Ehl-i beyti sevmemiz bize Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) emridir. Ehl-i beyti sevmek ile ilgili yüzlerce hadis-i şerif vardır. Müslümanlar Ehl-i beyti hep severler ve tam severler. Bazıları güya Ehl-i beyte aşırı bir sevgi içerisinde olduğunu göstermek ister. Hâlbuki sözleri ve işleri onun tam tersinedir. Bunlar Ehl-i beyte sevgilerini sadece Eshab-ı kiramın bir kısmına düşmanlık ederek göstermektedir!..
Oysa Şanlı Peygamberimiz, Eshabının hepsini sevmemizi de emretmektedir. Eshabın arasındaki ihtilafları fırsat bilerek bir kısmına düşmanlık edenler ve bunu Ehl-i beyt sevgisiyle yaptığını savunanlar aslında asıl ve menfur niyetlerini gizlemektedir.
Ehl-i Beyt sevgisi Peygamber Efendimizin diğer sözlerini ve emirlerini dinlememeye götürmez. Şayet götürüyorsa orada Peygamber Efendimize karşı bir itaatsizlik söz konusudur. Aksi olsa Eshabın hepsini de sever, onların aralarındaki ictihad ayrılığından doğan ihtilaflı konularda birbirlerinin şanlarını lekeleyecek ifadelere girişmezlerdi.
Dolayısıyla Eshabın bir kısmına gösterilen düşmanlık, genelde Ehl-i beyt sevgisini istismar eden yurt dışı kaynaklı Şia propagandasının etkisinde kalmaktan kaynaklanmaktadır.
Yoksa, Sahabe-i kiram efendilerimizin, Tabiin büyüklerinin ve binlerce Ehl-i sünnet âliminin Eshab hakkındaki şehadetleri nasıl değerlendirilecektir?
Şanlı Peygamber Efendimizin Hazret-i Ebu Süfyan ve oğlu Hazreti Yezid ile Hazreti Muaviye hakkındaki sözlerini evvelce belirtmiştik. Her ikisinin de vahiy katibi olarak seçildiklerinden ve çok iyi idareci olduklarından bahsetmiştik.
Peygamber Efendimizden sonra hilafete gelen Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer efendilerimiz de onlardan istifade ettiler.
Hazreti Ömer onun dindeki istikametini biliyordu. Şanlı Peygamber Efendimizin onun idareciliği ile alakalı övücü sözlerine vâkıftı. Bu sebeple Hazreti Muaviye’yi bütün Şam bölgesine vali tayin etti. Şayet o âdil, merhametli, mütedeyyin olmasaydı ve yüksek idarecilik vasıflarına sahip bulunmasaydı Hazreti Ömer onu o geniş ve önemli bölgenin başında halifeliği boyunca tutar mıydı?
derdi.
demiştir.
Hazreti Osman hilafete geçince Hazreti Muaviye’nin bulunduğu görevi sadece onaylamış oldu. Böylece Hazreti Muaviye yirmi yıl boyunca, aralarında binlerce sahabinin de bulunduğu o bölge halkını adaletle idare etti. Ordularının başında büyük fetihler yaptı. İslam devleti sınır ve güçte zirveye çıktı.
Zehebî (v. 748/1347) şöyle demektedir:
İbn Asakir (v. 571/1175) şöyle nakletmektedir:
Şayet halifelikte ölçü olarak Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer ise, İslam tarihinde o ölçüye ulaşacak başka kimse bulunamaz! Buna karşılık ölçü olarak; ehliyet, kabiliyet, adalet, şer’i hükümleri uygulama, ufuk genişliği ve cihat ise Hazreti Muaviye’den sonra da onun gibisi gelmemiştir.
Şii veya Mutezili fırkasına mensup olduğu hakkında rivayetler bulunan ünlü tarihçi Mesudi, Hazreti Muaviye’nin gününü nasıl geçirdiği hakkında geniş bilgi vermektedir. Onun verdiği bu bilgiler de Hazreti Muaviye’nin idareci kişiliğine ve şahsiyetine ışık tutmaktadır:
Hazreti Muaviye’nin kırk yıl boyunca böyle bir hayat sürdüğü ve idarecilikte bulunduğu belirtilmiştir.
