Sultan Abdülhamid Suriye Üniversitesinin de kurucusudur
MUSTAFA ARMAĞAN
Vikipedia’ya “Şam Üniversitesi” diye yazdığınızda karşınıza ilk ağızda çıkan malumat şunlar:
“1903 yılında açılan Tıp Fakültesi ve 1913 yılında kurulan Hukuk Fakültesinin birleştirilmesiyle 1923 yılında Şam Üniversitesi meydana gelmiştir. 1958 yılına kadar Suriye Üniversitesi adını taşımış daha sonra bu isim Şam Üniversitesi olarak değiştirilmiştir.”
Burada üç tarih dikkatimizi çeker: 1903, 1913 ve 1923.
1923 bizde Cumhuriyetin kurulduğu yıl. Suriye Üniversitesi, ülkenin Fransız mandasına bırakıldığı Lozan Antlaşması’nda kesinliğe kavuştuktan sonra kurulmuş ki bu nokta önemli.
Ama daha önemli iki tarih, 1903 ve 1913’tür.
1913 yılında Beyrut’ta açılmış bulunan Hukuk Fakültesi’nin öğrencileri 1918’de bölgenin Fransızlarca işgali üzerine dağıtılacaktı.
Gelelim 1903 yılına.
Bilmeyenler öğrensin:
Sultan 2. Abdülhamid İstanbul Üniversitesi’nin kurucusudur. Bu üniversitenin 1901 yılında kurulduğu zamanki ismi “Darülfünun-i Şahane-i Osmanî” idi.
Maarifperver hükümdar kimliği her geçen gün daha iyi anlaşılan Sultan 2. Abdülhamid askeri ve sivil tıp fakültelerini desteklemiş, GATA’yı kurmuş, hatta Haydarpaşa’da bugün Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin kullandığı muhteşem binayı askeri ve sivil tıp fakültelerini birleştirmek maksadıyla yaptırmıştı.
Derken 1903 yılında İstanbul dışında ilk tıp fakültesinin Şam-ı Şerif’te açılması gündeme geldi. İki gerekçesi vardı Şam’da bu okulu kurmanın:
Beyrut’ta Fransızlar ve Amerikalılar tarafından kurulan tıp okullarının misyonerlik faaliyetinin önünü kesmek,
Suriye’de ordu ve halkın tabip ihtiyacını karşılamak.
Peki Düyun-i Umumiye baskısı altındaki bir ülkede malî kaynak nereden bulunacaktı?
Sultan Abdülhamid bu işi şöyle formüle etti:
Muhtaç Girit muhacirlerine tahsis edilen “zebhiyye rüsumu”, yani kasaplardan kestikleri hayvanlar için alınan verginin büyük kısmını Şam Tıbbiyesine tahsis etti.
Verilen rapor ile Şam Tıbbiyesi’nin açılması arasında sadece 5 ay vardır. Bir tıp fakültesinin rekor denilecek kadar kısa sürede açılabilmesi, hele zamanın şartları düşünüldüğünde, devletin hâlâ ayakta olduğunun en güçlü delillerindendir.
Sultan Abdülhamid bir işi yaptı mı tam yapardı. Tıbbiyeyi binasıyla birlikte yapmaya karar verdi. Lakin binanın bitmesi zaman alacaktı ama ihtiyaç büyüktü. Bu yüzden Şam’ın Salihiye Caddesindeki Ziver Paşa Konağı kiralandı.
Sultanın cülus, yani tahta çıkış yıldönümünde, 31 Ağustos 1903 tarihinde hizmete başladı. Ziver Paşa Konağında kimya, fizik, anatomi ve fizyoloji laboratuvarları kurulmuş, 6 yıllık eğitimin ilk 4 yılını burada eğitim görecek olan talebe son 2 yılını yine Şam’daki Hamidiye Gureba Hastanesi’nde geçiriyordu.
