Hangi laiklik?
Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, şöyle bir cümle kurdu; “Sizin laiklikten anladığınız şey bu. Siz bunları laikliğin gereği olarak yaptınız. O zaman sizin laiklikten anladığınız şey ile benim laiklikten anladığım şey aynı değil.
Laiklikten, bütün vatandaşların hangi dine inanırlarsa inansınlar; dini inanç ve ibadet hürriyetlerinin devlet garantisi altına alınmasını anlıyorum. Evrensel laiklikten yanayım. Sen Türkiye'ye özgü, kendi icat ettiğin bir laiklik kavramını bana dayatıyorsun. Bu olmaz."
Ne var bunda? Bu ifadelerin neresi yanlış?
Bilindiği gibi Laiklik, Fransız Devrimi'nin ürettiği ve devreye soktuğu bir enstrümandı. Tabiatı itibariyle de asla din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak için yürürlüğe sokulmuş bir kavram olmadı.
Bilhassa ülkemizde dini inanışları güvence altına alan bir fikir olarak da doğmadı. “Yeni bir ulus yaratma” aracı olarak devreye sokuldu laiklik.
Hal böyle olunca Türkiye'deki laiklik uygulamaları yeni bir ulus yaratma ve İslam dinini toplumun her alanından tasfiye etme amacıyla yürürlüğe sokuldu.
Cami, medrese, vakıf, türbe ve benzeri kurumlar tasfiye edilerek mal varlıklarına el konuldu. Aynı Fransa'da olduğu gibi Tevhid-i Tedrisat ve Tekke ve Zaviyelerle ilgili kanunlar çıkarıldı. Bu ülkede 1946 yılına kadar Hacca gitmek yasaktı mesela!
Açıkçası pozitivizm, İslam'ın yerine ikame edilerek yeni bir ulus dini yaratılmak istendi.
Yani laikliğin bütün medeni dünyada üstlenmiş olduğu misyon Türkiye'de tuhaf bir demagojiye dönüştü. Daha açıkçası ideolojik bir araca dönüştürüldü.
Anlayacağız o vakitler laiklik, kıyafetiyle, yeni kültür ve yaşam biçimiyle donatılmış sıfır kilometre yeni bir Türk ulusunun inşasına hizmet etmekteydi.
Bu dayatmaya karşı olanlar ise doğru yoldan sapan birer kara cahil olarak yaftalandı. Hala da öyle görünürler. O yüzdendir ki yıllardır laiklik bahanesiyle bu ülkenin masum dindar insanına durmadan zulmedildi.
Kız ve erkek çocukları en verimli en üretken yıllarında temel insan haklarından mahrum bırakılarak ötekileştirildi ve haklarında yasal işlemler başlatıldı.
Yahu şimdi Yusuf Tekin’e kızıyorlar da, bu ülkede laiklik gerekçe gösterilerek darbeler yapılmadı mı? “Tehdidin adı irtica" denilerek halkın teveccüh gösterdiği partilere operasyon düzenlenmedi mi?
“Hamdolsun” demek bir partinin kapatılması için yeterli sebep görülmedi mi?
Anlayacağınız "Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak" sihirli cümlesiyle herkes rahatlıkla cumhuriyetin temelini sarsmak ve yıkmak suçundan hayatı bir anda kararabiliyordu.
Örneğin herhangi bir fakülteyi bitirip mezun olmanızın onlar nazarında bir kıymeti yoktu. Şayet başörtülü iseniz laik olmadığınız gerekçesiyle diploma bile alamazdınız!
Doktor, hemşire, öğretmen, mühendis ya da bilim insanı olup olmamanızı performansınız değil başınızdaki örtü belirliyordu!
İmam Hatip okulları laiklik gerekçe gösterilerek katsayı adaletsizliğe maruz bırakılırken, başörtülüler okul önlerinden kovulurken, asker anneleri laikliğe zarar verir gerekçesiyle kışlaya bile sokulmazken, lise talebeleri Cuma namazı kıldı diye günlerce ekranlarda terörize edilirken neredeydi bu özgürlükçü CHP’liler?!
Totaliter laiklik anlayışı, bir avuç hastalıklı, marjinal, militan bir kesim oluşturdu bu ülkede. Yusuf Tekin işte buna dikkat çekiyor.
Oysa bir devletin vatandaşları dini konularda farklı düşünebilir, herkesin inancı, mezhebi farklı olabilir. Doğru olan, herkesin inancını kendi bildiği yoldan yaşaması ve ibadet özgürlüğünü elde etmesi ve bunun yasal güvence altına alınmasıdır.
Laiklik tüm medeni ülkelerde olduğu gibi din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına alan bir kavram olarak işlev görmelidir. Normal olan budur.
.
Yusuf Tekin neden hedefte?
İyi niyetli tüm çabalara rağmen Türk eğitim sistemi doksan yıllık bir öğütme aracı olarak karşımızda hala ciddi bir sorun olarak durmaktadır.
Çünkü eğitim, bir sistem olarak Türkiye’nin yerli insanına değil batı aklına(pozitivizm) hizmet etmesi için kurgulanmıştır. Bu yüzdendir ki uzun yıllar bir yapı bozumuna uğratılmadan varlığını devam ettirmektedir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu da bu çerçevede çıkarılmıştır. Bu durum İlber Ortaylı’nın tespitiyle; “…eğitimin iki türlü okulda yapıldığı, bürokraside iki sınıf memurun yan yana çalıştığı, daha doğrusu iki tür dünya görüşünün birbiriyle çatıştığı bir toplum sistemi haline dönüştü.”
Rahmetli Halil İnalcık ise; “Türkiye, o dönemde Batı’yı bir bütün olarak benimsemiştir. Türkiye’de radikal bir değişim yapmayı, toplumsal düzeni kökten değiştirmeyi ve her alanda Batılılaşmayı amaçlamıştır” diyerek meseleyi özetler.
O yüzdendir ki Türkiye’de eğitim sisteminin tek bir hedefi vardır; o da ülke insanında medeniyet bilincinin gelişmesini engellemektir.
Açıkçası sistem bütünüyle bunun üzerine inşa edilmiştir. Bu yüzden eğitim, pozitivist düşünceden asla taviz vermez. Kemalizm’i de bu uğurda bir araç olarak kullanmaktadır.
Bu yüzdendir ki eğitim, farklı kesimleri dışlayan, çoğulculuğu, özgürlüğü, üretkenliği körelten, toplumsal huzuru ve barışı bozan bir düşüncenin yaygınlaşmasına hizmet etmektedir. Bu yüzden ders kitaplarının hemen hiçbirinde farklı kesimlere gereken itina gösterilmemiştir.
Hal böyle olunca eğitim sistemi tamamen CHP eksenli bir anlayış üzerine işlev görmektedir. Düşünün ülkedeki tüm farklı kesimlerden tedarik edilen vergilerle finanse edilen milli eğitim yıllardır tek bir ideolojiye hizmet etti.
Bu durum adil olmadığı gibi, bir taraftan ülke çocuklarının var olan yeteneklerini köreltti, diğer taraftan da tarihine, kültürüne medeniyetine yabancı nesiller yetiştirmeye devam etti.
Şimdi Yusuf Tekin, bunu tersine çevirmek için büyük çaba harcıyor. “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” etrafında müfredatı yerli ve milli bir zemine çekmeye çalışıyor.
Eleştiren, sorgulayan, akıl yürüten, bilimsel gelişmelere açık, tarihini bilen, köklerine sahip çıkan, vatanını, milletini seven bir eğitim anlayışını savunuyor.
Mavi Vatan, Gök Vatan gibi bu ülkeye ve millete ait değerlerin müfredata dahil edilmesini sağladı. Ders kitaplarında sömürgeci dil yerine bu toprakların, bu iklimin dilini tercih etti.
