Sultan Abdülhamid Suriye Üniversitesinin de kurucusudur
MUSTAFA ARMAĞAN
Vikipedia’ya “Şam Üniversitesi” diye yazdığınızda karşınıza ilk ağızda çıkan malumat şunlar:
“1903 yılında açılan Tıp Fakültesi ve 1913 yılında kurulan Hukuk Fakültesinin birleştirilmesiyle 1923 yılında Şam Üniversitesi meydana gelmiştir. 1958 yılına kadar Suriye Üniversitesi adını taşımış daha sonra bu isim Şam Üniversitesi olarak değiştirilmiştir.”
Burada üç tarih dikkatimizi çeker: 1903, 1913 ve 1923.
1923 bizde Cumhuriyetin kurulduğu yıl. Suriye Üniversitesi, ülkenin Fransız mandasına bırakıldığı Lozan Antlaşması’nda kesinliğe kavuştuktan sonra kurulmuş ki bu nokta önemli.
Ama daha önemli iki tarih, 1903 ve 1913’tür.
1913 yılında Beyrut’ta açılmış bulunan Hukuk Fakültesi’nin öğrencileri 1918’de bölgenin Fransızlarca işgali üzerine dağıtılacaktı.
Gelelim 1903 yılına.
Bilmeyenler öğrensin:
Sultan 2. Abdülhamid İstanbul Üniversitesi’nin kurucusudur. Bu üniversitenin 1901 yılında kurulduğu zamanki ismi “Darülfünun-i Şahane-i Osmanî” idi.
Maarifperver hükümdar kimliği her geçen gün daha iyi anlaşılan Sultan 2. Abdülhamid askeri ve sivil tıp fakültelerini desteklemiş, GATA’yı kurmuş, hatta Haydarpaşa’da bugün Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin kullandığı muhteşem binayı askeri ve sivil tıp fakültelerini birleştirmek maksadıyla yaptırmıştı.
Derken 1903 yılında İstanbul dışında ilk tıp fakültesinin Şam-ı Şerif’te açılması gündeme geldi. İki gerekçesi vardı Şam’da bu okulu kurmanın:
Beyrut’ta Fransızlar ve Amerikalılar tarafından kurulan tıp okullarının misyonerlik faaliyetinin önünü kesmek,
Suriye’de ordu ve halkın tabip ihtiyacını karşılamak.
Peki Düyun-i Umumiye baskısı altındaki bir ülkede malî kaynak nereden bulunacaktı?
Sultan Abdülhamid bu işi şöyle formüle etti:
Muhtaç Girit muhacirlerine tahsis edilen “zebhiyye rüsumu”, yani kasaplardan kestikleri hayvanlar için alınan verginin büyük kısmını Şam Tıbbiyesine tahsis etti.
Verilen rapor ile Şam Tıbbiyesi’nin açılması arasında sadece 5 ay vardır. Bir tıp fakültesinin rekor denilecek kadar kısa sürede açılabilmesi, hele zamanın şartları düşünüldüğünde, devletin hâlâ ayakta olduğunun en güçlü delillerindendir.
Sultan Abdülhamid bir işi yaptı mı tam yapardı. Tıbbiyeyi binasıyla birlikte yapmaya karar verdi. Lakin binanın bitmesi zaman alacaktı ama ihtiyaç büyüktü. Bu yüzden Şam’ın Salihiye Caddesindeki Ziver Paşa Konağı kiralandı.
Sultanın cülus, yani tahta çıkış yıldönümünde, 31 Ağustos 1903 tarihinde hizmete başladı. Ziver Paşa Konağında kimya, fizik, anatomi ve fizyoloji laboratuvarları kurulmuş, 6 yıllık eğitimin ilk 4 yılını burada eğitim görecek olan talebe son 2 yılını yine Şam’daki Hamidiye Gureba Hastanesi’nde geçiriyordu.
Şam Tıbbiyesinde doktor kadar sağlık mesleğinin olmazsa olmazı olan eczacı da yetiştiriliyordu. Bu demektir ki Tıp Fakültesi yanında Eczacılık Fakültesi de açılmıştı.
14 Ekim 1903’te resmi açılış merasimi yapıldı.
Müdür Ferik Feyzi Paşa’ydı.
İlk sene 25 talebe sınavla alınmış, bunlardan 15’i Hikmet-i Tabiiye (Tabiat Bilgisi) ve İlm-i Arz (Jeoloji) derslerine başlamış, 10’u ise Eczacılık bölümüne kayıt yaptırmıştı.
Tıp Fakültesi kendi binasına ancak 1914 yılında kavuşacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sebebiyle 1916 yılında Beyrut’a taşınan okul, Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybetmesi üzerine 1918 yılında Fransızlarca kapatılacaktı.
15 yıllık tedrisat hayatında 240 tabip, 289 eczacı mezun etmiş olan Şam Tıbbiyesi öğrencilerine toplam 529 diploma takdim etmişti.
Asıl ilginç olan nokta, okul Şam’da açılmış olmasına rağmen eğitim dilinin Türkçe olmasıydı. Osmanlı, şimdi yaptığımız gibi tıp terimlerini Latinceden değil, varsa Türkçeden, yoksa Arapçadan yeni kelimeler türeterek bambaşka bir yol izleyecekti, tıpkı İstanbul’daki askeri ve sivil fakülteleri gibi.
İşte bu ihtimam sayesinde Şam’da yetiştirilen doktor öğretim üyeleri Osmanlı çekildikten sonra Fransızların Latince tıp terimlerini dayatmasına direnmiş ve tıp sözlüğündeki mevcut Türkçe kelimeleri de Arapçaya çevirmek suretiyle yerli bir temele oturtabilmişlerdi tıp eğitimlerini.
Hasıl-ı kelam, Suriye’deki tıp eğitiminin temelinde biz varız. Sultan Abdülhamid’in o silinmez damgası var.
Elhamdülillah.
Kaynak: Ekmeleddin İhsanoğlu, Suriye’de Modern Sağlık Müesseseleri, Hastahaneler ve Şam Tıp Fakültesi, TTK: 1999.
.
Bir daha “Allah aşkına” derken iki kere düşünün
Bir daha “Allah aşkına” derken iki kere düşünün
Mustafa Armağan
Bugün içimden bir irfan hazinesinin kapağını açmak geldi. Zira ufuklarımız çok daraldı, gökkubemiz fazlasıyla küçüldü. İçimiz dışımız siyaset oldu.
Gelin, bugün yüz yıl önceye kadar kaynayan maneviyet pınarlarımızdan birkaç damla su içelim. Bu yolda rehberimiz Afganistan göçmeni bir Allah dostu olsun.
Şeyh Abdülkadir Belhî hazretleri 1839 yılında Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Belh şehrinin Kunduz denilen yerinde doğmuş olup, Özkend hükümdarı Seyyid Burhanüddin Kılıç ahfadındandır.
Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Seyyid Süleyman Efendi’nin oğludur. Belh’de mezalimin artması üzerine babası ve müritlerinin -kendisi henüz dört yaşındayken- doğduğu toprakları terk etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz.
20 yaşındayken 300 kişilik bir heyetle birlikte İran ve Irak üzerinden dört yıl kalacağı Konya’ya geldi. Burada başka eserler meyanında İbnu’l-Arabî hazretlerinin Futuhâtu’l-Mekkiye’adlı eserini istinsah etti. Ardından yine topluca önce Bursa’ya gittiler, sonra Eyüp Sultan’da Şeyh Murad Buhârî dergâhına şeyh olmak üzere babasını Sultan Abdülaziz davet edince ömrünü tamamlayacağı payitaht İstanbul’a...
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki şu satırlar onun bundan sonraki hayatını çerçeveleştirmektedir:
“Şeyh Süleyman Efendi 1867’de Eyüp Nişancası’ndaki Şeyh Murad Buhârî Dergâhı meşihatına tayin edildi. Abdülkâdir, babasının ölümünden sonra bu tekkenin şeyhliğine getirildi (1877). Kırk altı yıl bu görevde kaldı. 17 Mart 1923’te vefat etti. Cenaze namazı Eyüp Camii’nde kılındı ve Şeyh Murad Dergâhı’nın hazîresinde babasının yanına defnedildi.”
Abdülkadir Belhî hazretlerinin Nakşibendî-Müceddidî yoluna sâlik olmakla birlikte Hamzavîliğin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı kaldığı ifade edilir ve son Melamî-Hamzavî kutbu kabul edilir.
Divanının yanı sıra Esrâru’t-Tevhîd (Tevhidin Sırları), Yenâbîʿu’l-Hikem, Künûzü’l-ʿÂrifîn, Gülşen-i Esrâr ve Sünûḥât-ı İlâhiyye ve İlhâmât-ı Rabbâniyye adlı manzum eserleri bulunmaktadır.
Üstad İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Abdülkadir Belhî hazretlerini şöyle tavsif buyurmuş:
“Hüsni zanna lâyık, zâhid, arif ve fadıl bir merd-i kâmil idi. Türk, Arab, Fürs (Farsça) ve Çağatay lisanlarına vâkıf idi”.
Aynı zamanda hattatlığı varmış. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in verdiği bilgilere göre vaktiyle güzel talik yazı yazarmış. Lakin sonradan bırakmış. Elinden çıkan bir yazısının fotoğrafını arayıp bulmuş ve kitabına koymayı iyi ki ihmal etmemiş İbnülemin Üstad.
(Tafsilatı için bkz. İbnülemin Mahmud Kemal, Son Hattatlar, 2. baskı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, s. 491-493; Ketebe neşri, İstanbul, 2021, s. 384.)
Zamanında keşfi açık bir veli diye şöhret bulmuştu. Hüseyin Vassâf’ın Sefine-i Evliya adlı tezkiresinde şöyle tavsif edilmiştir:
“Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt, beyaz ve sık sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Hafif söylerdi. Tab’ı cemâle nâzır, rahm ü şefkatleri galib idi. Dergâh-ı şerifte Cuma geceleri zikr-i şerif cemiyeti olur, erbâb-ı mahabbetle dolar idi. Âdâb-ı Muhammediyye ile müeddeb (edeblenmiş), şeriat-ı mutahhara ile mühezzeb idi. Sevdiklerine ‘kuzum’ tabirini kullanırlar idi. Sohbetleri daima ilmî, irfânî idi.”
Edebiyat tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı Abdülkadir Belhî hazretlerinin şairliği hakkında şunları yazmıştır:
“Şiirde Belhî ve Kadir-i Belhî tehallus eden (mahlaslarını kullanan) Abdülkadir Efendi’nin eş’ârı (şiirleri), şiir nokta-i nazarından (bakış açısından) değil tasavvuf nokta-i nazarından çok kıymetlidir. Tasavvufun dekâik ve esrarını (incelik ve sırlarını) vüzûh ile (berrak bir şekilde) anlatan son asrın en büyük sûfi şairi hiç süphesiz ki bu zattır.”
Bir başka edebiyat tarihçisi Sadettin Nüzhet Ergun ise Türk Şairleri adlı kitabında Abdülkadir Belhî hazretlerinin edebî yönünü şöyle vurgulamıştır:
“Abdülkadir Belhî, son asrın en çok şöhret kazanan âlim mutasavvıflarından biridir. Vücüda getirdiği eserler de tamamen mutasavvıfânedir. Mevlana’dan sonra onun kadar manzume yazan mutasavvıfa hemen hemen tesadüf edilmez…”
Onun hakkında anlatılan bir menkıbeyi vaktiyle sanat tarihçisi muhterem Uğur Derman beyden dinlemiştim (1 Eylül 2009 tarihli telefon görüşmesi). O gün aldığım notu aşağıya aynen aktarıyorum:
“Bir Ramazan günü Eyüp Sultan’da bulunan Eyüp Nişancası’nda müritleriyle beraber dolaşırken kendisine çok hürmeti olan bir Rum kahveci Ramazan olduğunu unutmuş, gafletine denk gelmiş ve Şeyh efendiye,
- Bir kahvemi içer misiniz? demiş.
-Sağol evladım,
deyip geçip gitmek istemiş Şeyh Efendi. Fakat kahveci ısrar etmiş ve
- Allah aşkına, bir kahvemi içmez misiniz?
diye üsteleyince Abdülkadir Belhî efendi müridlerine dönerek
- 61’er günü yüklendik, gelin bakalım, diye seslenmiş.”
Öyle ya, Allah aşkından daha önemli ne olabilir bir veli için.
Son olarak şu notu iliştirelim yazımıza:
Abdülkadir Belhî Efendi, muhteşem bir Osmanlı hanedan üyesi olan Adile Sultan arabasıyla geldiği için dergâhın kapılarını açtırmazmış. (Âdile Sultan (1826-1899) Sultan 2. Mahmud’un kızı, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in kızkardeşi, Sultan 2. Abdülhamid’in de halasıdır.)
Abdülkadir Belhî hazretleri son üç yılını istiğrak halinde geçirmiş, söz söylemez olmuş bir zat imiş. Vefat ettiğinde babasının yanına defnedilmiştir.
Allah onlara rahmet, bize de mağfiret eylesin.
Âmin ya muîn.
.
“Kürde fırsat verme Ya Rab” efsanesi
“Kürde fırsat verme Ya Rab” efsanesi
MUSTAFA ARMAĞAN
İnternetin bir kötülüğü de, uydur kaydır bilgilerin kendisine kolayca müşteri bulabiliyor olması. Biri bir taş atıyor internetin kuyusuna, kırk akıllı çıkarabilirsen çıkar artık. İşte sizin posta kutunuza da gelmiş olması muhtemel o ‘müthiş bilgi’:
Güya Yavuz Sultan Selim, Ridaniye seferine giderken yaptırdığı çeşmeyi dönüşte harap vaziyette bulmuş; bunun üzerine de aşağıdaki mısraları kendisi kaleme aldırarak çeşmenin üzerine yazdırmış. Şiirin anlamı 1999’da Hasan Pulur’un bir yazısında dile getirilince çeşmenin üstündeki kitabe silinmiş! Çeşmenin kitabesinde şu yazılıymış:
Kürde fırsat verme Ya Rab dehre sultan olmasın
Ayağını çarık sıksın karnı bile doymasın
Vur sopayı al haracı asla iflah olmasın
Ol bu çeşmeden gâvur içsin, Rum içsin Kürde nasip olmasın.
Bunu okuyup sersemlemiş olan okurlarım soruyor: Acaba bu bilgi doğru mu?
Bunun gibi konularda atalarımız ‘Tut kelin perçeminden’ diye şık bir kelam etmişler. Neresinden tutalım?
1) Bu çeşme neredeymiş? Bir resmi, kazınmış da olsa kitabesini gösterin. Rivayetle, -mış, -miş ile tarih olmaz. Yerini söylesinler, gidip kendim göreyim.
2) Sözü edilen en basit vezin ve kafiye bilgisinden yoksun birinin söylediği açık olan manzume, şiirimizin atılım devri olan Yavuz devrine ait olamaz. Kelimeleri, bozuk vezni, külhanbeyi üslubu ile ise Yavuz’a hiç ait olamaz, zira onun Osmanlı padişahlarının en âlimi, üstelik Kürtlere en yakın davranan padişahlardan olduğunu biliyoruz.
3) Yavuz hiç Türkçe şiir yazmamıştır, divanı Farsça’dır. Ona atfedilen “Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân/Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek” diye başlayan ünlü kıtası dahil olmak üzere bazı Türkçe parçalar Nesrî gibi başka şairlere aittir.
Sanırım soruyu bana değil de, bu soruyu ortaya atanlara sormalısınız. Önce böyle bir çeşmenin varlığını ispat etsinler, görelim, ondan sonra konuşalım. Olmaz mı?
Kazınmış da olsa kitabe yok, bir fotoğrafı yok, kaynak diye verdikleri Evliya Çelebi’de yok, Yavuz’un Türkçe şiiri yok, o yok, bu yok ama ortada koskocaman bir yalan fırıl fırıl dolanıyor. Ve mine’l-garaib.
Sevgili okurlarım, sanırım ‘Yavuz Kürtlere beddua etti mi?’ sorusunu yanlış adrese gönderiyorsunuz. Bana değil de bu soruyu size yöneltenlere nerede bu dedikleriniz diye sormalı değil misiniz? Önce böyle bir çeşmenin var olduğunu ispat etsinler, ondan sonra konuşalım.
Üstelik ben Milliyet gazetesinin arşivini de taradım, 1999 yılında Hasan Pulur’un benzer mahiyette dahi bir yazısına rastlayamadım.
Yine bu sosyal medya dedikodusuna sözde ‘kaynak’ diye gösterilen Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Zuhuri Danışman neşrinde belirttikleri sayfada böyle bir bahis geçmez.
Nasıl bu kadar çocuklaştırıldık. Hayret!
.
İnönü demek bunlar demektir Sayın Özgür Özel
İnönü demek bunlar demektir Sayın Özgür Özel
MUSTAFA ARMAĞAN

Özgür Özel enteresan bir siyasetçi. Uzun ömürlü olmayacağı cümle âleme ayan olan CHP Genel Başkanlığı sırasında bize epeyce malzeme vereceğe benziyor sıra dışı sözleriyle. Haberler şöyle akmış ajanslara:
“İzmir’de Birinci İnönü Zaferi Yıldönümünde İsmet İnönü’yü Anma Programı’na katılan ve İnönü Müze Evi’ni ziyaret eden CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in müze çıkışında kullandığı ifadeler dikkat çekti:
‘İsmet İnönü demek Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti demektir. Savaş meydanlarında kitabı elinden düşürmemek demektir. Memleketin o kadar derdi varken Almanca satranç dergisine abone olmak demektir. Fransızca biliyorken 50 yaşından sonra İngilizceye merak salmak demektir. Çağdaşı Mussolini’ler Hitler’le güçlerine güç, coğrafyalarına savaş, kan ve ihtirasla büyük felaketler getirirken İkinci Dünya Savaşı’nın dışında orduyu tutmak, her ihtimale karşı harp stoku tuttuğu için ekmeği, şekeri karneye bağlamak demektir.’
Allah söyletmiş doğrusu. Bunları yıllardır biz söylüyorduk da Özgür Özel’in yanı başında dikilenler iftira attığımızı iddia ederek saldırıyorlardı. Şimdi ağızlarının payını almış olmalılar.
Demek İsmet İnönü demek millet açlıktan kıvranırken Almanya’da çıkan satranç dergisine abone olmakmış (ne yalan söyleyeyim; bunu ilk defa duydum). Ve İsmet İnönü demek ekmeği, şekeri karneye bağlamak demekmiş.
Tabii bunlara eklenecek o kadar çok başlık var ki, hepsini saymaya müstakil bir ansiklopedi lazımdır. Bir kısmını Bilinmeyen Yönleriyle İsmet İnönü Gerçeği adlı kitabımdan okuyabilirsiniz. Ben burada kısa bir özet yapacağım İsmet İnönü’nün marifetlerinden. Gerisini doldurmak size kalmış.

