|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Mekke’nin fethine giden yol!
12 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :12 Ocak 2024 01:25
1394 sene önce dün itibarıyla Mekke ve Kâbe putlardan temizlenerek İslam nuruyla nurlanmıştı. Mekkeli müşrikler şanlı Peygamber Efendimiz ve O’na inananları Mekke’den çıkarmakla kalmamışlar Medine’de de boğmak için üç sefer düzenlemişlerdi. Ancak Bedir, Uhud ve Hendek harplerinden büyük hüsr..anla dönmüşlerdi.
Artık sıra Müslümanlarda idi. Hendek Gazası üzerinden bir sene geçmişti. Peygamber Efendimiz bir gün Eshâbına rüyasında kendileri ile birlikte Mekke’ye gidip Kâbe’yi tavaf ettiklerini gördüğünü anlattı. Eshâb-ı kirâm bunu işitince çok sevinmişlerdi. Zira vatanlarını ve Kâbe’yi oldukça özlemişlerdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret etmek niyetiyle Eshâbıyla birlikte yola çıktı. Bin beş yüz kişi kadar idiler. Maksatları ziyaret olduğu için yanlarına yolcu silahından başka silah almamışlardı.
Peygamber Efendimiz geliş maksatlarını bildirmek üzere Bişr bin Süfyân’ı Mekke’ye gönderdi. Ancak Kureyşliler bu isteğe şiddetle karşı çıktılar. İslam ordusu Hudeybiye’ye gelerek konakladı. Bu sırada Kureyşliler de, kendilerine engel olmak için iki yüz kişilik bir süvari birliğini bölgeye sevk etmiş bulunuyordu. Hazreti Peygamber kendilerinin savaş için gelmediğini tek isteklerinin Kâbe’yi ziyaret olduğunu bildirmek üzere bu kez Hazreti Osman’ı gönderdi.
Kureyşliler ise Müslümanların Mekke’ye girmesine asla izin vermeyeceklerini, ancak Osman’ın Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Hazreti Osman bu teklifi reddedince kendisini hapsettiler.
Bu gelişme Müslümanlara, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Çok üzülen Resûl-i Ekrem, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair Eshâbından biat aldı. Bu biata “Bey'atürrıdvân” denilmiştir. Bunu öğrenen Kureyşliler telaşa kapıldılar.
Anlaşma yapmak üzere Süheyl bin Amr başkanlığında bir heyetle Hazreti Osman’ı gönderdiler. Yapılan müzakerelerden sonra Hudeybiye Barış Antlaşması imzalandı.
Antlaşmaya göre Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelip şehirde üç gün kalabileceklerdi.
Müslümanlar Kâbe’yi tavaf ederken, Mekkeliler dışarı çıkacaklar ve Müslümanlarla temâs etmeyeceklerdi.
Kureyşlilerden biri velisinin izni olmadan Müslümanlar tarafına geçerek Medine’ye giderse kabul edilmeyecek ve iade olunacaktı. Buna karşılık Müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerek Mekke’ye giderse iade edilmeyecekti.
Diğer Arap kabileleri istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi. Taraflardan biri bu ittifaka dâhil olmayan bir kabile ile savaşa girerse diğeri karışmayacaktı.
Barış on yıl süre ile geçerli olacaktı...
Fetih suresi
Hudeybiye’de kurbanlarını kesen Müslümanlar ardından Medine’ye döndüler. Dönerken yolda “Fetih” sûresi nâzil oldu. Bu sûrede, Hudeybiye Antlaşmasının birçok fetihlere başlangıç olduğu bildirildi.
Hudeybiye Antlaşması ilk bakışta Müslümanların aleyhine görünüyordu. Ancak Kureyşliler, bu anlaşma ile ilk kez Müslümanları muhatap almışlar ve kendileriyle denk kabul etmişlerdi. Bu durum Müslümanlar açısından çok önemliydi.
Nitekim antlaşmadan sonra İslamiyet, Arabistan Yarımadası’nda hızla yayılmaya başladı. Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı o güne kadar geçen on sekiz yıl içindeki Müslümanların sayısını aştı.
Öte yandan Hudeybiye Antlaşması gereğince Huzâa kabilesi Peygamberimizin, Benî Bekr kabilesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabile arasında eskiden beri sürüp gelen bir düşmanlık vardı. Beni Bekr kabilesi bahaneler arayarak hâdise çıkarmak derdindeydi.
Bir gün Benî Bekr kabilesinden biri şiir okuyarak Peygamber Efendimiz’i hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabilesinden bir genç buna râzı olmayıp, hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi. Fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine başına vurup, yardı ve susturdu.
Benî Bekr kabilesi bu hâdise üzerine toplanarak, Vetir denilen mevkide ansızın Huzâa kabilesi üzerine saldırdılar. Bir kısmını öldürdüler. Huzâalılardan pek çok kişi Mekke’ye kaçarak Kâbe’ye ve hareme sığındılar. Buna rağmen saldırılarına devam ederek katletmeye devam ettiler. Huzaalılardan yirmi üç kişi öldürülmüştü. Kureyş müşrikleri de kıyafet değiştirerek Benî Bekr kabilesine yardımda bulunmuşlardı.
Böylece Kureyş müşrikleri, Hudeybiye Antlaşmasını ihlal etmiş bulunuyorlardı. Huzâa kabilesi kırk kişilik bir heyeti Medine’ye göndererek durumu Peygamber Efendimiz’e ağlayarak arz ettiler ve yardım dilediler.
Şanlı Peygamberimiz Huzaalıların durumlarına çok üzülmüştü. Onları teselli etti. “Ey Amr bin Salim size yardım edilecektir” buyurdu. Hediyelerle yurtlarına geri gönderdi.
Ardından Mekkeli müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabilesinden öldürülenlerin diyetini (kan bedelini) ödeyiniz veya Benî Bekr kabilesini himâyeden vazgeçiniz. Aksi hâlde antlaşmayı bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak sizinle harp edeceğimizi biliniz” teklifinde bulundu.
Mekkeli müşrikler teklifi kabul etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece Hudeybiye Antlaşması resmen bozulmuş oldu. Ancak Mekkeliler çok geçmeden endişeye düşerek antlaşmayı yenilemek istediler. Ebû Süfyan bu maksatla derhal Medine’ye geldi ise de kimseden yüz bulamayıp geri dönmek zorunda kaldı.
Şanlı Peygamberimiz, Ebû Süfyan’ın dönüşünden sonra, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer’le istişare edip harbe karar verdi. Bütün hazırlıklar gizli yürütüldü. Mekke yollarının tutulması ve kontrol işi Huzâa kabilesine verildi. Bu kontrol de son derece titizlikle yapılmıştı.
Mekke’nin Fethi
630 yılı Ramazan ayının ilk günlerinde (1 Ocak) on bin kişilik kahraman İslam ordusu Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekke’yi uzaktan gören Merru’z-Zahran denilen yere varınca karargâh kuruldu... Peygamberimiz, akşam olduğunda birliklere ateşler yakmalarını emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateşler yaktı. Bir anda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler neye uğradıklarını bilemeyip iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyan’ın yanına toplandılar.
Ebû Süfyan yanına aldığı üç dört kişiyle durumu öğrenmek için İslâm ordusunun bulunduğu yere doğru yürüdü. Karargâha yaklaştığı sırada İslâm askerleri onu yakaladılar. Hazreti Abbas onu alıp Resulullah’ın huzuruna götürdü. Peygamberimiz kendisine; “Ey Ebû Süfyan! Henüz, Lâ ilâhe illallah, diyeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyan Peygamberimize; “Anam babam sana feda olsun. Bu kadar cefadan sonra beni hidayete çağırıyorsun, ne hoş hilim ve ne güzel kerem sâhibisin. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilah yoktur” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Benim peygamber olduğumu da tasdik etme zamanın gelmedi mi?” buyurunca Ebû Süfyan, Kelime-i şehadeti söyleyerek Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz’den Mekkelilerin affedilmeleri ricasında bulundu.
Peygamber Efendimiz, Ebû Süfyan’a “Kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbe’ye, Mescid-i Haram’a ve kendi evine sığınırsa emindir” buyurarak Mekkeli müşriklere bunu bildirmesini emretti... Süratle Mekke’ye dönen Ebû Süfyan, kendisini heyecan ve endişe ile bekleyen Kureyşlilere; “Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir. Karşısına çıkılmayacak bir kuvvetle Mekke’ye geliyor. Her kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbe’ye sığınır veya kendi evine kapanırsa emindir” dedi.
Ebû Süfyan’ın sözlerini heyecanla dinleyen Kureyş müşrikleri büyük bir şaşkınlık içine düşüp, bir kısmı Ebû Süfyan’ın evine bir kısmı Harem-i şerife girdi. Bir kısmı da kendi evine kapanıp dışarı çıkmadı. Silâhını alıp sokaklarda dolaşanlar da görülüyordu...
Peygamberimiz, Mekke’ye girerken orduyu dört kola ayırdı ve; “Size karşı konulmadıkça ve saldırılmadıkça hiç kimseyle çarpışmaya girmeyiniz! Hiç kimseyi öldürmeyiniz!” buyurdu. Yalnız Mekkelilerden bazı kimselerin bunun dışında olduğunu bildirdi.
İslâm ordusu, kollar hâlinde 11 Ocak günü Mekke’ye girdi. Sâdece Halid bin Velid’in komuta ettiği birliğe karşı bir grup müşrik karşı koydu. Halid bin Velid hücum edenlerin on üçünü öldürdü, diğerlerini dağıttı.
Peygamberimiz, Kusva adlı devesi üzerinde Fetih suresini okuyarak Mekke’ye girdi. Kâbe’yi deve üstünde yedi defa tavaf etti. Tavaf sırasında Kâbe’deki putlar, elindeki değnekle işaret ettikçe ve dokundukça, devriliyor ve; “De ki hak geldi bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur” mealindeki İsra sûresi 8. âyetini okuyordu.
Peygamberimiz daha sonra Kâbe’nin anahtarını isteyip kapısını açtırdı. Kâbe’nin içini de putlardan temizledikten sonra bir kısım Eshabıyla Kâbe’nin içinde iki rekât namaz kıldı.
Bu sırada Mekkeli müşrikler, Mescid-i Haram’a toplanmışlar haklarında verilecek kararı heyecanla bekliyor ve korku içinde ağlaşıyorlardı. Kâbe’den çıkan Hazreti Peygamber kendilerine dönerek:
“Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl muamele edeceğimi sanıyorsunuz?” diye sordu. Kureyşliler “Ya Resulullah hayır umarız, sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” dediler.
Peygamberimiz “Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size: Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur, derim. Haydi, gidiniz, serbestsiniz” buyurdu. Kureyşliler bu merhamet ve ihsan karşısında seve seve Müslüman olmaya başlamışlardı. Fethin ikinci gününde Safa Tepesi’nde Peygamberimize biat ettiler...
Mekke’nin fethi İslâm tarihinde değil, bütün cihan tarihinde benzeri bulunmayan bir hâdisedir. İmanları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir. Bu fetihle Arabistan Yarımadası’nda şirkin cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Kâbe ve civarı putlardan temizlenmiş, tevhit inancı kesin hâkimiyetini ilan etmiştir.
Mekke’nin fethi ile Arabistan Yarımadası’nda ilk İslâm Devleti de kuruluşunu tamamlamış, bundan sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır. Mekke’nin fethi, İslamiyet’te öylesine derin mana ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda yaşamış İslâm âlim, evliya ve kumandanları da çeşitli vesilelerle bu fethi kendilerine örnek alıp, hâl ve işlerine de ölçü kabul etmişlerdir.
TEFEKKÜR
Nasb olalı cihâna livâsı Muhammed’in
Eflâka erdi şer’i nidâsı Muhammed’in
Halk olmaz idi âlem ü âdem felek melek
Ger olmayaydı anda rızâsı Muhammed’in
Cem Sultan
.
CHP ne için var?
19 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :19 Ocak 2024 01:35
Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor
Mekânı bir satıh zamanı vehim
Bütün bir kâinat muşamba dekor
Bütün bir insanlık yalana teslim
Üstad Necip Fazıl Kısakürek şu dörtlüğünde mutlaka bambaşka düşünceler içerisindeydi. Fakat şiirler zaman zaman farklı açılımlara da sebep olabiliyor. Bugün neredeyse bütün dünya İsrail’in soykırımını sadece takip edebiliyor. İsrail ise tamamen yalan üzerine kurgulanmış söylemleriyle dünyayı avuttuğunu, uyuttuğunu sanıyor.
İslam dünyası dediğimiz dünyayı ise anlamak, tanımak, hikâye etmek gerçekten imkânsız. Uşağın efendinin ağzına bakmaktan başka ne hüneri olabilir. İslam devletleri diye anılan ülkeler maalesef Batıya olan uşaklıklarının zirvesindeler!..
Bizim ise ikinci yüzyılına parlak hedeflerle girdiğimiz şu günlerde, devletimizi büyük karışıklıkların beklediği artık bir gerçek olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.
Aslında birinci yüzyıl hakkıyla değerlendirildiğinde Cumhuriyetimizin, sancılı bir şekilde çok partili hayata geçtikten sonra istiklalinin de ne kadar tartışmalı olduğu darbelerle ortaya çıktı.
Zira çok partili hayatta başa geçen hükûmetler devrin süper gücü ABD’ye aykırı politikalar içerisine girdiğinde hep darbelere maruz kaldı ve siyaset kurumu defalarca akamete uğradı.
Bundan daha çarpıcı olanı bu devrelerde CHP, hep darbelerin şakşakçısı olarak tarihe geçti. CHP dış mihrakların partisi mi idi? Neden darbelerdeki dış eller açıkça meydanda iken tavır koyucu bir rol üstlenmedi? Neden demokrasinin rafa kaldırılmasından hiç rahatsız olmadı? Menfaatine uygun geldiği için mi yoksa dışarıya çalışan bir rolde miydi?
Şunu net ifade edelim ki birinci yüzyılın son yirmi yılı içerisinde, CHP içine düştüğü durum itibarıyla tamamen acınası bir hâldedir. 28 Şubat postmodern darbesi sırasında takındığı tutum ve ardından büyük bir işgal girişimine maruz kaldığımız 15 Temmuz hadisesinin devamında FETÖ’ye kol kanat geren tavrı tehlikeli bir güvenlik sorunudur. CHP’nin bu tavrı gittikçe daha da fena sinyaller vermektedir.
Cumhuriyet, hainleri koruma rejimi midir?
Son bir ay içerisinde devletimiz üst üste yaşanan çatışmalarda şehitler verdi. Ocaklara ateş düştü. Yarım asırdır süren terör mücadelesinde Türkiye’nin acısı bir türlü dinmedi.
Millet bir kez daha kenetlendi. Her platformda terör örgütü lanetlendi. Ancak işin en acı veren tarafı terörün en büyük destekçilerinin Meclis'te bulunması idi!..
Teröre destek verenlerin, ülkenin bölünmesini isteyenlerin Meclis'te yer alması bir millet için en büyük ıstıraptır...
Milletin Meclisi'nde yer tutacaksın; Millî davalarda alınan kararlarda söz sahibi olacaksın; Milletin parasını yiyeceksin; Hazineden destekleneceksin; buna karşılık dağdaki hainlere, terör gruplarına alkış tutacaksın! Şehitler geldiğinde milletin yüzüne küfreder gibi açıklamalar yapacaksın!..
Bu millet vatan, millet, din ve devlet için her zaman şehadete koşar ama bölücülerin bu tavrına asla dayanamaz, katlanamaz.
Artık şunu sormak ve hatta cevabını vermek gerekiyor: Hainlere, bölücülere, teröristlere arka çıkmak destek olmak da bir nevi hainlik ve bölücülük değil midir? Cumhuriyet, hainlere sınırsız özgürlük tanıma rejimi midir? Hainleri Meclis'te beslemek midir? Bölücülerin Meclis eliyle korunmasını sağlamak mıdır?
Şayet Cumhuriyet böyle bir rejim ise Batılı ülkelerde neden böyle değildir? Onlarda bölücülük neden görülmez?
Böyle bir ihanete hiçbir ülke tahammül gösteremez. Yok, tahammül göstermeye kalkarsa o devletin geleceği parlak olamaz. Siz istediğiniz kadar cilalamaya çalışınız sonunda o cilalar dökülmeye başlar.
Bizim tarihimizde ihanet olayları çok görüldü ise de hainlere yol vermek onları korumak ve kollamak hiç vaki olmadı!..
Şurası çok çarpıcı bir durumdur. Osmanlıya ihanet edenleri alkışlamak da bugünün ihanet içerisinde yer alan nesillerine düşmüştür. Bunlar dağlı, bölücü eşkıyaların ve hainlerin;
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğri kalpak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yemede ortak Osmanlı
Diyerek devletine karşı gelenlere, askerine silah çekenlere yıllarca alkış tuttular. Aynı mihraklar bugün de Mehmetçiğe saldıranlara, üzerine bomba yağdıranlara milletin gözünün içine baka baka övgüler düzmektedir.
Meclis bölücü yuvası mı?
Yeni bir devlet kurulduktan sonra geçmiş ile işi biter. Geçmiş artık artısı ve eksisi ile değerlendirilir ondan ibretler alınır.
Sultan II. Abdülhamid Han’ın devrilmesi ile mahvolduğumuz bir on yıl yaşadık. Görülmemiş felaketlere düçar olduk. Beş milyon kilometrekare toprağımız elimizden çıktı gitti. Afrika’da toprağımız kalmadı. Milyonlarca vatan evladını toprağa verdik.
Bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi Zülfü Livaneli, Ekrem İmamoğlu’nu yanına almış konuşma yapıyor.
31 Mart seçimlerine dair açıklama yaparken tarihteki 31 Mart hadisesine atıfta bulunuyor.
"Önümüzdeki seçim o güne benzer şekilde gericiler ile Hareket Ordusunun mücadelesi olacak" diyor. "Yine Hareket Ordusu kazanacak" diyor.
Hareket ordusu diye tanımladıkları dönemin padişahını tahtından alaşağı etmeye geliyordu. Darbeci bir maksadı vardı. İçerisinde Balkanlarda oluk oluk Türk kanı döken çeteler bulunuyordu. Bunlar İstanbul’da acımasızca kanlar döktüler ve Yıldız Sarayı'nda korkunç yağma hareketinde bulundular. Tevfik Fikret’i dahi çileden çıkartacak olaylara sebep oldular.
Zülfü Livaneli bu herzeleri yerken bugün de Bulgar Sandanski’nin kazanacağını mı söylüyor. II. Abdülhamid Han tahttan indirilirken Yahudi Emanuel Karasu ve ekibi bayram etmişti. Şimdi de Yahudilerin bayramına mı işaret ediyor?
Kol kola girdikleri Selahattin Demirtaş, Abdullah Öcalan ve bunların dağdaki uzantılarının tamamen Meclis'i işgal edeceklerini mi belirtiyor?
DEM Partisi liderlerini kırmızı halılar serip karşılamak nasıl bir aymazlıktır. Bölücü parti ile kol kola girmek nasıl bir düşüncedir! İleride bu ülkeyi nelerin beklediğine bir işaret değil midir?
Cumhuriyet ve demokrasi bu mudur?
CHP’nin millî güvenlik politikaları konusundaki uzmanları, ihanetin dibine kadar dalmış vaziyettedir. Kurul üyesi bir milletvekili Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın katillerine destek eylemlerine iştirak etmektedir.
Kurul üyesi CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke; “PYD/YPG’ye terör örgütü diyebilmem için istihbari bilgi lazım” diyebilmektedir.
Peki kimden gelen istihbari bilgiyi kabul edecekler söyleyebilirler mi?
İBB’nin DEM Partisine tahsis ettiği salonda Türk bayrakları kaldırılmış PKK elebaşı terörist Abdullah Öcalan’ın propagandası yapılıyor. Bu davranışların Anayasa’da ve AYM’de yaptırımı yok mu?..
Anayasa Mahkemesi bir ülkede sadece hükûmetin yaptıklarını bozmak, hükûmeti çalıştırmamak ve hatta ülkenin millî menfaatlerini yıkmak isteyenlere yol açmak ile mi ilgilenir. Muhalefetin ve muhalefet partilerinin vatana, bayrağa, devlete, ezana saygısızlıkları hatta vatanı bölme girişimlerini es mi geçer?
“Başkan APO’nun heykelini dikeceğiz”, “PKK bir halk hareketidir”, “PKK’lı cenazesine gitmeyen vekile soruşturma açarım”, “Öcalan’a özgürlük”, “HDP Öcalan’ın projesidir” diyen ve cezasını çekmekte olan bir siyasetçiye selamlar gönderen CHP, neyin ve kimin hizmetindedir!..
Bölücüyle sarmaş dolaş iktidara namzet olanlar yarınlarda da ülkeyi el ele kol kola bölecek ve parçalayacak olanlardır.
Zira onların destekçilerinin arzusu, emeli budur.
En üzüntü verici olan da bugün Türk’üm deyip Türklük diye ahkam kesen bazılarının onların kuyruğuna takılmış olmalarıdır. Bunların İslam oluşlarını ve Türklüklerini bir kez daha gözden geçirmeleri gerekir!..
Zira Müslüman Türk’ün, Kürt’ün, Laz’ın, Çerkes’in, Boşnak'ın, Gürcü’nün, Arnavut’un böyle söylemlerde bulunması imkânsızdır.
TEFEKKÜR
Ne kadar gayret edilse sesi çıkmaz bir elin
Vatanın lezzeti cem’iyyeti yârân iledir
Yozgatlı Fenni
.
Büyük oyunun kıskacında: Ayasofya
26 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :26 Ocak 2024 01:22
Son günlerde Ayasofya Camii yine tartışmaların odağına düştü. Konu Kültür Bakanlığı’nın yabancıların Ayasofya Camii’ne girişlerini düzenlemesi ile alakalıydı. Birdenbire gelişen bir durumla gayrimüslimlerin caminin ana mekânına alınmayacağı, paralı olarak ancak üst galerilere girebilecekleri bildirildi. Neden üst galerilere alınacaktı ana mekânda bulunmalarının ne mahzuru vardı fazla sorgulanmadı. Yabancılara paralı olması ise belki baştan beri uygulanması gereken bir husustu...
Ancak 15 Ocak günü paralı tarifeye geçilmesi ile birlikte beklenmeyen bir durum ortaya çıktı. Vatandaşlarımız aynı parayı verseler de galerilere çıkarılmıyordu.
Bu konuyu ilk olarak Talha Uğurluel Bey gündeme taşıdı. Konu gerçekten de garipti ve hatta endişe vericiydi!..
Bir defa bu yeni düzenlemeler yapılırken sadece yabancıların nereleri nasıl gezecekleri mi konuşulmuştu? Türklerin galerilere girip giremeyecekleri, girerse kaça girecekleri hiç gündeme getirilmemiş miydi?
Kültür Bakanlığı’nda günlerdir planlanan bir hususta bunların gündeme gelmemiş olması ihtimal dışıdır. Zira bu işi planlayanların; “Peki galerilere vatandaşlarımız çıkmak istediklerinde ne yapacağız; almayacak mıyız; alırsak paralı mı parasız mı olacak; paralı olursa bilet fiyatı ne olacak?..” gibi hususları düşünmemesi imkânsızdı.
Öyleyse burada mutlaka bir kasıt vardı!.. İş zamana bırakılmıştı. Anladığım kadarıyla vatandaşlarımızın oraya girmesi istenmiyordu. Fakat tepkilerden de çekinildiği için, “bekle gör” politikası uygulamaya konulmuştu.
Aslında iyi düşünülürse bu çok tehlikeli bir girişimdi!.. Ciddi sakıncaları görülecekti. Tamamen yabancılara tahsis olunan bu mekânlar bir zaman sonra sadece onların inisiyatifine sunulmuş hatta onların hakkı imiş gibi algılanacaktı. Çok geçmeden de “aşağısı sizin, üstü bizim” sözleri ayyuka çıkacak ve bu durum Avrupalıların da tekrar Ayasofya’yı sahiplenmesine yol açacaktı.
Ziyaretçiler muhtemelen kısa bir süre içinde orada ayinlere dahi başlayacaklardı. Nitekim bazıları bu durum ortaya çıkar çıkmaz, "Osmanlılar da üst galerileri mescit olarak kullanmıyordu" diye zırvalamaya başladılar!..
Bunlar Osmanlının son dönemlerinde yabancıların üst galerileri gezdirilmesinden böyle bir anlam çıkarmakta idiler.
Zira üst katlarda namaz kılınmaması gibi bir durum hiçbir zaman vaki değildi... Fatih Ayasofya’nın cami olarak vakfiyesini tanzim etmişti. Bunun altı üstü mü olurdu?!.
2012 yılından bugüne tehlikeli benzerlik!
Aslında Kültür Bakanlığı eliyle gerçekleştirilmek istenen bu durum yeni değildi. Ayasofya bu hâle belki yirmi senedir getirilmek isteniyordu.
Nitekim Ayasofya’nın prangalarının kırılması, cami olarak yeniden hukukça tescillenmesi ve Sayın Cumhurbaşkanımızın bunu anında yürürlüğe koyması yerli ve yabancı bazı mihrakları oldukça rahatsız etmişti. Zira birileri uzun yıllardır Ayasofya’yı farklı bir maksatla hazırlıyordu. Ayasofya’yı "Dinlerarası Diyalog"un merkezi yapacaklardı. Bu çok önemli bir husustu.
İşte bu son gelişmeler bana bu yöndeki çabaları hatırlattı. Özellikle Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı olarak “Dinlerarası Diyalog” projesini tam gaz yürüttüğü çalışmaları unutmamak gerekir.
FETÖ’nün organizatörlüğünde bütün dünyada hahamların, imamların, papazların bir arada ayinler düzenledikleri günlerdi. Bir taraftan da kilise, havra ve caminin iç içe bulunduğu ortak mabetlerin inşaları başlamıştı. Ayasofya da bu projelerden elbette ki nasibini alacaktı ve hatta başı olacaktı.
Nitekim bir dönem “Derin Tarih Dergisi” yayımlanmaya başlamasıyla birlikte bu konuyu gündeme taşıdı. Dergi henüz 3. Sayısında (Haziran 2012) “Ayasofya’yı rehinden kim kurtaracak?” kapak başlığı ile çıkmıştı.
Bu başlığa bakarak Ayasofya’yı yeniden eski hüviyetine kim kavuşturacak diyerek o günün Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan beyi göreve çağırdıklarını zannetmeyiniz. Zira Derin Tarih Dergisi’nin yazarları "derin tahlillerin" içinde idiler.
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, o sayıda “Ayasofya Neden Tekrar Cami Yapılmalıdır?” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Başlığa bakarak Ayasofya’nın vakfiyesine uygun hareket edilmesini istediğini zannetmeyiniz! Çözüm önerisi olarak sunduğu husus, “Dinlerarası Diyalog"a kapı aralamaktan başka bir şey değildi. Şöyle ki; “Bana kalırsa en güzel çözüm, Avrupalı bir siyasetçinin dilinden gelen çözümdür” diyen Akgündüz bu siyasetçinin teklifini şöyle belirtmişti:
“Bence ana mekân cami olarak ibadete açılmalı; galeriler ise Hıristiyan âlemi ve bütün dünyaya açık hâlde kalmalı. Böylece her iki din mensupları Ayasofya’yı sever.” Bu öneriyi benimseyen Akgündüz sözlerinin devamında; “Eğer bu manada hareket edilirse, bazı Hıristiyan hükûmetler memnun kalacaklardır…" diyordu...
Ahmet Akgündüz’ün sunduğu çözüm, "büyük düğüm"ün belki de ilk adımıydı. Ayasofya’da kilise ayinlerinin başlamasının da başlangıcı olacaktı. Aynı tarihlerde camilerin de sıralarla doldurulduğunu düşünürseniz Ayasofya ana mekânının kısa sürede kiliseye benzetileceğini anlarsınız...
Nitekim aynı sayıda Mustafa Armağan, dönemin Ayasofya Müzesi Başkanı Prof. Dr. Haluk Dursun’la yaptığı söyleşide, kendisine “Ayasofya hem cami hem müze olabilir m?” diye sormuştu. Haluk Dursun ise bu suale, daha da ileri bir adımı atarak cevap vermişti:
“Ben bir adım ötesini söylüyorum. Şöyle bir tez de var: Ayasofya, Kadir Gecesi’nde Müslümanlar için, Christmas’ta ise Hıristiyanlar için açılabilir. Müze hüviyetine herhangi bir zarar gelmez. Müze olarak devam eder. Birer gece seçilir, o gün dediğim şekilde hem İsa, hem de Musa özelliği vurgulanır...”
Haluk Dursun’un derin bir hezeyanını gösteren bu ifadelerini Mustafa Armağan ise bilgi ve bilgelik dolu ifadeler(!) olarak sunacaktı.
Yine Derin Tarih’in aynı sayısında bir dönem sağ gazetelerde baş tacı olan Etyen Mahçupyan da; “Bence Ayasofya dört ay müze, dört ay cami, dört ay da kilise olarak kullanılsın” diyerek tartışmaya katılmıştı.
Görülüyor ki, 2012 yılında aydınlarımız Ayasofya konusunda iyice evrilmişti. Akgündüz, Armağan, Mahçupyan ve Dursun’un başlattığı tartışmalar Fatih Sultan Mehmed Han’ın kemiklerini sızlatıyordu!..
Hemen hepsi neredeyse aynı noktaya vurgu yapıyorlardı. Bu nokta “Dinlerarası Diyalog”un Ayasofya’da başlatılmasından başka bir şey değildi.
Ayasofya’da 'Dinlerarası Diyalog'un ayak sesleri!
15 Temmuz işgal girişiminin akamete uğramasıyla bu meş’um niyetler rafa kalktı. Akabinde önce Danıştay 10. Dairesi yerinde bir kararla Ayasofya’yı aslına rücu ettirdi. Ayasofya’nın kıyamete kadar değişmemesi gereken cami hâlini bir kez daha tescilledi. Sayın Cumhurbaşkanımız da bunu o anda onaylayarak yürürlüğü koydu. Böylece Ayasofya Camii zincirlerinden kurtularak tekrar Vakıflara ve Diyanet’e geçmiş oldu.
Ancak 2024 yılının girişi ile birlikte Ayasofya Camii ile ilgili Kültür Bakanlığı’nın aldığı bu ani kararlar gerçekten düşündürücüdür!
Uygulama ve kullanış amacı noktasında Kültür Bakanlığı’nın Ayasofya’da ne işi vardır? Kültür Bakanlığı, Ayasofya Camii’nin her gün bir köşesini istediği gibi kullanma hürriyeti mi bulunmaktadır? 1934 yılında Maarif Vekaleti’nin oynamakta olduğu rolü maalesef günümüzde de Kültür Bakanlığı uygulamaya başlamıştır.
Kültür Bakanlığı acilen şu sorulara da cevap vermelidir:
-Galerilere herkes para ile girecekse orası sessizce müze hüviyetine geçmiş olmuyor mu?
-Oraya Müslümanlar girdiği hâlde namaz kılamıyorsa Ayasofya’nın cami hüviyetine halel gelmiyor mu?
-Bu fiyatlarla, neredeyse %99’u sadece Hıristiyanların gireceği bir alan yarınlarda ne kabul edilecektir?
-Yarın küçük çaplı ayinler başladığında tavrınız ne olacaktır?
-Siz bugün Ayasofya’yı bu hâle getirirseniz yarın başkaları onlara ayin ruhsatını verdiğinde veya başka bölümlerini başka maksatlarla kullandığında ne diyeceksiniz?
Sonuç olarak Ayasofya’nın bir bölümü daimî olarak veya belli zamanlarda başka din mensuplarına tahsis edilirse Ayasofya Camii’nin vakıf şartları bir kez daha bozulmuş olur. 'Dinlerarası Diyalog'a yol bulur... Fatih Sultan Mehmed Han’ın kemikleri sızlar. Bedduası, bunu yapanların üzerine olur...
Kültür Bakanı’na Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesi ile Danıştay 10. Dairesi’nin kararını bir kez daha okumasını tavsiye ederim...
Hatta Danıştay 10. Dairesi’nin Ayasofya Camii ile almış olduğu kararın sonuç kısmı gümüş bir levha üzerine altın yaldızlı yazılarak caminin girişine konulmalıdır.
Sayın Cumhurbaşkanımızdan beklentimiz, bu tehlikeli gidişatı bir an önce durdurması ve Kültür Bakanlığı’nın camiler üzerindeki tasarruf hakkını tamamen kaldırmasıdır... Mazbut vakıfların vakfiyelerine uygun olarak kullanımını Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet hem yürütür hem de teftiş eder. Vakıfların maksadı dışına dönüştürülmesi hiç kimsenin tekelinde değildir. Diyanet İşleri Başkanı’nın bu konuda girişimde bulunmaması ve müdahale etmemesi de hayret vericidir!
Yabancılardan alırsın parasını, namaz saatleri dışında yine ana mekânda mabedi gezerler. Nitekim aynı durum; Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet Camii'nde para almadan uygulanmaktadır.
Ayasofya’nın galeriler kısmı da yine vakfiyesine uygun olarak ibadet alanı hâline getirilmelidir. Kadınlara özel ibadet bölümü olarak da tahsis olunabilir.
TEFEKKÜR
Bâtıl hemişe bâtıl ü bî-hûdedir velî
Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhûr ede
Nef’î
(Batıl her zaman batıl ve kötüdür amma
Müşkül olan doğru kılığında ortaya çıkmasındadır)
.
Sayın Cumhurbaşkanım!
2 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :2 Şubat 2024 01:41
10 Temmuz 2020 milletimizi ve bütün dünya Müslümanlarını sevince gark eden bir gündü. O gün, 86 yıldır mahzun duran Ayasofya’nın zincirleri kırılmıştı. Danıştay Ayasofya’nın asli hâline döndürülmesinin kararını vermiş ve siz de bu kararı imzalayarak yeniden cami vasfını kazandırmıştınız. Fatih Sultan Mehmed Han’ın ve 86 yıldır bunun mücadelesini verenlerin ruhlarını şad etmiştiniz. Milletimizin baş tacı olmuştunuz.
Aynı günün akşamı milletimize ve hatta dünyaya manifesto niteliğinde tarihî bir konuşma yapmıştınız. Özetle şöyle demiştiniz:
“Aziz Milletim! Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle selamlıyorum. Danıştay bugün, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesini sağlayan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu düzenlemesini iptal etti. Biz de buna dayanarak çıkardığımız bir Cumhurbaşkanlığı düzenlemesiyle, Ayasofya’nın yeniden cami olarak hizmete açılmasını sağladık. Böylece Ayasofya, 86 yıl sonra yeniden, Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesinde belirttiği şekilde cami olarak hizmet vermeye başlayabilecektir. Bu kararın milletimize, ümmete ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diliyorum.
Müze statüsünden çıkmasıyla birlikte, Ayasofya Camii'ne ücretli giriş uygulamasını da kaldırıyoruz. Tüm camilerimiz gibi Ayasofya’nın kapıları da, yerli ve yabancı, müslim ve gayrimüslim herkese sonuna kadar açık olacaktır.
Hazırlıkları süratle tamamlayarak, 24 Temmuz 2020 Cuma günü, cuma namazı ile birlikte Ayasofya’yı ibadete açmayı planlıyoruz. Bu kararın, içeride ve dışarıda çeşitli tartışmalara yol açması muhtemeldir. Herkesi, ülkemizin yargı ve yürütme organları tarafından alınan Ayasofya kararına saygılı olmaya davet ediyorum.
Ayasofya’nın hangi amaçla kullanılacağı konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla ilgilidir. Yeni bir düzenlemeyle Ayasofya’nın ibadete açılıyor olması, ülkemizin egemenlik hakkı kullanımından ibarettir.
Türkiye Cumhuriyetinin bayrağı neyse, başkenti neyse, ezanı neyse, dili neyse, sınırları neyse, 81 vilayeti neyse, Ayasofya’nın vakfiyesine uygun şekilde camiye dönüştürülmesi hakkı da odur. Bu konuda, görüş belirtmenin ötesindeki her türlü tavrı ve ifadeyi, bağımsızlığımızın ihlali olarak kabul ederiz.
Türkiye olarak nasıl diğer ülkelerdeki ibadet mekânlarıyla ilgili tasarruflara karışmıyorsak, biz de tarihî ve hukuki haklarımıza sahip çıkma konusunda aynı anlayışı bekliyoruz. Üstelik bu, öyle 50-100 yıllık değil, tam 567 yıllık bir haktır.
Türkiye’nin kararı, sadece kendi iç hukuku ve tarihî haklarıyla ilgilidir. Bu kararın arkasında duran tüm siyasi partilere ve liderlerine, sivil toplum kuruluşlarına, milletimizin her bir ferdine şükranlarımı sunuyorum...”
Hukukun eşsiz kararı!
Sayın Cumhurbaşkanım! Konuşmanızda Ayasofya’nın vakfiyesine uygun olarak dönüştürülmesinin önemi üzerinde özellikle durmuştunuz.
Zira onu dinler arası diyaloğa malzeme yapmak isteyenler çoktu. Başta Karamollaoğlu olmak üzere bir kısım CHP’li vekiller Ayasofya’nın bir bölümünün kilise gibi kullanılmasını hararetle savunmaktaydılar.
Ancak hukuk öyle demiyordu. Danıştay 10. Dairesi Ayasofya’yı aslına çevirirken muazzam bir gerekçe yazmıştı. Altın harflerle yazılıp Ayasofya’ya asılması gereken bu kararda şu noktalar özellikle vurgulanmıştı:
“Ayasofya Camii ve Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulan diğer vakıfların 864 sayılı Kanun’un 1. ve 8. maddeleri ile açıkça koruma altına alınmış olan eski vakıf statüsü, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının yürürlüğe konulduğu tarihten sonra yürürlüğe giren 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı (mülga) Vakıflar Kanunu, 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun ve 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nda aynı esaslar çerçevesinde korunmaya devam edilmiştir.
Buna göre, Ayasofya’yı müzeye dönüştüren dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, vakıf senedi hangi tarihte düzenlenmişse o tarihteki mevzuatın uygulanacağını hükme bağlayan 864 sayılı Kanun’un 1. maddesine açıkça aykırıdır.
Ayasofya, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmed Han Vakfı’nın mülkiyetindedir.
Ayasofya, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulmuştur.
Bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşımaktadır.
Tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunmaktadır.
Vakıf senedi, hukuk kuralı etki, değer ve gücündedir.
Vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının asla değiştirilemeyeceği açıktır.
Bu husus tüm gerçek ve tüzel kişilerle birlikte davalı idare için de bağlayıcıdır.
Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu, kuşkusuzdur.
Bu durumda;
Türk hukuk sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan vakfa ait taşınmaz ve hakların vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı;
Toplum tarafından kullanılmasına engel olunamayacağı;
Vakıf senedinde sürekli olarak tahsis edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından, bu hususlar dikkate alınmaksızın Ayasofya’nın cami olarak kullanımının sonlandırılarak müzeye çevrilmesi yönünde tesis edilen dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uygunluk görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle; Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının İPTALİNE. 02/07/2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.”
Kültür Bakanlığı’nın skandal uygulaması!
Sayın Cumhurbaşkanım! Danıştay 10. Dairesi’nin aldığı şaheser karara ve sizin bunun manasını anlattığınız muazzam konuşmanıza rağmen ne yazık ki Kültür Bakanlığı son dönemde skandal bir uygulamaya imza attı. Ayasofya’da Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesini kısmen de olsa bozan bir uygulama başlattı. Vakfiyede yazıldığı üzere bir noktada dahi olsa vakıf şartlarına halel gelmesi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın bedduasına maruz kalmaktır. Buna rağmen:
-
15 Ocak 2024’te yürürlüğe giren karara göre Kültür Bakanlığı müzenin bir bölümünü (üst katlardaki kısımları) cami vasfından çıkartarak tamamen yabancılara mahsus bir alan hâline getirdi ve onlardan giriş ücreti olarak 25 avro alınmaya başlandı. İlk hafta Müslümanlar bu bölümlere alınmadı.
-
Tepkiler üzerine Müslümanlara da 25 avro ücret karşılığında aynı bölümlere girme imkânı tanındı. Oysa Ayasofya bütünüyle camidir. Müslümanlardan hiçbir şekilde hiçbir bölümü için ücret alınamaz. Bu hâl vakfiyeye zıttır.
-
Böylece Hıristiyanlara ayrılan bu bölüm tamamen bir müze hüviyeti kazanmış oldu. Camiye ücretsiz giriş yapan Müslümanların o bölüme 25 avro vermeleri de mümkün değildir. Dolayısıyla bu katlar bir anlamda tamamen gayrimüslimlere tahsis edilmiş olmaktadır.
-
Evet gayrimüslimlerden bir ücret alınabilir. Ancak Selimiye, Süleymaniye, Sultanahmet camileri gibi Ayasofya’nın ana mahallinde gezebilirler. Özel bölüm ayrılması vakfiyeye ters olduğu gibi yine ileride başka bölümlerin başka maksatlara ayrılmasına da zemin hazırlayacaktır.
-
Kültür Bakanlığı bu müze kısmının işletmesini de bakanın akrabası olduğu ifade edilen bir şirkete verdi. Bu uygulama da ileride Ayasofya Camii için çok tehlikeli gelişmeleri beraberinde getirecek bir husustur.
-
Şu an müze kısmı olarak faaliyet gören galerilerde rehber sistemi yok. Orada Ayasofya'nın Osmanlı ile ilgili hiçbir noktası anlatılmıyor. Tamamen Hristiyanlık propagandası yapılıyor.
-
Neticede Ayasofya’nın 2. katının galeri şeklinde düzenlenerek ücretli hâle getirilmesi, Ayasofya-i Kebir Camii’ni tekrar ibadete açan Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararlarını iptal etmektedir.
-
Zira bu kararlarda ve İslam Vakıf hukukunda Ayasofya Camii’nin hayrat vakıf olduğu, mülkiyete konu olamayacağı, vasfının değiştirilemeyeceği, haklarının üçüncü kişilere ve devlete karşı korunmuş olduğu, vakfeden Fatih Sultan Mehmed Han tarafından cami olarak bedelsiz şekilde kullanılması için kamunun istifadesine sunulduğu, cami olmak dışında başka bir şekilde isimlendirilemeyeceği ve hiç kimse tarafından gelir getirme amacıyla kullanılamayacağı karara bağlanarak tescil edilmiştir.
-
Bu kararda “Devlet sadece amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen vakıf mallarının kendisine emanet edildiği varlıktır” denilmektedir.
-
Danıştay’ın Ayasofya’nın müze vasfını iptal ederek camiye iade eden kararında ayrıca, "cami olarak toplum tarafından istifadesine engel olunamaz" denilmektedir.
-
Ayasofya-i Kebir Camii’nin yalnızca toprağı veya bir parçası değil, bütün katları ve külliyesi cami olarak tescillidir. Oysa galerilerde halılar hâlâ serilmemiş ve namaz kılmaya müsait hâle getirilmemiştir.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Sizin, Ayasofya Camii ile ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu oldubittiye getirilen ve Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesini yok sayan kararını kaldıracağınıza inancımız tamdır.
Dünya ayaklanmış iken baş eğmeyen ve Ayasofya’yı hukukun belirlediği tarzda Sultan Fatih’in vakfiyesine uygun olarak milletimizin istifadesine tekrar sunan siz değerli devlet büyüğümüzün, içeriden atılan bu meş’um adımı yok sayacağınıza yürekten inanıyorum.
En kalbî muhabbetlerimle.
TEFEKKÜR
Ümîdini pâ-beste-i ye’s eyleme Nâbî
İhsân-ı Hudâ bir gün eder def’-i mevâni
Nâbî
(Umudunu umutsuzluğa çevirme ey Nâbî,
Allah ihsanı ile, bir gün engelleri kaldırır.)
.
Er kişi niyetine!
9 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :9 Şubat 2024 01:01
384 sene önce bugün (9 Şubat 1640) Sultanahmet Camii önünde mahşeri bir kalabalık bulunuyordu. Meydandakiler büyük üzüntü içerisinde idiler. Henüz iki yıl önce Bağdat’ı yeniden devlete kazandırmak suretiyle kendilerine bayram yaşatan Sultan IV. Murad Han’ın naaşı önlerinde musalla taşının üzerinde duruyordu. Şeyhülislam Yahya Efendi imamet mevkiine geçti. Dört bir taraftan müezzinler, “Er kişi niyetine” diyerek nida ettiler. Cenaze namazı Müslümanların gözyaşları arasında kılındı.
Cenaze namazından sonra, IV. Murad Han’ın savaşlarda bindiği üç atı ters eğerlenip tabutun önünde ilerledi. Musalla taşı ile cenazenin defnedileceği alan çok kısa idi. Az sonra da padişahın naaşı babası Sultan I. Ahmed Han’ın türbesine dualarla defnedildi.
Padişahın henüz yirmi sekiz yaşında bulunması üzüntüleri ayrıca katlamıştı. Herkes vefat sebebini ve son hâllerini merak ediyordu. Saray ağalarından bir tanesinin de etrafı kalabalıktı. Definden sonra meraklı bir kesim etrafını sararak padişahın vefat sebebini sordu. Ağa çok üzüntülüydü. Şöyle nakletti:
“Padişahımızın Bağdat Seferi’nden dönüşünde böbrek rahatsızlığı vardı. Hekimlerin uygulamış olduğu tedaviler ve almış oldukları tedbirler fayda vermeyerek hastalığı daha da arttı. Dün gece (8 Şubat) güneş battıktan sonra imam Yusuf Efendi başında Yasin-i Şerif okuyordu. Bıyıklı Hüseyin Paşa ayağı ucunda oturup arada bir Kelime-i şehadeti tekrar ederdi. Cihan padişahı bir ara gözlerini açtı ve Hüseyin Paşa’ya:
'-Eğer ben ölüm şerbetinin böyle acı olduğunu bileydim zaman-ı hükümetimde bir mûr-ı zaifden (zayıf bir karıncadan) kendimi nahif görüp rencide olduğun murat etmez idim' buyurdu ve kelime-i şehadet getirip ruhunu teslim eyledi.
Bu sözleri dinleyen 16 yaşlarında bir genç, 'padişahın çok zulmettiği konuşuluyor' dedi. Ağa, genci bir müddet süzdükten sonra, 'Siz padişahın ilk yıllarını bilmezsiniz. Saka Mehmed, Gürcü Rıdvan, Cin Ali, Deli İlahi, Bozkırlı Halil, Cadı Osman ve emsali şakileri tanımazsınız. Millet ve devletin o zamanlar içinde bulunduğu durum, zorbaların devlet işlerine müdahaleleri ve halka karşı işlediği zulümler unutuldu... Padişahın devlet dizginlerini eline almadan önceki 1632 yılı ramazan ayında yaşananları büyüklerinize sorunuz. Ramazan ayının gelmesini bahane eden zorbalar maskara alayları düzüp, ev ev gezerek âdeta vergi istemeğe başladılar. Karşı koyanlar olursa ellerindeki meşalelerle evlerin balkonlarını tutuşturuyorlardı. Edep ve ahlak dışı hareketleri ayyuka çıkmıştı. Müslümanların ırzın payimal etmek; kan dökmek; evler ve saraylar basmak; bilhassa kahvehanelerde ve meyhanelerde uygunsuz hareketlerde bulunmak sıradan hâle gelmişti... Bu şekilde İstanbul iki ay süre ile askerî anarşinin en feci sahnelerini yaşamıştı. Zorba tuğyanının bu korkunç sahneleri, herkesçe tam bir nefretle karşılanıyor ve bundan kurtuluş için, saltanat makamında bulunan Sultan Murad Han’a bakılıyordu. Siz padişahın devlet düzenini yeniden tam kurmasını kolay mı zannettiniz?' dedi.
"Bre melun abdest al!"
İçlerinden biri, 'Peki padişah asker taifesini nasıl yola getirdi?' diye sordu.
Ağa sanki o günleri yeniden yaşıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra Padişah uzun süre hadiseleri takip etmişti. Bütün bu isyan hareketlerin Sadrazam Recep Paşa’nın başı altından çıktığını anlamıştı. Önce onun işini bitirmeye karar verdi. Fakat bu kolay değildi. Kararlılık ve müthiş hitabeti ile askeri zabt u rabt altına almayı başardı...
Ramazan Bayramı geçtikten sonra bir gün (18 Mayıs 1632) Veziriazam Recep Paşa saraya davet eyledi. Recep Paşa âdeti üzere maiyetindeki bir kısım sipahi zorbalarıyla saraya geldi. Onları sarayın dış kapısı önünde bıraktıktan sonra padişahın huzuruna çıktı.
Recep Paşa, padişahın eteğini öpeceği sırada Sultan Murad Han gök gibi gürlemişti. Sadrazama: 'Gel beru topal zorba başı!' diye seslendi. Recep Paşa nikris hastalığına tutulduğu için topallayarak yürürdü. Canı başına sıçrayan Paşa; 'Hâşâ padişahım. Vallah ve billâh padişahımın rızasından hariç zerre kadar vaz’u hareketim yoktur' dediyse de padişah; 'Bre melun abdest al' diye bağırdı. Çünkü Recep Paşa evvelce padişah ayak divanı için dışarı çıkacağı zaman 'Padişahım abdest alıp öyle dışarı çıkın' sözleriyle Sultan Murad’ın öldürülmesi ihtimali olduğunu ima etmek istemişti. Sultan Murad; 'Şu haini tiz boğun' diye haykırınca, zülüflü baltacılar kement atıp işini bitirdiler... Ölüsünü dışarı çıkarıp bab-ı hümayun önünde bekleyen adamlarının önüne attılar. Recep Paşa’nın cesedi önlerine düşünce zorbaların aklı başından gitmişti. Kalplerine büyük bir korku düşerek ortalıktan toz oldular...
Padişah yirmi yaşını doldurmuştu. Yıllardır hem cereyan eden olaylardan hem de ayak divanlarından büyük ders çıkarmıştı. Kendisi vücutça çok kuvvetli, demir pençeli, gözü pek, nüfuz-ı nazar sahibi idi. Recep Paşa'yı tepeledikten sonra yerine getirdiği Veziriazam Tabanıyassı Mehmed Paşa’ya zorbalar hakkında katiyen müsamaha etmemesini söylemişti...
Bu hadise üzerine Sipahiler Okmeydanı’nda toplanarak eski alışkanlıkları üzere yine birtakım isteklerde bulundular. Padişah ise artık onlara fırsat vermek istemiyordu. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü'nde ayak divanı ferman edip veziriazam, şeyhülislâm, kazaskerler, ulema ve yeniçeri ocağı ağalarıyla altı bölük ağalarını davet etti.
Padişah öncelikle Yeniçeri Ağası'na, ocak ihtiyarlarına ve çorbacılara hitab ederek, (Allah’a ve Peygambere ve onlara bağlanan emirlerinize itaat ediniz!) mealindeki âyet-i kerimeyi okuyup tefsir etti. Sonra (Hükümdar bir Habeşî köle de olsa, Allah'a itaat ettikçe ona itaat ediniz) mealindeki hadisi şerh etti. Ardından Ecdad-ı izamının gazalarını, askerin onlara itaatini anlattı. Ecdadı gibi kendisine bağlılık göstermelerini bildirerek, bu hususta muti kalıp kalmayacaklarını sordu.
Bir yeniçeri ağası; 'Padişahım! Sen bizim padişahımızsın, sen Zıllullah’sın! Bizim sana karşı itaatsizliğimiz olamaz! Dostuna dost, düşmanına düşman oluruz. Cümlemiz senin uğrunda ve din-i Muhammedi yolunda kurban oluruz' dedi. Padişah bu sözlerden memnuniyetini bildirdikten sonra;
'Sizlerden beklediğim ve bekleyeceğim odur, lakin içinize birtakım müfsitler girmiş, hem sizi bednam ediyor, hem de din ü devletin zararına sebep oluyor. Öylelerini himaye etmeyeceğinize, söz dinlemeyenleri teslim edeceğinize bana yemin verecek misiniz?' dedi.
Yeniçeri Ağası; 'Cümlemiz saadetlü padişahımıza bağlıyız, maazallah eşkıyayı himaye etmeyiz. Bunun için yemin de veririz' dedi.
Bunun üzerine Kur'ân-ı kerim getirdiler. Yemin merasimini bizzat IV. Murad Han icra ettirdi. Her birine ayrı ayrı; 'Vallahi mi, billahi mi, tallahi mi?' diyerek sordu. Herkes Mushaf-ı şerife el basarak 'Vallahi, billahi, tallahi' dediler.
Hazır bulunanlar içinde vakanın mehabetinden gözleri yaşaranlar ve ağlayanlar son derece fazla idi. Bu şekilde yemin tescil edildi...
"Atın şu edepsizleri dışarıya!"
Bundan sonra Padişah, sipahi ihtiyarlarına hitabını yönelterek, birinci sualini tekrar etti. Onlar dahi Padişah'ın dostuna dost, düşmanına düşman olduklarını beyan ettiler.
Bunun üzerine Padişah hiddetle; 'Behey kavim! Siz ne acaip mahlûklarsınız? Sizin fesadınızdan devlet-i saltanata zaaf gelmiş bulunuyor. Söz ve nasihat kâr etmeyip, fitneden el çekmezsiniz. Bugün (Padişah kuluyuz, emrine amadeyiz) diyorsunuz. Ekser vakitlerde padişah sözünü, kanun ve şeriat hükmünü tanımak ve dinlemek istemezsiniz. İçiniz serkeş eşkıya ile dolmuş. Mülkü harap, halkı payimal ediyorsunuz... Siz kırk bin adamsınız. Her biriniz mutlaka bir irade ve memuriyete sahip olmak davasını güdüyorsunuz. Hâlbuki cümle memuriyetler ancak beş yüzdür, kırk bin değildir. Memuriyet alanlarınız, almayanlarınız hep halkı soymakta müttefiksiniz. Sizin tamahınızdan hiçbir şey kurtulamıyor. Bütün bunlara son verecek misiniz? Ecdadımın zamanlarında olduğu gibi yalnız ulufeniz ile kanaat edip itaat dairesine gelecek misiniz?'
Bir sipahi ihtiyarı; 'Haşa, biz sipahi kulların asi değiliz. Asi namını kabul etmeyiz. Edeplerini bilemeyip, padişahımızı taciz edenler ve haddinden fazla taleplerde bulunanlar bizden değildirler. Sonradan yanaşma zorbalardır. Anları tutmağa biz muktedir değiliz. Lakin kabahatlerine rızamız ve iştirakimiz yoktur' dedi.
Padişah; 'Şimdiden sonra o makule müfsitleri içinize kabul etmeyeceğinize ve ben talep ettiğim vakit teslim edeceğinize Kitabullah üzerine yemin verir misiniz?' dedi. Ön sırada bulunan sipahi murahhasları tereddüt etmeden yemine hazır olduklarını söylediler. Fakat arkada bulunan beş on zorba, şikâyet ve muhalefet yollu sözler söyleyince, yeniçeriler; 'Atın şu edepsizleri dışarıya!' sözü üzerine, top gibi eller üzerinde fırlatıp dışarı attılar. Bunun üzerine sipahilere de Kur’ân üzerine yemin verildi ve bunun için de ayrı bir zabıtname yazılıp tescil edildi...
Bu haber Sultanahmet Meydanı’na varınca, sipahi cemiyeti hemen dağıldı ve zorbalar gizlenmeğe başladılar. Artık padişah dizginleri ele almış zorbaların sonu gelmişti.
Bir saat evveline gelinceye kadar koca devleti sarsan hareket, bir anda âdeta ortadan kalkmış görünüyordu. Bu, hakkın zuhuru karşısında zulmetin yok olacağını işaret eden hak kelamının yeni bir tecellisi idi.
Devlet gücünü tesis eden Padişah Revan’ı ve Bağdat’ı Safevilerden bu sayede alacaktır. Dünya devletlerini yine Osmanlıya râm edecektir.
Saray ağasının gözleri tekrar dolmuştu. O, veda ederek sarayın yolunu tutarken gençler yüce sultanın ruhu için bir kez daha okumaya başladılar..."
TEFEKKÜR
Sultan Murad eydür: Şimdi zamâne
Bana da kalmadı beyler elvedâ
Büküldü kâmetim döndü kemâne
Gezip seyrettiğim iller elvedâ
.
Tedbirde kusuru olan, takdire bahane bulur!
16 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :16 Şubat 2024 01:14
Erzincan İliç’teki altın madeninde yaşanan faciayla birlikte, bir kez daha felaketler öncesinde gerekli tedbirleri almakta, denetimleri yapmakta ihmal mi gösteriyoruz soruları gündeme geldi. Aslında bu ve bundan önce yaşanan bir kısım felaketler bizim bu noktalarda ciddi eksiklerimizin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Zira şu son felakette heyelanın büyüklüğü neredeyse faciaya davet çıkarıldığını göstermeye yetiyor. Nitekim toprağın yerleştirilmesinde hata olduğu ve yamaç eğiliminin yüksekliğine bazı uzmanlar dikkat çekiyor.
Nihayet heyelanın vuku bulduğu noktalarda son bir iki günde büyük çatlakların oluşmaya başladığı görülmüş, kamyonlarıyla iş yapan bazı müteahhitler, burada çalışılmaz diyerek işçilerini geri çekmiş. Aksi hâlde insan kaybımız daha fazla olabilirdi. Buna rağmen ilgililerce hiçbir tedbir alınmayıp dokuz vatandaşımız maalesef toprak altında kaldı...
Şimdi devlete kalan; onlarca savcı ve müfettiş görevlendirip nerede hata yapıldı, kim kusurlu tespitlerini yapmak... Facianın başka sıkıntılara yol açıp açmayacağı ise ilerleyen günlerde belli olacak. Bu arada orada uzun bir süre çalışmalar duracak, yatırımlar kalacak, beklenen kazanımlar iptal olacak vs. Bunlar da diğer maddi kayıplar olarak hanemize yazılacak. Sebep ya baştan her şeyi usulüne göre yapıp gerekli tedbirleri almamak veya denetimleri tam olarak uygulamamak!
Bakınız size en basit tarzda bir hadise anlatayım. Yaklaşık sekiz ay kadar önce idi. ADEMDER’in Yakuplu’daki merkezinin önünde bir kısım dostlarla çay içiyorduk. İki yüz metre ötemizde beş katlı bir binanın kaba inşaatı bitmiş bulunuyordu. Bir arkadaşımız; “korkarım burada yakında bir kaza olacak. Neredeyse işçiler açısından hiçbir tedbir alınmıyor”, dedi. Gerçekten de bir hafta geçmeden orada bir kaza vuku buldu ve bir işçi hayatını kaybetti.
Bir anlamda kaza göz göre göre gelmişti. Ölen öldü. Evli miydi, çocukları var mıydı bilemiyoruz. Ama bir yuva tarumar olmuştu. Dahası, çalışma yarıda kalmış, satılan daireler varsa alanlar da mağdur olmuştu. Kısaca mal sahibi de dâhil olmak üzere ilgili hemen herkes büyük bir zarara uğramıştı.
Tedbir alınmış olsaydı ne olurdu? Biz onu bilmiyoruz. Ancak biz tedbir almakla yükümlüyüz. Bizim birinci vazifemiz işi usulüne uygun olarak ve bütün kazaları hesap ederek yapmaktı. Onu yapmayınca kaza kaçınılmaz oluyor. Artık sebep aramak o sebebi çözmek işe yaramıyor. Giden geri gelmiyor ve millî servet de heba oluyor.
Atalarımız ne güzel ifade etmişlerdir: “Tedbirde kusuru olan, takdire bahane bulur.” Yani yapılan her işte önceden gereken tedbiri almalıdır. Tedbir almakta kusur eden kimseler, bunun sonuçlarını şanssızlıklarına veya kadere yüklerler!.. Oysa hangi konuda olursa olsun beklenmedik bir olayla karşılaştığımızda, suçu başka yerlerde aramak yerine nerede ihmalkâr davrandığımıza bakmamız; aklın, ilmin ve dinin gereğidir...
Tedbir almak da kaderin icabıdır!
1970’li yıllarda lisede iken her gün Türkiye gazetesi okurdum. Gazetenin baş sayfasında şayet bir trafik kazası haberi varsa yanına şu spot cümleler mutlaka konurdu:
“Vatandaş! Kaderde ne ise olur. Kaderde olanlar bir sebeple yaratılır. Trafik kazalarında sebep, dikkatsizliktir. Sebebe yapışmak, dikkat etmek lazımdır. Tedbir almak da kaderin icabıdır.”
Eskilerin deyimiyle "efradını câmi ağyarını mâni..." bir ifade! Yani ne eksik ne de fazla, artısı eksisi olmayan bir açıklama idi bu.
Kaderde olanlar bir sebeple yaratılır. Trafik kazalarında sebep dikkatsizliktir. Öyleyse sen sebeplere yapışmaya mahkûmsun. Onu yerine getirmemişsen bir anlamda kazaya davetiye çıkarmışsın demektir.
Şu ifadeyi her ders kitabının girişine mutlaka yazmak lazım: “Kazalara ve felaketlere sebep dikkatsizliktir!"
Maalesef biz hep kazalardan sonra uyanıyoruz. Aldığımız tedbirler kâğıt üzerinde kalıyor ve uygulamıyoruz ve çok geçmeden de; hafıza-i beşer nisyan ile maluldür düsturunca unutup gidiyoruz. Ta ki yeni bir felakete kadar…
Nitekim onlarca kez felaket yaşamadan su yataklarına ev yapmaktan vazgeçmedik. Fay hatlarını büyük depremleri yaşadıktan sonra idrak edebildik. Asrın felaketi dediğimiz 99 depreminden sonra kurtuluş reçetesi olarak gördüğümüz kentsel dönüşümü de kaplumbağa hızı ile yürüttük. Kendi elimizle hayati faaliyetleri durdurduk. Bu defa bin yılın depremi sayılan felaketlere maruz kaldık. Devede kulak dediğimiz oranda bir yol aldığımızı ve kendi yolumuzu kendimizin tıkadığını ancak o zaman fark edebildik. Nice maden kazasını ihmaller sonucu yaşadık.
Biz böyle bir millet miydik? Elbette hayır. Tarihimize dönüp baktığımızda en tedbir sahibi millet bizdik...
Ordularımızın lojistik tedbirleri öyle alınırdı ki açlık susuzluk vs. gibi orduda görülebilecek bütün sıkıntılar neredeyse yok denecek seviyeye düşerdi.
Kaptan-ı derya, padişaha, “Sultanım derya tutuşsa tedbiri alınmıştır” diye ifade verirdi.
Zira başarının birinci şartı tedbir olarak görülürdü.
“Saldım çayıra Mevlâm kayıra” misali bu zihniyete neden ve nasıl geldik diye düşünsek önümüze en mühim iki gerekçe çıkacaktır.
Biri tarihimize ve kültürümüze yabancılaşmak; ikincisi ise dinimizden kopmak. Hatta dinimizi gericilik ve yobazlık diye yaftalamaktır.
II. Abdülhamid Han ve tedbir
Osmanlı Devleti'nde ülkemize ilk elektrikli arabayı İngiltere’den Sultan II. Abdülhamid Han getirtmişti. 1888 yılında Londra Elçiliği'ne emir veren padişah, ilk elektrikli arabayı sipariş etti. Deniz yoluyla İstanbul'a getirilen ilk aracın deneme sürüşünü de dönemin Maliye Bakanı yaptı. Sultan Abdülhamid Han da bu arabayı bir müddet kullandı.
Böylece İstanbul trafiğine araçlar girmeye başladı. İstanbul’a benzinle çalışan otomobili ilk kazandıran ise, Galata rıhtımının açıldığı 1895 yılında Basra eşrafından Züheyrzâde Ahmed Paşa olacaktı.
Sultan II. Abdülhamid Han yurt dışından araç getirilmesine karşı değildi. Ancak bunu ciddi oranda zorlaştıracaktı. Bazıları bunu Yıldız Hamidiye Camii’nde kendisine yapılan suikasta bağlamaktadır. Oysa bu husus tamamen tedbirle alakalı idi. Çünkü İstanbul sokakları ve yolları henüz bu tip araçların kullanımına uygun değildi. Klasik at arabalarına alışmış, daha önce böyle bir taşıtla tanışmamış olan halk, önlerine hızla çıkan bu otomobilleri görünce büyük bir şaşkınlık ve korku yaşıyor, bu da sıklıkla kazaların yaşanmasına yol açıyordu. Bu itibarla padişah bu araçların ancak şehir ve kasaba dışında kullanılabileceğini belirtmişti. Padişah, “Bizim insanımız acelecidir, sürati sever. Arabaları ithal etmeden önce yolları hazırlamalıyız, aksi hâlde çok kaza olur” demişti.
Öte yandan yedek parçalar olmadığından bozulan arabalar olduğu gibi kalıyordu. Padişah araba ithalini tam olarak serbest bıraksa İstanbul çok geçmeden araba çöplüğüne dönecek millî servet heba olacaktı. Padişah bunun için yolların düzeni ve gelişmesi meselesine özel önem verecekti.
Teknoloji alanındaki her türlü gelişmeyi destekleyen Sultan II. Abdülhamid Han, elektrikli arabaları geliştiren şirketleri mükâfatlandırmayı da ihmal etmeyecektir. Padişah, Aralık 1900’de Almanya Aachen’deki bir otomobil fabrikasında çalışan mühendislerden Mösyö Herman Blum’e 5. rütbeden Mecidi Nişanı ile 1 yıl sonra Aix-la-Chapelle Otomobil Fabrikası Müdürü Mösyö Ashof’a 4. rütbeden Osmanlı Nişanı verilmesini emretti. Bu girişimleri padişahın uzak olmayan bir tarihte İstanbul’da bir otomobil fabrikasını düşündüğünü gösteriyordu...
Dinimiz açısından da her Müslüman bilir ki, tedbir almak Allahü tealanın emridir. Nisa suresi 71. âyetinde mealen; “Ey iman edenler, tedbirinizi alın” buyurulmaktadır. Şanlı Peygamber efendimiz de; “Akıllı, tedbir alır” buyurdu. Tedbir almamak kibirdendir. Tedbiri almalı, ama istenmeyen bir durum meydana çıkarsa, Allahü tealaya tevekkül etmelidir.
TEFEKKÜR
Etme tedbîrinde noksân gerçi takdîrindir iş
Hüsn-i tedbîr eyle emrinde Hudâ takdîr eder
Lâ Edrî
(Etme tedbirinde kusur, gerçi takdirindir iş,
Sen işini iyi düşünerek yap, Allah takdir eder.)
.
Diyanet TV’yi kim denetleyecek!
23 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :23 Şubat 2024 01:00
Şubatın ilk günlerinde Diyanet TV’de, DİYK üyesi bir ilahiyat profesörü sohbet ediyordu. Kendisini dinlerken dehşet içerisinde kaldım. İslam akaidine uygun düşmeyen sözleri, gayet rahat bir şekilde naklediyor ve savunuyordu. Şöyle konuşuyordu:
“Bazı âlimler Cehennem azabının sürekli olmadığı görüşündedirler. Bazılarına göre, Cehennem’e giren insan, biraz yandıktan sonra, uyuşacak baygın hâle gelecek ve artık azap hissetmeyecek. Yani, Cehennem azabı sürekli değildir. Cehennem azabının ebedî olması ilahi adalete aykırı. Zira ben dünyada 90 yıl yaşasam, bu ömrün her anını bile günahla isyanla geçirsem, 90 yıllık günah karşılığında ebedî Cehennem azabı çekmem, ilahi adalete sığmaz. Bu, insanın aklına ve adalet anlayışına aykırıdır. Beni yaratan Allah’ın adaleti benim adaletimden daha üstün olduğuna göre, Allah’ın adaleti de Cehennem’de ebedî azabı kabul etmez. Zira, sınırlı dünya hayatındaki kötü ahval dolayısıyla ebedî azap, Allah’ın adaletine terstir. Orada bir saat kalmak bile dehşet vericidir. Ben bu konuyu araştırdım; insan böyle düşünmekte de haklı! Nitekim, İbn Abbas dâhil sahabeden 8 kişiye göre de cehennem azabı sürekli değildir. Allahu a’lem...”
Evet bu sözleri söyleyen bir ilahiyat profesörü ve Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi. Aynı zamanda bu konuşmayı Diyanet TV’de yüz binlere karşı yapıyor. Sonra YouTube gibi sosyal mecralarda da milyonlara eriştiriliyor...
Aslında bu adamlara cevap vermesi gereken kurum Diyanet’tir. Fakat Diyanet bu işin mihverindeyse ne olacak? Gerçekten vahim bir durum.
Ben bu profesöre yine Diyanet kanalıyla cevap vereceğim.
Bakınız Diyanet İşleri Başkanlığı Kur'ân-ı kerim mealinde ( http://kuran.diyanet.gov.tr) takip edeceğiniz üzere pek çok âyet-i kerimede “kâfirlerin ebedî cehennemde kalacağı” haber verilmektedir.
Bakara suresi 39. âyetinde: “İnkâr eden ve âyetlerimizi yalan sayanlara gelince onlar cehennemliklerdir ve orada devamlı kalıcıdırlar.”
Maide suresi 37. âyet-i kerimesinde: “Onlar ateşten çıkmak isterler, fakat oradan çıkamayacaklardır. Onlar için sürekli bir azap vardır.”
A’raf suresi 36 âyetinde: “Âyetlerimizi asılsız sayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenlere gelince, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”
Casiye suresi 35. âyetinde: “Bu azap, âyetlerimizi alay konusu yapmış olmanız ve dünya hayatının sizi aldatmış olması yüzündendir. O gün artık oradan çıkarılmazlar, mazeretleri de kabul edilmez.”
Görüldüğü üzere bu âyetlerde ve daha birçok âyet-i kerimede kâfirlerin ebedî olarak Cehennem’de kalacakları çok açık bir şekilde belirtilmektedir.
Yine pek çok hadis-i şerifte de “kâfirlerin ebedî olarak cehennemde kalacakları” haber verilmiştir. Bunun zıddına bir söz, Allah muhafaza kişiyi imanından eder. Bu hüküm, İslam akaidine de aynen geçmiştir.
Diyanet mealinden habersiz DİYK üyesi!
Öte yandan, DİYK üyesinin “Cehennem’de biraz yandıktan sonra insanın vücudu uyuşacak ve artık azabı duymayacak, dolayısıyla azap son bulacak” gibi bir gerekçe ileri sürmesi, tam bir cehalettir!.. Böylesi bir sakat düşünce Allah’ın iradesi ve her şeye kadir olduğu inancını da yıkar. İnsanı yoktan var eden ve öldükten sonra diriltecek olan Allahü teâlâ, yanan derileri mi yenisiyle değiştiremeyecek, hâşâ! Kur’ân’dan azıcık haberi olan bir kimse bunu nasıl söyler?
