İslâm’ın Cihanşümul Adaleti-1
İnsanların bütün iş ve faaliyetleriyle ilgili; geniş, kapsamlı ve evrensel bir kavram olan “adalet”; tarafsızlık, eşitlik, hakkı yerine getirmek, haksızlıktan kaçmak, ölçülü hareket etmek, istikamet üzere bulunmak, ifrat ve tefrit arasında olmak, hakkı gözetmek, işleri yerinde ve zamanında yapmak gibi maddî ve manevî manalar ihtiva eder.
Başka bir tarife göre de “adalet”; -bir tarafı tutmadan- insanlar arasında hükmetmek, herkesin hakkını tanımak, herkese layık olduğu ve hakkettiği şeyi vermek manasına gelen ahlakî bir ilkedir. Özetle söylemek gerekirse “adalet”; karşılıklı zıt faydalar arasında, hakka en uygun olan dengeli ve muvazeneli davranış biçimidir.
“Adalet”, aynı zamanda ölçülü olma ve haddi aşmama manalarına da gelir ki, bu durumda “i'tidal” ile aynı anlama gelir. İ’tidal yani ölçülü olma hali, ahlakî bütün faziletlerin esasıdır. Çünkü fazilet; biri ifrat, diğeri de tefrit olan iki aşırılığın tam ortasıdır. Mesela ahlakî bir fazilet olan “cömertlik,” israf ile cimriliğin ortasıdır.
İsmail Mufid İstanbulî diyor ki: “Adalet, bütün faziletlerin câmii ve bütün erdemlerin başıdır.” (Şerhu’l-ahlaki’l-Adudiyye, s. 83)
Adaletin temeli, hak ve vazifedir. Başkalarının hakkına saygı, bizim vazifemizdir. Hak olmazsa vazife de olmaz, vazife olmazsa hak da olmaz. Bunun için ki, “adalet” kavramı, diğer ahlakî faziletlerin aksine; insanlarla ilişkilerimizi ilgilendiren sosyal karakterli bir kavramdır. Bu manada; satıcının alıcıya vermesi gereken malı, öğretmenin öğrencisine vermesi gereken notu, babanın çocuğuna vermesi gereken sevgiyi; aynı şekilde alıcının satıcıya vermesi gereken ücreti, öğrencinin öğretmene göstermesi gereken saygıyı, çocuğun babasına göstermesi gereken hürmeti kusursuz olarak yerine getirmeleri adalet olup, bunların tersini yapmak ise, zulümdür.
“Adalet”, toplumsal barışın anahtarıdır. Çünkü “adalet” bulunmayan yerde, huzursuzluk, zulüm, istibdat ve anarşi olur. Böyle bir durum, toplumu geriye ve uçuruma götürür. Adalet olmadan ne fert sükuna erer, ne aile huzura kavuşur, ne toplum barışa ulaşır, ne de millet selamate erer. Âdil olmayan ve “adalet”e kıymet vermeyen toplumlar, pâyidar olamazlar. Bir milletin medenîlik seviyesi, o milletin fertlerinin “adalet”e, hak ve hukuka verdikleri değerle ölçülür. Dünyadaki en yüce faziletlerden biri olan “adalet” kavramı, belirli bir dine, cinse, ırka, soya mahsus değildir. Bilakis o; Allahü Teâlâ tarafından, bütün yaratılanlara sunulmuş İlahî bir lütuf ve ikramdır.
“Adalet”; kâinatın nizamı, yerine getirilmesi gereken önemli bir fazilet ve ödenmesi gereken mühim bir haktır. Bilindiği gibi her hakkın başı, bütün âlemlerin yaratıcısı olan Allahü Teâlânın varlığına ve birliğine inanmaktır. Dolayısıyla Allahü Teâlânın varlığına ve birliğine inanmamak, en büyük haksızlık ve zulümdür. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Allah’a şirk koşmak, çok büyük bir zulümdür.” (Lokman 13)
Buna göre, gerçek adaleti, ancak Allahü Teâlânın varlığına ve birliğine inanan kimseler sağlayabilir. Çünkü onlar, Allahü Teâlânın emrettiği adaleti yeryüzünde tatbik etmekle görevli olduklarına inanırlar. Onlar: “Biz, Kıyamet gününe mahsus, öyle doğru ve hassas teraziler koyacağız ki, hiçbir kimseye zerre kadar haksızlık edilmez.” (Enbiya 47) uyarısı gereğince, âhirette gerçekleşecek olan İlahî adalete tam olarak inanırlar. Yine onlar: “Şu kesindir ki, Biz, peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için, peygamberlerle beraber Kitap ve adalet terazisi indirdik.” (Hadid 25) âyet-i kerimesinde izah edilen İlahî mesajın yerine getirilmesi için, adalet terazisini kurmaya ve onu hayata hâkim kılmaya çalışırlar. Onların biricik hedefi, dünya hayatında bunu gerçekleştirerek, âhiretteki asıl adalet terazisine sermaye hazırlamaktır.
Huzurlu ve istikrarlı bir toplum için “adalet”in tahakkuku şarttır. “Adalet”in gerçekleşmesi için de, âdil bir ölçünün olması gerekir. O ölçü de şüphesiz ki, İslam dinidir. Çünkü İslam dini; insanın biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve hiçbir yönünü ihmal etmeyen muazzam bir yaşam tarzı ve mutluluk reçetesidir. İnşaallah, gelecek hafta da “adalet”i şlemeye devam edeceğiz.
.
İslâm’ın Cihanşümul Adaleti-2
Geçen hafta işlemeye başladığımız “adalet” konusuna, bu hafta da devam ediyoruz: İslam dini; hiçbir insana, hiçbir topluma ve hiçbir sosyal gruba üstünlük tanımayan perensipleriyle bütün beşerî hukuk sistemlerinin gerçekleşmesini imkânsız gördüğü mutlak adaleti gerçekleştirmeyi tek başına üstlenmiştir. İslam; insan olma noktasında bütün insanları eşit sayıp, kimsenin kimseye üstünlüğünü asla kabul etmez. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey insanlar! Biz, sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sâhip çıkmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Şunu unutmayın ki, Allah’ın indinde en üstün olanınız, takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat 13)
“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de; gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda, bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.” (Rum 22)
Evet bu âyet-i kerimelere göre; bütün insanlar aynı asıldan ve aynı kaynaktan türemiştir. Yine bu âyet-i kerimeler, bütün insanların eşit olduğu hakikatini ortaya koymakta ve bütün insanlığın tek bir iradenin mahsulü ve tek bir zincirin halkaları olduklarını haykırmaktadır. Buna göre; kimse ikinci sınıf insan olmadığı gibi, kimsenin kimseye zulmetme hakkı ve yetkisi yoktur. Adalet önünde bir tarağın dişleri gibi eşit olan insanlar için tek üstünlük sebebi vardır ki; o da daima mütevazı ve saygılı olmayı gerektiren “takva” yani Allah korkusudur.
Milletler; adaleti hâkim kılmakla ayakta kalırlar. Bunun için ikinci halife Hazret-i Ömer radıyallahü anh; “adalet, mülkün tenelidir,” tarihî tesbitinde bulunmuştur. Binaenaleyh zulmün, baskının ve insan haklarına tecavüzün olduğu bir toplumun yıkılması muhakkaktır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Gerçek şu ki Rabbin, halkını uyarmadan memleketleri zulüm ile helak etmez.” (En'am 131)
“Rabbin; halkı, dürüst hareket eden; hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları, haksız yere asla helak etmez.” (Hud 117)
İslam dini; adaletin gerçekleşmesi üzerinde ısrarla durmuş; ferdî yaşantımızda, aile hayatımızda, insanlar arasında hüküm verirken ve şâhitlik yaparken adaletten ayrılmamamız gerektiğini kesin ifadelerle vurgulamıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Onun için Sen durma hakka davet et ve Sana emredildiği gibi dosdoğru ol, sakın onların keyiflerine uyma ve şöyle de: Allah, hangi kitabı indirmişse ben ona inandım. Hem bana; aranızda adaletle hükmetmem emredildi.” (Şura 15)
Toplum, adalet ile ayakta durur. Adalet kanunlarının öngördüğü müeyyideler olmadan yeryüzünde ne fenalıkların önü alınabilir ne de emniyet ve âsâyiş sağlanabilir. Herkesi kucaklayan bir adalet uygulması, fertlerin birbirleriyle kaynaşmasına vesile olur. Haksızlık ve adaletsizlik ise, huzursuzluğa sebep olur. Çünkü hiçbir kimse, hakkının bir başkası tarafından çiğnenmesinden memnun olmaz. Kuran-ı kerimde, adaletten yoksun olan kişi ile âdil olan kimse, bir misalle şöyle mukayese edilmektedir: “Allah bir de şu temsili getiriyor; iki kişi var. Birisi dilsiz, hiçbir şey becermez, efendisine sadece bir yüktür. Ne tarafa gönderirse hiçbir işe yaramaz! Şimdi hiç bu zavallı ile, hakkı hakikati bilen, adaleti dile getirip gerçekleştiren, dosdoğru yol üzere ilerleyen bir insanla eşit tutulabilir mi?” (Nahl 76)
İslam’ın öngördüğü adalet, arzu ve menfaatlere bağlı olmayan bir adalettir. Öfke, kin ve nefret gibi duyguların burada yeri yoktur. Böyle bir adalet fikrine inanan müslümanlar; bir fert veya bir topluluğa düşman olsalar, kin ve nefret duysalar dahi; bu duyguları onları adaletsizliğe sevketmez. Allahü Teâlâ, bu adaletin uygulanmasını bir sorumluluk olarak müminlere yüklemiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet nümunesi şâhitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah, yaptığınız herşeyden haberdardır.” (Mâide
İnşaallah, gelecek hafta da “adalet”i şlemeye devam edeceğiz.
.
İslam’ın Âlemşümul Adaleti-3
İki hafta önce işlemeye başladığımız “adalet” konusunu, bu hafta bitiriyoruz:
İslam’ın öngördüğü adalet, öylesine hassas bir ölçüdür ki; insanın kendi menfaatini ve yakınlarının çıkarlarını kollama duygusunu, başkalarından korkma ve insanlara acıma hissini devre dışı bırakır. Çünkü bir işe menfaat ve iltimas karıştığı zaman, haksızlık ve zulüm onu takip eder. Şahsî çıkarlar ve insanlar arasındaki ayrıcalık, adaletle çelişen bir durumdur. Bununla ilgili olarak Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin! Allah için şâhitlik eden insanlar olun! Bu hükmünüz ve şâhitliğiniz, isterse bizzat kendiniz, anne-babanız ve yakın akrabalarınız aleyhinde olsun. İsterse onlar zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, her ikisine de sizden daha yakındır. Onun için, sakın nefsinizin arzusuna uyarak adaletten ayrılmayın! Eğer dilinizi eğip bükerek hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir veya büsbütün şâhitlikten kaçarsanız, iyi bilin ki Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır!” (Nisa 135)
Görüldüğü gibi âyet-i kerimede; kişinin bizzat kendi aleyhinde bile olsa adaletle şâhitlik yapması emredilmektedir. Sonra insanın en yakını olan anne-babası aleyhinde bile olsa şâhitlik yaparken adaletten asla vazgeçilmemesi emredilmektedir. Bu insanî inkılabı bütün din ve ideolojiler arasında sadece İslam dini başarmıştır.
Kuran-ı kerimin getirdiği adalet evrenseldir. Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: “Allah adaleti, ihsanı, yakınlara muhtaç oldukları şeyleri vermeyi emreder. Hayasızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.” (Nahl 90) Dikkat edilirse; bu âyet-i kerimede evrensel ilkeler sıralanırken birinci olarak adalet zikredilmiştir. Çünkü adalet hâkim olmadan diğer ilke ve faziletlerin tahakkuku zordur. Adalet olmadan, insan fıtratını lekeleyen ve onu insanlıktan uzaklaştıran günahları, çirkinlikleri, azgınlığı, zulmü yok etmek mümkün değildir. Ayrıca kendi içinde adaleti sağlayamayan kimselerin iyilik yapmaları, akrabalarına yardımcı olmaları, insanlara karşı âdil davranmaları da pek düşünülemez.
“Allah, size emanetleri layık olan ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermeyi emreder.” (Nisa 58) mealindeki âyet-i kerime, daha açık bir ifade ile adaletin evrenselliğine işaret etmektedir. Bu âyet-i kerimede önemle üzerinde durulması gereken husus; “insanlar arasında” ifadesidir. Buna göre adalet ilkesi, bütün insanlar içindir.
Kureyş kabilesi, hırsızlık yapan Fatıma El-Mahzumiyye ismindeki soylu bir kadının elinin kesilmesini bir türlü hazmedemiyordu. Bu sebeple Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin nezdinde aracılık yapması için Üsame bin Zeyd hazretlerini görevlendirdiler. Bunun üzerine Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fâtıma bile hırsızlık yapsaydı, kesinlikle onun da elini keserdim.” (Müslim 1688)
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellemin; yapılan bu teklifin hemen akabinde bütün insanlığı kapsayan böyle evrensel bir deklarasyonda bulunmaları, İslam dininin adalet ilkesine karşı ne kadar hassas ve duyarlı olduğunu göstermektedir.
Ancak adaletin tam olarak gerçekleşebilmesi için, insanın vicdanen eğitilmesi gerekir. Çünkü insanın; kibir, gurur, kıskançlık ve bencillik gibi birtakım olumsuz huyları vardır. İşte eğitilerek ıslah edilmeyen bir insan, bu kötü huylarıyla başbaşa bırakılırsa; kendi yaradılış gayesine ve toplumun aleyhine azgınlaşır; adaleti, hakkı ve hukuku tanımaz olur.
Öyle ise, insana maddî ve mânevî sorumluluk yükleyen, kendi serbest iradesiyle uyacağı bir ölçü olmalıdır. Bu ölçü; kulunu her yönüyle kuşatan Allahü Teâlâ tarafından gönderilen Kuran-ı kerim ve O’nun insanlara aşılamaya çalıştığı âhiret endişesi ve yaptıklarının hesabını verme korkusudur. Bu korku; insanı her türlü zulümden alıkoyar.
Yaradılanların en üstünü olan insan, çok şerefli bir şahsiyete sâhiptir. Bu, onun değiştirilemez ve devredilemez hakkıdır. Bu hak, onun insan olmasına bağlıdır. Dolayısıyla İslam, hiçbir kişinin zelil görülmesini ve aşağılanmasını hoş karşılamadığı gibi, hiç kimseye de kendisini başkalarından üstün görme ve başkalarını alaya alma hakkını tanımaz.
.
İmân, En Büyük Nimettir!..
İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani insan, Allahü Teâlâya inanmak, dinini öğrenmek ve bu bilgilere uygun olarak yaşamak için yaratılmıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ben, cinleri ve insanları ancak ve ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım!..” (Zariyat 56) Şayet insan, bu yaradılış gayesine uygun hareket ederse; âhirette ebedî saadete nâil olacak ve cennete girecektir. Aksi takdirde -maazallah- cehenneme atılacak, ebedî şekavet ve bedbahtlığa maruz kalacaktır. Bu bakımdan iman; insan için ebedî saadeti kazanma vesilesi ve cennete girme anahtarıdır. İmansız olarak cennete girilemez. Bu cihetle insanın iman etmesi, imanının gereğini yapması ve bu imanını son nefesine kadar muhafaza etmesi; dünyadan da, dünyanın içindeki herşeyden de daha değerlidir.
Çevremizde -gördüğümüz ve göremediğimiz, bildiğimiz ve bilemediğimiz- nice nice mahlukat vardır. Yeryüzünde çeşit çeşit insanlar, irili ufaklı pek çok hayvan, renk renk çiçek, bitki ve ağaçlar görüyoruz. Gökyüzünde de ay, güneş ve sayısız yıldızlar yer alır. Bütün bunları ve bunların yaratılışındaki eşsiz sanat ve dengeyi gözümüzün önüne getirip düşünürsek, bunların asla kendiliğinden var olmadıklarını, bunları yoktan var eden kaadir-i mutlak bir yaratıcının olduğunu hemen anlarız.
Kâinatta hiçbir şey kendiliğinden var olmuş değildir. Her şeyi yaratan bir yaratıcı vardır. Gözlerimizle O’nu görmesek de, evrenin bu eşsiz düzen ve ahengi bize O’nun varlığını ve birliğini apaçık göstermektedir. İşte bütün kâinatı ve her şeyi yaratan bu yaratıcı “Allah”tır. Allahü Teâlâ’ya inanmak imanın temeli, iman da dinin temelidir.
Allah’a inanmak ve O’na ibadet etmek olgusu, insanın yaradılışında yani doğasında bulunan beşerî bir ihtiyaçtır. Allahü Teâlâ, insanın fıtratına, yani doğasına iman etme ihtiyacını koymuştur. Bu sebeple, sahih bir imana sahip olmayan insan, manen huzursuzdur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Allah, kimi hidayete erdirmek isterse; onun kalbini İslam'a açar. Kimi de saptırmak isterse; onu da göğe doğru yükseliyormuş gibi kalbini daraltır, sıkar.” (Enam 125)
İşte Allahü Teâlâ’nın varlığının ve birliğinin delillerinden biri de bu inanma ihtiyacıdır. Çünkü Allah’ı inkâra yeltenenler bile, başları sıkıştığı zaman otomatik olarak Allah’a yönelmek ve O’ndan yardım dilemek zorunda kalırlar. Bununla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerimde şöyle buyurulmaktadır: “Gemiye bindikleri zaman (batma korkusundan) ihlasla Allah’a yalvarırlar, fakat kendilerini karaya çıkarıp kurtardığımızda, hemen şirk koşarlar.” (Ankebût 65)
Allahü Teâlâ’ya iman; O’nun varlığına, birliğine, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf, bütün noksan sıfatlardan da münezzeh olduğuna inanmaktır. Allahü Teâlâ’nın yüce Zatını kavramamız ise, mümkün değildir. Çünkü, insanın aklı ve duyguları, kayıtlı ve sınırlıdır. İnsan düşünürken ve tefekkür ederken, bu kayıtlar altında hareket eder ve kendisini bu kayıtlardan kurtaramaz. İnsan, birşeyi anlamaya çalıştığı zaman, önce kendi nefsine kıyas eder. Şayet orada birşey bulamazsa, diğer varlıklara kıyas eder. Orada da bir şey bulamazsa, olabilecek şeylere kıyas eder. Yani insanın anlama ve kıyas etme gücü, mahlukatla sınırlıdır. Herşeyi mahlukat kıstas ve ölçüleri içinde muhakeme eder. Allahü Teâlâ ise, yaratandır, mahlukata yani yaratılanlara benzemesi asla düşünülemez.
Bunun içindir ki insan zihni, zaman ve mekândan münezzeh olan Allahü Teâlâ’nın yüce Zatını idrak edemez. Allahü Teâlâ’nın Zatı ile alakalı insanın aklına ve zihnine her ne geliyorsa, Allah celle celalüh ondan münezzeh ve uzaktır. Fakat Allah’ın eserlerine bakıp O’nun varlığını ve birliğini anlamak mümkündür.
Yumurta içindeki bir civcivin, yumurtanın dışındaki âlemi idrak etmesi elbette düşünülemez. İnsan da, şu muazzam kâinatı ve kâinatın içindeki bütün âlemleri yoktan var eden Allahü Teâlâ’nın Zatını tanıma bakımından, yumurtanın içindeki civcivden farksızdır. Dolayısıyla insanın, Allahü Teâlâ’nın Zatını kavrayabilmesi mümkün değildir. İnsan, sadece vahiyle gelen ve Peygamberimiz aleyhisselam tarafından bildirilen Allahü Teâlâ’nın isim ve sıfatlarını öğrenip kavrayabilir. Zaten insandan istenen de budur. (Devamı haftaya)
.
Mü’min, imanının gereğini yapar
Geçen hafta başladığımız “iman” konusuna devam ediyoruz: Hep içerde kaldığı için hiç ışık yüzü görmeyen bir insan, güneşli bir günde dışarıya çıkarılsa ve ona; bu dünyadaki herşeyi aydınlatan ışığın güneşten geldiği söylense, bu adam hemen kafasında güneşi tasavvur ve tarif etmeye başlar. Fakat güneşin onun tasavvur ettiği gibi olması mümkün değildir. Çünkü o, güneşi, gördüğü ve bildiği şeylere benzeterek tasavvur edecektir. Halbuki güneş, onun gördüğü şeylerden hiçbirine benzemez.
İşte insanoğlu, herşeyin yaratıcısı ve mâliki olan Allahü Teâlânın Zatını ne kadar düşünürse düşünsün, onun düşündüğü gibi olması mümkün değildir. Çünkü insanın bütün düşündükleri mahluk, yaratık ve sıradan şeylerdir. Allahü Teâlâ ise, herşeyin yaratıcısı olup, yarattığı şeylere benzemekten münezzehtir.
İslam dini diyor ki, Allahü Teâlânın sıfat ve isimlerini bilebilir ve eserlerini düşünebilirsin. Fakat O’nun yüce Zatının mahiyetini anlamaktan âcizsin. Çünkü sana, O’nun yüce Zatının mahiyetini anlayacak bir kabiliyet ve yetki verilmemiştir. (Konu ile alakalı daha geniş bilgi için: “İslam Akaidi, Müslüman Neye Nasıl İnanır”, isimli kitabımızda mevcuttur!)
Mü’min, imanının gereğini yapmakla mükelleftir. Bu da; inandığı ve teslim olduğu Allahü Teâlânın bütün emirlerini yerine getirmek ve yasak ettiklerinin tamamından da uzak durmaktır. İslamî emirler de yasaklar da hem çok, hem de çok teferruatlıdır. Bundan dolayı İslam âlimleri; bizzat anlatarak ve ciltler dolusu kitaplar yazarak müslümanları bu konuda aydınlatmaya ve bilgilendirmeye çalışmışlardır. Bu ilmin adı fıkıhtır.
Fıkıh terimi; kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi, şeklinde tarif edilir. Fıkıh, aynı zamanda İslam hukukunun ismidir. İtikad ve ahlak dışındaki tatbikî İslamî bilgiler fıkıh alanına girer. Müslümanın hayata bakış açısını, yaşam tarzını ve günlük programını hem belirleyen hem de düzenleyen ilim, fıkıhtır. Fıkıh her zaman ve mekânda İslamı canlı ve yaşanabilir kılma bilgi ve melekesidir.
Bu bilgileri öğrenmeden din yaşanmaz. Çünkü nelerin haram ve yasak olduğunu bilmeyen kişi, onlardan nasıl uzak duracak? Mesela faizi ve çeşitlerini bilmeyen bir kimse, kolaylıkla faize bulaşabilir. Nelerin emredildiğinden haberi olmayan bir kişi, onları nasıl yapacak? Bir de şu var ki kişi, emredilen şeylerin yapılışı ile alakalı tam bir bilgiye sahip değil ise, bunları doğru ve sıhhatli bir şekilde nasıl ifa edecek. Mesela namaz fıkhını bilmeyen bir kimse, doğru bir şekilde nasıl namaz kılacak? Aynı şekilde nikâh bilgisi olmayan bir kimse, nasıl doğru bir şekilde evlenecek veya nikâh kıyacak?
Binaenaleyh kulaktan dolma, sığ ve yüzeysel bilgilerle din yaşanamaz. Bu iş için zaman ayırmak ve çalışmak lazım. Hakikî âlimlerden dinin -en azıdan kişiye lazım olan kısmını- öğrenmek farz ve kaçınılmazdır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun!” (Enbiya 7)
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 9)
Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruluyor:
“Allah, kimin iyiliğini murad ederse, onu dinde fakîh (bilgili) kılar.” (Buharî)
“Fıkhı bilmeden ibadet eden, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkana benzer.” (Deylemî)
Allahü Teâlâya iman etmenin sayısız faydaları vardır, birkaçı şöyledir: a) Allahü Teâlâya iman eden kişi, güzel ahlaklı olur. Bu sebeple de herkesten saygı görür ve huzurlu bir hayat yaşar. b) Allahü Teâlâya iman eden kişi, kimsenin görmediği yerlerde bile günah ve yasaklardan sakınır ve bu şekilde başı belaya girmez. c) Allahü Teâlâya iman eden kişi, mütevazı olur. Bilindiği gibi, tartışma ve kavgaların temel sebebi kibir ve bencilliktir. d) Allahü Teâlâya iman eden kişi, tevekkül sahibi olduğu için bela ve musibetlere karşı dayanıklı olur ve çabuk sarsılmaz, hele hele intiharı, hiç düşünmez. e) Allahü Teâlâya iman eden kişi, ölümden fazla korkmaz, çünkü cennetin kendisini beklediğine inanır. f) Allahü Teâlâya iman eden kişi, sağlıklı olur.
.
Nübüvvetin Aklî Delilleri-1
Hiç şüphe yok ki, iman esaslarından biri de, Allahü Teâlâ’nın gönderdiği bütün peygamberlere inanmaktır. Peygamberlerin ilki babamız Hazret-i Adem, sonu ve serdarı ise, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemdir.
Her insanın, Hazret-i Muhammed’in, Allahü Teâlâ’nın son peygamberi olduğuna inanması farzdır. Böyle inanmayan kimse, mümin sayılmaz. Hazret-i Muhammed’in, Allahü Teâlâ’nın son peygamberi olduğuna dâir sayısız mucize ve deliller mevcuttur. -Anlayan için- O’nun mübarek hayatının her bir karesi, peygamberliğinin ayrı bir delilidir. Ayrıca İslam âlimleri, “isbât’ün-nübüvve”, “şevahid'ün-nübüvve” ve “delail'ün-nübüvve” gibi isimler altında bu konuya dâir birçok eser yazmışlardır. Bu delilleri anlamak, müminin imanını kuvvetlendirirken, birçok insaflı gayr-ı müslimin de Müslüman olmasına sebep olacak güçtedir. Şimdi O’nun hakkaniyetini güneş gibi gösteren aklî delillerden sadece bir kısmını beraber hatırlamaya çalışalım:
1- Sevgili Peygamberimizin; parasız, arkadaşsız ve her bakımdan desteksiz bir şekilde tek başına başladığı Allahü Teâlâ’nın dinini tebliğ işinde;-en yakın akrabalarının dahi kendisine düşmanlık etmelerine hiç aldırmadan- mübarek yoluna devam etmesi. Dâvâsından vazgeçmesi durumunda, dünyanın bütün nimetlerinin kendisine vaad edildiği bir ortamda, mübarek hayatının çoğunu yokluk, sıkıntı ve tehlikeler içerisinde geçirmeyi tercih etmesi.
2- Çocukluk devresinde, yakınlarının kendisinde gördükleri ve bir çocuktan asla beklenmeyen; olgunluk, ölçülü davranış tarzı, asalet, edep ve haya gibi üstün vasıflar. Gençliğinde feraset sâhiplerinin kendisinde sezdikleri yüksek mânâlar.
3- Peygamberliğinden önceki devrede dahi dâima zulme ve haksızlığa karşı çıkması ve “Hilf’ul-fudul” gibi haksızlığa uğrayanları koruma cemiyetine girip mazlum ve mağdurların yanında yer alması. Dul, yetim, fakir ve yoksullara sâhip çıkması.
4- Son derece bozuk bir çevrede yetişmesine rağmen, peygamberliğinden önceki hayatında da iffet, namus ve hayasına toz kondurmaması. İki defa düğüne giderken yolda uyuyakalıp gitmemesi.
5- Peygamberlik öncesi dönemde dahi bir defa olsun yalan söylememesi, hıyanet etmemesi ve sözünden dönmemesi. Bu mevzuda, düşmanları dâhil, hiç kimsenin olumsuz hiçbir örnek gösterememesi. En azılı düşmanlarının bile kendisine “Muhammed’ül-emin” demesi.
6- Kâbe tamiratında Hacer-i Esved’i yerine koyma şerefi uğrunda kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkta, yüksek asaleti sebebiyle hakem tayin edilmesi ve mukaddes taşı yere serdiği ridasının üzerine koyup birer ucundan kabile reislerine tutturarak kendi eliyle yerine koyması ve bu önemli problemi böyle basitçe halletmesi.
7- Ümmî olması yani okuma-yazma bilmemesi. Bütün hayatı boyunca kimseden birşey öğrenmediği çok iyi bilinmesine rağmen; birdenbire edîp ve belîğ kimselere meydan okuyan Kuran-ı kerim gibi her yönüyle mucize ve çağlarüstü bir kitapla ortaya çıkması.
8- Kendisine iman etmeyen inatçı kâfirlerin; “Muhammed doğru söylüyor, fakat peygamberlik neden eşraftan falana, falana verilmedi de, bir yetime verildi” şeklindeki çocukça bir mazeretten başka hiçbir sebep gösterememeleri.
9- Müşriklerin, kendisini zor durumda bırakmak için açığını arama, yanlışını bulma konusunda çâresiz kalmaları. Bilindiği gibi düşmanları, bir açığını veya -haşa sümme haşa- hilaf-ı vaki bir sözünü bulsalardı, zaman geçirmeden bunu bütün dünyaya ilan ederlerdi.
10- En tehlikeli düşmanlarının bile zamanla birer birer yola gelip kendisine iman etmeleri ve uğrunda her an canlarını feda etmeye hazır hale gelmeleri. Dördüncü halife Hazret-i Ömer’in nasıl Müslüman olduğu konusuna bakılabilir.
11- Davasından en ufak bir taviz vermemesi. Allahü Teâlâ’nın dinini yayma uğrunda, ardı arkası kesilmeyen her çeşit sıkıntı, meşakkat ve ölüm tehditlerine sabretmesi ve hiçbir tehlikeye aldırmadan İslam dinini tebliğe devam etmesi. Bir insanın tek başına, her an ayrı bir ölüm tehdidi karşısında sabredip direnmesi; hele hele ruhunu, kalbini ve şahsiyetini örseleyici, alaya alınma ve hakaretlere maruz kalma gibi hâdiseler karşısında bile davasından vazgeçmemesi ve asla ümitsizliğe kapılmaması, O’nun doğruluğunun şaşmaz bir delilidir. (İnşaallahü Teâlâ, gelecek hafta da nübüvvetin aklî delillerini işlemeğe devam edeceğiz…)
.
Nübüvvetin Aklî Delilleri-2
(Geçen hafta başladığımız; “nübüvvetin aklî delilleri” konusuna, kaldığımız yerden devam ediyoruz:)
12- Efendimiz aleyhisselamın hayatı boyunca şahsiyetinde hiçbir değişmenin yaşanmaması. Bilindiği gibi Mekke’nin fethinden sonraki dönemde, tam mânâsıyla duruma hâkim ve birçok imkâna sahip olduğu halde, hiçbir dünyalığa iltifat etmemiş ve hep tercihini âhiretten yana yapmıştır. Evet çeşitli muvaffakıyetler, zaferler, malî imkânlar ve makamlar elde ettikten sonra kişiliğinde hiçbir değişmenin yaşanmaması; onun yüksek asaletini, yüce ahlakını ve doğruluk derecesini gösterir. O, en büyük zaferler ve fetihlerden sonra bile tevazusundan hiçbir şey kaybetmedi, vazifesini başladığı tevazusuyla bitirdi.
13- Davasının, yerel, bölgesel veya bir millete mahsus olmayıp, bütün insanlığı ve bütün çağları kuşatacak şekilde evrensel, şümullu ve umumî olması.
14- Mübarek bedeni iyice yoruluncaya kadar, Rabbine ibadet etmesi. Devamlı bir şekilde bir kul olarak hareket etmesi ve her fırsatta Allahü Teâlâya kulluk etmekle iftihar etmesi. Hep, -kendisini değil- Rabbini ön plana çıkarması.
15- En büyük mucizesi olan Kuran-ı kerimde, bazı davranışlarının hafifçe eleştirilmiş olması. (Abese suresinin baş tarafına bakılabilir.)
16- Bir insan olarak, başkalarının duymasını istemediği şeylerin Kuran-ı kerimde yer alması. (Ahzab suresi 37. âyet-i kerimeye bakılabilir.)
17- Kendisini canlarından çok seven ve uğrunda her zaman ölmeye hazır olan eshabına karşı sultanlar gibi değil, arkadaş gibi davranması.
18- Bütün hayatı boyunca dengeli bir şekilde hareket etmesi ve hikmetle konuşması, hayatının hiçbir anında hoş olmayan bir davranışta bulunmaması, yanlış bir söz söylememesi ve kimsenin kalbini kırmaması.
19- Mektep ve medresinin bulunmadığı, üniversite kelimesinin duyulmadığı bir ortamda yetiştiği; pedagoji eğitimi görmediği, siyasî ve iktisadî ilimler okumadığı, felsefe-psikoloji-sosyoloji gibi ilimlerlerle hiçbir tanışıklığı olmadığı, hele hele okuma-yazma bilmediği halde; hayatın her alanında o konunun en iyi mütehassısı gibi; şaşmaz, eskimez ve pörsümez evrensel sözler söylemiş olması, her geçen gün ilim ve teknoloji ilerledikçe kıymetleri daha iyi anlaşılan ve iki cihan saadetini garantileyen prensipler getirmiş olması.
20- Diğer peygamberler hep yeni peygamberlerin gelişlerini müjdelerken; kendisinin son peygamber olduğunu söylemesi ve 1400 seneden fazla zaman geçmesine rağmen kendisinden sonra bir peygamber gelmemesi.
21- Tahrif edilmiş Tevrat ve İncil’de bile, O’nun peygamber olduğuna dâir işaretler bulunması. Bu işaretlerden üç tanesi şöyledir: “Onlar için, kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi O’nun ağzına koyacağım.” (Kitab-ı Mukaddes, Tesniye Babı, ayet: 18) İsa aleyhisselam: “Ben gidiyorum ki zamanın Efendisi [Hazret-i Muhammed] gelsin” diyor. (Yuhanna 16/8) “Gerçekten Musa şöyle demiştir: Rab, size kardeşleriniz arasından benim gibi bir peygamber çıkaracak. Her ne söylerse, O’nu dinleyeceksiniz ve bütün peygamberler, İsmail ve sıra ile gelenler, hep söylenen bu günleri ilan ettiler.” (Kitab-ı Mukaddes, Resullerin İşleri, Bab 3, Ayet: 22)
22- Davasına kırk yaşından sonra başlaması. Büyük idealleri olan bir insanın, düşünce ve davasına taraftar toplamaktan uzak kalması düşünülemez. Bunun için Efendimiz aleyhisselamın davasını tebliğe 40 yaşında başlamış olması, tebliğ ettiği dinin kendi düşüncesi değil, Allahü Teâlânın emri olduğunu gösterir.
23- Eşsiz güzellikte bir ahlaka sâhip olması. Üstün ahlaka sâhip olmanın en önde gelen şartlarından birincisi eğitimdir. Evet güzel ahlak kendine has ortamda beslenir ve yerleşir. Peki Peygamber Efendimizin peygamberliğinden önceki ve sonraki devrelerine bakalım: En güzel ahlakı O’na kim telkin etmiş ve bu mükemmel terbiye ile kim O’nu yetiştirmiştir? Bunun cevabını bizzat kendisi veriyor: “Beni, Rabbim terbiye etti ve ne güzel terbiye ettti!” (El-Câmi’us-sagîr 310)
24- Bütün büyük şahsiyetlerin hayatlarını inceden inceye araştıran tarafsız ilim adamlarının ulaştığı sonuç şudur: Her zaman ve her mekandaki her insana her yönden fazilet modeli olabilecek tek şahsiyet Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemdir. (Devamı haftaya)
.
Nübüvvetin Aklî Delilleri-3
(İki hafta önce başladığımız; “nübüvvetin aklî delilleri” konusuna, kaldığımız yerden devam ediyoruz:)
25- İnsana layık olduğu değeri O’nun getirdiği din vermiştir. “İnsan hakları” kavramı O’nunla beraber düşünülmeye ve konuşulmaya başlamıştır. O’nun “Veda hutbesi” tarihteki en eski ve en güzel insan hakları belgesidir.
26- İlâhî koruma altında olması. Kılıçların başında döndüğü, üzerine orduların sevkedildiği ve etrafında ölümün her an kol gezdiği bir zamanda; “Allah, seni insanlardan korur” (Mâide 67) fermanıyla hayatının garanti altında olduğunu söylemesi. Yine müşrikler tarafından öldürülmek üzere takip edildiği ve ayak uçlarına kadar yaklaşıldığı bir zamanda, arkadaşına; “üzülme! Allah, bizimle beraberdir,” (Tevbe 40) diyebilmesi. Aynı şekilde düşmanları, kendisini boğmaya çalışırken, en ufak bir taviz vermeden vazifesine devam etmesi.
27- Dininin temel kitabı olan kuran-ı kerimin, Allah’ın koruması altında olduğunu söylemesi. Hicr suresi 9. âyet-i kerimesinde: “Şüphesiz o zikri (Kuran’ı) Biz indirdik! O’nun koruyucusu da elbette Biziz,” buyuruluyor. Bugün inişinin üzerinden bindörtyüz seneden fazla zaman geçtiği halde Kuran-ı kerimin tek bir noktasının bile değişmemesi.
28- İlim adamları ve bilge kişilerin; O’nun üstün ahlak ve yüksek şahsiyetinin eşsiz olduğunu, ne kendisinden önce ne de sonra bu kadar yüksek meziyet ve faziletlerin hiçbir insanda toplanmadığı, dolayısıyla O’nun tarihin kaydettiği en yüksek şahsiyet olduğu konusunda hemfikir olmaları.
29- Âlimlerin ittifakıyla; Allahü Teâlânın, yalancı birinin şahsında bu kadar fazilet ve meziyeti biraraya getirmesinin, dinini diğer dinlere üstün kılmasının imkânsız olması.
30- O’nun; ilimden, irfandan, hikmetten hiç mi hiç anlamayan bedevî ve câhil bir kavme çok kısa bir zamanda ilmi, hikmeti ve hukuku öğretmesi; onları dinen ve ahlaken peygamberlerden sonra en kaliteli insanlar olacak şekilde yetiştirmesi.
31- O’nun getirmiş olduğu İslam dinini öğrenmiş ve gerçekten iman etmiş hiçbir kimsenin saf değiştirip kâfir olmaması. Buna karşı müslümanların bugünkü zayıflık ve çâresizliklerine rağmen gayr-ı müslimlerden dünyanın bütün sistemlerini, ideolojilerini ve dinlerini iyice araştırmış sayısız ilim, fikir ve dinadamının İslam’ı seçmeye devam etmeleri. Bugün yeryüzünde iki milyara yakın insanın O’nun getirdiği yüce İslam dini ile şereflenmiş olması ve bu sayının her gün artmaya devam etmesi.
32- Dünya çapında meşhur olmuş gayr-ı müslim ilim, fikir ve düşünce adamlarının O’nun hakkında insaflı itiraflarda bulunması. Ebu Süfyan’dan O’nun birkaç özelliğini öğrenen tarihteki meşhur Herakliyus: “Eğer, senin söylediklerin gerçekse, O peygamberdir! Ben O’nun çıkacağını biliyordum. Ancak sizin aranızdan çıkacağını zannetmiyordum. Eğer, O’na kavuşabileceğimden emin olsam karşılaşmayı çok isterdim. Yanında olsaydım, ayaklarına su dökerdim. O’nun hakimiyeti, ayaklarımın altında olan şu diyarlara kadar uzanacaktır,” dedi. Ünlü tarihçi Bernard Shaw da şöyle diyor: “Problemlerin üst üste yığıldığı asrımızda bütün müşkilleri bir kahve içme rahatlığı içinde çözen Hazret-i Muhammed’e beşer ne kadar muhtaçtır.
33- O’nun getirdiği yüce İslam dininin, yemek yeme âdabından devletbaşkanlığı kurumuna kadar hayatın her alanıyla ilgili şaşmaz kanunlar getirmesi.
34- Müctehid imamlar, İmam-ı Gazali, Fahrettin Razi ve benzeri onbinlerce büyük şahsiyetin sırf O’nun Getirdiği Kur’an-ı kerim ve söylediği hadis-i şeriflerle beslenerek dünya çapında büyük ilim adamı olmaları.
35- O’nun, peygamberlik iddiasında yalnız olmaması. Evet O’ndan önceki zamanlarda da birçok peygamber gelmiş ve kendisi, hepsini tasdik edip ümmetinden de onlara iman etmelerini emretmiştir.
Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü Teâlânın son Peygamberi olduğu için; getirdiği İslam dini, bu dinin kitabı olan Kuran-ı kerim ve İslam âlimlerinin Kuran-ı kerim ve hadis-i şeriflere dayanarak geliştirdikleri hayat prensiplerinin tamamı yüzde yüz doğrudur ve her insanın bunlara uyması kendi menfaatinedir.
Dünya neye sâhipse, O’nun vergisidir hep/Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi/Medyûndur O ma’sûma bütün bir beşeriyyet/Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret…
.
Elfaz-ı Küfür (dinden çıkaran sözler!..)
İman ve küfür birbirine taban tabana zıt iki kavramdır. İman; inanmak, kabul etmek, tasdik etmek ve boyun eğmek manasına gelir. Küfür ise; inkâr etmek, kabul etmemek, tanımamak ve isyan etmek anlamına gelir. Kişi, manasına inanarak “kelime-i şehadet”i söylerse mümin olur. Yine kişi, bilerek ve kasden küfrü gerektirecek; bir inanç, söz veya hareketle de kâfir olup dinden çıkar ve mürted olur. Fakat bilmeyerek veya yanlışlıkla küfrü gerektirecek inanç, söz veya hareketi olan kimse dinden çıkmaz. Yine küfrü gerektiren şeylerin -üzerinde karar kılmadan- sadece insanın içinden geçmesi de küfür değildir. Bu, şeytanın aldatması ve vesvesesidir, üzerinde durulmamalıdır.
İnsanı dinden çıkaran inanışlar çoktur. Bir kısmı şunlardır:
İnanılacak şeylerden birini inkâr etmek veya varlığında tereddüt etmek.
Dinî emir veya yasakları reddetmek veya hafife almak.
Dinen haram olan bir şeyi helal, helal olan bir şeyi haram saymak.
Allah’ın rahmetinden ümit kesmek.
Allah’ın azabından emin olmak.
“Hubb-i fillâl ve buğd-i fillâh” üzere bulunmamak. Yani -haşa sümme haşa- Allahü Teâlânın sevdiğinden nefret etmek veya nefret ettiğini sevmek.
Gaybdan haber verdiğini iddia eden kâhinin sözlerine inanıp tasdik etmek.
İnsanı dinden çıkaran sözler de çoktur. Bazıları şunlardır:
Âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri; bilinen ve bildirilen zahirî manalarını red ederek batinî manalarla açıklamak.
Bir âyet-i kerimeyi veya mütevatir olan bir hadis-i şerifi inkâr etmek.
Peygamberlere, mukaddesata hakaret etmek veya onları hafife alıcı sözler sarfetmek.
Meleklere düşmanlık edip dil uzatmak.
İslâm âlimleriyle alay edip dalga geçmek.
Mümin olan bir kimsenin kâfir olduğunu iddia etmek.
Fıkıh, tefsir, hadis, akaid gibi İslamî ilimlerle alay etmek.
Dinle, mukaddesatla alay etmek, hakaret etmek veya sövmek.
Namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetleri beğenmediğini söylemek.
Haram olan bir işe başlarken -dalga geçercesine- Besmele çekmek.
Dinin yücelttiği birşeyi hafife almak, değersiz gördüğü bir şeyi de yüceltmek.
İnsanı dinden çıkaran davranışlar da çoktur. Bir kısmı şunlardır:
Abdestsiz namaz kılmak.
Kıbleden başka bir yere yönelerek namaz kılmak.
Kuran-ı kerimi necaset içine atmak, hakaret etmek, hafife almak.
Cami ve ezan gibi mukaddesatla dalga geçmek.
Gayr-i Müslimlerin ibadetlerine katılmak.
Haç, zünnar ve benzeri gayr-i Müslimlerin dini alâmetlerini taşımak.
Küfre rıza göstermek.
Kâfire hürmet etmek.
Allah’tan başkasına secde etmek.
Dinden çıkan bir insanın, yaptığı bütün hayır ve hasenat boşa gider, hanımı boş olur ve tevbe etmeden ölürse yıkanmaz, kefenlenmez ve Müslüman mezarlığına defnedilmez. Ayrıca Müslüman akrabaları ona vâris olamaz. Bunun için Müslüman; imanına zarar verecek inanç, söz ve hareketlerden titizlikle uzak durmalıdır.
Dinden çıkan kişi, şayet tevbe eder ve “kelime-i şehadet”i getirerek tekrar Müslüman olursa; Şafiî Mezhebine göre amelleri geri gelir ve daha önce yaptığı haccı da iade etmez. Aynı şekilde-iddet bitmeden İslam’a döndü ise- hanımı da geri gelir ve yeni bir nikâh kıyması gerekmez. Ancak Hanefi mezhebine göre böyle bir kimsenin; yeni bir nikâh akdi ve yeni bir hac yapması gerekir.
Prensip olarak, kıblemize yönelip namaz kılan hiç kimseyi tekfir etmemek gerekir. Çünkü tekfir edilen kişi şayet kâfir değilse, tekfir eden kişi, kâfir olur. Ancak bilerek ve kasten küfrü gerektiren inanç, söz veya hareketi olan kişi, dinden çıktığını bilmeli ve hemen tevbe edip Müslüman olmalıdır.
İnsan, şayet itikadı konulardan birinde bir problemle karşılaşırsa, hiç vakit geçirmeden bir âlime danışıp doğrusunu öğrenmelidir. Âlimi buluncaya kadar da: “Allahü Teâlâ katında doğrusu ne ise öyle inanıyorum,” demelidir. Bir kişi, şayet imanî bir konuda şüpheye düşer ve doğrusunu sorup öğrenmeden beklerse, imanı tehlikeye girer. Ancak “Allah’a ve inanılması gerekli olan şeylerin tamamına inandım” derse, icmalî olarak iman etmiş olur.
.
Müminin Pâk Elbisesi: TAKVÂ-1
Takvâ, lügatte; sakınmak, korunmak ve korkmak gibi manalara gelir. Dinde ise takvâ ki-şinin; Allah korkusu sebebiyle günahlardan yani; dinen haram olan şeyleri yapmaktan kendini koruması ve böyle şeylerden uzak durması, demektir. Muttaki ise, takva üzere yaşayan; yani hiçbir şekilde büyük günah işlemeyan ve dahi küçük günahlara devam etmeyen mümin, demektir.
Takvâda ilk akla gelen şey, günahları yani haramları terk etmektir. Haram; Dinimizin kesin olarak terkedilmesini istediği davranışlardır. Haramlar; -dinen olduğu gibi aklen de- çirkin, yüz kızartıcı ve yakışıksız şeylerdir: Mesela içki, kumar, faiz, hırsızlık, zina, zulüm, aldatma, yalancı şâhitlik, gıybet, iftira ve benzeri şeyler dinen haram, aklen de çirkindirler.
Dinimiz, insan için dünya ve âhiret saadetini ister. Dolayısyla haramları terketmek, hem dünyada hem de âhirette insanın yararınadır. İnsanın fayda görebileceği bir haram yoktur. Bunun için haramların tamamı zararlı olan şeylerdir. Faydalı olduğu halde yasaklanan birşey de yoktur. Bir de şu var ki: Yüce Dinimiz, zararı faydasından çok olan şeyleri de haram kılmıştır.
Dinimiz; insanın haramdan uzak durmasına çok önem verdiği için bu konuda bazı tedbirler vazetmiştir. Mesela; fuhuşu önlemek için; harama bakmayı, dokunmayı, füzuli konuşmayı, kötü düşünceyi, kötü ortamı, kötü arkadaşlığı ve halveti yani karşı cinsle yalnız kalmayı yasaklamıştır. Böylece harama götüren vasıtaları da yasaklayarak, harama giden yolu tıkamıştır.
Ancak Dinimiz birşeyi yasaklarken, -insanları çaresiz bırakmamış- haram kıldığı şeylerin alternatiflerini de göstermiştir. Mesela; faiz yerine helal kazancı; zina yerine evliliği; içki yerine diğer temiz içecekleri helal ve serbest bırakmıştır.
Haramın terkinde sevab vardır ve devamı durumunda insanı takva mertebesine çıkarır. Çünkü haramın terk edilmesi farzdır. Bir farzı işlemek, çok sünnet işlemekten daha sevabdır. Bir haramı terk eden kimse; bir farz işlemiş gibi sevab alır. Böylelikle haramları terk eden bir insan; sevap kazanmak niyetiyle terk ettiği günahlar sayısınca farz yapmış gibi sevabı alır! Ne büyük nimet...
Kişi, yasaklardan kaçındığı müddetçe imanın gereğini yapmış; Allahü Teâlâya itaat etmiş, O’na kul olmayı kabul etmiş, kendini kötülüklerden arındırmış ve şeytanın yolundan gitmediğini göstermiştir.
Haramlardan uzak durmak, insanları çirkinliklerden ve aşağılık şeylerden korur. Haramları terketme şuuru; kişinin şeref ve namusunu koruyan, nefsini temizleyen ve imanını olgunlaştıran çok güzel bir vesiledir.
Haram işlenmesi halinde, kalblerin kararıp paslanması, imanın zayıflaması, huzur ve neşenin gitmesi, itibarın zedelenmesi, ibadetten zevk alma duygusunun yok olması gibi zarar ve kayıpların yanında, âhirette de çetin bir azaba düçar olma riskini ve tehlikesini barındırır. Dolayısıyla akıllı insan haramlardan uzak durur…
Haram olan birşeyi işlerken, haram olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü haramlığı kesin olan bir şeyi helal kabul etmek, -maazallah- insanı dinden çıkarır. Bunu içindir ki, mümin öyle kolay kolay ve bile bile hiçbir günahı işleyemez. İşlese bile, bunun çirkin birşey olduğunu; kalbiyle kabul, dili ile de itiraf eder. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Muhakkak ki; takva sahibi kimselere; (günah işleme konusunda) şeytandan, bir vesvese ilişince; hemen (Allahü Teâlâyı) hatırlarlar (ve bu konudaki gerçeği) görüp, (günah işlemekten derhal yüz çevirirler.)” (Araf 201)
Takvâ sahibi bir mümin şayet; şeytana mağlup olup da günaha girerse, hemen tevbe istiğfar eder ve o günahtan sonra bir iyilik yapar. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Onlar, bir kötülük yaptıkları veya kendilerine zulmettikleri zaman, Allâh’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe ve istiğfâr ederler. Zâten günahları Allah’tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar işledikleri günahta bile bile ısrar etmezler.” (Âl-i İmran 135)
“Hasenat (iyilikler), seyyiatı (kötülükleri) giderir.” (Hud 114)
Hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor: “Kötülüğün ardından hemen bir iyilik yap ki onu silsin!” (Tirmizî, Bir, 55) (Devamı haftaya…)
twitter.com/mehmedcanhoca
.
Müminin Pâk Elbisesi: TAKVÂ-2
“Takvâ” yani haramlardan uzak durmak, insanları çirkinliklerden ve aşağılık şeylerden korur. Haramları terk etme şuuru; kişinin şeref ve haysiyetini koruyan, nefsini temizleyen ve imanını olgunlaştıran çok güzel bir vesiledir. Günahları terk etmek aynı zamanda akıl sağlığına da çok faydalıdır. Hikmet ehli buyurdu ki: “Günah, akla zarar verir. Çünkü akıl; bir nurdur, günah ise, bu nuru söndürür.”
Ebu Zer Hazretlerinin rivayet ettiği bir hadisi şerif meali:
“- Ya Resulellah! Bana tavsiyede bulun(ur musun?)
- Sana Allah’ın takvasını (korkusunu) tavsiye ederim, çünkü o her işinin başıdır. (Senin için en önemli şeydir.)
- Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın):
- Çok Kuran-ı kerim oku ve Allah’ı çok zikret (an!) Çünkü bu, senin için göklerde nurdur ve yerde nurdur (ışıktır.)
- Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- Cihadı asla terk etme! Çünkü bu, ümmetimin ruhbanlığıdır (Allahü Teâlânın rızasını kazanma vesilesidir.)
- Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- Çok gülme; çünkü çok gülmek kalbi öldürür ve yüzdeki nuru giderir.
Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- Hayırlı söz hariç, susmaya devam et! Çünkü bu, şeytanı senden uzaklaştırır, dinini yaşama konusunda sana yardımcı olur.
- Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- Her zaman (dünyevî imkânlar bakımından) kendinden aşağıda olanlara bak! Kendinden yukarıda olanlara bakma! Çünkü bu, sahip olduğun Allah’ın nimetlerini küçümsememen için daha uygundur.
- Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- Fakirleri sev ve onlarla otur-kalk, (onlarla arkadaşlık yap!)
- Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- Acı da olsa her zaman hakkı söyle!
Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- Seninle ilişkilerini kesseler de, sıla-i rahim yap. (Akrabalık haklarına riayet et!)
- Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- Allah rızası için yaptığın işlerde, kimsenin kınamasından (tenkidinden, azarlamasından) korkma!
- Ya Resulellah! Bana tavsiyeni artır(ır mısın?)
- (Bencil olma:) Kendin için sevdiğin (istediğin) şeyleri, insanlar için de sev (iste!)
- Sonra da mübarek elleriyle göğsüme vurarak şöyle buyurdu:
- Ya Ebâ Zer! Tedbir almak gibi akıl, haramlardan sakınmak gibi verâ ve güzel ahlak gibi şeref yoktur.” (Kenzu’l-Ummal 44158)
Hazret-i Ömer radıyallahü anh buyurdu ki: “Kim güzel bir iş yapar ve Allah’a onunla gelirse, yaptığının on katıyla mükâfatlandırılır. Kim de bir kötülükle gelirse, sadece o kötülüğe denk bir ceza görür ve hiç kimseye haksızlık edilmez.” (Enam 160) âyet-i kerimesi, sizi gevşekliği sevk etmesin. Çünkü işlenen her günah, on tane kötülüğe sebep olur, şöyle ki: 1) Günah işleyen kişi, Rabbini kızdırmış olur. 2) İblis-i laini sevindirmiş olur. 3) Cennetten uzaklaşmış olur. 4) Cehenneme yaklaşmış olur. 5) En sevdiğ şey olan nefsine zarar vermiş olur. 6) Temiz olan nefsini kirletmiş olur. 7) Hafaza meleklerini rahatsız etmiş olur. 8) Efendimiz aleyhisselamı kabr-ı şeriflerinde üzmüş olur. 9) Gökleri, yeri ve bütün yaratılanları kendi günahına şahit yapmış olur. 10) Bütün insanlara ihanet etmiş ve Âlemlerin Rabbine isyan etmiş olur.”
Haris El-Muhasibî hazretleri diyor ki: “Allahü Teâlânın, sahipleri için cennet hazırladığı takvâ; şirk ve daha aşağı olan bütün haramlardan sakınmak ve hiçbir farzı zayi etmemektir.”
Mübarek yine buyurdu ki: “Bütün nasihatçiler, sözbirliği ile diyorlar ki: Kişinin dünya ve âhiret saadeti, “takvâ”ya bağlıdır. Takvânın alameti de; Allahü Teâlânın haram ettiği şeylerden uzak durmak, emirlerini yerine getirmek, çizdiği sınırın dışına çıkmamak ve kalbi bütün kötülüklerden temiz tutmaktır. Yine sözbirliği ile diyorlar ki: Dinin berbat edilmesi de, Allahü Teâlâya karşı cüretli olmaktır. Bunun alameti de; helal-harama dikkat etmemek, Allahü Teâlânın çizdiği sınırı zorlamak ve haramda ısrar etmektir!..” (Devamı haftaya)
twitter.com/mehmedcanhoca
.
Müminin Pâk Elbisesi: TAKVÂ-3
Müttakiler yani “takvâ” sahibi müminler, haramlardan sakındıkları gibi mekruhlardan da sakınırlar. Mekruh, çirkin bulunan, hoş karşılanmayan fiil, söz ve hallerdir. Bunları terk etmek de takvâdandır. Şafii mezhebine göre mekruh, tek çeşittir. O da Dinimizin -kesin ve bağlayıcı olmadan- terkedilmesini istediği şeydir. Mesela abdestin sünnetlerini terketmek mekruhtur. Mekruh olan bir şeyi yapmayan medhedilir ve sevap alır. Fakat yapan; zemmedilmez ve cezalandırılmaz.
Hanefi mezhebine göre mekruh; “tahrimen mekruh” ve “tenzihen mekruh” olmak üzere iki çeşittir. “Tahrimen mekruh”; harama yakın olan mekruhtur. Vacib olan bir şeyi mesela kurban kesmeyi terketmek gibi. “Tahrimen mekruh” olan bir şeyi terketmek sevaptır, iş-leyenin ise; azaba uğrama ihtimali vardır.
“Tenzihen mekruh” ise; helale yakın olan, fakat terkedilmesi, yapılmasından iyi olan şeydir. Soğan ve sarımsak yeyip -daha kokusu varken- camiye gitmek gibi. “Tenzihen mekruh” olan bir şeyi terkedene sevap vardır, ancak yapana azab ve kınama yoktur.
Burada işaret edilmesi gereken hassas bir husus vardır, şöyle ki: -Tenzihen bile olsa- mekruh olan bir şeyi önemsememek veya hafife almak küfürdür. Çünkü Dinin emrini yapmamak günah, ama -haşa sümme haşa- beğenmemek veya hafife almak -maazallah- küfürdür.
Müttakilerin uzak durduğu haram ve mekruhlardan sonra, şüpheliler konusu gelir. Çünkü şüpheli şeylerin de haramla bir başka komşulukları vardır. Dolayısıyla hakkında kesin bir hüküm olmayan konularda, takvâya uygun olan şey; haram olma ihtimalini gözeterek o fiilleri terk etmektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Hiç şüphe yok ki, helal olan şeyler bellidir, haram olan şeyler de bellidir. Ancak bu ikisinin arasında halkın çoğunun -helal mi haram mı olduğunu- bilmediği şüpheli şeyler vardır. İşte bu şüpheli şeylerden sakınanlar; dinlerini ve ırzlarını korumuş olurlar. Şüpheli şeylerden sakınmayanlar ise; -eninde sonunda- harama girerler. Tıpkı sürüsünü, başkasına ait bir arazinin etrafında otlatan çoban gibi. Bu çobanın hayvanlarının o araziye girmesi muhtemeldir. Dikkat edin her hükümdarın; girilmesi yasak bir arazisi vardır. Unutmayın ki, Allah’ın girilmesi yasak arazisi de haram kıldığı şeylerdir. Şunu da iyi bilin ki, insan vücudunda bir et parçası vardır. Bu et parçası iyi olursa, bütün vücut iyi olur. O bozulursa, bütün vücut bozulur. İşte o et parçası kalbdir.” (Buhari 52)
Buna göre şayet çoban; sürüsünü başkasına ait arazinin yanında otlatırsa şüpheli bir iş yapmış olur. Buradaki şüpheli iş, hayvanların başkasına ait olan araziye girme imkân ve ihtimalidir. Şayet çobanın hayvanları, bu yasak araziye girerlerse, çoban harama girmiş olur. Bu durumda çobanın yapması gereken şey, sürüsünü başkasının arazisinin hemen yanı başında otlatmamaktır. Şayet böyle temkinli davranırsa; devreye aldığı otokontrol sistemi sayesinde kendisi ile haram arasına bir tampon bölge inşa etmiş, böylece de harama girme ihtimalini ortadan kaldırmış olur.
Aynı şekilde mümin de -haram mı helal mi olduğu belli olmayan- şüpheli şeylere ve tehlikeli konulara dalarsa, harama girmesi çok kuvvetle muhtemeldir. Yok eğer bu tip şüpheli ve muhataralı şeylerden uzak durursa, kendisi ile haram arasına bir set çekmiş ve haramdan sakınarak; hem dinini hem de ırzını korumuş olur.
Evet şüpheli şey, haramın yakın komşusudur. Dolayısıyla o şüpheli bölgeye girenin, bir süre sonra haram olan sahaya düşmesi de kuvvetle muhtemeldir. Şüpheli şeylerden sakınanlar ise; araya engel koydukları için, harama girme ihtimalleri yoktur.
Sonra sıra; mübah ve helâl yani normalde yapılması serbest olan şeylere gelir. Bunlardan ise, ihtiyaç kadar yararlanıp fazlasından sakınmak da “takvâ”nın icabıdır. Fakat unutulmamalıdır ki, helalin israfı da haramdır. Bu konuda da uyanık olmak gerekir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Sakın saçıp savurma! Çünkü savurganlar, şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise, Rabbine karşı pek nankördür.” (İsra 26-27) (Devamı haftaya…)
.
Müminin Pâk Elbisesi: TAKVÂ-4
“Takvâ”, dinin özü ve saadetin kaynağıdır. Takvâsız bir hayat, riskli ve tehlikelerle doludur. Takva üzere yaşanmayan bir ömür; “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz” (Münâvî 663) hadis-i şerifi mucibince -maazallah- son nefeste imansız gitmeye ve neticede ebedî hüsrana uğramaya sebep olabilir. Bu fâni dünyada takva üzere yaşamak yani haramlardan korunmak için; mayınlı bir arazide yürür gibi titiz ve dikkatli olmak gerekir. Bunun için de; nefse, şeytana ve dünyalıklara asla aldanmamalı ve Dinimizin bizim için çizdiği sınırların dışına kesinlikle çıkmamalıyız. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (Hicr 99)
Takvâ yani haramlardan sakınmak ve amel-i sâlih yani hayırlı işler yapmak; manevî terakkide iki önemli esastır. Zira amel-i sâlih ile manevî kârlar elde edilir. Takvâ ile de bu kârlar korunur. Çünkü zarar yollarını kapamayan bir insan, kazandığından fazlasını kaybedip iflas edebilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ümmetimden müflis o kişidir ki; kıyamet günü namaz, oruç ve zekât gibi amellerle gelir. Fakat o, birilerine sövmüş, birilerine iftira etmiş, birilerinin malını yemiş, birilerinin kanını dökmüş ve birilerini de dövmüştür. Âhirette onun, bu iyilikleri hak sahiplerine dağıtılır. İyilikleri yetmeyip bittiği zaman da hak sahiplerinin günahlarından bir kısmı alınıp kendisine yüklenir ve cehenneme atılır.” (Müslim 2581)
Hâris El-Muhasibî rahmetullahi aleyh buyurdu ki: “Kardeşim dikkat et; günah işlemek gaflete sebep olur. Gaflet ise, kalbi katılaştırır. Kalbin katılaşması da kulu, Allahü Teâlâdan uzaklaştırır. Allahü Teâlâdan uzaklaşan kimse ise, cehenneme yaklaşır!”
Takvanın üç mertebesi vardır: a) Şirkten takva: Bu, iman edip şirkten korunmakla olur. Kişi böylece ebediyyen cehennemde kalmaktan kurtulur. b) Masiyetten takva: Yani büyük günah işlememek ve küçük günahlara devam etmemek. Takvanın en yaygın anlamı budur. c) Mâsivâdan takva: Yanin kalbi, Allahü Teâlâdan alıkoyan her şeyden temizlemek. İşte gerçek takva budur.
Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri buyurdu ki: Nefsiyle cihad eden ve her zaman nefis muhasebesi yapan azim sahibi büyük zatların tecrübe edilmiş on tane hususiyetleri vardır. Her kim bu on hususu tastamam yerine getirirse, Allahü Teâlânın izniyle, şerefli menzillere kavuşur, şöyle ki:
1- Ne doğru ne de yalan olarak Allahü Teâlânın adına yemin etmemek.
2- Ne şaka yollu ne de ciddi olarak yalan söylememek.
3- Hiç kimseye birşeyi yapmak veya vermek üzere söz vermemek. Çünkü yerine getirmezse yalancı olur.
4- Hiçbir mahluka lanet etmemek.
5- Kendisine zulmedenler dahil hiçbir mahluka beddua etmemek.
6- Ehl-i kıble olan hiçbir kimsenin; şirkine, küfrüne ve nifakına hükmetmemek.
7- Harama bakmamak ve hiçbir organını harama bulaştırmamak.
8- Hiçbir kimseye, hiçbir işini gördürmemek ve kimseye yük olmamak.
9- Nimet sahibi hiçbir kimseden hiçbir şey beklememek. Dolayısıyla insanların elinde bulunan dünyalıklardan tamamen ümidini kesmek.
10- Gerçek tevazu sahibi olmak ve kendisini hiç kimseden üstün görmemek.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gün, Übey bin Kâ’b hazretlerine; “takva nedir”, diye sorar. Übey hazretleri de ona:
“- Ey Ömer, sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü,” der. Hazret-i Ömer:
“- Evet, yürüdüm,” karşılığını verince, bu sefer Ubey Hazretleri:
“- Peki, ne yaptın?” diye sorar.
Hazret-i Ömer:
“- Elbisemi topladım ve dikenlerin bana zarar vermemesi için bütün dikkatimi sarf ettim,” cevâbını verir. Bunun üzerine Übey hazretleri:
“- İşte takvâ budur,” der.
Yine Hazret-i Ömer buyurdu ki:
“Mü’minin keremi, takvâsıdır.”
“Kişi, kalbini tırmalayan ve kendisini huzursuz eden şeyleri terk etmedikçe tâkva makamına ulaşamaz.” (Buharî 7)
Ebubekr-i sıddık radıyallahü anh hazretleri de şöyle buyurdu: “İtaat ederek Allahü Teâlânın azabından sakın. Takvasına yapışarak Kendisine itaat et. Elini müslümanların kanına bulaştırma. Onların mallarını midene sokma ve şereflerine dil uzatma!”
.
Ruh Sağlığımızı Korumanın Temel Kuralları-1
Ruh sağlığı; kişinin, ruhsal açıdan tam bir iyilik halinde olması demektir. Ailede, mahallede, okulda, işyerinde ve genel olarak sosyal hayatta etkileşim içinde olduğu insanlarla; dengeli, uyumlu ve doyumlu bir ilişki içinde olabilen kişi, ruhsal açıdan sağlıklı kabul edilir. Ruhsal anlamda sağlıklı bir insan; hareketlerinde tutarlı, kendisi ile barışık ve hayattan ne istediğini bilen kişidir. Başarısızlıklar; bu tip sağlıklı insanları fazla sarsmaz ve pes ettirmez. Bunlar; olayları büyültmezler, her zaman farklı düşüncelere açık ve hoşgörülü olurlar.
Ruh sağlığı, hayatımız açısından çok çok önemlidir. Ruhsal sağlığımızın iyi olması sayesinde düşünebilir, problemlerimize çözümler üretebilir, huzura kavuşabilir, mutlu, rahat, dengeli ve güven dolu bir hayat sürebiliriz. Ruh sağlığımız yerinde ise; kendimizi ve sevdiklerimizi hem korumak hem de mutlu etmek için pek çok başarıya imza atabiliriz. Ruh sağlığımızın iyi olması, iş hayatımızda da başarılı olmamızı oldukça kolaylaştırır. Çok önemli bir nokta daha vardır ki o da şudur: Ancak ruh sağlığı yerinde olan insanlar, başkalarına faydalı olabilirler.
Genellikle ruh sağlığı bozuk bir kişinin; düşünce ve davranışlarında tutarsızlık, aşırılık, uygunsuzluk ve yetersizlikler görülür. Bunlar, normal bir kişide de görülebilir. Ancak ruh sağlığı bozulmuş bir kişide bu özellikler sürekli hale gelir. Ruhsal bozukluklar; kişiyi olumsuz yönde etkilemekte; üretkenliğini ve yaşam kalitesini düşürmektedir.
İlim adamları, ruh sağlığımızı korumak için birçok tavsiyede bulunmuşlardır. Bunlardan birkaçı şöyledir:
*Kendimizi tanıyalım: Bedenimiz gibi, psikolojik yapımızı da tanımamız gerekir. Mesela yetenek ve zaaflarımızı bilmeden alakasız yarışlara girersek; başarısızlık, zarar ve hayal kırıklığı yaşayabiliriz.
*Değişime açık olalım: Özellikle önemli karar alma süreçlerinde hep aynı senaryoyu tekrarlıyorsak benzer sonuçlarla karşılaşabiliriz. Dolayısıyla eğer gerçekten neticenin değişmesini istiyorsak, evvela bizim değişmemiz gerektiğini bilmemiz lazım.
*Sınırlarımızı koruyalım: Bizim üzgün olmamız, başkalarının da üzgün olacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla dertlerimize ortak olmuyorlar diye, kimseye kızma hakkımız yok. Sıkıntımızı başkalarının gidermesini beklemek, çaresizlik hissine kapılmamıza yol açar.
*Dürtülerimizi kontrol edelim: İçimizden gelen şeyler için kendimize zaman tanıyalım ve hemen harekete geçmeyelim! Unutmayalım ki gerçek özgürlük; her istediğimizi yapmak değil, bazı şeyleri istesek de yapmayabilmektir.
*Engelleri kabul edelim: Hayat, engeller ve kayıplarla doludur. Bize, çok lazım olduğu bir anda aradığımız kişi telefonunu açmayabilir, istediğimiz arabayı almaya paramız yetmeyebilir, hakkettiğimiz maaş artışını alamayabiliriz, nişanlımız evlenmekten vazgeçebilir. Engelleri ve kayıpları ne kadar çabuk kabullenirsek, olumsuzluklardan o kadar az etkilenir ve o kadar çabuk toparlanıp yolumuza devam edebiliriz.
*Hayır diyebilelim: Başkalarının hatırı için; istemedimiz şeyleri kabul etmemiz, son derece yanlıştır. Çünkü bu, sevgiyi sürdürmeyi sağlamadığı gibi; bizde çaresizlik ve sıkışmışlık hislerini uyandırır.
*Üretken olalım: İnsanın bir amacının olması, çok önemli bir motivasyon kaynağıdır. Amacı olan insanların, hayatta daha başarılı ve daha mutlu oldukları bilimsel bir gerçektir.
*Geçmişle gelecek arasında denge kuralım: Geçmişimizi düşünerek, geleceğimizi planlarız. Ancak geçmişi fazla düşünmek hüzünlenmeye sebep olur. Sürekli geleceği düşünmek de kaygılara yol açar. Bunun için; şimdiki anın farkında olarak; geçmişe saplanmadan geleceğe odaklanmamız faydalı olur.
*Düşüncelerimizi paylaşalım: Girişkenlik; fikrini, bakış açısını ve duygularını başkalarını rahatsız etmeden ortaya koyabilmektir. Birçok kişi, çeşitli sebeplerle fikir ve düşüncelerini başkalarıyla paylaşmaktan imtina eder. Halbuki fikirlerimizi başkaları ile paylaşmak; kendimizi fark etmenin bir yoludur ve bizi iç çatışmalardan korur. Kendini ifade edemeyen kişiler ise, sonunda ya pasifleşir ya da saldırganlaşırlar.
*Beden sağlığımıza dikkat edelim: Alkol, sigara, uyuşturucu, hareketsizlik, şişmanlık ve kronik hastalıklar; beyne direkt olarak zarar vermenin yanında; ağrıya, endişeye, dikkat dağınıklığına ve ölüm korkusuna sebep olurlar. Bu durumdaki insanlar; sürekli olarak hastalıkları ve ilaçları ile meşgul oldukları için; beyinlerini kullanmakta, zihinlerini toparlamakta ve bir konuya odaklanmakta zorluk çekerler. (Devamı haftaya…
.
Ruh Sağlığımızı Korumanın Temel Kuralları-2
(Geçen hafta, ilim adamlarının; ruh sağlığını korumakla alakalı önemli tavsiyelerden on tanesini kısaca zikretmiştik. Bu hafta da -ehemmiyetine binaen- aynı konuya kaldığımız yerden devam etmek istiyoruz:)
*Nefes almak: Doğru ve düzenli nefes alma egzersizleri yapmak, kaygı ve stres düzeyini düşürür.
*Su içmek: Bilindiği gibi su hayattır. Her gün yeterli miktarda sağlıklı su içmek, bağışıklık sistemini güçlendirir, yorgunluğu giderir ve bizi daha zinde, daha enerjik ve daha mutlu yapar.
*Sağlıklı beslenme: Yemeden olmaz. Çünkü can boğazdan gelir. Ancak can, boğazdan da çıkar. Bunun için bizi yaşatacak şeyler yiyelim, zehirleyecek şeylerden uzak duralım.
*Yürümek: her gün en az 30 dakika açık havada yürümek çok faydalıdır. Özellikle soğuk havada yürümek, strese çok iyi gelir.
*Hedef sahibi olmak: Sabah bizi, heyecanla yataktan kaldıracak ulaşılabilir bir hedefimizin olması çok çok iyidir.
*Beklentilerimizi revize edelim: İstediklerimize ulaşamıyorsak, ulaşılabilecek şeyler isteyelim ve ardı arkası kesilmez başarısızlıklarla kendimize haksızlık etmeyelim.
*Şikayet etmeyelim: Kimse devamlı olarak şikayet eden birini yakınında görmek istemez. Unutmayalım ki; bize en yakın kişi biziz. Dolayısıyla kendimize böyle bir kötülük yapmayalım.
*Duygularımıza hâkim olalım: Sürekli kırgınlık, suçluluk ve öfke hali; bedenimize de ruhumuza da zarar verir.
*Abartmayalım: Yemeğe, işe, eve, arabaya hatta çocuğa aşırı ve abartılı bir şekilde düşkün olmayalım. Ta ki, -Allah saklasın- bunlardan birini kaybettiğimizde, kendimizi de kaybetmeyelim.
*Gelecekten korkmayalım: Hastalık, kaza, kayıp ve benzeri şeylerin korkusuyla hayatı kendimize zehir etmeyelim. Çünkü herşey olacağına varır. Dolayısıyla bunların hepsinin de olabilecek şeyler olduğu gerçeğini peşinen kabul edelim ki, bunlardan biriyle karşılaştığımızda yıkılmayalım.
*Problemleri tek başımıza çözmeye çalışmayalım: Bu iş için; iyi niyetli ve tecrübeli profesyonellerden destek alalım. Çok faydasını görürüz.
*Hayat enerjimize sahip çıkalım: Hayat enerjisi; fizik kanunlarıyla açıklanamayan -beynimize değil- bütünsel varlığımıza ait bir enerjidir. İnsan, gün içerisinde bir taraftan bu enerjiyi tüketirken, diğer taraftan da depolar. Yani bir anlamda kendimizi sürekli şarj ederiz. Bu enerjinin % 70’ini uyku ve doğru nefes alma yoluyla alırız. Ayrıca; hayata olumlu bakmak, iyimser olmak ve hayatı olduğu gibi kabul etmek de, yaşam enerjimizi çoğaltır. Coşkulu ve neşeli olmak ve keyifle yaptığımız herşey, bize hayat enerjisi verir.
Hayat enerjimiz yüksek olduğunda; dert, keder ve sıkıntılar kolay kolay moralimizi bozamaz. Bu halde iken; kendimizi herşeyi yapabilecek güçte, hissederiz. Hayat enerjisi yüksek veya düşük insan bellidir. Bunun için; bir kişiye baktığımızda, o günkü duruşundan ve beden dilinden; hayat enerjisinin ne durumda olduğunu üç aşağı beş yukarı anlayabiliriz.
Hayat enerjisi iyice azalan bir insan; üşenir, keyifsiz, isteksiz ve tembel olur. En basit günlük olaylar dahi onu ürkütür. Hayattan zevk alamadığı için artık evden çıkmak istemez. Bu noktadan sonra depresyon başlar ve kişi artık hastadır.
Hayat Enerjimizi Tüketenler:
*Hayat enerjimizi tüketen birçok şey vardır. Bunlardan bir kısmı şöyledir: *Öfke ve sinirlilik hâli. *Stres ve gerginlik. *Üzüntü, gam ve keder. *Korku ve panik hâli. *Kaygı ve endişe. *Kıskançlık, haset ve çekememezlik. *Kendimizi değersiz hissetme ve aşağılık kompleksi. *Özgüven eksikliği ve ürkeklik. *Uyumsuz insanlarla yaşamak. *Yalnızlık ve asosyal hayat. *Oksijeni yetersiz ortam. *Yanlış nefes alma. *Düzensiz ve yetersiz uyku. *Yanlış ve eksik beslenme.
Hayat Enerjimizi Artıranlar:
Aynı şekide hayat enerjimizi artıran birçok şey vardır. Bir kısmı şöyledir: *Çok dua etmek. *Çok ibadet etmek. *İlim öğrenmek. *muhtaçlara iyilikte bulunmak ve yardım etmek. *Kaylule yapmak. *Faydalı kitap okumak. *Derin nefes alarak kendimizi sakinleştirmek. *Olayları büyültmeden olduğu gibi kabullenmek. *Spor yapmak. *Gevşeme egzersizleri yapmak. *Açık havada yürüyüş yapmak. *Çıplak ayakla toprağa basmak. *Banyo yapmak. *Hoşa giden işlerle vakit geçirmek. (Devamı haftaya…)
.
Ruh Sağlığımızı Korumanın Temel Kuralları-3
(Geçen iki hafta ilim adamlarının; ruh sağlığını korumakla alakalı tavsiyelerini aktarmaya çalışmıştık. Bu hafta da aynı konuya devam ediyoruz:)
*Herşeye Rağmen Neşeli Olalım: Neşe, üzüntülü olmamaktan kaynaklanan sevinç halidir. Neşenin üç temel kaynağı vardır, bunlar: a) Farkındalık. b) Ümit. c) Özgüven. Çünkü kişi; sahip olduğu imkânların farkına varıp onları düşündüğünde sevinir. Yine kişi; gelecekte çok güzel imkânlara kavuşacağını ümit ettiğinde sevinir. Bir de kişi; ileride çok büyük başarılara imza atacağına inandığında sevinir.
Neşenin pozitif bir enerjisi vardır ve neşeli insan, çevresine de bu pozitif enerjiyi yayar. Bunun için neşeli bir insanı, kolay kolay kızdıramazsınız…
Neşeli olmak, insana ruhsal açıdan büyük faydalar sağlar. Neşesizlik; ruhî bunalımlara ve bedensel problemlere sebep olur. Bunun için -her şeye rağmen- neşeyi hayatımızdan eksik etmeyelim.
Neşenin, vücut direncinde artışa ve hastalıkların iyileşmesinde hızlanmaya sebep olduğu ilmî bir gerçektir. Zira insan fizyolojisinde çok önemli pozitif bir role sahip olan hormonların, stresli durumlardan olumsuz etkilendikleri bilinmektedir. Depresif ruh hali ve ağır duygusal travmalar sebebiyle bağışıklık sisteminin iç organlara saldırıp onları tahrib edebileceği, tıbben sabittir.
Kronik öfke, depresyon ve üzüntüsü olan insanların; uyku kalitesi bozulur; sabahları yorgun, sinirli ve bitkin kalkarlar. Vücutlarında insüline karşı direnç gelişir. Damar sertliği ve şişmanlık gibi birçok istenmeyen durumla karşılaşabilirler.
Aşırı strese bağlı olarak kortizon hormonundaki yükselme, beyindeki mutluluk hormonu olarak bilinen serotonini baskılar. Bu tip insanlar, çabuk acıkır ve tatlı gıdalara düşkünlükleri artar.
Pozitif duygulara sahip olmanın ve hayattan keyif almanın; sağlıklı yaşama olan katkısı büyüktür. Bunun için kişi; stresle başa çıkabilmeyi öğrenmeli ve öfke kontrolünü zorlaştıran negatif düşünce yapısını tamamen değiştirmelidir.
Konunun uzmanları, neşeli olmak için birçok tavsiyede bulunmuşlardır. Bunların bir kısmı özetle şöyledir:
*Güneşe çıkmak: Mevsim ne olursa olsun güneşten faydalanalım. Her gün mutlaka dışarıya çıkıp güneşi, rüzgarı, yağmuru ve doğayı yaşayalım.
*Paramızı dikkatli kullanalım: “Mal, canın yongasıdır” diye bir söz vardır. Yeterince paramız yoksa; parasızlıktan dolayı elektriğimiz, suyumuz, doğalgazımız, telefonumuz kesildi ise, mutlu olmamız pek kolay değildir. Bunun için israftan sakınalım ve küçük de olsa birikimler yapalım.
*Kendimize iyi davralım: Dostumuza nasıl davranıyorsak, kendimize de öyle davranalım. Her yaşta ve konumda sevilmeye ihtiyacımız var. Gerçek şu ki, başkasından beklediğimiz sevgi, şefkat, ilgi ve anlayışı önce biz kendimize sunmalıyız. Günlük hayatta başardığımız herşey için kendimizi tebrik etmeli ve motive olmak için kendimize güzel sözler söylemeliyiz.
*Kendimizi teselli edelim: Yanlış bir iş yaptığımızda, gereğinden fazla yemek yediğimizde, bir tabağı düşürüp kırdığımızda; istemeyerek bir arkadaşımızı küstürdüğümüzde ve ticarî hayatta başarısız olduğumuzda, kendimize kızmak yerine, bu durumu hoşgörüyle karşılayalım ve kendimizi teselli etmeye çalışalım.
Seyyid Abdülkadir-i Geylani Hazretleri buyurdu ki: “Üç şeyle vakit kaybetme: a) Kaçan fırsatlar için üzülme, çünkü geri gelmezler. b) Kendini, başkasıyla kıyaslama, çünkü bunun hiçbir faydası yoktur. c) Bütün insanları memnun etmeye çalışma, çünkü böyle birşey olmaz!” (Futuhu’l-gayb s. 13)
*Şükredelim: Verdiği nimetlere karşı Rabbimize şükretmek, sahip olduğumuz imkânların farkında olmamızı sağlar ve kendimizi çok yalnız hissettiğimiz anlarda bile yanımızda büyük bir gücün; Allahü Teâlânın olduğunu hatırlatır. Bir bardak su içtikten sonra bile şükretmeyi başardığımızda, neşemiz artacaktır.
