Sultan Abdülhamid Suriye Üniversitesinin de kurucusudur
MUSTAFA ARMAĞAN
Vikipedia’ya “Şam Üniversitesi” diye yazdığınızda karşınıza ilk ağızda çıkan malumat şunlar:
“1903 yılında açılan Tıp Fakültesi ve 1913 yılında kurulan Hukuk Fakültesinin birleştirilmesiyle 1923 yılında Şam Üniversitesi meydana gelmiştir. 1958 yılına kadar Suriye Üniversitesi adını taşımış daha sonra bu isim Şam Üniversitesi olarak değiştirilmiştir.”
Burada üç tarih dikkatimizi çeker: 1903, 1913 ve 1923.
1923 bizde Cumhuriyetin kurulduğu yıl. Suriye Üniversitesi, ülkenin Fransız mandasına bırakıldığı Lozan Antlaşması’nda kesinliğe kavuştuktan sonra kurulmuş ki bu nokta önemli.
Ama daha önemli iki tarih, 1903 ve 1913’tür.
1913 yılında Beyrut’ta açılmış bulunan Hukuk Fakültesi’nin öğrencileri 1918’de bölgenin Fransızlarca işgali üzerine dağıtılacaktı.
Gelelim 1903 yılına.
Bilmeyenler öğrensin:
Sultan 2. Abdülhamid İstanbul Üniversitesi’nin kurucusudur. Bu üniversitenin 1901 yılında kurulduğu zamanki ismi “Darülfünun-i Şahane-i Osmanî” idi.
Maarifperver hükümdar kimliği her geçen gün daha iyi anlaşılan Sultan 2. Abdülhamid askeri ve sivil tıp fakültelerini desteklemiş, GATA’yı kurmuş, hatta Haydarpaşa’da bugün Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin kullandığı muhteşem binayı askeri ve sivil tıp fakültelerini birleştirmek maksadıyla yaptırmıştı.
Derken 1903 yılında İstanbul dışında ilk tıp fakültesinin Şam-ı Şerif’te açılması gündeme geldi. İki gerekçesi vardı Şam’da bu okulu kurmanın:
Beyrut’ta Fransızlar ve Amerikalılar tarafından kurulan tıp okullarının misyonerlik faaliyetinin önünü kesmek,
Suriye’de ordu ve halkın tabip ihtiyacını karşılamak.
Peki Düyun-i Umumiye baskısı altındaki bir ülkede malî kaynak nereden bulunacaktı?
Sultan Abdülhamid bu işi şöyle formüle etti:
Muhtaç Girit muhacirlerine tahsis edilen “zebhiyye rüsumu”, yani kasaplardan kestikleri hayvanlar için alınan verginin büyük kısmını Şam Tıbbiyesine tahsis etti.
Verilen rapor ile Şam Tıbbiyesi’nin açılması arasında sadece 5 ay vardır. Bir tıp fakültesinin rekor denilecek kadar kısa sürede açılabilmesi, hele zamanın şartları düşünüldüğünde, devletin hâlâ ayakta olduğunun en güçlü delillerindendir.
Sultan Abdülhamid bir işi yaptı mı tam yapardı. Tıbbiyeyi binasıyla birlikte yapmaya karar verdi. Lakin binanın bitmesi zaman alacaktı ama ihtiyaç büyüktü. Bu yüzden Şam’ın Salihiye Caddesindeki Ziver Paşa Konağı kiralandı.
Sultanın cülus, yani tahta çıkış yıldönümünde, 31 Ağustos 1903 tarihinde hizmete başladı. Ziver Paşa Konağında kimya, fizik, anatomi ve fizyoloji laboratuvarları kurulmuş, 6 yıllık eğitimin ilk 4 yılını burada eğitim görecek olan talebe son 2 yılını yine Şam’daki Hamidiye Gureba Hastanesi’nde geçiriyordu.
Şam Tıbbiyesinde doktor kadar sağlık mesleğinin olmazsa olmazı olan eczacı da yetiştiriliyordu. Bu demektir ki Tıp Fakültesi yanında Eczacılık Fakültesi de açılmıştı.
14 Ekim 1903’te resmi açılış merasimi yapıldı.
Müdür Ferik Feyzi Paşa’ydı.
İlk sene 25 talebe sınavla alınmış, bunlardan 15’i Hikmet-i Tabiiye (Tabiat Bilgisi) ve İlm-i Arz (Jeoloji) derslerine başlamış, 10’u ise Eczacılık bölümüne kayıt yaptırmıştı.
Tıp Fakültesi kendi binasına ancak 1914 yılında kavuşacaktı.
Birinci Dünya Savaşı sebebiyle 1916 yılında Beyrut’a taşınan okul, Osmanlı Devleti’nin savaşı kaybetmesi üzerine 1918 yılında Fransızlarca kapatılacaktı.
15 yıllık tedrisat hayatında 240 tabip, 289 eczacı mezun etmiş olan Şam Tıbbiyesi öğrencilerine toplam 529 diploma takdim etmişti.
Asıl ilginç olan nokta, okul Şam’da açılmış olmasına rağmen eğitim dilinin Türkçe olmasıydı. Osmanlı, şimdi yaptığımız gibi tıp terimlerini Latinceden değil, varsa Türkçeden, yoksa Arapçadan yeni kelimeler türeterek bambaşka bir yol izleyecekti, tıpkı İstanbul’daki askeri ve sivil fakülteleri gibi.
İşte bu ihtimam sayesinde Şam’da yetiştirilen doktor öğretim üyeleri Osmanlı çekildikten sonra Fransızların Latince tıp terimlerini dayatmasına direnmiş ve tıp sözlüğündeki mevcut Türkçe kelimeleri de Arapçaya çevirmek suretiyle yerli bir temele oturtabilmişlerdi tıp eğitimlerini.
Hasıl-ı kelam, Suriye’deki tıp eğitiminin temelinde biz varız. Sultan Abdülhamid’in o silinmez damgası var.
Elhamdülillah.
Kaynak: Ekmeleddin İhsanoğlu, Suriye’de Modern Sağlık Müesseseleri, Hastahaneler ve Şam Tıp Fakültesi, TTK: 1999.
.
Bir daha “Allah aşkına” derken iki kere düşünün
Bir daha “Allah aşkına” derken iki kere düşünün
Mustafa Armağan
Bugün içimden bir irfan hazinesinin kapağını açmak geldi. Zira ufuklarımız çok daraldı, gökkubemiz fazlasıyla küçüldü. İçimiz dışımız siyaset oldu.
Gelin, bugün yüz yıl önceye kadar kaynayan maneviyet pınarlarımızdan birkaç damla su içelim. Bu yolda rehberimiz Afganistan göçmeni bir Allah dostu olsun.
Şeyh Abdülkadir Belhî hazretleri 1839 yılında Afganistan’ın kuzeyinde bulunan Belh şehrinin Kunduz denilen yerinde doğmuş olup, Özkend hükümdarı Seyyid Burhanüddin Kılıç ahfadındandır.
Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Seyyid Süleyman Efendi’nin oğludur. Belh’de mezalimin artması üzerine babası ve müritlerinin -kendisi henüz dört yaşındayken- doğduğu toprakları terk etmek zorunda kaldıklarını biliyoruz.
20 yaşındayken 300 kişilik bir heyetle birlikte İran ve Irak üzerinden dört yıl kalacağı Konya’ya geldi. Burada başka eserler meyanında İbnu’l-Arabî hazretlerinin Futuhâtu’l-Mekkiye’adlı eserini istinsah etti. Ardından yine topluca önce Bursa’ya gittiler, sonra Eyüp Sultan’da Şeyh Murad Buhârî dergâhına şeyh olmak üzere babasını Sultan Abdülaziz davet edince ömrünü tamamlayacağı payitaht İstanbul’a...
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki şu satırlar onun bundan sonraki hayatını çerçeveleştirmektedir:
“Şeyh Süleyman Efendi 1867’de Eyüp Nişancası’ndaki Şeyh Murad Buhârî Dergâhı meşihatına tayin edildi. Abdülkâdir, babasının ölümünden sonra bu tekkenin şeyhliğine getirildi (1877). Kırk altı yıl bu görevde kaldı. 17 Mart 1923’te vefat etti. Cenaze namazı Eyüp Camii’nde kılındı ve Şeyh Murad Dergâhı’nın hazîresinde babasının yanına defnedildi.”
Abdülkadir Belhî hazretlerinin Nakşibendî-Müceddidî yoluna sâlik olmakla birlikte Hamzavîliğin prensiplerine sıkı sıkıya bağlı kaldığı ifade edilir ve son Melamî-Hamzavî kutbu kabul edilir.
Divanının yanı sıra Esrâru’t-Tevhîd (Tevhidin Sırları), Yenâbîʿu’l-Hikem, Künûzü’l-ʿÂrifîn, Gülşen-i Esrâr ve Sünûḥât-ı İlâhiyye ve İlhâmât-ı Rabbâniyye adlı manzum eserleri bulunmaktadır.
Üstad İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Abdülkadir Belhî hazretlerini şöyle tavsif buyurmuş:
“Hüsni zanna lâyık, zâhid, arif ve fadıl bir merd-i kâmil idi. Türk, Arab, Fürs (Farsça) ve Çağatay lisanlarına vâkıf idi”.
Aynı zamanda hattatlığı varmış. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in verdiği bilgilere göre vaktiyle güzel talik yazı yazarmış. Lakin sonradan bırakmış. Elinden çıkan bir yazısının fotoğrafını arayıp bulmuş ve kitabına koymayı iyi ki ihmal etmemiş İbnülemin Üstad.
(Tafsilatı için bkz. İbnülemin Mahmud Kemal, Son Hattatlar, 2. baskı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970, s. 491-493; Ketebe neşri, İstanbul, 2021, s. 384.)
Zamanında keşfi açık bir veli diye şöhret bulmuştu. Hüseyin Vassâf’ın Sefine-i Evliya adlı tezkiresinde şöyle tavsif edilmiştir:
“Orta boylu, buğday renkli, mutavassıt, beyaz ve sık sakallı, kara gözlü, güzel sözlü, pâk özlü idi. Hafif söylerdi. Tab’ı cemâle nâzır, rahm ü şefkatleri galib idi. Dergâh-ı şerifte Cuma geceleri zikr-i şerif cemiyeti olur, erbâb-ı mahabbetle dolar idi. Âdâb-ı Muhammediyye ile müeddeb (edeblenmiş), şeriat-ı mutahhara ile mühezzeb idi. Sevdiklerine ‘kuzum’ tabirini kullanırlar idi. Sohbetleri daima ilmî, irfânî idi.”
Edebiyat tarihçisi Abdülbaki Gölpınarlı Abdülkadir Belhî hazretlerinin şairliği hakkında şunları yazmıştır:
“Şiirde Belhî ve Kadir-i Belhî tehallus eden (mahlaslarını kullanan) Abdülkadir Efendi’nin eş’ârı (şiirleri), şiir nokta-i nazarından (bakış açısından) değil tasavvuf nokta-i nazarından çok kıymetlidir. Tasavvufun dekâik ve esrarını (incelik ve sırlarını) vüzûh ile (berrak bir şekilde) anlatan son asrın en büyük sûfi şairi hiç süphesiz ki bu zattır.”
Bir başka edebiyat tarihçisi Sadettin Nüzhet Ergun ise Türk Şairleri adlı kitabında Abdülkadir Belhî hazretlerinin edebî yönünü şöyle vurgulamıştır:
“Abdülkadir Belhî, son asrın en çok şöhret kazanan âlim mutasavvıflarından biridir. Vücüda getirdiği eserler de tamamen mutasavvıfânedir. Mevlana’dan sonra onun kadar manzume yazan mutasavvıfa hemen hemen tesadüf edilmez…”
Onun hakkında anlatılan bir menkıbeyi vaktiyle sanat tarihçisi muhterem Uğur Derman beyden dinlemiştim (1 Eylül 2009 tarihli telefon görüşmesi). O gün aldığım notu aşağıya aynen aktarıyorum:
“Bir Ramazan günü Eyüp Sultan’da bulunan Eyüp Nişancası’nda müritleriyle beraber dolaşırken kendisine çok hürmeti olan bir Rum kahveci Ramazan olduğunu unutmuş, gafletine denk gelmiş ve Şeyh efendiye,
- Bir kahvemi içer misiniz? demiş.
-Sağol evladım,
deyip geçip gitmek istemiş Şeyh Efendi. Fakat kahveci ısrar etmiş ve
- Allah aşkına, bir kahvemi içmez misiniz?
diye üsteleyince Abdülkadir Belhî efendi müridlerine dönerek
- 61’er günü yüklendik, gelin bakalım, diye seslenmiş.”
Öyle ya, Allah aşkından daha önemli ne olabilir bir veli için.
Son olarak şu notu iliştirelim yazımıza:
Abdülkadir Belhî Efendi, muhteşem bir Osmanlı hanedan üyesi olan Adile Sultan arabasıyla geldiği için dergâhın kapılarını açtırmazmış. (Âdile Sultan (1826-1899) Sultan 2. Mahmud’un kızı, Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz’in kızkardeşi, Sultan 2. Abdülhamid’in de halasıdır.)
Abdülkadir Belhî hazretleri son üç yılını istiğrak halinde geçirmiş, söz söylemez olmuş bir zat imiş. Vefat ettiğinde babasının yanına defnedilmiştir.
Allah onlara rahmet, bize de mağfiret eylesin.
Âmin ya muîn.
.
“Kürde fırsat verme Ya Rab” efsanesi
“Kürde fırsat verme Ya Rab” efsanesi
MUSTAFA ARMAĞAN
İnternetin bir kötülüğü de, uydur kaydır bilgilerin kendisine kolayca müşteri bulabiliyor olması. Biri bir taş atıyor internetin kuyusuna, kırk akıllı çıkarabilirsen çıkar artık. İşte sizin posta kutunuza da gelmiş olması muhtemel o ‘müthiş bilgi’:
Güya Yavuz Sultan Selim, Ridaniye seferine giderken yaptırdığı çeşmeyi dönüşte harap vaziyette bulmuş; bunun üzerine de aşağıdaki mısraları kendisi kaleme aldırarak çeşmenin üzerine yazdırmış. Şiirin anlamı 1999’da Hasan Pulur’un bir yazısında dile getirilince çeşmenin üstündeki kitabe silinmiş! Çeşmenin kitabesinde şu yazılıymış:
Kürde fırsat verme Ya Rab dehre sultan olmasın
Ayağını çarık sıksın karnı bile doymasın
Vur sopayı al haracı asla iflah olmasın
Ol bu çeşmeden gâvur içsin, Rum içsin Kürde nasip olmasın.
Bunu okuyup sersemlemiş olan okurlarım soruyor: Acaba bu bilgi doğru mu?
Bunun gibi konularda atalarımız ‘Tut kelin perçeminden’ diye şık bir kelam etmişler. Neresinden tutalım?
1) Bu çeşme neredeymiş? Bir resmi, kazınmış da olsa kitabesini gösterin. Rivayetle, -mış, -miş ile tarih olmaz. Yerini söylesinler, gidip kendim göreyim.
2) Sözü edilen en basit vezin ve kafiye bilgisinden yoksun birinin söylediği açık olan manzume, şiirimizin atılım devri olan Yavuz devrine ait olamaz. Kelimeleri, bozuk vezni, külhanbeyi üslubu ile ise Yavuz’a hiç ait olamaz, zira onun Osmanlı padişahlarının en âlimi, üstelik Kürtlere en yakın davranan padişahlardan olduğunu biliyoruz.
3) Yavuz hiç Türkçe şiir yazmamıştır, divanı Farsça’dır. Ona atfedilen “Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân/Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek” diye başlayan ünlü kıtası dahil olmak üzere bazı Türkçe parçalar Nesrî gibi başka şairlere aittir.
Sanırım soruyu bana değil de, bu soruyu ortaya atanlara sormalısınız. Önce böyle bir çeşmenin varlığını ispat etsinler, görelim, ondan sonra konuşalım. Olmaz mı?
Kazınmış da olsa kitabe yok, bir fotoğrafı yok, kaynak diye verdikleri Evliya Çelebi’de yok, Yavuz’un Türkçe şiiri yok, o yok, bu yok ama ortada koskocaman bir yalan fırıl fırıl dolanıyor. Ve mine’l-garaib.
Sevgili okurlarım, sanırım ‘Yavuz Kürtlere beddua etti mi?’ sorusunu yanlış adrese gönderiyorsunuz. Bana değil de bu soruyu size yöneltenlere nerede bu dedikleriniz diye sormalı değil misiniz? Önce böyle bir çeşmenin var olduğunu ispat etsinler, ondan sonra konuşalım.
Üstelik ben Milliyet gazetesinin arşivini de taradım, 1999 yılında Hasan Pulur’un benzer mahiyette dahi bir yazısına rastlayamadım.
Yine bu sosyal medya dedikodusuna sözde ‘kaynak’ diye gösterilen Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nin Zuhuri Danışman neşrinde belirttikleri sayfada böyle bir bahis geçmez.
Nasıl bu kadar çocuklaştırıldık. Hayret!
.
İnönü demek bunlar demektir Sayın Özgür Özel
İnönü demek bunlar demektir Sayın Özgür Özel
MUSTAFA ARMAĞAN

Özgür Özel enteresan bir siyasetçi. Uzun ömürlü olmayacağı cümle âleme ayan olan CHP Genel Başkanlığı sırasında bize epeyce malzeme vereceğe benziyor sıra dışı sözleriyle. Haberler şöyle akmış ajanslara:
“İzmir’de Birinci İnönü Zaferi Yıldönümünde İsmet İnönü’yü Anma Programı’na katılan ve İnönü Müze Evi’ni ziyaret eden CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in müze çıkışında kullandığı ifadeler dikkat çekti:
‘İsmet İnönü demek Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti demektir. Savaş meydanlarında kitabı elinden düşürmemek demektir. Memleketin o kadar derdi varken Almanca satranç dergisine abone olmak demektir. Fransızca biliyorken 50 yaşından sonra İngilizceye merak salmak demektir. Çağdaşı Mussolini’ler Hitler’le güçlerine güç, coğrafyalarına savaş, kan ve ihtirasla büyük felaketler getirirken İkinci Dünya Savaşı’nın dışında orduyu tutmak, her ihtimale karşı harp stoku tuttuğu için ekmeği, şekeri karneye bağlamak demektir.’
Allah söyletmiş doğrusu. Bunları yıllardır biz söylüyorduk da Özgür Özel’in yanı başında dikilenler iftira attığımızı iddia ederek saldırıyorlardı. Şimdi ağızlarının payını almış olmalılar.
Demek İsmet İnönü demek millet açlıktan kıvranırken Almanya’da çıkan satranç dergisine abone olmakmış (ne yalan söyleyeyim; bunu ilk defa duydum). Ve İsmet İnönü demek ekmeği, şekeri karneye bağlamak demekmiş.
Tabii bunlara eklenecek o kadar çok başlık var ki, hepsini saymaya müstakil bir ansiklopedi lazımdır. Bir kısmını Bilinmeyen Yönleriyle İsmet İnönü Gerçeği adlı kitabımdan okuyabilirsiniz. Ben burada kısa bir özet yapacağım İsmet İnönü’nün marifetlerinden. Gerisini doldurmak size kalmış.

Geldi İsmet, kesildi kısmet
İsmet İnönü’nün tarihini yazmak bir bakıma Cumhuriyetin ilk yarım asrını yazmaya kalkmaktır. Öldüğü 1973 Aralığında Cumhuriyet rejimi 50. yılını dolduralı henüz iki ay oluyordu. 25 Aralık 1973 günü o tarihte okumakta olduğum Bursa’daki Çelebi Mehmet Ortaokulu’nda yas ilan edildiğini hatırlıyorum. Yas, fakat…
Çocukluğumdan itibaren kulağıma fısıldananlar, Urfa’dan Bursa’ya, hafızama büyüklerin ektiği tohumlar, merhum Hamide ninemin “Geldi İsmet, kesildi kısmet” sözünü sık sık tekrarlaması, halk arasındaki “Sağır İsmet” yaftası, camileri kapatıp buğday ambarı yaptırdığı, ezanı ve Kur’an öğretimini yasaklattığı (ezan M. Kemal devrinde yasaklandı gerçi ama halk 1941 yılında akla zarar ‘ezan kanunu’nu çıkarttığı için bu menfi icraatın hepsini ondan biliyordu), ekmeğin karneyle alındığı, memlekette kıtlık ve açlık yaşanırken gösterişli heykellerini yaptırdığı gibi yaşanmışlıklara duyulan infial ve millet açlıktan kırılırken Batı müziği konserlerine gitmesi gibi halka rağmenci tavrı hiç mi hiç affedilmemişti.
Bu ve benzeri hikâyeleri duyarak büyüdüm.
Öte yandan kitaplarımızda İnönü’nün muzaffer komutanı, Lozan kahramanı, büyük devlet adamı, ülkemizi İkinci Dünya Savaşı’na sokmayarak büyük bir felaketi önleyen Reisicumhur vs. gibi sıfatlarla övülüyordu.
Yıllar sonra araştırdığımda halkın dediklerinin hemen tamamının doğru olduğunu, kitaplarımızda yazılanların ise şişirme veya yalan olduğunu gördüm. Özellikle de tarih kitapları okumaya başladığımda gördüm ki bana büyüklerimin anlattıkları aslında azmış. Neler, neler varmış daha anlatılacak…
Onları kısa başlıklar halinde sıralayalım buraya ki unutulmasın.
İnönü’nün marifetleri
- Milli Mücadele’ye karşı oluşundan tutun da Amerikan mandacılığındaki ısrarına,
- Komutan olarak İstiklal Harbi’ndeki beceriksizliklerinden tutun da Lozan’daki ağır kayıplarımıza,
- Takrir-i Sükûn Kanunu ile kendisine diktatörlük yetkileri çıkartarak demir yumrukla basını, siyaseti, sosyal hareketleri, fikir hayatını, eğitimi zapturapt altına alışından Dersim katliamının 1937 safhasındaki aktif rolüne,
- Önceleri Türkçü ve ırkçı demeçler verirken 1944 yılında bu defa Atsız gibi Türkçüleri tabutluklara kapattırmasına,
- Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapılarına kilit vurularak demokratik hayatımızın en az çeyrek asır vakit kaybetmesine,
- 1925’te Gazi Mustafa Kemal ile birlikte inşa ettiği Tek Parti yönetimini 20 yıl sürdürme kararlılığı yüzünden ülkenin çok partili hayata geçme ve demokratik gelişme noktasında geç kalmasına,
- 1946 yılında dışarıdan zorlamayla razı olduğu ilk çok partili seçimde imza attığı oy çalma rezaletlerine,
- Köy Enstitülerini Başbakan iken âlâ-yı vâlâ ile açıp rezaletler ayyuka çıkınca Cumhurbaşkanı iken kapatmasına,
- Türkiye’yi 1919’da deneyip başaramadığı Amerikan mandasına sokma adımlarını 1946’da atmasına,
- Demokrat Parti’ye ve Başbakan Adnan Menderes’e kan kusturmasına, 27 Mayıs’ı tezgahlamasına, Uşak olayları gibi ufacık taşlardan demokratik yolla seçilmiş bir iktidarı askeri darbeyle devirmek için canla başla çalışmasına, sonra da Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamına seyirci kalmasına,
- 1961 yılında darbeciler tarafından ‘atandığı’ Başbakanlıkta (bundan büyük zillet olur mu?) beceriksizliğini son haddine vardırıp adlı adıyla bir Kıbrıs skandalına imza atmasına, çıkarma yapacağım diye söylenip dururken ABD Başkanı Lyndon Johnson’dan zılgıt yemesine, millî duruşu olan biri olsa bu zılgıtı iadeli taahhütlü olarak geri göndereceğine özür dileyici tonda cevap yazmasına, özrü kabul edilince Başkan Johnson’ın kendisini özel uçağı Whitebird’ü ile aldırarak Washington’a ayağına getirtmesine, ancak bu aşağılamadan sonra Paşamızın Amerikan rüyasından uyanmasına,
- Ve 50 yıldır başkanı olduğu Partisini çelişkili kararları sonucu ve iktidar hırsıyla tam bir çıkmaza sürükleyip kendi delegeleri tarafından düşürülmesine, düştükten sonra da intikamını almak için bu defa 50 yıllık partisi CHP’yi Anayasa Mahkemesi’nde kapattırmak için harekete geçmesine,
- Öldüğünde ise K. Atatürk’ün cenazesinden esirgediği dinî törenlerin tamamının -başına Kâbe örtüsünden parça konulmasına varıncaya kadar- kendi cenazesine uygulanmasına…
Bu millete en azından bir vakitler çektiği acıların bir ikisini hatırlattığı için Özgür Özel’e teşekkür borçluyuz.
Özgür Özel konuşsun bence, mahzuru yok. Ağzından kaçırdıklarıyla kendi partisine mensup olanlar da hakikatleri bir parça öğrenme şansını yakalıyorlar.
.
Okula, kışlaya ve ibadethaneye CHP böyle girmişti
Okula, kışlaya ve ibadethaneye CHP böyle girmişti
MUSTAFA ARMAĞAN
CHP Genel Başkanı Özgür Özel kendini kırmızı kart furyasına fena kaptırmış olmalı ki esip gürlemiş. ‘CHP iktidarında okula, kışlaya, ibadethaneye asla ve asla siyaset girmedi’ buyurmuş.
Tarih bilmesek biz de inanacağız. O kadar kesin konuşuyor ki ‘asla ve asla’ diye de vurgulamış. (Aslında Türkçede böyle bir tekrar kalıbı mevcut değil. Doğrusu ‘asla ve kat’a’dır.)
Uzun söze ne hacet: Özel’in çoğu ‘lafı’ gibi bu iddiasının altı da boştur. Buradan anlıyoruz ki Özel yakın tarihi ya bilmemekte veya bilerek çarpıtmaktadır ki son tavır hiç de yabancısı değildir başında olduğu partiye.
Aslında söz konusu kendi mazisi oldu mu, CHP’nin enteresan bir tavrı zuhur etmekte. 1925-45 yıllarında sürdürdüğü Tek Parti dönemindeki marifetlerini demokrasi ortamında savunamayacağı için bir zamanlar çatır çatır giriştiği şiddetli icraatını ya tevil yoluna sapmakta veya düpedüz inkâr etmektedir.
Belli ki Özel burada CHP’nin yönettiği dönemde bahsettiği alanlarda siyasete boynuna kadar battığını yekten inkâr edip töhmetten yırtmak istemiştir. Ne çare ki partisinin alnına bir leke olarak yapışmış bulunan Tek Parti dönemi günahlarının temizlenmesi için -Atsız’ın çarpıcı deyişiyle- dünyada bir sabun buhranı çıkarmayı göze almak gerekmektedir.
Sözün özü şudur: CHP Genel Başkanı’nın kendi partisinin geçmişini bilmemesi veya inkâr yoluna sapması bulunduğu makam açısından bir talihsizliktir ama bu, CHP tarihinden aşinası bulunduğumuz bir tilkilik geleneğidir.
Özel›e CHP’nin tarihini Yılmaz Özdil›den değil, başta İsmet İnönü’nün hatıraları olmak üzere kendi kaynaklarından okumasını tavsiye ederim. Partinin ağır toplarından Nihat Erim’in Günlükler’i incelediğinde yakası açılmadık pek çok hakikate vakıf olacağına bahse girebilirim. Mesela asıl NATO’ya girmek için müracaat edenin CHP olduğunu Erim’in kaleminden öğrenebilecektir. Keza 1946 yılında Köy Enstitülerini asıl kapatanın da İnönü CHP’si olduğunu vs.
Özel ve arkadaşlarına Eşref Edip’in Kara Kitap’ını, Osman Yüksel’in Serdengeçti veya Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergilerini okuyun diyecek değiliz. Tenezzül edip okumayacağını adımız gibi biliyoruz. Onun için hiç olmazsa kendi kaynaklarınızı okuyun diyoruz.
Ne yazık ki Özgür Özel kendi kaynaklarından dahi bihaberdir. Hatta bu yönüyle bir zamanlar çokça eleştirdiğimiz Kemal Kılıçdaroğlu’nun dahi gerisinde. Zira çok toy.
Bu arada 1937-38 Dersim katliamları hakkında Türkiye’deki en zengin sözlü tarih bant kaydı arşivinin Kılıçdaroğlu’nda bulunduğunu hatırlatalım. Lakin meselenin içyüzünü iyi bildiği halde başkan olduğu dönemde o tarihte Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Dersim’de yaşananlardan özür dilediğinde kulağının üzerine yatmayı tercih etmişti.
Öte yandan CHP’nin okula, kışlaya, ibadethaneye siyaseti sokmadığını savunmak düpedüz gerçeği inkârdır.
Bir kere okullarda CHP ideolojisi mutlak belirleyiciydi (hâlâ büyük ölçüde öyle değil mi?). Mesela 19 Mayıs törenlerinde Türk bayrağı yanında CHP bayrakları taşındığına dair onlarca fotoğraf mevcut elimizde.
Öte yandan öğretmenler zaten CHP’nin organik aydınıydı. Sabahattin Ali veya Nihal Atsız gibi CHP’nin ideolojik baskısına itiraz eden öğretmenler hangi kesimden olursa olsun sürüm sürüm süründürüldü.
Kışlada askerlerin tamamen CHP iktidarınca yönlendirildiğini söylemek için delil aramaya gerek yok. İnönü bu askeriyeye bolca siyaset sokulduğu dönemden gelen gücüyle orduya 27 Mayıs darbesini yaptırmadı mı?
Gelelim dine. CHP’nin Ankara İl Başkanı Rıfat Börekçi aynı zamanda Diyanet İşleri Başkanı’ydı. O kadar ki Börekçi hoca Ankara il başkanlığı kongresinin dahi başkanlığını yapmıştı. Hani ibadethaneye siyaseti sokmamıştınız?
Son alarak devr-i iktidarınızda sporcular CHP’ye girmek zorundaydı. Gazetelere giderseniz millî güreşçilerin mayolarını altı ok logosunun süslediğini görürsünüz. Hatta Olimpiyat amblemine dahi CHP›nin 6 okunun yapıştırıldığı sır değil.
27 Ekim 1936 tarihli Akşam gazetesinde çıkan şu haber spora nasıl bal gibi siyaset karıştırıldığını anlatmaya kâfidir: “Türk Spor Kurumu Halk Partisine aza (üye) olmuştur.”
Peki 19 Nisan 1936 tarihli Akşam gazetesinden aldığımız şu başlığa ne demeli: “Türk sporcuları Cumhuriyet Halk Partisinin öz çocuğudur.”
Başında bulunduğunuz partinin iktidarında Cumhuriyet bayramı dahi CHP’nin bayramına indirgenmişti Bay Özel. DP dönemi boyunca partinizin Cumhuriyet bayramı kutlamalarını protesto ettiğini tarih unuttu mu zannediyorsunuz?
.
CHP’lilere ve İlber Ortaylı’ya ezan dersleri
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
CHP’lilere ve İlber Ortaylı’ya ezan dersleri
Mustafa Armağan
İlber Ortaylı’ya göre güya Arapça ezana dönüş için kanun teklifini önce CHP vermiş, Demokrat Parti onu tamamlamış.
Resmen kendi kafalarından bir tarih uydurup milleti kandırıyor bunlar. Varsa böyle bir teklif, gösterin, yoksa susun. Yeter artık, gına geldi bu uyduruk tarihinizden.
Ortaylı’nın dediği gerçek olsaydı kanun teklifinin ilgili TBMM tutanaklarında bir şekilde zikredilmesi gerekirdi. İnönü’nün damadı Metin Toker’in “CHP Ezanın dili konusunda ne açıktan, ne kapalı kapılar arkasında vaatte bulundu” sözü bile çürütmeye yeterdi bu lafı aslında. (DP’nin Altın Yılları, Bilgi: 1990, s. 48) Ama biz tarih ayrıntıda gizlidir diyerek kamuoyunu bilgilendirelim. Ta ki bu tür laflara kanmasın.
TBMM tutanaklarının tamamı www.tbmm.gov.tr de -Meclis-i Mebusanınkiler dahil- açık. Söyler misiniz bu sözde teklif tutanakların neresinde geçiyor?
Yazık. Maalesef yardakçılarıyla bir tarih uydurdular, kendileri çalıp kendileri inanıyor.
Şimdi şahitleri dinleyelim. Bakalım, İnönü dahil devrin CHP’li siyasetçileri 80’ine merdiven dayamış tarihçinin iddiasından tek kelimeyle olsun bahsetmiş mi?
Bakın, İnönü’nün başbakan yapmayı düşünecek kadar kendini yakın hissettiği Nihat Erim 9 Haziran 1950 günü ne yazmış günlüğüne:
“Menderes hükümetinin ilk işi ezanın Arapça okunmasına müsaade edileceğini söylemek oldu. Bu suretle Türkçe’den Arapça’ya geçmekle bir ricat (geriye dönüş) yapıldı. Bu kadarla kalırlarsa şükredelim. Diğer inkılap tedbirlerinden fedakârlığa devam etmelerinden korkulur.” (2021, s. 458.)
Eğer CHP, Ortaylı’nın dediği gibi Arapça ezana dönüş için bir kanun teklifi vermiş olsaydı olayların göbeğindeki CHP’li Erim bundan bahsetmez miydi? Bahsetmediği gibi üstelik CHP’de Arapça ezana dönülmesine taraftar olanları irticayla suçluyor.
Başbakan Menderes’in ilk ezan açıklamasının neşredildiği 5 Haziran 1950’den itibaren gazetelere bakın, göreceksiniz: Arapça ezana dönüş hamlesini DP’li vekiller yapmış, bunun karşısında CHP’li vekillerin vaktiyle kanunla yasakladıkları Arapça ezanın lehine çark edişi kamuoyunda hayretle karşılanmıştır. Eğer CHP önceden bir kanun değişikliği teklifi vermiş olsaydı neden bu ani dönüşleri hayretle karşılanmış olsun ki?
CHP grubunun tutumu
Ezan yasağının kaldırılacağı kanun tasarısı görüşmelerinde CHP grubu adına söz alan Trabzon milletvekili Cemal Reşit Eyüboğlu ‘ezan konusunda bir münakaşa açmaya taraftar olmadıklarını’ söylerken nedense aklına vaktiyle verdikleri rivayet edilen bu kanun teklifini hatırlatmak gelmemiş! Hatta ‘milli şuurun bu meseleyi kendiliğinden halledeceğine güvendiklerini’ söylemiş ki, zamanı gelince yeniden Türkçe ezana dönüleceğini umduklarını göstermiş.
Buyurun, 16 Haziran 1950 günü Eyüboğlu’nun TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmayı tutanaklardan beraberce okuyalım:
“Bu memlekette millî devlet ve millî şuur politikası Cumhuriyetle kurulmuş ve CHP bu politikayı takip etmiştir. Bu politika icabı olarak ezan meselesi de bir dil meselesi ve millî şuur meselesi telâkki edilmiştir. Millî devlet politikası mümkün olan her yerde Türkçenin kullanılmasını emreder. Türk vatanında ibadete çağırmanın da öz dilimizle olmasını bu bakımdan daima tercih ettik. Türkçe ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politika münakaşası açmaya taraftar değiliz. Millî şuurun bu konuyu kendiliğinden halledeceğine güvenerek Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız.”
Diğer ağır top Barutçu
ne demiş?
Şimdi CHP Genel Sekreterliği de yapmış bulunan Faik Ahmet Barutçu’nun Siyasi Hatıralar’ından Arapça ezana dönüşle ilgili kısmı okuyalım. Bize kanun tasarısı genel kurula gelmeden önce CHP grubunda nasıl bir hava estiğini şöyle anlatmıştır:
“Arapça ezan yasağının kaldırılması için Demokrat Partinin Meclise götürdüğü teklif hakkında grubun nokta-i nazarını tespit için yapılan genel kurul toplantısındaki görüşme bu hissiyatı açığa vurmuştur. İnönü’nün telkinleri para etmemiştir. Az kalsa ekseriyet Türkçe ezan okumanın bir hata olduğunu itirafa kadar gidecek. Demokratların teklifini iştiyakla kabule karar verecekti. Bunun bir milli dil ve şuur meselesi olduğunu, milli devlet politikasının mümkün olan her yerde Türkçe konuşmayı emrettiğini ve milli şuur ve politikasının icabı olarak Türkçe namaza davet yapılmasını tercih ettiğimizi, milli şuura güvenerek ceza müeyyidesinin kaldırılmasına karşı bari istintaktan (sorgulamadan) ileri gidilmemesini olsun kabul ettirinceye kadar akla karayı seçtik.” (…) 70 sene sonra, atılan bir adım geri alınıyor. Bir inkılâp partisi olarak milli güvene itimadımızı ifade ettik. İstikbale ait ümitlerimizi muhafaza ettiğimizi anlattık.” (2001, s. 1019-20.)
Yalnız burada Barutçu’nun son cümlesine dikkat: Fırsat bulduğumuzda tekrar Türkçe ezana dönülecektir demek istiyor. Bu kafa hiç Arapça ezanı serbest bırakacak kanun teklifi verir mi?
İnönü’nün Türkçe
ezana dönüş çabası
Türkçe ezana dönüş hasreti CHP’nin ve İnönü’nün içinde 10 yıl daha yaşayacak ve bu fırsat 27 Mayıs darbesiyle gelecek, darbecilerden Türkçe ezana dönülmesini bekleyecekler ama halkın reaksiyonuyla karşılaşacağını düşünen Milli Birlik Komitesi bu işlere girilmesini uygun bulmayacaktır. Bu kararı darbecilerden Numan Esin şöyle dile getirecekti:
“Bu konu 1960’ta da bizim önümüze geldi. Yönetimle halk arasını açacağı gerekçesiyle böyle bir şeye gerek olmadığına karar verdik. O gerekçeyi de ben ileri sürmüştüm.”
Nitekim İnönü de Defterler’inde darbenin lideri Cemal Gürsel’in kendisini ziyaretinin ardından Türkçe ibadetle ilgili ümitlerinin suya düştüğünü 6 Ağustos 1960 tarihli notta şöyle dile getirecekti:
“1- Din meselesi-Reform. İrtica teşkilatından kurtulma. Türkçe ibadeti gözleri tutmuyormuş.” (2016, s. 574.)
Belli ki Milli Şef pek üzülmüş Türkçe ibadete dönülemeyişine. Nereden mi biliyoruz bunu? Kemalist tarihçi Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın Türk Devrim Tarihi 5 adlı kitabından (s. 33).
Prof. Turan’dan öğrendiğimize göre 6 Ağustos günü Gürsel’in İnönü’yü ziyaretinde “dinde reform” ve “Türkçe ezan” meselesi üzerinde durulmuş. İnönü görüşmede Gürsel’e “İbadetin Türkçeleştirilmesini, tekrar Türkçe ezanı gözünüz tutuyor mu?” diye sormuş. Gürsel’in “Tutmuyor” diyerek doğacak tepkilerden korktukları yollu itirafından İnönü’nün memnun olmadığını not defterine düştüğü “Yazık!...” ifadesinden görmüştük.
Velhasıl CHP Genel Başkanı İnönü 10 yıl önce uğradığı ezan yenilgisinin rövanşını bir askeri darbe sayesinde alabileceğini ummuştu. Ortaylı da kalkmış, bu İnönü’nün başında olduğu partinin Arapça ezana dönüş için kanun teklifi verdiğini söyleyebiliyor?
“Göz var, izan var” derdi eskiler. Bunlarda ilki kör, ikincisi de fena şaşmış ki Allah şaşırtmasın.
.
İnönü’nün vekil yaptığı Karabekir Paşa’ya CHP böyle kafa tutmuştu
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
İnönü’nün vekil yaptığı Karabekir Paşa’ya CHP böyle kafa tutmuştu
Mustafa Armağan
Kabul edelim ki, Başbakanlık Cumhurbaşkanlığı ve koltuklarında neredeyse 30 yıl geçirmiş bulunan İsmet İnönü kurt bir siyasetçiydi. Kafasında Türkiye’yi laikleştirme, bir başka deyişle İslamsızlaştırma projesi var, bu kesin. Nitekim 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından Türkçe ezana dönülmesini ummuş ama Milli Birlik Komitesi’ni ikna çabası yeterli olamamıştı.
Çok partili hayata zorla, şerle geçildikten ve halkın oyu diye bir gerçek ortaya çıktıktan sonra üzerinde o kadar titrediği Köy Enstitülerini kapamak veya CHP’nin 6 okunu anayasadan çıkarmak başta olmak üzere Tek Parti devrinde inatla savunduğu ‘Cumhuriyet değerleri’ne pekâlâ sırtını dönmesini bilmişti. Devir değişmişti çünkü. Şefin ne yapıp edip ayakta kalması gerekiyordu. 1973 yılında istifa ettiği CHP’yi dahi kapattırmak için harekete geçmesi bunun en çarpıcı kanıtıdır.
İşte aynı ayakta kalma siyaseti gereği 1938 yılının 11 Kasım’ında Cumhurbaşkanlığına seçilince parti içi aleyhtarlarını temizlemek ve yerlerine kendisinin, biraz da halkın gözünde bir değer taşıyan küskün politikacıları iknaya çalışacaktı. Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay gibi 1925’e kadar sıcak siyasetin içerisinde bulunan ve ilk ana muhalefet partimiz sayılan, 1925 yılında kapattırdığı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucu paşalarına el atacak ve onları CHP’ye kazandırma derdine düşecekti.
Teklif götürdüğü isimlerden biri de eski dostu Kâzım Karabekir Paşa’ydı. Karabekir Paşa, 1926 İzmir Suikasti davasında idam sehpasının altından dönmüş ve 12 yıl evine kapatılmıştı. Küskündü. Yıpranmıştı. Geçim sıkıntısı çekiyordu. Haksızlığa isyan ederek bastırdığı İstiklal Harbimizin Esasları adlı kitabının nüshalarının yaktırılmasının üzerinden ancak 6 yıl geçmişti.
Evinde oturmakta olan Karabekir’e mebusluk teklif eden İnönü onu bir emirle vekil seçtirecekti (yemin: 9 Ocak 1939). Zaten Tek Parti devrinde seçim dediğin neydi ki? Bir vekil istifa ettirilir, yerine bir başkası seçtirilirdi.
Karabekir Paşa vekil seçilmişti seçilmesine ama içinde hapsettiği öfkesini, uğradığı haksızlıklara olan tepkisini zor tutuyordu. Nitekim kendisini ziyarete gelen Tan gazetesi muhabirine patlayacaktı (yayın tarihi: 3 Nisan 1939):
“Muhabir: Hadiselerin olduğu gibi tespit edilerek yeni nesle aynen ifadesindeki zarurete işaret ediyorsunuz. Sizce bu nasıl mümkün olabilir?
Karabekir Paşa: “Muhakkak olan nokta, birtakım şahsiyetlerin memlekete yanlış olarak gösterildikleri ve ifa ettikleri büyük hizmetlerin bir kalemde çizildiğidir. Hadiseler yalnız bir şahsın dilediği tarzda ifadesiyle ortaya çıkmaz. En ufak vak’ada bile tutulan zabıt varakası [tutanak] yalnız bir kişinin ifadesi değildir. O hadiseyi yapan, gören ve işitenlerin ifadeleriyle hakikat ortaya çıkabilir ve hükümler de buna dayanarak verilir. Yalnız herhangi bir davacının ifadesine göre hüküm vermek hiçbir zaman doğru olmaz.”
Muhabir: Nokta-i nazarınıza (Bakış açınıza] göre mekteplerde okutulan tarihlerin, söylenen nutukların ve konferansların, hatta inkılap derslerinin bu bakımdan tashih edilecek kısımları mevcut mudur?
Karabekir Paşa: “Evet, vardır, büyük Nutuk’ta da üzerinde ehemmiyetle durulması icab eden haksızlıklar ve yanlışlar mevcuttur.”
İşte bu son cümle bardağı taşıracak ve Tan gazetesi gençler tarafından protesto edilecek, Mecliste hesap soranlar çıkacak, gazete yayını aniden kesecek, oklar Karabekir Paşa’nın üzerine çevrilecekti. Tek Partili CHP fokur fokur kaynıyor, onu “Atatürk düşmanı” diye damgalamaya kalkanlar mebus olmasını hazmedemiyordu. Nitekim hakkında soruşturma açıldı, telgraflarla tepkiler yağdırıldı, gazetelerdeki saldırılar tabanda da infial uyandırdı. Bunun üzerine CHP Karabekir Paşa’dan savunma istedi. O da bir kısmını aşağıya alacağımız savunmayı yazmak zorunda kaldı.
Devlet Arşivlerindeki belgeye göre, Kâzım Karabekir Paşa CHP Genel Sekreterliğine hitaben kaleme aldığı 7 Nisan 1939 tarihli mektubunda kendisini şöyle savunmuştu:
“Tan gazetesinde intişar eden (yayımlanan) beyanatın Ulus ve Tan gazeteleri muharrirleri tarafından istenilmesi ve alınması hadisesi şu yolda cereyan etmiş ve dört safhadan geçmiştir. (…) Safha safha inkişaf eden (gelişen) bu mülakatta dikkati çeken ve üzerinde durulması lazım gelen noktaları da kaydediyorum:
Tan ve Ulus muharrirleri benim tarafımdan davet vuku bulmaksızın kendiliklerinden gelmişler ve benden ısrarla beyanat istemişlerdir.
Beyanat Tan gazetesi muharririne değil, evime dört defa gelen Ulus gazetesi muharririne verilmiştir.
Beyanatı ihtiva eden kâğıtlar parti grubu toplantısında söz söyleyen bir mebus (milletvekili) tarafından ortaya çıkarılmıştır. Bunlar meb’usun eline nasıl ve ne için verilmiştir?
Tan gazetesi Ulus muharririne verilen beyanatı iki parçaya ayırarak maksadın toptan ve açıkça anlaşılmasını işkâl etmiştir (zorlaştırmıştır).
Tan gazetesi, beyanatı yeni meclisin açıldığı 3 Nisanda neşretmiştir. Bu sadece tesadüf müdür?”
Yerimiz müsaade etmediği için içerisinden bir parça alabildiğimiz ve yukarıda okuduğunuz Nutuk ile ilgili cümleyi adeta inkâr eden ve gazetecilerin kendisine söylemediği şeyler söylettiğine dair vaziyeti toparlamaya çalışan sözleri Karabekir Paşa’nın ne kadar müşkil bir vaziyette kaldığının hazin örnekleridir. Tabii arşivlerde kalmış Umurlu köyü Halkevi Başkanınki cinsinden tepki telgrafları o günlerin ‘linç kampanyası’nın boyutlarını göstermesi bakımından enteresandır. İlk defa yayınlanan bu telgrafta şu satırlar okunabiliyor:
“CHP Genel Sekreterliğine: Ebedi şefimize uzatılan dil için Umurlu köylülerinin duyduğu sonsuz teessürü Milli Şefimize ve partiye olan bağlılık hislerimizle bildiririz.” (Devlet Arşivleri: 490 100 573 2281 3)
Tabulara dokunmaya kalkan isterse Karabekir Paşa gibi bir İstiklal Savaşı kahramanı olsun, tasfiye mekanizması anında harekete geçer. O gün de, çok partili hayata geçilmesine rağmen bu gün de geçerli bu. Maalesef.
.
Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki İstiklal Mahkemesinde idamla yargılanmıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki İstiklal Mahkemesinde idamla yargılanmıştı
Mustafa Armağan
1924 yılında kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının Rifat Börekçi ve Şerafettin Yatkaya’dan sonraki reisi Ahmet Hamdi Akseki Cumhuriyet döneminde dini yayınların yasaklandığı bir devredebasılan İslam Dini adlı kitabıyla mühim bir boşluğu doldurmuş ve kendisine Menderes iktidarında ezanın hürriyetine kavuştuğunu müftülüklere müjdeleyen tamimi göndermek nasip olmuş biridir. Ayrıca Kemalistlerin laf saydırmadığı nadir din adamlarından biridir.
Ne var ki hayatını yazanlar onun İstiklal Mahkemesi’nde yargılandığını geçiştirir, üzerine gitmezler. Mesela Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde Süleyman Hayri Bolay’ın kaleme aldığı “Akseki, Ahmet Hamdi” maddesinin ilgili iki cümlesi şöyledir:
“1920 yılında kurulan Tarîkat-ı Salâhiyye Cemiyeti’nin üyesi olduğu ve bu cemiyetin faaliyetlerine katıldığı ithamıyla 1925’te Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde yargılandı. Cemiyetle ilgisi bulunan on bir kişinin idama, birçoğunun da ağır hapse mahkûm edildiği mahkemede suçsuz bulunarak beraat etti.”
Maddede yer almayan bilgi şudur: İdamla yargılanmış ve 1 ay da tutuklu kalmıştı.
Peki bu olayın içinde neler saklıdır? Kaynaklarda Tarık Zafer Tunaya’nın eksik ve kelimeleri değiştirerek naklettiği birkaç cümleden başka dişe dokunur bir malumata rastlanmaz.
Nâçar iş başa düştü: Bu makûs zinciri kıralım ve sizi Akseki’nin saklanan cephesini aydınlatacak bir gazete haberiyle baş başa bırakalım (Cumhuriyet, 19 Temmuz 1925):
“Bugün Aksekili Hamdi Efendi’nin muhakemesi icra edildi. Ahmed Hamdi Efendi Ahmed Şirani’ye yazdığı mektubu niçin yazdığını izah ile Şer’iye Vekaleti’nde tedrisat müdürü iken Medresetu’l-İrşad’ın, iyi vaizleri yetiştirmek için medreselerin programlarını asrî icâbâta tevfik ettiğini (çağın gereklerine uydurduğunu), medreseleri eski haline bırakmak isteyen ve medreselerin ıslahiyle mevkilerinden olacak olan mutaassıb hocaların kendisine hücum ettikleri sırada Medresetü’l-İrşad’ın müdürlüğü münhal (boş) olduğunu, buraya iyi birisini getirmeyi düşündükleri zaman Ahmed Şirani’nin hatırlarına geldiği sırada Şirani kendisine sefaletinden bahs ile mektup gönderdiğini söyledi.
Reis- Ahmed Şirani, Hayri Beğ merhumun dinî sahada icraatını mütemadiyen (sürekli olarak) tenkid etmiş birisidir. Siz ise Hayri Beğ’in eserini takip ettiğini söylüyorsunuz. Ahmed Şirani Efendi’nin bu zihniyette bir adam olduğunu bildiğiniz halde nasıl oldu da ‘meslek düşmanlarına karşı müştereken mücadele edelim’ diye mektup yazdınız.
Akseki- Buyurduğunuz doğrudur. Hayri Beğ’in teşkilatı aleyhinde idi. Eskilerin de aleyhinde idi. Onun için şimdiye kadar iş başına gelmemişti. Tecrübe edelim, dedim. Bizimle beraber yürür, teşci edelim, dedim. Mektubu da bunun için yazdım. Fakat üç ay zarfında bizimle beraber yürüyemeyeceğini, kendisine fazla teveccüh göstermiş olduğumuzu anladım ve müdürlükten azl ettim.
Mektubu okundu.
Reis- Heyet-i umumiyesi itibariyle sizi fazla tahtie edecek bir şey değildir. Fakat gerek mevkiiniz, gerek inkılaba karşı Ahmed Şirani’nin aldığı vaziyet itibariyle yazmasa idiniz daha iyi olurdu.
Akseki- Bendeniz de bunu üç ay sonra anladım. Orada talebe ile muallimlerle kavga etti. Bunun üzerine azl ettik.
Reis, Hamdi Efendi’ye Ahmed Şirani’nin Tarikat-ı Salahi’ye intisabını vs. sordu. Hamdi Efendi adem-i malumat beyan etti (bilgim yok dedi).
Müddei-i umumi (savcı) Hamdi Efendi’nin şimdiye kadarki mevkufiyetini (tutukluluğunu) kâfi görerek tahliyesini talep etti.
Reis- Hey’et-i hakime memleketin sizden istifade edeceğine kanidir. Şu şartla ki inkılabın bugünkü esasatına en ufak bir uygunsuzluk yapmamalısınız. Mevkiiniz ve gençliğiniz itibariyle, bilhassa Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun kabulünden sonra daha vatanî hidematta (hizmetlerde) bulunabiliyordunuz ve bulunabiliyorsunuz. Bu itibarla beraatinize karar verildi.
.
Kur’an okuturken dövülen Ayşe hoca hanım
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Kur’an okuturken dövülen Ayşe hoca hanım
MUSTAFA ARMAĞAN
Eskiden dert babaları varmış, başı sıkışan ona yakınıp rahatlarmış. Bu satırların yazarı de zamanla ona benzemiş olmalı ki dert dolu sinelerin müracaatgâhlarından olmuştur.
Nitekim dün Yozgat’tan 70 yaşlarında bir bey aradı. Dertliydi, beni de dertlendirdi tabiatıyla. Gözyaşları içinde babasının hatıralarını nakletti. Kur’an yasaklanmış. Jandarma baskın yapacak diye haber gelince köye, ne yapayım diye düşünmüş. Toprağa gömse bulunur, yaksa gönlü elvermez. Hava kararınca dereye inmiş ve salavat getire getire suya bırakmış kitapları.
Anadolu’da benzeri binlerce olay yaşanmıştı Tek Parti devrinde. Dindarlara yapılan zulümlerin zinciri Ezan-ı Muhammedî’de “Allah” demenin yasaklanmasından başlar, Mevlid okutma, hatta Hac yasağına kadar uzar, gider. Din eğitimi yasaktır, koca Türkiye çapında sadece 7 Kur’an Kursu açıktır ama oralardan da kaç kişinin mezun olabildiği meçhuldür.
Faciaya bakın ki cami satmak serbesttir de, Kur’an öğretmek yasaktır. Evde mushaf bulundurabilirdiniz ama Kur’an okumayı öğretecek elifba cüzüyle yakalandınız mı, yandığınızın resmiydi. Onun için suç mahallinin(!) etrafında çocuklar nöbet tutar, jandarma veya polis geldi mi ıslık çalarak haber verir, çocuklar arazi olur, cüzler derhal saklanırdı.
Tabii gönlü Kur’an aşkıyla yanıp tutuşan ninelerimizi unutursak haksızlık etmiş oluruz. Onların evlerinin basılması pahasına mahalle çocuklarına Kur’an öğretme gayreti bambaşka güzelliktedir. İşte size altın bir tablo:
“Malatya’dan M.D. anlatıyor:
Yıl 1947, aylardan Mart ve ben o zaman 8 yaşlarındayım. 2 aydır gidip geldiğim İlyas Mahallesi, Akça Sokaktaki 2 katlı ahşap evinde benim gibi 15 kadar talebeye Kur’an okumasını öğreten Ayşe Hoca’nın evinin üst katındayız. O gün, bir ders önce hocanın bana vermiş olduğu “Amme Cüzü”ndeki dersime çalışmanın verdiği huzur ile sıranın bana gelmesini ve hocamdan bir âferin kazanmak arzusunun verdiği çocuksu hislerimle baş başayım.
Birden bulunduğumuz eski evin kırık dökük kapısının alışılmamış bir şekilde vuruluşu ile hepimiz irkiliyoruz. Aşağı katta oturan kiracı kapıyı açıyor fakat hepimiz pür dikkat acaba ne var diye geleni merak ediyoruz. Hoca dersi bırakmış, elimizdeki kitaplarımız yana düşmüş vaziyette geleni merak ederken, kapıdan 5 polis ve bekçinin aniden içeri girişi hepimizi korkutuyor.
50 yaşlarında, nur yüzlü o müslüman kadınlığın örneği Ayşe hoca hanım ayağa kalkıyor ve polislerle arasında şu konuşma geçiyor:
-Buyurun memur beyler, bir emriniz mi var?
-Siz burada çocuklara ne öğretiyorsunuz?
-Allah rızası için bu çocuklara Kur’an okumasını öğretmeye çalışıyorum.
-Kadın, sen bunun yasak olduğunu bilmiyor musun?
-Yasak olduğunu bilmiyorum, benim bildiğim, kötü şeyler yasaktır.
Bu konuşmaları dinleyen bizler ise kimimiz ağlıyor, kimimiz de korkudan kaçmaya çalışırken 2 polis elimizdeki cüzleri topluyor, hepsini gözümüzün önünde tekmelerken birisi de kibritle yakıyordu. Ayşe hoca hanımı bir polisin saçlarından tutarak üst kattan alt kata zorla indirişi ve yapılan hakaretleri ömrümün sonuna kadar unutamam.
Daha sonra bizleri ikişer kol halinde olmak üzere bugün anarşistlere dahi revâ görülmeyen hareketlerle ite kalka karakola götürdüler. Babalarımızı, babası olmayanların da yakınlarını karakola çağırdılar. Veli durumunda olanların, bizleri neden hocaya gönderdiler diye ifadeleri alınıp yeterince hakaret yapıldı. Ayrıca biz mâsum sabilerin bir daha kendi kitabımız olan Kur’an’ı öğrenmek için hocaya gitmemizi önleyici gereken korkutucu tehdid ve tenbihten sonra belki de gıdasızlıktan solgun yüzlerimize birer tokat vurarak evlerimize gönderiyorlardı.
O, nur yüzlü ve kalbi imânlı hocamızın bu hadiseden 1 ay kadar sonra vefatı çocuk olmamıza rağmen içimizde büyük bir iz bırakmıştı.”
Suya verilen Kur’an’lar, kutsal kitabını öğreniyor diye tokatlanan çocuklar, bir harf öğreteyim diye çırpınan Ayşe hocalar ve daha niceleri. Bunlar hakiki tarihimizdir. Yazılmayan tarihimiz.
Not: İsmail Karakuzu’nunbumektubu rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun çıkardığı Sebil dergisinin 11 Haziran 1976 tarihli 24. sayısından alınmıştır (s. 10)
.
Turgut Özal’ın dedesi Abdülhamid Han’ı kitaplardan daha iyi anlamıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Turgut Özal’ın dedesi Abdülhamid Han’ı kitaplardan daha iyi anlamıştı
Mustafa Armağan
Kadir Bey, sen bugün çuvalın en dibindesin. Bu çuval yakında alt üst olacak. O zaman sen en üste çıkacaksın. Ne biliyorsan korkmadan yaz. Ben arkandayım.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal, yeniden Türk vatandaşı olmasını sağladığı Üstad Kadir Mısıroğlu’nu ilk görüşünde böyle demiş. Ne büyük feraset. Şimdilerde videoları izlenme rekorları kıran Kadir Bey bu ilginç konuşmanın devamını Benden Tarihe Haberler adlı kitabında şöyle naklediyor:
Sen geldin demek! Neden gelir gelmez beni aramadın!..
Efendim, vatandaş olmayı bekledim.
Şimdi oldun mu?
Evet, sayenizde… Teşekkür ederim! dedim.
Estağfirullah, estağfirullah, tebrik ederim! dedi. Sonra şunu ilave etti:
Artık senin fikirlerinin günü geliyor!.. Ne biliyorsan yaz!... Hiç korkma!... Ben arkandayım!... Körfez Harbi sırasında senin eserlerini elimden düşürmedim. Bravo!.. Çok ileri görüşlü imişsin!...
Bu minval üzere konuşa konuşa arabasına doğru ilerledik. Oraya kadar elimi bırakmadı ve kendisi ile konuşmak, elini sıkmak isteyenlere aldırış etmedi. Arabaya binerken tekrar kucaklaştık.
Bana köşke gel!... Baş başa konuşuruz!. Sakın ihmal etme! tembihi ile ayrıldı.” (Sebil: 2016, s. 784 ve 788.)
Rahmetli Kadir Mısıroğlu bu kısa konuşma için “asil bir cesaretin tezahürü”ydü tespitinde bulunur.
Gerçekten de Turgut Özal alışılmamış ölçüde sıra dışı bir siyasetçiydi. Fikir ve icraatıyla 1984-93 Türkiye’sini halı gibi dokumuş ve Türkiye’ye ekonomiden siyasete yeni menfezler açmış, yeni bir siyasî iklim oluşturmayı başarmış biriydi. Tıpkı Kadir Mısıroğlu’nun hakkını ödeyemeyeceğimiz gibi onun da hakkını ödeyemeyiz. Cumhurbaşkanlığı normal süresi olan 1996’ya kadar devam etmiş olsaydı 28 Şubat mezalimi muhakkak ki bu şekilde icra edilemeyecekti.
İşte Turgut Özal’ın kendisine örnek aldığı siyasetçi olarak Sultan 2. Abdülhamid’i seçmesi ve onun kitaplarda Kızıl Sultan diye çocuklarımıza sunulması karşısında gösterdiği tepki bu bakımdan çok önemlidir.
Ani vefatından sadece 32 gün önce Ankara Hilton Oteli’nde düzenlenen Değişim Sürecinde İslam Sempozyumu’nun değerlendirme konuşmasında çocukluğunda dedesi ile arasında geçen bir konuşmayı nakledecek ve kitapta yazanlar ile dedesinin anlattıkları arasında bocalayan bir Cumhuriyet çocuğunun onarılması güç şaşkınlığını anlatacaktır. Sonuçta cahil diye ötekileştirilen dede haklı çıkmış, anlı şansı yazarların kaleminden çıkan ders kitaplarının yalan yazdığı tescil edilmiştir.
Aşağıdaki konuşmayı ilk olarak İslâmî Araştırmalar dergisinin 1993 tarihli bir sayısında okumuş ve altını çizmiştim (cilt 6, sayı 4). Bilahare bu konuşmanın peşine düşmüş ve dergiden bir cd’sini rica etmiştim. Ardından Özal’ın Sultan Abdülhamid hakkındaki hatırasını kestirip Yeni Şafak’ın internet sitesinde yayınlayarak sosyal medya ortamına dağıtılmasına vesile olmuştum. Şu anda paylaşılan bütün videolar elhamdülillah bu fakirin gayretiyle yayılmıştır.