Nitekim Allahü teâlâ, Nisa suresi 56. âyet-i kerimesinde; “Şüphesiz ki âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız. Onların derileri pişip acı duymaz hâle geldikçe derilerini başka deriler ile değiştiririz ki acıyı duysunlar. Allah daima üstündür ve hikmet sahibidir” buyurmakla, mutlak iradesini ve gücünü ilan ederek, bu sakat gerekçenin hükümsüz olduğunu açıkça belirtmiştir.
Diyanet tefsirinde bu âyet-i kerimeye şöyle bir açıklama da getirilmiştir: “İnsan bedeniyle ilgili bilgiler arttıkça acıyı beyne ulaştıran sinirlerin iç organlarda değil, zarlarda ve deride olduğu anlaşılmıştır. Uzun zaman veya ebediyen yanacak olan bir bedenin derisi yok olsaydı sahibi yanma acısını duyamaz hâle gelirdi. Böyle bir kurtuluşun bile mümkün olmayacağı (Onların derileri pişip acı duymaz hâle geldikçe derilerini başka deriler ile değiştiririz) buyurulmak suretiyle ifade edilmiştir.”
Demek ki Allahü teala, azabını sürekli tattırmaya kadirdir, o her şeye güç yetirir ve dilediği şekilde hükmeder!
DİYK üyesi profesör bu âyet-i kerimeleri hiç mi okumadı? Peki diğer üyeler ve yetkililer de uyuyorlar mı? İslâm itikadını temelden sarsan bu ifadeleri duymuyorlar mı, yoksa aldırış mı etmiyorlar?
Zira bu inanış, insanın dünyaya gönderiliş gayesini de Allah’ın inananla inanmayan kişi arasındaki adaletini de kökünden yok eder. Hak edene hak ettiğini vermek Allah’ın adaletinin gereğidir.
DİYK üyesini dinleyenler bu durumda; “madem Cehennem azabı sürekli değil ve günahkâr müminler bile cehennemde günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceklerse, o hâlde ben neden dünyada hem zevklerimden mahrum kalayım hem de zahmetlere katlanayım” diye fasit mantık yürüterek dünyada iman ve teslimiyetin lüzumsuzluğuna inanabilirler. Dolayısıyla -hâşâ- imanın ve imtihanın gereği de ortadan kalkar.
Saçma kıyaslar ve haddi aşmak!
Sapkın görüş sahipleri ve oryantalizm, İslam itikadı hakkındaki kendi safsatalarına güvenilir âlimlerden daima destekçi ararlar ve onlara yalan isnat etmek suretiyle batıl tezlerini güçlendirmek isterler. Bu surette ilimsiz saf beyinleri de kandırarak itikatlarını bozmak isterler.
DİYK üyesi zat da, bu pek çok bozuk itikat sahibinin yaptığı gibi öncelikle bu fasit görüşüne herkesin kafasını karıştıracak şekilde "Eshabdan bazıları ve bazı âlimler bu görüşte!" diyerek bulandırmaya çalışıyor.
Sahabeden bazılarının o görüşte olduğu iddiası tam bir saçmalık ve güzide sahabeye iftiradır. “Cehennem azabı ebedî değil diyen âlimler var”, diyerek bahsettiği kimseler ise Ehl-i sünnet âlimi değildir. Bunlar bazı bidat fırkalarının temsilcileridir. Nitekim Cehm b. Safvân, Hişâm b. el-Hakem ve İbn-i Teymiyye bunlardandır. Esasen böyle sakat görüşlerin, görüş olarak bile halka arz edilmesi son derece yanlıştır.
Genelde müsteşriklerden nakledilen böyle İslam itikadına ters görüşlerin, direkt değil de bir görüş olarak sunulması, muhatabın bu görüşlere ısındırılması yönünde ayrı bir tuzaktır.
Öte yandan insanın Allah’la pazarlık yapma hakkı olmadığı gibi, onun adalet ve merhametini de kendi sınırlı aklıyla değerlendiremez. İnsanın aklı ve ilmiyle Allah’ın ilmi, kudreti, hikmeti aynı düzeyde midir ki, zavallı insan Allah’la boy ölçüşsün ve onu -hâşâ- sigaya çeksin!
İşbu durumda -hâşâ- “Allah böyle yaparsa adaletsiz davranmış olur”; ya da “Ebedî azap etmek onun merhametine sığmaz” gibi söylemler de iman sınırında haddi aşan laflardır!..
Allahü teâla Kur’ân-ı kerimde bize hem âdil-i mutlak olduğunu bildirirken hem de alîm ve hakîm sıfatıyla hükümlerini yerli yerinde koyduğunu ilan ederken, haber verdiğinin aksine -hâşâ- “Allah’ın adaleti ve merhameti gereği cehennem azabı ebedi olamaz” demek ne demektir?!.. Allah’ın nerede adaletli ve -hâşâ- nerede adaletsiz olduğunu aciz kullar mı belirleyecek acaba?
Dolayısıyla; aciz, muhtaç ve mahkûm insan, “Ben 90 yıl günah işlediğim hâlde sen beni niye ebedî cehennem azabında yakıyorsun?” diyemez. Yoksa, “Kim dedi de sana günah işledin?” derler adama!
İşi akla vursanız bile, “kâfirlerin ebediyen Cehennem’de kalmalarının, dünya ömrü açısından Allah’ın adaletiyle bağdaşmayacağı” iddiasının batıl olduğunu anlayabilirsiniz. Nitekim böyle bir iddia, bir “câni”nin, “ben bir saniyede tetiğe basarak bir adam öldürdüm, siz bana neden 50 yıl ya da müebbet hapis cezası veriyorsunuz?” demesine benzer. Bu kıyasın saçmalığı ortadadır.
Üstelik dini ya da dinî ahkamı inkâr edene “ebedî azap” olduğu hususu, önceden gönderilen peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla Allahü teâlâ tarafından kullara bildirilmiştir. Amel ise imandan bir parça değildir. Ebedî azap imansız olarak ölen kimseleredir. Günahkârlar ise günahları kadar yandıktan sonra zaten Cennet’e gireceklerdir. Şefaat ve tövbenin kurtuluş kapısı olduğunu da unutmamalıdır. Kitapların yazmadığı peygamberlerin bildirmediği bir azaptan bahsedilmiyor ki adaletsiz bir durum olsun! Dahası; kullar da “Elest Bezmi”nde, kulluğa söz vermekle ve dünyada iman etmekle, bunu kabul etmişlerdir.
Allahü teala bizleri iman ve İslam ile yaşatıp, hüsnü hâtime ile kendine kavuştursun; hesapsız ve azapsız, cennetine girmeyi nasip eylesin. Âmin!
TEFEKKÜR
Dünyayı muhkem tutarlar
Dini yabana satarlar
Cenneti yoğa satarlar
Nic’olur bizim hâlimiz
.
Geçmeyen tehlike!
1 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :1 Mart 2024 01:06
Son dönemde FETÖ ile mücadelenin geldiği nokta konusunda son derece çarpıcı açıklamalar vuku buluyor.
Bilhassa Danıştay’da FETÖ'cü hâkim ve savcılar ve ilgili alınan kararlar gündeme bomba gibi düştü. Danıştay 5. Dairesinin, FETÖ’yle irtibat ve iltisakları gerekçesiyle meslekten ihraç edilen 400’den fazla hâkim ve savcı hakkında göreve iade kararı verdiği, Hâkimler ve Savcılar Kurulunun (HSK) itirazının Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunda henüz gündeme alınmadığı hususu büyük endişe meydana getirdi.
Bu arada FETÖ elebaşının örgüt mensuplarıyla yaptığı bir söyleşisi, dikkatlerin tamamen bu noktaya kaymasına yol açtı. FETÖBAŞI, elemanlarının uzun zamandır büyük kırılma yaşadığını ümitlerinin söndüğünü belirttikten sonra yeni bir diriliş olacağına dikkat çekiyordu. Mehmet Akif Ersoy’un Peygamber efendimizin doğumu için yazdığı;
14 asır önce yine böyle bir geceydi,
Kumdan ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi
Sözlerine atıfta bulunarak sanki sislerin dağılacağı intibaını veriyordu. “Oğullarınızı, kızlarınızı, hanımlarınızı haçlılara teslim edin” diyen zihniyetin, şanlı Peygamber efendimizin doğumuna atıfta bulunarak taraftarlarına seslenmesi kadar büyük bir garabet olamaz. Tabii ki anlayana!
Bu gelişmeler üzerine yaptığı çarpıcı açıklamaları ile tanınan, Mavi Vatan Denizcilik ve Global Stratejiler Merkezi Başkanı Müstafi Tümamiral ve Topkapı Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cihat Yaycı, çok ciddi bir uyarıda bulundu. Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’da yaşanılan FETÖ kalkışmasının daha geniş perspektifli ve daha etkin bir tekrarına hazırlıklı olması gerektiğini söyledi.
FETÖ ile mücadele konusunda çok ciddi eksikliklerin bulunduğunu savunan Cihat Yaycı şöyle konuştu:
“Sayın Cumhurbaşkanımızın iradesinin, bürokraside ve kurumlarda karşılık bulmadığı kanaatindeyim. FETÖ ile mücadeleyi; Emniyet Genel Müdürlüğü, Millî İstihbarat Teşkilatımız, Jandarmamız ve kahraman birkaç savcımız yapıyor. Ama bu mücadele, sadece bu birimlerimize bırakılacak bir mücadele değildir. Bu mücadeleyi her kurum yapmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi içerisinde yapmalıdır. Yüksek Öğretim Kurulu, kendi içerisinde yapmalıdır. Sağlık Bakanlığı, kendi içerisinde yapmalıdır. Millî Eğitim Bakanlığı, kendi içerisinde yapmalıdır. Çünkü bu örgütün; devlete ve kurumlara nasıl sızdığı itirafçı ifadelerinde ve daha önce FETÖ ile iltisaklı olduğu tespit edilmiş kişilerin sosyal, mesleki ve eğitim hayatlarındaki kesişme ve anormallikler son derece sabittir...”
Bütün bu gelişmeler, endişeler ve uyarılar sonunda Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, 24 Şubat günü katıldığı bir TV programında savcı ve hâkimlerle ilgili kararlara da değinerek;
“Vatandaşlarımızda bir tereddüt doğdu. Acaba FETÖ ile mücadelede bir zaaf mı var, endişesi oluştu” dedikten sonra aynı kararlılıkla mücadelenin devam ettiğini ve edeceğini belirtti.
Ayasofya’da hutbe!
Aslında yetkililerimize bir türlü izah edemediğimiz husus FETÖ’nün dinî ve fikrî yapısıdır!.. FETÖ, gençlerimizi ve milletimizi dinî değerleri kullanarak avlamıştır ve belki hâlâ avlamaya da devam etmektedir. Dolayısıyla onun dinî yapısını, düşüncelerini ve fikirlerini anlamadan gerçek bir mücadele veremezsiniz. Yaptıklarınız sadece polisiye tedbirler olarak kalacaktır. Belki devlete karşı kinlendirmekten başka bir işe de yaramayacaktır.
Dolayısıyla bu noktada iş en başta Diyanet’e ve Millî Eğitim Bakanlığı’na düşmektedir.
Geçen hafta eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Ayasofya’da hutbe okudu. Filistin üzerinden yeniden prim kapmaya başladı.
Soruyorum acaba kendisi FETÖ konusunda hiç hutbe okudu mu? Buyurun kendisine önümüzdeki hafta FETÖ konusunda Ayasofya Camii’nde bir hutbe vermesini teklif ediyorum. Diyanet TV de o hutbeyi canlı olarak versin bakalım ve millet dinlesin. Bunlar yeniden prim yapmak ve bir yerlere şirin gözükmek için tekrar meydana çıkmasınlar. Ucuz kahramanlıkların peşinde olmasınlar.
15 Temmuz’da şehit verdiğimiz 250 vatandaşımız ve binlerce yaralımız böyle kolay mı unutulacak!
Mehmet Görmez’in DİB'de başkanlık ve başkan yardımcılığı görevleri yaklaşık 16 yıl sürdü (2003-2017). Bu uzun müddet zarfında bir kez olsun kitleleri FETÖ konusunda uyardı mı?
En sonunda sayın Cumhurbaşkanı Diyanet’i sert bir dille ikaz ettiğinde FETÖ’nün dinsizliğini gözler önüne seren bir raporu piyasaya sunup çekilip gitmişti.
İbretle düşününüz ve değerlendiriniz. Evet o raporda 1976’lardan alarak 2016’ya kadar FETÖ’nün eserlerinden ve konuşmalarından alıntılar yaptıktan sonra İslam dairesinin dışına çıktığını net bir şekilde belirlediler. Şimdi düşünelim. “Koskoca Diyanet camiası olarak bu örgütün dinsizliğini 40 sene sonra mı gördünüz, siz o tarihlerde nelerle uğraşıyordunuz” demezler mi adama?
İşin en fecaat kısmı ise bu raporu hazırlayanların adı hâlâ açıklanmadı! Neden gizliyorlar, niçin açıklamıyorlar bilmek hakkımız değil mi?
DİYK üyelerine sesleniyorum!
Ey Diyanet yetkilileri: O raporun adı altında kimlerin imzası var. Açıklayın lütfen!..
Peki bu tarihin en korkunç örgütünün dinsizlik fikirleri halka anlatılabildi mi? Bırakın anlatmayı Diyanet yetkilileri biliyor mu? Açıkçası bu konuda DİYK üyelerine bir brifing vermek isterim.
Abant toplantılarında hangi kararlar alınıyordu?
Dinlerarası Diyalog ile neleri hedefliyorlardı?
İmanın şartları kaça düşürülmüştü? İman esaslarının içine şüphe ifadeleri nasıl konulmuştu?
Yurt dışındaki okulların açılmasında çilingir görevini kimler yürütüyordu?
28 Şubat sürecinde FETÖ elebaşının siyasetteki rolü ne olmuştu?
Meleklere bakışı nasıldı? Kur’ân-ı kerimi neden yerlere fırlatıyordu?
12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinde FETÖ niçin ve nasıl korunup kollanmıştı?
Kutlu Doğum ve İstanbul Sözleşmesi gibi başka hangi meş’um projelere etki etmişlerdi.
FETÖ elebaşı hangi âlimlerden etkilenmişti ve 1970’li yıllarda Selefîliğin neresinde idi?
80’lerden sonra ise kimlerin kitaplarını gençlere ezberlercesine okutmuşlardı?
Peygamber efendimize bakışı nasıldı?
Papa'ya yazdığı mektup neleri haber veriyordu?
ABD’ye gitmesinin asıl maksadı ne idi ve Türkiye Devleti onu neden alamadı?
15 Temmuz başarılı olsa Türkiye’yi nasıl bir sonuç bekliyordu?..
İşte bütün bunlar bilinmeden gençlerin onu anlamaları açıkçası imkânsızdır.
DİYK üyeleri, “biz bunları çok iyi biliyoruz” diyebilirler. O zaman soruyorum: “Neden susuyorlar?.. Niçin Cihat Yaycı Paşa kadar dertlenmiyorlar. Onlara göre FETÖ tehlikesi tamamıyla bitti mi yoksa FETÖ bir tehlike değil mi? Neden her hafta birisi çıkarak FETÖ’nün bozuk bir itikadını Ayasofya Camii Şerifi’nde hutbe vererek anlatmaz ve Diyanet TV de canlı olarak vermez?"
Dolayısıyla işin en acı tarafı FETÖ ile mücadeleyi yürüttüklerini söyleyenlerin, bunları ne kadar bildikleri şüphelidir. Bilmeyenler ise ne tedbir alabilir ve ne de tedbirleri yürütebilir!
Şayet niyetleri halis ise bunlar hakkıyla değerlendirilmelidir. Bütün bunlar bir bakanlığın bir kurumun veya bir kuruluşun görevi olamaz. YÖK kendini bu işin dışında tutabilir mi? Millî Eğitim ve Gençlik-Spor Bakanlıkları bu görevi geçiştirebilir mi? Kültür ve Aile Bakanlıkları "bizim işimiz olmaz" mı diyecektir? Ülke tehlikede ise bütün kurumların teyakkuzda olması lazım değil midir?
Aslında bütün bakanlar bir araya gelip bu konuyu değerlendirmeli ve ortak faaliyet alanı olarak belirlemelidir. Bir de Cumhurbaşkanlığı bünyesinde mücadeleyi takip komisyonu kurulmalıdır.
Yoksa “milletimiz rahat olsun” nevinden ifadeler hiç kimseyi rahatlatmayacaktır!
TEFEKKÜR
Etme tedbîrinde noksân gerçi takdîrindir iş
Hüsn-i tedbîr eyle emrinde Hudâ takdîr eder
Lâ Edrî
(Gerçi takdirindir iş amma, tedbirinde kusur etme,
Sen işini düşünerek yap, Allah takdir eder.)
.
Seyit Kutup ve zekât
8 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :8 Mart 2024 00:34
Seyit Kutup hakkında daha önce köşemde bazı görüşlerine yer vermiştim. Bilhassa Hazreti Osman efendimiz ile ilgili akıl almaz iftiralarına değinmiştim. Bazı okurlarım onun başka hataları olup olmadığını ve nerelerde Ehl-i sünnet akaidinden ayrıldığı noktasını ısrarla sormaya devam ettiler. Zira günümüzde belki de özel olarak Seyit Kutup tekrar parlatılmaya ve bilhassa eserleri, Ehl-i sünnet eğitim verdiğini beyan eden medreselere sistemli bir şekilde sokulmaya çalışılmaktadır. Bu itibarla onun hakkında bir iki yazı daha kaleme almaya karar verdim...
Seyit Kutup’un en fazla tenkit edilen noktalarından biri de zekât hakkındaki görüşleridir.
Onun bu konuda evvelce içerisinde bulunduğu sosyalizmin büyük tesiri vardır. Zira kendisinin zekât konusundaki görüş ve fikirlerini okuyanlar; “Bunların İslamiyet ile bir alakası yok, bunlar sosyalizmin temel akideleridir” demekten kendini alamaz.
Nitekim Seyit Kutup, “Cihan Sulhü ve İslam” kitabında şöyle demektedir:
“Şurası bir gerçektir ki, zekât adını taşıyan bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Ve yine cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre değişebilen belirli bir usul dâhilinde sarf edilmesiyle vazifeli olan da devlettir.” (s.152)
Görülüyor ki Seyit Kutup zekâtı, günümüzdeki devletlerin topladığı vergiler gibi görüyor. Hâlbuki zekât, fakirin hakkıdır. Zekâtın verileceği kimseler de Kur’ân-ı Kerîm’de açık olarak belirtilmiştir.
Bunlar; fakirler, miskinler, zekât toplamakla görevlendirilen memurlar, müellefe-i kulûb adı verilen kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler, esaretten kurtulacaklar, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış olanlardır. (Tevbe suresi, 60) Bu sınıflardan bazıları bugün bulunmamaktadır. Dolayısıyla günümüzde Müslümanlar öncelikle yakın akrabaları olmak üzere fakir Müslümanlara zekâtlarını dağıtmaktadır.
Öte yandan Seyit Kutup’un, devletin zekât mallarını “Cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre sarf eder” demesi zekât müessesesine tamamıyla zıttır.
Zira zekât, toplumun ihtiyaçlarına sarf edilmez. Sarf edilmesi dört mezhebe de aykırıdır, mezhepsizliktir. Meşru hükûmet, aldığı zekât parasıyla, yol köprü yaptıramadığı gibi hiçbir hayır kurumuna da veremez. Zekât, yalnız Kur’ân-ı kerimde belirtilen ve bugün onlardan mevcut olanların hakkıdır. Kur’ân-ı kerimde, bildirilen bu hakkı, herhangi bir mezhepsizin değiştirmeye yetkisi yoktur.
Seyit Kutup yine “Cihan Sulhu ve İslam” kitabında, aynı hezeyanı savunmakta ve şöyle demektedir:
“Zekât bir elden çıkıp diğer ele geçen ferdî bir ihsan ve sadaka değildir. Eğer bugün bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleriyle ayırıp yine kendi elleriyle dağıtıyorsa, bu İslam’ın kıldığı bir şekil ve nizam değildir.” (s.153)
Aynı şekilde “İslami Etüdler” kitabında da “Zekât, elden ele verilen ferdî bir bağış değildir” diyerek ifade ediyor. (s.75)
Mal biriktirmek suç mudur?
Demek ki bir zengin, zekâtını hadis-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, Seyit Kutup’a göre bu dine uygun değildir! Bu durumda soruyorum, dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?
Hâlbuki Müslümanlar zekâtını elden fakirlere veriyorsa, devlet buna karışamaz. Zenginin zekâtını, fakirin eline vermesi gerektiğini bütün Ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. Hadis-i şerifte, (Fakir akrabası varken, başkalarına verilen zekâtı, Allahü teala kabul etmez) buyuruldu. Yani zekât borcundan kurtulursa da, zekâttan hâsıl olan büyük sevaba kavuşamaz. Zekâtı akrabaya vermek daha faziletlidir. Bunlardan sonra da fakir komşulara veya iyi bildiği araştırdığı fakirlere vermekte fazilet vardır.
Öte yandan Seyit Kutup, zekâtı verilmiş olup olmadığına bakmadan sürekli olarak mal biriktirmeyi haram saymakta ve kötülemektedir. Nitekim “Cihan Sulhu ve İslam” kitabında; Tevbe suresi 34. âyetinde mealen; “Altın gümüş biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele!” âyetini göstererek, “Zekâtı verilmiş de olsa, malı saklamak suçtur” diyor. (s.149)
Hâlbuki zekâtı verilmiş olan malı saklamak suç değildir. Nitekim bu âyetin tefsirinde “Hazreti Peygamber’e ve sahâbîlere atfen zikredilen birçok rivayet de, başta zekât ödemeleri olmak üzere gereken vecîbeleri ihmal etmeksizin ve üzerinde kul hakkı bulundurmaksızın servete sahip olmanın, buradaki azaba müstahak olma ifadesinin kapsamında olmadığı belirtilmektedir." (Bkz. Kur’ân Yolu Tefsiri, c.2, s.762-763)
Aslında birikim manasında kullanılan “kenz” kelimesinin bir fıkıh terimi olarak karşılığı; “Zekâta konu olup zekâtı verilmeyen her türlü mal” demektir. Dolayısıyla kötülenen ve azaba müstahak olanlar, mal biriktirip şartları tahakkuk ettiği hâlde zekâttan fakirin hakkını vermeyenler üzerinedir.
Sevgili peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde, (Zekâtı verilmiş mal, kenz yani biriktirilmiş, istif edilmiş mal değildir) buyurdu. (Ebu Davud, Taberani, Hâkim, Hatib, Münavi) Dolayısıyla bir zengin, malının zekâtını vermişse, o malını ileride birtakım ihtiyaçları için saklayabilir.
Bu hususu destekler mahiyette daha başka birçok hadis-i şerifin rivayet olduğunu da görmekteyiz. Misal olarak Hazreti Peygamberin (Malının zekâtını ödersen sorumluluğunu yerine getirmiş olursun.) [Tirmizi, “Zekât”, 2], “Malının zekâtını ödersen, malın şerrini kendi üstünden kaldırmış olursun.) [Hâkim, el-Müstedrek, “Zekât”, I, 547] sözleri sadece zekât yükümlülüğünün olduğuna delil olarak gösterilmiştir.
Ayrıca Ümmü Seleme’nin “Altından bazı takılar takıyordum; Resulullah’a: Bu, kenz sayılır mı? diye sordum. Resulullah (Zekât miktarına ulaşıp zekâtı verilirse kenz sayılmaz) cevabını verdi” (Ebu Davud, “Zekât”, 3) rivayeti de bu hususun önemli delilleri arasındadır.
Hataların kaynağı!
Seyit Kutup’u zekât konusunda hatalara sürükleyen nokta muhtemelen onun sosyalizmin tesirinden tamamen kurtulamamış olmasıdır! Zira Seyit Kutup İslam’a dönüş yaparken Ehl-i sünnet âlimlerini değil bid’at sahiplerini kendisine mehaz kabul etmiştir. Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şerifleri hep kendi aklı ile çözmeye ve değerlendirmeye yeltenmiştir. İşte bu hâl onu çoğu yerde yanlış anlamalara yöneltmiştir.
Nitekim Seyit Kutup zekâtı değerlendirirken ve devletçiliğe değinirken şahsi mülkü neredeyse tanımamaktadır. O, mal ve mülkü cemiyetin uhdesinde görmektedir. Ona göre mal ve mülk toplumun olunca devlet de onu istediği gibi ve istediği şekilde alacak ve kullanabilecektir.
Nitekim “İslami Etüdler” kitabında geçen şu ifadelerine bakınız:
“Mal, cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de bu mala ihtiyacı olduğunda yahut yararlanmak istediklerinde, içtimai tesanütü tahakkuk ettirmek bakımından fert onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.” (s.74)
Böylece Seyit Kutup birinci olarak “Mal cemiyetin mülkiyetindedir”, demekle sosyalistler gibi özel serveti kabul etmiyor.
İkinci olarak; “İçtimai tesanütü (sosyal dayanışmayı) tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükelleftir” diyor. Oysa dinimizde bir kimseyi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasp olur!..
Yine “İslami Etüdler” kitabında; “Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi (eşit) hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibarıyla Allah tarafından yetki verilmiş olan cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma esasları dâhilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir” (s. 86) diyerek çağırdığı nizamın sosyalizminden başka bir şey olmadığını göstermiş olmaktadır.
“Cihan Sulhu ve İslam” kitabında da aynı görüşlerine çeşitli vesilelerle değinmektedir. Çok açık bir şekilde; “Devlet, özel mülkiyetten ihtiyacı kadar, iade etmemek üzere, alır ve toplumun umumi ihtiyaçlarına sarf eder” (s.149,150) demektedir. Alacağı ihtiyacın derecesi nedir, onun sınırı falan yoktur.
Hâlbuki İslam’da özel mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşru Cenab-ı Hakk'ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevap kazanmak isteyen, dilediği yerlere dilediği kadar hayır yapmakta serbesttir.
Dinin emirlerinin kanun şeklini aldığı Mecelle’de, Dürr-ül-Muhtar’da ve çeşitli hadis-i şeriflerde, bir kimsenin özel malının onun rızası olmadan alınamayacağı da çok açık olarak yazılıdır.
Sosyalizm kıskacından ve etkisinden kurtulamayan Seyit Kutup’un bozuk diğer bazı fikirlerini de inşallah haftaya anlatmaya devam edeceğiz…
TEFEKKÜR
İstersen eğer mazhar-ı lûtf-i Hak olmak
Sözüm dinle hazer eyle ehl-i bid’atdan
Lâ Edri
(Eğer Hakk’ın lütuflarına ulaşmak istersen.
Sözümü dinle, bozuk itikatlılardan uzak dur.)
.
Seyit Kutub’un hezeyanları!
26 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :26 Nisan 2024 00:17
Seyit Kutub’un Hazreti Osman efendimiz hakkındaki akıl almaz iftiraları ile zekât konusundaki İslam’a zıt, sosyalizm benzeri sözlerini iki yazımda kaleme almıştım. Pek çok okuyucum Seyit Kutub’u böyle bilmediklerini ifade ederek başka hatalarının olup olmadığı konusunda sorular sordular. Bu itibarla kendisi hakkında bir yazı daha almaya karar verdim...
Öncelikle şunu belirteyim ki, Seyit Kutup da diğer bir kısım mezhepsiz ve bid’at ehli kişiler gibi, dinimizi vahy-i ilahi olarak kabul etmiyor. Kesin hükümler topluluğu olarak inanmıyor. Fakat onlar bunu açık bir şekilde yapmıyorlar. Sinsi ifadelerle beyinlere zerk ediyorlar.
Bu tip insanlar İslamiyet hakkında fikir beyan ederken dinimizi bir nazariye yani teori olarak kabul ediyorlar. Nazariye, henüz kesin olmayan, düşünce alanında kalan bilgi demektir.
Dolayısıyla "İslam nazariyesi", "İslam sosyalizmi", "İslam felsefesi" gibi terimler dinde şüphe gerektiren ifadelerdir. Seyit Kutup, İslam’ı nazariye olarak kabul ederken bâtıl sistemleri ise kuvvetli nazariye diye ifade ediyor. Nitekim İslam’ı nazariye, insan düşüncesi zanneden bazı cümleleri şöyledir:
“Bugün onları Peygamber’in zamanında yapmış olduğu şekilde, kısa ve mufassal bilgilerle İslam’a davet etmemiz kifayet etmez. O devirde bugünkü gibi İslam nazariyesi karşısında duran teferruatlı içtimai nazariyeler yoktu” (İ. Etütler s. 32).
Seyit Kutub’un bu ifadelerini değerlendirecek olursak:
Birincisi, İslam nazariyesi diyerek ilahi dinimizi bir görüş ve düşünce olarak gösteriyor. İkincisi bugünün bâtıl sistemlerini teferruatlı içtimai nazariye olarak görüyor.
Üçüncü olarak Peygamber efendimiz ile Eshab-ı kiramın davet şeklini bulunduğu zamana göre kifayetsiz yani yetersiz olarak ifade ediyor.
Seyit Kutup düşünmüyor ki İslam’a davet bir ibadettir. Her ibadette olduğu gibi bunda da en kâmil daveti şüphesiz Peygamber efendimiz yapmıştır. Onun davetini beğenmeyen insanlara ne demek düşer?
Diğer taraftan Seyit Kutup, hümanist bir düşünceyle bütün bâtıl ve bozulmuş dinlere de hürriyet verilmesini istiyor.
Üstelik bu düşüncesini İslam’a yükleyerek “İslam böyle emrediyor” demektedir: Şöyle ki:
“Marksizm, dünya çapında bir nizama davet ettiğini iddia eder. Fakat hangi nizam olursa olsun, inanç hürriyetini sağlamadıkça, din hürriyeti ikame edilemez.” (İslami Etütler s. 84)
Ömrü sosyalist fikirlerin içinde yoğrulduğu için, Seyit Kutub’un Marksizm’in dünya çapında bir nizama davet ettiğini söylemesine şaşılmaz. Fakat “Hangi nizam olursa olsun” ifadesinin içinde İslam nizamının da olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Nitekim sözlerinin devamında buna vurgu yaparak şöyle demektedir:
“Biz, bütün inançları aynı eşitlikte ve hürriyetle gölgesinde ilerleyebileceği bir nizama davet ederiz. Bu nizamda inanç hürriyetini korumak devletin ve Müslüman cemiyetin zaruri vazifesidir. Hem bu nizamda gayrimüslimler özel hâllerinde kendi dinlerine intisap edebilirler. Bütün vatandaşlar imtiyazsız olarak aynı haklara sahip, aynı kanunlara bağlı ve eşit mesuliyetlerle yüklüdür.” (İslami Etütler s. 85)
Şu ifadeleri Seyit Kutub’un İslam Devleti ve nizamından ne anladığını tartışılır hâle getirmektedir. Şayet ona göre düşünecek olursak İslam devletlerinin bütünüyle hep yanlış yaptıkları ortaya çıkar.
Hak mezheplere bakışı!
Allah katında tek hak din yalnız İslamiyet’tir. Bu bakımdan Seyit Kutub’un dediği gibi, bütün inançlar, aynı eşitliğe ve aynı hürriyete sahip değildir. Zira İslam nizamında bir Müslümanla bir gayrimüslim imtiyazsız olarak aynı haklara sahip olamaz. Eşit mesuliyetlerle yükümlü değildir. İslam nizamında Müslümanlar, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlüdür. Fakat İslam nizamında yaşayan gayrimüslimler, yani zimmiler ise, namaz kılmakla ve zekât vermekle yükümlü değildir. Onlar harac verirler. Kanunlar eşit olarak uygulanmaz. Mesela fasığın da kâfirin de şahitliği muteber değildir. Zimmiler imam olamadığı için, halife de olamaz. Hâkim de olamaz. Daha birçok görevler bunlara verilmez. Şimdi sormak lazım. Nerede imiş o eşit hükümler?
Seyit Kutup, “Cihan Sulhü ve İslam” kitabında şöyle demektedir:
“İslamiyet, diğer dinlere nefret manasını taşıyan dinî taassubu asla kabul etmez.” (s. 22)
Bu ifadesiyle, Hristiyan ve Yahudi gibi kâfirleri sevmemeyi, taassup olarak nitelemektedir. Hâlbuki Allah dostlarını dost, Allah düşmanlarını düşman bilmeyenin imanı geçersizdir. İki âyet-i kerime meali şöyledir:
“Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allahü teâlânın dostluğunu bırakmış olurlar.” (Âl-i İmran 28) [Allah’ın dostluğunu bırakan da kâfir olur.]
“Ey müminler, Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin!” (Maide 51)
Seyit Kutup aynı eserin başka bir yerinde ise şöyle demektedir:
“İslam, bütün insanlığı birbiriyle yardımlaşan bir tek birlik sayar. Hatta İslam’a göre bütün insanlar yekdiğerine yakın bağlarla bağlı olan bir ailedir. Allah’ın adaletinden eksiksiz faydalanma babında, ırk, renk ve din ayrımı yapmadan bütün beşeriyete mutlak adaleti vadeder.” (s. 32)
Görülüyor ki, İslam’a göre kâfirlerle Müslümanlar bir aileymiş(!) Bugüne kadar hangi İslam âlimi böyle söylemiştir?
İnsanların kardeş olduğunu masonlarla hümanist sosyalistler söylemektedir. Dinimiz, “Ancak Müslümanlar kardeştir” buyuruyor. Evet dinimizde ırk ve renk ayrımı yapılmaz, ama din ayrımı yapılır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi Müslümana, zimmiye ve kâfire dinî meselelerde muameleler farklıdır. Aslında onun bu ifadeleri de "dinler arası diyaloğun" bir başka versiyonudur.
Öte yandan Seyit Kutup İslam’daki hak mezhepleri ihtilaf olarak kabul etmektedir. Bu görüşünü; “İslâmiyet bir bütündür, ayrılan cüzleri birleşmeli, ihtilaflar ortadan kalkmalıdır” (İ.S. Adalet, s. 35) diyerek açıkça belirtmektedir.
Yanlış anlaşılmasın, Seyit Kutub’un ihtilaflardan maksadı sapık mezhepler değildir. Öyle olursa daha tehlikeli olur. Zira hakla bâtılın birleşmesine zaten imkân yoktur.
Diğer taraftan Seyit Kutub’un arzuladığı hak mezhepleri birleştirmek ise "telfîk" oluyor ki, bu da icma-i ümmetle bâtıldır. Hocası mason Abduh gibi hak mezhepleri, ayrılan cüzler kabul etmekte ve birleşmesini istemektedir. Şanlı peygamber efendimizin; “Ümmetimin müctehid âlimleri arasındaki ihtilaf rahmettir” hadis-i şerifini unutmuş görünmektedir!
Amel imandan mıdır?
Seyit Kutub’un İslamiyet ile ilgili bozuk fikirleri bu kadar değildir. İslam’da Sosyal Adalet kitabında “İslâm, iki cins arasında, erkekle kadın için tam bir eşitliği teminat altına almıştır” (s. 75) derken feminist bir zihniyete sahip olduğu anlaşılmaktadır.
Hâlbuki kadın erkekle hiçbir zaman eşit değildir. Mirasta, nikâhta, boşanmada, birbirleri üzerindeki sorumlulukta eşit olmadıkları bellidir. Seyit Kutup ise kafasındaki sosyalizmi İslam olarak anlatmaktadır.
Mezhepsizlerin temel özelliklerinden biri de İslamiyet’i anlatırken önemli gördükleri meseleleri naklederken dinin bazı hükümlerini hafife almak hatta onları yok saymaktır. Nitekim Seyit Kutup da İslami Etüdler kitabında; “Dualar mırıldanmak, tespih tanelerini şıkırdatmak, aman Allah’ım sen koru, sözlerine dayanmak, gökten hayır, doğruluk, hürriyet ve adalet yağacağına güvenmek İslamiyet değildir” (s. 35) demektedir.
Her maddeye cevap verecek olursak:
Birincisi Allahü teâlâ duayı emrediyor, bu ise dua ile alay ediyor. Hâlbuki Peygamber efendimiz, “Dua, müminin silahıdır” buyurdu.
İkincisi tespih çekmek dinin emridir. Tesbih şıkırdatmak tâbirini kullanmak, sünnet olan tespihle alay etmektir.
Üçüncüsü “Aman Allah’ım” demek Allahü teâlâya münacattır. Mümin kime münacat edecektir? Bu hâl, Cenab-ı Hakk’ın; “Bana yalvarınız, benden isteyiniz” âyet-i kerimelerine karşı çıkmak değil midir?
Dördüncüsü ise yapılan dua vasıtasıyla gökten hayır yağacağına güvenmek yani bir anlamda tevekkül etmek Müslümanlık değilmiş. Rabbimiz dilerse gökten rızık da yağdırır, Ebrehe’nin ordusuna olduğu gibi başlarına taş da yağdırır. Yağdıramaz sanmak küfürdür.
Seyit Kutub’un günahkâr Müslümana bakışı da sakat bir mantığa dayanmaktadır. O, İslami Etüdler kitabında, “şüphesiz, İslâm bir bütündür, parçalara ayrılmaz. Ya bir bütün olarak alınır, ya da bir bütün olarak bırakılır” (s. 89) demektedir.
Hâlbuki İslâm âlimleri bir şeyin tamamı mümkün değilse, mümkün olanı almak gerektiğini belirtmişlerdir. Oruç tutmayana, namaz kılamayana veya başı açık gezene sen her şeyi toptan bırak İslam’dan çık denilir mi? Seyit Kutub’un bu düşüncesi kendisinden övgüyle bahsettiği bid’at ehli isimlerden İbni Teymiye’ye benzer şekilde ameli imanın tasdiki olarak görmesidir. Zira her ikisi de imanı amel ile birlikte saymaktadır. Bu itibarla Seyit Kutup bir şeyi yapmadığında hepsini bırak hatta imanı da terk et gibi bir hezeyanın içerisine yuvarlanmaktadır.
Seyit Kutub’un bu ve bunlar gibi İslam devlet anlayışı, İslam toplumu ve cihad konularında da daha pek çok kafa karıştırıcı görüş ve düşünceleri vardır.
Zaten bir mezhebe uymayıp kafasına göre görüş serdeden birisinden de başka bir şey beklenemez...
TEFEKKÜR
Gözün aç gezme beyhûde bu işlerden haberdâr ol
Kulağın var ise dinle ne hâcet ben olam gammâz
.
On bir ayın sultanı
15 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :15 Mart 2024 01:04
Eriştik şükür ramazana
Ne mutlu erişen cana
Gelince bu mâh-ı şerif
Safa bağışlar insana
Ramazan ayı, Osmanlı Devleti’nin resmî kayıtlarında,“şehr-i ramazan-ı şerîf, “şehr-i ramazanü’l-mübarek”, “şehr-i ramazan-ı mağfiret nişân”, “şehr-i şerîf-i gufrân”, “şehr-i mübârek-i sıyâm” gibi dinî ve manevi önemine vurgu yapılan ifadelerle birlikte anılmıştır.
Şanlı Peygamber efendimiz, ramazan ayına büyük önem verirdi. Ramazan ayını aylar öncesinden hasretle beklerdi. Recep ayı girdiğinde; “Allah’ım! Recep ve şaban aylarını bizler için mübarek kıl ve bizi ramazana ulaştır” diye dua ederek özlemini dile getirirdi.
Yine Peygamberimiz, Müslümanların gönüllerini açmak, Müslümanları maddi ve manevi olarak bu mübarek aya hazırlamak için nasihatlerde bulunurdu.
Bu konuda Selman-ı Farisi hazretleri, Resulullah’ın şaban ayının son gününde bir hutbe okuyarak şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
“Ey ashabım! Çok büyük ve mübarek bir ay (Ramazan-ı şerif) size gölge vermek üzeredir. Onun gelmesi çok yaklaştı. O, kendisinde bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi bulunan bir aydır. Allah, onun orucunu farz, gecesinin kıyamını, teravih namazının kılınmasını da nafile kıldı. Her kim, onda bir hayırla Allah’a yaklaşırsa, nafile bir ibadet yaparsa, diğer aylarda bir farz eda etmiş gibi olur. Onda bir farz işleyen ise, diğer aylarda yetmiş farz eda etmiş gibi olur. O, sabır ayıdır; sabrın karşılığı ise Cennet’tir. O, iyilik ayıdır; o, kendisinde müminin rızkı artan bir aydır. Her kim, onda bir oruçluyu iftar ettirirse, günahlarına mağfiret ve kendisinin cehennemden kurtulmasına vesile olur ve oruçlunun mükâfatından bir şey eksiltilmeksizin, iftar ettirene de onun bir misli verilir...”
Resulullah efendimiz, ramazanda diğer aylardan daha fazla kulluk yapmaya çalışır, ramazanı oruç ve ibadetle geçiren kimsenin geçmiş günahlarının bağışlanacağını söylerdi
Sevgili Peygamberimiz Müslümanları bu mübarek ayda çokça ibadet yapmaya teşvik ederdi. Bu konuda şöyle buyurmuştur: “İşte bereket ayı olan ramazan geldi. Artık Allah’ın rahmeti sizi kuşatır. O ayda, yeryüzüne bol bol rahmet iner. Günahlar affedilir. Dualar kabul olunur. Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da, bununla meleklerine karşı iftihar eder. Öyle ise kulluğunuzla kendinizi Allah’a sevdirin. Asıl bedbaht olan da, bu ayda Allah’ın rahmetinden nasibini alamayandır.”
Hicretin ikinci yılında ramazan orucunun farz kılınmasıyla beraber Müslümanlar oruç coşkusunu hep beraber yaşamaya başladılar. Gündüzleri oruç tutan Müslümanlar akşamları da ramazan ayına özel olan teravih namazını kıldılar.
Allah Resûlü çok misafirperverdi. Sofrasında misafir eksik olmazdı. Ramazan geldiğinde kendisi iftar davetlerinde bulunduğu gibi Eshabını da bu konuda teşvik ederdi. Müslümana iftar ettiren kimsenin iftar ettirdiği kişilerin kazanacağı sevap kadar sevap kazanacağını müjdelerdi. Bu konuda, “Ya Resulallah iftar verecek kadar zengin değiliz” diyerek üzülen Eshabını “Bir hurmayla iftar verene de, yalnız suyla oruç açtırana da, biraz süt ikram edene de bu sevap verilir” diyerek sevindirmiştir.
Peygamberimiz ramazan ayında daha fazla Kur’ân okur ve âyetler üzerinde tefekkür ederdi. Kendisine o zamana kadar inmiş olan âyetleri Cebrail aleyhisselam ile birlikte karşılıklı okurlardı. Mukâbele adı verilen bu karşılıklı Kur’ân okuma usulü bir ramazan geleneği olarak hâlen devam etmektedir .
Peygamberimiz ramazan ayında Müslümanları sadaka vermeye, yardımlaşmaya teşvik ederdi. Kendisine “En faziletli sadaka ne zaman verilendir?” diye sorulduğunda “Ramazan ayı içinde verilen sadakadır” buyurmuştur.
Bolluk ve bereket ayı
On bir ayın sultanı adı verilen ramazan ayı yaklaştığı zaman bütün İslam âlemi en kıymetli bir misafiri geliyormuş gibi hazırlanmaya başlardı. Ramazan-ı şerif gelmeden haftalar önce Müslümanları bir telaş alır ve hummalı bir hazırlığa girişirlerdi.
Müslümanlar ilk olarak kendi nefisleriyle ilgili bir muhasebe yaparlardı. Kendilerinde yanlış ya da eksik buldukları noktaları düzeltmek için Ramazan-ı şerifi fırsat bilirlerdi. Kimi yapmadığı ya da eksik bıraktığı ibadetleri yerine getirmek için ramazan ayını başlangıç kabul ederken, kimisi de bırakmak istediği kötü alışkanlıkları ramazan vesilesiyle terk etmeye karar verirdi.
Öte yandan saray başta olmak üzere, konaklar, evler, camiler ve esnafta yoğun bir hazırlık başlardı. En zengininden en fakirine herkes elinden geldiğince alışverişini yapar, ramazan için eksiklerini tamamlardı. Bu ay gerek resmî kurumlar, gerekse halk tarafından sevinçler karşılanırdı.
Ramazanın gelişi için sadece saray çalışanları hazırlık yapmazdı. Padişahlar da bu mübarek ay için yapılan hazırlıkların bizzat içerisinde idiler. II. Abdülhamid Han, Ramazan-ı şerifin teşrifinden önce kilercibaşını çağırır, gerekli hususlarda buyruklar verirdi. Padişah, ramazan boyunca hazırlanacak olan sofralar, yemekler ve her akşam iftara davet ettiği askerlere verilecek olan iftariyeler üzerinde titizlikle durur, âdeta yemek menülerini kendisi hazırlardı. Hatta Saray-ı Hümayun’da iftara davet edilecek misafirlerin hizmetine verilecek olan sofracıların üzerlerindeki elbiselere varana kadar meşgul olurdu. Bunların muntazam ve muhakkak temiz olmalarını emrederdi.
Yapılan bütün bu hazırlıklardan başka, saray mutfağından, ramazandan önce belirlenen ihtiyaç sahiplerine, sadeyağ, pirinç, bal gibi yiyecek maddeleri dağıtılırdı.
İstanbul’un ileri gelen kişileri de ramazan ayında İstanbul’un çeşitli semtlerindeki fakirlere sadaka ve "ramazanlık" dağıtmayı ihmal etmezlerdi.
XVII. yüzyıl müelliflerinden Topçular Kâtibi Abdülkadir Efendi (v.1644), yaşadığı döneme ait bir İstanbul Ramazanını şöyle nakleder:
“Ramazan-ı şerif teşrif ettiğinde Âsitâne-i saadette hububat ve zahireler bol olurdu. Camilerin içi ve minareler kandillerle donatılırdı. Teravih namazlarında camiler dolar taşardı. Padişah hazretleri Yeni Cami’de salât-ı teravih ve farz namazını eda ederdi. Her gece şehirde dükkânlar kandillerle süslenirdi. Dükkânların büyük bir kısmı sabaha kadar açık olurdu. Ramazanda İstanbul halkı ihtiyaçlarını rahatça temin etmesi için çarşı ve pazarlarda ucuzluk olurdu...”
Ülke ibadete durdu!
Ramazan ayının gelmesiyle Osmanlı Sarayı da bambaşka bir atmosfere bürünürdü. Selamlıkta Enderun talebeleri haremde cariyeler ve saray hanımları akşam namazlarını kıldıktan sonra iftarlarını bir arada neşe içinde yaparlardı. Sarayda namaz kılmayan, oruç tutmayan erkek, kadın kimseye rastlanmazdı. Enderun’da cemaatle kılınan teravih namazları aralarında çekilen zikirler avluları çınlatırdı. Davudi sesli hafızların okuduğu Kur’ân-ı kerimler kubbelerde çınlardı.
Sarayda yaşanan bu hayat biçimi saraya yakın olanlara, devlet hizmetinde çalışanlara ve hatta bütün halka örneklik teşkil ederdi. Öyle ki hemen herkes imkânları el verdiğince saraydaki hayat yaşantısına özenmiştir.
Bu nedenle Ramazan-ı şerif, hem sıradan insanlar hem de idareciler tarafından hasretle beklenen, geldiğinde ise en güzel şekilde değerlendirilmek istenen müstesna bir aydır.
Öyle ki bu ayda Türkiye’yi ziyarete gelen seyyahlar bu hâli gördüklerinde, “Bu ülke sanki ibadete durmuş” demekten kendilerini alamazlardı.
Ramazanda gündüzler, tekke ve türbe ziyaretleri, camilerdeki vaazlar, mukabeleler, iftar ve sahur hazırlıklarıyla geçmekteydi. Geceler ise akşam iftarın yapılması ardından bir taraftan dolup taşan camilerde yatsı ve teravih namazları diğer yandan selatin camileri avlularında açılan Ramazan Sergileri, şenlikleri, kahvehanelerde sohbetler, yine dergâh, türbe ziyaretleri gibi son derece canlı dinamik sosyal, ekonomik ve kültürel bir hayata sahne olmaktaydı.
Bütün bunlarla birlikte ramazan, iftar ziyafetleri, sahur yemekleri, Hırka-i Şerif ziyareti, Kadir alayı, Kadir gecesi, Bayram alayı ve kutlamaları gibi çok sayıda etkinliğe ev sahipliği yapması bakımından dinî, sosyal ve kültürel hayatı olabildiğince zenginleştirmekteydi.
Bugün de millet olarak bu güzelliklerin yaşanması yönünde gayrette bulunmalıyız. İslam âleminin ve milletimizin ramazan ayını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim...
TEFEKKÜR
Kıl terâvihi safâlar bulagör
Et tesâbihi vefâlar bulagör
Zikr ü taat nûru ile dolagör
Hamdülillah geldi mâh-ı ramazan
.
Besmele
22 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :22 Mart 2024 00:17
Her nefes eyle dile vird-i 'azîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Besmele, Müslümanların hayatını kuşatan en önemli kelimedir. Bir Müslüman Eûzü besmele çekmeden hiçbir işe başlamaz. Yataktan kalkarken, abdest alırken, namaza başlarken, bir iş tutarken, sofra kurarken, yemeğe otururken, yemeye içmeye başlarken, yola çıkarken, Kur’ân-ı kerim okumaya niyetlenince, yatacak zamanda hep besmele çekilir...
Bu şekilde insan, hayatında ve her işinde Allah’a bağlanır, ona yakınlık kurar, ona sığınır, onun emniyetine güvenir ve ruhen sağlam olur. Gerçekten bir Müslümanın ömründe besmelenin önemi büyüktür. İnsan, ömrü boyunca “bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek hayatını süsler ve Allah ile beraber olur...
İnsan hayatı da onunla değer kazanır. Bunun toplumda yankıları da görülür. Edebiyatta, sanatta, ilimde, ticarette, mektepte, medresede, okulda, hat sanatında hemen her sahada besmele vardır. Müslüman milletler buna değer vermişler, ferdin ve toplumun Allah’a olan bağlılığını bu sayede diri ve canlı tutmuşlardır.
Türk milleti de İslamiyeti kabul ettiği zamandan beri buna değer vermiş, hayatının her safhasında, yüzyılları aşıp gelirken besmeleyi baş üstünde taşımış ve dilinden düşürmeyerek manevi zenginliğini korumayı bilmiştir. Hangi ilim ve sanat alanında yazılırsa yazılsın ortaya konan her eserin başında besmele yer almıştır. Besmele, zenginliğimiz olmuş yüzümüzü ve inanç dünyamızı aydınlatmış, dilimizle vücudumuzu Allah’a bağlamış kalbimizi nurlandırmıştır.
Şanlı Peygamber efendimiz buyurdular ki:
"Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek 'Eûzü besmele' okuyarak başlamakla olur. Kur’ân-ı kerîmin anahtarı besmeledir. Hoca çocuğa, besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehennem’e girmemesi için senet yazdırır."
Abdullah ibni Mes’ûd hazretleri buyurdu ki: “Cehennemde azap yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen besmele okusun! Besmele on dokuz harftir.”
Besmelede Allahü teâlânın üç ism-i şerîfi geçmektedir. Bunlar; Allah, Rahmân ve Rahîm’dir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîme bu üç ismi ile başladı. Çünkü insanın üç hâli vardır: Dünyâ, kabir ve âhiret hâlleri. İnsan, Allahü teâlâya ibâdet ederse, dünyâda işlerini kolaylaştırır. Kabirde ona acır, âhirette günâhlarını affeder. Bütün bunlar bu üç isimde toplanmıştır.
Besmele ile başlanmayan her iş bereketsizdir...
Okul nasıl sevdirilir!
Osmanlı Devleti’nde çocukların ilk mektebe başlamaları da “Besmele” ile olurdu. Fakat bu öylesine güzel ve çarpıcı bir merasimle başlardı ki çocuklar okula gitmek için can atar hâle gelirlerdi. Çocukların dört veya beş yaşına geldiklerinde ilk mektebe, bugünkü karşılığı ile ilkokula başlarken düzenlenen bu törene “Bed’-i Besmele/Bed’-i Besmele Cemiyeti” denilirdi. Tören sırasında okunan dualara topluca “âmîn” denildiği için “Âmîn Alayı” adı da verilmiştir. Bed’-i Besmele “Besmele’ye başlamak” anlamına gelmektedir.
Bu merasimin kandil günlerine ve daha ziyade, pazartesi veya perşembe günlerine rastlamasına, itina gösterilirdi. Çocuk, yeni alınan kıyafetiyle, zihin açıklığı ve muvaffak olma konusunda himmetlerini istemek için, ailesi tarafından evliya türbelerine, özellikle Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesine götürülürdü.
Törene, mektepteki diğer çocuklar da katılırdı. Mektebin hocası, törene katılacak öğrencilere önceden haber verir, törende en güzel giyeceklerini giymelerini söylerdi.
Merasim günü çocuklar, temiz kıyafetleriyle mektebe toplanır, önlerinde hocaları, kalfa ve bevvab, ilâhîcibaşının idaresindeki ilâhîci takımını takip ederek ve işaret edilen yerlerde “Âmin” diye bağırarak çocuğun evine gelirlerdi. Okula önceden başlamış ve ilâhîler öğrenmiş, sesleri güzel çocuklar en öne alınırdı.
Bu sırada çocuğu götürecek olan fayton, evin kapısının önünde hazır beklerdi. Faytonun fenerlerine askılar asılır, çocuğun mektepte üzerine oturacağı yuvarlak veya kare şeklinde kadife gibi kıymetli kumaşlardan yapılan minder, rahle ile birlikte bevvâbın başı üzerinde, faytonun önünde taşınırdı. İstanbul sokakları dar ve dik olduğu devirlerde çocuklar, araba yerine çok kere bir midilliye bindirilirdi.
Çocuk evden alındıktan sonra, merasime mahalle halkı da katılırdı. En önde hoca, ardında rahleyi taşıyan yardımcı; rahlenin üzerinde de çocuğun minderi ile cüz kesesi bulunurdu.
Evin önünden hareket eder etmez hep birlikte:
Tövbe edelim zenbimize (günahlarımıza)
Tövbe illallah, ya Allah
Lütfunla bize merhamet eyle
Aman Allah, ya Allah
Dendikten sonra, onlara “Âmin, Âmin” diye eşlik edilirdi.
Çocuğun peşi sıra ilâhî takımı ve diğer çocuklar yürürdü. Kadınlar ise en geride yürürlerdi. Bazen ilme muhabbeti olan kadınlar, sevap düşüncesiyle hiç olmazsa yarı yola kadar çocuğu sırtında taşırdı. Bunun için kadınların kendi aralarında “sevabı sen alacaksın, ben alacağım” diye münakaşa ettikleri bile olurdu.
Ardından İlahicibaşı yanık ve tatlı sesiyle ilahiler okumaya başlardı:
Yâ İlâhî başlayalım ism-i Bismillâh ile
Bu duâya el açalum ism-i Bismillâh ile
Sen kabûl eyle duâmız Besmele hürmetine
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe'l-âlemîn
Ol Muhammed hürmetine meded eyle yâ Mu'în
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe'l-âlemîn
Âmin Alayı bu şekilde daha önceden belirlenmiş güzergâhta dolaştıktan sonra, çocuğun evinin kapısının önünde dururdu. Burada çocuğa, onu okula gönderen ailesine ve cümle ilim yolunda olanlara dua edildikten sonra çocuk eve girerdi...
'Besmele’ye başlanacak evin sofasında veya en büyük odasında minderler, seccadeler serilmiş, öd ağacı ile buhurlar yakılmış olurdu. Mektebin hocası, odanın ortasındaki mindere, 'Besmele’ye başlayacak çocuk da hocanın karşısında otururdu. Evde âlim veya şeyhlerden biri varsa hocanın yerini o alırdı...
"Kendimi şehzade sandım!"
İlk olarak çocuk, boynundaki Elifba cüzünü çıkarır ve rahleye koyardı. Hoca, besmele çektikten ve çocuğa da çektirdikten sonra Elifba cüzünün en başındaki dua kısmı ile birkaç harf okutulurdu. Hoca bazen de sadece “elif” harfini okuyup, çocuğa da tekrar ettirdikten sonra; “Aferin, bugünkü dersimiz bu kadar!” derdi. Daha sonra, “Yarabbî, ilmimi, aklımı ve anlayışımı artır”, manasına gelen “Rabbi zidnî aklen ve ilmen ve fehmen” veya “Rabbi Yessir velâ tüassir Rabbi temmim bil-hayr” duası çocuğa tekrar ettirilirdi...
Öğrenci hem hocanın hem de odadakilerin ellerini öptükten sonra, hoca veya başka birisi tarafından dua edilip, tören tamamlanırdı. Evin müsait olmaması durumunda tören mahalle mescidinde veya mekteplerde yapılabilirdi.
Bed’-i Besmele merasiminin tamamlanması ile birlikte sıra ikrama gelirdi. Sofralar kurulur, merasime katılan öğrencilere ve orada bulunanlara yemek verilirdi. Bazen de yalnız lokma tatlısı ikram edilirdi...
Osmanlının eğitime verdiği önemin bir göstergesi olan Bed’-i Besmele törenlerinin pedagoji açısından pek çok olumlu etkileri vardı.
Çocuk, ilme verilen önemi görür, ilim adına yapacağı işlere hayatı boyunca kıymet verirdi.
Hem tören düzenlenen çocuğa ve hem de orada iştirak eden çocuklara okuma şevki, isteği aşılanmış olurdu.
Bu neşeli merasim çocukların, okul korkularını yenmelerine yol açardı. Arzu ve istekle okumaya başlamasına sebep olurdu. Çocukların arkadaşlarıyla kaynaşması sağlanırdı. Bu merasimler anne babalara da çocuklarını okutma aşkı verirdi...
Nihayet çocuk bu törenin sonunda, hem aile içinde hem de toplumda yeni bir değer ve statü kazandığının farkına varırdı.
Nitekim İstanbul hayatı üzerine fıkralarıyla tanınan Ahmet Rasim, hatıratında okula başlama törenini anlatırken bir anlamda bu gerçeklerin altını çizmektedir. Şöyle ki:
“Okula başlayacağım için evde bir basamak yükselir gibi oldum. Bana karşı herkesin davranışı değişti. Birkaç gün sonra sandıktan bayramlık elbisem çıkartılıp giydirildi. Değerli bir lahur şal belime bağlanırken, üzerinde altın nazarlık olan fesimi de kafama geçirdiler… Bütün ev halkı yola çıktık. Önce büyük babam ve büyük annemin elini öpmeye gittik. O gece orada kaldık. Ertesi gün hamama gidip, akşama kadar yıkandık. Sabah olunca anneciğim yeniden bana yepyeni elbiseler giydirdi. Şehzade gibi oldum. Bütün okul orada idi. Hazır bir de ilahici takımı, seven, öpen, ağlayan, dua eden, nereden baksan yüz kişi vardı. Beni ata bindirdiler. İlahiler okunup âminler edilerek önce evime, oradan da okula geldik. Sınıfta, minderim konmuştu. Varıp hocamın mübarek elini öptüm, sonra da karşısında diz çöküp oturdum. İlk olarak da Elif’i öğrendim...”
Çocuklarımıza ilim aşkı ile ilme ve hocaya hürmet duygusunu aşılayan bu mükemmel gelenek maalesef unutulmuştur...
TEFEKKÜR
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe’l-âlemîn
Ol Muhammed hürmetine meded eyle yâ Mu’în
.
Bedir Eshâbı!
29 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :29 Mart 2024 01:11
Hicri 1443 Miladi 1400 sene önce Bedir'de Sevgili Peygamber efendimizin İslam ordusunun başında olduğu, ilk şanlı meydan muharebesi yaşanmıştı. Bedir Gazvesi’ne katılan Eshâb, "Ehl-i Bedir" veya "Bedrî" adıyla anılır. Sayıları 313 kadar olan Ehl-i Bedir’den Kur’ân-ı kerîmde (Âl-i İmrân 3/123) ve Peygamber efendimizin hadislerinde övgü ile söz edilmiştir. Hepsinin cennetlik olduğuna dair pek çok hadis-i şerif muteber hadis kitaplarında yer almıştır. Ehl-i Bedir’in Müslümanların en faziletlileri olduğu da hadislerde zikredilmiştir. Nitekim Hazreti Ömer efendimiz divan teşkilâtını kurunca divan defterine ilk önce Bedir ehlinin yazılmasını emretmiştir. Bu anlayış İbn Sa’d’ın sahâbe tasnifinde de görülmekte olup ona göre fazilet bakımından beş gruba ayrılan sahâbîlerin ilk tabakasını Bedir ehli oluşturmaktadır.
Şanlı Peygamber efendimiz Hicret’in ikinci yılında 12 Ramazan günü (8 Mart 624) üç yüz on üç Eshâbı ile Medine’den ayrılmıştı. Orduda üç at, yetmiş deve mevcuttu. Develere nöbetleşe binerek ilerlerlerdi. Muhacirlerin beyaz sancağı, Mus’ab ibni Umeyr’e verilmişti. İşte, daha sonraları bütün dünyaya yayılan ve gittikleri yerlerde muzaffer olarak tarihe nam salan İslam ordularının birincisi, bu ordudur...
Buna karşılık müşrik ordusunun mevcudu bin kişilikti. Ordunun hemen hemen hepsi atlı veya develi idi. Silahları mükemmeldi.
Şanlı Peygamber efendimiz Eshâbıyla durumu istişare ettiğinde Ensâr’dan hazreti Sa’d ibni Muaz söz alarak şöyle dedi:
“Ya Resûlallah, biz sana inandık! Allah katından getirdiğin şeylerin hak olduğuna itimat ve iman eyledik. Sana itaat etmeye ve emirlerine kesinlikle uymaya söz verdik. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen, seninle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Savaş anında geri dönmeyiz. Biz, sabredenlerdeniz ve sadıklardanız. Cenâb-ı Hak’tan bizden memnun olacağınız işler göstermesini niyaz ederim...” Bu sözlerle Ensâr’ın sadakat ve samimiyetini dile getirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de fevkalade memnun olarak, İslam ordusuna Bedir kuyularına doğru hareket emrini verdi...
17 Ramazan günü (13 Mart 624) Bedir’de karşı karşıya gelen bu iki ordunun askerlerinin pek çoğu birbirleriyle çok yakın akraba idiler. Kardeşlerden biri bir tarafta, diğeri öbür tarafta; baba bu yanda, oğul öbür yanda; amca yeğene, yeğen amcaya karşı savaşmak için hazır bekliyordu.
Her iki ordu, harp meydanında karşı karşıya gelip saf bağladılar. Peygamberimiz İslam ordusunun saflarını bizzat kendi elleriyle düzelterek:
“Ben emretmedikçe düşman üzerine hücum etmeyiniz. Fakat ok menziline iyice girdiklerinde ok atınız” diye emir verdi. Bu arada Kureyş tarafından atılan bir ok Hazreti Mihca’yı şehid etti. Bedir Muharebesindeki ilk şehit, bu zattır.
Nihayet Kureyş ordusundan Utbe ibni Rebia, bir tarafına biraderi Şeybe’yi diğer tarafına oğlu Velid’i alarak, İslam ordusundan er diledi.
Şanlı Peygamber Efendimiz de; “Kalk ya Ubeyde, kalk ya Hamza, kalk ya Ali” diyerek, Ubeyde’yi Utbe’nin, Hamza’yı Şeybe’nin ve Hazreti Ali’yi Velid’in üstüne gönderdi. Kısa bir vuruşmadan sonra üç Kureyşlinin üçü de öldürüldü. Ayağından ağır yaralanan Hazreti Ubeyde ise harpten sonra Medine’ye dönerken yolda şehit oldu...
Şanlı zafer!
Bundan sonra iki taraf saflar hâlinde birbirine karşı yürümeye ve oklar atmaya başladılar. Bu sırada Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, “Ya Rabbi bana vadettiğin nusreti ver!” diye yalvardı. O anda Kamer suresinin 45. âyeti vahiy olundu.
“Yakında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır” mealindeki bu âyet üzerine; Sevgili Peygamberimiz “Müjde ya Ebubekir! İşte Allah’ın yardımı imdadımıza geldi” diyerek zırhını giyindi ve bulunduğu çadırdan dışarı çıktı. Bir avuç ufak taşlar alarak Kureyş ordusuna doğru attı. Bundan sonra Eshâbına; “Haydi, şimdi şiddetli hamle ve hücum ediniz” emrini verdi.
Şiddetli bir çarpışma başlamıştı. Müslümanlar kısa sürede üstünlük kurdular. Kureyş’in pek çok ileri gelenleri, Hazreti Hamza ve Ali’nin kılıçları ile can verdiler.
Ebû Cehil ise etrafını saran Beni Mahzum kabilesi savaşçılarıyla birlikte, “Anam beni bugün için doğurmuştur” diye bağırarak Mekkelileri gayrete getirmeye çalışıyordu. Bu arada Medineli Afra Hatun’un oğullarından Muaz ve Muavvez isimli çok yiğit iki cengâver şiddetli üst üste yaptıkları hamle ve hücumlarla Ebû Cehil’i ve yanındaki pek çok kişiyi yere serdiler. Kendileri de şehit oldular...
Ebû Cehil’in öldürülmesiyle birlikte Mekke ordusu dağılmaya ve kaçmaya yüz tuttular.
Şehitler defnedildi ve müşriklerin ölüleri bir kuyuya atıldı. Âlemlerin efendisi, Eshâbıyla kuyunun başına gelip “Ey kuyuya atılanlar!” buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle beraber sayıp; “Ey Utbe bin Rebia! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebû Cehil bin Hişam. Sizler, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyarımdan çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp bağırlarına bastılar. Siz, benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vadettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vâdettiği zafere kavuştum” buyurdular.
Hazreti Ömer; “Yâ Resûlullah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?” diye sual ettiler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz;
“Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler” buyurdular.
"Vallahi onlar meleklerdir!"
Müslümanlar Bedir’de tam bir zafer elde etmişlerdi. On dört kişi şehit verilmişti. Müşriklerden ise yetmiş kişi öldü, yetmiş kişi de esir edildi. Pek çok ganimet alındı.
Peygamber Efendimiz bu esirlerin bir kısmını fidye karşılığında, okuma yazma bilenleri de Medineli on çocuğa okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bıraktı. Bu hâdise Mekke ve Medine’den birçok kimsenin Müslüman olmasına sebep oldu.
Öte yandan müşriklerin Bedir’de hezimete uğrayıp, perişan bir vaziyette harp meydanından kaçmaları, Mekke’de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hatta hiç akıllarından geçmeyen bir netice ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin sözlerine, Ebû Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebû Süfyan bin Haris Mekke’ye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar.
Ebû Leheb ona; “Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?” diye sordu. Ebû Süfyan bin Haris orada, bir yere oturdu. Birçok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyan şöyle anlattı:
“Hiç sorma, Müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Yemin ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kır atlar üzerinde beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabiliyor, ne de bir kimse karşı durabiliyordu...”
İslam’ın ilk zamanlarında Müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için Müslümanlığını açığa vurmayan Abbas’ın kölesi Ebû Rafi hazretleri de orada idi. Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Rafi, sevincinden her şeyi unuttu ve; “Vallahi onlar meleklerdir” dedi.
Ebû Leheb, sinirlenerek ona şiddetli bir tokat vurdu, kaldırıp yere çarptı, bir hayli de hırpaladı. Bunun üzerine, orada bulunan Hazreti Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl dayanamadı. Çünkü kendisi de önceden Müslüman olmuştu. Bir çadır direğini eline aldı ve “Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?” diyerek, şiddetle Ebû Leheb’e vurdu, Ebû Leheb’in başı yarıldı. Kanlar akarak zelil ve hakir bir vaziyette dönüp gitti. Gam ve kederinden ağır hasta oldu ve bir hafta sonra da öldü...
Diğer Kureyşliler de Mekke’de bir ay kadar Bedir’de ölen reislerinin matemini tuttular.
Hazreti Osman, Bedir Harbine katılamamıştı. Zira bu sırada Peygamber Efendimiz’in kerimesi olan hanımı Hazreti Rukıyye çok hasta idi. Ateşi ve rahatsızlığı gün geçtikçe artıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sebeple Hazreti Osman’a orduya katılmamasını ve hanımının yanında kalmasını buyurmuştu.
Ancak Hazreti Rukıyye’nin hastalığı gün geçtikçe ağırlaştı. Nihayet Bedir Savaşı’nın zafer müjdeleri geldiği sırada hayata veda etti...
Yirmi iki yaşında bulunan Hazreti Rukıyye, Peygamberimiz’in ilk vefat eden kızıydı. Naaşını Ümmü Eymen yıkadı. Cenaze namazını Hazreti Osman kıldırdı.
Medine halkı Bakî Kabristanı’na taşıdı ve oraya defnedildi. Savaştan dönen Resûl-i Ekrem kabrin başına geldi ve kızına dua ve niyazda bulundu.
Oradan Hazreti Osman’ın evine gitti. Onu da teselli etti. Hanımlar gözyaşları içerisinde kendini tutamayarak ağlıyorlardı. Hazreti Ömer müdahale etmek isteyince İki Cihan Güneşi Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ya Ömer! Onları kendi hâllerine bırak! Ölüye karşı duygular göz ve kalple ifade edilirse bu Allah’tan’dır. Onun merhametindendir. El ve dil ile yapılırsa şeytandandır.”
Cenab-ı Hak Bedir ehli hürmetine Gazze’deki Müslüman kardeşlerimize imdad-ı İlahiyesi ile imdat eylesin. Bebelere ve kadınlara kadar Müslümanları hunharca katliama tabi tutan zalimleri de kahhar ism-i şerifiyle kahreylesin!..
TEFEKKÜR
Çâr-ı Yârı ol Ebû-Bekr ü Ömer Osman Ali
Sayesinde anların buldu bu İslam kuvveti
.
Karanlıktan önce son çıkış!
5 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :5 Nisan 2024 00:39
AK Parti 31 Mart’ta evvelce kaybettiği büyük kalelerini geri almak ve hatta ona yenilerini katmak ümidiyle girdiği yerel seçimlerde, 22 yıldan sonra ilk büyük hezimeti yaşadı.
Dolayısıyla bunun şoku büyük oldu. Bazıları AK Parti’nin miadı doldu diye yorumlara başladılar.
Neden kaybetti yorumları da yağmur gibi dökülmeye, herkes bir şeyler sıralamaya başladı. Kimisi kazanacaktı ama son bir haftada ne oldu diye araştırma yapmaya dahi başladı. Kimisi ise hemen mesaj alındı köklü değişimler olacak, bazı bakanlar gidecek bazlı yorumlara girişti. Bunlar, “Türk milleti balık hafızalıdır, herhâlde dertlerini birkaç ay sonra unuturlar” misali konuşmalar. Yapılan şikâyetleri devamlı sümen altı yapan müdürler gibiler.