Şam Tıbbiyesinde doktor kadar sağlık mesleğinin olmazsa olmazı olan eczacı da yetiştiriliyordu. Bu demektir ki Tıp Fakültesi yanında Eczacılık Fakültesi de açılmıştı.
14 Ekim 1903’te resmi açılış merasimi yapıldı.
Müdür Ferik Feyzi Paşa’ydı.
İlk sene 25 talebe sınavla alınmış, bunlardan 15’i Hikmet-i Tabiiye (Tabiat Bilgisi) ve İlm-i Arz (Jeoloji) derslerine başlamış, 10’u ise Eczacılık bölümüne kayıt yaptırmıştı.
Tıp Fakültesi kendi binasına ancak 1914 yılında kavuşacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sebebiyle 1916 yılında Beyrut’a taşınan okul, Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybetmesi üzerine 1918 yılında Fransızlarca kapatılacaktı.
15 yıllık tedrisat hayatında 240 tabip, 289 eczacı mezun etmiş olan Şam Tıbbiyesi öğrencilerine toplam 529 diploma takdim etmişti.
Asıl ilginç olan nokta, okul Şam’da açılmış olmasına rağmen eğitim dilinin Türkçe olmasıydı. Osmanlı, şimdi yaptığımız gibi tıp terimlerini Latinceden değil, varsa Türkçeden, yoksa Arapçadan yeni kelimeler türeterek bambaşka bir yol izleyecekti, tıpkı İstanbul’daki askeri ve sivil fakülteleri gibi.
İşte bu ihtimam sayesinde Şam’da yetiştirilen doktor öğretim üyeleri Osmanlı çekildikten sonra Fransızların Latince tıp terimlerini dayatmasına direnmiş ve tıp sözlüğündeki mevcut Türkçe kelimeleri de Arapçaya çevirmek suretiyle yerli bir temele oturtabilmişlerdi tıp eğitimlerini.
Hasıl-ı kelam, Suriye’deki tıp eğitiminin temelinde biz varız. Sultan Abdülhamid’in o silinmez damgası var.
Elhamdülillah.
Kaynak: Ekmeleddin İhsanoğlu, Suriye’de Modern Sağlık Müesseseleri, Hastahaneler ve Şam Tıp Fakültesi, TTK: 1999.
.
Bir daha “Allah aşkına” derken iki kere düşünün
Bir daha “Allah aşkına” derken iki kere düşünün
Mustafa Armağan
Bugün içimden bir irfan hazinesinin kapağını açmak geldi. Zira ufuklarımız çok daraldı, gökkubemiz fazlasıyla küçüldü. İçimiz dışımız siyaset oldu.
Gelin, bugün yüz yıl önceye kadar kaynayan maneviyet pınarlarımızdan birkaç damla su içelim. Bu yolda rehberimiz Afganistan göçmeni bir Allah dostu olsun.
Şeyh Abdülkadir Belhî hazretleri 1839 yılında Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Belh şehrinin Kunduz denilen yerinde doğmuş olup, Özkend hükümdarı Seyyid Burhanüddin Kılıç ahfadındandır.
Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Seyyid Süleyman Efendi’nin oğludur. Belh’de mezalimin artması üzerine babası ve müritlerinin -kendisi henüz dört yaşındayken- doğduğu toprakları terk etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz.
20 yaşındayken 300 kişilik bir heyetle birlikte İran ve Irak üzerinden dört yıl kalacağı Konya’ya geldi. Burada başka eserler meyanında İbnu’l-Arabî hazretlerinin Futuhâtu’l-Mekkiye’adlı eserini istinsah etti. Ardından yine topluca önce Bursa’ya gittiler, sonra Eyüp Sultan’da Şeyh Murad Buhârî dergâhına şeyh olmak üzere babasını Sultan Abdülaziz davet edince ömrünü tamamlayacağı payitaht İstanbul’a...
