıldığında, Mart-Nisan 1918’de Harbiye Nazırı Enver Paşa, Osmanlı Devleti’nin müttefikleri ile birlikte artık bu uzun savaşı kaybettiklerini anlamış ve askerî tedbirler almaya çalışmıştır. Aldığı en önemli tedbir ise Kafkasya’daki Osmanlı Üçüncü Ordusu’nu yeniden teşkilatlandırarak güçlendirmek ve ayrıca çok güvendiği kardeşi Nuri Paşa komutasında Kafkas İslam Ordusu’nu kurmak olmuştur. Enver Paşa savaş kaybedilince düşmanın Anadolu’da dâhil olmak üzere vatanı işgal edeceğini tahmin edebiliyordu. Böyle bir işgale karşı Güney Kafkasya’da, 1918 yılı başlarından itibaren yapmış olduğu askerî yığınağı kullanarak savaşın “ikinci safhasını” başlatmak ve bu askerî birlikler ile Millî Mücadeleyi başarıya ulaştırmayı hedefliyordu. Ancak bunu Enver Paşa değil Mustafa Kemal Paşa başarabilmiştir.
Enver Paşa ve ittihatçı arkadaşları 1918 yılının 1 Kasım’ı 2 Kasım’a bağlayan gecesi bir Alman torpidosu ile yurdu terk ettiklerinde hepsinin amacı en kısa zamanda tekrar çok sevdikleri vatanlarına geri dönmekti. Yurdu terk etmelerinin nedeni adil olmayan mahkemelerde yargılanıp cezalandırılacaklarını düşünüyor olmalarıydı. Nitekim onlar yurt dışında iken İstanbul’da gıyaben yargılanıp idama mahkûm edilmişlerdi. Onun için İttihatçılar “geçici bir süreliğine” vatanlarını terk ediyorlardı. Bu nedenle de yurt dışında kaldıkları süre zarfında Anadolu’da başlamış olan Milli Mücadele’nin her safhası ile ilgilenmişler ve katkı sağlamak istemişlerdir. Bunu hem Enver Paşa’nın hem de diğer ittihatçıların Mustafa Kemal Paşa’ya yazmış oldukları mektuplarından anlıyoruz.
Enver Paşa ve diğer İttihatçı arkadaşları 3 Kasım 1918 tarihinde Sivastopol’a ulaştılar. Buradaki Alman askerî yetkilileri misafirleri olan İttihatçı liderleri Berlin’e göndermek istiyorlardı. Fakat Enver Paşa, Transkafkasya’daki İslam Ordusu’nun operasyonlarını sürdüren amcası Halil Paşa ve kardeşi Nuri Bey’in yanına geçmek niyetindeydi. Ancak İstanbul’daki Alman Büyükelçiliği görevini yürüten Waldburg, Alman Dışişlerinden, Enver Paşa’nın Kafkasya’ya geçmesine müsaade edilmemesini, böyle bir durumun İstanbul’da kabine krizine neden olabileceğini ve bunun da Alman çıkarlarına uygun olmayacağını belirtmekteydi.
Enver Paşa’nın Sivastopol’dan Kafkasya’ya geçmek giriştiği ilk teşebbüs, temin ettiği takasının kayalara bindirmesi üzerine başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bu arada İtilaf Devletleri’nin, Transkafkasya’daki Osmanlı birliklerini etkisiz hale getirip kumanda heyetini de dağıttıklarını öğrenen Enver Paşa Kafkasya yerine Berlin’e, İstanbul’dan beraber yola çıktığı arkadaşlarının yanına gitmeye karar verdi. Nisan 1919’da Berlin’e gidip Babelsberg kasabasına yerleşti ve Almanya’da yeniden teşkilatlanmaya çalışan İttihat ve Terakki’nin faaliyetlerine katıldı.
Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde söz sahibi olmaya başlamasıyla birlikte, Enver Paşa önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istiyordu. Enver Paşa Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919 ile Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkmış, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçen Enver Paşa, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Orta Asya Türklerinin bağımsızlıklarını Bolşeviklerin yardımı ile kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğradı, Bolşeviklerden umduğunu bulamadı.
Bu arada Anadolu’da Sakarya Savaşı kazanılmış, Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız hale gelmişti. Enver Paşa’da bu aşamadan sonra hem Anadolu’da ikilik çıkarmamak hem de kendisi için bir başarı şansı görmediğinden, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla birlikte Bakü’den Buhara’ya geçmişti. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermekti. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişti; ancak 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada öldürüldü.
Enver Paşa’nın Ruslar tarafından öldürüldüğü haberi bütün dünyaya yayıldığında, Doğu milletleri arasındaki hayranları önce buna inanmak istemediler. Onun öldürüldüğü haberinin Ruslar tarafından propaganda amaçlı çıkarıldığını ileri sürdüler. Zira Doğu milletleri arasında Enver Paşa önemli bir yer tutuyor ve öyle hemen ölemezdi; ancak Enver Paşa’nın en yakın mücadele arkadaşlarından Miralay Ali Rıza’nın, Hindistan’da çıkan gazetelere, Enver Paşa’nın öldüğüne dair beyanat vermesi, Enver Paşa hayranlarının bütün ümitlerini sona erdirmiştir.
Bütün bunların ışığında, Enver Paşa’nın İstanbul’u terk ettiği 1–2 Kasım 1918 gecesinden, Ruslar tarafından öldürüldüğü 4 Ağustos 1922 tarihine kadarki süreçte bir taraftan Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya geçerek, Anadolu’yu işgalden kurtarmak amacında olduğunu diğer taraftan da Anadolu’da devam eden Kurtuluş Savaşı’na zarar vermek istemediğini söylemek mümkündür. Enver Paşa’nın bu amacını hem yurt dışında muhtelif zamanlarda Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarından hem de dönemin Osmanlı basınından görmek mümkündür. Örneğin 1 Mayıs 1922 tarihli Peyam-ı Sabah gazetesi Enver Paşa’nın Kafkasya’dan Trabzon’a geçme hazırlığı içinde olduğu, Trabzon Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Enver Paşa’ya destek verdiği ve Trabzon’daki Enver Paşa yandaşlarının örgütlenmelerini Küçük Talat Paşa ile Enver Paşa’nın amcası Halil Paşa’nın sağladığı konusunda dedikoduların olduğunu yazmaktaydı. Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal ise hem Enver Paşa’yı hem de yurt dışındaki diğer ittihatçı liderleri Anadolu’ya sokmamaya kararlıydı.
Enver Paşa’nın yaşamı boyunca siyasî ve askerî faaliyetlerinde iki ana hedefinin olduğunu görmekteyiz. Birincisi Osmanlı Devleti’ni çöküşte kurtarmak, ikincisi ise sömürge altındaki Türklerin bağımsızlıklarına kavuşmasını sağlamaktır. Bu iki ana amaca ulaşmak için Enver Paşa’nın Türkçü ve İslâmcı politikalar takip ettiğini söylemek mümkündür.
Enver Paşa, bu hedeflerine ulaşmak için Almanlar ile iş birliği yapmak gerektiğine inanmıştı. Zira bu hedefler Almanya’nın “Weltpolitik” çalışmalarına da uygundu. Dolayısıyla Enver Paşa, Osmanlı menfaatlerinin Almanya yanında yer almayı gerektirdiğini düşündüğü için Almanya ile ittifak kurma taraftarı olmuş ve bu ittifakı devam ettirmiştir. Ama o hiçbir zaman, Alman ve Türk arşiv belgelerindeki belgelerinin gösterdiği gibi “Almanların kuklası” haline gelmemiştir.
Enver Paşa’nın siyasî ve askerî hedefleri ile II. Wilhelm Almanya’sının siyasî ve askerî hedefleri uyuşuyordu ama bu hedefler gerçekçi olmaktan ziyade hayal ürünüydüler. Bu noktada Enver Paşa’yı ve II. Wilhelm’i “hayalci” olarak nitelendirmek mümkündür. Ancak bu sınırsızca düşünme ve bu düşünceleri politika olarak uygulama durumu, II. Wilhelm ile Enver Paşa’nın yaşadıkları dönemdeki sınır tanımayan teknolojik ve bilimsel gelişmelerin ruh hali şeklinde değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda aynı dönemlerde yaşamış olan Mustafa Kemal Paşa ile Enver Paşa’yı karşılaştırdığımızda; Enver Paşa’nın çağının bütün özellikleri ve hayalperestliğini taşıyan bir karakter, Mustafa Kemal ise gerçekçi, planlı ve programlı bir lider olarak karşımıza çıkmaktadır.
Mustafa ÇOLAK
KAYNAKÇA
1. Arşivler
Politisches Archiv des Auswärtiges Amt-Berlin (PAA-AA, Alman Dışişleri Bakanlığı Arşivi)
Der Weltkrieg
Nr. 11, Nr. 11d, Nr. 11d secr., Bd. 1, Bd. 4, Bd. 5, Bd. 8, Bd. 9, Bd. 11, Nr. 11 d Geheim…, Bd. 13.
Grosses Hauptquartier
Georgien, Nr. 1, Bd. 1; Türkei, Nr. 18, Bd. 3; Transkaukasien, Nr.40b 1. Ziele Enver Paschas. Bd. 1.
Türkei
Nr.159 No2, Bd. 13, Bd. 14Bd. 15 Bd. 16 Bd. 17 Bd. 19 Bd. 38; Nr.134, Bd. 33, Bd. 35; No 198, Bd. 8; Nr. 159, Nr. 3; Nr 139, Bd. 38; Nr. 158.
Geheimes Staatsarchiv pruessischer Kulturbesitz (Prusya Devlet Gizli Arşivi) Berlin (GStA)
Gesandtschaft Hamburg Nr. 370, s. 57–118.
Gesandtschaft Hamburg Nr. 371, s. 155–156.
Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri Başkanlığı
Osmanlı Arşivi (BOA)
Hariciye Nezareti Siyasi İradeler Katalogu (HR. SYS)
Dahiliye Nezareti Kalem-i Mahsus Müdürlüğü (DH.KMS)
Türk Tarih Kurumu Arşivi
2. Telif Eserler
AHMED, Feroz, The Young Turks, London 1969.
ARSLAN, Emin Şekip, Şehit Enver Paşa ve Arkadaşları, Samsun İl Matbaası, Samsun 1948.
AŞİROĞLU, O. Gazi, Enver Paşa’nın Eşi Naciye Sultan’ın Hatıraları (Acı Zamanlar), Burak Yayınları, İstanbul 1992.
AYDEMİR, Ş. Süreyya, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, Cilt I, II, III, Remzi Kitapevi, İstanbul 1993.
BABACAN, Hasan, “Enver Paşa”, Türkler, XIII. Cilt, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 2002.
BADEMCİ, Ali, 1917-1934 Türkistan Millî İstiklâl Hareketi ve Enver Paşa, İstanbul 1975.
BADEMCİ, Ali, Türkistan Millî İstiklal Hareketi ve Enver Paşa (1917–1934), Kutluğ Yayınları, İstanbul 1975.
CEBESOY, Ali Fuad, Moskova Hatıraları, İstanbul 1955.
Cemal Paşa, Hâtırat 1913-1922, İstanbul 1922.
CENGİZ, Halil Erdoğan, Enver Paşa’nın Anıları (1881–1908), İletişim Yayınları, İstanbul 1991.
ÇOLAK, Mustafa, “Der Deutsch-Osmanische Kampf um Transkaukasien im Kontext des Turanismus und der Weltmachtpolitik (1918)”, Euro Agenda/Avrupa Günlüğü, 5/9 (2/2006).
ÇOLAK, Mustafa, “Tehcir Olayı’nın Propaganda Sürecindeki Doruk Noktası: ‘Talat Paşa Davası’”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C XX, S 58, Mart 2004, s.1-47.
ÇOLAK, Mustafa, Alman İmparatorluğu’nun Doğu Siyaseti Çerçevesinde Kafkasya Politikası (1914–1918), Türk Tarih Kurumu, Ankara 2006.
ÇOLAK, Mustafa, Komitenin Kahramanı Enver Paşa, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2019.
ERER, Tekin, Enver Paşa’nın Türkistan Kurtuluş Savaşı, Mayataş Yayınları, İstanbul 1973.
FİSCHER, Fritz, Griff nach der Weltmacht. Die Kriegszielpolitik des kaiserlichen Deutschland 1914-1918, Droster Verlag, Düsseldorf 1994, s.14.
GUSE, Felix, Die Kaukasusfront im Weltkrieg bis zum Frieden von Brest, Koehler & Amelang, Leipzig 1940.
GÜCÜYENER, Şükrü Fuat, Birinci Cihan Harbinde Tanıdığım Kahramanlar: Enver (Paşa), Gün Basımevi, İstanbul 1991.
HANİOĞLU, M. Şükrü “Enver Paşa”, İslam Ansiklopedisi, XI. Cilt, TDV Yayınları, İstanbul 1995.
HANİOĞLU, M. Şükrü, Kendi Mektuplarında Enver Paşa, Der Yayınları, İstanbul 1989.
İLBAR, Mahmut, “I. Cihan Savaşında Kafkas Cephesinde Enver Paşa Tutsak Olmaktan Nasıl Kurtulabildi?”, Belleten, C XLIII, S 169, TTK Yayınları, Ankara-Ocak 1979.
İNAN, Arı, Enver Paşa’nın Özel Mektupları, İmge Yayınevi, Ankara 1997.
KANDEMİR, Feridun, Enver Paşa’nın Son Günleri, Güven Yayınevi, İstanbul 1943.
KARABEKİR, Kazım, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve İttihat Terakki Erkânı, Tekin Yayınları, Ankara 1990.
KARAMAN, Sami Sabit, İstiklal Mücadelesi ve Enver Paşa, Arma Yayınları, İstanbul 2002.
KEMAL, Namık, İki Kaside: Sultan Hamit ve Enver Paşa Hakkında, Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul 1942.
KÖPRÜLÜ, Şerif, Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi, İstanbul 1338.
KÖSEOĞLU, Nevzat, Şehit Enver Paşa, Yedinci Baskı, Ötüken Yayınevi, İstanbul 2019.
KUTAY, Cemal, Atatürk Enver Paşa Hadiseleri: Yakın Tarihin Meçhul Sahifeleri, Ercan Matbaası, İstanbul 1956.
KUTAY, Cemal, Enver Paşa Lenin’e Karşı, Ekincil Yayınları, İstanbul 1955.
MENEMENCİOĞLU, Nermin, Enver Pascha in Türkistan, TTK Yayınları, Ankara 1993.
MÜHLMANN, Carl, “Enver Pascha”, Heerführer des Weltkrieges, Verlag von Z.s. Mitler & Sohn/Berlin 1939.
MÜHLMANN, Carl. Deutschland und die Türkei 1913-1914, Berlin 1929.
OKAY, Kurt, Enver Pasha der Grosse Freund Deutschlands, Berlin 1935.
RUSTOW, D. A., “Enwer Pas̲h̲a”, EI2 (İng.), II, 698-701.
SOKO, Ziya Şakir, Yakın Tarihin Üç Büyük Adamı: Talat, Enver, Cemal Paşalar (1882-1959), Anadolu Türk Kitap Deposu, İstanbul 1943.
SONYEL, Salahi Ramadan, Enver Paşa ve Orta Asya’da Baş Gösteren “Basmacı” Akımı, TTK Yayınları, Ankara 1991.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, İstanbul 1989.
ÜLKÜ, İrfan, K.G.B Arşivlerinde Enver Paşa, Kamer Yayınları, İstanbul 1996.
YAMAUCHİ, Masayuki, Hoşnut Olmamış Adam-Enver P
..xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxxxx
Meryem Cemile’nin vefatı üzerine Türkiye’de bir hareketlenme ve dalgalanma yaşandı ve unutulan bir değer yeniden hatırlandı. Keşke son çalışmalarına da ışık tutulsa ve fikri olarak geldiği nokta aydınlatılsa. Milli Gazete’de yayınlanan ‘Meryem Cemile’nin fikir dünyası’ başlıklı yazımda biraz konuya ışık tutmaya çalıştım. Meryem Cemile, Cemaat-ı İslami ve Mevdudi ismiyle bütünleşse de Cemaat-ı İslami’nin modernizmle eklektik bir ilişki içine girdiğini ve sentez kurduğunu düşündüğünü söyleyebiliriz. Bu bizi, rahmetli Mevdudi’nin modernizm konusunda münfail yani edilgen olduğuna götürür. Mevdudi ve cemaatine modernizm noktasında eleştiriler getiriyor ve cemaatin biraz gelenekten koptuğunu düşünüyor. Bu, Ebu’l Hasan en Nedevi gibi alimlerin bu yöndeki eleştirileriyle de kesişmektedir. Hindistan ve Pakistan’da müessir ve etkin olan Diyobend ekolü de Mevdudi hakkında bu noktada eleştiriler getirmiştir. Bunlardan ikisi, iki muhaddis olup Enver Şah Keşmiri’nin talebelerinden Yusuf Benuri ile Muhammed Zekeriyya Kandehlevi’dir.
Benim de yanlış yaptığım bir husus var. O da Meryem Cemile’nin, Mevdudi’nin tesiri ve mektupları veya eserleri sayesinde Müslüman olduğu kanaatidir. Halbuki, Mevdudi ve Cemaat-ı İslami ile ilişkisi Müslüman olmasından sonra başlıyor. Bediüzzaman’ın sürgün hayatı nasıl onu Kur’an ile baş başa bırakıyor ve Kur’an’a yönelme anlamında tevhid-i kıbleye tevcih ediyorsa, Meryem Cemile’nin 2 yıllık hastalığı da Allah’ı bulmasına vesile oluyor. Bediüzzaman’ın Hastalar Risalesi’nde anlattığı gibi, hastalığıyla Meryem Cemile hayatın hiç düşünemediği noktalarıyla buluşuyor ve ihmal ettiği boyutlara kanat çırpıyor. Hastalık geçirmeseydi sıradan biri olarak kalabilir ve hidayete ulaşamayabilirdi. Hastalıkla birlikte ise hidayet nimetine ek olarak sıra dışı birisi haline gelmiştir.
Meryem Cemile, Şeyh Davud Ahmet Faysal’ın önünde Brooklyn İslami Misyon adlı camide şehadet getirerek İslam’a giriyor. Bu manevi yolculuğunu “Küfürden İslam’a Yolculuğum” adlı eserinde anlatıyor. Ardından İslam’daki yolculuğu başlıyor. “Mevdudi’nin manevi kızı” olarak nitelendirilse de hayatlarında ilginç tezatlar var. Merhum Ebu’l A’la el Mevdudi, mektuplaşmalarında Meryem Cemile’yi Pakistan’da yerleşmeye ve yaşamaya davet ediyor. Gerçekten de Pakistan’a yerleşen Meryem Cemile ölene kadar burada kalıyor ve hiç Pakistan dışına çıkmıyor. Ülkesine ve New York’a bir daha hiç dönmüyor ve doğduğu yaşadığı yerleri bir daha görmüyor. Buna adeta manevi bir zevkle katlanıyor. Fakat kaderin bir cilvesi Mevdudi, 22 Eylül 1979 tarihinde tedavi için gittiği ABD’de Buffalo Hastanesinde vefat ediyor. Bu kayda değer bir ayrıntı.
Meryem Cemile'nin yazarlığı
Meryem Cemile velut bir yazardı. Batı ile İslam dünyası ilişkileri üzerine yoğunlaşmış ve Batı medeniyeti insani değerlerle bütünleşmediği için, bu medeniyetin merkezi olan ABD’yi terk etmişti. Bundan dolayı kitaplarının bir kısmının Batı-Doğu mukayeseleri ve hesaplaşması üzerine yoğunlaşması kaçınılmazdı. Bediüzzaman’ın İman Küfür Muvazeneleri isimli kitabı gibi o da Islam and Modernism, Islam and Western Society gibi kitaplar kaleme almıştır.
İkinci tip kitapları ise İslami hareketler üzerinedir. 19’uncu yüzyıl İslami hareketleriyle ilgili bir keşkül/seçki yapmış ve üç hareketi mercek altına almıştır. Three great Islamic movements in the Arab world of the recent past adlı eserinde üç İslami hareketi incelemiştir. Bunlar; Muhammed Bin Abdulvahhab, Sunusilik ve Sudan’daki Mehdi Hareketidir. Günümüzde de Mevdudi, Hasan el Benna ve Bediüzzaman’la alakalı eserler kaleme almıştır. Günümüzün dünyadaki üç büyük İslami cemaati üzerine eğilmiş, yoğunlaşmış ve bu alanda müstakil eserler kaleme almıştır. Vefatının ardından buna işaret edilmiş ve Risale-i Nur üzerine incelemeleri ve hayranlığı dile getirilmiştir. Bediüzzaman’la ilgili kitabını anlaşılan Bediüzzaman’ın vefatından çok sonra kaleme almıştır. Kitabın ilk baskısı, 1976 tarihini taşıyor. A Great Islamic Movement In Turkey/Türkiye’de Büyük İslami Hareket kitabında Bediüzzaman ve Risale-i Nur hareketini veya anlayışını başarılı bir biçimde anlatmaktadır. 16 sayfa boyutunda olan risale gerçekten de Bediüzzaman’ı ve mesleğini özet ama derli toplu anlatmıştır.
Meryem Cemile ve Bediüzzaman
Bir iki bilgi hatası olmakla birlikte Meryem Cemile, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’u sahih bir şekilde ortaya koymuştur. Yanlış bilgilerinden birisi, Mustafa Kemal’in Bediüzzaman’ın Ankara’ya gelişinden sonra namaz ikazı üzerine gerginleşen ilişkilerini yumuşatmak ve Bediüzzaman’ın gönlünü almak isterken ona Daru’l Hikmet el İslamiye üyeliğini teklif ettiğini yazmasıdır. Ahmet Sunusi yerine Şark Vilayeti Umum Vaizliğini teklif ettiğini biliyoruz. Lakin Bediüzzaman’ın 1918 yılında İslam akademisi olarak kurulan Darü’l Hikmet’il İslamiye’ye üye olarak alınması Cumhuriyet öncesidir. Mustafa Kemal ile bu meselenin bir alakası yoktur. Lakin Bediüzzaman, Osmanlı döneminde gündeme getirdiği Medresetü’z Zehra projesini cumhuriyet döneminde de harekete geçirmek istemiştir.
Kitabın başında naşiri, Meryem Cemile’nin hayatından söz etmektedir. Buna göre, Meryem Cemile okuma konusunda doyumsuzdur (insatiable/nehm). Bu tanım Gazali gibiler için de kullanılır. Gerçekten de doyumsuz bir biçimde okumuşlar ve bu onların derin birikimlerini biçimlendirmiştir. Müslüman olmasında Marmaduke Pickthall’ın Kur’an meali etkili olmuş ve onda İslam’a dönük olarak yeni ve derin ufuklar açmıştır. Onu etkileyen ikinci isim ise Muhammed Esed’dir ve özellikle de Road to Mecca/Mekke’ye Giden Yol ve Islam at the Crossroads/Yoların Ayrılış Noktasında İslam kitapları ruhunda fırtınalar koparmıştır. Kaderi, farklı dönemlerde olsa da Muhammed Esed ile Pakistan’da kesişmiştir. Müslüman olmasında Muhammed Esed’in etkisine paralel olarak belki Pakistan’a yerleşmesinde de yine Muhammed Esed’in tesiri ve öncü rolü vardır.
Hayatında ilginç kesitlerden birisi, hastalığında okuması ve hidayete ön yolculuk yapması gibi, kitaplarını da genelde hamilelik dönemlerinde yazmasıdır. Olağanüstü dönemler onun için hem fiziki hem de manevi doğum anları olmuştur.
A Great Islamic Movement In Turkey/Türkiye’deki Büyük İslami Hareket başlıklı kitabında Hutbe-i Şamiye’de dile getirilen Müslümanların iç hastalıklarına temas ediyor ve ümmetin hastalıkları bağlamında istibdat ve egoizmi saydıktan sonra; Arap-Türk Birliğinin, İslami rönesansın ve İslam medeniyetinin yeniden parlamasının, palazlanmasının nüvesi olacağını ve İslam medeniyetinin Batı medeniyetinin yerini alacağını yazmasıdır. Böylece Bediüzzaman’ın istikbale dair müjdelerini nazara vermiş oluyor. Risale-i Nur’la ilgili bir iki gıptası vardır. Bu inanılmaz yayılma istidadı ve potansiyelidir. Adeta Risale-i Nur İslam’ın yayılma potansiyelini günümüze yansıtmıştır. Suyun inbisat kanunu gibi İslam’ın da en olmaz şartlarda yayılma kanunu vardır. Meryem Cemile, mutlak istibdat altında Risale-i Nur hareketinin nasıl yayıldığını taaccüple (hayretle) anar ve takdir eder. Risale-i Nur’la alakalı ikinci hayranlığı, ondaki iman ve ahiret vurgusudur. Meryem Cemile’yi İslam’a getiren husus da Batı’da gördüğü bu eksikliktir. Bu anlamda İslam modern çağın ihtiyacı ve iksiridir. En temel mesele iman ve ahiret aşısıdır.
Arap Baharıyla birlikte galiba Müslümanlar olarak yeniden dirilmenin vakti geldi. Müjdeler gerçeğe dönüşüyor. Hasan el Benna’nın ifadesiyle; dünün hayalleri bugünün gerçekleridir. Bugünün hayalleri ise geleceğin hakikatleridir. Bediüzzaman’ın dediği gibi, hayaller hakikatlerin çekirdeğidir.
.
MERYEM CEMİLE
(1934-2012)
Amerikalı İslâm davetçisi ve yazar.
..
Barbaros’un Halep’te Kaptan-ı Deryâ’lığa atanması (31 Aralık 1533-9 Ocak 1534) Türkiye-Suriye denklemi
Halit Kanak İletişim:
Barbaros’un Halep’te Kaptan-ı Deryâ’lığa atanması (31 Aralık 1533-9 Ocak 1534) Türkiye-Suriye denklemi
HALİT KANAK
Barbaros Hayreddin Paşa Cezayir’deki sarayında Kânûni Sûltân Süleyman’ın deniz subayı yaveri Sinan Çavuş eliyle gönderdiği fermânı üç kere öpüp başına koyduktan sonra yavaşça açtı.
Oldukça kısa hatt-ı hûmâyun da Kânûni şunları söylüyordu. “İspanya’ya sefer murâdımdır. Bir yarar âdemi yerine koyup gelesin. Eğer muhafazaya kâdir kimse yoksa i’lâm edesin.” Fermanı bitiren Barbaros birkaç saniye bekledikten sonra, “Bütün Reisler tez hazırlansın İstanbul’a gidiyoruz” emrini verdi.
Evlatlığı Hasan Reis dışındaki Barbaros’un 18 amirali en kısa zamanda “Hazırız” tekmilini vermişti. Hasan Reis ise Kânûni’nin fermanında bahsettiği “Bir yarar âdem” olarak Barbaros’a vekâleten Cezayir’de kalacaktı…
Barbaros Hayreddin Paşa, yola koyulduğunda planı şuydu. Mâdem Cihân Padişahı Kânûni İspanya’ya savaş açmak için kendisini çağırmıştı, öyleyse buna şimdiden başlamalı İspanya topraklarını şöyle bir yoklamak gerekti.
Bu düşüncelerle denize açıldı. Önce kuzeydoğuya yöneldi. Sardunya Adası’nın batı sahillerini bir baştanbaşa tarayarak geçti. Korsika Adasına uğramadan batısından geçerek daha kuzeyde Monako önünden başlayan Ligurya Denizi’ne hemen sonra da Ceneviz Körfezine girdi. Ligurya ile İtalya’nın kuzeybatısındaki Toskana kıyılarını vurdu. Buradan Korsika Adasının doğusuna doğru güneye inmeden, Korsika ile Toskana arasındaki Elba Adasını vurdu. Ardından İspanya’ya ait İtalya kıyılarını yalayarak güneydoğuya doğru indi.
Bununla yetinmeyen Barbaros, Sicilya Adası ile İtalya çizmesinin burnu arasındaki Messina boğazına girmeden önce Latium ve Napoli’yi de içine alan Kampanya ile güneyindeki Kalabriya kıyılarını tarayarak Sicilya’nın kuzeydoğu ile doğu sahillerini vurdu.
Bir anda İspanya çalkalanmıştı. Birisinin Barbaros’u durdurması gerekiyordu. Bu, en güvendikleri deniz amirali Andrea Doria’dan başkası olamazdı. Derhal haber salındı. Andrea Doria kumanda ettiği İspanyol donanması ile Barbaros’un geçiş yolunu tutmak için Mora Yarımadasının batı kıyıları açığına geldi İyonya (Yunan) Denizinde Barbaros’u beklemeye başladı. İşi Andrea Doria’ya havâle edenler de beklemeye geçmişlerdi.
Ancak beklemeyen birisi vardı Barbaros Hayreddin… Çok sevdiği denizlerde güneyden-kuzeye, kuzeyden- güneye kasırga gibi esiyor önüne çıkanı silip süpürüyordu. Şimdi de Messina Boğazına girmiş, kendisine engel olmak isteyen Messina Limanındaki 18 harp gemisinden oluşan İspanyol Filosuna kısa zamanda büyük bir ders vererek bütün gemileri ele geçirmiş ve yedeğine aldığı gemilerle yoluna devam etmişti.
Andrea Doria Barbaros’un Messina’daki başarısını duyunca önce bir irkildi. Sonra da vuruşmayı göze alamayarak İyonya Denizi’nin batısına ulaşan Barbaros’a yakalanmamak için kuzeye dümen kırdı. Çareyi kaçmakta bulan Andrea Doria, İyonya Adalarının kıyılarını takip ederek hızlıca kuzeye doğru çekildi, Arta Körfezinin İyonya Denizine bakan uç kısmındaki Preveze açıklarına gelince soluklandı. (Barbaros aynı Preveze’de 1538’in Eylül’ünde 122 parçalık donanmasıyla, 600’ün üzerinde gemiden oluşan Andrea Doria’nın donanmasını perişan edecek ve Akdeniz’i Türk Gölü haline getirecektir.)
Fakat Barbaros da peşini bırakmamıştı. Andrea Doria kendisini takip eden Barbaros’tan kurtulmak için Otranto Boğazını geçti Adriyatik Denizine girerek Venedik’e kaçtı. Barbaros Andrea Doria’nın peşinden gitmedi. Ancak 25 gemiden oluşan bir filoyu peşine taktı. Bu filo Andrea Doria’nın 7 gemiden oluşan artçılarını yakaladı. Yapılan vuruşmada 2 gemi ele geçirildiyse de diğer 5 gemi kaçmayı başardı.
Barbaros, İyonya Adaları kıyılarını yalayarak güneye doğru inerken “Görüşeceğiz Andrea, görüşeceğiz” diye iç geçiriyordu. Bir müddet sonra Mora Yarımadasının güneybatısındaki Türkiye’ye ait Navarin Limanına girdi. Burada kendisini karşılamak için bekleyen Kaptan-ı Deryâ Kemankeş Ahmed Paşa ile kucaklaştı. Sonra da İstanbul’a doğru birlikte yola çıkıldı…
İstanbul’a varıldığında takvimler 27 Aralık 1533’ü gösteriyordu. Halk soğuğa rağmen kıyılara akın etmiş 200 bine ulaşan kalabalık efsâneleşmiş Barbaros’u karşılamaya gelmişti. Barbaros bu karşılamaya jest yapmakta gecikmedi. Onlara görsel bir şölen sunmak istiyordu.
Önce, Barbaros 18 Amirali ve yâverleriyle Cihân Türk İmparatorluğunun başkentine bitmek bilmeyen tezâhürat ve top atışlarıyla ayakbastı. İlk defa geldiği İstanbul’da halkı bütün samimiyetiyle gönülden selamladı. Ardından verdiği işaretle kucakları ile sırtlarında altın ve gümüş ganimet eşyası taşıyan 200 köleyi sorumluları başlarında olduğu halde önden yürüttü. Tâbiri câizse resmîgeçit başlamıştı.
Bunların arkasından Avrupalı çoğu amiral ve generallerden oluşan 30 asilzâde esir yürüyordu. Bunları, elleri ve sırtlarında altın ve gümüş para dolu torbalar taşıyan 200 genç esir takip etmeye başladı. Yine 200 kişilik başka bir esir kâfilesi vardı ki, başları ve boyunları mücevherlere boğulmuştu. Tam bitti derken gemilerin ambarlarından çıkan birbirine altın bağlı 100 deve üzerlerinde birbirinden kıymetli yükleriyle kâfilenin arkasına takıldı.
Son olarak da yine halkın şaşkın bakışları arasında hayatlarında ilk defa gördükleri Afrika’dan toplatılan hayvanlar sürüldü ki bunları birbirine bağlayan zincirler altından idi. En arkaya sâde giyimli Barbaros, komutanları ve Levent’leri ağır ağır yürüyerek Topkapı Sarayına ulaştılar.
Ertesi gün Kânûni, Barbaros ve 18 amiralini kabûl ederek tek tek elini öptürdü. Sadrâzâm İbrahim Paşa dışında bütün vezirler bayram merasimi gibi Cihân Padişahı’nın yanına dizilmişlerdi. Kânûni öncelikle hediyeler için teşekkür etti. Ardından hepsine ayrı ayrı kıymetli kaftanlar giydirdi. Barbaros’a özel iltifat gösterdi.
Barbaros Hayreddin Reis ise; koskoca Cezayir Devletini, Avrupa’ya Akdeniz’i dar eden donanmasını Levent’leriyle birlikte kendisine bağışladığını söyledi. Kânûni’de Barbaros’a, kendisini Cezâyir Beylerbeyliğine getirdiğini ayrıca bütün donanmanın başına Kaptan-ı Deryâ olarak atadığını, ancak Kaptan-ı Deryâ görevini Sadrâzâm’ın vereceğini bunun için Haleb’e gitmesi gerektiğini söyledi. (Kaptan-ı Deryâ’lık görevi devlet geleneğine göre Sadrâzâmlar tarafından verilirdi. Kânûni’nin eniştesi Sadrâzâm İbrâhim Paşa 21 Ekim’de İran seferine çıkmış, Halep’te kışlıyordu.)
Daha sonra Kânûni ile Barbaros arasındaki sohbet devletlerarası ilişkilere, gösterilen faaliyetlere ve Akdeniz’in durumuna gelmişti. Kânûni bu sırada Andrea Doria konusunu açtı. Bu konu Barbaros’u çok kızdırdı, kızgınlığını da gizlemedi. Her defasında önünden kaçan güyâ en büyük Hristiyan amiralinin, Cihân Padişahı’nın huzurunda adının anılmasını çok büyük saygısızlık olarak telakki ettiğini söyledi. Kânûni mesajı almıştı. Ses etmedi. Barbaros’a istediği zaman Haleb’e gidebileceğini söyledi…
Barbaros İstanbul’da üç gün kaldıktan sonra 1533 Aralık ayının son günü başkentten ayrıldı. At sırtında yol alıyordu. Bursa ve Konya’da birer gün kaldı. Bursa’da başta Emir Sûltân, Konya’da Mevlânâ olmak üzere büyükleri ziyâret etti. Buna rağmen Haleb’e 10 gün içerisinde vardı. Sürekli at değiştiren özel ulaklar 10 günde bu mesafeyi alamıyorken, Kânûni’den 25 yaş büyük Barbaros’un günde birkaç saatin dışında at üstünde kalarak Halep yolunu kısa zamanda alması ne kadar dinç olduğunu göstermektedir.
Barbaros’un Haleb’e girişi kadar, Halep’te kaldığı iki gün içerisinde yapılan parlak törenlerde muhteşem oldu. Sadrâzâm İbrahim Paşa bu şöhretli denizciyi çok güzel ağırladı. Türk Donanması üzerinde yapılacak değişiklikleri üzerinde uzun uzun konuştular. Türk Deniz Kuvvetleri o zamana kadar görülmemiş kudret ve liyâkatta olan birine Halep’te teslim edilmişti.
Arzumuz; Suriye’nin yeni Başkanı’nın Barbaros’un Cezayir’i Türkiye’ye hediye ettiği gibi, asırlarca Türk toprağı olarak kalmış olan Suriye’yi bir referandumla Türkiye’ye bağlamasıdır (En azından Haleb’i)… Türkiye, yıllarca yüklendiği maddi külfetin yanı sıra, canıyla-kanıyla ödediği bedelle de bunu fazlasıyla hak etmiştir. Sadece Suriye halkı değil, bütün Ortadoğu halkının huzuru ve mutluluğu için de bu elzemdir.
Bu durum, ülkemize yeni toprakların kazandırılması (ilhak olması) nedeniyle Cumhurbaşkanımızın yeniden seçilmesinin önünü açacaktır… Ayrıca; hem Türkiye’miz, hem Ortadoğu, hem de dünya da huzurun temini için bu şart olmuştur…
.
Yavuz’un Osmanlı-Türk Ordusuyla Halep, Hama, Humus, Şam ve Kudüs-ü Şerife girmesi (30 Aralık 1516)
Halit Kanak İletişim:
Yavuz’un Osmanlı-Türk Ordusuyla Halep, Hama, Humus, Şam ve Kudüs-ü Şerife girmesi (30 Aralık 1516)
HALİT KANAK
Yavuz Sûltân Selim Hân; 60 bin kişilik cengâver ordusuyla, Anadolu’yu şiileştirme çalışmalarında ciddi tehdit oluşturan Safevî’lere destek verdiği için Zenbilli Ali Cemâli Efendi’den alınan fetva ile 80 bin askerden oluşan Memlük Ordusunu Merc-i Dâbık’ta sağ ve sol kanatları birleştirmek sûretiyle 8 saat içerisinde imha ettiğinde, Sûltân Kansu ile Suriye Nâibi Şaybek muharebe alanında kalmışlar, başta Hayrbey olmak üzere pek çok ordu komutanı esir düşmüştü. Fakat en önemlisi Abbasi Hânedânından İslâm Halifesi sıfatı taşıyan III. Mütevekkil’in de esirler arasında olmasıydı.
Bu zaferden 4 gün sonra dünyanın en büyük şehirlerinden ve en işlek ticaret merkezlerinden biri konumundaki Haleb’e giren ve burada 18 gün kalan Yavuz Sûltân Selim Hân için Halep’te İslâm Halifeliğinin Abbasiler’den Osmanoğulları’na devredilme merasimi yapılmış, 766 yıldan beri Abbasiler’de olan halifelik Osmanoğullarına geçmişti.
Zekeriya Aleyhisselam’ın da medfûn bulunduğu Halep Ulu (Emevî) Camiinde cuma namazında Yavuz adına ilk hutbeyi okuyan hatip efendi, yine âdet olduğu üzere halife adından bahsederken “Hâkimu’l-Haremeyni’ş-Şerifeyn” yâni “Mekke ile Medine’nin hâkimi” diye okumuş, ancak hutbeyi dikkatlice takip eden Yavuz’un müdâhelesiyle “Hâkim” kelimesini “Hâdim” olarak düzeltmek zorunda kalmış, bundan sonra da bütün İslâm topraklarında hutbe “Mekke ile Medine’nin hâkimi” şeklinde değil, “Hizmetkârı” şeklinde okunmuştur.
Haleb’i Kuzey Suriye Beylerbeyliği’nin merkezi yaparak Karaca Paşa’yı da ilk Beylerbeyi olarak atayan Yavuz, Çömlekçizâde Kemal Çelebi’yi de kadılığa getirdikten sonra hızla güneye doğru indi. Önce Hama’ya girdi. Güzelce Kâsım Bey’i sancakbeyi atadı. (İstanbul’da Kasımpaşa semtine ismini veren Paşamız) Sonra da Humus’a yöneldi. Yolu ordusuyla birlikte iki günde kateden Yavuz, Humus’ta da Ihtıman-Oğlu’nu sancakbeyliğine getirdi. Büyük Cihangir’in bir sonraki hedefinde Şâm-ı Şerif vardı. Altı gün sonra Yavuz Sûltân Selim Şam kapısındaydı.
27 Eylül 1516 Cumartesi günü Şam’a geldi. Ertesi gün Ramazan-ı Şerif başlayacaktı. Şam’da 2 ay, 18 gün kaldı ve bütün bölge fütuhatını buradan yönetti. İlk cuma hutbesi Ramazan’ın 6’sında 3 Ekim’de Yahya Aleyhisselam’ın türbesini de içinde barındıran Şam Emevî Camiinde yine Yavuz adına okunmuş, birde merâsim yapılmıştı.
Bu arada Yavuz’un talimatıyla Filistin fethedilerek Kudüs de Osmanlı topraklarına katılmıştı. Fakat Yavuz, Filistin’nin daha güneyindeki Sina’ya kadar inilmesini, Mısır’ın kapısı konumundaki Sina Yarımadasının temizlenmesini istiyordu. Çünkü nihâ-i hedefinde Mercidâbık’ta yendiği Kansu Gavri’nin yerine yiğeni Tumanbay’ın geçtiği Kâhire vardı.
Ancak öncelikle fethettirdiği, içlerinde Kudüs-ü Şerif’in de bulunduğu topraklarda idâri yapıyı kurması gerekiyordu. Kudüs Sancakbeyliği’ne Evrenosoğlu İskender Bey’i, Gazze Sancakbeyliği’ne ise Gazze’yi bizzat fetheden Uzguroğlu İsa Paşa’nın oğlu Mehmed Bey’i atadı. İki önemli Akıncı Bey’in Sancakbeyliği’ne atanması hedefin ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu.
Kâhire’nin kapısı sayılan Sina Yarımadası girişini 10 bin kişilik bir kuvvetle ünlü Memlük Komutanlarından Canberdi Gazâli tutuyordu. Yavuz, bu kapıyı aralamak üzere Veziriâzâm Sinan Paşa’yı 5 bin tımarlı sipâhi ile Gazze’ye gönderdi. Gazze’nin yeni Sancakbeyi Mehmed Bey 2 bin gözüpek akıncısıyla Sinan Paşa’ya dâhil oldu. Yanlarında birde topçu taburu bulunuyordu.
Gazze’nin güneybatısında Gazze ile Refah arasında ismini Yavuz’un yanındaki vezirlerden Yunus Paşa’dan alan Han-Yunus Kasabası yakınlarında iki ordu karşılaştı. Sinan Paşa’nın yönettiği Osmanlı-Türk Ordusunun sağ kanadında Teke (Antalya) Sancakbeyi Ferhat Bey, sol kanadında Gazze Sancakbeyi Mehmed Bey birliklerinin başındaydılar.
21 Aralık 1516 sabah saatlerinde başlayan savaş, her iki tarafın da kahramanca vuruştuğu dişe diş bir mücâdelenin ardından ikindiye doğru bittiğinde Memlük Ordusunun 9 bini yâ savaş meydanında kalmış, ya da esir edilmişti. Canberdi elindeki bin atlıyla arkasına bakmadan Kahire’nin yolunu tutmuştu.
Memlük Ordusundan arta kalan ve Hama tarafında dolaşan bir grup asker Vezir Yunus Paşa’nın dâvetiyle savaşmadan Osmanlı saflarına katıldığından bölgede mukavemet edecek güç kalmamıştı. Yavuz artık çok arzu ettiği Kudüs-ü Şerif’e gidebilir, şükür secdesini orada yapabilirdi. Beklemeden Şâm’dan güneye doğru hareket etti.
Takvimler 30 Aralık 1516 Salı’yı gösterdiğinde Yavuz Sûltân Selim Hân da hayâlindeki Kudüs’e gelmişti. 1917 yılına kadar 400 yıl Osmanlı Devletinin bir parçası olarak huzur içinde yaşayacak olan İslâm Beldesi, ilk Kıblemiz, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) Mirâç hadisesinde ziyaret ettiği ve namaz kıldığı kutsal mekânımızın olduğu Kudüs-ü Şerif’teydi işte.
Yavuz’u, başta çiçeği burnunda Sancakbeyi Evrenesoğlu İskender Bey olmak üzere Kudüs’ün bütün ruhanîleri şehrin dışında büyük bir tâzimle karşıladılar. Müslüman ahâli de yollara dökülmüştü. Yavuz, şehrin tam karşısında kurulan otağına geçti ve şehrin ileri gelenlerini burada kabûl etti. İlk olarak Kudüs’ün ismini değiştirerek “Kudüs-ü Şerif” yaptı.
Ardından, Kudüs’ün ilk fâtihi Hz. Ömer’in Kudüs’teki ruhâni liderlerlerden Rum Patriği Sophronios’a ve Ermeni Patriği olarak atanan Abraham’a verdiği ferman gibi Yavuz da Kudüs Rum Patriği Attalia’ya ve Ermeni Patriği III. Serkis’e birer ferman verdi. Fermanda;
“Emr-i şerîfim mûcibince ‘amel her kim bir gayr-i şekl iderse ve bozarsa Allahu te’âlânın kılıcına uğrasın. Bi avniʹllâhi te’âlâ ve Resûlihi habîbi Kuds-ı Şerîf [ʹden] Beytüʹl-lahmʹa gelüp Saferüʹlhayrın yiğirmi beşinci gününde feth-i bâb olınub Rum keferesine patrik olan Attalia nâm râhib cümle râhibân ile ma’ân re’âyâ ve berâyâ gelüb itâ’at ve ricâ ve temennâ kılmışlardır kadîmden vâkı olan kilise ve manastırları ve ziyâretleri ve içerü ve taşrada kadîmden ne minvâl üzere zabt u tasarruf idegelmişler ise ol minvâl üzere mezbûr patrik dahî zabt u tasarruf eyleye ve Hazret-i Ömer radiyaʹllâhu anh hazretlerinden olan ‘ahidnâme-i hümâyûn ve selâtîn-i mâziyyeden olan evâmir-i şerîfeleri mûcibince zabt u tasarruf eylemek içün deyu buyurdum ki, …”
şeklinde devam etmiş ve bu fermanlarla Yavuz, hem Ermeni, Rum ve diğer azınlıkların haklarını korumaya almış, hem onların diğer mezhep mensuplarının ve azınlıkların haklarına müdahale etmesini engellemişti. Ayrıca, Hicri 923 tarihli bu fermanda, hristiyanların tasarruflarına bırakılan yerlerde bir bir sayılmıştır. Buna göre;
“Hükm-ı şerîfe mûcibince zabt u tasarruf eyleye Kamame kapusu karşusunda ve kıble tarafında mugtesil kadîmi iki şem‘dan ve kandiller ve yine mahall-i mezbûrda vâkı‘ patrikliğe tâbi‘ gulgule üzerinde dört kemerin aşağısı ve yukarusı ve Sitti Meryem üzerinde yedi kıt‘a kemerler zîr ve bâlâsı ve kilise-i kebîr ortası ve türbesi ma‘ân cümle ziyâretleri ve taşra Kamame havlısı üç kiliseleri ve karşusuna Kilise-i Mar Yuhanna ve patrik mütemekkin olan evlerde kilise olan Elene dimeğle ma‘rûf ve Mar Tekilla ve Sitte Yani ve Mar Eftimiyos ve Mar Mikail ve Mar Yorgi ve Mar Yuhanna ve Yakmiya ve Mar Vasil ve Mar Nikola ve Mar Dimitri ve Sitti Meryem ve diğer Mar Yuhanna ve diğer kilisesi ve Mar Yakub, Mar Yorgi nâm kiliseleri ve Kuds-ı Şerîf taşrasında Meryem Ana makberesi…”
diye devam eden fermandan anlaşılacağı üzere; Kudüs’te Hristiyanlar için kutsal sayılan başlıca yerler; Kamame (Kıyâmet) Kilisesi, Beytüllahm Kilisesi, Mağaratü’l-Mehd, Hacerü’l Mugtesil, Hz. İsa’nın mezarı ve Sıtt-i Meryem Makberi’dir.
Bu Kutsal Yerler, bir cemaate has olmayıp başta Rum, Ermeni, Süryani, Kıpti ve Habeş cemaatleri arasında paylaştırılmıştır. Yâni kiliseler içerisinde her bir cemaatin yeri vardır. Kamame Kilisesi’nin ve Beytüllahm Kilisesi’nin Rumların tasarruflarında olduğunu belirten tabirler kullanılmışsa da bundaki amaç bu iki kilise içindeki Rumlara bırakılan ayrı yerlerdir.
Çünkü Kamame ve Beytüllahm Kiliseleri bir cemaate has kiliseler olmaktan ziyade içinde birçok cemaati barındıran ve her hristiyan cemaatin, içinde kendilerine ait bölümleri bulunan kiliselerdir ve bunların anahtarları Salahaddin Eyyubi tarafından dış koruması Türk mercilerde olmak şartıyla açma-kapama ve taşıma işlerini yürütmesi için Kudüs’ün iki müslüman ailesi, Judeh ve Nuseybehler’e verildi.
Asırlar boyunca kiliseyi bu müslüman aileler açıp kapatmaya devam etmektedir. Bugün dahi, anahtarları taşıyan ailenin ferdi Adeeb Joudeh ve açma-kapama işini yapan Wajeh Nuseybeh bu işleri yürütmektedir. Wajeh Nuseybeh sabah dörtte açtığı halka ait kilise kapısını akşam sekizde kapatmaktadır.
(Türk sultanlarının emriyle kilitli ve mühürlü olan diğer ikinci kapı ise önemli dini günlerde sancak beyinin ve patriğin de katıldığı bir törenin ardından yine aynı görevli aile tarafından açılırdı.)
Kamame (Kıyamet) Kilisesi de Haseki Sultan Vakfına bağlıydı. Kamame Kilisesinin bütün görevli ve çalışanları Haseki Sultan Vakfı tarafından atanırdı, maaşlar onlar tarafından ödenirdi. İsrail vakfımızı çaldı, vakfımızla beraber Haseki Sultan Tekkesine bağlı dükkanları da çaldı, zimmetine geçirdi…
İkindi vaktiydi. Yavuz akşam namazını Mescid-i Aksa›da edâ edeceğini söyledi. Otağında gusül abdesti için hazırlık yaparken görevlilere haber gönderildi. Kudüs’te tatlı bir telaş vardı. Temizlenen caddeler yeniden gözden geçirildi. Yavuz Sûltân Selim’e gösterilecek ziyâret yerlerindeki görevliler yeniden uyarıldı. Kubbet’üs Sahra ve çevresine aydınlatma için yerleştirilen 12 bin kandil tekraren kontrol edildi.
Yavuz Otağından çıktı, savaş zamanlarında bindiği, alnı ak akıtmalı ve ayakları sekili, uzun bacaklı ve oldukça kuvvetli olan atı Karaduman’a bindi. (Sulh zamanlarında ise çok gösterişli yeleleri ve kuyruğu olan Akduman’a binerdi.) Kudüs’e at sırtında girdi. Mescid-i Harem kapısına gelince hürmeten atından indi. Önce mihmandarların eşliğinde Kubbetu’s-Sahra tarafına yöneldi. Bir müddet yürüdükten sonra merdivenlerin önüne geldi, 15 basamak merdivenleri ağır ağır çıktı. Sonra yine ağır adımlarla yürüyerek Kubbetu’s-Sahra’nın kapısına geldi.
Hacer-i Muallak Kayası’nı dolaşıp ziyaret etti. Merdivenlerden indi, iki rekât hacet namazı kıldı. Sonra yukarı çıktı. Mihrabın önüne geldi iki rekat namaz da burada kıldı, uzunca duâdan sonra Kubbetu’s-Sahra’dan çıktı, oraya hizmet eden bütün görevlilere bolca sadaka dağıttı.
Ardından Kubbetu’s-Sahra’nın bulunduğu alandan merdivenlerle yavaşça aşağı indi, Harem avlusunu geçerek 638 yılında ilk fetihten sonra yapılan Kıble Mescidi’nin kapısına geldi. Hizmetçiler kendisini kokulu mumlarla karşıladılar. Fakat esas süprizi mescide girdiği anda yaşadı. Çünkü binlerce kandille aydınlatma yapılmıştı.
Müthiş aydınlığın arasında mânevî havayı içine sindire sindire mescidin içinde yürüdü, mihrabın önüne vardı. Bu sırada akşam namazı vakti girmiş olduğundan namaz edâ edildi. Biraz dinlenip mihrabın önüne geldi. Burada iki rekat evvâbin namazı kıldı. Namazdan sonra Kur’an-ı Kerim istedi Vakıa Sûresi’ni ve ardından başka sûreleri okudu. Bu durum yatsı namazı vaktine kadar devam etti. Yatsı namazını kıldıktan sonra da yeniden otağna döndü.
Yavuz Sûltân Selim Hân ertesi sabah şükür nişânesi olarak sayısız koyun ve deveyi kurban niyetiyle kestirerek fakir-fukaraya dağıtılması emrini verdi. Tekrar Kubbetu’s Sahra’yı ziyaret ederek Kıble Mescidi’nde iki rekât hâcet namazı kıldı. Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem’in hatıralarını yâd etmek için şehri şöyle bir dolaşıp halk ile hemhâl oldu. Kudüs halkına bolca sadaka dağıtarak ihsanlarda bulunduktan sonra Mısır seferine çıkmak için şehirden ayrıldı…
Yavuz nasıl Azez’i geçerek Türkmen yerleşim birimlerinden olan Türkmenbarı’nın 5 km. batısında bulunan çok geniş düzlüklere sahip olduğu için Dâbık’ın düzlüğü mânâsına gelen Merc-i Dâbık Kasabasından hareketle Halep, Hama, Humus, Şam ve Kudüs’e hâkim olmuşsa; Şimdi de Yavuz’un torunları, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın rehberliğinde Özgür Suriye Ordusu ile birlikte Azez’den çıkıp Dâbık Kasabasına 19 km. mesâfedeki Tel Rıfat’ı aldıktan sonra yola koyularak aynı güzergâhı takiple Halep, Hama, Humus ve Şam’a ulaşmıştır.
Sırada, Şam Emevî Camiinde kılınan namazın ardından, siyonist işgâlin postalları altında yeni Fâtih’lerini bekleyen Kudüs-ü Şerif vardır. Mescid-i Aksâ’nın her bir yerinde kılınacak namazlar bizleri beklemektedir.
Başta Kudüs-ü Şerif olmak üzere, Hayfa, Akka, Safed, Nablus ve Yafa’ya Sûltân II. Abdülhamid Hân tarafından inşa edilen saat kuleleri, Kudüs dışında halen ayakta durmasına rağmen, Kudüs’teki saat kulesini İngilizler yıkmışlardı. Bosna’dan müslümanları ve İslâm’ın izlerini silmek için top atışıyla yıktıkları “Mostar” köprüsünün birebir aynısını yapan beş bin yıllık medeniyetin evlatları olan Türkler, Sûltân II. Abdülhamid’in saat kulesini de yeniden Kudüs’e yapmaya muktedirdir.
Onun içindir ki; Kudüs’ün fethi uzak değildir. Hem öyle bir fetih yaşanacakki; Şâm’daki Selahaddin’in türbesine kanlı çizmeleriyle girerek sandukasını tekmeleyen İngiliz generalin torunları bile dehşetle Selahaddin geri geldi diyecekler. Varlık sebebi İsrail’in güvenliği olan Amerika ile Haçlı Birliği AB, Yavuz’un kudretli pençesini yeniden yüreklerinde hissedecekler. Fetih yakındır Kudüs, fetih yakın…
.
Sûltân 1. Ahmed’in tahta çıkması ve kardeş katlinin kaldırılması (22 Aralık 1603)
Halit Kanak İletişim:
Sûltân 1. Ahmed’in tahta çıkması ve kardeş katlinin kaldırılması (22 Aralık 1603)
HALİT KANAK
Kurban Bayramı geçeli 17 gün olmuştu. Bayramı ailesinin yanında geçiren Sûltân III. Mehmed’in 1587 yılında Manisa’da dünyaya gelen en büyük oğlu Şehzâde Mahmud, görevlendirildiği veliahtlara mahsûs sancak merkezi Manisa’ya gitmek için bütün hazırlıklarını yapmış, Topkapı Sarayında Şehzâdeler dairesinde huzur içerisinde son gecesini geçirmek üzere yatağında derin bir uykuya dalmıştı.
İstanbul’a yaz yeni gelmişti ve takvimler 7 Haziran 1603 tarihini gösteriyordu. O gece imsaktan hemen önce odasının kapısı hızla açıldı ve içeriye pehlivan yapılı 3 dilsiz cellat süratle dalarak uykuda olan 16 yaşındaki şehzâdenin üzerine çullandılar. Boğuşma kısa sürdü. Birkaç dakika içerisinde Veliaht Şehzâde Mahmud boğularak öldürülmüştü bile.
Sabah namazı sonrası büyük bir şala sarılı cesedi saraydan çıkarıldı. Sessiz sedâsız kılınan cenâze namazından sonra Kânûni’nin, oğlu Şehzâde Mehmet adına yaptırdığı Şehzâdebaşı Camii’ne orada yatan şehzâdelerin yanına aynı bahçeye defnedildi… Kardeşi Şehzâde Ahmed Veliaht olmuştu.
Buram buram entrika kokan bu operasyonun arkasında, ismi Kadın Padişah’a çıkan Safiye Sûltân ve sipahi zorbaları vardı. Safiye Sûltân III. Murad’ın eşi ve III. Mehmed’in annesiydi. Saray’da “Vâlide Sûltân” olarak haremi yönetiyordu. III. Mehmed’in eşleri Handan ve Halime Sûltân’larla da gelin-kaynana çekişmelerinde başı çekiyordu. Bu çekişme çok ileri gitmiş ve hât safhaya çıkmıştı. Vâlide Sûltân’lara mahsûs saray hâkimiyetini bırakmak istemeyen Safiye Sûltân oğlu üzerine çok titriyordu. Çünkü oğlu var olduğu sürece Vâlide Sûltân’lığı devam edecek, kendi hükmü geçerli olacaktı.
Elçilerden gelen hediyeler ve başta vezirler olmak üzere devlet erkânı üzerinde kendisini yetkili görmesi, verdiği emirlerin harfiyen yetine getirilmesi başını döndürüyordu. Hatta elçilerin kendisine getirecekleri hediyeleri dâhi belirler olmuştu. Bu durum çok dedikoduya sebep oluyor, Safiye Sûltân’da aleyhindeki bu dedikoduların kaynağı olarak gelinlerini suçluyordu.
Bu arada veliaht şehzâde Mahmud gelişmiş, serpilmeye başlamıştı. Manisa’ya sancağa çıkacaktı. Ancak savaşçı bir rûha sahipti. Bu da yetişme tarzına yansımıştı. Yeniçeri Ocaklarını ziyaret ediyor, fırsat buldukça ordu komutanlarıyla sohbet ediyordu. Anadolu’da cereyan eden ve bir türlü söndürülemeyen celâli isyanlarına üzülüyordu.
Bir gün babasının huzuruna çıktı, babasından asker istedi. Eğer kendisine asker verirse bu isyanları bastırabileceğini, devleti bu sıkıntıdan kurtarabileceğini söyledi. Bu sözler sarayda bomba etkisi yaptı. Herkes bu genç şehzâdenin cesaretine ve kararlılığına hayran kalmış, bunu konuşuyordu.
Ancak bundan rahatsız olanlar da vardı. Safiye Sûltân bunların başında geliyordu. Ya şehzâde gerçekten bunu yaparsa, o zaman halkın ve askerin gözüne girecek, halk ayaklanarak III. Mehmed’i tahttan indirecek böylece kendisinin saltanatı da bitecekti. Yalnızca saltanat bitmeyecek, üstelik gelini Halime Sûltân Vâlide Sûltân olacaktı.
Bunu düşünmek bile istemiyordu. Hemen soluğu oğlu III. Mehmed’in yanında aldı. Oğluna; “Bak Hünkârım, sakın Mahmud’a görev verme sonra askerlerin başında gelip seni tahttan indirecek, ne isyanı bastırmak üzere Anadolu’ya gönder, ne de sancağa Manisa’ya” telkininde bulundu.
Bunu o kadar sık söylemeye başladı ki, III. Mehmed’in kafası karıştı. Tamam, Anadolu’ya isyancılara karşı göndermeyecekti. Ancak sancağa çıkarmalıydı. Sûltân III. Mehmed oğluna hazırlanmasını söyledi. Kurban Bayramı da yaklaşıyordu. Bir an kendi şehzâdeliğini düşündü. Yine böyle bir kurban bayramı arefesiydi. 19 Aralık 1583 tarihinde Üsküdar’dan görev yeri Manisa’ya hareket ettiğinde bayrama 6 gün vardı. Babası Sûltân III. Murad’ın söylediği “Devlet işi beklemez” sözü üzerine yola koyulmuş, bayramı da yolda geçirmişti. Şehzâdesi Mahmud hiç değilse bayramı burada geçirsin istedi.
Fakat Safiye Sûltân’ın komplo teorisi her gün kendisine bizzat anlatılıyor, bu da Sûltân III. Mehmed’in şüphelerini artırıyordu. Bu arada Şehzâde Mahmud kurban bayramını ailesiyle birlikte geçirmiş, hazırlıklarını tamamlamış yola çıkmak üzereydi. Öğretmeni, lala’sı, rûznâmçecisi (Rûznâmçe; gelir ve giderlerinde günlük olarak yazıldığı defter), eşyaları, 1500’e yakın hizmetlisi ve ayrıca iç oğlanları hazırdı. Hatta divânında alınacak kararların yazılacağı “Ahkâm Dedteri” dâhi teslim edilmişti.
İşte ne olduysa o süre içerisinde oldu. Safiye Sûltân, oğlu III. Mehmed’i ikna etti üstelik sipahi zorbalarının ayak divânında “Seni indirip Şehzâde Mahmud’u başa getireceğiz” tehditleri kulaklarından hiç gitmemişti. Nihayet, 7 Haziran 1603 yılında yukarıda bahsettiğimiz elim fâcia Şehzâde Mahmud’un katledilmesiyle sonuçlandı. Veliahtliğe yükselen Şehzâde Ahmed’in annesi Handan Sûltân bu olaydan çok korktu. Derhal oğlunu yakın korumaya, doğrudan göz hapsine aldı.
Ancak haremde hesaplar kapanmamış, aksine daha da kızışmıştı. Safiye Sûltân durdurulamıyordu. Onu durduracak tek bir şey kalıyordu o da Sûltân III. Mehmed’in ortadan kaldırılması. Böylece Safiye Sûltân’ın Vâlide Sûltânlığı sona erecek herkes rahatlayacaktı. Öyle de oldu.
Bu elim olaydan 6 ay 15 gün sonra 37 yaşındaki Sûltân III. Mehmed kimsenin çözemediği bir şekilde 21 Aralık 1603 tarihinde vefât etti. Perde kapanmıştı. Şehzâde Ahmed 1. Ahmed sanıyla 22 Aralık’ta tahta çıktı.
Tahta çıkışından sonra ipleri yavaş yavaş eline almaya başladı. Bunda Hocası Hâce Mustafa Efendi’nin rolü elbette büyüktü. Ona zaman zaman tavsiyelerde bulunuyordu. Bu tavsiyelerden birisiyle de 17 gün sonra Safiye Sûltân’ın eski saraya gönderilmesi oldu. En önemli tavsiyesi ise kardeş katline son verilmesi konusuydu.
Gerçi bu konu Sûltân Ahmed’in gündemindeydi. Özellikle kendisine veliahtlık yolunu açan Şehzâde Mahmud’un katledilmesinden çok etkilenmiş, eğer Allah nasib eder de tahta geçecek olursa kardeşi Mustafa’ya dokunmayacağına dair kendi kendine söz vermişti.
O gün gelip de tahta oturunca herkesin beklentilerini boşa çıkarmış, sonradan 1. Mustafa olarak tahta geçecek olan kardeşi için bir türlü boğdurulma fermânını vermemişti. Hatta ilk günlerde bunu kendisine hatırlatanlara, “Şu anda yastayım, 40 gün yas tutacağım, sonra bakarız” diye cevap vermiş konuyu kapatmıştı. Ama bunu nasıl yapacaktı bilemiyordu.
Tâ ki tahta geçtikten 17 gün sonra diz boyu karların içinde geldiği Ayasofya Camii’nde bir sabah namazı çıkışında Ayasofya haziresinde medfun bulunan babası III. Mehmed, dedesi III. Murad ve katledilen 19 amcasının kabirlerini ziyâret ederek fâtihalarını okuduğu sırada yanına yaklaşan Hocasının; “Kardeşin Mustafa için de burada Fatiha okuyacak mısın? Sakın bunu yapma Allah göstermesin sana bir şey olsa yerine geçecek erkek kalmayacak” şeklindeki telkininden çok mutlu olmuş ve bir müddet sonrada hocasının desteği ile yaşça büyük olanın tahta geçmesi anlamına gelen “Ekber ve Erşed” nizâmını getirmiştir.
Böylece, Fâtih Sûltân Mehmed Hân’ın 1451’de tahta çıkmasıyla yürürlüğe giren kânûn, Yavuz’un 1520’de vefâtından sonra Kânûnî ve II. Selim döneminde 1574 yılına kadar 54 sene sekteye uğramış, 1603 yılında tamamen ortadan kaldırılmıştır. Yâni birilerinin dediği gibi 1922 yılına kadar 6 asırdan fazla devam eden Osmanlı İmparatorluğunun tamamı devletin bekâsı için katledilen evlatlar dönemi değildir.
Yeni siteme geçilmeden önce öldürülen son şehzâde Mahmud olmuştur. Bundan sonra taht, doğrudan babadan oğula geçme sistemi yaş sınırına bağlandığı için kardeşlere de taht yolu açılmış oldu ve bu durum 1922 yılına kadar bu şekilde devam etmiştir.
Bu konudaki kararında tasavvuf âdâbı ile yetiştirilmesi ve zikir ehli olması önemli etken olmuştur. Sûltân III. Mehmed ile Handan Sûltân’ın oğlu olarak 18 Nisan 1590 yılında Manisa’da doğan, annesi tarafından 7 yaşından itibaren tasavvuf terbiyesi ile yetiştirilen ve gelmiş-geçmiş büyük Allah dostlarından biri olan Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretlerine derinlemesine bağlı olan Sûltân Ahmed, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ayak izi resmini yaptırmış, içine de yazdığı; “N’ola tâcim gibi başımda götürsem dâim Kadem-i resmini ol Hazreti Sâh-iResûlün Gül-i gülzâri nübüvvet, o kadem sahibidir Ahmeda durma yüzün sür kademine ol gülün” şeklindeki şiiriyle beraber dâima başında kavuğunda taşır, zikir derslerine çok önem verirdi.
Dil hânesi pür-nûr olur
Envâr-ı zikrullah ile
İklîm-i ten ma›mûr olur
Mi’mâr-ı zikrullah ile
Her müşkil iş âsân olur
Derd-i dile dermân olur
Cânun içinde cân olur
Esrâr-ı zikrullah ile…
Diye devâm eden 7 beyitlik şiiri meşhûr olmuş, hâlen “İlâhi” olarak Türk halkının dillerinde dolaşmaktadır. Sultan Ahmed, Bahtî mahlasını kullanarak yazdığı şiirleriyle birde tek nüshası Millet Kütüphanesi’nde olan bir Dîvânçe’si vardır.
Ağabeyi Şehzade Mahmud’un babası tarafından boğdurulması üzerine veliaht olmuş, akabinde babasının 21 Aralık 1603 yalında vefât etmesi üzerine 22 Aralık’ta tahta çıkmış, 28 yıllık hayatı içerisinde tahtta kaldığı 14 seneye çok şeyler sığdırmaya çalışmış, örnek insan, mümtaz şahsiyet olarak tarih sayfalarında yer almış, Sûltân İbrâhim, II. Osman ve IV. Murad’ın babası Sûltân Ahmed Hân aynı zamanda Sultanahmet Camii’nin bânisidir.
1617’de 14 yıllık padişahken, 51 gün süren mide rahatsızlığının ardından vefât ettiğinde “Mübeşşirü’l-cennet” sözcüğü vefâtına tarih olarak düşürüldü. Türbesi, kendi ismini taşıyan Sultanahmet Camii’nin yanındadır, oğullarıyla birlikte yatmaktadır. Mekânı cennet olsun
.
II. Selim Hân’ın vefâtı (15 Aralık 1574)
Halit Kanak İletişim:
II. Selim Hân’ın vefâtı (15 Aralık 1574)
Halit Kanak
Zigetvar Fethi için bulunduğu düşman topraklarında 6 Eylül 1566’yı 7 Eylül’e bağlayan gece saat 01.30’da kesintisiz Kur’an-ı Kerim okunan muhteşem otağında 71 yaşını 4 ay, 10 gün geçe hayata vedâ eden Kânûni Sûltân Süleyman, İstanbul’dan ayrılalı 4 ay, 6 gün olmuştu.
6 Kasım 1543’te Hürrem’den olan ilk oğlu ve adına Şehzâdebaşı Camii’ni yaptırdığı Şehzâde Mehmed’in vefâtı, 6 Ekim 1553’te Şehzâde Mustafa’nın boynundaki ilmekle “Baba, baba” diye feryat ederek gözünün önünde can vermesi, 41 gün sonra Şehzâde Cihângir’in Ağabeyinin ölümüne dayanamayarak Halep’te dizinin dibinde vefât etmesi, 23 Temmuz 1562’de Şehzâde Bâyezid’in sığındığı İran’da 4 küçük şehzâdeleri Orhan, Osman, Abdullah, Mahmud ile birlikte katledilmesi, yaklaşık 8 sene önce çok sevdiği hanımı Hürrem Sûltân’ın vefâtı geçen bu süreler içerisinde kendisini oldukça yıpratmış, son yıllarda çökmesine sebep olmuştu.
Sabah erken saatlerde padişah yâverlerinden Hasan Çavuş özel ulak olarak Kânûni’nin hayatta kalan tek oğlu Şehzâde Selim’e taşıdığı mektubu ulaştırmak üzere Zigetvar önlerinden Kütahya’ya doğru yola koyuldu. Şehzâde Selim veliaht şehzâdelerinin görev yaptığı Manisa Sancağında değil, Kütahya Sancağında görev yapıyordu. Manisa da ise Veliaht Selim’in oğlu Şehzâde Murad (III. Murad) oturuyordu.
Zigetvar-Kütahya arasını 11 günde geçen Hasan Çavuş o sırada Kütahya’da olmayan Şehzâde Selim’i Afyonkarahisar’ın güneybatısında Kütahya’ya 90 km mesafede Sincanlı’da, şimdi ki adıyla Sinanpaşa’da buldu ve hürmetle mektubu takdim etti.
Şehzâde Selim, Sincanlı’da babasının vefât haberini almasına rağmen burada bir hafta oyalanmasına kimse anlam verememişti. Sonra 27 Eylül 1566’da Kütahya’ya geldi. O gün hem cuma, hem de Rebiülevvel Ayı’nın 12. günü olması sebebiyle Peygamber Efendimiz’in dünyaya teşriflerinin yıldönümü yâni “Mevlid Kandili” idi. O kutlu günde hutbeyi kendi adına okutturdu. Böylece Kânûni’nin vefât ettiği ve kendisinin yeni Sûltân olduğu anlaşılmıştı. Anlaşılan bir şey daha olmuştu. O’da Mevlid Kandilinde hükümdarlığının duyurulması için Sincanlı’da oyalanmış olmasıydı.
Aynı günün akşamı II. Selim yanında baş Hocası Hâce-i Sûltânî Ataullah Efendi ve Lâlâsı Tütünsüz Hüseyin Paşa olduğu halde İstanbul’a doğru yola koyuldu. 3 gün içerisinde Kadıköy’e gelerek buradan Topkapı sarayına geçti. Burada kendisini kız kardeşi Mihrimah Sûltân karşıladı. Çünkü Annesi Hürrem Sûltân 15 Nisan 1558’de vefât etmişti. Cülûs merasimi yapıldıktan hemen sonrada babasının cenâzesine refâkat etmek üzere Belgrad’a geçti. Babası Kânûni’yi yaptırdığı Süleymaniye Camii avlusundaki türbesine 100 bin kişiyle defnettikten sonra göreve başladı.
Doğumuyla ölümü arasında 50 yıl, 6 ay, 18 gün vardır. İstanbul’da ilk doğan padişah olduğu gibi, İstanbul’da ölen ilk padişah da odur. Babasıyla beraber peş çok sefere iştirak etmiş olmasına rağmen, tahtta kaldığı süre içerisinde hiçbir sefere bizzat çıkmayan ilk padişahtır. Dönemi deniz seferlerinin yoğunluğu ile geçtiğinden fırsatta bulamamıştır. Zaten kendisinden 19 yaş büyük dâmâdı Sadrâzâm Sokollu Mehmed Paşa da buna izin vermemiştir.
Babasının Ebûssuûd Efendiye gösterdiği hürmeti o da göstermiş, âlimlere büyük destek olmuş, hatta ilmiye sınıfıma cülûs bahşişini ilk kez o vermiştir. 60 yaşını geçkin ve o yaşına kadar Uluç-Ali olarak yaşayan büyük denizcimizin adını Kılıç-Ali yapması ve Türk Denizciliğine en parlak dönemi yaşatan Kılıç-Ali Paşa’yı Dâmâdı Piyâle Paşa’dan sonra Kaptan-ı Deryâ’lığa getirmesi en önemli hizmetidir.
Başdefterdarları (Maliye Bakanı) arasında olup da başarıyla hizmet eden Ebû’l Fazl Mehmed Çelebi, “Heşt Behişt” adlı Farsça Osmanlı Tarihi kitabının yazarı meşhûr tarihçi İdris Bitlisî’nin oğludur. 1574’te hacca giderken Şâm-ı Şerif’te vefât etmiştir. Yerine görev verdiği Derviş Çelebi ise, Yavuz’un Tebriz’den getirdiği sanatkârlardan meşhûr Baba Nakkaş’ın oğludur. Çatalca yakınlarındaki Baba Nakkaş Köyü Yavuz tarafından Derviş Çelebi’nin babasına ihsan edilmiş bir köydür. Varlığını sürdürmektedir.
II. Selim’in; Murad (III. Murad), Süleyman, Mustafa, Cihângir, Abdullah ve Osman adında erkek çocukları; İsmihân Sûltân (Sokollu Mehmed Paşa’nın hanımı), Gevher-Hân Sûltân (Piyâle Paşa’nın hanımı), Fatma Sûltân ve Şâh Sûltân (Zâl Mahmud Paşa’nın hanımı) adlı kızları olmuştur…
22 Aralık 1574 Çarşamba günü İstanbul büyük bir hareketliliğe şahit oluyordu. O günün sabahında bütün protokol Topkapı Sarayında rütbelerine göre sıraya girmişler, yeni padişah III. Murad’a biat etmek için hazırlanan törene iştirak etmişlerdi. İlk önce Sadrâzâm Sokollu Mehmed Paşa geldi tahtta oturan kayınbiraderi Sûltân III. Murad’ın eteğini öptü. Böylece hilâfetin kaldırıldığı 1924 yılına kadar sürecek ve o güne kadar olmayan bir adedi de başlatmış oldu. Biat işini çabucak bitirmeleri gerekiyordu. Çünkü öğle namazına müteakip Sûltân II. Selim Hân’ın cenâze namazı kılınıp, defin işleri yapılması gerekiyordu. Ne de olsa kış ayında günler çabuk bitiyordu. Üstelik Ramazan- ı Şerif idrak edildiğinden iftara yetişilmesi icâb ediyordu.
Nihayet, bütün devlet erkânının ve oldukça kalabalık cemaatin iştiraki ile cenâze namazını 3 ay, 23 gündür görevde olan Şeyhülislâm Hamid Edendi “Er kişi niyetine” diyerek kıldırdı. Ardından Ayasofya Camii haziresine defin işlemi yapıldı.
Eceli beyin kanamasından olmuş, Topkapı Sarayı hamamında yıkanırken ayağa kayarak düşmüş, başı mermer zemine sert bir şekilde çarpmış, sonra da kurtarılamamıştı. Vefât günü Ramazan-ı Şerif’in birinci gününe, 15 Aralık 1574 Çarşamba gününe denk gelmişti. Büyük bir tevâfûk eseri babasının babası Yavuz Sûltân Selim’le aynı yaşta vefât etmiş, Tahtta da aynı sürede kalmıştır.
Sûltân II. Selim, uzuna yakın orta boylu, elâ gözlü, sarışın ve açık alınlıydı. Yay çekmede üzerine kimse olmadığı gibi, avcılık işlerinde çok maharetliydi. Selimî mahlasıyla yazdığı şiirler çok beğenilen II. Selim, aynı zamanda “Divân” sahibi bir padişahtı.
Ayrıca hayır işlerini sever, yaptığı hayırlarla gönülleri alırdı. Hayrat eserlerinden Edirne’deki Mimar Sinan eseri Selimiye Camii hâlen bütün ihtişâmıyla ayakta durmaktadır. Konya’da yaptırdığı Sûltân Selim Camii ve Külliyesi de öyledir. Mekke’de Mescid-i Harâmı onartmış, Ayasofya’nın etrafındaki evleri yıktırmış, payandalarla Ayasofya Camii’ni kuvvetlendirmiş, ayrıca buraya iki minare ekletmiştir. Babasından kalma Büyükçekmece Köprüsü’nü tamamlatmıştır. Bunun dışında yeni Lefkoşe’de Saint Sophia Katedrali’ni kendi adına camiye çevirtmiş, bir de tekke yaptırmıştır. Payas’ta cami, han ve hamamlar inşa ettirmiştir. Mekânı cennet olsun…
.
Başbakan Said Halim Paşa’nın Ermenilerce şehid edilmesi (6 Aralık 1921 akşamı)
Halit Kanak İletişim:
Başbakan Said Halim Paşa’nın Ermenilerce şehid edilmesi (6 Aralık 1921 akşamı)
HALİT KANAK
1919 Ekim başında Erivan’da yapılan Taşnaksutyun Partisinin (1890’da kurulan Ermenistan Devrimci Federasyonu) 9. Kurultayının amacı Türklerden intikam alma planlarının görüşülmesiydi. Uzun konuşmalardan sonra sözü 1884 Elazığ doğumlu Şahan Natali aldı. Ağır ağır başladığı konuşmasını hırçın ve sert söylemlerle şu şekilde bitirdi. İntikam… İntikam.
Evet, kimin intikamını kimden alacaklardı. 1. Dünya Savaşı boyunca eli silah tutan bütün erkekler seferberlikte iken; Anadolu’daki şehir, kazâ ve köyleri basarak savunmasız insanları işkenceyle öldürmüşler, fakat kana doymamış olacaklar ki hâlâ intikam peşinde koşuyorlardı.
Güyâ intikam almalarının sebebi; 1914 dünya savaşını bahane ederek velînimetleri devletlerine karşı isyana kalktıklarında, yıllarca iç içe yaşadıkları en samimi komşularının kapılarını kırarak yaşlı, çocuk demeden bu milletin evlatlarını imha etmelerini engellemek için Ermenilerin güvenli bölgelere tehcir edilmeleriymiş. Yâni mâsûm Türklere karşı yaptıkları katliamı durdurdukları için bu emri verenlerin suikastle öldürülmeleri gerekiyormuş.
Bunun için eski Yunan döneminden gelme ceza veren, öç alan tanrıça anlamına geldiği için adını “Nemesis Operasyonu” koydukları bir dizi planlamalar yaptılar. Kendilerinin durdurulmasına kimler ön ayak oldu ise. Tehcir kararını kimler aldı ise. Kimler vesile olup, uygulamayı başlattı ve icraata geçirdi ise tek tek yazdılar. Listenin 650 kişiye dayandığını görünce eleme yaptılar sayıyı 41’e indirerek burada sabitlediler.
Sonra da operasyonu başlatmak için bir birim kurdular, başına da 1896’da Karaköy’deki Osmanlı Bankası’nı basan Ermeni Grubun elebaşısı Erzurum doğumlu Karekin Pastırmacıyan’ı (Armen Karo) getirdiler. Bu kişi, banka baskınından affedilince 1908-1912 yılları arasında Erzurum Milletvekili olarak Meclis-i Mebûsan’da bulunmuş, 1914 dünya savaşı çıkınca Ermeni Gönüllü Tugaylarını kurarak 1915 yazında Van katliamını organize etmişti.
Bunun yanı sıra saldırı birimine finansal destek sağlaması amacıyla özel fon oluşturuldu. Başına da Şahan Natali ile Grigor Merdyanov getirildi. Ayrıca bir de istihbarat birimi kuruldu. Bunun sorumluluğunu da Graç Papazyan üstlendi.
Kanlı eylemler yapacak bu örgütün merkezini de İstanbul’da çıkarttıkları Ermenice gazete ve matbaa idâri binalarını yaptılar. Aynı binada Ermeni Devrimci Federasyonuna bağlı olarak infaz bürosu kurdular. Osmanlı Devletinin teslim olduğu Mondros Mütarekesi’ni fırsat bilerek, güyâ bu asil milletten intikam almak için hemen hain planlarına başladılar. Devletin eski yöneticilerinden Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Dr. Nâzım, Dr. Bahaddin Şâkir, İsmail Canpolat, Vali Cemal Azmi Beyi gıyaplarında yargılayarak öldüm kararlarını çıkarttılar. Said Halim Paşa da bunlardan bir tanesiydi.
Sıra aldıkları infaz kararlarını uygulamaya gelmişti. Önce, 15 Mart 1921’de Talat Paşa Berlin’deki evinden çıktığı sırada Ermeni Devrim Federasyonu üyesi Erzincan doğumlu Sogomon Tehliryan tarafından başından vurularak şehid edildi. Katil’e cinayetten sonra kaçmaması, bilakis cesedin üzerine basarak polisin gelmesini beklemesi tembih edilmişti. Öyle yaptı. Katil ilk sorgusundan itibaren cinayeti bilerek, tasarlayarak işlediğini söylemesine rağmen mahkemenin ikinci gününde “geçici delilik” gerekçesiyle beraat ettirildi.
Ardından, 18 Temmuz 1921’de sözde Bakü’deki Ermeni Katliamlarından sorumlu tuttukları zamanın Azerbaycan İçişleri Bakanı Behbud Han Civanşir’i İngiliz işgâlindeki İstanbul’da Pera Palas’ın önünde Torlakyan’a vurdurdular. Katil yargılanmadı, ABD’ye gönderdiler. Katil, Talat Paşa’yı vuran Tehliryan gibi suçu hemen kabullenmesine rağmen, İngiliz askerî mahkemesince “suçlu ama sorumlu değil” diye saçma bir kararla beraat ettirildi.
Sonra da, intikam tanrıçası anlamına gelen “Nemesis Operasyonu” dedikleri hain cinayetlerine devam ettiler. Sırada, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı Devletini arkadan vurduklarından dolayı tehcir edilen Ermeniler için alınan kararda dönemin Başbakanı Said Hilmi Paşa vardı.
SAİD HALİM PAŞA’NIN HİZMETLERİ
Harbiye Nazırlığı olarak kullanılan bugünkü İstanbul Üniversitesi ana kapısından çıkan otomobil Beyazıt Meydanını baştanbaşa geçtikten sonra divan yoluna bağlanacakken karşılarına çıkan düzmece bir cenaze alayına yol vermek için durduğu sırada arabaya dört bir koldan ateş açıldı.
Arabada, dönemin İstanbul muhafızı Cemal Paşa’nın suikast ihbarlarına aldırmayan Sadrazâm ve aynı zamanda Harbiye Nazırı olan Mahmut Şevket Paşa ve yaveri İbrahim Bey bulunuyordu. Her ikisi de saldırıdan kurtulamadı.
1913’ün 11 Haziran günü öğle saatlerinde meydana gelen olay, sonradan yakalanarak idam edilen Topal Tevfik ve adamlarına rağmen aydınlatılamadı...
Boşalan Başbakanlığa vezirlik rütbesi verilerek Said Halim Paşa atandı ve hemen göreve başladı. Mahmud Şevket Paşa, ertesi gün Hürriyet-i Ebediyye Tepesi’nde toprağa verilirken, 279. Osmanlı Sadrazâm’ı Said Halim Paşa’yı zorlu günler bekliyordu...
19 Şubat 1864’te Mehmet Ali Paşa’nın torunu olarak Kahire’de doğan Said Halim, 6 yaşında iken sonradan Devlet Şûrâ üyesi olacak babası Mehmed Abdülhalim Paşa ile birlikte İstanbul’a taşındı. Dedeleri Anadolu’dan Kavala’ya göç etmiş köklü bir Türk ailesiydi.
Küçük yaşta Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce öğrendi. Üniversite tahsilini kardeşi Abbas Halim Bey’le İsviçre’de tamamladı. Sultân II. Abdülhamid tarafından sivil paşalık rütbesiyle 21 Mayıs 1888’de Şûrâ-yı Devlet üyeliğine tayin edildi. Görevindeki başarılar Sultân’ın gözdesi haline gelmesine vesile olduysa da, kendisine atılan asılsız iftiralar yüzünden günümüzde kendi adıyla anılan boğazdaki yalısına çekildi. Fikrî, ilmî, edebî sohbetler yapmaya başladı. Konusunda üstâd olanları himâye etmeye başladı.
Said Halim Paşa yalısında yapılan İlmî toplantılara; İbnü’l Emin Mahmud Kemal, Mehmet Âkif, Celaleddin Ârif gibi şahsiyetler katılmaya başlayınca, tekrar Saray’a ihbar edildi. Bu yüzden 7 Aralık 1905’te Padişah irâdesiyle Mısır’da ikâmet etmesi emredildi. Önce Mısır’a sonra kardeşi Abbas Halim’le Avrupa’ya geçti.
1908 yılında yapılan seçimlerde Yeniköy Belediye Başkanlığına, ardından İl Genel Meclis Başkan Yardımcılığına seçildi. Aynı yılın aralık ayında bu kez Sultân II. Abdülhamid Hân tarafından Âyan Meclisi Üyeliğine seçildi.
Said Halim Paşa, 1909 Mart’ında yine Sultân Abdülhamid Hân tarafından Türkiye Merkez Bankası yönetimine atandı. 31 Ocak 1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı yıl Cemiyet’i Tedrisiye-i İslâmiye’nin başkanlığına seçildi. Yerli malının üretimi ve tüketimini teşvik için kurulan İstihlâk-ı Milli Cemiyeti’nin üyesi oldu.
Sadrâzâm ve Harbiye Nâzırı Mahmud Şevket Paşa 11 Haziran 1913’te öldürülünce; onun yerine 3 yıl, 7 ay, 21 gün sürecek Sadrazâmlık dönemi başladı. 15 Ekim 1915 tarihine kadar Dışişleri Bakanlığını da üzerine almıştı. Bu süre içerisinde özellikle Adalar üzerinde durdu ve Edirne’nin geri alınmasında büyük gayret gösterdi. Bundan dolayı padişah tarafından kendisine Murassâ İmtiyaz nişanı verildi.
2 Ağustos 1914 tarihinde Almanya ile ittifak antlaşması onun yalısında yapıldı. 1913 ve 1916 yılları arasında İttihat Terakkî’nin genel başkanlığını da yapan Said Halim Paşa, sadâret makamından rahatsızlığını ileri sürerek 3 Şubat 1917’de istifa etti.
Said Halim Paşa’nın Başbakanlık döneminin yarısından fazlası I. Dünya Savaşı devresinde geçti. Bu dönemde Hükümetin Türkiye’yi sebepsiz ve vakitsiz savaşa soktuğu zaman zaman dillendirilse de, Paşa bu isnatları asla kabûl etmez.
Nitekim “Türkiye’nin Harb-i Umumi’ye İştirakindeki Sebepler” başlığı ile ölümünden sonra bir bölümünün Sebil’ürreşad Dergisinde yayınlandığı hatıralarında şöyle demektedir:
“Sevr Muahednâmesi ile yağma ve talan edilen Türk mevcûdiyet-i milliyesinin silaha sarılarak müdafaa edilmesi mecburiyet-i kat’isinden şüphe edilemiyorsa, 1914’te de büyük harbe Türkiye’yi iştirak ettiren sebeplerin meşruluğundan şüphe edilemez” demektedir.
Üstelik Paşa, “Rusya ve diğer itilaf devletlerinin Türkiye için besledikleri düşmanca tutumun yeni olmadığını, özellikle Osmanlı Devleti’ni dağıtma, parçalama ve Türk’ü tarih sahnesinden silme planlarının Birinci Dünya Savaşını doğuran başlıca sebeptir” diyerek önemli bir tespitte bulunmuştur...
Fakat 1. Dünya Savaşında erkeksiz Anadolu’da katliam yapan Ermeniler haklı olarak güvenli bölgelere gönderildiği için “Ermeni tehciri” sorumlusu olarak suçlandı. Ermenilerin ispiyonlamasıyla Mondros Mütarekesi’nden sonra işgâl altındaki İstanbul’da 10 Mart 1919’da tutuklandı. 2 ay, 18 gün Bekirağa Bölüğü olarak bilinen hapishanede usûlen yargılamanın ardından 28 Mayıs 1919’da İngilizler tarafından önce psikolojik baskı için Mondros Mütârekesinin imzalandığı Limni Adasındaki Mondros’a, ardından 144 arkadaşıyla Malta’ya Polverista esir kampına gönderildi. Esaret altındayken Hayber’de İngiliz ve Şerif Hüseyin kuvvetlerince kuşatmada yaralı olarak yakalanarak Malta’ya getirilen Kuşçubaşı Eşref’le işgâl altındaki vatan topraklarının kurtarılması konusunda uzun görüşmeleri oldu.
PAŞA’NIN ŞEHÂDETİ
29 Nisan 1921’de Malta’da serbest bırakıldığında İşgâl altındaki İstanbul’a dönme isteği reddedildi. İngiliz işgâli altındaki Mısır’a akrabalarının yanına gitmesine de izin verilmedi. Zâten düşmanları ve İngilizler, paşa Türkiye dışında kalırsa daha kolay yem olacağı görüşünü savunuyorlardı. Paşa önce Sicilya’ya oradan da Roma’ya geçerek Via Eostollio’da Kont Alberto Massei’nin, Bartolomoe Eustachio Sokağı 18 numaradaki villasını kiralayıp oraya yerleşti.
O günden sonrada Ermeni militanlar tarafından adım adım izlenmeye alındı. Said Halim Paşa’nın izini sürmek üzere bir militan Roma’ya gönderildi. Ardından infazı gerçekleştirmek üzere Arşavir Şıracıyan da 30 Haziran 1921’de Marsilya’ya, oradan da Roma’ya geçti ve daha önce bilgi toplamak için gönderilen “Yoldaş M” ile birlikte suikasti gerçekleştireceği güne kadar Said Halim Paşa’yı takip etti. Paşa’nın nerede oturduğunu, kimlerle görüştüğünü, katıldığı toplantılara, konağına hangi saatlerde girip-çıktığına, yakın ilişkide olduğu insanlar ve hizmetkârına kadar ayrıntılı bilgi topladı. Bu saldırının organizatörleri arasında Ermenistan’ın eski Roma büyükelçisi Mikâel Vartanyan ve ekibi vardı.
Bu arada; Said Halim Paşa hem dünyadaki gelişmeleri izliyor, hem de kendisi kabûl edilmediği halde Anadolu’daki Millî Mücâdeleye hatırı sayılır şekilde maddi destek sağlıyordu. Fakat kendisini katletmeye kararlı Ermeni militanlar tarafından kurulan çember daralıyordu. Kendisine Talat Paşa’nın Berlin’de Ermenilerce şehit edildiği, dolayısıyla çok dikkatli olması gerektiği söylendiğinde dostlarına şunları söyledi;
“Yaşım altmışa merdiven dayadı, muhteşem bir imparatorluk elimizde can verdi. Bu şahsî bir günahım olmadığından vicdanım müsterihtir. Fakat ne de olsa O, (vatan) tehdit altındayken ve ben bu Vatan-ı Aziz’e hizmet etmekten men edilmiş iken zaten ölü halinde değil miyim? Kader ne ise o olur. Belki daha hayırlısıdır. Şehâdetin nevileri vardır. Cenâb-ı Hakk beni ve mesâi arkadaşlarımı af buyursun. Tarih de hakkımızda insaf ile adl, hakkâniyet ve bî-taraf ile hüküm versin. Bundan sonra yegâne temennim ve emelim budur.”
Paşa farkına varmasa da, Paşa’yı öldürmek için kendisine görev verilen Arşavir Şıracıyan Paşa’yı konağının önünde pusuya yatmış bekliyor, fırsat kolluyordu. 5 Aralık 1921 Pazartesi günü Said Halim Paşa kahvaltıdan sonra can dostu Tevfik Azmi Bey ile Roma Forumu ve Campus Martius arasında kalan ve Roma’nın ünlü yedi tepesinden en yüksek olan Capitol Tepesindeki müzeleri gezdikten sonra yenilen akşam yemeği sonrası, taksici Guglielmo Fiori’nin kullandığı ticâri arabayla evine doğru hareket ettiler.
5 Aralık Pazartesi’yi 6 Aralık Salı’ya bağlayan akşamı evin önüne geldiklerinde yatsı namazına 43 dakika kalmıştı. Azmi Bey acele ile hesabı ödemeye çalışırken, pusuda yatan kısa boylu tıknaz Arşavir Şıracıyan adlı katil üzerinde koyu renk elbiseler olduğu halde bir anda arabanın yanında belirdi ve çok kısa mesafeden Said Halim Paşa’nın başına tek el ateş etti. Kurşun Paşanın sağ şakağından girmişti. 56 yaşındaki Paşa arabanın içerisinde yığılıp şehit düşmüştü. Buna rağmen Paşa’yı hastaneye götürdüler. İlk müdahaleyi yapan Profesör Caravani Paşa’nın öldüğünü tespit etti.
Cinayetin en yakın görgü şahidi Azmi Bey ifâdesinde; Paşa’nın, her gün saat 13.30’da taksi ile Roma’da bir gezinti yaptığını, o günde birlikte şehirde dolaşıp yemek yedikten sonra taksi ile eve dönerken evin önünde taksi durmağa hazırlandığı sırada suikastin meydana geldiğini, kurşunun Paşa’nın başına sağ taraftan girerek sol taraftan çıktığını, taksiciye para ödemek için ileri doğru eğilmemiş olsaydım katilin kurşununun kendisine de isabet edeceğini söyledikten sonra şöyle devam etmiştir;
“Hemen taksiden atladım, sokak kalabalık ve adamın elinde revolver olduğu halde arkasına bakarak kaçtı. Ben kovaladım, bir ara yaklaşacak gibi oldum ancak elindeki revolver’i bana doğrultunca ben de korktum. Fakat bu kaçan adamı kimse de tutmağa teşebbüs etmedi. Nihayet katil, kendisini bekleyen bir otomobile binerek kaçtı. Katili görsem tanırım. Kısa boylu, esmer, siyah bıyıklı bir adamdır. Ermeni olduğuna şüphe yoktur.” Polis Amiri soruşturma süresince Azmi Bey’e birçok adam gösterdi. Fakat gösterdiği adamlar arasında katile benzeyen kimse yoktu…
Said Halim Paşa’nın oğlu Halim Said Bey Tasvir-i Efkar gazetesine cinayetle ilgili şunları söyleyecekti:
“Said Halim Paşa’nın vakâ-i şehâdeti hakkında gazetelerin yazdığından başka malûmâta mâlik değilim. Amcam Abbas Halim Paşa şimdilik İsviçre’de bulunuyor. Pederim cenazesini getirmek üzere İtalya’ya bendeniz gidiyorum. 10-15 güne kadar avdet edeceğini ümit etmekteyim.”
“Times” olayı okuyucularına şu sözlerle nakletti: “Türkiye’nin eski Sadrâzâmı Said Halim’in, bugün Roma’da suikasta uğradığını Secolo gazetesi ilân etti. Eski Sadrâzâm öğleden sonra saat 5.30’da takside eve dönerken, taksi durduğu anda, bir evin önünde revolverle ona ateş açıldı. Mermi sadrazamın alnına isabet etti ve o, oturduğu koltukta yana düştü. Sürücü ve sadrazamın sekreteri, sadrazamın ciddi olarak yaralandığını gördükleri zaman onu en yakın hastaneye kaldırmaya karar verdiler, fakat o, yoldayken öldü.”
Kayıplara karışan Şıracıyan, Yunan Konsolosunun evinde ortaya çıktı. Yanında kendisine her anında yardımcı olan terörist Varantian da vardır. Burada konsolos kendisini kucaklayarak karşılamış, (Ermeni Abdullah Öcalan’ı da Kenya’da Yunanistan Büyükelçisi kucaklayarak karşılamıştı.) kendisine önceden hazırlattığı bir de madalya takdim etmiştir. O da yetmemiş, 23 gün Roma’da misafir ettiği kâtili, ayrıca eline tavsiye mektubu vererek 29 Aralık 1922’de trenle Viyana’ya göndermiştir.
İşin en acı tarafı ise, kâtil Şıracıyan’ın Said Halim Paşa’nın cenâzesinde bulunması için işgâl kuvvetleri tarafından İstanbul’a getirilmiş olmasıdır. Bir müddet moral bulsun diye Avrupa’da eğlendirilen Şıracıyan keyfi yetip de İstanbul’a gelmeden Paşa’nın cenâzesi İstanbul’a getirilmemiştir.
Said Halim Paşa’nın cenâzesi, kâtili Şıracıyan’ın İstanbul’a gelmesinden 19 gün sonra takvimler 29 Ocak 1922’yi gösterirken İstanbul’a getirildi. Önce; Yalıköy’deki şimdilerde bir turizm şirketi tarafından 49 yıllığına kiralanarak düğün, nişan gibi çeşitli organizasyonların yapıldığı evinde helallik alındı. Sonrada Sûltân II. Abdülhamid Hân’ın da medfûn bulunduğu Sûltân Mahmud Türbesine götürülerek türbe haziresine (şimdiki Türk Ocağı bahçesi) babasının kabri yanına defnedildi.
Said Halim Paşa’nın naaşının Yeniköy’deki yalısından alınması sırasındaki yapılan törenleri başından sonuna kadar izleyen 1900 İstanbul doğumlu kâtil Şıracıyan gördüklerini şöyle anlatır: “Aralarında nâzırlar ve yüksek rütbeli askerlerin de bulunduğu on binden fazla Türk korteji takip ediyordu. Paşa’nın tabutu karşısında selam durmak için ecnebîler bile gelmişti. İtilaf devletlerine mensup asker ve polis asayişi temin ederken, limandaki Fransız ve İtalyan savaş gemileri bayraklarını yarıya indirmişlerdi. Sadece İngilizler resmi bir sessizlik içindeydiler...”
Sonra ne mi oldu. Nemesis Operasyonu çerçevesinde verilen birkaç görevi daha yerine getiren Şıracıyan Gaiane adlı bir kadınla evlenerek 1923’te New York’a taşındı. Burada Ermeni Cemaatinde aktif olarak çalışmalar yürüttü ve Türkler hakkında çarpık iftiralarına burada da devam etti. Sonia adını verdiği kızının isteği üzerine yaptığı suikastları ve yürüttüğü kara propagandaları kitaplaştırdı. Şıracıyan 1973’te New Jersey’e bağlı Hackensack adlı ilçede 12 Nisan 1973 gününde öldü.
Eğer o dönemin yöneticileri Enver, Talat, Cemal ve Sait Halim Paşalar ile Teşkilât-ı Mahsûsa liderlerinden Bahaeddin Şakir ve Vâli Azmi Bey (Her biri Ermeni kurşunlarıyla farklı yerlerde şehit edildiler) hayatları pahasına aldıkları 15 Nisan 1915 yılında tehcir kararını uygulamamış olsalardı, bugün Türkiye’de en az 15 milyon Ermeni’yle ve onların “Büyük Ermenistan” planlarını önlemekle uğraşıyor olacaktık. Belki de bizden toprak koparmış olacaklardı. Enver Paşa ve başta Said Halim Paşa olmak üzere arkadaşlarını şükranla minnetle yâd ediyoruz.
.
Kırım Savaşı’nda Rus’ların Sinop baskını (30 Kasım 1853)
Halit Kanak İletişim:
Kırım Savaşı’nda Rus’ların Sinop baskını (30 Kasım 1853)
HALİT KANAK
Rusya, İstanbul'a gönderdiği Prens Mençikof'la Osmanlı Devletine beş gün içerisinde cevaplanması şartıyla ortodokslara Kudüs'ü Şerifte yönetim hakkı verilmesini içeren bir ültimatom verdi.
Sadrâzâm Giritli Mustafa Naili Paşa Başkanlığında toplanan 43 kişilik heyetten 42’si kesin bir dille bu ültimatomu reddettiğini söyleyince Dışişleri Bakanı Rıfat Paşa sonucu Mençikof'a iletti.