Oysa bugünkü neticeleri anlamak için son üç seçime bakmak ve değerlendirmek gerekiyor. Zira son üç seçimde AK Partide ciddi oy kayıpları yaşanmaya başlamıştı. Sayın Cumhurbaşkanımız her seçimden sonra, “millet bize toparlanın mesajı verdi. Gereken tedbirler alınacak” yorumları yaptı.
Ancak bu sözler yoğun ve farklı gündemler içerisinde unutulup gitti. Bakan değişiklikleri dışında hiçbir şey değişmedi. Sonunda acı akıbet kapıya dayandı.
Peki neydi AK Parti’yi bu hâle getiren ve milleti küskünlüğe sevk eden sebepler? Kısa başlıklar hâlinde en önemli olanlarını yazalım!
Genç nesle ulaşmak!
Birincisi herkes biliyordu ki genç nesilde AK Parti’nin oyu gittikçe düşüyordu. Onlarla irtibat kurulamıyordu.
Bir kısım AK Parti belediye başkanları bunu Melek Mosso konserleri gibi konserlerle gidermeye çalıştılar. AK Partiye oy verenleri aşağılayanlara değer vermek gönülleri kanatıyordu. Aldırış edilmedi. Millet ona tepkisini yaparken yaptıranlar ödüllendirildi ve inat gibi daha büyük yerden aday gösterildi.
Üsküdar Belediye Başkanı günlerce yüz binleri ağırladık diye hoplama zıplama seansları yaptırdı. Belediyelerin paylaştığı milletin tepkisini çeken bu görüntülerin zararı bütün partiye çıkıyordu. Zira sosyal medyanın etki gücü artık çok farklıydı. Bir hata bütün partiyi sarsmaya yetiyor. Böyle durumlarda hata edene sahip çıkma lüksü artık kalmamıştır.
Neticede AK Parti’nin gençlere nasıl ulaşırım tezinin adı bir türlü konulamadı. Uzun yıllar FETÖ’cü bakanlara teslim edilen Millî Eğitim, Kültür, Aile ve Spor Bakanlıklarındaki tahribat ne yazık ki giderilemedi.
Millet uzun müddettir Kültür ve Turizm Bakanı’ndan rahatsızdı. Zira bir türlü turizmden başını kaldırıp kültür faaliyetleri ile ilgilenemedi. Yurt dışından satın aldığı birkaç taş parçasıyla milleti avutuyorum sandı. En sonunda Ayasofya Cami-i Kebiri üzerinde sayın Cumhurbaşkanımızın dünyaya rağmen attığı, milletimizi sevince boğan dev adımı da mahvetti. Ayasofya’nın bir bölümünü Fatih’in vakfiyesine aykırı hareketle bambaşka bir şekle yeniden müze hâline soktu. Tarihî sevince büyük gölge düşürdü. Son seçimde Kocaeli’de sahada çalışan AK Partili dostlar en çok bunun şikâyeti ile karşılaştıklarını belirttiler.
6284 No'lu Kanun!
2011’de kabul edilen, 2014’te ise yürürlüğe sokulan İstanbul Sözleşmesi üç yıl geçmeden mağdurların sayısını çığ gibi artırmıştı. LGBTİ dernekleri yurdu sarmıştı. Onur yürüyüşlerindeki ahlaksız görüntüler millette nereye savruluyoruz endişesini doğurmuştu. Bu gelişmeler AK Parti tabanında deprem etkisi yapıyordu. Sözleşmenin kalkmaması adına verilen büyük mücadeleyi dışarısı kadar maalesef AK Partide bir grup vekiller de yapıyordu. Sayın Cumhurbaşkanı sonunda sözleşmeyi yırttığında milletin sevincini yeniden hatırlayınız.
O gün Sayın Cumhurbaşkanımız sözleşmenin uzantılı ve sıkıntı veren maddeleri de değişecek diye söz verdi. Hatta bu konuda hukukçularını görevlendirdiğini söyledi.
Peki bunun en önemli uygulaması olan 6284 No'lu Kanunda ne değişti söyler misiniz?
Oysa sadece kadının beyanını esas alan ve iftiralara kapı aralayan bu kanun milleti inim inim inletmekteydi ve hâlen de inletmeye devam etmektedir. Aileler paramparça olmuştu. Boşanmalar artmış, evlilikler gittikçe azalmıştı.
KADEM bu dönemde yıllar önce de belirttiğim üzere dalgakıran rolü oynuyordu. KADEM Başkanı Saliha Okur Gümrükçüoğlu bırakın milletin feryadını işitmeyi yeni çalıştaylar ile milletin canına okuyacak projeler geliştiriyordu!..
Yine millete inat Ak Parti’nin önemli isimlerinden Özlem Zengin ve o sırada aile bakanı olan Derya Yanık, “6284 No'lu Kanun bizim kırmızı çizgimizdir” diye meydan okumuştu. Kendisini uyardığımda Derya Yanık bir gecede bana 16 tweet atmıştı. Hiçbir CHP’liye böyle bir tweet attığını hatırlamıyorum. Özlem Zengin evvelce İstanbul Sözleşmesini tenkit ettim diye beni Tokat fuarına sokturmamıştı... Bunlar maalesef İstanbul Sözleşmesi veya 6284 yaşatır, diyerek Pervin Buldan, İmamoğlu ve Akşener ile aynı rotada ilerliyorlardı.
Öyle ki Cumhurbaşkanımızın İstanbul mitinginde bütün millet tarafından bu isimler yuhalandı ise de maalesef görmezlikten gelindi. Küskünlük daha da ilerledi.
Geçim derdi
En önemli sebeplerden biri de ekonomi idi. Pandemi dönemi biterken ülkemizin ve hatta dünyanın içine sürüklendiği ekonomik kaos sonunda milleti bezdirecek bir noktaya vardı. İnsanlar kafasına göre kiraları, emtia ve yiyecek fiyatlarını artırma yoluna gitti. Devletin yaptığı zamlar da katlanarak geldi. Çalışana yapılan zamları fırsat bilenler, üst üste zamlarla halkı iyice bunalttı. Neredeyse insanlar aynı ürünü zam olmadan ikinci kez alamaz hâle geldi.
Tepkilere çözüm üretilemedi. "Üç harfli" marketlere ceza kesmek milletin derdine ilaç değildi. Kira artışları için getirilen %25 oran adaletsizliği daha da derinleştirdi. Evlerini evvelce ucuza kiraya verenler normal bir noktaya getiremezken yeni verenler ise beş on kat fazlasına kiraya vermeye başladılar. Herkes kiracısını çıkarmak için seferber oldu.
Devletin demir gücü ve caydırıcı tesiri bu noktada titizlikle devreye sokulmalıydı. Halk birilerinin insafına terk edilmemeliydi.
Öte yandan üst üste gelen seçimlerde AK Parti ilk defa popülist politikalara başvurmaya başladı. EYT meselesinde muhalefetin önüne geçmek, memura maaşta onların boş keseden vaatlerini gerçekleştirmek için sözler verildi. Sonunda zaten kırılgan olan ekonomimizin en ağır faturası emekliye bindi. AK Parti’nin oy deposu olan bu kesim iyice küstürüldü.
Sokak köpekleri
Son dönemlerde milletin en büyük dertlerinden birisi sokak köpekleri oldu. Neredeyse günaşırı, sokak köpekleri tarafından bir çocuğun, kadının veya adamın parçalanmış görüntüleri basına veya sosyal medyaya düştü.
Millet bu konuda çözüm için feryat ederken bazı bayan vekillerin, “iyi ısırıyorsun devam” der gibi “X”de köpek seviciliği paylaşmaları yaralara tuz biber ekti. Bunlar bizimle dalga geçiyor, aptal muamelesi yapıyor algısı yerleşmeye başladı. Bu vekillerin attıkları X’lerin altına yapılan yorumlar millet nezdindeki itibarlarını göstermeye yeter. Öyle ki seçimlerde halkın karşısına çıkamayacak hâle geldiler. Birçoğu sadece teşkilatları ile selamlaşıp, fotoğraflar çektirip döndüler.
O vekillere sormak lazım. Millet bu konularda kan ağlarken size bu paylaşımları yaptıran kimdir? Neden siyasette harakiri yapıyorsunuz? Neden Sayın Cumhurbaşkanımıza açıkça, göz göre göre zarar veriyorsunuz? Böylece mutlaka azmettirenleri de bulmak lazım. Ben açıkçası bazılarının azmettirme olmadan bunu yapacaklarını sanmıyorum.
Sporda kaos
Son dönemde AK Partiyi yıpratan uygulamaların başında ise spor geldi. Sporda bilinçli bir şekilde kaos çıkarıldı. Öyle ki Arabistan’da oynanması gereken süper kupa olayı dünya gündeminde itibarımızı sıfırladı. Adaletsiz uygulamalar futbol taraftarlarını bezdirdi. Bu konuda hiçbir adım atmayan hatta artık olayların baş müsebbibi olarak görülen TFF Başkanı pişkin pişkin yerinde oturmaya devam etti.
Sonunda Fenerbahçe-Trabzon maçı, kulüpleri ve aynı partinin kurmaylarını dahi karşı karşıya getirdi. Ülkesinin menfaatlerini unutan bazı siyasiler, kendini kaybeden taraftarlar gibi takımının amigoluğuna soyundu. Partisine büyük zarar verdi.
Defalarca söz verilmesine rağmen bir türlü çözülmeyen süresiz nafaka ve genç evlilere hapis cezaları da AK Parti’yi zaman içinde gittikçe yıpratan sebeplerden biri oldu.
Netice
Neticede AK Parti tabanı küskünlüğe itildi. Buna rağmen kitlenin büyük kısmının Reis'e olan sevdası başka partilere yoğun bir şekilde dağılmasını da önledi. Seçmen bu kez tepkisini önemli oranda sandığa gitmeyerek gösterdi. Bu durum, AK Parti’ye son bir fırsat tanımaktır diye düşünüyorum.
Dolayısı ile son seçimin tablosu, CHP’nin bir zaferi olarak değil, AK Parti seçmeninin partisine son ve ağır ihtarı sonucu ortaya çıkmıştır.
Şayet bu defa da hakkıyla değerlendirilip radikal kararlar almazsa AK Parti karanlığa doğru gömülebilir. Aydınlığa çıkış milletle barışmak yine de AK Parti ve özellikle Sayın Cumhurbaşkanının elindedir.
Yukarıda sıraladığım sebepler konusunda hep tamam çözeceğim şeklinde verilen sözler unutulmamalıdır. Bunlar derhal halledilmezse küskünlüğün yerini dargınlık ve ayrılık alabilir. DİKKAT!
TEFEKKÜR
Zahm-ı bâtın yine bâtından olur vâye-pezîr
Giremez hâne-i zahm-ı dile merhem-i küstah
Nâbî
.
Kimin ekmeğini yağlarsın!
12 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :12 Nisan 2024 01:13
Tarihten günümüze her devletin ve milletin beka sorunu ve dünyaya hâkim olma ideali vardır. Devletin bekası; toprak bütünlüğünü, nizam ve intizamını, iç ve dış tehditlere karşı koruyarak varlığını devam ettirmesidir. Milletin bekası ise nesilleri iyi yetiştirme, aidiyet, vefakârlık, yaşadığı yere bağlılığı ile olur.
Osmanlı Devleti’nde bu durum “Devlet-i Ebed Müddet” deyimi ile özdeşleşmiştir. Bu deyim devletin bölünmez bütünlüğü ve ilelebet süreceğine işaret olarak kullanılmıştır. Bunun gerçekleşmesi için “din ü devlet ve mülk ü millet” (din, devlet, mülk ve millet) olarak gösterilen dört unsurun yara almaması gerekir.
Osmanlılar bu konuda o kadar hassas davranmışlardır ki önceki devletlerin bölünmüşlüğünden aldıkları ibretle bu dört unsuru ayakta tutabilmek için kardeş katlini kanun hâline getirmişlerdir. Keza yeri geldiğinde oğul yeri geldiğinde babayı feda etmekten çekinmemişlerdir.
Şurası muhakkak ki devlet idaresinde gafletin ve ihmalin yeri yoktur. Gemi su almaya başladıktan sonra toparlanması kolay değildir.
Sizin sadece kendinize iyi bakmanız meseleyi çözmemektedir. Düşmanlarınıza karşı da her zaman teyakkuzda bulunmanız gerekir. Düşmanınızın istihbarat çalışmalarını, üzerinizdeki plan ve projelerini göremezseniz yok olmaya mahkûmsunuz demektir.
Bu itibarla casusluk ve istihbarat faaliyetleri devletler için her zaman birinci derecede önemli olmuştur. Devletler her zaman ince işçilikle işlerini görürler. İstihbarat organları ile büyük kitleleri manipüle ederler. Hasım devletleri yıkmak veya zayıflatmak için faaliyetlerde bulunurlar. Bunun için ordu ve silaha yatırım yaptıkları kadar istihbarat birimlerine de yatırım yaparlar. Bir taraftan düşmanını yıpratmak için planlar geliştirirken bir taraftan da düşmanın oyunlarını bozmak için uğraşırlar.
Sultan II. Bayezid döneminde Safeviler, Anadolu’ya soktukları dailerle Osmanlıyı parçalama noktasına kadar getirmişlerdi. Devletin bunlara zamanında layıkıyla tedbir almaması üzerine 7-8 sene sonra Anadolu’da büyük isyanların fitilleri ateşlenmeye başladı.
Yavuz Sultan Selim Han’ın kararlı dirayetli azimli ve öldürücü yumruğu devreye girmeseydi Osmanlı Devleti ta o zamandan parçalanıp yok olmaya mahkûm olabilirdi.
İran’ın Osmanlı üzerinden Türk ve Ehl-i Sünnet düşmanlığı ise hiç bitmedi. Asırlarca Haçlı birlikleriyle iş birliği ile bu yüce İslam Devletine karşı ortak hareket ettiler.
Bugün de emperyalist ülkelerin taşeronu olarak bütün İslam ülkelerinde karışıklık çıkarmakta Sünni İslam’a kan kusturmaktadır. Suriye’de adına Kudüs Tugayı ismini verip Ehl-i Sünnet Müslümanları doğradılar.
Keza Suudi Arabistan aynı şekilde İngilizlerin desteği ile çalıştı. Ajan ve mason din adamları Müslümanları bölmek ve parçalamak için her türlü gayreti gösterdi. Afgani ve Abduh İslam ülkelerindeki Müslüman din adamlarını halifeye karşı kışkırttı. Mehmed Akif Ersoy, Said Nursi, Ali Suavi, Musa Bigiyef ve daha niceleri onların iğvalarına kapılarak Halifeyi tahttan indirmek için seferber oldular.
Masonların kıskacındaki İttihat ve Terakki fırkası ile çalışmaktan geri durmadılar. Kimin ekmeğini yağlamakta olduklarını düşünmediler. Zira II. Abdülhamid Han düşmanlığı gözlerini bürümüştü.
O gittikten sonra ise ne millet ne memleket kalmıştı.
Düşman unutmaz ve uyumaz!
Müslüman feraset ehli olur. Düşmanlarını tanır. Dış mihrakların oyunlarını tertiplerini planlarını projelerini sezer.
Son yirmi senede vuku bulan gelişmeler cumhuriyetin seksen yılını millete unutturuverdi. Galiba asırlardır ülkenin böyle rahat rahat yönetildiğini sandılar.
AK Parti’nin, ilk yıllarında Ahmet Necdet Sezer ve Erbakan Hoca’ya kan kusturan 28 Şubat tertipçileriyle nasıl mücadele ettiğini, Abdullah Gül’ün nasıl bir mücadele ile cumhurbaşkanı seçtirildiğini, sonrasında ise kimlerle kolkola girip yürüttüğü faaliyetleri unuttular. FETÖ diye 40 yıllık bir oluşumun bir milleti mahvedici girişimine sanki tanıklık etmediler. Son yedi yıldır Suriye’de, Doğu Akdeniz’de Libya’da Azerbaycan da verilen şanlı mücadeleyi sanki yaşamadılar. İsrail, ABD ve Avrupa’ya karşı bir türlü düzelmeyen ilişkilerin nedenleri kayboldu gitti.
Evet biz unuttuk ama düşman unutmadı.
Türkiye, tam Zengezur Koridoru ile Türk dünyası ile yeniden ilişkileri düzeltmek ve Orta Doğu’da da İslam devletleriyle irtibatı geliştirmek üzere hamlelerini başlattığında büyük oyun vizyona sokuldu.
Hamas İsrail’e saldırtılarak bütün dünyanın gözü başka bir noktaya kaydırıldı. Hamas’ın kimlerin oyununa gelerek milletini mahvedici bir sevdaya atıldığını daha önce çeşitli yazılarımda bahsetmiştim. Hamas’ı Gazze’deki varlığını yok etmeye iteleyenler, şimdi ise gizli ve açık propagandistlerini kullanarak neden şunu, niçin bunu yapmadın diyerek Türkiye Cumhurbaşkanı’nı yıpratmaktadırlar. Yıllardır vuramadıkları darbeyi vurmaya çalışmaktadırlar.
Basiret ve feraset işte böyle zamanlarda lazımdır. Anlamayanlar korkunç darbeyi yiyince anlarlar. O zaman da “ba’de harabü’l Basra” derler.
Yeni kırmızı çizgiler mi?
Geçen hafta AK Parti’nin yirmi yıldır kendisine destek veren seçmeninden neden bir küskünler ordusu meydana getirdiğini maddeler hâlinde değerlendirmiştim. Bu yorum ve değerlendirmem çok büyük bir karşılık gördü. Hem sosyal medya paylaşımlarında hem de özelden yoğun tebrik ve teşekkürler aldım. Aslında benim değerlendirmelerimde belirttiğim hususların çoğu yıllardır kangren olmuş konulardı.
Defalarca bu konuda sözler verilmiş fakat her ne hikmetse bir türlü çözüm yoluna gidilmemişti.
Üstüne üstlük milletin ızdırap duyduğu bu meselelere bir de sahip çıkan AK Partili vekiller vardı. Seçimden sonra özellikle bu vekillere karşı yoğun bir tepki tekrar gösterildi.
Buna karşılık AK Parti Grup Başkanı Abdullah Güler ve Kadem, millete inat yine aynı kişilere kol kanat gerici ve milleti suçlayıcı “X”ler atmayı sürdürdüler.
Şimdi bunlar AK Parti’ye oy mu kazandırmış olmaktadır?
Kadem yeri geldiğinde biz vakıfız diye gezerken yeri geldiğinde AK Parti politikalarını yönlendiren bir siyasi oluşum gibi hareket etmektedir.
Millet, Özlem Zengin’e olan tavrını net bir biçimde ifade ederken Kadem’in ona kol kanat germesi nasıl bir mantıktır. Derhâl değişimin önünü kesmek için vaziyet mi almaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanı’mız henüz siyasette hangi değişiklikleri yapacağını belirlemeye çalışırken, AK Parti Grup Başkanı Abdullah Güler’in milleti suçlamasının nedeni nedir? Bir dönem “6284 bizim kırmızı çizgimizdir” diyenler gibi Cumhurbaşkanı’na ayar mı vermektedir?
Bu tip tavırlar, bir taraftan küskünler dediğimiz grubu tamamen kendilerinden uzaklaştırmaktan bir taraftan da yeni küskünler sınıfı meydana getirmekten başka bir sonuç vermez.
Bunlar hâlâ aynı kibirle “size ihtiyacımız yok” tavrı ve tarzı içerisinde hatalarını gösteren samimi insanlara trol damgası vurarak neyi elde edeceklerdir.
AK Parti’nin trollerini en iyi kendileri bilirler. O trol ordusu, şimdi nereye devşirileceğini düşünmeye başlamıştır. AK Parti en büyük darbeyi, yanlış uygulamalarını en mühim doğruları imiş gibi millete yutturmaya çalışan kendi trol ordusundan da yemiştir.
Bunu dahi anlayıp tedbir almazlarsa sonuç vahimdir.
Not: Kıymeti okurlarımın mübarek Ramazan-ı şerif Bayramı’nı tebrik ediyor sıhhat, afiyet ve saadetler diliyorum.
TEFEKKÜR
Savm-ı sivâyı kim tutar
Iyd-ı visâle ol yiter
Bülbül gibi dâim öter
Gülşen olur kâşânesı
Hüdâyî
.
Hızlı İslamcıya bak!
19 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :19 Nisan 2024 00:38
Son günlerde sosyal medyanın birtakım etkili hesaplarında, eski bakanlardan Hüseyin Çelik’in II. Abdülhamid Han hakkında yaptığı kısa değerlendirme paylaşılıp durmaktadır. Onlarca takipçim buna bir açıklama yapınız hocam diyerek bana göndermektedir.
Zira bu tip yazılar ortak gruplarda da paylaşılıp duruyor. İnsanlar bunlara açıklama yapamayınca bizlerden bir cevap bekliyorlar. Aslında Hüseyin Çelik’in II. Abdülhamid Han konusunda yaptığı birçok iftirasına evvelce cevap vermiştim. Sosyal medyada kullanılan son açıklaması şu şekilde idi:
“Hızlı bir İslamcı olarak doktora tezimi Abdülhamid üzerine yapmaya karar verdim. Kahramanlıklarını araştırıp herkese anlatmak için kitap yazacaktım. Ama araştırdıkça şoklara girdim hayal kırıklığına uğradım. Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu’nun anlattığı Abdülhamid, Osmanlı belgelerinde yoktu. Ne vardı peki? Avrupai hayat tarzına meraklı ama Avrupa’dan korkan bir adam, etrafındaki tüm adamları, vezirleri Ermeni, Rum veya Yahudi. Yabancı devletler tehdit edince toprak verip sulh sağlayan bir padişah çıktı karşıma. Ali Suavi’nin Çırağan Sarayı baskınından sonra beni ve ailemi, bunlar Topkapı’nın zindanlarında öldürecekler korkusu ile İngiliz elçisini çağırıp Kraliçe beni korur mu diye söylüyor. İki gün sonra Elçi, Kraliçe seni ve aileni koruyacağını söylüyor ama bir şartı var Ruslara karşı Malta’da ve Girit’te bulunan askerlerimiz savaşırken sevkiyat zorluğu çekiyor... Kıbrıs’ı vermenizi istiyor diyor, 4 gün sonra Kıbrıs'ı İngilizlere veriyor.”
İfadelerini değerlendirmeye girmeden önce Hüseyin Çelik’in eğitimi hakkında kısa bir malumat vereyim. Kendisi İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1983 yılında mezun oldu. Aynı yıl Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne araştırma görevlisi olarak başladı. 1987 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kadrosuna geçti. “Genç Kalemler Mecmuası’nın Sistematik Tetkiki” konulu yüksek lisans tezini verdikten sonra aynı yıl, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktora öğrenimine başladı. 1991 yılında “Ali Suavi Hayatı ve Eserleri” isimli teziyle Yeni Türk Edebiyatı alanında doktor unvanını aldı. 1992’de Yrd. Doçent, 1997’de Doçent oldu...
Sonra siyasi hayata atıldı. 1999 Milletvekili Genel Seçimlerinde Doğru Yol Partisi’nden Van Milletvekili oldu. 2001 yılında AK Parti’nin kurucuları arasında bulunmak üzere DYP’den istifa etti. 3 Kasım 2002 seçimlerinde ikinci kez Van’dan milletvekili seçildi.
Abdullah Gül’ün Başbakan olduğu 58. Cumhuriyet Hükûmeti’nde Kültür Bakanlığı yaptı. Erdoğan’ın Başbakan olduğu 59. ve 60. Cumhuriyet Hükûmetlerinde Millî Eğitim Bakanı olarak görev aldı. Böylece 6,5 yıla yakın bakanlık yaptıktan sonra, AK Parti’nin 3. Olağan Büyük Kongresi’nde MKYK üyeliğine seçildi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Tanıtım ve Medya Başkanlığı görevini üstlendi. 2016 yılında ise AK Parti ile yollarını ayırdı.
Hüseyin Çelik bundan sonra neredeyse kalan ömrünü II. Abdülhamid Han’a düşmanlık üzerine kurdu denilse yeridir. Yazıları ile konferansları ile her fırsatta Sultan II. Abdülhamid Han’a saldırmaktadır.
Geçtiğimiz iki haftadır AK Parti’nin neden son seçimde büyük kayıp yaşadığını incelerken ilk başta yıllardır gelen bir ihmalle gençleri kaybettiğini belirtmiştim. 2016 yılına kadar Kültür ve Millî Eğitim Bakanlığının kimlerin elinde ve uhdesinde olduğunu düşünürlerse benim bu görüşümün ne manaya geldiğini de anlarlar.
Darbeci Ali Suavi’nin izinde!
Hüseyin Çelik, 2016 yılından sonra birdenbire, rüyasında ilham alarak mı Abdülhamid Han düşmanı kesildi. Padişahın hatalarını bu sırada mı gördü! Elbette ki hayır. Şimdi düşünelim. Acaba II. Abdülhamid Han’a ölümüne husumet besleyen ve düşmanlık tohumları eken bu adam, 14 yıl boyunca gençleri nasıl yetiştirmeyi planlamıştı. Nasıl bir ekip oluşturmuştu ve nasıl bir gençlik özlemekteydi, varın siz düşünün.
Kültür, Millî Eğitim, Aile ve Gençlik Spor bakanlıklarında millî ve dinî değerlere bağlı hamleleri bir türlü başaramayan AK Parti ne yazık ki sonunda çözülmenin eşiğine gelmiştir. Bugün de AK Parti neden kaybetti konusu üzerinde değerlendirmeleri duydukça dehşete kapılmaktan kendimi alamıyorum. Zira Cumhurbaşkanımızın tamamen yanlış mecralara doğru yönlendirilmek istendiğini görüyorum.
Oysa geldiğimiz nokta Hüseyin Çelik ve onun gibilerin tutumları örnek ve ibret alınarak tahlil edilmelidir.
Şimdi Çelik’in yazısını değerlendirelim. “Hızlı bir İslamcı olarak Abdülhamid Han’ı araştırmaya karar vermiştim” diyor. Oysa benim bildiğim hızlı İslamcı tipler genelde Efgani, Abduh ve Seyit Kutup çizgisinde olurlar. Bunlar Osmanlıyı ve Abdülhamid Han’ı sevmezler. Seviyor görünmeleri suret-i haktandır, aldanmayın. Abdülhamid Han düşmanlarını (dış değil iç) anlatmaya başladığınızda hemen içlerindeki gizli husumet dışarı taşmaya başlar.
Doktora tezine, “Abdülhamid Han’ın kahramanlıklarını araştırıp herkese anlatmak için kitap yazacaktım” diye başlamak kendisinin ilim zihniyetini ve tarih metodolojisinden ne anladığını ortaya koymaktadır. Böylelerini, Akademia da “kralın soytarısı mısın?” derler ve kapının dışına korlar!
Öte yandan Çelik, akademik hayatında tarih eğitimi almamıştır. Edebiyatçıdır. Yüksek lisans ve Doktorasını da aynı minval üzere devam ettirmiştir. Nitekim Doktora tezini de yine bir edebiyatçı olan Birol Emil Bey ile çalışmıştır.
Açıklamasında, “Doktora tezimi Abdülhamid üzerine yapmaya karar verdim”, diyor. Hâlbuki bir numaralı Abdülhamid Han düşmanı olup ona darbe girişiminde de bulunan Ali Suavi üzerinde çalışıyor. Yani yalan konuşuyor. Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin saltanat ve II. Abdülhamid Han düşmanı şahısları, onun ilham kaynağı oluyor.
Keza Abdülhamid Han’ı sevenler için, “istibdadı arzulayanlar yarın keşke toprak olsaydık âyetinin sırrına mazhar olacaklardır” diyerek onları küfürle itham edecek kadar ileri giden ittihatçı bir zat, Çelik’in dinî noktada en büyük fikir babasıdır. Aynı zat Ali Suavi’nin de meddahı ve takipçisidir.
Belli ki Çelik, akademiye Abdülhamid Han’ı kahraman yapmak değil, hocalarının yolundan giderek onu sağ ve Müslüman kitlenin gözünden düşürmek için girmiştir.
Diğer taraftan II. Abdülhamid Han’ın kahraman yapılmak gibi bir girişime ihtiyacı yoktur. Yaptıkları veya yapamadıkları meydandadır. Tarih bunları yazmaktadır.
On cümlede on yanlış!
Fransız, İngiliz, Ermeni, Yahudi, Rum ve daha nice Türk ve İslam düşmanlarının yalan ve iftiralarına aldanarak padişahı kötüleyenlerin, aşağılayanların kimlik ve kişilikleri artık bellidir. Yerli ve yabancı yüzlerce ilim ve fikir adamı yaptıkları araştırmalarda bu yüce hakanın devlet adamlığını, usta siyasetini, müthiş denge politikasını, Türk ve İslam birliğini yürütmekteki maharetini ve medeniyet hamlelerini anlata anlata bitiremezler.
Konuyu hâlâ yok Necip Fazıl, yok Kadir Mısıroğlu üzerinden yürütmek kurnazlıktan öte fikir fukaralığıdır.
Kıbrıs konusu ise Çelik’in bambaşka bir hezeyanıdır. Adanın idaresinin İngilizlere verilmesi 93 Harbi'nin sonuçlarından iken ve şayet padişah o adımı atmasa tamamen el konulacağını dünya âlem bilirken, bunu şahsını ve ailesini korumak için peşkeş çekti demek düşmanların bile aklına gelmeyen bir iftiradır!..
Gelelim padişahın etrafındaki tüm devlet adamlarının ve vezirlerin, Ermeni, Rum veya Yahudi olduğu hususuna. Soralım şimdi:
-Ey Çelik! Padişahın 33 yıl saltanatı boyunca bir tane gayr-i müslim sadrazamını söyle bakalım!
Ben sana 1900 yılındaki kabineyi sayayım şimdi. Adliye nazırı, vezir Abdurrahman Paşa, serasker müşiri Mehmed Rıza Paşa, Bahriye nazırı Hasan Hüsnü Paşa, Şûra-yı Devlet reisi vezir Mehmed Said Paşa, Hariciye nazırı vezir Ahmed Tevfik Paşa, Dahiliye nazırı vezir Mehmed Memduh Paşa, Maarif nazırı Ahmed Zühdi Paşa, Maliye nazırı Reşad Bey, Ticaret ve Nafia nazırı Mustafa Zihni Paşa, Evkaf nazırı Abdullah Galib Paşa, Tophane-i Amire müşiri Mustafa Zeki Paşa... Sen bunlardan bî-haber misin? 1905, 1907 yılları kabinelerini de sayayım mı ey zavallı!
Bu isimler sana Rum, Ermeni ve Yahudileri mi hatırlatıyor!
Sosyal medya şarlatanlarının belge diye sundukları paçavralardan mı okuyorsun tarihi!
Yarabbi! Kültür ve eğitimimiz bir dönem kimlerin elinde kalmış!
Gençlere en büyük tavsiyem her yazılanı doğru diye kabul etmemeleri, araştırmaları ve okumalarıdır. Üç dönem bakanlık yapmış, Doç. Dr. diye meydanda gezen bir adamın on cümlesinde neredeyse on yalan ve iftira sıralanmaktadır.
Bu noktada Osmanlı tarihi ile ilgili “Kayı” serisini gençlere bilhassa tavsiye ederim.
.
Sefer-i ahiret!
3 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :3 Mayıs 2024 01:04
Cihangir Padişah Fatih Sultan Mehmed Han’ın tuğları 1481 yılı baharının girişinde Üsküdar’da dalgalanmaya başlamıştı. Padişah, Anadolu birliklerinin Konya ovasında toplanmasını emretmişti. Ayrıca Karaman Valisi Şehzade Cem’i de bir miktar birlikle Suriye hududuna göndermişti.
Aslında son beş yıldır sefere çıkmamış bulunan Cihangir Sultan için bu durum şaşırtıcı idi. Zira nikristen dolayı rahatsızlığı belli idi. Uzun bir aradan sonra ilk kez ordularının başına geçecekti.
Nihayet Fatih, 27 Nisan 1481 Cuma günü bizzat ordusunun başında Anadolu tarafına, Üsküdar’a geçti.
Ancak Gazi Hünkar, daha Boğaz'ı karşıya geçerken hastalığının verdiği ıstırap ile:
Ah min azmetin bi-gayrı iyâb
Ah min hasretin ale’l-ahbâb
(Feryat dönüşü olmayan bu gidişten. Ahbapların hasretinden feryat) demişti.
O, muhtemelen bu seferin "ahiret seferi" olduğunu hissetmişti.
Bir kapıdır kabir kim her nefs giriser ana
Bir kadehtir mevt kim her can içiserdir anı
Üsküdar’a geçen Padişah, rahatsızlığı sebebiyle orada birkaç gün konakladı. Buna rağmen ordularını durdurmadı. Fatih, atla gidemeyecek kadar dermansız olduğundan at arabası ile harekete geçti. Doğuya doğru ilerlemeye başlamıştı. Bitkin bir hâlde Gebze’ye yakın Maltepe’de Tekfur Çayırı veya Hünkâr Çayırı denilen yerde kurulan ordugâhına indi.
Hâli iyice sarsılmış, ağrıları da epeyce artmış bulunuyordu. Doktorlar çaresizlik içinde son bir çare arar gibiydiler. Padişah hayattan kalan son ve kısa an içinde kandildeki yağ tükenmek üzere iken, Kelime-i şahadet getirmekle zamanını geçiriyordu.
Nihayet 3 Mayıs 1481 Perşembe günü akşama yakın otuz yıl saltanat sürdükten sonra kırk dokuz yaşında iken hayata gözlerini yumdu.
Ölmedi şah Mehemmed İbn Murad
Belki bağ-ı cinâne kıldı seyr
İşi hayr olduğu için halka
Oldu tarih ana “dua-i hayr” (886/1481)
İstanbul’dan çıkışı ile ölümü arasında yedi gün geçmişti. Onun nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Zira o, ne zaman bir sefere çıkacak olsa maksadını en yakınlarından dahi gizler varılacak yere yaklaşmadıkça tasarılarını açıklamazdı. Hiç kimseyi gizli düşüncelerinden haberdar etmez, sırdaş eylemezdi.
Bu itibarla onun nereye gittiğini kimse bilmiyordu. Hazırlıklar uzak bir sefer için yapılmıştı. Ordunun yönü Anadolu olduğu malum ise de Arap mı yoksa Acem mi belli değildi. Giderken Rodos’u vurma ihtimali de vardı. Onun bir yılda birkaç devlete sefer ettiği çok görülmüştü. Gerek ordunun yönü gerekse başlatılan seferin başarılı devam etmekte oluşu yüzünden şimdilik İtalya’nın olmadığı kesin gibiydi. Şayet ölüm hadisesi on beş veya yirmi gün sonra meydana gelmiş olsaydı, seferin nereye olduğu kesin anlaşılmış olacaktı. Ancak son olaylar ve güzergâh mutlak olmasa da Mısır'ı işaret ediyordu. Zaten Arap ve Acem'in casusları da çoktan menzile varmış padişahın yer götürmez ordu ile yola koyulduğunu haber vermişlerdi.
Vefat sebebi
Günümüzde Fatih Sultan Mehmed Han’ın Venedikliler tarafından zehirlettirilerek öldürüldüğü iddia ediliyor ise de kaynaklar öyle söylememektedir.
Fatih Sultan Mehmed’in vefat nedeni kaynaklarda oldukça açıktır. O, 1464 yılından beri yakalanmış olduğu nikris hastalığından muzdaripti. Son seferlerinde ızdırabı daha da artmış ve bazı seferlere katılamamıştı. Ağrıboz Seferinde ise yorgunluğun ve rahatsızlığının had safhaya çıktığı bir deminde; “iş bilir bir vezirim yok ki işlerimi göre”, diyerek hâlini ortaya koymuştu.
Dolayısıyla devrinin kaynakları ve ciddi Batılı eserler Fatih’in eceliyle vefat ettiğinde ittifak hâlindedirler.
Nitekim meşhur tarihçi Kemalpaşazade; Amma dest-i takdir pençe-i tedbirin bozmuş ve ayak zahmetiyle huzurun uçurmuştu; ol sebepten uzak yere azm idemezdi. Nikris zahmeti ki atalarından intikal (genetik) bir hastalıktı. Son demlerinde kendisini ciddi olarak rahatsız kılmağa başlamıştı, demektedir.
Aşıkpaşazade de; Ölümüne sebep ayağında zahmeti vardı. Doktorlar tedaviden aciz kaldılar. Nihayet doktorlar bir araya toplandılar. İttifak ettiler, ayağından kan aldılar. Zahmet daha ziyade oldu. Sonra şarab-ı fâriğ (bir çeşit rahatlatıcı, kay ettirici şurup) verdiler. Nihayet rahmet-i Rahman’a kavuştu, diyerek olayı nakleder.
Tursun Bey ise öncelikle padişahın rahatsızlığından bahseder: Karşıya göçmek ve denizi geçmek esnasında eski marazın depreşmesi sebebi ile incinip ansızın bir ah çekti, diyerek eski hastalığının daha sefere çıkarken nüksettiğini belirtir. Daha sonra da ölümünü şu şekilde anlatır:
“Otağ-ı hümayûnu geldi. Tekfur Çayı adı verilen yere kuruldu. Padişahın bünyesinin zayıflığı dini bütün kavi Müslümanlarda olduğu gibi ona vaktinin geldiğini hatırlattı. Bunca zamandır hükümdarlığını, olgunlukla, yiğitlikle ve cebren hâkim kılmış olan Sultan’ı, Allah’ın takdiri kaderinden ayrı kılmayıp; Beyt:
Çü zaaf oldu kamu azasına bast
Melek rûh-ı latiften eyledi kabz
Dünya malını ve saltanatını bırakarak, mübarek ruhu Allah’a kavuştu...”
Ünlü tarihçi ve âlim Hoca Sadeddin Efendi, sefer için Üsküdar yakasına geçen Fatih’in o günlerde vücudunda bir kırgınlık olduğunu, fakat buna rağmen sefere koyulduğunu söyledikten sonra son anlarını şöyle anlatır:
“Ömründen kalan son ve kısa an içinde kandildeki yağ tükenmek üzere iken, Kelime-i şehâdet getirmekle zamanını geçiriyordu. Böylece Allah’ın hoşnutluğuna ulaşmak umudunda olup, cihan saltanatından göz yumup değeri ölçülemeyen o tatlı can kuşu, illiyîn makamlarını seyre dalmış, kutluluk bahçelerinde kanat açmakla irci’î -bana dön- fermanına uymuş böylelikle de devleti güneşi sönüp batmıştı...”
Cömertlikte derya gibisin!
Fatih Sultan Mehmed Han’ın vefatına en çok üzülenlerden biri Horasanlı büyük âlim ve veli Nureddin Abdurrahman Cami (Molla Cami) olacaktı. Zira ulemaya büyük değer veren Padişah, bu büyük âlimin bir dönem hacca gittiğini işittiğinde kendisine tabi olan beldelerde en güzel şekilde ağırlanması için emirler vermişti. Bu ilgiye çok sevinen Molla Cami hazretleri de "İrşadiye Risalesi"ni yazarak Fatih Sultan’ı methetmişti. Fatih daha sonra Seyyid Ataullah el-Kirmani’yi beş bin altın ve bir name ile Şam’a göndererek bu büyük âlimi İstanbul’a davet etmişti.
Bunun üzerine Molla Cami, Padişahın davetine kayıtsız kalmayarak kalabalık bir maiyetle harekete geçti. Akşemseddin ve Ebü’l-Vefa hazretlerinin cihangir padişahla ahirete bıraktıkları muhabbete acaba Molla Cami hazretleri son mu verecekti. Ancak o da bu arzusuna kavuşamayacaktı. Konya’ya kadar gelen Molla Cami, burada iken çok sevdiği hakanın vefat haberini aldı. Büyük bir teessür içerisinde geri döndü.
Molla Cami’nin divanında Fatih Sultan Mehmed için yazdığı şiir, Fatih’in, bu büyük velinin nazarındaki değeri yanında Osmanlı Türk dünyası dışında nasıl tanındığının da bir göstergesidir:
"Ey kuzeyden esen rüzgar! Ne hoş kokular getiriyorsun. Haydi, arzuların kıblesi olan semte doğru es!
Ilık nefesine samimiyet kokularını karıştır. Ve hep ihlâs yolundan giderek hedefe ulaş.
Rica ve dua denklerini Horasan’da bağladıktan sonra, Rum diyarına doğru yürü.
Yolda, bu yolun usul ve erkânını öğren. Büyüklerin yetiştiği dergâhın nerede olduğunu sor.
Oraya varınca yüzünü hizmetçilerin ayak tozlarına sür. İzin isteyip, yeri öperek huzura gir.
O cihad eri, gazi padişahın önünde hikmetler saçarak söze gir ve:
'Ey mertebesi yüksek padişah! Sana dünya mülkü, atalarından kalma bir mirastır' de.
Dünyada pek az kimse, böyle büyüklük ve ihtişam tahtında senin gibi feyz verme olgunluğuna sahip olabilmiştir.
Sünnet-i seniyyenin her tarafa yayılması senin gayretinle oldu.
Küfür yuvaları, kiliseler, yine senin himmetinle camiye çevrildi.
Harplerdeki isabetli tedbirlerinle, küfür ve sapıklık kalelerini kökünden yıktın.
Daima şefkat ve merhamet tarafına yönelmiş, kötü huylardan temizlenmiş padişahsın.
Seni kıskananların aksine her türlü hikmet, şeref, yiğitlik ve cömertlik sıfatları sende toplanmış.
Cömertlikte derya gibisin, sanki altın madenisin. Hatta deryadan da altın ocağından da cömertsin.
Şu gök kubbenin zirvesi var oldukça ve dünya yerinde durdukça,
Allahü teala, gönlüne uygun ihsanlarda bulunsun, dünyanın şerefi ayaklarının altına serilsin dilerim.
Ey etrafa amber kokuları saçan seher rüzgârı! Mademki dua ve sena demetleri diziyorsun.
Bu garip şiirlerden birkaçı o selim akıllı edip padişaha layık ola.
Sana emanet ettiğimiz bu garip armağanları sultanın meclisine götür.
Bu kıymetsiz hediyemi onun yüce ve şerefli huzuruna sunarken, de ki:
Karınca, muhabbet ve sadakat yönünden, Süleyman aleyhisselamın katına yarım çekirge ayağı gönderdi.
Nitekim 'Armağanlar, gönderenin değeriyle ölçülür' diyerek sözü bitirmeye bak.
Fazla ısrar etme. Lütfen selam ve hürmetimi söyleyerek kelama son ver.”
543 sene önce bugün ahirete irtihal eden yüce hakan Fatih Sultan Mehmed Han’ı rahmetle yâd ediyorum.
TEFEKKÜR
Zülfünün zencirine kul eyledin şâhım beni
Kulluğundan kılmasın azad Allah’ım beni
.
Efsane Komutan
10 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :10 Mayıs 2024 00:32
Endülüs denildiğinde onun ilk fatihlerinden Târık bin Ziyad’ın adı akla gelmemek olmaz. Bu şanlı komutanın sözleri, icraatları, tavırları ve hâlleri Müslümanlar için her zaman ibret numunesidir.
Miladi 670 (hicri 50) yılında doğan Târık bin Ziyad, Berberî asıllı Nefzâve veya Zenâte kabilesine mensuptur. Hemedan kökenli olup Kuzey Afrika’ya göç etmiş bir kabileden geldiği veya Arap asıllı olduğuna dair görüşler de vardır. Mağrib fetihleri sırasında esir alındığı bilinmektedir. Târık, kabiliyetiyle Emevîler’in Kuzey Afrika Valisi Mûsâ b. Nusayr’ın dikkatini çekti. Müslüman olduktan bir süre sonra Mûsâ b. Nusayr tarafından âzat edildi.
Kuzey Afrika’da gerçekleştirilen fetihlerde öncü birliklerin kumandanı sıfatıyla önemli hizmetlerde bulundu. Mûsâ b. Nusayr’ın Tanca’yı fetheden ordularından birinin kumandanı olarak görev aldı. Fethi müteakip Musa bin Nusayr kendisini Tanca’nın valiliğine getirdi.
Büyük Fatih Mûsâ bin Nusayr bu sırada İspanya’nın fethini düşünüyor ve bu kıtaya keşif birlikleri gönderiyordu. Sonunda Avrupa kıtasında kalıcı bir fetih için kararını verdi.
Azatlısı Târık bin Ziyad’ı Endülüs’e gidecek birliklerin kumandanlığına tayin etti. Yedi bin kişiden oluşan ordunun büyük çoğunluğu Berberîler’den meydana geliyordu. Sebte’den gemilerle İspanya’nın en güneyindeki Calpe bölgesine ulaşan Târık, fetihten sonra kendi adıyla anılacak olan Cebelitârık’ta (Gibraltar) karargâhını kurdu (5 Receb 92/28 Nisan 711).
Târık bin Ziyâd, önünde zorlu bir mücadelenin kendilerini beklediğini biliyordu. O zaman İspanya’ya Batı Gotları da denilen Vizigotlar hâkimdi. Vizigot Kralı Rodrigo güçlü bir düşmandı. O sırada Kuzey İspanya’daki bazı şehirlere saldıran Franklarla mücadele hâlindeydi.
Tarık bin Ziyad, Rodrigo’nun derhâl kendi üzerine yöneleceğini tahmin ediyordu. Bu itibarla bu büyük kıtada nasıl bir zorlukla karşılaşacağını henüz kestiremiyordu.
Yanındaki mücahidlerin zorda kaldığında geriye dönmesini önleyip onları cihada teşvik etmek amacıyla ilk iş olarak gemilerini yaktırdı. Şöyle ki:
Karaya çıkar çıkmaz
Bütün gemileri yaktı Târık.
Askerleri eyvah dediler:
“Çılgınlık bu! Darda kalsak,
Nasıl geri döneriz şimdi?
Yaktın bütün gemileri
Çaresiz bıraktın bizi!” dediler.
Gülümsedi Târık! Kılıcını kavradı ve:
“Ne demekmiş geri dönmek,
Yeryüzüdür bizim ülkemiz!
Ve bütün ülkeler
Mülküdür Rabbimizin!”
Târık bin Ziyad ve Kral Rodrigo!
Târık bin Ziyad’ın bu hareketi bir kısım kaynaklarda yer aldığı hâlde bazı kaynaklarda bulunmaması sebebiyle ihtilaflı olarak görülmüştür. Hâlbuki bazı kaynakların yazmaması, olmamasını ve zayıf olmasını göstermez. Sembolik olarak iki üç gemiyi yaktığını belirtmek ise tamamen uydurma ve hiçbir kaynakta olmayan bir tezdir.
Çıkarmayı yapan Târık bin Ziyad’ın ilk hedefi Kurtuba (Cordoba) şehri idi. Târık kuzeye doğru Kurtuba’ya yöneldiğinde Kral Rodrigo, Arbune (Narbonne) şehrinde bulunuyordu. Burası Kurtuba’dan 1000 mil kadar uzaklıkta idi.
Bu itibarla muzaffer serdar Târık ilk anda önemli bir direnişle karşılaşmadan yoluna devam etti. Birkaç defa önüne çıkan Rodrigo’nun yeğeni Bencio’yu mağlûp etti. İspanyollar dehşet içerisinde kalmışlardı. Kuzeyde Franklarla mücadele ederken darbeyi hiç beklemedikleri ve en güvende hissettikleri güneyden yemişlerdi. Kaleleri birer birer düşüyordu.
Kral Rodrigo, derhâl Franklarla anlaşma yaparak geri döndü. Büyük bir ordu ile Târık bin Ziyad’ı karşılamak için harekete geçti. Ordusunun 60 bin ila 100 bin kişi arasında olduğu söylenmektedir.
Târık bin Ziyad yedi bin kişiyle böyle bir orduya karşı durmanın zorluğunun farkındaydı. Mûsâ b. Nusayr’a mektup yazarak yardım istedi. Mûsâ da 5.000 kişilik bir yardım birliği daha gönderdi. Böylece Târık bin Ziyad’ın ordusu 12.000 kişiye ulaşmıştı. Yine de arada korkunç bir fark vardı.
Nihayet iki ordu Şezûne (Sedona) şehri yakınlarındaki Lekke vadisinde (Rio Guadalete) karşı karşıya geldiler. Şanlı komutan Târık bin Ziyad burada orduya karşı son derece etkili bir konuşma yaptı. Bu konuşma onun hitabet alanında da üstün yeteneğini ortaya koyuyordu. Şöyle ki:
"Kurtlar sofrasındaki yetimler gibisiniz!"
“Allahü teâlâya hamd ü senalar olsun.
Şehadet ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur. Ve O’nun eşi ve benzeri de yoktur, O’ndan başka ibadet edilmeyi hak eden de yoktur. Yine şehadet ederim ki, Hazreti Muhammed O’nun kulu ve resulü ve peygamberlerin en şereflisidir. Allah’ın salât ve selamı O’nun ve sünnetine tabi olan hidayet ehlinin üzerine olsun.
Ey İnsanlar!
Söyleyin çıkış nerede? Arkanız deniz, önünüz düşman... Allah’a yemin olsun ki, sizler için doğruluk ve sabırdan başka çıkış yolu yok. Zira ancak bu ikisi yenilmez askerlerdir. Sabır ve gayretle karşı koymaya devam ettiğiniz sürece sayıca azlığınızın bir zararı yoktur. Tembellik, başarısızlık, çekişme ve kibir olduğu sürece de sayıca çok olmak size fayda vermez.
Bilesiniz ki, sizler bu adada, kurtlar sofrasındaki yetimlerden beter durumdasınız! Düşmanınız sizi ordusu, cephanesi ve bol silahlarıyla karşıladı. Sizin ise, düşmanınızın elinden aşıracaklarınız ve taşıdığınız kılıçlarınızdan başka bir şeyiniz yok. Eğer, yerinizden yurdunuzdan ayrılışınızın üzerinden günler geçtiği hâlde bir başarı elde edemezseniz, gücünüz gider; düşmanınızın sizden korkusu dağılır ve yerini aleyhinize dönecek bir cesaret alır.
Ben, sizleri uyarmakta olduğum bu hususlardan kendimi azade tutmadım. Sizleri yönlendirdiğim, nefislerin en ucuz meta olduğu her bir planda öncelikle buna kendim başlamaktayım. Bilesiniz ki, zorluklara birazcık sabrederseniz, huzur ve refahın uzun süren tadını çıkarırsınız. Benim, kendim için arzuladığımdan, sizler yüz çevirmeyin. Ölmek veya öldürülmek konusunda birbirimizden farkımız yoktur.
Müminlerin emiri (Velid b. Abdülmelik) sizleri 'kahramanlar' olarak seçti. Kılıcınızın gücüne ve birer kahraman süvariler olduğunuza güvendiği için sizleri tercih etti. Sizlerden tek beklentisi, bu adada Allah’ın adını yüceltmeniz ve O’nun dinini açığa çıkarmanız sebebiyle alacağı sevaptır. Sizleri; kendisi ve sizden başka müminlere tercih ederek elde edilecek ganimetlerin sadece size özel olmasını diledi. Allah, dünya ve ahirette sizlerin yardımcısı olacak şanınızı yüceltecektir.
Nitekim ben de bu adanın zalim kralını yakalayıp öldürmek veya bu uğurda şehit olmak üzere yola çıkmış bulunuyorum. Eğer şehit düşersem, sakın ola ki, zaafa kapılıp dağılmayın. Böylece gücünüz kırılıp, gerisin geriye kaçmak zorunda kalmayasınız. Aksi hâlde, kiminiz öldürülür, kiminiz de esir düşersiniz. Sakın ha sakın, zillete razı olmayınız. Aşağılık ve zillet yerine sizi bekleyen haysiyet ve izzeti isteyin.
Bilesiniz ki, size direktif verdiğim hususlarda ilk önde olacak olan benim. İki ordu karşılaştığı anda, ilk öne atılacak olan ben olacağım ve inşaallah bu kavmin zalim komutanı ile çarpışacağım. Sizler de benimle beraber olunuz. Eğer, ondan sonraya kalırsam, sizi onun şerrinden kurtarmış olurum. Eğer ona ulaşamadan ölürsem, benim bu arzumu sürdürünüz ve onun üzerine sizler yürüyünüz. Bu adayı fethiniz onu öldürmekle son bulsun. Zira bunun akabinde onlar yenilmeye mahkûm olacaklardır.
Allah’ım! Senin rızanı kazanmak için senin yolunda cihada çıkan bu gençler; gariban, meçhul, kalplerinde gizledikleri ve açığa vurdukları şeyleri senin zatından başkasının bilmediği insanlardır. Onlara bahşetmiş olduğun ulvi arzular sayesinde; tümüyle senin hükmünle hükmedecekleri ve orada yalnızca senin emirlerini icra edecekleri dünyanın efendisi olmaktan başka bir şeye razı olmazlar. Onlar, nazarlarında 'yüce' olanın zat-ı ilahin olduğu, heybetlerinden denizlerin ikiye ayrıldığı, cesaretlerinden dağların titrediği kahraman mücahidlerdir.
Allah’ım bizi izzetli eyle! Bize güç ver! Senin ve bizim düşmanlarımıza karşı bize yardım et! Bize Halifelerin izzetini, büyüklerin hikmetini, muttakilerin himmetini bahşeyle... Ülkelerimizi yemyeşil cennet bahçelerine dönüştür. Akrabalar, kardeşler arasında ülfet nasip eyle, bizlere göklerin kapılarını açıver…
Ve son duamız, her türlü̈ övgüye layık âlemlerin rabbi Allah’adır."
Mektup hakkıyla değerlendirildiğinde güçlü bir iman, ihlas, samimiyet, cesaret, gaza ve cihad aşkı gibi bütün unsurları beraberinde bulundurduğu görülecektir.
Böyle olduğunda başarı da beraberinde gelecektir. Bu büyük komutanın hayatını yazmaya devam edeceğiz...
TEFEKKÜR
Ben ki ser-bâzân-ı râh-ı aşkta serdârım bugün
Düşman ne denlü olsa, ser-fürû etmem yine
(Ben aşk yolu yiğitlerinin serdarıyım bugün,
Düşman ne kadar çok olsa asla başımı eğmem.)
.
Müjdeli zafer!
17 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :17 Mayıs 2024 01:14
Endülüs denildiğinde Müslümanları derin bir hüzün kaplar. Asırlarca İslam’ın hâkim olduğu bu topraklardan Müslümanlar büyük acılarla atılmışlardı.
Günümüzde Gazzelilerin muhatap olduğu katliama onlar maruz kalmışlardı. Çekilen o acılar asırlar boyunca da unutulmadı. Bugün güya Filistin’in acısına ortak olduğunu izhar eden İspanya’daki gösterilere ne kadar itibar edilir bilemem. Acaba tarihleri ile hiç yüzleştiler mi bilmiyorum. Endülüslü Müslümanlara uyguladıkları işkencelerden hiç pişmanlık duydular mı?
Gazzelilerin acısına ortak olduğunu haykıran ancak sonuca hiç tesir etmeyen bu gösteriler de özel bir tuzak mıdır bilmiyorum. Bununla güya bir taraftan da kendilerini hümanist mi göstermiş oluyorlar?
Her ne ise, Sevgili Peygamber efendimizin vefatının üzerinden 81 yıl geçmişti. İslam ordularının sancakları Avrupa’nın en güney-batı ucunda dalgalanmaya başlamıştı. Bu sancaklar ya kalıcı olarak dalgalanmaya devam edecek veya gerisin geri denize dökülecekti. Târık bin Ziyad, emrindeki dört gemi ve yedi bin mücahid ile 711 (H. 92) yılında Endülüs’e çıkarma yapmıştı. Derhâl fetih hareketine girişen Târık bin Ziyad Lekke Vadisinde güçlü Vizigot ordusuyla karşı karşıya geldi... Her türlü silâhlarla donatılmış düşman ordusu dağı-taşı dolduruyordu. Kralları Rodrigo, yüksek bir taht üstünde gururlu ve kibirli bir hâlde, İslâm ordusunun hareketlerini süzüyordu. Birliklerin disiplin ve düzenine hayran kalmıştı. Müslüman askerlerin her birinin üzerinde çok ince, zarif birer zırh göze çarpıyordu. Başlarında sarık, ellerinde kınlarından sıyrılmış gözleri kamaştıran kılıçlar vardı. Kumandanlarının etrafına dizilmişler, emirlerini dikkatle ve süratle yerine getiriyorlardı... Bu arada İslâm ordusundan beyaz bayraklı bir heyet ayrılarak kendilerine doğru yaklaşmaya başladı. Kral Rodrigo meraklanmıştı. Acaba bu heyet kendilerinden ne isteyecekti!
Elçiler, Kralın yanına geldiklerinde; “Ey Kral! Seni ve tebaanı İslâm’a davet ediyoruz! Müslüman olursanız kardeşimiz olur, bağrımıza basarız. Kabul etmezseniz, cizye ve haraç vererek canınızı kurtarırsınız. Bunu da reddederseniz, o zaman aramızı kılıç düzeltecektir!..” dediler.
Kral Rodrigo onların bu cesaretine şaşırmıştı! Bunlar nelerine güveniyor ve bu kadar açık bir şekilde kendilerine böyle tekliflerde bulunuyordu!.. Sayıca en az yedi sekiz kat üstün idiler.
Heyete gururlu bir şekilde bakarak; “Askerlerimin sayısını görmediniz galiba neye güvenerek benden böyle saçma bir dilekte bulunuyorsunuz?” dedi.
Elçiler “Biz dinimizin emrini yerine getiriyoruz. Güç ve kudret sahibi Allah’tır. Bundan sonra kılıçlarımız konuşur” diyerek vakur bir şekilde geri döndüler.
Lekke Vadisinde söz sırası kılıçlara gelmişti. Burada Lekke Irmağı akardı. Savaş, nehrin denize dökülen yerin yakınında olacaktı.
Târık bin Ziyad elçilerden Kralın ret cevabını aldığında bir müddet düşünceye daldı. Gemilerle Endülüs’e doğru yol aldığı bir gecede Cenab-ı Hakk’ın kudretini azametini düşünerek O’nun dinini yayma yolunda böyle bir imkân kendisine sunulduğu için uzun uzun tazarru ve niyazda bulunmuştu. Sonra bir ara uykuya varmıştı. O anda Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimiz ile şanlı Eshâbını (radıyallahü anhüm) gördü. Her biri kılıçlarını kuşanmış, yaylarını germiş, oklarını düşmana fırlatmak için hazır bekliyorlardı. Peygamber efendimiz; “Ey Târık! Yoluna devam et!” buyurdular ve Eshâbı ile birlikte Târık bin Ziyad’ın önünden Endülüs’e girdiler... Muzaffer komutan, büyük bir sevinç içinde uykusundan uyandığında, burayı fethedeceğine inanmıştı.
Şimdi sayıca son derece kalabalık bir düşman ordusu, kalın zırhları, kalkanları ve kılıçları ile karşısında duruyordu. O geceyi hatırlayınca yüzüne bir tebessüm yayıldı ve “Yarabbi, iki cihanın sultanı Resulullah efendimizi ve Eshabını bana yardımcı gönder” diye dua etti...
İslam orduları Fransa sınırında!
711 Temmuz’unda müthiş çatışmalarla iki ordu savaşa başladı. Vizigotlar sayıca üstünlüklerine rağmen neticeye gidemiyorlardı. Ordular kızgın sıcak saatlerde ve hava karardığında çatışmalara ara vermeye başladılar. İki üç dört beş gün derken savaş sekizinci güne varmıştı... O gün Târık bin Ziyad yanına aldığı en vurucu güçleriyle Kral Rodrigo’nun bulunduğu merkeze doğru ilerledi. Bu yiğit cengaverlerin karşısında kimse duramıyordu. Ünlü komutan akıl almaz bir şekilde savaşıyordu. Bu şekilde çarpışa çarpışa, Kral Rodrigo’ya ulaştı ve seri bir kılıç darbesiyle onu atından yere düşürdü.
Krallarının öldüğünü gören, düşman askerleri, şaşkın şekilde, sağa-sola kaçmaya başladılar. Mücahidler, kısa zamanda, bozulan düşman askerlerinin çoğunu kılıçtan geçirdiler ve bir kısmını da esir aldılar...
Böylece Târık bin Ziyad’ın küçük ordusu, Rodrigo’nun güçlü ordusunu hezimete uğratmıştı. Bazı kaynaklarda, Kralın son anda kendini ırmağa attığı ve boğulduğu yazılıdır...
Bu büyük zafer, Kuzey Afrika'da ve diğer bölgelerde büyük bir sevinç ve coşkuyla karşılandı. Târık bin Ziyad’ın adı ve başarısı, övgü ve dualarla anıldı. Stanley Lane Poole şöyle yazmıştı: “Müslümanların Lekke Vadisindeki zaferi, bütün İspanya’yı Müslümanların eline düşürdü. Artık Târık bin Ziyad, bazı şehirlerdeki zayıf mukavemeti kırmak için ancak az bir çaba göstermeye ihtiyaç duymuş, fazla zorlanmamıştı. Bilakis İspanya halkı köy köy, şehir şehir ona teslim oluyorlardı.”
Târık’ın görevlendirdiği kumandanlar kısa sürede Malaga (Mâleka), Elvira (İlbîre) ve Cordoba’yı (Kurtuba) ele geçirdiler. Muzaffer kumandan ise Ecija (İsticce) şehrini fethettikten sonra Vizigotlar’ın başşehri Toledo (Tuleytula) üzerine yürüdü. Ciddi bir mukavemetle karşılaşmadan şehri zapt etti.
Bu gelişmeler üzerine Musa bin Nusayr da 712 yılında (h.93) 18.000 kişilik bir orduyla Endülüs’e geçti. O da yeni bir hat boyunca ilerleyerek Sevilla, Carmona, Niebla (Leble), Merida (Mâride) şehirlerini fethetti. Ardından Toledo’ya gelerek Târık bin Ziyad’la buluştu...
Musa bin Nusayr, Târık bin Ziyad’a Lekke savaşından sonra ordularını tehlikeye atmaması için durmasını ve kendisini beklemesini ihtar etmişti. Emrini dinlemediği için burada Tarık’ı azarladığı kaynaklarda belirtilmektedir. Buna karşılık büyük mücahid Târık, tabi olduğu Musa’ya karşı son derece saygılı hareket etti ve özürler diledi. Düşmanın toparlanmasına fırsat vermemek için istişareler sonucu bu karara vardığını belirtti. Almış olduğu bütün ganimetleri Musa bin Nusayr’a takdim etti.
Musa bin Nusayr’ın Târık bin Ziyad’a olan öfkesi fazla sürmedi. Şimdi iki kumandan İspanya’nın kalan bölgelerini zapt etmek üzere bir kez daha harekete geçtiler. 713 yılında Leon (Liyûn), Galicia (Cillîkıye) bölgeleriyle Lerida (Lâride), Barselona (Berşelûne) ve Saragossa (Sarakusta) şehirlerini zapt ettiler. Böylece Müslümanlar Fransa topraklarına kadar ulaşmış bulunuyorlardı...
Neden unutturuyorlar!
İki namlı komutan Musa bin Nusayr ve Târık bin Ziyad’ın fetihleri sonucu üç yıl gibi kısa bir süre içinde İspanya’nın neredeyse tamamı ele geçirilmiş oldu. Yalnızca kuzeyde küçük bir bölge olan Asturias kalmış bulunuyordu. İslâm ordularının Fransa sınırına varması bu ülkede büyük bir korku ve endişe meydana getirmişti. Bu kadar az bir kuvvetle koca bir devlete son verilmesi İslâm fetih siyaseti açısından son derece çarpıcı bir gelişme olarak tarihe geçmişti.
Fakat bu sırada Halife Velîd bin Abdülmelik’in elçisi Mugis er-Rûmî gelerek Musa bin Nusayr’a bir name sundu. Halife namesinde bu iki komutanın derhal Şam’a geri dönmesini istiyordu.
Musa bin Nusayr, biraz ağırdan alıp fetihlere devam edince ikinci bir elçi aynı emirle geldi. Bunun üzerine Musa ve Târık pek çok ganimetle birlikte 95 (714) yılında Endülüs’ten ayrılıp Şam’a döndüler. Halife Velîd’in son günlerinde onunla görüşüp ganimetleri teslim ettiler. Halife Velîd kendilerini tebrik etti. Endülüs’e (İspanya’ya), Musa bin Nusayr’ın oğlu Abdülaziz’i vali olarak gönderdi...
Târık bin Ziyad’ın bundan sonraki hayatıyla ilgili kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Muhtemelen kendisine yeni ve aktif bir görev verilmemişti.
O da bunun üzerine; “Olmaya baht ü saadet dünyada vahdet gibi” dizesine uygun olarak ömrünün sonuna kadar sakin ve münzevi bir hayat sürdü. 720 senesinde vefat etti...
Târık bin Ziyad sağlam bir karakter, şiddete dayanıklılık, kahramanlık, kuvvetli azîm ve irâde, kalb kuvveti, keskin ve isabetli karar verme, fasîh bir konuşma ve dinleyenlerde derin tesirler uyandıracak kuvvetli bir hitabet kabiliyeti gibi güçlü komutanlık hasletlerine sahipti. Hedefine ulaşmada “gemileri yakmak” deyimi onunla tarihe mâl oldu.
Son yıllarda Emeviler denilince Müslümanların aklına hep olumsuz düşünceleri sokanlar bu büyük kahramanları unutturdular. Gençlerimizin onların efsanevî hayatlarını ve düsturlarını öğrenmeleri elzemdir.
TEFEKKÜR
Geh namâz ü geh tasadduk geh duâ
“Leyse li’l-insâni illâ mâ sa’â”
Lâ Edrî
(Namazını kıl, sadaka ver, dua et
İnsan için emeğinin karşılığından başkası yoktur.)
.
Mal bulmuş Mağribîler!
24 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :24 Mayıs 2024 00:19
Bazıları Osmanlı aleyhine bir yazı okuduğunda veya gördüğünde mal bulmuş Mağribî gibi benimseyip yaymaya başlıyorlar. Acaba doğruluk payı nedir, kim tarafından yazılmış veya söylenmiştir. Söyleyen dost mudur düşman mıdır, söylenen yalan mıdır gerçek midir demiyorlar!
Bu haftanın başında Montesquieu’nun “İran Mektupları (1729)” adlı eserinden Osmanlı Devleti ile ilgili kısa bir bölüm sosyal medyada epeyce paylaşıldı. İnsanlar o yazıya istinaden hem Osmanlı Devletini karalama yarışına girdiler hem de aynı hadiselerin bugün de yaşandığını dile getirmek suretiyle hükûmeti de suçladılar.
Tarihin ne olduğuna hiç dikkat etmediler. Yazar Montesquieu (ö.1755) bu eserinde, düşmanlarından bir müddet uzak kalmak üzere Fransa’ya seyahat eden Prens Usbek ile dostu Rika’nın, yolculuk sırasında memleketlerindeki yakın arkadaş çevreleri ve eşleriyle yazıştıkları mektupları konu edinmişti.
Prens Usbek 2 Kasım 1711’de İzmir’den kaleme aldığı mektubunda:
“Tokat’ta ancak sekiz gün kaldık, Otuz beş günlük bir yürüyüşten sonra, İzmir’e geldik. Tokat’tan İzmir’e kadar, bütün bu saha içinde kayda değer başkaca hiçbir şehir yoktur! Osmanlı imparatorluğunun zaafını büyük bir hayretle görmüş oldum. Bu hasta gövde, kendini tatlı ve mutedil rejimle ayakta tutmuyor; bilakis gittikçe varlığını yıpratan ve devamlı surette içini kemiren şiddet tedbirlerine baş vuruyor!” (s.90)
Osmanlı Devleti Viyana bozgunu (1683) ile birlikte 16 yıl sürecek büyük bir savaşa girmişti. Dört cephede yıllarca cansiparane mücadele etti. Siyasi ve ekonomik yönden büyük darbe aldı. Karlofça Antlaşması (1699) ile büyük toprak kayıpları yaşadı.
Devlet henüz onun yaralarını sarmakla meşguldü. Elbette mektupların sahibi İran Prensi bu durumun farkında idi.
İkincisi ise Prens ve arkadaşı Türkiye sınırları içinde Erzurum Tokat yoluyla İzmir’e gitmiş oradan Avrupa’ya geçmişti. Tokat’a gelirken görüp gezdiği hiçbir şehirden bahsetmiyordu. Tokat şehrinin durumuna değinmemişti. Oysa Tokat’tan İzmir’e giderken arada geçeceği tek şehir Ankara ve Afyonkarahisar olacaktı. Ankara o dönemde henüz köy gibi bir yerdi. Erzurum, Tokat, İzmir yolu üzerinde nereyi görecekti diye sorgulayan olmuyor. Sivas, Amasya, Kütahya, Manisa, Kastamonu, Konya diye meşhur ilim, kültür ve ticaret merkezlerini hiç sayan yok maalesef.
Yazarın Osmanlı devleti hakkında söyledikleri de bu devletin yapısı hakkında hiçbir bilgisinin olmadığını gösteriyor. Nitekim mektubunda bu konuda şöyle demektedir:
“Paşalar ancak para kuvveti sayesinde bu mevkilere tayin ediliyorlar. Bütün servetlerini bu uğurda harcamış ve çırılçıplak hâle düşmüş olduklarından, tayin edildikleri vilâyetlere, işgal mıntıkasına giren birer fâtih edasıyla geliyor ve işinin başına geçer geçmez her tarafı soyup sömürmekten başka bir şey düşünmüyorlar.” (s.91)
Prensin, kimlerle neyi görüştüğü hakkında hiçbir malumat yok. Erzurum Beylerbeyi veya Tokat Sancakbeyi kimdir hiçbir malumat vermiyor. Afaki bir değerlendirme yapıyor. Deniz ticareti hakkında ahkam kesmesine karşılık İzmir dışında hiçbir yere uğramamış. İzmir’i de zaten bu söylediklerinden azade kılıyor. Kendisinin hangi mevsimde nerelerden geçtiği de ayrı bir soru konusu. Zira Anadolu’nun bozkır beldeleri mevsimine göre elbette büyük değişkenlik göstermekteydi. Erzurum ve Tokat’ta ticaret ve el sanatları konusunda bilgi vermiş olsaydı daha önemli bir değerlendirme yapmış olurdu.