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki şu satırlar onun bundan sonraki hayatını çerçeveleştirmektedir:
“Şeyh Süleyman Efendi 1867’de Eyüp Nişancası’ndaki Şeyh Murad Buhârî Dergâhı meşihatına tayin edildi. Abdülkâdir, babasının ölümünden sonra bu tekkenin şeyhliğine getirildi (1877). Kırk altı yıl bu görevde kaldı. 17 Mart 1923’te vefat etti. Cenaze namazı Eyüp Camii’nde kılındı ve Şeyh Murad Dergâhı’nın hazîresinde babasının yanına defnedildi.”
Abdülkadir Belhî hazretlerinin Nakşibendî-Müceddidî yoluna sâlik olmakla birlikte Hamzavîliğin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı kaldığı ifade edilir ve son Melamî-Hamzavî kutbu kabul edilir.
Divanının yanı sıra Esrâru’t-Tevhîd (Tevhidin Sırları), Yenâbîʿu’l-Hikem, Künûzü’l-ʿÂrifîn, Gülşen-i Esrâr ve Sünûḥât-ı İlâhiyye ve İlhâmât-ı Rabbâniyye adlı manzum eserleri bulunmaktadır.
Üstad İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Abdülkadir Belhî hazretlerini şöyle tavsif buyurmuş:
“Hüsni zanna lâyık, zâhid, arif ve fadıl bir merd-i kâmil idi. Türk, Arab, Fürs (Farsça) ve Çağatay lisanlarına vâkıf idi”.
Aynı zamanda hattatlığı varmış. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in verdiği bilgilere göre vaktiyle güzel talik yazı yazarmış. Lakin sonradan bırakmış. Elinden çıkan bir yazısının fotoğrafını arayıp bulmuş ve kitabına koymayı iyi ki ihmal etmemiş İbnülemin Üstad.
(Tafsilatı için bkz. İbnülemin Mahmud Kemal, Son Hattatlar, 2. baskı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, s. 491-493; Ketebe neşri, İstanbul, 2021, s. 384.)
Zamanında keşfi açık bir veli diye şöhret bulmuştu. Hüseyin Vassâf’ın Sefine-i Evliya adlı tezkiresinde şöyle tavsif edilmiştir:
“Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt, beyaz ve sık sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Hafif söylerdi. Tab’ı cemâle nâzır, rahm ü şefkatleri galib idi. Dergâh-ı şerifte Cuma geceleri zikr-i şerif cemiyeti olur, erbâb-ı mahabbetle dolar idi. Âdâb-ı Muhammediyye ile müeddeb (edeblenmiş), şeriat-ı mutahhara ile mühezzeb idi. Sevdiklerine ‘kuzum’ tabirini kullanırlar idi. Sohbetleri daima ilmî, irfânî idi.”
Edebiyat tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı Abdülkadir Belhî hazretlerinin şairliği hakkında şunları yazmıştır:
“Şiirde Belhî ve Kadir-i Belhî tehallus eden (mahlaslarını kullanan) Abdülkadir Efendi’nin eş’ârı (şiirleri), şiir nokta-i nazarından (bakış açısından) değil tasavvuf nokta-i nazarından çok kıymetlidir. Tasavvufun dekâik ve esrarını (incelik ve sırlarını) vüzûh ile (berrak bir şekilde) anlatan son asrın en büyük sûfi şairi hiç süphesiz ki bu zattır.”
Bir başka edebiyat tarihçisi Sadettin Nüzhet Ergun ise Türk Şairleri adlı kitabında Abdülkadir Belhî hazretlerinin edebî yönünü şöyle vurgulamıştır:
“Abdülkadir Belhî, son asrın en çok şöhret kazanan âlim mutasavvıflarından biridir. Vücüda getirdiği eserler de tamamen mutasavvıfânedir. Mevlana’dan sonra onun kadar manzume yazan mutasavvıfa hemen hemen tesadüf edilmez…”
Onun hakkında anlatılan bir menkıbeyi vaktiyle sanat tarihçisi muhterem Uğur Derman beyden dinlemiştim (1 Eylül 2009 tarihli telefon görüşmesi). O gün aldığım notu aşağıya aynen aktarıyorum:
“Bir Ramazan günü Eyüp Sultan’da bulunan Eyüp Nişancası’nda müritleriyle beraber dolaşırken kendisine çok hürmeti olan bir Rum kahveci Ramazan olduğunu unutmuş, gafletine denk gelmiş ve Şeyh efendiye,
- Bir kahvemi içer misiniz? demiş.