Bunun üzerine Prens Mençikof 21 Mayıs 1853 günü Rus Elçiliğindeki bütün çalışanları da yanına alarak Türkiyeyi terk etti. Diplomatik ilişkiler kesilmişti.
"Sultân'ın elini yüzümde hissettim" (beni tokatladı) diyen Çar I. Nikola bu duruma çok içerlemişti. Önce İngiltere'ye Osmanlı Devleti için ilk defa kullandığı "Hasta Adam" tabiriyle Osmanlı Devletinin aralarında paylaşılması teklifinde bulundu. İngiltere, Rusya'nın sıcak denizlere ineceği tehlikesiyle bunu kabul etmediği gibi İstanbul'a bunu bildirdi.
Her iki teklifi de kabûl görmeyen Çar, Prens Gorçakof komutasında 185 bin askerle, Kudüs'te isteği yerine getirilince boşaltacağını söyleyerek bir Türk Eyâleti olan Romanya'ya girdi, işgâl etti.
Rusya’nın bu aymazlığı karşılıksız kalamazdı. Nitekim, Rusya'ya savaş açmaya karar veren Osmanlı Devletinin en iyi Dışişleri Bakanlarından biri olan ve Rıfat Paşa’nın yerine gelen Büyük Reşid Paşa Fransa ve İngiltere'yi de yanlarına almak için yaptığı büyük diplomasi trafiğini bir taraftan devam ettirirken 4 Ekim 1853'te de Rusya'ya savaş açıldığını Avrupa'daki bütün başkentlere bildirdi.
Serdâr-ı Ekrem olarak ordunun başında bulunan Müşir Ömer Paşa Tarihler 23 Ekim'i gösterirken 133 bin askerle hem Vidin'den, hem Yerköyü'nden, hem de Tutrakan'dan Romanya'ya girdi Kalafat'ı geri aldı. Aynı kararlılıkla 5 Kasım'da General Dannenberg'in kolordusunu dağıttı, Ruslar panik halinde Bükreş'e kaçıp mevzilendiler ve yeni cepheler açmadan işin yürümeyeceğini anladıkları için Kafkasya'da ve Karadeniz'de saldırıya geçtiler.
Karadeniz’de, Rusya’ya savaş açıldığı Ekim 1853’ten itibâren birtakım tedbirler alınmış, Karadeniz’in Rumeli kıyıları İle Anadolu kıyılarının güvenliği için karakol gemileri çıkarılmış bunların başına da Koramiral Osman Paşa ile Tümamiral Hüseyin Paşa verilmişti.
Aynı zamanda bu paşaların görevi savaş bölgesi Kafkaslar’a da cephane nakliyatını sevk ve idâre etmekti. Nitekim Koramiral Mustafa Paşa cephane yüklü 5 gemiden oluşan bir filoyla Trabzon üzerinden Batum’a gönderildi. Burada Batum muhafızı Selim Paşa ile görüşmesinin ardından filosundaki cephaneleri Sohum’a boşaltmak üzere oradan ayrıldı. Beraberinde Çerkezistan’daki Şeyh Şâmil’in Nâibi Muhammed Emin Efendi tarafından İstanbul’a gönderilen kayınbiraderi Çerkes İsmâil Bey ve Osmanlı Hükümetine gönderilen mektupların cevapları vardı.
Sohum iskelesine 160 sandık fişek, 30 varil barut ve yeterince külçe kurşun bırakan Mustafa Paşa dönüşe geçtiğinde durumdan haberdar olan Rus’lar da bölgeye daha fazla filo sevketmek için harekete geçtiler. Amiral Nakhimov komutasında bir filo da yola çıkmıştı. Nakhimov, Mustafa Paşanın nakliye filosunu karşılamak ve yolunu kesmek amacıyla Sinop istikâmetine doğru yol almış ancak Osmanlı filosu ondan önce Sinop açıklarından geçmiştir.
Nakhimov, 24 Kasım’da Sinop açıklarına ulaşınca fırtına nedeniyle 12 parçalık başka bir filomuzun Sinop Limanında yattığını görmüş önce saldırmaya cesaret edememiş, bir müddet sonra böyle bir fırsatı bir daha yakalayamayacağını düşünerek 30 Kasım sabahı çöken sisten de faydalanarak bütün gücüyle aniden saldırıya geçmişti. Bu bir baskındı ve Navarin’den sonra böyle bir baskını ikinci kez yiyorduk. Fırtına nedeniyle 13 Kasım’da Sinop Limanına sığınan bu filomuz, Kırım Savaşı başladığı zaman oluşturulan Karadeniz Filomuzun bir parçasıydı.
Görevi, Amasra ile Sinop Yarımadasının kuzeybatı ucunda yer alan Anadolu’nun en kuzey noktası İnceburun arasında karakol görevi yapmaktı. Osman Paşa ile Hüseyin Paşa da bu filoda bulunuyordu.
Karadeniz Rus Donanması Komutanı Amiral Pavel Stepanoviç Nakhimov, Sinop’taki filomuzun mesafeden dolayı İstanbul’dan yardım alamayacağını da düşündü. Zâten 7 saffı harp gemisi, 1 yelkenli korvet ve 3 buharlı gemiden oluşan Rus’ların çok büyük Saffı Harp gemileri; 84 topla İmperatritsa, 120 topla Velikiy Knyaz Konstantin, 120 topla Tri Sviatitelia, 120 topla Parizh, 84 topla Chesma, 84 topla Rostislav, 54 topla Kulevtcha ile 44 topla Kagul firkateyni, 4’er topla Khersones, Krym ve Odessa adlı vapurları dev toplarıyla ateş gücü çok üstün bir filo oluşturmuşlardı.
30 Kasım 1853 Çarşamba günü kesif sis altında Sinop limanına kuzeybatı tarafından V şeklinde girdiler ve bütün toplarını aynı anda ateşleyerek şiddetli bir şekilde saldırmaya başladılar. Rus filosunun hareketlerini gözlemleyen Osman Paşa aynı şekilde cevap verdi. Sinop Limanı tarihinde bir daha göremeyeceği bir savaşa tanık oluyordu. Dişe diş, göze göz bir mücadele başlamıştı.
Rus’lara bütün gücüyle karşı koyan Bahriyeli Askerlerimizin yeterli eğitimli olmayışı ve Rusların atış gücü yüksek gemilerinin üstünlüğü birkaç saat içerisinde kendisini göstermişti.
Nihayet ilerleyen saatlerde 7 yelkenli fırkateyn, 3 yelkenli korvet ve 2 buharlı vapurdan oluşan Osmanlı filotillasının 1’i hariç tamamı imha olduğu gibi, 6 adet ticâri gemimiz de yakılmıştı. Tek kurtulan Taif adlı gemimiz İstanbul yolundadır. Alelacele atışa geçen kale bataryalarımız ise hazırlıksız yakalanmışlardı. Buna rağmen Rus’lara karşı ateşi kesmediler. Bir müddet sonra 1’i subay 34 ölü, 230’da yaralı bırakan Rus’lar çoğu gemisinin hasar görmesiyle limandan ayrıldılar. 2 Aralık’ta da üsleri Sivastopol’a vardılar.
Ayağından yaralı olarak 150 askerimizle esir düşen Osman Paşa’dan başka, başta Bozcaadalı Hüseyin Paşa olmak üzere 2.700 askerimiz şehit düşmüştü. (Şehit düşen bu askerlerimizin üzerlerinden çıkan paralarla “Şehitler Çeşmesi” yaptırılmıştır.) Denize dökülen 1.500 askerimiz yüzerek kıyıya can atmışlardı.
Geride batırılmış; ilâhi yardım manasına gelen 44 toplu Avnullah, 1829’da Osmanlı-Rus Savaşında Ruslardan ele geçirilen ve ilk adı Rafail olan 44 toplu Fazlullah, 62 toplu Nizamiye, Rusların zafer hatırası olarak Sivastopol’a götürmek isterken limandan çıkmadan batan 60 toplu Nesîm-i Zafer, 1837 de Fatsa'da yaptırılan ve Sûltân 2. Mahmut'un ismini koyduğu deniz ok'u (ok gibi hızlı) manasına gelen 58 toplu Nâvek-i Bahrî, Mısır Donanmasından getirilen 56 toplu Dimyad ile Pervâz-ı Bahri gemileri ile 54 toplu Kaaid-i Zafer, 24 toplu Necm-Efşan, 24 toplu Feyz-i Mâbûd, 22 toplu Gül’i Sefîd, 10 toplu Ereğli adlı gemilerimizle, bir kısmı yakılmış Sinop Şehrimiz kaldı.
Bu dar alandaki deniz muharebesinde büyük fedakarlıklar da yaşandı. Nâvek-i Bahri Gemimizin kaptanı Yarbay İmamoğlu Ali Bey, gemi personelinin çıkan yangını söndürmeyle uğraşmasını fırsat bilerek iki Rus Kalyonu tarafından sıkıştırılınca personeline suya atla emri verdikten sonra, sopaya doladığı gaz ile ıslattığı paçavraları ateşlemiş, “Bir kaptan gemisiyle aynı mukadderatı paylaşmalıdır” diyerek gemi cephaneliğini patlatmış, kendisini ve gemisini havaya uçurmuş, Rus Kalyonlar da ağır hasar almıştı.
Şehit düşen Hüseyin Paşa şehirde bulunan ve hâlen halkın Fatihalarına mazhar olan Seyyid Bilal Camii haziresine defnedildi. Osman Paşa ise Kırım Savaşı sonrası yapılacak olan Paris Anlaşması ile serbest bırakılacak ve Rize‘de zorunlu oturmaya tabi tutulacaktır. 1860 yılında Rize‘de vefat eden Osman Paşa’nın kendisiyle aynı adı taşıyan ve 16 Eylül 1890’da Japonya’da kayalıklara çarparak parçalanan Ertuğrul Fırkateynimizin komutanı Rizeli Osman Paşa torunu olur. (Oğlu Ahmed’in oğlu) Ruhları şâd olsun
.
22 Kasım 1963 John F. Kennedy suikastı. Yeğen Robert F. Kennedy’nin sağlık bakanlığına atanması (14 Kasım 2024)
Halit Kanak İletişim:
22 Kasım 1963 John F. Kennedy suikastı. Yeğen Robert F. Kennedy’nin sağlık bakanlığına atanması (14 Kasım 2024)
HALİT KANAK
John F. Kennedy 29 Mayıs 1917’de gözlerini dünyaya açtığında, Amerika Birleşik Devletleri birinci dünya savaşına katılmış Osmanlı Devletinin de içinde bulunduğu ittifaka karşı İngiltere ve Fransa’ya destek vermek için olanca imkanını seferber etmişti. (Bilindiği gibi Alman denizaltıları her ay 400 bin tonun üzerinde itilaf devletlerinin gemilerini batırmalarına rağmen, bitmek tükenmek bilmeyen Amerikan gemilerinin büyük konvoylar halinde İngiltere ve Fransa’ya yaptıkları desteği durduramadılar ve yenilgi kaçınılmaz olmuştu.)
İrlandalı bir aileden gelen John F. Kennedy; 8 Kasım 1960 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’nin en genç başkanı seçildiğinde 43 yaşını 5 ay, 9 gün geçiyordu. On binlerin gözü önünde ve canlı yayında vurularak öldürüldüğünde yine bir kasım ayı idi. Bu cinayeti planlayanlar Amerika Birleşik Devletlerinin Baş Savcısı Robert Kennedy’nin kardeşi olduğuna bakmaksızın Başkan Kennedy’i öldürdüler. Anlaşılan oydu ki verilmek istenen mesaj; biz kim olursa olsun, ne kadar güçlü olursa olsun, arkasında kim durursa dursun önümüze engel olanların akıbeti böyle olur şeklindeydi ve bu cinayeti işlettiler.
22 Kasım 1963 cuma günü, ABD’nin 35. başkanı John F. Kennedy, Teksas eyaletinin Dallas şehrinde beraberinde eşi Jacqueline, Teksas Valisi John Connally ve karısı Nellie ile birlikte üstü açık bir arabanın içinde ilerlerken saat 12.30’da suikasta kurban gitti. Kennedy’i öldürecek üç kurşunu peş peşe ateşlemek için katil(ler) tetiğe dokunduğu anda üstü açık arabasının arka koltuğunda oturan Kennedy boynunun dibinden vurulmuş, diğer bir mermi kafatasını parçalamış, üçüncüsü ise kalbinin hizasından sol omuzunun arkasından girmişti. Yine bu mermilerden bir tanesi yön değiştirerek(?) Kennedy’nin önünde oturan Teksas Valisinin omuzunu ve bileğini sıyırdıktan sonra kasığına saplanarak yaralanmasına sebep olmuştu.
Kennedy derhal hastaneye kaldırılsa da zaten hayatını kaybetmişti. Olayın ardından iki saat geçmeden Kennedy’nin cesedi başkanlık uçağına yüklenmiş, Başkan Kennedy’nin kanıyla elbisenin ön tarafı ve ayağındaki çorapları tamamen kirlenmiş bayan Kennedy (Fırst Leydy), dönemin ABD Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson ile birlikte cinayetten iki saat sekiz dakika sonra Dallas Love Field hava üssünde bulunan başkanlık uçağı Air Force One’da alelacele yemin ettirilerek Başkan ilân edildiğinde öylece yanında durmasını sağlamışlardı… Henüz Başkan Kennedy’nin kanı kurumamıştı.
Üstelik Dallas Adlî Tıp Kurumu sorumlusu Patolog Tıp Profesörü Earl Rose’un, Kennedy›nin naaşı üzerinde otopsi gerektiği konusunda ısrarlarını “Gizli Servis” sanki önceden hesaplanmış bir planın parçası gibi davranarak hiç dikkate almadan naaşı başkanlık uçağına taşıdılar. Öyle ya; yeni Başkan Johnson Kennedy’yi Dallas adli tıpta bırakıp gitse belki de Amerika halkının yarısı başkanlığını kabullenmeyecekti. Onun için Kennedy’nin naaşını Parkland Hastanesinden alarak beraberinde Washington’a götürmesi gerekiyordu. Öyle de oldu.
Zâten Johnson’ın havaalanında uçağın içerisinde birkaç kişinin huzurunda yemin etmesi de çok garip karşılanmıştı. Hatta skandallarla doluydu. Bir kere yemin canlı yayında bütün Amerika’nın izleyeceği şekilde yapılmalıydı. Uçakta, 27 kişilik küçük bir azınlığın huzurunda yapılması (Basın sekreteri ve Kennedy’nin ölümünü hastanede gazetecilere duyuran kişi Malcolm Kilduff, USSS Ajanı Roy Kellerman, Barış Gönüllüleri Müdür Yardımcısı Bill Moyers, Medya danışmanı Jack Valenti, Dallas Polis Şefi Jesse Curry, Kongre Üyeleri Homer Thornberry, Jack Brooks, Albert Thomas, Bayan Jacqueline Kennedy’nin basın sekreteri Pamela Turnure, Başkan Kennedy’nin özel sekreteri Evelyn Lincoln, Fırst Leydy’ler bir kaç fotoğrafçı ile korumalar…) skandal olarak algılandı.
Ayrıca yemin töreninde İncil bulunmaması ve İncil yerine, başkanlık uçağının yatak odasındaki sehpanın üzerinde bulunan Kennedy’nin okuduğu katoliklere ait âyin kitabı üzerine yemin edilmesi (Yeni Başkan Johnson katolik değildi) skandal ötesi bir durum olarak değerlendirildi.
Aynı uçakla bütün kafile Washington’ın yolunu tuttuklarında Başkan Kennedy’nin vurulduğu araba çoktan yıkanmış arabanın ön tarafından atılan fakat hiçbir zaman raporlara girmeyen mermilerden bir tanesinin arabanın ön camının görgü şahidi motorsikletli polislerden Stavis Ellis ve HR Freeman’ın da ifadesiyle kurşun kalem geçecek şekilde dışarıdan parçalanmış hâli üzerinde bâzı yenilikler yapılarak ön camı değiştirilmişti.
Suikastta kullanılan ve her atışta koldan kurulması gereken tüfekle o mesafeden 5.6 saniyede atılan mermilerle vurulması imkansız gözüküyordu. Nitekim aynı tüfekle defalarca keskin nişancıların yaptığı denemelerde bunun mümkün olmadığı ispatlanmıştı. Cinayet sanığı olarak tutuklanan ve “Ben cinayet işlemedim sadece günah keçisiyim” diye bağıran, ancak sonradan kendisine yapılan telkinle suikastı tek başına işlediğini söyleyen Oswald gözaltına alındıktan iki gün sonra Dallas’ta polis merkezinden çıkartılırken polislerin kolları arasında yine bir canlı yayında herkesin gözü önünde Jack Ruby isimli kişi tarafından vurularak öldürüldü ve cevap arayan pek çok gizli kalmış bilgileri beraberinde mezara götürdü.
Üstelik dönemin FBI Direktörü J. Edgar Hoover bizzat tuttuğu raporda, 24 Kasım 1963 gecesi Oswald’ın öldürüleceği ihbarını aldıklarını hem o gece, hem de ertesi sabah Dallas Emniyet Müdürünü uyardıklarını ikisinde de emniyet müdürünün kendilerine Oswald’ı titizlikle koruyacakları konusunda güvence verdiğini, buna rağmen Dallas polisinin âciz kaldığını, gerekenlerin yap(tır)ılmadığını yazmıştı.
Kennedy suikastının hemen ardından soruşturma amaçlı olarak kurulan Warren Komisyonu ise 1964 yılında hazırladığı raporla Kennedy’yi öldüren Oswald’ın ve Oswald’ı öldüren Jack Ruby’nin tek başlarına hareket ettiğini, karara bağlamıştı bile.
Aslında Kennedy’nin öldürülmesinin başlıca sebebi, İsrail’in yapmak istediği nükleer santrale ve dolayısıyla nükleer başlıklı füzelere karşı gelmesi ve dünyayı ekonomik olarak baskı altına aldığı meşhur dolarlarını basan Merkez Bankasını artık devletin kontrolü altına almak istemesi olmuştu. Hatta 4 Haziran 1963’te bir Başkanlık kararnamesini de imzalayarak yayınladı.
Ancak, Amerikan devletine ait olmayan Amerikan Merkez Bankası (Federal Reserve Board), küresel baronlar olarak bilinen derin Yahudi ailelerin kontrolündeydi ve bu kontrolü bırakmaya niyetleri yoktu. Nihayet Başkan Kennedy, 22 Kasım 1963’te Dallas’ta öldürülünce, yerine göreve gelen yeni Başkan Johnson FED sistemini aynen yoluna devam ettirdi.
Başkan Kennedy’nin başını yiyen nükleer konusundaki durum ise şöyle gelişmişti: İsrail’in nükleer güce sahip olma fikri, Şikago Üniversitesinde ders vermekte olan “Uranyum ötesi elementlerin keşfi” nedeniyle 1938’de nobel fizik ödülü alan, aynı zamanda dünyanın ilk nükleer reaktörü olan Şikago Pile-1’i inşa eden ve atom bombasının mimarı diye anılan Profesör Enrico Fermi’ye öğrenci olması, yüksek lisanslarını bu yolda yapmaları için İsrailli 6 öğrencinin Amerika’ya gönderilmesiyle başlamış ve 1952 Haziran’ın da “İsrail Atom Enerjisi Komisyonu” kurulmuştu.
Ardından Fransa işbirliği ile Negev Çölü üzerinde Lut Gölü işletmelerinde çalışan beş bin kişi için kurulan Dimona›da nükleer tesis kurulması kararı alınmış, çok geçmeden Negev›deki uranyumu fosfattan ayırma ve yeni ağır su elde etme teknikleri geliştirilince de Amerika’daki çalışmaların seviyesi yakalanmıştı.
Ancak bu durum Washington’ın gözünden kaçmamış, bu tesis denetim altında tutulmalıdır raporu 20 Ocak 1961’de Başkanlık koltuğuna oturan Kennedy’nin önüne geldiğinde, Kennedy Amerikalı yetkililerin Dimona Nükleer Tesislerinde incelemelerde bulunması talebini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu İsrail Başbakanı David Ben-Gurion’a iletmişti. Bu talep İsrail’de şok etkisi yapar.
Çünkü Amerika İstihbaratı Dimano’daki nükleer tesiste yılda iki silah için yeterli plütonyum üretebileceğini tesbit etmişti. Ben-Gurion ülkesindeki kabine krizini gerekçe göstererek bu talebe ilişkin cevabını geciktirmeye çalışır fakat fazla direnemez ve İsrail yönetimi Washington’un ısrarı sonucu Nisan 1961’de Amerikalı uzmanların söz konusu tesisi ziyaret etmelerine izin verir. Tesis, 20 Mayıs 1961’de ABD’den gelen heyet tarafından incelenir.
Hazırlanan raporda, İsrailli yetkililerin nükleer tesisteki her bölgeyi incelemelerine izin verdiği ve tesisin barışçıl enerji üretimine uygun olarak kullanılabileceği ifade edildiyse de inandırıcı bulunmaz. Gerçekten de bu raporun hazırlanmasında önemli ölçüde iltimas geçildiği CIA raporuna yansır. Bunun üzerine Washington ile Tel Aviv arasındaki gerginlik Haziran 1962’de Kennedy yönetiminin ikinci defa Dimona Nükleer Tesislerinin incelenmesine izin vermesi talebiyle yeniden yaşanır.
İsrail, ABD heyetinin nükleer tesisleri inceleme talebine uzun bir aradan sonra Eylül Ayı sonunda olumlu cevap verdiyse de bu ziyaret sadece 45 dakika sürer ve tesislerdeki birçok bölge ABD heyetine gösterilmez. Bu da menfaat karşılığı iltiması gündeme getirdiği için Washington yönetiminde Dimona Nükleer Tesislerine ilişkin şüphelerinin artmasına neden olur.
1963 yılına gelindiğine Kennedy, 2 Nisan’da İsrail’in Negev Çölü Dimona’daki İsrail nükleer tesislerinin denetlenmesini yeniden ister. Başbakan David Ben-Gurion denetimlerden kaçmaya çalışsa da, Kennedy benzeri görülmemiş bir baskı uygulayarak, ABD hükümetinin Dimona reaktörü ve İsrail’in nükleer niyetleri hakkında “Güvenilir bilgi” elde edememesi durumunda ilişkilerin ciddi şekilde tehlikeye gireceğini açıkça söyler.
Bu bir ültimatomdur. Ben-Gurion, Pesah Bayramını (Dîni ayın ilki olan Nisan Ayının 15’inde başlar 8 gün sürer) gerekçe göstererek Kennedy’nin mektubuna yaklaşık 3 hafta sonra cevap verir. Mektubunda Ben-Gurion, İsrail’in tehdit altında olduğunu ve 1941-45 yıllarında olduğu gibi yeni bir soykırımla karşı karşıya kalabileceğini iddia ederek, Kennedy’nin talebini geçiştirmeye çalışır fakat Kennedy büyük bir azimle 4 Mayıs 1963’te yazdığı yeni bir mektupla, uzmanların yılda iki kez Dimona’da incelemeler yapması gerektiğini bir kez daha yeniler.
Bu da yetmez; Başkan Kennedy, 15 Haziran’da Ben-Gurion’a yeni bir mektup göndererek, ABD’li yetkililerin Dimona’yı yılda iki kez ziyaret etmesine izin verilmesini hızlı bir şekilde onaylamalarını, talebin kabul edilmemesi halinde Washington’ın İsrail’e desteğini kesinlikle bitireceğini söyler.
Ancak bu mektuptan 6 gün sonra baskılara dayanamayan İsrail’in ilk Başbakanı David Ben-Gurion, Başbakanlık görevinden istifa eder. Kişisel nedenlerden dolayı istifa ettiğini açıklasa da belli ki bu, baskıyı savsaklamak, zaman kazanmak için yapılmış bir taktiktir.
Ben-Gurion’un yerine geçen Levi Eşkol, göreve geldikten hemen sonra 5 Temmuz’da bir mektup da yine Kenndy tarafından “Bu numaraları yutmam” dercesine Eşkol’a gönderilir. Kennedy, mektupta Dimona isteğini tekrarlar. Kennedy’nin keskin talepleri karşısında şaşıran Eşkol, bu talebi kerhen kabul etmeden önce gergin, her oturumu kavgalarla biten toplantılarla beraber huzursuz yedi hafta geçirir.
Ağustos 1963’te gönderdiği cevapta, ABD’li yetkililerin söz konusu tesisleri ziyaret etmesine izin vereceklerini bildirir. Ancak bu ziyaretlerin senede iki defa yerine “Düzenli olarak” yapılmasını, ayrıca hangi aralıklarla yapılması gerektiği konusunda da yine oyalama maksatlı istişare önerisinde bulunur.
Fakat bu 7 hafta süre içerisinde Kennedy’nin kalemi kırıldığı gibi Kennedy’nin; çapsızlığını farkedince “Bu adam bu ülkeye başkan olursa vay bu ülkenin haline” dediği yardımcısı Lyndon Baines Johnson ile irtibata geçilmesine karar verilir. Yapılan bir dizi görüşmelerde kendisine nükleer konusunda destek olursa en kısa zamanda başkan olabileceği teklifi yapılır. Nihayet Kennedy öldürülür öldürülmez 2 saat 8 dakika içerisinde Dallas havaalanında yemin ederek göreve başlatılır. Zâten Johnson, başkanlık görev süresi biter bitmez de Teksas’taki çiftliğine çekilecektir.
Peki, sonra ne oldu? Kennedy’nin suikasta uğramasının ardından yaklaşık 2 ay sonra Ocak 1964’te ABD’li heyet Dimona’da iki gün yerine bir gün turistik gezi yaparak bir rapor hazırlar ve nihâi kararını verir. Dimona’yı ziyaret eden ABD heyetinin raporunda kapsamlı ve eksiksiz bir inceleme yapıldığı, nükleer silah üretimine ilişkin herhangi bir bulguya rastlanmadığı yazılır. Konu kapanmıştır.
İsrail hiçbir zaman nükleer silaha sahip olduğunu doğrulamasa da uluslararası basında yer alan haberlere göre bu ülkenin elinde 100’den fazla nükleer başlık bulunduğu bilinmektedir… Kennedy’lere gelince üzerlerine oynanan oyunlar birbiri ardına takip eder.
Önce 22 Kasım 1963’te öldürülen Başkan Kennedy’nin, başkanlığa aday olan kardeşi Robert F. Kennedy de ağabeyi gibi Başkan adaylığı kesinleştiği günün gecesi (5 Haziran’ı 6 Haziran’a bağlayan gece) zafer kutlamaları yapmak için geldiği otelde yakın mesafeden vurularak öldürülür. Yakalanan ve idam cezası verilen katilin kendisine teminat verildiği üzere idam cezası kaldırılır. Robert F. Kennedy ise 5 yıl sonra öldürülen Ağabeyi John F. Kennedy’nin yanına gömülür.
Ancak aileye saldırılar bitmez. Başkan John F. Kennedy’nin kendi adını taşıyan oğlu John Kennedy 1999’da, eşi Carolyn Bessette ve baldızı Lauren Bessette ile birlikte Martha’s Vineyard adasındaki bir aile düğününe gitmek için kendisinin kullandığı kendilerine ait küçük uçağa bindiklerinde uçak denize çakılır. John Kennedy ile birlikte eşi ve baldızı da hayatını kaybeder. Belli ki özel uçaklarının üzerinde ince bir ayar yapılmıştır.
Babası Robert F. Kennedy’nin suikasta uğradığında 11 yaşında olan David’in ise akıl sağlığı iyice bozulmuştur. 1984’te bir süre rehabilitasyona giren David, aile buluşması için Florida’ya gittikten birkaç gün sonra ölü bulunur. Robert F. Kennedy’nin çocuklarından biri daha Colorado’nun Aspen kentinde kayak yaparken kaza geçirir ve hayatını kaybeder.
Suikast sonucu ölen ABD Başkanı John F. Kennedy’nin hayatta kalan tek çocuğu Caroline Kennedy olur. O da ABD’nin ilk kadın Japonya Büyükelçisi olarak diplomatlığı seçer. Caroline Kennedy’nin büyükelçi yapılsa da imha planından kıl payı kurtulur. Caroline, 1975’te sanat eğitimi almak amacıyla Londra’ya gittiğinde bombalı saldırıdan kıl payı kurtulur.
Hayatta olan diğer bir isim Başkan Adayı iken Los Angeles’ta öldürülen Robert F. Kennedy’nin aynı ismi taşıyan oğlu Robert F. Kennedy Jr.’dır. Babası gibi suikaste kurban giden Başkan John F. Kennedy’nin de yeğenidir aynı zamanda. Son yapılan ABD Başkanlık seçimlerinde seçim sürecinin başında Demokrat Parti›nin başkan adayı olabilmek için başvuru yapan, sonrasında ise bağımsız aday olarak bir süre kampanya yürüten yeğen Kennedy’yi, seçimi ikinci kere kazanan Donald J. Trump kuracağı kabinesinde sağlık bakanı olarak ilân etti.
Trump. ABD Başkanlık seçiminin ardından 14 Kasım 2024’te X hesabından şu duyuruyu yaptı; “I am thrilled to announce Robert F. Kennedy Jr. as The United States Secretary of Health and Human Services (HHS).” (Robert F. Kennedy Jr’ı Amerika Birleşik Devletleri Sağlık ve İnsan Hizmetleri Bakanı olarak duyurmaktan heyecan duyuyorum.)
Bu sözler Başkan Trump’ın; babasıyla aynı adı taşıyan Robert F. Kennedy’nin ABD sağlık bakanlığına atandığını duyuran sözlerdi. “Bugüne kadar; daha fazla kimyasal, daha fazla herbisit, daha fazla böcek ilacına yer verildi. Bütün bunları düzelteceğim” diyen Kennedy’yi; vurularak öldürülen Başkan Adayı babası ve Başkan amcası gibi bir suikasta kurban gitmekten koruyabilecek mi bakalım Başkan Trump.
Kimyasaldan gıda katkı maddeleri yaparak bütün dünyayı zehirleyen ve zehirledikleri insanlardan trilyon dolarlar kazanan tröstlerle başa çıkması zor gibi gözüküyor.
.
Büyük Selçuklu Devleti’nin sınırlarını zirveye çıkartan Sûltân Alparslan oğlu Sûltân Melikşah’ın şehâdeti (19 Kasım 1092)
Halit Kanak İletişim:
6 Ağustos 1055’te İsfahan’da dünyaya geldiklerinde babası Sûltân Alpaslan, dedesi Çağrı Bey ve dedesinin 5 yaş küçük kardeşi Tuğrul Bey’le birlikte Abbasi Halife’si Kaaim’i Şii Büveyhilerin elinden kurtarmak için Abbasi’lerin başkenti Bağdat Seferine çıkmak üzereydiler.
Çünkü, Büveyhi Hânedânı işi o kadar ileri götürmüştüki, İslâm Halifesini yeri gelir azleder, yeri gelir katleder, yeri gelir hapsederdi.
Halife Kaaim ise, Sünnî’liğin ve Ehl’i Sünnetin ölümüne müdafaasını yaptığını bildiği Selçuklu Hükümdârı Tuğrul Bey’den yardım istedi. Tuğrul Bey, İslâm Halifesi Kaaim’in böylesine acıklı ve hüzünlü durumuna vakıf olunca derhal harekete geçti ve takvimler, 25 Aralık 1055 tarihini gösterdiğinde, hac yolunu tamir etmek ve bu yolun güvenliğini sağlamak bahanesiyle Oğuz Ordusunu, halkın bitmek bilmeyen tezahüratları arasında Bağdat’a soktu.
Şii Büveyhî’lerden usanan halk lâyıkıyla onların hakkından gelen Tuğrul Bey ve Kardeşi Çağrı Bey’e karşı günlerce süren çılgın tezahüratlarda bulundu.
Tuğrul Bey, sadece halifeyi Şii’lerin elinden kurtarmakla kalmamış, kendi çocuğu olmadığı için Ağabeyi Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun’u Halife Kaaim’le evlendirerek kendine damat yapmış ve bütün dünyaya “Halifeye dokunanı yakarım” mesajı vermişti. (Tuğrul Bey ayrıca 1059’un sonunda Halifenin kızı Seyyide Hâtun’la evlenerek Halife’ye damat olacak ve ilişkileri daha da sağlamlaştıracaktır.)
Bu arada üzerinde titizlikle durulan Melikşah, büyümeye, serpilmeye başlamıştı. İlk olarak babası ile birlikte küçük yaşta Gürcistan seferine katıldı. O yıllarda Karahanlılar hükümdarlarından İbrâhim Tamgaç Hân’ın kızı esas ismi Celâliye olan Terken Hâtun ile evlendirildi. Bir kaç yıl öncesinde de Sûltân Alparslan tarafından 1066 tarihinde Melikşah veliaht tayin edilmiş, “ikta” olarak da İsfahan şehri kendisine verilmişti.
1071 yılında babası Sûltân Alparslan ile Suriye seferindelerken, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in çok büyük bir orduyla, elinden alınan Malazgirt Kalesini yeniden kurtarmak ve Türkleri Anadolu’dan uzaklaştırmak için doğuya doğru ilerlediği haberini aldılar. Sûltân Alpaslan bu ilerleyişi durdurmak için hemen Anadolu’ya doğru harekete geçtiğinde Melikşah Halep’te kaldı.
Bir yıl sonra da yine babası ile Karahanlılara karşı sefere çıktıklarında bu seferin babası için son sefer olduğunu bilmiyordu. Sûltân Alparslan bu seferdeyken esir aldığı bir Karahanlı kale komutanı olan Yusuf Harzemi tarafından şehid edildi. Bu olay 20 Kasım 1072’de cereyan etmişti. Sûltân Alparslan’ın kuşattığı kale komutanı Yusuf, Sûltân Alparslan’a hem bağlılıklarını bildirmek, hem de kale anahtarlarını teslim edeceğini söyleyerek otağına kadar girdi.
Önce kale anahtarlarını bizzat teslim ettiyse de, ardından çizmesine sakladığı hançerini çekerek, Sûltân Alparslan’a sapladı. Ağır yaralanan Sûltân Alparslan 4 gün sonra Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Fakat bu süre içerisinde Nizâmülmülk’e, kumandanlarına ve hânedan mensuplarına Melikşah’ı sûltân olarak tanıyıp itaat etmelerini istemişti.
Zâten Sûltân Alparslan, daha 1066 yılında dedesi Selçuk’un mezarını ziyaret maksadıyla gittiği Cend şehrinden dönerken uğradığı Râdgân’da ulularının türbesinde düzenlediği törende Melikşah’ı veliaht ilân etmişti. Hatta Sûltân Alparslan burada at üzerindeki Melikşah’ın önünde yaya yürüyerek onu müstakbel Sûltân olarak tanıdığını dosta düşmana göstermiş ve ülkenin her tarafında veliaht sıfatıyla adına hutbe okunmasını istemişti. Ayrıca, 1071’deki Malazgirt Muharebesi’nden önce de şehid olduğu takdirde yerine Melikşah’ın geçmesini bir kez daha vasiyet etmişti.
Bunun üzerine toplanan devlet adamları ve kumandanlar 24 Kasım 1072’de Melikşah’ı Sûltân ilân ettiler. Halife Kāim-Biemrillâh’ta veziri Amîdüddevle İbn Cehîr ile gönderdiği hediyelerle Melikşah’ı tebrik etti. Sûltân Melikşah’ın ilk hayırlı icraatı Nizâmülmülk’ü vezirlik görevinde bırakmak oldu. Sonra askerlerin ve devlet adamlarının maaşlarını arttırarak gönüllerine taht kurdu.
Gerçek Sûltânlığını ise üç ayların ilki olan Recep Ayı’nın 8’i çarşamba gününe denk gelen 20 Mart 1073 yılında Bağdat’ta İslâm Halifesi tarafından adına hutbe okunmasıyla kazandı. Ancak; amcası Kavurt Bey, Melikşah’ın Sûltânlığını kabûl etmediğini duyurdu. Bunun üzerine Melikşah, amcasını itaat altına almak için yanına veziri Nizam’ül Mülk’ü alarak amcasının üzerine yürüdü.
İki ordu 17 Nisan 1073’te Karaç yakınlarında (günümüz İran’ında Tahran-Hemedan-İsfahan üçgeninin ortasında Tahran’a 260 km. mesâfede Erak Şehri) karşı karşıya geldiğinde kazanan taraf Sûltân Melikşah olmuştu. Kavurt Bey idam edildi. Böylece Selçuklu ülkesinde bulunan bütün emirler Melikşâh’a tâbi oldular.
İç karışıklık bitmişti ki; bu sırada devletteki iç karışıklığı fırsat bilen Karahanlılar, Gaznelilerle birlikte Selçuklu topraklarına saldırdılar. Ancak ikiside Sûltân Melikşâh’a yenilerek işgâl ettikleri Horasan Bölgesinden geri çekildiler. Üstelik Karahanlı Devleti bu yenilgiden sonra doğu-batı diye ikiye ayrıldı.
Bundan sonra Melikşah Maveraünnehir bölgesine 1073 sonu ve 1074’te yaptığı iki büyük seferde Batı Karahanlıları Ceyhun Nehri’inin karşı kıyısına atmış (ileride ilhâk edecektir-en son Harzemşahlar tarafından tamamen yıkılacaktır) ve Termez Şehrini topraklarına katmıştı.
Sultân Alparslan, Bizans İmparatoru Romen Diyojen’le Malazgirt Zaferinden sonra yapılan anlaşmanın Bizanslılarca yerine getirilmek istenmemesi ve tanınmamasının ardından amcasının oğlu Süleyman Şâh’ı tam yetkiyle Anadolu’nun Fethiyle görevlendirmişti.
Melikşah bu fütûhat hareketini kesintisiz devam ettirdi. Merkez Karargâhı Urfa/Birecik’te olan Süleyman Şâh, Melikşah’tan aldığı emir üzerine 1074’te Antakya üzerine yürüdü. Antakya Genel Valisi Prens İsaakios ile Romen Diyojen’in kardeşi Konstantin büyük bir orduyla Süleyman Şâh’ı karşıladı. Küçük Malazgirt’lerden biri daha yaşandı. Süleyman Şâh Bizans ordusunu bozduğu gibi Romen Diyojen’in kardeşini öldürüp, Prens İsaakios’u esir aldı ve büyük bir fidye karşılığı serbest bıraktı. Ancak Antakya kalesini alamadı.
Bu arada; Erzurum ve Çoruh tarafları Saltukoğlu Ebulkâsım Bey tarafından fethedilmiş, Mengücek Bey ise Erzincan ve çevresini açmaya muvaffak olmuştu. Yine Süleyman Şâh’ın kardeşi Mansur Karargâhını Kütahya’da kurmuş adım adım Ege Denizine yaklaşıyordu. Diğer taraftan; Atsız Bey yine 1074’te Suriye sahilleri dahil Akka Limanını fethederken, ertesi yıl 1075’te Süleyman Şâh İznik’i fethederek “Başkent” yaptı.
Bu arada; Sultân Melikşah küçük bir atama yaparak Artuk Bey’i Arabistan’ın fethiyle görevlendirmiş Anadolu’da fethettiği yerleri Danişmend Bey’e vermişti. Bunun üzerine Arabistan’a inen Artuk Bey 1076’da Kuveyt, Bahreyn ve Necd’i fethederek Umman kıyılarına indi Umman zâten Kirman Selçuklularına bağlıydı.
1077 yılında Gümüştekin Bey Urfa ve çevresini, Süleyman Şâh da Konya ve çevresini fethedince, Büyük Türk Hâkânı Sultân Melikşah, Anadolu Hükümdarı sıfatını Süleyman Şâh’a veren fermânı (kararnâmeyi) imzaladı. Böylece ölümsüz “Türkiye Devleti” kurulmuş oldu. Artık hutbelerde önce Halifenin, sonra Sultân Melikşah’ın ve ardından Süleyman Şâh’ın isimleri okunuyordu.
1079’a gelindiğinde tablo şuydu. Türk hâkimiyeti Karadeniz, Akdeniz ve Ege’ye erişmişti. Takip eden 1080’de ise Güney Marmara kıyılarını Kocaeli, Kadıköy ve Üsküdar dâhil bizzat fetheden Süleyman Şâh, Boğazda gümrük idâresi kurdu. Ardından Çanakkale Boğazı ve Kapıdağ yarımadasını temizledi.
Süleyman Şâh Marmara Bölgesi ile uğraşırken, Bizanslılar fırsattan yararlanarak Kars ve Erzurum’u alınca Sultân Melikşah bir kez daha devreye girdi. Ahmed Bey emrinde muazzam bir ordu gönderdi. Bizanslılar kesin bir şekilde kovuldu, büyük göçler hâlinde getirilen Türk nüfus buralara yerleştirildi ve burada Saltukoğulları Beyliği kuruldu. Karadeniz sahili tamamen Türk idâresine girmişti ki Theodor Gabras Trabzon’u yeniden aldı.(1461’de Fatih Sultân Mehmed tarafından ebedi fethedilecektir.)
Melikşâh’ın kardeşi Tutuş Bey de Ağabeyinden aldığı emir üzerine, yanında Atsız Bey, Artuk Bey gibi yiğit komutanlarla birlikte Suriye, Lübnan, Filistin ve Sina’yı almış Şii Fâtımiler Ortadoğu’dan atılarak, Afrika’ya hapsedilmişlerdi.
İç tarafta 1082’de Adıyaman ve Tarsus Limanı (mersin) alındığı gibi, 1083’te Kilikya bütün Çukurova fethedilerek bütün Anadolu ele geçirilmiş, ancak Antakya, Maraş ve Malatya hâlâ direnmekteydi. Tarihler 13 Aralık 1084’ü gösterdiğinde Süleyman Şâh gizlice geldiği Antakya’da General Flaretos’u yenerek şehre girdi. Bir ay sonra iç kale de düştü (12 Ocak 1085) Hz. İsâ’nın havarilerinin toplandığı kiliseyi camiye çevirdi (onun yerine iki ayrı kilise yaptırarak hediye etti.) Cuma günü 120 müezzine ezan okutturdu. Yağmayı, halkı incitmeyi, üzmeyi yasakladı. Bu hoş görü asırlarca Antakya’da devâm etmektedir.
1085’in ilk aylarında Buldacı Bey tarafından Maraş, Elbistan, Göksun fethedilirken, Süleyman Şâh’ın dayısı da Malatya’nın fethini tamamladı. Süleyman Şâh Anadolu Fâtihi ünvanını almıştı. Büyük Türk Hâkânı Sultân Melikşah, her yıl Anadolu’ya büyük miktarda para ve asker gönderdiği gibi yüzbinlerce sivil Türkü oraya sevkediyordu.
Anadolu fethi tamamlanınca bu kez de öz kardeşi Mansur, Anadolu toprakları üzerinde hak iddia etmeye başladı. Bunun için düşman Bizans Imparator’u ile bizzat görüşmüş yardım sözü alarak fırsat kollamaya başlamıştı. Mansur’un hareketlerini iyi takip eden Sultân Melikşah, Süleyman Şâh’a destek için gözü pek komutanı Porsuk Bey’i Anadolu’ya gönderdi.
Porsuk Bey, emrindeki birliklerle İstanbul’dan İmparatorun yanından gelen Mansur’u İzmit yakınlarında karşıladı. İhanet cezasız kalamazdı. Kardeş kanı akmasın diye askerlerin dövüşmesini istememişler teke tek mücadelede ise Porsuk Bey Mansur’u öldürmüş, tehlike ortadan kalkmıştı.
Anadolu’da rakip kalmayınca Süleyman Şâh Suriye’ye yöneldi. Orada bütün Ortadoğu’yu fethetmiş olan Sultân Melikşâh’ın kardeşi Tutuş vardı. 5 Haziran 1086’da Halep’i kuşatmaya gelen Süleyman Şâh’ı Tutuş karşıladı. Halep önlerinde iki kardeş ordunun vuruşması önlenemedi. Gâlip gelen, yanında Artuk Bey gibi dirayetli komutanlar olan Tutuş oldu. Bu savaşta Süleyman Şâh maalesef öldürüldü.
Yine işi çözmek bu olaya çok üzülen Melikşah’a düştü. Önce bölgedeki üç önemli merkezlerden Antakya’ya Yağısıyan Bey’i, Urfa’ya Bozan Bey’i, (Bozan Bey sülâlesi Bozanoğulları olarak Urfa’da devam etmektedir.) Haleb’e Aksungur Bey’i atayarak direkt kendine bağladı. Sonra öz kardeşi Tutuş’u bizzat cezalandırmak üzere Halep önlerine geldi. Sultân Alparslan’ın iki oğlu vuruşmak üzere iken Tutuş, “Gâlip gelsem de ben küçük düşerim, her dâim gölgesine sığındığım ağabeyime kılıç çekmem” dedi Şam’a çekildi.
Sultân Melikşah bu itaatinden dolayı Tutuş’u takip etmedi. Tutuş’un, ölümüne sebep olduğu Süleyman Şâh’ın çocuklarını özel olarak yetiştirmek üzere beraberinde başkent İsfahân’a götürdü. Ayrıca, Anadolu Selçuklu Devletinin başkenti İznik’te Süleyman Şâh’ın tahtına, büyük oğlu Kılıçarslan İsfahân Sarayında yetiştirilene kadar, Süleyman Şâh’ın kardeşi Melik Davut’u oturttu. (6,5 yıl sonra Sultân Melekşah 37 yaşında aniden ölünce, 1. Kılıçarslan İznik’e gelerek Anadolu Selçuklu Devleti tahtına oturacaktır.)
Melekşah’ın, dâvetine icâbet etmek üzere İslâm Halife’sini ziyaret etmek için Bağdat’a gidiş planı ise 24 Nisan 1087’de gerçekleşti. Muhteşem bir alayla dârülhilâfeye gelen Sûltân burada Halife tarafından kabûl edildi. Halife, Melikşah’a çeşitli hediyelerin yanında hem doğunun, hem de batının hükümdarı olduğunu göstermek üzere iki kılıç kuşattı. Melikşah’ın kızı Mâh-Melek Hatun da Halife Muktedî-Biemrillâh ile bu sırada evlendi akrabalık tesis edilmişti.
Diğer taraftan bir dâvette Semerkand Ulemâsından geldi. Melikşâh bu dâvete gecikmeden icâbet etti ve 1089’da Semerkand’ta girdi. Eşi Terken Hatun’un yeğeni Ahmet Hân’ı görevden alarak hızla Yedisu Bölgesine yöneldi. Melikşah buradayken başkenti Kaşgar olan Doğu Karahanlılar Devleti Hükümdârı Ebû Ali el-Hasan Melikşah’ın emrinde olduğunu bildirdi.
Yaşadığı dönemi çok hareketli geçen Sûltân Melikşâh, 1090’dan itibâren de Nizâri-İsmâilî devleti kurarak yaptığı suikastlerle etrafa korku salan Hasan Sabbah ile uğraşmaya başladı ve bunu devlet politikası haline getirdi. Melikşâh haklı olarak Hasan Sabbâh’ı yeni bir din icat etmek ve zavallı câhillleri kandırmakla suçluyor, eğer bunda ısrar ederse kalelerini başına geçireceğini söylüyordu. Ancak Hasan Sabbah bunu dikkate almıyor, hatta koca Selçuklu Devleti’ni tehdit ediyordu.
Melikşah ilk olarak Emîr Yoruntaş’ı Hasan Sabbâh’ın üzerine gönderdi. Uzun kuşatma sonrası 1091 yılında Alamut Kalesi tam ele geçirilmek üzere iken Yoruntaş bir bâtınî fedâisi tarafından âniden öldürülünce operasyon yarım kaldı. 1092’de Melikşâh bu görevi Arslantaş’a verdi. Arslantaş’ın Alamut’u kuşatması da, Kazvin dâîsi Ebû Ali Erdistânî’nin yardıma gelmesiyle 1092 Eylül’ünde akâmete uğradı.
Üstelik bir ay geçmeden Hasan Sabbah’ın tehditlerine mârûz kalan Melikşah’ın Veziri Nizâmülmülk Sûltân Melikşah’la birlikte İsfahan’dan Bağdat’a giderken Hasan Sabbah’ın bir bâtınî fedâîsi tarafından aynı metodla hemde Ramazan Ayında öldürüldü (14 Ekim 1092).
Melikşah, kendisinin en yakın mâiyetinden olan Nizâmülmülk’ün kendi yanında iken suikaste uğramasına çok içerledi. Kılıçlar çekilmiş üstelik iyice bileylenmişti. Sûltân Melekşah, Hasan Sabbah’ın ve bütün Bâtınîler’in imhâ edilmesi emrini Kızılsarığ’a vermişti ki; 19 Kasım 1092’de Sûltân Melikşâh Hasan Sabbah’ın fedâilerince av etine zehir katılmak sûretiyle suikaste uğrayarak şehid edildi. İş yine yarım kalmıştı. (1256’da Hülâgü Han Alamut ve çevresindeki kaleleri alarak bu İsmâilî’leri ortadan kaldıracaktır.)
Büyük Selçuklu Hükümdârı Sultân Alparslan’ın oğlu Sultân Melikşah, 1092 yılında güçlü veziri Nizamülmülk’ten 36 gün sonra Bağdat’ta şehid edildiğinde henüz 37 yaşında idi. Başkent İsfahan’da yaptırdığı türbeye defnedildi.
20 yıl süren saltanatının ardından bıraktığı ülke sınırları; Bangladeş’e kadar bütün kuzey Hindistan, Hazar Denizi-Aral-iç göller dâhil doğu ve batı Türkistan, Dağıstan dâhil Güney Kafkasya, Afganistan, İran, Irak, Suriye, Filistin, Lübnan, Umman ile Yemen ve Sinâ Çölü dâhil bütün Arabistan Yarımadası, Anadolu ve Ege’deki Batı Anadolu Adaları şeklindeydi.
Diğer bir ifâdeyle, Karadeniz, Marmara, Ege Denizi, Akdeniz, Kızıldeniz, Umman Denizi, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu Büyük Türk Hâkânlığı Selçuklu Devletinin sınırlarını çeviriyordu.
Sûltân Melikşah maharetle ata biner ve her çeşit silâhı büyük bir ustalıkla kullanırdı; İngilizlerin bizden çalarak “Polo” adını verdikleri meşhûr “Çevgân Oyunu” oynamada da mahir olup ava çok düşkündü. Sonraları zevk için avlanmış olmaktan dolayı büyük bir üzüntüye kapılarak büyük miktarda sadaka dağıtarak tövbe etmiştir.
Sultan hac yollarını emniyete aldığı gibi hacıların yollarda su sıkıntısıyla karşılaşmamaları için kuyular açtırıp sarnıçlar yaptırmıştır. Ticaret mallarından alınan meks gibi bazı vergileri kaldırdığı için ticaret erbabının ve halkın sevgisini kazanmıştır.
Âlimlere ve Allah Dostlarına çok büyük hürmet göstermiş, hayır-hasenat işleriyle ilgilenmiş pek çok eser yaptırmıştır. Mekânı cennet olsun…
.
Montrö (Montreux) Boğazlar Sözleşmesinin yürürlüğe girmesi ve tarihi süreç (9 Kasım 1936)
Halit Kanak İletişim:
Boğazlar Sözleşmesi 20 Temmuz 1936’da İsviçre’nin Montreux (Montrö) şehrinde imzalanmasından sonra Türkiye kendisini güvende hissetmiş, anlaşmanın yürürlüğe gireceği 9 Kasım 1936 tarihine kadar hızla hazırlıklarını yaparak, bu tarihte boğazların her iki yakasına 30 bin asker indirdiği gibi müstahkem savunma hatlarını kurmuş ve Çanakkale ile İstanbul Boğazlarında askeri tedbirlerini almıştı.
Bilindiği gibi 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros ateşkes anlaşmasında; “Çanakkale ve İstanbul Boğazları açılacak, Karadeniz’e serbestçe geçiş temin edilecek, Çanakkale ve Karadeniz istihkâmları İtilaf Devletleri tarafından işgâl edilecek, Osmanlı-Türk sularındaki bütün torpil tarlaları ile torpido ve kovan mevzilerinin yerleri gösterilecek ve bunları taramak ve kaldırmak için yardım edilecek, Karadeniz’deki torpiller hakkında bilgi verilecek…” şeklinde belirtilen ilgili maddeler ile boğazlar üzerindeki hâkimiyetimizi kaybetmiştik.
Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen devletler imzaladıkları ateşkes anlaşmalarının yerine; Almanya 20 Haziran 1919’da Versailles, Avusturya 10 Eylül 1919’da Saint-Germain, Bulgaristan 27 Kasım 1919’da Neully, Macaristan 4 Haziran 1920’de Trianon barış anlaşmalarına imza atarken, Türkiye’ye 10 Ağustos 1920’de Sevr Anlaşması dayatıldı.
Almanya, Avusturya, Bulgaristan ve Macaristan Meclisleri kendilerine dayatılan bu anlaşmaları onaylayarak kabûl ettiği halde; 16 Mart 1920’de işgâl edildikten sonra Ankara’ya giderek 37 gün sonra TBMM’yi oluşturan Meclis-i Mebûsân üyeleri Sevr’i onaylamamış dolayısıyla “Sevr”, tasarı mahiyetinde kalmıştı. Böylece Sevr Anlaşmasında da gündeme getirilen Boğazlar meselesi de gündemden düşmüştü.
Ancak Boğazlar işgâl altındaydı. Millî Mücâdele sonucu Boğazlar konusu Lozan Barış Konferansı’nda yeniden masaya yatırıldı. Fakat işgâlcilerin Boğazları bırakmaya niyeti yoktu. Öyle de oldu. 24 Temmuz 1924’te imzalanan Lozan Anlaşmasının Boğazlarla ilgili 23. Maddesinde bunu belirttikleri yetmedi bundan başka, Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak birde “Lozan Boğazlar Sözleşmesi” düzenlediler. İçeriğinde ise; Boğazlardan deniz ve havadan serbest geçişin sağlanması, Boğazlar Komisyonunun kurulması, Boğazların ve civarının askersiz hale getirilmesi gibi ağır maddeler vardı.
24 Temmuz 1923’te Lozan Konferansı’nda imzalanan bu ek sözleşmeye göre İstanbul ve Çanakkale boğazları civarıyla Marmara denizindeki adalar askerden arındırılmıştı. Boğazlar’ın güvenliği Milletler Cemiyeti’nin insiyatifine bırakılırken, geçişleri düzenlemek amacıyla milletlerarası üyelerden oluşan bir de komisyon kurulmuştu. Boğazlar üzerindeki egemenlik haklarımızın neredeyse yok edildiği anlamına gelen bu hükümleri kabul eden Türkiye Cumhuriyeti, Tevfik Rüştü Aras’ın 5 Mart 1925’te dışişleri bakanlığına getirilmesiyle arayış içerisine girdi.
5 Mart 1925’ten Atatürk’ün öldüğü 10 Kasım 1938’e kadar aralıksız Dışişleri Bakanlığı yapan, tek çocuğu olan kızı da 1950’den sonra Menderes Hükümetinde Dışişleri Bakanı olacak şehit Fatin Rüştü Zorlu ile 1933 yılında bizzat Atatürk tarafından evlendirilen Emel Hanımın babası Tevfik Rüştü Aras konuyu bizzat yönetiyordu.
Çünkü Türkiye’nin kontrolünde olmayan Boğazlar bu asil milleti rahatsız etmeye başlamıştı. Kendi güvenliği için Boğazların mutlak kontrolü kendinde olmalıydı. Boğazlar gibi stratejik bir konuma sahip bölgeyi güvenlik altına almadan rahatlayamayacağı kesindi. Fırsat kollanmaya başlandı.
Birkaç yıl geçmeden 1928 yılı başlarında kollanan fırsat yakalanmıştı. Bu tarihte Fransa Dışişleri Bakanı Aristide Briand ile Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Frank B. Kellogg aralarında yaptıkları ikili görüşmelerde savaş karşıtı bir pakt kurmaya karar verirler. Bu pakt’ın temelini oluşturan konu, I. Dünya Savaşı'nda en çok zarar gören Fransa’yı gelecekteki savaşlardan koruma planıydı.
“Briand-Kellogg Paktı” diye tarihe geçen bu pakt, 27 Ağustos 1928'de ilk önce Birleşik Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya, Polonya, Belçika ve Çekoslovakya arasında imzalandı. İlkesi ise; savaşı yasaklamak ve savunmaya dayanmayan bir savaşı kanun dışı saymak şeklinde ortaya konmuştu.
Dışişleri Bakanımız Tevfik Rüştü Aras, kontrolümüzde olmayan Marmara Denizi ve Boğazlardan yapılan bir saldırı halinde savunma savaşı yapmakta bile âciz kalınacağını düşünerek bu pakt’a üye olunması gerektiğini düşünerek konuyu önce hükümete, sonra meclis gündemine getirdi.
Bir taraftan da, Türkiye Washington Büyükelçisi Ahmet Muhtar Bey’i tam yetki ile görevlendirerek ABD dışişleri bakanlığına müracaat etmesini istedi. Oradan gelen resmî yazıda TBMM’de onaylandığı takdirde Türkiye’nin pakt’a kabûl edileceği bildirilmişti.
Türkiye Büyük Millet Meclisi 19 Ocak 1929 günü konuyu görüşmek üzere toplandığında kürsüye gelen Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, Briand - Kellogg Paktı’nın heyetçe acele olarak müzakeresini rica etti. Pakt, 19 Ocak 1929 gün ve 1384 sayılı kanun ile kabûl edildi ve 5 Şubat tarihinde resmi gazetede yayımlandı.
Türkiye artık pakt’ın bir üyesiydi. Bundan cesaret alan Tevfik Rüştü Aras planın ikinci safhasına başlayabilirdi artık. İnceden inceye yürüttüğü politikalarla ikili ilişkilerini geliştirdi. Hedefinde; Lozan Anlaşması ile Boğazlar ve Marmara Denizi çevresi dâhil silahsızlandırılarak bir komisyon tarafından yönetilen Boğazlar’ın kontrolünü Türkiye Cumhuriyeti’nin uhdesine almak vardı. Bunu açıkça dillendirmeye başladı.
Kendisine, önümüzdeki yıllarda bu konuyla ilgili bir konferansın toplanacağı, dolayısıyla acele etmemesi gerektiği pakt üyelerince telkin edildi. Önce; 21 Ocak-22 Nisan 1930 tarihleri arasında deniz silahsızlanmasını görüşmek üzere İngiltere, ABD, Fransa, Japonya ve İtalya Londra’da bir araya gelerek büyük savaş gemilerinin inşasının beş yıllık ertelenmesi konusunda genel bir anlaşmaya vardı. Sonrada 23 Mayıs 1933’te Londra’da genel olarak “Silahsızlanma Konferansı” düzenlendi.
Silahsızlanma Konferansı’nın 23 Mayıs 1933 tarihli oturumunda Tevfik Rüştü Bey, Milletler Cemiyeti’ndeki ilk resmî temsilcimiz Cemal Hüsnü Bey’in 25 Mart 1933 tarihli konuşmasının ardından ikinci kez Türkiye’nin Boğazların statüsüne yönelik değişiklik taleplerini gündeme taşıdı.
Tevfik Rüştü Bey konuşmasında talebinin; Lozan’da konulan Boğazlara ait askerî ahkâmın lağvını talep etmenin hükûmetince daha uygun görüldüğünü söyleyerek, yerine bütün ülkeler için geçerli olan sahillerin muhafazasına mahsus topların, Türkiye tarafından da Boğazlara konmasından ibaret bulunduğunun da altını çizerek, ancak bu suretle Boğazların serbestîsini muhafazaya imkân olduğuna, Boğazlar müdafaa silahından mahrum olursa herhangi bir donanmanın Boğazların giriş ve çıkışını işgâl edebileceğini, dolayısıyla Türkiye’nin bu şartlarda çaresiz kalacağını belirterek Boğazların ve Marmara’nın savunmasız bırakılmaması gerektiğini söyledi.
Konuşmasının ardından Tevfik Rüştü Bey konferansa bir de karar projesi teklif etti. Teklif, Karadeniz ve Akdeniz’de sahili olan devletlerle Amerika ve Japonya temsilcilerinden oluşan özel bir komisyonun teşkil edilmesini ve Türkiye’nin Boğazlar hakkındaki teklifinin ilk önce bu komisyonda görüşülmesini içermekteydi. Bu noktada Türkiye, Sovyetler Birliği’nin desteğini alırken Fransa, bu durumun Lozan Anlaşmasında açıkça bir değişiklik anlamına geleceği gerekçesiyle karşı çıktı.
Gözlerin çevrildiği İngilizler ise konuyla ilgili şimdilik karara varılmamasını ve konunun, müzakerelerin daha sonraki bir safhasına ertelenmesini teklif etti. Tevfik Rüştü Bey bu teklifi, İngiltere Dışişleri Bakanı Simon’la yaptığı görüşmeden sonra kabul ettiyse de bu konuyu fazla uzatmak istemiyordu. Diplomasi trafiğini hızlandırdı ve önüne çıkan her fırsatta zemin yokladı ve konuyu gündemde tutmayı başardı.
Bunun için, Milletler Cemiyeti’nin 17 Nisan 1935’de farklı bir gündemle olağanüstü yaptığı toplantıda Türk Dışişleri Bakanı sıfatıyla bir kez daha Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin Boğazların silahsızlandırılmasını içeren maddelerinin iptalini istedi.
Yetmedi, bu kez de 1935 Eylül’ünde yapılan Milletler Cemiyeti Güvenlik Konseyi toplantısında aynı talebini yeniledi. Sonuç alınamadıysa da Rus ve Yunanistan’ı etkiledi ve fikirlerinin değişmesini sağladı. Rus ve Yunan delegeleri Türkiye’nin görüşünün normal ve kabûl edilebilir olduğunu vurguladılar. İngiltere’de, Türkiye’nin Lozan Boğazlar Sözleşmesi’nin askerden arındırılması hükmünün değiştirilmesinin gerekli olduğuna inanmaya başlamıştı.
Zâten birçok yabancı basın organında Tevfik Rüştü Bey’in Silahsızlanma Konferansı’nda Boğazların asker ve silahla tahkim edilmesini talep edeceğine dair haberler yer almıştı. 1935 Nisan ve Eylül toplantılarında da basın bunları tekrâren yazdı.
Ekim Ayına gelindiğinde beklenmedik gelişmeler yaşandı. İtalya 3 Ekim 1935 tarihinde Milletler Cemiyeti üyesi olan Habeşistan’ı işgal etti. Akabinde Almanya, Versailles Barış Antlaşması’na aykırı olarak Ren bölgesine asker yerleştirince Tevfik Rüştü Aras fırsatı kaçırmadı. Artık Milletler Cemiyetine Nota yazarak yeni bir konferans talebinde bulunabilirdi. Öyle de yaptı. Önce titiz bir çalışma örneği sergileyerek notaları hazırladı. Sonra hazırladığı notaları tek tek gözden geçirdi. Ardından bu notaları; 1936’nın 10 ve 11 Nisan’ında birer gün arayla Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliğine gönderdi…
Notalarda, Boğazlar Rejiminin değiştirilmesi gerektiğini öne sürerek özetle; Türkiye’nin 1923’den 1936’lara kadar barışa katkı sağlayan bir politika izlediğini, Boğazlar Rejiminde uluslararası anlaşmalara sadık kalındığını, ancak yeni işgâller ve uluslararası anlaşmaların ihlâliyle değişen dünya şartları, bu antlaşmanın yeniden gözden geçirilerek düzenlenmesi gerektiğini, ayrıca Türkiye’ye bu statünün kendisine uluslararası bir sözleşmeyle verildiğini, değiştirirken de uluslararası bir konferans toplanmasının gerekli olduğunu söyledi.
Bunun üzerine Milletler Cemiyeti bu nota’ları haklı bularak ilgili ülkelere konferans çağrısı yaptı. Fransız olan ve göreve başlar başlamaz Cemiyetin bütün İngiliz çalışanlarını kovmasıyla bilinen Milletler Cemiyeti Genel Sekreteri Joseph Avenol’un bizzat ilgili ülkeleri dâvet etmesiyle İsviçre’nin Leman Gölü kıyısındaki Cenevre Şehrinde bulunan Milletler Cemiyeti merkezine 1 saat 15 dakika mesafede bulunan Leman Gölü’nün diğer ucundaki Montrö (Montreux) şehrinde “Montrö Boğazlar Konferansı” adıyla bir konferans teşkil edildi. Konferans dâvet edilen ülke dışişleri bakanlarının katılımıyla 22 Haziran 1936’da başladı ve 20 Temmuz 1936’ya kadar sürdü.
29 maddeden oluşan “Montrö Boğazlar Sözleşmesi” 20 Temmuz 1936’da Tevfik Rüştü Bey’in şahsi çabalarıyla imzalandığında diplomatik bir zafere de imza atılmış oldu. Bu anlaşma ile Lozan Anlaşmasındaki Marmara ve Boğazlardaki ağır hüküm çöpe atılmış oldu. Bu durum, imzaladığı Lozan Anlaşmasının bir işe yaramadığı ve düzeltilmeye muhtaç olduğu imajı verdiği için İsmet İnönü’nün hiçte hoşuna gitmemişti. Nitekim Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünden bir gün sonra Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü’nün ilk talimatı, aynı gün (11 Kasım’da) Tevfik Rüştü Aras’ın dışişleri bakanlığından istifa etmesini istemek olmuştu.
Montrö Boğazlar Anlaşmasının ayrıca 4 ayrı eki ve bir protokolü vardı. (Fransa devlet olarak buna karşı çıkmakla birlikte Fransız Genel Sekreter İngilizlerin, Boğazların Türk hâkimiyetine girmesine sıcak yaklaşmaları nedeniyle bu işin çözümünü en büyük rakibi İngiltere’ye bırakmamak için konuyu destekledi ve görev yaptığı sürece de İngiltere’yi Avrupa’dan uzak tuttu.)
Bugün de geçerliliğini koruyan Montrö Boğazlar Sözleşmesinin 22 maddesi askeri gemiler ve askeri konularla ilgili hükümleri içerirken, 7’si ticari gemilerin geçişini düzenler. Ayrıca yürürlükte olan Türk Boğazları için en önemli belgedir ve Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ortaya koyduğu Kanal İstanbul projesinin Montrö Sözleşmesi’ne halel getirmesi söz konusu değildir.
Türkiye; sözleşme gereği barış zamanı dâhi Karadeniz’de kalma süreleri 21 günle sınırlandırılan kıyıdaş olmayan ülkelerin 30 bin ton ve üzeri olan savaş gemilerinin süreçlerini takip ettiği gibi, Montrö Anlaşması ile ülkemizin ve Karadeniz devletlerinin güvenliğinin korunmasını, Akdeniz–Karadeniz dengesinin gözetilmesini görev ve sorumlulukları arasında sayar. Nihayet Türkiye bu sorumluluk gereği, 22 Şubat 2022’de başlayan Ukrayna-Rusya Savaşının ardından Montrö Sözleşmesine dayanarak boğazları savaş gemilerine kapatmıştır.
Sonuç olarak; Sevr dayatmasından Lozan'a geldik diyenler iyi bilsinler ki, Sevr'i uygulamak zâten imkânsızdı. Çünkü Yunanistan dışında hiçbir ülkenin Meclisi Sevr'i onaylamamıştı. Şimdi ise yine başta Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, bu asil milletin hiç bir ferdi oldubittiyle Lozan'da elimizden gaspedilen Misâk-i Millî sınırlarımızdan asla vazgeçmeyecektir.
İlk olarak Ayasofya, Lozan'ın yıldönümünde Misâk-i Millî sınırlarımıza yeniden dâhil edilmiştir, arkası da gelecektir. Montrö Boğazlar Anlaşmasının yıldönümünde bir kez daha hatırlatalım ki; Misâk-î Millî KIZILELMA'mızdır ve bu hedefe ulaşıncaya kadarda mücâdelemiz devam edecektir…
.
Filistin topraklarını Yahudilere peşkeş çeken Balfour deklarasyonunun ilânı (2 Kasım 1917)
Halit Kanak İletişim:
İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour, Filistin topraklarında Yahudiler için bir yurt vaat eden deklarasyonu imzaladığında takvimler 2 Kasım 1917’yi gösteriyordu. İngiltere tahtında 1910 yılından beri Anglikan kilisesine bağlı Kral George Frederick Ernest Albert, “V. George” sanıyla oturuyordu.
Başbakanlık koltuğunda ise; Çanakkale harekâtının başarısızlıkla sonuçlanması ve İrlanda’da başlayan Paskalya Ayaklanmasını bahane ederek Yahudi basının aleyhine başlattığı sert kampanya sonucunda Aralık 1916’da istifa etmek zorunda kalan Herbert Henry Asquith’in yerine, Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama siyasetini destekleyen ve hedefinde büyük sempati duyduğu Yahudilere Filistin’de devlet kurdurma fikri olan David Lloyd George bulunuyordu.
Ayrıca Birinci Dünya Savaşı başladığı günden beri hızla hazinenin boşalması İngiliz Hükümetine bu kararı almaya mecbur bırakmıştı. İngiltere, tarihte olduğu gibi Yahudi bankerler ve iş adamlarından maddi destek alacak hem bozulan ekonomiyi düzeltecek, hem de Filistin toprakları üzerinde İslâm Coğrafyası içine ileri karakol kurarak fitne merkezini faaliyete geçirecekti.
Geçmişte Napolyon Bonapart da aynı amaçla 19 Mayıs 1798’de Fransa’nın Toulon Limanından 450 gemiyle hareket ederek Mısır’ı işgâl etmişti. Bu işgâlin temelinde de yukarıda belirttiğimiz gibi Filistin’de bir Yahudi devleti kurmak vardı. Onu bu düşünceye sevk eden ise Avrupa’da yaşayan zengin Yahudilerin Napolyon’dan bunu talep etmeleri olmuştu. Bunun için Napolyon’un önüne göz kamaştırıcı servetler döktüler. Dünyanın en büyük komutanı sıfatıyla Napolyon, Mısır’ı işgâl ettikten sonra azınlıktaki Filistinli Yahudilerle buluşmak için Filistin topraklarını işgâl edecek ve Yahudi devletinin temellerini atmış olacaktı.
Ancak evdeki hesap çarşıya uymamıştı. Her ne kadar Filistin topraklarına ayak bastığı Yafa’da şimdiki İsrail’in Gazze’deki zulmünü aratmayacak şekilde 10 bin sivili kılıçtan geçirse de, Akka’da Cezzar Ahmet Paşa’dan okkalı bir Osmanlı tokadı yemiş, kuşattığı Akka’da 64 günde perişan olmuştu. Aldığı üst üste yenilgilerden sonra da bütün ağırlıklarını çöle gömerek gecenin karanlığında kaçıp gitmişti.
Bu durum Avrupa’daki Yahudileri sükût-u hayâle uğrattı. Ancak hiçbir zaman Filistin’de devlet kurma emellerinden vazgeçmediler. Bunun için büyüklü küçüklü toplantılar düzenleyip, makaleler kitaplar yazdılar. Bu kitaplardan bir tanesi de Viyana’da yaşayan Yahudi Theodor Herzl tarafından yazılan “Der Judenstaat” yani “Yahudi Devleti” adlı bir kitaptı.
Bu kitabın içeriği üzerinde tartışmak üzere 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde bir kongre yaptılar. Dünya Siyonistlerince Filistin’de bir Yahudi devleti kurma fikri bu kongre ile kesinlik kazanınca ilk olarak Filistin’in yüzyıllardır Türk toprağı olması sebebiyle Sultan II. Abdülhamit Hân’a gidilmiş, ancak istenilen netice elde edilememişti.
Üstelik Yahudi hacıların Filistin’deki ziyaret süresine sınırlama getirilerek, oldu-bitti ile “De facto” bir yerleşimin önüne geçilmişti. Siyonistlerin beklediği fırsat I. Dünya Savaşı esnasında savaş ekonomisini sürdürmekte zorlanan İngiltere’nin çare arayışları esnasında ortaya çıktı. Bu fırsatı kaçırmayan Yahudiler kendileriyle uyum içerisinde çalışacak David Lloyd George’u Başbakanlığa getirmekte gecikmediler.
1916 yılında Başbakanlık görevini üstlenen Lloyd George bir Siyonist taraftarıydı ve dünya Siyonist hareketi liderlerine Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasına yardım edeceği ve bütün organizasyonu bizzat kendisinin yapacağı sözünü verdi. Ancak “Yahudi Devleti” için öncelikle Filistin’in Osmanlılardan alınması lâzımdı ve bunun için Yahudi bankerlerinin ellerini ceplerine değil hazinelerine atması icabediyordu. Nitekim öyle oldu ve Yahudilerden oluk oluk para akışı gecikmedi.
Tabi ki parasızlıktan Mısır’da çakılıp kalan devâsa İngiliz ordusunun ilerlemesi de gecikmedi. Azılı Türk düşmanı Lloyd George, Başbakanlık görevine başlar başlamaz Mısır’daki birliklerine her türlü destekle birlikte saldırı emri de vermişti. Hâlbuki Mısır kuvvetleri başında bulunan General Morray, 2. Kanal muharebesi sonrası çekilen Türk Ordusunun ardından, Mısır ve Süveyş’in artık bir saldırıya uğramaması için savunma tedbirlerini almakla yetinmişti. Ancak yeni imkân ve destekle ilerleme emri alan İngiliz Birlikleri Gazze sınırına dayandı.
General Murray, Türklerin 1917’nin Mart ayı başlarında savunulması kolay olmayacak Şelâle Bölgesinden çekilerek daha mukavemetli savunma hattı olan Gazze-Birüssebi hattında sağlam cephe oluşturan Türk Askerini imha etmek maksadıyla bu kez Gazze’ye 26 Mart 1917’de saldırı emri verdi. Birinci Gazze Muharebesi denen bu savaşta kazanan taraf biz olmuştuk. Yoğun çatışmanın ardından yaptıkları taarruz karşısında İngilizler savaş bölgesinden kaçırmayı başardık.
Genelkurmay’dan şiddetli bir azar işiten General Murray aldığı emir üzerine Gazze’ye 17 Nisan 1917’de yeniden taarruza geçti. Bu kez daha kalabalık birliklerle çılgınca saldırdı. İki gün süren gözü dönmüş saldırı Mehmetçiğin göğsüne çarparak geri döndü. İkinci Gazze Muharebesinin gâlibi de biz olmuştuk. Ağır kayıplar veren İngilizler geri çekildi. Olayı an be an takip eden dünya Siyonist hareketi yöneticileri İngiltere hükümetine akıttıkları servetlerinin karşılığını görmek istiyorlardı. Baskıyı artırdılar.
Bu baskının ardından 25 Nisan 1917 tarihinde İngiliz savaş kabinesi yeniden karar almak zorunda kaldı ve Başbakan David Lloyd George, General Edmund Allenby’yi çağırarak kendisini Filistin Cephesinde görevlendirdiğini söyledi ve talimatlarını peş peşe sıralayarak ondan Gazze’yi ardından Filistin’i almasını, sonrada Noel hediyesi olarak Noel’den önce ne yapıp edip Kudüs’e girmesi talimatını verdi.
1917 Haziran’ında General Murray’dan görevi devralan Allenby hazırlıklarını tamamladıktan sonra 100 bini aşan ordusuyla 31 Ekim 1917’de taarruza geçti. Bu taarruz Birüssebi, Gazze ve Yafa’nın düşmesiyle sonuçlandı. Bununla Kudüs’ün ele geçirilmesinin yolu açılmış oldu. Bunun üzerine İngiltere hükümeti Yahudilere verdikleri Filistin’de devlet kurma sözünü artık belgeye dökebilirlerdi.
Gecikmeden hazırlanan deklarasyon İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour tarafından 2 Kasım 1917’de imzalanarak; Siyonist hareketin liderlerinden ve İngiltere Siyonist Federasyonu’nun da başkanı olan, dünyanın dört bir tarafından hayvan toplamakla ünlü, 4 zebranın çektiği arabasıyla Londra sokaklarında dolaşmasıyla bilinen dünyanın en zengin adamlarından Yahudi Lionel Walter Rothschild’e gönderildi.
Deklarasyonun içeriğinde şu ifadeler kullanılmıştı: “Majestelerinin Hükûmeti, Filistin’de Yahudiler için bir millî yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için elinden geleni yapacaktır…”
67 kelimeden oluşan bu deklarasyon, 1948’de İsrail devletinin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre taşı olarak görülüyordu. Filistin halkının varlığını ve en temel haklarını hiçe sayan bu deklarasyonun ardından yapılan girişimlerle Filistin, Yahudi göçmenlerin yerleşimine resmen açıldı.
Deklarasyonun ardından Sûltân Vahidettin, “Filistin’de müstakil bir Musevî hükûmeti kurulması Siyonistlere vaad edildiğinden İngiliz ordusunun Kudüs’e girmesinin engellenmesi” şeklinde bir ferman yayınladı. Fakat bu son fermana rağmen 1. Dünya Savaşında bölge komutanlarının imkânsızlık ve ihmalkârlığı sonucu İngilizler bölgeyi işgal etti.
Böylece işgâl ettiği Filistin topraklarını Yahudilere peşkeş çekmek için bölgede manda yönetimi kuran İngiltere, planlarını sinsice uygulamaya başladı. İlk olarak; işgâlden yaklaşık 7 ay sonra, 24 Temmuz 1918 tarihinde Kudüs’te İbrâni Üniversitesinin temelleri atıldı ve inşaasına başlandı. “Bir bölgeyi kendi toprağın olarak görebilmen için orada okul yapacaksın” fikri siyonizmin en temel prensiplerinden birisiydi ve bu fikir, o güne kadar yaptığı bütün çalışmalarını ve eserlerini İbrâni Üniversitesine bağışlayan Albert Einstein’a aitti.
Temel atma töreni gibi 1 Nisan 1925’teki açılışı da görkemli oldu. Kimler yoktu ki? Başta Balfour Deklarasyonunun mucidi Lord Arthur Balfour, işgâl kuvvetleri komutanı Allenby, bütün dünyanın yakından tanıdığı Winston Churchill, İngilizlerin ilk Filistin Yüksek Komiseri olarak atanan Yahudi Herbert Samuel, Yahudi dünyasının liderleri, akademisyenler ve bir yıl önce rektör olarak atanan ve 1948 yılına kadar üniversiteyi yöneten Judah Leon Magnes başta gelenlerdi. İlk yönetim kurulunda ise Yahudi bilim insanları olan Albert Einstein, Sigmund Freud, Martin Buber ve İsrail’in ilk cumhurbaşkanlığını yapacak olan Haim Weizmann da vardı.
Üniversite kurma çalışmaları devam ederken diğer taraftan da İngilizler 1922 yılında bölgede nüfus sayımı yaptırdı. Toplam nüfusun 750 bin olduğu, Yahudilerin ise İngiliz işgâlinden sonra yaptığı taşımalarla bu sayının 85 binini oluşturduğu görüldü. İngiltere bunu yeterli bulmadı. Yahudileri, Siyonist STK’larla teşvik ederek 15 yıl içerisinde bölgeye 300 bin Yahudi getirip yerleştirdi. Yahudi göçleri devam ederken, 1929’un Ağustos’unda kaçınılmaz olan Arap-Yahudi çatışmaları baş gösterdi.
Günümüzde olduğu gibi Filistinlilerin ev ve topraklarını gaspeden bâzı Yahudi yerleşimcilerin, evini ve toprağını savunan Filistinlilerce öldürülmesi üzerine İngiltere polisi de “sen misin evini-barkını savunan” dercesine 110 Filistinliyi öldürdü. Gergin yıllar başlamıştı. 1936’ya gelindiğinde Arapların İngiliz idâresine karşı tepkileri büyüdü, genel greve dönüştü. İşlerin içinden çıkılmaz hâle geleceğinden endişe duyan İngiltere bir an önce Filistin topraklarını taksim etmeye karar verdi. Bunun için Temmuz 1937’de başkanlığını Lord Peel’in yaptığı “Kraliyet Komisyonu” kuruldu.
Komisyonun teklifi, Yahudilere İngiliz mandasındaki Filistin’in üçte bir topraklarını verme şeklindeydi. Buna Filistin yerel halkının tepkisi büyük oldu ve olaylar durulmadı. Bunun üzerine 1938’te İngiltere’den takviye birlikler gönderilerek olaylar bastırıldı. Ancak Yahudi göçü durmadı. Özellikle 2. Dünya Savaşı sırasında yüz binler Filistin’e aktı.
İngiltere, 2. Dünya Savaşının ardından 1947 yılında Filistin topraklarını paylaştırma işini tarafsızlığına bir türlü inanılmayan Birleşmiş Milletler’e devretti. Burada kurulan özel komisyon, bölgeyi iki toplum arasında bölüştürme planını açıkladığında, Filistin’in yüzde 56,47’sini Yahudi devletine, yüzde 43,53’ünü de yerel Filistin Devletine bıraktığı görüldü. Kudüs ise uluslararası bir idare altında ayrı bir statü de yönetilecekti. BM’nin yüzde 56,47 toprak verdiği Yahudilerin canına minnetti. Hemen kabûl ettiler. Ellerinden topraklarının alınmasına rıza göstermeyen Filistinli temsilciler ise haklı olarak teklifi reddettiler.
Buna rağmen konu 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda oylamaya sunuldu. 10 ülkenin çekimser kaldığı, Türkiye dâhil 13 ülkenin karşı oy verdiği plan 33 ülkenin oyuyla onaylandı. BM’de alınan bu karardan sonra kapılar ardında dönen dolaplar aşikâr olarak uygulanmaya başladı. Önce Tel Aviv’de 14 Mayıs 1948’de saat 16:00’da Siyonist devletin kurulduğu ilân edildi. Ardından hemen ertesi gün İngiltere, Filistin’deki manda yönetimine son verdiğini açıkladı. Dünya ülkelerinden Siyonist devlete destekler gecikmedi. ABD, İngiltere başı çekerken, Yahudiler ellerinde tuttukları tröstler ve holdinglerle ekonomik gücü baskı aracı kullanmalarıyla İsrail’i dünyada tanıyan devletlerin sayısı da hızla arttı.
Ülkemiz ise İsrail’i yaklaşık 1 yıl sonra 1 Nisan 1949 tarihinde resmen tanımış, 7 Ocak 1950 tarihinde de Telaviv’de temsilcilik açarak resmi ilişki başlatmıştı. Tanıma; İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak’ın himayelerinde 24 Mart 1949 tarihli ve 35970/115 sayılı Dışişleri Bakanlığının yazısı üzerine, Bakanlar Kurulu’nun aldığı karar gereği gerçekleşmiş, 1 Nisan 1949’da resmî gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmişti.
Böylece Balfour Deklarasyonu ile başlayan gelişmeler bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması, bugün yaşanan ve daha yıllarca yaşanacak dünyanın en uzun süren, en çözülemez siyasi, iktisâdi ve dîni düğümünün sürecini başlatmış oldu.
Gittikleri her ülkede fitnenin kaynağını oluşturdukları için kovulan Yahudiler 2 bin yıldır yersiz-yurtsuz iken devlet sahibi oldular ve o gün bu gündür dünyanın huzurunu bozmaya başladılar… Birileri bunun önüne geçmezse de yaptıkları katliamlar bitmeyeceği gibi, dünya bir avuç Yahudi’nin serkeşliği yüzünden yaşanılmaz hâl alacaktır.
.
II. Murad’ın Şehzâde Mehmet’le (Fâtih) kazandığı 2. Kosova Zaferi (19 Ekim 1448)
Halit Kanak İletişim:
Macar Hunyadi Yanoş (János Hunyadi) ile birlikte birkaç yüz firari asker dışında, çok iyi eğitimli zırhlı 50 koruma şövalyesi ile birlikte Kral Ladislas’ın da öldürüldüğü Türk’lere karşı yapılan 5. Haçlı seferinin üzerinden henüz 4 yıl geçmişti ki intikam ateşiyle yanan Haçlılar yine Hunyadi Yanoş’un kışkırtmasıyla Türk’lere karşı 6. Haçlı seferini organize ettiler.
Bu sefere ölen Kral Ladislas’ın yerine kral nâibi olarak Hunyadi Yanoş başkomutanlık yapıyordu. 100 bini aşan sayılarıyla bu kez daha kalabalık geldiler. Almanya, Macaristan, Polonya Krallığı (Lehistan), Sicilya, Eflâk (Romanya), Boğdan (Moldova), Bohemya Prensliği, başı çekiyordu. Sırplar Osmanlı’ya isyan etmeyi reddederek bu ittifaka katılmadıkları gibi Osmanlı-Türk Ordusunun yanında yardımcı birlik olarak yer aldılar.
Zafere giden yol, kirli haçlı ittifakının 4 yıl önce Varna’da perişan olmaları üzerine yeniden toplanarak olanca güçleriyle Türkleri Balkanlar’dan atmak üzere Türk tabiyetine giren Sırp Topraklarına girmeleriyle başladı.
Büyük bir haçlı ordusunun yola çıktığını Türk istihbaratçıları üzerinden an be an takip eden Sûltân II. Murad Hân, bu sırada yanında veliaht şehzâde Mehmed (Fâtih) olduğu halde Arnavutluk’ta isyan eden İskender Bey’le meşgûldü.
İsyancı İskender Bey’i cezalandırmak, işgâl ettiği Akçahisar’ı yeniden almak için Mora Seferi dönüşü yönünü 1447 baharında Arnavutluk’a çevirmişti. Yanında; 4 yıl önce 18 yaşında vefât eden büyük oğlu veliaht şehzâde Alaaddin Ali’nin yerine veliaht olan Şehzâde Mehmed de (Fâtih) vardı.
(İskender Bey; 1389’da yapılan 1. Kosova Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı haçlı ittifakı saflarında Akçahisar Prensi olarak savaşan ancak kaybeden dede Kastriota’nın torunu idi. Bu bölge Türk hakimiyetine girince Kastriota’nın çocukları ve torunları gibi İskender Bey’de Müslüman olmuş, özel eğitimden geçirilerek Sancakbeyliğine kadar yükselmişti. Fakat gün geldi, Morova Meydan Muharebesinde başında bulunduğu Türk Birliğini anlaşılmaz bir şekilde bırakarak kaçtı. Meğer peşini bırakmayan hristiyan devletlerin Arnavutluk Kralı yapacağız vaadine kanarak yeniden hristiyan olmuş, savaş meydanından kendine bağlı adamlarla beraber kaçarak önceleri dedesi ve babasının yönetim merkezi olarak kullandığı Akçahisar’ın yolunu tutmuştu. Küçük bir garnizonla Akçahisar’ın komutanlığını yapan Hasan Bey’e hazırladığı sahte fermanı göstermiş, Akçahisar’a yeni atandığını söyleyerek kaleye girmiş ve orada bulunan küçük Türk garnizonunu kılıçtan geçirdikten sonra da kendisini Arnavutluk Prensi ilân etmişti. Kurje Dağı’a yaslanmış yüksekçe bir yerde konumlanan Akçahisar Kalesi, günümüzde başkent Tiran’ın 20 km. Kuzeyinde, Adriyatik Denizine 37 kilometre mesafededir. İçinde İskender Bey müzesi, minaresi ile birlikte Fâtih Sûltân Mehmed Camii kalıntıları, Mustafa Baba Dollma Tekkesi, Türk Hamamı ile birlikte birde etnoğrafya müze bulunmaktadır...)
Ancak 100 binin üzerinde büyük haçlı ordusu da Türk topraklarına girmişti. İskender Bey’in bırakıp dağa çekildiği Akçahisar kuşatmasını kaldırdı. Emrindeki birliklerle haçlı ordusunu karşılamak için yola koyuldu. Akçahisar’dan 550 km. kuzeydoğuya yol katederek Sofya’ya gelince burada otağını kurdu. Burası Başkent Edirne’ye 300 km. mesâfede ve Avrupa yolu üzerinde olduğu için düşmanı karşılamak için en uygun yer diye düşündü. Haklıydı ancak haçlı ordusunu takip eden Türk istihbaratçılardan gelen bilgiler, Türklerin yanında yer aldığı için haçlı ittifakına katılmayan Sırpları cezalandırmak maksadıyla Sırp topraklarını çiğneyen ve tahrip eden Hunyadi Yanoş’un isyancı Arnavut İskender Bey’le buluşmak üzere güneye doğru indiği yönündeydi.
Sûltân Murad kendisinden 2,5 kattan daha fazla düşman ordusunun çokluğuna rağmen tereddüt etmeden bir an önce düşmanı yakalamak ve hesaplaşmak üzere harekete geçti. Haçlı Ordusunun kendiliğinden rastgele toplandıkları ve karargâh kurdukları yer büyük bir tevâfûk eseri 59 yıl önce büyükbabası 1. Murad’ın haçlıları perişan ettikten sonra şehit düştüğü Kosova sahrasıydı.
Sûltân II. Murad önce düşmana eriştiği için Rabbine şükretti, sonra iki rekat hâcet namazı kıldı ve muzaffer olmaları için uzunca bir duâ yaptı. Ardından Sûltân Alparslan’ın yaptığı gibi kendisinden çok fazla olan düşmana sulh için elçi gönderdi. Bu aynı zamanda Resûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in de sünneti idi.
Kendilerini çok üstün gören haçlı ordusu kumandanları sayıca üstünlüklerine güvenerek bunun kabûl edilemez olduğunu pervasızca belirttikleri gibi Hunyadi Yanoş da alaycı bir tavırla sulh teklifini kesin bir dille reddetti. Bu cevabı dinleyen Sûltân II. Murad şaşırmadı. Eli kılıcının kabzasını okşarken savaş düzeni talimatı verdi.
Türk komutanları ne yapacaklarını çok iyi biliyorlardı. Kimin nerede nasıl hareket edeceği en ince ayrıntısına kadar ezberlerindeydi. Harp Divânında bütün bunlar konuşulmuştu. 17 Ekim 1448 sabahı taraflar hazırlıklarını tamamlamış Kosova Sahrasında karşı karşıya gelmişlerdi. 3 gün 3 gece sürecek, savaş tarihinin en sert muharebelerinden birisi birazdan başlayacaktı.
Türk Ordusu sağ-sol kanatlar ve öncü kuvvetler olarak meydanda yerini almış, kendisine çok fazla iş düşecek olan Sinan Paşa’nın ihtiyat kuvveti ise biraz daha geride pusuda bekliyordu. Sağ kanatta Sarıca Paşa, sol kanatta Dayı Karaca Paşa (Varna Savaşında şehit olan Karaca Paşa ile karıştırılmamalı) birliklerinin başında tetikteydiler. Öncü kuvvete ise fırtına gibi esen akıncılarımız konuşlandırılmış, başlarında meşhûr Akıncı Beylerinden Mihaloğlu Hızır Bey, Turahan Bey ile İshâk Bey’in oğlu İsa Bey bulunuyordu. Heyecandan atlarının üzerlerinde duramıyor, sabırsızlıkla hünkarlarından gelecek emri bekliyorlardı.
Haçlı ordusu Hunyadi Yanoş tarafından 38 alaya ayrılarak dizayn edilmişti. Sağ kanatta Macar ve Sicilya alayları, sol kanatta Alman, Romen, Sloven, Çek, Slovak, Moldova Alayları yer alıyordu. Sayıca üstünlüklerine güvenerek ihtiyat kuvvet ayırmamışlar, üstelik Sûltân 1. Murad’ın torunu Davud Bey’i de yanlarında getirmişlerdi. Davud Bey, 1. Murad’ın âsi şehzâdesi Savcı Bey’in oğluydu ve haçlılar Türk Ordusunu muharebe meydanında ezdikten sonra Edirne’de Osmanlı tahtına onu oturtacaklardı. Akıllarınca her şeyi hesap etmişlerdi. Ancak Allah’ın hesabı bütün hesapların üzerindeydi.
Osmanlı tahtının veliaht şehzâdesi 16.5 yaşındaki Şehzâde Mehmed (Fâtih) dikkatlice yaşananları izliyor, bir süre önce babasının ısrarı üzerine abisi vefât eder etmez henüz 12.5 yaşında hükümdar olarak oturtulduğu Edirne Sarayında kafasına yerleştirdiği ve bütün ruhuyla kendisini hazırladığı Kızılelması İstanbul’un Fethini düşünüyordu.(Osmanlı Tahtında çocuk hükümdarı gören haçlı ordusu Osmanlı’yı Balkanlar’dan atmak üzere büyük bir orduyla geldiklerinde Genç hükümdar; “Eğer padişah biz isek emrediyorum gelip ordumuzun başına geçin, yok padişah siz iseniz gelip devletinize sahip çıkın” ifâdelerini içeren mektup yazınca II. Murad Manisa’dan gelerek yeniden tahta geçmişti.)
Allah korusun bu savaş kaybedilecek olursa Bizans’ı tarihe gömme projesi iptal mi olacaktı. Birden Allah Allah sesleri ile kendisine geldi, savaş başlamıştı. Bu sesler karışık düşüncelerden sıyrılmasına ve azminin artmasına neden olmuştu. Nâra sesleri-kılıç seslerine, at kişnemeleri-tekbir seslerine karışmıştı. Karşılıklı vuruşmalar, birbirlerine yüklenmeler arasında savaş kesintisiz olarak var olma ile yok olma arasında dişe diş geçiyordu.
İnatçı Macarlar, Türk askerinin döğüşüne yakın bir gayret ve teknikle vuruşuyorlardı. Ancak sayı üstünlüklerine rağmen Türk Birliklerini asla bozamadılar. Gırtlak gırtlağa ölüm-kalım savaşı gece gündüz demeden devam etti.
17 Ekim 1448 Perşembe sabahı başlayan muharebede kazanan taraf 19 Ekim Cumartesi günü kendini belli etmeye başladı. İki gün iki gece devam eden şiddetli çarpışmalarda iyice yıpranan haçlılar, üçüncü günde bütün taarruz kâbiliyetlerini kaybetmişlerdi. Sûltân II. Murad’ın emriyle sağ ve sol kanatları çökertilen düşman yine cengâver padişahın emriyle kuşatılmaya başlandı.
Düşmanın bozulan kanatları merkezde toplanmıştı. Özellikle Alman ve Çek Alayları çok dirençliydiler. Buna rağmen Sûltân Murad, yanında savaş boyunca cesaretle amansızca savaşan veliaht şehzâdesi olduğu halde ölümcül darbeyi vurmak için olanca gücüyle merkeze yüklendi. Manevra kâbiliyeti çok yüksek Turahan Bey dışındaki Akıncı Beylerimiz yalın kılıçla öyle bir saldırdılar ki düşman delindi ve parçalandı.
Turahan Bey ise düşmanın bütün kaçış yollarını tutmuştu. Böylece haçlılar için yenilgi kaçınılmaz oldu. Çünkü Türk kılıcından kurtulup kaçabilenleri Turahan ve akıncıları amansızca takip ediyor, yetiştiği yerde imha ediyordu. Teslim olanlar dışında düşmanın önemli bölümü imha edilmekten kurtulamadı.
19 Ekim 1448 Cumartesi günü gün bitmeden artık şurada burada direnen askeri birlikler de esir alınınca direnecek kimse kalmadı. Savaş bitmişti. Hunyadi Yanoş’a gelince Varna Savaşında olduğu gibi yine gecenin karanlığından yararlanarak er meydanından bir kez daha kaçmayı çoktan başarmıştı. Sûltân Murad beklemedi şükür secdesine gitti. Onunla birlikte bütün gâziler başını secdeye koyarak Rablerine hamd ve senâda bulundular.
Bu zafer de, 30 Mart 1432’de Edirne Sarayında doğan ve babasının yanında canla başla savaşan 16.5 yaşındaki Şehzâde Mehmed’in de payı büyüktür. Bu savaş; 4 yıl, 4 ay, 20 gün sonra İstanbul’u Fethederek çağ açıp, çağ kapayacak, Doğu Roma İmparatorluk tâcına sahip alacak olan Fâtih Sûltân Mehmed Hân için de büyük bir tecrübe olmuştu.
Bundan böyle; Haçlı ittifakının Türkleri Balkanlar’dan atma ümidi 19 Ekim 1448’de Kosova Sahrasında bitip tükendi ve 1912 Balkan savaşlarına kadar bir daha hiç yeşermeyecekti. O bölgede bıraktığımız nüfus ise 93 Harbi, 1. ve 2. Balkan Savaşları ile 1. Dünya savaşındaki katliam, sürgün ve göçler dışında bilinen kadarıyla 4 milyon 946 bin kişiyi bulmuştu.
Geride bıraktığımız bu nüfus, Balkanlar’da yaklaşık 100 yıldır batının ve haçlı zihniyetinin bütün maddi-mânevî asimilasyonlarına rağmen Evlâd-ı Fâtihan olarak dimdik ayakta kalmayı başarmış, giderek çoğalmışlar ve artan sayılarıyla da Balkanlar’da varlığını başarıyla sürdürmektedir.
Onlara maddi-mânevî desteklerini hiç ama hiç esirgemeyen Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a âcizâne başkanlığını yaptığım Türk Dünyası Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği olarak da ayrıca şükranlarımızı sunuyoruz.
Unutmayalım ki, Balkanlar’da hâlen en büyük nüfus Türk nüfusudur. Çünkü Balkanlar’ın sınırı bütün literatürlerde belirtildiği gibi İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından başlar tâ Adriyetik’te biter…Bu vesileyle ecdâdımızı bir kez daha rahmetle minnetle yâd ediyorum.
.
Sokullu Mehmet Paşa’nın öldürülmesi ve şahsiyeti (12 Ekim 1579)
Halit Kanak İletişim:
3 yıl, 11 ay, 19 gündür Sadrâzâm olarak görev yapan Semiz Ali Paşa 28 Haziran 1565 yılında vefât etmesi üzerine bu makâma getirilen Sokollu Mehmet Paşa, öldürüldüğü 12 Ekim 1579 yılına kadar Kânûni’nin son, II. Selim’in tek, III. Murad’ın ilk Sadrâzâmı olarak kesintisiz 14 yıl, 3 ay, 15 gün isminden en çok bahsettiren biri sıfatıyla Sadrâzâm olarak görev yapmıştır.
Devşirildiğinde 14 yaşındadır. Edirne Sarayında ardından Topkapı Sarayında Enderûn Mektebinde çok özel bir eğitimden geçirilmiştir. Sokol Kasabasında 1505’de dünyaya gelen Sokol’lu devşirme olarak geldiği Osmanlı-Türk Sarayında basamakları üçer üçer atlayarak neredeyse bütün makamlarda görev yapmış, II. Selim’e, dolayısıyla Saray’a damat olmuş ender kişilerdendi.
Hele de kendisinden 19 yaş küçük kayınpederi Sûltân II. Selim’in 8 yıllık hükümdarlığı döneminde tek ve en yetkili kişi olarak ipler elindeydi. Hanımı İsmihân Sûltân’ın ismini iyi kullanıyordu. Vezirlikten gelen şöhreti de cabasıydı. 4 Temmuz 1546’da Koca Barbaros’un vefâtı üzerine 41 yaşında onun halefi olmuş hiç anlamadığı Kaptan-ı Deryâ’lığa atanmıştı. Bu bile onun şânı’nın artmasına yetip de artmıştı.
Bundan başka Beylerbeyliği, sonra vezirlik, ardından da 2. vezir olmayı başarmış, Vezir iken Veliaht Şehzâde Selim’in büyük kızı İsmihân Sûltân’la evlenerek dâmât olmuştu. Her mertebe gücüne güç katmış, güçlendikçe de etrafına ve devlete zarar vermeye başlamıştı. Sokollu mertebeleri hızla aşınca bütün akrabalarını İstanbul’a getirtmişti.
Sokollu Mehmet Paşa bâzı tarihçiler tarafından ustaca parlatılmış, hatta bu yanlı abartma okullarda okutulan tarih kitaplarına da yansımıştı. Özellikle kayınbabası Sûltân II. Selim zamanında mutlak saray entrikalarıyla liyâkatlı insanların önüne set çektiği dönemdi. Bu dönemdeki bütün başarılar Sokollu’ya, başarısızlıklar ise Sûltân II. Selim’e yazıldı. Hatta kendisine Sarı Selim diyerek güyâ annesi Hürrem Sûltân’dan dolayı gâvûr algısı yapılarak aşağılandı.