Hem ülkesinde hem de bölgesinde bir medeniyet perspektifine sahip olan, farklı kimliklerin vatan bilinciyle bir arada yaşamaları gerektiğine dair yeni sosyolojik fikirler geliştiren kaliteli öğrencilerin yetişmesini arzu ediyor.
Geleceğe güvenle bakan, kadim medeniyetinden ilham alan, teknolojiye yön verebilen, ilim- irfan sahibi gençlerin yetişmesine öncülük eden bir eğitim felsefesinin inşa edilmesini savunuyor ve bu uğurda çalışmalar yürütüyor.
Kısacası küresel emperyalist sistemin arzu ettiği bir gençlik yerine, yerini yurdunu bilen kaliteli bir gençliğin peşinde.
Tüm bu gelişmeler doğal olarak ülkedeki Amerikancıların tepkisine neden oldu.
Onlar 19. yüzyıldan kalma batıcı değer yargılarıyla tanzim edilen bu sistemden çok memnunlar.
Çünkü batıcı eğitim sisteminden ahlâk, erdem ve vicdan sahibi fikir adamları, sanatçı, mimar, sosyolog, hukukçu, yazar, siyasetçi, doktor, kimyager, mucit insanlar yetişmiyor.
Çünkü onlar bu coğrafyada üretilen değerleri, ilim irfan birikimini, insanla ve doğayla kurulan irtibatı, adaleti, merhameti, sanatı, birliktelikleri, bilim ve teknolojiyi bu ülkenin çocukları öğrenmesin istiyor.
Yusuf Tekin ise “bize ait, buraya ait, yeni ve köklü bir sistem inşa etmeliyiz” diyor. Mesele tamamen bundan ibarettir.
.
Siyasetin yapamadığını eğitim yapar
Bilindiği gibi medeniyet “mdn” kökünden gelir. Mdn aynı zamanda hem sekene/skn hem de kame/ekame anlamlarına sahiptir. Her iki kelime de sükûn bulmak, oturmak, sakin olmak gibi anlamlara gelir ancak İhsan Fazlıoğlu’na göre kame/ekame aynı zamanda dik durmak demektir. Oturarak-mesken edinerek- dik durmak.
İnsanın beşeri tarafı sakin iken dik duran insani tarafı akli/manevi yönüdür. Dik durmadan, akıl sahibi olmadan, yeri yurt edinme noktasında cesur adımlar atmadan, büyük düşünmeden ülkenize hizmet edemezsiniz.
İhsan Fazlıoğlu Hoca bu meseleyi uzun uzun anlatır.
Sevgili dostlar, bilindiği gibi bizler 1699 yılında yapılan Karlofça Antlaşması’ndan bu güne beka-i devlet kaygısı yaşayan bir milletiz.
İbn Haldun’un ”Mağlup, galibi taklit eder, ona benzemeye çalışır” tespitinde olduğu gibi CHP marifetiyle de yıllardır taklide zorlandık.
Özümüzden, geçmişimizden, kendimizden, tarihimizden, medeniyetimizden uzaklaştırıldık. Ömrümüz darbelerle, yoksullukla ve hasretle geçti.
Türkiye, CHP zihniyetinin ürettiği asimilasyoncu, farklılıkları dışlayan, ilim ve kültür birikimini kesintiye uğratan, baskıcı, ideolojik, dar politikaları geride bıraktı. Bıraktı ama tesiri hala devam ediyor.
Uzun zamandır da tarihi kültürel ilim irfan geleneğiyle temas kurma, yeri yeniden yurt tutma ve ortak akıl inşa etme anlayışı üzerine kurulu yeni bir şuurun, bilincin oluşması için çaba sarf ediyoruz.
Eskiden açılan yaralarımızı sarmaya çalışıyoruz. Ne var ki eğitim yaramız hala kanıyor.
Bakınız, Türkiye’de eğitim hayatını tanzim eden kanunların darbe dönemlerinde cuntacı generaller marifetiyle hayata sokulduğu bir gerçektir.
Örneğin 222 sayılı İlköğretim Kanunu’nun kabul tarihi 1961, 1739 sayılı Eğitimin Temel Kanunun kabul tarihi ise 1973’tür. 1982 darbe anayasasındaki eğitim kanunu da bugün hala geçerliliğini sürdürmektedir.
28 Şubat MGK Kararlarını söylememe gerek bile yok. İsmail Hakkı Karadayı’nın 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası, Çevik Bir’in meslek liselilerinin önünü tıkayan katsayı uygulaması gibi sayabileceğimiz çok sayıda kanun ve yönetmelikler çıkarıldı.
Hakkını yemeyelim, AK Parti, dönemin baskıcı ve despot kararlarının çoğunu değiştirdi ve eğitim sistemine bir nebze olsun nefes aldırdı.
Ne var ki Türkiye’de eğitim yapı ve anlayış olarak bugüne kadar hiçbir değişikliğe maruz kalmadı. Kısacası bugüne kadar hiçbir güç eğitim sistemini değiştiremedi.
Ülkeyi Gladyo’nun talimatlarıyla her darbe döneminde hizaya sokan, sosyal, siyasi ve ekonomi alanlarında gerileten, tırpanlayan hem içeride hem de dışarıda elini kolunu bağlayan Amerikancılar eğitim alanı da boş bırakmadılar.
Global ölçekte gerçekleşen operasyonları yürüten bu ihanet şebekesi eğitim kurumlarını vesayet üreten birer fabrikalara dönüştürmekten geri kalmadı.
Medya, sivil toplum, siyaset, dernek, işadamı ve sanat dünyası üzerinden çok kapsamlı bir sistem kuran küreselci derin yapılar eğitim aracılığıyla topluma sürekli olarak nifak soktular.
Böylelikle eğitim sistemi bir mekanizma olarak ülkeyi yerlilikten uzaklaştırarak Amerika’nın emellerine hizmet etmesi için iyi bir imkân sunuyordu.
Oysa Türkiye’nin değişen dünya ve bölge dengeleri içinde, bu değişimi anlayıp, ayak uydurabilecek, vizyon ve proje sahibi, aldığı bilgiyi sağlam analiz edebilecek bireylere ihtiyacı olduğu açıktır.
İçeride birlikteliği esas alan Türkü, Kürdü, Alevi’yi, Suniyi, seküleri, dindarı, bir arada çatışmadan tutabilen, medeniyet perspektifli, içinde yaşadığı toplumun geçmişi ve bugünü ile barışık, farklılıklara hoşgörülü, ahlaki değerleri benimsemiş bireyler yetiştirmeye özen gösteren bir eğitim sisteminin artık devreye sokulması bir zorunluluktur
.xxx
Türkiye iç cepheyi güçlendirmek zorunda
ABD ve İsrail, şiddet, cinayet ve adaletsizlik üzerine kurulmuş iki terör devletidir. Uluslararası hukuk, insan hakları, BM kararları gibi şeyler bu iki devlet için geçerli değildir. İstedikleri ülkeyi işgal etmeleri için herhangi bir bahane uydurmaları kâfi.
Dünyanın geldiği ya da getirildiği noktaya bakar mısınız?
Geçenlerde Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, askeri kıyafetleri giyerek "savaş hazırlıklarından" söz etti.
Kuzey Kore’den de sesler gelmeye başladı. Son zamanlarda Güney Kore'yi işgal etme tehdidinde bulunuyor
Orta Doğu malum bölgesel savaş yaşanıyor. Gazze, Lübnan ve Suriye’ye doğru ilerleyen bir tehdit söz konusu. Daha dün İsrail, İran’a saldırdı. Rusya, Ukrayna üzerinden engellenmeye çalışılıyor.
Bahçeli’nin açıklamalarından sonra ülkemizde de TUSAŞ’a bir terör saldırısı gerçekleşti.
ABD saydığım tüm bu savaşların merkezinde yer alıyor.
ABD'nin Pasifik bölgesindeki üst düzey komutanlarından General Charles Flynn ise ABD ile Çin arasında savaş çıkarsa, bunun küresel ekonomik açıdan yıkıcı sonuçları olabileceğini söylüyor.