Tarihçiler, Hazreti Muaviye’nin deha, kabiliyet, adalet ve idarecilik gibi kişilik özelliklerinin üst düzeyde olduğunu ifade etmektedir. Kaynaklar onun cömertliğini, tebaasına yaptığı ihsanları, onların teveccühlerini elde etmeyi ve kalplerini kazanmayı takdir etmekten kendilerini alamazlar.
Hakaretlere tahammül, idare hususunda metanet, insanlara mevkilerine göre muamele ustalığı, hamiyyet, halkın her birine içtima-i mevkiye göre saygı gösterme onun meziyetleri arasında sayılmaktadır.
Araplar onun şahsında hükümdarlık kudretinin timsalini görmektedirler. Halefleri onun maharet derecesine ulaşamamışlar ve onu taklitle yetinmişlerdir.
meselesi gelmektedir. Hilafeti
bıraktığı için acımasızca tenkide tabi tutulmuştur.
Bunlar sanki Resul aleyhisselam halife seçiminde belli bir usul bırakmış da Hazreti Muaviye onu bozmuş gibi hareket etmektedirler!
Hâlbuki şanlı Peygamber Efendimiz bu konuda açık bir işarette bulunmamıştır. Dolayısıyla Hazreti Muaviye’den önceki dört halifenin hilafete gelişi farklı farklı olmuştur. Şayet tek bir usul konmuş olsaydı onların da tenkide tabi tutulması gerekirdi.
Bu itibarla Hazreti Muaviye’nin Hilafet meselesini şûraya değil de oğluna bırakmış olması belki efdal olanı terk etmesi gibi değerlendirilebilir. Kaldı ki o günkü şartlarda hangisinin efdal olacağı da tahmin olunamaz.
Nitekim Hazreti Ebubekir de bazı istişarelerde bulunduktan sonra bizzat kendisi Hazreti Ömer efendimizi tensip buyurmuştur. Dolayısıyla bir kişiyi doğrudan ve açıkça işaret etmek, Hazreti Ebubekir’in uygulaması olarak İslam hilafet seçimi içerisine girmiştir.
Diğer taraftan Eshabın pek çoğu Hazreti Ömer’e oğlu Abdullah’ı halife seçmesi için tavsiyede bulunmuştur. Şayet böyle bir durum uygun olmasa Hazreti Ömer babadan oğula hilafetin İslam’ın ruhuna aykırı olmasını belirtmesi gerekirdi. Oysa Hazreti Ömer efendimiz
diyerek bu teklifi uygun görmemiş halife seçilmemesi şartıyla kendisini şûra üyeliğine getirmişti.
Halifeliğin babadan oğula veya kardeşe geçip geçemeyeceği konusunda ne nas ne hadis-i şerif ne de bir icma hususu vardır. Ancak farklı görüş ve rivayetler bulunmaktadır. Kimilerine göre böyle bir halife tayini asla muteber değilken kimilerine göre mutlak olarak muteber kimilerine göre ise şayet halife ehlü’l-hall ve’l-akde danışarak böyle bir seçimde bulunmuşsa muteberdir.
Nitekim Eshab-ı kiramdan Mugire bin Şu’be ve başkaları, Hazreti Muaviye’ye, halkın selameti bakımından oğlunu veliaht yapmasını tavsiye etmişlerdi. Hazreti Muaviye de hacca gittiğinde Sahabe’nin ileri gelenleriyle bu konuda meşveret yaptı. Genç sahabiler Hazreti Hüseyin bin Ali ve Abdullah bin Zübeyr haricindekilerin rızalarını aldıktan sonra bu tayini yaptı.
Bu bakımdan, halifelerin yerlerine yetiştirdikleri ve nasihat verdikleri oğullarını veya güvendikleri başkalarını halife yapmaları İslam hukukuna aykırı değildir. Kur’ân-ı kerimde, Hazreti Davud’un yerine oğlu Hazreti Süleyman’ın hükümdar olduğunun nakledilmesi de bu hususun uygunluğuna işarettir.