İşte size rahmetli Turgut Özal’ın 16 Mart 1993 tarihinde, yani 17 Nisan’daki vefatından çok kısa bir süre önce yaptığı o muhteşem değerlendirme konuşmasından videosunu yayınladığım çarpıcı kesit. Beraberce okuyalım ve rahmet dileyelim Rabbimizden merhum Özal’a:
“1930’lu yıllar. Ben ilkokul son sınıftayım.
Tabii o zaman bizi bambaşka yetiştiriyorlar. İlkokulda okutulan bazı şeyleri, bugünkü benim yaşlarıma yakın kimseler herhalde hatırlayacaklar. Biz bir Türk’ün on düşmana bedel olduğunu, bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu, ondan sonra daha birçok şeyler öğrendik. Ama kendimizin ufak dünyasında öğrendik bunları, yani dış dünyayla hiçbir alakamız yoktu. Dış dünyayı değil, İstanbul’u bile bilmiyorduk.
Ben bunları okuyorum kitapta, iyi de bir talebeyim. Rahmetli dedem o sırada bize misafir gelmiş. O da gençliğinde İstanbul’da bulunmuş, Sultan Abdülhamid zamanında.
Okuduğum tarih kitabında “Kızıl Sultan” diyor Sultan Abdülhamid’e. Ben okuyorum, dedem de dinliyor. Döndü dedi ki: “Bunların hepsi yalan. Size yanlış şey öğretiyorlar”. Ben de “Dede” dedim, “sen mi iyi bileceksin, kitap mı?”
Biz böyle büyüdük.
Aradan seneler geçti, yurt dışına gittik. Çok yurt dışında kaldım. Orada da bazı kitaplar elime geçti. Bu konularda biraz araştırma yaptım. Yurt içinde ufak tefek, kenarda köşede, kırıntı gibi gelen -o sırada çok sarih değil- bilgiler var. Baktım ki, dedem haklı.
Onun üzerine kendi kendime soru sordum. Bir zaman geçti. Dedim ki, “Şu tarihin ya da tarihi anlatmanın tersliğine bakın. Bu zâta “Kızıl Sultan” dediler. Devrine bakıldığı zaman, hemen hemen hiçbir toprak parçası vermemiş. Siyaseten fevkalade iyi idare etmiş. Demiryollarını yapmış, okullar yapmış, birçok şeyleri var, bunları görüyorsunuz. Ondan sonra bir İttihat ve Terakki gelmiş. Birlik ve gelişme(!) Öyle mi? 1909-1918’de koskoca imparatorluk bozuk para gibi harcanmış.” Doğru mu değil mi? Biri “Kızıl Sultan”, öbürleri “Hürriyet Kahramanı.” Öyle mi, değil mi? Şimdi tarih bu işi nasıl bu kadar yanlış yapabilir? Bu suali sormamız lazım diye düşünüyorum.”
Turgut Özal arkasından videoda bulunmayan şu sözleri bir tokat gibi resmi tarihçilerin yüzüne çarpıyor:
“Tarihi doğru bilmeden, hep yanlış şeyleri öğrendiğimiz zaman hakikate gelişmemiz imkân dahilinde değildir. (…) Her şeyin doğrusunu öğrenelim, her şeyi icabında sorgulayalım. Ama bunu kavga etmeden, hoşgörü içerisinde yapalım. Bunu yaptığımız zaman emin olunuz bu toplum çok ileri gider. Çünkü bu toplumun insanlarının kabiliyeti –bilmiyorum ne sebepten- hakikaten inanılmazdır.”
Merhum Özal’ın tarihi özgürce tartışalım teklifi 1993’te yapıldı. Yıl oldu 2025. Aradan 32 yıl geçti. Güya ilerledik, milli gelirimiz arttı, araba sayısı şu oldu vesaire. Ama kafa yapımızda bir değişme oldu mu? Tarihi hâlâ tartışamıyoruz. Sorgulamıyoruz. Sorgulatmıyorlar.
Ah sevgili Özal, seni ne zaman anlayacağız?
.
Erzurum Kongresi’nde ana gündem Türk-Kürt kardeşliğiydi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Erzurum Kongresi’nde ana gündem Türk-Kürt kardeşliğiydi
Mustafa Armağan
Bu yazıyı Diyarbakır’dan gönderiyorum. HÜDAPAR’ın düzenlediği Kürt Meselesine İnsani Çözüm Çalıştayı’na katıldım ve yarım saat süren bir konuşma yaptım. Bediüzzaman Said Nursi’nin neden TBMM’ye geldiğini, Ziya Gökalp’in kitaplarının nasıl yasaklandığını ve ölümünden evvel aç bırakıldığını, nihayet Erzurum Kongresi’ndeki ana gündem maddeleri arasında Türk-Kürt kardeşliği bulunduğunu anlattım.
Tabii en çok dikkat çeken bahis Erzurum Kongresi oldu. Aşağıda konuşmamda bahsettiğim meseleyi geniş olarak açıklayacağım.
Kitaplarımızda geçen “Erzurum Kongresi kararları”nın ilki güya şuymuş:
“Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür, bölünemez.“
Sormak gerekir: Misak-ı Millî’nin ilanından aylar önce, 1919 Ağustos’unda “millî sınırlar” mı vardı?
Kongre kararlarının aslına baktığımızda meğer 1. madde şöyleymiş:
“Trabzon vilayeti ve Canik sancağıyla Şark vilayetleri adını taşıyan Erzurum, Sivas, Diyarbekir, Elaziz, Bitlis vilayeti ve bu saha dahilindeki bağımsız vilayetler, hiçbir sebep ve bahaneyle diğerlerinden ve Osmanlı camiasından ayrılmak imkânı düşünülmeyen bir bütündür. Mutluluk ve felakete tam olarak katılmayı kabul ve mukadderatı hakkında aynı amacı benimser. Bu bölgede yaşayan bütün Müslüman unsurlar diğerlerine karşı fedakârlık hissiyle dolu ve ırkî ve sosyal durumlarına riayetkâr öz kardeştirler.”
Gördüğünüz gibi Erzurum Kongresinde adeta bir Türk-Kürt kardeşliği bildirisi çıkmıştır. Erzurum Kongresi adeta bugünkü sorunların konuşulduğu bir kardeşlik toplantısıyken bize içeriği boşaltılarak anlatılmış!
Sözün özü şu:
1) Erzurum Kongresi’nde hâlâ “Osmanlı camiası” içindeyizdir.
2) Kongrenin gayelerinden birisi, araları açılmak istenen Kürtlerle Türkleri yeniden birbirine bağlamaktır.
Peki Erzurum Kongresi kararları Kürtlükten nasıl arındırıldı?
Sonraki hemen bütün yayınlar kararların orijinaline inme zahmetine katlanmadıkları için neme lazım deyip Nutuk’ta yazılanları aktarmış ve orada Osmanlı’nın Müslüman unsurlarının, bu arada Türkler ile Kürtlerin vurgulandığı kaydını görmezden gelmişler.
Öte yandan, İnkılap tarihçilerinin ana kaynağı olan Nutuk’ta Erzurum Kongresi kararlarının Kürtlüğe veya Osmanlı’ya delalet edebilecek bütün cümlelerinden arındırıldığı da dikkat çekiyor.
Kur’an’ı yaşatmak için birlik çağrısı
Aslında bir değil, bir ay arayla iki Erzurum Kongresi düzenlendiği bilinmez. Biri bizim bildiğimiz Temmuz ayında toplanan Erzurum Kongresi, diğeri 17 Haziran 1919’da toplanan Erzurum Vilayet Kongresi. Bu ikinci kongreye sunulan bir rapor, güncelliği itibarıyla ele alınmaya değer.
Rapora göre Doğu Anadolu’da Ermeniler, Avrupalılar ve “şahsî çıkar sağlamak isteyen” bazı kimselerin ortaya attığı bölücü fikirlerin başında “Kürtlük-Türklük meselesi çıkarmak” geliyor. Yabancılar Türkler ile Kürtlerin birbirinden nefret etmesini istiyormuş. Kürt yönetimi kurarak Doğu gençliğinin birleşmesine imkân bırakılmıyormuş. Nihayet Kürtler ile Türkleri birbirine düşürerek bölgede Ermenilerin hakimiyeti sağlanmak isteniyormuş.
Bu ilginç raporda Kürtlerin aslında Ermeni oldukları yönünde propaganda yapıldığı kaydediliyor ve bir milletin diğerlerinden din, karakter, âdet ve dil itibariyle ayrıldığı belirtiliyor. Irk fikri reddediliyor ve Ermenilerin Hıristiyan, Kürtlerinse Müslüman oldukları üzerinde duruluyor. Karakter bakımından Kürtlerin Türklere Ermenilerden daha yakın oldukları bir grafikle gösteriliyor. Varılan hüküm şu:
“Türk ile Kürt arasında dinî ortaklıktan başka soy itibariyle de bir bağın varlığını teslim etmek zaruridir.”
Erzurum Kongresi’nden bir ay kadar önce toplanan bu ön kongreye sunulan raporda işlenenler sanki bugünden geçmişin dağlarına çarparak yankılanmış gibidir. Beraberce şunları okuyoruz:
“Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz yaşayamaz. Geçmişte olduğu gibi gelecekte de Türk ile Kürt’ün aynı tarih, aynı çıkar, aynı hayat sahibi olacaklarını kabul etmemek mümkün değildir. Bu kadar derin ve esaslı bağlarla birbirine bağlı bulunan Doğu vilayetleri Türk’ü ile Kürt’ünü ayırmak her ikisini de ölüme mahkûm etmek demektir. Bugün gözümüzü açarak yaralarımızı öz elimizle sarmaya çalışır, dışarıdan gelen Kürtlük-Türklük gibi ayrıştırıcı telkinlere kulak asmazsak hem memleketimizi kurtarır, hem de herkesin mutluluğunu sağlayacak esasları hazırlarız.”
“Tarihî bir anda bulunuyoruz” diyen bu önemli rapor şöyle sürüyor:
“Duygusallığa kapılarak düşmanlarımıza hizmet etmekten sakınma göreviyle mükellefiz. Son fırsat elimizde. Bunu da kaybedersek tarihimizi aşağılanmayla kapamış ve Hazret-i Kur’an’ı elimizle defnetmiş oluruz. Hakkımızda çevrilen entrikaları, düşünülen felaketleri sonuçsuz bırakmak yalnız bir şeye, Doğu vilayetleri Müslümanlarının ittihad (birlik) ve ittifakına bağlıdır.”
Bundan 106 yıl önce Erzurum’da toplanan Vilayet Kongresi’nde söylenmesi gerekenler söylenmiş aslında.
Eğer Erzurum Kongresi’ndeki şu altına imzamızı gönül rahatlığıyla atacağımız yaklaşım sonradan bozulmayıp devam ettirilebilseydi muhakkak ki ne PKK’ya alan açılmış olur, ne de çözüm süreçlerine ihtiyaç duyulurdu. Ama olan oldu. Bugün geçmişten hisse kapıp geleceğe bakma zamanıdır. O zaman denildiği gibi “Son fırsat elimizde.”
Not: Raporu Bekir Sıtkı Baykal’ın “Erzurum Kongresi ile İlgili Belgeler”den (Ank. 1969, s. 40-52) aktardım.
.
HÜDAPAR Çalıştayı tarihî bir adımdır
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
HÜDAPAR Çalıştayı tarihî bir adımdır
MUSTAFA ARMAĞAN
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 tarihli açıklamasıyla müzmin Kürt meselesinde yeni bir safhaya adım atıldı. Kan dökülmemesi ve silah bırakılması yönündeki bu cesurca hamle, 47 yaşındaki PKK’nın tam manasıyla silahı bırakıp Kürtleri demokratik çatı altına, Meclise toplanmaya davet ediyordu.
Süreç gayet olumlu bir seyir izledi ve hem İmralı hem Kandil hem de diğer partiler, bu arada CHP tarafında da olumlu bir karşılık buldu. Bu defa barış kazanacak, umutları ilk kez hem devlet hem de toplum nezdinde müspet yankılar buldu.
HÜDAPAR’ın 15-16 Şubat 2025 tarihlerinde Diyarbakır’da düzenlediği “Kürt Meselesine İnsani Çözüm Çalıştayı”nın tam da Abdullah Öcalan’ın açıklama yapacağı ileri sürülen tarihe denk getirilmesi manidardı. Gerçi açıklama ertelendi ama Çalıştay, barış sürecine olumlu bir katkı olarak hafızalarda yerini aldı.
Ben de 15 Şubat günü Çalıştayın ilk oturumuna katılarak “Türk-Kürt Kardeşliğinin Tarihî Kodları” başlıklı bir konuşma yaptım. Benden önce Mehmet Metiner, Yıldıray Oğur ve Abdülkadir Turan beylerin konuşmaları olsun, açılıştaki muhtelif görüşlere sahip kanaat önderlerinin sözleri olsun bütünleştirici, barış isteyen ve silaha son vermeyi amaçlayan son derece yapıcı açıklamalardı.
Ben de Bediüzzaman Said Nursi’nin Ankara’da Meclise davet edilişinin Lozan’da İngilizler tarafından gündeme getirilmek istenen, Türkler ile Kürtlerin aralarını açmaya yönelik azınlık hakları veya özerklik tanıma gibi sinsice girişimlerin önünü kesmeye matuf olarak Kürt mebusların iknasına yönelik olduğunu söyledim. (Bu tezin epeyce kişiyi şaşırtmış olduğunu öğrendim.)
İkinci olarak bizim milliyetçiliğimizin Batı tarafından kurgulanıp ithal edildiğini, bu yüzden kendi milletimizin hayalini kuramadığımızı, millet hayalimizin Batılı normlarla açıklanamayacağını ve Kürtlere yönelik yanlışların Batı’nın hayal ettiği millet kavramından çıktığını ifade ettim.
Üçüncü olarak da Pazar günkü yazımda dile getirdiğim gibi 17 Haziran 1919 tarihli Erzurum Vilayet Kongresi’ne sunulan bir layihada Ermenilere karşı Türkler ve Kürtlerin ayrılmaz bir bütün oluşturduğu iddiasının bulunduğunu, aynı layihada “Türk Kürtsüz, Kürt Türksüz olamaz” vurgusunun yapıldığını beyan ettim.
Demek ki dedim, bundan 106 yıl önceki şuura geri dönüyoruz. O zaman mesele Türkler ile Kürtlerin yaşadığı ortak coğrafyada bir Ermeni devleti veya mandası kurulmasıydı, bugün Büyük İsrail ve sınırımızın ötesinde kurulacak piyon bir Kürt devleti tehdidi karşısındayız. Konuşmamı iki halk arasındaki kardeşliği vurgulamanın yeri ve zamanıdır sözüyle bitirdim.
Çalıştayın sonunda hazırlanan bildiriyi sonradan okuma imkânım oldu, çünkü aynı günün sabahı Akit TB’deki canlı yayına katılmak için yola çıkmıştım. Her ne kadar bildiri teker teker imzaya açılmamış ve katılımcıların –en azından benim- onayına sunulmamış olsa da genel olarak Çalıştayın ruhuna uygun bir metin olduğunu söyleyebilirim. Elbette formülasyon ve diline itiraz edeceğim bazı cümleler vardı ama genel olarak müspet bir metin çıktığını söyleyebilirim.
Sonuçta 100 yılık kangren olmuş bir meseleyi konuşuyoruz. Ne hatalar yapılmadı ki şimdiye kadar? Zaten o hatalar yapıldığı içindir ki patinaj yapıp durduk. Mühim olan, konuşabilmek, müzakere edebilmek değil midir?
Fransız filozofu Ernest Renan’ın dediği gibi bir millet, her gün yapılan bir plebisittir yani halk oylaması. Her gün halka soruyor ve evet cevabını alıyorsanız mesele yoktur. Ancak bir plebisitte hayır cevabı evet cevabına yaklaşmış veya geçmişse o zaman yapacağınız şey, plebisiti iptal etmek değil, tekrar be tekrar halka sormaya devam etmektir. Acaba ben mi yanlış anladım? Bir daha soralım demektir. 2013 yılında Akil İnsanlar Heyetinin bir üyesi olarak keşke o zaman da bugünkü olgunlukta halka sorulsa ve cevabı beklenseydi diyebiliyorum. O tarihte aynı heyette bulunduğumuz Mehmet Uçum’un bugün HÜDAPAR’a, Çalıştaya katılanlara ve kendisi gibi düşünmeyenlere parmak sallayıp tehdit eder ve aşağılar hale gelmesi ise hazin ve ibretlik bir vakadır.
.
Öteki Erzurum Kongresi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Öteki Erzurum Kongresi
Mustafa Armağan
Bir değil, iki Erzurum kongresi vardır aslında. 1) Erzurum Kongresi ve 2) Erzurum Vilayet Kongresi. İlkini en azından ismen biliyoruz ama ikincisi hususunda tam bir cehalet içindeyiz.
17-21 Haziran 1919 tarihlerinde toplanan Erzurum Vilayet Kongresi’nin çalışmaları tam da bu amaca, yani bölgenin Ermenilere verileceği ve kurulması tasarlanan Ermenistan devletinin veya mandasının parçası olacağı endişesi altında gerçekleşecekti.
M. Cevad (Dursunoğlu) imzasıyla 10 Haziran günü Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin kararı olarak yayınlanan bir tebliğde şunlar bildirilecekti:
“Memleketlerimizin Ermeni idaresine terk edilebileceğine dair artık kesin belirtiler zuhur ettiğinden buraların korunma işi ahalinin namus ve hamiyetine emanet edilmiş olup Ermeni zulmü altında mahvolmamak için birleşmek vazifesi karşısında bulunduğumuzdan bahsen münasib gördükleri takdirde Erzurum’da veyahut diğer güvenli bir mahalde umumi bir kongrenin akdini civardaki vilayetlere teklif ettik. (30 Mayıs 1919)”
Nitekim Vilayet Kongresi’ne davet mektubu tam da bu günlerin Kürt açılımı ruhuna mutabık şekildedir:
“Hariçten gelen ve Türklük-Kürtlük gibi bir perde altında İslam’ın varlığını baltalamaya çalışan bütün akımları red ile, zevale sürüklenen Hazret-i Kur’an etrafında toplanmayı ve Erzurum Kongresine iştirakinizi teklif ediyoruz (7 Haziran 1919)”
Erzurum Kongresi Türklük ve Kürtlük arasında sokulmak istenilen kundağa karşı birleşmek maksadıyla hazırlanmış da haberimiz yokmuş. Niye bunu yazmaz kitaplar? Niye Erzurum Kongresi üzerinde durulmaz? Türkler ve Kürtlerin öz kardaş olduklarına dair bütün izlerin silinmesine çalışılmıştır da ondan.
Dolayısıyla bir taraftan Erzurum Vilayat-ı Şarkiyye Müdafaa-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti, diğer yandan 12 Şubat 1919›da Trabzon’da kurulan Muhafaza-i Hukuk-i Milliye Cemiyeti’nin gayretleriyle ve Kâzım Karabekir Paşa’nın askerî desteğiyle bir genel kongre düzenlenecek ve Rauf (Orbay) ile Mustafa Kemal Paşa Erzurum’a davet edilecektir.
Karabekir Paşa hatıralarında Erzurum’a gelen M. Kemal Paşa’nın kongreye kabul edildiği sahneyi epey ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır:
“Mustafa Kemal Paşa hazretlerinin Erzurum Kongresine girmek arzusuna karşı Erzurum’da toplanan delegeler itiraz etmişler. Ve benimle irtibat vazifesini yapan Hoca Raif Efendiyle Necati Beyi bana göndermişlerdir. Bu zatlar bana şunu söylediler: Mustafa Kemal Paşa hazretleri[nin] kongreye girmeleri arzusunu heyetimiz kabul etmiyor. Sebebi, sine-i millete sığındığını söylemesine rağmen henüz arkasından [üniformasını] ve padişah yaveri kordonunu çıkarmıyor. Kongre üniforma ile idare edilecekse o makamda sizi görmek isteriz.”
Kâzım Paşa’nın bu teklife cevabı da ilginçtir:
“Daha ilk günden söylediğim veçhile millî hareketimizin milletimizin ruhundan çıktığını medeni cihana göstermek lâzımdır. Uhdesinde sıfat-ı askeriye bulunan bir zatın kongreyi idaresi bir generalin kıyamı [isyanı] mahiyetinde görülür ve bir generalin kıyamı ise medenî milletler huzurunda kıymet ve ehemmiyet verilecek bir hâdise telâkki olunmaz, henüz İstanbul hükûmetine karşı cephe almamak nokta-i nazarından da bu şekil doğru olmaz. Bunun için kumandan olarak emrinizde uhdeme düşen vazifeyi yapmak millî harekâtın prestiji ve muvaffakiyeti bakımından da çok mühimdir. Mustafa Kemal Paşa hazretlerine gelince, askerlikten istifa etmiş bulunduğundan aramızda vazife alması sakıncalı değildir. Üniforma meselesi kendisine nazikâne söylenebilir.”
Maksat, millî iradenin egemen kılınması
Bu konuşma Erzurum garnizon karargâhının misafirhanesinde cereyan etmiştir ve işin ilginç yanı, o sırada odada Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey’in de bulunmuş olmalarıdır. Kongre üyelerine danışmak için dışarı çıkan heyet biraz sonra geri dönerek Karabekir’e güvendiklerini, nasıl karar verirse kongrenin onu esas alacağını söyler. Bunun üzerine Karabekir Paşa, M. Kemal Paşa ve Rauf Bey’i delegelere takdim eder ve kendilerine de kongreye girebileceklerini müjdeler.
Ancak Karabekir’in bir şartı vardır. Hem Mustafa Kemal Paşa’nın, hem de Rauf Bey’in “millî harekâtımızın başından nihayetine kadar bizden ayrılmayacakları hakkındaki” vaadlerini heyetin huzurunda tekrar etmelerini ister. Onlar söz verirken, Karabekir Paşa da bu vaatlerini senet saydığını belirten bir mektupla kongreyi temin verir.
Bu güvencelere rağmen açılışta bir sürpriz yaşanmış, Mustafa Kemal Paşa kongreye askerî kıyafetle girmiş ve kürsüye çıkarak nutuk okumak istemiştir. Bu manzara sivil bir platform olmaya önem veren genel kurul üzerinde olumsuz bir etki yapmış ve Gümüşhane delegesi Kadirbeyzade Zeki Bey kendilerine şu ihtarda bulunmak zorunda kalmıştır:
“Paşa! Evvelâ üniforma ve kordonunu sırtından çıkar, ondan sonra kürsüye gel! Ta ki millî kuvvet askerî tahakküm şekline girmesin.”
Bu cüretkâr uyarının sahibi Kadirbeyoğlu Zeki Bey, yakınlarda yayınlanan hatıratında olayın iç yüzünü şöyle aktarmıştır:
“Yalnız bizim bir düşüncemiz vardır… O da bu millî hareketi askerî olmayan bir kuvvetle idare ederek başa çıkarmaktır. Tarih önümüzde çok canlı bir misaldir… Asıl maksad, inkılabı halkın vücuda getirmesi, halkın başarmasıdır… Bizim gaye ve maksadımız bu işe asker parmağı karıştırmamak, kongrede verilecek kararlar üzerinde milli teşkilat ile halk kudret ve kuvvetinden bir millî varlık vücuda getirmektir.”
Asıl çarpıcı ve şaşırtıcı taraf, bu sert uyarıya Mustafa Kemal Paşa’nın gayet makul bir tepki vermiş olmasıdır. Üç dakika kadar süren ölüm sessizliğini onun kararlı sesi bozmuştur:
“Efendiler, şimdi bu dakikada kanaat getirdim ki, bu memleket hiçbir vakit istiklalini zayi etmeyecek, bilakis parlak istikballere mazhar olacaktır.”
Paşa derhal salonu terk eder ve bir süre sonra Erzurum Valisinden ödünç aldığı sivil bir takım elbiseyle geri döner. Bilahare başkanlığa seçilir ve kongre, çalışmalarına devam eder.
Resmi tarih bir yandan kongrede Kürtler ile Türklerin kardeşlik temasının işlendiğini hasıraltı ederken öbür yandan Erzurum Kongresi olmasa da olurmuş gibi hatalı bir intiba uyandırmaya çalışır.
Ah tarih! Tarihimizin özgürleşmesi ve üvey babalar yerine kendi babasının sesiyle konuşması ne zaman mümkün olacaktır dersiniz?
.
İçtimâî Erdoğan’ı görmeyen yanılır
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
‘İçtimâî Erdoğan’ı görmeyen yanılır
MUSTAFA ARMAĞAN
1999 mahalli seçimlerinden birkaç gün önce yazarlık hayatımda hiç yapmadığım bir işe soyunup kendimce İstanbul Büyükşehir Belediyesi adaylarının karnesini çıkarmıştım. Fazilet Partisi’nin adayı Ali Müfit Gürtuna idi. Ali Talip Özdemir ANAP, Zekeriya Temizel DSP, Yalçın Özer DYP, Adnan Polat ise CHP’nin adayıydı.
Adayları teker teker ele alıp değerlendirdiğim yazı o kadar beğenilmişti ki, okurlar tarafından ‘iddiasız partilerin adaylarını küçümsediğin için mi yazmadın?’ diye sîgaya çekilince ertesi hafta onlara da birer karne vermek zorunda kalmıştım!
Yalnız karneleri dağıttıktan sonra köşemde özel bir kutu açıp önceki başkan Recep Tayyip Erdoğan’ı da değerlendirmek ihtiyacını hissetmiştim. İşte o kısmı ufak tefek rötuşlarla aşağıya alıyorum:
“Osmanlı tarihinde İstanbul’u yönetme geleneği, genç Fatih’in, 1 Haziran 1453 tarihinde devrin önde gelen âlimlerinden Hızır Bey Çelebi’yi İstanbul Kadılığına atamasıyla başlar. Fetihten bu güne kadar geçen 550 yıla yakın zaman içinde İstanbul’dan onlarca yönetici geldi, geçti. Şehremini Cemil Topuzlu Paşa, Vali ve Belediye Başkanları Lütfi Kırdar ile Fahrettin Kerim Gökay, Ahmet İsvan, Bedrettin Dalan, en son olarak da Recep Tayyip Erdoğan yakın dönemde ilk ağızda sayabileceğim isimler…
Erdoğan’ın ismi yalnız bugünlerde değil, 20-30 yıl sonra da diğer “karizmatik” İstanbul belediye başkanlarıyla birlikte anılacak gibi görünüyor. Hiç şüphesiz yukarıda bir çırpıda adları hafızama üşüşüverenler dışında da bu kutlu beldeye hizmetlerde bulunmuş isimler zikredilebilir (mesela Sultan Abdülhamid devrinin sonlarında, 1906 başlarında suikaste kurban giden Rıdvan Paşa gibi). Ne var ki, hafıza denilen o esrarlı kutu geçmişin imbiğinden sadece hayırlı hizmet yapmış olanları değil, hizmetlerini toplumsal veya siyasal taleplerle çakıştıran, bu talepler ve beklentilerle hizmetini hâlelendirenleri damıtıyor garip bir şekilde.
Erdoğan’ın dost-düşman pek çok kesimde uyandırdığı imaj, akmayan suları akıttığı veya çöpleri başarıyla toplattığından değil, bu tekabül ettiği toplumsal ve siyasî talep ve beklentilere başarıyla cevap verebilmesinden ileri geliyordu. Belediye hizmetleri -ki bu alanda başarılı olduğu zaten ortak bir kabul görmektedir- bu birikmiş taleplerin onun şahsında kendisine akacak yatak bulmasından doğan karizmayı taçlandıran, kendisine duyulan güveni pekiştiren faktörlerden ibaretti. Ne Bedrettin Dalan’ın mağrur aristokratlığı vardı onda, ne Nurettin Sözen’in abus bürokratlığı. Erdoğan’ı bize sevdiren tarafı, muhakkak ki samimiyetiydi.
Buna şimdilerde beş yaşındaki kızıma, bir türlü şiir okuyan bir insanın neden hapse girdiğini anlatamayışım gibi ‘önemsiz bir ayrıntı’ da eklenmiş bulunuyor!”
Aradan tam 26 yıl geçti. 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Erdoğan belediye başkanları bağlamında söylediğim “unutulmayanlar” listesine seviye üstüne seviye atlatıp yalnız İstanbul’un değil, Cumhuriyet devrinin de en başarılı siyasetçisi makamına oturmuş bulunuyor.
Bu arada o tarihte olanları anlamlandırmaya çalışan kızım da büyüdü, yurt dışında doktora yaptı ve bugün bir üniversitede psikoloji hocası. Diyeceğim o ki, artık karşımızda yeni bir Türkiye var ve o şiir okuyan adam çeyrek asırdır yeni Türkiye’nin damarlarına mimarlık sanatından melodiler üflüyor.
Sadrazam Said Halim Paşa aslında Sultan 2. Abdülhamid’e tamamen muhalifti ama muhalefeti şu gerçeği söylemesine engel olmamıştı:
“Sultan Hamid dünyaya gelmemiş olsaydı yine kendi muasırları bir Sultan Hamid’in meydana gelmesine sebebiyet vereceklerdi.”
Bir başka deyişle Paşa bir “içtimâî Abdülhamid”den söz ediyor ve ‘onu şahıs olarak görmekle yanılıyorsunuz, o bir neslin eseridir’ diyordu.
İşte bugüne kadar onca kumpasa, darbe teşebbüsleri ve muhtıralara rağmen ayakta kalmayı başaran Erdoğan gerçeğini bu İçtimâî Erdoğan çerçevesinde görmezsek yanılırız:
Burada Erdoğan’ın şahsı değil mesele. Erdoğan bir şahs-ı manevî yani ortak kimlik olarak orada. Ve zırhı millet olan birini o milleti yıkmadan bertaraf edemezsiniz. O millet ve şimdilerde onun kıymetini idrak eden devlet ki nice yıldır bu Erdoğan’ı yana yakıla beklemişti.
.
Osmanlı’da bilim var mıydı?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Osmanlı’da bilim var mıydı?
MUSTAFA ARMAĞAN
Ne demişti Prof. Dr. Fuat Sezgin:
“İşin ilginç tarafı, Müslümanların tarihte ne kadar büyük yerleri olduğuna önce Müslümanları inandıracaksın. Bu da işimizin ne kadar zor olduğunu gösteriyor.”
Bir başka profesör, merhum Necmettin Erbakan ise şunları demişti 1977 yılında:
“Defterdar dokuma fabrikaları (Feshane) bundan 150 sene önce yapılmıştır. O tarihte İngiltere’de yapılan fabrikaların dört misli büyüklüktedir. Modern sanayi İngiltere’de doğdu diyorsanız sizin yaptığınız o tarihteki dokuma fabrikalarını getirin, bizim yaptığımızı yan yana kuralım, aradaki farka bakınız. Şimdi biz bugün ‘İyi, yaşasın, dört misli fazla (büyük) yapmışız’ diye seviniyoruz. Halbuki 150 sene önce İngiltere böyle bir fabrika yaptığına göre, elbette Osmanlı İmparatorluğu’na bunun 4 mislini yapmak yakışır diye herkes düşünüyor (olmalı). Onun için kendimizi ıslah etmeye mecburuz. Onun için üzerimizde yapılmış olan yanlış propagandaları silmeye mecburuz.”
Şimdi Osmanlı’da bilimin 19. asırda ne durumda olduğuna bir misal olmak üzere Hekimbaşı Mustafa Behcet Efendi’nin hayatına göz atalım.
Mustafa Behcet Efendi 1774 yılında Hekimbaşı Hayrullah Efendi’nin torunu olarak dünyaya geldi. Kardeşi Abdülhak Molla da kendisi gibi hekimbaşılık makamına oturmuştur.
Behcet Efendi medrese eğitimi gördükten sonra Süleymaniye Tıp Medresesi’nden mezun oldu. Arapça, Farsça, Fransızca, Latince ve İtalyanca öğrendi. Şeyhülislamdan sonra en yüksek makamlar olan Anadolu ve Rumeli kazaskerliklerine layık görüldü. Şairdir ayrıca. Son uykusunu Üsküdar Doğancılar’da Nasuhi Tekkesi haziresinde büyük babasıyla birlikte uyumaktadır. (Üstad Kadir Mısıroğlu buraya defnedilen son kişidir.)
14 Mart Tıp Bayramı varlığını Behcet Efendi’ye borçludur dersem bilgilendirici bir adım atmış olurum. 1827 yılında Tıbhane-i Âmire’nin (ve içinde bir sınıf olarak Cerahhanenin) kuruluş teklifini padişaha getiren, kurucusu ve nâzırı (müdürü) olan Behcet Efendi modern tıbbın Osmanlıdaki kurucusu sayılır.
İlklerin adamı olan Behcet Efendi aynı zamanda dünyada modern karantina uygulamasını başlatan kişidir. Osmanlı’da karantina teşkilatının kurulması onun eseridir. Onun zamanında kurulan Yüksek Karantina (Tahaffuz) Meclisi bugün Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü adıyla faaliyettedir. Osmanlı’nın başlattığı, Avrupa’nın da dikkat kesildiği karantina uygulamaları zamanla dünyaya yayılacaktır.
Telif ve tercüme olmak üzere 20’ye yakın eseri bulunan Mustafa Behcet Efendi’nin çiçek aşısı, fizyoloji, tarih, frengi, folklor, sağlık rehberi vb. hakkındaki kitaplarından başka burada sözkonusu edeceğimiz “Kolera Risalesi” üzerinde yeterince durulmamıştır.
Mustafa Behcet Efendi’nin halkı bilgilendirmek maksadıyla yazdığı 12 sayfalık Kolera kitapçığı Miladi 1831 tarihinde 4,000 adet basılmış ve devlet büyükleri, sivil ve askeri görevliler ile mahalle muhtarlarına ücretsiz dağıtılmıştır.
Kolerayı Avrupa’ya öğreten kitap
Tabip ve bilim tarihçisi Prof. Dr. Aykut Kazancıgil Kolera Risalesi hakkında şu tespitlerde bulunur:
“Henüz mikrobu keşfedilmemiş olan kolera hakkındaki epidemiyolojik gözlemlerini yayınlamıştır. Özellikle epidemilerin (salgınların) çıkış noktası hakkındaki gözlemleri dikkat çektiğinden bu risale, Almancaya çevrilmiş ve önemli bir dergide yayınlanmıştır. Türkçeden yabancı dillere yapılan ilk çağdaş çeviri olan bu gözlem kitapçığı, yıllar sonra bir defa daha ve önemi dolayısıyla Fransızcaya çevrilmiştir.”
İlk olarak 1820 yılında Hindistan’ın Ganj kıyılarında ortaya çıkan ve oradan dünyaya yayılan kolera salgını hakkında bilgi vermekle yetinmeyen yazar söz konusu hastalığın nasıl tedavi edileceğini de anlatmaktadır.
Eserden derli toplu bir şekilde ilk bahseden Dr. Feridun Nafiz Uzluk onu şu şekilde tanıtmaktadır:
“Epidemiologie bakımından büyük önemi olan bu Dergi (kitapçık) ile o zemanlar henüz Mikrobu keşf edilmiyen (keşfi 1883’de Alman R. Koch tarafından Mısır’da vukua gelmiştir) Cholera hakkında, Korunması, Tedavisi, seyri gibi dikkati çeken sorguları (meseleleri) aydınlatıyor.” (“Cholera Risalesi”, Türk Tıp Tarihi Arkivi, Cilt 1, No 4, 1935, s. 145-151.)
Devamında kitapçığın “Türk tıbbının küçük bir abidesi” olduğunu söyleyen Dr. Uzluk’un bir de üzüntüsü vardır. Şöyle yazar 1935 yılında:
“Kitabın diğer interessan yönü Europaca tanınması ve Alman diline tercüme edilmesidir. 19 uncu asırdaki Modern Türk tıbbının Fenni bir küçük abidesi olan mini mini kitab: Cholera. Hufelands Journal Band 74 oder 67 des Neuen Journals, Seite 33-47. «Die Cholera - Epidemie zu Konstantinopel und Verhaltungsmassregeln dabei» von Bechzet, Leibarzt des Türkischen Kaisers. Aus dem Türkischen übersezt und mit Amerkungen begleitet vom Fursten Demetrius Maurocordato zu Berlin.» Eğer şu Hufeland Mecmuaları
elimde olsaydı Maurocordato’nin hangi maddeleri şerh ve tafsil ettiğini anlardık.” (s. 143)
Bundan sonra kitabın 1831 yılında basılan Türkçesi ile başka bir kaynakta bulduğu Almanca tercümesini yayınlayan Dr. Uzluk’un hayıflanmasını bugünün imkânlarıyla giderebilecek durumdayız. Risalenin Almanca neşrine tarihçi Yeşen Dursun beyin gayretiyle ulaştık. (Kitap Arapçaya ve Fransızcaya da tercüme edilmiştir.)
Bir Osmanlı âliminin kolera hastalığı hakkında yaktığı aydınlanma ateşi Almanya, Tunus, Fransa derken dünyaya yayılmış, hem Osmanlı insanına, hem de insanlığa Tıp Bayramı, karantinahane ve kolera salgını hususlarında mühim hizmette bulunmuş olmanın huzuruyla aramızdan ayrılmıştır.
Mustafa Behcet Efendi’nin aziz ismini “Millî” olduğu iddiasındaki Eğitim Bakanlığımız ders kitaplarına geçirmekte pek cimri davransa da biz unutmayacak ve unutturmayacağız.
Üsküdar’da Nasuhi Camii’nin önünden geçerken yola bakan mezar taşlarından birinin “Gel evlat, sana Osmanlı’da bilim var mı yok mu? Anlatayım” dediğini duyduğunuz gün öz babanızla konuşmaya başlamışsınız demektir.
..
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Rus kadınların eseriydi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
8 Mart Dünya Kadınlar Günü Rus kadınların eseriydi
Mustafa Armağan
Bundan tam iki yıl önce Yeni Akit’te aynı başlıkla bir yazı yayınlamış ve resmi Kemalist tarihin Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının Avrupa’daki ve dünyadaki birçok ülkeden önce verildiği yalanını çürütmüştüm.
Özetlemem gerekirse: Kemalist propagandanın salladığının tam tersine kadınlara oy hakkı erken değil, geç verilmişti, bir. 1946 yılına kadar erkeklerin bile seçim hakkı yoktu ki kadınların olsundu, iki. Başörtülü kadınların seçilme hakkı için ise tam 80 yıl beklenmesi gerekmişti, üç.
Kemalizm’in beyinler üzerinde bir yalan makinesi şeklinde çalıştığının ispatı olan bu üç yalan dışında temel bir yalan daha vardı: 8 Mart tarihinin kendisi yalandı. Hem de baştan ayağa.
Feministlere göre; 8 Mart 1857 yılında New York’taki bir tekstil fabrikasında iş şartlarının düzeltilmesi için direnişe başlayan 40 bin kadın işçi polisin saldırısı sonucu fabrikada kilitli kalmış. Çıkan yangında kaçamayan 129 kadın işçi o gün yanarak can vermiş. Güya bu işçileri polis dışarı çıkarmamış.
İşte her yıl Dünya Kadınlar Günü’nün 8 Martta kutlanmasının gerekçesi yangında kadınların ölmesiymiş.
Bu efsanenin tek kusuru, böyle bir olayın 8 Mart 1857’de yaşanmamış olmasıdır!
Malum, feministlerimizin boynu Fransa karşısında kıldan ince: Fransa’da imal ve icat edilen bir yalanı kopyala-yapıştır usulü almış ve piyasaya sürmüşler. Ve bu yalanı yıllar yılı tekrarlaya tekrarlaya muhafazakârların kanaat önderlerine kadar nüfuz ettirmeyi başarmışlar.
Fransız tarihçi Françoise Picq’in 1970’lerin sonunda bitirmiş bu efsaneyi aslında ama bizim feministlerin işine gelmediği için ördükleri zırhtan içeri bırakmamışlar ışığını.
Picq kadın tarihi araştırmalarına başladığında şu basit sorunun peşine düşmüş: 1857 yılının 8 Martında gerçekte ne oldu?
Hiçbir şey…
O gün ne New York’ta, ne de ABD’de bize anlatılana benzer mahiyette dahi bir olay yaşanmamış. O tarihte çıkan ABD gazetelerini araştırdığında böylesine büyük bir olaydan bahsedildiğine rastlamamış. Ne yangın, ne grev, ne 40 bin kadın işçinin direnişi… Sonra bir fabrikada futbol sahasına zor sığan 40 bin kadın işçi nasıl toplanacak?
Efsanenin ilk ayağı kafasında çöktükten sonra Fransız tarihçi başka bir sorunun peşine düşmüş: O zaman bu efsane nereden ve ne zaman çıktı?
Bu noktada bir sürpriz karşılamış Picq’i. Fransız tarihçi, “8 Mart 1857 protestosundan ilk kez 1955’te Fransız günlük gazetesi L’Humanité söz etti” diye yazmış bir makalesinde. O zamandan beri her yıl basında yer ala ala bu efsanevi köken gerçekliğin önüne geçmiş.
Ne harika değil mi? 1857’deki olayı biz vukuundan 98 yıl sonra, ABD’de çıkan bir gazeteden değil, Fransa’da çıkan bir yazıdan öğrenmiş oluyoruz!
İyi de aradaki 98 yıl boyunca bu olaydan neden bahsedilmemiş?
Cevabı gayet basit: Grev ve yangın türünden bir olay yaşanmadığı için.
Bitti mi? Biter mi hiç!
Aslında New York’ta bir yangın ve ölüm olayı yaşanmış ama 1857’de değil, iddiadaki olaydan tam 54 yıl sonra.
“1911’de New York’ta 123’ü kadın 146 tekstil işçisi, çalıştıkları fabrikanın yanması sonucu can vermişti. New York tarihinin bu en kanlı iş cinayeti, kentin göbeğinde Manhattan’daki Triangle Gömlek Fabrikası’nda meydana gelmiş, çoğunluğu 14-23 yaş aralığında olan 123 kadın işçinin sonu olmuştu. 1857 efsanesinin muhtemel ilham kaynağı gibi görünen 1911’deki fabrika yangınının, kârdan başka bir şey düşünmeyen sermayenin ne ilk ne de son katliamı olduğunu herkes biliyor.” (Eren Karaca, “8 Mart’ın Tarihi: Sosyalist mücadelenin günü”, Gelenek, Sayı 154, Mart 2021)
Ölenlerin içerisinde erkeklerin de bulunduğu gerçeği bir yana, 1911’deki olayda ne bir direniş vardı, ne de grev ve polisin kapıları kapatması (ayrıca yangın 8 Mart’ta değil, 25 Mart’ta çıkmıştı). Tamamen işverenin ihmalkârlığı söz konusuydu ve 10. kattaki işçilerin kapılar güvenlik amacıyla kilitli olduğu için (hırsızlık olmasın diye kapılar kilitlenirdi o zamanlar) dışarı çıkamamış, yangın merdiveni de izdiham sebebiyle yamulmuş ve işe yaramamıştı.
Bu da elbette kapitalizmin vampirliğiyle ilgili bir olaydı ve burjuvaziye düşman olmak için yeterli bir sebepti.
Toparlarsak 1857’de olmayan yangın, 1911’de yaşanmış ama bunun grevle, direnişle bir alakası kurulamamıştı. O zaman 1911’deki olayı al, 1857’ye taşı ve işin içine kapitalist vampirlerin kan içiciliğini anlat, öyle değil mi? Yani kapitalizm düşmanlığı yap. Yok, bizim feministler kapitalizm düşmanlığı yapmaz, İslam düşmanlığı yapar 8 Mart’ta. İslam’ın /geleneklerin kadınları geri bıraktırdığı masallarını tekrarlar ama zinhar kozmetik sanayiinin kadınları nasıl sömürdüğünden dem vurmaz. Aslında 8 Mart’ta bir şey oldu ama kapitalizmin başkenti New York’ta değil, Rus Çarlığının başkenti Saint Petersburg’da.
1917 yılına kadar 8 Mart’ı bir tarih başlangıcı olarak almak için herhangi bir “Milat” yok. ABD’de Kadınlar Günü kutlandığı söyleniyor ama Şubat’ın son Pazar gününde!
Öte yandan 2. Enternasyonal Sosyalist Kadınlar Konferansı 1910 yılında Kopenhag’da toplanmış ve Alman sosyalist Luise Zietz uluslararası bir kadın günü çağrısını dillendirmiş, konferansın başkanlığını yapan Clara Zetkin’in desteğiyle kabul edilmişti ama hâlâ 8 Mart yoktur ortalıkta.
Bunun için 7 yıl daha beklememiz ve Rus Çarlığının başkentine gitmemiz gerekecektir. Nitekim Rusya’da eski Rus takvimine göre 23 Şubat tarihinde Kadınlar Günü sosyalistlerin bir protesto eylemine dönüşecek ve ünlü Şubat devrimi onu takip eden 4. günde gerçekleşecekti.
İyi de hâlâ 8 Mart’a agâh olamadık. Kadınlar Günü neden 8 Mart’ta kutlanıyor? Diye soruyorsanız onun cevabı burada gizli. Ruslar o tarihte Ortodoks takvimini kullanıyordu ve 23 Şubat Miladi takvimle 8 Mart ediyordu. (Bizim tarihimizdeki 31 Mart ayaklanmasının 13 Nisan’da vuku bulması gibi.) İşte Çarlığın devrilmesine giden en büyük hamlelerden biri olan bu Kadınlar Günü bir imparatorluğun idam ipini çekmiş, Çar 4 gün sonra tahttan çekilmişti.
Sosyalistlerin 8 Mart’ı Kadınlar Günü olarak sabitlemelerinin sebebini buradan anlayabilirsiniz. Onlar için bu gün bileklerinin hakkıyla kazanılmış bir zaferdi. Rus Çarlığı kadınlar sayesinde yıkılmaya başlamıştı. Bu, gurur verici bir olaydı. Onun için Rusya’da her 8 Martta kadınlara mevki ve sıfatı ne olursa olsun tebrik sadedinde çiçek verirler.
Fransız tarihçi Picq’in bir tezi daha var yalnız: Soğuk Savaş döneminde 8 Mart’ın tarihinin 1917 yılından 1857’ye, yerinin de Rusya’dan ABD’ye kaydırılmış olması manidardır. Çünkü ABD’nin başını çektiği Hür Dünya Kadınlar Günü’nü sosyalistlerin elinden almak istiyorlardı. Komünistler ise bu kaydırmaya şiddetle karşı çıkar ve komünist feminizmi yerine burjuva feminizmini ikame etmek isteyenlere ateş püskürürdü. Kadınlar Gününü kendilerinden çaldıkları için tabii.
Artık Kadınlar Günü’nde komünistin de, kapitalistin de Kapitalizmin çarkına su taşımakta üstüne yok. Geride, olmayan bir 1857 efsanesinin köpürtülmesi ile 1917’de Petersburglu kadınların cesur protestosunun tarihten silinmesi kalıyor.
Ne bu düşünceleri savunacak sosyalist kaldı, ne de kozmetik barbarlığın kadınlar üzerinde kurduğu tahakkümü sorgulayan. Varsa yoksa “Kadınlar Günü kutlu olsun” lafı.
.
Fatih gemileri karadan yürüttü mü?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Fatih gemileri karadan yürüttü mü?
MUSTAFA ARMAĞAN
TRT1’de yayınlanan Mehmed: Fetihler Sultanı adlı dizi bütün heyecanıyla sürüyor. Tabiatıyla okurlarım da soruyor: Fatih Sultan Mehmed gemileri gerçekten karadan geçirmedi mi?
Bazı iddialar şunlarmış:
1) Gemilerin karadan yürütülmediğini artık neredeyse herkes kabul ediyormuş ve bu bir masalmış.
2) Kaynaklarda gemilerin iki gecede yürütüldüğünden söz ediliyormuş.
3) Gemilerin geçirileceği alan yokuş, tümsek ve çukurlarla dolu ve sık bir ormanlık alanmış. Dolayısıyla sadece ağaçların kesilmesi bir ay alırmış.
4) Eğer gemiler Kasımpaşa’dan indirilmiş olsaymış, Bizanslılar daha yoldayken gemilerin gelişini görürmüş.
5) Bu gemiler Haliç’in ormanlık bölgesinde kalan Okmeydanı’nda yapılmış ve yapımına 7-8 ay öncesinden başlanmıştır. Bu iddiaya dayanak olarak da iki ‘kaynak’ zikrediliyor: Evliya Çelebi ile Müneccimbaşı.
Sırasıyla cevaplandıralım:
Masal, öyle mi? Kuşatmayı yaşamış şahitlerin anlattıkları da mı kâr etmiyor? Nicolo Barbaro Bizans’ın içinden anlatıyor yetmiyor, Tursun Beğ dışından anlatıyor olmuyor, ilk tarihçilerimizden Neşrî anlatıyor, kâfi görülmüyor, Âşıkpaşazade yetmiş pare gemi ‘kurudan’, yani karadan yelken açtı diyor, kaale alınmıyor, Venedikli Zorzi Dolfin de atıyor anlaşılan. Bütün bu fethi ya yaşamış ya da en yakınlarından dinlemiş olanlar birleşmiş ve bir masal uydurmuş. Birbiriyle ilgisiz şahitlerin aynı olay üzerinde ittifak etmiş olmaları gemilerin karadan yürütüldüğüne en büyük kanıttır ve o ‘herkes’ her kimlerse hiçbir kıymet ifade etmez.
Sonra gemilerin bir veya iki gecede yürütüldüğünü iddia edenler Bizanslılardır, Osmanlılar değil. Bizim kaynaklarda gün verilmez. Peki Bizanslılar neden bir gecede diyor? Onlar ilk gemileri ancak sabahleyin görebildi de ondan. Oysa Feridun Emecen’in de belirttiği gibi (İstanbul’un Fethi Olayı ve Meseleleri), hazırlıklar en az iki hafta öncesinden başlamış olmalıdır. Belki de daha önceden, yani Rumeli Hisarı’nın yapımıyla eşzamanlı olarak
Gemiler Haliç sırtlarında yapıldı deniliyor. Halbuki orası hiçbir zaman bir orman arazisi değildi. Belki yer yer ağaçlar vardı Tophane sırtlarında, nitekim Fındıklı isminin buradaki fındık ağaçlarından geldiği söylenir. Yani öyle dev ve sık ağaçlıklar mevcut değildi. Şunu da belirtmek yerinde olur ki, o zamanlar Tophane semtinde bulunan Karabaş deresi yatağının kullanılmış olması da ihtimal dahilindedir. Bu durumda dere yatağı genişletilip düzeltilerek gemilerin geçmesine uygun bir hale getirilmiş olabilir.
Görseler ne yapabileceklerdi Bizanslılar? Osmanlı ordugâhı Okmeydanı’ndan Kasımpaşa sahillerine kadar uzanıyordu. Yani Bizans ve Venedik gemileri buralara çıkamıyordu ki! Neden? Osmanlı topçuları onları keklik gibi avlardı da ondan. Bu yüzden bugünkü Galata Köprüsü ile Eyüp Köprüsü arasına sıkışıp kalmıştı Bizans donanması. Görseler de ellerinden bir şey gelmezdi yani. Nitekim gelmedi de.
Fatih zincirin önüne bir filo göndererek Bizans gemilerini meşgul etti bir süre. Bu arada Galata’nın üzerinde bir tepeye yerleştirdiği havan toplarına aşırtma atışlar yaptırarak, bu gemilerin Haliç’e indirilmiş Osmanlı gemilerine hücumunu engelledi. Böylece Bizans donanması Haliç’in ağzında çakılı vaziyette kaldı kuşatma boyunca. Bir tek işe yaradı bu gemiler: İstanbul düşünce mağluplarını Avrupa’ya kaçırmaya.
Gemilerin Okmeydanı ormanlarında yapılıp Haliç’e indirildiği iddiası geçerli olamaz, zira suya indirilip sınanmadan bir gemi yola çıkamaz, çıksa da az sonra batabilir. Bu gemiler daha önce muhakkak denenmiş olmalıydı. Karada gemi yap, denize indirir indirmez yüzsün, üstelik savaşsın. Olacak şey mi bu?
Bu iddia sahipleri Evliya Çelebi’ye dört elle sarılıyor. Halbuki Evliya Çelebi fetihten yaklaşık 230 yıl, Müneccimbaşı ise 250 yıl sonra öldü. Kaldı ki, bu iddia Sadrazam Mahmud Paşa’nın menkıbelerinin anlatıldığı bir halk kitabına dayanır. Yani dayandıkları kaynak bir evliya menakıbnamesidir.
72 parça geminin asıl görevi ise Haliç üzerine köprü kurmaktı. Yan yana geldiklerinde Haliç’in yaklaşık 350 metrelik en dar yerlerinden biri olan Defterhane iskelesiyle Kumbarahane arasında bir köprü oluşturduklarını söylemekle yetineyim.
.
Efsane vali Recep Yazıcıoğlu Kürt sorununun çözümünü de söylemişti
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Efsane vali Recep Yazıcıoğlu Kürt sorununun çözümünü de söylemişti
Mustafa Armağan
Bundan 22 yıl önce elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz “süper vali” veya “efsane vali” diye meşhur olan Recep Yazıcıoğlu (1948-2003) Tokat, Aydın, Erzincan ve Denizli’deki valilik yıllarında birçok ilke ve sürpriz çıkışa imza atmış, rafting sporunu geliştirmek dahil Erzincan’da Can Havayolları’nı kurmak için de gayret göstermişti.
Katı bürokrasinin ve devletin ceberut niteliklerinin kalkınmamızın önündeki en inatçı engeller olduğunu vurgulamaktan bıkmayan Vali Yazıcıoğlu renkli konuşmalarıyla da temayüz etmiş, yalnız valilik yaptığı illerde değil, çıktığı televizyon programları ve verdiği röportajlar kamuoyunun ilgisini üzerinde toplayınca Türkiye çapında tanınan bir yarı politik şahsiyet haline gelmişti.
Özellikle devlet-millet işbirliği ile yapılan ilk proje özelliğini taşıyan Başpınar Köprüsü’nün inşa hikâyesini Ayşe Kulin’in Köprü adlı romanında kaleme almasından sonra daha fazla tanındığını söylememiz gerekir (bilahare 65 bölümlük Köprü dizisi de çekildi). Yine kendisini anlatan Vali adlı film de onun şüpheli ölümü üzerinde durmaktadır.
Öte yandan sıra dışı fikirleri, birbirinden ilginç çıkışları, bürokrasinin hantallığını aşarak halka doğrudan ulaşması, ayrıca entelektüel birikimi merhum Recep Yazıcıoğlu’na valilik yıllarında benzersiz bir popülarite de kazandırmıştı.
2003 yılında, Denizli Valiliği sırasında geçirdiği şüpheli bir trafik kazası sonunda hayatını kaybeden Yazıcıoğlu’nun son derece ilginç ve statükoyu sarsan fikirleri bulunuyor. Aşağıya bu tür görüşlerinden bir demeti bırakıyorum.
Kaynağım, sağlığında yayınlamış olduğu şu kitabıdır: Recep Yazıcıoğlu, Bu Sistem Değişmeli: Alternatif Bir Yaklaşım, Birey Yayıncılık, İstanbul, 1995.
Manevî değerlerin önemi hakkında şunları söylemiş “efsane vali”:
“Manevi değerleri, inançları, tarihi geçmişi zorlayarak, yok sayarak geleceği kuramayız. 70 yıldır, bu konuda, akan ırmağı tersine çevirme çabası, artarak devam etmektedir. (s. 20)
Yazıcıoğlu bugün dahi tartıştığımız Laisizm ve kimlik bunalımı hakkındaki düşüncelerini şöyle ifade etmiştir:
“Batı’da, orta çağlarda, kilisenin, ruhbanın dayatmasına karşı oluşan tepkinin ifadesi “Laisizmi”, bu süreci hiç yaşamamış, aksine din adamını sistemin içine yerleştirmiş, Türk toplumuna, doğduğu yerden çok daha katı bir şekilde, Demokles’in kılıcı gibi dayatırsan sonuçta, kimlik buhranı, kaos, anarşi ve kargaşa yaratırsınız. (s. 20)
Tek Parti zihniyetinden kurtulabildik mi? sorusuna şu net cevabı vermiştir:
“Tek parti devri zihniyet ve geleneğinden kurtulabilmiş değiliz.” (s. 45)
Ceberut devlet anlayışına artık son verilmesi gerektiğini açıkça şöyle savunmuştur:
“60 yıllık Cumhuriyet tarihi yasaklarla, dogmalarla ve dayatılan resmi ideoloji ile bugünkü tıkanmışlık ve çözümsüzlük noktasına gelmiştir. Tepeden inmeci, vesayetçi, dogmacı, ceberut, afurlu tafurlu yönetim ve yönetici anlayışıyla, 50’li yılların sonrasının Demokratik açılımlarına rağmen çağın gerektirdiği insan hakları ve katılmalı yönetim anlayışına gelememiştir.” (s. 167)
Yabancılaşmış aydın meselesi hakkındaki görüşü ise şudur:
“Halkına yabancı, halkıyla arasına mesafe koyan, geleneğine, tarihine, kültürüne bu derece uzak aydınları olan bir başka ülke var mı? bilmiyorum. Prof. Şerif Mardin Cumhuriyetin İslamla barışık olmamasını ve İslamı dışlamasını en büyük eksiklik olarak tesbit etmiştir. Bin yıllık bir devleti son 70 yılda yeniden var edemezsiniz. Kültürüyle, tarihiyle, geleneğiyle, yaşama biçimiyle, inancıyla bir ırmak gibi akıp gelen bir oluşumu tersine çeviremezsiniz, mecrasını değiştiremezsiniz. Bunu Marksist sistemler bile gerçekleştirememiştir.” (s. 185)
Recep Yazıcıoğlu’na göre Tanzimat’a kadar kısmen yerelin elindeki vakıf, cemaat, lonca, tarikat şeklindeki inisiyatif, Tanzimat’tan sonra tamamen devlete, devlet adına bürokrasiye geçmiştir. Bunun sonucunda da havalecilik, beleşçilik, ihalecilik, taşeronluk, kurtarıcıların peş peşe gelmesi halkta bir kurtarıcı kültürü oluşturmuştur. Böylece halk devletten çok şey beklemiş, devlet de edebileceği her şeyi vaad etmiştir. Bu da halkın organizasyon kabiliyetini yitirmesine yol açmıştır. Sonuçta bir zamanlar sivil kesimlerin yaptığı bütün işlevler devlete devredilmiş, her şey ondan beklenir hale gelmiştir. Sivil toplum zayıf bırakılmıştır.
Başkanlık sistemini 1995 yılında savunmuş olan Recep Yazıcıoğlu Osmanlı sisteminin başkanlık sistemine yakın bir model olduğu kanaatine varmıştır. Ona göre Başkanlık sistemiyle birlikte yasama ve yürütme birbirinden ayrılacak ama birbirini denetleyecektir.
“Bedeli ödenmeyen gelişme ve kalkınma olmaz” diyen süper vali, “Organize olmayan toplumlar demokratikleşemez” kanaatindedir. Bir ülkede ne kadar çok dernek, vakıf, sendika, organizasyon varsa demokratik ortam da o oranda oluşur. Mevcut katı, merkeziyetçi, vesayetçi, dayatmacı yapı, ideolojiyi de yaşama biçimini de en ince ayrıntılarına kadar belirlemiştir. Ayrıca sivil oluşumlara da sıcak bakmamış, kendi egemenlik gücüne toplumun sorgusuz sualsiz tâbi olmasını istemiştir. “Devlet yeniden tanımlanmalıdır. Patron devlet, halkına ideoloji sunan devletin yerini, demokratik, teknik devlet almalıdır.”
Bugün artık “Kürt meselesi” dediğimiz asırlık düğüme de el atan Yazıcıoğlu yerel yönetimlerin (mahalli idarelerin) güçlendirilmesinden yanadır. İl sayısı artırılmak yerine düşürülmeli, 40’a indirilmelidir.
Burada “Kürt sorunu” karşımıza çıkmaktadır. Eğer yerel yönetimler fazla güçlendirilirse Doğu illeri bundan nasıl etkilenecek, daha doğrusu ülke bölünmeye gitmeyecek midir? sorusu akla gelmektedir. Yazıcıoğlu’nun buna cevabı hayırdır:
“PKK ve terör sorununun çözümleri arasında ve en başta yerelleşme, katılmalı yönetim yer alır. Sisteme yabancı yöre halkı, bölgenin elverişsiz doğal şartları ile beraber, bir kısım kamu görevlilerinin yanlışlarını da devlete mal ederek, gelişememenin tüm faturasını devlete çıkarmaktadır. Sisteme ortak edilecek insanlar, aynı kolaycılığı ve havaleciliği yapamayacaktır. Devlet-millet sentezini gerçekleştiren demokratik devlet daha güçlüdür. Devletin gücü afurunda-tafurunda, polis ve jandarmasında değil çokça demokratik yapısındadır.” (s.18)
30 yıl sonra bu sıradışı valinin düşüncelerini yeniden okurken ey Türkiye, dedim kendi kendime, erken öten horozlarının kadrini, kıymetini keşke zamanında bilseydin. Bilseydin de bunca sıkıntıyı geç uyanmasıyla maruf halkın çekmeseydi.
Rahmet üzerine yağsın!
.
CHP’li bakan İstiklal Savaşı’na gelen yardım parasını borsada batırmıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
CHP’li bakan İstiklal Savaşı’na gelen yardım parasını borsada batırmıştı
MUSTAFA ARMAĞAN
Dün Ekrem İmamoğlu ve avenesinin gözaltına alınmasıyla dengeler altüst oldu bir kere daha. Kartlar yeniden karılmaya başladı.
Şu kadarını söyleyeyim ki, eskiden beri böyleydi CHP.
CHP tarihinde üstü kapatılmış nice yolsuzluklardan biri vardır ki, İmamoğlu ekibinin yolsuzluk iddialarına tarihten bir ışık düşürecek niteliktedir.
Milli Mücadele yıllarında Rusların bize 1 milyon altın yardım ettiklerini biliyoruz. İkinci partide alınan 500 bin altının 100 bini askerî müşavir olarak Moskova’ya giden Safvet (Arıkan) ve Nuri (Conker) beylere teslim olunarak silah, uçak ve mühimmat satın almak üzere Almanya’ya gönderilmişti.