Çünkü Bloomberg Economics Ocak ayında bir savaşın maliyetinin 10 trilyon dolara kadar çıkabileceğini, bunun da küresel GSYİH'nın yaklaşık %10'una denk geldiğini açıklamıştı.
Yayınlanan bir raporda, Ortadoğu'da daha geniş çaplı bir çatışmanın petrol fiyatlarını ve enflasyonu artıracağı, Ukrayna'nın bir kısmının barış anlaşması kapsamında Rusya'ya verilmesi durumunda ise gıda ve petrol piyasalarının daha da bozulacağı belirtiliyor.
Diğer taraftan ABD, Tayvan'a yönelik bir Çin tehdidiyle başa çıkmak ve Pasifik'teki konumunu güçlendirmek için çok da yeterli görünmüyor çünkü ABD'nin askeri ve savunma sanayi üssü zayıflıyor.
RAND Corporation'dan Raphael Cohen bile Rusya ve Çin ile aynı anda mücadele etmek durumunda kalacak olan bir Amerika’nın askeri harcamalarında büyük bir artışa yol açacağını ve bunun da Amerika’ya olumsuz etkileyeceğini söylüyor.
Fakat Amerika buna rağmen bir dünya savaşı çıkarmak için var gücüyle çabalıyor. Ve ülkeleri kışkırtıyor.
Tam da böyle bir zamanda “Uluslararası politikada dönüm noktası” olarak görülen BRICS Zirvesi gerçekleşti. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da katıldığı zirvede önemli kararlar alındı.
Filistin'in Birleşmiş Milletler'e tam üyeliği, İsrail'in Lübnan'daki terör saldırıları, Gazze, Suriye ve İran'daki saldırıları, Kızıldeniz krizi, Güney Sudan, Haiti, Afganistan'daki durum gibi birçok başlık masaya yatırıldı.
En önemlisi de gelişmekte olan ülkelerin daha fazla temsil edilmesi için Bretton Woods gibi kurumlarda reform yapılması istendi.
Ve elbette İsrail'in saldırılarını derhal durdurması çağrısı yapıldı. Hatta iklim değişikliğiyle mücadele bahanesiyle tek taraflı tedbirlere karşı olduklarının da altını çizdiler.
Atlantik cephesinin tüm dünyayı tehdit ettiği şöyle bir zamanda Türkiye bir taraftan BRICS’e üye olmanın yollarını ararken diğer taraftan da haklı olarak iç cepheyi güçlendirmeye çalışıyor.
Ve bunun yolunun da Türk Kürt ittifakı olduğunu çok iyi biliyor.
Tek parti döneminde sadece Kürtlerle değil tüm farklılıklarımızla olan bağımız kopartıldı. Tarihi hafızamız boşaltıldı. Tarihi şuurumuzu da gelecek idrakimize de ciddi darbe vuruldu.
O yüzdendir ki bu tarihi birliktelik yeniden inşa edilsin istiyoruz. Bahçeli’yi eleştirebilirsiniz ama doğru bir şey yapıyor.
Bahçeli’nin de ifade ettiği gibi; Türklerle Kürtler bin yıllık bir ortak din, ortak tarih ve ortak coğrafya sonucunda maddi ve manevi bakımlardan birleşmişlerdir. Bugün ise ortak düşmanlar ve ortak tehlikeler karşısında bulunuyorlar. Bu tehlikelerden ancak ortak bir kararlılıkla ve birliktelikle kurtulabilirler.
xxx
.
Birlik olursak parçalayamazlar
I.Dünya Savaşı, imparatorlukların tasfiye edildiği (İngiltere hariç) bir savaştı. II. Dünya Savaşı sonucunda İsrail kuruldu. Bu süreçte Hitler eliyle İbrani asıllı Yahudiler İsrail devletinin kurulması için Filistin'e gönderilirken Hazar Türkleri/Yahudileri de fırınlara gönderildi.
Hitler ile Yahudi örgütleri arasında, Alman Yahudilerinin Filistin' e göçlerini kolaylaştırmak amacıyla bir anlaşma imzalandığını tarihçiler söylüyor.
Kısacası I. ve II. Dünya Savaşlarıyla İsrail devletinin temelleri atılmıştı. Şimdi III. Dünya Savaşı ile büyük İsrail devletini kurmak niyetindeler.
İsrail devletinin kurulabilmesi için de Osmanlı Devleti’nin savaşa girip parçalanması gerekiyordu. 1982 yılında Oded Yinon tarafından kaleme alınan “İsrail için strateji” adlı çalışmada da Suriye’nin ayrı devletlere bölünmesi planlanıyordu.
Suriye’nin kuzeyinde ikinci bir İsrail devleti diyebileceğimiz PKK devletinin kurulması da planın bir parçasıydı.
Servetlerini büyük krizlerden ve büyük savaşlardan temin eden küresel sistem, II. Dünya Savaşından sonra finans ağını da sistemleştirerek gücünü arttırdı.
1978 Washington mutabakatı ile birlikte “piyasalar ne kadar serbest olursa o kadar refah ve zenginlik” vaatleriyle/bahanesiyle çark dönmeye başladı. Ve finansal despotizmin temelleri de atılmış oldu.
Bugün küresel ekonominin %40‘dan fazlası 43 bin şirketin kontrolünde ve bu şirketler de 147 bankacılık ve finans şirketinin tekelinde.
Böyle bir dünyada milletlere yer yok. Artık sahnede ulus üstü şirketler, finans kuruluşları, siber askerler, istihbarat yapıları ve ülkelerde konuşlandırılan terör örgütleri başrol oynuyor.
Düşünün, Irak petrolleri 1958 ihtilaline kadar % 23,75 eşit hisseyle ABD, İngiltere, Fransa ve Hollanda arasında paylaşıldı. %5 hisse de anlaşmaya aracılık eden petrol baronu Caloste Gülbekyan'a ayrıldı. Irak'a mı? %0 hisse!
Ve sonra USA Dışişleri Bakanı Kissinger'in “Umarım birbirlerini yok ederler” dediği İran-Irak Savaşı! Peki, kim kazandı? Tabii ki her iki ülkeye de aynı anda finansörlük yapan küresel baronlar.
İslam ülkelerini çözüp, dağıtmak ve kendi dünyalarında hapsetmek isteyen bu güçlerin temel amacı İslam dünyasında gerçekleşmesi muhtemel bir siyasi, ekonomik ve askeri birlikteliğin tesis edilmemesidir.
Bu sebeple sürekli halklarda bir bilinç kaymasına ve bulanıklığına yol açtılar. Aydınlardan da yandaş toplayarak insanların kafalarının karışmasını sağlıyorlar. Mezhep ayrılığı da cabası!
Bakınız son iki yüz yıldır finans, teknoloji, istihbarat, askeri, siyaset ve medya gibi birçok alanda örgütlenen ve güçlenen bir Amerikan emperyalizminin varlığı ile karşı karşıyayız.
Bugün dünyanın geri kalanının sessiz kalması bu gücün neredeyse tüm ülkelere sirayet etmesi sebebiyledir.
O yüzden diyorum ki, İsrail’in topraklarımıza doğru ilerlediği bir şöyle bir zamanda bu topraklarda yaşıyor olmanın verdiği bilinç ve sorumlulukla buraya ait söyleyebilecek sözlerimiz olmalıdır.
Sözlerimiz; elbette dini, ırkı, rengi, düşüncesi, mezhebi, inancı ne olursa olsun vicdan, ahlak ve erdem sahibi herkese olmalıdır. Çünkü saldırı hepimize dönük…
İçeriden ve dışarıdan kuşatma altında olduğumuzu söylememize gerek var mı? Her şey gözlerimizin önünde cereyan ediyor.
İçimizdeki şuursuz, entelektüel melekeleri dumura uğramış sözüm ona aydın ve siyasetçiler, tatlı su İslamcıları, gevşek, lüpçü muhafazakârlar henüz meselenin ciddiyetini kavrayamadılar.