Sokollu’nun devleti zarara uğratmadaki meziyetleri saymakla bitmez. Yavuz’un Mısır’ın fethinden sonra gündeme getirip de kısa saltanatında fırsat bulamadığı Süveyş Kanalının açılma düşüncesini meşhûr denizci Kılıç-Ali Paşa projelendirmiş fakat Sokollu bu projeyi Kılıç-Ali Paşa’yı parlatır düşüncesiyle ustaca akâmete uğratmıştı.
Sadece bununla yetinmemiş, Astırahan’ın Fethi ve akabinde 50 km.’lik Don-Volga Kanalı yapım işini o kadar güçlü vezir paşa varken karşısına muzaffer bir rakip çıkar endişesiyle maliyecilikten yetişme liyakatsiz Kasım (Bey) Paşa’ya havale ederek projeyi âdeta boşa çıkarmıştı.
Yemen isyânı konusunda ise Lâlâ Mustafa Paşa Serdâr tayin edilerek Yemen’e gitmek üzere Şam’a gelmiş, arkasından gelecek tahsisatı ve asker takviyesini beklemeye başlamıştır. Divân Halep Beylerbeyi’ne, İstanbul’a gönderilmek üzerine elinde bulunan tahsisat fazlası 100 bin altının Lâlâ Mustafa Paşa’ya gönderme talimatı vermiş, fakat bu Sokollu tarafından engellenmiş, Halep Beylerbeyi Sokollu’ya yaranmak için bu parayı göndermeyince haylice vakit kaybedilmişti.
Bu arada Mısır’da Sokollu’nun adamı Sinan Paşa vardır. Yemen’e Serdar yapılmak istenmektedir. Böylece Lâlâ Mustafa Paşayı gözden düşürtecek hamleler başlar. (Sokollu, yerine geçer korkusuyla akrabası olan Lâlâ Mustafa Paşa’yı değil, Sinan Paşa’yı tutmaktadır.)
Bu arada Sokollu, Lâlâ Mustafa Paşa üzerine hamlelerine devam ediyordu. Önce Lâlâ Mustafa Paşa’ya Mısır’dan 4 bin asker ve iki yıllık tahsisat alma noktasında ferman gönderdi. Lâlâ Mısır’dan bunu beklerken Mısır Beylerbeyi Sinan Paşa 500 asker 3 aylık tahsisat göndermişti. Böylece iki paşa, birbirlerini emirlere uymamakla suçlayarak kavgaya tutuşmuşlar 4,5 ay Şam’da vakit geçiren Lâlâ Mustafa durumu düzeltmek için Kâhire’ye gitmiş 3 ay’da burada vakit geçirilmiş ancak durum düzeltilememişti.
Çünkü, Sokollu her ikisine farklı fermanlar göndererek amacına ulaşmıştı. Sokollu, Lâlâ Mustafa Paşa’nın Yemen’e gitmemek için oyalandığına II. Selim ve Divân’ı ikna etmeyi başarmış, böylece Lâlâ Mustafa Paşa’yı Yemen Fâtihi unvânı almasını engellemişti. İstediği de buydu. Lâlâ azledilerek İstanbul’a çağırıldı yerine Sokollu’nun adamı Sinan Paşa Serdâr tayin edildi.
Sinan Paşa ilk iş olarak yine Sokollu’nun isteği üzerine Lâlâ Mustafa Paşanın dostu Yemen Beylerbeyi Özdemiroğlu Osman Paşa’yı boynunu vurdurmak için otağına çağırtmış ancak Osman Paşa suikastı sezdiği için her seferinde gitmeyi reddetmişti. Çünkü Serdârlar padişah adına hareket ettiği için böyle yetkileri vardı ve bunun gerekçeleri Divân’a uygun şekilde anlatılırdı. Ne de olsa arkasında Sokollu vardı.
İnatçı ve kindar Sinan Paşa, Osman Paşa’yı gözü kara ve sâdık adamları arasından alarak boynunu vurdurtamadı fakat azlettiğini duyurdu. Osman Paşa’da İstanbul’a döndü. Şubat ayının soğuk bir gününde İstanbul’a ulaştığında şehre girmedi, devlet geleneği gereği Edirne Kapı’dan Divân’a haber salıp bekledi.
Sokollu’nun canı sıkılmıştı. Bu adam neden hâlâ yaşıyordu. Şehre girmesine izin vermedi. Osman Paşa da soğuk zemheri günlerinde mâiyeti ile birlikte surların dışına çadır kurup bekledi. Durumdan haberdar olan Lâlâ Mustafa Paşa II. Selim’le görüştü. Osman Paşa’nın ve babasının hizmetlerini anlatarak paşayı şehre aldırmayı başardı. Böylece III. Murad döneminde Kafkasya’yı fethedecek olan müstakbel Kafkas Fâtihini kurtardı.
Lâlâ Mustafa Paşa’ya asker ve tahsisat gönderttirmeyip azline sebep olan Sokollu Mehmet Paşa buna benzer durumu İnebahtı bozgununda da yaptı. Kıbrıs’ı kaybeden düşman bunun intikamını almak için Papa önderliğinde kirli ittifaklarına devam ederek çok güçlü donanma hazırlarken, Fetihle biten Kıbrıs seferinin başında donanmaya Serdâr olan Piyâle Paşa, Sokollu tarafından görevinden alınmış yerine kara askeri olan Pertev Paşa getirilmişti. Sebep basitti; Piyâle Paşa 1560’da imha ettiği gibi düşman donanmasını yine imha ederse Sokollu’nun yerine geçebilirdi.
II. Bâyezid Hân’ın 72 yıl önce Venedik’ten fethederek önemli bir deniz üssü yaptığı İnebahtı’da donanmanın başında bulunan Müezzinzâde Ali Paşa’nın düşman donanmasının üzerlerine gelmek üzere hazırlık yaptığını duyunca Divân’dan yardım istemiş, yardım göndermeyen Sokollu, yardım yerine düşmana taarruz fermânı göndermişti.
Zâten kış ayına giriyor diye yaklaşık 400 gemilik Osmanlı-Türk Donanması dağıtılmış, subay ve eratın büyük kısmı izne gönderilmişti. Buna rağmen Kılıç-Ali Paşa kendi teklifleri dinlenilirse bu muharebenin yine de kazanılabileceğini söylemesine rağmen ne onun fikirleri ne de diğer denizciler dinlenilmedi ve Sokollu’nun muhatap aldığı yeniçeri ağalığından gelen Müezzinzâde ile karacı Pertev Paşa sürekli Sokollu’nun kendilerine gönderdiği fermanları ikide bir çıkarıp kendilerine tâbi olunmasını istediler. Öyle olunca da hezimet kaçınılmaz oldu. (İnebahtı başka bir yazı konusu olacaktır.)
Farklı zamanlarda farklı padişahlar döneminde yaptığı entrikalar devlete çok şey kaybettirmişti. Zigetvar önlerinde muharebede olduğu için şehiden vefât eden babası Kânûni’nin cenâzesini almaya Belgrad’a gelen kayınbabası II. Selim Hân’a yeniçerileri üzerine salarak daha ilk günlerde gözdağı vermişti. II. Selim’den sonra tahta geçen Sûltân III. Murad eniştesi Sokollu Mehmet Paşa’nın görevi bırakmasını istiyordu. Gerek hocası Şeyhülislâm Sâdettin Efendi, gerekse Vezir İsfendiyaroğlu Şemsi Paşa’dan gelen telkinler de bu yöndeydi.
Üstelik III. Murad’ın yapacağı İran seferini uzun bir zaman engellemiş, İran Şâhı Tahmasb’ın Sokollu’ya gönderdiği “Babacığım” diye başlayan mektuplar ortaya çıkmıştı. (Özdemiroğlu Osman Paşa’nın Tebriz’e girerek başarıyla tamamlanan İran seferi Sokollu’dan 6 yıl sonra gecikmeden yapılmıştı.)
Zâten İstanbul’a getirdiği akrabalarını bir bir üst düzey mevkilere getiren Sokollu Mehmet Paşa’nın bu davranışı III. Murad’ın gözünden kaçmadığı gibi, tepkisini de çekmiş ve aynı zamanda eniştesi olan Sokollu sülâlesine karşı tedbir almaya kendisini mecbur hissetmişti.
Önce Sokollu’nun yakın adamlarından Divân-ı Hümâyun’un bürokratik teşkilâtının başında yer alan ve Divân-ı Hümâyun toplantılarında görüşülecek işlerin belli bir gündeme bağlanmasından, en önemli görevi sayılan Padişah fermanlarına tuğra çekmeye varıncaya kadar çok sayıda görevi yerine getirmekle görevli Nişancı Feridun Paşa’yı İstanbul’dan uzaklaştırdı.
Ardından, 3 Ağustos 1566’da Sokollu’nun haksız yere idam ettirdiği Budin (Macaristan) Beylerbeyi Arslan Paşa’nın yerine getirdiği amcasının oğlu Sokollu Mustafa Paşa’yı 10 Ekim 1578’de idam ettirdi. Sokollu Mustafa Paşa 12 yıl, 3 ay, 7 günden beri Budin Beylerbeyi olarak görev yapıyordu.
Sokollu Mehmet Paşa, bu idâm olayından sonra istifa etmiş olsa belki kendisini kurtaracaktı. Fakat Sokollu, dolaylı dolaysız kendisine yapılan ikazlara aldırmamış, üstelik koltuğuna daha sıkı sarılarak görevi bırakmamak için çeşitli yollara başvurmaktan geri kalmamıştı. Fakat bu durum uzun sürmedi.
Beklemediği birgün de Divân toplantısından çıktığı anda yanına Boşnak bir derviş yaklaştı. Sokollu bir şey isteyecek, ya da bir şey soracak zannıyla durakladığı anda kalbine hançeri yedi. Suikastı yapan dervişin deli olduğu söylense de kimse inanmadı. Belli ki bu III. Murad’ın organizasyonu idi.
Suikasttan 3 saat sonra 74 yaşındaki Sokollu hayatını kaybetti. Takvimler 12 Ekim 1579’u gösteriyordu. Eyüpsultân’a defnedildi. İlk hanımı ve İsmihan sultandan olan çocuklarından nesli günümüze kadar gelmiştir.
Bizzat, Suriye karışmadan önce Lazkiye ve güneyindeki Tartus’ta yapılacak liman işleri için incelemede bulunmak üzere İstanbul-Feriköy’den gelmiş Sokollu’nun akrabalarından biriyle Lazkiye ve Tartus’ta bir arada bulunmuş; işadamı Sokollu, dedesi Sokollu Mehmet Paşa’nın Osmanlılar tarafından zorla Müslüman yapıldığını söyleyince çok şaşırmıştım. Günümüzde de hiçbir işe yaramadığı halde parlatılan zamâne Sokollu’ların varlığı herkesin mâlûmudur. Allah devletimizi, milletimizi ve inananları sahte kahramanların zararından berî eylesin…
.
5 Ekim 1908’de Avusturya-Macaristan’ın Bosna-Hersek'i gaspetmesine giden süreçte Balkanlar’da Türk katliamı ve sonrası
Halit Kanak İletişim:
Vatan şâiri Namık Kemal, Devletimizin en büyük eyâleti “Tuna” için; "Bizim nihâi hattımız Tuna'dır, Tuna düşerse vatan elden gider" demişti. Osmanlı-Türk tarihinde “Küçük kıyâmet” diye de anılan 93 harbini (1877-78 Rus savaşı), göreve başlar başlamaz kucağında bulan Sûltân Abdülhamid Hân zamanında Ruslar Tuna'ya dayandıklarında Plevne müdafâsı bu düşünceyle destanlaşan büyük bir kahramanlıkla savunulmuştu. Ama olmadı.
Ruslar sadece Tuna bölgesinde 50 bin ölü, 100 binin üzerinde yaralı vermişler, bu zayiatları Plevne Muharebelerinde daha da artmıştı. Fakat Tuna Eyâletimiz düşmekten kurtulamadı. Şıpka Geçidinde durdurulamayan düşman, Nâmık Kemâl'in dediği gibi İstanbul kapısına dayandı.
Böylece; İstanbul ve Trabzon’dan önce fethedilen Balkanlar’da asırlar boyu yaşamış Türklerin yürekler dağlatan göçü de başlamıştı. Çünkü Genel vali atanan Rus Prens Çerkasky, Edirne’ye 230 km. mesafedeki Tırnova'da kurduğu iđâre merkezinden bağırıyordu: "Tuna'dan Marmara'ya, Karadeniz'den Adriyatik'e Türk istemiyorum." Bu sözlerin, işkence ve katliâmlarla soykırım anlamına geldiğini orada yaşayan soydaşlarımız çok iyi biliyordu bunun için yollara düştüler.
Ancak Panslavizm düşüncesiyle Rus ve Bulgarlar eşi ve benzeri görülmeyen bir katliama çoktan başlamışlardı. Halk başına gelen felâketle çıldırmıştı. Müthiş bir trajedi yaşanıyordu. Zağra gibi pek çok şehir halkı tamamen kılıçtan geçirilmiş, kaçanları gidebileceği fazla mesafe olmadığı için çoğu yakalanıp gözleri oyularak öldürülüyor, akla hayale gelmeyen işkence çeşitleri uygulanıyordu.
Yollarda kâfileler, arkalarından yetişen Rusların eline düşmeden kadınlarını ve çocuklarını kendi elleriyle boğuyor sonra kendileri acımasızca şehit ediliyordu. Trenler tıka basa tavana kadar insanlarla doluydu ve binebilenler bahtiyardı.
Vagon yetmiyordu, asker ve yaralı taşıyan vagonlardakiler yanlarından yalvararak geçen kafileleri gördükçe gözyaşına boğuluyorlardı. Sınıra yaklaşanlar bile zulümden nâsibini alıyordu. Evlatlarını ve kadınlarını elleriyle Meriç'e atarak boğan babalar, bebeklerini karların üzerine atarak kaçan analar hep rastlanılan vakâlardı.
Varna'daki Fransız Konsolosu Aubaret'in gönderdiği rapor sadece küçük bir örnek. Aubaret raporda diyor ki; "Tırnova Sancağına bağlı Balvan 250 hâneli, 1900 nüfuslu bir Türk köyüdür. 7 Temmuz 1877'de Ruslar köye girdiler bütün köy halkını öldürdüler. Yalnızca 75 yaşında Mehmed oğlu Osman kurtuldu."
Şumnu'da bulunan Avrupa'nın en büyük 19 gazetenin muhabiri ortak imza ile tuttukları raporda, "Razgrad ve Şumnu'da Ruslar ve ayaklandırdıkları Bulgarlar, Türkleri Kadın, çocuk, ihtiyar demeden gözlerimizin önünde öldürdüler" diye yazmışlardı.
Edirne ile Tatarpazarcığı arasında işleyen vagonlar yetersiz kalmış, Filibe'de istasyon civarında günlerce karlar üzerinde yatan kadın ve çocuklar ile yaşlıların çoğunun vefât ettiğini Filibe mutasarrıf vekili Nâfiz Bey yüreği titreyerek bildirmişti.
Yine Burgaz civarında yolları kesildiği için kapana sıkışan 20 bin kişilik kafilenin sinek gibi kırıldığını Daily Telegraph muhabiri iletmişti. Yine Bela Ormanında gizlenmiş büyük bir Türk göçmen kâfilesi yerleri tesbit edilince son ferdine kadar nasıl imha edildiğini Çar’ın Kardeşi Grandük Nikola ağzından kaçırmıştı.
Müşir Mehmed Ali Paşa Rusya’yı Cenevre Konvansiyonu hükümlerine uymaya ve bütün devletlerin buna uyması noktasında Rusya'ya baskı yapmasını istemesine rağmen katliamlar engellenemedi. (Bugün de Suriye'de Gazze’de, Doğu Türkistan’da bütün çağrılara rağmen katliamlar yine engellenemiyor.)
Bütün girişimlere rağmen katliamların yapılmasına Avrupa’nın tamamı seyirci kaldı. Sultân Abdülhamid Hân Almanya Büyükelçisi Prens Reuss'e, bu kadar katliam, tecâvüz ve işkencelerin hiçbir savaşta ve dönemde duyulmadığını, devletler el birliği ile tedbir almazlarsa herkesin bundan zarar göreceğini söylemişti. Ama duyan olmadı. (Şimdiki gibi.)
Yurdumuzun iç tarafları da bu felâketten nasibini aldı. Sirkeci Garı, Ayasofya, Sultanahmet, Nuruosmaniye, Bayazıt, Yeni Câmi, okullar ve resmi binalar göçmenlerle dolup taşmıştı. En fakirinden en zenginine bütün İstanbullular evlerine götürmek için, göçmenleri taşıyan trenleri bekliyorlardı. Hiç değilse sağ kalanlara bir tas çorba verip evinde barındırmak istiyorlardı.
İşin boyutu büyüyüp de İstanbul yükü kaldıramayınca bu kez de Anadolu'ya göçmen sevkiyatı başladı. Yetmedi gemilerle Filistin, Ürdün, Suriye taraflarına göçmen gönderildi. Bir gemi Kıbrıs açıklarında batınca 400 Rumeli Türkü göçmen çoluk-çocuğuyla sulara gömüldü. Anan, hatırlayan yok. (12 Aralık 1941’de Köstence’den Filistin’e Yahudileri taşıyan Struma gemisi İstanbul Boğazı açıklarında Rus denizaltısı tarafından batırılması sonucu ölen 768 kişi için her yıl anma proğramı düzenleniyor.)
Bu göçler Balkanlar'dan Anadolu'ya sürekli devam etti. 1877'de başlayan ve milyonlarca insanın hayatına mâl olan göç dalgası, 1912-13 Balkan Savaşları ile 1. Dünya Savaşında da hız kesmeden, Todor Jivkov’un 300 bin Türk’ü Bulgaristan’dan gönderdiği 1989'a kadar aralıklarla sürdü.
93 harbi sonrası bize dayatılan 1878 Berlin Antlaşması bizim için tam bir yıkım oldu. Osmanlı Devleti topraklarının yarısına yakınını ve nüfusunun önemli bir kısmını kaybetti. Osmanlı Devleti için ağır şartlar içeren 64 maddelik Berlin kararlarının 25. maddesi Bosna-Hersek ve Yeni Pazar sancağını ilgilendirmekteydi. 25. maddeye göre Bosna-Hersek, Avusturya-Macaristan’ın geçici işgâline bırakılırken Yeni Pazar’da ise Avusturya askeri bulundurulmasına karar verilmişti.
Diğer maddeler ise saçmalıklarla doluydu ve büyük bir haksızlıktı. Bu savaşta ilgisiz Yunanistan’a bile toprak verildi. Bosna ve Hersek Avusturya’nın işgâline bırakıldı. Karadağ’ın bağımsızlığı kabul edildi. Sırbistan’ın bağımsızlığı tanındı. Yetmedi Niş ve Pirot kendisine verildi. Romanya’nın bağımsızlığı bile bu anlaşmayla kabûl edilerek Dobruca buraya bağlandı. Osmanlı Devleti Kars, Ardahan ve Batum’u savaş tazminatının bir kısmına karşılık olmak üzere Rusya’ya verdiği gibi Doğubayazıt ve Eleşkirt vadisi de Ruslara bırakıldı. Kapıköy ile İran’ın Hoy Şehri arasındaki Kotur Kasabası ise İran’a veriliyordu (ne alâkası varsa).
Ayastefanos Antlaşması, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında meydana gelen bir savaşın sonucunda sadece iki devleti ilgilendirirken Berlin Anlaşması ile pek çok ülkeye toprak vermek zorunda kalmıştık. 1856 Paris Antlaşması’nda yer alan Osmanlı topraklarının bütünlüğünün korunması prensibi sırtlanlar tarafından 1878’de ihlâl edilmişti.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğuna verilen Bosna-Hersek’in geçici işgâli yerini, 20. yüzyıl başlarına gelindiğinde 5 Ekim 1908 tarihinde kesin işgâle bıraktı. Şubat 1909’da küçük bir tazminat karşılığı resmen gaspedildi. Ardından aynı 20. yüzyıl içerisinde 1. ve 2. dünya savaşlarını, komünizm dönemini ve yine 20. yüzyıl sonlarında 1992-95 Sırp soykırımını gördü.
O da yetmedi, Dayton Anlaşmasını dindaşlarımıza ve soydaşlarımıza dayattılar. "Dayton Anlaşması'nın bu haliyle Bosna Hersek'in geleceğine yönelik bir çözüm üretemediği bugüne kadar geçen sürede ortaya çıkmıştır. Bununla ilgili olarak BM'nin yeniden devreye girmesi ve burada çok daha güçlü bir adımın atılması gerekir” diyen Sayın Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın, keşmekeşliğin düzenlenmesini, karışıklığın giderilmesini, Bosna Hersek'in tam bağımsız ve güçlü bir yapıya kavuşturulmasını içeren çağırısına kulak verilmelidir.
Yüzlerce yıl Avar Türk’üne yurtluk yapmış, 444 yıl bizde olan Bosna-Hersek, yine 525 yıl boyunca bize Anavatanlık yapan Balkanlar en fazla sahip çıkmamız, etkin olmamız gereken bir bölge olması lâzımken, günümüzde Arnavutçu politikayı hep ön planda tutarak Balkanlar’ı ihmal ettik. Böylece bölgeyi AB, ABD, Rusya hatta Çin’in inisiyatifine terk ettik.
Balkanlar’da geldiğimiz nokta; şımarttığımız Arnavutluk’ta yaptırdığımız en büyük camiye uzun süredir Diyânet görevlisi atayamamak, Bektaşilik dîni oluşmasına göz yummak olmuştur. Allah’tan Cumhurbaşkanımız, BM Genel Kurulu için gittiği New York’ta Arnavutluk Başbakanının kulağını çekerek konuya müdâhale etmiştir. Ancak Balkanlar’da Arnavutçu politikayı ön planda tutan bürokratlar derhal tasfiye edilmeli, ecdât gibi bizlere yakışan cihânşümûl bir politika izlenmelidir.
Böylece bölgede, mikro bektâşi din devleti gibi yapılanmaların önüne geçilmesi gerekir. Bunun için Türk Dünyası Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği olarak âcizâne Balkan Bölge Başkanımız Özcan Yeniay’ın Koordinasyonuyla başlattığımız Balkanlar ile Gönül Coğrafyamız Türk Cumhuriyetlerini buluşturma projesi devlet eliyle hayata geçirilmelidir.
Balkanlar’da açık bulunan tekkelerde Ehl-i Sünnet Yesevî-Sarı Saltuk geleneğini yeniden ve hızla tesis etmeliyiz. Bunun için fedâkarlığa hazır kanaat önderleri aşkla-şevkle beklemektedir. Balkanlar’da küllenen Hanefi-Mâtûridi geleneğini Türk Cumhuriyetleri ile buluşturmalıyız. Bugüne kadar ihmal edilmiş olan Balkanlar-Orta Asya (özellikle Türkistan-Buhara-Semerkand) buluşmasını hızla olgunlaştırmalı ve geliştirilmelidir.
Türk Devletler Teşkilâtı (TDT) üye devletlerin hemen hemen Balkanlar’da temsilciliğinin bulunmadığı ya da yeterli olmadığı gerçeği ile bu buluşmayı hızlandırmalıyız. Mesela dost ve kardeş Özbekistan’ımız Balkanlar’da diplomatik misyon temsilcisi yok. Polonya Elçiliği üzerinden Balkanlar’la ilgileniyor. Başta Özbekistan olmak üzere Türk Cumhuriyetleri ile yine başta Bosna-Hersek olmak üzere Balkan Ülkeleri arasında hızla kardeş şehirler, kardeş belediyeler yanında medrese kardeşlikleri, cami kardeşlikleri de tesis edilmelidir. Bu da yetmez, Türk Devletleri Teşkilatı üyelikleri için oluşturacağımız ikinci ve üçüncü halkalara içerisinde Türk nüfus barındıran bu ülkeleri dâhil etmemiz gerekir. Yelkenimizi dolduracak rüzgârlar kadim medeniyetimizin derinliğinden yeterince esmektedir. Haydi, yeni ufuklara yelken açmaya. Yaşasın Balkan-Türkistan kardeşliği…
.
Nâsır’ın ölümü ve döneminde Mısır’ın siyâsî durumu (28 Eylül 1970)
Halit Kanak İletişim:
Sa’d Zağlûl’ün başkanlığını yaptığı grubun çalışmaları meyvesini vermiş, 1919-1922 arasında gösteri, boykot ve imza kampanyaları gibi çeşitli yöntemlerle Mısır’daki İngiliz yönetimi yıpratılarak 1922’de İngiltere Mısır’a bağımsızlık vermek zorunda kalmıştı.
Ancak İngilizler yine de bölgeden tam olarak ayrılmadılar. Mısır’ın savunmasını üstlendiklerini söyleyerek, Süveyş’in kontrolünü ellerinde tuttukları gibi, Sudan’ın idâresini de uhdelerinde bırakmayı unutmadılar.
Diğer taraftan 1917’den itibaren Sûltân unvanıyla görevde bulunan Hidiv İsmâil Paşa’nın oğlu Fuâd, bağımsızlıktan hemen sonra “kral” olarak anılmaya başladı. 19 Nisan 1923’te ilân edilen anayasa ile de geniş yetkileri üzerinde topladı. Ülkede seçim yaptırdı. Bu ilk seçimlerde Sa’d Zağlûl’un Vefd Partisi büyük bir başarı elde etti ve 1924’te Sa’d Zağlûl’de ilk hükümeti kurarak vefât ettiği 1927 yılına kadar ülkede Başbakan oldu. Bu tarihten sonra yerine Mustafa Nahhas getirildi.
Aynı şekilde Kral Fuad da veliaht oğlu Fâruk’u 1935’te İngiltere’deki Woolwick Kraliyet Askerî Akademisi’ne göndermiş, fakat çok geçmeden rahatsızlanarak vefât etmişti. Oğlu Faruk okulda henüz yedi ayını tamamlamadan ülkesine döndü ve 6 Mayıs 1936 günü tahta çıktı. Bir müddet sonra Mısır ile İngiltere arasında siyasî ve askerî ilişkileri yeniden düzenleyen bir ittifak antlaşması imzalandı (26 Ağustos 1936). Bu antlaşma ile Mısır’ın İngiltere’ye olan bağımlılığı azaltılırken İngiltere Süveyş Kanalı’nın tamamen kendi kontrolünde olmasından vazgeçecek sadece askerî üs bulundurmakla yetinecekti.
3 yıl sonra II. Dünya Savaşı başlamıştı. Sürgündeki Osmanlı Hânedan üyelerinden bâzıları Mısır’ın İskenderiye şehrinde yaşıyorlardı. Onlardan bir tanesi Şehzâde Osman Fuad Paşaydı. Harp Okulu mezunu bu şehzâde; Libya savunmasındayken Balkan Savaşları başlayınca İstanbul’a çağırılan Enver Paşa tarafından orgeneral rütbesi verilerek Libya’yı İtalyanlara karşı savunmak üzere görevlendirilmişti. Çöl muharebelerini çok iyi bilen Şehzâde bölgeyi de çok iyi biliyordu.
II. Dünya Savaşının Afrika komutanı Alman Mareşali Rommel, Libya harekâtında Şehzâdenin Libya'daki çöl muharebe usulünü birebir taklit ederken, yine bu savaşta İngilizler Şehzâde'ye Almanlara karşı Libya'da gerilla savaşı vermesi teklifinde bulunurlar. Çünkü Osman Fuad Paşa'yı Libyalılar hâlâ çok seviyor ve kendisine bağlı idiler. Ancak Şehzâde, eski silah arkadaşı olan Almanlara karşı savaşmak istemediği gibi, İngilizlerle işbirliği yaparak Mısır halkını incitmek istemez teklifi reddeder.(Kral Fâruk azledilince Fransa’ya giderek orada 1973 yılında yokluklar içerisinde vefât ettiğinde Hânedan Reisi odur.)
II. Dünya Savaşı bitince hızla gelişen milliyetçilik akımı Mısır’a da hâkim olur. Süveyş bölgesindeki İngiliz üssünün varlığına tepkiler gün geçtikçe artar. Halkın büyük bir bölümü İngilizlerin ülkeyi terk etmelerini istemektedir. Bu arada İngilizlerin Filistin topraklarında el çabukluğu ile 14 Mayıs 1948’te kurdurduğu İsrail Devleti’nin ilânı bardağı taşırmıştır.
Yönetim hemen harekete geçer…Yanıbaşlarındaki Filistin topraklarında varlığını istemedikleri İsrail Devletine karşı Irak, Ürdün ve Suriye’nin yanısıra Mısır da İsrail’e saldırır. Çünkü Yahudiler devlet olana kadar bölgede köy köy katliam yapmışlardı. Yahudi devleti ilân edilmeden 35 gün önce 9 Nisan 1948’de tek bir canlının bırakılmadığı, 254 sivilin öldürüldüğü Deyr Yasin Katliâmı ise henüz çok yeniydi, şehitlerin kanı bile kurumamıştı. Menahem Begin, “bu katliamı yapmasak devlet kuramazdık” diyecektir.
Ancak, Avrupa ile Amerika hatta Rusya’nın İsrail’e desteği gecikmez. İlk başlarda ilerleme kaydeden Arap devletleri, bu destek karşısında bir bir yenilerek ateşkes imzalarlar. Bunlardan birisi de Mısır olmuştur. 1948 İsrail savaşı sonuçlarından rahatsız olan halk kıpırdamaya başlamış Kral Fâruk’a ve hükümete ateş püskürmeye başlamışlardı.
Bu ateşi söndürmek için hükümet Ekim 1951’de aldığı bir kararla İngiltere’nin Süveyş’teki varlığının devamını sağlayan antlaşmayı tek taraflı olarak feshetti. Halk bu durumu coşkuyla karşıladı. Yetmedi, Süveyş bölgesindeki İngiliz kuvvetlerine karşı içerisinden çıkardığı gözü kara fedâilerle saldırılara başladı. Bu saldırıların en şiddetlisi 19 Ocak 1952 günü bir İngiliz garnizonuna oldu.
İngilizlerin cevabı gecikmedi. Bir hafta sonra 25 Ocak günü Kahire’nin 125 km. kuzeydoğusundaki İsmâiliye’de polis merkezi İngiliz Askerleri tarafından basıldı. Karşı koymaya çalışan Mısır polisinden 50’si öldürüldü, onlarcası yaralandı. Bu durum ülkede büyük bir infiale yol açtı. Sokağa dökülen halk artık nerede bulduysa İngilizlerin kaldığı binaları ateşe verdi. Hatta hızlarını alamayarak İngiliz işbirlikçisi olarak gördükleri çok sayıda Mısır halkına ait ev ve işyerlerini de ateşe verdiler.
Bu durum Kahire’yi yangın yerine çevirince hükümet sıkıyönetim ilân etmek zorunda kaldı. Bu da meseleye çözüm getirmedi. Ok yaydan çıkmak üzereydi. Son kez Kral Fâruk Başbakan Mustafa Nehhas Paşa’yı görevden alarak yerine Ali Mâhir Paşa’yı göreve getirdi. Yetmedi, ardından onu da uzaklaştırarak 2 Mart 1952’de Ahmed Necip el-Hilâli’yi hükümetin başına getirmişti. Ama fısıltı gazetesi ve kara propagandanın önü alınamadı.
Ahmet Necip El Hilâli hükümeti de kısa sürede başarısız olmuş 29 Haziran’da istifa etmek zorunda kalmıştı. Ardından başbakanlığa getirilen Hüseyin Sırrı’nın kurduğu hükümet ise sadece 2 Temmuz ve 20 Temmuz arası görevde kalabilmişti. Sırrı hükümetinin istifasından sonra Kral Faruk tekrardan El Hilâli’ye yetki vermiştir. Ancak bu son hükümet de göreve başladığı 22 Temmuz gecesi askeri darbe ile devrildi.
Yüksek rütbeli olması nedeniyle General Muhammed Necip göstermelik devlet başkanı ilân edilse de, darbenin başında “Hür subaylar hareketi” lideri Albay Cemal Abdünnâsır vardı.
Kendisine inanan 14 subayla yola çıkmış; bunlardan Abdullatif el-Bağdadi’ye Kâhire’nin kuzeydoğusunda bulunan (şimdiki Kâhire Uluslararası Havaalanı) Almaza Havaalanı’ndaki üssü ele geçirme, Hüseyin el-Şafi ve Halid Muhyiddin’e süvari birliğini bertaraf etme, Abdulmünim Emin’e topçu birliğinin silahlarına el koyma, merkezden oldukça uzakta kalan (Refah’a yakın) El-Arişte’de ki donanımlı özel kuvvetleri kontrol altına almak için de Salah Salim ve Cemal Salim’i görevlendirmişti..
Ancak planın temelinde El-Kubbe köprüsündeki genelkurmay başkanlığını ele geçirerek bütün askeri birliklerin kontrolünün sağlanması, ardından da Abidin Sarayı’nın (müze olarak kullanılan 1874 yapımı görkemli bina) kuşatılması vardı ve bu görevi de kendisi üstlenmişti.
Hareketin önde gelen isimlerinden 14 subay, 22 Temmuz öğlen saatlerinde, son kez Halid Muhyiddin’in evinde toplanarak planları gözden geçirdiler…23 Temmuz şafağa yakın bir saat olan 03.00’te harekete geçilecekti. Ve 23 Temmuz şafağında planın birinci aşaması olan Genelkurmay Başkanlığı ele geçirilmiş, yönetim kadrosu tutuklanarak, Harp Akademisine hapsedilmişti.
Bundan sonraki süreci, oluşturulan “Devrimci Komuta Konseyi” yönetecekti. Ancak ipler; sert ve millî söylemleriyle sadece Mısır’da değil, bütün Arap dünyasında ön plana çıkan Albay Abdünnâsır’ın elindeydi.
Kral Fâruk, darbecilerin bütün şartlarını kabûl ettiğini, birlikte çalışabileceklerini bildirdiyse de tahtta kalması doğru bulunmayarak ülke dışına çıkarılmasına karar verildi. Bunun üzerine Fâruk 26 Temmuz 1952 günü, Kraliçe Neriman Sâdık’tan doğan altı aylık oğlu veliaht Prens Ahmed Fuâd lehine, kısa süre sonra kaldırılacak olan tahttan feragat ettiğini bildiren bir vesikayı imzalayarak Mısır’dan ayrıldı ve 18 Mart 1965’te vefât edeceği Roma’ya gitti.
Askerî darbe sonrası cumhuriyet rejimine geçilmiş, ancak sular durulmamıştır. 2 yıl sonra da Ortadoğu dengelerini derinden etkileyecek olan Albay Cemal Abdünnâsır, yeni bir darbeyle Necip’i devirerek devlet başkanı olmuştur. Hedefinde Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi vardır. Bunu Sovyet Rusya’nın desteği ile başardığında artık o bir kahramandır. Birleşik Arap Cumhuriyetini kurmak ise ikinci hedefidir.
Lübnan, Filistin ve Ürdün’ü kendi doğal sınırı olarak gören Suriye ile bunu gerçekleştirebileceğini anlayınca Nâsır oraya yöneldi. Bir çırpıda anlaştığı Suriye Başbakanı Şükrü Kuvvetli ile 34 Bakanlı Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin kurulduğunu eş zamanlı olarak Şam ve Kâhire’den bütün dünyaya açıkladıklarında takvimler 1 Şubat 1958’i gösteriyordu. 3 yıl, 6 ay 28 gün sürecek bu birliktelikteki ilk çatlaklık 34 bakanlığın yalnızca 14’ünün Suriye’ye verilmesiyle başlamıştı bile.
Bunu, subayların etkin yerlere atanmasındaki adaletsizlik takip etti. Memurlarınki ise ayyuka çıkmıştı. Arkasına Mısır’ı alan Suriye yöneticileri halkı ezmeye başladıklarında, yardımcılarının uyarılarına rağmen iki ülkenin ortak başkanı Nâsır vurdumduymazlığa devam ediyordu. Üstelik devrimin yıldönümünde 23 Temmuz 1961’de Mısır ve Suriye’de bütün bankaları, sigorta şirketlerini, ağır sanayii kuruluşlarını kamulaştırdığını duyurdu.
Bu durumu içten içe fırsat kollayarak takip eden Suriyeli bir grup asker nihayet yarbay Abdülkerim Nehlevî ve Yarbay Haydar el- Kuzbâri önderliğinde 28 Eylül sabahı saat 04.00'te emirlerindeki zırhlı birlik ve Çöl Muhafız Birlikleri İle Şam’a girerek idareyi ele aldılar ve Birleşik Arap Cumhuriyetinden ayrıldıklarını bütün dünyaya ilân ettiler. Baas ideolojisinin o meşhûr sloganı, “Ümmetun Arabiyyetun Vâhide, Zâte Risâletun Hâlide” (Ebedî Misyona Sahip Tek Arap Ulusu) sözü kısa sürede tarihe karışmıştı.
Bunu peş peşe krizler takip etti. 1967’ye gelindiğinde 5-10 Haziran tarihinde meşhur 6 Gün savaşları yaşandı. Bu savaşta saatler içerisinde bütün hava kuvvetleri yerden kaldıramadığı bütün uçaklarıyla imha edilen Nâsır kara savaşlarını da kaybedince bir anda gözden düştü.
1948 yılındaki ilk savaşta binbaşı Nâsır olarak birliğiyle Fellûce’de kuşatma altındayken teslim olmayıp, İsrail kara kuvvetleri komutanı 27 yaşındaki İzak Rabin’e direnen ve buradaki kahramanlığı ile önce Mısır’a devlet başkanı sonra da Arap Dünyasına tartışmasız lider olan Nâsır, 1967 6 Gün savaşlarında İsrail genel kurmay başkanı olan aynı İzak Rabin’e feci şekilde yenilerek bir anda Arap dünyasında itibârını sıfırlamıştı. Toparlamaya çalıştıysa da başaramadı ve Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin 1961’deki dağılma yıldönümü olan 1970’in 28 Eylül’ünde gizemli bir şekilde 52 yaşında hayata vedâ etti. Suriye muhaberatı tarafından zehirletildiği öne sürüldü.
Devrim arkadaşlarından Enver Sedat devlet başkanı olduktan sonra Camp David barış anlaşmasını İsrail’le imzaladığı için tören alanında kendi meslektaşları bir grup asker tarafından 1980’de öldürüldü.
6 Gün savaşlarını İsrail adına genel kurmay başkanı olarak kazanan ezeli rakibi İzak Rabin ise Başbakan olduktan sonra Arafat’la Beyaz Saray bahçesinde Bill Clinton huzurunda yaptığı anlaşma sonrası görevi başında 4 Kasım 1995'te Tel Aviv'de öldü(ttü)rüldü…
Günümüzde çıbanbaşı İsrail’in bölgede oluşturduğu kriz hâlâ devam etmektedir. Varlık sebebi İsrail’in güvenliği olan ABD, Suriye topraklarına yerleşerek bu ülkeyi marke ederken, İsrail Mısır’dan aldığı Gazze’yi yerle bir etmeye devam etmektedir. Öyle görülüyor ki, hak ile bâtılın savaşı kıyâmete kadar devam edecektir.
.
Ad gününde Sûltân 2. Abdülhamid Hân (Doğum 21 Eylül 1842)
Halit Kanak İletişim:
Pür-şeref pür-mes‘adet pür-şevktir ziyâ bugün
Çerha istifnânmadır arz bî-pervaâ bugün
Matla‘ şevkten oldu pertev efza-yı tulû‘
Hazret-i Sultan Hamid Saltanat-Pîrâ bugün…
Yukarıdaki dörtlük; Berât Gecesinin ertesi günü Şaban Ayının 16’sına denk düşen 21 Eylül 1842 tarihinde Çırağan Sarayında Sultan Abdülmecid’in ikinci oğlu olarak dünyaya teşrif eden II. Abdülhamid için yapılan doğum günü kutlamaları çerçevesinde eli kalem tutanların Saray’a sunduğu 500’ün üzerinde şiirlerden birine aittir. Ayrıca 100’lerce kişi, bu önemli gün için tarihe not düşürmüş, önemli camiler kandillerle süslenmiş, donanma şenliği ilân edilmişti.
Çerkezlerin Şapsığ kabilesinden olan Tiri-Müjgan Kadınefendi’den dünyaya teşrif eden ve kulaklarına okunan ezan ve selâ ile beraber adı Abdülhamid konulan bu şehzâde’nin doğum müjdesi atılan beş pare top atışıyla İstanbul halkına duyurulmuştu. Ayrıca ileride dört oğlu da tahta geçecek olan babası Sûltân Abdülmecid Hân, fakir-fûkarayı doyurmuş, sadakalar dağıtmıştı.
Küçük Abdülhamid çok özel bir eğitime tâbi tutularak yetiştirilmiş, 1876 yılında ağabeyi V. Murad’ın yerine tahta geçmişti. Ancak tahta geçtikten sonrada doğum günü kutlamaları her yıl Hicrî takvime göre Şaban Ayı’nın 16’sında kutlanmış ve kesintisiz olarak genişleyerek devam etmişti.
Bu işle ilgili protokol görevlileri tarafından doğum gününden birkaç gün önce Sadâret’ten Saray’a gönderdikleri yazı ile kutlama etkinliklerinin nasıl yapılacağı konusunda bilgi verilirdi. Buna göre resmî tebrik merâsimi nerede ve nasıl yapılacağı, top atışlarının ve şenliklerin yapılacağı mekânlar, görevlendirilen kişilerin isimleri ve görevleri tek tek yazılır, ardından gazeteler vâsıtasıyla halka duyurulmak sûretiyle kutlama törenleri icrâ edilirdi.
Çok ince detaylarla planlanan bu proğramlar için Sûltân Abdülhamid’in kızı Ayşe Osmanoğlu, Yıldız Sarayı’nda tebrik merasiminin ve kutlamaların nasıl yapıldığı konusunda verdiği bilgilerle günümüze ışık tutmuş, kaleminden kısa notlar; “Cülus (tahta çıkış yıldönümü) ve velâdet (doğum) günü ve akşamı babam pek erken Büyük Mâbeyn-i Hümayun’a çıkar, genelde akşama kadar gelen vükelâ, vüzera, müşirler ve ecnebi sefirlerin tebriklerini kabul ederdi.
O gün; Hânedan ve Saray mensupları olarak hepimiz uzun etekli güzel tuvaletlerimizi giyer, bütün nişanlarımızı takar, Büyük Salon’a gidip Padişaha arz-ı tebrikte bulunurduk. Sarayın bahçesinde, dairelerimizin önünü fener ve bayraklarla donatır, kapıların üzerine “Padişahım çok yaşa” levhalarını asardık… vs.” şeklinde yansımıştır.
Ayrıca; belirli mevkilerden öğle ezanı vakti yirmi bir pare top atışı yapıldığı gibi, diğer vilayetlerde ne zaman ne kadar top atışı yapılacağı belirlenerek ilgili âmirliklere duyurulurdu. Bunlardan başka; sarayların, konakların, devlet dairelerinin bayraklarla süslenerek kandiller ve fenerlerle aydınlatılması; çeşitli yerlere “Padişahım Uzun Yaşa!” levhalarının asılması ve Yıldız Sarayı ile etrafındaki bahçelerin aydınlatılması ve süslenmesi işleri yapılırdı.
Bu kutlamalar çoğu zaman devlet sınırlarını aşar, Güney Afrika ve Hindistan gibi Müslümanların yaşadığı uzak yerlerde bile aksatmadan yapılır, hilâfet makamına gösterilen hürmete bağlı olarakda tâ oralardan kutlama mesajları gönderilirdi. Doğum günü kutlamaları vesilesiyle de Devlet-i Âliye’nin o topraklarla olan sosyal, kültürel ve gönül bağı devam ederdi.
Abdülhamid Hân, hakkındaki “Kızıl Sultan” gibi haksız ve yersiz yakıştırmaların aksine ülkesinin hemen her alanda modernleşmesi, gelişmesi için birçok girişimde bulunmuş, neredeyse hayatının bir parçası olan Yıldız Sarayı’ndan hiç çıkmadan bir “Efsâne” haline gelmeyi, “Görünmeden görünmek” şeklinde ifade edilen bu durumunu uzun yıllar korumayı başarmıştı.
Göreve geldiği tarihten vefâtına kadar yaptıkları ve vefâtından sonra geride çok büyük bayındırlık ve kültür eserleri bırakması O’nun hakkında fikir edinmemize yardımcı olmuştur.
Yazmıştık… Yine yazalım. Yüzlerce sanâyî, şose yol, demiryolu, birçok fabrika, postahane, binlerce kilometre telgraf hatları, Hamidiye Su Tesisleri, ziraat ve ticaret odaları, bütün araç ve gereçleri ile birlikte belediye teşkilatları onun eseridir. Yine; başta İstanbul olmak üzere Selânik, Beyrut gibi pek çok şehirde önce atlı, sonra elektrikli tramvaylar yaptıran devlet başkanı odur.
İleri görüşlülüğü ile Çanakkale Boğazındaki kaleleri güçlü bir şekilde tahkim ettirdiği için Çanakkale geçilememiştir. Pek çok müze ve kütüphâne kurdurarak bunların örnek teşkil edecek şekilde kataloğunu yaptıran yine o dur. Osmanlı girişimciliğini ve yerli sermayeyi güçlendirmek, ihracâtı artırmak, üretim yapısını Avrupa ile yarışır hale getirmek amacıyla İstanbul Ticaret Odası’nı da o kurmuştur.
Muhalifleri bile onun kurduğu yüksekokullarda okuyarak aydınlanmışlardır. Mekteb-i Mülkiyye-i Şahâne adı altında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni, Mekteb-i Tıbbîye-i Şahâne adıyla Tıp Fakültesini, içinde fen fakültesi, edebiyat fakültesi ve hukuk fakültesini barındıran Mekteb-i Hukuk-i Şahâne’yi, Mekteb-i Şahâne-i Hendese-i Mülkiye adıyla Teknik Üniversite’yi, Mekteb-i Şahâne-i Sanayî-i Nefise adıyla Güzel Sanatlar Akademisi’ni kurduğu gibi; Yüksek Ticaret Mektebi, Yüksek Muallim Mektebi, Lisân Mektebi, Halkalı Yüksek Ziraat ve Baytar Mektebi, Deniz Ticaret Mektebi, Orman ve Mâden Mektebi gibi okulları da birbiri ardına açarak yüz binlerin eğitim görmesini sağlamıştır.
Zâten her sancak merkezinde birer idâdi (lise), her kazâ merkezinde birer rüşdüyye (ortaokul) ile binlerce ilkokul açmıştı. Yetmemiş; ayrıca çok sayıda kız ve erkek sanayiî mektepleri, muallim ve muallime mektepleri ile sağır-dilsiz ve kör mekteplerini hayata geçirmişti. Yine döneminde binlerce öğrenci tahsil için Avrupa’ya gönderilmiş, bütün masrafları devlet tarafından karşılanmıştır.
23 Aralık 1876’da ilk Devlet Anayasası olan Kanuni Esâsi’yi ilân ettirdiği gibi, 1895 yılında yine onun fermânıyla 27 dönüm üzerine yaşlı ve bakıma muhtaç insanlar için Dârülaceze hayata geçirilmiştir.. İlk deniz müzesi de onun döneminde açıldı. Hatta Türk topraklarındaki hâlen hizmet veren ilk çocuk Hastanesi Hamidiye Şişli Etfal Hastanesini henüz 8 aylıkken vefât eden kızı Hatice Sûltân’ın anısına o yaptırmıştır.
Yaptığı büyük hizmetlerden birisi de, İstanbul’dan kalkan bir trenin üç gün içerisinde Medine-i Münevvere’ye ulaştığı Hicaz Demiryolu projesini hayata geçirmesi olmuştur. Yine onun emriyle Ravza-ı Mutahhara ve Medine elektrikle donatılarak aydınlanması sağlanmıştır. Ayrıca Sirkeci Garı ile bir sanat eseri olan Haydarpaşa Garı’nı da yine o yaptırmıştır.
Türklük şuuruna sahip olması sebebiyle, İslâm cemaatleri içinde en güvendiği unsur da Türklerdi. Bu yüzden dış Türklerle yakından ilgilendi. Daha saltanatının ilk yıllarında Buharalı büyük Türk âlimi Sultanahmet’teki Özbekler Tekkesinin Şeyhi Şeyh Süleyman Efendi’yi resmî vazife ile 1876 yılında Türkistan’a (Orta Asya’ya) gönderdi. Yine Macaristan-Peşte’de 1877 yılında toplanan Turan Kongresi’nde de Türk Hâkânı’nı yine Süleyman Efendi temsil etmişti.
Devletin resmî dilinin Farsça olduğunu söyleyerek Tebriz’de Türkçe eğitimi yasaklayan İran Şâh’ına Türk Hâkân’ı bu konuda rahatsızlığını en sert şekilde dile getirerek Türkçe’nin yeniden öğretim dili olmasını sağlamıştı. Bundan dolayı, bugün o bölgede Türkçe konuşulmasında onun payı büyüktür.
Saray bahçelerinin muhafazası için tüfekli Arnavut birlikleri nöbet tutsa da, kendi hayatını kendisinin de mensubu olduğu Oğuz’un Kayı Boyu’nun Karakeçili Aşiretinin Türkmenlerine emânet etmiştir. “Öz hemşerilerim” dediği Karakeçili aşiretinden iki yüz kişilik bir Söğüt’lü Mâiyet Bölüğü kurdu. Yakın korumaları bu Türkmenler olduğu gibi, yatak odasının kapısında yatan yüzbaşı da mutlaka Karakeçili idi.
Öte yandan, Söğüt’ü imar etti; buradaki Osmanlı Devleti’nin kurucuları başta Ertuğrul Gâzi olmak üzere Türk büyüklerinin türbe ve mezarlarını tamir ettirdi.
Halkın refah içerisinde yaşamasına önem veren cömert, şefkatli, hayırsever bir kişiliğe sahipti. Din ayrımı gözetmeksizin yoksullara yardım ederdi. Onlar için hayır hasenatta bulunurdu. Haliç’in iki tarafında oturan yoksul mahallelere çeşmeler ile su hazneleri ve kanalizasyonlar yaptırmış, kendi kesesinden listesi sayfalar dolusu tutacak hayır eserlerinin birçoğu günümüze kadar gelmiştir.
Okumayı çok sever, Avrupa’da çıkan bütün gazeteleri tercümanları vâsıtasıyla tercüme ettirerek ya okur ya da okutturup dinler böylece Avrupa’yı yakından takip ederdi. İtalyan Rönesans hareketinin önemli simâlarından Niccolò di Bernardo dei Machiavelli’in yazdığı “Hükümdar” adlı kitabı tercüme ettirerek bizzat okumuş, hatta “Sherlock Holmes” romanlarını okuduğu gibi bu polisiye kitapların yazarı Sir Arthur Conen Doyle’yi sarayında kabûl ederek görüşmüştü.
Oldukça enerjikti… Sabah erken saatlerde başladığı mesâisine, yılmadan-yorulmadan gece geç vakitlere kadar devam ederdi. İslâm Halife’si olduğunu hiç unutmaz, Orta Afrika devletlerinden, Çin’in en ücra diyarlarına kadar nerede Müslüman varsa onunla ilgilenir, zaman zaman onların temsilcilerini dâvet ederek dinler, meselelerini halletmeye çalışırdı.
Kırgız, Kalmuk, Türkmen, Kaşgar Türklerinin temsilcileri ile Kafkaslardan Balkanlar’a, Afrika içlerinden Tataristan’a, Açe ve Hindistan’dan Fas’a kadar diğer bütün Türk ve İslâm Coğrafyasının temsilcileri sarayda eksik olmazdı.
Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere din âlimleri göndererek İslâmiyet’in oralarda da yayılması için çalıştı. Abdülhamid’in Çin’deki tesiri o kadar büyük oldu ki, Pekin’de onun adına bir İslâm üniversitesi açıldı ve kapısında Türk bayrağı dalgalandı. (Dar'ul Ulum'il Hamidiyye = Hamidiye Üniversitesi)
Hele hac zamanı dünyanın dört bir tarafından gelen hacı adaylarının iâşe ve harcırahlarıyla yakından ilgilenir, onların gemilerle Cidde’ye taşınmasını sağlardı.
Teknolojik gelişmeleri takip eder, faydalı olanları uygulardı. Tıpkı ülkenin her tarafına telsiz-telgraf istasyonları kurdurduğu gibi… Hatta Antalya/Kaş-Patara, Trablusgarp-Derne arasında deniz aşırı kurdurduğu telsiz istasyonu Libya savunmasında Enver Paşa tarafından başarıyla kullanılırken İtalyanlar tarafından bombalanmıştı.
İstanbul’a gelen yabancı hükümdarları, komutanları, prensler ve devlet adamlarını misafir eder, onlara Türk Süvâri Birliklerinin dillere destan gösterilerini izlettirmeden göndermezdi.
Sultan II. Abdülhamid, 93 harbinde yorgun düşmüş Balkanlar’ı, bir nebze de olsa rahatlatabilmek için sosyal ve iktisadi alanlarda büyük projeler hayata geçirmişti. Hükûmet konaklarından modern okullara, kışlalardan sanayi kuruluşlarına, demiryollarından hastanelere pek çok eserle Balkanlar’ı mamur eden II. Abdülhamid Han, hayata geçirdiği projeleri takip edilebilmek için fotoğrafçılığı kullanmıştı.
Ülke sınırları dâhilinde çektirdiği 36.585 adet fotoğraftan oluşan 900 civarındaki albüm, imâri konularda önemli bir veri tabanı oluşturmuştu. Döneminin en geniş görsel arşivi olan bu albümler İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi tarafından koruma altına alınmıştır.
Kindar değildi. Kan dökmeyi asla sevmezdi. Kendisine düşmanlıkta sınır tanımayan azılı insanların dâhi rızıklarını düşünür, bol maaş vererek sürgüne gönderirdi. Hatta kendisini öldürtmek için Ermeni Hınçak Partisi’nin para karşılığı Yıldız Camii’nde bombalı suikast yaptırttığı Belçikalı terörist Edwart Jorris’i bile affedip ülkesine göndermişti.
Abdülhamid Hân’ın yaşadığı ve üzerinde etki bıraktığı amcası Sûltân Aziz’in öldürülmesi, ağabeyi Sûltân Murad’ın aklını kaybetmesi, 93 harbi dediğimiz 1877/78 Rus savaşı hezimeti, Ali Suâvi’nin darbe girişimi ve uğradığı suikastlara, içte ve dışta dönen entrikalara ve saldırılara rağmen görevde kaldığı uzun süre içerisinde ülke için yaptıkları takdire şâyândır.
Bu süre içerisinde takip ettiği dış politikanın çok mükemmel olduğunu, yeni Müslüman olan kimseler için “Türk” oldu diyerek kinini kusan Avrupa devletleri tarafından eleştirilmesinden anlıyoruz.
Çünkü onlar kendi çıkarlarına ters düşen her şeyi eleştirir, her seferinde kendilerini atlatan ve istediklerini yaptıramadıkları Abdülhamid Hân’a tenkitler yöneltir, Türkiye içerisindeki beslemelerinin de bu şekilde hareket etmesini sağlarlardı. (Günümüzde olduğu gibi.)
Bu dış siyasetindeki başarısı; Rusya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Balkanlar için bir araya gelmesine fırsat vermediği gibi, Almanya’yı kazanarak İngiltere tarafından ülkesinin yutulmasını önlemiştir.
Sultân Abdülhamid Hân, 23 Temmuz 1908'de ikinci meşrûtiyeti ilân etmiş, seçimleri yaptırmış, tam işler yoluna girdi derken, derin derin çalışan İngilizler Mithat Paşa kırıntılarını yeniden sahneye çıkarmıştı. Sultân Abdülhamid Hân'ı, bu kez de Meclisi açarak İslâm Halifesine yakışmayan bir şekilde Hristiyanlara özendiği yolunda propagandalarla halkı sokağa dökmüş, güyâ isyanı bastırmaya Selânik’ten gelen hareket ordusu Abdülhamid Hân’ı yönetimden uzaklaştırarak Selânik’e sürgüne göndermişti.
Böylece; 21 Eylül 1842 yılında doğan, 31 Ağustos 1876’da tahta geçtikten sonra 32 yıl, 7 ay, 27 gün görev yapan Sûltân Abdülhamid Hân komplo kurularak tarihe 31 Mart vakâsı olarak geçen bir darbeyle 27 Nisan 1909’da tahttan indirilince bir devir de kapanmış oldu. Ruhu şâd olsun.
.
15 Eylül 1882 İngilizlerin Mısır’ı işgâli ve Sûltân II. Abdülhamid’in İngilizlerle dansı
Halit Kanak İletişim:
Mısır Hidiv’i İsmâil Paşa Sûltân Abdülaziz’den kopardığı hâricî devletlerden borçlanabilme iznini alabildiğince istismar etmiş, bu nedenle borç 10 yıl içerisinde, çok büyük bölümü Fransa ve İngiltere’ye olmak üzere 105 milyon İngiliz altınını bularak gırtlağa dayanmıştı.
Hidiv İsmâil Paşa borç yükünü hafifletmek maksadıyla Kasım 1875 yılında kendisine ait çok kıymetli Süveyş Kanalı tahvillerini satışa çıkardı. Bu tahvilleri kim satın alırsa Kanal üzerinde söz sahibi olacağı ve dolayısıyla çok stratejik bir bölgeyi elinde tutacağı için Fransa büyük bir sömürgeci iştahıyla tahvillere talip olduğunu bildirdi.
Ancak 1874 Şubatında İngiltere de Başbakanlık koltuğuna oturan Benjamin Disraeli “parayı veren düdüğü çalar” kurnazlığı ile atik davranmış ve el çabukluğu maharetini kullanarak, başta 17 sene önce yine Türk Devleti olan Bâbür İmparatorluğunu yıkarak sömürgesi haline getirdiği Hindistan’ın zengin kaynaklarından elde ettiği hazinesinden yaptığı peşin ödemeyle tahvilleri eline geçirmişti.
Ancak tahvillerin satılması da borçların ödenmesine çözüm olmadı. Bir müddet sonra da fâizler bile ödenemez hâle geldi. Bunun üzerine İngiltere ve Fransa hem Kâhire’yi, hem de bağlı olduğu İstanbul’u sıkıştırmaya başladı. Bu arada 31 Ağustos 1876’da Osmanlı Tahtına Sûltân 2. Abdülhamid geçmişti. Borçla devraldığı ülkede bu tâcizlere mârûz kalmaya başlamıştı bile.
İngiltere ve Fransa’nın bu sıkıştırmalarından maksat 1853/56 Kırım Savaşı’nda Türk Devletine yaptıkları yardım nedeniyle borçlandırdıkları Bâb-ı Âli’den Mısır’ı koparmaktı. Bu arada Rusya da, yönetim değişikliğinden faydalanarak Osmanlı Devletinden özellikle Balkanlar’dan toprak koparmak istiyor, esas amacı olan boğazları ele geçirerek sıcak denizlere inme politikasını gizlemeye çalışıyordu.
Rusya hemen harekete geçerek İngiltere’ye, ilk defa “Hasta Adam” tabirini kullanarak Osmanlı topraklarını paylaşmayı teklif etti. Ancak İngiltere, Rusya’nın sıcak denizlere inme endişesine kapılarak bu teklifi reddetti. Rusya buna rağmen Balkanlar’da küçük bir kasaba olan Nikşik’in kendisine verilmediğini sözde bahane ederek, aleyhimize felâketle bitecek olan meşhûr 1877/78 (93) harbini başlatmış oldu.
Hazırlıksız yakalanmış; Plevne’de, Şıpka Geçidinde büyük kahramanlıklarımıza rağmen tutunamamıştık. Edirne Mütarekesi ile ellerini-kollarını sallayarak Yeşilköy’e kadar gelen Ruslarla yaptığımız Ayestefonas Anlaşması ile yıkım yaşadık. Sûltân II. Abdülhamid’in manevrası ile Ruslarla yeniden Ayestefanos’u rafa kaldıran yıkımın az daha hafif olanı 13 Temmuz 1878 Berlin Anlaşmasını imzalamıştık.
Berlin’de yeniden masaya oturulması ve anlaşma masasında bizi desteklemesi karşılığında ise Kıbrıs’ın yönetimini geçici olarak İngilizlere bıraktık. İngilizler; Süveyş üzerinden Hindistan yolunu emniyete almak için, Berlin Anlaşması ile Ruslara bıraktığımız Kars, Ardahan, Batum’un Ruslar tarafından boşaltılmasından sonra devretmek şartıyla Kıbrıs’a yerleştiler.
(Enver Paşa’nın 1. Dünya Savaşında Oltu, Olur, Kars, Ardahan, Batum’u Ruslardan kurtarmasına, hatta Rusları bütün Kafkaslar’dan temizleyerek Bakü’ye girmesine rağmen İngilizler sözlerinde durmayarak Kıbrıs’ı iâde etmediler. Nihayet 24 Temmuz 1923’te Lozan Anlaşmasının 20. maddesiyle Kıbrıs’tan tamamen vazgeçtiğimizi bildirdik. Madde 20: Türkiye, İngiltere Hükümetince Kıbrıs'ın 5 Kasım 1914'te açıklanan ilhakını tanıdığını bildirir.)
İngilizlerin Kıbrıs’a yerleşmeleri Mısır için büyük avantaj yakalamalarını sağladı ve Mısır Hidîv’i İsmâil Paşa’ya alacaklarını tahsil için baskıyı artırdılar. İsmâil Paşa baskılara dayanamadı ve kabinesindeki maliye bakanlığını İngilizlere, bayındırlık bakanlığını Fransızlara verdi.
İngiliz ve Fransız bakanlar ilk iş olarak mâliye yükünü azaltmak gâyesiyle 30 bin mevcutlu orduyu 11 bin mevcuda indirme, 2.500 subayı da emekli etme kararı aldılar. Bu ordu İsmâil Paşa’nın Sûltân Abdülaziz’den aldığı fermanla sayısını 30 bine çıkarmış, üstelik 1877/78 Rus savaşında cephede kahramanlıklar göstermişti. Sayısının azaltılması ve 2.500 subayın emekli edilmesi halkta hoşnutsuzluğa sebebiyet verdi.
Bu hoşnutsuzluğu gidermek için zâten Mısır Kabinesine İngiliz ve Fransız bakanların atanmasına içerleyen 2. Abdülhamid; 14 yıl, 6 ay, 7 gün görev yapan Hidiv İsmâil Paşa’yı 25 Temmuz 1879’da görevden aldı. İstanbul’da ikâmet etmesine izin verdi. (Paşa, 2 Mart 1895’te burada vefât edecektir.) Yerine 28 Mayıs 1866’da Sûltân Abdülaziz tarafından yayımlanan verâset fermanı gereği 27 yaşındaki büyük oğlu Tevfik Paşa geçti. Diğer bütün oğulları Türk Ordusunda görev yapmıştı. Oğullarından Ahmed Fuad Paşa 1922’de İngiltere’den bağımsızlığını ilân eden Mısır’ın ilk kralıdır. Onun oğlu Fâruk da 1952’deki hür subaylar darbesine kadar krallık yapmıştır.
Tevfik Paşa göreve geldiğinde, İngiliz ve Fransız bakanlardan dolayı yabancı düşmanlığı hat safhaya ulaşmış, bu yüzden yönetimden hoşlanmayan halk, Arap kökenli subayları işbaşında görmek istediğini yüksek sesle dillendiriyordu. Bunun için Albay Arabî (Urabî) Bey’in etrafında toplanmaya başladı.
Tevfik Bey’in İngiliz yanlısı tutumunu beğenmeyen Sûltân 2. Abdülhamid bir ara Hidivliği lağvetmek istedi. Bunun için İngiliz düşmanı Albay Arabî’yi destekledi ve kendisini Paşa yaptı. Ayrıca birinci rütbe Mecidiye nişanı verdi. Mısır’da albaylık üstü rütbe verebilen tek kişi padişahtı. Böylece Arabî Paşa’nın önü açıldı ve ilk fırsatta Harbiye Nâzırı oldu. Yetmedi kabineye de hâkim oldu.
Oda yetmedi, nâzırlık makâmını iyi kullanan paşa Fransız ve İngiliz bakanların Avrupa’dan getirdiği bütün memurların işine son verdi. Bu duruma çok içerleyen Fransa-İngiltere ikilisi birbirinden çekindiği için asker çıkartamadılar ancak Bâb-ı Âliye başvurarak kendi haklarını gözetmek için asker göndermesini istediler.
Sûltân Abdülhamid bu oyuna gelmedi. Teklif reddedildi. Mısır’a asker göndererek Emperyalist Avrupa lehine duruma müdâhale etmesi Mısır halkı karşısında iyi karşılanmayacaktı. Olumlu cevap alamayan İngiltere bütün Avrupa devletlerine Mısır’da asayişin bozulduğunu, Mısır’ın gerçek sahibi Osmanlı Devletinin konuya kayıtsız kaldığını, bu durumda alacaklarını tahsil etmek için hakkını kendisinin savunacağını bildirdi. Türkiye’nin metbûluk hakkına saldırmayı düşünmediğini de tekrarlayıp durdu.
Kendince uyarıları yapmıştı. Harekete geçmek için fırsat kollamaya başladı… Nihayet aradığı fırsat ayağına geldi. Bu arada Harbiye Nâzırı Arâbi Paşa İngilizleri Mısır’dan uzaklaştırabileceği düşüncesiyle Başbakanlığa getirilmişti. Bunu kutlamak isteyen halk bütün şehirlerde gösteri yaptı. Bununla yetinmeyerek Avrupalıların mallarını yağmalamaya başladılar. (İngiliz işgalinden önce Mısır’daki Avrupalıların sayısı 1882 yılı başında 90.886’ya çıkmıştı.) Olaylar İskenderiye’ye de sıçradı. Pek çok Avrupalı öldürüldü. Yaralanan yabancı Konsoloslar canlarını zor kurtardılar.
Bunun üzerine İngiltere fırsatı kaçırmadı ve Akdeniz’de bulunan donanmasını harekete geçirdi. Amiral Seymour 6.5 saat boyunca İskenderiye’yi bombaladı ve bir gün sonra da 12 Temmuz 1882’de asker çıkartarak şehri işgâl etti. İşgâl İskenderi’ye ile kalmadı Akdeniz kıyı şeridi Dimyad’tan Port Said’e kadar her yanı kapladı. Başbakan Arâbi Paşa bizzat yönettiği ordusuyla Eylül başında İngilizlere karşı harekete geçti. 12 Eylül’de iki ordu Port Said ile Kâhire arasındaki Tellü’l Kebir’de karşı karşıya geldi. Çarpışma kısa sürdü. Henüz bir saat olmadan Arâbi Paşa’nın kuvvetleri İngiliz Sir Garnet Wolseley tarafından dağıtıldı.
Böylece İngilizler; Arâbi (Urabi) Paşa önderliğindeki sözde Mısır ordusunun ayaklanmasını bastırmak, alacağını tahsil için tek yetkili makamda oturan Tevfik Paşa’nın hâkimiyetini sağlamlaştırmak, Mısır’ın asayiş ve güvenliğini yeniden tesis etmek, Avrupa menfaatlerini himaye etmek ve oraya taşıdıkları azınlıklara sahip çıkmak gibi bahanelerle 15 Eylül 1882’de Kahire’ye girerek Mısır’ı baştanbaşa işgâl etti.
İngiltere, sürekli bu işgâlin geçici olduğunu papağan gibi tekrarlayıp durdu ama durum değişmedi. İngilizlerin bu tutumu karşısında Sûltân Abdülhamid Almanya’ya yakınlaştı. Derin dostluklar tesis etti. (Bu dostluk 1. Dünya Savaşı sonuna kadar devam edecektir.) Çünkü İngiltere yeryüzüne hâkim olmak istiyordu ve bunun yolu Osmanlı İmparatorluğunun zayıflatılmasından ve sürekli iç meselelerle uğraştırılmasından geçiyordu. Bu da başta Türk Hâkânı olmak üzere bütün Türklerin nefretine sebep olmuştu.
İngiltere’nin Osmanlı Devleti üzerinde oynadığı oyunlar Sûltân II. Abdülhamid’den hemen önce başkent İstanbul’a gönderilen İngiliz Büyükelçisi Henry Elliot eliyle ortaya konmuştu. Elliot, kendisine bağladığı Mithat Paşa ve avânesi üzerinden kudretli Sûltân Abdülaziz’i tahttan indirterek şehit ettirmişti. Ardından, V. Murad’la anlaşamayınca onu da yine aynı ekiple tahttan uzaklaştırdı. II. Abdülhamid’i de ilk baştan problemler yumağı ile uğraştırmak için 93 harbinin (1877/78 Rus savaşı) planlayıcısı oldu. Savaş başlayınca da Henry Elliot görevini yapmanın mutluluğu ile evine döndü.
Göreve gelir gelmez kendisini 93 harbinin içinde bulan Abdülhamid Hân durumu çabuk kavradı. Bütün planlar İngiliz Büyükelçiliğinde yapılıp uygulanıyordu. Öyleyse bu fitne yuvası bertaraf edilmeliydi. Öylede yaptı. Özellikle eşleri üzerinden büyük hediyeler ve maaşlarla elçileri kendisine bağladı. Önce işe, ülkemizin başına büyük gaileler açarak ülkesine dönen Henry Elliot’un yerine gelen Sir Austin Henry Layard üzerinden başladı. Avucunun içine aldı.
Öyle ki, İngiltere Başbakanı William Ewart Gladstone büyükelçisinden; Ermenilere muhtariyet tanınması ve bu husustaki 1877/78 Rus savaşı sonrası imzalanan Berlin anlaşmasının ilgili maddelerinin uygulanması için Sûltân’a baskı uygulaması tâlimâtını, “Böyle bir baskı hem imkânsız, hem de İngiltere menfaatlerine aykırı” cevabıyla reddetti. Tâbi ki görevden alındı. Onun yerine bakan müsteşar Malet’te Abdülhamid’in eksenine girdi. Yetmedi gönderilen yeni elçi Lord George Joachim Goschen de Yıldız Sarayı’nın etkisinden kurtulamadı. Oda İngiltere’nin emirlerini yerine getirmemek için yerine bir maslahatgüzar bırakarak çekildi. Yerine gönderilen büyükelçi Sir Edward Thornton’da aynı âkıbete uğradı.
Bunun üzerine emir dinleyecek azılı bir Türk düşmanı olan Sir William White büyükelçi yapıldı. Gerçekten çok uğraşmasına rağmen bunu etki altına alamayan Abdülhamid bunu Alman dostlarına hâvâle etti. Nitekim büyükelçi İstanbul’da görevdeyken Almanlar tarafından Berlin’de şatafatlı bedâva tatile iknâ edildi ve orada öl(dürül)dü.
Sonra sırasıyla Sir Francis Clare Ford ve Lord Philip Currie İstanbul’a büyükelçi oldularsa da onlar da Yıldız’ın etkisinden kurtulamadılar. Hatta Sûltân Abdülhamid hikâye yazarı olan Büyükelçi Philip Currie’nin karısı Mary’nin kitaplarını Türkçe’ye çevirterek okumuş, büyükelçi ve karısı bundan çok etkilenmişlerdi. Tâbi bir müddet sonra görevden alındılar.
Yıldız Sarayı’nın etkisine girmeyecek elçi bulmakta zorlanan İngiltere, çareyi Türk düşmanı azılı katolik İrlandalı Sir Nicholas O’Connor büyükelçi olarak atamasında buldu. 1889’dan 1907 yılına kadar 8 sene görev yapan Nicholas Yıldız’a muhalifliği ile bilinen dişli birisiydi. Fakat o da İstanbul’da görevdeyken şüpheli bir şekilde öldü.
Abdülhamid döneminde son olarak büyükelçilik görevi makamında Sir Gerard Lowther görüldü. Bu kişi daha önce de uzun yıllar İstanbul’da İngiliz Büyükelçiliğinde çalışmıştı. Türkiye ve Türkleri iyi tanıyordu. İstanbul’a gönderilmeden önce iyi bir eğitimden geçirildi. İstanbul’a gelince ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Hedefinde Sûltân Abdülhamid vardı. Tahttan indirilmesi gerekiyordu.
Eşi Amerikalı olan Lowther, 1884’te Taif Zindanlarında öldürülen Sûltân Abdülaziz’in kâtlinden sorumlu tutulan Mithat Paşa’nın intikamını almaya yemin etmiş kırıntılarla 31 Mart vakâsını organize ederek nihayetinde Sûltân Abdülhamid’in tahttan indirilmesini sağlamıştır.
Ancak İngiliz yaptığı bütün icraatlarını, yazdığı ve herkese kabûl ettirdiği senaryolarla o denli kamûfle ederek her işi bir sebebe ustaca bağlıyordu ki, böylece her olaydan sonra herkes birbirini yer-bitirir ama İngiliz’in ismi hiç bir yerde geçmezdi. Tıpkı her yaşanan ölümün bir sebebe bağlanarak, can alan görevli Melek Azrail’in hiç konuşulmaması gibi. Sûltân Abdülhamid’in tahttan kimlerin indirdiği konusu hâlâ gündemimizi korur. 31 Mart vâkâsının tartışıldığı en ateşli gruplarda bile İngiliz’in adı geçmez… Millî Mücâdele döneminde İngiliz’in hiç adı geçmediği gibi. Halbuki Batı Anadolu’daki bütün şehirleri İngilizler işgâl edip Yunan’a vermemiş midir?
Mustafa Kemal Paşa Samsun’a ilk ayak bastıktan üç gün sonra 22 Mayıs 1919’da kurmay heyetinden birkaç kişiyi de yanına alarak, İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe’ye (Mondros mütarekesini imzalayan kişi) doğrudan bağlı olarak çalışan Samsun İngiliz Siyasi Temsilcisi kaptan Yzb. L.H.Hurst, Askeri Denetim Memuru Yzb. Zolther ve Siyasi Denetim Memuru Yzb. Mill ile görüşmemiş midir? İngiliz subayların; Osmanlı Devletinin artık tek başına Türkiye’yi yönetemeyeceği ve yabancı devletlerin müzaheretine (yardımına) ihtiyaç duyacağına dair kanaatlerini dile getirdiğini İstanbul sadâret makâmına rapor etmemiş midir?
Eskiden olduğu gibi günümüz dünyasında da şer cephesinin oyun kurucusu İngiliz’dir. Perde arkasında ve her şer işte İngiliz parmağı vardır. 2023 yılı Nisan Ayına kadar Finlandiya Parlamento Üyesi olan Somali doğumlu Suldaan Said Ahmed Bey (Hâlen dışişleri komisyonunda üye); Sudan, Etiyopya, Somali gibi iç çatışmaların yoğun olduğu ülkeler de iç çatışmaların nedenini araştırmak, arabuluculuk yapmak, gerektiğinde nasihat etmek için Finlandiya Parlamentosu tarafından Doğu Afrika’ya barış elçisi olarak görevlendirilmiş ve görev yerine gitmeden önce, Somali Başbakan yardımcısının oğlu Abdurrahman Hersi Bey ile beraber, çok sevdiğimiz Hüseyin Yardım Kardeşimizin vesilesiyle istişâre etmek için bizleri ziyârete gelmişti. Kendisine; “Bu kardeş ülkelerde yaşanan iç çatışmalarda şu aşireti, bu kabileyi suçlamayın ve kimsenin ilk adımı atmasını beklemeyin, bölgeden İngilizleri uzaklaştırın iş kendiliğinden çözülür” demiştim.
Yine kendisine hatırlattığım, “Birlikte yaşadıkları aynı derede, aynı suyu kullanan iki kurbağa birbirleriyle kavga ediyorsa oradan mutlaka bir uzun bacak İngiliz geçmiştir” sözüme önce gülmüş sonra hak vermişti. Rabbim; İslâm Dünyasını, mazlûm ve mağdur coğrafyaları ve bütün dünyayı “Uzun bacağın” şerrinden korusun…
.
Kânûni’nin 7 Eylül 1566’da vefâtıyla biten son seferi
Halit Kanak İletişim:
Kânûni, son seferinin üzerinden 10 yıl 9 ay geçmesine rağmen bu süre içerisinde sefere çıkmamış, vezir ve kumandanlarını göndermişti. Kendisini çok seven tebâsı bunu yaşlılığına bağlı yorgunluğuna vermişti.
Hâlbuki Cihân Sûltânı Kânûni’yi esas yoran ve yaşlılığını hızlandıran nedenler; 6 Kasım 1543’te Hürrem’den olan ilk oğlu ve adına Şehzâdebaşı Camii’ni yaptırdığı Şehzâde Mehmed’in vefâtı, 6 Ekim 1553’te Şehzâde Mustafa’nın boynundaki ilmekle “Baba, baba” diye feryat ederek gözünün önünde can vermesi, 41 gün sonra Şehzâde Cihângir’in Ağabeyinin ölümüne dayanamayarak Halep’te dizinin dibinde vefât etmesi, 23 Temmuz 1562’de Şehzâde Bâyezid’in sığındığı İran’da 4 küçük şehzâdeleri Orhan, Osman, Abdullah, Mahmud ile birlikte katledilmesi, 15 Nisan 1558’de çok sevdiği hanımı Hürrem Sûltân’ın vefâtı geçen bu süreler içerisinde kendisini oldukça yıpratmış, son yıllarda çökmesine sebep olmuştu.
Ayrıca Osmanoğullarının peşini bırakmayan ırsî hastalık nikris de (gut hastalığı) kendisine ızdırap veriyordu. Buna rağmen Avusturya üzerine sefere çıkma kararı aldı.
Çünkü Mohaç zaferinden sonra Avusturya yapılan anlaşmalara son zamanlarda uymayı bırakmış, kutsal Roma-Cermen İmparatoru olan Avusturya Kralı Ferdinand son iki yıldır vergileri ödememeye başlamıştı. Ayrıca Almanların zaptettiği ve uyarılara rağmen iade etmedikleri Budapeşte’nin 210 km. kuzey-doğusunda bulunan Serencs ve Serencs’in 20 km. güney-doğusunda yer alan Tokay Kalelerinin geri alınması gerekiyordu. Üstüne üstlük, Avusturya arşidükü Maksimilyan'ın Erdel'e girmesi artık bardağı taşırmıştı. Bu durum Kânûni açısından prestij kaybıydı. Öyleyse düzeltilmeli Ferdinand’ın kulağı çekilmeliydi. Sefer hazırlıkları başlasın fermânı derhal yerine getirildi.
Tecrübeli Türk Hâkânı, oğlu veliaht şehzâde Selim’in kızı Esmahan Sûltân’la evli Sokullu Mehmed Paşa’yı 10 ay önce 28 Haziran 1565’te Sadrâzâm yapmıştı. Fakat Kânûni, Sokullu’ya güvenemediğinden orduyu teslim etmedi, sefere kendisi çıkmaya karar verdi. Ancak Sokullu’yu da yanına alacaktı. Hatta 3. Vezir Ferhat Paşa’ya, 4. Vezir Ahmed Paşa’ya, 5 ay önce Malta Seferinden dönen 5. Vezir İsfendiyaroğlu Prens Mustafa Paşa’ya da hazır olun emri vermişti. Birlikte gidilecekti.
Fakat hastalığından dolayı sefere arabayla çıkacak, halkın büyük tezahüratlarla karşılayıp uğurladığı yerleşim merkezlerini ise at sırtında geçecekti. 1 Mayıs 1566 tarihinde İskender Paşa İstanbul’da taht muhafızı olarak bırakıldıktan sonra hareket edildi. Uğurlayanlar arasında bulunan Şeyhülislâm Ebussûd Efendi ile Kânûni’nin büyük şâiri Bâkî bir daha göremeyecekleri Kânûni’ye son kez el salladılar. Bâkî’nin duâsı şu mısralara yansıdı:
Duâmız oldur ey Bâkıy hatadan saklasın Bâri Hüdâvend-i Cihân Sûltân-ı â’dil Şeh Süleymanı
Yanında Sadrâzâm ile vezirlerin dışında Anadolu ve Rumeli Kazaskerleri Abdullah Perviz Efendi ve Hamid Efendi, Başdefterdar Mehmed Çelebi, Yeniçeri Ağası Ali Ağa da bulunduğu halde yerleşim merkezlerini itina ile geçen Kânûni, 15 Mayıs’ta Edirne’de mola verdi. 2. Vezir Pertev Paşa âcilen Erdel’e gönderilmek üzere 41 gün önce zâten 27 bin kişilik bir kuvvetle önceden yola çıkmıştı.
Kânûni, 3 gün Edirne’de kaldıktan sonra yola revan olmuş, iki hafta içerisinde Tatarpazarcığı’nda konaklamışlardı ki, Manisa Sarayından bir ulak geldi huzura çıktı. Germiyanoğlu taht merkezi Kütahya’da oturan Veliaht Şehzâde Selim’in oğlu Manisa Sancak Beyi Şehzâde Murad’ın bir oğlunun dünyaya geldiğini ve kendisinden bir isim talep edildiğini saygıyla söyledi.
Türk Hâkânı, muhteşem otağının uzak noktasına birkaç saniye baktı. Aklına ecdâdı büyük atası Fâtih’in babası Sultân Murad Hân geldi. Öyle ya, torunu Şehzâde Murad’la adaştı. Sûltân Murad nasıl ki Edirne Sarayında doğan sonradan Fâtih ünvânı alacak olan oğluna Mehmed ismini koyduysa, Manisa Sarayında torunu Murad’ın yeni doğan şehzâdesine aynı isim yâni Mehmed ismini vermek yerinde olur diye düşündü.
Belki bu yeni doğan şehzâdede birçok fetihlere imza atarak “Fâtih” ünvânı alabilirdi. (Sultân III. Mehmed sanıyla tahta geçen bu yavru 30 yıl sonra Eğri Kalesini alacağı gibi pek çok başarılara imza atacaktır.) Sonra haberciye döndü. “Ecdâd-ı Kirâmımızda Murad oğlu Mehmed olagelmiştir, bunun da nâm-ı şerîfi Mehmed olsun.” Haberci ismi alır almaz Şehzâde Murad’a acele yetiştirmek için yedeğindeki atlarla dörtnala Manisa’ya doğru fırladı gitti.
Kânûni yoluna devam etti. Bir an önce Budapeşte’nin kuzey doğu ucunda bulunan Eğri Kalesine ulaşmak, O’nu fethettikten sonra Osmanlı Toprakları içine kama gibi girmiş Viyana yolu üzerindeki Zigetvar’ı almak istiyordu. 3 Haziran’da geldiği Filibe’den ertesi gün beklemeden yola çıktı.
19 Haziran’da Belgrad’taydı. Kurban Bayramı iyice yaklaşmıştı. Bayramı Belgrad’ın karşı kıyısındaki Zemlin sahrasında kutlamak istiyordu. 3 gün içerisinde hareketle bir hafta içerisinde bütün orduyu disiplinli bir şekilde Belgrad’ın karşı kıyısına geçirdi. 12 Temmuz 1521’de dönemin Sadrâzâmı Pîri Mehmed Paşa’nın fethettiği Zemlin Kalesinin arkasındaki sahraya bayramın ikinci günü olan 29 Haziran 1566 cumartesi günü otağını kurdurdu. Kurbanlar burada kesildi, bayramlaşma protokol sırasına göre yapıldı. Asker o gün kurban etine doydu.
Bu sırada, Erdel’den gelen 26 yaşındaki eski Macar Kralı (bebek kral) II. Janos’un huzura çıkması için izin istediği iletildi. Kânûni’nin “gelsin” demesi üzerine huzûra kabûl edildi. Janos heyecandan tir tir titriyordu. Nasıl heyecanlanmasındı. Kânûni, henüz 13 aylık bir bebekken, Macar topraklarına ve Macar Krallık tâcına göz diken Almanların yenilgiye uğratılmasıyla Budapeşte’ye gelerek krallık sarayında kendisini kucağına alarak sevmiş, ayrıca şehzâdeleri 17 yaşındaki Selim ile 15 yaşındaki Bâyezid’ın da kucağına vermişti.
Gerçi kânûni, Macar Szapolya’dan sonra Macar tahtının vârisi olarak gösterilerek Macarlarca kral ilân edilen bebek II. Janos’un krallığını onaylamamıştı. Üstelik Macaristan’ı devletin bir Beylerbeyliği haline getirerek Beylerbeyi atamıştı.
(Kânûni, II. Janos’un babası Szapolya 1. Janos’u 1529 Viyana seferinde evlatlığa kabûl ettiğini resmen açıklamıştı. Sonra Lehistan Kralı Sigismond’un kızı İsabella ile evlendirmişti. Bu evlilikten de 7 Ağustos 1540 yılında oğlu II. Janos dünyaya gelmişti. Ancak 15 yıldır İstanbul’da Divân’a bağlı olarak Macar Krallığı yapan Szapolya iki hafta sonra 22 Ağustos 1540’ta öldü. Bunu fırsat bilen Ferdinand, Macaristan topraklarına sarkmış ama bunu pahalıya ödemişti. Üstelik Kânûni geldiği Budapeşte’yi doğrudan Türk topraklarına ilhâk ettiğini söyleyerek 29 Ağustos 1541’de yılında Ramazanoğlu Uzun Süleyman Paşa’yı vezirliğe yükselterek ilk Beylerbeyi olarak atamıştı.)
Macaristan resmen bir Türk Eyâleti olduğunda Erdel Prensliğine gönderilen işte o bebek II. Janos şimdi 26 yaşındaydı. Babasını evlatlık edindiği için babasının babası konumundaki Kânûni kendisine kabûl etme şerefini bahşetmişti. Şimdi o Cihân Sûltânı’nın karşısındaydı. Bir an rüyâ gördüğünü zannetti. Kendisini çabuk toparladı... Geleneği gereği yere üç kere diz çöktükten sonra yavaşça doğruldu. Binlerce mücevherle işlenmiş tahtında bütün vakarıyla oturan Kânûni’ye yaklaştı, kendisini yüzüstü yere atarak secde vaziyetinde yeri öptü. Sonra kalktı bir asker duruşuyla Kânûni’ye bütün samimetiyle ; “Heman kâdimi kul oğlu kulum” dedi. Heyecanı geçsin diye yutkunduktan sonra devam etti. “Ferman Padişah Hazretlerimizindir.”
Kânûni’nin gözü genç Janos’un üzerindeydi. “İyilik üstüne iyilik göresin” diye seslendi. Sonra nâdir kişilerin öpme bahtiyarlığına erişebildiği elini uzattı. Janos’un şaşkınlığı bir kez daha arttı. Eğildi edeple uzatılan eli öptü. Kânûni; bu kez de “Nasılsın sevgili oğlum” diye şehzâdelerine has bir şekilde hal-hatır sordu. Ayakları yere basmayan II. Janos, telaşla getirdiği hediyeleri takdim etti. Bunlar 50 bin duka değerinde tek parça yakutla, kulpları elmas kaplı 4 altın vazo idi. Sonra Türk Hâkân’ı tarafından hediye edilen çok kıymetli kılıçları aldı ve huzurdan ayrıldı.
Hareket vakti gelmişti. Kânûni, Eğri’nin Fethi için Zemlin’den ayrılmak üzereydi. Fakat bir acı haberle sarsıldı. Zemlin’in 290 km. kuzey-batısında Şikloş (Siklos) civarında Zigetvar Kale komutanı Nicolas Zrinyi’nin, Tırhala Sancakbeyi Mehmed Bey’i oğlu ve muhafızlarıyla pusuya düşürerek şehid ettiği haberini aldı. (Macaristan şehri Şikloş’ta Malkoç Bey Camii 1992-95 Bosna savaşında gelen mülteciler tarafından ibâdete açılmış hâlen kullanılmaktadır.)
Kânûni, Mehmed Bey ve oğlunun şehid edilmesine canı sıkılmıştı. Derhal kararını değiştirerek daha sonra Eğri’ye uğramak üzere 10 yıl önce Ali Paşa tarafından 70 gün boyunca kuşatılmasına rağmen düşürülemeyen Belgrad’ın 350 km. Kuzey-Batı’sında bulunan Zigetvar’a yöneldi. Zigetvar’a 60 km. kalmıştı ki muhafızları ve oğlu ile birlikte şehid edilen Mehmed Bey’in pusuya düşürüldükleri Şikloş’tan geçiyorlardı. Kânûni dudaklarını kanatırcasına ısırdı. Bu arada farkında olmadan “Bekle beni Zigetvar, bekle beni Ferdinand” sözleri dudaklarından döküldü.
4 Ağustos’ta Peç geçildi. 35 km. ilerideki Zigetvar önlerine gelindiğinde ise tarihler 5 Ağustos 1566’yı gösteriyordu. Önden giden İsfendiyaroğlu Şemsî Ahmed Paşa (Üsküdar sahilinde Şemsî Paşa Camiini yaptıran) 90 bin askerle üç gündür buradaydı. Ayrıca Anadolu Beylerbeyi Zal Mahmud Paşa ile Erzurum Beylerbeyi Dulkadiroğlu Mehmed Paşa da buradaydılar. Kırım Hân’ı Devlet Giray da aldığı emir üzerine 15 bin kişiyle Slovakya’ya girmişti.
Kânûni’nin kaybedecek vakti yoktu. Zigetvar Kalesini uzun uzun süzdükten sonra, önce muhasara düzenindeki orduyu yanında Sadrâzâm olduğu halde at üzerinde teftiş etti. Sonra dönüp tekrar baktığı Zigetvar’ın fethi için beklemeden ilk ateş emrini verdi. Top seslerinden yer gök inlemeye başladı.
Zigetvar üç aşamadan meydana gelen bir şehirdi. 13 Ağustos’ta Eski Zigetvar’a, 19 Ağustos’ta Yeni Zigetvar’a girildi. Ancak çok sağlam olan kale direniyordu. Kânûni ilk genel hücum emrini 26 Ağustos’ta, ikinci hücum emrini 29 Ağustos’ta verdi ve aynı gün muhasara saflarını bizzat teftiş etti.
Ancak otağına dönünce yatağa düştü. 1552’de Beylerbeylik tesis ettiğimiz Timeşvar’ın 120 km. kuzeyindeki 129 yıl boyunca bizde kalacak olan Gyula (Göle) Kalesinin Pertev Paşa tarafından 1 Eylül’de fethedildiği haberini aldı. Bu habere sevindiyse de düzelemedi.
Diğer yandan Türk Askeri, gittikçe ağırlaşan hükümdarlarına Zigetvar’ı bir an önce hediye ederek O’nun iyileşmesini istiyordu. Bunun için 2 Eylül’de şiddetli yağmura rağmen, üstelik bataklığa dönüşen arazide canını dişine takarak öyle bir hücuma geçti ki üç gün üç gece sonra neredeyse Zigetvar diye bir şey kalmamıştı. Ancak kale komutanı Zrinyi çaresizce direniyordu. (Zigetvar Kuşatması’nı konu alan ve Macar edebiyat tarihinin en önemli destanı olarak kabul edilen “Szigeti Veszedelem” (Zigetvar Tehlikesi) adlı eser bu kuşatma üzerine yazıldı.)
Bir gün sonrada Zrinyi’nin direniş gösterdiği iç kale ateşe verildi. Mehmed Beyi oğlu ve muhafız askerleriyle pusuya düşürerek şehit eden Zigetvar’ın komutanı Zrínyi son olarak yanındaki kalan 600 askerle direniyordu. Bir kısmı öldürüldü, kalanlar esir edildi. Ölenler arasında Zigetvar’ın komutanı Zrinyi de vardı. Başı kesilip 250 km. mesafede ki Györ (Yanıkkale) yakınlarında beklemekte olan Habsburg Kralı II. Maksimilyan’a gönderildi. Ancak Maksimilyan yardıma gelmeye cesaret edemedi.
Fakat Kânûni de ağırlaşmış yolun sonuna da gelmişti. 6 Eylül’ü 7 Eylül’e bağlayan cumayı, cumartesiye bağlayan gece saat 01.30’da Türk Hâkânı Sultân Süleyman, 46 yıldan sadece 15 gün eksik sürdürdüğü Cihân Padişahlığı görevini bitirerek 24 saat Kur’ân-ı Kerim okunan muhteşem otağında son nefesini verdi.
Vezirlerin, Anadolu ve Rumeli Beylerbeylerinin, Hasoda Subaylarının, tabî ki Hekimbaşı Bedreddin Mehmed Çelebi ile Hünkar Baş İmamı Derviş Efendi’nin nezaretinde kalbi dâhil iç organları çıkartılarak otağının içine gömüldü. Sonradan oğlu II. Selim tarafından türbe yapılan bu mekân elimizden çıkınca müştemilatıyla birlikte yıktırıldı.
TİKA’mızın gayretleriyle Üzüm Tepesinde otağını kurduğu yerdeki türbe, külliye, cami, tekke ve karakol kazı çalışmalarıyla gün yüzüne çıkartıldı. Yeniden aslına uygun olarak inşa çalışmaları sürdürülmektedir… Mekânı cennet olsun.
.
Vefât yıldönümünde İmâm Buhârî Hazretleri (31 Ağustos 870)
Halit Kanak İletişim:
İmâm-ı Buhâri Hazretleri (k.s.) 19 Temmuz 810 yılında cuma günü Abbâsi Devleti sınırları içerisinde Merv Şehrine bağlı yerleşim merkezi Buhara’da doğdu. Abbâsi Halifesi Harun Reşid vefât edeli 15 ay 25 gün olmuştur. Ortalık güllük gülistanlıktır.
Mezhep İmâmlarından Enes bin Mâlik, Ahmet bin Hanbel, Muhammad Şâfii Hazretleri bu dönemde yaşadıkları gibi, İmâm Ebû Hanife Hazretleri’nin iki büyük talebesi İmâm Yusuf ile İmâm Muhammed de bu dönemde yaşamışlar.. Bağdat, Mekke, Medine, Kûfe, Basra, Şâm, Kâhire ilim merkezleri haline gelmiş, huzur iklimi bütün coğrafyaya hâkim olmuş, yaşanan zenginlik dolayısıyla zekâtları artırmış, bu da sosyal hayatı olumlu etkilemişti.
Dönemin âlimleri; 815’te vefât eden Câbir bin Hayyan, 830’da vefât eden Abdülhamid ibni Türk gibi ilim insanları; Fudayl bin İyaz gibi, Behlül Dânâ gibi, İbrâhim Ethem gibi, Şeybân-ı Râi, Şiblî, Serî es-Sakâti, Mâ’ruf’i Kerhî gibi Allah Dostları İslâm Beldelerinde insanların maddi-mânevî gelişmesini sağlamışlardı.
İşte böyle bir iklimde hadis ilminin zirvesine çıkacak ve bu konudaki boşluğu doldurmak üzere dünyaya teşrif eden Buhârî’nin ismini ailesi Muhammed koyar. Çok küçük yaşlarda babası İsmâil’i kaybeden Buhârî, annesi tarafından yetiştirilir. Ancak küçük Muhammed küçük yaşlarda gözlerinden rahatsızlanır ve göremez olur. Bu durum oğlunun iyi bir eğitim almasını isteyen annesini endişelendirmektedir. Tedâvisi için çok çalışsa da netice alamaz. Her gece kalktığı teheccüt namazından sabah namazına kadar secdede duâ eder.
Bir gece rüyâsında İbrâhim aleyhisselâmı görüp duâ ister. İbrâhim aleyhisselâm ona; "Üzülme, Allahü teâlâ oğlunun gözlerini geri verecek" diye müjdeler. Sabah olunca geleceğin İmâm Buhârî'sinin gözleri tekrar görmeye başlar. Bunun üzerine küçük Muhammed bütün gayretini ilme verir.
Çok geçmeden, “İlmi isteyene veririm” ilâhi emri tecelli eder. Muhammed henüz 7-9 yaşlarında iken Kur’an-ı ezberler, iyi derecede Arapça’yı öğrenir. 10 yaşına geldiğinde kendini “Küttab” ismi verilen eğitim kurumunda bulur. (Emevîler döneminde yaygın olan Küttab’lar, Buhârinin yaşadığı Abbâsîler döneminde de etkindir. Küttab’lar ihtiyaca göre hemen her mahallede bir iki tane bulunurdu. Camilere bitişik olan bu okullarda okuma-yazma ve gramer gibi dersler okutulduğu gibi farklı İslâmî dersler de ‘okutulur ve Kur’an’ı ezber gibi bâzı dersler camide yapılırdı. Küttâblarda belli bir yaş sınırlaması olmadığından çoğunlukla değişik yaş gruplarındaki öğrenciler aynı sınıfta, bazan da yaşlarına göre sınıflara ayrılarak ders görürlerdi.)
Muhammed burada hadis derslerine ağırlık verir. Bunda tabiiki babasından kalan hadis kitaplarının rolü büyüktür. Rahlesine diz çöktüğü hadis hocalarının başında Muhammed b. Selâm el-Bîkendî ile Abdullah b. Muhammed el-Müsnedî gibi Buhâralı muhaddisler vardır. Çok sevdiği hocalarından hadis öğrenmeye başlar. Çok güçlü bir zekâ ve hafızaya sahip olan Buhârî, henüz 15’ine girmeden 70.000 hadis ezberlemiştir bile.
İmâm Buhârî, 825 yılında annesi ve ağabeyi Ahmed ile Hac vazifesi için Hicaz’a gider. Hac sonrası ise ilim öğrenme isteği ile ailesinden izin alıp Mekke’de kalır ve o burada Mekke’nin ünlü hocalarının hadis derslerine devam eder. Okudukça öğrenir, öğrendikçe şevki artar daha fazla öğrenme ihtiyacıyla yollara düşer. Önce Medine’ye daha sonra da sırasıyla Bağdat, Basra, Kûfe, Mısır, Nişâbur, Belh, Merv, Askalan, Şam, Hums, Rey gibi ilim merkezlerini dolaşır.
Buralardan elde ettiği Hadis-i Şerif’leri derlediğinde, bizzat kendilerinden hadis yazdığı muhaddislerin sayısının yüzlerceye ulaştığını görür. Yetmez, defalarca Bağdat’a giderek Hanbelî mezhebinin imâmı büyük âlim, muhaddis Ahmed b. Hanbel Hazretleri ile görüşüp ondan istifade eder. Ancak o bununla da yetinmez.
Bir kere ilim aşkıyla tutuşmuştur. İmam Şâfiî’nin talebelerinden soyu Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ile büyük dedeleri Kusay’da birleşen Humeydî Mekkî’den bu kez de fıkıh tahsilini tamamlar. Bu arada İmam Buhârî 200 binden fazla Hadis-i Şerif’i barındıran çok geniş bir kütüphaneye sahip olmuştur. Hocası Humeydî zâten hadis konusunda bir meselede muhaddislerden biriyle anlaşmazlığa düşünce o sıralar henüz on sekiz yaşında bulunan talebesi Buhâri'yi hakem tayin ederdi.
Bu şekilde pek çok âlimden eğitim aldıktan sonra Kâhire’den Semerkand’a, Şâm’dan Buhara’ya kadar tanınmış ilim merkezlerinde, hadis, fıkıh dersleri verir. Ünü o kadar çok yayılır ki, İslâm coğrafyasının her tarafından gelen binlerce talebeye hadis dersleri verir. Firebrî, İmam Müslim, Tirmizî, Ebû Hâtim, Ebû Zür‘a er-Râzî, Muhammed b. Nasr el-Mervezî, Sâlih Cezere, İbn Huzeyme gibi muhaddisler en önemli talebeleri arasındadır. Ona talebe olma şerefine nâil olmuş talebeleri, yakından tanıdıkları hocalarını öve öve bitiremezler. Hatta İbn Huzeyme, "Şu gök kubbenin altında Resulullah'ın hadislerini Buhâri'den daha iyi bilen, anlayan ve daha iyi ezberlemiş olan birini görmedim" diyecektir..
Çünkü o; bir taraftan yazıyor, bir taraftan da yazdığını hafızasına nakşediyordu. Birgün Bağdat’a geldiğinde muhaddisler tarafından imtihana çekildi. Bu imtihanda muhaddisler yüz kadar hadisin senet ve metinlerini karıştırarak Buhari’ye vermişler ve düzeltmesini istemişlerdi. Buhari ustaca karıştırılmış hadis metin ve senetlerini yine ustaca eşleştirmeyi başarmış, kimsenin aklında en ufak bir şüphe bırakmamıştı. (Sened: Hadisin ilk râvisi (rivâyet eden) ile son râvisi arasındaki tüm râvilerin oluşturduğu zincir'dir. Hadisin senedi denildiğinde, hadisi rivâyet eden tüm râvilerin isimlerinin sayılması anlaşılır.) Hangi hadis’in râvileri (rivâyet eden) kimlerdir yerli yerine koymuştu.