Dolayısıyla yazarın sözleri gerçekçi bir bilgiden ziyade tamamen kötülemeye yönelik olduğu açıkça görülmektedir. Bunda da İranlılardaki kadim Türk ve Osmanlı düşmanlığı yanında Batı hayranlığı sezilmektedir. Bakınız Türkler hakkındaki şu sözleri düşmanlığının açık bir göstergesi değil midir?
“Türkiye’deki erkeklere gelince bunlar İran erkeklerinden daha beterdirler. Orada öyle aileler vardır ki o toprakta hükümranlıkları kurulduğundan beri babadan oğula hiçbir erkeğin güldüğü görülmemiştir." (s.134)
İran Mektupları!
Öte yandan bu mektuplar çok daha başka şekilde değerlendirilmeliydi.
Günümüzde tarih dizileri, Osmanlı sarayını bir entrika yuvası olarak göstermekten büyük zevk duymaktadır! Şurası muhakkak ki bunlar, dün Batılıların fantezileri olarak tarihe geçti. Bugün de bizim senarist geçinenlerin kurguları ile gündeme geliyor ve akıllara bambaşka bir Osmanlı sarayı imajı yerleşmiş oluyor.
Aslında bu diziciler Osmanlı yerine İran tarihini işleselerdi kendilerine istemeyecekleri kadar malzeme bulurlardı. Belge olarak da Montesquieu’nun "İran Mektupları" eseri yeterdi.
Bu eser İran sarayı hakkında akılalmaz bilgilerle doludur. Bir mektupta geçen ve düşmanlık üzere yazıldığı belli olan beş cümleden Osmanlı Devleti hakkında ahkam kesenler yüzlerce sayfada geçen hadiseleri neredeyse hiç görmüyorlar.
Ya o hadiseler Osmanlı sarayında geçmiş olsaydı bugün ne diziler, ne filmler çekilir ve ne romanlar yazılırdı diye düşünmeden edemiyor insan!
Aslında esere, “İran Paris arasında aşk mektupları”, “İran sarayında aldatmalar” ve buna benzer isimler verilse tam yerinde olurdu.
Zira Prens Usbek, İsfahan’daki muhteşem sarayını, debdebe ile geçen bir hayatı, dünyalar kadar güzel karılarını, muti kölelerini, haremağalarını terk ederek Rika adındaki dostu ile Garb’a doğru seyahate çıktığında tek derdi geride kalan hanımları ve gözdeleri idi. Kendisi kıskançlık girdabında boğuluyordu. Neredeyse bütün mektupları pek azı müstesna onlarla ilgilidir. Ancak Prensin neden bu kadar korktuğu da çok geçmeden gelen mektuplarla anlaşılacaktır.
İşte Başharemağası’ndan Usbek’e gelen bir mektup:
“İşler o dereceyi buldu ki, artık tahammül imkânı kalmadı! Zevcelerin, senin buradan ayrılışından sonra, artık kendilerini herhangi bir cezadan tam muaf sanıyorlar! Ve işte bu yüzden de, sarayında dehşetler kopuyor efendimiz! Şu anda size söyleyeceklerimin dehşetinden ben bile titriyorum: Zelis birkaç gün önce camiye gitti ve bütün cemaatin önünde, peçesini düşürerek yüzünü herkese gösterdi! 'Zaki' saray kanun ve geleneklerinin şiddetle menettiği bir şeyi umursamayarak, cariyelerinden birini odasında yatırdı! İlişikte gönderdiğim aşk mektubu ise, beni şaşkına döndürdü. Karılarından hangisine gönderildiğini bir türlü anlayamadım! Dün akşam sarayın bahçesinde bir delikanlı görmüşler lâkin yakalayamamışlar, duvardan atlayıp kaçmış Bütün bu olaylara, bana meçhul kalanları da ilâve edebilirsiniz, efendimiz. Netice olarak, ihanete uğradığınız tahakkuk ediyor buna artık şüphe kalmadı, Şimdi artık emirlerinizi bekliyorum, [bu emirlerinizi] öğrenmek bahtiyarlığına erişinceye kadar da, herhâlde heyecan ve kederimden yaşayamam, ölürüm!” (s. 436)
Dizicilere malzeme!
Prens Usbek’e Haremağası Solim’den gelen mektup da aynı minval üzere idi:
“Karılarınız şimdi artık sarayı, saygıyı tamamen unutmuş haldeler! Büyük haremağasının ölümünden sonra, sanki her şey onlar için mübah olmuştur! Aralarında yalnız Roksan vazifelerine bağlı görülüyor, yumuşak başlı olmakta da devam ediyor. Saray örf ve ananeleri her gün daha da bozuluyor, âdeta hiçe sayılıyor! Zevcelerinizin yüzünde eskiden görünen kadınlık âr ve hayâ fazileti, vakar ve namus heybetinden artık eser görünmüyor…
Zevceleriniz sekiz gün için sayfiyeye gitmişlerdi; bu sayfiye yeri de, hemen içinde hiç oturulmamış olan o tenhalardaki köşkünüzdü. Duyduğuma göre, iki erkek o evdeki bekçi köleyi kandırmışlar ve hanımlar oraya varmadan önce, büyük yatak odasının bir köşesine gizlenmişler ve gece, bizler çekildikten sonra da meydana çıkmışlar!.. Şimdi başımızda olan yaşlı haremağası bir ahmak ve budaladan başka bir şey olmadığı için, istenen her şeyi ona inandırmak işten bile değildir!” (s.441)
Prensin bu mektuplara delirmiş gibi verdiği cevaplar bir yana nihayet eşi Roksan’dan gelen şu mektup onun için öldürücü bir darbe olacaktır. Şöyle ki:
“Evet, seni aldattım; sana ihanet ettim! Senin o yaman haremağalarını kandırdım, yoldan çıkardım; kıskançlıklarınla alay ettim ve bu iğrenç sarayını bir zevk ve sefâ yeri hâline sokmasını pek alâ becerdim!..” (s.454)
Evet böyle onlarca mektup... Fransız yazar bu aşk mektuplarını kaleme alarak ülkesinde satış rekorları kırdı. Ne dersiniz! Şu mektuplardan biri bile Osmanlı sarayından çıkmış olsaydı bizdeki İslam düşmanları sevinç çığlıkları içerisinde ne senaryolar düzmezler miydi?
TEFEKKÜR
Onlar ki verir lâf ile dünyâya nizâmât
Bin türlü teseyyüb bulunur hânelerinde
Ziyâ Paşa
(Lafla dünyaya düzen verirler,
Bin türlü ayıp vardır evlerinde.)
.
Fazlullah Hurûfî
31 Mayıs 2024 02:00 | Güncelleme :30 Mayıs 2024 23:44
TRT1’de “Fetihler Sultanı Mehmed” dizisinin son bölümlerinde Hurûfilik konusu işlenmeye devam ediyor. Hurûfîler de Şiiler gibi takıyye yapmayı çok iyi beceren bir grup olduğundan Osmanlı sarayına sızmayı başarmışlardı. Dizide şimdilik bu sızma girişimleri ve Fatih’i elde etme çabaları anlatılıyor. Biz Fatih dönemine geçmeden önce Hurûfîlik ile kurucusu olan Fazlullah Hurûfî ve akıbeti hakkında bilgi verelim.
“Hurûfî” kavramı, 'harf'in çoğulu olan 'hurûf’tan türetilmiştir. Sözlükteki anlamı harflere tâbi olan, harflerle uğraşan demektir. Hurûfîliğin temeli, eski çağlardan gelen ve harflerle sayıların kutsallığını kabul edip bunlara çeşitli sembolik anlamlar yükleyen anlayışa dayanır. Bazı Şiî âlimler bu konuda ilk iddiaları ortaya atmışlardır. Meselâ hicri II. (VIII.) yüzyılda aşırı Şiîlerden Mugire bin Saîd el-İclî, Allah’ı harflere benzetmişti. Fakat İslâm dünyasında Bâtınî düşüncelerin ışığında Hurûfîliği bir sistem şekline sokan ve bir fırka hâlinde yayan kişi Fazlullah Hurûfî olmuştur.
Fikirleriyle Ehli-sünnet İslam dünyasını karıştıran Fazlullah Hurûfî, 1340 senesinde İran’ın kuzeyindeki Esterâbâd şehrinde doğdu. Nesli hakkında kaynaklarda çok farklı görüşler mevcuttur. Asıl adı Abdurrahman’dır. Babasının adı Bahaüddin Hasan’dır. Ailenin, aslen bir Acem Yahudisi olduğunu yazan eserler de bulunmaktadır. Abdurrahman Fazlullah daha çok Hurûfî lakabı ve Tebrizî ismiyle de meşhur olmuştur.
Fazlullah Hurûfî’nin ilk eğitimine dair bilgi yoktur. 18-19 yaşlarında tasavvufa ilgi duymuş, zamanının çoğunu ibadetle geçirmeye başlamıştır. Bu yıllarda hac maksadıyla çıktığı yolculuk münasebetiyle sırasıyla Mekke, Harizm ve Horasan’a uğramış ve nihayet İsfahan’da Tohçi denen yere yerleşmiştir. Gençliğinde Batınî dâîlerinden Şeyh Hasan’ın yanında yetişti. Hasan Sabbah’ın kurduğu İsmâiliye Devleti 1256 senesinde Moğollar tarafından yıkılınca, Bâtınîler çeşitli yerlere dağılarak el altından fikirlerini yaymaya başladılar.
Şeyh Hasan’ın talebesi olan Fazlullah Hurûfî de bu fikirlerin etkisi altına girdi. İran’ın Esterabad şehrinde gizlice faaliyete başladı. Kendisine dokuz yardımcı bulup nokta ilmi diye bir şey ihdas etti. “Nokta çift geldi, bu iş mubahtır”. “Nokta tek geldi, falan şey haramdır” gibi sözlerle insanları etkilemeye başladı. Harflere bazı manalar vererek birtakım işaretlerle, anlaşılmaz bir şekilde olan “Câvidân-nâme” adındaki kitabını yazdı.
Hurûfîliğin ana kaynağı Fazlullah’ın bu eseri olacaktır. Hurûfîliğe dair daha sonraki dönemlerde yazılan eserlerde ve ortaya konan prensiplerde hep Câvidân-nâme esas alınmıştır. Câvidân-nâme, Hurûfîlerce Kur’ân’ın bir çeşit tefsiri sayılmaktadır.
Fazlullah, Kur’ân’ın gerçek manasının ancak kendisi tarafından anlaşıldığına inandığı için; Neml suresi 40. âyetinde geçen “nezdinde kitabdan bir ilim bulunan zat” ifadesiyle bahsedilen kişinin kendisi olduğunu iddia etmiştir. Yine o, Kur’ân’da geçen bütün “fazl” kelimelerinden kendisinin kastedildiğini, insanın yüzünde de “fazl” isminin okunduğunu ileri sürmüştür.
Emîr Timur’dan darbe!
Fazlullah Hurûfî, yolunu ve fikirlerini yaymak için pek çok yer gezdi. Sonra Tebriz’i kendine merkez edindi. İran ve Azerbaycan bölgelerinde fikirlerini yaymaya başlayan Fazlullah, ilk müritlerini etkileyici rüya yorumlarıyla kazandı. Şöhreti Tebriz ve Isfahan civarında yayılmaya başlamış ve kısa zamanda İran’ın her tarafına ulaşmıştır. Âlimler, vezirler, kadılar ve idareciler dâhil olmak üzere bütün halk rüyalarını tabir ettirmek için ona gelmeye başlamıştır.
Fazlullah için vahiyden sonra en önemli bilgi kaynağı rüya idi. Müritlerini bu yolla avlıyordu. Ona göre hiçbir peygambere vahiy ve ilham yoluyla aşikâr olmayan hakikat ve sırlar, rüya yoluyla kendisine aşikâr oluyordu.
Kırklı yaşlarına gelince Tebriz’de güya yeni bir rüya görmüş, kendisine harflerin gizli anlamlarının ve nübüvvetin mahiyetinin izhar edildiğini öne sürmüştür. Buna göre Hazreti Âdem, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed Allah’ın halifeleri, kendisi ise Mehdi ve Mesih’tir. Peygamberlerin ve velilerin sonuncusudur. Görmüş olduğunu iddia ettiği bu rüyayı açıkladıktan sonra Tebriz uleması kendisini küfürle itham etmiştir.
Öte yandan Emîr Timur’un saltanatı döneminde (1370-1405) İran, Harizm, Azerbeycan ve Irak bölgeleri çeşitli tarikatlar ve şeyhlerin yaygın şekilde faaliyet gösterdiği muhitlerin başında geliyordu. Ayrıca ilim ve tarikat ehline değer veren Timur’un hoşgörüsü de bu tür faaliyetlerin yayılmasını kolaylaştırmaktaydı. Fazlullah Hurûfî işte böyle bir kültür ortamında sistemini kurmuş ve düşüncelerini yaymıştır.
Söylediği sözler ve yaymaya çalıştığı fikirler Müslümanların itikadını bozup, fitnelere sebep oluyordu. Fakat siyasi bakımdan dağınık olan bölge ona büyük hareket serbestisi tanıyordu. Oysa Timur’un orduları İran bölgesini etkisi altına aldığı zaman Müslümanlar bunun fitnesinden kurtarması için Emîr Timur’a müracaat ettiler.
Bunun üzerine Fazlullah Hurûfî, Timur’un oğlu Miranşah tarafından yakalatıldı. Fikir ve düşünceleri İslâm Dini’ne aykırı bulunduğundan, Şeyh İbrahim’in fetvâsı üzerine, Timur’un emriyle 1394 senesinde Esterabad’da idam edilerek öldürüldü. Bir rivayete göre ise Alıncak Kalesi’nde idam edildi. Tekkeleri dağıtıldı. Böylece İslâmiyet, bu bozuk fikir sahiplerinin tasallutundan kurtarıldı. Gittikçe büyümekte olan bir fitne belki de tam zamanında söndürüldü.
Bozuk fikirleri
Hurûfîlik yolunun mensupları Fazlullah Hurûfî’ye ilâh, tanrı demektedirler. Cavidan adlı kitaplarında; “Tanrılık, ezelde görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler, sonra peygamberler şeklinde göründü. Melekler bunun için Âdem’e secde etti. Dört kitabının manasını Cavidan da bildirdi” diye yazılıdır.
Onlara göre bütün dinler birdir. Hepsi on altı kemer içinde toplanmıştır. On altı kemerden her biri bir peygamberin dînidir. O kemeri kullanan, o peygamberin şerîatine uymuş olacaktır. Bunun için ibadet yoktur. “Ömrü boyunca namazı bir kerre kılmak, orucu bir gün tutmak yeterlidir. Gusül de ömürlerinde bir kere farzdır. Gusledip de, vücudunuzu hırpalamayınız” demektedirler.
Bütün haramlara ve yalan söylemeğe caizdir demektedirler. Baba denilen uluları vardır. Herkese mal, rütbe, evlât verilmesi, insanların ölmesi, hastaların iyileşmesi, babaların elindedir.
Hurûfîler harflerle sırlarla çok meşgul olduklarından ilgilendikleri kimselere İslamiyet’ten çıktığı takdirde bu sırları açıklayacaklarını ifade ederler. Böylece bilgisiz kimseleri meraklandırarak yollarına katmaya çalışırlardı. Fikirlerini kabul edene her kötülük ve fuhuş sana mubah oldu, diyerek haram yollara sevk ederlerdi.
Hurûfîlerin babaları papazlar gibi günâh çıkarırlardı. Günâh sanılan bir şeyi yapan kimse Baba'nın önüne gelir ve boyun bükerdi. Baba da onun kulağını çekerek affederdi. Günâhı büyük ise; “Al malını, gör yolunu” der veya yalvarırdı. Baba da; “Kırklar kurbanı kes yahut üç yüzler nezri ver” dedikten sonra kendisinden bir miktar para alıp; “haydi affettim” derdi.
Netice olarak Hurûfîler, insanları; Allahü teâlayı inkâra ve İslâm dînini ortadan kaldırmaya, Fazlullah’a tapınmaya sürüklemekteydiler. Uygulamaları ile İslâm ahlâkını temelinden yıkmakta, İslâmiyet’i hiçe saymakta, sefâheti, içkiyi ibâdet yerine koymakta idiler.
İşte Emîr Timur böyle bozuk itikatlı birisinin faaliyetlerini durdurmuş ve kendisine hak ettiği cezayı kesmiş bulunuyordu. Bu sebeple Hurûfî tarîkatinin mürîdleri, Emîr Timur’u her vesile ile karalamayı iftiralar atmayı dinî bir vecibe gibi saymışlardır. Aksak Timur, Topal Timur, Zalim Timur diyerek ve daha nice sıfatlarla karalayarak bu büyük Türk cihangirini aşağılamaya çalışmışlar ve bunda da ne yazık ki başarılı olmuşlardır.
Fazlullah Hurûfî’yi yakalatıp öldürten Miranşah ise bazı Hurûfî kaynaklarında “Mâr Şah” veya “Mârân Şâh-ı Pelîd” diye isimlendirilmiştir. Bu ifade “Yılanların alçak şâhı” anlamına gelmektedir
Fazlullah Hurûfî’nin eserleri ve fikirleri, halifeleri aracılığıyla İran ve Azerbaycan’ı aşmış, Anadolu ve Balkanlara kadar yayılmıştır. Hurûfîliğin Anadolu’da yayılmasına ve Fatih Sultan Mehmed dönemindeki hadiselere inşallah haftaya değineceğiz...
TEFEKKÜR
Hûy-i bed âdet-i bed meşreb-i bed
Eder erbâbını merdûd-i ebed
Nâbî
(Kötü huy, kötü gelenek, bozuk itikat
Sahibini sonsuza dek kovulmuş eder.)
.
Hurûfîler dört bir yanda!
7 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :7 Haziran 2024 00:31
Kıymetli okurlarımın “Fetihler Sultanı Mehmed” dizisinde işlenen Hurûfîlik konusundaki suallerine cevap olmak üzere ve Fatih’in Hurûfîlikle olan münasebetine bu yazımızda da devam edeceğiz...
Fazlullah Hurûfî’nin (ö.1394) kurup geliştirdiği, "harflerin esrarı"na dayanan Bâtınî akım, İslam’ın temel akidelerini bozmaya kalkınca, bilhassa büyük İslam hükümdarı Emîr Timur’un takibatına uğradı. Neticede Emîr Timur tarafından Fazlullah Hurûfî’nin öldürülmesi üzerine halifeleri dört bir yana dağılmaya başladı. Görüşleri Hindistan’dan İran’a, Mısır’dan Anadolu ve Balkanlara kadar yayılmaya yüz tuttu. Fazlullah’ın idamından sonra bir grup Hurûfî ile birlikte İsfahan’a gelen Hacı Surh adlı bir kişi burada propagandaya girişerek taraftar toplamış, 1431 yılında bir ayaklanmanın çıkmasına sebep olmuştur. Bu sırada Şâhruh’un kumandanlarından Emîr Abdüssamed’in iki oğlu da öldürülmüştür. Bunun üzerine Hacı Surh katledilmiş ve taraftarları da dağıtılmıştır.
Karakoyunlu Hükümdarı Cihan Şah, ilk dönemlerinde Hurûfîlerle iyi ilişkiler içinde olduğundan bunların taraftarları Tebriz’de iyice artmıştı. Bir müddet sonra bunlar devleti ele geçirmek üzere Tebriz’de büyük bir ayaklanma tertiplediler. (1441) Bu ayaklanma ulemanın da desteğiyle kanlı bir şekilde bastırılmış ve 500 kadar Hurûfî öldürülmüştür.
Fazlullah’tan sonra bazı Hurûfî dervişleri ise ülkelerini terk ederek Hindistan’a gitmiştir. Hindistan’a gidenler Mahmud Pesihanî’nin (ö.1427) takipçileridir. İlk başlarda Hurûfî önderlerinden sayılan Mahmud, harfin yerine noktanın önemine vurgu yapmasından dolayı Fazlullah’ın görüşlerinden ayrılmış ve Hurûfîlerce Merdud veya Matrud lakabıyla anılmıştır...
Memlûkler döneminde Kaygusuz Sultan Tekkesi’nin faaliyete geçmesiyle Hurûfîlik Mısır’da da yayılmaya başlamıştır. Sultan Kansu Gavri, Nesîmî’nin şiirlerine büyük ilgi göstermiş ve ona hayranlık duymuştur.
Irak ve Suriye’de ise; Derviş Emîr Ali Keyvan, Derviş Sadr-i Ziya, Hacı İsa Bitlisî, Hasan Haydarî, Seyyid Taceddin ve Seyyid Muzaffer, Hurûfîliğin temsilcileri idiler. Bunlar Bağdat’ta propaganda yapıyor, diğer Hurûfîlerle de irtibatlarını devam ettiriyorlardı.
Hurûfî hareketi Anadolu’yu da etkilemekten geri kalmamıştır. Hurûfî halifeleri XV. yüzyılın başlarından itibaren Tebriz ve Halep yoluyla Anadolu'ya gelerek propagandaya başlamışlar ve inançlarını; tasavvuf, vahdet-i vücûd ve ilm-i esrâr-ı hurûf gibi daha önce mevcut olan fikir ve inançlar içinde gizleyerek yaymaya çalışmışlardır...
Hurûfîliğin Anadolu’ya gelmesi ve burada yayılarak kökleşmesini sağlayan, Fazlullah’ın iki halifesidir. Bunlar İmâdüddin Nesimî ve onu takip eden Halifesi Refiî’dir. Bu iki halife sayesinde Hurûfîlik Anadolu’da iki ayrı koldan yayılmıştır. Bunlardan birincisi daha çok halk şairlerinin okuduğu coşkun şiirler sayesinde gerçekleşirken, ikincisi daha kitabî bir yolla Fazlullah’ın eserlerinin Anadolu’ya getirilip tercüme edilmesi sayesinde gerçekleşmiştir.
Hurufiliğin Anadolu ve Balkanlarda yayılması özellikle Bektaşîlik üzerinden olmuştur. Fazlullah’ın halifesi ve en özde talebesi Ali el-Âlâ (ö.1419) Anadolu’ya gelip, Hacı Bektaşî Veli tekkesini ziyaret etmiştir. Diğer bir halifesi olan İmâdüddin Nesimî de Anadolu’da dolaşmış ve onun fikirlerini yaydığı için idam edilmiştir.
İmâdüddin Nesimî
Hurûfîlik akımında en önemli isimlerden biri meşhur şair Nesimî’dir. Başlangıçta Sünni yolunda olduğundan ve zaman zaman takiyye yapmasından dolayı bir kısım Ehl-i Sünnet ulemâ tarafından övülmüştür. Onun tam adı Ömer İmâdüddin Nesimî’dir. Şiirlerinde “Nesimî” mahlasını kullanan şairin hayatı hakkındaki bilgiler oldukça sınırlıdır. Doğum yeri ve tarihi belli değildir. İran kaynakları Şiraz ya da Şirvan’da, XVI. yüzyıl Osmanlı tezkirecilerinden Âşık Çelebi, Diyarbekir’de, Latîfî ise Bağdat’ta (Nesîm nahiyesi) dünyaya geldiğini söylemektedir. Nesimî ile aynı dönemde yaşayan İbni Hacer el-Askalânî onu Tebrizli gösterir. Türkmen asıllıdır. Bunun yanında Arap olduğunu söyleyenler de vardır.
Nesimî’nin yaşadığı çevre genelde, İmamiyye, İsnâaşeriyye ve Caferiyye mezhebi mensuplarından oluştuğu ve bu çevrelerde “Ömer” ismi sevilmediği için, “Ömer” adını kullanmamıştır. Bunun yerine “Dinin direği” anlamındaki “İmâdüddin” mahlasını tercih etmiştir.
Nesimî, başlangıçta Şeyh Şibli’nin müritlerinden idi. Güçlü bir şairdi. Şirvan’a gittiğinde orada Fazlullah Hurûfî ile tanışması Nesimî’nin hayatında büyük bir dönüm noktası oldu. Fazlullah’ın görüşleri kendisini bambaşka bir kimliğe soktu. Nesimî, İslam dininin hemen hemen bütün şartlarını üstadı Fazlullah’ın etkisiyle Hurûfî sistematiği içinde yorumlayarak onlara yeni anlamlar kattı.
Fazlullah’ın 1394 yılında öldürülmesi üzerine, diğer takipçileri gibi Nesimî de üstadının yolunu ve fikirlerini yaymak üzere hayatının sonuna kadar sürecek olan seyahatlerine başlamıştır. İran ve civarından başka Irak’ı, Suriye’yi, doğu, batı ve güney Anadolu’yu dolaşmıştır.
Nesimî, I. Murad Han devrinde Bursa’ya gelmiş fakat burada iyi karşılanmamıştır. Osmanlı ulemasının onun bozuk düşüncelerinden haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Ardından Hacı Bayram-ı Velî ile görüşmek için Ankara’ya gitmiştir. Ancak Hurûfîlikle ilgili fikirleri sebebiyle şeyhin huzuruna da kabul edilmemiştir. Dolayısıyla Anadolu’da fikirlerini yayacak ortam bulamayan Nesimî, o tarihte Hurûfîlerin Suriye’deki en önemli merkezi olan Halep’e gitmek zorunda kalmıştır.
Nesimî, bilhassa şairlik gücünü fikirlerini yaymak için kullandı. “Yaradanın insan yüzünde tecelli etmesi” ve “vücudun bütün organlarını harflerle izah” gibi fikirleri Sünnî çevrelerde tepkiyle karşılandı.
Halep ulemâsı, onun ulûhiyyet iddia ettiğini, görüşlerinin İslâm’a aykırı olduğunu ileri sürerek öldürülmesi için fetva verdi. Bu fetva, Memlûk Sultanı el-Melikü’l-Müeyyed Şeyh el-Mahmûdî’nin onayını alan saltanat nâibi Emîr Yeşbek tarafından boynu vurulup derisi yüzülmek suretiyle uygulandı. (1417)
Fatih ve Hurûfîler!
Öte yandan Osmanlı ülkesinde Çelebi Sultan Mehmed ve oğlu Sultan II. Murad zamanında başlayan Hurûfî etkisi, Fatih Sultan Mehmed döneminde saraya kadar ulaşmış, genç padişah bile bir ara bunlardan etkilenmiştir.
Hurûfîler Herat, Isfahan ve Tebriz’de uyguladıkları taktikleri Osmanlı ülkesinde de uyguluyor, bir yandan Yeniçeriler arasında taraftar bulmaya, bir yandan da padişahı etkileyerek Hurûfîliği devletin resmî mezhebi hâline getirmeye ve iktidarı ele geçirmeye çalışıyorlardı.
Durumun vahametini gören Vezir Mahmud Paşa bu büyük fitnenin ortadan kalması için harekete geçmiştir. Onun bu konuda en büyük yardımcısı büyük âlim Fahreddin Acemî olacaktır.
Fahreddin Acemî’nin hayatının ilk devreleri hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. İlk tahsilini İran’da yaptığı ve Seyyid Şerif el-Cürcânî’nin yanında yetiştiği belirtilir. Osmanlı ülkesine gelişinin Çelebi Mehmed döneminde olduğu (1418) sanılmaktadır. Bursa’da kendisi gibi İran’dan gelen Burhâneddin Haydar Herevî’den hadis okuyup icâzet aldı ve Molla Şemseddin Fenârî’nin oğlu Mehmed Şah’ın hizmetine girerek Sultaniye Medresesi’nde onun muîdi oldu. Bazı medreselerde müderrislik yaptıktan sonra 1430 yılında II. Murad Han tarafından başşehir Edirne’ye müftü tayin edildi.
Fatih Sultan Mehmed zamanında da müftülük görevine devam eden Fahreddin Acemî, padişahı etkileri altına alan Hurûfîlerin bertaraf edilmesinde önemli rol oynadı.
Fatih’in, Fazlullah-ı Hurûfî taraftarlarının fikirlerine iltifat etmesinden ve bunların saraya kadar girmelerinden endişeye kapılan Vezîriâzam Mahmud Paşa, durumdan Fahreddin Acemî’yi haberdar ederek fikirlerini dinleyip çürütmesi için bir plan tertip etti.
Fazlullah-ı Hurûfî taraftarlarını konağına davet edip onlara ziyafet verdi. kendilerine yumuşaklık gösterip fikirlerini rahatça konuşmalarını sağladı. Bu sırada yan odada salonun bir köşesine gizlediği Fahreddîn-i Acemî’nin, Hurûfîlerin fikirlerini bizzat dinlemesini sağladı.
Yemek sırasında sapık fikirlerini ortaya koyan Hurûfîleri dinleyen Müftü, saklandığı yerden çıkarak onların fikirlerini çürüttü. Hatta Hurûfîleri saraya kadar takip ederek Fatih’in huzurunda bir kere daha sert bir şekilde azarladı. Sonra da Edirne’de Üç Şerefeli Cami’de münazaraya davet etti. Halk huzurunda yapılan münazarada bunların sapıklıklarını ve dinsizliklerini ortaya koyarak idamlarına fetva verdi ve bu hüküm hemen infaz edildi. Böylece kamu ve devlet düzenini bozacak olan büyük bir fitne başlamadan sona erdirildi...
1465 yılında vefat ettiği tahmin edilen bu büyük âlimin kabri, Edirne’de Dârülhadis Camii mihrabı önünde yer almaktadır.
TEFEKKÜR
Devlet-i dünyâ ile âkıl olur mu şâd-kâm
Âdeme vermez ferâh gencîne bulsa hâbda
Râşid
(Akıllı, dünya zenginliğine sevinir mi?
Düşte bulduğu hazine, insanı rahatlatmaz.)
.
Hangi tarih zihniyeti!
14 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :14 Haziran 2024 00:22
Son zamanlarda yine müfredat tartışmaları yaşanıyor. Bazı çevreler yapılan değişiklikleri okumadan dahi karşı çıkıyor. Zira onlar için yapılan değil yapan önemli. Yollara, köprülere, hastanelere, havaalanlarına, İHA’lara, SİHA’lara karşı çıkanların kitaplarda yer alan değişikliklere karşı çıkmaması imkânsızdır.
Oysa yapılan değişikliklere baktığımda atılan adımlar devede kulak mesabesindedir. Teknik gelişmeleri bir yana bırakırsak tarih şuuru adına zerre kadar atılan bir adım yoktur. Hâlbuki gençliğimiz deizmin, ateizmin pençesinde kıvranmakta din, iman, vatan konularında şuursuzluk girdabına doğru sürüklenmektedir.
Siz gençleri bu feci girdaptan ancak tarih, edebiyat ve hakkıyla bir dinî eğitimle çıkarabilirsiniz. Aslında ben bu noktada Millî Eğitim’in dev bir hamle gerçekleştirmesini beklerdim.
Tarihimize hâlâ Avrupai bakış hâkimdir. İlk insan Âdem aleyhisselam ile başlamayan tarih bizi "evrim teorisi" bir garabete düşürmüştür. Altın çağlarımız, Orta Çağ’ın karanlık devirleri içerisine sokulmuştur. Kendimize göre bir tarih çağları dahi geliştirmekten aciz bir şekilde dayatılan tarihe boyun eğerek öğretime devam etmekteyiz.
Hâlbuki İslamiyet’le tanışmamız ve bu dini gönülden kabul etmemiz bize asırlarca sürecek büyük imparatorluklar kurmamızın ve medeniyet hamleleri gerçekleştirmemizin yolunu açmıştır. Bizim için yepyeni bir çağdır. Oysa gençlerimiz bunun farkında ve hatta idrakinde dahi değillerdir. Batılı araştırmacıların tezleri bu konuda da mutlak gerçekmiş gibi sunulmaktadır.
Bakınız İslamiyet’in dünyada emsali görülmeyecek bir tarzda çok kısa süre içerisinde de geniş bir coğrafyada yayılarak birbirinden çok farklı inanç ve kültürlere mensup insanlarca benimsenmesini açıklamak üzere Batılı araştırmacılar tarafından çeşitli izahlar yapılmıştır. Bunlar ne hazindir ki bizim tarihçilerce de mutlak hakikatmiş gibi savunulmaktadır. Bu üç mesele şunlardır:
Fethedilen bölgelerde kılıç zoruyla İslâm'ı kabullenmeye zorlama.
İslâm hâkimiyetine giren gayrimüslimlerin cizye gibi ekonomik yaptırımlardan kurtulmak istemeleri.
İdarî mekanizmada kendilerine yer bulma arzuları...
Oysa İslâm’ın kılıç zoruyla veya bir menfaat karşılığı yayıldığına dair bu neviden görüş ve düşünceler bugün artık geçerliliğini kaybetmiştir. Zira tarihte zorla ihtida örneklerine rastlanmakla birlikte bunun İslâm’ın yayılış sürecinde kayda değer bir faktör olmadığı anlaşılmıştır. Bir defa İslam’ın bizatihi kendisi Müslüman olmak için zorlamayı uygun görmemektedir. Diğer taraftan bu görüş daha çok misyonerlerin İslam’ı kabullenmiş olanları “aslî inançlarına döndürebilmek” sevdasıyla uydurdukları bir propaganda vasıtasından başka bir şey değildi.
İslam’ı anlamak
Diğer taraftan sosyoekonomik olarak yapılan bazı değerlendirmelerde ise Hazreti Peygamber’in ve ilk halifelerin örnek kişilikleriyle birliği sağlanan bedevî Arap kabileleri, yaşadıkları yoğun bir kuraklık döneminde zorunlu olarak verimli bölgeler arayışına yönelmişlerdir.
Bir diğer açıklama ise Bizans ve Sâsânî devletlerinin karşılıklı savaşlardan yıpranarak bu yeni güce boyun eğdikleri şeklindedir.
Aslında bütün bu değerlendirmeler meseleyi izahtan uzak oldukları kadar deliller değerlendirildiğinde insanları inandırmaktan da uzak bulunmaktadır. Nitekim ne o dönemde Hicaz’da böyle bir kuraklığın yaşandığı delillendirilmiş, ne de bu yaklaşımla fetihlerin Bizans ve Sâsânî topraklarından daha öteye gidişi açıklanabilmiştir.
Aslında İslamiyet’in farklı din, dil, ırk, kültür ve sosyal gruba mensup insanlar arasında böylesine geniş çaplı bir dönüşümü sağlamasını anlayabilmek için en önemli husus; onu tanımakta yatmaktadır. Zira bu dinin evrensel mesajlarını alanlar ve onun insanlık için çizdiği huzur ve mutluluk tablosunu görenler hayranlıktan öte bir şey hissetmiyorlardı. Belki İslam dairesine girmesi için insanlar için tek bir şey yapmaları gerekiyordu. İslam’ı ideolojik olarak reddetmeden incelemek...
İkincisi ise; Müslümanlarda görülen yüksek ahlak ve meziyetlerdi...
Evet, ilk Müslüman fetihlerinin kısa sürede başarıya ulaşması, bunu gerçekleştiren siyasi ve askerî gücün kendi maddî ve manevi dinamikleri kadar fethedilen topraklardaki dinî, siyasi ve içtimaî şartlarla da yakından ilgili bulunuyordu. Gerek Irak, Suriye ve Mısır gerekse Kuzey Afrika ve İspanya’da yerli halk fetihler sırasında geniş ölçüde tarafsız kalmış ve fatihler ciddi bir engelle karşılaşmamıştır. Bu bölgelerde devletin ve hâkim dinî mezhebi temsil eden kilisenin iktisadî ve dinî baskısı altındaki halk Müslümanları kendi bağımsızlıklarına engel görmemiştir. Anadolu’da da Ortodokslar dışındaki Hristiyan ahali Türklerin gelişini Bizans’ın cezalandırılması olarak kabul etmiş ve kendilerine karşı bir düşmanlık beslememiştir.
İslâm’ın doğduğu coğrafyada dikkati çeken tablo kabile kültürü içinde bulunan, putperest bir inanç sistemine sahip, çoğu göçebe toplulukların kazanılması sürecidir. Bunu, yakın coğrafyalarda aslında "tek tanrı" inancı taşıyan, kısmen şehirleşmiş toplulukların "İslamlaşması" takip etmiştir.
Neticede X. yüzyılda çeşitli ülkelerden Oğuzların hâkimiyetindeki şehirlere gelen Müslüman tacirlerin, derviş ve şeyhlerin gayretleri sonucu İslamiyet, Türkler arasında büyük bir hızla yayıldı.
Şimdi bir taraftan zaman zaman inkıtaa uğrasa da neredeyse iki asra yakın silahlı mücadelenin devam ettiği bir devrede diğer taraftan İslam’ın kalplere ve gönüllere nüfuz etmesinin çeşitli etkenlerini takip etmek ve bilmek gerekir.
Türk ülkelerinde sahabeler
Eshab-ı kiram arasında Türkler var mıydı? Bu suale belki net bir cevap verebilmek mümkün değil ise de Türkler arasında pek çok eshab-ı kiramın yerleştiği onları irşat ettiği fetihlerde şehit düştüğü bilinmektedir.
Bu itibarla Peygamber efendimizin mübarek sohbetlerinde yetişmiş onlarca sahabe Türk ülkelerinde İslam’ın ilk nüvesini oluşturmuşlardır. Onların yakmış olduğu ilk meşale kısa sürede Türk ülkelerinin her tarafını saracaktır.
Öyle ki Peygamber efendimizin vefatından sonra Türklerle meskûn büyük Horasan bölgesi İslam ordularının fetih alanına gireceği gibi pek çok sahabe de bu bölgeye hem fetih hem irşat maksadıyla gelecektir.
Bu sahabelerden en bilinenleri şu şekildedir:
Horasan Bölgesinde, İbn Zübeyr’in Horasan’a vali tayin ettiği Abdullah b. Hazim bu bölgede oldukça sevilmişti. Ancak daha sonra Abdülmelik b. Mervan’ın Horasan valisi olarak tayin ettiği Bükeyr b. Vişah ile aralarında çıkan savaşta şehit olacaktı.
Basra’ya yerleşen Muaviye b. Hayde hazretleri daha sonra Horasan’a gidecek ve orada İslam’ı tanıtacaktı. Kabri oradadır. Horasan’da vefat eden sahabelerden biri de Mekkeli Abdurrahman b. Ya’mer’dir.
Kays b. Ebi Vedia ile Kays b. Yezid Belh’i vatan edinen sahabelerdendir.
Ebu Me’dan Sufra ile Hazreti Eşref Herat’ta bulunuyordu. Hashas b. Fudayl ile İmran b. Fasıl hazretleri ise bir müddet bu şehirde kalmışlardı.
Ebu Rıfa’a el-Adevî hazretleri Sicistan fetihlerine katılmış ve sonra Kabil’in fethi sırasında şehit olmuştu.
Serahs’ta Horasan fatihlerinden Haris b. Hassan hazretleri vardı.
Sahabelerin bulunuşu bakımında en şanslı Türk şehirlerinden biri de Merv’di.
Varaka b. Habis et-Temimi, Peygamber efendimizin kölelerinden Muhammed, Mahtefer b. Evs ve Umeyye b. Esad b. Abdullah, Nadle b. Ubeyd el-Eslemi, Büreyde b. Husayb, Hakem b. Amr b. Mucedde ve Kurt b. Ebi Remse et-Temimi Merv’e giderek halkına İslamiyeti en güzel bir şekilde anlatan sahabelerdendir. Çoğunun kabri orada bulunmaktadır.
Kusem b. Abbas b. Abdulmuttalib, Semerkant’a gitti. Orada şehit oldu.
Muhacir b. Ziyad el-Harisi, Bera b. Malik b. Nadr el-Ensari, Avn b. Cafer b. Ebi Talib ve Muhammed b. Cafer b. Ebi Talib hazretleri ise Tüster fethine katılmışlar ve orada şehit düşmüşlerdi.
Affan b. Habib, Amir b. Süleym ve Hümam b. Zeyd hazretleri Nişabur’da olan sahabelerdir.
Esved b. Hazım b. Safvan hazretlerinin ise Buhara yakınlarında bir köye yerleştiği ve orada kaldığı rivayet edilmektedir.
İşte Türk ülkelerinde fetihlerden öte İslam’ı ilk anlatan ve İslam kıvılcımını Türklerin göğüslerine ilka eden sahabeler bunlardı.
Muhakkak ki onlar Türk ülkelerinde İslam’ın yayılmasında öncü olmuşlardı. Fetihler, tacirler ve tasavvuf erbabı yoluyla bu faaliyet giderek artacaktı. Bu konuda bilgiler vermeye devam edeceğiz...
TEFEKKÜR
Hussâd-ı asrın etme nazar güft ü gûsuna
Şîr iltifât eder mi külâbın gulgulesine
Nahîfî
(Kıskançların dedikodularına aldırma,
Aslan hiç aldırır mı köpeklerin havlamasına.)
.
Türk dünyasını buluşturan âlim: Nasreddin Hoca
21 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :20 Haziran 2024 23:54
Son yıllarda bizim dizi yönetmenlerimiz ve senaristlerimiz tarihimizi tabiri caizse hoyratça mahvederken Azerbaycan’ın usta sinemacılarından Vagif Mustafayev çok önemli bir projeye imza atıyor. Nasreddin Hoca’yı konu edinecek olan Mustafayev, filmin yönetmenliğini de bizzat üstlenmiş durumda. O Nasreddin Hoca’yı Türk âleminin en önemli ortak kahramanlarından biri olarak görüyor ve şöyle diyor:
“Bu tarihte benzeri olmayan bir proje. Altı Türk dünyası ülkesi ilk defa müşterek şekilde bir film meydana getiriyor. Bu eser bizi güzel bir geleceğe taşıyacak. Başarılı olmak için Allah’a dua ediyorum.”
Nasreddin Hoca’nın Türk dünyasının müşterek kahramanı olduğunu kaydeden Mustafayev “Nasreddin Hoca nice güzellikleri insanlara aktaran, hayata pozitif yönleriyle bakmamızı sağlayan ortak kahramanımız. Onun hakkında film ortaya koymak, Türk dünyasının medeniyetini ve mizahını dünyaya göstermek adına önemli. Nasreddin Hoca gibi bir kahramanın eşi benzeri yok. Onun hikâyeleri ve mizahı hayatının her yerine dokunuyor” demektedir.
Vagif Mustafayev’in konuşmasının devamında kullandığı şu sözleri ise bizim Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Selahaddin Eyyubi, Barbaros, Sultan Alparslan ve Fatih dizilerini çekenlerin suratlarına bir şamar gibi iniyor. Mustafayev şöyle diyor:
“Bu film mizah barındırsa da Nasreddin Hoca'ya ciddi bir şekilde yaklaşıyor. Nasreddin Hoca'yı bir folklor kahramanı değil, gerçek bir karakter olarak alacağız. hayata dair ders veren bir hoca olarak yansıtacağız... Nasreddin hoca elbette yeterli olmayacak ama bir yerden de başlamak gerekiyor. Tabii, Türk halklarının başka kahraman ve yazarlarına da sıra gelecektir. Bu film başarılı olursa sinemamıza örnek olacaktır...''
Evet Nasreddin Hoca zaten tarihe mizah kahramanı olarak geçmiş bir şahsiyetimiz bir âlimimiz. Fakat onu insanlara şaklabanlık yapan biri olarak göstermeyeceğiz diyor sayın Mustafayev. O, bu ifadeleri ile tarihî şahsiyetlerin vereceği büyük mesajlara dikkat çekiyor. Bunların ideolojileri aşılamak için değil hakikatlerden ibretlerden ders vermek için olacağına dikkat çekiyor.
Bizimkiler ise tarihî dizilerde kol bacak keserek, entrikalarla süsleyerek ne vermek istedikleri hâlâ belli değil. Cüneyt Arkın’ın bir kale insanı sırayla kesmesi kadınların tarihte her işe maydanoz olmuşlar gibi kurgularla anlamsız bir kurgu içinde devam ettiriyorlar.
Onun fıkraları derstir, ibrettir!
" Türk milleti tarihi boyunca sabırlı, mütevekkil; zorluklara, haksızlıklara, hatta hainliklere sonuna kadar mukavemetli, çalışkan, müşfik, merhametli ve misafirperver” diye tanımlanır. Bu hasletin nereden nasıl hasıl olduğu düşünülünce mensup olduğu dininin yanı sıra Hazreti Mevlâna, Yunus Emre ve Nasreddin Hoca örneklemeleri yapılır. Onlar yüzlerce sosyal ve siyasi felaketler karşısında bazen gülümsemeyle, bazen iman neşesiyle bazen de engin müsamahasıyla halkı ayakta tutan moral değerler olmuşlardır.
Nitekim Sayın Mustafayev’in film kahramanı olarak seçtiği Nasreddin Hoca bugün dahi bütün Türklük âleminin moral hocası olmaya devam etmektedir. Nasreddin Hoca, hikâyelerinin dolaştığı diyarların kendi evladı sayılmıştır. O, Türkiye’nin Nasreddin Hocası, Doğu Türkistan’ın “Ependi’si”, Özbeklerin "Afandı’sı" Kazakların "Koja Nasr’ı" ve Azerbaycanlıların "Molla Nasreddin’i" olmuştur...
Şu hâliyle gerçekten de Türk dünyasını bir anda birleştiren bir isimdir. Onunla insanımıza verilecek sayısız mesajlar var.
Zira Nasreddin Hoca fıkraları, asırlardır fıkra türünün Türk toplumundaki yeri açısından hem sözlü̈ hem de yazılı gelenekte en ön sırada yer almaktadır. Türk hayat tarzı ve düşüncesi yanında inanç sisteminin dahi derin bakış açısını yansıtır. Kültürümüze ait önemli malzemelere sahiptir.
Bunlardan biri de Türk aile yapısıdır. Hoca'nın ailesi başta olmak üzere Türk aile yapısı ve aile içi ilişkilerde iletişim yolları ve davranış yapıları hocanın fıkralarına fazlasıyla yansımıştır. Fıkralarda yaşanılan kültürün etkisi olduğu görülür. Bu kültürün aile içi ilişkileri dizayn ettiği bariz bir şekilde ortaya çıkar. Zira Nasreddin Hoca, şahsında temsil ettiği değerleri harmanlayarak hayata ve olaylara farklı bakış açıları getirmiş, bu da onun aile içi ilişkilerine yansımıştır.
Nasreddin Hoca bu özellikleri ile o kadar sevilip sayıldı ki ünlü edebiyatçı Fuat Köprülü, fıkraların ehemmiyetini göstermesi bakımından “Türk milleti, hayatın birçok hadiselerine karşı beslediği telakkileri ona isnat etti ve yüzlerce yıl kaybolmadan yaşattı” ifadesini kullanır.
Öte yandan Nasreddin Hoca fıkraları, idealize edilen bir hayat şekli değildir. Bunlar sosyal hayatta var olan ve her zaman yaşanması da mümkün olan gerçekçi bir hayatın kapılarını aralar. “Parayı veren düdüğü çalar”, "Ye kürküm ye”, “El elin eşeğini şarkı söyleyerek arar” ve “Damdan düşenin hâlini damdan düşen bilir, bindiği dalı kesmek, ipe un sermek” gibi fıkraların özünü gösteren cümleleri dillere pelesenk gibi yapışır, deyim veya atasözü gibi her daim kullanılır. Bu yüzden onu masal ve destan gibi diğer halk edebiyatı türlerinden ayırmak gerekir. Cezbedici ifadesi ve etkileyici gücü ile bu fıkralar, bir milletin fertleri arasında ortak düşünüş ve benzer tavır sergileme gibi fonksiyonlara yol açar.
Fıkralarından hareketle Nasreddin Hoca’nın insanı ve içinde yaşadığı toplumu çok iyi tanıdığını; aile, komşuluk, ahlak, dostluk, ekonomi, eğitim gibi alanlarda farklılıkları iyi gözlemlediğini, insan psikolojisini mükemmel bildiğini; toplumda yaşanan huzursuzlukları, acı ve ıstırapları gidermek için insanlara öğütler verdiğini söylemek mümkündür.
Netice olarak hocamız hadiselere beklenmedik noktalardan bakmayı seven, aklıselimi kuvvetli, neşeli, babacan bir şahsiyettir. Mizahı hiciv gibi yıkıcı değil, yapıcıdır. İyi niyetlerin timsalidir. Anadolu’nun ideali olan cemiyet nizamına değer veren bir ahlak anlayışına sahiptir. Dolayısıyla fıkraların hususiyeti de buradan doğar. Hoca herhangi bir aşırı davranışa karşı onun zıddı ile karşılık verir. Fıkraları insanı hem güldürür hem düşündürür!..
Adam olmanın yolu!
Nasreddin Hoca’nın fıkraları çeşitli açılardan tahlillere tabi tutulmuştur. Bu fıkraları tasavvufi açıdan değerlendiren âlimler de vardır. Hazreti Mevlâna’nın torunlarından Seyyid Burhaneddin Çelebi bunlardan biridir.
Bir fıkrada Hoca birinin bahçesine girer. Bahçedeki sebzeleri çuvalına doldururken mal sahibi gelerek; "Burada ne yapıyorsun?" diye sorar. Hoca; "Beni bir rüzgâr buraya attı" der.
Bahçe sahibi, "Peki bu sebzeleri kim kopardı?" diye sorar. Hoca "Rüzgar şiddetli olduğundan, beni oradan oraya attı ben de onlara tutundum, bu yüzden koptular" der.
Bostancı; "Peki bunları çuvala kim doldurdu?" deyince Hoca "İşte ben de onu düşünüyordum!" der.
Fıkranın yorumu şöyledir: Gerçek hayata göre, bir gölge bir hayal gibi olan bu dünya hayatında, düşünmeden, helal haram demeden, yarını düşünmeden tûl-i emel ile çalışan rızık toplayan kimseler, yarın bağbânı hakiki olan Cenâb-ı Kibriya’nın divanında öyle eğri büğrü sözleri kabul olunmayacağından, bu duruma düşmektense şimdiden tefekkür edip tedbir alınmalıdır.
Bir başka fıkrada Nasreddin Hoca’ya rüyasında dokuz akçe para vermişler. Hoca, hele on akçe olsun diye ısrar etmiş derken uyanıp bakmış ki elinde bir şey yok. Gözlerini tekrar kapatarak elini uzatan Hoca, “Getir dokuz akçe olsun” demiş.
Bu fıkranın tasavvufî izahı ise şu şekildedir: Bu fâni dünya bir rüya âlemi gibidir. Kavga ve dövüşle daha çok kazanmak için çalışmanız boşunadır. Elinizde iken sadaka ve hayratta bulunun, uyandığınız vakit eliniz boş çıkmasın.
Bir fıkrada, kapalı bir çeşmenin tıkacını şuursuzca açan hoca üstünü başını berbat eder. O bundan güzel bir netice çıkarır: Boşboğaz cahil bir kişinin söylediği şuursuz bir söz, tıkacı açılmış çeşmeye benzetilir. Böyle bir söz temiz bir insanı kirletir. Haksız dedikodulara sebep olur.
Herkesin bildiği gibi bir fıkrada Nasreddin Hoca eşeğe ters biner. Bundan kasıt nefsin dediğini yapmamak onun zıddına hareket etmektir. Zira nefis ruhun bineğidir.
Bir gün Hoca’nın bulunduğu bir sohbette sormuşlar: “Hocam, adam olmanın yolu nedir?” Hoca düşünceli düşünceli, başını bir o yana bir bu yana sallayarak “Söyleyen olursa dinlemeli, dinleyen olursa söylemeli” demiş...
İnşallah Nasreddin Hoca filmi, sadece Türk ülkelerini ortak bir paydada buluşturmakla kalmayacak, nice böyle faydalı projelerin ortaya çıkmasına da vesile olacaktır.
TEFEKKÜR
Dilini zapt eyle aklın başında iken
Çeşme-veş tâ ki başın ola esen
(Aklın başında iken diline sahip ol ki,
Başın normal akan çeşme gibi esen olsun.
İsraftan kaç, bereket gelir!
28 Haziran 2024 02:00 | Güncelleme :28 Haziran 2024 00:08
Son yıllarda darlık, yoksulluk, pahalılık, bereketsizlik, ekonomimizin daralması, vergilerin artırılması gibi konular gündemimizin birinci sırasını teşkil eder oldu. Oysa neredeyse bir 15 sene bunları unutmuş gibiydik.
Bütün bunların nedenlerini sebeplerini tartışanlar hep hükûmetin tavrından tarzından uygulamalarından bahsetmeyi seçiyorlar. Elbette idarecilerin bu konuda payı büyüktür. Lakin hemen herkes de kendi hissesine düşeni düşünmek tefekkür etmek zorundadır... Çocukluk yıllarımızda büyüklerimizin nimetin kıymetini bilme konusunda çok titiz davrandıklarına bizim yaşımızdakiler fazlasıyla şahit olmuştur. Onlar, varlık ve bolluk zamanlarında her anın böyle olmayacağını hayatın binbir türlü hâli olduğunu, darlık günlerine de hazırlık yapılması gerektiğini bildirirlerdi.
Elbette bunu durduk yerde ifade etmezlerdi. Bilhassa israf konusuna dikkat çekerlerdi.
Düşünün, ekmek kırıklarının yere düşmesi, tabakta yemeğin bırakılması, pirinç tanelerinin yere düşmesi dahi onlar için hep bir felaketin habercisi olurdu. Bu felaket kıtlık ve yoksulluğun işareti idi. Zira bunun en büyük sebebi israfa düşmektir.
Cenab-ı Hak, Araf suresi 31. âyet-i kerimede “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz, zira Allah israf edenleri sevmez” buyurmaktadır.
İsra suresi 26-27. âyetlerinde ise mealen “Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böyle saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdır. Şeytan ise, Rabb’ine karşı çok nankördür” buyuruyor.
İsraf denilince ilk önce paranın yersiz ve gereksiz harcanması ve yiyeceklerin çöpe atılması akla gelir. Oysa Kur’ân’da israfın yukarıda verdiğimiz tanımda da görüleceği gibi, geniş bir anlam alanı vardır.
Ülkemizde ekonominin daralmaya başladığı son iki üç yılın öncesinde korkunç bir israf baş göstermişti. Çeşitli araştırmalarda ekmek israfının, çöpe atılan yiyeceklerin, düğünlerde, otellerde gösteriş uğruna yapılan nice israfların akılalmaz boyutları her gün gözler önüne serilmekteydi.
Sonunda pandemi dönemi ile birlikte bir anda yoksulluğun eşiğine düştüğünü görüverdik. İnsanlar hükûmet ve idarecileri suçlarken kendi yaşantılarına müsrifliklerine neredeyse hiç bakmamaktadır. Bu hâllere nelerin sebep olduğunu sorgulamamaktadır. Elbette idarecilerin israftan kaçınma noktasında öncü olmaları gerekir. Milleti uyarma, ikaz etme de onların vazifesidir.
Şurası unutulmamalıdır ki sadece vergilerle geliri artırmak, huzuru yakalamak imkânsızdır!.. Hatta vergilerde aşırı gitmek hükûmette israfı, halkta ise hoşnutsuzluğu artırmaktan öte bir işe yaramayabilir... Bu durum felaketin boyutlarını daha da derinleştirecektir. Öyleyse asıl olan öncelikle israfın kökünü kurutmak olmalıdır.
Bereket nerededir?
İnsanlar son dönemlerde bereketin, bolluğun, huzurun kaynağını neredeyse tamamen unutmuş durumdadırlar.
Bereketsizlik sebeplerinin en büyüğü Rabbini tanımamak ona olan kulluğunu yerine getirmemektir. Şanlı Peygamber efendimiz bir hadisinde, “Kul, işlediği günah sebebiyle rızıktan mahrum olur” buyurmuştur.
Yine Bereketsizliğin en müessir sebeplerinden biri de kanaatsizliktir, hırs ve ihtirastır, tul-i emeldir. İsraf etmek, kanaat etmeyip hırs göstermek şükürsüzlüktür. Nimete şükredilmediğinde bereket kaçar.
Cenabı Hak İbrahim suresi 7-8 âyetlerinde mealen “Nimetlerime şükrederseniz artırırım yok, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz elinizden alır şiddetle azap ederim” buyurmuştur.
Şükür, “Verdiği nimetlerden dolayı kulun Allah’a minnettarlık duyması, bunu sözleri ve amelleriyle göstermesi” anlamında kullanılmaktadır. Kur’ân-ı kerimde kulluğun gereği olarak değerlendirilmiş, Allah’ın nimetlerine mazhar oldukları hâlde şükretmeyenler kınanmıştır. (A'râf suresi, 10)
Şükür sadece sözle değil, eldeki nimetlerin gerçek sahibinin Allahü teala olduğuna gönülden inanarak bu nimetleri Allah’ın rızasına uygun şekilde kullanmakla olur. Servetin şükrü muhtaçlara yardım etmek, ilmin şükrü bilgiyi insanların yararına kullanmak, sıhhatin şükrü ise Allah’a kulluk ve insanlara hizmet etmektir.
Allah’a kulluk yapmak için yaratılan insan, eğer ömrünü ibadetle geçirmemişse bedenini ve ömrünü israf etmiş sayılır. Zaman israfı, israfların en büyüğüdür, zira telafisi mümkün değildir. Zamanını israf eden, hayatını ve ömrünü zayi etmiş, kendisine de yazık etmiştir.
Berekette önemli bir etken de zaman kavramıdır. Âlimler, insanın işe motive olacağı en aktif zaman dilimi fecirden sonraki zaman dilimidir, dolayısıyla bu dilim, uykuyla geçmemelidir, demişlerdir. Çünkü o saatte uyumak işe geç başlamak demek olacaktır ki, bu da iş kaybı, emek kaybı, zaman kaybı, kazanç kaybı, performans kaybı gibi kazancı bereketlendiren birçok ana unsurun devre dışı kalması mânâsına gelecektir. Yine İslam âlimleri buyurdu ki:
“Evde Mushaf-ı şerif bulundurmak ve her gün bir miktar okumak berekettir. İyilik edenin malı bereketli olur. Eshab-ı Kehf'in ve Eshab-ı Bedr'in isimleri yazılı kâğıdı evde ve üstünde taşımakta bereket vardır. Tarlayı abdestsiz sürmek bereketsizliğe sebeptir. Ustasına hürmet etmeyenin de kazancının bereketi olmaz. Seher vakti kalkmak berekettir...”
Bereket, az malın çok faydası olması, çok işe yaraması demektir. Az bir mal, bereketli olunca, çok kimsenin rahat etmesine, çok iyi işlerin yapılmasına yarar. Bereketli olmayan çok mal vardır ki, sahibinin dünyada ve âhirette felaketine sebep olur. O hâlde malın çok olmasını değil, bereketli olmasını istemelidir!
Yunus Emre sesleniyor!
Osmanlı tefekkür ehli ve mutasavvıfları bu çerçevede her zaman uyarı ve ikazlarda bulunmuşlardır. Bunlardan biri de Yunus Emre’dir ki sık sık beyitleri ile bu konunun önemini vurgulamıştır.
Yunus Emre’ye göre mal ve mülk biriktirerek, malın gerçek sahibini unutanlar dengeyi kaybetmiş kişilerdir.
Ne kadar çok ise mâlun ecel sana sunar elin,
Ne assı eyledi Kârûn bu dünyaya batmış iken...
Yunus Emre’ye göre maddeye sahip olmakta aşırıya kaçılmamalı ve israf da edilmemelidir. Hazreti Yunus, bunun bir denge gerektirdiğinin şuurundadır. Bu yüzden varlık da yokluk da ilahi aşkın önüne geçmemelidir.
Ne varlığa sevinürem,
Ne yokluğa yirinürem,
Işkunıla avınuram,
Bana seni gerek seni.
Yunus Emre devamlı mal biriktirip paylaşmayanların, cömertlik yapmayanların içine düştükleri durumu da sıklıkla konu edinir. Bunlara işaret ederken şöyle seslenir:
Şunlar ki çoktur malları gör nice oldu hâlleri,
Son ucu bir gömlek imiş onun da yoktur yenleri!
Kanı mülke benim diyen köşk ü saray beğenmeyen,
Şimdi bir evde yaturlar taştan olmuş üstünleri!..
Yunus Emre birçok şiirinde dünya ve maddeyi beraber veya aynı anlamda görmektedir. Bu dünyaya gönül verenlerin, maddeye aldananların nihayetinde hep pişman olduklarını belirtirken, dünyayı ve onun unsurlarını zehirli yemeğe benzetir.
Bu dünyaya gönül veren sonucu pişman olusar,
Dünya benim didükleri hep ona düşman olusar!
Cömertliği öven, cimriliği ve israfı sert bir şekilde eleştiren, maddeye karşı tavır alan Yunus Emre’nin maddeye karşı tavrını özetleyen ve tüketim çılgınlığının karşısında duran en önemli dizeleri şöyledir:
Kötüdür yoksulluktan nicelerin varlığı,
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı!
Buradaki madde, hep kalpte saltanat kuran ve tapılan bir meta konumundadır. Bu inceliğin farkında olmalıdır.
Nitekim Yunus Emre’ye göre Allah sevgisini istemeyenler başka sevginin peşindedirler. İnsanı iyi veya kötü bir yöne sevk eden manevi kuvvet, sevgidir. Bir mısraında; “Çalabın dünyasında türlü türlü sevgi var” diyen Yunus Emre, insanın neyi severse ona iman ettiğine inanır.
Neyi sever isen îmânın oldur,
Nice sevmeyesin sultânun oldur!
Hazreti Yunus’tan alacağımız o kadar çok ders var ki… Almasını bilmek gerek!
TEFEKKÜR
Dünyanın muhabbeti ağulu aşa benzer,
Sonunu sayan kişi ağulu aşdan geçer!
.
Mülteci meselesi ve gerçekler!
5 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :5 Temmuz 2024 00:13
Son yıllarda dinî, millî, tarihî ve kültürel değerlerimiz gittikçe yozlaştırılmaktadır. Hatta bu değerlerimize karşı açıkça saldırılar yapılmaktadır. Ailemiz çözülmektedir... Bunlarla mücadele kolay değildir. TV’ler yıllarca inceden inceye bu konuda ince işçilik yaptılar. Bir kısım siyasiler neredeyse yangına benzin taşıdılar. Son yıllarda ise sosyal medya kanallarıyla zirve yaptırdılar. Sonunda iş çığırından çıktı... Hedef alınan değerlerimizin her biri ayrı bir beka meselesi hâline geldi...
Son Kayseri olayları bizim sağduyu yönümüzün körelmekte olduğunu gösterdi.
Bu hâl mülteciler meselesinin son geldiği feci noktayı da gözler önüne serdi.
Şunu biliyoruz ki mülteci meselesi bizim ilk defa karşılaştığımız bir konu değildir.
Asırlar öncesinden beri biz neredeyse her dönemde mülteci vakası ile karşı karşıya kaldık. En büyük mülteci vakalarını tarihe "göç olayları" diye sunduk. Bir bakıma onlarda mülteci hareketinin bir farklı versiyonu değil miydi?
Misal olarak Moğolların önünden kaçarak gelenler Anadolu’ya ne diye sığınıyorlardı. Kayı boyu başta olmak üzere onlarca aşiret, oymak veya boy Selçuklulardan, Eyyubilerden yurt istemediler mi?
Öyle ki bu gelenlerin miktarları kaynaklara “karınca sürüleri gibi idiler” diyerek kaydediliyordu.
Biz onların gelişlerini illa düşmandan kaçış olarak mı değerlendirmek zorundayız! Karşı durulamayacak ve önlerine çıkan hemen herkesi acımasızca katleden bir güruhtan kaçmaktan başka ne yapabilirlerdi!..
Selçuklular, bu gelen Müslümanlara Kürt müsün, Türk müsün demeden yurt gösterdiler, 'iktalar' verdiler.
Osmanlılar döneminde ve hatta Cumhuriyet devrinde de bu gelişmeler her zaman yaşandı. Hepsinde de milletimiz bu perişan hâldeki mültecilere öncelikle insan olarak yaklaştı. Müslüman mısın, Hıristiyan veya Yahudi misin demedi! Kimliğini, ırkını sorgulamadı. İnsan olarak muamele etti, yardımcı oldu.
Şu son Suriye meselesi gelinceye kadar mülteci meselesinde böylesine bir tavrı kimse göstermedi.
Aslında Suriye meselesini çok iyi irdelemek gerekmektedir.
"Arap Baharı" denilen, gerçekte Orta Doğu’nun Siyonizme peşkeş çekilmesi için yapılan operasyonlar 15 Mart 2011 yılında Suriye’yi de içine almıştı. Bu ülkede başlayan iç savaşın, nisan ayında ülke çapına yayılmasıyla ülkemize çok sayıda Suriyeli sığınmak durumunda kalmıştı.
Hükûmetin, açık kapı politikasıyla beraber sığınmacılar için Suriye sınırına yakın illerde çadır ve konteyner kentleri kurulmuştu. Durumu iyi olan, ulaşım imkânı bulan Suriyeli sığınmacılar, Avrupa ve diğer ülkelere göç ederken bazı sığınmacılar çadır ve konteyner kentlerden çıkıp geçinebilmek, iş kurmak, kendilerine yeni bir hayat alanı açabilmek maksadıyla başta İstanbul olmak üzere Ankara, İzmir, Gaziantep gibi büyük şehirlere yerleşmeye başladılar.
Bu andan itibaren Türkiye’de Suriyeliler üzerinden iç ve dış mihraklı olarak yıkıcı yeni politikalar geliştirilmeye başlandı. Temel hedeflerden biri de hükûmeti yıpratmak Türkiye’yi kaosa sürüklemekti.
Yalanla üretilen kin ve nefret!
Şurası muhakkak ki Türkiye’deki medya organlarının önemli bir bölümü, tek taraflı ve taraftarlarını kaybetmeme üzerine yayın yapmaktadır. Siyasi atmosfer medyayı etkilemekte, medya organları kutuplaşmaya hizmet eden yayınlarıyla siyasi zemini beslemektedir.
Sosyal medya ise sahip olduğu zemin itibarıyla gerçek olmayan, kaynağı belirsiz birçok bilginin dolaşıma sokulmasına imkân sağlamaktadır. Sosyal medyada, doğruluğu ispatlanmamış, yanlış ve kasıtlı biçimde yayılan bilgiler dezenformasyon sürecinin ilk basamağıdır.
Bu duruma örnek olarak profesyonel anlamda gazeteci olmayanların, sosyal medya aracılığıyla sürece şiddetle destek verdikleri görülmektedir. Böylelikle kullanıcılar, sosyal medyada karşılaştıkları yalan haberlerin çoğuna inanabilmektedir. Özellikle, yalan haberlerin son dönemde sosyal medya üzerinden hızlı bir şekilde yayılması, sosyal medyanın yalan habere elverişli olan zeminini göstermesi açısından mühimdir.
Nitekim Suriyelilerin ülkeye girmesi ve devletimizin bunlara sahip çıkması ile birlikte önce Suriyelilere yönelik yalan bilgilerle hükûmet yıpratılmaya başlandı. Suriyeliler, devletten maaş alıyor; Suriyeli gençler sınavsız istedikleri üniversiteye yerleşiyor; Suriyeli esnaflar vergi vermiyor; Suriyeliler, su, elektrik doğalgaz parası ödemiyor; Suriyeliler araç muayene parası ödemiyor; Suriyeliler istedikleri hastanede ücretsiz muayene oluyor; onlara her yerde öncelik tanınıyor; çocuklarını istedikleri okula ücretsiz kaydettiriyor vb. akıl almaz yalan bilgilerle toplum manipüle edildi.
Bütün bu yalan haberlerle Suriyelilere karşı bir husumet geliştirildi. Böylece halk sanki büyük olaylara karşı sinsice hazırlandı.
Ardından bu strateji kimi partililerce veya sosyal medya hesaplarınca tam bir nefret söylemine dönüştürüldü. Suriyeli birinin yaptığı veya yapmadığı bir haber anında servis edilirken Suriyelilerin tamamına şamil edilerek sunuldu. Bir kişinin işlediği suçtan neredeyse bütün Suriyeliler sorumlu tutuldu. Bir kişi kadına sarkıntılık etse bütün Suriyeliler tecavüzcü gibi gösterildi. Öyle ki bu nefret politikası artık üniversitelerde makale olarak araştırmalara konu edilmektedir...
Kayseri olaylarında asıl hedef!
İşte Kayseri’de birinin işlediği münferit adi bir suç, sosyal medyaya servis edilirken, aynı anda binlerce x atılması sonucu vatandaşlar galeyana getirildi. Haberin duyulması sonrası, sokağa inen kalabalık gruplar belli noktalarda toplandı. Bunlar, olay mahalline taşınan maskeli kişilerce belli noktalara yönlendirildi.
Suriye uyrukluların bazı iş yerleri ile araçları ateşe verildi. Hatta başka şehirlerde de sokağa çıkma çağrıları sosyal medyada yankılanmaya başladı.
Kayseri Valiliği tarafından, Danişmentgazi Mahallesi’ndeki cinsel istismar olayıyla ilgili Suriye uyruklu bir kişinin gözaltına; çocuğun ise koruma altına alındığı açıklandı. Vali ve Emniyetin yerinde müdahalesi olayların erkenden önlenmesini sağladı.
Böylece başka şehirlerde de halkın sokaklara dökülmesi planları tutmadı. Tehlikeli tahrik büyümeden söndürüldü. Şehirde yaşanan olaylarda on dört emniyet mensubu ve bir itfaiye eri yaralandı.
Evet suçu işleyen tutuklandı. Henüz vaka yargıda olduğu için ne olduğu da tam belli değil.
Peki diğer insanların suçu neydi. Onlara saldıranlar ne için ve ne adına saldırıyordu. Nelere sebep oldular.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, Kayseri’deki gerginlik sonrası düzenlenen provokatif eylemlerde yer alan 474 kişinin gözaltına alındığını açıkladı. Yerlikaya, bunların 285’inin çeşitli suçlardan adli kaydı olduğunu söyledi. Hatta bu adli kayıtlardan bazılarının çocuk istismarı olduğu bildirildi...
Şu gerçekleri görünce, kim için kimlere saldırıldığını düşünerek başta bir kısım siyasiler olmak üzere yüzlerin kızarması gerek diye düşünüyorum. Tabii edep, hayâ, kul hakkı gibi değerler duruyorsa!..
Öte yandan bu hadiseyi körükleyenler gerçekte Türkiye’nin Suriye’deki varlığından rahatsız olan çevrelerdi. Bunlar son dönemde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile Erdoğan arasındaki dostluk mesajlarından iyice rahatsız olmuşlardı.
Zira bu görüşmeden çıkacak en önemli sonuçlardan biri ülkemizdeki Suriyelilerin ülkelerine dönmesi olacaktı.
Peki Suriyeliler ülkemizden çıksın diye bağıranlar şimdi kimin ekmeğine yağ sürmüş oldular! Aranın bozulması kimin işine geliyor. Ülkemizdeki Suriyelilerin geri dönüşü en çok kimi rahatsız eder? Bu sualin tek bir cevabı vardır: İsrail...