Elli yıldır ‘kahrolsun İsrail’ sloganı atmaktan öte bir şey yapamayan, coca cola boykotunu büyük mücadele kapsamına alan bu tipler mezhepçi takıntıları yüzünden birliktelik ruhundan uzak görünüyor.
Oysa bizler, özü-gürlüğümüzü, derin irfanımızı, varlığımızı ve vicdanımızı kimseye esir etmeyeceğimizi cümle âleme yeniden ilan etmeliyiz. Burası başkalarının değil bizim meskenimizdir.
.
İsrail durmayacak, aklımızı başımıza alalım
İsrail’in ilk başbakanı David ben Gurion, Tevrat’ta geçen; “ Sana kulluk etmeyen kavim ve ülke yok olacak ve milletler tamamen harap olacak” ayetini hatırlatarak şöyle diyordu; “Yahudi devletinin sınırları sonsuza kadar kesinleşmeyecektir.”
“O yüzdendir ki” diyordu “şu anda İsrail’in temel düşüncesi savaştır, başka bir şey değil.”
Ünlü Tevrat tefsircisi İbn Meymun’a göre; Kral soyundan Mesih gelince diğer milletler Yahudilere boyun eğecekler ve böylelikle Yeni Dünya Düzeni kurulacak.
Mesih’in ortaya çıkması için de bazı kehanetlerin gerçekleşmesi gerekiyordu. Bunlar; İsrail’in bir devlet olarak kurulması, Kudüs’ün ele geçirilmesi, İsrail’in nükleer güç sahibi olması ve Mescid-i Aksa’nın yıkılıp yerine Süleyman Tapınağı’nın üçüncü kez inşa edilmesi.
Bunun uzun soluklu bir proje olduğunu bilmem söylememe gerek var mı?
Bakınız, 1931'den 1948'e kadar İngiliz Mandası altındaki Filistin'de Siyonist bir devlet kurmak amacıyla terör saldırıları gerçekleştiren silahlı paramiliter Siyonist bir yeraltı örgütü vardır adı, Irgun.
Kurucusu ve lideri, siyasi Siyonizm'e bağlı olan ve Chaim Weizmann'ın tavsiyesi üzerine 1921'de Dünya Siyonist Örgütü'nün liderliğine atanan Odessa doğumlu Rus Yahudi Siyonist Vladimir Jabotnski’dir
Bu adam aynı zamanda Çanakkale ve Filistin cephesinde İngilizlerle birlikte Osmanlı’ya karşı savaşan Betar adlı silahlı örgütün de kurucusudur.
Bu tür örgütlerin yanı sıra Mesih'in gelişini hızlandırmak için Tapınağı yeniden inşa etmeyi amaçlayan aşırı Yahudi mezhepleri de mevcuttur. Bunlar teolojik alt yapısı olan çok tehlikeli örgütlenmelerdir.
Şu anda Ağlama Duvarı'ndaki iki Talmud okulu, iki yüz öğrenciye tapınak hizmetinin inceliklerini öğretiyor. Nisan ayında, Mesih'in gelişini hızlandırmak için Kudüs'te kızıl başlı bir inek kurban edildi.
Yahudi mesihçiliği süreci hızlandırmak istiyor, bu yüzdendir ki Yahudi-Amerikalı Atlantikçiler, Rusya'yı dünyayı yok edecek küresel bir nükleer savaşı tetikleyecek noktaya getirmek için sürekli kışkırtıyor.
Ukrayna ve Filistin'deki savaşlar nasıl bir nükleer felakete doğru gittiğimizi gösteriyor. Bunu Kudüs Tapınağı'nı yeniden inşa etme süreci dâhil olacak.
Yahudiliğe göre “Mesih”in temel görevlerinden biri, Hezekiel'in (37:26-28) kehanetine göre sonsuza kadar kalacak olan Kudüs'teki Üçüncü Tapınağın (Bet HaMikdash) yeniden inşası olacaktır.
13 Şubat 2002'de Beş yüz bin İsrailli, Tapınak destekçileri tarafından düzenlenen bir gösteriyle Tapınak Dağı'na yürümüştü. Ve burada tüm Kudüs'ü ele geçirme sözü verdiler.
İsrail'de yıllardır Tapınağın "yakında" yeniden inşası için özel olarak çalışan dernekler var. En aktif ve güçlü olanlardan biri, geleceğin Tapınak rahiplerini eğiten bir haham okulu olan Yeshiva Ateret Cohanim'dir.
Bunlar Üçüncü Tapınağı yeniden inşa edebilmek ve böylece İsa'nın ikinci gelişini hızlandırabilmek için tüm Yahudilerin Filistin'e geri gönderilmesi gerektiğine inanıyorlar.
Ve nihayetinde inançları gereği İsrail krallığı bu dünyada kurulacak. Yahudi olmayanlara karşı duyulan intikamın tam da bu noktada önemi var. Çünkü Tanrı'nın Krallığının genel olarak milliyetçi-dünyevi bir yönü vardır.
İsrail'in sonuna kadar bu intikamından vazgeçmeyecektir.
Mesih’in gelmesi için o korkunç kehanetlerin gerçekleşmesi gerekiyor ve bunun için her türlü insanlık dışı terör uygulamalarını devreye sokuyorlar.
Bugünlerde Filistin'de yaşananlar ve savaşın Lübnan'a, Suriye’ye, İran'a, Türkiye’ye ve hatta Rusya'ya sıçrama tehlikesi göz önüne alındığında bu işin ne denli korkunç bir plan dâhilinde işlediğini anlamamız lazım.
O yüzdendir ki aklımızı başımıza almamız lazım. Karşımızda insan neslini hedef almış korkunç bir kitle var. Ve bu mesele canlı yayınlarda gülerek anlatılacak bir mesele değil!
.
Devletin Kürtlere yaptığı ikinci teklif
İlki çözüm sürecindeydi ve yine bugünkü gibi haklı bir gerekçesi vardı. Bu köşeyi takip edenler bilir. Muğlalı bir Türkmen olarak oldum olası Türk Kürt birlikteliğine vurgu yapmışımdır. Arşivim böyle yazılarla doludur.
Çünkü küresel sistem, PKK eliyle kadim Kürt halkından Selahaddin Eyyubi'nin intikamını almaya çalıştı. Türklerle Kürtler ebediyen birbirlerine düşman olsunlar diye ne gerekiyorsa yapıldı bu ülkede.
Erdoğan siyaset sahnesine adım attığında ise bir şey oldu. Eski Türkiye'nin mağdurları bu dönemde sahici, samimi ve kalıcı dostluklar kurmaya başladı. Üstelik bu dostluk sıradan, içi boş olan bir dostluk değildi. Yaralarımızı çarçabuk sararak güçlü bir Türkiye inşa edelim istiyorduk.
Ama Amerika izin vermedi. Örgütü PKK, devletin uzattığı eli geri çevirerek çatışma ortamı oluşturdu.
Bugünlerde yine bir hareketlilik var.
Milliyetçi Hareket Partisi’nin lideri Devlet Bahçeli’nin İmralı çağrısı sizleri şaşırtmış olabilir. Bunu normal karşılarım. Zira geçmişte asılmasını istediği bir terör örgütü liderini bugün meclisten çağrı yapmasını teklif ediyor.
Ve şöyle bir cümle kurdu Bahçeli, "Teröristbaşının tecridi kaldırılırsa TBMM’ye gelsin ‘terör bitti’ desin.”
İnanın ülkenin değme liberalleri bugünlerde böyle bir açıklama yapmayı akıllarından bile geçiremezdi.
Şimdi mesele şu,
Bilindiği gibi Amerika, Ukrayna üzerinden Rusya’yı, İsrail üzerinden de Suriye ve ülkemizi hedef alarak tüm dünyada küresel hegemonyasını kurarak hepimizi tutsağı aline getirmek istiyor. Ve bu tehdit her geçen gün artıyor.