Geldi İsmet, kesildi kısmet
İsmet İnönü’nün tarihini yazmak bir bakıma Cumhuriyetin ilk yarım asrını yazmaya kalkmaktır. Öldüğü 1973 Aralığında Cumhuriyet rejimi 50. yılını dolduralı henüz iki ay oluyordu. 25 Aralık 1973 günü o tarihte okumakta olduğum Bursa’daki Çelebi Mehmet Ortaokulu’nda yas ilan edildiğini hatırlıyorum. Yas, fakat…
Çocukluğumdan itibaren kulağıma fısıldananlar, Urfa’dan Bursa’ya, hafızama büyüklerin ektiği tohumlar, merhum Hamide ninemin “Geldi İsmet, kesildi kısmet” sözünü sık sık tekrarlaması, halk arasındaki “Sağır İsmet” yaftası, camileri kapatıp buğday ambarı yaptırdığı, ezanı ve Kur’an öğretimini yasaklattığı (ezan M. Kemal devrinde yasaklandı gerçi ama halk 1941 yılında akla zarar ‘ezan kanunu’nu çıkarttığı için bu menfi icraatın hepsini ondan biliyordu), ekmeğin karneyle alındığı, memlekette kıtlık ve açlık yaşanırken gösterişli heykellerini yaptırdığı gibi yaşanmışlıklara duyulan infial ve millet açlıktan kırılırken Batı müziği konserlerine gitmesi gibi halka rağmenci tavrı hiç mi hiç affedilmemişti.
Bu ve benzeri hikâyeleri duyarak büyüdüm.
Öte yandan kitaplarımızda İnönü’nün muzaffer komutanı, Lozan kahramanı, büyük devlet adamı, ülkemizi İkinci Dünya Savaşı’na sokmayarak büyük bir felaketi önleyen Reisicumhur vs. gibi sıfatlarla övülüyordu.
Yıllar sonra araştırdığımda halkın dediklerinin hemen tamamının doğru olduğunu, kitaplarımızda yazılanların ise şişirme veya yalan olduğunu gördüm. Özellikle de tarih kitapları okumaya başladığımda gördüm ki bana büyüklerimin anlattıkları aslında azmış. Neler, neler varmış daha anlatılacak…
Onları kısa başlıklar halinde sıralayalım buraya ki unutulmasın.
İnönü’nün marifetleri
- Milli Mücadele’ye karşı oluşundan tutun da Amerikan mandacılığındaki ısrarına,
- Komutan olarak İstiklal Harbi’ndeki beceriksizliklerinden tutun da Lozan’daki ağır kayıplarımıza,
- Takrir-i Sükûn Kanunu ile kendisine diktatörlük yetkileri çıkartarak demir yumrukla basını, siyaseti, sosyal hareketleri, fikir hayatını, eğitimi zapturapt altına alışından Dersim katliamının 1937 safhasındaki aktif rolüne,
- Önceleri Türkçü ve ırkçı demeçler verirken 1944 yılında bu defa Atsız gibi Türkçüleri tabutluklara kapattırmasına,
- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapılarına kilit vurularak demokratik hayatımızın en az çeyrek asır vakit kaybetmesine,
- 1925’te Gazi Mustafa Kemal ile birlikte inşa ettiği Tek Parti yönetimini 20 yıl sürdürme kararlılığı yüzünden ülkenin çok partili hayata geçme ve demokratik gelişme noktasında geç kalmasına,
- 1946 yılında dışarıdan zorlamayla razı olduğu ilk çok partili seçimde imza attığı oy çalma rezaletlerine,
- Köy Enstitülerini Başbakan iken âlâ-yı vâlâ ile açıp rezaletler ayyuka çıkınca Cumhurbaşkanı iken kapatmasına,
- Türkiye’yi 1919’da deneyip başaramadığı Amerikan mandasına sokma adımlarını 1946’da atmasına,
- Demokrat Parti’ye ve Başbakan Adnan Menderes’e kan kusturmasına, 27 Mayıs’ı tezgahlamasına, Uşak olayları gibi ufacık taşlardan demokratik yolla seçilmiş bir iktidarı askeri darbeyle devirmek için canla başla çalışmasına, sonra da Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamına seyirci kalmasına,
- 1961 yılında darbeciler tarafından ‘atandığı’ Başbakanlıkta (bundan büyük zillet olur mu?) beceriksizliğini son haddine vardırıp adlı adıyla bir Kıbrıs skandalına imza atmasına, çıkarma yapacağım diye söylenip dururken ABD Başkanı Lyndon Johnson’dan zılgıt yemesine, millî duruşu olan biri olsa bu zılgıtı iadeli taahhütlü olarak geri göndereceğine özür dileyici tonda cevap yazmasına, özrü kabul edilince Başkan Johnson’ın kendisini özel uçağı Whitebird’ü ile aldırarak Washington’a ayağına getirtmesine, ancak bu aşağılamadan sonra Paşamızın Amerikan rüyasından uyanmasına,
- Ve 50 yıldır başkanı olduğu Partisini çelişkili kararları sonucu ve iktidar hırsıyla tam bir çıkmaza sürükleyip kendi delegeleri tarafından düşürülmesine, düştükten sonra da intikamını almak için bu defa 50 yıllık partisi CHP’yi Anayasa Mahkemesi’nde kapattırmak için harekete geçmesine,
- Öldüğünde ise K. Atatürk’ün cenazesinden esirgediği dinî törenlerin tamamının -başına Kâbe örtüsünden parça konulmasına varıncaya kadar- kendi cenazesine uygulanmasına…
Bu millete en azından bir vakitler çektiği acıların bir ikisini hatırlattığı için Özgür Özel’e teşekkür borçluyuz.
Özgür Özel konuşsun bence, mahzuru yok. Ağzından kaçırdıklarıyla kendi partisine mensup olanlar da hakikatleri bir parça öğrenme şansını yakalıyorlar.
.
Okula, kışlaya ve ibadethaneye CHP böyle girmişti
Okula, kışlaya ve ibadethaneye CHP böyle girmişti
MUSTAFA ARMAĞAN
CHP Genel Başkanı Özgür Özel kendini kırmızı kart furyasına fena kaptırmış olmalı ki esip gürlemiş. ‘CHP iktidarında okula, kışlaya, ibadethaneye asla ve asla siyaset girmedi’ buyurmuş.
Tarih bilmesek biz de inanacağız. O kadar kesin konuşuyor ki ‘asla ve asla’ diye de vurgulamış. (Aslında Türkçede böyle bir tekrar kalıbı mevcut değil. Doğrusu ‘asla ve kat’a’dır.)
Uzun söze ne hacet: Özel’in çoğu ‘lafı’ gibi bu iddiasının altı da boştur. Buradan anlıyoruz ki Özel yakın tarihi ya bilmemekte veya bilerek çarpıtmaktadır ki son tavır hiç de yabancısı değildir başında olduğu partiye.
Aslında söz konusu kendi mazisi oldu mu, CHP’nin enteresan bir tavrı zuhur etmekte. 1925-45 yıllarında sürdürdüğü Tek Parti dönemindeki marifetlerini demokrasi ortamında savunamayacağı için bir zamanlar çatır çatır giriştiği şiddetli icraatını ya tevil yoluna sapmakta veya düpedüz inkâr etmektedir.
Belli ki Özel burada CHP’nin yönettiği dönemde bahsettiği alanlarda siyasete boynuna kadar battığını yekten inkâr edip töhmetten yırtmak istemiştir. Ne çare ki partisinin alnına bir leke olarak yapışmış bulunan Tek Parti dönemi günahlarının temizlenmesi için -Atsız’ın çarpıcı deyişiyle- dünyada bir sabun buhranı çıkarmayı göze almak gerekmektedir.
Sözün özü şudur: CHP Genel Başkanı’nın kendi partisinin geçmişini bilmemesi veya inkâr yoluna sapması bulunduğu makam açısından bir talihsizliktir ama bu, CHP tarihinden aşinası bulunduğumuz bir tilkilik geleneğidir.
Özel›e CHP’nin tarihini Yılmaz Özdil›den değil, başta İsmet İnönü’nün hatıraları olmak üzere kendi kaynaklarından okumasını tavsiye ederim. Partinin ağır toplarından Nihat Erim’in Günlükler’i incelediğinde yakası açılmadık pek çok hakikate vakıf olacağına bahse girebilirim. Mesela asıl NATO’ya girmek için müracaat edenin CHP olduğunu Erim’in kaleminden öğrenebilecektir. Keza 1946 yılında Köy Enstitülerini asıl kapatanın da İnönü CHP’si olduğunu vs.
Özel ve arkadaşlarına Eşref Edip’in Kara Kitap’ını, Osman Yüksel’in Serdengeçti veya Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergilerini okuyun diyecek değiliz. Tenezzül edip okumayacağını adımız gibi biliyoruz. Onun için hiç olmazsa kendi kaynaklarınızı okuyun diyoruz.
Ne yazık ki Özgür Özel kendi kaynaklarından dahi bihaberdir. Hatta bu yönüyle bir zamanlar çokça eleştirdiğimiz Kemal Kılıçdaroğlu’nun dahi gerisinde. Zira çok toy.
Bu arada 1937-38 Dersim katliamları hakkında Türkiye’deki en zengin sözlü tarih bant kaydı arşivinin Kılıçdaroğlu’nda bulunduğunu hatırlatalım. Lakin meselenin içyüzünü iyi bildiği halde başkan olduğu dönemde o tarihte Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Dersim’de yaşananlardan özür dilediğinde kulağının üzerine yatmayı tercih etmişti.
Öte yandan CHP’nin okula, kışlaya, ibadethaneye siyaseti sokmadığını savunmak düpedüz gerçeği inkârdır.
Bir kere okullarda CHP ideolojisi mutlak belirleyiciydi (hâlâ büyük ölçüde öyle değil mi?). Mesela 19 Mayıs törenlerinde Türk bayrağı yanında CHP bayrakları taşındığına dair onlarca fotoğraf mevcut elimizde.
Öte yandan öğretmenler zaten CHP’nin organik aydınıydı. Sabahattin Ali veya Nihal Atsız gibi CHP’nin ideolojik baskısına itiraz eden öğretmenler hangi kesimden olursa olsun sürüm sürüm süründürüldü.
Kışlada askerlerin tamamen CHP iktidarınca yönlendirildiğini söylemek için delil aramaya gerek yok. İnönü bu askeriyeye bolca siyaset sokulduğu dönemden gelen gücüyle orduya 27 Mayıs darbesini yaptırmadı mı?
Gelelim dine. CHP’nin Ankara İl Başkanı Rıfat Börekçi aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanı’ydı. O kadar ki Börekçi hoca Ankara il başkanlığı kongresinin dahi başkanlığını yapmıştı. Hani ibadethaneye siyaseti sokmamıştınız?
Son alarak devr-i iktidarınızda sporcular CHP’ye girmek zorundaydı. Gazetelere giderseniz millî güreşçilerin mayolarını altı ok logosunun süslediğini görürsünüz. Hatta Olimpiyat amblemine dahi CHP›nin 6 okunun yapıştırıldığı sır değil.
27 Ekim 1936 tarihli Akşam gazetesinde çıkan şu haber spora nasıl bal gibi siyaset karıştırıldığını anlatmaya kâfidir: “Türk Spor Kurumu Halk Partisine aza (üye) olmuştur.”
Peki 19 Nisan 1936 tarihli Akşam gazetesinden aldığımız şu başlığa ne demeli: “Türk sporcuları Cumhuriyet Halk Partisinin öz çocuğudur.”
Başında bulunduğunuz partinin iktidarında Cumhuriyet bayramı dahi CHP’nin bayramına indirgenmişti Bay Özel. DP dönemi boyunca partinizin Cumhuriyet bayramı kutlamalarını protesto ettiğini tarih unuttu mu zannediyorsunuz?
.
CHP’lilere ve İlber Ortaylı’ya ezan dersleri
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
CHP’lilere ve İlber Ortaylı’ya ezan dersleri
Mustafa Armağan
İlber Ortaylı’ya göre güya Arapça ezana dönüş için kanun teklifini önce CHP vermiş, Demokrat Parti onu tamamlamış.
Resmen kendi kafalarından bir tarih uydurup milleti kandırıyor bunlar. Varsa böyle bir teklif, gösterin, yoksa susun. Yeter artık, gına geldi bu uyduruk tarihinizden.
Ortaylı’nın dediği gerçek olsaydı kanun teklifinin ilgili TBMM tutanaklarında bir şekilde zikredilmesi gerekirdi. İnönü’nün damadı Metin Toker’in “CHP Ezanın dili konusunda ne açıktan, ne kapalı kapılar arkasında vaatte bulundu” sözü bile çürütmeye yeterdi bu lafı aslında. (DP’nin Altın Yılları, Bilgi: 1990, s. 48) Ama biz tarih ayrıntıda gizlidir diyerek kamuoyunu bilgilendirelim. Ta ki bu tür laflara kanmasın.
TBMM tutanaklarının tamamı www.tbmm.gov.tr de -Meclis-i Mebusanınkiler dahil- açık. Söyler misiniz bu sözde teklif tutanakların neresinde geçiyor?
Yazık. Maalesef yardakçılarıyla bir tarih uydurdular, kendileri çalıp kendileri inanıyor.
Şimdi şahitleri dinleyelim. Bakalım, İnönü dahil devrin CHP’li siyasetçileri 80’ine merdiven dayamış tarihçinin iddiasından tek kelimeyle olsun bahsetmiş mi?
Bakın, İnönü’nün başbakan yapmayı düşünecek kadar kendini yakın hissettiği Nihat Erim 9 Haziran 1950 günü ne yazmış günlüğüne:
“Menderes hükümetinin ilk işi ezanın Arapça okunmasına müsaade edileceğini söylemek oldu. Bu suretle Türkçe’den Arapça’ya geçmekle bir ricat (geriye dönüş) yapıldı. Bu kadarla kalırlarsa şükredelim. Diğer inkılap tedbirlerinden fedakârlığa devam etmelerinden korkulur.” (2021, s. 458.)
Eğer CHP, Ortaylı’nın dediği gibi Arapça ezana dönüş için bir kanun teklifi vermiş olsaydı olayların göbeğindeki CHP’li Erim bundan bahsetmez miydi? Bahsetmediği gibi üstelik CHP’de Arapça ezana dönülmesine taraftar olanları irticayla suçluyor.
Başbakan Menderes’in ilk ezan açıklamasının neşredildiği 5 Haziran 1950’den itibaren gazetelere bakın, göreceksiniz: Arapça ezana dönüş hamlesini DP’li vekiller yapmış, bunun karşısında CHP’li vekillerin vaktiyle kanunla yasakladıkları Arapça ezanın lehine çark edişi kamuoyunda hayretle karşılanmıştır. Eğer CHP önceden bir kanun değişikliği teklifi vermiş olsaydı neden bu ani dönüşleri hayretle karşılanmış olsun ki?
CHP grubunun tutumu
Ezan yasağının kaldırılacağı kanun tasarısı görüşmelerinde CHP grubu adına söz alan Trabzon milletvekili Cemal Reşit Eyüboğlu ‘ezan konusunda bir münakaşa açmaya taraftar olmadıklarını’ söylerken nedense aklına vaktiyle verdikleri rivayet edilen bu kanun teklifini hatırlatmak gelmemiş! Hatta ‘milli şuurun bu meseleyi kendiliğinden halledeceğine güvendiklerini’ söylemiş ki, zamanı gelince yeniden Türkçe ezana dönüleceğini umduklarını göstermiş.
Buyurun, 16 Haziran 1950 günü Eyüboğlu’nun TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmayı tutanaklardan beraberce okuyalım:
“Bu memlekette millî devlet ve millî şuur politikası Cumhuriyetle kurulmuş ve CHP bu politikayı takip etmiştir. Bu politika icabı olarak ezan meselesi de bir dil meselesi ve millî şuur meselesi telâkki edilmiştir. Millî devlet politikası mümkün olan her yerde Türkçenin kullanılmasını emreder. Türk vatanında ibadete çağırmanın da öz dilimizle olmasını bu bakımdan daima tercih ettik. Türkçe ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politika münakaşası açmaya taraftar değiliz. Millî şuurun bu konuyu kendiliğinden halledeceğine güvenerek Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız.”
Diğer ağır top Barutçu
ne demiş?
Şimdi CHP Genel Sekreterliği de yapmış bulunan Faik Ahmet Barutçu’nun Siyasi Hatıralar’ından Arapça ezana dönüşle ilgili kısmı okuyalım. Bize kanun tasarısı genel kurula gelmeden önce CHP grubunda nasıl bir hava estiğini şöyle anlatmıştır:
“Arapça ezan yasağının kaldırılması için Demokrat Partinin Meclise götürdüğü teklif hakkında grubun nokta-i nazarını tespit için yapılan genel kurul toplantısındaki görüşme bu hissiyatı açığa vurmuştur. İnönü’nün telkinleri para etmemiştir. Az kalsa ekseriyet Türkçe ezan okumanın bir hata olduğunu itirafa kadar gidecek. Demokratların teklifini iştiyakla kabule karar verecekti. Bunun bir milli dil ve şuur meselesi olduğunu, milli devlet politikasının mümkün olan her yerde Türkçe konuşmayı emrettiğini ve milli şuur ve politikasının icabı olarak Türkçe namaza davet yapılmasını tercih ettiğimizi, milli şuura güvenerek ceza müeyyidesinin kaldırılmasına karşı bari istintaktan (sorgulamadan) ileri gidilmemesini olsun kabul ettirinceye kadar akla karayı seçtik.” (…) 70 sene sonra, atılan bir adım geri alınıyor. Bir inkılâp partisi olarak milli güvene itimadımızı ifade ettik. İstikbale ait ümitlerimizi muhafaza ettiğimizi anlattık.” (2001, s. 1019-20.)
Yalnız burada Barutçu’nun son cümlesine dikkat: Fırsat bulduğumuzda tekrar Türkçe ezana dönülecektir demek istiyor. Bu kafa hiç Arapça ezanı serbest bırakacak kanun teklifi verir mi?
İnönü’nün Türkçe
ezana dönüş çabası
Türkçe ezana dönüş hasreti CHP’nin ve İnönü’nün içinde 10 yıl daha yaşayacak ve bu fırsat 27 Mayıs darbesiyle gelecek, darbecilerden Türkçe ezana dönülmesini bekleyecekler ama halkın reaksiyonuyla karşılaşacağını düşünen Milli Birlik Komitesi bu işlere girilmesini uygun bulmayacaktır. Bu kararı darbecilerden Numan Esin şöyle dile getirecekti:
“Bu konu 1960’ta da bizim önümüze geldi. Yönetimle halk arasını açacağı gerekçesiyle böyle bir şeye gerek olmadığına karar verdik. O gerekçeyi de ben ileri sürmüştüm.”
Nitekim İnönü de Defterler’inde darbenin lideri Cemal Gürsel’in kendisini ziyaretinin ardından Türkçe ibadetle ilgili ümitlerinin suya düştüğünü 6 Ağustos 1960 tarihli notta şöyle dile getirecekti:
“1- Din meselesi-Reform. İrtica teşkilatından kurtulma. Türkçe ibadeti gözleri tutmuyormuş.” (2016, s. 574.)
Belli ki Milli Şef pek üzülmüş Türkçe ibadete dönülemeyişine. Nereden mi biliyoruz bunu? Kemalist tarihçi Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın Türk Devrim Tarihi 5 adlı kitabından (s. 33).
Prof. Turan’dan öğrendiğimize göre 6 Ağustos günü Gürsel’in İnönü’yü ziyaretinde “dinde reform” ve “Türkçe ezan” meselesi üzerinde durulmuş. İnönü görüşmede Gürsel’e “İbadetin Türkçeleştirilmesini, tekrar Türkçe ezanı gözünüz tutuyor mu?” diye sormuş. Gürsel’in “Tutmuyor” diyerek doğacak tepkilerden korktukları yollu itirafından İnönü’nün memnun olmadığını not defterine düştüğü “Yazık!...” ifadesinden görmüştük.
Velhasıl CHP Genel Başkanı İnönü 10 yıl önce uğradığı ezan yenilgisinin rövanşını bir askeri darbe sayesinde alabileceğini ummuştu. Ortaylı da kalkmış, bu İnönü’nün başında olduğu partinin Arapça ezana dönüş için kanun teklifi verdiğini söyleyebiliyor?