İmam Buhârî’nin hadis ilmine hizmetleriyle tanınan en önemli şahsiyetler arasında gelmesinin sebebi, sahih hadisleri bir araya getirip kitaplaştırmış olmasıydı. Böylece bütün İslâm Âleminin Kur’an-ı Kerim’den sonra en güvenilir İslâmî kaynağı olarak bilinen 600 bin Hadis-i Şerif arasından 16 yılda hazırladığı 7.275 sahih Hadis-i Şerif’i bünyesinde barındıran Sahih-i Buhari (Câmii Buhârî) ortaya çıkmış oldu. Dünyaca ünlü bu kaynak eserinin her bir bölümünü yazmadan önce çok titizlik gösterir, her defasında gusül abdesti alarak 2 rekât namaz kılardı.
Birinden hadis yazarken de aynı titizlikle onun yaşayışını, dinine bağlılığını, bid’atle ilgisi olup olmadığını ismini, künyesini, soyunu ve hadisi nasıl öğrendiğini mutlaka sorar, aldığı cevaplara göre eğer o kişiyi yeterli bulursa ondan hadis rivayet ederdi.
Buhârî’nin yakın talebeleri, kendisinin kitaplarını yazarken elde ettiği rivayet malzemelerini önce ayrıntılı olarak tesbit ettiğini, meydana getirdiği eser üzerinde uzun süre hassasiyetle çalışarak son şeklini verdiğini söylemektedirler. Çünkü hadisler, başta dîn-i amellerimiz olmak üzere insan hayatının her safhasını düzenleyen yaşantımıza ışık tutan Kur’an-ı Kerim’den sonra en önemli kaynaktır ve doğru anlaşılması gerekir. İmâm Buhârî’nin bu denli titizliği bundan dolayı önemlidir.
Namazların hangi vakitlerde kaç rekat ve nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı, zekatın hangi mallardan ne kadar verileceği, haccın nasıl yapılacağı gibi hususlar Kur’an da yer almayıp hadislerle belirlenmiş, hatta İslâm Hukuku’nun pek çok meselesi yine hadisler ışığında çözüme kavuşturulmuş, taharetten vasiyete kadar konular yine Hadis-i Şeriflerin ışığında bizleri aydınlatmıştır.
Ayrıca; kabir hayatı, mahşer, hesap, sırat, cennet-cehennem hayatı ile ilgili bilgiler Hadis-i Şerifler sayesinde öğrenilmektedir. (Bize Kur’an yeter diyen aymazlara duyurulur.)
İmâm Buhârî’nin bu çalışmalarının bir başka önemi ise Hazreti Osman’ın şehâdetinden sonra ortaya çıkan Hariciye, Gâliye gibi siyâsî fırkaların; Kaderiyye, Mürcie, Müşebbihe, Cehmiyye gibi mezheplerin işlerine gelmeyen hadisleri inkar etmeleri, ortaya koydukları tezleri savunmak için hadis uydurmaları (Bu konuda Ali bin Sûltân Muhammed el-Kâri el- Herevî’nin yazdığı “Uydurma Olduğunda İttifak Edilen Hadisler” kitabına bakılabilir) İmâm Buhârî’nin çalışmalarının ne kadar önemli olduğunu bizlere göstermektedir.
Bütün hayatını; Ümmet-i Muhammed’in dinine, diyânetine adayarak Hadis-i Şeriflerin ışığında kurtuluşlarına vesile olmak için yaptığı çalışmalarda sona yaklaşmıştı. Her fâni gibi o da ebediyete gideceğini biliyordu. Ancak ne zaman ve nerede vefât edecekti. O günlerde bulunduğu Buhâra’nın valisi kendi çocuklarına ders vermesini teklif etti. İmâm, hiç beklemediği bu teklife, “İlmi belli insanlara tahsis edemeyeceği” cevabını verdi.
Bunun üzerine vali İmâm Buhâri’yi insanların gözünde küçük düşürmeye çalıştı ve çevresindeki yanaşmalar vasıtasıyla İmâm’ın Ehl-i Sünnetle bağdaşmayan fikirleri olduğunu yaydırmaya başladı. Yetmedi İmâm’ı kendi memleketi olan Buhâra’dan çıkardı. Bu bir nevî sürgündü.
Bunun üzerine İmâm Buhârî hayatının kalan kısmını geçirmek üzere Semerkand’a doğru yola çıktı. Ancak önce Semerkand yakınlarındaki Hartenk Kasabasında bulunan akrabalarını ziyâret etmek istedi. Hartenk’e gelince burada hastalandı. Takvimler 31 Ağustos 870’i gösterdiğinde, Ramazan-ı Şerif’in son günü Perşembe günü Rahmet-i Rahman’a kavuştu. Ertesi gün bayram namazından sonra sevenleri tarafından burada defnedildi.
Şu anda Semerkand sınırları içerisinde kalan mübârek kabirleri, 11 asır boyunca sıradan bir mezar olarak kalmış, daha sonra kabrinin üzerine Özbekistan’ın bağımsızlığının ardından, 2000’lerin başında Orta Asya Türk Sanatı’nın özelliklerini taşıyan bir türbe inşa edilmiştir. Ziyâretin bizlere de nasib olduğu asıl kabir, eski Türk mezar geleneğine uyularak “zîr-i zemîn” yani yeraltındaki mezar odası olarak tutulmuş ve yukarıya, kabrin tam üzerine isabet eden yere de mermer bir sanduka konularak tamamlanmıştır. Rabbim bizleri şefaatlerine nâil eylesin…
.
24 Ağustos 1516 Yavuz’un Merc-i Dâbık zaferi
Halit Kanak İletişim:
Yavuz Sûltân Selim Hân, Zenbilli Ali Cemâli Efendi’den alınan fetva ile Mısır Memlûk seferine başlamak üzere Topkapı Sarayından Üsküdar’a geçerek hazırlanan otağına adım attığında takvimler 5 Haziran 1516’yı gösteriyordu.
İstanbul-Dâbık arası o günkü Beyşehir-Elbistan-Dâbık güzergâhı üzerinden yaklaşık 1550 kilometredir. Yavuz Beyşehir’e geldiğinde Koçhisar Zaferinin müjdesini alır. Zaferi kazanan Bıyıklı Mehmed Paşa birlikleriyle Malatya’da Yavuz’a katılır. Elbistan’a geldiklerinde önceden yola çıkan Sinan Paşa ile buluşur. Kilis’i geçtiklerinde ise, 1514’teki Şâh İsmâil-Yavuz vuruşmasında gâlip gelecek kişinin üzerine yürüme ihtimâlini yüksek tutan ve her dâim tetikte olan Sûltân Kansu da 11 Temmuz’dan beri bulunduğu Halep’ten yola çıkar.
(Sûltân Kansu, 28 Nisan 1516’da Sinan Paşa’nın Yavuz’dan önce emrindeki orduyla İstanbul’dan hareket etmesini pür dikkat takip etmiş, yanında Halife III. Mütevekkil ve dört mezhep kadıları olduğu halde Halep’e gitmek üzere 19 Mayıs’ta yola çıkmıştı.)
Yavuz Azez’i geçerek Türkmen yerleşim birimlerinden olan Türkmenbarı’nın 5 km. batısında bulunan Dâbık Kasabasına geldiğinde Sûltân Kansu Gavri’de Dâbık düzlüğünde kendisini beklemektedir. Burası yeşil çayırlıkları ve çok geniş bir alanının düzlük oluşundan dolayı Dâbık’ın Düzlüğü mânâsına gelen Merc-i Dâbık diye anılmaktadır.
Bu geniş sahranın tarihi özellikleri de vardır. En eski bilineni Hz. Dâvûd’un (Aleyhisselam) bu sahrada bulunan Türkmen Köyü Toybuk’ta bir makâmının bulunmasıdır. Davud Aleyhisselam’ın mâkâmı üzerine ne zaman yapıldığı bilinmeyen bir de türbe vardır. (2014’te bölgeyi ele geçiren işid ‘Daeş’ tarafından yıkılmıştır.) Kansu Gavri, buraya gelerek Yavuz Sûltân Selim’in ordusunu burada karşılamak istemiştir. Sebebi Hz. Davud Aleyhisselam’ın mânevi desteğini alarak savaştan gâlip çıkmak istemesidir.
Bu bölge aynı zamanda Halife Süleyman b. Abdülmelik’in Bizans’a yönelik seferi sırasında Suriye ordularının ana karargâhı olmuştur. Dâbık’ta hazırladığı 100 bin kişilik ordusunun başına kardeşi Mesleme’yi geçirterek, İstanbul’u fethetmeden ve kendisinden ikinci bir emir almadan dönmemesini, İstanbul fethedilene kadar Dâbık’tan ayrılmayacağını söylemiş ve gerçekten de bu süre içerisinde Dâbık’ta yaşamış 717 yılında burada vefât etmiştir.
Vefât etmeden önce yerine eniştesi ve amcasının oğlu, bizim de âcizâne Halep ile Hama arasında bulunan türbesini ziyâret etme imkânı bulduğumuz meşhûr halife Ömer bin Abdülaziz’i veliaht tayin etmişti. (22 aylık halifeliği süresince zekât memurları zekât verecek kimse bulmakta zorluk çekmişlerdir.)
Meşhûr Abbasi Halifesi Hârûnürreşîd’in de zaman zaman bu bölgeye gelerek askerî manevralar öncesi aynı sahrada karargâh kurduğu bilinmektedir.
Yine 1098’de haçlı ordusunun Antakya’yı ele geçirdiği bir zamanda Musul hâkimi olan Kürboğa’nın Merc-i Dâbık’ta; Dımaşk (Şam) Meliki Dukak, Ata-Beg Tuğtegin, Humus hâkimi Hüseyin, Sincar hâkimi Arslantaş ve Artuklu Beyi Sökmen’in de kendisine katılmasıyla Selçuklu ordusunun Antakya’yı haçlılardan temizlemek için harekete geçtiği yerdir. (Kürboğa, Tutuş’un öldürdüğü vali Aksungur’un küçük yaştaki oğlu meşhûr İmâdüddin Zengî’yi yanına alarak yetiştiren ve Musul Ata-Beg’i olmasını sağlayan kişidir.)
Bunlardan başka Memlükler devrinde Anadolu’ya yapılan seferler öncesi askerî ana üs olarak kullanılan Merc-i Dâbık’ın isminin bütün dünyaca duyularak bilinmesi, Yavuz Sûltân Selim ile Kansu Gavri arasında meydana gelen savaşta olmuştur.
Bu savaşın ana sebebi ise; Osmanlı Devleti kurulduğu günden beri Anadolu üzerinde tehditleri hiç bitmeyen Memlüklerin tehlikeli davranışları olmuştur. Memlükler, Çukurova'yı ellerinde tuttukları gibi, yeri gelip Kütahya'ya kadar sarkmışlar, nice Osmanlı vezirlerini ve beylerbeylerini şehit etmişlerdi. (1485-1491 savaşları.) Ayrıca Kahire'de bulunan Abbasi Halifesini kullanarak, Anadolu Beyliklerini etkilemeleri rahatsızlık vermişti.
Fakat en önemli nedenlerden birisi de II. Bâyezid döneminde şehzâdeler arasında taht kavgalarının kızıştığı bir dönemde Manisa sancağını elde ederek diğer kardeşleri arasında avantajlı duruma geçmek isteyen Şehzâde Korkut’un babasına şantaj yapmak için güyâ amcası Cem Sûltân’ı taklit ederek 1509 Mayıs’ında Mısır’a gitmesi ve Sûltân Kansu’nun da büyük bir debdebe ile onu karşılaması ve Korkut’u Osmanlı tahtına vâris göstermesiydi. Yavuz daha Trabzon’da iken bunu bir kenara yazmıştı.
İşte Yavuz Sûltân Selim Hân, bütün bunları bir çırpıda çözmek için Kahire’de nihayete erecek olan bu sefere çıkmış Merc-i Dâbık’a kadar gelmişti. Şimdi iki ordu 24 Ağustos 1516 günü sabah erken saatlerde karşı karşıya gelmiş kozlarını paylaşacaktı.
60 bin kişilik Osmanlı ordusunun merkezinde Yavuz Sûltân Selim atının üzerinde eli kılıcının kabzasında yeniçeriler ve kendisine son derece bağlı Azablar ile ilk saldırıyı Memlüklerin yapmasını bekliyordu. Vezir-i Âzam Sinan Paşa’nın kumanda ettiği sağ kanatta; Anadolu Beylerbeyi Zeynel Paşa, Karaman Beylerbeyi Hüsrev Paşa, Ramazanoğlu Mahmud Bey bir de Osmanlı'ya sâdâkatinden dolayı Memlüklerin Kahire'de Züveyle Kapısına astığı Şehsûvar Bey'in oğlu Dulkadıroğlu Ali Paşa vardı. (Ali Paşa, Kansu Gavri’nin yerine geçecek olan Tomanbay’ı babasının intikamını alması için Yavuz’un kendisine teslim etmesiyle Ridâniye zaferi sonrasında Tomanbay’ı aynı kapıda asacaktır.)
Sol kanatta ise; komuta merkezinde sonradan Vezir-i Âzam olacak olan Vezir Yunus Paşa, Rumeli Beylerbeyi Yusuf Paşa, Amasya Beylerbeyi İsfendiyaroğlu Mehmed Paşa, Diyarbakır Beylerbeyi Bıyıklı Mehmed Paşa, Yavuz’un kayınpederi Kırım Hân’ı Mengli Giray Hân’ın iki oğlu Saadet Giray (ileride 8 yıl hân’lık yapacaktır) ve Mübârek Giray bulunuyordu. (Mübârek Giray, Moskova’yı alarak ismi taht alan’a çılan Devlet Giray Hân’ın babasıdır. Ridâniye savaşında şehit olacaktır.)
80 bin kişilik Türk veya Türkleşmiş Çerkezlerden oluşan Memlüklerin merkezinde yine doğal olarak Sûltân Kansu Gavri bulunurken, makâmı ve yetkileri Beylerbeyliği makâmının üzerinde olan Makâm-ı Saltana’lardan Şam Nâib-i Saltanası Şaybek sağ kanatta, sol kanatta ise Halep Nâib-i Saltanası Hayrbey son derece donanımlı süvari birliklerinin başında hazır bekliyorlardı.
Nihayet ilk saldırı sabah sekiz sularında Memlük süvarilerinin sağ ve sol kanat üzerine yaptıkları sert hücum ile başladı. Osmanlı kanatları önce bocaladıysa da ateşli silahların devreye girmesiyle çabuk toparlandılar. Birkaç saat içerisinde de bastıran taraf oldular. Tam bu sırada Yavuz yalın kılıç emrindeki kuvvetlerle merkezden bindirdi. Bir taraftan da sağ ve sol kanatlara Memlük Ordusunu çevirme emri verdi. Kanatlar birleşince ortada kalan Memlük Ordusunun yapabileceği bir şey kalmamıştı.
Akşam 16.00 sularına gelindiğinde ise Memlük ordusu imha edilmiş, 8 saat süren savaş da bitmişti. Sûltân Kansu Gavri ile Nâib-i Saltanalardan Şaybek’te savaş meydanında kalmıştı. Kansu Gavri şâirliği yanı sıra ilim ehli birisi ve tefsir âlimiydi. Mekânı cennet olsun.
Abbâsî Halifesi III. Mütevekkil esir alınanlar arasındaydı. Yavuz kendisine oldukça hürmetkâr davrandı. Ele geçirilen Sûltân Kansu’nun çadırında baha biçilemez hazine bekletilmeden İstanbul’a gönderildi. Yavuz’un yapacak daha çok işi vardı. Bu zaferle birlikte Suriye, Lübnan, Filistin kapıları açılmıştı. Önce 28 Ağustos 1516 Perşembe günü Haleb’e girdi. O gün Halep Beylerbeyliği kuruldu. İlk Beylerbeyi olarak Karaca Paşa atandı. Kadılığa ise Çömlekçizâde Kemal Çelebi getirildi.
Burada aynı gün yapılan devir-teslim töreniyle İslâm Halifeliği el değiştirdi. Böylece Halifelik Abbasîlerden 3 Mart 1924 yılına kadar devam edecek şekilde Osmanoğullarına geçti. Ertesi gün Cuma ve mübârek Recep Ayı’nın son günü idi. Yavuz Sûltân Selim Hân adına meşhûr Halep Emevî Camiinde (Zekeriyya Camii) hutbe okundu. Hutbede İmâm Efendi, Yavuz Sûltân Selim Hân’dan, “Hâkimu’l Haremeyni’ş-Şerifeyn” (Mekke- Medine’nin Hâkimi) diye bahsedince Yavuz derhal müdâhale ederek, “Hâkim” kelimesini “Hâdim” olarak düzelttirmiş, İmâm da bunun üzerine 1516’ya kadar gelmiş geçmiş halifeler döneminde hutbelerde okunan eski hâlini düzelterek o günden itibaren “Hâdimu’l Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı) olarak okumuş ve o şekilde devam etmiştir.
Yavuz, Kâinat Efendisi Sallallahu aleyhi vesellem’e hâlife olmanın verdiği heyecanla caminin halısını kaldırarak doğrudan yere secde ederek gözyaşlarına boğulmuştu. Ayrıca sırtındaki çok değerli kaftanını İmâm Efendinin omuzuna atmıştır. Bunun yankıları Kahire’de şok etkisine sebep olmuş, Sûltân Kansu’nun yerine yeğeni Tomanbay tahta geçirilmiş, Yavuz’un elinde olan Halife Mütevekkil’in yerine de halife Mütevekkil’in babası Müstemsik vekil ilân edilmişti.
Bunun için Yavuz, Merc-i Dâbık’ta yarım kalan işi, İslâm Birliğinin tesisi için tamamlamaya kararlıydı. Yola çıktı, Kahire’ye girdi. Yetmedi Mısır’ı baştanbaşa fethetti. Bu durum oyunu bozdu. İstanbul’a dönüşte yanında getirdiği halife Mütevekkil’in hem Ayasofya’da, hem de Eyüpsultân’da Yavuz’a hilafet kaftanı giydirip, kılıç kuşatması tartışmaları bitirmişti. Merc-i Dâbık zaferi Halep’ten-Kahire’ye, Şam’dan Mekke’ye bütün bölgeye hâkimiyet getirdiği gibi, İslâm Coğrafyasının liderliğinin simgesi Hilâfeti de beraberinde getirmişti. Allah-û Teâlâ ecdadımızdan ebeden razı olsun inşaallah…
NOT: Malazgirt Zaferi etkinlikleri için geldiğimiz Kubbet’ül İslâm Ahlat’tan selamlar.
.
Fâtih’in Trabzon’u Fethi (15 Ağustos 1461)
Halit Kanak İletişim:
Fâtih Sûltân Mehmed Hân İshak Paşa’yı saltanat nâibi ve taht muhafızı olarak yerine vekil bıraktıktan sonra 1461 yılının başında harekete geçti. Hedefinde Osmanlı Türk Devletine karşı ittifak hazırlığı içerisinde olan Trabzon Rum İmparatorluğu vardı. Ancak yolunun üzerindeki ve bugüne kadar ihmal edilmiş olan Cenevizlilerin üs olarak kullandığı Karadeniz’de bir liman kenti olan Amasra’yı topraklarına katması gerekiyordu.
O tarafa yöneldi. Mahmud Paşa Fâtih’ten aldığı emir üzerine donanmayla gelerek Amasra Limanını ablukaya aldığı sırada Fâtih ordusuyla Amasra Kalesini karadan kuşattı. Cenevizliler için kurtuluş yolu gözükmüyordu, derhal teslim oldular. Fâtih’e gelen elçilik heyeti kalenin ve şehrin anahtarlarını getirmişlerdi. Fâtih Sûltân Mehmed Amasra’da gerekli düzenlemeleri yaptıktan sonra fazla oyalanmadı, yola koyuldu, başlattığı seferine devam etti.
Bu arada sıranın kendisine geldiğini anlayan Sinop ve Kastamonu civarında hüküm süren İsfendiyaroğulları Beyi (Candar Beyi) İsmâil Bey’in isyan ederek Sinop’a kapandığı haberini aldı. İsmâil Bey Fâtih’in kız kardeşiyle evli olmasına rağmen Fâtih tereddüt etmedi, bu kez de yönünü o tarafa çevirdi. Çünkü Trabzon Rum İmparatoru David’in, Türklere karşı haçlı ideolojisinin en azgını ve kendisine İsa’nın pehlivanı lakâbını takan Burgonya Dükası Philippe’e yazdığı 22 Nisan 1459 tarihli mektub’un içeriği Türk istihbaratçıları tarafından tesbit edilerek Fâtih Sûltân Mehmed Hân’a iletilmişti. Mektubun içeriğinde Osmanlı’ya karşı yapılacak ittifak’ta Gürcistan Kralı ile Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’la birlikte İsfendiyaroğlu İsmâil Bey’in de ismi geçiyordu.
Fâtih, donanmanın başında bulunan Mahmud Paşa ile aynı anda Sinop önlerine gelince İsmâil Bey son derece müstahkem Sinop Kalesine, 10 bin askere ve 400 topuna rağmen vuruşmanın beyhûde olacağını anladı, veziri Mubarizü’d-Devle ve’ddin’i Mahmut Paşa’ya göndererek, Bey’likten ferâgat ettiğini bildirerek şehri teslim etti. Mahmud Paşa’nın ricâsıyla Fâtih, eniştesi İsmâil Bey’i affetmekle kalmayıp otağının kapısında karşıladı. Onu önce Yenişehir’e birkaç ay sonra da Filibe’ye Sancak Beyi yaptı.
İsmail Bey ise kardeşi Kızıl Ahmed ile büyük oğlu Hasan Bey’i Trabzon Rûm İmparatorluğunu ortadan kaldırmaya giden Fâtih’in emrine verdikten sonra yeni görev yeri Bursa-Yenişehir’e hareket etti. İsmâil Bey; Kastamonu’da 3 cami, 2 han, medrese, hamam, kervansaray yaptırmıştı, Filibe’de de ilerleyen zaman içerisinde hayır işlerine devam edecek 3 cami su yolları ve çeşmeler yaptıracaktır.
Bu Sefer-i Hümâyûn da 30 yaşından henüz gün almamış olan Fâtih Trabzon’a doğru harekete geçtiğinde korkudan dehşete kapılanlardan bir tanesi de kirli ittifakın içerisinde yer alan Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan olmuştu. Çünkü Trabzon Rum İmparatorluğu ile yaptığı anlaşma gereği Osmanlıya karşı İmparatoru koruma sözü vermişti. Bu söz karşılığında mevcut İmparator David’ten önceki 1458 yılına kadar 29 yıldır imparatorluk tahtında oturan IV. İoannes’in kızı Prenses Despina Katherina Theodora ile evlenebilmişti.
Uzun Hasan’la IV. İoannes arasında yapılan anlaşma şu şartları içeriyordu. 1) Rum evlilik geleneğinde yer alan drahoma (çeyiz) olarak Uzun Hasan’a Maçka-Sesera (Günay) ve Sürmene’de yer alan Halanik (Zeytinlik) köylerindeki belirlenen araziler verilecek. 2) Verilen bu çeyiz karşılığında Uzun Hasan Trabzon İmparatoru’nun canını, malını ve topraklarını koruyacak. 3) Despina Katherina Theodora Hatun, Akkoyunlu sarayında kaldığı sürece Hristiyan inancına bağlı kalacak ve ibadetlerini serbestçe yerine getirebilmesi için rahibe, papaz ve hristiyan maiyetini de yanında götürecek ve yanında barındıracak. 4) Dış politikaları konusunda Despina Hatun’un görüşlerine başvurulacak.
Ancak bu anlaşmadan kısa bir süre sonra İmparator IV. İoannes ölmüş, fakat yerine geçen kardeşi David anlaşmanın gereğini yerine getirerek yeğeni Prenses Despina Hâtûn’u Diyarbakır’a gelin olarak göndermişti. Bu evlilikten Despina Katherina Theodora Hatun’un hristiyan olarak yetiştirdiği Marta, Aliel ve Eziel adında üç kızı oldu. Bu kızlardan Marta adı verilen ancak Türkmenler arasında Halime Hâtûn (Âlemşâh) olarak anılanı, Uzun Hasan’ın kız kardeşi Hatice Hâtûn’un oğlu Şeyh Haydar ile evlendirildi. (Şâh İsmâil Erdebil’de 17 Temmuz 1487 salı sabahı bu kadından doğdu. Şeyh Haydar 9 Temmuz 1488’de ölünce bebek İsmâil’i bu kadın büyüttü.)
İşte Fâtih’in Trabzon üzerine yürümesinden Uzun Hasan’ın dehşete kapılmasının nedeni Hristiyan bir kadınla evlenme karşılığı yukarıda bahsettiğimiz anlaşma şartları idi. Uzun Hasan’ı endişeye sevk eden bir başka neden ise, Trabzon’un ortadan kalkması durumunda Tebriz’in yolunun açılacak olmasıydı.
Üstelik Uzun Hasan az da olsa damarlarında Bizans kanı taşıyordu. Sırf bunun için Trabzon’u savunması gerekiyordu. (Uzun Hasan’ın; hayatı boyunca Hristiyan kalan ve Uzun Hasan’dan doğan kızlarını da Hristiyan olarak yetiştiren Prenses Katherina Thedora ile evlenmesinin yanı sıra, peş peşe Trabzon Bizans Rum İmparatorluğu tahtına oturan IV. İoannes ile kardeşi David’in babaları IV. Alexius’un halası Prenses Maria Anna Despina Akkoyunlu’lardan Fahreddin Kutlu ile evlenmiş, bu evlilikten Uzun Hasan’ın büyükbabası Kara-Yülük Osman Bey doğmuştu. Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hâtûn Yülük Osman Bey’in kızıydı. Dolasıyla Comnenus kanı taşımaktaydı.)
Fakat bütün bunlara rağmen Uzun Hasan, Trabzon Rum Pontus İmparatorluğunu savunmayı göze alamadı. Fakat zekice bir davranışla Fâtih’i Trabzon’un fethinden vazgeçirmek için elçi olarak Fâtih’in reddedemeyeceğini bildiği annesi Sâre Hâtûn’u Fâtih’e elçi olarak gönderdi.
Fâtih Sûltân Mehmed, Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hâtûna çok hürmet gösterdi ancak kararından da vazgeçmedi. Sâre Hâtûn da ısrarına devam etmek, soylarından geldiği Trabzon Rum İmparatorluk Hânedânı Comnenus’ların topraklarını kurtarmak için Trabzon’un fethine iştirak etti, Fâtih’i tâbiri câizse adım adım izledi. Trabzon’un güneyindeki balta girmemiş ormanlar tâbii bir set gibi Trabzon’u koruyordu. İmparator, güneyden bu ormanların geçilemeyeceğini biliyor, Karadeniz’in ise hırçınlığına güveniyordu.
Fakat karşısında gerçek bir Fâtih’in olduğunu unutuyordu. Belliki İstanbul’dan da ders almamıştı. Fâtih, bugüne kadar bu bölgelerin görmediği devâsa ordusunu Trabzon’un da dâhil olduğu Karadeniz dağ silsilelerinden ve çok sık ormanlık alanlardan geçirebilmek için ağaçları kestiriyor, toprağı tesviye yaptırarak yol açtırıyordu.
Bu hummâlı çalışmaların tam ortasında, Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hâtun yine bir fırsatını bularak Fâtih’e yaklaşır ve gelinin ülkesini kurtarmak oğlunu da yaptığı anlaşmaya uyduğunu göstermek ümidiyle güyâ mâsûmâne sorularından birini daha sorar; “Hey oğul, bu Trabzon’a bunca zahmet nedendir?”. Fâtih kısa bir süre fitneci bu yaşlı kadına bakar, sonra da biraz da hiddetle şu cevabı verir: “Eyy ana, bilesinki bu zahmet din yolunadır. Zirâ bizim elimizde İslâm kılıcı vardır. Eğer bu zahmete katlanmazsak bize gâzi demek yalan olur.” Sâre Hâtûn, aldığı cevap karşısında bir daha ağızını açmaz, oğlu Uzun Hasan’ı, gelinini ve kendisini kaderiyle baş başa bırakır.
Fâtih haklıdır, çünkü Trabzon ile birlikte çevre kasaba ve köyler henüz Türkleşmemiş ve İslamiyet’le tanışmamış Anadolu’daki son yerleşim merkezleridir, fethedilmesi elzemdir. Dağları aşarak, sık ormanları yararak Trabzon’a ulaşmanın imkânsızlığını düşünen Rumlar, Fâtih’i büyük ordusuyla şehrin kapısında görünce Fâtih’in ordusuna görünmez ordu lakâbını takarlar.
Sadece gürültü çıkartması için Donanmadan ve karadan yapılan top atışları savunmaya hazırlanan askerleri ve İmparatoru çok korkutmuş derhal teslim olma yoluna gitmişler, 15 Ağustos 1461 tarihinde şehri gerçek sahibine teslim etmişlerdir. Fâtih’in istediği de budur. 1453’te fethedilen İstanbul’dan kaçan kılıç artıkları, Fâtih’in fetih ordusuyla çarpışırken ezilerek ölen Bizans İmparatoru XI. Konstantin’in halefi olarak ilân ettikleri IV. İoannes’in etrafında toplanmışlardı.
Hâlbuki Roma İmparatorluk tâcı hukûken Fâtih Sûltân Mehmed Hân’a aitti ve bu hukûka çok özen gösteren Fâtih kendisine ait olan pâyeyi kimseye bırakacak hâli olamazdı. Nihayet fethedilen Trabzon Rum imparatorluğu haritadan silinmiş Kâzım Bey Komutasındaki küçük bir donanma limanda bırakılarak, İmparator ve mahiyetiyle dönüşe geçilmişti.
İmparator David ile İmparatoriçe Eleni, yedi oğulları, bir kızları ve bir önceki imparator IV. İoannes’in bir oğlu birlikte gemiyle önce İstanbul’a, oradan Edirne’ye ve nihâi olarak Serez’e nakledilerek serbest gözetim altına alındılar. Rahat yaşamaları içinde büyük bir tahsisat kendilerine ayrıldığı gibi, oda yetmemiş bütün hazineleri kendilerine iade edilmişti.
Fakat rahat durmadılar. Mağlup İmparator David yeğeninin kocası Uzun Hasan’la yazışmaya başladı. Açıkça Trabzon Rum İmparatorluğunun yeniden canlandırılmasını istiyordu. Uzun Hasan da David’e 7 Comnenus prensinden birinin kaçarak yanına gelmesi hâlinde onu büyük bir orduyla Trabzon’a götürerek taç giydireceğini yeminle söylüyordu.
Ancak bütün bu yazışmalar Türk istihbaratı tarafından an be an takip ediliyordu. Zamanı gelince Fâtih düğmeye bastı. 1 Kasım 1463’te sabaha karşı saat 04.00’te imparator ve prensleri bir bir idam edildiler. Böylece 257 yıldan beri Trabzon ve çevresinde hüküm süren kendilerine Roma İmparatoru sıfatı takan Comnenus Hanedânı tarihe gömülmüş oldu. Fâtih bununla kalmadı, aynı zamanda Trabzon ve çevresine demografik yapıyı değiştirmek içinde harekete geçti.
Trabzon’a ilk yerleştirilenler Türkmen Çepniler olmuştur. Bunların bir kısmı Amasya’dan, Samsun’dan, Bafra’dan Tokat’tan, Çorum’dan, Merzifon’dan ağırlıklı olmak üzere bölgeye yerleştirildiler. İlk Müslüman Türk gruplar bunlardır. Ardından kendiliğinden gelip yerleşenler de oldu. Fakat yoğun Türkmen iskânı Yavuz Sûltân Selim’in şehzâdeliği ve tahta geçtikten sonraki dönemlerde yapıldı.
Özellikle Yavuz, dayısı Alaüddevle Bozkurt Bey’in bölgesinden Maraş’tan yoğun olarak Trabzon’a getirttiği Türkmenlerin bir kısmı merkezde kalırken, önemli bir kısmını Of-Rize arasına yerleştirmiştir. (Trabzon’un en büyük caddesi hâlen Maraş caddesidir.) Dünya durdukça da, Karadeniz’imizin yiğit şehri Trabzon Türk şehri olarak yaşayacak, Boztepe’de bulunan 4. Mekanize Tugayımızın bahçesindeki 61 metrelik direkte dalgalanan 294 metrekarelik şanlı bayrağımız ebediyen dalgalanacaktır…
.
Vefât yıldönümünde Sûltân II. Abdülhamid’in kızı Ayşe Hanımsûltân (10 Ağustos 1960)
Halit Kanak İletişim:
Osmanlı hânedânı, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin 3 Mart 1924 günü kabûl ettiği 431 sayılı kânûn uyarınca, Türkiye sınırları dışına çıkarılacaktı. Hânedan erkeklerine 72 saat, kadınlarına 10 gün süre verilmişti. Halife Abdülmecid Efendi ise daha o gece İstanbul emniyet müdürü ve valisi tarafından yola çıkarılarak mâiyeti ile birlikte Çatalca’dan trene bindirilmişti.
Vatandaşlıkları ellerinden alınan ve dönüşü olmayan gurbet yolculuğuna çıkarılan Hânedan üyelerinin yanlarında taşıyabildikleri kadar özel eşyaları vardı. Gitmek istedikleri ülkeye göre biletler yalnızca gidiş olarak düzenlenmiş, ellerine geçici pasaportlar verilmişti.
Bir kısmı, sürgüne gönderilmek üzere Sirkeci Tren Garına getirilmişti. Bindirildikleri trenin üzerinde hareket ettiği raylar, döşenme aşamasında iken Topkapı Sarayı'nın bahçesinden geçmesine itiraz eden Dîvân Üyelerine Sultân Abdülaziz; "Yeter ki bu proje yapılsın da isterse raylar sırtımdan geçsin" diyerek onay vermişti.
Sürgünden nasibini alanlardan birisi de Sûltân İkinci Abdülhamid’in kızı Ayşe Hanımsûltândı. Gerçi bu onun ilk sürgünü değildi. İlkini babası ile birlikte gönderildiği Selanik’te yaşamıştı. Buradaki sürgün yılları 3 yıl, 6 ay, 3 gün sürdükten sonra 1912 Yılı Ekim Ayı'nın son gününde İstanbul’a dönmüşlerdi. Hânedan üyeleri ile birlikte İkinci sürgüne 1924 yılında gönderildi. 28 yıl yaşadığı Paris’te bütün aile gibi o da elem dolu günler geçirdi.
Türkiye çok partili dönemle tanışınca, hânedan üyelerinin yurtdışında çeşitli ülkelerde, özellikle hanımların sıkıntılar içerisinde yaşamaları 14 Mayıs 1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti Genel Başkanı Adnan Menderes’in gündemindeydi. Hânedan üyesi hanımların yurda dönmeleri için af çıkarılması için kânûn teklifi hazırlattı. Meclisten geçen kânûn teklifi 16 Haziran 1952’de yürürlüğe girince Ayşe Sûltân da annesi ile birlikte İstanbul’a döndü. Hakları iade edildiği gibi yeniden Türk vatandaşı oldu…
Dünyaya geldiği 15 Kasım 1887’de babası Sûltân Abdülhamid Hân tarafından kulaklarına salâ ve ezan okunmuş, ismi Ayşe konmuştu. Özenle büyütüldü iyi bir eğitimden geçti. Onun mûsikiye olan aşinâlığı ön plana çıkınca iyi öğretmenlere teslim edilerek piyano, keman, arp (Yere dik olarak konulan ve elle çekilip bırakılan 47 telli bir çalgıdır. Her teli üç ayrı ses çıkarabilmektedir) çalması öğretildi. Bu da bâzı besteler yapmasına vesile oldu.
9 Ağustos 1911 yılında Ahmet Nâmi Bey’le evlendi. Bu evlilikten Ömer Nâmi ve Osman Nâmi Beyler dünyaya geldi. Ömer Nâmi Bey 1933 yılında, Osman Nâmi Bey 15 Temmuz 2010 yılında vefât ettiler. Abdülhamid Hân hayatta iken doğan son torun Osman Nâmi Bey'in cenâzesi Cumhurbaşkanımız ( O zamanlar Başbakandı) Recep Tayyip Erdoğan'ın da katıldığı törenle 17 Temmuz’da İstanbul'dan kaldırılmış ve Çemberlitaş'ta dedesi Abdülhamid Hân'ın Türbesinin bahçesine defnedilmişti.
Dünyanın değişik yörelerine dağılmış, herbirinin ayrı bir hikâyesi olan hânedan üyeleri de bir bir dünyadan göç ediyorlardı. Sürgünde Rahmet-i Rahmân’a kavuşan kişilerden bir tanesi de amcası Sûltân Vahideddin idi. 16 Mayıs 1926 tarihinde İtalya San Remo'da yokluklar içinde vefât edince cenâzesi ortada kaldı. Türkiye’ye dirisi giremiyordu, ölüsü de giremedi. İngiltere’nin baskısıyla çoğu işgâl altındaki diğer İslâm devletleri de cenâzesini kabûl etmiyordu.
İşte tam bu sırada 18 gün önce 28 Nisan 1926’da Suriye'de çok önemli bir gelişme olmuş, Fransa manda idaresi altındaki Suriye'de Fransa Yüksek Komiserliği tarafından Ahmed Nâmi Bey Cumhurbaşkanlığına getirilmişti.
Ahmed Nâmi Bey Sultân Abdülhamid Hân'ın eski damadı olması sebebiyle çok tanıdık bir isimdi. Yâni, Ayşe Sûltân’ın eski eşi ve çocuklarının babası Ahmed Nâmi Bey Suriye'de Cumhurbaşkanlığına getirilmişti. Bu açıkça İlâhî bir emrin tecellisiydi. Çünkü sürgündeki son Osmanlı Padişahı Sultân Vahideddin'in eceli yakındı ölmeden önce cenâzesi ortada kalmaması için Allah-û Teâlâ öyle murad etmişti.
Ayşe Sûltân’ın eski eşi Ahmed Nâmi Bey, Ayşe Sûltân’ın hürmetine devreye girdi. Kayınbabası İkinci Abdülhamid Hân’ın kardeşi Sultân Vahideddin'in cenâzesini ortada bırakmadı. Cenâzeyi önce gemiyle Beyrut'a getirtti, sonra trenle Şâm-ı Şerife naklettirdi. Eski kayınbabası ikinci Abdülhamid Hân'ın yaptırmış olduğu (hâlâ ihtişâmıyla ayakta duran) mükemmel gar binasında büyük İmparatorlara yapılan protokolle karşıladı.
Çok kalabalık bir cenâze namazından sonra Kânûni Sûltân Süleyman’ın oğlu II. Selim Hân'ın Şam’da yaptırmış olduğu Selimiye Camii'nin bahçesine defnettirdi. (Âcizâne biz de ziyaret ederek, başta Sultân Vahideddin olmak üzere, cami haziresinde defnedilmiş pek çok Şehzâde ve Hanımsultânların ruhları için Fâtiha okuyup duâ etmiştik.)
Sürgünden İstanbul’a ilk gelenlerden olan Ayşe Sûltân ile annesi Müşfika Sûltân Hanımefendi Nişantaşı’nda kiraladıkları apartman dairesinde ufaktan maddi sıkıntı çekseler de mutlu bir hayatları vardı. Birgün ansızın çalan kapıyı açtıklarında Başbakan Adnan Menderes’i karşılarında buldular. Adnan Menderes, anneciğim diye hürmetle elini öptüğü Sûltân II. Abdülhamid Hân’ın muhterem eşleri Müşfika Sûltân Hanımefendinin ve kızı Ayşe Sûltân’ın bütün ihtiyaçlarının karşılanması için hayatı boyunca çaba sarfetti.
Ayşe Sûltân çok sevdiği vatanına kavuşmuş olmaktan çok mutluydu. Ancak bu mutluluğu uzun sürmedi. Sürgün dönüşü yaklaşık yedi yıl yaşadığı vatanında 10 Ağustos 1960 yılında hayata vedâ etti. 75 gün önce yapılan 27 Mayıs ihtilâlinde tutuklanan Adnan Menderes ve arkadaşlarına çok üzülmüş, ağlayarak vatanın selâmeti için her gün duâ etmekteydi. Bir yıl sonra da annesi vefât edecekti. Kendisinden geriye kalan titizlikle kaleme aldığı “Babam Sûltân Abdülhamid” adlı eseri kaldı. Beşiktaş’ta Yahya Efendi Dergâhı haziresine defnedildi. Mekânı cennet olsun…
.
İngiltere’nin, parasını ödediğimiz “Sûltân Osman” ve “Reşâdiye” zırhlılarımıza el koyması (3 Ağustos 1914)
Halit Kanak İletişim:
Katırcıoğlu Ahmed Muhtar (Paşa), Fırka-yı Islâhiye ile gittiği Kozan’da isyanın bastırılması üzerine 1866’da İstanbul’a döndükten sonra başarılarından dolayı yarbaylığa terfi ettirilmiş ve Sûltân Abdülaziz Hân’ın 9 yaşındaki oğlu Şehzâde Yûsuf İzzeddin Efendi’nin hocalığına getirilerek de ayrıca ödüllendirilmişti. Ancak kendisine esas ödülü Allah-u Teâlâ 18 Aralık 1866’da bir erkek evlatla verdi. İsmini Mahmud koydukları bebek büyüdü, gelişti iyi bir asker ve iyi bir komutan olarak Mahmud Muhtar Paşa oldu.
Hükümet bunalımı yaşandığı bir dönemde Gâzi Ahmed Muhtar Paşa; Kafkas Cephesinde, Balkanlar’da, Yemen’de, Mısır’da yaptığı üstün hizmetlerden sonra tarihî kişiliği, büyük şöhreti ve tarafsızlığı sebebiyle 21 Temmuz 1912 tarihinde sadrâzâmlığa getirilince bir gün sonra da, içinde üç eski sadrâzâmın bulunmasından dolayı “Büyük Kabine” dedikleri hükümeti kurmuştu. İşte bu Mahmud Muhtar Paşa’da kabinede Bahriye nâzırı olarak görev aldı.
Bahriye Nâzırı Mahmud Muhtar Paşa göreve başlar başlamaz denizcilerimizin ve deniz araçlarımızın bir envanterini çıkartarak eksiklerimizi ve yapılması gerekenleri kabineye sundu. O sıralar İtalya’nın Libya’ya asker çıkartmasıyla Enver Paşa komutasında bir avuç fedâi zabitanla İtalya’ya karşı müthiş bir savaş veriyorduk. Elimizdeki en önemli zırhlımız Hamidiye ile onun kahraman süvarisi Rauf Bey (Orbay) defalarca yaptığı seferle Enver Paşa’ya destek vermeye çalışıyordu.
Üstelik Balkanlar; başta Rusya olmak üzere Fransa ve İngiltere’nin kışkırtmasıyla patlamak üzereydi. Birinci dünya savaşının ayak sesleri de duyulmaya başlanmıştı. Denizlerimizdeki eksikliğin, şimdiki tâbirle mavi vatanın korunması için bir takım gemilerin yaptırılması, denizlerimizin güçlendirilmesi gündeme geldi. Hükümet, pek çok destek gemisiyle birlikte iki adet zırhlı savaş gemisinin yaptırılmasına karar verdi.
Zırhlı gemiler içerisinde o dönemlerde dünyada aktif ve en güçlü savaş gemileri Dretnot’lardı. İlk örneği 6 yıl evvel 1906 yılında İngiltere’de denize indirilerek görücüye çıkan bu savaş makinası; 305 mm’lik 10 ana bataryası, tek ve çift namlulu 5 taret ve 24 küçük topuyla göz kamaştırıyordu. Öyleyse Türk donanmasına da bu son model Dretnot’lar yakışırdı.
Hemen harekete geçildi. En iyi zrhlı gemiler İngiltere tezgâhlarında yapılıyordu. Kabine tarafından âcilen bir heyet yapıldı, görüşmeler başladı ve iki zırhlı gemi için sipariş verildi. Mâliye Nâzırlığının peşinat dışında yeterli paramız yok demesi üzerine de halktan bağış yoluyla para toplatılması gündeme geldi. Fedâkar milletimiz bu gemiler için gerekli parayı gözünü kırpmadan kurulan ilgili sandıklara yatırdı. Gemilerimiz imâl edilirken isimleri de konulmuştu. “Sûltân Osman” ve “Reşâdiye”.
Sûltân Osman: Brezilya tarafından 1911 yılında Birleşik Krallık'taki Armstrona Whitworth firmasına Rio de Janerio adıyla sipariş edilen gemi, inşâsı devam ettiği sırada Brezilya’nın vazgeçmesiyle Osmanlı Hükümeti adına üretimi devam etti.
(Gemimizi inşâ eden İngiltere merkezli eski bir mühendislik şirketi olan Armstrong Whitworth & Co Ltd., William George Armstrong tarafından kurulmuş gemi, lokomotif, silah, uçak üretiyordu. 1927 yılında şirket Vickers ile birleşerek Vickers-Amsttongs adını alır. Şirketin günümüzdeki varisi BAE Systems savunma ve havacılık sanayiinde 85 bin çalışanı ile 15 milyar dolar ciro yapmaktadır. Pentagon’un en önemli tedarikçisi konumundadır, ortağı olduğu F-35 Lightning II den bize tanıdık gelmektedir.)
Reşâdiye: 1999 yılına kadar özellikle havacılık, denizcilik ve silah üretimi alanlarında faaliyet gösteren İngiliz Vickers şirketine sipariş verilen diğer bir gemimiz. Churchill’in el koymasıyla Erin adını almıştır.
Mahmud Muhtar Paşa’nın Bahriye Nâzırlığı yaptığı hükümet, peşinatları ödeyip süreci başlattıktan kısa bir süre sonra 29 Ekim 1912’de dağıldı. 22 Temmuz’da göreve başlayan Ahmed Muhtar Paşa hükümeti yaklaşık üç ay görev yapmıştı. Yerine Kâmil Paşa hükümeti kuruldu.
Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Buhrânlı günler ve üzerimizde oynanan oyun bitmiyordu. Haçlı ittifakının Osmanlı Devletini parçalama ve yutma projesi bütün hızıyla devam ediyordu. İtalya’nın Libya’ya asker çıkarmasından sonra, 12 Ada’ya da asker çıkartarak işgâl etmesi, Beyrut’u bombalaması, Çanakkale Boğazına saldırması, (bilinen Çanakkale savaşları daha sonra) ardından Balkan savaşlarının başlaması.
Bütün bunlar yaşanırken sipariş verdiğimiz gemilerde 1914’ün Temmuz ayında tamamlanmıştı. Dönemin Harbiye Nâzırı Enver Paşa yapımı tamamlanan zırhlılarımız için Sadrâzâm Said Halim Paşa ve Bahriye Nâzırı Cemal Paşa ile görüştükten sonra Rauf Bey’i gemilerin teslim alınması için görevlendirdi.
Rauf Bey (Orbay), inşası tamamlanan gemileri teslim almak için 1.100 denizci ile birlikte Londra’ya gitti. Ancak bu arada ortalık pek tekin değildi. 5 Ekim 1908’de bizden gaspedilen Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’yı ziyaret eden Avusturya-Macaristan Veliahdı Arşüdük Ferdinand üstü açık arabasıyla 28 Haziran 1914’te Fransuva Joseph caddesinde Schiller's Store mağazasının önünden geçerken suikastçı Gavrilo Princip tarafından saldırıya uğrayarak karısı Kontes Sophie Chatek'le birlikte öldürülmüş yankıları devam etmekteydi.
Konu nereden patlayacak diye beklenirken, nihayet Rauf Orbay İngiltere’de iken 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Sırbistan’a saldırdığı haberi bomba gibi düştü. Ancak Avusturya-Macaristan'ın beklemediği bir şey oldu ve Sırbistan'ı koruyan Rusya da Avusturya-Macaristan'a savaş açtı. Akabinde Almanya da beklenildiği gibi 1 Ağustos’ta Rusya'ya savaş açtı.
Ortalık bir anda karışmıştı ve hızlı bir şekilde karışmaya devam ediyordu. Rusya'nın müttefiki Fransa, Almanya'nın Rusya'yı kolayca yutacağını biliyordu. Şüphesiz dünyanın birinci kara kuvvetine sahipti. Rusya yutulursa sıranın kendisine geleceğini de biliyordu. Fazla gecikmedi ve Almanya'ya savaş açtı.
Alman genelkurmayı, arkadan saldırıya uğramama adına Belçika'yı çiğneyerek Fransa'ya girme planı yapınca, Belçika ve Lüksemburg da Almanya'nın karşısında yer almış oldu. Diğer taraftan Karadağ da soydaşı Sırbistan'ı yalnız bırakmadı savaşın içine daldı. Bütün bunlara rağmen üstünlük Alman cephesindeydi. Savaş otoritelerinin ortak görüşü eğer Amerika savaşa dahil olmasaydı Almanlar yenilmezdi hatta İngiltere ve Almanya'ya ihânet eden İtalya karşı tarafta yer almasalardı Almanların zaferi kesin olurdu şeklindedir.
Biz ise, yapımı tamamlanan ve son taksidini kuruşuna kadar ödediğimiz, hatta gemilerimizi yüzdürecek tonlarca kömürün parasını dâhi ödediğimiz gemilerimizi teslim alma derdindeydik. 1 Ağustos 1914 yılında Londra büyükelçisi Tevfik Paşa'ya, halktan binbir güçlükle toplanan gemilerin son taksiti de gönderilmiş, ancak Sûltân Osman zırhlısına Türk bayrağı çekildikten sonra İngiliz şirketine paranın ödenmesi emredilmişti.
Fakat Armstrong şirketiyle yapılan antlaşma da gemi son taksit yatırıldığı gün teslim edilecek ve o gün Türk bayrağı da çekilecek şeklindeydi. İngilizlerin dediği oldu. Tevfik Paşa, son taksiti de İngiltere bankasına şirketin hesabına yatırdı ve durumu Rauf Orbay’a bildirerek Sûltân Osman’ın teslim alınmasını istedi. Rauf Bey teslim için gittiği tersaneden verdiği cevap şok ediciydi. Rauf Bey, İngiliz amiralliğinin gemiye el koyduğunu bildiriyordu. Sadece Sûltân Osman değil, Reşâdiye de aynı akıbete uğramıştı.
Neye uğradığını şaşıran Tevfik Paşa hiç değilse son taksidi kurtarmalıydı. O saatlerde bankalar kapanmış olduğu için, parayı geri istemek maksadıyla bir taraftan Armstrong şirketine telgraf çekmiş, diğer taraftan da gemilerimize el konulmasının hesabını sormak için de İngiltere hariciye müsteşarıyla görüşmüş, ancak bu da sonucu değiştirmemişti.
Hatta gözü kara subayımız Rauf Orbay İngilizlere gemilere zorla binip sancağı çekeceğini söylemiş, bu sert nota’ya aynı sertlikte cevap denizcilik bakanı ve dönemin Amirallik Birinci Lordu Winston Churchill’den gelmişti. Churchill, böyle bir şey yapılırsa silahlı güç ile karşılık verileceğini söyledi. Bu durum karşısında Rauf Orbay, Londra Büyükelçimiz Tevfik Bey’in ısrarlı talebine ve İstanbul’dan üst üste verilen notalara rağmen eli boş döndü.
1 Ağustos’ta yaşanan bu olayların ardından Sadrâzâm ve Dışişleri Bakanı Said Halim Paşa 2 Ağustos’ta Yeniköy’deki yalısında Almanlarla 8 maddelik gizli bir İşbirliği Anlaşması imzaladı. En azından sağlam bir müttefikimiz olmuştu. 3 Ağustos 1914’te ise İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi, hükûmete ülkesinin gemileri ele geçirdiğini kesin olarak bildirdi.
Böylece İngilizlerin ne zırhlılarımızı, ne de paralarını iâde etmeyeceği anlaşılmıştı. İşin seyri değişmişti. Enver Paşa derhal gaspedilen gemilerimize misilleme yaparak onların yerine Akdeniz’de bulunan Goeben ve Breslau adlı iki Alman zırhlısını envanterimize aldığını duyurdu (Yavuz ve Midilli). İngilizler bu kez de Goeben ve Breslau zırhlılarının peşine düştü. Fakat gemiler 9 ağustosu 10 ağustosa bağlayan gece Çanakkale Boğazı’ndan geçmeyi başardı. Boğaz bütün geçişlere kapatıldı. Enver Paşa ayrıca düşmanlara, yaklaşmayın biz hazırız mesajı vermek için zâten seferberlik ilân etmişti.
Birinci Dünya Savaşı bütün hızıyla devam ederken, 1914 Ekim’inde Karadeniz’de bize gözdağı vermek için tatbikat yapan Rus donanması akıl almaz bir kararla aniden İstanbul Boğazından içeri girerek, oldubittiyle İstanbul’u ele geçirmek istedi. Enver Paşa’nın “Vurun” emriyle bir torpido gemisi batırıldı, bir tanesi ağır yaralandı, bir lojistik gemisi bütün görevli askerlerle birlikte esir alındı. Akabinde Rusların bu saldırısını cezalandırmak ve sürekli savunma durumundan çıkmak için 27 Ekim 1914’te Rus limanları bombalandı.
Bunun üzerine 37 yıldır Kars, Ardahan, Oltu, Olur’u işgâl altında tutan Rusya kasım ayı başında Köprüköy ve Azapköy üzerinden saldırıya geçince bizde vatanımızı korumak için bir daha yaşanmamasını arzu ettiğimiz Birinci Dünya Savaşına girmiş olduk. Rabbim; vatanımızı, milletimizi, devletimizi bütün düşmanların şerrinden korusun inşaallah
.
Vefât yıldönümünde Ord. Prof. Dr. A. Zeki Velidi Togan (26 Temmuz 1970)
Halit Kanak İletişim:
Cumhurbaşkanı seçildiği 1992’nin Haziran’ında ilk ziyaretini yaptığı Türkiye’de İstanbul’a da gelmiş, “Bozkurt’lar bana yeter” dediği için kaldığı Çırağan Kempinski Otel’de kapısında nöbet tuttuğumuz Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı Ebulfeyz Elçibey, ertesi sabah odasına aldığı bizlere Karacaahmet ve Polonezköy’e gitmek istediğini belirterek yerlerini sormuştu.
İkisinin de Anadolu yakasında olduğunu belirtmemiz üzerine, “Çıkalım, ancak fazla kalabalık olmasın. Önce Karacaahmet Kabristanına gidelim zirâ Zeki Velidi Togan büyüğümüzü ziyaret edeceğiz” dedikten sonra birkaç araba yola koyulduk.
Karacaahmet Kabristanına geldiğimizde Zeki Velidi Togan’ın kabrinin yerini sordu. Bilmediğimizi ama kabristan görevlilerinden hemen öğrenebileceğimizi söyledik. Bu kez de şaşkınlık ve telaşla yanıbaşımıza koşup gelen görevlilere aynı soruyu yöneltti. Mezarlık şefi olduğunu söyleyen arkadaş, “Efendim ada-paftasını biliyorsanız hemen gösterelim. Eğer bilmiyorsanız vefât tarihini söylerseniz kayıtlardan derhal buluruz” der demez Elçibey bir çırpıda 26 Temmuz 1970 diye sitemli bir ses tonuyla gürledi.
Cumhurbaşkanı Elçibey’in sitemi; ne bizlerin, ne de mezarlık görevlilerinin Zeki Velidi Togan’ın kabrinin yerini bilemeyişimize ve en önemlisi kayıtsızlığımızaydı elbette. Şefin odasında geniş kanatlı defterler açıldı kayıtlara bakıldı sonra da görevliler önde biz arkada kabristan içerisinde ilerlemeye başladık.
Bir müddet sonra görevliler iki mezar arasında dar bir boşluğu göstererek, “Efendim kayıtlara göre kabir burası ancak taşı yok, kabir yapılmamış veya yıkılmış” dediklerinde Elçibey’in üzüntüsü bir kez daha artmış, yine de ellerini kaldırarak Fatihasını okumuştu. Arabalara binmeden öncede bizlere dönerek, “Ne olur onun kabrini yaptırın parasını ben göndereceğim” diyerek iç geçirmişti.
Bu ziyaretten kısa süre sonra Zeki Velidi Togan’ın kabrini yaptırmak için harekete geçtiğimizde bu büyük insanın aslında yapılı çok güzel bir kabrinin olduğunu öğrenmiştik. Bir kabiri bulamayarak yerini gösteremeyen görevliler, kayıtları yeniden incelediklerinde Zeki Velidi Togan’ın kabrinin gerçek yerini bulmuşlardı. Ancak, yüce Türk Milleti ve onun asil tarihi konusunda Rahmetli Elçibey’in fikirlerini şekillendiren en önemli isimlerden birisi olan Zeki Velidi Togan’ı Cumhurbaşkanı sıfatıyla Elçibey ziyaret edememişti.
İşte bu ziyaretten sonra bizim de ilgimizi çektiği için hakkında araştırma yaptığımız Zeki Velidi Togan, 10 Aralık 1890 yılında şimdiki Rusya Federasyonu Başkurdistan Cumhuriyeti topraklarında başkent Ufa’nın 170 km. güneyinde bulunan İşimbay kazasının (Kuzyanova) Küzen köyünde doğdu. Başkurt, Türk tarihçi, Türkolog, Başkurt bağımsızlık hareketi önderi ve Başkurdistan Hükümet Başkanı Zeki Velidi Togan’ın asıl adı Ahmet Zeki'dir. Rusya'da iken Validov soyadını kullanmış, Türkiye'ye geldikten sonra Togan soyadını almıştır. "Togan" sözcüğü "doğan" sözcüğünün Başkurtça şeklidir.
Arapçayı babası Ahmetşah Bey’den, Farsçayı annesi Ümmülhayat Hanımdan öğrendi. Yetmedi, dayısının medresesine giderek Arap edebiyatı dersleri aldı. Eğitimini Kazan’daki Kasımiye Medresesi’nde tamamladı. Bu arada Rusça öğrenmeye de başlamıştı. Mensubu bulunduğu Başkurt toplumunun meselelerine eğilirken diğer yandan Türk tarihiyle ilgilendi. İyi bir ilim adamı oldu.
Ancak o, bolşevikler tarafından işgâl edilmiş topraklarının İstiklâli için siyasete girmek zorunda kaldı. “Türk, ekmeksiz yapar, yurtsuz yapamaz” prensibiyle bağımsızlık mücâdelesinin meşalesini yaktı. Başkurdistan’ın bağımsızlık mücadelesi evvela Çarlık Rusya’ya karşı başlamıştı. Fakat 1917 yılında Kızılordu ile Çar Orduları arasında patlak veren iç savaş dolayısıyla Türkler iki cephede birden savaşmaya mecbur kalmıştı.
Fakat kurnaz Lenin Kızılordu adına Türklerin reddedemeyeceği bir teklif ile çıkageldi ve yazılı bir anlaşma yapıldı. Anlaşmanın en can alıcı maddesi hepimizin de 12 Eylül 1980 öncesinden âşina olduğumuz bütün sol fraksiyoların kullandığı tamamen aldatmacaya yönelik “Halklara Özgürlük” ibâresinin de yer aldığı sonuncu maddeydi. Bu maddeye göre eğer savaş kazanılır da Çarlık yıkılırsa kendileri de İstiklâllerine kavuşacaktı.
Bunun kocaman bir yalan vaadinden başka bir şey olmadığını ancak Kızılorduyu destekledikten sonra başlarına gelen kızıl komünist rejim tarafından esâret altına alınarak inim inim inlemeye başladıklarında anladılar. Bunu ilk anlayanların başında Zeki Velidi Togan gelmişti. Bu ihanet, Zeki Velidi Togan’ın hayatının sonuna kadar sürecek çalışmaların başlamasına da sebep oldu.
Kendi halkının geleceğinin kendileri tarafından belirlenmesi gerekliliğine inanan Zeki Velidi Togan komünist Bolşeviklerin keskin muhalefetine rağmen, 29 Kasım 1917’de Muhtar Başkurt Cumhuriyetini ilân etti ve lağv edildiği 23 Mart 1919’a kadar başkanlığını yaptı. Bunun için sürekli hareket halinde oldu, toplantılar yaptı. Başkurdistan Cumhuriyetini kurmakla kalmadı, 1918 Eylül’ünde Ufa’nın yaklaşık 400 km. güneyindeki Orenburg’a geçerek, başta 1926’da İstanbul’da buluşacakları Mustafa Çokay(oğlu) olmak üzere Alihan Bökeyhanov, Ahmet Baytursunov ve Mir Yakup Duvlatov gibi Kazak Alaş Millî Hareketi’nin liderleri ile yaptığı toplantıda “Doğu Rusya Muhtar Müslüman Ülkeler Federasyonunun” kurulmasına ön ayak oldu.
Başkurdistan Cumhuriyeti silah zoruyla Sovyet Rusyası tarafından lağv edilince dur durak bilmediği seyahatlerine başladı. Seyahatlerinde; Arapça, Rusça, Farsça ile Almancanın yanısıra bütün Türk lehçelerini Türk folkloru ve Türk tarihini çok iyi bilen Abdülkadir İnan da hep yanında oldu. Zeki Velidi Togan önce Bakü’ye giderek araştırmacı özelliği ile şehri sokak sokak gezer, bütün müzeleri ziyaret eder. Buradan Kongrat’a (Konurad) geçer ve Hoca Ahmed Yesevî Hazretlerinin Halifelerinden Şeyh Hâkim Ata Bakırgan’ın türbesini ziyaret eder.
Oradan yine vakit kaybetmeden Özbekistan dâhilinde bulunan Çimbay’a geçer. Başkurdistan için İstiklâl çareleri aramak için geldiği Çimbay’da Halk şairi Nureddin’le buluşur. Oradan da geldiği Harezm bölgesindeki Hive’de kendisini tekrar ilmin içerisinde bulur. Yaptığı çalışmalar ileride değerli eserler olarak gelecek nesillerin aydınlanmasına vesile olacaktır. Böylece 1920 yılında geldiği henüz işgâl edilmemiş Türk topraklarında yâni Türkistan’da mücâdelesine devam ederken, ilmî çalışmaları da ihmal etmez. Her türlü çalışmanın içerisinde olmayı başarır. Ziyaret ettiği Buhara ve Horasan’da da bu durum değişmez.
Zâten Zeki Velidi Togan mizacı gereği politikaya adımını attığı ilk andan itibaren olayların tam ortasında yerini almıştı. Bu süreç içerisinde yeri geldi; Lenin’le Stalin’le, Troçki ile görüştü, yeri geldi Türkistan’ın bağımsızlığını gerçekleştirmek, Turan’ı kurmak isteyen bunun için “Basmacı Hareketini” organize eden Enver Paşa ile tanıştı ve yakın iş birliğinde bulundu.
Ayrıca Zeki Velidi Togan, Başkurdistan hayalinin başarıya ulaşıp ulaşamamasından ziyâde verilen mücadelenin sonraki nesillere aktarılmasının gerekli olduğunu biliyordu. Bunun için, gerektiğinde bir ordu komutanı sıfatıyla vatanın her karış toprağına ayak basarak soydaşlarına başlattığı hareketin amaçlarını anlattı. Tarihe not düştü.
1923’te İran’a geçti. Meşhed’deki kütüphanede o zamana kadar ortaya çıkmamış olan, Türk anneden olma Abbâsi Halifesi Muktedir Billâh tarafından İdil Türklerinin (Bulgar Türkleri) hükümdarı Almış Hân'a elçi olarak gönderilen İbn-i Fadlan’ın Seyahatnâme’sini buldu. Zeki Velidi Togan’ın İbn-i Fadlan üzerinde yaptığı çalışmalarla biz bu ünlü seyyah hakkında bilgi sahibi olduk.
İran’da iken o dönemde İran yönetiminde bulunan Rıza Han’a Sovyet tehdidine karşı hazırladığı tafsilatlı bir mektup (rapor) sundu. Meydana gelebilecek bir Şiî ve Sünnî çatışmasına karşı Sovyet tehdidini göz ardı etmemesi tavsiyesinde bulunur.
Meşhed’den sonra Herat’a geçti. Burada Türk tarihi açısından çok önemli bir keşifte buldu. Türk şiirinin en önde gelen isimlerinden Ali Şir Nevâi’nin türbesinin yerini tespit etti. Yetmedi, Herat’ta bulunan sayısız mezar taşının dönemsel özelliklerinin tasnifini yaptı.
Kabil’e geçtiğinde ise ilk durak yeri Türkiye’nin Kâbil’deki büyükelçisi meşhûr Medine Müdafaasını yapan Fahrettin Paşa oldu. Hindistan’a uğramadan edemedi ve beş hafta kaldığı Hindistan’da (Henüz Pakistan yoktur) İkbâl’in eserlerinden oldukça etkilendi.
Daha sonra, ülkemizde ilk Maarif Nâzırı Abdüllatif Abdurrahman Sâmi Paşa'nın torunu, altıncı Maarif Nâzırı Abdüllatif Suphi Paşa'nın oğlu olan Türkiye Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver’in resmî daveti üzerine 1925’te İstanbul’a geldi, ardından Ankara’ya geçti. 3 Haziran 1925’te Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Yine Hamdullah Suphi Tanrıöver’in talebiyle Maarif Vekâleti Telif ve Tercüme Heyeti üyeliğine tayin edildi. (Hamdullah Suphi Tanrıöver’in iki dâveti çok önemlidir. Birincisi İstiklâl Marşı yazması için Mehmet Akif Ersoy’a 5 Şubat 1921’de yaptığı dâvet, ikincisi Zeki Velidi Togan’ın Türkiye’ye gelmesi için 1925 başlarında yaptığı dâvettir.)
İki yıl sonra 1927’de İstanbul Dârülfünunu Edebiyat Fakültesi’nde Türk tarihi muallimliğine getirildi. 15 Mayıs 1931'de ilim, fikir ve sanat içerikli yayınlanan Nihal Atsız’ın "Atsız Mecmua” isimli dergisinde Abdülkadir İnan’la birlikte millî yazılar yazdı.
Bu arada 2 Temmuz 1932’de Ankara’da başlayıp 11 Temmuz da biten 1. Türk Tarih Kongresi esnasında yaşanan olaylar Zeki Velidi Togan’ın Türkiye’den ayrılarak geçici bir süreliğine Almanya’ya gitmesine vesile oldu. Bu kongrede Prof. Dr. Zeki Velidi Togan'a Dr. Reşid Galib tarafından haksız eleştiriler yapılmış, bunun üzerine Nihal Atsız, içerisinde eşi Bedriye Atsız ile Pertev Nâilî Boratav'ın da bulunduğu 8 arkadaşı ile Dr. Reşid Galib'e bir protesto telgrafı çektiyse de Zeki Velidi Togan’ın Türkiye’den ayrılmasını engelleyememişti.
Zeki Velidi Togan Almanya’da 1935’te İbn-i Fadlan hakkındaki doktorasını tamamladı ve 1938’e kadar Bonn Üniversitesi’nde çalıştı. 1938’de Göttingen Üniversitesi’ne geçti. 1939’da Türkiye’ye dönüp yeniden İstanbul Üniversitesi’nde göreve başladı ve 1970 yılında vefatına dek 21 yıl boyunca çalışmalarına burada devam etti.
Zeki Velidi Togan büyük bir dâvâ adamıydı. Bunun için Nihat Atsız-Alparslan Türkeş le birlikte mücadele adamı olduğunu 1944’lerde bir kez daha gösterdi ve 1944 mayısından, 1946 ekimine kadar hapishanede yattı. O dönem, dinsizlik propagandalarının hüküm sürdüğü, ancak kimsenin gıkını çıkaramadığı bir ortam yaşanıyordu. Komünizm propagandasının etkisiyle kapatılan cami ve Kur'an Kursları yüzünden halkın içten içe hükümete bilendiği bir dönemdi. Müslüman Türk Milletinin hislerine tercüman olan Nihal Atsız, Alparslan Türkeş gibi önderlerin yaptığı ülkede dini yasaklayan komünist zihniyete karşı yaptığı çalışmalara gözünü kırpmadan katıldı, dinsizlik karşıtı hareketin içerisinde yerini aldı.
İddiaları; Türkiye ve Türkiye dışındaki bütün Türklerin hür ve bağımsız bir şekilde dinini, kültürünü rahatça yaşayabilmeleri, bu hususta baskıların kaldırılmasının sağlanmasıydı. Kendisi gibi 34 kişiyle birlikte 1944 yılında haklarında açılan “Türkçülük-Turancılık” dâvâsından yargılandı. Ceza aldı. Türkiye de cezaeviyle tanıştı. Cezalandırılan sadece Alparslan Türkeş, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan ve arkadaşları değildi.
Komünist Rusya lideri Stalin; Zeki Velidi Togan’ın da içinde bulunduğu Atsız, Türkeş ve arkadaşlarının komünizme, din düşmanlarına karşı halkı harekete geçirmesinden çok ürkmüş, millî uyanışın kendi işgâl altında tuttuğu Türklere sirayet etmesinden korkarak önce Türkiye'ye en yakın konumdaki Kırım Türklerini 18 Mayıs 1944'te, Gürcistan sınırları içerisindeki Ahıska Türklerini ise 18 Kasım 1944'te hayvan vagonlarında Sibirya'ya sürgüne göndermişti. Onlar da bu şekilde cezadan nasiplerini almıştı.
Ortaya koyduğu eserler, yazdığı makalelerle Türk gençliğini, Türk Milletini ve Türk Dünyasını Sovyet-Komünizm tehlikesine karşı korumaya çalıştı. Türk tarihine olan hâkimiyeti, iktisattaki yeteneği ve dil bilimindeki engin birikimiyle gönüllerde taht kuran Zeki Velidi Togan vakti gelir ve 26 Temmuz 1970’de İstanbul’da vefât eder. Zeki Velidi Togan, geriye miras olarak iki akademisyen evlat bırakmıştır. Kızı İsnebike Togan ağırlıklı olarak Orta Asya ve Çin tarihi konuları çalışan, Türk tarih profesörü Türkologdur. Oğlu Subidey Togan ise Bilkent Üniversitesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi İktisat Bölüm Başkanlığı yapmış iktisat profesörüdür.
Zeki Velidi Togan'ın doğduğu Küzen’deki evi günümüzde müze olarak kullanılmakta ve sevenleri tarafından ziyaret edilmektedir. Mekânı cennet olsun inşaallah.
.
20 Temmuz 1974 Barış Hârekâtı ve Kıbrıs’ın kısa tarihi
Halit Kanak İletişim:
Şeyhülislâm Ebussuud Efendi'nin; “Kıbrıs’ın fethedilmesi câizdir” fetvâsı Sûltân II. Selim Hân’a ulaştığında padişah, Kıbrıs’ın fethedilmesinin câiz olup olmadığı konusundaki sorusunun cevabını almış oluyordu. Fetvânın altındaki gerekçeli kararı da okutturarak pür dikkatlice dinledikten sonra, dudaklarından o meşhûr emirleri döküldü: “Fermânımdır, Kıbrıs fethedilsin.” Bu emir derhal Divân’a iletilince hazırlıklar başladı.
Zâten Şeyhülislâm Ebussuud Efendi Kıbrıs Seferinin meşruluğu hakkında fetvâsını verirken Kıbrıs’ın; üçüncü haçlı seferinde Aslan Yürekli Richard tarafından 6 Mayıs 1191'de Bizanslılardan alınmadan önce Emevîler ve Abbasîler devrinde yüzyıllarca İslâm toprağı olduğunu, Peygamber Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem’in Mübârek Hala’ları Hala Sûltân’ın kabrinin hâlâ orada bulunduğunu vurgulamış, ayrıca hâlen Venediklilerin elinde olan adanın korsanlık faaliyetlerinde bulunduğunu, son olarak içinde Mısır Defterdârı’nın da bulunduğu geminin Venedikliler tarafından zaptedilmesini gerekçe göstermişti.
Bunun üzerine Divân tarafından görevlendirilen Lâlâ Mustafa Paşa tarafından 1 Temmuz 1570'de Kıbrıs’ın güneyinde bulunan Limasol limanına asker çıkartılarak başlanan fetih hareketi, tam 13 ay sonra çok çetin muhasaraların ardından Magosa'nın düşmesiyle 1 Ağustos 1571'de tamamlanmıştır. Bu tarihte fethedilen Kıbrıs, 4 Haziran 1878'e kadar 307 sene Türk toprağı ve Türk beldesi olarak kaldıktan sonra bu tarihte şartlar gereği İngiltere’nin inisiyatifine terkedilmiş ve yavaş yavaş elimizden kayıp gitmiştir.
Bu süreç; 9 ay 7 gün sürdükten sonra 1877-78 Osmanlı Rus savaşını bitiren 31 Ocak 1878 Edirne ateşkes antlaşması ile başlamış, bu antlaşmayla birlikte Ruslar elini kolunu sallayarak Yeşilköy'e gelip yerleşmişlerdi. (Ateşkes antlaşması olmasa Ruslar İstanbul'a gelemezlerdi. Çünkü son derece savunma tedbirleri alınmıştı. Ruslar ise çok zayiat verdikleri gibi savaşacak güçleri kalmamıştı.)
Ateşkes anlaşmasının ardından Barış görüşmeleri 3 Mart 1878 Ayastafanos Antlaşmasıyla noktalanmış, 29 maddelik bu antlaşma gerçekten çok ağır olmuştur. Buna göre Makedonya, Bulgaristan, Batı Trakya, Dobruca, Kırklareli, Batum, Kars, Ardahan, Doğu Bayazıt elimizden çıktığı gibi, Ruslar en yeni 6 zırhlı savaş gemimizi dahi istemişlerdir.
Sûltân II. Abdülhamid Hân diplomatik dehâsıyla bu antlaşmaların hiçbirine uymadı. Ruslar antlaşmaları yerine getirmeyen Türklere karşı çok ezilmiş ordusuyla yeni bir savaşı göze alamadı ve 4 ay 11 gün sonra Berlin'de yeni bir antlaşma için masaya oturmak zorunda kaldı.
İşte bu Berlin görüşmeleri başlamadan önce 4 Haziranda İstanbul'da İngiltere ile bir antlaşma imzalandı. Buna göre Kıbrıs hukuken Sultân'a ve Türkiye'ye bağlı olmakla birlikte, geçici olarak bütün idâresi İngiltere'ye bırakılıyordu. Bunun karşılığında ise İngiltere, Berlin görüşmelerinde Türkiye'nin yanında yer alma sözünü veriyor, ayrıca Rusya doğuda işgâl ettiği Kars, Ardahan, Batum'dan çekilince o da Kıbrıs'ı iâde edeceği garantisini veriyordu.
Böylece 4 Haziran 1878’de yapılan bu anlaşmayla İngiltere Kıbrıs'a, dolayısıyla Doğu Akdeniz'e adımını sağlam bir şekilde atmış oldu. 12 Temmuz 1878’de Kıbrıs’ın son Türk Valisi olan Besim Paşa makamını İngiliz Amiral Lord John Hay’e devrettikten hemen sonra bunun etkisi Kıbrıs’ta yaşayan Türk Toplumu üzerinde çabuk görüldü. Rumlardan daha fazla yerleşik olan Türk nüfus, yönetimin el değiştirmesiyle Anadolu'ya göçmeye başladılar.
Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru 3 Mart 1918 tarihinde Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti ile Alman İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti ve Bulgaristan Krallığı arasında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşmasıyla Ruslar; Batum, Kars ve Ardahan'ı boşalttılar. Böylece Kafkas Cephesi kapandı.
Ancak; Rusya doğuda işgâl ettiği Kars, Ardahan, Batum'dan çekilince Kıbrıs’ı asil sahiplerine yâni bize vermesi gereken İngiltere yaptığı anlaşmayı hiçe sayarak Kıbrıs’ı iâde etmedi. İngiltere bir kez daha verdiği sözden cayarak (her zaman bunu yapıyor) Kıbrıs’a el koydu.
Konu, Kurtuluş Savaşından sonra imzaladığımız Lozan Barış Anlaşmasında bir kez daha gündeme geldi. Ancak İngiltere koydurduğu bir madde ile konuyu temelli olarak kapatmayı başardı. Bilindiği gibi Lozan Anlaşmasının 20. maddesinde belirtilen, "Türkiye, Britanya hükümeti tarafından Kıbrıs'ın 5 Teşrinisâni 1914'te (5 Kasım 1914) ilân olunan ilhâkını tanıdığını beyan eder” cümlesiyle Türkiye tarafından hiçbir talep ve teklifi olmadan Kıbrıs İngiltere'ye terk edilmişti.
Bu tarihten sonra, “Yurtta Sulh, Cihan’da Sulh” prensibinden ayrılmadan 1949’lara kadar geldik. İtalya, Türkiye’nin teklifi geri çevirmesi üzerine Oniki Ada’yı 1947’de Yunanistan’a bırakmış, bu durum Kıbrıs’ın ilhâkı konusunda Yunanistan’da ümitlerin yeniden yeşermesine sebep olmuş, açıkça Enosis’i ilân etmişlerdi. Ada’daki Türkler ise 28 Kasım 1948 tarihinde Lefkoşa’da yaptıkları büyük bir mitingle, Türk halkının Rumların talep ettiği Yunanistan’a ilhâk (enosis) ve muhtemel bir muhtariyetin Türkler için cehennem olacağını haykırmışlardı.
Bu tarihlerde Ada’daki Rumlar Kıbrıs’ı tamamen Yunanistan’a bağlamak için örgütlenip devamlı artırdıkları dozajla İngiliz unsurlarına ve kendilerine büyük engel gördükleri Türklere karşı saldırıya geçtiler. İşte Kıbrıslı Rumların yaptığı bu saldırılar devam ederken, Anadolu’da da tedirgin bekleyiş sürmekteydi. Herkesin Kıbrıs’taki Türklerin âkıbetini merak ettiği o günlerde Ankara'dan yola çıkan yataklı bir tren herkesin meraklı bakışları arasında Haydarpaşa Garı’na girer. Hareketlenen protokol görevlileri yanı sıra, kalabalık bir gazeteci topluluğu ile foto muhabirleri de vardır. Beklenen kişi 1949 yılının CHP’li Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak'tan başkası değildir. Sadak, Hasan Saka’nın Başbakan olmasıyla 10 Eylül 1947’de dışişleri bakanı olarak kabinede yer almıştı. Necmettin Sadak’ı basının merkezi İstanbul'da karşılamaya gelen gazeteciler ordusunun merakı ise elbetteki son zamanlarda oldukça gerginleşen Kıbrıs'a yoğunlaşmıştı.
İşte bu yüzden trenden inen Dışişleri Bakanının etrafı bir anda gazeteciler tarafından sarıldı. Beklenen cevabın sorusu şuydu; "Sayın Bakanım, Kıbrıs'ı Yunanlılar istiyor. Türkiye'nin de Kıbrıs üzerinde hakları vardır. Bu hususta ne düşünüyorsunuz?" El cevap, "Türkiye'nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur. Bu mesele tamamıyla İngiltere'ye aittir." Bunu duyan gazeteciler; “Fakat Sayın Bakanım soydaşlarımızın durumu ne olacak, onlar için bir şey yapmayacak mıyız?” diye sordularsa da, Sayın Bakan hiçbir şey duymamış gibi arabasına yönelir, sonra da maiyetiyle birlikte çekip gider. Şaşkınlık içerisinde kalan gazeteciler ise sessizce dağılır. Aynı Dışişleri Bakanı 23 Ocak 1950’de TBMM’de “Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur” beyanatını da veren kişidir.
14 Mayıs 1950 genel seçimleri arefesinde yaşanan bu durum, millî refleks taşıyanlar arasında henüz yapılacak çok işlerin olduğu kanaatini de pekiştirmiş oldu. Genel seçimler sonunda tek başına iktidara gelen Demokrat Parti hükümetleri bu konuyu ele aldılar. Yapılan çalışmalar, ancak 1957 genel seçimlerinden sonra kurulan hükümette dışişleri bakanı olarak görev alan Fatin Rüştü Zorlu’nun cesaretle gece gündüz demeden gösterdiği gayretle neticelendirildi.
Zorlu’nun bizzat yürüttüğü başarılı müzakerelerin ardından nihayet 1959'un 11 Şubat'ında Zürih'te, 19 Şubat'ında Londra'da “Garantörlük” imza altına alındı. Türkiye artık Kıbrıs Türklerine garantör olmuştu. Yetmedi, Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası Türkiye, İngiltere ve Yunanistan tarafından imza altına alındı. Kıbrıs'ta yaşayan Türk ve Rum temsilcileri de anlaşmalara imza koydular.
Fakat bu anlaşmalara hiç de kolay gelinmedi. Bedeller ödendi. Önce; bu anlaşmalara imza koymak için İngiltere’ye giden Başbakan Adnan Menderes’in uçağı Londra yakınlarında şâibeli bir şekilde düştü. Düştükten sonra ters dönüp ikiye bölünen uçak yanmaya başladı. Ve beklenen korkunç sonuç; yanan uçakta bulunan 16 üst düzey yöneticinin 9’u, 8 uçak görevlisinden 5’i hayatını kaybetmesiyle son bulmuştu.
Buna rağmen, Londra’da diplomasi trafiği hiç durmadan çalışmış, daha ilk akşam İngiltere Başbakanı Harold Macmillan ile Kıbrıs Konferansı için Londra’ya gelen Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis hastaneye gelmiş, fakat ilaçların etkisiyle uyuyan Menderes’le görüşememişler yalnızca ziyâret defterini imzalamakla yetinmişlerdi.
Ertesi gün ise İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth Türkiye'nin Londra Büyükelçiliği'ni bizzat arayarak, Menderes'in sağlık durumu hakkında bilgi almış, geçmiş olsun dileklerini iletmiştir. Başbakan Adnan Menderes de boş durmaz. Devlet işleri beklemez anlayışıyla, kazâ esnasında kırılan yakın gözlüğünün yenisini getirtir ve dışişleri bakanlığımızın Kıbrıs Anlaşması ile ilgili hazırlayarak getirdiği teferruat yüklü dosyaları tek tek inceler.
Nihayet bir gün sonra da takvimler 19 Şubat 1959’u gösterirken hastane odasına gelen İngiltere ve Yunanistan Başbakanlarının yanında anlaşmayı imzalar. “Başucu anlaşması” olarak tarihe geçen bu anlaşma ile Türkiye Kıbrıs’ta garantör devlet statüsü kazandığı gibi, kurulacak olan Kıbrıs Devletinin yönetimine Kıbrıs Türk’ü ortak olmuştur.
Türk Halkı Londra görev şehitlerini unutmaz. Kazânın yıldönümünde 17 Şubat 1960’ta Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde mevlüt okutulur. Bir gün sonra da saat 12.00’de Menderes’in de bizzat katıldığı anma toplantısına Cebeci Şehitliğinde yatan 7 görev şehidinin kabirlerine 500’ün üzerinde çelenk gönderilir. Ayrıca Londra’da Brookwood’daki Türk Şehitliğine isimleri yazılır. Kıbrıs Türk’ü de vefâ örneği göstererek şehit olan mürettebatın isimlerini Lefkoşa’da Köşklüçiftlik bölgesinde sokaklara verir.
Kıbrıs’ta; görev şehitlerimizden Lütfü Biberoğlu, Münir Özbek ve Kemâl Zeytinoğlu’nun isimlerinin verildiği sokaklar birbirine paraleldir ve üçü de İlhan Savut Sokakla kesişir. Şerif Arzık Sokak ile Server Somuncuoğlu sokaklar da birbirine sırt sırtadır. Sabri Kazmaoğlu Sokak ise Osmanpaşa Caddesiyle kesişmektedir. Muzaffer Ersü Sokağın devamı olan Server Somuncuoğlu Sokak ise Ledra Palas sınır kapısının yanındadır. Gündüz Tezel ile M.Ali Görmüş Sokaklar yine sırt sırtadır.
Büyük bedeller karşılığı Londra’da yapılan anlaşma, imza atan ülkelerin meclislerinde oylanıp kabûl edildikten sonra yürürlüğe girecektir. Konu TBMM’nin gündemine gelir. İsmet İnönü’nün CHP’si tek vücut olarak anlaşmaya ret oyu verir. Ret oyu verenlerden birisi de 27 Ekim 1957'de CHP Ankara Milletvekili olarak TBMM'ye seçilen ve aynı zamanda 12 Ocak 1959'da İsmet İnönü'nün listesinden CHP Parti Meclisi'ne giren Bülent Ecevit’tir.
Ecevit hem ret oyu vermiş, hem de anlaşma aleyhinde ateşli bir konuşma yapmıştır. Ancak buna rağmen anlaşma onaylanarak meclisten geçer. Ne hazindir ki; Bülent Ecevit, 15 yıl sonra Menderes ve Zorlu’nun alın teriyle ülkemize kazandırdığı (Bugünkü KKTC’yi onlara borçluyuz) bu garantörlük anlaşmasının hukûki yapısına sığınarak 1974’te yaptığı harekâtla “Kıbrıs Fâtihi Karaoğlan” pâyesini alırken, suçladığı Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ise Kıbrıs Barış Harekâtından 13 yıl evvel idam sehpasında canını vererek bedel ödemiştir. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun inşaallah…
Bu anlaşmalarla yeniden şekillenen Kıbrıs'ta, takvimler 16 Ağustos 1960’ı gösterdiğinde Birleşmiş Milletler tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu ilân edilir ve ortak bir hükümet oluşturulur. Dr. Fâzıl Küçük bu hükümetin Cumhurbaşkanı Yardımcısı olur. Ayrıca üç Kıbrıs Türk’ü de bakan olarak kabinede yerini alır. Fakat bu da uzun sürmez. Akıllanmayan Rumlar Ada’nın Yunanistan’a bağlanmasında ısrar ederek, Enosis’i gerçekleştirmek için tekrar katliama başlarlar. Fakat burada da “Toros” lakaplı Rauf Denktaş kayasına çarparlar ve müthiş bir mücadele başlar.
Var olmak-yok olmak mücadelesinde haçlı Avrupa Birliğinin desteğini arkalarına alan Rumların saldırganlığı önlenememiş garantörlük anlaşmasından sonra da 15 yıl boyunca Yunanistan’dan gönderilen Georgios Grivas adlı subayın liderliğinde kurdukları EOKA adlı terör örgütüyle onlarca Türk Köyü basılarak binlerce Türk şehid edilmiş, ancak Fâzıl Küçük, Rauf Denktaş ve yine binlerce Kıbrıs Türk’ünün şanlı direnişiyle Kıbrıs Türk’ü yok edilememişti. Bu mücadelede ilk şehit pilot olarak Cengiz Topel tarihe geçmiştir.
Direniş karşısında umduğunu bulamayan Yunanistan, son kez ve bütün gücüyle Kıbrıs’ı ilhak etmek için saldırıya geçer. Saldırıyı yapanlar, 7 yıl önce 21 Nisan 1967 tarihinde Yunanistan'da darbeyle yönetimi ele geçiren Yunan Askerî Cuntasıdır. 15 Temmuz 1974'te Kıbrıs'ta da darbe yaparak hükümeti yıkmışlar, Rum silahlı terör gruplarına liderlik eden, Küçük Kaymaklı'daki katliamdan sonra “kasap” lakâbını alan Nikos Sampson’u cumhurbaşkanı yaparak Kıbrıs Yunan Cumhuriyetini ilân etmişlerdi.
Ancak Türkiye bu duruma daha fazla seyirci kalmadı. Menderes ve arkadaşlarının canla-başla çalışarak elde ettikleri “Garantörlük” hakkını kullanarak Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan’ın da baskısıyla 20 Temmuz 1974'te Kıbrıs'a asker çıkarttı.
20 Temmuz 1974’te birinci Kıbrıs Barış Harekâtı, Rauf Denktaş’ın “Ayşe tatile çıksın” mesajıyla da Ağustos’ta ikinci harekât yapıldı ve kesin şekilde Kıbrıs Türkü soykırımdan kurtuldu. Bununla kalınmadı; Kahraman Türk Askerinin Kıbrıs’a ayak basmasından üç gün sonra, 23 Temmuz’da sadece 7 gün cumhurbaşkanlığı makâmını işgâl eden Nikon Sampson’un hükümeti dağılmak, kendileri de kaçmak zorunda kaldı.
Yetmedi, Sampson’u o makâma getiren Yunanistan’daki askerî cunta hükümeti de Türkiye’nin bu müdâhalesi sonucu dağılarak yerini sivil idarecilere bırakmak zorunda kaldı. Yâni bir nevi Yunanistan’a demokrasi Türkiye sayesinde geldi. Böylece Türkiye; hem Kıbrıs'taki, hem de Yunanistan'daki darbecilerin yönetimlerden uzaklaştırılmasını sağlamıştı. (Yunanistan’da ömür boyu hapse mahkûm edilen cuntacıların hepsi de cezaevinde ölmüştür.) Akabinde 13 Şubat 1975’te kurulan Türk Federe Devleti ile 15 Kasım 1983’te kurulan KKTC ile de adadaki Türkler rahata kavuşmuşlardır.
Fakat Türkiye açısından zorlu mücâdele o tarihten sonra da bitmedi. Günümüzde de Kıbrıs etrafındaki yeraltı kaynaklarının keşfi ve paylaşımı noktasında değişik bir hâl alarak devam etmektedir. Doğu Akdeniz’de hâlen tesbiti yapılmış olanlarla, bulunmayı bekleyen gaz kaynaklarının kıyıdaş ülkeler arasında paylaşılması beklenirken, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Akdeniz'de en uzun kıyı şeridi olan Türkiye'yi ve KKTC'yi yok sayarak abilerinin talimatıyla “Münhasır Ekonomik Bölgeler” oluşturmaya başladılar. Buna göre 2003'te Mısır'la, 2007'de Lübnan'la, 2010'da İsrail'le anlaşmalar imzalayarak tehlikeli işlere kalkıştılar.
Rumlar, Münhasır Ekonomik Bölge ilân ettikleri sözde 13 parseli arama ve sondaj yapılması için bölgeyi tek taraflı olarak çok uluslu şirketlere açarak olayı iyice gerdiler. Bölge yeniden hareketlendiğinde, güyâ Rumları destekleme adına da başka ülkeler de bölgede boy göstermeye başladılar. İşte burada Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan devreye girdi. Çünkü Rumların Munhasır Ekonomik Bölge ilân ettikleri bu 13 parselden 2, 3, 8, 9, 12 ve 13 no’lu parseller Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin hak ettiği alanlarla; 1, 4, 5, 6, 7 no’lu parseller ise Türkiye'nin kıta sahanlığıyla çakışmaktaydı.
Nihayet Türkiye; garantörlük haklarını kullanarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ve kendi haklarını korumak için derhal bölgede çok yönlü çalışmalara başladı. Bu çalışmalar; Türkiye'yi Akdeniz’de kuşatmak ve Kıbrıs'la bağını koparmak isteyenlerle, kendisinin hakkı olan enerji kaynaklarını gasp etmeye çalışanlara karşı yeri geliyor oldukça sertleşiyor. Doğu Akdeniz’in sahip olduğu enerji kaynakları hakça paylaşılmadığı sürece, bu mücadele daha da sertleşecektir. Türkiye bütün unsurlarıyla buna hazırdır.
Bunun için, Barbaros Hayreddin Paşa sismik araştırma, Yavuz ve Fatih sondaj gemileriyle, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devletinin vermiş olduğu ruhsatla, tespit edilen A, B, C, D, E, F ve G bölgelerinde arama ve sondaj çalışmalarına, zaman zaman Türk Silahlı Kuvvetlerine ait deniz ve hava muharip güçleri de refakat etmektedir.
Bunların dışında Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın ismini koyduğu ve 12 bin 200 metreye kadar sondaj yapabilme özelliği ile alanında eşi benzeri olmayan 228 metre uzunluğundaki “Abdülhamid” adlı gemimiz yine Cumhurbaşkanımız tarafından Mersin’den görev yerine uğurlanırken, ona yardımcı olmak üzere refakatçi üç ikmal gemimiz de aynı anda limandan ayrıldı. Bu ikmal gemilerimiz, isimleri yine Cumhurbaşkanımız tarafından konulan ve 24 Aralık 1963 tarihinde Lefkoşa’da, Tabip Binbaşı Nihat İlhan’ın Rum katiller tarafından hunharca şehit edilen üç küçük oğlunun isimleri olan “Murat İlhan”, “Kutsi İlhan” ve “Hakan İlhan’dı.”
Anneleri Mürüvvet Hanımla birlikte evlerinin küvetinde koyun koyuna şehit edilen bu üç kardeş, şimdilerde Mavi Vatan sınırlarımız içerisinde Doğu Akdeniz'de “Yörük 1” kuyusunda koyun koyuna görev yapıyorlar. Kendilerine muvaffakiyetler diliyoruz. O isimleri yaşatan Cumhurbaşkanımıza da şükranlarımızı sunuyoruz.
Şükranlarımızı sunduğumuz birisi daha vardır. O da, her fırsatta; "Türkiye'nin garantörlüğü, Türk askerinin Kıbrıs'taki varlığı, egemenliğimiz ve siyasi eşitliğimiz, bizim kırmızıçizgilerimizdir ve bunlardan asla vazgeçilemez" diyen, bizleri de makâmında kabûl etme nezâketini gösteren Türk Dünyasının ayrılmaz parçası Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Cumhurbaşkanı Sayın Ersin Tatar’dır.
Bu vesileyle, Kıbrıs Türkü’nün bağımsızlık mücadelesini kazanmasına liderlikleri ile öncülük eden ve kurdukları Türkiye destekli “Bozkurt” amblemli “Türk Mukavemet Teşkilâtı” (TMT) ile destansı mücâdele veren merhum Dr. Fazıl Küçük, Rauf Denktaş, Rıza Vuruşlan Paşa olmak üzere yüzlerce kahramanımızı ve Kıbrıs Barış Harekâtı’nda omuz omuza şehit düşen 498 Mehmetçiğimiz ve 70 Kıbrıslı mücâhidimizi rahmet ve şükranla yâd ediyorum. Ruhları şâd, makamları Âli olsun.
.
12 Temmuz 1521 Pîri Mehmed Paşa’nın Belgrad/Zemun’u (Zemlin) fethi
Halit Kanak İletişim:
Kânûni Sûltân Süleyman, babası Yavuz’un vefâtı üzerine 30 Eylül 1520’de İstanbul’da tahta çıktığında 25 yaşını 4 ay, 25 gün geçiyordu. Sultân Süleyman’ın tahta geçtiği haberini dünya devletlerine duyurmak için dört bir yana saray özel görevliler yola çıkartılmıştı. Bunlardan birisi de Macaristan’a giden Divân Çavuşlarından özel yetkili Behrâm Çavuştu.
Fakat Türk Elçisi Behrâm Çavuş, dört yıldır tahtta oturan Macar Kralı II. Layoş’un emriyle şehid edildi. Yetmedi, kesilen kulakları yeni hükümdar Sultân Süleyman’a tehdit amaçlı gönderildi. Macar Kralı’nın bu hareketi bardağı taşırmıştı. Cezasız kalamazdı. Ancak yaklaşan kış, sefer için uygun değildi baharın gelmesi beklenecekti. Bu olayı duyan İtalya ile İran rahat bir nefes almıştı. Demek ki ilk sefer kendilerine değil, Macaristan’a yapılacaktı.
Öyle de oldu. Kış boyu hazırlıklarını yapan Türk Hâkânı baharın gelmesiyle birlikte önce 17 Mayıs 1521’de babası adına yaptıracağı Sultân Selim Camii’nin temelini attı. Ardından ertesi gün 46 yıl sürecek hükümdarlığının ilk seferi için İstanbul’dan hareket etti. Hedefinde, Türk topraklarına 30 km. mesafede bulunan ve daha önce yapılan üç kuşatmada da alınamayan, Sırpların azınlıkta yaşadığı Macarların yenilmez kalesi Belgrad vardı. (Belgrad’ın alınması için II. Murad 1441’de, Fatih 1456’da ve II. Bayezid 1492’de kuşatmada bulunmuş ancak bu müstahkem ve mühim kale bir türlü alınamamıştı.)
Divân’ın haber saldığı Serhat şehri konumunda bulunan Semendire’nin Sancak Bey’i Gâzi Hüsrev Bey hemen harekete geçerek Belgrad’a yardım gelebilecek yolları tutmuş, diğer Akıncı Bey’leri Mihaloğlu Mehmed Bey ile Balı Bey Macarları oyalamak için Hırvatistan ile Erdel Bölgelerine akınlara başlamışlardı bile. Diğer Akıncı Bey’i Turhanoğullarından Hasan Bey de karış karış bildiği Rumeli topraklarında Türk Ordusuna mihmandarlık yapıyordu. Sadrâzâm Pîri Mehmed Paşa ise öncü kuvvet olarak yanında hafif toplar olduğu halde Sûltân Süleyman’ın kumanda ettiği asıl ordudan birkaç gün önde gidiyordu.
Önce ordunun 5 gün kaldığı Edirne’ye, oradan Filibe üzerinden Sofya’ya varıldı. Burada Dâmâd Ferhat Paşa, barut ve kurşunla yüklü üç bin deve yükü cephaneyle orduya katılırken, Danişmend Reis aldığı emir üzerine 50 küçük gemiden oluşan ince donanmayla Tuna Nehrinden girmiş Sava ile Tuna’nın birleştiği yerde kurulu olan Belgrad’a doğru ilerlemekteydi.
Danişmend Reis, Belgrad’ın fethine Tuna’dan destek verecekti. Fakat Belgrad şehrinin silüeti gözükür gözükmez Reis’in bizzat yaptığı keşifte gözüne Belgrad’ın hemen yanıbaşındaki Sava’nın karşı kıyısındaki Zemun Kalesi gözüne çarptı. Zemun Kalesi; Belgrad’ın güneybatısından gelen Sava Nehri ile Belgrad’ın kuzeybatısından gelen Tuna Nehri’nin tam kesiştiği yerin batı kıyısında stratejik bir yerde bulunuyordu. İki nehrin tam kesiştiği doğu kıyısında ise Belgrad vardı.
Eğer bu kale alınmazsa Belgrad muhasarasında kendisine zorluk çıkartabilir, manevra kâbiliyetini azaltabilir, hatta durdurabilirdi. Daha önce fetihle sonuçlanamayan üç Belgrad muhasarası dikkate alındığında Zemlin Kalesi Belgrad’ın fethinin uzamasına sebep olabilirdi. Kısa bir keşiften sonra bir rapor hazırlayarak güvendiği Levent’lerinden biriyle Kânûni’ye yolladı.
Kânûni Sûltân Süleyman bu arada 27 Haziran’da Türk Ordusuyla birlikte geldiği Niş’te karargâhını kurmuş, otağında harb divânı’nı toplamıştı. Tam bu sırada Danişmend Reis’in gönderdiği ulakta karargâha ulaştı elindeki önemli bilgiler içeren raporu divân görevlilerine teslim etti.
Kânûni harp divânında, Belgrad’a taarruza geçmeden önce kendisinin bizzat görmesi gerektiği küçük bir hesabın halledilmesi gerektiğini anlatıyordu. Bu hesap; Büyükdedesi Fâtih’in, Belgrad’ın Avrupa ile irtibatını kesmek ve böylece Belgrad’ın Fethini kolaylaştırmak amacıyla Belgrad’ın 80 km. batısına yaptırmış olduğu fakat şimdi Macarların elinde mahsûn kalan Böğürdelen Kalesi’nin yeniden fethedilmesi hesabıydı ve bu hesabı bizzat kendisi görmesi gerekiyordu.
Belgrad önlerinden Tuna Nehri üzerinden Danişmend Reis’in gönderdiği bir raporun geldiği Kânûni’ye arzedilince Türk Hâkânı bu önemli raporu Divân katibine okuttu. Raporda yazılanları sonuna kadar dinleyen Türk Hâkânı ordudan evvel yola çıkan ve öncü kuvvetlerin başında bulunan Sadrâzâm Pîri Mehmed Paşa’ya iletilmek üzere bir emirnâme yazılmasını emretti. Özel ulakla derhal yola çıkartılan fermanda Pîri Mehmed Paşa’ya hitâben: “Baka Paşa, kefere Zemun’da pusuda yatarmış. Danişmend kulumun isteğini bizzat yerine getiresin. Yanına lüzûmunca asker al, bu kale alınmadan Belgrad’a taarruz yapılmayacaktır bilesin” deniyordu.