Bu ateş er ya da geç bizi bulacak. Bunu hepimiz biliyoruz.
Hatırlarsanız Clinton başkan olduğunda ’Türkiye Arap dünyasına kaymakla hata yapıyor’' diyen Martin Indyk’i önce Orta Doğu Danışmanlığı masasına getirdi sonra da İsrail Büyükelçisi olarak atadı.
O dönem ABD, Irak’ı parçalamak için Barzani üzerinden Kürtleri kullanmak istiyordu. Bugün ise PYD üzerinden Türkiye’yi güneyden kuşatmak istiyor.
1994 yılında Başbakanlığa bağlı Politik Psikoloji Merkezi tarafından organize edilen bir toplantıda davetlilerden İsrailli bir uzman, Türkiye’nin güneyini Kürdistan olarak göstererek zaten niyetini açıkça ortaya koymuştu
Lafı uzatmayayım, açıkçası 150 yıllık büyük bir plandan bahsediyoruz. Siyonistler, Orta Doğu’daki haritaların yeniden şekillenmesinde rol oynayacak kukla bir devletin peşindedir.
İşte bu plan Erdoğan’ın iktidarı ele almasıyla ciddi anlamda sekteye uğramıştı. Barzani ile kurulan ilişkiler ve yapılan petrol anlaşmaları ABD’nin beklemediği hamlelerdi.
Bugün de Bahçeli’den böyle bir hamle beklemiyorlardı. Belki de bekliyorlardı şimdilik bunu bilmiyoruz.
Hatırlayınız, Diyarbakır buluşmasında Erdoğan “bizim muhabbetimize sınır çizemezler” diyerek muhteşem bir konuşma yapmıştı. Bir gün sonra FETÖ de dershaneleri bahane ederek açıktan savaş kararı aldı ve ardından 17-25 Aralık darbe teşebbüsü yaşandı.
Kısacası ne zaman Türk ve Kürt(PKK değil) yan yana gelmeye çalışsa bu ülkeyi kaosa sürüklediler. Şimdi ateş etrafımıza sararken birlikte olmaktan başka çaremiz kalmadı. Ben bu çıkıştan istifade ederek birlik olmayı yeniden dillendireceğim.
Fakat ABD, bugün Kürt devleti projesinden vazgeçmiş değildir. Bu uzun soluklu projeyi bugün Suriye’nin Kuzeyinde tesis etmek niyetindedir. Arka planda neler dönüyor bilemem. Bildiğim tek şey içeride ortak aklı tesis etmemizdir.
Fakat burada unutulmaması gereken husus, PKK’nın kontrolü Öcalan’da değil Amerika’dadır. Bakalım Bahçeli’nin aldığı riskin boyutları ne olacak?
.
Gün uyanma ve tedbir alma günüdür
400 milyonluk Arap dünyasının 9 milyonluk İsrail engelini aşamamasının perde arkası bir hayli trajik bir o kadar da karanlık ve kirli ittifaklara dayanır.
Bugün ABD başta olmak üzere İsrail, "Tanrı'nın iradesi" diyerek dünyanın anasını ağlatırken İslam ülkeleri kendi aralarında mezhep kavgası vermeye devam ediyor.
Geçenlerde terörist Netanyah’u BM’de elinde iki haritayla çıktı. Haritada siyah renkle işaretlediği İran, Irak, Suriye ve Lübnan gibi ülkeleri düşman devlet statüsüne soktu.
Yeşil renkle işaretlediği ülkeleri ise kutsal müttefikler ve dost ülkeler olarak gösterdi. O ülkeler, Arabistan, Mısır, BAE, Ürdün, Sudan ve Bahreyn.
Sonra sırf mezhep kavgası yüzünden Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın İsrail tarafından katledilmesini sevinen insanlar oldu.
Hamas, lideri İsmail Haniye'nin İsrail tarafından öldürülmesinde de aynı sevinci paylaşanlar olmuştu.
Müslümanlar kendi içinde çatışırken İsrail her gün bir liderin kafasına sıkıyor. Şii, Sünni diye de ayırmıyor. Kendisine engel olan kim varsa ortadan kaldırıyor.
O halde İslam dünyası neyi bekliyor? Neden bir araya gelemiyorlar?
Biz bu soruları sorarken ‘iki devlet tek millet’ olarak nitelendirdiğimiz ‘gardaş’ devlet Azerbaycan, İsrail silah şirketi Ari Arms ile iş birliği anlaşması imzalayarak kadeh tokuşturuyordu.
İsrail'in Azerbaycan Büyükelçisi George Deek de ‘bu paha biçilmez bir ortaklık’ yorumunu yaptı.
Tüm bunlar İsrail’in son bir yılda 40 binden fazla sivil insan ve çocuk öldürdüğü ve Lübnan’da da öldürmeye devam ettiği bir ortamda oluyor.
Anlamadığım şey şu, emperyalist güçler, mezhep, din ve ideoloji farkı gözetmeden ortak hareket ederken ve yine mezhep, din ve ideoloji farkı gözetmeden İslam dünyasını kan gölüne çevirirken bu ülkeler neden bir araya gelemiyor?
Belli ki liderleri, yeni dünya düzenine ikna edilmiş uysal, itaatkâr birer kölelere dönüştürülmüş.
Bir ara Cumhurbaşkanı Erdoğan, ‘Benim dinim Sünnilik de değildir Şiilik de değildir, benim dinim İslam‘dır. Ben tıpkı 1 milyar 700 milyon kardeşim gibi sadece ve sadece bir Müslümanım. Diğer tüm farklılıklar bu inancımın, bu sıfatımın gerisindedir’ demişti.
Bu anlayış tüm İslam ülkelerinde olabilseydi İsrail bu denli pervasızca hareket edebilir miydi?
Bakınız, Yeni Dünya Düzeni yani “yeni bir dünya” ideali, vahiy formatlı seküler bir inanç ütopyasıdır. Asıl tehlike bu sapkın inanca dayalı olarak sergilenen vahşet ve yıkımdır. Ve bunu gördüğünüz gibi acımasızca ve hukuk tanımadan yapıyorlar.
20 Ocak 2005 yılında Başkan Bush, yemin merasiminde; “Amerika’nın hayati çıkarları ile köklü inancımız artık yekvücut” diyerek kurgulanan bu korkunç senaryoda bir oyuncu olduğunu deklare etmişti.
12 Eylül sonrası ABD'nin Türkiye Büyükelçiliği görevini yürüten R. Strausz Hupe; “Milli devletleri tarihe gömmek, ABD'nin ve bizim en önemli misyonumuzdur" derken açıkçası büyük sıfırlamacı elitlerin gelecek planlarını deşifre ediyordu.
Dünya siyasetinde etkili rol oynayan yüzlerce kişinin Evanjelist örgütüne üye olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?
BM, Dünya Bankası ve merkez bankaları gibi dünya çapında örgütlenmeleri kuran bu örgütlerin nihai amacı, tüm dünyayı BM’de kuracakları bir hükümet aracılığıyla tek elden tek amaç için yönetmek ve yönlendirmektir.
Türkiye bu anamda devleti, milleti ve ordusuyla ezoterik örgütlerin hedeflerini iyi okumak ve anlamak durumundadır.
Büyük İsrail Projesi’nin adım adım gerçekleşmeye başladığı bir süreçte sorgulama ve muhakeme yetilerini yitirmiş, duyarsız, hissiz, ruhsuz insanlarla işimiz yok.
Gün uyanma, tedbir alma ve birlik olma günüdür. O yüzdendir ki küreselci zihniyetin hedeflerini iyi okumalıyız. Her türlü çatışma ve ayrışma Amerika ve İsrail’e yaramaktadır.
.
BM'nin Gelecek Paktı ne işe yarayacak?
BM, geçenlerde herkesin internete bağlı ve dijital bir kimliğinin olacağı Gelecek Paktı’nı imzaladı. Yani “Küresel Dijital Mutabakat” metni BM'de kabul edilmiş oldu.