O Safvet Arıkan ki aşağıda anlatacağımız vatana ihanet derecesindeki vahim skandaldan sonra ödüllendirilir gibi Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıkları ile CHP Genel Sekreterliği koltuklarına oturtulacaktır.
I. Dünya Savaşında yenilmiş ve Versay Barış görüşmelerinden ağır bir tazminat yüküyle çıkmış olan Almanya’da piyasaların ensesinde enflasyon canavarı vardır, her enflasyonist ekonomide olduğu gibi borsa kârlı bir spekülasyon aracıdır.
Güya Alman Markına çevirdikleri Rus altınlarıyla silah almak için kapı kapı dolaşmakta olan Safvet ve Nuri beyler bu sırada uyanık bir Alman borsacıyla tanışırlar. Borsacı kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak yerine niye beklettiklerini sorar. Üstelik enflasyon meblağı günden güne eritirken... Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler midir?
İki ahbap çavuşa gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul ederler ve o sırada Milli Mücadele’nin su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duyduğu silah parasını olduğu gibi borsaya yatırırlar. Sonuç tam bir fiyaskodur. Paralar Alman borsasında batar. Sözde yanlış kâğıda oynamışlardır(!). Neticede Alman borsacının, borsa nedir bilmeyen gafil(!) subaylarımızı aldattığı anlaşılır ve milletin parasını batırmış olarak ellerini çırparak dönerler Ankara’ya.
Bu yüklü miktardaki paranın göz göre göre çarçur edilmesi tabii ki, Mecliste şiddetli bir tepki uyandırır. Nuri ve Safvet beyler Divan-ı Harbe (Yüce Divana) verilir. Lakin onlara kim dokunabilirdi ki? Kollandıkları için sonuç çıkmaz ki, neden çıkmadığını daha önemlidir.
Garibanlar en ufak bir kusurlarında darağacını boylarken yargı iki ahbap çavuşun Almanya’da onca parayı batırmasında nasılsa kasıt unsuru bulamamış, bu vahim skandala bir “kaza” muamelesi yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde vekillik, bakanlık ve CHP genel sekreterliği dahil kritik roller oynayacak ikilinin “irtikâb” suçu ört bas edilmiştir.
Kâzım Karabekir Paşa Bir Düello Bir Suikast adlı kitabında 1933 yılında bir gazetede kendisine iftira atan Nuri Conker’in vaktiyle yardım paralarını nasıl yediğini, buna karşılık Mustafa Kemal tarafından nasıl korunduğunu ve şimdi neden tetikçilik yaptığını olanca netliğiyle ortaya koyar.
Karabekir Paşa Nuri Conker ile Harp Okulu’nda aynı sınıfta okumuş, onu Manastır’da İttihad ve Terakki’ye kendisi kaydettirmiştir. Fakat hiçbir görevinde başarı gösterememiş, hatta Muş’ta tümenini bırakıp kaçmış, kolordu komutanı Mustafa Kemal ise bu samimi arkadaşını, o sırada “aklını kaçırdığını” ileri sürerek kurtarmıştır! İstiklal Savaşı sırasında kendisine silah, mühimmat ve uçak alması için verilen tam 1 milyon lirayı Almanya’da eritmiş, sonra da ‘Eyvah dolandırıldık’ diye eli boş dönmüştür.
Karabekir’e göre Nuri Conker’i kurtaran yine Gazi olmuş, o da efendisine sadakatini ispatlamak için kendisine hayasızca saldırmıştır. Karabekir Paşa, Nuri’nin kendisine saldırmasının işte o 1 milyon liranın ‘şükran bedeli’ olduğunu yazar. Velhasıl 1924 yılında kendisinden hesap sormaya kalkan komisyon başkanı Karabekir’den intikamını 1933 yılında almaktadır.
Komisyon 18 Mayıs 1924’de raporunu Bakanlığa vermiş, Nuri ve Safvet’den batırdıkları veya yedikleri paranın hesabının sorulmasını beklemiş, ne var ki, bir el yargılama belgelerini Milli Savunma Bakanlığından almış ve işin durdurulmasını TBMM Başkanı Kâzım’a (Özalp) emretmiştir.
İşte İnkılap Tarihinin sahtekâr yüzü!
.
CHP devrinde 33 masum Vanlı kurşuna dizilmişti
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
CHP devrinde 33 masum Vanlı kurşuna dizilmişti
Mustafa Armağan
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Saraçhane’de taraftarlarını sokağa dökme çağrısında bulunması hem sorumsuzluktur, hem de bir ayaklanmanın tetiğini çekmektir. Sorumlu bir siyasetçi en başta halkı sokağa dökmenin ne tür tehlikeli, akıbeti belirsiz sonuçlara yol açacağını bilmesi gerekir. Selahattin Demirtaş’ın 6/7 Ekim olaylarının hemen öncesindeki sorumsuzca beyanının nice canlara mal olduğunu henüz unutmadık.
Elbette bu alenen kışkırtıcı beyanlarının bedelini siyaseten veya adlî olarak er veya geç ödeyecektir Özgür Özel, ama orası devletimizin işi. Biz CHP’nin günah galerisindeki bir başka resmin üzerindeki tozu toprağı silkeleyip huzurunuza getirmek suretiyle yüzlerindeki maskeyi bir kere daha sıyıralım..
Bakalım, parmak sallayıp hükümet ve polisten iş adamlarına kadar hesap soracağı tehdidinde bulunan Özgür Özel’in başında bulunduğu parti eline güç ve iktidar geçtiğinde masum insanlara ne zulümler yapmış, hatta faillerini nasıl gururla koruyup kollamış.
Geçen yıl Konya’da vefat eden Selçuklu tarihçisi Prof. Dr. Mikâil Bayram aslen katliamın yapıldığı Özalp’lıydı (eski adıyla Saray). Bundan 15 yıl kadar önce Konya’ya gidişlerimden birinde kendisinden ilçelerinde yaşanmış olan bu feci olayı detaylarıyla anlatmasını istemiştim. Anlattıklarından tuttuğum notlar şöyleydi (olayın cereyan ettiği tarih 1943 yılının Temmuzudur):
“Özalp İran sınırına çok yakındır. Sığırtmaçlar sığırları mecburen sınıra yakın otlaklara götürürler. Bir gün İran’dan bir grup silahlı insan hududu geçip 500’e yakın sığırı kaçırır. Halk kaymakama, jandarmaya haber verir, müdahale etmelerini ister. Kılları kıpırdamaz. Bunun üzerine kendileri silahlanıp sığırlarının peşine düşerek bir kısmını geri getirmeyi başarırlar. Ancak çatışma sırasında pek çok hayvan telef olur. Bunun üzerine yöre halkı Ankara’ya telgrafla şikâyette bulunur. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü durumdan haberdar olur ve 3. Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı’ya, ‘Halk ile kaymakam birbirine girmiş, işi hallet’ der. Olay yerine gelen Muğlalı, sınır bölünürken İran’da akrabası kalan kim varsa onları tespit ettirir. (İçlerinde babam da var.) Jandarma geceleyin köye gelir, ışığı yanan evlerdeki erkekleri toplar. Bu sırada bir asker de izinli olarak köye gelmiş, akrabalarıyla hasret giderirken yakalanıp götürülmüştür. Toplam 33 erkeği elleri bağlı vaziyette Takorengiz köyünde bir vadiye indirmişler. “İhtiyat (yedek) askeri” yapacağız diye yola çıkardıkları bu insanlara orada kendilerini infaz edecekleri bildirilince zavallılar ‘Yemin ediyoruz, İran’a gideceğiz ve bir daha buralara dönmeyeceğiz, yeter ki canımızı bağışlayın’ diye yalvarıp yakarıyorlar uzun süre. Ama nafile. Bunun üzerine iki rekât namaz kılmak için izin istiyorlar. Elleri bağlı vaziyette Engiz deresinden abdest alıp cemaatle namazlarını kılıyorlar. İçlerinden Serheng adlı kişi hem ezan okuyor, hem de imam oluyor. Sonra kurşuna diziliyorlar. Ölenlerin çocuklarından bir kısmı sınıf arkadaşımdı. Nasıl bir acı yaşıyorlardı, anlatamam.”
İki yedek subaya işletilen bu katliamın asıl askeri sorumlusu Org. Mustafa Muğlalı olmakla birlikte Tek Parti döneminde kılına bile dokunulmadan görevine devam etmişti.
Olayın üzeri tam örtüldü sanılırken Tek Parti dönemi sona ermiş ve Demokrat Parti muhalefeti davayı yeniden gündeme taşıyınca mahkeme açılmış ve CHP iktidarının görmezden geldiği bu katliamın sorumlusu, ancak 2 Mart 1950’de, yani olayın üzerinden tam yedi yıl geçtikten sonra öldürme emrini kendisinin verdiğini itiraf etmişti.
Bunun üzerine mahkeme Muğlalı’ya idam cezası vermekle birlikte, nereden icab ettiyse hafifletici sebeplerle müebbed hapse çevrilmiş, derken af kanunuyla cezası 20 yıl hapse indirilmişti. İlginçtir, zamanın Askeri Yargıtayı verilen hükmü bozmuştu. İşe bakın ki, tam yeniden yargılanacakken Muğlalı’nın hapiste öldüğü haberi gelmiş ve olay böylece kapanıp gitmişti.
Siz kapandı zannedin, derin devletin mezardan sonra da terfi işlemlerini sürdürdüğünü bilmiyorsanız çok yanılırsınız. Nasıl Koçgiri Kürt isyanını kanlı bir şekilde bastıran Sakallı Nureddin Paşa 12 Eylül’den sonra çıkarılan bir kanunla mezarında Orgeneralliğe terfi ettirilmiş ve kemikleri Atatürk Orman Çiftliği’nde kurulan Devlet Mezarlığı’na taşınmış ise, Mustafa Muğlalı’nın kemikleri de 1988 yılında itibarı iade edilerek Devlet Mezarlığı’ndaki “saygın” yerini almıştır (Turgut Özal zamanında bu hata nasıl yapıldı, anlamak kolay değil. Acaba iki yıl sonra Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın mezarlarının İmralı’dan İstanbul’a nakli için verdiği bir taviz miydi?).
İşin ilginç yanı, olayın geçtiği tarihte Van Savcısı bulunan Kemal Yörükoğlu’nun 1950’den sonra Demokrat Parti milletvekili sıfatıyla TBMM’de anlattıklarıdır. Resmi tutanaklara da geçmiş bulunan bu sözler, bir paşanın bireysel bir ölüm emrinden ziyade planlı bir katliam ile karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.
Aslında 38 kişi olarak toplananların beşini tutuklayarak hayatlarını kurtardığını anlatan eski Van Savcısı Yörükoğlu, İran tarafından açılan ateşe karşılık verirken köylülerin öldüğünü beyan eden resmi tutanağın önceden imzalatıldığını, yani bunun planlı bir operasyon olduğunu söylüyor. Ancak nedense 33 köylünün vurulduğu bu sözde çatışmada tek bir askerin dahi burnunun kanamadığına dikkat çeken savcı Yörükoğlu, operasyondan sonra Muğlalı’nın tabur komutanını telefonla arayarak tebrik ettiğini de sözlerine ekliyor.
Burada olayın planlı ve emrin “yüksek yerden” geldiğini gösteren kanıt, 1945 senesinde İsmet İnönü’nün, 33 kişinin katili (biri yaralanıp iki yıl sonra ölmüştü) Muğlalı’yı koluna takarak Van’a gelmesidir. Bunun anlamı, ‘Evet onları öldürdük, gerekirse yine öldürürüz’den başkası olabilir mi? Katili cezaevine göndereceği yerde millî bir kahraman gibi koluna takarak henüz acıları taze olan insanların karşısına arz-ı endam etmesi suçun kaynağının “yukarılara” dayandığının en açık kanıtı değil midir?
Muğlalı meselesi 1950’li yılların başlarında Mecliste gündeme getirildiğinde ilgili oturuma nedense İsmet Paşa teşrif etmemiştir! Ve Çankırı milletvekili Kenan Çağman, kürsüden Mustafa Muğlalı’yla bir tarihte görüştüğünü, kendisine “yukarıdan” teşvik gördüğünü belirttiğini söylemiş ve bu zatın da İsmet İnönü olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Bu kanlı olayı Türkiye uzun yıllar sadece Ahmet Arif’in meşhur “Otuzüç kurşun” şiirinin mısralarından anlamaya çalışmıştı:
Turna sürüsü değil bu
Gökte yıldız burcu değil
Otuzüç kurşunlu yürek
Otuzüç kan pınarı
Akmaz,
Göl olmuş bu dağda...
Tek Parti dönemi anlaşılmadan bugünkü CHP anlaşılamaz.
.
CHP’li bakan İstiklal Savaşı’na gelen yardım parasını borsada batırmıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
CHP’li bakan İstiklal Savaşı’na gelen yardım parasını borsada batırmıştı
MUSTAFA ARMAĞAN
Dün Ekrem İmamoğlu ve avenesinin gözaltına alınmasıyla dengeler altüst oldu bir kere daha. Kartlar yeniden karılmaya başladı.
Şu kadarını söyleyeyim ki, eskiden beri böyleydi CHP.
CHP tarihinde üstü kapatılmış nice yolsuzluklardan biri vardır ki, İmamoğlu ekibinin yolsuzluk iddialarına tarihten bir ışık düşürecek niteliktedir.
Milli Mücadele yıllarında Rusların bize 1 milyon altın yardım ettiklerini biliyoruz. İkinci partide alınan 500 bin altının 100 bini askerî müşavir olarak Moskova’ya giden Safvet (Arıkan) ve Nuri (Conker) beylere teslim olunarak silah, uçak ve mühimmat satın almak üzere Almanya’ya gönderilmişti.
O Safvet Arıkan ki aşağıda anlatacağımız vatana ihanet derecesindeki vahim skandaldan sonra ödüllendirilir gibi Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıkları ile CHP Genel Sekreterliği koltuklarına oturtulacaktır.
I. Dünya Savaşında yenilmiş ve Versay Barış görüşmelerinden ağır bir tazminat yüküyle çıkmış olan Almanya’da piyasaların ensesinde enflasyon canavarı vardır, her enflasyonist ekonomide olduğu gibi borsa kârlı bir spekülasyon aracıdır.
Güya Alman Markına çevirdikleri Rus altınlarıyla silah almak için kapı kapı dolaşmakta olan Safvet ve Nuri beyler bu sırada uyanık bir Alman borsacıyla tanışırlar. Borsacı kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak yerine niye beklettiklerini sorar. Üstelik enflasyon meblağı günden güne eritirken... Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler midir?
İki ahbap çavuşa gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul ederler ve o sırada Milli Mücadele’nin su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duyduğu silah parasını olduğu gibi borsaya yatırırlar. Sonuç tam bir fiyaskodur. Paralar Alman borsasında batar. Sözde yanlış kâğıda oynamışlardır(!). Neticede Alman borsacının, borsa nedir bilmeyen gafil(!) subaylarımızı aldattığı anlaşılır ve milletin parasını batırmış olarak ellerini çırparak dönerler Ankara’ya.
Bu yüklü miktardaki paranın göz göre göre çarçur edilmesi tabii ki, Mecliste şiddetli bir tepki uyandırır. Nuri ve Safvet beyler Divan-ı Harbe (Yüce Divana) verilir. Lakin onlara kim dokunabilirdi ki? Kollandıkları için sonuç çıkmaz ki, neden çıkmadığını daha önemlidir.
Garibanlar en ufak bir kusurlarında darağacını boylarken yargı iki ahbap çavuşun Almanya’da onca parayı batırmasında nasılsa kasıt unsuru bulamamış, bu vahim skandala bir “kaza” muamelesi yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde vekillik, bakanlık ve CHP genel sekreterliği dahil kritik roller oynayacak ikilinin “irtikâb” suçu ört bas edilmiştir.
Kâzım Karabekir Paşa Bir Düello Bir Suikast adlı kitabında 1933 yılında bir gazetede kendisine iftira atan Nuri Conker’in vaktiyle yardım paralarını nasıl yediğini, buna karşılık Mustafa Kemal tarafından nasıl korunduğunu ve şimdi neden tetikçilik yaptığını olanca netliğiyle ortaya koyar.
Karabekir Paşa Nuri Conker ile Harp Okulu’nda aynı sınıfta okumuş, onu Manastır’da İttihad ve Terakki’ye kendisi kaydettirmiştir. Fakat hiçbir görevinde başarı gösterememiş, hatta Muş’ta tümenini bırakıp kaçmış, kolordu komutanı Mustafa Kemal ise bu samimi arkadaşını, o sırada “aklını kaçırdığını” ileri sürerek kurtarmıştır! İstiklal Savaşı sırasında kendisine silah, mühimmat ve uçak alması için verilen tam 1 milyon lirayı Almanya’da eritmiş, sonra da ‘Eyvah dolandırıldık’ diye eli boş dönmüştür.
Karabekir’e göre Nuri Conker’i kurtaran yine Gazi olmuş, o da efendisine sadakatini ispatlamak için kendisine hayasızca saldırmıştır. Karabekir Paşa, Nuri’nin kendisine saldırmasının işte o 1 milyon liranın ‘şükran bedeli’ olduğunu yazar. Velhasıl 1924 yılında kendisinden hesap sormaya kalkan komisyon başkanı Karabekir’den intikamını 1933 yılında almaktadır.
Komisyon 18 Mayıs 1924’de raporunu Bakanlığa vermiş, Nuri ve Safvet’den batırdıkları veya yedikleri paranın hesabının sorulmasını beklemiş, ne var ki, bir el yargılama belgelerini Milli Savunma Bakanlığından almış ve işin durdurulmasını TBMM Başkanı Kâzım’a (Özalp) emretmiştir.
İşte İnkılap Tarihinin sahtekâr yüzü!
.
Kenan Evren “Musul’un alınmasına ben engel oldum” diye övünmüştü
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Kenan Evren “Musul’un alınmasına ben engel oldum” diye övünmüştü
MUSTAFA ARMAĞAN
Eğer Türkiye’de yaşıyorsanız her türlü garabete kapınızı açık tutmak zorundasınızdır.
Kendisini “milli” ilan eden bir partinin ülkesini yabancılara şikayet etmesi bile şaşırtıcı olmaktan çıkmış durumdadır, çünkü “Türkiye eğer İran ile savaşacak olsa İran safında savaşırdım” diyen bir mantık bile aynı partinin bir milletvekiline aitti.
En vahim yolsuzluk dosyalarının ortağı olan CHP’lilerin her Allah’ın günü “hırsız var” diye bağırması da bu ülkenin garip realitelerindendir.
İşte bir vakitler bu ülkenin başına darbe yaparak geçmiş ve devlet başkanlığı/cumhurbaşkanlığı makamını tam 9 yıl boyunca işgal etmiş bulunan Kenan Evren’in çingenenin sirkatiyle övünmesi cinsinden garip bir açıklaması da tam bu kabilden bir vaka-i adiyedir.
23 Mayıs 1995 tarihli Milliyet gazetesinde manşete taşınan habere göre Kenan Evren şöyle demiş;
“Turgut Özal, Körfez Savaşında Musul’u almamız gerektiğini söyledi, ben ‘Orası bir bataklıktır, bir daha çıkamayız’ dedim. Musul‘a ben engel oldum.”
İç sayfada ise haber şöyle devam ediyor;
“Özal, Körfez Savaşı sırasında Marmaris’e gelerek Musul’u almamız gerektiğini söyledi. Ama ben karşı çıktım. Oraya girersek, bir daha çıkamayız. Orası bir bataklıktır, dedim. Musul‘u bize bırakmazlar. Zaten, Amerika’nın Körfez’e müdahalesinin nedeni petroldür diye söyledim.”
Böylece altından petrol kaynayan, Türkiye‘nin toplam petrol ihtiyacının dört katı miktarda petrol üreten ve 1926 yılına kadar bizim toprağımız olan Musul’un geri alınmaması şerefinin kime ait olduğunu bu millet bundan 30 yıl önce öğrenmiş oluyordu.
1990‘lı yılların ortasındaki siyasi atmosferi koklayabilmek için aynı haberin yanı başına Milliyet gazetesinin eklediği yoruma da bakmakta fayda var. “Musul bilmecesi“ başlıklı bu yorumda söylenenleri tarihin hafızasına emanet etmekte fayda gördüğüm için aşağıya aynen dercediyorum;
“Türkiye‘nin gündemine eski üst düzey siyaset adamlarının yaptığı açıklamalarla tekrar tekrar giren ‘Türkiye Musul-Kerkük‘e girecekti’ iddiaları ilk kez Orgeneral Necip Torumtay tarafından dile getirildi. Körfez Savaşı sırasında Genelkurmay Başkanı olan Torumtay‘ın 5 Aralık 1994‘teki açıklamasına göre, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ‘Musul ve Kerkük‘e girilsin’ demiş, ancak Başbakan Yıldırım Akbulut ve hükümet bu karara karşı çıkmıştı. Torumtay da ordunun hiçbir zaman bu tipte bir operasyona göre eğitilmediğini belirterek, ‘Irak’a girersek, bir daha çıkamayız’ görüşünü ortaya koymuştu. Torumtay‘a göre Özal, ‘Musul ve Kerkük‘ü federatif bir yönetim içinde Türkiye‘ye bağlamak’ düşüncesindeydi. Özal‘ın ‘hükümet ve ordudan bağımsız olarak bu konuda fikir belirtmesinden’ rahatsızlık duyduğunu belirten Torumtay, bu konu gündeme geldikten 4 ay sonra istifasını verdi. Dönemin Başbakanı Yıldırım Akbulut da bir süre sonra Özal‘ın ‘Musul ve Kerkük‘e girmek istediğini’ doğrulayacaktı.
Bu konuda ilginç bir açıklama da Mayıs başında Meclis Başkanı Hüsamettin Cindoruk‘tan geldi. Cindoruk Viyana gezisinde sürpriz bir açıklama yaparak, ‘Körfez savaşı sırasında ABD‘nin Türkiye‘nin Musul‘a kadar olan bölgeyi işgal etmesini istediğini, ancak Türkiye‘nin bunu kabul etmediğini’ öne sürmüştü.”
Evet, 1995 yılından bu yana tam 30 yıl geçti. Ve Musul meselesi bugün bambaşka bir şekil aldı. Ama merhum Turgut Özal‘ın 30 yıl önceki bu sürpriz atağını Amerika’nın değil, Amerika’nın içimizdeki adamının engellemiş olmasının faturasını hâlâ ödemeye devam ediyoruz.
.
Köy Enstitülerini CHP kapattı, Cumhuriyet gazetesi de destek verdi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Köy Enstitülerini CHP kapattı, Cumhuriyet gazetesi de destek verdi
Mustafa Armağan
11-12 yaşlarımdayken yazları Bursa’da Kayan Çarşısı’nın girişindeki bir nalbur dükkânında çıraklık yapardım. Dükkânı MHP’ye yakın görüşleri sebebiyle sarkık bıyıklı Eğitim Enstitülü gençlerin “ihtiyar bozkurt” lakabını taktıkları Bekir amca idare ediyordu. Kendisi amcam Nihat Armağan’ın kayınpederiydi. Einsteinvari bir görünümü vardı: Apak saçları, beyaz pos bıyıkları ve coşkulu nutukları ve kar gibi temiz kalbiyle tanınırdı.
Dükkândaki sohbetlere kulak kabartırdım. Yaşı kendisininkine yakın birisiyle aralarında şöyle bir diyalog geçtiğini hatırlıyorum:
Bekir amca mevzuyu açarken “Türkiye’ye komünizmi kim getirdi?” diye sordu. Adam tereddütsüz “Hasan Âli Yücel” diye cevap verdi.
Bu benim Hasan Âli Yücel’in adını ilk duyuşumdu. Kimdi? Ve neden Bekir amcanın ziyaretine gelmiş adam ona komünizmi başlatan adam demişti? Bu sorular zihnimi kelepçelemişti.
Sonradan okudum, öğrendim Hasan Âli Yücel›in kim olduğunu. Okuyup öğrendikçe de öfke katsayım arttı. Kimileri onu münferit bir iki hadise üzerinden Mevleviliğe meyli sebebiyle evliya mertebesine çıkarmaya yeltense ve beş vakit namazını bırakmamıştır dese de bu tarafı beni hiç ilgilendirmedi. Namaz kılmasaydı da bu kötülüklerin yapılmasına izin vermeseydi daha hayırlı bir iş yapmış olurdu nazarımda. Sonuçta siyasetçinin namaz kılması kendisini ilgilendirir ama yaptıkları hepimizi.
İşte bu Hasan Ali Yücel›in Köy Enstitülerinin kurucusu ve orada işlenen nice rezaletin göz yumucusu olduğunu biliyordu demek ki o nalbur dükkânında hasır iskemlede oturan adam.
Tabii ki komünizmi Hasan Âli Yücel getirmedi ülkeye ama kalkınmanın köyden başlaması gibi bir niyetle yola çıktığı söylenen Köy Enstitülerinin girdiği yol, tuhaf eğitim programı ve oradan yetişenlerin bu millete ait olmayı değil, onu değiştirmeyi, onun örfünden, kültüründen (saz yerine mandolin çalmak gibi) ve dininden uzaklaştırmak gibi bir misyonu talebeye aşıladıklarını görmek gören gözler için zor olmasa gerek.
Maalesef Köy Enstitülerini kapatıp Öğretmen Okullarına çevirdikleri, orada yetişen öğretmenlere Köy Enstitüleri ideolojisi aşılandığı için ve sol-Kemalist basın-yayın organlarında, son olarak da Koç ailesine ait Pera Vakfında şatafatlı sergiler ve etkinliklerle sanki bir Cumhuriyet mucizesi imiş gibi sunulduğu için muhafazakâr kesimin gençleri dahi Köy Enstitüleri hakkında olumlu düşünmeye sevk edildi.
Hâlbuki Köy Enstitüleri eski deyişle maneviyatçı ve mukaddesatçı kitle için bir namus ve dava meselesiydi. Birçok cephede fikir tanklarımızı boş bıraktığımız için o tankları başkaları dolduruyor; aman dikkat.
İşte Üstad Necip Fazıl’ın 1962 senesinde KÖY ENSTİTÜLERİNİN İÇYÜZÜ adlı bir kitapçık neşretmek ihtiyacını duyması bundandı. Çünkü mesele günceldi. Milliyetçi ve muhafazakâr kitle aydınlardan bu hususta fikir bekliyordu. Derken biz unuttuk meseleyi ama kendi taraftarları köpürttükçe köpürttü. Bizim cenahtan aleyhinde konuşan bile kalmadı desem yeridir.
‘Sen ne yaptın peki?’ diyecek olursanız en azından o tarihte yayın yönetmeni olduğum Derin Tarih dergisinin Ocak 2021 tarihli sayısının kapağında “Köy Enstitüleri Gerçeği: Bir ‘Tek Parti’ Efsanesi” başlığıyla bu meseleyi ele aldım, ensonhaber.com’da bir video çekerek, akit TV’de bir program yaparak, gazete ve dergilerde makale yazarak muhalif tarih cereyanının kesilmesine mani olmaya gayret ettiğimi söyleyebilirim.
Neticede biz unuttuk, onlar hatırlattı ve çocuklarımız şimdi onların yalanlarına inanmaya başladı.
Her şeye rağmen umutsuz olmamalıyız. Yazmalı, konuşmalı ve insanları uyandırmaya devam etmeliyiz.
Ve Şehit Malcolm X’in sözünü hiç unutmamalıyız: «Uyuyan bin insanı uyandırmaya bir uyanık yeter».
Hepiniz uyanın önce ve ardından uyandırmaya koyulun.
TÜRKİYE’DE SOL VE SAĞ
17 Nisana şurada kaç gün kaldı, Cumhuriyet gazetesinin müzmin muhalifleri başlar yakınmaya: Ah o Köy Enstitüleri neydi öyle? Demokrat Parti tarafından kapatılmasaydı şimdi uzaya gitmiş, hatta Mars’ta koloni kurmuştuk. Ülke de bu yobazların eline düşmemiş olurdu...” (Yobazın âlâsı bunları yazanlardır, o ayrı.)
Bizden kimse çıkıp “Beyler, aklımızla alay etmeyin. Köy Enstitülerini kapatan CHP idi. DP’ye düşen tabutu kaldırmak ve tabelasını sökmekten ibaretti. Siz hangi hakla bu apaçık gerçeği inkâr ediyorsunuz? Demiyor. Demeyince de gençlerimiz gördüklerine inanıyor ister istemez. Bu meseleyi umursayan birkaç kalemden biri olarak arşive giriyor ve bakıyorum ki bugün Köy Enstitüleri havarisi kesilmiş kesimin basın yayın organları 1947’de bu okullar kapatılırken bırakın ses çıkarmamayı, alkışlamış, hatta desteklemişler.
İyi de bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu demezler mi adama?
Onlar yapınca normal tabii. Hâlbuki çelişkinin heykelini dikmek gerekse buna en yakın aday CUMHURİYET gazetesi olurdu.
Nazım Hikmet’i de Sabahattin Ali’yi hapse attırmak için ellerinden geleni yapanlar, hatta 17 Temmuz 1951 tarihli Cumhuriyet gazetesinin yaptığı gibi Nazım’ın resmini buraya koyuyoruz ki doya doya tüküresiniz diye yazmaktan hicap etmeyenler de onlardır.
Köy Enstitülerinin kapanması hususunda da aynı tavır cari. Bunların solculukları 27 Mayıstan sonra, sol hareketlerin başlamasını müteakiptir. O da solculuksa tabii.
Düşünün ki sosyalist Çetin Altan, TİP milletvekilidir ve 1969 yılında kapitalist Odalar Birliği›nden yazı başına 1000 TL yani 50 gram altın karşılığı yardım parası almaktadır. Bugünkü parayla 185 bin lira eder. Aynı tarihte rahmetli babamın aylık maaşı ise 200-300 lira civarındaydı.
Yazı başına 185 bin lira alan solcudur bu memlekette, benim babam da sağcı! Tam tersi olması gerekmez miydi? Maalesef Türkiye’de denklem ters kurulmuştur. İdris Küçükömer “Türkiye’de sağ soldur, sol ise sağdır” derken hakikati dile getiriyordu.
CUMHURİYET NASIL YALAN SÖYLER?
Aşağıda şimdi solcu ve Köy Enstitüsü hayranı geçinen Cumhuriyet gazetesinden bazı kupürleri paylaşacak ve dile getirdiklerimi ölçüp biçmenizi rica edeceğim.
1) 3 Aralık 1947. İktidarda CHP var. Cumhuriyet gazetesi şöyle yazmış: “Hasanoğlan Köy Enstitüsü: Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanan bir tebliğde, yüksek kısım öğrencilerinin diğer okullara nakli uygun görüldüğü bildiriliyor.”
CHP iktidarı meğer Köy Enstitülerinin defterini daha 1947 yılında dürmüş!
2) Bu defa tarih 13 Mayıs 1948. Cumhuriyet şu haberi vermiş:
“Gönen Köy Enstitüsünün komünist öğretmeni: Maarif Vekâleti yangınını müteakip “aferin bizim çocuklara, nihayet Vekâleti yaktılar” diyen Görgü (öğretmen) hesap veriyor.”
Demek komünist imiş Köy Enstitüleri; öyle mi? Bekir amcanın dükkânındaki adam demiyor, Cumhuriyet gazetesi diyor bunu.
3) Tarih 6 Ocak 1950. 14 Mayıs seçimlerine 4 aydan fazla zaman vardır. O tarihte solculuktan ve solculardan asla hazzetmeyen, hatta nefret eden Cumhuriyet gazetesi Köy Enstitüleri’nde cereyan eden olayı manşete taşımış! Enstitülerdeki komünist faaliyetlerin “eskisi kadar tehlikeli bir manzara arz etmediği” ifadesiyle eskiden bu tehlikenin ciddi biçimde mevcut olduğunu itiraf etmiş CHP’li bakan!
Daha aransa bunun gibi yüzlerce haber bulunabilir Cumhuriyet gazetesinin bir hazine değerindeki arşivinde. Gelin, biz lafı uzatmayalım ve Gazi zamanında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği vazifesinde bulunan Hasan Rıza Soyak’a bırakalım sözü. Köy Enstitüleri hakkında bakın ne diyor! (Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yay., 2006, s. 459):
“O yıllarda da her yere, bilhassa üniversite, yüksek harp ve yedek subay okulları gibi gençlik müesseselerine saldıran kızılların da enstitülere sokulup yerleşmeye çalıştığı görülmektedir. İşbaşında bulunanlar, saydığımız diğer okullarda yapıldığı gibi çeşitli tedbirlerle, bütün bu saldırışlara karşı koyup enstitülerin kendisine has bünyesini korumaya gayret edecekleri yerde, o saldırış ve cereyanların tesiri altında kaldılar.”
Fazla söze ne hacet! Söylemiş söyleyeceğini.
Bize de uyanmak kaldı.
.
Kâbe’nin yanı başında Bilal’in yitik sesi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Kâbe’nin yanı başında Bilal’in yitik sesi
MUSTAFA ARMAĞAN
Şevval umresi vesilesiyle bir kere daha vahiy kokan toprağına yüzümüzü sürmek üzere Mekke-i Mükerreme’deyiz. Allah kabul etsin, mukaddes beldeye varır varmaz tavaf ve sa’yimizi tamamlayıp umremizi eda ettik. Sonra gelsin adım adım küflü sinemize inşirah bahşedecek ziyaretler.
Harem-ı Şerifin etrafını geziyor adımlarım. Mekke’nin güvercinlerini selamlıyorum, müminlerin karşılıklı seller gibi aktıkları manzara hakikaten büyüleyici. Ama aynı büyüleyiciliği binalarda göremiyoruz. Burası küçük bir Manhattan kesilmiş.
Derken kitaplardan okuduğum Ebu Kubeys Tepesini arıyor gözlerim. Kâbe’nin gölgesinde bu tarih şahidi beni bekliyor olmalı diyorum. Ne var ki yoklara karışmış çoktan.
Burası sıradan bir tepe değil; Hz. Peygamber’in (sav) dualarına muhatap olmuş, ayak izleriyle müzeyyen bir mekândı. Rasul-i Kibriya Efendimiz burada namaz kılmış, ellerini açıp Rabbine seslenmiş. Ve bir gece, ay, sanki onun duasını selamlarcasına ikiye bölünmüş. Şakk-ı Kamer mucizesi, işte bu tepede, Ebu Kubeys’in taşlarında yazılmış bir destan.
İki seyyah, İbn Cübeyr ve İbn Battuta kalemlerini bu derin hakikate batırmış: “Burası,” demişler, “ayın yarıldığı yer, burası Hz. Peygamber’in mucizesinin tecelligâhı”
Sonra “ilk müzezzin” Hz. Bilal-ı Habeşî çıkmış sahneye. Mekke fethedildiğinde bu tepeye tırmanmış ve ezanı işkencelerden kurtarmış. O ses asırlar boyu kıtalardan kıtalara atlayarak yankılanmış. İşte o yüzden burada “Bilal Mescidi” inşa edilmiş.
Sadece o mu?
Hz. İbrahim’in insanlığa hac davetinde bulunduğu yer de burası. Bir zamanlar taşla kerpiçten örülü 2+1 daire büyüklüğünde bir mabed yukselirdi bu Kabe-i Muazzamaya nazır tepede. Mütevazı bir minaresi ve taştan bir açık hava minberi gülümsüyor eski zaman fotoğraflarından. Bina süslü değilmiş ama Kâbe’ye anlatırmış asıl zenginliğin ne olduğunu.
Seyyahların en uzun gezeni İbn Battuta, 1325’te bu tepeyi görmüş. Seyahatnamesine göre Ramazan’ın 27’si olan Kadir Gecesinde; Şevval’in ilk gecesinde ve bayram arifesinde Mekkeliler toplanmış burada. Mescid-i Haram’la birlikte Bilal Mescidi’ni meşaleler ve lambalarla donatmışlar. Alevler titreşir, ışıklar gökyüzüne selam çakarmış. Ve Kâbe, hemen aşağıda, bu manzarayı selamlarmış.
Allah’tan tarihçi Ezraki 9. yüzyılda bu mescitten bahsetmiş. “Acaba,” diye sorar tarihçiler, “Hz. Peygamber’den hemen sonra, Hicri 1. yüzyılda mı doğdu bu mabet?” Kim bilir… Bildiğimiz, 8. yüzyılda Memlük Sultanı Zahir’in, “Bu hatıraya sahip çıkılsın” deyip mescidi yeniden inşa ettirmiş olduğu.
13. yüzyılda bir Hintli çıkmış ortaya, “Taşlar konuşsun” diyerek yenilemiş onu. 1322’de Iranli hacı Mirza Davud Hüseyni, “Burada tevhid yankılandı” diye yazmış. Bundan bir asır önce ise Hacı Ayaz Han Kaşkay, Ebu Kubeys tepesinde bir mezar görmüş. Kimindi o mezar acaba? Bir sahabeye mi aitti, yoksa bir unutulmuş yiğide mi? Bilmiyoruz. O tepeye defnedildiğine göre muhakkak ileri gelenlerden olmalı.
“Tarihu’l-Kavim”e bakarsak, 1966 yılında mescit hâlâ ayaktaymış. Çevresinde evler, sokaklar… Minik bir mahallenin nabzı atıyormuş orada.
Ama işte, her masalın bir sonu var. 1980’ler geldiğinde modern dünyanın soğuk eli uzanmış bu tepeye. Bilal-i Habeşî Mescidi buldozerlerin gürültüsüne yenik düşmüş. Taşları sökülmüş, sözün özü 14 asırlık bir hafıza susturulmuş.
Yerine ne mi gelmiş? Bir “Kral Sarayı”… Beton, lüks, ihtişam… Tepenin altına tüneller kazılmış, yollar açılmış. “Hacılar için gerekliydi” dediler, “Mekke modern olmalıydı.” Peki İbn Battuta’nın sözünü ettiği o meşalelerin ışığı, Hz Ibrahim’in insanlığa çağrısı, Hz. Bilal’in davudî ezanı, ayın yarılması mucizesinin hatırası nerede kaldı? Bir sarayın gölgesinde mi, yoksa o tünellerin karanlığında mı?
Bilelim ki Bilal Mescidi bir yapıdan ibaret değildi; bir ruhu ve Kâbe’nin tarihine değen bir hikâyesi vardı. Bu benzersiz mirasın hatıraları dünyadaki desteklerini kaybetti.
Bir an için gözlerimizi kapatsak, kulak versek belki hâlâ duyarız o ezanı, görürüz o ışıkları.
.
Mekke’nin Çağrısı, Kâbe’nin Sesi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Mekke’nin Çağrısı, Kâbe’nin Sesi
Mustafa Armağan
Mekke… Adı anıldığında kalpte bir titreyiş, ruhta bir dalgalanış. Şehirlerin anası, insanlığın kıblesi, arzın kalbi. Kâbe’nin etrafında tavaf ederken, insan zamanın zincirlerinden kurtulur; ne dün vardır, ne yarın. Sadece o an, o teslimiyet, o sonsuzluk. Umreye vardığında, Hacer Validemizin sa’yini hatırlatan adımlar, İbrahim Peygamber’in imanını, İsmail’in tevekkülünü yüreğine nakşeder. Zemzem’in serinliği dudaklarına değdiğinde, bir an durur ve düşünürsün: Bu su, asırlardır çağlıyor; Hacer’in duasından beri akıyor. Peki, ya biz? Bu kutsal mirası kalplerimizde ne kadar taşıyabiliyoruz?
Umre, bir yolculuktur; ama öyle sıradan bir yolculuk değil. Bedenden çok kalbin yol aldığı bir sefer, ruhun kendini bulduğu bir talim. Safa ile Merve arasında adımlarken, Hacer’in çöldeki çırpınışını hissedersin. O, ümitsizliğe düşmedi; Rabbi’ne sığındı, koştu, aradı. Ve Rabbi, ona Zemzem’i bahşetti. O an, kendi hayatına dönüp bakarsın: Kaçımız, Hacer gibi ümitvar kalabiliyor? Modern çağın telaşı, koşuşturması, gökdelenleri arasında, o tevekkülün izini ne kadar sürebiliyoruz? Mekke, sadece bir ibadet mekânı değil, bir aynadır. Sana seni gösterir: Zaaflarınla, niyetlerinle, hayallerinle… Kâbe’ye yüz sürerken, kalabalıklar içinde yalnızsın; ama o yalnızlık, seni kendine getirir. Orada, Bilal-i Habeşi’nin ezanını hayal edersin; o ses ki, bir vakitler gökleri inletirdi. Lakin bugün, o ses, sanki modern dünyanın gürültüsünde kaybolmuş gibi.
Kâbe’nin Gölgesinde
Tefekkür
Mekke’nin bugünü, bir tefekkür davetidir. Kâbe’nin yanı başında yükselen gökdelenler, adeta Manhattan’a özenen bir siluetle mukaddesatı kuşatmış. Altınoluk’a bakarken, bir yanda ruhun yükselir, diğer yanda aklın sorar: Bu modern çağ, kutsal olanı ne kadar yutuyor? Haccın ve umrenin ruhunu, o sadeliği, o teslimiyeti ne kadar yaşatabiliyoruz? Bir vakitler Osmanlı, hac yollarını kervansaraylarla, su kuyularıyla, emin beldelerle donatırdı. Surre alayları, Mekke’ye sadece hediye değil, bir medeniyetin zarafetini, inceliğini taşırdı. Hacı yolcular, Şam’dan, Bağdat’tan, Anadolu’dan yola çıkar; her adımda dualar, her menzilde bir muhasebe birikirdi. O yollar, sadece Mekke’ye değil, insanın kendi kalbine varırdı. Bugün ise, uçaklarla, otobüslerle, konforlu otellerle varıyoruz Kâbe’ye. Mekke’ye ulaşmak kolaylaştı, evet; ama Kâbe’nin mesajına, o manevi derinliğe ulaşmak, hâlâ bir çaba, bir niyet, bir samimiyet istiyor.
Umre, bir tur değil, bir dönüştür. Kâbe’yi tavaf ederken, her adımda nefsini sorgularsın: Kaçımız, bu kutsal topraklardan döndüğümüzde, sahiden değişmiş bir kalple döner? Hacer’in teslimiyetini, İsmail’in boyun eğişini, İbrahim’in imanını ne kadar içselleştirebiliriz? Mekke, sana bir şey vaad etmez; ama her şeyi hatırlatır. Orada, kalbinle yüzleşirsin. Tavaf, sadece bedenin değil, ruhun dairesel bir yolculuğudur. Her dönüşte, sanki bir katmanı daha soyarsın nefsinden; hafiflersin, arınırsın. Ama bu arınma, sadece orada kalmaz; Mekke’den döndüğünde, o hafifliği hayatına ne kadar taşıyabilirsen, umre o kadar tamam olur.
Modern Çağın Mekke’si ve
Bilal’in Sesi
Bugünün Mekke’sinde, Kâbe’nin etrafındaki manzara, bir yanda hayranlık uyandırır, diğer yanda hüzünlendirir. Geceleri ışıklarla parlayan kuleler, lüks oteller, alışveriş merkezleri… Sanki birileri, Kâbe’nin sadeliğini, o mütevazı cazibesini gölgede bırakmak istemiş. Oysa Kâbe, bütün bu gösterişe rağmen, hâlâ aynı Kâbe’dir. Onun siyah örtüsü, Altınoluk’u, Hacerü’l-Esved’i, asırlardır aynı mesajı fısıldar: “Gelin, teslim olun, kendinizi bulun.” Lakin, modern dünyanın bu kuşatması, insanı bir muhasebeye zorlar: Biz, Kâbe’nin ruhunu ne kadar koruyabiliyoruz? Haccın, umrenin özünü, o manevi sadeliği ne kadar yaşatabiliyoruz? Bilal’in sesi, o gökdelenlerin arasında kaybolmuş gibi görünse de, hayır, kaybolmaz. Çünkü Kâbe, kıyamete dek durur; yeter ki biz, onun mesajını unutmayalım.
Mekke, bir mekteptir. Sabrı öğretir, tevekkülü öğretir, kardeşliği öğretir. Orada, her dilden, her renkten insanla omuz omuza tavaf edersin. Zengin-fakir, efendi-köle, doğulu-batılı fark etmez; Kâbe’nin huzurunda herkes eşittir. Bu eşitlik, sadece orada kalmaz; hayatına taşıman gereken bir derstir. Umre, bir tatil değil, bir talimdir; kalbi terbiye eder, ruhu yeniden inşa eder. Kâbe’nin gölgesinde, gökdelenlerin arasında, Bilal’in yitik sesini ararken, aslında kendini ararsın. Ve bulursun, eğer sahiden niyet etmişsen.
Osmanlı’dan Günümüze
Hac Mirası
Osmanlı’nın hac yolları, bir medeniyetin aynasıydı. Hicaz Demiryolu, sadece bir ulaşım hattı değil, bir sevda yoluydu. Abdülhamid Han’ın hayali, ümmetin Kâbe’ye daha kolay varmasıydı. O demiryolu, bugün harap halde; ama o ruh, hâlâ canlı. Surre alaylarının ihtişamı, hacıların yol boyunca okuduğu salavatlar, kervansaraylarda edilen dualar… Bunlar, sadece bir nostalji değil, bir hatırlatmadır. Osmanlı, hacıyı sadece Mekke’ye taşımadı; onun kalbine de dokundu. Bugün, o yolların yerini modern imkânlar aldı. Ama şu soruyu sormadan edemiyor insan: Teknolojinin konforu, ruhun derinliğini gölgede bırakıyor mu? Mekke’ye varmak kolaylaştı; ama Kâbe’nin manevi iklimine varmak, hâlâ aynı samimiyeti, aynı niyeti talep ediyor.
Mekke’nin Çağrısına
Kulak Ver
Mekke, sadece taş ve topraktan ibaret değil. O, bir semboldür; birliği, teslimiyeti, arınmayı temsil eder. Umre, bir ritüel değil, bir yeniden doğuş. Kâbe’nin huzurunda, her şey berraklaşır: Hayatın, niyetlerin, hayallerin… Orada, ne kadar küçük olduğunu, ama aynı zamanda ne kadar kıymetli olduğunu anlarsın. Hacerü’l-Esved’e el sürerken, sanki bütün bir insanlıkla el sıkışırsın. Zemzem içerken, sadece susuzluğun değil, kalbinin de doyduğunu hissedersin. Ve tavaf ederken, sanki evrenin ritmine katılırsın; her şey, Kâbe’nin etrafında döner.
Ey yolcu! Mekke, sana kapılarını açar; ama içeri girmek, senin elindedir. Umre, sadece bir ibadet değil, bir muhasebedir. Kâbe’nin gölgesinde, Bilal’in sesini ararken, aslında kendi kalbini bulursun. Ve o buluştan sonra, artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Yeter ki, niyetin sahih, kalbin açık olsun. Mekke, çağırır; Kâbe, bekler. Gidecek misin?
Şevki Yılmaz
26 Eylül 2025
Oyun İçinde Oyun!
Tayfun Civelek
26 Eylül 2025
Tüm Taşıt İlanlarında ‘Yetki doğrulaması’ Zorunlu Oldu
Yaşar Değirmenci
26 Eylül 2025
Olaylara kendi değerlerimizden bakalım!
Ahmet Gülümseyen
26 Eylül 2025
İnsanlık ve spor dünyası, Filistin imtihanının neresinde?
Ahmet Maranki
26 Eylül 2025
Türkiye kendi yazılımını ve frekans teknolojisıni üretmelidir!
Ahmet Varol
26 Eylül 2025
Şu aşamada öncelik yangını söndürmek olmalı
Ali Karahasanoğlu
26 Eylül 2025
“Girdisi çıktısı 15 dakika”dan, sadece kapıda 4 dakika beklemeye
Hüseyin Öztürk
26 Eylül 2025
Sokaktaki hâller evlerin içinin fotoğrafıdır
İdris Günaydın
26 Eylül 2025
Neylersin ölüm herkesin başında
Şevki Yılmaz
26 Eylül 2025
Oyun İçinde Oyun!
Tayfun Civelek
26 Eylül 2025
Tüm Taşıt İlanlarında ‘Yetki doğrulaması’ Zorunlu Oldu
Yaşar Değirmenci
26 Eylül 2025
Olaylara kendi değerlerimizden bakalım!
Ahmet Gülümseyen
26 Eylül 2025
İnsanlık ve spor dünyası, Filistin imtihanının neresinde?
Ahmet Maranki
26 Eylül 2025
Türkiye kendi yazılımını ve frekans teknolojisıni üretmelidir!
Ahmet Varol
26 Eylül 2025
Şu aşamada öncelik yangını söndürmek olmalı
Ümit Özdağ çıktı, o istifa etti: Cezaevinde bol bol ziyaret ediyordu!
Zafer Partisi Genel İdare Kurulu (GİK) Üyesi Sevdagül Tunçer, Zafer partisinden istifa ettiğini duyurdu. Cezaevinde Ümit Özdağ'ı ziyaret edi..
Belediye başkanı zincir markette kasaya gidince neye uğradığını şaşırdı! Vatandaş anlamazsa yandı
Bahçelievler Belediye Başkanı Hakan Bahadır, bir zincir marketi denetlediği sırada neye uğradığını şaşırdı ve hemen işlem yapılması yönünde ..
Maalesef acı haber az önce geldi! Hakk'a yürüdüler
Amerika'nın beslediği terör devleti İsrail'in kanlı saldırıları altındaki Gazze Şeridi'nden acı haber geldi.
Yargıtay’dan kiracılara kötü haber!
Kiracılar ve ev sahiplerini yakından ilgilendiren olay, bir kiracının 2 yıllık sözleşmesi sona ermeden evi boşaltmasıyla başladı. Ev sahibi,..
Berhan Şimşek 'Erdoğan'ın arkadaşları bunu yaptı' dedi! İmamoğlu'nu topa tuttu
CHP'den ihraç edilen eski milletvekili Berhan Şimşek, İBB eski başkanı Ekrem İmamoğlu'na sert sözlerle yüklendi.
AK Partili Başkan CHP’nin İHA ve SİHA'larını anlattı, sosyal medya yıkıldı
CHP'li belediyelerdeki çöp rezaleti dalga konusu olmaya devam ediyor. Denizli’de AK Parti İlçe Başkanı Osman Özpek, Merkezefendi ve Pamukkal..
Türkiye KAAN için yeni hamle yapıyor! F-16 yerine bakın ne alınacak
Middle East Eye’ın iddiasına göre Ankara, KAAN savaş uçağına öncelik vermek amacıyla F-16 alımından vazgeçebilir. ABD ise F-16 anlaşması kes..
Gazze İçin Cihad
Ali Bulaç Mirat Haber'de yazdı: Filistin tamamen İsrail’in fiili hakimiyeti altına girer, Gazze barbarca bir katliama ve tehcire maruz kalır..
İslam Memiş'ten altın yatırımcılarına net uyarı!
Borcu olanlar ve altın yatırımı yapanların sıklıkla takip ettiği gram altın yeniden yükselişe geçti. Fed’in faiz politikaları ve jeopolitik ..
Kapılar sadece Cumhurbaşkanına özel açıldı. Trump’tan Erdoğan’a jest!
ABD Başkanı Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a özel bir jest yaparak onu yabancı liderler için her zaman kullanılmayan devlet konuk evi Blair Ho..
Mekke-i Mükerreme’den damlalar
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Mekke-i Mükerreme’den damlalar
MUSTAFA ARMAĞAN
7 Nisan sabahı Sultan 2. Abdülhamid Han’ın dördüncü nesilden torunu Kayıhan Abdülhamid Osmanoğlu Efendi ile birlikte umre maksadıyla Mekke-i Mükerreme’ye doğru yola revan olduk. Bu satırların yazıldığı gün itibariyle 10 günü ikmal ettik hamdolsun. Cuma günü yine beraberce Medine-i Münevvereye vasıl olacağız ve Pazar akşamı da Akittv’de yayınlanan Kayıtdışı Tarih programına ayağımın tozuyla yetişeceğim inşaallah.
Şevval umremizi yaptık, Rabbimize hamd u senalar olsun. Allah kabul eylesin.
Bu sene Ramazan umresi tarihî bir kalabalığa sahne olmuş (haberlerden de öğrenmiş olmalısınız). Suudi Arabistan’ın vize kolaylıkları da bu tehacümde rol oynamış olmalı.
Şevval umresine özellikle Türkiye’den yoğun talep olmuş. Şu anda Mekke; Türk umrecilerle –tabir caizse- dolup taşıyor. Harem-ı Şerif’te, tavaf veya say esnasında adım başı bir Türk kafilesiyle karşılaşmanız an meselesi.
Suudi Arabistan devleti iki zıt süreci birden arşınlıyor. Biri köpek festivali. Veya geçenlerde Medine-i Münevvere’de bulunan Medayin Salih’teki konser gibi seküler açılım.. Diğeri de turistik yönde bir zamanlar yıktıkları veya ihmal ettikleri eserlere yeniden sahip çıkma eğilimi.
Geçen yıl Uhud’da Peygamber Efendimizin (sav) yaralandığında sığındığı mağaranın önüne yapılan ve yine bizzat Suudilerin yerle bir etmiş olduğu mescidin temellerinin bulunmuş ve ayağa kaldırma işinin başlamış olduğunu müşahede etmiştik. Gerçi Medine-i Münevvere’ye gidince kendi gözümle de göreceğim ama, haber aldığıma göre Mescid inşa edilip ibadete açılmış. Yine uzun yıllardan beri kapalı duran ve Sultan 2. Abdülhamid Han’ın yaptırdığı Anberiye Camii’nin ibadete açılması önemli. Ancak önemli olan bir büyük eserimiz daha var, bu caminin yanı başında: Medine-i Münevvere tren istasyonu. Halen kapalı, metruk bir vaziyette mukadderatını bekliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı veya TİKA bu işe el atmalı.
El atmalı ama nice boynu bükük eserlerimiz var Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de. İşte şimdi Bekir Dönmez hocayla beraber ayağımın tozuyla geldiğim Mekke ile Taif arasındaki Kanuni Sultan Süleyman Han’ın eseri olan muhteşem su kemeri ve su kuyuları. Yakın zamanlara kadar Mekke-i Mükerreme’ye su sağlayan bu su kemeri ve kuyular manzumesi bugün betondan kapalı bir su kanalı yapıldığı için devre dışı (âtıl) kalmış vaziyette ama hala büyük ölçüde ayakta. Duvarlarında yer yer yıkılmalar vuku bulmuşsa da mihrap yerinde. Tam Mekke-Taif yolunun sağında yer alıyor. Son zamanlarda gelişigüzel betonla yenilenmiş ama nitelikli bir restorasyonla dikkat çekici bir hale getirilebilir. Yetkililerin nazar-ı dikkatine arz olunur.
Tabii onun az ilerisinde, Mekke-i Mükerreme’ye daha yakın bir noktada gördüğümüz güvercinlik veya kuş köşkünü de zikretmemiz lazım. İnsanlar o civarı terk etmiş olsa da güvercinler hala istifadeye devam ediyor.
Not: Bu arada kaldığım evin penceresine tüneyen bir güvercin, her sabah camı açtığımda kanatlarını çırparak uzaklaşıyor.
Madem söz hayvanlardan açıldı, bir kaç kelam da Mekke’yi; kedi ve köpekler hakkında edelim.
Mekke-i Mükerreme’de pek az kedi görebiliyoruz, görülenler de cılız ve bakımsız. Gerçi sıcak iklimin kedileri böyle olurmuş dediler ama, bir Müslüman şehrinde bu kadar az kedi görülmesi garaibdendir. Bazı lokantalar veya bakkalların çevresinde sessiz ve sakin bekleşiyorlar nasiplerini. Kül rengi ve tekir kediler bunlar.
Şehrin içerisinde tek bir köpek görmedik. Ancak az önce bahsini ettiğim güvercinliğin civarında – muhtemeldir ki avlanma gayesiyle- pusuya yatmış 10 kadar köpek bizim gelişimizden rahatsız olup havlaya havlaya oradan uzaklaştı.
Bu arada Kanuni Sultan Süleyman Han’ın su kuyularından birinde incecik bir yılan gördük, bizden saklanmaya çalışıyordu.
Mekke-i Mükerreme’den damlalar bunlar. Asıl anlatacaklarımı Pazar gününe saklıyorum. Medine-i Münevvere izlenimlerimle beraber geniş geniş yazarım inşaallah.
Şimdilik “ummul-kurra”, yani şehirlerin anası dediğimiz keremli şehirden hepinize selamlar.
.
Medine-i Münevvere’den damlalar
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Medine-i Münevvere’den damlalar
Mustafa Armağan
İnsanoğlu su misali.
Dün Şevval umresi vesilesiyle gittiğimiz Mekke-i Mükerreme’deydik, bugün Medine-i Münevvere’de, siz bu satırları okurken ise biz İstanbul’un yolunu tutmuş olacağız. Aynı günün akşamı da saat 20.30’da Sultan Abdülhamid Han’ın 4. nesilden torunu Kayıhan Abdülhamid Osmanoğlu ile birlikte Akit TV’de sizlerle birlikte olacağız inşaallah.
Medine’yi yazmak, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nuruyla yoğrulmuş o mübarek toprağa dokunmak gibidir.
Medine-i Münevvere yani nurlanmış şehir diye geçiyor kitaplarda ama o bir şehir değil, bir sevda; Resulullah Efendimiz (sav) ile Hz. Ebubekir (ra) ve Hz. Ömer’in (ra) Ravza-i Nebi’de yan yana yatıyor olmaları kadar Uhud Şehitliği, Kuba Mescidi ve tabii İslam’ın üç hareminden biri olan Harem-i Şerifiyle de gönüllerimizi işgal eden mübarek bir belde.
Yavuz Sultan Selim Handan itibaren Osmanlı’nın büyük bir vefayla sarıldığı, gözyaşlarıyla vedalaştığı bir emanet.
Bugün, tarihin tozlu raflarını aralayıp Osmanlı’nın Medine’sine, Fahreddin Paşa’nın destansı direnişine, Hicaz Demiryolu’nun raylarındaki umuda ve Mukaddes Emanetler’in kutsal yolculuğuna göz atacağız.
Mekke-i Mükerreme ve Kudüs-i Şerif’in ilavesiyle Medine muhakkak ki Osmanlı’nın üç gözbebeğinden biriydi.
Medine Hz. Peygamber’in (sav.) hicretiyle İslam’ın kalbi oldu; Osmanlı ise bu kalbi asırlarca muhabbetle korudu.
Sultanlar, Yavuz Sultan Selim döneminde şerefle kabul ettikleri “Hâdimü’l-Haremeyn” unvanıyla bu kutsal şehre hizmetkâr oldu.
Ulu Hakan II. Abdülhamid Han’ın eseri olan ve İstanbul’un Medine’ye bağlayan Hicaz Demiryolu işte bu vefanın en muhteşem bir nişanesiydi. Unutmayın ki o raylar sadece hacıların değil, bir milletin duasını Medine’ye taşıyordu.
Ama İngiliz fitnesi ile ile Şerif Hüseyin’in ihanet hançeri bu sevda yolunu gölgelemeye çalıştı. Yine de Medine, bizim ruhumuzda bir sızı, bir hasret olarak baki kaldı.
Hicaz Demiryolu’nun her bir istasyonu adeta Osmanlı’nın Medine’ye yazdığı bir aşk mektubuydu.
Fahreddin Paşa:
Medine’nin Son Kalesi
Yıl 1916… Osmanlı çöküşün eşiğinde. Ama Medine’de bir yiğit var Fahreddin Paşa adlı, “Bu şehir Resulullah bana emaneti, onu teslim edemem!” diye haykırıyor. Mondros Mütarekesi imzalanmış, Osmanlı orduları geri çekiliyor, lakin Fahreddin Paşa, Medine’yi İngilizlere ve Şerif Hüseyin’in çöl çetelerine bırakmamak için var gücüyle direniyor. Açlık, susuzluk, çölün kavurucu sıcağı… Hiçbiri onun imanını sarsmıyor. Mukaddes Emanetler, Hz. Peygamber’in yadigârları İngilizlerin kirli ellerine geçmesin diye tren vagonlarıyla payitaht İstanbul’a gönderiliyor.
Fahreddin Paşa tam 2,5 yıl boyunca Medine’yi bir kale gibi savundu. Teslim olduğunda gözyaşlarıyla Ravza-i Mutahhara’ya veda etti. Bu, bir yenilgi değil, bir vefa destanıydı, sevgili okur! Paşa sadece bir şehri değil, bir milletin onurunu da korudu.
Medine, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hicretiyle İslam’ın beşiği oldu. Medine Vesikası, insanlığa medeniyet dersi verdi. Osmanlı, bu mirası asırlık bir aşkla omuzladı. Ravza-i Mutahhara’nın bakımı, hac yollarının güvenliği, Medine’deki vakıflar… Hepsi, Osmanlı’nın bu şehre duyduğu muhabbetin silinmez izleridir.
Lakin ne kadar hazindir ki, Osmanlı’nın Hicaz’dan çekilişiyle Medine, kanayan bir yara oldu yüreklerimizde. İngilizlerin entrikaları, Şerif Hüseyin’in hıyaneti kutsal şehirleri elimizden aldı. Bugün Suudi idaresinde Medine’ye baktığımızda, Osmanlı’nın o zarif eserlerinin çoğunun yerinde yeller esiyor. Yıkılan türbeler, kaleler, mektepler… Ama Medine’nin ruhu, hâlâ Hz. Peygamber’in nuru sayesinde daima canlı!
Hicaz Demiryolu:
Bir Milletin Rüyası
Sultan II. Abdülhamid’in Hicaz Demiryolu, sadece bir demir yolu değil, bir medeniyet rüyasıydı. Müslümanların bağış ve sadakalarıyla örülen o raylar Medine’yi İstanbul’a, Şam’a, Kudüs’e, Halep’e bağlıyordu.