Emir kesindi. Pîri Mehmed Paşa Yavuz Sûltân Selim’e de Sadrâzâmlık yapmış kurt birisiydi. Beklemeden harekete geçti. 6 gün sonra Belgrad’ın karşısındaki Zemun Kalesi önlerindeydi. Kuşatması da çok hızlı oldu ve şiddetli top atışlarıyla kaleyi dövmeye başladı. Ancak elindeki hafif toplarla surları yıpratamayacağını anladı. Üstelik yaptığı taarruzlarda yetersiz kalmıştı.
Sadrâzâm Pîri Mehmed Paşa fazla beklemedi, Padişâh’ın; “yanına yeterince asker al” emri gereği serhat şehir Semendire Vâlisi ve Akıncı Bey’i Hüsrev Bey’e haber saldı. Hüsrev Bey’in son model ağır toplarla Zemun önlerinde gözükmesi uzun sürmedi. Ağır toplarla Türk Topçusunun yaptığı bombardıman sonucu beklenen büyük gedikler açılınca Sadrâzâm hücum emri verdi. Yeniçeriler zâten sekbanbaşılarından gelecek bu emri bekliyorlardı. Akıncı ve Sipahilerle birlikte “Allah Allah” sesleriyle surlara taarruza kalkan Yeniçeriler, 12 Temmuz'da kalenin burçlarına sancakları çekti. Türk sancaklarını birbiri ardına kale burçlarında gören Macarlar fazla direnemediler. Kale içindeki çarpışmalar kısa sürdü ve 12 Temmuz 1521’de Zemun Kalesi tamamıyla ele geçirildi.
Şükür namazlarından sonra özenle hazırlanan “Fetihnâme” Kânûni Sûltân Süleyman’a gönderildiğinde, Kânûni 7 Temmuz’da Simon Logodin’in savunduğu Belgrad’ın 80 km. batısındaki Böğürdelen’i fethetmiş, “İlk aldığım kal’a’dır” dediği Fâtih’in yâdigârı Böğürdelen’in tamiriyle meşgûldü.
Bundan sonra asıl hedef “Türk’ün Kızılelması” Belgrad’a yürünebilinirdi artık. Çünkü Zemun Kalesinin fethi Belgrad’la Macaristan’ın ilişkisini kesmiş, Tuna Nehri üzerinden Belgrad’a yapılacak taarruzların kolayca yapılmasının önünü açmıştı. 26 Temmuz’da Kânûnî Sultan Süleymân Tuna’ya bağlanan Sava Nehri üzerine Türk istihkamcılarının kısa sürede yaptığı köprüden geçerek Belgrad önlerine geldiğinde Sadrâzâm Pîri Mehmed Paşa daha önceden hisarı dövecek topları mühendislik dehâsı ile gereken yerlere yerleştirmiş bulunuyordu.
29 Ağustos 1521’de Kânûni; Fâtih’in iki yerinden yaralanmasına rağmen 39 günlük muhasarasına dayanan ve İstanbul’a 1.000 km. mesafedeki Belgrad’ı 65 yıl sonra üç hafta içinde fethettiğinde hem Behram Çavuş’un intikamı alınmış, hem de başta Macaristan olmak üzere Avusturya ile birlikte bütün Avrupa Türk Ordusuna açılmıştır artık. En büyük korkuyu ise Budapeşte, Viyana ve Roma’ya koçbaşı olan Belgrad’ın düşmesiyle Roma yâni Vatikan yaşamıştı.
Bu fetihte çok büyük emeği olan Pîri Mehmed Paşa, bir sonraki Rodos’un fethinde de 24 yıl Şeyhülislâmlık yapan baba bir kardeşi Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ile birlikte Kânûni’yi Rodos seferine ikna etmeleri ve fetihte büyük yararlılıkları olmalarından dolayı taltif edilmişlerdi. Pîri Mehmed Paşa emekli edildikten sonra yerleştiği Silivri’de 1532 yılında vefât etmiş ve yine bu güzel ilçemizde yaptırmış olduğu câmi haziresine defnedilmişti. Mekânı cennet olsun…
.
Cezayir’in Fransa’dan bağımsızlığını kazanması ve bağımsızlığa giden yol (5 Temmuz 1962)
Halit Kanak İletişim:
Kardeş ülke Cezayir’in bağımsızlığını kazanmasına ramak kalmıştı. Cezayir’de yapılan direnişe Fransa’da yaşayan Cezayirli Müslümanlar da destek amaçlı sivil inisiyatif olarak kadın ve çocuklarla birlikte destek yürüyüşü kararı almışlardı.
O gece Paris Emniyet Müdürü Maurice Papon, topladığı polis şeflerine ertesi sabah Cezayirlilerin yapacağı yürüyüşü hatırlatarak efendilerinden aldığı emirleri aktarıyordu: "Önünüze çıkanı vurun, öldürün, nehire atın, imha edin hiçbir polisin kılına zarar gelmeyecektir garantisi benim."
Bu sözlerin sabahında tarihler 17 Ekim 1961'i gösterdiğinde; Cezayir için söz verilen bağımsızlığa hiç yanaşmayan hatta katliam üzerine katliam yapan Fransa’ya karşı protesto yürüyüşü için başkent Paris'te yaşayan Cezayirli Müslümanlardan yaklaşık 30 bin kişi çocuklarıyla sivil inisiyatif grubu olarak yaptıkları mâsûm gösteri bir anda Fransız polisinin silahlarla saldırısına mâruz kaldı. Hedef gözetilmeden açılan ateşle ortalık savaş alanına döndü. Ölen ya da yaralanan bâzen de yakalananlar Sen Nehrine atılarak imha ediliyordu.
Göstericilerin bir kısmı kaçmak istedikleri metro istasyonlarında öldürülürken, bir kısmı da gözaltına alınmak için getirildikleri Paris polis merkezinin bahçesinde vuruldular. Bilanço korkunçtu. Bu saldırılarda 400'ün üzerinde insan öldürülmüştü. Hükümet önce, çıkan olaylarda üç kişinin öldüğünü duyurmuş, fakat birkaç gün geçip Sen Nehri üzerinde onlarca ceset yüzmeye başlayınca durumun vehâmeti anlaşılmıştı.
Sonra; günlerce süren tutuklamalara, gece yarısı gözaltına alınan Cezayirli Müslümanların ormanlarda sessizce infaz edilmelerine, sıra dayaklarından geçirilmelerine, polis köpeklerine parçalatılmalarına, ağır yaralıların bile hastaneye götürülmeyip ölüme terkedilmelerine, gördüklerini yazamayan, yazdıkları ise gazetelere basılmayan gazetecilerin bunalıma girdiğine şahit olduk.
Fransa korkunç emperyalizminin vahşetini bir kez daha gözler önüne sermişti. Zâten Fransa'nın kendi tarihi geçmişinde ellerinin ne kadar kana bulandığını ise bilmeyen yoktu. Gerçi bu katliam ilk değildi, bunun çok daha büyüğü ikinci dünya savaşında bağımsızlık vaadiyle Fransa saflarında savaştırılan ve savaştan gâlip çıkan Cezayirlilerin savaş bittikten sonra bağımsızlıklarına kavuşacaklarını zannederek 8 Mayıs 1945'te sevinçle yaptıkları gösteriler kanlı bir şekilde bastırılmış, tam 45 bin Cezayirli hayatını kaybetmişti (Setif ve Guelma katliamı). 1945'ten 1962'ye kadar katledilenlerin sayısı ise milyonları geçmişti.
Çoğuda; Âlimler Birliği Genel Sekreterliği yaparken 4 Nisan 1957'de Fransız askerleri tarafından evinden alındıktan sonra akılalmaz işkencelerden geçirildikten sonra kaynayan katran kazanı içine canlı atılarak şehid edilen Et- Tebessi gibi ya da Şubat 1957'de gözaltına alınan ancak Fransızlara hiçbir bilgi vermeyen ve bundan dolayı yüzünün derisi yüzülen yine konuşmayınca Fransız General tarafından elleriyle boğularak şehid edilen Muheydi gibi zulümlere mâruz bırakılmıştı.
Üstelik Fransa yaptığı zulümlerle alâkalı birde müze açmıştı. Zulme uğrayan mazlûm ve mağdur coğrafyalarda soykırım müzelerine veya anıtlarına rastlamak mümkün iken Fransa’da açılan bu müzede ise katlettikleri insanlardan 18 bininin kafatasları sergilenmekteydi. Yâni yaptıkları vahşeti sergiliyorlardı.
Fransa işte bu insanlık ayıbı müzeden Cezayirli mücahitlere ait 24 kafatası ve naaş kalıntılarını Cezayir’e teslim etmiş, bunun için 5 Temmuz 2020’de düzenlenen törende mücahitlerin cenâzelerini havaalanında bizzat karşılayan Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülmecid Tebbun, 1830 - 1962 yılları arasında 10 milyon Cezayirlinin Fransa tarafından katledildiğini açıklamıştı.(Bir Osmanlı Eyâleti olan Cezayir, Cezayir Beylerbeyi ve Dayısı İzmirli Hüseyin Paşa'nın Fransız Konsolosunun yüzüne yelpâzeyle vurması üzerine başlayan gerginlik sonucu olayların büyümesiyle 3 yıl ablukadan sonra 1830'da Fransızlar tarafından işgâle uğramıştı.)
Fransa eski Cumhurbaşkanı Mitterand'ın ise 1998 yılında Le Figaro gazetesine verdiği mülakatta, "O ülkede bir soykırım yaşanması o kadar da önemli bir şey değil" demesi olayı bütün çıplaklığıyla ortaya koyması açısından önemliydi. (Karısı Bayan Mitterand Diyarbakır'a gelmiş gözümüzün içine baka baka "Öcalan'ı çok seviyorum ve PKK'nın silahlı eylemlerini destekliyorum" demişti. Tıpkı Azerbaycan'da sivilleri öldüren Ermenileri destekledikleri gibi.)
İşte 1961'de Paris'te yapılan bu katliam Cezayir dışında toplu öldürülen Cezayirli Müslümanlara yöneltilen ve yakın zamana kadar gizlenen insanlık dışı bir uygulama olarak Fransa'nın karanlık tarihinde yerini almıştır.
1962 yılında bağımsızlığına kavuşan Cezayir, kurtuluş savaşı verdiği dönemde Türkiye'den de destek görmüştü. Bir televizyon proğramında (TRT) konuşan merhum Alparslan Türkeş canlı yayında bunu açıkça dile getirmiş "Din ve kan kardeşlerimize Cezayir'in bağımsızlık mücâdelesinde silah ve cephane gönderdim bunu bizzat ben yaptım" demişti. (Rahmetle anıyoruz)
Fransa, sömürü düzeni kurduğu Afrika'nın % 35'inde etkinliğini devam ettirmek istemesine rağmen Afrika’nın büyük bir kısmında kendisine tepkiler çığ gibi büyümektedir. Ancak kendine ait gördüğü 27 ülkenin 21'inde hâlâ Fransızca resmi dil olarak kullanılma mecburiyetindedir, yâni zulüm bir taraftan da devam etmektedir.
BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL
Cezayir bağımsızlık hareketinin başladığı Kasım 1954’ten bağımsızlığını kazandığı 1962 Temmuz ayına kadar Cezayir’in kurtuluşu sürecinde önemli bir rol üstlenecek olan Cem‘iyyetü’l-Ûlemâi’l-Müslimîne’l-Cezâiriyyîn 1931 yılında kurulduğunda cemiyetin ilk başkanlığına seçilen Abdülhamid bin Badis’in şu sözleri bağımsızlık savaşının sloganı olmuştu: "Arapça dilim, İslâm dinim, Cezayir yurdum."
Abdülhamid bin Badis’ten evvel de 1. Dünya Savaşı öncesinde bağımsızlık hareketleri olmuştu. 1. Dünya Savaşı sonrasında milletlere kendi haklarını verme konusundaki söylemler, Cezayir’de Emîr Abdülkādir’in torunu Emîr Hâlid’in liderliğinde 1919’da ilk siyasî hareketin meydana gelmesine yol açtıysa da, sömürgeci Fransa bu hareketi derhal tesirsiz hale getirip Hâlid’i Fransa’ya sürdü. Bu dönemde yayın hayatına başlayan; El-İkdâm, Zülfikar, El-Fâruk gazeteleri hayli etkili olmuştu.
Fakat dört yıl sonra, 1923’te hareketin tohumları yeniden yeşererek Cem‘iyyetü’l-Ûlemâ’nın doğuşunu gerçekleştirdi. 1925’ten itibaren de yayın hayatına katılan El-Cezâ’ir, Islâh, Müntekıd, Berk, eş-Şihab gibi gazetelerde bir taraftan Cezayir halkının millî ve İslâmî kimliklerini korumaları için mücadele veriyorlar, diğer taraftan işgâlci Fransa’ya karşı halkın haklarını korumaya çalışıyorlardı. Aynı zamanda Ûlemâ Cemiyetinin kurulması ve millî mücâdelenin bu cemiyetin etrafında verilmesi gerektiğini işliyorlardı.
Zâten Cem‘iyyetü’l-Ûlemâ’nın kuruluşunda en büyük paya sahip olan Abdülhamîd bin Bâdîs 1913 yılında yaptığı hac ziyâretinde Medine’de buluştuğu Muhammed Beşîr el-İbrâhimî ile birlikte Cezâyir’in işgâlden kurtuluş planlarını yapmışlar, bunun için öncelikle Kur’an ve Sünnet esaslarına göre yetişmiş bir gençlik vücuda getirmenin gerekliliğine inanarak yola koyulmuşlardı.
Nihayet bir grup aydın tarafından 1927 Temmuz’unda kurulan Nâdi’t-terakki üzerine ûlemâ cemiyetini inşâ ederek yerinde bir kararla 5 Mayıs 1931 tarihinde Cem‘iyyetü’l-ulemâi’l-müslimîne’l-Cezâiriyyîn’i kurdular. Çünkü bu kuruluş kararı aynı zamanda 1930'da Fransızların Cezayir'in işgâlinin 100. yılında yaptıkları görkemli kutlamalara bir cevap niteliği taşıyordu.
İşte işgâlden 100 yıl sonra 1930’da Fransa’nın yaptığı gösterişli kutlamalar ardından Cezayir’i “Güney Fransa” olarak ilân etmeleri Cezayir'e bağımsızlık vermeyi hiç düşünmediklerini göstermiş, bunu Cezayir’in Müslüman halkına bir meydan okuma olarak değerlendiren Abdülhamid bin Badis ve arkadaşları, 5 Mayıs 1931’de Ûlemâ Cemiyetini hayata geçirmişlerdi.
Ancak yaptıkları çok verimli çalışmalar devam ederken ikinci dünya savaşı patlak verdi. Cemiyetin savaşta kendilerini desteklemesini isteyen Fransa’ya Badis şiddetle karşı çıkınca Fransa’ya sürülerek gözetim altına alındı.
En yetkili ağızdan ret cevâbı alan Fransa, Badis’i Fransa’da gözetim altına aldıktan sonra taktik değiştirerek Cezayir Halkına eğer kendileri ile savaşa katılırlarsa savaş bitince bağımsızlıklarını vereceği vaadini öne sürdü. Cemiyet temkinle yaklaşsa da, ucunda bağımsızlık olan bu teklife sıcak bakarak Cezayir Halkı 2. Dünya Savaşı boyunca Fransa’nın yanında savaşa katıldılar. Ancak savaşın bittiği 8 Mayıs 1945’te büyük hüsran yaşandı. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, savaşın bittiği gün bağımsız bir Cezayir için sevinç gösterileri yapanlar katliama uğradılar. Sevinçleri kursaklarında kalan tam 45 bin insan Fransız kurşunlarıyla şehit oldular.
Buna rağmen bağımsızlık mücadelesi, gözetim altında hastalanan Abdülhamid bin Badis tedavisine Fransa yönetimince izin verilmemesi üzerine 16 Nisan 1940'ta henüz 50 yaşındayken hayatını kaybetmesine rağmen hız kesmeden kaldığı yerden devam etti. Meşâle yakılmıştı bir kere. Ülkenin her tarafında direniş başlamıştı.
Çatışmalar devam ederken, birtakım küçük grupları bir araya getirmeyi başaran ve Cemal Abdünnâsır’dan etkilenen bir grup genç tarafından sosyalist temele dayalı Ulusal Kurtuluş Cephesi (Front de Libération Nationale, FLN) Kasım 1954’de kuruldu. Hedeflerinde Cezayir’i Fransa işgâlinden kurtarmak vardı. 1989 yılına kadar tek parti olarak faaliyet gösterecek olan Ulusal Kurtuluş Partisi ilerleyen zaman içerisinde ülke yönetiminde söz sahibi olmayı başaracaktır.
Ulusal Kurtuluş Cephesi önderliğinde birleşen direnişçiler, bağımsızlığa giden yolda ayaklanmaları ülkenin her tarafında yoğunlaştırdılar. Buna karşılık Fransa’dan yeni ordular Cezayir’e sevk edildi. Bu arada Fas ve Tunus’un Cezayir konusunu görüşmek ve bir çözüm bulmak amacıyla 1956'da görüşmeye çağırdığı Cezayirli kanaat önderleri yakalanarak hapse atılınca Cezayir’de ayaklanmanın boyutu büyüdü.
Bunun üzerine Fas ve Tunus sınırlarına tel örgü çeken Fransa ayrıca paraşüt birliklerini de Cezayir’e gönderdi ve bu saatten sonra işkenceli katliamlar arttı. Direnişçiler açısından tek çözüm yolu bağımsızlığın ilân edilmesi kalmıştı. Fazla beklemediler 1958 Nisa’nında Tanca’da bir kongre düzenleyerek Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükûmeti’ni ilân ettiler. Bu adım Fransa’da siyasi pürüz doğurdu. Uzun bir aradan sonra Cezayir konusunu temelden çözmek isteyen Fransa’da geniş yetkilerle Charles de Gaulle başkanlığında yeni bir hükümet kuruldu.
Yeni hükümet Mayıs 1961'de resmi görüşmeleri başlatma kararı aldı. Başlayan müzakereler bâzı konular muallakta kalmasına rağmen 18 Mart 1962’de geçici bir hükûmetin gözetiminde yapılacak bir referandumda onaylanmak şartıyla anlaşmayla sonuçlandı. Bu bir zaferdi, Cezayir’in bağımsızlığı tanınmıştı. 1962'de yapılan referandumda ise rekor bir sonuçla bağımsızlık lehinde oy kullanıldı.
Nihayet hazırlıkların yapılmasının ardından 5 Temmuz 1962’de yapılan ilânla bağımsız bir Cezayir Devleti ortaya çıktı. Ancak bu 10 milyon Cezayirlinin başka bir deyişle nüfusun yüzde 15’ini bağımsızlık yolunda kaybedilmesine neden olmuştu. Bu örnek bize hiç bir bağımsızlığın kolay elde edilmediği gerçeğini anlatıyor. Cennet vatanımızın kıymetini bilelim, sahip çıkalım…
.
Ata-Bey Nureddin Mahmud Zengi ve Afrin Zaferi (29 Haziran 1149)
Halit Kanak İletişim:
ATA - BEYLER (Ata-Begler)Ata-Bey, Selçuklu şehzâdelerinin askerî hocalarına verilen addır. Eğitim yaşına gelen Selçuklu Şehzâdeleri, ikinci babaları konumundaki Ata-Bey'lerin eğitimine verilerek bir vilayete vali yapılır, o Ata-Bey kendisine emânet edilen şehzâdeyi hem eğitir, hem de onun adına şehri ve havalisini yönetirdi.
Selçuklu tarihindeki en önemli iki Ata-Bey; Haçlılara karşı üstün başarı göstermeleri ve Selahaddin Eyyûbi gibi bir şahsiyeti yetiştirmelerinden dolayı şüphesiz İmâdeddin Zengi ile oğlu Nureddin Mahmud Zengi'dir. 1127 yılında Halep ve Musul Ata-Bey'i olan Imâdeddin Zengi; Avşar Boyu Beylerinden Alturgan Bey'in torunu, Sultân Melikşâh'ın Halep Genel Valisi Aksungur Bey'in oğludur. Kendisinden sonra Musul'da, oğulları Seyfeddin Gâzi ile Kudbettin Mevdût görev almışlarken, diğer oğlu Nureddin Zengi Halep Ata-Bey'i olarak Haçlılara karşı başarılarından dolayı önemli şahsiyetler arasına girmiştir.
NUREDDİN ZENGİ
Okumayı çok seven, ezberlediği Hadis-i Şerifleri râvileriyle birlikte rivâyet eden ve fıkıh bilgisiyle dikkatleri üzerine çeken Nureddin, 11 Şubat 1118 tarihinde Halep’te doğdu. Babası İmâdüddin Zengî’nin yanında zaman zaman savaşlara katıldığı için de iyi bir asker ve komutan olarak yetiştirildi.
İmâdüddin Zengî, Caber Kalesi’ni (Kervanları soyan eşkıya Ca‘ber b. Sâbık el-Kuşeyrî’nin barınağı olduğu için bu isimle anılan kale 1086’da Büyük Selçuklu hükümdârı Melikşâh tarafından alınmış, kalede Türk Komutanlarından Süleyman Şâh’ın Türbesi olduğu için uzun yıllar Türk toprağı olarak kalmış, bölgede yapılan barajın sularının altında kalmadan önce Caber Kalesi türbenin taşınmasıyla önemini yitirmiştir) kuşattığı sırada suikasta uğrayarak 14 Eylül 1146’da şehit edilince Nûreddin Mahmud Zengi, başta Esedüddîn Şîrkûh olmak üzere kendisine bağlı bazı emîrlerle gelerek Halep’e hâkim oldu.
Fakat İmâdettin Zengi’nin 14 eylül 1146’daki ölümü, Fırat’ın batısında kalan bölgeyi hâlâ elinde bulunduran II.Joscelin’e Urfa’yı tekrar ele geçirmek umudunu verdi. Ancak bu durum Türk istihbaratçılarının haber vermesi üzerine, babasının yerine geçen Nureddin Zengi’yi harekete geçirdi ve Urfa’yı savunmak için yola çıkmadan önce babasının fethettiği Urfa’daki Türk Garnizonunu uyardı.
Buna rağmen Nureddin Zengi’nin gözünden kaçan Urfa’da şehir halkının çoğunluğunu oluşturan gayr-ı müslimlerin II. Joscelin’le anlaşmış olmasıydı. Joscelin kalabalık ordusuyla Urfa önünde görününce, önceden kendisiyle anlaşmış olduğu anlaşılan hristiyan ahâli İmadeddün Zengi’nin kısa bir süre önce fethettiği Urfa’da kendilerine gösterdiği iyi niyet ve yardımseverliği unutarak şehrin kapılarını açtılar.
Bu durum karşısında Türk garnizonu içkaleye çekilmek zorunda kaldı. Nureddin Zengi ise beş gün sonra Urfa önlerine yetişti. Bu kuvvete karşı koyamayacağını anlayan Joscelin kendisine şehrin kapılarını açan hristiyan tebânın yalvarışlarına aldırmadan onları bırakarak şehirden hızla uzaklaştı.
Fakat, kapıları açarak Urfa’yı haçlı ordusuna teslim eden gayr-ı müslim halk, ihanetlerinin cezasını ödemekten korktuğu için Joscelin’in peşine takıldı. Nureddin Zengi’nin birlikleri Fırat kenarında yakaladıkları Joscelin kuvvetlerini ve onlarla beraber Nureddin Zengi’ye kılıç çeken bütün herkesi imha ettikten sonra Urfa’ya girdi. Böylece Nureddin Zengi, bölgenin Selçuklu fethiyle başlayan Türkleşme hareketine bir daha ayrılmamak üzere 1146’da Urfa’yı da dâhil etmiş oldu.
1146’da Urfa’yı haçlılar’dan kurtaran Nureddin Zengi, bölgenin İslâmlaşması ve haçlı hâkimiyetini kırmak için mücâdelesine olanca gücüyle devam ederken, 1148’de Almanya İmparatoru III. Konrad’la Fransa Kralı VII. Louis’in kalabalık bir haçlı ordusu ile Şâm-ı Şerifi kuşattığını haber alır ve kuşatmayı kırmak, haçlı ordusunu bölgeden atmak için hızlıca geldiği Şam önlerinde haçlıları büyük bir bozguna uğratarak Şam’ı kurtarır.
Bundan yaklaşık bir yıl sonra da haçlılara büyük darbeyi 29 Haziran 1149’da Afrin’de vurur. Burada verilen büyük meydan muharebesinde Antakya Prinkepsliğinin (Papa’nın onayı olmaksızın kral unvanını bir soyluya verip aforoz edilmek istemeyenler bu unvanı kullanmışlar) tepesindeki Raymond’un komutasındaki haçlı ordusunu dağıtır. Sayıca fazla olan haçlı birliklerini kendisine has taktikle birkaç saat içerisinde bozguna uğratır. Neye uğradığını şaşıran Raymond’un birlikleri imha edildiği gibi bizzat Raymond da muharebe meydanında kalır.
Nureddin Zengi’nin hedefinde artık Kudüs vardır. Ancak bölgede tehdit oluşturan şii Fâtımiler’i ortadan kaldırmadan bu işin kolay olmayacağını bilmektedir. Kudüs’ün Fethi için özel olarak yetiştirdiği Selahaddin Eyyübi’ye ayrıca Fâtımî Devletini fetih görevini de verir. Zâten, dehâ sahibi büyük bir asker ve devlet adamı olan Halep Atabey’i Nureddin Zengi'nin en önemli özelliği, Selahaddin Eyyübi’ye Kudüs'ü fethetme şuurunu vermesidir. Babasının Türk Ordusunda Subay olmasından dolayı 17 yaşında sarayına alarak yetiştirdiği genç Selahaddin’e bildiği her şeyi öğreterek Kudüs’ün fethini sağlayan ortamı hazırlamıştır.
(Genç Selahaddin’in Kudüs’ü fethetme şuuru, kısaca "Kızılelma Ülküsü" bir minber'le başlar. Nureddin Zengi, döneminin en iyi ahşap işlemecisi sanatkârlarını toplayarak onlara Mescid-i Aksâ'ya yakışacak bir minber yapmaları için hünerlerini göstermelerini ister. İstedikleri maddiyatı fazlasıyla alan usta sanatkârların yaptığı şaheser minber'i her gün Selahaddin’e gösteren Nureddin Zengi en kısa zamanda Mescid-i Aksa ile minberin buluşması gerektiğini usanmadan tekrar tekrar anlatır, Onu bu büyük fetihe rûhen hazırlar. Bu anlatımlar genç Selahaddin’i o kadar etkiler ki özellikle geceleri gizli gizli giderek minberi gözetler ve iç geçirmeye başlar.
Nureddin Zengi onu yetiştirerek Mısır'a gönderdiğinde ve şii Fâtımî Halifeliğinin (Devletinin) yıkılmasını sağlattırarak Mısır Valisi yaptığında dâhi minberle Mescid-i Aksa'yı buluşturmayı aklından çıkarmaz. Fakat bu hazırlıklar sürerken Nureddin Zengi 1174 yılında vefât eder. O tarihe kadar Nureddin Zengi'nin Mısır Valisi olarak onun adına hutbe okutan ve sikke bastıran Selahaddin; Şam, Basra ve Yemen'in kendisine tâbi olmasından ve Abbâsi Halifesi tarafından Sultân ilân edilmesinden sonra 6 Mayıs 1175 itibariyle kendi adına para bastırıp, hutbe okutur.
Yetmez, Nureddin Zengi'nin hayırseverliği ile gönüllere taht kuran ve aynı zamanda babasının yerine tahta geçen 11 yaşındaki oğlu İsmail'e nâib'lik yapan hanımı İsmet Hâtûn'la Selahaddin Eyyûbi 1176'da evlenir. Böylelikle Eyyûbi'ler ile birleşen Zengi'ler Haçlılara karşı güçlerini birleştirmiş olurlar. (Erbil Ata-Bey'i Muzaffereddin Gök-Börü de Selahaddin Eyyûbi'nin kız kardeşiyle evlenir. Bu güç birliğinin etkisiyle Selahaddin Eyyûbi Filistin'in kuzeyinde Taberiye Gölü yakınlarında Haçlıları büyük bir bozguna uğratır. Ve Akka, Nablus, Yafa, Sayda, Beyrut, Cübeyl, Askalan, Gazze ve Kudüs bir biri ardına düşer.)
Büyük bir mücahit ve üstün niteliklere sahip bir devlet adamı olan Nureddin Zengi, aynı zamanda samimi dindarlığı, tevazu ve adaleti ile herkesin takdirini kazanmıştır. Allah (c.c.) Dostlarına büyük saygı duyan Nureddin Zengi’nin adı her dâim tasavvuf ehli ile anılır olmuştur. O, sofîlere ve şeyhlerine meclisinde yer vermiş, saraya gelmek istemeyen sofîleri tekkelerinde ziyaret etmiş ve savaşlara çıkmadan önce ve müşkül durumlarda duâlarını almıştır.
Nureddin Zengi, Müslümanları Haçlı saldırılarına karşı korumuş, devlet adamı olmasına rağmen tasavvufî bir yaşam sürmüş, ibadetleri ifâ etme konusunda titiz davranmıştır. Bu özelliklerinden dolayı Nureddin Zengi, tasavvuf ehli tarafından “Velî” makamında gösterilmiştir. Böyle bir yapıda olan Nureddin Zengi nihayet Mısır’a gitmek üzere hazırlık yaptığı sırada 15 Mayıs 1174’te Şam’da vefât eder. İslâm coğrafyası yas’a boğulmuştur. Orada yaptırdığı medreseye defnedilir. Mekânı cennet olsun inşaallah…
.
22 Haziran 1533 İstanbul Anlaşması ve anlaşmaya giden süreçte Kânûni Sûltân Süleyman
Halit Kanak İletişim:
General Nicolas Jurischitz ve Lemberg Kont’u Joseph von Schneeberg başkanlığındaki 24 kişilik Alman elçilik heyeti 17 Ekim 1530’da geldikleri dünyanın başkenti İstanbul’da ümitle Sadrâzâm İbrâhim Paşa tarafından kabûl edilmeyi bekliyorlardı. İbrâhim Paşa 25 Ekim’de heyeti kabûl ederek dinledi ve tekrar çağıracağını söyleyerek huzurdan çıkardı.
9 Kasım’da tekrar huzura çağırdığı heyetle yaptığı görüşmenin ardından 8 gün sonra; 10 senedir Osmanlı Türk Hâkânlığı tahtında oturan, yaptığı Belgrad, Rodos, Macaristan ve Viyana seferleriyle arşı titreten 35 yaşındaki Cihân Sûltân’ı Kânûni tarafından 17 Kasım’da kabûl edildiler.
Heyet, son kez 19 Kasım 1530’da İbrâhim Paşa tarafından kabûl edildiklerinde Paşa, Alman heyetin sunmuş olduğu; “Kânûni Sûltân Süleyman Mohaç’tan sonra Macar tahtına oturttuğu Szapolya’yı azletsin, yerine Almanya Kralı Ferdinand’ı tayin etsin, Szapolya hangi şartlarda Türkiye’ye bağlı ise ve ne kadar vergi ödüyorsa aynı şekilde bağlanmayı ve vergi ödemeyi kabûl ediyoruz” teklifi karşısında âdeta kükreyerek son kez şunları söyledi: “Divân-ı Hümâyûn, Charles Quint’i İspanya Kralı, Ferdinand’ı da onun Viyana valisi olarak tanımaktadır. Avrupa’da Augustus’tan (Jül Sezar’ın yiğeni ve evlatlığı İlk Roma İmparatoru) sonra birinci asırdan beri bir tek imparatorluk tacı olduğu mâlûmdur. Bu tac Roma İmparatorluk tâcıdır. Şimdi bu tâcı Türkiye Hâkânı olan zat taşımaktadır (İstanbul’un fethinden itibâren). Zira kayserlerin (Bizans İmparatorları) meşrû halefidir. Charles Quint’in İmparatorluk iddia etmesi küstahlıktır, gayrimeşrûdur. Ferdinand’ın kendisini Macaristan ve Bohemya Kralı ilân etmesi ise küstahlıktan öteye geçen bir komedidir. Zira Macaristan Türkiye Hâkânı tarafından 1526 ve 1529 seferlerinde iki kere fethedilmiş ve Hâkân’ın sâdık kullarından Szapolya’ya ihsan olunmuştur.”
İbrâhim Paşa sözlerinin burasında durakladı. Alman elçilik heyetini baştan aşağı süzdükten ve huzurundan kovmadan önce dudaklarından son kez şu cümleler döküldü: “Macaristan işlerinden tamamen el çektiği takdirde Divân-ı Hümâyûn olarak Ferdinand’ın Bohemya Kralı ve Avusturya Arşidükü sıfatlarını tanıyabiliriz. Aksi takdirde oturduğu tahtını başına geçiririz. Şimdi gidin ve bunları söyleyin.”
Paşa haklıydı. Ferdinand bir Habsburg Hânedânı üyesi idi ve Ferdinand’ın Budapeşte’ye yerleşmesi demek, Macaristan’ı Kânûni’nin ezeli ve ebedi rakibi Charles Quint’in hâkimiyene bırakmak demekti.
CHARLES QUİNT ve FERDİNAND
Charles-Quint 12 Ocak 1516'da I. Carlos unvanıyla İspanya Tahtına oturduğunda aynı zamanda Aragon, Kastilya, Napoli ve Sicilya Kralı olarak da taç giymişti. Hollanda-Belçika Hükümdarlığını da elinde bulunduran Charles-Quint 28 Haziran 1519'da ise V. Karl (Şarlken) unvanıyla Almanya’nın da Hükümdarı olmuştu.
Kız kardeşleri ise, Portekiz, Danimarka, Norveç, İsveç tahtlarını paylaşıyordu. Diğer bir kız kardeşi Mohaç'ta ölen Macar Kralının eşiydi. Ayrıca erkek kardeşi Ferdinand Kral olarak Avusturya'nın başına yerleşmişti.
22 Eylül 1520’de vefât eden babası Yavuz’un yerine 25 yaşını 4 ay, 25 gün geçe tahta oturan Kanunî işte böyle bir dev hânedanın doğduğu Avrupa’da (şimdiki AB) Türk gücünün kesintisiz devam etmesi, atalarının başlattığı fütuhatın tamamlanması ve hilâl'in haç'a galip gelmesi için var gücüyle çalışması gerektiğini biliyordu. Ayrıca fetih yürüyüşü durduğu an Haçlı Ordularının üzerlerine çullanacağını da biliyordu. Nitekim Selçuklu’dan sonra Osmanlı Türkü’ne karşı Türkleri Trakya’dan atmak için başlatılan 1. Haçlı Seferi 1364’te Edirne önlerinde durdurulmasa idi (Sırpsındığı Zaferi) sonucun neler olacağı şehzâdeliğinde kendisine öğretilmişti.
Kendisine öğretilen bir şey daha vardı. 1. Haçlı Ordusunun başkomutanı Birinci Layoş idi, yâni Macar Kralıydı. Yardımcısı V. Uroş idi, yâni Sırbistan Kralıydı. Diğer yardımcısı Tvrtko idi, yâni Eflak (Romanya) Prensiydi. Öyleyse önce bunların başı ezilmeliydi. Zâten babası Yavuz, buralara yapacağı seferin hazırlıklarını yapmak için Edirne’ye giderken Hak’kın Rahmetine kavuşmuştu.
İşte Sûltân Süleyman bu şartlar içerisinde tahta geçtikten 8 ay sonra ilk seferini Belgrad üzerine yaptı. Belgrad; II. Murad, oğlu Fâtih ve onun oğlu II. Bâyezid dönemlerinde kuşatılmış ancak alınamamıştı. Babası Yavuz’un ise ömrü vefâ etmemişti. Öyleyse sıra kendisindeydi ve mutlaka fethedilmeliydi.
Öyle de oldu, Kânûni yaptığı ilk seferde önce Belgrad’ı aldı, ardından Rodos’tan şövalyeleri kovarak Ege’ye hâkim oldu. Ardından Mohaç’ta dünya harp tarihinin en kısa sürede en kesin zaferini kazanarak Almanların yutmak istediği Budapeşte’ye girdi. Sonra da, Macaristan benimdir, bende kalacak mesajını vermek üzere Viyana’yı kuşattı, karşısına çıkacak Alman ordularını ve haçlı ordusunu özellikle Charles-Quint ve kardeşi Ferdinand’ı aradı ama bulamadı.
Kendisine meydan savaşı verecek muhatap bir ordu bulamayan Kânûni dönüşe geçtiğinde bu kez de verdiği emirle Akıncılarını Avrupa derinliklerine saldı. Bir akıncı kolu Almanya içlerinde Bavyera’ya dalarak Bavyera’nın merkezi Regensburg’u fiilen zaptederken, Bohemya, Moravya ve Slovakya’yı baştan aşağı tahrip etmiş, ayrıca Viyana’nın 100 km. kuzeyindeki Moravya’nın merkezi Brunn’da zaptedilmişti.
Diğer bir akıncı kolu ise İsviçre’ye girmiş, Liechtenstein Prensliğinin merkezi Vaduz’a dalmış, prensin oğlunu esir aldıktan sonra şatosunu tahrip etmişler, ardından Ren Nehri kıyılarını baştanbaşa çiğnemişlerdi. Diğer taraftan tımarlı sipahiler ise Avusturya’nın ikinci büyük şehri Graz’ı zaptettikten sonra Slovenya’nın Marburg şehrini de zaptetmişlerdi. Bu akınlardan Hırvatistan’da nasibini almış, Pojega ve Bölgesi tahrip edilmişti. Yine Karantiya’ya girilmiş, Hüttenberg ve civarına unutamayacakları ders verilmişti. Bütün bunlardan maksat İmparator Charles-Quint ve Kardeşi Ferdinand’ın gücünü ezmekti.
Nihayet Alman elçileri General Nicolas Jurischitz ile Lemberg Kont’u Joseph von Schneeberg başkanlığında 24 kişilik heyet yukarıda anlattığımız gibi İstanbul’a gelmişler ve bu kez de Sadrâzâm İbrâhim Paşa elçilerin getirdiği teklifi ağır bir dille reddederek elçileri fenâ ezmişti.
Bütün Avrupa’ya hâkim olan Charles-Quint ve kardeşi Ferdinand’ın yapacağı tek bir şey kalmıştı son bir kez güçlerini ortaya koyarak Budapeşte’yi işgâl etmek ve Türk Hâkânı karşısında masaya güçlü oturmak ve Türkiye’yi sulhe zorlamaktı. Bunun için uzun hazırlıklardan sonra Mareşal von Roggendorf komutasındaki çok büyük bir kuvvetle Budin’i (Budapeşte) muhasaraya başladılar. Budin’i 3 bini Türk 10 bini Macar 13 bin kişilik bir kuvvetle Kasım Paşa savunuyordu.
Haber tez zamanda İstanbul’a ulaştı. Bu kadar büyük bir orduyla yapılan muhasaranın kaldırılabilmesi ve düşmana anladığı dilden cevap verilmesi için Kânûni’nin yeni bir sefere çıkması kararlaştırıldı. Sefer hazırlıkları başladı.
Fakat Kasım Paşa’nın yardım çağrısına cevap vermek için hızla hazırlanan birisi daha vardı. O da Budapeşte’ye 450 km. mesâfede bulunan Semendire Beylerbeyi meşhûr akıncı Balibey’in kardeşi Akıncı Bey’i Mehmed Bey’di. Önden gönderdiği casuslar, Alman Ordusuna Sadrâzâm İbrâhim Paşa’nın büyük bir ordu ile üzerlerine geldiğine inandırmış, ardından Budin önlerindeki Alman Ordusuna yaptığı şiddetli taarruzda Almanların toplarını bırakarak kaçmalarına neden olmuştu.
Alman Mareşalinin Mehmed Bey’in birliklerini Osmanlı Ordusunun öncü kuvvetleri sanarak çekilme kararı vermesi, hem Budapeşte’ye nefes aldırmış, hem de Kânûni’nin sefere çıkmasını sefer mevsimi nisan ayına erteletmesine sebep olmuştu. Beklendiği gibi Kânûni 25 Nisan 1532’de yanında Sadrâzâm İbrâhim Paşa olduğu halde hazırladığı 200 bin kişilik bir ordu ve 400 adet topla büyük bir kararlılıkla İstanbul’dan hareket etti.
Konaklamalar hariç; 8 günde Edirne, 16 günde Filibe, 5 günde Sofya, 6 günde Niş yolu katledildi. Burada Alman elçileri büyük bir telaşla Türk Ordugâhına gelerek sulh istediler. Ancak Niş’e kadar gelen Türk Hâkânı için geri dönüş olamazdı. Yola devam edildi. Önlerine çıkan ilk kale Siklos’u aldıktan sonra sırasıyla; Egerssez, Szerecsem, Kapolna, Babocsa, Belevar, Wutusch, Safade, oldukça öneme sahip Kanije, Kapormak, Poeloeske, Tüskevar, Koermendvar, Ikerwar, Hidveg fethedildi, daha sonrada 18 gün dayanan Güns’e girildi.
Burada Alman elçileriyle, hâlâ meydan muharebesi için ortaya çıkmayan Ferdinand’a ağır hakaretler içeren mektup gönderen Kânûni, buna rağmen karşısına kimse çıkmayınca yoluna devamla, önce Hartberg, Friedberg, Krichberg kalelerini alarak ardından Viyana-Venedik arasındaki Graz’a girdi. Ancak düşman ordusunu bulamayınca da Slovenya ve Esklavonya üzerinden 100 bin esirle yine Belgrad üzerinden İstanbul’a dönüş yaptı.
Bu sefer bütün Avrupa’da dehşetle takip edilmiş, Türkiye’ye yakınlaşmanın şart olduğuna inanan Lehistan (Polonya) alelacele Opakinsky adlı elçisini bir heyetle Türkiye’ye göndererek sulh imzalatmıştı. Diğer taraftan Cihân Sûltân’ı Kânûni karşısında havlu atan Charles Quint ile Ferdinand’ın ise bir kez daha elçileri yollara düşerek 10 Ocak 1533’te İstanbul’a ulaştılar.
12 kişilik elçilik heyetinin başında tam yetkili sıfatıyla kısa süre önce Türk Ordusuna karşı 18 gün Güns’ü savunan Jurischitz’in ağabeyi Jerome von Zara bulunuyordu. Önce 12 Ocak’ta İbrâhim Paşa ile görüşen elçilik heyeti, 14 Ocak’ta Kânûni Sûltân Süleyman tarafından huzura kabûl edildiler ve nihayet 5 ay 12 gün süren müzakereler sonunda 22 Haziran 1533’te Türkiye-Almanya arası sulh tesis edildi.
Buna göre; Divân, sulhu sadece Kral Ferdinand’la imzalıyor, savaş halini devam ettiğini belirttiği Charles Quint’i anlaşmanın dışında tutuyordu. Anlaşma imzaladığı Ferdinand bundan böyle Macar Kralı Szapolya gibi Kânûni’ye bağlı olacak, Türk Hâkânı da ona şefkatli davranmak lütfunda bulunacaktı. Viyana’yı tehdit altında bırakacak ve Budapeşte’ye 95, Viyana’ya 80 km. mesafede bulunan stratejik şehir Yanıkkale Türkiye’de kalacaktı. (Almanların “Gran” dedikleri Yanıkkale’nin anahtarları Cornelius Schepper adlı bir elçi tarafından İstanbul’a getirilerek Kânûni’ye takdim edildi.)
Ferdinand çok istediği Macar Kralı olma sevdasından vazgeçecek ve Szapolya’yı Macaristan Kralı olarak tanıyacaktı. Macaristan’ın kuzeyinde bir şerit gibi olan arazi ise Türkiye himayesinde olacak, fakat Ferdinan tarafından idâre edilecekti. Böylece Çekoslovakya ve Avusturya fiilen olmasa bile Türkiye’ye tâbi olmuş, Divân gerçekten güzel bir iş çıkarmıştı. Zâten çeki düzen verilmesi gereken doğuya sefere çıkacak olan Kânûni de bunu kâfi görmüştü. 23 Haziran’da huzûra kabûl edilen Alman elçileri de memleketlerine döndüler.
Kânûni’nin yerinde hamleleri Almanya-İspanya’nın soluğunu kesmiş, Osmanlı Türk Devletini Cihân İmparatorluğu yapmıştı. Dünyanın 17. büyük ekonomik gücüne sahip günümüz Türkiye’sinin aynı hedefler içerisinde yaptığı hamleler kısa zamanda zafere ulaşacak, ülkemiz “KIZILELMA” olarak görülen ilk 10 büyük ekonomik gücün içerisindeki yerini alacaktır. 21. Yüzyıl Türk Asrı olacaktır…
.
Dulkadiroğulları’nın Osmanlı’ya ilhâkı ve Yavuz’un Anadolu Birliğini sağlaması (13 Haziran 1515)
Halit Kanak İletişim:
Türkmen Beyi Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey, kızı Ayşe Sûltânı Fatih Sûltân Mehmed’in oğlu şehzâde Bâyezid ile evlendirerek Osmanlı Devleti ile yakın derece akrabalık tesis ettiğinde bu evlilik sonrası 1470’de dünyaya gelecek Selim’in (Yavuz) 13 Haziran 1515’te yapılacak olan Turnadağ Meydan Muharebesinde kendisini yenerek beyliğine son vereceğini ve kendisinin bu savaşta öleceğini bilemezdi elbette.
Ancak kader ağlarını örmeye başladığında Alaüddevle Bozkurt Bey’in yapabileceği bir şey de yoktu. Çünkü, Bizans İmparatorluğu’nu tarihe gömerek Cihân Devleti olmayı başaran Osmanlı Türk Devleti kendisi için büyük tehdit olan pek çok Anadolu vilayetini elinde bulunduran İran Safevîleri ile Adana, Antakya, Haleb’i elinde bulunduran ve arada bir İstanbul’u tehdit eden Memlüklerin bölgeden çıkarılmasının elzem olduğunu görmüştü.
Arada kalan Dulkadiroğlu Beyliği’de bundan nasibini alacaktı ve Turnadağ Savaşı ile 185 yıllık Beylik haritadan silinecek Osmanlı Devletine tâbi olacaktı. Ancak bu bir süreçti ve devletin en küçük bir zaafa uğramasına tahammül edemeyen Cihângir Yavuz’un eliyle olacaktı.
Bunun ilk işâreti Yavuz Selim’in 29 yıllık Trabzon sancağını idâre ettiği dönemde kendisini göstermişti. Yavuz Selim 1481 yılında Trabzon’da bir devlet nasıl yönetilirin stajına başlamış 1510 yılına geldiğinde 29 yılda kalfalıktan ustalığa terfi ettiğini dosta düşmana kabûl ettirmeyi başarmıştı.
Hele hele Tebriz İmparatorluk tahtından kovduğu Akkoyunlular sonrası Anadolu’ya sarkarak topraklarına göz diken Şâh İsmail’e karşı verdiği mücâdele henüz şehzâdeliği döneminde Yavuz’un Anadolu Halkının gönüllerini fethetmesini sağlamıştı.
Bunlardan en önemlilerinden bir tanesi Şâh İsmail’in Osmanlı Topraklarını çiğneyerek Dulkadir topraklarının kuzey batısından girdiği Maraş ve Elbistan’da, Alaüddevle Bozkurt Bey’i bozguna uğrattıktan sonra yaptığı dehşete varan tahribatla hânedan kabirlerini dâhi yaktırdığı bir dönemde Şehzâde Yavuz Selim’in bunun intikamını almış olmasıdır.
Bilindiği gibi; Şâh İsmail Akkoyunlu’ları çeşitli hilelerle yendikten sonra önce Akkoyunlu Hânedânı’nı Başkent Tebriz’den, ardından Bağdat ve Diyarbakır’dan kovmuş ve şii’liği hızla yaymaya başlamıştı. İlk başlarda İran topraklarında Şâfi mezhebine bağlı Ehl-i Sünnet müslümanlar ilk sırada, yine Ehl-i Sünnet olan Hanefi’ler ikinci sırada yer alıyorken, Şâh İsmail içerde herkesi şii yapma adına kardeş kanı dökmekten çekinmemiş, bu zulme dayanamayan Türkmenlerin büyük kısmı şii olmuşlar, şii olmayanlar kendilerini Şâh İsmail’in ateşinden korumak için Anadolu’ya göçmek zorunda kalmışlardı. Anadolu’da propaganda ile kendisine bağladığı insanlar da İran topraklarına göçüyordu.
Böylece kan ve gözyaşı ile İran’ı şii’leştiren Şâh İsmail Papa’nın gözünden kaçmamış, 25 devleti birleştirdiği halde Fâtih’e yenilmişler, kuyruk acısını unutmamıştı. Gırnata’nın düşmesinden ümitlenerek bunu fırsata çevirmek istiyordu. Osmanlı’yı kastederek, “Türklere karşı büyük büyük ölçüde bir harekete geçmek için ilâhi bir fırsat” diyerek avuçlarını ovuşturmuş, hristiyanların en büyük hükümdarı İspanya Kralı Fermando’ya; “Türklere karşı Almanya, Fransa, İspanya, Portekiz, İskandinav Devletlerinin derhal birleşmesi gerekiyor” demişti.
Diğer taraftan Şâh İsmâil ise bu mezhebi Anadolu topraklarına, ardından Mısır’a Türk Memlük topraklarına ve Doğusundaki Türk Devletlerine ihraç etmek istiyordu. Bunun için kendisine büyük engel gördüğü Osmanlı Türk Devleti hedefindeydi. Eğer Osmanlı (Anadolu) yıkılırsa bütün İslâm coğrafyasında şii’liği hâkim kılacaktı. (Aynı emel devam etmektedir.) Böylece Fâtımîler’in başaramadığı bir şeyi gerçekleştirmiş olacaktı. Bunun için başta Venedik olmak üzere hristiyan batı devletlerine iş birliği için elçiler göndermeyi ihmal etmedi.
Ardından Şâh İsmail önce, kızı Sûltân II. Bâyezid ile evli ve aynı zamanda Şehzâde Yavuz’un büyükbabası olan Dulkadir Beyi Alaüddevle Bozkurt Bey’in üzerine yürüyecek, böylece Osmanlı Devleti ile Halep, Antakya ile Adana’yı elinde bulunduran Memlük Devletinin tepkisini ölçecekti. Bu niyetle yola koyuldu. Hedefinde Maraş ve Elbistan vardı. Kasten Osmanlı topraklarını çiğneyerek Kayseri’nin güneydoğusundan, Maraş’ın kuzeybatısına girdi.
Topraklarını savunan Alaüddevle Şâh İsmail’in gücü karşısında tutunamayarak Turna Dağına çekilmiş, ancak bir oğlu ile iki torunu Şâh İsmail’in eline geçmiş ve derhal öldürülmüşlerdi. (Yavuz’un dayısı ve iki dayı oğlu.) Yetmemiş Şâh İsmâil Maraş ve Elbistan’a girerek hanedân kabirleriyle birlikte bu iki şehri de yakıp geçmiştir. Giderken yaptığı alaycı yüzsüzlük ise topraklarını çiğnediği için Sûltân II. Bâyezid’e “Şanlı yüce babam” hitabıyla gönderdiği özür mektubu olmuştu.
Bu saldırı öncesi Sûltân II. Bayezid Hân Şâh İsmail’in Anadolu’ya doğru yaklaştığını görünce her ne kadar Dâmâd Yahya Paşa’yı 70 bin askerle Kayseri-Sivas arasında, Yavuz’un kardeşlerinden Konya Sancakbeyi Şehzâde Şehenşâh’ı 10 bin askerle Aksaray’da, Amasya Sancakbeyi Şehzâde Ahmed’i 12 bin askerle Amasya’da, Anadolu Beylerbeyi Karagöz Paşa’yı 23 bin askerle Çubuk Ovasında hazır kıt’a bekletse de katliamı engelleyememiş ve saldırıya geçememişti. Üstelik Dulkadiroğulları topraklarının kendisine ait olduğunu iddia ederek zaman zaman bu beyliğin iç işlerine karışan Memlük Devleti de sesini çıkaramamıştı. Yâni Safevîlere savaş açmaktan çekindiler.
Bu yüzden Şâh İsmâil’in bu patavatsızlığı kendisine büyük bir prestij kazandırmıştı. Şii propaganda etkisi Anadolu’yu da geçerek Rumeli’ne dayanmıştı. Ancak unuttuğu biri vardı; Şehzâde Yavuz Sûltân Selim. Bu durumu endişeyle izleyen Yavuz daha fazla dayanamadı. Bulunduğu Trabzon’dan hareket ederek dayısının oğlunu ve iki çocuğunu öldüren Şâh İsmâil’den bunun intikamını almak için İran topraklarına bir akın düzenledi.
Nihayet Azerbaycan toprakları üzerinden İran’a akın yapan Yavuz, karşısına çıkan Safevî Hânedânından Şâh İsmâil’in kardeşi Şehzâde İbrahim’in birliklerini feci şekilde bozarak, esir ettiği Şehzâde’yi de alarak Trabzon’a döndü. Yavuz böylece hem dayısının intikamını almış, hem de asker üzerinde büyük bir prestij kazanarak taht yolunu kendisine açmıştı.
Yavuz bununla da kalmadı. Akkoyunlu Devletini ortadan kaldırarak mirasına konan Şâh İsmâil’e bir ders de Anadolu’daki Akkoyunlu topraklarını kendisine bağlayarak verdi. Bayburt, Erzincan ve Kemâh’ı aldı. Yetmedi; İspir’le Kemâh, Gümüşhâne ile Çemişkezek arasındaki topraklara da el koydu.
Bu durum karşısında çılgına dönen Şâh İsmâil derhal bütün gücüyle Yavuz’un üzerine yürüdü. Hedefinde Yavuz’un el koyduğu toprakları ve kendisi için çok önemli olan stratejik Erzincan Kalesini geri almak vardı. Bir de yapabilirse kardeşi Şehzâde İbrâhim’i kurtaracaktı.
Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Şâh İsmâil’in ordusu henüz yoldayken, Yavuz askerlerini teyakkuz durumuna geçirmişti bile. Safevî Ordusunun Erzincan’ı hedef aldığını öğrenince yanına sonradan Kânûni olacak olan 12 yaşındaki oğlu Şehzâde Süleyman’ı da alarak hızla Safevî Ordusunun üzerine yürüdü. Ve bir gece baskınıyla Şâh İsmâil’i ve ordusunu feci şekilde bozdu. Şâh İsmâil gecenin karanlığında kaçmayı başardı.
Şâh İsmâil bu sefer de bileğini bükemediği Yavuz’u babası Sûltân II. Bâyezid Hân üzerinden dövmeye kalktı ve başarılı da oldu. Sûltân Bâyezid’e yazdığı tehditkâr mektubunda; Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan’ın kızının oğlu olduğu için Akkoyunlu Devletinin meşrû vârisi olduğunu, oğlu Yavuz Selim’in bu topraklara el koymaya hakkı olmadığını ve derhal kendisine iâde edilmesi gerektiğini bildirdi.
Yavuz’un; bu toprakları Atası Yıldırım Bâyezid tarafından 100 yıl öncesinden fethedildiğini dolayısıyla boşaltmayacağını söylemesine rağmen Divân-ı Hümâyûn Bayburt, İspir, Kemâh ve Erzincan’ı Safevîlerle savaş hâlinde olmadıklarını söyleyerek geri verilmesini Yavuz’a emretti. Yetmedi Sûltân II. Bâyezid Hân oğluna, “Sancağını muhafazayla meşgûl olup, ziyâdeye tecâvüz eylemeyesin” şeklinde ihtar dolu bir ferman gönderdi.
Yavuz Selim bu ferman ve emir karşısında toprakları iâde etti etmesine ama bu haysiyetsizliği kendisine yediremedi ve o anda, böyle devlet yönetilmez, ne yapıp edip tahta oturmalıyımın kararını verdi. Üstelik Şâh İsmâil direkt saldırmaktan çekindiği Anadolu topraklarını içten ayarttığı ajanları vasıtasıyla iç isyan çıkararak yıpratmak ve sonra ele geçirme gâyesiyle çalışmalarını yoğunlaştırmıştı.
Şâh İsmâil, şii propagandacısı ve baş halifesi Antalya Teke’li Şâhkulu’na isyan talimatı vermiş, Şâhkulu topladığı taraftarları hızla silahlandırarak isyan etmiş, kılık değiştirerek İran’dan gelenlerle birleşen Şâhkulu kendisini engellemeye gelen Anadolu Beylerbeyi Karagöz Paşayı şehid etmiş, ordusunu dağıtmış Kütahya’ya girmişti. İran’la birleşmek isteyen kızılbaş isyânı büyüyünce Veziriâzâm Ali Paşa Şehzâde Ahmed’i de yanına alarak Şâhkulu’nun üzerine yürümüş, Kayseri-Sivas arasında Gökçay Muharebesinde Şâhkulu ezilmişse de Veziriâzâm Ali Paşa şehid düşmüştü.
Bütün bu olanlardan sonra orduda ve halkta “Selim”, “Yavuz” sesleri yükselmeye başlayınca Yavuz Selim oğlu Süleyman’a verilen Kırım’daki Kefe Sancağını ziyaret etmek üzere Kırım’a geçmiş, Kayınbabası Kırım Hân’ı Mengli Giray Hân’dan yardım alarak, askerin de çok istemesiyle çetin bir mücâdeleden sonra 1512’de 42 yaşında tahta oturmayı başarmıştı.
24 Nisan 1513’te kardeşi Şehzâde Ahmed’i Bursa-Yenişehir Savaşında bertaraf ederek tahtını sağlama aldıktan sonra, sürekli Osmanlı Türk Devletinin ayaklarına dolanmayı kendilerine şiâr edinmiş başta Şâh İsmâil olmak üzere, Memlüklere de bir ders vermeyi hedefine koymuştu. İşte bu niyetini büyükbabası Alaüddevle Bozkurt Bey’e ileterek ilk çıkacağı İran seferi için destek istemiş, fakat bu süre içerisinde Şâh İsmâil ile anlaşan Alaüddevle yardım etmediği gibi Osmanlı Ordusuna güzergâh üzerinde oldukça müşkilat çıkarmış, zaman zaman Osmanlı Ordusu’nun artçılarına saldırmayı ihmâl etmemişti.
Yavuz da bu yapılanları, sonra hesaplaşırız diyerek hedefindeki Şâh İsmail’in üzerine yürümüş. Oldukça zor ve meşakkatli yolculuktan sonra Çaldıran’da 1514’te Şâh İsmail’i dağıtmış, başkenti Tebriz’e girmiş, Çaldıran Zaferi dönüşünde Yavuz Selim aklından hiç çıkarmadığı Erzincan ve civarını yeniden fethetmiş, bu sırada Sinan Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunu Alâüddevle üzerine göndermişti. Sinan Paşa’ya öncülük eden Şehsuvaroğlu Ali Bey ise Memlük Sûltânı tarafından idam edilen Dulkadir Beyi Şehsuvar Bey’in oğlu Ali Bey’den başkası değildi.
Osmanlı ordusunu 13 Haziran 1515’te Göksun ile Andırın arasında Ördekli mevkiinde Turnadağ yakınlarında karşılayan Alâüddevle yenildi ve öldürüldü. Bunun üzerine Dulkadiroğulları toprakları kaçınılmaz bir gerçek olarak Osmanlı sınırlarına dâhil edildi. 1516 Mercidâbık ve 1517 Ridaniye savaşlarına Yavuz’un yanında katılan Türkmen Dülkadir Bey’i Şehsuvaroğlu Ali Bey, Ridaniye Zaferinden sonra Tomanbay’ı elleriyle idam ederek, 1472’de Kâhire’ye götürülerek idam edilen babası Şehsuvar Bey’i öldüren Memlüklerden intikamını almış oldu.
Turnadağ Savaşı; Anadolu'daki Türk siyasi birliğinin kesin olarak sağlandığı bir savaş olmasından dolayı Osmanlı Devleti tarihinde önemli bir yere sahiptir. Anadolu’daki son beylik Dulkadiroğulları’nın da Osmanlı Türk Devletine katılmasıyla birlik sağlanmış Türkler yeryüzüne adaletle nizâm vermeye, Ehl-i Sünnet akâidini yaşamaya ve yaşatmaya devam etmişlerdir. Kıyâmete kadar da böyle devam edecektir. Kim ne derse desin 21. YÜZYIL TÜRK ASRI olacaktır…
.
Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem’in fâni dünyadan, bâki âleme irtihalleri (8 Haziran 632)
Halit Kanak İletişim:
Yeni yılın ilk ayı Muharrem geride kalmış, bu dünyadan ayrılacakları Rebiülevvel Ayından hemen önceki ikinci ay olan Safer Ayının yarısı da geçmişti. İşte bu Safer Ayı’nın 19. gecesi Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem sessizce Hâne-i Saadetlerinden çıkarak bakî kabristanına yöneldiler (16 Mayıs 632). Orada medfûn bulunan ensârdan ilk defnedilen Es’ad bin Zürâre gibi, muhacirlerden ilk defnedilen Osman bin Maz’ûn gibi ashabları ile Muhterem Hanımları annemiz Zeynep binti Huzeyme (r.anhâ), Mariye annemizden olma oğlu İbrâhim gibi kabirleri bulunan Ehl-i Beytlerini ziyaret ettiler. Onlara selâm verdikten sonra, “Yakında biz de aranızda olacağız" buyurdular.
Bu kabristanın olduğu yer önceden “gargad” adı verilen çalılıklardan ibâret bir bölgeydi. Hicretten hemen sonra Peygamber Efendimiz vefât edecek ashabı ile ilgili defin yapacağı bir mezarlık yeri arayışı içerisindeydiler. Ve burasını uygun bularak kabristan olarak kullanılması talimâtını verdiler.
Buraya defnedilen ilk sahabî Es’ad bin Zürâre raduyallahû anhum Hazretleri hicretten önce Medine-i Münevvere’de müslümanlara hem vakit namazlarını, hem de cuma namazını kıldırıyordu. Peygamberimizin hicretinden kısa bir müddet sonra rahatsızlandı. Efendimiz’in de büyük vefâ örneği sergileyerek ziyâret ettiği bu sahabîsi bir müddet sonra vefât ettiler. Cenazesini bizzat Peygamber Efendimiz yıkadı, namazını kıldırdı. İşte Es’ad bin Zürâre Hazretleri Bakî kabristanına defnedilen Ensar’dan ilk sahabî oldular.
Peygamber Efendimiz kendilerinin bizzat getirdiği iki taşı O’nun baş ve ayak uçlarına mübârek elleriyle koydular sonra da, “Bu âhirete ilk gidenimizdir” diyerek buraya “Revhâ” adını verdiler. Daha sonra vefât eden bir kimsenin nereye defnedileceği sorulduğu zaman Efendimiz, “Âhirete ilk gidenimiz olan Es’ad bin Zürâre’nin yanına buyururdu.
Osman bin Maz’un Hazretleri ise son derece takvâ sahibi, Mekke’de İslâmiyeti ilk kabul edenlerdendi. Çok işkence görmüştü. Hicretin ikinci senesinde Medine-i Münevvere’de vefât edince O’nun cenazesiyle de bizzat Peygamber Efendimiz ilgilendi. Böylece muhacirlerden Bakí Mezarlığına defnedilen ilk sahabî Osman bin Maz’un olmuştu. Defni esnasında Peygamberimiz Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in şu hitabına mazhar olmuşlardır: “Osman bin Maz’un bizim en güzel, en iyi selefimizdir.”
Yine Hazreti Peygamber, mübârek kucaklarında vefât eden oğlu İbrâhim’i de aynı yere defnedilmesini emretti; Amcaları Hazreti Abbas ve Üsâme bin Zeyd İbrâhim’i kabre koyduktan sonra Efendimiz oğulları İbrâhim’in kabrinin üstüne elleriyle su döktü ve buraya “Zevrâ” adını verdi. Bunun üzerine Medine’deki her kabile Baki Kabristanında kendileri için bir yer ayırdılar. Daha sonraları Peygamber Efendimiz’in kızlarından Rukıyye ve Zeyneb de buraya defnedildiler; sonradan Hz. Fâtıma ile oğlu Hz. Hasan da Baki’ye gömüldüler. Kerbelâ’da şehid edildikten sonra Şâm’a götürülen Hz. Hüseyin’in mübârek başları da Yezîd tarafından Medine’ye gönderilince annesinin yanına defnedildi. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in amcaları Abbas ile halası Safiyye bint Abdülmuttalib ve bazı torunları da burada yerlerini aldılar.
Yine Baki’ye defnedilenler arasında, Efendimiz’in “Benim ikinci annem” dediği Hazreti Ali Keramallahû vech’in annesi Fâtıma bint Esed ile kendilerinin mübârek süt anneleri Halime Annemiz, Resûl-i Ekrem’in zevcelerinden başta Hz. Âişe olmak üzere Hafsa, Ümmü Seleme, Zeyneb bint Cahş, Safiyye ve Mâriye annelerimiz bulunmaktadır. Cennetü’l-baki’de birçok sahâbî yanında Ehl-i beyt’in ileri gelenleri, tâbiîn neslinden birçok kimse defnedilmiştir. Sahâbîlerden ise Halife Hz. Osman zinnûreyn, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebû Vakkās, Abdullah b. Mes’ûd, Suheyb b. Sinân ve Ebû Hüreyre Hazretlerini zikredebiliriz.
Hazreti Âişe Annemizin (r.a.) rivayetine göre Resûlullah Sallallahu aleyhi vesellem zaman zaman Cennetü’l-baki’ye gider ve orada medfun bulunanlara duâ eder, hatta bâzı cenaze namazlarını burada kıldırırlardı. Efendimiz, gönderdiği mektup ile İslâmiyetle şereflenen Habeşistan hükümdarı Necaşi Ashame’nin gıyâbî cenaze namazını da Baki’de kıldırmıştı. Bazan askeri birlikleri buradan sefere uğurlardı.
Çok daha sonraları Hz. Hasan ile Hz. Abbas’ın radiyallahü anhum’un kabirlerinin üzerine 1135’de Sûltân Alparslan’nın oğlu Sûltân Melikşâh’ın kızdan torunu Abbasi Halifesi Müsterşid-Billâh’ın emriyle, bir kapısı ziyaret için her gün açılan iki kapılı yüksek bir kubbe ve türbe yapılmıştır.
Bölgede uzun yıllar görev yapan ve Mir’atü’l-Haremeyn adlı eserin sahibi tarihçi Eyüp Sabri Paşa, “Kubbe-i Ehl-i Beyt” adı verilen bu türbenin türbedarlık ve bevvâblık (koruma) vazifesinin padişah beratı ile Şâfiî müftüsü Seyyid Ca’fer bin Süleyman Berzencî nesline verilmiş olduğunu zikreder. Hz. Osman’ın kabri üzerine de 1205’de Selâhaddîn Eyyûbî’nin emriyle bir kubbeli türbe yapılmıştır.
Evliya Çelebi. Baki’de türbesi bulunanların adlarını zikrettikten sonra sandukalarının altın işlemeli yeşil atlasla örtülü olduğunu, türbedarların en güzel kokulardan olan “öd-i mâverdî” yakarak ziyaretçileri karşıladıklarını, Hz. Âişe annemizin türbesinin Kanûnî Sultan Süleyman tarafından 1543’te yenilendiğini, haber vermektedir.
1806 yılında Suûd bin Abdülazîz Medîne-i Münevvere’ye girince Baki’deki mezar taşlarını ve türbeleri yıktırdı; II. Abdülhamid bunları yeniden yaptırmışsa da 1926’da Suûdîler’den Abdülazîz bin Suûd türbe ve mezarları yeniden kaldırmıştır. Bugün hiçbir türbe ve mezar taşının bulunmadığı Baki yine mezarlık olarak kullanılmaktadır.
İşte Efendimiz’in Baki kabristanında medfûn bulunanlara; “Yakında biz de aranızda olacağız." buyurdukları andan itibâren vefâtlarına kadar geçecek 23 günlük süre hızla geçmekteydi. Zaman hızla yaklaşıyor, Allah’ın Resûlü Rabbine kavuşacağı saatleri aşkla bekliyordu.
Bunun emâreleri son idrak edilen Ramazân-ı Şerif’te kendisini belli etmişti. Bu Ramazan’da Cebrâil Aleyhisselam gelerek Efendimiz’le birlikte Kur’an-ı Kerimi iki kere karşılıklı hatim yapmışlardı. Ardından vedâ haccında okunan Vedâ Hutbesi ise her şeyi bütün çıplaklığı ile ortaya koymuşlardı. Vedâ Hutbesinde Allah Resûlü ne buyurmuştu; “Sözlerimi iyi dinleyin. Çünkü Ben, bu yıldan sonra bir daha sizinle burada buluşabileceğime ihtimal vermiyorum.”
Hac ayı olan bu son arabî ay Zilhicce ayında Arafat’ta Vedâ Hutbesini irad buyurduklarında takvimler 7 Mart 632’yi gösteriyordu. Vefât edecekleri 8 Haziran’a üç ay kalmıştı. Efendimiz’in Hac dönüşü de gidişleri kadar heyecanlı olmuştu.
Medine’ye döneceklerini duyurarak Zilhicce’nin 14. günü yola çıkıp, Medine-i Münevvere’nin kapısı durumundaki Zü’l Huleyfe’de bir gün geceleyerek, Zilhicce’nin 29’unda Medine’ye giriş yaptılar. Bütün ashab dolu dolu bir hac yaşamanın mutluluğu içerisinde ve Efendimiz tarafından kendilerine; “Duyanlar duymayanlara anlatsın…” şeklindeki emirlerini yerine getirmek üzere yurtlarına döndüler…
Peygamber Efendimiz (s.a.v.); bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefâtının yaklaştığını ima ettiği ve gerçekten öyle olduğu için bu hacca “Vedâ Haccı”, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de “Vedâ Hutbesi” adı verildi. Vedâ Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul görmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat’ta, Mina’da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir.
Rabbim bu emir ve tavsiyelere harfiyen uymamızı ve Resûlü Zişân Efendimiz’in şefaatlerine nâil olmayı bizlere nâsib etsin inşaallah.
Kabristana, Efendimiz’in bâzen Cebrâil Aleyhisselamın haber vermesiyle bir gecede üç sefer ziyaretleri olmuş. Bu yüzden Türkler Bakî Kabristanına Efendimiz’in ayak izlerini taşımasından dolayı Cennet’ül Baki demişler ve öyle kalmış. İşte kendileri için hayatın bir parçası olan kabir hayatlarına girme vakti gelmişti. Allah’û Teâlâ’nın; Âlemlere rahmet olarak gönderdiği rahmet Peygamberi Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in yaşamış oldukları 63 saadetli yıl tamamlanmıştı.
Sürece giden yol, aslında hicretin 7. yılında Hayber’de başlamıştı. Yahudi bir kadının çok yoğun bir zehire bulayarak pişirdiği keçi etinden bir parça ağızına koymuş, fakat anında hiç çiğnemeden olduğu gibi çıkarmış olmasına rağmen o zehrin şiddetinden çok etkilenmiş, vefâtlarına kadar dönem dönem muzdarip olmuş, nihâyet o zehrin etkisiyle şehiden dünyasını değiştirmişlerdi.
O olayda Efendimiz, kendileriyle beraber sofraya oturan Sahabe Efendilerimizi; “Ellerinizi yemekten çekin. Keçi, kendisinin zehirli olduğunu bana bildirdi” diyerek uyarmalarından dolayı Bişr İbn-i Berâ haricinde herkes kurtulmuş, sadece bu sahabî keçiden bir lokma yuttuğu için hemen orada şehid olmuştu.
63 yıla sığan bütün insanlığa örnek bir hayat 8 Haziran Pazartesi günü tamamlanarak Efendimiz fâni dünyadan, bâki dünyaya hicret ettiler. Mübârek ağızlarından çıkan son sözlerden tavsiye olanı; “Namaza önem verin, zayıflar hakkında Allah’tan korkun, kul hakkını gözetin” olmuşken, duâ olanı; “Yüce Dost’a… Yüce Dost’a… Allah’ım, ben sadece seni diliyorum ve bir de beni senin en seçkin kulların olan Peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yanına yükseltmeni, beni cennette onlarla birlikte kılmanı istiyorum” şeklinde olmuştu.
Bundan sonra vasiyetleri gereği Hazreti Ali Efendimiz ve Sahabe-i Güzîn Efendilerimiz defin işlerini, kıyâmete kadar ümmeti tarafından devam edecek olan ziyâretlerin yapılacağı Hâne-i Saadetlerinde gerçekleştirdiler.
Zaman zaman sorulan Arş mı önemli? Kâbe mi önemli? Cennet mi önemli? Kürs mü önemli? Yoksa Ravza mı önemli? sorularına bütün İslâm Âlimlerinin mutâbıken verdikleri cevâb: “Peygamber Efendimiz’in kabirlerinde vücudundaki toprak hepsinden önemli…” Sallallahu aleyhi vesellem.
.
550 yıllık Anayurdumuz Balkanları kaybettiğimiz anlaşma 30 Mayıs 1913 Londra Anlaşması
Halit Kanak İletişim:
Her şey 3 Temmuz 1910 yılında başladı. Bu tarihte çıkardığımız meşhur kiliseler ve mektepler kanunu ile katolik ve ortodokslara ait kiliseler ile mekteplerin kimlerin kullanımına verilmesi gerektiği konusundaki hakemliğimizden vazgeçerek, hakemlik görevini Rus Çarı’nın himayesine bıraktık. Bu da yetmezmiş gibi Rusya'nın Balkanlar’da savaşa asla müsâade etmeyeceği hakkında yaptığı yalan yeminine ve garantisine inanarak 120 tabur askeri terhis etmiştik..
Rus’lar işe Balkan Devletçikleri Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan, Makedonya’yı bu konuda aralarında anlaştırmakla başladı. Bu konu gerçi Rus’ların Yeşilköy’e kadar geldikleri 1877/78 Osmanlı - Rus Savaşından sonra imzaladığımız Berlin Anlaşmasında ki maddelerde fazlasıyla vardı ama Sûltân II. Abdülhamid Hân tahtta kaldığı sürece bu maddeleri uygulatmamak için direnmiş, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın baskılarıma rağmen izlediği ustaca siyâsetle savsaklatmayı başarmıştı.
Bunun içindir ki İngiltere Osmanlı Türk Devletinden Balkanlar’ı bir an önce koparmak, elimizden hızla kaymasını sağlamak için Mithat Paşa artıklarına yaptırdığı düzmece ihtilal ile Abdülhamid Hân’ı tahttan uzaklaştırmayı başarmıştı. Yerine gelen kardeşi Sûltân Reşad, Hüseyin Hilmi Paşa’yı Sadârete (Başbakanlığa) getirerek işe başladı. Hüseyin Hilmi Paşa beş yıl Yemen Valiliği yaptıktan sonra 2 Aralık 1902’de kurulan Rumeli Genel Müfettişliğine atanmış, altı yıl boyunca memuriyet hayatının en parlak ve en faydalı hizmetlerini yapmış başta Avrupa’nın desteğini alan Bulgar çetelerine göz açtırmamış, Manastır, Kosova ve Selânik vilâyetlerinde emperyalist güçlerin emellerinin önüne geçmişti.
Ancak 7 ay, 24 gün sonra 1909’un bitimine 2 gün kala istifa etti. 1910 yılının 13 Ocak’ında Roma Büyükelçisi İbrahim Hakkı Bey Sadrâzâm oldu. Harbiye Nâzırlığına Hareket Ordusu Kumandanı Mahmut Şevket Paşa’yı getirmekle işe başlasa da, Libya sözü verilen İtalya’nın 29 Eylül 1911’de Trablusgarb’a asker çıkarmasını önleyemediği için "Vaktiyle benim durumuma düşen Sadrâzâmların padişahlar tarafından binek taşlarında boyunları vurdurulurdu" diyerek istifa etti.
Yerine bir gün sonra 30 Eylül 1911’de, Sûltân Abdülhamid dönemi Sadrâzâmlarından Küçük Said Paşa atandı. Onun da 20 Ağustos 1912’de istifasıyla bu kez de 29 Ekim 1912’de istifâ edecek olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa getirildi. Paşa’nın döneminde 8 Ekim 1912'de Karadağ Prensliği abilerinin desteği ile Osmanlı Devletine savaş açtı. Üstelik Sofya Elçisi iken Hariciye Nâzırı olan Mustafa Âsım Bey’in 15 Temmuz 1912'de Mecliste yaptığı konuşmada, "Balkanlardan imânım kadar eminim" diyerek savaş çıkma ihtimalinin olmadığını söylemesinden 85 gün sonra bu gerçekleşti. Hemen ardından 18 Ekim’de Bulgaristan ile Sırbistan, birkaç gün sonra ise Yunanistan saldırıya geçerek savaş başlattılar.
Hâlbuki aynı yıl içerisinde önce 13 Mart 1912’de Bulgaristan-Sırbistan'la, daha sonra 29 Mayıs'ta Bulgaristan-Yunanistan'la, akabinde Karadağ'ın katılmasıyla dört Balkan Devleti Türkiye'ye karşı anlaşma yapmış savaş ve taksim planlarını konuşmuşlardı. Bütün bunların arkasında İngiltere, Fransa ve Rusya vardı.
Kabinesinde eski başbakanların da bulunduğu Gâzi Ahmet Muhtar Paşa Hükümeti gerçek bir savaş kabinesi gibiydi. Fakat Paşa’yı çalıştırmadılar. Paşa, makamını ele geçirmek isteyen Kıbrıslı Kâmil Paşa ile Şeyhülislam Cemalettin Efendi ve yandaşlarının oyunlarına karşı koymaya uğraşmaktan Balkan savaşına yoğunlaşamadı. Nihayetinde ise baskılara fazla dayanamadı ve Şeyhülislam Cemalettin Efendi'nin desteğini alan 82 yaşındaki Kâmil Paşa iktidarı ele geçirerek Sadrâzâm (Başbakan) oldu.
Başkomutan vekili ise "ordular" yönetecek kabiliyette olmayan Nâzım Paşa'ydı. Nitekim her yönden yapılan Sırp, Bulgar ve Yunan saldırıları neticesinde yüzlerce yıl sonra askerî tedbirlerin çok yetersiz kaldığı Balkanlar’ı kaybettik. Hele Selanik tek kurşun atmadan teslim edilmişti. Gayretle direnen İşkodra, Yanya ve Edirne’de bir müddet sonra elimizden çıkacaktı.
Terhis edilmiş onlarca tabur askerden dolayı meydanı boş bulan Bulgarlar, ikinci ordularıyla kuşattıkları Edirne'yi geride bırakarak, birinci ve üçüncü ordularıyla Başkent İstanbul'a doğru akmaya başladılar. Kırklareli, Lüleburgaz, Malkara, Çorlu ve Silivri'yi kolay geçen Bulgar Orduları Çatalca hattında zor durduruldular.
Terkos Gölü ile Büyükçekmece Gölü arasında savunma hattını kurmuştuk. Başbakanlıktan indirilen Gâzi Ahmet Muhtar Paşa'nın oğlu Mahmut Muhtar Paşa babasına yapılanlara rağmen ve savunduğu Terkos hattında ağır yaralanması pahasına müthiş bir direniş gösterdi. Başkomutan Vekili (Başkomutan Türk Hâkânıydı) Nâzım Paşa ise tren yolunun geçtiği Halkalı'nın az ilerisinde vagon karargâhından savaş yönetiyordu.
Kapısındaki nöbetçi askerlerden birisi de büyük tarihçi Yılmaz Öztuna'nın babasıydı. Sabaha kadar vagon pencerelerinden atılan boş içki şişelerini oğluna anlatmıştı. İşte böyle bir ortamda 3 Aralık 1912 tarihinde iki aylığına ateşkes imzalandı. Ateşkes şartları, Libya savunmasında iken çağırılan ve 1912 Kasım’ında yurda dönen başta Kurmay Yarbay Enver Bey (Paşa) ve arkadaşlarını çileden çıkardı.
Çünkü ateşkes anlaşmasının içeriğinde akılalmaz maddelerden birisi şuydu: "Bulgarlar kuşatma altında tuttukları Edirne'den tren geçirtmek suretiyle Çatalca önlerinde bulunan askerlerine her türlü yiyecek yardımı yapabilecek, ancak Türkler Edirne'de direnen Şükrü Paşa'ya trenle yiyecek gönderemeyecekti." (Nitekim Şükrü Paşa yeterli cephanesi olmasına rağmen açlığa yenilmiş ve 5.5 ay sonra teslim olmak zorunda kalmıştı.)
İşte ateşkes anlaşmasındaki bu madde ve arkasından 16 Aralık'ta İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey'in başkanlığında Londra'da toplanan barış görüşmelerinden netice alınamadan 6 Ocak 1913'te dağılması ve sonrasında Başbakan Kâmil Paşa'nın, Domabahçe'de topladığı Şûara üyelerine, başta İngiltere olmak üzere zamanın büyük devletlerince gönderilen "Edirne'yi Bulgarlara verin, Adalar sizde kalsın" notasına çözüm bulalım demesi bardağı taşıran son damla oldu. Kendisini vatanın yılmaz fedâisi olarak gören Enver (Paşa) Bey harekete geçti.
Tarihler 23 Ocak 1913 tarihini gösterdiğinde Bulgarlar Edirne'yi kuşatmış, ayrıca Çatalca önlerinde pusuya yatmış, yeniden saldırmak için 3 Şubat’ta bitecek olan ateşkes anlaşmasının süresini bekliyorlardı. Hükümet "Edirne'yi Bulgarlara verin, adalar sizde kalsın" (adalar zaten hukukî olarak bizdeydi. İtalyanlarla birkaç ay önce yaptığımız Uşi Anlaşması ile bize ait olan Libya’yı verme karşılığı yine bize ait olan adaları almıştık) notasına cevap vermek için Bâb-ı Âli'de toplanmıştı. 31 yaşındaki Kurmay Yarbay Enver Bey, yanında 8 gözü kara vatan fedâisi ile bindiği beyaz atıyla Nuruosmaniye Şeref Sokaktan aniden çıkarak şimdiki İstanbul Valilik binası olan Başbakanlık Binasına hızla girdi.
Binada kendilerini engellemek isteyen Başbakanlık Başyâveri Nâfiz Bey'le, Harbiye ikinci yâveri Tevfik Bey silahlarını ateşleseler de derhal vuruldular. Ancak küçük çatışmada fedâilerden Mustafa Necip de ölmüştü. Sağa sola rastgele açılan ateşler avizeler ve camları aşağı düşürürken oldukça gürültü çıkarıyordu.
Hükümet Toplantısı için binada bulunan Harbiye Nâzırı ve Başkomutan Vekili Nâzım Paşa bu gürültüler ve silah sesleri üzerine, “Ne oluyor buradaa, ne yapıyorsunuz siiz” diye bağırarak dışarı çıktı. Ama konuşmasına fırsat verilmeden Cemil Yakup tarafından başından vurularak yere yuvarlandı. Enver Bey ve arkadaşları vakit kaybetmeden Başbakanın odasına daldılar. 82 yaşındaki Başbakan Kâmil Paşa, hükümet toplantısına ara vermiş, Padişahın emirlerini tebliğ için gelen Saray Başkatibi Ali Fuat (Türkgeldi) Bey'le görüşüyordu.
Üzerine doğrultulan silahlara baktı, sonra önüne konan istifa mektubunu okudu ve "Devlet, tarihi boyunca gördüğü en felâketli günler içerisinde bulunuyor. Böyle bir durumda hükümetten çekilirsem felâket daha da artacaktır” diyebildi. Ancak parmakların bir kez daha tetiğe gittiğini görünce istifa mektubunu derhal imzaladı.
Enver Bey mektubu aldı, Şeyhülislam Cemalettin Efendi'nin arabasıyla yanında Saray Başkâtibi Ali Fuat Bey olduğu halde Saraya gitti istifa mektubunu Padişaha sundu. Saraydan çıkarken elinde, Mahmut Şevket Paşa'nın Sadrâzâm olarak atandığı padişah fermanı vardı. Gece geç saatlerde Mahmut Şevket Paşa Başbakanlığa gelerek göreve başladı. Açıkladığı kabinesinde birkaç İttihatçı da vardı.
Böylelikle İttihatçılar Büyük Türk Hâkânı Sultân Hâmit'ten sonra ilk defa hükümete girme imkânı buldular. Çünkü Mahmut Şevket Paşa birkaç İttihatçıyı Kabineye almakla beraber, tamamen tarafsız bir hükümet kurmuştu. (Enver Paşa, Sultân Abdülhamit Hân'ı tahttan indirdi sözü gerçeği yansıtmamaktadır. Mithat Paşa artıklarının yapmış olduğu azlettirme olayı İttihatçılara yıkıldı. Eğer darbeyi İttihatçılar yapmış olsalardı 1909 Nisan’ından itibâren iktidar onlar olurdu. 1913'e kadar beklemezlerdi.)
Yeni Hükümetin ilk icraatı Çatalca'yı Bulgarlardan temizlemek ve Trakya’yı boşaltacak formül bulmaktı. Bu sebeple Londra’da başlayan barış görüşmelerine yoğunlaşılmıştı. Londra’da son nokta 30 Mayıs 1913'te konuldu. Edirne'nin Bulgar’lara bırakılmasını da içeren anlaşma Dışişleri Bakanlığını üstlenen Sait Halim Paşa'ya Sadrâzâm Mahmut Şevket Paşa tarafından dikte ettirilmişti.
Vatan sevdasına düşmüş fedâi zâbıtan Edirne’den vazgeçmeyecek, imza sorumlusu Sadrâzâm’da olsa affetmeyecekti. Nitekim öyle de oldu. Londra Anlaşmasının imzalanmasının üzerinden tam 11 gün geçmişti. Sadrâzâmlık makâmının yanısıra Harbiye Nâzırlığını da uhdesinde bulunduran Mahmud Şevket Paşa Harbiye Nezâreti Mâkâmı olarak kullanılan şimdiki Beyazıt’ta bulunan İstanbul Üniversitesi Rektörlük binasından 11 Haziran 1913 sabahı otomobiliyle hareket etti. Şu anda İstanbul Valiliğinin olduğu Bâb-ı Âliye hükümete başkanlık etmek üzere gidiyordu.
Divânyolu’na geldiklerinde düzmece bir cenâze alayı tarafından otomobilin önü kesildi. Başbakan’ın arabası ister istemez durunca, bir otomobilin içerisinde yol kenarında bekleyen suikastçılar derhal Sadrâzâm Mahmud Şevket Paşa’nın arabasına kurşun yağdırmaya başladılar. Kurşunlardan beş tanesi Paşa’ya diğerleri de Sadâret 2. yâveri İbrâhim Bey’e isabet etmişti. Yâver İbrâhim Bey hemen, Şevket Paşa ise iki saat sonra hayatını kaybetti.
Ertesi gün yapılan debdebeli cenâze merâsimiyle Şişli Hürriyet Tepesine defnedildiler. Yerine Sûltân Reşad’ın Hüseyin Hilmi Paşa’yı istemesine rağmen Enver Paşa’nın telkiniyle, 5 Aralık 1921'de Roma'da Estaki sokağında Ermeni terör örgütü üyesi Arşivar Şıracıyan adlı Ermeni katile vurdurdularak şehid edilecek olan Kavalalı milyarder Prens Said Halim Paşa Sadrâzâm oldu.
(Said Halim Paşa şehid edildiğinde TBMM'nin Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey'in talebi üzerine Millî Mücâdelede kullanılmak üzere İtalya'dan Anadolu'ya kendi cebinden iki milyon sterlinlik silah göndermek üzereydi. Cenâzesi İstanbul'a getirildi. 30 Aralık’ta büyük bir kalabalıkla Sûltân II. Abdülhamid Hân Türbesi bahçesine defnedildi.)
30 Mayıs 1913 Londra anlaşmasında dayatılan Midye-Enez (Karadeniz kıyısındaki Kırklareli'nin Vize ilçesine bağlı Midye kasabası ‘Kıyıköy’ ile Ege Denizi kıyısında Meriç nehrinin denize döküldüğü yerdeki Edirne'ye bağlı Enez arasında çizilen düz çizgi) hattını sınır olarak tanımayan Enver Bey ve arkadaşları buna çözüm aramaya başlamışlardı ki, İkinci Balkan Savaşı patladı ve Bulgarlar kendisinin çok fazla toprak kazandığını iddia eden diğer Balkan Devletlerinin saldırısına uğrayınca, kuvvetlerinin önemli bir kısmını çekmek zorunda kaldı.
Bunu fırsat bilen Enver Bey, özenle seçtiği 4 bin kişilik özel kuvvetle harekete geçti. Bunun için büyük devletlerin ikaz ve tehditlerine aldırış edilmeden ilerlemeye devam edilerek üç gün sonra 16 Temmuz 1913’de Midye - Enez hattına ulaştılar. Kuşçubaşı Eşref ise Enver Bey’den aldığı emirle 300 kişilik seçme kuvvetiyle Tekirdağ ve Ereğli'ye çıkarma yapmış ve düşmanın gerisine sızdığı Lüleburgaz'da 1.200 kişilik Bulgar birliğini pusuya düşürmüştü. 700 Bulgar askerini bizzat esir alan Enver Bey de, Kuşçubaşı Eşref'le Çorlu’da birleştiklerinde hedeflerinde Edirne vardı.
Harbiye Nâzırı Ahmet İzzet Paşa, karargâhını Çorlu'ya kuran Enver Paşa'ya 30 Mayıs'ta imzalanan Londra Antlaşması'na uymasını (bu anlaşmayla Edirne Bulgaristan’a bırakılmıştı), devletin başını belaya sokmamasını tekrarlayıp duruyordu. Enver Bey son kez Harbiye Nâzırı Ahmet İzzet Paşayla telefonda görüştü ona Edirne'ye girme planını anlattı. Telefonda sert tartışmalar oldu. Ahmet İzzet Paşa, hâlâ anlaşma gereği Edirne’ye girilemeyeceğini söylüyor, Enver Bey’in planına karşı çıkıyordu. Hatta haddi aşan Kuşçubaşı Eşref'i derhal cezalandırmasını istiyordu. Telefonlar kapatıldığında Enver Bey kararlı ve sert bir şekilde Eşref ile karargâh subaylarına ileri harekâta devam emri verdi.
İlerleyiş hızlı başladı. İlk önce önlerine çıkan binin üzerinde Bulgar kuvvetlerini daha esir aldılar. Kuşçubaşı Eşref sağ cenâhında kardeşi Selim Sami, sol cenâhında daha sonra Kars'ta hükümet kurarak başına geçecek olan Enver Paşa’nın yakın dostu Cihangiroğlu İbrahim olmak üzere ilerleyişlerini sürdürdüler.
Edirne uzaktan gözüktüğünde son kez mola verdiler. O geceyi Edirne'yi uzaktan seyrederek geçirdilerse de, Eşref sâdık iki adamıyla gizlice yaklaştığı Edirne'den bir Bulgar'ı kaçırarak Karargâha getirip sorguya aldı. Bulgar esir, şehirde tam bir panik havası olduğunu anlatıyordu ki, İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey'in, 30 Mayıs’ta Londra Antlaşması'yla Edirne'nin kesin bir şekilde bırakıldığını, Edirne'ye girmeleri halinde İstanbul'u kaybedeceklerini içeren tehdit dolu mesajının içerdiği telgraf Enver Bey'e İstanbul'dan iletildi.
Enver Bey önce telgrafı avucunda kaybedercesine yoğurdu, sonra yere atıp çizmesiyle çiğnedi ve "Sabah erkenden haber salın Edirne'ye gireceğim. Eğer direniş olursa fena şekilde ezerim" sözleri dudaklarından döküldü. 23 Temmuz 1913'te Enver Bey, yanında kurmay başkanı Süleyman Askerî ile Kuşçubaşı Eşref olduğu halde birliklerinin başında 1360'larda fethedilen Edirne'ye ikinci kez girdi. Birkaç ufak çaplı çatışmanın dışında direnen olmadı.
Bâb-ı Âli sürekli anlaşmalara sâdık kalınması noktasında telkinler yaparken, sınırların öbür tarafında kalan Türk köylerinden kan donduran haberler geliyordu. Enver Bey bunlara da kayıtsız kalamazdı. Bu kez de İngilizlerin Meriç’in geçilmesini savaş sebebi sayacakları tehditleri gelmeye başladı. Buna rağmen Enver Bey Türklere yapılan bu mezâlime dur diyecek birliklerin hazırlanmasını emretti. Ardından da Türklerin yoğun yaşadığı Bulgaristan ve Yunanistan içlerine girildiğinde Bâb-ı Âli’yi zor durumda bırakmamak için yerel yönetimler oluşturulmasını tembih etmeyi unutmadı.
Eşref, tereddüt etmeden sınırı geçti Ortaköy'e geldi. Kolay bir şekilde kontrolü sağladı. Koşukavak istikâmetine doğru yola çıktı. Papazköy yakınlarında bir vadide 600 Müslümanın elleri arkadan bağlı cesetleriyle karşılaşınca biraz daha hırslandı. Koşukavak'ta Binbaşı Domuschiev'i sıkıştırdı. 6 şehit 12 yaralı vermesine karşı 1.000 kişi üzerindeki Bulgar taburunu imha etti. Domuschiev ve birkaç subayı tutukladı.
Ele geçirdiği silahlarla Koşukavak'ta millî ve yerel bir alay oluşturdu. Aldığı talimat gereği kurduğu geçici hükümetin başına Kamber Ağa isimli kanaat önderini geçirerek yoluna devam etti. Yol üzerindeki Mestanlı'da kısa sürede düzeni kurup kuzeye Talat Bey'in (Paşa) memleketi Kırcaali'ye yöneldi. Kısa çarpışmanın ardından Kırcaali'ye girdi Talat Bey'in amcası Emin Ağa ve akrabalarını buldu. Onların yardımıyla yerel yönetimi kurdu. Halka zulmeden Bulgar süvari komutanı, atının arkasına bağlanarak sürüklendi.
Kısa sürede bu başarılar İngilizleri endişeyle baskı yapmaya zorladı. İstanbul Hükümeti Meriç'in batısında hiçbir askeri birliğinin olmadığını büyük devletlere bildirdi. Enver Bey ise yanında Talat Bey ile Edirne'ye atadıkları Vâli Hacı Âdil olduğu halde sınırı geçip Ortaköy'e geldi Eşref'i yanına çağırdı. Harekâtın devamını ve Batı Trakya’nın tamamen kurtarılmasını konuştular.
Eşref daha fazla asker, silah ve subay istedi. İstediği subayların başında Süleyman Askerî, İskeçeli Arif, Bandırmalı İlyas ve Lütfi Fatihî geliyordu. Enver Bey ayrıca sivil kıyafetli 3.000 asker, fazlasıyla silah ve cephane vererek geri döndü sınırı kapattı. Grup Koşukavak’ta ikiye ayrıldı. Eşref kendi istikâmetinde Kırcaali'ye doğru çıkarken, Süleyman Askerî elindeki seçkin ve iyi donatılmış 3.000 askerle Osmanlı Türkü’ne Başkentlik yapmış (çoğu kimse bilmez) Dimetoka'ya girdi. Bulgar ordusu tarafından ezilen Yunanlılar Dedeağaç'ı teslim etmeye hazırlanıyorken Süleyman Askerî'nin Dedeağaç'ın kuzeyinden yaptığı harekât bunu önledi.
Hedeflerinde on gün önce Yunanistan tarafından Bulgarlara bırakılmak zorunda kalınan Gümülcine vardı. Süleyman Askerî ve Eşref Gümülcine önlerinde buluştular. Vakit kaybetmeden küçük çatışmalardan sonra önce Gümülcine'ye bir gün sonra İskeçe'ye girdiler.
Tarihler 31 Ağustos 1913'ü gösteriyorduki sınırları Ortaköy, Koşukavak, Kırcaali, Dimetoka, Sofular ve İskeçe'yi içine alan ve başkenti Gümülcine olan Garbî Trakya Hükümetini; Süleyman Askerî, "Batı Trakya Bağımsız Hükümet'ini Allah'a (c.c.) ve Kelâmına güvenerek bugün itibariyle ilân ediyoruz. Muvaffakiyet Allah'tandır" diyerek duyurdu.
Hükümet Başkanlığını Müderris Mehmedoğlu Hâfız Salih Hoca, Ordu Komutanlığını Kuşçubaşı Eşref, ordu müfettişliğine Selim Sami, jandarma Komutanlığına Sapancalı Hakkı, Genelkurmay Başkanlığını Süleyman Askerî üstlendiler. Hükümet binası önünde gönüllerden hiçbir zaman inmeyen, en kısa zamanda yeniden aynı yerde dalgalanmayı bekleyen "BATI TRAKYA TÜRK CUMHURİYETİ" bayrağı göndere çekildi.
Yeşil - beyaz - siyah renklerden oluşan ayyıldızlı bayrağı Süleyman Askerî çizmişti ve ayyıldız Türklüğü, yeşil İslâmiyeti, siyah mâruz kalınan zulmü ve soykırımı, beyaz hürriyeti ifâde ediyordu. Akabinde iki dilde pasaportlar ve damga pulları basıldı. Dedeağaç'a yakın Ferecik'te şiddetli çarpışmalardan sonra Yunanistan'ın Bulgaristan'a vermemek için yeni hükümete teklif ettiği Dedeağaç, 2 Ekim’de teslim alındı.
Sınırlar tamamlanmıştı ve yine Süleyman Askerî'nin kaleme aldığı istiklâl marşıyla son nokta konuldu. Bu arada; 29 Eylül 1913'te Bulgaristan ile İstanbul antlaşması imzalanmış, Enver Paşa Bulgaristan içlerine ileri harekâtla istediğini almış yâni Edirne ve Dimetoka Türkiye'de kalmış, Edirne'nin Bulgaristan'a verildiği 30 Mayıs Londra Antlaşması rafa kaldırılmıştı.
Yeni devleti yeterli düzeyde tanıyan olmayınca eve dönüş başladı. Batı Trakya'daki muvazzaf ve emekli subaylar İstanbul'a döndü. Yeni hükümetin başkanı Salih Hoca ilerleyen dönemlerde iki dönem Yunan Parlamentosunda milletvekili oldu. Son Osmanlı Meclisinde kabûl edilen ve TBMM'ce de onaylanan ve hâlen Misâk-ı Millî sınırlarımızda gözüken Batı Trakya, Anavatana katılacağı günü sabırsızlıkla beklemektedir. Yeni Türkiye'nin KIZILELMA'sında bu uzak değildir.. Aynı temennimiz Balkanlar içinde geçerlidir.
Ancak birinci ve ikinci Balkan Savaşlarında koca vatan toprağı Balkanlar elimizden kayıp gitmişti. 1877/78 savaşında (93 harbi) yaşadığımız göç felâketinin daha şiddetlisi bu savaşlarda yaşandı. Yollara düşen yüz binlerce Türk evlâdı eriye eriye Anadolu’ya ulaştılarsa da; kadın, çocuk, bebek, ihtiyar yüz binlercesi de işkencenin her türlüsüyle katledildiler.
Savaşın gâlibi Balkan devletçikleri bizden; Bulgaristan 25.257 km. kare toprak kazanarak 121.602 km. kareye, Yunanistan 55.919 km. kare toprak kazanarak 120.060 km. kareye, Karadağ 5.590 km. kare toprak kazanarak 15.017 km. kareye, Sırbistan 41.873 km. kare toprak kazanarak 87.300 km. kareye ulaştılar. Ayrıca 25.734 km. kare toprağı ve 800 bin nüfusuyla Arnavutluk Türkiye’den ayrılmış oldu.(Sonradan 11.000 km. kare Bulgaristan’dan Yunanistan’a geçecektir.)
O bölgede bıraktığımız nüfus ise katliam, sürgün ve göçler dışında dört ülkede 4 milyon 946 bin kişiyi bulmuştu. Kaybettiğimiz Sancaklarımız ise; 3 kazâlı Dedeağaç, 6 kazâlı Gümülcine, 8 kazâlı Serez, 5 kazâlı Drama, 14 kazâlı Selânik, bir kazâlı Taşoz, 6 kazâlı Manastır, 6 kazâlı Serfice, 4 kazâlı Görice, 4 kazâlı Debre, 3 kazâlı Elbasan, 6 kazâlı Priştine, 5 kazâlı İpek, 4 kazâlı Prizren, 4 kazâlı Senice, 2 kazâlı Taşlıca, 1 kazâlı Üsküp, 5 kazâlı Draç, 5 kazâlı İşkodra, 7 kazâlı Yanya, 6 kazâlı Ergiri, 4 kazâlı Berat, 3 kazâlı Piruze olmuştu.