Öyleyse Suriyeli düşmanlığını körükleyenlere dikkat edilmesi gerekir.
Ayrıca şu safhada istihbaratımıza büyük görevler düşmektedir. Bilhassa dış mihrakların ajan stratejileri ve maksatları milletimizce paylaşılmalıdır. Milletimizin arasına kin ve nefret tohumları ekenlerin maksatları gün yüzüne çıkarılmalıdır.
Yoksa çok geç olur!
TEFEKKÜR
Bir göz ki olmaya ibret nazarında
Ol düşmenidir sahibinin baş üzerinde
.
Dua müminin silahıdır!
12 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :12 Temmuz 2024 00:23
Bid’at ehli İslam itikadından başlayarak, ibadetine ve ananesine kadar her şeyi bozmayı ve değiştirmeyi hedef alır. Bunlar Ehl-i sünnet büyüklerini tanımadıkları ve reformist düşünceleri sebebiyle farklı bakış açıları ve ideolojileri sebebiyle dinî meseleleri yozlaştırmayı hedef edinirler.
Bu yozlaştırmada gaza ve dua prensipleri de payını fazlasıyla almıştır!.. Abduh, Efgani ve Seyit Kutup gibi mezhepsizler gazayı dıştan içe çevirmişlerdir. Bunlar cihadı din düşmanlarının ötesinde zalim fâsık veya kâfir diye niteledikleri kendi devletlerine yöneltmişlerdir. Onlara göre devlet idarecilerinin adı hep 'Tağut'tur ve ona mutlak isyan olmalıdır!..
Bu düşünce içerisinde İslam devletlerinde radikal örgütler kurduran Batı, Müslümanları hep isyana sevk eder ve bu isyanlar bahanesiyle Müslümanların ezilmesine yok edilmesine kırılmasına akılalmaz zulümler görmesine yol açar.
Hâlbuki Selefî, Vehhabi ve reformist kişilerin bu tavırları ve tezlerinin 1460 senedir İslam uygulamasında yeri yoktur.
Nitekim bu mezhepsiz ve bid’at ehli kişilerde veya bunlardan etkilenen şahıslarda duaya karşı da bir muarızlık söz konusudur.
Bunlar öncelikle evliya kabirlerine gidip dua etmeye karşı çıkmışlardır. Bunu çaput bağlamak mum dikmek gibi ritüellerle tenkit ederken evliyadan talep etmek manasında değerlendirerek şirk olur düşüncesine kadar karşı durmuşlardır.
Bu tavır Vehhabilerin çıkışından sonra büyük bir hız kazanmıştır. Zira Vehhabiler şanlı Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) türbesinde dahi el açıp dua etmeye şirk demişlerdir. Kişinin kimden isteyip istemediğine dahi bakmamışlardır. Sırf bu sebeple Sahabe-i kiram efendilerimizin kabirlerini dümdüz etmişlerdir. Kabir ziyaretini şirk saymışlardır kabirde yatanlara dua etmeyi onlara Kur’ân-ı kerim okuyup ruhlarına göndermeyi reddetmişlerdir.
Nitekim Abduh ve Efgani gibi mezhepsizlerden etkilenen Mehmet Akif dahi;
İnmemiştir hele Kur’ân şunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fal bakmak için.
Derken caiz olanla olmayanı bir arada vermekle büyük bir çelişkinin içine düşmüştür.
Aynı mantaliteyi mezhepsiz Seyit Kutup’da da görmek mümkündür.
O da; İslam adına mücadeleyi anlatırken “İslam, bazı duaları mırıldanmak, tespih tanelerini şıkırdatmak, aman Allah’ım bizi koru, gibilerden tantanalar koparmak ve gökten yeryüzüne barışın, hayrın, hürriyet ve adaletin yağmasını beklemek değildir” diyerek duayı ötelemekte ve küçümsemektedir!
Hâlbuki dua dinin en önemli hususlarındandır. Dua müminin silahı, dinin temel direklerinden biridir. Dua ederken evliyayı ve salih kulları vesile etmek de dinin şiarıdır.
Dua, Allah’a yalvararak muradını istemektir. Allahü teâlâ, dua edeni sever, dua etmeyene gazap eder. Yerleri, gökleri aydınlatan nurdur. Dua, gelmiş olan belaları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur.
Dua ibadettir
Numan bin Beşîr'in rivâyet ettiği bir hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz "Duâ ibâdettir" buyurdular ve sonra da Mümin suresi 60. âyetini okudular. “Rabbiniz buyurdu ki: Bana duâ edin, duânıza icâbet edeyim. Kibirlerinden bana ibâdet etmeyenler, aşağılık olarak cehenneme gireceklerdir.”
Duanın önemi ve ehemmiyeti ile ilgili pek çok hadis-i şerif vardır. Bunlardan bir kısmı da şöyledir: “Duâ ibâdetin özüdür.” “Allah yanında duâdan daha değerli bir şey yoktur. Çünkü; duâ, dinin direği, semâvât ve arzın nûru ve mü'minin silâhıdır.” “Duâ eden bir kimse helak olmaz.” “Allah kendisine duâ edilmesi ve duâda ısrar edilmesinden hoşlanır, kendisine duâ etmeyene de gazâb eder.”
Duanın önemi anlatılırken, nasıl ki gayret ve maddi silahlar küçümsenmez ise maddi silahlar ve mücadele anlatılırken de dua aşağılanmaz. Fakat bid’at ehli nedense mücadeleye misal getirirken duayı aşağılama küçümseme yolunu tercih eder. Elbette bu boşuna değildir. Maksatları, müminin Rabbine olan rabıtasını zayıflatmak nebileri ve velileri değersizleştirmektir.
Bazıları bunu ifade ederken "Biz, Allah’tan isteyiniz kuldan istemeyiniz, demek istiyoruz" diyorlar. Aslında müminlerin şanlı Peygamber efendimizin ve veli zatların huzurlarında yaptıkları da budur. Rabbinden niyaz ve tazarruda bulunmaktır. Fakat bunu yaparken o mübarek zatları vesile kılmaktadırlar.
İslam dininde tevessül, yani Allah katında makbul bir şeyi vasıta kılarak Allah’tan bir şey istemek caizdir. Mesela, "Allah’ım, Kâbe hakkı için beni affet" "Peygamber hürmetine bana yardım et, beni şu musibetten kurtar", "Ya İlahi okunan ezanlar hürmetine, salih ve sevdiğin kullar hürmetine peygamberler nebiler hürmetine..." demekte hiçbir mahzur yoktur. Hatta duanın kabulünde etkili olur. Bunu sakıncalı ve şirk görenler ehl-i bid’at olan, batıl Vehhabilik mezhebidir veya onlardan etkilenenlerdir.
Burada dikkat edilmesi gereken; vesileleri vesilelikten çıkarıp, bizzat vesilelerden istemek şirk olur. Mesela, "Ey Kâbe bana şunu ver! Ey filanca benim başımdan şu musibeti al!.." demek, şirktir. Bu iki yaklaşımı birbiri ile karıştırmamak gerekir.
Dolayısıyla tevessül, yani vesile ile Allah’tan istemek caiz iken, bizzat vesileden yardım ve talepte bulunmak şirk olmaktadır.
Bir kimse dua kapısını açar ve duanın tadını alırsa; onun için hayır, rahmet ve icâbet kapısı açılır. Adaletin timsali Hazreti Ömer efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Ben duamın kabul edilip edilmemesinin ıstırabını çekmiyorum, duaya devam edememenin ıstırabını çekiyorum. Çünkü, duaya devam edebilirsem, istediğim bana verilecektir.”
Büyükler şöyle demiştir: “Ey insanoğlu! Efendinin kapısını bıkmadan, usanmadan çaldığın için, istediğin sana verilmiştir, hakkında mübarek olsun...”
Müslümansız bırakma Allah’ım!
Öte yandan dua ederken, uyanık bir gönül ile dua etmek; söylenen her kelimenin kalpte yerini bulması; himmeti âlî tutup Ümmet-i Muhammed için de dua etmek; insan, kendi çocuğu suya düştüğü ve boğulmak üzere iken, nasıl heyecan ve hafakanlar içinde kalıyorsa aynen o şekilde dünyanın dört bir tarafındaki garip, çilekeş ve mazlum Ümmet-i Muhammed için de öyle dua etmek; Gazze’de parçalanarak öldürülen çocukların kendi çocuğu olduğunu düşünerek yakarmak duaların kabulüne vesile olacaktır...
Rahmetli Arif Nihat Asya’nın Müslümanların İslam’ı yaşamaktaki sıkıntılarını terennüm ederken Rabbine yakarışı ne kadar samimi ve içtendir:
Biz, kısık sesleriz... Minareleri,
Sen, ezansız bırakma, Allah’ım!
Mahyasızdır minareler... Göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allah’ım!
Bize güç ver... Cihâd meydanını,
Pehlivansız bırakma Allah’ım!
Kahraman bekleyen yığınlarını,
Kahramansız bırakma, Allah’ım!
Bilelim hasma, karşı koymasını;
Bizi cansız bırakma, Allah’ım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma, Allah’ım!
Dua, İslam kültürü ve ardından Türk-İslam kültüründe de “Allah’a yönelik tazim ve yardım dileme”ye yönelik bir ibadet olarak ön plana çıkar.
İslam tarihi dönemlerinin kaynakları, Türk-İslam tarihinde seferlerde icra edilen dualardan uzun uzun bahsederler. Bu bağlamda sultanların sefer sürecinde ordunun maneviyatını yükseltmek için gerçekleştirdiği faaliyetlerden birisinin de dua eylemi olduğu belirtilir.
Kroniklerde bu devirlere ait dua rivayetleri, Türk İslam kültüründe seferlerde bir dua geleneğinin olduğunu ve Osmanlı’nın da bir Türk-İslam devleti olarak bu geleneğin uzantısını yansıttığını ortaya koymaktadır.
Eserlerde yapılan dua çoğu kez aynıyla ortaya konulurken yapan şahsın iç dünyası da yansıtılmaktadır. Gazi sultanların temiz yürek ve sağlam bir itikat ile yaptığı bu tür duaların Allah’ın icabet dergâhıyla arasında hiçbir engel olmadığı belirtilir. Yine bir Türk-İslam sultanı için duanın, dinî ve manevî bağlılığı ifade ettiği de vurgulanır.
İnşallah gelecek hafta gazalarda görülen içten yakarışlara, samimi tazarru ve niyazlara değineceğim...
TEFEKKÜR
Du’âsın her seher vird it anun kim
Duânun mevsimi vakt-i seherdür
Ahmedî
(Her sabah ona dua etmeyi vird hâline getir.
Çünkü duanın mevsimi seher vaktidir.)
.
Sadece fiilî işgal mi olacaktı?
19 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :19 Temmuz 2024 00:06
15 Temmuz darbe kalkışmasının 8. yıl dönümünde yine önemli değerlendirmeler yapıldı. Kutlamalar belediyelerin büyük oranda CHP’ye geçtiğinden midir nedir eski seviyesinde değildi. Hoş, önceden de şimdi de yapılanlar genelde şölen ve eğlence havasında geçiyordu.
Aslında 252 şehide ve binlerce yaralıya mal olan ve ülkenin korkunç bir işgalden kıl payı kurtulmasıyla neticelenen bir olay bu şekilde geçiştirilmemeli. Genç nesillere hakkıyla anlatılmalı. Bir hafta boyunca programlarla işlenmeli. TRT özel programlar yapmalı. Diyanet bir hafta boyunca konferanslar tertiplemeliydi diye düşünüyorum.
15 Temmuz tarihli Türkiye gazetesinde Cihat Yaycı Paşa, işgal planının nasıl gerçekleşeceğini ve ülkemizin nasıl bir kaosun ve içine çekileceğini bütün çıplaklığı ile bir kez daha gözler önüne serdi. Öylesine bir durumda şehit sayısını milyonla ifade edebilirdik.
Peki Allah korusun bu meş’um planın tutması hâlinde ertesi gün yüz binlerce gencin boyunlarına haç takıp gezeceğini biliyor muyduk? İşte es geçilen temel nokta burası ve gençliğimizin 15 Temmuz işgal girişiminde Batının kuklası hâline getirilen nüshasında 15 Temmuz darbe girişimi genelde kahramanlık destanı yazdık tezlerinin ötesine geçmiyor.
15 Temmuz’a nasıl gelindi; gençliğimiz bu feci girdabın içine nasıl çekildi; siyasiler nasıl böyle bir oluşuma alet oldu; Diyanet bu konuda neden uyarıcı rolü oynamadı; Türkiye ve dünyada FETÖ Örgütü’nün okullaşma sürecinin seyri nasıl oldu; ne tür faaliyetlerde bulundular; bu büyük felaketin Türkiye için etkileri neler oldu ve hâlâ neler olmaktadır?
İşte 15 Temmuz bütün bunların tarihî, dinî, siyasi, mali, sosyolojik ve psikolojik etkileriyle değerlendirilmelidir. Aksi hâlde yabancıların eli bu ülkenin üzerinde ahtapot gibi gezmeye devam edecektir.
Bu ülkede İslam düşmanlığı, tarih düşmanlığı ve Ehl-i sünnet düşmanlığı yapanlar FETÖ ve FETÖ-vari oluşumların temel müsebbipleridir. Zira dinini, tarihini, dilini, örf ve ananesini hakkıyla öğrenemeyenler yabancıların kullanışlı aparatları olurlar.
Bakınız hadiseyi dinî boyutundan ele alacak olsak üzerinde en fazla duracağımız konu "Dinlerarası Diyalog" konusu olacaktı.
Peki FETÖ bu rolünü yürütürken Diyanet nasıl alet edilmişti! Bir değerlendirelim bakalım. Öncelikle Dinlerarası Diyalog’a neden ihtiyaç duyulmuştu? Bunu Dinlerarası Diyalog’un en etkili mimarlarından İskoç tarihçi, oryantalist, Anglikan papaz ve akademisyen William Montgomery Watt açıklamaktadır. O, “Modern Dünyada İslam Vahyi” adlı çalışmasında bunu şöyle ifade etmişti:
“Diyaloğun şartı ‘Benim dinim son dindir’ inancından vazgeçmektir: Dinlerin karşılaştırılmasına, yani üstünlük ve aşağılık açısından herhangi bir değerlendirmeye gitmemektir. Objektif anlamda geçerli olmadığı için gerçek diyalog anlayışı, bu çeşit karşılaştırmalardan vazgeçmeyi icap ettirir. Taraflardan biri ‘Benim dinim son dindir’ derse bu olmaz. Çünkü buradaki son kelimesi diğer dinlerden üstün olma veya diğer dinleri geçersiz kılma anlamlarına gelir. Bunun için, benim dinim diğerlerinkinden daha üstündür inancının terk edilmesi gerekir.”
Görülüyor ki dinde diyalogdaki maksat, “Müslümanlardaki dinî şuurun yok edilmesi”ydi. “Benim dinim son dindir, diğerleri yanlıştır” inancından vazgeçirmeyi prensip edinerek Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin de hak bir din olduğu vurgulanacaktı. Bu ise İslam’ı temelinden yıkmak anlamına gelmiyor muydu?
Atalarımıza saldıran bir Bakan vardı!
İşte daha önce çeşitli platformlar eliyle yürütülen bu proje 2002 yılından itibaren açık açık ve rahat bir biçimde yürütülecekti. Zira artık Diyanetten Sorumlu Bakan diyaloğun asıl teorisyeni olan kişiydi. O, evvelce Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanlığını yapmış olan Prof. Dr. Mehmet Aydın idi. Ne zaman bir Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü toplantısı yapılsa, Mehmet Aydın her zaman orada olur ve oturumları yürütürdü.
Nitekim Diyanet, 23-27 Ekim 1998’de Ankara Hilton Otelinde 2. Din Şûrası tertiplediği zaman şûranın en etkili isimlerindendi.
2002 senesinden itibaren ise Diyanetten Sorumlu Devlet Bakanlığı görevine getirilmişti. Artık daha rahat bir şekilde ve ülkemizde dinî hizmetleri yürütmekle vazifeli Diyanet eliyle bu işi hızlandırmaya çalışacaktı. İlahiyat Fakülteleri hocaları da Projede daha aktif olarak rol alacaktı.
Nitekim 23 Kasım 2003 tarihinde Alman Konrad Adenauer Vakfı'nın, Armada Oteli'nde düzenlediği, “Türkiye ve Avrupa’da Din, Devlet ve Toplum-Dinlerarası Barışçı bir Ortak Yaşam için Olanaklar ve Engeller” konulu sempozyumda, “Dinlerarası Diyalog” projesinin önde gelen temsilcilerinden Prof. Dr. Niyazi Öktem şöyle konuşmuştu:
“80’li yıllarda başlattığımız ‘Dinlerarası Diyalog’ projesinde hayli mesafe aldık. Bu konuda bize en büyük desteği Diyanet verdi. Sayın Başkan’ın gün boyu aramızda bulunması bunun en güzel ispatıdır. Sivil kuruluşlardan ise destek, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan geldi. Vakfın Onursal Başkası Fetullah Gülen Hoca bize büyük destek verdi. Bütün bunların üstünde, diyalog konusunun Türkiye’deki mimarı, öncüsü Prof. Dr. Mehmet Aydın’dır. Her birine huzurunuzda teşekkür ediyorum.”
Mehmet Aydın ilk iş olarak 1998 yılında tertiplenen 2. Din Şûrasındaki tebliğleri “II. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri” adıyla 1500 sayfalık iki cilt hâlinde kitaplaştırdı (2003) ve uygulamaya geçirtti.
Bakalım bakan bey o şûrada hangi fikirleri ortaya atmıştı:
“Diyalog bilgi eksikliklerini giderebilir, gidermelidir. Yani herkes kendi dinini anlatsın bir defa. Hıristiyanlığı bilelim, Yahudiliği bilelim, İslamiyet’i bilelim. Sağlam bilgilere sahip olursak önemli bir başarıdır bu. Hatalarımızın büyük bir kısmı yanlış bilgilerden geliyor. Atalarımız bizi yoldan çıkarmışlar.” (II. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri c. 2, s. 321).
Sayın Bakan, dinler hakkında doğru ve eksiksiz bilgiye ancak diyalogla ulaşılabileceğini söylemektedir. Oysa bu tezin kabulü mümkün değildir. Çünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik hakkında en doğru bilgileri bize en başta Allah ve Resulü yani Kur’ân ve hadisler bildirmektedir. Ancak Aydın’a göre buradan almak büyük suçtur. Nitekim bu dinler hakkındaki bilgileri Kur’ân-ı kerim ve hadisi-i şeriflerden alarak kullanan atalarımız bizi yoldan çıkarmışlardır! Peki, biz sayın bakana göre doğru Hıristiyanlık ve Yahudiliği kimden öğrenmeliydik?
Diyanet hâlâ ölü numarası yapmamalı!
Bütün bunlar gösteriyor ki Aydın’a göre öncelikle İslam âlimlerinin kitaplarındaki bilgileri yanlış veya yok sayacaktık! Zira onlar, gayrimüslimler hakkında bizi yoldan mı çıkarmışlardı? Şimdi biz onlardan öğrenerek onları tanıyacaktık.
Bu arada Mehmet Aydın Bey’i dinleyen din şûrasındaki ilahiyatçılar nasıl bir anlayışa sahiplerdi ki susuyorlardı!
Diyalogcular o günlerde kendilerini tenkit edenlere “Müslüman olmayanlarla bir araya gelip diyalog yapmazsak İslam dinini nasıl tebliğ edeceğiz” diyerek bir taraftan da saf Müslümanları aldatma gayretindeydiler. Oysa işin aslı öyle değildi. Bakınız Sayın Aydın, diyalog toplantılarında İslam’ı tebliğ etmek düşüncesinde olanlar hakkında şöyle diyordu:
“Bazı Müslüman kardeşlerimiz diyordu ki: ‘Yahu bir fırsat düştü, Müslümanlığı anlatalım Hıristiyanlara, Allah belki hidayetini gösterir.’ Yani adam aslında Müslümanlaştırmak için gelmiş. Diyalog bu değildir.” (II. Din Şûrası Tebliğ ve Müzakereleri c. 2 s. 332)
Demek ki diyalog taraftarlarının “Müslüman olmayanlarla bir araya gelip, diyalog yapmazsak İslam dinini nasıl tebliğ edeceğiz” demeleri gerçeği yansıtmıyordu.
Aynı anlayış devrin Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu tarafından da dile getiriliyordu:
Hâlâ Mehmet Görmez ile birlikte Kuramer gibi bir kurumu yöneten Ali Bardakoğlu, 2004 yılında Habertürk’te açıklamalarda bulunurken ılımlı ve hoşgörülü İslam anlayışını aynen Mehmet Aydın gibi şöyle özetlemişti:
“Müslümanların İslamlaştırma, Hıristiyanların da Hıristiyanlaştırma politikalarını izlememelerinin adıdır.” (3.4.2004, Habertürk).
Öte yandan Aydın, “Bu diyalog değil” demekle kalmıyor, diyalog toplantısına bu düşünceyle giden Müslümanları da en ağır bir şekilde suçluyordu:
“İşin ucunda din değiştirmek, bilmem adam kazanmak, üye kazanmak varsa, açıkçası bu bir din mensubuna yapılacak en dinsizce bir harekettir. Dinsizce diyorum, çünkü bunu hiçbir din kabul etmez.”
Buyurun! Mehmet Aydın, İslam’ı tebliğ etmeye kalkışanları bir de dinsizlikle suçlamaktaydı. Dinlerarası diyalog vasıtasıyla yurt dışında açılan okullarda neden İslam’ı seçen bir tek kişinin olmaması buradan anlaşılmalıdır.
Aydın’a göre atalarımız, dini tebliğ etmek noktasında da bizleri kandırmışlardı demek ki(!) Bir Müslümanın vazifesi zaten dinini başkasına anlatmak yani tebliğ etmek değil midir? Bu farzı yerine getirmek ne zamandan beri dinsizlik olmuştu?
İşte FETÖ’nün dinî alanda yıllarca Batılıların piyonu gibi çalışırken ona zerre ses çıkarmayan Diyanet ve İlahiyatlardan güçlü bir ses çıkmaması garip değil midir? Yoksa günümüzde de Kuramer ve onun gibi kuruluşlarda aynı zihniyet devam mı etmektedir?!
Diyanet’in sessiz kalması bu konuda şüpheleri güçlendirmektedir. Selefî, Vehhabî, İranî grupların çalışmaları da ayrıca devletimizin, Diyanet'in ve İlahiyatlardaki Ehl-i sünnet hocaların dikkatini çekmeli ona göre pozisyon alınmalıdır. Aksi hâlde yüz binlerce Müslüman gencin boyunlarında haçla gezeceğini belirtmeme kimse şaşmamalıdır...
Sahi bugün deizmin patlamasının sebeplerini siz neye bağlıyorsunuz?
TEFEKKÜR
Beyân-ı maksad için yâre tercümânım var
Belâya bak ki ânı tercümâna anlatamam
Muallim Nâcî
(Yâre derdimi anlatmak için bir tercümanım var,
Belaya bak ki, onu tercümana anlatamam.
.
Rumeli Fatihi’nin kemikleri sızlıyor!
26 Temmuz 2024 02:00 | Güncelleme :26 Temmuz 2024 00:13
Zaman zaman gençleri Çanakkale gezisine götürürken Bolayır kavşağına geldiğimizde otobüs kaptanımıza rotayı köye çevirmesini isterim. Çoğu kez kaptan da, gençler de “orada ne var” gibi sorulu bakışlarla nazar ederler.
Kendilerine, Rumeli fatihini ziyaret edeceğimizi söyleyerek onları Süleyman Paşa’nın kabrine götürürüm ve burada onlara Rumeli’ye ilk geçişi anlatırım.
Ünlü tarihçi Halil İnalcık, 1980 yılında kaleme aldığı bir makalesinde, “Süleyman Paşa 1352’de Çanakkale Boğazı’nın Avrupa yakasında bir köprübaşı olan Çimbe’nin alınmasını emreden ve çağ değiştiren kararını açıkladı” diyerek Rumeli’ye geçişi, yeni bir çağı başlatacak kadar mühim bir gelişme olarak tanımlar (Bk. Osmanlı Devletinin Kuruluş Sorunu (çev. T. Sünbül), Tarih Araştırmaları Dergisi, XV/26 (Ankara 1990), s. 339).
Gerçekten de Doğu Avrupa’ya, İslamiyet ve Türkler ilk defa kalıcı olarak girmektedir. Türkiye’nin bugün Avrupa ile irtibatının devam etmiş olması o olaya bağlıdır.
Süleyman Paşa, Orhan Gazi’nin namdar bir oğlu idi. Karesi beylerbeyi iken yanındaki yiğitleri ile Rumeli geçişini planladı ve gerçekleştirdi. Sonrasında Edirne’nin fetih hazırlıklarını yaparken askerî tatbikat sırasında şehit düştü. Atı da o sırada öldü.
Bu gazi lider yoldaşlarına, kendisini Rumeli’ye defnetmelerini vasiyet etmişti. O sanki Türk’ün Rumeli'de varlığının tapusu olacaktı...
Vasiyeti üzere Bolayır’da muhteşem bir tepe üzerine defnettiler. Yanında atı ve lalası ile medfundur. Üzerlerine güzel bir türbe yaptırıldı.
Ne hazindir ki bu büyük fatihin kabri şu an içler acısıdır. Yaklaşık beş yıldır harap bir şekilde durmaktadır. Ziyarete kapalıdır. Kendisinin atının ve lalasının kabirleri çepeçevre neredeyse ikişer metre derinlikle kazılmıştır.
Altın mı arıyorsunuz beyler? Nedir bu aymazlık nedir, bu saygısızlık! Beş yıldır orada aranan nedir?
Burası, şunun bunun uhdesinde diye geçiştirilecek bir yer değildir. Burası tarihin vatanın Rumeli’nin kalbi olan bir noktadır.
Bu itibarla bu türbeden kim sorumlu demeyeceğim. Zira böyle yerler bütün milleti, bütün kurumları ve bütün ilgilileri harekete geçirmelidir.
Mesela Ayasofya üzerinde derin planlar yapan Kültür Bakanı’nın aklına burası hiç gelmez mi?!.
Vakıflar Müdürlüğü define peşinde midir? Neden bu aymazlığa son vermez!
Çanakkale Valimiz bir girişimde bulunamaz mı?
Bütün bunlar bu büyük fatihimizi unuttular ise sayın Cumhurbaşkanımıza çağrımızdır:
Sayın Cumhurbaşkanım! Gazi Süleyman Paşa’nın türbesi, Sultan Alparslan’ın ruhunu şâd ettiğimiz Malazgirt kadar mühimdir.
Orası Anadolu’yu Türk’e vatan kılan bir savaşın meydanı olurken burası da Rumeli’yi vatan kılan Gazi Süleyman Paşa’nın mekânıdır!
Gelin, burada neler oluyor diyelim. Gelin, beş yıldır devam eden ayıba son verelim. Gelin karanlık insanların oradaki emellerini bitirelim. Gelin Süleyman Paşa’nın kemiklerini daha fazla sızlatmayalım!
Bu büyük fatihimize değer verelim!
Avrupa tarihini değiştirdi!
Süleyman Paşa, Orhan Gazi’nin büyük oğlu idi. Annesi Yarhisar tekfurunun kızı Nilüfer Hâtun’dur. 1300’lü yılların başında doğduğu sanılmaktadır. Çok iyi bir dinî terbiye ve eğitim almıştır. Babasının silah arkadaşlarından savaş ve idarecilik sanatını öğrenmiştir.
İlk defa Gerede’de yönetici olarak hizmete başladı. Karesi Beyliğine ait toprakların zaptında (1345) önemli başarılar gösterdi.
Defalarca Rumeli yakasına geçerek, Bizans’taki taht mücadelelerine karıştı. Bizanslılar buna karşılık Osmanlılara Rumeli’de bir üs vereceklerdi. Ancak Kantakuzen bu vaadini yerine getirmedi.
Bu durum karşısında babasıyla istişareleri sonucu aldığı karar üzerine, yiğit gazi beyleri ile harekete geçerek 1352 yılında Çimbe’nin fethini gerçekleştirdi. Artık Avrupa tarihi yeniden yazılıyordu.
Çimbe’nin fethi hem Bizans hem de Osmanlılar açısından bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü Çimbe’nin alınması akabinde kuzeyde, Gelibolu yarımadasının en dar yeri olan Eksamiliye ele geçirilerek Doğu Trakya’ya ayak basılmış ve diğer beylerle birlikte etraflıca bir kuşatma harekâtı başlatılmıştı.
Süleyman Paşa liderliğindeki fetihler yıldırım hızıyla ilerliyordu. Gelibolu’dan Tekirdağ’a kadar olan Marmara sahillerindeki kaleler birer birer Osmanlı hâkimiyetine girdi. Doğu Roma için tehlike çanları çalmaya başlamıştı.
Süleyman Paşa bir taraftan da fethettiği yerlere Türkleri iskân ediyordu. Böylece harap yerler imar ediliyor, boş yerler doldurularak yeni köy ve yerleşim yerleri kuruluyordu. Bu ilk iskânla Gelibolu’da yerleştirilenler daha sonra Hayrabolu civarına gidip gazaya katılmışlardı.
Namlı komutan gerek gaza arkadaşlarını, gerekse Müslüman ahaliyi en güzel davranışlarıyla onurlandırıyordu. Düşman saldırılarının haberleri ulaştığında ürperen gönülleri teselli ediyordu. Gayrimüslimlere bile adaletle muamelesi, Süleyman Paşa’nın, onlar tarafından da güvenilir bir lider olarak görülmesine sebep olmuştur.
Maiyetinde Lala Şahin Paşa, Hacı İlbeyi, Evrenos Gazi, Gazi Fazıl ve Yakup Ece gibi yetenekli ve dirayetli şahsiyetler bulunmaktaydı.
Bütün bu beyler Süleyman Paşa’ya gönülden bağlıydılar. Süleyman Paşa, Osmanlı Devleti’nin geleceği açısından Rumeli topraklarını hayatî derecede önemli görüyordu. Bu sebeple Gelibolu’da bir saray yaptırarak burasını karargâh edinmişti. Ancak bu yiğit kahramanın ani vefatı gazileri derinden sarsacaktı.
Gerçekten de onun vefatından yararlanan Bizanslılar, Burgaz, Çorlu ve Malkara’yı geri aldıkları gibi sahil şehirlerini de elde etmeye çalışmışlardı. Fakat bu arada Osmanlı kuvvetlerine kumanda eden Lala Şahin Paşa, Hacı İlbeyi ve Evrenos Bey de sahil şehirlerini büyük bir gayretle savunmuşlar ve Bolayır’da defnettikleri kumandanları Süleyman Paşa’nın mezarını çiğnetmemişlerdi.
Süleyman Paşa’nın Rumeli’deki başarıları ve Osmanlıların burada sağlam bir şekilde yerleşmeleri Hıristiyan Batı dünyasında derin endişelere sebep olurken, İslâm âleminde büyük bir sevinç uyandırmıştır.
Şâh-ı devrân, emir-i azam!
Süleyman Paşa’nın biri Seyyid Hüseyin Çelebi’nin kızı Selçuk Hatun diğeri de İsfendiyar oğlu Kötürüm Bayezid’in kızı ile olmak üzere iki evlilik yaptığı bilinmektedir. Bu evliliklerinden İshak, Melik Nasır ve İsmail adlarında üç oğlu ile Sultan Hatun ve Eftendize Hatun adlarında iki kızı vardır.
“Sâhibu’l-hayr ve’l-hasenât” olarak nitelendirilen Süleyman Paşa, Bursa, İznik, İzmit, Yenişehir, Göynük, Geyve, Akyazı ve Gelibolu civarında cami, mektep, medrese, imaret, zaviye ve kervansaray gibi çok sayıda ve farklı niteliklerde eserler yaptırmıştır.
O, âdeta ayak bastığı her yeri ya Türk-İslâm kültürünü temsil eden hayır eserleri ile donatmış ve şenlendirmiş ya da orayı hayır eserlerinin masraflarını karşılamak üzere vakfetmiştir.
Onun bu kadar çok hayır eseri yaptırması ve desteklemesi muhakkak ki fetihlerin kökleşmesini de sağlama gayesini güdüyordu. Bolayır’da yaptırmış olduğu muazzam imareti, Rumeli’ye geçiş noktasında bulunması sebebiyle stratejik bir öneme de sahipti.
Zira o dönemde çok sayıda Türkmen, Balkanları Türkleştirme ve İslamlaştırma politikası çerçevesinde Rumeli’ye geçirilmekteydi. Ayrıca henüz İstanbul’un fethedilmemiş olması, ticaret kervanları açısından da Bolayır’daki imaretin önemini arttırmaktaydı.
Süleyman Paşa, tesis ettiği eserler arasında cami ve mescitlere yer verdiği gibi, eğitim-öğretim kurumlarını da göz ardı etmemiştir. O, bunlarla da yetinmeyerek, Anadolu’nun İslamlaşmasında sağladığı katkıları bilinen zaviyelere de gerekli ilgiyi göstermiştir.
Rumeli’nin Türk-İslâm Dünyasına kazandırılması, cesur, adil ve hayırsever bir lider olan Gazi Süleyman Paşa’nın gayretleriyle gerçekleştirilmiştir. Onun Rumeli’deki başarıları, Osmanlılara gaza hareketinin en güçlü temsilcisi olma sıfatını kazandırmıştır.
Hem şecâ’at, hem sahâvet ehliydi
Hem siyâset, hem riyâset ehliydi
Hûb evsâf ile mevsûf idi
Şöyle kim eltâf ile ma’rûf idi
Süleyman Paşa, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda yiğitliği, cömertliği ve gazalarda atılganlığı ile meşhur olmuş; “şâh-ı devrân, emir-i a’zam” ve gazilerin önderi olarak vasıflandırılmıştı.
Bütün bunlara rağmen o, elde ettiği başarılar karşısında gururlanmayacak kadar tevazu sahibi idi. Hayatı, herkese giydirilen emanet bir elbise ve güzel anılar bırakmaya katkı sağlayan bir vesile olarak telakki eder; bununla övünmeyi bir utanç vesilesi kabul sayardı.
Bu şanlı Fatih’in türbesine yapılan akıl almaz tavır bir an önce sonlandırılmalı ve orası Türk gençlerinin en önemli ziyaretgâhı hâline konulmalıdır!
TEFEKKÜR
Akdeniz’i geçmişiz, biz iki üç sal ile
Himmet-i merdân ile gaybdan irsâl ile
Oldu bizim sâlımız taht-ı Süleymân’ımız
Gözlerimiz açmışız güzel ameller ile
.
Yeni bir Süpermen bulundu!
2 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :2 Ağustos 2024 00:59
Yanlış anlaşılmasın! Bu Süpermen bir anda darda olanın imdadına koşmuyor. Çok özel güçlere sahip değil. Havada uçmuyor. Pencereden dalmıyor. Suda veya uzayda istediği kadar kalamıyor. X-ray görüşü, teleskobik görüş, mikroskobik görüş ve benzeri görüş yetenekleri bulunmuyor. Havasız ortamda kalamıyor. Enerji ememiyor. Süper duyma, süper görme ve süper koklama yetenekleri bulunmuyor.
Yahu bu nasıl bir Süpermen diyeceksiniz!
Evet bu Süpermen farklı. Süper zekâya sahip. Akıl, fikir, problemlere çözüm her şey onda…
Şimdi bazıları bu Süpermen’i yavaş yavaş ülkemizde tanıtmak ülkemize kazandırmak ülkemiz gençlerine örnek yapmak peşindeler.
Kim yapıyor bunu?
Eski Diyanet İşleri Başkanı’mız Mehmet Görmez’in başında olduğu bir ekip!
Peki Süpermen kim: Taha Abdurrahman
Bakınız bu Süpermen’in ülkemizde yapacağı müthiş projeye hazır olunuz şimdi!
İslam Düşünce Enstitüsünün düzenlediği konferans ve mezuniyet töreninin açılış konuşmasında, Mehmet Görmez onu ve hedefini şöyle belirtiyor:
“Taha Abdurrahman, modern zamanların bütün sorularına cevap verebilecek ve sorunlarına çözüm üretebilecek yeni bir İslam felsefesi inşa etmeyi hedeflemiştir.”
Evet eski felsefeler çürüdü. Yeni, fevkalade bir İslam felsefesi gerekli artık. Kim yapacak bunu? Taha Abdurrahman!
Evet işte bu Süpermen geliyor!
Modern zamanlarda ne sorularınız var? Hepsine ilaç Taha Abdurrahman’da! Artık problem yok. Rahat uyuyabilirsiniz. Taha Abdurrahman dertlere deva reçeteleri ile karşınızda!
İslami sorunlarımız mı var! Alın size Taha Abdurrahman. Artık ne gam ne keder. Her mesele Taha Abdurrahman’da biter. Rahat olun beyler!
Bakınız devam ediyor Mehmet Görmez:
“Taha Abdurrahman, taklitçi fikirlerden, tercüme düşüncelerden kurtularak düşünsel ve kültürel bir özgürlük hareketi başlatmak istemiş; taklidin vicdanlarda uzun süre yer bulmasının sebeplerini ve bundan kurtuluşun çarelerini ortaya koyan bir düşünce haritası sunmuştur.”
Bakınız Süpermen Taha Abdurrahman bizi nelerden kurtaracakmış!
Birincisi taklitçi fikirlerden. Taklitçi fikirler diye aşağıladıkları asırlardır Müslümanların bağlı oldukları hak mezheplerden ve Ehl-i Sünnet akidesinden başkası değil. Bunlar zaten mezheplere savaş açmışlardı. Mezhep âlimlerini silip atmışlardı. Zira bunlara göre gelenekçi ve taklitçi fikirler bizi geri bırakmıştı.
İşte Taha Abdurrahman elinde balyoz özür dilerim şahane düşünce haritası ile bunları kökünden temizleyecek. Bugüne kadar Musa Bigiyef, Fazlurrahman ve niceleri beceremediler veya artık onların etkileri kalmadı. Öyleyse alın size Taha Abdurrahman.
Ayrıca tercüme düşüncelerimiz de kalmayacak artık. Yok İmam-ı Gazali’nin yok İmam-ı Rabbani’nin, Mevlâna Halid-i Bağdadi’nin, Hazreti Mevlâna’nın, Molla Fenari’nin, Molla Gürani’nin, Kemalpaşazade’nin kitaplarını tercüme etmek için uğraşmayın artık! Tercüme eserlerden ve bunların eski fikir düşüncelerinden kurtulun!..
Taha Abdurrahman düşünsel ve kültürel özgürlüğü başlatmıştır. Bu müthiş buluşun karşısında kim durabilir. Taha Abdurrahman müthiş projesi olan düşünce haritası ile karşınızdadır.
O, kurtulmamız gereken taklit hastalığı vicdanlarda nasıl bu kadar yer etti, nasıl bir türlü söküp atamadık bunun sebeplerini bulacak, kurtuluş çarelerini ortaya çıkaracak reçetesini hazırlamış olarak karşınızdadır.
Onun düşünce haritası üzerinde gezmeye başladığınızda artık korkmayın!
İşte elinde düşünce haritası, geliyor Taha Abdurrahman!
Fötr şapkalı Sorbonne Prof.’u
Büyük düşünür Taha Abdurrahman’ı ülkemize getirttiğimizde, elbette boş bırakmaya gelmezdi. Üç gün boyunca konferanslar, sohbetler verdirildi. İSAM’dan sonra Gazi Üniversitesinin Konferans Salonunda bir konuşma yaptı. Burada kendisine İDE 2024 Yılı Mütefekkir Ödülü takdim edildi.
Sonraki günlerde de Cumhurbaşkanı Millet Kütüphanesinde ve yine Cumhurbaşkanlığı konferans salonunda çeşitli konularda söyleşilerde bulundu.
Basınımız da boş durmadı tabii. Faslı filozofu “Özgün ve çağdaşımız bir düşünür”; “Çağın Müslümanlarına öz güven aşılayan filozof”; “İslami felsefenin önde gelen ismi” ve “Yaşayan en önemli İslam düşünürü” diyerek parlatmaya ve Müslümanlara elden geldiğince duyurmaya çalıştılar.
Mehmet Görmez de bu erişilmez filozofu Türkiye’ye getirmenin parsasını toplayabilmek için boş durmadı. Öyle ya böyle bir düşünür dünyaya binde bir gelirdi. Bu arada başında kırk yıldır taşıdığı fötr şapkayı çıkarttırmayı da ihmal etmedi!
Gelelim şimdi bu filozofu tanımaya.
Eserleri son birkaç yıldır Türkçeye çevrilen Taha Abdurrahman açıkçası şu son gelişine kadar Türk akademiasının pek fazla ilgisini çekmemişti. Türk halkının ise ondan haberi dahi yoktu. Birdenbire bu ilgi niçin ortaya çıkarılmaya çalışıldı bilemiyorum. Burada lanse edilen Faslı filozof mu, yoksa onun üzerinden tekrar prim kasmaya çalışan Mehmet Görmez mi anlayamadım?
Taha Abdurrahman 1944 yılında Fas’ın Cedide şehrinde doğdu. Doğduğu zaman Fas Fransa’nın sömürgesi altındaydı. Onun tanımlaması ile “Dört başı mamur bir kültürel sömürge” olmuştu.
Babasından çok küçük yaşta aldığı dinî tedrisattan sonra ilk ve orta eğitimini bu kültürel sömürgenin etkisi altındaki okullarda yaptı.
Ardından Rabat’taki Muhammed el-Hâmis Üniversitesinde felsefe eğitimi aldı. Parlak bir zekâsı vardı. Batı felsefesine hayran bazı hocaları onu Fransa’ya yönlendirdiler. Zira Ehl-i Sünnet akidesinin hâkim olduğu Fas’ta o dönemde felsefenin fazla bir geleceği yoktu. Dolayısıyla onun bundan sonraki durağı Fransa olacaktı. Sorbonne Üniversitesinde felsefe alanında yüksek eğitime başladı.
1972 yılında Sorbonne Üniversitesinde Dil Felsefesi alanında, “Ontoloji Sorunsalının Dilsel Yapısı” başlıklı teziyle doktorasını tamamladı. Böylece felsefi ihtisasını Fransa’da yapan Taha Abdurrahman, birçok felsefi akımdan istifade etti. Özellikle ihtisas konusu olan mantık ve dil felsefesindeki modern gelişmelerden etkilendi.
O, daha sonra 1985 yılında yine Sorbonne Üniversitede Edebiyat ve İnsani Bilimler bölümünde Doğal ve Argümantatif İstidlalin Mantığı isimli teziyle ikinci bir doktora daha yapacaktır.
Mezun olduğu Rabat Muhammed el-Hâmis Üniversitesinde görev yapan, mantık ve dil felsefesi dersleri okutan Taha Abdurrahman 2005 yılında emekliye ayrıldı.
Felsefe alanında pek çok eser yazmıştır. Eserlerinin çoğu İslami terminoloji ile ilgili olması kendisine İslam filozofu denilmesine yol açmıştır.
Bizde böyle oluyor mösyö!
Taha Abdurrahman bir felsefecidir. Batı’yı, moderniteyi yerine göre dinî terminolojiyi uzun uzun değerlendirmek onların ihtiva ettiği veya edeceği manaları sorgulamaktadır.
Peki Taha Abdurrahman’ı yere göğe sığdıramayanlar, parlak ve hamasi nutuklarla övenler hangi felsefe ve düşünceyle onu tartışmasız kabul etmektedir.
O, bir müfessir, muhaddis değildir. Fıkıh ve kelam âlimi de değildir. Neticede felsefecidir. Felsefe ise bir akıl ürünüdür. Taha Abdurrahman şaşmaz ve yanılmaz bir akla mı sahiptir? Fikirlerinin kaynağı nedir? Onun her meselede doğruyu yakaladığı ve çağın düşünürü olduğu hiç sorgulamadan nasıl kabul edilebilir?
Toplanıp ehl-i heva her biri bir saz çalar,
Çelebi böyle olur bizde konser dediğin
Bizdeki reformistler âyetleri, hadisleri, mezhep imamlarımızın hükümlerini yok edinceye veya ucundan kenarından insanların kafalarına şüpheler sokuncaya kadar irdelerler. Gençlere sorgulayıcı, tenkitçi, şüpheci olun diyerek özgür ve hür düşünce havarisi kesilirler. Fakat İslam’da kafasına göre konuşan, yorum yapan olunca hiç seslerini çıkarmazlar. Aklına uyanı ayakta hararetle alkışlarlar. Onlar işte bunun için FETÖ’nün dindeki yıkımını on yıllarca göremediler. Hâlâ da kör gözlükle ilerlemelerini anlamak gerçekten zordur. Birileri bunu hiç mi tefekkür etmez!
Mesela Taha Abdurrahman ılımlı İslam, dinlerarası diyalog konularında neler söylemektedir. Dinde reform ve tarihselcilik noktalarında fikri nedir? Batılıların müsteşrikler eliyle hamur gibi yoğurduğu İslam düşüncesinin neresindedir? Bidat fırkaları konusunda nasıl bir yol haritası izlemektedir. Sorsanız tek kelime edemezler.
Ben onu parlak nutuklarla övenlerin daha bir makalesini dahi okuduklarından emin olamadım. Zira bazı fikirlerini orada serdetmiş olsaydı, eminim Mehmet Görmez ve avanesinin yüzleri kıpkırmızı olurdu.
Nereden çağırdık bu adamı derlerdi. Keşke başındaki fötrü çıkarttırmasaydık diye hayıflanırlardı.
Haftaya inşallah Taha Abdurrahman’ın fikirlerini irdeleyeceğiz.
TEFEKKÜR
Bâtıl hemişe bâtıl ü bî-hûdedir velî
Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhûr ede
Nef’î
(Yanlış her zaman yanlış ve yararsızdır ama,
Problem olan doğru kılığında ortaya çıkmasıdır)
.
Seni tuzağa düşürürler demedim mi?
9 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :9 Ağustos 2024 00:41
Hamas lideri İsmail Heniyye, 31 Temmuz Çarşamba günü İran’ın başkenti Tahran’da düzenlenen menfur bir saldırı sonucu şehit edildi.
Olayın şekli ilk anda Anadolu Selçuklu Sultanlarından IV. Rükneddin Kılıcarslan’ı hatırıma getirdi.
İslam dünyasının Moğollar tarafından paramparça edildiği günlerdi. Selçuklu Devleti’nin varlığını, Moğollara tabi olarak devam ettiren sultanlar, ikili üçlü ortak idare ile ülkeyi yönetiyordu.
Selçuklu devlet adamları da birbirlerinin kuyusunu kazmakla meşguldüler. Moğollar bunları çok iyi kullanıyor ve işlerine gelmeyenleri birbirlerine düşürterek ortadan kaldırtıyorlardı.
IV. Kılıçarslan 1237 veya 1240’da dünyaya gelmişti. Babası II. Gıyaseddin Keyhusrev öldüğü zaman (1246) II. İzzeddin Keykavus, Selçuklu tahtına çıkarılırken, kardeşleri IV. Kılıçarslan ile II. Alaeddin Keykubad (salt. 1249-1254) ise tahtın yanındaki kürsülere oturtulmuştu.
1246 yılında Moğol hükümdarı Güyük Han’ın (salt. 1246-1248) kağanlık merasimine II. İzzeddin Keykavus davet edilmiş, ancak o yerine kardeşi IV. Kılıçarslan’ı göndermişti. Moğolistan’daki Karakurum’a giden IV. Kılıçarslan, yaklaşık iki yıl sonra Güyük Han tarafından kendisine verilen saltanat yarlığı ve iki bin kişilik askerî birlikle iki yıl sonra Anadolu’ya dönmüştür.
Rükneddin Kılıçarslan 1249 yılında Sivas’ta hükümdarlığını ilan etti. Sivas’ın yanı sıra Erzincan, Amid (Diyarbekir), Malatya, Harput ve Kayseri’de hükmü altındaydı.
1258 yılında Moğol Hakanı Selçuklu ülkesinin IV. Kılıçarslan ile II. İzzeddin Keykavus arasında ortak idare edilmesini kararlaştırmıştı. Vezaret makamında ise Muînüddin Pervâne bulunuyordu.
Muînüddin Pervâne, II. İzzeddin Keykavus’u tasfiye edip devleti istediği şekilde idare etmeyi düşünerek Moğolları kışkırttı. Bu durum karşısında İzzeddin Keykavus Bizans İmparatoruna sığınmak zorunda kaldı.
Ancak Muînüddin Pervâne, bu defa da IV. Kılıçarslan’ı ortadan kaldırmak için Moğollara IV. Kılıçarslan’ın Memluklular ile bir ittifak yaptığını söyledi. Muînüddin Pervane’nin sözlerine inanan Moğollar, IV. Kılıçarslan’ın Aksaray’da öldürülmesini kararlaştırdılar.
Konya’da bulunan Sultan, yola çıkmadan önce Hazreti Mevlâna’ya danışmıştı. Mevlâna hazretleri ise, “seni tuzağa düşürürler” diyerek asla oraya gitmemesini tavsiye etmişti.
Dağ olsan havaya uçururlar!
Moğolların kendisine bir zarar vermesinden çekinen IV. Rükneddin Kılıçarslan Hazreti Mevlâna’nın sözünü dinlemeyerek Aksaray’ın yolunu tuttu.
Ancak burada namına verilen bir ziyafet sırasında boynuna yay kirişi geçirilmek suretiyle boğularak öldürüldü.
Rivayete göre Sultan Rükneddin boğulurken, “yâ Hazreti Mevlâna” diye bağırmıştı. Aynı sırada Konya’da Hazreti Mevlâna onun feryadını işitmiş gibi kulaklarını tıkamak zorunda kalmıştı.
Sonrasında da Sultan’a şu mealde bir şiir yazmıştı.
“Oraya gitme dedim sana,
Seni belâlara uğratırlar dedim,
Bilirim sana ne yapacaklarını…
Dedim ayaklarını bağlarlar.
Orada tuzaklar içinde tuzaklar var.
Sana kuşlar gibi tuzağa düşme demedim mi?
Dedim orada ne idüğü belirsiz kişiler var,
Bir lokma gibi kapıverirler seni,
Sana dünya hayallerine, dünya şekillerine razı olma demedim mi?
Atarlar ciğer gibi çorbalarının içine,
Gözyaşına bakmazlar.
Dedim hamur yoğurur gibi yoğururlar seni,
Dağ olsan havaya uçururlar dedim,
Hayale dönersin dedim sonra,
Demedim mi yol kesenler var,
Yolunu vururlar senin, tövbeni bozarlar senin
Oraya gitme dedim sana”.
İsmail Heniyye, İran’a gidip gitmemesi konusunda bir âlime danışmış olsaydı ne söylerdi bilmiyorum.
Ancak İslam dünyası, İran’a güvenmemesi gerektiğini anlayamadı ise vah hâlimize. İran bize belki siyonistlerden daha büyük düşmandır. Siyonist İsrail’in hakkınızdaki emellerini bilirsiniz, size karşı plan ve projelerini tahmin edersiniz. Fakat İran’ın bilemezsiniz.
İran dost gibi yaklaşır, takiye yapar, beklemediğiniz zamanda beklemediğiniz yerden darbeyi indirir. Ne olduğunu dahi tahmin edemezsiniz.
Bakınız neredeyse bir yıldır Zengezur Koridoru’nu hatırlayan var mı? Oysa 7 Ekim saldırısı öncesinde Türkiye’nin bir numaralı gündemi Zengezur Koridoru idi.
Azerbaycan’da Ermenileri destekleyen fakat arzusuna kavuşamayan ve Zengezur’u önleyemeyeceğini gören İran, Hamas’ı harekete geçirerek Gazze’yi ateşe atıverdi.
Gazze’de akılalmaz bir soykırım yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. Ne hazindir ki bu katliamlar yaşanırken içeride, “Zaten ölüyorlardı ölsünler” gibi akla ziyan yorumlar yapıldı ve hâlâ da yapılıyor. Ben bunların İrancı ve Selefi zekânın ürünü olduğunu düşünüyorum.
Gazze mahvolmakla kalmadı Lübnan, Suriye, Kıbrıs yeni hedef oldu. ABD, Netanyahu’yu meclisinde konuşturdu ve ayakta alkışlattı. Milletine ahmaklar dedirtti.
Bu gösterinin ardından İsrail’in tehlikeli bir girişimi beklenmeliydi. Heniyye’yi davet eden İran evinde Hamas liderini paramparça ettirdi.
Heniyye’ye ulaşabilseydik.
“Gitme, orada tuzaklar içinde tuzaklar var,
Seni belalara uğratırlar”
Diyerek sesimi duyurmak isterdim.
Artık Heniyye’ye sesimizi duyurmak ihtimalimiz de kalmadı.
İsrail’in dostları!
İslam dünyası ve ülkemiz hâlâ İran ve siyaseti konusunda uyumaya devam edecek mi bilemiyorum. Zira İran’ın ülkemiz üzerinde emelleri bitmez.
İran’ın Ehl-i sünnete husumeti eksilmez. Onun gayesi dinî ideolojisini ülkemize zerk etmektir. Ülkemizi Suriye gibi iç savaşın içine sürükleyip örgütlerini katliamlar için harekete geçirmektir.
Devletimiz bu gerçekleri hakkıyla değerlendirmek suretiyle Somali, Yemen, Suriye ve Irak’ta İran’ın yaptıklarını belgesellerle milletimize anlatmalı idi.
Ne gezer! Daha fecisi bu ülkede Diyanet’in en üst kademesinde bulunan DİYK üyesi Halis Aydemir’in, Tahran’da “vahdet toplantısı” denilen bir programa katılmasını düşünmek gerek! Acaba İran neyin vahdet toplantısını düzenliyor anlatabilir mi?
Ayrıca bütün katılımcıların konuşmasına ulaştığımız hâlde onunkine ulaşamadık! Neden acaba?
Öte yandan şu son savaş çıktı çıkalı mütefekkirler, stratejistler ve İran tarihini hakkıyla bilenler hep Acem tuzaklarına dikkat çektiler.
İran’a güvenilmemesi telkininde bulundular. İran’ın ABD ve İsrail ile perde gerisindeki ittifakına değindiler. Bu iki devletin varlığını ve gücünü birbirlerine borçlu olduğunu Türkiye ve İslam âlemi ne zaman öğrenecek acaba? 2001 yılından itibaren ABD’nin Irak, Suriye, Libya ve Türkiye’yi dizayn etme girişimi ile birlikte İran’ın İslam dünyasındaki rolü görülmüyor mu? İran’ın Ehl-i sünnet katliamını İsrail ve ABD adına bizzat gerçekleştirmesi hâlâ görülmeyecek mi?
Hamas’ın son savaşında da İran’ın büyük fitnesi vardı. Hamas’a başından beri destek çıktı. Fakat en küçük bir yardım faaliyetinde bulunmadı.
Sadece savaşın hep devam etmesi konusunda adımlar attırdı.
Savaş duraklayacak olsa anlaşma sağlanması yolunda bir işaret görülse derhâl İran’ın desteklediği Yemen’deki Husiler veya Hizbullah gibi gruplar harekete geçiyor ve yaptıkları atışlarla harbin devamını sağlıyorlar.
Bu yaptıklarını da dünyaya kahramanlık diye satıyor ve reklamlarını yaptırıyorlar. Hâlbuki onların bu adımları İsrail’e ballı kaymaklı ekmek sunmak gibi oluyor.
Hamas’ın ve Türkiye’nin ateşkes için çalışmasına bakılırsa savaşın devamı İsrail’in işine yaramaktadır. İsrail de bu itibarla asla anlaşmaya yanaşmamaktadır. Bu arada ABD’nin de devamlı desteğini arkasında hissetmek istemektedir. İşte İsrail’e yapılan saldırılar savaşın devamını sağladığı gibi ABD ve türevlerini de teyakkuz hâlinde tutmaktadır.
Bu itibarla Heniyye’nin İran’da öldürülmesi savaşın devamında önemli bir faktör olacaktır. Nitekim olay vuku bulduğundan beri İran, İsrail’i vuracağını haykırıp durmaktadır.
“Isıracak köpek dişini göstermez” demişler. Evvelki pek çok olayda da görüldüğü gibi İran’ın atacağı her adımın İsrail’in işine yarayacağı aşikârdır.
Evet İsrail savaşı devam ettirecektir. Zira hedefi arzımevuttur.
Artık Orta Doğu’da devamlı bir barışın imkânı gittikçe azalmıştır.
Bu durum ülkemizi mutlaka yeni siyasetlere yöneltmelidir.
Ülkemizde en çok dikkat edilmesi gereken İrani ve Selefi örgütlerin faaliyetleri olmalıdır. Sosyal medya ağlarını da organize bir şekilde kullanan bu gruplar gençlerimizi rahatlıkla tuzağa düşürebilmektedir. Bunlar Ehl-i sünnet Müslümanları Müslüman dahi görmemekte ve tekfir etmektedir. Bunların ilk karışıklıkta saldıracakları kişiler Müslümanlar olacaktır. Yemen’de, Irak’ta, Suriye’de, Somali’de Müslüman kıyımlarını bu örgütler yapmaktadır.
Devletimizin millî olduğu kadar asırlardan gelen ve milletimizi bir arada tutan dinî değerlerine de bağlı olması geleceğinin teminatıdır. Devletimizin derin siyasetini dizayn edenler ve istihbarat birimlerimiz bunun farkında olmalı ve tedbirlerini almalıdır.
Yoksa Türkiye’nin yeni yüzyılında hiç beklemediğimiz sonuçlarla karşı karşıya kalabiliriz!
Not: Bu hafta Taha Abdurrahman’ın düşünce yapısını anlatacağımı beyan etmiştim. İnşallah haftaya yazacağımı ifade eder okuyucularımdan özür dilerim.
TEFEKKÜR
Müstağni-i irşâd olur erbâb-ı basiret
Sükkân-ı Harem neyler imiş kıble-nümâyı
Seyyid Vehbî
(Kalp gözü açıkların, yol göstermeye ihtiyacı yoktur,
Kâbe çevresinde oturanlar, kıble göstericiyi neylesinler
.
Fötr şapkalı filozof Taha Abdurrahman!
16 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :15 Ağustos 2024 23:53
Fas’ın meşhur filozoflarından Taha Abdurrahman’ın kitapları son birkaç yıldır Türkçeye de tercüme edilmeye başlanmıştı. Fakat neredeyse hiç ses getirmemişti. Birdenbire devreye Mehmet Görmez ve ekibi girdi. Tabiri caizse bir anda ülkemizde Taha Abdurrahman rüzgârı estirdiler. Üç gün boyunca (23-25 Temmuz) İDE’den İSAM’a Gazi Üniversitesi’nden Külliye'ye kadar pek çok noktada konferanslar verdirdiler, sohbetler ettirdiler. Gençlerimize "dinde yeni bir çığır açacak âlim" diye sundular!..
Mehmet Görmez, Taha Abdurrahman’ın kitaplarının Türkçeye çevrilmesinin de mimarı idi. Diyanet Başkanlığı görevi sona erdiğinde bu işe öncülük ettiğini Taha Abdurrahman’ın “Dinin Ruhu” kitabına yazdığı takrizde ifade edecektir. Görmez’in, Taha Abdurrahman sevdası acaba nereden geliyordu?
İki hafta önce bu konuda bir makale kaleme almış ve fikirlerine ise sonra değineceğimi belirtmiştim.
Sorbonne yetiştirmeli, fötr şapkalı Taha Abdurrahman, felsefe ile dinde neyi hedeflemekteydi! Hangi konuda yenilikler getirmekteydi? Mehmet Görmez’in tanımıyla “yeni bir İslam felsefesi inşa etmeyi” hedeflerken ne gibi projeleri vardı.
Aslında kitaplarının ismi dahi bize bazı ipuçları veriyordu. Mesela eserlerinden birinin adı “Dinî amel ve aklın yenilenmesi” idi. Taha Abdurrahman aklın yenilenmesi konusunda yeni bir paradigma açabilir fakat dinî amelleri nasıl yenileyecek neler ortaya koyacaktı? Aynı şekilde başka bir eserinin adı da “Amel Sorunsalı” idi. Amel yani ibadetler konusunda ne gibi problemler vardı? Taha Abdurrahman bu iddialı başlıklarla yeni bir dini ameller manzumesi mi ortaya çıkaracaktı!..
Keza başka bir eserine de “Hakikat Arayışı” adını vermişti. Burada da hakikatin henüz ortaya konmadığı mı iddia ediliyordu?
Eserlerini incelediğinizde bu konuda iddialı ve tehlikeli bazı projelerini görmekteyiz.
Taha Abdurrahman bilhassa felsefenin önemli isimlerinden İbn Rüşt’ü çok keskin bir şekilde tenkit etmektedir.
Bu tenkitlerden birisi de “İbn Rüşt fıkıh yoluyla felsefe ve felsefe yoluyla da fıkıhta özgün bir düşünce ve bilgi inşası yapmamıştır”, şeklindedir. (Hakikat Arayışı, s.124)
İbn Rüşt, felsefe yoluyla nasıl bir fıkıh inşası yapacaktı ve Taha Abdurrahman ondan bu konuda ne bekliyordu? İslam fıkhı mezhep âlimlerimizce ve fakihlerce ortaya konulmamış mıydı?
Taha Abdurrahman muhtemelen bu konuda menfi bir düşünceye sahip olduğundan en büyük hedefinin " felsefe fıkhı" olduğuna değinmekte ve şöyle ifade etmektedir:
“Sarsılmaz bir kanaate sahibim ki felsefe fıkhı projesi Allah’ın izniyle tüm bölümlerini bitirdiğimde felsefeyle uğraşan Arap bireyin müstağni kalamayacağı esas unsurlardan biri hâline gelecektir. Yakinen inanmaktayım ki felsefe fıkhı projesine bu cihetten gösterilecek önem gidecek artacak ve zirvesine ulaşacaktır.” (Hakikat arayışı, s.118)
İşte Görmez ve ekibinin hararetle beklediği budur. Âyetleri ve hadisleri istedikleri gibi değerlendirecekler, şekillendirecekler ve arzularına göre yeni bir din manzumesi ortaya çıkaracaklardır!..
Zira İslâmiyet’in hükümlerini bildiren ilme "Fıkıh ilmi" denilmiştir. Fıkıh bilgilerini bilen kimseye Fakîh denir. Fıkhın kaynaklarını ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemlerini inceleyen bilim dalına ise Usûl-i Fıkıh denilmektedir. Fıkıh ilminin ana kaynakları Kur’ân-ı kerim, hadis-i şerifler, icma-ı ümmet ve kıyâstır. Dolayısıyla felsefe yoluyla fıkıh inşa etmek dini tamamen aklına uydurmaktan başka bir şey değil midir?
Önderi İbn Teymiyye!
Taha Abdurrahman kesin olarak taklidin karşısındadır. Bu düşüncesini “Taklitten nefret ettiğim kadar hiçbir şeyden nefret etmedim. Ümmetin hayatında ondan daha zararlı bir yol görmedim” demektedir. Bu noktada İbn Rüşt’ü tenkit ederek; “Onun felsefe alanında taklide yaptığı çağrının en kötü tarafı bizi düşüncesi, tarihin en eski çağlarına ait olanları taklide davet etmesidir”, der. İbn Rüşt ile Aristo arasında on beş asır bulunduğunu belirtir.
Taha Abdurrahman bu noktada son derece mantıklı izahlar ortaya koyarken sonrasında ise âdeta insanları hatanın dibine sürüklemektedir. “Hak olan taklit bile bana zül gelir” ifadesi gerçekten felsefenin insanı getireceği felaket noktasını göstermektedir. (Hakikat Arayışı, s.130-131)
Taha Abdurrahman’ın bu düşünce yapısıyla mezheplere ne gözle baktığı ve mezhepleri taklit eden Müslümanlara nasıl bir mesaj vermiş olduğu apaçık meydandadır.
Taha Abdurrahman felsefenin doğasında olduğu üzere kendisinden önceki dinde modernist, reformcu ve tarihselci şahısları eleştiriye tabi tutarken okuyucuya Ehl-i sünnet itikadını referans göstermez. Kendisi de İslami yenilenmenin mutlak gerekliliğine dair tezler geliştirir ve yöntemler sunar.
Peki "Taha Abdurrahman’ın önderi ve en fazla etkilendiği kişi kimdir?" diye sorarsanız karşımıza aşina olduğumuz bir isim çıkacaktır. O kişi İbn Teymiyye’dir. Bu zat 13. asırda olduğu gibi günümüzde de eserleriyle en büyük fitne kaynağıdır. Fikirleri Vehhabiliğin doğuşunda da başrolde olmuştur. Ehl-i Sünnet âlimlerince hakkında yüzlerce reddiye yapılmıştır.
Bütün bunlara rağmen Taha Abdurrahman’ın İbn Teymiyye’ye bakışı hayranlık uyandıracak tarzdadır. Onu sıradan bir mantıkçı olarak görmez. Müceddid bir mantıkçı olarak değerlendirir. İbn Teymiyye’nin hakkıyla anlaşılamadığını ifade eder. Ne taraftarı olan Selefîler ve ne de muhalifleri tarafından hakkında layıkıyla bir çalışma yapılmamıştır, diye hayıflanır. Onu Farabi ve İbn Sina gibi büyük filozoflardan daha yenilikçi olarak görür.
Selefî olmayanları (Ehl-i sünnet mensuplarını işaret ediyor) mantıkta yeteri derecede nasipleri yok, diyerek tavsif eden Taha Abdurrahman, aslında İbn Teymiyye’den neden uzak durulduğunun farkındadır. Nitekim; “İbn Teymiyye’ye yönelik itikadi tutumları ondan istifade etmelerine engel teşkil etmiştir” diyerek istemeyerek de olsa bu durumu belirtir.
Selefîleri ise, “İbn Teymiyye’nin mantığını kavrayamamak ve onun sözlerini bilinçsizle tekrarlamakla yetinmişler" diyerek eleştirir. (Hakikat Arayışı, s.70-71)
Evet, İbn Teymiyye’nin ilimdeki derinliğine kimsenin söz söylemesi mümkün değildir. Ancak ilimde yükseklik, insanın doğru itikat sahibi olduğunu göstermez!.. Nitekim İbn Teymiyye için, “ilminin kendisini sapıttırdığı kimse” dediler. Yüzlerce Ehl-i sünnet âlimi onun pek çok fikrine reddiye yaptı. Taha Abdurrahman ise bütün bu reddiyeleri görmezden gelmektedir.
İbn Teymiyye’yi önder gibi Müslümanlara tavsiye eden Taha Abdurrahman’ın İmam-ı Gazali hazretleri ile ilgili değerlendirmeleri ise son derece düşündürücüdür.
Kendisine "Gazali’ye mi yakın duruyorsunuz?" diye sorulduğunda; “Gazali’yi tüm hakikatleri kendinde toplayan âlim konumunda görmedim. Onun eserlerini de düşüncemi aldığım ana kaynak konumuna yerleştirmedim. Çalışmalarımda ona İbn Rüşt’e tahsis ettiğimden fazla bir yer de ayırmadım” diyecektir. (Hakikat arayışı, s.135) Bu ifadeleri sonunda Taha Abdurrahman şayet Gazali ile aynı fikirde bulunuyorsa bu Rabbinin denk düşürmesinden ibarettir diyerek yorumlar. Yani mehazlarının aynı olmadığını net bir şekilde belirtmiş olur.
Papaz Küng ve Taha Abdurrahman!
İki hafta önceki yazımda "Taha Abdurrahman’ı parlak nutuklarla övenler onun ılımlı İslam ve dinler arası diyalog konularında nerede durduğunu acaba bilmekte midirler?" diye sormuştum.
Eski Diyanet Başkanı Mehmet Görmez bu sualimize ne cevap verecektir? Yıllarca Diyanet Başkan Yardımcılığı ve sonra Başkanlığı dönemlerinde FETÖ’ye yeşil ışık yakan, aleyhte tek bir kelam etmeyen, 15 Temmuz’dan sonra ise hazırlattırdığı raporunda dinden sapmış kâfir olarak lanse eden Mehmet Görmez’in, Taha Abdurrahman’ın bu konudaki duruşunu bilmemesi olamaz. Bilmeden "çağın âlimi" diye övmesi ise ayrı bir fecaat olur!
Aslında bu hususta Taha Abdurrahman’ın, “Amel Sorunsalı” kitabı bize fazlasıyla malumat sunmaktadır. Eserin “Küresel Ahlak Kapsamı ve Sınırları” başlıklı üçüncü bölümü filozofun düşüncelerini yansıtmaktadır. Onun "felsefe fıkhı" diye uydurduğu şeyin aynen FETÖ’nün yürüttüğü gibi "küresel ahlak"ın ta kendisi olacağı aşikârdır.
Zira FETÖ de dâhil günümüzün reformistleri İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik ve diğer dinlerin diyaloğu altında aslında küresel değerlere iman ettirme peşinde idiler. Nitekim "Kutlu Doğum Haftaları"nda da her yıl şefkat, sevgi ve merhamet yılı diyerek bir küresel değeri vitrine çıkarıyorlardı.
Taha Abdurrahman, 1893’te Dünya Dinler Kongresi adıyla başlayan bu Diyalog faaliyetlerinin daha sonra Dünya Dinler Parlamentosu diye bilindiğini ve yapılan çalışmaları uzun uzun anlatmaktadır.
Taha Abdurrahman’ın faaliyetlerini geniş olarak anlattığı kişi Hans Küng’dür. İsviçreli Roma Katolik din adamı Papaz Hans Küng, (1928-2021) Dinler arası diyalog düşüncesinin mimarlarından biridir. Onun şu ifadesi, dinler arası diyaloğa yüklenen misyonu, faaliyet alanını ve gerekçesini ortaya koyar niteliktedir:
Dinler arası barış olmaksızın milletler arasında barış olmaz...
Dinler arası diyalog olmaksızın dinler arasında barış olmaz...
Dinlerin temellerini araştırıp ortaya koymaksızın dinler arasında diyalog olmaz...
Taha Abdurrahman da İkinci Dünya Dinleri Kongresinde alınan kararları ve sonunda ilan edilen Küresel bir ahlaka doğru sonuç bildirgesini değerlendirirken gördüğü eksiklikleri belirterek başarılı olmasını istemektedir.
Bu bildirge farklı dinlere mensup şahsiyetler tarafından imzalanırken iki âlim ise özellikle dikkate değer. Bunlardan biri Pakistanlı Muhammed Hamidullah diğeri ise İranlı filozof Hüseyin Nasr’dır.
Taha Abdurrahman üzerinden, ülkemizde neyin devam ettirilmek istendiği apaçık meydanda değil midir?..