*Zikredelim. Bütün kâinatın ve varlık âleminin sâhibi olan Rabbimizi bol bol zikredip analım. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Kalpler, ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d 28)
*Kararı biz verelim: Geleceğimiz için faydalı olacak kararları kendimiz verelim. Başka insanlardan fikir, öneri almak çok doğal ve gereklidir. Ancak gerektiğinde kendi menfaatimize olan kararları kendimiz verebiliyorsak, güçlü ve özgürüz, demektir. Bu da tabii olarak kendimize olan güvenimizi ve neşemizi artıracaktır. (Devamı haftaya…
.
Ruh Sağlığımızı Korumanın Temel Kuralları-4
(Geçen üç hafta, ilim adamlarının; ruh sağlığımızı korumakla alakalı çok önemli tavsiye ve öğütlerini aktarmaya gayret ettik. Bu hafta da, konuyu kaldığımız yerden alıp tamamlamak istiyoruz:)
*Kuran-ı kerim okuyalım: Her gün bol bol Kuran-ı kerim okuyalım veya dinleyelim. Allahü Teâlânın kelamı; içimizi pozitif enerjiyle dolduracak ve aç olan ruhumuzu doyuracaktır.
*Fazlalıklardan kurtulalım: Bize ayakbağı olan; fazla kilo, fazla eşya, fazla iş, fazla arkadaş, fazla borç, kısacası gereğinden fazla olan her şeyden sıyrılalım. Neşeli olmamızı engelleyen her ne varsa hepsini bir an evvel hayatımızdan çıkaralım.
*Kimseden çekinmeyelim: Hiçbir şeyi içimize atmayalım. Hiç korkmadan herşeyi -nezaketle- ilgili tarafa söyleyebilelim. Aklımızdakini; uygun bir dille, karşı tarafa aktardığımızda yani derdimizi doğru bir şekilde anlatabildiğimizde, hem rahatlarız hem de neşemiz artar.
*Hayatı kabullenelim: Hayatın inişli çıkışlı yollarda ilerlediğini bilmemiz gerekir. Unutmamalıyız ki, neşe gibi sıkıntı da sonsuz değildir.
*Gezmeyi öğrenelim: Seyahat etmek ve yeni yerler görmek; ufkumuzu genişletecek ve kendimizi daha iyi hissetmemizi sağlayacaktır. Yaşadığımız şehri bile, farklı bir bakış açısıyla gezmek neşemizi artıracaktır. Her gün önünden geçtiğiniz yerleri bile, meraklı bir gözle süzdüğümüzde yeni pek çok detayın farkına varacak ve yeni keşifler yaptığımız için kendimizi daha iyi hissedeceğiz.
*İyilik yapalım: Neşelenmenin yollarından biri de iyilik yapmaktır: Komşumuzun hâlini hatırını soralım, bir hastayı ziyaret edelim, kuşlara yem verelim, anne-babamıza yardım edelim, yaşlı veya engelli birini karşıdan karşıya geçirelim. Bunları yaptığımızda, içimiz neşe ile dolacaktır.
*Hayatımızda değişiklikler yapalım: Bilimsel çalışmalar; maceraya katılan, yeni deneyimler yaşayan ve rutinlerini değiştiren insanların daha neşeli olduklarını ortaya komuştur. Faydalı yeni şeyler denemek, beyin dalgalarını da uyarır.
*Hedefler belirleyelim: Kendilerine hedef koyan insanlar, hedefsiz olanlara göre daha neşeli olurlar. Bir amaç doğrultusunda çalışmak, olumlu duyguları devreye sokar ve bu hedeflerin gerçekleşmesi neşelenmeye sebep olur.
*Âdil olalım: Neşeli olmak için âdil olmak gerekir. Eğer kendi bakış açımızı savunma inadından vazgeçer ve enerjimizi tasarruf edersek, neşemizi artıracak aktivitelere daha çok zaman ve imkân buluruz.
*İyi arkadaşlar edinelim: İyi arkadaşlara sahip olan kişiler, daha neşeli olurlar.
*Sık sık tebessüm edelim: Gülümseyip mutlu imiş gibi davranmak, gerçekten kendimizi daha iyi hissetmemize yardımcı olur. Sadece gülümseme hareketi, insanların kendilerini daha iyi hissetmelerine sebep olduğu kanıtlanmıştır.
*İşimize yakın oturalım: İş yerine yakın mesafede oturan kişiler; diğerlerine göre çok daha avantajlı durumdadırlar. Her gün işe gitmek için uzun yol katetmek, sağlığı ve formda kalmayı olumsuz yönde etkiler ve moral bozukluğuna sebep olur.
*Maviyi sevelim: Bilimsel araştırmalar; mavi rengin stresi azalttığını, mutluluğu artırdığını ve özgüveni geliştirdiğini söylüyor. Çevrelerinde mavi rengi görenler, kendilerini daha mutlu hissederler. Özellikle akşam saatlerinde mavi renkle iç içe olmak, kişinin neşesine neşe katar.
*Zihin ve beden sağlığımıza özen gösterelim. Ruhsal sağlık ve beden sağlığının ayrı şeyler olduğu düşünülse de gerçekte zihnimiz ve bedenimiz sıkı bir etkileşim içindedir. İç dünyamızdaki çatışmaların bir kısmı, eğer başka bir ifade yolu bulamazsa bedensel semptomlar şeklinde kendini gösterir. Aynı zamanda bedenimizde olup bitenler, nasıl hissedip nasıl düşündüğümüzü etkileyebilir. Dolayısıyla zihin ve bedenin birbirinden bağımsız olmadıklarını fark edip ona göre hareket etmek gerekir. “Sağlam kafa, sağlam vücutta bulunur,” sözü de bunu anlatmaktadır.
*Gerektiğinde profesyonel destek alalım. Şunu peşinen kabul etmek lazımdır ki; bedenen hasta olduğumuz gibi ruhen ve zihnen de hasta olabiliriz. Binaenaleyh şayet günün birinde; hayattan zevk almamaya ve herşeyi anlamsız görmeye başladıysak; artık ruhî dengemizin bozulmaya başladığını kabul etmemiz icap eder. İşte bu durumdaki bir kişi; hiç vakit geçirmeden bir sağlık kuruluşunun ilgili bölümüne müracaat edip, hekimin vereceği ilaçları kullanmalı ve yapacağı tavsiyelere uymalıdır.
.
Kaderden Kadere Kaçıyoruz!..’
Allahü Teâlâ celle ve alâ, biz insanları zaman zaman çeşitli hallerle imtihan eder. Bu imtihan bazan hastalık olarak da karşımıza çıkar. Herhangi bir hastalığa düçar olan bir insanın, Rabbine isyan etmeden iyileşme çarelerini araştırması ve meşru bir şekilde tedavi olmaya çalışması esastır.
Hiçbir zaman tedbiri elden bırakmamalıyız! Tedbir, bir konudaki muhtemel tehlike ve riskleri önceden görerek; gerekli önlemleri almak ve her çeşit ihtimale hazırlıklı olmak, demektir.
En güzel tedbir, ileride karşımıza çıkabilecek olumsuzluklara şimdiden çözümler hazırlamak ve daima ihtiyatlı olmaktır. Tedbirli olmak başarının işaretidir.
Bunun için sağlıklı insanlar, bulaşıcı bir hastalığa yakalanmış kimselerle yakın olmamaya, özellikle onların kullandığı eşya ve araç gereçleri kullanmamaya gayret göstermelidirler. Bunun için de hastalığa yakalanan insanların bir süre karantinaya alınarak diğer sağlıklı insanlarla temaslarının kesilmesi, yüce Dinimizin emridir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Bir yerde veba olduğunu duyanlarsanız, oraya girmeyiniz. Bulunduğunuz yerde zuhur ederse, oradan çıkmayınız.” (Buhârî, Tıb: 30)
“Arslandan kaçar gibi cüzzamlı kişiden kaçınız!” (Buhârî, Tıb: 19)
“(Râvi diyor ki:) Efendimiz aleyhissalatü vesselam, kendisine biat etmek üzere Medine’ye gelmekte olan Sakîf heyetinde cüzzamlı bir kişinin bulunduğunu haber alınca, onun geri dönmesini istedi ve biatının kabul edildiğini, bildirdi.” (Müslim, Selâm: 126)
Allahü Teâlâ, kâinatı hassas bir denge, mükemmel bir ahenk ve şaşmaz bir nizam içinde yaratmıştır. Meydana gelen herşey, İlahî kanun ve kurallar çerçevesinde meydana gelmektedir. Dolayısıyla her zaman ve her konuda, kâinatta câri olan fıtrî kanunlara riayet etmek en akıllıca bir tedbirdir.
Dinimizin müsaade ettiği meşru tedbirleri almak, tevekküle asla mâni ve engel değildir. Çünkü mümin, tedbir almakla beraber muvaffakiyeti sadece ve sadece Allahü Teâlâdan bekler ve öyle inanır.
Aklın öngördüğü şekilde tedbirini almadan tevekkül etmek ise, genellikle tembel ve vurdumduymaz insanların işidir! Hakikî tevekkül, sebepler dairesinde tedbirini aldıktan sonra, netice hususunda Allahü Teâlâya tevekkül edip güvenmektir. Çünkü, tedbir alındığı halde tersi olabilir. Mesela, sabah namazını kaçırmamak için saat kurmak, akıllıca bir tedbirdir. Fakat bazan saat çaldığı halde kalkamayabiliyoruz.
Evet tedbir bizden, takdir Allahü Teâlâdandır. Yani tedbir alsak da almasak da Allahü Teâlânın dediği olur. Çok kullandığımız “inşaallah” kavramının manası da budur. Yani Allahü Teâlânın istediği olur, istemediği ise hiç olmaz. Fakat tedbir alma sorumluluğumuz var.
Atalarımız ne güzel söylemişler: “Tedbirde kusuru olan, takdire bahane bulur.” Yani yapılan her işte, önceden gereken tedbiri amak lazımdır. Gereken önlemi almakta kusur eden kimseler ise, bunun sonuçlarını kadere yüklerler. Tabii ki, iş işten geçmiş oluyor. Bunun içindir ki beklenmedik bir olayla karşılaştığımızda, suçu başka yerlerde aramak yerine nerede ihmalkâr davrandığımıza bakmamız, aklın ve ilmin gereğidir.
Hazret-i Ömer radıyallahü anh, Şam’a gidiyordu. Yolda, Şam’da veba çıktığını duyunca gitmekten vazgeçti. Kendisine; Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsunuz diye sorulduğunda; “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz, dedi.” (Buhârî, Tıb: 30)
Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın okuduğu önemli bir dua da bize bunu öğretiyor: “Allahümme eûzu bi rıdake min sehatik ve bi muafatike min ukûbetik ve eûzu bike mink lâ uhsî senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ nefsik.”
(Allahım! Öfkenden rızana, cezandan affına, Senden Sana sığınıyorum. Sana layık olduğun [meth ü] senayı yapma gücüm yok. Sen Kendini sena ettiğin gibi [yüce]sin!) (Müslim 486)
Yakup aleyhisselam, oğullarını Mısır’a Hazret-i Yusuf’un yanına gönderirken, onlara: “Oğullarım! Hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin,” (Yusuf 67) diye tenbihlemişti. Fakat sözünün devamında şöyle diyordu: “…Gerçi ben ne yapsam, Allah’tan gelecek takdiri önleyemem. Zira hüküm yetkisi, yalnız Allah’ındır. Onun içindir ki ben ancak O’na dayanır, O’na güvenirim. Tevekkül edenler de yalnız O’na dayanıp güvenmelidirler!” (Yusuf 67)
.
'Allah, Sabredenlerle Beraberdir!..''-1
Sabır; dinî emirleri yerine getirirken, haramlardan sakınırken, musibetlerleler boğuşurken ve zorlu hedeflere doğru yürürken; nefsini kontrol etmek, kendine hâkim olmak, pes etmemek, yılmadan sıkıntıya katlanmak ve nihayet metanetle direnip başarmaktır.
Sabır, Kur’an-ı kerimin birçok yerinde geçmektedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Allah sabredenlerle beraberdir!” (Bekara 153) İslâm âlimlerinin ittifakıyla gerektiğinde sabretmek farzdır. Bunun içindir ki: “İman iki kısımdan oluşur; yarısı sabır, diğer yarısı şükürdür,” buyurulmuştur. (Beyhakî)
Yine İslâm âlimler diyorlar ki: Sabır; “nefsi telâştan, dili şikâyetten, organları da çirkin davranışlardan korur. Sabırlı kişi; nimette de mihnette de sükûnetini muhafaza eder ve sebeplere yapıştıktan sonra başarıyı sadece Allahü Teâlâ’dan bekler. Sabır; akıllı ve dayanıklı kişilerin, sabırsızlık ise; cahil ve âciz kimselerin vasfıdır.”
Sabır; emirleri yerine getirmek, yasaklardan sakınmak ve musibetlere direnmek şeklinde tecelli eder, şöyle ki:
a) Kul, Allahü Teâlâ’nın emirlerini yapmak için sabra muhtaçtır. Çünkü kulluk, nefse zor gelir. Mesela kimi insanlar; -tembellik yüzünden- namaz gibi ibadetlerden hoşlanmaz. Kimi de; -cimrilikten dolayı- zekât gibi malî ibadetlerden hoşlanmaz. Kimi de; -her iki sebepten dolayı- hac gibi ibadetlerden hoşlanmaz. Demek ki ibadetleri yerine getirmek için sabır gereklidir. Farzları yerine getirmeye sabretmenin üçyüz altmış derece sevabı vardır.
b) Kul, Allahü Teâlâ’nın yasaklarından sakınmak için de sabra muhtaçtır. Nefse en güç gelen sabır da, insanın alıştığı ve devamlı yaptığı günahlardan vazgeçmesidir. Çünkü alışkanlık arzu ile birleşince günah etkeni güçlenir. Şayet günah; işlenmesi kolay bir iş ise, buna sabretmek daha da zorlaşır. Dili gıybet etmekten, yalan konuşmaktan ve kendini övmekten korumak gibi.
c) Bela ve musibetlere sabretmek de iki çeşittir: a) İnsanlardan gelen sıkıntı ve eziyetlere sabır: Halkın, kişinin aleyhinde konuşması, kendisine iftira etmesi, hakkını gasp etmesi ve benzeri şeyler gibi. İşte bunlara sabretmek çok bereketlidir. Eshab-ı kiram; müşriklerin sıkıntı ve işkencelerine sabretmeleri neticesinde; tevhid inancı dünyaya yerleşti ve İslâm dini her tarafa yayıldı. b) Doğal felâket ve musibetlere sabır: Kişinin bir yakının ölmesi, malının telef olması, yangın, kaza, hastalık, sakatlık ve benzeri şeyler gibi. Bela ve musibetlerin ilk şokuna karşı sabretmenin dokuz yüz derece sevabı vardır. Gerçek sabır da, belanın başında ve ilk anında gösterilen sabırdır. Hadis-i şerifte; “es-sabru inde’s-sadmeti’l-ûlâ” (gerçek sabır, ilk darbe anında gösterilen sabırdır.) (Buhari 1223)
Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, daha dünyaya gelmeden babasını kaybetmiş; altı yaşında annesinin, iki sene sonra dedesinin vefatını görmüştür. Daha sonra da en büyük dayanağı amcası Ebû Talib’in ve en çok desteğini gördüğü hanımı Hazret-i Hadice validemizin vefatına tanık olmuştur. Hazret-i Fatıma dışındaki bütün çocuklarının vefatlarını görmüştür. O, bütün bu musibetler karşısında asla sarsılmamış, yıkılmamış ve yılgınlık göstermemiştir.
Peygamberlik geldikten sonra ise; müşrikler tarafından ağır baskılara muhatap olmuş, hakaret edilmiş, alaya alınmış, ölümle tehdit edilmiş ve suikastlarla karşı karşıya kalmıştır. Sonunda da doğup büyüdüğü ve çok sevdiği öz vatanı Mekke-i mükerremeden göç etmek zorunda kalmıştır.
Düşmanları, sürekli olarak ordular düzenlemiş ve O’nun üzerine yürümüşlerdir. Yapılan bu savaşlarda O, zaman zaman çok zor anlar yaşamış, hayatî tehlikeler atlatmıştır. Medine-i münevvereyi savunmak için herkesle birlikte hendek kazmış ve günlerce aç kalmıştır. Fakat bütün bu felaketler karşısında O, sabır ve metanetle direnmiştir. Çünkü O, biliyordu ki sabreden, zafere erecektir.
İnsan geçici veya aralıklarla gelen musibetlere dayanabilir. Lakin arka arkaya gelen zincirleme felâketlere sabretmesi zordur. İşte Efendimiz aleyhi selam, mübarek hayatı boyunca her çeşit musibete uğradığı halde; sabır, metanet, tevekkül ve şükründen hiçbir şey kaybetmemiştir. İşte bu engin sabrının sonunda; düşmanları dize gelmiş; ölen ölmüş, ölmeyen de Müslüman olmuş ve O’nun mübarek davasının birer fedaisi olmuştur. (Devamı haftaya…)
.
“Allah, Sabredenlerle Beraberdir!..”-2
Sabredilmesi emredilen bela ve musibetler, ya kulu olgunlaştırmak ya da işlediği günahlarından temizlemek içindir: “Başınıza gelen her bir musibet, ellerinizle yaptığınız işler yüzündendir. Allah, çoğunu da affeder.” (Şura 30)
Hadis-i şeriflerde ise, şöyle buyurulmaktadır:
“Müslümana isabet eden hiçbir yorgunluk, acı, keder, üzüntü, sıkıntı, gam hatta bir diken batması dahi yoktur ki, günahlarının bir kısmını silmesin.” (Buhari 5318)
“Allah bir kuluna hayır dilerse, onun günahının cezasını dünyada verir.” (Tirmizi 8799)
“Kim başına gelen musibete karşı, Allah’ın buyurduğu gibi: ‘İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’ (Bakara 156) deyip sonra; Allah’ım bu musibetimden bana sevap ver, bunun ardından bana hayır ver (aldığın nimetin yerine daha hayırlısını ihsan eyle,) diye dua ederse, Allah öyle yapar.” (Müslim 918)
Hadis-i kudsîde şöyle buyuruluyor: “Mümin kulumu, bir bela (hastalık) ile sınadığım zaman; şayet sabreder de Beni ziyaretçilerine şikâyet etmezse, onu esirlerim arasından salıveririm. Sonra etinin yerine daha hayırlı bir et, kanının yerine de daha hayırlı bir kan veririm. Sonra da amelleri sıfırdan başlar.” (Hakim, Müstedrek 1291)
Sızlanmak musibeti azaltmaz. Hazret-i Ali radıyallahü anh, çocuğu ölen birisine taziyede bulunurken şöyle dedi: “Kader üzerinden geçti, sabredersen sevabını alırsın. Eğer sızlanırsan yine kader üzerinden geçmiştir (geriye döndürmek mümkün değildir), üstelik günahkâr olursun.”
Gerçekten sızlanma ve şikâyet etmek, musibeti artırmaktan başka bir işe yaramaz. Allahü Teâlânın hükmüne sabretmeyenin musibeti ikiye katlanır: Biri musibetin kendisi, diğeri de sızlanmada haddi aşarak günaha girmesidir. Sızlanmak, yaka yırtmak, göğsünü ve yüzünü dövmek, aşırı şikâyette bulunmak, yas giysileri giymek ve benzeri şeyler insanı sabır makamından çıkarır. Bundan dolayı böyle şeylerden kaçınmalı, normal hayatını sürdürmeli, herşeyin Rabbimizin emaneti olduğunu bilmeli ve bu şekilde teselli bulmalıdır.
Sabredenlerin mükâfatı büyüktür. Kur’ân-ı kerimin birçok âyet-i kerimesinde sabrın ö-nemi üzerinde durulmakta, sabırlı davrananlar yüceltilmekte ve onlara verilecek mükâfatlar anlatılmaktadır. Mesela musibetlere sabredenlerin ve Allahü Teâlâya teslimiyet gösterenlerin, rahmet-i İlahiyeye nâil olacakları ve ebedî kurtuluşa erecekleri müjdelenir: “Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz,” derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte onlardır.” (Bekara 155-157)
Dini tebliğde de azim ve sebat gösterip sabretmek çok kıymetlidir: “(Habibim!) O hâlde, yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi gibi sabret! Onlar için acele etme. Onlar tehdit edildikleri azabı gördükleri gün, sanki dünyada gündüzün bir anından başka kalmadıklarını sanırlar. Bu bir duyurudur. Ancak yoldan çıkmış olan topluluk helâk edilir.” (Ahkâf 35)
Bir kimsenin, kendisine kötülük edenleri âdil bir şekilde cezalandırması haktır, ancak sabır göstermesi daha hayırlıdır: “Eğer ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle cezalandırın. Eğer sabrederseniz elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl 126)
Putperest düşmanların aşağılayıcı davranışlarına katlanan müslümanlar, sabretmelerinin mükâfatı olarak ebedî kurtuluşa ulaştırılacaklardır: “Siz ise, onlarla alay ediyordunuz. O kadar ki onlar size Beni anmayı unutturdu. Onlara hep gülüyordunuz. Sabretmiş olmaları sebebiyle bugün Ben, onları mükâfatlandırdım. Şüphesiz onlar başarıya erenlerin ta kendileridir.” (Mü’minûn 110-111)
Kendilerine kötülük yapanlara sabırla muamele edip, kötülüğe kötülükle karşılık vermeyenlere düşmanların hileleri zarar vermeyecektir: “Size bir iyilik dokunursa bu, onları üzer. Başınıza bir kötülük gelirse ona sevinirler. Eğer siz sabırlı olur, Allah’a karşı gelmekten sakınırsanız, onların hileleri size hiçbir zarar vermez. Çünkü Allah onların işlediklerini kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân 120)
Hazret-i Lokmân’ın, oğluna nasihatlerinden biri de şudur: “Namazı özenle kıl, iyi olanı emret, kötü olana karşı koy, başına gelene sabret! İşte bunlar kararlılık gerektiren işlerdir.” (Lokmân 17) (Devamı haftaya…)
.
'Allah, Sabredenlerle Beraberdir!..''-3
Sabır çok kıymetlidir. Ancak en kıymetli olanı; “sabr-ı cemil”dir, yani güzel sabırdır. Bu da, hiç sızlanmadan ve şikât etmeden belâlara sabredip dayanmaktır. Sabır makamına aykırı olan şey, derdini insanlara şikâyet etmek ve sızlanmaktır. Fakat halini, Allahü Teâlâ’ya arzetmek ve O’ndan yardım dilemek, sabır makamına aykırı değildir. Nitekim Eyyûb aleyhisselam, -hiç şikâyet etmeden- sıkıntısını: “Başıma bir dert geldi, ama Sen merhametlilerin en üstünüsün,” (Enbiyâ 83) diye anlatmış ve Allahü Teâlâ’ya yalvarıp yakarmıştır. Dolayısıyla kul isyan etmeden, edepli bir şekilde niyaz ve tazarru ile derdini Allah’a arz edip kurtuluş dilerse, bundan sevap alacağı gibi belâya sabretmesi de güç kazanır.
Sabır konusu, Kur’an-ı kerimde çok geniş yer alır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“İyilikle kötülük bir olmaz. Kötülüğü en güzel bir şekilde sav. Bir de bakarsın ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir. Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan ve olgunluktan) büyük payı olanlar kavuşturulur.” (Fussilet 34-35)
“(Ey insanlar!) Sizi birbiriniz için imtihan aracı kıldık. (Bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin, hakkıyla görendir.” (Furkan 20)
“Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sağlam bastır ve şu kâfir kavme karşı bize yardım et.” (Bakara 250)
“Sonra da iman edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar var ya, işte onlar Ahiret mutluluğuna erenlerdir.” (Beled 17)
“Andolsun zamana ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak, iman edip de sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler, birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka. (Onlar ziyanda değillerdir.)” (Asr 1-3)
“Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak Allahtan yardım dileyin. Şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bekara 153)
“Allah’ın izniyle büyük bir topluluğa gâlip gelen nice küçük topluluklar vardır. Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bekara 249)
“Allah’a ve Resul’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 46)
“Eğer içinizde sabırlı yüz kişi olursa, iki yüz kişiye gâlip gelirler. Eğer içinizde (sabırlı) bin kişi olursa, Allah’ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 66)
“Allah, sabredenleri sever.” (Âl-i İmrân 146)
“Kim kötülükten sakınır ve sabrederse; şüphesiz Allah, iyilik yapanların mükâfatını zayi etmez.” (Yûsuf 90)
“Ancak sabredip salih amel işleyenler böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.” (Hûd 115)
“Elbette sabredenlere, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.” (Nahl 96)
“Melekler de her bir kapıdan yanlarına girerler (ve şöyle derler): Sabretmenize karşılık selâm sizlere. Dünya yurdunun sonucu (olan cennet) ne güzeldir!” (Ra‘d 20-24)
Sabır konusu, sünnet-i seniyyede de çok geniş yer almıştır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Sabır ışıktır.” (Müslim 106)
“Müminin işi ilginçtir. Her işi hayırdır. Bu yalnız mümine verilmiştir. Sevindirici bir işle karşılaşsa sabreder şükreder, o iş kendisi hakkında hayırlı olur. Üzücü bir işle karşılaşsa sabreder, kendisi için hayırlı olur.” (Müslim 5322)
“Hiç bir kimseye sabırdan daha hayırlı bir mükafat verilmemiştir.” (Buharî 1469)
“Sabır, imanın yarısıdır.” (Hâkim 3666)
Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, kendisinden sürekli yardım isteyenlere yardım ettikten sonra yine de istemeleri üzerine onlara; müstağni davranmalarını ve sabırlı olmak için çaba göstermelerini öğütlemiş; böyle yapmaları halinde Allah’ın kendilerine yardım edip onları ihtiyaçtan kurtaracağını, bildirmiştir.
Çocuğunu kaybetmenin acısıyla ağlayan bir kadına Resûlullah, “Allah’tan kork, sabırlı ol,” buyurdu. Bunun üzerine kadın; “benim derdimden sen ne anlarsın!” şeklinde tepki gösterdi. Kadın, daha sonra kendisine nasihat edenin Resûlullah olduğunu öğrenince, özür diledi. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam, “Sabır ilk sadmededir (ilk sarsıntı sırasında) gösterilen metanettir,” buyurdu. (Buhari 1223) (Devamı haftaya…)
.
'Allah, Sabredenlerle Beraberdir!..''-4
Sabır konusunu bu hafta noktalıyoruz. Dakkak hazretleri şöyle diyor: “Sabredenler, iki dünyanın izzetine ermiş kişilerdir. Zira onlar, Allah’ın beraberliğine kavuşmuşlardır. Çünkü; “Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 153) Allah’ın beraber olduğu kimse, elbette ki, iki cihanın şerefine ermiştir.”
Sabrın hükmü, sabredilen yani katlanılan sıkıntının mahiyetine göre değişir. Meselâ: Haramlardan uzak durmada ve dinî görevlerin îfâsında tahammül göstermek, şeklindeki sabır farzdır. Dinen mekruh olan işlerden sakınmak, şeklindeki sabır menduptur. Can, mal ve namusun saldırıya uğraması durumundaki sabır haramdır. Bedene zarar verecek derecedeki acılara katlanmak, şeklindeki sabır mekruhtur. Dinen yapılmasında bir sakınca olmayan konularda gösterilen sabır ise, mubahtır. (İhyau ulumi’d-din)
İbni Hazm, üç farklı sabırdan söz eder, şöyle ki: Güçlü kişilerden gelen sıkıntıya sabretmek fazilet değil zavallılıktır. Zayıf kimselerden gelen sıkıntıya sabretmek fazilettir. Eşit düzeydeki kimselerden gelen sıkıntıya sabretmek şöyledir; eğer kötülük yapan kişi bunu bilmeden yapmışsa ona sabretmek bir olgunluktur, eğer bilerek eziyet etmişse, buna katlanmak bayağılıktır. (El-Ahlak ves-Siyer)
Ragıb-ı İsfahanî diyor ki: Sabır; biri cismanî, diğeri ruhanî olmak üzere iki çeşittir. Cismanî sabır, bedenin mâruz kaldığı zahmetli işlere ve acılara katlanmaktır ki bu tam olarak fazilet değildir. Asıl fazilet, ruhanî sabır olup iki şekilde tezahür eder: İffet adı verilen birinci kısmı; insana zevk veren şeylerden yararlanmada aşırılıktan sakınmaktır. İkincisi ise, istenmeyen durumların başa gelmesi veya hoşa giden nimetlerden mahrum kalınması halinde şikâyet etmemektir. (Ez-Zerîa)
Sabırla ilgisi bulunan diğer bir kavram da “rızâ”dır. İmam-ı Gazalî Hazretleri buyurdu ki: Meşakkatlere tahammülün farklı dereceleri vardır. Katlanmanın zor olduğu başlangıç derecesine tesabbur, katlanmanın kolaylaştığı orta derecesine sabır, nefsânî arzuların tam olarak baskı altına alındığı en yüksek derecesine “rızâ” denir. Sabrın, fazilet bakımından en alt derecesi, kişinin içinde bulunduğu güç durumdan memnun olmasa da şikâyet etmemesi, bundan daha faziletlisi, içinde bulunduğu duruma razı olması, ondan da faziletlisi belaya şükretmesidir. (İhyau ulumi’d-din)
Rıza, kaza ve kaderi yani Rabbimizden gelen herşeyi; hoşnutluk ve memnuniyetle karşılamak olup bir kulluk vazifesidir. Zaten ibadetler de, sadece Rabbimizin yüce rızasını kazanmak için yapılır. Bunun için riya ve gösteriş karışan ibadetler geçersizdir. Gerçek rızaya kavuşmak büyük bir saadettir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Allah, onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bu, Rabbinden korkanlara mahsustur.” (Beyyine , “Allah, inanan erkek ve kadınlara altından ırmaklar akan cennetler, Adn cennetlerinde çok güzel meskenler vadetti, Allah’ın rızası ise hepsinden büyük saadettir.” (Tevbe 72)
Her halükârda Allahü Teâlânın emir ve yasaklarındaki nimet, hikmet ve mükâfâtları düşünmek, sabretmeyi kolaylaştırır. Bazen tabiî bir felâketle karşılaşır ve katlanmaktan başka çaremiz olmaz. Her çaresizliğin yegene çaresi, yüce Rabbimizdir. Böyle bir durumda şikâyetler, feryad û figanlar ve sızlanmalar yükümüzü hafifletmez ve derdimize çare olmaz. Bunun içindir ki, başımıza gelen; karşı konulamaz hâdiselere sabredip Cenâb-ı Hakk’a sığınmak, her şeyin O’ndan geldiğini bilmek ve bunun bizim için bir imtihan olduğunu idrak edip mükâfâtını beklemek, en akıllıca iştir.
İnsanın bu imtihan dünyasında her arzu ettiğine nâil olması mümkün değildir. O zaman, erişemediğimiz şeyler için; “bunun olmaması, hakkımda daha hayırlıdır!” veya “olan şeyde hayır vardır,” demek, kulluğa en uygun olan ve bizi manevî derecelere kavuşturan bir haldir.
Evet dünya, kimin daha iyi olduğunun, kimin daha güzel iş yaptığının anlaşılacağı bir sınanma yeridir. Ayrıca bilinmelidir ki; insan bir gayeye doğru yürümektedir. Bu gaye ve hedef ise, İlâhî rızadır. İnsan, bu kutlu gayeye doğru yürürken çeşitli imtihanlardan geçecek; dışarıda dünyanın, içeride de kendi nefsinin çıkardığı zorluklarla, çeşitli hastalık, bela ve musibetlerle karşılaşacak ve sabrederek baş etmeye çalışacaktır. İşte insan, bu şekilde olgunlaşacak ve kemale erecektir.
.
İslâm, Tefekkürü Emrediyor-1
“Tefekkür”, insanlara mahsus bir çaba olup; bir nesne veya bir mevzu üzerinde etraflıca düşünme; meydana gelmiş bir hâdisenin sebeplerini bulup tahlil etme, beklenen bir olayın muhtemel sonuçları üzerinde kafa yorma ve ona göre gereken tedbirleri önceden alma gibi manalara gelir.
Biz, beynimizle tefekkür ederiz. Beyin, insanın tefekkür ve düşünce merkezidir. Beyinde yer alan nöronlar, protein zincirlerini kullanarak birbirleriyle bağlantı kurarlar. Böylece biyoelektrik denilen akımı oluştururlar. Bu akımla nöronlar arasında bilgi alışverişleri yapılır. İşte düşünce ve duygular bu biyoelektrik dolaşımın sonucudur.
Beyin; düşünen, insan hayatını planlayan, eylemlerine karar veren ve bunların uygulamaya geçmesini sağlayan mükemmel bir yapıdır. -Yukarıda da işaret edildiği gibi- düşünme işlemi beyinde başlar ve karar verme aşamasından itibaren yine beyin tarafından ilgili organlara sinyal gönderilerek düşünülen işin hayata geçirilmesi sağlanır.
Kısaca; bir problemi zihinde çözebilme gücü, başka bir ifadeyle; olaylar ve nesneler arasında bağ kurma kabiliyeti manasına gelen “tefekkür”ün yani düşünmenin dört tane yapı taşı vardır, şöyle ki:
a) Hayal: Daha önce algıladığımız bir nesne veya olayı zihnimizde yeniden canlandırmaktır. Mesela daha önce tanıdığımız bir insanın simasını veya izlediğimiz bir film sahnesini zihnimizde tekrar canlandırabiliriz.
b) Simge: Herhangi bir nesnenin sembolü ve işareti demektir, trafik işaretleri gibi.
c) Kavram: Nesnelerin ya da olayların ortak özelliklerini kapsayan ve onları bir sözcük altında toplayan genel tasarımdır. İyilik-kötülük, güzellik-çirkinlik gibi.
d) Kategori: Varlıkların belirli özellikleriyle bir gruba dahil edilmesi, sınıflandırılmasıdır, erkek ve dişi gibi.
İnsanlar, bilgileri doğrultusunda düşüncelerine yön verirler. Bunun için, üzerinde çalıştığımız konu veya çözmeye çalıştığımız problem hakkında ne kadar bilgi sahibi olursak, o kadar faydalı bir muhakeme yapabiliriz. Karanlıkta gözün görmediği gibi, bilgiden yoksun olan bir beyin de etkili ve sonuç alıcı tarzda düşünemez.
“Tefekkür” yani düşünme yeteneğimizi ne kadar iyi kullanırsak hayatta o kadar başarılı olabiliriz. Kullanılmayan beyin, yok sayılır! Zekâ geriliğinin en yaygın sebebi de budur. Geri kalmış toplumların temel problemleri de; beyinlerini etkin bir şekilde kullanmayı başaramamış olmalarıdır.
“Tefekkür”, bir konu ile alakalı sağlıklı karar verilmesinde çok etkili ve netice alıcıdır. Doğru düşünceler, insanları geliştirir ve faydalı şeyler üretmelerini sağlar. Dolayısıyla düşünen insan, hem kendisine hem de başkalarına faydalı insandır.
Biz; düşünce gücünü kullanarak hayatımıza yön veririz. Kişi, iyi ile kötüyü düşüncesi ile birbirlerinden ayırdığı gibi, vereceği kararlar ile de geleceğini şekillendirmeye çalışır. İnsanlar, hayata bakış açılarını da düşünceleri ile oluştururlar. Doğru düşünceler olumlu duyguları, yanlış düşünceler de kötü duyguları uyandırır.
“Tefekkür”, insanları diğer canlılardan ayıran özelliklerin başında gelmektedir. Zira insanlar, düşünerek hareket ederler. Diğer canlılar ise, sadece ânı yaşayarak hayatlarını idame ettirmeye çalışırlar. İnsanoğlu, tefekkürü sayesinde çok gelişmiş ve büyük aşamalar kat ederek bugünlere; bilgisayar ve internet çağına ulaşmıştır.
Hayatımızı tefekkürümüzün ürünü olan ‘fikir’lerimizle kolaylaştırırız. Bir konu ile alakalı daha önceden sahip olduğumuz ancak aralarında ilişki kuramadığımız iki veya daha çok düşünceyi yeni bir biçimde yeniden birleştirmeye ‘fikir’, diyoruz. ‘Fikir’ler, bebekler gibi olgunlaşıp, zamanı gelince hayata gözlerini açarlar. Bebekler anne karnından, ‘fikir’ler de düşünen beyinlerden doğarlar! ‘Fikir’ olgunlaştığında ifade edilip uygulanmaz ve geciktirilirse, ölü olarak doğar ve bir işe yaramaz. Binaenaleyh hem düşünüp faydalı ‘fikir’ler üreteceğiz, hem de ürettiğimiz bu ‘fikir’leri zamanında uygulama sahasına koyacağız.
Dünya ve âhiret mutluluğunun rehberi olan Kuran-ı kerim, insanları düşünmeye davet etmektedir. Yani dünyevî işlerimiz için düşünmek ne kadar önemli ise, âhiretimiz için de o kadar kıymetlidir. Çünkü “tefekkür” insanın; âlemleri yoktan var eden, sonsuz kudret sahibi Allahü Teâlâyı tanıma gücünü dolayısıyla da Allah korkusunu ve Allah’a olan yakınlığını artıran en önemli vasıtalardan biridir. (Devamı haftaya…)
.
İslâm, Tefekkürü Emrediyor-2
Geçen haftaki yazımızı: “Tefekkür, insanın; âlemleri yoktan var eden, sonsuz kudret sahibi Allahü Teâlâ’yı tanıma gücünü dolayısıyla da Allah korkusunu ve Allah’a olan yakınlığını artıran en önemli vasıtalardan biridir,” diye bitirmiştik. İşte bunun içindir ki Kuran-ı kerimin birçok âyet-i kerimesinde: “...düşünmez misiniz?” (Nahl 17), “...düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara 164), “…yine de düşünmeyecek misiniz” (En’am 50), “Hiç düşünmez misiniz?” (Hud 30), “…fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17), “ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi?” (Vakıa 62) gibi ifadelerle düşünmenin önemi vurgulanmıştır. Çünkü gördüğümüz ve farkına vardığımız her ne varsa hepsi Allahü Teâlâ’nın varlığının, birliğinin ve kudretinin delillerdir. Bu sebeple göklerde, yerde ve bunların arasında bulunan her şey, insanın düşünmesi için birer vesiledir.Başka bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır:
“Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.” (Bakara 164)
Hadis-i şeriflerde de şöyle buyurulmaktadır:
“Tefekkür gibi kıymetli ibadet yoktur.” (İbni Hibban)
“Biraz tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten kıymetlidir.” (K. Saadet)
“Sükûtu tefekkür, bakışı ibret olup çok istigfar eden kurtuldu.” (Deylemi)
Yüce Dinimizin bize verdiği perspektifi görüyor musunuz: Bir saat sistemli bir şekilde düşüneceksiniz, bir şeyler bulup insanlığın yararına sunacaksınız veya ebedî saadetiniz hesabına müspet ve meşru bir iklimde düşünceye dalacak sonra da düşünce ürününüzü dünya ve ahiret boyutları ile değerlendireceksiniz... Evet işte bunları yapabildiğiniz takdirde bir senelik nâfile ibadetten daha çok sevap kazanacaksınız.
Derin bir şekilde düşünmeyi başaran bir insan, bir meyve; mesela bir portakal yerken bile tefekkür eder: Portakalın kuru bir topraktan bu kadar lezzetli ve sulu bir meyve olarak hem de dilimlenmiş bir şekilde yaratıldığını, insanın ihtiyaç duyduğu vitaminleri içerdiğini ve tam da insanların bu vitaminlere en fazla ihtiyaç duyduğu kış mevsiminde yetiştiğini ibretle anlar ve Rabbine şükreder.
Bu şekilde düşünen bir mümin, çevresindeki her incelikte Allahü Teâlâ’nın kudretini ve sanatını görür, O’nu tesbih eder ve O’nun rıza-i bârisine giden yolu arar. Müminlerin bu vasıfları âyet-i kerimede şöyle haber verilmektedir:
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaradılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabında koru.’” (Al-i İmran 191)
Mutlu olabilmenin yolu da faydalı düşünceden geçer. Bunun için akıllı insanlar, mutlu olmak ve huzura ulaşmak için çok kafa yorarlar.
Düşünen insan mutlaka bir şeyler üretir: Yazar, çizer, sanata yönelir, bilime katkıda bulunur.
Düşünen insan, önce kendisine sonra da içinde yaşadığı topluma faydalı bir birey olur. Başkasına yük olmaz, bilakis başkasının yükünü hafifletir.
Düşünen insan, özgürlüğün nasıl bir kavram olduğunu anlar. Çünkü düşünmek, şartlar ne olursa olsun, iyiye ve güzele atılan özgürlük adımının başlangıcıdır.
İş hayatında başarıya ulaşmış olan insanlara bakıldığında, bu kişilerin çok düşündükleri ve düşüncelerini büyülterek başarıya ulaştıkları görülür.
Düşünmek; aynı zamanda empati yeteneğini de geliştirir. Empatiyi ustalıkla kullanan insanların düşünme eyleminden büyük faydalar sağladıkları; kendilerini kolayca başkalarına kabul ettirip sevdirdikleri görülür.
Düşünen insanlar, başkaları ile çok daha kolay iletişim kurarlar. İnsanların birbirleriyle olan kavgalarının asıl sebebi iletişim eksikliğidir. İletişim kuramayan insanların doğru düşünme alışkanlıklarının olmadığı bir gerçektir.
Bunun için diyoruz ki, her gün belirli bir süre, sâkin bir şekilde problemlerimiz ve etrafımızda olup biten hadiselerle ilgili düşünelim, böylece Rabbimizin bize bahşettiği beyin bilgisayarımızdan faydalanalım! (Devamı haftaya…)
.
İslâm, Tefekkürü Emrediyor-3
Geçen haftaki yazımızı: “Bunun için diyoruz ki, her gün belirli bir süre, sâkin bir şekilde problemlerimiz ve etrafımızda olup biten hadiselerle ilgili düşünelim, böylece Rabbimizin bize bahşettiği beyin bilgisayarımızdan faydalanalım,” diye bitirmiştik.
Maalesef günümüz insanları modern hayata ve maişet derdine kendilerini öyle kaptırmışlar ki küçük büyük hiçbir şeyi düşünemez hale gelmişler. Hatta düşünme kabiliyetlerini bir ölçüde kaybetmiş olduklarını söylemek bile yanlış olmaz. Bir de kötü alışkanlıklar bir sis bulutu gibi insanların gözlerinin önüne öyle inmiş ki en büyük harikaların dahi artık farkına varamıyorlar.
Bu yüzden, her insanın kendi hayatını olumsuz yönde etkileyen amilleri tespit edip bunların etkisinden kurtulması gerekir. Bunu aşmak için de; her gün dikkatimizi toplamaya çalışarak faydalı düşünme egzersizleri yapmaya kendimizi zorlamalıyız. Çünkü insan tefekkür etmekle gelişip olgunlaşır ve bu şekilde hem kendisine hem de insanlık âlemine faydalı hale gelebilir.
Dünyanın en gelişmiş bilgisayarına sahipsiniz ama onu kullanmıyorsunuz; elbette ki bu bilgisayardan bir fayda görmeniz mümkün değil. O zaman tefekkür ve düşünmeyi mutlaka öğrenmemiz gerekir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Kendi kendilerine, Allah’ın; gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi?” (Rum
İslâmî kaynaklarda ilim, marifet, fikir, tefkir, tefekkür, tedebbür, taakkul, nazar, re’y, zikir, itibar gibi çeşitli kelimelerle insan için düşünme faaliyetinin önemi vurgulanmış; insanın ancak bu şekildeki düşünce zenginliği ile insanlık değerini koruyup geliştirebileceğine işaret edilmiştir.
Akıllarını kullanmayanlar; Bekara suresinin 171. Âyet-i kerimesinde: “Sağır, dilsiz ve kördürler,” şeklinde tavsif edilmişlerdir. Böyleleri, Enfâl suresinin 22. âyet-i kerimesinde de: “Hayvanlardan daha şaşkındırlar,” şeklinde eştirilmişlerdir.
İnsan için önemli olan doğru ve değerli düşünceler üretmektir. Manasız düşünceler, insanlara birşey katmadıkları gibi kaybetmelerine de sebep olurlar. Her insan düşüncesini doğru bir şekilde kontrol ederse, daha huzurlu bir dünyada yaşamaya başlarız.
Samimi bir şekilde tefekkür etmek, insana hem dünyada hem de âhirette pek çok hayır ve hikmet kazandırır. Çünkü insan, etrafında olup bitenler hakkında düşünüp kafa yorar; çevresindeki varlıkları, olayları inceler ve bunlardan ibret alırsa; üzerindeki gaflet perdesini aralar, samimi bir şekilde Allahü Teâlâ’ya yönelir ve yüce rızasını kazanmaya namzet olur. Bilindiği gibi insanoğlu için en büyük başarı ve muvaffakıyet, Yüce Yaradan’ın rıza-i bârisini kazanmaktır.
Bunun için evrendeki her şeye, Allahü Teâlâ’nın üstün yaratma sanatının birer delili olarak bakıp üzerinde düşünmeliyiz. Geceyi, gündüzü, güneşi, yıldızları ve ayı insanların emrine veren, yarattığı çeşit çeşit yiyecekleri insanlara sunan Rahman ve Rahim olan Allah’tır. Bal arısına, insanlara şifa olacak balı yapmasını emreden de O’dur.
Allah denizi, içindeki envai çeşit nimetlerle birlikte insanın istifadesine sunmuştur. Bundan başka ırmaklar, dağlar, ovalar hep insana fayda sağlaması için Allah tarafından yaratılmıştır. “Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız, onları sayamazsınız.” (Nahl 18). Bütün nimetler bir hikmet üzere var edilmiştir. İnsanın yapması gereken şey ise, bu hikmeti anlamak ve kendisinden istenildiği şekilde davranıp, iyi bir kul olmaktır.
Tefekkür ederek Rabbinin rızasını kazabilen insan; dünyada mutlu, âhirette de huzurlu olur. Kuşkusuz bu, en güzel ve en büyük kazançtır. Rabbimiz celle celalüh; rıza-i bârisini kazanan nasipli kullarını bekleyen güzel mükâfatı şöyle müjdeliyor:
“İman edip güzel ve makbul işler yapanları, cennetin yüksek köşklerine yerleştireceğiz. İçinden ırmaklar akan o cennetlere, onlar devamlı kalmak üzere gireceklerdir. İyi iş yapanların mükâfatları ne güzel!” (Ankebut 58)
Bu sebeple Rabbine daha yakın olmak isteyen her insanın, tefekkürü engelleyen sebepleri hayatından çıkararak, samimi ve içten bir şekilde Allah’ın yarattığı her olay ve her varlık üzerinde düşünmeli, düşündüklerinden de kendisine dersler ve ibretler çıkarmalı; böylece kendisinden beklenen rolü en güzel bir şekilde oynamalıdır.
.
Müslümanın Hayat Rehberi: FIKIH İLMİ
Allahü Teâlâ’ya ve yüce Dinine doğru bir şekilde iman eden insan, bu iman ve inancının gereğini yapmakla mükelleftir. Bu da; inandığı ve teslim olduğu Rabbinin bütün emirlerini yerine getirmek ve bütün yasaklarından da uzak durmaktır. İslami emirler de yasaklar da hem çok, hem de çok teferruatlıdır. Bundan dolayı İslam âlimleri; bizzat anlatarak ve ciltler dolusu kitaplar yazarak Müslümanları bu konuda aydınlatmaya ve bilgilendirmeye çalışmışlardır. Bu ilmin ismi ‘fıkıh’tır. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye de ‘fakîh’ denir.
Lügatte anlamak, kavramak ve bilmek manasına gelen ‘fıkıh’ terimi; kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi, şeklinde tarif edilmiştir. Fıkıh, aynı zamanda İslam hukukunun da adıdır. ‘İtikad’, ‘ahlak’ ve ‘tasavvuf’ dışındaki İslami bilgiler fıkıh ilminin alanına girer. Müslümanın hayata bakış açısını, yaşam tarzını ve günlük programını hem belirleyen hem de düzenleyen ilim ‘fıkıh’tır. Fıkıh her zaman ve mekânda İslamı canlı ve yaşanabilir kılma bilgi ve melekesidir.
Bu bilgileri öğrenmeden din yaşanmaz. Çünkü nelerin haram ve yasak olduğunu bilmeyen kişi, onlardan nasıl uzak duracak? Mesela faizi ve çeşitlerini bilmeyen bir kimse, kolaylıkla faize girebilir. Nelerin emredildiğinden bihaber olan bir kişi, onları nasıl yapacak? Bir de şu var ki kişi, emredilen şeylerin yapılışı ile alakalı tam bir bilgiye sahip değil ise, bunları doğru ve sıhhatli bir şekilde nasıl ifa edecek. Mesela namaz fıkhını bilmeyen bir kimse, doğru bir şekilde nasıl namaz kılacak? Aynı şekilde nikâh bilgisi olmayan bir kimse, nasıl doğru bir şekilde evlenecek veya nikâh kıyacak. Yine feraiz yani miras bilgisi olmayan bir Müslüman; ölen bir kişinin malının kimlere verileceğini ve hangi vârisin payının ne olacağını nasıl bilecek?
Binaenaleyh kulaktan dolma, sığ ve yüzeysel bir bilgi ile din yaşanamaz. Bu iş için zaman ayırmak; hakikî âlimlerden dinin -en azından kişiye lazım olan kısmını- öğrenmek farz ve kaçınılmazdır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun!” (Enbiya 7)
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 9)
Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruluyor:
“Allah, kimin iyiliğini murad ederse, onu dinde fakîh (bilgili) kılar.” (Buharî)
“Fıkhı bilmeden ibadet eden kişi, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkan kimseye benzer.” (Deylemî)
İmam-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki: “Tasavvuf öğrenmeden fıkıhla uğraşan, fâsık olur. Fıkıh öğrenmeden tasavvufla uğraşan da zındık olur.” (Adevi ala Şer-hi’z-Zerkani ala el-İzziyye 3/195)
Fıkıh bilgilerinin dört ana kaynağı vardır, bunlar: Kur’ân-ı kerim, Sünnet-i seniyye, İcma-ı ümmet ve Kıyâs-ı fukahadır. Fıkıh bilgisinin bu dört kaynağına Edille-i şer’iyye denir. Fıkıh ilmi çok geniştir. Hepsi, dört büyük kısma ayrılır:
a) İbâdât yani ibadetler: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve cihad etmek yani dinin emir ve yasaklarını yaymak birer ibadettir. Her birinin de birçok alt dalları vardır.
b) Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka gibi konular münakehatın konularıdır. Bunların da birçok detayları vardır. ‘Münakehat’a ‘ahval-i şahsiyye’ de denir.
c) Mu'âmelât: Alışveriş, kira, şirketler, faiz meselesi ve miras bunun konuları arasındadır. Bunun da birçok teferruatı vardır.
d) Ukûbât: Yani cezalar. Bunlar da başlıca şu altı kısma ayrılır: Kısâs, sarhoşluk, sirkat (hırsızlık), zina, kazf (iffetli Müslüman kadına zina iftirası atmak) ve riddet (maazallah kişinin dinden çıkması) cezası.
Dinimizin fert ve toplum hayatına ilişkin olarak koyduğu hükümler, kural ve kaideler ile bunların açıklaması mahiyetindeki fıkıh ilmi, İslâm’ın amelî hükümlerinin sistemleştirilmiş halidir. Fıkhın belirleyici ve yönlendirici özelliği, dünya hayatında çeşitli zaaf ve sapmalara mâruz olan insan için büyük bir rahmettir. Bunun için Müslümanlar ferdî, ailevî ve sosyal hayatlarını düzenlerken fıkhın bu rehberlik ve yol göstericiliğinden âzami ölçüde yararlanırlar ve birçok yönden faydasını görürler.
.
''Şükredenler Pek Azdır!..''-1
Şükür; Allahü Teâlâ’yı, medh û sena ederek ta’zimde bulunmak, verdiği nimetlerden dolayı Kendisine teşekkür etmek ve ihsanlarını insanlara anlatmaktır. Buna göre, şâkir bir kul olabilmek için; her nimetin Allahü Teâlâ’dan geldiğinin şuurunda olmak, bu hakikati itiraf edip dile getirmek ve sahip olunan nimet ve imkânları yerinde kullanmak gerekir. Şükür çok önemli bir meziyettir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Kullarım içinde şükredenler pek azdır.” (Sebe 13)
Şükür, Allahü Teâlâ’nın emirlerini yapıp yasaklarından sakınmak ve sahip olunan bütün imkânları, Allahü Teâlâ’nın râzı olacağı şekilde kullanmaktır. Mesela verdiği göz ile harama bakmamak ve ihsan ettiği mal ile haram işlememektir. Çünkü Allahü Teâlâ’nın verdiği gözle harama bakmak ve ihsan ettiği malla haram işlemek, hem şükürsüzlük hem de nankörlüktür. Bilindiği gibi nankörlük, cezayı gerektiren çok kötü bir huydur. Kısacası şükür, yüce dinimiz İslam’a uygun yaşamaktır.
Gerçek şükür; ilim, hâl ve amel ile gerçekleşir. Şöyle ki:
a) İlim: Kalb ile şükretmektir: Yani nimeti hatırlamak ve nimeti vereni düşünmektir. Bu da zâhir ve bâtın bütün nimetleri ve bu nimetlerden yararlanmayı, Allahü Teâlâ’dan bilip, hayatını bu anlayışa göre şekillendirmektir. Ayet-i kerimede buyuruldu ki: “Görmüyor musunuz ki Allah; göklerde ve yerde olan şeyleri sizin hizmetinize vermiş. Görünen görünmeyen bunca nimete sizi gark etmiştir?” (Lokman 20)
b) Hâl: Dil ile şükretmektir. Yani nimetin, Allahü Teâlâ’dan geldiğini itiraf edip Rabbimize meth û senada bulunmaktır. Ayet-i kerimede buyuruldu ki: “Rabbinin nimetlerini ise, durmaksızın anlat!” (Duha 11)
c) Amel: Fiil ile şükretmektir. Bu da, nimetin kadrini bilip onu verildiği gayenin dışında kullanmamaktır. Mesela kulakların şükrü, haram olan şeyleri dinlememek, dilin şükrü haram olan şeyler söylememektir. Ayet-i kerimede buyuruldu ki: “Allah’a karşı gelmekten sakının ki şükretmiş olasınız!” (Âl-i İmran 123]
Şükrün karşıtı ‘küfür’dür. ‘Küfr’ün kelime manası; bir şeyi örtmek ve inkâr etmektir. Yani nimetin Allahü Teâlâ’dan geldiğini kabul etmemek suretiyle nankörlük etmektir ki buna; “küfran-ı nimet”, denir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “(Süleyman aleyhiselam dedi ki:) Bu, Rabbimin lütuflarındandır. Bu, şükür mü edeceğim, yoksa kâfirlerden (nankörlerden) mi olacağım, diye beni sınamak içindir. Şükreden, sadece kendi lehine olarak şükreder. Küfr (nankörlük) eden ise, bilmelidir ki Rabbim onun şükründen müstağnidir, şükrüne ihtiyacı yoktur.” (Neml 40)
Evet; Rabbimizin -celle celalüh-, kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur. Ancak ihsan ettiği nimetlere karşı şükredenlere fazlından mükâfat verir. İnkârcı, nankör ve küstahları ise, cezalandırır: “Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de küfr (nankörlük) ederse, bilsin ki Allah her bakımdan müstağnidir; hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye layıktır.” (Lokman 12)
Yukarıda da işaret edildiği gibi, şükürde belirleyici olan ana unsur; Allahü Teâlâ’nın verdiği nimetleri, O’nun emrettiği şekilde kullanmaktır. Mesela beden nimetinin şükrü; bütün uzuv ve organları, Allahü Teâlâ’nın beğendiği gibi kullanmaktır. Malın şükrü; parayı haram, günah olan yerlere harcamamak, israf etmemek, ayrıca zekâtını vermek ve hayır-hasenat yapmakla olur. Rütbe, mevki ve makamın şükrü ise insanlara hizmet etmek; zulüm, kötülük ve haksızlık yapmamakladır.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem gece namazı için iki (mübarek) bacağı şişinceye kadar ayakta dururdu. Hazret-i Âişe radıyallahü anha, kendisine: Ey Allah’ın Resulü! Allah, işlenmiş ve işlenmesi muhtemel günahlarını bağışlamıştır. İbadet için neden bu kadar yoruluyorsun, deyince, Peygamberimiz: “Ya Âişe! Ben şükreden bir kul olmayayım mı,” diye cevap verdi.” (Buhari) Dikkat edelim; Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu ibadetini, Allahü Teâlânın kendisine lutfettiği nimetlere sükretmek için yaptığını ifade ediyor.
Dine uymayanlara verilen imkânlar, nimet değil, musibettir: “(Kâfirler) kendilerine verdiğimiz servet ve evlatlarla, iyiliklerine koştuğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar işin farkında değiller!” (Müminun 55-56) (Devamı haftaya…)
.
''Şükredenler Pek Azdır!..''-2
Yaptığımız şükrün kabul olması için çok önemli iki şart vardır: Biri Dinimize uymak, diğeri ise anne-babaya âsi olmamaktır. Çünkü Kur’an-ı kerimde üç şey, üç şeyle beraber bildirildi. Biri yapılmazsa diğeri kabul olmaz. Şöyle ki:
a) Resulullah aleyhisselama itaat edilmedikçe, Allahü Teâlâya itaat edilmiş olmaz.
b) Anne-babaya teşekkür edilmedikçe, Allahü Teâlâya şükredilmiş olmaz.
c) Zekât verilmedikçe, namazlar kabul olmaz. (Tefsir-i Muğni)
Şükür, hem kul hem de insan olmamızın bir gereğidir. İyilik yapana teşekkür edileceğini herkes bilir. Bu, insanlık icabıdır. Evet; iyilik edenlere hürmet edilir. Nimet sahipleri büyük bilinir. O halde, her nimetin gerçek sahibi ve yaratıcısı olan Allahü Teâlâya şükretmek, insanlık icabı büyük bir borç ve mühim bir vazifedir. Fakat insanlar, Allahü Teâlâya nasıl şükredeceklerini bilmezler. Çünkü O’na yapılacak şükür O’nun istediği şekilde olmalıdır.
İşte, O’nun tarafından bildirilen; tazim, hürmet ve şükür şekli Sevgili Peygamberlerimiz Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellemin bildirdiği yüce İslam dinidir. O’na kalple yapılacak hürmetler dinde bildirilmiş, dille yapılacak şükürler orada gösterilmistir. Her uzvun yapacağı işler, açık ve geniş olarak orada beyan buyurulmustur. O halde Allahü Teâlâya şükretmek, O’nun dinini kabul etmek ve dininin hükümlerine uymakla; yani emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmakla mümkündür.
Makbul bir şükür, nimetlerin artmasına, devamına ve kaybolmamasına sebep olur. Allahü Teâlâ, Kuran-ı kerimde meâlen şöyle buyuruyor:
“Eğer şükrederseniz, Ben nimetlerimi daha da artırırım, ama nankörlük ederseniz haberiniz olsun ki azabım pek şiddetlidir!” (İbrahim 7)
“Siz şükredip iman ettikten sonra Allah ne diye sizi cezalandırsın ki?” (Nisa 147)
“Beni anın, Ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin!” (Fatir 39)
İşte bu, son âyet-i kerime iki şeyi emrediyor, bir şeyi de yasaklıyor. Emrettiği iki şeyden birisi; Allahü Teâlâyı anmak, diğeri de O’na şükretmektir. Yasakladığı şey ise, nankörlük etmektir.
Şükreden bir kul olabilmek için; âhiret işlerinde sâlih zatlara bakıp onlar gibi olmaya çalışmak lazım iken; dünya işlerinde, kendimizden daha aşağıda olan fakirlere bakmak münasip olur.
Nice fakirler vardır ki, bir lokma ekmek kazanınca, mutlu olur; Allahü Teâlâya şükreder ve zenginin servetini düşünmez bile. Buna mukabil nice zenginler de vardır ki, milyarlarına birkaç milyar daha katmadıkları için üzüntü içinde kıvranırlar. Kur'an-ı kerimin birçok âyet-i kerimesinde şükür emredilmekte, mümin kullar şükredenler olarak nitelenmekte, fakat insanların çoğunun şükretmediği vurgulanmakta ve şükrün, nimeti artıracağı belirtilmektedir.
İster sözle, ister ibadetle, ister başka hayır ve hasenatla ifade edilmiş olsun; şükür, nimetin bedeli değildir. Çünkü bir insan hayatı boyunca şükretse, gece gündüz hiç durmadan namaz kılsa, herhangi bir organının, yani bir tek nimetin bile bedelini ödemiş olamaz. Bunun için kul, sahip olduğu nimetlere bakıp; bunlara layık olmadığını düşünmeli, utanmalı ve şükürdeki kusurunu bilip özür dilemelidir.
Kul, şayet şükür vazifesini yerine getiriyorsa, bunu da Allahü Teâlânın bir lütf û keremi olarak düşünmelidir. Çünkü her nimeti gönderen, herşeyi var eden, ancak Allahü Teâlâdır. Her varlığı her an varlıkta tutan O’dur. Kulların iyi ve güzel sıfatları, O’nun lütfu ve ihsanıdır. Hayatımız, aklımız, ilmimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep O’nun ikramlarıdır. Saymakla bitirilemeyen envai çeşit nimetleri, iyilikleri gönderen hep O’dur.
İnsanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duaları kabul buyuran, dertleri, belaları gideren hep O’dur. İhsanı o kadar boldur ki; kâfirlerin dahi rızkını kesmiyor ve biz günahkâr müslümanları elaleme rezil etmiyor.
O, rahmetiyle kullarını Cennete girmeye teşvik ederken, cehennemlik olmaktan sakındırıyor. Evet; nimetleri güneş gibi meydandadır: “Hasılı O, Kendisinden istediğiniz her şeyi verdi. Öyle ki Allah’ın size verdiği nimetleri birer birer saymaya kalkarsanız, mümkün değil, onları sayamazsınız. Gerçekten insan zâlim ve nankördür.” (İbrahim 34) (devamı haftaya…)
.
''Şükredenler Pek Azdır!..''-3
Şükretmek çok güzel bir hususiyet ve üstün bir fazilettir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “İnsanların çoğu şükretmezler.” (Bekara 243), “Kullarım içinde şükredenler pek azdır.” (Sebe 13)
Nimet; umumî olunca, herkese gelince, insan bu nimetin kıymetini bilemez. Görmek büyük bir nimet iken, herkeste göz olduğu için görme nimetine her zaman şükretmeyebiliriz. Gençler, yaşlanmadan gençliğin kıymetini bilmezler. Hastalar, sağlığın kıymetini daha iyi anlar. Fakirler zenginliğin kıymetini daha iyi bilir. Hayatın kıymetini de ancak ölüler anlar. Şu halde yaşlanmadan gençliğin, hastalanmadan sıhhatin ve ölmeden önce de hayatın kıymetini bilip şükretmelidir ki; şükretmeyen basit çoğunluğa değil, şükreden kıymetli azınlığa dahil olalım.
Şükreden bir kul olmak için, Rabbimizin bu konudaki ikazlarını çok iyi dinlemeli ve derhal gereğini yapmalıyız! Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“İşitmez misiniz?” (Kasas 71)
“Görmez misiniz?” (Kasas 72)
“Aklınızı çalıştırmaz mısınız?” (Araf 169)
“Düşünmez misiniz?” (Enam 50)
“Hatırlamaz mısınız?” (Secde 4)
“Sakınmaz mısınız?” (Müminun 32)
İşte yüce Rabbimiz celle celalüh, bu ve benzeri âyet-i kerimelerle bize; nimetlerini hatırlatmakta ve önce tefekküre, sonra da bu vesileyle şükre davet etmektedir. Biz günahkâr kullara düşen görev ise, bu yüce davete icabet edip, Rabbimizin istediği şekilde yani Dinine uygun yaşayıp şükreden bir kul olmaya çalışmaktır.
İnsanlardan gelen iyiliklere de teşekkür etmek gerekir. Hadis-i serifte buyuruldu ki: “İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü Teâlâ’ya şükretmiş olmaz.” (İmam Ahmed) Zira; herhangi bir kimse, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir kimseye, herhangi bir şeyden dolayı, herhangi bir surette teşekkür ederse, bu teşekkür ve övgülerin hepsi, Allahü Teâlâ’nın hakkıdır. Çünkü her şeyi ve herkesi yaratan, koruyan ve her iyiliği yaptıran Odur. O hatırlatmazsa, kimse, iyilik yapmayı irade edemez. Kulun iradesinden sonra, O da istemedikçe, kuvvet ve fırsat vermedikçe, hiçbir kimse, hiçbir kimseye, zerre kadar iyilik yapamaz. Başkalarından gelen iyilikler, yine O’ndan gelmektedir. İnsanlara, iyilik yapma istek ve iradesini veren O’dur. O’ndan başkasından iyilik ve ihsan beklemek, dilenciden sadaka istemek gibidir.
Şükür, yüce kitabımız Kuran-ı kerimde geniş bir şekilde yer almıştır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“….Bütün bunlar O’nun lütfedeceği nasibi aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl 10-14)
“İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” (Hac 36)
“Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde 9)
“(Allah:) Size kulaklar, gözler, kalpler verdi ki şükredesiniz.” (Nahl 78)
“Biz şükredenlerin mükâfatını vereceğiz.” (Âl-i İmran 145)
Şükür, sünnet-i seniyyede de çok geniş yer almıştır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“İman iki kısımdır. Yarısı sabırda, yarısı şükürdedir.” (Beyhakî)
“Müminin her işi, hayırdır. Nimete şükreder, hayra kavuşur. Belaya uğrayınca da, sabreder, yine hayra kavuşur.” (Müslim)
“Cennetin bedeli: ‘La ilâhe illallâh’, nimetin bedeli ‘elhamdü lillâh’tır.” (Deylemi)
“İnsanların en efdali, çok hamd edenlerdir.” (Taberani)
“Sizin, günah işlemenizden çok, nimetlere şükür etmemenizden korkuyorum. Şükredilmeyen nimetler öldürücü ve yok edicidir.” (İbni Asakir)
“Bir kimse, Allahü Teâlâ’nın kendisine verdiği nimete ‘elhamdülillâh’ derse, o nimetin şükrünü ödemiş olur. Bir daha derse, sevabı artırılır. Üçüncü defa derse, günahları affolur.” (Beyhekî)
İnsanların; Allahü Teâlâ’nın emir ve yasaklarından uzaklaştıkça, geçimsizlik, sefalet ve sıkıntı ile kıvrandıkları hep görülmüştür. Teknoloji, akıllara hayret verecek şekilde ilerlediği halde, dünyadaki huzursuzluğun ve sıkıntının azalmadığı hatta arttığı görülmektedir. Allahü Teâlâ, insanların saadetlerine sebep olan şeyleri emretti, felaketlerine sebep olanları da yasak etti. Bir kimse, Allahü Teâlâ’nın ihsan ettiği nimetlerin kıymetini bilir, buna göre yaşar, kendinde bir değişme olmazsa, bu kimseye verilen nimetler hep onda kalır hatta artar. Bu hal, insan gibi cemiyet ve milletler için geçerlidir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez! (Ellerindeki nimeti almaz.)” (Ra’d 11)
.
Müslümanın Alâmet-i Fârikası: İHLÂS -1
İhlâs lügatte; bir şeyi arındırma, saflaştırma, ayrıştırma, katışıksız ve dupduru hale getirme gibi manalara gelir. Ayrıca ihlas, bir şeyi; yabancı unsurlardan arındırıp; aslına, orijinaline, hakikatine ve özüne döndürmektir. Kısacası ihlas; özgünlük, duruluk, içtenlik ve samimiyettir.
Dinde ise ihlas, kişinin; -gizli ve açık- şirkin bütün çeşitlerinden uzak durması, gerçek tevhid üzere Allahü Teâlâ’ya kulluk etmesi; ibadet ve taatinde Allahü Teâlâ’nın rıza-i bârîsinden başka hiçbir şeyi gözetmemesi ve bu yüce gayenin dışında hiçbir hususu düşünmemesidir.
İhlâs, amelin özü olup, ibadet ve duanın kabulünde olmazsa olmazdır. Çünkü mesela amel beden ise, ihlas ondaki ruhtur. Ruhsuz beden olmaz. Buna göre; bütün amellerin Allahü Teâlâ’nın rıza-i bârîsini kazanmak için yapılması şarttır. Bu da ancak ihlas ile mümkündür. Çünkü yapılan ameller, ancak ihlas ile ulviyet kazanır ve ibadet vasfını kesbeder.
İhlas ile yapılan normal bir iş ibadet sayılırken, ihlassız yapılan bir ibadet dahi, ibadet olma vasfını kaybeder. Bu sebeple; Allahü Teâlâ’nın katında, amellerin kabul olmasının ve değerlendirmeyi hak etmesinin temel şartı ihlâstır. İhlas olmadan yapılan bir amel; başta riya, yani gösteriş olmak üzere, birçok olumsuzluğun gölgesinde kalır. Böyle samimiyetten uzak yapılan yapılan bir amel, sahibine fayda değil, zarar getirir.
İhlasa ermiş bir insanın nazarında; övülmek ile kötülenmek, saygı görmek ile saygısızlık görmek, işlerinin bilinip bilinmemesi kesinlikle birdir. Özetle denilebilir ki ihlas; kişinin kalbî ve bedenî olmak üzere bütün ibadet ve amellerinde, nefsine hiçbir şekilde pay çıkarmamasıdır. Diğer bir deyişle ihlas; gönül safveti, fikir istikameti ve Allah’a ibadette; dünyevî gayelerden uzak kalma ve tam bir sadakatle kullukta bulunma halidir.
Şunun da iyi bilinmesi gerekir ki: Kişinin, riya tehlikesi endişesiyle, alıştığı amelleri terk etmesi, asla doğru değildir. Bu durumda yapılması gereken şey; ibadet ve taati terk etmek değil, ihlasla yapmaya gayret etmektir. İhlas çok önemlidir, çünkü:
İhlas, daima rıza-i bârî peşinde olmaktır.
İhlas, Rabbimize karşı samimiyet demektir.
İhlas, insanların ne diyeceğine aldırış etmemektir.
İhlas; saflık, temizlik, içtenlik ve doğallıktır.
İhlas, ikiyüzlülük ve riyakârlıktan uzak durmaktır.
İhlas, şeytana yüz vermemektir.
İhlas, doğruluk ve dürüstlüktür.
İhlas, mümini şeytandan koruyan bir zırhtır.
İhlas, dünya menfaatlerinin esiri olmamaktır.
İhlas, amelleri manevî kirlerden arındırmaktır.
İhlas, sâdık kulların en önemli vasıflarından biridir.
Ameller, ihlasa göre değerlendirilir. İhlas, az bir ibadet ve taati kat kat artırır. İhlas, kul ile Rabbi arasında çok önemli bir sırdır. Allahü Teâlâ, bu sırrı sevdiklerinin kalbine koyar. İhlas; bir imtihan ve kulluk sürecinden ibaret olan dünya hayatının bütün merhalelerinde Müslümanın; şahsiyetiyle var olabilmesi için olmazsa olmaz temel fazilet ve erdemlerdendir.
Şeytanın bütün iğva, idlal, vesvese, hile ve desiselerine rağmen, zarar veremediği; çok uğraştığı halde hiçbir şey koparamadığı bazı mübarek insanlar vardır. İşte onlar, ihlaslı müminlerdir. İhlassız amel, özü olmayan kuru bir bitki ve sadece bir yorgunluktan ibarettir.
Bugün insanlık ailesinin en fazla muhtaç olduğu temel ahlaki değer ihlastır. Çünkü insanlık, her şeyiyle sun’î, yapmacık, riya dolu ve samimiyetten mahrum bir hale gelmiştir. Diğer insanlar -şöyle dursun-, maalesef bugün Müslümanlar bile ihlastan çok uzaklaşmışlardır.
İhlas, İslam medeniyetini diğerlerinden, Müslümanı diğer insanlardan ayıran en temel vasıflardan biridir. Zira insanı insan olduğu için sahiplenen, himaye eden, kucaklayan, insanca hayat yaşaması için bütün imkânlarını seferber eden, sadece ve sadece İslam medeniyetidir. Müslümanlar ikiyüzlülüğü, başkalarından öğrenmişlerdir. Çünkü Müslümanların kitabında içi başka dışı başka olmak yoktur. Mevlâna, “ya göründüğün gibi ol, ya da olduğun gibi görün,” derken aslında ihlaslı ve samimi olmayı tavsiye ediyor.
Düşmanlar dahi, Efendimiz aleyhi selama; “Muhammedü’l-emin” derken; O’nun, içi dışı bir, ihlaslı, samimi ve güvenilir bir Zat olduğunu kastediyorlardı.
.
Müslümanın Alâmet-i Fârikası: İHLÂS -2
İhlaslı müminin birçok kıymetli vasfı vardır. Onlardan birkaçı şöyledir:
1- Allahü Teâlâ’ya sımsıkı bağlanmak: Allahü Teâlâ’dan başka bir İlâh olmadığını bilen, hiçbir zaman O’na olan sadakatinden vazgeçmeyen, hayatının tamamında O’nun hoşnutluğunu arayan ve yalnızca O’nun rızasını kazanmaya çalışan bir mümin ihlaslıdır. Çünkü o, insanların takdir, övgü ve iltifatlarının âhirette kendisine hiçbir şey kazandırmayacağını; kıyamet gününde herkesin tek başına ve yapayalnız olarak Rabbine hesap vereceğini, o gün kişiye iman, takva, teslimiyet, ihlas ve samimiyetten başka hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini iyi bilir.
Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Kim Allah’a gönülden sımsıkı bağlanırsa muhakkak ki o doğru yola ulaştırılmıştır.” (Al-i İmran 101)
“O gün ne mal ne de oğullar fayda verir. Ancak Allah’a (imanlı) temiz ve sağlam bir kalble gelenler hâriçtir.” (Şuara 88-89)
2- Allahü Teâlâ’ya gönülden yönelmek: Allah’a gönülden bağlanmak; her ne şart altında olursa olsun, O’na olan iman, bağlılık ve sadakatten vazgeçemeyecek kadar O’nu çok sevmektir. Yana Allah’a, O’nun razı olmayacağı bir tavır göstermekten içi titreyerek korkacak ve böyle bir şeyi yapmaktan şiddetle kaçınacak kadar büyük bir saygı ile inanmaktır. Allah’a bu şekilde gönülden bağlanan bir mümin ihlası da kazanmış demektir. Allah’a karşı böyle güçlü bir inanç ve bağlılığı olan kişi, gerek ibadetlerinde gerekse de Allah’ın rızasını gözeterek yaptığı diğer tüm işlerinde, ihlas ve samimiyetle hareket eder. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Sadece Allah’a yönelin ve O’na gönül verin; O’na gönülden saygı besleyin ve O’na karşı gelmekten, dolayısıyla O’nun azabından sakının!” (Rum Suresi, 31)
“Bütün gönlüyle Bana yönelmiş, sürekli Benim rızamı arayan insanların yoluna tabi ol!” (Lokman 15)
3- Allahü Teâlâ’ya derin saygı duymak: Evetbu hal, Allah’ın yüceliğini ve gücünü kavramak ve bundan dolayı da O’na karşı derin bir sevgi ve saygı duymaktır. Rabbimize böyle derin bir saygı duyan kimseler, Allah’ın rızasını kazanmayı hiçbir dünyevi çıkar ya da menfaate değişmezler. Çünkü ihlas, dünya üzerindeki küçük büyük hiçbir menfaatin Allah’ın rızasını kazanmaktan ve O’nun emirlerini yerine getirmekten daha önemli olmadığını bilmektir. Böyle bir saygıya sahip olan insanlar hangi şart altında olurlarsa olsunlar, Allah’ın emir ve yasaklarına harfiyyen uyarlar ve bu konuda hiçbir şekilde taviz vermezler. Çünkü kişinin kalbindeki bu derin saygı ve hürmet kişinin, Allah’ın beğenmeyeceği bir tavrı göstermeyi kesin olarak engeller. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözetirler. Rablerinden çekinir ve pek çetin bir hesaptan endişe ederler.” (Ra’d 21)
“Doğrusu onlar hayırlı işlere koşuşur, iyilikte yarışır, hem ümit, hem endişe içinde Bize yakarırlardı. Gerçekten Bize derin bir saygı gösterirlerdi.” (Enbiya 90)
“Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar. İşte Kur’an, onların saygısını böyle artırır.” (İsra 109)
4- Allahü Teâlâ’ya tam teslim olmak: Zatenihlas da kişinin; Allahü Teâlâ’ya kayıtsız ve şartsız olarak tam manasıyla teslim olması demektir. Çünkü belirli şartlarda Allahü Teâlâ’ya şükredip boyun eğen, bu şartlar değiştiğinde ise; hemen isyankâr, itaatsiz bir karaktere bürünen kişinin teslimiyeti gerçek teslimiyet değildir. Hakikî teslimiyet; hayrın da şerrin de, iyinin de kötünün de Allahü Teâlâ’dan geldiğine inanan; nimet bulduğunda şükreden, sıkıntıya düştüğünde ise sabreden; Allahü Teâlâ “layüsel”dir, “hikmetinden sual olunmaz”, inancıyla; “kahrın da hoş lutfun da hoş” diyerek her halükârda Allahü Teâlâ’dan gelene rıza gösteren kahraman yiğitlerin teslimiyetidir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Rabbi, O’na ‘teslim ol’ dediği zaman: Âlemlerin Rabbine teslim oldum, demişti.” (Bekara 131)
“Hep iyiliği şiar edinmiş olarak, yüzünü ve özünü Allaha teslim edip bir de İbrâhim’in tevhid dinine tâbi olan kimsenin dininden daha güzel din olabilir mi? Bundandır ki Allah, İbrâhim’i dost edinmiştir.” (Nisa 25)
(Devamı haftaya…)
.
Müslümanın Alâmet-i Fârikası: İHLÂS -3
Geçen hafta başladığımız “İhlaslı müminin kıymetli vasıfları” isimli konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz:
5- Allahü Teâlâ’ya kulluk etmeyi çok istemek: Bu sıfata sahip olan insanlar; Allahü Teâlâ’ya gönülden iman eden, katıksız olarak O’na yönelen, büyük bir aşk ve şevkle O’na ibadet eden samimi müminlerdir. Bunlar, Allahü Teâlâ’ya kulluk yapmaktan ve ibadet etmekten asla vazgeçmezler. Bunun içindir ki ihlaslı ve samimi kişiler; her şart ve durumda ibadet şevklerini korurlar, -ibadet etmemek için değil-, ibadet ve taatta bulunmak için bahane ve çare arar ve bunun için şartları zorlarlar. Allahü Teâlâ’nın rıza-i bârisini kazanabilmek için; mallarından, canlarından ve her türlü imkânlarından fedakârlık yapmakta asla tereddüt etmezler. Hatta fedakârlık şöyle dursun, gerektiğinde bütün bunlardan tamamen feragat bile ederler. Hiçbir korku, zorluk ve sıkıntı onların şevklerini kıramaz ve hiçbir şey onları bu kutlu yoldan geri çeviremez.
6- Allahü Teâlâ’nın istediği şekilde arınmayı istemek: İhlas sahibi müminlerin en önemli özelliklerinden biri de; Allah’ın beğendiği ahlak, kıvam ve olgunluğa ulaşabilmek için; gayr-ı meşru ve cahilî her türlü tavır ve huylardan arınmayı içten arzu etmeleri ve bunu gerçekleştirebilmek için her zaman samimi bir çaba içinde olmalarıdır. Mümin, hayatının sonuna kadar nefsinin kötülüklerinden arınmaya çalışır. Bir kimsenin arınmayı içten arzu ederek bu yönde ciddi bir çaba harcaması, onun iman, ihlas ve samimiyetinin çok önemli bir göstergesidir. Çünkü insan, ancak Allahü Teâlâ’ya kesinkes inandığı takdirde nefsini bütün pislik ve kötülüklerden arındırmaya çalışır. Gerçek ihlas sahipleri; -Allahü Teâlâ’yı memnun edebilmek için- nefislerine, şeytana ve şeytanlaşmış insanlara karşı verdikleri amansız mücadeleleri ile tanınırlar. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran, felaha erer. Onu günahlarla örten ise ziyana uğrar.” (Şems 7-10)
7- Allahü Teâlâ’nın hoşnutluğunu kazanmak için daima amal-i sâlih işlemek: Böyle olmak, kişinin ihlasının da samimiyetinin de önemli bir delilidir. Evet ihlaslı müminler; hayatlarının her anında, hep hayırlı işler peşinde koşturur, ihtiyaç içinde olan kardeşlerine yardım eder. Bunu da sırfAllahü Teâlâ’nın yüce rızasını kazanmak için yaparlar. Sadece rıza-i Bârî için gösterilen bu ciddi çaba, kişinin samimiyetinin önemli bir kanıtıdır. Samimi kimseler, dünyada yaşadıkları her anın hesabını vereceklerini ve ancak Allah’ın rızasına uygun bir yaşam sürdükleri takdirde sonsuz cennet hayatına layık olabileceklerini çok iyi bilirler. Bu sebeple de yaptıkları her hareket, söyledikleri her söz ve her işlerinde Allahü Teâlâ’nın yüce rızasını gözetirler ve bu yolda yarışırlar. Bu şekilde kesintisiz olarak amel-i salih yani hayırlı iş yapmak için ciddi bir çaba içerisinde olan kimselerin tavırları övülmüştür. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“İman edip makbul ve güzel işler yapanlar, içlerinden ırmaklar akan cennetlere yerleştirilecekler, Rablerinin izniyle orada devamlı kalacaklardır. Orada karşılaştıklarında iyi dilek temennileri ‘selam’ olacaktır.” (İbrahim 23)
8- Allahü Teâlâ’nın rızasını hayatın tamamında amaç edinmek: Bu özelliğe sahip olaninsanlar; 24 saatlerini Müslümanca yaşamaya gayret ederler. Sadece ibadet ve taat anlarını değil, bütün zamanlarını rıza-i bârîyi düşünerek değerlendirirler. Dolayısıyla onların her ânı ibadet titizliğinde geçer. Onlar; yolda yürürken, yemek yerken, çalışırken, sohbet ederken, ticaretle uğraşırken hep Allahü Teâlâ’nın rızasını gözetir ve asla O’nun çizdiği çerçevenin dışına çıkmazlar. Bunun içindir ki onlar; dinin sadece bazı ibadetlerden ibaret olduğu gibi yanlış bir düşünceye kapılmazlar. Kısacası onlar; ibadet içinde de, dünya işlerinde de hep Allahü Teâlâ’nın yüce rızasını ararlar. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“De ki: Benim namazım da, her türlü ibadetlerim de, hayatım da ölümüm de hep Rabbülalemin olan Allah’a aittir. O’nun eşi ortağı yoktur. Bana verilen emir budur. O’na ilk teslim olan da benim.” (Enam 162-163)
.