Denizlerde ise; 6 kazâlı Rodos, 4 kazâlı Sakız, 3 kazâlı Midilli, 3 kazâlı Limni, 5 kazâlı Kandiye, 4 kazâlı Hanya, 4 kazâlı Laşid, 3 kazâlı Resmo, 3 kazâlı İsfâkiye Sancakları elimizden gasp edilmişti.
Evet I. Balkan Savaşı sonrası imzalanan Londra Antlaşması Osmanlı Devleti’ni Balkanlardan çıkarmıştı. Ancak Osmanlı Hükûmeti 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması ile Adalar Denizi (Ege) adalarının geleceğini büyük devletlerin kararına bıraktığını kabul etmekle beraber, adaların Yunanistan’a bırakılmasından endişe ederek 22-23 Aralık 1913’te Midilli, Sakız gibi Anadolu kıyılarına yakın adaları geri almak için elinden gelen her şeyi yapacağını büyük devletlere bildirdi.
Bu konudaki büyük devletler kararını 14 Şubat 1914’te bir nota ile bize iletti. Buna göre Meis hariç 12 ada Uşi Anlaşması hiçe sayılarak İtalya’ya, Gökçeada ve Bozcaada hariç bütün Adalar Denizi (Ege) adaları da Yunanistan’a bırakılmıştı. Osmanlı Hükûmeti büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Bu arada Enver Paşa’nın da Harbiye Nâzırı olarak dâhil olduğu Osmanlı Türk Hükümeti, büyük devletler kararını içeren nota’dan bir gün sonra 15 Şubat 1914’te büyük devletlere bu durumu kabullenmediğini bildiren sert bir itiraz notası gönderdiyse de 5 ay sonra çıkan I. Dünya Savaşı sebebiyle netice alınamadı.
İkinci Dünya Savaşında ise, kıyılarımıza sadece 18 km. mesâfede bulunan Rodos Adası’ndan Almanların 12 Ada Komutanı tarafından gönderilen üç yüksek rütbeli subay ve bir sivil ellerinde çok önemli bir teklif mektubuyla Muğla Vâlimiz İbrahim Edhem Akıncı'yı ziyaret eder. Getirilen teklif şudur: "Eğer Yunanlılar dâhil, Yahudilere vermeyeceğinize dâir imza verirseniz, zâten sizin olan 12 Adayı size teslime hazırız." Vâli Akıncı derhal durumu Ankara'ya iletir. Heyecanla beklenen cevap şaşırtıcıdır: "Bir karış yer istemeyiz, bir karış da yer vermeyiz."
Vâli Bey yüreği sızlayarak Almanlara durumu bildirir. Ankara'ya durumun önemi gereği gibi anlatılamadığına kanaat getiren Almanya, bir sefer de Ankara'daki Büyükelçileri Von Papen üzerinden konuyu iletmek isterler. Alman Büyükelçisinin girişimiyle konu Başbakan Şükrü Saraçoğlu'na intikal eder. Şükrü Saraçoğlu vakit kaybetmeden Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'ye bildirir. İnönü o sıra yurt gezisi için gittiği Kars'tan "İngiliz ve Yunanlılarla yeniden ihtilafa düşmeye gerek yok" cevabını verir.
Zâten II. Dünya Savaşı’nda Almanya karşısında tutunamayacağını anlayan İtalyanların adaları boşaltma kararından önce yaptığı "Gelin adalarınızı alın" şeklindeki ilk teklifide geri çevirmiştik. Savaş sonunda 12 Ada Almanların yenilmesiyle müttefiklerin eline geçer.
12 Ada'nın geleceğinin görüşüleceği Paris'te yapılan dışişleri Konferansına İngiltere tarafından Ankara Büyükelçisi aracılığıyla dâvet edilen Türkiye bu dâvete cevap bile vermeyerek bir kez daha fırsatı teper ve konferansa katılmaz. İngiltere'nin bir kez daha, Dışişleri Bakanlığı Sekreteri Feridun Cemal Erkin'e "Bu adalarda Türkler de oturuyor, madem katılmıyorsunuz hiç değilse bir müşahit gönderin" teklifi karşısında Cemal Erkin'in gayretleri yine netice vermez.
Hâlbuki Türkiye, savaşın sonlarına doğru kâğıt üzerinde de olsa savaşa müdâhil olmuş Almanya ve Japonya'ya savaş açarak taraf olmuştur. Buna rağmen Paris Konferansına katılmaz. 27 Haziran 1946 tarihinde dışişleri bakanları 12 Adayı, adalarda oturan nüfusun çoğunluğu Rumlardan oluşuyor gerekçesiyle Yunanistan'a bırakır.(Batı Trakya nüfusun % 90'dan fazlası Türk olduğu halde Türkiye'ye değil Yunanistan'a bırakılmıştı. Ancak konferansa katılmadığımız için bu hakkımızı savunamadık.)
İtalya, elinde tuttuğu 12 Ada'nın devrini 27 Haziran 1946 kararları gereği 10 Şubat 1947'de onayladı ve "Silahsızlandırma" şartıyla iki ay sonra da Yunanistan'a devretti. Böylece, Kanuni Sultân Süleyman'ın 55 bin şehid vererek Saint Jean Şövalyelerinden alarak topraklarımıza kattığı 400 yıldır bizde olan kadim Türk Yurdu Rodos ve 12 Ada, elimizden çıkmış oldu.
Balkan Savaşları başında İsviçre Leman Gölü Kıyısındaki Uşi (Ouchy) Kasabasında İtalyanlarla 1912 Ekim’inde yaptığımız anlaşma gereği Trablusgarp ve Bingazi’yi bırakma karşılığı İtalya gasp ettiği 12 Adayı verecekti. (Zaten bizim olan Libya karşılığında yine bize ait olan 12 Ada'yı verecekti.) Uşi Anlaşmasının şartları yerine getirilmedi. Biz Libya'yı verdik ancak İtalya 12 Adayı bize iâde etmemişti.
Beklentimiz, Misâk-ı Millî sınırlarımızın güncellenerek bizden zorla kopartılan topraklarımızın sınırlarımıza dâhil edilmesidir. Allah’a şükürler olsun ki, artık savunan Türkiye değil, üzerine gelindikçe taarruza geçen bir Türkiye var…
.
Türkiye’de kaplıca tedavisinde iken tahtından olan Libya Kralı İdris Senûsi (Vefât 25 Mayıs 1983)
Halit Kanak İletişim:
Eyüpsultân Câmii’nin bahçesine girdikten sonra şadırvanların olduğu birinci avluyu geçip, türbenin yer aldığı ikinci avluya girer girmez kapının sağında kapı hizasındaki duvarın üzerinde büyük bir mermer levha sizi karşılar. Hâlid bin Zeyd radiyallahü anhum Hazretlerinin kısa hayatı anlatılan bu mermer kitâbe’nin altında Türkçe olarak, “Bu kitâbe Libya Kralı İdris Senûsi Hazretleri tarafından Eyüpsultân Hazretlerinin türbesine hediye edilmiştir 1957” ibâresi mevcuttur.
Üzerinde Libya Kralı 1. İdris’in ismi yazan ve İstanbul'un fethini müjdeleyen Hadis-i Şerif’in yazıldığı bir başka mermer kitâbe yine Kral İdris tarafından 1956 yılında İstanbul Fatih Camii'ne bizzat kral tarafından hediye edilmişti.
İşte bu, Libya Krallığı’nın ilk ve tek kralı olacak olan Muhammed İdris es-Senûsî Libya Cağbûb’da, dedesi Şeyh Muhammed b. Ali es-Senûsî’nin kurduğu merkez zaviyede 12 Mart 1890 yılında dünyaya geldi. O yıllarda Cağbûb kervan yolları bakımından çok önemli olan Batı Afrika ve Sudan'ı ticaretin en önemli bir merkezi Kahire'ye bağlayan bir yol üzerinde yer alıyordu. Bölge Şeyh’in burada başlattığı hareketle ilmî ve ticarî açıdan önem kazandı.
Ayrıca Şeyh’in Cağbûb'da ticarî malların saklanıp korunması maksadıyla yaptırdığı lojistik depolar tüccarların bu yolu tercih etmelerini sağladı. Daha sonra bu depolar; bölgeyi işgâle gelen İngiliz, Fransız ve İtalyanlara karşı verilen mücâdelede güvenli silah depoları olarak kullanıldı.
Zâten 1856'da Sultan Abdülmecid yayınladığı bir fermanla tarikat mensuplarına ait emlâklardan vergi alınmamasını emretmişti. Sûltân Abdülhamid Trablusgarp Vâlisi Reşit Paşa’yı Cağbub’a bölgeye destek için gönderdiğinde İdris es-Senûsî çocukluğunu bu zaviyede Senûsî şeyhlerinden eğitim alarak geçiriyordu.
Babası bütün Kuzey Afrika’yı kucaklayan Senûsî tarikatı lideri Mehdi Es-Senûsî 1899’da Çad’ın güneyinde bulunan Vedây Sultanlığını işgâle hazırlanan Fransa’ya karşı mücâdele etmek için dergâhını Çad sınırlarında bulunan Borku Bölgesindeki Garû’ya taşımış, burada sömürgeci Fransa’ya karşı cihâd ederken 1902 yılında vefât edince, 12 yaşlarında olan oğlu İdris henüz çok genç olduğundan dolayı Senûsi Târikatı mensupları Kuzeni Ahmed es-Senûsî’nin etrafında toplanmışlardı.
1911 Eylül Ayında İtalya’nın işgâline uğradıklarında Libya’ya koşan Enver Paşa Senûsilerden oluşturduğu 25 bin kişilik bir kuvvetle İtalya’ya karşı müthiş bir direniş sergilerken, El Mansûr’daki karargâhında da Ahmed Senûsi ile sürekli görüşmüş istişâreler yapmıştı. Enver Paşa, Balkan dağlarında sıkı takip ederek tek tek temizlediği Bulgar, Makedon, Arnavut, Rum çetelerinden edindiği tecrübe ve taktikleri, Ömer Muhtar’a da öğretmiş savaşçılarını 100 ve 300 kişilik birliklere ayırarak birkaç koldan başarılı baskınlar yapmasını sağlamıştı. (Daha sonra eğitimi için Ömer Muhtar’ı Kuşçubaşı Eşref’e havâle etmiş, iyi bir eğitimden geçen Ömer Muhtar 1932 yılına kadar İtalyanlara kan kusturmuştu.)
Enver Paşa, Harbiye Nâzırı ve Başkomutan vekili olduktan sonra birinci dünya savaşının en yoğun zamanında Teşkilât-ı Mahsûs’a elemanlarını göndererek Ahmed Senûsi’yi İstanbul’a getirtmiş Topkapı Sarayında misafir etmişti. Sûltân Vahdettin’e Eyüpsultân’da kılıç da kuşatan Ahmed Senûsi’nin daha sonra Mondros mütârekesinin ardından Sultân Vahdettin tarafından Anadolu halkını vaaz ve sohbetlerle işgâllere karşı zinde tutmak için Anadolu’ya göndermesiyle Libya’da Senûsi’ler İdris Senûsi’nin etrafında toplandılar. Böylelikle Libya müstakbel kralı İdris Senûsi idâreyi eline almış oldu. (Atatürk Milli Mücâdele sonrası 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırıldığında Ahmed Senûsi’ye Hâlifelik teklif etmiş, Ahmed Senûsi’nin Halife hânedandan biri olmalıdır tavsiyesi üzerine Sûltân Abdülaziz’in oğlu Abdülmecid Efendi TBMM’de 18 Kasım 1922’de Halife seçilmişti.)
İdris Senûsi bundan sonra bağımsız Libya Devleti kuruluncaya kadar Libya ve Mısır’da mücâdelesine devam edecektir. Bu mücâdele sürecinde ilk büyük tepkiyi, işgâlci İtalya’nın Anayasa vaadiyle Bingâzi’de ayrı bir idarî yapılanmaya gidileceğini açıklaması üzerine bunu kesinlikle kabûl etmeyeceklerini bildiren bir beyannâme yayınlayarak gösterdi.
İlerleyen yıllarda İtalya’nın İngiltere ve Fransa arasında yaşadığı anlaşmazlıklar sonucu İngiliz ve Fransız askerlerinin Libya’ya girmesi üzerine 1943’te Seyyid İdris Senûsî de fırsattan yararlanarak Bingazi’ye halkın coşkulu sevgi gösterileri arasında girdi ve yönetimi ele aldı. Bu da Libya yönetiminde söz sahibi olma noktasında İdris Senûsi’yi ön plana çıkardı.
Daha sonra İngilizlerin dâvetiyle 1949’da bir Anayasa hazırlandı. Anayasaya konan bâzı hükümler gereği İtalyan göçmenlerinin ülkeden çekilmesi karara bağlanınca, işgâlden sonra Libya’ya yerleştirilen İtalyan göçmenlerin idârecilerle birlikte bölgeyi boşaltma işi başlamış oldu. Bundan yaklaşık bir yıl sonra ise 29 Mart 1951’de Libya Geçici Hükumeti kuruldu.
Ancak İngilizlerin Bingazi ve Trablus’tan, Fransızların da Fizan’dan çekilerek idarî, siyasî ve malî sorumlulukları geçici hükümete devretmesi hemen yapılamadı. Bunun için İngiliz ve Fransız temsilcileri bir müddet daha danışma kurullarında görev yapma durumunda kaldılar. Bu durum Birleşmiş Milletlerin Libya’nın müstakil bir devlet olarak kurulması kararını aldığı 27 Kasım 1951 tarihine kadar devam etti. Bu tarihte Birleşmiş Milletler Libya’nın bağımsızlığını ilân etti.
Kurulduğu yıllarda Libya, BM’ye üye ülkeler arasında dünyanın en fakir devletleri arasında ilk sıralarda yer almıştı. Kalkınma planları peşinde koşan Kral İdris Senûsi işe 1953’te Arap Birliğine üye olmakla başlar. Aynı yıl İngiltere ile işbirliği anlaşması yapar. Buna göre İngiltere Libya’yı dışardan gelecek saldırılara karşı koruma karşılığında Trablusgarp ile Berka’da hava ve kara kuvvetleri bulunduracak, buna ilâve olarak Libya ordusunu eğitecekti.
Ardından ABD ile 1954 yılında yardım anlaşması birkaç üs verilerek imzalanır. Ancak bu kolay olmamıştır. Başta Mısır olmak üzere pek çok Arap ülkesi bu anlaşmalara tepki göstermiştir. 1956’da ise Fransızların Fizan’ı terketmesi bu tepkiler biraz azaltmıştır.
Libya o dönemlerde almış olduğu dış yardımlar dışında ekonomik durumu çok iyi olan bir ülke değildir. Ülkede petrol arama çalışmaları, Ulusal Petrol Kanunu’nun 25 Nisan 1955 yılında yürürlüğe girmesiyle başlamıştır
1959 yılında büyük petrol yataklarının bulunmasıyla Libya ekonomisi denge durumuna gelmiştir. Petrol ihracatına 1961 yılında başlayan Libya’da kalkınma hamleleri de başlamıştır. 1 Eylül 1969 yılında tedavisi için Türkiye’de bulunan İdris Senûsi’nin görevine, kısa süreliğine de olsa Deniz Harp Okulumuzda eğitim gören 27 yaşındaki Muammer Kaddafi önderliğindeki bir grup subayın gerçekleştirdiği askeri bir darbe ile son verilmiştir.
LİBYA - TÜRKİYE İLİŞKİLERİ
Müstakil Libya Devleti kurulur kurulmaz, İdris aklında hep başından beri düşündüğü bağımsız Libya Devletini ilk tanıyanlardan Türkiye ile ilişkilerini geliştirmek hatta fırsat bulunursa Türkiye ile birleşmek vardır. Bu konuya yoğunlaşır. Derhal Türkiye ve Türklere karşı sevgisini ve bağlılığını göstermek için Milli Savunma Bakanını Ankara’ya gönderir. Bu önemli bir başlangıçtır. İdris Senûsi gibi 1890 doğumlu Adnan Menderes Hükümeti’nin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü kolları sıvamış Libya’ya açacağı büyükelçiliğimiz için hummâlı bir çalışma içerisine girmiştir.
Libya’daki ilk Türk Büyükelçisi Celal Tevfik Karasapan 4 Eylül 1953 tarihinde görevine başlar ve Elçiliğimiz 1953’ün Ekim’inde açılır. Neredeyse bütün Libya açılışta bulunmak için akın ederler. Büyükelçiliğimizde yabancı misyonların da dâvet edildiği ilk resmî resepsiyon ise iki hafta sonra 29 Ekim’de yâni Cumhuriyet Bayramı kutlamaları için verilir.
İşte ne olduysa her şey o dâvette olur. 29 Ekim 1953’te yapılan Cumhuriyet Bayramı kabûl resmine, Libya Kralı İdris Senûsi’nin talimatıyla bütün bakanlar ve bütün milletvekilleri eksiksiz tam tekmil katılırlar. Âdeta Libya Meclisi özel gündemle elçiliğimizde toplanmış, yine hükümet üyeleri bakanlar kurulu toplantısını elçiliğimizde yapmak üzere bir araya gelmişlerdi.
Bu da yetmemiş; elçiliğin bulunduğu caddeye Türkiye Caddesi adı verilmiş, o da yetmemiş Trablus Belediyesi en önemli dört caddeye İstanbul, Ankara, Atatürk ve Fatih Sultan Mehmet Caddesi ismini vermişti. Bu resepsiyonda ayak üstü alınan bir kararla da ileride çok büyük faaliyetlere imza atacak olan Türkiye-Libya Dostluk ve Kültür Cemiyeti kurulur.
Bu çerçevede Türkiye’ye getirilen 63 Libyalı öğrenciye 1954-1958 yılları arasında eğitim yapma imkânı sağlar. Türkiye’de eğitim gören bu öğrenciler daha sonra Libya hükümetinde bakan, hatta Başbakan olarak görev yapacaklardır. 1954’te Libya Başbakanı Mustafâ Halim, iki bakan ve geniş bir heyetle Ankara’yı ziyaret eder. Birlikte yapılacak çalışmaların kapsamı genişletilir.
1956’da Kral İdris 2 Temmuz 1951'de okul gemisi olarak kullanılmak üzere Deniz Kuvvetleri Komutanlığımıza devredilmiş bulunan Savarona (Atatürk’ün yatı) Okul gemisiyle Türkiye’ye gelir, çok iyi karşılanır ve resmi görüşmelerden sonra Yalova’da dinlenir.
Bu ziyaretlerin sonrası birbiri ardına iâde-i ziyâretler yapılır Libya’ya. Önce Başbakan Adnan Menderes 1957’de kalabalık bir heyetle Libya’yı ziyaret eder. Ardından 1958’de Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Libya’ya yaptığı ziyaret bütün dünya ajanslarında büyük yankı uyandırır. Bu tarihlerde Türkiye ile birleşme planları yoğun bir şekilde konuşulmaya başlanır. Ancak Türkiye’de yapılan 1960 ihtilâli ile bu plan sekteye uğrar.
17 yıl, 8 ay, 8 gün görevde kalan Kral İdris talihin ve tarihin bir cilvesi olarak, Libya’da yapılan 1 Eylül 1969 tarihindeki darbe sırasında Bursa’da, Çekirge Kaplıcalarında romatizma tedavisi görmektedir. Ülkesine bir daha dönemeyen İdris, Yunanistan üzerinden Mısır’a geçer ve 25 Mayıs 1983’te Kahire’deki vefâtının ardından, Medîne-i Münevvere’de, Cennet’ül Bâkî Kabristanı’nda toprağa verilir.
İspanyollar ve Saint - Jean Şövalyelerinden fethettiğimiz Libya, 360 yıl, 1 ay, 11 gün boyunca sınırlarımız dâhilinde kalmış, Anadolu'ya kardeşlik yapmıştı. Şimdi de çok üst düzeyde ilişkilerimizin olduğu kardeş ülke Libya’ya her türlü desteği vermeye devam ediyoruz. Dünya durdukça da bu kardeşlik İlişkileri devam edecektir. Bu kardeşlik ilişkilerinin gelişmesinde rol oynayan İdris Senûsi’ye Cenâb-ı Allah’tan rahmet diliyorum.
.
18 Mayıs 1944 Büyük Kırım sürgünü ve Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu
Halit Kanak İletişim:
Büyük Kırım sürgünü yaşandığı 18 Mayıs 1944 gününden beri hiçbir zaman gündemden düşmemiş, şiirlere, şarkılara, romanlara konu olmuş, her yıldönümünde acı ve keder içerisinde yüreklerdeki ilk günkü tazeliği ile anılır olmuş, anılmaya da devam edecektir.
Bu büyük sürgün hikayesi 18 Mayıs 1944 günü başta Bahçesaray olmak üzere Akmescit, Akyar, Gözleve, Karasu, Kefe, Kerç, Mangub, Aluşta, Suğdak ve İnkerman’da başlamış tâ Sibirya steplerinde, Ural Dağları eteklerinde, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan’daki toplama kamplarında hayatta kalabilenlerle son bulmuştu.
Kızılordu tarafından basılan yerleşim merkezlerindeki evlerinden 15 dakika içinde zorla toplanan 238.500 Kırım Türkü iki gün boyunca açıkta bekletildikten sonra hayvan vagonlarına istiflenerek aç-susuz bir şekilde yola çıkarılmış, bu ağır şartlarda yapılan yolculuğa ve sonrasındaki zor kamp şartlarına dayanamayan 110 bin Kırım Türk’ü 1944-1946 yılları arasında açıkça cinâyete kurban giderek soykırıma uğramışlardır. Kendilerine bir kez daha Allah’tan rahmetler diliyorum.
Geride hayata tutunarak zor şartlar altında yaşam mücâdelesi veren Kırımlı soydaşlarımız, yeniden Kırım'a dönmeye başladıkları 1989 tarihine kadar vatanlarından uzak bir şekilde birbirinden koparılarak, parçalanmış aile dramlarına mâruz bırakılmışlar, hüzün dolu yıllar yaşamışlardı.
Büyük bir fâcia yaşanmasına sebep olan sürgün kararı, Kızıl Rusya’nın Komünist Lideri esas adı Yosif Visaryonoviç Cugaşvili olan Gürcü Josef Stalin'in Başkanlığında toplanan Devlet Savunma Komitesi üyeleri Vyaçeslav Molotov, Lavrenti Beriya, Lazar Kagonoviç ve Kliment Voroşilov tarafından 11 Mayıs tarihinde 5859 sayılı kararnâme ile alınmış ve 18 Mayıs’ta da uygulanmıştı.
(8 Ağustos 1928 tarihinde açılan Taksim Anıtı’nda Atatürk heykelinin hemen arkasında yer alan iki Sovyet Generali vardır. Birisi Sovyetler Kızıl Ordusu’nun kurucularından General Mihail Vasilyeviç Frunze, diğeri Kırım Sürgünü kararını verenlerden dönemin Sovyet Rusya’sında milyonların katledilmesinde en önemli rol oynayanlardan Rusya Devlet Savunma Komitesi Üyesi Mareşal Kliment Voroşilov’dur. Türkiye sosyalistleri her 1 Mayıs’ı bahane ederek Taksim’e çıkma ısrarlarının arkasında işte bu iki komünist lider vardır. En yasaklı dönemlerde bile sosyalist ve komünist işçi sendikaları bu anıta çelenk koymayı başarmışlardır. Böylece her fırsatta Taksim’e fırlama amaçlarının başında, Taksim Anıtın’da yer alan Lenin ve Stalin’in en yakın yol arkadaşları olan bu komünist liderlere yollarından gittiklerini ifâde ederek tâ’zim ve hürmetlerini göstermek istemeleri yatmaktadır. Devlet büyüklerine ve halkımıza duyurulur.)
Kırım’ın sağlıklı erkek nüfusu devam eden ikinci dünya savaşından dolayı askerde olduklarından sürgüne yollanan genel olarak kadınlar, çocuklar ve yaşlılardı. Özel yerleşimci statüsünde vatandaşlık haklarından mahrum olarak, komünist rejimi altında karın tokluğuna çalıştırılmak üzere değişik yerlerdeki kolhoz ve fabrikalara dağıtıldılar.
Bu sürgünden, Sovyetler Birliği kahramanlık madalyası sahibi Ahmet Han Sultan gibi ya da Partizan Hareketi lideri Mustafa Selimov gibi önemli insanlar ve aileleri kurtulamadığı gibi, pek çok Partizanlar ve Komünistler de yine bu sürgünden nasibini almışlardı. 1945 yılında ise kâğıt üzerinde kalan Kırım Özerk Cumhuriyeti lağv edilmiş, bölgeye çok sayıda Rus ve Ukraynalı getirilerek Slavlaştırılmıştı.
GERİ DÖNÜŞ SEFERBERLİĞİ
1970'li yıllara gelindiğinde Kırım Türkleri yeniden Kırım'a dönerek vatanlarını kazanma mücadelesi verme kararı aldılar. Ancak bu hiç de kolay olmayacaktı. Nitekim; İsmail Yazıcıyev, Zenfira Asanova ve Mustafa Cemilev (Efsâne lider Cemiloğlu) gibi işin öncülüğünü yapanlar zindanlarda zulme uğradılar.
Daha önce bir kez Kırım’a izinsiz geldiği için Kırım’da barındırılmayan Musa Mâmut, İkinci defa geldiği Kırım'dan çıkarılmaya çalışılınca 23 Haziran 1978'de üzerine benzin dökerek kendini yakmış, beş gün sonra da hayatını kaybetmişti. Bir diğer Kırım evladı İzzet Memedullayev, Kırım Türkleri içerisinde ajanlık yapması konusunda aşırı baskılara dayanamamış, “Size muhbirlik yapacağıma ölürüm daha iyi” demiş ve bir kahramanlık örneği sergileyerek hayatına son vermişti.
Kendisini bağımsız bir Kırım için vakfeden 13 Kasım 1943’te Kırım’da dünyaya gelen ve henüz altı aylık bebek iken sürgüne giden Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu ise, Kırım’a döndüğü için defalarca zindanlara atılmış, çalışma kamplarında ağır şartlarda çalıştırılmış, orada kaldığı uzun yıllar içerisinde bir ara aylar süren (303 gün) açlık grevine başlamıştı. Kırımoğlu, Moskova’nın 2.550 km. doğusunda, Astana’nın 580 km. kuzeyinde yer alan Omsk şehrindeki mahkemesinde içeriye alınmadığı için duruşma kapısında bekleyen ünlü fizikçi ve insan hakları savunucusu Nobel ödüllü Andrey Saharov’un ricası üzerine açlık grevini durdurmayı kabul etti.
Fakat buna rağmen 1970’li yıllarda Anavatan Türkiye’ye zindanda açlık grevinden öldüğü haberi geldi. Bu haber öylesine etkili olmuştu ki, yurdun birçok yerinde Cemiloğlu için Ülkü Ocakları tarafından yürüyüşler yapıldı, Sovyet Rusya Büyükelçiliği ve konsoloslukları önünde protestolar yükseldi, mevlidler okundu. O tarihlerde henüz lise öğrencisi olan bizler sanki en birinci derece yakınımızı kaybetmiş gibi çok üzülmüş, mensubu olduğumuz Ülkü Ocakları tarafından hazırlatılan "Cemiloğlu Ölmedi Kalbimizde Yaşıyor" yazan kâğıt afişleri günlerce duvarlara yapıştırmıştık.
Yine o günlerde Avrupa’da Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu tarafından Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de gazeteci-yazar Abdullah Azizoğlu’nun yazdığı 4 bölümden oluşan “Cemiloğlu” adlı oyun sergilenmiş, millî duygular zirve yapmıştı. Bu oyunun senaryosu Kırımoğlu’nun Omsk Hapishanesinde ölümüyle sonuçlanıyordu.(Şimdi Eskişehir Kırım Derneğimiz üyelerinin yazıp oynadığı “Hasret” adlı tiyatro oyunu Anadolu turnesine çıkmaya hazırlanmaktadır, tebrik ediyoruz.)
Mahkemelerde yedi kere hapse mahkûm edilerek hayatının 14 yılını hapiste ve ağır çalışma kamplarında geçiren Cemiloğlu Allah’ın inâyetiyle hayatını kaybetmemiş, kurtulduğu zindan sonrası 1989'da Kırım'a dönerek "Vatan toprağı sıcaktır insanı üşütmez" dediği üzeri naylonlarla örtülü mezar evlerde bir avuç insanla mücadelesine devam etmiş, 1991 yılında Kırım Türk’lerinin vatanlarına dönmelerine izin verilince yine bir avuç arkadaşıyla Kırım Milli Meclisini kurmuş ve Kırım Tatar Millî Kurultayını 26 Haziran 1991’de Akmescit şehrinde toplamıştı.
Millî iradelerini ortaya koymak için Kırım Türkleri, başta Kırım olmak üzere, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan, Kırgızistan, Kafkasya, Rusya, Ukrayna, Letonya, Litvanya, Tataristan ve pek çok Rus şehirlerinde demokratik seçimlerini yaparak vekillerini Akmescit’e gönderdiler.
Bu Kurultay’da, Kırım Tatarları kendi kaderlerini belirleyeceklerini ilân eden 5 maddelik “Kırım Tatarları’nın Millî Egemenlik Bildirisi”ni oybirliği ile kabûl etti. Kurultay, aynı zamanda Kırım Tatar halkının en yüksek ve yetkili tek organı olarak Kırım Tatar Millî Meclisi’ni belirledi ve onun 33 kişilik üyesini seçti. Meclis başkanlığına da Kırım Tatarları’nın Millî yol başçısı Cemiloğlu seçildi. Yetmedi, Kırım Tatar Milli Meclisi kendisine “Kırımoğlu” soyadını verdi.
1996 yılında MHP İstanbul İl Başkanı iken kendisini bir konferans vermesi için dâvet ettiğimde, vefât ettiğini zannederek afişlerini nasıl astığımızı anlatmıştım. Gülümseyerek "öldürmeyen Allah (c.c.) öldürmüyor demek ki daha vâdemiz gelmemiş" demiş ve sonra da millî duygu yüklü bir konuşma yapmıştı.
Başkanı olduğu Kırım Tatar Milli Meclisi işgâle uğrayana kadar önemli kararlar almış ve uygulamaya koymuştu. Bu kararlardan bir tânesi, kendisi fakrû zaruret içinde iken bir başka ülke Müslümanları için çıkarmış olduğu karardı. Bu ülke geçmiş dönemde önemli İlişkiler içerisinde olduğu Çeçenistan’dan başkası değildi. Alınan karar ise Rus saldırıları karşısında yetim kalan Çeçen çocuklarıyla ilgiliydi.
Kırım Tatar Milli Meclisi'nin öksüz ve yetim Çeçen çocuklarına dair kararı şöyleydi:
"Savaş toprağınıza, evlerinize, ailelerinize, pek çoğu öksüz ve yetim kalan çocuklarınıza acı dertler getirdi. Biz bu dertleri içtenlikle paylaşıyoruz. Aldığımız haberlere göre Rus Hükümeti, öksüz ve yetim çocuklarınızı, Rusya'nın iç bölgelerine götürüp, onları kendi halkınıza aykırı gelen kültür ve gelenekler içerisinde eğitmeyi planlamaktadır. Böylece Çeçenistan'ın geleceğini yok etmek istemektedir. Buna asla müsaade edilemez.
Kırım Hanlığı döneminde Kafkas halklarıyla karşılıklı olarak çocukları aileler yanına verme ve yetiştirme geleneğimiz var idi.
Günümüzde atalarımızın tesis ettiği bu güzel geleneği sürdürerek, çocuklarınızı ailelerimize almaya ve onların vatanlarına dönme imkânı oluncaya kadar, kendi evlatlarımız olarak bağrımıza basıp bakmaya ve baba evi sıcaklığı vermeye hazırız.
Kırım Tatar Milli Meclis Kararı 11 Mart 1995 - Akmescit KIRIM
Mustafa A. KIRIMOĞLU
KTMM BAŞKANI…"
Et ve tırnak misâli birbirine kenetlenmiş bir yapıda Kırım-Türkiye ilişkileri tâ Hüsameddin Bey (Sinop-Kastamonu bölgesinde Çobanoğlu Beyliğinin kurucusu) zamanında, Cenevizlilere ait kıyılara yaptığı fetihlerle başlamıştı.
Fâtih Sultân Mehmed Hân'ın 1475 yılında Kırım Hân’ının talebi üzerine Cenevizliler üzerine yaptığı seferden sonra savaşta ve barışta birlikte hareket eder olmuşuz, Yavuz Sultân Selim'in Kırım Hân'ı Mengli Giray Hân'ın kızıyla evlenmesiyle akraba olmuşuz, Sûltân Birinci Ahmed'in 1613 yılında çıkardığı fermanla da Osmanlı Tahtının direkt vârisi olmuşlar. Sûltân 1. Ahmed Fermanında, “Padişâha bir şey olur, arkasından tahta geçecek Şehzâde de yoksa zamânın Kırım Hân'ı Osmanlı tahtına oturur ve ülke yönetimini eline alır” diye belirtmişti. İşte bu fermandan sonra Kırım Hânlarının protokoldeki yeri, Padişâhla Sadrâzâmın arasındaki yer olacaktır.
İleriki tarihlerde Karadeniz’e inmek isteyen Rusların saldırıları karşısında Osmanlı Devletinin zaman zaman zayıf olduğu dönemlerde işgâllere uğradığı 1774 yılından tâ 1917 Bolşevik ihtilâline kadar, sayıları milyonları bulan miktarlarda Türkiye'ye büyük göç vermiştir.
Öyleki Osmanlı Devleti kendisini gerçek mânâda yıkıma götüren 1853-1856 Kırım Savaşını başlatmaktan kaçınmamış kendini fedâ etmiştir. Bu savaş Osmanlı Devletinin yıkılma dönemini başlatmıştır.
Kırım, göçlerle büyük oranda boşalmıştı. Yeniden geri dönüşlerle bu oran mevcut nüfusun % 13'ünün üzerine yükselmişti. Ama Kırım rüyasından, tarihin hiçbir döneminde vazgeçmeyen Rusya 2014 yılında bir kez daha Kırım'ı işgâl etti. (27 Ocak 1995'te Kırım'ın işgâliyle ilgili beyanat veren Cahar Dudayev; “Üst düzey generaller yaptıkları geniş kapsamlı plan gereği Çeçenistan'ı bitirdikten sonra Kırım'a saldıracaklar. Bunun belgeleri mevcut. Bize yaptıkları gibi aynı senaryo ile Kırım'a saldıracaklar, bunun bütün belgeleri benim elimde bulunuyor” diyerek işgâli yıllar önce haber vermişti. Biz de buradan âcizâne diyoruz ki; Rusya, kısa vâdede Moldova, orta vâdede Gürcistan ve orta-uzak vâdede Kazakistan işgâl planlarını hazırladı, tatbik için fırsat kollamaktadır.)
Bu işgâlle birlikte göçe zorlanan Kırım Türkü için belirsizlikle birlikte sıkıntılı günler de başlamış oldu. Kırım Milli Meclis Başkanı ve çok sayıda Kırım Türkü sınırdışı edildi. Milli Meclis Başkanı Abdülkerim Kırımoğlu, Ukrayna parlamentosunda milletvekili olarak Kırım'ın asıl sahipleri olan Türklere geçmesi için ilerlemiş yaşına rağmen mücâdelesine devam etmektedir.
Bu konuyla ilgili bir TV kanalı birkaç yıl önce Moskova'da bana sormuştu. Sizce Kırım Ukrayna toprağı mı yoksa Rusya toprağı mı diye. Verdiğim cevap hiç hoşlarına gitmemişti. Onlara, "Kırım ne Ukrayna, ne de Rus toprağıdır. Kırım öz be öz Türk toprağıdır" demiş, Kânuni Sultân Süleyman'ın Kırım'da Kefe Sancak Beyi olarak yaptığı görev de dâhil, Rusya Devleti ortada yokken Cenevizlilerden nasıl fethettiğimizi ve Kırım'ın kısa bir tarihini anlatmıştım.
Hoşlarına gitmeyen başlıca husus ise, Rusya'nın Kırım'ı işgâline Türkiye'nin tepkisi ve tavrı olmuştur. Bu konuda Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın her platformda ve fırsatta söylediği şu cümle önemlidir. "Kırım'ın yasa dışı ilhâkı kararını tanımadık, tanımayacağız..."
Evet, Kırım aslî sahiplerine teslim edilene kadar mucâdele eden ve edecek olan kişi, kurum, kuruluşlara başarılar diliyorum. Allah (c.c.) yâr ve yardımcımız olsun inşallah.
NOT: Bugün herkesi Kırım Sürgünün 80. Yıldönümünde Eskişehir ilimiz Ulus Meydanından saat 12.00’de başlayacak kortej yürüyüşüne ve saat 17.00’de Kırım Kültür Parkı ve Kırım Anıtı’nın açılışına bekliyoruz.
.
Çanakkale Kara Savaşları ve Enver Paşa’nın psikolojik harekâtı (2)
Halit Kanak İletişim:
Harbiye Nâzırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa Çanakkale'de yedi düvele karşı amansız bir mücadele içerisinde dünyaya meydan okurken, yurtiçinde ve İslâm Coğrafyasında da halkın moralini yüksek tutmak için psikolojik savaş vermenin de gerekli olduğunu biliyordu.
Bunun için; şu anda Beyazıt’ta İstanbul Üniversitesi’nin Rektörlük makâmı olarak kullandığı Genel Kurmay Başkanlığı binasındaki Harbiye Nâzırlığı Ana Karargâhındaki odasına, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın da şiirini okuduğu için hapis yattığı büyük düşünür ve şâir Ziya Gökalp'i çağırttırarak ondan Çanakkale cephesine götürebileceği gazeteci, yazar, şâir, ressam, bestekâr, film sanatçısı gibi kimselerden oluşacak bir liste yapmasını istemişti.
Bilindiği gibi hâlen İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Meydanına bakan ana giriş kapısının en üstünde Sûltân Abdülaziz'in Tuğrası, hemen altında Türkçe olarak T.C. İstanbul Üniversitesi, onun altında en sağda Fetih Sûresinin 1. âyeti “İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ” (Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik), orta tarafta büyük yazıda Osmanlıca olarak “DAİRE-İ UMÛR-U ASKERİYE.” (Askeriye emir dairesi) ve en solda Fetih Sûresinin 3. âyeti olan “Veyansurekallâhû nasran azîzâ” (Ve sana Allah, şanlı bir zaferle yardım eder) şeklinde hattat Mehmed Şefik Bey’in eseri yer almaktadır.
Ziya Gökalp’in en kısa zamanda hazırlayarak Enver Paşa’ya sunduğu listede; Ömer Seyfettin, Mehmet Âkif Ersoy, Orhan Seyfi Orhun, Halide Edip Adıvar, Mehmet Emin Yurdakul, Süleyman Nazif, İbrahim Âdil, Cenap Şehabettin, ressam İbrahim Çallı, Tevfik Gönensay, Behiç Koryürek, Hamdullah Suphi Tanrıöver, bestekar Ahmet Yekta Madran olmak üzere fotoğraf sanatçıları, filmciler, muhabirlerin yanı sıra, Tasvir-î Efkâr Gazetesinden Mehmet Âgâh Efendi ile Ebuzziyazâde Velid Bey, Milli Osmanlı Telgraf Ajansından Hüseyin Kâzım Efendi, Tanin Gazetesinden Uşakizâde Ali Ekrem Bey ile Dârulfünun Muallimlerinden film ve fotoğraf uzmanı Necati Bey vardır.
Mehmet Âkif, Süleyman Nazif, Cenap Şehabettin gibi isimler başka yerlerde görevli oldukları, Halide Edip Adıvar ise bayan olduğu için heyette yer almazlar. Heyet, Harbiye Nezâreti Karargâhı Teşkilât-ı Mahsûsa Umum Müdürlüğü nezdindeki görevlilerle cepheye hareket ederler. Görevleri, Enver Paşa'nın onlardan istediği yazı, fotoğraf, resim ve şiirleri günlük gazetelerde yayınlatmak yoluyla halkın moralini yüksek tutmalarını sağlamaktır.
Heyet, ramazan ayına iki gün kala 11 Temmuz 1915 Pazar günü yola koyulduklarında kendileri için özel yaptırılan hâki renkli elbiselerinin içerisinde heyecan had safhaya varmıştır. Savaşın bütün şiddeti ile devam ettiği Çanakkale Cephesine vardıklarında çadırlara yerleştikleri gecenin daha ilk sabahında nöbetçinin gür sesiyle uyanırlar:
"Düşman teyyaresiii.
Düşman teyyaresiii."
Derhal kendilerini siperlere atarlar ve o andan itibâren de savaş psikolojisini hep birlikte yaşamaya başlarlar.
Ertesi gün şâir İbrâhim Alaaddin yanlarından geçen taburdaki askerlere sorar; "Nereye gidiyorsunuz?", askerlerden biri bağırarak cevap verir "Arıburnu’na bal yapmaya". (Afrin’e giden Mehmetçik aynı soruya zırhlı aracın üzerinden "KIZILELMAYA" diye cevap vermişti.)
Askerin bu cevabı çok mânidardır ve çadırına dönen şâirin kaleminden birkaç gün içerisinde bütün Osmanlı Coğrafyasında okunacak şu mısralar dökülür:
Taşından kanlar silerek pası. Yurdu yâkut gibi mâl yapacağız, Sahilde ölürsek mavi atlası. Kumlardan türbeye şal yapacağız.
Biz Çanakkale'yi demir yürekle. Kurtarmaya geldik candan emekle. Düşmanı boğmaya yelken kürekle. Seddülbahr önünde sal yapacağız.
Zümrüt dalgaları şimdi yelkensiz. Kara sevda verir bize Akdeniz. Siyah bulut gibi akın edip biz. O mavi denizi âl yapacağız
Kıvırıp o cansız bileklerini. Kaçırtıp İngiliz köpeklerini Ürkütüp kâfirin sineklerini. Şu Arıburnu'nda BAL yapacağız.
Tabii ki bu şiir Osmanlı Coğrafyasına dağıtılan gazetelerde hemen yerini almıştır. Yetmemiş, bundan sonra her yaşanan olay kaleme alınmış, makâle olmuş ve gazete köşelerinde bir solukta okunur olmuştur. Fotoğraflar ise günlük gazetelerin baş sayfalarını süslemiştir. Diğer taraftan fırçalardan tuvallere yansıyan resimler (İbrâhim Çallı’nın “Yaralı Asker” tablosu gibi) halkın morallerini yüksek tutmaya, İslâm Coğrafyasına ümit olmaya devam etmiştir.
Psikolojik harekâtı bizzat cephede yöneten Enver Paşa bununla da kalmayıp Şehzâde Ömer Faruk gibi, Şehzâde Osman Fuad gibi Hânedan üyelerini zaman zaman cepheye dâvet ederek Mehmetçiğe moral aşılamıştır.
12 metre mesafedeki düşman siperleri karşısında kendi siperleri içinde bir sağa, bir sola ayakta gidip gelerek yerinde duramayan Enver Paşa'nın bu açık hedefteki tavrı Şehzâde Ömer Faruk Efendiyi heyecanlandırmış, cesaretine hayran bırakmıştır.
Enver Paşa'nın komutasındaki Çanakkale Savaşları, Sarıkamış harekâtından kısa bir süre sonra gelen deniz zaferiyle ve Gelibolu'daki kara savaşlarındaki başarılarla milletin yüzünü güldürmeye devam etmektedir. Aralarında Mehmed Akif'in de bulunduğu, Kuşçubaşı Eşref'in yönetimindeki bir grup Teşkilât-ı Mahsûsa mensubu, aldıkları özel bir görevle Hicaz bölgesine gelmişler, Necid çöllerinde Osmanlı Devletiyle bağları zayıflamış aşiretlerin gönüllerini yeniden ısındırmak için çalışmalar yapmaktadırlar.
Küçük grup, geldikleri son tren istasyonu El Muazzam'a da Enver Paşa'nın Çanakkale Deniz Zaferi başta olmak üzere müjdeli zaferler içeren telgrafı ellerine geçer. Birden bütün yorgunluklarını unutarak şükür secdesine giderler. İşte o gece Mehmed Âkif istasyonun arkasındaki hurmalığa çekilir ve büyük bir vecd ile Çanakkale Şehitleri anısına o muazzam şiiri yazar.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyâda eşi? En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ... Hani, tâ’ûna da züldür bu rezîl istîlâ!
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, el, ayak,
Boşanır sırtlara, vâdîlere, sağanak sağanak.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni târîhe” desem, sığmazsın…
Rabbim bu ülkeye bir daha düşman ayağı bastırmasın. Bu vesileyle Çanakkale’de görevleri başında devleşen bütün komutanlarımızı ve er oğlu erlerimizi bir kere daha rahmetle minnetle yâd ediyoruz.
Tabiî ki de KINALI KUZULARI da.
KINALI KUZULAR
Benim de memleketim olan Yozgat'ın Sarıkaya ilçesi Kanak boğazı (Bizim ailenin soyadını aldığı bölge) köylerinden biri olan Karayakup köyündeki Hatçe annemiz çok sevdiği oğlu Hasan'ın başını kınalayarak cepheye gönderir.
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan'ın Çanakkale Savaşı’nın sembol ismi Kınalı Hasan’dan bahsederken "Yozgat’ta önemli ve kökleri eskilere dayanan bir kına kültürü olduğunu bildiğini ve bunların içinde üç durumda yakılan kınanın ayrı yeri olduğunu ifade eder. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Birincisi; kurbanlık koça kına yakılır ki Hakk yoluna adandığı belli olsun diye. İkincisi; gelin olup evden çıkan kıza kına yakılır ki erine, evine, çocuklarına kurban olsun, yuvasına bağlılığının nişânesi olsun diye. Üçüncüsü de; askere giden delikanlıya kına yakılır ki gerektiğinde vatanı uğruna kurban olsun diye.
İşte Cumhurbaşkanımız’ın bahsettiği Kınalı Hasan’ın yürekleri parçalayan hikâyesi şöyledir. Yozgat-Sarıkaya-Karayakup Köyünden Hasan Çanakkale de 6. Piyade Tümeni, 1. Tabur, 2. Bölükte vatanî görevine başlar. Bölük komutanı Yüzbaşı Sırrı Bey bir gün Yozgatlı Hasan'ın başındaki Kınayı görür. Kınalı Hasan'la Komutanı Yüzbaşı Sırrı Bey arasındaki diyaloğu ve gelişmeleri Salim Dağ kardeşimiz şiire döker:
Bir gün içtima etti, Sırrı Bey askerini,
Tanımak istiyordu yeni gelen erini.
Tekmil verdi tüm alay, okudu künyesini,
Saçı kınalı bir asker çekmişti ilgisini.
Sarıkaya Karayakup’tan Hasan künyeyi saydı,
Saçının sağ tarafı baştan başa kınaydı.
Oğlum dedi Sırrı Bey senin saçın kınalı,
Boşuna değil elbet, bir anlamı olmalı.
Bilmem dedi Hasancık, anam yaktı gelirken,
Vakit yoktu sormadım, yola çıktık çok erken.
Merakıma muciptir, ben de bilmek isterim,
Annene mektup yaz da, ondan bir dinleyelim.
Yazıcıyla oturup, bir mektup pulladılar,
Sordular “Bu kına ne ?” Yozgat’a yolladılar.
“Komutanım sordu da, anlamını bilmedim,
Neden yaktın kınayı, ben cevap veremedim.
Kardeşlerime yakma, onlar mahcup olmasın,
Benim kınam kâfidir, onlar kınasız kalsın.
Saçımdaki kınanın, sebebini yazıver,
Komutanım merakta bana hemen cevap ver!”
Günler aylar geçti de Yozgat’tan ses çıkmadı,
Günlerce savaş oldu, düşman kana bıkmadı.
Bomba yağdı göklerden, dağ-taş ateşe yandı,
Aylar mart, nisan derken ağustosa dayandı.
Çadırda birkaç mektup, dikkatini çekmişti,
Alan olmamış oysa on gün önce gelmişti.
Kimin acep diyerek bir tanesini açtı,
Okudukça mektubu benzinin rengi kaçtı.
“Yiğit koçum Hasan’ım kınalı kuzum benim!
Muhtargil çok meşguldü, geç geldi yazın senin!
Kumandan baban, demek onu hayra yormuştur,
Kınan elbet işaret, onun için sormuştur!
Gelibolu tutuşup nara yandığı zaman,
Dört kardeş arasından seni seçtim ben kurban!
Kurban kınalı olur, yünü boynuzu ile,
Kınaladım ben seni, benzedin İsmail’e!
İstedim mahşer günü, o saçından bileyim,
Vatan için bir kurban, ben de verdim diyeyim!”
Yaş doldu gözlerine, okudukça ağladı,
Hatçe Ana mektupla yüreğini dağladı!
Sırrı Bey emir verdi “Hasan’ı bulun” dedi,
Okuyayım mektubu, gelsin dinlesin kendi!..
Çok geçmedi geldiler, aramaya gidenler,
On gün önce Yozgatlı, ŞEHİD olmuş dediler!
Mektubu görmeden, o Hakk’a yürümüştü!
Akşama dek dövüşüp çok düşman öldürmüştü!
Hazreti İsmail’le buluştular Cennet’te,
Bizden dua bekliyor, o şimdi ahiret’te!..
Emanet kaldı mektup, öptü koynuna soktu,
El-Ayağı kınalı kurbanlık yiğit çoktu.
Bildim dedi kınayı, kutlu ana sen sağ ol!
Mehmetçik kurban demek, cennete gider bu yol!
Bütün alay yaş döküp, Hasan’ı yâd ettiler,
Boru çaldı cenk vurdu, siperlere gittiler!...
Kınalı Hasan’ın annesi Hatçe Ana evladının şehadet haberini aldıktan sonra ardından şöyle bir ağıt yakar.
“Bir aslan büyütüp asker eyledim.
Saçları kınalı harbe yolladım.
Kuzum deyip KANAK gibi çağladım.
Çık da gel yaramı sar Enver Paşa.”
Cenâb-ı Allah (c.c.), bu aziz Millete var olduğu sürece acı ve keder yaşatmasın inşaallah.. (Çanakkale kara savaşları devam edecek)
.
Mezâr-ı Şerif’in mimarı büyük Türk Hükümdar Hüseyin Baykara’nın vefâtı (4 Mayıs 1506)
Halit Kanak İletişim:
Hüseyin Baykara, tahta geçtikten bir müddet sonra büyük âlim ve mutasavvıf Abdurrahman Câmi (Molla Câmi) Hazretlerinin dedesi Şemseddin Muhammed’in tesbit ettiği ve Belh yakınlarında bulunan Hoca Hayran köyünde (kısaca Hayr Köyü diyorlar) tamamen kaybolmuş halde bulunan Hazreti Ali keremallahûvech Efendimiz’e ait kabrin üzerine türbe yaptırmış, burada daha sonra çarşı ve hamamlarıyla yeni bir köy kurulup vakıflar tahsis edilmişti. Bu köy Hazreti Ali (r.a.) Efendimiz’in bereketiyle yıllar geçtikçe büyüyerek Mezârışerif adıyla Afganistan’ın en büyük şehirlerinden biri haline geldi.
İlk olarak Hazreti Ali’nin (r.a.) türbesi 1118-1157 yılları arasında Horasan’da hüküm süren Büyük Selçuklu Hükümdârı Sûltân Sencer tarafından 1136’da yaptırılmış; ancak Ak Hun’lara başkentlik yapan, Selçuklu büyük hükümdârı Sûltân Alparslan’ın hareket merkezi olan, ilk kâğıt imâl edilen ve Mevlâna Celaleddin Rûmî’nin memleketi Belh Şehri, 1220’de Cengiz Hân’ın bizzat yönettiği Moğol Ordusu tarafından iki kez üst üste yerle bir edilince çevredeki bütün mescit ve türbelerde tahrip edilmiş, Hazreti Ali’nin Türbesi de oldukça zarar görmüştü.
Cengiz’in istilasından sonra Belh Şehri uzun yıllar tamamen yıkılmış bir şekilde harabe olarak kaldı. Hazreti Ali (r.a.) Türbesi ise hepten ortadan kaybolmuştu. Yıllar sonra Abdurrahman Câmi (Molla Câmi) Hazretleri’nin dedesi tarafından mânevi işâretle yeri tesbit edildi. Hüseyin Baykara’nın Şeyhi ve Hocası olan Molla Câmi’nin haber vermesiyle Sûltân Hüseyin Baykara tarafından 261 yıl sonra Hazreti Ali (r.a.) Türbesi itina ile yeniden yapıldı. Hâlen ziyaret edilmektedir…
Ebû’l Gâzi lakaplı Hüseyin Baykara 1438 Haziran’ında Herat’ta Muizeddin Ömer Şeyh ile Fîrûze Begüm Mîrânşâh’ın çocukları olarak dünyaya geldi. Anne ve baba tarafından Timurlular hanedanından gelen Hüseyin Baykara, on dört yaşına kadar Herat’ta Devlethâne denen sarayda yaşadı ve burada iyi bir eğitim gördü.
1452’de başkent Herat'a hâkim olan Ebu’l Kasım Babür’ün hizmetine girenler arasında Ali Şir Nevâi’nin babası Kiçkine Bahadır da vardı. Babür Hân, Kiçkine Bahadır ile oğlu Ali Şir’i himayesine aldığı gibi, oğlunun çocukluk arkadaşı Hüseyin Baykara’yı da himayesine almıştı.
Bâbür Han, Ali Şîr’le olan münasebetini babasının ölümünden sonra da kesmemiş, 1456’da Meşhed’e giderken hem Hüseyin Baykara’yı, hem de Ali Şîr’i beraberinde götürmüştü. Fakat Bâbür Meşhed’de 1457’de vefât etti. Bunun üzerine Ali Şîr Meşhed’de kalarak tahsiline devam ederken, Hüseyin Baykara Merv’e gitmeye karar verdi. Burada Merv Hâkimi Sencer Mirza’nın kızı Bike Sultan’la evlendi.
Timur'un torununun torunu olan Ebü’l Kâsım Babür’ün 1457’de vefât etmesi üzerine 11 yaşındaki oğlu Şâh Mahmud, babasının yerine Horasan Hükümdarı olarak Herat’ta tahta geçti. Ancak birkaç hafta sonra, kuzeni İbrâhim Mirza gelerek Mahmud’u Herat’tan uzaklaştırdı. Karakoyunlu Hükümdarı Cihân Şâh da kargaşalıktan yararlanarak 28 Haziran 1458’de gelip Herat’ı işgâl etti. Ancak Akkoyunlu Hükümdârı Uzun Hasan’ın kendi yokluğunda Anadolu’daki topraklarını işgâl ettiğini duyunca geri çekildi. Semerkand Hükümdarı Ebû Said Mirza da kolayca Herat’a girerek bölgeye hâkim oldu.
Kısa bir süre sonra İbrahim ve babası Alaüddevle Mirza, Hüseyin Baykara’nın kayınbabası Merv Hâkimi Sencer Mirza ile Horasan Tahtını ele geçirmek üzere anlaşarak Ebû Said Mirza’nın üzerine yürüdüler. Fakat 1459’un Mart’ında Serahs’ta yapılan meydan muharebesini kaybettiler. İbrahim ve babası savaş meydanından kaçarken, Sûltân Sencer Mirza idam edildi.
Sûltân Sencer Mirza’nın Ebû Said Mirza tarafından idam edilmesi üzerine damadı Hüseyin Baykara sahneye çıktı. Hedefinde Herat’ta tahta çıkıp oturmak bölgeye Hâkim olarak Horasan’daki kargaşalıklara son vermek vardı. Bunun için hazırlıklarını sürdürdü.
Hüseyin Baykara önce Herat’ta oturan Ebû Said Mirza’nın Muhammet Ali Bahşi komutasındaki üç bin kişilik ordusunu bir punduna getirip elindeki küçük bir kuvvetle dağıttı. Daha sonra üzerine gönderilen Sogdlu Said bin Hüseyin’i bozdu. Ardından 1461’de Mahmut Mirza’yı yenerek Hazar’ın 35 km. güneydoğusunda bulunan Esterâbâd ve yöresini ele geçirdi.
1464’te yürüdüğü Turşiz’de, Emir Muhammed Ali Yahşi’nin kuvvetlerini dağıttı. Yetmedi aynı yıl Horasan'a bir baştan bir başa hâkim oldu. Beklediği fırsatı 1468 yılında Ebû Said Mirza’nın Akkoyunluların üzerine yürümesi üzerine 4 yıl sonra yakaladı. Ebû Said Mirza, Uzun Hasan’la Karabağ yakınlarında yaptığı savaşı kaybederek esir düşmesi ve bir müddet sonrada öldürülmesi üzerine 1469 Mart’ında Herat şehrine girdi ve Horasan tahtına oturdu.
Bu arada aynı yıl Şahruh’un oğlu Baysungur’un torunu Yadigâr Muhammet Mirza’nın Türkmenlerden kurduğu büyük bir kuvvetle Esterâbâd üzerine yürüdüğünü haber alınca hızla hareket etti ve Derbend-i Şahan’da yolunu keserek ordusunu dağıttı. 1470’te yeniden kuvvet toplayarak bu kez de çılgınca bir düşünceyle Herat’a yürüyen Yâdigâr Muhammed’i fena bir şekilde bozguna uğrattı ve bölgede tam hâkimiyeti sağladı. Böylece Timur’un torunları arasındaki taht kavgalarına son verdi. Herat’ı başşehir yaptı.
Bundan sonra 36 yıl sürecek Herat uygarlığı olarak anılacak olan saadetli yıllar başlamış oldu. Hüseyin Baykara’nın döneminde, hâkim olduğu yerlerde sulh ve sükûn hüküm sürdüğü gibi, başkent Herat’da bir kültür merkezi durumuna geldi ve ünü bütün dünyaya yayıldı.
Timurlu soyunun son büyük hükümdârı olan Hüseyin Baykara’nın ilk yaptığı işlerden biri Herat’taki sarayını bir bilim yuvası hâline getirmek, döneminin önde gelen âlimleri ve sanatçılarını koruma altına almak olmuştu. O’nun zamanında yalnızca Herat’ta öğrenim gören öğrenci sayısı on iki bin kişiyi bulmuştu.
Öyle ki, can dostu olan Ali Şir Nevâi bir süre sonra Sûltân’ın divan beyi ve nedîmi oldu. Hükümdardan sonra idârede söz ve en büyük nüfuz onundu. Ali Şir Nevâî’ye büyük bir saygı duyan Hüseyin Baykara 1490’da yayınladığı bir fermanla herkesin bu büyük şâire hürmet etmesini emretti. Ali Şîr Nevâî manzum ve mensur eserleriyle sadece Çağatay edebiyatının değil bütün Türk edebiyatının önde gelen isimlerindendi.
Başta Hüseyin Baykara’nın çocukluk arkadaşı ve baş veziri Ali Şir Nevâi olmak üzere, “Tezkiretü’ş-Şûâra”nın yazarı ve tezkire sahibi Devletşâh, ünlü tarihçiler Mirhant ile Handemir, meşhûr minyatürcü Behzat, Süheylî, Hâtifî, Hilâlî ve pek çok hattat, bilgin, sanatçı ve şâirler Herat’taki Devlethâne’yi âdeta Bilimler Akademisine çevirmişlerdi. Zâten Hüseyin Baykara, Hüseynî mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler de yazıyordu. Hüseyin Baykara değerli bir şair, aynı zamanda bir bilgin, besteleri olan bir mûsikişinas, seçkin bir hattattı.
Yazdığı Divan’ındaki gazellerin hepsini remel vezniyle yazmış, böylece Türk Edebiyatı’na ayrı bir özellik katmıştır. (Yeni Türk edebiyatında da remel vezni önemini korumuş, özellikle Mehmed Âkif Ersoy ile Muallim Nâci’nin en çok kullandıkları bahir olmuştur.) Heyecanlı, çekici ifadeler, tasvir güzelliği, canlı bir söylemi vardır. Dili çok güzel kullanmış ve Türkçe bir divânın sahibi olan şâir hükümdâr şiirlerinde yabancı sözcüklere hemen hemen hiç yer vermemiştir.
Hüseyin Baykara, Muhâkemetü'l-Lügateyn adlı ünlü eserin sahibi Ali Şir Nevâi ile Türkçe’nin devlet ve edebiyat dili olması için çalışmış, Türkçe yazmayı emreden ferman çıkarmıştır. Hatta bununla da yetinmeyerek, ağır devlet sorumluluğunun yanı sıra âşık biri olarak Türk şive ve ağızlarına sahip çıkmıştır. Ali Şir Nevaî, Baykara için Türk şivelerini en iyi bilenlerden birisidir demiştir.
Dolayısıyla Hüseyin Bayakara’nın en büyük hizmeti Türk dilini ve kültürünü koruması olmuştur. Onun zamanında Çağatay Türk Edebiyatı altın devrini yaşamış ve Türkçeye olan itibar artmıştır. Hüseyin Baykara bununla kalmamış, tarihte “Baykara Meclisleri” olarak anılan edebî ve bilimsel toplantılara yer vererek bilim ve sanata ne kadar değer verdiğini göstermiştir.
Hüseyin Baykara’nın Osmanlı Sûltânı II. Bâyezid tarafından hatırının çokça sayıldığı da bilinmektedir. Hatta şâir Behişti mahlaslı Ahmed Sinan Çelebi’nin, Hüseyin Baykara’nın ricâsı üzerine II. Bâyezid Hân tarafından affedildiğini yine Osmanlı şûarâ tezkireleri kaydetmektedir. Olay şöyle olmuştur. Gelibolulu Ali’nin “vaz'-ı nâ-şâyeste” sebebiyle dediği, yâni hakkında hukuki ve cezai işlem yapılacağını peşinen kabûl ederek söylediği olumsuz sözler ve davranışlar üzerine Ahmed Sinan Çelebi ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve bir başka Türk ülkesine Hüseyin Baykara’nın yanına gitmiştir.
Orada Hüseyin Baykara ile birlikte Molla Câmî, Alî Şîr Nevâî gibi devrin önde gelen şahsiyetleriyle tanışmış, onların hizmetinde bulunmuş, özellikle Hüseyin Baykara’nın ricası üzerine Sultân II. Bâyezîd tarafından affedilerek İstanbul’a dönmüş ve sancakbeyi olmuştu.
Fakat ömür tükenmektedir. Her fâni gibi Hüseyin Baykara’da ömrünün sonunun yaklaştığını önce Şeyhi ve büyük âlim Ubeydullah Ahrâr Hazretlerinin Halife’si ve “Nefâhat’ül Üns Min Hazerâtil Kudüs” adlı eserin yazarı Abdurrahman Câmi Hazretleri’ni 1492 yılında kaybetmesiyle anlamıştır.
Abdurrahman Câmî Hazretleri sadece Mâverâünnehir ve Horasan’da tanınmakla kalmamış, Hindistan’dan Balkanlar’a kadar uzanan geniş bir alanda Sûltânların, âlimlerin ve şâirlerin saygısını kazanmıştır. Fâtih Sultan Mehmed bile Molla Câmî’yi hacdan dönerken İstanbul’a davet etmek için Hoca Atâullah Kirmânî’yi 5000 altın hediye ile Halep’e göndermiş, Kirmânî varmadan az önce Molla Câmî oradan ayrılmış olduğundan eli boş dönmüştür.
Fâtih ikinci defa yine değerli hediyelerle Molla Câmî’ye bir elçi gönderip ondan kelâmcılar, felsefeciler ve mutasavvıfların görüşlerini mukayese eden bir eser yazmasını istemiş, bunun üzerine Molla Câmi “Ed-Dürretü’l Fâhire” adlı eserini kaleme almış, ancak eser kendisine sunulmak üzere gönderildiğinde Fâtih vefât etmiştir.
Abdurrahman Câmî Hazretleri işte o Hac dönüşünde 8 Ocak 1474 tarihinde Herat’a yerleşti. Burada Sultan Hüseyin Baykara’nın kendisi için yaptırdığı medresede Arap dili ve edebiyatı, hadis ve tefsir dersleri okuttu. 9 Kasım 1492 Cuma günü Herat’ta vefât etti. Cenazesi, başta Hüseyin Baykara ve Ali Şîr Nevâî olmak üzere devrin bütün ileri gelenlerinin iştirakiyle kaldırıldı, ilk şeyhi Sa‘deddîn-i Kâşgarî’nin kabrinin yanına defnedildi.
Sonra can dostu, sırdaşı Ali Şir Nevâi 31 Aralık 1500’de Hüseyin Baykara’yı Esterâbâd dönüşünde karşılayıp hoş geldin dediği sırada yere yıkıldı. Herat’a getirildikten üç gün sonra 3 Ocak 1501’de O’da vefât etti. Kudsiyye Camii yanında kendisinin yaptırdığı türbeye defnedildi.
Nihayet kendisini bilim ve kültüre veren Sûltân Hüseyin Baykara’da, otuz altı yıl boyunca saltanat sürdükten sonra 1506 yılının 4 Mayıs’ında ülkesini rahatsız eden Özbekler üzerine sefere çıktığı bir anda vefât etti. Sağlığında Herat’ta hazırlattığı Kubbe-i Âliyye’ye defnedildi. Mekânı cennet olsun…
Ancak çok geçmeden Şeyban Hân’ın komutasındaki Özbekler saldırılarını Herat’a kadar artırdılar ve Hüseyin Baykara’nın yerine geçen oğlu Sultân Bediüzzaman Mirza’yı tahtından kovdular. Safevî’lere Şâh İsmâil’in yanına sığınan Bediüzzeman Mirza’yı, Çaldıran Zaferinden sonra Safevîlerin taht şehri Tebriz’e giren Yavuz Sultân Selim Hân O’nu esaretten kurtarmış, yanına alarak İstanbul’a getirmişti.
Babası Hüseyin Baykara’nın İslâm Âlimlerini gözetip kollaması hatırına Yavuz, Ankara Savaşını ve dedesi Timur’un yaptıklarını dillendirmeden son Timurlu Devleti Hükümdârını bir baba şefkatiyle İmparator gibi ağırlamış misafir etmişti. Fakat Bediüzzeman Mirza 12 Ağustos 1515 tarihinde 46 yaşında vefât etti. Yavuz bütün defin işleriyle yakından ilgilendi ve büyük bir cenâze merâsimiyle Eyüpsultân'a defnedilmesini sağladı.
Böylece Ankara Savaşı’nda Osmanlı-Türk Devletini tarihe gömmek isteyen Timur’un kurduğu Timur İmparatorluğu’nun son Hükümdârı Yavuz’un kollarında vefât ederken, Timur İmparatorluğu Ankara Savaşı’ndan 112 yıl, 11 ay, 8 gün sonra yine Türkiye topraklarında tarihe gömülmüş oldu… Rabbim Devletimizden ve Din-i Mübin için çalışan bütün ecdatlarımızdan razı olsun.
.
25 Nisan 1915 Çanakkale Kara Savaşları (1)
Halit Kanak İletişim:
18 Mart 1915’te donanması kesin bir şekilde mağlup edilen düşman, bu bozguna rağmen yenilgiye doymamıştı. İngiltere Savaş Kabinesi, Çanakkale deniz savaşında ağır hezimete uğrayan Churchill’in muhalefetine rağmen Çanakkale’de 25 Nisan’da kara harekâtı başlatılmasına karar verdi.
Bunun üzerine Enver Paşa kara savaşları için Çanakkale’yi savunmak üzere 28 Mart’ta 5. Orduyu kurarak komutanlığına Alman Generali Liman von Sanders’i, 5. Ordu Kurmay Başkanlığına Kâzım İnanç’ı, 5. Ordu Harekât Şûbe Müdürlüğüne Mümtaz Aktay’ı, 5. Ordu Komutan Emir Subaylığına ise Ekrem Rüştü Akömer’i getirdi.
Ayrıca Çanakkale'de Kuzey Saha Komutanlığına 3. Kolordu Komutanı Esat Bulkat Paşayı, Güney Saha Komutanlığına Mehmet Vehip Paşayı görevlendirdi. Diğer generaller bu iki paşanın emir komutasında olacaktı, hatırı sayılır bir sayıya sahip olan albay ve yarbaylar da generallerle çalışacaktı.
Düşman kuvvetlerine ise; 18 Mart faciasını Phaeton adlı savaş gemisinden an be an seyreden ve günlüğüne: “Beceriksiz diplomatların telkinleriyle sanıldı ki Gordion’un kördüğümü misali yaşlı Türk Devleti bıçakla kesilmiş gibi ikiye bölünüp dağılacak” diye not düşen İngiliz General Sör lan Hamilton kara savaşlarına komuta edecekti.
Düşman önceden duyurduğu gibi 25 Nisan 1915 tarihinde sabahın erken saatlerinde Seddülbahir Bölgesinde tesbit ettiği beş plaj bölgesine; Pınariçi Koyu, İkiz Koyu, Tekke Koyu, Ertuğrul Koyu ve Morto Koyu doğusunda Eski Hisarlık Tepe önündeki sahil’e donanma ateşi desteğiyle 10 tabur askerle aynı anda çıkartma yapmaya başladı. Düşmanın çıkartma yaptığı bölgeleri ise sadece 26. Alayın 3. Taburu savunmaktaydı. Buna rağmen 10 kat fazla düşmana geçit vermedi.
Yarbay Hâfız Kadri’nin Komutasındaki 26. Alay’ın 3. Tabur’unun başında bulunan daha sonra Doğu Cephesi, Galiçya ve Filistin Cephelerinde yararlılıklar gösterecek olan Şam’lı Binbaşı Mahmut Sabri Bey 32 saat boyunca düşmana cehennemi yaşattı. 7000 kişi ile çıkartma yapan düşman, Fransız Tugay Komutanı General Napier’den başka 3’ü tabur komutanı 6000 ölü bıraktı. Düşmandan sağ kalan 1000 kadarı ise denize sadece 10 metrelik mesafede tâbiri câizse kafalarını kuma gömerek kıyıya tutunabildi.
Diğer taraftan Ertuğrul koyuna çıkarma yapan düşman, savaş gemilerinden attığı 4.650 top mermisiyle dövdüğü hâkim sırtlardaki Türk savunmasını çözemedi, üstelik askerlerimizin yoğun atışlarıyla çıkarma yapan düşman kuvvetlerine o kadar çok zayiat verdirildi ki, İngiliz gözlem uçağı pilotu Samphson Ertuğrul Koyu’nun kırmızıya büründüğünü rapor etmişti.
Aynı gün idâresindeki Alay’ı ile takviyeye gelen 25. Alay Komutanı Yarbay Mehmet İrfan Durukan’la birlikte gece yapılan taarruzla Seddülbahir - Zığındere’ye çıkan düşman tugayı, Türk topraklarına ayak bastığına pişman ettirilerek geri püskürtüldü. Üstelik yeri göğü inleten tekbir sesleriyle Mehmetçiğin saldırıları gece boyunca devam etti. Geceyi yırtan gökgürültüsünü andıran çatışmalarda düşman tamamen denize döküldü. Plaj temizlenmişti. Fakat Ertuğrul Koyu ile Eskihisarlık ve Teke Koyu kıyılarından düşman sökülemedi…
Arıburnu Muharebeleri ise, yine 25 Nisan’da düşmanın Avustralya’dan devşirip getirdiği Anzak Kolordusu’nun Conkbayırı ile Kocaçimen mevzileri üzerinden Gelibolu’nun en dar yerinde kontrolü sağlamak amacıyla yaptığı çıkarma ile başladı.
Böylece, düşmanın Seddülbahir Bölgesinden Alçıtepe üzerinden gelecek başka birliklerle Eceabat’ta birleşerek Gelibolu Yarımadasını ele geçirme planı 25 Nisan sabahı 04.30’da Kabatepe kuzeyinde sarp bir koya Anzak Kolordusundan 1 tümenin çıkarma yapmasıyla fiilen başlamış oldu.
Sarp bir koya çıkarma yapılma ihtimali zayıf olduğu için burada sadece 27. Alayımızın bir bölüğü vardı ve düşmanı karşıladı. Ancak düşman, zayıf ateş karşısında rahatça ilerleyerek 07.00 gibi Conkbayırı’nın güney yamaçlarına ki Düz Tepe’ye kolayca ulaştı. Direnen bölüğümüz tamamen erimişti.
Saat 08.00’de bağlı olduğu 9. Tümen Komutanı Albay Halil Sami Bey’den taarruz izni alan 9. Tümenin 27. Alay Komutanı Yarbay Mehmet Şefik Aker Bey ilerlemesini sürdürerek Kanlısırt’a kadar gelen düşmanın güneyine olanca gücüyle taarruza geçti. 27. Alay’ın canını dişine takmış bu hücumu çok sert başlamıştı.
Ancak, ordumuzun ihtiyatı olan 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Atatürk kuzey yönden de taarruz yapılmazsa düşmanın durdurulmasının zor olacağını gördü ve Emir Subayı Abbas Kâzım’ı göndererek 19. Tümen Kurmay Başkanı Binbaşı İzzettin Çalışlar ile üç Kurmay Başkan Yardımcısı Üsteğmenler Vahit, Hayri ve Rıfkı Beyleri hemen karargâh çadırına çağırdı. Yaptığı kısa müzâkere neticesinde inisiyatif kullanarak müdâhale kararı aldı. Derhal kendisine bağlı Hüseyin Avni Komutasındaki 57. Alayı sıcak çatışma bölgesine sürerek düşmanın kuzeyine taarruz emri verdi. 57. Alayın kahramanca taarruzu düşmanı durdurmaya yetti.
Bu yerinde bir karardı. Eğer Mustafa Kemal taarruz için Ordu Komutanından gelecek izni beklese dakikaların önemli olduğu nâzik durumda belki de geç kalınacak, böylece durdurulamayan düşman hâkim tepeler Conkbayır ve Kocaçimeni ele geçirerek boğaz yolunu açmış olacağı gibi düşmanı karşılayan Seddülbahir’de ki ordumuz kuzeyden kuşatılmış olacaktı.
Bu durum, Atatürk’ün 19. Tümeni’nin bağlı olduğu 3. Kolordu Komutanı Esat Bülkat Paşa’nın gözünden kaçmamış, Kurmay Başkanı Fahrettin Altay ve Harekât Şûbe Müdürü Ohrili Kemal Beylerle yaptığı fikir birliği ile Mustafa Kemal Bey’in ihtiyat kuvvetlerinden çıkartılarak muharip kuvvetlere dâhil edilmesini kararlaştırmışlar, Harbiye Nâzırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa bunu saatler içerisinde hemen onaylamış, yetmemiş yarbaylıktan albaylığa terfi ettirilmesi emrini vermiş (1 Haziran’da yeni rütbesini takacaktır) oda yetmemiş başta 27. Alay olmak üzere çevredeki pek çok muharip gücün kendisine bağlanması emrini vermişti.
Mustafa Kemal Atatürk, başta 27. Alay olmak üzere kendisine bağlanan yeni muharip güçlerle 5 bin kişilik kuvvete ulaşmış, aldığı emir gereği saat 16.00’da da taarruza geçmiş, kendisinden üç kat fazla düşmanı püskürtmeyi başarmıştı. 15 bin kişilik düşman kuvveti bu taarruz karşısında yoğun donanma ateşi desteği ile kıyıda ancak tutunabilmişti. Mustafa Kemal durmadı taarruzlara gecede devam etti. Bu durum İngiliz Kolordu Komutanını telaşlandırdı. Askerini tekrar gemilere almak istedi. Ancak daha fazla zayiat veririz endişesiyle vazgeçti. Zâten yeni destek istemişti.
Ertesi gün 26 Nisan’dı. Yeni takviyelerle güçlendirilen Mustafa Kemal’in 19. Tümenine 27 Nisan günü taarruzla düşmanı denize dökme emri verildi. Mehmet Şefik Bey’in 27, Yarbay Ahmet Şevki Bey’in 33, Binbaşı Hüseyin Avni Bey’in 57, Binbaşı Mehmet Servet Bey’in 64, Binbaşı Mehmet Münir Bey’in 72 ve Binbaşı Saip Bey’in 77. Alay’larından oluşan 19. Tümen’e 39. Topçu Alayımız’da Binbaşı Halit Gâlip Bey’in komutasında destek verecekti.
Sabah saatlerinde başlayan Türk Taarruzu büyük bir azimle gece geç saatlere kadar aralıksız sürdü. Çok şiddetli cehennemî çatışmalar yaşandı. Gözüpek kahramanlarımız aslanlar gibi saldırdı. Ancak Seddülbahir’den 4 tabur Anzak askeri takviyesi alan düşman, saatte 1.420 top mermisi atan donanmasının şiddetli atış desteği ile kıyıda tutunabildi.
Bu taarruzda binlerce askerimizle birlikte 33. Alayın çok değerli komutanı Yarbay Ahmet Şefki Bey de şehit oldu. Yerine geçmesi gereken 33. Alayın Tabur komutanlarından 1. Tabur Komutanı Binbaşı Faik Bey’in de şehit olduğu öğrenilince, 2. Tabur Komutanı Binbaşı Rüştü Bey Alay Komutanı oldu. 3. Tabur Komutanı Binbaşı Besim Bey’de yaralanmıştı.
1 Mayıs’ta Başkomutanlık ve 5. Ordu Komutanlığı karargâhı, düşman Gelibolu’ya iyice yerleşmeden denize dökülmesi gerektiğini söyleyerek 12 Alayımızla Arıburnu Bölgesinden, 5 Alayımız ile Seddülbahir’den taarruza geçilme emri verdi. Sayıları 18 bini bulan 12 Alayımız 1 Mayıs sabahı büyük bir şevkle taarruza geçti.
Karşısında bulunan 25 bin kişilik Anzak Ordusu önce çok zor anlar yaşadıysa da düşman savaş gemilerinin ateş desteği ile mevzilerini muhafaza ettiler. Üstelik sağ kanadımıza karşı taarruza geçtiler. Fakat çok çabuk püskürtüldüler. Yine aynı gün düşmanın Lâlebaba ve Kabatepe’ye yaptıkları çıkarma girişimi de yoğun ateşimiz karşısında bir netice vermedi.
1915’in 1 Mayıs’ını, 2 Mayıs’a bağlayan gece saat 22.00 sularında Albay Halil Sami İdaresindeki 9. Tümenimiz sağdan, Albay Ali Remzi Alçıtepe’nin idaresindeki 7. Tümenimiz soldan sadece süngü hücumu yaparak taarruza geçti. Hedefte düşmanı denize dökmek vardı. Düşmana 2.700 zayiat verdirmemize rağmen muvaffak olunamadı. Üstelik İngilizlerin karşı taarruzuyla 3000 kadar şehit verdik.
6 Mayıs saat 11.30’da düşman bölgeye sürdüğü 1 Avusturya Tugayı, 1 de Yeni Zelanda Tugayıyla güçlendirdiği mevzilerden 5 Tümen ve 1 Tugayla Alçı Tepeyi ele geçirmek için taarruz başlattı. Savunmamızı 7. ve 9. Tümenlerimiz yapmakta idi. Akşama kadar devam eden şiddetli düşman taarruzları, Albaylarımız Halil Sami ve Ali Remzi Alçıtepe (Alçıtepe muharebelerinden sonra bu soyadı almıştır) Beylerin yerinde mükemmel kararları ve karşı taarruzları ile püskürtüldüğü gibi, düşmana 7000 zayiat verdirilmiş, ihtiyatta ki Albay Mehmet Şükrü Sagun’nun 15. Tümenine iş düşmemişti bile.
Ayrıca Başkomutan Vekili Enver Paşa (Başkomutan Sûltân Mehmed Reşad), cepheyi İstanbul’dan gönderilecek taze bir tümenle takviye edebileceğini Mayıs ayı başında ordu karargâhına bildirmişti.
Bu arada beklenmedik bir şey oldu cephedeki Genel Karargâh’ta 5. Ordu Komutanı Mareşal Liman Paşa’nın Enver Paşa’ya gönderdiği raporda cephedeki vaziyeti çok iyimser şekilde anlatması ve takviyelerle gerçekleştirilecek bir taarruzun başarısına dair güvence vermesi üzerine, 5. Ordu Kurmay Başkanı Yarbay Kazım İnanç Bey, ordu komutanını atlayarak Enver Paşa’ya yazdığı mektupta Liman Paşa’nın yazdıklarıyla uyuşmayan ifadeler kullanmıştı.
Enver Paşa’ya bir başka mektupta 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Atatürk’ten gelmiştir. Atatürk mektubunda Enver Paşa’ya Alman komutanları ve Liman Paşa’nın savunma düzeni ile komuta sistemini eleştirerek; “Bizzat buraya teşrif eder, vaziyet-i umûmiyemizin icabâtına göre bizzat sevk ve idâre etmenizi arzu etmekteyiz..” şeklinde arzusunu dile getirerek Enver Paşa’dan bizzat komutayı ele almasını istiyordu.
Bunun üzerine 11 Mayıs günü Başkomutan Vekili Enver Paşa, durumu kendi gözleriyle görmek üzere cepheye geldi ve muharebe alanlarında gözlemde bulundu. Enver Paşa’nın cepheye gelmesi üzerine telaşlanan Liman Paşa, 15 Mayıs günü yanındaki Alman subayı Binbaşı Rayman aracılığıyla gizlice taarruz taraftarı olduğunu düşündüğü Mustafa Kemal Bey’e taarruzun başarısını garanti edip edemeyeceğini sordu. Mustafa Kemal Atatürk, başarı garantisi vermemekle birlikte, gerekli hazırlıklar yapılarak zaman kaybetmeksizin taarruz edilmesi gerektiği ancak bu kararın daha yüksek komuta kademesine ait olduğu cevabını vermişti.
Zâten Enver Paşa da bu minval üzerine hareket ederek 5. Ordu Komutanlığı’na Arıburnu Cephesi’nde Esat Paşa Komutasındaki Kuzey Grubu’nun gerçekleştireceği genel bir taarruz yapılmasını isteyen emrini verdi. Kuzey Grubu Komutanlığı Emrinde; Teşkilât-ı Mahsûsa Liderlerinden Süleyman Askerî’nin kardeşi 2. Tümen Komutanı Hasan Askerî, 5. Tümen Komutanı Yarbay Hasan Basri Somel, 16. Tümen Komutanı Albay Rüştü Sakarya ve 19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal Atatürk bulunuyordu. (Devam edecek)
20 Nisan 571 Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’in dünyaya teşrifleri
Halit Kanak İletişim:
Bir öğlen sonrası 44 yaşındaki Mekke Şehrinin Reisi Haşim’in oğlu Abdülmuttalip Kâbe’nin Hicr Bölgesinde (Kâbe’nin de içi sayılan yarım daire ile çevrilmiş duvarın iç tarafı, Sûltân 1. Ahmed’in yaptırdığı altınoluğun altı) âdeti gereği çektirdiği gölgeliğinin altında kısa uykusuna yatmıştı. Gördüğü rüyânın etkisiyle uyandı.
Rüyâsında bir zât, “Kalk Tayyibe’yi kaz” demişti. “Tayyibe nedir?” diye sorsa da cevap alamamış zât kaybolup gitmişti. Ertesi gün yattığı öğle uykusuna gelen aynı zât bu kez de “Kalk Berre’yi kaz” diye seslendi. Abdülmuttalip yine, “Berre nedir?” diye sormuş, o zat yine cevap vermeden kaybolmuştu.
Abdülmuttalip, kendisine bir işaret verildiğini düşünerek ertesi gün aynı yerde yattığı öğle uykusunda aynı kişi yine gelerek, “Kalk Maznûne’yi kaz” dedi. Abdülmuttalip yine “Mednûne nedir?” diye sorduysa da o zat cevap vermeden kayboldu.
Ertesi gün Abdülmuttalip sabah erkenden başladığı günlük işlerini toparlamış, yine âdeti üzere Hicr Bölgesine gelerek kısa öğle uykusuna yatmıştı. Aynı kişi yine rüyâsında gözüktü ve yine emir kipi ile “Kalk Zemzemi kaz” diye seslendi. Abdülmuttalip tekrâren sordu: “Zemzem nedir ve nerededir?” Bunun üzerine o zât, “Zemzem dibine erişilemeyen bir sudur ki, sonsuza dek hiç kesilmez... Kesilen kurbanların kanlarının akıtıldığı yerdedir. Alaca bir karga gelip orayı gagalar ve orada birde karınca yuvası vardır” diye cevap verir.
Abdülmuttalip heyecanla uyanır, insanların adak kurbanlarını kestiği yere doğru yürür. Ataları İbrâhim ve İsmâil’den kalma bir su kuyusunun varlığı hep konuşulmuş, Abdülmuttalip de zaman zaman “Acaba o suyu bulabilir miyim diye aklından hep geçirmişti.” O anda bir karga gelerek önüne konar ve yeri gagalamaya başlar. Biraz daha yaklaşınca karınca yuvasını da görür. Kendisine söylenen yeri bulmuştur. Ertesi gün, Âmir b. Sa‘saa kabilesinden Safiyye bint Cündeb’le yaptığı evlilikten doğan tek oğlu Hâris’i yanına alarak yeri kazar ve zemzem kuyusunun yuvarlak olarak örülmüş ağızını bulur.
Bu arada olayı duyan bütün Kureyş halkı da toplanmıştır. İçlerinden Adiyy b. Nevfel; bu suyun bütün Kureyş’in ortak malı olduğunu, çünkü bu kuyunun herkesin babası İsmâil’e ait olduğunu dolayısıyla bu suya kendilerini de ortak etmelerini ister. Ancak Abdülmuttalip; bu suyun kendisine bahşedildiğini ve bugüne kadar kimsenin bulamadığını söyleyerek keskin bir şekilde reddeder.
Bunun üzerine Adiyy, “Sen tek oğlunla bu kadar suyu ne yapabilirsin” diye sesini yükseltir. Aynı ses tonu ve kararlılıkta Abdülmuttalip’ten gelir: “Sen beni kimsesizlikle mi suçluyorsun, bugün yoktur ama yarın olmayacağını kim söyleyebilir. Allah benim etrafımı, vereceği bir sürü evlatla bir anda doldurabilir. Eğer Allah bana 10 erkek evlat verirse hepinizin huzurunda söylüyorum bir tanesini burada kurban edeceğim” der.
Fakat bir taraftan da Kureyş’in kendisini rahat bırakmayacağını düşünür. Ertesi gün kazıyı durduran Abdülmuttalip, suyun sahibinin kesin şekilde belirlenmesi için kendilerinin belirleyeceği hakeme gitme teklifini Kureyşlilere götürür. Kureyş’in ileri gelenleri bu teklife şaşırsalar da hoşlarıma gider ve teklifi kabûl ederler. Hakem olarak da Şam’da oturan Sa’d bin Hüzeym’in ismini verirler.
Adaletine güvendikleri Sa’d’ın konunun dışında biri olması sebebiyle en iyi hakem olacağını söyleyen Kureyş’in teklifini Abdülmuttalip tereddütsüz kabûl edince yola çıkılır. Kureyş topluluğuyla birlikte Şam yolunu yarıladıklarında Abdülmuttalib’in suyu biter. Çöl’ün ortasında susuz kalmak ölümle eş değerdir.
Beraber yolculuk yaptıkları Kureyş kâfilesinden yardım ister. Kureyşliler, “Suyumuz ancak bize yeter, doğrusu biz de susuz kalmak istemeyiz” diyerek talebi reddederler. Çölün ortasında su aramak, aransa bile bulmak beyhûde bir şeydir. Buna rağmen Abdülmuttalip çaresizce su aramaya çıkar. Zemzem’i Abdülmuttalib’e bulduran Allah, Kâinat’ın Efendisinin nûrunu alnında taşıyan Abdülmuttalib’i bir kez daha suya kavuşturur.
Su ümidiyle indiği küçük vadide ilerlerken devesinin ayağı bir taşa takılır. Yerinden oynayan taşın altından su sızdığını gören Abdülmuttalip devesinden inerek kılıcıyla yeri deşelemeye başlar. Deşeledikçe su çoğalır. Derhal kâfilenin yanına dönen Abdülmuttalip, “Gelin gelin herkese ve develerinize yetecek kadar su buldum” diye seslenir.
Kana kana içtikleri suyun başından ayrılmadan mahcup Kureyşliler, “Ey Abdülmuttalip senin bu cömertliğin karşısında hakeme gitmemize gerek kalmadı. Kâbe’deki kuyuyu kazabilir ve çıkanı da istediğin gibi tasarruf edebilirsin” derler.
Bunun üzerine Mekke’ye dönen Abdülmuttalip Cürhümlüler’in Mekke’yi terk ederken kapattıkları Zemzem Kuyusu’nun yeniden kazmaya başlar.
(Hz. İbrâhim’in karısı Hâcer Vâlidemiz ile oğlu İsmâil’in (Aleyhisselam) Mekke’de bulunduğu sırada, buldukları zemzem nedeniyle Yemen’den gelerek buraya yerleşen Cürhümlüler’in arasında büyüyen Hz. İsmâil onların ileri gelenlerinden birinin kızıyla evlenmişti. Böylece Kâbe’nin idaresi Hz. İsmâil’den bir nesil sonra Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmâil’in tebliğ ettiği dini kabul eden Cürhümlüler daha sonra sapıklığa düşerek her türlü ahlâksızlığı yapmaya başladılar. Hazreti İsmail’in babası İbrâhim ile birlikte yeniden inşâ ettikleri Kâbe’yi ziyâret için Mekke’ye gelenlere de işkence ettiler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk onları burun kanaması illeti musallat ederek bir kısmını helâk etmiş, kalanlar da; Kur’ân-ı Kerîm’de, Sebe halkının cezalandırıldığı bildirilen büyük sel baskını sırasında yıkılan set, baraj dolayısıyla bu bölgeye gelen Huzâa ve Kinâne oğulları’nın Mekke’ye saldırmasıyla yenilgiye uğrayarak şehri terk etmek zorunda kalmıştı. İşte bu Cürhümlüler, giderken Hacerülesved’i yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem Kuyusu’nu kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra tekrar ilk yurtları olan Yemen tarafına gittiler. Bir rivayete göre burada bir sel âfetine uğrayarak helâk oldular. Gerçekten de daha sonraki dönemlerde Cürhümlüler’e rastlanmamıştır.)
Kuyu kazıldıkça içinden Cürhümlüler’in kuyuyu doldurmak için içine attıkları kıymetli eşyalar da çıkıyordu. Çıkan bu malları Abdülmuttalip bir kenara koymuş, sonra da Kureyş ileri gelenlerini çağırarak kura ile paylaşımını yapmıştı. Nihayet; Şebbâa, Mürviye, Nâfia, Âfiye, Meymûne, Berre, Maznûne, Kâfiye, Mu‘zibe, Şîfâu Sukm, Taâmu Tu‘m, Hezmetü Cibrîl gibi sayısız isimleri olan ve Efendimiz’in Mi‘rac gecesinde göğsünün yarılarak kalbinin çıkarılıp yıkandığı Zemzem’e Abdülmuttalib tamamen sahip olmuş ve Zemzem Suyunu Ataları İbrâhim ile İsmâil Aleyhisselamlar gibi Kâbe’yi ziyarete gelenlere ikram ederek hizmetini devam ettirmişti. Çünkü Hz. İbrâhim’den beri Kâbe’yi ziyaret için Mekke’ye gelenler Allah’ın misafiri kabûl ediliyordu. Aslında bu lütuf Kâinatın Efendisine sunulan bir nimetti. O’nun (s.a.v.) gelişine bir hazırlıktı.
Abdülmuttalip kapanan bu kuyuyu bulmadan önce Kâbe’yi ziyaret edenlerin su ihtiyacı halktan toplanan yardımlarla karşılanıyordu. Daha sonra sikāye görevini bunu bir itibar ve şeref vesilesi olarak gören zenginlerle Mekke ve Kâbe’nin yönetiminde etkin olan kabile reisleri üstlenmiş, bu görevi Hz. Peygamber’in dördüncü kuşaktan dedesi Kusay b. Kilâb kurumsallaştırmıştır. Torunlarından Abdülmuttalip bu görevi yeniden bulduğu Zemzem Suyu ile devam ettirmiştir.
Bizim de kapanmadan önce 1998 yılı başında Ravaklar tarafından merdivenle inerek ziyâret ettiğimiz ve sıra sıra dizili musluklarından abdest aldığımız Zemzem Kuyusu günümüzde, ilki ağızdan itibaren 12,80 m. ikincisi kayalar içine oyulmuş haliyle 17,20 m. uzunluğunda iki bölümden meydana gelir, toplam derinliği 30 metredir.
9. yüzyıldan itibaren bilinen kayıtlara göre 1,5 ile 2,5 m. aralığında değişen kuyunun çapı, örülmemiş ve kaya içinde kazılmış olan yerinde bir insanın içine girip çalışmasına yetecek genişliktedir. Zemzemin biri Hacerülesved, diğeri Ebûkubeys dağı ve Safâ tepesi, bir diğeri Merve tepesi hizasından 13 m. aşağıdan çıkıp kuyuyu besleyen üç kaynağı bulunmaktadır.
(Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) Ashâbına bol bol zemzem içmelerini ve memleketlerine götürmelerini tavsiye etmiş, bizzat kendisi de Mekke’den Medine’ye sık sık zemzem getirtmiştir.)
Aylar ayları, yıllar yılları kovaladı Cenâb-ı Hâk Abdülmuttalib’e kızların dışında, 9 erkek evlat daha verdi. Böylece 10 erkek evlâda kavuşan Abdülmuttalip sözü gereği birisini kurban etmesi gerekiyordu. Evlatlarını toplayarak durumu anlattı. Hepsi tereddütsüz kabul ettiler.
Kurban edilecek evlat, geleneklere göre kur’a ile tesbit edilecekti. Abdülmuttalip bütün evlatlarından üzerlerine isimlerini yazdırdığı birer adet oku alarak Kâbe’ye geldi. Toplanan halkın önünde okları kur’a memuruna verdi. Bir tarafta elinde bıçakla bekleyen Abdülmuttalip, diğer tarafta 10 erkek evlat ve meraklı Mekke Halkı’nın önünde kur’a memuru görevi gereği halkın heyecanlı bakışları arasında oklardan bir tanesini çekti ve yüksek sesle okudu. “Abdullah.”
Herkes âdeta şok olmuştu. Abdülmuttalib’in sekizinci oğlu Abdullah herkesin sevgilisi konumunda biriydi. Çünkü o doğduğunda babası Abdülmuttalib’in alnındaki nûr kaybolmuş, yeni doğan Abdullah’ta belirmişti. İşte bundan dolayı herkesin sevip saydığı o nûrlu çocuk kurban edilecekti.
Bütün Kureyş’in karşı çakması Abdülmuttalib’i kararından vazgeçiremedi. Vâdini yerine getirecek Abdullah’ı kurban edecekti. Son kez Abdullah’ın dayısı Abdullah b. Muğire ortaya atıldı. “Ey Abdülmuttalip” dedi. “Vallahi sen onu kurban edemezsin, bunun için gerekirse bütün mallarımızı vermeye hazırız.”
Onun bu kararlı çıkışı aslında Abdülmuttalib’i de ümitlendirmişti. Heyecanla sordu: “Çözüm.”
Bu soruya başka bir heyecanlı ses cevap verdi. “Ey Abdülmuttalip, Abdullah’ı al Şam’a götür. Orada bilgin bir kadın var. Doğudan batıdan her kim gitse derdine bir çözüm buluyor. Seni de, bizi de üzüntüden kurtaracak bir çözüm mutlakâ bulacaktır. Eğer bulamazsa o zaman sen de vâdini yerine getirirsin” dedi.
Abdülmuttalip son bir ümitle yola koyuldu. Medine’ye geldiklerinde o kadının Hayber’de olduğu haberini aldı. Doğruca yanına giderek durumu anlattı. Konuyu dinleyen kadın sordu: “Sizde kan dâvâlarında bir insan için verilen diyet nedir?” Abdülmuttalip cevap verdi: “10 devedir.” Kadın devam etti: “O halde 10 deve hazırlayıp kur’a çektiğiniz yere gidin. Develer ve çocuk için kur’a çekin. Kur’ada develer çıkarsa develeri kurban edin. Çocuk çıkarsa 10 deve daha koyun kur’ayı yenileyin. Tâ ki develer çıkana kadar devam edin.”
Abdülmuttalip aradığı cevabı bulmuştu. Hızla Mekke’ye döndü. Sahne yeniden hazırlandı. Farklı olarak sahnede develer vardı. Kur’a memuru ilk kur’ayı çekti… Yüksek sesle okudu: “Ab-dul-lah.”…Develerin sayısı 20’ye çıkartılarak yapılan çekimde yine Abdullah vardı. 30-40-50 develerin sayısı artıyor ama kur’ada hep Abdullah çıkıyordu.
Nihayet deve sayısı 100’ü bulduğunda kur’a develere çıktı. Herkes rahatlamıştı. Ancak Abdülmuttalip son kur’a yı üç kere tekrarlatmadan kalbinin mutmâin olmayacağını söyleyince kur’alar tekrarlandı. Sonradan çekilen iki kur’a da develere çıktı. Tedirgin bekleyiş develerin kesilmesiyle ziyâfete dönmüştü.
(Efendimiz (s.a.v.) bu olay üzerine ileriki yıllarda Atası İsmail ve babası Abdullah’ı kastederek; “Ben iki kurbanlık babanın oğluyum” buyuracaktır.)
Kurban edilmekten kurtulan Abdullah, serpilip 24 yaşına bastığında Abdülmuttalip her evlâdı gibi Abdullah’ı da evlendirmek istedi. Hep denk birini arıyordu. Nihayet aradığını buldu. Bu, Ben-i Zühre Kabilesinin Reisi Vehb b. Abd-i Menaf’ın kızı Âmine’den başkası değildi. Teklif yapmak için gittiğinde şaşırtıcı bir cevapla karşılaştı.
Vehb, Abdülmuttalib’e şunları söylüyordu: Ey amcamoğlu biz bunu biliyorduk. Rüyamda dedemiz İbrâhim Aleyhisselam’ı gördüm. Bana Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah ile kızın Âmine’nin nikâhlarını kıydım sen de kabûl et diye buyurdu. Âmine’nin annesi de rüyâsında evimize bir nûr girdiğini ve yeri göğü tuttuğunu görmüştü.”
Her şey apaçık ortada idi. Söylenecek bir söz kalmamıştı. Kısa zamanda düğünleri yapılarak Efendimiz’i dünyaya getirecek mutlu aile yuvası kurulmuş oldu. Bu evlilikle birlikte “Nübüvvet Nûru” artık Abdullah’tan Âmine annemize geçmiştir ve Efendimiz’e hâmile olduğunun ilk günlerinde bir rüyâ görür. Rüyâda kendisine: “Ey Âmine. Sen bu Ümmetin Efendisine hâmilesin. Dünyâyı şereflendirdiği zaman: ‘Hasetçinin şerrinden O’nu tek olan Allâh’a havâle ederim’ diye duâ et ve O’na MUHAMMED ismini ver!” diye seslenildiğini işitir.
(Bunun için de Allâh Resûlü Sallallahu aleyhi vesellem: “Ben, Ceddim İbrâhim’in duâsı, kardeşim İsâ’nın müjdesi ve annemin rüyasıyım” buyuracaktır.)
Kutlu doğumun beklenildiği aylarda iki önemli hadise yaşanır. Birincisi, Efendimiz’in doğumundan 55 gün önce cereyan eden Kâbe’nin yıkılma tehlikesidir ki, “Fil Vakâsı” olarak bilinir. İkincisi ise Efendimiz’in mübârek babaları Abdullah’ın ticâret için gittiği Şam dönüşü Medine’de hastalanarak kutlu doğumdan iki ay önce vefât etmesi ve Neccar Oğullarından Nabiğa’nın evinin avlusuna defnedilme hadiseleridir. (Annesi Selma Hanım Neccar Oğullarından Amr’ın kızı idi.)
Bu vefât olayında Hazreti Âmine’nin;
“Artık Mekke’nin Betha Kolu Haşim Oğullarından boş kaldı. Haşim Oğullarının şânından mahrum kalacak artık…” Diye devam eden şiirinden anlaşılacağı gibi bütün Mekke üzülmüştür.
O AN…
Takvimler 571 senesinin 20 Nisan’ını gösteriyordu. Kameri aylardan Rebiülevvel Ayının 12. gecesi. Günlerden pazartesi seher vaktiydi. Hazreti Âmine’nin yanında ebelik vazifesini de yapan Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtûn, Abdülmuttalib’in kız kardeşi Safiyye Hâtûn ile Osman b. Ebû’l Âs’ın annesi Fâtıma Hâtûn bulunuyordu.