-Sağol evladım,
deyip geçip gitmek istemiş Şeyh Efendi. Fakat kahveci ısrar etmiş ve
- Allah aşkına, bir kahvemi içmez misiniz?
diye üsteleyince Abdülkadir Belhî efendi müridlerine dönerek
- 61’er günü yüklendik, gelin bakalım, diye seslenmiş.”
Öyle ya, Allah aşkından daha önemli ne olabilir bir veli için.
Son olarak şu notu iliştirelim yazımıza:
Abdülkadir Belhî Efendi, muhteşem bir Osmanlı hanedan üyesi olan Adile Sultan arabasıyla geldiği için dergâhın kapılarını açtırmazmış. (Âdile Sultan (1826-1899) Sultan 2. Mahmud’un kızı, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in kızkardeşi, Sultan 2. Abdülhamid’in de halasıdır.)
Abdülkadir Belhî hazretleri son üç yılını istiğrak halinde geçirmiş, söz söylemez olmuş bir zat imiş. Vefat ettiğinde babasının yanına defnedilmiştir.
Allah onlara rahmet, bize de mağfiret eylesin.
Âmin ya muîn.
.
“Kürde fırsat verme Ya Rab” efsanesi
“Kürde fırsat verme Ya Rab” efsanesi
MUSTAFA ARMAĞAN
İnternetin bir kötülüğü de, uydur kaydır bilgilerin kendisine kolayca müşteri bulabiliyor olması. Biri bir taş atıyor internetin kuyusuna, kırk akıllı çıkarabilirsen çıkar artık. İşte sizin posta kutunuza da gelmiş olması muhtemel o ‘müthiş bilgi’:
Güya Yavuz Sultan Selim, Ridaniye seferine giderken yaptırdığı çeşmeyi dönüşte harap vaziyette bulmuş; bunun üzerine de aşağıdaki mısraları kendisi kaleme aldırarak çeşmenin üzerine yazdırmış. Şiirin anlamı 1999’da Hasan Pulur’un bir yazısında dile getirilince çeşmenin üstündeki kitabe silinmiş! Çeşmenin kitabesinde şu yazılıymış:
Kürde fırsat verme Ya Rab dehre sultan olmasın
Ayağını çarık sıksın karnı bile doymasın
Vur sopayı al haracı asla iflah olmasın
Ol bu çeşmeden gâvur içsin, Rum içsin Kürde nasip olmasın.
Bunu okuyup sersemlemiş olan okurlarım soruyor: Acaba bu bilgi doğru mu?
Bunun gibi konularda atalarımız ‘Tut kelin perçeminden’ diye şık bir kelam etmişler. Neresinden tutalım?
1) Bu çeşme neredeymiş? Bir resmi, kazınmış da olsa kitabesini gösterin. Rivayetle, -mış, -miş ile tarih olmaz. Yerini söylesinler, gidip kendim göreyim.
2) Sözü edilen en basit vezin ve kafiye bilgisinden yoksun birinin söylediği açık olan manzume, şiirimizin atılım devri olan Yavuz devrine ait olamaz. Kelimeleri, bozuk vezni, külhanbeyi üslubu ile ise Yavuz’a hiç ait olamaz, zira onun Osmanlı padişahlarının en âlimi, üstelik Kürtlere en yakın davranan padişahlardan olduğunu biliyoruz.
3) Yavuz hiç Türkçe şiir yazmamıştır, divanı Farsça’dır. Ona atfedilen “Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân/Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek” diye başlayan ünlü kıtası dahil olmak üzere bazı Türkçe parçalar Nesrî gibi başka şairlere aittir.