Müslümanın Alâmet-i Fârikası: İHLÂS -4
İhlas, Kuran-ı kerimde çok geniş yer almıştır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Biz sana kitabı gerçeğin ta kendisi olarak indirdik. O halde sen de ihlasla Allah’a ibadet et!” (Zümer 2)
“De ki: Şüphesiz ben, dini Allah’a has kılarak, ibadet etmekle emrolundum.” (Zümer 11)
“De ki: Ben, dinimde muhlis olarak Allah’a ibadet ederim.” (Zümer 14)
“Halbuki onlara, ihlaslı (şirkten uzak) olarak yalnız Allah’a ibadet etmeleri, namazı hakkıyla ifâ etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte sağlam, dosdoğru din budur.” (Beyyine 5)
“Ancak Allah’ın hâlis kulları bu cezanın dışındadır.” (Saffat 40)
“Vay haline o namaz kılanların ki, onlar namazlarının özünden uzaktırlar. Onlar halka gösteriş yaparlar. Hayra da engel olurlar.” (Maun 4-7)
“Ey iman edenler; Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakma ve eziyet etmekle heder etmeyin! O gösteriş yapanın hali; üzerinde toprak bulunan kayanınki gibidir. Şiddetli bir yağmur isabet ettiğinde onu katı bir taş halinde bırakır. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah, kâfirler güruhunu hidayete erdirmez.” (Bekara 264)
“Artık kim, Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa, salih bir amel işlesin. Ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf 110)
“(İblis dedi ki: Ya Rabbî!) Senin ihlasa erdirdiklerin müstesna, kullarının tamamını azdıracağım!” (Hicr 39)
İhlas, birçok hadis-i şerife de konu olmuştur. Efendimiz aleyhisselam şöyle buyuruyor:
“O, sizin suret, şekil ve dış görünüşlerinize değil, kalblerinize va kalbî temayüllerinize bakar.” (Müslim, Birr, 33)
“Her zaman amellerinizde ihlası gözetin, zira Allah sadece amelin halis olanını kabul eder.” (Münavi, Feyzul Kadir, I, 217)
“Dini hayatında ihlaslı ol, az amel yeter.” (Münavi, Feyzul Kadir)
Bir defasında Resûlullah, arkadaşlarının yanına geldiğinde, onlara “Sizin hakkınızda beni, Deccal’in şerrinden daha çok endişelendiren bir kaygımı haber vereyim mi” buyurdu. Onlar da, “Buyur Ey Allah’ın Rasulü” dediler. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam şöyle buyurdu: “Bu gizli şirktir ki, kişinin namaz kılmaya kalktığında kendisini görenler için namazını güzelleştirmesi, allayıp pullamasıdır.” (İbn Mâce, Zühd 21)
“Hardal tanesi kadar riya bulaşmış hiçbir amel kabul edilmeyecektir.” (Müslim, İman 148,149)
“Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır.” (Beyhakî, Şuabü’l-iman 6446)
“Ameller, niyetlere göredir.” (Buhârî 1)
“(Allahü Teâlâ hadis-i kudside buyurdu ki:) “İhlâs benim sırrımdan bir sırdır. Onu kullarımdan sevdiğimin kalbine emânet olarak bırakırım.”
Selef-i salihîn âlimleri de, ihlas üzerinde çok durmuşlardır. Onlardan birkaçının tespiti şöyledir:
Cüneyd-i Bağdadî: “İhlâs, kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olamaz ki ifsad etsin. Heva ve heves onu fark edemez ki kendisine meylettirsin.”
Abdülkerim-i Kuşeyrî: “İhlas, amelin;-‘sâlih’ vasfını kaybettiren- manevî kirlerden temizlenmesi, İbadette sadece Allahü Teâlâ’nın rızasının gözetilmesi, birilerine yaranma ve insanların övgüsünü kazanma gibi şeylerin düşünülmemesi, kısaca amelin riyadan arındırılmasıdır.”
Abdullah-i Ensarî: “İhlas, amelin her türlü yabancı şeylerden arındırılması, dupduru eda edilmesidir.”
İmam-ı Gazalî: “İhlâs iki çeşittir: a) Tevhidde ihlâstır ki, Allahü Teâlâ’ya uluhiyyette ortak koşulmaması. b) Niyet ve maksatta ihlas. O da, Allahü Teâlâ’ya riyasız amel edilmesidir.”
Fudayl bin İyad: “Günah olan şeyleri, halk için terk etmek riyadır. Halka gösteriş için amel ve ibadet etmek şirktir. İhlas ise, Allahü Teâlâ’nın; seni bu iki şeyden kurtarmasıdır.”
Seyl bin Abdullah: “İhlas, nefse en ağır gelen şeydir! Çünkü onda nefsin payı yoktur.”
Zünnun-ı Mısrî: “Bütün insanlar ölüdür, âlimler bundan müstesnâdır. Bütün âlimler uykudadır, ilmiyle amel edenler bunun dışındadır. Bilenlerin dışındaki insanlar helâk olur. Bildiklerini yaşayanların dışında bilenler de helâk olur. Bildiklerini ihlâsla yaşayanların dışında, amel sahipleri de helâk olur. İhlaslı olanlar da büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar!..”
(Devamı haftaya…)
.
Müslümanın Alâmet-i Fârikası: İHLÂS -5
İhlasın manevî hikmetlerinin yanında bir de dünya hayatı açısından pek çok olumlu fayda ve etkileri vardır. Şöyle ki; fanî dünya düşkünlüğü; mal hırsı, makam ve mevki şehveti, insan için çok büyük bir huzursuzluk kaynağıdır. Bunun yanında sadece Allahü Teâlânın rıza-i bârisini gaye edinen ve hayatında attığı her adımı ona göre atan, zihnindeki değerleri ve gönlündeki duyguları, Allahü Teâlânın hoşnutluğuna göre şekillendiren kişi ise; yaradılışına uygun bir hayat anlayışı içinde olduğundan, gerçek anlamda huzura ve saadete erer. Böyle manevî güzelliklerle ve yüce duygularla bezenmiş bir kişi, çevresindeki bütün insanların samimi sevgi ve saygılarına kendiliğinden mazhar olur. Dolayısıyla yalnızlık, güvensizlik, dünyevî korku ve endişeler gibi tedirgin edici ve can sıkıcı durumlardan da kurtulur.
İhlası kazanmak ve kazandıktan sonra muhafaza etmek için büyüklerden 8 tavsiye:
1- İman. İhlası kazanmanın en başta gelen şartı; hiçbir zaman Allahü Teâlâyı unutmamak, her an ve her yerde O’nun kontrol ve gözetimi altında bulunduğumuzun bilincinde olmaktır. Allah’a gereği gibi iman eden bir insan, O’ndan başka hiçbir güç olamayacağını bilir ve O’n-dan başka hiç kimsenin hoşnutluğunu aramaz. Bu da kişiye, sürekli olarak halis niyetle, katıksızca, sadece Allah’a yönelerek ibadet edebilmesini kolaylaştırır.
2- Takva. Allah’tan korkmak ve O’ndan korktuğu için haram ve mekruhlardan sakınmaktır. Allah korkusu, ihlası kazanmanın en sağlam ve en önemli yoludur. Allah’ın büyüklüğünü, kâinatı O’nun yarattığını ve idare ettiğini; hayrın da şerrin de iyiliğin de kötülüğün de O’nun kudret elinde olduğunu; O dilemedikçe hiçbir şeyin olamayacağını bilen insan; rızası aranacak olanın sadece O olduğunu anlar; dolayısıyla fânilere yaranmak için gösterişi terkeder ve ihlas dairesinin dışına çıkmaz.
3- Rıza-i bâri. Her yerde, her iştevehayatın her anında; Allah’ın yüce rızasını kazanmayı kendine ana hedef haline getirmek ve bu uğurda elindeki tüm imkânları seferber etmektir. İşte bu, kişiyi ihlasa kavuşturur.
4- İhlası bilmek. Dünya hayatında yaptıklarının karşılığını ancak ve ancak Allah’tan bilip mükâfatını da sadece O’ndan beklemektir. Dolayısıyla bir inasan; yaptığı ameli, Allah’ın rızası dışında bir niyetle yaptığı takdirde, bunun karşılıksız kalacağını, hatta kendisine vebal olacağını yakinen anlayınca, ihlasa sarılmaktan başka çaresinin olmadığını anlar ve ihlasa sarılır.
5- Aklını kullanmak. Akl-ı selim; insana, doğruyu yanlıştan ayırabilmek için, verilen çok büyük bir güçtür. İnsan, şayet hayatı boyunca; nefsinin, şeytanın ve şeytanlaşmış insanların vesvese ve kışkırtmalarına karşı aklını kullanırsa ihlasa mecbur olduğunu çok çabuk anlar.
6- Ölümü düşünmek. İhlası kazanmanın en önemli vesilelerinden biri de ölümü çok düşünmektir. Çünkü böyle düşününce, dünyanın fâni olduğunu, dünyaya imtihan için geldiğini, dünyadaki sınavın sonucunun âhirette belli olacağını, gerçek mutluluğun da orada olduğunu ve bu mutluluğu yakalayabilmek için, burada Allah’a ihlasla kulluk etmekten başka yol olmadığını anlar.
7- Helal lokma. Bu İlâhî emaneti, yani vücûdu helal gıda ile beslemektir. Zira helal gıdaya dikkat edilirse kalbler Allâh’ın emrine itâat meyliyle dolar, vücûdumuz hayır kaynağı olur ve ihlasa ereriz.
8- Dünyaya aldanmamak: Hep mal, mülk, şan ve şöhret uğrunda dünya ehli ile rekabet içinde olmak ihlasa çok zarar verir. İşte -bu aldatıcı ve alçaltıcı- dünyanın kaç kuruşluk olduğunu anlayıp, bu faydasız rakabetten kurtulan kişi, inşaallah ihlası da kazanır.
Sonuç olarak hiçbir zaman unutmamalıyız ki; dünya da nimetleri de, hem aldatacı hem de geçicidir. Bâki ve kalıcı olan şey; bizi -bu fâni dünyaya imtiman için- gönderen Allahü Teâlânın sadece rıza-i bârisi için yaptığımız amellerdir. Biz, kıyamet günü; bu amellere ne kadar da çok muhtaç olacağız, bir bilsek?.. Bunun için; her türlü iki yüzlülük ve riyadan tamamen kurtulup gerçek ihlasa kavuşanlara ne mutlu!..
.
Zühd Nedir, Zâhid Kimdir-1
Zühd lügatte; bir şeye önem vermemek, ona karşı; isteksiz, rağbetsiz ve ilgisiz davranmaktır. Dinî bir kavram olarak ise zühd; dünyaya değer vermemek ve dünyevî menfaatlere iltifat etmemektir. Zühd kelimesi, Kuran-ı Kerim’de bir yerde geçmektedir: “Onlar Yusuf hakkında zâhid idiler. Onu az bir fiyatla, birkaç dirheme sattılar.” (Yusuf 20) Yani Yusuf aleyhisselamı elde tutmak istemiyorlardı. Onu hemen az bir para karşılığında köle olarak elden çıkarmak istediler.
Zühd; bencil, çıkarcı ve menfaatperest olmamayı, kalpte dünya kaygısını taşımamayı, kanaatkâr olmayı ve en az dünyalıkla iktifa etmeyi gerektirir. Bazı âlimlere göre ise zühd; ele geçen dünyalığa sevinmemek, elden çıkan dünyalığa üzülmemek ve elde bulunmayan şeyleri gönülde de bulundurmamaktır.
Hassasiyetle; Allahü Teâlâ’nın emirlerine uyup, yasakladıklarından kaçan insana “zâhid” denir ki, çoğulu “zühhâd”dır. Zahidler; her nefeste Allahü Teâlâ’yı zikreder ve gafletten yani bir an dahi olsa Allahü Teâlâyı unutmaktan şiddetle sakınmaya çalışırlar. “Zâhid” kişi; ahiret hayatının dünya hayatından çok çok daha değerli olduğunu yakinen bilir. Bunun için, yüzünü dünyadan ahirete çevirir, devamlı ibadet ve nefis muhasebesiyle meşgul olur.
Dünya hayatı ve ahiret hayatı olarak karşımızda duran iki kavramın temelinde de hayat yer vardır. Dinin ruhu ahirettir. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, insanları ebedî olan ahiret hayatını cennette yaşamak için İslam’a davet etmiştir. Bazı insanların hak dine girmemeleri ve bir kısmının girdiği halde yaşamamalarındaki en büyük etken, dünya hayatından hiçbir fedakârlıkta bulunmak istememeleri ve dünya hayatını yeterli görüp, âhireti unutmalarıdır.
Zühd hayatı, İslam tarihinde hicrî üçüncü asra kadar çok yaygın idi. Sahabe-i kiram, tabiin-i izam ve tebe-i tabiin hazeratı içerisinde pek çok kişi zühd hayatını yaşıyordu. Bu zatlar; dünyadan ve dünya nimetlerinden yüz çevirmişler, Allahü Teâlâ’nın yüce rızasını kazanmak için ibadete yönelmişlerdi. Özellikle Efendimiz aleyhisselamın Asr-ı saadetlerinde Mescid-i Nebevinin bitişiğindeki çardaklarda kalan Ashab-ı suffeyi zühd hareketinin başında görebiliriz. Bunlar gece gündüz ibadetle meşgul olan, maişetleri için çalışmayıp Allah’a tevekkül eden samimî zatlardı.
Zühd âlemine; günahlardan uzaklaşmak manasına gelen, tevbe kapısından girilir. Çünkü günahlara iyice sırt çevirmeden zühdden söz edilemez. Kişi, tevbeden sonra; mübah olan şeylerde de bir kısıtlamaya gider yani bunlara karşı da bir isteksizlik içerisine girerse ve vaktini dünyaya değil, ahirete ayırırsa, zühd sahibi olmaya namzet olur.
Zâhid; rahat yerine çileye, lüks yerine fakirliğe, bencillik yerine feragate, kibir yerine tevazuya, fâni dünya yerine bâki olan ahirete tâlip olandır. Zâhidler, haram ve mekruhtan uzak durmakla kalmaz; helal ve mübahın da fazlasını terk ederler. Kısacası zâhid, lezzet verici şeyleri en aza indiren, dünyaya esir olmayan ve var gücüyle ahirete çalışan bahtiyar kimsedir.
Dünya malına, makama, mevkiye, şan ve şöhrete önem vermemek; azla yetinmek, çokça ibadet etmek, ahiret için çok çalışmak zühdün bazı göstergeleridir. Gerçek zühd ise, ağyarı yani Allahü Teâlâ’nın dışındaki her şeyi kalpten çıkarıp atmaktır.
Zühd, Efendimiz aleyhissalatü vesselamın mübarek hayat tarzını örnek alarak O’nun gibi yaşamaya çalışmak ve dünyaya değer vermemektir. Bu konuda başarılı olmak isteyen kişi; insanı dünyevî arzuların baskısından kurtarıp ahirete yönlendiren ve iç huzuruna götüren âyet-i kerime ve hadis-i şerifleri çok okuyup rehber edinir.
Zühd konusunda belirleyici olan şey, insanın dünyaya değil âhirete yönelmesidir. Çünkü dünya hayatı geçici, âhiret hayatı ise ebedîdir. Akıllı insan, fâni olanı bırakır, kalıcı ve sonsuz olana çalışır. İmam Şâfiî rahmetullahi aleyh diyor ki: “Bir kişi şu malı en akıllı insana verin, diye vasiyet ederse; bunun zâhid birisine verilmesi gerekir.” (Siyeru Alami’n-Nübela 10/98) Çünkü dünyanın en akıllı insanları onlardır. Onlar üç beş günlük fâni dünyaya değil, ebedî olan ukbaya yatırım yapan en zeki kahramanlardır…
(Devamı haftaya…)
.
Zühd Nedir, Zâhid Kimdir-2
Zühdün ilk derecesi, dinin yasakladığı şeyleri yani bütün günahları terk etmek; ikincisi, şüpheli şeylerden uzak durmaktır ki, buna “vera” denir. Üçüncüsü de yapılmasına da yapılmamasına da ruhsat verilen şeyleri terk etmektir. Azimet ehlinin zühdü de, Efendimiz aleyhi selamın yaptığı gibi mümkün olduğunca mubah olan şeylerin azıyla iktifa etmektir. Mesela; az yemek, az konuşmak ve az uyumak gibi. Zühdün en âli ve en yüksek derecesi ise; yukarıda da geçtiği gibi masivallahı yani Allahü Teâlâ’nın dışındaki her şeyi kalbden çıkarmaktır.
Başka bir değerlendirme ile zühd üç kısımdır:
a) Haramları terk etmek: Zühdün, bu türünün bütün Müslümanlarda bulunması gerekir. Çünkü haramları terk etmek, herkese farzdır.
b) Mübahların gerekli olmayanlarını terk etmek: Bu da, kullukta ileri derecelere ulaşmış zatların özelliğidir.
c) Allahü Teâlâ’nın zikriyle meşgul olmaya mâni olan herşeyi terk etmektir: Bu ise, Allahü Teâlânın azametini kavramış güzide şahsiyetler olan âriflerin zühdüdür. Allahü Teâlâ hepimize nasip eylesin…
Zühd, Selef-i sâlihin rahmetullahi aleyhim ecmain hazeratının hayat tarzı idi. Onların hayatı, azla yetinmenin ve zâhidliğin eşsiz örnekleriyle doludur. Onlar bu mübarek hayat tarzını, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin siret-i tâhiresi ve sünnet-i seniyyesinden öğrenmişler ve bütün Müslümanlara örnek olması için “kitâbü’z-zühd”lerde toplamışlardır.
“Kitâbü’z-zühd” isimli birçok eser vardır. Bu mübarek kitaplarda, Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem ve Eshab-ı kiram rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmainin örnek hayatları ile ilgili rivayetler yer almaktadır. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin kul peygamber olmayı tercih etmesi, Müslüman nesillerin hayat anlayışını çok etkilemiştir. Efendimiz aleyhissalatü vesselamın bu konudaki hadis-i şerifleri meşhurdur. Şöyle ki: “Ben melik peygamber ile kul peygamber olma hususunda serbest bırakıldım. Cebrâil bana tevazu göstermemi işaret etti. Ben de ‘Kul peygamber olayım, bir gün doyar, bir gün aç kalırım’ dedim.” (İ. Ahmed, Müsned: 7160)
Kâinatın Efendisi sallallahü aleyhi ve sellem, İslâm’ın Arap yarımadasının hemen hemen tamamına hâkim olduğu zamanda bile servet biriktirmemiş, mübarek hayatında daima azla iktifa etmiş, eline geçen dünya malı; ne kadar çok olursa olsun, hepsini fakirlere dağıtmıştır.
Zühd çok yüksek bir mertebedir. Bu âli mertebeye erişebilmek için, nefsin mutlaka tezkiye edilmesi gerekir. Çünkü nefis, tabiatı ve doğası gereği çok câhil olup; dünyaya ve dünyalıklara pek düşkündür. Nefis, tezkiye olmadan yüzünü dünyadan âhirete çevirmez. Tezkiye ise; nefis, kalb ve ruhun manevî kirleri olan günahlardan temizlenmesidir.Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, şüphesiz ki cennet onun varacağı yerdir…” (Naziat 40-41)
Hadis-i şerifte “zühd” kavramı şöyle özetlenmiştir: Bir sahabi, Efendimiz aleyhisselama gelip sorar: “Ya Resûlallah, bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hak, hem de halk sevsin.” Bunun üzerineEfendimiz aleyhisselam şöyle buyurur: “Dünyaya karşı zâhid ol ki, Allah seni sevsin. İnsanların ellerindekilere karşı zâhid ol ki, onlar seni sevsin.” (İbn Mace: 4241)
Aynı şekilde kul da kendi canını ve malını Allahü Teâlâ’ya sattığı zaman, hevâ ve hevesinden vazgeçerek O’nun yoluna girmiş ve zahidlerden olmuş olur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Hiç şüphesiz Allah, müminlerden; karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere, canlarını ve mallarını satın almıştır.” (Tevbe 111)
Zühd Hayatının temel dayanaklarından bir tanesi de şu hadis-i şeriftir: “Abdullah bin Ömer radıyallahu anhümâ diyor ki; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem benim iki omuzumu tuttu ve: “Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol,” buyurdu. Büyük sahabi Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ şöyle derdi: Akşama ulaştığın zaman sabahı bekleme, sabaha kavuştuğun zaman da akşamı bekleme. Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için; hayatın boyunca da ölümün için tedbir al.” (Buhârî: 6053) (Devamı haftaya…)
.
Zühd Nedir, Zâhid Kimdir-3
Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ diyor ki; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem benim iki omuzumu tuttu ve şöyle buyurdu: “Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol!” Bu hadis-i şerifin râvisi büyük sahabi Abdullah bin Ömer radıyallahü anhümâ şöyle derdi: “Akşama ulaştığın zaman sabahı bekleme, sabaha kavuştuğun zaman da akşamı bekleme. Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için; hayatın boyunca da ölümün için tedbir al!” (Buhârî: 6053)
Dikkat buyurun: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Abdullah bin Ömer’e söyleyeceği sözü söylemeden ve yapacağı nasihatı yapmadan önce onun omuzunu tutuyor. Bu hareket, sözü söyleyenin, muhatabına çok değer verdiğini ve söyleyeceği söze de dikkat etmesi gerek-tiğini ifade eder.
“Garip”, memleketinden ve ailesinden uzakta bulunan kimsedir. “Yolcu” da hemen hemen aynı manaya gelir. Ancak bir farkla ki; “garip”, memleketinden ve ailesinden uzakta ise de, bulunduğu ve bir müddet kaldığı yerde birkaç tanıdık edinmiş olabilir.
Gelip geçici “yolcu” ise, bundan da mahrumdur. İşte böyle bir kimse, nasıl ki kaldığı yere hiç önem vermeyip bir an evvel vatanına dönmek için can atıyorsa, Müslüman da ne dünya nimetlerine sevinir, ne de sıkıntılarına üzülür. O, ömrü boyunca gerçek vatanı olan ahiret için hazırlık yapar ve orada mahcup olmamak için çırpınıp durur.
Efendimiz aleyhissalatü vesselam, Abdullah bin Ömer’e dünyada bir “garip” veya bir “yolcu” gibi yaşamayı tavsiye ederken; dünyaya ve dünyalıklara çok bağlanmamasını, dünyayı ebedî bir vatan gibi görmemesini tavsiye etmiş oluyor. Zira bir “garip” veya bir “yolcu” gibi olan kimsenin, başkalarına karşı hasedi, kini, düşmanlığı, kavgası, kötü düşünce ve davranışları olmaz.
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Dünya sevgisi her çeşit hatalı davranışların başıdır. Bir şeye olan sevgin seni kör ve sağır yapar.” (Beyhaki, Şuabu’l-İman ve Mirkatu’l-Mefatih: 5213) Evet dünyanın o aldatıcı sarhoşluğunu tadıp kendinden geçenler, ya da ele geçiremedikleri şeyler için artan bir hırsla dünyaya sarılıp ahireti unutanlara, dünya ancak bir zarar hanesidir. Tövbe edip yüzünü ahirete çevirmedikten sonra, dünyada geçen her an bir azap sebebidir.
“Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol,” ifadesinden sonraki kısım, Abdullah bin Ömer hazretlerine aittir ki şöyle diyor: “Akşama ulaştığında sabahı bekleme, sabaha kavuştuğunda da akşamı bekleme!” Yani; her işi vaktinde ve saatinde yapmalı; sabahın işini akşama, akşamın işini sabaha bırakmamalıdır! Çünkü insanın akşamdan sabaha, sabahtan akşama çıkma garantisi yoktur. Zira, ölümün ne zaman geleceği belli değildir. Bunun için insan gerçekçi olmalı, ardı arkası kesilmeyen arzulara kendini kaptırmamalı ve bir ömre sığmayacak kadar boş hayal peşinde koşmamalıdır.
Abdullah bin Ömer hazretleri sözünün devamında şöyle diyor: “Sağlıklı anlarında hastalık zamanın için, hayatın boyunca da ölümün için tedbir al!” Bu sebeple sağlığın kıy-metini çok iyi bilmeliyiz. Çünkü insan, sağlıklı iken yapabildiği ibadeti, hastalandığında yapamayacak duruma gelebilir. Aynı şekilde çalışıp kazanabilirken, çalışamaz ve kazanamaz duruma düşebilir.
Ölüm bir gerçektir. O halde imkân varken, hazırlık yapmalıyız. Sağlıklı olduğumuz günleri ganimet bilmeli, dünyada iken ahireti kazanmanın yollarını arayıp bulmalıyız. Yoksa Allah korusun cehennem bizi bekliyor olabilir. Rabbimiz celle celalüh bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: “O gün, cehenneme; doldun mu, deriz. O da; daha var mı, der!..” (Kaf 30)
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allah, bir kulu sevdi mi onu dünyadan korur.” Yani Rabbimiz celle celalüh, sevdiği kulunun; nefse hoş gelen aldatıcı sevgilere yönelmesini engeller. Bu, tamamen iyileşmek için perhiz yapan bir hastanın durumu gibidir. Bizler de dünyaya karşı arzularımızı sınırlayıp, onun bizi hüsrana itmesine engel olmalıyız. Unutmayalım ki fâni dünya geçip gidiyor, ebedî âhiret ise bizi karşılamak üzere bekliyor.
(Devamı haftaya)
.
Zühd Nedir, Zâhid Kimdir-4
Dünya fâni, âhiret de bakî olduğuna göre; akıllı kişi dünyaya fazla değer vermez ve âhiret yolunun hazırlığına hız verir. Kaldı ki tek derdi âhiret olana büyük müjde vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Her kim gam ve tasalarını bire indirir ve sadece âhiret tasasını gönlünde bulundurursa Allah, onun dünyevî gamlarını izale eder!”
Âhiret hayatının bu kadar övülülüp medhedilmesinin yanında dünya hayatının bu kadar yerilip kötülenmesinin sebebi; insanda fıtrî olan ve doğuştan gelen dünya sevgisini frenlemek ve kulluk şuûrunun kaybolmasını engellemektir. Çünkü insanın zâhid olmasına engel olan önemli unsurlardan biri de hiç şüpesiz dünyalıkların; özellikle de servetin insan psikolojisi üzerindeki menfi etkisidir. Çünkü servet ve istiğna yani ihtiyaçsızlık; insanı hissizleştirir ve şımartır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Şüphe yok ki insan, kendisini müstağni (ihtiyaçsız) görünce, azgınlaşıverir!” (Alak 6-7)
Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: “Dünya tatlı ve hoştur. Allah sizi ona vâris kılacak ve nasıl hareket edeceğinize bakacaktır. Öyleyse dünyadan sakının, kadından da sakının! Çünkü İsrailoğullarının ilk fitnesi kadınlarla alakalı idi.” (Müslim: 2742) Hakikaten dünya geçici ve göz boyayan aldatıcı güzelliklerle doludur. Bunun için nefsin zaaflarına uygun hayaller sürekli meşgul eder insanın beynini… Mesela nefis dünya malına çok düşkün olduğu için; çalışır, kazanır, biriktirir ve elinden geldikçe üst üste yığar... Biraz daha biraz daha derken malın ve paranın esiri oluverir…
Ardından kadın merakı başlar… Sonra makam, mevki ve güç sahibi olma derdi ile müptela olur… Üstün ve değerli olmak, saygı ve hürmet görmek, iltifat edilmek ve parmaklarla gösterilmek hevesine kapılır… İnsanın başka bir önemli zaafı da; meşhur olmak, herkes tarafından bilinip tanınmaktır… Hâlbuki bu fâni dünyadaki varlığımız geçici ve sınırlıdır, kısacık bir zamanda bitip sona erecektir ve bunda kimsenin şüphesi de yoktur.
Binaenaleyh dünyanın en akıllı, en realist ve en idealist insanları olan zâhidler; bu hakikatin farkında oldukları için; ne kaybettikleri dünyalıklar için üzülürler ne de bunları elde etmek için bitip tükenmek bilmeyen bir çaba içine girerler. Onlar, burada misafir olduklarını, gerçek yurtlarının ise âhiret olduğunu çok iyi bildikleri için; -dünya ehline bakmazlar- Allahü Teâlâ’nın nimet verdiği nesilleri yani; sahabe, Tâbiîn ve Tebe-i tâbiîn hazeratının mübarek yolunu takip ederler...
Peki, bu gerçek ortada olduğu halde insan nasıl olur da âhireti unutur, derseniz, deriz ki, onlar sarhoştur. Hakikaten nefsin, şeytanın ve kötü çevrenin oyununa gelerek fâni dünyanın câzibesine kapılan insan, bir nevi sarhoş gibidir. Kişi sarhoş iken, kendini mutlu hissetme yanılsamasına kapılabilir.
Ancak bu hal uzun sürmez, o kendine geldiğinde nasıl böyle bir duruma düştüğüne çok üzülür. Fakat artık iş işten geçmiştir ve yapabilecek bir şey yoktur. Bu durumda insan, yaptıklarının neticesine katlanmak zorunda kalır. İşte aynı şekilde huzur ve esenliği beyhude yere maddede arayan insanlar da asıl zannederek dayandıkları temellerin ne kadar boş olduğunu âhirette, maazallah; büyük hüsranı yaşadıklarında anlayacaklar…
Zühd; Sevgili Peygamberimizin, evliyanın ve onları sevenlerin yolu ve şiarıdır. Amr bin As radıyallahü anh Hazretleri şöyle der: “Ey insanlar! Peygamberiniz sallallahü aleyhi ve sellem, dünyaya karşı insanların en zâhid olanı idi. Siz ise, dünyaya en fazla rağbet eden insanlar oldunuz!” (Sahihu İbni Hibban: 7379)
Mekke müşrikleri, Efendimiz aleyhisselama gelip; mübarek davasından vazgeçmesi halinde kendisine; liderlik, zenginlik ve istediği kızla evlenmeyi teklif ettiler. Efendimiz aleyhisselamın cevabı şu oldu: “Güneşi sağ avucuma, ayı da sol avucuma koysanız, Ben yine de davamdan vazgeçmem!” (Siretu İbni Hişam) İşte Müslüman da böyle olacak, hiçbir şekilde oyuna gelmeyecek; âhiretine zarar verecek; hatta ve hatta âhiretine hizmet etmeyecek şeylerden tamamen uzak duracaktır.
(Devamı haftaya…)
.
Zühd Nedir, Zâhid Kimdir-5
İmam-ı Gazalî’nin Eyyühe’l-veled (Ey oğul!) isimli kitabındaki bir rivayette şöyle buyuruluyor: “İçinde kalacağın kadar dünya için çalış, yine içinde kalacağın kadar ahiret için çalış! Allahü Teâlâ’ya muhtaç olduğun kadar itaat et! Ateşe dayanacağın kadar günah işle! Mevlâ’na âsi olmak istediğin zaman da, seni görmeyeceği bir yer ara!..”
Rivayeti biraz açalım: “İçinde kalacağın kadar dünya için çalış…” Dünyamız için elbette çalışacağız. Fakat dünyada sonsuz kalamayacağımızı, bir gün dünyayı da dünyalıkları da mutlaka terk etmek zorunda kalacağımızı; her şeyin sıfır olacağını düşünerek çalışmalıyız. Dolayısıyla elde ettiğimiz dünyalıklar için fazla sevinmeye ve kaybettiklerimiz için de fazla üzülmeye gerek yoktur. Hele hele dünyalıklar için günaha girmek, asla akıl kârı değildir.
“İçinde kalacağın kadar da ahiret için çalış…” Ahiret için de, orada sonsuz kalınacağına göre çalışmalı. İnsan sonsuz cehennemin ne demek olduğunu bir anlasa aklını kaçırır, deli olur. Bir kibrit alevine dayanamayan insan, cehennem ateşine nasıl dayanacak? İşte bu sonsuz azap, insanları bekliyor. Dolayısıyla herkes, ahirete hazırlık yapmak zorundadır. Bunun yanında cennet nimetleri de sonsuzdur ve asla dünya nimetleriyle kıyaslanamayacak kadar güzel ve çekicidir.
“Allahü Teâlâ’ya muhtaç olduğun kadar itaat et…” Biz zavallı kullar, ne zaman Rabbimize muhtaç değiliz ki?.. Nefes alabilmemiz, kalbimizin çalışabilmesi ve kanımızın damarlarımızda dolaşabilmesinden tutun da ellerimizi ayaklarımızı ve diğer organlarımızı kullanmaya kadar her saniye ve her an Rabbimize muhtacız. Bir an olsun; nefes alamadığımızı, kalbimizin çalışmadığını, sinir sistemimizin felç olduğunu düşünelim, ne olur halimiz?..
Mademki bir an olsun Rabbimizin yardımı olmadan edemiyor ve yaşayamıyoruz, o zaman hangi yüzle O’na itaatsizlik yapıp emr-i İlahîsine karşı gelebiliyoruz? Ne diyelim cahil cesur olur!.. O zaman; her an Rabbimize itaat etmeli; bütün nimetlerine şükretmeli ve verdiği musibetlere de sabretmeliyiz…
“Ateşe dayanacağın kadar günah işle…:” Bir saniyeelimizi kibrit alevine tutacak olsak acısına dayanamayız, Allah korusun öbür tarafta nasıl dayanacağız? Dünya ateşine dayanamayan insan, cehennem ateşine nasıl dayanacak?..
“Mevlâ’na âsi olmak istediğin zaman, seni görmeyeceği bir yer ara…:” Allahü Teâlâ’nın görmediği bir yer hiç olabilir mi? Elbette ki olamaz. O zaman Rabbimiz bizi gördüğü halde nasıl olur da günah işleyebiliyoruz. Bu aptallık değil de nedir. Zaten bunun için; “en akıllı insanlar, zâhidlerdir,” denilmiştir.
Peygamber Efendimiz aleyhissalatü vesselamın bizzat zühdî bir hayat yaşadığı ve bu hayat tarzını Ashabına da tavsiye ettiği bilinmektedir: Allah Resülü sallallahü aleyhi ve sellem; yamalı elbise giydi. Temiz olmak kaydıyla önüne gelen her türlü yemeği yedi. Pabuçlarını ve elbiselerini bizzat kendisi yamadı. Koyun ve keçilerini bizzat kendisi sağdı. Zengin-fakir herkesle el sıkışıp görüştü ve şöyle buyurdu: “Ben kulum; kul gibi yer ve kul gibi otururum.” (El-Envar Fi Şemaili’n-Nebiyyi’l-Muhtar: 427)
Hazret-i Hafsa validemiz radıyallahü anha anlatıyor: “Bir kilimi ikiye katlar da Efendimize aleyhisselama yatak yapardık. Bir defasında dörde katlamıştık da gece namaza kalkamamış ve; altına ne serildiğini sorarak her zamanki serginin serilmesini talep etmiş, istirahatı ile fazla meşgul olunmasından hoşnut olmamıştı.” (Tirmizi, Şemail, s. 261.)
İbni Mesud Hazretlerinin haber verdiğine göre Rasül-i Ekrem bir gün hasırın üzerinde uyumuş ve hasır, mübarek vücudunda iz bırakmıştı. Bunun üzerine: “Hasırla aranıza birşeyler serseydik” diyen Sahabîlere şöyle buyurdu: “Benim dünya ile ne işim var? Ben dünyada; yolculuğu sırasında bir ağaç altında gölgelenen, sonra da oradan geçip giden bir yolcu gibiyim.” (İbn Mace, Zühd, 409)
Efendimiz aleyhiselamın; özellikle Mekke’nin fethinden sonraki fakirliği zorunlu değil, ihtiyarîdir. Çünkü İslam devleti, o günkü şartlarda dünyanın en kudretli devleti haline geldiği, devlet hazinesi dolup taştığı zamanlarda bile O’nun yaşantısında bir değişiklik olmadı ve asla mal biriktirmedi.
(Devamı haftaya…)
.
Zühd Nedir, Zâhid Kimdir-6
Zühd konusu Kuran-ı kerimde geniş yer alır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Siz, dünya hayatını ve zevklerini tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret mutluluğu daha üstün, daha hayırlı, hem de ebedîdir.” (A’lâ 16-17)
“Size verilen nimetler, geçici dünya metâı, dünyanın süsüdür. Allah’ın size sakladığı âhiret mükâfatı ise, daha hayırlı, daha devamlıdır. Hâlâ aklınızı çalıştırmayacak mı-sınız?” (Kasas 60)
“İyi bilin ki (âhirete yer vermeyen) dünya hayatı, bir oyundur, bir oyalanmadır, bir süstür. Kendi aranızda karşılıklı övünme, mal ve nesli çoğaltma yarışıdır.” (Hadîd 20)
Zühd, sünnet-i seniyyede de çok geniş yer almıştır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Dünya, mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir.” (Müslim, Zühd, 1)
“Siz, dünyaya karşı zâhid ve az konuşan birini görürseniz, ona yaklaşınız. Çünkü ona, hikmet telkin edilir.” (İbn Mace: 4240)
“Vallahi, âhiretin yanında dünya, ancak birinizin şu işaret parmağını denize koyduğu kadarcıktır. Parmağının, suyun içinden ne kadarcık bir ıslaklık ile döneceğine bir baksın!” (Müslim, Cennet 55)
“Kul; malım, malım diyor. Halbuki malından ona yalnız üç şey vardır: Yiyip bitirdiği, giyip eskittiği ve (Allah yolunda infak) edip biriktirdiğidir. Bunun dışında kendisi gider, malını insanlara terk eder.” (Müslim: 2958)
Dünyaya sırt çevirip âhirete dönük olarak yaşamak şeklinde tanımlayabileceğimiz zühd anlayışının, kendi içerisinde birçok derecesinden bahsetmek mümkün gö-zükmektedir. Dinini titizlikle yaşamaya çalışan her müslümanın hayatında zühde ait bir tezahürün varlığından söz edilebilir. Bu, haramlara girmeme adına sarfedilen bir gayret şeklinde kendini gösterebileceği gibi, helal ve mubah şeylere dâhi bir tepki olarak da tezahür edebilir.
Bu yönleriyle zühdün, günümüzde de varlığını canlı bir şekilde devam ettirdiğini söylemek yanlış olmaz. Günümüzde bazı müslümanların harama girmemek i-çin zâhidane bir hayat yaşadığı gibi, dinini daha titiz bir şekilde yaşamaya çalışan diğer bazı müslümanların ise, haram olmayan hususlarda dahi dikkatli davrandıklarını söylemek mümkündür. İşte buradan hareketle, her müslümanın hayatında bir parça zühd olduğunu söylemeyebiliriz.
Bir müslümanın zühd kadar önem vermesi gereken diğer bir husus da dünyanın imarıdır. Bunun için dünyaya çalışmak da gerekir. Zühd hayatı ile dünya hayatını imar etme gerçekliği arasında bir çatışma sözkonusu değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Yarın ölecekmiş gibi âhiretin için, hiç ölmeyecekmiş gibi de dünya için çalışınız!” Burada hatırlanması gereken şey şu ki zühd; dünyayı elden değil, kalbden çıkarmayı gerektirir. Bunun için büyükler; “el kârda, gönül yârda” demişlerdir. Yani bir insan, istediği kadar dünya malına sahip olabilir; yeter ki, gönlü Allahü Teâlâ ile beraber olsun.
Burada şöyle bir uyarı yapmak durumundayız: Yüce dinimiz İslamın emrettiği zühd; asla çalışıp kazanmamak, dünya nimetlerinden yararlanmamak ve topluma karışmamak değildir. Elbetteki mümin, toplumsal hayata katılacak, meşru ölçüler çercevesinde dünya nimetlerinden istifade edecek, günlük işlerini hiç aksatmadan yapacak, çalışıp kazanacaktır. Müslüman, böyle yapmazsa; kim zekât ve sadaka verecek, kim fakir ve muhtaçlara yardım edecek? Dinimizin emrettiği zühd, elde edilen dünyalıklar için aşırı sevinmemek, kaybedilenler için fazla üzülmemek ve en önemlisi dünyalıklar için haram ve günaha asla girmemektir.
Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Rabbimiz! Bize dünyada da âhirette de iyilik ver!” (Bekara 201), “Allah’ın sana verdikleriyle âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas 77) Hadis-i şerifte ise, şöyle buyuruluyor: “İnsanlarla haşir neşir olup onların ezalarına katlanan müslüman, insanlara karışmayıp ezalarına katlanmayan müslümandan daha hayırlıdır.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme)
Evet hülasa olarak İslam âlimleri buyuruyorlar ki: Dinde aslolan zühd, dünyayı elde bulundurmamak değil, kalbe sokmamak ve dünyalıkları elinden değil, gönlünden çıkarmaktır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri: “Dünya; insanı, Allah’tan alıkoyan şeydir,” der. Bu durumda gerçek zühd; halk arasında Hak ile birlikte olmaya gayret etmek ve; dünyayı cebe değil, kalbe sokmamaktır. Vesselam…
.
Mucizelerin En Büyüğü: Kur'ân-ı Kerîm-1
İmanın üçüncü rüknü, İlahî Kitaplara şeksiz ve şüphesiz olarak inanmaktır. Kur’an-ı kerim ise, son İlahî kitaptır. Dolayısıyla Kur’ân-ı Keri’me inanmayan veya ona karşı kuşkulu olan veyahut ona saygısızlık eden kişi, -isterse başı secdeden kalkmasın- dinden çıkıp düpedüz kafîr olur. Böyle bir kişi, -şayet tevbe etmeden ölürse-; yıkanmaz, kefenlenmez, cenaze namazı kılınmaz ve Müslüman mezarlığına defnedilmez.
Allahü Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’i kullarına dünya ve âhiret saadetine giden yolu göstermek için âhir zaman Nebisi Sevgili Peygamberlerimiz Hazret-i Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve selleme göndermiştir. Böylece insanlara, her iki dünyada da mutlu olmanın yolunu kesin olarak göstermiştir. Kur’ân-ı Kerim, insanın dünya ve âhirette mutlu olma prospektüsü, ideal yaşam rehberi ve hayat kanunudur. Yaratılmışların en şereflisi olan insanın, gerek Yaradan’ına, gerekse birbirlerine ve başka varlıklara karşı nasıl hareket edeceklerini ve nasıl davranacaklarını Kur’ân-ı Kerimi bildirmiştir.
İnsanlar; inanılması gereken meseleleri, ibadetleri ve ideal yaşam prensiplerini kendi akılları ile bulamazlar. Evet insanlar; öldükten sonraki hayat, âhiret halleri, iman esasları, ibadet şekilleri ve dünyada mutlu olmanın kuralları gibi pek çok konuda bilgilenmek için Kur’ân-ı Kerim’e muhtaçtırlar. Kur’ân-ı Kerim olmasaydı, insanlık çok büyük sıkıntılar yaşar ve okyanusun ortasında rotasını kaybetmiş bir gemiye dönerdi. Kur’ân-ı Kerim’den mahrum kişi ve kesimlerin nasıl da behimî bir hayat yaşadıkları herkesin malumudur.
Kuran-ı Kerim, Miladî 610 yılının 27 Ramazanında nâzil olmaya başlamış ve 23 senede tamamlanmıştır.
Sevgili Peygamberimiz, nâzil olan âyet-i kerimeleri Eshab-ı kirama okur, vahiy kâtiplerine yazdırır ve Kur’ân-ı Kerim’in hangi suresine konulacağını bildirirdi.
Cebrail aleyhisselam, her yıl bir defa gelip, o zamana kadar inmiş olan Kur’an-ı kerim âyetlerini, Levhi’l-mahfuzdaki sırasına göre okur, Peygamber Efendimiz de dinler ve tekrar ederdi. Efendimiz aleyhisselamın âhirete teşrif edeceği sene ise, iki defa gelip, tamamını okudular.
Hazret-i Ebû Bekr radıyallahü anhın halifeliği zamanında, Hazret-i Ömer’in teklifi üzerine vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sabit’in başkanlığında kurulan bir komisyon, çok titiz bir çalışma yaparak Kurân-ı Kerim’in bütün âyet-i kerimelerini, Peygamber Efendimizin vahiy kâtiplerine öğretip yazdırdığı tarz ve tertip üzere bir araya getirerek kitap haline getirdi.
Kur’an-ı Kerîm’in bu nüshası, vefatına kadar Hazret-i Ebû Bekir’de durdu, sonra ikinci halife Hazret-i Ömer’e, O’ndan sonra da Hazret-i Ömer’in kızı ve Peygamber Efendimizin hanımı Hazret-i Hafsa radıyallahü anha validemize geçti. Daha sonra da üçüncü halife Hazret-i Osman’a intikal etti.
Hazret-i Osman döneminde ilk nüsha esas alınarak altı nüsha daha yazdırıldı ve böylece nüsha sayısı yediye çıktı. İlk nüsha Medine’de kaldı. Diğer altı nüsha ise: Mekke, Yemen, Bahreyn, Şam, Bağdat ve Basra gibibüyük vilayetleregönderildi. Müslümanlar bir taraftan bu nüshaları esas alarak yeni nüshalar yazarken, hafızlar da baştan son kadar ezberlemeye devam ettiler. Bugün de dünyada Kuran-ı kerimi baştan sona kadar ezberden okuyan yüzbinlerce “hâfızü’l-Kuran”ın mevcut olduğu herkesin malumudur.
Böylece Kuran-ı Kerim hem yazılı hem de sözlü olarak günümüze kadar tek bir noktası dahi değişmeden geldi ve kıyamete kadar da değişmeden kalacaktır. Çünkü Allahü Teâlâ; “Kuran’ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz koruyacağız,” (Hicr 9)buyurmuştur. Kuran-ı Kerim, Allah’ın son kitabı olduğu için O’ndan sonra hiçbir kitap gelmeyecektir.
Kur’an-ı Kerîm 30 cüz ve 114 suredir. Zemahşeri, İbn-i Huzeyme ve Şeyhulislam İbn-i Kemal gibi âlimlere göre âyet sayısı 6666’dır. Bu sayıyı farklı söyleyen âlimler de vardır. Bu farklılık; büyük bir âyetin birkaç küçük âyet sayılmasından veya birkaç kısa âyetin bir büyük âyet sayılmasından yahut surelerin başındaki Besmelelerin bir veya ayrı ayrı birer âyet sayılmasından veya bazı surelerin başındaki mukataa harflerinin bir kısmının müstakil birer âyet sayılmasından ileri gelmektedir.
(Devamı haftaya…)
.
Mucizelerin En Büyüğü: Kur'ân-ı Kerîm-2
Kur’ân-ı kerim; lâfzı, mânâsı, üslubu ve bütün yönleriyle Allah kelâmıdır. O, hiçbir beşer sözüne hiçbir yönden benzemeyen cihanşümul ve ebedî bir mucizedir.
O,hem sözü hem de mânâsı Allahü Teâlâ tarafından vahyedilmiş kelam-ı ezelîdir.
O, tarihî belgelere ait bütün şartları içinde toplayan yegâne Mukaddes Kitaptır.
O, nâzil olduğu günden zamanımıza kadar, tek noktası dahi değişmeden hem yazılı hem de sözlü olarak korunarak gelmiştir.
O, kolayca öğrenme ve ezberlenme özelliğine sahiptir. Yedi yaşındaki küçük çocuklar tarafından dahi kolayca ezberlenebilmektedir.
O, hem lafız, hem de mânâ bakımından mucize olup insanda hayranlık uyandıran eşsiz bir özelliğe sahiptir. Bugüne kadar gelen şair ve edebiyatçıların tamamı, O’nun nazmı ve mânâsı karşısında âciz ve hayran kalmışlardır. İ’cazı ve belagati asla insan sözüne benzemez. Yani bir kelimesi çıkarılsa veya bir kelime eklense, lafzındaki ve mânâsındaki güzellik bozulur. Bir kelimesinin yerine koymak için başka kelime arayanlar, bulamamışlardır ve bulamayacaklardır.
O, geçmişte olmuş ve gelecekte olacak nice gizli olayları haber vermiştir.
O’nu, işitenler ve okuyanlar, tadına doyamıyorlar. Yorulsalar da, usanmıyorlar.
Nice azılı İslam düşmanları, sadece O’nu dinlemekle kalbleri yumuşamış ve imana gelmişlerdir.
İslam düşmanlarından ve zındıklardan O’nu değiştirmeye, bozmaya ve benzerini söylemeye çalışanlar olmuş ise de, hiçbiri arzularına kavuşamamış ve O’nun en küçük bir suresinin benzerini dahi yapamamış ve söyleyememişlerdir.
O, dünyada çok büyük bir devrim yapmış ve yüzyıllar boyunca kökleşip yerleşmiş olan putperestliği, yüzlerce ahlaksızlığı ve sayısız kötü adeti kökünden söküp atmıştır.
O’nun rahle-i tedrisinde onbinlerce büyük âlim ve allame yetişmiş ve yetişmeye devam etmektedir.
O’nun yaktığı ilim meşalesinin ışığında yüzbinlerce arapça ilmî eser kaleme alınmıştır. Halbuki daha önce Arabın tekbir tane dahi kitabı yoktu.
Bütün ilimler, tecrübe ile bulunamayacak güzel şeyler, iyi ahlak, insanları dünya ve âhiret saadetine kavuşturacak iyiliklerin tamamı O’nda açıkça veya kapalı olarak bildirilmiştir.
O, diri diri gömülen kız ve kadınları, horlanan köleleri ve zulme uğrayan güçsüzleri korumuş ve onlara şerefli bir hukukî statü tanımıştır.
O, hayatın tamamını kapsayan ilim ve adalet temelli bir hukuk sistemi getirmiştir.
O, insanlığı kendisi gibi mahluk ve fâni olan şeylere tapmaktan kurtarmıştır.
O, bugün birbuçuk milyarı geçen ve her geçen gün artan bir ümmet meydana getirmiştir.
O, sayısız bilimsel keşifleri yüzlerce sene önceden haber vermiştir.
O’nun en mühim özelliklerinden biri de insan ruhunda meydana getirdiği derin tesir ve buna paralel olarak insan kişiliğinde yaptığı büyük olgunlaştırmadır.
O’nun çok kısa âyetlerinde, çok büyük ilmî hakikatler mevcuttur.
O, belli bir millet ve belli bir zaman için değil, bütün insanlar ve bütün zamanlar için gönderilmiştir.
Önceki peygamberlerin mucizeleri kendilerinin vefatlarıyla sona ermiş, onları o zaman hazır bulunanlardan başkaları da görmemişlerdir. Efendimiz aleyhisselamın mucizesi olan Kur’ân-ı Kerîm ise kıyamet gününe kadar devam edecektir.
Büyük müfessir Allame Fahreddin-i Râzî hazretleri der ki: “Sadece Fatiha sûresinin ihtiva ettiği yüksek mânâlardan on bin kadar mesele çıkarmak mümkündür, işte bunun için Ben, şu önsözü yazdım.” (Tefsir-i Kebir. c. 1. s. 11, Daru’l-Fikir/Beyrut-1981)
O, en iptidaî insanlardan en yüksek ilim ve fikir adamlarına, ekonomi ile uğraşanlardan hayatlarını zühd û takva ile yaşayanlara, fakirlerden zenginlere kadar herkesi ilgilendiren ve onları derece derece yükselten bütün düsturı ihtiva eder.
O, aile hayatından, milletlerarasındaki münasebetlere kadar, selamlaşmaktan evlere izin alarak girme âdabına varıncaya kadar, toplumsal ve medenî hayatın her safhasını ihata eden gerçek bir hayat nizamıdır.
O, düşünmeyi, körü körüne hareket etmemeyi, yerleri, gökleri ve aralarındakilerini incelemeyi, ilim ve irfan sahibi olmayı, geçmiş milletlerin ve memleketlerin hallerini incelemeyi ve bunlardan dersler çıkarmayı tavsiye eder.
(Devamı haftaya…)
.
Mucizelerin En Büyüğü: Kur'ân-ı Kerîm-3
Allahü Teâlâ’nın insanlara hidayet rehberi olarak gönderdiği son kitabı Kur’an-ı Kerim; insaf ehli birçok gayr-ı müslim bilim adamı tarafından da yüksek derecede takdir edilip mucize olduğu itiraf edilmiştir. Bu munsif ilim adamlarının itirafları çoktur, bunlardan birkaçı kısaca şöyledir:
Stanley Lane Poole şöyle der: “Muhammed aleyhisselama Medine’de nâzil olan âyetler özellikle dikkate şâyândır. Çünkü bu âyetler, İslâm toplumunu idare eden her Müslümanı doğru yola sevk eden âyetlerdir. Mekke’de vahyolunan âyetler ise, büyük ve etkili bir dinî hayat için gereken her şeyi ihtiva eder...”
Sedillot şöyle der: “Hiç şüphe yok ki Kur’an, en büyük saygıyı hakkeder. Çünkü O, insanlara; Allah’ın kullarından ne istediğini, kulların da Yaradan’dan ne beklediğini dolayısıyla kul ile Allah arasındaki münasebeti en doğru şekilde açıklamıştır. Kuran’da, ahlâk ve felsefenin bütün esasları mevcuttur. Fazilet ile rezilet; hayır ve şer; eşyanın gerçek mahiyeti, kısaca söylemek gerekirse her mevzu Kur’an’da açıklanmıştır. Adalet, eşitlik; başkalarına iyilik etmek ve her türlü erdem Kur’an’da mevcuttur. Kur’an, insanı iktisat ve adalete sevkeder, sapıklıktan muhafaza eder. Kur’an; insanı ahlakî zaafların karanlığından kurtarıp yüksek erdemlerin aydınlığına çıkarır. Müslümanlara barbar diyenler, bilinçsiz insanlardır. Çünkü onlar; Kur’an’ın açık nurlu âyetlerine karşı gözlerini yumuyorlar ve O’nun toplumdan ne kadar kötülüğü silip götürdüğünü bilmiyorlar…”
Gaston Carre şöyle der: “Kuran’da; dünya medeniyetinin dayandığı bütün temeller mevcuttur. O kadar ki, dünya medeniyetinin, İslâmiyet tarafından yayılan esasların uyuşumundan vücut bulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz…”
Alexis Louvasonne şöyle der: “İnsanlığın hidayeti yani doğru yolu bulması için Hazret-i Muhammed’e vahyolunan Kur’an, hikmetle dolu çok parlak bir eserdir. Hazret-i Muhammed’in gerçekten peygamber olduğu ve kâinatın Yaratıcısı tarafından gönderildiği hususunda asla şek ve şüphe yoktur. Hazret-i Muhammed’e indirilen Kitap, bir belagat harikası, bir ahlâk ve fazilet rehberi ve mukaddes bir Kitap’tır. Kur’an’ın getirdiği esaslarla çelişen hiçbir bilimsel keşif yahut ilmî umde yoktur. Kur’an talimatlarıyla doğa kanunları arasında tam bir ahenk vardır…”
Dr. Morrice şöyle der: “Kur’an hiçbir yönden tenkit edilemeyen bir fesahat ve belagat mucizesidir. Kuran, her mânâyı en güzel bir şekilde ifade eder. Gerçekten O, semavî kitapların en mükemmelidir. Kur’an, insanlığa bahşolunan kitapların en güzelidir. Bundan dolayıdır ki, Müslümanların yüksek sınıfları; hayatın hakikatlerini kavramak noktasında ne kadar bilgilenirlerse o derece Kur’an’la ilgileniyor ve O’na o derece saygı gösteriyorlar. Evet Müslümanların Kur’an’a saygıları sürekli artmaktadır…”
Dr. Steingas şöyle der: “Zaman ve mekân itibarıyla birbirlerinden uzak, fikrî inkişafları bakımından da birbirlerinden çok farklı olan insanlara harikulade bir hassasiyet bahşeden, muhalefeti hayra ve iyiliğe çeviren Kur’an, nasıl en büyük hayretlere şayan bir Kitap ise, beşerin mukadderatıyla uğraşan bilginler için de, üzerinde o derece durulmaya ve incelenmeye layık bir Kitap’tır…”
Edward Gibbon şöyle der: “Kur’an bir kanunu esâsî ve yasamanın ruhudur. Kur’an’a göre satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında hiçbir fark yoktur. İşte Kuran bu gibi esaslar üzerinde öyle bir hukuk vücuda getirmiştir ki, dünyada bir benzeri yoktur…”
Dr. Gustave Le Bon şöyle de: “Dünyanın bütün dinleri içinde; en saf, en temiz ve en doğru tevhid inancını Müslümanların kutsal kitabı Kuran öğretmiştir…”
Mr. Arnold şöyle der: “Kur’an, insanlara mükemmel bir terbiye verdikten başka, onlara hususî hayatlarında ahlâklı, âlicenab, hayırsever, cesur ve şecaatli olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir…”
Baba Nanak şöyle der: “Hakikaten imanın gerçek kitabı Kuran’dır…”
John Davenport şöyle der: “İslâm terbiyesinin ana kaynağı Kuran-ı Kerimdir. Fakat Kuran’ın emirleri ahlâkî vazifelerle sınırlı değildir. Kuran-ı Kerim; Allah’a imanı, İlahî iradeye teslimiyeti, İlâhî emirlere itaati; iyilik etmeyi, takvalı ve itidalli olmayı; içkiden sakınmayı ve hoşgörülü olmayı emreder…”
(Devamı haftaya…)
.
Mucizelerin En Büyüğü: Kur'ân-ı Kerîm-4
Kuran-ı Kerim; fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve arkeoloji gibi konularla alakalı öyle inceliklere temas eder ki, bilim adamlarını hayretler içinde bırakır. O’nun 1400 yıl önce bildirdiği bu bilimsel haberlerin tamamının, ilim adamlarının ittifakıyla doğru olduğunun kabul edilmesi birer mucizedir. Bu mucizeler; O’nun, Allahü Teâlâ tarafından gönderildiğini haykırmaktadır. Bu âyet-i kerimelerden birkaçı şöyledir:
1- Hareket eden dağlar:Dağlar, üzerinde bulundukları yer kabuğunun hareketi sebebiyle sürekli hareket halindedirler. Evet yer kabuğu kendisinden daha yoğun olan manto tabakası üzerinde adeta yüzer gibi hareket etmektedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Dağları görür de onları donmuş zannedersin. Halbuki onlar, bulutların geçmesi gibi geçip giderler.” (Neml 88)
2- Genişleyen kâinat:Günümüz teknolojisi sayesinde gerçekleştirilen araştırma, gözlem ve hesaplamalar; evrenin bir başlangıcının olduğunu ve sürekli olarak genişlediğini ortaya koymaktadır. Âyet-i Kerim’de buyuruldu ki: “Biz göğü kudret(imiz)le bina ettik. Şüphesiz, onu genişleten de biziz.” (Zariyat 47)
3- Bitkilerdeki erkeklik ve dişilik:Bilimsel araştırmalar; bitkilerde erkeklik ve dişilik organları bulunduğunu ve bu organlar sayesinde üremenin gerçekleştiğini söylemektedir. Tohumlu ve çiçekli bitkilerde, erkek ve dişi üreme hücreleri vardır. Bu hücrelerin her ikisini de çiçeğin ortasında bulunan erkek organ ile dişi organ üretir. Dişi organın yumurtalık denen şişkince bölümünde küçük ve yuvarlak tohum taslakları, bunların içinde de dişi üreme hücreleri bulunur. Erkek üreme hücreleri ise erkek organın başçık bölümünün ürettiği çiçek tozlarının içinde saklıdır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Biz o su ile çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” (Taha 53)
4- İndirilen demir:Modern astronomik bulgular, dünyadaki demir madeninin dış uzaydaki dev yıldızlardan geldiğini ortaya koymuştur. Sadece dünyadaki değil, tüm güneş sistemindeki demir, dış uzaydan elde edilmiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) faydalar bulunan demiri de indirdik.” (Hadid 25)
5- Ağır bulutlar: Son zamanlarda yapılan bilimsel araştırmalar sayesinde, bulutların ağırlığı konusunda çok şaşırtıcı rakamlar ortaya çıkmıştır. Bu araştırmalara göre bazı bulut türlerinde yüzbinlerce ton ağırlığa ulaşan miktarda su toplanmakta ve bu tonlarca su kütlesi havada durdurulmaktadır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Rahmetinin önünde rüzgârları bir müjde olarak gönderen O’dur. Bunlar, ağırca bulutları kaldırıp yüklendiğinde, onları (kuraklıktan) ölmüş bir şehre sürükleyiveririz ve bununla oraya su indiririz de böylelikle bütün ürünlerden çıkarırız.”(Araf 57)
6- Bir Çiğnemlik Et Parçası:Tıbbî bir tespittir ki; anne rahmindeki embriyo, başta hem ufaklığından hem de henüz kemiksiz olduğundan bir çiğnemlik et görünümündedir. Bu aşamada embriyo, gözle görülecek kadar belli ve ayrıntıları anlaşılamayacak kadar belirsiz bir büyüklüktedir. Bilim adamı Prof. Dr. Keith L. Moore diyor ki: Söz konusu âyetlerin ne demek istediğini, bu aşamadaki embriyoyu incelediğimizde hayretle müşahede ettik. Çünkü embriyo 28 günlük iken, üzerinde diş izlerine benzer bir yapı meydana gelir. Biz, bu dönemdeki embriyonun plastikten bir modelini yaptık ve onu çiğneyerek üzerinde diş izi bıraktık. Ortaya çıkan manzara, incelediğimiz aşamadaki embriyoya olağanüstü derecede benziyor du. Bu şekilde; Kuran’da, embriyoya neden bir çiğnemlik et denildiğini de net olarak anlamış olduk. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Sonra o damlacığı, asılıp tutunana dönüştürdük. Sonra asılıp tutunanı bir çiğnemlik et haline getirdik.” (Muminun 14)
7- Evrendeki Mükemmel Yörüngeler: Gelişmiş teleskopların yardımı ve kozmoloji biliminin birikimi sayesinde; bütün yıldızların ve güneşin hareket halinde olduğu, aynı zamanda dünyanın güneşin etrafında döndüğü anlaşıldı. Dünya hem kendi ekseni etrafında, hem de güneşin etrafında dönerken aynı zamanda güneş sistemiyle beraber hareket etmektedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ne güneş aya erişir ne de gece gündüzü geçer. (Güneş, ay, dünya ve yıldızların) her biri, bir felekte (yörüngede) yüzmektedirler.” (Yasin 40)
(Devamı haftaya…)
.
Mucizelerin En Büyüğü: Kur'ân-ı Kerîm-5
Geçen hafta: “Kuran-ı kerim; fizik, kimya, biyoloji, astronomi ve arkeoloji gibi konularla alakalı öyle inceliklere temas eder ki, bilim adamlarını hayretler içinde bırakır. O’nun 1400 yıl önce bildirdiği bu bilimsel haberlerin tamamının ilim adamlarının ittfakıyla doğru olduğunun kabul edilmesi, birer mucizedir. Bu mucizeler; O’nun, Allahü Teâlâ tarafından gönderildiğini haykırmaktadır,” demiş ve bu minvaldeki âyet-i kerimelerden yedi tanesini yazmıştık. Bu hafta da kaldığımız yerden devam ediyoruz:
8- Farklı deniz sularının birbirine karışmaması: Meşhur bilim adamı Kaptan Jacques Cousteau, denizlerle ilgili yaptığı bir bilimsel çalışmayı şöyle özetlemektedir: “Bazı araştırmacıların; farklı deniz kütlelerini birbirinden ayıran engellerin bulunduğuna dair ileri sürdükleri görüşleri inceliyorduk. Çalışmalar sonucunda gördük ki; Akdeniz’in kendine has tuzluluğu ve yoğunluğu gibi aynı zamanda kendine has canlıları barındırıyor. Sonra Atlas Okyanusu’ndaki su kütlesini inceledik ve Akdeniz’den tamamen farklı olduğunu gördük. Daha sonra ise, bizi şaşkına çeviren bir şeyle karşılaştık. Çünkü bu iki denizin birleşme noktasında, karışmayı engelleyen bir su perdesi olduğunu tesbit ettik. Alman bilim adamları da, aynı türden bir su engelini Aden Körfezi ile Kızıldeniz’in birleştiği Mendep Boğazı’nda bulmuşlardı. Daha sonraları ise, yaptığımız farklı çalışmalar sayesinde; aslında bütün denizlerin birleşme noktalarında, karışmayı engelleyen perdelerin olduğunu anladık…” Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmazlar.” (Rahman 19-20)
9- Rabbin, dişi bal arısına vahyetti: İlk 20 gününlerini kovan içinde geçiren dişi arılar, ömürlerinin geri kalan kısmını kovan dışında ve arazide çalışarak geçirirler. Bu arılar, şu işleri yaparlar: a) Polen Toplama: Arılar beslenme ve özellikle yavru büyütmek için mutlaka polene ihtiyaç duyarlar. Polen; protein, yağ, vitamin ve mineral madde kaynağıdır. Polen olmadan koloni kuluçka faaliyetini sürdüremez ve işçi arılar arı sütü salgılayamazlar. b) Nektar Toplama: Arıların bal yapmak üzere çiçeklerden topladıkları şekerli sıvıya nektar yani bal özü denir. Arı, bir çiçekte nektar olup olmadığını diliyle belirler. Ayrıca nektarın kokusunu da algılayarak nektar olup olmadığını anlar. Arı, nektarı bulduğunda onu hızla kursağına çeker ve kursağını dolduruncaya kadar dolaşır. c) Propolis toplama: Propolis toplayan arılar, propolis kaynağını çeneleri ile ısırır, ön bacakları yardımıyla koparır ve polen sepetine atarak kovana getirirler. Kovan içerisinde diğer arılar propolisi çekerek küçük parçalar halinde alıp istedikleri yerlere yapıştırırlar. d) Su taşıma: Diğer canlılar gibi arılar da suya ihtiyaç duyarlar. Arılar suyu, yavru büyütmede, kovan içini serinletmede ve nemlendirmede kullanırlar. Suyu kovana taşıyan arılar, kovan içine geldiklerinde getirdikleri suyu diğer arılara aktarırlar. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Rabbin dişi bal arısına vahyetti: Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları kovanlardan evler edin.” (Nahl 68) Dikkat buyurun: Âyet-i kerimede; arıya yapılan vahiy ve arının yaptıkları anlatılırken, fiilin dişi formu kullanılmaktadır. Çünkü yukarıda izah edildiği gibi; evi yani kovanı inşa etmek, bal özünü toplamak ve bal yapma işi; dişi bal arısı tarafından yapılmaktadır. Erkek arıların bu işlerle hiçbir ilişkileri yoktur. Daha iri yapılı ve kocaman gözlü olan erkek arıların tek görevi, genç ana arıyı döllemektir.
10- Aşılayıcı rüzgârlar: Rüzgârlar; bitki tozlarını taşıyarak, bitkilerin üremesine yardımcı olurlar ki buna aşılama diyoruz. Aynı rüzgârlar, yağmur bulutlarını da aşılarlar. Şöyle ki; denizlerin ve diğer suların üzerinde köpüklenme nedeniyle hava kabarcıkları oluşur. Bunlar rüzgârların karadan sürüklediği tozlarla karışarak atmosferin üst katmanlarına doğru havalanırlar. Rüzgârların yükselttiği bu parçacıklar, su buharı ile birleşir ve su buharı bu parçacıkların etrafında yoğunlaşır. Bu parçacıklar olmazsa, yüzde yüz su buharı, bulutu oluşturamaz. Bulutların oluşması; rüzgârların, havada bulunan su buharını, taşıdıkları parçacıklarla aşılamalarının sonucudur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Rüzgârları, aşılayıcılar olarak gönderdik.” (Hicr 22)
.
Gaybı Bilmek, Allah'a Mahsustur!..'
Gayb; akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen bilgiler ve hususlardır. Tarih boyunca İnsanoğlu, hep gaybı öğrenmek istemiştir. Bu arzu; fal, burçlar, kehanet, cinler ve benzeri işlerle uğraşan kişileri, birtakım câhil ve bilgisiz insanlar için câzip hâle getirmiştir. Öte yandan bazı insanlar da; üstün özellikler taşıdığını varsaydıkları birtakım kimselerin, gayb konusunda bilgi sahibi olduklarına inanmışlardır.
İşin enteresan tarafı da şu ki; pozitif bilimi, hayatın merkezine koyan modern anlayış sahiplari, elleriyle tutup gözleriyle görmedikleri herşeyi reddetmeyi ilke edindikleri halde, ‘fizikötesiyle irtibat kurma ilmi’ olduğuna inandıkları astroloji ile ilgilenmeyi hiçbir zaman ihmal etmemişlerdir.
Gayb; nisbî (göreceli) ve mutlak (kayıtsız) olmak üzere iki çeşittir: Nisbî yani göreceli gayb şudur ki: Bazı kişiler için gayb olan bazı hususlar, başka kimseler için gayb değildir. Mesela; bir zamanda veya bir mekânda bilinemeyen pek çok şey vardır ki, başka bir zaman veya mekânda bilinebilir. Yahut aynı zaman ve mekânda olan insanlardan bazıları bildiği halde, diğerlerine gizli kalan hususlar vardır. Mesela, yanımızda oturan bir kişinin cebinde kaç para olduğunu bilemediğimiz halde, o kişi bunu bilir. Yine duyup haberdar olmadığımız dolayısıyla bizim için gayb hükmünde olan bir hâdise, ona tanıklık eden kişiler için gayb değildir. İşte bu ve benzeri şeyler mutlak değil, nisbî yani göreceli gayba girer.
Mutlak yani kayıtsız gayb ise; sadece ve sadece Allahü Teâlânın ilminde olan ve O’nun tarafından bildirilmediği takdirde hiçbir şekilde bilinemeyen hususlardır. Ancak mutlak gayb da iki çeşittir: 1) -Kıyametin kopma zamanı gibi- sadece ve sadece Allahü Teâlânın bildiği ve peygamberlere dahi bildirmediği bilgilerdir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “İnsanlar sana kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: Onun bilgisi Allah katındadır.” (Araf 187)İmanı, İslamı ve İhsanı konu alan meşhur hadis-i şerifte: Cebrâil aleyhisselam, Efendimiz sallallahü aleyhi ve selleme: “Şimdi de bana Kıyâmetten haber ver, (diyor. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam, bu konuda:) sorulan kişi, sorandan daha bilgili değildir, (cevabını veriyor.) (Buhari)
2) Allahü Teâlânın sadece Peygamberlerine vahiy yoluyla bildirdiği bilgilerdir. Buna birkaç misal: Allahu Teâlâ bildirmedikçe; Yakub Aleyhisselam’ın oğlu Hazret-i Yusuf’un Mısır’da olduğunu bilememesi. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “(Yakub aleyhisselam:) Doğrusu, ben Yusuf’un kokusunu alıyorum. Sakın bana bunadı demeyin!” dedi.” (Yusuf 94)
Süleyman Aleyhisselam; cinlere ve rüzgarlara hükmedebildiği halde hüdhüd kuşunun; ‘Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim,’ demesi. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Derken çok geçmeden (hüdhüd) gelip dedi ki: “Ben senin bilmediğin (bir hakikat)i öğrendim ve sana (Yemen’deki) Sebe (kavmin)den doğruluğu kesin bir haber getirdim.” (Neml 22)
İbrahim Aleyhisselam’ın Lut kavmi için gönderilen ziyaretçilerin melek olduğunu bilmemesi ve onlar için buzağı kesmesi. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “(Fakat İbrahim,) ellerinin ona (yemeğe) uzanmadığını görünce, onları yadırgadı ve onlardan yana içine bir korku düştü. Onlar: ‘Korkma, biz (meleğiz) Lût kavmine gönderildik, dediler.” (Hud 70)
Nuh Aleyhisselam’ın; ben gaybı da bilmem, demesi. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ben size: ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır,’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Doğrusu ben bir meleğim de, demiyorum. Gözlerinizin hor gördüğü (mü’min) kimseler için: ‘Allah onlara asla bir hayır vermeyecek,’ de diyemem. Allah onların içlerinde olan şeyleri çok iyi bilir. (Eğer onları, siz iman edeceksiniz diye kovarsam) o takdirde ben mutlaka zâlimlerden olurum.” (Hud 31)
Rabbimiz celle celalüh, Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve selleme ise, şöyle buyuruyor: “De ki: Ben, Allah’ın dilemesi dışında kendime ne bir fayda ne de bir zarar verme (gücüne) sahibim. Eğer ben gaybı bilseydim elbet daha çok hayır yapmak isterdim ve bana kötülük de dokunmazdı. Ben, ancak inanan bir kavme, bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.” (Araf 88)
(Devamı haftaya…)
.
Gaybı Bilmek, Allah'a Mahsustur-2"
Kuran-ı kerimde elliden fazla yerde, Allahü Teâlâ’dan başka hiç kimsenin gaybı bilemeyeceği çok açık bir şekilde ifade buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimelerden birkaçı mealen şöyledir:
“Gaybı bilmek, Allah’a mahsustur.” (Yunus 20)
“Göklerin ve yerin gaybı, Allah’a aittir.” (Hud 123)
“Göklerin ve yerin gaybı, Allah’a aittir.” (Nahl 77)
“De ki: Göklerde ve yerde gaybı, Allah’tan başka bilen yoktur.” (Neml 65)
“Gaybın anahtarları, Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez.” (Enam 59)
“Allah’ın, gaybları en iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?” (Tevbe 78)
“Cinler gaybı bilselerdi, zelil edici azap içinde kalmazlardı.” (Sebe 14)
“De ki: Ben size, ‘Allah’ın hazineleri yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem.” (Enam 50)
“(Nuh aleyhisselam dedi ki:) Gaybı da bilmem!” (Hud 31)
Daha önce de ifade ettiğimiz gibi gayb; akıl ve duyu organlarıyla bilinemeyen bilgiler ve hususlardır. Dolayısıyla hâmile bir kadına bakarak sadece akıl ve duyularla bu kadının bebeğinin erkek mi kız mı olduğunu bilmek gayptır ve bilinemez, biliyorun diyen yalan söyler. Fakat ultrason veya başka cihaz ve tekniklerle bilmek gaybı bilmek değil, gördüğünü bilmektir. Hakeza ne zaman yağmur yağacağını bilmek de gayptır ve bilinemez, ancak meteorolojik yöntem ve tekniklerle bunu görüp söylemek gayp değil, anlaşılan bir durumu bildirmektir. Yine çıplak gözle görülemeyecek uzaklıktaki bir varlığı dürbünle bakıp görmek, gaybı bilmek değidir. Aynı şekilde görmediğimiz ve dolayısıyla bizim için gayb olan bir memlekti, bizzat gidip görmenin de gaybı ile bir ilgisi yoktur.
Cinler de asla gaybı bilmezler. Onlar ancak gördükler şeyleri haber verebilirler. Dolayısıyla cinlerle irtibatlı olduğunu iddia eden kişilerin söylediklerinin bir kısmı dahi doğru ise, cinnin bizzat gördüğü şeydir, görmediğini ise asla bilemez. Binaenaleyh ister insan ister cin olsun kimse gaybı bilecek bir donanıma sahip değildir. Çünkü gayb âleminin anahtarları Rabbimizin yanındadır.
Bütün bu delillerden anladık ki; hiç kimse kendi şahsî ve beşerî donanımıyla gaybı asla bilemez. Peki, Sevgili Peygamberimiz hazret-i Muhammed’in gayb âlemiyle; özellikle de âhir zaman ve kıyamet alametleriyle alakalı haber verdiği ve çoğunu bildiğimiz bunca haberler nedir. El-cevap: Bütün bunlar, Allâmu’l-guyûb olan Rabbimiz bildirmesiyle yani vahiy iledir. “Onun size söyledikleri, kendisine vahyedilen vahiyden başkası değildir.” (Necim 4)
Allahü Teâlâ’nın gaybı, sadece peygamberlerine bildirebileceği ile alakalı mealen şöyle buyurulmaktadır: “O, bütün gaybı bilir. Gaybına kimseyi muttali kılmaz; Ancak razı olduğu Peygamber müstesna (Onlara bildirir).” (Cin 26-27)
“Allah, size gaybı da bildirecek değildir. Fakat Allah, peygamberlerinden dilediğini seçer (gayptan onları haberdar eder). O halde Allah’a ve peygamberlerine inanın.” (Al-i İmran 179)
“Bunlar, gayb haberlerindendir; bunları sana vahyediyoruz.” (Al-i İmran 44)
“Bu, Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir.” (Yusuf Suresi 102)
Bu durumda peygamberler; gaybı bilen kişiler olmayıp gaybdan haber alan kişilerdir. Yani bu seçkin zatlar; kendilerine bildirileni bilirler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Bir gün Efendimiz aleyhisselamın devesi kayboldu. Münafıklar bunu fırsat bilip; ‘hani göklerden, Cennetten, Cehennemden bahsediyordu. Kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor,’ dediler. Münafıkların bu sözü, Efendimiz aleyhisselama ulaşınca; “vallahi Ben, ancak Rabbimin bana bildirdiklerini bilirim. Şu anda Rabbim, bana devemin nerede olduğunu bildirdi. Devem, şu anda falanca yerdedir,” buyurdu. Tarif edilen yere gidildi ve deve bir ağaca bağlı olarak bulundu.” (Siretu İbni Hişam)
Bütün bunlar; Allah sübhânehü ve teâla bildirmedikçe, hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğini ortaya koyuyor. Buna göre gaybı bildiğini söylemek ve gaybı bildiğini söyleyen kimseyi tasdik etmek çok tehlikelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Falcının, büyücünün veya başka birinin gaybdan verdiği haberlere inanan, Kur’an-ı kerime inanmamış olur.” (Taberani)
“Kim de bir kâhine gider ve onun sözlerini tasdik ederse, Muhammed’e indirileni inkâr etmiş olur!” (Ebu Davud)
.
İsrâ ve Mirac Mucizesi
Önümüzdeki Çarşamba’yı Perşembe’ye bağlayan gece, inşaallahü teâlâ Mirac gecesini idrak edeceğiz. Mekke’de müşriklerin, müslümanlara uyguladıkları zulüm ve şiddet tahammül sınırlarını aşmıştı. Müslümanlar, üç yıl boyunca her türlü insanî ve ticarî ilişkiyi ortadan kaldıran çok zâlim bir boykota maruz bırakılmışlardı. Boykotun sona erdiği günlerde ise, Efendimiz aleyhisselam; önce kendisini daima destekleyen amcası Ebû Tâlib’i, sonra da çok sevdiği zevcesi annemiz Hazret-i Hatice radıyallahü anhayı kaybetmişti. İşte üzüntünün gönülleri kuşattığı bugünlerde, Yüce Rabbimiz celle celalüh, Resul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizi İsrâ ve Mirâc ile şereflendirdi.
Yüce Rabbimiz, İsrâ sure-i celilesinin ilk ayet-i kerimesinde şöyle buyuruyor: “Kendisine âyetlerimizden bir kısmını göstermek için Kulunu bir gece Mescid-i Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Hiç şüphesiz O, hakkıyla işitendir, görendir.” (İsra 1)
Bu surey-i celileye adını veren İsrâ, Sevgili Peygamberimizin geceleyin, Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yolculuğudur. Mirac ise, Efendimiz aleyhisselamın, Allahü Teâlânın kudret ve azametine şâhit; rahmet, mağfiret ve müjdesine nâil olduğu kutlu bir yükseliştir.
Mescid-i haramdan başlayan Mirac hadisesinin ilk durağı Mescid-i Aksâ’dır. Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, Mescid-i Aksâ ile alakalı şöyle buyuruyor: “Gidin ve Mescid-i Aksâ’da namaz kılın. Şayet gidemez ve orada namaz kılamazsanız, oranın kandillerini aydınlatacak yağ gönderin.” (Ebû Dâvûd, Salât, 14) Bu hadis-i şerif, Mescid-i Aksâ’nın maddî ve manevî imarı için çalışmanın ne kadar önemli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Hicretten 18 ay evvel vukû bulan İsra ve Mirac hadisesi ile alakalı müstakil eserler yazılmıştır. Biz burada özetini vermeye çalışacağız, şöyle ki: Bir gece Resûlullah aleyhisselam, Kâbe’de uyku ile uyanıklık arası bir hâlde iken, Cebrâil aleyhisselam geldi; göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içini iman ve hikmetle doldurup kapattı. O’nu, Burak adlı bineğe bindirip Kudüs’teki Beytülmakdis’e götürdü. Resûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, Mescid-i Aksâ’da iki rekat namaz kılıp dışarı çıktığında, Cebrâil aleyhisselam; biri süt diğeri şarap dolu iki kap getirip O’na sundu. Resûlullah süt dolu kabı seçti. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselam, Kendisine: “Sen, fıtratı seçtin,” dedi. Ardından O’nu alıp yedi kat semaya yükseltti. Semalarda, sırasıyla Âdem, İsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ aleyhimüssalatü vesselamla görüştü. Nihayet Beytülma’mûr’un bulunduğu yedinci semada İbrâhim aleyhisselam’la görüştü. Sidretü’l-müntehâ denilen yere vardıklarında ise, yazıcı meleklerin kalem cızırtılarını duydu ve Allahü Teâlânın yüce huzuruna çıktı. Burada Cenâb-ı Hak, müslümanlara elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hazret-i Mûsâ, Kendisine; elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allahü Teâlâdan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti. Bunun üzerine, namaz beş vakte indirilinceye kadar Huzur-ı İlâhîye müracaat etmeye devam etti.