“Göz var, izan var” derdi eskiler. Bunlarda ilki kör, ikincisi de fena şaşmış ki Allah şaşırtmasın.
.
İnönü’nün vekil yaptığı Karabekir Paşa’ya CHP böyle kafa tutmuştu
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
İnönü’nün vekil yaptığı Karabekir Paşa’ya CHP böyle kafa tutmuştu
Mustafa Armağan
Kabul edelim ki, Başbakanlık Cumhurbaşkanlığı ve koltuklarında neredeyse 30 yıl geçirmiş bulunan İsmet İnönü kurt bir siyasetçiydi. Kafasında Türkiye’yi laikleştirme, bir başka deyişle İslamsızlaştırma projesi var, bu kesin. Nitekim 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından Türkçe ezana dönülmesini ummuş ama Milli Birlik Komitesi’ni ikna çabası yeterli olamamıştı.
Çok partili hayata zorla, şerle geçildikten ve halkın oyu diye bir gerçek ortaya çıktıktan sonra üzerinde o kadar titrediği Köy Enstitülerini kapamak veya CHP’nin 6 okunu anayasadan çıkarmak başta olmak üzere Tek Parti devrinde inatla savunduğu ‘Cumhuriyet değerleri’ne pekâlâ sırtını dönmesini bilmişti. Devir değişmişti çünkü. Şefin ne yapıp edip ayakta kalması gerekiyordu. 1973 yılında istifa ettiği CHP’yi dahi kapattırmak için harekete geçmesi bunun en çarpıcı kanıtıdır.
İşte aynı ayakta kalma siyaseti gereği 1938 yılının 11 Kasım’ında Cumhurbaşkanlığına seçilince parti içi aleyhtarlarını temizlemek ve yerlerine kendisinin, biraz da halkın gözünde bir değer taşıyan küskün politikacıları iknaya çalışacaktı. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi 1925’e kadar sıcak siyasetin içerisinde bulunan ve ilk ana muhalefet partimiz sayılan, 1925 yılında kapattırdığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucu paşalarına el atacak ve onları CHP’ye kazandırma derdine düşecekti.
Teklif götürdüğü isimlerden biri de eski dostu Kâzım Karabekir Paşa’ydı. Karabekir Paşa, 1926 İzmir Suikasti davasında idam sehpasının altından dönmüş ve 12 yıl evine kapatılmıştı. Küskündü. Yıpranmıştı. Geçim sıkıntısı çekiyordu. Haksızlığa isyan ederek bastırdığı İstiklal Harbimizin Esasları adlı kitabının nüshalarının yaktırılmasının üzerinden ancak 6 yıl geçmişti.
Evinde oturmakta olan Karabekir’e mebusluk teklif eden İnönü onu bir emirle vekil seçtirecekti (yemin: 9 Ocak 1939). Zaten Tek Parti devrinde seçim dediğin neydi ki? Bir vekil istifa ettirilir, yerine bir başkası seçtirilirdi.
Karabekir Paşa vekil seçilmişti seçilmesine ama içinde hapsettiği öfkesini, uğradığı haksızlıklara olan tepkisini zor tutuyordu. Nitekim kendisini ziyarete gelen Tan gazetesi muhabirine patlayacaktı (yayın tarihi: 3 Nisan 1939):
“Muhabir: Hadiselerin olduğu gibi tespit edilerek yeni nesle aynen ifadesindeki zarurete işaret ediyorsunuz. Sizce bu nasıl mümkün olabilir?
Karabekir Paşa: “Muhakkak olan nokta, birtakım şahsiyetlerin memlekete yanlış olarak gösterildikleri ve ifa ettikleri büyük hizmetlerin bir kalemde çizildiğidir. Hadiseler yalnız bir şahsın dilediği tarzda ifadesiyle ortaya çıkmaz. En ufak vak’ada bile tutulan zabıt varakası [tutanak] yalnız bir kişinin ifadesi değildir. O hadiseyi yapan, gören ve işitenlerin ifadeleriyle hakikat ortaya çıkabilir ve hükümler de buna dayanarak verilir. Yalnız herhangi bir davacının ifadesine göre hüküm vermek hiçbir zaman doğru olmaz.”
Muhabir: Nokta-i nazarınıza (Bakış açınıza] göre mekteplerde okutulan tarihlerin, söylenen nutukların ve konferansların, hatta inkılap derslerinin bu bakımdan tashih edilecek kısımları mevcut mudur?
Karabekir Paşa: “Evet, vardır, büyük Nutuk’ta da üzerinde ehemmiyetle durulması icab eden haksızlıklar ve yanlışlar mevcuttur.”
İşte bu son cümle bardağı taşıracak ve Tan gazetesi gençler tarafından protesto edilecek, Mecliste hesap soranlar çıkacak, gazete yayını aniden kesecek, oklar Karabekir Paşa’nın üzerine çevrilecekti. Tek Partili CHP fokur fokur kaynıyor, onu “Atatürk düşmanı” diye damgalamaya kalkanlar mebus olmasını hazmedemiyordu. Nitekim hakkında soruşturma açıldı, telgraflarla tepkiler yağdırıldı, gazetelerdeki saldırılar tabanda da infial uyandırdı. Bunun üzerine CHP Karabekir Paşa’dan savunma istedi. O da bir kısmını aşağıya alacağımız savunmayı yazmak zorunda kaldı.
Devlet Arşivlerindeki belgeye göre, Kâzım Karabekir Paşa CHP Genel Sekreterliğine hitaben kaleme aldığı 7 Nisan 1939 tarihli mektubunda kendisini şöyle savunmuştu:
“Tan gazetesinde intişar eden (yayımlanan) beyanatın Ulus ve Tan gazeteleri muharrirleri tarafından istenilmesi ve alınması hadisesi şu yolda cereyan etmiş ve dört safhadan geçmiştir. (…) Safha safha inkişaf eden (gelişen) bu mülakatta dikkati çeken ve üzerinde durulması lazım gelen noktaları da kaydediyorum:
Tan ve Ulus muharrirleri benim tarafımdan davet vuku bulmaksızın kendiliklerinden gelmişler ve benden ısrarla beyanat istemişlerdir.
Beyanat Tan gazetesi muharririne değil, evime dört defa gelen Ulus gazetesi muharririne verilmiştir.
Beyanatı ihtiva eden kâğıtlar parti grubu toplantısında söz söyleyen bir mebus (milletvekili) tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bunlar meb’usun eline nasıl ve ne için verilmiştir?
Tan gazetesi Ulus muharririne verilen beyanatı iki parçaya ayırarak maksadın toptan ve açıkça anlaşılmasını işkâl etmiştir (zorlaştırmıştır).
Tan gazetesi, beyanatı yeni meclisin açıldığı 3 Nisanda neşretmiştir. Bu sadece tesadüf müdür?”
Yerimiz müsaade etmediği için içerisinden bir parça alabildiğimiz ve yukarıda okuduğunuz Nutuk ile ilgili cümleyi adeta inkâr eden ve gazetecilerin kendisine söylemediği şeyler söylettiğine dair vaziyeti toparlamaya çalışan sözleri Karabekir Paşa’nın ne kadar müşkil bir vaziyette kaldığının hazin örnekleridir. Tabii arşivlerde kalmış Umurlu köyü Halkevi Başkanınki cinsinden tepki telgrafları o günlerin ‘linç kampanyası’nın boyutlarını göstermesi bakımından enteresandır. İlk defa yayınlanan bu telgrafta şu satırlar okunabiliyor:
“CHP Genel Sekreterliğine: Ebedi şefimize uzatılan dil için Umurlu köylülerinin duyduğu sonsuz teessürü Milli Şefimize ve partiye olan bağlılık hislerimizle bildiririz.” (Devlet Arşivleri: 490 100 573 2281 3)
Tabulara dokunmaya kalkan isterse Karabekir Paşa gibi bir İstiklal Savaşı kahramanı olsun, tasfiye mekanizması anında harekete geçer. O gün de, çok partili hayata geçilmesine rağmen bu gün de geçerli bu. Maalesef.
.
Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki İstiklal Mahkemesinde idamla yargılanmıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki İstiklal Mahkemesinde idamla yargılanmıştı
Mustafa Armağan
1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının Rifat Börekçi ve Şerafettin Yatkaya’dan sonraki reisi Ahmet Hamdi Akseki Cumhuriyet döneminde dini yayınların yasaklandığı bir devredebasılan İslam Dini adlı kitabıyla mühim bir boşluğu doldurmuş ve kendisine Menderes iktidarında ezanın hürriyetine kavuştuğunu müftülüklere müjdeleyen tamimi göndermek nasip olmuş biridir. Ayrıca Kemalistlerin laf saydırmadığı nadir din adamlarından biridir.
Ne var ki hayatını yazanlar onun İstiklal Mahkemesi’nde yargılandığını geçiştirir, üzerine gitmezler. Mesela Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde Süleyman Hayri Bolay’ın kaleme aldığı “Akseki, Ahmet Hamdi” maddesinin ilgili iki cümlesi şöyledir:
“1920 yılında kurulan Tarîkat-ı Salâhiyye Cemiyeti’nin üyesi olduğu ve bu cemiyetin faaliyetlerine katıldığı ithamıyla 1925’te Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandı. Cemiyetle ilgisi bulunan on bir kişinin idama, birçoğunun da ağır hapse mahkûm edildiği mahkemede suçsuz bulunarak beraat etti.”
Maddede yer almayan bilgi şudur: İdamla yargılanmış ve 1 ay da tutuklu kalmıştı.
Peki bu olayın içinde neler saklıdır? Kaynaklarda Tarık Zafer Tunaya’nın eksik ve kelimeleri değiştirerek naklettiği birkaç cümleden başka dişe dokunur bir malumata rastlanmaz.
Nâçar iş başa düştü: Bu makûs zinciri kıralım ve sizi Akseki’nin saklanan cephesini aydınlatacak bir gazete haberiyle baş başa bırakalım (Cumhuriyet, 19 Temmuz 1925):
“Bugün Aksekili Hamdi Efendi’nin muhakemesi icra edildi. Ahmed Hamdi Efendi Ahmed Şirani’ye yazdığı mektubu niçin yazdığını izah ile Şer’iye Vekaleti’nde tedrisat müdürü iken Medresetu’l-İrşad’ın, iyi vaizleri yetiştirmek için medreselerin programlarını asrî icâbâta tevfik ettiğini (çağın gereklerine uydurduğunu), medreseleri eski haline bırakmak isteyen ve medreselerin ıslahiyle mevkilerinden olacak olan mutaassıb hocaların kendisine hücum ettikleri sırada Medresetü’l-İrşad’ın müdürlüğü münhal (boş) olduğunu, buraya iyi birisini getirmeyi düşündükleri zaman Ahmed Şirani’nin hatırlarına geldiği sırada Şirani kendisine sefaletinden bahs ile mektup gönderdiğini söyledi.
Reis- Ahmed Şirani, Hayri Beğ merhumun dinî sahada icraatını mütemadiyen (sürekli olarak) tenkid etmiş birisidir. Siz ise Hayri Beğ’in eserini takip ettiğini söylüyorsunuz. Ahmed Şirani Efendi’nin bu zihniyette bir adam olduğunu bildiğiniz halde nasıl oldu da ‘meslek düşmanlarına karşı müştereken mücadele edelim’ diye mektup yazdınız.
Akseki- Buyurduğunuz doğrudur. Hayri Beğ’in teşkilatı aleyhinde idi. Eskilerin de aleyhinde idi. Onun için şimdiye kadar iş başına gelmemişti. Tecrübe edelim, dedim. Bizimle beraber yürür, teşci edelim, dedim. Mektubu da bunun için yazdım. Fakat üç ay zarfında bizimle beraber yürüyemeyeceğini, kendisine fazla teveccüh göstermiş olduğumuzu anladım ve müdürlükten azl ettim.
Mektubu okundu.
Reis- Heyet-i umumiyesi itibariyle sizi fazla tahtie edecek bir şey değildir. Fakat gerek mevkiiniz, gerek inkılaba karşı Ahmed Şirani’nin aldığı vaziyet itibariyle yazmasa idiniz daha iyi olurdu.
Akseki- Bendeniz de bunu üç ay sonra anladım. Orada talebe ile muallimlerle kavga etti. Bunun üzerine azl ettik.
Reis, Hamdi Efendi’ye Ahmed Şirani’nin Tarikat-ı Salahi’ye intisabını vs. sordu. Hamdi Efendi adem-i malumat beyan etti (bilgim yok dedi).
Müddei-i umumi (savcı) Hamdi Efendi’nin şimdiye kadarki mevkufiyetini (tutukluluğunu) kâfi görerek tahliyesini talep etti.
Reis- Hey’et-i hakime memleketin sizden istifade edeceğine kanidir. Şu şartla ki inkılabın bugünkü esasatına en ufak bir uygunsuzluk yapmamalısınız. Mevkiiniz ve gençliğiniz itibariyle, bilhassa Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünden sonra daha vatanî hidematta (hizmetlerde) bulunabiliyordunuz ve bulunabiliyorsunuz. Bu itibarla beraatinize karar verildi.
.
Kur’an okuturken dövülen Ayşe hoca hanım
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Kur’an okuturken dövülen Ayşe hoca hanım
MUSTAFA ARMAĞAN
Eskiden dert babaları varmış, başı sıkışan ona yakınıp rahatlarmış. Bu satırların yazarı de zamanla ona benzemiş olmalı ki dert dolu sinelerin müracaatgâhlarından olmuştur.
Nitekim dün Yozgat’tan 70 yaşlarında bir bey aradı. Dertliydi, beni de dertlendirdi tabiatıyla. Gözyaşları içinde babasının hatıralarını nakletti. Kur’an yasaklanmış. Jandarma baskın yapacak diye haber gelince köye, ne yapayım diye düşünmüş. Toprağa gömse bulunur, yaksa gönlü elvermez. Hava kararınca dereye inmiş ve salavat getire getire suya bırakmış kitapları.
Anadolu’da benzeri binlerce olay yaşanmıştı Tek Parti devrinde. Dindarlara yapılan zulümlerin zinciri Ezan-ı Muhammedî’de “Allah” demenin yasaklanmasından başlar, Mevlid okutma, hatta Hac yasağına kadar uzar, gider. Din eğitimi yasaktır, koca Türkiye çapında sadece 7 Kur’an Kursu açıktır ama oralardan da kaç kişinin mezun olabildiği meçhuldür.
Faciaya bakın ki cami satmak serbesttir de, Kur’an öğretmek yasaktır. Evde mushaf bulundurabilirdiniz ama Kur’an okumayı öğretecek elifba cüzüyle yakalandınız mı, yandığınızın resmiydi. Onun için suç mahallinin(!) etrafında çocuklar nöbet tutar, jandarma veya polis geldi mi ıslık çalarak haber verir, çocuklar arazi olur, cüzler derhal saklanırdı.
Tabii gönlü Kur’an aşkıyla yanıp tutuşan ninelerimizi unutursak haksızlık etmiş oluruz. Onların evlerinin basılması pahasına mahalle çocuklarına Kur’an öğretme gayreti bambaşka güzelliktedir. İşte size altın bir tablo:
“Malatya’dan M.D. anlatıyor:
Yıl 1947, aylardan Mart ve ben o zaman 8 yaşlarındayım. 2 aydır gidip geldiğim İlyas Mahallesi, Akça Sokaktaki 2 katlı ahşap evinde benim gibi 15 kadar talebeye Kur’an okumasını öğreten Ayşe Hoca’nın evinin üst katındayız. O gün, bir ders önce hocanın bana vermiş olduğu “Amme Cüzü”ndeki dersime çalışmanın verdiği huzur ile sıranın bana gelmesini ve hocamdan bir âferin kazanmak arzusunun verdiği çocuksu hislerimle baş başayım.
Birden bulunduğumuz eski evin kırık dökük kapısının alışılmamış bir şekilde vuruluşu ile hepimiz irkiliyoruz. Aşağı katta oturan kiracı kapıyı açıyor fakat hepimiz pür dikkat acaba ne var diye geleni merak ediyoruz. Hoca dersi bırakmış, elimizdeki kitaplarımız yana düşmüş vaziyette geleni merak ederken, kapıdan 5 polis ve bekçinin aniden içeri girişi hepimizi korkutuyor.
50 yaşlarında, nur yüzlü o müslüman kadınlığın örneği Ayşe hoca hanım ayağa kalkıyor ve polislerle arasında şu konuşma geçiyor:
-Buyurun memur beyler, bir emriniz mi var?
-Siz burada çocuklara ne öğretiyorsunuz?
-Allah rızası için bu çocuklara Kur’an okumasını öğretmeye çalışıyorum.
-Kadın, sen bunun yasak olduğunu bilmiyor musun?
-Yasak olduğunu bilmiyorum, benim bildiğim, kötü şeyler yasaktır.
Bu konuşmaları dinleyen bizler ise kimimiz ağlıyor, kimimiz de korkudan kaçmaya çalışırken 2 polis elimizdeki cüzleri topluyor, hepsini gözümüzün önünde tekmelerken birisi de kibritle yakıyordu. Ayşe hoca hanımı bir polisin saçlarından tutarak üst kattan alt kata zorla indirişi ve yapılan hakaretleri ömrümün sonuna kadar unutamam.
Daha sonra bizleri ikişer kol halinde olmak üzere bugün anarşistlere dahi revâ görülmeyen hareketlerle ite kalka karakola götürdüler. Babalarımızı, babası olmayanların da yakınlarını karakola çağırdılar. Veli durumunda olanların, bizleri neden hocaya gönderdiler diye ifadeleri alınıp yeterince hakaret yapıldı. Ayrıca biz mâsum sabilerin bir daha kendi kitabımız olan Kur’an’ı öğrenmek için hocaya gitmemizi önleyici gereken korkutucu tehdid ve tenbihten sonra belki de gıdasızlıktan solgun yüzlerimize birer tokat vurarak evlerimize gönderiyorlardı.
O, nur yüzlü ve kalbi imânlı hocamızın bu hadiseden 1 ay kadar sonra vefatı çocuk olmamıza rağmen içimizde büyük bir iz bırakmıştı.”
Suya verilen Kur’an’lar, kutsal kitabını öğreniyor diye tokatlanan çocuklar, bir harf öğreteyim diye çırpınan Ayşe hocalar ve daha niceleri. Bunlar hakiki tarihimizdir. Yazılmayan tarihimiz.
Not: İsmail Karakuzu’nunbumektubu rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun çıkardığı Sebil dergisinin 11 Haziran 1976 tarihli 24. sayısından alınmıştır (s. 10)
.
Turgut Özal’ın dedesi Abdülhamid Han’ı kitaplardan daha iyi anlamıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Turgut Özal’ın dedesi Abdülhamid Han’ı kitaplardan daha iyi anlamıştı
Mustafa Armağan
Kadir Bey, sen bugün çuvalın en dibindesin. Bu çuval yakında alt üst olacak. O zaman sen en üste çıkacaksın. Ne biliyorsan korkmadan yaz. Ben arkandayım.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, yeniden Türk vatandaşı olmasını sağladığı Üstad Kadir Mısıroğlu’nu ilk görüşünde böyle demiş. Ne büyük feraset. Şimdilerde videoları izlenme rekorları kıran Kadir Bey bu ilginç konuşmanın devamını Benden Tarihe Haberler adlı kitabında şöyle naklediyor:
Sen geldin demek! Neden gelir gelmez beni aramadın!..
Efendim, vatandaş olmayı bekledim.
Şimdi oldun mu?
Evet, sayenizde… Teşekkür ederim! dedim.