Sanırım soruyu bana değil de, bu soruyu ortaya atanlara sormalısınız. Önce böyle bir çeşmenin varlığını ispat etsinler, görelim, ondan sonra konuşalım. Olmaz mı?
Kazınmış da olsa kitabe yok, bir fotoğrafı yok, kaynak diye verdikleri Evliya Çelebi’de yok, Yavuz’un Türkçe şiiri yok, o yok, bu yok ama ortada koskocaman bir yalan fırıl fırıl dolanıyor. Ve mine’l-garaib.
Sevgili okurlarım, sanırım ‘Yavuz Kürtlere beddua etti mi?’ sorusunu yanlış adrese gönderiyorsunuz. Bana değil de bu soruyu size yöneltenlere nerede bu dedikleriniz diye sormalı değil misiniz? Önce böyle bir çeşmenin var olduğunu ispat etsinler, ondan sonra konuşalım.
Üstelik ben Milliyet gazetesinin arşivini de taradım, 1999 yılında Hasan Pulur’un benzer mahiyette dahi bir yazısına rastlayamadım.
Yine bu sosyal medya dedikodusuna sözde ‘kaynak’ diye gösterilen Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Zuhuri Danışman neşrinde belirttikleri sayfada böyle bir bahis geçmez.
Nasıl bu kadar çocuklaştırıldık. Hayret!
.
İnönü demek bunlar demektir Sayın Özgür Özel
İnönü demek bunlar demektir Sayın Özgür Özel
MUSTAFA ARMAĞAN
Özgür Özel enteresan bir siyasetçi. Uzun ömürlü olmayacağı cümle âleme ayan olan CHP Genel Başkanlığı sırasında bize epeyce malzeme vereceğe benziyor sıra dışı sözleriyle. Haberler şöyle akmış ajanslara:
“İzmir’de Birinci İnönü Zaferi Yıldönümünde İsmet İnönü’yü Anma Programı’na katılan ve İnönü Müze Evi’ni ziyaret eden CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in müze çıkışında kullandığı ifadeler dikkat çekti:
‘İsmet İnönü demek Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti demektir. Savaş meydanlarında kitabı elinden düşürmemek demektir. Memleketin o kadar derdi varken Almanca satranç dergisine abone olmak demektir. Fransızca biliyorken 50 yaşından sonra İngilizceye merak salmak demektir. Çağdaşı Mussolini’ler Hitler’le güçlerine güç, coğrafyalarına savaş, kan ve ihtirasla büyük felaketler getirirken İkinci Dünya Savaşı’nın dışında orduyu tutmak, her ihtimale karşı harp stoku tuttuğu için ekmeği, şekeri karneye bağlamak demektir.’
Allah söyletmiş doğrusu. Bunları yıllardır biz söylüyorduk da Özgür Özel’in yanı başında dikilenler iftira attığımızı iddia ederek saldırıyorlardı. Şimdi ağızlarının payını almış olmalılar.
Demek İsmet İnönü demek millet açlıktan kıvranırken Almanya’da çıkan satranç dergisine abone olmakmış (ne yalan söyleyeyim; bunu ilk defa duydum). Ve İsmet İnönü demek ekmeği, şekeri karneye bağlamak demekmiş.
Tabii bunlara eklenecek o kadar çok başlık var ki, hepsini saymaya müstakil bir ansiklopedi lazımdır. Bir kısmını Bilinmeyen Yönleriyle İsmet İnönü Gerçeği adlı kitabımdan okuyabilirsiniz. Ben burada kısa bir özet yapacağım İsmet İnönü’nün marifetlerinden. Gerisini doldurmak size kalmış.