Ertesi günde müşrikler güruhu, İsra ve Mirac’ı istismar etmek istediler ve hemen Hazret-i Ebu Bekir’in yanına koştular. Aralarında ise, şu tarihî diyalog geçti:
- Bak, senin Arkadaşın bu gece Kudüs’e gidip geldiğini anlatmaktadır, yok artık her halde buna da inanacak değilsin ya, dediler. Hazret-i Ebu Bekr:
- Bunu O mu söyledi,” deyince:
- Evet, bunu Muhammed iddia ediyor, dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir, hiç tereddüt etmeden:
- Eğer O söylüyorsa doğrudur, dedi ve onları bırakıp, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme gitti ve: “Ya Resûlullah, bu anlatılanlar doğru mu? Sen Kudüs’e mi gittin? Orayı bana anlat, ben orayı gördüm, her tarafını iyi bilirim,” dedi. Efendimiz aleyhisselam da durumu anlatmaya başladı. Her cümlesinden sonra Hazret-i Ebu Bekir: “Evet doğrudur, doğru söyledin; evet senin Allah’ın Resulü olduğuna şehadet ederim,” diyerek Resûlullah’ı tasdik etti. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam da, O’na: “Sen de doğru söyledin ve Beni tasdik ettin, sen de es-Sıddîk’sın,” buyurdu.
.
İmanın Faydaları Saymakla Bitmez-1
İman; Allahü Teâlâ’nın, insanlara en büyük lütûf ve ihsanıdır. İman, insanın zorluklara ve güçlüklere karşı dayanıklı olmasını sağlar. İnsana yaşama, çalışma ve başarma gücü verir. İnsan, hayata imanla başlar ve onunla değer kazanır. Çünkü imanı olan kişi, imanının gereği olarak kendisine ve birlikte yaşadığı topluma faydalı olmaya çalışır. İmanın insana verdiği ve vereceği faydaların haddi ve hesabı yoktur. Biz bu makalede imanın dünyaya bakan faydalarından birkaç tanesini maddeler halinde hatırlatmaya çalışacağız, şöyle ki:
1- İman, insanın ufkunu genişletir: Allahü Teâlâ’ya iman eden kişinin ufku, âlem ve kâinat kadar genişler. Çünkü mümin; evrendeki her şeyi, Rabbinin varlığını ve birliğini haykıran birer sanat şaheseri olarak görür, onları bu nazarla temaşa eder ve her şeyde bir mânâ, bir hikmet arar. Yine o, bütün İnsanları kendisi gibi, Rabbinin birer kulu; bütün müminleri de kendi din kardeşi olarak görür. Aynı zamanda o; diğer canlılara ve yaşadığı çevreye de aynı minval üzere bakar. Binaenaleyh o, herkese ve hereğe böyle yüksek bir mesuliyet şuuruyla yaklaşır. Zira o, yerde ve göklerde bulunan her şeyin, Rabbi olan Allahü Teâlâ’ya ait olduğunu ve hiçbir şeyin boşuna yaratılmadığını bilir: Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Muhakkak ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelip gitmesinde akl-ı selîm sahipleri için deliller vardır. O, (akl-ı selîm sahibi) kimseler; ayaktayken, otururken, yan taraflarına yaslanarak yatarken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında düşünürler (ve derler ki:) Ey Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın. Seni tenzih ederiz, bizi ateş azabından koru.” (Âl-i İmran 190-191)
2- İman, insana güçlü bir şahsiyet kazandırır: Allahü Teâlâ’ya iman insanı basitlikten, bayağılıktan ve alçaklıktan kurtarıp; iffet, vakar ve şahsiyet sahibi güçlü bir insan haline getirir. Çünkü böyle bir iman ve anlayışa sahip olan kişi; her şeyin Allah’tan geldiğine, zararları yalnız O’nun defettiğine, faydaları sadece O’nun celbettiğine, dolayısıyla büyüklüğe sadece ve sadece O’nun layık olduğuna inanır. Bunun için böyle bir imana sahip olan kişi; çok güçlü ve yürekli olur. O, dünyevi hiçbir menfaat için kimsenin önünde eğilmez ve hiçbir kimsenin yalanına yanlışına evet demez. Efendimiz aleyhisselam, Abdullah bin Abbas’a buyurdu ki: “Delikanlı! Sana bazı şeyler öğreteceğim; Allah’ı gözet ki Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki O’nu daima yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allah’tan iste! Yardıma muhtaç olduğunda Allah’tan yardım dile! Şunu bil ki bütün insanlar sana fayda vermek için toplansa, Allah’ın takdiri dışında sana fayda veremezler. (Yine) bütün insanlar sana zarar vermek için toplansa Allah’ın takdiri dışında sana hiçbir zarar veremezler...” (Tirmizî)
3- İman, insanı mütevazı yapar: Kuran-ı kerim, Allahü Teâlâ’yı “bütün kâinatın sahibi” olarak zihinlere yerleştirmiş ve O’nun yüce iradesine mutlak teslimiyeti emretmiştir. Çünkü Allah Rab, insan ise kuldur. Kulun görevi, Rabbinin karşısında mütevazı olmaktır. İhlaslı bir ibadet, Allahü Teâlâ’ya karşı en güzel tevazu göstergesidir. Bunun için; Allah’a gerçek mânâda iman etmiş bir kişi, Allah’ın kudretinin önünde herşeyin ve herkesin âciz olduğunu, büyüklük ve azametin sadece Allahü Teâlâ’ya ait olduğunu idrak eder. Dolayısıyla onda kibir, gurur, makam şehveti ve azgınlık olmaz. Çünkü bu vasıfların birer izzet ve şeref vesilesi olmadığını, bilakis bu vasıfların kişiyi, Allahü Teâlâ katında değersiz kıldığını bilir. Kaldı ki, insanın imanla kazandığı kuvvetten daha üstün kuvvet de makam da yoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Allah rızası için tevazu edeni, Allahü Teâlâ yükseltir.” (Bezzar)
“Kişi kibirlenince, iki melek, ‘ya Rabbi bunu alçalt,’ derler. Tevazu ederse, ‘ya Rabbi bunu yükselt,’ derler.” (Beyheki)
“Kişi tevazu edince, Allahü Teâlâ, onu yedi kat göklere kadar yükseltir.” (Beyheki)
(Devamı haftaya…)
.
İmanın Faydaları Saymakla Bitmez-2
Geçen hafta başladığımız; “imanın insana sağladığı bazı dünyevî faydalar” konusuna kaldığımız yerden devam ediyoruz:
4- İman, insanı sabırlı ve başarılı kılar: İman eden kişi, bu dünyanın sıkıntı ve zorluklarına karşı çok sabırlı ve dayanıklı olur. Evet bu dünyanın fâni olduğunu bilen ve gerçek hayatın âhiret hayatı olduğuna inanan insan; hastalık, ölüm, haksızlık, iftira ve yoksulluk gibi sıkıntı verici durumlar karşısında sabır ve metanetle hareket eder. Çünkü o, isyan etmeden ve günaha girmeden bu sıkıntılara sabırla direnirse, AllahüTeâlânın onu ahirette mükâfatlandıracağını düşünür. Dolayısıyla böyle bir imana sahip olan kişiyi; musibetler, felaketler ve elemler yıkamaz. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele. Onlar; başlarına bir musibet gelince, “Biz şüphesiz (her şeyimizle)Allah’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz,” derler. İşte Rableri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte onlardır.” (Bakara 155-157)
5- İman, insanı huzurlu kılar: Allahü Teâlâya iman; insanın kalbini boşluktan ve güvensizlik duygusundan kurtarıp içini huzurla doldurur. Çünkü mümin; Rabbi’nin rahmetinden asla ümidini kesmez. Bunun için o, hiçbir şekilde strese ve bunalıma meydan vermez ve onun kalbi Rabbini zikretmekle huzurla dolup mutmain olur. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur.” (Ra’d 28) “Allah’a ve ahiret gününe inanan ve salih ameller işleyenler için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.” (Maide 69)
6- İman, insanı boş emellerin peşine takılmaktan korur: Gerçek iman, insanla Rabbi araında mutlak bir alakayı temin eder ve bunun dışındaki bütün bâtıl emelleri, sahte emniyetleri hükümsüz kılar. Böyle gerçek bir imana sahip olmayanlar ise, başarı ve kurtuluşu yanlış yerlerde ararlar. Bu, bazen elleriyle yaptıkları bir put, bazen dünya malı, bazen kendi nefisleri olabilmektedir. İşte böyle yanlış yerlerde gezinenlerin sonu ise, hüsran ve felakettir.
7- İman, insana şecaat ve cesaret verir: Mümin; sahip olduğu iman gücü ve cennet özlemi ile doğal bir şecaat ve cesarete sahiptir. Bunun için onun her davranışı son derece samimi ve cesurcadır. Kaldı ki onun bu şecaati, belirli şartlara bağlı da değildir. O; her ortamda ve her durumda Allahü Teâlâya güvenmenin verdiği büyük bir şecaat ve cesareti sergiler. Mesela o, yardıma muhtaç birini gördüğünde, kimin ne diyeceğine ve bu iyiliğin neye malolacağına bakmadan büyük bir şecaatle elinden gelen yardımı yapar. Çünkü o biliyor ki; bu yardıma muhtaç olan insanı yaratan ve onun karşısına çıkaran Allahü Teâlâdır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide 54) “Onlar öyle seçkin kimselerdir ki, Allah’ın buyruklarını tebliğ ederler, Allah’tan korkarlar, Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Hesap gören olarak da Allah yeter.” (Ahzap 39)
8- İman, insanın ahlakını ve amelini ıslah eder: İman, kişinin ahlakını ve amelini düzeltir. Çünkü iman, kişiye nefis muhasebesi yapma melekesini kazandırmakta, bütün iş ve davranışlarını büyük bir sorumluluk bilinci içinde yapmasını sağlamaktadır. İşte hiçbir kuvvet, imanın insana kazandırdığı bu nefis muasebesini, dolayısıyla her zaman ve her yerde mesuliyet şuuruyla hareket etme özelliğini verememektedir. Binaenaleyh imanın sağladığı bu yüksek insanî bilinç ve şuurla hareket etmeyi, imansızlardan asla beklememek gerekir. Bu yazı boyunca anlattığımız üstün özellikler, imanın insana sağladığı faydaların küçük bir kısmıdır.
.
Hiç düşünmez misiniz?.."
Kâinatı ve içindekileri düşünmek; insanın, âlemleri yoktan var eden, sonsuz kudret sahibi Allahü Teâlâ’yı tanıma gücünü dolayısıyla da Allah korkusunu ve Allah’a olan yakınlığı artıran en önemli vasıtalardan biridir.Bunun içindir ki Kuran-ı kerimin birçok âyet-i kerimesinde: “...düşünmez misiniz?” (Nahl 17), “...düşünen bir topluluk için deliller vardır.” (Bakara 164), “…yine de düşünmeyecek misiniz” (En’am 50), “Hiç düşünmez misiniz?” (Hud 30), “…fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17), “ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi?” (Vakıa 62) gibi ifadelerle düşünmenin önemi vurgulanmıştır. Çünkü gördüğümüz ve farkına vardığımız her ne varsa hepsi Allahü Teâlâ’nın varlığının, birliğinin ve sonsuz kudretinin delillerdir. Bu sebeple göklerde, yerde ve bunların arasında bulunan her şey, insanın düşünmesi için birer vesiledir. Başka bir âyet-i kerimede ise, şöyle buyurulmaktadır:
“Göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah’ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgarların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah’ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır.” (Bakara 164)
Hadis-i şeriflerde de şöyle buyurulmaktadır:
“Tefekkür gibi kıymetli ibadet yoktur.” (İbni Hibban)
“Biraz tefekkür, bir sene (nafile) ibadetten kıymetlidir.” (K. Saadet)
“Sükûtu tefekkür, bakışı ibret olup çok istigfar eden kurtuldu.” (Deylemi)
Yüce Dinimizin bize verdiği perspektife dikkatle bakınız lütfen: Bir saat sistemli bir şekilde düşüneceksiniz, bir şeyler bulup insanlığın yararına sunacaksınız veya ebedî saadetiniz hesabına müspet ve meşru bir iklimde düşünceye dalacak sonra da düşünce ürününüzü dünya ve ahiret boyutları ile değerlendireceksiniz... Evet işte bunları yapabildiğiniz takdirde bir senelik nafile ibadetten daha çok sevap kazanacaksınız.
Derin bir şekilde düşünmeyi başaran bir insan, bir meyve; mesela bir portakal yerken bile tefekkür eder: Portakalın kuru bir topraktan bu kadar lezzetli ve sulu bir meyve olarak hem de dilimlenmiş bir şekilde yaratıldığını, insanın ihtiyaç duyduğu vitaminleri içerdiğini ve tam da insanların bu vitaminlere en fazla ihtiyaç duyduğu kış mevsiminde yetiştiğini ibretle anlar ve Rabbine şükreder.
Bu şekilde düşünen bir mümin, çevresindeki her incelikte Allahü Teâlâ’nın kudretini ve sanatını görür, O’nu teşbih eder ve O’nun rıza-i bârisine giden yolu arar. Müminlerin bu vasıfları âyet-i kerimede şöyle haber verilmektedir:
“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaradılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) ‘Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateş azabında koru.’” (Al-i İmran 191)
Mutlu olabilmenin yolu da faydalı düşünceden geçer. Bunun için akıllı insanlar, mutlu olmak ve huzura ulaşmak için çok kafa yorarlar.
Düşünen insan mutlaka bir şeyler üretir: Yazar, çizer, sanata yönelir, bilime katkıda bulunur.
Düşünen insan, önce kendisine sonra da içinde yaşadığı topluma faydalı bir birey olur. Başkasına yük olmaz, bilakis başkasının yükünü hafifletir.
Düşünen insan, özgürlüğün nasıl bir kavram olduğunu anlar. Çünkü düşünmek, şartlar ne olursa olsun, iyiye ve güzele atılan özgürlük adımının başlangıcıdır.
İş hayatında başarıya ulaşmış olan insanlara bakıldığında, bu kişilerin çok düşündükleri ve düşüncelerini büyülterek başarıya ulaştıkları görülür.
Düşünmek; aynı zamanda empati yeteneğini de geliştirir. Empatiyi ustalıkla kullanan insanların düşünme eyleminden büyük faydalar sağladıkları; kendilerini kolayca başkalarına kabul ettirip sevdirdikleri görülür.
Düşünen insanlar, başkaları ile çok daha kolay iletişim kurarlar. İnsanların birbirleriyle olan kavgalarının asıl sebebi iletişim eksikliğidir. İletişim kuramayan insanların doğru düşünme alışkanlıklarının olmadığı bir gerçektir.
Bunun için diyoruz ki, her gün belirli bir süre, sâkin bir şekilde problemlerimiz ve etrafımızda olup biten hadiseler ile alakalı düşünelim, böylece Rabbimizin bize bahşettiği beyin bilgisayarımızdan faydalanalım!..
.
Aile içi anlaşmazlıkların nedenleri-1
İman, takva, sevgi ve şefkat üzerine kurulan bir evlilik hayatı için asla korkmaya ve endişelenmeye gerek yoktur. Çünkü böyle sağlam bir temel üzerine kurulan evlilikte, eşler arasında bazı konularda ihtilaf çıksa bile, karşılıklı anlayış ve müsamaha ile büyümeden hemen çözülür. Çünkü iman ve sevgiyle dolu olan bir kalp, sevdiğinin sıkıntı ve eziyetine katlanır ve onun olgunlaşmasını sabırla bekler. Şayet eşlerin sabır ve hoşgörüsü olmasaydı, hiçbir erkek ve kadın bir ömür boyu beraber yaşayamazdı…
Mutlu ev erkeğin; içinde rahat ettiği, mutlu olduğu, kendisini güven ve huzur içinde hissettiği bir yuvadır. Çünkü içinde, hadis-i şerife konu olan imanlı ve şefkatli bir hanım vardır. Efendimiz aleyhissalatü vesselam şöyle buyuruyor:
“Mümin bir erkek, Allah’ın takvasından sonra, Saliha bir hanımdan daha fazla hiçbir şeyin hayrını görmemiştir. O, böylesi bir hanıma emretse itaat eder. Ona baksa sevinç duyar, birşey için yemin etse yeminini yerine getirir. Gıyabında ise; hem kendi namusunu hem de onun malını korur.” (İbni Mace 1857)
Aynı zamanda böyle bir ailede Salih evlatlar olur. Kişi, dünyada da ahirette de Salih evladın hayrını görür. Kişi, Kıyamet günü Rabbinin huzuruna çıktığında, yapmadığı bazı iyilikleri görür ve; “ya Rabbi, ben bunları nereden buldum,” der. Ona: “Evladının, senin için yaptığı istiğfardan,” buyurulur. (İbni Mace)
Allahü Teâlâ’nın bize bahşettiği aile hayatı, çok büyük bir nimettir! Fakat ne yazık ki toplumumuzda karı-koca arasında pek çok problem baş göstermeye başlamış ve aralarındaki ilişki büyük ölçüde bozulmaya yüz tutmuştur. Bunun sebebi ise, eşlerin yüce dinimiz İslam’ı ve hükümlerini bilmemeleri; Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin sünnetinden ve ahlakından uzaklaşmalarıdır. Bunun için sevgi ve şefkat ortadan kalkmış, maalesef yerini kin ve düşmanlık almıştır. Bazı ailelerde öyle marazî anlaşmazlık var ki, eşler bir nebze rahat etmek için yekdiğerini görmemeyi temenni eder duruma gelmişlerdir.
Aile, özellikle çocuklar için çok çok önemlidir. Çünkü onlar, ailede rahat eder ve mutlu olurlar. Ailede eğitilir ve hayata hazırlanırlar. Onlar için aile; sevgi, şefkat ve samimiyet membaıdır. Şayet eşler, Dinimizin emirlerine uyar ve Efendimiz aleyhisselamın mübarek ahlakıyla ahlaklanırlarsa, aile yuvasını sükûnet ve mutluluk kaplar. Dolayısıyla ebeveynler arasındaki güzel ilişki, çocukların da mutlu olmasına hizmet eder.
Yüce dinimiz İslam, evlilik hayatını korumayı teşvik etmiş, ailenin rahatını bozan ve mutluluğuna halel getiren her şeyi yasaklamıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Onlarla (hanımlarınızla) iyi geçinin. Şayet onlardan hoşlanmıyorsanız, bilin ki hoşlanmadığınız bir şeyde Allah birçok hayır yaratmış olabilir.” (Nisa 19) Hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: “Mümin bir erkek, mümine bir hanımdan nefret etmesin. Çünkü bir huyundan hoşlanmazsa, başka bir huyundan memnun olabilir.” (Müslim)
Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem; hanımların hassas, narin ve kırılgan fıtratlarına işaret buyurmuşlardır ki, Allahü Teâlâ’dan korkan Müslüman erkek, hanımının hakkını yerine getirsin ve asla onu incitmesin. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Kadınlarla iyi geçinin! Çünkü onlar kaburga kemiğinden yaratılmışlardır. Kaburga kemiğinin en eğri yeri ise, üst tarafıdır. Şayet sen onu düzeltmeye çalışırsan kırarsın, bırakırsan, eğri olarak kalır. O halde kadınlara iyi davranın!” (Buhari)
Efendimiz aleyhisselam mübarek ömrünün sonunda da kadınlara iyi davranılmasını tavsiye edip şöyle buyurmuştur: “Namaza ve emrinizin altında olanlara dikkat edin!” (İbni Mace)
Her gün eşlerin kötü ahlakı ve yanlış davranışları yüzünden birçok ailede sıkıntılar yaşanıyor ve problemler ortaya çıkıyor. Çünkü onlar, çok basit nedenlerle birbirini incitip üzebiliyorlar. Şeytan ise, bu kötü durumu fırsata çevirip aralarını tamamen bozmak için hemen devreye giriyor. Maalesef bu durum, bazen dinimizin hiç hoş görmediği boşanmaya kadar gidebiliyor. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allah’ın en sevmediği helal şey, boşamadır!” (Ebu Davud)
(Devamı haftaya…)
.
Aile içi anlaşmazlıkların nedenleri-2
Sağlıklı aile, tartışmaların yaşanmadığı veya çok sınırlı sayıda yaşandığı mutlu ailedir. Aslına bakılırsa, insanların birlikte yaşadığı yer ve ortamlarda, aralarında az da olsa anlaşmazlık çıkması kaçınılmazdır. Özellikle koca bir ömrü aynı çatı altında yaşamak zorunda olan eşler arasında bazı konularda anlaşmazlıkların ortaya çıkması çok tabiî sayılır. Çünkü eşler, ne kadar fedakâr davranırlarsa davransınlar, ayrı hususiyetleri ve farklı beklentileri olan ayrı insanlardır. Burada önemli ve belirleyici olan husus, karı-kocanın eşsiz fedakârlık ve engin müsamahalarına rağmen ortaya çıkan anlaşmazlıklara beraberce uygun çözümler üretebilmeleridir.
Aile ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde yürümesi, tarafların mutlu ve huzurlu bir hayat sürmeleri açısından çok çok önemlidir. Ancak, aile içi ilişkilerin her zaman beklendiği ve istenildiği gibi yürümediği ve zaman zaman anlaşmazlıkların meydana çıktığı bir vakıadır. Sıcak bir yuva olarak nitelenen aile, maalesef bazan sürekli anlaşmazlıkların yaşandığı problemli bir hayata dönüşebilmektedir. Aile içi sorun ve anlaşmazlıkları, değişime ayak uyduran fedakâr eşlerin sağlıklı bir biçimde çözdükleri; uyum sağlayamayanların ise, birkaç sert tartışmadan sonra ne yazık ki, evlilik birliğini boşanma ile sonlandırdıkları acı bir gerçektir.
Ailenin temel direkleri olan karı koca arasında; ortaya çıkan sorunların hepsine birden aile içi anlaşmazlıklar olarak nitelendirebiliriz. Aile içi anlaşmazlıklar, eşlerden biri tarafından, kendi isteklerini karşı tarafın engellediği veya engellemek üzere olduğu algılanması ile başlayan ve iki tarafın algılarını, duygularını ve davranışlarını içeren bir süreçtir. Eşlerden biri veya ikisinin psikolojik ihtiyaçlarının karşılanmaması, kaynakların sınırlı olması, değer ölçülerinin ve önceliklerinin farklı olması durumlarında anlaşmazlığın çıktığını ve her iki tarafta da stres, bunalım, hayattan zevk alamama ve iş hayatında verimsizliğe yol açtığı her türlü izahtan varestedir.
Peki bazen şiddete, bazen da boşanmaya kadar gidebilen bu aile içi talihsiz anlaşmazlıkların ortaya çıkmasında tarafların yani karı ve kocanın ne gibi kusur ve ihmâlkârlıkları vardır?.. Gelin beraber aile içindeki davranış biçimlerimize samimi olarak bir göz atalım. Belki o zaman keyfimizi kaçıran ve bizi huzursuz eden bu anlaşmazlıklara sebep olan zaaf noktalarımızı tesbit eder ve kendimize bir çeki düzen verme imkânı yakalarız…
Erkekten başlayalım. Erkeğin, hanımına karşı kusurlarını şu ana başlıklar altında inceleyebiliriz:
1- Erkeğin, ebeveyni ile hanımını belli bir noktada uzlaştırma konusunda yeterli çaba sarf etmemesi.
2- Hanımına güvenmemesi, sebepsiz yere ondan kuşkulanması. Bazan da onu, parasını çarçur etmekle suçlaması.
3- Karısını küçük görmesi, sözüne itibar etmemesi. Hiçbir konuda ona danışıp görüşünü almaya çalışmaması. Çocukları arasında ona saygısızlık etmesi. En ufak bir anlaşmazlıkta hemen ailesine dil uzatması.
4- Hanımının varsa özel parasını haksız yere yemeye çalışması ve yedirmediği takdirde onu boşamakla tehdit etmesi.
5- Hanımına dinini öğretmeye gayret etmemesi. Bilakis onu, Rabbine itaatten alıkoyan boş şeylerle oyalamaya çalışması.
6- Hali vakti yerinde olmasına rağmen cimrilik edip, hanımının ihtiyaçlarını karşılamaması.
7- Evdeki bütün sohbetlerde sürekli olarak onu suçlamaya çalışması ve her konuda onu eleştirmesi.
8- Hanımı ile devamlı tartışması. En önemsiz sebeplerle onu rencide etmesi ve günlerce onunla konuşmaması.
9- Meşru bir sebeple dahi olsa konuşmayı kestiğinde, şerî sınırı aşması ve böylece aralarındaki anlaşmazlığın derinleşmesine sebep olması.
10- Erkek arkadaşlarıyla çok vakit geçirmesi. Bazı durumlarda ise, iş icabı eve çok geç, yorgun ve halsiz dönmesi. Bu şekilde hanımına yeteri kadar zaman ayırmaması ve onu ihmal etmesi.
11- Hanımına kaba davranması, onun duygularını hiçbir zaman dikkate almaması ve hiçbir şekilde onu anlamaya çalışmaması.
12- Basit nedenlerle haddini aşıp hanımına pervasızca el kaldırması ve böylece hayatı ona zehir etmesi.
13- Birden fazla oldukları takdirde, aralarında âdil davranmaması.
14- Boşanma konusunda pervasız ve acileci olması. Boşanma kelimelerini çok kolay kullanması…
(Devamı haftaya…)
.
Aile içi anlaşmazlıkların nedenleri-3
Biz, geçen haftaki yazımızda: “Aile içi talihsiz anlaşmazlıkların ortaya çıkmasında tarafların yani karı ve kocanın ne gibi kusur ve ihmâlkârlıkları vardır? Gelin beraber, aile içindeki davranış biçimlerimize samimi olarak bir göz atalım,” demiş ve erkeğin, hanımına karşı kusurlarını ondört maddede özetlemiştik. Bu hafta da nasipse, kadının kocasına karşı kusurlarını incelemeye çalışacağız. Kadının kocasına karşı kusurlarını şöyle özetlemek mümkündür:
1- Kocasının anne-babasına gereken saygıyı göstermemesi. Çünkü kocaya saygı, anne babasına saygıyı gerektirir.
2- Kadının, ev içinde ve kocası var iken kötü giyinmesi ve kendini güzelleştirmeye gayret etmemesi. Dolayısıyla kocasını; kendi güzellik ve zerafetinden mahrun bırakması.
3- Hiçbir zaman hiçbir şeyden memnun olmaması, hiçbir nimete şükretmemesi ve Allahü Teâlânın takdir ettiği nasip ve kısmete râzı olmaması.
4- Hizmet ettiği ve kendisiyle ilgilendiği için kocasına minnet etmesi. Yaptığı en ufak bir iyiliği başına kakması.
5- Kocasının şahsiyetini ve sosyal statüsünü dikkate almaması ve ona gerekli saygıyı göstermemesi. Ayrıca kendisine karşı anlayışlı olmaması.
6- Evin en ufak sorunlarını dahi başkalarına anlatması, aile sırlarını ifşa etmesi ve bu şekilde kocasını toplum nezdinde küçük düşürmesi.
7- Maddi durumunu ve imkânlarını hiç düşünmeden hergün kocasından yeni ve lüzumsuz birşeyler istemesi.
8- Kocasının kendisine olan sevgisini istismar edip ona karşı isyankâr davranması. Kendi bencil isteklerini yerine getirmedikçe, kocasının meşru hiçbir isteğine evet, dememesi.
9- Yatağa davet ettiğinde, yorgun veya başka bir işle meşgul olduğunu öne sürerek kocasının haklı isteğini reddetmesi.
10- Kocasının, üzerindeki haklarını bilmezden gelmesi ve bu konuda ihmalkâr davranması.
11- Kocasını psikolojik olarak rahatsız edecek ve kendisinden kuşkulandıracak şekilde zaman zaman evden izinsiz çıkması.
12- Sebepsiz olarak kocasını aşırı kıskanması, onun her halinden şüphelenmesi ve bu şekilde hayatı ona zehir etmesi.
13- Basit sebeplerle kocasıyla arasını bozması, ona küsmesi ve günlerce onunla konuşmaması.
14- Kocasını dinleme zahmetine katlanmaması ve yanlış da olsa hep bildiğini okumaya çalışması. Ayrıca hep kocasını değiştirmeye ve onu, kendisine uydurmaya çalışması.
Herkesin bildiği gibi aile; mutluluk, rahatlık ve huzurun kaynağıdır. Öyleyse eşler arasında cereyan eden bunca problem neyin nesidir? Acaba bu sıkıntıların nedenleri var mı, evet var. Bir kere içimize dönüp hal ve yaşantımıza bakarsak; Rabbimizin emirlerini yapmaktan ne kadar uzak ve manen ne kadar sefil bir durumda olduğumuzu görürüz. Yüce Rabbimiz, Kuran-ı keriminde şöyle buyuruyor: “Başınıza gelen her musibet, kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir. Kaldı ki, Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şura 30)
Peki öyleyse neden sâkin bir kafayla durumumuzu gözden geçirip hatalarımızı düzeltme yoluna gitmiyoruz. Bize hayrı emreden ve şerri yasaklayan Rabbimizin Sırat-ı mustakimine neden dönmüyoruz.
Şayet karı da koca da, eşinin kendi üzerindeki haklarını bilse ve bu hakları ödemek için elinden geleni yapsalar; mutlu olup dünya ve âhiret saadetine ererler. İşte her ikisinin de bilmesi gereken o haklardan bir kısmı şunlardır:
Kocanın, karısı üzerindeki hakları: Kadın herşeyden önce “sâliha” olmaya çalışmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Dünya başlı başına bir metâdır. Dünyanın en hayırlı metâı ise, sâliha kadındır.” (Müslim)
“Sâliha kadından daha kıymetli bir dünya nimeti yoktur.” (İbn Mace)
“Allah kime sâliha bir eş nasip etmişse, dininin yarısına yardım etmiş demektir. O halde o da dininin diğer yarısını korumada Allah’tan korksun.” (Beyhaki, Şuabü’l-iman)
Sâliha kadın, herşeyden önce Allahü Teâlânın hakkına riayet eder. Sonra da elinden geldiği kadar kocasının hakkını gözetir. İslam âlimlerine göre sâliha kadının bazı özellikleri: O, evinde oturur, geçerli bir sebep olmadıkça dışarı çıkmaz. Onun derdi; çocuklarını güzel bir şekilde yetiştirmek, ailesinin esenliği için çalışmak ve itaatkâr bir kul olması noktasında kacasına yardım etmektir…
(Devamı haftaya…)
.
Aile içi anlaşmazlıkların nedenleri-4
Şayet karı da koca da, eşine karşı vazifelerini bilse ve bu vazifeleri yerine getirmek için elinden gelen gayreti gösterse; ikisi de mutlu olup dünya ve âhiret saadetine erer. Şimdi de İslam âlimlerinin çok güzel bir şekilde özetledikleri bu vazifeleri öğreneceğiz inşallah. Kadının kocasına karşı vazifeleri kısaca şunlardır:
1- Kanaatkâr olmak. Açgözlülük edip, fazla harcama yaparak; kocasını gereksiz borca ve sıkıntıya sokmamak.
2- Kocasına itaat etmek. Onu kırmamak, üzmemek ve daima gönlünü hoş etmeye çalışmak.
3- Kendi temizliğine dikkat etmek. Kocasını memnun etmek için: Temizlenmek, meşru şekilde süslenip koku sürünerek onun ilgisini çekmek.
4- Kocasının malını korunmak. İhanet etmemek, mal ve eşyasını titizlikle korumak
5- Akrabasına saygı göstermek. Kocasının akrabasına ve yakınlarına saygılı davranmak.
6- Sır saklanmak. Ailenin hiçbir sırrını kimseye duyurmamak.
7- Kocasının beşerî ihtiyacını karşılamak. Gerektiğinde; huzursuzluk çıkarmadan, onun beşerî ihtiyacını tatlılıkla görmek.
Erkeğin, hanımına karşı vazifeleri de kısaca şunlardır:
1- Hanımının nafakasını vermek. Üzmeden nafakasını yani meşru olan bütün ihtiyaçlarını helal yoldan karşılamak.
2- Hanımına dinini öğretmek. Dinini bizzat öğretmek, yoksa kendisine dinini öğrenecek imkân sağlamak.
3- Hanımının kalbini kırmamak. Her zaman hanımına güler yüzlü tatlı dilli davranmak, hep gönlünü hoş etmeye çalışmak.
4- Namusunu korumak. Evin dışında ona iş yaptırmamak ve harama girmesine imkân vermemek.
5- Hanımının sıkıntısına katlanmak. Mümkün olduğu kadar, -varsa- huysuzluklarına katlanmak ve onu hikmetle idare etmeye çalışmak.
6- Eğlendirmek. Evde onunla şakalaşmak ve eğlendirip sevindirmek.
7- Beşerî ihtiyacını karşılamak. Gerektiğinde, beşerî ihtiyacını tatmin etmek.
8- Hizmetçi tutmak. Durumuna göre, icab ederse hanımına hizmetçi tutmak.
9- Ayrı ev tutmak. İstediği takdirde ona ayrı ev tutmak yani kendi ailesiyle oturmak zorunda bırakmamak.
10- Sıla-i rahim yapmasına müsaade etmek. Meşru bir şekilde anne-babası ve diğer akrabalarına karşı görevlerini yerine getirmesine engel olmamak.
11- İddet nafakasını vermek. Boşanma vuku bulursa, iddet müddeti içerisindeki nafakasını vermek.
Şayet her şeye rağmen eşler arasında bir sorun çıkarsa, ikisi de müsamaha ve hoşgörüyü elden bırakmamalı ve her biri; eşinin güzel taraflarını, fazilet ve ve meziyetlerini hatırlayıp onun nahoş muamelesini affetmelidir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Rahman’ın kulları öyle kimselerdir ki, yeryüzünde mütevazı olarak yürürler, câhiller kendilerine laf atarsa ‘selam’, derler.” (Furkan 63)
“Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, bilgisizlere aldırış etme.” (Araf 199)
Problemi tartışırken kimsenin aralarına girmesine izin vermemelidirler. Çünkü konunun uzmanlarına göre; başkalarının da tartışmaya katılması aile için çöküşünün başlangıcıdır. Ancak her biri kendi görüşünde inatla ısrar ederse âlim ve sâlih bir zata danışabilirler.
İkisi de hiçbir zaman fedakârlıktan uzaklaşmamalı ve bilmelidir ki, aile hayatı da dünya hayatı da ebedi değildir ve her şeyin bir sonu vardır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Kim iyi bir iş yaparsa, bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa aleyhinedir. Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet 46)
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.” (Zilzal 7-8)
Müslüman her konuda olduğu gibi aile hayatında da Allahü Teâlâ’dan korkmalı, eşini incitmekten titizlikle sakınmalı, işlerini hikmetle yapmalı, evini ibadet ve taatle, zikir ve şükürle mamur etmeye gayret etmelidir. Böyle yapabilen eşlere müjdeler olsun: “Onlar, ‘ey rabbimiz’ derler; “bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet; bizi günahtan sakınanlara öncü yap! İşte bunlar, zorluklara katlanmalarının karşılığı olarak cennet konağıyla ödüllendirilecek, orada sağlık ve esenlik dilekleriyle karşılanacaklar. Orada sonsuzca yaşayacaklar. Ne güzel bir yerleşme ve kalma yeri!” (Furkan 74-76)
İnşaallah gelecek hafta da, aile içi anlaşmazlıkların tatlıya bağlanmasında faydalı olacak bazı tavsiyeleri aktarıp bu yazı serisini bitireceğiz.
(Devamı haftaya…)
.
Aile içi anlaşmazlıkların nedenleri-5
İnşaallah bu hafta da, aile içi anlaşmazlıkların tatlıya bağlanmasında faydalı olacak bazı tavsiyeleri aktarıp bu yazı serisini bitireceğiz.
Yüce dinimiz İslamda ailenin çok önemli bir yeri vardır. Ayet-i kerimede buyuruldu ki: “Onlara ısınıp kaynaşasınız diye size kendi türünüzden eşler yaratıp aranıza sevgi ve şefkat duyguları yerleştirmesi de O’nun varlığının delillerindendir. Doğrusu bunda iyi düşünen kimseler için dersler vardır.” (Rum 21)
Aile, içinde dünyaya geldiğimiz, büyüyüp geliştiğimiz sıcak bir yuvadır. İlk eğitimin alındığı, toplumun kültür ve değerlerinin aktarıldığı, ihtiyaçların karşılandığı bir ortam olan aile, sosyal bir varlık olan insan için vazgeçilmezdir.
Uzun bir süre birlikte yaşayan kişilerin özellikle de eşlerin arasında bazı konularda anlaşmazlık çıkması çok tabiidir. Tabii olmayan ise, bu anlaşmazlığı çözümsüz bırakıp ilişkiyi yıpratmasına müsaade etmektir.
Aile içi bir anlaşmazlık çıktığında, çözüm için atılacak ilk adımlar şunlardır: a) Anlaşmazlığın nedeni olan problemle yüzleşmek. Yani ailede bir problem olduğunu samimi bir şekilde kabul etmek. Çünkü bir problemin varlığını kabul etmek, o problemin çözümüne ilişkin uzlaşmaya da hazır olmak demektir. b) İyi niyet, karşılıklı güven ve eşit söz hakkına dayalı saygılı bir ortamı temin etmek. c) Beraberce anlaşmazlığın sebebini bulmaya kafa yormak. Anlaşmazlığın sebebini bulduktan sonra da etkin bir iletişimi devreye alarak evvela uzlaşmaya daha sonra da çözüme varabilmek için elbirliği etmektir.
Bilinmelidir ki, aile içi anlaşmazlıklar sebebiyle yaşanan tartışmaların sonucunda kazanan yoktur. Kazananı olmayan bir tartışmanın kaybedeni ise, elbette aile hayatıdır. Bunun için eşler, tartışma yerine sorunun tespiti ve çözümü için çalışmalıdırlar.
Çiftler evlenmekle yeni bir değişim sürecine girmiş olurlar ve bu değişimin gereklerine göre yeni hayatlarını sürdürmeleri icab eder. Ancak -ister kadın ister erkek olsun- bazı insanlar, bu değişime ayak uydurmakta güçlük çeker. Bu kişiler, varolan paradigmaları ve bunların etkisiyle oluşan kurumsal kültürlerinden vazgeçmek istemeyen kişilerdir. Bu yeni hayata direnme olayı, aile hayatında anlaşmazlık ve problem çıkmasına zemin hazırlar. Dolayısıyla baştan ciddi fedakârlıklar yaparak bu değişime ayak uydurmak lazımdır.
Fedakârlığı sadece karşı taraftan beklememeliyiz. Bencil olmayı bırakmalı ve empati yapmalıyız. Kendimizi, eşimizin yerine koyup onun beklentilerine göre hareket etmeliyiz. Olaya bir de onun bakış açısıyla bakmaya çalışmalıyız. Belki de biz değil, eşimiz haklıdır…
Önce çuvaldızı kendimize batıralım. Önemli olan,bizim ne olduğumuzdan ziyade eşimizin bizi nasıl algıladığıdır. Her insanın hoşlandığı şeyler farklıdır. Hayat arkadaşımız nelerden hoşlanıyor? Bunları yeterince bildiğimizden ve yerine getirdiğimizden emin miyiz? Eşimizin bize nasıl davranmasını istiyorsak, biz de ona öyle davranmalıyız…
Eşler arasındaki geçimsizliğin en önemli sebebi, “geçinmeyi bilmemektir.” Bu kadar zahmet ve fedakarlığa katlanarak evlenmişsek, geçinmeye bir nevi mecburuz. Çünkü ayrılsak bile, ikinci bir evliliği yapacağımızı ve kesinlikle mutlu olacağımızı hiç kim garanti edemez.
Yeni evlenenlerin en büyük yanılgısı, dikensiz bir gül bahçesini düşleyerek hayal kırıklığına uğramalarıdır. Dalgasız deniz ve dikensiz gül bahçesi olmayacağını artık bilmemiz ve kabul etmemiz gerekir. Buradaki asıl sorun, “sorun çıkmayacağını hayal edip” hazırlıksız yakalanmaktır. Dolayısıyla böyle bir yanılgıya düşmemek gerekir.
İnsanoğlu için istekler sınırsız, ihtiyaçlar farklı ve imkânlar sınırlı olduğuna göre önemli olan şey, önceliklere odaklanmaktır.
Bazı ailevî problemler, erkeğin kendi işiyle aşırı ilgilenerek ailesine fazla zaman ayırmamasından kaynaklanır. “Gözden ırak olan gönülden de ırak olur,” şeklindeki atasözü boşuna söylenmemiştir. Eşlerin yeteri kadar görüşmemesi, diyalogsuzluğa yol açar.
Evliliğin olmazsa olmaz şartı, “iffet ve sadakattır.” Zoru, sıkıntıyı, acıyı görünce kaybolan bir eş, tatlı ve mutlu günleri hak edemez. Unutmayalım, Allahü Teâlâ her derde bir derman yaratmıştır. Acılı günler sonsuza kadar sürüp gitmez. Bir gün üzerimizdeki kara bulutlar dağılacak, güneş güzel ve sıcak yüzünü bize de gösterecektir, inşaallah…
.
Nefis tezkiyesi ve mânevî arınma-1
Temizlik, insanoğlu için ömür boyu süren zarurî bir aktivitedir. Ancak temizlik, maddî ve mânevî olmak üzere iki çeşittir. Maddî temizlik kısaca; vücudumuzun temizliği, elbiselerimizin temizliği, kullandığımız eşyanın temizliği, yaşadığımız mekân ve çevrenin temizliğidir. Dinimizin maddî temizliğe verdiği önem, herkesin malumudur. Zaten insanoğlunun fıtratında yani yaradılışında; necaset; pislik, leke, kir ve pasaktan tiksinme; temizlikten ise ferahlık ve mutluluk duyma hissi vardır.
Bilindiği gibi insan, Allah’ın kulu ve yeryüzündeki halifesidir. Allahü Teâlâ: “…Allah çok temizlenenleri sever,” (Tevbe 108) buyurarak, insanın temiz olmasını istemiştir. Dinimizin temizliğe verdiği önemi en iyi özetleyen söz, Efendimiz aleyhisselamın: “Et-tahûru şatru’l-iman (temizlik, imanın yarısıdır)” (Müslim 223) hadis-i şerifidir.
Yüce dinimiz İslam, temizlik konusunda çığır açmış; temizliğin gereklilik ve önemini sıklıkla vurgulayarak bu konuda bütün insanlığı aydınlatmıştır. Böyle olduğu için de temizlik fikri, İslâm kültürünün aslî unsurlarından biri olmuştur. Bugün bir İslam medeniyetinden bahsediyorsak, bunda temizliğin katkısı büyüktür. Bundan dolayı fıkıh kitapları, taharetyani temizlik ve temizliğin ana vasıtası olan su hakkındaki bilgilerle başlar.
Ayrıca Dinimiz; namaz kılmak için; hem hadesten yani abdestsizlikten, hem de necasetten yani pislikten tahareti yani temiz olmayı şart koşmuş ve bunun nasıl ve ne şekilde yapılacağını bildirmiştir.
Manevî temizlik ise; “nefis tezkiyesi” yani “manevî arınma”dır. Bu dakişinin kalbini kötü düşüncelerden temizlemesi, günlük hayatında her türlü çirkin fiil ve davranıştan uzak durması ve başkalarına karşı iyi huylu ve güzel ahlaklı olmasıdır.
Evet “nefis tezkiyesi,” davranışlarımıza yön veren bâtınımızı yani kişiliğimizi, inancımızı, zihnimizi, duygu ve düşüncelerimizi her türlü kötülük ve çirkinlikten arındırılıp İlahî ölçülere uygun hale getirme işlemidir. Bu arındırma ameliyesini, kalbimiz belirlediği için “nefis tezkiyesi” aslında kalbin tezkiyesidir. Rasul-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyuruyor: “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki o iyi, doğru ve düzgün olursa bütün vücut iyi, doğru ve düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.” (Buhari) Efendimiz aleyhisselam başka bir hadis-i şeriflerinde ise, şöyle buyurmaktadır: “Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama O, sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.” (Müslim)
Demek ki Dinimiz’de temizlik; maddî temizlikten ibaret değildir. Çünkü insanın sadece dışı değil, içi de kirlenir. Dışımızın kirlenmesi nasıl kaçınılmazsa, içimizin kirlenmesi de aynen kaçınılmazdır. Fakat birçok kişi, maddî temizlik için gösterdiği özeni manevî temizlik hususunda göstermeyebiliyor. Halbuki yüce Rabbimiz, dışımız gibi içimizi de temiz tutmamızı emrediyor. “Nefis tezkiyesi” kavramıyla özellikle manevî temizliğin ifade edilmesinden dolayı, en az dışımız kadar içimizi temizlemenin de önemli olduğu âşikârdır. Kaldı ki dışımızın temizliği de, ancak içimizin temizliğinin bir tezahür ve göstergesi olması halinde bir anlam ve değer ifade eder.
“Tezkiye”, arındırma ve bereketlendirme mânâsında kullanılan Arapça bir kavramdır. Bu iki mânâ birbirinden kopuk değildir. Zekât mevzusunda görüldüğü üzere bereket, temizlenmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bilindiği gibi, zekâtkelimesi, tezkiye ile aynı kökten gelmektedir. Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde de ifade buyurulduğu gibi zekâthem malı, hem de zekât veren kimseyi temizler. İşte bu tezkiyeve temizliğin meyvesi olarak da zekâtı verilen mal bereketlenir, zekâtı veren kişi de sevaplarını çoğaltmış olur.
Dinimiz, temizliğin her iki çeşidine de çok önem vermiştir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Doğrusu arınan ve Rabbi’nin adını anıp namaz kılan kurtuluşa ermiştir.” (A’lâ 14-15)
“Nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere boğan da ziyan etmiştir.” (Şems 9-10)
Hadis-i şeriflerde ise şöyle buyurulmaktadır:
“Temizlik, imana çağırır. İman ise, sâhibi ile beraber cennettedir.” (Taberani)
“İslâm temizdir. Bunun için siz de temizlenin. Çünkü Cennete temizlerden başkası girmez.” (Taberani)
(Devamı haftaya…)
.
Nefis tezkiyesi ve mânevî arınma-2
Dışımızın fiziken kirlenmesi nasıl kaçınılmazsa, içimizin manen kirlenmesi de aynı şekilde kaçınılmazdır. Biz, zahirî ve fizikî kirleri biliyoruz. Fakat batınî ve manevî kirler nelerdir?.. İşte şimdi bunları anlamaya çalışacağız. Manevî kirler, büyük küçük bütün günahlar yani Dinimizin yasakladığı şeylerdir. Günahların, iğrenç birer kir ve pislik olduğu âyet-i kerimelerle sâbittir, şöyle ki:
“Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar ve fal okları şeytan işi birer ‘rics’ten (pislikten) ibarettir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide 90)
“Kalplerinde hastalık olanlara gelince, bu onların “rics”lerine (kirlerine) kir katmıştır ve onlar, inkârcı olarak ölüp gitmişlerdir.” (Tevbe 125)
“O zaman, katından bir güven olsun diye sizi hafif bir uykuya daldırıyordu. Sizi onunla temizlemek, şeytanın “ricz”ini (pisliğini) üzerinizden gidermek, cesaretinizi artırmak ve o sayede ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için gökten üzerinize su indiriyordu.” (Enfal 11)
“Ey iman edenler! Bilin ki Allah’a ortak koşanlar ‘neces’e (pisliğe) batmışlardır; artık onlar bu yıldan sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan endişe ederseniz, unutmayınız ki Allah size -dilerse- kendi lutfuyla bolluk verir. Allah bilmekte, hikmetle yönetmektedir.” (Tevbe 28)
“Yanlarına döndüğünüz zaman, onları hesaba çekmekten vazgeçesiniz diye size yemin billâh edecekler. Artık onlardan uzak durun; zira onlar “rics” (tiksinilecek) kimselerdir, işlemiş oldukları günahların karşılığı olarak varacakları yer de cehennemdir.” (Tevbe 95)
“Hayır! Gerçek şu ki, yapıp ettikleri kalplerini kaplayıp paslandırıp (kirletmiştir).” (Mutaffifin 14)
Hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: “Bir kul, günah işlediği zaman kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer o kul, günahı terk edip bağışlanmayı dilerse bu leke kaybolur. Şayet tevbe etmez ve günah işlemeye devam ederse, o zaman bu siyah nokta büyüyerek onun bütün kalbini kaplar.” (Tirmizi)
Bizler, -maalesef- her çeşit günahın çok kolaylıkla işlendiği yaman bir çağda yaşıyoruz. Dolayısıyla sıradan insanların manen kirlenmemesi neredeyse mümkün değildir. Mevlâna Celaleddin-i Rumî hazretleri; “eğer bütün günahlar içki içmek gibi sarhoş etseydi, ayık gezen birini göremezdik,” diyor.
Kişi, fizikî olarak kirlendiğinde nasıl hemen yıkanarak temizleniyor ise, manevî olarak kirlendiğinde de ayne şekilde hemen bu kirlerden kurtulup arınması icab eder. Çünkü manevî birer kirlenme sebebi olan günahlar herşeyden önce; âhiret saadetimizi tehlikeye atmakta ve -maazallah- öbür dünyada cehenneme girip azaba dûçar olmamıza zemin hazırlamaktadır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. O zaman hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan her işi, bir hardal tanesi kadar da olsa, adalet terazisine getiririz. Herkesin hesabını görmeye yeteriz.” (Enbiya 47)
Hadis-i şerifte ise, şöyle buyurulmaktadır: “Âdemoğlu kıyamette getirilir ve mizanın kefeleri önünde durdurulur. Ona bir melek tayin edilir. Eğer mizanı (sevap kefesi) ağır gelirse, vazifeli melek; ‘filan kimse bundan sonra ebedî olarak kurtulmuştur,’ der. Mizanı (sevap kefesi) hafif gelirse melek; ‘falan kimse de kaybetmiştir,’ der.” (Ebu Nuaym)
Manevî kirlenme dünyada da kişinin; bela ve müsibete uğramasına yol açabilmektedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Başınıza gelen her musibet kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şûrâ 30)
Bu manevî kirler, ayrıca kişinin toplum nezdinde rezil rüsva olmasına, itibarının sıfırlanmasına ve insanların kendisine soğuk davranmasına neden olmaktadır. Selef-i sâlihinden bir zat şöyle diyor: “Ben bir günah işlediğimde, bunun etkisini eşimin ve bineğimin huyunda görürüm.”
Bunlara ilave olarak, manevî kirlenme, kişiyi manen hasta ettiği için, kalp gözünün gerçeği görmesine, aklının da hakikati idrak etmesine engel teşkil etmektedir. Dört büyük imamdan biri olan Mâlik bin Enes hazretleri, talebesi İmam-ı Şâfiinin ilim ve zekâsını görünce, kendisine şöyle buyurdu: “Muhammed! Gördüğüm kadarıyla Allah, senin kalbine bir nur vermiş. Sakın bu nuru günahlarla söndürme!..”
(Devamı haftaya…)
.
Nefis tezkiyesi ve mânevî arınma-3
Nefis tezkiyesi ve manevî arınma, Allahü Teâlâ’ya inanmakla yani iman etmekle başlar. Çünkü imanla terbiye ve tezkiye edilmemiş nefis, kötülüğe ve günaha bulaşıp kirlenmekten asla sakınmaz.
“Kork Allah’tan korkmayandan” sözü meşhurdur. Çünkü Allah’tan korkmayandan her türlü kötülük beklenebilir. Zira onu kötülük yapmaktan alıkoyacak bir şey yoktur. Kişinin, inanmadığı bir şeyden korkması mümkün değildir. Dolayısıyla Allah’ı en iyi tanıyan, O’ndan en çok korkandır. Allah’ı en iyi tanıyan da Peygamber efendimiz olduğuna göre, en çok korkan da O’dur. Efendimiz aleyhisselam şöyle buyuruyor: “İçinizde Allah’tan en çok korkan benim.” (Buhari) Tezkiye edilmemiş olan nefsin, hep kötülük peşinde olduğu, âyet-i kerime ile sabittir: “Gerçekten nefis, daima kötülüğü emreder.” (Yusuf 53)
Allah’a ibadet etmek için yaratılan insanın, iradesini nefsinin isteklerine teslim etmesi, çok üzücü ve çok tehlikelidir. Böyle bir insan, -maazallah-, farkına varmadan putlaştırdığı nefsinin kölesi olur. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Gördün mü hevâsını ilah edineni? Onun üzerine sen mi vekil olacaksın?” (Furkan 43)
“Hevâsını ilâh edinmiş, bilgisine rağmen (Allah’ı bırakıp da o hevâsına kul olmasından dolayı) Allah’ın da kendisini sapıklıkta bıraktığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne de bir perde çekmiş olduğu kimseyi gördün mü? Şimdi (bana söyle) artık Allah’tan başka, onu doğru yola kim getirebilir? Hâlâ düşünmeyecek misiniz?” (Casiye 23)
Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Allah’tan başka kendilerine ibadet olunan sahte ilahların, Allah yanında en kötüsü, kişinin hevâsıdır.” (Taberani)
Allah’a kul olma özelliğini kaybedip nefsine tapan insan, bütün iş ve hareketlerinin doğruluk ve meşruluk onayını Allah’ın buyruklarından değil, nefsinden ve ona hoş gelip gelmemesinden alır. Böylece o, nefsini putlaştırmış olur.
Sâdık bir mümin nasıl ki, Rabbinin emrini yerine getirmek için çırpınıyorsa, iradesini nefsine teslim eden zavallı kişi de aynı şekilde nefsinin isteklerini yerine getirmek için çırpınır. Hatta ve hatta başkalarının da böyle davranmasını telkin etmeye başlar!..
Binaenaleyh nefis tezkiyesi ve manevî arınmanın ilk şartı, kişinin yaradılış gayesini hatırlayıp elinden geldiği kadar Allah’a kul olmaya çalışmasıdır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ben cinleri ve insanları ancak Bana (ibadet ve itaatle) kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat 56) Dolayısıyla nefsinin istediğini yapan bedbaht kişi, Yaradan’a değil nefsine kulluk etmiş olur. Yüce Rabbimiz celle celalüh, peygamderi Musa aleyhisselamı; ilahlık iddiasındaki Firavun’a iman teklifini; “arınmak istiyor musun,” (Naziat 18) sorusuyla iletmesini emir buyurmuştur.
Evet, peygamberler aleyhimüsselamın, görevlerinden bir tanesi de insanları tezkiye etmek yani onları mânen arındırmaktır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Nitekim aranızdan size bir peygamber gönderdik: O size âyetlerimizi okuyor, sizi “tezkiye” ediyor (arıtıp temizliyor), size kitabı ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi öğretiyor.” (Bakara 151)
“Hakikaten Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu da: Kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyan, onları “tezkiye” eden (fena huy ve günahlardan temizleyen) ve onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir Resûl gönderdi. Hâlbuki onlar, bundan önce hiç şüphesiz açık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmran 164)
“Ümmîlere içlerinden, kendilerine (Allah’ın) âyetlerini okuyan, onları “tezkiye” eden (şirkten, kötü hareketlerden temizleyen), onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Hâlbuki onlar, bundan önce cidden apaçık bir sapıklık içinde idiler. (Cuma 2)
Bu âyet-i kerimelerde Peygamberlerin aleyhimüsselam görevleri, a) İnsanlara Allahü Teâlâ’nın ayetlerini okumak. b) Onları tezkiye etmek. c) Onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretmek, diye sıralanır. Müfessirler bu sıralamaya özellikle dikkat çekmiş, tezkiyenin âyetleri tebliğden sonra zikredilmesini; “manevî arınmanın, ancak muhatap olunan vahye uymakla gerçekleşebileceği hakikatine” işaret saymışlardır. Vahyedilen âyetler, esas itibarıyla insanların günahlarla ve cehaletle kirlenen fıtratlarını, kalplerini ve zihinlerini temizlemeye yöneliktir. İnsan ancak bu şekilde ebedî saadete erebilir…
(Devamı haftaya
.
Nefis tezkiyesi ve mânevî arınma-4
İslam âlimleri, nefis tezkiyesi yani mânevî arınma için özellikle şu hususlara dikkat etmeyi tavsiye ederler:
1- Kelime-i tevhid’i çok söylemek. Yani “lâ ilâhe illallâh”ı (Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur) cümlesini çok söylemek. Şöyle ki: “Lâ ilahe illallah”taki “lâ ilâhe” (hiçbir ilâh yoktur) kısmı; putlaştırılmış nefis de dahil olmak üzere, Allahü Teâlâ’dan başka bütün ilahları, bütün bâtıl inanç, düşünce ve ideolojileri ve bizi günahlara sevkedip kirleten bütün hevâ, heves ve arzuları kalbimizden çıkarmak suretiyle içimizi temizlemeyi amaçlar. Zira ancak bu temizlikten sonra “illallâh” (Allah’tan başka) diyerek oraya yegâne ilahın Allahü Teâlâ olduğu inancını yerleştirmek mümkündür.
2- Namaz kılmak. Çünkü namaz, kirlenmeyi önler. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Kitaptan Sana vahyedilenleri oku, namazı özenle kıl. Kuşkusuz namaz hayâsızlıktan ve kötülükten meneder. Allah’ı anmak her şeyden önemlidir. Allah yaptıklarınızı bilir.” (Ankebût 45) Hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır: “Ne dersiniz, birinizin evinin önünden bir nehir aksa ve her gün o nehirde beş kez yıkansa, bu durum o kişide kir namına bir şey bırakır mı?” Oradakiler;hayır, o kişide kir namına bir şey bırakmaz, deyince; Efendimiz aleyhisselam şöyle buyurdu: “İşte günde kılınan beş vakit namaz da böyledir, Allah onunla hataları siler.” (Buhari)
3- Zikir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Doğrusu nefsini tezkiye eden (günahlardan arınan) ve Rabbinin adını zikredip (anıp) namaz kılan, kurtuluşa ermiştir. Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve devamlıdır.” (A’lâ 14-17) “İyi bilin ki kalbler, ancak Allah’ı zikretmekle (anmakla) huzur bulur.” (Ra’d 28) Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Allah’ı zikreden (kişi) ile zikretmeyen (kişi arasındaki fark;) diri ile ölü (arasındaki fark) gibidir.” (Buhari 6407)
4- Tevbe etmek. Yaniyanlış bir iş yapması durumunda kulun; bu işin yanlış olduğunun farkına varması, bu işten vazgeçmesi, bu işi yaptığına pişman olması, bir daha asla bu işe dönmemeye karar vermesi ve eğer bir kul hakkı sözkonusu ise; sahibiyle helalleşmesidir. Kulun; cezalandırılmamak için Allahü Teâlâdan; ‘af’ ve ‘mağfiret’ dilemesi yani yalvarıp yakarması ise, ‘istiğfar’dır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ancak tevbe edip inanarak sâlih amel işleyenin (erdemli işler yapanın) durumu başkadır; Allah böylelerinin kötü hallerini iyiye çevirecektir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Evet, kim tevbe edip sâlih amel işlerse (erdemli davranırsa) bu durumda gerektiği şekilde Allah’a yönelmiş olur.” (Furkan 70-71)
“Şüphesiz Allah, çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara 222)
“Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki, felaha eresiniz!” (Nur 31)
Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Günahlarından tevbe eden kişi, hiç günah işlememiş gibidir.” (İbn Mace)
5- Zühd. Yani dünyaya değer vermemek ve dünyevî menfaatlere iltifat etmemektir. “Zâhid”; yüzünü dünyadan âhirete çeviren, devamlı ibadet ve nefis muhasebesiyle meşgul olan kişidir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan ve nefsini hevâ ve hevesten alıkoyan kimseye gelince, şüphesiz ki cennet onun varacağı yerdir…” (Naziat 40-41)
Bir sahabi, Efendimiz aleyhisselama gelip sordu: “Ya Resûlallah, bana öyle bir amel göster ki, onu işlediğim zaman beni hem Hak, hem de halk sevsin.” Bunun üzerineEfendimiz aleyhisselam şöyle buyurdu: “Dünyaya karşı zâhid ol ki, Allah seni sevsin. İnsanların ellerindekilere karşı zâhid ol ki, onlar seni sevsin.” (İbn Mace)
4- Sadaka vermek: Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Onları temizlemek ve tezkiye etmek (arındırmak) üzere mallarından sadaka al! Bir de onlar için dua et; çünkü Senin duan onlara huzur verir. Allah her şeyi çok iyi işitmekte ve bilmektedir.” (Tevbe 103)
Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Suyun ateşi söndürmesi gibi sadaka da (işlenen) günahları giderir.” (Tirmizi)
(Devamı haftaya…)
.
Nefis tezkiyesi ve mânevî arınma-5
Nefis tezkiyesi ve mânevî arınma yollarından bir tanesi de, “nefsi meşgul etmektir.” İmam-ı Şâfiî Hazretleri diyor ki: “Sen nefsini hakla meşgul etmezsen, o seni bâtıl ile meşgul eder. Vakit de kılıç gibidir; sen onu kesmezsen, o seni keser!..” Dolayısıyla ya insan hayırlı işlerle meşgul olup sevablarını çoğaltacak, ya da zararlı ve günah şeyler hayatını istila edip onu manevî iflasa doğru götürecek. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ümmetimin müflisi, kıyamet gününe; namaz, oruç ve zekât görevlerini yerine getirdiği halde; ona buna sövmüş, iftira etmiş, şunun bunun malını yemiş, kanını dökmüş, onu bunu dövmüş olarak gelen kimsedir. Bu kişinin iyiliklerinin sevabından hak sahiplerine verilir. Borcu ödenmeden sevabı biterse, diğerlerinin günahları ona yüklenir, sonra da Cehenneme atılır!” (Müslim)
Verimli bir araziye sahip olan bir kişi, şayet arazisine bakar; onu yabancı bitkilerden temizler, kaliteli tohum atar, sulamasını ve çapasını yaparsa -inşaallah- iyi bir mahsul elde eder. Yok eğer arazisini ihmal eder ve kendi haline bırakırsa; arazi faydasız bitkiler ve dikenlerle dolar, eline de hiçbir şey geçmez. Dikkat buyurun; verimli arazinin yabancı ve faydasız otlar ve bitkilerle dolması için özel bir gayret sarf etmek gerekmiyor. Çünkü onu, kendi haline bırakmak kâfidir. Fakat iyi bir mahsul almak için, özel bir gayret sarf etmek icab eder.
Nefis de böyledir. Onu hak ve hakikatle, hayır ve hasenatla, iyi ve faydalı şeylerle meşgul etmek özel bir itina ve ciddi bir gayret ister. Dolayısıyla akıllı insan nefsini ibadetle, zikirle, fikirle, dünya ve âhirete faydalı işlerle meşgul eder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki; “el-keyyisü men dâne nefsehü ve amile li mâ bâde’l-mevt” yani (akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölüm sonrası için çalışandır.) (Tirmizi)
Dolayısıyla kişi, zamanını güzel ve faydalı şeylerle doldurursa, kötü ve zararlı işlere zaman da enerji de kalmaz. Araplar “el-meşgul lâ yüşgal” yani (meşgul olan bir şeyi, aynı anda başka birşeyle meşgul edemezsin,) derler. Mesela içi su ile dolu bir bardağı, aynı anda içkiyla dolduramazsın. Fakat rutinimizde böyle güzel şeyler yoksa, nefsimiz paslanır ve bizi başka şeylerle oyalar, farkında bile olamayız. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “…Onların yapageldikleri kötü işler, gitgide kalplerini paslandırmıştır.” (Mutaffifîn 14)Bu kirlenme ve paslanmanın neticesi ise, hüsrandır.
Kıyamette temiz kalbliler kazanır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “O gün ki, ne mal fayda verir ne oğullar! Ancak Allah’ın huzuruna selîm (tertemiz) bir kalble gelenler kurtulur!” (Şuara 88-89)
Faydası ve zararı olmayan mübah şeylerle dahi meşgul olmak yine zarar ve hüsrandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kişinin, mâlâyanî ile uğraşmaması (kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terketmesi), onun iyi müslüman oluşundandır.” (Tirmizi)
Binaenaleyh bu nefis tezkiyesi ve mânevî arınma çok çok önemli bir iş olup hadis-i şerifte “cihad-ı ekber” yani büyük cihad olarak tavsif edilmiştir. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, pek zorlu geçen Tebük Gazvesi’nden dönerken ashâbına:
“Şimdi küçük cihaddan büyük cihâda dönüyoruz, buyurdu. Eshab-ı kiram: Yâ Rasulallah! büyük cihâd nedir, dediklerinde Efendimiz aleyhisselam: O, nefsin hevası ile mücahededir, buyurdu.” (Hatib Bağdadi ve Beyhaki)
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Ümmetim adına en çok korktuğum şey; nefislerinin hevasına uymalarıdır.” (Süyuti, Camiu’s-sağir)
Bu itibarla mümin, asla nefsini kendi haline bırakmamalı, onu tezkiye etmeli yani günah pisliklerinden arındırmalı ve hayır-hasenatla meşgul etmelidir. İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri:“Doğrusu arınan ve Rabbi’nin adını anıp namaz kılan kurtuluşa ermiştir.” (A’lâ 14-15) âyet-i kerimesi ile alakalı olarak şöyle buyuruyor: “Bu âyet-i kerimede, dine aykırı işlerden nefsi temizlemeye, kalbi dünya sevgisinden arındırmaya, gücü nisbetinde Allah’a yönelmeye, hatta Allah’tan başkasını hatırlamaktan bile sakınmaya işâret vardır.”
.
Kazâ ve kadere imân-1
Kazâ ve kadere inanmak, imânın altı rüknünden yani temel esasından biridir. Bu husus, “âmentü”de;“ve bi’l-kaderi hayrihi ve şerrihiminellâhiteâlâ” şeklinde ifade edilmiştir. Kaza ve kader; “AllahüTeâlâ’nın kâinatta yani varlık âleminde meydana gelecek şeylerin hepsini nerede, ne zaman ve ne şekilde olacaklarını bütün teferruatıyla bilmesi ve bunları, vakt û saati gelince ezelî ilim ve iradesine uygun olarak yaratmasıdır.”
Mesela: Ezelde elma çekirdeği kendine özgü bir ölçü ve özellikte takdir ve tayin edilmiştir ki, ondan sadece elma ağacı yetişir, başka birşey yetişmez. Her bitki, her canlı ve herşey de böyledir. Başka bir ifadeyle; “kaza ve kader”; AllahüTeâlâ’nınbirşey hakkındaki ezelî hükmü ve zamanı gelince bu hükmün uygulanmasıdır. Buna göre kaza ve kader; AllahüTeâlâ’nın“ilim, irâde ve kudret” sıfatları ile yakından alakalıdır.
Evet,kaza ve kadere imân; AllahüTeâlâ’nın sonsuz ilim, irade ve kudretine inanmaktır. Yani AllahüTeâlâ’nın bu sıfatlarına inanan kimse, kaza ve kadere de inanmış olur. Binaenaleyh kaza ve kadere iman etmek; “iyi-kötü, hayır-şer, acı-tatlı ve faydalı-zararlı meydana gelmiş ve gelecek her ne varsa, hepsinin AllahüTeâlâ’nın ilmi, iradesi ve kudreti ile meydana geldiğine inanmaktır.”
Allahü Teâlâ ezelde, her ne olursa olsun; meydana gelecek şeylerin nerede, ne zaman ve ne şekilde olacağını ilim ve iradesi ile tayin etmiştir. Zamanı geldikçe, bu şeyleri tayin edilen mekânda ve vasıfta kudretiyle yaratır. Buna kulların iradî (ihtiyarî) fiilleri de dâhildir. Yani kulların serbest iradeleriyle yaptıkları işleri de Allahü Teâlâ ezelî olarak bilir ve zamanı gelince yaratır, çünkü ondan başka yaratıcı yoktur. Evet, kula irade yetkisi verilmiştir, fakat yaratma Allah’a mahsustur.
İrade, kişinin bir işi yapmak ve gerçekleştirmek istemesi olup, zıddı kerahet yani istememektir. Bilindiği gibi insan, yapacağı işi önce irade eder; yani ister, seçer, tercih eder, sonra da yapar. Dolayısıyla insan, yaptığı işi mecbur olduğu için değil, kendi iradesi, isteği, seçimi ve tercihi ile yapar. İstemediği şeyi de bilinçli olarak kendi iradesiyle yapmaz. Fakat insanın bu iradesi mahlûk olup; zayıf, dar ve sınırlıdır. Eğer kulun bu cüz’î iradesi, yaratılmış olmasaydı, insanın kendi fiillerinin yaratıcısı olması gerekirdi. Bu ise:“Her şeyi yaratan Allah’tır,” (Ra’d 16),“Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır,” (Saffat 96) ve “Savaşta onları siz öldürmediniz, onları Allah öldürdü; (oku) attığında da sen atmadın, Allah attı!” (Enfal 17) ayeti kerimelerinin ortaya koyduğu hakikate aykırıdır.
Allahü Teâlâ, mutlak irade sahibidir ve O’nun iradesi; insanın iradesi dâhil olmak üzere her şeyi kuşatmıştır. Yani hiçbir şey, O’nun mutlak iradesinin dışında değildir. O’nun irade etmediği yani istemediği birşeyi yapması düşünülemeyeceği gibi, O’nun irâdesi olmadan herhangi bir şeyin meydana gelmesi de asla ve kat’a mümkün değildir.
Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Allah dilediğini yapandır.” (Hud 107)
“Rabb’in dilediğini yaratır ve seçer; irâde, serbestlik onların değil (Allah’ındır.) Allah yücedir ve onların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Kasas 68)
“O, her dilediğini mutlaka yapandır.” (Buruc 16)
“O yaptıklarından sorumlu değildir. Onlar ise, sorumlu tutulacaklardır.” (Enbiya 23)
Bunun içindir ki AllahüTeâlâ’nın iradesine ‘irade-i külliyye’, (kapsamlı ve kuşatıcı irade) insanın iradesine de ‘irade-i cüz’iyye’ (az ve sınırlı irade) denilmiştir.
İnsan, herşey gibi günahları da kendi istek ve arzusu ile seçer, Allahü Teâlâ da -dilerse- yaratır. Allahü Teâlâ -haşa- hiç kimseye zorla günah işletmez. İnsanın kendi hür iradesiyle seçtiği kötülüklere de -imtihan gereği- genellikle mâni olmaz. Çünkü eğer Allahü Teâlâ, insanların kötülüklerine mâni olsaydı, insanların işlerine müdahale etmiş olur ve insanlar da birer robot sayılırdı, dolayısıyla da iyi ve kötü belli olmazdı.
.
Kazâ ve kadere imân-2
Geçen haftaki yazımızı şöyle bitirmiştik: (Allahü Teâlâ -haşa- hiç kimseye zorla günah işletmez. İnsanın kendi hür iradesiyle seçtiği kötülüklere de -imtihan gereği- genellikle mâni olmaz. Çünkü eğer Allahü Teâlâ, insanların kötülüklerine mâni olsaydı, insanların işlerine müdahale etmiş olur ve insanlar da birer robot sayılırdı, dolayısıyla da iyi ve kötü belli olmazdı.)
Halbuki O, insanı imtihan için bu dünyaya göndermiştir. Âyet-i kerimede buyurulduki: “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk 2)
Allahü Teâlâ, insanları günah ve sevap işleyebilecek vasıf ve kabiliyette yaratmıştır. Dileseydi, insanı da melek gibi yaratır, o zaman insan da günah işleyemezdi. İnsana, irade-i cüz’iyye vermiş, günah ve sevap işlemekte serbest bırakmıştır. Kul, serbest bırakılmasaydı, sual ve hesap da olmazdı.
Bu durum, aynı zamanda Allah’ın adalet ve hikmetine de aykırı düşerdi. Bir yerde yükümlülük varsa, tabii olarak orada irade de söz konusu olacaktır. Kul, iradesinde serbest olunca, iyilik yaparsa mükâfatını, kötülük yaparsa cezasını çekecektir. Bu durum, imtihanın icabı ve gereğidir. İnsan, sehven veya cebren yaptığı işten ise, sorumlu değildir.
Buna göre Allahü Teâlâ’nın ezelde, kulunun bütün fiillerini bilmesi ve bunları Levh-i mahfuz’a yazması, kulun irade ve seçimi üzerinde zorlayıcı değildir. İnsanlar, alınyazılarını bilmezler ve kendi hür iradeleriyle yaşayıp hareket ederler. Bir başka ifadeyle, Allahü Teâlâ bildiği için ve yazdığı için belli işleri yapmıyoruz. Allahü Teâlâ ezelde, hür irademizle ne zaman ne yapacağımızı bildiği için yazmıştır. Allahü Teâlâ ezelî ilmi ile ne yapacağımızı bilir, fakat zorla bize yaptırmaz, yaptığımızı serbest irademizle yaparız.
Takvimlere, bir sene sonra güneşin ne zaman doğup, ne zaman batacağı hesaplanarak yazılır. Güneş de takvimde bildirilen saatlerde doğup batar. Güneş, takvime öyle yazıldığı için bu saatlerde doğup batmaz. Vaktin takvime yazılması, güneşin doğmasına ve batmasına tesir etmediği gibi, Allahü Teâlânın ezelî ilmi de fiillerimiz üzerinde zorlayıcı değildir.
Kaza ve kader konusuyla yakından alakalı bir konu da İstitâat’tir. Peki İstitâat nedir? Güç, kuvvet, kudret va takat manasına gelen İstitaat, insan fiilinin meydana gelmesini sağlayan kudretin hakikatidir.
İki çeşit İstitâat vardır. Birincisi; araç ve gereçlerin, organların ve sebeplerin elverişli ve sâlim olması manasına gelen İstitâat’tir. Buna “selâmetül-esbâbi ve’l-âlât”denir ki, fiilden önce insanda bulunur. Dinî mükellefiyete esas olan istitâat çeşidi de budur.
Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Orada apaçık deliller, İbrâhim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Gitmeye “İstitâati” olanın (gücü yetenin) o evi (Kâbe-i muazzamayı) haccetmesi (ziyaret etmesi), Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir.” (Âli İmrân 97)İşte buâyet-i kerimesindeki İstitâat, âlet ve sebeplerin sâlim ve arızasız olması manasındaki istitâat’tir.
Diğer İstitaat ise, fiili meydana getiren gerçek kudret manasına gelir. ihtiyarî bir fiili işleyebilmek için kulda bulunması gereken bu gerçek kudret, tam o fiile başlamadan önce kulda mevcut değildir. Ancak kul, o fiili yapmaya karar verip, azim ve kasdını ona yönelttiği anda, Allahü Teâlâ bu gerçek kudreti yaratıp kula verir ve fiil bu şekilde meydana gelir.
Kaza ve kader konusuyla yakından alakalı bir konu da Halk ve Kesb’dir. Halk, yaratma, Kesb ise kazanmak demektir. Yaratılanların en şereflisi olan insanın, diğer mahlükattan farklı olarak sınırlı da olsa- ilmi, iradesi ve gücü vardır ve bunun için mükelleftir yani sorumludur.
Ancak insanda yaratma vasfı yoktur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Oysa Allah sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratmıştır.” (Saffat 96) Dolayısıyla insan, irade-i cüziyyesiyle diler, Allahü Teâlâ da yaratır. Çünkü Allahü Teâlâ, insanın irade-i cüziyyesini, onun ihtiyarî hareketlerini yaratmak için sebep kılmıştır.
(Devamı haftaya…)
.
Kazâ ve kadere imân-3
Geçen haftaki yazımızı şöyle bitirmiştik: (İnsan, irade-i cüziyyesiyle diler, Allahü Teâlâ da yaratır. Çünkü Allahü Teâlâ, insanın irade-i cüziyyesini, onun ihtiyarî fiillerini yaratmak için sebep kılmıştır.
Buna göre insan sadece ‘kâsib’dir yani fiillerini kesb edip kazanır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği kötülük de kendi zararınadır.” (Bekara 286)
‘Halk’ yani yaratma ise, Allahü Teâlâya mahsustur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “İşte sizin Rabbiniz Allah. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am 102) Netice itibariyle insanın yaptığı bütün iradî ve ihtiyarî işler, kendi ‘kesb’i ve Allahü Teâlânın yaratmasıyla meydana gelir.
Kulun ‘kesb’ ettiği fiiller ile olan alakası, onun o fiilin mahalli ve sahibi olmasıdır. Çünkü her fiil, mahalline isnad edilir. Mesela güzellik, onu yaratana değil, onunla vasıflanana isnad edilir.
Buna göre kulun kudreti, yaptığı işler üzerinde -yaratma açısından- müessir yani etkili değildir. Çünkü Allahü Teâlâ, ortağı olmayan yegane yaratıcıdır.
O zaman kulun gayr-i iradî yani serbest olmayan fiillerinde olduğu gibi, bütün iradî yani serbest fiillerinde de -yaratma açısından- tek etkili güç, Allahü Teâlânın yüce kudretidir. Zira, bir eser üzerinde iki tam etkili güç birarada bulunmaz. Her zaman çekmeye çalıştığımız “lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” (Allah’ın yardımı olmazsa hiçbir kötülükten dönemem ve hiçbir iyiliği yapamam) zikrinin manası da budur.
Kaza ve kader konusuyla alaka bir mesele de: “İyi niyet ve kötü niyet” meselesidir. Şöyle ki: Bazan kul, bir fiili yapmaya kalkar, fakat İlahî kudret tarafından engellenir ve yapmak istediği fiili yapamaz olur. Bu engellenen fiil; eğer hayır ise, kula sevabı yazılır; mesela hac yolunda ölen kişiye hac sevabı yazılır. Şayet şer ise, ona günah yazılmaz ve dünyada da cezasını çekmez. Mesela hırsızlık yapmaya giderken engellenen kişiye, hırsızlık cezası uygulanmaz.
Kaza ve kader konusuyla alaka bir mesele de: “Hayır ve şer” meselesidir. Şöyle ki, Dinimizin; iyi, hoş, güzel, hak ve yararlı gördüğü; düşünce, söz ve davranışlar ‘hayır’; kötü, nahoş, çirkin, bâtıl ve zararlı gördükleri de ‘şer’dir. Hiç şüphe yok ki; ‘hayrı’ da, ‘şerr’i de yaratan Allahü Teâlâdır.
Evet herşeyi Allahü Teâlâ yaratıyor. Çünkü O’nun dışında hiçbir yaratıcı yoktur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Eğer Allah sana herhangi bir zarar verecek olursa, bil ki onu, O’ndan başka giderebilecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun lütfunu engelleyebilecek de yoktur.” (Yunus 107) Bu âyet-i kerime, Allahü Teâlâya rağmen kimsenin ne ‘hayır’ ne de ‘şer’ olarak hiçbir şeyi yapamayacağını ifade ettiği gibi, ‘hayr’ında ‘şerr’in de yaratıcısının Allah olduğunu vurgulamaktadır.
Fakat Rabbimiz ‘hayr’a râzı, ‘şerr’e ise râzı değildir. Yani O, iyilikleri beğenerek, kötülükleri ise beğenmeyerek yaratır. Çünkü O’nun ‘dilemesi’ ile ‘rızası’ farklı şeylerdir. Dolayısıyla buradaki ‘dileme’, arzu etme manasında değil, sadece irade etme ve izin verme anlamındadır. Eğer O’nun bu iradesi ve izni olmasaydı, dünyada imtihanın bir manası kalmazdı.
Allahü Teâlânın külli iradesi ile kulun cüz’î iradesi arasında çok ince bir denge vardır. Şöyle ki: Allahü Teâlâ, insanı hiçbir şeye zorlamıyor, çünkü doğru da yanlış da bellidir; dileyen imanı, dileyen inkârı seçer. İnsana düşen, gayret göstermek ve özgür iradesini imandan ve ‘hayır’dan yana kullanmaktır.
Allahü Teâlâ, kulunun ‘hayır’ veya ‘şer’ olarak irade edip girmek istediği yolu genellikle açar. Dolayısiyle kul, seçtiği bu yolda; iyi, kötü karşılaşacağı şeyleri de böylece bizzat kendi cüz’î iradesiyle seçmiş olur.
Böyle olmasaydı, Allah Teâlânın, kullarını yapmak istemedikleri şeyleri yapmak zorunda bırakması gibi birşey söz konusu olurdu ki, böyle bir durum; İlahî adalete, imtihanın hikmetine, esprisine ve gerçeğe aykırıdır.
.