Hazreti Muaviye ile ilgili başka iddialara da inşallah cevap vereceğim...
Üç haftadır Emeviler ile alakalı yazılar kaleme almaktayım. Birçok okuyucum teşekkürlerini iletirken farklı sualler de gelmiyor değil.
Bir okuyucum Hazreti Muaviye ile ilgili olarak Hasen-i Basri hazretlerinin naklini Muhammed Emin Yıldırım’ın videosunu göndererek peki bunu nasıl değerlendireceksiniz diye sormuş...
Bu sual üzerine M. Emin Yıldırım’ın bir buçuk saatlik videosunu dinledim. Sonra ilk olarak bu videoyu dinleyen bir genç ne düşünür diye tefekkür ettim.
Bir taraftan sık sık sahabenin hakkını teslim etmeye çalışacaksınız, bir taraftan onu korur ve kollar gibi tavır takınacaksınız. Diğer taraftan Hazreti Muaviye ile alakalı çeşitli rivayetleri kullanırken mutlak doğru hususlarmış gibi kendisini -tabiri caizse- hırpalayacaksınız!
M. Emin Yıldırım en büyük hırpalamayı da Tabiinin büyüklerinden Hasen-i Basri hazretlerine atfedilen bir söz ile yapıyor. Buna göre Hasen-i Basri hazretlerine atfedilen sözler şöyledir:
“(Güya) Hasen-i Basri şöyle dedi: Muaviye’nin dört özelliği vardı. Bu dördü değil de sadece birisi dahi olmuş olsaydı onu helak etmeye yeterdi. Onun bu özellikleri şunlardır: Birincisi bu ümmet içerisinde Resulullahın eshabı ve faziletli insanlar olmasına rağmen bu görevi kılıç zoru ile alması için ümmetin başına musallat olmasıdır. İkincisi kendisinden sonra sarhoş içkici sürekli ipek giyip çalgılarla meşgul olan oğlunu veliaht edinmesidir. Üçüncüsü Ziyad’ı kendi nesebine katmış olmasıdır. Hâlbuki Resulullah bu konuda şöyle buyurmuştur. (Çocuk doğduğu yatağa aittir, zina eden kişi de recmedilir. Dördüncüsü Hucr bin Adi ve adamlarını öldürmüş olmasıdır. Hucr’dan dolayı Muaviye’nin vay çekeceğine! Hucr’dan ve Hucr’un adamlarından dolayı Muaviye’nin çarptırılacağı cezalar ve işkenceler ne dehşettir!”
Bazen dinî bir mesele konuştuğumda bana sen tarihçisin işine bak diyenler var. Hâlbuki ölçüleri bilen için dinî mevzularda konuşmak kolaydır. Zira iman ve ibadet konularındaki meseleleri İslam âlimleri dinî delillerden (Kur'ân-ı kerim, Sünnet, İcma, Kıyas-ı fukaha) en açık detayıyla doğru olarak ortaya koymuşlardır. Çünkü insanlar bunları bilmek, iman etmek ve yaşamak mecburiyetindedir.
Siz bozuk veya sapık insanları konuştuğunuzda sen tarihçisin, fizikçisin işine bak bu işlere karışma diyorsa bilin ki o adam bozguncunun ta kendisidir. Yolu bozmakta, İslam’ın temiz suyunu bulandırmakta ve karşı çıkanları da
“sus konuşma” diye tehdit etmektedir.
Aksi hâlde konuşma diyecek yerde size cevap vermesi gerekirdi.
Tarihî konularda ise çoğu kez doğru ile yanlışlar birbirine sık sık karışmaktadır. Zira bunlar eserin yazarına, aldığı mehazlara veya bilgileri duyduğu şahıslara göre değişmektedir. İnsanlar birilerinin ağzından yalan yanlış rivayetler de uydurabilmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin hadislerinin naklinde Ehl-i sünnet âlimleri kılı kırk yararcasına itina göstermişlerdir.