Dünya liderleri de yarının nesilleri için daha güvenli, daha barışçıl, sürdürülebilir ve kapsayıcı vs gibi süslü ifadelerle yeni bir dünyaya yönelik bu adımları atmayı taahhüt etti. İsterlerse etmesinler!
Almanya'nın Namibya ile birlikte liderlik ettiği ve 9 ay süren müzakereler sonunda Türkiye'nin de aralarında yer aldığı BM üyesi 143 üye devletin imzası var.
Küresel sistemin resmi sözcüsü Guterres ise paktın kabul edilmesiyle yeni bir dönemin kapısının açılacağını ifade etti.
BM söylemine aykırı olan her şeyi dezenformasyon ve nefret söylemi olarak sınıflandıracaklarının da altını çizdiler. Muhalefet ederseniz yandınız demektir bu. Kovid süreci buna şahittir.
BM’ye göre bugün dünyada yaklaşık 2,6 milyar insanın internet erişimi yok ve bu nedenle dijital çalışma kampına bağlı değiller. O yüzden herkesin bu ağın içine alınması gerekiyor. Elbette kontrol için.
ABD NTIA Yöneticisi Alan Davidson Zirve’de, "Pandemi bize bağlantının bir lüks değil bir zorunluluk olduğunu ve yaklaşan yapay zeka devriminin internet erişimi olmayanlar arasındaki uçurumu daha da derinleştireceğini ifade etti.
UNDP Başkanı Achim Steiner göre ise dijital kimlik, daha önce erişilemeyen hizmetlere erişim olanağı sağlayacak.
Anlayacağınız zirvede iklim değişikliği, çatışma, gıda, yoksulluk, dezenformasyon, nefret söylemi, yapay zeka, dijital kimlik ön plana çıktı.
Tüm bu başlıklar da uluslararası hukuka saygı, genişletilmiş işbirliği, BM'nin artan rolü ve olmazsa olmazları birlikte çalışabilirlik kisvesi altında gerçekleşecek.
Aslında olan biten nedir biliyor musunuz? “Dünya Hükümeti” hızla gerçekleşiyor.
Bu arada sadece iklim değişikliği için yılda 100 milyar dolar harcanacak. İşin bir de kazıklama boyutu var.
Açıkçası karşımızda küresel totaliter bir ideolojinin varlığı ile karşı karşıyayız. Bu ideolojinin asıl hedefi insanın doğasının ve fıtratının dönüştürülmesidir.
Tam da bu noktada Klaus Schwab, “Dördüncü Sanayi Devrimi” kavramını ortaya atmamış mıydı? Ve burada da açıktan “İnsanlığın dönüşümünden” bahsediyor.
Hologram bedenler, transhümanizm, blockchain teknolojisi, yapay zekalar, aşı pasaportları, genetik, küresel ısınma üzerine yapılan deneyler gibi insana, doğaya ve topluma yönelik birçok alanda yapılan çalışmalar…
Dördüncü sanayi devrimini denilen şey de tüm beyinleri ve zihinleri daha iyi donatmak ve kontrol etmektir.
Nöroteknoloji aracılığıyla dördüncü sanayi devrimine olumlu bir şekilde uyum sağlayacağız ve sonra uzaktan kontrol edilmenin davranışsal olarak optimize edilmenin ne demek olduğunu deneyimleyeceğiz. Okulları da tam bu mantıkla yeniden şekillendirecekler.
Bu yeni dünya sistemine hazır bir nesil yetiştirmek için ülkelerin tüm eğitim sistemleri yeni baştan şekillenecek.
Kısacası bizim ne istediğimizin, ne düşündüğümüzün veya ne hissettiğimizin bir önemi yok. Cihazlarımız giderek kişisel ekosistemimizin bir parçası haline gelecek, bizi dinleyecek, ihtiyaçlarımızı tahmin edecek ve gerektiğinde bize yardım edecek.
BM de yapılan budur. Biliyorum ülkemizde bu sürece gönüllü katılım sağlayacak çok insan var. Daha şimdiden kendilerini buna hazırlıyorlar. Farkında değiller ama insana yönelik büyük bir ihanetin içerisindeler.
Foucault, “Dünya, yöneticileri, psikologlar ve halkı da hastalar olan büyük bir tımarhanedir” diyordu. İnanın dünyayı öyle bir yer haline getirmek için çalışıyorlar.
Dünyanın her yanına yayılmış zihinsel ağlar aracılığıyla tek bir düşünceye, ideolojiye ve korkuya boyun eğdiriliyoruz. Kısacası yepyeni mekanik, teknik, dijital bir dünya bu. Burada insan yok. Bilmem anlatabildim mi?
.
İnsana gerek duyulmayan bir çağdayız
Eğitim bir sistem olarak Türkiye’nin yerli insanına değil batı aklına(pozitivizm) hizmet etmesi için kurgulanmıştır. Bu yüzdendir ki uzun yıllar bir yapı bozumuna uğratılmadan varlığını devam ettirmektedir.
Demem o ki, Türkiye’de eğitim sisteminin hedeflerinden biri de; ülke insanında medeniyet bilincinin gelişmesini engellemektir.
Bu yüzdendir ki eğitim, pozitivist düşünceden(sekülerizmden) asla taviz vermiyor. Dolayısıyla özgürlüğü, özgünlüğü, üretkenliği köreltiyor.
En önemlisi de ortak aklı baltalıyor oysa tam tersi, ortak akıl eğitim aracılığıyla tesis edilmelidir.
Bizler çağdaşlık ve ilericilik kisvesi adı altında ülke çocuklarının geçmiş tarihi kültürel değerleriyle bağ kurmasını engellerken bakın dünyada neler oluyor?
Amerika, bildiğiniz gibi İran, Venezuela, Rusya, Irak, Suriye ve daha birçok ülkeye yönelik yaptırımlar aracılığıyla ülkeleri hedefe koyuyor, darbeler yaptırıyor ve çıkardığı savaşlarda milyonlarca insanı öldürüyor ve on milyonlarca da mülteci oluşturuyor.
Ve İsrail ile birlikte sadece on ayda kırk beş bin masum insanı katletti ve bunların büyük çoğunluğu çocuk.
ABD Senatörü Lindsey Graham ise Batı'nın Ukrayna'ya daha fazla silah göndermesi gerektiğini, çünkü Ukrayna’nın trilyonlarca dolar değerindeki minerallerin üzerinde durduğunu söyledi.
Bakar mısınız adamlara!
Dünyadaki finans sistemi deseniz bir avuç bankerin elinde oyuncak oldu. Rothschildler, Rockefeller'lar, Morgan'lar, Barclay'ler, Lazard'lar, Warburg'lar ve benzerleri…
Ve bu adamlar finans dünyasına hâkim oldukları kadar ülkelerin politikalarına da yön veriyor.
George Orwell bile bu denli korkunç bir totalitarizmi hayal edememişti.
Bugün eğitim politikalarımızın içeresinde de yer alan BM Gündem 2030 dedikleri şey de özünde totaliter sosyalist bir manifestodur. BM bu iş için “Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı (SDSN) Başkanlığı” bile kurmuş.
150 ülkeden 2 bin üniversiteyi içeren, küresel sürdürülebilir kalkınma hedeflerini gerçekleştireceklermiş.
Hedeflerine baktığımızda karşımızda bambaşka bir yeni dünya düzeni görüyoruz. Küresel ısınmadan tutun, karbon ayak izi, sosyal kredi, akıllı şehirler, yapay zekâ, finans, medya ve siyaset dünyasına kadar hemen her alanda insan hayatını yeni baştan tanzim edeceklerini söylüyorlar.
New York'ta, 2024 BM yıllık toplantısı 22 ve 23 Eylül'de gerçekleşti. Özel oturumunda geleceğin dünyasını açıklayacaklardı. Tamamen dijitalleşmiş bir dünya bu.