Geldi İsmet, kesildi kısmet
İsmet İnönü’nün tarihini yazmak bir bakıma Cumhuriyetin ilk yarım asrını yazmaya kalkmaktır. Öldüğü 1973 Aralığında Cumhuriyet rejimi 50. yılını dolduralı henüz iki ay oluyordu. 25 Aralık 1973 günü o tarihte okumakta olduğum Bursa’daki Çelebi Mehmet Ortaokulu’nda yas ilan edildiğini hatırlıyorum. Yas, fakat…
Çocukluğumdan itibaren kulağıma fısıldananlar, Urfa’dan Bursa’ya, hafızama büyüklerin ektiği tohumlar, merhum Hamide ninemin “Geldi İsmet, kesildi kısmet” sözünü sık sık tekrarlaması, halk arasındaki “Sağır İsmet” yaftası, camileri kapatıp buğday ambarı yaptırdığı, ezanı ve Kur’an öğretimini yasaklattığı (ezan M. Kemal devrinde yasaklandı gerçi ama halk 1941 yılında akla zarar ‘ezan kanunu’nu çıkarttığı için bu menfi icraatın hepsini ondan biliyordu), ekmeğin karneyle alındığı, memlekette kıtlık ve açlık yaşanırken gösterişli heykellerini yaptırdığı gibi yaşanmışlıklara duyulan infial ve millet açlıktan kırılırken Batı müziği konserlerine gitmesi gibi halka rağmenci tavrı hiç mi hiç affedilmemişti.
Bu ve benzeri hikâyeleri duyarak büyüdüm.
Öte yandan kitaplarımızda İnönü’nün muzaffer komutanı, Lozan kahramanı, büyük devlet adamı, ülkemizi İkinci Dünya Savaşı’na sokmayarak büyük bir felaketi önleyen Reisicumhur vs. gibi sıfatlarla övülüyordu.
Yıllar sonra araştırdığımda halkın dediklerinin hemen tamamının doğru olduğunu, kitaplarımızda yazılanların ise şişirme veya yalan olduğunu gördüm. Özellikle de tarih kitapları okumaya başladığımda gördüm ki bana büyüklerimin anlattıkları aslında azmış. Neler, neler varmış daha anlatılacak…
Onları kısa başlıklar halinde sıralayalım buraya ki unutulmasın.
İnönü’nün marifetleri
- Milli Mücadele’ye karşı oluşundan tutun da Amerikan mandacılığındaki ısrarına,
- Komutan olarak İstiklal Harbi’ndeki beceriksizliklerinden tutun da Lozan’daki ağır kayıplarımıza,
- Takrir-i Sükûn Kanunu ile kendisine diktatörlük yetkileri çıkartarak demir yumrukla basını, siyaseti, sosyal hareketleri, fikir hayatını, eğitimi zapturapt altına alışından Dersim katliamının 1937 safhasındaki aktif rolüne,
- Önceleri Türkçü ve ırkçı demeçler verirken 1944 yılında bu defa Atsız gibi Türkçüleri tabutluklara kapattırmasına,
- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapılarına kilit vurularak demokratik hayatımızın en az çeyrek asır vakit kaybetmesine,
- 1925’te Gazi Mustafa Kemal ile birlikte inşa ettiği Tek Parti yönetimini 20 yıl sürdürme kararlılığı yüzünden ülkenin çok partili hayata geçme ve demokratik gelişme noktasında geç kalmasına,
- 1946 yılında dışarıdan zorlamayla razı olduğu ilk çok partili seçimde imza attığı oy çalma rezaletlerine,
- Köy Enstitülerini Başbakan iken âlâ-yı vâlâ ile açıp rezaletler ayyuka çıkınca Cumhurbaşkanı iken kapatmasına,
- Türkiye’yi 1919’da deneyip başaramadığı Amerikan mandasına sokma adımlarını 1946’da atmasına,
- Demokrat Parti’ye ve Başbakan Adnan Menderes’e kan kusturmasına, 27 Mayıs’ı tezgahlamasına, Uşak olayları gibi ufacık taşlardan demokratik yolla seçilmiş bir iktidarı askeri darbeyle devirmek için canla başla çalışmasına, sonra da Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamına seyirci kalmasına,