Bugünkü bazı zevat ise, Ehl-i sünnet büyüklerinin hadislerini temel hadis kaynaklarını reddetmek hususunda kılı kırk yarmakta iken tarihçilerin sözlerine mal bulmuş Mağribi gibi yapışmaktadırlar.
Bu durum elbette iyi niyet gösterisi değildir. Müslümanların zihnini ve itikadını sinsice bozma girişimleridir.
Ehl-i sünnet onu sever ve över!
Hasen-i Basri hazretlerinin Hazreti Muaviye hakkındaki ifadelerini işte bu noktada tam bir tenkide tabi tutmak gerekmektedir. Oysa M. Emin Yıldırım onu mutlak bir hakikat olarak almakta ve o sözlerin üzerinden bu yüce sahabeye karşı en ağır tenkitleri sıralamaktadır. Kendisi tenkide tabi tutulduğunda ise benim videom bir buçuk saat, fakat iki dakikalık kısmı alınarak bana haksızca saldırılmaktadır diye yakınmaktadır.
Açıklama yaptığı kısa videonun başlığı bile düşündürücüdür. Şöyle ki:
“Tartışmaların Odağında bir Sahabi: Muaviye b. Ebu Süfyan.”
Ehl-i sünnet Müslümanlar için Hazreti Muaviye hiçbir zaman tartışmaların odağında değildir. Üç haftadır belirttiğim üzere Sahabe-i kiram efendilerimizin âyetlerle övülmesi, Peygamber Efendimizin hem ismen hem genelleme içerisinde onların şanlarını yüceltmesi, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer efendilerimizin en mühim vazifelerde tuttuğu bir sahabiyi
"tartışmaların odağında" göstermek akla, mantığa ve dine zarardır!..
Onu Ehl-i Şia kötülemekte, aşağılamakta bid’at ehli bazı zevat da onları doğru kabul ederek Hazreti Muaviye’ye dil uzatmaktadır.
Hazreti Ali Efendimizle Cemel ve Sıffin vakasında savaşan daha pek çok sahabe varken onlar neden
"tartışmaların odağında" değildir! Keza savaşanların diğer tarafında Hazreti Ali Efendimiz bulunurken o neden tartışmaların içine düşmemektedir!
Zira Ehl-i sünnet Müslümanlar hepsine kendi değerini vermekte hepsini sevmekte ve onların kendi aralarındaki bir kısım çekişmeleri
"ictihadî bir durum" olarak değerlendirmektedir.
Bunun için Hazreti Muaviye tartışmaların odağında değil
"bidat ehlinin sevemediği" bir sahabidir. Onu sevmemek ve ona düşmanlık etmenin daha nerelere kadar gideceğinin idrakinde olmak gerekir! Dolayısıyla Ehl-i sünnet Müslümanlar Hazreti Muaviye’yi tartışmaz, anlatır ve ona olan iftiralara cevap verir.
Kaynağından adamı tanı!
Muhammed Emin Yıldırım’ın Hazreti Muaviye hakkındaki uzun videosu,
"yüce bir sahabi sinsice nasıl kötülenir ve aşağılanır" onun bir denemesi gibidir. İlk baştan sahabeye söyleyecekleriniz için zemin oluşturmak adına tarih usulü üzerine ahkam keseceksiniz. Sahabilerin şanlarını belirteceksiniz. Ardından bir rivayet üzerinden Hazreti Muaviye’yi milletin gözünde bitirmeye çalışacaksınız!.. Hasen-i Basri hazretlerinin ifadesiyle, onun dört vasfı var deyip bunların biri bile bir kimseyi dinde helak eder diyeceksiniz. Dördü bulunursa ne olur cinsinden, insanları düşünceye sevk edeceksiniz. Sonra tekrar geri dönüp onun dünyevi ve idari bir kısım güzel icraatlarını konuşup aklı sıra objektif veya gerçekçi olduğunuza milleti inandıracaksınız!.. Bu arada sahabeye saygılı bir görüntü vermek için
"Hazreti" tabirini kullanmayı da ihmal etmeyeceksiniz!