Kazâ ve kadere imân-4
Kazâ ve kader inancı, Allahü Teâlânın ‘ilim’, ‘irade’ ve ‘kudret’ sıfatlarına imanın zorunlu bir neticesidir. Kazâ ve kaderi inkâr etmek de, Allahü Teâlânın bu üç sıfatını inkâr etmektir. Bunun için kazâ ve kadere inanmak, imanın altıncı rüknü sayılmış ve ‘Âmentü’ye girmiştir. Kazâ ve kader konusu hadis-i şeriflerde iman esasları arasında açıkça zikredilmiştir, şöyle ki:
“Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, “iman nedir”, diye soran Cebraîl aleyhisselama: “İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayır ve şerriyle kadere inanmandır,” cevabını vermiştir. (Müslim)
“Allahü Teâlâ, “Bana inanıp da kadere, hayır ve şerrin Benim takdirimle olduğuna inanmayan, Benden başka Rab arasın” buyurdu.” (Şirazî)
“Bir kişi, kaderin; hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna inanmadıkça, mümin sayılmaz.” (Tirmizî) İşte bu ve benzeri hadis-i şeriflerin delâlet ettiği mana yani kazâ ve kadere iman, kesinlik ifade eden âyet-i kerimelerle de teyid edilmiştir.
Kazâ ve kader konusu; herşeyin Allahü Teâlâ’nın takdirine bağlı bulunduğunu, İlâhî ilmin herşeyi kuşattığını, Allahü Teâlâ’nın her şeyin yaratıcısı olduğunu, saadet ve şakavetin O’nun elinde olduğunu ve insanlar arasında ölümü O’nun takdir ettiğini bildiren âyet-i kerimelerde vurgulanmıştır, şöyle ki:
“O’nun katında her şey bir ölçü iledir.” (Ra’d
“Her şeyi yaratıp ona bir nizam veren ve mukadderatını tayin eden Allah, yüceler yücesidir.” (Furkan 2)
“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez.” (Tevbe 51)
“Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.” (Zümer 62)
“Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat 96)
“Her şeyin yaratıcısı Allah’tır.” (Zümer 62)
“Allah, kimi doğru yola iletirse, odur doğru yolu bulan. Kimleri de saptırırsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (A’râf 178)
“Aranızda ölümü takdir eden Biziz. Ve Biz, önüne geçilebileceklerden değiliz.” (Vâkıa 60)
“Kendilerine bir iyilik dokununca, “bu Allah’tan” derler; başlarına bir kötülük gelince de, “bu senin yüzünden” derler. Hepsi Allah’tandır, de! Bunlara ne oluyor ki bir türlü laf anlamıyorlar.” (Nisa 78)
“Başınıza gelen bir belâ, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (Şura 30)
“Sana gelen her iyilik, Allah’tan (bir ihsan olarak) gelmekte, her kötülük de (günahlarına karşılık olarak) kendinden gelmektedir.” (Nisa 79)
“Güzel akıbet takdir ettiklerimiz (kaderi güzel olanlar) Cehennemden uzak tutulur.” (Enbiya 101)
“Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir olay yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce o, kitapta bulunmasın. Doğrusu bunu bilmek Allah’a kolaydır.” (Hadid 22)
İşte bu âyet-i kerime ve hadis-i şerifler, netice olarak kâinattaki herşeyin Allahü Teâlâ’nın tayin ettiği bir kadere bağlı bulunduğunu açıkça göstermektedir.
Bununla birlikte Peygamber Efendimiz, kazâ ve kader konusunda fazla konuşulmamasını, münakaşa edilmemesini ve bu mevzuya fazla girilmemesini tavsiye buyurmuştur.
Kazâ ve kader konusunu kesin olarak çözmek, insanı aşar. Çünkü kazâ ve kader, İlâhî bir sırdır. Efendimiz aleyhisselam, bir gün kader konusunu tartışan Eshabını şu şekilde uyarmıştır: “Siz bununla mı emrolundunuz? Veya Ben bunun için mi peygamber olarak gönderildim? Şunu biliniz ki sizden önceki ümmetler bu tür tartışmalara başladıkları zaman helâk olmuşlar. Böyle tartışmalara girmemelisiniz.” (Tirmizî)
Zaman ve mekâna bağımlı olan insanın sınırlı aklının; zaman ve mekândan münezzeh olan Allahü Teâlâ’nın mutlak ‘ilim’, ‘irade’ ve ‘kudret’inin neticesi olan kazâ ve kaderi tam olarak kavraması beklenemez. Biz, kazâ ve kaderin sadece dinimizin bize bildirdiği ve öğrettiği kadarını bilebiriz. Zaten bize lazım olan da bu kadardır. İslam dininin akl-ı selime uygun olmayan hiçbir prensibi yoktur, ancak insanın zayıf aklının kavrayamayacağı bazı şeyler olabilir ki, bunlardan bir tanesi de kazâ ve kader konusudur. Eğer insanın zayıf aklı her şeyi anlasaydı peygamberlere, kitaplara ve âlimlere gerek kalmazdı…
.
"Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız!.."-1
Sevgi; insanın başka kişi veya kişilere karşı duymuş olduğu içten bir muhabbet, samimî bir ilgi ve asîl bir bağlılık hissidir. İnsan ruhunu olgunlaştıran manevî gıdalardan biri olan sevgi, insanın en temel fıtrî özelliklerindendir. Diğer canlılardan farklı olarak insana bahşedilen sevgi duygusu aynı zamanda, manevî değerlerin temel taşlarındandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!” (Müslim)
Sevgi, insan hayatının merkezinde yer alan ve ona kendi var oluşunun anlamını hissettiren ulvî bir duygudur. Sevgi tohuma benzer. Bir tohum toprağa atılıp, yeterli su ve sıcaklıkla desteklendiğinde evvela filizlenir sonra da büyüyerek çiçek açar ve meyve verir. Benzer şekilde bir insanın kalbine bırakılan sevgi de burada büyür ve nice sevgilere ve güzelliklere vesile olur.
İnsanlar, sevgi sebebiyle şefkat duygusunu da öğrenirler. Çünkü bireyler her zaman sevdikleri kimselere karşı merhametli olma eğilimindedirler. Evet sevdiğimiz insanlara daima yardım etmek ve iyilik yapmak isteriz.
İnsanları seven bir kişi, işini daha güzel yapmaya gayret eder ve yaptığı işten mutlu olur. Mesela insanları seven bir doktor, hastalarına çok iyi davranır, onları iyileştirmek için elinden gelen her türlü çabayı gösterir. Bu durumda onun hastaları da mutlu olur ve her yerde onu över ve başkalarına tavsiye ederler. Dolayisyle buradaki sevigi hem doktorun hem de hastalarının işini kolaylaştırır.
Sevgi olmazsa insanlar bir arada yaşamlarını sürdürmekte zorluk çekerler. Çünkü sevginin olmadığı yerde nefret, nefretin olduğu yerde de düşmanlık başlar. Düşmanlık olan yerde ise, insanlar birbirlerine kötü davranmaya ve birbirine zarar vermeye başlarlar. Bu da toplumsal huzurun bozulmasına sebep olur.
Özellikle aile içinde çocuklara gösterilerek öğretilen sevgi çok kıymetlidir. Sosyolojik araştırmalar; suça bulaşmış ve ceza yemiş insanların büyük bir kısmının, sağlam bir aile ortamından mahrum büyüdüklerini ortaya koymaktadır. Çünkü sağlıklı bir aile ortamından ve sevgiden mahrum olarak büyüyen bir çocuk, ailenin dışındaki başka insanlara yönelir ve çoğunlukla kendisini yanlış yollara düşürmek isteyen kötü niyetli kişilerin ağına takılır. Böylesi merhametsiz suç şebekelerinin ve şer güçlerin eline düşen talihsiz bir çocuk ise; maalesef kendisine de, ailesine de, mensubu olduğu topluma da zararlı olacak şekilde yönlendirilir ve menfi olarak yetiştirilir.
Yüce dinimiz İslam, emir ve yasaklarda hep insanın faydasını amaçlamaktadır. Bu anlayış ise, dinin merkezine insan sevgisini koymaktadır. İnsan sevgisini merkeze alan İslam, sevgiye dayalı köklü bir medeniyet inşa etmiştir. İslam sayesinde değişik dil ve kültürlere sahip insanlar, yüzyıllar boyu birbirleriyle kenetlenmiş ve bir sevgi yumağı oluşturmuşlardır.
Sevgi, topluma kardeşliği getiren birleştirici bir unsurdur. Dinimiz de kalplerin sevgi ile birleşmesine önem verir. Bunun için müminin gönlü sevgi ile doludur. Allahü Teâlâ müminlerin kalplerini imandan kaynaklanan yüce bir sevgi ile birleştirmiş, onları bu sevgi ve bağlılıkla güçlendirmiştir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi…” (Enfal 63)
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmran 103)
Sevgiye gereği gibi değer verilseydi ve sevgi insan davranışlarında köklü bir şekilde yerleşebilseydi, dünyanın hemen her bölgesinde milyonlarca insanın gözyaşı akıtmasına zemin kalmaz, daha insanî ve daha erdemli bir ortamda yaşamak da kolaylaşırdı…
(Devamı haftaya…)
.
"Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız!.."-2
İnsan sevgisi, birçok asil ve üstün hasletin temelini oluşturur. Çünkü cemiyet hayatının ve birlikte yaşamanın vazgeçilmezleri olan vefâ, yardımlaşma, fedakârlık, müsamaha, hürmet ve merhamet gibi üstün duygu ve düşüncelerin tamamı sevgi ve muhabbet kaynaklıdır. Dolayısiyle sevgi ve muhabbetimizi davranışlarımızla isbat etmemiz gerekir. Yani sevgi sözde değil, özde olmalıdır. Aksi takdirde gerçek sevgiden bahsedilemez.
İnsan sevgisi sayesinde tükenen ümitler yeniden filizlenir, fakirler doyurulur, yetimler himaye edilir, düşenler kaldırılır ve komşuluklar güzelleşir. Evet işte bütün bunlar için insan sevgisi toplumsal hayatın bel kemiğidir.
İnsan sevgisi öylesine güçlü bir duygudur ki, kişinin bütün davranışlarına yön verir. Mesela sevgi gözüyle baktığımızda daha anlayışlı, daha hoşgörülü ve daha yapıcı oluruz. Binaenaleyh sevdiğimiz bir insanın davranışları gözümüze daha güzel görünür. Hatta sevdiğimiz kişi bize karşı yanlış bile yapsa, biz ona daha olgun ve daha anlayışlı yaklaşıp onun yanlışını daha kolay tolere ederiz. Arap Şâir ne güzel söylemiş: “Ve aynu’r-rızâ an külli aybin keliletün/Ve lâkinne ayne’s suhti tübdi’l-mesâviyâ.” Yani: Rıza ile bakan göz hiçbir kusuru göremez/Hoşnut olmayan göz ise, bütün ayıpları ortaya çıkarır.
Bizde insan sevgisi, Hak sevgisinin bir yansımasıdır. Bunun için Yunus Emre Hazretleri: “Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü,” diyor. Bu güzel sözün anlamı şudur: Rabbimize olan sevgimiz o kadar çok ve o kadar kayıtsız ve şartsızdır ki; sırf Allah yarattı diye mahlukatı sevmeden edemiyoruz. Özellikle de “eşref-i mahlükat” olan ve “ahsen-i takvîm” üzere yaratılan insanı daha çok severiz. Zira insanın Dinimizdeki yeri ve kıymeti çok büyüktür. İnsan, Allahü Teâlâ katında diğer canlılar arasında müstesna bir yere sahiptir. Hatta bazı melekeleri itibariyle meleklerden bile üstündür. Bu üstünlük meleklerde olmayan bir ayrıcalığa sahip olmasından kaynaklanmaktadır ki o da; hem nefis hem de akıl ve muhakeme sahibi olmasıdır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Andolsun Biz Âdemoğluna şan, şeref ve nimetler verdik; onları karada ve denizde taşıdık, kendilerine güzel güzel rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın çoğundan üstün kıldık.” (İsra 70)
“…Bir cana kıymaya veya yeryüzünde fesat çıkarmaya karşılık olması dışında, kim bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir can kurtarırsa bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur…” (Maide 32)
“Şüphesiz Biz insanı en güzel biçimde yaratmışızdır.” (Tîn 4)
“Hani Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben şekillenebilir özlü balçıktan, (şekil verilip) kurutulmuş çamurdan bir insan yaratacağım,’ demişti. Onun şeklini tamamladığım ve ona ruhumdan üflediğim vakit, siz de hemen onun için secdeye kapanın.” (Hicr 28-29)
Bir gün Efendimiz aleyhisselam, yanından geçen bir cenaze için ayağa kalkmış, orada bulunanların kendisine bunun bir Yahudi cenazesi olduğunu haber vermeleri üzerine şöyle buyurmuştu: “O da bir nefis (bir insan) değil miydi!” (Buhari)
Bunun için biz, yüce Dinimizin insan sevgisine verdiği önemi doğru anlamalı ve ona göre davranışlarımıza iyi bir çeki düzen vermeliyiz. Çünkü misyonumuz yüce Dinimizin ölçülerini uygulamaktır. Bizler mümin olarak, Dinimizin emrettiği insan sevgisini o kadar güzel yansıtmalıyız ki, bu davranışımız bütün insanlığa örnek teşkil etsin. Çünkü Dinimizin, üstünlük ve güzelliklerini Müslüman olmayanlara göstermek bir tebliğ ve emr-i bil maruftur. Bizler farkımızı burada göstereceğiz ki Müslüman olmayanlar da, Dinimizin güzelliklerini ve Allah yolunun en doğru yol olduğunu görsünler.
Evet her Müslüman, bir davetçidir yani Allahü Teâlâ’nın Dinini insanlara anlatmak durumundadır. Bu ise, çok şerefli bir iştir. Zira Allahü Teâlâ’nın Dinini tebliğ etmek, peygamberler aleyhimüsselamın işidir. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; Hazret-i Ali radıyallahü anha hitaben şöyle buyurmuştur:
“Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla Allah’ın tek bir kişiye hidayet vermesi, senin için, kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır.” (Müslim)
(Devamı haftaya…)
.
"Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız!.."-3
Sevgi kalbin azığı, ruhun gıdası, gözün nurudur. Sevgiden mahrum olan kimse ölü gibidir. Sevgi nurunu kaybedenler, karanlıklar denizinde yok olurlar. Sevgide başarılı olamayanlar, hayatlarını elem ve keder içinde geçirirler.
Bütün faziletler, sevgi ve samimiyet vasatında doğar ve bu ortamda gelişir. Sevgi ve samimiyet olmadan, dinimiz İslâm’ın hedeflediği insan-ı kâmil idealini ve erdemli toplumsal hayatı yakalamak çok zordur.
Günümüzde insanlar arasındaki samimi dostlukların azalması; öfke, hiddet, kin, düşmanlık, zulüm ve kavgaların artması, temelde insanların kalplerini birleştiren sevgi ve samimiyet eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Halbuki sevgi ve samimiyet olsa, öfkeler diner, düşmanlıklar biter ve insanlar hayatlarından zevk almaya başlarlar.
Özellikle müslümanlar sevgiyi ihya etmek ve özellikle birbirlerini sevmek zorundadırlar. Çünkü bütün dünya iyilik ve güzellikleri onlardan beklemektedir. Şayet onlar da nefis, şeytan ve kötülerin oyununa gelip birbirlerini sevmemeye başlarlarsa, artık yeryüzünün tadı kaçmış ve tuzu kokmuş demektir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ve seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)
“Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız...” (Âl-i İmran 110)
“Muhammed (aleyhisselam) Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih 29)
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurat 10)
Ferdî hayatımızın en üstün değerlerinden biri olan sevgi, cemiyet yaşantımız için de yalnız ahlakî bir erdem değil, aynı zamanda yaşamsal bir zorunluluktur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Müminler, birbirlerini sevmede, birbirlerine yakınlıkta, şefkat gösterip birbirlerini koruyup kollamada bir vücut gibidirler. Vücudun herhangi bir yerinde bir rahatsızlık olduğunda; bunu, vücudun tüm uzuvları hisseder.” (Buhari)
“Sizden biriniz kendi nefsi için arzuladığı bir şeyi mümin kardeşi için de istemedikçe (kâmil) mümin olmaz.” (Buhari)
“Birbirinizle ilişkiyi kesmeyin. Birbirinize sırt çevirmeyin. Birbirinize kin gütmeyin. Birbirinize haset edip kıskanmayın. Ey Allah’ın kulları, kardeşler olun!” (Müslim)
Efendimiz aleyhisselamın bir duası: “Allahım, senden hayırlar işlemeyi, kötülükler işlememeyi, fakirleri sevmeyi nasip etmeni dilerim. Senden sevgini, seni sevenleri sevmeyi, senin sevgine yaklaştıran ameli sevmeyi dilerim.” (Tirmizi)
Medineli Evs ve Hazreç kabileleri arasında müthiş bir düşmanlık vardı ve bunun için aralarında kanlı savaşlar bitmek bitmiyordu. Ne zaman ki İslam ile şereflendiler, aralarındaki kin ve düşmanlık sona erdi, kalpleri birbirine ısındı ve kaynaşıp kardeş oldular. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ve kalplerinin arasını sevgi ile birleştirdi. Yoksa yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın, yine onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların arasını sevgi ile birleştirdi…” (Enfal 63)
“Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın; bölünüp parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah gönüllerinizi birleştirdi ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi Allah kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ki doğru yolu bulasınız.” (Âl-i İmran 103)
İslam dini; ırk, dil, memleket, renk ve cinsiyet ayırımı gözetmeden bütün müminlerin kardeş olduğunu ilan etmiştir. Buna göre kişinin etnik kökeni, sosyal statüsü ve malî durumu, ona yönelik takınılacak tavrın niteliğinin belirlenmesinde asla etkin değildir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.” (Buhari)
Yunus Emre hazretleri ne güzel söylemiş: “Gelin tanış olalım/Yad isek bilişelim/ Sevelim sevilelim/Dünya kimseye kalmaz,” ve “Hakkı gerçek sevenlere/Cümle âlem kardeş gelir…”
.
"Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız!.."-4
Yüce dinimiz İslam, sevgi ve muhabbeti emrettiği gibi; kin, nefret ve kırgınlıkları da yasaklamıştır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Bir de onlardan sonra gelenler: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce imân etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde imân edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten Sen, çok şefkatlisin, çok merhametlisin,’ derler.” (Haşr 10)
“Muhammed (aleyhisselam,) Allah’ın elçisidir. Beraberinde bulunanlar da; kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih 29)
“Onlar (takvâ sahipleri) bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah iyilik edenleri sever.” (Al-i İmran 134)
“Kullarıma söyle; sözün en güzelini söylesinler.” (İsra 53)
“Kötülüğü; iyiliğin en güzeli ile karşılık vererek, defet. Böylece bakarsın ki, aranızda düşmanlık bulunan kimse, candan bir dost oluvermiştir.” (Fussilet 34)
Hadis-i şeriflerde de şöyle buyurulmaktadır:
“Amellerin en üstünü Allah için sevmek, Allah için buğz etmektir.” (Ebu Davud)
“Bir müslümanın, din kardeşini üç gün üç geceden fazla terkedip küs durması helâl değildir: İki müslüman karşılaşırlar; biri bir tarafa öteki öbür tarafa döner. Halbuki o ikisinin en iyisi, önce selâm verendir.” (Buhari)
“Mümin, başkasıyla hoş geçinen ve kendisiyle hoş geçinilen kişidir. İnsanlarla güzel geçinmeyen ve kendisiyle güzel geçinilmeyen kimsede hayır yoktur.” (İ. Ahmed)
“Kardeşini güler yüzle karşılamak şeklinde bile olsa, hiçbir iyiliği küçük görme!” (Buhari)
“Sizden biri, kendisi için istediğini (müslüman) kardeşi için de istemedikçe (gerçek mânâda) iman etmiş olamaz.” (Buhari)
“Sizin en hayırlınız, hayrı umulan ve şerrinden emin olunan kimsedir. En şerliniz ise; hayrı umulmayan ve şerrinden emin olunmayan kimsedir.” (Tirmizi)
“(Allahü Teâlâ kıyamet gününde şöyle buyuracak:) “Benim için birbirlerini sevenler nerede? Onları gölgemden başka gölge bulunmayan bu günde Arş’ın gölgesinde gölgelendireceğim,” buyurur. (Müslim)
Abdullah bin Ömer radıyallahü anh buyurdu ki: “Allah için sev, Allah için buğzet, Allah için dost ol ve yine O’nun için düşman ol. Çünkü Allah’ın dostluğuna ancak bu şekilde erişilir.” (Hayatu’s-Sahabe)
Sevgi, insanların kaynaşmasını sağlayan ve günlük hayatı kolaylaştıran çok önemli bir unsurdur. Ancak sevginin bu fonksiyonunu icra edebilmesi için doğru olması gerekir. Doğru sevginin iki alameti vardır, şöyle ki:
a) Sevgi, rıza-i Bârî için olmalıdır. Buna “hubb-i fillâh ve buğd-i fillâh,” denir. Yani kişi, sevdiğini Allah rızası için sevecek, buğzettiğine de Allah rızası için buğzedecektir. Dolayısiyle kişi; Allah’ı sevdiğini iddia ediyor, ancak O’na isyan edenlerle dost oluyorsa, bu kişinin “ben, Allah’ı seviyorum,” iddiası gerçek dışı ve yalandır. Çünkü doğru insan, sevdiğinin sevdiği insanları sever, sevmediklerini de sevmez. İşte sevgide doğruluk ve samimiyetin ölçüsü budur. Yani “hubb-i fillâh ve buğd-i fillâh,”tır.
b) Sevgide itaat. İnsan, sevdiğine itaat eder. “Allah’ı seviyorum,” diyen kimse, sözünde samimiyse, Allah’a itaat etmesi lazımdır. Yanı Sırat-ı müstekimde yürümesi gerekir. Mesela içki içen, haram yiyen, namaz kılmayan, oruç tutmayan, zekât vermeyen, hacca gitmeyen, küçüklerimize sevgi, büyüklerimize saygı göstermeyen ve her türlü günahı çekinmeden işleyen kimsenin; “ben, Allah’ı seviyorum” demesinin hiçbir kıymeti ve hiçbir mânâsı yoktur. Demek sevgi ve muhabbetin hakikisi olduğu gibi sahtesi de vardır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “(Rasûlüm) de ki; eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran 31) Bu âyet-i kerime ile; Allah sevgisine, ancak O’nun emirlerine uymak ve Peygamberi’nin yolundan gitmekle ulaşılabileceği net bir şekilde ihtar ediliyor.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhari) Tabiîn-i izâmın en büyüklerinden âlim, zâhid, sâlih ve önder bir zat olan Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: “Kişi sevdiğiyle beraberdir,” hadis-i şerifi seni yanıltmasın! Çünkü sen, iyilere, ancak onların iyi amellerini yapmakla kavuşabilirsin.”
(Devamı haftaya…)
.
Birbirinizi seviniz
“Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız!..”-
Gönül huzurunun anahtarı sevgidir. Sevgisiz gönül çorak bir toprak gibidir. Birçok zorluğa katlanılarak ulaşılan sevgi, sonsuz mutlulukların yaşanma sebebidir. Sevgi hissi, çok değerlidir ve bu his olmadan hiçbir fedakârlık yapılamaz.
Müminlerin en büyük özelliklerinden bir tanesi de; gönüllerinin hep sevgi dolu olması ve her zaman iyi işler yapmak için çırpınmalarıdır. Çünkü müminlerin kalbi kin tutmaz, kendilerine bir kötülük dahi yapılsa affedici ve hoşgörülü olurlar. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Affı, kolaylaştırmayı prensip edin, iyi olanı emret ve câhillere aldırış etme!” (Araf 199) “Eğer affeder, hoş görür, bağışlarsanız, muhakkak ki Allah da çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Tegabün 14 )
Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri, oğlu Sultan Veled’e şöyle nasihatta bulunuyor: “Bahaeddin, eğer daima cennette olmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma. Senin düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, o düşmanın senin dostun olur. Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.” Dolayısıyla gerçek ve ihlaslı bir sevgi, insanların olgunlaşmaları ve kemale ermeleri bakımından çok mühimdir.
İslam sevgiye en fazla önem veren dindir. Bundan dolayı İslam medeniyeti sevgi medeniyetidir; müslüman toplum da sevgi toplumudur. Çünkü İslam, sevgi olmadan imanı kabul etmez. Hadis-i şerifte buyruldu ki: “Siz, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız. Yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!” (Müslim)
Müslüman kişi, bütün kâinata ve varlık âlemine sevgi penceresinden bakar. Âyet-i Kerimede buyuruldu ki: “Ve Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107) Fert ve toplum seviyesinde sevginin en güzel tezahürü Asr-ı saadette yaşanmıştır. Daha sonraki dönemler ise, bu altın çağa yakınlıkları nispetinde sevgiyi yansıtmışlardır. Madde düşkünlüğü ve bencilliğin hâkim olduğu günümüz dünyasında da müslümanlardan beklenen şey, fert ve toplum olarak sevgiyi en mükemmel şekliyle yeniden dünya âleme göstermektir.
Allahü Teâlâ, müminlerin birbirleriyle ilişkilerini kardeşlik, uhuvvet ve sevgi ilişkisi olarak tanımlamıştır. Müminler kardeştir ve aralarında kardeşliğin icaplarına riayet etmeleri gerekir. Kardeşliğin kaynağı ise, Rabbimizin iradesidir. Onları kan bağıyla kardeş yapan Rabbimiz, itikad ve inanç bağıyla da kardeş yaptığını beyan buyurmaktadır: “Müminler ancak kardeştirler, öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin, Allah’a itaatsizlikten sakının ki rahmetine mazhar olasınız.” (Hucurat 10)
Kardeşlik ve uhuvvet, sevginin zirvesidir. Bir müslüman, bütün mahlukata ve insanlığa sevgiyle bağlıdır; fakat dindaşlarına olan sevgisi diğerlerine olan sevgisinden çok daha fazladır. Çünkü kardeşlik, bunu gerektirir. Aynı zamanda bu asil sevgi, somut davranışlar halinde de kendini gösterir. Zira İslam, fiiliyata yansımayan ve pratize olmayan soyut bir sevgiyi makbul görmez. Nitekim yukardaki, müminleri kardeş ilan eden ayet-i kerimenin devamında, kardeşlerin kadın olsun erkek olsun birbirlerine saygılı olmaları ve birbirlerini rahatsız etmemeleri gerektiği belirtilmektedir, şöyle ki:
“Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin; zira onlar, kendilerinden daha iyi olabilirler. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; çünkü alay edilenler, edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi aşağılamayın, birbirinize kötü ad takmayın. İman ettikten sonra fâsıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte zâlimler onlardır.” (Hucurat 11)
Allahü Teâlâ; insanları farklı olarak yaratmış; ancak üstünlüğün tek kaynağının takvâ olduğunu bildirmiştir: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık, Allah katında en değerli olanınız, en takvâlı olanınızdır (O’na itaatsizlikten en fazla sakınanınızdır.) Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir, her şeyden haberdardır.” (Hucurat 13)Buna göre; cins, ırk ve dil farklılıkları, kardeşliğe engel değildir, tam tersine kardeşlik sayesinde farklılıkların ayrımcılığa yol açması önlenmiştir…
(Devamı haftaya…)
.
"Birbirinizi sevmedikçe imân etmiş olamazsınız!.."-6
Günlük hayatımızda hepimiz, her zaman karşımızdakilerden sevgi ve hoşgörü bekleriz. Ancak sevilmek için önce sevmeyi öğrenip başarmamız gerektiğini de unutmamalıyız. İçimizden kin, nefret ve çıkar düşkünlüğünü ne kadar uzaklaştırırsak, sevgi, merhamet ve iyiliklere o kadar büyük yer açmış oluruz. Her konuda olduğu gibi sevgi konusunda da en iyi örnek, âlemlerin Efendisi Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemdir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ve Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya 107)
.
İslâmda iyiliğin yeri ve önemi-1
Arapça “hayır”, “ihsan”, “ikrâm” ve “marûf” gibi tabirlerin karşılığı olan “iyilik”; Allahü Teâlâ’nın rıza-i bârisini kazanmaya sebep olan her güzel iş ve davranıştır. Varlığı anlamlı kılan değerler manzumesinin en önemli halkalarından biri olan iyilik, insanın benliğini süsleyen, ruhunu arındıran ve davranışlarını güzelleştiren niteliğiyle önce onu yaratılmışların en seçkini hâline getirir. Sonra da toplumların insan onurunu merkeze alan erdemli bir hayat inşa edebilmelerini sağlar. Bu anlamda iyilik; zihin, inanç, duygu ve davranışların tamamını kuşatan, bir bütün olarak insan ve toplum hayatının katmanlarını şekillendiren öz ve mayadır.
İyilik; insan fıtratının doğruya, güzele ve faydalıya öncelik veren yönü ile ilgilidir. Kuran-ı kerim; inancı, değerleri, ahlakî yapısı ve manevî varlığıyla iyilik sahibi insanları “sâlih” (uygun), “muhsin” (iyilik eden), “sâdık” (doğru olan) gibi isimlerle zikrederken, Allahü Teâlâ’nın verdiği imkânları muhtaçlarla paylaşanları da “munfik” (infakta bulunan) ve “mutesaddik” (sadaka veren) gibi vasıflarla anar.
İyilik denildiğinde akla ilk gelen kavramlardan birisi olan “sadaka” ise çok engin bir mefhumdur. Kuran-ı kerim ve Sünnet-i seniyyede sık kullanılan sadaka kelimesi, “sıdk” kökünden gelir ve doğruluk, dürüstlük, samimiyet ve nihayet Yaradan’a karşı sadakatin davranışlara yansıması mânâsını taşır. Dolayısıyla iyilik, bir yönüyle Allahü Teâlâ’ya sadakatin belirtisi, diğer bir yönüyle O’na güçlü bir şekilde bağlanmanın gereği, bir başka yönüyle de birbirine bağlı, birlik ve dirlik içindeki sâdık müminlerden müteşekkil ümmetin ihtiyacıdır.
Yüce dinimiz İslâm’ın iyilik anlayışı, insanın her türlü niyet, istek, söz ve davranışında kendini bulabilen, maddî imkânlarla yahut bedensel güç ve kabiliyetlerle sınırlanamayan geniş bir nuhtevaya sahiptir. En özlü anlamıyla dinin varlık nedeni, insanlığı iyiye ve iyiliğe çağrıdır. Müslümanın temel görevi ise, hayatın tamamını bir iyilik sahası olarak görmek ve insanları iyilik için seferber etmektir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun! İşte onlar kurtuluşa erenlerdir,” (Âl-i İmran 104)
Bir gün Fahr-i âlem Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem:
“Her Müslüman sadaka vermelidir,” buyurdu. Sahabe, “sadaka verecek bir şey bulamayan ne yapmalı,” diye sordu. Efendimiz, “çalışır, kazanır ve sadakasını verir,” dedi. Bu kez, “çalışma imkânı bulamayan ne yapması gerekir,” diye sual edildi. Allah Resûlü, “muhtaç ve mazluma yardım eder,” karşılığını verdi. Nihayet, “buna da imkânı yoksa” diye sorulduğunda, Peygamberimiz şu cevabı verdi: “Böyleleri iyilik yapsın, kendisini kötülükten alıkoysun. Çünkü bu da onun için bir sadakadır.” (Buhari) Dolayısıyla iyilik, farklı şekil ve renklerde de olsa Müslümanın hayatında daima var olan, en azından var olması beklenen bir olgudur.
İyi kavramı, çoğunlukla muhtemel eylemler arasında bir seçim yapılması durumunda tercih edilmesi gereken asîl davranışı ifade eder ve kötülüğün tersi olarak kabul edilir. Vabısa bin Mabed isimli sahabi radıyallahü anh, Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin yanına geldi. Niyeti Allah Resulü’ne iyilik ve günahın ne olduğunu sormaktı. Huzura vardığında Allah Resulü ona:
“Ey Vabısa Bana yaklaş,” dedi. Vabısa yaklaştı. Öyleki, dizleri O’nun dizlerine değiyordu. Efendimiz aleyhisselam: “Ey Vabısa, sormak üzere geldiğin soruların cevaplarını vereyim mi; yoksa sen mi soracaksın,” dedi. Vabısa: “Sen bana onlardan haber ver ey Allah’ın Resulü,” dedi. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam: “Sen, iyilik ve günah nedir, diye sormaya geldin,” buyurdu. Vabısa: “Evet, yâ Resulallah” diye cevap verdi. Peygamber Efendimiz, üç parmağını Vabısa’nın kalbinin üzerine koyarak şöyle buyurdu: “Ey Vabısa, fetvayı gönlünden iste. İyilik ve iyi olan şey, gönlünün râzı olduğu, kalbinin sükûnetle karşıladığı şeydir. Günah ise, kalbi tırmalayıp, rahatsız eden; gönüle huzursuzluk veren şeydir. Başkaları sana ne kadar fetva verirlerse versinler, sen yine de kendi kalbine sor.” (Dârimî ve Camiu’s-sağîr)
(Devamı haftaya…)
.
İslâm'da iyiliğin yeri ve önemi-2
“İnsanın meşrû bir ihtiyacını karşılayan, insan menfaat ve dileklerine uygun düşen, kişiye ve topluma yarar sağlayan her türlü iş ve davranış” olarak tarif edebildiğimiz “iyilik”, sünnet-i seniyyede çok geniş yer almıştır. Eshab-ı kiramdan Nevvâs bin Sem’ân radıyallahu anh şöyle diyor:
“Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme iyilik ve kötülüğün ne olduğunu sordum. Buyurdu ki: “İyilik güzel ahlâktan ibarettir. Günah ise; kalbini tırmalayıp duran ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.” (Müslim)
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki; hakikî mânâda güzel ahlâklı olan mümin, iyilikten başka bir şey yapmaz. Güzel ahlâk, yüce dinimiz İslâm’ın insanları kanalize etmek istediği hedeftir. Güzel ahlâk, İlahî emir ve yasaklara harfiyyen uyan müslümanın alacağı manevî şekil ve kıvamdır. Allahü Teâlânın yüce buyruklarına samimiyetle uyan müminin vücudunu bir elbise gibi saran bu güzel ahlaklı olma durumu, onun mükemmele ulaşmasına hizmet eder. Böyle bir kimse, cemiyette hep hürmet görür ve bütün davranışları insanlarda hayranlık uyandırır.
Başkalarının duymasını istemediğimiz, ya duyarlarsa diye bizi tedirgin eden haller ise, o davranışların kötü olduğunu gösteren çok önemli işaretlerdir.
İnsan iyi ve kötünün ne olduğunu öğrenmeli, kötülükten sakınıp iyiliğe sarılmalıdır. İnsana yakışan budur. Fazilet, hayır ve iyilik diye bilinen haller ve davranışlar güzel ahlâktan ibarettir. Dolayısiyla insan, gönlünü rahatsız ve tedirgin eden davranışların günah olduğunu anlamalı ve onlardan titizlikle uzak durmalıdır.
İyi olabilmek, iyiliğe varabilmek için, insanın kendinden bir şeyler vermesi gerekir. Bu, yerine göre “îsâr” yapmak yani başkasını kendine tercih etmek, haksızlığa uğrasa bile haksızlık yapmamak, kendisine fenalık yapanları bağışlayabilmektir. İyiliğe ulaşabilmek için Allah yolunda harcama yapmayı tavsiye eden âyet-i kerime, iyiliğin; kendinden bir şeyler vermenin maddî ve somut cephesine işaret etmektedir. Âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
“Allah yolunda sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça, iyiliğe asla eremezsiniz. Ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmran 92)
Zengin servetini harcayarak, makam sahibi itibarını iyi yönde kullanarak, âlim ilmini öğreterek, bedenen güçlü olan kişi, hakkı ve haklıyı savunarak iyiliğe ulaşabilir. İyiliğe ulaşabilenler, sahip oldukları bu güzel ahlâk sayesinde Allahü Teâlânın rahmetini, cennetini ve rızâsını kazanacakları için hayatlarını, kendilerinden beklenen yönde ve şekilde dolu dolu yaşamış bahtiyar kimselerdir. Allahü Teâlâ, bizleri de onlardan eylesin.
Bir insanın bizzat kendisine ve aile efradına karşı görevlerini yerine getirmesi bir iyiliktir. Komşusu ile olan ilişkilerinde kırıcı olmaması, ona her konuda yardım elini uzatması bir iyiliktir. Bir yoksulun, bir yetimin yedirilip giydirilmesi ve barındırılması nasıl maddî bir iyilikse, güler yüz ve tatlı sözle gönüllerinin alınması, sevgi ile başlarının okşanması da bir iyiliktir.
Üzgün ve dertli birini teselli etmek, bildiklerini başkalarına öğretmek, insanlara doğru yolu göstermek, hasta, yaşlı ve kimsesizleri ziyâret etmek bir iyiliktir. İnsanların yardımına koşmak; hasta, yaşlı ve sakat kardeşlerimize toplu taşım vasıtalarında yer vermek, görme engellinin elinden tutup yolun karşısına geçirmek, bir yolcuya, bir misafire gideceği veya aradığı yeri göstermek bir iyiliktir.
Sokakta, caddede, mahallede, çarşıda, pazarda taşı, çamuru pisliği, dikeni yani insanlara eziyet veren ve tiksinti uyandıran şeyleri ortadan kaldırıp atmak iyiliktir. Kısacası Allah ve Resulünün bizden yapılmasını istedikleri şeylerin tamamı iyiliktir. Hatta kötülükten sakınmak ve başkalarına kötülük yapmamaya çalışmak da bir iyiliktir. Bütün bu iyilikler aynı zamanda “sadaka”dır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“(Mümin)kardeşinin yüzüne tebessüm etmen senin için sadakadır. İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu kaybeden adama yolu göstermen senin için sadakadır. İyi görmeyen kimseye yardımcı olman senin için sadakadır. Yoldan taş, diken ve kemik (gibi sıkıntı veren şeyleri) kaldırıp atman senin için sadakadır. Kendi kovandaki (suyu) kardeşinin kovasına boşaltman senin için sadakadır.” (Tirmizi 1956)
(Devamı haftaya
.
İslâmda iyiliğin yeri ve önemi-3
“İyilik” çok geniş, çok kapsamlı ve insanlık için çok elzem bir kavramdır. İyilik; empati, dayanışma, nezâket ve daha pek çok mefhumu ihtiva etmektedir. İyiliğin içinde duygu ve düşünce kadar eylem ve hareket de vardır. İyilik, eylemsel bir sevgidir! Evet karşı tarafa olan samimî sevgimiz, bizi herekete geçiriyor ve ona iyilik yapmamıza vasıta oluyor.
İyilik eyleminin faydası karşı tarafla sınırlı değildir. İyilik yaptığımızda aynı zamanda kendi geleceğimize de yatırım yapıyoruz. Çünkü yaptığımız iyilik, mutlaka günün birinde bize geri dönüyor. İnsana geri dönmeyen bir iyilik yoktur. Çünkü insanlar, görünmez bağlarla birbirlerine bağlıdırlar. Bu kanaati doğrulayan şöyle bir hikâye anlatılır:
“İstanbul’da çok iyi kalbli bir kahveci varmış. Kahvehanesi her gün müşterilerle dolup taşıyormuş. Günün birinde kahvehanesine kabadayı bir adam gelmiş. Adam, kahvehanede oturan herkese kahve ısmarlamış. Ancak orada kıyafetinden Rum olduğu anlaşılan bir adam varmış. Kabadayı, kahveciye yalnız bu adama kahve verme, demiş. Kahveci, herkese kahvesini vermiş… Sonunda iki fincan daha kahve yapıp Rum müşterinin yanına gidip oturmuş ve kabadayıya; “bu kahveler senden değil benden,” demiş. Aradan biraz zaman geçmiş, Sisam Adası’nda Rumlar isyan çıkarmış. Bu kahveci de isyanı bastırmaya giden askerler arasında imiş. Her nasıl olduysa Rumlara esir düşmüş. Rumlar kahveciyi satmak üzere köle pazarına çıkarmışlar. İyiliksever kahveci böyle şaşkın şakın âkıbetini beklerken bir Rum çıkagelmiş ve kahveciyi satın almış. Adam, kahveciyi köle pazarından satın alıp uzaktaştırdıktan sonra, ona şöyle demiş, “beni tanıdın mı? Ben o kabadayıya rağmen kahve ikram ettiğin kişiyim. Sen unutmuş olabilirsin ama 40 yıl geçse de ben o kahveyi unutmadım. Onun hatırı için seni serbest bırakıyorum, şimdi özgürsün, git, yolun açık olsun,” demiş. İşte “bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır,” sözü buradan geliyormuş.
Bunun için yaptığımız her iyiliğin bize bir şekilde dönüp geleceğinin farkında olarak hareket etmeliyiz. Bazan iyilik bize geri dönüyor fakat biz farkına varamıyoruz. Mesela iyilik, başımızdan bir belanın define sebep oluyor. Bu dünyada olmasa da âhirette mutlaka iyiliğin faydasını göreceğiz. Boşuna “iyilik yap denize at, balık bilmezse Hâlik bilir,” dememişlerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“İyilik çürümez, günahlar unutulmaz! Deyyan (hâkim olan Allah) ölmez, o halde dilediğin şeyi yap; davrandığın gibi sana davranılacaktır.” (Kenzü’l-ummâl 43672)
İyilik yapmak, hayatımıza anlam katıp ilişkilerimizi güzelleştiriyor. Yanlış algıları düzeltiyor. İyilik yapan insanlar, çevrelerince kabul görüyor ve daha çok seviliyorlar. İhtiyaç halinde daha kolay sosyal destek bulabiliyorlar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “İnsan, kendine iyilik edene sevgi, kötülük edene de nefret duyacak şekilde yaratılmıştır.” (Ebu Nuaym)
İyilik yapmanın, şâhit olan üçüncü kişilere de faydası vardır. İyiliğe tanık olmanın iyilik yapmaya ilham verdiğini ve bunun iyiliğin yayılmasına sebep olduğunu isbat eden ilmî araştırmalar mevcuttur.
Maddî ve manevî hiçbir iyiliği basit görmemeliyiz. Çünkü rastgele yapılan iyilikler tahmin edemediğimiz iyilikleri doğurabiliyor. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Ey Ebu Zerr! Kardeşini güler yüzle karşılamak şeklinde bile olsa hiçbir iyiliği küçük görme! Et satın aldığın veya bir tencere kaynattığın zaman suyunu artır, ondan komşuna bir avuç (kadar da olsa) ver.” (Tirmizi)
İyilik insana iyi geliyor. İyilik insanı mutlu edip hayata anlam katıyor. Öz saygımızı artırıyor. Kişinin kendisini iyi hissetmesine sebep oluyor. İnançsız insanlar dahi, iyilik yaptıklarında mutlu olduklarını itiraf ediyorlar… Dolayısiyla iyilik yapmayı yaşam felsefesi haline getirmemiz ve çocuklarımıza da aşılamamız lazım.
“Ben bundan sonra elimden geldiği kadar hep iyilik yapacağım, kötülüklere ise, dur diyeceğim,” şeklinde düşünmemiz ve bunu kendimiz için bir hedef haline getirmemiz gerekir. Böyle yapabilirsek, cemiyetimizdeki kötülükler nisbeten azalır ve herkes daha çok mutlu ve huzurlu olur…
(Devamı haftaya…)
.
İslâmda iyiliğin yeri ve önemi-5
ALLAH celle celâlühü; insanı akıllı, iradeli ve iyiyi kötüden ayırabilme kabiliyetine sahip olarak yaratmıştır. Aynı zamanda görevlendirdiği peygamberler ve indirdiği İlahî kitaplarla ona iyiyi ve kötüyü göstermiştir. Artık iyilik yoluna girip şükredici olmak veya sahip olduğu imkân ve kabiliyetleri kötüye kullanıp nankör olmak onun elindedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Şüphesiz Biz, ona doğru yolu gösterdik. Artık o; isterse şükreden olur, isterse nankör.” (İnsân 3)
İyilik çok kıymetlidir. Bu yola giren nasipli insanlar; iyiliği sayarak değil, saçarak yapmalı ve hayırlı işlerde âdeta yarışmalıdırlar: “Herkesin yüzünü ona doğru çevirdiği bir yönü vardır. Öyleyse hayırlarda yarışın. Nerede olursanız olun, Allah sizin hepinizi bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Bakara 148)
İyilik sahibi insanlar; iyiğin mükâfatını almak istiyorlarsa, yaptıkları iyiliklerle asla şımarmamalı ve katiyyen kibre kapılmamalıdırlar. Bilakis onlar, daima dua ve yakarış makamında kalmayı bilmelidirler: “De ki! Ey mülkün gerçek sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğinden çekip alırsın. Dilediğini yüceltirsin, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik Senin elindedir. Kuşkusuz Sen, her şeye kadirsin.” (Âl-i İmran 26)
İyilik yolunun yolcusu asildir. Allahü Teâlânın kendisine emanet olarak verdiği mal, mülk ve her türlü imkânı; fakirin, yetimin, dulun ve yoksulun tebessümüne vesile olsun diye harcar. O, bu şekilde mülkün gerçek sahibi olan Allahü Teâlâya şükrünü eda etmenin mutluluğunu yaşar: “…Kullarım arasında hakkıyla şükredenler pek azdır.” (Sebe’ 13)
İyilik kahramanları; ezilen, incinen, horlanan muhtaç, kimsesiz ve gariplerin sofrasına yiyecek koymakla, varlığın gerçek sahibi olan Allahü Teâlânın yüce rızasını ararlar. Çünkü onlar, Allahü Teâlânın her şeyden haberdar olduğunu ve hiç bir iyiliği karşılıksız bırakmayacağını çok iyi bilirler: “Onlar, sevdikleri yiyeceklerden yoksullara, yetimlere ve esirlere ikram eder, bizler sadece Allah’ın rızası için sizlere ikramda bulunuyoruz, kesinlikle bir karşılık yahut teşekkür beklentisi içinde değiliz, derler.” (İnsân 8-9)
İyilik yolunun kıymetli yolcuları çok iyi bilirler ki; kalb-i selim ile ortaya konan her iyilik, sevab kazanma sebebidir. İmkânları ne kadar kıt olursa olsun her insan, mutlaka bir iyilik yapabilir. Yeter ki yüreği iyilik için çarpsın! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Müminin işi ne hoş! Onun bütün işleri hayırlı ve kazançlıdır. Bu duruma müminden başka hiç kimsede rastlanmaz. Mümin bir nimete nâil olduğunda şükrederse, bu onun için hayır olur. Darlık ve sıkıntıya düştüğünde sabrederse, bu da onun için hayır olur.” (Müslim)
Müslüman, nefis ve şeytana karşı uyanık olmalı; iyilik yaparken asla gösteriş ve başa kakma hatasına düşmemelidir. Çünkü bu durum, iyiliğin sevabını yok eder. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının arkasından başa kakıp incitmeyenler için Rablerinin katında özel karşılık vardır. Artık onlar için korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir. İyi sayılan bir söz ve bir bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, halîmdir. Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe inanmadığı halde malını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimse gibi sadakalarınızı başa kakmak ve incitmek suretiyle boşa çıkarmayın. O kimsenin misali, üzerinde toprak bulunan düzgün ve yalçın bir kayadır; kayanın üzerine şiddetli bir yağmur yağmış, onu çıplak halde bırakmıştır. Bu gibilerin kazandıkları hiçbir şeyden istifadeleri olmaz ve Allah, inkârcı topluluğa hidayet vermez.” (Bakara 262-264)
İyilik yolunu seçenler, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin mübarek övgüsüne mazhar olmuş bahtiyar kimselerdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“İnsanların iyisi, insanlara iyilik edendir.” (İmam Ahmed)
“Arkadaşın iyisi arkadaşına; komşunun iyisi de komşusuna iyilik edendir.” (Tirmizi)
“En iyiniz, kendisinden hep iyilik beklenen ve şerrinden emin olunandır. En kötünüz ise, kendisinden iyilik beklenmeyen ve şerrinden emin olunmayandır.” (Tirmizi
.
İslâm'ı temsil sorumluluğu!
Sevgili Peygamberimiz Sallallahü Aleyhi Ve Sellem, Medine-i Münevvere’ye hicretinin yedinci senesinde Eshab-ı Kiram ile birlikte sefere çıktı. Efendimiz aleyhisselam, Hayber’in önüne geldiğinde sancağı Hazret-i Ali radıyallahü anha verdi ve O’na şöyle buyurdu: “Onların bulunduğu bölgeye varıncaya kadar sükûnetle yürü! Sonra onları İslâm’a davet et ve Allah’a karşı sorumluluklarını onlara haber ver! Vallahi senin vasıtanla Allah’ın bir kişiyi hidayete erdirmesi, en değerli kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Müslim)
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki; Allahü Teâlâ katında en kıymetli amellerden biri de hiç şüphe yok ki bir insanın hidayetine vesile olup onu yüce dinimiz İslam’la buluşturmaktır. Bu iş, hem büyük bir sevap kaynağı hem de aynı zamanda biz müslümanların önemli bir yükümlülüğüdür.
Ancak bu iş yani insanları İslamiyet’e davet etmek, ciddiyet ister. Bu mübarek işi yapan kişi, İslam’ı doğru öğrenip, doğru yaşamalı ve O’nu hal ve hareketleriyle güzel temsil etmelidir. Bu görevi yapan müslüman; güler yüzlü ve tatlı dilli olmak zorundadır. Çünkü o, bir davetçidir yani Allahü Teâlâ’nın dinini insanlara anlatmak konumundadır. Bu ise, çok şerefli bir iştir. Çünkü Allahü Teâlâ’nın dinini tebliğ etmek, peygamberler aleyhimüsselamın işidir.
Yüce Dinimiz İslam, insana çok değer vermektedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Gerçekten biz, Âdem evlatlarını şerefli kıldık.” (İsra 70) DolayısıylaAllahü Teâlâ’nın, bu kadar değer verdiği insana, bizim de değer vermemiz gerekir. Bilindiği gibi bir kişiye değer vermenin ve gönlünü almanın en kolay yolu; ona güler yüz ve tatlı dille yaklaşmaktır.
Allah Resulü aleyhissalatü vesselam, din-i mübin-i İslam’ı kendisi yaşıyor ve Eshabına tebliğ ediyordu. Sadece anlatmakla yetinmiyor, davranışlarıyla yüce İslam’ın güzelliklerini ortaya koyuyordu. Adalet ve hakkaniyeti, şefkat ve merhameti, ülfet ve muhabbeti, cömertlik ve yardımseverliği ile örnek oluyordu. Sahabe-i kiram da İslam’ı bizzat O’ndan öğreniyor ve öğrendiklerini, hayatlarında harfiyye yaşamaya itina gösteriyorlardı. Sonraki müslüman nesiller de aynı mübarek yolu takip ettiler.
Bu sayede yüce dinimiz İslam, kısa bir zamanda dünyanın her tarafına yayılmaya başladı ve nice gönüller İslam’la şereflendi. Ortadoğu’nun, Afrika’nın, Uzakdoğu’nun, Balkanların, Kafkasların, Orta Asya’nın ve daha nice bölge ve memleketlerin İslamiyet’le tanışmasında müminlerin en az sözleri kadar, örnek hayatları da etkili oldu...
Allah azze ve celle, Kuran-ı Keriminde şöyle buyuruyor: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız ve Allah’a inanırsınız...” (110) O halde, insanlığa önder ve örnek bir ümmet olduğumuzun şuurunda olmamız gerekir. Dinimizin yüce ve evrensel hakikatlerini çok güzel bir şekilde öğrenmeli ve iyice özümseyip günlük hayatımızda uygulamalıyız. Dinimize doğru inandığımız gibi O’nu dosdoğru bir şekilde yaşamalıyız. Her işimizde ihlas ve samimiyeti kuşanmalıyız. İman ve ibadette, ilim ve hikmette, ahlak ve takvada yüce önderimiz, sevgili peygamberimiz hazret-i Muhammed Mustafa’yı örnek almalıyız.
Yüce Rabbimiz celle celalühü, yaratılmışların en iyisi ve en güzel ahlaklısı olan Resulullah’ı örnek almamızı tavsiye ediyor. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Andolsun ki Resulullah, sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab 21) Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem, hem normal insanlar için hem de insanı kâmil olma yolunda çabalayanlar için en iyi ve en güzel örnektir. Evet O, âhirete irtihal etmiştir, fakat O’nun yüksek ahlakını bize gösteren sünne-i seniyyesi ve siret-i tahiresi İslam kaynaklarında yaşamaktadır. Dolayısıyla O’na uymak isteyen ve O’nun gibi yaşamak isteyenlerin yapması gereken şey; sünnetini ve siretini okuyup hayatlarına tatbik etmektir.
Bu kutlu yolun takipçileri olarak, yaşantımızın ve güzel ahlakımızın insanlarda iz bıraktığının idrakinde olalım. Unutmayalım ki birçok insan, İslam’ı müslümanların hal ve hareketlerine göre değerlendirmekte ve -nasibi varsa- tercih etmektedirler
.
"Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun!..-1"
Doğruluk; insanın düşünce, söz ve eyleminin hakikatle örtüşmesi ve gerçeğe uygun olmasıdır. Bir düşünce, bir söz veya bir işin doğruluğu onun vakıaya ve gerçekliğe uygun olmasıyla anlaşılır.
Doğruluk; sıdk ve istikamettir. Sıdk: İnsanın düşünce, söz ve davranışlarında dürüst olmasıdır. İstikamet de, her türlü aşırılıktan uzak durarak yüce dinimizin gösterdiği hak ve adalet yolunda mutedil bir şekilde yürüyebilmektir.
Bilimde; temellendirme yani konunun doğruluğunu ortaya koyma işi, deney ve gözlemlerle yapılır. Felsefede ise; önermeler akıl ve mantıksal çıkarımlarla temellendirilir. Temellendirmede tutarlılık esastır. Tutarlılık, önermelerin birbiriyle çelişmemesidir. İçinde tutarsızlık ve çelişki bulunan hiçbir düşünce, söz ve eylem doğru olamaz.
Doğruluk büyük bir fazilet ve yüce bir erdemdir. Bunun için İslam dininin temel kaynaklarında, insanlar doğru olmaya ve doğrularla beraber olmaya çağırılmıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.” (Tevbe 19) İslam, prensip olarak; insanın ruhsal gelişimine, toplumsal düzen ve barışa zarar veren her türlü kötülüğü yasaklamıştır. Ancak özellikle yalancıları ağır ifadelerle eleştirmiştir.
İslam ahlakında doğruluk bütün iyiliklerin temeli, yalan ise bütün kötülüklerin anası kabul edilmiştir. Bu yüce ve parlak anlayış, Kuran-ı kerim ve hadis-i şeriflerde ortaya konan gerçeklerden kaynaklanmaktadır.
Abdullah bin Amr radıyallahü anh anlatıyor: “Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, evimizde bulunduğu bir günde annem beni yatıştırmak için: “Yavrum gel sana bir şey vereceğim” diyerek beni çağırdı. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem anneme: “Çocuğa ne vermek istedin,” diye sordu. Annem: “hurma vermek istedim,” dedi. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam: “Eğer birşey vermeyip aldatsaydın sana bir günah yazılırdı,” uyarısında bulundu. (Ebu Davud)
Riya, iki yüzlülük ve dalkavukluk gibi davranışlar da doğruluk ve dürüstlüğe aykırı olup, müminin çok aziz olan onurunu zedeleyen; dolayısiyla kişinin özenle uzak durması gereken kötülüklerdir. Çünkü ikiyüzlülerin, dalkavuk ve riyakârların en büyük sermayeleri yalandır. Onların asılsız ve abartılı, -böyle olduğu için de dürüstlükle bağdaşmayan- övgüleri hem kendi kişiliklerini lekelemekte, hem de övülen kişilerin boş ve temelsiz bir bir gurura kapılarak kusurlarını görmelerine engel oluşturmaktadır. Bu yüzden Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem, bu kişileri insanların en kötüleri arasında saymış, onlara yüz verilmemesini öğütlemiş ve onları bekleyen tehlikeyi haber vermiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Kıyamet gününde, Allah nazarında en kötü olanlardan bir kısmını da iki yüzlülerin teşkil ettiğini göreceksiniz. Bunlar, bazılarına bir yüzle, diğer bazılarına da başka bir yüzle giden insanlardır!” (Buhari)
“Dalkavuklarla karşılaştığınızda yüzlerine toprak saçın!” (Müslim)
“Ahir zamanda, dinle dünyayı taleb eden insanlar zuhur edecek. Bunlar, insanlar(a iyi görünüp, onları aldatmak) için öyle bir yumuşaklığa bürünecekler ki koyun postu yanlarında kaba kalır. Dilleri de baldan daha tatlı olacak. Ancak kalbleri kurtlarınkinden daha vahşi olacak. Cenâb-ı Hak (bunlar için) şöyle buyuracaktır: “Beni aldatmaya mı çalışıyorsunuz, yoksa Bana karşı cürete mi yelteniyorsunuz? Zât-ı akdesime yemin olsun, bunlar üzerine, kendilerinden çıkacak öyle bir fitne göndereceğim ki, içlerindeki halîm olanlar bile şaşkına dönecekler.” (Tirmizi)
Yalanın çok hızlı yayıldığı yerlerin başında sosyal medya gelmektedir. Halbuki gerçek âlemde haram olan yalan, sanal âlemde de haramdır. Hakikat dünyamızdan kopmadan, sanal ortamlara mahkûm olmadan sosyal medyada da doğruluğu hâkim kılmak, biz müminlere düşen bir görevdir. Duyduğumuz bir haberi, araştırmadan paylaşmak ve böylece yalanın yayılmasına sebebiyet vermek vebaldir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın! Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat 6)Hadis-i şerifte ise, şöyle buyurulmaktadır: “Her duyduğunu söylemesi, kişiye yalan olarak yeter!” (Ebu Davud)
(Devamı haftaya…
.
"Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun!..-2"
Doğruluk, Müslümanın en temel özelliklerindendir. Allah’a gerçek mânâda inanmış bir Müslüman; kalbiyle, sözüyle, işiyle velhasıl her yönüyle doğru olmak zorundadır. Müslüman ikiyüzlü olmaz. O, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi de olur. Sözü özüne uyar. İçi başka dışı başka olmaz. Gerçek mümin; hakkı sever, hakkı söyler, hakkı saklamaz ve haktan rahatsız olmaz. Başkalarının hakkına asla tecavüz etmez. Yalan söylemez, yalan yere yemin etmez, yalancı şahitlik yapmaz. Hiçbir işine hile karıştırmaz. İşte doğruluk ve istikamet budur…
Fertleri, doğruluk karakterini kaybetmiş toplumlarda, yalancılık hâkim olur. İnsanlar arası ilişkiler yapmacık olur ve doğruluktan uzaklaşır. İnsanlar şahsî çıkarlar peşinde birbirlerini kandırmak için türlü oyun ve desiselere başvururlar. Böyle bir toplumda insanlar, âhireti düşünmez, materyalist dünyanın hevâ ve heveslerine uyarlar. Çünkü böyle insanlarda Allah korkusu yoktur. Bu, kuşku toplumudur. Kimse kimseye güvenmez. Böyle bir toplumda, yalancılık yüzünden çoğu zaman hakikat de ortaya çıkmaz...
Doğruluktan ayrılanlar, yalnız içinde yaşadıkları cemiyete zarar vermekle kalmazlar, kendilerinden sonraki nesillere de kötü örnek olurlar. Doğruluktan ayrılanlar, aslında başkalarını değil, kendilerini aldatmakta ve yıkmaktadırlar. Dolambaçlı ve gayr-ı meşru yollarla elde edilen servetler, sahiplerine dünyada bir leke, âhirette ise ateştir. Dürüstlükle ve meşru yollardan elde edilen kazançlar ise, az da olsa sahibini huzur ve saadet içinde yaşatır. Âhirette ise, cennete girmesine vesile olur. Gerçek mümin, şartlar ne olursa olsun, emrolunduğu gibi dosdoğru olup istikametten ayrılmaz; yalana, hileye tenezzül etmez. O, Müslüman şahsiyetine; haysiyet ve şerefine gölge düşürmez.
Nifak; insanın içinin dışına, dışının içine uymamasıdır. Bu durum kimde tahakkuk ederse, münafıkların bir vasfını taşıyor, demektir. Konu ile alakalı bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.” (Buhârî) Bu hadis-i şerifte beyan edilen alametler, nifakın açık delilleridir.
Yalan söyleyenin, vaadini yerine getirmeyenin ve emanete ihanet edenin, dışı içine, özü sözüne uygun değildir. Bu üçü de toplumsal düzenin destek aldığı üç yüksek faziletin tam zıddıdır. Her şeyden önce itimat edilecek olan şey sözdür. Toplumsal, hukukî ve siyasî ilişkiler sözlü itimatla cereyan eder. Bunun içindir ki yalan, her din ve millette denaet-i ahlakiye yani ahlakî alçaklık olarak kabul edilmiştir. Bundan dolayı yalanın her çeşidinden kaçmalı ve doğruluğu şiar edinmeliyiz. Tam olarak doğru olabilmek için şunlara dikkat etmek gerekir:
Sözde doğruluk: Konuşurken, bir şeyden söz ederken; gerçeği çarpıtmadan, ters yüz etmeden konuşmak lazımdır. Zaruret olmadıkça tarizle ve imalı konuşmamalıdır. Ağzımızdan çıkan her söz doğru olmalı, vaki olanı yani olguyu yansıtmalı ve hakikatin ta kendisi olmalıdır. Allahü Teâlâ’nın bize verdiği en büyük nimetlerden biri de lisandır. İnsan bu nimeti, Allah’ın yasak ettiği şeylerde; yalanda, dolanda kullanırsa o büyük nimeti tepmiş ve nankörlük etmiş olur.
Niyette doğruluk: Yapmak istediğimiz işi, sırf Allahü Teâlâ’nın rızasını kazanmak için yapmaya niyetlenmeli ve bu halis niyete asla başka bir şeyi karıştırmamalı, yani ihlası elden bırakmamalıyız.
Azimde Doğruluk: Hayırlı işler yapmayı tasarlarken gerçekçi ve doğru olmak gerekir. Mesela, “şöyle bir imkâna sahip olursam, şu hayırlı işleri yaparım” diyen kimse, o imkâna sahip olduğunda sözünde durmazsa, azminde doğru değil, demektir.
Fiilde doğruluk: Hakkaniyetle hareket etmek, haktan ayrılmamak, sözün öze uygun olması. Yemine bağlı kalmak, verilen sözü tutmak ve yanlı iş yapmamak gibi.
Dinimiz, doğruluğa çok önem verir; doğru olmayı tavsiye eder ve aynı zamanda doğru insanlarla beraber olmayı da emreder. Aynı şekilde İslam dini yalancıdan ve yalancılıktan nefret eder ve yalanı; insanların arasını bozan, birbirlerine duydukları güveni sarsan büyük tehlike ve günah olarak görür…
(Devamı haftaya…)
.
"Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun!..-3"
İslam ahlakında doğruluk ve sadakat; sağlam insan onurunun ve sağlıklı toplum yapısının vazgeçilmez şartlarından biri olarak kabul edilmiş olup insanın kendi kişiliğine karşı en önemli görevleri arasında gösterilmiştir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun (emirlerine bağlanın, yasaklarından sakının) ve doğru söz söyleyin!” (Ahzab 70)
“Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun!” (Tevbe 119)
“Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru yaşayanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir!” (Ahkaf 13)
“Söylemekte oldukları yalanlar sebebiyle onlar için acıklı bir azap vardır!” (Bakara 10)
“Rabbimiz Allah’tır, deyip sonra da istikamet üzere, doğru yolda yürüyenler yok mu, işte onların yanına melekler inip: Hiç endişe etmeyin, hiç üzülmeyin ve size vaad edilen cennetle sevinin, derler.” (Fussilet 30)
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem de doğruluğu sürekli vurgulamış ve doğru kimseler olmamızı istemiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Şüpheliyi bırak, şüphe vermeyene bak. Zira gönül, (sözde ve işte) doğrudan huzur, yalandan kuşku duyar.”(Tirmizi)
Efendimiz aleyhisselam, kendisinden güzel bir nasihat isteyen kişiye de şöyle buyurmuştur: “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim)
Doğruluk çok çok önemlidir. Çünkü:
Doğruluk, güvenilirliktir.
Doğruluk, aldatmamaktır.
Doğruluk, daima hakkın ve haklının yanında olmaktır.
Doğruluk, yalan ve sahtecilikten uzak durmaktır.
Doğruluk, erdemli yaşamdır.
Doğruluk, haktır, adalettir.
Doğruluk, gerçekçi ve inandırıcı olmaktır.
Doğruluk, özü ve sözü bir olmaktır.
Doğruluk, sorumlu davranmaktır.
Doğruluk, vefalı olmaktır.
Doğruluk, açık sözlülük ve açık yürekliliktir.
Doğruluk, başkasının acısını paylaşabilmektir.
Doğruluk, emanete sahip çıkmaktır.
Doğruluk, içten ve doğal olmaktır.
Doğruluk, sağlam karakterli olmaktır.
Doğruluk, fedakârlıktır.
Doğruluk, yüce değerlerden taviz vermemektir.
Doğruluk, haksızlığa izin vermemektir.
Doğruluk, gerçekleri göz ardı etmemektir.
Doğruluk, ayrımcılık yapmamaktır.
Doğruluk, tüm bunların toplamı ve daha fazlasıdır.
Doğruluğun bu kadar önemli olmasının sebebi; hayatın bütün alanlarında, insanın ilişkili bulunduğu bütün kişi ve çevrelere karşı her türlü tutum ve davranışlarında aranan en mühim faziletlerden biri olmasından kaynaklanmaktadır.
Dürüstlükle uyuşmayan, dolayısıyla insanın onurunu aşındıran kötülüklerin başında yalan gelir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın!” (Nisa 145)
Anglikan kilisenin Dâru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ye kurumuna sorduğu; “İslam, fikre ve hayata ne vermiştir,” sorusuna; bir İslâm âlimi tek bir cümle ile şu cevabı vermiştir: “İslam; fikre tevhid, hayata istikamet vermiştir.”
Doğruluk, müslümanlığın ruhu gibidir. Bir insan Allah’a iman eder, bununla beraber kalbini, işini ve sözünü doğrultur ve doğru yolu tutarsa artık o insan selameti bulmuş, demektir. Dünya ve ahirette onun için korku ve keder yoktur. Çünkü tam manasıyla iman eden ve istikameti elden bırakmayan bir insan, şüphe yok ki dinin ruhunu elde etmiş, demektir.
Doğru söylemek, toplumsal hayatın ve sosyal ilişkilerin temel taşlarından biridir. Bu sebeple İslamî kaynaklarda, ahlakî konular arasında doğruluğa özel bir önem verilmiştir.
İslamda doğruluğun, ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu anlamak için Kuran-ı kerime bakmak yeterlidir. Kuran-ı kerimde nerede bir peygamber övülmek istenmişse, onun çeşitli sıfatları içerisinde özellikle doğruluğuna temas edilmiştir. Mesela Hazret-i İbrahim, Hazret-i Yusuf, Hazret-i İsmail ve Hazret-i İdris bununla tavsif edilmiştir. Kısacası, İslamî kaynaklarda peygamberler ve evliyaullahtan söz edilirken doğruluk, onların seçkin kişiliklerinin en bariz özelliği olarak zikredilmiştir. Mesela bu ümmetin en büyük ferdi olan Hazret-i Ebubekir’in lakabı ve şöhreti; dosdoğru manasında ‘sıddık’tır.
Doğru olmanın bazı sebepleri vardır şöyle ki:
Akıl: Doğruluğun sebeplerinden biri akıldır. Çünkü akıl, yalanın çirkinliğini bilir.
Din: Doğruluğun ikinci sebebi dindir. Din, doğruluğa bağlı kalmayı ve yalancılıktan sakınmayı emreder.
Mürüvvet: Mürüvvet yani yiğitlik, yalancılığı yasaklamakta ve kişiyi doğru olmaya sevk etmektedir.
(Devamı haftaya
.
"Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun!..-4"
Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem, doğru olmayı; iyi insan olmanın şartı saymış, cennete girebilmek ve sıddıklar makamına varabilmek için, doğru olmak gerektiğini ifade buyurmuştur.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Size doğru olmanızı emrederim. Çünkü doğruluk iyi olmaya, iyilik de cennete götürür. İnsan doğrulukta sebat ederek nihayet Allah katında ‘sıddîk’ (dosdoğru kişi) diye yazılır. Size yalan söylemeyi de yasaklıyorum. Çünkü yalan kötülük işlemeye, kötülük de cehenneme götürür. İnsan yalan söyleye söyleye sonunda Allah katında ‘kezzâb’ (yalancı kişi) diye yazılır.” (Buhari)
Görüldüğü gibi yüce dinimiz İslamda doğruluk, büyük bir fazilet olarak teşvik edilmiş, onun tersi olan yalan söylemek, hile yapmak ve sahtekârlık ise, yasaklanmıştır. Biz, Dinimizin bu güzelliğini sözlerimiz ve davranışlarımızla göstermeli, dosdoğru kimseler olmalıyız. Aksi takdirde müslüman olmayanlar, bizim yalancılık ve sahtekârlığımıza bakarak Dinimiz hakkında çok yanlış düşüncelere sahip olurlar, bunun da vebali çok büyüktür.
Doğruluk öyle bir meziyettir ki; insanı dostlarının sevgisine mahzar kılar, düşmanlarını da takdire mecbur bırakır. Evet doğruluğu dostlar kadar, düşmanlar da takdir ederler.
Doğruluğun yegâne timsali olan Efendimiz aleyhisselamı düşünelim: O’nun düşmanları, en büyük mucizeleri gördükleri halde sihirdir, diyorlardı. Bir gün Ebu Cehil, avucuna çakıl taşları gizlemişti. Dedi ki: “Ya Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem!) Sen peygamber olduğunu iddia ediyorsun. Eğer gerçekten peygamber isen, şu avucumun içindekileri bil bakalım.” Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam: “Benim gerçekten peygamber olduğumu ben değil, elindeki taşlar söylesin,” buyurdu. Bu esnada Ebu Cehil’in elindeki taşlar: “Lâ ilâhe ilellâh” (Allah’tan başka ilah yoktur,) diyerek, kelime-i tevhidi söylemeye başladılar. Çakıl taşlarının söylediği kelime-i tevhidi bizzat kulaklarıyla duyan Ebu Cehil ve arkadaşları: “Ne büyük bir sihirbazsın” diyerek, yine küfür ve inkârlarında direttiler. Bu derece düşmanlıklarına rağmen müşrikler bile, Efendimiz aleyhisselamın doğruluğunu kabul etmişler ve kendisine el-Emin (güvenilir kişi) demişlerdir.
Doğruluk, insanlar arasındaki bağları güçlendirir; dostluk ve arkadaşlık kurmalarını, ilişkilerini düzenli bir şekilde devam ettirmelerini sağlar. Çünkü doğru söyleyen ve dürüst davranan insan, başkalarının sevgi, saygı ve güvenini kazanır.
Doğruluk, insanı daima iyiliğe yönlendirir ve onun ahlakını güzelleştirir. İnsana huzur verir, kişilik ve güven duygusu geliştirir. Çünkü doğru söyleyen ve dürüst davranan insan kendisinden emindir, vicdanen de rahattır. Yalan söyleyen kişi ise, yalanı ortaya çıktığı zaman mahcup olur. Ancak doğru söyleyen insanın böyle utandırıcı bir durumla karşılaşması söz konusu değildir.
Doğruluk, insanı âhirette kurtuluşa ulaştırır. Yüce Allah’ın emirlerine itaat eden, yasaklarından kaçınan, doğru sözlü olan, her işinde doğruluğu ve dürüstlüğü esas alan kimse cennete girer. Çünkü yüce Allah, doğru insanları bağışlayıp ödüllendireceğini müjdelemiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Allah’a teslim olan erkekler ve teslim olan kadınlar, İslâm dinine iman eden erkekler ve iman eden kadınlar, taate devam eden erkekler ve taate devam eden kadınlar, dürüst erkekler ve dürüst kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevazı kadınlar, hayır yolunda infak eden erkekler ve infak eden kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve çok zikreden kadınlar var ya, işte Allah onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab 35)
Doğrulukta izzet ve şeref, saadet ve selamet vardır. Doğru olan milletler, hem toplumsal açıdan hem de ekonomik yönden yükselirler. Doğruluğu şiar edinen toplumlar güvenli toplumlardır. Böyle toplumlarda herkes huzur ve sükûn içinde yaşar. Anarşi ve kargaşa olmaz, kimse kimsenin malına, canına, ırzına ve namusuna göz dikmez. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Men gaşşenâ feleyse minnâ!” (Bize aldatan, bizden değildir.) (Müslim)
(Devamı haftaya
.
Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun!..-5"
Bir gün Efendimiz aleyhissellama bir adam gelerek: “Ya Rasülallah! Ben Müslüman olmak istiyorum. Fakat İslam’ın yasakladığı birçok kötü huylarım var, bunlardan vazgeçemiyorum,” dedi. Hazret-i Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem: “Benim hatırım için yalanı bırak, bundan sonra yalan söyleme,” buyurdu. Adam bu teklifi memnuniyetle kabul etti. İslam’ı kabul ederek, imanla şereflendi. İçki, kumar, zina ve benzeri kötülüklere alışkın olan adam: “Ben şimdi yalanı bıraktım. Neye mal olursa olsun yalan söylemeyeceğim. Peki içki içip, kumar oynayıp, zina yapsam, yarın Hazret-i Peygamber, bana sorsa ne cevap vereceğim? Yalan söylemeyeceğime göre evet demeye utanmaz mıyım,” diye düşündü ve böylece bütün kötü huylarından vazgeçti.”
Görüldüğü gibi doğruluk insanı selamete götürür.Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Tehlikeyi doğrulukta görseniz de doğruluğu araştırınız, zira kurtuluş ancak ondadır.”
Doğrulukdünyada şeref, âhiretteise, saadetve selamete vesiledir. Şüphesiz doğrular, izzet, şeref, fazilet, iffet, haysiyet ve vakar sahibidirler. İslam, insanlara inançta, sözde ve işte doğruluk ve dürüstlüğü emreder.AllahüTeâlâ, şöyle buyuruyor:
“Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Aşırı gitmeyin, doğrusu Allah yaptıklarınızı görür.” (Hud 112) Bu ayet-i kerimenin nâzil olmasından sonra Peygamber Efendimiz: “Hud suresi beni kocattı.” buyurmuştur.
Bir genç, Kâbe’de hep;“ey doğruların yardımcısı olan Allah’ım, ey haramdan sakınanların yardımcısı olan Allah’ımsana hamdü sena ederim,” diye dua eder. Bu durum herkesin dikkatini çeker. Biri, “neden hep aynı duayı yapıyorsun, başka bir şey bilmiyor musun,” diye sorar. Genç şöyle cevap verir:
7-8 sene önce yine Kâbe’de iken içi altın dolu bir torba buldum. İçinde tam 1000 altın vardı. İçimden bir ses “bu altınlarla, şunları şunları yaparsın,” diyordu. Kendi kendime, “bu benim değil, başkasının malı, kullanmam haram olur,” dedim. Bu sırada biri, “şöyle bir torba bulan var mı,” diye bağırıyordu. Çağırdım ona; nasıl bir torbaydı, içinde ne vardı diye sordum. Torbayı tarif etti ve içinde 1000 altın vardı, dedi. Al öyleyse torbanı diyerek verdim. Adam torbayı açıp içinden bana 30 altın verdi.
Daha sonra pazara gittim. Temiz yüzlü genç bir köleyi överek satıyorlardı. Gencin temizliği dikkatimi çekti. Yanlarına gittim, bu köle için ne istiyorsunuz dedim. 30 altın dediler. Adamdan aldığım 30 altını verip genci satın aldım. Bir iki yıl geçti. Genç çok çalışkan, çok edepli idi. Onu aldığıma çok memnun olmuştum. Bir gün onunla yürürken karşıdan iki üç kişi belirdi. Genç bana dedi ki, “efendim, ben Fas emirinin oğluyum. Bu gelenler babamın adamları. Beni buldular. Senden beni satın almak isteyecekler. Sen iyi bir insansın, beni onlara 30 bin altından aşağıya satma,” dedi.
O kişiler yanıma geldi, bu köleyi bize satar mısın dediler. Satarım dedim. 60 altın verelim dediler. Olmaz dedim. İyi ama sen bunu 30 altına almadın mı? Biz sana iki mislini veriyoruz, dediler. Öyleyse gidin pazardan alın, dedim. Artıra artıra 20 bin altına kadar çıktılar. 30 binden aşağı olmaz dedim. Çaresiz kabul ettiler. Altınları verip, genci alıp gittiler. Ben o 30 bin altınla ticaret yaptım, daha çok zengin oldum. Bir gün bana arkadaşlar;“zengin bir ailenin iyi bir kızı var. Babası yeni vefat etti. Onunla seni evlendirelim,” dediler. Ben de olur, dedim. Nikah kıyıldı. Develer yükü çeyizler geldi. Çeyiz arasında bir torba dikkatimi çekti, kıza, bu nedir dedim. İçinde 970 altın var, babam Kâbe’de bunu kaybetmiş, bulan gence 30’unu vermiş. Kalanını da bana hediye etti, çeyizine koyarsın, dedi. Bundan sonra şöyle düşündüm; demek ki bulduğum altınlar benim rızkım imiş, vermese idim haram yoldan gelecekti, şimdi ise, helal yoldan geldi
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-1
Mübarek hayatı; derslerle dolu olan Yusuf aleyhisselam, Yakub aleyhisselamın oğludur. O da İshak aleyhisselamın oğlu ve İbrahim aley-hisselamın torunudur. Yakub aleyhisselam, dayısı Lâbân’ın büyük kızı Leyyâ ile evlendi. Daha sonra küçük kızı Râhîl’ide aldı. Çünkü o zamanın kanunlarına göre, bir adam iki kız kardeşle aynı anda evlenebiliyordu. Yakub aleyhisselamın ayrıca; Belhe ve Zülfe adında iki tane de cariyesi vardı.
Yakub aleyhisselamın oniki oğlu oldu: Bunlardan Yusuf ve Bünyamin’in annesi Râhîl’dir. Altısının annesi Leyyâ’dır. İkisinin annesi cariye Belhe’dir. Diğer ikisinin annesi de cariye Zülfe’dir.
Yusuf aleyhisselam, küçük yaşta annesi Râhîl’i kaybetti. Öksüz kalan Yusuf aleyhisselama, üvey annesi ve aynı zamanda teyzesi olan Leyyâ bakmaya başladı.
Yusuf aleyhisselam, bir müddet de halasının yanında kaldı. Halasının yanında iken bir gün Yakub aleyhisselam, ablasına gelerek Yusuf aleyhisselamı geri almak istedi. Çünkü güzel yüzü, yüksek ahlakı ve asil davranışlarından dolayı O’nu çok seviyor ve öksüzlüğünden dolayı da O’na çok acıyordu. Aynı sebeplerden dolayı halası da O’nu çok seviyor ve bir an olsun yanından ayırmak istemiyordu. Dolayısıyla O’nu babasına iade etmek istemiyordu. Fakat Babası Yakub aleyhisselam ısrar etti; mutlaka dünyalar güzeli öksüzünü tekrar yanına almak istiyordu. Çünkü O’nun ayrılığına daha fazla dayanamıyordu.
Halası bu sefer; “müsaade et birkaç gün daha yanımda kalsın” dedi. Yakub aleyhisselam da ablasını kıramadı ve Yusuf aleyhisselamın birkaç gün daha yanında kalmasını kabul etti. Ancak ablası bir gün, babası İshak aleyhisselamdan kalan kemeri, elbiselerin altından Yusuf aleyhisselamın beline bağladı. Sonra da ev halkına; “ben, babamdan kalan kemeri kaybettim” deyip evin içinde onu aramaya başladı ve nihayet bütün ailenin gözü önünde onu Yusuf aleyhisselamın belinden çıkardı.
Bundan sonra; oğlunu mutlaka yanına almak isteyen kardeşi Yakub aleyhisselama: “Yusuf, babamın kemerini çaldı, ev halkı da şâhit kemeri O’nun belinden çıkardım. Artık O, bir sene benim kölemdir, dedi.” Bunun üzerine Yakub aleyhisselam da; “sen bilirsin, eğer böyle bir şey yaptıysa, O bir sene senin yanında köle olarak kalacak” dedi. O günün kanunlarına göre hırsız, malını çaldığı kimseye bir sene kölelik yapmakla cezalandırılıyordu.
Daha sonra Yakub aleyhisselam, oğlu Yusuf aleyhisselamı tekrar yanına aldı. Yukarıda da geçtiği gibi; güzel yüzü, yüksek ahlakı ve asil davranışlarından dolayı Yakub aleyhisselam O’nu çok seviyor ve öksüzlüğünden dolayı da ayrıca O’na çok acıyordu. Bunun için O’nunla daha çok ilgileniyor, O’nu daha fazla sevdiğini belli ediyor ve bir an olsun O’nu yanından ayırmak istemiyordu…
Yusuf aleyhisselam, bir gece rüyada; on bir yıldız ile ay ve güneşin kendisine secde ettiğini gördü. Sabah olunca da kimsenin olmadığı bir esnada rüyasını babası Yakub aleyhisselama anlattı. Yakub aleyhisselam rüyayı; on bir yıldızın diğer oğulları, güneşin kendisi, ayın da hanımı Leyyâ olduğu şeklinde tâbir etti. Yakub aleyhisselam ayrıca bu rüyadan; oğlu Yusuf aleyhisselamın ileride çok büyük nimetlere kavuşacağını; kendisine sözleri ve rüyaları doğru yorumlama ilminin verileceğini, en önemlisi de peygamber olacağını anladı. Bunun için Yusuf aleyhisselama olan sevgisi ve ilgisi daha da arttı. Abilerinin halet-i ruhiyelerini iyi bildiği için:
- Evladım rüyanı abilerine anlatma. Çünkü bu rüya yüzünden, onlar, şeytanın vesvesesine kapılarak sana bir tuzak kurabilirler. Zaten şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır, dedi.