Hacıların duasını taşıyan bu kutsal yol, Osmanlı’nın Hicaz’daki varlığını perçinliyordu. Ama İngilizler, bu rüyayı dinamitlemekten geri durmadı. Casus Lawrence’in çöl entrikaları, Şerif Hüseyin ve oğullarının isyanı… Hepsi, Medine’yi Osmanlı’dan koparmak içindi.
Lakin rayları kesilse de, ruhu Medine’de yaşıyor!
Mukaddes Emanetler:
Bir Vefa Yolculuğu
Medine denilince, Mukaddes Emanetler’i anmamak olur mu? Hz. Peygamber’in hırkası, sakalı, ayak izi… Fahreddin Paşa, bu emanetleri İngilizlerin eline geçmesin diye canını ortaya koydu. Trenlerle, gizlice İstanbul’a gönderilen bu kutsal yadigârlar, bugün Topkapı Sarayı’nda bir vefa nişanesi olarak sergileniyor.
Kısacası Fahreddin Paşa, İngilizlerin çalma planlarını bozdu, emanetleri kurtardı. Bu, bir askerin değil, bir milletin imanının zaferiydi!
Sevgili okur, Medine’yi yazarken sadece tarih yazmıyoruz; bir dinin özünü, bir milletin ruhunu, bir devletin vefasını yazıyoruz.
Medine, Osmanlı’nın kayıp atlasında bir incidir. Fahreddin Paşa’nın direnişi, Hicaz Demiryolu’nun rayları, Mukaddes Emanetler’in yolculuğu… Hepsi, bize bir şey fısıldıyor:
Medine, bir şehir değil, bir milletin kalbidir!
Tarihin resmi anlatıları bu hikâyeyi gölgelese de, arşivler gerçeği haykırıyor.
Medine’yi, Osmanlı’nın kan ve gözyaşlarını, Fahreddin Paşa’nın yiğitliğini yüreğimizde yaşatalım!
Keremli şehirden nurlu şehre, oradan payitaht İstanbul’un yolunu tutacağız inşaallah.
Hacca gideceklerin haclarının kabul olmasını niyaz ediyorum Cenab-ı Hakk’tan. Gidemeyenler de buyursun, en azından umrenin güzelliklerini tatsın derim.
.
116 yıl önce Sultan Abdülhamid tahttan indirilmiş, felaketler başlamıştı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
116 yıl önce Sultan Abdülhamid tahttan indirilmiş, felaketler başlamıştı
Mustafa Armağan
Bundan tam 116 yıl önceydi. Yine bir 27 Nisan günü gerçekleşen vahim bir hadise Osmanlı tarihinin olduğu kadar Ortadoğu tarihinin gidişini de derinden etkilemiş ve sonuçları itibariyle bir imparatorluğun sadece dokuz buçuk yıl zarfında tamamen elden çıkmasına yol açmıştı. Üzerinde ne kadar dursak azdır bu bakımdan.
Şimdi zamanın makarasını geri doğru sarıp 116 yıl önceki 27 Nisan gününe uzanalım beraberce. Bakalım, o kara günde neler olmuş, neler bitmiş?
Tarih: 27 Nisan 1909 Salı.
Yer: Yıldız Sarayı, Küçük Mabeyn Köşkü.
Selanik’ten İstanbul’a yürüyen Hareket Ordusu trenle Bakırköy’e gelmiş, oradan atlara binerek Yıldız Sarayı’na doğru ilerlemektedir.
Sultan 2. Abdülhamid’in tahttaki son dakikalarıdır.
Yalnızdır 67 yaşındaki Sultan. Ailesiyle baş başadır.
On yıllardır gözü gibi esirgediği askeri tarafından işgal ve hatta yağma edilmiş olan Yıldız Sarayı’nın bir köşkünde iki haremağasıyla beraber gelecek haberlere muntazırdır.
Etrafı öylesine kalleşçe kuşatılmıştır ki, bırakın kendisine kahve ikramını, aç kalmış çoluk çocuğuna ekmek dahi bulamamaktadır.
Tam 33 sene eteğinin bir ucu Adriyatik sahilinde, öbür ucu Basra Körfezi’nde serili bir imparatorluğu emperyalist aç kurtlara yem etmemek için çırpınmış olan Sultan Abdülhamid şimdi kendi evladı gözüyle baktığı asker kılıklı eşkıya tarafından tahtından düşürülmektedir.
Efendim, dokuz ay önce dağa çıkanlardan Resneli Niyazi çok dürüst, namuslu ve kahramanmış! Geçin efendim. Cuma vakti cümle erler ve subaylar namazdayken fırsattan istifade tabur kasasını kırarak devletin 200 Hamidî altınını çalan ve tüfeklerine el koyarak 200 kadar adamıyla dağa çıkan eşkiyayı efsaneleştirirseniz 15 Temmuz’daki şenaati icra edenleri de alkışlamanız gerekir.
Hem yüz küsur sene önce hem de bugün yapılan, bal gibi kanunsuz eylemlerdi ve biri başarılı oldu diye tebcil edilirken öbürü başarısız olunca takbih edilmemeli, hepsi aynı “gayrimeşruluk gayrimeşruluktur” kriterine göre millet vicdanda mahkûm edilmelidir. Aksi takdirde o zehirli iyi darbe-kötü darbe ikilemine sürükleniriz ki, bu bizi çıkmazların en çürütücüsüne mahkûm eder.
Her neyse. Biz yine Küçük Mabeyn Köşküne dönelim.
Bakalım orada neler oluyor?
Dört Müslüman yok muydu?
Kulağına sesler çalınır Sultanın. At nallarından çıkan sesler yaklaşmaktadır.
Yıldız Sarayı’nın devasa kapısından dört fesli zatı taşıyan at arabası içeriye girmektedir. Bunlar biraz sonra mazlum ve mağdur Sultanımıza hal’ (tahttan indirme) kararını tebliğ edecek olan uğursuz heyetin üyeleridir. İçlerinden birinin ceket cebinde duran bir ‘kağıt parçası’ birazdan çıkacak ve okunduğunda tarihin yüzünü kızartacaktır.
Kendilerine taktıkları uyduruk isimle “Meclis-i Millî” ucubesi tarafından Şeyhülislam ve Fetva Emininden silah ve tehdit zoruyla alınmış yine uyduruk bir fetvadır ceplerinde taşıdıkları. Fetva dediğimiz belgenin adıyla beraber anılmaması gereken bir utanç vesikası demek daha doğru. Kaldı ki 1876 Kanuni-i Esasisine yani Anayasasına göre Meclisin Padişahı tahttan indirme gibi bir yetkisi de yoktur.
Kimlerdi bu dört fesli? Teker teker sayalım:
Ermeni Ayan (Senato) üyesi Aram Efendi,
Draç Mebusu Arnavut Esad Toptani (sonradan ‘hizmetlerine mukabil’ İttihatçılar tarafından Paşa yapılacaktır),
Yahudi Selanik Mebusu Emanuel Karasso (‘Karasu’ değil) ve
Abdülhamid Han’ın vaktiyle nice iltifatına mazhar olarak Koramiralliğe kadar yükseltilmiş bulunan yaveri Arif Hikmet Paşa.
Bir de beşinci kişi vardır ki askerdir, adı Galip Paşa’dır ve Sabetayisttir, yani Selanik dönmesidir.
Bunlardan hal kararını Sultanın yüzüne karşı okuyacak olan Esad Toptanî o kadar vatanseverdi ki(!) Balkan Harbinde son kalemiz olan İşkodra’yı canıyla başıyla savunan Hasan Rıza Paşa’mızı içeriye girerek azmettirdiği bir katile öldürtmüş ve kaleyi kendi elleriyle Karadağlılara teslim etmiş, bu da yetmemiş, İtalyanlarla işbirliği yaparak bağımsızlığını kazanan Arnavutluk’un başına geçmek için mücadele etmiş, nihayet Paris’te muhalif bir Arnavut genci tarafından sokakta vurularak cezasını bulmuştu.
Peki ya Emanuel Karasso?
Bu Yahudi ve 33 derecelik Mason Üstad-ı Azamının hikâyesi ise daha fecidir. Birinci Dünya Harbi’nde vagon yolsuzluklarından çuvallarla paralar götürmüş, Mütareke devrinde ise bir iki kere polise yakalanmış ve sonunda selameti İtalya’ya kaçmakta bulmuştu. Bir de bakılmış ki, adam İtalyan vatandaşıymış! Yani çifte vatandaş!
İhanetler ve daha niceleri…
Evet, iki milletvekili ile iki senato üyesi olan o dört fesli sarayın koridorlarında ilerlerken Sultan Hamid de Küçük Mabeyn’e geçmiştir. Elinde tesbihi olduğunu söyler kızı Ayşe Sultan. ‘Hepimiz korku içindeydik, ağlaşıyor, dua ediyorduk’ diye de ilave eder.
Malum dört kişi Mabeynden içeri girer, selam verirler. Hafif bir el hareketiyle selamlarını alır Hakan.
Gayet metin ve mütevekkildir. Yılların yorduğu vücudu her şeye rağmen vakarlıdır. Soğukkanlılığını korumaktadır.
İnsanın adeta içine nüfuz eder gibi bakan gözlerini heyetin üzerinde gezdirir bir süre. Neden geldiklerini bilmektedir elbette ama kendilerinin söze başlamalarını bekleyecektir.
Bunun üzerine Draç Mebusu Esad Toptanî iki adım ileri atar ve
“Biz Meclis-i Mebusan tarafından geldik. Fetva-i şerife var. Millet seni azl etti (görevden aldı). Amma hayatın emindir (güvencededir)” sözlerini sessizliğin hakim olduğu salonun zeminine buz parçaları gibi takır takır düşürür.
Sultan Abdülhamid bu kasıtlı söylenen sözü hemen düzeltir:
“Zannedersem hal’ etti (tahttan indirdi) demek istiyorsunuz.”
Öyle ya, padişah bir memur değildir ki azl edilsin.
Besbelli Padişahın şahsını tahkir maksadıyla yapılmıştı bu kelime oyunu. Tıpkı tahttan indirilmiş Sultan Abdülaziz’i, iki kurenasıyla laubali vaziyetteki fotoğrafını çektirerek tahkir etmek istedikleri gibi Sultan Hamid’i de “azl” kelimeyle vurmak istemişlerdi.
Sözlerine devam etti Sultan:
“Pekala buna gösterilen sebep nedir?”
Ardından fetva okundu. Bula bula “bazı mesâil-i mühimme-i şer’iyyeyi kütüb-i şer’iyyeden tayy u ihrac ve kütüb-i mezkûreyi men’ u ihrak” suçlamasını bulmuşlardı ya, İslam’ın diri kalması için ömrünü heder etmiş bir Sultana dinî kitaplardan şer’i meseleleri çıkarmak ve dinî kitapları yasaklayıp yakmak gibi bir şenaat yakıştırılıyordu.
Olacak şey değildi. Kur’an-ı Kerim’i, Sahih-i Buhâri’yi, Şifa-i Şerif’i on binlerce nüsha bastırıp dağıttıran Sultan şimdi onları yakmakla suçlanıyordu, öyle mi? Sultan:
“-Ben hangi şer’i kitabı yakmışım?”
diye bağırdı yüksek sesle. Arkasından da tarihin alnına şu kezzap gibi sözleri kazıdı:
“-Ben 33 sene millet ve devletim için, memleketimin selameti için çalıştım. Hakimim Allah ve beni muhakeme edecek de Resulullah’tır (sav). Bu memleketi nasıl buldumsa öylece teslim ediyorum. Hiç kimseye bir karış toprak vermedim. Hizmetimi ancak Cenab-ı Hakk’ın takdirine bırakıyorum. Ne çare ki düşmanlarım bütün hizmetime kara bir çarşaf çekmek istediler ve muvaffak da oldular.”
Ve şu sözü ekleyerek sert adımlarla salondan çıktı:
“-Bu memleketi benden sonra 10 sene idare etsinler, 100 sene idare etmiş sayacağım.”
Ne kadar garip.
27 Nisan 1909 ile Osmanlı Devleti’nin İtilaf kuvvetlerine teslim bayrağını çektiği 31 Ekim 1918 tarihleri arasında sadece dokuz buçuk yıl vardır ve ne acıdır ki bu sözde geçen 10 sene tamamlanmamıştır!
.
Aman bu Türkler akıllanmasın!
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Aman bu Türkler akıllanmasın!
Mustafa Armağan
İspanyolların iftihar kaynağı ressamlarından Tiziano veya diğer adıyla Titian Vecelli, Kanuni Sultan Süleyman’ın resmini de yapmıştır ama “İnebahtı Savaşı Alegori, 1573-1575” adlı tablosu bizim açımızdan çok daha önemlidir.
İspanya Kralı II. Philip, İnebahtı deniz savaşında Türk donanmasını yenilgiye uğrattıktan sonra bir erkek çocuk sahibi olmuştur. Tabloda gökten gönderilen bu bebek tasvir edilirken sol altta elleri arkadan bağlı, üstü başı soyulmuş pos bıyıklı bir adam diz çökmüş vaziyette durmaktadır. Ayakları da zincire vurulmuştur. Dizinin dibinde bir sarık durmaktadır ki elbette Osmanlıyı, yani “Türk”ü temsil etmektedir. Tablonun iyice sol köşesinde ise okların konulduğu sadak ve kalkan, üst yanında büyükçe bir davul veya kös ile ucu kırık bir sancak yer almaktadır.
Titian’ın bu tablosunu 2014 yılında katıldığım bir Endülüs turu sırasında Madrid’deki Prado Müzesi’ndeki bizzat yerinde görmüş ve ardından derin düşüncelere dalmıştım.
Avrupa, Kanuni fırtınası geçtikten sonra nihayet Osmanlı donanmasını mağlup etmiş ve bu Haçlı seferinde başı çeken İspanyollar zaferin etkisiyle kendilerinden geçmişlerdi. Tiziano’nun bu tablosunda gördüğüm şey, Avrupa’nın derin bir nefes aldığı oldu. Çünkü Türkün elleri bağlıydı artık, ayakları da zincirli. Ona diz çöktürmüş, soymuşlardı. En iyi Türk, elleri ve ayakları bağlı Türktü Avrupalılara göre. Bundan böyle Türklerin ellerini ve ayaklarını çözmelerine fırsat verilmemeliydi.
Elbette 16. yüzyıldan sonra da uzun süre Türk korkusu devam edecekti Avrupa’nın büyük bir kısmında. Zira Türkler tekin millet değildi. En olmayacak yer ve zamanda karşılarına çıkabiliyor ve emellerine vasıl olmalarına mani olabiliyorlardı. Bu sebeple mecazi manada elleri ve ayakları bağlı kalmalıydı ki rahat uyuyabilsin, sömürülerine devam edebilsinler.
İşte 19. yüzyılın ortalarında yaşanan Kırım Harbi yıllarından başlayarak Osmanlı’nın bir dış borç sarmalına sokulması, mali ve ekonomik olarak Avrupa’ya bağımlı hale getirilmesi çabası ipin türünü değiştirmekten ibaret bir işlemdi. İpler şeffaftı gerçi ama sonuçta IMF’yi ülkeden kovana kadar neler çektiğimizi yakın tarihi yaşayanlar iyi bilecektir.
Türkiye ellerini çözememeliydi ama gün geldi, devran döndü ve çözmeyi başardı. Artık elleri ve ayakları bağlı, diz çöktürülmüş Avrupa’ya mecbur bir Türkiye yok karşılarında; bunu içimizdeki kiralık kafalardan daha net bir şekilde biliyor ve görüyorlar.
Tiziano’nun tablosu artık tarihin bir parçası. Bundan sonra kimin düşeceği, kimin yükseleceği, tarihin cevabını en fazla merak ettiği sorular.
Vaktiyle rahmetli Oktay Sinanoğlu hep yaptığı gibi kitabın ortasından konuşmuş ve meseleye neşterini vurmuştu. Şöyle haykırmıştı bir televizyon programında:
“70 yıldır oynanan oyunların hepsi ‘aman bu Türkler akıllanmasın, yoksa kuvvetlenirler, en azından bize rakip olurlar’ endişesiyle sahneye konulmuş, bu suretle Türkiye’ye birçok kötülük yapılmıştır. Mesela Batı sana tarzanca eğitimi kakalıyorsa boş kafalı kal diyedir; bunu senin iyiliğin için, bir şeyler öğren de ilerle diye yapmıyor herhalde. Hanımlar, babalar çocuklarını hâlâ bir sürü para verip yerli veya yabancı misyoner okullarına göndermekle meşgul. Çünkü ülkeler böyle bitirilir, topla, tüfekle değil. Milletler dili, tarih bilinci, kimliği, haysiyeti, kendine olan saygısı, itibarı, kendine olan güveni yok edilerek tarihten silinmiştir, topla tüfekle değil. Topla tüfekle yaparsa sonunda millet daha da bilenir, bir gün gelir, düşmanı atar ülkesinden, tepesine biner. Ama bu yöntemle ilelebet köle olup tarihten adın silinir.”
Ekonomimiz elbette güçlü olmalı, teknolojide gidebildiğimiz kadar ileri gitmeli ve dışa bağımlılıktan mutlaka kurtulmalıyız ama bunun yanında zihnen bağımsızlığımızı kazanmaya da en az onun kadar önem vermeliyiz. Aksi halde ne duruma düşebileceğimizi Oktay hoca yeteri açıklıkla söylemiş.
.
Kemal Tahir de sansürlenmiş
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Kemal Tahir de sansürlenmiş
Mustafa Armağan
Saliha Sultan’ın 1 Mayıs 2025 tarihli Karar gazetesinde edebiyat tarihçisi Doç. Dr. Nuri Sağlam ile yaptığı söyleşi ses getirmekle kalmadı, genellikle Sultan 2. Abdülhamid devrine yakıştırılan sansürün halen bizimle yaşamaya devam ettiğini de ifşa etmiş oldu.
Edebî eserlere uygulanan sansürün yabancısı sayılmayız. Bir misal vermem gerekirse 107 yıl önceye gidebiliriz:
“Türkçülüğün babası” Ziya Gökalp’in 1918 yılında Yeni Hayat adlı bir şiir kitabı yayımlanır. Lakin matbaadan çıkar çıkmaz içerisindeki “Meşihat” adlı şiir yüzünden Enver Paşa’nın emriyle kitabın bütün nüshaları toplatılır. Kitap sakıncalı şiir kesilip çıkarıldıktan sonra yeniden piyasaya verilir. Bu gerçeği ancak 1975 yılı Sosyoloji Konferansları’nda bir yabancı araştırmacı tarafından yayımlanınca öğrenebilecekti kamuoyumuz. Böylece Ziya Gökalp’in bir şiiri “Abdülhamid sansürü”nü kaldırmakla övünen İttihat ve Terakki devrinde sansürlenmiş oluyordu.
Aynı Ziya Gökalp’in 1923 yılında intişar eden Altın Işık adlı şiir kitabının içerisinde şehzade, sultan gibi eski devrin kahramanları zikredildiği için hem de Bakanlar Kurulu eliyle yasaklandığını arşiv belgesiyle biliyoruz.
Reşat Nuri Güntekin’in ilk baskısı 1922 yılında yapılan eseri Çalıkuşu’nun 1935 yılında yazarı veya yayıncısı tarafından epeyce gözden geçirilerek yeniden yayınlandığını rahmetli dostum N. Ahmet Özalp Kaşgar dergisindeki yazısında gündeme getirmişti. Mesela Özalp’a göre aşağıdaki ifade kitabın 1922 tarihli baskısında mevcutken 1935’ten sonraki baskılarında sırra kadem basmıştır:
“Matmazel Orani ağır ağır başını salladı: ‘Çok tuhaf… Bu çarşafta garip hassalar var. Kadını yalnız daha güzel göstermekle kalmıyor… Ona dediğiniz gibi mahzun bir ciddiyet veriyor.” (s. 5)
1930’ların ortasında valilikler eliyle çarşafla mücadele edilirken çarşafın bir kadını daha güzel gösterdiğini dile getiren cümle sakıncalı bulunmuş ve romandan tıraşlanmıştır.
Ayrıca Çalıkuşu’nun 1922 neşrinde “dinini seversen benden de selam yaz” cümlesi 1935 neşrinde “beni seversen benden de selam yaz”a çevrilmiştir (s. 139). Sevilen roman bizzat yazarı eliyle veya izniyle din-sizleştirilmiştir anlayacağınız.
Sinemada ise yabancı filmlerin dublajına bile sansür uygulanmış, telefonu açarken “Efendim” denilmemesi tembihlenmiştir.
Sansürleme geleneği 12 Eylül darbesinin mimarları eliyle öyle uç noktalara ulaşacaktı ki, yazar ve yayıncıların korkularından yaptıkları makaslama ve sansürlere bu devrede bolca rastlayacaktık.
Daha yakına gelirsek, 28 Şubat dönemine kadar sansürlenmeden basılan Lord Kinross’un Bir Milletin Yeniden Doğuşu: Atatürk adlı biyografisi bilesiniz ki kırpılmış haliyle huzurlarınızdadır.
Kimse topu Sultan Abdülhamid devrine atmasın. Edebî, fikrî ve tarihî eserler üzerindeki sansür açık veya örtük bir şekilde günümüzde de devam ediyor.
Kemal Tahir’e de mi sansür?
Doç. Nuri Sağlam’ın gündeme getirdiği sansürleme işlemi ise 1973 yılında ölen romancı ve düşünür Kemal Tahir’in Kurt Kanunu adlı romanıyla ilgilidir.
Sağlam’a göre ilk baskısı 1969 yılında Bilgi Yayınevi tarafından yapılmış olan Kurt Kanunu adlı romanı, Kemal Tahir’in romanlarının yayım hakkı 12 Eylül döneminde Tekin Yayınevi’ne geçince birçok tahrifata uğramış ve “bu tahrifat her nasılsa bugüne kadar evet hiç kimsenin dikkatini çekmemiştir!”
Araştırmacı, romanın 1972 tarihli 2. baskısı ile 10 yıl sonra yapılan baskısını mukayese edince romanda kelime, cümle ve bölüm bazında birçok tahrifat olduğu gibi daha başka çıkarılmış yerler de bulunduğunu fark ediyor. Özellikle dikkat çeken kısım, İttihatçı Kara Kemal’in öldüğü sahnedir.
Gerçekten de henüz 17 yaşımdayken, 15 Ağustos 1978 tarihinde satın aldığım ve yedi günde su gibi okuduğum (o zamanlar kitabın ilk sayfasına aldığım tarihi, son sayfasına da okuduğum tarihi yazma âdetim vardı) 1975 yılında basılan ve kapağında idam ipi bulunan Kurt Kanunu’nun 3. baskısı (üzerinde tarih yok) ile kontrol ettiğimde Sağlam’ın iddialarında haklı olduğunu gördüm.
Bu arada bir nokta dikkatimi çekti: Tekin Yayınevi’nin 1982 yılında bastığı sansürlü baskının kapağında “3. baskı” diye yazılı ama bu da hatalı. Roman 1969, 1972 ve 1975 yıllarında üç kez basılmış. Dolayısıyla Tekin Yayınevi’nden çıkan romanın üzerinde 4. baskı yazması gerekirdi. İlk baskının kapağında İzmir Saat Kulesi, 2. baskının kapağında iki avucun içinde bir adam, benim okuduğum 3. baskıda ise idam ipi bulunuyor. İlgililerin dikkatine.)
Elimdeki baskının 353-354. sayfalarında Kara Kemal’in öldürüldüğü iddia ediliyorken 1982 baskısında 23 satırlık bir kısım uçurulmuş, dolayısıyla buradaki resmi tarihe aykırı kısım temizlenmiştir (mevcut baskıların da aynı şekilde olduğu anlaşılıyor).
Resmi tarihte 1926 yılında gıyabında idama mahkûm edilen Kara Kemal’in saklandığı evde yakalanacağını anlayınca tabancasını kafasına sıkarak intihar ettiği yazılırken Kemal Tahir şunları yazmış ama yazdıkları bugüne ulaşamamıştı (elimdeki baskıdan aynen aktarıyorum):
“- Gerçek… Evet, şimdi anladım, Gurbet Halalarla farkımız burda… Sakın aklınıza getirmeyin bir daha böyle çapraşık şeyleri… -Bir an söyleyip söylememek için duraksadı-: Biraz önce dediniz ki… “Kara Kemal Bey teslim olsaydı, mahkemede kendisini savunsaydı… Binde bir ihtimalle kurtulmaz mıydı acaba?”… Üzmeyin kendinizi boş yere Dayıcığım…
- “Boş yere ne demek?
- Şu demek… Hiç kimsenin niyeti yoktu Kara Kemal Beyi mahkeme önüne çıkarmaya…
- Öyleyse… Kendisine kıydığı da sakın doğru değil mi?
- Elbette doğru değil… Çok şeyler biliyordu Kara Kemal Bey… Kurtulma umudu kalmadığını anlayınca hiçbir kuvvet konuşmasını önleyemezdi. “Teslim ol Kara Kemal Bey Ağbey… Hakkında hayırlısı budur” diye bağırmış ya, heriflerden biri… Yüzde yüz eminim, budur işte öldürme görevi yüklenen hergele… Hem bu sözlerden, hem de sesin ahenginden anlamıştır işi Kara Kemal Bey ossaat… Bunlar da ittihatçı oyunudur çünkü…
- Yok canım…
- Yok mu, var mı anlaşılır yakında… Merak etmeyin. Gizli kalmaz böyle pislikler, hiçbir zaman. Gazeteler yazdılar ya… Eve girmişler de… Odaya çıkmışlar da… Yerde terlikleri… Havada cıgara dumanları görmüşler de… Bundan anlamışlar, birkaç saniye önce burda olduğunu… Açık pencereden bahçeye atlamışlar. Hepsi yalan, bunların!”
Şimdiki baskılarda ise “- Gerçek… Evet, şimdi anladım, Gurbet Halalarla farkımız burda… Sakın aklınıza getirmeyin bir daha böyle çapraşık şeyleri…” kısmından sonra 23 satır uçuyor ve “Gazeteler yazdılar ya…” cümlesine atlanıyor ve romanın iddiası güzelce resmi tarihe teslim ediliyor. Tabii Kara Kemal’in konuşmaması için öldürüldüğü, intihar etmediği iddiası çöpe atılmış oluyor.
Araştırdıkça kim bilir daha ne rezaletler çıkacak!
Yine de biz 32 yaşındaki Cemil Meriç’in umudunu diri tutmaya çalışalım. 1948 yılında şöyle yazmış:
“Fikir hürriyetinin yalnız fikirle tahdid edileceği (sınırlanacağı) mes’ut günlerin uzakta olmadığına inananlardanız.”
.
Fatih Ayasofya’da hutbe verdi mi?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Fatih Ayasofya’da hutbe verdi mi?
Mustafa Armağan
Fatih Sultan Mehmed Han Osmanlı tarihinin yüzük taşı mesabesinde bir şahsiyeti. Fetihler Sultanı dizisi de son zamanlarda Sultanın şanını ekranlara taşımayı hedeflemişti. İstanbul’un fethi ve Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazı bölümleri büyük ilgi çekti. Tabii diziyi seyredenler özellikle Ayasofya Camii’nde kılınan ilk namaz hakkındaki sahnelerin doğru olup olmadığını sordular.
Ben işin aslını anlatayım, kararı siz verin.
1 Haziran 1453 günü Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazının hutbesinde geçen ifadelere dair bilgi kırıntılarını şöyle topladım:
Evliya Çelebi Seyahatnamesi cilt 1’de en mufassal malumat var. Geç dönem olmakla birlikte en azından bir Osmanlı kaynağıdır ve “hutbeye Fatih’in çıkarak davudî bülend avaz ile “Elhamdülillahi Rabbil alemin” deyince cümle Müslüman gazilerin sevinçlerinden feryad ettiklerini, kaide-i üslub üzere hutbeyi eda edip inerek Akşemseddin’in ondan izin alarak imamlığa geçtiğini’ anlatıyor. Fakat problem şurada: Evliya Çelebi Fetihten 150 sene sonra yazmış bu satırları. Ne kadar güvenilir? Büyük bir soru…
İkinci olarak Tacizade Cafer Çelebi’nin eseri pek kullanılmayan bir kaynak. Tacizade’nin kitabında anlattıklarını görgü şahitlerinden dinlediği anlaşılıyor. Cuma hutbesini değil ama ilk ziyaretinde Fatih’in dediklerini şöyle aktarıyor:
“(Fatih) Bunun gibi âli binayı temaşa idicek eserden müessire ve ma’luldan illete istidlal yolundan buna sebeb-i zahiri olanın ahvaline intikal idüp “Bu kadar kudret ve kemiyyet ile ki cihan mülkinde şunun gibi asar-ı bedidar itmişdir, rüzgar-ı cefakar-ı alem sahifelerinde anun dahi nam u nişanından komaduğın mülahaza eyleyüb dehrin gaddarlığı ve devrin sitemkarlığı ilm-i şerifinde müekked olub dahi Hudaya padişah “çün sagir u kebir ve şah u vezir kimesne baki kalmaz. Sana her an hezar minnet ki hele Bari ben kulunu bunun gibi bir feth-i azime sebep kıldın” deyu şükürler eyleyup ol makam-ı mübareğin cami-i kebir olmasını emreyledi.”
Muhtemelen anlamadınız. Sizin için sadeleştireyim:
‘Bunun gibi yüksek binayı temaşa edince eserden eseri yapana, gösterenden gösterilene çıkarım yoluyla buna zahiren sebep olan duruma intikal edip “(Bizans) Bu kadar kudret ve çokluk (servet) ile ki yeryüzünde şunun gibi aşikar eserler ortaya koymuştur, dünyanın cefa veren zaman sayfalarında onun dahi isim ve izi kalmadığı üzerinde düşünüp zamanın acımasızlığı ve acıtıcılığı şerefli ilminde tekrar teyid edilip dahi Hudaya küçük ve büyük, şah ve vezir kimse baki kalmaz. Sana her an binlerce minnet ki ben kulunu bunun gibi bir büyük fethe sebep kıldın” diye şükürler eyleyip o mübarek makamın cami olmasını emreyledi. (TOEM ilavesi, Sayı 21, 1913, s. 23.)
Öte yandan Sultan 2. Abdülhamid zamanında yazan Ahmed Muhtar Paşa, Feth-i Celile-i Kostantiniyye’de
Müneaccimbaşı tarihinde “Letuftehannel.. hadis-i şerifinin işaret ettiği zat olmasından dolayı Allah’ın lütuflarına hamd ve şükürler ettiğini” yazar ve şunları ekler:
“Selalar okunduktan sonra müezzinler tarafından “İnallahe ve melaiketuhu” ayet-i kerimesi hüzünlü bir sesle okunmaya başlayınca Akşemseddin Hz. Fatih’in koltuğuna girip büyük bir hürmetle onu minbere çıkardı. Etrafa hidayet nurları saçan Hz. Muhammed’in kılıcı elinde pırıl pırıl parlıyordu. Fatih minberde yüksek ve heybetli bir sesle “Elhamdülillah! Elhamdülillah!” diye hutbeyi okumaya, Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar etmeye başlayınca camide mevcut bütün Müslüman gaziler, İslam mücahidleri büyük bir sevinçle coşar gibi olup neşe ile feryad etmeye, gözlerinden sevinç yaşları dökmeye başladılar.
Bu hutbe İslamiyetin şan ve şerefinden, Müslümanlığın büyüklüğünden bahsetmekte, gül renkli kanı içinde şehitlik şerbeti içerek yüce bir rütbe kazanan vatan şehitlerinin ruhlarını bile kendinden geçirmekte, sekiz buçuk asırdan beri bütün Müslümanların ulaşmayı şiddetle arzu ettikleri bir fethin Cenab-ı Hakk tarafından Osmanlı padişahlarına, İslamiyetin koruyucusu olan o şanlı padişahların sadık tebasını teşkil eden Osmanlılara verildiğini ilan etmekte idi.” (Bedir Yayınları baskısı, sayfa 389.)
Ben üç farklı kaynaktan naklettim, siz de okudunuz.
Karar sizin.
.
Yunanistan Batı Trakya’yı bize verecek olsa Lozan’ı deldirmemek için almayacak mıyız?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Yunanistan Batı Trakya’yı bize verecek olsa Lozan’ı deldirmemek için almayacak mıyız?
MUSTAFA ARMAĞAN
12 Mayıs 2025 günü PKK Kongresi’nin aldığı fesih ve silah bırakma kararına tepki gösteren müzmin muhaliflerimiz ellerinde başka bir tutamak kalmadığı için meseleyi kendi konforlu sahalarına çekti ve bildirgede geçen Lozan ve 1924 Anayasası vurgusunu dillerine doladı.
Neymiş? ‘Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu’ imiş. Tartışılması dahi düşünülemezmiş. Aksini düşünmek bölücülükmüş vs.
Bir asır boyunca hiç mi yeni bir tez geliştirmez bunlar? Kırık plak gibi aynı şeyleri tekrarlamaktan bıkıp usanmadılar mı?
Dünya o zamandan beri kaç defa değişti, siz hâlâ Lozan’a dair ikinci bir cümle kurmayı beceremediniz. Hakikaten tebrikler.
‘Lozan Antlaşması Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur’ sözüne gelirsek, bu cümle vatan toprağımızın tapusunu başkasından aldığımızı anlatır aslında.
Biz öz vatanımızın tapusunu başka bir makamdan mı aldık Allah aşkına?
Bir vatanın tapusu başkasından alınır mı?
Aldıksa kimlerden aldık?
Devir işlemine aracılık eden tapu müdürü kimdi?
Bu iç acıtıcı soruların bir cevabı yok onların lügatinde.
Çıplak gerçek şudur:
Bu toprakların tapusunu biz 1923 yılında değil, Malazgirt zaferini kazandığımız 1071 yılında Sultan Alparslan ve gazileri eliyle aldık.
Tarihimizi 19 Mayıs’a kilitleyerek anlatanların aklı o kadar durmuş, gözü o kadar dönmüştür ki, Çanakkale zaferini kazananın Osmanlı Devleti olduğunu bile saklamaktadırlar.
Bir: Lozan Barış Antlaşması imzalandığında Türkiye Cumhuriyeti henüz kurulmamıştı.
İki: İş başında bir devlet yoktu, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti vardı. Başımızda devlet yoktu, çünkü Osmanlı Devleti’ni 1922 Kasımında Lozan’a gitmeden önce TBMM, bir kararnameyle yıkmıştı. Dolayısıyla Lozan’a biz devlet olarak katılmadık, oraya devleti bulunmayan bir hükümetin temsilcilerini gönderdik.
Bunun sonucunda biz Lozan’a devlet olma hakkına sahip olduğumuzu kabul ettirebilmek için gittik. Devlet olma hakkını kazanabilmek için müzakere edecek bir heyetin ‘zafer’ kazanma şansı olabilir miydi? Çünkü alışverişten memnun kalmazsa sana tapunu vermeyecek olan müdür, İngiltere’ydi. Unutmayalım ki, Lozan Konferansının orkestra şefi İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’dı. Dahası, üç ana komisyondan hiçbirinin başkanlığı bize bırakılmamıştı.
“Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” İngiltere Lozan Antlaşmasını onaylamazsa bu topraklar üzerindeki mevcudiyetimiz hukuken geçersiz kalacaktı ki 1924 Martında Hilafeti kaldırıncaya kadar onaylamak bir kenarda dursun, Avam Kamarası’nda görüşmeyi bile başlatmadı. Avam Kamarası’nda görüşmeler 1924 Nisan’ında başlayacaktı.
Anlayacağınız, vaziyet bu derece vahimdi ve tam da bu sebeple Lozan Konferansı ‘zafer’ kazanma ihtimalimiz bulunmayan müzakerelere sahne olacaktır.
Sonuçta Misak-ı Milli’ye dahil olan 12 Ada, Batı Trakya, Musul, Halep, Antakya, Kıbrıs gibi hayatî toprakları kaybederek hasarlı çıktık Lozan Konferansından. Ayrıca Boğazların kontrolü de bizde değildi.
Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti bir asırlık ömründe Lozan sayesinde değil, Lozan’a rağmen stratejik vaziyetini sağlamlaştırabilecekti.
Lozan’da Fransız işgali altındaki Suriye’ye bıraktığımız Antakya bugün sınırlarımız içinde. Nasıl oldu bu? Fransa ile anlaşıp Lozan’ı deldiğimiz için de ondan.
Lozan’da uluslararası bir komisyona bıraktığımız Çanakkale ve Karadeniz boğazları üzerinde kontrol 1936’dan beri bizde. Neden? Montrö ile Lozan’ın Boğazlar Sözleşmesini iptal ettirdiğimiz için de ondan.
Peki Kıbrıs’ta askerimiz ne arıyor? Demokrat Parti hükümetinin Fatih Rüştü Zorlu’nun muhteşem emeğiyle Londra ve Zürih anlaşmalarında Lozan’ın 20-22. maddelerini değiştirip garantörlük hakkına malik olduğumuz için de ondan. (Ve bu kahramanı astılar, biliyorsunuz değil mi?)
Üstelik son 102 yılda Lozan’ı defalarca deldik, millî çıkarımız gerektirirse defalarca da deleriz.
Bu yüzden ‘Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusudur’ sözü ne kadar geçersizse ‘Lozan’ı deldirmeyiz’ sözü de o kadar mantıksızdır.
Ne yani? Yarın öbür gün Yunanistan bize Meis adasını veya Batı Trakya’yı vermeye kalksa ‘Lozan’ı deldirmeyiz’ gerekçesiyle almayacak mıyız?
Velhasıl girdiğimiz yeni süreçte tarihin unutmuşlar mezarlığını boylayacak “fosillerin dansı”dır seyrettiğimiz.
.
Sultan Vahdettin’le barışmak için bir asır yetmedi mi?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Sultan Vahdettin’le barışmak için bir asır yetmedi mi?
Mustafa Armağan
Sultan Vahdettin 16 Mayıs 1926 tarihinde, yani bundan 99 yıl önce gurbette Hakkın rahmetine kavuştu ama hakkındaki tartışma bitmek bilmiyor.
Başında olduğu devlet 102 yıl önce yıkılmış olmasına rağmen, evet buna rağmen sevenleri ile nefret edenleri arasındaki gerilim devam ediyor. Neden peki? Çünkü tarihimizle helalleşemedik. Helalleşemediğimiz için de mezardakilerin tozları gözü dünyada kalmış hayaletler gibi yakamızı bırakmıyor. Ne zaman ki tarihimizle helalleşiriz, o vakit onlar bizi rahat bırakır. Aksi halde bir asır daha bu münakaşa devam eder, gider.
Sultan Vahdettin’in 1918 Temmuz’u ile 1922 Kasım’ı arasındaki dört yıl, dört aylık saltanatı Osmanlı tarihinin en karanlık ve tartışmalı portrelerini sergileyen bir galeri gibidir. 1. Cihan Harbi’nin kaybedileceğinin ortaya çıktığı bir ortamda tahtın kederli yolu önüne açılmıştı.
Sonraları Mabeyn Kâtibi Ali Fuat Bey’e “Ben tahtın kuştüyünden minderlerine değil, milletin ateşli külü üzerine oturdum” diyerek tahta çıkmakla nasıl büyük bir fedakârlık yaptığını anlatmak isteyecekti. Ancak anlaşılamamıştı.
Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan Vahdettin ile baş başa yaptığı görüşmeler önemlidir.
Padişah 30 Nisan 1919’da 9. Ordu Kıtaları Müfettişliği belgesini onaylamıştır. Mustafa Kemal Paşa Samsun’a hareketinden hemen önce Yıldız Sarayı’nda Padişah’la ‘adeta diz dize” denilecek kadar yakın oturmuş, Vahdettin ona –Falih Rıfkı Atay’ın yazdığına göre- “hiç unutmayacağı” şu sözleri söylemişti:
“Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin, bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini bir tarih kitabının üstüne bastı)… Tarihe geçmiştir. Bunları unutun dedi. Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin!”
Bu sözler karşısında hayrete düşen Mustafa Kemal Paşa, aradan yedi yıl geçtikten sonra, 1926’da gazetecilere anlattığı hatıralarında Sultan Vahdettin’in samimiyetinden şüpheye düştüğünü ve düşmanla işbirliği yaparak devlet ve saltanatını kurtarmaya çalışan birinin bu sözlerini ‘sahtekârlık’ olarak yorumlar. Ona göre Sultan Vahdettin “Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin” derken İngilizleri memnun etmeyi, onların şikâyetlerini gidermeyi ve Anadolu’da İngiliz siyasetine karşı gelen Türkleri yola getirmeyi kastetmiştir. Dolayısıyla Samsun’a gönderilme gerekçem budur demeye getirir.
Ne var ki 1926’daki mülakatında “Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz. (…) Merak buyurmayınız efendim, dedim, bakış açınızı (“nokta-i nazar-ı Şahanenizi”) anladım. İrade-i seniyeniz (fermanınız) olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım” demeyi ihmal etmemiştir. Padişah da daha önce “Muvaffak ol” dedikten sonra kendisine yaveri Naci Paşa vasıtasıyla üzerine kendi isminin baş harfleri (inisiyalleri) bulunan altın bir saat hediye etmiştir.
Paşa, paşa, devleti
kurtarabilirsin!
Resmi tarihin kabul ettiği ve Mustafa Kemal’in ABD Büyükelçisi General Sherrill’e krokisini çizip verdiği bu görüşme sahnesini buraya raptedelim ve Samsun’a gittikten sonra Padişaha yazdığı mektuplarla onu karşılaştıralım. Bakalım 1926 yılında sonradan bir kısmı itiraf edilen görüşmede gerçekte neler konuşulmuş?
Daha 24 Nisan 1920 Cumartesi günü BMM’de yaptığı konuşmada Mustafa Kemal Paşa, Sultan Vahdettin’le yaptığı görüşmeyi ilk kez kamuoyuna açıklamak ihtiyacını duymuş ve onu şöyle anlatmıştı:
“(Padişah) İngiliz zırhlılarının saraya yönelmiş toplarını göstererek ‘Görüyorsun’ dedi, ‘ben artık memleket ve milleti nasıl kurtarmak lazım geleceğini tasarlamakta tereddüde düşüyorum.’ Ve ellerini kaldırarak, ‘İnşaallah millet uyanık ve müteyakkız olur, bu elim vaziyetten gerek beni, gerekse kendisini kurtarır’ buyurmuşlardı.”
Şimdi Mustafa Kemal’in hem Mayıs 1919 tarihli görüşmedeki, hem de 11 ay sonra Büyük Millet Meclisi’ndeki konuşmasında geçen ifadeleri arasındaki fark açık. Demek ki, Sultan sadece Mustafa Kemal’e ‘devleti kurtarabilirsin’ dememiş, aynı zamanda ‘milletin de uyanarak bu acı durumdan kurtulması’ için basbayağı dua etmiştir. Yine demek ki, ülke ve milletin kurtarılması gibi bir fikir Sultan Vahdettin’in zihnine hiç yabancı değilmiş.
Atatürk’ün Bütün Eserleri’ne göre Mustafa Kemal Paşa’nın Sultan Vahdettin’e ilk mektubu 14 Haziran 1919 tarihli ve son derece çarpıcı ifadelerle dolu. Şöyle yazmıştır:
“Ülkenin parçalanma tehlikesini ancak yüce şahsınız başta olmak üzere milli ve mukaddes bir kudretin var olma haykırışı” kurtarabilir. İzmir’in işgalinden dolayı pek hüzünlü olan kalbinizin “bu kurtuluş noktasına ait ilhamları” bu anda bile hafızamda bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Sizin ısrar ve zorlamanızdan (“ilkâ-ı milkdârilerinden”) aldığım azim ve imanla âcizane görevimi sürdürüyorum.”
Aynı mektupta aslında padişahın ‘millet uyanır’ temennisine Mustafa Kemal şöyle cevap verir:
“Millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığını, saltanat ve hilafetin yüksek haklarını sağlamlaştırmak için sağlam bir azim ve imanla donanmış bulunuyor. İstanbul’dayken milletin bu kadar kuvvetli ve uyanık olabileceğini düşünemezdim.”
Anadolu’ya gittikten sonra Padişah’ın millet uyanır dileğinin yerine geldiğini hatta milletin zaten uyanmış olduğunu görüp hayret eden bir Paşa vardır karşımızda.
GERÇEK NEYDİ?
Prof. Dr. Salahi R. Sonyel’in Gizli Belgelerde Mustafa Kemal, Vahdettin ve Kurtuluş Savaşı (ATAM, 2010) adlı kitabında ilginç bir ayrıntı göze çarpar. Yunan istihbarat servisi Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a hareket edeceğini haber alır ve İngiliz işgal kuvvetleri komutanı General Milne’in dikkatine sunarak onun tutuklanmasını ister. Ancak General Milne güya bu görüşe katılmayarak “Bırakınız gitsin, daha iyi olur. Böylece tüm Türk direnişini kökünden temizleme fırsatını sağlamış oluruz” demiştir.
Aynı kitapta verilen bilgiye göre Yunanistan’ın eski büyükelçilerinden Sakkelaropulu, Nutuk’ta yazılan “Hasımlarım beni İstanbul’dan zorla uzaklaştırmak istemişti” görüşüne itiraz etmektedir:
“Osmanlı hükümetinin amacı, Mustafa Kemal’in örgütleyici yeteneklerinden Anadolu’da yararlanarak barış görüşmeleri sırasında İtilaf devletleri üzerinde baskı kurmak ve Türklerin sert bulacağı barış şartlarına karşı davranmaya hazır olacak silahlı kuvvetleri kurdurmaktı (Sonyel, age, s. 31).
Son olarak Erzurum Kongresi tutanaklarında Mustafa Kemal Paşa’nın “Padişah ile aramızdaki sırların şimdilik açıklanması uygun değil, zaferden sonra açıklayacağım” sözünün üzerinin bir kalem tarafından karalandığını ve Nutuk’a bu cümlenin alınmadığını fark edince insan sormadan edemiyor:
Peki, Vahdettin ile M. Kemal’in arasındaki o sırada açıklanması sakıncalı görülen sır neydi?
Bakın Sultan Vahdettin, başkâtibi Ali Fuat Türkgeldi’ye 27 Ocak 1919 günü şöyle demiş:
“İstiklalimizi kurtarmak için zaruri olarak bu hallere tahammül ediliyor. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor, millete de malumat verilemiyor. Elbette bir gün tarih bu hakikatleri yazar..”
Aradan 106 yıl geçti, o “bir gün” hâlâ gelmedi mi?
Cengiz Aytmatov “Gün olur asra bedel” derken bunu mu kastetmişti yoksa?
.
62 yıl önce idam edilen iki darbeci
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
62 yıl önce idam edilen iki darbeci
MUSTAFA ARMAĞAN
4 Temmuz 1963 günü Ankara Merkez Cezaevi’nde heyecanlı saatler yaşanmaktadır. Emekli Binbaşı Fethi Gürcan bir hafta önce darbe suçundan idam edilmiştir. İhtilalin başı emekli Albay Talat Aydemir’in idamı ise avukatının uyanıklığı sayesinde son anda Askeri Yargıtay tarafından reddedilmişti. Hücresinde, hakkında verilecek yeni kararı gözlerine uyku girmeden beklemektedir. Bir şeyi daha: O sırada hâlâ ABD’de olduğunu zannettiği Başbakan İsmet İnönü’nün dönüşünü.
“Ah bir dönse” diyordu gardiyana, “beni kolay kolay asamazlar!”
Ne var ki güvendiği dağa kar yağacak ve İnönü TBMM’de oyunu idam cezalarının infazı lehinde kullanacaktı.
Eski Harp Okulu komutanı Albay Talat Aydemir 5 Temmuz sabahı hücresinden alınır, elleri arkadan kelepçelenip beyaz gömlek giydirilerek idam sehpasının önüne getirilir. “Ellerimi çözün, kendi işimi kendim görürüm” derse de buna imkân olmadığını söyleyip yağlı ilmeği boynuna geçirirler. “Memleket için hayırlı olsun” dedikten sonra sehpayı kendisi devirir. Saatler 02.46’yı gösteriyordur. Anlayacağınız, 27 Mayıs ihtilali, evlatlarından birinin daha başını yemiştir.
Bugünkü nesiller 27 Mayıs 1960 darbesini bilir de 1962 ve 1963 yıllarında Türkiye’nin iki darbe girişimi yaşadığını bilmez. Öyleyse hatırlatmakta yarar var.
İhtilalin halka vaat ettiği seçimler Ekim 1961’de yapılmıştır ama dik kafalı millet itirazını seçim sandığında dillendirmiş ve bütün tehdit ve zorlamalara rağmen CHP’yi tek başına iktidara getirmemiştir. Bunun üzerine komutanların ihtilal tehditleri İnönü-Gürsel ikilisinin devletin başına geçirilmesi sağlanmış ama bu da gelişmelerden hoşnut olmayan başka darbecileri harekete geçirmiştir. Nitekim Talat Aydemir’in komutanı olduğu Harp Okulu öğrencileri 22 Şubat 1962’de güpegündüz Meclis’e doğru yürüyüşe geçirilir. Bunun üzerine en yapılmayacak hareketlerden birisi yapılır ve kuvvet komutanları, Başbakan ve bazı bakanlar Çankaya’ya çıkarak Gürsel’le toplantı yapar. Bunun o günlerdeki manası şudur: Çankaya’yı ele geçiren devleti de ele geçirmiş olacaktır. Binbaşı Fethi Gürcan bölüğüyle Çankaya’ya gelmiş ve Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı’nın komutasını devralmıştır. İş içeriye girip “devlet”i tutuklamaya kalmıştır.
Gürcan Binbaşı, Talat Albay’a Köşk’ten telefon edip “Hesaplarını göreyim mi?” diye sorar. Aydemir de hayatının hatasını yaparak, “Hayır”, der, “Serbest bırakacaksınız.”
Bu sırada Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’dan “Kuşatmayı kaldırırsanız affedileceksiniz” yollu bir taahhüt mektubu getirirler. İstemez Aydemir. İnönü’den getirirler, onu da reddeder.
Ordu ikiye bölünmüş olup kan akması kaçınılmazdır. Aydemir o gün Çankaya’ya tutuklama emri verse en azından Ankara’da duruma hakim olacaktır ama bir iç savaşı göze alamaz ve bir tüfek dahi patlamadan harekâtı durdurur. Anlaşılan, taahhütlere güvenmiştir. Bunun ne kadar yanlış bir tavır olduğunu çok geçmeden öğrenecektir.
Harekâtı durdurması şartıyla hakkında hiçbir cezai işlem yapılmayacağı taahhüdünde bulunan İnönü dışarı çıkar çıkmaz darbe girişimini suçlar. Albay hemen tutuklanır. Ancak 73 subay arkadaşıyla emekli edildikten sonra serbest bırakılırlar.
Emeklilik günlerinde de boş durmayan Talat Aydemir yeni darbe çalışmalarına devam eder. Yeni planda darbe tarihi 31 Mart 1963 olarak belirlenmiştir. Neden 31 Mart? Anladınız onu. O gün Sultan 2. Abdülhamid’in devrilmesine giden yolu döşeyen 31 Mart 1909 isyanının 54. yıldönümüdür de ondan. Ancak hazırlıklar yetişmeyince darbe tarihini 21 Mayıs’a ertelerler. Bu defa akıllanmıştır Aydemir. İsyanı gündüz değil, gece başlatacak ve ilk iş olarak radyoyu ele geçirecektir.
Geçirir de. Radyoda TSK’nın yönetime el koyduğu ilan edilir ve ardından darbe tiyatrosu başlar. Bir süre sonra o tarihte tiyatrocu olan Kartal Tibet’in ihbarıyla Ali Elverdi adlı subayın radyoyu ele geçirdiği görülür. Elverdi radyoda bir karşı bildiri okutarak az önceki harekâtın yanlışlıkla yapıldığına, hakikisinin kendilerininki olduğuna halkı inandırmaya çalışır. Aydemir yine teslim olursa da, bu defa paçayı kurtaramayacak ve Fethi Gürcan ile beraber idam edilecektir.
Değerli dostlar! Bundan 62 yıl önce Türkiye sinsice bir darbe tehlikesini kıl payı atlatmıştı. Halkta darbe bilincini uyandırmak için yakın tarihi iyi bilmemiz gerekir diye boşuna demiyoruz.
.
Milli Mücadele’nin ilk kurşunu Hatay Dörtyol’da atıldı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Milli Mücadele’nin ilk kurşunu Hatay Dörtyol’da atıldı
Mustafa Armağan
Hasan Tahsin’in bırakın ilk kurşunu attığı için kahraman ilan edilmesini, 15 Mayıs 1919 günü kurşunun bizim tarafımızdan atılması dahi söz konusu değildi. 1930’lardan 60’lara kadarki lise Tarih ders kitaplarını taradığımızda şaşkınlık verici bir gerçekle karşılaşmaktayız: Bu kitaplarda, günümüzde adeta kutsanmakta olan “ilk kurşun”un ya Yunanlar veya Rumlar tarafından provokasyon amaçlı olarak atıldığı yazılmaktadır veya kimin attığı bilinmediği vurgulanmakta ve kötülenmektedir.
1931 yılında yazdırılan iddialı Tarih IV adlı lise ders kitabında şöyle yazar (s. 29):
“Efzon taburları, İzmir kışlasının yanına yaklaşırken, Yunanlılar tarafından atılan silâhları behane ittihaz ederek kışlayı ateşe tuttular.”
Bu metinde,
İlk kurşundan ve Hasan Tahsin’den tek bir kelimeyle olsun bahsedilmez,
O gün “ilk kurşun” atılmıştır ama bu silahları sıkanlar Türkler değil, Yunanlardır,
İlk kurşunu atanlar kötülenmektedir, çünkü Yunanlara katliam fırsatı vermişlerdir.
Ayrıca Mustafa Kemal Nutuk dahil hiçbir yerde ne Hasan Tahsin’den, ne sözde ilk kurşunun İzmir’de atıldığından bahsetmiştir. İzinden gittiklerini söyleyip askeriyiz diye bağıranlar M. Kemal’e rağmen neden Hasan Tahsin’in ve İzmir’de ilk kurşunun bizim tarafımızdan atıldığının alkışlandığını anlamak mümkün değildir.
Gerçi Nutuk’ta bir “ilk kurşun”dan bahsedilmektedir ama bu “ilk kurşun” bildiğimiz gibi İzmir’de değil, Ayvalık’ta atılmıştır! Nutuk’tan okuyalım mı:
“Yunan ordusu daire-i işgalini (işgal çevresini) tevsi ederken (genişletirken), Ayvalık’a da asker çıkardı. Ali (Çetinkaya) Bey, bu Yunan kuvvetine karşı, 28 Mayıs 1919’da muharebeye girişti. Bu tarihe kadar, Yunan kıtaatı (kıtaları) hiçbir tarafta ateşle mukabele görmemişti.” (Nutuk, 1938, s. 323.)
15 Mayıs’taki sözde “ilk kurşun”u bilmeyen, duymayan, görmeyen Gazi, Nutuk’unda bu tarihten iki hafta sonraya kadar Yunan askerlerine hiçbir tarafta ateşle mukabele edilmediğini yazmaktayken hâlâ “ilk kurşun” masallarına devam etmenin mantığı nedir?
Dörtyol’da ilk şehitlerimiz
Öte yandan, yapılan araştırmalar ilk kurşunun 5 ay kadar önce Dörtyol’da Mehmed Çavuş (Mehmed Kara) adlı Adanalı bir köylü tarafından atıldığını ortaya çıkarmıştır.
Bu bilgi Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı ATASE tarafından resmi belgeyle doğrulandığı gibi yine GKB’nın neşrettiği Türk İstiklal Harbi adlı kitapta da kabul edilmiştir. Bu kaynakta şöyle yazar:
“Fransızlar İskenderun’a asker çıkardıktan sonra 11 Aralık 1918 de takviyeli bir piyade alayı ile Dörtyol kasabasını işgal ettiler. Bu kuvvetlerin arkasından Ermeni alayına ait bazı birlikler de gönderildi. Bunlar Dörtyol dolaylarındaki köylere işkence ve zulüm yapmaya başladılar. (…) Bu cinayetten sonra da Dörtyol’un hemen güneyinde bulunan Karaköse köyüne taarruz ettiler. Buradaki halk kendilerini savunma için Dörtyol’a ve Özerli’ye giden yolları taştan barikatlar yapmak suretiyle kapattılar ve buraya gelen Fransızlara ateşle karşı koydular. 19 Aralık 1918 de yapılan bu çarpışma Türk milletinin düşmana karşı ilk ayaklanması ve direnişidir.” (IV. cilt, Güney Cephesi, Ank., 1966, s. 55-56.)
Genelkurmay bu açıklamayı yapalı 60 yıl olmuş ama kitaplarımızda eski hamam, eski tas…
19 Aralık 1918’de ne oldu?
30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekenamesi’nin imzalanmasını müteakip 9 Kasım 1918’de İskenderun 15 kişilik bir İngiliz müfrezesi tarafından işgal edilmiş, 11 Kasım 1918’de halkın erzak deposunun önünde birikmesini bahane eden Fransızlar Türk memur, polis ve jandarmalarının şehirden derhal ayrılmasını istemişti.
Fransızlar 11 Aralık 1918 günü Dörtyol’u işgal ederken 400 Ermeniden oluşan bir Fransız taburundan faydalanmıştı. Fransız askeri üniformasını giymiş bulunan bu Ermeni taburu Türklere ait 12 evi basarak eşya ve paralarını gasb etmiş, bir kadını boğazından yaralamış ve Osmanlı jandarmasını kasabadan çıkarmıştı.
Fransızların 1915 tehcirinde Suriye ve Lübnan’a göç ettirilen Ermenileri Dörtyol ve diğer şehirlere naklederek yerleştirmeleri bardağı taşıran damla olacaktı. Kısa sürede Dörtyol’a yerleştirilen Ermenilerin sayısı 12 bin kişiye ulaşmıştı.
Bunun ardından Dörtyol ve civarına yerleştirilmiş olan sivil Ermenilerin Fransız işgal kuvvetlerinden cesaret ve destek alarak Dörtyol civarındaki köylere baskınlar düzenleyip mezalime başlaması üzerine Dörtyol’a bağlı Özerli Köyühalkı, Hacı Hüseyinoğullarından Emin Hoca başkanlığındaki üç kişilik bir heyetle bölgenin İngiliz Komutanlığına başvurdu. Heyet, köylerinin ve çevrenin Fransızların, özellikle Ermenilerin zulmünden korunmasını İngiltere’den bizzat istedi.
İngiliz Komutanlığı da Hintli Müslümanlardan müteşekkil bir müfrezeyi Dörtyol’a gönderdi. Müslüman askerlerden oluşan bu müfreze asayiş ve sükûneti kısmen sağlamakla birlikte boş durmayan Fransız ve Ermeni birlikleri Özerli Köyüne saldırıp halka hakaret etti. Bu hakaretlere dayanamayarak karşı koyan Özerli Köyü muhtarı Şeyhmuszâde (Şeyh Musazâde), Mehmed Ağa ile ihtiyar heyeti üyesi Abdülkadir Ağazade Yusuf Ağa’yı Komutanın kapısı önünde süngüyle şehit ettiler. Böylece bu üç kişi Milli Mücadele’nin ilk şehitleri olarak anılmayı hak etti.
Hem katliam, hem de soygunculuk yapanların mezalimine katlanamayan aynı köyden Ömer Hoca oğlu Mehmed Çavuş(Mehmed Kara) hayvanları götüren Ermenilerin karşısına Turunçlu beldesinde çıkar ve çatışmaya girdiği Ermenilerden ikisini vurarak Karakese köyüne kaçar. Köylüler, Ermenilerin atılan bu ilk kurşunu Fransızlara bildirmesi üzerine sayıca daha kalabalık bir müfrezeyle Karakese Köyüne karşı taarruza geçen Fransız ve Ermenilere karşı yolu barikatla kapatır ve silahla ateş açarak karşı koyar. “Beklemedikleri bu mukavemetten şaşkına dönen Fransızlar, 15 kayıp vererek, Dörtyol’daki karargâhlarına çekilmek zorunda kaldılar.” (Kemal Çelik, Milli Mücadele’de Adana ve Havalisi, TTK, 1999, s. 54-55.)
Çarpışmaları müteakip Dörtyol’a dönen Fransız askerleri hınçlarını Jandarma Komutanı Teğmen Hasan’dan çıkardı, onu sebepsiz yere ağır bir şekilde yaraladı. Dörtyol civarındaki Çaylı Köyü’nde Mehmet (Osmanoğlu lâkaplı) oğlu Mustafa da Kurtkulağı Köyünde şehit edildi.
Bu ve benzeri mezalimlerdir ki Adana bölgesinde halkı direnişe sevk edecekti. Halk can ve namusunu kurtarmak için silahlandı. Kara Hasan da Fransızlardan kardeşi Mehmet oğlu Mustafa’nın intikamını almak için Kuzuculu Köyünde bir teşkilat kurarak direnişe geçti. Mal ve hayvanlarını satarak silahlanan yöre gençleri de Kara Hasan’a katıldı. Böylece zamanla sayısı 300-400’e varan bir millî teşkilat ortaya çıktığını yazmakta kaynaklar.
İzmir’in işgaline 5 ay varken örgütlenerek harekete geçen Kara Hasan ve çetesi Türkiye’de işgal güçlerine karşı millî direnişi başlatan ilk örgüt olmuştu.
Kara Hasan’a halk, kahramanlığından dolayı ‘Paşa’ unvanını vermişti. Çetesine de ‘Kara Hasan Paşa Çetesi’ denilirdi. Kara Hasan Paşa artık Fransız ve Ermenilerin korkulu rüyasıdır, halkın gözünde milli kahramandır. Çetesiyle Gâvur Dağları, Antakya, Adana, Maraş, Antep, Osmaniye ve Ceyhan dolaylarında Fransızlara baskınlar yapar, Türklerin can, mal ve namuslarını korumaya çalışır ama evinde ölü bulunduğu bilinen Hasan Tahsin kadar kıymeti yoktur tarihçilerin nazarında.