Dolayısıyla M. Emin Yıldırım’ın Hazreti Muaviye aleyhine önceden söyledikleriyle, onun Müslümanlığını ve adamlığını bitirdikten sonra, devamında övgü gibi görünenler, hâşâ onun adamlığını kurtaramaz! Ayrıca önce söyledikleriyle sonda söyledikleri arasında yaman bir çelişki var.
"Hazreti Muaviye bu kadar Müslümansa, önceki davranışları nedir" denir!
Yine Hazreti Muaviye hakkında olumluymuş gibi görünen ifadelerdeki özelliklerin çoğu, her insanda bulunabilir dünyevi şeylerdir. Maneviyatı bozuk olan bir şahısta bunların bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bu usturuplu övgü görüntülü ifadeler, Hazreti Muaviye aleyhine önceden bir saat boyunca söylediği rezaletleri telafi etmez...
Gelelim Muhammed Emin Yıldırım’ın -sözde- Hasen-i Basri’den naklettiği ve tam inanarak mutlak doğru olarak kabul ederek büyük vurgularla teyit ettiği rivayetin sıhhatine!
Hazreti Muaviye aleyhine yapılan bu ağır eleştiri, ne yazık ki, Rafızî/Şii âşığı Adnan İbrahim ve etrafındaki adamları tarafından uydurulmuştur.
O da Taberi’nin çok zayıf ve uydurma olan rivayetine (Taberi, Tarihul Ümem, 3/1577) dayanmıştır. Söz konusu rivayetin senedinde bulunan iki raviden birincisi Ebu Mıhnef (Lut b. Yahya el-Ezdî), pek çok hadis uyduran aşırı bir Rafızî/Şii’dir. Cerh ve ta'dîl âlimleri onun hakkında
“leyse bi-me’mûn” (güvenilir değil),
“metrûkü’l-hadîs” (hadisi kabul edilmez) gibi hükümler vererek rivayet ettiği hadisleri kesinlikle reddederler. İbn Adî, Ebû Mihnef’in aşırı bir Şiî olduğunu söyler ve rivayetlerinin hiçbir senede dayanmadığını belirtir. Zehebî kendisinden
“Râfızî” diye söz ederek onu Seyf b. Ömer, Abdullah b. Ayyâş ve Avâne b. Hakem ile aynı seviyede kabul eder. (Bkz. TDV İslam Anskl. 10/189)
İkinci ravi, Sak’ab b. Züheyr ise, Hasen-i Basri’den hiçbir hadis işitmemiştir. Yani, Hasen-i Basri’ye isnad edilen talihsiz söz, senediyle ve metniyle uyduruk bir iftiradır. Dolayısıyla böyle bir itham üzerinden konuşmaya lüzum yoktur. Bunu en büyük delil kabul ederek Hazreti Muaviye’ye saldıranlara ne demeli iyi düşünmelidir!
Diğer taraftan Taberi, eserinin başında kitabını tanıtırken;
“Ben zayıf rivayetler dâhil, her tür rivayeti kitabıma aldım ki başkaları araştırsın" der. Bir tarih kitabında, hatta rical kitabında, bir şahıs hakkında lehinde aleyhinde her şeyi bulabilirsiniz. Kitabın, müellifin yöntemi ve kavramlar bilinmeden kesinlikle yanlış sonuca varılır. Muhammed Emin Yıldırım bu konunun ya tam cahili yahut da işine geldiği gibi kabul edenidir.
Öte yandan Hazreti Muaviye hakkında bir saatten fazla video çeken ve bu videosunda yüce sahabi hakkındaki düşmanlığının esasını Hasen-i Basri üzerinden yürüten Muhammed Emin Yıldırım, Hasen-i Basri’nin konu hakkında diğer sözleri hakkında hiçbir bilgi sahibi görünmemektedir.