TEFEKKÜR
Rahm ederdin dil-i nâ-şâdıma bilsen derdim,
Hâlimi arz edemem neyleyeyim âh sana...
Vâkıf
(Derdimi bilseydin, kederli gönlüme acırdın,
Neyleyim ki ah sana hâlimi bildiremem!
.
Tarih komedyası!
23 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :22 Ağustos 2024 23:25
Fatih Altaylı, “Teke Tek Bilim” adlı halka açık programına zaman zaman Celal Şengör ile İlber Ortaylı’yı konuk ediyor. Celal Şengör yerbilimci olmasına rağmen tarih hakkında ahkam kesmesiyle ünlü bir bilim insanı. Fakat bu konuda ortaya attığı tezlerin hepsi tarih mahfillerinde saçma diye nitelenecek hususlar.
Ne hikmetse bunları çok iyi bilmesine rağmen yanında oturan ünlü tarihçi İlber Ortaylı asla bir müdahalede bulunmuyor. Farklı bir şekilde konuya müdahil olarak meseleyi ustaca başka bir alana kaydırıyor.
Aslında diplomasi dilinde bunu çok farklı ifadelerle niteleyebilirsiniz.
Bana göre en basit haliyle, “tamam saçmalama yeter artık” diye tanımlanabilir. Fakat Celal Şengör ise hezeyanlarını Ortaylı’nın kabul ettiği yönünde düşünerek, sırıtmaya ve kahraman komutan pozlarına devam ediyor...
Hâlbuki konuşmalarını dinlediğinizde ortaya bir tarih programından ziyade "tarih komedyası" çıkıyor. Nitekim konuşmalar şöyle cereyan ediyor.
Celal Şengör: “Osmanlılar efendim biz Kayı boyuyuz diyorlar. Bu yanlış, böyle bir şey yok. Sonradan uyduruldu.”
İlber Ortaylı: “Bütün boylar uydurmadır. Bütün dünyada böyledir.”
Celal Şengör: “Şimdi bakıyoruz, TV dizilerinde Kayı boyu var, bayrağı var, osu var busu var. Bunlar hakkında hiç bir şey bilmiyoruz. Ben hiçbir zaman Osmanlıya bir Türk devleti olarak bakamam."
İlber Ortaylı: "Osmanlı bir Akdeniz devletidir."
Gerçekten komedya yapacak olsanız akla gelmez ifadelerdir bunlar. Fakat Celal Şengör’deki Osmanlı ve İslam düşmanlığı aklının ve fikrinin üzerini örtüyor.
“Osmanlı kurucu ailesi hakkında hiçbir bilgi yok uydurma senaryolar var”, şeklindeki ifadeler şayet maksatlı ve düşmanca değilse gerçekten vahimdir. İlmî prensiplere sırt çevirmektir. Böylelerine verecek cevap bulamazsınız. Bu tiplere, “Senin akıl sağlığında bir sıkıntı var, doktora görünmen iyi olur” derler.
Şayet maksatlı ve düşmanca ise ona da cevap verilmez. Zira vereceğin hiçbir cevabı da kabul etmez. Kulağını ve gözünü gerçeklere karşı tıkamıştır. Duymaz ve görmez.
Şengör ile Ortaylı’nın karşısında ise, “Osmanlı diye bir şey de yoktur” deseler, ayakta alkışlayacak bir güruh bulunmaktadır. Bu nasıl bir zihin yapısıdır, anlamak mümkün değildir!..
Bizim sözümüz ise sosyal mecralarda bunları işiten on binlerce gencimizedir. Zira cevap verilmediği takdirde bütün bu hezeyanlar doğru gibi kabul edilmektedir.
Osmanlı devletinin kurucu ailesi hakkında bilhassa Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çok rivayetler ortaya atıldı.
Bilhassa yabancı araştırmacılar Osmanlıyı kuranlar hakkında nedense kutsal bir görev gibi çalışmaya başladılar. Gayeleri ve maksatları ne idi elbette düşünmeye değer. Herhâlde Osmanlının atasını hakkıyla bulmak, ortaya çıkarmak ve ilim âlemine kazandırmak değildi.
Yapılmak istenen son iki asırdır yıkmak ve yok etmek istedikleri devletin, tarihini de bozmak, gençlerine başka bir tarih bilgisi aşılamaktan öte gitmiyordu.
Batılıların maksatlı hezeyanları!
Nitekim kuruluş üzerine akademik anlamda ilk çalışmalardan birini yapan ve Osmanlı Devleti’nin kökenleri konusunda şüpheler ortaya koyan ünlü Amerikalı araştırmacı Herbert Adams Gibbons’tur.
Osmanlıların tarihte eşine ender rastlanan büyük başarılarını tamamen Avrupalı unsurlara dayandırma ısrarı, Gibbons’un hem İslam hem de Türk kültür ve medeniyeti hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını ortaya koymaktadır. Ayrıca birinci elden Selçuklu ve Osmanlı kaynaklarını kullanmaması da en büyük eksikliği olmuştur.
Türk kültür ve edebiyat tarihinin kurucusu kabul edilen ünlü araştırmacımız, Fuat Köprülü ise Gibbons’un hezeyanlarını, 1932 yılında Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde verdiği bir dizi konferansta çürütmüştür. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin doğuşunu ve Gibbons’un yok saydığı Osmanlıların Türk geçmişini, 13. yüzyıl Anadolu tarihinin bir uzantısı olarak değerlendirmiş ve Uc’lara özgü kültür üzerinde önemle durmuştur.
Gibbons’un tezine ciddi bir eleştiri de Friedrich Giese’den gelmiştir. Giese, onun çalışmalarını son derece yüzeysel olarak değerlendirirken kendisini ise bir sürü temelsiz fikri ortaya atan usta bir kompozisyon yazarı olarak gösterir...
Buna rağmen Celal Şengör, Osmanlıların Türk olmadığını ifade ederken Gibbons’u tekrarlamaktan başka bir şey yapmamaktadır.
Osmanlı'ya iftiralar Gibbons ile durmaz. Zira İslam’a düşmanlık bitmeyeceği gibi tarihimizi bozma ve karalama sevdası da tükenmeyecektir.
Yine ünlü araştırmacılardan Avusturyalı tarihçi Paul Wittek, Osmanlı’nın gaza davasını ortaya koyarken öte taraftan Kayı boyundan gelişini ise tamamen reddeder. Wittek’in, Kayı boyu ile ilgili tezine tek kelam etmeyen Avrupalı yazarlar, gaza meselesine katlanamazlar ve yok etmek üzere seferber olurlar.
Michigan Üniversitesi öğretim üyelerinden Paul Lindner, Wittek’in gaza tezinin sağlam bir temele dayanmadığını, bunların daha sonraki dönemin ideolojisinin geçmişe yansıtılmasından başka bir anlam taşımadığını iddia eder...
Gaza tezini reddedenlerden önemli iki isim de Amerikalı tarihçi Ronald C. Jenings ile İngiliz tarihçi Colin Heywood’dur. Yine İngiliz tarihçilerden Colin İmber, Kayı boyu ve gaza siyasetini yok ederken Osmanlılara ait ilk dönemleri kara delik olarak tanımlamakta ve yok saymaktadır.
Amerika’ya tarih uydurmaya çalışan Avrupa’nın soykırımlarını ve yüz kızartıcı tarihlerinin üstünü örtmek için çırpınan bu tarih araştırmacıları, Osmanlı'nın şanlı tarihini ise yok etmek için çabalıyordu...
Maalesef son dönemlerde bilhassa Kayı boyu konusunda, ünlü Türk tarihçi Halil İnalcık da onların fâsit tezine alet olmuştur. Hâlbuki onlar ilk Osmanlı tarih yazarlarının sözlerini tamamen efsane olarak değerlendirirken Halil İnalcık toponimi çalışmaları ile neredeyse %100 doğruluğunu savunuyordu. Öyleyse Halil İnalcık’ı o devrede bu konuşmaya yönelten başka sebepler mi vardı? Üzerinde durmaya değer!..
Diğer taraftan Fuat Köprülü’nün yanı sıra sonradan İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Şehabettin Tekindağ, gibi kıymetli tarihçilerimiz Osmanlı'nın gaza stratejisi, İslamiyet’e olan gönülden bağlılıkları, Türklüğü ve Kayı boyundan gelişi ile ilgili onlarca bilgi ve belgeyi gözler önüne serdiler.
Bütün bu belgeleri ve bilgileri, “efendim tarih yazıcılığı geç başladı” yok “meşruiyet kaygısıyla bunu yaptılar” gibi mesnetsiz iddialarla geçersiz kılmaya çalışmak, gözünü kapatıp güneşi inkâr etmekten başka bir şey değildir...
Yanlışta ittifak olmaz!
Âşıkpaşazade’yi geç devir görenler onun Yahşi Fakih Menakıb-namesi’nden neleri okuduğunu hesaba dahi katmazlar.
Ahmedî ve Yazıcızade’nin eserlerinin 1410-1425 yılları arasında yazıldığını hakkıyla değerlendirmezler. Hâlbuki kuruluştan daha bir asır ancak geçmiştir. Bunları Neşrî, Âşıkpaşazade, Şükrullah, Oruç Bey, Ruhi Çelebi gibi pek çok tarihçi takip eder. Bütün bu tarihçiler Osmanlı'nın menşei konusunda az veya çok bilgi verebilirler fakat Oğuz ve Kayı meselesi konusunda asla bir tenakuza düşmezler.
Ayrıca bu kaynaklardaki Oğuz ve Kayı hakkındaki bilgilerin sadece Osmanlı Devleti’ne karizmatik ün sağlamak veya meşruiyet kazandırmak için kurgulandığını söylemek abesle iştigal etmektir. Zira o yıllarda Kayı boyuna mensup olduklarını belirtmek ise kendilerine hiçbir güç kazandırmayacaktı. Kazandırdığını söyleyen de bugüne kadar çıkmamıştır.
Ayrıca o kaynaklardaki bilgilerin de bir mehazı vardır. Mesela Yazıcızade Âli’nin eserinde Reşidüddin, İbn-i Bibi ve Ravendi’nin etkisi görülmektedir. Yine Yazıcızade eserini yazarken Osmanlı-Oğuz-Kayı ilişkisinde tarihî Oğuz rivayetlerinden ve Oğuzname’nin uygur versiyonundan yararlanmıştır.
Keza ünlü Osmanlı tarih yazarı Şükrullah, Karakoyunlu Cihan Şah’a elçi olarak gittiğinde orada hükümdarın tarihçisi Mevlana İsmail’de bulunan Oğuzname’den Osmanlılarla ilgili bilgileri almıştır.
Ayrıca bilgi ve belgeler sadece tarihî eserlerden de ibaret değildir. Nitekim topoğrafik incelemeler de bu hususta çok değerlidir. Osmanlı Devleti'nin kuruluş coğrafyası içinde yer alan Bilecik ve Eskişehir de dâhil olmak üzere, Batı ve Orta Anadolu’da yer alan yüze yakın köy ve yerleşim yerinin “Kayı” adını taşıdığını göstermektedir.
Bu durumda hakkında hiçbir rivayet olmasa bile, devletini bu coğrafya üzerinde kuran ve fetihlerini bu bölgede başlatan Osmanlı hanedanının da Kayı boyundan olduğuna kolaylıkla hükmedilebilir. Bu kadar açık ve kesin deliller varken, Osmanlı’nın Kayı boyundan gelmediği nasıl iddia edilebilir?
Orhan Gazi’nin 727 (m. 1326-27) yılında Bursa’da bastırdığı ilk sikkenin arka yüzünde ve onu takip eden sikkelerde “duribe” kaydının hemen üzerinde, yukarıdaki Kayı damgasının yer aldığı açıkça görülmektedir.
Görüldüğü gibi Osmanlının Kayı’ya mensubiyetini gösteren bunca kaynağa karşılık diğerlerinin iddiaları tamamen delilsiz ve mesnetsiz olup sadece varsayımlara dayalıdır.
TEFEKKÜR
Bî-nasîbiz ol kadar fikr-i maâlîden ki biz
Eyleriz takdîs sohbet-i cehli şehrâyin ile
Lâ Edrî
(Yüksek fikirden o denli nasipsiz olduk ki;
Cehalet sohbetini şenlikler ile kutsarız
.
Balkanları gezerken!
30 Ağustos 2024 02:00 | Güncelleme :29 Ağustos 2024 22:34
Geçen hafta beş gece altı günlük uzun bir Balkan turu yaptık. Bosna, Karadağ, Arnavutluk ve Makedonya ile dört ülke ve onlarca şehri gezdik. Bu ülke ve şehirler kimi dört kimi beş asırdan fazla elimizde kaldı. Dolayısıyla Balkan gezileri ister istemez tarih ağırlıklı geçiyor...
Gezi hareketimiz Bosna’dan başladı. Türkiye’de İmam Hatip tahsilinden sonra rehberlik eğitimi almış otuz yaşına yakın bir Boşnak delikanlı mihmandarlık yapıyordu.
Şunu ifade edeyim ki Bosna ve diğer Balkan şehirlerinde Türklere rehberlik yapan arkadaşlar son derece ileri bir tarih şuuruna sahipler. Hem bize rehberlik yapan delikanlı hem gezi boyunca rastladığım değişik turlara rehberlik yapan arkadaşların hepsi kaliteli idi.
Osmanlı deyince gözleri ışılıyordu. “Buralar sizin yadigârınız buralara çok gelin. Siz geldikçe ve sizleri gördükçe bizim kuvvetimiz artıyor”, demekte idiler.
Bu, gerçekten önemli bir husus. Zira Bosna ve Kosova’da soykırıma varan son katliamların üzerinden çok geçmedi. Bosna’da gezdiğiniz yerlerde yol boyu giderken dikkat ederseniz pek çok yerde şehitliklere rastlıyorsunuz. Ziyaret etseniz nice köyde bu katliamların izleri tazeliğini korumaya devam ediyor.
“O yıllarda bizim acımıza ortak olan bir siz vardınız. Bir tek siz elinizden geldiğince maddi manevi yanımıza koştunuz yanımızda durdunuz” diyerek vefalı olduklarını da gösteriyorlar.
“Siz saldırı öncesinde Sırp ve Hırvatlarla gayet güzel geçiniyordunuz. Ne oldu birdenbire” diye sordum.
“İslam” dedi. “Biz Müslümanız. Maalesef bunların İslam’a ve Müslümanlara tahammülleri yok. Camimize minarelerimize katlanamıyorlar. Biz Müslüman kaldıkça bunların bize husumeti asla bitmez” dedi. "Biz büyük acılar çektiğimiz hâlde yine de çocuklarımıza nefret aşılamıyoruz. Fakat onlar aynı kini aynı nefreti çocuklarına şırınga etmeye devam ediyorlar” diye de hayıflandı.
“Peki yeni gençleriniz nasıl” dedim. “Yeni gençler yavaş yavaş yine unutuyor. Tamam bir savaş olmuş şimdi artık barış var. Bunları geçelim unutalım anlayışındalar. Bu tehlikeli bir durum dedi.” Neden dedim.
Anında, “Gazze hocam” cevabını verdi. Evet şimdi de Gazze’de dünyanın gözü önünde bir soykırım yaşanmıyor muydu? Bosna’yı Kosova’yı unutturan bir yangın yerine çevrilmedi mi Filistin?..
Daha ne kadar devam edeceği belli olmayan, nerelere sıçrayacağı kestirilemeyen büyük bir savaşın içinde değil miyiz?
Evet bu büyük bir şuur gerçekten. İnsanlara kin ve nefret besleme fakat düşmanını da iyi tanı! Gaflete düşme! Birlik beraberliğini koru! Kültürüne geleneklerine sahip çık!..
Peki Gazze’ye içi yananlar nerede? Bizde dahi o eski duyarlılık kalmadı maalesef. Hatta zalimi alkışlayan alçaklar türedi. Bu gidiş büyük bir felaket değil midir?..
Gazi İsa Bey
Balkanlara yapılacak her tur, bize şanlı tarihimizin bütün izlerini sürdürüyor. O izi hakkıyla ve ibretle anlamak düşünmek ve idrak etmek gerek. Öncelikle her yerdeki eserler bize tarihî şahsiyetlerimizi bir abide gibi karşımıza dikiyor.
Zira onlar ellerinde iri kılıçları topuzları ve gürzleriyle ortalığı yangın yerine çevirerek ilerlemediler. Şairin, “Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu” ifadesiyle belirttiği üzere hemen her beldeyi medeniyet eserleriyle süslediler.
Akılalmaz bir kin ve nefretle zaman zaman Müslüman soykırımı yaptıkları gibi Osmanlı eser kırımı yapsalar da kalanları dahi nasıl bir medeniyetin insanı olduklarını dünyaya haykırmaya devam etmektedir.
Bosna’da bunlardan biri İsa Bey’dir. Babası; Üsküp fâtihi meşhur Osmanlı uç beylerinden Paşa Yiğit’in evlâtlığı olup sonradan buranın idaresini üstlenen İshak Bey’dir. Babasının yanında Balkanlar’daki fütuhata katılan İsa Bey kardeşleriyle birlikte Kosova, Arnavutluk, Makedonya, Sırbistan ve Bosna bölgelerinde mücadele etti.
1444 yılı başlarında babasının ölümünün ardından onun yerine Semendire Sancak Beyliğini üstlendi. 11 Temmuz 1444 Segedin Antlaşması sonucunda Semendire Sırbistan’a bırakılınca yeniden Üsküp’e döndü. Bu arada II. Murad’ın Varna (1444) ve II. Kosova (1448) savaşlarına katıldı. Bu mücadelelerde çok büyük kahramanlıklar gösterdi.
Fatih devrinde, Balkanlar’daki fetih harekâtları sırasında önemli rol oynayan uç beyleri arasında yer aldı. Sırbistan ve Bosna bölgeleri onun ve kardeşi Mustafa Bey’in faaliyet sahasını oluşturdu. 1455’te gümüş madenleri ile meşhur Novoberda’yı zaptetti.
Fatih bu namlı komutanı akabinde Bosna’ya gönderdi. Bosna’ya büyük bir akın gerçekleştiren İsa Bey muzaffer bir şekilde döndü ve Fatih’e bölgenin fethe hazır olduğunu bildirdi.
1456 yılı Belgrad kuşatmasında da yer aldı. Osmanlı ordusunda bozgunluk başladığı, bir kısım askerin geri çekildiği sırada bizzat padişah savaşa dahil olmuş ve büyük bir tehlikenin içinde kalmıştı. Vuruşmalarda padişah yaralanmış ve ayağı kaskatı kesilmişti. Hareket kabiliyeti sınırlanmıştı.
Bu nazik devrede padişahın yanında İshak Bey oğlu İsa ve Mustafa Beyler ile Ozguroğlu İsa Bey kalmıştı. Bunlar maiyetlerindeki yiğitlerle insanüstü bir gayretle vuruşarak Macar askerleri arasından padişahı çıkardılar.
1459’da Semendire’nin ikinci defa fethine katıldı. Ardından Veziriazam Mahmud Paşa ile birlikte bir sürü fetihlerde bulundu. 1463’te Bosna bölgesinin zaptının ardından Bosna Sancak Beyi oldu...
Rüzgârda akın zevki duyanlar!
Ünlü din âlimi ve tarihçi İbni Kemal Paşa, İsa Bey’i uç beyleri arasında “hüsn-i tedbir sahibi, kesret-i hadem ve fart-ı haşemle mukaddem” bir bey olarak tanıtır.
İsa Bey cihad hareketinin yılmaz bir ferdidir. 1470’te Eğriboz’un fethinde görülür. Akabinde Mora’da Vostitza üzerine gönderilir. Kaleyi kısa sürede İslam’a açar. 1476’da Morava bölgesinde izinsiz yaptırılan bazı hisarları yıktırdığı bilinen İsa Bey’in ertesi sene Üsküp’te vefat ettiği sanılmaktadır.
Sancak beyi olarak sağladığı büyük gelirlerin bir bölümünü hayrata sarf eden İsa Bey, Üsküp’te kendi adını taşıyan bir cami (İsa Bey Camii), mescid, kervansaray, hankâh, medrese yaptırdı; ayrıca su kemerleri inşa ettirerek şehrin su ihtiyacını karşıladı.
Ayrıca İsa Bey, yeni fethedilen Ras ve Hodidjed adlarıyla anılan bölgelerde Novi Pazar-Sancak ve Sarayova şehirlerinin kurulmasında yaptırdığı eserlerle önemli rol oynadı.
Sarayova’da Fatih Sultan Mehmed adına yaptırdığı fevkalade güzel cami, Hünkar Camii adıyla anılmaktadır.
Ayrıca yine Sarayova’da Bentbaşı’nda, Kolobara Hanı ve Çarşısı (1462) yanında mesnevi tekkesi, imaret, han ve hamam inşa ettiren İsa Bey, bunlar için zengin vakıflar yaptırmıştır.
Bosna’da özellikle yaptırdığı sarayın muhteşem olduğu ve bundan dolayı şehre Sarayova adının verildiği rivayet edilir. Nitekim 1489 tarihli bir kayda göre Sarayova’nın bulunduğu yer Brodaca adlı köyün ekinliği olup burası daha sonra İsa Bey tarafından alınarak imar edilmiştir. Bu bakımdan İsa Bey aynı zamanda Sarayova’nın kurucusu olarak da anılır...
Bu gazilerin hayatlarını okuyanlar rüzgârda bile akın zevki duyarlar.
Ecdatlarının yeryüzünü fethetmek ve İlâ-yı kelimetullahı cümle âleme duyurmak için yaratılmış olduklarını anlarlar.
Böyle bir dersi alan rûha vatan dar görünür
Daima başka sefer, başka ufuklar görünür
O nesil duymuş akın zevkini rüzgârda bile
Bu duyuş varmış akınlardaki atlarda bile
İnşallah bu yiğit gazilerimizi bir bir anlatmaya devam edeceğiz...
TEFEKKÜR
Üsküp bir Müslüman şehirdi
Binbir türbeyle müştehirdi
Vardar’sa önünde bir nehirdi
Her an tekbirlerle çağla
.
Kanunî ve son sefer!
6 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :5 Eylül 2024 22:22
Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatının 458. yıl dönümündeyiz. Kudretli padişah 1566 yılının ilk aylarında Avusturya’ya savaş kararı almış bulunuyordu. Tarihçiler seferin sebepleri arasında, Avusturya’nın son iki senedir yükümlü olduğu vergisini göndermemesi yanında bilhassa Sigetvar Kalesi'ndeki düşman kuvvetlerinin hudutlarda yağma ve garetle her tarafa taarruz ederek reayayı huzursuz bıraktıklarını yazmaktadırlar.
Kanunî Sultan Süleyman ihtiyarlığı sebebiyle on üç seneden beri seferlere çıkmıyordu. Şimdi ise ihtiyarlığına ve hastalığına rağmen sefere çıkmaya karar vermişti.
Kanunî, Sigetvar seferi hareketinde oğlu Şehzade Selim’e kendi el yazısıyla şu vasiyetnameyi yazıp göndermişti:
“Benim candan sevgili iki gözüm nuru Selim Han’ım.
Bu iki bazubendi ve bir ceheri al sandığı vakf eylemişimdir. İki cihan fahri Muhammed Mustafa’nın ruhu içün, sana vasiyet ederim ki bunları satıp Cidde-i mamureye su getiresin. Oğulluk edip bu vasiyeti yerine getiresin. Cümle oda oğlanları şahittir. Sen benim yazımı bilirsin. Bu esbap fahr-i âlemindir, benim değildir. Göreyim nice yerine korsuz. Dünya kimseye payidar değildir. Ümiddir ki bahasıyla satasız. Hak teala bu seferi mübarek edip gönül hoşluğu ile gelmek müyesser ide, Habib-i ekremi hürmetine aleyhisselam.”
Sultan Süleyman İstanbul’un muhafazasına evvelce Anadolu Beylerbeyi olan İskender Paşa’yı görevlendirdi. Padişah yıllar sonra sefere çıkacağı için İstanbul halkı büyük alaka göstermiş, yolları doldurmuş padişahını selamlamaktaydı. Padişah sağında ve solunda bulunanlara tevazu üzere ve yoksul zengin herkese selamlar verip hesaba kitaba sığmayacak ölçüde ihsanlar bağışlamaktaydı. Halk da gözyaşları içerisinde ellerini kaldırarak;
“Allah’ım İslam padişahına yardım eyle. Müslümanları destekle. İslam dinini küçük görenleri rezil rüsva eyle! Dine yardım edenlere sen de imdad-ı ilahiyyen ile imdad ve yardım eyle” diyerek dua ve niyazla uğurlamaktaydı.
Sanki her şey Padişahın son seferini işaret ediyor gibi ve sanki bir veda törenini andırır vaziyetteydi. Nitekim Padişah tam Edirnekapısı’ndan çıkacağı sırada yol kenarında bir pir-i fâni gördü. İhtiyar zat da ellerini açıp dua ederek;
“Padişahım biz senden razı idik. Hak teala senden razı ola” dedi. Padişah bu sözden seferde öleceği imasını sezmişti.
Büyük âlim Şeyhülislam Ebussuud Efendi, İstanbul Kadısı Mevlâna Ahmed Efendi ile Kaimmakam İskender Paşa Edirnekapısı’na kadar Padişaha eşlik ettiler.
Padişahın çok sevdiği, büyük değer verdiği şairi Bâkî de bir daha göremeyeceğini bilmeden bu son yolculuğunda Edirnekapı’da Padişahını şu eşsiz nazımlarla uğurluyordu:
Bahâr-ı âlem-i vuslatda ol Sultan-ı devranı
Temâşâ itdüğün gündür bana nevrûz-ı sultânı
Bahar oldı dem-i seyr u temâşâdur Hüdâvendâ
Semend-i azmün itsün arsa-i âlemde cevlânı
Nihâl-i serv-i bâğ-âsâ nesîm-i feth u nusretden
Salınsun nâz ile nîzen hırâmânî hırâmânî
Duâmuz oldur ey Bâkî hatâdan saklasun Bârî
Hüdâvend-i cihan Sultân-ı âdil şeh Süleyman’ı
"Dilerim Allah’tan ateşlere yana!"
Yetmiş iki yaşında bulunan Kanunî Sultan Süleyman 1 Mayıs 1566 günü İstanbul’dan hareket etmişti. Tarihlerin yazdıklarına göre Osmanlı ordusunun en görkemli ve haşmetli hareketi idi. Geçtiği şehirlerde büyük alaylar düzenleniyordu. Tatarpazarı kasabasına geldiklerinde ulaklar Şehzade Selim’den haber getirerek oğlu Manisa Valisi Şehzade Murad’ın bir erkek evladı olduğunu bildirip isim ricasında bulunduğunu arz ettiler. Sultan Süleyman;
“Ecdad-ı kiramımızda Murad oğlu Mehmed olagelmiştir. Nam-ı şerifi Mehmed olsun”, demiştir ki sonradan III. Mehmed namıyla tahta çıkacaktır. Bu suretle Sultan Süleyman son senesinde torununun çocuğunu görmüştür.
Osmanlı ordusu 3 Ağustos günü hedefteki Sigetvar Kalesi önüne varmış bulunuyordu. Avusturya ordusu yine karşısına çıkma cesareti gösterememişti.
Sigetvar Kalesi geniş bir ovanın ortasındaki düzlükte gururla yükselmekteydi. Kalenin kule ve duvarları inşaatının, günün istihkâmcılığının tüm gereklerine tamamıyla uyduğu görülüyordu. Bilhassa orta kulesi o kadar güçlü tahkim edilmişti ki görenlerde ilk olarak burası asla düşürülemez intibaını vermekteydi.
Nemçeliler, kış mevsiminin gelmesi ile birlikte Osmanlı ordusunun çekileceğini hesaplıyorlardı. Şayet çekilmezlerse o zaman da Avusturya İmparatoru, ordusu ile yetişir ve kış şartlarının da yardımıyla Osmanlıları perişan edebilirlerdi.
Kale kumandanı Nikola Zrinski, kaleyi mükemmel bir biçimde tahkim etmenin ötesinde kuvvetli bir müdafaa ordusu da hazırlamış bulunuyordu. Osmanlı ordusu yaklaşırken, istihkâmların ortasına büyük bir haç koydurmuş, Osmanlı Padişahının ihtişamına mukabele manasında, kale bedenleri üzerine kırmızı çuha tefriş ettirmişti. Hatta kendilerinden çekinmediğini göstermek için de Osmanlıların kale önüne geldikleri gün esir bir Türk ağasının başını kestirmek suretiyle zalimliğini göstermiş bulunuyordu.
Kanunî Sultan Süleyman kale önüne geldiğinde Osmanlı ordusu da kaleyi çevirmiş bulunuyordu. Teslim tekliflerinin reddedilmesi üzerine kale dört koldan gece ve gündüz dövülmeye başlandı. Altıncı günü kalenin varoşu fetholunarak altı yüz müdafi kılıçtan geçirildi.
Ardından iç kale önünde şiddetli çarpışmalar başladı. İç kaleyi çevreleyen gölün suyunu akıtmak için büyük bir uğraşla bendi yardılar. Birkaç gün içinde gölün suyu tamamıyla boşandı. Yine de içinde insanın boğulmasına yetecek kadar su ve balçık bulunuyordu.
Asker vakit kaybetmeden insanüstü bir gayretle bu bataklığı doldurmaya başladı. Birkaç gün içinde geniş bir yol meydana geldi. Topların kale bedenlerinin etrafına yığılan toprak tabyalardan bir iş görememesi üzerine palankaların ateşe verilmesi kararlaştırıldı.
Osmanlı yiğitleri, kalenin dört bir tarafındaki ormanlardan odunlar keserek doldurdular. Neft yağı ile yağlayıp ateşe verdiklerinde aheste aheste alevler asumana yükselmeye başladı. Bir taraftan da kale önüne sürülen yüksek toprak yığını üzerine kurulan Osmanlı topları ölüm saçmaya başlamışlardı.
Şiddetli hücumların başladığı 6/7 Eylül Cuma günü akşamı çadırında hasta hâlinde bulunan Padişah, kale zaptının uzamasından dolayı canı sıkılarak:
“Âteş-i kahrınla ya Rabb! Oda (ateşlere) yansın bu hisar”, diyerek üzüntüsünü belirtmiş ve bir an önce zaptını dilemişti.
Sigetvar’da şehadet!
Padişah dua ve niyazda bulunduğu o gece ruhunu teslim eyledi. Merhum hakanın iç organları çıkarıldı. Hekimbaşı Kaysûnîzâde bunları bir gümüş leğene koydu. Çadırın içinde bugün Macarların "Türbek" dedikleri yere gömüldü. Buraya sonradan Budin Beylerbeyi Sokullu Mustafa Paşa, mermerden muhteşem bir türbe yaptırmış ve asırlar boyunca Sigetvar’da Sultan Süleyman türbesi olarak ziyaret edilmiştir. Bugün de ziyaretçilere Macarlar, “Muhteşem Süleyman’ın kalbi burada gömülüdür”, diye göstermektedirler. Naaşı da yıkandı, ilaçlandı, kefenlendi ve bir tabuta yerleştirilerek, giderken götürülmek üzere geçici olarak otağı içinde defnedildi.
Sokullu Mehmed Paşa vefat olayını en yakın iki üç kişi hariç hemen herkesten gizlemişti. Aynı gecenin sabahında başlayan umumi hücum neticesinde ise, kale ateşler içerisinde yanmaya başlamıştı.
Kale kumandanı Zrinski artık sonunun geldiğini anlamıştı. Boynuna altın zincirini geçirdi. Üstünü arayacak olanlar, bir şey bulunmadığını söylememesi için ceplerine yüz altın koydu. Başına kenarları sırmalı ve kıymeti büyük bir elmasla süslü sorguçlu bir şapka takındı. Topladığı adamlarına "ya kurtuluş ya ölüm" diyerek asla teslim olmayacaklarını bildiren kısa bir hitabede bulundu.
Kale anahtarlarını da cebine yerleştirirken "hayatta olduğum müddetçe anahtarları teslim alamayacaklar" diyordu. Zrinski kendisine getirilen dört kılıçtan babasına ait olan altın işlemeli kılıcı seçti. Sol eline de hafif yuvarlak bir kalkan aldı. Ardından “ölelim ki şanlarıyla şerefleriyle öldü”, desinler diyerek adamlarına verdikleri yemini son kez hatırlattı.
İç kalenin her noktasından ateş yükselmekteydi. Büyük kapının yanında demir parçaları ile dolu bir havan topu vardı. Bunun önündeki engelleri kaldırtan Zrinski, nihai emrini verdi: “İner kalkar köprü indirilsin ve havan topu ateşlensin!..”
Köprünün indiği esnada ateşlenen topun çıkardığı dumanların gizlediği Zrinski, sadık yardımcılarından Loran Yoraniç’le birlikte köprüyü geçerek Türkler üzerine atıldı. Fakat daha hiçbir Türk’e vuramadan göğsüne iki kurşun isabetiyle yere düştü. Hazır bekleyen Türkler önce tüfek atışları ile mahvettikleri saldırganların şaşkınlığı üzerlerinden geçmeden açılan boşluktan yıldırım gibi içeriye daldılar.
Bir aydan fazla süredir kendilerini uğraştıran müdafileri, göz dahi açtırmadan ateş gibi tesirli kılıçları ile biçtiler. Bir anda nice bin düşmanı kara toprağa düşürdüler.
Henüz ölmemiş bulunan Kont Zrinski’yi götüren yeniçeriler Kaçyaner topunun ağzına bağlayarak ve yüzünü yere doğru çevirerek başını kestiler. Böylece esir Türk ağasının başını kesmenin cezasını ödetmek istemişlerdi.
Bu suretle Kanunî Sultan Süleyman Han vefatı sabahını bir zaferle daha taçlandırmak suretiyle şehadet rütbesine nail oluyordu...
TEFEKKÜR
Ko bu ‘ayş u işreti çün kim fenâdır akıbet
Yâr-ı bâkî ister isen olmaya taat gibi
Kanunî
(Bırak bu oyun ve eğlenceyi akıbet fenadır
Ebedi bir dost istiyorsan Rabbine ibadet et
.
Teğmenlerin kılıçları neyi ifade ediyor!
13 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :13 Eylül 2024 00:10
Türk tarihi, kurulan onlarca güçlü devletinin yanı sıra her devletin şanlı zaferleri, başarıları, idari, askerî, siyasi başarıları, dinî ve sosyal abidevi eserleri kadar darbeler yönü ile de ünlüdür.
Maalesef tarihimizin darbeler yönü ciltler tutacak çalışmaya konu olacak kadar zengindir. Osmanlıya kadar çatışmalar daha çok hanedan üyeleri arasında geçerdi. Bundan devletin dış düşmanları da azami derecede istifade ederlerdi.
Osmanlı Devleti bu çatışmaların önünü alabilmek için "kardeş katli" adı verilen acı bir reçeteyi uygulamak zorunda kalmıştır. Devletin 20 milyon kilometrekareye ulaşıp tam anlamıyla ebet müddet hâle geldiği bir çağda o uygulamaya son vermiş olsa da çok geçmeden tekrar aynı felaketli dönemlerin içine düştüğü günleri esefle görecektir.
Devlet hiçbir zaman darbecilere acımamıştır. Darbeciler her zaman bunu canlarıyla ödemişlerdir. Buna rağmen kardeş katlinin ortadan kalktığı 1603 yılından sonra gelen padişahların çoğu darbeye maruz kalmış ve bir kısmı da darbeciler tarafından şehit edilmiştir.
Tanzimat dönemi ise Osmanlı için bir dönüm noktası olmuştur. İngilizler devletimizin bu zaafından tam anlamıyla istifade etmeyi bilmiştir. Devşirdikleri adamları ile bu dönemden sonra Osmanlı padişahlarını, II. Abdülhamid Han hariç muktedir kılmamışlardır. Kendilerine köle gibi bağlı bu adamlar sayesinde yüce devletimizi yıkıma doğru götürmüşlerdir.
Bu milletin tarihinde hâlâ; Mustafa Reşit Paşa, Âli Paşa, Fuad Paşa, Mithat Paşa, Enver, Talat ve Cemal Paşaların kahraman diye okutulması eğitimimizin kimlerin elinde olduğunu göstermektedir!..
Senin devletini içeride devşirdikleri adamları ile zayıflatacaklar, yıkacaklar ve sonra da mekteplerinde o "kullanışlı aparatları" kahraman diye okutturacaklar!
Büyük ve şanlı imparatorluklar kurmuş bir milletin evlatlarına bundan daha büyük bir "başarı" olamazdı! İngiliz’in bize karşı en büyük başarısı budur!
Tanzimat ilan edildiğinde artık darbeler olmaz demişlerdi. Oysa Osmanlının sonunu darbeler hazırladı. Cumhuriyet döneminde milletin darbe ile karşılaşacağı hatıra gelmezdi. Çok partili hayat on yılı bulmadan darbe vuku buldu. Neredeyse her on yılda da bir durmaksızın devam etti.
Batı’nın maşası olmak!
Batı’nın maksadı sadece Osmanlının ortadan kaldırılması değildi. Türk milletinin İslam ümmetinin küllerinden doğmasına da müsaade olunmayacaktı. Onu yeniden güçlü ve müreffeh kılacak amiller milletin dini ve değerleri idi. Öyleyse Türk milleti dinine ve değerlerine de düşman kılınmalıydı!..
Bu noktada millete yol açacak olan siyasi mekanizmalara da fazla fırsat verilmemeliydi. Onlar iktidara gelseler dahi muktedir olmamalı idiler. Şayet olurlarsa, ülke mutlaka yeniden dizayn edilmeliydi.
İşte bu sebeple yüz yıllık cumhuriyet döneminde de başarılı olan ve olmayan darbelerle tarihimizde aşina olduğumuz darbeler devri devam etmektedir.
19. asra kadar vuku bulan darbeler büyük ölçüde menfaatleri elinden alınanların karşı hamleleri gibi ortaya çıkmıştır.
Ancak sonrasında Türklerdeki bu zaafı sezen batılıların bunu ustaca kullanmaları neticesinde devam etmiştir. Dolayısıyla bu ikinci devrede vuku bulan darbelerin yıkıcılık vasfı on kat daha artmıştır.
Nitekim büyük cihan imparatorluğu olan Osmanlı Devleti batılıların sebep olduğu son iki darbenin nihayetinde tarih sahnesinden ayrılacaktır. Bu ayrılık Türk’ün en uzun fetret dönemine girmesine yol açacaktır. Batılılar istihbarat birimlerinin faaliyetleri neticesinde ülkemizin en kılcal damarlarına kadar sirayet edecekler ve istedikleri an ülkemizi karıştırmaya muvaffak olacaklardır.
ABD’li idarecilerin ülkemizdeki her darbenin sonunda "bizim çocuklar" ifadesi bunun en büyük ilanıdır.
Bu acı sonuç sadece Türkiye için değil Osmanlıdan ayrılan bütün ülkelerin akıbeti olacaktır.
Ülkemizin tekrar üçe bölünmesinin denemesi olan 15 Temmuz, Tayyip Erdoğan beyin liderliğinde güçlü bir kararlılıkla defedilebildi.
Bundan sonra yeniden bu tip hadiselere meydan vermemek üzere özellikle askerî okullarda bir dizi kararlar alındı.
Fakat yaklaşık sekiz sene sonra "genç teğmenler" meselesi Türkiye’ye büyük bir şok yaşattı!..
"Mülkde zelzele gaflettendir!"
18. asrın başlarında önemli devlet hizmetlerinde bulunmuş Defterdar Sarı Mehmed Paşa’nın "Nesayihü’l Ümera ve’l-Vüzera" (Devlet Adamlarına Öğütler) kitabında verdiği çok kıymetli bilgilerin yanında şu ifadelerini pek muhteşem bulurum.
Adldir asl-ı nizam-ı âlem
Adlsiz saltanat olmaz muhkem
Mülkde zelzele gaflettendir
Terk-i ahkâm-ı şeriattendir
Bağban etmeyicek çeşmini baz
Bağına herkes eder desti dıraz
(Dünya düzeninin aslı adalettir. Adaletsiz saltanat sağlam olmaz, yıkılışa gider.
Mülkde yani devlette zelzele gafletten ve dinin emirlerini terk etmekten doğar...
Bahçıvan gözünü bahçeden ayırmamalıdır. Yoksa herkes bahçeyi yağmalamaya kalkar.)
Bu sözler devleti zaafa uğratacak hadiselerin zamanında önlenmesi gerektiğini net bir biçimde ifade eder. Aksi hâlde sonrasında fırsat bulamayabilirsin.
Bu hâl yangına zamanında müdahale edilemediğinde büyük yıkıma hazır olmak gibi bir durumdur.
Böylece Osmanlı’nın reayayı bir bahçe, devleti bahçenin güvenliğini sağlayan cihaz, devlet başkanını bahçenin hem güvenlik, hem de huzurunun korunmasını sağlayan bekçi olarak gördüğünü, ancak bunu yaparken de adaletten sapmaması gerektiğini anlıyoruz...
Türkiye son bir aydır genç teğmenlerin kural ve kanun dışı andını konuşuyor. Bir kısım yorumcular ve siyasetçiler bunun mutlaka cezalandırılmasını isterken bir kısmı ise yerinde bir tepki olarak değerlendirmektedir.
Tepki koyanlar Türkiye’nin bilhassa darbe geçmişine atıfta bulunarak dikkatli olunması tavsiyesinde bulunuyor. İhmalin gaflete gafletin ise felakete yol açacağını belirtiyor.
Gerçekten de bu husus önemlidir. Darbeler tarihini incelediğinizde başlangıçta önemsiz gibi görünen hususların zamanla önü alınamaz bir noktaya vardığını tarih bize söylemektedir.
Bu Osmanlılar devrinde olduğu gibi cumhuriyet döneminde de aynıdır. Devlet adamları geçiştirmeye çalıştıkları ve tedbir almakta ihmal gösterdikleri nice vakanın sonradan bir felaket topuna dönüştüğünü görmüşlerdir.
Teğmenlerin hareketi emir komuta zinciri içerisinde ve program dâhilinde bir tören değildir. Cumhurbaşkanının katılmış olduğu Kara Harp Okulu’nun 30 Ağustos günü yapılan mezuniyet töreninde bir grup teğmenin pek çok noktaya çekilebilecek tavrıdır. Mesajın doğrudan Cumhurbaşkanını ve milleti hedef aldığı o kadar açıktır ki tersine düşünmek büyük iyimserlik olur.
Birincilik ödülünü Cumhurbaşkanının elinden alan teğmen hanımın yüz ifadesi sanki duyduğu kin ve nefreti yansıtmakta biraz sonra kılıcını göğsüne uzatacağı bir kimsenin elinden ödül alma hazımsızlığını yansıtmaktadır.
Aynı teğmenin “Biz Atatürkçüyüz. Hiçbir cemaat ve tarikatla ilgimiz olmadığını herkes gördü. Yaptığımdan pişman değilim” cevabını vermiş olması da ayrı bir garabet olup pervasızlığının göstergesiydi!..
Sanki önce yaptıkları yemin tarikat ve cemaat yeminine mi benziyordu? Bugüne kadar kendilerini kim bu şekilde itham etmişti. Şayet böyle ithamlar oldu ise bunun cevabının yeri burası mıydı ve bu şekilde mi olmalıydı? Ayrıca bu hareketin planlı ve programlı olduğu da net olarak anlaşılıyordu. Teğmenlerin büyük kısmının buna katılmamış olması hareketi tasvip etmediklerini ve yanlış bulduklarını da gösteriyordu.
Amirlerinden kimler bu gösterinin arkasında idi?.. Bu cüreti hafife almak ileride daha büyük ve önlenemez hareketlerin devamına yol açacaktır. Bu olayı hafife alanlar, önemsiz gösterenler ve destek verenler yarın bir darbe olduğunda ayakta alkışlayacak olanlardır. Rahmetli Menderes döneminde "Samet Kuşcu Vakası"nı bilenler bu sözlerimi iyi anlayacaklardır.
Öte yandan askerî mekteplere ciddi bir tahkikat ve seçilerek alınan bu teğmenlerin nasıl bir eğitimin sonunda böyle bir noktaya gelmiş oldukları da mutlaka irdelenmesi gereken başka bir husustur.
Şayet bu hadiselerin önü alınmak isteniyorsa bu işe sebep olanlar mutlaka ortaya çıkarılmalı ve askerlikle ilişkileri kesilmelidir.
Yoksa Sarı Mehmed Paşa’nın dediği gibi, "mülkde zelzele gafletten" olur!
TEFEKKÜR
Emelde olduğumuz dûr böyle bizdendir
Değil felekte rehâvet kusur bizdendir
Koca Râgıp Paşa
(Hedeflerimizden uzaklaşmış olmamız bizdendir;
Zamanın bir kusuru yok, ne kusur varsa bizdendir
.
Cân u dîlden es-sâlât-ü ves-selâm
20 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :19 Eylül 2024 22:27
Pes Muhammed’dir bu varlığa sebeb,
Sıdk ile anın rızâsın kıl taleb.
Şanlı Peygamber efendimizin doğumu dolayısıyla O’nu anmak ve anlamak için kabul edilen “Mevlid-i Nebi Haftası” içerisindeyiz. Ülkemizde 23 yıl boyunca (1994-2017) nisan ayına sabitlenerek “Kutlu Doğum Haftası” adıyla kutlanan Mevlid kandili, devletimizin neredeyse istisnasız bütün kurumlarınca kutlanıyordu. Aslında buna kutlama demek mümkün değildi! Artık şarkılı türkülü, sazlı cazlı âlemlere yelken açılmaya başlanmıştı. Peygamber efendimiz yerine küresel değerler konuşulur olmuştu.
2017 yılında haftanın adı değiştirilerek Mevlid-i Nebi denildi ve tekrar asli tarihine yani Arabi takvime göre Rebiülevvel ayının 12’sine alındı.
Bununla birlikte o yoğun ve yaygın kutlamalar bıçak gibi kesildi. Diyanet dışında neredeyse resmî kutlama yapılmaz oldu. İşin garibi müftülükler dahi neredeyse hatırlamaz hâle geldi diyebiliriz.
Demek ki dinî bir ibadet veya merasim ne olursa olsun aslına uygun olunca ifa etmek zorlaşıyor! Mâniler fazla oluyor. Aslından bozulunca da nefis ve şeytan devreye giriyor...
Hatta bazıları bu değişikliğin ya maksadını bilmeden yahut da bilmezlikten gelerek nisan ayına sabitlenmiş o coşkulu yılların özlemini duyuyor. FETÖ’nün projelerini, dini bozma emellerini, gelecekte bütün kandilleri miladi günlere sabitleme düşüncelerini çoktan unutmuş görünüyorlar!
Sevgili Peygamberimiz her doğum (mevlid) gününde Eshabına ziyafet verir, dünyayı teşrif ettiği ve çocukluğu zamanında olan hadiseleri naklederdi. Hazreti Ebubekir efendimiz de mevlid gecesinde Eshab-ı kiramı toplayıp Resulullah efendimizin dünyayı teşrifindeki olağanüstü hâlleri konuşur ve ziyafetler verirdi.
Eshab-ı kiramın bu şekilde tesid ettiği mevlid gecesi sonraki İslam devletlerinde büyük törenlerle yapılacaktır. Maksat o şanlı peygamber efendimizi anmak, O’ndan konuşmak, O’nun hayatını öğrenmek ve O’nun şefaatine mazhar olmayı dilemektir.
Cenab-ı Hak, Ahzab suresi 56. âyetinde “Allah ve melekler peygambere salat ediyorlar; Ey iman edenler siz de O’na salat ve selam okuyun” buyurmaktadır. Mevlid programları bir bakıma gençleri bu güzel davete alıştırmakta O şanlı resule yakın ve bağlı kılmaktaydı.
Bir kişi kimi severse ismini çok yâd eder,
Yârini yâd etmeyen battalı gam kasvet yıkar.
Demişler. Böylece günlerce süren ziyafetli, sohbetli toplantılar ile Peygamber efendimizin güzel ahlakı, sünnetleri, aşkı ve muhabbeti kalblere işlenirdi.
Öte yandan Resulullah efendimize duyulan derin ve samimi sevgi etrafında naat, mevlid, siyer, miraciye, şefaatnâme, hilye, şemâyil, kırk hadis, yüz hadis, bin hadis tercümeleri, esmâ-i Nebî, mu’cizât-ı Nebî, ahlâku’n-Nebî, gazavât-ı Nebî, hicretü’n-Nebî, vefâtü’n-Nebî... gibi pek çok dinî ve edebî tür teşekkül etmiştir.
Şanlı Peygamberimize duyulan sevgi etrafında oluşan türler içerisinde mevlidlerin fevkalade ayrıcalıklı bir yeri olmuştur. İslam âleminin genelinde Peygamber efendimizin doğumu şerefini methedip şefaate ulaşmak arzusuyla mevlid türünde yüzlerce eser kaleme alınmıştır.
Asıl adı Vesiletü’n-Necat olan ve Süleyman Çelebi (v. 1422) tarafından kaleme alınan Mevlid-i Şerif Risalesi, Osmanlıdan günümüz Türkiye’sine intikal eden en kıymetli bir mirastır. İslam coğrafyasının geri kalan kısmında ise bilhassa mevlid kandillerinde ve diğer dinî toplantılarda teberrüken okunan eser olarak Kasîde-i Bürde’nin en başta yer aldığı görünmektedir. Her iki eserde de Peygamberimizin doğumu, miracı ve münacat gibi konuların ortak olması dikkat çekmektedir.
Kaside-i Bürde
İslam âleminde en fazla tanınan ve okunan dinî eserlerin pek çoğunu süsleyen Kaside-i Bürde’nin yazarı İmam-ı Busirî hazretleri 1212 yılında Yukarı Mısır’ın Behnesa şehrine bağlı Behşim köyünde doğdu. Asıl adı Muhammed bin Said olup babası Busirli olduğu için "Busirî" annesi ise Dilaslı olduğu için "Dilasî" nisbeleriyle meşhur olmuştu.
Küçük yaşta iyi bir dinî eğitim alması yanında Kur’ân-ı kerimi de ezberlemişti. Daha sonra Kahire’ye giderek başta hadis olmak üzere İslamî ilimlerde ilerledi. Dil ve edebiyat sahasında da yetişti.
Eğitiminden sonra Kudüs, Medine ve Mekke’yi dolaşarak ilim öğretti. Bu arada Şazelî tarikatinin kurucusu Ebü’l Hasan eş-Şazelî’ye intisap etti. Böylece tasavvuf yolunda da ilerledi.
İmam-ı Busirî dinî ilimlerdeki yüksek ihtisası yanında çok iyi bir şairdi. Bilhassa sevgili Peygamberimiz ile ilgili çok içli şiirler yazardı.
İmâm-ı Busirî hayatının son demlerinde felç geçirmişti. Namaz için camiye gidemiyor ve çok üzülüyordu. Bir gece yatmadan önce Cenâb-ı Hakk’a uzun uzun dua ve niyazda bulundu. O gece rüyasında şanlı Peygamber efendimizi görmekle şereflendi. Peygamber efendimiz ondan kendisi için yazdığı kasideyi okumasını istedi. Bunun üzerine Busirî;
“Ya Resûlallâh! Ben sizin için birçok kasîde yazdım, hangisini okumamı emredersiniz” dedi. Peygamber efendimiz dinlemek istediği kasîdenin ilk beytini okuyarak ona istediği kasideyi işaret eder.
Busirî kasîdesini okumaya başlar başlamaz Allah Resulü duyduğu zevk ve memnuniyetten şiiri, sağa sola sallanarak sonuna kadar büyük bir şevkle dinledi.
Şiir bitince Hazreti Peygamber uzanmış olan hasta şairi mükâfatlandırmak üzere kendi hırkasını çıkarıp onun üzerine koydu ve bedeninin felçli kısımlarını mübarek elleriyle sıvazladı.
Busirî rüyanın verdiği zevk ve heyecandan ötürü derhâl ayağa kalktı. Bedeninde felçten eser kalmadığını hayretle görünce sevincinden şaşkına döndü. Ayrıca Peygamber efendimizin rüyada üzerine örttüğü (giydirdiği) hırka-i se’âdet de üzerinde idi. Bunun için bu kasîdeye Kasîde-i Bürde denildi. Bürde; hırka, palto demektir.
O sırada sabah namazı vakti girmişti. Derhal abdest alıp mescide gitmek için evden ayrıldı. Yolda Ebû Recâ adında bir derviş ile karşılaştı. Derviş ondan kasîdesini okumasını istedi. Busirî, "Benim kasidelerim çoktur. Hepsini herkes bilir” dedi.
Ebû Recâ; “Kimsenin bilmediği, bu gece Resûlullaha okuduğunu istiyorum” deyince, "Bunu hiç kimseye söylemedim. Nereden anladın?” dedi. Ebû Recâ da, İmamın rüyâsını, olduğu gibi haber verdi.
O zamanın veziri Behâeddîn bu kasideyi işitince, hepsini okutup saygı ile ayakta dinledi. Hastalara okununca iyi oldukları, okunan yerlerin dertlerden, belâlardan emin oldukları görüldü. İstifade için gönülden inanmak ve hâlis niyet ile okumak lâzımdır.
En büyük şeref!
Busirî’nin şanlı Peygamber efendimiz için yazmış olduğu çok güzel bir kasidesi ve açıklaması şu şekildedir:
Es-subhu bedâ min tal’atihî
Ve’l-leylü decâ min vefratihî
Sabah, nûrunu O şanlı Resülün çehresinden, gece de karanlığını O’nun siyah saçlarından almıştır.
Fâka’r-rusulâ fadlen ve ‘ulâ
Ehde’s-sübülâ li delâletihî
O, fazîlet ve ulviyyet bakımından bütün resûllerden üstündür. Hidâyet yolunda en mükemmel rehber de O’dur.
Kenzü’l keremi mevle’n-ni’ami
Hâdi’l-ümemi li şerî’atihî
O, cömertliğin hazînesi, ihsânın sultânıdır. Şerî’atıyla insanları hidâyete erdiren de O’dur.
Ezke’n-nesebi a’le’l-hasebi
Küllü’l-‘arabi fî hidmetihî
Soyu en temiz ve şerefi en yüksek olan O’dur. Bütün Araplar hep onun hizmetindedir.
Sa’ati’ş-şeceru nataka’l-haceru
Şukka’l-kameru bi işâretihî
O’nun mucizesi ile ağaçlar peşinden yürüdü, taşlar dile gelip konuştu. O’nun bir işareti ile ay ikiye ayrıldı.
Cibrîlü etâ leylete esrâ
Ve’r-Rabbü de’â li hazretihî
Mi’râc gecesi Cebrâil aleyhisselam, Allah’ın O’nu huzûruna daveti ile geldi.
Nâle’ş-şerefâ vallâhü ‘afâ
‘Ammâ selafâ min ümmetihî
O, (Miraç ile) en yüksek rütbeye nâil oldu. Orada Allahü teala O’nun ümmetinin günâhlarını affetti.
Fe Muhammedünâ hüve seyyidünâ
Fe’l-‘izzü lenâ li icâbetihî
O, bizim Muhammedimiz, O, bizim efendimiz. O’na ümmet olmak şerefi, şereflerin en yükseğidir.
Evet O’nu tanımak, O’nu sevmek ve O’nun yolunda bulunmaktan daha büyük bir izzet ve şeref olamaz. En büyük bahtsızlık ise O’nun sevgisinden uzak kalmaktır.
TEFEKKÜR
Olmak istersen habibe âşinâ
Ver salâtı bul anınla rûşinâ
Şemseddin Sivasi
(Resule dost olmak istersen
Çok salât söyle ve onunla aydınlan
.
İkinci Vatikan Devleti mi?
27 Eylül 2024 02:00 | Güncelleme :26 Eylül 2024 22:38
Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda İslam dünyasını şaşkınlığa uğratan bir beyanda bulundu. Ülkesinde Vatikan’a benzer bir şekilde bir "Bektaşi Devleti"nin kurulacağını ilan etti. Bu kararın arkasında kimler var amacı nedir gelecek için neler planlıyorlar bunları anlamak için gerilere gitmek gerekecektir...
FETÖ 1990’lı yılların başından itibaren Arnavutluk’ta görünmeye başlamış ve yıllar içerisinde en fazla kök saldığı ülkelerin başında gelmişti.
Arnavutluk halkının dinî ve manevi duygularını istismar eden faaliyetler yürütmeye başladı. Ülkenin en önde gelen iş adamları ve siyasetçilerinin çoğu çocuklarını bu okullara gönderdi.
Böylece FETÖ bir taraftan ülkede geleceğin en etkili elemanlarını yetiştirirken bir taraftan da yıllarca iş siyaset ve ekonomi çevrelerini ağına düşürmüş oldu.
Yükseköğretim alanında iki üniversiteyi kontrolü altına aldı. Çeşitli illerde ücretsiz eğitim veren okulları özelleştirip kullanmaya başladı.
Eğitim faaliyetlerinden kazandıkları yanında bağış adı altında topladığı paralarla maddi açıdan büyük güç kazandı. Türkiye’den gelen paralar da gelirlerinin daha da katlanmasına yol açıyordu.
FETÖ’nün faaliyetleri sadece bunlarla kalmamış Arnavutluk’ta dinî eğitime de neredeyse tamamen hâkim olmuştu. 1994'te bir başka vakıf aracılığı ile dinî eğitime de el atmıştı. Liselerinde en iyi şekilde Türkçe öğrettikleri örgüte yakın öğrencileri üniversite için Türkiye’ye gönderiyordu. Oradan döndükten sonra bunların, "Arnavutluk İslam Birliği" içine yerleşmelerini sağlıyordu.
Arnavutluk İslam Birliği, Arnavutluk Cumhuriyeti’ndeki bütün Müslümanların temsil edildiği, İslam’ın temel prensiplerinin kabul ve tatbik edildiği, bağımsız ve politik olmayan bir kurumdur. Bu kuruluşun kısaltması KMSH’dır (yani AİB). AİB’nin amacı dini yaymak ve insanlara bu konuda yardım etmektir. Faaliyetlerindeki asıl amaç ise, Müslümanların dinî duygu ve düşüncelerini yaymak, onları dine karşı duyarlı hâle getirmek ve onları hem dini hem de ekonomik yönden güçlü kılmanın yanında, hak ve hürriyetlerini korumak, vatan ve milletin birlik ve beraberliğini temin etmektir. Dinî ibadetlerin tatbiki konusunda esas alınan mezhep ise Sünni Hanefi mezhebidir. AİB’nin logosu Tiran’daki Ethem Bey Camii'dir.
İşte FETÖ’nün Arnavutluk Diyaneti denilen Arnavutluk İslam Birliği’ni ele geçirmesi Müslümanların faaliyetlerini yıllar içerisinde büyük ölçüde kıracaktı.
FETÖ, böylece birkaç yıl içerisinde Arnavutluk’ta okul öncesi eğitim kurumlarından yabancı dil kurslarına, sivil toplum kuruluşlarından turizme, medyadan yayınevlerine kadar birçok alanda kurum ve kuruluşlar ile irtibat hâlinde oldu. Hemen her tarafa elemanlarını yerleştirdi.
Ancak 15 Temmuz’da 252 kişinin şehit edildiği kanlı darbe girişimi tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi Arnavut halkına da anlatılması sayesinde ve Türkiye’nin diplomatik girişimleriyle zor günler yaşamaya başladı.
Darbe hadisesinden sonra FETÖ, Arnavutluk’ta Müslüman Arnavutların desteğini önemli ölçüde kaybetti. Eski gücünü mumla arar hâle geldi. Fakat faaliyetleri hiç durmadı ve devam etti.
Yerinde uyarılar!
Özellikle KMSH’de etkin olduklarından Arnavutluk’taki dinî eğitimi yıllardır baltalamaya devam ettiler. Arnavutluk Müslüman Forumu Başkanı Fisnik Kruja 2023 yılında yaptığı açıklamada bu durumu şöyle belirtecektir:
“10 yılı aşkın süredir KMSH’nin 'Gülenci' liderleri çoğu durumda 50 dolarlık sefil bir maaş ödenen ve çoğu sosyal güvenlik planına dâhil olmayan imamların mali durumunu iyileştirmek için hiçbir şey yapmadı. Aynı şekilde yıllardır imam eksikliğinden ötürü çalışmayan birçok camiyi de aynı nedenle faaliyete geçirmek için neredeyse hiçbir şey yapmadılar. KMSH’nin mevcut 'Gülenci' liderleri bazı medreseleri kapatarak ve en büyük vakıf binalarından birini bu medreseyi sadece yöneten 'Sema' adındaki FETÖ’cü derneğin lehine satarak İslami eğitim sistemine ciddi şekilde zarar verdiler...”
Cumhurbaşkanı Erdoğan bu itibarla son dönemde Arnavutluk’a özel bir önem verecekti. 2022’de ziyaret ettiği Arnavutluk’ta FETÖ okullarının kapatılması ve faaliyetlerinin durdurulması için ciddi faaliyetlerde bulunmuştu. Bunun neticesinde FETÖ’nün belki de göstermelik olarak sadece bir anaokulu ile bir koleji kapatılmıştı.
Arnavutluk Başbakanı Edi Rama’nın ülkesinde bir Bektaşi Devleti kurulmasının adımını atmasını nasıl yorumlayacağız. Edi Rama bu projeyi, “Dünya barışı, farklılıklara saygı ve Birlikte yaşam” gibi son derece çarpıcı sloganlarla sundu.
Oysa biz bu parlak sloganların gerisindeki maksadı çok iyi sezmekteyiz. Şurası muhakkak ki bu sadece Edi Rama’nın bir oldubitti kararı değildir. Uzun süredir düşünülen ve tasarlanan büyük ve meş’um bir projenin ilanıdır.
Hem de Cumhurbaşkanımızın Gazze için Batı ülkelerini topa tuttuğu bir noktada acaba Türkiye’ye karşı bir hamle mi olmuştur. Zira bu hamlenin gerisindeki en önemli faktörler şüphesiz ABD ve İsrail’dir.
Nitekim projenin arkasında kimin olduğunu düşünmek bile bize gelecek hakkında büyük kapılar aralayacaktır. 1991’de Eski Yugoslavya’nın yedi devlete bölünmesinde rol alan ABD ve Avrupa, Balkan ülkeleri üzerinde siyasal kültürel ve ekonomik alanlarda söz sahibi hâline gelirken, Papalık da dinî hayatı dizayn etmek için büyük uğraş vermeye başladı.
Bu arada Arnavut Bektaşisi olan eski bir Sıgırumi (Arnavut KGB’si) ajanı Baba Reşad Bardhi, 2011 yılında öldüğünde yerine ABD’nin etkisiyle Baba Edmond Brahimaj getirilmişti...
Baba Mondi, FETÖ ve İsrail...
Edmond Brahimaj, eski bir Arnavut ordu subayıdır. Baba Mondi adıyla anılır. Seçildikten sonraki faaliyetleri ve Türkiye’den kimlerle nasıl ilişkiler kurduğu görülürse FETÖ ile irtibatı kolaylıkla anlaşılır. Söylemleri zaten bire bir FETÖ menşelidir. Türkiye Bektaşileri onun bu faaliyetlerini bilmekte ve kendisine cephe almaktadırlar...
Baba Mondi, İsrail Gazze’de soykırım yaparken İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog’u kabul eden ilk Müslüman din adamı(!) olmuştu. Bu hareketi nedeniyle Balkanlardaki Müslüman toplumlar ve Müslüman STK’lar Baba Mondi’nin gerçek bir Müslüman olmadığını sadece "İsrail’in kullanışlı bir aparatı" olduğunu ifade etmişlerdi.
Rama’nın açıklamasındaki önemli bir detay da kurulacak devletin Bektaşi tarikatına bağlı olacağını belirtirken Vatikan modeline atıf yapması idi.
Öncelikle şunu belirtelim ki Vatikan, Roma şehri içinde yer alan ve Katolik dünyasının merkezi olan bir şehir devletidir. Katolik Hıristiyan ülkeleri dinî açıdan bu devletin başındaki Papa’ya bağlıdır.
Bu yönden bakıldığında Arnavutluk’ta Vatikan’a benzetilerek ele alınan girişimin Vatikan’a benzer hiçbir yönü yoktur.
Oysa nüfusunun yüzde ellisi Müslüman olan Arnavutluk’ta Bektaşilerin oranı yüzde onu geçmez. Dünyada hiçbir Müslüman ülke kendilerini tanıyacak değildir. Hatta devletin başına düşünülen kişi Müslüman dahi görülmemektedir.
ABD, İsrail ve Papalığın Türkiye’nin başına düşündükleri FETÖ’nün liderini de Türkiye Diyaneti 2017’de "dinsiz" diyerek rapor hazırlatmadı mı? Fakat 30 sene uyumalarını; uyumak bir yana nasıl peşinden koştuklarını hiç sorgulamadılar!
Neticede Arnavutluk’ta planlanan durum, İslam âlemi içerisine yeni bir fitne sokma düşüncesinden başka bir mana taşımaz. Görünen o ki İsrail ve müttefiki ABD, Balkan ülkelerinde Türkiye’nin etkisini kırmak istemektedir. Özellikle Müslüman nüfusun Türkiye’ye yakın bir pozisyona girmesine karşı bir atak başlattıkları da seziliyor. Nitekim İsrail’in son on yıldır Balkan Bektaşileri ve Balkan devletleri ile ilişkileri çok iyi takip edilmelidir.
İsrail’in 2012 yılına kadar Arnavutluk’ta Büyükelçiliği yoktu. Bu tarihten sonra bir taraftan Büyükelçilik oluştururken bir taraftan da Arnavutluk ile savunma ve ekonomik iş birliği arayışlarına gitti.
İsrail sadece Balkan ülkeleri ile iş birliği çalışmaları yapmıyor. Bir taraftan da bölge idarecilerini Türkiye’ye karşı mesafeli olamaya teşvik ediyor. "İslami radikalizm, Türk tehlikesi, Neo Osmanlıcılık..." gibi kavramlarla bu politikasında başarı sağlamaya çalışıyor.
Son dönemlerde Balkanlarda Selefi ve Vehhabi hareketlerin de el altından büyük oranda teşvik edildiği görülüyor. Bunları bir taraftan teşvik eden diğer taraftan malzeme olarak kullanan İsrail ve ABD, Balkan ülkeleri yönetimlerini ise Sünni Müslümanlara ve Türkiye’ye karşı tavır aldırmaya çalışıyorlar. Böylece bir taşla birkaç kuş vurmayı beceriyorlar!
Dolayısıyla bu gelişmeler asla basite alınmamalı görmezden gelinmemelidir. Türk Dışişleri Bakanlığı, İstihbaratı ve Diyaneti tarafından dikkatle takip olunmalı ona göre siyaset belirlenmelidir.
TEFEKKÜR
Mekr-i düşmandan sakın olma emîn
Gaflet vaktinde işini bitirirler senin
Lâ Edri
(Düşmanın hilesinden sakın olma emin
Gaflet hâlinde olduğunda işini bitirirler
.
Zihinler de vesayet altında!
4 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :4 Ekim 2024 08:58
Müslümanların zihni o kadar devşirildi ki sabah hayretler içinde okuduğunu akşam hatırlamıyor! Tuzaklara, fitnelere karşı tam bilendiğini düşünüyor fakat akşam tam manasıyla hazır olduğu tuzağa neredeyse balıklama atlıyor!..
Osmanlıdan ayrılan ülkelerin haritalarını İngilizlerin çizdiğini yıllardır dinliyor, biliyor, anlatıyor fakat aynı devletlerden tam bağımsız hareket etmelerini bekliyor. Onları mutlak bağımsız ve hatta sahiplerinin düşmanı gibi görüyor.
Ülkenin haritasını çizen, yönetim anahtarını kendi eliyle birilerine veren İngiliz, oraya adamlarını tam manasıyla yerleştirmeden çıkar mı demiyor. Evet İngiliz ve ardından onun görevini üstlenen ABD, bu ülkeleri öyle kolay kolay bırakmaz. Bunu nasıl sağlar. O devletlerin idarelerine tam hâkim olarak!
Bu itibarla da siyasetinden istihbaratına, üniversitesinden STK’larına, sendikalarından spor kulüplerine, cemaatlerinden diyanetine, basınından sosyal platformlarına kadar her sahaya kendine bağlı adamları yerleştirmeyi ve onları desteklemeyi sürdürür. Onları parlak nutuklarla övdürür, meşhur eder. Onların bulundukları noktalarda en üste gelmelerini sağlar. Bunlar da güya hür ve bağımsız hareket ederek ve hatta kendisini destekleyen bu ülkelere yerine göre karşı duruş göstererek kahraman konumuna girer.
Dolayısıyla böyle ülkelerde millî politikalar asla gelişmez. Şayet gelişecek gibi olursa darbeler devreye girer. Göreve gelenler de aynı milletin adamı olduğu için kolayca kabullenilir. Böylece Batı'nın bir 5-10 yıl daha sürecek hegemonyası tekrar başlamış olur...
Bu uygulama Osmanlının tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte İngiliz’in İslam dünyasını uyuşturduğu ve mahvettiği sistemin adıdır.
Müslümanların zihinleri tamamen işgal edilmiştir. Bunu aşmak, kırmak maalesef mümkün görünmemektedir. Zira Müslümanlar sadece tenkit hakkına sahiptir. Nesilleri inşa hakkına sahip değildir. AK Partinin 22 yılda millî eğitime, aileye ve kültüre hâkim olamamasının temelinde de bu durum yatmaktadır.
Aile yapımız göz göre göre paramparça edilmiştir. Batı'nın kadın hakları projelerine mal bulmuş Mağribî gibi yapışan sorumlular, içine düştükleri feci bataklığın farkında bile değildirler.
Diğer taraftan SSCB’nin dağılmasıyla İslam’ı düşman olarak seçen ABD, Orta Doğu ülkelerini daha küçük parçacıklara bölmek, parçalamak, yeniden dizayn etmek ve belki kendilerine bağlı bir "halifelik" ihdas ederek tek merkezden idare etmek üzere harekete geçmişti. Bunun o zamanlar görünmeyen asıl gayesi ise İsrail’e "arz-ı mevud" yolunu açmaktı.
Nitekim eski ABD başkanlarından George W. Bush, 11 Eylül saldırılarının ardından, zorba politikalarına karşı çıkması muhtemel ülkelere “Yeni Haçlı Seferi başlamıştır. Ya bizimlesiniz ya da onlarla” sözleriyle tehdit etmiş ve vaziyeti ortaya koymuştu.
ABD, Üçüncü Dünya Savaşını başlatmıştı. Bu cephenin ilk plandaki yeri Irak olmuştu. Ancak ABD askerlerinin Bağdat’a girişi dünyada büyük bir şaşkınlık uyandırmıştı (2003). Zira neredeyse askerlerinin karşısına hiçbir silahlı güç çıkmamıştı. Bu durum ülkenin içeriden çoktan işgal edildiğini gösterecekti.