Milli Mücadele tarihi yeniden yazılmadıkça bize rahat yüzü yoktur vesselam.
.
Fetih kutlamaları bize kimliğimizi hatırlattı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Fetih kutlamaları bize kimliğimizi hatırlattı
MUSTAFA ARMAĞAN
İstanbul’un fethinin 572. yıldönümündeyiz. Fethi çok konuştuk ama fethin kutlamalarının bir başka fethi başlattığını ise konuşamadık.
Cumhuriyet tarihinin içinde belli dönüm noktaları vardır. Ekonomik değil, kültürel kırılma noktalarıdır bunlar. Onlardan biri, 1950’lerde yakalamıştır Türkiye’yi. Şimdi 572 yıl önceye değil, 72 yıl önceye uzanıp beraberce bakalım tarihin penceresinden.
1953 yılında İstanbul’un Fethi’nin 500. yıl kutlamaları yapılacaktır. Görkemli törenler yapılması kararlaştırılmış, enstitü ve dernekler kurulmuştur.
1953 yılının 29 Mayısına yaklaştığımızda Yunanistan bize bir nota vermiş ve Fethi böylesine görkemli törenlerle kutlamanın ilişkilerimizi bozacağını ihtar etmişti. (O tarihte İstanbul’da 200 bin Rumun ve ilaveten 1930 Anlaşmasına binaen gelip yerleşen on binlerce Yunanistan vatandaşının yaşadığını biliyoruz.) Türkiye de Batı dünyası ile ilişkilerini bozmamak hatrına kutlama hazırlıklarını durdurmuştu.
Evet, devlet kutlamaları iptal edildi, hatta Reisicumhur Bayar Merzifon’a bir askeri birliği denetlemeye gitti, Başbakan Menderes de Kraliçe II. Elizabeth’in taç giyme merasimine. İstanbul’daki yarı resmi törene sadece iki İstanbul Milletvekili katıldı. Lakin halk kutlamalara öylesine büyük bir coşkuyla katıldı ki, Fatih Sultan Mehmed’i temsil eden aktör beyaz bir atın üzerinde Topkapı’dan şehre girerken, onun bacaklarına sarılıp, “Kurtar bizi sultanım!” diye ağlayan insanlar olduğunu basında okuyabilirsiniz. İnsanımız o gün kesif bir duygu seline kapılmış, hasret ve heyecan duymuşlardı Osmanlı’nın tören çapında da olsa geri gelişine.
Bu, Cumhuriyet zeminine Osmanlı’nın dönüşünün ilk güçlü ayak sesiydi.
Bunun tekrarını Osmanlı’nın 700. yıl kutlamalarında 1999 yılında yaşayacaktık az daha. Devlet, bu kutlamaları Osmanlı ile Cumhuriyet’in bir tür buluşması gibi gördü ve kamuoyuna öyle lanse etti. Cumhuriyet ile Osmanlı artık barışıyordu. O kadar çok sempozyum, panel, konferans, tv programı vb. düzenlendi ki benzersiz günlerdi. Eğer ülkeyi matem yerine çeviren 17 Ağustos depremi vuku bulmasaydı çok daha kuvvetli bir ivme kazanacaktı bu akım; fakat o kadarı bile yetti.
İlk kutlama yani 1953’deki duygusaldı, bu defa eğitim düzeyi yükselmiş, merakları artmış yeni bir kitle ortaya çıkmıştı ve artık kaynak kitap nedir, gerçek tarih nedir, yalan tarih nedir, mitoloji nedir ayırt edebilecek duruma gelmişti. O günlerden başlayarak (benimkiler dahil) tarih ve özellikle Osmanlı tarihi kitapları uzun süre en çok satan kitaplar arasında yer alacaktı. Bence Cumhuriyet döneminde tarihin en ziyade talep edildiği dönemi yaşamaya devam ediyoruz. Bu talep patlamasının arkasındaki motif, kestirmeden söylersek Türkiye’nin yaşadığı kimlik bunalımının semptomlarıdır.
Hatırlayın, aynı 1999 yılında Avrupa Birliği’ne girmek kimliğimizi nasıl değiştirecek? sorusunun cevabı aranıyor ve “Biz kimiz?” diye kendimize soruyorduk. Hükümet AB’ye gireceğiz diyordu, zamanın Fransa Cumhurbaşkanı Valéry Giscard d’Estaing ise lafını sakınmadan “Biz bir Hıristiyan kulübüyüz” diye diretiyor, biz de cevap olarak “O Hıristiyan ise biz de Osmanlıyız” deyip tarihe sarılıyorduk.
Unuttuğumuz bazı kimlik kırıntıları içimizde canlanıyordu.
Öte yandan 2007 yılında Almanya Şansölyesi Merkel’in bir başka Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’a hediye ettiği kupanın üzerindeki Napolyon resmi ne diyordu, hatırlayalım mı? Tamı tamına şu iki cümle:
“Osmanlı’yı ilk defa bir Fransız komutan yendi. Bu Avrupa’nın bir zaferidir”.
Osmanlıyı ilk kez yendiği için Fransa’yı tebrik ediyordu Merkel.
Avrupa’nın ortak bilincindeki bu yoğun tarih vurgusunu görünce biz neden kendi tarihimizden yararlanmıyoruz? diye geçmişimize dönüp bakmak ihtiyacını duyduk.
Aradan 20 küsur yıl geçti. Şimdilerde aynı yöntemi biz de uyguluyoruz, değil mi? İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan 2014 yılında geçenlerde ölen Papa’ya, Fatih Sultan Mehmed’in Bosna rahiplerine dinî hayatlarını serbestçe sürdürebileceklerine dair verdiği fermanın kopyasını hediye etmiş, ederken de okumuş ve Osmanlı hoşgörüsünün bir örneği olarak sunmuştu onu.
Demek ki 72 yılda epeyce şey öğrendik tarihten. Hiçbir şey öğrenemedikse tarihimizin bizimle olmasının dezavantaj değil, avantaj olduğunu öğrendik.
Peki buraya nasıl geldik?
Erbakan hocanın Başbakan Yardımcısı olarak ilk basın toplantısını hangi mekânda düzenlediğini çözerseniz bu sırrı da çözersiniz. Benden bu kadar ipucu...
.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tek Parti faşizminin melanetlerini saydı
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tek Parti faşizminin melanetlerini saydı
Mustafa Armağan
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, 31 Mayıs 2025 tarihli bir X paylaşımında bir kere daha i’lerin noktalarını ait oldukları yere koyarak son derece net bir yakın tarih panoraması çıkarmış.
Ne demiş, beraberce okuyalım tek bir kelimesini atlamadan:
“CHP zihniyeti, milletimizin asırlara sâri mazisini sahiplenmek yerine reddimiras yaparak bu ülkenin tarihini 100 yılla sınırlandırdı.
Tek parti faşizminin baskın olduğu yıllarda, bedelini hâlen ödediğimiz yanlış politikalarla milletimiz tarihsiz hale getirilmek istendi.
İman kalemizin sarsılmaz duvarları olan değerlerimiz, toplum hayatımızın dışına atılmak istendi.
Kur’an kurslarının kapısına kilit vurulduğu günlere şahit olduk.
Minarelerimiz 18 sene boyunca binlerce yılın yabancısı bir sese mahkûm ve mecbur bırakıldı.
Bizi ruh kökümüzden koparmak amacıyla her yolu denediler.
Maalesef bu politikalarında belli ölçüde muvaffak da oldular.
Tek parti zihniyetini temsil eden çevrelerin hâlen Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve binlerce yıllık Türk tarihine husumetle yaklaştığını görüyoruz.
Oysa biraz tarihe baksalar Türkiye Cumhuriyeti’nin 6 asırlık imparatorluk çınarının taze bir şıvgını olduğunu anlayacaklar.
Çok geniş bir coğrafyayı ilmimizle, ahlakımızla, kültürümüzle, mimari eserlerimizle bizim yoğurduğumuzu, bizim şenlendirdiğimizi, bizim mamur ettiğimizi görecekler.
Nasıl köklerinden beslenemeyen ağaçlar yaşayamazsa kökleriyle bağı kopmuş toplumlar da asla ayakta kalamaz.
Bizi ruh kökümüzden koparmaya çalışanlara karşı dikkatli olacağız.
Gençlerimiz; cesaretini kırmak, ümitlerini yıkmak, potansiyelini heba etmek isteyenlerin oyununa asla gelmeyecek.”
Bunlar aslında birer manifesto cümlesi ve ilk defa da söylenmiyor. Bakın, 8 Nisan 2022 tarihinde Milli Saraylar İslam Medeniyetleri Müzesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada da şu benzer ifadeleri kullanmış:
“Bu yasakçı, yok sayıcı zihniyet kökleri kurutulmuş, geçmişle bağları koparılmış bir millet meydana getirmeye çalışıyordu. Türkiye’nin üzerine bir kara bulut gibi çöken bu dönemi yırtıp atan milletimiz tarihiyle, kültürüyle, medeniyetiyle buluştukça yeniden güçlenmiştir.”
Aslında Erdoğan’ın bugün en cesur temsilcisi olduğu Büyük Doğu “ideolocyası”nın ana tezlerini bu defa Cumhurbaşkanlığı makamında telaffuz etmiş olmasının namütenahi önemli bir iş olduğunu söylememiz gerekir.
Gerek Üstad kabul ettiği ve şiirlerini bizzat huzurunda okuduğu Necip Fazıl’ın, gerekse İslamcı/milliyetçi/mukaddesatçı çevrenin Osman Yüksel Serdengeçti, Eşref Edip, Said Nursi, Kadir Mısıroğlu, Mehmet Şevket Eygi, sonradan dünür oldukları Sadık Albayrak, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Nuri Pakdil, Necmettin Erbakan gibi edebiyatçı, düşünür ve siyasetçilerinin net bir hülasası sayılabilir Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın söyledikleri.
Bu keskin tezlerin böylesine toplu ve güçlü halde dile getirilmesini eskiden olsa rüyamızda dahi görsek inanmazdık. Düşünün, bu ülke yalnız ekonomik açıdan değil, ideolojik olarak da nereden nereye geldi?
İnönü’nün “Allah” fobisi
Bir seferinde etrafındakiler İsmet İnönü’ye diyorlar ki:
-Paşam, Adalet Partisi Kur’an, Allah, ezan vs. diyerek malı götürüyor, bari bir seçim konuşmasında “Allah” deseniz de biz de seçmene sağcıların iddia ettiği gibi “Allah düşmanı” olmadığımızı ispat edebilsek!
- Peki demiş İnönü ve kürsüye çıkmış. “Allah” kelimesine kulak kesilenler ne yazık ki büyük bir hayal kırıklığına uğramış, çünkü İnönü demeden inmiş kürsüden.
- Paşam, demişler yanına koşup, hani “Allah” diyecektiniz! Mahvolduk!
Paşa, “dedim ya!” demiş.
- Hani biz duymadık, o kadar da beklemiştik, demişler küskün küskün.
- Hani kürsüden inmeden önce “Allahaısmarladık” dedim ya, demiş İsmet İnönü ve gülmüş kıs kıs. “Allah” demiş oldum.
Düşünün, bu CHP’nin genel başkanı “Allah” dememek için dahi kırk takla atıyordu.
Hatta 1961’de darbecilerin eliyle yıllar sonra yeniden başbakan yapıldığı dönemde bir gün basın toplantısında gazetecilere sormuş İnönü:
-Aranızda eski yazı bilen kaç kişi?
Onlarca basın mensubu arasından yalnızca bir iki kişi el kaldırmış. Bunun üzerine pek bir keyiflenen İnönü şöyle demiş:
-Artık kurduğumuz rejim teminat altındadır. Bundan sonra geriye dönüş olmayacaktır. O bir iki kişi de öldükten sonra maziyle irtibatı kuracak hiç kimse kalmayacaktır. Müsterih olabiliriz!
1960’lı yılların ilk yarısında söylenmiş olan bu sözü ben yıllar sonra gazetelerde okumuştum ama benden önce de bir okuyanı varmış. Ama o okuyan zat okumakla kalmamış, İnönü’ye derin bir nefes aldıran süreci tersine çevirmek için and içmiş ve İnönü’nün “eski yazı” dediği Arap alfabesini “eskimez yazı” tabir ederek diriltmeye ve Risale-i Nurları yazdırıldığı “İslam elifbası” ile yazmaya ve basmaya karar vermiş.
Kim bu Don Kişot? Diye sormayacağınızı biliyor ve cevabı veriyorum:
Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Ahmed Hüsrev Altınbaşak.
Kara Kitap
Eşref Edib’in mutlaka okumanız gereken Kara Kitap’ından şu satırları paylaşmam gerek:
“• Bu Kara Kitap kırk bin din talebesini sokağa döken, bütün din müesseselerinin kapılarına zincir vuran, bütün mekteplerden din derslerini kaldıran, Kur’an-ı Kerim surelerini ihtiva ettiği için din kitaplarını kamyonlarla toplayıp mezbeleliklerde yakanların hıyanet ve şenaatlerini tasvir eder.
• Bu Kara Kitap, dinî neşriyata karşı katliam emri veren, Kur’an diliyle ezan okuyanları zindanlara dolduran, Müslüman çocuklara namaz sûreleri okutanları cürm-i meşhud (suçüstü) mahkemelerine sürükleyenlerin şenaatlerini ortaya koyar.
• Bu Kara Kitap, Köy Enstitüleri diye açılan ahlâk ve namus mezbahalarında verilen içkili ziyafetlerde milletin masum evlâtlarına yapılan tecavüzleri, rezaletleri hikâye eder.
• Bu Kara Kitap, düzme tarih kitaplarında Müslüman Türk milletinin mukaddesâtını tahkir ve tezyif edici fikirleri Müslüman yavrularına aşılayanların suikastlerinden bahseder.
• Bu Kara Kitap, çok mühim hadiselerden bahseder. Tarihimizin kara sahifelerini tetkik ve tahlil eder.
• Bu Kara Kitap, İslâm’dan, milli hüviyetten uzaklaşma zihniyeti yıkılmadıkça Müslüman ve Türk milletinin din hürriyetine asla kavuşamayacağını söyler.
• Bu Kara Kitap, devirlerin geçtiğinden, fakat bu bâtıl zihniyetin hiç değişmediğinden bahseder.”
Zaten değişmediklerini her gün kendileri de söylemiyor mu?
.
Musul’u İngilizler kazandı, biz kaybettik
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Musul’u İngilizler kazandı, biz kaybettik
MUSTAFA ARMAĞAN
Musul’un tapusunun elimizden resmen çıkışının 99. yıldönümündeyiz. 5 Haziran yas günü ilan edilmeli.
O Musul ki hem Türkler ve Kürtlerin ortak toprağı ve Anadolu beşerî coğrafyasının tabii bir uzantısıydı, hem de altından petrol fışkırıyordu (şimdi buna doğalgaz da dahil oldu).
Bilelim ki Cumhuriyet döneminde toprak kaybettik ve o vatan toprağı bizde olsaydı 99 yıldır petrolomüzün beşte birini iç piyasaya satıyor, kalanını da ihraç ediyor olurduk.
Çorak bir araziden değil, günde 4 milyon varil petrol çıkarılan bir ‘toprak’tan bahsediyoruz ey milletim.
Peki Musul elimizden nasıl çıktı?
Özetleyelim:
Lozan antlaşması âkid taraflarca onaylanmasını müteakiben 9 ay içinde İngiltere ile Türkiye kendi aralarında anlaşamazlarsa Milletler Cemiyeti’nin hakemliğine başvurulacaktı. Musul bu şartla Lozan paketinden çıkarıldı. (Bu arada MC’nin hakemlik yetkisi yoktu. İngilizlerin bir başka oyununa gelmiştik.)
Musul dosyası Mayıs-Haziran 1924’te Haliç Konferansına getirildi. Burada anlaşmaya varılamayınca Milletler Cemiyeti’nin hakemliğinde Musul için anket ve raporlar yazıldı. Şeyh Said vakası tam bu sırada patlak verdi.
Sonuçta 5 Haziran 1926’da Ankara’da imzalanan antlaşmayla Musul İngiltere mandası altındaki Irak’a verildi.
Türkiye bu yenilgiyi örtmek için İngilizlerin desteğiyle çıkan Şeyh Said isyanı yüzünden Musul’u kaybettiğimiz propagandasına girişti. Lakin İngiltere bu sataşmaya sert çıktı. Büyükelçi Sir Ronald Lindsay, Başbakan İnönü’ye “İsyanı desteklediğimize dair deliliniz varsa gösterin, yoksa susun. Aksi halde ilişkilerimiz bozulur” dedi. Bunun ne anlama geldiğini bilen İnönü geri adım atacaktı.
Nitekim resmi çevreler Şeyh Said isyanını İngilizlerin desteklediği iddiasından çark etti. Bir daha ağızlarına almadılar. Bunun üzerine ‘irtica’ söylemine dönüldü ve İzmir suikastı operasyonu tam da Musul’un kaybı üzerine infial gösterecek muhalefetin sindirilmesi için bulunmaz bir fırsat oldu. Terakkiperver Fırka adlı muhalefet partisini büyük gazetelerle beraber kapattıran Takrir-i Sükûn Kanunu yüzünden Musul’un kaybı konuşulamadı.
Şimdi size İsmet Paşa’nın Lozan’da iki ay içerisinde Musul davasından nasıl döndüğünü resmi yazışmalar ışığında sunacağım. Buyurun:
27 Kasım 1922: “Türkiye fakir bir ülke; Musul petrollerinden pay istiyoruz.” İsmet
3 Ocak 1923: İsmet Paşa hazretlerine: Fevzi (Çakmak) Paşa Musul’un hangi şartla olursa olsun idaremiz altına geçmesi lazım geldiği düşüncesindedir. Başbakan Rauf (Orbay)
11 Ocak 1923: Rauf kardeşim,işler birçok noktalarda dolaştı, durdu. Ukde noktası, Musul’dur. Musul’u İngilizlerin ne olursa olsun bize vermesi lazımdır. Şurada burada blöf, gösteri para etmez.Dünyanın kuvvetini bir araya getirseler Türkiye murahhasları gözlerini dikerek Musul’u talep edeceklerdir. (…) Gerçekten de dünyanın en haklısı ve bu bakış açısından en kuvvetlisiyiz.İsmet
19 Ocak 1923: Başbakanlığa: Müttefikler bize evet yahut hayır dedirtecek bir proje hazırlıyorlar. Bu Pazartesi verecekler. İsmet
23 Ocak 1923: Mustafa Kemal Paşa hazretlerine: Bugün büyük bir savaş (mücadele) oldu. Curzon elindeki bütün imkânları kullandı. (…) Musul’u talep ettim. (…) İngilizi Musul yüzünden barışı tehdit eder gösterdik. Dehşetli propaganda ve mücadele [yapıldı].İsmet
30 Ocak 1923: Şimdi hallolunacak şudur: Ara vererek Ankara’ya gelmek, durumu bir müddet askıda bırakmak yahut Musul’dan feragatle başlayarak yeni bir barış imkânı aramaktır.Ben Musul’dan feragat ederek barış imkânı aramak fikrindeyim.İsmet
1922’de ‘Musul Türktür’ noktasından 1926’da petrolden 500 bin sterline tav olma mevkiine gelinmiştir ve İsmet Paşa’nın Lozan telgraflarından bu çark etme süreci net olarak anlaşılmaktadır.
İhsan Şerif Kaymaz’ın isabetle belirttiği gibi, Musul meselesinde her şeyi kazanmamıza elbette imkân yoktu ama her şeyi de kaybetmemiz gerekmiyordu. Maalesef kaybettik.
Doğu Perinçek’in kurduğu Kaynak Yayınlarından çıkan Musul Sorunu adlı kitabında Prof. Kaymaz’ın şu tezi Kemalist paradigmanın örtbas etme çabasını çökertecek yetkinliktedir:
“Musul süreci yaklaşık 8 yıl süren bir savaşımın sonunda Türkiye açısından tam bir yenilgiyle sonuçlandı. (…) Antlaşma öylesine alelacele imzalanmıştır ki, Türk tarafı hiçbir konuda pazarlık yapmamış, neredeyse İngilizlerin dikte ettiği koşulları aynen kabul etmiştir.” (2014, s. 554)
99 yıl önce alelacele kapattırılan “Musul dosyası” bir gün mutlaka yeniden açılacaktır.
.
Barzani ailesinin şaşırtıcı hikâyesi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Barzani ailesinin şaşırtıcı hikâyesi
Mustafa Armağan
Türkiye’de MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin çıkışıyla hızlanan Kürt meselesinin çözümü için adımlar atılırken zaman zaman gündeme gelen Kuzey Irak’taki Barzani ailesinin geçmişi de ister istemez merak uyandırıyor. Bu ilginç ailenin yakın tarihinde kısa bir yolculuk faydalı olabilir.
Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurucusu Mesud Barzani’nin “şeyhlik”ten “millî liderliğe” doğru ilerlemekte olan siyasî ailesi yaşadığı bölgenin yakın tarihinde pek çok ilginç ve kritik olaya imza atmış ve tarihimize de hiç tahmin edilmeyen noktalardan girip çıkmıştır.
Barzani ailesi aslında yabancımız sayılmaz. Kürt tarihi araştırmacısı Müfid Yüksel’in verdiği bilgilere bakılırsa ailenin kökeni Türkiyelidir: Siirt’in Şirvan kazasından olup aslen Kürt değil, Arap asıllıdır. Aile 18. yüzyıl sonlarında (Sevr’de dahi bize bırakıldığı halde Lozan’da Irak’a terkedilen) İmadiye kazası yakınlarında bulunan Barzan bölgesine göç etmiştir.
İlk bilinen Barzani, Şeyh Tacüddin olmakla birlikte ailenin ismi daha çok Şeyh Abdüsselâm zamanında şöhret bulmuştur. Şeyh Abdüsselâm’ın şöhreti ise Mevlâna Hâlid-i Bağdâdî’nin halifelerinden Seyyid Taha-i Hakkârî’ye bağlanıp ondan halifelik almasından ileri gelir.
David McDowall’ın A Modern History of The Kurds (Kürtlerin Modern Tarihi) adlı kitabında verdiği bilgiye göre Şeyh Abdüsselam, 2. Meşrutiyetin ilanına tepki gösteren Kürt aşiret liderlerinden biridir. Yeni rejimi dinden çıkmakla suçlarken vergisini ödemediği için hükümetin baskısına maruz kalmıştır. (Bkz. Third Edition, I. B. Tauris: London and New York, 2004, s. 100-101.)
Barzani’nin dedesi
idam ediliyor
Bu sırada ilginçtir, Şeyh Abdüsselam’ın Dohuklu Nur Muhammed ile birlikte kendilerine Behdinan’dan beş kaza verilmesi, burada Kürtçenin resmî ve eğitim dili olması, memuriyetlere Kürtçe bilenlerin atanması, Şafiî mezhebinin benimsenmesi ve hukuk ve kanunun Şeriat’a göre belirlenmesi vs. için bir dilekçe verdiğini görürüz (A Modern History of the Kurds, s. 98).
Vefatından sonra yerine oğlu Kâdirî tarikatından da icâzet almış olan Şeyh Muhammed geçer. Böylece Nakşî-Kadirî olarak Kürtler arasında ayrıcalıklı bir yer edinen Barzani ailesinin, bu defa II. Abdülhamid devrinde Bitlis ve Van’da bir süre ikamete tabi tutulduktan sonra memleketi Barzan’a geri gönderildiğini görürüz. Ancak Barzani ailesi asıl şöhretini, Şeyh Muhammed’in oğlu II. Abdüsselam zamanında kazanır.
Şeyh Abdüsselam Balkan Savaşı’na destek ve katkısı dikkate alınarak dördüncü rütbeden Osmânî nişanıyla ödüllendirilirse de, yıllar sonra giriştiği gereksiz polemikle İskilipli Atıf Hoca’nın idamına giden yolu da döşeyecek olan “sakar” edibimiz Süleyman Nazif’in Musul valiliği sırasındaki aleyhte raporları yüzünden, 1914 sonlarında beş arkadaşıyla birlikte yakalanarak Musul’da idam edilir.
İdam şokundan sonra meydan, kardeşi Şeyh Ahmed ile Mesud Barzani’nin babası olan Molla Mustafa Barzani’ye kalacaktır. Lakin Şeyh Ahmed’in, kaynakların bizi yanıltıp yanıltmadığını bilemiyoruz ama mehdilik ve domuz eti yenilebileceği gibi fikirleri ile Ehl-i Sünnet ve Şafiîliğe ters bazı görüşleri dolayısıyla Kürtler arasında gözden düştüğünü, bu yüzden kuvvetli bir medrese tahsiline sahip olan kardeşi Molla Mustafa Barzani ile arasının açıldığını görürüz. Rivayete bakılırsa 1927 yılında Şeyh Ahmed’in mollalarından Abdurrahman onun İlahlığını ilan etmiş, kendisini de peygamberliğine layık görmüştür(!).
Bu hadise üzerine Molla Abdurrahman, Şeyh Ahmed’in kardeşi Muhammed Sadık’ın adamlarından biri tarafından öldürülmüş, kendisi ise Irak kara ve İngiliz hava kuvvetlerinin desteğiyle girişilen bir harekâtta dağa kaçmış, 1932 Haziran’ında ise 400 adamıyla birlikte Türkiye sınırından girerek jandarmalarımıza teslim olmuştur. Ankara, Eskişehir veya Edirne’de (veya her üçünde) bir süre “misafir” edildikten sonra belli şartlar dahilinde Irak’a dönmesine müsaade edilecek, Musul, Nasıriyye derken, nihayet Süleymaniye’de oturmasına karar verilecektir.
Onun yokluğunda yönetimi kardeşleri Muhammed ve Mustafa Barzani ellerine alacaktı.
Bayar ve Menderes’e mektup
1940’lı yıllara gelindiğinde Molla Mustafa Barzani’nin daha çok Kürt millî hareketlerine ve bir Kürt devleti kurma çabasına yöneldiğini biliyoruz. Nitekim 1946 yılında İran Kürdistanı’nın merkezi olan Mehâbad’da Kadı Muhammed ile birlikte bir “Kürt cumhuriyeti” kurma denemesine girişmişse de, bu devlet ancak 11 ay yaşayabilecekti. Kürtler arasında bir efsane olan bu kısa ömürlü cumhuriyetin askerî gücünü Mustafa Barzani yönetiyordu. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ni (IKBY) 2004-2017 yıllarında yöneten ve bir ara Başbakanlık da yapacak olan oğlu Mesud Barzani de bu kısa ömürlü cumhuriyet döneminde, 16 Ağustos 1946 tarihinde dünyaya gelecekti.
Cumhuriyet Kürtçeyi eğitim dili yapıyor, bir kız okulu açıyor ve ülkedeki ilk Kürtçe kitabı basacak matbaayı kuruyordu. Rıza Şah Pehlevi’nin duruma hakim olmasıyla bu bilahare Kürtler arasında efsaneleşen cumhuriyet, tarihe karışacak, bahsi geçen matbaa da yok edilecek, Mustafa Barzani ise Sovyet hududuna kadar kovalanacaktı.
Molla Mustafa Barzani aşiretlerden kurduğu bin kişilik peşmergeleriyle 200 kilometreye yakın bir yolu efsanevî bir yürüyüşle yakalanmadan aşarak kendine kucak açan Sovyetler Birliği’ne sığınacak, 1958 yılına kadar da orada kalacaktır. Aynı yıl Irak’ta gerçekleşen askerî darbeden sonra dönüşünde Bağdat’ta büyük bir kahraman olarak karşılanmıştır.
Onun yokluğunda aile içinde -İttihatçılarca idam edilen Şeyh Abdüsselâm’ın oğlu- İsmail ön plana çıkar. Şeyh İsmail Filistin sorunuyla ciddi olarak ilgilenir ve İsrail’e karşı Filistinlilerle dayanışmaya girer ve 1956 yılında Filistinlilere destek sağlamak üzere TC Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ve Başvekil Adnan Menderes’e biri Arapça, diğeri Osmanlıca iki mektup gönderir, dahası İsrail’in haksızlıklarına, Filistinlilerin mağduriyetlerine dikkat çeker. (Mektupları Müfit Yüksel yayımlamıştır: Yeni Şafak, 21 Ocak 2012.)
Babası Molla Mustafa’nın 1979’da vefatı üzerine yerine Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani geçer. Halen Kürdistan Demokrat Partisi’nin başkanıdır
Velhasıl-ı kelâm bir Arap asıllı ailenin şeyhlikten Kürtlerin liderliğine inişli çıkışlı tarihidir Barzanilerin ilginç hikâyesi.
Osmanlı’nın çocuklarıyız
Molla Mustafa Barzani 1968 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a gazeteci Hulusi Turgut aracılığıyla gönderdiği mektupta şunları yazıyordu:
“Biz Osmanlı’nın çocuklarıyız. Kader bizi Türk kardeşlerimizden ayırdı. Şimdi biz bu topraklarda özgürlük mücadelesi veriyoruz….”
Değerli okurlarımın Kurban Bayramını tebrik eder, ailelerine ve milletimize hayır getirmesini dilerim.
.
Osmanlı’yı reddedenler yenildi
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Osmanlı’yı reddedenler yenildi
MUSTAFA ARMAĞAN
Türkiye 1923’ten beri “tarih bunalımı”ndan muzdariptir; daha doğrusu, 2. Meşrutiyet’in ilan edildiği 1908’den beri.
Bugün tarih ders kitaplarımızdaki en inatçı tarih klişelerin bir kısmının Meşrutiyet devrinde boy verdiğini biliyoruz. Mizancı Murad’dan tutun da Ahmed Refik’e kadar uzanan ve bu yolla Cumhuriyet devrine bağlanan Meşrutiyet dönemi tarihçiliği beraberinde birçok önyargı ve yanlışı da günümüze taşımış oldu. Mesela Sultan II. Osman’ın “Genç Osman”, Sultan İbrahim’in “Deli İbrahim” yapılması yahut güya Tophane semtindeki Takiyüddin rasathanesinin topa tutularak yıktırılması iddiaları bu dönemin hazin miraslarındandır.
Cumhuriyet dönemi ise Meşrutiyet tarihçiliğinin Osmanlı’yı eleştiren tarih mirasını devralmakla birlikte kendisine yeni bir yön çizmiş, bin yıllık İslam tarihi eğitimini karanlık Ortaçağın bir mirası olarak reddetmiş (halbuki Ortaçağı karanlık olan Avrupa’ydı, bizim ‘Ortaçağımız’ tam tersine apaydınlıktı) ve İslamiyetten önceki Orta Asya Türk tarihine dönerek oradan itibaren yeni bir tarih algısı oluşturmaya kalkmıştır. Böylece bir insanın kimliğini tanımlayabilecek en yakın tarihin hatıraları silinerek, hatta unutturularak halkı, yarısı efsane, yarısı gerçek bir farazî tarihi temellük etmeye zorlamıştır.
Böylece yakın tarihi karanlıklara gömülü ama uzak tarihi şanlı sayfalara sahip garip bir tarih anlayışı yaygınlaştı. Bir başka deyişle Cumhuriyetin varlığına en yakın, onun güncel varlığını açıklamaya en müsait bölümler hafızadan temizlenecek, buna karşılık tarihin karanlık labirentleri içinde kaybolması mukadder bir farazi tarih, içinden cımbızla seçmeler yapılmak suretiyle halka “İşte senin gerçek tarihin!” diye sunulacaktır.
Peki bu 9 yüzyıllık tarih hangi çöp okyanusuna doldurulacak, bünyesinden en azından üç imparatorluk ve birçok devlet çıkarmış bulunan bu mirasın güneşi hangi kuvvetle söndürülebilecektir? O zaman hangi hakla Anadolu’dasınız, İstanbul’da, Trakya’da işiniz ne? denildiğinde ne cevap verilecektir? Bunları işgalci birileri almış, biz de onların elinden kurtardık mı diyecektik?
İşin tuhafı, bu denilmiştir de. Bursa’da, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin türbesinin başına 1925 yılında kasıtlı olarak dikilen Şehitler Abidesi, Bursa’yı Yunanlılardan değil de, Osmanlılardan kurtarmış olan “Hükümet-i Cumhûriye”nin yaldızlı imzasını taşımaktaydı. Redd-i mirasın somut bir sembolü olan ve Osman Gazi’nin böğrüne saplanmış bir hançer gibi duran bu ucube çok şükür ki gayretlerimiz sonunda 2013 yılında kaldırıldı.
Velhasıl Türkiye adeta 600 yıllık bir işgalcinin elinden adım adım kurtarılmaktadır.
İşte Cumhuriyet döneminde yaşanan “tarih travması”nın bizi getirip bıraktığı nokta, yazımızın başında sözünü ettiğimiz “tarih bunalımı” olmuştur.
Şu soru haklı olarak sorulabilir:
Dediğiniz gibi, Cumhuriyet döneminde geçmiş bütünüyle unutturulabilmiş ve tam bir redd-i miras gerçekleştirilmiş olsaydı bir “bunalım”ın çıkmamış olması gerekmez miydi?
Haklı bir soru. Bir “bunalım”ın ortaya çıkabilmesi için bir yöndeki hareketin başarıya ulaşamaması ve karşı yöndeki hareketin onun yürüyüşünü engellemesi gerekir. Cumhuriyet döneminde başarılmak istenen “tarihsiz gelişme”, tarihi bir ‘yük’ olarak bir kenara bırakıp yoluna öyle devam etme arzusu, “imkânsız”ı istemekten başka bir şey değildi de ondan başarılı olamadı.
En basit misali, Gazi Mustafa Kemal Osmanlı padişahlarının yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı’nda yıllarca kalmış ve son nefesini yine bu saraydaki bir odada vermişti. Eğer tarihî mirastan bir vebalı gibi kaçılması gerekiyorsa bu çarpıklığı nasıl açıklamak gerekiyordu?
Dolayısıyla Cumhuriyet projesi, Osmanlı tarihinden uzaklaşma söylemine rağmen fiiliyatta o tarihin içine gömülü kaldı. Ve zaman zaman da Fatih’in, Yavuz’un, Mimar Sinan’ın yüceltilmesi, İstanbul’un fetih yıldönümünün kutlanması gibi şaşılıklara prim vermek zorunda kaldı. (Bazı sözüm ona ‘devrimci’ takımının, bunları da ‘karşı devrimciler’e verilmiş ‘ödünler’ olarak göreceklerine kuşku yoktur.)
Siyasette 1950 devrimi nasıl muazzam bir sarsıntı meydana getirmişse, aynı şekilde tarih alanında da yeni bir açılımın mayası o dönemde karılacak, 1953’deki İstanbul’un fetih kutlamalarından başlayıp Malazgirt zaferinin yıldönümlerini anmaya kadar birçok Cumhuriyet dönemi yasağının delinmesi DP iktidarına nasip olacaktır.
Böylece Cumhuriyet’in “bin yıl yasağı” çeşitli noktalarından delinmiş ve “redd-i miras” tavrı ile “tarihe dönüş” tavrı çatışmaya başlamıştır. İşte yaşamakta olduğumuz “tarih bunalımı”nın kökleri bu çatışmada yatmaktadır.
.
“Tecavüzden doğan çocuk” İsrail’in yalanları (1)
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
“Tecavüzden doğan çocuk” İsrail’in yalanları (1)
Mustafa Armağan
İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en kanlı ve üç kıtaya yayılmış savaşlar zinciri olan 2. Dünya Savaşı birçok mağduriyeti de beraberinde getirdi. Yahudiler, Çingeneler ve Slavlar ile bazı milletler savaş boyunca katliamlarla burun buruna gelmekten kurtulamadı. Toplama kampları, katliamlar ve insanlık dışı muameleler sıradanlaştı. İnsanlık barıştan sonra yaşanılan vahşetlere sesini yükseltme imkânı yakaladığında diğer milletlere yapılan zulümleri görmezden gelen Batı(!) yalnızca Yahudilerin “soykırım”a ecnebi lisanlarındaki halleriyle Holocost veya genocide’e uğradığını kabul edecek ve Yahudi ırkını merkeze alan bir “mağdur edebiyatı” savaş sonrasında dünya milletlerinin zihinlerini Holywood kanalından tutuşturup kavuracaktı.
İşte hemen her kitapçıda bulabileceğiniz ve ülkemizde de baskı üzerine baskı yapan ve filmleri çevrilen Władysław Szpilman’ın Piyanist adlı hatıratı ve Anne Frank’ın Hatıra Defteri adlı kitap bu beyin yıkama fırtınasını destekleyecek propaganda malzemelerinin başında gelir. Özellikle ikincisi onlarca film ve belgesele konu edilecek, hemen bütün dünya dillerine tercüme edilecek, tiyatro eserlerine malzeme olacak ve Yahudi Soykırımı’nın ve parlak ve inkârı kabil olmayan delili olarak geniş kitleleri büyüleyecekti.
Bunları pekala bilirsiniz ama Anne Frank’ın Hatıra Defteri veya Anne Frank’ın Günlüğü diye dilimize tercüme edilen eserin sahih (otantik) olup olmadığının tartışılmasının yasaklandığını pek kimse bilmez. İşte 2018 yılında ölen Fransız edebiyat profesörü Robert Faurisson’un Anne Frank’ın Günlüğü Sahte mi?başlıklı bilimsel çalışması ve kamuoyunu uyandırmak için basın organlarına yazdığı mektuplar Yahudi Soykırımı iddiaları üzerine kuşku bulutlarını davet ederek çürütmesiyle dikkat çekiyor. Anne Frank’ın Hatıra Defteri’ni bir kuyumcu titizliğiyle tetkik eden yazar metindeki muhteva ve dilbilgisi tutarsızlıklarını ustaca yakalamaktadır.
Vikipedia’da Robert Faurisson hakkında verilen derme çatma ve Siyonist tarafgirliğini belli eden bilgiler şunlardır:
“Holokost inkârı ile tanınan İngiltere doğumlu Fransız akademisyen. Journal of Historical Review’da ve başka yerlerde yayınlanan birkaç makalesiyle ve özellikle Le Monde olmak üzere Fransız gazetelerine yazdığı mektuplarla büyük tartışma yarattı; bu mektuplarda Nazi ölüm kamplarındaki gaz odalarının varlığını, 2. Dünya Savaşı sırasında Avrupalı Yahudilerin gaz kullanılarak sistematik olarak öldürülmesini ve Anne Frank›ın Günlüğü’nün gerçekliğini inkâr ederek Holokost tarihini çürüttü. 1990 yılında Holokost inkarına karşı Gayssot Yasası’nın geçirilmesinin ardından kovuşturulup para cezasına çarptırıldı ve 1991’de akademik görevinden alındı.”
Ne kadar güzel değil mi? Sözde fikir hürriyetinin ana vatanı olan Fransa’da Holokost madrabazlığı sorgulanamaz, inkâr edilemez, hatta tartışılamaz bile. İşte bu edebiyat profesörü herkesin Siyonist propagandanın tesiriyle bayıldığı kitapta tespit ettiği çürük çarık noktaları ortaya koyduğu için üniversiteden atılmış ve cezalandırılmıştır.
Velhasıl-ı kelam Anne Frank’ın Günlüğü Sahte mi?başlıklı bilimsel eleştirisinin kaleme alınışının üzerinden 47 yıl geçmesine rağmen tartışmaların odağında kalan Faurisson yazdıkları sebebiyle Siyonistlerce “lince maruz kalmış” bir akademisyendir.
Anne Frank’ın Günlüğü’ne büyüteç tutmadan önce Fransa’nın prestijli üniversitelerinde ders veren Prof. Faurisson, günlükteki tezat ve çarpıklıkları gündeme taşıdığı dakikadan itibaren emsaline az rastlanır bir saldırıya maruz kalacaktı. Akademiden uzaklaştırılacak, eserini basacak yayınevi bulamayacak, “anti-semitik” olmakla suçlanacak ve bir cadı avının öznesi haline gelecekti. Oysa o yalnızca işini yapmış, yani metni eleştiri süzgecinden geçirmişti.
Sorular soruyordu:
Frank ailesinin uzun süre ikamet ettiği iddia edilen evde üç soğuk kış boyunca yaktıkları sobadan çıkan dumanlar nasıl oldu da Nazi komşuları veya askerleri tarafından fark edilmedi?
Evin meyve-sebze ihtiyaçlarını karşılayan manav, dükkânını kime emanet edip Frankların evine gidip geliyordu üç yıl boyunca? Uzunca bir süredir perdesiz kalmış yeni eve önce gazete kaplamaları, sonra da perde çekmeleri hiç mi Nazi askerlerinin dikkatini çekmemişti?
Nihayet kitabın yazarı olarak lanse edilen henüz 13’ündeki Anne Frank yaş ve eğitim açısından değerlendirildiğinde o “muazzam” edebî cümleleri nasıl kurabilmişti?
Yoksa sağ kalan babası Otto Frank mevcut birkaç sayfa notu “Yahudi Soykırımı” balonunu şişirmek için savaştan sonra “günlük” haline mi getirmişti?
Robert Faurisson günlüğün orijinal dili olan Felemenkçe metin ile çevrilen Almanca ve İngilizce metinler arasında adeta dans ederek büyük bir “edebî sahtekârlığı” deşifre etmiş bulunuyordu.
Kullanılan kelimelerden üsluba kadar yazar genel olarak “Soykırım endüstrisi”ne dikkat çekmişti. Mağduriyet edebiyatını dünya gündemine yerleştiren Soykırım tacirlerini deşifre eden başka isimler de olmuştu. Mesela İngiltere’de David Irving bunlardan biriydi ki o da üniversiteden dışlanacak ve itibarsızlaştırılacaktı.
İsrail’in mitleri bir silah
olarak üretme kapasitesi
Sözü, 1982 yılında Müslüman olan eski Fransız Komünist Partisi teorisyeni ve sanat ve edeiyat eleştirmeni Marksist Roger Garaudy’ye bırakalım burada. İsrail: Mitler ve Teröradlı kitabında şunları yazıyor:
“Bu roman edebiyatının şahı, dünya çapında çok satan eser olan Anne Frank’ın Günlüğü’dür. Harikulade heyecan verici olan roman gerçeğin yerini almakta ve bir kere daha efsaneler karşımıza tarih olarak çıkmaktadır.
25 ve 26 Nisan 1988 tarihli Toronto Davası’na müdahale eden İngiliz tarihçi David lrving, Anne Frank’ın Günlüğü hakkında şu şehadette bulunur:
‘Kendisiyle senelerce mektuplaştığım Anne Frank’ın babası (Otto Frank), sonunda “Günlük”ün elyazmasının bir laboratuvarda incelenmesine razı oldu. Bir belge üzerinde itiraz olduğunda ben her zaman bunun yapılmasını talep ederim.’
Bu bilirkişiliğe girişen laboratuvar, Wiesbaden’deki Alman polis kriminal laboratuvarıdır. İnceleme sonunda görüldü ki Anne Frank’ın Günlüğü’nün bir kısmı tükenmez kalemle yazılmıştı (bu tür kalemler piyasaya ancak 1951 yılında sürülecektir, oysa Anne Frank 1945’te ölmüştü)”.
Tarihçi David Irving sözlerine şöyle devam eder:
‘Anne Frank’ın “Günlük”ü hakkında benim kendi edindiğim kanaat şudur ki, bunun büyük bir kısmı kesinlikle bir Yahudi tarafından on yıl kadar önce yazılmıştır. Bu metinler kızının bir toplama kampında tifüsten trajik bir şekilde ölümünden sonra, babası Otto Frank tarafından alınmıştır. Babası ve tanımadığım diğer şahıslar, hem babasını, hem de Anne Frank Vakfı’nı zengin edecek olan satılabilir bir şekle sokmak için bu “Günlük”ü düzeltmişler. Ne var ki eserin tarihi belge olma bakımından hiçbir değeri yoktur, çünkü metin tahrifata uğramıştır.”
Siyonistlerin soykırım edebiyatı Anne Frank’ın Günlüğü’ne inhisar etmiyor elbette. Çevrilen yüzlerce film ve dizi, kitaplar, dergiler, sosyal medya hesapları, siteler ve 7 Ekim’in akabinde ekranları dolduran “başı kesilmiş 40 bebek” gibi Siyonist yalanları ne kadar mahirane bir şekilde servis edebildiklerini görünce fazla şaşırmıyoruz buna.
Amerikan sineması ve televizyonları tamamen Siyonistlerin kontrolündedir ve Norman Finkelstein’ın deyişiyle Soykırım Endüstrisi’ni el ele örgütlemektedirler.
.
“Tecavüzden doğan çocuk” İsrail’in yalanları (2)
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
“Tecavüzden doğan çocuk” İsrail’in yalanları (2)
MUSTAFA ARMAĞAN
Peki Anne Frank’ın Hatıra Defteri’nin kurgu yani hikâye olduğunu öğrenmek neden önemlidir?
Cevabı gayet basittir:
İktisatçı Adam Smith’inkini aratmayacak bir “görünmez el” (the invisible hand) bu hatıratı icat ve imal etmiş ve Avrupa Yahudilerinin Nazi Almanya’sında çektikleri ezayı kültür emperyalizmi silahıyla yaymış ve dünya halklarının ‘zavallı’ Yahudilerin acısını içinde hissederek ömür billah hafızalardan çıkmayacak parıltılı bir kılığa sokmuştur. Bir başka deyişle tıpkı İsrail’in Gazze soykırımını destekleme utanmazlığını sergileyen Yahudi yönetmen Steven Spielberg’in Schindler’in Listesi adlı filminde gördüğümüz gibi bir dramı evrenselleştirerek onu ‘herkesin acısı’ kisvesine büründürmüştür.
Bu ‘herkes’ neden Siyonistler gibi düşünmek zorundadır?
Neden onların derdi ‘herkes’in derdi olmak zorundadır?
Dünyada başka acı çeken, soykırıma uğrayan, zulme maruz kalan halk yok mudur?
Ve Yahudiler için kötü olan bütün dünya için de kötü olsun da Filistinliler için kötü olan neden Yahudiler için iyi olsun?
Sorusu olmayan cevaplar bunlar… Zaten Siyonizm de düşünme kapasitemizi felç etmek üzerine kurmadı mı bütün oyununu?
Öyleyse daima soracak ve soruşturacağız Siyonist yalanları. Ta ki doğrular yeniden zuhur edinceye kadar.
Özetlersek 2. Dünya Savaşı’nı müteakip “Yahudilerin çektiği acılar”dan rant devşiren uluslararası Siyonist propaganda mekanizması tek kelimeyle “fabrikasyon” yani sahte bir metni dünyaya pazarlamıştı.
Ne var ki Anne Frank’ın Günlüğü, 2. Dünya Savaşı sonrasında sık sık rastlanan Siyonist tarih tahrifatının biricik numunesi değildir. Aslında İsrail devletinin kuruluş yıllarından itibaren Filistin toprağının tarihi baştan ayağa çarpıtılmış, tarih ve arkeolojiye ‘emrederek’ ideolojik olarak kurgulanmış ve işgalci devletin sömürgeci ideolojisine meşruiyet sağlayacak elverişli bir kılıf kıvamına getirilmiştir. Fransız düşünürü Ernest Renan’ın bir zamanlar dediği gibi millet olmak ancak tarihin çarpıtılmasıyla mümkün olabiliyordu çünkü.
Bizde durum sanki farklı mıydı?
1. Türk Tarih Kongresi’nde yaşanan ırkçı rezaletleri hatırlamıyor muyuz? 1932 yılında akdedilen bu tam bir curcuna olan sözde bilimsel kongreye antropolog Dr. Şevket Aziz Kansu, Bağlum’un köylerinden ‘saf bir Türk ailesi’ni ‘tesadüfen’ getirip şu gurur dolu sözlerle takdim etmemiş miydi:
“İşte ince, uzun burunlu brakisefal ve antropoloji kitaplarında bu karakterle tavsif edilen halis dağlı adam, Alp adamı, Türk adamı (Alkışlar). İşte saçları altın renkli olan bu yavru Türk ırkına mensuptur (Alkışlar).”
Nasıl Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde Türk’ten başka bir ırka kapılar sıkı sıkıya kapatılmış ve Anadolu halkına zoraki bir kimlik olarak Türklük geçirilmek istenmiş ve diğer milletlerin varlığı inkâr edilmişse İsrail devleti de Filistin toprağını gasp ederek kurulduktan sonra da benzer bir ortak kimlik bulma işi tarihçiler ve arkeologlara emredilmişti. Onlar İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarını aslında evvel eski kendi topraklarıymış gibi anlatmaya koşulmuştu.
İşte İsrailli tarihçi Şlomo Sand’ın 14 yıl önce Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi? adıyla Türkçeye tercüme edilen kitabı benzer sahnelerin dünya Yahudileri için bir tür ‘ulus devlet’ olarak tasarlanan Siyonist İsrail’in resmi tarihini oluşturma gayretkeşliği neticesinde nasıl adım adım yürürlüğe konulduğunu çarpıcı delillerle ortaya koyan bir çalışma olarak dikkate alınmayı fazlasıyla hak etmektedir.
.
Tecavüzden doğan çocuk” İsrail’in yalanları (3)
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
“Tecavüzden doğan çocuk” İsrail’in yalanları (3)
MUSTAFA ARMAĞAN
Şlomo Sand Yahudi Halkı Nasıl İcat Edildi? adlıkitabını kaleme aldıktan sonra İsrail’deki akademik dünyadan nasıl dışlandığını ve El-Kuds Üniversitesi’nde öğretim üyeleri tarafından saatlerce sorgulandığını eserin giriş kısmında genişçe anlatmaktadır. Siyonizmin efsanelerini dinamitleyen ve Filistin topraklarının sömürgeleştirilmesine karşı çıkan bu kitabı yazdığı halde nasıl olup da burada, bu “Yahudi yurdu”nda yaşamaya ve İsrail’in Filistinliler tarafından tanınmasını talep etmeye devam edebiliyordu? Bu boşboğazca sorulan soruya şöyle gayet hikmetli bir cevap vermiş yazarımız:
“Tecavüzden doğan çocuğun da yaşama hakkı vardır. Bir trajedi, yeni trajediler yaratarak düzeltilemez. Bize düşen görev, çocuğa hangi koşullarda doğduğunu öğretmek ve babası gibi davranmasını önlemektir. Ortadoğu’daki çatışmada sorun, evladın, doğumuna öncülük etmiş eylemleri sürdürmesi ve yenilemesidir.”
Yahudiler 2. Dünya Savaşı’nda en çok Nazi ırkçılığından çekmişlerdi, değil mi? Temerküz kampları, hala ispatlanamayan gaz odaları, milyonlarca ölü…
Evet, Naziler dünyayı kana göre tasnif ediyordu. En üstün ırk Almanlardı (Nordik ırk); onun safiyetini bozan aşağı ırklar, özellikle Yahudiler ve çingeneler gibi marazlı unsurlar insanlığın bünyesinden, daha doğrusu yeryüzünden temizlenmeliydi, tabii ki beşeriyetin sağlığı ve iyiliği için.
Şlomo Sand’a göre Hitler’in başında bulunduğu Nazi Almanya’sının bu tüyler ürperten nazariyesi Yahudilere çok pahalıya mal oldu ve milyonlarca Yahudi hayatını kaybetti (gerçekte bu rakam çok abartılmıştır-MA). İyi ama İsrail devleti on yıllarca bu uğursuz Hitlerci mirasa nasıl vâris olabildi? İsrail’de Yahudi kanıyla birleşmiş ve diğerlerinden kesin hatlarla ayrılmış saf bir millet oluşturma anlayışı Hitler’in zaferi değil de neydi? “Daha dün ‘Yahudi kanı’ndan söz ederken bugün de İsrail’de yaşayan birçok kişi bir ‘Yahudi geni’nin varlığına inanırken” diyor yazarımız ve haklı olarak şunu soruyor:
“(Bu kafayla) Hitler’in Yahudilerin spesifik biyolojik karakteristikler taşıdıkları şeklindeki teorisini yenmenin ihtimali nedir?”
“Tarihte buna yakın bir ironi yoktur” diyen Şlomo Sand, Siyonizmi ve efsanelerini kıyasıya eleştiren Ilan Pappe ve Avi Shlaim’le birlikte Post-Siyonizmin izinde yürüyor ve can alıcı sorularıyla İsrail’in etnik merkezci ve anti-demokratik karakterini değiştirmeye çalıştığını ifade ediyor.
Nitekim İsrail’in kuruluşundan sonra tarih ve arkeoloji sahalarının birdenbire canlandığı görülür. Tarih, Kitab-ı Mukaddes’i İsrail’in meşru temeli olarak kurgulamakla görevliyken, arkeoloji de burada yaşamış olan ‘İsrail halkı’nın dört bin yıllık geçmişini gün ışığına çıkarmaya koşulur. Böylece arkeolojik kazı alanları adeta yeni milletin kutsal ibadethanelerine dönüştürülür.
1967 Arap-İsrail savaşının ardından gelen işgalden sonra İsrailli arkeologlar bu defa ellerinde kazma kürekle Batı Şeria’nın altını üstüne getirmeye koşarlar. Ne var ki büyük ümitlerle kazdıkları toprağın altından beklenmedik soru işaretlerinin çıkması resmi tarih hayalperestlerini derin bir hayal kırıklığına uğratır.
Mesela arkeolog Mazar şunu fark eder ki, Kitab-ı Mukaddes’te Filistinliler, Aramiler ve develerden bahsedilmekle birlikte bu ifade bütün arkeolojik ve yazılı tanıklıklar kendilerinin milattan önce ikinci bin yıla tarihlendirdikleri olaylarla çelişmektedir. Filistinliler buraya sekiz asır sonra gelmişti, Aramiler ise dokuz asır sonra! Develerin evcil hayvan olarak ortaya çıkışları da Kitab-ı Mukaddes’te peygamberlerin başından geçtiği söylenen kıssalardan bin yıl sonraya rastlamaktadır! Yani o zaman deve yoktu Filistin topraklarında.
Bu can sıkıcı gerçekler karşısında İsrailli arkeologlar olayları daha geç bir döneme “taşımak” zorunda kalacak, böylece bilim adamlarından sadır olacak sorgulamaların önü açılacaktır.
Efsaneler Siyonizmin hizmetinde
Bunun üzerine Kitab-ı Mukaddes’teki kıssaların sonraki dönemlerde ‘parlak ilahiyatçıların’ marifeti olduğuna karar verilir. Üstelik tarihler birbirine karışmakta ustadır. Hz. Musa’nın Mısır’dan çıkışı MÖ 13. yüzyılda gerçekleşti deniliyordu ama bu sırada Mısır firavunları güçlerinin zirvesinde bulunuyordu. O zaman Hz. Musa, Mısır’ın özgürlüğüne kavuşmuş kölelerini Mısır’a yine köle olmaya mı götürmüş oluyordu? 40 yıl boyunca çölde savaşan 600 bin savaşçı –ki bu aileleriyle birlikte yaklaşık üç milyon insan demekti- ne manaya geliyordu? Üstelik güçlü Mısır Krallığına mensup vakanüvislerin 40 yıl sürdüğü söylenen ve milyonlarca insanın başından geçen muazzam hadiseden hiç bahsetmeyişlerine ne demeli?
Neticede tarihe ayar çekilmesi, başka bir deyişle göstergebilimci Roland Barthes’ın deyişiyle “tarihin ayarlanması” gerekecektir. Soru işaretleri çoğaldıkça tartışma hararetlenecek ve tarihler yavaş yavaş miladi takvimin başlangıcına doğru kaydırılacaktır.
1967 yılında Kudüs İsrail kuvvetleri tarafından işgal edilince büyük ümitlerle Mescid-i Aksa civarında başlatılan kazılar da Siyonist arkeolog ve tarihçileri hayal kırıklığına uğratmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Burada MÖ 10. yüzyıla ait herhangi bir mabet ve sur kalıntısına rastlanmamıştır. Bu da tarihe emretmek için yanıp tutuşanların canını fena halde sıkmıştır tabiatıyla. İşte Mescid-i Aksa’nın altında devam ettiğini basından öğrendiğimiz ve İsrail’in de yalanlamadığı kazılar bu ispatlayamayış hırsının tabii bir sonucudur.
Burada sorulması gereken temel soru şudur:
Çölden gelerek geniş bir ülkeyi fetheden ve orada görkemli bir krallık tesis eden “inanılmaz bir halkın” antik kökeni üzerine kurulu Yahudi efsaneleri hangi gayeye hizmet etmiştir?
Cevabı basittir:
Tabii ki Yahudi millî kimliğinin atılımına ve öncü Siyonist işgal teşebbüsünün meşruiyetine.
Özetle tarih ve arkeoloji disiplinleri Filistin topraklarında kurulan İsrail’de bu istilacı gayeye hizmet edecek şekilde istihdam edilmiştir:
“Böylece Eski Ahit, çocuklara ‘kadim ataları’nın kimler olduğunu öğreten laik bir kitaba dönüşürken, yetişkinler onu hemen ellerine alıp şanlı şerefli bir biçimde kolonizasyon (sömürgecilik) ve egemenlik fethi savaşlarına çıktılar.”
Bu uydurma, zorlama ve sunî ideolojik temel üzerine kurulan İsrail’in “etnokratik” (ırka dayalı bir şekilde yönetilen) bir devlet olduğunun altını çizen Şlomo Sand, onun “tekelci ve ayrımcı bir biyolojik ve dinî ethnos’a”, yani sadece Yahudi kavmine hizmet verdiğini vurgular. Bu ise devletin gelişimini engellediği gibi Filistin halkıyla yaşanan sorunları derinleştirmekte ve muhtemel bir çözümü de imkânsızlaştırmaktadır. Zira çözüm için tarih ve arkeolojinin İsrail’e karşılıksız olarak verdiği ‘seçilmiş halk’ hayalinden kurtulunması ve efsanelerin sorgulanmaya başlaması şarttır.
Bu ilginç kitaptan geleceğe dair bir cümle aktarıp yazıyı bağlayalım izninizle:
“Ulusun geçmişi esasen düşsel (hayalî) bir mitten kaynaklanıyorsa düş kâbusa dönüşmeden hemen önce geleceği yeniden düşünmeye neden başlamayalım?”
‘Tarih okumak neden önemlidir?’ diye soranlar, tarihçilerin hangi bombaları imal ettiklerini iyi bilmelidir. İsrail’in tarihî Filistin topraklarında Avrupalı bir ideoloji olan Siyonizmin buraya sürdüğü mülteciler tarafından yerli Filistinliler yok sayılarak “icadı”, Gazze topraklarında dünyanın gözü önünde yaşanmakta ve yaşanacak olan katıksız drama da ışık tutacak bir mahiyet arz etmektedir ve bu bakımdan dikkatle değerlendirilmelidir.
.
Sykes-Picot: Bir daha asla!
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Sykes-Picot: Bir daha asla!
MUSTAFA ARMAĞAN
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Ortadoğu’da yeni bir Sykes-Picot Anlaşmasına izin vermeyeceğiz” derken ne demek istedi? İmzalanmasının üzerinden 109 yıl geçmiş olmasına rağmen bir türlü kapanmayan Sykes-Picot yarası nedir?
Filistinli tarihçi George Antonius’a bakılırsa Sykes-Picot Anlaşması şok edici bir belgedir. En fenası, şüpheyle el ele giden, dolayısıyla aptallığa varan tamahkârlığın ürünü olmakla kalmaz, aynı zamanda üçkâğıtçılığın ulaştığı ürkütücü noktadır da.
1915 Çanakkale ve 1916 Kutul Amare yenilgilerinin ardından İngiltere ile Fransa arasında (Rusya da buna katılacaktır) Ortadoğu topraklarıyla ilgili gizli bir anlaşma yapılır. İngiliz Sir Mark Sykes ile Fransız François Georges-Picot arasında yapılan bu anlaşma bölgeyi dört parçaya bölüyor ve sömürge yönetiminde kimin hangi yağlı parçayı kapacağı belirleniyordu. Anlayacağınız, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılıyordu.
Mavi bölge Fransızlara bırakılmıştı: Mersin ve Adana’dan İskenderun körfezine, oradan bugünkü Suriye ve Lübnan kıyılarından antik Tyre liman şehrine kadar uzanıyordu. Fransızlar doymayacak ve Sivas’ın kuzeyi ve Diyarbekir ile Mardin’in doğusuna kadarki Doğu Anadolu bölgesi üzerinde de iddiada bulunacaktı.
Sykes-Picot Anlaşmasının “Mavi bölgesi” hemen tamamen bugünkü Türkiye sınırları içindedir. “Kırmızı sahalar” yani Irak’ın Basra ve Bağdat vilayetleri İngilizlere verilecekti. Rusların payına ise İstanbul düşüyordu.
Mavi ve kırmızı bölgeler haricinde kalan A ve B bölgeleri ise İngiltere ve Fransa’nın nüfuzuna bırakılmıştı.
A bölgesi Suriye’nin Şam, Halep, Hama, Humus ve Irak’ın Musul şehirleri Fransız kontrolüne terk ediliyordu.
İngilizlerin iştahlarına layık gördüğü B bölgesi Kuzey Arabistan çöllerine kadar Irak ile Mısır’ın Sina sınırlarına kadarki bir alanı kapsıyordu.
A ve B bölgeleri güya “bir Arap liderin himayesi altında bağımsız bir Arap Devleti’nin veya bir Arap Devletleri Konfederasyonu”nun parçası olacaktı.
İngilizler ile Fransızların mutabık kalamadıkları tek yer ise Filistin’di. Mistır Sykes ile Mösyö Picot bu muhataralı meseleyi Ruslara götürürlerse işin içinden çıkılamayacağını gördü ve Filistin haritasını diğer iki renkten ayırmak için kahverengiye boyadı! Burası “uluslararası bir yönetim”e tâbi olacaktı.
1916 Mayıs’ında Rusya ile de mutabık kalınarak resmileşen Sykes-Picot gizli anlaşmasında delinenler yalnız Fransızların Doğu Anadolu’daki talepleri değildi. İngilizler 1918’de Suriye’yi Fransa’ya bırakmış ama karşılığında Musul’u istemişlerdi. Fransızlar direnemedi. Musul, İngilizlerin dişleri arasındaydı.