Zira Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh), Hazreti Muaviye’yi Cehennemlik diye konuşanlara karşı; "nereden biliyorlar Cehennemlik olduğunu Allah onlara lanet etsin” demiştir. Şia bu rivayeti alırken de yine değiştirmiş ve "Hasen-i Basri, Hazreti Muaviye ve tarftarlarına lanet ediyor" diye çarpıtmıştır. Bu konuda bilhassa Begavi’den gelen rivayet, Katade’den mervi olup hasen derecesindedir. (Bkz. Begavi, Mucemüs-Sahabe, No: 2193; Ahmed Cabiri, Fethul mennan, Sayfa, 254’ten naklen; İbn Asakir tarihi, 59/206)
O hâlde, Mehmet Emin Yıldırım’ın bu iftirayı dillendirirken, “bunu kimsenin itiraz edemeyeceği Haseni Basri gibi büyük bir zat söylüyor” diye vurgu yapması, tam bir zavallılık, cehalet ve maksatlılık değil midir?
Konu hakkında yazılarıma inşallah devam edeceğim...
TEFEKKÜR
Kec-nihâdân rast-ı tab’ân ile etmez imtizaç
İttihâdı olmaz anınçün kemânın tîr ile
Lâ Edrî
(Mayası bozuklar doğrularla uzlaşamaz
Onun için ok, yay ile birlikte duramaz.)
Zaferi doğru okuma zamanı!
24 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :23 Ocak 2025 22:07
Gazze’de hiç bitmeyecek gibi duran savaş durdu. Bombalar ve silahlar susarak ateşkes sağlandı.
Ateşkesin sağlanması ile birlikte Filistinlilerin kamplarında çok büyük bir sevinç olmuştu. Bu sevinç bilhassa ülkemizde ezici bir zaferin neticesi gibi servis edildi... Hâlbuki bu sevinç, kâbus gibi geçen neredeyse 1,5 yılın sonunda bir nefes alma sevinciydi. Bombalardan sonra soğuktan ve açlıktan evlatlarını kaybedenlerin, dayanılmaz acılarının sona ermekte olduğunu görmelerinin işaretiydi.
Nitekim anlaşmanın duyulması ile birlikte insanlar kaçtıkları evlerine doğru son sürat hareket ettiler.
Fakat bırakın evlerini bulmayı mahallelerini dahi görmediler. Hemen her yer neredeyse virane ve harabe olmuş durumdaydı.
Bu acı hâli gözyaşları içinde görenler; “Savaş bize ait güzel olan her şeyi aldı götürdü”, “Derin bir acı içindeyiz”, “Birbirimize sarılıp ağlamanın zamanı geldi”, “Kutlama zamanı değil teselli zamanı” söyleriyle içinde bulundukları hâlet-i ruhiyeyi göstermeye başladılar.
Ülkemizde klavyesinin başına oturup zafer çığlıkları atanların ne ana babası öldü, ne evlatları bombalarla parça parça edildi ve ne de eşleri ve kızları felaketlere uğradı.
Bu bir zafer midir? Şayet buna zafer diyeceksek Filistin bir asırdır destan yazıyor dememiz lazım. Oysa Filistin’in elinde yüz yıl önceki topraklarından %2’si kaldı. %98’i kaybedildi. Kaybedilen toprağı da harabe bir vaziyete düştü.
Belini doğrultması, 7 Ekim’den önceki hâline dönebilmesi için kaç on yıl geçer bilemem.
Resmî rakamlara göre 48 bin kişiyi kaybedeceksin, yüz bin kişiyi yaralı vereceksin, iki milyon kişi yerinden yurdundan olacak, 150 bin konut tamamen 200 bin konut kısmen yıkılacak 80 bin konut oturulamaz hâle gelecek ve bunu bir büyük zafer edasıyla nakledeceksiniz. Karşı taraf ise hiçbir mukayesede bunun onda birini yaşamış değil.
Oysa ülkemizde zafer nutukları atan bu zevat savaşın başladığı ilk günde bütün İsrail alınmış gibi yaygara yapıyorlardı.