İran-İsrail askerî tatbikatı!
Irak’ta ABD’nin varlığı zaman içerisinde düzeni altüst edecek ve iç karışıklıklarda yüz binlerce insan hayatını kaybedecekti. Bunlar hep ABD’nin hanesine yazılınca Amerikalılar Orta Doğu’da büyük prestij kaybına uğrayacaklar ve sonunda 2011 yılında Irak’ı boşaltmak zorunda kalacaklardı. Daha çok demokrasi diyerek girdiği ülkeden çıktığında geride korkunç problemler, acı ve gözyaşının eksik olmadığı bir Irak kalmıştı. Zalim denilen Saddam’ın yerini ondan daha zalim bin Saddam almıştı sanki. ABD bu defa haçlı seferinin seyrini değiştirecek ve ülkeleri "Arap Baharı" adını verdiği iç karışıklıklarla bitirmeye çalışacaktı.
Ancak en son Türkiye’de yaşadığı 15 Temmuz başarısızlığı bu planı uzun bir süre akamete uğratacaktı.
Öte yandan Türkiye’nin büyük oyunu, Zengezur Koridoru ile Türk Cumhuriyetlerine ılımlı politikalar ile İslam ülkelerine yanaşması İran, ABD, İsrail üçlüsünü yeniden harekete geçirecekti. İran’ın işareti üzerine İsrail’e saldırı düzenleyen Hamas, hem milletini hem de Gazze’yi yok oluşun ateş girdabına atıvermişti.
İsrail, ABD ve İngiltere’nin sınırsız desteği ile korkunç katliamlara imza atarken bir taraftan da İran’ın görevini tamamlamış etkili isimlerini yok ederek yerine bilinmeyen anlaşmalı elemanları yerleştirmeye başladı.
İlk önce ABD İsrail ortaklığı ve müttefikliği sonucunda 2020 yılında İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani ile Haşdi Şabi Başkan Yardımcısı el-Mühendis öldürüldü.
2024 yılında General Muhammed Rıza Zahidi ve General Muhammed Hadi Hac Rahimi ve üst düzey daha birçok kişi öldürüldü.
Hamas Lideri İsmail Heniye yeni İran Cumhurbaşkanının törenine katılmak için bulunduğu Tahran’da İran Devrim Muhafızları tarafından korunan konutunda öldürüldü (31 Temmuz 2024).
Hizbullah lideri Hasan Nasrallah İsrail’in hava saldırısı sonucu Dahiya’da öldürüldü (27 Eylül 1924). Aynı saldırıda İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü komutanlarından General Abbas Nilforushan da öldürüldü.
İran eski Cumhurbaşkanı Reisi’nin şüpheli ölümünün üzerine de kalın bir sis perdesi çekildi ve unutuldu.
Peki, Hamas’ı tahrik eden, Hizbullah’ın hamisi olan İran ne yaptı? Kocaman bir hiç!.. Tehdit kokan sözler dışında hiçbir adım atmadı. Attığı adımlar ise dünyada alay konusu oldu.
İsmail Heniye için İsrail’e karşı beklenen ve sonra unutulan saldırısının akıbeti ise Nasrallah’ın öldürülmesi üzerine ortaya çıktı. Yeni İran Cumhurbaşkanı Mesud Pezeşkiyan ABD ile Gazze’de ateşkes sağlanacağı sebebiyle anlaşma yaptıklarını duyurdu. Şayet böyle ise muhtemelen suikastın düzenlendiği ilk hafta içerisinde verilmiş olmalıydı. O zaman iki aydır savaş ve katliam neden sürüyordu. Bırakın sürmesini Lübnan’a da sıçramıştı. Yapılan bu anlaşmanın son tarihi ne idi. Nasrallah öldürülmese ortaya çıkamayacak mıydı? Bu sualler aslında İran’ın İsrail lehine çalıştığının net işaretleri idi...
Artık İran’ı İslam dünyasındaki yüz kızartıcı utanç durumundan kurtarmak gerekiyordu. Bu defa Müslümanları aldatacak yeni bir senaryo ortaya konuldu!.. 1 Ekim Salı günü akşamı dünya şaşkınlıkla İran’ın Tel Aviv üzerindeki "ışıklı gösterisini" izlemeye başlamıştı. Sosyal medyada aylardır, “İran’dan bir halt olmaz”, “İran zaten onların yardımcısı ve müttefiki” diye ahkam kesenler dahi gaza gelmişti.
“İran vuruyor işte”, “İran İsrail’in içinden geçti”, “Demirkubbe dağıldı”, “Tel Aviv yerle bir...” naraları atmaya başladılar. Asırlardır bütün düşmanlığı Sünni İslam dünyasıyla olan ve son yirmi yıldır Batılılar adına Orta Doğu'da Sünni Müslümanları katlederek İsrail’e alan açan İran mı birdenbire Yahudi’yi vuracaktı! Bu nasıl bir gözü kapalılık nasıl bir basiretsizlikti!..
Görev tamamlandı katliama başlayabilirsin!
İran’ın gövde gösterisinin başlamasının üzerinden iki saat geçmeden açıklamalar arka arkaya gelmeye başladı. İranlı yetkililer önce 500 füze attıklarını belirtirken saatler ilerledikçe füzelerin sayısı 180’e kadar düştü. Fakat ne hikmetse füzeler bir can dahi almamıştı! Batı Şeria’da bir kişi ölmüştü o da Filistinliydi. İki İsrail vatandaşında ise küçük sıyrıklar vardı.
Müttefiklerin askerî tatbikatı gerçek gibi sunulmuştu!.. Tatbikatın saati dolar dolmaz İsrail, daha aynı akşamdan halkına sığınaklardan çıkmalarını ve evlerinde rahat uyumalarını tavsiye ediyordu. Sanki harekâtın başlayacağı ve biteceği saatler, nerelere atış yapılacağı en detaylı bir şekilde görüşülmüştü. Netanyahu’nun sığınağa kaçma pozu ise olaya gerçek havasını ziyadesiyle kazandırmıştı.
Kurgu harekât boyunca İran propagandistleri bir yana, bu ülkeyi tanıdığını zannedenlerin yorumları zihnimizin nasıl bir işgale maruz kaldığını anlatıyordu!.. TV’lerdeki yorumcu ve moderatörlerin bu tiyatroyu, gerçek bir savaş gibi millete yutturmaya çalışmaları, hiç tarih bilmediklerinin ve bir yıldır devam eden Gazze Savaşı’nı hiç anlamadıklarının açık göstergesiydi.
Öte yandan sosyal mecralarda hadiseye doğru yorum getirenlere ise İran ve Yahudi propagandistler saldırıp küfrediyordu. Zira İran’ın imajının düzelmesi İran kadar ABD ve İsrail’in de işine geliyordu.
Bu beyinsizler Türkiye savaşa dahil olsa İran’ın ne yapacağını bilmekten aciz değiller. Türkiye Azerbaycan’ın yanında yer alıyorken Ermenileri cansiparane desteklediğini PYD ve PKK’nın yanında durduklarını çoktan unuttular.
Neticede ABD, İsrail, İran ve taşeronlarının, Sünni İslam dünyasını kahretme ve katlettirme planı tıkır tıkır işliyor!.. İran’ın zafer kazanmış gibi dünyaya duyurduğu bu son saldırısı nelere mal olacak göreceğiz. Lübnan’da kaç bin kişi ölecek kaç bin kişi daha göç yolunu tutacak Siyonist mezalim hangi yuvaları yıkacak. Gözyaşları nasıl sel olacak göreceğiz.
Çünkü İran, “benim görevim tamamlandı” diyerek kenara çekildi ve İsrail’in yeni mezalimlerini seyretme durumuna geçti. ABD ve Avrupa ise daha güçlü şekilde İsrail’in yanına yerleşti. İran Propagandistleri de yeni malzemeler bulmuş oldular. Bu korkunç ve eli kanlı birlikteliği deşifre edenlere de:
“Siz bir taş dahi atamadınız” ve aynen Gazze’de olduğu gibi, “zaten öleceklerdi, ölsünler ki Yahudi’nin zulmü anlaşılsın” diyerek safsatalarını tekrar edeceklerdir. Ya Rabbî, Müslümanlara akıl ve feraset ver!
Dünya Müslümanlarının tek güvencesi olan Türkiye’nin son derece dikkatli ve basiretli hareket etmesi lazımdır.
TEFEKKÜR
Yüzüne her güleni zanneyleme dost,
Nifak ehli ile yârân olunmaz!.
.
Uyuşturucuyla Mücadele Bakanlığı!
11 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :10 Ekim 2024 21:43
Türkiye öylesine bir suç ve suçlular bataklığına doğru gidiyor ki anlamak mümkün değil. Asırlarca dünyaya ahlak dersi vermiş bir milletin evlatlarının acınası hâlini neredeyse film şeridi gibi izlemeye başladık. Birkaç yıldır TV’lerde aile programlarında ortaya çıkarılan bir kısım vakalar aile kurumumuzun büyük bir çatlak yaşadığını gösteriyordu. Şimdi ise her gün görmekte olduğumuz hadiseler, insanın kanını donduracak cinsten olmaya, günlerce insanımızı meşgul etmeye ve psikolojisini mahvetmeye başladı.
AB Konseyi'nin dikte ettiği ülkemizde FETÖ projesi olarak devreye sokulan İstanbul Sözleşmesi’nin etkileri birkaç yıl içinde büyüdü. Sözleşme üç yıl önce kaldırıldı ise de 6284 No.lu kanunla etkileri aralıksız sürmeye devam etti. "İstanbul Sözleşmesi ve 6284 No.lu kanun yaşatır" tezi kadar, çürük, mesnetsiz ve tam tersi tezahür eden bir slogan görülmedi...
Toplumsal şiddette sadece kadını esas alan, kadının beyanını mutlak doğru olarak kabul eden bu zihniyet aile içine fesat bulaştırmaya devam etti.
Düşünün. Geçtiğimiz hafta Semih Çelik adında bir şahıs iki kızı hunharca öldürerek intihar etti.
Haklı olarak sosyal medyada bu kişi lanetle anılırken niceleri de anne ve babayı suçladılar. Oysa kızların uzun bir süredir çeşitli aralıklarla o gençle birlikte oldukları çeşitli beyanlarla ortaya çıktı. Hatta aileler bunun önünü alabilmek uğruna mücadele de vermişler.
Peki anne ve baba kızlarına, şayet biraz sert davransalar, kızlar da "ailemiz bizi istediğimiz kişilerle görüşmeye mâni oluyor, bize şiddet uyguluyor" diye sosyal mecralarına servis etselerdi neler olurdu bir düşününüz!
Bu defa tam tersi bir şekilde sosyal medya ana babayı lince tabi tutardı. Katil kişi en sempatik hâliyle gösterilebilirdi.
Anne babalara "çocuklarınıza nasihat dahi edemezsiniz!" diye şartı bulunan İstanbul Sözleşmesi, fırsattan istifade ile şu anda muhalefetin yine baş gündeminde yerini almaya başladı. Cumhurbaşkanına yeniden kabul ettirebilmek için ciddi bir çalışmanın içerisine girecekler.
Oysa İstanbul Sözleşmesi Cumhurbaşkanı tarafından yırtılmasına rağmen etkinliğini yitirmedi. Zaten onun uygulaması olarak duran 6284 No.lu kanun durduğu müddetçe de etkisi ortadan kalkmaz!
Bu durumu İstanbul Sözleşmesini getirmek için tekrar çağrıda bulunan Özgür Özel de dile getirmiş ve konuşmasında bu durumu, “İstanbul Sözleşmesi fiilen kalkmış değildir” sözüyle ifade etmiştir. Demek ki İstanbul Sözleşmesi öldürmeye devam ediyor! 6284 No.lu kanun olduğu müddetçe de devam edecektir.
Anne babaların elleri bağlı durumdadır. Mahkemelere göre suç ve suçlunun cezası nedir kimse anlamamaktadır. Defalarca suç işlemiş kişiler halkın arasında ölüm makinası gibi gezmektedir. Aileler yalnız başına kalmaktadır. Uyuşturucu ile mücadele maalesef gittikçe zayıflamaktadır. Uyuşturucu kullanma yaşı gittikçe düşmektedir.
Ana muhalefet partisi lideri uyuşturucu ile mücadele için alkolün ucuzlamasını isteyecek kadar rotayı kaybetmiştir. Sarhoş bir insanın bütün kötülüklere açık olacağını hiç hesap etmemektedir!
Evet ortaya çıkan bir cinayeti aylarca konuşurken bataklığın gittikçe önü alınamaz bir tarzda büyüdüğünün farkına varamaz olduk maalesef.
Alkol ve uyuşturucu bataklığı
Kesinlikle görülüyor ki ülkemiz gittikçe bir alkol ve uyuşturucu bataklığına doğru gitmektedir. Bu bataklığı akıl ve bilimin ışığında, millî ve manevi değerlerimizden aldığımız ilhamla ve bilge isimlerin tavsiyeleri ile acilen kurutma çarelerini aramak mecburiyetindeyiz.
Millî Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Adalet ve Aile Bakanlıkları müştereken bu konuda çalışma başlatmalı ve acil eylem planları hazırlamalıdır. Gün geçmiyor ki yeni bir kötü haber almayalım. Bebeklerimiz, kızlarımız, kadınlarımız alkol ve uyuşturucunun etkisinde kalan canavarların vahşice işlediği cinayetlere kurban gidiyor. Bu gidişe artık dur denilmelidir.
Bağımlılık gibi yaygın bir sorun ile mücadelede başarı, ancak birlikte vereceğimiz bir çalışma ile mümkün olacaktır. Bu işin içine toplumun ne kadar geniş kesimini katabilirsek, o kadar başarılı oluruz…
Uyuşturucu belası beraberinde hırsızlık, taciz, tecavüz, gasp, yaralama, cinayet, fuhuş vb. birçok problemi beraberinde getirmektedir. Öyleyse bu probleme getireceğimiz çözümlerle başka birçok alanda pozitif sonuçlar elde edeceğiz.
Şurası muhakkak ki bu tip problemlerde öncelik eğitim olmalıdır. Eğitim ise sadece okullarda değil ailelerde de verilmelidir. Özellikle sıkıntı yaşayan yardım isteyen aileler ile derhal ilgilenilmelidir. Çözüm konusunda yol gösterilmelidir.
Dolayısıyla bu gittikçe büyüyen ve önü alınamayan bataklık ancak disiplinli bir eğitim ve takibat ile kurutulabilir. Aksi hâlde çok meselede olduğu gibi sadece günü kurtarmış oluruz. Aslında bu konuda günü kurtarma devri de geçmiş bulunmaktadır. Yangın büyüdükçe nasıl önü alınamaz bir hâle geliyorsa burada da sonuç her gün daha beter olacaktır.
Bunlarla nasıl mücadele edilir diye kafa yorarken İzzet Durak Bey’in “Uyuşturucuyla Mücadele Bakanlığı” adlı bir kitabı elime geçti.
Kendisini tanımam. Kim diye kısa bir araştırma yaptım. Halen hâkimlik mesleğine devam eden bir hukukçu olduğunu öğrendim. “Suç Öncesi ve Sonrası Suçlu Psikolojisi”, “Dolandırılmanın Dayanılmaz Hafifliği” gibi dikkat çekici kitapları yanında, daha birçok eseri var.
Terör örgütlerinin en büyük silahı
İzzet Bey uyuşturucuyu, Türk gençliğini hedef alan terör örgütlerinin en büyük silahlarından biri olarak belirtirken bütün ailelerin bu tehdidin altında olduğunu vurgulamış ve şöyle demiştir:
“Toplumdaki genel kanı uyuşturucunun ‘sadece belli bir kesimin sorunu, benim çocuğum bulaşmaz’ şeklinde. Uyuşturucu, 'Ya çok zengin ya da bölünmüş ailelerin çocuklarının bulaştığı bir sorun' diye düşünülür. Oysa bu illetin sınıf ayrımı yoktur... Çocuk ilk hedef... Çocuk ilk bilgilerini aile içinde alıyor. Sonrasında okul ve öğretmen çok önemli. Polise gelindiğinde ise epey geç kalınmış olabiliyor. .. Geçimlerini uyuşturucu satarak sağlayanlar, kazançlarının devamı için gençleri uyuşturucuya alıştırmaya çalışırlar. Önceleri parasız verdikleri maddeyi, alışkanlık başladığında parayla satarlar. Para bulamayan genç, biraz uyuşturucu karşılığında istenilen her şeyi yapmak zorundadır artık... Maddeye yönelen çocuklarda ya da gençlerde ayrıca ‘acıma duygusunun az olduğunu’ görüyoruz. Acıma duygusu az olan 'ben merkezci' kişiler daha büyük risk taşıyorlar. Sadece kendi çıkarını düşünen kişiler, başkalarının üzülmesini önemsemezler..."
Kitapta nasıl başladılar sualinin de onlarca çeşidi var. Bunlardan çarpıcı iki tanesi şu şekildedir:
“Bir kız arkadaşım esrarı, bir kız arkadaşım extacy’yi, bir başkası da bonzai’yi denetmişti. Kurtulmak istiyor, kurtulamıyordum. İntihar etmeyi düşünüyor, ona da cesaret edemiyordum. Her gece yalvarıyordum Allah’a ‘al canımı’ diye. Babam benim yüzümden kalp krizi geçirdi. Sekiz sene boyunca ailemi ne kadar üzdüğümü hiç düşünmedim. Çünkü uyuşturucu vicdanımı da öldürmüştü...”
“Sorunlu geçen ergenlik dönemimin ardından psikiyatri uzmanına giderek ilaç kullanmaya başladım. Daha sonra üniversitede uyuşturucu madde ile tanıştım. Madde kullanımına başlarken, diğerleri gibi olmadığıma, kendimi kontrol edebileceğime inanıyordum. Ama çok yanılmışım. Hiç kimse uyuşturucu karşısında kendisini kontrol edemez. Kontrol aşaması başlayana kadardır. Bulaştıktan sonra irade olmaz...”
Bu konuda daha pek çok eserin olduğunu biliyorum. Ancak hem hukukçu hem de hâkimlik mesleğinde bulunan sayın İzzet Durak Bey’in eseri, uyuşturucu ile mücadelede çok önemli bir yol gösterici olacaktır. Başta bakanlık yetkilileri olmak üzere milletimize uyuşturucu konusunda uyarıcı olan bu kitabı okumalarını tavsiye ediyorum. Yine bu eser Millî Eğitim Bakanlığımızın eğitim müfredatında yer alması gereken başyapıtlardan olmalıdır.
Bataklığı ancak eğitimle kurutabiliriz. Bataklığı kurutmak yerine sivrisinekleri avlamak canlarımızı kurtarmaya yetmeyecektir.
Açıkçası yaşamak ve yaşatmak için uyuşturucuyla mücadele devletimizin birinci vazifesi olmalıdır. Gençliği kaybetmek ülkemizin geleceğini yok etmektir.
TEFEKKÜR
Kapılma dehrin iğfâlâtına ahlâk bahsinde
Sana ol fende vicdânın yeter üstâd lâzımsa
Ziyâ Paşa
(Ahlak konusunda zamanın ayartmalarına kapılma
Sana o sanatta vicdanın yeter, üstat lazımsa
.
Siyaset ve spor
18 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :18 Ekim 2024 00:29
Dünyaca ünlü Hollandalı futbolcu Johan Cruyff “Futbol basit bir oyundur, zor olan ise basit futbol oynamaktır” der... Geçenlerde Fenerbahçe’nin ünlü teknik adamı Jose Mourinho da aynı minvalde konuşarak; “Çoğu oyuncu şunu anlamıyor; dünyadaki en iyi oyuncular her zaman topa 1 veya 2 kere dokunur. Kostic'in çok iyi anladığı şeyi anlamıyorlar. Çok basit bir orta yaptı ve gol. 20 kere topa dokunmaya 10 kere topu sürmeye gerek yok. Futbol basit bir oyundur ve dünyadaki üst seviye oyuncular her zaman 1-2 kere topa dokunur” diyerek ifade etmişti.
Plansızca oynayan, taktiği ve stratejisi olmayan bir takımın kupayı kaldırma ihtimali olmaz. Bireysel olarak dünyanın en iyi futbol oynayan sporcularını bir araya getirseniz takım oyunu olmadığı takdirde maç kazanma ihtimali neredeyse yoktur. Yöneticisinden sahadaki futbolcusuna, teknik kadrolarından seyircisine kadar bütünleşen bir takım her zaman başarıya koşacak heyecan uyandıracak izleyenlere seyir zevki verecektir.
Aslında bu manada siyaset de futbola benzer. Siyaset, “toplumun işlerini üzerine alma, yürütme, yönetme işi, insan topluluklarını yönetme sanatı” şeklinde tanımlanır. Modern siyasetin en önemli figürleri partilerdir. Partilerin bu sanatı nasıl yürüteceklerini gösteren tüzükleri, prensipleri vardır. Bunları millete anlatarak seçim sandığından zaferle çıkmak için mücadele ederler.
Siyasetin ikinci aşaması ise sorumluluk sahibi olduktan sonra millete hizmet götürme yarışında başarılı olmaktır. Zira yönetimi bir partinin idaresine tevdi eden insanların siyasetçiden beklentisi çoktur. Halkı her bakımdan memnun etmek kolay değildir. Halkı memnun etmeye halkın sorunlarına çözüm bulmaya talip olmuş kişilerde elbette birçok özelliğin bulunması gerekir. Bunlar da meseleyi çözmeye yetmez. O özelliklerini ustalıkla kullanmak basit dokunuşlarla halletmek ayrı bir siyasettir. Birbirleri ile istişare ve ortak hareket ise işin en önemli detayıdır.
Bu konuda AK Parti, cumhuriyet tarihine büyük bir damga vurmuştur. 28 Şubat postmodern darbesinin perişan hâle getirdiği dönemde iktidara gelmiş ve hiç beklenmeyen bir şekilde üst üste ezici zaferlerle Türk siyasi hayatında varlığını devam ettirmiştir. Değişim ve gelişim hamleleri ile göz kamaştırmıştır. Halkla iletişimi mükemmeldir...
Bu özelliklerini yitirmeye başlamasıyla birlikte son altı yıldır seçimlerde oy kayıpları başlamıştır. Buna rağmen iktidarını muhafaza etmeye devam etmiştir. Bunda güçlü lider Erdoğan en büyük pay sahibidir.
Fakat partinin diğer organları sadece liderin yeteceğini düşünerek atalete düşmüşler hatta milletten iyice kopmuşlardır. Liderine ulaşamayan halk son seçimlerde artık tepkisini sandıkta gösterir olmuştur.
Aslında toplumun içine girdiğinizde ve insanlarla görüşüp dinlediğinizde AK Parti’nin oy kayıplarının neden olduğunu kolayca anlıyorsunuz. Takımın aksayan yönlerini tribünden görüp ikaz eden seyirciler gibi halk da bozuk gidişatın nedenlerini kolaylıkla fark ediyor. Uyarıları dikkate alınmayınca da tepkisini sandıkta dile getiriyor.
Nitekim bunu bir türlü anlamak istemeyen AK Parti son belediye seçimlerinde tabiri caiz ise çöküşü yaşadı.
Halktan kopuk siyaset dönemi!
Son seçimden hemen sonra yaptığım iki değerlendirmede AK Parti’deki çöküşün sebepleri üzerinde geniş durduktan sonra, atacağı 8-10 adım ile eski gücüne yeniden kavuşacağını belirtmiştim.
Sayın Cumhurbaşkanı da bu konuda mesajın alındığını gerekli adımların atılacağını beyan etmişti. Ancak aradan geçen 7 ay sonunda bu konuda henüz dikkat çekici hiçbir gelişme yaşanmadı. Bu çöküşün kabinede revizyon yapılarak aşılacağını veya teşkilatlardaki değişiklikle son bulacağını düşünenler çok büyük bir hüsran yaşayabilirler!..
Zira milletin derdi artık bunlar değil. Milletin ıstırabını ve rahatsız olduğu konuları görmek ve değerlendirmek lazım. Aksi hâlde erime devam eder. Son zamanlarda ortaya çıkan anketler de sözümüzü teyit ediyor...
Peki neden bütün bunlara rağmen halk, hâlâ AK Parti’den beklenti içerisindedir diyebilirsiniz. İşte burası çok önemli. Eskiden partiler birbirlerinin açıklarını iyi bilirlerdi. Eksiklerini görürlerdi. Milletin dertlerine çözüm üretecek vaatlerde bulunurlardı. Millete tepeden bakmazlardı. Milletin içine girer ve dertlerini dinlerlerdi.
Peki şimdi bunu yapan bir parti var mı?.. Değerlendirelim:
Öncelikle milletin AK Parti’den uzun bir dönemdir rahatsız olduğu ve beklediğini bulamadığı en önemli 10 maddeyi yazınız.
Ardından o on madde üzerinde diğer partilerin bakış açılarını değerlendirin. Milletin yanında duran var mı bir bakınız?
Misal olarak Sayın Cumhurbaşkanı İstanbul Sözleşmesi’ni yırtıp atsa da sözleşmenin ana türevleri yerinde duruyor ve faaliyetini icra ettiriyor. Aile yapımız bozulmaya tam gaz devam ediyor. Evin baş sorumluları sudan sebeplerle veya iftiralarla evden uzaklaştırılıyor.
Millet bundan dertli. Peki diğer partiler ne diyorlar! Tam tersi bir şekilde İstanbul Sözleşmesi'ni ve 6284 no.lu kanunu daha şiddetle uygulamanın sözünü veriyorlar. Yani milletin derdine dert katacağız diyorlar.
Şiddetin sebepleri sosyolojik olarak asla araştırılmıyor. Çözüm yollarına bakılmıyor. Şiddeti şiddetle çözeriz anlayışı son sürat devam ediyor. Bu arada özel kurdurulmuş kadın dernekleri de son derece yanlış çözümlerle ailede çıkan yangını körüklüyor!
Öte yandan uyuşturucu bataklığı büyüyor. Aileler bu noktada ne yapacağını bilemez durumda. Çözüm bulmak kolay değil.
İşin şekli icabı, en yakınları dahi araya mesafe koymaya başlıyor. Zira kimse böyleleri ile muhatap olmak istemiyor. Kullananlara defalarca suç işleseler dahi cezası yok, tedavisi kolay değil, ucuz da değil. Sonuç hem aile hem toplum için sıkıntılı bir süreç.
Ceza kanunlarının değişmesi lazım. Diyelim ki iktidar o bir iki basit çözüm dokunuşunu yapmıyor! Muhalefete bakıyorsunuz, onlar da milletin bu konudaki hassasiyetine kör ve sağır!..
Defalarca söz verilmesine rağmen süresiz ve orantısız nafakalar aile yapımız için ayrı bir problem. Boşanan bir daha evlenemiyor...
Muhalefettekilerin milletin bu sıkıntısına da çözüm önerileri yok! İşte AK Parti’yi hâlâ ayakta tutan kendi oyun becerisinden ziyade muhalefetin de acemiliği ve milletten kopuk siyasetidir.
Şuna eminim ki halkın içerisine giren, onları dinleyen, halkın acısını yüreğinde hisseden, basit dokunuşlarla halkı ferahlatan, millî ve manevi değerleri yücelten ilk kadrolar önümüzdeki yılların siyasetinde başrol oynayacaktır!
Nereden nereye!
Sosyal medyada insanlıktan nasibini alamamış veya Batı'nın kuklası olmuş bir kısım zevatı dışarıda bırakırsanız, Türk halkı bir yıldır İsrail’in katliamına lanet yağdırıyor! Filistin halkına dua ediyor...
Elinden kesin bir şey gelmemesinin ezikliğini yaşıyor. Tek yapabildiği ise İsrail mallarını boykot etmek oldu.
Peki böyle bir zamanda hatta Cumhurbaşkanımızın savaşın eşiğine doğru geldiğimizi, “Lübnan Türkiye’ye iki buçuk saat mesafede” diyerek ülkemizin de tehdit mıntıkasına girdiğini belirttiği bir sırada Rize’de yaşananlara ne dersiniz?
Daha öncesinde İsrail’e destek vermesi sebebiyle boykot edilen ve saldırılara uğrayan fast food zinciri Burger King’in Rize’deki bir açılışına bir kısım AK Partili Belediye başkanlarının katılımı bu partiye gönül verenleri ciddi olarak incitti... Neticede haklı olarak tepkilerini gösterdiler. Bu arada açılış merasimine tepki gösteren bir akademisyenin dövülmesi de olayı daha vahim hâle getirmişti. Dün boykota katılamayanlara en büyük tepkiyi gösterenler bugün tepki gösterenleri döver hâle gelmişti!..
Partiden de zamanında bir açıklama gelmeyince bu defa Rize AK Parti İl Başkanı tepki gösterenleri bir taraftan "trol" olarak suçlarken bir taraftan da Mehmet Akif Ersoy’dan alıntı yaparak “üç buçuk soysuz” diye niteledi.
Şimdi konu İsrail, İsrail’e destek İsrail’e destek noktasındaki bir firmayı desteklemek gibi hassas bir nokta olunca verilen tepkileri anlamak kolay.
Bir siyasetçi için bunları düşünememek gerçekten büyük zaaf!.. Peki hadiseye haklı olarak tepki gösterenleri, "soysuz" diye nitelemek ise siyasette akıl alır bir davranış değil. Kişinin hatasını görmesi, haklı ve yerinde tepkileri sineye çekmesi veya bir özür dilemesi bu kadar mı zor?
AK Parti Genel Merkezi, açılışa katılan belediye başkanları için soruşturma başlattı ise de girişimin geç kalmış olması hem hoşnutsuzluğun büyümesine hem de yeni hataların meydana çıkmasına sebebiyet verdi.
Yıllarca “siyaset akademisi” adı altında siyasetin incelikleri konusunda programlar yaptıran bir partinin böylesine ucuz hatalar yapması gerçekten yakışmıyor.
Dikkat! Bir kısım AK Partililer oyunu zorlaştırıyorlar. Herkes bireysel oynamaya başladı. Çalım atmaya kalktıkça topu rakibe kaptırıyorlar. Karşı ataklar belki gol olmuyor ama taraftarlarınız tribünleri terk etmeye başlıyor!
Lütfen biraz basiret!
TEFEKKÜR
Ey dost işlerini sen çok iyi bilirsin,
Kırma beni, yanında bulamayabilirsin
.
Zehir hangi kaba girse zehirdir!
25 Ekim 2024 02:00 | Güncelleme :24 Ekim 2024 22:44
Şanlı Peygamber Efendimiz “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurdu. O, her hâli ve hareketi ile ahlak timsaliydi. O’nun izinde yürüyen ecdadımız da her hareketinde O’na benzemeye çalıştılar. O’nun ahlakı ile ahlaklanmayı en büyük saadet bildiler.
Devletin en tepe noktasındaki idarecilerinden, her ünitesinde çalışanlarına kadar ahlak ve fazilet dersleri verdiler.
Bu ahlaki hareketler mekteplerde ders diye okutulmuyordu. Herkese yaşayarak öğretiliyordu. Evde ev ahlakı, komşularla münasebetler, mektep ahlakı, hocaya hürmet, iş ahlakı aklınıza ne gelirse yerinde tatbikatlı olarak veriliyordu.
Şu bir gerçek ki günümüzde, okullarda ahlak ve kültür dersleri ile gence ahlakı veremiyorsunuz.
Her şeyi dizayn etmekte olan ve hayatımızı her alandan kuşatan sosyal medyadaki paylaşımlar, insanımızın ahlaki yapısını gösteriyor. Orada yapılan paylaşımlardan kitaplar yazılacak olsa hepsinin adı neredeyse küfürbazlık üzerine olurdu.
En galiz küfürleri orada serdetmekten utanmayan on binlerce insan var. Bunların anaları babaları eşleri veya çocukları yok mu? Onlar kendilerini takip etmezler mi bilemiyorum. Neticede herkesi, mutlaka en yakınları da takip etmektedir. Nasıl böylesine galiz ifadeleri kullanırlar anlamak mümkün değil. Elbette konu sadece böyle bir ahlaksızlıkla sınırlı değil.
İş hayatı ayrı bir sıkıntı. Herkes malını en fahiş fiyata satma, çabuk köşe dönme, para yığma, lüks hayat sürme girdabına düşmüş. Kimse kimseye acımaz olmuş. Ahlak her tarafta rafa kalkmış bir hâlde.
Geçen hafta da sağlık konusunda yaşadığımız ahlaksız gelişmeler insanların kanını dondurdu neredeyse. Bir kısım hastanelerde doktorların üç kuruş para için yaptıkları akıl almaz işlerdi.
Yeni doğmuş o masum bebelere nasıl kıydılar insanın havsalası almıyor. Hemen herkesin lanet edeceği bu husus bir anda adamların etkili insanlarla fotoğraflarının servis edilmesiyle başka bir yöne çevrildi. Bebeler unutuldu, parti kavgası başladı. "Senin adamın benim adamım" konusu şerefsizliklerin neredeyse önüne geçti!
Şerefsizliğin, ahlaksızlığın partisi pırtısı mı olur kardeşim! Ahlaksız adam nerede olursa olsun ahlaksızdır. Zehir hangi kaba girerse girsin zehirdir...
Dolayısıyla ahlaksızlık bataklığı aslında herkesi ve her meslek erbabını ilgilendiriyor. İşe temelden başlamadan hiçbir netice alamazsınız. Doktorların gerek devlette gerekse özelde aldığı maaşları biliyoruz. Türkiye’nin ortalama belki en rahat geçimine sahip olan bu insanları böyle yollara sevk eden sadece para tamahı mıdır yoksa daha başka konular mı vardır? Neyin karşılığıdır bu?
Kendi çocuklarına böyle yapılsa ne olur diye hiç kalplerine gelmez mi? Bunların kalbi ölü mü?
Oysa bizim ecdadımız kim hangi mesleğe adım atarsa atsın önce iş ahlakını verirlerdi.
Ne yazık ki biz onu hiç vermiyoruz. Sadece işi öğretiyoruz. Diploma vermekle, "Hipokrat yemini" ettirmekle her işi hallettik sanıyoruz. Ahlaksız bir şahsa bin Hipokrat yemininin ne faydası olur?..
Tıp fakülteleri birinci sınıfında temel ders olarak Osmanlı darüşşifalarını, hekimlerini, hekimlerde aranan özellikleri, hekim hasta ilişkilerini her yönüyle okutmak gerek!
Osmanlı hekimleri
Arapça kökenli olan, "hekim" kelimesi ile "hâkim" kelimesinin kökleri aynıdır. Allah’ın isimlerinden (Esmaü’l-hüsna) biridir. Sözlükte “iyileştirmek amacıyla menetmek, düzeltmek, hükmetmek” anlamına gelen hüküm mastarından sıfat olup “hüküm ve hikmet sahibi” demektir.
Tıp bilgi birikimi İslam Medeniyeti döneminde geliştirilerek tedavi sanatı hâlini almış bulunuyordu. Bu mirası devralan Osmanlı hekimleri, öncelikle sağlıklı olmak için uyulması gereken kuralları ortaya koyarak sağlıklı hayatı sağlamaya çalışmışlardır. Buna günümüzde "koruyucu hekimlik" denilmektedir. Şayet tüm tedbirlere rağmen hastalık ortaya çıkar ise, tedaviye başlanırdı. Nitekim Şeyhi-i Dai, bu hususun önemini çok güzel bir nazımla anlatır:
"Marızin olmaya hiç kârı perhiz,
Tabip etmez ilacı ona hergiz."
Osmanlı’da hekimlerin uyması gereken ahlaki hususlar şöyle sıralanmıştır: İffet (ahlaklılık, namusluluk), tövbe, cömertlik, şecaat (yüreklilik, yiğitlik), tevazu (alçak gönüllülük), emniyet (güvenilirlik), hikmet (bilgelik), doğruluk, hidayet, adalet ve vefa...
Özellikle hekimlerin hikmet sahibi olması ilkesi, diğer tüm ilkeleri de içermesi bakımından önemlidir.
Hikmet sahibi olmak, ruhun olgunluğa ulaşmasıyla mümkündür. Bu ilkenin gereği olarak hekimler, sadece kendi alanlarıyla ilgili değil, İslami ilimler yanında fizik, matematik ve astronomi gibi diğer bilim dallarıyla da yakinen ilgilenmişlerdir. Bu sebepledir ki, Osmanlı’da hekim esasen âlim bir kişi olarak tanınmıştır.
III. Ahmed Han’ın 1729 yılında ilan edilen bir fermanı Osmanlı’da nasıl bir hekimlik anlayışı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Şöyle ki:
“Tabip, Allah’ın kulları olan bütün insanlara deva aramak ve hizmet etmek için tıp bilgisinin çerçevesi içinde tıp kurallarına uygun olarak ve kazanılmış yatkınlıkla hastalara bakmak ve tedavi için ilaç vermekle görevlidir.”
Bütün mesleklerde olduğu gibi tıpta da Şanlı Peygamber Efendimizin; “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydası dokunandır” hadis-i şerifi en büyük prensip olarak bilinirdi.
Dolayısıyla hekime verilen tıp sanatı da acılı ve dertli insanlara faydalı olmayı sağladığından, sanatların en şereflisi kabul edilirdi.
Sinoplu meşhur hekim Mukbilzade Mümin, hekimin hasta tedavisini, padişahın düşmanla savaşında silahdarın yardım etmesine benzetir ve silahdarın kullanacağı yanlış silahın padişahın; hekimin vereceği yanlış ilacın ise hastanın yenik düşmesine sebep olacağını şöyle anlatır:
“Hak teala insan bedenini şehristan gibi yaratmıştır. Tabiatı padişah edip, hastalığın mayasını düşman eylemiştir. Hekim ise silahdar gibidir. Cenk içinde birdenbire padişaha düşman irişse, eğer ırak olursa, eline okla yay vere; eğer biraz yakına gelse süngü vere. Eğer daha yakınsa eline kılıç vere; illa bunun tersine olursa, tertip bozulur. Tertip bozulursa düşman yardım alır ve muzaffer olur.
Tabip dahi gerektir kim hastayı tertibiyle düzene soksun. Şöyle kim müshil vereceği vakit istifrağ eyleyecek edviye vermeye, şurup vereceği vakit katı (ilaç) vermeye, katı ilaç vermesi gerektiğinde ise eritilmiş ilaç vermeye.
Böylelikle uğraşıp hastalığın sebebini ortadan kaldırmalıdır. Şayet bunun hilafınca olup tertibe bakılmayacak olursa insan aciz olur, hastalık ilerler, sıhhat hezimet eyler.”
Tıp eğitimine kimler alınmazdı!
"Kambur Vesim" lakabıyla tanınan ünlü astronom ve tabip Abbas Vesim Efendi (v.1760)’ye göre, bazı özelliklere sahip kişilere tıp eğitimi verilmemelidir. Bunlar şu şekildedir:
“Pis ve kirli işlerde meşgul olan; cüzzam ve frengi gibi hastalıklara müptela olan; Allah'a isyan eden, dindar görünmeyi şöhret vesilesi yapan, dinsiz ve sapık inanışlı olanları seven; hürmete layık olanlara hürmet etmeyen; herkesin hâline göre muamele etmesi lazımken makamda ve yaşta büyük-küçük, genç-ihtiyar tanımayan; kendisine teslim edileni, az bir şey dahi olsa, çalan; hal, tavır ve sözlerinde laubali olan ve çabuk öfkelenen.
Şayet öğrenci kabiliyetli bile olsa, çabuk kızıyor ise, onu ıslah etmeye çalışmak beyhude yorgunluktur. Hastalığa ait bir hususu inceden inceye araştırmaya, gerçeği öğrenmeye engel olur. Bu, iyi gitmeyen işlere kızmamak anlamında değildir; kötülükleri giderecek kadar kızmak bir erdemdir, ancak bu durum mübalağalı olmamalıdır... Güleç olmayan, tutuk olan, mahzun yüzlü, kederli olanları hasta sevmez ve iletişime girmez. Özellikle, sert konuşmak yanlışlıklara sebep olacağından bundan kaçınılmalıdır. Yerinde ve güzel konuşamayanın sözü hastaya tesir etmez; hasta, tavsiyelerine ve emirlerine uymaz. Bilmediğini bilir görünüp karşısındakini ahmak ve bilgisiz yerine koyan (hamakat) kimselerden hekim olmamalıdır... Tıp eğitimi almak isteyen genç olmalıdır; 20-30 yaş arası öğrenmenin üstün olduğu devirdir. Bu dönemde anlayış ve idrak en yüksektir; çalışma ve tahsil daha kuvvetli ve üstündür."
Hekim adayında aranan özelliklerden biri de, yoksul olmama ölçüsüdür. Hekimlik eğitimi ve uygulaması masraflı olduğundan, ihtiyaçlarını karşılamak isteyen yoksul bir hekimde para kazanma amacının öne çıkacağını belirten Abbas Vesim Efendi, “İhtiyaç sahibi hekimler, sözünde ve işinde kendisine uygun/münasip olmayan basit işleri görmeye mecbur kalır” demektedir. Böyle bir durumda hekimin, dolayısıyla da hekimlik mesleğinin halkın nazarında değer kaybedeceği düşünülürdü.
Şu son olayda terör örgütü üyeliğinden hapis cezası almış kişilerin dahi affedilerek doktorluk mesleğine geri dönüşünün sağlanması tarihimizden sıfır ibret aldığımızı göstermektedir.
Bu durumda sağlıkta korkunç çeteleşmelerin neden ortaya çıktığına şaşırmamalıdır! İbret almayan daha büyük belalara kapı aralıyor demektir!
TEFEKKÜR
Ehl-i edeble görüş sen de olursun edîb
Sad-hezâr terbiye etsen bed-asl olmaz edîb
Sünbülzâde Vehbi
(Ahlaklı kişilerle görüş, sen de ahlaklı olursun.
Binlerce kez öğretsen de soysuz ahlaklı olmaz
.
Estergon’u ziyaret!
1 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :1 Kasım 2024 00:48
25-29 Ekim günlerinde “Expo-Türkiyem” tarafından düzenlenen festival için Viyana’da bulunurken Estergon’u ziyaret etme imkânım oldu. İlk defa Kanuni Sultan Süleyman tarafından fethedilen kale kısa bir dönem hariç bırakılırsa 140 sene kadar hâkimiyetimizde kaldı.
Tuna’ya hâkim bir noktadaki muhteşem kale, görünmeye değer güzelliktedir. Bu kalede yüz otuz sene Türk sancakları dalgalandı. Türk askerleri nöbet tuttu. Tuna’dan ana vatana doğru selamlar uçurdular...
Bugün Osmanlı tarihinin hem şanlı hem de acılı bir safhasının bu ihtişamlı sembolünün burçlarından baktığımızda iki ülkeyi görüyoruz. Tuna Nehri tam ortasından bir çizgiyle Slovakya ile Macaristan’ı ayırıyor. Slovakya’ya geçtiğinizde Estergon Kalesi'nin ihtişamlı manzarasına kapılıp kalıyorsunuz. Ağzınızdan gayri ihtiyari kim bilir hangi akıncı şairin kaleme aldığı şu satırlar dökülüyor.
Estergon Kal’ası su başı durak
Kemirir içimi bir sinsi firak
Gönül yâr peşinde yâr ondan ırak
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yâr peşinde koşar kara bahtlıyım
Biz biraz Estergon’un tarihine dönelim... Kanuni’nin kaleyi fethinin üzerinden 52 sene geçmiş bulunuyordu. 17. asrın sonlarında Osmanlılar Avusturya karşısında ciddi kayıplar vermeye başlamıştı ki bundan Estergon da nasibini alacaktı…
Sadrazam Ferhad Paşa’nın idamı sonrasında Koca Sinan Paşa dördüncü defa sadarete getirilmişti. Eflak üzerine yürüyen Sinan Paşa, Estergon’u savunma vazifesini Avusturya serdarlığı ile oğlu Mehmed Paşa’ya bırakmıştı.
Mehmed Paşa birlikleri ile Budin’de bulunuyordu. Emrinde yirmi bin kişilik bir kuvvet vardı. Oysa elli bin yaya ve yirmi bin süvariden müteşekkil güçlü bir ordusu bulunan Avusturya Prensi Mansfeld’in kumandası altında Almanya, Macaristan, Bohemya, İtalya ve Belçika’nın en meşhur asilzadeleri bulunuyordu.
Mehmed Paşa süratle Estergon önüne gelerek elindeki kuvvetlerin küçük bir bölümünü kaleye sokmaya muvaffak oldu. Planı, düşmanı iki ateş arasında bırakmaktı...
Ancak düşman komuta kademesi Mehmed Paşa’nın planını sezmişti. Kalenin muhasarasında bir miktar kuvvet bırakıp asıl birlikleriyle Mehmed Paşa’nın üzerine yürüdü. Serdarın yanındaki kuvvetleri zaten azalmıştı. Düşmanın üzerine doğru yürüdüğünü gördüğü anda selameti Budin’e doğru kaçmakta buldu.
Oysa Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa üzerine gelen düşman birliklerine karşı başarı ile karşı koymuş ve geri çekilmeye mecbur bırakmıştı. Serdar kaçmasa belki de bir büyük başarı kazanabileceklerdi. Serdarın kaçtığını öğrenen Lala Mehmed Paşa sistemli bir şekilde geri çekilmeye çalıştı ise de düşman birliklerinin çevresini sardığını ve gerileri tuttuğunu görmekte gecikmedi. Bunun üzerine bin beş yüz kişilik mevcudu ile Estergon Kalesi'ne girmeye muvaffak oldu.
Akma Tuna akma!
Estergon’a artık hiçbir yerden yardım ümidi kalmamıştı. Prens Mansfeld, kalenin teslim edilmesini istedi.
Estergon komutanı Kara Ali Bey ise kaleyi teslim etmektense havaya uçuracağını belirterek bu isteği reddetti. Ali Bey’in bu sözleri müzakerelerin olumsuz sonuçlanmasına sebep olmuş ve muharebe tekrar başlamıştı...
Aslında Kara Ali Bey iki aydır yetersiz kuvvetlerle, kalabalık düşmana karşı şanlı bir direniş göstermekteydi. Şehrin dış kalesi, barut ve su deposu düşman eline geçmişti. Bir bardak suya bir duka ödendiği gazilerin susuzluklarını gidermek için soğuk mermerleri yaladıkları görülüyordu.
Avusturyalılar bütün güçleri ile saldırıyorlardı. Gaziler ise takatlerinin sonuna gelmişlerdi. Kara Ali Bey Avusturyalıları zaafa uğratmak için Prens Mansfeld’i hedef aldırarak öldürttü. Fakat şiddetli çarpışmalar sırasında kendisi de vurularak şehit düştü.
Prens Mansfeld’in yerine imparator II. Rudolf’un kardeşi olup sonradan imparatorluk mevkiine de gelecek olan Arşidük Mathias gelirken Osmanlı birliklerinin idaresini ise Anadolu Beylerbeyi Lala Mehmed Paşa üstlendi.
Lala Mehmed Paşa Sadrazam Sinan Paşa’dan yardım istedi ise de hiçbir netice çıkmadı. Böylece en şiddetli saldırılara karşı bile dayanabilen kaleye, teslim olmaktan başka seçenek kalmamıştı artık. Anlaşma gereği kadın, çocuk, yaralı ve hastalar İmparator’un gemisine nakledildiler.
Çoğu yaralı ve sakat olan gaziler Tuna üzerinden gemiye binip Estergon’u kanlı gözyaşları ile seyrederek ayrıldılar. Bu şanlı savunma, Estergon Kalesi Türküsü’nün ortaya çıkmasına sebep olmuştur...
Ya Estergon ya Cennet!
Gazilerin büyük üzüntülerine şahit olan ünlü Osmanlı komutanı Lala Mehmed Paşa on yıl aradan sonra bu kez sadrazam olarak 21 Mayıs 1605’te Davut Paşa Sahrasından büyük bir merasimle uğurlanarak Estergon niyetiyle yola çıkmıştı.
Ordu-yı Hümayun, Belgrad-Budin yoluyla 29 Ağustos günü Estergon önlerine geldi. Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Lala Mehmed Paşa derhal harp divanını topladı. İlk sözü kendisi aldı ve;
“Padişah Efendimizin Emr-i Hümayununu unutmayalım. 'Ya Estergon’a girersiniz ya Cennete' buyurmuşlardı. İmdi, tedbir ne ola” diye sordu. Buraları iyi tanıyan, Bosna Beylerbeyi Hüsrev Paşa söz alarak;
“Devletlû Vezirim, bu kaleyi düşürebilmek için yardım yollarını kesmek gerektir. Bunun için etrafındaki kalelerin de fethi şarttır”, dedi. Estergon’u kuşatma mevzileri ve barut durumları da görüşüldükten sonra Serdar-ı ekrem sırf bu sefer niyetiyle orduya katılan Ayasofya Vaizi Nureddin Efendiye dönerek;
“Hocam, acep bizlere bir tebşiratta bulunmazlar mı?” diye sordu? Yetmişlik mücahid cevap verdi: “Allah kuluna kâfidir... Sizler O’nun yolunda oldukça karşınızda kim durabilir!"
Lala Mehmed Paşa, Divanı kapatmadan “Cümleniz berhudar olasınız... Gün, Allah’a kul, Resulüne ümmet, Padişahımıza hizmet günüdür” dedi Sonra ecdadın ruhlarına el-Fatiha çekip, okudular.
Estergon’u Fransız asıllı bir Kont savunuyordu. Bu harpte Avusturya hesabına çarpışan Dampier Kontu çok meşhur bir askerdi. Ordu-yı Hümayun yaklaşırken, kaledeki bütün Macar askerlerini dışarı çıkardı. Çünkü dört yıl önceki Kanije kuşatmasını hatırlamıştı. O gün Macar askerleri, Osmanlı ordusuna tek kurşun atmamışlardı. Bu duruma içerleyen Macarların kumandanı ise, Lala Mehmed Paşa ile konuşmak istedi. Mehmed Paşa ile aralarında şu konuşma geçti:
“Kaleyi niçin terk ettiniz, ümidiniz mi tükendi?”
“Ümit, Osmanlı adaletindedir, Devletlü Vezir!"
“Estergon’da ne kadar asker kalmıştır?”
“On bine ulaşmaz.”
“Peki, kontun maneviyatı nasıldır?"
“Sadece etraftaki kalelerden alacağı yardıma güvenmektedir.”
Gerekli malumatı alan Serdar, son bir sual sordu:
“Memleketinize mi gideceksiniz, yoksa başka bir orduda parayla mı dövüşmek istersiniz?"
Avusturyalılara karşı gücenik olan general;
“Bizler de askeriz koca Vezirimiz. Şayet izin verirseniz, bu defa dünyanın en büyük ordusuna katılmak niyetindeyiz. Hiçbir ücret de istemiyoruz!" dedi.
Böylece Macar şövalyeleri de katıldılar.
Bundan sonra Estergon surları top atışları ile sarsılmaya başladı. Süratle hareket eden Bosna Beylerbeyi Gazi Hüsrev Paşa 8 Eylül’de Vişegrad kalesini zapt etti. Bektaş Paşa da Tepedelen’in işini 19 Eylül günü bitirdi. Bu iki kalenin düşmesiyle Estergon’daki askerlerin moralleri çok bozuldu. Fakat Dampier inatçıydı ve hâlâ Ciğerdelen’den yardım görüyordu.
25 Eylül sabahı bütün Türk topları birden patlamaya başladı. Kale duvarlarında büyük gedikler açılıyordu. 29 Eylül gecesi fedailer, Estergon’un Su Kulesini ele geçirdiler. Böylece kale, biraz daha zor duruma düştü. Bütün gaziler, Lala Paşa’nın “Son Hücum” emrini bekliyorlardı. Fakat kayıp vermek istemeyen Lala Mehmed Paşa beklemekteydi.
Nihayet Koca Osman Çavuşun Ciğerdelen’in düştüğü haberi Paşa’yı rahatlattı. Elhamdülillahi Rabbil Âlemin, diyerek secdeye kapandı. Umumi hücum için son hazırlıkları yapılırken kaleden “aman” sesleri yükselmeye başladı. Avusturyalılar son hücuma dayanamayacaklarını ve kılıçtan geçirileceklerini anlayarak teslim bayrağını açtılar.
Türk birlikleri on yıl sonra bu defa sevinç gözyaşları ile Estergon’a giriyorlardı. Estergon ve civarındaki kalelerin fethi ile Budin bir hudut şehri durumundan kurtulmuş oluyordu.
Bu başarıdan dolayı Lala Mehmed Paşa "Estergon Fatihi" unvanıyla şöhret buldu. Diğer taraftan Borçkai Türk kuvvetlerinin yardımı ile Uyvar’ı alırken Tiryaki Hasan Paşa da Veszprem ve Polata’yı fethetti. Böylece 80 yıl daha sürecek Türk hâkimiyeti başlamış oldu.
Osmanlı döneminde tamamen Müslüman bir kimliğe sahip olan Estergon'a cami, mahkeme ve hamam yapılarının inşa edildiği bilinmektedir. Evliya Çelebi Estergon’u ziyaretinde şehirde 16 mahalle, 2.900 ev, 4 cami, 2 medrese, asker aileleri için yapılmış özel evler ve birçok mektep gördüğünü yazmıştır. Çelebi, en büyük cami "Mahkeme Camii" kapısındaki yazılı mısralardan da bahsetmiştir:
Bugün ise Estergon’daki tek Osmanlı eseri, kırık minaresiyle hüzünlü bir eda ile yoldan geçenleri süzen Öziçeli Hacı İbrahim Camii’dir.
TEFEKKÜR
Ey Muhammed mucizât-ı Ahmed-i Muhtar ile
Umarım galip ola a’dây-ı dine devletüm
III. Mehmed Han
.
Bahçeli’nin çağrısı ve sonrası!
8 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :8 Kasım 2024 00:39
Cumhur İttifakı’nın önemli ismi, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan ile ilgili çıkışının tartışmaları son bulmadan bu defa kayyım atamaları gerçekleşmeye başladı.
Esenyurt Belediyesini Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyım atamaları izledi. Birbiri ardınca gelen el koymalar sonucunda, Devlet Bey’in yaptığı çağrı için bu nasıl bir barış çağrısı düşüncesi ortaya çıktı.
Bilhassa DEM ve CHP partileri iktidar kanadını samimiyetsizlikle suçladılar.
Bahçeli’nin açıklamasının hemen arkasından gelen ve karşı tarafa sanki bir koz gibi gözüken bu durum barışı istemeyen başka mihraklar da mı var, birileri el altından bu girişimi yine mi baltalamaya başladı düşüncesini de doğurdu.
Elbette bunlar çok tartışılacaktır. Fakat değişmeyen faktörleri de asla göz ardı etmemek gerekir.
Zira terör örgütlerinin kuruluştan itibaren maksatlarını elde edebilmek için planlı ve programlı bir yöntemleri vardır.
Bunlar silahlı veya silahsız propaganda tekniklerini ciddiyetle ve asla terk etmeksizin kullanırlar.
Bilhassa önce HDP’nin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılma ihtimalinin belirmesi üzerine ortaya çıkan DEM Parti’nin de, PKK terör örgütünün merkezi Kandil ile arasına mesafe koyamaması hatta Kandil’in direktifleri dışına çıkamaması iyi niyetlerle ortaya konulan çözüm sürecini her defasında baltalamaya yetmektedir.
Nitekim haklarında soruşturma yürütülen, ceza davaları hâlen görülmekte olan birtakım şahısları inadına aday yapan DEM, bunların eninde sonunda görevden alınacaklarını bilmiyor muydu?
“Kürt meselesinin çözümü olmadan demokrasinin de yerleşmeyeceği kanaati yaygın kabul görüyor” diye algı meydana getiriyorlar. Hâlbuki yirmi iki yıldır Kürtlere yaklaşım bakımından en büyük atılımları bu iktidar gerçekleştirmiştir. Zaman zaman oy kaybı yaşayacağını bile bile en radikal çözüm süreçlerini başlatmıştır.
Buna karşılık Kandil ise gelişmeleri fırsat olarak görmüş şehirlerde silahlanma sürecini hızlandırmış tünellerle mevzilenmeye başlamıştır. Zira onların meselesi hiçbir zaman Kürt meselesi olmamıştır. Kürtleri istismar ile bin yıllık birlik ve bütünlüğümüzü parçalama vatanımızı bölme ve zayıflatma girişimidir.
Neticede bu tehlikeli gidişat, Diyarbakır’ın Sur ilçesinde güvenlik güçlerimizin PKK ile Hendek çatışmalarını beraberinde getirmiştir. Doksan günden fazla süren çatışmalarda asker ve polisimiz yetmiş şehit vermiş ve yüzlercesi de yaralanmıştır.
Dolayısıyla bütün bunlar yaşandığı hâlde Kandil’in aynı stratejiyi devam ettirmesi elbette boşuna değildir. Onlar hiç şüphesiz tartışma ve mücadeleden yanadırlar. Hedeflerine ancak bu şekilde ulaşacaklarını düşünmektedirler. Yahut da onların dışarıdaki ağa babaları böyle istemektedir.
Bunun için de kayyım atanacağını bile bile hatta kayyım atanmasını arzu eder şekilde adaylar göstermekten çekinmediler.
Yoksa sadece Ahmet Türk’ü düşünelim. Siyasete girdiği andan itibaren neredeyse terörle özdeşleşen bir hayatı olduğu bilinmekte idi. 2014’de HDP’den Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı seçildi. 2016’da görevinden alınarak yerine kayyım atanırken kendisi terör soruşturması kapsamında tutuklandı.
2017’de sağlık sorunları nedeniyle adli kontrol şartıyla tahliye edildi. 2019’da yine HDP’den Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. Bu defa görevinde beş ayını doldurmadan 19 Ağustos 2019’da görevinden alındı.
Eli kanlı barış güvercini(!)
Kim aynı delikten üçüncü defa ve isteyerek ısırılmayı bekler. Şimdi siz Ahmet Türk ve benzeri isimleri üçüncü kez aday gösterir misiniz? İşte bu açık tavrı HDP’nin görevini devralan DEM Parti’nin maksadını net bir biçimde yansıtmaktadır. Bunlar barış değil kavga ve bunalım siyaseti istemektedir.
Onların defterinde barışı hep siz isteyeceksiniz. Kendileri ise ellerinde silah hep sizden bir şeyler talep edecekler. Talepleri karşılanmadığında ise sizi barışı bozan olarak gösterecekler.
Ardından da kitlelerini daha fazla artıracak, bağlayacak ve azdıracak propaganda girişimlerine başlayacaklardır.
Bunu da ey Kürt halkı işte sizin oylarınız hiçe sayılıyor, size darbe yapılıyor diyerek provoke edeceklerdir.
Zira sürekli bir şekilde eylem içerisinde bulunmak Marksist devrimciliğin en temel şartlarından biridir. Neticede çıkan olaylar sonucunda sempatizanlarını daha da militanlaştırmış olacaklar ve kendilerine yakın duranları ise örgütün gönüllü elamanı hâline getireceklerdir.
Dolayısıyla HDP ve DEM gibi partiler asla barış taraftarı olmazlar.
Burada şaşırtıcı olanı CHP’nin seçim kazanma uğruna son dönemlerde iyice DEM’lenmiş olmasıdır. CHP, DEM’in ekmeğine yağ süren bir göreve soyunmuş bulunmaktadır.
Bir taraftan uzlaşmacı görünmeye özel gayret gösteren yeni CHP Başkanı Özgür Özel bir taraftan da özellikle doğuya gittiği sıralarda tam zıddı bir kimliğe bürünmektedir. Tahrik edici tavır ve konuşmaları uzlaşmacı kimliğini bir anda gölgelemeye yetmektedir.
Nitekim Özgür Özel’in, Kobani davasından on yıl ceza almış bulunan Ahmet Türk’ü barış güvercini bilge bir kişi olarak tanımlaması manidardır. Kobani olaylarında iki polisimizin şehit olduğunu kurban eti dağıtan masum gençlerin hunharca katledildiğini otuzu aşkın vatandaşımızın hayatını yitirdiğini tamamen unutmuş görünmektedir. Zamanın HDP’sinde görev yapan ve olayların azmasına sebep olan Ahmet Türk suçlu bulunarak on yıl ceza alırken nasıl bir barış güvercini olarak adlandırılır anlamak mümkün değildir.
Öte yandan yine Özgür Özel kayyum atamalarına tepki gösterirken “Sözün bittiği yerdeyiz. …Elindeki gücü asimetrik olarak barbarca, hunharca kullanan, adaleti tanımayan millî iradeyi tanımayan bu küstah anlayışa karşı mücadelemizi var gücümüzle kullanacağız” derken bambaşka noktalara varacak ifadeleri pervasızca serdetmektedir. Ertesi gün ise bu defa her şeyi meşru daire içerisinde çözeceğiz diyerek başka bir dil kullanmaktadır.
Özgür Özel’in tavşana kaç tazıya tut şeklindeki bu tavrı kendi partisi içinde dahi tutarlı görülmemektedir. CHP bu gidişatı ile yeni kavgaların içerisine sürüklenmektedir. İsrail’in yakın bölgemizi kan ve ateş içerisinde bıraktığı şu dehşetli günlerde ülke bütünlüğüne zarar verici gelişmeler milletimiz tarafından teessür ve üzüntü ile takip olunmaktadır…
Önce kendisi sonra partisi silindi!
ABD Başkanlığı seçimini, geçen seçimde kaybeden Trump kazandı. Demokratlar ön seçimlerin tamamını kazanan Biden’ı istifaya zorlayıp yerine getirdikleri bir kadın başkan adayıyla tekrar kazanmanın derdine düşmüşlerdi.
Kamala Harris’in kazanamayacağı belli olduğunda Obamalar dahi meydanlara indiler. Ancak bu kenetlenme Kamala’nın kazanmasına yetmedi. Trump ezici bir zaferle tekrar ABD’nin dümenini ele aldı.
Enteresan olan son seçimde her iki lider de Türkiye ile ilgili bir tavır ortaya koymadılar. Önceki seçimlerde başta Ermeni meselesi olmak üzere en azından liderlerden biri Türkiye aleyhinde mutlaka bir beyanda bulunarak oy devşirmeye çalışırken diğeri sessiz kalmayı tercih ederdi.
Oysa bu defa Türk ABD ilişkilerinde gerginliği artıran pek çok konu bulunuyordu. Suriye’deki gelişmeler, İsrail’in katliamcı tutumu ve Türkiye’yi hedefine alan ilerleyişi, F-35 ve S-400 konuları, Kıbrıs meselesi ve FETÖ’nün durumu temel problemler olarak ortada duruyordu. Liderler bu konulara hiç dâhil olmadılar. Bu fırtınadan önceki sessizliğin işareti mi idi yaşayıp göreceğiz.
Şurası muhakkak ki mevcut iktidar ile bu problemlerin aşılamayacağı hatta daha da kötüleşeceği ortada idi. Biden iktidara gelirken Türkiye’deki iktidarı düşüreceğini Erdoğan’ı göndereceğini açık açık beyan etmişti. Nitekim öyle bir kadro ile Türk ABD ilişkileri en kötü dönemlerinden birini yaşadı.
Biden ise arzusuna ulaşamadı. Türkiye’deki seçimde sayın Cumhurbaşkanı’mız zaferle mevkiini korurken ABD’de önce Biden sonra partisi silindi gitti.
Şimdi ABD ile yeni bir dönem başlayacaktır. Bu dönemin izleri evvelinden bellidir. Trump dengesiz kişiliğine rağmen masaya oturan konuşan, yerine göre anlaşan yerine göre tehditlere başvuran bir lider olarak tanınmıştı. Ben ikna yeteneği güçlü sayın Erdoğan’ın Donald Trump ile daha rahat anlaşabileceği konusunda iyimserim.
Trump’ın LGBT ve kürtaj konularında küresel güçlerin tutumuna karşı duruşu bir başka olumlu yönüdür. Savaşları durduracağı yönündeki beyanlarının gerçekleşmesi, iki tarafımızdaki ateşin sönmesi anlamına gelir ki Türkiye’yi rahatlatacaktır.
Bilhassa Gazze kasabının acilen durdurulması elzemdir. Aksi bir durumda ise sadece Filistin için değil dünya için yeni felaketlerin yaşanması kapıdadır.
TEFEKKÜR
Tâ vakti gelmeyince umûr eylemez zuhur
Devr eyler âsiyâb-ı felek nevbet üstüne
Nâbî
(Zamanı gelmedikçe, işler gerçekleşmez,
Feleğin değirmeni nöbetleşe döner).
.
III. Selim Han
15 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :14 Kasım 2024 23:12
İsrail bir yılı aşkın süredir Filistin’de kadın çocuk demeden katliam yapıyor. Müslümanların içi kan ağlıyor. Hiçbir şey yapamamanın ve katliamı dahi durduramamanın hüznü yürekleri dağlıyor.
Bir dönem Kırım’da böylesi katliamlar yaşanırken Şehzade Selim (III. Selim Han) kapalı tutulduğu Şimşirlik’te gözyaşlarını şu ifadelerle içine akıtıyordu:
Hele Osmanlıyı cenge salayım
O kâfir düşmana satır çalayım
Varup kâfirden intikam alayım
Gözüm açık kalsın mı böyle
Kırım küffârda kalsın mı söyle
Gerçekten Osmanlı padişahlarını tek kalemde yargılayıp kenara atarken onları gönül dünyalarına hiç bakmayız.
Gençlerimizin hatta idarecilerimizin onları hakkıyla tanımamaları gerçekten büyük kayıptır. Oysa tarihin bu sayfalarında nice dersler, ibretler vardır. Keza padişahların adaletleri, âlimlerle musahabeleri, şiirleri, nükteleri, hoşgörüleri elbette ki yetişen gençlerimize örnek olacaktır. Vatan ve millet sevdaları, dinî duyguları, cihad hisleri milletimizde de şuur uyandıracaktır.
III. Selim Han yirmi sekiz gibi genç denecek yaşta Osmanlı tahtına geçmişti (7 Nisan 1789). Zarif, ince ruhlu, şiire düşkün, yenilikçi, Batı’daki gelişmeleri takip eden, devletini yüceltmeyi kudretli kılmayı şiar edinen ve bunun için gece gündüz faaliyetlerde bulunan bir padişah idi.
Tebaasına karşı çok merhametli ve şefkatli olan sultan, yaradılışından halim, selim ve çok zeki idi. Çok yumuşak olup, kan dökmekten nefret ederdi. Milletini ve devletini kendisinden çok düşünürdü. Cömert olup, etrafındakilere hediye vermekten zevk duyardı.
Mustafa Necib Efendi, tarihinde onu şöyle anlatmaktadır:
“III. Selim Han güzel ahlak sâhibi, bilgili, nazik, samimi, zeki ve tedbirli, akıllı, doğru, dürüst, çalışkan, peygamber ahlaklı, cömert yaratılışlı ve bağış seven, ariflere ve faziletlilere ikram eden, yediren, içiren, ihsanda bulunan, benzeri olmayan bir padişahtı.”
Yabancı müşahitler de kendisini “zeki, faziletli, merhametli ve âdil bir hükümdar olarak” vasıflandırmıştır. Bazıları da, kendisinin sakin tabiatlı, sabırlı ve müteennî bir zât olduğunu, bununla beraber vakarlı ve azimli göründüğünü söylemektedirler.
III. Selim Han ihlaslı ve samimi idi. İkinci Rus harbi devam ederken, bütün sefer zamanlarında usulen olduğu üzere camilerde (Fetih suresi) okunuyordu. Bu vazifeye devam eden hocaların ücretlerinin verilmesine müsaade istenilerek yeni padişah olan Selim Han’a bir telhis takdim olunmuştu. Selim Han, bu telhisin kenarına şu satırları yazmıştır:
“Bilmem hulus ile mi kıraat olunmuyor, yoksa erbabına mı tesadüf olunmuyor ki bir semeresine şahit olunamıyor. Hoş imdi gene altı mah kıraat olunsun ve akçası darphaneden verilsin. Akça ile olan dua böyle olur...”
Son cümle hakikaten güzeldir ve padişah ihlasa, samimiyete dikkat çekmektedir.
Utanacakları işi yapmasınlar!
III. Selim Han sık sık lâtife yapar nüktedanlığı severdi. Yaptığı latifelerin tarihe mal olmuş fıkralar arasına girenlerden şu hikâye kayda değer:
“III. Selim, bir gün saltanat kayığı ile Kâğıthane deresinde dolaşırken birkaç rindin, köprü başında sofra kurarak, tatlı tatlı demlendikleri gözüne ilişti. Saltanat kayığının görünmesiyle ne yapacaklarını şaşıran adamcağızlar hemen işret tepsisinin üzerine bir örtü örttükten sonra hep birden namaza durdular. Muziplikten hoşlanan padişah önlerinden geçerken kayığını yavaşlattı. Eğilecek olsalar rakı kadehlerinin, sürahilerinin şangırtısı duyulacak, belki örtü açılıp her, şey meydana çıkacaktır. Bu sebeple dakikalarca ayakta durdular Hünkar kıs kıs gülerek yanındakilere:
'Bu namazın, hiç rükûu, secdesi yok mu?' diye sordu.
Nedimlerinden biri:
'Efendim! Ne yapsınlar, dedi, mazurdurlar. Secde edecek olursa bir daha başlarını kaldıramayacaklarından korkuyorlar!'
Bu kadarcık muzipliği kâfi gören Sultan Selim 'Utanacakları işi bir daha yapmasınlar!' diyerek kendilerine biraz da akça gönderdi.”
Hayal mumu bir daha yanmadı!
Sabahtan akşama kadar teftişten teftişe koşan, devletin sıkıntılarını görüp çözüm bulmak için gece gündüz gayret eden padişah, bu enerjinin yorgunluğunu zaman zaman çeşitli eğlencelerle gidermek ve zihnini dinlendirmek istemekteydi. Bunlardan bir tanesi de Karagöz-Hacivat oyunları idi:
“III. Selim Han zamanında bir Hayalî Hafız varmış. Onun Karagöz oyunları o kadar güzel olurmuş ki, bunlar millî bir edebiyat eseri sayılırmış, bir gece sarayda padişahın huzurunda bir hayal oynatıyormuş. Oyunda Hacivat kölesini, 'Selim' diye çağırmış, III. Selim Han da derhal latife etmek için, bir nükte söyler gibi 'ebbeyk' yani 'buyurun efendim' diye cevap vermiş.