Estağfirullah, estağfirullah, tebrik ederim! dedi. Sonra şunu ilave etti:
Artık senin fikirlerinin günü geliyor!.. Ne biliyorsan yaz!... Hiç korkma!... Ben arkandayım!... Körfez Harbi sırasında senin eserlerini elimden düşürmedim. Bravo!.. Çok ileri görüşlü imişsin!...
Bu minval üzere konuşa konuşa arabasına doğru ilerledik. Oraya kadar elimi bırakmadı ve kendisi ile konuşmak, elini sıkmak isteyenlere aldırış etmedi. Arabaya binerken tekrar kucaklaştık.
Bana köşke gel!... Baş başa konuşuruz!. Sakın ihmal etme! tembihi ile ayrıldı.” (Sebil: 2016, s. 784 ve 788.)
Rahmetli Kadir Mısıroğlu bu kısa konuşma için “asil bir cesaretin tezahürü”ydü tespitinde bulunur.
Gerçekten de Turgut Özal alışılmamış ölçüde sıra dışı bir siyasetçiydi. Fikir ve icraatıyla 1984-93 Türkiye’sini halı gibi dokumuş ve Türkiye’ye ekonomiden siyasete yeni menfezler açmış, yeni bir siyasî iklim oluşturmayı başarmış biriydi. Tıpkı Kadir Mısıroğlu’nun hakkını ödeyemeyeceğimiz gibi onun da hakkını ödeyemeyiz. Cumhurbaşkanlığı normal süresi olan 1996’ya kadar devam etmiş olsaydı 28 Şubat mezalimi muhakkak ki bu şekilde icra edilemeyecekti.
İşte Turgut Özal’ın kendisine örnek aldığı siyasetçi olarak Sultan 2. Abdülhamid’i seçmesi ve onun kitaplarda Kızıl Sultan diye çocuklarımıza sunulması karşısında gösterdiği tepki bu bakımdan çok önemlidir.
Ani vefatından sadece 32 gün önce Ankara Hilton Oteli’nde düzenlenen Değişim Sürecinde İslam Sempozyumu’nun değerlendirme konuşmasında çocukluğunda dedesi ile arasında geçen bir konuşmayı nakledecek ve kitapta yazanlar ile dedesinin anlattıkları arasında bocalayan bir Cumhuriyet çocuğunun onarılması güç şaşkınlığını anlatacaktır. Sonuçta cahil diye ötekileştirilen dede haklı çıkmış, anlı şansı yazarların kaleminden çıkan ders kitaplarının yalan yazdığı tescil edilmiştir.
Aşağıdaki konuşmayı ilk olarak İslâmî Araştırmalar dergisinin 1993 tarihli bir sayısında okumuş ve altını çizmiştim (cilt 6, sayı 4). Bilahare bu konuşmanın peşine düşmüş ve dergiden bir cd’sini rica etmiştim. Ardından Özal’ın Sultan Abdülhamid hakkındaki hatırasını kestirip Yeni Şafak’ın internet sitesinde yayınlayarak sosyal medya ortamına dağıtılmasına vesile olmuştum. Şu anda paylaşılan bütün videolar elhamdülillah bu fakirin gayretiyle yayılmıştır.
İşte size rahmetli Turgut Özal’ın 16 Mart 1993 tarihinde, yani 17 Nisan’daki vefatından çok kısa bir süre önce yaptığı o muhteşem değerlendirme konuşmasından videosunu yayınladığım çarpıcı kesit. Beraberce okuyalım ve rahmet dileyelim Rabbimizden merhum Özal’a:
“1930’lu yıllar. Ben ilkokul son sınıftayım.
Tabii o zaman bizi bambaşka yetiştiriyorlar. İlkokulda okutulan bazı şeyleri, bugünkü benim yaşlarıma yakın kimseler herhalde hatırlayacaklar. Biz bir Türk’ün on düşmana bedel olduğunu, bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu, ondan sonra daha birçok şeyler öğrendik. Ama kendimizin ufak dünyasında öğrendik bunları, yani dış dünyayla hiçbir alakamız yoktu. Dış dünyayı değil, İstanbul’u bile bilmiyorduk.
Ben bunları okuyorum kitapta, iyi de bir talebeyim. Rahmetli dedem o sırada bize misafir gelmiş. O da gençliğinde İstanbul’da bulunmuş, Sultan Abdülhamid zamanında.
Okuduğum tarih kitabında “Kızıl Sultan” diyor Sultan Abdülhamid’e. Ben okuyorum, dedem de dinliyor. Döndü dedi ki: “Bunların hepsi yalan. Size yanlış şey öğretiyorlar”. Ben de “Dede” dedim, “sen mi iyi bileceksin, kitap mı?”
Biz böyle büyüdük.
Aradan seneler geçti, yurt dışına gittik. Çok yurt dışında kaldım. Orada da bazı kitaplar elime geçti. Bu konularda biraz araştırma yaptım. Yurt içinde ufak tefek, kenarda köşede, kırıntı gibi gelen -o sırada çok sarih değil- bilgiler var. Baktım ki, dedem haklı.
Onun üzerine kendi kendime soru sordum. Bir zaman geçti. Dedim ki, “Şu tarihin ya da tarihi anlatmanın tersliğine bakın. Bu zâta “Kızıl Sultan” dediler. Devrine bakıldığı zaman, hemen hemen hiçbir toprak parçası vermemiş. Siyaseten fevkalade iyi idare etmiş. Demiryollarını yapmış, okullar yapmış, birçok şeyleri var, bunları görüyorsunuz. Ondan sonra bir İttihat ve Terakki gelmiş. Birlik ve gelişme(!) Öyle mi? 1909-1918’de koskoca imparatorluk bozuk para gibi harcanmış.” Doğru mu değil mi? Biri “Kızıl Sultan”, öbürleri “Hürriyet Kahramanı.” Öyle mi, değil mi? Şimdi tarih bu işi nasıl bu kadar yanlış yapabilir? Bu suali sormamız lazım diye düşünüyorum.”
Turgut Özal arkasından videoda bulunmayan şu sözleri bir tokat gibi resmi tarihçilerin yüzüne çarpıyor:
“Tarihi doğru bilmeden, hep yanlış şeyleri öğrendiğimiz zaman hakikate gelişmemiz imkân dahilinde değildir. (…) Her şeyin doğrusunu öğrenelim, her şeyi icabında sorgulayalım. Ama bunu kavga etmeden, hoşgörü içerisinde yapalım. Bunu yaptığımız zaman emin olunuz bu toplum çok ileri gider. Çünkü bu toplumun insanlarının kabiliyeti –bilmiyorum ne sebepten- hakikaten inanılmazdır.”
Merhum Özal’ın tarihi özgürce tartışalım teklifi 1993’te yapıldı. Yıl oldu 2025. Aradan 32 yıl geçti. Güya ilerledik, milli gelirimiz arttı, araba sayısı şu oldu vesaire. Ama kafa yapımızda bir değişme oldu mu? Tarihi hâlâ tartışamıyoruz. Sorgulamıyoruz. Sorgulatmıyorlar.
Ah sevgili Özal, seni ne zaman anlayacağız?
.
Erzurum Kongresi’nde ana gündem Türk-Kürt kardeşliğiydi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Erzurum Kongresi’nde ana gündem Türk-Kürt kardeşliğiydi
Mustafa Armağan
Bu yazıyı Diyarbakır’dan gönderiyorum. HÜDAPAR’ın düzenlediği Kürt Meselesine İnsani Çözüm Çalıştayı’na katıldım ve yarım saat süren bir konuşma yaptım. Bediüzzaman Said Nursi’nin neden TBMM’ye geldiğini, Ziya Gökalp’in kitaplarının nasıl yasaklandığını ve ölümünden evvel aç bırakıldığını, nihayet Erzurum Kongresi’ndeki ana gündem maddeleri arasında Türk-Kürt kardeşliği bulunduğunu anlattım.
Tabii en çok dikkat çeken bahis Erzurum Kongresi oldu. Aşağıda konuşmamda bahsettiğim meseleyi geniş olarak açıklayacağım.
Kitaplarımızda geçen “Erzurum Kongresi kararları”nın ilki güya şuymuş:
“Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez.“
Sormak gerekir: Misak-ı Millî’nin ilanından aylar önce, 1919 Ağustos’unda “millî sınırlar” mı vardı?
Kongre kararlarının aslına baktığımızda meğer 1. madde şöyleymiş:
“Trabzon vilayeti ve Canik sancağıyla Şark vilayetleri adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Elaziz, Bitlis vilayeti ve bu saha dahilindeki bağımsız vilayetler, hiçbir sebep ve bahaneyle diğerlerinden ve Osmanlı camiasından ayrılmak imkânı düşünülmeyen bir bütündür. Mutluluk ve felakete tam olarak katılmayı kabul ve mukadderatı hakkında aynı amacı benimser. Bu bölgede yaşayan bütün Müslüman unsurlar diğerlerine karşı fedakârlık hissiyle dolu ve ırkî ve sosyal durumlarına riayetkâr öz kardeştirler.”
Gördüğünüz gibi Erzurum Kongresinde adeta bir Türk-Kürt kardeşliği bildirisi çıkmıştır. Erzurum Kongresi adeta bugünkü sorunların konuşulduğu bir kardeşlik toplantısıyken bize içeriği boşaltılarak anlatılmış!
Sözün özü şu:
1) Erzurum Kongresi’nde hâlâ “Osmanlı camiası” içindeyizdir.
2) Kongrenin gayelerinden birisi, araları açılmak istenen Kürtlerle Türkleri yeniden birbirine bağlamaktır.
Peki Erzurum Kongresi kararları Kürtlükten nasıl arındırıldı?
Sonraki hemen bütün yayınlar kararların orijinaline inme zahmetine katlanmadıkları için neme lazım deyip Nutuk’ta yazılanları aktarmış ve orada Osmanlı’nın Müslüman unsurlarının, bu arada Türkler ile Kürtlerin vurgulandığı kaydını görmezden gelmişler.
Öte yandan, İnkılap tarihçilerinin ana kaynağı olan Nutuk’ta Erzurum Kongresi kararlarının Kürtlüğe veya Osmanlı’ya delalet edebilecek bütün cümlelerinden arındırıldığı da dikkat çekiyor.
Kur’an’ı yaşatmak için birlik çağrısı
Aslında bir değil, bir ay arayla iki Erzurum Kongresi düzenlendiği bilinmez. Biri bizim bildiğimiz Temmuz ayında toplanan Erzurum Kongresi, diğeri 17 Haziran 1919’da toplanan Erzurum Vilayet Kongresi. Bu ikinci kongreye sunulan bir rapor, güncelliği itibarıyla ele alınmaya değer.
Rapora göre Doğu Anadolu’da Ermeniler, Avrupalılar ve “şahsî çıkar sağlamak isteyen” bazı kimselerin ortaya attığı bölücü fikirlerin başında “Kürtlük-Türklük meselesi çıkarmak” geliyor. Yabancılar Türkler ile Kürtlerin birbirinden nefret etmesini istiyormuş. Kürt yönetimi kurarak Doğu gençliğinin birleşmesine imkân bırakılmıyormuş. Nihayet Kürtler ile Türkleri birbirine düşürerek bölgede Ermenilerin hakimiyeti sağlanmak isteniyormuş.
Bu ilginç raporda Kürtlerin aslında Ermeni oldukları yönünde propaganda yapıldığı kaydediliyor ve bir milletin diğerlerinden din, karakter, âdet ve dil itibariyle ayrıldığı belirtiliyor. Irk fikri reddediliyor ve Ermenilerin Hıristiyan, Kürtlerinse Müslüman oldukları üzerinde duruluyor. Karakter bakımından Kürtlerin Türklere Ermenilerden daha yakın oldukları bir grafikle gösteriliyor. Varılan hüküm şu:
“Türk ile Kürt arasında dinî ortaklıktan başka soy itibariyle de bir bağın varlığını teslim etmek zaruridir.”
Erzurum Kongresi’nden bir ay kadar önce toplanan bu ön kongreye sunulan raporda işlenenler sanki bugünden geçmişin dağlarına çarparak yankılanmış gibidir. Beraberce şunları okuyoruz:
“Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yaşayamaz. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türk ile Kürt’ün aynı tarih, aynı çıkar, aynı hayat sahibi olacaklarını kabul etmemek mümkün değildir. Bu kadar derin ve esaslı bağlarla birbirine bağlı bulunan Doğu vilayetleri Türk’ü ile Kürt’ünü ayırmak her ikisini de ölüme mahkûm etmek demektir. Bugün gözümüzü açarak yaralarımızı öz elimizle sarmaya çalışır, dışarıdan gelen Kürtlük-Türklük gibi ayrıştırıcı telkinlere kulak asmazsak hem memleketimizi kurtarır, hem de herkesin mutluluğunu sağlayacak esasları hazırlarız.”
“Tarihî bir anda bulunuyoruz” diyen bu önemli rapor şöyle sürüyor:
“Duygusallığa kapılarak düşmanlarımıza hizmet etmekten sakınma göreviyle mükellefiz. Son fırsat elimizde. Bunu da kaybedersek tarihimizi aşağılanmayla kapamış ve Hazret-i Kur’an’ı elimizle defnetmiş oluruz. Hakkımızda çevrilen entrikaları, düşünülen felaketleri sonuçsuz bırakmak yalnız bir şeye, Doğu vilayetleri Müslümanlarının ittihad (birlik) ve ittifakına bağlıdır.”
Bundan 106 yıl önce Erzurum’da toplanan Vilayet Kongresi’nde söylenmesi gerekenler söylenmiş aslında.
Eğer Erzurum Kongresi’ndeki şu altına imzamızı gönül rahatlığıyla atacağımız yaklaşım sonradan bozulmayıp devam ettirilebilseydi muhakkak ki ne PKK’ya alan açılmış olur, ne de çözüm süreçlerine ihtiyaç duyulurdu. Ama olan oldu. Bugün geçmişten hisse kapıp geleceğe bakma zamanıdır. O zaman denildiği gibi “Son fırsat elimizde.”
Not: Raporu Bekir Sıtkı Baykal’ın “Erzurum Kongresi ile İlgili Belgeler”den (Ank. 1969, s. 40-52) aktardım.
.
HÜDAPAR Çalıştayı tarihî bir adımdır
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
HÜDAPAR Çalıştayı tarihî bir adımdır
MUSTAFA ARMAĞAN
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 tarihli açıklamasıyla müzmin Kürt meselesinde yeni bir safhaya adım atıldı. Kan dökülmemesi ve silah bırakılması yönündeki bu cesurca hamle, 47 yaşındaki PKK’nın tam manasıyla silahı bırakıp Kürtleri demokratik çatı altına, Meclise toplanmaya davet ediyordu.
Süreç gayet olumlu bir seyir izledi ve hem İmralı hem Kandil hem de diğer partiler, bu arada CHP tarafında da olumlu bir karşılık buldu. Bu defa barış kazanacak, umutları ilk kez hem devlet hem de toplum nezdinde müspet yankılar buldu.
HÜDAPAR’ın 15-16 Şubat 2025 tarihlerinde Diyarbakır’da düzenlediği “Kürt Meselesine İnsani Çözüm Çalıştayı”nın tam da Abdullah Öcalan’ın açıklama yapacağı ileri sürülen tarihe denk getirilmesi manidardı. Gerçi açıklama ertelendi ama Çalıştay, barış sürecine olumlu bir katkı olarak hafızalarda yerini aldı.
Ben de 15 Şubat günü Çalıştayın ilk oturumuna katılarak “Türk-Kürt Kardeşliğinin Tarihî Kodları” başlıklı bir konuşma yaptım. Benden önce Mehmet Metiner, Yıldıray Oğur ve Abdülkadir Turan beylerin konuşmaları olsun, açılıştaki muhtelif görüşlere sahip kanaat önderlerinin sözleri olsun bütünleştirici, barış isteyen ve silaha son vermeyi amaçlayan son derece yapıcı açıklamalardı.
Ben de Bediüzzaman Said Nursi’nin Ankara’da Meclise davet edilişinin Lozan’da İngilizler tarafından gündeme getirilmek istenen, Türkler ile Kürtlerin aralarını açmaya yönelik azınlık hakları veya özerklik tanıma gibi sinsice girişimlerin önünü kesmeye matuf olarak Kürt mebusların iknasına yönelik olduğunu söyledim. (Bu tezin epeyce kişiyi şaşırtmış olduğunu öğrendim.)
İkinci olarak bizim milliyetçiliğimizin Batı tarafından kurgulanıp ithal edildiğini, bu yüzden kendi milletimizin hayalini kuramadığımızı, millet hayalimizin Batılı normlarla açıklanamayacağını ve Kürtlere yönelik yanlışların Batı’nın hayal ettiği millet kavramından çıktığını ifade ettim.
Üçüncü olarak da Pazar günkü yazımda dile getirdiğim gibi 17 Haziran 1919 tarihli Erzurum Vilayet Kongresi’ne sunulan bir layihada Ermenilere karşı Türkler ve Kürtlerin ayrılmaz bir bütün oluşturduğu iddiasının bulunduğunu, aynı layihada “Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz olamaz” vurgusunun yapıldığını beyan ettim.
Demek ki dedim, bundan 106 yıl önceki şuura geri dönüyoruz. O zaman mesele Türkler ile Kürtlerin yaşadığı ortak coğrafyada bir Ermeni devleti veya mandası kurulmasıydı, bugün Büyük İsrail ve sınırımızın ötesinde kurulacak piyon bir Kürt devleti tehdidi karşısındayız. Konuşmamı iki halk arasındaki kardeşliği vurgulamanın yeri ve zamanıdır sözüyle bitirdim.
Çalıştayın sonunda hazırlanan bildiriyi sonradan okuma imkânım oldu, çünkü aynı günün sabahı Akit TB’deki canlı yayına katılmak için yola çıkmıştım. Her ne kadar bildiri teker teker imzaya açılmamış ve katılımcıların –en azından benim- onayına sunulmamış olsa da genel olarak Çalıştayın ruhuna uygun bir metin olduğunu söyleyebilirim. Elbette formülasyon ve diline itiraz edeceğim bazı cümleler vardı ama genel olarak müspet bir metin çıktığını söyleyebilirim.
Sonuçta 100 yılık kangren olmuş bir meseleyi konuşuyoruz. Ne hatalar yapılmadı ki şimdiye kadar? Zaten o hatalar yapıldığı içindir ki patinaj yapıp durduk. Mühim olan, konuşabilmek, müzakere edebilmek değil midir?
Fransız filozofu Ernest Renan’ın dediği gibi bir millet, her gün yapılan bir plebisittir yani halk oylaması. Her gün halka soruyor ve evet cevabını alıyorsanız mesele yoktur. Ancak bir plebisitte hayır cevabı evet cevabına yaklaşmış veya geçmişse o zaman yapacağınız şey, plebisiti iptal etmek değil, tekrar be tekrar halka sormaya devam etmektir. Acaba ben mi yanlış anladım? Bir daha soralım demektir. 2013 yılında Akil İnsanlar Heyetinin bir üyesi olarak keşke o zaman da bugünkü olgunlukta halka sorulsa ve cevabı beklenseydi diyebiliyorum. O tarihte aynı heyette bulunduğumuz Mehmet Uçum’un bugün HÜDAPAR’a, Çalıştaya katılanlara ve kendisi gibi düşünmeyenlere parmak sallayıp tehdit eder ve aşağılar hale gelmesi ise hazin ve ibretlik bir vakadır.
.
Öteki Erzurum Kongresi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Öteki Erzurum Kongresi
Mustafa Armağan
Bir değil, iki Erzurum kongresi vardır aslında. 1) Erzurum Kongresi ve 2) Erzurum Vilayet Kongresi. İlkini en azından ismen biliyoruz ama ikincisi hususunda tam bir cehalet içindeyiz.