- 1961 yılında darbeciler tarafından ‘atandığı’ Başbakanlıkta (bundan büyük zillet olur mu?) beceriksizliğini son haddine vardırıp adlı adıyla bir Kıbrıs skandalına imza atmasına, çıkarma yapacağım diye söylenip dururken ABD Başkanı Lyndon Johnson’dan zılgıt yemesine, millî duruşu olan biri olsa bu zılgıtı iadeli taahhütlü olarak geri göndereceğine özür dileyici tonda cevap yazmasına, özrü kabul edilince Başkan Johnson’ın kendisini özel uçağı Whitebird’ü ile aldırarak Washington’a ayağına getirtmesine, ancak bu aşağılamadan sonra Paşamızın Amerikan rüyasından uyanmasına,
- Ve 50 yıldır başkanı olduğu Partisini çelişkili kararları sonucu ve iktidar hırsıyla tam bir çıkmaza sürükleyip kendi delegeleri tarafından düşürülmesine, düştükten sonra da intikamını almak için bu defa 50 yıllık partisi CHP’yi Anayasa Mahkemesi’nde kapattırmak için harekete geçmesine,
- Öldüğünde ise K. Atatürk’ün cenazesinden esirgediği dinî törenlerin tamamının -başına Kâbe örtüsünden parça konulmasına varıncaya kadar- kendi cenazesine uygulanmasına…
Bu millete en azından bir vakitler çektiği acıların bir ikisini hatırlattığı için Özgür Özel’e teşekkür borçluyuz.
Özgür Özel konuşsun bence, mahzuru yok. Ağzından kaçırdıklarıyla kendi partisine mensup olanlar da hakikatleri bir parça öğrenme şansını yakalıyorlar.
.
Okula, kışlaya ve ibadethaneye CHP böyle girmişti
Okula, kışlaya ve ibadethaneye CHP böyle girmişti
MUSTAFA ARMAĞAN
CHP Genel Başkanı Özgür Özel kendini kırmızı kart furyasına fena kaptırmış olmalı ki esip gürlemiş. ‘CHP iktidarında okula, kışlaya, ibadethaneye asla ve asla siyaset girmedi’ buyurmuş.
Tarih bilmesek biz de inanacağız. O kadar kesin konuşuyor ki ‘asla ve asla’ diye de vurgulamış. (Aslında Türkçede böyle bir tekrar kalıbı mevcut değil. Doğrusu ‘asla ve kat’a’dır.)
Uzun söze ne hacet: Özel’in çoğu ‘lafı’ gibi bu iddiasının altı da boştur. Buradan anlıyoruz ki Özel yakın tarihi ya bilmemekte veya bilerek çarpıtmaktadır ki son tavır hiç de yabancısı değildir başında olduğu partiye.
Aslında söz konusu kendi mazisi oldu mu, CHP’nin enteresan bir tavrı zuhur etmekte. 1925-45 yıllarında sürdürdüğü Tek Parti dönemindeki marifetlerini demokrasi ortamında savunamayacağı için bir zamanlar çatır çatır giriştiği şiddetli icraatını ya tevil yoluna sapmakta veya düpedüz inkâr etmektedir.
Belli ki Özel burada CHP’nin yönettiği dönemde bahsettiği alanlarda siyasete boynuna kadar battığını yekten inkâr edip töhmetten yırtmak istemiştir. Ne çare ki partisinin alnına bir leke olarak yapışmış bulunan Tek Parti dönemi günahlarının temizlenmesi için -Atsız’ın çarpıcı deyişiyle- dünyada bir sabun buhranı çıkarmayı göze almak gerekmektedir.
Sözün özü şudur: CHP Genel Başkanı’nın kendi partisinin geçmişini bilmemesi veya inkâr yoluna sapması bulunduğu makam açısından bir talihsizliktir ama bu, CHP tarihinden aşinası bulunduğumuz bir tilkilik geleneğidir.