Yakub aleyhisselamın oğulları, maalesef akıllarıyla değil duygularıyla hareket ettikleri için, peygamber olan babalarının, küçük kardeşleri Yusuf aleyhisselama olan özel sevgi ve ilgisinin hikmetini kavrayamadılar. Bunun için de gün geçtikçe Yusuf aleyhisselama olan haset ve kıskançlıkları arttı. Bu haset onları, küçük kardeşleri olan Yusuf aleyhisselamı ortadan kaldırmayı düşünecek kadar ileri götürdü. Bir gün Yusuf aleyhisselam ile ilgili bir toplantı yaptılar…
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-2
Geçen haftaki bölümü şöyle bitirmiştik: (Bu haset, Yakub aleyhisselamın oğullarını; küçük kardeşleri olan Yusuf aleyhisselamı ortadan kaldırmayı düşünecek kadar ileri götürdü. Bir gün Yusuf aleyhisselam ile ilgili bir toplantı yaptılar...)
Birisi:
-Biz; babamızın bütün işlerine koşan, Onun her türlü hizmetini gören birbirine bağlı on kişilik güçlü kuvvetli bir ekip olduğumuz halde babamız, Yusuf’u ve kardeşi Bünyamin’i bizden çok seviyor ve onlara bizden çok ilgi gösteriyor. Şüphesiz babamız apaçık bir şaşkınlık içindedir. Bizim bu işe bir çare bulmamız lazım, dedi.
Bunun üzerine başka biri şöyle dedi:
- Onu öldürün veya babanıza bir daha ulaşamayacağı bir yere atın. Böylece babanızın teveccühü; sevgi ve ilgisi yalnız size kalır. Ondan sonra da tevbe eder, sâlih kimseler olursunuz.
En insaflı olanları ise, ortaya şöyle bir teklif attı:
-Eğer beni dinlerseniz Yusuf’u öldürmeyin. Onu bir kuyunun dibine bırakın, oraya uğrayan yolculardan biri çıkarıp başka bir yere götürür. Böylece Yusuf, babamızdan uzaklaştırılmış olur.
Diğerleri de bu görüşü benimsedikleri için, küçük kardeşleri Yusuf aleyhisselamı kuyuya atmaya kesin olarak karar verdiler.
Ertesi gün hep birlikte Babaları Yakub aleyhisselamın huzuruna çıkıp:
- Baba biz, koyunlarımızı otlatmak için kıra gideceğiz. Kardeşimiz Yusuf’u da çok seviyoruz ve iyiliğini istiyoruz. Bunun için onu da yanımızda götürmek istiyoruz. O da bizimle gelsin; yesin, içsin, oynayıp eğlensin. Ayrıca hiç şüphen olmasın ki, biz onu çok iyi koruruz, dediler.
Bu teklif, Yakub aleyhisselamın hoşuna gitmedi. Daha önce gördüğü rüya aklına gelmişti. Şöyle bir rüya görmüştü: Kendisi bir dağın başında, oğlu Yusuf aleyhisselam da sahrada idi. Birden on kurt ortaya çıkıp Yusuf aleyhisselama hücum ediyorlardı. Sonra da Yusuf aleyhisselam aralarında kaybolup gidiyordu…
Bunun için Yakub aleyhisselam, oğullarının teklifine şöyle cevap verdi:
-Onu götürmeniz gerçekten beni üzer. Çünkü dalgın olduğunuz bir anda, kurdun O’nu yemesinden korkuyorum.
Onlar ise, dediler ki:
-Biz böyle güçlü kuvvetli bir grup adam iken; onu kurt yerse, yazıklar olsun bize! Bu; âciz, güçsüz ve hiçbir işe yaramayan kimseler imişiz manasına gelir.
Bu arada Yusuf aleyhisselam da her şeyden habersiz çocuk aklıyla gitmek istediğini ima ediyordu. Bunun üzerine Yakub aleyhisselam kerhen de olsa Yusuf aleyhisselamı onlarla göndermeyi kabul etti.
Kardeşler, babalarının müsterih olması için gözden kayboluncaya kadar Yusuf aleyhisselamı omuzlarında götürdüler. Babalarının gözünden kaybolduklarında ise Yusuf aleyhisselamı dövmeye başladılar. Çok sıkıntılı bir yolculuktan sonra, nihayet Yusuf aleyhisselamı atmayı planladıkları kuyunun başına vardılar. Evvela Yusuf aleyhisselamın gömleğini çıkardılar. Sonra onu bir ipe bağlayıp kuyuya sarkıttılar, daha sonra ipi kestiler. Yusuf aleyhisselam da suyun içine düştü. Allahü Teâlâ; kuyuda iken Yusuf aleyhisselama şöyle bildirdi:
-Andolsun ki sen, onların bu yaptıklarını; onlar hiç farkında değillerken, zamanı gelince kendilerine haber vereceksin.
Kardeşler, Yusuf aleyhisselamın sırtından çıkardıkları gömleğine, kestikleri bir hayvanın kanını bulaştırdılar. Güneş batıp hava iyice karardıktan sonra yatsı vakti ağlaya ağlaya babaları Yakub aleyhisselamın yanına geldiler.
Yakub aleyhisselam:
-Yusuf nerede, diye sordu.
İçlerinden biri şöyle cevap verdi:
-Babacığım biz yarış yapmaya gitmiş, Yusuf’u da eşyalarımızın yanında bırakmıştık. Döndüğümüzde onu kurt yediğini gördük. Fakat biliyoruz ki doğruyu söylesek de sen bize inanmazsın!
Bu arada kan bulaştırdıkları gömleği de babalarına verdiler. Onların yalan söylediklerini anlayan Yakub aleyhisselam:
-Hayır, nefisleriniz sizi kötü bir iş yapmaya sürüklemiş, dedi ve Yusuf aleyhisselamın kana bulanmış gömleğini yüzüne gözüne sürdü. Gömleğin hiç yırtılmamış olduğunu farkedince:
-O kurdun Yusuf’uma karşı şefkati sizden fazlaymış. Vallâhi ben bugüne kadar bunun gibi yumuşak huylu bir kurt görmedim. Oğlumu yemiş de, sırtındaki gömleğini bile yırtmamış, dedi…
(Devamı haftaya…)
..
Yusuf'un (a.s) ibretli hayatı-3
“Yusuf’u kurtlar yedi” haberine inanmayan Yakub aleyhisselam, sözlerine şöyle devam etti:
- Takdir-i İlahiye râzı olup umutla sabr-ı cemil göstermek, benim için en güzel yoldur! Bu dediklerinize karşı sadece Allahü Teâlâdan yardım diliyorum. (Sabr-ı cemil; başa gelen bela ve musibeti, feryat etmeden ve insanlara şikâyette bulunmadan metanetli ve mütevekkil bir şekilde karşılamaktır.)
Yusuf aleyhisselam; kuyuya atıldıktan bir müddet sonra, Mısır’a gitmekte olan bir kervan gelip dinlenmek için kuyunun yakınında konakladı. Bunlar, su almak için görevli olan adamlarını gönderdiler. Adam, kuyunun başına geldi ve kovasını kuyuya saldı. Kuyunun dibinde ve bir taşın üstünde bir çıkış yolu beklemekte olan Yusuf aleyhisselam hemen kovaya yapıştı. Sucu kovayı çekince, bir şey dikkatini çekti; su kovası normalden çok ağırdı. Kova, kuyunun üstüne çıkınca Yusuf aleyhisselam da dışarı çıkmış oldu. Merak içinde olan sucu, güzel yüzlü Yusuf aleyhisselamı görünce, gayr-ı ihtiyari:
- Hey müjde bir civan, dedi ve O’nu alıp, kafilenin yanına götürdü. Böylece Yusuf aleyhisselam sağ salim olarak kuyu bâdiresinden kurtulmuş oldu. Daha sonra kervandakiler, kimseye hissettirmeden köle olarak satmak üzere Yusuf aleyhisselamı da yanlarına alarak Mısır’a doğru hareket ettiler. Elbette Allahü Teâlâ, onların yaptıklarını hakkıyla biliyordu… (O zaman köle ticareti yaygındı.)
Kervancılar, Yusuf aleyhisselamı Mısır’a götürüp pazara çıkardılar ve hemen çok düşük bir fiyata bir köle tüccarına sattılar. Güzelliği karşısında gözleri kamaşmasına rağmen böyle düşük bir fiyata satmalarının sebebi; birileri sahip çıkar da Yusuf aleyhisselamı ellerinden alırlar korkusuydu. Daha sonra Kıtfîr isminde bir adam, Yusuf aleyhisselamı bu köle tüccarından satın aldı. Kıtfîr, Mısır Azizi yani maliye bakanı idi. Kıtfîr, eve varınca O’nu, hanımı Züleyha’ya emanet edip:
- O’na iyi davran, ileride bize faydalı olabilir, hatta O’nu evlat bile edinebiliriz, dedi. Evet Kıtfîr’in çocukları olmadığı için Yusuf aleyhisselamı evlat edinmek istiyordu. Allahü Teâlâ, bu şekilde Yusuf aleyhisselamı; yaşadığı bunca sıkıntı ve eziyetten sonra Aziz’in sarayına yerleştirdi, ona rüya tabiri ilmini öğretti. Allahü Teâlâ, dilediğini yapmakta mutlak galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler. Ayrıca Yusuf aleyhisselam erginlik çağına gelince, kendisine peygamberlik ve ilim verildi. İşte Allahü Teâlâ, güzel hareket edenleri böyle mükâfatlandırır.
Yaklaşık olarak oniki yaşında Azîz’in sarayına giren Yusuf aleyhisselam, huzur ve refah içinde senelerce yaşadı. Artık son derece güzel ve yakışıklı bir delikanlı olmuştu. Evet Yusuf aleyhisselam, çok çok güzeldi ve mübarek yüzündeki peygamberlik nûru herkesi hayretler içinde bırakıyordu.
Bu asil ve etkileyici güzellik, Aziz’in hanımı Züleyhâ’nın aklını başından çoktan almıştı. Dolayısıyla Yusuf aleyhisselamın dikkatini çekmek için çok büyük gayret sarfetmeye başlamıştı. Fakat haya timsali vefakâr Yusuf aleyhisselam, asla O’na iltifat etmiyor, O’nun düşündüğü kötü işleri aklına bile getirmek istemiyordu. Züleyhâ, bütün çabalarına rağmen O’nun dikkatini çekmeyi başaramayınca, bir gün gözünü kararttı ve O’na, düşündüğü kötü işi, zorla yaptırmaya karar verdi. Bunun için de bütün kapıları kapattı ve:
- Haydi durma, bana gel, dedi. Allahü Teâlânın ihlasa erdirdiği seçkin kullarından olan Yusuf aleyhisselam ise Rabbinin; zinayı kesinlikle yasaklayan delilini gördü ve:
- Beni sarayına alan, bana bu kadar iyilikler yapan ve en önemlisi; bana iyi bakman için sana tavsiyede bulunan Efendim’e hıyanet etmekten Allah’a sığınırım. Gerçek şu ki, zâlimler asla felah bulmazlar, diyerek bu çirkin teklifi reddetti. Allahü Teâlâ, bu şekilde O’nu fenalık ve fuhuştan muhafaza buyurdu.
Züleyha, ikna olmayınca, Yusuf aleyhisselam O’ndan kurtulmak için kaçmaya başladı. O, kaçarken Züleyha da arkasından koştu ve O’nu zaptedip zorla geri getirmek için gömleğini arkadan çekip yırttı. Yusuf aleyhisselam ise, nihayet bir yolunu bulup kilitli kapıyı açtı ve hemen dışarı fırladı.
.
Yusuf'un (a.s) ibretli hayatı-4
ZÜLEYHÂ, kendisinden kaçmakta olan Yusuf Aleyhisselamı yakalamak için gömleğini arkadan çekip yırttı ve ikisi de odadan dışarı fırladı. Kapının önünde ise Züleyhâ’nın kocası Azîz ve bir erkek akrabası duruyordu. Azîz, gördüklerine inanamadı ve şaşkın bir şekilde:
- Neler oluyor yahu, dedi. Züleyhâ hemen pişkin pişkin ileri atıldı:
- Hanımına kötülük etmek isteyenin cezası; hapse atılmak veya acıklı bir işkenceden geçirilmekten başka ne olabilir, dedi. Bunun üzerine Azîz:
- Benim hanımıma kötülük etmek isteyen kim, dedi. Züleyhâ, Yusuf Aleyhisselamı işaret ederek dedi ki:
- Bu delikanlı benimle olmak istedi.
Bunun üzerine Azîz, Yusuf Aleyhisselama döndü ve:
- Delikanlı! Sana yaptığım bunca iyilik ve ihsanın karşılığı bu mu, beni hayal kırıklığına uğrattın ve çok üzdün, dedi. Züleyhâ’nın bu feci iftirası karşısında şaşkına dönen Yusuf Aleyhisselam, kendisini savunmak mecburiyetinde kaldı ve dedi ki:
- Asıl o, benimle beraber olmak istedi. Kendimi zor bela onun elinden kurtarıp kaçtım.
Bu sefer, o anda Aziz’in yanında bulunan Züleyha’nın akrabası olan adam söze başladı:
- Eğer Yusuf’un gömleği önden yırtılmışsa, kadın doğru söylüyor, Yusuf yalancılardandır. Yok eğer gömleği arkadan yırtılmışsa; kadın yalan söylüyor, Yusuf doğru söyleyenlerdendir, dedi.
Aziz, gömleğin arkadan yırtılmış olduğunu görünce, işin gerçeğini anladı ve Züleyhâ’ya dönerek şöyle dedi:
- Bu iş, siz kadınların tuzaklarındandır. Gerçekten de siz kadınların tuzağı çok büyüktür.
Sonra Yusuf aleyhisselama yönelerek:
- Bak Yusuf beni iyi dinle! Asla bu olaydan kimseye bahsetme!
Sonra Züleyhâ’ya yöneldi ve:
- Ey kadın, sen de günahkâr olduğun için istiğfar et, Allah’tan bağışlanmanı dile. Hakikaten sen günahkârlardan oldun, dedi.
Her nasıl olduysa bu hâdise kulaktan kulağa yayıldı ve saraya yakın çevrelerdeki kadınların dedikodu malzemesi oldu. Kadınlar:
- Vah vah yazık ki ne yazık, Aziz’in eşi Züleyhâ, bizzat kendi sarayında görevli olan bir köleye fena şekilde âşık olmuş, âşık olmakla kalmamış bizzat onu taciz etmeye çalışmış. Doğrusu biz, onu, apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz, demeye başlamışlardı.
Bunun için Züleyhâ, insanların içine çıkamaz ve kimsenin yüzüne bakamaz duruma gelmişti. Kendisine göre bu dedikodulara engel olması gerekiyordu. Bu işi halletmek için sinsi bir plan yaptı: Dedikodusunu yapan kadınları saraya davet etti. Kadınlar gelince, onları koltuklara oturttu ve önlerine meyve ve bıçaklar koydu. Tam kadınlar bıçakları ele alıp meyveyi yiyecekleri sırada Yusuf Aleyhisselamı içeriye aldı. Kadınlar, Yusuf Aleyhisselamı görünce, şaşkına döndüler ve kendilerini kaybedip meyve yerine bıçaklarla ellerini kestiler ve:
- Haşa! Allah için, bu bir insan olamaz! Bu sadece yüce bir melek! Başka bir şey olamaz, dediler.
Bir nevi büyülenen ve daha önce dedikodu yapan kadınlar, Yusuf Aleyhisselama, hanımefendisi Züleyha’ya itaat etmesi için toplu halde telkinde bulunmaya başladılar. Bunun üzerine Züleyhâ, Yusuf Aleyhisselam için:
- Eğer o, kendisine emrettiğim şeyi yapmazsa, zindana atılır ve aşağılananlardan olur, dedi. Daha önce dedikodusu yapıldığından yakınan Züleyhâ, bu şekilde farkında olmadan suçunu itiraf etmiş oldu.
Yusuf Aleyhisselam ise, bu çirkin teklif karşısında Allahü Teâlâya sığındı ve şöyle yakardı:
- Rabbim! Zindan bana, bunların beni davet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tuzaklarını benden uzaklaştırmazsan olur ki, onlara meyleder ve câhillerden olurum, dedi. Gerçekten duası kabul oldu ve Allahü Teâlâ, onu korudu. Bu olaydan sonra Züleyha’nın bu çılgınlık haberi iyice yayıldı.
Başta konu ile ilgili yapılan tahkikat neticesinde Yusuf Aleyhisselamın tamamen masum ve suçsuz olduğu kesin olarak anlaşılmış olduğu için, kendisine herhangi bir ceza vermeye lüzum görülmedi. Ancak baskı altında kalan Azîz, zevahiri kurtarmak ve Züleyhâ’nın değil, Yusuf Aleyhiselamın suçlu olduğunu ispat etmek için Yusuf Aleyhisselamın hapse attı...
(Devamı haftaya…)
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-5
Yusuf aleyhisselam hapiste mahkumlara tevhidi, Allahü Teâlânın birliğini ve güzel ahlakı anlattı. Herkese iyilik yapmaya çalıştı, hastaları ziyaret etti ve üzüntülü olanları teselli etti. İşte bu güzel hasletlerinden dolayı mahkumlar tarafından çok sevilen bir insan oldu.
Yusuf aleyhisselamla beraber aynı gün iki delikanlı da zindana girmişti. Bunlardan biri kralın şarapçısı, diğeri de ekmekçisi idi. Bu iki genç, bazı kimselerin teşvik ve yönlendirmesiyle kralın ekmeğine ve şarabına zehir katmışlardı. Fakat her ne olduysa daha sonra birbirlerini şikâyet etmeye karar vermişler. Ekmekçi; şarapta zehir olduğunu; şarapçı da ekmekte zehir olduğunu krala haber vermiş ve bunun için ikisi de zindana atılmıştı.
İşte bu iki delikanlı, bir gece birer rüya gördüler. Sabah olunca da tâbir için Yusuf aleyhisselama gittiler. Onlardan biri:
- Ben rüyamda şarap yapmak için üzüm sıktığımı gördüm, dedi. Diğeri de:
- Ben de başımın üstünde taşıdığım ekmekten kuşların yediğini gördüm, dedi ve ilave etti: Bunun yorumunu bize bildir. Kuşkusuz biz, seni iyilik eden bir insan olarak görüyoruz…
Yusuf aleyhisselam rüya yorumuna geçmeden önce, kendisinin hak din üzere bulunduğunu, sahip olduğu ilmin Allahü Teâlâ tarafından kendisine bahşedildiğini ve Mısırlıların yanlış yolda olduklarını bildirmek istedi ve şöyle dedi:
- Size erzak olarak verilecek yemek gelmeden önce, onun ne olduğunu mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiklerindendir. Şüphesiz ben, Allah’a inanmayan ve âhireti inkâr eden bir kavim olan Mısırlıların dininden uzağım. Atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bize yaraşmaz. Bu, Allah’ın bize ve insanlara olan lütfundandır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. Ey zindan arkadaşlarım! Darmadağınık bir sürü düzme tanrılar mı hayırlıdır, yoksa hepsine ve her şeye gâlip, gücüne karşı konulamaz olan bir tek Allah mı? Allah’ı bırakıp da o taptıklarınız, sizin ve atalarınızın uydurduğu birtakım isimlerden başka birşey değildir. Bunlara tapmanız için Allah hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, size, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
Yusuf aleyhisselam sonra onların rüyalarının tâbirine geçip şöyle dedi:
- Ey şarapçı, sen serbest bırakılacaksın ve eski görevine dönüp kralın şarapçılığına devam edeceksin. Diğerine ise şöyle dedi:
- Sen asılacaksın ve başının etini kuşlar yiyecek. Öyle de oldu…
Zindanda kalmaya devam eden Yusuf aleyhisselam, kurtulacak olana yani şarapçıya:
- Beni, efendinin yani kralın yanında an, benden bahset, suçsuz olduğumu söyle, dedi.
Zindandan kurtulan şarapçı, saraydaki eski vazifesine döndü. Fakat şeytan, kendisine unutturduğu için; kralın yanında Yusuf aleyhisselamdan hiç bahsetmedi. Ta ki, kral o rüyayı görünceye kadar. Evet Kral, bir gece çok garip ve enteresan bir rüya gördü. Sabah olunca saray erkânını taplayıp:
- Ben rüyamda yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ve yedi yeşil başak ile yedi kuru başak gördüm. Ey ileri gelenler, eğer rüya tâbirini biliyorsanız, bu rüyamı tâbir edip yorumlayın, dedi.
Saray ileri gelenleri ise:
- Bunlar, karışık rüyalardır. Biz bu tür rüyaların yorumunu bilmiyoruz, dediler.
O iki arkadaştan kurtulanı yani şarapçı, nice zaman sonra Yusuf aleyhisselamı hatırladı ve:
- Ben, bu rüyanın yorumunu size yaptıracağım. Hele beni bir zindana gönderin, dedi.
Şarapçı, Yusuf aleyhisselamın yanına gidince:
- Ey Yusuf! Ey doğru sözlü kişi! Şu müşkil ve esrarengiz rüya hakkında bize bir çözüm bildir, şöyle ki: Yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ve yedi kuru başağın anlamı ne olabilir? Ümit ederim ki isabetli tâbirini öğrenip insanlara aktarırım. Böylece onlar hem doğruyu hem de senin değerini öğrenirler, dedi…
(Devamı haftaya…)
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-6
Yusuf aleyhisselam, Mısır kralının gördüğü rüyayı şöyle tâbir edip yorumladı:
- Yedi sene, bildiğiniz şekilde ekininizi ekin. Ama biçtiğiniz ürünü, yiyeceğiniz az miktar dışında başağında bırakıp depolayın. Sonra, bunun peşinden yedi kurak yıl gelecek, tohumluk olarak saklayacağınız az bir miktar dışında, önce biriktirdiklerinizi yiyip tüketeceksiniz. Sonra yağmurlu ve bereketli bir yıl gelecek ki; insanlar bol bol meyvaları sıkacak ve hayvanları sağacaklar, dedi.
Hapishaneye gönderilen kralın şarapçısı, Yusuf aleyhisselamın tâbirini öğrenip saraya döndü ve krala bildirdi. Kral, tâbiri duyunca çok etkilendi ve Yusuf aleyhisselamı almak için hemen bir elçi gönderdi. Elçi, zindana varıp hapisten çıkma mesajını ulaştırdığında, Yusuf aleyhisselam:
- Efendine dön de ellerini kesen o kadınların durumunu bir sor. Benim Rabbim onların tuzaklarının ne olduğunu; ne söylediklerini ve ne yaptıklarını elbette bilir, dedi.
Bunu üzerine elçi saraya döndü ve krala, Yusuf aleyhisselamın mesajını bildirdi. Bunun için kral, o kadınları yanına getirtti ve:
- Yusuf’u elde etmek istediğiniz zaman, size karşı bir meylini hissettiniz mi? Kendisinde bir kötülük, şüphe götürür bir hareket gördünüz mü, dedi. Kadınlar cevaben:
- Haşa! Biz O’nun hiçbir kötü halini, hiçbir günahını görmedik, dediler. Tam bu esnada Azîz’in karısı Züleyhâ söz aldı ve her şeyi itiraf etti:
- Şimdi hak ve doğru ortaya çıktı. Ben, O’nunla olmak istedim. O ise, şüphesiz doğru söyleyenlerdendir, dedi.
Böylece Yusuf aleyhisselamın istediği oldu. Yani suçsuzluğu ve haksız yere bunca sene hapis yattığı gün gibi ortaya çıktı. Artık rahat bir şekilde yüzü ak ve başı dik olarak insanların içine ve kralın karşısına çıkabilirdi.
Elçi, kadınların bu itiraflarını iletince, Yusuf aleyhisselam şöyle dedi:
- Benim bu olayı böyle sordurmam; Aziz’in yokluğunda kendisine hakikaten ihanet etmediğimi ve şüphesiz Allahü Teâlânın hâinlerin hilesini başarıya ulaştırmayacağını, herkesin bilmesini istediğim içindir, dedi ve ilave etti:
- Yine de ben nefsimi temize çıkarmak istemem. Çünkü Rabbimin esirgemesi olmadıkça, nefis daima kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.
Elçi, Yusuf aleyhisselamın mesajını saraya getirdi. Kral, mesajı aldıktan sonra:
- O’nu bana getirin, O‘nu kendime sırdaş ve müsteşar yapacağım, dedi. Bundan sonra Yusuf aleyhisselam saraya getirildi. Kral, onu görünce sözlerinden, hal, hareket ve asil duruşundan çok etkilendi. O’na çok iltifatta bulundu ve gördüğü rüya ile ilgili ne gibi tedbirler alınması gerektiğini sordu. Yusuf aleyhisselam cevaben şöyle dedi:
- Bolluk senelerinde çok ekip, hasattan sonra mahsülün ihtiyaç kadarını tüketip, geriye kalanın tamamını sapları ile beraber başakları içinde depolamak gerekir. Bu şekilde başaklarında duran hububat senelerce bozulmadan kalır ve kıtlık senelerinde insanların zarurî ihtiyaçlarını karşılar. Saplar da hayvanlar için yem olur.
Bundan sonra kral, şöyle dedi:
- Bugünden sonra seni yanımızda ve devlet yönetiminde çok önemli bir mevkiye getireceğiz ve sen, bizim için artık güvenilir birisin; kimse ne seni takip edecek ne de senden hesap soracak. Sonra kral sadede geldi ve:
- Peki sen, ne gibi bir görev almak istersin, dedi.
Yusuf aleyhisselam cevaben:
- Beni ülkenin hazinelerinin başına getir; bana maliye ve ekonomi yönetimini ver. Çünkü ben devlet hazinesini iyi korur, ekonomi yönetimini ve tasarruf yollarını çok iyi bilirim, dedi.
Allahü Teâlâ, böylece Yûsuf aleyhisselama Mısır’da dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdi. Allahü Teâlâ, dilediği kimseye rahmetini eriştirir. Güzel davrananların mükâfatını zayi etmez. Fakat âhiret mükâfatı, iman edip de takvada daim olanlar için daha hayırlıdır.
Bu konuşmadan bir müddet sonra Azîz yani maliye bakanı öldü. Yusuf aleyhisselam da O’nun görevini devraldı. Bu şekilde her yerde Yusuf aleyhisselamın sözü geçer olmaya başladı...
(Devamı haftaya…)
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-7
Mısır kralının gördüğü enteresan rüyayı doğru bir şekilde tâbir eden ve bu tâbire uygun tedbirleri sıralayan Yusuf aleyhisselam, bu işin başına geçti yani maliye bakanı oldu. O, yetkileri eline alınca, kıtlık senelerinin geleceğini düşünerek gerekli önlemleri aldı. Büyük depolara yiyecek ve gıda stokladı. Yedi senelik bolluk dönemi geçtikten sonra peşinden bütün şiddetiyle kıtlık zamanı başladı. Kıtlığın ilk senesinde insanlar, daha önce Yusuf aleyhisselamın işaret etiği gibi sakladıkları yiyeceklerin tamamını yiyip bitirdiler. Kimsede gıda maddeleri kalmadığı için artık herkes Yusuf aleyhisselamdan para ile yiyecek satın almaya başlamıştı. Yusuf aleyhisselam da hiç ayırımcılık yapmadan ve kimseyi kayırmadan yiyecek almaya gelen herkese bir deve yükü yiyecek satıyordu.
Mısır’ın etrafındaki memleketlerden de insanlar yiyecek almak için Yusuf aleyhisselama gelmeye başlamıştı. Yakub aleyhisselam da on oğlunu erzak almak için Mısır’a gönderdi. Yakub aleyhisselamın oğulları Mısır’a varınca, erzak almak için Yusuf aleyhisselamın huzuruna çıktılar. Yusuf aleyhisselam onları görür görmez hemen tanıdı, fakat onlar O’nu tanıyamadılar. Yusuf aleyhisselam onlara sordu:
- Kimsiniz, nereden geliyorsunuz? Onlar da:
- Biz, Kenan diyarındanız. Yakub isminde ihtiyar bir babanın on evladıyız. Memleketimizde kıtlık var. Babamız bizi buraya erzak almaya gönderdi, dediler. Yusuf aleyhisselam sordu:
- Şimdi babanız nerede ve kiminle kalıyor? Onlar da cevaben:
- Babamız, Kenan ilindedir, Bünyamin ismindeki en küçük kardeşimizle beraber kalıyor. Babamızın, Bünyamin’le aynı anadan olan çok sevdiği Yusuf adında bir oğlu daha vardı, fakat kırda telef oldu. Bunun için O’nun öz kardeşi Bünyamin’i hiç yanından ayırmıyor, dediler…
Yusuf aleyhisselam, görevlilere emretti, kardeşlerden her biri için bir deve yükü erzak hazırlandı. Onlardan alınan ücret de yüklerinin içine konuldu ki, ailelerine döndüklerinde işin esprisini anlayıp yine gelsinler…
Ancak onlara:
- Bir daha geldiğinizde diğer kardeşiniz Bünyamin’i de mutlaka getirin. Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafir ağırlayanların en iyisiyim. Bakınız O’nu getirmezseniz, size bir daha erzak vermeyeceğim, dedi. Kardeşler de:
- O’nu babasından istemeye çalışacağız, biz her hâlükârda bu isteğinizi yerine getiririz, dediler ve on deve yükü erzakla memleketlerine, Kenan diyarına döndüler. Kardeşler, müsait bir zamanda, Mısır’daki intibalarını babaları Yakub aleyhisselama anlatmaya başladılar:
- Baba, Mısır’da çok güzel karşılandık, maliye bakanı tarafından büyük ihsan ve iltifata nâil olduk. Ancak Bakan, bize; “bir daha Mısır’a geldiğinizde diğer kardeşiniz Bünyamin’i de mutlaka getirin. O’nu getirmezseniz size bir daha erzak vermeyeceğim,” dedi.
Buna rağmen Yakub aleyhisselam, oğlu Bünyamin’i göndermek istemedi ve dedi ki:
- Daha önce kardeşi Yusuf hakkında size ne kadar güvendiysem, bunun hakkında da size ancak o kadar güvenirim! En iyi koruyucu Allah’tır. O, merhametlilerin en merhametlisidir…
Bu arada kardeşler, yüklerini açtılar ve paralarının kendilerine iade edildiğini farkettiler. Bunun üzerine babalarına dediler ki:
- Baba! Daha ne istiyoruz, paralarımız dahi bize iade edilmiş. Biz bu paralarla gider tekrar ailemize erzak alırız. Bünyamin kardeşimizi götürdüğümüz için de fazladan bir deve yükü daha alırız. Zaten getirdiğimiz erzak az, bize yetmez. Ayrıca kardeşimiz Bünyamin için endişelenmene gerek yok; O’nu Sana sağsalim getireceğiz, dediler. Yakub aeyhisselam cevaben şöyle dedi:
- Aşılamaz engellerle kuşatılmanız hariç, O’nu bana mutlaka getireceğinize dâir Allah adına yeminle kesin söz vermediğiniz müddetçe O’nu sizinle asla beraber göndermem, dedi. Bunun üzerine kardeşlerin hepsi de kesin söz verdiler. Bunu üzerine Yakub aleyhisselam:
- Söylediklerimize Allah şahittir, dedi ve ilave etti:
- Oğullarım! Şehre hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm, Allah’tan başkasının değildir. Ben, O´na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnız O´na tevekkül etsinler!..
(Devamı haftaya…)
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-8
Yakub aleyhisselam, oğullarını erzak almak için ikinci defa Mısır’a gönderdi. Bünyamin ile beraber Yusuf aleyhisselamın huzuruna çıktılar. Yusuf aleyhisselam onlara ikram bulundu. Bir tenhada kardeşi Bünyamin’e kendisini tanıttı ve onların yaptıklarına üzülme, dedi. Ayrıca bir tedbirle kendisini göndermeyeceğini bildirdi. Sonra kardeşlerden her biri için bir deve yükü erzak hazırlattı. Kardeşi Bünyamin’in yükünün içine de Mısır kralının altından yapılmış su tasını koydurdu.
Kardeşler, yüklerini hazırlayıp yola çıktılar. Ancak bu sırada saraydan bir tellal arkalarından şöyle seslendi:
- Ey kervancılar durun, kesinlikle siz hırsızsınız!.. Kardeşler neye uğradıklarını şaşırdılar, geri dönüp:
- Ne oldu, ne kayboldu, aradığınız şey nedir, diye sordular. Görevli:
- Kralın tası kayboldu, onu getirene bir deve yükü erzak var; ben de buna kefilim, dedi. Kardeşler buna cevaben:
- Vallahi kesinlikle siz de bilirsiniz ki, biz buraya bozgunculuk yapmak için gelmedik. Ayrıca hırsız da değiliz, dediler.
Görevli dedi ki:
- Peki, eğer sözünüzde yalancı çıkarsanız, size göre hırsızlığın cezası nedir? Kardeşler cevaben:
- Tas kimin yükünde çıkarsa, o hırsızdır ve mal sahibinin bir sene kölesi olur. Biz, hırsızlık yapan zâlimleri böyle cezalandırırız, dediler.
Görevliler, aramaya başladılar. Tas, en son baktıkları Bünyamin’in yükünden çıktı. Bunu gören kardeşler; “halalarının, küçükken Yusuf aleyhisselamı bir sene daha yanında tutmak için gizlice elbisesinin altından beline kemer bağlama,” olayını hatırladılar ve:
- Eğer Bünyamin çaldıysa, daha önce O‘nun kardeşi de çalmıştı. Bunu duyan Yusuf aleyhisselam; onlara belli etmeksizin içinden; “asıl sizin durumunuz kötü! Allah, sizin suçladığınız hususu çok iyi bilmektedir,” dedi.
Sonra Yusuf aleyhisselam, Bünyamin’i Mısır’da alıkoyacağını söyledi. Babalarına verdikleri kuvvetli sözü hatırlayan kardeşler paniklediler ve:
- Ey Azîz! Gerçekten Bünyamin’in ihtiyar ve çok muhterem bir babası var. O’nunla teselli oluyor, kaybolan kardeşimizin acısını O’nunla unutuyor ve O’nu bizden çok seviyor. Mümkünse O’nun yerine birimizi alıkoy ve O’nu serbest bırak. Biz kesinlikle seni iyilikseverlerden görüyoruz, dediler. Yusuf aleyhisselam dedi ki:
- Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah’a sığınırız. Çünkü bu takdirde suçsuz birini alıkoyduğumuz için zâlimlerden oluruz, dedi.
Kardeşler, konuyu görüşmek üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki:
- Babanızın sizden Allah adına aldığı sözü ve daha önce de Yusuf hakkında işlediğiniz hatayı bilmiyor musunuz? Babam gelmeme izin verinceye veya Allah benim hakkımda hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. Allahü Teâlâ hükmedenlerin en iyisidir, dedi ve ilave etti:
- Babanıza dönün ve şöyle deyin: “Baba! Şüphesiz oğlun Bünyamin hırsızlık etti. Biz de ancak bilip gördüğümüze tanıklık ediyoruz. Gaybı bilmiyoruz. Yani O, gerçekten tası çaldı mı, yoksa O’nun haberi olmadan yüküne mi konuldu, bir fikrimiz yok. Gayba, bilgimiz dışında kalan olaylara karşı da O’nu koruyamazdık. İstersen orada bulunduğumuz şehrin halkına ve aralarında geldiğimiz kafileye sor. Biz gerçekten doğru söylüyoruz!..”
Yakub aleyhisselam ise, bu habere hem çok üzüldü hem de anlatılanlara hiç inanmadı ve dedi ki:
- Hayır, nefisleriniz bu hususta sizi aldattı. Artık bana düşen şey sabr-ı cemildir. Umulur ki, Allahü Teâlâ oğullarımı bana geri getirir. Şüphesiz O Alîmdir, Hakîmdir; herşeyi bilir, hüküm ve hikmet sahibidir, dedi. Sonra da onlardan yüz çevirdi ve:
- Ah Yusuf’um ah, diye sızlandı ve kederinden ağlayarak iki gözüne ak düştü ve perde indi. Bununla beraber O, kederini oğullarına belli etmiyor, içine atıyordu. Bunun üzerine oğulları:
- Vallahi, sen hâlâ Yusuf’u anıp duruyorsun, ya üzüntüden eriyeceksin veya kendini helâk edenlerden olup öleceksin, dediler. Yakub aleyhisselam cevaben:
- Ben, derin üzüntü ve tasamı yalnız Allah’a arz ederim ve Allah katından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim, dedi.
(Devamı haftaya…
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-9
İçinde bulunduğu sıkıntıdan kurtulacağına inanan Yakub aleyhisselam, son derece üzüntülü ve kederli olmasına rağmen, hiçbir zaman hâlini Allahü Teâlâdan başkasına arz etmedi. O, başına gelen musibetlere karşı her dâim sabırlı oldu ve ümidini hiç yitirmedi. Bir gün oğullarına:
- Evladım, Mısır’a gidin, Yusuf ile kardeşini arayın! Allahü Teâlânın fazl û ihsanından ümit kesmeyin. Çünkü gerçekten kâfirler güruhundan başkası, Allahü Teâlânın fazl û rahmetinden ümit kesmez, dedi.
Kardeşler, babaları Yakub aleyhisselamın emri üzerine üçüncü defa hem erzak almak hem de orada kalan kardeşlerini geri getirmek için Mısır’a gidip Yusuf aleyhisselamın huzuruna çıktılar ve şöyle dediler:
- Ey Azîz! Biz ve ailemiz sıkıntıya düştük, pek kıymetsiz bir sermaye ile geldik. Bize yine ölçeği tam yap ve bize ayrıca ikramda bulun. Şüphesiz Allah, ikramda bulunanları mükâfatlandırır!.. Yusuf aleyhisselam da onlara cevaben:
- Siz, sonunun nereye varacağını bilmeden Yusuf’a ve kardeşine yaptığınız işin kötülüğünü anlayıp ondan tevbe ettiniz mi, dedi.
Bu sözler üzerine onlar, bu kimsenin kardeşleri Yusuf olabileceğini düşündüler ve O’na:
- Yoksa gerçekten sen Yusuf musun, dediler. Yusuf aleyhisselam da:
- Evet, ben Yusuf’um, bu da kardeşim Bünyamin’dir. Allah bize lütufta bulundu, bizi korudu ve yüceltti. Çünkü gerçekten kim; Allah’ın emrine uygun yaşar ve sabrederse muhakkak ki Allah, iyilerin mükâfatını zâyi etmez, dedi.
Kardeşler, Yusuf aleyhisselamın üstünlüğünü ve O’na yaptıklarından dolayı günahkar olduklarını kabul ettiler. Yusuf aleyhisselam ise, onlara:
- Bugün size bir kınama ve ayıplama yoktur, dedi. Ayrıca onlara çok izzet ve ikramda bulundu. Babası Yakub aleyhisselamın halini, kendisinden sonra ne durumda olduğunu sordu. Onlar da:
- Senin için çok üzüldü ve ağladı. Bu sebeple de gözleri görmez oldu, dediler. Bunun üzerine Yusuf aleyhisselam gömleğini çıkarıp onlara verdi ve:
- Şu gömleğimi babama götürün, gözlerine sürsün. Böyle yaptığında rahatlıkla görmeye başlayacaktır. Sonra da bütün ailenizle bana gelin, dedi.
Yusuf aleyhisselam, kardeşlerinin yol hazırlıklarını tamamladı. Babası Yakub aleyhisselama verilmek üzere bütün akrabası ile birlikte Mısır’a gelmelerine dair bir davet mektubu da verdi.
Kafile Mısır’dan yola çıktıktan sonra Yakub aleyhisselam:
- Eğer bana bunamış demezseniz, inanın ben Yusuf’un kokusunu alıyorum, dedi.
Fakat yanındakiler, Yusuf aleyhisselama duyduğu aşırı muhabbetten dolayı böyle bir koku duyduğunu zannettiler de:
- Vallahi sen hâlâ “dalalike’l-kadîm”de yani eski şaşkınlığındasın, dediler.
Nihayet kardeşler, Kenan diyarına yaklaşınca, onlardan biri müjdeci olarak gelip Yusuf aleyhisselamın gömleğini babasına verdi. Yakub aleyhisselam gömleği gözüne sürdü. Hemen gözleri açılıverdi ve dedi ki:
- Ben size; Allah tarafından sizin bilmediklerinizi bilirim, dememiş miydim? Bunun üzrine kardeşler:
Baba! Bizim için istiğfar et, günahlarımızın affını dile! Çünkü biz gerçekten suç işledik, dediler. Yakub aleyhisselam da:
- Sizin için daha sonra Rabbimden af dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayan, pek esirgeyendir, dedi.
Yakub aleyhisselam, bütün oğulları ve akrabasıyla birlikte Kenan diyarından Mısır’a gitmek üzere yola çıktı. Yusuf aleyhisselam da Mısır Kralı ve halkıyla birlikte Yakub aleyhisselamı ve beraberindekileri şehrin dışında karşıladı. Babasını ve üvey annesini bağrına bastı ve:
- Allah’ın izniyle emin olarak Mısır’a girin, dedi. Sonra onları sarayına götürdü. Babasını ve üvey annesini tahtının üstüne çıkarıp oturttu. Hepsi yani babası, üvey annesi ve kardeşleri ona kavuştukları için, O’nun huzurunda Allah’ü Teâlâya secde ettiler.
Yusuf aleyhisselam:
- Babacığım! İşte daha önce gördüğüm rüyanın tâbiri ve mânâsı buymuş; Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana lutuflarda bulundu. Beni zindandan çıkardı; şeytan, benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden çıkarıp buraya getirdi. Şüphesiz Rabbim dilediğine çok lütufkârdır. Kuşkusuz O, çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir, dedi.
(Devamı haftaya
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-10
Yakub aleyhisselam Mısır’a geldikten yaklaşık on sene sonra vefat etti. Vasiyeti üzerine Filistin’de Halilürrahman’da defnedildi. Yusuf aleyhisselam da mübarek babasından bir müddet sonra vefat etti. Vefatından önce, Allahü Teâlâ’ya şöyle niyazda bulunup dua etti:
- Ey rabbim! Bana iktidar verdin ve bana sözlerin ve rüyaların doğru yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan Allah’ım! Dünyada da âhirette de velim; beni yönetip himaye eden Sensin. Müslüman olarak canımı al ve beni sâlih kulların arasına kat!
Mısırlılar, O’nun mübarek naaşını mermer bir sandukaya koyup Nil Nehri kıyısında bir yere defnettiler. Takriben dört yüz sene sonra gelen Musa aleyhisselam, O’nun kabrini bulup, babası Yakub aleyhisselamın Halilürrahman’daki mübarek kabrinin yanına taşıdı.
***
Birçok ibretâmiz hikmet dersleri barındıran ve müminlerin sıkıntı içinde kıvrandıkları bir zamanda nâzil olan Yusuf suresi ile Efendimiz aleyhisselam ve Eshab-ı kiram teselli edilmiş ve Yusuf aleyhisselamın imdadına yetişen Allahü Teâlâ’nın onların da imdadına yetişeceği müjdelenmiştir.
Hakikaten Efendimiz aleyhisselamın hayatı ile Yusuf aleyhisselamın hayatlarında birçok benzerlikler vardır.
Bilindiği gibi Medine-i münevvereye hicretten önce Efendimiz aleyhisselam; Yusuf aleyhisselam gibi en yakın akrabalarından türlü türlü sıkıntılar çekiyordu. Hatta Mekke’de bütün Müslümanlara uzun süre sosyal ve ekonomik boykot uygulanmıştı.
Efendimiz aleyhisselam ve Eshabına uygulanan bu boykot, Yusuf aleyhisselamın kuyuya atılıp ölüme terk edilmesi gibi düşünülebilir.
En önemlisi de müşrikler, hicret-i seniyyelerinden önce Efendimiz aleyhisselamı öldürme, sürgün etme veya hapsetme planlarını yapıyorlardı.
Ayrıca Efendimiz aleyhisselam da tıpkı Yusuf aleyhisselamın, babasından ayrı kalması gibi, çok sevdiği kişileri kaybetmiş ve Yusuf aleyhisselam gibi bir nevi yalnız kalmıştı.
Tıpkı Yusuf aleyhisselamın kardeşlerinde olduğu gibi, Mekke müşrikleri de kıskançlıkları yüzünden: “Mekke’nin eşrafı varken peygamberlik gibi önemli bir görev neden Muhammed gibi yetim ve fakir birine verildi,” diye Efendimiz aleyhisselama inanmamışlardı.
Onların böyle düşünmelerine üzülen Efendimiz aleyhisselam ve Eshab-ı kiram, yukarıda da geçtiği gibi bu surenin inişi ile teselli olmuşlardı.
Bir de şu var ki, bu Sure ile Efendimiz aleyhisselam ve Eshab teselli edildiği gibi, bu sıkıntılara katlanıp sabır ve azimle çalıştıkları takdirde, tıpkı Yusuf aleyhisselam gibi muzaffer ve muvaffak olacakları ve müşriklerin kendilerine teslim olacakları müjdesi verilmişti.
Hatırlanacağı üzere Efendimiz aleyhisselam, müşriklerin baskısı sebebiyle Medine’ye hicret ettikten birkaç sene sonra Mekke’yi fethetmiş ve müşrikler O’na boyun eğmek zorunda kalmıştı.
Mekke’nin fethedildiği gün, Kâbenin eşiğinde duran Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem; kendisine akıl almaz sıkıntılar veren, çileler yaşatan, evinden, yurdundan çıkaran; hem mübarek bedenini hem de kutsal davasını ortadan kaldırmak için seferber olan adamlara bakarak: “Ey Kureyş topluluğu! Size şimdi nasıl bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz,” diye sordu. Kureyş topluluğu ise, “sen, âlicenap bir kardeş ve âlicenap bir kardeşin oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız,” dediler.
Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam şöyle buyurdu: “Ben de size Yusuf’un kardeşlerine söylediği gibi: “Bugün size hiçbir başa kakma, azarlama yok. Allah sizi bağışlasın. O merhamet edenlerin en merhametlisidir,” (Yusuf 92) diyorum. Haydi, gidiniz hepiniz serbestsiniz.”(Siretu İbni Hişam)
Ayrıca Efendimiz aleyhisselama ve Eshaba bu Sure ile sabır, şükür, kaza ve kadere rıza, tevekkül ve zafere nasıl ulaşılacağı, olayların gidişatının insanların elinde değil, Allahü Teâlâ’nın elinde olduğu ve benzeri noktalarda bilgi verilmiştir.
Peygamberan-ı izam aleyhimüsselamın, gönderildikleri zamana ve sosyal şartlara göre değişen farklı özellikleri ve örneklikleri vardır. İşte hayâsızlığın tavan yaptığı ve iffetin yerlerde süründüğü zamanın Mısır devletinde Allahü Teâlânın dinini tebliğ eden Yusuf aleyhisselam, yüce şahsiyetiyle; hayâ ve iffet konusunda en yüksek perdeden örneklik yapmış ve bu örnekliği dillere destan olup nice nice sözlü ve yazılı esere konu olmuştur.
(Devamı haftaya…)
.
Yusuf aleyhisselamın ibretli hayatı-11
Yazımızın geçen haftaki bölümü şöyle bitirmiştik: (Yusuf aleyhisselam, yüce şahsiyetiyle; hayâ ve iffet konusunda en yüksek perdeden örneklik yapmış ve bu örnekliği dillere destan olup nice nice sözlü ve yazılı esere konu olmuştur.)
Hayâ duygusu, sahibi için çok caydırıcı olup onu; hem çirkin işleri yapmaktan alıkoyar, hem de görevi olan iyi işleri yapmaya sevk eder, hatta bir nevi mecbur bırakır. Hayâ, ‘iffet’ erdeminden doğan çok önemli bir fazilettir. İffet; insanın şahsiyetini; namus, şeref ve haysiyetini korumaya düşkün olması; yani edebe mugayir işlerden uzak durmak için azami gayret etmesidir.
Delikanlılık çağındaki son derece güzel ve yakışıklı bir genç için en zor imtihanlardan biri, belki de başarılması en zor olanı, makam ve mevki sahibi güzel bir kadının ısrarlı tahrik ve taciziyle sınanmaktır. İşte, Yusuf aleyhisselamın en güzel örnekliği de tam burada ortaya çıkmış ve destanlaşmıştır. Bunun içindir ki O, kendisine yapılan iğrenç teklifi reddettiği takdirde zindana atılmakla tehdit edildiğinde, seve seve zindanı tercih etmiştir.
Yusuf aleyhisselamın başka bir özelliği de çok sabırlı olmasıdır. Sabır; dinî emirleri yerine getirirken, haramlardan sakınırken, musibetlerle boğuşurken ve zorlu hedeflere doğru yürürken yılmadan sıkıntıya katlanmak ve metanetle direnip başarmaktır.
Yusuf aleyhisselamın bir diğer özelliği de şükürdür. Şükür; medh û sena ederek Allahü Teâlâ’ya ta’zimde bulunmak, verdiği nimetlerden dolayı teşekkür edip hoşnutluk ve memnuniyetini ifade etmektir. Yani şükür görevini yerine getirebilmek için; her nimetin Allahü Teâlâ’dan geldiğinin şuur ve bilincinde olmak, bu hakikati itiraf edip dile getirmek ve sahip olunan bütün nimet ve imkânları yerinde kullanmak gerekir. Şükür; ilim, hâl ve amel ile gerçekleşir:
a) İlim: Kalb ile şükretmektir: Yani nimeti hatırlamak ve nimeti veren Allahü Teâlâ’nın azametini düşünmektir. Bu da zâhir ve bâtın bütün nimetleri ve bu nimetlerden yararlanmayı, Allahü Teâlâ’dan bilip, hayatını bu anlayışa göre şekillendirmektir.
b) Hâl: Dil ile şükretmektir. Yani nimetin, Allahü Teâlâ’dan geldiğini itiraf edip Rabbimize meth û senada bulunmaktır.
c) Amel: Fiilî olarak şükretmektir. Bu da, nimetin kadr û kıymetini bilip onu; verildiği gayenin dışında kullanmamaktır.
Hayâ, sabır ve şükür erdemleri Yusuf aleyhisselamın mübarek hayatını tamamen kaplamıştır. O, bizzat kardeşleri tarafından kuyuya atıldı, kuyudan su çeken kervancılar tarafından bulunup köleleştirildi, Mısır’da köle pazarında satıldı, sarayında kaldığı Züleyhâ’nın iğrenç iftirasına uğradı ve Azîz tarafından haksız yere zindana atıldı.
O, bütün bu zorlukları engin sabır, metanet ve tevekkülü ile aştı. O, intikam alabilecek güç, kuvvet ve iktidara sahip olduğu halde hiç kimsenin kötülüğüne kötülükle mukabele etmedi. Bir de O, kölelikten sultanlığa yükselişini, hep Allahü Teâlâ’nın lütuf ve ihsanına bağladı, asla nefsine en ufak bir pay çıkarmadı.
Yusuf aleyhisselamın mübarek hayatının sekiz önemli devresi vardır. O, bu sekiz devrede insanlığa çok önemli sekiz hususu öğretti: a) Çocukluk devresi. Bu devrede on kişiyle başedebilmeyi öğretti. b) Kuyu devresi. Karanlık bir kuyunun dibinde bile olunsa, asla ümitsizliğe kapılmamak ve daima ümitvar olmak gerektiğini öğretti. c) Kölelik devresi. Köle olarak pazarlarda satılsan da ruhunu ve aklını özgür bırakman gerektiğini; zira asıl köleliğin beden köleliği değil, ruh köleliği olduğunu öğretti. d) Saray devresi. Sarayda bile yaşasan, müspet veya menfi senin hakkındaki takdir-i İlahînin mutlaka tahakkuk edeceğini unutmamak gerektiğini öğretti. e) Gençlik devresi. Dünyevî zevkler ve şehvetler karşısında Allahü Teâlaya sığınmanın ve harama düşmemenin ehemmiyetini öğretti. f) Zindan devresi. Zindandakilere; kendini yiyip bitirmek yerine zindanı medreseye çevirmenin yolunu öğretti. g) İktidar devresi. Devletin nasıl yönetilmesi gerektiğini ve liyakatli sadık uzmanların devlete neler kazandırabileceğini öğretti. h) İş arayanlara; hayatın en az bir alanda uzman olmak gerektiğini öğretti.
.
Sakın câhillerden olma!.."
Yaratılmışların en şereflisi olan insana cehalet değil, âlimlik yakışır. Çünkü cehalet, bütün kötülüklerin kaynağıdır. Cehalet, kişiyi Allah katında da insanlar katında da değersiz kılar. Okumak, faydalı bilgilerle donanmak, ilmi insanlığın hayrına kullanmak ise kişiyi yüceltir. Kaldı ki, insan Allahü Teâlâ’nın muhatabı ve yeryüzündeki halifesidir. Allah, -insanı câhillikten kurtarmak için- çok sayıda kitap ve peygamber göndermiştir. Son Peygamberi Muhammed aleyhissalatü vesselama gönderdiğ son kitabı Kuran-ı kerimin ilk emri; “ikra” yani “oku”dur. Çünkü Rabbimiz celle celâlüh, beşeriyeti cehâlet karanlık ve bataklığından kurtarıp insanın ulaşabileceği en yüksek derece olan ilimle şereflendirmek ister. Bunun için Dinimizde câhillik çirkin görülmüş ve kınanmıştır. Bu meyanda, İslâm öncesi döneme, “câhiliyye” denilmiş olması çok mânidardır.
İslam dini, ilimle özdeştir. Evet, medeniyetimizde din ile ilim, hiçbir zaman birbirinden ayrılmayan iki ana unsurdur. Biri olmayınca diğeri tek başına insanı hedefe ulaştırmaz. İlim, dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ve erdemlerin en büyüğüdür. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “De ki: Ey Rabbim! İlmimi artır.” (Taha 114)
Dikkat buyurun! Bu âyet-i kerime bize -başka herhangi birşey için değil- ilmimizin artması için dua etmemizi emrediyor. Zira ilim tükenmez bir hazine olup; sadece sâhibine değil, başka insanlara da, hatta diğer canlılara da fayda verir.
Dinimizde ilim, hayatî öneme sahiptir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:“Ya öğreten ol, ya öğrenen ol, ya dinleyen ol, yahut bunları seven ol. Beşincisi olma, helâk olursun!” (Beyhaki, Şuabü’l-iman 1709)
Efendimiz aleyhissalatü vesselam, bu hadis-i şerifleriyle, âdeta bütün İslam toplumunun ilim ile meşgul olmasını emrediyor. Bu hadis-i şerife göre; herkesin kendi şartları nispetinde ilim kervanına katılması gerekir: Bilenler öğretecek, bilmeyenler öğrenecek, öğrenemeyenler dinleyecek, ötekiler de bütün bu sınıfları sevip imkânları ölçüsünde onları destekleyecektir. Bu hadis-i şerif, ilim kervanına hiçbir şekilde katılmayanların, dünya ve ahirette kaybedenlerden olacaklarını da haykırıyor.
Normalde bütün insanları bir tarağın dişleri gibi eşit kabul eden Dinimiz; âlim ile câhilin yani bilen ile bilmeyenin asla bir olamayacağını söylüyor. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler (âlimler ile câhiller) bir olur mu?” (Zümer 9)
Başka bir âyet-i kerime: “Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şâhitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O’ndan başka ilah olmadığına adaletle şâhitlik ettiler.” (Al-i İmran 18)
Görüldüğü gibi; Allah azze ve celle yüce Zatı ile başlıyor, ikinci olarak melekleri, üçüncü sırada da ilim sahiplerini zikrediyor. Âlimlere; şeref, üstünlük ve asalet olarak bu âyet-i kerime yeter.
Dünya ve âhiret saadetinin anahtarı ilimdir. Müslüman; ilim öğrenmek zorundadır. Çünkü cehaletle, ne İslam yaşanır ne de yaşatılır.
İlim, insanları olgunlaştırarak güzel ahlâka kavuşturur. Toplumu da helâk edici ahlaksızlıklardan temizler.
İlim, âhiretimiz için ne kadar kıymetli ise, dünyamız için de o kadar değerlidir. Eskiden savaşlar; fizikî kuvvetle, topla tüfekle yapılırdı. Şimdi ise ilimle yani bilgi ve teknoloji ile yapılıyor. Bunun için, artık bilgiyi ellerinde tutanlar, gücü de tekellerinde bulunduruyor ve dünya düzeninin kurallarını da onlar belirliyor.
Ancak bilgi ne kadar mühim ise, onu yerinde ve zamanında işleyip kullanmak da o kadar önemlidir. Bakınız, bugünkü şartlarda bir tondan biraz fazla olan bir binek arabanın hammadde maliyeti kabaca 850 dolar olarak hesaplanmaktadır. Peki, bu hammaddeyi etkin bir şekilde işleyen otomobil markaları bu binek arabaları kaça satıyorlar bir düşünün… İşte bilgiyi yerinde kullanmak bu kadar stratejik önem arz etmektedir.
İlmin meydana getireceği bu kadar çok büyük kazançlara mukabil, cehalet de başka yollarla telafisi asla mümkün olmayan kayıplara sebep olmaktadır. Çünkü her fenalığın, hatta küfür ve şirkin başı da bilgisizlik ve cehalettir. Bunun için âyet-i kerimede: “Sakın câhillerden olma,” (Enam 35) buyurulmaktadır.
.
Nefis muhâsebesi-1
İçinde yaşadığımız dünya fâni, ömür de kısadır. Her akşam gün batarken ve her sabah takvimden bir yaprak daha düşerken farkına varmadan ölüme ve âhiret hayatına biraz daha yaklaşıyoruz. Ömür sermayemiz azalırken, âhiret hayatında hayretler içinde okuyup üzüleceğimiz amel defterlerimiz de maalesef günah ve kusurlarla kabarıyor.
Bu yanlış ve gâfilane gidişe dur dememiz lazım. Bunun için mâzide bıraktığımız yıllarımızın muhâsebesini yapalım. Nefsimizi hesaba çekip kendimizle yüzleşelim. Hata ve günahlarımızdan vazgeçip tevbe edelim. Rabbimize, kendimize, ailemize ve tüm mahlûkata karşı sorumluluklarımızı hatırlayalım. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey iman edenler! Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına bir baksın. Allah’a gönülden saygı besleyip O’na karşı gelmekten sakının; çünkü Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır. Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da onlara kendilerini unutturduğu, dolayısıyla fayda ve zararını bilmeyen kimseler gibi olmayın. Onlar, büsbütün yoldan çıkmışların tâ kendileridir.” (Haşr 18-19)
Kesinlikle bu gafletle bir yere varamayız. Dolayısıyla kendimize gelip kısacık ömrümüzden kalan günleri Allahü Teâlânın rıza-i bârisi istikametinde geçirmeye azm û cezm edelim. Dünyevî heves ve arzuların peşinden koşmaktan ve âhiretimizi cehenneme çevirmekten vazgeçelim. Aldığımız her kararın, söylediğimiz her sözün, işlediğimiz her davranışın Allahü Teâlâ tarafından görüldüğünü, duyulduğunu, bilindiğini ve bütün bunlardan hesaba çekileceğimizi hiçbir zaman aklımızdan çıkarmayalım.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Allah, sadece samimi bir şekilde ve kendi rızası gözetilerek yapılan amelleri kabul eder.” (Nesai)O halde, samimiyetle Rabbimize yönelelim. Amel defterlerimizi hata ve günahlarla değil, ibadet ve hasenatla doldurmak için büyük gayret sarfedelim. İmtihan için bulunduğumuz bu üç günlük dünyada boş ve faydasız işler peşinde kıymetli ömrümüzü tüketmeyelim.
Sık sık nefis muhâsebesi yapalım, neler yaptığımıza bir bakalım, kendimizi kontrol edelim. Nefis muhâsebesi yapmak, diğer yaratılanlardan farklı olarak, insana verilmiş olan akıl ve iradenin önemli bir gereğidir ve icabıdır. İnsanın kendini muhâsebe etmesi ve dolayısıyla Allahü Teâlâya kulluk görevini hakkıyla yerine getirebilmesi; dünya ve âhiret saadetine kavuşabilmesi için zaruridir. Zira insanoğlu yaratılış itibarıyla nefsin arzularına düşkündür ve nefis, insanın yaptığı kötülüklerin ilk kaynağıdır.
Nefis muhâsebesi, insanın kendisini yaratılış amacı ve sorumlulukları açısından hesaba çekmesi, iş ve davranışlarının kontrolünü yapması ve durumunu değerlendirmesidir. İnsanın kendisini hasaba çekmesi, sosyal barış için de elzemdir. Çünkü kendisini kontrol eden ve özeleştiri yapan kişi, kendi içinde ve toplumda uyumlu, başkalarının haklarına saygılı olur ve böyle insanlardan oluşan bir toplum da gerçekten sağlıklı bir toplum olur.
Nefis muhâsebesinin bel kemiği ve odak noktası; maalesef daha önce şeytana uyup işlediğimiz günahlardır. İnsanın günah işlemesinin temel sebepleri; âhiret hayatının unutulması, gaflet, nefsin heva ve heveslerine uyulması, zamanın boşa harcanması, Allahü Teâlânın âyetlerinden yüz çevirilmesi gibi şeylerdir. Bütün iş ve davranışlarımızın Allahü Teâlâ tarafından görüldüğü, melekler tarafından kaydedildiği ve hayatta yaptığımız her şeyin en ince noktasına varıncaya kadar bir gün sorgulanacağı bilinmelidir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.” (Zilzal 7-8)
“İnsanların hesaba çekilecekleri (gün) yaklaştı. Hal böyle iken onlar, gaflet içinde yüz çevirdiler.” (Enbiya 1)
“(Ey insanlar!) O gün (hesap için) huzura alınırsınız; size ait hiçbir sır gizli kalmaz. Kitabı sağ tarafından verilen: ‘Alın, kitabımı okuyun, der. Doğrusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum.’ Artık o, hoşnut kalacağı bir hayat içindedir. Meyveleri kolayca devşirilebilir yüce bir cennettedir.” (Hâkka 18-23)
“Her insanın sorumluluğunu omuzuna yükledik. Kıyamet gününde insana, açılmış vaziyette önüne konulacak olan bir kitap (amel defteri) çıkaracağız. Oku şimdi kitabını! Bugün kendini yargılamak üzere kendi nefsin yeter!” (İsra 13-14)
(Devamı haftaya…)
.
Nefis muhasebesi- 2
Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama ve otokontrol diyebileceğimiz nefis muhasebesi; kişinin her zaman iyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış, sevab günah bütün işlerini gözden geçirmesi; yaptığı hayır ve güzellikleri şükürle karşılaması; işlediği hata, kusur ve günahları da hayır yaparak, tevbe ve istiğfar ederek affettirmeye âzami gayret etmesidir.
Nefis muhasebesi, müminin iç dünyasında aydınlatıcı bir kandil, vicdanında da faydalı bir vâiz ve nasihatçıdır. Mümin onunla hayrı şerri, güzeli çirkini, sevabı günahı birbirinden ayırır, onun rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri biiznillah aşar ve inşallah sâlimen hedefine ulaşır.
Nefis muhasebesi; ubudiyet ve ebedî saadet gibi konularda tamamen İlâhî inayet ve rahmet eksenlidir ve ümitsizliğin düşmanıdır. Ancak yine o, huzur ve sükunet sebebi olmanın yanında; korku, kaygı ve endişenin de kaynağıdır. Zaten müminin hayatı, Cennet ümidi ve Cehennem korkusu arasında seyreder.
Hasan Basri rahmetullahi aleyh buyurdu: “Mümin, nefsine hâkim olup onu Allah adına hesaba çekendir. Dünyada nefsini hesaba çekenlerin hesabı kolay geçer. Nefis muhasebesi yapmadan yaşayanların ise, kıyamet günü hesabı çetin olur.”
Nefis muhasebesi yaparken ölümü ve yeniden dirilerek herşeyin hesabının görüleceği kıyamet gününü gözümüzün önüne getirmeliyiz. Nefsimizi hesaba çekerken gerek kendimiz, aile fertlerimiz, akraba ve komşularımız için, gerekse içinde yaşadığımız toplum için ne gibi güzel işler yapıyoruz; yahutta kendimiz ve toplumumuz aleyhine olan ne gibi zararlı fiillerimiz var? İşte bu konuda derin derin düşünmemiz ve iyiliklerin çoğalması, yanlışların düzeltilmesi için hem dua etmeli hem de büyük gayret sarfetmeliyiz. Çünkü yapmamız gerekip de yapmadığımız ve uzak durmamız gerektiği halde işlediğimiz her şeyin hesabını vereceğiz. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. O zaman hiçbir kimse hiçbir haksızlığa uğratılmaz. Yapılan her işi, bir hardal tanesi kadar da olsa, adalet terazisine getiririz. Herkesin hesabını görmeye yeteriz.” (Enbiya 47)
“Ne zaman sen bir faaliyet göstersen, Kuran’dan bir bölüm okusan ve siz ne zaman bir iş yapsanız, o işe koyulduğunuzda muhakkak ki biz üzerinizde gözetleyici oluruz. Ne yerde ne de gökte, zerre miktarı bir şey bile Rabbinin bilgisi dışında kalmaz; bundan daha küçük veya daha büyük ne varsa istisnasız apaçık bir kitapta yazılıdır.” (Yunus 61)
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları (Rabbinin huzurundan) ayrılamaz: a) Ömrünü nerede harcadığından. b)İlmiyle ne gibi işler yaptığından. c) Malını nereden kazanıp nereye harcadığından. e) Vücudunu nerede yıpratıp eskittiğinden.” (Tirmizi)
“Âdemoğlu kıyamette getirilir ve mizanın kefeleri önünde durdurulur. Ona bir melek tayin edilir. Eğer mizanı (sevap kefesi) ağır gelirse, vazifeli melek; ‘filan kimse bundan sonra ebedî olarak kurtulmuştur,’ der. Mizanı (sevap kefesi) hafif gelirse melek; ‘falan kimse de kaybetmiştir,’ der.” (Ebu Nuaym)
Kafamızı iki elimizin arasına alıp düşünelim: Şu anda vâdemiz dolsa, emr-i hak vâki olup ölsek; amellerimiz, ibadet ve taatimiz, hayır ve hasenatımız yüzümüzü ak çıkarmaya yeter mi, yoka kötü yaşantımız; günah ve kusurlarımız yüzümüzü kapkara mı çıkaracak? Nefis muhasebesi yapmayanlar, bu mühim sorunun cevabını asla veremezler. İşte akıllı ve tedbirli mümin, bu “herşeyin hesabını vermek zorunda olduğumuz” hakikatini göz önünde bulundurarak hayatına ve davranışlarına yön verir.
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise, nefsini duygularına tâbi kılan ve Allah’tan dileklerde bulunup durandır (bunu yeterli görendir.)” (İbni Mâce)
Nefis muhasebesi yapmak, âhiretimiz gibi dünya hayatımız için de önemlidir. Zira günahlar dünyada kişinin müsibetlere uğramasına yol açabilmektedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Başınıza gelen her musibet, kendi yapıp ettikleriniz yüzündendir; kaldı ki Allah birçoğunu da bağışlar.” (Şûrâ 30)
(Devamı haftaya…
.
Nefis muhasebesi- 3
İnsanoğlu, bu fâni dünyada devamlı olarak kendisini kötülüğe ve günaha iten nefsinin bitmek bilmeyen istek, arzu ve ihtiraslarının menfi etkisindedir. İnsanoğlu, fıtratında bulunan bu köklü arzular ve bu derin ihtiraslar sebebiyle, bazı şeyleri kazanmak ve bazı konularda başarılı olmak için gecesini gündüzüne katarak durmadan çalışıp çabalar. Ancak insan, vahyin aydınlatıcı rehberliğinden uzak olarak nefsinin bu ardı arkası kesilmeyen istek, arzu ve ihtiraslarının peşinden körü körüne giderse, sonu felaket olabilir.
Bu büyük felaketten kurtulabilmek için çok çok gayret sarfetmek gerekir. İşte biz bu sa’yü gayrete; kişinin kendisiyle yüzleşmesi ve kendini kontrol etmesi anlamında nefis muhasebesi diyoruz.
Nefis muhasebesi işi, insanın nefsinin kötü arzu ve ihtiraslarının olumsuz tesirinden kurtulup Rabbine gerçek mânâda kul olması hedefine yöneliktir. Nefis muhasebesi yapan kişi, yaşayış tarzını Allahü Teâlânın istediği şekilde düzenleme gayreti içine gireceği için bütün söz, fiil ve davranışları yaratılış gayesine uygunluk sağlamaya başlar.
Peki yaratılış gayemiz nedir? Bu mühim sorunun doğru cevabını kimden öğrenebiliriz? Elbette diğer bütün konularda olduğu gibi bu mevzuda da hüküm Allahü Teâlânındır. Çünkü bütün kâinatı ve küçük kâinat sayılan insanı yaratan yani yoktan var eden O’dur. Yüce Yaradan’ımıza kulak verelim: O celle celalüh Kuran-ı keriminde mealen şöyle buyuruyor: “Ben, cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler, diye yarattım!..” (Zâriyat 56)
Evet insanın yaratılış gayesi; Allahü Teâlâyı tanımak, O’na ibadet etmek ve O’nun istediği tarzda yaşamaktır. Bu önemli hakikati anlatan başka âyet-i kerimeler de vardır. Onlardan birkaçı mealen şöyledir:
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O size, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.” (Yusuf 40)
“Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet edin!” (Bakara 21)
“O’ndan başka ilah yoktur. Herşeyi yaratan O’dur. O halde yalnız O’na ibadet edin!” (En’am 102)
“Allah’a ibâdet edin ve hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayın!” (Nisa 36)
Ayrıca her gün kıldığımız namazlarda defalarca; “ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz,” mealindeki âyet-i kerimeyi okuyoruz. (Fâtiha 5) Yine bir hadîs-i kudsîde: “Ben, gizli bir hazine idim. Tanınmak için muhlükatı yarattım,” buyuruluyor. (Keşf’ul-hafa)
Yüce Rabbimiz Allah celle celalüh, insanın asla başıboş olmadığını, onun mesuliyet ve vazifelerinin olduğunu bildirmektedir: “Sizi boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”? (Müminun 115) ve “İnsan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyame 36)
Dolayısıyla insan, yapıp ettiklerinden sorumludur. Hatta bu âlemde, sorumluluk bilincine sahip tek yaratık insandır: “Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zâlim, çok bilgisizdir.” (Ahzâb 72)
Bu durumda, asıl vazifemiz, yüce Yaradanımız Allahü Teâlâya ibâdet ve kulluk etmektir. Diğer işler, ibâdetten sonra gelir. Dünya işleri; ibadetlerimizi rahat bir şekilde yerine getirmeye yardımcı olmakla, en azından ibadetlerimizi engellememekle bir mânâ ifade edebilir. İbadetler, bütün işler yapıldıktan sonraya bırakılmaz, bilakis evvela ibadetler yapılır. Çünkü yukarıdaki âyet-i kerimelere göre Allahü Teâlâ, bizi bu iş için yani ibadet etmek için yaratmıştır ve asıl görevimiz de budur.
Unutmayalım biz, belli bir gaye ile yaratılmışız ve bu gayeye ne kadar uygun yaşadığımızı göstermek için bu dünyaya imtihan için gönderilmişiz. Bu önemli imtihanda başarılı olabilmek için, “en güzel davranışı sergilemek” kriterine uygun yaşamamız lazımdır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.” (Mülk 2)
Bu âyet-i kerimede; insanların dünyada güzel işler yapma hususunda birbirleriyle rekabet etmelerini sağlamak; kimlerin daha güzel işler yapacağını ortaya çıkarmak için hayat ve ölümün yaratıldığı bildirmektedir…
(Devamı haftaya
.
Nefis muhasebesi- 4
Bu dünyada insanoğluna akıl ile beraber verilen nefis, hesaba çekilmekten asla hazzetmez ve hiç hoşlanmaz. Çünkü onun fıtratında kendini beğenme, kendini üstün görme ve daima istek, arzu ve ihtiraslarını haklı ve güzel görme duygusu vardır. Bundan dolayı o, en ufak bir eleştiri karşısında hemen savunmaya geçer ve kendini haklı çıkarmak için sebepler uydurur.
Yine bunun içindir ki birçok insana; yanlış yolda olduğu ve hatalı iş yaptığı hatırlatıldığı zaman, hiç düşünmeden hemen kendini haklı çıkarmak için gerçek ve realite ile hiçbir şekilde bağdaşmayan açıklama ve yorumlara başvurur.
Bu, insanın kendi istek ve arzularını güzel görme hali, başkaları ile tartışırken olduğu gibi yalnızlık hâlinde ve iç dünyasında da olur. Nitekim kişi nefsiyle baş başa kaldığında, yaptıklarını haksız ve mantıksız görmeye başlayınca, hemen bu sıkıntıdan kurtulmak için bahaneler üretmeye ve kendini temize çıkarmaya başlar.
Allahü Teâlâ’nın emri olduğu halde Şeytan, Âdem aleyhisselam önünde secde etmedi. Çünkü kendisini O’ndan üstün gördü. Dolayısıyla; “niçin bütün melekler secde ettiği halde, kendisinin bundan imtina ettiği” sorulduğunda hemen kendini savunmaya başladı. İblis’in bu hali, nefsi her şeyden üstün görme sakat anlayışının pratiğe yansımasıdır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Hani Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona tam şeklini verip ruhumdan da üflediğim vakit hemen onun için secdeye kapanın.’ Bunun üzerine meleklerin hepsi secde ettiler. Yalnız İblîs hariç; o, kibir duygusuna kapılıp kâfirlerden oldu. Allah; ‘Ey İblîs’ dedi, ‘Kendi ellerimle yarattığım şu varlığın önünde secde etmekten seni alıkoyan nedir? Büyüklük mü taslıyorsun yoksa ululardan mısın?’ İblîs, ‘ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın,’ diye cevap verdi. Allah, ‘O halde çık oradan,’ dedi: “Sen artık kovuldun! Kıyamet gününe kadar rahmetimden uzak kalacaksın!” (Sad 71-78)
Başka bir örnek de şöyledir. Musa aleyhisselamın akrabası olan Karun’a, “Allah’ın sana lütfettiği zenginlik karşılığında, insanlara iyilikte bulun,” denildiği vakit; hemen savunmaya geçti. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Karûn Mûsâ’nın kavmindendi. O, gücüne dayanarak onlara haksızlık etmekteydi. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını güçlü kuvvetli bir ekip bile zor taşırdı. Halkı ona şöyle demişti: ‘Sakın şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 76-77)
Karun da tıpkı İblis gibi bu haksız ve batıl düşüncesinden dolayı helak olup gitti. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Sonunda biz onu (Karun’u) ve evini barkını yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı ona yardım edecek adamları olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabilecek durumda da değildi.” (Kasas 81)
Bu âyet-i kerimeler ışığında düşündüğümüz zaman; kişinin ilim sahibi bile olsa, kendisini nefsinin kötü yönlendirmesinden koruyamayabileceği, tam tersine ilmi sebebiyle arzularına yenilebileceği anlaşılmaktadır.
Hikmet ehli diyor ki: “Hubbeke’ş-şey’e yu’mi ve yusimm!” Yani; bir şeyi çok sevmen seni kör ve sağır edebilir. Zira bu anlayışa sahip kişilerin önünde hevâ ve hevesleri, gerçekleri görmeyi engelleyen yüksek ve kalın bir duvar gibidir. Bunun için filozoflar ve dünyaya düşkün birçok âlim denilen kişi, bu şekilde helak olmuştur. Gerçek âlimler ise, tamamen farklıdırlar. Seyyid Abdülkadir-i Geylanî hazretleri buyurdu ki: “İsyanınız nefsinize, itaatiniz Rabbinize olsun.”
Evet âlim olsun olmasın hakiki ve nasipli mümin; asla istek, arzu ve duygularının esiri ve uydusu olmaz. O, bu fâni dünyada imtihan için bulunduğunun bilinci ile daima mütevazı ve alçak gönüllü davranır, kendisini hiç kimseden asla üstün görmez. Dolayısıyla o, hep aklını çalıştırır ve dinin emri ışığında hareket eder…
(Devamı haftaya
.
Nefis muhasebesi- 5
Dünya ve âhiret saadeti için vazgeçilmez olan “nefis muhasebesi”nde muvaffak olmak için, şu temel ilkelere dikkat etmek çok önemlidir:
1- Daha önce yapılan hataları ve işlenen günahları hatırlamak. Kişi, geçmişte yaptığı yanlışları ve bunların neden olduğu maddî ve manevî kayıp ve zararları düşünmelidir. Yani insan, işlediği suçlar sebebiyle; “elime ne geçti ve bu sebeple neler kaybettim,” diye kendini mutlaka sorguya çekmelidir. Böyle yapan kişi, daha önce yaptığı hataları kolay kolay bir daha tekrarlamaz. İnsan, çevresine karşı günah işlediğini kabullenmek istemese bile, kendi nefsine karşı bunu kabullenmek zorundadır. Bunu yapamayan insanın, “nefis muhasebesi”nde başarılı olması çok zordur.
2- Yaptığı her işin, melekler tarafından kaydedildiğini bilmek. Devamlı olarak manevî bir kontrol ve murakabe altında bulunduğunun şuurunda olan bir mümin korkar ve mümkün mertebe hata yapmaktan ve suç işlemekten uzak durur. Çünkü o, bu günahların dünyada da âhirette de başını belaya sokabileceğini çok iyi bilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Mümin günahını, üzerine yuvarlanmasından korktuğu bir dağ zanneder. Günaha dadanmış kişi ise, günahını burnunun ucuna konmuş, ona bir şey söylediğinde uçacak bir sinek gibi görür.” (Buhari)
Bu hadis-i şeriften anlıyoruz ki, insanın üzerine bir dağ yuvarlandığı takdirde nasıl büyük bir zarar görecekse, âhirette de dünyada iken işlediği günahlardan aynı şekilde mutazarrır olur. Dolayısıyla nefsini hesaba çekmeyen ve günahları için üzülmeyen kişi, günahlarını burnuna konmuş sinek gibi görür. “Nefis muhasebesi” yapan ve günahların sonucundan korkan şuurlu bir mümin ise, dünyada iken yaptığı her şeyin Mahkeme-i Kübra’da en ince ayrıntısına kadar değerlendirileceğini bilir ve bunun için günahlardan uzak durmaya gayret eder.
3- Başkalarının hatasına değil, kendi kusurlarına odaklanmak. Çünkü başkasının hata ve günahları ile uğraşan kimse, kendi kusurlarını bir nevi unuttuğu için kendisini kusursuz görmeye başlar. Bu çarpık düşünce ise, “nefis muhasebesi”nin önünde önemli bir engeldir ve mutlaka aşılması gerekir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Sonunda O, kötülük yapanlara işlediklerinin cezasını verecek; iyilik yapanları, ufak tefek kusurlar hariç, büyük günahlardan ve çirkin işlerden kaçınanları ise, daha güzeliyle ödüllendirecektir. Şüphesiz Rabbinin bağışlaması çok geniştir. Sizi topraktan yarattığı zamanki halinizi de, annelerinizin karınlarında cenin olarak bulunuşunuzu da en iyi bilen O’dur. Şu halde kendinizi temize çıkarmayın! Kimin günahtan sakındığını en iyi bilen O’dur.” (Necm 32)
Başkalarının hatalarına odaklanmak, kişinin kendi hata, kusur, günah, yanlışlık ve eksikliklerini görmesine mâni olur. Bunun için kendini unutup başkalarının kusurlarıyla ilgilenmek asla akıllıca bir iş değildir. Çünkü bu, kendi elbiseleri kirli iken başkalarının elbiselerini yıkamaya bezer. Başka bir tabirle bu, kendisi hasta iken başkalarının derdine derman ve yarasına melhem olmaya çalışmak gibidir.
4- Eldeki imkânların tamamını Allahü Teâlâ’dan bilmek. Kişinin, sahip olduğu nimetleri, kendi kabiliyeti ve gayretiyle kazandığını düşünmesi çok yanlıştır. Bu, Karunvari egoist ve nankör bir düşüncedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Karûn Mûsâ’nın kavmindendi. O, gücüne dayanarak onlara haksızlık etmekteydi. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki sadece anahtarlarını güçlü kuvvetli bir ekip bile zor taşırdı. Halkı ona şöyle demişti: ‘Sakın şımarma! Bil ki Allah şımarıkları sevmez. Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasibini unutma! Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de insanlara ihsanda bulun. Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışma! Şüphesiz Allah bozguncuları sevmez.” (Kasas 76-77)
Böyle bir düşünceye kapılan kişi, tıpkı Karun gibi şımarmaya ve yeryüzünde fesat çıkarmaya başlar. Bu kişi, hem kendisine hem de çevresine büyük zarar verir. Elindeki nimet ve imkânları Allahü Teâlâdanbilen ise, şımarmadığı gibi âyet-i kerimede vurgulandığı üzere hayatında; mal ve imkânlarında “dünya-ahiret” dengesini kurmaya çalışır.
(Devamı haftaya
.
Nefis muhasebesi- 6
“Nefis muhasebesi”nin en temel semeresi tevbeetmektir. Dolayısıyla tevbe ile sonuçlanmayan bir “nefis muhasebesi”nin ciddi bir faydası yoktur. Zira tevbe; yanlış bir iş yapması durumunda kulun; bu işin yanlış olduğunun farkına varması, bu işten vazgeçmesi, bu işi yaptığına pişman olması, bir daha asla bu işe dönmemeye karar vermesi ve eğer bir kul hakkı sözkonusu ise; sahibiyle helalleşmesidir. Ayrıca kulun; yaptığı bu yanlıştan dolayı cezalandırılmamak için Allahü Teâlâdan;afve mağfiretdilemesi yani yalvarıp yakarması da, istiğfardır.