Güya uluslararası yönetime bırakılacak denilen Filistin’e el koyup İsrail devletinin kuruluşuna giden taşları döşedi İngilizler. İsyan ettirdikleri Şerif Hüseyin’e sahte vaatlerde bulunup açıkça kazık attılar. Hiçbir zaman bir Birleşik Arap Krallığı düşünmedikleri çok geçmeden, Sykes-Picot gizli Anlaşması Troçki’nin emriyle İzvestia gazetesinde Çar’ın kirli çamaşırlarından biri olarak ifşa edilince anlaşılmış oldu.
Lozan Barış Antlaşması Doğu Anadolu’daki Fransız talepleri hariç -ama Antakya dahil- esasen Sykes-Picot çerçevesinde kalmıştı. Arap toprakları bizi ilgilendirmiyor, “Yurtta sulh, cihanda sulh” demenin asıl anlamı, ben Sykes-Picot Anlaşmasını büyük ölçüde kabul ediyorum demekti.
Ortadoğu’yu babalarının mülkü gibi kesip biçen kalleşler 109 yıldır kan kusturdukları bölge halkına tekrar aynı acıları yaşatmasın diye çırpınıyor Erdoğan. “Ortadoğu’da yeni bir Sykes-Picot Anlaşmasına izin vermeyeceğiz” sözünün aslî manası budur.
.
Harf İnkılabı’nın hakiki gayesi neydi?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Harf İnkılabı’nın hakiki gayesi neydi?
MUSTAFA ARMAĞAN
Harf İnkılabı meselesi bir kuyudur, yalanlar kuyusu… Milletimizin hafızasına indirilen bu ağır darbenin muhasebesini henüz hakkıyla yapabilmiş değiliz, lakin kapının arkasında bir yalan dağı çoktan yükselmiş durumda. Bu 90 yıldır biriken tahrifat çöplüğünü kolayca temizlemek de mümkün değil takdir edersiniz ki.
Resmi tarih tarafından bize en sık söylenen yalanlardan biri, Arap harflerini öğrenmenin son derece zor olduğu, bu yüzden “geri kaldığımız”. Güya Latin alfabesi okuma yazmada kolaylık sağlaması için alınmış imiş. İnkılabın üzerinden bir veya “en geç” iki yıl geçince bütün Türk toplumu gürül gürül okuma yazma öğrenecekmiş!
Bu topyekûn okur-yazarlığa ulaşılacağı “öngörüsü” tabii ki tutmayacak ve değil bir iki yıl içerisinde, ancak 90 yılda o noktaya ulaşılacak, Türkiye ise 1938 yılını sadece %19,2 okuryazarlık oranıyla kapatacaktı.
Bunları, nasip olur da Harf İnkılabı hakkında bir kitap yazarsam delilleriyle ortaya koyacağım. Ama gelin, bugün farklı bir şey yapalım, Jacques Derrida’nın deyişiyle Türkiye’de ‘Harf Darbesi’nin yapıldığı sırada Başvekil olan İnönü’nün altı demecine eğilerek “kolaylık” gerekçesinin aslında bir kurt bahanesi olduğunu, asıl derdin “Arap kültürü” diye aşağılamaya kalktıkları “İslam kültürü” ile bağımızın koparılması, öte yandan Batı medeniyetine geçişin “kolaylaştırılması” ve teşviki olduğunu kendi itiraflarıyla görelim.
İsmet İnönü hatıralarında başlangıçta Harf İnkılabına, Enver Paşa’nın Cihan Harbi sırasında Arap harflerini ayrı ayrı yazdırma (huruf-i munfasıla) teşebbüsünden dönülmesini örnek göstererek direndiğini, Mustafa Kemal 1926 yılında bu fikri kendisine açtığında “Bu kolay bir iş değildir” diye itiraz ettiğini anlatır. Dediğine göre ikazı üzerine inkılap tam iki sene gecikmiş, öte yandan kanun çıktıktan sonra bir daha “eski yazıyı” kullanmamıştır: “Harf inkılabı çıktıktan sonra, şimdiye kadar eski yazıyla yazmış olduğum 20 satırı bulmaz.”.
Anlaşıldığı kadarıyla İsmet Paşa’nın itirazı inkılabın kendisine değil, uygulanmasınadır. Zannetmiştir ki, inkılaptan sonra her iki alfabe de kullanılacak, bu da memleketin kültür hayatını kötürüm edecektir. (Sanki etmedi.)
İnönü’nün 50 yıllık uzun siyasî ömrü (1922-72), Harf İnkılabına dair fikirlerini geniş bir zaman skalasında açıklamasına müsaade etmiştir. Bu sayede bu inkılabın altındaki hakiki maksadın bizzat onu icra edenlerden biri tarafından yeterince açıklandığını görme imkânını yakalıyoruz.
Aşağıda İsmet İnönü’nün 1928-68 yıllarına ait kronolojik sırayla verilen altı açıklaması ışığında Harf İnkılabındaki hakiki maksadın deşifresini yapacağız.

Asıl gerekçe kolaylık mı?
Önce Harf İnkılabı kanununun çıktığı 1 Kasım 1928 günü TBMM’de yaptığı konuşmada söylediklerini genişçe görelim ki, 40 yıl sonra 5. maddede inkâr ettiği “kolaylaştırma” faktörünü o tarihte ne büyük bir ısrarla vurguladığını hafızamıza nakşedelim. Paşa şöyle demiş 1928 Kasımında:
“Türk alfabesi ile bu milletin okuma yazma mücadelesine girmesi her tarafta büyük bir açılma, büyük bir kolaylık vermiştir. (…) İkincisi; kolaydır. (…) Bu kolaylıktan hakkıyla istifade etmek ve bunun neticelerini birkaç sene içinde gözle görülür bir hale getirmek için, Hükümet ciddi mesai sarf edecektir. Hükümet, bütün memlekette millet mektepleri halinde, işinde, tarlasında, fabrikasında çalışan vatandaşların ayaklarının ucuna getirilen kolaylıkla öğretecek muallimlerle, kolay tedarik olunacak vasıtalarla bu yeni alfabeden tamamiyle istifade etmeleri için bütün mesaisini sarf edecektir.
Bu, inkılap yapılırken serd edilen gerekçedir. Bakalım hakiki sebep burada denildiği gibi kolaylık mıymış? Nitekim İnönü’nün bundan 25 yıl sonra bu defa muhalefetteyken yaptığı şu açıklama hakiki niyetin ilk izharı olacaktır:
“Yeni harfler Cumhuriyetin garp medeniyeti cemiyetini kabul etmesinin de başlıca dayanağı olmuştur. Yeni harfler Türk milletini bir kültür âleminden başka bir kültür âlemine nakletmiştir. Eski harfler Arap kültür ve medeniyetinin sembolü, ifadesi ve istilâ vasıtası idi. (…)
Evet, yeni harflerle kazandığımız en mühim bir netice orta çağdan çıkıp XX. asrın medeni cemiyetine girmemizin en tesirli vasıtasını elde etmiş olmamızdır. Hiç tereddüt etmeden söylemeliyiz: Türk inkılaplarının en ehemmiyetlisi yeni Türk harflerinin kabulüdür.”
Demek Orta Çağdan çıkma ve Batı medeniyeti topluluğunu kabul etmenin temel dayanağı imiş yeni harfler. Latin harfleriyle Batı medeniyetine girmenin en etkili aracını elde etmişiz öyle mi? Hem de bu, tereddütsüz bir şekilde Türk inkılaplarının (dikkat edin, “Atatürk inkılapları” demiyor) en etkilisi yapıyormuş onu. İyi de bunları 1928 yılında neden söylemediniz diye sormayalım mı şimdi?
İnönü’nün 27 Mayıs darbesinin üzerinden henüz altı ay geçmişken bu defa daha net ifadelerle vurguladığı nokta, harf değiştirmenin hakiki maksadının aslında “Milletin penceresini bir başka âleme, medeniyet âlemine açmak” olduğudur. Beraberce okuyalım:
“Latin harfleri bir kültürdür. Milletin penceresini bir başka âleme açmak meselesidir. Bu pencere, açılmıştır.”
Başbakanlık koltuğuna oturduğu iki yıl sonra ise bu defa Harf İnkılabıyla açılan pencerenin dikey yönde açıldığını, yani bir “yükselme” hareketi olduğunu vurguladığını görürüz:
“Latin harfi devrimi bir şekil değişikliği değildir. Kültürün, çağı geçmiş bir âlemden yeni bir yükselme âlemine yönelmesi demektir.”
Nihayet bütün şahitleri mezara koyduktan sonra 1968 yılında yazdırılan hatıralar’ında baklayı ağzından çıkarır ve 40 yıl önce boğazını kuruturcasına tekrarladığı kolaylık’ın bir bahaneden ibaret olduğunu üzerine basa basa itiraf eder:
“Harf inkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı Enver Paşa’yı tahrik eden sebeptir. Ama, harf inkılabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk. Arap kültürünün ve Arap dilinin tesiri hakkında, yeni nesiller bizim kadar fikir edinemezler. (…) Latin harflerine geçmek Türk dilini ve milli kültürü kurtarmak için esaslı bir etken olmuştur.”
Nihayet yine 1968 yılında Abdi İpekçi tarafından banda alınan ve Milliyet Gazetesinde neşredilen konuşmasında bu inkılabın en mühim noktasının kültür istikameti olduğu üzerinde duracaktır:
“Harf inkılabı yalnız milleti okuyup yazdırır hâle getirmek için vasıta kolaylığı değildir. Aynı zamanda kültür istikametidir. En mühim yeri orasıdır. Bunun için tesirleri iyi olmuştur ve neticeleri daha büyük olacaktır.”
Tarih görüneni tekrar etme değil, görünmeyeni deşifre etme sanatıdır. Yukarıda aktardığımız “altı İnönü”nün 1928’den 1968’e kadar uzanan bir çizgide dilinin altındaki baklayı adım adım nasıl çıkardığını gördük. Başlangıçta harf inkılabına karşı çıkarken sonradan “terbiye edilen” Prof. Fuat Köprülü ise 10 yıl sonra hakikati adeta bülbül gibi şakımıştır:
“Bir milletin eski alfabesini bırakıp yeni bir alfabe kabul etmesi, eski bir kültür dairesinden çıkıp yeni bir kültür çerçevesi içine girmesi demektir. Biz Arap Harflerini bırakmakla, Orta Zaman Şark Kültüründen silkinip muasır Garp Kültürü dairesine girmek iradesini göstermiş olduk.”
Bizi bilinçaltınızdan ara sıra dilinize vuran itiraf nağmelerini yakalamakla uğraştıracağınıza erkekçe çıkıp ‘Biz inkılapları doğrudan doğruya Batı medeniyetine geçmek ve İslam/Osmanlı medeniyetinden kopmak için yaptık’ diyemiyorsunuz değil mi? Affedersiniz, bunu diyebilen biri çıkmıştı içinizden. Ama o da Türk basınına değil, Avrupa basınına konuşacak kadar cesaret sahibiydi.
Kimdi bu cesur adam? diye sormayın lütfen. Ben devrin Adalet Bakanı diyeyim de, siz anlayın.
.
Peygamberimiz’e (sav) hakaretleri Sultan Hamid nasıl engellerdi?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Peygamberimiz’e (sav) hakaretleri Sultan Hamid nasıl engellerdi?
MUSTAFA ARMAĞAN
Peygamber Efendimiz’e (sav) hakaret eden karikatürü protestolar hem sosyal medyadan hem de İstiklal Caddesi’nde devam etmekte. İslam dünyasının modern zamanlarda gördüğü “tek ve son Halife” olan Sultan II. Abdülhamid’in Avrupa’daki densizlere derslerini nasıl verdiğini hatırlamak bugüne ışık tutabilir.
Yıl: 1890. Fransız oyun yazarı Henri de Bornier, Muhammed (1888) adlı bir dram kaleme almıştır. Üstelik sahnede bir aktör Hz. Peygamber’i canlandıracaktır!
Oyunun Efendimiz’in manevî şahsiyetini, dolayısıyla İslam dinini ve Müslümanları küçük düşüren hakaretamiz bölümler ihtiva ettiği haberleri Sultan Abdülhamid’i “Halife-i Müslimîn” sorumluluğuyla derhal harekete geçirecek ve yalnız o tiyatroda değil, bütün Fransa’da sahnelenmesini engelleyecektir. Nasıl mı? Fransa Cumhurbaşkanı Sadi Carnot’ya Paris Büyükelçisi Salih Münir Paşa eliyle haber uçurarak.
Oyunun Bakanlar Kurulu’nun özel kararıyla yasaklanmasından sonra Carnot’ya şahsen teşekkür eden Sultan Hamid, “Müslüman tebanızın hislerini yaralamaktan başka bir işe yaramayacak bir oyunla ilgili aldıkları “akıllıca karar”ı kutlamış, hatta Cumhurbaşkanını bir adet İmtiyaz Nişanıyla ödüllendirmişti.
Ancak yazar inatçı çıkmıştı. Bu defa eserini Sultanın diş geçiremeyeceğini tahmin ettiği İngiltere’de oynatmak için kolları sıvar. Sultan Abdülhamid bu defa bizzat Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’yi devreye sokarak, piyesin “bütün İngiltere’de” yasaklanmasını sağlamıştır..
Fransa’ya geçelim: 1900 yılında Paris’te oynanmak istenen Muhammed’in Cenneti adlı bir piyesin ancak ismi ve muhtevası tamamen değiştirilereksahneye konulur hale getirilmesi de Sultanın diplomatikgirişimlerinin eseridir. Hatta 1894 yılında Amsterdam’da Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma operasının sahnelenmesine de engel olmuştur.
Roma’da oynatılmak istenen Fatih Sultan Mehmedhakkındaki hakaret içeren bir piyes de yasaklatılmıştır. İşin ilginç yanı, Sultan’ın kendigücünün yetmediği durumda Alman İmparatoruII. Wilhelm’i devreye sokarak bunu başarmasıdır.
ABD’ye gelirsek, 1893 yılında sahneye konulan ve İslam Peygamberi’nin hayatını olduğundan farklı yansıtan Muhammed adlı tiyatro oyununu Elçi Alexander W. Terrell ile yaptığı özel görüşmeden sonra bizzat ABD Başkanı Grover Cleveland’ın girişimleriyle sahneden kaldırtmayı başarmıştır.
Abdülhamid Han’ın sevgili Peygamberine, İslamiyete ve ecdâdına yönelik küçük düşürücü tavırlara karşı, güçlü Batılı devletleri karşısına alma pahasına müsamahasız, tavizsiz ve kararlı tutumu kısa sürede etkisini göstermiş ve tiyatrolar artık İslamiyetle ilgili eserleri repertuarlarına alırken daha bir titizlikle seçer olmuşlardır.
Sonuçta gerek Fransa’da, gerekse İngiltere ve İtalya’da, hatta o sırada İngiliz işgali altında bulunan Hindistan’da Peygamber Efendimiz ve Osmanlı padişahlarına yönelik hakaretâmiz ifadeler içeren eserlerin sahnelenmemesi yolunda bir gelenek oluşmuştur. Nitekim devrin Avrupalı bürokratlarının Osmanlı’nın hassasiyetini dikkate almak zorunda kaldıklarını ve basını zaman zaman uyardıklarını görüyoruz. Bu da Sultan Hamid’in Halifelikten gelen iktidar ve nüfuzunun sadece İslam âleminde değil, Avrupa’da da etkili olduğunu gösterir.
Maalesef Sultan II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra ne Halifelik silahını ateşlemeden kullanacak “beyaz diplomasi” ortada kalmıştır, ne de Osmanlılık ve Halifelikten gelen itibar ve nüfuzumuz.
Ancak uzun yıllar süren mücadeleler sonunda başarılan millet ve devlet kaynaşması sayesinde bugün meydan yine imanlı sineler tarafından doldurulmuş durumdadır elhamdülillah. Sultanımızın izindeyiz.
.
İstiklal Savaşı için gönderilen parayı batıran CHP’lileri kim korudu?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
İstiklal Savaşı için gönderilen parayı batıran CHP’lileri kim korudu?
Mustafa Armağan
Manavgat Belediyesi’ne yönelik rüşvet operasyonunda Belediye Başkan Yardımcısı Mehmet Engin Tüter’in rüşvet aldığına ilişkin görüntüler ortaya çıktı. Baklava kutusunda kendisine teslim edilen 110 bin Euro para polis baskınında ele geçti. Koluna “Atatürk” imzasını dövme yaptıran Belediye Başkan Yardımcısı emniyet kameraları altında gözaltına alındı.
Şu kadarını söyleyeyim ki, CHP eskiden beri böyleydi.
CHP tarihinde üstü kapatılmış nice yolsuzluklardan biri vardır ki, bu iddiaları gölgede bırakacak kadar ağırdır.
Milli Mücadele yıllarında Rusların bize 1 milyon altın ruble yardım ettiğini ders kitaplarımız yazmaz ama kayıtlardan biliyoruz.
İkinci partide alınan 500 bin altının 100 bini askerî müşavir olarak Moskova’ya giden Safvet (Arıkan) ve Nuri (Conker) beylere teslim olunarak silah, uçak ve mühimmat satın almak üzere Almanya’ya gönderilmişlerdi.
O Safvet Arıkan ki aşağıda anlatacağımız vatana ihanet derecesindeki vahim skandaldan sonra ödüllendirilir gibi Milli Eğitim ve Milli Savunma bakanlıkları ile CHP Genel Sekreterliği koltuklarına oturtulacaktır.
I. Dünya Savaşında yenilmiş ve Versay Barış görüşmelerinden ağır bir tazminat yüküyle çıkmış olan Almanya’da piyasaların ensesinde enflasyon canavarı vardır, her enflasyonist ekonomide olduğu gibi borsa kârlı bir spekülasyon aracıdır.
Güya Alman Markına çevirdikleri Rus altınlarıyla silah almak için kapı kapı dolaşmakta olan Safvet ve Nuri beyler bu sırada uyanık bir Alman borsacıyla tanışırlar. Borsacı kendilerine, ellerindeki parayı çoğaltmak yerine niye beklettiklerini sorar. Üstelik enflasyon meblağı günden güne eritirken... Sonuçta borsada kazandıkları parayla vatanlarına hizmet etmeyecekler midir?
İki ahbap çavuşa gayet mantıklı gelen bu teklifi kabul ederler ve o sırada Milli Mücadele’nin su gibi, ekmek gibi ihtiyaç duyduğu silah parasını olduğu gibi borsaya yatırırlar. Sonuç tam bir fiyaskodur.
Paralar Alman borsasında batar. Sözde yanlış kâğıda oynamışlardır(!). Neticede Alman borsacının, borsa nedir bilmeyen gafil(!) subaylarımızı aldattığı anlaşılır ve milletin parasını batırmış olarak ellerini çırparak dönerler Ankara’ya.
Eyvah, dolandırıldık!
Bu yüklü miktardaki paranın göz göre göre çarçur edilmesi tabii ki, Mecliste şiddetli bir tepki uyandırır. Nuri ve Safvet beyler Divan-ı Harbe (Yüce Divana) verilir. Lakin onlara kim dokunabilirdi ki? Yukarıdan kollandıkları için sonuç çıkmaz ki, neden çıkmadığını daha önemlidir.
Garibanlar en ufak bir kusurlarında darağacını boylarken yargı iki ahbap çavuşun Almanya’da milletin kanı ve canı demek olan deve yükünde parayı batırmasında nasılsa kasıt unsuru bulamamış, bu vahim skandala bir “kaza” muamelesi yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde vekillik, bakanlık ve CHP genel sekreterliği dahil kritik roller oynayacak ikilinin “irtikâb” suçu örtbas edilmiştir.
Kâzım Karabekir Paşa Bir Düello Bir Suikast adlı kitabında, 1933 yılında bir gazetede kendisine iftira atan Nuri Conker’in vaktiyle yardım paralarını nasıl yediğini, buna karşılık Mustafa Kemal tarafından nasıl korunduğunu ve şimdi neden tetikçilik yaptığını olanca netliğiyle ortaya koymuştur.
Karabekir Paşa Nuri Conker ile Harp Okulu’nda aynı sınıfta okumuş, onu Manastır’da İttihad ve Terakki’ye kendisi kaydettirmiştir. Onun ifadesiyle söylersek hiçbir görevinde başarı gösterememiş, hatta Muş’ta tümenini bırakıp kaçmış, kolordu komutanı Mustafa Kemal ise bu samimi arkadaşını o sırada “aklını kaçırdığını” ileri sürerek kurtarmıştır!
Sonuçta İstiklal Savaşı sırasında kendisine silah, mühimmat ve uçak alması için verilen tam 1 milyon lirayı Almanya’da eritmiş, sonra da ‘Eyvah dolandırıldık’ diye eli boş dönmüştür.
Karabekir Paşa’ya göre Nuri Conker’i kurtaran yine Gazi olmuş, o da efendisine sadakatini ispatlamak için kendisine hayasızca saldırmıştır. Karabekir Paşa Nuri’nin kendisine saldırmasının işte o 1 milyon liranın ‘şükran bedeli’ olduğunu yazar.
Özetle 1924 yılında kendisinden hesap sormaya kalkan komisyon başkanı Karabekir Paşa’dan intikamını 9 yıl sonra almaktadır.
Komisyon 18 Mayıs 1924’de raporunu Bakanlığa vermiş, Nuri ve Safvet’ten batırdıkları veya yedikleri paranın hesabının sorulmasını beklemiş, ne var ki, gizli bir el yargılama belgelerini Milli Savunma Bakanlığından almış ve işin durdurulmasını TBMM Başkanı Kâzım’a (Özalp) emretmiştir.
Bir başbakan içyüzünü anlatıyor
Eski başbakanlardan Suat Hayri Ürgüplüeski Hürriyet başyazarıOktay Ekşi’nin yayına hazırladığı hatıratında olayı şöyle anlatır:
“(Nuri Conker’le beraber) Almanya’ya silah almaya gitmişler. Almanlara bütün parayı kaptırmışlar. Miktarı belli değil. Uzun tahkikler (soruşturmalar) olmuş. “İntifa (faydalanma) yok, gaflet var” denmiş.
İş Meclis’te –anlaşılan hayli himayekârlıkla (korunarak)- kapatılmış. Soruşturma Komisyonu’na bile gitmemiş.
Nuri Conker hakkında dedikodu çoktur. Allah bilir. Safvet Arıkan dürüst tanınır. Fakat iş şüpheli. Endişeli ve asla inandırıcı olmayan raporlar üzerine Soruşturma Komisyonu’na verilseydi daha temiz çıkarlardı.
İbretle şunu gördüm:
O zaman himaye bu adamları kolayca kurtarmış…”
Ürgüplü hatıratında ifşaata devam ediyor:
“Safvet Arıkan suçlamayı açıkladı. Zarar miktarı yazılmıyor. Fakat 1.5 milyon altınmış. Dolandırılmışlar!
Bu işte Taşlıcalı Vasfi adında bir milletvekili arkadaşları, işin içindeymiş.
Esasını bilmediğim fakat herhalde zamanında Atatürk’ün himayesiyle ucuz atlatılmış. Kapanmış veya kapatılmış bir iştir.
Bu zat orada dolandırılıyor.”
Geleceğin tarihçisine notlar
Dolandırma mı yoksa dolandırılma mı?
Her iki halde de cezalandırılmaları gerekirdi ama ödüllendirildiler.
Nuri Conker 1923’ten, öldüğü 1937 yılına kadar dört dönem milletvekilliği yaptı. Bir eli yağda, öbürü baldaydı.
Safvet Arıkan ise 6 dönem vekilliğe abone edilmesine ilaveten Milli Savunma Bakanlığı dahi yaptı.
Böylece silah paralarını batırmanın Milli Savunma Bakanı olmakla bağlantılı olduğunu öğreniyoruz.
Tıpkı Deli Halit Paşa’yı vuran, vurduğunu da inkâr etmeyen Kel Ali’nin İstiklal Mahkemesi’ne başkan yapılmasında olduğu gibi nice karanlık olay var o devirde.
Günün birinde bunlar da okunacak ders kitaplarında.
Biz geleceğin tarihçisine malzeme bırakıyoruz sadece.
.
Osmanlıyı parçalamayı amaçlayan Misyoner okulları feminizmin de öncüsüydü
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Osmanlıyı parçalamayı amaçlayan Misyoner okulları feminizmin de öncüsüydü
MUSTAFA ARMAĞAN
Geçen hafta Gaziantep’te üç gün geçirdim. Tarihi mekânları ile nefis yemekleri kadar enfes kültüründen damlaları da gönül heybemde muhafazaya aldım. Uzmanlardan duyduklarımdan biri de Misyoner okulları kurulmadan önce Antepli Ermenilerin Ermenice değil, Türkçe konuştukları ve halkla bütünleşmiş olduklarıydı. Ne zaman ki Misyoner Okulu kurulup Antepli Ermeni çocuklarına “milli kimlik” aşılanıyor ve Ermenice öğretiliyor, o zaman ayrışma başlıyor.
Aklıma oradan geldi: Neden misyoner okullarının Türkiye’deki “Feminizm”in oluşumu üzerindeki etkisi gündeme getirilmez? Ve neden kendisi de bir Misyoner okulu mezunu olan romancı Halide Edip Adıvar’ın, içinde “Kızlarımızın geleceğine İngiliz etkisini ve İngilizceyi yerleştirmek için elimizden geleni yapacağız” cümlesi de geçen müthiş(!) yazısı ısrarla görmezden gelinir?
Ülkemizde faaliyetlerine devam eden American Board üyeleri Osmanlı limanlarına ilk çıkarmayı 1812 yılında yapmış, ardından yüzyılın ortalarında Sultan Abdülmecid’den aldıkları bir fermanla Protestan “dini”nin ayrı bir kilise olarak tanınmasını sağlamış ve diğer Osmanlı “milletleri” ile eşit statü kazanmayı başarmışlardı.
Başlangıçta Türkiye’ye uyum zorlukları çeken misyoner feministler açtıkları okullarda orta sınıfa mensup Osmanlı kızlarını Evanjelik idealler doğrultusunda sıkı bir şekilde eğitmeye girişmiş, bu arada okullarını Osmanlı toplumuna adapte edebilmek için de “nakış dikiş eğitimi” gibi bazı minik “yerel tavizler” lutfetmişlerdir. Bu misyoner okulları büyük ölçüde başlangıçta imparatorluğun yeni yeni palazlanan batılılaşmış elitinin kültürel ihtiyaçlarına hizmet etmekteydi.
Kız misyoner okullarında Ermeni, Rum ve Müslüman çocuklarına Amerikan tarzı “kozmopolit” bir eğitim veriliyordu. Üsküdar Amerikan Kız Koleji’ne 1901 yılında girmiş olan Halide Edip Adıvar örneğinde gördüğümüz gibi “Amerikanlaşmış” ve misyoner hocalarına hayran yeni tipler imaline girişilmişti.
“Milli romancı” diye takdim edilen Halide Edip’in The Nation adlı İngilizce gazeteye gönderdiği mektupta (1908) Türkiye’nin karanlığı içinde yeni bir ufuk açarak kendisini kurtaran fedakâr ve örnek Amerikalı ve İngiliz öğretmenlerine şükranlarını bildirmesi, onları “Osmanlı toprağına ışık getirdikleri” için cân u gönülden alkışlaması da gösteriyor ki, bu okullarda kendi toplumunun değerleri nakış, dikiş gibi el sanatları düzeyinde bırakılmakta, çocukların zihinlerine sözde bir “dünya vatandaşlığı” bilinci, gerçekteyse Evanjelizmin ideolojisi aşılanmaktaydı. Planları, bu okullarda yetişenlerin, zamanla “yabancı” misyonerlerin yerini alabilmesi üzerine kurulmuştur.
Türk aileleri de Amerikan Kız Koleji gibi okulları Türk kadınının toplumdaki statüsünü yükselttiği için tercih ettiklerini söylüyorlardı. Nitekim Merzifon’daki Anadolu Kız Koleji’nde okuyan ve adlarının Feriha, Nebile, Emine ve Nasiha olduğu tespit edilen dört Müslüman kız öğrenci okullarında bağımsız birer ‘birey’ olmayı öğrendiklerini, bu ilkeye ömürleri boyunca uyacaklarını, okullarının kendilerine kazandırdığı kurallardan asla taviz vermeyeceklerini ve birbirlerini “kızkardeş” (misyoner) olarak göreceklerini yazmışlardı okul defterine.
Birey olmak, bağımsız olmak, kozmopolit olmak; ama öte yandan, her nasıl oluyorsa, cemaat üyeliğini çağrıştıran birer “bacı” (sisters) olmak şeklinde özetlenebilecek olan bu okulların kadınlık bilincini uyandırma çabalarını okuyunca insanın aklına şu soru geliyor ister istemez:
Evanjelik misyonerleri, aslında kendi ülkelerinde bile var olmayan bir kozmopolit kadınlık idealini Osmanlı topraklarına aşılamaya neden bu kadar heveskâr idiler?
Türkiye’de bugün dahi kendisiyle mücadele etmekte olduğumuz birçok ideolojik aşı gibi feminizmin köklerini de bu yabancı okulların eğitim sisteminde aramak daha sağlıklı bir yol olacaktır.
.
Yeni ve büyük Türkiye’nin şifreleri
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Yeni ve büyük Türkiye’nin şifreleri
Mustafa Armağan
Başka bakımlardan kızdığım Churchill, başarının sırrını söyle açıklamış:
“Başarı nihai değildir. Başarısızlık ölümcül değildir. Önemli olan, devam etme cesaretini göstermektir.”
Milletler hafızası olan tarihlerinden ders alır. Tarih dersleri de bunun için okutulur zaten.
Ama ya tarih yanlış yazılmışsa? Veya kasten yanlış yazılmış ve sizi belli bir kafaya göre formatlamak için olanları farklı bir şekilde anlatmışlarsa?
O zaman bunu fark edenler henüz uyanmamışlara hakikatleri anlatmak borcundadır.
Size bu köşede tarih anlatırken derdimiz aslında sadece tarihte neler olup bittiğini anlatmak değil, bugünkü dünyaya uyanmanıza yardımcı olmaktır.
Tarih bilgi yani malumat olarak anlatılırsa bu akademik bir hasıla vücuda getirir. Hâlbuki bizim meslekten yani profesyonel tarihçiler olmadığımıza göre ihtiyacımız olan şey, fikirdir. Fikirdir dünyanın ve tarihin motoru. Fikir olmazsa tarih çöker. Peki, bizim bir fikrimiz var mı? Bir haritamız olmadığı gibi bir fikrimiz de yok. Kafamız çorbaya dönmüş durumda. Geçmişi reddetmiş bir kültür diriliş ve yenilenme damarlarını kendi eliyle kurutmuş demektir.
Churchill’in sözüne dönecek olursak milletlerin de başarılı ve başarısız oldukları zamanlar vardır. Ne bir başarı ebedidir, ne de bir başarısızlık bizi mahveder. Yani dirilmeyi bilen, teslim olmayan ve gerçekten fethedilmek yani esir edilmek için kıvranmayan milletler enkazın altından er veya geç kalkmayı bilecektir.
YENİ VE BÜYÜK TÜRKİYE
Türkiye dün yani 12 Temmuz günü itibariyle yeni bir sürecin içerisine girdi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, dünkü nutkunda bu yeni sürecin bazı şifrelerini verdi.
100 yıllık bir parantez kapanıyor anladığımız kadarıyla. Bu parantez yalnız Kürt Meselesinin çözülmesi için değil, Türkiye’nin ayağındaki prangalardan kurtulması için de önemlidir. Bu prangalardan birisiydi Kürt Meselesi. Ama tek değil. Başkaları da var. Mesela Kemalizm bunlardan biridir. Türkiye; Kemalist paradigmadan kurtulmadan mesafe alamaz, önü açılamaz, Yeni ve Büyük Türkiye’nin adımlarını atamaz. Anayasanın Dibacesinden başlayarak giyim kuşam kısıtlamalarına kadar nice ayrımcılıkla yüz yüzeyiz. Evet, birçok müspet adım atıldı ama kılık kıyafet özgürlüğünün anayasada bir hak olarak tanınması gibi yasal bir garantiye kavuşturulması gerekir.
Kürt Meselesi 1925 yılından bu yana aşama aşama ilerleyerek bugünkü haline geldi. İnkâr edildi hakları ve kimlikleri. Kürtçe yasaklandı. Şarkı bile söyleyemez hale getirildi halk. Bir anne, oğluyla hapishanede görüş günü Türkçe bilmediği için konuşamadı. Yüz yüze bakıp döndüler ve konuşmaya yeltendiklerinde tekme tokat dövüldüler. PKK bu adaletsizlikleri istismar ederek halka hoş göründü. Teröristin evini basıp zorla aldığı buğdayı yüzünden asker tarafından cezalandırılmış nice güzel evler ve köyler vardı.
Artık bazı şeylerin konuşulması lazım.
Vaktiyle Ağrı’ya gitmiştim. Beni Erzurum’dan Ağrı’ya ulaştıran şoför anlatmıştı. Taksicilik yaparken bir müşteri köyüne gidiyor. İkindi vakti köye varınca müşteri diyor ki:
-Bak, akşam bastırıyor. Teröristler yolu keser. Başına bir iş gelir. En iyisi köyde kal, sabah beraber döneriz.
Şoför olmaz diyor, dönmem lazım.
Bunun üzerine adam parasını ödüyor ve taksi yola çıkıyor. Akşam alacasında bozuk bir noktasında yolun, tepesinde birkaç PKK’lı bitiyor. Kimsin, nesin, diye hesaba çekiyorlar. Teröristlerden birinin köyünden birini tanıyor da yakasını kurtarıyor şoför. Kendisine diyorlar ki:
-Bak, şu tepeyi aşınca özel tim seni durduracak ve neden durduğunu soracak. Sakın bizi gördüğünü söyleme, yoksa anandan emdiğin sütü burnundan getiririz.
-Tamam, söylemem deyip yola çıkıyor bu olayı bana anlatan şoför ve hakikatten o tepeyi aşınca özel tim durdurup hesaba çekiyor.
-Neden durdun orada? Diyorlar.
-Arabam bozuldu da ondan durdum diyerek yalan söylüyor.
Cevap şu:
-Biz senin neden durduğunu biliyoruz, yalan söyleme.
Şoför de haklı olarak şu soruyu soruyor:
-Madem neden durduğumu biliyordunuz da neden yardımıma gelmediniz?
Bu yıllardır yaşanan trajediden Shakespeare’lik bir sahne. Daha nicesi ve neleri var. Zahmet edip gidin de bir çınlatın kâseleri. Bakın neler anlatıyorlar size.
İSLAM’IN SON ORDUSU
Ben 2014 yılında Diyarbakır’ın Kulp ilçesinde konferans verdim. Cenab-ı Allah bana o terör ortamında o okulda Yahya Kemal’in muhteşem kıtasını okumayı nasip etti.
Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ Rabbi
Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın
Galib et; çünkü bu son ordusudur İslâm’ın”
Kaymakamın bir ilçeden öbürüne gidemediği bir dönemde bu şiiri okumak cesaret isterdi.
Fakat ne oldu biliyor musunuz? O okuldan bir Kulp’lu talebe yıllar sonra yanıma geldi ve o günkü konuşmamdan çok etkilendiğini ve kendisini uyanışa sevk ettiğini söyleyince derin bir nefes aldım ve boşuna gitmemişim ve boşuna konuşmamışım dedim ki elhamdülillah.
Milletler hatalarından ders alıp öğrenir demiştik. Herkes barış üzerinde uzlaştığına göre artık eski defterleri karıştırmanın alemi yok. Bundan sonra önümüze bakacağız ve barışın güzelliklerini ve nimetlerini tatmaya koyulacağız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle bir ifade kullandı dün:
“Bugün Malazgirt ruhu, bugün Kudüs ittifakı, bugün İstiklal savaşının nüvesi yeniden şekilleniyor. Bugün büyük Türkiye’nin şafağı söküyor.”
O şafağı o kadar çok özlemiştik ki. Fecr-i kâzibe döndürmeye hamle edeceklere fırsat vermeyeceğiz.
.
Şeyh Mahmud Efendi Hazretlerine”
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
“Şeyh Mahmud Efendi Hazretlerine”
MUSTAFA ARMAĞAN
Tarihin ne kadar dipsiz bir kuyu olduğunu ülke olarak zihin çeperlerimiz genişledikçe daha iyi idrak ediyoruz.
İşte 11 Temmuz 2025 günü PKK terör örgütünün Süleymaniye’de silah yakma görüntüleri ekranlara yansırken muhabirler ilginç detaylar açıklıyordu.
Bölgeye bir asır önce hakim olan Şeyh Mahmud diye birisinden ve onun bir zamanlar karargâh olarak kullanılan mağarasından bahsediyorlardı. Silah yakma töreni bu mağara civarında gerçekleşmişti.
İyi de kimdi bu Şeyh Mahmud?
Ve terör örgütü neden onu bu kadar önemsemişti?
Tabii inkılap tarihi körler, sağırlar birbirini ağırlar minvalinde yazılınca karşımıza çıkan her ayrıntının bizi şaşırtmasına şaşmamak lazımdır.
Şu kadarını söyleyeyim ki: Şeyh Mahmud ismine Gazi Mustafa Kemal’in 1927 sonlarında basılan Nutuk adlı eserinde rastlarız.
Nutuk’ta mı?
Kim okuyor ki?
En çok basılan ama en az okunan kitaplar listesinde başı çekiyor Nutuk. Okuyanlar da içerisindeki ayrıntıya hakim olmaktan çok uzaklar.
İşte M. Kemal’in PKK’lıların mağarası önünde silah yaktıkları Şeyh Mahmud’a yazdığı ve Nutuk’unda yer verdiği o mektup:
“13 Ağustos 1335 (1919)
Şeyh Mahmud Efendi Hazretlerine
Faziletlû efendim;
Makam-ı muallâ-yı hilâfete ve saltanat-ı Osmaniye’ye olan revâbıt-ı hakikiyeleri ve vatan-ı azizimiz hakkındaki alâka-i kat’iyeleri cümlenin ma’lûm ve müsellemidir. Harb-i Umumînin ma’kûs neticesi düşmanlarımıza çok fırsatlar bahşeylediğinden mütarekeden beri devlet, millet ve vatanımız hakkında revâ görülen tecavüz ve taaddiler gayr-i kabil-i tahammül ve kabul dereceye vâsıl olmuştur. Hilâfet ve saltanatın izmihlâline ve vatanımızın Ermeni ayakları altında çiğnenmesine ve milletimizin Ermenilere esir olmasına rıza gösterecek hiçbir Müslüman tasavvur edilemez. Düşmanlarımızın her taraftaki teşebbüsleri hep vatanın parçalanması ve milletimizin esir olması gayelerine matûftur. Milletten kuvvet alamayan ve esir vaziyetinde bulunan hükümet-i merkeziye aczden başka bir şey gösterememiştir.
Milletin yekvücûd olarak kuvvet ve kudretini cihana göstermesinden başka çare-i halâs ve nokta-i istinâd kalmamıştır. Bu sebeple senâverleri resmî makam ve sıfatımın haylûletini gördüğümden derhal silk-i askerîden istifa ederek vatan ve milletimizin halâs-ı tâmmına kadar milletle beraber ve milletin içinde çalışmağa karar verdim. Zât-ı âlileri gibi fedakâr, vatanperver dindaşlarımızın benimle beraber çalışacağınıza mutmainim. Bu defa Erzurum Kongresi’nce takarrür ettirilen beyanname ve nizamnamelerden takdim ediyorum. O havalice tevsi ve takviye-i teşkilât zımnında sarf-ı makderet buyurulmasını ricâ ederim. Yakında Sivas’ta in’ikad edecek olan umumî bir kongre ile de daha nâfi ve kat’î netâyic elde edileceği şüphesizdir. O havalide İngilizlerin muğfil telkinatının önüne geçilmesi pek ziyade lâzımdır. Cenâb-ı Hak cümlemize muvaffakiyetler ihsan buyursun. Gözlerinizden öperim efendim.
Sâbık Üçüncü Ordu Müfettişi
Mustafa Kemal”
İyi de biz bu mektuptan bir şey anlamadık demiyorsunuzdur umarım. Diyorsanız işiniz ve işimiz hakikaten zor.
Türkiye’de yakın tarih meseleleri neden halledilemez? İşte bundan.
Alfabe gitmiş, dil uçmuş, olaylar pelikan silgiyle silinmiş, geriye bomboş bir tarih kabuğu kalmış.
İşte bize İnkılap Tarihi derslerinde tarih diye anlatılan ‘şey’ bundan ibaret.
Yahu modern tarihçilerin “Şeyh Mahmud” diye geçiştirdiği seyyid de olan Nakşi Şeyhine M. Kemal’in 1919 yılındaki hitabına bakar mısınız:
“Şeyh Mahmud Efendi Hazretleri.”
Evet, hem efendi, hem de hazretleri.
Ama “Şeyh Mahmud Efendi Hazretleri”nin kuzey Irak’ta ne kadar önemli biri olduğunu öğrenince iyice şaşıracaksınız. Hem de mektubun yazılmasından üç ay önce Süleymaniye’de İngiliz birliğine tuzak kurarak nasıl bir tokat vurduğunu ve yeşil zemin üzerine kırmızı hilalli bir bayrağı bulunduğunu ve…
İsterseniz devamını Pazar günkü yazıya bırakalım. Siz şimdilik mektubun şifresini sökmeye çalışın lütfen.
.
Hem Nazım’ı sevip hem Kemalist olunabilir mi?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Hem Nazım’ı sevip hem Kemalist olunabilir mi?
Mustafa Armağan
Nazım Hikmet yasaklanıp sansürlense de şiirleri kadar fikirleriyle hâlâ tartışılmakta.
Eski Irak cumhurbaşkanı Kürt siyasetçi Celal Talabani 1995 yılında Almanya’da yaşayan psikiyatr İlhan Kızılhan’a verdiği tv röportajında, Nazım Hikmet’in Kürtlerle ilgili bilmediğimiz bir yönünü ifşa etmişti. İşte o sözler (kısaltarak aktarıyorum):
“İlk defa 1955 yılında Irak’tan gizlice çıktım. Varşova’daki Dünya Öğrenciler Festivaline gittik. Festivalde büyük Türk şairi Nazım Hikmet’i gördüm. Kendisine Kürt kıyafetleri götürmüştük. Toplantıya Kürt kıyafetleriyle geldi ve çok güzel bir konuşma yaptı.
- Ben Kürtleri çok seviyorum. Onlar mazlum bir halk dedi. Umut ediyorum ki bir gün özgür Kürdistan olacak ve ben de orada olup bunu görebileceğim dedi.
Konferansta birçok ülkeden gençler vardı. Rus heyeti, Çin heyeti, Hindistan heyeti vardı. İngiliz, Fransız, Türk, Arap ve İranlı heyetler vardı. Nazım Hikmet etkili biriydi. Onu dinlediklerinde Kürtlere önem verdiler.”
Nazım Hikmet’in Kürtlere bakan yönü Talabanî bunları anlatana kadar bilinmiyordu. Ancak üç yıl sonra bir bomba daha patladı.
Türkiye’de ilk defa Doğu Perinçek’in yönettiği 2000’e Doğru dergisinin 31 Temmuz 1988 tarihli sayısında neşredilen bir mektup Nazım Hikmet’in el yazısıyla Kürt ileri gelenlerinden Kamuran Bedirhan’a yazılmıştır.
Kâmuran Bedirhan’ın Paris Kürt Enstitüsü’ne bağışlanan kitaplığındaki belgeler arasında bulunarak ilk kez 1983 Eylül’ünde Enstitü’nün yayın organı olan Hevi’de yayımlanmış olan mektup 2000’e Doğru dergisinde “Nâzım Hikmet’in bilinmeyen mektubu: Kürt ve Türk kardeşler özgürlüğe elbirliğiyle...” başlığıyla çıkmıştı. Dergide mektubun Nâzım Hikmet gerçeğinin her yönüyle aydınlanması gerektiği düşüncesiyle ‘tarihsel bir belge’ olarak yayımlandığı belirtilmişti:
Biz de tarihî bir belge olan mektubu herhangi yorum getirmeden aşağıya alıyoruz (Dürüstlük gereği olduğu gibi aktardığımız Osmanlı’ya dair cümlelerine katılmadığımı belirtmeme gerek yok sanırım):
İnkâra karşı çıkan mektup
“Kökleri yüzyılların derinliklerine dalan, tarihiyle, kültürüyle, Kürt milletinin önemli bir çoğunluğu Anadolu’nun bir parçasında yaşar. Anadolu’nun öbür parçalarında yaşayan Türk milletini Kürt milleti kardeşi sayar. Her iki millet, bütün imparatorluklar gibi, halkların zindanı olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, Türk ve Kürt derebeylerinin, Osmanlı İmparatorluk idaresinin ağır zincirlerine vurulmuşlardır.
Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra ise her iki millet emperyalizme karşı tek bir cephe kurup çarpışmışlardır. Anadolu milli kurtuluş hareketi yalnız Türkler için değil, Kürtler için de tarihlerinin en şerefli sayfalarından biridir.
O dövüş yıllarının sonradan Türk idarecilerince yasak edilen en unutulmaz türkülerinden biri, “Vurun Kürt uşağı namus günüdür” diye başlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, Türk idarecileri ve egemen çevreleri, Kürt hareketine tamamıyla vaat ettikleri millet ve insan haklarını tanımadı.
Hatta işi Kürt milletinin millet olarak varlığını bile inkâra kadar götürdü. Bu dönem, Türk idarecilerinin ve egemen sınıflarının emperyalizmle uzlaşmaya başlaması dönemidir. Bu inkârla, bu uzlaşmamanın aynı dönemde baş göstermesi sadece bir rastlaşma değildir.
Bugün TC’yi Orta ve Yakın Doğu’da emperyalizmin kalelerinden biri haline getiren Türk politikacıları, Kürt milletinin milli varlığını inkârda ısrar ediyor ve TC sınırları içinde öteki azınlıklarına tanıdığı hakları bile Kürt milletine tanımıyor.
Türk ve Kürt halklarının TC’nin sınırları içinde dış ve iç politikada aynı emellere hasret çekmeleri bugünkü Türk idarecilerini korkutuyor. Her iki kardeş millet milli kültürlerini, milli ekonomilerini geliştirmek, toprağa, tarım araçlarına, hürriyete, demokratik haklara kavuşmak istiyor. Türk ve Kürt halkları TC’nin tarafsız bir politika gütmesini, emperyalizmin üssü olmaktan kurtulmasını özlüyor.
Gerçek Türk yurtseverleri Kürt kardeşlerinin TC sınırları içinde milli haklarına kavuşmak için gösterdiği mücadeleyi gönülden nasıl destekliyorsa, gerçek Kürt yurtseverleri de Türk halkının demokrasi ve milli bağımsızlık için yaptığı kavgayı öylece destekliyor. Anadolu’da yaşayan Türklerle Kürtlerin arasına nifak sokmak isteyen gerici, sömürücü, karanlık kuvvetler, emperyalizmle el ele vererek halklarımızı daha kolay ezmek istiyorlar.
Kürt ve Türk halklarının bahtiyarlığa, insanca yaşamaya varmak için derebeylerine, kara kuvvetlerine, şehir ve köy ağalarına, gericilere, ırkçılara, milletlerin varlıklarını ve haklarını inkâr edenlere, emperyalistlerin uşaklarına karşı yürüttükleri yeni milli kurtuluş savaşının zaferi Kürt ve Türk halklarının el birliğiyle kazanılır. Ancak böyle bir el birliğiyle kardeş iki millet hürriyete, milli ve insan haklarına kavuşabilir.”
2000’e Doğru dergisinin temennisi şuymuş:
“Nâzım’ın Kürt sorununa duyarsız kalmadığını gösteren tek belge bu mektup değil kuşkusuz. TKP (Türkiye Komünist Partisi) arşivinde, konuyla ilgili başka çalışmaları da olduğu biliniyor. Bir gün hepsi gün ışığına çıkacak, eminiz…”
Hem Nazımcı hem Kemalist olunamaz tezimin yeni bir delilini sunmuş oldum yukarıdaki alıntılarda. Merak eden Nazım’ın Çankaya’dan gelen şiir okuma davetini, “Ben deniz kızı Eftelya değilim” diyerek reddedişini ve diğer vukuatını ekleyebilir buna. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in Nazım’ın af dilekçesine cevap vermeyişini de. “Burjuva Kemal” sözü ve 1938 yılında 28 yıl 4 ay hapse mahkûm edilişi de cabası.
Hem İstiklal Mahkemesinde yargılanıp mahkûm olan Nazım sevilip hem onu hapislerde çürüten Kemalizme taraftar olunmaz ama bizde olanlar yığınla. Kemalizm kafa karışıklığının kendisidir çünkü. Atsız vaktiyle öyle demişti:
“Kemalizm denilen muazzam safsata kısmen Fransa kısmen de İtalya ve Rusya’dan alınmak suretiyle dış “âlemin bir değil, birkaç merkezine birden bağlı olan (…) bir ucubedir.”
.
Tapumuzu almak için Lozan’a gitmeden önce devletimizi yıkmıştık
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Tapumuzu almak için Lozan’a gitmeden önce devletimizi yıkmıştık
MUSTAFA ARMAĞAN
1924 yılına girilirken Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmişti ama, henüz uluslararası planda tanınmış (recognized) bir devlet değildi. Ne Lozan Antlaşması hasımlarımız (başta Britanya İmparatorluğu) tarafından onaylanmıştı, ne de ‘hükümetimiz’ zamanın Birleşmiş Milletler’i olan Cemiyet-i Akvam’da bir devlet sıfatıyla tescil edilmişti.
Zaman Lozan Barış Antlaşması’na doğru akıp giderken, meşru devletimiz Osmanlı Devleti’ni Sadrazam Tevfik Paşa’nın ‘konferansta elbirliği edelim’ teklifini bahane ederek kendi ellerimizle yıktıranlar, bu defa Türk tarafını Ankara veya TBMM Hükümeti namlarıyla konferansa davet etmişlerdi.
Erik J. Zürcher’in tespitiyle söylersek, “İyi de bu hangi devletin hükümetiydi?” (The Young Turk Legacy, I.B.Tauris: 2010, s. 142.) Devletsiz hükümet de bizde görülmüştü! TBMM hükümetine, koca çınarı yani Osmanlı devletini yıktıranlar, devlet olma iznini vermek için aynı hükümeti ‘ayaklarına’ çağırıyorlardı.
Davayı daha sarih bir dille ortaya koyalım ki iyice anlaşılsın:
Lozan’a giderken tanınma kaygısıyla kıvranan taraf bizdik, bizden sonra ise oyuna getirilip Anadolu’ya sürülen, sonra da yüzüstü bırakılan Yunanistan gelir. Eğer ‘korsan devlet’ olarak yaşamak istemiyorsak, Lozan’dan bir şekilde antlaşmaya imza atarak dönmemiz gerekiyordu. Aksi bir durum, devlet olma vasfı kazanamayışımız ve savaşın devam ettiği manalarına gelirdi.
Nitekim İsmet Paşa 4 Şubat 1923 kesintisinden sonra gazetecilere şöyle açıklamıştı içinde bulunduğu vahameti:
“Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana ‘Daha yapılacak fedakârlıklar vardı, şu kararı almalıydınız’ diyebilirse onları yapmaya razı olurum. Ben fedakârlığı son haddine vardırdım. Toprak meselelerinde kendi zararımıza ve müttefiklerin lehine kararlar aldık. Azınlıklar meselesini müttefiklerin dilediği gibi hallettik. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Düyun-u Umumiye yönetiminin faaliyetinin devamına razı olduk. Bütün fedakârlıkları yaptım, her şeyi kabul ettim, fakat memleketin iktisadi esaretini reddettim.” (Ali Naci Karacan, Lozan, 1943, sayfa 211.)
Aynı konuşmanın daha geniş halini şurada bulabilirsiniz: Ahmet Cevdet’in Lozan Makaleleri, Hazırlayan: Nuri Sağlam, Albaraka, 2023, sayfa 151-153.
Hatta bu konuşmayı şimdilerin hızlı Kemalist’i Ataol Behramoğlu, Lozan adlı piyesinde de özetleyerek şöyle vermektedir (1993, s. 45):
“Her türlü özveriyi gösterdiğimizi biliyorsunuz. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Azınlıklar konusunda, Adalar konusunda, Trakya sınır konusunda isteklerimizde diretmedik. İmparatorluktan kalan borçları da reddetmiyoruz... Fakat... özverinin bir sınırı vardır... Memleketin iktisadî esaretini ve Türk ulusal egemenliğine aykırı bir kaydı kabul edemem.”
Demek İnönü’nün Lozan’daki tek başarısı, kapitülasyonların kaldırılmasını kabul ettirmekmiş, öyle mi? Ben demiyorum, “İkinci Adam” İnönü diyor. İnanmayan varsa Ali Naci Karacan’ın Lozan Konferansı ve İsmet Paşa adlı, İnönü devrinde yazarına 5 bin lira verilerek devlet tarafından bastırılan kitabına baksın.
İnönü bu kadar taviz ve fedakârlık yaptıktan sonra bir de şöyle demiş:
“Tarihin ve gelecek kuşakların bizim hakkımızda nasıl bir hüküm vereceğini bilmiyorum” demiş. (Behramoğlu, Lozan, s. 39)
Neyse ki biz biliyoruz.
Lozan’da bir İmparatorluğun beşte dördü feda edildi.
.
Vecihi Hürkuş’u gördüm KAAN töreninde, ağlıyordu
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Vecihi Hürkuş’u gördüm KAAN töreninde, ağlıyordu
Mustafa Armağan
Bu yazıyı yazdığım gün İstanbul’da düzenlenen Uluslararası Savunma Sanayii Fuarı’nda (IDEF 2025) Endonezya ile Milli Muharip Uçak KAAN’ın ihracatı için tarihi bir anlaşma imzalandı. Anlaşma kapsamında Türk Havacılık ve Uzay Sanayii A.Ş. (TUSAŞ) tarafından geliştirilen 48 adet 5. nesil KAAN savaş uçağı Endonezya’ya teslim edilecek. Bu, Cumhuriyet tarihinin savunma sanayii alanında tek kalemde yapılan en büyük ihracatı olarak kaydedildi ve anlaşmanın değeri 10 milyar doları aşıyor.
100 yıl önce kendi imkânlarıyla imal ettiği toplama uçağıyla uçtu diye hapse atılan ve uçağına zincir vurulan merhum Vecihi Hürkuş’un darbe üstüne darbe vurulan havacılık macerasını hatırladım birden.
Bu bir rüya veya film miydi? Türkiye resmen 10 milyar dolarlık muharip savaş uçağı ihraç ediyordu. Ve bu daha başlangıçtı.
Çocukluğumda çok okuduğum Vehip Sinan’ın Topuz adlı çizgi romanındaki “sihirli tüy” gibi bir şey takmış olmalıydık başımıza. İstiyorduk ve oluyordu.
Yeni nesiller (ah onların saflık ve temizlikleri!) sanki Türkiye hep böyleydi zannedebilir. Susuz köy kalmasın kampanyaları düzenlenen bir ülkede KAAN’sız ülke kalmasın kampanyasına evrilmenin nice ihanet, sabotaj ve çelme takma girişimlerine rağmen başarıldığını anlatmak boynumuzun borcu olmalı.
İşte bu sevinçle arşivimin sayfalarına daldım ve Vecihi Hürkuş’un Milliyet gazetesinde çıkan bir yazısına ulaştım. 2 Nisan 1967 tarihli yazıyı bu yeni haberin heyecanıyla okumaya başladım.
Vecihi Bey vefatından 2 yıl 3 ay önce yayımlanan yazısında aynı gazetede çıkan bir yazıyı hakkı söylemediği için eleştirirken bazı hakikatleri gün yüzüne çıkartıyordu.
İşte o yazıdan kesitler.
“25 (doğrusu 26) Mart günlü Milliyet’te “Türkiye’de Uçak Fabrikası daha önce neden kurulamadı?” başlığı ile çıkan yazıda, o tarihte Hava Müsteşarlığı yapmış olan Sayın Mecit Sakman “Junkers’in 6 hangarını satın alarak içine birkaç makine koyduk ve adına Kayseri Uçak Fabrikası dedik” diyor!
Hayır, bu ifade doğru değildir. “6 hangar” diye adlandırılan tesis, bilhassa ismi saygıyla yâd edilmek gereken İstiklal Savaşı’nın kahraman kumandanlarından Kemaleddin Sami Paşa’nın Berlin Büyük Elçiliği zamanında, şahsi dostu olan Mareşal Göring’in de alakası neticesi Profesör Junkers ile yapılan anlaşmayla meydana gelmiş, zamanın en modern uçaklarının memleketimizde yapılmasını sağlayan bir Anonim Şirket halinde taazzuv etmişti (kurulmuştu). İsmi de Kayseri Tayyare Fabrikası değil, “Tayyare ve Motör Türk Anonim Şirketi” idi.
Ben bu müessesenin baş tecrübe pilotu olduğum için, mukavelenin (sözleşmenin) metnini yakinen bilmekteyim. O anlaşma hükümlerine göre “Junkers” patentli bütün uçaklar ve motörler bu fabrikada yapılacak ve Türkiye’nin askeri ve sivil ihtiyacı için gerekli uçaklar bu fabrikada yapılacaktı. Bu plân gereğince Junkers müessesesi bütün inşa tezgâhlarını ve “Forrihtung” dediğimiz inşa kalıplarını eksiksiz getirmiş ve fabrika montaj halinde iken, aynı zamanda Hava Kuvvetlerimizin Junkers tipi uçaklarının da teknik bakım ve tamir işlerini yapmaya başlamıştı.
Bu gerçek durum asla inkâr edilemez. Ama bu müessesenin milli bir dava halinde yaşayamamasının sebeplerini başka kanallarda aramak gerektir.”
Şener Şen’in oynadığı bir Yeşilçam filminde ismiyle dalga geçilen Vecihi Bey son derece içeriden ve kemal-i ciddiyetle açıklamalarına devam ediyordu:
“O tarihte Fransa’nın ve Çekoslovakya’nın tayyarelerini devletimize teklif eden iki mühim firma vardı, bunlar Junkers uçaklarını kötülettiriyor ve Hava Müsteşarlığı milli bir gaye ile meydana gelen yegâne uçak fabrikamıza iş vermemek suretiyle iflasa sürüklenmesine sebep oluyordu. Acaba, Sayın Mecit Sakman’ın o tarihteki Müsteşarlık Fen Şubesinin oynadığı rollerden bilgisi yok mu idi?
Bu karşı tutum sebebiyle Tayyare ve Motör T.A.Ş. 1929 senesinde iflas etmişti. Bu iflas ile bizim kaybımız en hafif deyimle korkunçtur. Eğer yaşasaydı yahut yaşatılsaydı, mevcut mukavele hükümleri mucibince, Alman Hava Kuvvetlerinin en müessir (etkili) hava silahları olan Stuckalar ve “Ju 88”ler bu fabrikada yapılacak, hava kuvvetlerimizin yabancı uçaklara ihtiyacı kalmayacaktı.”
Uçak fabrikasının kapanmasının ardından Nuri Demirağ’a yapılan haksızlığı da dile getirmeyi vazife bilmişti Vecihi kaptan:
“Ayrıca Nuri Demirağ uçak fabrikası da küçümsenecek bir teşebbüs ve teşekkül değildi. Milyonluk yatırımla meydana getirilen ve modern teçhizatlarla işletmeye açılan bir fabrika idi. O tarihteki Türk Hava Kurumu idaresi milli havacılık sanayiimizi teşvik amacıyla bu fabrikaya 12 uçak sipariş verdi, bu uçaklar yapıldı, fakat Türk Kuşu’nun başındaki emekli bir hava subayı tarafından teslim alınmayarak, bu milli teşebbüs de iflasa sürüklendi.”
Sırada Etimesgut Uçak Fabrikası’nın neden kapatıldığı var:
“Nihayet, Türk Hava Kurumu’nun Etimesgut Uçak Fabrikası, yıllarca çalışan ve seri halinde plânör ve uçaklar inşa eden milli bir müessese idi. Türk Kuşu’nun plânör ve uçak ihtiyaçlarını temin etmekle beraber inşa ettiği “Uğur” uçakları üzerinde yıllarca Hava Kuvvetlerimiz(in) pilotları eğitim gördüler. Hatta bu fabrika yabancı firmalara da uçak sattı. Ama bütün bu başarılara rağmen Etimesgut üzerinde vukua gelen bir uçak kazasından sonra o milli fabrikamızı da, Sivil Havacılık Dairemiz tepeden inme bir kararla faaliyetten men etti (yasakladı).”
Yazısının son cümlesi hüküm verir:
“Havacılık sanayiimizin bugünkü elim (üzücü) hali Türk zekâ ve kudretinin aczi mahsulü değil, bu yolun başına geçen bilgisiz kimselerin tutumunun sonucudur.”
Bunların önemi Vecihi Bey’in kaleminden dile gelmesindendir ama Bir Tayyarecinin Anıları adlı hatıratında bize 27 Mayıs 1960 darbesini tezgâhlayanların bir darbe de binbir emekle kurduğu hava yollarına vurduklarını anlatan aşağıdaki satırları bugün KAAN haberlerinin şenliği altında okuyunca insana büsbütün manidar hale geliyor (2018, s. 398).
“Hava yollarım, işletme yerim, atölyem, uçaklarım ve bürom işgal edilmiş, ne ben ne teknik personelim ve hatta teşkilatımın bekçileri iş yuvamıza girmek imkânı bulamadık. Bu yasaklık aylarca sürdü. Bir yolunu sağlayıp mallarımı başka bir yere nakletmek olanağı bulduğum zaman, atölyeme girdiğimde bütün atölyemin bir harabe halinde olduğunu gördüm. Teknik malzemenin yerlere saçılmış halde olduğunu, bürodaki dosyaların parçalanarak yerlere atılmış ve çiğnenmiş bulunduğunu hayretle görmüştüm. Tayyarelerimin durumuna gelince, gövdeler, kanatlar, motorlar, sehpalar parçalanmış ve lastik tekerlekler parçalar halinde kesilmişti. Bu hazin manzaranın ve korkunç ziyanın şikâyet yeri de yoktu. Bu suretle Hürkuş Hava Yolları Kurumu sönmüş ve milli bir varlık yok olmuştu.”