17-21 Haziran 1919 tarihlerinde toplanan Erzurum Vilayet Kongresi’nin çalışmaları tam da bu amaca, yani bölgenin Ermenilere verileceği ve kurulması tasarlanan Ermenistan devletinin veya mandasının parçası olacağı endişesi altında gerçekleşecekti.
M. Cevad (Dursunoğlu) imzasıyla 10 Haziran günü Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin kararı olarak yayınlanan bir tebliğde şunlar bildirilecekti:
“Memleketlerimizin Ermeni idaresine terk edilebileceğine dair artık kesin belirtiler zuhur ettiğinden buraların korunma işi ahalinin namus ve hamiyetine emanet edilmiş olup Ermeni zulmü altında mahvolmamak için birleşmek vazifesi karşısında bulunduğumuzdan bahsen münasib gördükleri takdirde Erzurum’da veyahut diğer güvenli bir mahalde umumi bir kongrenin akdini civardaki vilayetlere teklif ettik. (30 Mayıs 1919)”
Nitekim Vilayet Kongresi’ne davet mektubu tam da bu günlerin Kürt açılımı ruhuna mutabık şekildedir:
“Hariçten gelen ve Türklük-Kürtlük gibi bir perde altında İslam’ın varlığını baltalamaya çalışan bütün akımları red ile, zevale sürüklenen Hazret-i Kur’an etrafında toplanmayı ve Erzurum Kongresine iştirakinizi teklif ediyoruz (7 Haziran 1919)”
Erzurum Kongresi Türklük ve Kürtlük arasında sokulmak istenilen kundağa karşı birleşmek maksadıyla hazırlanmış da haberimiz yokmuş. Niye bunu yazmaz kitaplar? Niye Erzurum Kongresi üzerinde durulmaz? Türkler ve Kürtlerin öz kardaş olduklarına dair bütün izlerin silinmesine çalışılmıştır da ondan.
Dolayısıyla bir taraftan Erzurum Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti, diğer yandan 12 Şubat 1919›da Trabzon’da kurulan Muhafaza-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin gayretleriyle ve Kâzım Karabekir Paşa’nın askerî desteğiyle bir genel kongre düzenlenecek ve Rauf (Orbay) ile Mustafa Kemal Paşa Erzurum’a davet edilecektir.
Karabekir Paşa hatıralarında Erzurum’a gelen M. Kemal Paşa’nın kongreye kabul edildiği sahneyi epey ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır:
“Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin Erzurum Kongresine girmek arzusuna karşı Erzurum’da toplanan delegeler itiraz etmişler. Ve benimle irtibat vazifesini yapan Hoca Raif Efendiyle Necati Beyi bana göndermişlerdir. Bu zatlar bana şunu söylediler: Mustafa Kemal Paşa hazretleri[nin] kongreye girmeleri arzusunu heyetimiz kabul etmiyor. Sebebi, sine-i millete sığındığını söylemesine rağmen henüz arkasından [üniformasını] ve padişah yaveri kordonunu çıkarmıyor. Kongre üniforma ile idare edilecekse o makamda sizi görmek isteriz.”
Kâzım Paşa’nın bu teklife cevabı da ilginçtir:
“Daha ilk günden söylediğim veçhile millî hareketimizin milletimizin ruhundan çıktığını medeni cihana göstermek lâzımdır. Uhdesinde sıfat-ı askeriye bulunan bir zatın kongreyi idaresi bir generalin kıyamı [isyanı] mahiyetinde görülür ve bir generalin kıyamı ise medenî milletler huzurunda kıymet ve ehemmiyet verilecek bir hâdise telâkki olunmaz, henüz İstanbul hükûmetine karşı cephe almamak nokta-i nazarından da bu şekil doğru olmaz. Bunun için kumandan olarak emrinizde uhdeme düşen vazifeyi yapmak millî harekâtın prestiji ve muvaffakiyeti bakımından da çok mühimdir. Mustafa Kemal Paşa hazretlerine gelince, askerlikten istifa etmiş bulunduğundan aramızda vazife alması sakıncalı değildir. Üniforma meselesi kendisine nazikâne söylenebilir.”
Maksat, millî iradenin egemen kılınması
Bu konuşma Erzurum garnizon karargâhının misafirhanesinde cereyan etmiştir ve işin ilginç yanı, o sırada odada Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey’in de bulunmuş olmalarıdır. Kongre üyelerine danışmak için dışarı çıkan heyet biraz sonra geri dönerek Karabekir’e güvendiklerini, nasıl karar verirse kongrenin onu esas alacağını söyler. Bunun üzerine Karabekir Paşa, M. Kemal Paşa ve Rauf Bey’i delegelere takdim eder ve kendilerine de kongreye girebileceklerini müjdeler.
Ancak Karabekir’in bir şartı vardır. Hem Mustafa Kemal Paşa’nın, hem de Rauf Bey’in “millî harekâtımızın başından nihayetine kadar bizden ayrılmayacakları hakkındaki” vaadlerini heyetin huzurunda tekrar etmelerini ister. Onlar söz verirken, Karabekir Paşa da bu vaatlerini senet saydığını belirten bir mektupla kongreyi temin verir.
Bu güvencelere rağmen açılışta bir sürpriz yaşanmış, Mustafa Kemal Paşa kongreye askerî kıyafetle girmiş ve kürsüye çıkarak nutuk okumak istemiştir. Bu manzara sivil bir platform olmaya önem veren genel kurul üzerinde olumsuz bir etki yapmış ve Gümüşhane delegesi Kadirbeyzade Zeki Bey kendilerine şu ihtarda bulunmak zorunda kalmıştır:
“Paşa! Evvelâ üniforma ve kordonunu sırtından çıkar, ondan sonra kürsüye gel! Ta ki millî kuvvet askerî tahakküm şekline girmesin.”
Bu cüretkâr uyarının sahibi Kadirbeyoğlu Zeki Bey, yakınlarda yayınlanan hatıratında olayın iç yüzünü şöyle aktarmıştır:
“Yalnız bizim bir düşüncemiz vardır… O da bu millî hareketi askerî olmayan bir kuvvetle idare ederek başa çıkarmaktır. Tarih önümüzde çok canlı bir misaldir… Asıl maksad, inkılabı halkın vücuda getirmesi, halkın başarmasıdır… Bizim gaye ve maksadımız bu işe asker parmağı karıştırmamak, kongrede verilecek kararlar üzerinde milli teşkilat ile halk kudret ve kuvvetinden bir millî varlık vücuda getirmektir.”
Asıl çarpıcı ve şaşırtıcı taraf, bu sert uyarıya Mustafa Kemal Paşa’nın gayet makul bir tepki vermiş olmasıdır. Üç dakika kadar süren ölüm sessizliğini onun kararlı sesi bozmuştur:
“Efendiler, şimdi bu dakikada kanaat getirdim ki, bu memleket hiçbir vakit istiklalini zayi etmeyecek, bilakis parlak istikballere mazhar olacaktır.”
Paşa derhal salonu terk eder ve bir süre sonra Erzurum Valisinden ödünç aldığı sivil bir takım elbiseyle geri döner. Bilahare başkanlığa seçilir ve kongre, çalışmalarına devam eder.
Resmi tarih bir yandan kongrede Kürtler ile Türklerin kardeşlik temasının işlendiğini hasıraltı ederken öbür yandan Erzurum Kongresi olmasa da olurmuş gibi hatalı bir intiba uyandırmaya çalışır.
Ah tarih! Tarihimizin özgürleşmesi ve üvey babalar yerine kendi babasının sesiyle konuşması ne zaman mümkün olacaktır dersiniz?
.
İçtimâî Erdoğan’ı görmeyen yanılır
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
‘İçtimâî Erdoğan’ı görmeyen yanılır
MUSTAFA ARMAĞAN
1999 mahalli seçimlerinden birkaç gün önce yazarlık hayatımda hiç yapmadığım bir işe soyunup kendimce İstanbul Büyükşehir Belediyesi adaylarının karnesini çıkarmıştım. Fazilet Partisi’nin adayı Ali Müfit Gürtuna idi. Ali Talip Özdemir ANAP, Zekeriya Temizel DSP, Yalçın Özer DYP, Adnan Polat ise CHP’nin adayıydı.
Adayları teker teker ele alıp değerlendirdiğim yazı o kadar beğenilmişti ki, okurlar tarafından ‘iddiasız partilerin adaylarını küçümsediğin için mi yazmadın?’ diye sîgaya çekilince ertesi hafta onlara da birer karne vermek zorunda kalmıştım!
Yalnız karneleri dağıttıktan sonra köşemde özel bir kutu açıp önceki başkan Recep Tayyip Erdoğan’ı da değerlendirmek ihtiyacını hissetmiştim. İşte o kısmı ufak tefek rötuşlarla aşağıya alıyorum:
“Osmanlı tarihinde İstanbul’u yönetme geleneği, genç Fatih’in, 1 Haziran 1453 tarihinde devrin önde gelen âlimlerinden Hızır Bey Çelebi’yi İstanbul Kadılığına atamasıyla başlar. Fetihten bu güne kadar geçen 550 yıla yakın zaman içinde İstanbul’dan onlarca yönetici geldi, geçti. Şehremini Cemil Topuzlu Paşa, Vali ve Belediye Başkanları Lütfi Kırdar ile Fahrettin Kerim Gökay, Ahmet İsvan, Bedrettin Dalan, en son olarak da Recep Tayyip Erdoğan yakın dönemde ilk ağızda sayabileceğim isimler…
Erdoğan’ın ismi yalnız bugünlerde değil, 20-30 yıl sonra da diğer “karizmatik” İstanbul belediye başkanlarıyla birlikte anılacak gibi görünüyor. Hiç şüphesiz yukarıda bir çırpıda adları hafızama üşüşüverenler dışında da bu kutlu beldeye hizmetlerde bulunmuş isimler zikredilebilir (mesela Sultan Abdülhamid devrinin sonlarında, 1906 başlarında suikaste kurban giden Rıdvan Paşa gibi). Ne var ki, hafıza denilen o esrarlı kutu geçmişin imbiğinden sadece hayırlı hizmet yapmış olanları değil, hizmetlerini toplumsal veya siyasal taleplerle çakıştıran, bu talepler ve beklentilerle hizmetini hâlelendirenleri damıtıyor garip bir şekilde.
Erdoğan’ın dost-düşman pek çok kesimde uyandırdığı imaj, akmayan suları akıttığı veya çöpleri başarıyla toplattığından değil, bu tekabül ettiği toplumsal ve siyasî talep ve beklentilere başarıyla cevap verebilmesinden ileri geliyordu. Belediye hizmetleri -ki bu alanda başarılı olduğu zaten ortak bir kabul görmektedir- bu birikmiş taleplerin onun şahsında kendisine akacak yatak bulmasından doğan karizmayı taçlandıran, kendisine duyulan güveni pekiştiren faktörlerden ibaretti. Ne Bedrettin Dalan’ın mağrur aristokratlığı vardı onda, ne Nurettin Sözen’in abus bürokratlığı. Erdoğan’ı bize sevdiren tarafı, muhakkak ki samimiyetiydi.
Buna şimdilerde beş yaşındaki kızıma, bir türlü şiir okuyan bir insanın neden hapse girdiğini anlatamayışım gibi ‘önemsiz bir ayrıntı’ da eklenmiş bulunuyor!”
Aradan tam 26 yıl geçti. 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Erdoğan belediye başkanları bağlamında söylediğim “unutulmayanlar” listesine seviye üstüne seviye atlatıp yalnız İstanbul’un değil, Cumhuriyet devrinin de en başarılı siyasetçisi makamına oturmuş bulunuyor.
Bu arada o tarihte olanları anlamlandırmaya çalışan kızım da büyüdü, yurt dışında doktora yaptı ve bugün bir üniversitede psikoloji hocası. Diyeceğim o ki, artık karşımızda yeni bir Türkiye var ve o şiir okuyan adam çeyrek asırdır yeni Türkiye’nin damarlarına mimarlık sanatından melodiler üflüyor.
Sadrazam Said Halim Paşa aslında Sultan 2. Abdülhamid’e tamamen muhalifti ama muhalefeti şu gerçeği söylemesine engel olmamıştı:
“Sultan Hamid dünyaya gelmemiş olsaydı yine kendi muasırları bir Sultan Hamid’in meydana gelmesine sebebiyet vereceklerdi.”
Bir başka deyişle Paşa bir “içtimâî Abdülhamid”den söz ediyor ve ‘onu şahıs olarak görmekle yanılıyorsunuz, o bir neslin eseridir’ diyordu.
İşte bugüne kadar onca kumpasa, darbe teşebbüsleri ve muhtıralara rağmen ayakta kalmayı başaran Erdoğan gerçeğini bu İçtimâî Erdoğan çerçevesinde görmezsek yanılırız:
Burada Erdoğan’ın şahsı değil mesele. Erdoğan bir şahs-ı manevî yani ortak kimlik olarak orada. Ve zırhı millet olan birini o milleti yıkmadan bertaraf edemezsiniz. O millet ve şimdilerde onun kıymetini idrak eden devlet ki nice yıldır bu Erdoğan’ı yana yakıla beklemişti.
.
Osmanlı’da bilim var mıydı?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Osmanlı’da bilim var mıydı?
MUSTAFA ARMAĞAN
Ne demişti Prof. Dr. Fuat Sezgin:
“İşin ilginç tarafı, Müslümanların tarihte ne kadar büyük yerleri olduğuna önce Müslümanları inandıracaksın. Bu da işimizin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.”
Bir başka profesör, merhum Necmettin Erbakan ise şunları demişti 1977 yılında:
“Defterdar dokuma fabrikaları (Feshane) bundan 150 sene önce yapılmıştır. O tarihte İngiltere’de yapılan fabrikaların dört misli büyüklüktedir. Modern sanayi İngiltere’de doğdu diyorsanız sizin yaptığınız o tarihteki dokuma fabrikalarını getirin, bizim yaptığımızı yan yana kuralım, aradaki farka bakınız. Şimdi biz bugün ‘İyi, yaşasın, dört misli fazla (büyük) yapmışız’ diye seviniyoruz. Halbuki 150 sene önce İngiltere böyle bir fabrika yaptığına göre, elbette Osmanlı İmparatorluğu’na bunun 4 mislini yapmak yakışır diye herkes düşünüyor (olmalı). Onun için kendimizi ıslah etmeye mecburuz. Onun için üzerimizde yapılmış olan yanlış propagandaları silmeye mecburuz.”
Şimdi Osmanlı’da bilimin 19. asırda ne durumda olduğuna bir misal olmak üzere Hekimbaşı Mustafa Behcet Efendi’nin hayatına göz atalım.
Mustafa Behcet Efendi 1774 yılında Hekimbaşı Hayrullah Efendi’nin torunu olarak dünyaya geldi. Kardeşi Abdülhak Molla da kendisi gibi hekimbaşılık makamına oturmuştur.
Behcet Efendi medrese eğitimi gördükten sonra Süleymaniye Tıp Medresesi’nden mezun oldu. Arapça, Farsça, Fransızca, Latince ve İtalyanca öğrendi. Şeyhülislamdan sonra en yüksek makamlar olan Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerine layık görüldü. Şairdir ayrıca. Son uykusunu Üsküdar Doğancılar’da Nasuhi Tekkesi haziresinde büyük babasıyla birlikte uyumaktadır. (Üstad Kadir Mısıroğlu buraya defnedilen son kişidir.)
14 Mart Tıp Bayramı varlığını Behcet Efendi’ye borçludur dersem bilgilendirici bir adım atmış olurum. 1827 yılında Tıbhane-i Âmire’nin (ve içinde bir sınıf olarak Cerahhanenin) kuruluş teklifini padişaha getiren, kurucusu ve nâzırı (müdürü) olan Behcet Efendi modern tıbbın Osmanlıdaki kurucusu sayılır.
İlklerin adamı olan Behcet Efendi aynı zamanda dünyada modern karantina uygulamasını başlatan kişidir. Osmanlı’da karantina teşkilatının kurulması onun eseridir. Onun zamanında kurulan Yüksek Karantina (Tahaffuz) Meclisi bugün Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü adıyla faaliyettedir. Osmanlı’nın başlattığı, Avrupa’nın da dikkat kesildiği karantina uygulamaları zamanla dünyaya yayılacaktır.
Telif ve tercüme olmak üzere 20’ye yakın eseri bulunan Mustafa Behcet Efendi’nin çiçek aşısı, fizyoloji, tarih, frengi, folklor, sağlık rehberi vb. hakkındaki kitaplarından başka burada sözkonusu edeceğimiz “Kolera Risalesi” üzerinde yeterince durulmamıştır.
Mustafa Behcet Efendi’nin halkı bilgilendirmek maksadıyla yazdığı 12 sayfalık Kolera kitapçığı Miladi 1831 tarihinde 4,000 adet basılmış ve devlet büyükleri, sivil ve askeri görevliler ile mahalle muhtarlarına ücretsiz dağıtılmıştır.
Kolerayı Avrupa’ya öğreten kitap
Tabip ve bilim tarihçisi Prof. Dr. Aykut Kazancıgil Kolera Risalesi hakkında şu tespitlerde bulunur:
“Henüz mikrobu keşfedilmemiş olan kolera hakkındaki epidemiyolojik gözlemlerini yayınlamıştır. Özellikle epidemilerin (salgınların) çıkış noktası hakkındaki gözlemleri dikkat çektiğinden bu risale, Almancaya çevrilmiş ve önemli bir dergide yayınlanmıştır. Türkçeden yabancı dillere yapılan ilk çağdaş çeviri olan bu gözlem kitapçığı, yıllar sonra bir defa daha ve önemi dolayısıyla Fransızcaya çevrilmiştir.”
İlk olarak 1820 yılında Hindistan’ın Ganj kıyılarında ortaya çıkan ve oradan dünyaya yayılan kolera salgını hakkında bilgi vermekle yetinmeyen yazar söz konusu hastalığın nasıl tedavi edileceğini de anlatmaktadır.
Eserden derli toplu bir şekilde ilk bahseden Dr. Feridun Nafiz Uzluk onu şu şekilde tanıtmaktadır:
“Epidemiologie bakımından büyük önemi olan bu Dergi (kitapçık) ile o zemanlar henüz Mikrobu keşf edilmiyen (keşfi 1883’de Alman R. Koch tarafından Mısır’da vukua gelmiştir) Cholera hakkında, Korunması, Tedavisi, seyri gibi dikkati çeken sorguları (meseleleri) aydınlatıyor.” (“Cholera Risalesi”, Türk Tıp Tarihi Arkivi, Cilt 1, No 4, 1935, s. 145-151.)
Devamında kitapçığın “Türk tıbbının küçük bir abidesi” olduğunu söyleyen Dr. Uzluk’un bir de üzüntüsü vardır. Şöyle yazar 1935 yılında:
“Kitabın diğer interessan yönü Europaca tanınması ve Alman diline tercüme edilmesidir. 19 uncu asırdaki Modern Türk tıbbının Fenni bir küçük abidesi olan mini mini kitab: Cholera. Hufelands Journal Band 74 oder 67 des Neuen Journals, Seite 33-47. «Die Cholera - Epidemie zu Konstantinopel und Verhaltungsmassregeln dabei» von Bechzet, Leibarzt des Türkischen Kaisers. Aus dem Türkischen übersezt und mit Amerkungen begleitet vom Fursten Demetrius Maurocordato zu Berlin.» Eğer şu Hufeland Mecmuaları
elimde olsaydı Maurocordato’nin hangi maddeleri şerh ve tafsil ettiğini anlardık.” (s. 143)
Bundan sonra kitabın 1831 yılında basılan Türkçesi ile başka bir kaynakta bulduğu Almanca tercümesini yayınlayan Dr. Uzluk’un hayıflanmasını bugünün imkânlarıyla giderebilecek durumdayız. Risalenin Almanca neşrine tarihçi Yeşen Dursun beyin gayretiyle ulaştık. (Kitap Arapçaya ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.)