Özel›e CHP’nin tarihini Yılmaz Özdil›den değil, başta İsmet İnönü’nün hatıraları olmak üzere kendi kaynaklarından okumasını tavsiye ederim. Partinin ağır toplarından Nihat Erim’in Günlükler’i incelediğinde yakası açılmadık pek çok hakikate vakıf olacağına bahse girebilirim. Mesela asıl NATO’ya girmek için müracaat edenin CHP olduğunu Erim’in kaleminden öğrenebilecektir. Keza 1946 yılında Köy Enstitülerini asıl kapatanın da İnönü CHP’si olduğunu vs.
Özel ve arkadaşlarına Eşref Edip’in Kara Kitap’ını, Osman Yüksel’in Serdengeçti veya Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergilerini okuyun diyecek değiliz. Tenezzül edip okumayacağını adımız gibi biliyoruz. Onun için hiç olmazsa kendi kaynaklarınızı okuyun diyoruz.
Ne yazık ki Özgür Özel kendi kaynaklarından dahi bihaberdir. Hatta bu yönüyle bir zamanlar çokça eleştirdiğimiz Kemal Kılıçdaroğlu’nun dahi gerisinde. Zira çok toy.
Bu arada 1937-38 Dersim katliamları hakkında Türkiye’deki en zengin sözlü tarih bant kaydı arşivinin Kılıçdaroğlu’nda bulunduğunu hatırlatalım. Lakin meselenin içyüzünü iyi bildiği halde başkan olduğu dönemde o tarihte Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Dersim’de yaşananlardan özür dilediğinde kulağının üzerine yatmayı tercih etmişti.
Öte yandan CHP’nin okula, kışlaya, ibadethaneye siyaseti sokmadığını savunmak düpedüz gerçeği inkârdır.
Bir kere okullarda CHP ideolojisi mutlak belirleyiciydi (hâlâ büyük ölçüde öyle değil mi?). Mesela 19 Mayıs törenlerinde Türk bayrağı yanında CHP bayrakları taşındığına dair onlarca fotoğraf mevcut elimizde.
Öte yandan öğretmenler zaten CHP’nin organik aydınıydı. Sabahattin Ali veya Nihal Atsız gibi CHP’nin ideolojik baskısına itiraz eden öğretmenler hangi kesimden olursa olsun sürüm sürüm süründürüldü.
Kışlada askerlerin tamamen CHP iktidarınca yönlendirildiğini söylemek için delil aramaya gerek yok. İnönü bu askeriyeye bolca siyaset sokulduğu dönemden gelen gücüyle orduya 27 Mayıs darbesini yaptırmadı mı?
Gelelim dine. CHP’nin Ankara İl Başkanı Rıfat Börekçi aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanı’ydı. O kadar ki Börekçi hoca Ankara il başkanlığı kongresinin dahi başkanlığını yapmıştı. Hani ibadethaneye siyaseti sokmamıştınız?
Son alarak devr-i iktidarınızda sporcular CHP’ye girmek zorundaydı. Gazetelere giderseniz millî güreşçilerin mayolarını altı ok logosunun süslediğini görürsünüz. Hatta Olimpiyat amblemine dahi CHP›nin 6 okunun yapıştırıldığı sır değil.
27 Ekim 1936 tarihli Akşam gazetesinde çıkan şu haber spora nasıl bal gibi siyaset karıştırıldığını anlatmaya kâfidir: “Türk Spor Kurumu Halk Partisine aza (üye) olmuştur.”
Peki 19 Nisan 1936 tarihli Akşam gazetesinden aldığımız şu başlığa ne demeli: “Türk sporcuları Cumhuriyet Halk Partisinin öz çocuğudur.”
Başında bulunduğunuz partinin iktidarında Cumhuriyet bayramı dahi CHP’nin bayramına indirgenmişti Bay Özel. DP dönemi boyunca partinizin Cumhuriyet bayramı kutlamalarını protesto ettiğini tarih unuttu mu zannediyorsunuz?
.