Hayalî Hafız yaptığı hatayı fark edince binbir cinas ve ima dolu oyun devam ediyormuş gibi, Hacivat kendisine hitab etmiş, 'huzûr-ı şâhânede öyle bir sürç-i lisan ettim ki affı mümkün değil, artık bana hayal oynatmak gerekmez. Saadetli Pâdişâhım ruhsat buyururlar da tövbekâr olarak hacca gidersin, hadi yola düş demiş' ve perdenin arkasındaki mumu söndürmüş. Huzurda seyredenler çok üzülmüşler. III. Selim Han:
'Vallahi hiç kızmadım, latîfe yapmak ve senin bu güzel oyununa ben de katılmak için cevap verdim' dediyse de Hayalî Hafız, Topkapı Sarayı’nda söndürdüğü hayal perdesinin mumunu bir daha hiç yakmamış.”
Daha nasıl bir keramet istersiniz?
Sultan III. Selim, Şeyh Galib’i çok severdi. Ekseriya, saraya davet eder, onunla şiir ve mûsikî sohbetleri yapardı. Hükümdar bu sohbetlerde tamamen merasim ve teklif, tekellüfü kaldırmıştı. Kendisi de Mevlevî olduğu için bir gün başını Şeyh Gâlib’in dizine koyarak görüşürlerken Selim Han:
“Şeyhim der, bana Hazret-i Mevlâna’nın bazı kerametlerini söyler misiniz?”
Şeyh Galib;
“Aman efendimiz” der, “bir iradesiyle orduları, donanmaları harekete getiren, üç kıtada yaptığı fütuhat ile muazzam bir ülkenin sâhibi bulunan sizin gibi bir hükümdarın benim gibi âciz bir dervişin dizine başını koyarak ona bu derece iltifat etmesi Hazret-i Mevlâna’nın en büyük kerameti değil midir? Daha nasıl bir keramet istiyorsunuz” diyerek cevap verir.
Padişahın gösterdiği bu dostça ilgi ve sevgiyi Gâlib, ona sunduğu bir kasidede; Hüseyin Baykara-Molla Cami ve Ali Şîr Nevâî münasebetleri anlamında ve daha yüksek düzeyde bir münasebet olduğunu ifade ediyor:
Hüseyn-i Baykara bahş etmemişti Monlâ Câmî’ye
Bana ol kâmı kim bu husrev-i sâhib-kıran verdi
Şeyh Gâlib’e Sultan III. Selim’in öyle bir ince iltifatı vardır ki, bu padişahın hüviyetini gösterir. Bu büyük şaire hediye vermek istediği zaman keseyi altınla, inciyle doldurarak, yahut listeler dolusu eşya vererek kendisinin vermek kudretini, karşısındakinin ise muhtaç olmak hususundaki aczini gösteren şeyler yapmazdı.
O, Şeyh Galib’e Hazreti Peygamber’den sonra en çok sevdiği Mevlâna’nın, Mevlâna’dan sonra en çok sevdiği Cevrî Dede’nin eliyle yazdığı Mesnevisini vermişti. Bu suretle bu padişah hediyesi maddî bir lütuf olmaktan çıkarak iki arkadaş arasında alınıp verilen manevî kıymetli bir hediye olmuştu.
Bu ince hediyenin heyecanı Şeyh Gâlib’in III. Selim’e yazdığı “verdi” redifli kasidesinin muhteşem beyitleriyle kemal noktasına çıkmıştır!
Bana Sultân Selîm-i kâm-ver kâm-ı cihân verdi
Bütün dünyâ değer bir genc-i hâs u râyegân verdi
Bundan ulu devlet olur mu?
III. Selim Han’ın dinî duyguları da pek yüksekti. Cenâb-ı Hazret-i Hakk’a bir münacatı şu şekildedir:
Hezârân hamd ola Mevlâya her ân
Pür etdi cümle mahlûku o Sübhân
O birdir hem dahi bâri Hudâdır
Yoluna cümle cânlar hep fedâdır
Eder bir anda cümle dehri yeksân
Bir anda hem garîk-i bahr-ı ihsân
Sığışmaz kudreti akl u gümâna
Nazar kıl sen de bir kez âsmâna
Azîmü’ş-şândır ol Rabb-ı Sübhân
Akıl ü fikri halkın cümle hayrân
Yaratmış sevgili fahr-ı cihânı
Anunçün halk edip kevn ü mekân
Şükr kim olmuşuz bân ile kulu
Olur mu hîç devlet bundan ulu
Bihamdi’llah Resûle olduk ümmet
Olur mu bundan özge bir inâyet
Yaratmış Hâlik ü Sübhân ü Hallâk
TEFEKKÜR
Ey dil bu gaflet tâ be key varma tegâfül semtine
Bil kıymetin erbâbının nâ-merd ile merdânı seç
III. Selim Han
(Ey gönül gaflet ve bilmezlikten gelme ne vakte kadar sürecek
Ehil kimselerin kıymetini bil, mert ile namerdi birbirinden ayır
.
CHP’nin camiler sicili!
22 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :21 Kasım 2024 22:22
Bütçe görüşmeleri sırasında Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in CHP’nin laiklik anlayışı hakkındaki söylemleri bilhassa CHP döneminde dindarlara yapılan baskı, dinî hayata müdahale ve cami, mescit ve benzeri dinî eserlere karşı tutumu dile getirmesi ciddi tartışmalar doğurdu. Nedense CHP’liler ve bilhassa sosyal medyada CHP yandaşları bu konular gündeme geldiğinde köpürüyorlar. CHP’nin bu tip uygulamalarını yok sayıyorlar ve söyleyenlere karşı kin ve husumetle saldırıyorlar.
Oysa güneş balçık ile sıvanmıyor. Yok demekle, gerçekler kaybolmuyor. Efendim Menderes döneminde de camiler yıktırıldı demekle başka zamandaki uygulamalar aklanmıyor. Zira birinde herhangi bir sebeple cami yıkımı yapılırken diğerinde ise dinî eserlere olan lakaytlık ve hatta düşmanlık sebebiyle gerçekleştiriliyor. Sıkıntı da buradan doğuyor. Nitekim 27 Mayıs ve 28 Şubat ihtilallerinde başörtüsü düşmanlığı da bunun tezahürü olarak ortada duruyor.
Ortada arşivler var. Devrin gazeteleri var. Konu ile ilgili onlarca eser ve makale var. Bir taraftan ilim, bilgi, arşiv vesair diyeceksin. Diğer taraftan bütün bunları yok sayacaksın.
Her devletin, her milletin, her kuruluşun, her şirketin, her ilim dalının aklınıza gelecek her şeyin bir tarihi geçmişi olduğu gibi her partinin de bir tarihi veya tarihçesi vardır.
Galiba CHP kadar tarihinden habersiz bir parti yeryüzünde görünmez. Tarihteki uygulamalardan rahatsız iseniz bununla yüzleşir ve özür dilersiniz. Yok yüzleşmiyor ve yok sayıyorsanız bu durum ileride aynı şeyleri yine yapmaya namzetsiniz demektir. Onun için bu hâletiruhiye iyi değerlendirilmelidir.
Evet CHP’nin camilerle mescitlerle ve buna benzer dinî yapılarla ilgili sicili maalesef iyi değil. Bunu özellikle Devlet Arşivleri Başkanlığı Cumhuriyet Arşivinin çeşitli tasniflerindeki belgelerde fazlasıyla görmekteyiz.
Bu belgeler tarandığında tek parti döneminde camilerin tasnif edilerek ihtiyaçtan fazla olanlarının kadro harici ilan edildiği, satıldığı veya çeşitli maksatlarla kullanıldığı biliniyor.
Kadro dâhilinde bulunan nice camiler de keyfî uygulamalardan kurtulamamıştır. Bunların pek çoğu çeşitli kişi ve kurumlarca depo olarak kullanılmışlardır. Tarihî değeri olan ve ibadete açık olan birçok cami, askerî birliklerin uhdesine geçmiştir. Yine bu dönemde bazı kurumlar buğday, un, sanat eseri, tarihî eser, silah ve benzeri eşyaları koymak için camileri istemiş ve almışlardır.
Bu duruma zaman zaman Vakıflar Müdürlüğü ve Diyanet İşleri Başkanlığının itiraz ettikleri, bazen itirazların kabul edildiği ve camilerin kurtarıldığı da vaki olmuştur.
Bu süreçte kira ve işgal edilen camilerin kötü kullanıldığı ve birçoğunun tahribata uğradığı sıklıkla kayıtlara geçmiştir.
Camiler batan geminin malları gibi!
II. Cihan Harbi döneminde “cihet-i askeriye” emrine verilen camiler hakkında 6 Eylül 1939 tarihinde valiliklere yazılan talimat şu şekildedir:
“Cihet-i askeriyece istenilecek camiler hakkında vaziyeti hazıranın devamı müddetine münhasır olmak üzere mahallî komutanların göstereceği kati lüzum ve ihtiyaca göre evvela kadro harici, ondan sonra tarihî ve mimari kıymeti bulunmayan camilerin ordu ihtiyacına verilmesi ve ecdat yadigârı olan abidatın tamir ve ihtiyaçları için çok paralar sarf edilmekte olmasından zaruri hâllere inhisar ettirilecek olan bu işgal lüzum ve ihtiyacının valilerin takdirlerine bırakılmıştır” (Cumhuriyet Arşivi, BCA, MGM K, 30-10-0-0 /192-318-6).
Bu şekilde mahallî görevlilerin inisiyatifine bırakılan nice camiye el konulmuş ve bunlar tehlike geçmiş olmalarına rağmen bir daha boşaltılmamıştır. Nitekim vakıflar üzerinde ciddi araştırmaları bulunan Nazif Öztürk Bey’in tespitlerine göre, Türkiye’de tek partili yıllarda toplam 488 adet cami askeriyeye tahsis edilmiştir.
Bursa Osmangazi Şahadet Camii, Bando ve Muhafız Birlikleri için tahsis edilmiş olup uzun süre koğuş ve bando-mızıka eğitim yeri olarak kullanılmıştır. Cizre’deki M. Nuri Camii, önce askerî tavla ve samanlık olarak tahsis edilmiş, asker boşaltmış olmasına rağmen bu defa da kumarhane olarak kullanılmıştır. Keza Keşan’da yedi tane “tarihî” cami hayvan yemliği olarak kullanılmıştır. Ünye’de bulunan Saray Camii de böyle bir problem yaşamıştır. Caminin senelerden beri cezaevi olarak işgal edilmesi ve defalarca müracaatlara rağmen boşaltılmaması halkın şikâyetine yol açmıştır. Sonunda halk tekrar camiyi satın alarak ibadete açmıştır. Üsküdar Mirgün’de Reşid Paşa Camii, Beykoz ve Akbaba köyü camileri de silah deposu olarak kullanılmıştır. Halk bu konuda şikâyetini bizzat CHP’li vatandaşlar olarak partiye bildirmişlerdir. Bu tip örnekler sayısızdır. Türkiye’nin hemen her yerinden böyle manzaralar görülmektedir.
Tek Parti döneminde ister mülki makamlar ister askerî veya sivil kişiler olsun, her kim geniş bir mekâna ihtiyaç hissediyorsa ilk akla gelen maalesef cami ve mescitler olmuştur. Batan geminin malları gibi sanki herkes bir cami ele geçirmenin derdine düşmüştür. Bu minvalde birçok cami ve mescit, ressamlar, sanatçılar veya başka alanlarda çalışan gruplara verilmiştir.
Müzeye çevrilen camilere bilinen en çarpıcı örnek şüphesiz Ayasofya olmuştur. Fatih Sultan Mehmed Han’ın fethin nişanesi olarak camiye çevirdiği bu muhteşem mabedin müzeye dönüştürülmesi, Türk halkının kalbinde derin bir teessür meydana getirmiş ve yıllarca yeniden aslına döndürülebilmesi için mücadele vermesine sebep olmuştur.
Bu vesile ile Ayasofya’nın tekrar asli hüviyetine dönme kararını veren zamanın Danıştay 10. Daire Başkanı Yılmaz Akçil Bey ve üyelerini ve bu kararı onaylayan Sayın Cumhurbaşkanı’mız Erdoğan’ı bir kez daha tebrik ederim. O süreçte Ayasofya’nın camiye çevrilmemesi için büyük uğraş veren ve neredeyse ülkemizi dış dünyaya şikâyet eden CHP’li idareciler yine eski alışkanlıklarını devam ettirmişlerdir. Ancak AK Parti’den ziyade CHP’li bir bakan gibi hareket eden Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy gerek Ayasofya gerekse Kariye camilerinde yarı müze şeklinde uygulamalara kapı aralamış olması ve buna göz yumulması büyük üzüntü meydana getirmiştir. Sayın Cumhurbaşkanı’mızın bu girişimleri durdurması dileğimizdir.
Cami ahır olur mu hiç?
Kurumlar kadar olmasa da kişiler ve hususi şirketler de zaman zaman camilere el koyabiliyorlardı. Kişilerin cami ve mescitleri satın alma veya el koyma nedenleri değişiktir. Bazı partili nüfuzlu kişiler cami ve diğer hayrata keyfî olarak el koyabiliyordu. Bunun en çarpıcı misallerinden biri Balıkesir Sındırgı’da bulunan tarihî bir camidir. Cami, zamanın CHP İlçe Başkanı Ali Reşat Göksiden ve kardeşi Kemal Göksiden tarafından işgal edilmiş ve keyfî olarak kullanılmaya başlamıştır. İlgili yazışmalara bakıldığında bu caminin kurtarılması için halk uzun uğraşlar vermiştir. Müftüye başvurmuşlar, ancak müftü Parti İlçe Başkanı’nın etkisinde olduğundan bir sonuç elde edememişlerdir.
Bu arada aynı uygulamalar çerçevesince birçok cami veya mescit de Müslim ve gayrimüslimlere satılmış; bazıları da kişilere ve kurumlara kiralanmıştır. Bilhassa kadro harici camilerin çok önemli miktarının satıldığı, lokanta, saz evi, ayakkabıcı veya Halkevi binası hâline getirildiği, kadro dâhilinde olanlarının dahi bazılarının iş yeri, depo, kışla ve hatta ahır olarak kullanıldığı arşiv belgelerinde görülmektedir. Maalesef kumarhane gazino ve genelev olarak kullanıldığı dahi meclis zabıtlarına geçmiş camiler mevcuttur.
Bir misal olması bakımında 1952 meclis zabıtlarından anlaşılacağı üzere Ankara Belediye hudutları içinde 30 yıl önce 90 cami ve mescit mevcut idi. 1935 yılında kabul edilen cami ve mescitlerin tasnifine dair 2845 sayılı Kanun uyarınca bunlardan 29 adedi kadro haricine çıkarılmıştır. Geçmiş yıllarda bu 29 camiden 14’ü satılmış, dokuzu yıkılarak arsa hâline gelmiş, üçü akara çevrilmiş, üçü de istimlak edilmiştir.
Bu arada işgal edilen veyahut kiralanan bu ata yadigârı camilere kiracıların hiç iyi bakmadıkları ve hoyratça kullandıkları da ilgili belgelerden anlaşılmaktadır.
Bu konuda devrin gazeteleri üzerinde araştırmalar yapıldığında yüzlerce haber yapıldığı görülecektir.
Nitekim bazı camilerin ahır olarak kullanıldığına dair söylentiler ve şikâyetler çoğalmaya başlayınca hoşnutsuzluk Cumhuriyet gazetesinde de konu edilmiştir. 20.04.1936 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki habere göre Seferihisar’ın Hereke köyündeki İkinci Bayezid Han zamanından kalma tarihî caminin durumu:
“Bu ne insafsızlık, Seferihisar’da tarihî cami ahır yapılmış!” başlığı altında, haber yapılmıştır.
Yine Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, meşhur Sünnî Hatun Camii’nin kiraya verilip ahır olarak kullanılması “Cami ahır olur mu hiç” başlığıyla tenkit edilmiştir (Cumhuriyet, 23 Mayıs 1948).
Bütün bu belge ve bilgiler meydanda iken CHP’nin tarihi ile yüzleşmemesi gerçekten manidardır ve korkutucudur.
TEFEKKÜR
Rahm ederdin dil-i nâ-şâdıma bilsen derdim
Hâlimi arz edemem neyleyeyim âh sana
Vâkıf
(Bilseydin derdimi, kederli gönlüme acırdın,
Hâlimi bildiremem neyleyeyim âh sana!
.
Bidat ehlinin sinsi tuzakları!
29 Kasım 2024 02:00 | Güncelleme :29 Kasım 2024 00:47
Son dönemlerde sosyal medyada bir kısım dinî meseleler üzerinde öyle tartışmalar yürütülüyor ki akıl alır gibi değil!.. İmânî meseleler sıradan basit konular gibi tartışılıyor. Dinî konularda hiçbir altyapısı olmayan gençler bunları dinleyerek kendince akıl yürütüyor. Çoğu farkında dahi olmadan imanını yitiriyor!..
Geçtiğimiz günlerde bir konferansımın sonunda bir anne büyük üzüntü içerisinde yanıma geldi ve; “Ahmet hocam çocuğumu kaybediyorum. Kimi dinliyor, kimden etkileniyor çözemedim. Fakat garip garip sözler söylüyor. Ne olur kendisine bir nasihat etseniz” diye yalvardı.
Kadıncağızın üzüntüsüne bakarak "Beni arasın konuşalım" dedim. Gerçekten birkaç gün sonra aradılar. Kendisiyle uzun bir konuşma yaptım. Dinî hiçbir bilgisi yoktu. Günümüz mezhepsizlerinden okuduğu bir iki isim söyledi ve;
“Sufi mezhebi ile selefi mezhebini araştırıyorum. Selefi mezhebi bana doğru geliyor ve -hâşâ- ben Allah’ın Arş'ın üstünde olduğuna inanıyorum. Bunu anneme anlatamıyorum” diye yakındı.
“Sufi mezhebi nedir, böyle bir mezhep duymadım” dedim cevap yoktu. Selefi mezhebinden ne anladığını sordum. Sadece İbni Teymiye’nin adını verebildi. Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarından, meleklerin, peygamberlerin sıfatlarından sual ettim, hiçbir bilgisi yoktu. Ancak allame gibi tartışmaya çalışıyordu. Namazın farzlarını sordum inanın bunların da cevabı gelmedi. “Kur’ân-ı kerimde yüzlerce âyette namazı dosdoğru kılınız buyuruyor, kulluğun nerede ve muhtemelen namaz da kılmıyorsun”, dedim, sustu.
“Bak kardeşim! Bu ülkede 40 yıl boyunca 'Kur’ân bana yeter' diyenler sonunda deist olarak öldü veya bugün dinsizim diye geziyor aman dikkatli ol! Aman, Ehl-i sünnet büyüklerinin yolundan, şanlı Peygamber Efendimizin izinden ayrılma” dedim.
Uzun bir muhabbetten sonra tavsiye ettiğim Ehl-i sünnet eserlerinden okumaya karar verdi. inşallah yine konuşacağız...
Şunu unutmayalım ki mezhepsiz ve bid’atçi tayfa özellikle çatışmayı ve tartışmayı seviyor. Kur’ân-ı kerim âyetlerine ve hadis-i şeriflere kendi aklına kendi düşüncesine göre cevap veriyor. İnsanları da sinsice bu yöne doğru çekiyor. İslam’ın doğru yolundan sapmış reformcu ve mezhepsiz bozuk itikatlı kimselerin fikirleri ile besleniyor.
Müslüman olduğunu söyleyen fakat Ehl-i sünnet akaidini bilmeyen gençlerimiz de bunlara kolaylıkla kapılıyor.
Bu tip mezhepsiz bid’at ehli insanlara kapılmamak için Ehl-i sünnet itikâdını kısa ve öz olarak da olsa mutlaka doğru eserlerden âlimlerden okumalı ve itikadını buna göre düzeltmelidir. Hak teâlâya yalvararak daima bu itikat üzere olmayı istemelidir.
Şanlı Peygamber Efendimizin çok okuduğu; “Allahümme yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî alâ dînik” (Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah'ım; Benim kalbimi dinin üzere sabit kıl) duasını her namazdan sonra mutlaka okumalıdır.
Hakkı bil batıla düşme!
Ehl-i sünnet eserlerde Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine inananlar için doğru İslam itikadı kısa ve öz olarak şöyle nakledilir:
Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. O’ndan başka her şey, O’nun var etmesi ile var olmuştur. O’nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Varlığından evvel yokluk olamaz. O’ndan başka her şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fâni ve muvakkat olur, yani yok olur.
Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O’dur. İbadete hakkı olan da, yalnız O’dur. O’ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O’ndan başka hiçbir şey, ibadet olunmaya lâyık değildir.
Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı ve cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Cahil veya sapık kimse, O’nu, Arş’ın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, O’nun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadîm olana yani her zaman var olana, yer olabilir mi?
Ehl-i sünnet âlimlerine göre mekânın kıdemi yani önce olmasının yanlış bir değerlendirmeye götüreceği anlayışından hareketle Yüce Allah’a hiçbir şekilde herhangi bir mekân izafe edilemez. Çünkü Allahü tealadan önce hiçbir şeyin varlığından bahsedilemeyeceği için Onun ezelde bir mekân edinmesinden ve Arş'a dokunmasından da bahsedilemez.
Aynı şekilde mekânı yarattıktan sonra mekân edinmesi O’na izafe edilmiş olsa, kendisinin varlığında bir değişme ile zatında bir dokunma durumu söz konusu olacağı için yaratılmış olacağı anlaşılır. Hâlbuki yaratılmış olma durumu ve değişim sonradan olanların özelliğidir. Böyle bir şeyden Yüce Allah münezzehtir (uzaktır).
Bir kısım bozuk itikatlı insanların, Kur’ân’daki âyetlerin zahirî manalarından hareketle Allah’a mekân izafe etmelerine Ehl-i sünnet âlimlerince cevaplar verilmiştir. Bunlardan biri de Maturidilik ekolünün temel taşlarından kabul edilen büyük Hanefi fakihi müfessir ve kelam âlimi Ebü’l-Muin en-Nesefî (v.1115)’dir. Bu büyük âlim bidat ehlinin, âyetleri kendi düşüncelerinin ispatı doğrultusunda kullanmalarının yanlışlığını aklî ve naklî delilleriyle ortaya koymuştur.
Ebü’l-Muin Nesefî, Allahü tealanın yerde ve göklerde olmasının anlamının, yerde ve göklerde olanların Allah’ın takdir ve tedbiriyle olduğu anlamında olduğunu belirtir. O, Allahü tealaya mekân isnadına yol açacak âyetlerin tevil edilmesi gerektiğini, Allah’a bir mekân tahsis edilmesi durumunda hataya ve küfre düşüleceğini belirtir. Aksi takdirde Allah’ın tüm varlığıyla bir yerde bulunma durumunu gösterir ki, bu hâl tek ilahın değil iki ilahın varlığını gerektirir...
İkinci olarak parçalarının her yerde bulunması düşüncesini doğurur ki bu inanış da kâfir olmaya sebep olan bir görüştür. Çünkü Allah’ı cüzlere ayırma düşüncesi batıldır...
Üçüncü seçenek bir yerde olup, başka yerde olamayacağı düşüncesidir. Bu hâl de yaratılanlara ait bir özellik olduğu için ve beraberinde intikale ihtiyaç duymayı getirmesi nedeniyle hatalıdır. Neticede Allahü tealaya bir mekân tahsis etmenin bütün bu yanlış anlayışların sonuçlarına götüreceği aşikârdır.
Tevhid inancının gereği!
Allahü tealaya hiçbir şekilde yer, yön ve mekân isnat edilemez. Alt, üst, sağ, sol, aşağı, yukarı, iç, dış vb. yönlerin hepsi izafi yönler olup bunların hiçbiri her şeyden ve mekândan münezzeh olan Yüce Allah’a isnat edilemez. Aksi takdirde yaratılanların özellikleri gibi bir şeye ihtiyacı olması gibi durum ortaya çıkar ki Yüce Allah bunların tamamından münezzehtir.
Yön olarak yukarıda olmanın aşağıda bulunmadan daha üstün olduğu anlayışından hareketle Allahü tealaya üstte olmayı takdir etme anlayışı da doğru değildir. “Allah, yarattığı kulları üzerinde tek kudret sahibi, her türlü tasarrufa yetkili olandır” (Enam suresi 18.) âyeti bunun delilidir.
Nitekim hükümdarı koruyan bazı muhafızlar işi gereği Sultan’dan yukarı bir yerde koruma görevini yerine getirmektedir. Bu durumda Sultan’ın ondan mekân olarak aşağıda olması durumuna bakarak onun muhafızdan makam itibarıyla aşağıda ve daha düşük konumda olduğu söylenemez...
Duada elleri semaya kaldırmak da Cenab-ı Hakk’a bir yön tayin etmek anlamına gelmemektedir. Kâbe namazın kıblesi olduğu gibi duanın kıblesi de semadır. Yüce Allah ne Kâbe’de ne de yerin alt tarafında olmamasına rağmen namaz kılan kimsenin kıble olarak Kâbe’ye yönelmesi ve secde anında yüzü ve alnı yere koymasında olduğu gibi tamamen kulluk ve itaat etme amacı vardır.
Kur’ân’da kulların rızıkları ile sema arasında bağlantı kurulması da, rızkı veren Allah inancıyla Allah’ın semada mekân edindiği anlamına gelmemelidir. Allah’ın emriyle insanların rızıklarını dağıtmakla görevli meleklerin gökte olması anlayışıyla insanın rızkını elde edeceği yöne yönelerek, ellerini semaya açması kulun samimiyeti içerisindeki yönelişi şeklinde anlaşılmalıdır.
Ebü’l-Muin Nesefî, Bahrü’l-Kelam isimli eserinde Allahü tealaya mekân nisbet edilmesinin tevhid inancını bozduğunu belirtir. Cafer’i Sadık (148/765) hazretlerinin Allah’ın hiçbir şeyden meydana gelmediği, belirli bir mekânda olmadığı ve herhangi bir şeyin üzerinde olmadığı hususlarının tevhid inancının içerisinde olduğunu nakleder.
Çünkü, O’na mekân isnat etmek Allahü tealayı sınırlandırmak olur. O’nu bir şeyin üzerinde göstermek ise Allah’ın taşınması ve muhtaç olmasına işaret edecektir. Yüce Allah bu sayılan nitelemelerden uzaktır.
Ebü’l-Muin en-Nesefi’de olduğu gibi bütün Ehl-i sünnet kelam âlimleri, Yüce Allah’a zahirî manası itibarıyla bir mekân isnat edecek nasları, tevhit akidesi çerçevesinde tevil ederek açıklamışlardır. Dolayısıyla Allahü tealaya mekân isnat etmek anlamına gelebilecek her türlü anlayıştan ve düşünceden uzak durmak gerekir.
TEFEKKÜR
Ne yerlerde ne göklerde ne sağ u sol önü artda,
Beridir şeş cihetden ol ki yokdur hiç mekânullah.
İbrahim Hakkı Erzurum
.
Vatan duygusunu yok eden nefret!
6 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :6 Aralık 2024 01:00
Suriye’deki karışıklık bir haftadır yeniden hareketlendi. Ülkenin haritası neredeyse her gün yeniden şekillendi. Konunun uzmanı olarak konuşturulan kişiler her gün farklı yorumlar yapar hâle geldiler. Sosyal medya her zamanki gibi bölünmüşlüğünü gösterdi.
İnsanlar çelişkiler içerisinde bocaladı. Bütün bunların hepsi maalesef hadiselerin evveliyatını unutmaktan kaynaklanıyor. Her olay, öncesi yokmuş gibi değerlendirmeye tabi tutuluyor. Ayrıca insanlar bir ülkeye angaje olarak yorumlarda bulunuyor. Şu ne diyecek korkusundan bir türlü kurtulamıyor. Açıkçası bütün bu etkenler bizim yorumcularımızın sıhhatli tahliller yapmasını engelliyor.
Önce Suriye Millî Ordusu (SMO) ve Heyeti Tahriri Şam (HTŞ) grubu hızlı bir harekâtla Şam’a doğru ilerlemeye köyleri zaptetmeye başladı. Dünya Halep’te büyük bir direniş bekliyordu. Oysa Halep’i de kolaylıkla zaptettiler. Rejim güçleri her cepheden bozgun yemiş ordu gibi ağırlıklarını bırakarak kaçmaya başladılar. Bu hâl yorumcuları şaşkına uğrattı. Bu defa muhalif güçler büyük bir tuzağa çekiliyor yorumları başladı.
Gerçekten de neden şimdi bu harekât birdenbire başladı. Neden karşılarına ciddi güçler çıkmadı. İsrail, ABD, İran, Rusya neden sessiz denecek bir tavır aldı. Suriye Millî Ordusu ve HTŞ tuzağa mı çekilmekte idi. PKK, PYD, YPG güçleri ne oldu? Bütün bu suallere herkes kendince cevap aramakta fakat ofsayta düşmemek için de temkinli yaklaşmaya başladı. İlk günkü keskin söylemler kalmadı.
Putin yarın buna müsaade eder miydi? Trump koltuğa oturunca ne diyecekti? Yarın Esad daha büyük intikam alır mıydı? Türkiye’ye yeni bir göç dalgası gelir miydi? Şeklindeki suallerle meseleyi bambaşka noktalara çekip bir taraftan son harekâtın aktörlerini yarın daha acı bir akıbetin beklediğini ve Türkiye’nin de son derece dikkatli davranması gerektiğini tavsiye edip durmaya başladılar.
Biz bu değerlendirmeler ve yorumlar üzerinden meseleye bakalım...
Birincisi Türkiye sınır ötesinde belli küçük bir tampon bölge hariç doğrudan Suriye’nin toprak bütünlüğünü ihlal edecek bir harekete girişmiyor ve bugüne kadar da girişmedi. Suriye’de ise büyük devletlerin taşeron grupları her türlü zulmün, fitnenin karışıklığın müsebbibi olarak yıllardır faaliyet hâlindeler. Suriye rejimi ise İran’ın etkisindeki Hizbullah yine İran’ın Haşdi Şabi'si ve Rusya’nın destek birlikleri ile on yılı aşkın süredir halkına kan kusturuyor.
Suriye’de ülke bütünlüğünü dile getiren bir tek Türkiye var... Bu konuda Türkiye’nin son kez ısrarlı tekliflerini Esad bir kez daha reddetti ve hayatının hatasını işledi.
Oysa Suriye için yeni bir tehdit belirmişti. Bu tehdit ortada Suriye diye bir devlet de bırakmayacaktı. Bu tehdit İsrail’di. ABD ve İran Suriye konusunda İsrail’e neredeyse alanı açmış bulunuyorlardı. Lübnan’a yağdırılan bombalar artık sıranın Suriye’ye geldiğini haber veriyordu.
Buna rağmen Esad, Türkiye’nin tekliflerini elinin tersiyle itti. Çünkü kendilerinde var olan büyük Türk nefreti vatan duygularının çok ötesine geçmiş durumdadır. Aynı durum Türkiye’deki bazı mihraklar için de geçerli değil midir?
Ne yazık ki sosyal medyada kimileri Suriye ile Türkiye’nin ortaya çıkabilecek bir çatışması durumunda açıkça Esad’ın safında olacağını deklere etmektedir.
Bu nasıl bir kanı bozukluktur!
Para ile vatan aşkının çatışması
Suriye Millî Ordusu ve HTŞ süratle harekâtını sürdürürken büyük güçler neden yeterince tepki koymadı!
Bizde, “harç bitti yapı paydos” diye meşhur bir deyim vardır. Siz yıllardır bölgeyi kan ve ateş yuvası yaparsınız, istemediğiniz Sünni halkı bölgeden sürer çıkarır boşaltırsanız, artık sonuca varmak üzere olduğunuzu ve birilerine alanı açtığınızı düşünürken birdenbire beklenmeyen gelişmeler kapınızı çalar.
Rusya iki yıldır Ukrayna bataklığında boğuşuyor ve ciddi kayıplar veriyor. Suriye’ye bakacak ve tam anlamıyla yardım edecek hâlde değil.
İran, İsrail karşısında danışıklı yaptığı dövüşü ile dünyaya maskara oldu! Beş yüz füze ile hizaya getirdim diyeceği İsrail’de bir Filistinlinin ölümünden başka sonuç alamadı. Desteklemiş olduğu Hizbullah şamaroğlanı oldu, ne yapacağını bilemez hâlde kaldı.
ABD hükûmet değişikliği ile yeni politikasının ne olacağını çözemez hâle geldi.
İsrail zaten Hamas ve Lübnan’la boğuşmaya devam ediyor.
“Her zaman dest-i dile damen-i fırsat girmez.” Zaman size bazen altın fırsatlar sunar. Şayet kaçırırsanız bir daha hiç ele geçiremezsiniz. SMO ile HTŞ bu fırsatı kaçırmadı. Birlikte gerçekleştirdikleri ortak harekât neticesinde beklenmedik zaferlere imza attılar atmaya da devam ediyorlar.
Bazıları PKK, YPG, PYD, Haşdi Şabi gibi gruplar nerede diye bakıp duruyor. Aslında son gelişmelerin pek çok ibretlik yönü vardır.
Bunlardan biri de para aşkı ile vatan aşkının çatışmasıdır. Suriye’de büyük güçlerin emrinde savaşanlar onların paralı köleleridir. Onlardan gelecek para için savaşmaktadırlar. Her devletin içinde bulunduğu ekonomik kriz muhtemelen bu akışta da kesiklik oluşturdu. Neredeyse bütün ağırlıklarını bırakan bu güçler can kaygısıyla geriye doğru kaçmaya başladılar. Vatan için savaşanlar ise hiç çekinmeden ülkenin önemli mevzilerini rahatça ele geçirdiler.
Halep kalesinde Türk bayrağı!
Suriye Millî Güçlerinin, Türk bayrağını kalelere asmaları ve Türkiye’ye minnet duyguları içimizdeki hainleri kudurtmaya yetti de arttı. Türkiye’nin olayların içerisinde değiliz açıklamalarını duymadılar bile. Evet Türkiye bu olayları dikkatle takip ediyor. Bölgede PKK ve yandaşlarına sağlanacak girişimlere de bîgâne kalmıyor. Bu durum devlet olmanın gereğidir.
Nitekim Halep havaalanının PKK’ya devredilmesine; Tel Rifat’ın PYD-YPG güçlerine bırakılmak suretiyle Suriye’nin kuzey doğusuna ulaşacak bir koridora müsaade etmeyeceğini gösterdi. Zira bu koridor İsrail’in Fırat’a ulaşmasını sağlayacak bir koridordu.
Mülkte zelzele gaflettendir. Bu hadiseleri görmezseniz ileride çok ağlarsınız. Türkiye bu adımları attığında kimin gam keder içinde kaldığına bakarsanız neticeyi anlarsınız.
Bu arada Türk milletinin gelişmelerden duyduğu haklı sevince katlanamayanlar HTŞ’nin bir terör örgütü olduğunu dillendirerek gelecekte bölgeye büyük sıkıntı vereceğini konuşmaya başladılar. Bir kez daha sosyal medyada organize bir şekilde yürütülen bu algı etkili olmadı değil. Gelişmelerden memnun kalan nice insan bir anda çekimser hâle düşerken kimisi de saldırılar karşısında şaşkına döndü. Zira bunların bir kısmı da muhafazakâr çevrelerdi. Bir anda algıya yem olmuşlardı.
Oysa HTŞ eski hâlinde değildi. Suriye Millî Ordusu ile çekişmesini bitirmişti. El-Kaide ve diğer bazı gruplarla irtibatını kesmişti. Nitekim harekâtta gösterdiği tutum da radikal bir örgüt gibi değil devlet hassasiyeti içerisinde hareket ettiğini gösteriyordu.
ABD’nin HTŞ’yi terör listesinde göstermesi hemen herkesi mutlak o noktada mı gösterecektir. Türkiye’yi Haçlılara peşkeş çekecek olan FETÖ örgütünü ABD’nin koruyup kolladığını ne çabuk unuttunuz! Türkiye’nin on binlerce şehit vermesine sebep olan PKK’nın uzantısı PYD ve YPG Suriye’de ABD’nin bir numaralı dostudur. Yıllardır Türkiye’ye karşı ABD tarafından eğitilmekte ve silaha boğulmaktadır.
Bu milletin evlatları bunu görmezler mi anlamazlar mı? Bir anda estirilen algı operasyonlarına nasıl kanar ve etkilenirler. Gerçekten yazık!..
Basiret lazım!
Öte yandan bütün bu gelişmelere Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Özgür Özel’in yaklaşımı ülkemizi yönetmeye talip olan kişilerin ülke gerçeklerinden ve çevremizdeki olup bitenlerden ne kadar uzak olduklarını açıkça gösteriyor. Özel açıklamasında diyor ki:
“Türkiye sonu belli olmayan maceralardan uzak durmalıdır… Bugün HTŞ gibi terör örgütlerinin Suriye rejimini geriletme çabalarına aklıselimle yaklaşılmalıdır. İran’ın zayıflatılması, İsrail’in hâkimiyetinin artması Ankara’nın önceliği asla olmamalıdır.”
Suriye’de süper güçler büyük oyunların peşinde iken, İsrail’in sınırsız katliamlarına devam ederek hududumuza yaklaşma sinyali alınmışken devlet olarak geliştirilen politikaları macera olarak nitelemek aklıselim sahibi birinin bakışı olamaz.
Keza İsrail’in hâkimiyetini artıran kimdir ve İran’ı güçsüzleştiren nedir? Ülke yönetimine talip birinin İran’ın Azerbaycan’da ve Zengezur Koridoru'nda oynadığı rolü bilmemesine imkân yoktur.
İran hiçbir ilgisi yok iken Suriye’de Türkiye’nin mahvına yol açacak gelişmelere imza atarken Özel’in İran’ın zayıflatılmasının derdine düşmesi gerçekten manidardır.
İsrail hâkimiyetinin artması konusunda ise ABD’yi, İran’ı, İngiltere’yi, Avrupa’yı görmemesi ve peşinden Türkiye’yi suçlar tavır takınması ise apayrı bir problemdir.
İnsanın görme yeteneği sadece baş gözünden ibaret değildir. Basiret gerekir!
TEFEKKÜR
Hak yol aramak vacibdür akl-ı selime
Tevfîkini isterse Hüdâ râhber eyler
Şinasi
(Aklıselimin vazifesi hak yolu aramaktır.
Başarısını isterse Hüda yardımcısı olur
.
Roller değişti!
13 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :12 Aralık 2024 22:05
Suriye’de 61 yıllık Baas rejimi on üç günde çöktü. Dünya şaşkınlık içerisinde bu tarihî on üç günü hızlandırılmış bir film izler gibi izledi.
Her ne kadar harekâtta aktif rol almasa da Türkiye’nin gücüne ve etkisine dünyanın her yerinde vurgu yapıldı.
Türkiye böylesine bir güce erişir miydi ve bu günler tahmin edilir miydi?
Geçmişi bilmeyince ve mukayese yapmayınca tabii ki anlamak imkânsız olur.
Şu son yirmi günde devletlerin verdiği demeçlere ve yaşananlara dikkat kesilelim. Suriye Millî Güçleri birlik beraberlik içerisinde başlattığı büyük harekât ile süratle rejim güçlerinin elindeki yerlerde hâkimiyetini tesis edip her gün önemli mevzileri alırken, ABD sadece, “gelişmeleri yakından takip ediyoruz” mesajını veriyor! Yakında ABD’de de tekrar dümene geçecek olan Trump, "Bizim Suriye ile bir meselemiz yok" diyerek topu Rusya’ya atıyor. "Bu, Rusya’nın mağlubiyetidir" diyor.
Rusya ne yapacağını bilemez hâlde şaşkın bir vaziyette olayları izliyor.
Bir iki uçak göndererek hâlâ sivilleri bombalamayı sürdürüyor.
İran çaresizlik içinde gelişmeleri takip etti. Rusya’dan medet umdu. Bir Şam’a, bir Türkiye’ye koştu durdu. Bu arada çıkmayan candan ümit kesilmez misali Doha'da son bir buluşma için çırpınıp durdu.
Esad’ı kurtarabilmek adına son çırpınışlarını yaşadı.
Türkiye ise sahada olayların tek hâkimi, kurgulayıcısı ve yönlendiricisi oldu.
İşte dünya, Türkiye’nin bu büyük oyun kuruculuğunu gıpta ile izleyip takip etti.
Evet yüzyıldır büyük güçler icraat yapar Türkiye dikkatle takip ederdi.
Türk yetkililer her defasında olayları ciddiyetle takip ettiklerini beyan ederlerdi. Bu takibin neye yaradığını kimse anlamazdı. Süper güçler işlerini bitirince bizim ciddiyetle yaptığımız takip de son bulurdu.
Bu defa ise tam tersi oldu. Evet ABD ve Rusya işin içerisine girmedi, giremedi o başka mevzu. Burada asıl olan Türk devlet aklının ilk kez böyle bir büyük oyunun kurucusu ve yürütücüsü olmasıydı. Sahip çıkmasıydı.
Türkiye bu tavrı ile artık bölgesel güçte zirveye yükselmiştir. Uluslararası süper güç yolunu açmıştır.
Burada en büyük talihsizlik Türk muhalefet liderlerinin henüz bunu anlamamış olmasıdır. Onların hâlâ yüzyıldır devam eden ezik siyaseti devam ettirme çabalarını görmek büyük üzüntü vesilesidir.
Zira devletimiz tam sekiz yıldır bu sürece doğru emin bir şekilde ilerliyordu.
Pes doğrusu!
Türkiye’deki muhalefete bir ad koymak mümkün değil. Zira dünyada eşini ve benzerini bulmak pek mümkün değildir. Yıllardır sınır komşularınız üzerinde büyük oyunlar oynanacak, süper güçler sınır komşularınız içinde cirit atacak, haritaları değiştirecek ve siz bütün bu hadiselere karşı gözünüzü kulağınızı kapatıp uyuyacaksınız!
Etrafımda neler oluyor dahi demeyeceksiniz! Tedbir alalım, dikkatli olalım, hazırlık yapalım diyenlere macera peşinde koşma diyeceksiniz.
Dostunuzu ve düşmanınızı dahi tanımayacaksınız! Nitekim Türkiye’nin yıllardır başını ağrıtan on binlerce evladının şehit düşmesine sebep olan PKK terör örgütüne kol kanat gererek Esad ve rejiminin arkasında duracaksınız.
Esad’ın son harekâtta artık Şam’dan kaçacağı belli olmuş hatta Şam’ı terk etmiş iken Türkiye hükûmetine "Esad ile masaya oturun meseleyi çözün!" diye ciyak ciyak bağıracaksınız.
Pes doğrusu! Bu tavrın adını koymak imkânsız. Sipariş verseniz böyle bir muhalefet partisi kurduramazsınız. Bunların dış işlerinden anlayan hiç mi uzmanları yoktur. Bunlar yarın iktidara geldiklerinde nasıl bir politika izleyeceklerini hiç mi düşünmezler. Dünyadaki ve hatta komşularındaki gelişmeleri hiç mi takip etmezler.
Ülkemiz adına baktığımızda en büyük talihsizlik bu olsa gerek! Evet, kurucu liderleri İnönü’den itibaren bu tavırlarını anlamak kolay. Fakat onlarca lider değişmesine rağmen bir partinin zihniyeti hiç mi değişmez anlamak mümkün değil!
İsrail’e kim alan açıyor!
Geçen hafta Suriye Millî Güçlerinin süratli bir şekilde başarılı olduklarının nedenlerine bir nebze değinmiştim. Bazıları bu başarıyı bir türlü anlamak istemiyor. Bu durumun altında mutlaka bir İsrail oyunu görmek istiyor. ABD’nin İsrail’e alan açtığını düşünüyor. Hatta Türkiye’nin kimi bilerek kimi bilmeyerek bu oyunun bir parçası olduğunu savunuyor.
Elbette zaman her şeyi gösterecektir. Fakat kendi ülkesine karşı bu kadar amansız mankurtlar topluluğunu da bir arada görmek imkânsızdır.
Sanki İsrail bir yerlerde sıkışıp kalmıştı... Sanki ABD oralarda taşeron silahlı örgütleri kurmamış ve onları silaha boğmamıştı... Sanki Suriye, İsrail’e dur diyecek Sünni halktan, neredeyse yüzde seksen boşaltılmamıştı... Sanki İran, Suriye’de Sünni vatandaşlar üzerinde katliamın en şiddetlisini gerçekleştirmemişti... Sanki Rusya, Suriye’deki mevzilerini boşaltıp çekip gitmişti... Sanki Türkiye 13 yıldır uyumaya devam ediyordu...
Türkiye birden İsrail’in sıkışıp kaldığını gördü ve alan açmaya koyuldu öyle mi? Şu sözü söyleyen insanlar İsrail, ABD ve İran’dan birinin gönüllü tasmalı sözcüsünden başka bir şey olamaz!..
Bunların en önemli bir vazifeleri de her vesile ile Türkiye’yi ve gücünü küçümsemektir. Her şeyi Batı’ya bağlamaktır. Batı isterse olur Batı istemezse olmaz zihniyetindedir. Bunlar önce imanlarını sorgulamalıdır!..
Allah dilerse olur dilerse olmaz. Cenab-ı Hakk’ın vaadi vardır. Çalışanlara, düşmanın silahı ile silahlananlara, tedbir ehli olanlara kendisine güvenenlere yardımcıdır. Bu böyledir. Fakat düşmanına râm olmuş beyinsizlere de bir şey anlatmak gerçekten güçtür. Fakat onlara kapılanlara karşı uyandırıcı ikazlar yapmak da boynumuzun borcudur.
Evet, Türkiye’nin üst üste Suriye harekâtlarını, onları ne zahmetler uğruna gerçekleştirdiğini Rusya ve ABD ile nasıl bir mücadele verdiğini bileceksin. İçeride ve dışarıda müthiş muhalefete rağmen kaya gibi kımıldamadığını göreceksin. Dünyanın sırt çevirdiği muhalif Sünni birliklere cansiparane sahip çıktığını, zulümden kaçanları ise ülkesine buyur edip her türlü ekonomik sıkıntıya karşı onlara kardeş gibi muamele ettiğini ve asla şikâyet etmediğini hiçbir zaman unutmayacaksın...
Türkiye, bütün bunların yanında dağınık Suriye muhalefet güçlerini birleştirmek için de yoğun çaba harcadı. İsrail’in Gazze’de durmayacağını gördü. Lübnan ile birlikte artık Suriye’ye gireceğini anladı. İş işten geçiyordu.
Türkiye’de Sayın Erdoğan ile Bahçeli’nin son çıkışlarını iyi tahlil edenler meselenin idrakinde idiler. Esad son kez uyarılmak istendi ancak anlamadı. Bunda en büyük pay İran’ındı. Zira İran ve Esad’ın Hıristiyanlardan ve İsrail’den ziyade düşmanlıkları Türkiye’ye ve Sünni İslam’adır.
Şurası gayet nettir. Türkiye İsrail’in yolunu kesmek istemektedir. Lübnan’ı bombalamaya başlaması ile birlikte Kürt gruplara selam üstüne selam gönderen ve güzellemeler çeken Netanyahu’nun hevesini kursağında bırakmaktır. Netanyahu artık Fırat’taki YPG-PYD güçleri ile Suriye’den açılacak bir koridorla birleşmenin hayallerini kuruyordu.
İşte Türkiye bunun önünü kesmek için Suriye Millî Güçlerinin yanında durdu. Evet doğrudan müdahale etmedi. Zira Türkiye’nin Suriye’nin bütünlüğü ile derdi yoktur. Türkiye’nin içeri girmesi herkesin hareketlenmesine ve Türkiye üzerinde uluslararası baskıya sebep olacaktı. Türkiye akıllı bir kararla böyle bir duruma düşmedi.
Suriyeli Millî Güçlerin yanında olduğunu on üç yıldır olduğu gibi bugün de belirtti. Sonunda Türkiye’nin desteklediği güçler; Millî Muhalif Güçler rejimi yok ederek Suriye’de idarenin başına geçti.
Bundan sonra Suriye’nin içinde olan kim varsa sıkıntı yaşayacaktır. İsrail elini kolunu sallayarak mücadele edemeyecektir. Görünüşte düşman gerçekte dostu olan Esad rejimi artık son bulmuştur.
15 Temmuz’dan sonra İsrail’in planlarına en büyük darbe bu harekat ile vurulmuştur.
Göreceğiz!
TEFEKKÜR
Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Allah’adır tevekkülümüz i’timâdımız.
Bâkî
(Aşağılık dünya için alçaklara baş eğmeyiz.
Tevekkülümüz ve itimadımız ancak Allah’adır
.
Suriye’nin İslam’a açılması!
20 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :19 Aralık 2024 22:14
Suriye’deki son harekâtın hiç beklenmeyen bir tarzda süratle neticeye ulaşması, altmış bir yıllık rejimin 13 günde yerle bir olması dünyada ve Türkiye’de şok etkisi yaptı. Akıllar bu süratli ve kesin neticeye varan harekâtı ancak gerçekleştikçe idrak edebildi. Başarının sebepleri konusunda hep büyük güçlerin stratejilerine odaklandılar. Hep onlar tarafından hadiseleri değerlendirdiler.
Zira günümüz yorumcuları her meseleye maddi gözlüklerle bakmaya alışmışlar. Manevi yönleri neredeyse hiç görmüyorlar. Ya inanmıyorlar ya kaale almıyorlar ya da değerlendirmeye korkuyorlar.
Evet devletlerin içinde bulunduğu şartlar elbette ki önemlidir. Fakat bir de o başarıyı getiren kendi şartlarınız vardır. Maddi şartlar vardır, manevi şartlar vardır.
Oysa tarihimiz boyunca bizim devletlerimiz hep maneviyat ile maddiyatı bir yürütmüştür.
Kanuni Sultan Süleyman:
İki yandan kuşanalım yine gayret kuşağın
Bulanıp toz ile toprağa bu râhı çekelüm
Derken bu hususa işaret etmektedir. Zira maneviyat ile kalpten korku gider, güç kazanır. Orduların, milletlerin zafere olan inancı pekişir. Zorluklara karşı tahammül sahibi olur. Başarı ümidi hiçbir zaman eksilmez.
Tarihi bilmek bu bakımdan son derece mühimdir. Nitekim Suriye’nin İslam’a açılması iyi bilinirse bütün bu hususlar mükemmelen anlaşılır.
Müslümanların Suriye istikametine yönelik ilk askerî teşebbüsleri daha Şanlı Peygamberimiz hayatta iken başlamıştı. Mûte Gazvesi ve O’nun bizzat katıldığı Tebük Seferi Suriye’deki Bizans kuvvetlerini hedef alan faaliyetleri.
629 (h.8) yılında yapılan Mûte Savaşı, Müslümanların Rumlarla yaptıkları ilk savaş oldu. Savaş, Resulullah’ın Busra valisine gönderdiği elçisi Haris bin Umeyr’in şehid edilmesi üzerine çıktı...
Mûte üzerine gönderilen üç bin kişilik İslam ordusu bölgedeki yüz bin kişilik Bizans ordusuyla savaşmak zorunda kaldı. Şanlı Peygamber Efendimizin tayin ettiği üç komutan, Zeyd bin Hârise, Cafer bin Ebu Talib ve Abdullah bin Revaha şehid olmakla birlikte askerler tarafından kumandan seçilen Halid bin Velid orduyu toparladı. Taktik manevralarla düşmanı geri çekilmeye mecbur bıraktı. Büyük başarı ve moralle Medine’ye döndü...
Peygamber Efendimizin son seferi olan Tebük Gazvesi ise Rumların Müslümanlara karşı büyük bir ordu hazırladıkları haberi üzerine yapıldı. 630 (h.9) yılında gerçekleşen bu seferde Bizans ordusu çok güçlü olmasına rağmen, 30 bin kişilik ordusuyla Tebük’e gelen şanlı Peygamber’in karşısına çıkma cesaretini gösteremedi...
Mûte ve Tebük seferleri daha çok bölgenin emniyetini temin maksadıyla yapılmıştı. Ancak Peygamberimizin bölgenin fethedileceğine dair söylediği hadisler, Müslümanlar için bir hedef belirleme olacaktı. Nitekim bu maksatla ilk Halife Hazreti Ebû Bekir, irtidat hadiselerini sona erdirir erdirmez Irak ve Suriye topraklarına yönelik cihad hareketini başlatacaktı.
Zaferin sırları!
Müslümanlar, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer dönemlerinde Suriye topraklarında kısa sürede büyük başarılar elde ettiler. Bölgeye geldikleri ilk yılda (634/h.13) Ecnadeyn Zaferiyle Suriye kapıları Müslümanlara açılmıştı. İki yıl sonra gerçekleşen ve zaferle neticelenen Yermük Savaşıyla da (636/h.15) bölgenin önemli şehirleri tamamen ele geçirilmiştir. Neticede bölgeye gelişlerinden altı yıl kadar sonra (640/h.19) Suriye bütün şehirleriyle teslim olmuştu...
Nasıl oluyordu da Arap Yarımadası’ndan çıkan bir avuç insan o günkü dünyanın süper güçlerine meydan okuyordu? İki süper güçten birini yok edip diğerini Suriye topraklarından sürebiliyordu. Fetihler kısa bir zamanda büyük zaferleri doğurmuş ve çok dikkat çekmişti. Tarihçiler bu hususların üzerinde önemle duracaklar ve başarı sebeplerini ciddiyetle araştıracaklardır.
Bu araştırmaları bilmek, bu sonuçları gençlerimize göstermek, okutmak ve anlatmak tarih şuurunun oluşmasında fevkalade önemlidir.
Her şeyden önce Müslümanların kazandıkları zaferin gerçek sebebi, “İ’lây-ı Kelimetullah” davası diyerek tanımladıkları Allah’ın adının yüceltilmesi için savaşmaları idi. Allah yolunda şehit olmayı arzu etmeleri, cihadı en üstün bir amel olarak bilmeleri idi.
Cihad yolunda şanlı Resulullah’ın onlara kazandırdığı ve Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer gibi liderlerin kuvvetlendirip parlattığı şevk, azim, metanet, cesaret ve yiğitlik en büyük hasletleri idi. Bunlar Bizans İmparatorluğu ile Sasani Devleti’nin, kudretlerinin zirvesinde oldukları zamanlarda bile mukavemet edemeyecekleri silahlardı.
Bizans tarihi üzerinde araştırmalarda bulunan Kaegi, Müslümanların fetihlerdeki başarısını ve İslam’ın bundaki rolünü; “Müslümanlar arasındaki sadakatte İslam’ın rolü, Bizans liderlerinin işini daha da zorlaştıran ve belirsiz hâle getiren yeni ve daha önce tahmin edilemez bir faktördü. İslam’ın Müslümanlara sunduğu dinî motivasyon karşısında Hıristiyan inancı çaresiz kaldı” ifadeleriyle dile getirmiştir:
Gerçekten de Arabistan’ın kurak çöllerinde yetişmiş, düzenli bir ordu ve savaş sistemine sahip olmayan bu insanlar nasıl oldu da Sasanîler gibi bir imparatorluğu ortadan kaldırıp Bizans’ı da Suriye topraklarından çekilmek zorunda bırakmıştı? Burada verilecek tek cevap, onların, “derin bir iman”a ve “cihad arzusu”na sahip olmaları idi. Samimiyet ve teslimiyetle gösterdikleri insanüstü cesaret ve sadakat, başarıya ulaşmalarını kolaylaştırıyordu.
Üstün ahlakın temsilcileri!
Müslümanların sahip olduğu üstün özellikleri düşmanın gerek komutanları gerekse imparatorlarının da dikkatini çekiyor ve hatta bunu itiraf etmek durumunda kalıyorlardı.
Bunlardan biri de imparator Heraklius idi. O, bir defasında Bizans orduları, Müslüman ordular karşısında yenilgiye uğradığında adamlarına şöyle söyledi:
“Yazıklar olsun size, sizinle savaşan şu kimseler, sizin gibi insanlar değil midirler?” Orada bulunanlar krallarının bu tahkir edici sorusuna, “Evet” deyince Heraklius bu sefer;
“Siz mi çoksunuz onlar mı?” diye sordu. Adamları buna da, “Her yerde biz onlardan kat kat fazlayız” dedi. Heraklius;
“O hâlde size ne oluyor da onlarla her karşılaşmanızda mağlup oluyorsunuz?” diye sorunca içlerinden ileri gelenlerden ve Müslümanlar hakkında malumat sahibi olan yaşlı bir adam şunları söyledi:
“Onlar gece namaz kılar, gündüz oruç tutarlar. İyiliği emredip kötülükten sakındırırlar. Birbirlerine insaflı ve âdil davranırlar. Ahitlerini yerine getirirler. Biz ise içki içer, zina eder, ahitleri bozar, kızar, zulmeder, Allah’ı öfkelendirecek şeyleri emreder, razı olacaklarını da yasaklarız. Yeryüzünde fesat çıkarırız.” Bunları dinleyen Heraklius, “Beni doğruladın” demiştir.
Bölgedeki Hıristiyan yerli halkın düşüncesi de krallarının düşüncesi ile aynı idi. Bölgeye gelen Eshab-ı kiramın maneviyatının ne denli büyük olduğu hususunda onlar da kralları gibi düşünüyorlardı. İmam-ı Malik hazretleri, Suriye fetihlerine katılan sahabiler hakkında, bölgenin gayrimüslim vatandaşlarının şöyle söylediğini nakletmiştir:
“Allah’a yemin olsun ki bunlar Hazreti İsa’nın havarileri hakkında bildiğimiz üstün meziyet ve değerlere onlardan daha fazlasıyla sahip olan kimselerdir.” Görüldüğü üzere fetih hareketinin asıl öncüleri olan sahabileri, Hazreti İsa’nın havarilerine benzetmişlerdi.
Gerçekten de Müslümanlar, fetihler esnasında da İslam’ın kendilerine öğrettiği üstün ve yüce ahlakı en güzel şekilde yaşıyor ve düşmanlarına gösteriyordu. Onlar Şanlı Peygamber Efendimizin savaşta çocuk, kadın ve yaşlıların öldürülmemesi emrine tam manasıyla uygun davranıyordu.
Ünlü Avrupalı tarihçi Von Kremer; “Müslümanlar savaşlarda yüce bir ahlakı temsil etmişlerdir. Bu yüzdendir ki fetihler sırasında asla herhangi bir katliam ve gasp olmamıştır” demiştir.
Müslümanlar manevi yönlerine paralel olarak maddi bakımdan da düşmandan üstün olmaya çalışıyorlardı. Çağın gerektirdiği savaş taktiklerini ve araç-gereçlerini geliştirip kullanıyorlardı. Hâlid bin Velid hazretleri gibi komutanların askerî dehaları buna eklenince zafer daha da kolaylaşıyordu.
Yermük Savaşında Bizans ve Sasaniler tarafından kullanılmakta olan bir taktiği kullanarak orduyu sağ, sol ve kalp (orta) olmak üzere cenahlara ayırdılar ve bu da savaş açısından onlara pek çok faydalar sağlamıştır...
Sevgili Peygamber Efendimizin kazandırdığı yüksek hasletler, Eshab-ı kiram efendilerimizin uygulamaları ve şanlı tarihimiz hakkıyla bilindiğinde günümüzdeki Suriye harekâtındaki başarının amilleri kolayca anlaşılır. Aynı şekilde gelecekteki başarıların şifresi de çözülmüş olur.
TEFEKKÜR
Zuhûr-i hâr-i mihnet müjde-i gül-i gonçe-i terdir
Şeb-i târikin encâmı tulû’-ı mihr-i enverdir
Lâ Edrî
(Sıkıntı dikeni, yeni goncanın müjdesidir
Biten gecenin sonu, parlak güneşin doğumudur.
.
Emevi Camii’nden Emevi düşmanlığına!
27 Aralık 2024 02:00 | Güncelleme :27 Aralık 2024 00:13
Suriye’deki gelişmeler bizdeki bazı kesimlerin İslam düşmanlığını bir kez daha gözler önüne serdi. Kanlı diktatör Esad’ın zulmünden kaçarak ülkemize sığınan Suriyelilere karşı yıllardır yapılan düzenli ve organize saldırıların da artık ekonomik sebepler gibi gayeler taşımadığı net bir şekilde anlaşıldı.
Gerçi Esad’ın hapishanelerindeki korkunç katliamlarını gören bir kısım insan evvelce söylediklerine pişmanlığını dile getirdi. Ancak bu işi organize tertip edenler ve onların gönüllü propagandistleri mevzuları başka yönlere çekmekte pek mahirler.
Önce Esad’ın gitmemesi için çırpındılar. Esad kaçarken dahi kendisiyle masaya oturulması yönünde akıl dışı girişimlerde bulundular. Esad'ın dünyaya saçılan korkunç katliamlarını görmemek için gözlerini kapadılar!..
Nihayet Suriyelilerin Emevi Camii’ndeki şükür secdelerine saldırarak gözleri kadar gönüllerinin de kör olduğunu gösterdiler. Bu konuda CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile İBB Başkanı İmamoğlu’nun ifadeleri yazıklar olsun denilecek cinstendi!..
Bunların sözcüleri de kendilerine malzeme üretiyor gündemi hep başka yerlere taşıyordu. Nitekim İbrahim Kalın’ın Emevi Camii’nde şükür namazı kıldığı ve Şam sokaklarında tekbirlerle karşılandığı anlar da, Halk TV’de “üretilmiş görüntüler” olarak nitelendirildi.
MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Emevi Camii’nde kıldığı namaza dahi tahammül edilemedi. Sen özel memursun dediler. Memurlar namaz kılamazmış gibi.
Bir türlü 61 yıldır milleti inim inim inleten Baas rejiminden kurtulan Suriyelilerin Şam ve diğer merkezlerindeki mutluluğun dünyada yankılanan parlak görüntülerini içlerine sindiremediler.
İnsan "Bu nasıl bir kin ya Rabbi!" demekten kendini alamıyor.
Son olarak da Emevi Camii’nin adından hareketle Emeviler hakkında sosyal medyada ahlaksızca ifadeler kullanmaya başladılar.
Kendi tarihini hiç bilmeyen cahiller Emevi tarihini mi bilecek? Kendi bin yıllık muhteşem tarihlerine küfredenler Emevileri mi sevecek?
Maalesef ülkemizde Emevi tarihi ile alakalı konuşan ve yazanlar Şii tarihçilerin kaleminden damlayan kin dolu satırların pençesi altındadır. Bunlar Sahabiden olan Hazreti Ebu Süfyan ve Hazreti Muaviye’ye “Hazreti” kelimesini kullanmanızdan dahi büyük rahatsızlık duyarlar. Yüzleri “Tokat bakırı” gibi kıpkırmızı kesilir.
Nitekim bunlardan bir akademisyen, yıllarca Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde çalıştı. Yüzlerce madde yazdı. Hazreti Ebu Süfyan ve Hazreti Muaviye’ye "münafık" hatta "münafıkların başı" diyerek dolaşırdı. Oysa bu ifadeleri Şii tarihçilerden başka hiç kimse kullanmadı. Ehl-i sünnet Müslüman tarihçiler asla böyle bir ifadede bulunmadılar. Yaşar Nuri Öztürk dini bozduğu meselelerde hep "Emevi işi" diyerek küçümser, kötüler ve zihinlere öyle yerleştirirdi. Bilhassa meş’um ve hemen herkesin kalbinde bir yara olan Kerbela hadisesini kullanarak da bu kin ve adaveti körüklerdi.
Oysa uğursuz ve istenmeyen bir olay dolayısıyla o hadiseden önce ve sonra yaşayanlar hatta o hadise ile hiçbir ilgisi olmayanlar nasıl suçlanır ve yargılanır. Bunu düşünmezler bile!
Bu vesile ile bugün Hazreti Muaviye’nin ağabeyi Hazreti Yezid bin Ebi Süfyan’dan bahsedeceğim.
Hazreti Yezid bin Ebi Süfyan
Yezid bin Ebi Süfyan, Mekke’nin fethiyle beraber Müslüman olmuş sahabîlerdendir. Arabistan Yarımadası’nda önemli bir konuma sahip Benî Ümeyye ailesine mensuptur. Babası Ebu Süfyan, Mekke’nin ileri gelenlerindendir. Kız kardeşi Ümmü Habîbe'den dolayı Peygamber Efendimizin kayınbiraderidir. Şanlı Peygamber Efendimize vahiy kâtipliği de yapmıştır.
Yezid bin Ebî Süfyan, Mekke’nin fethinden hemen sonra Hevazin kabilesine karşı gerçekleştirilen Huneyn Savaşı’na babasıyla beraber katıldı. Bu savaştan sonra Peygamber Efendimiz tarafından Teyma’ya vali olarak atandı. Çok geçmeden yine Resulullah’ın emriyle Necran’a vali gönderildi. Ayrıca Benî Firas’ın zekâtını toplamakla da görevlendirildi. Onun Sevgili Peygamberimiz tarafından vali ve zekât âmili olarak görevlendirilmiş olması, değerini göstermesi açısından mühimdir.
Hazreti Yezid’in faaliyetleri, ilk iki halife, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer döneminde daha da yoğunlaşacaktır.
Hazreti Ebubekir döneminde (632-634) ilk önemli görevi Şam üzerine gönderilen orduya sonradan başkomutan atanmasıdır.
Hazreti Yezid bin Ebî Süfyan atına binmiş Şam’a doğru yola çıkacağı sırada koyulacağı Halife Hazreti Ebubekir kendisine şu nasihatlerde bulunmuştu:
"Ey Yezid! Siz ülkelere varacaksınız. Yemek yemezden önce Allah’ın adını anın ve yemeğin sonunda da Allah’a hamdedin! Kendilerini manastırlara kapamış/adamış insanlar göreceksiniz; bu kimseleri dinleriyle baş başa bırakın! Şeytanın başları üzerinde oturaklar edindiği kişiler göreceksiniz; bunların başlarını vurun! Kadını, çocuğu ve yaşlı kimseleri öldürmekten sakının! Hayvanları öldürmeyin! Sakın yapılara zarar vermeyin ve onları yıkmayın! Ganimeti çalma! Verdiğin sözden geri dönme! Sakın ihanet etme! Şunu asla unutma ki Allah kendi dinine yardım edenlere ne olursa olsun yardım edecektir."
İslam savaş hukuku ve ahlakı açısından önemli bilgiler ihtiva eden bu tavsiyeler, o gün olduğu gibi bugün de bütün yönleriyle canlılığını korumaktadır:
Hazreti Yezid bu seferde Busra, Amman ve Belka’yı fethetmiştir.
Yezid bin Ebî Süfyan, Hazreti Ebubekir devrinde olduğu gibi Hazreti Ömer devrinde de fetih hareketlerinde etkin bir rol oynadı. Hicri 14. yılda gerçekleşen Dımaşk’ın fethinde büyük başarılar gösterdi. Dımaşk’ın fethinden sonra Yezid bin Ebî Süfyan, sahil şehirleri olan Sayda, Irka, Cübeyl ve Beyrut üzerine yürüdü. Öncü kuvvetlerinin başına atadığı kardeşi Hazreti Muaviye bin Ebî Süfyan ile birlikte buraların fethini kolayca gerçekleştirdi.
Ebu Ubeyde bin Cerrah, Dımaşk’ın fethini tamamladıktan sonra, yerine Yezid bin Ebî Süfyan’ı vekil olarak bıraktı.
Gaza ile geçen bir ömür!
Hazreti Yezid, Yermük savaşında (636) ise Halid bin Velid’in maiyetinde bulunuyordu. Hazreti Halid kendisine ordunun sol cenah komutanlığını verdi. Bu ünlü komutan son derece zorlu geçen savaşta büyük başarılar gösterdi. Babası Hazreti Ebu Süfyan da ilerlemiş yaşına rağmen bu savaşta bulunmuş ve askeri teşyi edici hizmetler ifa etmişti. Düşmanın ezici kalabalığı karşısında İslam ordusunda çözülmeler başladığında Hazreti Ebu Süfyan’ın bu azmi mücahidler üzerinde büyük etki yapmıştır. Bizans ordusu bu savaşta büyük hezimet yaşamıştır.
Hazreti Ömer, Dımaşk valisi Ebu Ubeyde bin Cerrah’ın vefatı üzerine yerine Yezid bin Ebî Süfyan’ı vali olarak atadı ve Kaysariye halkı ile savaşmasını emreden bir mektup yazdı. Bu emir üzerine Hazreti Yezîd, on yedi bin kişilik bir orduyla şehrin üstüne yürüdü ve kuşatma altına aldı. Bu sırada rahatsızlanarak komutanlığı Hazreti Muaviye’ye bırakarak Dımaşk’a döndü.
O da şehri kısa bir sürede fethedecektir.
Hazreti Yezid bin ebi Süfyan aynı yıl vefat edecektir. Onun vebadan şehit düştüğü yolunda rivayetler de mevcuttur. Kendisinden sonra Şam valiliğine baba bir kardeşi olan Hazreti Muaviye bin Ebî Süfyan getirilecektir.
Ebû Süfyan’ın en faziletli evladı ve “Yezîdü’l-hayr” olarak tanınan Yezid bin Ebî Süfyan, kendi kabilesinin önde gelenlerinden biri olmuştur. İslamiyete girmesiyle birlikte vefatına kadar neredeyse bütün ömrü gazalarda geçmiştir. Savaşlarda gösterdiği başarılar, onun vefatına kadar önemli vazifelerde bulunmasını sağlamıştır. İslamiyet’ten önce de okuryazar birkaç kişiden biri olan Yezid bin Ebî Süfyan, savaşçı kişiliğinin yanında eğitime de büyük önem vermiştir. Şam valisiyken Halife Hazreti Ömer’e şehrin nüfusunun arttığını, halkın, Kur’ân-ı kerim ve fıkıh öğretecek kimselere ihtiyaç duyduğunu belirten bir mektup kaleme alarak yardım istemiştir. Bunun üzerine Hazreti Ömer, Muaz bin Cebel, Ubade bin Sâmit ve Ebü’d-Derda’yı bu konuda görevlendirmiştir. Kendisi Peygamber Efendimizden ve Hazreti Ebubekir’den hadis rivayetinde bulunurken, ondan da birçok kimse rivayette bulunmuştur.
Emeviler denildiğinde derhâl kötüleme ve karalama furyasına girişenler, biraz İslam tarihini doğru kaynaklardan okuma zahmetine katlanmış olsalardı Şia’nın Müslümanlar içerisine daha ne fitneler kattıklarına şahit olurlardı.
İnşallah Emeviler ile ilgili bilgiler vermeye sonraki yazılarımızda da devam edeceğiz...
TEFEKKÜR
Hak u bâtıl nûr-i adl ile nümâyandır Said
Fark olunmaz nîk ü bed gitse nazardan âf-tâb
Diyarbakırlı Said Paşa
(Doğru-yanlış adalet ışığıyla anlaşılır Said,
Ayırt edilemez iyi ile kötü, güneş batınca
.
|
Bugün 56 ziyaretçi (60 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|