Bir Osmanlı âliminin kolera hastalığı hakkında yaktığı aydınlanma ateşi Almanya, Tunus, Fransa derken dünyaya yayılmış, hem Osmanlı insanına, hem de insanlığa Tıp Bayramı, karantinahane ve kolera salgını hususlarında mühim hizmette bulunmuş olmanın huzuruyla aramızdan ayrılmıştır.
Mustafa Behcet Efendi’nin aziz ismini “Millî” olduğu iddiasındaki Eğitim Bakanlığımız ders kitaplarına geçirmekte pek cimri davransa da biz unutmayacak ve unutturmayacağız.
Üsküdar’da Nasuhi Camii’nin önünden geçerken yola bakan mezar taşlarından birinin “Gel evlat, sana Osmanlı’da bilim var mı yok mu? Anlatayım” dediğini duyduğunuz gün öz babanızla konuşmaya başlamışsınız demektir.
..
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Rus kadınların eseriydi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Rus kadınların eseriydi
Mustafa Armağan
Bundan tam iki yıl önce Yeni Akit’te aynı başlıkla bir yazı yayınlamış ve resmi Kemalist tarihin Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının Avrupa’daki ve dünyadaki birçok ülkeden önce verildiği yalanını çürütmüştüm.
Özetlemem gerekirse: Kemalist propagandanın salladığının tam tersine kadınlara oy hakkı erken değil, geç verilmişti, bir. 1946 yılına kadar erkeklerin bile seçim hakkı yoktu ki kadınların olsundu, iki. Başörtülü kadınların seçilme hakkı için ise tam 80 yıl beklenmesi gerekmişti, üç.
Kemalizm’in beyinler üzerinde bir yalan makinesi şeklinde çalıştığının ispatı olan bu üç yalan dışında temel bir yalan daha vardı: 8 Mart tarihinin kendisi yalandı. Hem de baştan ayağa.
Feministlere göre; 8 Mart 1857 yılında New York’taki bir tekstil fabrikasında iş şartlarının düzeltilmesi için direnişe başlayan 40 bin kadın işçi polisin saldırısı sonucu fabrikada kilitli kalmış. Çıkan yangında kaçamayan 129 kadın işçi o gün yanarak can vermiş. Güya bu işçileri polis dışarı çıkarmamış.
İşte her yıl Dünya Kadınlar Günü’nün 8 Martta kutlanmasının gerekçesi yangında kadınların ölmesiymiş.
Bu efsanenin tek kusuru, böyle bir olayın 8 Mart 1857’de yaşanmamış olmasıdır!
Malum, feministlerimizin boynu Fransa karşısında kıldan ince: Fransa’da imal ve icat edilen bir yalanı kopyala-yapıştır usulü almış ve piyasaya sürmüşler. Ve bu yalanı yıllar yılı tekrarlaya tekrarlaya muhafazakârların kanaat önderlerine kadar nüfuz ettirmeyi başarmışlar.
Fransız tarihçi Françoise Picq’in 1970’lerin sonunda bitirmiş bu efsaneyi aslında ama bizim feministlerin işine gelmediği için ördükleri zırhtan içeri bırakmamışlar ışığını.
Picq kadın tarihi araştırmalarına başladığında şu basit sorunun peşine düşmüş: 1857 yılının 8 Martında gerçekte ne oldu?
Hiçbir şey…
O gün ne New York’ta, ne de ABD’de bize anlatılana benzer mahiyette dahi bir olay yaşanmamış. O tarihte çıkan ABD gazetelerini araştırdığında böylesine büyük bir olaydan bahsedildiğine rastlamamış. Ne yangın, ne grev, ne 40 bin kadın işçinin direnişi… Sonra bir fabrikada futbol sahasına zor sığan 40 bin kadın işçi nasıl toplanacak?
Efsanenin ilk ayağı kafasında çöktükten sonra Fransız tarihçi başka bir sorunun peşine düşmüş: O zaman bu efsane nereden ve ne zaman çıktı?
Bu noktada bir sürpriz karşılamış Picq’i. Fransız tarihçi, “8 Mart 1857 protestosundan ilk kez 1955’te Fransız günlük gazetesi L’Humanité söz etti” diye yazmış bir makalesinde. O zamandan beri her yıl basında yer ala ala bu efsanevi köken gerçekliğin önüne geçmiş.
Ne harika değil mi? 1857’deki olayı biz vukuundan 98 yıl sonra, ABD’de çıkan bir gazeteden değil, Fransa’da çıkan bir yazıdan öğrenmiş oluyoruz!
İyi de aradaki 98 yıl boyunca bu olaydan neden bahsedilmemiş?
Cevabı gayet basit: Grev ve yangın türünden bir olay yaşanmadığı için.
Bitti mi? Biter mi hiç!
Aslında New York’ta bir yangın ve ölüm olayı yaşanmış ama 1857’de değil, iddiadaki olaydan tam 54 yıl sonra.
“1911’de New York’ta 123’ü kadın 146 tekstil işçisi, çalıştıkları fabrikanın yanması sonucu can vermişti. New York tarihinin bu en kanlı iş cinayeti, kentin göbeğinde Manhattan’daki Triangle Gömlek Fabrikası’nda meydana gelmiş, çoğunluğu 14-23 yaş aralığında olan 123 kadın işçinin sonu olmuştu. 1857 efsanesinin muhtemel ilham kaynağı gibi görünen 1911’deki fabrika yangınının, kârdan başka bir şey düşünmeyen sermayenin ne ilk ne de son katliamı olduğunu herkes biliyor.” (Eren Karaca, “8 Mart’ın Tarihi: Sosyalist mücadelenin günü”, Gelenek, Sayı 154, Mart 2021)
Ölenlerin içerisinde erkeklerin de bulunduğu gerçeği bir yana, 1911’deki olayda ne bir direniş vardı, ne de grev ve polisin kapıları kapatması (ayrıca yangın 8 Mart’ta değil, 25 Mart’ta çıkmıştı). Tamamen işverenin ihmalkârlığı söz konusuydu ve 10. kattaki işçilerin kapılar güvenlik amacıyla kilitli olduğu için (hırsızlık olmasın diye kapılar kilitlenirdi o zamanlar) dışarı çıkamamış, yangın merdiveni de izdiham sebebiyle yamulmuş ve işe yaramamıştı.
Bu da elbette kapitalizmin vampirliğiyle ilgili bir olaydı ve burjuvaziye düşman olmak için yeterli bir sebepti.
Toparlarsak 1857’de olmayan yangın, 1911’de yaşanmış ama bunun grevle, direnişle bir alakası kurulamamıştı. O zaman 1911’deki olayı al, 1857’ye taşı ve işin içine kapitalist vampirlerin kan içiciliğini anlat, öyle değil mi? Yani kapitalizm düşmanlığı yap. Yok, bizim feministler kapitalizm düşmanlığı yapmaz, İslam düşmanlığı yapar 8 Mart’ta. İslam’ın /geleneklerin kadınları geri bıraktırdığı masallarını tekrarlar ama zinhar kozmetik sanayiinin kadınları nasıl sömürdüğünden dem vurmaz. Aslında 8 Mart’ta bir şey oldu ama kapitalizmin başkenti New York’ta değil, Rus Çarlığının başkenti Saint Petersburg’da.
1917 yılına kadar 8 Mart’ı bir tarih başlangıcı olarak almak için herhangi bir “Milat” yok. ABD’de Kadınlar Günü kutlandığı söyleniyor ama Şubat’ın son Pazar gününde!
Öte yandan 2. Enternasyonal Sosyalist Kadınlar Konferansı 1910 yılında Kopenhag’da toplanmış ve Alman sosyalist Luise Zietz uluslararası bir kadın günü çağrısını dillendirmiş, konferansın başkanlığını yapan Clara Zetkin’in desteğiyle kabul edilmişti ama hâlâ 8 Mart yoktur ortalıkta.
Bunun için 7 yıl daha beklememiz ve Rus Çarlığının başkentine gitmemiz gerekecektir. Nitekim Rusya’da eski Rus takvimine göre 23 Şubat tarihinde Kadınlar Günü sosyalistlerin bir protesto eylemine dönüşecek ve ünlü Şubat devrimi onu takip eden 4. günde gerçekleşecekti.
İyi de hâlâ 8 Mart’a agâh olamadık. Kadınlar Günü neden 8 Mart’ta kutlanıyor? Diye soruyorsanız onun cevabı burada gizli. Ruslar o tarihte Ortodoks takvimini kullanıyordu ve 23 Şubat Miladi takvimle 8 Mart ediyordu. (Bizim tarihimizdeki 31 Mart ayaklanmasının 13 Nisan’da vuku bulması gibi.) İşte Çarlığın devrilmesine giden en büyük hamlelerden biri olan bu Kadınlar Günü bir imparatorluğun idam ipini çekmiş, Çar 4 gün sonra tahttan çekilmişti.
Sosyalistlerin 8 Mart’ı Kadınlar Günü olarak sabitlemelerinin sebebini buradan anlayabilirsiniz. Onlar için bu gün bileklerinin hakkıyla kazanılmış bir zaferdi. Rus Çarlığı kadınlar sayesinde yıkılmaya başlamıştı. Bu, gurur verici bir olaydı. Onun için Rusya’da her 8 Martta kadınlara mevki ve sıfatı ne olursa olsun tebrik sadedinde çiçek verirler.
Fransız tarihçi Picq’in bir tezi daha var yalnız: Soğuk Savaş döneminde 8 Mart’ın tarihinin 1917 yılından 1857’ye, yerinin de Rusya’dan ABD’ye kaydırılmış olması manidardır. Çünkü ABD’nin başını çektiği Hür Dünya Kadınlar Günü’nü sosyalistlerin elinden almak istiyorlardı. Komünistler ise bu kaydırmaya şiddetle karşı çıkar ve komünist feminizmi yerine burjuva feminizmini ikame etmek isteyenlere ateş püskürürdü. Kadınlar Gününü kendilerinden çaldıkları için tabii.
Artık Kadınlar Günü’nde komünistin de, kapitalistin de Kapitalizmin çarkına su taşımakta üstüne yok. Geride, olmayan bir 1857 efsanesinin köpürtülmesi ile 1917’de Petersburglu kadınların cesur protestosunun tarihten silinmesi kalıyor.
Ne bu düşünceleri savunacak sosyalist kaldı, ne de kozmetik barbarlığın kadınlar üzerinde kurduğu tahakkümü sorgulayan. Varsa yoksa “Kadınlar Günü kutlu olsun” lafı.
.
Fatih gemileri karadan yürüttü mü?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Fatih gemileri karadan yürüttü mü?
MUSTAFA ARMAĞAN
TRT1’de yayınlanan Mehmed: Fetihler Sultanı adlı dizi bütün heyecanıyla sürüyor. Tabiatıyla okurlarım da soruyor: Fatih Sultan Mehmed gemileri gerçekten karadan geçirmedi mi?
Bazı iddialar şunlarmış:
1) Gemilerin karadan yürütülmediğini artık neredeyse herkes kabul ediyormuş ve bu bir masalmış.
2) Kaynaklarda gemilerin iki gecede yürütüldüğünden söz ediliyormuş.
3) Gemilerin geçirileceği alan yokuş, tümsek ve çukurlarla dolu ve sık bir ormanlık alanmış. Dolayısıyla sadece ağaçların kesilmesi bir ay alırmış.
4) Eğer gemiler Kasımpaşa’dan indirilmiş olsaymış, Bizanslılar daha yoldayken gemilerin gelişini görürmüş.
5) Bu gemiler Haliç’in ormanlık bölgesinde kalan Okmeydanı’nda yapılmış ve yapımına 7-8 ay öncesinden başlanmıştır. Bu iddiaya dayanak olarak da iki ‘kaynak’ zikrediliyor: Evliya Çelebi ile Müneccimbaşı.
Sırasıyla cevaplandıralım:
Masal, öyle mi? Kuşatmayı yaşamış şahitlerin anlattıkları da mı kâr etmiyor? Nicolo Barbaro Bizans’ın içinden anlatıyor yetmiyor, Tursun Beğ dışından anlatıyor olmuyor, ilk tarihçilerimizden Neşrî anlatıyor, kâfi görülmüyor, Âşıkpaşazade yetmiş pare gemi ‘kurudan’, yani karadan yelken açtı diyor, kaale alınmıyor, Venedikli Zorzi Dolfin de atıyor anlaşılan. Bütün bu fethi ya yaşamış ya da en yakınlarından dinlemiş olanlar birleşmiş ve bir masal uydurmuş. Birbiriyle ilgisiz şahitlerin aynı olay üzerinde ittifak etmiş olmaları gemilerin karadan yürütüldüğüne en büyük kanıttır ve o ‘herkes’ her kimlerse hiçbir kıymet ifade etmez.
Sonra gemilerin bir veya iki gecede yürütüldüğünü iddia edenler Bizanslılardır, Osmanlılar değil. Bizim kaynaklarda gün verilmez. Peki Bizanslılar neden bir gecede diyor? Onlar ilk gemileri ancak sabahleyin görebildi de ondan. Oysa Feridun Emecen’in de belirttiği gibi (İstanbul’un Fethi Olayı ve Meseleleri), hazırlıklar en az iki hafta öncesinden başlamış olmalıdır. Belki de daha önceden, yani Rumeli Hisarı’nın yapımıyla eşzamanlı olarak
Gemiler Haliç sırtlarında yapıldı deniliyor. Halbuki orası hiçbir zaman bir orman arazisi değildi. Belki yer yer ağaçlar vardı Tophane sırtlarında, nitekim Fındıklı isminin buradaki fındık ağaçlarından geldiği söylenir. Yani öyle dev ve sık ağaçlıklar mevcut değildi. Şunu da belirtmek yerinde olur ki, o zamanlar Tophane semtinde bulunan Karabaş deresi yatağının kullanılmış olması da ihtimal dahilindedir. Bu durumda dere yatağı genişletilip düzeltilerek gemilerin geçmesine uygun bir hale getirilmiş olabilir.
Görseler ne yapabileceklerdi Bizanslılar? Osmanlı ordugâhı Okmeydanı’ndan Kasımpaşa sahillerine kadar uzanıyordu. Yani Bizans ve Venedik gemileri buralara çıkamıyordu ki! Neden? Osmanlı topçuları onları keklik gibi avlardı da ondan. Bu yüzden bugünkü Galata Köprüsü ile Eyüp Köprüsü arasına sıkışıp kalmıştı Bizans donanması. Görseler de ellerinden bir şey gelmezdi yani. Nitekim gelmedi de.
Fatih zincirin önüne bir filo göndererek Bizans gemilerini meşgul etti bir süre. Bu arada Galata’nın üzerinde bir tepeye yerleştirdiği havan toplarına aşırtma atışlar yaptırarak, bu gemilerin Haliç’e indirilmiş Osmanlı gemilerine hücumunu engelledi. Böylece Bizans donanması Haliç’in ağzında çakılı vaziyette kaldı kuşatma boyunca. Bir tek işe yaradı bu gemiler: İstanbul düşünce mağluplarını Avrupa’ya kaçırmaya.
Gemilerin Okmeydanı ormanlarında yapılıp Haliç’e indirildiği iddiası geçerli olamaz, zira suya indirilip sınanmadan bir gemi yola çıkamaz, çıksa da az sonra batabilir. Bu gemiler daha önce muhakkak denenmiş olmalıydı. Karada gemi yap, denize indirir indirmez yüzsün, üstelik savaşsın. Olacak şey mi bu?
Bu iddia sahipleri Evliya Çelebi’ye dört elle sarılıyor. Halbuki Evliya Çelebi fetihten yaklaşık 230 yıl, Müneccimbaşı ise 250 yıl sonra öldü. Kaldı ki, bu iddia Sadrazam Mahmud Paşa’nın menkıbelerinin anlatıldığı bir halk kitabına dayanır. Yani dayandıkları kaynak bir evliya menakıbnamesidir.
72 parça geminin asıl görevi ise Haliç üzerine köprü kurmaktı. Yan yana geldiklerinde Haliç’in yaklaşık 350 metrelik en dar yerlerinden biri olan Defterhane iskelesiyle Kumbarahane arasında bir köprü oluşturduklarını söylemekle yetineyim.
.
Efsane vali Recep Yazıcıoğlu Kürt sorununun çözümünü de söylemişti
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Efsane vali Recep Yazıcıoğlu Kürt sorununun çözümünü de söylemişti
Mustafa Armağan
Bundan 22 yıl önce elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz “süper vali” veya “efsane vali” diye meşhur olan Recep Yazıcıoğlu (1948-2003) Tokat, Aydın, Erzincan ve Denizli’deki valilik yıllarında birçok ilke ve sürpriz çıkışa imza atmış, rafting sporunu geliştirmek dahil Erzincan’da Can Havayolları’nı kurmak için de gayret göstermişti.
Katı bürokrasinin ve devletin ceberut niteliklerinin kalkınmamızın önündeki en inatçı engeller olduğunu vurgulamaktan bıkmayan Vali Yazıcıoğlu renkli konuşmalarıyla da temayüz etmiş, yalnız valilik yaptığı illerde değil, çıktığı televizyon programları ve verdiği röportajlar kamuoyunun ilgisini üzerinde toplayınca Türkiye çapında tanınan bir yarı politik şahsiyet haline gelmişti.
Özellikle devlet-millet işbirliği ile yapılan ilk proje özelliğini taşıyan Başpınar Köprüsü’nün inşa hikâyesini Ayşe Kulin’in Köprü adlı romanında kaleme almasından sonra daha fazla tanındığını söylememiz gerekir (bilahare 65 bölümlük Köprü dizisi de çekildi). Yine kendisini anlatan Vali adlı film de onun şüpheli ölümü üzerinde durmaktadır.
Öte yandan sıra dışı fikirleri, birbirinden ilginç çıkışları, bürokrasinin hantallığını aşarak halka doğrudan ulaşması, ayrıca entelektüel birikimi merhum Recep Yazıcıoğlu’na valilik yıllarında benzersiz bir popülarite de kazandırmıştı.
2003 yılında, Denizli Valiliği sırasında geçirdiği şüpheli bir trafik kazası sonunda hayatını kaybeden Yazıcıoğlu’nun son derece ilginç ve statükoyu sarsan fikirleri bulunuyor. Aşağıya bu tür görüşlerinden bir demeti bırakıyorum.
Kaynağım, sağlığında yayınlamış olduğu şu kitabıdır: Recep Yazıcıoğlu, Bu Sistem Değişmeli: Alternatif Bir Yaklaşım, Birey Yayıncılık, İstanbul, 1995.