Tevbe çok çok önemlidir. Çünkü hepimiz insanız, çiğ süt emmişiz. Dolayısıyla; nefse ve şeytana yenik düşüp günah çukuruna yuvarlanabiliriz. Fakat günahtan sonra, derhal tevbe-istiğfar etmemiz gerekir. Çünkü bu çukurdan çıkmak için başka bir yol yoktur. Günah çukuruna düşen kulun kalbi kirlenip paslanır. Böyle bir kalb, ancak tevbe-istiğfar ederek ve iyi işler yaparak temizlenebilir.
Allahü Teâlânın rahmetine güvenerek günaha devam etmek de çok yanlış ve çok tehlikelidir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “…Sakın şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi aldatmasın!” (Lokmân 33) “Allah indinde en kıymetliniz, Ondan en çok korkanınızdır.” (Hucurat 13) Tevbe edilmeyen herhangi bir günahtan dolayı, Allahü Teâlâ bizi cezalandırabilir. Çünkü Allahü Teâlânın gazabı günahlar içinde saklıdır ve hangi günahla gazab-ı İlahîyi üzerimize çekeceğimiz belli değildir.
Günah işlemek; ne kadar çirkin ise, tevbe-istiğfar etmek de o kadar güzeldir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Her insan günah işler, günah işleyenlerin en hayırlısı ise, tevbe edendir!” (Tirmizi: 2499) Babamız Âdem aleyhisselam; kendisine yasak edilen Tûbâ’dan yedikten hemen sonra, samimi bir şekilde tevbe-istiğfar ettiğinden Allahü Teâlânın yüce affına mazhar oldu. Şeytan ise, emrolunduğu secdeyi yapmadığı için hata etti, fakat geri adım atmadı ve tevbe-istiğfarda da bulunmadı. Bunun için lanetlendi ve ebedî azaba düçar oldu.
Tevbe-istiğfar; biz günahkâr kullar için çok büyük bir fırsattır. Hergün işlediğimiz bunca günahı; şayet tevbe-istiğfarla sildirip temizletmezsek, halimiz nice olur ve kıyamet günü hangi yüzle Rabbimizin huzuruna çıkabiliriz? Dolayısıyla bu altın fırsatı çok iyi değerlendirmeli ve hiç üşenmeden, şartlarına uygun olarak bol bol tevbe-istiğfar etmeliyiz. Tevbe konusu, Kuran-ı kerimde çok geniş yer alır.Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Şüphesiz Allah, çok tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.” (Bakara 222)
“Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tevbe ediniz ki felaha eresiniz!” (Nur 31)
“Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe Allah, onlara azab etmeyecektir.” (Enfal 33)
Tevbe konusu, Sünnet-i seniyyede de çok geniş yer alır.Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Allahü Teâlâ; (şu âyet-i kerime ile) ümmetim için bana iki eman indirdi: “Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umumî bir) azap indirmeyecektir. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azab etmeyecektir.” (Enfal 33) Ben aralarından ayrıldığımda (Allah’ın azabını önleyecek ikinci eman olan) istiğfarı, kıyamete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî 3082)
“Günah işleyen biri, kalkar abdest alır, sonra namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse, Allahü Teâlâ, o günahı elbette affeder.” (Tirmzi 406)
Bir kimse, Hasan-ı Basri hazretlerine kıtlıktan yakındı, başka biri fakirlikten, diğer biri de çocuğunun olmadığından şikayette bulundu. Hepsine de istiğfar etmelerini tavsiye etti. Daha başka insanlar da çeşitli konularda sual ettiler. Onlara da istiğfar etmelerini tavsiye etti. Sebebini sorduklarında, şu âyet-i kerimeleri okudu:
“Dedim ki onlara: Rabbinizden af dileyiniz. Zira o Gafûrdur. Mağfiret dileyin ki, üzerinize bol bol yağmur indirsin. Size mal ve evlat ihsan buyursun, size bahçeler, ırmaklar, su kanalları nasib eylesin.” (Nuh 10-12)
Kuran-ı kerimde, Allahü Teâlânın tevbeleri kabul edeceği şöyle bildiriyor: “Rabbine hamd ile tesbih et ve O’ndan af dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul eder.” (Nasr 3) Dolayısıyla şartlarına uygun olarak yapılan tevbe makbuldur
.
Dinimizde insan hayatının önemi- 1
İslam; yaratılmışların en şereflisi ve en mükemmeli olan insana çok büyük değer ve önem vermiştir. Çünkü insan, Allahü Teâlânın yeryüzündeki halifesi ve dininin uygulayıcısıdır. İslama göre insan, -yerine göre- meleklerden bile üstün olabilir. Çünkü insan, meleklerin ve hayvanların tersine; bünyesinde iki zıt kuvvet bulundurmaktadır. Bu kuvvetlerden birisiyle yerine göre melekleri bile imrendirecek bir seviyeye çıkabilmekte diğer kuvvetle de tam tersine aşağıların en aşağısı olabilmektedir. İnsan hakkında en doğru ve en net bilgileri ancak İslam dininden öğrenebiliriz. İslam dininin insan hakkında vermiş olduğu bilgilere bugünün bilim ve teknolojisi henüz ulaşabilmiş değildir.
Allahü Teâlâ, bu kadar değer verdiği insanı, en güzel şekilde yaratmıştır. Bu hakikat, âyet-i kerimede şöyle ifade buyurulmaktadır: “Muhakkak ki Biz, insanı en güzel surette yarattık.” (Tin 4) Evet görünüş olarak insan, bütün yaratılmışların en güzelidir. Vücut organları arasındaki uyumu, düşünebilmesi, iyiyle kötüyü, güzelle çirkini, doğruyla yanlışı ve hayırla şerri birbirinden ayırd edebilmesiyle insan, bütün harikaları bünyesinde toplamış bir varlıktır. Bütün kâinat, canlısıyla cansızıyla insanın emrine âmâde edilmiş ve insana onlar üzerinde tasarruf kabiliyeti bahşedilmiştir. İnsan ise; Allahü Teâlâya ibadet etmek için yaratılmıştır.
Yüce dinimiz İslam; bu kadar değer verdiği insanın, mutlu ve onurlu bir hayat yaşayabilmesi için, beş temel varlığını (hakkını) koruma altına almak istemiştir. Bunlar; din, can, akıl, nesil ve mal. Çünkü bu haklar ihlal edildiği taktirde, kişisel güvenlik de toplumsal huzur da tehdit altına girer. Bu temel haklar, bütün insanlar için geçerlidir. Bu haklar konusunda, müslüman ve gayr-ı müslim arasında fark gözetilmez. Zira insan, ancak bu haklarını muhafaza edip yaşayabilirse insanlık şerefini koruyabilir. Biz bu yazı serisinde İslamda “hayat hakkı” konusu üzerinde durmaya çalışacağız:
Dinimiz, temelde bütün insanların hayat hakkını güvence altına almış ve uygulamada gerçekleştirilmesi için çeşitli tedbirler öngörmüştür. Yüce dinimizin insan hayatına verdiği değeri anlayabilmek için Kuran-ı kerimin şu âyet-i kerimelerine kulak vermek kâfidir: “Kim, katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Mâide 32)
“Haklı bir sebep olmadıkça Allah’ın dokunulmaz kıldığı cana kıymayın. Bir kimse haksızlıkla öldürülürse velisine yetki verdik; ancak o da öldürme hususunda sınırı aşmasın; çünkü o, yeterince yardıma mazhar olmuştur.” (İsra 33)
Bu emir gereği haksız yere insan öldürmek yasaklanırken; “öldüren, öldürülür!” hükmü de getirilmiştir. Bununla ilgili olarak Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Öldürülen kimseler hakkında size kısas farz kılındı.” (Bekara 178)Başka bir âyet-i kerimede de kasten bir mümini öldürmenin -uhrevî- cezası şöyle bildiriliyor: “Kim, bir mümini kasden öldürürse, onun cezası içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa 93)
Bunun için insan; başkasının canını tehlikeye atacak fiillerde bulunamayacağı gibi, kendi canını da tehlikeye atamaz. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Kendinizi öldürmeyin, Allah size çok merhametlidir.” (Nisa 29) ve “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (Bakara 195) Bunun için Dinimiz, intihar etmeyi de kesin olarak günah saymış ve yasaklamıştır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Kendini boğarak öldüren kimse cehennem içinde kendini boğup duracaktır. Kendini vuran kimse cehennemde kendini vurup duracaktır.” (Buhari 1299)
Ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden de anlaşıldığı gibi; intihar etmek veya haksız yere bir insanın canına kıymak çok büyük bir cürümdür. İslam dinine göre şirkten sonra en büyük günah adam öldürmektir. Adam öldürmenin Allah’a ortak koşmaktan sonra en büyük günahlardan sayılması, islam dininin insan hayatına vermiş olduğu değeri açıkça göstermektedir.
(Devamı haftaya…
.
Dinimizde insan hayatının önemi- 2
İslam âlimleri; “makasıdü’ş-şaria”yı yani dinin gayesini; canı, malı, ırzı, aklı, dini ve nesli korumak, şeklinde tarif etmişlerdir. Fıkıh bilginleri yani İslam hukukçuları da, İslam’ın korumayı amaçladığı bu insanî menfaat ve maslahatları insanın en temel hakları olarak değerlendirmişlerdir. Bu haklardan biri olan canı korumanın yani yaşama hakkının ise, dinimizde apayrı bir yeri vardır.
Yüce dinimiz İslam, haksız yere bir insanı öldürmeyi bütün insanları öldürmek gibi kabul etmiştir. Yine nasum bir insanı yaşatmayı da bütün insanları yaşatmakla bir tutmuştur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Kim, katil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Mâide 32) Bu âyet-i kerime ile yaşama hakkının ihlali olan öldürme, en büyük günahlardan sayılmış ve bir insanın yaşamasına vesile olmak da o derece kıymetli ve erdemli bir davranış olarak görülmüştür. Çünkü insan “eşref-i mahlükat” yani yaratılmışların en şereflisidir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Ve Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Secde 9)Bu ayet-i kerimede ise, insanın yaratılışındaki özün, Allahü Teâlâdan geldiğine işaret edilmiştir. Bu da insanın İlahî yaratma fiilinin çok kıymetli bir eseri olduğunu ve her türlü saygıyı hakkettiğini ifade etmektedir. Ahzab sure-i celilesinin 72. âyet-i kerimesinde ise, daha açık ifadelerle dağların, taşların, ırmakların, canlıların korku ve dehşet içinde kalarak yüklenmekten kaçındığı emanetin insan tarafından kabul edildiği vurgulanır.
İslam hukukunda yaşama hakkı en kutsal haklardan biri olarak kabul edilmiş ve bu hakkın titizlikle korunması için her türlü tedbir alınmıştır. Bu bağlamda tıpkı insan öldürmek gibi kürtaj, ötanazi ve intihar benzeri yaşama hakkının ihlali olan bütün fiiller haram sayılmış ve yasaklanmıştır.
Bunun için iman sahibi olan kişi; hiçbir zaman etkisinde kaldığı dünyevî bir hâdisenin zorluğuna tahammül edemeyip insanı öldürme gibi büyük bir günahı işlemeye teşebbüs edemez, etmemelidir. Çünkü dünya fâni, sıkıntılar geçicidir. Bu hakikat; “Allah'ın verdiği canı O’ndan başka kimse alamaz,” şeklinde bütün müslümanların beynine kazınmıştır.
İslam hukukuna göre masum bir insanı kasten öldürmenin cezası kısas olarak öldürülmektir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size farz kılındı…” (Bakara 178)
Bir insanı öldürmek yasak olduğu gibi onun vücut bütünlüğüne zarar vermek de yasaktır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Tevrat’ta İsrâiloğulları’na; cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş... Yaralamalarda da kısas vardır. Kim kısası bağışlarsa bu kendisi için bir kefâret olur. Ve her kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zâlimlerin ta kendileridir, diye yazdık..” (Maide 45)
Yüce dinimiz İslam, yaşama hakkının en fazla ihlal edildiği savaşlarda dahi insan hayatına çok büyük önem vermiştir. Bilindiği gibi cahilî toplumlar tarafından yapılan savaşlarda kanunlar ve ahlakî kurallar tümüyle devre dışı kaldığı için çok çok büyük zulümler yaşanır. Yüce dinimiz İslam’da ise, bu ihlallerin önüne geçmek için savaş hukuku çerçevesinde kanun ve kurallar belirlenmiştir. Buna göre savaşlarda ya da savaş dışı durumlarda asla soykırım yapılamaz. Fiilen savaşa girmeyen kadınlar, çocuklar ve din adamları öldürülemez. Aynı şekilde hayvanlara ve bitkilere zarar verilemez.
Efendimiz aleyhisselam; kendisine her türlü zulüm ve kötülüğü yapmış, hicrete mecbur etmiş Mekkelilere şefkatle davrandı. Halbuki isteseydi, o zâlim müşrikleri kılıçtan geçirebilirdi. Ama O, onlara: “Kim Kâbe’ye sığınırsa emniyettedir. Kim Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa emniyettedir. Kim evinin kapısını kilitler ve kendi evinde oturursa emniyettedir, ona dokunulmayacaktır, o güven içindedir…” şeklinde haber gönderdi ve böylecekan dökmeden Mekke’yi fethetti…
(Devamı haftaya
.
Dinimizde insan hayatının önemi- 3
Yüce dinimiz İslam’da şirkten sonra en büyük suç adam öldürmektir. Yeryüzündeki ilk insan öldürme vakası ve sebebi ise, Allahü Teâlâ’nın insanlığa son mesajı olan Kuran-ı kerimde şöyle anlatılmaktadır:
“Onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kurbanı kabul edilmeyen, diğerine; ‘andolsun seni öldüreceğim,’ dedi. O da dedi ki: ‘Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.
Andolsun ki sen öldürmek için bana el uzatsan bile, ben öldürmek için sana elimi kaldıracak değilim! Zira ben âlemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım.
Ben diliyorum ki sen hem benim günahımı hem de kendi günahını yüklenesin, cehennemliklerden olasın! Zâlimlerin cezası işte budur.
Sonunda içindeki duygular onu kardeşini öldürmeye itti; onu öldürdü ve böylece hüsrana uğrayanlardan oldu.
Ardından Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi: ‘Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten âciz miyim,’ dedi, ettiğine de pişman oldu.” (Maide 27-31)
Âdem aleyhisselamın iki oğlu Habil ile Kabil arasında bir anlaşmazlık çıktı. Babaları Hazret-i Âdem onlara; Allah’a birer kurban sunmalarını ve hangisinin kurbanı kabul edilirse onun haklı olacağını, söyledi. Takdim edilen kurbanlardan Hâbil’inki kabul edildi. Bu durumu içine sindiremeyen Kabil, kardeşi Habil’i öldürmeye karar verdi.
Bu âyet-i kerimelerin sebeb-i nüzûlu, tefsir kitaplarında şöyle ifade edilmektedir: Medine Yahudileri, kendi kavimlerinden olmadığı için Resûlullah’a karşı aşırı derecede kıskançlık gösteriyordu. Allahü Teâlâ da kıskançlık duygusunun kişiyi nerelere götürebileceğini göstermek için; Habil ile Kabil arasında yaşanan mevzubahis olay hakkında bilgi vermesini; “onlara Âdem’in iki oğlunun haberini gerçeğe uygun olarak anlat,” şeklide aleyhissalatü vesselam Efendimize vahyetti.
Çünkü Hazret-i Âdem’in oğullarından olan Kabil, sırf kıskançlığı sebebiyle aynı zamanda kardeşi olan bir masumu öldürmüş ve yeryüzünde insanlık için çok kötü bir çığır açmıştı. İşte Allahü Teâlâ, bu âyet-i kerimeleri vahyederek; masum bir insan öldürmenin çok büyük bir günah olduğunu ve bütün insanları öldürmek gibi kabul edildiğini; masum bir insanın hayatını kurtarmanın ise, çok kıymetli olduğunu ve bütün insanların hayatını kurtarmakla eşdeğerde olduğunu bildirdi.
Kıskançlık çok yıkıcı bir duygudur. Kıskançların gözleri kördür, Allah’ın kendilerine lutfettiği nimetleri görmezler, sadece başkalarının ellerindekini görür ve onlara karşı kin güderler. Kendisinin değil de, kardeşinin kurbanının kabul edilmesini gurur meselesi yapan Kabil’in kıskançlık duyguları o derece kabardı ki kardeşinin kendisine yaptığı nasihatleri âdeta işitmez oldu. Dolayısıyla nefsi onu, kardeşini öldürmek gibi korkunç bir cinayete itti. Bu duyguyla kardeşini öldürerek hem dünyada hem de âhirette hüsrana uğrayanlardan oldu. Ayrıca yeryüzünde cinayet işleme çığırını açan ilk kimse olduğu için kendisinden sonra gelenlerin işleyecekleri bütün cinayetlerin günahlarına da ortak oldu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“İslam’da iyi bir çığır açan kimseye açtığı o çığırın sevabı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiçbir şey eksilmez. Her kim de İslam’da kötü bir çığır açarsa o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi kendisinden sonra o yoldan gidenlerin de günahı yükletilir. Fakat günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim)
“Haksız yere öldürülen hiçbir kimse yoktur ki, onun kanından Âdem’in ilk oğluna bir pay ayrılmasın. Çünkü ilk cinayet işleyen odur.” (Buhari)
Kabil, kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemedi. Bunu için yüce Allah bir karga gönderdi. Karga yeri eşeleyerek Kabil’e, cesedi nasıl defnedeceğini gösterdi. Bu konuda karganın kendisinden daha yetenekli olduğunu gören Kabil, karga kadar olamadığına hayıflandı ve yaptığına bin pişman oldu. Demek ki haset ve kıskançlık, insanı kardeş katili yapacak kadar şeytanî ve nefsanî bir duygudur…
(Devamı haftaya…
.
Dinimizde insan hayatının önemi- 4
Yaşama hakkı bütün haklardan önce gelir. Bu hak insana her şeyin yaratıcısı olan Allahü Teâlâ tarafından verilmiştir. O, bu hakkın ihlal edilmemesi için de dünyevî ve uhrevî müeyyideler getirmiştir. Dolayısıyla hiçbir insanın başka birinin hayat hakkı üstünde bir tasarrufu asla konusu olamaz. Fakat maalesef vakıa böyle değil; insanlık tarihi çok kanlıdır.
Nitekim Kuran-ı kerimde insanın dünyaya gönderilişi anlatılırken meleklerin; “insanoğlunun yeryüzünde fesat çıkarıp kan dökeceğini” arz ettikleri, kaydedilir. Gerçekten de ta en başta ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselamın iki oğlu arasında kıskançlık kaynaklı aşırı kin ve düşmanlık sebebiyle yeryüzünde ilk cinayet işlenmiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Hani Rabbin meleklere; Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, demişti. Onlar; biz Seni övgü ile tesbih ederken ve Senin kutsallığını dile getirip dururken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın, dediler. Allah; şüphe yok ki, Ben sizin bilmediklerinizi bilirim, buyurdu.” (Bakara 30)
Yüce dinimiz İslam’da insan hayatı çok çok kıymetlidir. Bu sebeple haksız yere bir insanı öldürmek bütün insanları öldürmek gibi kabul edilmiştir. Evet, bir insanı haksız yere öldürmenin büyük bir insanlık suçu olduğu her türlü izahtan varestedir. Çünkü böyle bir kötülük büyük fitnelere sebep olur: Böyle bir cinayet, toplumda öldürme olaylarının yayılmasına, insanların birbirine düşmesine ve sosyal düzenin bozulmasına yol açar. Ayrıca haksız olarak bir başkasının canına kıyan kimse, çok kötü bir yol açmış ve bu konuda başka canilere de cesaret vermiş olur. Dolayısıyla adam öldüren kişi, yalnızca maktule haksızlık yapmakla kalmaz, aynı zamanda insan hayatının kutsallığına inanmadığını ve başkalarına karşı hiçbir merhamet duygusu taşımadığını da göstermiş olur. Hâlbuki insan hayatının güvence altına alınabilmesi için insanların birbirlerine saygı göstermeleri, hayatın kutsal olduğuna inanıp korumasına titizlikle çalışmaları gerekir. Bu açıdan bir kimseyi öldüren kişi, herkesi öldürmüş gibidir. İşte haksız yere adam öldürmek, böyle genel bir kötülüktür.
Bu sebeple yüce dinimiz İslam, haksız yere adam öldürmeyi önlemek, toplumunda can güvenliğini sağlamak, insanları huzurlu ve mutlu bir hayata kavuşturmak için son derece caydırıcı dünyevî bir müeyyide olan kısası yani idam cezasını getirmiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında kısas size gerekli kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ancak her kime, kardeşi tarafından bir şey bağışlanırsa artık ona hakkaniyetle uymalı ve diyeti ona güzellikle ödemelidir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme, bir rahmettir. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici bir azap vardır. Kısasta sizin için hayat vardır, ey akıl sahipleri, umulur ki sakınırsınız.” (Bakara 179)
Yüce Dinimiz, ayrıca katilin Allah’ın gazabı, laneti ve cehennem azabıyla cezalandırılacağını haber vermiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Kim de bir mümini kasten öldürürse cezası, içinde devamlı kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa 93)
Yine Dinimizde masum bir insanın canını kurtarmak da bütün insanlığın canını kurtarmak kadar değerli bir fazilet sayılmıştır. Binaenaleyh bir yaralının hayata dönmesine vesile olan, insanların öldüğü bir savaşı durduran, açlıktan ölmekte olan kimseye gıda temin eden ve tabiî bir âfet sebebiyle hayatını kaybetmek üzere olan bir insanı kurtaran kimse, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi kabul edilir. Bu noktada bütün insanlar tek bir can gibi telakki edilmiş ve bir insanın bütün insanlığı temsil ettiğine işaret edilmiştir.
Nitekim Lokman sure-i celilesinin: “Sizin yaratılmanız da tekrar diriltilmeniz de tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir. Gerçekten Allah her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir,” mealindeki 28. âyet-i kerimesinde Allahü Teâlâ’nın sonsuz kudreti vurgulandığı gibi bu hakikate de temas edilmiştir.
.
Dinimizde insan hayatının önemi- 5
Yüce dinimiz İslâm’da insan hayatı çok kıymetlidir ve can güvenliği, daha anne karnında iken başlayan fıtrî bir haktır. Can güvenliğini insanoğlunun vazgeçilmez en temel hakkı sayan Dinimiz, herhangi bir hukukî gerekçeye dayanmaksızın yani zulmen bu hakkın ihlâl edilmesini kat’î bir şekilde haram saymış ve şiddetle yasaklamıştır.
Yüce Dinimiz bu âli bakış açısıyla câhiliye döneminde sınırlı olarak bilinen ve sadece haram aylarda uygulanan dokunulmazlık mefhumunu her zaman ve mekâna naklederek umumileştirmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Yedi helâk edici (günahtan) sakının! Sahâbîler: Ey Allahın Resûlü! Bunlar nelerdir, diye sorunca, Efendimiz aleyhisselam şöyle buyurdu: (Onlar;) Allah’a ortak koşmak, büyü yapmak, Allah’ın haram kıldığı bir nefsi haksız yere öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, evli, namuslu ve hiçbir şeyden haberi olmayan kadınlara zina isnadında bulunmaktır.” (Buhari)
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona hiyânet etmez, yalan söylemez ve yardımı terketmez. Her müslümanın diğer müslümana; ırzı, malı ve kanı haramdır. (Eliyle kalbine işaret ederek) takvâ buradadır. Bir kimseye şer olarak müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi yeter.” (Tirmizi)
“Allah katında dünyanın yok olması, bir müslümanın öldürülmesinden daha hafiftir.” (Tirmizi)
“Gökte ve yerde olanların tümü bir mümini öldürmek için işbirliği yapsalar, Allah onların hepsini yüz üstü cehenneme yollar.” (Tirmizi)
Binaenaleyh herkes kendi hayatını korumaya çalıştığı gibi başkalarının hayatlarını da korumaya ve can güvenliğini sağlamaya yardım etmek durumundadır. Çünkü bir başkasının canına kast edildiğinde, sadece maktule zulmedilmiş olmaz. Aynı zamanda insan hayatının önemi ve dokunulmazlığı gibi toplumda hâkim olması gereken mühim bir prensip çiğnenmiş ve çok muhtaç olduğumuz merhamet gibi yüksek bir ahlakî fazilet zedelenmiş olur.
Allahü Teâlâ’nın insanlığa son mesajı olan Kuran-ı kerimde, hataen bile olsa bir hayata son vermenin yani bir insanı öldürmenin “diyet” ve “köle azat etmek” gibi maddî cezaları, oruç gibi bedenî cezaları yer alır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Yanlışlıkla olması dışında, bir müminin bir mümini öldürmeye hakkı olamaz. Yanlışlıkla bir mümini öldüren kimsenin mümin bir köle âzat etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gereklidir; ancak ölünün ailesi diyeti bağışlarsa o başka. Öldürülen, mümin olmakla birlikte size düşman olan bir topluluktan ise mümin bir köle âzat etmek lâzımdır. Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir topluluktan ise ailesine teslim edilecek bir diyet vermek ve mümin bir köleyi âzat etmek gerekir. Bunları bulamayan kimsenin Allah tarafından tövbesinin kabulü için iki ay peş peşe oruç tutması lâzımdır. Allah her şeyi bilmektedir, hikmet sahibidir.” (Nisa 92)
İslam’da insan hayatı o kadar dokunulmaz ki, başkasının canına kıymak nasıl günah ve yasak ise, kişinin kendi canına kıyması da aynı şekilde büyük bir günahtır. Efendimiz aleyhisselam intihar etmenin günah olduğunu ve intihar edenin karşılaşacağı cezayı haber vermiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Her kim kendini bir dağdan aşağı atıp intihar ederse, bu kimse cehennem ateşi içinde ebedî olarak kendisini yüksekten aşağıya bırakır olacaktır. Her kim zehir yudumlar da kendisini öldürürse, o kimse de zehri elinde, cehennem ateşi içinde ebedî o zehri içer olacaktır. Her kim de kendisini kesici ve delici bir âletle öldürürse, o da kullandığı âleti kendi karnına vurur ve yarar hâlde ebedî olarak cehennem ateşinde kalacaktır.” (Buhari)
İslâm’ın emrettiği can güvenliği herkes içindir. Nitekim zimmîler yani İslâm toplumunda yaşayan gayr-ı müslim vatandaşlar hakkında bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: “Bilin ki! Kim bir zimmîye haksızlık ederse, onun hakkını eksik verirse, ona gücünün üstünde şeyler yüklerse veya gönülsüz olarak ondan bir şey alırsa, ben kıyamet gününde o kişinin düşmanıyım!” (Ebu Davud)
(Devamı haftaya
.
Dinimizde insan hayatının önemi- 6
“Haksız yere bir insanı öldüreni, bütün insanları öldürmüş gibi” kabul eden yüce dinimiz İslam’a göre; insanı yaratan ve vakti geldiğinde vefat ettirecek olan, Allahü Teâlâdır. O’nun dışında hiçbir kimsenin, başkasının yaşam hakkına müdahale etme salahiyeti ve yetkisi yoktur.
Bunun içindir ki; insan hayatı, ancak ve ancak İslam adalet ve ahlakının hâkim olduğu bir vasatta garanti altına alınabilir. Çünkü İslam’ın öngördüğü adalet, arzu ve menfaatlere bağlı olmayan asîl bir adalettir. Öfke, kin ve nefret gibi kötü duyguların burada asla yeri yoktur. Böyle bir adalet fikrine inanan müslümanlar; bir fert veya bir topluluğa düşman olsalar, kin ve nefret duysalar dahi; bu duyguları onları adaletsizliğe sevketmez. Allahü Teâlâ, bu adaletin tatbikini bir sorumluluk olarak müminlere yüklemiştir. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adaleti gerçekleştirin ve adalet nümunesi şâhitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah, yaptığınız herşeyden haberdardır.” (Mâide
“Şu kesindir ki, Biz, peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti gerçekleştirmeleri için peygamberlerle beraber kitap ve adalet terazisi indirdik.” (Hadid 25)
Dolayısıyla sosyal yapısında madde ve çıkar ön planda bulunan; her türlü erdemden yoksun ve güzel ahlaktan uzak gayr-i İslamî toplumlarda, maalesef insan hayatının kıymeti düşer ve yaşama hakkı, söz kalıbını aşmayan bir masal haline gelir.
Böylesi cahilî toplumlarda gücü ellerinde tutan vicdan yoksunu zâlimler, özellikle diğer ırk ve milletlere karşı son derece acımasız olurlar ve istedikleri zaman pervasızca garibanların canlarına kıyarlar. Üstelik bu zalimler, mazlum ve çaresiz insanları öldürmekle övünürler.
Çünkü bu gibi vahşî toplumlarda güç ve iktidar sahipleri, kendilerine tehdit gördükleri zayıf insan ve toplulukları öldürerek bertaraf etmeyi kendilerine verilmiş bir hak ve manevî bir fazilet olarak görürler. Yani güçsüz ve zayıfların hayat hakkı, onların iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlıdır. Maalesef böyle ahlaksız bir dünyada yaşıyoruz.
Bu gaddar dünyada hem fert hem de topluluk olarak, gerçek anlamda hayat hakkını kazanmanın tek bir yolu vardır: O da çok güçlü olmaktır. Evet düne kadar sinek gibi öldürülen mazlum ve mağdurlar, zâlimlerin canını ciddi bir şekilde yakabilecek kadar güçlendiklerinde, hem insan yerine konulur hem de gerçekten hayatlarına saygı gösterilir.
Binaenaleyh medeniyet diye bize anlatılan şey, süslü püslü profesyonel bir canavardan başka birşey değildir. Zira gerçek medeniyet, herkesin ve her kesimin hayat hakkının koruma altına alındığı bir atmosferde olur.
Evet insan hayatının tehdit altında olduğu bir yerde, medeniyetten asla söz edilemez. Dolayısıyla zayıfın ve güçsüzün hayat hakkına saygı gösterilmeyen bir toplum, evcilleşememiş vahşi bir taplumdur. Böyle bir toplumda orman kanunları uygulanır ve güçlü olan; zayıf olanı oyuncak haline getirir, ezer ve canı istediğinde yer.
Böyle acımasız bir dünyada ekmek ve su kadar ihtiyaç duyulan şey; Allah’tan korkan, âhireti düşünen, kendisi için istediğini başkası için de isteyen güçlü ve vicdanlı müminlerdir. Çünkü gerçek müminler, sadece kendi haklarına sahip çıkmakla yetinmezler, hakkını savunamayacak garibanların hakları için de mücadele verirler.
Maalesef bir sınıfın güçlü, bir sınıfın zayıf olduğu toplumsal yapılarda, daima güçlü olan sınıf, zayıf olanın yaşam hakkı üstünde söz sahibi olma çabasına girer. Tarih boyunca bu hep böyle olmuştur. İşte Böyle bir ortamda yapılacak en güzel şey, empati yaparak insanlar arasındaki uçurumları azaltmak, onlar arasında insanî sevgi ve kardeşlik tohumlarını ekmektir.
Henüz birkaç aylıkken, hunharca canlarına kıyılan masum çocukların yaşama hakkını koruyamamak, bütün insanlığı esfel-i sâfiline alçaltan affedilemez bir kara lekedir, vesselam…
.
Rahmân'ın has kulları- 1
Yüce kitabımız Kuran-ı kerimin Furkan sure-i celilesinin son kısmında “ibâdürrahmân” yani Rahmân olan Allahü Teâlâ’nın has kullarından söz edilmektedir. İnşaallah biz de bu yazı serisinde “ibâdürrahmân”ı ve hususiyetlerini öğrenmeye çalışacağız.
Rabbine kul olmayı en yüce pâye olarak gören ve bu şuurla hayatını tanzim eden mümin kişinin çeşitli vasıf ve özellikleri vardır. Rabbimiz celle celâlüh, yüce Kitabı’nda hakikî mânâda kul olan insanların hangi vasıflara sahip olmaları gerektiğini beyan buyurmuştur. Zaten Kuran-ı kerimin temel gayelerinden biri de “kâmil bir insan” modelini ve onun özelliklerini ortaya koymak, sonra da bütün insanlığı bu güzel örneğe çağırmaktır.
Yüce dinimiz İslam’ın çağrısı da yine insanı, -insanlık kalitesi olarak-en mükemmele ulaştırmaktır. Bu mükemmel insan olma ölçüsü de, şüphesiz “ibâdürrahmân” yani Rahmân olan Allahü Teâlânın has kulları olarak ifade edilen müminlerle ilgili belirtilen özelliklerle ortaya konulmuştur.
Mevzumuzun özünü oluşturan “Rahmân’ın has kulları” ifadesi ise, Rabbimizin mübarek kelamı Kuran-ı kerimin hususî bir ifadesidir. Çünkü herkes Allahü Teâlâ’nın kulu olarak yaratılmış. Ama söz konusu kullar, özel kullardır. Onlar, Rahman’ın has kullarıdır. Yüce Kitabı’mızın Furkan sure-i celilesinde yer alan âyet-i kerimelerde Rahmân’ın bu has kullarının üstün özellikleri tek tek sıralanmıştır.
İşte bu özel kullar, vasıflarıyla farklı oldukları gibi, kavuşacakları mükâfâtlarla da farklıdırlar. Âyet-i kerimede buyruldu ki: “İşte onlar, sabretmelerine karşılık Cennet’in yüksek makamlarıyla mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik dileği ve selâmla karşılanacaklardır.” (Furkan 75)
Bu sure-i celilede “ibâdürrahmân”ın sekiz vasfı ifade buyurulmuştur, şöyle ki:
1- “Rahmân’ın has kulları yeryüzünde ‘hevn’ ile yürüyen, câhiller onlara laf attığı zaman, ‘selâm’ deyip geçen kullardır.” (Furkan 63)
Âlimler, âyet-i kerimedeki ‘hevn’ kelimesini, “sekînet, vakar, rıfk ve tevazu” kavramlarıyla açıklamışlardır. Ayrıca hevn kavramı, câhiliye dönemi insanının temel karakteri olan “kibirli, gururlu ve zorba” mânâsındaki ‘müstekbir’ kavramının zıddı olduğu belirtilmiştir.
Âyet-i kerimede müminlerin, kendilerine sözlü sataşmada bulunanlara, ‘selâm’ diyerek, yani (esenlik dileğiyle) karşılık verdikleri bildirilmekte; bu suretle bir bakıma İslam öncesi putperest insanların ortak zihniyetini ifade eden ‘câhiliye’ ile müminlerin ortak zihniyetini ifade eden ‘İslâm’ın zıt ve karşıt kavramlar olduğu ima edilmektedir.
Buna göre sözlü sataşmalarla sergilenen alaycı ve küçümseyici tavırlar, ‘câhiliye’ zihniyetinin kendini beğenmişlik, küstahlık, hoyratlık, saldırganlık gibi tutumlardan oluşan barbarlık ahlâkını; Müslümanların bu sataşmalara ‘selâm’la karşılık vermeleri de onların barışçı ilkelere dayalı uygarlık ahlakını ortaya koymaktadır.
Allahü Teâlâ’nın bu kulları, toplum içindeyken mütevazıdırlar. İnsanlara karşı merhametli ve naziktirler. İnsanlar kendilerini sinirlendirecek şeyler söylediklerinde ya da kendilerini kızdıracak davranışlarda bulunduklarında öfkelerine hâkim olabilirler. O insanlarla sâkin ve huzurlu bir şekilde konuşarak onların sinirlerini yatıştırmaya çalışırlar. Öfkelerini ve gururlarını kontrol eder ve gerginliği sona erdirebilirler.
Görüldüğü gibi; Allahü Teâlâ’nın bu sevgili kullarının birinci niteliği mütevazı ve alçak gönüllü olmalarıdır. Bu nitelik, insanlarla ünsiyet edip hoş geçinmenin şartıdır. Alçak gönüllü insanlar, beraber yaşadıkları insanlara güven verirler. Herkes tarafından sevilir ve sayılırlar. Böyle insanları Allah da sever. Peygamberimiz şöyle buyuruyor: “Kim Allah için huşûundan dolayı tevazu gösterirse, Allah onu kıyamet gününde yüceltir. Her kim kibrinden dolayı böbürlenirse Allah da onu kıyamet gününde alçaltır.” (İmam Ahmad)
Peygamberimiz her konuda olduğu gibi burada da bize en iyi örnektir ve Allahü Teâlâ O’nun örnek alınmasını emretmiştir. Şüphesiz tevazu konusunda en güzel örnek O’dur. Çünkü O, hiç ayırım yapmadan herkese tevazu gösterirdi. En yoksul insanların evine gider, onlarla ilgilenirdi. Bir ihtiyaçları ve sıkıntıları olup olmadığını sorar ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Efendimiz aleyhisselam, eshabı arasında oturduğu zaman, bir yabancı O’nu ayırt edemezdi. Çünkü O, arkadaşları gibi giyinir ve onların arasında otururdu. Bir yere gittiği zaman boş bulduğu yere otururdu
.
Rahmân'ın has kulları-2
Geçen hafta, Furkan sure-i celilesinin son kısmında yer alan “ibâdürrahmân” yani Rahmân’ın has kullarının sekiz vasfının birincisi olan ‘vakar’ı yani ağırbaşlılığı incelemiştik. Konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
2- “Yine onlar, gecelerini Rablerine secde ederek ve kıyama durarak geçirirler.” (Furkan 64) Yani “Rahmân’ın has kulları”nın ikinci özelliği, yatsı namazını kılıp uyuduktan sonra geceleyin kalkıp “teheccüd namazı” kılmalarıdır. Gecenin bir kısmında uyanıp; insanlar mışıl mışıl uyurken namaz kılmak, Peygamber efendimiz aleyhisselama farz, ümmetine ise sünnettir. “Rahmân’ın has kulları,” Allahu Teâla’nın, gündüzleri üzerlerine farz kıldığı ibadetleri en iyi şekilde yapmaya çalıştıkları gibi gecelerini de ibadetle değerlendirerek Rablerini râzı etmeye gayret ederler.
Müminin gündüzünün İlâhî rızaya uygun bir şekilde geçebilmesi için, Allâhü Teâlâ’nın bir nimet olarak bahşettiği geceleri değerlendirmesi lazımdır. Bunun en güzel yolu da gece namazı ile bu namazın öncesinde ve sonrasında yapılacak duâ ve zikirlerdir. Özellikle seher vaktini uyanık geçirmek; hem gönül diriliğine, hem de kalb uyanıklığına vesile olur İnşaallah.
İnsana hayatı boyunca derin ve kesin tesir eden hususlardan biri, şüphesiz gece ibadetidir. Gece, insan hayatının yarısını teşkil ettiği halde, ihmal edilme, gafletle geçirilme tehlikesine maruzdur. Rıza-i İlâhîyi kazanmak için geceyi tanzim edip değerlendirecek olan bir insan, gündüz vaktini de azami şekilde değerlendirecek, demektir. Zira gece meselesinde muvaffakiyet; bir azim, gayret, irade ve şuur işidir. Zor olanı başaran, kolay olanda takılır mı hiç?
Gündüz vaktinin sıkıntılarından, dünyevî meşgalelerden kurtularak; gecenin sessizliğini, huzurunu, sükûnetini; kıyamla, kıraatle, ibadetle, namazla, tefekkürle değerlendirmek, dinde derinleşmeye, imanı kemale erdirmeye, ruhu olgunlaştırmaya ve rıza-i İlahîyi kazanmaya çok iyi bir vesiledir.
Kuran-ı kerimin birçok yerinde, geceleri ibadetle ihya etmenin önemi vurgulanmıştır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Onlar geceleyin pek az uyurlardı, onlar seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dilerlerdi.” (Zariyat 18)
“Onların yanları yataklarından uzaklaşır (teheccüd namazı kılmak için yataklarından kalkarlar), korkarak ve umarak Rablerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan (hayır için) harcarlar. Yaptıklarına karşılık olarak onlar için gözlerini aydınlatıcı ne güzel (nimetlerin) saklandığını hiç kimse bilmez.” (Secde 16-17)
“Gönülleri Allah’a karşı saygıyla dopdolu olup O’na itaatsizlikten sakınan ve güçleri ölçüsünde O’nun emirlerini yerine getirmeye çalışanlar, cennetlerde ve pınar başlarında olacaklardır. Rablerinin kendilerine bahşedeceği her türlü nimeti alacaklardır. Çünkü onlar daha önce iyilik eden ve yaptığı işi güzel yapan kimselerdi. Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitleri de Allah’tan bağışlanma dilerlerdi.” (Zariyat 15-18)
“O takvâ sahipleri: ‘Rabbimiz! Şüphesiz biz iman ettik; ne olur günahlarımızı bağışla ve ateşin azâbından bizi koru,’ derler. Onlar sabreden, söz ve davranışlarında dürüst olan, İlâhî emirlere gönülden itaat eden, mallarını Allah yolunda harcayan ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenlerdir.” (Al-i İmran 16-17)
Gece ibadeti ve teheccüd namazı, sünnet-i seniyyede de geniş yer almıştır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Size gece kalkıp ibadet etmenizi tavsiye ederim. Çünkü o, sizden önceki sâlihlerin âdetidir. Yine o, Rabbinize yakınlık vesilesi, kötülükleri affettirici ve günahlardan koruyucudur.” (Tirmizi)
“Gece namazı kılan, hanımını da uyandıran, uyanmadığı takdirde yüzüne su serpip uyandıran kimseye Allah merhamet etsin. Gece namazı kılan, kocasını uyandıran, uyanmadığı vakit yüzüne su serpip uyandıran kadına da Allah rahmet eylesin!” (Ebu Davud)
“Farz namazdan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır. Geceyi iki kısma bölersen, son kısmı namaz için en faziletli vakittir. Eğer geceyi üçe bölersen, ortası en faziletli vakittir.” (Buhari)
“Kim geceleyin uyanır ve karısını da uyandırarak beraberce iki rekat namaz kılarlarsa, Allah'ı çok zikreden erkek ve kadınlardan yazılırlar.” (Ebu Davud)
“Ey insanlar, aranızda selâmı yayın, yemek yedirin, herkes uyurken gece namaz kılın. Böylece selâmetle cennete girin!” (İbni Mace)
(Devamı haftaya…
.
Rahmân'ın has kulları- 3
Geçenki iki yazımızda; Furkan sure-i celilesinin son kısmında yer alan “Rahmân’ın has kulları”nın sekiz sıfatından ilk iki tanesini yani “vakar” ve “gece ibadetini” incelemiştik. Bu hafta da konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz inşaallah:
3- “Şöyle niyâz ederler: Rabbimiz! Cehennem azabını bizden uzaklaştır. Doğrusu onun azabı bitip tükenmez, pek korkunç ve tahammülü zor bir azaptır. Gerçekten cehennem ne kötü bir karargâh ve ne fenâ bir ikâmet yeridir!” (Furkan 65-66)
Cehennem, Allah’a inanmayan ve O’nun emirlerine uyup yasaklarından kaçınmayanların âhirette azap görecekleri yerdir. -Allah korusun- kâfir olarak ölenler, burada ebediyyen kalırlar. İçine giren günahkâr müminler ise, cazalarını çektikten sonra çıkarlar.
Onlar, yapıkları ibadetleri esnasında ellerini açarak niyaz eder ve Cehennem azabından uzak olmayı isterler. Yani “Rahmân’ın has kulları”nın üçüncü özelliği, Rablerinden korkarlar, günahlardan sakınırlar ve kalpleri korkudan ürperti içerisinde; “ey Rabbimiz cehennem azabını bizden uzaklaştır” diye dua ederler. Aslında onlar, cehennemi görmüş değillerdir. Ancak kuvvetli imanları sebebiyle, Kuran-ı kerimin haber verdiği bütün âhiret hallerini, gözleriyle görmüş gibi kabul ederler.
Yani onlar, âhiret hayatını akıllarından hiç çıkarmazlar ve cehenneme götüren davranış içerisinde bulunmaktan da son derece kaçınırlar. Onlar, günde beş defa hatırlatılan kurtuluş çağrısına icabet edip namazlarını düzgün bir şekilde kılarlar. Dua ve niyazı olmayana Allah’ın değer vermediğine inandıkları için, hem uygulamalı, hem de sözlü dua ederler. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “De ki: Kulluğunuz ve niyazınız olmasa Allah size ne diye değer versin! (Ey inkârcılar,) siz O’nun dinini yalan saydığınız için bunun günahı artık yakanızı bırakmayacak!” (Furkan 77)
Evet “Rahmân’ın has kulları”nın ilk istek ve emelleri, cehennem azabından kurtuluştur. Yaptıkları amel ve ibadetlerine güvenmezler. Bunun için Rablerine yalvararak huşu içinde dua ederler. Şayet Allah’ın fazl û keremi, bağışlaması ve merhameti olmazsa, yaptıkları amellerin onları cehennem azabından kurtaramayacağını çok iyi bilirler.
Allahü Teâlâ, cehenneme girmek istemeyen kullarını sever. Cehennem’e girmeyi istememek ise, bu dünyada yaşadığımız hayatla yakından ilgilidir. Çünkü bizim yaşadığımız hayat iyi ise, sonucu da iyi ve cennet olur inşaallah. Kötü ise, sonucu da kötü ve Cehennem olur maazallah. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.” (Zilzal 7-8)
Dolayısıyla “Rahmân’ın has kulları,” âhiret istikametini bu dünyada çizmeye çalışan akıllı ve gayretli müminlerdir. Onlar, “Allâh’ım, cehenneme girmek istemiyorum,” derler ve buna göre güzel bir hayat yaşamaya gayret ederler.
“Rahmân’ın has kulları”nın vakar ve ağırbaşlılıkları, yürüyüş ve sözlerindeki güzellik; gecelerini kıyamda ve secdede geçirmeleri, asla onları kibre sevk etmez. Yani amellerine asla güvenmezler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Resullah sallallahü aleyhi ve sellem bir defasında: ‘Hiç kimse amel ve ibadeti sayesinde cennete giremez,’ buyurdu. Ashâb-ı kirâm hayretle: ‘Sen de mi yâ Rasulallah,’ diye sordular. Efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem: ‘Evet ben de!.. Meğer ki Rabbimin lütfu ilahîsi imdâda yetişe!.. Zira O’nun fazlı, rahmet ve mağfireti beni bürümedikçe ben de cennete giremem! Yaptığım ameller beni de kurtaramaz!” (Buhari)
Evet, “Rahmân’ın has kulları,” Allahü Teâlâ’yı hakkıyla tanımış oldukları için, ne yaparlarsa yapsınlar, O’nun nimetlerine hakkıyla şükredemeyeceklerini bilirler. Çünkü yürüyüş ve sözleri güzelse bu, İslam ahlakının güzelliğindendir. Geceleri kıyamda ve secdede geçiriyorlarsa bu, Yüce Allah’ın onları amel-i sâlihe muvaffak etmesindendir. İşte bu bilinç, onları ucub, kendini beğenmişlik ve kibirden korur. Ne kadar çok ibadet yaparlarsa; Allahü Teâlâ’ya o kadar şükran, minnet ve tazarruyla dolarlar.
“Rahmân’ın has kulları”nın, cehennem azabına karşı duydukları korku ve endişe, onların âhiret hayatına imanlarının dillerine yansımasıdır. Onların dualarının çoğu da bu imanın söze dökülmüş hâlidir…
(Devamı haftaya…
.
Rahmân'ın Has Kulları- 4
Geçen ki üç yazımızda; Furkan sure-i celilesinin son kısmında yer alan “Rahmân’ın has kulları”nın sekiz sıfatından ilk üç tanesini yani “vakar”, “gece ibadeti” ve “dua”yı incelemiştik. Bu hafta da konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz inşaallah:
4- “Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” (Furkan 67)
“İsraf,” nitelikteki aşırılık, yani Allahü Teâlâ’nın yüce rızasına uygun olmayan yollara Dinimizin uygun bulmadığı şekillerde harcamada bulunmaktır. “Cimrilik” ise, imkânları elverdiği halde rıza-i İlahîye uygun olan yerlere harcama yapmaktan kaçınmaktır. “Dengeli” harcama ise, israftan ve cimrilikten uzak olarak gereken yerlere gerektiği kadar harcamada bulunmaktır.Buna göre “Rahmân’ın has kulları”nın dördüncü özelliği, harcama yaparken “israf” ve “cimrilik”ten sakınmalarıdır.
“İsraf;” sahip olduğumuz kaynakları, bilinçsiz ve verimsiz olarak kullanmak; deyim yerinde ise, har vurup harman savurmaktır. İsraf çok kötü bir huydur. Özellikle de üretmediği eşya ve imkânları bilinçsizce tüketen cemiyetlerin ekonomileri hızla bir dar boğaza girer. Çünkü böyle davranan toplumlar, dışa bağlı ve bağımlı hale gelirler ve bu şekilde ekonomik bağımsızlıkları tehlikeye girer.
Ekmek israf etmek, örfümüzde çok ayıp olarak kabul edilir. Bunun için yerde ekmek parçası gördüğümüzde hemen kaldırıp bir yere koyarız. Ancak tüketim çılgınlığının yaşandığı günümüzde, maalesef bu hassasiyeti diğer imkânlarımız için gösteremiyor ve kaynaklarımızı heba ediyoruz. Dinimizde israf kesin olarak haramdır:
Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey Âdemoğulları! Her namaz kılacağınızda güzelce giyinin, yiyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez!” (Araf 31)
“Çardaklı ve çardaksız bağları, değişik ürünleriyle hurmaları, ekinleri, birbirine benzeyen ve benzemeyen biçimlerde zeytin ve narları meydana getiren O’dur. Her biri ürün verdiğinde ürününden yiyin; hasat günü de hakkını verin; fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez!”(Enam 141)
“İsraf ederek saçıp-savurma! Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.” (İsra 26-27)
“Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. Onların harcamaları, bu ikisi arası dengeli bir harcamadır.” (Furkan 67)
İsraf, yani savurganlık çok çirkin bir nankörlük çeşididir ve insanı günahlara götürür. İsraf bataklığında yüzen insanlar; kazanç konusundaki sınır tanımaz hırsları ve lüks yaşayabilme sevdaları için, her türlü ahlaksızlığa başvurur; hem dinini hem de haysiyetini dünyanın âdi zevkleri için ayaklar altına alırlar.
Günah bataklığının giriş kapılarından birisi olan israf, insanı çok kolay bir şekilde şeytanın tuzağına düşürür. Şeytanın tuzağına düşenler ise, dünya ve ahirette zarar edenlerin ta kendileridir. Çünkü israf ve savurganlık, kişinin sadece malını değil; şeref ve haysiyetini de şeytana kaptırarak onu şahsiyetsizleştirir. Şeytan tarafından bu denli esir alınan bir insandan artık ne kendisine ne de topluma bir fayda gelmez.
İsraf, boş yere mal ve ömrü sarf etmektir. İnsanın asıl ihtiyacı bir-iki ise, israf bunu ona ve yirmiye çıkarmaktır. Böyle olunca da artan ihtiyaçları karşılayacak maddî imkânları bulmakta zorlanılır. İşte böyle lüzumsuz ihtiyaçları temin edemeyince de bu sefer tamahkârlığa ve harama girmeye başlar. Müsriflerin bu zafiyetinden istifade eden şeytan ve şeytanlaşmış insanlar, o zafiyet içine girenlerin haysiyetlerini az bir para karşılığında satın alırlar. Bu tür insanlar; çok kolay bir şekilde suç şebekelerinin tuzağına düşer; rüşvet, irtikâp ve ihanet yoluna doğru hızla ilerlerler.
Yukarıda geçtiği gibi “cimrilik,” ise, imkânları elverdiği halde rıza-i İlahîye uygun olan yerlere harcama yapmaktan kaçınmaktır. Allah için infak edilmesi gereken yerlere hiç tereddüt etmeden harcama yapmalıdır. Mümin, Allahü Teâlâ’nın verdiği nimeti ne kendisinden ne de diğer insanlardan esirgememeli ve mal biriktirme hastalığından uzak durmalıdır. Yine mümin, mal ve mülkün asıl sahibinin Allahü Teâlâ olduğunu bilmeli ve bu şuurla harcama yapmalıdır.
(Devamı haftaya
.
Rahmân'ın has kulları- 5
Geçenki dört yazımızda; Furkan sure-i celilesinin son kısmında yer alan “Rahmân’ın has kulları”nın sekiz sıfatından ilk dört tanesini incelemiştik. Bu hafta da konumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz inşaallah:
5- “Onlar, Allah ile birlikte başka bir tanrıya tapmazlar; haksız yere, Allah’ın dokunulmaz kıldığı insan hayatına kıymazlar, zina etmezler. Zira (bilirler ki) bunları işleyen kimse cezasını bulacak. Kıyamet gününde ona azabı kat kat verilecek ve alçaltılmış olarak o azap içinde ebedî kalacaktır. Ancak tevbe edip inanarak erdemli işler yapanın durumu başkadır; Allah böylelerinin kötü hallerini iyiye çevirecektir. Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir. Evet, kim tevbe edip erdemli davranırsa bu durumda gerektiği şekilde Allah’a yönelmiş olur.” (Furkan 68-71)
Buna göre “Rahmân’ın has kulları”nın beşinci özelliği; “şirk,” “katil” ve “zina”danuzak durmaktır. Şirk yani Allahü Teâlâya ortak koşmak; en büyük günah olup, cezası ebedî cehennemdir. Âyet-i kerimelelerde buyuruldu ki:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette bağışlamaz. O’ndan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır.” (Nisa 116)
“Allah’a ortak koşmadan hâlis olarak Allah’ı birleyenler olun. Kim Allah’a ortak koşarsa, o sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir.” (Hac 31)
“Kim Rabb’ine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibâdette hiç kimseyi ortak kılmasın!” (Kehf 110)
Rabbimizin affetmeyeceğini bildirdiği “şirk”in yani Allah’a ortak koşmanın çeşitleri çoktur, en temel beş çeşidi şunlardır:
a) Şirk-i İstiklâl: Allah’ın dışında İlâh olduğuna inanmaktır. Mecûsîlerin iyilik ve kötülük tanrısı inancı gibi.
b) Şirk-i Teb’îz: Allah’ın, birden fazla ilahtan meydana geldiğine inanmaktır. Hıristiyanların teslis yani “baba-oğul-rûhu’l-kudüs” inancı gibi.
c) Şirk-i Takrîb: Allah’ın bir olduğuna inanmakla beraber, O’na yaklaştırsın diye; put, heykel ve benzeri şeylere tapınma inancıdır. Cahiliye dönemindeki putperest Araplar bu inançta idi.
d) Şirk-i Taklîd: Körü körüne ataların bâtıl dinine inanmaktır. Cahiliye dönemindeki Araplar bu inançla putlara taparlardı.
e) Şirk-i Esbâb: Kâinatın Allahü Teâlânın yaratması ile değil, kendi kendine var olduğuna inanmaktır. Materyalist ve Maddeciler bu inançtadır.
Yüce Dinimiz, insan hayatına çok büyük değer vermiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Kim, kaatil olmayan ve yeryüzünde fesat çıkarmayan bir kişiyi öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa sanki bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.” (Mâide 32)
Bu emir gereği “katil” yani haksız yere insan öldürmek yasaklanırken; “öldüren, öldürülür!” hükmü de getirilmiştir. Bununla ilgili olarak Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Öldürülen kimseler hakkında size kısas farz kılındı.” (Bakara 178)Başka bir âyet-i kerimede de kasten bir mümini öldürmenin -uhrevî- cezası şöyle bildiriliyor: “Kim, bir mümini kasden öldürürse, onun cezası, içinde ebedî kalmak üzere gireceği cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” (Nisa 93)
Bunun için insan; başkasının canını tehlikeye atacak fiillerde bulunamayacağı gibi, kendi canını da tehlikeye atamaz. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki: “Kendinizi öldürmeyin, Allah size çok merhametlidir.” (Nisa 29) ve “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!” (Bakara 195) Bunun için Dinimiz, intihar etmeyi de kesin olarak günah saymış ve yasaklamıştır.
Yüce Dinimize göre insanın onurlu bir hayat yaşayabilmesi için, neslinin korunması gerekir. Neslin sağlıklı bir şekilde korunması da; toplumun temel taşı olan ailenin kurulmasıyla yani evlilikle mümkündür. Nikâh akdine dayanan evlilik kurumu, İslam toplumunun esasını teşkil etmektedir. Bunun içindir ki, evlilik dışı ilişkiler; “zina” ve fuhuşa yaklaştırıcı şeylerin tamamı haram ve yasaktır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Zinaya yaklaşmayın. Zira o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.” (İsra 32)
(Devamı haftaya…
.
Rahmân'ın has kulları- 6
Geçenki beş yazımızda; Furkan sure-i celilesinin son kısmında yer alan “Rahmân’ın has kulları”nın sekiz sıfatındanilk beş tanesini incelemiştik. Bu hafta ise, kaldığımız yerden devam edip konumuza bitireceğiz inşaallah:
6- “Yine anılan o iyi kullar, asılsız şeylere şâhitlik etmezler; boş ve mânâsız davranışlarla karşılaştıklarında onurluca çekip giderler.” (Furkan 72)
Buna göre “Rahmân’ın has kulları”nın altıncı özelliği; “yalancı şâhitlik”etmektenve“boşişlerle ilgilenmek”tenuzak durmalarıdır. “Yalancı şâhitlik,” yüce dinimiz İslam’ın büyük günahlardan biri saydığı ve kesinlikle yasakladığı fenalıklardan biridir. Ebu Bekre Nüfey bin Hâris radıyallahu anhtan gelen rivayete göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi, diye üç defa sordu.Biz de:Evet, yâ Resûlallah, dedik. Bunun üzerine Efendimiz aleyhisselam:Allah’a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek, dedikten sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve: İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmaktır, buyurdu. Bu sözü durmadan tekrarladı. Daha fazla üzülmesini istemediğimiz için keşke sussa, diye arzu ettik.” (Buhari)
Ayrıca müslüman, “boş işlerle ilgilenmez.” Yani kendisini ilgilendirmeyen meselelerin peşine düşmez. Hadis-i şerîfte buyuruldu ki: “Kendisini ilgilendirmeyen şeyleri (malayaniyi) terk etmesi, kişinin müslümanlığının güzelliğindendir.” (Tirmizi) Yani kişinin kendisini alâkadar etmeyen şeyleri terk etmesi İslâmiyetinin kemâlinden, tamamından ve ahkâmına tam teslimiyetindendir.Eğer insan, kendisini ilgilendiren işlerle yetinse, büyük bir şerden kurtulur. Şerden kurtulmak ise, çok hayırlıdır.
Binaenaleyh insanların yanlış tavırları karşısında konuyu şahsîleştirmeden, Nebevî bir üslupla o hataya yönelmeli ve onu düzeltmek için çaba göstermeliyiz. Biz günahlardan nefret ederiz, onları işleyenlerden değil. Eğer nasihat edeceksek saygılı bir şekilde etmeliyiz. Önce insanları kötü davranışlarından vazgeçirmeye çalışmalıyız. Eğer olmuyorsa, kendimizi korumalıyız ve hemen oradan uzaklaşmalıyız.
7- “Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında o âyetler karşısında körler ve sağırlar gibi bilinçsizce davranmazlar.” (Furkan 73)
Buna göre “Rahmân’ın has kulları”nın yedinci özelliği; “Allah’ınâyetleri karşısında körler ve sağırlar gibi bilinçsizce davranmak”tan uzak durmalarıdır.Yani “Rahmân’ın has kulları”na Allahü Teâlânın âyetleri hatırlatıldığında; kulaklarını, gözlerini ve gönüllerini o âyetlere açarlar.
Allahü Teâlânın âyetleri, hidayet rehberidir. Bu rehberden yararlanmak için; öncelikle niyet, azim ve irade gerekir. Ayrıca onun doğru okunması, doğru anlaşılması için gerekli olan donanıma sahip olmak da lazımdır. Bunlardan ilki,Kuran-ı kerimden yararlanmanın ahlakî şartı, ikincisi ise zihnî şartıdır.
8- “Onlar, “Ey Rabbimiz!” derler, “Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet; bizi günahtan sakınanlara öncü yap!” İşte bunlar, zorluklara katlanmalarının karşılığı olarak cennet konağıyla ödüllendirilecek, orada sağlık ve esenlik dilekleriyle karşılanacaklar.Orada sonsuzca yaşayacaklar. Ne güzel bir yerleşme ve kalma yeri!”(Furkan 74-76)
Buna göre “Rahmân’ın has kulları”nın sekzinci özelliği; “Bize mutluluk getirecek eşler ve çocuklar bahşet; bizi günahtan sakınanlara öncü yap,”demeleridir.
Bugün içinden çıkılmaz hâle gelen en önemli problemlerimizden biri, üzülerek belirtmek gerekir ki, aile kurumudur. Dolayısıyla âile konusunda yeniden kendi kodlarımıza dönmeli ve geleneğimizin o temiz âile münâsebetlerini yeniden ayağa kaldırmalıyız.Çöken milletlerin çökme sebeplerinin başında, yok olan aile kurumu gelmektedir.
Bu zamanda İslâm ümmetinin ne ekonomik, ne siyasî, ne de başka bir konuda aşamayacağı derin bir problemi vardır. Asıl kafa yorulması gereken tek bir konu varsa, o da mütedeyyin aile kurumunun tesisi ve devamıdır. O yüzden âyet-i kerimede “Rahmân’ın has kulları”nın özellikleri anlatılırken, onların “göz aydınlığı eşler ve temiz nesiller isteyen insanlar oldukları” hassaten ifade buyurulmuştur.
Ayrıca bilinmelidir ki Allah, günahlarını kendisine dert edinen kişilerin günahlarını affeder. Eğer günahlarımızı önemsemezsek; küçük bir günahımız dahi hesap gününde ayağımıza dolaşan büyük bir günah haline dönüşecektir. Bu yüzden günahlarımıza tevbe etmeli ve affa mazhar olmak çok dua etmeliyiz.
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 1
“İslâm”, temel anlamı barış olan “silm” kökünden türetilmiş çok özel bir terimdir. Bu terim; dünya ve âhirette sulh ve selamete yani barış ve esenliğe kavuşmak gayesiyle Allahü Teâlâya teslim olmak ve O’nun yüce emrine kayıtsız ve şartsız olarak boyun eğmek, mânâsına gelir. Böyle bir akîde ve inanca sahip olan bahtiyar kişiye de “müslim” (müslüman) denir. Müslüman körü körüne değil, saf hakikati temsil ettiği için; kayıtsız ve şartsız olarak Allahü Teâlânın yüce emrine teslim oluyor. Çünkü bâtıl olan birşeye teslim olmak, kötüdür ve isyanın ta kendisidir.
İslâm dini, Allahü Teâlânın; son peygamberi Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem vasıtasıyla bütün insanlığa gönderdiği en son ve en mükemmel dindir. İslam, bütün semavî dinlerin ortak adıdır. İslâm, evvela ilk peygamber olan babamız Âdem aleyhisselama gönderilmiştir. Zamanın ilerlemesiyle, insanoğlu İslâm dininden saptıkça, Cenâb-ı Hak, onlara yeni peygamberler ve en son olarak da Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. İnsanlığın son dini, Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği İslâm dinidir.
Kuran-ı kerimde İslâm kelimesi sekiz yerde geçmektedir. Birçok âyet-i kerimede de aynı kökten fiil ve isimler yer almaktadır. İslâmın, fiil hâlinde geçtiği âyet-i kerimelerde ifade ettiği bazı mânâlara şu örnekleri verebiliriz:
a) Allahü Teâlâya yönelmek: “Bilâkis, kim güzel niyet ve davranış sahibi olarak kendini Allah’a teslim ederse, Rabbinin katında onun mükâfatı vardır. Öylelerine korku yoktur, onlar üzülmeyecekler de.” (Bakara 112)
b) Allahü Teâlâya teslim olmak: “Çünkü Rabbi ona, “Bana teslim ol” buyurmuş; o da, “Âlemlerin Rabbine teslim oldum,” demişti.” (Bakara 131)
c) Tevhid inancına sahip olmak: “De ki: “Bana ilâhınız bir tek ilâhtır diye vahyediliyor; siz hâlâ teslim olmayacak mısınız?” (Enbiya 108)
d) Allahü Teâlâya teslimiyetin gereğini yapmak: “Azap size gelip çatmadan önce Rabbinize yönelip O’na teslim olun; sonra kimseden yardım göremezsiniz.” (Zümer 54)
Kuran-ı kerimde İslâm, Allahü Teâlâ indindeki biricik hak dinin karşılığı ve özel adı olarak belirlenmiş, ondan başka hiçbir dinin kabul edilmeyeceği vurgulanmıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Kim İslâm’dan başka bir din arama çabası içine girerse bilsin ki bu, kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Al-i İmran 85)
Ayrıca Kuran-ı kerimde müslümanlara din olarak İslâm’ın uygun görülmesi, hidayete erme yönünde Allahü Teâlânın yardımının en üst düzeyi olarak nitelendirilmiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “…Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size nimetimi tamamladım, sizin için din olarak İslâmiyet’i beğendim...” (Maide 3)
Kuran-ı kerimde İslam dini, bize bazı özel sıfatlarla tanıtılmıştır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
a) “Dînüllah” (Allah’ın dini): “Onlar, Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar! Oysa göklerde olanlar da yerde olanlar da isteyerek veya istemeyerek hep O’na boyun eğmişlerdir ve O’na döndürüleceklerdir.” (Al-i İmran 83)
b) “Dînü’l-hak”(hak din): “Bütün dinlerin üzerindeki yerini alsın diye Resulünü, doğru yol rehberi ve hak din ile gönderen O’dur; müşrikler hoşlanmasalar da!” (Tevbe 33)
c) “Ed-dînü’l-hâlis” (hâlis din): “Bilinmeli ki hâlis dindarlık yalnız Allah için olanıdır. Allah’tan başka şeyleri kendilerine koruyucu kabul edenler, -ki “sadece bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara tapıyoruz” diyorlar- ayrılığa düştükleri konularda Allah onların arasında hükmünü verecektir. Yalancı ve inkâra saplanmış kimseyi Allah kesinlikle doğru yola yöneltmez.” (Zümer 3)
d) “Dînü’l-kayyime” (doğru din): “Halbuki onlara, Allah’a kulluk etmeleri, hanîfler olarak O’na yürekten inanıp boyun eğmeleri, namaz kılmaları ve zekât vermeleri emredilmişti. Doğru din de işte budur.” (Beyyine 5)
e) “Sırat-ı müstakîm” (doğru yol): “İnsanlardan bir kısım sefihler, “Onları şimdiye kadar yöneldikleri kıbleden vazgeçiren sebep nedir?” diyeceklerdir. De ki: “Doğu da batı da Allah’ındır. O, dilediğini dosdoğru yola iletir.” (Bakara 142)
(Devamı haftaya
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 2
Bazı müfessirler: “Hâlbuki onlara da ancak, tâat ve ibâdeti yalnızca Allah’a has kılıp sadece O’nun rızâsını hedef alarak, bâtıl dinleri terk edip dupduru bir tevhid inancı içinde sadece Allah’a kulluk etmeleri, namazı dosdoğru kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte sağlam, dosdoğru ve kıyâmete kadar bâkî kalacak din budur!” (Beyyine 5) âyet-i kerimesindeki; sağlam ve dosdoğru din anlamına gelen “dîn-i kayyim” tabirini şöyle açıklamışlar:
“Dîn-i kayyim;” Allahü Teâlâ tarafından gönderilen, peygamberan-ı izam aleyhimüsselamın tebliğ ettiği, insan tabiatına en uygun, akl-ı selim sahibi bütün insanlar tarafından rahatlıkla kabul edilebilecek sağlam delillere dayalı, hurafe barındırmayan, iman esaslarında ve ana prensiplerinde hiçbir çelişki ve tenakuz bulunmayan, tahrife uğramamış, sağlam ilkelere sahip, insanın yaradılış özelliklerine en uygun, dünya ve âhiret işlerini dengeli bir biçimde düzenleyen İslam dinidir. Evet, hakikaten bütün bu ve benzeri özel ve üstün hususiyetlerin tamamı ve fazlası sadece ve sadece İslam dininde mevcuttur.
Biz Müslümanlar, bütün peygamberlerin Allah’ın kulu ve elçisi olduklarına, onlar aracılığıyla gönderilen kitapların aslına iman ederiz. Yine biliriz ve iman ederiz ki Allah katında kıyamete kadar geçerli olan tek hak din İslam’dır. Bütün insanlığın ebedî kurtuluşu, Allah’ın son dini İslam’a teslim olmaktan geçer. Dünya ve ahiret saadeti, Kuran-ı kerimin hayat veren mesajlarına ve Efendimiz aleyhisselamın eşsiz örnekliğine imana bağlıdır.
Sünnet-i seniyyede de İslam’la alakalı olarak; Müslümanın nitelikleri ile itikadî, amelî ve ahlâkî alanda yerine getirilmesi gereken dinî vecibeler üzerinde durulmuş, bu vecibelerden kalpteki imanı izhar ettikten başka dört temel ibadet üzerinde durulmuştur. Hazret-i Ömer’in rivayet ettiği meşhur Cibrîl hadis-i şerifinde şöyle buyurulmaktadır:
“Birgün Rasûlullah’ın yanında otururken, birara; elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah bir adam geldi. Üzerinde yolculuk izleri görünmüyordu. O’nu aramızda tanıyan yoktu. Sonra Rasûlullah’ın yanına oturdu. İki dizini Rasûlullah’ın dizine dayadı. Ellerini uyluklarına koydu ve:
- Yâ Muhammed! Bana imânın ne olduğunu anlat, dedi. Rasûlullah (cevâben) dedi ki; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, Ahiret gününe ve kadere; hayır ve şerrin (Allahü Teâlâ’dan geldiğine) imân etmendir.
- Doğru söyledin, dedi. Şimdi de bana, İslâm’ı anlat, dedi. Peygamber (efendimiz, cevaben) dedi ki:
- İslâm; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın resûlü olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, Ramazan ayında oruç tutman ve bir yolunu bulduğun (imkânın olduğu) takdirde Beyt’i haccetmendir.
- Doğru söyledin, dedi. Şimdi de bana, İhsân’ı anlat, dedi. Peygamber (efendimiz, cevaben) dedi ki:
- İhsân, Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da, O seni görüyor. Doğru söyledin dedi, şimdi de bana Kıyametten haber ver, (dedi.)
- Peygamber (efendimiz cevaben) dedi ki, sorulan kişi, sorandan daha bilgili değildir.
- O zaman bana, alâmetlerinden haber ver, dedi. Resûlüllah (cevaben) dedi ki:
- Cariyenin hanımefendisini doğurması, yalın ayaklıların, çıplakların, koyun güden fakirlerin, yüksek binalar yapmakta birbiri ile yarıştıklarını görmendir. Hazret-i Ömer, diyor ki, sonra adam çekip gitti. (Uzun) bir müddet bekledim. Sonra Rasulullah, ey Ömer! Suâl soranın kim olduğunu biliyor musun, buyurdu. Ben, Allah ve Resul’ü daha iyi bilir, dedim. Rasulullah, O Cebrail idi, size dininizi öğretmeye gelmişti, dedi.” (Mesâbîhu’s-Sünne; Müslim, Ebu Davud.)
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 3
İlim adamları, “İslâm”ı birbirine yakın şakilde tarif etmişlerdir. Buna göre İslâm, Allahü Teâlâya tam teslimiyet, kayıtsız olarak hükümlerine boyun eğmek ve yüce emrine uymaktır. İslâm, kişinin müvahhit bir şekilde kendini bütünüyle Allahü Teâlâya teslim etmesi, sadece ve sadece O’na kulluk edip hiçbir şeyi O’na ortak koşmamasıdır. İslâm, kalpteki iman ve inancı dille ifade etmek ve eylemlerle gereğini yerine getirmek suretiyle Allah’ın hükmüne boyun eğip hâkimiyetine samimiyetle teslim olmaktır.
İslâm, Rasulüllah sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin bütün haber verdiklerini can û gönülden kabul etmek, samimiyetle benimsemek ve titizlikle uygulamaktır. İslâm, bütün kuşkulardan arındırılmış bir teslimiyetle Allahü Teâlânın yüce emrine bağlanmak yani yapın dediği farzları titizlikle yapmak; yapmayın dediği haramlardan da şiddetle kaçınmaktır. İslâm aynı zamanda Allahü Teâlânın, peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhissalatü vesselama vahiy yolu bidirip O’nun da bütün insanlığa tebliğ ettiği son hak dindir.
İslâm öncesi câhiliye dönemi toplumunun hâkim telakki ve anlayışı şirk inancından ibaret idi. Son hak din İslâm ise, bunun tersine Kuran-ı kerimin bildirdiği gibi; bütün noksanlıklardan münezzeh ve bütün kemal sıfatlarıyla muttasif olan Allahü Teâlânın kâinatın yegane yaratıcısı, mutlak hâkimi ve tek rabbi olduğu inancını temsil eder. Kulluk ise, kişinin ihlas ve samimiyetle kendisini Allah’a teslim etmesi ve O’ndan başka bir tanrı tanımamasıdır.
İslam öncesi câhiliye insanının temel karakteri “taassup” yani bağnazlık idi. Bunun için câhiliye toplumu; gücüne çok güvenen, son derece egoist, haklı da olsa hiçbir otorite karşısında eğilmek istemeyen ve en önemlisi Allahü Teâlâyı bırakıp kendi elleriyle yaptıkları putlara tapmakta direten bir karaktere sahip zavallı insanlardan ibaret idi.
Biricik hak ve evrensel din olan İslâm’a inanmış müslüman ise, güçlü de olsa son derece mütevazı, enaniyet ve bencillikten uzak, her zaman hakkı kabu eden ve en önemlisi de sadece ve sadece Allah’ü Teâlâya teslim olan kişidir.
Câhiliye insanı, en ufak bir kızgınlık anında iradesini kaybeden, kontrolsüz bir ihtirasla öfkesine kapılıp sonucu hiç düşünmeden ileriyle atılan, aklını bırakıp duygularıyla hareket eden kaba saba, sabırsız ve sorumsuz davranışlar sergileyen kişidir. Yani câhiliye insanının temel özelliği “gurur” ve “küstahlık” iken, müslümanın ana şiarı “tevazu” ve hakka “teslimiyet”tir.
İslâm öncesi Arap toplumunda “cehl”in yani cahilliğin zıddı ise “hilim” idi. Hilim, mütevazı, duygularyla değil aklıyla hareket eden, her durumda kendine hâkim olan, en güçlü uyarıcılar karşısında bile sâkin kalmasını bilen insanın huyunu nitelemektedir.
İslâm’ın doğuşuyla birlikte cehil yani cahillik kavramı, insanlar arası ilişkilerdeki etkinliğini kaybedip inanmayanların; Allah’ın hidayetine ve bunu sağlayan İslama karşı gösterdikleri kin ve düşmanlığı temsil eden bir tavır olarak anlaşılmaya başladı.
Yukarıda tarif edildiği gibi kişi, bütün kibir ve ihtiraslarından vazgeçip tam olarak hakka teslimiyete eriştiğinde artık bunun adı hilim değil İslâm’dır. Buna göre de İslâm, âdeta hilim kavramının esaslı bir şekilde tadil edilip düzeltilmiş halidir.
İslâm’a farklı açılardan hareketle getirilebilecek değişik tanım ve açıklamalar sonuç olarak birbirini tamamlar niteliktedir. Bu sebeple gerek genel din tasavvuru ve vahiy geleneği ya da diğer semavî dinlerle farklılığı ön plana çıkarılarak, gerekse müslümanların ayırıcı özelliğini oluşturan inanç ve ibadet esaslarına, duygu, düşünce ve davranış yönüyle müslüman fert ve toplumların tarihten günümüze yansıyan genel görüntüsüne ağırlık vererek yapılacak tanımlar ayrı ayrı anlam taşımaktadır. Böyle olduğu için de artık İslâm, Allah Rasulünün bütün esaslarını vahiy yoluyla Allahü Teâlâdan aldığı ve ilk uygulamalarını bizzat kendisinin gerçekleştirdiği, zamanla dünyanın her tarafına ulaştırılan din ve dünya görüşünün; insan, toplum, devlet gibi insanî konularda kendine has ilkeleri ve felsefesi bulunan tarihî tecrübenin, kültür ve uygarlığın adı olarak da kullanılmaktadır
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 4
İslâm dini, miladî 610’da Arabistan’ın Mekke-i mükerreme şehrinde yaşamakta olan son Peygamber Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselamın, Cibril aleyhisselam isimli meleğin getirdiği vahiy aracılığıyla Allahü Teâlâdan alıp bütün insanlığa yaymağa başladığı tek hak dindir.
Bundan sonra başka bir din gelmeyecektir. Yani İslâm, Allahü Teâlâ’nın Âdem aleyhisselamdan beri kullarına gönderdiği dinin en son ve en mükemmel versiyonudur. Bu biricik hak dine inananlara “mümin” (inanan) ve “müslim” (Allah’ü Teâlâ’nın emrine teslim olan) denir.
Müslümanlar, başlangıçta Mekke müşrikleri tarafından büyük zulüm ve işkencelere tabi tutuldular. İslâm dinini tebliğ eden Allahü Teâlâ’nın son Peygamberi Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselam, vahyin gelmesinden yaklaşık 13 yıl sonra Mekke-i mükerremeden yine Arabistan’ın başka bir şehri olan Medine-i münevvereye hicret (göç) etti. Hicretten sonra İslâm tarihinde yepyeni bir dönem başladı. Mekke’de teşekkül etmeye başlayan İslam toplumu, Medine-i münevverede devletleşti.
Miladi 629 yılında Allah Rasulü Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin anavatını olan Mekke-i mükerreme şehri müslümanlar tarafından fethedildi. Sonra İslâm dini, Arap Yarımadası’nda büyük bir hızla yayılmaya başladı. Rasulullah sallallahü aleyhi ve sellemden sonraki Hülefa-i Râşidin (Dört Halife) Dönemi’nde de İslâm dini yayılmaya ve İslam devletinin sınırları genişlemeye devam etti.
Yeni fetihlerle başta Suriye ve Irak bölgeleri olmak üzere Filistin, Mısır, Kuzey Afrika’nın büyük bölümü, İran ve Horasan toprakları İslam devletinin hâkimiyetine girdi. Emeviler Dönemi’nde Maveraünehir, Sind ve Endülüs topraklarında fetih hareketleri devam etti. Daha sonra Abbasiler Dönemi’nde İslam dini toplumda iyice yayıldı ve ilmi-kültürel faaliyetler hız kazandı.
10. yüzyıldan itibaren Karahanlılar’ın Müslüman olmasıyla Orta Asya Türkleri kitleler halinde İslâm’a girmeye başladılar. 11 ve 12. yüzyıllarda İslâm bir yandan Anadolu’ya diğer yandan da Hindistan, Batı ve Orta Afrika’ya yayıldı ve Orta Asya’dan Endülüs’e kadar uzanan geniş topraklarda halkın çoğunluğunu Müslümanlar oluşturmaya başladı.
Büyük Selçuklularla Anadolu’da devam eden İslâmlaşma süreci, Osmanlılarla birlikte Balkan coğrafyasına ve Avrupa’ya doğru genişledi. Müslüman tüccarlar vasıtasıyla Çin ve Güney Asya’da kitleler tarafından benimsenen İslâm dini, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren göçler ve yeni Müslüman olan topluluklar vasıtasıyla Afrika içlerinden Rusya’ya, Güney Amerika’dan Uzak Doğu’ya kadar birçok ülkeye yayıldı. Günümüzde dünya genelinde iki milyar civarında Müslüman insan olduğu tahmin edilmektedir.
İslâm’ın, doğuşundan itibaren kısa bir süre içinde geniş coğrafyalara yayılarak farklı inançlara ve kültürlere mensup insanlar tarafından kabul edilmesi ve halen dünya genelinde yayılmaya devam etmesindeki en önemli faktör, bu dinin hayat anlayışının insan fıtratına (doğasına) uygun olduğu gerçeğidir.
İslâm dininin inanç açısından en belirgin özelliği, Allah’tan başka yaratıcı ve mâbud kabul etmeme esasına dayanan tevhid (Allahü Teâlâ’nın birliği) ilkesine verdiği önemdir. Müslüman olabilmek için Âmentü’deki esaslara inanmak lazımdır. Âmentü şöyledir: “Âmentü billâhi ve melâiketihi ve kütubihi ve rüsulihi ve’l-yevm’il-âhiri ve bi’l-kaderi hayrihi ve şerrihi minellâhi teâlâ ve’l-ba’su ba’de’l-mevti hakkun, eşhedu ellâ ilâhe illellâh ve eşhedu enne Muhammeder’resûlullah.”
Manası şöyledir:
(Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, son güne [yani Kıyamet gününe] kadere; hayrın ve şerrin Allahü Teâlâdan geldiğine inandım. Öldükten sonra dirilmek haktır. Ben şehâdet ederim ki [yani kalbimle inanıyor ve dilimle söylüyorum ki] Allah’tan başka ilâh [yani ibâdet edilmeğe lâyık] kimse yoktur. Yine ben şehâdet ederim ki [yani kalbimle inanıyor ve dilimle söylüyorum ki] Hazret-i Muhammed, Allah’ın rasûlü [yani peygamberi]dir.)