Sonra felaketler yaşanmaya başlayınca nasıl olsa ölüyorlardı, bir an önce ölsünler tezine sarıldılar. Sonra günler boyunca Türkiye’yi suçladılar. İran’a methiyeler düzdüler.
Savaşı başlattıranın ve İsrail’e alan açmak isteyenin İran olduğunu asla görmediler ve görmek istemediler! Türk ve İslam dünyasının,
“13 günlük Suriye Zaferi"nden sonra bu defa da Gazze cephesindeki gerçek gücü mutlaka idrak etmeleri gerekmektedir.
Gazze zaferi kimin?
Türkiye boş durmuyordu. Filistin’de böyle alelacele girişilen bir savaşın olmasını ve ülkenin mahvolmasını asla istemezdi. Fakat kendisine danışan olmamıştı.
Türkiye’nin hiçbir yerden buraya müdahale durumu yoktu. Suriye, İsrail için yıllar önce boşaltılmıştı. ABD ve Rusya’nın yanı sıra bu bölgede İsrail’in ekmeğine yağ süren İran ve Esad faktörü devam ediyordu. Bunlar burada olduğu müddetçe Türkiye’nin İsrail’e doğrudan bir yaptırımı çok zordu.
Türkiye Suriye’ye karşı gerçekleştirdiği bir dizi harekâtla ancak sınırı boyunca bir alanı tampon bölge kılabilmişti. Bunda da büyük zorluklar çekmişti.
Fakat derinden çalışmaları durmamıştı. Zira İsrail’in hedefi sadece Suriye değildi. Onun arzusu savaş boyunca açıkça deklare ettiği gibi
"arz-ı mevud" idi.
Dolayısıyla Türkiye’nin o günü beklemesi en büyük gafleti olurdu. Sonunda Suriye’deki muhalif millî güçleri yöneterek veya yönlendirerek 13 günlük büyük bir zafere imza attı.
Bu zafer 15 Temmuz’la birlikte son yüzyılın en önemli başarısıdır ve etkileri sürecektir demiştim. Zira bu zafer sonunda 61 yıllık Baas rejimi çöktü, Esad kaçtı, Suriye’de İsrail’e alan açan ABD, Rus ve İran etkisi yok denecek kadar azaldı.
Türkiye’nin tesiri Suriye’yi neredeyse tamamen sardı. Bunu hazmedemeyenler günlerce Türkiye’nin İsrail’e alan açtığı yalanını yaydılar. Bülent Arınç gibi kurt bir politikacı dahi
“bu savaşın tek kazananı İsrail’dir” demek basiretsizliğini gösterdi veya bilerek bu hezeyan yüklü cümleyi sarf etti.
“İsrail’in Şam’a varmasına 15 km kaldı” diyerek bozgunculuk yapanlar, o 15 km’nin hiç gelmediğini gördüler.
Öte yandan Türkiye’nin bu büyük başarısı en büyük etkiyi Gazze’de yaptı ve İsrail’i barışa zorladı. Bu barış, tamamen Suriye’deki muazzam başarının bir devamıdır ve Türkiye’nin büyük zaferidir. Bu zafer Türkiye’nin hanesine
“Gazze zaferi” diye eklenmelidir.
Aksi hâlde İsrail, Suriye’de de hâkimiyetini oluşturmadan asla durmayacaktı.
Yerinde ve zamanında stratejik hamleleri gerçekleştiren ve bölgemizde İsrail’e geçit vermeyip geri döndüren Türkiye’nin muzafferiyeti, kendisini uluslararası bir aktör konumuna getirmiştir.
Bu hamleleri ustaca gerçekleştiren sayın Cumhurbaşkanımızı ve çevresini tebrik ediyorum. Bu hamlelerin değeri zamanla daha iyi anlaşılacaktır.
İnşallah Türk ve İslam dünyası da bu büyük zaferin sahibini görür, ABD ve Rusya gibi devletlerin yerine Türkiye’nin etrafında bir hale gibi birleşirler.
***
Yangın ve beyhude konuşmalar!