Manevî değerlerin önemi hakkında şunları söylemiş “efsane vali”:
“Manevi değerleri, inançları, tarihi geçmişi zorlayarak, yok sayarak geleceği kuramayız. 70 yıldır, bu konuda, akan ırmağı tersine çevirme çabası, artarak devam etmektedir. (s. 20)
Yazıcıoğlu bugün dahi tartıştığımız Laisizm ve kimlik bunalımı hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
“Batı’da, orta çağlarda, kilisenin, ruhbanın dayatmasına karşı oluşan tepkinin ifadesi “Laisizmi”, bu süreci hiç yaşamamış, aksine din adamını sistemin içine yerleştirmiş, Türk toplumuna, doğduğu yerden çok daha katı bir şekilde, Demokles’in kılıcı gibi dayatırsan sonuçta, kimlik buhranı, kaos, anarşi ve kargaşa yaratırsınız. (s. 20)
Tek Parti zihniyetinden kurtulabildik mi? sorusuna şu net cevabı vermiştir:
“Tek parti devri zihniyet ve geleneğinden kurtulabilmiş değiliz.” (s. 45)
Ceberut devlet anlayışına artık son verilmesi gerektiğini açıkça şöyle savunmuştur:
“60 yıllık Cumhuriyet tarihi yasaklarla, dogmalarla ve dayatılan resmi ideoloji ile bugünkü tıkanmışlık ve çözümsüzlük noktasına gelmiştir. Tepeden inmeci, vesayetçi, dogmacı, ceberut, afurlu tafurlu yönetim ve yönetici anlayışıyla, 50’li yılların sonrasının Demokratik açılımlarına rağmen çağın gerektirdiği insan hakları ve katılmalı yönetim anlayışına gelememiştir.” (s. 167)
Yabancılaşmış aydın meselesi hakkındaki görüşü ise şudur:
“Halkına yabancı, halkıyla arasına mesafe koyan, geleneğine, tarihine, kültürüne bu derece uzak aydınları olan bir başka ülke var mı? bilmiyorum. Prof. Şerif Mardin Cumhuriyetin İslamla barışık olmamasını ve İslamı dışlamasını en büyük eksiklik olarak tesbit etmiştir. Bin yıllık bir devleti son 70 yılda yeniden var edemezsiniz. Kültürüyle, tarihiyle, geleneğiyle, yaşama biçimiyle, inancıyla bir ırmak gibi akıp gelen bir oluşumu tersine çeviremezsiniz, mecrasını değiştiremezsiniz. Bunu Marksist sistemler bile gerçekleştirememiştir.” (s. 185)
Recep Yazıcıoğlu’na göre Tanzimat’a kadar kısmen yerelin elindeki vakıf, cemaat, lonca, tarikat şeklindeki inisiyatif, Tanzimat’tan sonra tamamen devlete, devlet adına bürokrasiye geçmiştir. Bunun sonucunda da havalecilik, beleşçilik, ihalecilik, taşeronluk, kurtarıcıların peş peşe gelmesi halkta bir kurtarıcı kültürü oluşturmuştur. Böylece halk devletten çok şey beklemiş, devlet de edebileceği her şeyi vaad etmiştir. Bu da halkın organizasyon kabiliyetini yitirmesine yol açmıştır. Sonuçta bir zamanlar sivil kesimlerin yaptığı bütün işlevler devlete devredilmiş, her şey ondan beklenir hale gelmiştir. Sivil toplum zayıf bırakılmıştır.
Başkanlık sistemini 1995 yılında savunmuş olan Recep Yazıcıoğlu Osmanlı sisteminin başkanlık sistemine yakın bir model olduğu kanaatine varmıştır. Ona göre Başkanlık sistemiyle birlikte yasama ve yürütme birbirinden ayrılacak ama birbirini denetleyecektir.
“Bedeli ödenmeyen gelişme ve kalkınma olmaz” diyen süper vali, “Organize olmayan toplumlar demokratikleşemez” kanaatindedir. Bir ülkede ne kadar çok dernek, vakıf, sendika, organizasyon varsa demokratik ortam da o oranda oluşur. Mevcut katı, merkeziyetçi, vesayetçi, dayatmacı yapı, ideolojiyi de yaşama biçimini de en ince ayrıntılarına kadar belirlemiştir. Ayrıca sivil oluşumlara da sıcak bakmamış, kendi egemenlik gücüne toplumun sorgusuz sualsiz tâbi olmasını istemiştir. “Devlet yeniden tanımlanmalıdır. Patron devlet, halkına ideoloji sunan devletin yerini, demokratik, teknik devlet almalıdır.”
Bugün artık “Kürt meselesi” dediğimiz asırlık düğüme de el atan Yazıcıoğlu yerel yönetimlerin (mahalli idarelerin) güçlendirilmesinden yanadır. İl sayısı artırılmak yerine düşürülmeli, 40’a indirilmelidir.
Burada “Kürt sorunu” karşımıza çıkmaktadır. Eğer yerel yönetimler fazla güçlendirilirse Doğu illeri bundan nasıl etkilenecek, daha doğrusu ülke bölünmeye gitmeyecek midir? sorusu akla gelmektedir. Yazıcıoğlu’nun buna cevabı hayırdır:
“PKK ve terör sorununun çözümleri arasında ve en başta yerelleşme, katılmalı yönetim yer alır. Sisteme yabancı yöre halkı, bölgenin elverişsiz doğal şartları ile beraber, bir kısım kamu görevlilerinin yanlışlarını da devlete mal ederek, gelişememenin tüm faturasını devlete çıkarmaktadır. Sisteme ortak edilecek insanlar, aynı kolaycılığı ve havaleciliği yapamayacaktır. Devlet-millet sentezini gerçekleştiren demokratik devlet daha güçlüdür. Devletin gücü afurunda-tafurunda, polis ve jandarmasında değil çokça demokratik yapısındadır.” (s.18)
30 yıl sonra bu sıradışı valinin düşüncelerini yeniden okurken ey Türkiye, dedim kendi kendime, erken öten horozlarının kadrini, kıymetini keşke zamanında bilseydin. Bilseydin de bunca sıkıntıyı geç uyanmasıyla maruf halkın çekmeseydi.
Rahmet üzerine yağsın!
.
CHP’li bakan İstiklal Savaşı’na gelen yardım parasını borsada batırmıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
CHP’li bakan İstiklal Savaşı’na gelen yardım parasını borsada batırmıştı
MUSTAFA ARMAĞAN
Dün Ekrem İmamoğlu ve avenesinin gözaltına alınmasıyla dengeler altüst oldu bir kere daha. Kartlar yeniden karılmaya başladı.
Şu kadarını söyleyeyim ki, eskiden beri böyleydi CHP.
CHP tarihinde üstü kapatılmış nice yolsuzluklardan biri vardır ki, İmamoğlu ekibinin yolsuzluk iddialarına tarihten bir ışık düşürecek niteliktedir.
Milli Mücadele yıllarında Rusların bize 1 milyon altın yardım ettiklerini biliyoruz. İkinci partide alınan 500 bin altının 100 bini askerî müşavir olarak Moskova’ya giden Safvet (Arıkan) ve Nuri (Conker) beylere teslim olunarak silah, uçak ve mühimmat satın almak üzere Almanya’ya gönderilmişti.
O Safvet Arıkan ki aşağıda anlatacağımız vatana ihanet derecesindeki vahim skandaldan sonra ödüllendirilir gibi Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıkları ile CHP Genel Sekreterliği koltuklarına oturtulacaktır.
I. Dünya Savaşında yenilmiş ve Versay Barış görüşmelerinden ağır bir tazminat yüküyle çıkmış olan Almanya’da piyasaların ensesinde enflasyon canavarı vardır, her enflasyonist ekonomide olduğu gibi borsa kârlı bir spekülasyon aracıdır.
Güya Alman Markına çevirdikleri Rus altınlarıyla silah almak için kapı kapı dolaşmakta olan Safvet ve Nuri beyler bu sırada uyanık bir Alman borsacıyla tanışırlar. Borsacı kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak yerine niye beklettiklerini sorar. Üstelik enflasyon meblağı günden güne eritirken... Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler midir?
İki ahbap çavuşa gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul ederler ve o sırada Milli Mücadele’nin su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duyduğu silah parasını olduğu gibi borsaya yatırırlar. Sonuç tam bir fiyaskodur. Paralar Alman borsasında batar. Sözde yanlış kâğıda oynamışlardır(!). Neticede Alman borsacının, borsa nedir bilmeyen gafil(!) subaylarımızı aldattığı anlaşılır ve milletin parasını batırmış olarak ellerini çırparak dönerler Ankara’ya.
Bu yüklü miktardaki paranın göz göre göre çarçur edilmesi tabii ki, Mecliste şiddetli bir tepki uyandırır. Nuri ve Safvet beyler Divan-ı Harbe (Yüce Divana) verilir. Lakin onlara kim dokunabilirdi ki? Kollandıkları için sonuç çıkmaz ki, neden çıkmadığını daha önemlidir.
Garibanlar en ufak bir kusurlarında darağacını boylarken yargı iki ahbap çavuşun Almanya’da onca parayı batırmasında nasılsa kasıt unsuru bulamamış, bu vahim skandala bir “kaza” muamelesi yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde vekillik, bakanlık ve CHP genel sekreterliği dahil kritik roller oynayacak ikilinin “irtikâb” suçu ört bas edilmiştir.
Kâzım Karabekir Paşa Bir Düello Bir Suikast adlı kitabında 1933 yılında bir gazetede kendisine iftira atan Nuri Conker’in vaktiyle yardım paralarını nasıl yediğini, buna karşılık Mustafa Kemal tarafından nasıl korunduğunu ve şimdi neden tetikçilik yaptığını olanca netliğiyle ortaya koyar.
Karabekir Paşa Nuri Conker ile Harp Okulu’nda aynı sınıfta okumuş, onu Manastır’da İttihad ve Terakki’ye kendisi kaydettirmiştir. Fakat hiçbir görevinde başarı gösterememiş, hatta Muş’ta tümenini bırakıp kaçmış, kolordu komutanı Mustafa Kemal ise bu samimi arkadaşını, o sırada “aklını kaçırdığını” ileri sürerek kurtarmıştır! İstiklal Savaşı sırasında kendisine silah, mühimmat ve uçak alması için verilen tam 1 milyon lirayı Almanya’da eritmiş, sonra da ‘Eyvah dolandırıldık’ diye eli boş dönmüştür.
Karabekir’e göre Nuri Conker’i kurtaran yine Gazi olmuş, o da efendisine sadakatini ispatlamak için kendisine hayasızca saldırmıştır. Karabekir Paşa, Nuri’nin kendisine saldırmasının işte o 1 milyon liranın ‘şükran bedeli’ olduğunu yazar. Velhasıl 1924 yılında kendisinden hesap sormaya kalkan komisyon başkanı Karabekir’den intikamını 1933 yılında almaktadır.
Komisyon 18 Mayıs 1924’de raporunu Bakanlığa vermiş, Nuri ve Safvet’den batırdıkları veya yedikleri paranın hesabının sorulmasını beklemiş, ne var ki, bir el yargılama belgelerini Milli Savunma Bakanlığından almış ve işin durdurulmasını TBMM Başkanı Kâzım’a (Özalp) emretmiştir.
İşte İnkılap Tarihinin sahtekâr yüzü!
.
CHP devrinde 33 masum Vanlı kurşuna dizilmişti
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
CHP devrinde 33 masum Vanlı kurşuna dizilmişti
Mustafa Armağan
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Saraçhane’de taraftarlarını sokağa dökme çağrısında bulunması hem sorumsuzluktur, hem de bir ayaklanmanın tetiğini çekmektir. Sorumlu bir siyasetçi en başta halkı sokağa dökmenin ne tür tehlikeli, akıbeti belirsiz sonuçlara yol açacağını bilmesi gerekir. Selahattin Demirtaş’ın 6/7 Ekim olaylarının hemen öncesindeki sorumsuzca beyanının nice canlara mal olduğunu henüz unutmadık.
Elbette bu alenen kışkırtıcı beyanlarının bedelini siyaseten veya adlî olarak er veya geç ödeyecektir Özgür Özel, ama orası devletimizin işi. Biz CHP’nin günah galerisindeki bir başka resmin üzerindeki tozu toprağı silkeleyip huzurunuza getirmek suretiyle yüzlerindeki maskeyi bir kere daha sıyıralım..
Bakalım, parmak sallayıp hükümet ve polisten iş adamlarına kadar hesap soracağı tehdidinde bulunan Özgür Özel’in başında bulunduğu parti eline güç ve iktidar geçtiğinde masum insanlara ne zulümler yapmış, hatta faillerini nasıl gururla koruyup kollamış.
Geçen yıl Konya’da vefat eden Selçuklu tarihçisi Prof. Dr. Mikâil Bayram aslen katliamın yapıldığı Özalp’lıydı (eski adıyla Saray). Bundan 15 yıl kadar önce Konya’ya gidişlerimden birinde kendisinden ilçelerinde yaşanmış olan bu feci olayı detaylarıyla anlatmasını istemiştim. Anlattıklarından tuttuğum notlar şöyleydi (olayın cereyan ettiği tarih 1943 yılının Temmuzudur):
“Özalp İran sınırına çok yakındır. Sığırtmaçlar sığırları mecburen sınıra yakın otlaklara götürürler. Bir gün İran’dan bir grup silahlı insan hududu geçip 500’e yakın sığırı kaçırır. Halk kaymakama, jandarmaya haber verir, müdahale etmelerini ister. Kılları kıpırdamaz. Bunun üzerine kendileri silahlanıp sığırlarının peşine düşerek bir kısmını geri getirmeyi başarırlar. Ancak çatışma sırasında pek çok hayvan telef olur. Bunun üzerine yöre halkı Ankara’ya telgrafla şikâyette bulunur. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü durumdan haberdar olur ve 3. Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı’ya, ‘Halk ile kaymakam birbirine girmiş, işi hallet’ der. Olay yerine gelen Muğlalı, sınır bölünürken İran’da akrabası kalan kim varsa onları tespit ettirir. (İçlerinde babam da var.) Jandarma geceleyin köye gelir, ışığı yanan evlerdeki erkekleri toplar. Bu sırada bir asker de izinli olarak köye gelmiş, akrabalarıyla hasret giderirken yakalanıp götürülmüştür. Toplam 33 erkeği elleri bağlı vaziyette Takorengiz köyünde bir vadiye indirmişler. “İhtiyat (yedek) askeri” yapacağız diye yola çıkardıkları bu insanlara orada kendilerini infaz edecekleri bildirilince zavallılar ‘Yemin ediyoruz, İran’a gideceğiz ve bir daha buralara dönmeyeceğiz, yeter ki canımızı bağışlayın’ diye yalvarıp yakarıyorlar uzun süre. Ama nafile. Bunun üzerine iki rekât namaz kılmak için izin istiyorlar. Elleri bağlı vaziyette Engiz deresinden abdest alıp cemaatle namazlarını kılıyorlar. İçlerinden Serheng adlı kişi hem ezan okuyor, hem de imam oluyor. Sonra kurşuna diziliyorlar. Ölenlerin çocuklarından bir kısmı sınıf arkadaşımdı. Nasıl bir acı yaşıyorlardı, anlatamam.”
İki yedek subaya işletilen bu katliamın asıl askeri sorumlusu Org. Mustafa Muğlalı olmakla birlikte Tek Parti döneminde kılına bile dokunulmadan görevine devam etmişti.
Olayın üzeri tam örtüldü sanılırken Tek Parti dönemi sona ermiş ve Demokrat Parti muhalefeti davayı yeniden gündeme taşıyınca mahkeme açılmış ve CHP iktidarının görmezden geldiği bu katliamın sorumlusu, ancak 2 Mart 1950’de, yani olayın üzerinden tam yedi yıl geçtikten sonra öldürme emrini kendisinin verdiğini itiraf etmişti.
Bunun üzerine mahkeme Muğlalı’ya idam cezası vermekle birlikte, nereden icab ettiyse hafifletici sebeplerle müebbed hapse çevrilmiş, derken af kanunuyla cezası 20 yıl hapse indirilmişti. İlginçtir, zamanın Askeri Yargıtayı verilen hükmü bozmuştu. İşe bakın ki, tam yeniden yargılanacakken Muğlalı’nın hapiste öldüğü haberi gelmiş ve olay böylece kapanıp gitmişti.
Siz kapandı zannedin, derin devletin mezardan sonra da terfi işlemlerini sürdürdüğünü bilmiyorsanız çok yanılırsınız. Nasıl Koçgiri Kürt isyanını kanlı bir şekilde bastıran Sakallı Nureddin Paşa 12 Eylül’den sonra çıkarılan bir kanunla mezarında Orgeneralliğe terfi ettirilmiş ve kemikleri Atatürk Orman Çiftliği’nde kurulan Devlet Mezarlığı’na taşınmış ise, Mustafa Muğlalı’nın kemikleri de 1988 yılında itibarı iade edilerek Devlet Mezarlığı’ndaki “saygın” yerini almıştır (Turgut Özal zamanında bu hata nasıl yapıldı, anlamak kolay değil. Acaba iki yıl sonra Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın mezarlarının İmralı’dan İstanbul’a nakli için verdiği bir taviz miydi?).
İşin ilginç yanı, olayın geçtiği tarihte Van Savcısı bulunan Kemal Yörükoğlu’nun 1950’den sonra Demokrat Parti milletvekili sıfatıyla TBMM’de anlattıklarıdır. Resmi tutanaklara da geçmiş bulunan bu sözler, bir paşanın bireysel bir ölüm emrinden ziyade planlı bir katliam ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
Aslında 38 kişi olarak toplananların beşini tutuklayarak hayatlarını kurtardığını anlatan eski Van Savcısı Yörükoğlu, İran tarafından açılan ateşe karşılık verirken köylülerin öldüğünü beyan eden resmi tutanağın önceden imzalatıldığını, yani bunun planlı bir operasyon olduğunu söylüyor. Ancak nedense 33 köylünün vurulduğu bu sözde çatışmada tek bir askerin dahi burnunun kanamadığına dikkat çeken savcı Yörükoğlu, operasyondan sonra Muğlalı’nın tabur komutanını telefonla arayarak tebrik ettiğini de sözlerine ekliyor.
Burada olayın planlı ve emrin “yüksek yerden” geldiğini gösteren kanıt, 1945 senesinde İsmet İnönü’nün, 33 kişinin katili (biri yaralanıp iki yıl sonra ölmüştü) Muğlalı’yı koluna takarak Van’a gelmesidir. Bunun anlamı, ‘Evet onları öldürdük, gerekirse yine öldürürüz’den başkası olabilir mi? Katili cezaevine göndereceği yerde millî bir kahraman gibi koluna takarak henüz acıları taze olan insanların karşısına arz-ı endam etmesi suçun kaynağının “yukarılara” dayandığının en açık kanıtı değil midir?
Muğlalı meselesi 1950’li yılların başlarında Mecliste gündeme getirildiğinde ilgili oturuma nedense İsmet Paşa teşrif etmemiştir! Ve Çankırı milletvekili Kenan Çağman, kürsüden Mustafa Muğlalı’yla bir tarihte görüştüğünü, kendisine “yukarıdan” teşvik gördüğünü belirttiğini söylemiş ve bu zatın da İsmet İnönü olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Bu kanlı olayı Türkiye uzun yıllar sadece Ahmet Arif’in meşhur “Otuzüç kurşun” şiirinin mısralarından anlamaya çalışmıştı:
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzüç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda...
Tek Parti dönemi anlaşılmadan bugünkü CHP anlaşılamaz.
.
CHP’li bakan İstiklal Savaşı’na gelen yardım parasını borsada batırmıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
CHP’li bakan İstiklal Savaşı’na gelen yardım parasını borsada batırmıştı
MUSTAFA ARMAĞAN
Dün Ekrem İmamoğlu ve avenesinin gözaltına alınmasıyla dengeler altüst oldu bir kere daha. Kartlar yeniden karılmaya başladı.
Şu kadarını söyleyeyim ki, eskiden beri böyleydi CHP.
CHP tarihinde üstü kapatılmış nice yolsuzluklardan biri vardır ki, İmamoğlu ekibinin yolsuzluk iddialarına tarihten bir ışık düşürecek niteliktedir.