Hatta Almanya ve Namibya hükümetleri Big Tech ve Big Finance'in yardımıyla BM Genel Kurulu için küresel dijitalleşmeye ilişkin bir “paket” hazırladı.
Bu dijital köleleştirme paketi, insana artık gerek kalmadığının bir işaretidir. Dünyadaki birçok ülke de bunu zaten kabul etmiş durumdadır. Ülkemiz, yapay zeka diye diye kafayı yiyecek tipte insanlarla dolu.
Oysa dijitalleşme dedikleri şey tüm dünya insanlarına bir deli gömleği giydirmektir.
Bunu yaparlarken dünyanın hiçbir yerinde halka danışılmadı. Çünkü zaten hedeflerinde halk var, İnsan var.
Dünya çapındaki hükümetler, WEF'in Küreselleşme 4: Dördüncü Sanayi Devrimine zorlanıyor. Hoş, onlar da buna koşa koşa gidiyorlar ya.
Neticede bu kabullenişle her şeyimizi kontrolleri altına veriyoruz. Harcamalarımız, sağlık verilerimiz, beslenme alışkanlıklarımız, seyahatlerimiz, televizyon ve radyo tercihlerimiz, dostluklarımız, alışveriş ve harcama alışkanlıklarımız yani hayatımızın tüm alanını… Çünkü her şey dijitalleşiyor.
İçinde asla insan olmayacak bir çağa adım atıyoruz. Ve biz maalesef eğitimde 19.yüzyıl anlayışını sürdürmeye devam ediyoruz. O yüzden diyorum ki çocuklarımızı bu çağa kurban vermeyelim.
Eğitimle bir ortak akıl inşa edebilmeliyiz.
.
Cumhuriyet kimsenin tekelinde değildir
Cumhuriyet öyle zannedildiği gibi belirli bir kesimin tekelinde, anlayışında ve pratiğinde yer eden ve sadece bu kesimin icat ettiği sanılan bir yönetim biçimi değildir. Önce burada bir anlaşalım.
Cumhuriyet, kuşkusuz insanlık tarihinin ürettiği önemli bir tecrübe. Ne var ki Türkiye’de, Cumhuriyet sanki ilk kez 1923 yılında keşfedilip insanlık tarihine mal edilmiş gibi takdim edilir. Ve neredeyse bir Tanrı muamelesi görür.
Öyle ki bu kesime göreörneğin“yurttaşlık” fiilen resmi ideolojiyi benimsemiş olanlara özgü bir ayrıcalık konumundadır.
Bunu kasıtlı olarak yaptılar. Birazdan laiklik meselesiyle birlikte değerlendireceğim.
Cumhuriyetin ilk yıllarında eğitime büyük önem verildiğini görüyoruz mesela. Çünkü eğitim, yeni bir ulus yaratma sürecinde ciddi bir toplumsallaştırma rolü oynayacaktı.
Laiklik de özünden saptırılarak aynı şekilde yeni bir ulus meydana getirme yolunda önemli bir rol oynamalıydı.
Bu yüzden midir bilinmez 1937 yılında laiklikle ilgili madde mecliste müzakere edilirken bazı milletvekilleri kendi aralarında fısıldaşarak “layık olduk ama neye layık olduk” dedikleri rivayet olunur.
CHP de programında; “Kuvvetli cumhuriyetçi, milliyetçi ve laik vatandaş yetiştirmek tahsilin her derecesi için mecburi ihtimam noktasıdır“ diyecektir.
Oysa sorun şuydu, laiklik tabiatı itibariyle asla din ile devlet işlerini birbirinden ayırmak için yürürlüğe sokulmuş bir kavram değildi. Türkiye’de bilhassa resmi eğitim aracılığıyla ifade edildiği gibi dini inanışları güvence altına alan bir fikir olarak da doğmadı.
Laiklik nasıl ki Fransa’da devreye sokulduğunda Katolik dinini tamamen ortadan kaldırıp yerine pozitivizmi din olarak tesis etmeye ve yeni bir ulus yaratma amacına hizmet ettiyse bir benzeri de burada uygulandı.
Sonra laik, bilimsel, akılcı, çağdaş, ilerici bir nesil yetiştirmek için yıllarımızı verdik.
Kısacası farklı düşünceleri, farklı dini inançları, yaşam biçimlerini bir arada tutan bir araç olarak formüle edilmesi gereken laiklik, bizim ülkede akılcı ve bilimci düşünceye uygun bir yaşam biçimi-dayatması- şeklinde tezahür etti.
Sonra 12 Eylül 1980 öncesi "din elden gidiyor" sloganıyla Müslümanlar korkutulurken diğer taraftan da "laiklik elden gidiyor" sloganıyla laik kesimler korkutulmaya çalışıldı.
Ve sonra laiklik gerekçe gösterilerek darbeler yapıldı bu ülkede. “Tehdidin adı irtica” denilerek halkın teveccüh gösterdiği partilerin canını okudular.
“Laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak” sihirli cümlesiyle herkes rahatlıkla cumhuriyetin temelini sarsmak ve yıkmak suçundan hayatı bir anda kararabiliyordu.
Herhangi bir fakülteyi iyi derece bitirip mezun olmanızın bir kıymeti de yoktu. Eğer başörtüsü takıyorsanız laik olmadığınız gerekçesiyle diploma bile alamazdınız!
Doktor, hemşire, öğretmen, mühendis ya da bilim adamı olup olmamanızı performansınız değil başınızdaki örtü belirliyordu! Hatta halkın oylarıyla milletvekili bile seçilemezdiniz. Çünkü hemen oracıkta haddinizi bildirecek kişiler sizi bekliyordu. Bunun için profesörlerimiz literatürü altüst eden “ikna odaları” gibi ilginç buluşlara bile imza attılar. Özgür irade mi? Ne mümkün? Bu 411 elin kaosa kalkması demekti.
Sakın bana “bitmedi bu mağduriyetiniz artık yeter “demeyiniz.
Aslında neyi anlatmaya çalışıyorum biliyor musunuz? Bugün ortalıkta cumhuriyeti ve laikliği alabildiğine kutsallaştıranların samimi olmadığını ve bunu bir araç olarak kullandıklarını söylemeye çalışıyorum.
Elden gidilmesinden korkulan şey deasla ne cumhuriyet ne de laiklik oldu. Elden gidilmesinden korkulan şey, güç, nüfuz ve zenginlikti.
Şimdi herkes devletimizin temelini oluşturan kavramları doğru bir zeminde ve aklıselim olarak ele almalı ve kimse bundan bir menfaat temin etme yoluna gitmemelidir. Çünkü ülkemizin birliğe ve dirliğe ihtiyacı var.
.
İnsanlığınıza sahip çıkın
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde ”insan haklarının dokunulmaz ve devredilemez” olduğu söylenir değil mi? Liberallerimiz daha iyi bilir bunu.
Ne var ki ”kovid diktatörlüğü” zamanında hepsine dokunuldu. En özgürlükçü diye bildiğimiz insanların gıkı bile çıkmadı.
Geçenlerde WEF Başkanı Klaus Schwab da sitesinde pandemi sürecinin ”Büyük Sıfırlama” gündemi ile alakalı olarak olumlu bir sonuç elde etmek için yapılan bir test olduğundan bahsetti.
Milyarlarca insanın kovid kısıtlamalarına uyduğuyla övündü ve aynısını karbon emisyonlarını azaltma kisvesi altında yapacaklarını duyurdu.
Zihinsel engelli bireyler gibi davranıyorlar insanlara.
Evimizin merkezine yerleştirdikleri televizyonlarla ve elimize tutuşturdukları akıllı telefonlarla yapıyorlar bunu.
Farkında mısınız bilmiyorum son zamanlarda özellikle sosyal medya platformlarında birçok hesabın genel ahlaka aykırı, Türk örf ve geleneğine yakışmayacak derecede edepsiz paylaşımlar yaptıklarına şahit oluyoruz.