Gökyüzünde bir kuş heyecanla kanat çırparak aşk ile uzun bir çığlık attı. Yeryüzü ve gökyüzündeki bütün kuşlar aynı anda ona vecd ile cevap verdiler. Bu bir müjde idi.
Âmine annemizin kendi anlatımıyla beyaz bir kuş Hazreti Âmine’nin yanına konarak kanadıyla sırtını sıvazladı. Bir anda yüreğindeki bütün korku ve endişeler kayboldu. Bu arada kendisine beyaz bir kâse içinde bir şerbet sundular. Şerbeti başına bir dikişte içtiğinde ortalığı bir nûr kapladı. Karanlıklar nûrla yırtıldı ve Kâinatın Efendisi Mekke’de mütevâzı evlerinde göbeği kesilmiş ve sünnetli bir şekilde dünyaya teşrif ettiler.
Kutlu doğum; Cebrail Aleyhisselam’ın Rabbinden aldığı emirle saliseler içerinde Mekke’ye indikten kısa zaman sonra gerçekleşmişti.
O gece pek çok hârikûlâde haller yaşandı. Yahudiler son Peygamber’in kendilerinden çıkmadığını öğrenince kudurdular. Peygamber Efendimiz’in Sallallahu aleyhi vesellem kendisine ve kendisinden sonra gelecek ümmetine savaş açacaklarına dâir yeminler ettiler. Yeminlerine sâdık kalan Yahudiler yüzünden yeryüzünde hiçbir zaman kan ve gözyaşı dinmemiş hâlâ devam etmektedir.
Efendimiz’in dedeleri Abdülmuttalip seksen iki yaşında Mekke’de vefât etti ve Hacûn Kabristanına (Cennetü’l-Muallâ) büyük dedesi Kusayy’ın kabri yanına defnedildi. Mekke halkı dükkânlarını günlerce açmayarak mâtem tutmuştu. İslâm âlimleri, Abdülmuttalib’in özellikle tevhid inancına sahip bir kişi olduğunu beyân ederler.
Zâten Efendimiz’in (s.a.v.) baba ve dedeleri Âdem aleyhisselamdan beri hep mümin kimselerdi. Bu durum Kur’ân-ı kerîm’de açıkça belirtilerek meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” (Şu’arâ sûresi: 219) buyrulmaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri bu âyet-i kerîmeyi tefsir ederken, Peygamberimizin bütün ana ve babalarının, mümin olduğunu bildirmişlerdir.
Efendimiz ile ilgili yeryüzünde yazılan şiir, naat, gazel, ilâhi, kaside gibi övgülerin yüzde 80’i Türkler tarafından yazılmıştır. Bunlardan önemli bir isim Süleyman Çelebi’dir. Cihânda bütün zerrelerin bu ulvî teşrîf karşısındaki sevinç ifâdelerini mısrâlarında şöyle dile getirir:
Merhabâ ey âlî sultân merhabâ!
Merhabâ ey kân-ı irfân merhabâ!
Merhabâ ey sırr-ı Furkân merhabâ!
Merhabâ ey derde dermân merhabâ!
Merhabâ ey Rahmeten li’l-âlemîn!
Merhabâ Sen’sin Şefîu’l-müznibîn!..
Allah-û Teâlâ, kıyâmete kadar devam edecek bütün insanlığa Rahmet Peygamberi olarak gönderilen Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz’in şefaatlerine bizleri nâil eylesin, Cennet-i Âlâ’da Sancağı Şerifleri altında buluştursun inşaallah…
.
Resûlullah aşkıyla yaşanan 100 bahtiyar yıl. Gönüller Sûltânı Şeyh Zekeriya Buhâri Hz. (Vefât 10 Nisan 2005)
Halit Kanak İletişim:
El Ârifi Billâh Şeyh Muhammed Zekeriyya El Buhâri, Medine-i Münevvere'de ikâmet eden bir “ALLAH DOSTU” idi. Fergana/Margilan’lı olduğu halde Türkistan’lı olmasından dolayı kendisi Medine’de Buhâri olarak bilinirdi. Hacc'a, umreye giden Türkiye’den ziyaretçilerin ziyâretgâhı olan evinde herkese rahmet vesilesi olur, duâlarını esirgemezdi. “Bütün hamdler Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Güzel âkıbet ise takvâ sahiplerine aittir” diye başladığı duâsına Selât-ü Selâmla devam eder sonra Âyet-i Kerîmeler ve Hadis-i Şerifelerden düzenlediği duâlarla tamamlardı.
Her cuma günü pişittirip dağıttığı Buhâra Pilavı ikramı ise herkesin dilindeydi. Medine-i Münevvere’de Cennet’ül Bâki Kabristanında Resûlüllah Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’e komşu olarak medfûn bulunan Şeyh Muhammed Zekeriyya Efendi’nin Allah-û Teâlâ makâmını Âli eylesin. Himmetleri hepimizin üzerine olsun inşaallah.
Şeyh Muhammed Zekeriyya Hazretleri, Özbekistan’ın doğusunda bulunan Kırgızistan sınırına yakın Fergana İli’nin hemen yanıbaşındaki Margilan Şehrine bağlı Demkul köyünde 1905 yolunda dünyaya gelir. Dedesi ve babası tasavvuf ehli bir zattı. Okul çağına gelince köylerine en yakın medreseye gönderilir. Ancak yaya olarak dört saatlik bir yolu vardır. Zekeriyya Efendi 20 yaşına gelene kadar her gün ilim öğrenme azmi ile o yolu sabah akşam kateder, hiç şikâyet etmez. Gün gelir, ailesi ile birlikte çok genç yaşta intisap ettikleri 10 km. mesâfede bulunan Nakşibendi Şeyhi İskender Efendi’nin telkiniyle kendi köyünde imamlığa başlar.
Fakat bu arada Türkistan’da önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Komünist Rusya bölgeyi işgâl etmiştir. Her ne kadar Enver Paşa’nın gelerek bizzat teşkilatlandırdığı “Basmacı Hareketi” Nakşibendi ve Yesevî dervişleriyle komünist Rus ordusuna karşı yer yer sert direniş göstermiş olsalar da bu durum 5-6 yıl sürmüş, nihayet 1928’de Özbekistan’daki Fergana vadisi tamamıyla komünist rejimin pençesine düşmüştür.
Komünist rejim dine şiddetle karşıdır ve medreseleri kapatır. Ulemânın bir kısmını katleder, bir kısmını hapse atarlar, bir kısmını da sürgüne gönderler. Medreseli İmâm Zekeriyya Efendi ise köse olduğu için ergen gibi gözükmektedir. Dolayısıyla hapis yerine kolhozlarda çalıştırmak üzere Semerkand’a pamuk tarlalarına sevkederler.
Ancak Muhammed Zekeriyya Efendinin babası bu yıllarda vefât eder. Artık annesi Raziye Hanımla tek başına kalmıştır. Stalin’in baskısıyla ülkesindeki durumlar ise hiçte içaçıcı değildir. İslâm’ın neredeyse yaşanılamaz hale gelmesi anne-oğlu hicrete zorlar. Zâten Fergana vadisindeki dindar insanların çoğu Ceyhun nehri üzerinden Afganistan’a hicret etmişlerdir. Onlarda aynı yoldan Güney Türkistan’a yâni Afganistan’a hicret etmeye karar verirler.
Ancak bu çok da kolay olmaz. Bu işi yapan insan kaçakçıları ile el altından yüklü bir paraya anlaşırlar. Vakit tamam olunca saklana saklana buluşma yerine gelirler. Kaçakçıların nehri geçirmek için kullandıkları sal şişirilmiş keçi tulumlarından yapılmıştır. Besmele ile binerler. O bölgede oldukça geniş akan Ceyhun Nehri üzerinde yola çıktıklarında saatler gece yarısını çoktan geçmiştir.
Nehir boyunca Rus sınır muhafızları projektörlerle nehri taramakta, nehir üzerinde gördükleri her cisme ateş açmaktadırlar. Muhammed Zekeriyya Efendi ile annesinin bindiği sal projektörlere yakalanmaz, ancak aşırı yüklü sal ağırlığa dayanamaz ve Afganistan sahillerine yakın bir yerde alabora olur. Tam bir can pazarı yaşanmaktadır.
Allah’tan suya düştükleri yer derin değildir. Buna rağmen can kayıpları olur. Sımsıkı kavradığı annesini bırakmayan Zekeriyya Efendi annesiyle birlikte yürüyerek sudan çıkarlar. Yaptıkları şükür secdesinden sonra Belh Şehrine doğru giderler. Yol üzerinde Beyduda köyüne geldiklerinde Ehl-i Beyt’ten olan Seyyid Sıddık Hân’ı ziyâret ederler. Sıddık Han genç Zekeriyya Efendinin ilmine hayran olur ve onları bırakmaz.
Burada kaldıkları süre içerisinde Muhammed Zekeriyya Efendi Sıddık Han’ın çocuklarını okutur, camide müezzinlik yapar. Fakat annesi hacca gitmek için yanıp tutuşmaktadır. Zekeriyya Efendi annesine hacca götürmek için söz verir. Ve annesinin bu isteğini yerine getirmek için iki sene müddetle şehirden tenekelerle gazyağı getirip Türk köylerinde satmaya başlar.
Belirli bir para biriktirdiğinde de bir hac kâfilesine rastlar. Yaptıkları anlaşma ile kafileye dâhil olurlar. Karaçi Limanından bindikleri gemi ile Cidde’ye, oradan da Mekke’ye geçerek hac farizasını yerine getirirler.
Buda kolay olmaz. Çünkü anne ayaklarından rahatsızlanmıştır. Muhammed Zekeriyya Efendi; annesini sırtına alarak tavafını yaptırır. Beytullah’a gidip gelirken de, annesini sırtında taşımaktadır. O yıl Mekke-i Mükerreme’de kalırlar ve bir yıl sonra bir Hacc daha yaparak, akabinde hayatlarının sonuna kadar kalacakları Medine-i Münevvere’ye Ravza’ya kavuşmuşlardır.
Zekeriyya Efendi önce, Ravza’nın bitişiğinden başlayan sokaklarla birbirine bağlanan sıra sıra evlerden bir tanesini kiralayarak annesi ile buraya yerleşir. Burası, Cennetü’l-Bâkî ile Mescid-i Nebevî arasında yer alan Şâri’-i Rumîye denilen küçük bir mahalledir. Sonrada rızk sebeblerine yapışarak nafakalarını temin etmek için Harem-i Şerif yakınında Sûk-ı Ayniyye denilen ecdattan kalma Osmanlı yapısı çarşıda küçük bir dükkân kiralar ve tezgâhında sergilediği hediyelik eşyalarla birlikte, her insana gerekli olan makas, tırnak çakısı gibi ufak-tefek eşyalar satar. Ayrıca Özbekistan’da iken öğrendiği orada çok yaygın olan porselen çay takımlarının tamir etme işini Medine’de de kırık porselen, fincan, tabak gibi eşyaların tamirini yaparak devam ettirir.
Sabah namazından sonra açtığı dükkanında mensubu bulunduğu Nakşibendi yolunun kurucusu Şâh-ı Nakşibendî Hazretlerinin “Halvet der encümen” şeklinde öğrettiği zâhirde halk ile kalben Hak ile beraber olarak, eli işte gönlü Allah’ı zikrederek, Nûr Sûresi 37. Âyet-i Kerîme’de buyurulan; “O erler ki, ne ticâret ne de alış veriş onları Allah’ı zikretmekten, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyabilir. Onlar, kalplerin halden hâle girip alt üst olacağı ve gözlerin dehşetten donakalacağı bir günden korkarlar” meâlindeki âyete mutâbaat yaparak öğleye kadar çalışır.
Öğle ile ikindi arası istirahat eder ve annesi ile ilgilenirdi. Zâten annesini üzer endişesi ile kimseyle evlenmediği gibi aklından dâhi geçirmemişti. İkindi namazına yakın Mescid-i Nebevî’ye gelir ibâdetle meşgûl olurdu. 15 yıl sonra annesi vefât edince dükkanı devreder. Bu kez de evinin bazı odalarını Hacc mevsiminde ve umre için gelenlere kiralamağa başlar ve vaktini memleketinde yarım kalan dini tahsiline Harem-i Şerif’te yapılan Kur’an, hadis, tefsir, siyer-i nebi, hesap, fıkıh gibi derslerin yapıldığı ilim halkalarına devam ederek tamamlar.
Ayrıca, Fergana’da başladığı Nakşibendi Tarikâtında ki seyr ü sülûkunu da burada bitirir ve büyük mânevi makamlara ulaşır. O artık vefâtına kadar devam edecek yol gösterici bir mürşid-i kâmil olarak irşada başlamıştır. Günler geçtikçe, dünyanın her tarafından O’nun mânevî hallerine vâkıf olan Allah Dostları’nın, ehlûllah’ın, evliyânın, âlimlerin ziyaret ettiği biri hâline gelir. Türkiye’den hiç ziyâretçileri eksik olmaz. Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi, Musa Topbaş Hocaefendi, Mahmud Ustaosmanoğlu Hocaefendi gibi Allah Dostları bunların başında gelir.
Bunlardan biri vardırki Muhammed Zekeriyya Hazretleriyle Ravza-ı Mutahhara’daki Ashâb-ı Suffa’da her dâim beraber oldukları âcizâne bizlerinde zaman zaman ziyâret ederek istifâde etmeye çalıştığı Medineli Hacı Mustafa (Bağrıaçık) Efendi’dir. Muhammed Zekeriyya Hazretlerinin 100 yıllık ömrünün ilerleyen zamanlarında hizmetini de yapan Medineli Hacı Mustafa Efendi (Efendi Baba) o günlere ait hatıralarını fırsat buldukça anlatmaktadır. Ruhumuzun derinliklerini etkileyen bu sohbetler karşısında taaccübe düşsek de büyük bir zevkle dinlemeye hâlen devam ediyoruz.
Şeyh Muhammed Zekeriyya Bûhârî Hazretleri kendisini edeble ziyâret eden büyük mürşitlere, ilerleyen zaman içerisinde üzerindeki bütün mânevî makâmları kendisine devredeceği Medineli Hacı Mustafa Efendi’yi işaret ederek her seferinde “Buna dikkat edin, duâsını almaya çalışın bugüne kadar hiç bir duâsı geri dönmemiştir, Allah kendisini ayrı seviyor” demek sûretiyle Efendi Baba’san sitâyişle bahseder.
Sevenleri tarafından Efendi Baba olarak hürmetle tâ’zim edilen bu mübârek Peygamber aşığı Allah dostu, Şeyh Zekeriyya Hazretlerine mutabât olsun diye bu Ramazan-ı Şerif’te olduğu gibi, her Ramazan Ayında Medine-i Münevvere’de fakir-fukarâya, garip-gurâbaya mükemmel sofralar açmaya devam etmektedir. Yine O’nun yaptığı gibi zaman zaman onlarca davar kestirerek fakirlere dağıttırmaktadır. Allah-û Teâlâ makamlarını âli eylesin, bizleri de şefaatlerine nâil eylesin inşaallah.
ŞEYH ZEKERİYYA HZ.’LERİNİN VEFÂTI
Şeyh Zekeriyya Hazretleri vefâtından 5 ay önceki son Ramazan Ayında (15 Ekim-13 Kasım 2004) isteği üzerine son ikâmet ettiği ve Ravza’ya yaklaşık 900 metre mesâfede bulunan hânesinden kendisine büyük bir şevkle hizmet eden Afganistanlı Abdurrahman Efendi tarafından tekerlekli sandalyeyle Mescid-i Nebevî’ye getirilerek namazlarını Mescid-i Nebevî’de Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in huzurunda cemaatle kılmış. Bu durum, hastalığının gittikçe ağırlaştığı son ânına kadar böyle devam etmiş.
Bu arada ziyâretler kısa kısa da olsa devam etmiş, 21 Ocak 2005 tarihindeki kurban bayramı sonrası yoğunlaşarak hac farizâsını yerine getiren hacılar tarafından ziyâret akınına uğramıştı. Fakat Şeyh Zekeriyya Hazretleri hastadır. Vücut bâzı şeyleri artık kaldıramaz duruma gelmiştir. Hastalığı önce safra kesesi rahatsızlığı ile baş göstermiş, safra kesesi ameliyatla alınınca biraz rahatlamış, ancak kısa bir süre sonra rahatsızlığı yeniden nüksedince hastaneye kaldırılmış. Bu arada 100 yaşına girmiştir ve yaşı gereği artık çalışır-çalışamaz durumda olan bâzı iç organlarından yeniden ameliyatlar geçirir. O, ağrılarının şiddetle devam ettiği bu günlerde dâhi namaz vakitlerini sormuş, yattığı yerden namazlarını edâ etmiş, salavat ve zikrullahı hiç bırakmamıştır.
9 Nisan 2005 Cumartesi gece yarısı birden uyanır, gâyet iyi gözükmektedir. Önce az bir şeyler de olsa iştahla yer. Sonra yanındakilerle şakalaşır ve Rasûlullah’ın (s.a.v.) doğduğu ay olan Rebiülevvel’in girip girmediğini sorar. “Yarın Rebiülevvel başlıyor Efendim” cevabını alınca çok sevinir. Ardından Fecr Sûresinin son dört âyetini okur. Meâli şöyledir:
27. Ey kâmil bir imân ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!
28. Sen O’ndan râzı, O da senden râzı olarak Rabbine dön!
29.Dürüst ve samimi kullarımın arasına katıl!
30. Cennetime gir!
Ertesi gün 10 Nisan’dır. Rebiülevvel Ayının birinci günüdür. Bilinci kapalı gibi dururken saat 10.00 sularında Şeyh Muhammed Zekeriyya Hazretleri yine birden bire gözlerini açar, etrafındakilere son kez bakar ve tebessüm ederek iki kere “Rabbî”, “Rabbî” diyerek emânetini teslim eder ve Rabbine yürür.
Hastaneden çıkartılan mübârek bedeni 50 kg.’ın altındadır. Hoten Ribatı denilen yere getirilerek gasledilip, kefenlenir. Aynı gün ikindi namazına yakın çok sevdiği Allah Resûlü’nün huzurundadır ve namaza müteâkip kılınan cenâze namazından sonra annesinin de medfun bulunduğu Cennet’ül Bâki’de toprağa verilir.
O’ndan geriye; Türkiye, Irak, Suriye, Mısır, Tunus, Cezayir, Türkistan ve Hicaz bölgesi olmak üzere dünyanın her tarafında ki sevenleri ile bütün mânevî emânetlerini devrettiği Medineli Seyyid Mustafa Bağrıaçık Efendi (Efendi Baba) kalır.
ŞEYH ZEKERİYYA HZ.’LERİNDEN KISA NOTLAR
Şey Muhammed Zekeriyya Hazretleri, kendisini Resûlullah’a vakfettiğinin bir işâreti olan şu yazıyı kapısına astırmıştı. “Madem ruhum cesedindedir, o müddetçe benim kapım Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) misafirlerine açıktır.”
O’nun Resûlullah sevgisi başta bütün Mekke, Medine ehlinin kendisini sevmesine vesile olduğu gibi, dünyada sayısız sevenleri vardı ve hiç misafiri eksik olmazdı.
Şeyh Muhammed Zekeriya Efendi, son derece cömertti. Eline avucuna ne geçerse ikinci bir Cum’a geçmeden onları fakirlere dağıtırdı. Sofrasından eksik olmayan misafirlere ikram etmeyi, yemek yedirmeyi, onlara bol ikramda bulunmayı çok sever ve “Misafire ikramda israf olmaz” buyururdu. Öğle veya akşam yemeği vakti yaklaştığı sırada izin isteyen misafirleri ne kadar kalabalık olursa olsun, yemek yedirmeden gitmelerine izin vermezdi.
Bir lokma yememiştir ki ikincisini ve üçüncüsünü yanındakilere ikram etmemiş olsun. Misafirler sofradan kalkmadan onlara “Hepinizi yarın da buraya yemeğe bekliyorum inşaallah” derdi. Mübârek Efendi Baba’nın (k.s.) aynı sünnetleri yaptığına şahit oluyoruz.
Her cuma günü, onlarca insana ellerine vererek okutturduğu cüzlerden oluşan hatimlerle ve Türkiye’den getirttiği zeytinyağı ile hazırlattığı ve kimi zikrine katılmak, kimi fıkıh ve hadis derslerine iştirak etmek, kimi de dünyevi-uhrevî konularda danışmak, duâ almak için gelen ziyâretçilerine ikram ettiği hatimli Türkistan pilavını hiç aksatmazdı.
Bir de kendisini ziyarete gelenler bâzen kendi aralarında dünya kelâmı konuşmağa başladıklarında hemen kendilerine bir tesbih uzatarak Salavât-ı Şerife veya Kelime-i Tevhid çekmelerini isterdi. Elini öpmek isteyenlere el öptürmek istemez, çok ısrar eden olursa da gönlünü kırmamak için el verirler bâzen de hep bükülü olan dizlerinden öperlerdi.
Şeyh Muhammed Zekeriyya Hazretleri Türkiye sevdalısıydı. Teheccüd namazlarında gözyaşlarıyla Türkiye’nin huzuru, ümmetin mutluluğu, refahı ve kurtuluşu için duâ ederdi.. Türklerin yeniden İslâm’ın Bayraktarı olarak cihâna hâkim olmasını çok arzu ediyordu. (Arzusu yerine geliyor inşaallah.) Türkiye’deki gelişmeleri takip eder, Türkiye’den gelen misafirlerden güzel Türkiye Türkçesiyle haber almaya çalışırdı.
Muhammed Zekeriya Efendi’nin en önemli özelliği Sünnet-i Resûlüllah’a uymadaki hassasiyetiydi. Bu özelliğinden dolayı Allah-û Teâlâ hep yardım ediyordu. Bir keresinde teheccüd namazına kalktığı sırada düşmüş, bacak kemiği, kalça kemiğinin birleştiği yerden kırılmıştı. Sevdiği doktorlar büyük bir heyecanla kendisini ameliyata almak istedilerse de kabûl etmedi. Herkes üzülmüştü çünkü bu işin sonu genellikle yaşlılarda vefâtla sonuçlanırdı.
O sıkıntılı günlerde, Şeyh Muhammed Zekeriya Hazretleri bir gece uyanır, refakatçisine seslenerek, “Haydi kalk şifâ buldum” der. “Validem beni rüyamda ziyaret etti ve kırılan yerimi sıvazladı Allah’ın izniyle iyileştim” diye ayağa kalkar. Sabah mübâreği ayakta gören doktorlar şaşırıp kalırlar.
Bir keresinde de Ahmet Ünlü (cübbeli) Hocaefendi geldiği Medine-i Münevvere’de Muhammed Zekeriyya Hazretlerini ziyâret etmeden dükkanın birinden annesi için elbiselik kumaş almak ister. Fakat 100 Riyal eksiği kalınca istediği kumaşı alamaz. Ziyâret esnasında Şeyh Muhammed Zekeriyya kendisine 100 Riyal verir ve “Annene kumaş alırsın” der.
Cumartesi günleri bazen sünnet gereği Kuba Mescidi’ne gider; bazen de Şühedâ-i Uhud’u ziyaret ederdi. Güvendiği Hâfız Abdulşekûr’e vasiyet ederek, cenazesinin gasli, kefenleyeceklere ve kabrini kazacaklara verilecek ücret olmak üzere arasına bir miktar para koyduğu kefen bezini zaman zaman zemzem suyu ile yıkardı.
Yatsı namazına müteakip yine sünnet gereği istirahate çekilir ve artık ziyaretçi kabûl etmezdi. Gecenin son üçte birinde, gece yarısını bir müddet geçtikten sonra teheccüd namazı için kalkar 12 rekât teheccüd namazı kılar, ardından Salâvat-ı İbrahimiyye, Delâilü’l-Hayrât, Evrad-ı Fethiyye gibi virdlerini okur, yüreği yanık vaziyette Kubbe-i Hadra’ya yönelerek duâ ederdi.
Sabah namazından iki saat önce Rasûlullah’ın (s.a.v.) mescidine intikal eder; sabah namazı kılındıktan sonra da güneş doğuncaya dek orada zikir, ibadet ve gözlüksüz Kur’an-ı Kerim okurdu. Güneş doğduktan sonra işrak namazını eda eder, duhâ namazını da Mescid-i Nebevî’de kıldıktan sonra bazen Cennetü’l-Baki’i ziyaret ederdi.
Ardından da evine geçip sabah kahvaltısını yapardı. Müteakiben öğle namazından bir saat evveline kadar, bu minval üzere, vaktini değerlendirir ve bir saatlik bir istirahat yapar, öğle namazı sonrası haftada bir tamamladığı Kur’an-ı Kerîm hatmine devam ederdi.
Genellikle ikindi vaktinden önce Mescid-i Nebevî’ye geri döner; ancak yatsıdan sonra çıkardı. Oruçlu değilse ikinci yemeğini ikindi sonrası veya akşam sonrası yer, bu arada ziyaretçilerini de kabûl ederdi. Son nefesine kadar böylece örnek bir hayat yaşadı. Allahu Teâlâ bizleri şefaatlerine nâil eylesin inşaallah.
.
6 Nisan 1326 Bursa’nın Fethi ve Osmanlı Türk Devletinin doğuşu
Halit Kanak İletişim:
Bursa, lakâbı Fahreddin olan Osmanlı Devletinin kurucusu cennet mekân Osman Bey’in ezelden hedefinde olan bir şehirdi. Ancak öncelikle yol üzerinde İnegöl’ü düşürmek gerekiyordu. 1285’de İnegöl Tekfuru Nikola ile yapılan muharebede Osman Bey yeğeni Bay Hoca Bey’i şehit vermesine rağmen netice alamadı.
İki yıl sonra Domaniç’e kadar sokulma cesareti gösteren İnegöl Tekfuru’nu fena şekilde bozdu. Ancak bu sefer de kardeşi Sarıbatı Savcı Bey’i şehit vermişti. Tekfur canını zor kurtardı.
İnegöl’ün Fethi Yarhisar ile Bilecik’in fethedildiği 1299 yılında gerçekleştirildi. Aynı yıl, fethedilen Yarhisar Tekfuru’nun kızı, ileride Nilüfer adını alacak olan Holofira, 18 yaşındaki Şehzâde Orhan’la evlendirildi. Sûltân 1. Murad ile Rumeli Fâtihi Şehzâde Süleyman’ın annesi bu prensestir.
Osman Gâzi bu arada başkent Söğüt’ü Bilecik’e taşıdı. Yetmedi verdiği talimatla çok stratejik bir yere 1301 yılında Yenişehir’i kurdu. Böylelikle Bursa hedefine biraz daha yaklaşılmış oldu. Yenişehir Beyliğine Şehzâde Alaaddin getirildi. Şehzâde Orhan ise Eskişehir’in güneybatısında Porsuk Çayı’nın kuzey sahilinde bulunan Karacahisar’ın Bey’i olarak görev yapıyordu.
Bununla kalmayan Osman Bey birbirinden maharetli komutanlarını uç beyleri olarak kritik noktalara yerleştirdi. Kardeşi Gündüz Alp’i Eskişehir Beyi, Turgut Alp’i İnegöl Beyi, Hasan Alp’i Yarhisar Beyi yapmış bölgeyi avucunun içine almıştı.
Bütün bu gelişmeleri yakından takip eden Bizans İmparatoru harekete geçmiş, Osman Bey’i imhâ etmeden rahat uyuyamayacağını anlamıştı. Bunun için büyük bir orduyu Osman Bey’in kesin imha edilmesi talimatı ile yola çıkardı. Osman Bey üzerine gelen bu orduyu Yalova ile Karamürsel arasında bulunan Baphaeon’da (Şimdiki Yalova ile Karamürsel arasında bir yer) karşıladı. Beklemeden şimşek gibi hücum ettiği Bizans Ordusunu darmadağın etti.
Bizans İmparatoru madara olmuştu. Ama yılmadı. Bu kez de Bursa Tekfurunun komutasında bir orduyu Osman Bey’in üzerine gönderdi. 27 Temmuz 1302’de Koyunhisarı’nda taraflar karşı karşıya geldiler. Şiddetli geçen meydan muharebesinin gâlibi burada da Osman Bey olmuştu.
Bu galibiyet Osman Beyi de, kurduğu Beyliği de birden ön plana çıkarmıştı. Osman Bey kazandığı Koyunhisar Meydan Muharebesinden sonra bölgeye iyice yerleşti. Hedefteki Bursa için çember daralmaya başlamıştı. Telaşlanan Bizans İmparatoru bu konuya bir tedbir düşünürken aklına, Selçuklu’nun da, Osman Bey’in de bağlı olduğu İlhanlılar geldi. (1243 Kösedağ Savaşından sonra Selçuklu’da, Anadolu’da bulunan Beyliklerde 1335’e kadar İlhanlılar’ın taht şehri Tebriz’e bağlı idiler)
Ve İmparator II. Andronikos kız kardeşi Prenses Maria-Despina’yı İlhanlı Devletinin Sûltânı Olcayto Hân’a zevce olarak gönderdi. Böylelikle Olcayto Hân’a Osman Bey’i ezdirmek istiyordu. Ancak, 1295 yılında Müslüman olan Olcayto Hân’ın ne Anadolu’ya girmeye, ne de milletin sevgisini kazanmış bir Osman Bey’e darbe vurarak Anadolu’nun nefretini üzerine çekmeye niyeti yoktu. Oturduğu başkent Tebriz/Sûltâniye’den kımıldamadı.
Osman Bey, 1315 yılına gelindiğinde hedefindeki Bursa’yı abluka altına aldı ve şehrin fethedilmesi şuurunu oğlu Şehzâde Orhan’a da aşıladı. Hatta vasiyet etti. Abluka uzadıkça uzuyor fakat şehir bir türlü teslim olmuyordu. 10 seneyi aşan Ablukanın uzamasına aldırış etmiyordu. Üstelik yaptırmış olduğu iki burçla Bursa’ya giriş çıkışları sıkı bir şekilde kontrol altında tutuyordu.
Ancak Osman Bey hastaydı. Kurduğu Osmanlı İmparatorluğunu yöneten bütün hânedan üyelerinde ırsî olarak görülecek nikris (gut) hastalığına yakalanmıştı. Oğlu şehzâde Orhan’ı çağırtarak ondan Bursa’nın ne pahasına olursa olsun fethedilmesini istedi.
Orhan Bey, ilk iş olarak babasının tavsiyesi üzerine önce Bursa’nın iskelesi konumundaki Mudanya’yı Gemlik üzerinden gelerek 1321’de fethetti. Böylece İstanbul ile Bursa’nın irtibatını kesmiş oldu.
Sonra; hem Bursa’nın anahtarı konumunda olması, hem de Dinboz’da yapılan vuruşmada şehit düşen Osman Bey’in önemli komutanlarından ve yeğeni Bay-Hoca Bey’in intikamını almak için Osman Bey’in önceliği olan Adranos’a (Orhaneli) yöneldi. Osman Bey, şehit verdiği ve elleriyle Ermeni Beli’nin sonunda bulunan Hamza Köy’de toprağa verdiği yeğeni Bay-Hoca Bey’i unutmamış bu içindeki sızıyı oğlu Orhan Bey’e hatırlatmıştı.
Orhan Bey de hem Bay-Hoca Bey’in intikamını almak, hem de Bursa’nın kilidini açmak için Adranos’a yürüdü. Adranos Tekfur’u Orhan Bey’in üzerine geldiğini haber alınca vuruşmayı göze alamadı ve kaçmaya çalıştı. Ama geç kalmıştı. Kaçarken Orhan Bey ile muharebe etmek zorunda kaldı. Yapılan vuruşmayı kaybeden Tekfur Alita Dağı’na kaçsa da takip edildi. Takipteki tekfur canını kurtarmak için dar bir yerden geçmek isterken uçurumdan düşüp öldü. Orhan Bey ele geçirdiği ve bundan böyle kendi ismiyle Orhaneli olarak anılacak Adranos’un Kalesini yıktırır. Halka ise dokunmaz.
Ondan sonra da artık tek hedef kalmıştır Bursa. Hazırlık sürecini tamamladıktan sonra beraberinde Şeyh Edebâlı’nın oğlu Gâzi Şeyh Mahmud, Mahmud Şeyh’in oğlu Şeyh Mehmed ve Şeyh Mehmed’in oğulları Derviş Paşa ve Derviş Mahmud ile birlikte meşhûr komutanlar Köse Mihal ve Turgut Alp olduğu halde aslî hedefi Bursa’ya hareket eder. Pınarbaşı’na gelince karargâhını buraya kurdurur.
Orhan Gazi Türk geleneği gereği Bursa Tekfuruna teslim olmaktan başka çaresi olmadığını iletmek için Köse Mihal’i elçi olarak gönderir. Bursa tekfuru, İstanbul’la yardım yolları kesildiği için Bizans’tan gelecek yardım ümidi kalmadığını görür.
Diğer taraftan da Bursa’yı kontrol eden iki burcun komutanları Ak Timur ile Balaban Beylerin tazyiklerinden de bunalmıştır. Teslim olmaya karar verir. Bunun için Bursa tekfuru şehri teslim edeceğini ancak bâzı istekleri olduğunu iletir Orhan Bey’e.
Orhan Bey isteklerini kabûl eder ve götüreceği mallarıyla birlikte şehirden gitmek isteyenlere müsaade edilmesini emreder. Bunun üzerine Bursa Hisarının kapıları açılır. Bursa’ya ilk giren Orhan Bey’in edeben arkasından gittiği Ali Şemseddin oğlu Hasan Efendi olur. Daha sonra da Orhan Bey ve gâzileri 6 Nisan 1326 tarihinde şehre girerek teslim alırlar.
Şehre bir dizdar ile subaşı tayin eden Orhan Bey, gazilerle birlikte hastalığı gittikçe ağırlaşan babasının yanına gider. Lâkin, Osman Bey Bursa’nın fethi haberini aldıktan sonra çok yaşamaz kısa bir süre sonra vefât eder. Son sözleri oğlu Orhan Bey’e devlet idaresi hakkında tavsiyelerde bulunmak olur. Bir de son fethedilen Bursa’ya gömülmek. Vasiyeti oğlu Orhan Gâzi tarafından derhal yerine getirilir ve şimdi medfun bulunduğu Gümüşlü Kümbete defnedilir. Böylece 43 yıllık Beylik dönemi sona ermiştir. Mekânı cennet olsun.
Ancak Osman Bey bu 43 yıllık Beyliği döneminde sadece silahlı yiğitleri ile mücâdele etmemiş, aynı zamanda çok önem verdiği “Gönül Erleri” ile de yoğun çalışmalar yapmıştı. Bunlardan bir tanesi Dobruca’da binlerce müridi ile faaliyet gösteren Saltuk Baba’dır. Saltuk Baba, Altın-Ordu prenslerinden Nogay Hân’la dirsek temasında çalışmalar yaparken O’nu Balkanlar üzerinden Bizans’a karşı tazyik yapmasını sağlamıştır.
Bu durum Osmanlı Beyliği’nin kurulma sürecinde Osman Bey’in çalışmalarını rahatlatmıştı. Saltuk Baba’nın Halifelerinden Tokatlı Barak Baba ise İlhanlı Hükümdarı Gazan Hân’ı Tebriz’de ziyaret etmiş o bölgede on binlerce Tatar’ın İslâm’a girmesine vesile olmuştur. Gönül sohbetleriyle irşad ettiği Gazan Hân ve oğlu Olcayto, İslâm’ın yılmaz savunucusu olmuşlardı.
Barak Baba’nın Halife’si ise Horasanlı Tapduk Emre ile Orhan Gâzi’nin de şeyhi olan Azerbaycanlı Geyikli Baba, Batı Anadolu uçlarında önemli çalışmalar yapmışlardı. Tapduk Emre’nin Halife’si Yunus Emre ise Osman Gâzi’den dört yıl önce vefât edene kadar bölgede, Türkleşme-İslâmlaşma faaliyetlerini aralıksız sürdürmüştür. Osman Gâzi’nin kayınbabası ve şeyhi Şeyh Edebâli, Yunus Emre’nin Halifelerinden birisidir. Rabbim şefaatlerine bizleri nâil eylesin.
Osman Bey’in şeceresi ise karşımıza şu şekilde çakmakta. Fatih Sûltân Mehmed Hân’ın oğlu Cem Sûltân şehzâdeliği sırasında meşhûr tarihçi Bayâti’ye çağırarak kendisine Osmanoğullarının şeceresini çıkarma görevi vermişti. İşte bu Bayâti’ye göre Osman Gâzi Mete Hân’ın 46. kuşak torunudur. Osman Gâzi Ertuğrul Gâzi’nin, o Süleyman Şâh’ın (Gündüz Alp), o Kaya Alp’in, o Kızıl Buga’nın, o Baytemir’in, o Aykutluğ’un, o Tuğrul’un, o Kara Batur’un, o Sakur’un oğludur…
Aral Gölü havzasından başlattıkları yürüyüş ise, Söğüt’e ulaştıklarında 7.000 km.’yi bulmuştu. Oğuzlar’ın 24 boyundan en asili sayılan Kayı Boyu’nun Bey’i Osman Bey, etrafına aldığı Alperen Gâzi Dervişlerle 600 yıldan fazla varlığını devam ettiren Türk Devletinin temelini burada atmıştı.
Bunlardan amcası Dündar Bey, önemli hizmetler yaptıktan sonra beyliği ele geçirmeye çalışırken 1298’de öldürülmüş, Köprühisar’dan Çakır Pınarı’na giden yol üzerinde gömülmüştür. Kardeşlerinden Savcı Bey, babası Ertuğrul Gâzi’nin Söğüt’teki türbesine defnedilmiştir. Osman Gâzi’nin yeğenlerinden Aydoğdu Bey, Koyunhisarı Muharebesinde şehit olmuş, Koyunhisarı-Dinboz yolu üzerine defnedilmiştir.
Diğer şehit yeğeni Bey-Hoca Bey Ermeni Beli’nin sonunda Hamza Köy’de yatmaktadır. Oğulları Mal Hatundan olma Orhan Gâzi ile Bala Hatundan olma Alâaddin Bey’dir. Yenişehir Bey’liği de yapan Alâaddin Bey babası Osman Gâzi türbesinde yatmaktadır. Orhan Gâzi’nin ayrı türbesi vardır. Osman Gâzi’in diğer çocukları; Savcı, Melik, Çoban, Hamid ve Pazarlı Beylerdir. Kızı ise Fatma Hatundur.
Osman Gâzi, 1281’de görevden alınarak İlhanlılar tarafından Tebriz’de mecburî ikâmete tâbi tutulan III. Keyhüsrev zamanında icâzet alarak fermanla uc beyi olmuştu. Osman Bey’e uc beyliği fermanını veren III. Keyhüsrev kendi yerine göreve getirilen II. Mesud'u devirerek tahta geçmek için 1283'te Anadolu'ya girince Erzincan'da boğduruldu.
Sûltân II. Mesud 22 sene hükümdarlık yaptığı (arada 5 yıl III. Keykubâd geldi, gitti) Kayseri'de 1308'de ölünce, zâten Türklerle akraba iken artık tamamen Türkleşmiş ve Müslüman olan İlhan'lıların Hükümdarları önce Olcayto sonra oğlu Muhammed Hüdâbende vâris sıfatıyla Türk Hâkânlığı tahtına geçtiler.
Sûltân II. Mesud aynı zamanda Cengiz Hân'ın torunun torunu idi. Cengiz Hân’ın oğlu Cuci'nin oğlu olan Altınordu Hâkânı Berke Hân'ın kızı Urbay Hanım II. Mesud'un annesiydi. Berke Hân'ın hanımı da Sultân I. Alaaddin Keykubâd'ın kızıydı.
İlhanlılar, Osmanlı Beyliği dâhil Anadolu Beyliklerini bir müddet Çobanoğulları, daha sonra Anadolu Valisi sıfatıyla Uygur Türkü Eretna'lılar üzerinden yönettilerse de 1335'de Muhammed Hüdâbende'nin çocuksuz ölümüyle İlhanlılar dağılınca, Anadoluda'ki en güçlü yapı olarak Orhan Gâzi ön plana çıktı.
Osman Gâzi 4.000 kilometrekare olarak Ertuğrul Beyden aldığı toprakları 16.000 kilometrekareye, Oğlu Orhan Gâzi ise 95.000 kilometrekareye çıkartmıştı.
Ancak Anadolu'da birliğin sağlanması için Osmanlı yaklaşık 200 sene uğraşmış çok emekler harcanmıştı. Tek Devlet-Tek Vatan-Tek Millet-Tek Bayrak kolay elde edilmiyor. Sahip çıkılmazsa büyük bedeller ödeniyor, Allah (c.c.) devletimize ve milletimize zevâl vermesin inşaallah..
.
ürkiye’yi 21. yüzyılda dünyanın yükselen yıldızı yapan lider Recep Tayyib Erdoğan (2002-2024…)
Halit Kanak İletişim:
Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisini kurduktan sonra yaptığı ilk miting için geldiği Adıyaman’da âdeta yapacağı icraatların manifestosu niteliğinde söylediği şu sözler hâfızalara kazınmıştı: “Adıyamanlı çocuklarımızı mutluluğun filminde oynatıncaya kadar bizlere dur durak olmayacaktır. Bunu böyle bilesiniz.”
Adıyamanlı çocukların mutluluktan ayakları yerden kesilecek duruma gelmesi demek, aynı zamanda bütün ülkenin kalkınmış, bayındır ve müreffeh bir konuma yükselmiş olması demekti. “Muhtar bile olamaz” dedikleri Recep Tayyip Erdoğan kollarını dirseklere kadar sıvamış, en yükseğe koyduğu hedef çıtasına ulaşmak için gerçekten de dur durak dinlemeden milletinin hizmetinde koşmaya başlamıştı.
“Memleketimiz içinde bulunduğu durumdan kurtulmalıdır, aziz Türk Milleti bunu hak etmiyor” diyerek bir umutla çıktığı hizmet yolunda, Cumhurbaşkanı olarak devam ettiği şu günlerde, bir taraftan ülke bazında aldığı sorumluluğu yerine getirmeye çalışırken, diğer taraftan sömürü düzeni karşısında ezilen mazlûm ve mağdur coğrafyalarında canla başla hakkını korumaya çalışmaktadır.
Ziya Gökalp’e ait bir şiiri okuduğu için mahkûm edilen Tayyip Erdoğan’a halk sahip çıkarak bağrına basmış ve bir daha bırakmamıştır. Yeni bir seçimin kapıda olduğu şu saatlerde ise, kazandığı 17 sandık zaferine 18.’sini de eklemek için yine sahalarda ter akıtmaya devam ediyor.
11 yıllık kesintisiz Başbakanlık döneminden sonra seçildiği Cumhurbaşkanlığı görevini 10 yıldır başarıyla yürütmektedir. Yaptığı bu görev süresi içerisinde, “Dikleşmeyeceğiz, dik duracağız" demişti. 2009’da İsrail’in Filistin halkına karşı yaptığı yok etme operasyonlarına karşı "One minute" çıkışıyla mazlûmların umudu oldu. 2013’te BM’de "Dünya 5'ten büyüktür" vurgusuyla sorgulattığı uluslararası statükoya ayar çekti. Yaptığı diplomatik hamleleriyle Türkiye'nin ağırlığını bütün dünyaya kabûl ettirdi.
Suriyeli mültecilere kapılarını açarak dünyaya insanlık dersi verdi. Yetmedi; İdlib’de oluşturduğu güvenli çatışmasızlık bölgesiyle 4 milyon mâsum Suriyeli göçmene bir baba şevkâtiyle koruculuk yapmaya devam ediyor. Böylelikle, kaldıkları derme çatma çadırları; Suriye rejimi, İran ve Rusya tarafından sürekli bombalanan sivil halka kol kanat gerdi, mâsum insanların hunharca öldürülmesini engelledi.
Dünyayı etkileyen covid 19 salgınında Recep Tayyip Erdoğan bir kez daha sahnede yerini aldı ve 167 ülkeye yaptığı yardımlarla dünyanın gündemine oturdu. Bu yardımlar; tıbbi malzeme ve cihaz hibesi koruyucu ekipmanı, maske, tulum, tanı kiti, ilaç, solunum cihazı ile nakdi yardım şeklinde gerçekleştirildi. Ayrıca verdiği yeni bir talimatla; Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), İslâm Kalkınma Bankası gibi tam 14 uluslararası kuruluşa da bu yardımların aynısını fazlasıyla yaparak takdir topladı. Hâlen yaptığı aynî yardımlarla dünya ülkeleri arasında birinciliğini koruyor.
Bütün dünyaya yardım elini uzatan Erdoğan kendi insanını da asla ihmal etmemiştir. Nasıl ki; 2003 Mart’ında başbakan olur olmaz dul, yaşlı ve yetimlerin maaşını artırması ilk icraatı olmuşsa, ihtiyaç sahiplerini unutmamış, onlara sosyal yardım olarak sadece 2023’te yaptığı nakit yardım tutarı 431 milyar lirayı bulmuştur...
Türk Dünyası ile kesmediği ilişkilerini artırarak devam ettirdi. Türk devletlerinin bölgesel ve küresel rolünün artmasına yönelik attığı adımla Türk Konseyi’nin ismini “Türk Devletleri Teşkilâtı” olarak değiştirdiğini, Türk Dünyasının liderlerini buluşturduğu İstanbul’dan dünyaya duyurdu. Bir taraftan hiç bir zaman göz ardı etmediği Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin haklarını kararlılıkla savundu ve 1974'ten beri kapalı olan Maraş bölgesinin 46 yıl sonra açılmasını sağladı.
Diğer taraftan da; “Yükselen bayrak bir daha inmez” dediği Karabağ’ın yeniden Türk toprakları olmasına vesile oldu. Azerbaycan'ın tarihi Karabağ zaferinde de her alanda en büyük desteği kendisi verdi.
Bu süreç içerisinde çeşitli muhtıra ve darbe girişimlerine mârûz kaldı. Ancak o; “Darbecilerin tanklarını, toplarını, uçaklarını, helikopterlerini, silahlarını çıplak elleriyle durduran bu millet, bugün oy verdiği aynı ellerle istiklâline ve istikbâline sahip çıkmıştır” diyerek vatan ve millet yolunda kendisini seçen bu Aziz Türk Milletine hizmete devam etti. 28 Mayıs’ta yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimleri için; “Bu seçimlerin mağlubu yoktur, 85 milyon kazanmıştır” diyerek yüreklere su serpti.
Bu süre içerisinde terörle mücâdelede hâinleri açtığı hendeklere gömmekle kalmadı, terörle mücâdelede çığır açarak vatan güvenliğini sağlama almak için sınırlarımız ötesinde başta “Zeytin Dalı”, “Barış Pınarı”, “Fırat Kalkanı”, “Pençe-Kilit” gibi hârekâtları başarıyla gerçekleştirerek yeni üs bölgeleri oluşturdu. Yetmedi “Mavi Vatan” projesini geliştirerek denizlerimize sahip çıktı.
Denizlerde gaz-petrol arama çıkarma gemilerinden oluşan dünyanın en kıymetli filosunu ülkemize kazandırdı. Ve Karadeniz’de bulunan doğal gazla milyonlarca insana bedava gaz uygulaması başlattı.
O da yetmedi Türkiye’yi enerji köprüsü ve üssü hâline getirdi. Son imzalanan 23 trilyon dolar rezerve sahip Türkmenistan Gazı’nın Türkiye üzerinden pazarlanması anlaşmasıyla herkesin kıskandığı bir projeye imza attı.
Enerjide dışa bağımlılığı azaltarak 81 ile doğal gaz ulaştırdı. Elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payını yüzde 60'a çıkardı. Dünyanın en büyük güneş enerji santrali Türkiye de 3.5 milyon güneş paneliyle en büyük GES projesi Konya Karapınar’da tamamen yerli panellerle yapıldı. Yapımı devam eden Akkuyu Nükleer Santrali ile hayalleri süsledi. Türkiye’nin bir asra yaklaşan otomobil hayalini ise TOGG ile gerçeğe dönüştürdü. Devrim yaptığı ücretsiz sağlık projelerini hayata geçirerek yurdun dört bir tarafını şehir ve araştırma hastaneleriyle donattı.
Yeni bir çığır olarak bilinen ulaşım projeleriyle; bölünmüş yol, otoyolları, çevre yolları ile ülke bir baştan bir başa donatıldı. Açılan yüzlerce tünelin yanı sıra dünyanın 3. en uzun tüneli olan “Ovit Dağı Tüneli” açıldı. Hemen her bölgeye ulaşan 58 havaalanı ve hızlı trenlerle vatandaşın hayatına dokundu.
Tam 10 hükümet 17 bakan eskiten Bolu Tüneli rekor sürede hizmete açıldı. Yetmedi; Marmaray, Avrasya Tüneli, İstanbul Havalimanı, Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu Hattı, Filyos Limanı, İzmir-İstanbul, Ankara-Niğde ve Kuzey Marmara otoyolları, Yavuz Sultan Selim, Osmangazi ve 1915 Çanakkale köprüleri gibi dev ulaştırma projeleri başarıyla tamamlanarak hizmete alındı.
Ülkemizin kalkınmasında büyük öneme sahip 654 Baraj ve 605 adet Hidroelektrik Santralini tamamlayarak hizmete sunarken, dünyanın 5. en yüksek gövdeli Yusufeli Barajını hizmete soktu. Üstelik; barajlarda, içmesuyu tesislerinde 5,5 milyar fidanla ağaçlandırma çalışmaları yaparak destan yazdı. Ağaçlandırılan alan bakımından Avrupa’da 1. , dünyada 4. sıraya Türkiye’nin ismini yazdırdı.
Yine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın gayretleriyle, kokudan yanından geçilemeyen Haliç’te yelken yarışları yapıldığı gibi, 48 balık türü de yaşamaya başladı. Eskiden, temel at unut mantığı hâkimken, şimdi ise temeli atılan bir tesisin açılış tarihinin saatiyle birlikte ilân edildiği döneme geçildi.
Savunma sanayiinde baş döndüren gelişmelere ön ayak olarak, hiçbir masraftan kaçınmadı. Savunma projelerinin bütçesinin 5,5 milyar dolardan 75 milyar doların üzerine çıkartarak; Anka, Bayraktar, Akıncı, Gökbey, Atak, Hürkuş, Milden projeleri, Altay tankı gibi yerli ve milli projeleri hayata geçirmeyi başardı.
İnsansız hava, kara ve deniz araçlarının yanı sıra Anadolu uçak gemisi ile binbir çeşit savunma füze ve mühimmatlarla dosta güven, düşmana korku saldı. 131 gemiyle yapılan deniz tatbikatları bütün dünyaya parmak ısıttırdı. En stratejik bölgelerde kurduğumuz deniz üslerinin yanında, imzalanan deniz güvenliği ve limanların işletmeciliği anlaşmalarıyla pek çok ülkeyle stratejik ortaklık sağladı.
Neredeyse tamamında elçilik ve temsilciliklerimizin bulunduğu, THY’mizin uçmadık yer bırakmadığı Afrika kıtası için yaptığı Afrika zirvelerindeki ülkelere bütün samimiyetiyle; “Dün sizin yeraltı kaynaklarınızı çalanlar, bugün size yol göstericiliğine soyunmaktadırlar. Sizin yol göstericilere ihtiyacınız yok, sizin yol arkadaşlarına ihtiyacınız var, o yol arkadaşları bizleriz” diyerek güvence veren de Sayın Recep Tayyip Erdoğan olmuştu.
G-20’nin aranan lideri, Türk Devletler Teşkilatının kurucusu, İslâm İşbirliği Teşkilâtının rol modeli O olduğu gibi, BM’ de mazlûm ve mağdur coğrafyaların koruyucusu da O’dur. Bizim de ilkine katılma fırsatı bulduğumuz diplomasi forumlarında dünya devlet başkanları, başbakan ve bakanlarını, çaldığı bir düdükle toplamayı başarabilen de O’dur. BM oylamalarında bütün dünya ülkelerini yanına alarak ABD ve İsrail’i 9 küçük ülkeyle baş başa bırakan da Recep Tayyip Erdoğan’dır.
Bütün bunları başarması elbette ki uluslararası diplomasi performansıyla orantılıydı. Geçmiş dönemde koalisyon hükümet üyeleri bırakın yurtdışı ziyaret yapmayı, telefonu kaldırıp da “Merhaba! Nasılsınız?” diyebilecekleri mevkîdaş, muhatap bulamazken, 14 Mart 2003 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin 25. başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan, göreve başladığı o tarihten Cumhurbaşkanı olduğu 28 Ağustos 2014 tarihine kadar 6 kıtada 336 yurtdışı gezisi yaparak bütün dünyanın gündemine oturmuştu.
Yine Türkiye Cumhuriyeti'nin 12. Cumhurbaşkanı sıfatıyla seçildiği 28 Ağustos 2014 tarihinden, 2023 yılı sonuna kadar 226 yurtdışı gezisi yapmış, ayrıca 2023 yılında Antalya Diplomasi Formu, İslâm İşbirliği Teşkilâtı, Türk Devletleri Teşkilâtı vs. gibi 7 ayrı zirveye katılmış, yine bu süre içerisinde yapmış olduğu yüzlerce telefon trafiği ile diplomasimize artı katmıştı. Ağırladığı yabancı devlet başkanları, cumhurbaşkanları, başbakan, bakanların sayısı sayılamayacak kadar çoktu.
Geçmiş dönemde ise, devlet büyüklerimizin yurtdışı gezileri denilince aklımıza, 1996 Kasım’ında DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in gizlice gittiği Finlandiya gezisi geliyor. Bu geziyle ilgili olarak 28 Kasım 1996 DSP Grup Başkan Vekili Hüsamettin Özkan, DSP Lideri Bülent Ecevit'in "ani ve gizli" başlayan yurtdışı gezisi bir hafta daha uzadığını açıkladıktan sonra, "Ecevit, sağlık sorunları nedeniyle Danimarka'ya gitti" haberleriyle ilgili "Yapılan gezi sağlıkla ilgili değil" demişti.
Ecevit gezisini hem basından, hem partisine mensup milletvekillerinden, hem de Dışişleri Bakanlığı'ndan saklaması dikkat çekici bulunmuştu. Danimarka'da olduğu bildirilen Ecevit'in Türkiye'nin Danimarka'daki büyükelçiliğine de haber vermediği öğrenilmişti. Ecevit'e yakınlığıyla bilinen Özkan, "Sayın Genel Başkanın gezisi özel bir gezi. Eğer chek-up yaptırmak istese buna ihtiyaç duysa Türkiye'de yaptırır" demişti.
Yine Ecevit’in bu kez başbakan sıfatıyla yaptığı ve hafızalara kazınan ABD gezisi var ki tam bir muammaya dönmüştü. Bilindiği üzere halkçı Ecevit 1954 yılında ABD'ye giderek 3 ay Winston Salem Journal gazetesinde çalışmıştı. Ayrıca 1957'de Rockefeller bursuyla ikinci kez Amerika'ya giderek Harvard Üniversitesinde 8 ay Ortadoğu tarihi ve sosyal psikoloji üzerine çalışma yapmıştı. Hiç de yabancısı olmadığı Amerika Birleşik Devletlerine başbakan olarak “Dalaman” adlı Airbus 310 uçağıyla Brüksel’de yakıt ikmâli yaparak ulaşmıştı. ABD ziyâretinde bütün Türkiye’nin hafızasında kalan tek fotoğrafta Beyaz Saray Oval Ofis’te koltuğun sırtına oturmuş Bill Clinton, karşısında bütün düğmeleri ilikli Bülent Ecevit. Herkes şoka girmişti.
Üstelik geziye giderken yaptığı basın toplantısında; “ABD'nin Kuzey Irak ve Kıbrıs konusunda baskı yapacağını sanmıyorum” diyerek olası baskıları şimdiden yumuşatmaya çalıştığı açıklaması, durumun vahametini ortaya koymaktaydı. Beklendiği gibi Başbakan Ecevit'in gezisi, Dünya Bankası Başkanı Wolfenson ve IMF Başkanı Köhler ile yaptığı görüşmelerin ardından sona ermişti.
Aynı dönemin Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Nejdet Sezer'i ziyaret eden bir grup işadamı da Sezer'e, “Yurtdışı gezilerde önderimiz olun. Sadece Türk devletinin, kendi işadamlarının arkasında olduğu imajını vermenizi bekliyoruz” demişti. Ancak işadamlarının bu teklifine olumlu cevap gelmemişti. Bütün bu yaşananlar karşısında insanın “Neredeeen, nereye” diyesi geliyor.
Sadece, en son yaşadığımız 11 ilde 6 Şubat 2023’te yaşanan asrın deprem felâketinde yaraların baş döndürücü hızla sarılarak, konutların teslim edilmeye başlandığı duruma baktığımızda Türkiye’mizin eski Türkiye olmadığını takdirle müşâhade etmekteyiz.
Bu takdirlerin karşılığını Sayın Cumhurbaşkanımıza önümüze gelen her sandıkta yapacağımız destekle göstermeliyiz. Küçük hataları abartarak üzerine kurgular yazmaya gerek yoktur. Avrupa basını bile başarıları karşısında kendisinden övgüyle bahsetmek zorunda kalmasına rağmen; gerçekler karşısında gözlerini bandajlamış, kulaklarını tıkamış, alabildiğince zehir saçan sözleriyle doğruya, güzele, başarıya saldırmayı ilke edinmiş çevrelere aldırmayın.
Kıymetini yeterince bilemediğimiz Cumhurbaşkanımız Recep Tayyib Erdoğan’ı, 11 ülke devlet başkanı Nobel Barış Ödülü'ne aday göstererek ne kadar kıymet verdiklerini ortaya koymuşlardır.
Cumhurbaşkanımızın kıymetini derin analiziyle anlayanlardan birisi de Bilge lider Sayın Devlet Bahçeli’dir. Bahçeli’nin, Sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan için; “Bırakamazsın, gidemezsin” diyerek yaptığı çıkış çok yerindedir ve takdir toplamıştır.
Bizler de önce hep birlikte sarsılmaz inancımızla kendisine sandıklarda desteğimizi vereceğiz, ardından da talebimizi ortaya koyacağız. Talebimiz nedir? Benim de memleketim olan Yozgat’ta 4 gün önce açılan bir pankart TÜRKİYE’nin gönlünden geçen talebi ortaya koymuştur. “REİSLER JÜBİLE YAPAMAZ…”
Ancak, oy vermeyenlerin dizlerini döverek “Reis’in bırakıp gitmesine gönlümüz razı değil” sözleri boş laf olmaktan öteye gitmeyecek, son pişmanlık fayda vermeyecektir. Son söz; 13 bin 210 dolar kişi başı milli gelir, 1 trilyon 119 milyar dolar Türkiye’mizin milli geliri ile ülkemiz yatırım, istihdam, üretim, ihracat rotasında kalkınma yolculuğuna devam ediyor.
REİS’in yeni hedefinde dünyanın en büyük ilk 10 ekonomisine girmek vardır. Duyurulur.
.
Vefât yıldönümünde Abbâsî Halifesi Harun Reşid ve dönemindeki gelişmeler (24 Mart 809)
Halit Kanak İletişim:
Özel olarak yaptırdığı mühründe "El-Âzâmetü ve'l-Kudretü lillah" (Büyüklük ve kudret Allah'ındır) yazan Harun Reşid 23 yaşında Halife olduğunda ilk yaptığı işlerden birincisi Hocası Yahya Bermekî’yi oğullarıyla birlikte geniş yetkilerle vezir yapması, ikincisi ise zamanında babası Mehdi Billah’ın veliaht olmasına katkı sağlayan Horasan Askerlerine vefâ örneği olarak sarayının muhafızlığını Türklere emânet etmesi olmuştu.
Henüz küçük yaşlarından itibaren sarayda Kur'an, İslâm Tarihi, şiir, hukuk konularında iyi bir eğitim gören Harun, ayrıca Medine-i Münevvere’de İmâm Mâlik'ten hadis ve fıkıh dersleri aldı. İlki 18, diğeri 19 yaşlarında iken Bizans’a karşı düzenlenen iki seferde Kadıköy’e kadar geldikleri orduyu başarıyla sevk ve idâre etmiş, birde Bizans’ı vergiye bağlayınca babası Halife Mehdi Billah tarafından “Reşid” lakâbı verilmişti..
Babası bununla kalmadı Harun Reşid’i Ağabeyi Musa El-Hâdi’den sonra veliaht tayin etti. Bu da yetmedi Suriye, Mısır, Tunus ve Azerbaycan’ın yönetimi kendisine verildi. Bu görevde iken cömertliği ve âdil oluşuyla dikkat çekti.
Babasının 4 Ağustos 785 yılında vefât etmesi üzerine Ağabeyi Hâdi’ye biat etti. Ancak kısa bir süre sonra Ağabeyi, ergenliğe dâhi ulaşamamış kendi oğlu Câfer’i veliaht yaptığını duyurdu. Bu duruma şiddetle karşı çıkan Harun Reşid, Halife Ağabeyi tarafından zindana attırıldı.
Fakat çok geçmeden Halife anlaşılmayan ve kimsenin çözemediği bir şekilde öldü. Bunun üzerine hem halkın gözünde, hem de devlet yöneticilerinin nezdinde resmî veliaht olan Harun Reşid 14 Eylül 786’da Hazreti Yusuf gibi zindandan çıkartılarak 5. Abbasi Halifesi olarak 23 yıl görev yapacağı devlet yönetimine getirildi.
Harun Reşid'in babası 7 Ekim 775 yılında Bağdat’ta tahta çıkan Halife Mehdi Billah, annesi Hayzüran bint Ata’dır. Harun Reşid aynı zamanda Efendimiz Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in Amcaları Hz. Abbas'ında (r.a.) yedinci göbekten torunudur.
Annesi Hayzüran bint Ata 20 Kasım 789’daki ölümüne kadar devlet yönetiminde etkin biri olarak tarihe geçti. Kocasının vefâtından sonra da oğulları arasındaki dengeyi gözetmiş, Musa Hâdi’den Harun Reşide geçen hükümdarlığı dizayn ederek devlet içerisindeki dalgalanmaları önlemişti.
Hayzüran Hanımefendi; yetimleri bulup evlendirmesiyle, yoksulları sevindirmesiyle, hayırseverliğiyle halk arasında sevilirdi. Vefât ettiği sene hac için gittiği Mekke'de Hz. Peygamber'in (s.a.v,) doğduğu evi tamir ettirerek mescide çevirmişti. Bağdat’ta Kureyş Kabristanına defnedildi. Cenâze namazını oğlu Harun Reşit bizzat kıldırmıştı.
DÖNEMİNDEKİ GELİŞMELER
Harun Reşid döneminde Abbasi Devleti tarihinin en geniş sınırlarına ulaştı. Bunda elbette kendi döneminde yaşayan büyük İslâm Âlimlerinin toplum üzerinde verdiği güven önemli olmuştu.
Mezhep İmâmlarından Enes bin Mâlik, Ahmet bin Hanbel, Muhammad Şâfii, İmâm Ebû Hanife Hazretleri’nin iki büyük talebesi İmâm Yusuf, İmâm Muhammed bu dönemde yaşamışlar Bağdat, Mekke, Medine, Kûfe, Basra, Şâm, Kâhire ilim merkezleri haline gelmiş, huzur iklimi bütün coğrafyaya hâkim olduğu gibi, yaşanan zenginlik zekâtları artırmış, bu da sosyal hayatı olumlu etkilemişti.
Dönemin âlimleri; 815’te vefât eden Câbir bin Hayyan, 830’da vefât eden Abdülhamid ibni Türk, 796’da vefât eden Muhammed bin Fezâri gibi ilim insanları; Fudayl bin İyaz gibi, Behlül Dânâ gibi, ibrâhim Ethem gibi, Şeybân-ı Râi, Şiblî, Serî es-Sakâti, Mâ’ruf’i Kerhî gibi Allah Dostları İslâm Beldelerinde insanların maddi-mânevî gelişmesini sağlamışlardı.
Gönülleri fetheden bu Allah Dostlarından Bağdat’ta Dicle kenarında Şunuziyye kabristanlığında medfûn bulunan Behlül Dânâ Hazretleri’nin menkıbeleri hâlen günümüzde anlatılmaktadır.
Gönüllerin fethedilmesinin yanı sıra, coğrafi fetihlerde devam ediyordu. Harun Reşid, göreve gelir gelmez öncelikle Bizans’la olan mücâdelesinde üstünlüğü kaybetmemesi için Hatay, Maraş, Malatya hattındaki kaleleri müstahkem hâle getirdi. Böylece bu bölgelerde netice alamayacağını anlayan Bizanslıların Tarsus üzerine yürüyeceği istihbaratını alınca da 787 yılında Tarsus’a bir ordu göndererek komutanları Herseme bin A’yem’e savunmayı güçlendirmek için gerekli tahkimatların yapılması emrini verdi.
Yetmedi sahillerin güvence altına alınması içinde güçlü bir donanma yaptırdı ve bu donanmayla 790 yılında hem Kıbrıs’ı, hem Girit’i vurduğu gibi, Antalya önlerinde Bizans Donanmasını darmadağın ederek komutanlarını esir aldı.
Sınır bölgelerinin güvenliğini pekiştirmek için de gittikçe büyüyen Halep’in 30 km. doğusundaki tarihi Kınnesrîn’i, merkezi Münbiç olmak üzere Avâsım adıyla müstakil bir bölge haline getirdi. Ayrıca bu bölgeye yakın bir komuta merkezi olsun diyerek 796 yılında Bağdat’ın 700 km. kuzey batısındaki Rakka’ya bir devlet sarayı yaptırdı. Oğlu birinci veliaht Emin’i Bağdat’ta vekil bırakarak bir müddet ülkeyi buradan yönetti.
Bu da yetmedi 802 yılında yönetime gelen yeni Bizans İmparatoru 1. Nikephoros Abbasiler’e vergi ödemeyi bırakınca 803 yılında Bizans’ın üzerine yeni seferler düzenledi. Ereğli, Konya ve Niğde’yi ele geçirerek Ankara kapılarına dayandığında sulh isteyen Bizans İmparatoru Nikephoros ve oğlu Stavrakios’u ayrı ayrı vergiye bağlar.
Zâten Harun Reşid dönemi Abbâsîler’in en zengin dönemidir ve bu dönemde beytülmâle giren senelik gelirin 7500 kıntar civarında olduğu (Kıntar sığır derisinden yapılan ve ölçü birimi olarak kullanılan içine altın-gümüş konulan tulum) yâni yaklaşık 268 ton altın değerini bulduğu söylenir. Ülkenin zenginliği öyle bir boyuta gelmiştir ki; bütün dünyada anlatılan "Binbir Gece Masalları"nın çoğu Bağdat'ta ve Harun Reşid'in çevresindeki yaşanan olaylardan oluşmaktadır.
Başkent Bağdat milyona varan nüfusuyla göz kamaştıran bir şehir olmuştur. Dicle nehrinin iki yakasına Harun Reşid’in dedesi Halife Mansur tarafından kurulmuş olan Bağdat, devlet yönetiminde öne çıkan Bermekiler ve şehrin ileri gelenlerine ait pek çok saray ve köşklerle dünyanın en güzel şehirlerinden biri haline gelmiştir.
Temelden 9 m. yükselen duvar üzerine tuğladan yapılmış surlarla çevrili şehirde Dârülhilâfe denen saray ve müştemilatı ayrı bir güzellikteydi. Sarayın yanında yine Mansûr’un yaptırdığı bir cami ve bunların etrafında “Divân” denilen devlet daireleri vardı. Bunlar; Halife adına yazılacak mektup ve fermanlarıın kaleme alındığı Divân-ı Resâil, posta teşkilâtının yönetildiği Divanü’l-Berîd, Maliye ve hesap işlerinin yürütüldüğü Divânü’l-Harac, din ve diyânet işlerinin yürütüldüğü Divânü’l-Kadı, polis teşkilâtını bünyesinde barındıran Divânü’l Şurta, askerî teşkilâta bakan Divânü’I Ceyş vs. gibi devlet daireleriydi. Harun Reşid’in Ağabeyi Mehdî Halife olunca hilâfet sarayını Dicle’nin doğu sahilindeki Rusâfe’ye taşıdı ve zamanının büyük bir kısmını Îsâbâd’daki sarayında geçirdi. Burası aynı zamanda halifeliğin idarî merkeziydi.
O dönemin ünlü aileleri de bu bölgede büyük köşkler yaptırdılar ki bunların en meşhuru, Yahya Bermekî’nin oğlu Ca‘fer el-Bermekî’nin Muallâ Kanalı’nın güneyinde yaptırdığı saraydı. Harun Reşid’in Ağabeyi Musa Hâdi kısa halifeliği döneminde burada kaldıysa da, onun ölümünden sonra Hârûn Reşid Bağdat’ın batı yakasındaki Huld Sarayı’nda yaşadı.
Ayrıca; Kasrü’l-firdevs, Kasrü’l-Hasenî, Kasrü’t-tâcî ve Kasrü’s-Süreyyâ’dan oluşan dört köşk vardı ki bunların hepsine “Harîmü’l-hilâfe” deniliyordu ve Halife ile aile efrâdının yaşadığı yerlerdi. Hârûnürreşîd’in ölümünden sonra oğulları Emîn ile Me’mûn arasında başlayan iktidar mücadelesinde inşa edilen sarayların bir kısmı tahrip olmuşsa da, akabinde şehrin doğu kısmının üçte birini kaplayan Dârülhilâfe’de halifenin ed-Dârü’l-azîze denilen sarayından başka köşkler, camiler, çarşılar, hayvanat bahçesi ve parklar yapıldı.
Yine Harun Reşid döneminde başlayan Abbasi-Türk Dünyası ilişkileri ileri safhalara ulaştığında Abbasi Devleti sadece Türklerden oluşan ordular kurdu. Bu, ileride Harun Reşid’in Türk Hanımı Meride’den olma üçüncü oğlu Halife Mutasım zamanında (836 yılında) sadece Türk Askerlerinin ikâmeti için Bağdat’ın kuzey batısında Samarra şehri kurulur. Halife Mutasım kendisinin de doğduğu Huld Sarayı ile birlikte başkenti de buraya taşır. Minaresine at ile çıkılabilen “Ulu Camii” buradadır.
Devleti kurumlarıyla çok iyi işleyen bir hale getiren Harun Reşid, ayrıca gayr-i müslimlerin menfaatlerini korumakla görevli birde daire oluşturur. Ayrıca din ve diyânet işlerini geliştirerek, Baş Kadı’lık şeklinde ifâde edilen Kadılkudatlık müessesesini kurar ve ilk olarak Ebu Hanife'nin en iyi talebelerinden Ebu Yusuf’u bu makama getirir. Ebu Yusuf'la beraber Hanefi mezhebi İslâm Dünyasında önemli gelişmeler sağlar. İmam Ebû Yûsuf, 26 Nisan 798 tarihinde 69 yaşında Bağdat'ta vefat ettiğinde cenaze namazını Hârûnürreşîd kıldırır ve onu kendi aile kabristanına defnettirir.
Bütün bu çalışmaları yapan Harun Reşid samimi, dindar, mütevâzı bir insandı. Eğitime büyük bir önem verdiği gibi, İslâmi ilimlerin gelişmesi adına Süryanice, Grekçe ve Hint Dili Sanskritçe birçok eseri Arapça'ya çevittirerek insanlığın hizmetine sundu.
Bu çalışmaları Harun Reşid’i Abbasi Hanedanının İslâm dünyası dışında en fazla tanınan siması haline getirince Çin'den ve Avrupa'dan Bağdat'a sayısız elçiler gelip gitmeye başlarlar. Onları hediyesiz geri çevirmez. İlme önem veren, bilim insanını koruyup kollayan Harun Reşid zamanında teknikte ileri seviyelere ulaşmış, zirve yapmıştır.
Hatta 814 yılına kadar hüküm süren Frankların Kralı ve Kutsal Roma İmparatoru Karl Şarlman, Kudüs’ü ziyaret edecek Hristiyan hacılara yardım istemek için gönderdiği elçilerle imparatora bir çalar saat gönderir. Avrupa’da büyük yankı uyandıran bu saatin özelliği, her saat başı saatin içinden bâzı cisimlerin ses çıkartarak dışarı çıkmasıdır. Ancak bu durumu cin işi zanneden saray görevlileri bir müddet sonra saati parçalarlar.
Mütevazı bir insan olan Harun Reşid, hayatı boyunca âlimlere büyük hürmet göstermiştir. Mâneviyata da düşkündü ve defalarca gittiği her hac ziyaretine 100 Âlimi aileleri ile götürmek âdeti idi. Hacca gidemediği zaman yerine, masraflarını karşıladığı 300 kişi gönderirdi. Cömert bir insan olan halife Harun Reşid, ayrıca her gün kendi malından bin dirhem sadaka dağıtırdı.
Tebliğ konusunda da hassastır. Dünyanın dört bir tarafına İslâm’a dâvet mektupları gönderdiği gibi, kralları da ihmal etmez. Dönemin Bizans İmparatoru VI. Konstantinos'ta İslâm'a dâvet mektubu gönderdiği isimlerden birisidir.
Onun döneminde Abbasiler, Arap coğrafyasının yanı sıra İran, Azerbaycan, Mısır, Kuzey Afrika ve Akdeniz'in belli bölgelerine hâkim oldular. Bu geniş coğrafyada haberleşmek için bir de haberleşme teşkilatı kurdu. Ayrıca Harun Reşid, ordunun idâri yapısında bazı yenilikler yaptı. Divân-ı Harb’e bağlı olarak Divân-ı Arz'ı kurup, böylece askeri uzmanların orduyu her zaman teftiş ederek her an savaşa hazır tutmalarını sağladı.
Harun Reşid zaman zaman çıkan isyanlarla da mücâdele etmek zorunda kalır, gayretle mücâdele eder ve çeşitli tedbirler alır. Sürekli isyan çıkaran Hariciler, doğuda Herat ve Sistan’a kadar yayılsalar da bastırılırlar. Batı’da ise Mağripli Berberileri kontrol etmek amacıyla bölgede iç işlerinde serbest bir vâlilik yönetimi kurmuştur.
803 yılına gelindiğinde Harun Reşid iktidarında geniş yetkiler verdiği Bermeki ailesi hakkında iyi şeyler konuşulmadığını duyar. Söylentiler ayyuka çıktığında, devletin idâresi kılcallara kadar babaları Başvezir Yahyâ sayesinde merkezde, oğulları sayesinde de eyaletlerde Bermekîler’in eline geçmiş bulunuyordu.
802 yılında hacca giden halife yanına kendi oğullarını, ayrıca veziri Yahya’yı ve oğulları Cafer ile Fazl’ı da almıştı. Hac dönüşünde Harun Reşid 29 Ocak 893’te Anbâr yakınındaki Umr’da konakladığında her üçünün de tutuklanmasını ister. Sonra da ünlü komutanı Mesrûr el-Hâdim’e Cafer’in idam edilmesi emrini verir. Emir derhâl yerine getirilir.
Cafer idâm edilirken, Cafer’in babası Yahya ile diğer kardeşi Fazl zindana atılır. Bununla da kalınmaz ülkede, yıllardır Fars kökenli Bermekîlere duyulan öfke ile Bermekî avına çıkılır. Bermekî olup da Arap halkın gazâbına uğramayan kimse kalmaz. Böylece uzun bir döneme damgasını vuran ve devletin her kademesinde âdeta parelel bir yapı kurarak her türlü makâmı işgâl eden Bermekîler temizlenir.
Bir tek Harun Reşid’in bizzat kendisinden “Bermekî değildir” yazısını alan sarayın bahçıvanı kurtulur. Kurtuluş hikâyesi ilginçtir. Bir gün Harun Reşid, Vezirlerinden önemli görevler üstlenmiş Yahya’nın oğlu Cafer’le sarayın bahçesinde hem gezip, hem de devlet işlerini konuşurken, Halife’nin gözü kırmızı bir elmaya takılır. Uzansa da, hafifçe zıplasa da alamaz. Cafer’e, “Şu elmayı bana alır mısın” der. “Tabii ki Sûltân’ım, yalnız biraz eğilmeniz gerekecek” diye cevap verir. Ve önünde eğilen Harun Reşid’in omuzuna pervasızca çıkarak elmayı kopartır.
Bu olayı uzaktan seyreden ve dehşete kapılan, Bermekî olduğu için saraya bahçıvanbaşı yapılan saray personeli birkaç gün sonra huzura çağrılır. Yediği elma hoşuna giden Halife onu yetiştiren bahçıvanı ödüllendirmek ister. Ne isteği olursa o an yapacağını söyler. Bahçıvan hâlâ bahçede gördüğü olayın etkisinden kurtulamamıştır. Harun Reşid’e; “Efendim sizden bir tek şey istiyorum benim Bermekî olmadığıma dair bir belge.”
Harun Reşid şaşırır. Başka şeyler de isterse verebileceğini söylese de bahçıvan ısrarlıdır. Ve Halife’nin elinden Bermekî olmadığına dair mühürlü belgeyi alır. İşte halkın ve devletin Bermekî avına çıktığı o günlerde, Abbasi Halife’sinin omuzuna basacak kadar haddi aşan Bermekilerin sonunun yaklaştığını öngören bahçıvanı kurtaran bu belge olur…
808'de Horasan Bölgesinde Rafi b. Leys'in büyük bir isyan başlattığı haberini alan Harun Reşid sefere çıkar. Ancak Tus şehrine varınca hastalanır. Tedavisi 24 Mart 809'a kadar uzman hekimlerce sürer. Fakat ecel gelmiştir. O gün vefât eder. Hemen orada defnedilir. 818 yılında vefât eden İmâm Rıza, Harun Reşid’in oğlu Halife Emin’in izniyle Harun Reşid’in kabrinin yanına defnedilince devâsa bir türbe yapılır. Bu türbe Gazneli Mahmut’un babası Sebük Tekin tarafından yıkıldıysa da sonradan Ağabeyi İsmail’in yerine gelen oğlu Gazneli Mahmut tarafından tamir edilerek yeniden yapılarak ziyârete açılmıştır.
.
Çanakkale deniz zaferi (18 Mart 1915)
Halit Kanak İletişim:
Londra’da toplanan İngiliz savaş kabinesi üyelerinin gündeminde “Hasta Adam” Osmanlı Devleti vardı. İngiltere eski başbakanlarından savaş kabinesi üyesi Arthur Balfour oturduğu koltuğa sonuna kadar yaslandıktan sonra endişeyle sordu: “Türkler yolları kesildiğinde teslim mi olurlar yoksa sırtlarını duvara verip çarpışırlar mı?”
Lloyd George: “Herhalde çarpışırlar” diye cevapladı. Bir başka cevapta Savaş Bakanı Kitchener’den geldi: “Bence teslim olurlar.”
Daha savaş başlamadan zafer nişanının gerçek sahibi gibi görülen Donanma Bakanı Winston Churchill, ihtimale mahal bırakmayacak şekilde söze girdi: “On dört gün” dedi, “Kimse merak etmesin donanma on dört gün içinde İstanbul’da olacak.”
Bu söz üzerine diğer üyeler koltuklarında gevşediler. Öyle ya; bunca denizaltılar, destroyerler, zırhlılar, dretnotlar, torpido muhripleri, nakliye gemileri ve birde uçak gemisi karşısında kim durabilirdi. Bu cehennem makineleriyle kazanacakları zaferi düşünerek yumuşak koltuklarına biraz daha gömüldüler ve bu zaferle birlikte gazete sayfalarında çarşaf çarşaf yayınlanacak fotoğraflarının hayaline daldılar.
Çanakkale zaferinde aslan pay elbetteki seferin fikir babası ve ısrarlı savunucusu Winston Churchill’e ait olacağı konuşulduğunda Savaş Bakanı Lord Kitchener hiç de geri kalmadı. Öfke ve heyecan karışımı bir tonla: “Kimse kusura bakmasın ben başından beri hep bu durumdan yanaydım” diye tepki göstermişti.
Toplantının bundan sonrasında Türkiye’nin nasıl paylaşılacağı konusu vardı. Bu konular gazeteler üzerinden sokağa da yansıtılınca tur şirketleri Londra ve Paris’ten İstanbul’a tur programları yapmakta gecikmemişler tur satışlarına başlamışlardı. Elbette bunda; “İstanbul’un itilaf devletlerinin eline geçmesi kaçınılmaz olmuştur” diye açıklama yapan İstanbul’daki Amerika elçisinin de payı büyüktü.
İngiltere ve Fransa’da bunlar konuşulurken Türkiye’de ise; Birinci Dünya Savaşının ayak seslerinin duyulmaya başladığı bu çok kritik bir dönemde 3 Ocak 1914’te Harbiye Nâzırlığına, 5 gün sonrada Genel Kurmay Başkanlığına getirilen Enver Paşa’yı endişeye sevk etmiş bir takım tedbirlerin âcilen alınması gerektiğine inanmıştı. Önceliğinde Çanakkale Boğazı vardır. Derhal bölgeyi dizayn etmek için harekete geçer.
Önce kıyı bataryaları tek tek elden geçirilir. Yaptırdığı sayımda mevcut topların çoğunun eski, atış mesafelerinin kısa, cephanelerinin de çok az olduğunu gördü. Derhal; Müin-i Zafer, Asan Tevfik, Mesudiye, Berki Satvet ve Ertuğrul gemilerinden sökülen toplardan set bataryalar kurdurdu. Bunları kullanan personeli de başlarına sevkettirdi. Ayrıca Kilitbahir’e de torpido kovanlar yerleştirilmesi talimatı verdi.
Yetmedi, 22 Temmuz 1914 yılında boğazın harp gemilerine karşı torpille kapanmasını, daha önce Balkan Harbi’nde konulan işaret şamandıralarının iptal edilmesini, kıyı fenerlerinin söndürülmesini emretti. Bu emirden üç gün sonra Çanakkale Boğazı’nın en dar yeri olan Kepez’le Havuzlar arasına 2.200 m. uzunluğunda ve 22 torpidodan oluşan bir hat kuruldu. Bir gün sonra da bu hattın doğusuna 26 torpido ile bir hat daha kuruldu ve boşlukları kapatmak için 4 mayın bırakıldı.
Savaşın ayak sesleri yerini 28 Temmuz’da savaşın kendisine bırakmıştır artık. Enver Paşa elini çabuk tutmalıydı ve öyle de yaptı. 15 Ağustos’ta mevcut iki mayın hattına ilâve olarak 15 Ağustos’ta üçüncü hattı kurdurdu, ardından 40 gün sonrada dördüncü hattı kurdurdu. Gördüğü boşluklara da dört mayın daha döktürerek boğazı tamamen kapattı.
Bunları da yeterli bulmadı, 1 Ekim’de beşinci mayın hattını, 9 Kasım’da altıncı mayın hatlarını döşetti. Bunu 17 Aralık’ta 7’nci, 8’inci ve 9’uncu mayın hatları takip etmişti. Ardından 10 ve 11. hatlar kuruldu. Mayın döşeme işi başta Nusret Gemisi olmak üzere Sivrihisar, İntibah ve Selânik adlı gemilerimizle 8 Mart 1915’e kadar devam etti.
Ticâri gemiler dünya savaşının başladığı 28 Temmuz 1914’e kadar kılavuz gemilerimiz eşliğinde geçiş yaptılar. Parasını son kuruşuna kadar ödediğimiz Sûltân Osman ve Reşâdiye gemilerimize İngilizlerin el koymasıyla onların yerine Almanlardan satın aldığımız Goben ve Breslav (Yavuz ile Midilli) gemileri de verilen emir gereği 10 Ağustos’ta kılavuzlarla içeri alınmıştı.
Satın aldığımız bu gemilerin peşindeki İngiliz gemilerinden birisi gelerek bu gemilerin boğazdan girip girmediklerini sordu. İngilizlere boğazın kapalı olduğu cevabı verildi. Ancak İngilizler gitmedi. Üstelik artan sayılarıyla Çanakkale Boğazını gözetlemeye başladılar.
Harbiye Nâzırlığının emriyle boğaza gönderilen küçük bir filodan oluşan (filotilla) gemilerimizde keşif ve gözetleme görevi yapıyorlardı. Her yirmi dört saatte bir değiştirilmek üzere, torpidolardan biri dışarı gönderilerek Imroz-Mondros hattı üzerinde keşifleri sürdürüyordu.
Ancak, 13 Eylül’de Akhisar torpidosu gözetleme görevine çıkmışken iki İngiliz gemisi tarafından durduruldu ve bir daha çıkan olursa el koyacakları bildirildi. Bundan sonra boğaz dışında gözetlemeden vazgeçildi. Bu arada Rusya, Çanakkale çıkışında abluka uygulayan itilaf devletleri donanmasının isteği üzerine İstanbul Boğazı önlerinde tatbikata başlamıştı. Hatta tatbikat yapan Rus gemileri Türkiye’ye gözdağı vermek için bir oldubittiyle ikazlara rağmen İstanbul Boğazı’ndan içeri girmeye kalktılar. Enver Paşa’nın emriyle gemilerden biri ânında batırıldı. Bir diğer kullanılamayacak derecede tahrip edildi. Yetmedi lojistik gemileri mürettebatıyla birlikte esir alındı.
Enver Paşa bununla da yetinmedi. Düne kadar Türk Gölü olan Karadeniz’de bir tek gemisi olmayan Rusya, bir oldubittiyle dünya başkenti ve Hilâfetin Merkezini işgâle yeltenmişti. Cezasız kalmamalıydı. Enver Paşa 27 Ekim 1914'te donanmaya Odessa, Sivastopol, Kerç, Novorossiski limanlarını bombalattı. Ruslar ise bunun üzerine 2 Kasım'da Sarıkamış, Oltu, Olur ve Narman’dan Köprüköy ile Azapköy’e doğru saldırıya geçtiler.
Bu saldırının ertesi günü 3 Kasım sabahı 06.40’ta da Çanakkale önlerindeki İngiliz ve Fransız gemilerinden oluşan 18 parça düşman donanması yaklaşık 14 km. mesâfeden Anadolu ve Trakya tabyalarımızı 20 dakika süreyle bombaladılar. Bombardımana, Ertuğrul ve Orhaniye tabyalarımız tarafından atışlarla cevap verildi. Bu, yaklaşmayın buradayız mesajıydı.
Diğer taraftan; 4 gün sonra Bezm-i Âlem, Bahr-ı Ahmer ve Mithat Paşa adlı nakliye gemilerimiz doğudaki Rus saldırısını püskürten 3. Ordumuza içlerinde bu savaşta çok önemli olan üç adet keşif uçağı, erzak, cephane, 3 bin asker ve Kafkasya'da faaliyet gösterecek Teşkilât-ı Mahsusa elemanları olduğu halde Zonguldak Ereğli açıklarında 7 Kasım tarihinde sabah 07.45'te Rus donanması tarafından batırılarak 175 askerimiz esir alındı.
Enver Paşa ise doğuda Rus Ordusunu püskürttüğü halde emirlere aykırı hareket ederek Rus’ları takibe almayan Hasan İzzet Paşa’nın karargâhına giderek komutayı ele almış, yaptığı harekâtla Rus Karargâhının bulunduğu Sarıkamış’ın varoşlarına ulaşmışken, Allahu Ekber Dağlarında 3 gün geç hareket ettiği için fırtınaya yakalanan Hakkı Paşa’nın gelememesi yüzünden daha sonra rövanşını almak üzere operasyonu yarıda bırakarak Çanakkale’ye koşmuştu.
(42 bin mevcutlu 3. Ordumuzun 23 bini burada donarak şehit olmuş, 7 bini esir düşmüştü. Enver Paşa, ilerleyen yıllarda bunun rövanşını almış, Kars, Ardahan, Batum’u Ruslardan geri aldığı gibi, Kafkasya’yı çiğnemek sûretiyle Bakü’yü de Rus, Ermeni ve İngilizlerden temizlemiştir.)
Çanakkale’ye gelen Enver Paşa boğazı geçmek isteyen düşmanlar için cehennemi bir hazırlığa başladı. Hazırlıklar bitmişti ki, İngilizlerin 28 Ocak 1915’te aldıkları karar gereği 19 Şubat’ta düşman taarruzu başladı. Birleşik filoda 49 İngiliz, 13 Fransız gemisi olmak üzere toplam 62 gemi bulunuyordu. Lojistik gemileriyle sayı 103’e ulaşıyordu.
Birleşik filonun komutanı İngiliz Amirali Carden’in hedefinde, önce boğaz giriş tabyalarının susturulması ve boğaz içerisinde Kepez’e kadar olan iç savunmanın çökertilmesi, sonra boğazın dar kesimindeki tabyaların susturulması ve mayınların temizlenmesi, ardından da boğazın en dar kesimine egemen olan savunma düzenlerinin çökertilmesi ve finaldeyse Marmara’ya giriş vardı.
Birleşik filo gemilerinin saat 9.51’den itibaren boğaz giriş tabyalarının bombardımanıyla 18 Mart 1915’e kadar sürecek olan savaş başlamış oldu. Düşman gemileri ateşi kesmesen yaptıkları hamlelerle saat 14.00’te 7 kilometreye kadar sokuldular. Bu arada gemilerinden biri Orhaniye bataryasından isabetler aldı.
17.30’a kadar yapılan atışlarda Türk siperlerinde derin çukurlar açılmış olsa da bol cephane harcadıktan hâlde giriş tabyaları üzerinde tam etkili olamayarak geri çekildiler.
Başarısız ilk saldırıdan sonra 25 Şubat’ta İngiliz gemileri yeniden boğaza yüklendiler. Ancak; Kumkale, Seddülbahir, Ertuğrul, Orhaniye bataryaları ateş açarak düşman gemilerini 7-8 km. uzakta tutmayı başarıyordu. Bu nedenle düşman ağırlıklı olarak Ertuğrul ve Orhaniye tabyalarını hedef aldı.
Bu tabyalarımıza saat 10.00’da başlattığı ateş 17.30’a kadar sürdü. Ertuğrul tabyamız destan yazarak yoğun ateş altında doldurulması çok güç olan iki topla, iki saatte 70 mermi atarak düşmanı yıldırdı. 14 km mesafeden atılan yüzlerce mermi altında kalan Seddülbahir, Kumkale tabyalarımızda sonuna kadar görevlerini başarıyla yaptılar.
Ertesi günden itibaren düşman saldırının şiddetini artırmaya başladı. Gündüz dev zırhlı gemileriyle mevzilerimizi dövüyorlar, gece tarama gemileriyle mayın topluyorlardı. 4 projektör ışığı ile yaptığımız atışlarla gemileri tâciz ediyorduk.
Tabyalarımız günlerce dövüldü. Şehit sayımız günden güne artıyordu. Mevzilerimiz birer birer susturuluyordu. Ancak boğazı karşıdan karşıya kesen mayın ve torpido hatlarımız etkili olamıyordu. İşin başından beri durumu gözlemleyen Enver Paşa, peş peşe boğaza giren düşman gemilerinin cephanelerini mevzilerimize boşalttıktan sonra boğazın Anadolu yakasında yer alan geniş Erenköy koyundan manevra yaparak döndüklerini ve kendilerinden sonra gelen gemilere yol açtıklarını fark eder.
Derhal bu koyun mayınlamasını emreder. Ancak mayın hattının diğerleri gibi karşıdan karşıya değil, bilakis kıyıya paralel olmasını ister. Elde kalan son 26 torpil, Selanik gemisiyle İstanbul’dan Çanakkale’ye getirilir ve Nusret mayın gemisinin güvertesine yüklenir.
Daha birkaç gün önce Nusret 53 mayını Çimenlik Kalesi ile Değirmenburnu arasına başarıyla dökmüştü. Hatta bu mayınlar, mayın azlığı nedeniyle İzmir civarında Köstenağzı’nda batırılan mayın yüklü bir Fransız gemisinden çıkartılan, diğer bir kısmı ise, Rusların Yavuz ve Midilli’yi batırabilmek için, Karadeniz’e, İstanbul Boğazı’na doğru bıraktıkları ve akıntı ile boğaza doğru sürüklenen ve oradan toplanan mayınlardı.
360 tonluk bu mütevazı tekne Nusret, bu yeni görevi için 7 Mart'ı 8 Mart’a bağlayan gece yarısı demir alır. Gecenin karanlığında bütün ışıklarını kapatıp yola çıkar. Devriyeye çıkmış düşman gemilerinin projektörleri arasından geçer, yeni mayın hattının hazırlanacağı noktaya gelir. Büyük bir sessizlik içinde eldeki son eski tip 26 mayını önceden belirlenen rota doğrultusunda suya yerleştirir. Ancak dönüşe geçildiğinde, Nusret’in Komutanı Yüzbaşı Tophaneli Hakkı Bey’in kalbi o heyecana dayanamaz ruhunu teslim eder.
Mayınlar döşendikten 10 gün sonra, 18 Mart’ta düşman gemileri bütün tabyaları susturarak Marmara’ya geçmek hedefiyle gün boyu ölüm kusmak için harekete geçerler. Birkaç günlük sessizlik 18 Mart 1915’de bozulmuştu. Gerçi düşman donanmasının Bozcaada’da yaptığı yığınak, gerek karadan yapılan gözetlemelerle gerekse deniz uçaklarıyla keşfedilmiş ve tedbirler alınmıştı. Ayrıca, 18 Mart’ta bir taarruz olacağına dair Müstahkem Mevki Komutanlığına istihbarattan bilgi akışı yapılmıştı. Bunları teyit için Bir Türk keşif uçağı, 18 Mart’ta gün ağarmasıyla beraber havalanır ve Bozcaada-İmroz’da büyük bir çalışma olduğunu haber vererek hareketliliği an be an izlemeye başlar.
Nihayet 18 Mart 1915 günü sabah saat 10:30’da düşman gemileri Boğaz’a girerler. Merkez Tabyaları’nı bombaları bombalarken, Kumkale gerisindeki Türk obüsleri karşı atışa başlamıştır bile. Bu gemilerinden Agamemnon ve Inflexible isabet alırlar. Agamemnon uzaklaşırken Inflexible ise aldığı hasarla muharebeye devam eder. Bir tarafta Fransız Filosu, Türk Bataryaları’na karşı yakın mesafeden yaptığı bombardımanda etkili olur. Hatta bu atışlardan sonra Gelibolu yakası ile irtibat kesilir. Telefon santraline bir mermi düşmüştür. Üstelik Saat 12.20’de Çimenlik istihkâmları bütünüyle tahrip edilmiş ve içindeki toplar işe yaramaz duruma gelmiştir.
Ancak Türk topçusu da atış menzilindeki gemilere oldukça zarar verir. Bunlardan Gaulois büyük bir yara alır ve düşman filosu geri çekilir. Saatler 13.55’i gösterdiğinde Bouvet, Nusret’in döktüğü mayınlardan birine çarpar ve büyük bir patlama olur. Bouvet dakikalar içinde 603 askerle birlikte sulara gömülür. Her taraftan Bouvet’nin batmakta olduğu görüldüğü için Türk Askerine büyük moral olur.
Saat 15:14’te ise Irresistable aynı akıbete uğrar. Önce bir patlama duyulur ve gemi yan yatmaya başlar. Bölgeyi terk etmeye başlayan gemi 16:15’te Nusret’in mayınlarından birine çarpar. Ocean kurtarmaya gitse de Merkez Tabyalar ve seyyar bataryalarımız tarafından çapraz atışa tutulunca geri çekilir. Irresistable’nin personeli saat 17:50’de gemiyi terk eder. Yaralı gemi 19:30’da Karanlık Liman’da topçu bataryalarımız tarafından sulara gömülür.
Saat 16:05’te bu kez de Inflexible baş kısmından mayına çarpar. Gemi yan yatar ve baş tarafı suya gömülü halde kendisini Bozcaada’ya zor atar. Artık saf dışı olmuştur.
Saat 17:50’de Seyit Onbaşı’nın hedefine giren Ocean, Seyit Onbaşı’nın attığı mermiyle dümen aksamından ağır yara alır. Dümeni de tahrip olmuştur. Kontrolden çıkarak sürüklenen Ocean bu kez de Nusret’in döşediği mayınlardan nasibini alır. Akıntıyla Morto Koyu hizasına kadar sürüklenen Ocean burada sulara gömülerek gözden kaybolur.
Saat 18:00’da Amiral de’Robeck şoka girmiştir. Vakit kaybetmez bütün gemilere geri çekilme emrini verir. Boğazı donanmayla zorlayıp geçme düşüncesi büyük bir yenilgiyle son bulmuştur.
Ertesi gün düşman donanmasından şiddetli bir taarruz olabilir beklentisi boşa çıktı. 19 Mart’ta düşman filosu bir daha görülmedi. Çünkü diğer bütün gemilerde az çok zarar olduğu tesbit edilmişti. İngiltere Savaş Kabinesi, Churchill’in muhalefetine rağmen 25 Nisanda kara harekâtına karar verdi. Bunun üzerine Enver Paşa kara savaşları için 28 Mart’ta 5. Orduyu kurarak başına Alman Generali Liman von Sanders’i getirir.
Bundan böyle Çanakkale Kara Savaşları’na komuta edecek olan General Ian Hamilton, 18 Mart faciasını, Phaeton adlı küçük savaş gemisinden an be an seyretmiştir. Günlüğüne şu notları düşer: “Beceriksiz diplomatların telkinleriyle sanıldı ki Gordion’un kördüğümü misali yaşlı Türk devleti bıçakla kesilmiş gibi ikiye bölünüp dağılacak.”
Londra acınacak haldedir. Hâlâ İngiliz gazeteleri zafer haberlerini vermeye devam etmektedir. Osmanlı hükümetinin İstanbul’u terk etme hazırlıklarına hız verdiği, devlet hazinesinin başka yere taşındığı gibi haberler. Oysa İstanbul, 18 Mart Zaferi’nin haberini aynı gün almıştı ve güven içindeydi. Sultanahmet Camii’nin görevli mahyacısının 19 Mart’ta hazırladığı şu yazı tarihe not olarak düşmüştür; “ÇANAKKALE GEÇİLMEZ..”
Bu mağlubiyetten sonra istifa etmek zorunda kalan İngiltere Bahriye Nâzırı Churchill; 1939’da çıkartılan özel af’la sürgünden Türkiye’ye dönen Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver, Türkiye’ye geldikten sonra babası Enver Paşa'nın vasiyetine uyarak amcası Nuri Paşa'nın teşvikiyle Hava Harp Okuluna girmiş ve başarıyla mezun olduktan sonra da kurs için İngiltere'ye gönderilmişti. (Daha sonra Enver Paşa’nın oğlu olduğu gerekçesiyle kurmay yapılmayınca askerlikten ayrıldı.)
O sıra Londra’da büyükelçi olan Rauf Orbay, bir görüşme esnasında İngiltere Başbakanı Churchill'e Enver Paşa'nın oğlunun Londra'da olduğunu söyler. Churchill heyecanlanır ve bir an önce Ali Enver'le görüşmek ister ve ilk fırsatta makamında misafir ettiği genç havacı Ali Enver'le sohbet ederken, sohbet esnasında bir ara Ali Enver'e "Biliyor musun Ali, baban benim siyasi hayatımı uzun yıllar geriye attı. Baban Enver Paşa yüzünden ancak 25 yıl sonra Başbakan olabildim" der.
Churchill'in bahsettiği konu, her ânı kahramanlıklarla dolu olan ÇANAKKALE ZAFERİ ve onun Kahraman Komutanı Başkumandan ENVER PAŞA'dır.
Nusret’in kahraman mürettebatı başta Kaptan Tophaneli Hakkı Yüzbaşı olmak üzere; Güverte Yüzbaşısı Hüseyin, Önyüzbaşı Çarkçı Ali, İkinci Çarkçı Ahmet, Üçüncü Çarkçı Yüzbaşı Hasan, Elektrik Zabiti Mülâzım Hasan, Top Zabiti Mülâzım Kadri Bey ve 54 er oğlu er’e şükranlarımızı sunuyoruz. Çanakkale şehitlerimizle birlikte emeği geçen, ter akıtan bütün ecdâdımızın ruhları şâd olsun…
.
Efendimiz sallallâhû aleyhi vesellem’in Vedâ Hutbelerini irad etmeleri (7-9 Mart 632)
Halit Kanak İletişim:
Takvimler Hicretin onuncu yılının Zilkâde Ayı’nın 25’ini gösterdiğinde (22 Şubat 632) Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz öğle namazlarını ashâbıyla edâ ettikten hemen sonra Hac Farizasını yerine getirmek için Medine-i Münevvere’den 40 bin Ashâb-I Kiram Efendilerimizle birlikte harekete geçtiler.