Milli Mücadele yıllarında Rusların bize 1 milyon altın yardım ettiklerini biliyoruz. İkinci partide alınan 500 bin altının 100 bini askerî müşavir olarak Moskova’ya giden Safvet (Arıkan) ve Nuri (Conker) beylere teslim olunarak silah, uçak ve mühimmat satın almak üzere Almanya’ya gönderilmişti.
O Safvet Arıkan ki aşağıda anlatacağımız vatana ihanet derecesindeki vahim skandaldan sonra ödüllendirilir gibi Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıkları ile CHP Genel Sekreterliği koltuklarına oturtulacaktır.
I. Dünya Savaşında yenilmiş ve Versay Barış görüşmelerinden ağır bir tazminat yüküyle çıkmış olan Almanya’da piyasaların ensesinde enflasyon canavarı vardır, her enflasyonist ekonomide olduğu gibi borsa kârlı bir spekülasyon aracıdır.
Güya Alman Markına çevirdikleri Rus altınlarıyla silah almak için kapı kapı dolaşmakta olan Safvet ve Nuri beyler bu sırada uyanık bir Alman borsacıyla tanışırlar. Borsacı kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak yerine niye beklettiklerini sorar. Üstelik enflasyon meblağı günden güne eritirken... Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler midir?
İki ahbap çavuşa gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul ederler ve o sırada Milli Mücadele’nin su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duyduğu silah parasını olduğu gibi borsaya yatırırlar. Sonuç tam bir fiyaskodur. Paralar Alman borsasında batar. Sözde yanlış kâğıda oynamışlardır(!). Neticede Alman borsacının, borsa nedir bilmeyen gafil(!) subaylarımızı aldattığı anlaşılır ve milletin parasını batırmış olarak ellerini çırparak dönerler Ankara’ya.
Bu yüklü miktardaki paranın göz göre göre çarçur edilmesi tabii ki, Mecliste şiddetli bir tepki uyandırır. Nuri ve Safvet beyler Divan-ı Harbe (Yüce Divana) verilir. Lakin onlara kim dokunabilirdi ki? Kollandıkları için sonuç çıkmaz ki, neden çıkmadığını daha önemlidir.
Garibanlar en ufak bir kusurlarında darağacını boylarken yargı iki ahbap çavuşun Almanya’da onca parayı batırmasında nasılsa kasıt unsuru bulamamış, bu vahim skandala bir “kaza” muamelesi yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde vekillik, bakanlık ve CHP genel sekreterliği dahil kritik roller oynayacak ikilinin “irtikâb” suçu ört bas edilmiştir.
Kâzım Karabekir Paşa Bir Düello Bir Suikast adlı kitabında 1933 yılında bir gazetede kendisine iftira atan Nuri Conker’in vaktiyle yardım paralarını nasıl yediğini, buna karşılık Mustafa Kemal tarafından nasıl korunduğunu ve şimdi neden tetikçilik yaptığını olanca netliğiyle ortaya koyar.
Karabekir Paşa Nuri Conker ile Harp Okulu’nda aynı sınıfta okumuş, onu Manastır’da İttihad ve Terakki’ye kendisi kaydettirmiştir. Fakat hiçbir görevinde başarı gösterememiş, hatta Muş’ta tümenini bırakıp kaçmış, kolordu komutanı Mustafa Kemal ise bu samimi arkadaşını, o sırada “aklını kaçırdığını” ileri sürerek kurtarmıştır! İstiklal Savaşı sırasında kendisine silah, mühimmat ve uçak alması için verilen tam 1 milyon lirayı Almanya’da eritmiş, sonra da ‘Eyvah dolandırıldık’ diye eli boş dönmüştür.
Karabekir’e göre Nuri Conker’i kurtaran yine Gazi olmuş, o da efendisine sadakatini ispatlamak için kendisine hayasızca saldırmıştır. Karabekir Paşa, Nuri’nin kendisine saldırmasının işte o 1 milyon liranın ‘şükran bedeli’ olduğunu yazar. Velhasıl 1924 yılında kendisinden hesap sormaya kalkan komisyon başkanı Karabekir’den intikamını 1933 yılında almaktadır.
Komisyon 18 Mayıs 1924’de raporunu Bakanlığa vermiş, Nuri ve Safvet’den batırdıkları veya yedikleri paranın hesabının sorulmasını beklemiş, ne var ki, bir el yargılama belgelerini Milli Savunma Bakanlığından almış ve işin durdurulmasını TBMM Başkanı Kâzım’a (Özalp) emretmiştir.
İşte İnkılap Tarihinin sahtekâr yüzü!
.
Kenan Evren “Musul’un alınmasına ben engel oldum” diye övünmüştü
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Kenan Evren “Musul’un alınmasına ben engel oldum” diye övünmüştü
MUSTAFA ARMAĞAN
Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız her türlü garabete kapınızı açık tutmak zorundasınızdır.
Kendisini “milli” ilan eden bir partinin ülkesini yabancılara şikayet etmesi bile şaşırtıcı olmaktan çıkmış durumdadır, çünkü “Türkiye eğer İran ile savaşacak olsa İran safında savaşırdım” diyen bir mantık bile aynı partinin bir milletvekiline aitti.
En vahim yolsuzluk dosyalarının ortağı olan CHP’lilerin her Allah’ın günü “hırsız var” diye bağırması da bu ülkenin garip realitelerindendir.
İşte bir vakitler bu ülkenin başına darbe yaparak geçmiş ve devlet başkanlığı/cumhurbaşkanlığı makamını tam 9 yıl boyunca işgal etmiş bulunan Kenan Evren’in çingenenin sirkatiyle övünmesi cinsinden garip bir açıklaması da tam bu kabilden bir vaka-i adiyedir.
23 Mayıs 1995 tarihli Milliyet gazetesinde manşete taşınan habere göre Kenan Evren şöyle demiş;
“Turgut Özal, Körfez Savaşında Musul’u almamız gerektiğini söyledi, ben ‘Orası bir bataklıktır, bir daha çıkamayız’ dedim. Musul‘a ben engel oldum.”
İç sayfada ise haber şöyle devam ediyor;
“Özal, Körfez Savaşı sırasında Marmaris’e gelerek Musul’u almamız gerektiğini söyledi. Ama ben karşı çıktım. Oraya girersek, bir daha çıkamayız. Orası bir bataklıktır, dedim. Musul‘u bize bırakmazlar. Zaten, Amerika’nın Körfez’e müdahalesinin nedeni petroldür diye söyledim.”
Böylece altından petrol kaynayan, Türkiye‘nin toplam petrol ihtiyacının dört katı miktarda petrol üreten ve 1926 yılına kadar bizim toprağımız olan Musul’un geri alınmaması şerefinin kime ait olduğunu bu millet bundan 30 yıl önce öğrenmiş oluyordu.
1990‘lı yılların ortasındaki siyasi atmosferi koklayabilmek için aynı haberin yanı başına Milliyet gazetesinin eklediği yoruma da bakmakta fayda var. “Musul bilmecesi“ başlıklı bu yorumda söylenenleri tarihin hafızasına emanet etmekte fayda gördüğüm için aşağıya aynen dercediyorum;
“Türkiye‘nin gündemine eski üst düzey siyaset adamlarının yaptığı açıklamalarla tekrar tekrar giren ‘Türkiye Musul-Kerkük‘e girecekti’ iddiaları ilk kez Orgeneral Necip Torumtay tarafından dile getirildi. Körfez Savaşı sırasında Genelkurmay Başkanı olan Torumtay‘ın 5 Aralık 1994‘teki açıklamasına göre, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ‘Musul ve Kerkük‘e girilsin’ demiş, ancak Başbakan Yıldırım Akbulut ve hükümet bu karara karşı çıkmıştı. Torumtay da ordunun hiçbir zaman bu tipte bir operasyona göre eğitilmediğini belirterek, ‘Irak’a girersek, bir daha çıkamayız’ görüşünü ortaya koymuştu. Torumtay‘a göre Özal, ‘Musul ve Kerkük‘ü federatif bir yönetim içinde Türkiye‘ye bağlamak’ düşüncesindeydi. Özal‘ın ‘hükümet ve ordudan bağımsız olarak bu konuda fikir belirtmesinden’ rahatsızlık duyduğunu belirten Torumtay, bu konu gündeme geldikten 4 ay sonra istifasını verdi. Dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut da bir süre sonra Özal‘ın ‘Musul ve Kerkük‘e girmek istediğini’ doğrulayacaktı.
Bu konuda ilginç bir açıklama da Mayıs başında Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk‘tan geldi. Cindoruk Viyana gezisinde sürpriz bir açıklama yaparak, ‘Körfez savaşı sırasında ABD‘nin Türkiye‘nin Musul‘a kadar olan bölgeyi işgal etmesini istediğini, ancak Türkiye‘nin bunu kabul etmediğini’ öne sürmüştü.”
Evet, 1995 yılından bu yana tam 30 yıl geçti. Ve Musul meselesi bugün bambaşka bir şekil aldı. Ama merhum Turgut Özal‘ın 30 yıl önceki bu sürpriz atağını Amerika’nın değil, Amerika’nın içimizdeki adamının engellemiş olmasının faturasını hâlâ ödemeye devam ediyoruz.
.
Köy Enstitülerini CHP kapattı, Cumhuriyet gazetesi de destek verdi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Köy Enstitülerini CHP kapattı, Cumhuriyet gazetesi de destek verdi
Mustafa Armağan
11-12 yaşlarımdayken yazları Bursa’da Kayan Çarşısı’nın girişindeki bir nalbur dükkânında çıraklık yapardım. Dükkânı MHP’ye yakın görüşleri sebebiyle sarkık bıyıklı Eğitim Enstitülü gençlerin “ihtiyar bozkurt” lakabını taktıkları Bekir amca idare ediyordu. Kendisi amcam Nihat Armağan’ın kayınpederiydi. Einsteinvari bir görünümü vardı: Apak saçları, beyaz pos bıyıkları ve coşkulu nutukları ve kar gibi temiz kalbiyle tanınırdı.
Dükkândaki sohbetlere kulak kabartırdım. Yaşı kendisininkine yakın birisiyle aralarında şöyle bir diyalog geçtiğini hatırlıyorum:
Bekir amca mevzuyu açarken “Türkiye’ye komünizmi kim getirdi?” diye sordu. Adam tereddütsüz “Hasan Âli Yücel” diye cevap verdi.
Bu benim Hasan Âli Yücel’in adını ilk duyuşumdu. Kimdi? Ve neden Bekir amcanın ziyaretine gelmiş adam ona komünizmi başlatan adam demişti? Bu sorular zihnimi kelepçelemişti.
Sonradan okudum, öğrendim Hasan Âli Yücel›in kim olduğunu. Okuyup öğrendikçe de öfke katsayım arttı. Kimileri onu münferit bir iki hadise üzerinden Mevleviliğe meyli sebebiyle evliya mertebesine çıkarmaya yeltense ve beş vakit namazını bırakmamıştır dese de bu tarafı beni hiç ilgilendirmedi. Namaz kılmasaydı da bu kötülüklerin yapılmasına izin vermeseydi daha hayırlı bir iş yapmış olurdu nazarımda. Sonuçta siyasetçinin namaz kılması kendisini ilgilendirir ama yaptıkları hepimizi.
İşte bu Hasan Ali Yücel›in Köy Enstitülerinin kurucusu ve orada işlenen nice rezaletin göz yumucusu olduğunu biliyordu demek ki o nalbur dükkânında hasır iskemlede oturan adam.
Tabii ki komünizmi Hasan Âli Yücel getirmedi ülkeye ama kalkınmanın köyden başlaması gibi bir niyetle yola çıktığı söylenen Köy Enstitülerinin girdiği yol, tuhaf eğitim programı ve oradan yetişenlerin bu millete ait olmayı değil, onu değiştirmeyi, onun örfünden, kültüründen (saz yerine mandolin çalmak gibi) ve dininden uzaklaştırmak gibi bir misyonu talebeye aşıladıklarını görmek gören gözler için zor olmasa gerek.
Maalesef Köy Enstitülerini kapatıp Öğretmen Okullarına çevirdikleri, orada yetişen öğretmenlere Köy Enstitüleri ideolojisi aşılandığı için ve sol-Kemalist basın-yayın organlarında, son olarak da Koç ailesine ait Pera Vakfında şatafatlı sergiler ve etkinliklerle sanki bir Cumhuriyet mucizesi imiş gibi sunulduğu için muhafazakâr kesimin gençleri dahi Köy Enstitüleri hakkında olumlu düşünmeye sevk edildi.
Hâlbuki Köy Enstitüleri eski deyişle maneviyatçı ve mukaddesatçı kitle için bir namus ve dava meselesiydi. Birçok cephede fikir tanklarımızı boş bıraktığımız için o tankları başkaları dolduruyor; aman dikkat.
İşte Üstad Necip Fazıl’ın 1962 senesinde KÖY ENSTİTÜLERİNİN İÇYÜZÜ adlı bir kitapçık neşretmek ihtiyacını duyması bundandı. Çünkü mesele günceldi. Milliyetçi ve muhafazakâr kitle aydınlardan bu hususta fikir bekliyordu. Derken biz unuttuk meseleyi ama kendi taraftarları köpürttükçe köpürttü. Bizim cenahtan aleyhinde konuşan bile kalmadı desem yeridir.
‘Sen ne yaptın peki?’ diyecek olursanız en azından o tarihte yayın yönetmeni olduğum Derin Tarih dergisinin Ocak 2021 tarihli sayısının kapağında “Köy Enstitüleri Gerçeği: Bir ‘Tek Parti’ Efsanesi” başlığıyla bu meseleyi ele aldım, ensonhaber.com’da bir video çekerek, akit TV’de bir program yaparak, gazete ve dergilerde makale yazarak muhalif tarih cereyanının kesilmesine mani olmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim.
Neticede biz unuttuk, onlar hatırlattı ve çocuklarımız şimdi onların yalanlarına inanmaya başladı.
Her şeye rağmen umutsuz olmamalıyız. Yazmalı, konuşmalı ve insanları uyandırmaya devam etmeliyiz.
Ve Şehit Malcolm X’in sözünü hiç unutmamalıyız: «Uyuyan bin insanı uyandırmaya bir uyanık yeter».
Hepiniz uyanın önce ve ardından uyandırmaya koyulun.
TÜRKİYE’DE SOL VE SAĞ
17 Nisana şurada kaç gün kaldı, Cumhuriyet gazetesinin müzmin muhalifleri başlar yakınmaya: Ah o Köy Enstitüleri neydi öyle? Demokrat Parti tarafından kapatılmasaydı şimdi uzaya gitmiş, hatta Mars’ta koloni kurmuştuk. Ülke de bu yobazların eline düşmemiş olurdu...” (Yobazın âlâsı bunları yazanlardır, o ayrı.)
Bizden kimse çıkıp “Beyler, aklımızla alay etmeyin. Köy Enstitülerini kapatan CHP idi. DP’ye düşen tabutu kaldırmak ve tabelasını sökmekten ibaretti. Siz hangi hakla bu apaçık gerçeği inkâr ediyorsunuz? Demiyor. Demeyince de gençlerimiz gördüklerine inanıyor ister istemez. Bu meseleyi umursayan birkaç kalemden biri olarak arşive giriyor ve bakıyorum ki bugün Köy Enstitüleri havarisi kesilmiş kesimin basın yayın organları 1947’de bu okullar kapatılırken bırakın ses çıkarmamayı, alkışlamış, hatta desteklemişler.
İyi de bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu demezler mi adama?
Onlar yapınca normal tabii. Hâlbuki çelişkinin heykelini dikmek gerekse buna en yakın aday CUMHURİYET gazetesi olurdu.
Nazım Hikmet’i de Sabahattin Ali’yi hapse attırmak için ellerinden geleni yapanlar, hatta 17 Temmuz 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinin yaptığı gibi Nazım’ın resmini buraya koyuyoruz ki doya doya tüküresiniz diye yazmaktan hicap etmeyenler de onlardır.
Köy Enstitülerinin kapanması hususunda da aynı tavır cari. Bunların solculukları 27 Mayıstan sonra, sol hareketlerin başlamasını müteakiptir. O da solculuksa tabii.
Düşünün ki sosyalist Çetin Altan, TİP milletvekilidir ve 1969 yılında kapitalist Odalar Birliği›nden yazı başına 1000 TL yani 50 gram altın karşılığı yardım parası almaktadır. Bugünkü parayla 185 bin lira eder. Aynı tarihte rahmetli babamın aylık maaşı ise 200-300 lira civarındaydı.
Yazı başına 185 bin lira alan solcudur bu memlekette, benim babam da sağcı! Tam tersi olması gerekmez miydi? Maalesef Türkiye’de denklem ters kurulmuştur. İdris Küçükömer “Türkiye’de sağ soldur, sol ise sağdır” derken hakikati dile getiriyordu.
CUMHURİYET NASIL YALAN SÖYLER?
Aşağıda şimdi solcu ve Köy Enstitüsü hayranı geçinen Cumhuriyet gazetesinden bazı kupürleri paylaşacak ve dile getirdiklerimi ölçüp biçmenizi rica edeceğim.
1) 3 Aralık 1947. İktidarda CHP var. Cumhuriyet gazetesi şöyle yazmış: “Hasanoğlan Köy Enstitüsü: Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan bir tebliğde, yüksek kısım öğrencilerinin diğer okullara nakli uygun görüldüğü bildiriliyor.”
CHP iktidarı meğer Köy Enstitülerinin defterini daha 1947 yılında dürmüş!
2) Bu defa tarih 13 Mayıs 1948. Cumhuriyet şu haberi vermiş:
“Gönen Köy Enstitüsünün komünist öğretmeni: Maarif Vekâleti yangınını müteakip “aferin bizim çocuklara, nihayet Vekâleti yaktılar” diyen Görgü (öğretmen) hesap veriyor.”
Demek komünist imiş Köy Enstitüleri; öyle mi? Bekir amcanın dükkânındaki adam demiyor, Cumhuriyet gazetesi diyor bunu.
3) Tarih 6 Ocak 1950. 14 Mayıs seçimlerine 4 aydan fazla zaman vardır. O tarihte solculuktan ve solculardan asla hazzetmeyen, hatta nefret eden Cumhuriyet gazetesi Köy Enstitüleri’nde cereyan eden olayı manşete taşımış! Enstitülerdeki komünist faaliyetlerin “eskisi kadar tehlikeli bir manzara arz etmediği” ifadesiyle eskiden bu tehlikenin ciddi biçimde mevcut olduğunu itiraf etmiş CHP’li bakan!
Daha aransa bunun gibi yüzlerce haber bulunabilir Cumhuriyet gazetesinin bir hazine değerindeki arşivinde. Gelin, biz lafı uzatmayalım ve Gazi zamanında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği vazifesinde bulunan Hasan Rıza Soyak’a bırakalım sözü. Köy Enstitüleri hakkında bakın ne diyor! (Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yay., 2006, s. 459):
“O yıllarda da her yere, bilhassa üniversite, yüksek harp ve yedek subay okulları gibi gençlik müesseselerine saldıran kızılların da enstitülere sokulup yerleşmeye çalıştığı görülmektedir. İşbaşında bulunanlar, saydığımız diğer okullarda yapıldığı gibi çeşitli tedbirlerle, bütün bu saldırışlara karşı koyup enstitülerin kendisine has bünyesini korumaya gayret edecekleri yerde, o saldırış ve cereyanların tesiri altında kaldılar.”
Fazla söze ne hacet! Söylemiş söyleyeceğini.
Bize de uyanmak kaldı.
.