Bunun bir plan dahilinde yapıldığından hiç kuşku duymuyorum.
Edepsizliğin ve kötülüğün sıradanlaştığı bir akıl tutulması yaşanıyor. Bunun yanı sıra gerek siyaset dünyada gerekse medya ve sanat dünyasında seviyenin gittikçe düştüğünü görüyoruz.
Ekonomik, siyasi, kültür, sanat, düşünce ve ahlak gibi hayatın hemen her alanında insana yönelik büyük bir saldırı söz konusu.
Tüm kötülüklerin sıradanlaştırıldığı acayip bir dünyaya doğru sürükleniyoruz. Ve emin olun tüm bu olanlar bizim kontrolümüzün dışında gerçekleşiyor.
Herkesin bir diğerinin mezarını kazdığı, insan ve değerlerin hiçe sayıldığı korkunç bir yozlaşma süreci bu.
Baudrillard, ”İnsanları artık iktidarlar yönetmiyor. Dünyanın her yanına yayılmış zihinsel ağlar aracılığıyla tek bir düşünceye boyun eğdiriliyorlar. Artık bizi yöneten politik aktörler değil, zihinsel ağlar” diyor.
İnsanın insana düşman edildiği ve değerlerinin bu denli ayaklar altına alındığı başka bir çağ yaşanmamıştır.
Bugün insana yapılan saldırı bambaşka bir boyutta ilerliyor. Dünyada yaşanan büyük savaş budur. İki büyük dünya savaşıyla yeraltı ve yerüstü servetlerimize çöktüler.
Bu sefer doğrudan insan zihnini ele geçirecekler. İnsan ve değerlerini ortadan kaldıracaklar.
Baksanıza çocuklarımızı kaçırıyorlar, onları tecavüz ediyorlar, organlarını satıp üstüne bir de sapkın inançları uğruna kurban ediyorlar.
Dünyada yılda iki buçuk milyon çocuk kaçırılıyor. Ve bu çocukların yaklaşık 1 milyon 100 bin kadarı fuhuş mafyaları tarafından kullanılıyor.
Sonra erkek cinsini kadınlaştırıp, kadın cinsini de erkekleştiriyorlar. Arsızlığı, şerefsizliği, namussuzluğu normalleştirip ahlaklı, namuslu, dürüst ve kaliteli insanları ötekileştiriyorlar. Hatta cezalandırıyorlar.
”Berrak düşüncelere varmak istiyorsak ortamın kafamızı niçin bulandırdığını bilmek zorundayız” diyor İsmet Özel. O kadar haklı ki.
Duru ve berrak bir zihne sahip olmanın kolay olmadığı bir çağ bu, biliyorum. Ancak ortamı bulandıranları iyi tahlil etmemiz gerekiyor.
İnsanları bir bataklığa doğru sürükleyenlerin büyük sıfırlamacı elitler olduğunu artık anlamamız gerekiyor. Bakınız hiçbir şey tesadüfi ilerlemiyor. Artan şiddet olayları, tarımın yok edilmesi, insani değerlerin ayaklar altına alınması ve yaşanan ahlaki çürüme…
Evet tüm bunlar bir plan dahilinde ilerliyor.
En nihayetinde ”batsın bu dünya artık yeter” diyene kadar devam edecekler. Aklınıza, iradenize, insanlığınıza sahip çıkın dostlarım. Çünkü sırada biz varız. Ve inanın, kimsenin umurunda değiliz.
.
Tek düşman Amerika'dır
Kendi gibi düşünmeyen ve inanmayan herkesi düşmanlaştıran kişi ‘İslam dünyasında neden birliktelik yok‘ diye isyan ediyor.
Ekranlarda İran’la dalga geçen, hakarete varan ifadelerle İran’ı düşmanlaştıran pişkin yorumcular cümlelerini ‘İslam dünyasında birlik yok‘ diyerek tamamlıyor.
Sünni mezhebe mensup birini ya da ülkeleri de aynı duyguyla hakaret edenler, ötekileştirenler yine birliktelik olmadığına vurgu yapıyor.
Peygamberimizin vefatından sonra kendilerinin uydurduğu etiketler üzerinden yıllardır çatışıyorlar, savaşıyorlar. Sonra da neden bir araya gelemiyoruz diyerek sitem ediyorlar.
İyi de siz böyle bir kafayla nasıl bir araya gelebilirsiniz ki?
Aynı soydan, aynı coğrafyadan hatta aynı inançtan ve mezhepten olamayan emperyalist güçler ise birlikte hareket ederek Müslümanların çocuklarını öldürüyor ve servetlerini sömürüyor.
Bu ülkede yıllardır farklı düşünen ve inanan insanları çatıştırmak için neler yapmadılar ki.
Kimse geçmişte yaşananlardan ders almıyor.
Oysa emperyalizm senin Sünni, Şii, Alevi, laik, ilerici, İslamcı vs olmanla ilgilenmiyor.
Yani sen bir Şii, Sünni, laik ya da İslamcı olarak Rothschildlerin ya da Rockefeller ailesinin umurunda değilsin.
Senin hangi partiyi ya da futbol takımını tuttuğunla da ilgilenmiyorlar. Onlar seni müşteri olarak görüyor.
Ve sizler kendi aranızda çatıştıkça, mezhep ya da parti kavgası yaptıkça yani dirençsiz ve zayıf kaldıkça onlar hakimiyetini daha fazla arttırıyor.
Bir önceki sahte pandemi döneminde hepimizi evlere hapsedip, kolumuza birer Alman aşısı vurmadılar mı?
Küresel iklim krizi adı altında hepinizden karbon vergisi alıp sizleri adım adım takip etmeyecekler mi?
Tüm dünyada, havalimanlarında, sokaklarda, okullarda, kurum ve kuruluşlarda, evde ve internette hemen her yerde gözetleniyoruz.
Vücut tarayıcıları ve biyometrik denetleyicilerin kontrollerine maruz kaldığımız halde buna itiraz bile edemiyoruz ama sokakta ideolojik kavgaların alasını yapıyoruz.
Sevgili dostlar, son 300 yıldır yıldır coğrafyamızı kan ve gözyaşı ile sulayan küresel emperyalist çetenin dünyasında inanın hepimiz biriz. Yani saldırı hepimize yönelik.
Topla, tüfekle işgal edemediklerinde bu sefer fitneyle, particilikle, mezhepçilikle, ahlaki yozlaşma ve zihin tutulması ile ele geçirmeye çalışıyorlar. Bunu neden görmek istemiyorsunuz?
Kimsenin ne olduğuna bakılmaksızın doğrudan insan ruhunu sömüren bu düzenin bilinçsiz, itaatkâr ve gönüllü köleleri haline getiriliyoruz.
Bizler kendi aramızda mezhep, parti ve ideolojik kavga yaparken Amerika ve İsrail daha fazla masum insan öldürüyor.
Er ya da geç sıra bize de gelecek. Peki, neden Amerika karşıtlığı konusunda bir araya gelemiyoruz.
İran’ı Rusya’yı, Arabistan’ı düşmanlaştırmak bize ne kazandırır? Hepimizi çatıştırmak suretiyle sömüren ülke Amerika değil mi?
Bu ülkede terör örgütlerini kullanarak darbe yaptırmaya çalışan hangi ülkeydi?
Geçmişte gladyo marifetiyle darbeler yaptıran, bu ülkenin tarihi köklerini, geçmişini, kültürünü, zihnini eğitim aracılığıyla darmadağın eden hangi ülkeydi?
Bakınız bugün Gazze'de hayatını kaybedenlerin yüzde 40'ından fazlasını çocuklar oluşturuyor. Amerika, Körfez savaşında Irak'ta 300 tondan fazla arındırılmış uranyum ve çeşitli kitle imha silahları kullandı.
Yüzbinlerce çocuk öldü ve hala sakat doğumlar devam ediyor. Hiç değilse bundan sonra evlatlarımızın geleceği için tek bir düşman etrafında birleşelim.
.