O’nu (s.a.v.) hac etmeye yönlendiren, kendilerine Hicretin dokuzuncu yılının Zilkâde Ayı içerisinde vahyedilen âyet-i kerîme’de buyurulan, ”Ziyarete gücü yeten herkese Beytullah’ı ziyaret etmek, Allah celle celâlühü’nün onun üzerindeki hakkıdır” meâlindeki emir olmuştu.
Bu âyet-i kerimeyle birlikte hac ibâdetini yerine getirmek imkânı olan kadın-erkek herkese farz kılınmıştı. Kendileride diğer ibâdetler gibi bu ibâdetide hakkıyla ifâ etmek istiyorlardı. Bu arzusunu Sahabe Efendilerimize bildirince, dört bir yana münâdîler (tellallar) gönderilmişti. Bunun üzerine insanlar akın akın Medine-i Münevvere’de toplanmışlar, sonra da hep birlikte yola çıkılmıştı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yanlarına kurban edilmek üzere üzerlerine işaret koydurmak ve boyunlarına gerdanlık astırmak sûretiyle 100 adet de deve almışlardı.
Mescid-i Nebî’den yaklaşık 11 km. mesâfede Akik Vadisinde sulak bir yer olan Zü’l Huleyfe'ye Tarikuşşecere yolunu takip ederek geldiklerinde ikindi vakti girmek üzereydi. Hac Kervanına Medine’de yetişemeyenleri beklemek için orada gecelediler. Ertesi gün sabah namazından sonra Efendimiz önce gusül abdesti aldı, güzel kokular sürdükten sonra da ihrama girerek Semüre Ağacının altında iki rekat ihram namazı kıldılar. Ardından hem ûmre, hem de hacca niyet ettiler. Bütün sahabe aynı şekilde hazırlıklarını yaparak ihramlandılar.
Bizim de ihrama girme bahtiyarlığına erdiğimiz Zü’l Huleyfe’de Semüre ağacının olduğu yeri de kaplayacak şekilde yapılan 6 bin metrekarelik alanda ihrama girenler iki rekat namazlarını da burada kılmaya devam etmektedirler.
Allah’ın Resûl’ü (s.a.v.), Medineliler için Mekke’ye 464 km. mesâfede bulunan Zü’l Huleyfe`yi mikat sınırı olarak belirlediği gibi; Şam (Türkiye, Suriye, Mısır, Avrupa) tarafından gelenlerin mikat sınırı olarak Mekke’ye 187 km. mesâfedeki Cûhfe’yi; Irak, İran ve diğer doğu ülkelerinden gelenlerin mikatı için Mekke’ye 94 km. mesâfedeki Zât-ı Irk’ı, Necidliler (Kuveyt) için Karnü`l-Menâzil`i ve Yemenliler için 54 km. uzaklıktaki Yelemlem’i mikat mahalli olarak bu beş kilit noktayı bizzat belirlemişler ve bir yıl önce hac için görevlendirdiği Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ali Efendilerimizle de (radiyallahü anhüma) bütün müslümanlara haccın şartlarıyla birlikte tebliğ ettirmişlerdi.
Zü’l Huleyfe’de öğle namazı edâ edildikten sonra yola çıkıldığında; devesi Kasvâ’nın üzerinde ki O büyük Rehberlerini (s.a.v.) taklit ederek şevkle telbiye getirmeye başlayan ashâb, “Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l hamde, ve’n-n’imete leke ve’l-mülk lâ şerîke lek” diyerek yeri göğü inletiyordu.
Milyonlarca meleğin gıpta ederek eşlik ettiği bu kutlu yürüyüşte sırasıyla; Beydâ, Melel, Şerefü’s Seyyâle, Revhâ, Irku’z-Zıbya, Munsaraf, Esâye, Arc, Lahey-ı Cemel, Sükyâ, Ebvâ, Cuhfe, Humm, Erzak, Kudeyd, Müşellel, Ufsan, Gamim, Merru’z-Zehran, Serif, Ten’im ve Zâhir Vâdisi geçilerek Zî Tuvâ’ya gelindi. Yolda kâfileye katılanlarla birlikte Tuvâ’da bulunan su kuyusunun başında son kez mola vererek gecelediler. (Günümüzde hürmeten burada yapılan Mescid-i Tuvâ vardır.)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sabah namazından sonra Beytullah’a hürmeten bu kuyunun suyu ile gusül abdesti alarak hemen yanıbaşlarındaki Mekke’ye yöneldiler ve âdetleri olduğu üzere yine üst taraftan Mekke’ye teşrif ettiler. Hedeflerinde ilk önce Kâbe’ye gidip tavaf yapmak vardı. Doğruca Allah’ın Evi’ne geldiler. Zâten memleketlerinden kalkalarak gelen 80 bine yakın müslüman gece boyu uyumadan O En Sevgiliyi (s.a.v.) beklemişlerdi. Efendimiz’in teşrifleriyle birlikte Mekke’de yer yerinden oynadı. Telmiyeler tekbirlere, gözyaşları Kâbe kumlarına karışmıştı.
Efendimiz önce Rüknü, yâni Hacer’ül Esved’i istilâm etmek için mübârek ellerini Hacer’ül Esved Taşının iki tarafına secde eder gibi koyup ellerinin arasından öperek selamladılar, (Tavaf’a başlamadan telmiyeyi bıraktılar. Tavafta telmiye getirmek mekrûhtur.) Ardından tavafa başladılar. İlk 3 şavtta adımlarını hızlı atarak reml yapmışlardı. Sonraki 4 şavt normal adımlarla tamamlanmıştı ki; “Beytullâh’ı Biz, insanlara sevap kazanmaları için toplantı ve güven yeri kıldık. Siz de Makâm-ı İbrâhim’i namazgâh edininiz. İbrâhim ile İsmâil’e de, ‘Tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için bu Evi’mi tertemiz bulundurun’ diye emretmiştik.”Meâlindeki âyeti okuyarak Makâm-ı İbrâhim’e yöneldiler. Makâm’ı İbrâhim’i Kâbe ile aralarına alarak kıldıkları iki rekat namazda Fâtiha’dan ardından Kâfirûn ve İhlâs Sûrelerini okudular.
Kana kana zemzem içtikten sonra da; “Safâ ile Merve, Allah’ın belirlediği nişânelerdendir. Kim hac veya ûmre niyetiyle Kâbe’yi ziyâret ederse, oraları tavaf etmesinde bir beis yoktur…” meâlindeki âyetleri okuyarak yeniden Hacer’ül Esved’in hizâsına gelerek onu elleriyle selamlayıp Safâ Tepesine çıktılar. Burada tekbir getirip duâ ettikten sonra sa’y yapmak için Safâ’dan 325 metre mesâfedeki Merve Tepesine geldiler. Bu durumu tam 7 kez tekrarladılar. Her seferinde ise Hacer Vâlidemizin oğlu İsmail Aleyhisselam için su telaşı ile hızlı gidip geldiği yerde Allah Resûlü de hervele yapmıştır. (Şimdiki yeşil ışıkların arasındaki yer. Burayı erkeklerin hafif koşar adımlarla geçmesi sünnettir.)
Sonra Hazreti Hatice Vâlidemizin Kabirlerini ziyâret etmek için Hacûn’a geçtiler. Mekke’de 4 gün ihramlı olarak kaldılar ve burada Zilhicce’nin yedinci günü Harem-i Şerifte bir hutbe vererek bundan sonra hac vazifesi için nerelere gidilip nelerin yapılacağını ashabına anlattılar.
Ertesi gün arefeden bir gün öncesi olan terbiye günü idi. (Terbiye kana kana su içmek mânâsına gelir. O gün develere bolca su içirirlerdi ki Arafat’a gidip gelene kadar bu suyla idare etsinler diye. İsim oradan kalmıştır.)
Kâinat Efendisi Arafat’a çıkmak için hareket ettiler. Mina’ya geldiklerinde burada Nemire denilen yerde kendileri için bir çadır (Kubbe) kurulmuştu. Araplar hâlen Türk Çadırı mânâsına kubbe derler. (Kubbeli Türk Çadırı ilk defa Hendek Savaşında Peygamber Efendimiz’in ana karargâhı olarak orada kurulmuştu.) Çadırlarına yerleştiler ve o gün öğle namazı orada kılındı. (Şimdiki Nemire Mescidi’nin olduğu yer. Bu mescidin yarısı Mina bölgesinde, yarısı Arafat bölgesinde kalır. Peygamber Efendimiz’in Kubbesi ‘çadırı’ aynı şekilde kurulmuştu. O çadıra göre orantılı olarak mescidi yaptıkları için bir kısmı Arafat, bir kısmı Mina sınırları içerisindedir.)
Ertesi gün Arefe idi. Allah Resûlü Arefe günü sabah namazını da burada kıldılar. Böylece 5 vakit namazlarını burada tamamlamış oldular. Batn-ı Vâdiden geçerek Arafat’a teşrif ettiler.
Burada 124 bini aşkın Sahabe, Efendimiz’in (s.a.v) sözleriyle şereflenmek için bekliyorlardı. Peygamber Efendimiz Vedâ Hutbesinin ilk bölümünü 7 Mart Cumartesi arefe günü (9 Zilhicce) burada irâd buyurdular. Bütün Sahabe pür dikkat kesilmişlerdi. Efendimiz; “Ey insanlar” diye söze başladıklarında kalpler durma noktasına gelmişti.
Ve devam ettiler;
“Sözlerimi iyi dinleyin. Çünkü Ben, bu yıldan sonra bir daha sizinle burada buluşabileceğime ihtimal vermiyorum.” Bu sözlerle kalpler birden hüzünlendi. Ancak merak da had safhaya ulaşmıştı. Dinlemeye devam ettiler.
“Kanlarınız ve mallarınız; bu gününüzün, bu ayınızın ve bu beldenizin haram olduğu gibi, size haramdır. Dikkat edin. Cahiliyeye ait ne varsa hepsi ayaklarımın altındadır ve kaldırılmıştır. Cahiliyedeki kan dâvâları kaldırılmıştır…”
Bu sözler, fâizin kaldırılması ve kadın haklarıyla ilgili detaylarla devam ederek, Ashâb-ı Güzîn Efendilerimizden bir nevî helallik ve şahitlik alıncaya kadar devam etti. Sonra yeniden geldikleri Nemire’de ezan okutturarak öğle ve ikindi namazlarını öğlenin vaktinde birlikte edâ ettiler. Ardından Cebel-i Rahme Eteklerine kadar gelerek “Vakfe” için burada durdular.
Kâbe’ye yönelerek koltuk altları görülecek şekilde yukarı doğru açtıkları mübârek elleri karıncalınıncaya kadar Ümmeti için duâ ettiler. Ve sonra bindikleri Kusvâ’yı bir kayanın üzerine çıkardılar. Belli ki Efendimiz hutbe irad edeceklerdi. Cebel-i Rahme’yi sağ tarafına almışlardı. Hatta Kusvâ’nın sağ karnı Cebel-i Rahme’ye ait başka bir kaya parçasına sürtünüyordu. Bu haldeyken tekrar Ashâbına dönerek; “Bugün ben sizin dininizi tamamladım. Size olan nimetimi de kemâle erdirdim ve sizin adınıza din olarak sadece İslâm’dan râzı oldum” meâlindeki Mâide sûresinden bu âyetleri okudular. Bunun üzerine Hazreti Ömer Efendimiz’in hıçkıra hıçkıra ağladığı görüldü. Hazreti Ömer’e niçin ağladığı soruldu.
Hazreti Ömer radiyallahü anhüm Efendimiz; “Ağlıyorum, çünkü şu ana kadar biz, sürekli bir ziyâdelik yaşıyorduk. Şimdi anlıyoruz ki, tamamlanan her şey bundan sonra noksanlaşma devresine girmiş olacak.” Bu cevap karşısında “Doğru söyledin yâ Ömer” dediler. Vedâ Hutbesinin büyük bir bölümü burada irad buyurulmuştur. Allah Resûlü, devesine bindi terkisine de Usâme’yi alarak Müzdelife’ye doğru hareket etti.
Akşam ve yatsı namazlarını, yatsı namazı vakti girince birlikte edâ ettiler. Ertesi sabah Zilhicce’nin 10. günü yâni Kurban Bayramıydı. Sabah namazını yine Müzdelife’de hûşû içerisinde kıldıktan sonra Meş’ari’l Harama gelerek kıbleye doğru duâ ve niyaza başlamışlardı. Gün doğumuna yakın bir zamana kadar bu böyle devam etti.
Sonra Fadl bin Abbas’a şeytana atacağı taşları toplaması ve ashabının da aynısını yapmaları emrini verdiler. Taşlar tamam olunca İbn-i Abbas’ı da terkisine alarak Kasvâ ile Mina’ya doğru yola koyuldular. Muhassir Vâdisine geldiklerinde devesi Kasvâ’yı hızlandırdılar. Çünkü, fil vakâsının yaşandığı yerden geçiyorlardı. (Hâlen oradan geçen arabalar gece olsun, gündüz olsun hızlanırlar.)
Şeytan taşlama yerine gelince tekbir getirerek cemreye taş attılar. Sonra vâsıl oldukları Mina’da yine deve üzerinde hitâpları oldu. Ardından kurbanlık olarak getirdikleri develerden yaşları adedince 63 adetini bizzat kendileri keserek geri kalanını Hazreti Ali Efendimize kestirdiler.
Kurban kesme işini tamamlayınca mübârek başlarını tıraş ettirip ihramdan çıktılar. Akabinde Mekke’ye dönerek Kâbe’yi Kasvâ’nın üzerinde tavaf ettiler. Hacerü’l Esved’i de develeri üzerinden tekbir getirerek “mihcen” adlı âsâsıyla selâmladılar. Arkasından Zemzem Kuyusu’ndan su içerek Safâ ile Merve arasında yine develeri üzerinde sa‘y yaptılar. Öğle namazını kıldırdıktan sonra tekraren Mina’ya dönerek bayram günleri boyunca kaldıkları Mina’da hem şeytan taşlama işlerini tamamladılar, hem de Bayramın ikinci günü Mina’da ashabına bir hutbe daha irad ettiler.
Mina dönüşü Muhassab mevkiine geldiklerinde Ebû Râfi’nin çadırında konakladılar. Öğle, ikindi, akşam ve yatsı namazlarını kıldırıp bir müddet uyudular ve o gece Mekke’ye giderek vedâ tavafını yaptılar. Sahabe Efendilerimize Medine’ye döneceklerini duyurarak Zilhicce’nin 14. günü yola çıkıp, Medine-i Münevvere’nin kapısı durumundaki Zü’l Huleyfe’de gecelediler. Zilhicce’nin 29’unda (27 Mart) Medine’ye giriş yaptılar.
Bütün ashab dolu dolu bir hac yaşamanın mutluluğu içerisinde ve Efendimiz tarafından kendilerine; “Duyanlar duymayanlara anlatsın…” şeklindeki emirlerini yerine getirmek üzere yurtlarına döndüler…
Arefe ile bayramın 1. ve 2. gününde irad buyurdukları hutbeler toparlandığında Vedâ Hutbesiyle birlikte Efendimiz (s.a.v.), câhiliye devrine ait bütün kötü âdet ve gelenekleri yıkmıştır. Temel hak ve hürriyetlerle ilgili hükümleri bildirdiği gibi, bütün insanların Hz. Âdem’in (a.s.) çocukları olduğunu ifâde ederek ırk, renk ve sınıf üstünlüğünü reddetmiş, eşitlik anlayışını tarihe kaydetmiştir. Zinâ dâhil aile hayatına zarar verecek her şeyin yasaklandığını haber vermiştir.
Ayrıca; aile hayatında erkek ve kadının birbirlerine karşı hak ve vazifelerinden bahsederek, kadınlara karşı iyilik ve şefkatle muamele edilmesi gerektiğini açıklamıştır. Her türlü kan davasının kaldırıldığını ilân ederken, sosyal bir yara olan fâizin haram kılındığını bildirmiştir. Vasiyet, borç ve kefâlet, takvim düzeni hakkındaki hükümlerle birlikte; nesebin öz babadan başkasına nispet edilmesinin kötülüğünü ifade etmiştir. Herkesin can, mal ve haysiyetinin korunduğunu, her türlü haksızlığın yasaklandığını belirtmiştir.
Yetmemiş; orada bulunan ashabına önemli bir tavsiyede bulunarak, kendilerine emanet olarak bıraktığı Kur’ân ve Sünnet’e sarıldıkları müddetçe sapıklığa düşmeyeceklerini müjdelemiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.); bu son hutbesinde, bundan sonra bir daha haccedemeyeceğini bildirip vefâtının yaklaştığını ima ettiği ve gerçekten öyle olduğu için bu hacca Vedâ Haccı, bu hac esnasında irad ettiği hutbeye de Vedâ Hutbesi adı verildi. Vedâ Hutbesi her ne kadar tek bir hutbe imiş gibi kabul görmekteyse de, gerçekte bu hutbe, Arafat ta, Mina da ve bir gün sonra yine Mina'da olmak üzere arafe günü ile bayramın birinci ve ikinci günlerinde parça parça irad edilmiştir.
Rabbim bu emir ve tavsiyelere harfiyen uymamızı ve Resûlü Zişân Efendimiz’in şefaatlerine nâil olmayı bizlere nâsib etsin inşaallah…
.
Killigil silah fabrikasının havaya uçurulması ve Nuri Paşa’nın şehâdeti (2 Mart 1949)
Halit Kanak İletişim:
2 Mart 1949 Çarşamba günü ikindiden sonra saatler 17.10’u gösterdiğinde İstanbul-Sütlüce korkunç patlamalara sahne olur. Patlamalar iki gün boyunca kesilmez. Ortalık savaş alanına dönmüştür. Patlamanın olduğu ve tamamen yıkılan hacimli binanın bir silah fabrikası olduğu anlaşılır. Üstelik bu fabrika, Osmanlı’nın kudretli Harbiye Nâzırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa’nın öz kardeşi, Afrika Grupları Komutanı, Kut’ül Amâre’de İngiliz Ordusunu teslim alan Halil Paşa’nın öz yeğeni, Kafkas İslâm Ordusu Komutanı, Bakü Fâtihi Nuri Killigil Paşa’ya aittir.
Patlamalar durduğunda yapılan hasar tesbit çalışmalarında Nuri Paşa dâhil 28 kişinin vefât ettiği anlaşılır. Nuri Paşa’ya ait bir ayakkabı teki, not defteri, parçalanmış bir kravat ve onun olduğu iddia edilen bileğinden kopuk bir el bulunmasına rağmen, Paşa’nın cesedine ulaşılamamıştır. Yüzlerce metre etrafa saçılmış ceset parçaları tek tek toplanır.
Bulunan işçilerin cenâzeleri; İçişleri Bakanı Mehmet Emin Erişirgil, Çalışma Bakanı Reşad Şemsettin Sirer, İstanbul Savcısı İhsan Köknel ve Nuri Paşa’nın eniştesi Orgeneral Kâzım Orbay’ın hazır bulunduğu törenle 7 Mart 1949’da Bayezit Camii'nden kaldırılarak Edirnekapı Şehitliğine defnedilir.
Patlamadan günler sonra Haliç’te bulunur Nuri Paşa’nın parçalanmış vücudu. Bu kez de hükümet cenâze namazı kılınsın istemez. Çünkü günlerce İstanbul bu patlamaya ilişkin âdeta çalkalanmaktadır. Onlarca senaryo ağızdan ağıza dolaşmaktadır. Cenâze namazı için bir araya gelecek kalabalığın ne yapacağı belli olmaz. Bu yüzden Nuri Paşa, bulunduğu şekliyle Edirnekapı’ya mesâi arkadaşlarının yanına defnedilir.
Bunun için zamanın İstanbul Müftüsü büyük âlim Ömer Nasûhi Bilmen Hoca’dan da, bulunduğu şekliyle elbiseleri ile defnedilmesi konusunda bir fetvâ alınmıştır. Böylece Nuri Paşa’nın şehâdeti tescil edilmiş olur. Çünkü ancak şehitler elbiseleriyle ve cenâze namazı kılınmadan defnedilebilmektedir…
PATLAMAYA GİDEN SÜREÇ VE GELİŞMELER
Nuri Paşa, patlamanın olduğu gün hanımı Mısır Prenseslerinden Misli Melek Hanım’ı Yeşilköy’den Kâhire’ye yolcu etmiş, şoförü kendisini Sütlüce’deki fabrikaya bırakmıştı. Aslında Kâhire uçağı 11.00’de kalkması gerekiyordu. Ancak rötar yapan uçak, saat 15.00’te uçabilmişti. Hanım’ı; üç yıldır görmediği prenses annesi İffet Hanım’ı ve babası Mehmet Ali Bey’i çok özlediğini söyleyerek Mısır’a gitmek istemiş, işlerin yoğunluğundan bu seyahat sürekli ertelenmişti.
Sonunda Nuri Paşa hanımını yalnız göndermeye karar verir. Çünkü bu arada İsrail devleti kurulmuş, Arap-İsrail Savaşı başlamıştı. Nuri Paşa’nın silah fabrikasına talepler had safhaya çıkmıştı. Nuri Paşa özellikle Suriye ve Mısır’dan almış olduğu yüklüce havan topları, uçak bombaları ve patenti kendisine ait olan 9 mm.’lik tabanca siparişlerini yetiştirmek istiyordu. Türkiye Tekel İdâresinin vermiş olduğu 8 milyon adet kapsül siparişi de işin cabasıydı.
Bunun için de Yahudilerden tehdit dâhi almıştı. Ama; ömrü Libya Çöllerinde, Kafkas Dağlarında, Balkanlar’da savaşarak geçmiş, Birinci Dünya Savaşının her türlü ortamında bulunmuş, üstelik İstiklâl Madalyası sahibi Nuri Paşa için Yahudilerden gelen tehditler çok önemsiz şeylerdi. Aldırmadı üretime devam etti. Ancak tehditlere kulak asmayan Nuri Paşa’ya bu kez hükümet üzerinden Suriye ve Mısır’a silah satışı yapmaması noktasında ikâz geldi.
Nuri Paşa bu ikâza da kulak asmadığı gibi, Birleşmiş Milletler’in Suriye ve Mısır’a koyduğu silah ambargosuna rağmen (BM aynısını hep yapıyor) hem sevkiyatlara, hem üretime devam etti. Bu da başta Yahudiler olmak üzere emperyalist devletlerin dikkatini çekti. Mâdem Nuri Paşa durdurulamıyordu öyleyse farklı yöntemler denenmeliydi. Öyle de yaptılar. Fabrika bir daha üretim yapamayacak şekilde Nuri Paşa dâhil havaya uçurulacaktı.
Patlamanın olduğu gün, fabrikada işçi olarak çalışan birkaç Mûsevî vatandaşın işe gitmediği söylenir. Nuri Paşa ise doğrudan havaalanına hanımını Kâhire’ye yolcu etmeye gitmişti. O’nun havaalanı dönüşünde fabrikada yangın çıkartılacak, yangın zâten barut ve kimyevi maddelerle dolu fabrikayı havaya uçuracaktı. Plan işlemeye başladı. Uçağın rötar yapması işi geciktirse de, ilerleyen saatlerde eylem başarıyla uygulandı.
Nuri Paşa, mesâiye devam eden 105 işçi ile çalışırken ilk yangının çıktığını haber alır. Fabrikadan hızla uzaklaşması gerekirken, bilhassa O, hassas malzemelerin olduğu kısımlara koşarak işçileri bölgeden uzaklaştırmış, pek çok kimsenin hayatını kurtarırken, kendi hayatını fedâ etmişti.
TBMM’de bazı milletvekilleri hükümete soru önergesi vererek, "Bu fabrikanın nasıl ve kimler tarafından havaya uçurulduğunun" açıklanmasını ister. Soru önergeleri Milli Savunma Bakanı Hüsnü Çakır, Çalışma Bakanı Reşad Şemseddin Sirer ve Başbakan Şemsettin Günaltay tarafından cevaplanmış, Milli Savunma Bakanı Hüsnü Çakır 18 Mart 1949'da gerçekleşen meclis görüşmelerinde şunları söylemiştir:
“Bu zâtın (Nuri Paşa’nın) son 1948 senesi zarfında Suriye için, Mısır için ve Pakistan için sipariş müsaadesi istediği doğrudur. Suriye ve Mısır için, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bu memleketlere silâh ve mühimmat sevk edilmemesi yolundaki kararına binâen, Bakanlıkça kabul edilmemiştir. Yalnız Güvenlik Konseyinin Pakistan hakkında bir kararı olmaması hasebiyle Pakistan için senenin son ayında böyle bir sipariş müsâdesinin kabulünde bir mahzur görülmemiştir.”
Sonra söz alan Başbakan Şemsettin Günaltay da şu açıklamayı yapmıştır:
“Umumi ve süratli bir teftişin ağır ve ezici mesuliyetinden vareste bırakılan bir kısım memurlar da tamamiyle lâkaydiye (umursamazlık) sürüklenmişlerdir. Bu hâdiseye el koymuş olan adalet teşkilâtı vazifesini ifa edecek ve fâciaya sebep olanları meydana çıkararak şüphesiz cezalarını verecektir. Fakat bunun hâricinde bâzı dairelerde, kânûnların kendilerine tahmil etmiş olduğu (yüklemiş olduğu) vazifeleri hakkiyle ifâ etmeyenlerin veya ihmal edenlerin bulunduğu anlaşıldığından bunlar hakkında bakanlıklarca esaslı ve ciddî tetkikler yapılacaktır. Lâkaydi gösterenlerin, vazifelerini ihmal edenlerin meydana çıkarılmasını arkadaşlarımdan rica ettim. Bu hususta tetkikata başlanmıştır. Şüphesiz bunlar da cezalarını göreceklerdir. Aynı zamanda bu mahiyette bulunan müesseseler de sıkı bir surette teftiş edilerek gerekli şerâiti hâiz olmayanların faaliyetlerine son verilecektir.”
Bâzı milletvekillerin ısrarı sonucu Başbakan bu açılamalarla yetinilmeyeceğini bildiğinden, gizli oturum ister. Konu, Nuri Paşa’nın cesedinin Haliç’te su üzerine çıktığı gün olan 23 Mart 1949’da kapalı celsede yeniden gündeme gelir. 16 Ocak 1949’da kurulan 18. Hükümetin Başbakanlık makâmında bulunan ve TBMM kurulduğundan beri milletvekili olan Şemsettin Günaltay ağır adımlarla kürsüye gelir. Konuşmasını bitirdiğinde yaptığı açıklamalar kayıtlara devlet sırrı olarak girer.
Ve o güne kadar İsrail’in kuruluşunu tanımayan ülkemiz bu patlamanın ardından İsrail’i tanıma kararı alır. Üstelik tanıma kararı, 23 Mart’ta yapılan Nuri Paşa ile ilgili gizli celsenin bir gün sonrasında ve Nuri Paşa’nın defnedildiği gün alınır. Tanıma; İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak’ın himayelerinde 24 Mart 1949 tarihli ve 35970/115 sayılı Dışişleri Bakanlığının yazısı üzerine, Bakanlar Kurulu’nun aldığı karar gereği gerçekleşir, 1 Nisan 1949’da resmî gazetede yayımlanarak yürürlüğe girer.
Böylece 18. Hükümet İsrail’i 1 Nisan 1949 tarihinde resmen tanımış, ardından hükümetin el değiştireceği meşhûr 14 Mayıs 1950 seçimlerine 126 gün kala 7 Ocak 1950 tarihinde de Telaviv’de temsilcilik açarak resmi ilişki başlatılmış olur...
SAVUNMA SANAYİMİZDE ÖNEMLİ ADIM...
Nuri Paşa, Mondros Mütârekesinin imzalanmasıyla çağrıldığı İstanbul’da İngilizler tarafından 1919’da tutuklanmış, Batum’a gönderilerek hapsedilmişti. Paşanın Batum’da cezaevinde olduğunu haber alan Azerbaycan Türkleri her şeyi göze alarak yüksek güvenli hapishâneden çok sevdikleri Paşa’yı kaçırırlar. Paşa, Erzurum’a Kâzım Karabekir Paşa’nın yanına gelerek Millî Mücâdeleye katılır.
Nuri Paşa iyi bir asker olması nedeniyle silahlara aşırı bir düşkünlüğü vardı ve İstiklâl Savaşı döneminde Rus ve Ermenilerden ele geçirilen silahları ve malzemeleri Kars ve Erzurum'da mevcut imalathânelerin yanı sıra kurduğu atölyelerde canla başla çalışarak kullanılır hale getiriyordu. Bu konuyla ilgili ağabeyi Enver Paşa'ya 1 Nisan 1921'de yazdığı mektupta Erzurum’da iş ocağı nâmıyla metruk makineleri tamir ettirerek büyük bir imalathâne tesis ettirdiğini yazmıştı.
Savaştan sonra bunu geliştirmek istedi. Yakaladığı ilk fırsatta Zeytinburnu’nda 1933’te döküm, demir eşya ve soba yapmak üzere bir tesis kurdu. İsmi de “Zeytinburnu Demir Eşya Fabrikası” olarak konmuştu. Resmî olarak bu tip mâdeni eşyalar üretiliyor olarak görünse de asıl üretimi, Millî Savunma Bakanlığı’nın verdiği izinle yapılan tahrip kalıbı, gaz maskesi, tabanca, tüfek mermileri ve 81 mm.’lik havan topu mermisi gibi askeri malzemeler üzerine idi.
Ayrıca, Atatürk’ün talebi üzerine 1934’te Yavuz Zırhlısının 34 adet topu için kanat emniyetli tapa üretimine de başlar. “Yavuz”; İngilizler’in, parasını kuruşuna kadar ödediğimiz “Sûltân Osman” ve “Reşâdiye” gemilerine el koymasından sonra, onların yerine abisi Enver Paşa’nın Almanlardan satın alarak donanmamıza kazandırdığı (tıpkı Patriot’lar verilmeyince S-400’leri aldığımız gibi) iki gemiden biridir. (Bu zırhlı gemi Atatürk’ün nâşını İstanbul’dan İzmit’e taşıyacaktır). Nuri Paşa işte bu Yavuz’un ihtiyaçları için severek kolları sıvamıştır. Başarılı olduğunda arkasından dağ topları için 24 bin tapa siparişi gelir. O da yetmez diğer gemiler için 11.000 mermi tedariki istenir. Nuri Paşa ürettikçe en iyisini yapma gayretine giriyordu. Bir müddet sonra da Türk Hava Kuvvetlerinin envanterinde olan Alman Heinkel uçakları için ilk parti 3719 adet uçak bombası yapımı işlerini alır.
Bu arada yeni fabrikasını Sütlüce’de “Sütlüce Metal Eşya Fabrikası” adı altında çoktan açmıştır bile. Türkiye’nin ilk özel savunma sanayi şirketi olan bu fabrika, ülkenin silah endüstrisinin öncüsü olmuştur. Yeni binaların ilâvesiyle 400 tezgah ve zaman zaman 500 kişiye ulaşan işçi sayısıyla, tamamen yerli silah ve mühimmatlar üretiliyor, bu mühimmatlar da Türkiye Cumhuriyeti’nin yanı sıra birçok devlete satılıyordu. Ayrıca Pendik’te bir lojistik merkezi kurdu, İzmir-Karaburun’da bulunan civa mâdenini işletmesini kiralayarak hammadde tedarikini sağladı.
Ürün çeşidine el bomba üretimi ile çizimini kendi yaptığı ve ismini verdiği “N” harfinin ortasına koyduğu ayyıldızımızla amblemini oluşturduğu yarı otomatik 9 milimetre çapında ve “Nuri Killigil Tabancası” diye bilinen silah kalite açısından döneminin çok ötesinde olmuştur. Hâlen İstanbul-Harbiye Askerî Müzede sergilenen bu tabanca İtalyanlar tarafından kopyalanarak 1980’li yıllara kadar üretilmiştir.
Nuri Killigil’in bu başarıları, Türkiye’nin millî ve yerli bir savunma sanayisi olmasını istemeyenleri oldukça rahatsız etti. Bir müddet sonra da baskılar gelmeye başladı. Engellenmek istendi. Ama o bu işe yüreğini koymuştu, baskılardan yılmadı. Üretime devam etti.
İkinci Dünya Savaşından sonra şekillenen coğrafyalarda ortaya çıkan bağımsızlığını kazanan yeni devletlerden birisi olan Pakistan Ordusunun ihtiyaçlarını gidermeye çalıştı. Başta İngiltere olmak üzere emperyalist güçlerin Ortadoğu’ya saatli bomba gibi kurup bıraktıkları İsrail’e karşı savaşan Filistin, Suriye ve Mısır’a bol miktarda cephâne gönderdi. İsrail’in kurulduğu topraklar ne de olsa 30 sene öncesine kadar Türk toprağıydı, kurtarılmalıydı.
Özellikle Mısır’ın Türk Kralı Fâruk’un talepleri için mesâilerini artırdı. Kral Fâruk’un babası Kral Fuad Osmanlı Türk Devletinde Sûltân II. Abdülhamid döneminde Viyana Askerî Ataşemiz olarak görev yaptığı gibi, Abdülhamid Hân’ın yâverliğini de yapmıştı. Kral Fâruk hem babası tarafından, hem de Annesi Nazlı Hanımefendi’nin Türk olmasından dolayı Nuri Paşa tarafından çok tutuluyordu. Nitekim Nuri Paşa da Mısır Prenseslerinden biriyle evliydi.
(Cepheden cepheye koşmaktan evlenmeye fırsat bulamayan Nuri Paşa son olarak ağabeyi Enver Paşa’ya İnebolu’dan yazdığı mektubunda bu konuya değinmiş, her ne kadar Karcıbaşılar’dan Hamide Hanım’ın kızını beğendiğini ifade etse de sonuçta Misli Melek Hanım ile evlenmiştir.)
Diğer taraftan yurt içi taleplere de yetişiyordu. Millî Savunma Bakanlığı 21 Ağustos 1941 tarihli kararnâmesi ile ordunun ihtiyacı olan 10 bin adet tabancanın Nuri Paşa’nın fabrikasından alınmasına karar vermiş, Nuri Paşa 24 ayda bu silahları parti parti bakanlığa teslim etmiştir.
Millî Savunma Bakanlığı ayrıca, 7,5/30 cm.lik Krupp Sahra Toplarına ait 60.000 şarapnelin mermiye çevrilmesi için 94 ton pirinç çubuğun Nuri Paşa’ya verilmesini onayladığı gibi, 5 Ağustos 1944 tarihinde çıkardığı kararname ile Nuri Paşa’ya fiyat farkı verilmesini kararlaştırmıştır. Paşa da bu mermileri Türk Silahlı Kuvvetlerine yine zamanında teslim etmeyi başarır.
Şehâdetinden iki yıl önce 1947 yılında babası Hacı Ahmet Paşa’yı (sivil paşa) kaybeder. Babasını Beşiktaş’ta Yahya Efendi Dergâhı’nın haziresine dünürü Şehzâde Süleyman Efendi’nin yakınına defnederler. (Enver Paşa’nın hanımı Naciye Sûltân da orada medfûndur.) Türk Savunma Sanayii’nin öncüsü Nuri Paşa’yı ve onda emeği olan başta ağabeyi Enver Paşa olmak üzere bütün ailesine ve hocalarına binlerce rahmet olsun…
"Nuri Paşa at belinde, Türkiye’den Kars’tan gelir.
Azerbaycan diye diye, yenilmeyen arslan gelir.
Dalgalanan Türk Bayrağı, istiklâlden haber verir.
İslâm'ın şanlı tarihine, zaman er oğlu er verir.”
NOT: Bugün saat 14.00’te Edirnekapı Şehitliğindeki kabri başında Türk Dünyası Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği Genel Merkezi tarafından anma proğramı yapılacaktır. Sevenlerine duyurulur.

.
Muhammet Seyfullah Maden
18 Ocak 2025
Ahmet eş-Şara’ya açık mektup
Mustafa Ceylan
18 Ocak 2025
Gazze...
Sefa Saygılı
18 Ocak 2025
Çocuklarımızın gayret ve çabası
Ahmet Varol
18 Ocak 2025
Küresel intifada sürmeli!
Ali Karahasanoğlu
18 Ocak 2025
Rıza da hatırlamıyor, Ekrem abisi gibi!
Ali Osman Aydın
18 Ocak 2025
Kaygılı veliler ve örnek denetim
Ali Sandıkçıoğlu
18 Ocak 2025
Kendini beğenen gençlere…
Ertuğrul Akar
18 Ocak 2025
Yahudi’nin kanı haram da Müslüman Türk’ün kanı helal mi!
Halit Kanak
18 Ocak 2025
Yarım kalan operasyon Süveyş Kanalı harekâtı (14/15 Ocak 1915)
Latif Erdoğan
18 Ocak 2025
Onurlu direniş
Mehmet Koçak
18 Ocak 2025
Netanyahu’nun gücü ateşkesi sabote etmeye yetmedi…
Muhammet Seyfullah Maden
18 Ocak 2025
Ahmet eş-Şara’ya açık mektup
Mustafa Ceylan
18 Ocak 2025
Gazze...
Sefa Saygılı
18 Ocak 2025
Çocuklarımızın gayret ve çabası
Ahmet Varol
18 Ocak 2025
Küresel intifada sürmeli!
Ali Karahasanoğlu
18 Ocak 2025
Rıza da hatırlamıyor, Ekrem abisi gibi!
Ali Osman Aydın
18 Ocak 2025
Kaygılı veliler ve örnek denetim
Türkiye'de ev hanımlarının en çok sevdiği marka iflas etti! 100 binden fazla kişi işsiz kaldı
Türkiye'deki ev hanımlarının popüler olarak kullandığı dünyaca ünlü ev gereçleri markası Tupperware iflas etmişti. İflas süreciyle ilgili ye..
Azerbaycan ve Gürcistan arasında tarihi anlaşmalar!
Azerbaycan'ın başkenti Bakü'de düzenlenen 10. Hükümetlerarası Ekonomik İşbirliği Komisyonu toplantısında, iki ülke arasında konsolosluk, den..
Türkiye yeni güne dev operasyonla başladı
Türkiye yeni günde dev operasyonla başladı. Detayları ise İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya başladı.
Ticaret Bakanlığı ifşa etti! Türkiye'de milyonlarca kişi severek kullanılıyor!
Tarım ve Orman Bakanlığı, taklit ve tağşiş yapılmış gıdaların gıdalarla mücadele etmeye başladı. Türkiye' de milyonlarca kişinin severek kul..
HGS'den kesilen parayı geri aldı! İşte izlediği yol...
2024'te yalnızca bir kez otoyol kullanan bir sürücü, Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) hesabından yanlışlıkla 1000 TL'lik geçiş ücreti tahsil edilmi..
Fergani Almanları şaşırttı! “Avrupa filosundan 3 kat daha mı büyük?”
Alman Welt gazetesi, Fergani Uzay tarafından milli olarak geliştirilen Türkiye'nin en büyük uydusu FGN-100-d1'in uzaya fırlatılmasına geniş ..
Araç paramparça oldu! Ters yönden gelen Clio Togg ile kafa kafaya çarpıştı
Dün Ankara Eskişehir yolunda gerçekleşen kazada çarpışan iki aracın Renault Clio ve TOGG olduğu ortaya çıktı.
AK Partili Elitaş'tan Özgür Özel'e çağrı: Derhal o danışmanlarını değiştir!
AK Parti Genel Başkanvekili Mustafa Elitaş, "Ya Allah aşkına Sayın Özgür Özel hiç dış politika danışmanın yok mu? Hiç dış politika uzmanın y..
İngiltere’den Filistin için tarihi çağrı!
İngiltere parlamento komitesi, hükümete bağımsız Filistin devletini tanıma süreci için bir zaman çizelgesi oluşturma çağrısı yaptı. Ayrıca İ..
Artık işlemler TROY kart ile gerçekleşecek!
Kamu bankaları ve kamu kurumlarının ödeme işlemleri artık yerli altyapıya sahip TROY kart ile gerçekleştirilecek. Böylece yeni kart ve kart ..
II. Dünya Savaşı’nda Türkiye’nin Almanya ve Japonya’ya savaş ilânı (23 Şubat 1945)
Halit Kanak İletişim:
23 Ağustos 1939'da Moskova'da Almanya Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop ve Sovyet Dışişleri Bakanı Vyaçeslav Molotov tarafından saldırmazlık paktının imzalanması İkinci Dünya Savaşı’nın ayak seslerini beraberinde getirmişti. Bu anlaşmayla iki ülkeden her biri diğerinin düşmanına yardım etmeyeceğine ve ittifak yapmayacağını taahhüt ediyordu.
Almanya’yı bu anlaşmaya iten sebep ise göz koyduğu Polonya’yı ilhak ederken kendisini savaşla tehdit eden İngiltere’ye karşı doğu tarafını garanti altına almaktı. Çünkü Almanya tâ Birinci Dünya Savaşından itibâren, yapılan 400 maddelik Versay Anlaşması’nı içine sindirememiş, zâten hiçbir maddesine uymadığı Versay Anlaşmasıyla kendisine haksızlık edildiğine inanmaktaydı.
Alman siyasetinin içinde bu durumu sürekli gündeminde tutan Adolf Hitler iktidara gelmeyi başardı ve ilk işi Versay Anlaşması’nı resmen çöpe atmak oldu. Artık Almanya; Versay Anlaşmasıyla Belçika, Çekoslovakya ve Polonya’ya bıraktığı topraklarına kavuşma vaktinin geldiğini düşünerek harekete geçti.
Hitler önce Versay Anlaşması gereği yasak olan ordusunu kurdu ve büyüttü. Yine yasak olan hava kuvvetlerini kurarak büyük uçak filoları oluşturdu. Ardından vakit geçirmeden görüşmesi bile yasaklanan Avusturya’yı topraklarına kattı. Bu fiili duruma hayrettir ki İngiltere ve Fransa’dan ciddi bir tepki gelmedi. Sonra Çekoslovakya’nın Südetler Bölgesinde hak iddia etmeye başladı.
Burada İngiltere Başbakanı Neville Chamberlain devreye girerek arabuluculuğa soyundu. Hitler’e teklifi, “Başka bir talebin olmayacaksa istediğin Südetler Bölgesini sana verebiliriz” oldu. Hitler söz verdi. Üstelik İngiltere, Fransa ve İtalya Başbakanları huzurunda 29 Eylül 1938 tarihli Münih Anlaşmasıyla da bunu teyit etti. İngiltere Başbakanı Chamberlain bölgeye barışı getirdiğinden oldukça emindi.
Fakat Hitler hiç de öyle düşünmüyordu. Südetler Bölgesine adımını atar atmaz bütün Çekoslovakya’yı bir anda yuttu. Bu durum karşısında İngiltere Başbakanı Chamberlain kendisini aşağılanmış hissetti. Hitler bununla da kalmayıp Polonya’ya doğru askerî hareketliliğini devam ettirdi. Bunun üzerine İngiltere, Polonya’ya girmesi halinde Polonya’nın toprak bütünlüğünü koruyacağı yönündeki ültimatomunu Başbakan Chamberlain üzerinden Hitler’e iletti.
Hitler, bu ültimatomu da dikkate almadı. Sadece, Polonya’ya girmeden önce İngiltere ile savaş çıkma ihtimaline karşı doğu cephesini sağlama alması için Sovyetler’le anlaşmasının yeterli olacağını düşündü. Dışışleri Bakanı Joachim von Ribbentrop’u bu iş için görevlendirdi. Ribbentrop, Berlin’deki Rus diplomatlarla anlaşmanın zeminini oluşturduktan sonra Moskova’ya uçtu. Sovyet Lideri Stalin, Alman Dışişleri Bakanını bizzat karşıladı ve 23 Ağustos 1939’da yukarıda belirttiğimiz saldırmazlık paktı iki ülke arasında imzalandı.
8 gün sonra da 1 Eylül 1939’da saatler 04:40’ı gösterdiğinde Alman birliklerinin Polonya’ya ilk saldırısı başladı. Alman hava kuvvetleri 1.150 uçakla Wielun kentini bombalar ve daha ilk saldırıda kentin dörtte üçü yok olur, 1200 kişi ölür. Bombardımandan beş dakika sonra Alman savaş gemileri Polonya’nın Gdansk şehrinin ortasından geçen Martwa Vista Nehrinin denize döküldüğü yerde oluşan Westerplatte yarımadasındaki ikmal depolarına saldırır.
3 Eylül’de İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş açsa da Polonya’yı kurtaramaz. Ama dünya savaşı da başlamış olur. Polonya Hükümeti 17 Eylül’de çok az sayıdaki uçaklarının 98’ini de alarak Romanya’ya sığınırken, aynı gün Sovyetler Polonya’ya saldırır. Böylece Alman-Sovyet ittifâkının gizli toprak paylaşımı ortaya çıkar.
Bu ittifak aslında 23 Ağustos Moskova saldırmazlık anlaşmasının gizli maddeleridir. Letonya, Estonya, Litvanya ve Finlandiya Sovyetlere verildiği gibi, Polonya’nın yarısı da verilmiştir. Bu durum, 1946 yılında yapılan meşhûr Nürnberg Mahkemelerinde ispat edilecektir ve bundan dolayı Alman dışişleri bakanı Rıbbentrop burada takım elbisesi ile idam edilecektir.
İşte bu ittifakın ortaya çıkmasından sonra İngiltere ve Fransa 19 Ekim 1939 tarihinde Türkiye ile “Üçlü İttifak Antlaşması” imzalar. Bu anlaşmaya göre, İngiltere, Türk savaş pilotlarının uçuş eğitimlerini, İngiltere’de Kraliyet Hava Kuvvetleri tarafından verilmesini kabul etti.
Fakat savaşın 10 Haziran 1941’de Almanların Paris’i işgâl ederek Fransa’yı saf dışı bırakması üzerine Türkiye 18 Haziran 1941 tarihinde de Almanya ile “Türk-Alman Saldırmazlık Paktı” imzalar. Bu anlaşmalar Türkiye’nin tam olarak tarafsız kalmadığını ve sadece kendisine yönelik bir saldırı halinde savaşmaya hazır olduğunu göstermiştir.
Fakat Hitler’in düşüncesinde Sovyetler’i işgâl etmek fikri vardır. Bundan dolayı, Rusya’ya girdiğinde kendisine batılı müttefiklerinden Türkiye üzerinden gelecek bir saldırıyı önlemek için 18 Haziran’da bu anlaşmayı yaptığı anlaşılacaktır. Çünkü Adolf Hitler’e göre Sovyet Komünizmi mutlak suretle ezilmeliydi. Slavlar Hitler’in gözünde zâten aşağılık bir insan ırkıydı ve bu ırk aslında, Sovyet Komünist rejimi altında bütün dünyaya anarşi ve yıkım getirmek isteyen küresel YAHUDİ zihniyetine hizmet ediyordu.
Nihayet Almanya, Türkiye ile yaptığı saldırmazlık anlaşmasından 4 gün sonra 22 Haziran 1941 yılında müttefiki konumundaki Sovyet Rusya’yı işgâl etmek için Barbarossa Harekâtı’yla II. Dünya Savaşı’nın Doğu Cephesini yıldırım savaşıyla açar. (Harekâta ismi verilen Alman İmparatoru Barbarossa Papa’nın topladığı 600 bin kişilik sürüyle güyâ Kudüs’ü kurtarmak için geldiği Anadolu’da Selçuklu Sûltân’ı II. Kılıçarslan tarafından 560 bini gerilla savaşıyla Anadolu yaylarına gömülmüş, Kutsal Roma Cermen İmparatoru Friedrich Barbarossa da 10 Haziran 1190 günü Ekşiler köyü yakınlarında Göksu Irmağı'nda boğularak ölmüştür. Hitler’in Rusya macerâsı da öyle olacaktır.)
21 Haziran 1941’de Almanların saldırmazlık anlaşmasını bozarak Sovyet Rusya’ya Baltık’tan-Kiev’e kadar geniş bir cepheden girmesi ve işgâle başlaması üzerine Erdek’te subay olarak görev yapan Alparslan Türkeş, Nasyonal Sosyalist Adolf Hitler’i hiç sevmese de, Komünist Rusya’nın kızıl pençesi altında esir Türklerin kurtarılmasını cân-ı gönülden istediğinden, bütün subaylara muhteşem bir ziyâfet vererek burada, “Kızıl Sovyet Rusya’nın çökeceğini ve esaret altındaki Türk ülkelerinin hürriyetlerine kavuşacağını, Turan’ın kurulacağını, böylece Kızılelma’ya ulaşacaklarını” dile getiren bir konuşma yapmıştır…
Rusya içlerinde hızla ilerleyen Almanya Ukrayna üzerinden Kırım ve Kafkasya’ya ulaşmış, hatta Doğu Cephesi’ni gezdirmek için Türkiye’den kıdemli bir asker istenince, Hükümet Gazze doğumlu Orgeneral Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet Paşa’yı göndermiştir. Paşa, 4 Ekim 1941'de Almanya'nın gönderdiği junker tipi uçağı ile Yeşilköy’den havalanır. 22 gün sürecek gezi Bulgaristan ile başlar. Romanya’dan sonra Odessa’ya geçilir. Burada Hitler’in Karargâhında bizzat Hitler tarafından 28 Ekim 1941 tarihinde saat 15.00’te harita başında uzunca brifing verilir.
Fakat; ne Türkiye’nin Almanya ile 1941 Haziran’ında yaptığı anlaşma, ne de ekim ayında Hitler’in bir Türk Generaline verdiği brifing, ABD’nin hoşuna gitmez. Ve Türkiye’ye yaptığı yardımı keser. Ancak İngiltere’nin devreye girmesi üzerine 30 Kasım 1941 tarihinden itibaren yardımlara yeniden devam eder. 1941-1944 yılları arasında ABD Türkiye’ye yaklaşık 95 milyon dolarlık savaş malzemesi yardımı yaptığı halde 1944 Mart’ında Türkiye ile İngiltere arasında Türkiye’nin savaşa katılması yönündeki müzakereler sonuçsuz kalınca Amerika Türkiye’ye yaptığı yardımları 1 Nisan 1944 tarihinde bir kez daha keser.
Bu durum, Türkiye’nin Almanya ve Japonya’ya 23 Şubat 1945’te savaş ilân etmesine kadar sürer. Bu tarihten sonra ise askerî yardımlar yeniden başlar ve aynı gün Amerika ile Askeri Yardım Antlaşması imzalanır. Bu da yetmez; 12 Temmuz 1947 tarihinde ABD’yle daha kapsamlı bir askeri yardım antlaşması imzalanır. Bunun adı ABD dışişleri bakanı Marshall’a istinâden Marshall yardımı ismini alarak, II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı bir ekonomik yardım paketidir. Marshall programından 16 ülke yararlanmış ve ABD'den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Birilerinin dediği gibi Menderes geldi Amerika yardımları başladı, Marshall yardımı Menderes ürünüdür sözleri gerçeği yansıtmamaktadır.
İkinci Dünya Savaşı bütün hızıyla devam ederken, yaptığı anlaşmalarla tarafsızlığını yitiren Türkiye yine de savaşın dışında kalmak için mücadele etmiştir…
Biraz geriye gidecek olursak; Churchill, 8 Kasım 1942’de Stalingrad’ın Alman kuşatmasından kurtarılmasından sonra Türkiye’nin 1943’ün baharında savaşa girmesi için vaktin geldiğine inanarak 30 Ocak 1943’te Adana’ya gelir, İnönü ile görüşür ancak umduğunu bulamaz. Churchill 11 Aralık 1943’te ABD Başkanı Roosevelt ile Tahran dönüşü Kahire’ye uğrayarak İsmet İnönü ile bir görüşme daha yapması neticeyi değiştirmez, bu durum da müttefiklerin hoşuna gitmemiştir.
Diğer taraftan 1943 yılına gelindiğinde, zayıflayan ve yer yer geri çekilen Almanya’ya karşı, Türkiye’ye yeniden savaşa katıl baskıları yapılmaya başlanmıştır. Türkiye’nin bu baskılara aldırmamazlık göstermesi müttefiklerle ilişkilerin bozulmasına neden olunca, Türkiye daha fazla ileri gitmeme adına ve bozulan İlişkileri yoluna koymak için bâzı adımlar atmaya karar verir.
Attığı en önemli adım ise 2 Ağustos 1944’te Almanya ile diplomatik ilişkileri kesmesi ve ABD’nin Ankara Büyükelçisi Steinhardt’ın 28 Aralık 1944 tarihinde Dışişleri Bakanı Hasan Saka ile yaptığı görüşmede, müttefiklerin Türkiye’nin Japonya ile olan siyasi ve iktisadi ilişkilerini kesmesini istediklerini söylemesi üzerine de 6 Ocak 1945 tarihinde Japonya ile diplomatik ilişkilerini kesmesi olmuştur. Böylece önemli bir adım atmış olduğu gözlemlenmiş ve bu adım müttefikler nezdinde olumlu karşılansa da yine de Sovyetler Birliği bunu yeterli bulmamıştır.
Çünkü Sovyet lideri Josef Stalin, Türkiye’nin doğrudan Almanya’ya savaş açmasını ısrarla istemektedir. Eğer bu adımı atmayacak olursa, yaptığı anlaşmaların feshedilerek kendi başına bırakılmasını istemektedir. Türkiye’nin kendi başına kalması demek, doğrudan Sovyetler’in hedefi olmak demektir.
Sovyetler bu arada zâten Türkiye’ye gözdağı vermek için 1944’ün Eylül’ünde hemen yanı başımızda bulunan Bulgaristan’a girerek işgâl etmiş, yetmemiş orada bir de komünist rejim kurmuştur. Bu durum Türkiye’yi oldukça tedirgin etmiştir.
Ayrıca bir de 4-11 Şubat 1945 tarihinde Rusya, ABD ve İngiltere arasında yapılan Yalta liderler Konferansında Birleşmiş Milletler Cemiyetinin San Fransisko’da kurulma kararının alınması, Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olmanın birinci şartının ise 1 Mart 1945 tarihinden önce Almanya ve Japonya’ya savaş açmak olduğu şartı getirilmesi, Türkiye’yi dönülmesi zor bir viraja getirmiştir. Üstelik Sovyetlerin Türkiye’den toprak talebi ile Boğazlarda üs istemesi Türkiye’nin, bölgesel paylaşım düzenlemelerinde kendisi aleyhine kararlar alınması endişesini artırmıştır.
Türkiye karar aşamasındadır. İsmet İnönü toplantı üstüne toplantı yapar. Bütün Hükümet diken üstündedir. Sabahlara kadar süren toplantılar sonrasında Birleşmiş Milletler’e kurucu üye olma konusu Türkiye’yi savaşa girme noktasında mecbur bırakır.
Ve sürenin dolmasına 6 gün kala yâni 23 Şubat 1945 tarihinde Türkiye, Almanya ve Japon İmparatorluğu'na savaş ilân etmeye karar vermiştir. Savaş ilânı, özel oturumla toplanan TBMM’de Başbakan Şükrü Saracoğlu'nun yaptığı konuşmada verilen önergeyle gündeme gelmiş, yapılan oylamada oybirliğiyle kabul edilen karar derhal Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Böylece 23 Şubat 1945’te Türkiye resmen müttefiklerin yanında savaşa girmiş olur. Ancak Türkiye askeri çatışmalara doğrudan katılmamış, müttefiklere malzeme tedariki ile sınırlı kalarak Japonya ve Almanya’ya politik ve ekonomik ambargo uygulamıştır. Bu ambargonun başında Almanya’ya yapılan krom ihracatının durdurulması gelir. Savaşta kullandığı hemen her malzemenin hammaddesi konumunda olan krom Almanya’nın can damarıdır ve bu damar Türkiye tarafından kesilmiş olur.
1939 ve 1941 yılları arasında; Polonya, Danimarka, Norveç, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Belçika, Yugoslavya, Yunanistan ve Sovyetler Birliği'ni işgâl eden Almanya 1944’lere geldiğinde bütün cephelerde bir bir yenilmiştir. Özellikle Saint Petersburg’ta Nâzilerin yenilmesinde en önemli pay Tuva Türklerinin olmuştur. Nazi birliklerine aniden saldırarak girdikleri her mevziyi darmadağın eden Tuva Türklerine Almanlar “Der Schwarze Tod” (Kara ölüm) diyorlardı. Buradaki önemli başarılarından dolayı Rusya’da ya genelkurmay başkanı, ya da savunma bakanı teamüller gereği her dönem Tuva Türk’ü olmuştur, bu gelenek hâlen devam etmektedir.
(Başkenti Kızıl olan ve Turan, Erzin, Aktoprak gibi şehirleri olan Tuva Cumhuriyeti Sovyetler Birliğine dâhil edilememiş 1921-1944 yılları arasında bağımsız yaşamış savaşçılığı ile bilinen bir Türk cumhuriyetidir. 11 Ekim 1944'te SSCB'ye kendi istekleri ile bağlanmışlardır.)
Bir rivayette ise Stalin’in emri ile Gerasimov tarafından Semerkand’ta Timur’un mezarının açılması Rusya’nın başına belâ açılmasına sebep olmuştur. Semerkand’ın yaşlıları kabrin açılmasından önce Gerasimov ile adamlarına “Mezarın kazılması halinde memleketin başına bir felâket geleceği” konusunda asırlardır vârolan efsaneyi ve mezartaşındaki “Kim ki mezara saygısızlık eder, Allah’ın lânetinden kurtulamaz” şeklindeki kitabeyi hatırlatıp, “Yapmayın” derler ama dinletemezler.
Askerler 19 Haziran 1941’de türbenin etrafını çevirip, halkı uzaklaştırırlar. Gerasimov mezarı açıp Timur’un kemiklerini çıkarır. Ancak beklenen lânet de tam üç gün sonra, 22 Haziran’da gelir. Nazi Almanyası Moskova’ya savaş ilân edip Sovyet topraklarını işgâle başlar. Ne zaman ki, Moskova’da kemikler üzerinde incelemeler biter ve dinî vecibelerle yerine konunca St. Petersburg’da savaş kazanılır…
23 Şubat 1945 tarihini takip eden aylarda ise, Sovyet Rusya mayıs başında Berlin’e girer. Bu Almanya’nın kayıtsız şartsız yenilgiyi kabûl etmesiyle sonuçlanır. Japonya ise; 6 Ağustos 1945 Pazartesi günü saat 08:15'te Amerika Birleşik Devletleri'nin Uranyum-235 tipi "Little Boy" (küçük çocuk) isimli atom bombası ile Hiroşima'ya ve 9 Ağustos 1945’de Plütonyum-239 tipi "Fat Man" (şişman adam) isimli atom bombası ile Nagasaki'ye gerçekleştirdiği saldırı sonucu teslim olur. Bu da 60 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan 2. Dünya Savaşı’nın bittiğinin ilânı olur.
Bizim de kayıplarımız vardır. İkinci Dünya Savaşı'nın başladığı 1 Eylül 1939'dan bitişine kadar Türk ordusuna bağlı birliklerin bu tarihler arasında teyakkuzda kalması bâzı kayıpları beraberinde getirir. Bu dönemde vefât eden gencecik askerlerimizin kayıpları 1951'de Milli Savunma Bakanı Hulûsi Köymen tarafından açıklanmıştır. 6 yıla yakın süren savaşta Türk ordusu günde ortalama 13 asker, toplamda 22.663 asker kaybetmiştir.
Bu kayıpların en acıklısı Akdeniz’de yaşanmıştır. Yapılan anlaşma gereği İngiltere’de pilot eğitimi alacak pilot adayları ve personeli taşıyan Refah Vapuru; 68 deniz eri, 63 deniz astsubayı, 19 deniz subayı ile başlarında 1 hava subayı olduğu halde 18 hava harp okulu öğrencisi, bir de refakatçi İngiliz subayla birlikte 23 Haziran 1941 günü Mersin Limanından ayrılır. Yolculuğun henüz beşinci saatinde denizaltıdan atılan bir torpido ile Refah Vapuru denize gömülürken 169 kişi de şehit olur.
İkinci grup pilot adayları güvenli olduğu için Afrika’dan geçerek Atlas Okyanusu üzerinden 1942 Mayıs’ında Londra’ya ulaşır. Daha sonra Hava Kuvvetleri komutanı olacak olan Emin Alpkaya bu grubun içerisindedir. Grupta biri daha vardır. Bu; Hava Harp Okulunu derece ile bitiren Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver’dir.
TBMM’nin 5 Temmuz 1939 yılında yapılan oturumunda çok özel bir kanun çıkarılmıştı. Kânun; Osmanlı Hânedanının 3 Mart 1924 Mart'ında sınırdışı edilmeleri ile Fransa'da yaşayan Naciye Sultân'la Enver Paşa'nın çocukları Mehpayker, Türkân ve Ali Enver ile Enver Paşa'nın şehit edilmesinden sonra Naci'ye Sultân'la evlenen Enver Paşa'nın kardeşi Mehmet Kâmil'den olma kızları Rânâ’nın yurda dönmelerinin serbest bırakılmalarını içeriyordu.
Ali Enver, Türkiye’ye geldikten sonra babası Enver Paşa'nın vasiyetine uyarak amcası Nuri Paşa'nın teşvikiyle Hava Harp Okuluna girmiş ve başarıyla mezun olduktan sonra da kurs için İngiltere'ye gönderilmişti. (Daha sonra Enver Paşa’nın oğlu olduğu gerekçesiyle kurmay yapılmayınca askerlikten ayrıldı.)
O sıra Londra’da büyükelçi olan Rauf Orbay, bir görüşme esnasında İngiltere Başbakanı Churchill'e Enver Paşa'nın oğlunun Londra'da olduğunu söyler. Churchill heyecanlanır ve bir an önce Ali Enver'le görüşmek ister ve ilk fırsatta makamında misafir ettiği genç havacı Ali Enver'le sohbet ederken, sohbet esnasında bir ara Ali Enver'e "Biliyor musun Ali, baban benim siyasi hayatımı uzun yıllar geriye attı. Baban Enver Paşa yüzünden ancak 25 yıl sonra Başbakan olabildim" der.
Churchill'in bahsettiği konu, her ânı kahramanlıklarla dolu olan ÇANAKKALE ZAFERİ ve onun Kahraman Komutanı Başkumandan ENVER PAŞA'dır. Çünkü Çanakkale hezimetinin faturası İngiltere Bahriye Nâzırı olarak Çanakkale savaşlarını yöneten Churchill'e kesilmiş ve görevinden istifa ettirilmek zorunda bırakılmıştı.
İşte o dönem, yâni 1945 tarihine kadar eğitim için İngiltere’ye giden pilotlarımızdan eğitim esnasında uçakları düşmek sûretiyle şehit olanlar vardır. Bu şehitlerimiz Brookwood mezarlığına yan yana defnedilmişlerdir. Burada tam tamına 14 pilotumuz yatmaktadır. Son Osmanlı Halifesi Abdülmecid Efendi’nin hanımları Atiye Mehiste Hanım ile kızı Dürrüşehvar Sûltân’ın da kabirleri bu mezarlıktadır.
İki bin dönüm üzerine kurulu Avrupa’nın en büyük mezarlığını, bir ara bizi Kıbrıs’ta misafir eden ve tanışmaktan son derece memnun olduğum Kıbrıslı işadamı Ramadan Güney tarafından 1985’te satın alınmasıyla şehit pilotlarımızın bulunduğu kısım Türk Hava Şehitliğine dönüştürülmüştür. Cenâb-ı Allah’tan 2. Dünya Savaşı sırasında içeride ve dışarıda vefât eden askerlerimize rahmet dilerken, Allah’tan bir başka dileğimiz de 3. Dünya Savaşı çıkarmak isteyenlere akıl, fikir, iz’an vermesi yönünde olacaktır…
.
Başbakan Adnan Menderes’in uçağının Londra yakınlarında düşmesi (17 Şubat 1959)
Halit Kanak İletişim:
17 Şubat 1959 Salı günü Başbakan Adnan Menderes’i Londra’ya götürecek THY’nin “TC-SEV” adlı uçağı bütün hazırlıklarını bitirmiş, Yeşilköy Havalimanı apronunda beklerken 08.00 itibâriyle heyette ismi bulunanlar da gelmeye başlamışlardı. Adnan Menderes siyah cadillac ile alana ayak bastığında saatler 09.20’yi gösteriyordu.
Millî Savunma Bakanı ve Başbakan’a vekâlet edecek olan Ethem Menderes ile Emin Kalafat ve Kemâl Zeytinoğlu da aynı arabada gelmişlerdi. Önce tören kıtası selamlandı, ardından sırada bekleyen protokolün elleri sıkılarak vedalaşıldı. Uçağa görevi gereği en son Özel Kalem Müdür Yardımcısı Şefik Fenmen de binince kapılar kapatıldı.
Uçak, havalimanından kalktığında bütün Kıbrıs Türk’leri başta olmak üzere Dışişleri Bakanlığımız teyakkuz halinde idi. Çünkü Dışişleri Bakanımız Fatin Rüştü Zorlu’nun ülkemiz adına vermiş olduğu çetin savaş neticesinde yıllardan beri yok sayılan, bütün hakları gaspedilmiş Kıbrıs Türk’ü ile Anavatan Türkiye’yi yakından ilgilendiren Kıbrıs Konferansı görüşmeleri bitmiş, sadece hazırlanan anlaşma metnine İngiltere-Yunanistan-Türkiye Devlet yöneticilerinin atacakları imza kalmıştı. Bunun için Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Adnan Menderes ve beraberindeki heyeti taşıyan Vickers Viscount 794 tipi 1958 yapımı dört motorlu “TC-SEV” adlı uçak Yeşilköy’den 16 yolcu ve 8 mürettebatla birlikte 09.30’da havalanmış, önce Roma’ya uğrayarak yakıt ikmâli yapmıştı.
(THY Filosuna 1958 yılında 5 adet olarak katılan gökyüzünün Rolls Royce’ları olarak bilinen Vickers Viscount uçakları filoya katılış sırasıyla; TC-SEC, SEV, SEL, SES ve SET tescil isimlerini almışlardı.)
THY uçağı ikinci kez 13.02’de 1916’dan beri hizmet veren Roma Ciampino Havalimanından havalandığında rotasını İngiltere’nin başkenti Londra’nın Heathrow Havalanına çevirmişti. Pilot, 15.56’da Londra’daki kuleye Fransa hava sahasından ayrıldığını bildirdi. Uçak, ATC (Air Traffic Control) tarafından saat 16:21’de Heathrow Havalimanı için bekleme sahası olan Epson Radio Range İstasyonuna yönlendirildi. Arkadan da Londra Heathrow Havalimanının ağır sis nedeniyle inişe müsait olmadığı için önce Paris’e yönlendirilmesi planlandı, daha sonra Londra’nın 40 km. güneyindeki Gatwick Havalimanına divert (yönlendirme) talimatı verildi.
Gatwick kule, hava durumunu rüzgar sakin, sisli, görüş 1600 metre olarak bildirdi. Uçak, saat 16:27’de 6.000 feet yükseklikten Gatwick Runway 09’a (pist 09’a) ILS inişine alındı.(Instrument Landing Sistem –Aletli İniş Sistemi)
Sırasıyla saat 16:34’de 4.000 feet’e alçalma, Gatwick’in bekleme sahası olan Mayfield’e erişildiğinde 280 başa dönülmesi, 2.000 feete, daha sonra 1.500 feete alçalma talimatları verildi. Bu talimatları alan uçak seyrine devam etti. Tâ ki yere dokunmaya (Touchdown’a) 5 mil kala uçak 09 pistine inişe devam ettiğinin teyitini verene kadar. Tam burada THY pilotuna kule frekansına geçmesi bildirildi ve bu talep uçak tarafından kabul edildi. İşte bu konuşma, uçakla yapılan son iletişim oldu ve uçak 16.58’de radardan kayboldu.
THY uçağı önemli yolcularıyla birlikte Surrey bölgesindeki Newdigate köyü yakınlarında Jordan’s Wood koruluğuna düşmüştü. Uçak, önce ağaçlara çarpa çarpa kanatları ve motorları parçalanarak gövdeden ayrılmış, sonra tekerlekler yere sert bir şekilde vurunca zıplayarak havalanmış, gövdesi ters dönerek sırt üstü tekrar yere vurarak durmuştu. Bu son vuruşta gövde 2 parçaya ayrılmış, ön parçada ise yangın çıkmıştı. Uçağın enkazı iniş pistinden 5.2 km uzakta bulundu.
Kazânın ardından İngiliz Sivil Havacılık Bakanlığı yetkilisinin; "Birçok kaza gördüm ama hiç bu kadar kötüsünü görmedim. Enkaz, buruşturulup atılmış bir kağıt parçası gibiydi" sözleri her şeyi anlatıyordu.
Uçakta bulunan 8 mürettebattan 5'i, 16 yolcudan ise 9'u hayatını kaybeder. Sağ kalanlar tam bir can pazarı yaşamaktadır. Hayatta kalanlar arasında, uçağın arka tarafında özel olarak hazırlanan 4 koltuklu bir masada oturan Başbakan Menderes de vardır. Menderes cam kenarında seyahat ediyordu. Yanında Basın Yayın ve Turizm Bakanı Server Somuncuoğlu, karşısında Sakarya Milletvekili Rifat Kadızâde, çaprazında ise Çanakkale Milletvekili Emin Kalafat oturuyordu.
Uçak yere çarpmanın şiddetiyle ters dönünce Menderes de enkazın içinde baş aşağı asılı kalır. Menderes’in ayağı, uçağın yarılan tabanına sıkışır, yanında bulunan Sakarya Milletvekili Rifat Kadızâde bütün gücüyle yarığın arasını açar, ayağı sıkıştığı yerden kurtulan Menderes baş aşağı yere düşer. Ancak uçaktan çıkmak için bir metre yüksekten aşağı atlayamaz. Bunu gören Rifat Bey de Başbakanı kucakladığı gibi dışarı çıkarır.
Menderes’in ilk sözü, “Rifat nedir bu felaket? Arkadaşlar nerede?” olur. Menderes’in yüzünde hafif bir yara vardır, üstü başı perişan ve yırtık bir vaziyettedir. Kaburgalarının ezik olduğu sonradan anlaşılacaktır.
Menderes’in bir koluna Rifat Bey, diğer koluna da Şefik Fenmen girerek kaza mahallinden uzaklaşırken, uçaktan sağ çıkanlardan Melih Esenbel de yanlarına gelir. Menderes o an uçağın baş tarafından yükselerek ortalığı aydınlatan alevlere bakar, “Şu hale bak. Ne kadar acıklı bir durum. Arkadaşlarımız yanıyorlar” der.
Güvenli bir yere geldiklerinde onları o sıra çevredeki çiftlik evinden çıkarak yardım için kaza yerine gelen Tony ve Margareth Bailey çifti karşılar. Bailey’ler kim olduklarını sorduklarında Menderes güzel İngilizcesiyle; “Ben Türkiye’nin Başbakanıyım. Uçakta çok kişi var. Beni bırakın ve onlara yardım edin” der.
Ama ne Bailey ailesi, ne de yanında bulunanlar Başbakanı bırakmazlar. Durumu iyi olan Melih Esenbel bir şey yapabilir miyim ümidiyle uçağa dönerken, Bailey Ailesi Başbakan Adnan Menderes ile özel kalem müdür yardımcısı Şefik Fenmen’i ve Rifat Kadızâde’yi arabalarına bindirip yakındaki evlerine götürür.
Eski bir hemşire olan Margareth Bailey, Menderes’e ilk pansumanı yapar. Özel Kalem Müdür Yardımcısı Şefik Bey ise hemen telefona sarılarak Londra Elçiliği’ne haber verir. Fatin Rüştü Zorlu ise onları havaalanında beklemektedir.
Rifat Kadızâde’nin kolunda kanama olduğu görülünce, pansuman yaparlar. Bayan Bailey bir yandan ambulans çağırmış, bir yandan da tanıdığı bir doktora haber vermişti. Önce doktor geldi, iki saat sonra da ambulans ulaştı. Belliki birileri ambulansın gelişini geciktirmişti.
Menderes sedyeyle evden çıkarılırken, hâlâ şokta olmasına rağmen Bailey Ailesine, “İyiliğinizi ve bu güzel evinizde geçirdiğim müstesna zamanı emin olun ki hayatımın sonuna kadar unutmayacağım” diyerek teşekkür etmeyi unutmaz. Başbakan, London The Clinic’e götürülerek sıkışan ayağı ile ezilen kaburgaları için tedaviye başlanır.
Bu arada kurtarma çalışmaları gece boyunca devam eder. Kaza yerine gelen Surrey itfaiyesi gövde ön bölümde başlayan yangını kontrol altına almıştır. Ancak ilginçtir ki, Menderes’in uçağının düşmesinden 15 dakika sonra Yunan Başbakanı Karamanlis’in uçağı aynı havalimanına sıkıntısız bir şekilde inebilmiştir.
Sağ kalanlardan; Menderes’le birlikte Sakarya Milletvekili Rifat Kadızâde ve özel kalem müdür yardımcısı Şefik Fenmen London The Clinic’te, makinist Ahmet Kemâl İtik ile eski ulaştırma bakanı ve Afyon Milletvekili Arif Demirer Dorking General Hospital’de, koruma polisi Kâzım Nefes ile Çanakkale Milletvekili Emin Kalafat Redhill Hospital’de, kabin memuru Ali Türkay Erkay ile hostes Nuran Yelkovan East Grinstead Hospital’de tedâvi altına alınırlar. Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Melih Esenbel’in ise ayakta tedavisi yapılır.
Hayatını kaybedenler: Menderes’in yanında oturan Basın-Yayın ve Turizm Bakanı Ali Server Somuncuoğlu, Demokrat Parti Eskişehir Milletvekili Kemal Zeytinoğlu, Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Muzaffer Ersü, Dışişleri Bakanlığı 2. Daire Başkanı İlhan Savut, Basın-Yayın ve Turizm Bakanlığı Özel Kalem Müdürü Mehmet Ali Görmüş, Dışişleri Bakanlığı Kâtibi Güner Türkmen, Anadolu Ajansı Genel Müdürü Şerif Arzık, Türk Hava Yolları Genel Müdürü Abdullah Parla, Akşam Gazetesi foto muhabiri Burhan Tan, Kaptan pilot Münir Özbek, Yardımcı Pilot Sabri Kazmaoğlu, Yardımcı Pilot Lütfü Biberoğlu, Hostes Gönül Uygur ve Telsiz Operatörü Gündüz Tezel’dir.
Kaza olayını Türkiye, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun haber vermesiyle saatler sonra duyar ve şoka girer. Radyolar sabaha kadar konuyla ilgili yayın yapar. Bütün Türkiye uyumaz.
Başbakan’ı taşıyan uçağın Londra yakınlarında parçalandığı haberinin ilk ulaştığı Ankara’da yaşanan panik, yerini korku dolu saatlere bırakır. Uçaktakilerin sağlık durumu belirsizliğini korumaktadır. Kim kaldı? Kim vefât etti? Kurtulanların durumu nedir? gibi sorulara sürekli cevap aranır. Bakanlar, bâzı vekillerle Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a koşmuş, Londra ile irtibatta olan Meclis Başkanı Refik Koraltan’dan haber almanın telaşındaydılar.
Londra’da ise Büyükelçiliğimiz personeli seferber olmuş, canla başla çalışıyordu. Önce hayatını kaybedenler için Londra’da büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Türkiye’ye gönderilen cenazeler binlerce kişinin katıldığı törenlerle 7’si Ankara’da, 6’sı İstanbul’da, Kemal Zeytinoğlu ise Eskişehir’de toprağa verildi.
Bu arada Menderes’in sesinden de bir radyo mesajı yayınlanmasına karar verilir. Devreye Londra radyosunun Türkçe yayın spikerlerinden Yaşar Özbeksoy sokulur. Onun, hastane odasında kaydettiği mesaj Türkiye’de radyoda yayınlanarak halk teskin edilir.
Bu arada Londra’da diplomasi trafiği hiç durmadan çalışmaktadır. Daha ilk akşam İngiltere Başbakanı Harold Macmillan ile Kıbrıs Konferansı için Londra’ya gelen Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis hastaneye gelir fakat Menderes’le görüşemezler. Menderes ilaçların etkisiyle uyumaktadır. Ziyâret defterini imzalamakla yetinirler.
Ertesi gün ise İngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth Türkiye'nin Londra Büyükelçiliği'ni bizzat arayarak, Menderes'in sağlık durumu hakkında bilgi alır ve geçmiş olsun dileklerini iletir. Başbakan Adnan Menderes de boş durmaz. Devlet işleri beklemez anlayışıyla, kazâ esnasında kırılan yakın gözlüğünün yenisini getirtir ve dışişleri bakanlığımızın Kıbrıs Anlaşması ile ilgili hazırlayarak getirdiği teferruat yüklü dosyaları tek tek inceler.
Nihayet bir gün sonra da takvimler 19 Şubat 1959’u gösterirken hastane odasına gelen İngiltere ve Yunanistan Başbakanlarının yanında anlaşmayı imzalar. Başucu anlaşması olarak tarihe geçen bu anlaşma ile Türkiye Kıbrıs’ta garantör devlet statüsü kazandığı gibi, kurulacak olan Kıbrıs Devletinin yönetimine Kıbrıs Türk’ü ortak olmuştur.
Türkiye’nin zaferiyle sonuçlanan bu anlaşma Menderes’e ağrılarını unutturur. 23 Şubat’ta ilk kez hastaneden çıkarak Londra’da otomobil gezintisi yaparak Regent Park’a uğrar.
(Sûltân Abdülaziz İngiltere’yi ziyâret ederek Buckingham Sarayı'nda 11 gün kaldığı dönemde, Müslümanların Halife’si sıfatıyla oradaki Müslümanlar için Kraliçe Victoria’dan aldığı çok büyük cami arsası bu parktadır. 1977’de açılan London Central Mosque ya da Regent’s Park Mosque adıyla bilinen cami ve külliye Sûltân Abdülaziz’in aldığı bu arsa üzerine yapılmıştır. Yoksa Londra’nın en kıymetli yerinde dönümler üzerine cami yaptırmazlardı. Bunu kimse hatırlamıyor. Caminin girişine hatırlatıcı yazı asılmalıdır. Ecdâdı bir kez daha rahmetle anıyorum.)
Menderes’in uğraması gereken bir yer daha vardır. Kazâ günü kendisine yardım eden Bailey Ailesini 24 Şubat’ta ziyâret eder. O gece ikram edilen kahveyi unutmamıştır. Bir kez daha kahveler içilir. Margaret ve Anthony Bailey çiftine ayrı ayrı teşekkür eden Menderes, Bailey çiftini Türkiye'ye tatile dâvet eder. (Çift, o yıl ağustos ayında Türkiye’ye gelerek Menderes’le görüşürler ve İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa’da ağırlanırlar.)
Dönüş vakti gelmiştir. Türkiye büyük bir hasretle kendisini beklemektedir. Bu arada Berat Kandili idrak edilmiş, Bir gün sonra da dönüş hazırlıkları tamamlanmıştır. Başbakan’ın uçağı 26 Şubat günü Yeşilköy Havaalanına indiğinde yer yerinden oynar. Onlarca devenin yanısıra sayısız koç kurban edilir. Menderes, Taksim Gümüşsuyu’ndaki ikinci evim dediği Park Otel’de kendisine ait 205 nolu odada kalır. Ertesi gün cumadır namazını Eyüpsultân’da kılar, ayrıca bir de kurban kestirir.
Mahşerî kalabalık 28 Şubat’ta Ankara Tren Garında da aynıdır. Türk Halkı başbakanlarını sevgiyle bağırlarına basar. Menderes’i karşılayanlar arasında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın yanısıra CHP Genel Başkanı İsmet İnönü de vardır. Son kez el sıkışırlar. İnönü, 15 ay sonra yapılan darbe ile daracağına gönderilen Menderes’le bir daha bir araya gelemeyecektir.
Zâten kazâ raporu da darbeden 39 gün sonra 5 Temmuz 1960’ta resmî olarak açıklanmış, halk arasında yaygın olarak konuşulan sabotaj izine rastlanmadığı bildirilerek, dosya kapanmıştır. İngiltere Nasyonal Arşivinde uçak kazasına ilişkin hacimli 4 klasör hâlen saklanmaktadır.
Türk Halkı Londra görev şehitlerini unutmaz. Kazânın yıldönümünde 17 Şubat 1960’ta Hacı Bayram-ı Velî Camii’nde mevlüt okutulur. Bir gün sonra da saat 12.00’de Menderes’in de bizzat katıldığı anma toplantısına Cebeci Şehitliğinde yatan 7 kazazedenin kabirlerine 500’ün üzerinde çelenk gönderilir. Ayrıca Londra’da Brookwood’daki Türk Şehitliğine isimleri yazılır. Kıbrıs Türk’ü de vefâ örneği göstererek şehit olan mürettebatın isimlerini Lefkoşa’da Köşklüçiftlik bölgesinde sokaklara verilir.
Kıbrıs’ta; Lütfü Biberoğlu, Münir Özbek ve Kemâl Zeytinoğlu Sokaklar birbirine paraleldir ve üçü de İlhan Savut Sokakla kesişir. Şerif Arzık Sokak ile Server Somuncuoğlu sokaklar da birbirine sırt sırtadır. Sabri Kazmaoğlu Sokak ise Osmanpaşa Caddesiyle kesişmektedir. Muzaffer Ersü Sokağın devamı olan Server Somuncuoğlu Sokak ise Ledra Palas sınır kapısının yanındadır. Gündüz Tezel ile M.Ali Görmüş Sokaklar yine sırt sırtadır.
Büyük bedeller karşılığı Londra’da yapılan anlaşma, imza atan ülkelerin meclislerinde oylanıp kabûl edildikten sonra yürürlüğe girecektir. Konu TBMM’nin gündemine gelir. İsmet İnönü’nün CHP’si anlaşmaya ret oyu verdiği gibi, ret oyu verenlerden birisi de 27 Ekim 1957'de CHP Ankara Milletvekili olarak TBMM'ye seçilen ve aynı zamanda 12 Ocak 1959'da İsmet İnönü'nün listesinden CHP Parti Meclisi'ne giren Bülent Ecevit’tir.
Ecevit hem ret oyu vermiş, hem de anlaşma aleyhinde ateşli bir konuşma yapmıştır. Ne hazindir ki; Bülent Ecevit, 15 yıl sonra Menderes ve Zorlu’nun alın teriyle ülkemize kazandırdığı (Bugünki KKTC’yi onlara borçluyuz) bu garantörlük anlaşmasının hukûki yapısına sığınarak 1974’te yaptığı harekâtla “Kıbrıs Fâtihi Karaoğlan” pâyesini alırken, suçladığı Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ise Kıbrıs Barış Harekâtından 13 yıl evvel idam sehpasında canını vererek bedel ödemiştir. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun inşaallah…
.
Vefât yıldönümünde cennetmekân Sûltân II. Abdülhamid Hân (10 Şubat 1918)
Halit Kanak İletişim:
Sûltân II. Abdülhamid Hân; tahttan indirilmesinin üzerinden 8 yıl, 9 ay, 13 gün geçmiştiki 10 Şubat 1918’de Beylerbeyi Sarayında hayata gözlerini yumdu. Vefât ettiğinde 75 yaşını 4 ay, 19 gün geçiyordu. Sûltân Mehmed Reşad’ın dışında bütün devlet adamlarının ve Hânedân üyelerinin eksiksiz katıldığı muhteşem cenâze töreninde, kendi döneminde huzur içerisinde yaşayan ve yere göğe sığmayan mahşerî kalabalık çok sevdikleri Ulu Hâkân için gözyaşı döktü.
Böylelikle, 1687 yılından günümüze kadar en uzun süre yönetimde kalan Devlet Başkanı Abdülhamid Hân, Sûltân Mahmud Türbesine dedesi II. Mahmud ile çok sevdiği amcası Sûltân Abdülaziz’in yanına defnedildi. Hâlen dünyanın dört bir yanından gelen sevenleri tarafından ziyâret edilmektedir…
Vefâtından sonra geride çok büyük bayındırlık ve kültür eserleri bıraktığı görüyoruz. Yüzlerce sanâyî, şose yol, demiryolu, birçok fabrika, postahane, binlerce kilometre telgraf hatları, Hamidiye Su Tesisleri, ziraat ve ticaret odaları, bütün araç ve gereçleri ile birlikte belediye teşkilatları onun eseridir. Yine; başta İstanbul olmak üzere Selânik, Beyrut gibi pek çok şehirde önce atlı, sonra elektrikli tramvaylar yaptıran devlet başkanı odur.
İleri görüşlülüğü ile Çanakkale Boğazındaki kaleleri güçlü bir şekilde tahkim ettirdiği için Çanakkale geçilememiştir. Pek çok müze ve kütüphâne kurdurarak bunların örnek teşkil edecek şekilde kataloğunu yaptıran yine odur.
Dünya siyasetini iyi bilen Sultan Abdülhamid Han; Osmanlı girişimciliğini ve yerli sermayeyi güçlendirmek, ihracâtı artırmak, üretim yapısını Avrupa ile yarışır hale getirmek amacıyla İstanbul Ticaret Odası’nı da kurmuştur.
Muhalifleri bile onun kurduğu yüksek okullarda okuyarak aydınlanmışlardır. Mekteb-i Mülkiyye-i Şahâne adı altında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni, Mekteb-i Tıbbîye-i Şahâne adıyla Tıp Fakültesini, içinde fen fakültesi, edebiyat fakültesi ve hukuk fakültesini barındıran Mekteb-i Hukuk-i Şahâne’yi, Mekteb-i Şahâne-i Hendese-i Mülkiye adıyla Teknik Üniversite’yi, Mekteb-i Şahâne-i Sanayî-i Nefise adıyla Güzel Sanatlar Akademisi’ni kurduğu gibi; Yüksek Ticaret Mektebi, Yüksek Muallim Mektebi, Lisân Mektebi, Halkalı Yüksek Ziraat ve Baytar Mektebi, Deniz Ticaret Mektebi, Orman ve Mâden Mektebi gibi okulları da birbiri ardına açarak yüz binlerin eğitim görmesini sağlamıştır.
Zâten her sancak merkezinde birer idâdi (lise), her kazâ merkezinde birer rüşdüyye (ortaokul) ile binlerce ilkokul açmıştı. Yetmemiş; ayrıca çok sayıda kız ve erkek sanayiî mektepleri, muallim ve muallime mektepleri ile sağır-dilsiz ve kör mekteplerini hayata geçirmişti.
Yine döneminde binlerce öğrenci tahsil için Avrupa’ya gönderilmiş, bütün masrafları devlet tarafından karşılanmıştır.
23 Aralık 1876’da ilk Devlet Anayasası olan Kanuni Esâsi’yi ilân ettirdiği gibi, 1880 yılında adı, “Yıldız İstihbarat Teşkilatı” olan Osmanlı tarihinde ilk kapsamlı İstihbarat teşkilâtını da o kurmuştur. 1895 yılında yine onun fermânıyla 27 dönüm üzerine yaşlı ve bakıma muhtaç insanlar için Darülaceze hayata geçirilmiştir..
İlk deniz müzesi de onun döneminde açıldı.
Hatta açmış olduğu Türk topraklarındaki ilk çocuk Hastanesi olan Hamidiye Şişli Etfal Hastanesinin trajedik bir de hikâyesi vardır.
1893 yılında Sûltân’ın emriyle ihtisas yapmak için Almanya’ya gönderilen doktorlar arasında bulunan 32 yaşındaki Dr. İbrahim Bey, Almanya dönüşü Deniz Hastahanesi uzman hekimliğine atanmıştı. Çok sevdiği mesleğinde oldukça başarılıydı. Onun için Abdülhamid Hân kendisini sever ve itimâd ederdi.
1898 yılı Ramazan Ayının sonlarına doğru bir cumartesi sabahı erkenden saraya çağırılır ve Sûltân Abdülhamid Hân’ın kızı 8 aylık Hatice Sûltân'ın hastalığını tedavi etmesi istenir. İbrâhim Bey çocuğu dikkatlice muâyene eder ve difteri tanısı koyar. Üstelik çocuğun havâle (konvülsiyon) geçirdiğini durumun çok nâzik olduğunu çocuğun her ân vefât edebileceğini söyler. Gerçekten de aynı gün takvimler Şubat Ayının 12'sini gösterirken öğleden sonra çocuk vefât eder.
Abdülhamid Hân, kızının anısını yaşatmak üzere çocukları hastalıklardan koruyacak, hastalananları tedavi edecek ve en ileri tıp araştırmalarından yararlanarak incelemelerde bulunacak bir çocuk hastânesi kurulması talimatını verir ve Dr. İbrahim Bey'i bu iş için görevlendirir. Hazırlıklar bittiğinde 13 Mayıs 1898'da Kurban Bayramından bir hafta sonra temeli atılır. İlk başhekimi Dr. İbrâhim Bey olan hastane 5 Haziran 1899’da hizmete açılır ve günümüzde de hizmet vermeye devam etmektedir.
Tahtta kaldığı sürede yaptığı büyük hizmetlerden birisi de, İstanbul’dan kalkan bir trenin üç gün içerisinde Medine-i Münevvere’ye ulaştığı Hicaz Demiryolu projesini hayata geçirmesi olmuştur. Yine onun emriyle Ravza-ı Mutahhara ve Medine elektrikle donatılarak aydınlanması sağlanmıştır. Ayrıca Sirkeci Garı ile bir sanat eseri olan Haydarpaşa Garı’nı da yine o yaptırmıştır.
II. Abdülhamid’in önemli özelliklerinden biri de Türklük şuuruna sahip olması idi ve İslâm cemaatleri içinde en güvendiği unsur da Türklerdi. Bu yüzden dış Türklerle yakından ilgilendi. Daha saltanatının ilk yıllarında Buharalı büyük Türk âlimi Sultanahmet’teki Özbekler Tekkesinin Şeyhi Şeyh Süleyman Efendi’yi resmî vazife ile 1876 yılında Türkistan’a (Orta Asya’ya) gönderdi. Yine Macaristan/Peşte’de 1877 yılında toplanan Turan Kongresi’nde de Türk Hâkânı’nı yine Süleyman Efendi temsil etmişti.
Bir keresinde İran şahı devletin resmi dilinin Farsça olduğunu söyleyerek Tebriz’de Türkçe eğitime yasak getirmişti. Türk Hâkân’ı bu konuda rahatsızlığımızı en sert şekilde dile getirerek, Güney Azerbaycan’da Türkçe öğretimini yasaklayan İran şahı nezdinde teşebbüse geçerek Türkçe’nin yeniden öğretim dili olmasını sağlamıştı. Bundan dolayı, bugün o bölgede Türkçe konuşulmasında onun payı büyüktür.
Saray bahçelerinin muhafazası için tüfekli Arnavut birlikleri nöbet tutsa da, kendi hayatını Türklere üstelik kendisinin de mensubu olduğu Oğuz’un Kayı Boyu’nun Karakeçili Aşiretinin Türkmenlerine emânet etmiştir. “Öz hemşerilerim” dediği Karakeçili aşiretinden iki yüz kişilik bir Söğütlü Maiyet Bölüğü kurdu. Yakın korumaları bu Türkmenler olduğu gibi, yatak odasının kapısında yatan yüzbaşı da mutlaka Karakeçili olmuştur.
Öte yandan, Söğüt’ü imar etti; buradaki Osmanlı Devleti’nin kurucuları başta Ertuğrul Gâzi olmak üzere Türk büyüklerinin türbe ve mezarlarını tamir ettirdi.
Halkın refah içerisinde yaşamasına önem veren cömert, şefkatli, hayırsever bir kişiliğe sahipti. Din ayrımı gözetmeksizin yoksullara yardım ederdi. Onlar için hayır hasenatta bulunurdu. Haliç’in iki tarafında oturan yoksul mahallelere çeşmeler ile su hazneleri ve kanalizasyonlar yaptırmış, kendi kesesinden listesi sayfalar dolusu tutacak hayır eserlerinin birçoğu günümüze kadar gelmiştir.
Okumayı çok sever, Avrupa’da çıkan bütün gazeteleri tercümanları vâsıtasıyla tercüme ettirerek ya okur ya da okutturup dinler böylece Avrupa’yı yakından takip ederdi. İtalyan Rönesans hareketinin önemli simâlarından Niccolò di Bernardo dei Machiavelli’in yazdığı “Hükümdar” adlı kitabı tercüme ettirerek bizzat okumuş, hatta “Sherlock Holmes” romanlarını okuduğu gibi bu polisiye kitapların yazarı Sir Arthur Conen Doyle’yi sarayında kabûl ederek görüşmüştü.
Oldukça enerjikti… Sabah erken saatlerde başladığı mesâisine, yılmadan-yorulmadan gece geç vakitlere kadar devam ederdi. İslâm Halife’si olduğunu hiç unutmaz, Orta Afrika devletlerinden, Çin’in en ücra diyarlarına kadar nerede Müslüman varsa onunla ilgilenir, zaman zaman onların temsilcilerini dâvet ederek dinler, meselelerini halletmeye çalışırdı. Kırgız, Kalmuk, Türkmen, Kaşgar Türklerinin temsilcileri ile Kafkaslardan Balkanlar’a, Afrika içlerinden Tataristan’a, Açe ve Hindistan’dan Fas’a kadar diğer bütün Türk ve İslâm Coğrafyasının temsilcileri sarayda eksik olmazdı.
Güney Afrika ve Japonya gibi uzak ülkelere din âlimleri göndererek İslâmiyet’in oralarda da yayılması için çalıştı. Abdülhamid’in Çin’deki tesiri o kadar büyük oldu ki, Pekin’de onun adına bir İslâm üniversitesi açıldı ve kapısında Türk bayrağı dalgalandı. (Dar'ul Ulum'il Hamidiyye = Hamidiye Üniversitesi)
Hele hac zamanı dünyanın dört bir tarafından gelen hacı adaylarının iâşe ve harcırahlarıyla yakından ilgilenir, onların gemilerle Cidde’ye taşınmasını sağlardı.
Teknolojik gelişmeleri takip eder, faydalı olanları uygulardı. Tıpkı ülkenin her tarafına telsiz-telgraf istasyonları kurdurduğu gibi…Hatta Antalya/Kaş-Patara, Trablusgarp-Derne arasında deniz aşırı kurdurduğu telsiz istasyonu Libya savunmasında Enver Paşa tarafından başarıyla kullanılırken İtalyanlar tarafından bombalanmıştı.
İstanbul’a gelen yabancı hükümdarları, komutanları, prensler ve devlet adamlarını misafir eder, onlara Türk Süvâri Birliklerinin dillere destan gösterilerini izlettirmeden göndermezdi.
İlginç insanlarla tanışıp konuşmayı severdi. Bunlardan bir tanesi dünyada en fazla satan “Ben Hur” romanının yazarı Lewis Wallace’tır. İstanbul’da 4 yıl boyunca Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçiliği de yapan bu şahıs, yazdığı Ben Hur adlı kitabını da okuyan Abdülhamid Hân, Wallace ile sık sık görüşürdü. Sonra defalarca sinemaya uyarlanan “Ben Hur” adlı filim 11 ayrı dalda Oscar ödülü alacaktır.
Sultan II. Abdülhamid, 93 harbinde yorgun düşmüş Balkanlar’ı, bir nebze de olsa rahatlatabilmek için sosyal ve iktisadi alanlarda büyük projeler hayata geçirmişti. Hükûmet konaklarından modern okullara, kışlalardan sanayi kuruluşlarına, demiryollarından hastanelere pek çok eserle Balkanlar’ı mamur eden II. Abdülhamid Han, hayata geçirdiği projeleri takip edilebilmek için fotoğrafçılığı kullanmıştı.
Ülke sınırları dâhilinde çektirdiği 36.585 adet fotoğraftan oluşan 900 civarında ki albüm, imâri konularda önemli bir veri tabanı oluşturmuştu. Döneminin en geniş görsel arşivi olan bu albümler İstanbul Üniversitesi Nadir Eserler Kütüphanesi tarafından koruma altına alınmıştır.
Kindar değildi. Kan dökmeyi asla sevmezdi. Kendisine düşmanlıkta sınır tanımayan azılı insanların dâhi rızıklarını düşünür, bol maaş vererek sürgüne gönderirdi. Hatta kendisini öldürtmek için Ermeni Hınçak Partisi’nin para karşılığı Yıldız Camii’nde bombalı suikast yaptırttığı Belçikalı terörist Edwart Jorris’i bile affedip ülkesine göndermişti. Dönemi içerisinde âdi suçlar için idâmını onayladığı iki kişiden birisi hem annesini, hem de babasını öldürmüş bir kişi ile hiç sebep yokken arkadaşını tabanca ile öldüren bir harem ağası olmuştur.
Abdülhamid Hân’ın yaşadığı ve üzerinde etki bıraktığı amcası Sûltân Aziz’in öldürülmesi, Ağabeyi Sûltân Murad’ın aklını kaybetmesi, 93 harbi dediğimiz 1877/78 Rus savaşı hezimeti, Ali Suâvi’nin darbe girişimi ve uğradığı suikastlara, içte ve dışta dönen entrikalara rağmen görevde kaldığı uzun süre içerisinde ülke için yaptıkları takdire şâyândır.
Bu süre içerisinde takip ettiği dış politikanın çok mükemmel olduğunu bizi hiç sevmeyen Avrupa devletleri tarafından eleştirilmesinden anlıyoruz.
Çünkü onlar kendi çıkarlarına ters düşen her şeyi eleştirir, her seferinde kendilerini atlatan ve istediklerini yaptıramadıkları Abdülhamid Hân’a tenkitler yöneltir, Türkiye içerisindeki beslemelerinin de bu şekilde hareket etmesini sağlarlardı.
Fakat yeri gelmiş, istemiyerek de olsa hiç sevmedikleri Türk Hâkânı’nın hakkını verenler çıkmıştır. Tıpkı Fransa Büyükelçisi Maurice Bompard’ın; Abdülhamid Hân’ı Avrupa’nın en büyük, en gerçekçi diplomasisini yürüttüğünü överek söylemesi ve İngiltere Büyükelçisi Sir Nicolas O’Connor tarafından dile getirilen “Dünya savaşlarını önleyen güç” olarak övgüyle bahsetmesi gibi.
Ama geneli düşmanlıklarını gizlemeden saldırılarına devam etmiştir. Bunların en azılıları İngiltere Başbakanlarından Gladstone’dur. Avam Kamarasında Kur’an-ı Kerim’i yere çarparak öfkesini kusan bu rezil adam, görev yaptığı sürece İngiliz Emperyalizminin yolunu kestiği için bütün Avrupa’yı Abdülhamid Hân’a karşı düşmanca tutum sergilemesini sağlamıştır.
Bu dış siyasetindeki başarısı; Rusya ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun Balkanlar için bir araya gelmesine fırsat vermediği gibi, Almanya’yı kazanarak İngiltere tarafından ülkesinin yutulmasını önlemiştir.
Sultân Abdülhamid Hân, 23 Temmuz 1908'de ikinci meşrûtiyet ilân etmiş, seçimleri yaptırmış, tam işler yoluna girdi derken, derin derin çalışan Mithat Paşa kırıntıları yeniden sahneye çıkmıştı. Sultân Abdülhamid Hân'ı, Meclisi açarak İslâm Halifesine yakışmayan bir şekilde hristiyanlara özendiği yolunda propagandalarla halkta alttan alta hoşnutsuzluğa sebebiyet vermişlerdi.
Bu söylemler çoğalınca beklenen oldu ve din elden gidiyor, şeriât isteriz diye bağıran paralel yapının sokağa döktüğü birkaç yüz kişiye, beklenmedik bir şekilde binler katılmış ve iş çığırından çıkmış, isyana dönmüştü. İsyanı bastırmak için Selânik’ten gelen hareket ordusu duruma hâkim olduysa da, Abdülhamid Hân’ı da yönetimden uzaklaştırarak Selânik’e sürgüne gönderdiler.
Böylece; 21 Eylül 1842 yılında doğan, 31 Ağustos 1876’da tahta geçtikten sonra 32 yıl, 7 ay, 27 gün görev yapan Sûltân Abdülhamid Hân komplo kurularak tarihe 31 Mart vakâsı olarak geçen bir darbeyle 27 Nisan 1909’da tahttan indirilince bir devirde kapanmış oldu. Ruhu şâd olsun.
.