Evet, dostlar bugünlere kolay gelmedik. Vurulmadık darbe, indirilmedik yumruk kalmadı ama düşmedik, düşe kalka da olsa yürüdük ve IDEF’in kapısına geldik.
.
İmamsızlıktan ‘köpekler gibi gömülen’ halka zulmünü CHP böyle itiraf etmişti
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
İmamsızlıktan ‘köpekler gibi gömülen’ halka zulmünü CHP böyle itiraf etmişti
MUSTAFA ARMAĞAN
Çok partili demokrasiye geçildikten sonraki ilk CHP kurultayı olması bakımından önemliydi. Artık astığım astık, kestiğim kestik devri geçmişti. “Oy” diye bir gerçeğin nihayet farkına varmıştı 27 yaşındaki parti.
Vatandaşı insan yerine koymaya başlasa iyi olacaktı. Her ne kadar kendileri millete çok büyük hizmetler(!) yaptıklarına inanıyor olsa da, sahada bu iddianın karşılığı görünmüyordu.
Millet akın akın Demokrat Parti’ye gidiyor, taleplerini Celal Bayar, Refik Koraltan, Fuat Köprülü ve Adnan Menderes ile arkadaşlarına anlatmaya çalışıyordu. Karnı açtı halkın, ekmek hala karneyle veriliyordu ve şeker de kıttı, yağ da.
Bunlara rağmen halkın bir talebi vardı ki hepsinin önünde geliyordu: Şahıslarına yapılan haksızlıkları yine de affeden milletimiz dinine yapılanları affetmiyordu. Camiler satılmış ot deposu yapılmış, Kur’an öğretmek yasaklanmış ve bıçağın kemiğe dayandığı nokta da ezan-ı Muhammedî Türkçeye çevrilmişti. İşte bunları içine sindiremiyordu.
Çeyrek asır boyunca dine ve dindarlara kök söktüren tek parti yönetiminin yelkenleri suya inmeye başlamıştı. (1950 yılında ilk Yüksek Seçim Kurulu’ teminatındaki 14 Mayıs seçimini kaybedince halka nankörler diye bağıranlar dahi olmuştu.)
İşte Cumhuriyet Halk Partisi’nin 7. Kurultayı 17 Kasım-4 Aralık 1947 günlerinde bu atmosferde yapılmıştı. Bir zamanlar burunlarından kıl aldırmayan devletlular şimdi “ne yaparız da halka yeniden kredi açtırırız” derdindeydi. Ama bu sefer işleri zordu. Halk uyanmış ve ayılmıştı. Eleştirileri de sertti. Bunlar kurultaya kadar yansıyacaktı.
Size bir fikir vermesi için aktaracağım Kurultay tutanaklarında dile getirilen bu ilk eleştirileri.
Rahmi Erdem adlı milletvekili şöyle bir özeleştiri yapmıştı:
“Size bir acı olaydan bahsetmek istiyorum: Bir köye gittiğim zaman orada topladığım arkadaşların bize söylediği şu oldu: Şimdiye kadar ne yaptınız, bizim hangi dileklerimizi yerine getirdiniz ki, size şikâyetlerimizi söyleyelim.”
Bu daha başlangıçtı. Hamdullah Suphi Tanrıöver kürsüye gelmiş ve şunları söylemişti:
“Bir gün Atatürk BMM’de ‘Köylü milletin efendisidir’ demişti. Sekiz gün sonra bir köyden mektup geldi. Paşam, siz köylüye efendimizdir dediniz, biz köyde bu muameleyi göremiyoruz (diyordu).”
Eleştiriler yağmur gibi yağıyordu. Mesela Mehmet Ali Turan “Şehir ve kasabalardaki okullar parasızdır, fakat bu lütuf köylülere neden tatbik edilmiyor? Niçin köylülerden para alınıyor?” diyerek köylülere bir de şehirlilere yüklenmeyen eğitimin finansmanı yükünden şikâyet etmişti.
Yakup Güler “İrtikap (rüşvet), iltimas (adam kayırma), ihtikar (karaborsa) almış yürümüştür” diyerek idaredeki çürümeye işaret etmişti.
İstiklal Savaşı kahramanlarından Sinan Tekelioğlu ise asıl meseleyi şöyle ortaya koymuş:
“Köylülerin ölülerini gömecek adamları yoktur. (…) Arkadaşlar, çağdaş milletlere bakarsak dine nasıl önem verdiklerini görürüz. Churchill ve Roosevelt’in gemide nasıl dua ettiklerini hatırlayınız arkadaşlar; dinsiz millet yaşayamaz, muhakkak bir gün gelir yok oluşa gider. Tarih bunu ispat etmiştir ve ortaya koymuştur. Arkadaşlar, bugün ülkemizde, kumar almış yürümüş, içki almış yürümüş, ahlak tamamen çürümüştür. Dinsiz bir milletin ülkesinde hiçbir korku kalmaz, yaşayabilmesi için bir mefhumdan korku olmalıdır. Varlığın devamı için bu mefhum lazımdır. Anaya, babaya, büyüğe itaat kalmadı, kimse kimseyi tanımıyor, Allah nedir deyince Allah’ın ne olduğunu bilmiyor, tanımıyor…”
Hamdullah Suphi Bey vatandaşın din adamı ihtiyacını karşılamak için din eğitiminin yeniden başlatılmasını istemiş ve son noktayı şöyle koymuş:
“Altı tane Meclis hademesi yanıma geldi: Gözleri yaşlı olarak şunları söyledi: Vallahi, billahi, altı köyümüzün bir tek imamı kaldı. Ölülere nöbet bekletiyoruz. Ondan kalkıp bu köye geliyor ve boyuna köy değiştiriyor. Eğer bize imam ve hatip vermezseniz ölülerimizi köpekler gibi toprağa gömeceğiz.”
Ölülerimizi köpekler gibi gömeceğiz. Bu balyozdan ağır sözün DP Kongresinde değil CHP Kongresinde sarf edildiğini unutmayın.
Tek Parti’nin mirası ve 1950 seçimlerinde döndüğümüz viraj buydu.

.
Şevki Yılmaz
26 Eylül 2025
Oyun İçinde Oyun!
Tayfun Civelek
26 Eylül 2025
Tüm Taşıt İlanlarında ‘Yetki doğrulaması’ Zorunlu Oldu
Yaşar Değirmenci
26 Eylül 2025
Olaylara kendi değerlerimizden bakalım!
Ahmet Gülümseyen
26 Eylül 2025
İnsanlık ve spor dünyası, Filistin imtihanının neresinde?
Ahmet Maranki
26 Eylül 2025
Türkiye kendi yazılımını ve frekans teknolojisıni üretmelidir!
Ahmet Varol
26 Eylül 2025
Şu aşamada öncelik yangını söndürmek olmalı
Ali Karahasanoğlu
26 Eylül 2025
“Girdisi çıktısı 15 dakika”dan, sadece kapıda 4 dakika beklemeye
Hüseyin Öztürk
26 Eylül 2025
Sokaktaki hâller evlerin içinin fotoğrafıdır
İdris Günaydın
26 Eylül 2025
Neylersin ölüm herkesin başında
Şevki Yılmaz
26 Eylül 2025
Oyun İçinde Oyun!
Tayfun Civelek
26 Eylül 2025
Tüm Taşıt İlanlarında ‘Yetki doğrulaması’ Zorunlu Oldu
Yaşar Değirmenci
26 Eylül 2025
Olaylara kendi değerlerimizden bakalım!
Ahmet Gülümseyen
26 Eylül 2025
İnsanlık ve spor dünyası, Filistin imtihanının neresinde?
Ahmet Maranki
26 Eylül 2025
Türkiye kendi yazılımını ve frekans teknolojisıni üretmelidir!
Ahmet Varol
26 Eylül 2025
Şu aşamada öncelik yangını söndürmek olmalı
Belediye başkanı zincir markette kasaya gidince neye uğradığını şaşırdı! Vatandaş anlamazsa yandı
Bahçelievler Belediye Başkanı Hakan Bahadır, bir zincir marketi denetlediği sırada neye uğradığını şaşırdı ve hemen işlem yapılması yönünde ..
Maalesef acı haber az önce geldi! Hakk'a yürüdüler
Amerika'nın beslediği terör devleti İsrail'in kanlı saldırıları altındaki Gazze Şeridi'nden acı haber geldi.
Adliye önü karıştı! Ölü ve yaralı var
Yalova'da adliye önünde silahlar patladı, olayda 1 kişinin öldüğü bilgisi geldi.
Filistinlilerin yüz karası İşbirlikçi M. Abbas! Oyun içinde oyun
Gazetemiz yazarlarından Şevki Yılmaz “Filistinlilerin yüz karası M. Abbas denilen mahlûktur! BM’deki konuşması bir kez daha gösterdi ki bu i..
Berhan Şimşek 'Erdoğan'ın arkadaşları bunu yaptı' dedi! İmamoğlu'nu topa tuttu
CHP'den ihraç edilen eski milletvekili Berhan Şimşek, İBB eski başkanı Ekrem İmamoğlu'na sert sözlerle yüklendi.
Yolcuları da mürettebatı da çıldırttılar! Çok sayıda Yahudi uçaktan kovuldu
İspanya’nın Valencia Havalimanı’nda büyük bir skandal yaşandı. Mürettebatın tüm uyarılarına rağmen yüksek sesle İbranice şarkılar söyleyerek..
28 Şubat yeniden hortladı! Liselerde başörtüsü yasaklandı
Kuzey Kıbrıs’ta Bakanlar Kurulu’nun liselerde başörtüsüne izin veren tüzüğü Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi.
Özgür Özel'den itiraf gibi açıklama 'Zaman aşımı var'
CHP Genel Başkanı Özel, İmamoğlu'nun usulsüz yatay geçiş nedeniyle iptal edilen diplomasını 'zaman aşımı' üzerinden savunmaya çalıştı. Özel,..
Gazze’de Kassam operasyonu! Askeri araçlar vuruldu İsrailli askerler öldürüldü
Kassam Tugayları, Gazze’de işgalci rejime ait bir aracı ve iki askerî iş makinesini hedef aldığını, İsrailli askerlerin öldürüldüğünü açıkla..
Kapılar sadece Cumhurbaşkanına özel açıldı. Trump’tan Erdoğan’a jest!
ABD Başkanı Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan'a özel bir jest yaparak onu yabancı liderler için her zaman kullanılmayan devlet konuk evi Blair Ho..
Taşın Hafızasında Medeniyet
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Taşın Hafızasında Medeniyet
MUSTAFA ARMAĞAN
Bir şehir düşünün… Güneşin ilk ışıkları taş duvarlara vurduğunda tarih birden uyanır, minarelerin gölgesinde sadece ezan değil, asırlar boyu şekillenmiş bir ruh yankılanır. O şehir ki, taşında bir dua gizlidir. Caminin kıble duvarında, hanın giriş kemerinde, türbenin kubbesinde yalnızca mimari değil, bir medeniyetin derin nefesi vardır. O nefes, taşı yontar, şekil verir, mana yükler.
Modern insan, taşla ilişkisini yitirdi. Taş artık onun için ya kaldırım döşemesi ya da dekoratif bir malzeme. Oysa eskiler, taşı sadece yontmazdı; ona ruh üflerdi. Bir Selçuklu mimarı, Erzurum’daki bir kümbeti inşa ederken sadece ölümü değil, sonsuzluğu da düşünürdü. Her motif, her oran, her yön bir niyetle seçilirdi. Çünkü onlar için mimari, sadece estetik değil; tefekkürün kendisiydi.
Şehirler, yürüyen tarihlerdir. Bir medeniyetin nasıl yaşadığını anlamak istiyorsanız, onun şehirlerine bakın. Kapı tokmaklarından sokak isimlerine, cami şadırvanlarından mezar taşlarına kadar her detay, o toplumun hayatı nasıl anladığını gösterir. Taş oradadır, ama sessiz değildir. Sadece bakmasını bilenler için konuşur.
Bugün bir şehir planı çizilirken ilk bakılan şey: “Ne kadar arsa kalıyor?” olur. Oysa eskiler, “Bu sokaktan sabah güneşi girer mi?” diye düşünürdü. Çünkü onlar için şehir, insanın ruhunu besleyen bir bahçeydi. Her taş, insanı yüceltsin diye konulurdu. Her yapı, kulun Rabbine daha yakın hissedeceği bir huzur adasıydı.
Sinan’ın yaptığı köprüler, sadece karşı kıyıya geçişi sağlamaz. Onlar aynı zamanda “insanın iç yolculuğunu” da inşa eder. Zira bir köprü, iki kıyıyı değil, iki hayatı da birleştirebilir. O yüzden Sinan’ın yapılarında hep bir denge, bir ölçü, bir tevazu vardır. Ne eksik, ne fazla… Tıpkı insan gibi.
Bugün İstanbul Boğazı’ndan geçen bir tekne, Süleymaniye’ye başını çevirse ne görür? Görür mü? Görmesi zor, çünkü artık gökdelenler Sinan’ın o büyük sabrını gölgeledi. Oysa Sinan, Ayasofya’yla yarışmadı; onunla konuştu. Şehre eklenmedi, onunla bütünleşti. Çünkü bir taş bile yerine yanlış konulsa, şehrin ahengi bozulurdu.
Her milletin hafızası yazılı kaynaklarda değildir. Bizim gibi sözlü ve görsel hafızaya sahip milletler için bu, daha çok taşlarda, motiflerde, cadde isimlerinde, çeşmelerin kitabelerinde saklıdır. Bugün bu taşlar yıkıldıkça, sadece bir bina değil, bir milletin kimliği yıkılır.
Ankara’da, Samanpazarı’ndaki eski bir Osmanlı konağının yerinde artık çok katlı bir otopark var. Taş gitti, hafıza kayboldu. Kayseri’de Gevher Nesibe’nin yurdunda artık onun ruhuna hitap eden kaç yapı kaldı? Taş yerinde değilse, zihin de yerinde olmaz. Çünkü taş, sabittir. Zihin ise onun etrafında şekillenir.
O yüzden medreselerde ilk öğretilen şey ölçüydü. Harfler ölçüyle yazılır, sütunlar ölçüyle dikilir, hatta dua bile ölçülü edilirdi. Çünkü ölçüsüzlük, insanı insan olmaktan çıkarır. Taş, ölçünün simgesiydi. Onun üzerindeki her desen, sadece süs değil, bir terbiyedir. Aynı taş, sana bakar ve der ki: “Yerini bil.”
Kayseri… Dağın eteğine kurulmuş, ama dağı aşmış bir şehirdir. Anadolu’nun ortasında, ama ruhunun her köşesinde bir uçurum derinliği vardır. Erciyes’in eteklerinde doğan güneş, bu şehrin taşlarını ısıtırken aynı zamanda geçmişin katmanlarını da aydınlatır.
Gevher Nesibe’nin kurduğu darüşşifa, tıbbın değil; merhametin merkezidir. Burada hekimler sadece hastalığı değil, insanı da iyileştirir. Çünkü her taş, hasta için bir teselli gibidir. İç avludaki su sesi, göğe açılan oklava gibi yükselen kubbe, hepsi insanı içine alır, sarmalar.
Büyük Selçuklu ve Osmanlı, taşın dilini en güzel burada konuştu. Kayseri’deki Hunat Hatun Külliyesi, sadece mimari bir topluluk değil, bir medeniyetin kampüsüdür. İçinde cami, medrese, hamam, türbe… Yani dünya ve ahiret iç içe. Bugün alışveriş merkezlerinin ortasına bir mescit sıkıştırmakla bunu eşdeğer saymak ne büyük yanılgıdır.
Taş, zamanın karşısında dirençtir. Beton çöker, çelik paslanır ama taş kalır. Çünkü taşın bir vakarı vardır. O yüzden Osmanlı mezar taşları bile bir hikâye anlatır. Bugün bir kabristana gittiğinizde artık tüm taşlar aynı, çünkü insan da aynılaştırıldı. Oysa eskiden bir mezar taşı, orada yatanın mesleğini, ahlakını, hatta mizacını anlatırdı.
Taş, unutmamaktır. Ama biz unuttuk. Saraylarımızı müzeye çevirdik ama onların ruhunu koruyamadık. Caddelere tarihî şahsiyetlerin adlarını verdik ama o şahsiyetlerin taşıdığı davayı anlamadık. Camileri restore ettik ama içinde tefekkür edecek sessizliği sağlayamadık.
Bugün bir çocuk, cep telefonundan TikTok videosu izlerken Süleymaniye’den geçen rüzgârı hissetmiyorsa, orada taşla kurulan bağ kopmuştur. Bu bağ yeniden kurulmazsa, ne restore edilen külliyeler ne yeniden yazılan tarih kitapları fayda verir.
Yapmamız gereken şey, taşla yeniden konuşmaktır. Mimarlarımızın, şehir plancılarımızın, eğitimcilerimizin, hatta siyasetçilerimizin “taşın dilini” öğrenmesi gerekir. Çünkü medeniyet, önce taşta şekillenir, sonra insan zihnine kazınır.
Bugün yeni şehirler kurulurken, mahalleler inşa edilirken sadece kaç blok yapılacağı değil, bu blokların hangi manayı taşıyacağı sorulmalıdır. Sinan’a “Sen bu camiyi neden böyle yaptın?” diye sormaya kalksak, belki üç gün susar, sonra “Anlamazsınız” derdi. Çünkü o her şeyi öyle bir ölçüyle yapmıştı ki, açıklamak bile eksiltmek olurdu.
Belki artık biz de biraz susmalıyız. Gürültüyü bırakıp, taşın ne dediğini dinlemeliyiz. Çünkü o hâlâ konuşuyor. Yeter ki biz kulak verelim.
Şehir, medeniyetin aynasıdır. Eğer o aynada kendi yüzümüzü göremiyorsak, sorun aynada değil, bizdedir. Taşla inşa edilen her şey bir nefestir. O nefes, bize ruh üfler. O yüzden şehirleri yeniden kurarken önce hafızayı, önce manayı, önce taşı yeniden anlamalıyız.
Taş, geçmişi bugüne taşır. Biz de bu taşların üzerinden geleceğe yürümeliyiz. Çünkü medeniyet dediğimiz şey, nihayetinde bir yürüyüştür. Ve bu yürüyüş, taşın izinden gider.
.
Terörsüz Türkiye’ye doğru adım adım
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Terörsüz Türkiye’ye doğru adım adım
MUSTAFA ARMAĞAN
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin el ele vererek başlattıkları “Terörsüz Türkiye” süreci bütün hızıyla devam ediyor.
Terörist başı Abdullah Öcalan’ın Şubat ayında yaptığı “Kongreyi toplayın ve silah bırakın” çağrısı ile bu süreç yeni bir aşamaya girmiş bulundu.
Bugün itibariyle geriye dönüp baktığımda bundan 12 yıl önceki bazı hatıralar tülleniyor gözümün önünde.
2013 Nisan ve Mayıs’ında tam iki ay boyunca şeref duyarak ve meccanen görev yaptığım Marmara Bölgesi Akil İnsanlar Heyeti’ndeyken de aynı şeyi söyledim, bugün de aynı şeyi söylüyorum:
Türkiye silahların değil, dillerin konuştuğu terörsüz bir döneme adım atmadığı sürece tarihin kendisinden beklediği büyük hamleyi gerçekleştiremeyecektir. Silahların susması ve dillerin konuşması gereken bir dönemin açılması aklın mayalanması için ilk şarttır.
Bir asırdır çözülemediği için Türkiye’nin aklına, ayaklarına ve ellerine zincir vurmaktaydı birçok yanlıştan beslenen Kürt sorunu.
Asıl tehlikelisi, bir asırdır bu iç sorunu kendi içimizde çözmediğimiz takdirde çözüm adresleri çoğalıyor ve ibre dışarıya doğru kayıyordu. Yani davul bizim boynumuzda, tokmak Amerika’nın, Almanya’nın, İsrail’in vs. elinde kalıyordu.
Bu ciddi bir tehlikeydi, hele hele Orta Doğu ve dünyanın bir savaşın eşiğinde geldiği şu dönemde ‘olmak veya olmamak’ meselesiydi.
Esasen bu bizim öz meselemizdi ve biz öz insanımız olan Kürt kardeşlerimizle birlikte bu sorunu kesin bir çözüme kavuşturmalıydık.
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 tarihli ‘tarihî’ mahiyetteki TBMM grup toplantısı konuşması, 2013 yılındaki Çözüm Süreci’nde olduğu gibi bir ihtilafa yol açmayıp, umumi tasvibe mazhar oldu ki, bu defa zamanlamanın ve açıklayan ismin ne isabetli seçildiğini ortaya çıkardı.
Böylece cümle âlem gördü ki, devlet de, Türkler de, Kürtler de, millet de sadece barış istiyor (çatışmadan nemalanacak azınlıktaki birilerini rahatsız etmesi normaldi ve bekleniyordu).
Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat 2025 tarihli mesajı bu beklentiyi pekiştiren hamle oldu. Nitekim arkası geldi. Temmuz ayında Süleymaniye’de sembolik olarak silahlar yakıldı. PKK silahlı terör örgütünü lağv ettiğini ve silahları bıraktığını açıkladı.
Ardından Türkiye Büyük Millet Meclisi bünyesinde siyasî parti temsilcilerinden oluşan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” kuruldu ve 5 Ağustos 2025 Pazartesi günü itibariyle TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un davetiyle tarihî vazifesine başladı.
Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu terör örgütünün nasıl silah bırakacağı ve ardından Terörsüz Türkiye’nin hangi basamaklardan çıkılarak inşa edileceği hususunda mutabakata varmak için var gücüyle çalışacak.
Artık Türkiye’de bütün kesimlerin Terörsüz Türkiye sürecine katkı yapması, yani ya yol açması, hiç değilse yoldan çekilmesi gerekiyor. Zira bu, ülkemizin, devlet ve milletimizin beka meselesidir ve bir dakika dahi gecikmeye tahammülümüz kalmamıştır.
Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan 4 Nisan 2013 tarihinde Dolmabahçe Sarayı’nda toplantıya çağırdığı Akil İnsanlar Heyeti’ne hitaben şu üzerinde durulması gereken cümleyi kurmuştu. Notlarımdan aktarıyorum:
“Bu süreçte inisiyatif almayanları, elini taşın altına koymayanları affetmeyeceğiz.”
Ellerin taşın altına konulması tam 12 yıl boyunca yaşadığımız acı tecrübelerden sonra bugün olmazsa olmaz bir şart haline gelmiştir.
Sürece katkı vermeyenleri, hatta engellemeye kalkanları tarih ve millet affetmeyecektir.
.
Türkiye Türklerindir’ sloganı Hürriyet’i Yahudi gazetesi olmaktan nasıl kurtarmış?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
‘Türkiye Türklerindir’ sloganı Hürriyet’i Yahudi gazetesi olmaktan nasıl kurtarmış?
Mustafa Armağan
Son vakitlerde cereyan eden en ciddi tartışmamıza bakar mısınız?
“Türk” dersen Türkçü oluyormuşsun, “Türkiyeli” dersen Kürtçü veya bölücü!
Yahu başka işiniz gücünüz yok mu sizin?
Kelimeler yüzünden yeterince kavga edip düşmanlık üretmekten bıkmadık mı?
Hâlbuki kelimelerin içini doldurmak bizim ellerimizde.
Mustafa Kemal Paşa bile hem Türk demiş hem de Türkiyeli. Hem de aynı mektubun içerisinde…
Bakın, Prof. Dr. Bilal Şimşir’in 1981 yılında Kültür Bakanlığı tarafından neşredilen Atatürk İle Yazışmalar I (1920-1923) adlı kitabında bir telgraf var. Tarihi 24 Kânun-i Sâni 1338 yani 24 Ocak 1922.
“TBMM Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal” imzasıyla Fransa’yı bir vakitler yönetmiş olan Bourbon hanedanından Don Louis de Bourbon’a aşağıdaki satırlar kaleme alınmış:
“Osmanlı Devleti’nin Düvel-i İtilafiye (İtilaf devletleri) ile akdettiği mütarekenin (Mondros Mütarekesi’nin-MA) Türkiye’yi imha kastını âşikâr olarak gösterecek bir surette ihlâline mezkûr devletlerin tasaddi ettiği (giriştiği) günden beridir ki bütün Türkleri harekete getiren “Türkiye Türkiyelilerindir” düsturu olduğunu bu münasebetle beyan etmeyi lüzumlu addederim.” (s. 172)
Mustafa Kemal “Türkiye Türkiyelilerindir” demiş mi? Demiş.
Güzel. Peki aynı mektubun iki paragraf sonrasında şu yazdıklarına ne demeli:
“Anadolu için yapacağınız bir şey varsa söylemekliğimiz hususundaki arzunuza karşı temennimiz, intişarında (yayılmasında) pek ziyade menfaatimiz olacağından şüphe olmayan ve vatanını ve istiklalini müdafaa ile uğraşan Türk milleti için pek kıymetdar olan makalât (yazılar) ve konferanslarınızın tevali (devam) ettiğini görmekten ibarettir.” (s. 173)
Demek ki neymiş?
Gazi “Türkiye Türkiyelilerindir” dedikten 10 satır sonra “Türk milleti” de demiş.
Bunun manası açıktır:
Kelimelere takılmayın ey Kemalistler! Gazi sizi böyle tokatlıyor!
Hürriyet’i Yahudiler mi çıkarıyor?
Sevgili Muharrem Coşkun Akit Tv’de Kırmızı Masa programında adeta bir hafıza bankası kuruyor. Konuklarına yönelttiği cesurca ve zekice sorular zaman zaman başını ağrıtsa da, masadaki vazifesini hakkıyla ifa ettiğini söylemek lazım.
Kırmızı Masa’ya oturan konuklardan biri de Hürriyet gazetesi eski yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök’tü. 22 Ocak 2023 tarihli programda Muharrem Coşkun’un “Hürriyet’in isminin yanında yer alan ‘Türkiye Türklerindir’ yazısına katılıyor musunuz?” mealinde sorduğu soruya kaldırılması gerektiğini ama kaldırmadığını, dahası onu kendisinin koymadığını söyleyerek kaçamak bir cevap vermiş, kendisinden sonraki yayın yönetmeni Enis Berberoğlu’nun kaldırılması yönünde bir düşüncesi olduğunu sözlerine ilave etmişti.
Gerçi bir süredir Hürriyet’in sosyal medya hesaplarından “Türkiye Türklerindir” sloganı kaldırılmış durumda ama henüz basılan gazetenin başlığının yanındaki mümtaz yerini korumakta.
Bundan sonra kaldırılır mı devam mı eder? Bilemeyiz elbette ama şu kadarını söyleyeyim ki, gazete ilk kurulduğu tarihte bu slogan mevcut değildi, bir buçuk sene sonra oraya konuldu, Atatürk silueti ise 1982 yılında darbecilere çakılan bir selamdı.
Acaba “Türkiye Türklerindir” sloganı Hürriyet başlığının yanına Türk bayrağını da arkasına alarak –12 Eylül 1980 darbesinden sonra buna bir Atatürk silueti eklenecekti- nasıl girmişti?
Bunun aslını faslını öğrenmek için Hürriyet’in kuruluş tarihine kadar gitmemiz lazım.
Mesele şudur:
Hürriyet gazetesi 1 Mayıs 1948’de çıkmaya başladı, 13 gün sonra ise İsrail devletinin kurulduğu ilan edildi.
Her iki olayın peş peşe gelmesi ve Hürriyet kurulurken matbaa makinalarının Selanikli Yahudi dönmesi olan Burla Biraderler şirketi aracılığıyla yurda getirilmesi, dedikoduların başını alıp gitmesine yol açmış ve olay “Hürriyet’in ortakları Yahudiymiş” şekline bürünmüştü. Gazetenin kurucusu Sedat Simavi’nin oğlu Erol Simavi’nin bir mülakatındaki deyişiyle “Dedikodular öylesine yaygınlaşmıştı ki Hocalar bile hutbelerde bu dedikoduları tekrarlıyorlardı. ‘Hürriyet Yahudi sermayesiyle kurulmuştur, almayın, okumayın’, diyorlardı.” (Demirtaş Ceyhun, Babıali’nin Şu Son Kırk Yılı, Milliyet: 1984, s. 48.)
“Türkiye Türklerindir” sözü nasıl girdi?
Üstad Necip Fazıl’ın “Türkiye’de fikri idam etmek için çıktığını” iddia ettiği Hürriyet gazetesine yönelik bu aleyhte propaganda gazetenin –sonradan Demokrat Parti milletvekili de olan- Bahadır Dülger adlı muhabiri tarafından dahi kabul edilmişti. Nitekim 1948-50 yıllarının CHP’li Adalet Bakanı Fuat Sirmen basın toplantısında genç gazeteci Dülger’e hangi gazeteden geldiğini soruyor, o da “Hürriyet” deyince lafı yapıştırıveriyor:
- “Aaaa, Yahudi sermayesiyle çıkan gazetedensin yani?”
Dülger’in cevabı nettir: “Evet efendim.”
Gazeteci Hikmet Bil bu hadise üzerine ilginç detaylara yer veriyor. Dinleyelim:
“Yahudi sermayesi dediler, Sedat Bey’e dönme dediler, bir de propaganda çıkardılar, “Selanik Yahudisidir” dediler… Sedat Bey’i karalamak gazetesinin başarılı olmasını engellemek istediler.”
Hatta ünlü yazar Burhan Felek’e haber göndermiş Sedat Simavi, “Gel, gazetemde köşe yazarı ol” diye. Cevap gecikmemiş:
- “Ben Yahudi gazetesinde yazmam.”
Ardından “Yok ben öyle söylemedim, gelirim ama ortak olursam gelirim” gibi mesajlar da göndermiş gerçi ama meselenin özellikle Cihat Baban’ın Tasvir gazetesindeki yazılarında köpürtüldüğü açıktır.
Hürriyet bir türlü beklenen tirajı alamamakta, istediği hamleyi yapamamaktadır. Çare şöyle bulunmuştur:
18 Kasım 1949 gününden itibaren gazetenin sol üst köşesine bir Türk bayrağı çekilmiş, altına da “Türkiye Türklerindir” yazılmış. Sedat Simavi aynı günkü başyazıya şu satırları ekleyince Hürriyet Yahudi sermayesiyle kurulduğuna dair dedikoduları büyük ölçüde bitirmiş olmaktaydı:
“Gazetemizi, Türk bayrağının gölgesinde çıkardığımızdan dolayı sonsuz bir iftihar duyuyoruz. İstiyoruz ki, dünyada mevcut bütün Türk vatandaşlarımız Hürriyet’i ellerine aldıkları zaman, bu bayrağın etrafında birleşsinler ve Türk olduklarından dolayı bizim gibi iftihar etsinler. Bu memleket, Atatürk çocuklarının memleketidir ve Atatürk’ün hatırası ile beraber ebediyyen yaşayacak ve dünyanın ortasında bir yıldız gibi parlayacaktır.” (İrem Barutçu, Babıâli Tanrıları: Simavi Ailesi, Agora: 2004, s. 35-37.)
Uzun sözün kısası, Hürriyet’i kurtaran slogan olmuştur “Türkiye Türklerindir”.
.
Sultan Abdülhamid Aydın’ı nasıl aydınlatmıştı?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Sultan Abdülhamid Aydın’ı nasıl aydınlatmıştı?
Mustafa Armağan
Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nun bugün partisi CHP’den istifa ederek Ak Parti’ye geçeceğini okuyoruz haberlerden. Böylece Aydın bir anda bütün dikkatlerin üzerinde odaklandığı bir vilayet haline geliverdi.
Ben de bu fırsattan istifade ederek Osmanlı’nın Aydın vilayetinde Sultan II. Abdülhamid’in açtırdığı sanat ve meslek okullarına değinmek istedim.
Sultan Abdülhamid’e “milleti cahil bıraktı” diye nice kuru iftira atılmıştır. Bu bakımdan hakkı teslim edilinceye kadar bizden alacaklıdır.
Sultan Abdülhamid’in Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olarak bu topraklarda gerçek manada modern eğitimi tesis eden lider olduğu giderek daha iyi anlaşılmaktadır. Prof. Bayram Kodaman’ın yaptığı hesaba göre irili ufaklı 5 bin okul açılmıştır onun döneminde.
Yalnız Aydın Vilayeti deyince merkezi İzmir olan bir idari bölgeyi anlamamız lazım. Vilayet İzmir’le birlikte Aydın, Saruhan (Manisa), Menteşe ve Denizli sancaklarından oluşan adeta bugünkü Ege bölgesinin tamamını kapsamaktaydı.
Bir akademik yayında Sultanın Aydın vilayetinde tesis ettiği meslek ve sanat okulları şöyle tanıtılır:
“Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu durumdan ancak eğitim yolu ile çıkılabileceğini görmüş ve bu nedenle eğitimin her alanında kendisinden önce başlatılmış olan ıslahat hareketlerini daha da geliştirerek var olan eğitim kurumlarını bir adım öteye götürmeye veya mevcut bulunmayan eğitim kurumlarını ise yeni baştan teşkil ederek eğitimin geliştirilmesine gayret etmiştir. Bu bağlamda, başta İstanbul ve diğer şehirlerde Sanayi, Ziraat, Bağcılık ve Aşı Ameliyatı, Ticaret, Lisan ve Ticaret, Jandarma ve Çırak Mektebi gibi pek çok önemli eğitim kurumu açmıştır. Aydın Vilayeti ise bu mekteplerin teşkil edildiği önemli bir merkez olarak bu süreçteki yerini almıştır.”
Bkz. Erdoğan Keleş, “II. Abdülhamid devrinde Aydın vilayetinde sanat ve meslek okulları”, https://www.historystudies.net/ii-abdulhamid-devrinde-aydin-vilayetinde-sanat-ve-meslek-okullari_461
Şimdi bu makaleyi takip ederek Sultan Abdülhamid’in Aydın vilayetinde yaptırdığı meslek ve sanat okullarına yakından bakalım:
İzmir Islahhanesi ve Hamidiye Sanayi Mektebi: Sultan Abdülaziz zamanında kurulan bu iki kurum Sultan Abdülhamid zamanında geliştirilmiş ve bu suretle “bağımsız ve milli bir sanayi” tesisi için çaba sarf edilmiştir. Okulda her yıl en azı 51, en fazlası ise 300 olmak üzere pek çok çocuk eğitim görmüş, ortalama öğrenci sayısı 180-200 arasında değişmiştir. Öğrencilerin çok büyük bir kısmı ise Müslüman ve Türktür.
Jandarma Mektebi: Jandarma subay ve erlerini yetiştirecek bir okul olarak kurulmuş olup öğrencilere askerlik talim ve terbiyesi, muaşeret (davranış) usulü, ahlak, tarih, Osmanlı coğrafyası, atış talimi, jandarma nizamnamesi, jandarma yazışmaları, jandarmanın görevleri, adlî muamelelerden hukuk ve ceza kanunnameleri gibi dersler okutulmaktaydı.
Çırak mektepleri: Sultan Abdülhamid zamanında şimdi de büyüyen derdimiz olan çırak meselesi de ihmal edilmemiş ve çırak yetiştirecek okullar kurulmuştu. Bunlardan biri de Aydın vilayetindeydi. “Manisa’da iki, Ödemiş, Kula, Alaşehir, Kadıköy, Kuşadası, Menemen, Denizli, Kasaba, Salihli, Akhisar, Bayındır ve Tire’de birer çırak mektebi tesis edilmiştir.”
Ziraat Mektebi: İlki 1 Ağustos 1881’de Edirne’de, ikincisi 21 Mart 1891’de Bursa’da açılan Ziraat Mekteplerinden biri de Aydın vilayetinde açılacaktı.
Bağcılık Aşı Ameliyatı Mektebi ve Seydiköy Numune Çiftliği: Üzüm bağlarında yeni görülmeye başlayan filoksera hastalığının önlenmesi amacıyla açılmıştır. Okula ilaveten Seydiköy’de bir numune çiftliği kurulmuştur. Numune çiftliklerinin amacı, okullarda öğrenilen teorik bilginin uygulamaya geçirilmesi için talebeye deney imkânı sunmaktır. Bu arada okulda ipekböcekçiliğinin geliştirilmesi için de dersler verilirdi.
Lisan ve Ticaret Mektebi: Hem dil öğretmek hem de öğrenilen dille ticarete teşvik etmek üzere 1884 yılında padişahın iradesiyle kurulan bu mektebe başlama yaşı 10-12’dir. Arapça, İngilizce, Rumca, Almanca ve Fransızcanın yanında kanun ve uygulamalara dair dersler de bulunmaktaydı. Yabancı dilin önemini her fırsatta vurguladığımız bugünlerde bu okulların değeri daha iyi anlaşılacaktır.
Hadika-i Maarif Mektebi: İzmir’de 1906 yılında kurulan okul ilkokul ve ortaokulu kapsıyordu ve ticaret mektebi olarak kurulmuştu.
Bunlar Sultan II. Abdülhamid devrinde Aydın vilayetindeki sadece sanat ve meslek okulları. Diğer okulları saymaya kalksak kitap yazmamız gerekecektir.
.
Alparslan Türkeş ve Necip Fazıl 1977 yılında nasıl anlaşmıştı?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Alparslan Türkeş ve Necip Fazıl 1977 yılında nasıl anlaşmıştı?
Mustafa Armağan
Her ikisi de Hakkın rahmetine kavuşmuş bulunan MHP’nin kurucu lideri Alparslan Türkeş ile Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in bundan yaklaşık yarım asır önce aynı mahiyetteki mutabakat metnini iki ayrı beyanname ile kamuoyuna duyurduklarını biliyor muydunuz?
İşte ayrıntılar…
Tarih şaşırtır aziz dostlar, daima şaşırtır.
Mesela “Türkçülüğün babası” ilan edilen Diyarbakırlı Ziya Gökalp’in “Kürtçenin Grameri”ni yazması… Her ne kadar kitabın kendisi bugüne kadar bulunamamış ise de Halide Edip Adıvar ve Kürt aydını Musa Anter onun şahitleri. Öte yandan aynı Ziya Gökalp’in Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler adında 168 sayfalık bir kitabı da bulunmaktadır (1922 yılında Dr. Rıza Nur’un arzusu üzerine hazırladığı kitap ilk kez 1975’te yayımlanabilmiştir).
Ziya Gökalp öleli 101 yıl oldu ama sırları hâlâ yaşıyor. Mesela Ahmet Emin Yalman Yakın Tarihte Gördüklerim Geçirdiklerim adlı hatıratında fakr u zaruretle geçen son günlerinde yazdığı bir mektubunu yayımlamıştır ki hakikaten hazindir.
Bugünkü imajlar daima yanıltıcıdır vesselam.
Şimdi 1977 yılına gidelim bir kere daha şaşıralım.
Necip Fazıl bugün “Milli Görüş” dediğimiz çizginin fikriyatının kurucusu sayılır. 1940’lardan 70’lere kadar şiir, yazı ve konferanslarıyla bu görüşün temel motifini Anadolu insanının kalbine nakşeden Üstad 1970 yılında kurulan Milli Nizam Partisi’nin ilk ve son kongresindeki nutkuna kesintisiz alkışlarla mukabele gören şu hüküm cümlesiyle başlamıştır:
Milli Nizam, yani ezeli ve ebedî nizam!
Ardından MNP kapatılır ve Milli Selamet Partisi kurulur. Ona da destek olur ama bir yerde Necmettin Erbakan Hoca ile karakter ve davranış farkları ortaya çıkmaya başlar. Biri siyasetçidir, diğeri fikir adamı. Davaları belki ortaktır ama siyaset ve fikrin yolları ayrıdır.
İşte 1977 Genel Seçimleri bu ayrılığın zirveye taşındığı yıl olarak tarihe geçecektir.
O yılları hatırlayanlar bugün 70’ine merdiven dayamış durumda. Daha genç neslin bunları bilme imkânı biz anlatmazsak yok maalesef.
1974 Kıbrıs Barış Harekâtı Kıbrıs’ın kuzeyinin kurtarılmasından ibaret bir askerî operasyondan ibaret olmayıp, Türkiye’nin sosyal ve manevî iklimini baştan ayağa değiştirecek büyük hamle olarak tarihe geçmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi bir gün hakkıyla yazılırsa, 1923-74 ve 1974 sonrası diye iki ana bölümde ele alınmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en anti-Kemalist hükümeti olan CHP-MSP koalisyonu ve ardından gelen yıllarda Türkiye iyice sağa kayacak ve sağın içerisinden çıkan oluşumlar yeni Türkiye’yi inşa edecektir; hem de darbelere rağmen.
Elimde 1977 Milliyetçi Hareket Partisi Seçim Beyannamesi var. “Türk Milleti Uyan!” diyor kapağında. Daha ilk sayfasından bir cümle:
“Dün elbirliğiyle cihan medeniyetini kurmuştuk. Elbirliğiyle İstiklal Harbinde emperyalizmi yere sermiş, bağımsızlığımızı kurtarmıştık.”
Son sayfasından da bir cümle okuyalım:
“Türklük Gurur ve Şuuru, İslâm Ahlâk ve Faziletine dayalı inancımız ve 9 IŞIK-MİLLİ DOKTRİN halinde sunduğumuz icraat programımız, Türkiye’nin tek kurtuluş yolunu göstermektedir. (…) Türk milleti, Osmanlı-Türk medeniyetinde tarihi zirvesini ortaya koyduğu medeniyet tecrübesiyle çağdaş verileri bütünleştirerek bütün insanlığın aradığı ruh ve sevgi medeniyetinin lideri olacaktır.”
80 sayfalık kitapta Kemalizme eleştiriler yöneltilir ve Mustafa Kemal’in adı bir kere olsun geçmez. Bu da ilginç bir not olarak burada dursun.
Zemini döşedik, şimdi Türkeş ve Necip Fazıl’ın beyannamelerini beraberce okuyabiliriz.
Türkeş’in 1977 beyannamesi…
1977 Mayıs’ında yani Haziranda yapılacak seçimlerden bir ay önce Necip Fazıl imzasıyla yayımlanan Rapor 3’ün 77. sayfasından itibaren MSP ve MHP değerlendirmesi yer alır. MSP yönetiminden ümidini kesmiş olan Üstad daha 1960’ların ortalarında o zaman adı CKMP olan MHP’li yetkililerle görüşmüş ve dünyaya İslam projektörüyle bakmayı esas alan bir anlaşma protokolü vermiştir. Dündar Taşer’in buna cevabı şu olmuş:
Eğer biz bu protokolü imza edersek, Partimizi kapatırlar!
MHP’nin bir yayın organında kaleme aldığı yazılar Üstada İslamcı kanattan tepkiler yöneltilmesine yol açınca gayesini şöyle belirler:
“Bütün maskaralık ve sahtekârlıklara karşı şahlanma zemini arayan iki büyük gençlik grubundan ruh pınarı Milli Türk Talebe Birliği topluluğu ile adale şelalesi Ülkücü Gençlik arasında gençliği kurmaya çalıştığım köprü hikmetini de anlayan olmadı.”
MSP kitlesiyle değil, lideriyle kavgalıdır Üstad. Partiyi “Büyük Doğu idealinin düşük çocuğu” olarak görmektedir. “Taban münezzeh, fakat zirve müttehim”dir yani suçlu.
Devamını Rapor 3’ten beraberce okuyalım:
“Alparslan Türkeş, 3 Mayıs günü “Türk Milletine Beyanname” başlığı altında kaleme alıp bütün ajanslar ve gazetelere gönderdiği ve milyonlarca nüsha bastırıp her tarafa yağdırdığı tarihî bildiri ile, takip ettiğim stratejiyi taclandırmış ve kendisini hilkatindeki altun mâdenin 24 âyarlık keyfiyeti içinde göstermiş oldu.
TÜRK MİLLETİNE BEYANNAME
“MHP’nin lideri Alparslan Türkeş, 1977 seçimi eşiğinde nefsinin ve partisinin hesabını şöylece vermek mevkiindedir:
1 - Alparslan Türkeş, yatalak bir idareye karşı, fikirsiz bir hareket saydığı 1960 ihtilâline, başta, sırf bir fikir yönü vermek ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin ihtilâli sömürmesine mâni olmak için katılmış fakat bu gidiş önlenemeyince uzak kalmış, Türk Milleti ve tarihinin ihtilâl kadrosuna biçtiği suçluluk dairesinin dışında kalmayı ve ibrasına nail olmayı şart bilmiştir.
2 - Alparslan Türkeş ve Parti’sinin dünya görüşü, ruhî muhtevaya bağlı milliyetçilik olarak metbûluğu (bağlı olunan) ruha ve tabiiliği milliyete veren bir anlayış içinde tek kelimeyle İslâm imanıdır.
3 - Alparslan Türkeş ve Partisi, milliyetçiliği, içi kevserle dolu bir kâse şeklinde görür, ana kıymeti kâsede değil, kevserde bulur ve o kevserin nûrunu ışıldattığı nispette kâseye değer verir.
4 - Alparslan Türkeş ve Partisi, bugün en keskin bunalımını yaşayan insanlığa yol gösterici istikamet oklarını, Kâinatın Efendisi’nce getirilmiş ruh ve ahlâk ölçüleri olarak ilân eder ve tasarılarını, hasretlerini, her şeyini bu inanç mihrakında toplar.
5 - Dostluk ve düşmanlık kutuplarımızı tâyinde kıstaslarımız şudur ki: Ferd, zümre, sınıf ve makam olarak her kim ve her ne olursa olsun, Hakk’ın düşmanları düşmanımız, Hakk’ın dostları dostumuzdur.
Türk Milletinin maruz bulunduğu derin bunalımın tarihî gelişmesi bakımından yöneticilerin Türk Milletinin dert ve ızdıraplarının sebeplerini teşhis edemediklerini, tedbir ve çarelerde revizyona tabi tutamadıklarını ve taklitçi kaldıklarını görüyoruz.
Türk’ün ruh köküne inmeyen ve bağlanmayan her tedbirin temelsiz kalacağı inancındayız.
1977 seçimlerinin eşiğinde, başta milliyetçi, mukaddesatçı Türk gençliği bulunmak üzere, Alparslan Türkeş ve Partisinin hüviyeti bu satırların ifade ettiği derin mânalardan ibarettir.”
Doğrusu Necip Fazıl’ın üslubundan izler de taşıyan bu derin beyanname üzerine ne kadar konuşsak azdır. Onun üzerine Necip Fazıl’ın da söyleyecekleri vardır ama yerimiz bittiği için haftaya devam edelim inşaallah.
.
Alparslan Türkeş ve Necip Fazıl 1977 yılında nasıl anlaşmıştı? (2)
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Alparslan Türkeş ve Necip Fazıl 1977 yılında nasıl anlaşmıştı? (2)
Mustafa Armağan
Türkiye’de muhafazakâr/mukaddesatçı siyasetin gelişmesinde muhakkak ki Necip Fazıl’ın temsil ettiği Büyük Doğu “ideolocyası”nın azımsanmayacak bir rolü bulunmaktadır. Bugünden bakılınca bu cümle sanki havada kalmış ve entelektüel lafazanlık olarak olarak görünebilir size ama Milli Görüş fikrinin tohumlarının yeşermeye başladığı yarım asır önceki Türkiye’de bu mesele hayatî bir önem taşımaktaydı.
İşte geçen Pazar günü, Yeni Akit gazetesindeki köşemde anlattığım Necip Fazıl-Alparslan Türkeş, daha doğrusu Büyük Doğu ve Ülkücü Gençlik oluşumları arasında mutabakat arayışlarının hikâyesi bu çerçevede anlam kazanmaktadır. Başlangıçta ümitle bileğine yapıştığı Milli Selamet Partisi ile yollarını ayırmak üzere olan Üstad’a MHP camiası bir adım atmış, o da bu adımı Milli Türk Talebe Cemiyeti ile Ülkü Ocaklarını birleştiririm ümidiyle değerlendirmeye koyulmuştu.
İşler bu aşamadayken Haziran ayında yapılacak 1977 seçimleri sath-ı mâiline girilmiştir. Seçimlerden önce Necip Fazıl’ın desteğini almak ve onu MSP’den uzaklaştırıp safına çekmek isteyen MHP yetkilileri ile mitinglerde nutuklara kadar varan bir dizi yaklaşma fırsatı doğmuştur.
İşte geçen hafta tam metnini verdiğim ve yer yer Necip Fazıl’ın kaleminden çıkmış hissini veren Alparslan Türkeş’in beyannamesinin ardından Üstad’ın mukabil beyannamesi yayınlanır ve böylece aralarındaki münasebet takviye edilmiş olur.
Şimdi Necip Fazıl’ın 1977 Mayıs’ın neşrettiği Rapor 3 adlı kitapçığından kendi beyannamesini okuyoruz. (Maalesef bazı kelimeler bugün unutulduğu için parantez içlerinde yeni kelimeleri eklemek zorunda kaldım.)
BEYANNAME
M.H.P. Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in “Türk Milletine Beyannamesi”ni okudum.
Pılı-pırtı odalarının raflarında dizili, kapağı arkasına devrik ve içi boş, hattâ süprüntü dolu teneke konserve kutuları halindeki partiler arasında, bugünden itibaren MHP, nazarımda bambaşka bir mâna ve hüviyet sahibidir. Onu, müslümanlık ve Türklüğün gerçek hakkını vermeye namzet (aday) bir topluluk olarak anıyor ve canımın içinden selâmlıyorum.
Bu beyanname, tâ Cava’daki mü’minle Amerika’daki zenci müslümana kadar bütün İslâm âlemini ihtizaza getirecek (titretecek) ve oluş dâvasını temellendirecek kıymette tarihî bir hâdisedir. İdeal yumağımızın her lifini içinde saklayan bir tohum... İslâm âleminin Türkiye’den beklediği zuhur ve tecellinin tohumu...
Türkeş beyannamesinde dört ana esası, bir binanın dört direği halinde vazetmektedir:
1 - 1960 gece baskınının sorumluları arasında değildir.
2 - Posa ve kabuk milliyetçiliğinden uzak ve ruhî muhtevâya tâbi mânada milliyetçidir.
3 - Başını dayadığı tek ruhî muhtevâ, yine tek kelimeyle ve bütün ölçüleriyle İSLÂM’dır.
4 - Son 150 yıllık taklit devremizin bütün sahtekârlıklarını tezgâhlayacak ve gerçek oluşu billûrlaştıracak bir tarih (revizyon)una taliptir.
Ne Mebus, ne Senatör, ne Bakan, ne şu, ne bu!.. Allah’ın bana biçtiği manevî makam ve memuriyeti bunlardan hiçbiri tercüme edemez. Bu bakımdan en canhıraş ihlâs ve hasbîlik kürsüsünden haykırıyorum: 40 yıllık mücadele ve yepyeni bir gençlik inşası hayatımda, bugün, bu beyannameden, bu beyannamenin sahibine ve partisine taktığı şeref ve mesuliyet bâzubendinden sonra, artık, emin olmaya yakın bir ümid nefesi alabilirim.
150 yıldır her gün biraz daha artıcı bir hasretle kurtarıcısını bekleyen Türk Milletine “beklediğin geliyor!” müjdesini vermenin ilk ümid günü bu tarihî ândır.
“Emin olmaya yakın ümid” ışığının çaktığını gördüğüme ve bu ışığı nice defa hayâl edip de karanlıklara düştüğüme göre, bundan böyle yeni inkisarlara (hayal kırıklıklarına) tahammülü kalmıyan yanık yüreğimi, dâva yolunda en küçük istikamet hatasına razı olmaz bir hassasiyetle bu beyannamenin halkaladığı sıcak avuçlara bırakıyor ve 40 yıllık emeğimin semeresini bu çevrenin aksiyoncu ruhundan bekliyor ve istiyorum!
İçi alev alev müslüman, dışı pırıl pırıl Türk ve içi dışına hâkim, dışı içine köle, yeni Türk neslinin maya çanağı olmak ehliyeti hangi topluluktaysa ben oradayım.
Allah’ın inayeti ve Resûlünün ruhaniyeti bu yoldakilerin üzerinde olsun!..”
İşte 1977 seçimlerine girerken Alparslan Türkeş’in ve Necip Fazıl’ın tavırları arasındaki yakınlaşma Türkiye siyasetine yeni bir ufuk olarak eklenecek ve 150 yıllık taklitçilikten ‘kurtarıcısını bekleyen’ Türk milletine yeni bir yol açma iddialarını sürdürecektir.
Son sözü merhum Necip Fazıl’a bırakalım yine:
“Bütün bu gayretler,
Meğer neymiş?
Neye imiş?
Niçin imiş?
El-cevab:
Sadece Allah ile Resûlünün, en ince, en nâzik ve en halis mânada yolunu açmak içinmiş!”
.
Bizim bir medeniyetimiz var mı?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Bizim bir medeniyetimiz var mı?
Mustafa Armağan
Bizim bir medeniyetimiz var mı?
“Bize düşman olan ve düşman kalacak bir medeniyetin çöpçülük hizmetini mi, yoksa kendi medeniyetimizin öncülüğünü mü yapacağız? Türk münevveri bu konuda derhal bir karar vermelidir.”
1983 yılında Üstad Necip Fazıl’dan bir ay önce kaybettiğimiz Prof. Dr. Erol Güngör’ün yukarıdaki sarsıcı cümleleri Batılılaşma tartışmalarında sorulmuş en net sorulardan birini barındırmaktadır. “Başka bir medeniyetin ülkesinde çöpçülüğe mi talibiz yoksa kendi medeniyetimizin yeni bir sürümüne mi?”
Bu soruyu aynı netlikte cevaplandıramadığımız için yeni yetişen nesillerin kafasını aydınlatmayı başaramıyoruz. Tanzimat’tan beri bu soru soruluyor ama cevaplar giderek fersizleşiyor maalesef. Bitap düşen bir aydın profili var karşımızda. Özgüvenini yitirmiş ve Batı’nın çöplüğündeki artıklarla geçinmeyi fazilet olarak gören bir neslin mirası bu.
Oysa Necip Fazıl’ın da sık sık tenkit ettiği Tanzimat aydınları nesli elbette bizden daha özgüvenliydi ve kendi kültürüne sahip fertler olarak Avrupa’yı tanımaya can atıyordu. Mesela Namık Kemal, Hürriyet gazetesinin 7 Eylül 1868 tarihli nüshasında Avrupalı ‘mösyölere’ şunları yazıyordu (sadeleştiriyorum mecburen):
“Ey mösyöler, din varken ilerlemenin mümkün olamayacağını siz neden bildiniz? Acaba tâbi olduğumuz mezhebin hükümlerinden hiç haberiniz var mıdır? Bizde Allah’ın ve insanların önünde her fiilinden sorumlu olan hükümet adamlarını papalar gibi masum mu sanıyorsunuz? Ulemayı papazlar hükmünde mi tutuyorsunuz? Neden korkuyorsunuz? (…) Dinin hükümlerine uyarsak size ondan büyük güvence olamaz. (…) Eğer sizin medeniyet dediğiniz şeyler, karıların açık saçık sokağa çıkması ve meclislerde dans etmesi ise onlar ahlâkımıza aykırıdır, biz istemeyiz, bin kere istemeyiz!”
Buradaki erkek sesi kaybettik işte. Hatta Aliya İzzetbegoviç’in yeni bir Namık Kemal ruhuyla ifade ettiği o cümleyi kuracak aydın bulmak için Diyojen gibi elinde çırayla çarşı ve pazarda insan araması gibi bir eylem gerekecek. Şöyle demişti Boşnak bilgesi:
“Savaş düşmana yenildiğin zaman değil, düşmana benzediğin zaman kaybedilir.”
İşte Batı karşısında bu ‘erkek’ sese muhtacız. Yahut Cevdet Paşa’nın sözlerine gelirsek Fransa Büyükelçisi Mousnier’ye verdiği cevap harikadır (mealen):
“Siz Fransızlar Pera’da oturursunuz, bizi uzaktan dürbünle seyredip hakkımızda bilgi edinmeye çalışırsınız. Ancak dürbünlerinizin ayarı bozuktur. Bizi bozuk ayarlı dürbünlerinizle anlayamazsınız. İçimize girip tanımanız lazımdır.”
Tezâkir’de geçen bu metin dikkatle ve ibretle okunduğu zaman Cevdet Paşa’nın o büyük özgüveni ve aşağılık kompleksine uğramadan bir düvel-i muazzama büyükelçisiyle konuşması insanı en az Namık Kemal’inki kadar sarsıyor.
Hele yakın arkadaşları Ali Suavi’nin Muhbir gazetesindeki şu cümlelerine ne demeli?:
“Medeniyet denilen şey, bizim Osmanlı ülkelerine ters tarafından girmiş, en ziyade medeniyetli sayılan mesela Londra’da, kiliseye gitmemek, Pazar günü dükkân açmak yahut alış-veriş etmek veya dikiş dikmek pek büyük günah sayılır ve en serbest İngiliz’den bile bunu yapmasını isteyemezler. Bizde ise dinî adab ve eski adaba hakaret etmek medeniyet sayılıyor. Bu ne ters mana?”
Gördüğümüz gibi Yeni Osmanlılar dediğimiz Tanzimat edebiyatının ilk nesli batılılaşma hususunda daha bir özgüvenli ve hâlâ Osmanlı olduğunun şuurunda. Bugün bu şuurla konuşanla medya eliyle dışlanmakta, ötekileştirilmekte ve marjinalleştirilmektedir, çünkü Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi düşmana benzemişizdir.
Türk ve Türkiye terimleri
Türk mü Türkiyeli mi? tartışması benim kanaatime göre faydasız ve lüzumsuz bir tartışma. Havanda su dövmekten farkı yok.
Daha önce de yazdığım gibi aslı Dışişleri Bakanlığı Arşivi’nde bulunan Bourbon hanedanından bir zata yazdığı telgrafta Gazi Mustafa Kemal de “Türkiye Türkiyelilerindir” ifadesini kullanmıştır.
Tarih 24 Ocak 1922’dir. Cümle şöyle:
“…Bütün Türkleri harekete getiren “Türkiye Türkiyelilerindir” düsturu olduğunu bu münasebetle beyan etmeyi lüzumlu addederim.” (Prof. Dr. Bilal N. Şimşir’in 1981 yılında Kültür Bakanlığı tarafından neşredilen Atatürk İle Yazışmalar I (1920-1923)adlı kitabından, sayfa 172.)
Aynı telgrafta “Tük milleti” de demiş, “Türkiyeli” de.
Terimlere savaş çıkartacak kadar aşırı manalar yüklerseniz Mustafa Kemal’i de “alçaklık” ile suçladığınızın farkına varmazsınız.
Benden söylemesi.
Tarih kâbusundan uyanmak
Tarih alanında bir rahatlamaya ihtiyaç var. Tarihimiz üzerine ya klasiklerimize giderek veya yabancıların yazdığı metodolojik/ilmî eserlerin okunmasının içerisine yuvarlandığımız saplantılardan bizi kurtarmaya yardımcı olacağını düşünüyorum. Bizim tarihçilerimiz de kendilerini ispat ve savunma refleksinden kurtulabilirlerse Türkiye’de sağlıklı bir tarihçiliğe doğru gidilmesi muhtemeldir. Ancak iyi tarih metinleri neşrediliyorsa da, yüzümüzü ağartacak, Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, Zeki Velidi Togan, Mehmet Genç ve Halil İnalcık çapında büyük tarihçiler yetiştirecek vizyon genişliğine bugün sahip değiliz maalesef.
Türk Tarih Kurumu’nun görevini tam anlamıyla yaptığını söyleyemeyiz. Mesela bir ara bütün ırkların Türklerden çıktığını ispatlamak için hayli ideolojik kitap yayınladılar! Güzel kitaplar da basıldı elbette. Ama yeterli değil. Aslında TTK’nun hazırladığı tarih kitabının objektif ve aynı zamanda dünya tarihine bir katkı olması gerekiyordu. Osmanlı tarihinin büyük bölümünü yazan İsmail Hakkı Uzunçarşılı, iyi bir tarihçi olmasına rağmen, maalesef yer yer resmi tarih gayretkeşliğinden kurtulamamıştır. Hâlbuki daha iyi sentezler yapabilen, dünya tarihçileriyle boy ölçüşen eserler ortaya konulabilmeliydi.
Korkmak, bir tarihçi için asla mazeret olamaz. Gizli yazarsın, burada olmuyorsa başka bir yerde yayınlatırsın. Mesela Galile, Papa ile bozuşmamak için kitabını bir dostu vasıtasıyla İtalya dışında yayınlattı. Cizvitlerden ödü kopan Descartes ise Hollanda’da bastırdı kitabını. Yeter ki üretmeye azmet.
Amerikalı Leslie Peirce Harem–i Hümayun diye tercüme edilen kitabında haykırıyor: “Haremin bir zevk yuvası olarak görülmesi, tamamen Batılıların önyargısıdır. Harem, bilinenin tersine cinselliği kontrol altına alan bir müessesedir”. Çünkü temelde hanedanın devamı diye bir kaygı hâkimdir haremde. Harem, iktidarın bir şubesidir. Fatıma Mernissi de ilginç bir noktaya parmak basıyor. Batılı bir ressamın haremi canlandıran tablosunu bir tarafa, Müslüman Hint ressamlarının yaptıkları harem tablosunu diğer tarafa koyun. Birincisinde ortalıkta açık saçık gezen kızlar vardır, diğerinde ise tamamen erkeksi görünümlü iri yarı kadınlar. Mesela ata binmiş bir kadın, elinde silahıyla haremin bahçesinde dolaşıyor.