Ayrıca Kuran-ı kerimin âyet-i kerimeleri ve Rasulullah aleyhisselamın hadis-i şeriflerinde yer alan dinin temel ilkelerinin tamamına kesin olarak inanmak gerekir. Dolayısıyla iman konuları, Kuran-ı kerim âyetleri ve Resulullah aleyhisselamın sünnet-i seniyyesine dayanan İslam esaslarının bütününden oluşur. Dolayısıyla mesela zinanın etmenin, içki içmenin ve hırsızlık yapmanın haram olduğuna inanmayan, dinden çıkar.
(Devamı haftaya…)
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 5
Yüce İslâm dini, Allahü Teâlânın insanlara gönderdiği ve en son Peygamber tarafından tebliğ edilen dindir. Bu husus Rabbimizin son kitabı Kuran-ı kerimde şu şekilde ifade buyurulmuştur:
“Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı kabul ettim.” (Mâide 3)
Bununla birlikte, önceki peygamberan-ı izam aleyhimüssalatü vesselamın tebliği ettikleri dinler de; İslâm olarak isimlendirilir. Dolayısıyla İslâm, hak dinin genel adıdır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i İmran 19)
“Kim İslâm’dan başka bir din arama çabası içine girerse, bilsin ki bu kendisinden asla kabul edilmeyecek ve o âhirette ziyan edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmran19)
Görüldüğü gibi; âyet-i kerimelerde İslâm, Allah katındaki hak dinin karşılığı olarak belirlenmiş ve ondan başka hiçbir dinin Allahü Teâlâ tarafından kabul edilmeyeceği vurgulanmıştır.
İslâm dininin birinci ve asıl kaynağı Allahü Teâlânın son kitabı Kuran-ı kerimdir. İkinci kaynağı ise, Allahü Teâlâ’nın son peygamberi Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellemin sünnet-i seniyyesi yani; bütün mübarek söz, davranış ve takrirleri (onayları)dır.
Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed aleyhissalatü vesselamın tebliği ettiği yüce İslâm dini; belli bir topluluk, belli bir zaman ve belli bir coğrafya ile sınırlı olmadığı için âlem şümûl ve evrensel birdindir. İslâm dinini diğer dinlerden farklı kılan bazı hususlar şunlardır:
1) İslâm, Allahü Teâlâya iman hususunda Yahudi ve Hristiyanların sonradan düştükleri yanlışlık ve aşırılıkları düzeltmiş, Tanrı’nın beşerîleşmesini veya beşerin tanrılaşmasını reddetmiş; Allahü Teâlâ bütün noksan nitelemelerden münezzeh, bütün kemal sıfatlarıyla muttasif bir ve benzersiz olduğunu vurgulamıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Rabbiniz Allah işte O’dur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyi yaratandır. Öyleyse yalnız O’na kulluk edin. Her şeyin dizginini elinde tutan, her işte kendisine güvenilip dayanılan O’dur.” (Enam 106)
2) Meleklerin Allah’ın oğulları ve kızları olduğu iddiasını ve beşerî şekillerdeki tasvirlerini reddederek Yahudi ve Hristiyanların düştükleri saplantıyı göstermiş ve Allahü Teâlânın yüceliğini en yüksek perdeden vurgulamıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Müşrikler, Rahmân’ın kulları olup herhangi bir cinsiyet taşımayan meleklerin dişi olduğunu iddia ediyorlar. Ne o, yoksa onlar meleklerin yaratılışına şâhit mi oldular? Elbette, hayır! Onların bu küstahça iddiaları yazılacak ve bunun hesabını kesinlikle vereceklerdir.” (Zuhruf 19)
3) Allahü Teâlâ tarafından Musa ve İsa aleyhimesselama verilmiş olan kutsal kitaplar bu dinlerin mensupları tarafından orijinal şekilleriyle korunamamıştır. Fakat Kuran-ı kerim hem vahyedildiği sırada yazıya geçirilmesi hem de ezberlenmek suretiyle muhafaza edilmesi yönüyle orijinal ve aslına uygun şekliyle günümüze kadar ulaşmış, Kıyamete kadar da bozulmayacaktır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Şüphesiz ki bu Kuran’ı biz indirdik; onu muhafaza edecek olan da elbette biziz.” (Hicr 9)
4) Yahudilik dünya hayatına, Hristiyanlık da dünyadan uzaklaşmaya daha çok ağırlık verirken İslâm her ikisi arasındaki dengeyi kurmuştur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Allah’ın sana verdiği serveti O’nun yolunda harcamak suretiyle âhiretini kazanmaya çalış. Dünyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl ihsânda bulunduysa, sen de başkalarına öylece ihsânda bulun. Ülkede bozgunculuk çıkarmaya kalkışma. Çünkü Allah bozguncuları sevmez!” (Kasas 77)
5) İslâm, diğer ilâhî dinlerde olan bazı ağır dinî sorumlulukları ortadan kaldırmış, insanın yaratılışına en uygun ve yaşanabilir kuralları sunmuştur. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz; lehinde olanı da kendi kazandığıdır, aleyhinde olanı da kendi kazandığıdır. Rabbimiz! Unutur veya yanılırsak bizi cezalandırma! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Üstesinden gelemeyeceğimiz şeyleri boynumuza borç kılma! Bizi bağışla, ayıplarımızı ört ve bize rahmetinle muamele buyur! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın; artık inkârcı topluluğa karşı bize yardım et!” (Bakara 286)
(Devamı haftaya
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 7
İslâm, kişinin kendi özgür iradesiyle ve içten gelen bir bağlılıkla AllahüTeâlâya yönelmesi, O’nun emir ve yasaklarını kayıtsız ve şartsız bir şekilde kabul edipuygulamaya çalışmasıdır. İslâm, insanın dünyevî ve uhrevî bütün ihtiyaçlarını karşılayan ve hayatın her alanını düzenleyen eşsiz bir dindir.
İslâm, babamız Âdem aleyhisselamla birlikte insanlığa ulaşmaya başlayan İlahî vahyin en son ve en mükemmel hâlidir. İslâm, Kıyametgününe kadar yaşayacak ve geçerliliğini koruyacaktır. İslâm’ın bütün ilke ve kanunları, AllahüTeâlânın kâinatta varettiğimuhteşem dengeye ve eşref-i mahlükat olan insanın dünya ve âhiret saadetine matuftur.
İslâm insana; kendisiyle, Rabbi, diğer insanlar ve tabiattaki diğer canlı-cansız varlıklarla sağlıklı bir biçimde iletişim kurmasına rehberlik eder. Bu rehberliğe göre yaşayan insanlardan müteşekkil toplumlarda emniyet ve asayiş sağlanır, hayatın tamamına adalet, merhamet ve iyilik hâkim olur.
Evet İslâm, öngördüğü ideal hayat modeliyle;aklını ve yüreğini kullanan insanlara yaşanabilir bir dünya kurmanın yollarını öğretir. Bunun içindirkimüslüman; iman esaslarını benimseyen, bu esaslar doğrultusunda ibadet bilincini kuşanan ve bununla bağlantılı olarak güzel ahlâk ile donanan kişidir. Zira müslüman, İslâm’ın inanç esaslarınainanan, inandığını diliyle ifade eden ve hayatına yansıtan bahtiyar kimsedir.
İslâm’a göre müslümanın, imanını muhafaza etmek ve güçlendirmek için ibadete devam etmesi ve aynı zamanda güzel ahlâkın gerektirdiği şekilde yaşaması gerekir. En belirgin özelliklerinden biri ahlâka verdiği değer olan İslâm dininin ana gayesi; imanlı ve imanı gereği ahlâklı insanlardan oluşan sağlıklı bir toplum ve huzurlu bir dünya inşa etmektir.
İslâm, manevî alanın yanında dünya hayatını da konu edinir ve insana her alanda klavuzlukeder. İslâm, insanın huzur ve saadeti için; beşerî davranışlara ölçü ve sınırlamalar getirmiş, aile hayatından toplumsal düzenin ve temel insan haklarının korunmasına kadar hukukun değişik alanlarında hayatî normlar ve şaşmaz kurallar vazetmiştir.
Resulüllahsallallahü aleyhi ve sellemin yirmi üç yıllık peygamberliği döneminde tamamlanan Kuran-ı kerim ve O’nun açıklaması mahiyetindeki sünnet-i seniyye; İslâm’ın akaid, fıkıh, ahlâk ve tasavvuf yanında hukukî, bireysel ve sosyal hayatla ilgili temel ilkelerini ve amaçlarınıbelirlemiş ve sahabe-i kirama öğretmiştir. İslâm’ın getirdiği hukuk sistemi en insanî, en âdil, en tutarlı ve en güzel sistemdir.
İslâm’ın, ticaretle ve umumî olarak iktisadî hayatla alakalı getirdiği ilkeler, esasen hukukî alanda vazettiği kuralların birparçasını teşkil eder.
İslâm’a göre, fert ve toplum arasında ayrılık ve rekabet yok, birlik ve bütünlük vardır. İslâm, bireylerin şahsiyetinin gelişmesinihedef aldığı gibi toplumsal bütünleşme ve gelişmeye de büyük önem verir. Sosyal hayatın gereği olan ortak münasebetlerin hem AllahüTeâlânınhoşnutluğuna hem de insanların iyiliğine uygun olarak sürdürülebilmesi için ahlâkî ilkelere dayalı adaletli bir toplumsal düzen fikri, Kuran-ı kerimin ilk inen âyetlerinin başta gelen konularından biridir.
İslâmî bir toplumda, bencilliğeyer yoktur. Aynı şekilde millî servetin âdil bir şekilde paylaştırılması da çok büyük önem taşır. Yine meşruyollardan elde edilmiş olsa bile; fakir ve muhtaçları gözetmeyen, ahlâkî boyuttan yoksun bir zenginlik anlayışı da reddedilmiştir.
Arap Yarımadası’nda doğan ve kısa sürede yayılan İslâm dini,yepyeni bir medeniyet meydana getirmiştir. İslâm’ın teşvik ile müslümanlar;dinî ilimler kadar, aklî bilimler sahasında da çok önemli eserler vermişlerdir.
Edebiyat, hat, mimarive benzeri sahalarda İslâm medeniyeti tarafından ortaya konan eserler, kendine özgü bir sanat anlayışına sahip olupbiçimden ölçülere, fonksiyonlarından içeriğine kadar sadece estetik kaygıların değil, aynı zamanda ortak inancın en güzel şekilde ifade edilmesidüşüncesinin birerürünüdürler.
Müslümanlar, dünyanın diğer eski medeniyetlerinden tevarüs ettikleri birikim ve İslâm’ın verdiği dinamizmleİspanya’dan OrtaAsya’ya, Ortadoğu’dan Hindistan’ın kuzeyine kadarki topraklardabilim ve teknolojiyi geliştirdikleri bilinmekted
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 8
İslâm dünyası, tarihte uzun bir dönem ilim, irfan ve sanatta Batı’dan çok üstün durumda idi. Bu hakikate tarih de şâhittir. Teknolojinin hemen hemen bütün dallarında Batılıların bildiği en iyi eserler, İslâm topraklarında üretilmiştir. Orta Çağ’da bilim alanındaki en büyük başarılar, Müslümanlarca ortaya konmuştur. Bu çağda, telif edilen bilimsel eserlerin en özgün olanları, İslam âlimlerince kaleme alınmıştır. 11. yüzyıldan 13. Yüzyıla kadar Latinceye çevirileri yapılan bu kıymetli eserler, Avrupa’da eğitim devrimine yol açmış ve Batı’da üniversitelerin doğuşuna bilimsel olarak katkıda bulunmuştur.
İslâm medeniyetinin bilim ve sanat çerçevesinde ortaya koyduğu tarihî birikimin, yalnızca Müslüman dünya için değil, bütün insanlık adına evrensel bilimin gelişmesi için kalıcı sonuçlar doğurduğu, Doğulu ve Batılı tarafsız bilim adamlarınca kabul edilen bir gerçektir.
İslâm’ın yoğun bir şekilde yayıldığı ve İslâm devletlerinin yükselişte olduğu 8-15. yüzyıllarda İslâm topraklarında birçok bilim adamı yetişmiş, pek çok bilimsel faaliyet yapılmış ve İslâm dünyası bilim, teknoloji, kültür ve sanat gibi birçok sahada dünyanın diğer devletlerini ve bölgelerini geride bırakmıştır. Bu döneme “İslam’ın Altın Çağı” denmektedir.
Abbasîler’de, Halife Harûn Reşîd tarafından Bağdat’ta “Beyt’ül-hikme” yani hikmet ve bilgelik evi adı altında bir bilim merkezinin kurulması ile başlayan bu dönemin Moğolların 1258’de Bağdat’ı kuşatıp yağmalaması ve Abbasî Halifeliği’ni ortadan kaldırmasıyla son bulduğu şeklinde genel bir kabul vardır. Ancak bazı kaynaklarda bu dönemin 16. yüzyıla kadar devam ettiği, ifade edilmektedir. Kindi, Farabî, Hârizmî, İbni Sina, İbni Heysem, Birûni, İbni Rüşd, El-Cezeri, Gazzalî, İbni Battuta, İbn Haldun, Uluğ Bey ve daha birçok meşhur İslam âlimi, bu dönemde çok kıymetli bilimsel çalışmalar yapmıştır. “İslâm’ın Altın Çağı”, İslâm dünyasının çoğunun bilimsel, ekonomik ve kültürel yönden zirvede olduğu dönemdir.
Bu dönemde, İslâm coğrafyasında dinî ilimlerin yanında tıp, felsefe, matematik, astronomi ve hukuk gibi geniş yelpazede çalışmalar da yürütülüyordu. Bu dönemde, geçmiş uygarlıkların ürettiği bilgi ve düşünceler tercümelerle İslâm dünyasına ve Endülüs kanalıyla da Avrupa’ya aktarılıyordu.
Müslümanlar, Çinlilerden kâğıt üretim tekniklerini öğrendiklerinden kâğıt kullanımı sayesinde yazılı eserler de daha kolay yayıldı. Müslümanlar, matematik alanında ise, Hintlerden alınan sıfır ve onlu sayı sisteminin keşfi sayesinde, matematiğe olan ilgi ve rağbet arttı. Ayrıca aritmetik, sıradan insanların dahi anlayabileceği ve günlük hayatında kullanabileceği bir hâle geldi. Matematik ve aritmetiğin yanı sıra trigonometri de gelişti, rasathaneler inşa edildi; optik bilimi ve kimya ilmi gelişti.
Kuran-ı Kerim, İslâm bilim tarihinde özel olarak üzerinde durulması gereken çok önemli bir husustur. Zira Kuran-ı kerimin bilimsel gelişmelere de yer verdiği, muhtelif bilimsel keşiflere işaret eden ayet-i kerimeler barındırdığı ve bunların birer mucize olduğu hakikati, konunun uzmanı objektif bilim adamlarınca kabul edilmektedir.
Felsefî eserlerin Arapçaya tercüme edilmesiyle birlikte, felsefe ve diğer ilimler de İslâm dünyasının medreselerine girmiş oldu. Bu sayede, önceleri İslâmî ilimler için kullanılan “ulûm” yani ilimler tabirine bütün ilimler girmeye başladı.
Zamanla Müslümanlar arasında ilim dalları o kadar çeşitlendi ki, bu ilim dallarının tasnifini yapmak üzere özel eserler yazılmaya başladı. Birbirinden farklı olarak çok sayıda sınıflandırma yapan âlimler arasında en önemlileri; Fârâbî, Gazzâlî, Taşköprizade ve Kâtip Çelebi’dir. Müslümanların klasik bilimlerin her alanında yani; matematik, fizik, kimya, biyoloji astronomi ve tıpta çok geniş çaplı araştırmalara imza attıklarını görüyoruz.
Müslümanlar, bir yandan eski Yunan ve Hintli düşünürlerin eserlerini dikkatle incelerken diğer yandan da bunlardan tamamen farklı bilimsel yaklaşım ve metotlar geliştirdiler. İslam dünyasındaki bu bilimsel gelişmeler, diğer medeniyetleri de etkiledi. Özellikle Batı medeniyeti, Endülüs Emeviler’inin bilimsel birikiminden çokça istifade etti. Batı dünyası, modern bilim ve teknolojinin başlaması ve gelişimi noktasında İslâm bilim adamlarına borçludur.
(Devamı haftaya…
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 9
Allahü Teâlâ’nın son peygamberi Hazret-i Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem, peygamberliğinin Mekke-i mükerremede geçen 13 yılını, insanları imana davet etmekle geçirdi. Burada, herhangi bir yönetim kurulamadı. Ancak ikinci “Akabe Biatı”nda, Medine-i münevvereden gelen kabilelerle yapılan çok kıymetli görüşmeler, “İslâm Devleti”nin kurulmasına zemin hazırladı. Şöyle ki, Mekke’de müslümanlara yapılan baskı ve zulümler artınca, Ensar yurdu Medine-i münevvereye hicret başladı.
Allah Rasulü sallallahü aleyhi ve sellem, Medine-i münevverede devletleşmeye yönelik bir takım çalışmalar yaptı. Daha sonra bazı kabilelerle yaptığı istişareler müspet neticeler verince, yazılı bir anayasaya dayalı merkezî bir yönetim kurdu. Bu mübarek yapı, daha sonra “İslâm Devleti” diye anıldı. Böylece en dar ve en sıkıntılı zamanda Rasulullah aleyhisselama bağrını açan Medine-i münevvere şehri, “İslam Devleti”nin başkenti oldu.
O günkü Araplar, feodal kabile zihniyetine sahip oldukları için, bir arada hareket eden bir kavim değillerdi. Ancak aynı dil ve kültüre sahip oldukları halde sürekli birbiriyle savaşan bu kabileler, İslâm dini sayesinde beraber hareket eden bir toplum haline geldi.
İslam bayrağı altında altında birleşen Araplar, o günkü dünyanın iki süper gücü olan Sasanî ve Bizans İmparatorluklarına fetih seferleri başlattı. Bu iki büyük imparatorluk ise, neredeyse sürekli savaş halinde idiler. Bu imparatorluklar, uzun süren savaşların getirdiği malî yükü hafifletmek için de, vatandaşlarına ağır vergiler koydular. Diğer kısıtlamalarla birlikte bu vergiler, ahali arasında büyük huzursuzluklara sebep oldu ve iç dengeleri bozuldu. Böylece İslâm ordusu, zaman içerisinde Sasani devletini tamamen ortadan kaldırdı ve Bizans’tan da büyük topraklar almayı başardı.
Efendimiz aleyhisselamın Dar-ı bekaya irtihallerinden sonra, Hulefa-i Raşidin dönemi başladı. Bu dönemde, İslam Devletini sırasıyla; Hazret-i Ebu Bekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali rıdvanullahi teâlâ aleyhim ecmain yönetti. Bu dönemde, Arap Yarımadası’nın tamamı, İslam coğrafyasına katıldı. “İla-yı kelimetullah”ı hedefleyen bu kıymetli fütuhat, o kadar hızlı ve başarılı oldu ki, daha üçüncü halife Hazret-i Osman radıyallahü anh zamanında, Mısır, Suriye ve Sasani Pers İmparatorluğu’nun büyük bir kısmı Müslümanların eline geçti.
Hulefa-i Raşidin döneminden sonra, Müslümanlar “Emevi Devleti”ni kurdu. Bu devletin sonuna gelindiğinde yani yaklaşık olarak miladi 750’de Maveraünnehir, günümüz Pakistan’ının bir kısmı, Kuzey Afrika'nın tamamı ve İber Yarımadası, İslam Devleti’nin hâkimiyetine girmişti.
Daha sonra Müslümanlar “Abbasî Devleti”ni kurdu. 1258’de sona eren “Abbasî Devleti” döneminde de küçük de olsa bir takım fetihler yapıldı ve bazı topraklar alındı.
Çok sonra Müslümanlar, “Osmanlı Devleti”ni kurdu. 1299’da başlayan “Osmanlı Devleti” döneminde ise, Anadolu ve Bizans İmparatorluğu’nun kalbi olan İstanbul fethedildi. Ayrıca İslâm dini, başta balkanlar olmak üzere Avrupa kıtasına giriş yaptı.
Unutulmamalıdır ki, İslâm’ın yayılmasında askerî fetihler kadar ticaret de etkili oldu. Çünkü yüce İslâm dini, alış-veriş ve ticaret ahlâkına dair birtakım önemli ilkeler koymuştur. Şüphesiz İslâm’da, ticaret ahlâkının en önemli ilkesi “kazancın helâl olması”dır. Zira Müslüman, sadece dünya kârına değil, çok daha önemli olan âhiret yatırımına ağırlık verir. Dolayısıyla o, haram yollardan servet edinmez; yalandan, haksız kazançtan, faizden, karaborsacılıktan, kamu malına el uzatmaktan uzak durur; ötekini yok eden, rakibini ortadan kaldırmaya çalışan tekelci ve fırsatçı bir anlayışı reddeder. Bencilliği değil, diğerkâmlığı şiar edinir. “Arkadaşım da kazansın” anlayışıyla hareket eder. İşte İslâm’ın bu harika ticaret ahlâkından etkilenerek Müslüman olan birçok toplum vardır. Endonezya bunlardan sadece biridir.
Ticaret, sadece maddî bir alış-veriş ve kazançtan ibaret değildir. Zira her Müslümanda, İslâm’ın manevî şahsiyetini görmek mümkündür. Evet, İslâm dini, doğuş anından itibaren, davranış kalıplarıyla ulaştığı insanlar için, hakikatin sesini soluyabilecekleri bir nefese dönüşmüştür. Dolayısıyla insanlar, Müslüman tüccarların şahsında İslâm gerçeğini gözleriyle görebildikleri için, kolay bir şekilde Müslüman oluyorlardı…
(Devamı haftaya
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 10
İslâm’ın temeli imandır. İmanın kelime anlamı, herhangi bir şeyi doğru kabul edip tasdik etmektir. Dinî manası ise şöyledir; halkın avam tabakasının dahi Hazret-i Muhammed’in dininden olduğunu bilecek kadar meşhur olan hükümlerin tamamını kalben tasdik etmek yani bunların doğru olduğunu kabul etmektir. Allahü Teâlâ’nın bir olduğu, insanların öldükten sonra tekrar diriltilecekleri, namazın farz olduğu, içkinin, fâizin ve zinanın haram olduğu hükümleri gibi. Bu ve benzeri hükümlere inanmayan kimse mümin değildir.
İman, büyük bir lütuftur. Allah, onu dilediğine nasip eder. Ancak bu nasiplenmede, kulun hiçbir rolünün olmadığı da söylenemez. Zira insan, önce imana talip olur. Bu istek üzerine Cenab-ı Hak da ona iman ve hidayeti nasip eder. Bunun içindir ki İslâm âlimleri imanı, “Cenâb-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, o kulun cüz’î irade ve ihtiyarını sarfetmesinden sonra koymuş olduğu bir nurdur,” diye tarif etmişlerdir.
İnsan, beden ve ruhtan oluşan bir varlıktır. Yeme, içme, nefes alıp verme gibi işler bedenimizle; inanmak, sevinmek ve mutlu olmak gibi olgular da ruhumuzla ilgilidir. İnsanı diğer yaratıklardan ayıran başlıca özellik budur. İnsanın ruh yapısının en belirgin özelliği ise, imandır yani inanmaktır. Yeryüzünde; en eski zamanlardan günümüze kadar inanma ihtiyacı duymamış bir topluluk yoktur.
İnanç, maddî hayatımızla da ilgilidir. İnançlı insan, zorluklara ve güçlüklere karşı daha dayanıklıdır. İnanç, insana çalışma, yaşama ve başarma gücü verir. İnsan, hayata inançla başlar ve onunla değer kazanır. İnançlı kişi, insanlara faydalı olmaya çalışır.
Kişi, inancını kuvvetlendirmek için pek çok şeyi öğrenmek, öğrendiklerini düşünüp değerlendirmek ve böylece hayatını düzenlemek durumundadır. İyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini ve doğruyu-yanlışı böylece ayırt edebilen insanlar, ahlak ve davranış yönünden de kişilik kazanırlar. Demek ki inanç, insanın yaratılışı gereği olan tabiî bir olgudur.
Çevremizde yüz binlerce varlık mevcuttur. Yeryüzünde çeşit çeşit insanlar, irili ufaklı pek çok hayvan, renk renk çiçek ve bitkiler vardır. Gökyüzünde de ay, güneş ve sayısız yıldızlar yer alır. Bütün bunları ve bunların yaratılışındaki eşsiz sanat ve dengeyi gözümüzün önüne getirip düşünürsek, bunların asla kendiliğinden var olmadıklarını; bunları yoktan var eden Kaadir-i mutlak bir Yaratıcının bulunduğunu hemen anlarız.
Gözlerimizle görmesek bile evrenin baş döndürücü büyüklüğü, eşsiz düzeni, harika ahengi ve dengesi bize bir Yaratıcının varlığını göstermektedir. İşte İslâm dininde, bütün evreni ve her şeyi yaratan bu yaratıcıya “Allah” denir. Biz Müslümanlar, Allahü Teâlâ’nın varlığına ve birliğine, bütün kemal sıfatlarla muttasif ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna samimi olarak inanırız.
İman, insanın yaratılma sebebidir. Yani o, Yaratanını imanla tanımak ve ibâdet etmek için yaratılmıştır. İnsan, bu yaradılış gayesine uygun hareket ederse, âhirette ebedî saadete nâil olacak ve cennete girecektir. Aksi takdirde cehenneme atılacaktır. Bu bakımdan iman, insan için ebedî saadeti kazanma vesilesidir ve cennet anahtarıdır. Zira imansız olarak cennete girilemez.
İslam inanç sisteminin bazı temel özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
1) İslâm’ın inanç esasları sade, açık ve anlaşılabilir mahiyettedir. İslâm inanç esaslarında kapalılık ve anlaşılmazlık yoktur. Akl-ı selim sahibi ve tarafsız düşünebilen bir insan, İslâm inanç esaslarını anlayıp benimsemekte zorlanmaz.
2) İslam’ın inanç esasları dogmatik değil, vahiy kaynaklıdır. Bunun için mümin, baskı ve zorlama altında olmaksızın İslâm’a gönülden bağlı olan kişidir. Ayrıca İslam inanç esasları hakkında aklî ve naklî muazzam bir temellendirme yapılabilmektedir.
3) Aklı ve iradesi sağlıklı işleyen her insan, İslâm inanç esaslarını kavrayabilir ve bunun için kimsenin aracılığına ihtiyaç duymaz.
4) İslâm inanç esaslarında itidal ve denge vardır. Yani mümin, Allahü Teâlâ’nın merhametinden ümitli olduğu gibi, azabından da korkar. Bu yüzden mümin, Allah’ın rahmetine güvenip sorumluluklarını aksatmaz ve günahlarına bakarak rahmetinden de ümidini asla kesmez
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 11
İslâmda imandan sonraki en önemli vazife, ibadet etmektir. Şöyle ki, herkesin, hararetle cevabını aradığı soruların en önemlilerinden biri; insanın niçin yaratıldığı ve nereden gelip, nereye gittiği sorusudur. Aslında her insanın, bu sorunun cevabını ciddi bir şekilde araması ve bulması gerekir.
Peki, o zaman, bu önemli sorunun doğru cevabını kimden öğrenebiliriz? Elbette ki Rabbimizin Kelam-ı kadiminden... Çünkü insanı da kâinatı da yoktan var edip yaratan O’dur. O zaman kulak verip dinleyelim bakalım niçin yaratılmışız; Rabbimiz celle celâlüh bir âyet-i kerimede şöyle buyuruyor: “Ben, cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler, diye yarattım!..” (Zâriyat 56) Demek ki asıl vazifemiz, Rabbimize ibadet etmektir!..
Evet, insanın yaradılış gayesi; Allahü Teâlâ’ya ibadet etmektir. Bu, önemli gerçeği anlatan başka âyet-i kerimeler de vardır, birkaçı mealen şöyledir:
“Hüküm yalnız Allah’ındır. O, size, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.” (Yusuf 40)
“Ey insanlar! Hem sizi hem de sizden önceki insanları yaratan Rabbinize ibadet edin!” (Bakara 21)
“Allah’a ibâdet edin ve hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmayın!” (Nisa 36)
Ayrıca her gün kıldığımız namazlarda, defalarca; “ancak Sana ibâdet eder ve ancak Senden yardım dileriz,” (Fâtiha 5) âyet-i kerimesini tekrarlarız.
İbadet lügatte; itaat etmek, boyun eğmek ve tevazu göstermek gibi mânâlara gelir. İbadetin dinî anlamı ise; fiil ve niyete bağlı olarak yapılmasında sevap olan ve Allahü Teâlâya tazim ve yakınlık ifade eden şuurlu bir itaattir.
Bir davranışın ibadet olabilmesi için; onu yapan kişide iman, niyet ve ihlas olması gerekir. İbadetler dört kısma ayrılır:
a) İhlas, niyet, tefekkür, marifet, sabır, takva gibi kalbî ibadetler.
b) Namaz, oruç, dil ile zikir ve dua, ana-babaya iyilik, insanlara iyi muamele ve sıla-i rahim gibi beden ile yapılan ibadetler.
c) Zekât, sadaka, yakınlara ve fakirlere yardım, Allah yolunda infak gibi mal ve servetle yapılan ibadetler.
d) Hacca gitmek, cihat etmek gibi hem mal hem de beden ile yapılan ibadetler.
Asıl vazifemiz, yüce Yaradanımıza ibâdet etmek olduğuna göre; ibadetler, bütün işler yapıldıktan sonraya bırakılmaz, bilakis evvela onlar ifa edilir. Çünkü yukarıdaki âyet-i kerimelere göre Allahü Teâlâ, bizi ibadet etmek için yaratmıştır. Dolayısıyla Müslüman, hayatını, ibadetlerine göre tanzim emek zorundadır.
İbadetler, yüce Rabbimiz Allahü Teâlâ’ya itaatin göstergeleridir. Çünkü yalın ve teorik bir inanç yeterli değildir. Bu inancın, pratik olarak eylemle yani itaat ve ibadetle gösterilmesi ve sergilenmesi gerekir. İbadet; Allahü Teâlâ’ya itaat etmenin zirvesidir.
Kuşkusuz ibâdetin, -sevabın yanında- birçok dünyevî hikmet ve faydaları da vardır. Her şeyden önce ibadet; kişinin disiplinli bir hayata alışmasını kolaylaştırır ve onu iç çatışmalardan kurtararak faydalı işler yapabilme gücüne kavuşturur. Aynı zamanda toplu olarak yani -namaz gibi- cemaat halinde yapılan ibadetler, ferdin; sosyal uyumuna da yardımcı olur. Böylece kişi, mesut bir şekilde hayatını sürdürürken, toplum da anarşiden uzak; sâkin, mutlu ve huzurlu bir ortama kavuşur.
Ayrıca, sadece Rabbimizin rıza-i bârisini kazanmak için yaptığımız ibadetler sâyesinde; içimizdeki psikolojik patlamalara zemin oluşturan suçluluk kompleksinden kurtulma imkânını buluruz. Nice kötü hastalıklar vardır ki, onların kaynağı psikolojiktir. Mesela üzüntü ve keder sebebiyle birçok insan; şeker, ülser ve benzeri hastalıklara yakalanır.
Dolayısıyla ibadetler, hayatımız boyunca yapmamız gereken işlerdir. Birçok insan kendini şöyle kandırır: “Şimdi gencim, yaşlanınca tevbe eder, ibadetlerimi o zaman yaparım…” Bu, çok yanlıştır. Çünkü insanın ne zaman öleceği bilinmez. Dünyaya kendi irademizle gelmediğimiz gibi, ne zaman terk edeceğimiz de meçhuldür. Kaldı ki ibadet hayatın belli bir dönemine mahsus da değildir. Çünkü Dinimize göre; aklı yerinde olan her Müslüman, ergenlik çağına girdikten sonra ölünceye kadar Rabbine ibadet etmek ve yasakladıklarından kaçmakla mükelleftir.
(Devamı haftaya…
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 12
İslâm dininin en önemli özelliklerinden biri de hiç şüphe yok ki, “adâlet” kavramıdır. Yüce İslâm dini; hiçbir insana, hiçbir topluma ve hiçbir sosyal gruba üstünlük tanımayan perensipleriyle bütün beşerî hukuk sistemlerinin gerçekleşmesini imkânsız gördüğü mutlak “adâlet”i gerçekleştirmeyi tek başına üstlenmiştir. İslâm; insan olma noktasında bütün insanları eşit sayıp, kimsenin kimseye üstünlüğünü asla kabul etmez. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey insanlar! Biz, sizi bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizi tanıyıp sâhip çıkmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Şunu unutmayın ki, Allah’ın indinde en üstün olanınız, takvada en ileri olanınızdır.” (Hucurat 13)
“O’nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de; gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda, bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.” (Rum 22)
Evet bu âyet-i kerimelere göre;bütün insanlar aynı asıldan ve aynı kaynaktan türemiştir. Yine bu âyet-i kerimeler, bütün insanların eşit olduğu hakikatini ortaya koymakta ve bütün insanlığın tek bir iradenin mahsulü ve tek bir zincirin halkaları olduklarını haykırmaktadır. Buna göre; kimse ikinci sınıf insan olmadığı gibi, kimsenin kimseye zulmetme hakkı ve yetkisi yoktur. Adalet önünde bir tarağın dişleri gibi eşit olan insanlar için tek üstünlük sebebi vardır ki; o da daima mütevazı ve saygılı olmayı gerektiren takvayani Allah korkusudur.
Milletler; “adâlet”i hâkim kılmakla ayakta kalırlar. Bunun için ikinci halife Hazret-i Ömer radıyallahü anh; “adâlet, mülkün tenelidir,” tarihîtesbitinde bulunmuştur. Binaenaleyh zulmün, baskının ve insan haklarına tecavüzün olduğu bir toplumun yıkılması muhakkaktır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Gerçek şu ki Rabbin, halkını uyarmadan memleketleri zulüm ile helak etmez.” (En'am 131)
“Rabbin; halkı, dürüst hareket eden; hem kendi nefislerini, hem de birbirlerini düzeltmeye çalışan diyarları haksız yere asla helak etmez.” (Hud 117)
İslâm dini; “adâlet”in gerçekleşmesi üzerinde ısrarla durmuş; ferdî yaşantımızda, aile hayatımızda, insanlar arasında hüküm verirken ve şâhitlik yaparken “adâlet”ten ayrılmamamız gerektiğini kesin ifadelerle vurgulamıştır. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Onun için Sen durma hakka davet et ve Sana emredildiği gibi dosdoğru ol, sakın onların keyiflerine uyma ve şöyle de: Allah, hangi kitabı indirmişse ben ona inandım. Hem bana; aranızda adâletle hükmetmem emredildi.” (Şura 15)
Toplum, “adâlet” ile ayakta durur. “Adâlet” kanunlarının öngördüğü müeyyideler olmadan yeryüzünde ne fenalıkların önü alınabilir ne de emniyet ve âsâyiş sağlanabilir. Herkesi kucaklayan bir “adâlet” uygulaması, fertlerin birbirleriyle kaynaşmasına vesile olur. Haksızlık ve adaletsizlik ise, huzursuzluğa sebep olur. Çünkü hiçbir kimse, hakkının bir başkası tarafından çiğnenmesinden memnun olmaz. Kuran-ı kerimde, “adâlet”ten yoksun olan kişi ile âdil olan kimse, bir misalle şöyle mukayese edilmektedir: “Allah bir de şu temsili getiriyor; iki kişi var. Birisi dilsiz, hiçbir şey becermez, efendisine sadece bir yüktür. Ne tarafa gönderirse hiçbir işe yaramaz! Şimdi hiç bu zavallı ile, hakkı hakikati bilen, adâleti dile getirip gerçekleştiren, dosdoğru yol üzere ilerleyen bir insanla eşit tutulabilir mi?” (Nahl 76)
İslâm’ın öngördüğü “adâlet”, arzu ve menfaatlere bağlı olmayan bir adalettir. Öfke, kin ve nefret gibi duyguların burada yeri yoktur. Böyle bir “adâlet” fikrine inanan müslümanlar; bir fert veya bir topluluğa düşman olsalar, kin ve nefret duysalar dahi; bu duyguları onları adaletsizliğe sevketmez. Allahü Teâlâ, bu “adâlet”in uygulanmasını bir sorumluluk olarak müminlere yüklemiştir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki:
“Ey iman edenler! Haktan yana olup vargücünüzle ve bütün işlerinizde adâleti gerçekleştirin ve adâlet nümunesi şâhitler olun! Bir topluluğa karşı, içinizde beslediğiniz kin ve öfke, sizi adâletsizliğe sürüklemesin. Âdil davranın, takvaya en uygun hareket budur. Allah’a karşı gelmekten sakının! Çünkü Allah, yaptığınız her şeyden haberdardır.” (Mâide
(Devamı haftaya…)
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 13
İslâm dininin çok önemli özelliklerinden biri de hiç şüphe yok ki, “iktisad”dır.Yüce dinimiz İslam’a göre “İktisad,” bilinen anlamının yanında güzel bir ahlakî davranış biçimi ve ideal bir yaşam tarzıdır. “İktisad”: Sağlığı, zamanı, parayı, malı ve kısaca sahip olunan bütün imkânları; doğru kullanmak, bir kısmını biriktirmek ve biriktirilen kısmı yatırıma dönüştürerek çoğaltmaktır.
“Herşeyin başı sağlıktır,” diyerek hasta olmamaya çalışan; “vakit nakittir,” anlayışıyla zamanını iyi değerlendiren; “sakla samanı gelir zamanı,” deyip kazancının hepsini harcamayarak bir kısmını biriktiren; “mal canın yongasıdır,” diyerek eşyasını dikkatli kullanan, özetle sahip olduğu imkân ve kaynakları hebâ etmeyen akıllı ve bilinçli insanlara; “muktasid,” yani iktisadlı ve tutumlu kişi, denir.
“Muktasid” insanların, her zaman kenarda bir miktar paraları olur. “Muktasid” kişiler, zor günlerde kendi yağı ile kavrulmayı başarır ve başkalarına muhtaç olmazlar. “Muktasid” insanlar, israf etmezler ancak cimri de değildirler. Çünkü onlar; hayatî, zorunlu ve önemli olan ihtiyaçlar için para ve potansiyellerini harcamaktan asla çekinmezler. Sıkıntılı zamanlarda ihtiyaçlarını kendi potansiyelleri ile karşılayan “muktasid” insanlar, manevî ve psikolojik olarak eşsiz bir haz ve doyum elde eder.
“Muktasid” olmak, bir şeref ve haysiyet kaynağıdır. “İktisat eden, fakirlik çekmez,” (Müsned) hadis-i şerifi, tutumluluğun insan için ne kadar önemli olduğunu bize anlatmaktadır. Çalışkan ve “muktasid” fertlerden oluşan toplumlar, kısa sürede iyi noktalara gelirler. Unutulmamalıdır ki, muhtaçlara yardım elini uzatanlar da yine “muktasid” insanlardır. Çünkü -geliri ne kadar çok olursa olsun- müsriflerin kendilerine yetecek paraları olmaz ki, başkalarını düşünsünler!..
“İktisad”ı dört ana başlık altında özetleyebiliriz:
1- Sağlıkta iktisad: Vücudumuzu yıpratmamak ve hastalıklardan korumakla olur. Sağlığını iyi koruyamayan bir insan, sık sık hastalanır. Böylece hem kendi ailesine hem de topluma yük olur. Evet, “her şeyin başı sağlıktır…” Kanuni Sultan Süleyman, sağlığın önemini çok veciz ve anlamlı bir ifade ile şöyle dile getirmiştir: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
2- Parada iktisad: Bu da, elimize geçen parayı dikkatli kullanmak ve bir kısmını tasarruf etmekle olur. Paramızı gereksiz yerlere harcarsak, çok ihtiyaç duyduğumuz durumlarda başkalarına el açmak mecburiyetinde kalırız. Hani; el açınca da ille de verecekler, diye de bir şey yoktur…
3- Malda iktisad: Eşyalarımızı; temiz ve itinalı kullanmakla olur. Elbiselerini çabuk kirleten, ayakkabılarını çabuk yıpratan, eşyalarını hor kullanan, musluklardan gereksiz su akıtan ve lambaları gereksiz açık bırakan kişler, “muktasid” sayılmazlar. Beden enerjimiz de çok önemlidir. Eğer enerjimizi boş şeylere harcarsak; maişetimiz için çalışmaya ve faydalı aktivitelere vakit ve isteğimiz kalmaz.
4- Zamanda iktisad: Zamanı iyi değerlendirmekle olur. Zamanlarını iyi değerlendiren insanlar, rahat ve huzurlu bir hayat yaşarlar. “Zaman parayı, para da malı kazanır,” demişler. Mesela zamanını iyi değerlendirmeyen bir öğrencinin; ders çalışma ve ödev yapmaya isteği kalmaz, sonunda da başarısız oluruz. Bunun için çocuklarımıza da “muktasid” olmanın önemini aşılamamız gerekir.
Toplumun ekonomik düzenini bozan ve “iktisadî” hayatı altüst eden iki temel husus vardır:
a) Birinci husus: Çalışıp üretmemektir. Üretim; insanın bir düşünceyi geliştirip somut bir ürün haline getirmesidir. Üretken insanlar ve toplumlar, ayakları üzerinde durmayı başarır, başkalarına muhtaç olmadıkları gibi, her zaman önde ve gözde olurlar.
b) İkinci husus: Şüphesiz ki, imkânların ihtiyaçlara göre kullanılmamasından doğan israf ve savurganlıktır. Dolayısıyla toplumsal görevlerimizden biri de; herkesin çalışıp Bir şeyler üretmesi ve savurganlıktan şiddetle kaçınmasıdır.
Bilindiği gibi “iktisad”ın zıddı israftır. İsraf; sağlığı, zamanı, parayı, malı ve kısaca sahip olunan bütün imkânları -hiç artırmadan- yanlış, bilinçsiz ve verimsiz bir şekilde kullanmaktır. Müsrifler, daima dışa bağlı ve bağımlı yaşarlar ve hiçbir zaman ekonomik bağımsızlıkları olmaz
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 14
İslâm dininin çok önemli özelliklerinden biri de hiç şüphe yok ki, “ahlak”tır. ‘Hulk’ kelimesinin çoğulu olan “ahlak”, insan ruhundaki ‘huy’ dediğimiz hâller ve melekelerdir. Edeb, tevazu ve cömertlik gibi hayırlı neticeler veren huylara güzel huylar manasında “ahlak-ı hasene,” denir. Terbiyesizlik, kibir ve cimrilik gibi şer sonuçlar veren huylara da kötü huylar manasında “ahlak-ı zemîme,” denir. İşte iyi kötü bütün bu huylardan ve neticelerinden bahseden; insanı bunların iyilerini yapmaya ve kötülerinden de sakınmaya sevk eden ilme “ahlak ilmi” denir.
“Ahlak ilmi”, yaradılış gayesine uygun olarak insanı; mükemmel hâle getirmeye yani “insan-ı kâmil” olmaya sevk eder ve çok kıymetlidir. Zira böyle yüce bir hedefe, ancak ahlak ilminin ilkelerine uyularak varılabilir. Sorumluluk bilincine sahip insanlar; ahlak ilminin emrettiği vazifeleri hakkıyla yerine getirdiklerinde; -kendilerine de başkalarına da faydalı olmanın yanısıra- son derece mutlu ve mesut olurlar. Bundan dolayı ahlak ilmin faydası herkes içindir.
“Ahlak ilmi”; dört temel İslamî ilimden biri olup, çok önemli ve çok faziletlidir. Öyle ki, bütün peygamberler aleyhimüsselam; kötü huyları toplumdan silmeye ve güzel ahlakı aşılamaya çalışmışlardır. Allahü Teâlâ, sevgili Peygamberimizi, güzel ahlakıyla övmektedir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “Şüphesiz sen, pek yüksek bir ahlak üzeresin!” (Kalem 4) Efendimiz aleyhisselam da bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: “Ben, ancak ve ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim!” (Muvatta 2633)
Büyük İslam âlimlerinden İmam-ı Gazalî hazretleri, Kimyâ-i Saâdet isimli kitabında diyor ki: “Ahlak ilmini öğrenmek, her müslüman erkek ve kadına farz-ı ayndır. Çünkü mesela; ‘hıkd’ yani kin bağlamak, ‘hased’ yani başkasının sahip olduğu nimetin kaybolmasını arzu etmek, ‘kibir’ yani kendisini başkasından üstün görmek, ‘su-i zan’ yani peşinen başkasını kötü bilmek gibi huyların haram olduğunu öğrenmek farzdır…”
Ahlak konusu, Kuran-ı kerimde çok geniş yer almıştır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“İçinizden (insanları) hayra çağıran; iyiliği emredip, kötülükten sakındıran bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmran 104)
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği emreder, kötülükten sakındırır ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmran 110)
‘Ahlak’, sünnet-i seniyyede de çok teferruatlı bir şekilde işlenmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Güzel ahlak, Allah’ın yüce ahlakıdır.” (Müslim)
“Sizin en hayırlınız, ahlakça en güzel olanınızdır.” (Tirmizi)
“İman bakımından müminlerin en olgunu, ahlakı en güzel olup, ailesine karşı en yumuşak ve en cömert davranandır.” (Tirmizi)
“Kıyamet gününde, mümin kulun terazisinde; güzel ahlaktan daha ağır bir şey bulunmaz!” (Tirmizi)
“Bana en sevimli ve kıyamet gününde bana en yakın olanınız, ahlakça en güzel olanınızdır!” (Tirmizi)
“Bir keresinde Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme: ‘İnsanları cennete en fazla götürecek şey nedir,’ diye soruldu. Efendimiz aleyhisselam; ‘takva ve güzel ahlaktır,’ cevabını verdi.” (Tirmizi)
“Ahlak ilmi”nin ve ahlak eğitiminin gayesi; insan şerefini koruyan iyi huyları ve yüksek vasıfları kalıcı bir şekilde kazanmış sağlam karakterli fertler yetiştirmektir. “Ahlak ilmi”, kötü alışkanlıklardan koruyarak ve iyi alışkanlıklar edindirerek, insanı kendisine de çevresine de faydalı hâle getirir. Güzel ahlakı aşılayarak sağlam karakterli insanlar yetiştirmek, içtimaî hayat açısından da çok önemlidir. Çünkü toplumsal hayatın devamı; ancak yapıcı ve faydalı ortak değerlerin devamıyla mümkündür.
Güzel ahlakın öğretilmediği toplumlarda; çok para kazanmak, yüksek makamlara gelmek ve şöhret olmak gibi bencil arzular ön plana çıkar. İnsanlar, bu süflî hedeflerine ulaşmak için de; meşru ve gayr-ı meşru her türlü yolu mubah görürler. Böylesi cemiyetlerde anne-babalar, çocuklarını; topluma faydalı fertler yerine, çok kazanıp çok tüketen bireyler olarak yetiştirme yarışına girerler. Binaenaleyh, sağlıklı bir toplumun tesisi için, ahlak eğitiminin; erken çocukluk çağında başlaması, gençlik döneminde hızlanması ve hayatın sonuna kadar sürdürülmesi gerekir…
(Devamı haftaya…
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 15
İslâm dininin çok önemli özelliklerinden biri de hiç şüphe yok ki, “fıkıh”tır. Allahü Teâlâya ve yüce Dinine doğru bir şekilde iman eden insan, bu iman ve inancının gereğini yapmakla mükelleftir. Bu da; inandığı ve teslim olduğu Rabbinin bütün emirlerini yerine getirmek ve bütün yasaklarından da uzak durmaktır. İslamî emirler de yasaklar da hem çok, hem de çok teferruatlıdır. Bundan dolayı İslam âlimleri; bizzat anlatarak ve ciltler dolusu kitaplar yazarak müslümanları bu konuda aydınlatmaya ve bilgilendirmeye çalışmışlardır. Bu ilmin ismi ‘fıkıh’tır. ‘Fıkıh’ alanında âlim olan kişiye de ‘fakîh’ denir.
Lügatte anlamak, kavramak ve bilmek manasına gelen ‘fıkıh’ terimi; kişinin hak ve sorumluluklarını bilmesi, şeklinde tarif edilmiştir. ‘Fıkıh,’ aynı zamanda İslam hukukunun da adıdır. ‘İtikad’, ‘ahlak’ ve ‘tasavvuf’ dışındaki İslamî bilgiler fıkıh ilminin alanına girer. Müslümanın hayata bakış açısını, yaşam tarzını ve günlük programını hem belirleyen hem de düzenleyen ilim ‘fıkıh’tır. Fıkıh her zaman ve mekânda İslamı canlı ve yaşanabilir kılma bilgi ve melekesidir.
Bu bilgileri öğrenmeden din yaşanmaz. Çünkü nelerin haram ve yasak olduğunu bilmeyen kişi, onlardan nasıl uzak duracak? Mesela faizi ve çeşitlerini bilmeyen bir kimse, kolaylıkla faize girebilir. Nelerin emredildiğinden bihaber olan bir kişi, onları nasıl yapacak? Bir de şu var ki kişi, emredilen şeylerin yapılışı ile alakalı tam bir bilgiye sahip değil ise, bunları doğru ve sıhhatli bir şekilde nasıl ifa edecek. Mesela namaz ‘fıkhı’nı bilmeyen bir kimse, doğru bir şekilde nasıl namaz kılacak? Aynı şekilde nikâh bilgisi olmayan bir kimse, nasıl doğru bir şekilde evlenecek veya nikâh kıyacak. Yine feraiz yani miras bilgisi olmayan bir müslüman; ölen bir kişinin malının kimlere verileceğini ve hangi vârisin payının ne kadar olacağını nasıl bilecek?
Binaenaleyh kulaktan dolma, sığ ve yüzeysel bir bilgi ile din yaşanamaz. Bu iş için zaman ayırmak; hakikî âlimlerden dinin -en azından kişiye lazım olan kısmını- öğrenmek farz ve kaçınılmazdır. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Eğer bilmiyorsanız, ilim sahiplerine sorun!” (Enbiya 7)
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer 9)
Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruluyor:
“Allah, kimin iyiliğini murad ederse, onu dinde fakîh (bilgili) kılar.” (Buharî)
“Fıkhı bilmeden ibadet eden kişi, gece karanlıkta bina yapıp, gündüz yıkan kimseye benzer.” (Deylemî)
İmam-ı Mâlik hazretleri buyurdu ki: “Tasavvuf öğrenmeden fıkıhla uğraşan, fâsık olur. Fıkıh öğrenmeden tasavvufla uğraşan da zındık olur.” (Adevi ala Şer-hi’z-Zerkani ala el-İzziyye 3/195)
‘Fıkıh’ bilgilerinin dört ana kaynağı vardır, bunlar: Kur’ân-ı kerim, Sünnet-i seniyye, İcma-ı ümmet ve Kıyâs-ı fukahadır. Bu dört kaynağa Edille-i şer’iyye denir. Fıkıh ilmi çok geniştir. Hepsi, dört büyük kısma ayrılır:
a) İbâdât yani ibadetler: Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek ve cihad etmek yani dinin emir ve yasaklarını yaymak birer ibadettir. Her birinin de birçok alt dalları vardır.
b) Münâkehât: Evlenme, boşanma, nafaka gibi konular münakehatın konularıdır. Bunların da birçok detayları vardır. ‘Münakehat’a ‘ahval-i şahsiyye’ de denir.
c) Muâmelât: Alışveriş, kira, şirketler, faiz meselesi ve miras bunun konuları arasındadır. Bunun da birçok teferruatı vardır.
d) Ukûbât: Yani cezalar. Bunlar da altı kısma ayrılır: Kısâs, sarhoşluk, sirkat (hırsızlık), zina, kazf (iffetli müslüman kadına zina iftirası atmak) ve riddet (maazallah kişinin dinden çıkması) cezaları.
Fert ve toplum hayatına ilişkin hükümler, kaideler, kurallar ve bunların açıklaması mahiyetindeki ‘fıkıh’ ilmi, İslâm’ın amelî hükümlerinin sistemleştirilmiş halidir. ‘Fıkh’ın belirleyici ve yönlendirici özelliği, dünya hayatında çeşitli zaaf ve sapmalara mâruz olan insan için büyük bir rahmettir. Bunun için müslümanlar ferdî, ailevî ve sosyal hayatlarını düzenlerken ‘fıkh’ın bu rehberliğinden azamî derecede yararlanırlar
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 16
İslâm dininin önemli özelliklerinden biri de, “tasavvuf”tur. “Tasavvuf” ilmi nedir, ne işe yarar ve bizim için ne kadar gereklidir, sorularını cevaplandırmaya bir âyet-i kerime ile başlayalım. Rabbimiz celle celalüh şöyle buyuruyor:
“Şüphesiz Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zâlimdir, çok câhildir.” (Ahzab 72)
Bu emanet; “irade” ve “sorumluluk” sahibi olmamızdır. Eğer bu emaneti kabul etmeseydik, biz de kabul etmeyen diğer varlıklar gibi olurduk. Dolayısıyla irademiz de sorumluluğumuz da imtihanımız da olmazdı. Böyle bir durumda; Allahü Teâlâ; bizi ne için yaratmışsa; sadece onu bilir; sadece onu yapardık ve ondan başkasını tercih etme kudretimiz de salahiyetimiz de olmazdı. Mesela cemadat, bitkiler ve hayvanlar böyledir. Bunlar bir nevi robot gibidirler; programlandıkları gibidirler ve bunun dışına çıkma istekleri de yetkileri de yoktur. Melekler de böyledir, bunlar da itaate programlanmışlardır ve bunun dışına çıkma arzuları da kabiliyetleri de yoktur. Şeytanlar da sadece kötülük yapmaya programlanmışlardır. Fakat biz insanlar; hür irademizle yaşayıp imtihan edilmeyi kabul ettik. İşte bu dünya hayatında bir süre bulunmamızın sebebi de budur, yani sınanmamızdır.
Binaenaleyh bu kadar değer verip sahiplendiğimiz dünya, bizim için bir imtihan salonundan başka bir şey değildir. İmtihanımız bitince, istesek de istemesek de -sahibi olduğumuzu zannettiğimiz- herşeyi öylece bırakıp gitmek ve toprak olmak zorundayız. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.” (Mülk 2) Bu âyet-i kerimeye göre Allahü Teâlâ, insanı denemek için yaratmıştır. Yani dünya, sadece Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmemiz için bir imtihan yeridir. İmtihanı kazanan, âhirette cennete girecek, -maazallah- kaybeden de cehenneme girecektir. Çünkü dağların dahi kabul etmekten çekindiği şeyi, yani irade ve tercih sahibi olarak yaşamayı, dolayısıyla da sınanmayı biz kabul ettik.
Allahü Teâlâ, cennete götüren iyiliği de cehenneme götüren kötülüğü de açıkça bildirmiştir. Buna göre; insan dünyada yaptığı tercihlerle ve gösterdiği tavırlarla, geleceğini ve ebedî hayatını belirleyecek. Bu durumda yaşadığımız hayatın her saniyesi; bizi ya cennete ya da cehenneme yaklaştırmaktadır. Öyle ise, her an denenmekte olduğumuzu, bu denenmenin sonucunun ebedî hayatımızı belirleyeceğini ve bu sonucun çok yakın olduğunu hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamamız lazım.
Evet biz müslümanız elhamdü lillâh. Fakat cehennem de sadece kâfirler için yaratılmış değildir. Çünkü -geçici de olsa- müslümanlardan da çok kişi cehenneme girecektir. Kaldı ki, müslüman olarak ölmek de meçhuldür ve tamamen nasip işidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Sizden bir kimse, cennet ehlinin amellerini öyle işler ki, kendisi ile cennet arasında sadece bir arşın mesafe kalır; derken kitabın hükmü ön plana çıkar ve o kimse bu sefer cehennem ehlinin amellerini işlemeye başlar ve cehenneme girer.” (Buhari 3208)
Bunun için evliyaullah en çok su-i hâtimeden yani -maazallah- imansız ölmekten korkmuşlar. Bu hakikati hep düşündükleri için; çok gözyaşı dökmüşler, uykuları kaçmış, iştahları kesilmiş ve dünyanın hiçbir lezzetinden tad almamaya başlamışlar. Niye çünkü risk çok büyük!.. Ebediyyen cehennemde kalmak ne demek?.. Zaten hadis-i şerifte de: “Eksirû min zikri hazimi’l-lezzat,” yani: “Lezzetlerin tadını kaçıran ölümü çok anınız,” (Tirmizi 2307) buyurulmuyor mu?
Rivayete göre: “Hasan-ı Basrî hazretleri ile kahkahalar atarak gülen bir genç arasında şöyle bir diyalog geçti:
- Evladım Sırat’ı geçtin mi?
- Hayır!
- Âhirette gideceğin yer; cennet mi, cehennem mi, biliyor musun?
- Hayır!
- O halde bu kahkahalar neyin nesidir?
Bu ibretli nasihatten büyük ders alan gencin bir daha güldüğü görülmedi…
.
İslâm'ın kısa bir tarifi- 17
(Bu yazı serisinin geçen haftaki bölümüne şöyle başlamıştık: “İslâm dininin önemli özelliklerinden biri de, “tasavvuf”tur. “Tasavvuf” ilmi nedir, ne işe yarar ve bizim için ne kadar gereklidir,” demiştik. Şimdi de de kaldığımız yerden devam ediyoruz:)
Bir de şu var ki: a) nefis, b) şeytan, c) kötü arkadaş, d) dünya el ele vermiş; imtihanı kaybetmemiz ve âhirette -maazallah- cehenneme girmemiz için var güçleriyle çalışıyorlar, şöyle ki:
1) Nefis, fıtrî olarak kötülük taraftarıdır ve iyilikten nefret eder. Yani nefis; cehenneme götüren şeylerden hoşlanıyor ve cennete götüren şeylerden nefret ediyor. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Muhakkak ki nefis, şiddetle kötülüğü emreder!..” (Yusuf 53)
“Nefsini maddî ve manevî kirlerden arındıran, kurtulmuştur. Onu günahlarla örten ise, hüsrana uğramıştır.” (Şems 9-10)
Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruluyor:
“En büyük düşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.” (Taberanî, Mucemu’l-kebir 3445), “Cehennem, şehvetlerle perdelenmiş, cennet de sıkıntılı şeylerle perdelenmiştir!..” (Buhari 6487)
2) Şeytan, müslümana şiddetle düşmandır ve ölünceye kadar peşini bırakmaz; -hatta- küfre girmesi için de elinden geleni yapar. Özellikle de ölüm sekeratında (can verme sarhoşluğunda) kişinin kâfir olması için envai çeşit entrika ve hilelere başvurur. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey âdemoğulları! Ben size; şeytana kulluk etmeyin, o sizin için apaçık bir düşmandır, demedim mi?” (Yasin 60)
“Şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman kabul edin. O kendi taraftarlarını, cehennemlik olmaya dâvet eder.” (Fatır 6) Şeytanın söyledikleri ise, -maalesef- câhil nefsin çok hoşuna gidiyor.
3) Çevre -özellikle de kötü arkadaş- farklı değil. O da insanın günaha girmesi için çok çaba sarfediyor. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Kişi, dostunun dini üzeredir. Siz, kiminle dostluk yaptığınıza bakın!” (Ebu davud 4833)
“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhari 6169)
“Kötü arkadaş, demirci körüğü gibidir. Üflenince, ateş kıvılcımları seni yakmazsa da, kokusu seni rahatsız eder.” (Müslim, Birr, 146) Aynen şeytan gibi, kötü arkadaşın teklifleri de nefsin hoşuna gider.
4) Dünya’nın kendisi dahi insanın kötü yollara düşmesine sebep olabiliyor. Âyet-i kerimelerde buyuruldu ki:
“Ey insanlar; Allah’ın vaadi muhakkak haktır, dünya hayatı sizi aldatmasın.” (Fâtır 5)
“Muhakkak ki dünya hayatı, ancak bir oyun ve eğlencedir.” (Muhammed 36)
“Bu dünya hayatı; yalnızca bir oyun ve oyalanmadır. Asıl hayat, âhiret yurdundaki hayattır. Keşke bilseler.” (Ankebut 64)
Hadis-i şerifte de şöyle buyuruluyor:
“Dünya tatlı, göz kamaştırıcı ve çekicidir. Allah onu sizin kullanmanıza verecek ve nasıl davranacağınıza bakacaktır. Dünyaya aldanmaktan sakının.” (Müslim 2742) Aynen şeytan ve kötü arkadaş gibi; haram olan çekici ve câzip dünyalıklar da câhil nefsin çok hoşuna gidiyor…
İşte “Tasavvuf” ilminin ana gayesi de bu konuda insanlara klavuzluk etmek, yani; insanı bu düşmanlara yedirmemek ve âhirettte cennete girmesine vesile olmaktır. “Tasavvuf” âlimleri; bu mevzuda insanlara yardımcı olmak için çok kıymetli talebeler yetiştirmişler ve çok kitap yazmışlardır.
“Tasavvuf”un icabı; dinin emir ve yasaklarına titizlikle uymak, bütün davranışlarda takvayı esas almak, sünnet-i seniyyeden kıl kadar ayrılmamak, dünyevî hazlara karşı bir nevi perhizli olarak yaşamak; kısacası ebedî olan âhiret saadetini temin etmek için, fâni olan dünyayı feda etmektir. Bu şekilde tarif edilen “tasavvuf”; hicrî ilk iki asırda, toplumun büyük çoğunluğu tarafından yaygın bir şekilde uygulanan ve yaşanan mümince bir hayat tarzı idi.
Tasavvuf; itikad, fıkıh ve ahlak gibi müminin günlük hayatında uyguladığı mühim ve hayatî bir ilimdir. Bu ilim, zarurî olan dört temel ilmin sonuncusudur. Bunun için önce itikad, sonra fıkıh, sonra da ahlak ilimlerini okuyup öğrenmek gerekir. Bu üç ilmi öğrendikten sonra sıra buna yani “tasavvuf”a gelir. “Tasavvuf”, diğer üç uygulamalı temel İslamî ilmin meyvesidir ve çok kıymetlidir.
.
“İçinizden Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır.” (Ahzab 21)
“Andolsun, size içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na ağır gelir, size çok düşkündür, müminlere karşı şefkat ve merhamet doludur.” (Tevbe 128)
Evet sevgi, şefkat ve merhametin en güzel örneği, Allah Resulü sallallahü aleyhi ve sellemdir. Çünkü O, düşmanlarına bile hep anlayışla yaklaşmış; esirlere, kölelere iyi muamele etmiş ve bu iyi muameleyi başkalarına da hep tavsiye etmiştir.
Mekke-i mükerremenin fethedildiği gün, Kâbe’nin eşiğinde duran Allah Resulü sallallahü aleyhi ve sellem; kendisine akıl almaz sıkıntılar veren, çileler yaşatan, evinden, yurdundan çıkaran; hem mübarek bedenini hem de yüce İslam’ı ortadan kaldırmak için seferber olan kalabalığa bakarak: “Ey Kureyş topluluğu! Size şimdi nasıl bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz,” diye sordu. Kureyş topluluğu, “Sen, âlicenap bir kardeş ve âlicenap bir kardeşin oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız,” dediler. Bunun üzerine Efendimiz aleyhissalatü vessellam şöyle buyurdu:
“Ben de size Yusuf’un, kardeşlerine söylediği gibi: “Bugün size hiçbir başa kakma, azarlama yok. Allah sizi bağışlasın. O merhamet edenlerin en merhametlisidir,” (Yusuf 92) diyorum. Haydi gidiniz hepiniz serbestsiniz.” (Siretu İbni Hişam)
Affın en makbulü güçlü iken affetmek, iyiliklerin en güzeli kötülüklere karşı iyilik yapmak, merhametlerin en üstünü de; zulmedenlere merhamet etmektir. İşte, Kâinatın Efendisi de Kureyşlilere bunu yapmıştır!
Efendimiz aleyhissalatü vesselam; Taif’te taşlanıyor, Uhud’da şehid edilmek isteniyor, mübarek dişi kırılıyor, Amcası Hazret-i Hamza şehit ediliyor; bunları yapanlara beddua etmesini isteyenlere: “Ben, lanet etmek için gönderilmedim, rahmet olarak gönderildim,” buyuruyor. (Müslim 2599) Başka sıkıntılı bir durumda da şöyle dua ediyor: “Allah’ım kavmimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar.” (Buhari 3477)
“(Eshab-ı kiramdan Câbir radıyallahu anh anlatıyor:) Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte Zâtü’r-rikâ’ denilen gazvede bulunuyorduk. Gölgeli bir ağaç bulduğumuzda onu Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bırakmayı âdet edinmiştik. (Bu defa da öyle yaptık.) Ancak müşriklerden bir adam gelerek Resûlullah’ın (ağaçta asılı olan) kılıcını alıp çekmiş ve: ‘Benden korkuyor musun,’ diye seslenmiş. Nebi sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Hayır,’ cevabını vermiş. Adam: ‘Peki Seni benim elimden kim kurtaracak,’ demiş. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de: ‘Allah’ buyurmuştur.”
Ebû Bekir el-İsmailî’nin “Sahîh”inde yer alan bir rivâyette, olayın bundan sonraki kısmı şöyledir:
“Bunun üzerine adamın elinden kılıç düştü. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem kılıcı aldı ve: ‘Peki şimdi seni benim elimden kim kurtaracak,’ buyurdu. Adam: ‘İyi bir cezalandırıcı ol,’ dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Allah’tan başka ilâh olmadığını ve benim Allah’ın elçisi olduğumu kabul ve itiraf eder misin,’ dedi. Adam: ‘Hayır, kabul etmem. Ancak Seninle çarpışmamaya, Seninle savaşacak herhangi bir topluluk içinde bulunmamaya söz veririm,’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, adamı serbest bıraktı. O da arkadaşlarının yanına döndü ve onlara: ‘En hayırlı kişinin yanından geliyorum,’ dedi.” (Buhari)
Unutmamalıyız ki, sevgi, şefkat ve merhametin olmadığı bir toplumda kargaşa ve huzursuzluk eksik olmaz. Çünkü sevgi, şefkat ve merhametin olmadığı yerde, kin, nefret ve zulüm hüküm sürer, vesselam
.
"Duânız olmasa Allah size ne diye değer versin!.."
Duâ Arapça bir kelime olup; çağırmak, seslenmek, istemek ve yardım talep etmek gibi mânâlara gelir. Duânın İslamî anlamı ise, kulun bütün benliğiyle Allahü Teâlâya yönelerek maddî ve manevî isteklerini O’na arz etmesidir. Öncelikle duâ, imanın en önemli göstergelerinden birisidir. Âyet-i kerimede buyuruldu ki: “De ki: Duânız (kulluğunuz ve niyazınız) olmasa Allah size ne diye değer versin!” (Furkan 77) Dolayısiyla duâ, Allah ile kul arasında kuvvetli bir bağdır. Başka bir ifade ile duâ, kulun istediği herşeyi, mutlak kudret sahibi olan Rabbinden istemesi ve halini O’na arz etmesidir…
Bu yazıda Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin bela, musibet ve sıkıntı zamanlarında okuduğu bazı duâları nakletmeye çalışacağız:
1- “Lâ ilâhe illellâhü’l-halim’ül-kerimu, sübhanellâhi ve tebarekellâhu rabbü’l-arşil-azîmi ve’l-hamdu lillâhi rabbi’l-âlemîne.”
(Halîm ve kerîm olan Allah’tan başka ilâh yoktur. Yüce Arş’ın Rabbi olan Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederim, O’nun şanı çok yücedir. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.) (İ. Ahmed)
2- Hadis-i şerifte buyuruldu ki: “Ben bir söz bilirim ki, büyük bir üzüntüye, sıkıntıya düşmüş bir kul onu söylerse, Allahü Teâlâ ona muhakkak bir çıkış yolu açar. O söz, kardeşim Yunus’un sözüdür: Karanlık içinde kaldığı vakit şöyle demişti:
“Lâ ilâhe illâ ente, sübhâneke, innî kuntu mine’z- zâlimîne.” (Enbiya 87)
(Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü eksiklikten tenzih ederim, muhakkak ki ben zâlimlerden oldum.) (Tirmizi)
3- “Lâ ilâhe illellâhül’azîmü’l-halîmu, lâ ilâhe illallâhü Rabbül-Arş-il’azîmi, lâ ilâhe illellahü Rabbü’s-semâvâti ve Rabbü’l-erdi ve Rabbü’l-Arşi’l-kerîmi.”
“Azîm ve Halîm olan Allah’tan başka bir ilâh yoktur. Arş-ı Azîm’in sahibi olan Allah’tan başka ilâh yoktur. Bütün semâvatın, arzın ve çok şerefli Arş’ın sahibi olan Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Buhari)
4- “Allahü Allahü Rabbî, lâ üşriku bihi şey’en.”
(Rabbim Allah’tır Allah. Ben, O’na hiç bir şeyi ortak koşmam!) (Ebu Davud)
5- “Allâhümme rahmeteke ercu, felâ tekilnî ilâ nefsî tarfate aynin, ve aslih lî şe’nî küllehu, lâ ilâhe illa ente.”
(Senin Rahmetini umuyorum ey Allah’ım. Beni, göz açıp yumuncaya kadar da olsa kendime bırakma, benim her hâlimi düzelt, Senden başka ilâh yoktur.) (Ebu Davud)
6- “Hasbiye’r-rabbu minel-ibâdi, hasbiyel-hâliku mine’l-mahlûkîne, hasbiye’r-rezzâku mine’l-merzûkîne, hasbiyellezî hüve hasbî, hasbiyallâhu ve ni’mel-vekîlu, hasbiyallâhu, lâ ilâhe illâ huve, aleyhi tevekkeltü, ve hüve Rabbül-arşil azîmi.”
“Kullara karşı Allah bana yeter, mahlûklara karşı Hâlik bana yeter, rızık yiyenlere karşı rızık veren bana yeter. Bana O yeter ki O bana kâfîdir. Bana Allah yeter, O ne güzel bir vekildir. Bana Allah yeter, O’ndan başka ilâh yoktur. O’na tevekkül ettim. O yüce Arşın sâhibidir.” (İ. Suyuti, Camiu’s-sagir 6580)
7- “Allâhümme innî abdüke, ibnü abdike, ibnü emetike, nâsiyetî bi yedike. Madın fiyye hükmüke. Adlün fiyye kadâuke. Es’elüke bi külli ismin hüve leke, semmeyte bihi nefseke, ev allemtehu ehaden min halkike, ev enzeltehu fî kitâbike, ev iste’serte bihi fî ilmi’l-ğaybi indeke, en tec’ale’l-Kur’âne rebî’a kalbî, ve nûra sadrî, ve celâe hüznî, ve zehâbe hemmî.”
(Allahım! Ben senin kulunum. Erkek ve kadın kullarının çocuğuyum. Kontrolüm Senin elindedir. Benim hakkımda Senin hükmün geçerlidir. Senin, benim hakkımdaki takdirin adalettir. Kendini isimlendirdiğin, veya kullarından birine öğrettiğin veya kitabında indirdiğin, veya katındaki gayb ilminde kendine has kıldığın Sana ait olan bütün isimlerle Senden diliyorum ki: Kuranı kerimi; kalbimin neşesi, göğsümün nuru, kederimin izalesi ve üzüntümün gidişi eyle!) (İ. Ahmed)
8- “Allâhümme innî eûzü bike min cehdi’l belâi ve derki’ş-şekâi ve sûi’-l kadâi ve şemâteti’l-a’dâi.”
(Allah’ım belâ cenderesine dûçar kalmaktan, şekâvetin gelip çatmasından, kötü kazadan ve düşmanın kötü halime sevinmesinden Sana sığınırım. (Buhari)
.
Melhame-i Kübrâ veya Kıyâmet Savaşı!..
Kıyâmetin kopmasına yakın önce küçük, sonra da büyük alametler görülecektir. Hadis-i şerifle bildirilen küçük alametlerin bir kısmı şunlardır: 1- Emanete riayet kalkar. 2- Gayr-ı meşru çocuklar çoğalır. 3- İçki çok içilir. 4- Zekât verilmez. 5- Hanıma uyulup, anneye isyan edilir. 6- Erkekler ipek giyer. 7- Gençler fâsık olur. 8- Daha önce yaşamış âlimler câhillikle itham edilir. 9- Tefecilik, faiz aşikâre olur. 10- Bilgin veya âlim denilen bazı kişilerde zerre kadar iman olmaz. 11- İslam’a uymak ayıp sayılır. 12- İslam’a uymak, ateşi elde tutmak gibi zorlaşır. 13-Mescitlerde, toplantılarda fâsıkların sesi yükselir. 14- Bid’atler yayılır. 15- Günaha teşvik artar. 16- İyiliğe mâni olunur. 17- Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker kalkar. 18- Komşuluk kötüleşir. 19- Aşağı kimseler söz sahibi olur. 20- Adam öldürmek çoğalır…
Kıyametin büyük alametleri ise, şunlardır: 1- Hazret-i Mehdi gelecek. 2- Deccal çıkacak. 3- Hazret-i İsa gökten inecek. 4- Dabbet’ül-arz çıkacak. 5- Yecüc ve Mecüc çıkacak. 6- Duman çıkacak. 7- Güneş batıdan doğacak. 8- Ateş çıkacak. 9- Yer batması görülecek. 10- Kâbe yıkılacak...
Kıyametin büyük alametlerinden önce çok kanlı bir savaş çıkacak. Bu savaş, tarihin seyrini değiştirecek, zülümle dolan yeryüzü, bundan sonra adaletle dolacak. Bu savaş vesilesiyle insanların hayırlı olanları, şerli olanlardan ayrılacak. Bu savaşın İslamî terminolojideki ismi; “Armageddon” değil, “el-Melhemetü’l-kübrâ”dır. Melhame kelimesi, “et” anlamına gelen “lahm” kelimesinden türetilmiştir. Savaşın şiddetinden insanlar et misali birbirlerine karışacak veya öldürülen insanların etleri etrafa dağılacaktır. (En-Nihaye fi’l Garibi’l Hadis)
Bu savaşa giden süreç şöyledir. Müslümanlar, Beytü’l-Makdis’i alacaklar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Müslümanlar, Yahudilerle harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (gâlip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki Yahudi taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş ya da ağaç; “ey Müslüman, ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, gel onu öldür,” diyecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.” (Müslim 7339)
Müslümanlar Beytü’l-Makdis’i aldıktan sonra burası mamur hale gelecek yani İslam’la şenlenecektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; Beytü’l-Makdis’in imarı Yesrib’in (Medine’nin) harabıdır. Yesrib’in (Medine’nin) harabı Melhame-i (Kübrâ)nın (büyük savaşın) çıkmasıdır. Melhame-i (Kübrâ, büyük savaş) Konstantiniyye’nin (İstanbul’un yeniden) fethidir. Konstantiniyye’nin (İstanbul’un yeniden) fethi Deccal’in çıkmasıdır, buyurdu.” Sonra (Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mübarek) elini, konuşmakta olduğu kimsenin (Muaz bin Cebel’in) dizine veya omuzuna vurdu ve: “Senin burada olman veya burada oturuyor olman nasıl gerçek ise, bu söylediğim de öyle gerçektir,” buyurdu.” (Ebu Davud 4294)
Görüldüğü gibi Beytü’l-Makdis’in imarı yani İslamla şenlenmesi, Medine-i Münevver’inin harabı ve Müslümanlarca terkedilmeye başlaması demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Sizler, en güzel zamanında Medine’yi terk edeceksiniz.” (Müslim 1389)
“(Abdullah bin Havale diyor ki; Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mübarek) elini benim başımın üzerine koydu ve; Hilafetin mukaddes topraklara (Medine’den Şam’a kadar olan bölge) indiğini gördüğünde muhakkak ki depremler, karışıklıklar ve büyük işler yaklaşmıştır. O gün Kıyamet, benim şu elimin senin başına yakın olduğundan daha yakın olacaktır.” (Ebu Davud 2535)
Beytü’l-Makdis, İslamla şenlendikten sonra müslümanlar; Arap yarımadası ve Farslarla savaşacaklar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
“Arap yarımadasıyla savaşacaksınız, Allah size fetih nasip edecek. Sonra Farslarla savaşacaksınız, Allah size fetih nasip edecek. Sonra Rumlarla savaşacaksınız, Allah size fetih nasip edecek. Sonra Deccalle savaşacaksınız, Allah size fetih ihsan edecek.” (Müslim 7284)
Müslümanlar; fetihle sonuçlananArap Yarımadası ve Fars savaşından sonra, Rumlarla yani Batılı Haçlılarla güvenli bir barış antlaşması yapacak ve ortak bir düşmanla savaşacaklar.
Müslümanların, Batılı Haçlılarla ortak girdikleri bu savaş da zaferle sonuçlanacak. Ancak bu zafer, bu iki müttefikin birbirleriyle savaşmalarına sebep olacaktır!..
(Devamı haftaya…
.
Melhame-i Kübrâ veya Kıyâmet Savaşı!..-2
Yazımızın geçen haftaki bölümünün sonunda özetle şöyle demiştik: (Âhir zamanda Müslümanlar ile Rumlar yani Batılı Haçlılar ortak bir zafere imza atacaklar. Ancak daha sonra birbirleriyle savaşacaklar…) Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Kıyametten önce gerçekleşecek altı şeyi sayıyorum: Ölümüm, sonra Beytu’l-Makdis’in fethedilmesi, sonra aranızda koyunlar arasındaki salgın ölümleri andıran çokça ölümlerin olması, sonra malın oldukça artması, öyle ki bir kişiye yüz dinar dahi verilecek olsa yine razı olmaz. Sonra Arap evlerinden girmedik hiçbir ev bırakmayacak olan bir fitne, sonra sizler ile Ben-i Asfar (sarışın oğulları, Batılı Haçlılar) arasında bir antlaşma olacak. Onlar bu antlaşmayı bozacaklar. Onlar; her birisinin altında on iki bin asker bulunan seksen sancak altında (960,000 kişilik bir ordu ile) size saldıracaklardır.” (Buhari 3176)
“Sizler Rumlarla (Batılı Haçlılarla) güvenli bir barış yapacaksınız. Siz onlar birlikte, arkanızdan saldıran başka bir düşmanla savaşacaksınız. Zafer kazanıp, ganimet mallarını alarak savaştan sâlimen çıkacaksınız. Sonra savaştan dönüp de tepeleri bulunan bir Merc’e (geniş meraya) varacaksınız. Orada haçlılardan bir adam, haçı yukarı kaldırarak; “haç galip geldi,” diyecek! Müslümanlardan bir adam da kızarak, kalkıp o haçı kıracak. İşte o zaman Rumlar, aranızdaki barışı bozarak sizinle büyük bir savaş (Melhame-i Kübrâ) yapmak üzere toplanacaklardır.” (Ebu Davud 4292)
Konu ile alakalı başka bir hadis-i şerifte ise, şöyle buyurulmaktadır:
“Rumlar, (Halep yakınlarındaki) “A’mâk” ve “Dâbık” isimli yerlere inmedikçe kıyamet kopmaz. Onlara karşı Medine’den bir ordu çıkar. Bunlar o gün arz ehlinin en hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf düzen alınca, Rumlar: “Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim,” derler. Müslümanlar da: “Hayır, vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından çekilmeyiz,” derler. Bunun üzerine (müslümanlar) onlarla harp eder. Bu (müslüman)lardan üçte biri kaçar. Allah ebediyyen bunların tevbesini kabul etmez. Üçte biri katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir. Üçte biri de muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Savaşı kazanan üçte birlik ordu Konstantiniyye’yi (İstanbul’u yeniden) fetheder. (Fetihten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış, ganimet taksim ederken, şeytan aralarında şöyle seslenir: “Mesih Deccal, sizin arkanızdan ailelerinize ulaştı!” Bunun üzerine, (yola) çıkarlar. Ancak bu haber yanlıştır. Şam’a geldiklerinde (gerçekten Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp safları düzenlerken, namaz için kamet okunur. Derken (Allah’ın Peygamberi) İsa bin Meryem iner ve onlara gitmek ister. Allah’ın düşmanı (Deccâl), İsa’yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erimeye başlar. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helak oluncaya kadar eriyecektir. Ancak Allah, O’nu, (İsa aleyhisselam) eliyle öldürür. Öyle ki (İsa aleyhisselam,) onlara; mızrağındaki (Deccal’in) kanını gösterir.” (Müslim 7278)
“Melhame-i Kübrâ (büyük savaş) gününde, Müslümanların Fustat’ı, (çadırı, komuta merkezi) Şam (bölgesinin) en hayırlı şehirlerinden olan Dimeşk adındaki şehir tarafında bulunan Guta’da olacaktır.” (Ebu Davud 4298)
İsa aleyhisselam indiğinde, Hazret-i Mehdi de çıkmış olacaktır. Hazret-i Mehdi’nin Adı, Muhammed, babasının adı Abdullah’tır. Resûlullah efendimizin soyundan yani Hazret-i Fâtıma radıyallahü anhânın evladındandır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
“Allahü Teâlâ, kıyamet kopmadan önce, ehl-i beytimden birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle doluyken, onun zamanında adaletle dolar.” (Ebu Davud)
“Medine halkından olan Mehdi, Mekke’ye gidecek. Mekke halkından bir kısmı O’na gelecek ve istemediği halde O’nu evinden çıkarıp O’na biat edeceklerdir.) (Ebu Davud)
“Eshab-ı Kehf, hazret-i Mehdi’nin yardımcıları olacak, İsa aleyhisselam da, bunun zamanında gökten inip Hazret-i Mehdi ile birlikte, Deccal ile savaşacaktır.” (İmam Süyuti)
Konuyla alakalı başka bir hadis-i şerif de şöyledir:
“Mehdi, tıpkı Zülkarneyn ve Süleyman aleyhisselam gibi bütün dünyaya hükmedecektir.” (Kitabü’l-Bürhan sh. 10 ve el-Kavlü’l-Muhtasar sh. 32)
.