Vaktiyle Batılı ressam ve yazarlar fantastik bir Doğu imajı sunuyorlardı kendi toplumlarına. Zamanla bu Batılı gözlüğü kendi gözümüzde bulduk ve kendimizi Batılı beyaz erkek özne gözüyle görmeye başladık. Tarihimiz, “yabancı bir ülke” haline gelmişti. Biz de bu yabancı ülkede gezen birer Avrupalı turist. Ve sonuç: Harem peçesini açacağına daha çok kapattı.
.
Okullara sömürgecilik tarihi dersi konulmalıdır
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Okullara sömürgecilik tarihi dersi konulmalıdır
MUSTAFA ARMAĞAN
Geçen yıl Portekiz Cumhurbaşkanı Marcelo Rebelo de Sousa ülkesinin sömürgecilik döneminde işlenen suçlar için sorumluluklarını kabul ve geçmiş hatalar için tazminat ödenmesini teklif etmişti.
Benzer bir özür de Fransa Devlet Başkanı Macron’dan bekleniyor. Macron 2017’deki seçim kampanyasında Fransız sömürgeciliğinin “insanlığa karşı suç” olduğunu kabul etmekle birlikte o günden bu güne bunu bir daha dile getirmedi. Oysa Fransa’nın Cezayir’i işgal ettiği tarihten bu yana geçen 133 yılda 1,5 milyon Cezayirlinin hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.
Almanya’nın Afrika’daki Herero katliamı hakkında ciltlerce kitap yazıldı. Bunlardan Türkçeye tercüme edilmeyi bekleyen bir kitap David Olusoga ve Casper W. Erichsen’in ortaklaşa yazdıkları The Kaiser›s Holocaust: Germany’s Forgotten Genocide and the Colonial Roots of Nazism adlı eseri. (Adını Türkçeye “Kayzer’in Holokostu: Almanya’nın Unutulan Soykırımı ve Naziliğin Sömürgecilikteki Kökleri” şeklinde çevirebiliriz.)
Amerika’da beyaz sömürgecilerin işlediği milyonlarca cinayeti nereye koyacağız? Kristof Kolomb Küba kıyılarına çıktığı zaman Amerika’da 30 milyon yerli yaşamaktaydı. 150 yıl sonra katliamlarla bu nüfus 1 milyona düştü. Bunları ve çok daha fazlasını kaynaklarıyla anlatan David E. Stannard’ın Amerika’nın Soykırım Tarihi adlı kitabının son baskısını Ketebe’den çıkarmıştım.
Velhasıl anlatmakla bitmez Avrupalı sömürgeciliğin dünya çapındaki sömürü ve katliamları.
Dünyayı sömüren Batı… Soyup soğana çeviren Batı… On milyonlarca insanı köleleştiren, öldüren, atom ve napalm bombalarıyla yakan, yok eden Batı… Son örneğini Gazze’de gözümüzün önünde cereyan eden soykırımı da yapan ve yaptıran Batı… Osmanlı Devleti’ni parçalayan ve işgal eden Batı… Ama el üstünde tutulmaya devam edilen de Batı…
Bu işte bir tuhaflık yok mu? İnsanımız şizofrene döndü bu sakat müfredat yüzünden.
Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda ‘düşman’ diye bir kötü adam çıkıyor ortaya ama sıra inkılaplara gelince o ‘düşman’ bir anda rol modele dönüşüyor. Batılı olmak teşvik ediliyor. Batı’nın üstünlüğü saf dimağlara zerk ediliyor.
Bu kısır döngüyü kırmak için Batı’nın gerçek yüzünü bütün aydınlığıyla ortaya koymamız gerekmez mi? Peki bunun için ne yapmamız lazım?
Duruş Yayınları geçen yıl bu işi kolaylaştıracak 10 kitaplık bir diziyi okurlarına sundu bile. Kolay okunan, bol resimli, özellikle genç okurların hedeflendiği dizinin yazarı Mehdi Mirkiyayi.
Kara Kıtanın Talanı adlı kitaptan bir paragrafla dzi hakkında bir fikir vermek istiyorum:
“Avrupalılar, tüm işlerini sonsuza dek zorla yürütemeyeceklerini biliyorlardı. Afrikalıların “düşünce” ve “zihin”lerini, beyazların isteklerini hiçbir direniş göstermeden yerine getirecek şekilde değiştirmeleri gerekiyordu. Afrikalıların kültürünü değiştirmek, Avrupalıların en önemli hedefiydi.
Afrikalılar, beyazların medeni ve kültürlü olduklarına inanmak zorundaydılar. Dergilerdeki, şehir ve köylerin her köşesine asılan tabelalardaki her reklamda beyaz bir kadın veya erkek görünüyordu.
Sarışın ve mavi gözlü insanlardı bunlar. Herkes, güzel ve çekici olanın beyazlar olduğundan emin olmalıydı ve bu tabloya bakan Afrikalılar kendilerini aşağı hissetmeliydi. Beyaz olmak, siyahların en büyük arzusu haline gelmeliydi. Bu arzu, asla ulaşamayacakları bir arzuydu.”
Beyaz ve Avrupalı örneklerin her köşe başında reklamlarda karşımıza çıktığını biz de görmüyor muyuz? “Avrupaî” diye buram buram aşağılık kompleksi kokan bir deyimimiz de var, değil mi? Öyleyse buradaki tespit bizim için de geçerli.
Kıtaların Yağmacıları, Hırsızdan Çalan Hırsızlar, Kanlı İş Gücü, Derisi Kızıl Talihi Kara, Sermayenin Efendileri, Kara Kıtanın Talanı, Böl ve Yönet, İngiliz Satrancı, Petrol Savaşları ve Bitmeyen Sömürgecilik adlı her biri ortalama 150 sayfa tutan bu kitapçıklarla başlatabiliriz Sömürgecilik Dersleri’ni. (İlgilenenler www.durusyayinleri.com adresinden irtibat kurabilir.)
Ermeni Soykırımı iftirasını atanlara karşı en iyi mücadele, onların karanlık tarihlerini yüzlerine çarpmaktır. Daha doğrusu hem onlara hem de bizim “Garpzede” çocuklarımıza.
.
Büyük Taarruz’u İsmet Paşa iki gün geciktirmiş
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Büyük Taarruz’u İsmet Paşa iki gün geciktirmiş
MUSTAFA ARMAĞAN
Dün itibariyle 103. yıl dönümünü kutladığımız Büyük Taarruz’da yaşananlar maalesef bilgiye değil, retoriğe boğulmuş durumdadır. Elbette Yunan kuvvetlerinin beş günlük bir muharebeden sonra belinin kırılıp topraklarımızı terk etmek zorunda bırakılmasının tarihî önemi büyüktür. Ne var ki bu büyüklüğü saptırılmamış bilgiyle beslemedikçe zafer milletin hafızasında netlik kazanamayacaktır.
26 Ağustos’ta tan yeri ağarırken başlayan Büyük Taarruz beş gün sürmüş, 30 Ağustos akşamı Dumlupınar’da sona ermiş, ardından Mustafa Kemal Paşa tarafından “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emri verilmiş, 2 Eylül’ü 3 Eylül’e bağlayan gece ise Yunanların I. ve II. Kolordu Komutanları General Trikupis (İzmir’le haberleşme imkânları kalmadığı için esir düştüğünde Başkomutan tayin edildiğini bilmiyordu) ve General Diyennis’in Albay Halit (Akmansü) tarafından esir alınmasıyla sona ermişti.
18 Eylül’e kadar süren takip geçtiği yerlerdeki şehir, kasaba ve köyleri yakıp yıkarak çekilen Yunan birliklerinin Çeşme’den ayrılmasıyla nihayet bulmuştur. Aslında son Yunan askeri Erdek’ten 19 Eylül’de ayrılmıştır. Bu demektir ki İzmir’in kurtulduğu tarihten 10 gün sonra bile Anadolu’da Yunan palikaryaları duruyordu. Hatta mevcut kuvvetlerini korumak için ilave 3 Yunan alayının Çeşme’ye çıkarıldığını bile biliyoruz.
Her savaşın bitiminde kurmay kadroları bir değerlendirme yapar. Başardıkları kadar başaramadıkları da onlar için değerlidir. Bu muhasebe maalesef bizim cephemizde İstiklal Savaşı için yeterince yapılamamıştır, eleştirilerin millî bütünlüğümüze zarar vereceğine inanıldığı için olmalı, genellikle zafer kısmına ağırlık verilmiştir.
Bu sebeple İstiklal Savaşı’nın objektif bir değerlendirmesini yapacak ehil ve cesur kalem sayısı nadiren çıkmıştır. O “enderu’n-nevâdir” yani nadirlerin en nadiri isimlerden biri General Celâl Erikan’dır. 1906 yılında doğmuş ve 1994 yılında vefa etmiş olan General Erikan’a gelinceye kadar askerî tarihçiler şu minval üzere laflar ederdi:
“Kemal Atatürk’ün beyninden doğan ve çelikten iradesiyle tatbik edilen 30 Ağustos 1922 imhası yüksek sevk ve idare ve bilhassa neticesi bakımından TARİHİN EN BÜYÜK BAŞARISIDIR.” (Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklâl Harbi Hulâsası, 1937 s. 11.)
Oysa General Erikan kitaplarında tam bir asker soğukkanlılığıyla ele almaktadır İstiklal Savaşı’nı. Komutan Atatürk adlı kitabını halen Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları basmaktadır (bendeki 2006 tarihli 4. baskısı). Aynı değerlendirmeyi biraz daha kısa olarak yine İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Kurtuluş Savaşı Tarihi adlı kitabında tekrarlamaktadır (2008, s. 353 vd.).
24 Ağustos’tan 26 Ağustos’a alınan taarruz
Sözünü sakınmayan General Erikan en başta bu savaşın adına itiraz etmektedir. Bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Ağustos 1924 tarihli nutkunda dediği onun adı “Afyon-Dumlupınar Meydan Savaşı”dır. Erikan’a göre bizim yaygın olarak kullandığımız “Başkumandanlık Meydana Savaşı” ismini İsmet Paşa (İnönü) vermiştir.
General Ali Fuat Cebesoy ise Büyük Taarruz’dan önce yapılan istişarelerde planlanan hücumda başarı ümidi görmeyen komutanlar arasında 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki kadar Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın isimlerini sayar ki, başka yerde pek geçmeyen bir bilgidir. Bunun kendisine karşı güvensizlik ve yüksek komutanlık makamı için zaaf kaynağı olduğunu söyleyerek istifa eden kişi de Genelkurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa’dır. Fevzi Paşa’nın istifası üzerine Mustafa Kemal Paşa da bu durumda Başkomutan olarak kendisinin de istifa etmesi gerektiğini söylemiştir. İsmet Paşa’nın bu büyük restten sonra şöyle dediğini aktarır General Erikan:
“Düşüncelerimizi anlamak istemiştiniz. Biz de serbestçe sunduk. İsteğiniz buyruk şeklini alınca, tıpkı kendi düşünce ve kanılarımız gibi bütün güç ve kuvvetimizle yerine getireceğimize güvenebilirsiniz.”
Gerçi Celal Erikan, Ali Fuat Paşa’nın bu iddiasına pek inanmaz ama onun ana kanaati, İsmet Paşa’nın Büyük Taarruz’u geciktirdiği yönündedir.
Hücumun ismi Sad konulmuştu. Arapça Sad harfi nasıl sol üst ucunda bir açıklık bırakacak şekilde üç tarafından kapalı ise Yunan ordusu da Sad harfi gibi kuşatılacak ve açık tarafı da son bir hamle ile kapatılarak bütün Yunan kuvveti kuşatılarak imha edilecekti (bu imhanın gerçekleştirilemediğini ve Yunanların Kızıltaş vadisindeki 4,5 kilometre genişliğinde bir yarıktan batıya doğru sızdığını yazar ki İzmir’e yakıp yıkarak, esir alarak ve koyun sürülerini talan ederek çekilen Yunan askerleri bunlardır).
Büyük Taarruz’un hazırlıklarına 15 Ekim 1921’de başlanmış, aynı yılın 10 Aralık’ında bahara bırakılması uygun bulunmuştu. Sonra Hazirana ertelendi, Temmuz ayında Akşehir’de yapılan komutanlar toplantısında ise Ağustos ayının ortasına bırakıldı. General Erikan’a göre “Büyük Önder, saldırının 24 Ağustos’ta yapılmasını istedi. 17 Ağustos 1922’de cepheye son gelişinde Başkomutan, General İsmet’in birliklerine 26 Ağustos olarak bildirmiş olduğunu görünce, saldırıyı bu tarih olarak saptadı. (…) Elde olmayan nedenlerle bunca ertelenen bu tarihin, yiyecek özdeklerinin (maddelerinin) olsun yerinden sağlanmasına elveren bir mevsime denk gelmesinde yarar vardı.”
Fransız makineli tüfekleri, kamyonları, uçakları
Mustafa Kemal nihai olarak 24 Ağustos’ta başlamasını emretmiş taarruzun ama cepheye gittiğinde İsmet Paşa’nın taarruz emrini 26 Ağustos olarak belirlediğini görünce kendi kararından vazgeçip onun kararına uymuş ve biz Büyük Taarruz’un İsmet Paşa’nın kararıyla iki gün ertelendiği gerçeğini ancak Erikan’ın kitabından öğreniyoruz (Komutan Atatürk, s. 677; Kurtuluş Savaşı Tarihi, s. 347-348).
Ne var ki tam burada iki cümle daha kuruyor General Celal Erikan ve şunları yazıyor:
“Ertelemelere etki yapan öğe, eğitimden çok dış yardımların (hafif makineli, kamyon ve uçak) gelmesiydi. Gerçekten, bu hayati silah ve araçların birliklere verilmesi 25 Ağustos’a kadar sürmüştür. (…) 150 Fransız Berliye kamyonunun alınışı bir bayram havası estirmişti.” (Komutan Atatürk, s. 688)
Eğer doğruysa biz Büyük Taarruz’dan önce bu hafif makineli tüfekler ile uçak ve kamyonların Fransızlardan nasıl alındığını neden okumuyoruz tarihlerde? Dahası, Kâzım Karabekir Paşa’nın şu notunu neden göremiyoruz:
“Büyük taarruzu bile, kısmen İslâm aleminden gördüğümüz maddi yardımla yaptığımızı nasıl unutabiliriz?” (Aktaran: Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, , 1965, s. 98.)
Rus yardımı meselesini bir başka yazıda ele alırız.
.
İnönü, 1. İnönü Savaşı için ne demişti?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
İnönü, 1. İnönü Savaşı için ne demişti?
MUSTAFA ARMAĞAN
“Başkomutanlık Meydan Savaşı” ismini İsmet İnönü’nün 31 Ağustos 1922 tarihli genelgesinde verdiğini biliyor muydunuz? Oysa Başkomutan Mustafa Kemal Paşa’nın muharebeye verdiği isim ise ertesi gün yayımladığı tebrik telgrafında geçtiği üzere “Afyonkarahisar, Dumlupınar Meydan Muharebesi”dir. Nedense İnönü’nün tarihe bu müdahalesi konuşulmaz. Konuşan biri var ama onu da kimsecikler okumaz.
Yine de General Celâl Erikan’ın Komutan Atatürk adlı kitabında İsmet Paşa’ya şu iğneyi batırdığını unutamayız: “General İsmet, sözünü ettiğimiz genelgeyi bir art düşünceyle yayımlayarak 30 Ağustos gününün başarılarını Başkomutana verip, öncekileri kendi payına mı ayırmak istemişti?” (Türkiye İş Bankası Yay., 2006, s. 698) Generalin ima ettiği İnönü planı şudur: 30 Ağustos’u Gazi’ye izafe etmek suretiyle 26-29 Ağustos muharebelerini Garp Cephesi Komutanı olarak kendi hesabına geçirmek istedi!
Resmi tarihte bu çelişki ve aykırılıklar her köşe başında karşımıza çıkar. Tarih bunları bilince renklenir zaten. Bunlardan biri de o tarihte hem Batı Cephesi Kumandanı hem de Genelkurmay Başkanı olan Albay İsmet Bey’in, yani İsmet İnönü’nün Hatıralar adlı piyasada da bulunan hatıratıdır.
Ben de geçen Pazar günü AkitTv’de yayınlanan Kayıtdışı Tarih programında elimdeki 2009 tarihli 3. baskısının kapağını gösterip sayfa numarasına kadar kaynağını vermek suretiyle bizzat İnönü’nün hatıratından aşağıdaki cümleleri tane tane okuyarak seyircilerime naklettim:
“Atatürk Birinci İnönü Muharebesi’nin neticesine çok önem vermiş görünmektedir. Aslında Birinci İnönü Muharebesi askeri bakımdan mütevazı ölçüde bir muharebedir. Yunanlılar taarruz etmişler, bizim mevzileri söktürmüşler, bundan sonra hazırlıksız geldiklerini, ilerisinin daha çok tehlikeli olduğunu anlayarak kendileri çekilip gitmişlerdir.”(s. 233) Okuduktan sonra ne mi oldu? Linç… Maalesef sosyal medya dediğimiz ortam tam bir cüruf çukuruna dönmüş durumda. Temiz ve bozuk olmayan bir şeyler bulabilmek için iğneyle kuyu kazar gibi itinayla aramanız gerekir.
Haklı sözleri bile çarpıtarak kullanan ve bundan geçinen bir güruh arka planda işleri idare ediyor. Bu kâh ajans kılığında ortaya çıkıp siyaseti dizayn etmeye kalkıyor, kâh akçeli işlerde linç girişimlerini organize ediyor. Bazan da hakkı söyleyenleri itibarsızlaştırmaya ayarlı bir silaha dönüşüyor. Bir de “Kemalizm” boyutu var meselenin. Karşı tarafta nerede güçlü bir ses çıkıyorsa derhal bastırmak, duyulmaz hale getirmek, o da olmadı mı, itibar suikastına uğratmak başta gelen şiarlarından. Yeni Akit ise bu güruhun baş hedeflerinden. Neden peki? Hakkı ve hakikati dile getiren nadir yayın organlarından biri de ondan tabii. Bunlar hakikat düşmanı yarasalar. “Rencide olur dide-i huffâş ziyâdan” demiş şair ya, o hesap: Yarasaların gözü gün ışığından rahatsız olur. Çıkardıkları gürültü hakikatin sesini bastıramıyorsa o zaman daha etkili susturma yöntemleri devreye sokulur.
Linç, hakaret, tehdit vs. Kayıtdışı Tarih programında Serkan Okur kardeşimle hem Siyonistlerin Yahudi Soykırımı efsanelerine eleştirel bir gözle baktık, hem de Büyük Taarruz’un 103. yıldönümü vesilesiyle İstiklal Savaşı’nın bilinmeyenlerini konuştuk. İlk olarak da İnönü’nünü Hatıralar’ından 1. İnönü muharebesi değerlendirmesini naklettim. Sözler benim değil, İnönü’nün ama kes, kırp, kopar, derken sözlerim kuşa çevrilmiş. Ben İnönü Muharebesi hakkında üstelik kendime ait olmayan bir hatırattan pasaj okuyorum, onlar benim sözlerimmiş ve Büyük Taarruz’dan bahsetmişim gibi sunuyor. Halbuki benim açımdan mesele gayet net. Eğer bu sözlerde bir hakaret görüyorlarsa İnönü kendi kendine hakaret etmiş demektir! Bunu dahi idrakten mahrumlar. Nasılsa sorgulamayan bir kitle var peşlerinde. Güdülmek istiyorsa neden kullanmasınlar Biz de sevgili okurlarımıza mutlaka sorun, sorgulayın, tartışın diyoruz. ‘Tarihi tartıştırmam’ diyenler gerçekte tarihe en büyük fenalığı yapanlardır. Tartışılmayan veya tartışılamayan tarih büyük harfle Tarih vasfını kazanamaz çünkü.
.
Şimdi İnönücü kesilen “Cumhuriyet” geçmişte onu Hitler’e benzetmişti
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Şimdi İnönücü kesilen “Cumhuriyet” geçmişte onu Hitler’e benzetmişti
MUSTAFA ARMAĞAN
Geçen haftaki Kayıtdışı Tarih programında İsmet İnönü’nün kendi Hatıralar’ından okuduğum Yunanlar “kendiliklerinden çekilip gitmişlerdir” sözünü alicengiz oyunuyla sanki ben söylemişim gibi lanse edenler hiç mi utanmaz: O sözler İnönü Vakfı’nın bastırdığı Hatıralar’ın 233. sayfasında aynen şu şekilde geçmektedir:
“Atatürk Birinci İnönü Muharebesi’nin neticesine çok önem vermiş görünmektedir. Aslında Birinci İnönü Muharebesi askeri bakımdan mütevazı ölçüde bir muharebedir.
Yunanlılar taarruz etmişler, bizim mevzileri söktürmüşler, bundan sonra hazırlıksız geldiklerini, ilerisinin daha çok tehlikeli olduğunu anlayarak kendileri çekilip gitmişlerdir.”
Anladınız mı şimdi kim söylemiş?
Ak Parti iktidara geldikten sonra yeniden CHP’nin gayri resmi gazetesi kılığına bürünmüş olan Cumhuriyet gazetesi pek bir İnönücü olmuş güya. Bakın beyler, size sadace şu kadarını hatırlatayım:
Vaktiyle Hitler’i ve Nazileri destekleyen yazılar yayınladınız diye öfkelenip gazetenizi hem de SÜRESİZ kapatan birini savunmaya utanmıyor musunuz? Hiç mi kızaracak yüz yok sizde?
Hem de kurucunuz Yunus Nadi sağken kapatıldı gazeteniz ve hangi tavizlerle açılabildiğini bizzat oğlu ve bilahare patronunuz olan Nadir Nadi’nin hatıratından okuyacağım size, yüzünüzün kızarmayacağını bildiğim halde.
Bakalım ‘şanlı’ tarihiniz bize neler anlatacak?
İsmet İnönü öylesine bir kapalı kutudur ki, korkarım tam olarak açılmasına 21. yüzyılın ilk yarısının bile nefesi yetmeyecektir.
Başbakanken eleştirilemezdi.
Tek Parti’nin Cumhurbaşkanıyken hiç eleştirilemedi.
1946-50 arasında kısmen eleştirilebildi.
1950’de Demokrat Parti’ye iktidarı eski defterleri açmama şartıyla devrettiği için eleştiriden yırttı.
27 Mayıs’ta yeniden kutsandığı için kimse yan bakamadı…
12 Martta da darbeden yana tavır aldı, hatta Türkiye’de darbelerin demokrasiyi korumak için yapıldığını bile söyledi:
“Türkiye’de ordu müdahaleleri demokrasiye korumak içindir.” (Cumhuriyet, 27 Aralık 1971)
Velhasıl, kapanmamış bir hesap var ortada. O kadar ki, İnönü’nün fiilen yaklaşık 50 yıl (30 yılı bizzat, 20 yılı da el altından) süren baş döndürücü uzunluktaki iktidar devrinin vidalarının yeni yeni çözülmeye başladığını söyleyebiliriz.
Milli Şef’in demokrasi anlayışını buradan ölçüp biçebilirsiniz aslında ama Adolf Hitler’e duyduğu ilgi, onu çok daha ileri noktalara taşımıştır.
1941 yılına geldiğimizde 15 Mayıs’ta Hitler’in Milli Şef’e “dostane bir mesaj” gönderdiği haberini manşetten okuruz. 21 Haziran’da ise “Führer ile Milli Şef arasında samimi tebrikler” haberi vardır. Bu dönemde Türkçü yayınlarda bir patlama yaşandığına tanık olunur. Ancak Müttefiklerin zoruyla 1944’te bu yayınlar yasaklanır, tabii Türkçüler de tabutlukları boylar.
Aslında Hitler, Atatürk döneminden başlamak üzere bilinçli bir politika gütmüş ve Türkiye’den büyük miktarlarda hammadde çekmiştir. (Özellikle de savaş sanayii için ihtiyaç duyduğu krom veya bakır gibi madenleri). Karşılığında Türkiye silah almak ister ama vermez. Bunun yerine mamul madde satın almamız istenir. Nazi Almanya’sına krom satışı Müttefiklerce 1944’te Türkiye’ye bir nota verilinceye kadar devam edecektir.
Görüldüğü gibi İnönü döneminde sadece Hitler’in bıyığına imrenilmemiş, 19 Mayıs gösterileri dahil pek çok alanda Naziler bal gibi örnek alınmıştı. Tabii basına talimatlar verilmesi, manşetlerin kaç punto ile atılması gerektiği gibi yukarıdan emirler, süresiz keyfi gazete kapatma rezaletleri de benzerlikler arasındaydı.
İşin garip tarafı, şimdi bize İnönücülük taslayan Cumhuriyet Gazetesinin, Milli Şef döneminde kapatılan ilk gazete olmasıdır. Kurucusu Yunus Nadi ile oğlu Nadir Nadi’nin daha Milli Şef safını belirlemeden önce Alman yanlısı bir tavır içine girmiş olmaları (ne hadlerine!) Cumhuriyet’in aylarca kapalı kalmasıyla ödüllendirilmiştir! (Ne var ki, 1941’den 1944’e kadar bu defa Almancılık geçer akçe olacaktır.)
Gazetesinin kapatılması Yunus Nadi’yi derhal harekete geçirmiş, eski dostu İnönü’yle görüşüp meseleyi halletmek istemiştir. Lakin ne mümkün! Bir çözüm yolu bulur ve doğru Ankara Garı’na gider. Milli Şef’i karşılayanlar arasına katılarak derdini anlatmaktır niyeti.
Ancak hiç beklemediği bir tepki alır. Sert bir sesle “Ticari maksatlar uğruna siyasi yazılar yazılmasına müsaade edemem diye çıkışıyor.” Milli Şef daha yüksek sesle ikinci defa “Katiyen müsaade edemem” der ve Yunus Nadi’nin elini bile sıkmadan çıkar gider.
İşte oğul Nadir Nadi’nin patladığı an budur. Perde Aralığındanadlı kitabına, bugünkü tartışmalara ışık tutmak istercesine şu zehir zemberek satırları not düşer:
“Bir insan; Cumhurbaşkanı da olsa, Milli Şef de olsa, anlamadan, dinlemeden, sırf etrafın doldurmasıyla eski bir arkadaşına bu muameleyi nasıl reva görebilirdi? Üstelik yazı ile babamın hiçbir ilintisi de yoktu. (…) Bir kusur işlemişsem, ilkin benim sorumlu tutulmam gerekirdi. Sorumsuz bir Cumhurbaşkanı nasıl olur da tıpkı Hitler gibi, Mussolini gibi hakaret edercesine uluorta bir arkadaşını paylardı?” (s. 127)
Anlaşılan, Cumhuriyetin müstakbel patronu Nadir Nadi, “Hitler ve Mussolini gibi” birisiyle karşı karşıya olduğunu anca cici gazeteleri kapatılınca anlamış. Şimdiki Cumhuriyetçiler bol bol Tek Parti güzellemesi yapabilirler!
Peki ezanı Arapça okudu diye falakaya yatırılanların, Kur’an-ı Kerim öğretiyor diye hapse atılanların, çarşafları sokak ortasında kesilenlerin feryatlarını gazetelerinde yıllarca “Kara irtica hortluyor” diye yüreklerini soğutarak verenlerin aynı silah kendilerine doğrultulunca feryat etmeye hakları var mıydı? Türkiye’deki Hitler’in ‘uzun bıçağı’nın bir gün kendilerini de keseceğini düşünememişler miydi?
Eğer öyleyse pek saflarmış. Şimdi de Hitler ve Mussolini gibi birine toz kondurmuyorlar çünkü. Üstelik o “Hitler” ve “Mussolini” Cumhuriyet gazetesini aylarca kapatan tek kişidir.
Aman yine yanlış anlaşılmasın, ben demiyorum, kendi kurucuları diyor
.
Tunus’tan İstanbul’a bir Başbakan getirtmiştik
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Tunus’tan İstanbul’a bir Başbakan getirtmiştik
MUSTAFA ARMAĞAN
Sumud gemilerinin kalktığı Tunus, 500 yıl arayla iki büyük düşünürü İslam fikir hayatına sunmuş olan bir ülke.
14. yüzyılın “beyni” İbn Haldun, Mukaddime’siylekendi başına yeni bir gökyüzü inşa ederken, 19. yüzyılın ikinci yarısında yetişen Tunuslu Hayreddin Paşa yalnız kendi ülkesinde değil, Osmanlı başkentinde de sanayi devrimini yaşamış olan kapitalist dünyanın gidişatına karşı İslam ülkelerinin nasıl bir tavır alınması gerektiğini söylüyor ve emperyalizm çağında yapışılacak “sağlam kulp”un ne olduğunu gösteriyordu.
1868 yılında Arapçası, sonra bizzat kendisi tarafından yapılan Fransızca tercümesi ve ardından Türkçe tercümesi yayınlanan kitabı Akvemü’l-Mesâlik’in orijinal sesi ve özgüvenli duruşu eserin yayınından kısa bir süre sonra İstanbul’dan fark edilmesini sağlamış ve şahsiyetini, reformcu özelliğini ve Aḳvemü’l-mesâlik adlı kitabını Sultan II. Abdülhamid’e anlatan Medeniyye tarikatı şeyhi Muhammed Zâfir Efendi vasıtasıyla padişah tarafından Ağustos 1878’de İstanbul’a davet edilmişti. Sultan Abdülhamid, Tunuslu Hayreddin Paşa’yı Sadrazamlığa tayin etmiştir.
Tunuslu Hayreddin Paşa 8 ay kadar süren kısa Sadrazamlığında gözle görülür icraat yapma fırsatını bulamamışsa da, müteakip yıllarda İstanbul’da bulunduğu yıllarda boş durmamış, yazdığı layihalarla yönetime yeni ışıklar tutmuş, yol gösterici bir aydın işlevini üstlenmiş ve 1890 yılında İstanbul’da hayata gözlerini yummuş, kemikleri 78 yıl sonra, 1968 yılında Tunus’a naklolunmuştur.
Tunuslu Hayreddin Paşa’nın devlet adamlığı kadar “aydın” yönüyle de ‘Osmanlı Aydınlanması‘nın köşe taşlarından birisini oluşturduğunu ve Tanzimat sonrası fikir hayatımızda kendisine hak ettiği yerin verilmesi gerektiğini söylemek hakkı teslim etme borcunun ifasından öte bir anlam taşımayacaktır.
Ülkemizde daha önce Tunuslu Hayreddin Paşa hakkında merhum Prof. Atilla Çetin ve Prof. Bekir Karlıga tarafından çeşitli yayınlar yapılmış ve Paşa›nın hatıraları, devlet adamlığı ve düşünür yönleri üzerinde çeşitli açılardan durulmuştur. Ancak Oryantalist literatürde Tunuslu Hayreddin Paşa›ya duyulan alaka bizimkinden kat kat fazla olmuş, bu orijinal «İslamcı» aydının ilginç ve girift düşünceleri çeşitli incelemelere konu olmuştur. Bunlar arasında yetkin bir ilim adamı olan L. Carl Brown’ın The Surest Path adıyla notlandırarak önsöz ve girişlerle neşrettiği Akvemü’l-Mesâlik’in giriş kısmının tercümesinin ayrı bir yeri vardır.
Cemil Meriç Tunuslu Hayreddin Paşa’ya özel bir ilgi duyan nadir aydınlarımızdandır. Nitekim ilk önce Mağaradakiler (1978), vefatından sonra ise Umrandan Uygarlığa adlı eserinde yer verilen “En Emin Yol” adlı yazısının kulakları sağır eden girişi gerçekten de unutulmayacak kıymettedir:
“Tunus’un düşünce tarihinde iki ad: İbn Haldun, Hayreddin. Biri cihanşümul bir zekâ, İslâm irfanının son muhteşem fecri. Öteki geniş ufuklu bir devlet adamı, içtimaî ehramın en alt basamağından zirvelere tırmanmış, ikisi de mağlup ve muztarib, ikisi de yalnız. İkisinin de meşhur olan: Mukaddime’leri. İbn Haldun, tarihle pençeleşen bir dev. Hayreddin, tarihin ifşalarına kulak kabartan bir dinleyici. Benzeyen tarafları: ciddiyet, samimiyet, tecrübe. Avrupa Akvemül Mesâlik’i yüzyıldan beri tanıyor. Biz bir devrin bütün bocalayışlarını, bütün arayışlarını dile getiren o vesika-kitaptan hâlâ habersiziz.”
Keza 1985 yılında neşredilen Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi’ne yazdığı “Tunuslu Hayreddin Paşa” maddesinde de, “En Emin Yol” başlıklı yazısında dile getirdiği bir hakikati tekrarlamakta herhangi bir beis görmemişti:
“Hayreddin’in hedefini tek cümleyle hülâsa etmek kabil: İslâm kalarak çağdaşlaşmak.”
.
64 yıl önce üç yiğit idam edilmişti
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
64 yıl önce üç yiğit idam edilmişti
Mustafa Armağan
27 Mayıs 1960 darbesinin en unutulmaz, zehirden acı sahneleri Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın 16-17 Eylül 1961 günlerinde ıssız İmralı adasında yaşanan idamlarıdır.
En çok akıllarda kalan sahne ise Adnan Menderes’in boynuna ipin geçirildiği sırada sağ tarafına sanki bir şeyler mırıldanarak dünya gözüyle etrafına son kez baktığı sahnedir. O sahnede neler mırıldandığı, o gün bu gündür merak konusudur.
Yassıada’daki yargılama, Menderes’i avukatı Burhan Apaydın’ın dediği gibi yargının yasamayı muhakeme etmesiyle dünya adalet tarihine geçmiş ve kuvvetler ayrılığını alenen çiğnemiştir.
Yargılama, 14 Ekim 1960 günü soruşturmayla başlayıp 11 ay sonra, 15 Eylül 1961 günü Yüksek Adalet Divanı’nın kararları açıklanmasıyla sona ermiştir. Ancak bu defa, İmralı, Kayseri hapishanesi ve Adana Cezaevinde yeni zulüm sayfaları yaşanacak, 1965 yılına kadar uzayan sancılı bir süreçte haksız yere cezalarını çekenler, acılarını içlerine gömerek kellelerini kurtardıklarına şükredeceklerdi.
15 Eylül 1961 günü Yassıada’daki mahkemeden tam 15 idam cezası çıkmıştı. 31 Demokrat Partili ömür boyu hapse mahkûm edilmiş, 418’i de çeşitli sürelerde cezalara çarptırılmışlardı.
Böylece başlangıçta ne söylemiş olursa olsun, darbeden mağdur çıkan bir tek CHP’li olmamış, adeta kardeş kavgasını (nasıl kavga ise bu?) tek başına DP’li kardeşler çıkarıp sürdürmüşler ve sonunda da cezalarını bulmuşlar gibi garip bir netice çıkmıştır.
15 Eylül günü Yassıada’dan kalkan askeri bot, elleri arkadan bağlanmış 14 mahkûmu götürmüştü İmralı adasına. Peki 15. yolcuya ne olmuştu?
Resmi açıklamaya göre ‘Sakıt Başvekil’ Adnan Menderes, koltuğunun altında biriktirdiği uyku haplarını idam kararının açıklanacağı gün toptan yutarak intihar etmişti. İmralı’ya ulaşan idam mahkûmları ise şunlardı:
Celâl Bayar, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Ahmet Hamdi Sancar, Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, Zeki Eretaman, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu ve Rüştü Erdelhun.
İçlerinden sadece Rüştü Erdelhun DP mensubu değildi. Peki kimdi bu Rüştü Erdelhun? Ve neden oradaydı?
Orgeneral Rüştü Erdelhun, darbe sırasında darbeyi yapan subayların özbeöz Genelkurmay Başkanı idi. Bir Genelkurmay Başkanı, emrindeki subaylar tarafından, sırf iktidarla iyi geçindiği için cezalandırılıyor, işkencelere maruz bırakılıyor, hatta idam sehpasına gönderiliyordu. (Onun için diyorum ya, 27 Mayıs önce orduya karşı yapılan bir darbeydi, sonra hükümete ve millete karşı. Gencecik teğmenlerin kendi Genelkurmay Başkanlarının vücudunda sigara söndürdükleri bir darbe, “ihtilal”den başka neyle adlandırılabilir?)
Bazılarının zannettikleri gibi Milli Birlik Komitesi (MBK) 15 idamdan 12’sini affetmiş değildir. MBK, mahkemece verilen 15 idam cezasından Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan olmak üzere 4 idamı onaylamış, diğerlerini ömür boyu hapse çevirmişti. Ancak Celâl Bayar’ın yaşı infaz sınırını aştığı için cezası ömür boyu hapse çevrilmişti. Geride 3 idamlık kalmıştı. Ancak son dakikaya kadar tuvaletten çevrilmiş ufacık pis kokulu odalarda bu 14 elleri arkadan kelepçeli adama adeta bir ölüm azabı yaşatılmış, o da yetmezmiş gibi sevdikleri arkadaşlarının idamları anbean yaşattırılmış, sonra ‘Kalkın gidiyoruz’ denilerek İmralı’dan alınıp Kayseri Cezaevi’ne gönderilmişlerdir. Orada 3-4 yıl kadar daha yattıktan sonra affedileceklerdir.
Peki İmralı adasında idam edileceklerin cephesinde neler yaşanmıştı? Şimdi burada yaşananları biraz daha ayrıntılı olarak görelim..
Üç darağacı
Lağım kokulu idam hücrelerinde elleri arkadan bağlı vaziyette, dizleri bükük, her an birilerinin gelip kendilerini idam sehpasına götüreceğini bekleyerek dakika sayan mahkûmlardan ilk kurban, eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu olmuştu.
16 Eylül 1961 Cumartesi gece yarısını yeni geçmişti. Hücresinin kapısını açanlara, soğukkanlılıkla “İdamlara benden mi başlıyorsunuz?” sorusunu yönelten Zorlu’nun kollarına iki gardiyan girerek koridora çıkardılar. Tam 8 saattir bekliyordu bu anı. Gözlükleri alınmıştı; çevresini bulanık görüyordu. Başgardiyanın odasına götürdüklerinde eski Dışişleri Bakanı abdest almak istediğini söyledi.
İzin verdiler. Abdest alıp iki rekat namazını kıldı. Ailesine iki satır bir şeyler yazmak istedi. İyi görmeyen gözlerine rağmen mektubu yazıp imzaladı. İlgililere teslim etti.
İdam anı hızla yaklaşıyordu. Beyaz idam gömleğini mutad olduğu üzere elbisesinin üzerine giydirdiler. Sehpanın altına gelindiğinde infaz savcısı kararı yüzüne karşı okudu. Gerekçesini hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Yafta beyaz gömleğin üzerine iğneyle iliştirildi. İki imam gelmişti. Birisi Zorlu’ya son dinî telkinde bulundu. Köklü bir Osmanlı ailesinden geliyordu. Dinî kültürü kuvvetliydi. Hocanın telkin verirken düştüğü Arapça hatalarını bile düzeltti.
Ellerinin arkadan değil, önden bağlanmasını istedi. Bu isteği de kabul edilmedi. Cellat heyecandan titriyordu. “Oğlum” dedi cellada, “ne titriyorsun? İlmek senin değil, benim boynuma geçecek.”
Ve dudaklarında kelime-i şehadetle kimseden yardım almadan sehpaya çıktı. Son sözü “Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık” oldu. İşini kendisi halletmek istedi. Sandalyeye çıktı, yağlı ilmek boynuna geçirilirken o son derece sakindi. Ayağının altındaki sandalyeyi tekmeledi. Ancak garip bir şey oldu o anda. Uzun boylu olduğu için ayakları masaya değmiş, idam gerçekleşmemişti. Cellada, sadece masayı itip Zorlu’nun ayaklarını boşlukta bırakmak düştü.
Saatler 02.57’yi gösteriyordu.
Eski Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın idamında bir fevkaladelik görülmedi. Mithat Perin’in anlatımına göre Polatkan daha ilk günden idam edileceğine inanmıştı. Korktuğundan eğil ama Adalet Divanı’nın savunma yaptırmamak için elinden geleni ardına koymayan tavrı karşısında “Bu şartlar altında müdafaamı yapmayacağım” demişti. Bu, mahkemeye bir tür meydan okuma anlamına geliyordu.
Gördüğü alçakça muamelelere bedeni tahammül edememiş, 40 kiloya düşmüş, adeta canlı cenazeye dönmüştü. Hücresinden alıp kürsüye götürdüler. Kendinden geçmiş gibiydi. Saat 03.05’i gösterirken İmralı’daki darağacında Hasan Polatkan’ın cansız bedeni sallanıyordu. O sırada yan hücrelerde bulunan kader arkadaşları Agah Erozan ile İbrahim Kirazoğlu beraberce yüksek sesle Kur’an-ı Kerim okuyorlardı.
Böylece İmralı’ya getirilen 14 idam mahkûmundan 2’sinin cezası infaz edilmiş, geriye 12 idamlık kurban kalmıştı. Onlar da her an gardiyanların gelip kendilerini hücrelerinden çıkarmasını ve sehpaya götürmelerini bekliyorlardı. Ancak iki arkadaşlarının idamından sonra ses seda kesilmişti. Sabahın ilk ışıkları hücrelerinin duvarına belli belirsiz vururken, uykusuz gözleri ızdırap çöllerinde kavrulmaktaydı.
Üçüncü idam ertesi gün gerçekleşecekti. Menderes’in idamını Perşembe günü anlatalım.
.
Menderes idam edilince uçan binlerce kuş neyin nesiydi?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
Menderes idam edilince uçan binlerce kuş neyin nesiydi?
MUSTAFA ARMAĞAN
Bundan 64 yıl önce canice idam edilen Başbakan Adnan Menderes’in idamı sırasında ve sonrasında yaşananlarla ilgili bazı ilginç şahitlikler var. Mesela DP Bolu milletvekili Reşat Akşemsettinoğlu şöyle anlatır:
“Menderes’in (…) İmralı’ya getirildiğini öğrendik. Daha sonra eli tomsonlu bir yedek subay yanımıza geldi. Bize pencerelere yaklaşmamamızı, dışarı bakmamamızı ve arkamız pencerelere dönük oturmamızı söyledi. Bu arada bulunduğumuz yere birkaç nöbetçi bırakıp gitti. Bir şeyler olacağını anladık. İçimiz birden korkuyla doldu. İdam sehpasının bir binanın arkasında, bize 30-40 metre uzaklıkta olduğunu öğrenmiştik. Biz görmüyoruz ama buraya birtakım insanların hızlı adımlarla gidip geldiklerini, telaşlı konuşmalar olduğunu arkamız dönük olmasına rağmen hissediyoruz. O sırada göremediğimiz idam sehpasının bulunduğu yerden bir ses yükseldi. Biri Menderes hakkında verilen kararı okuyordu. Kararın okunması tam 20 dakika sürdü. Saat tam 13.23’te birden bir “Allah” nidası işitildi. Olanca metanetime rağmen yerimden fırlayarak, “Arkadaşlar, bu Menderes’in sesidir, yanılmama imkân yok. Onu da idam ettiler” dedim. Hepimiz birden donduk, kaldık…”
Bundan sonra hem hazin, hem de hayret verici bir anekdot anlatır:
“Menderes’in dudaklarından “Allah” kelimesinin çıkmasından 5-10 dakika sonra müthiş bir hadise meydana geldi. Hava birden kapandı ve dehşetli bir yağmur başladı. Yağmur 15 dakika sürdükten sonra yeniden güneş açtı. Bu tabiat olayı da bizi idamlar kadar etkiledi…” (Yıllarboyu Yakın Tarih Dergisi, Sayı: 6, Eylül 1978, s. 27.)
Reşat Bey Belçika’da çıkan Türk Sesi Dergisi’nde aynı sahneyi daha geniş anlatmış:
“Dışarıda hava birdenbire kararmıştı. Adeta etraf seçilemez hâle gelmişti. Koğuşta dahi birbirimizi seçemez olmuştuk. Saat tam 13.23’te Allah sesi bir anda etrafa yayıldı. Bu ses Menderes’in sesi idi. İki dakika sonra saat 13.25’te semadan tufan hâlinde bir yağmur sağanağı indi. Bu sağanak sanki ağaçları, binaları, insanları, eşyaları, gökten sürükleyip getiren bir seldi. İmralı’da bulunan karaağaçların dallarında tüneyen on binlerce kuş, yağmurun şiddetinden dolayı yerlerinden fırlayıp havaya süzülmüşler ve etrafı büsbütün karartmışlardı. Bu hadise hepimizi şaşkınlık içinde bıraktı. İlahi bir halin tezahürünü görmemek kabil değildi. Öyle tahmin ediyorum ki bu yağmurun yağdığı ve toprağı suladığı sırada, büyük vatan evladı Menderes’in, aziz ruhu, bulutların arasına süzülmüş ve mübarek cesedini bu yağmur suları gasletmişti. Sonradan öğrendiğimize göre hâkim, savcı ve subay maskesi altında Menderes’in idamını seyretmeye gelen katiller, yağmurun bu şiddeti karşısında çil yavrusu gibi etrafa kaçarak Menderes’in son anlarını görmek zevkinden mahrum kalmışlardı.”(Turhan Dilligil, İmralı’da Üç Mezar, Dem Yay., 1989, s. 92-93.)
Ardından Çingene cellat Üsküdarlı Kemal Ayson, yağlı ilmiği Menderes’in boynuna geçirdi. Menderes bir an etrafına acı acı baktı. Bu onun son bakışı oldu.
Herkes yazmıştı idamları ama Necip Fazıl’ınki kadar unutulmayan bir yazı yoktur herhâlde (Son Posta, 10 Şubat 1962). Üstad, iki gardiyanın ağzından, kendi üslubunu katarak belki de tarihteki en etkili idam tablolarından birini çizmiştir.
İdam gömleği giydirildikten sonra etrafı asker dizili yolda sehpaya doğru giderken Menderes birden durmuş ve ufuklara doğru son kez bakmış. Gözlerini daire şeklinde dünya mesafeleri etrafında gezdirdikten sonra hafifçe iç geçirmiş. İmralı’ya geldiğinden beri tek kelime etmeyen Menderes idam sehpasına çıkmış. Hocaların dinî telkinlerinden sonra cellat ipi sertçe boynuna geçirirken sabık Başvekilin ağzından “Dur!” sözü çıkmış, “bir dakika.”
Devamını Üstadın üslubundan okuma ayrıcalığını almayayım elinizden:
“Ve Menderes’in dudakları yalnız kendi gönül kulağına ve Allah’a hitap ederek kıpırdamaya başlıyor.
Bir, belki iki veya üç dakika okuyor. Ne okuduğu belli değildir, tek kelimesi duyulmamıştır fakat Allah’ına yöneldiği besbellidir.
Tam bir teslimiyet içindedir.
Tamam!
Havada sallanmakta…
Hava erlerinden bir kaçı bayılıyor.
Burada şahidi konuşturuyorum, şöyle anlatıyor:
“Hava açıktı ve ortalıkta bir kuş bile yoktu… Tam da Adnan beyin can verdiği anda, darağacının üstünde küçük, binlerce kuş peydahlandı, ortalık toz, duman oldu. Manzarayı görenler etrafa kaçıştı. Ben gördüklerimin dehşetinden düşecek gibi oldum.” (Dilligil, age, s. 95-100.)
Menderes Yassıada’ya yeni geldiği günlerde avukatı Burhan Apaydın’la görüşürken ona “İdamdan korkmuyorum” demiş ve şunu eklemişti:
“Ben Anayasa ihlali iddialarından, idamdan korkmuyorum. Beni tarihe mürtekip (hırsız) olarak geçirmek istiyorlar. Sizden bunu önlemenizi rica ediyorum.”
Allah cc. Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın mekânlarını cennet eylesin
.
1926 yılında bir öğretmen neden intihar etmişti?
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
1926 yılında bir öğretmen neden intihar etmişti?
Mustafa Armağan
Sözde Aydınlanmacı bunlar.
Osmanlı batıl inançlara, hurafelere boğazına kadar batmış da bunlar uyanmış, bilimsel, akılcı, deneyci vs. olarak yalnızca ilmi hakiki mürşit olarak kabul etmişlerdi.
Örümcek kafalılara karşı pozitivist zihinler kuşanmışlardı…
Dünyayı mitlerden yani efsanelerden arındırmak için yola koyulmuş bulunan Aydınlanma felsefesini modern çağda en büyük mit üreticilerinden biri olarak gören Max Horkheimer ve Theodor Adorno’nun Aydınlanmanın Diyalektiği adlı putkıran kitabını da okumamıştır bunlar ama Aydınlanmacı dedin mi en kahraman onlardır.
Efsaneleri yıkmak için yola çıkan Kemalist zihniyetin boğazına kadar battığı efsanelerden biri de “milletvekili maaşının öğretmen veya memur maaşından yüksek olamayacağına” dair Reisicumhur Mustafa Kemal’in bir direktifinin bulunduğudur.
Böyle bir şeyin gerçek olmadığını günlük gazetelerden bile öğrenebilirsiniz ama Kemalistlerde araştırma merakı hak getire!
İki gerçeği belirtelim sadece:
Bir: 1929 yılında milletvekillerinin aldığı 308 lira aylık ile o tarihte 255 gram altın satın alınabiliyordu ki bugünkü parayla 1 milyon 250 bin lira eder. (Ayrıca ayda 900 liraya kadar tahsisatları vardı ki onu bugünkü paraya çevirme işlemini siz yapıverin)
Bugün milletvekilleri 230 bin lira, yani 96 yıl önceki bir vekilden tam 1 milyon 11 bin lira daha az maaş almakta.
Bir başka deyişle 1929’daki bir vekil bugünün 5 vekilinden daha fazla maaşı cebine koymaktadır.
İki: 17 Mayıs 1930 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinin haberine bakılırsa İstanbul’daki öğretmenler 16 lira ile 80 TL arasında maaş alıyordu (ve 80 lira alan sadece 8 memurdu).
Demek aynı yıl Meclisteki vekilin aldığı maaşın 20’de biri ile 4’te biri arasında maaş alabiliyordu öğretmen ve müdürler. Bir başka deyişle 1930 yılında bir vekilimiz 20 öğretmen maaşıyla geçinebilmekteydi. Bugün bu oran 3 veya 4’e inmiş durumdadır.
GAZETELERİN YALANCISIYIM
Öte yandan Yarın gazetesinin 2 Haziran 1931 tarihli haberine bakılırsa durum daha vahimdir. Maarif (Eğitim) Bakanlığı tasarruf için öğretmen ücretlerinde indirim yapacak, ders ücretlerini 1 TL’ye indirecekmiş.
Yani 1929’daki öğretmen maaşları bile fazla gelmiş devlete.
Ha, bir de maaş alabilseler daha iyi olacakmış ama alamıyorlarmış!
Yıl 1941, öğretmenlerin ortalama 20-30 liralık maaşları ve kıdem zamları dahi zamanında ödenmiyormuş. İstanbul’da toplam 55 bin lira birikmiş kıdem zammı alacağı olan öğretmenler için bakanlıktan ayrılan tahsisat sadece 15 bin liraymış!
Ben demiyorum, 7 Şubat 1941 tarihli Cumhuriyet gazeteniz yazıyor.
Daha çarpıcı bir veri, ünlü edip-mebus Ruşen Eşref Ünaydın’ın 1925 Bütçe Müzakereleri sırasında TBMM’deki sözlerinde yatar. Şöyle demiş:
“Şunu biliyorum ki, maaş-ı hâzırı ile hiçbir muallimin hüsn ü hizmet ifa etmesi, hatta görebilmesi kabil değildir. Bunu hepiniz de biliyorsunuz. Mesela altı yüz kuruşa bir muallim oturup çalışmıyor. Kendi mesleğini terk ediyor. Uzun senelerden beri mesleğine vakfetmiş olduğu hayatını bir tarafa bırakıyor. Geçinmek endişesiyle mesela gidiyor, biletçi oluyor, kimi kontrolör oluyor, bazısı da bakkal çakkal yanında çalışıyor. Binaenaleyh, bunları bu sefalet hayatından kurtararak maarif hayatında iyi bir âmil olmalarını temin etmek lâzımdır. Şayet maaşlarını şimdiye kadar olduğu gibi böyle mühmel bir hâlde bırakacak olursak, hiç şüphe etmeyiniz ki yakın bir zamanda muallim arayacağız ve bulamayacağız.”
Hem de bunu kim aktarıyor biliyor musunuz?:
28 Şubat döneminde Türkçe ibadet konferanslarını hayranlıkla dinlediğiniz Cemal Kutay (Tarih Sohbetleri 1, 1966, s. 307-8.)
Ancak asıl hayret nidanızı buraya saklayın derim.
Sabahattin Ali’yi Atatürk’e hakaret eden bir şiir yazdı diye emniyete ihbar eden (bunu biliyor mudur Kemalistlerimiz, hiç sanmam?) Cemal Kutay 1926 yılında Konya’da bir ilkokul öğretmeninin dört aydır maaş alamadığı için intihar ettiğini açıkça yazmış (kendi de orada öğretmendir). İntihar eden öğretmen Maarif Müdürü Hasib ile Vali İzzet beylere birer mektup yazarak canına neden kıydığını şöyle anlatmış:
“Yarı çıplak ve aç, talebelerimin önüne çıkıp hükümetimin maarife (eğitime) lâyık gördüğü hakaretin sürünür örneği olmaya tahammül edemeyeceğim.”
YARI ÇIPLAK VE AÇ ÖĞRETMEN
Cemal Kutay’ın yazısının ilgili kısmı şöyle:
“1926 senesinde Konya’da, bir ilkokul öğretmeni intihar etti. Maarif Müdürü Hasib Bey ile Vali İzzet Bey’e birer mektupla canına kıyma sebeplerini anlattı: Konya Hususi Muhasebesi, dört aydır, ilköğretim mensuplarına maaş veremiyordu. Evet... Devletin diğer memurları aylıklarını, hiç olmazsa ay sonlarında alırlarken, ilkokul öğretmenleri bu haktan mahrum idiler: Çünkü, taaa 1938’e kadar ilkokul öğretmenlerinin aylıkları, umumi bütçeden değil, hususi idare, yani vilâyet gelirlerinden verilirdi. Bu üvey evlâd zulmünü giderebilmek için, rahmetli Maarif Vekili Vasıf Çınar’ın, Başvekil İsmet Paşa ile Mustafa Kemal’in huzurunda kavga edip istifa etmesi ve elçi olarak memleket dışına çıkıp orada ölmesi de kâfi gelmemişti...
İntihar eden öğretmen mektuplarında:
“— Yarı çıplak ve aç talebelerimin önüne çıkıp, hükümetimin maarife lâyık gördüğü hakaretin sürünür örneği olmaya tahammül edemeyeceğim...” diyordu. Bir ilkokul öğretmenin aylığı altı (6) lira ile dokuz (9) lira arasında idi o yıllarda... Vakıa, bu rakamın o günkü yaşama şartları içindeki değeri, bugünkü kıstaslarla ölçülemezdi amma, yine de, bugün olduğu gibi (1966’yı kastediyor-MA), en az para alan iki unsur vardı Türkiye’de: Öğretmenler ve Din Adamları... Yâni, Türkiye Halkının dünyasını ve dünya sonrasını inşâ edecek iki gerçek temel mimarları...”
Cemal Kutay aynen böyle yazmış. Arzu edenler Nisan 1966 tarihli Tarih Sohbetleri 1’in 306-308. sayfalarından kontrol edebilir.
Yukarıdaki satırları okuduktan sonra Kemalistlerin efsaneleri nasıl imal ettiklerini, kendi kaynaklarını bile bilmediklerini, okumadıklarını ve araştırmadıklarını bir kere daha görmüş oldunuz.
Siz gördünüz de onlar gördü mü? Bundan pek emin değilim.
Damal dağına selam duranlardan biz de çok şey istiyoruz galiba
.
108 yıl önce Haydarpaşa garındaki esrarengiz patlama
Mustafa Armağan İletişim: yeniakit@yeniakit.com.tr
108 yıl önce Haydarpaşa garındaki esrarengiz patlama
MUSTAFA ARMAĞAN
Bundan 108 yıl önce, 6 Eylül 1917 günü meydana gelen Haydarpaşa garı patlaması kalın bir sır perdesinin arkasına saklanmış durumdadır. Olay, vakt-i zamanında iki satırlık bir resmi tebliğle geçiştirilmiş, millet ise patlamanın, bir işçinin elindeki cephane sandıklarından birini yere hızlıca atması veya düşmesi üzerine meydana geldiği masalıyla uyutulmuştu.
Lakin gerçeklerin günün birinde ortaya çıkmak gibi garip bir huyu vardır. İttihatçılar istedikleri kadar bu yalanı cilalamaya çalışsın, hatıralarını olaydan sadece iki yıl sonra kaleme almış bulunan Alman Başkomutan Liman von Sanders, sabotajın daha kuvvetli bir ihtimal olduğunu hatıra defterine kaydetmiştir bile. Şöyle yazmıştır Liman Paşa:
“Ayrıca 6 Eylül’de Haydarpaşa garındaki büyük cephaneliğin havaya uçması ve bu esnada liman ve demiryolu tesislerinin, ambar ve erzak depolarının tahrip olması, Ordu Grubu F için önemlidir. Avrupa’nın yarısını kat edip getirilen cephane, muhakkak ki bir cephane sandığının düşürülmesi ile –iddia edilen buydu- infilak edecek kadar hassas değildi. Bu nedenle, büyük bir ihtimalle Türklerin savaş gücünü kırmak için kasten havaya uçurulduğu sonucuna varmak gerekir.”
Müttefikimiz Almanlar bizi bu patlamanın bir İngiliz operasyonu olduğuna inandırmaya çalışmış ama izinsiz kuş uçurtmadığı söylenen Alman istihbaratının nasıl olup da İngilizlerin sabotajını haber alamadığını açıklamamışlardı.
Aslında İstanbul 1917-18 yıllarında itiraf edilmeyen bir “Alman işgali” altındaydı. Her tarafta Alman subayların sözü geçiyor, Alman Genelkurmayı adeta başkent İstanbul’a hükmediyordu. Tam da sakınılan göze çöp batar misali, bu sırada Almanların ana karargâhı olan Haydarpaşa garında o korkunç patlama vuku bulacak, ölenler, yaralananlar olacak, peş peşe infilaklar İstanbulluların yüreklerini ağızlarına getirecek, tahrip olan Gar binası, yıllarca o harap yüzüyle vapur yolcularının yüreklerini dağlayacaktı. (Rahmetli Semavi Eyice çocukluğunda gardaki yanık izlerine şahit olduğunu anlatmıştı bir sohbetimizde.)
İyi de kimin marifetiydi bu patlama? Hedefi saptırmak isteyenler bir İngiliz uçağının yukarıdan bomba atığını söylüyordu ama uçağı gören, eden yoktu.
Patlamaya sansür uygulanmıştı ama Filistin’de cephane bekleyen Mehmetçiğin umutları bu olayla biraz daha kararırken basına sansür uygulanması hangi derde derman olacaktı?
Günün birinde olayın içyüzü aydınlandı. Buna göre patlama, İngilizler tarafından değil, Fransızlar tarafından gerçekleştirilmişti. Ama nasıl? Meğer dışarıdan bir sabotajla değil, içeriden bir ihanetle patlatılmıştı Haydarpaşa garında aylar boyunca biriktirilen cephane ve mühimmat.
Fransız istihbaratı, baştan beri İstanbul’dan Doğu cephesine sevk edilen silah, cephane ve askerleri sıkı takibe almıştı. “Nasıl olur?” demeyin, çünkü Almanların içine sızmış olan bir Fransız casusu, Georg Mann adlı Alsacelı deniz askeri, Haydarpaşa’daki karargâhta kritik bir mevkide çalışmakta, olan biteni, ara sıra yaptığı Berlin yolculuklarında şefine gizlice aktarmaktaydı. Böylece Alman karargâhının faaliyeti İtilaf güçlerine ispiyonlanıyor, onlar da özellikle İngilizlerin Filistin cephesinde ellerini rahatlatacak bir tedbiri İstanbul’da almanın çaresine bakıyordu. Casus Mann, ekibiyle el ele patlayıcıların ateşlenmesini sağlamıştı.
Gün gelmiş, bir tanık hatıralarını bir dergiye anlatarak olayın içyüzünü deşifre etmişti.
A. Baha Özler adlı kişi, Georg Mann’ın mesai arkadaşlarındandı. Patlamanın duyulduğu dakikalarda Cağaloğlu yokuşundan aşağıya doğru koşarken görür arkadaşı Mann’ı. Beraberce bir motora binip Haydarpaşa’ya doğru yola çıkarlar. Garip şey; Mann’ın elinde nereden bulduysa bir fotoğraf makinesi vardır ve patlamanın fotoğraflarını nefes almadan çekmektedir. Tanığımız şüphelenir durumdan ama susar ve İstanbul İtilaf kuvvetlerinin işgaline uğrayıncaya kadar kafasında taşır bu muammayı.
Artık Alman subaylar İstanbul’u terk etmiştir. Baha Bey bir gün Kohut Birahanesinde garip giyimli biriyle karşılaşır. Adam kendisini eski arkadaşı Georg Mann olarak tanıtırsa da, o sırada Alman subaylara yaklaşmak İngilizlerce cezalandırıldığı için yakınlaşmaktan çekinir. Bunun üzerine Mann cebinden bir karne çıkartıp uzatır. Baha Bey hayret dolu bakışlarla göz atar karneye. Eski arkadaşının adı, “Georges Mann” olmuştur ve altında Fransızca “Bizim adamımızdır” yazılıdır.
Mann, patlamayı kendilerinin gerçekleştirdiklerini göğsünü gere gere anlatmıştır o gün. Baha Bey şaşkındır. Yıllar yılı düşman hesabına çalışan bir istihbaratçı ile birlikte çalışmıştır ama hiç haberi olmamıştır. “Derin bir üzüntü duyuyor ve vicdan azabı çekiyordum” diyor ve ekliyor:
“Müttefik ve dost bildiğim bu haine kim bilir ne yardımlar yapmış, ne potlar kırmış ve ne haltlar işlemiştim!”
Peki, kim dost, kim düşmandı? Yoksa sözde dost Almanlar bizi daha derinden mi yıkmıştı?
.