Bolu, Kartalkaya kayak merkezindeki Grand Kartal Oteli'nde 21 Ocak’ta çıkan yangında büyük bir facia meydana geldi. Yetmiş sekiz vatandaşımız hayatını kaybetti, elli bir vatandaşımız da yaralandı.
Cenazeler ortaya çıkmadan, ölenlerin sayısı bilinmeden, kim olduklarının tespiti yapılmadan her zamanki gibi yine
"mesul kim?" tartışması başladı. Neticede bir kez daha mesuller net olarak ortaya konulamadı. Herkes suçu başkasının üzerine atmaya başladı. Sosyal medyada ise herkes karşı partide suçlu aramaya başladı. Oysa yangın veya diğer felaketler geldiğinde hangi partili diye ayırmıyor. Şu acı gerçeği dahi bir türlü idrak edemedik!
Gerçekten üzücü bir durum. Ölenler öldü gitti. Artık konuşacak durumda değiller. Yaralı veya sağlam bir şekilde kurtulanlar hadisenin dehşetiyle şoke hâldelerdi. TV’lerde yorumcular ise eksikleri ve nelerin yapılması gerektiğini sabah akşam konuşup durdular.
Evet her zamanki felaket sonrası yaşananlar ne hazindir ki aynen devam ediyor. Bir türlü çözüm odaklı düşünülmüyor.
Binanın güzel olması için her şey düşünülüyor. Fakat güvenli olmasına hiç bakılmıyor. Belediye veya bakanlık sadece uygunluk kâğıdına bakıyor. Bu kâğıt alındıktan sonra teftişler asla hakkıyla yürütülmüyor.
Bir otel yangınında yangın merdivenine ve tüpüne kadar neredeyse her şey eksik olabilir mi? Görevliler en küçük bir yangın hâlinde ne yapacaklarını bilmezler mi? Bu kadar ihmal bir araya gelebilir mi, diyorsunuz...
Bu satırlarda birçok kez Turizm Bakanlığı ile Kültür'ün birbirinden ayrılması gerektiğini dile getirdim. Kültürü unutmuş bir kültür bakanından çok bahsettim. Aynı bakan turizm konusunda da sınıfta kaldı. Her yıl turizm sezonunda ilk gelen turistlerle eğlenceler tertiplemek değildir bakanın işi.
Öncelikle, Türkiye’nin turizm beldelerinde neler oluyor, neler yaşanıyor, eksikler nedir? Bunları takiple görevlidir. Açıkçası ahşapla kaplanmış bir binada iç kısımda yangın merdiveni ne arar bir türlü anlamadım. Belki betonarme binalar için geçerli olabilir. İçten ve dıştan duvarların ahşapla kaplandığında bu binaya dış yangın merdivenleri neden yaptırılmadı bunun hesabını kim verecektir!
Turizm işletmelerinde söz sahibi bakanlık ise onlar denetimi her zaman yapmalıdırlar. Böylesine büyük turizm merkezlerinde felaketlere karşı hiç mi tedbirler düşünülmez? Bugün bir kişinin dahi çalıştırıldığı iş yerlerine, sağlık ve iş güvenliği uzmanı şartı getirilirken binlerce kişinin kaldığı yerlerde bir felaketin yaşanabileceği hiç mi akla gelmez.
Osmanlıda,
“Padişahım, deniz tutuşsa tedbiri alınmıştır” vecizesi tarihe geçmiştir. Bunlardan hiç mi ibret alınmaz.
Misal olarak yurtlar Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır. Dolayısıyla bir bina yurt yapılacağı zaman belediyeden, yapı denetimden, itfaiyeden ve başka ilgili birimlerden uygun raporunu almak durumundadır. Bunlar ilgili sorumlu mercilerdir. Ancak bunları en ince detayına kadar teftiş etmek de Bakanlığın uhdesindedir. Dolayısıyla diğer olur veren birimler ve Belediye yanında Bakanlık da mutlak olarak sorumludur.
Elbette bu yangının akabinde sorumlular ortaya çıkacaktır. Fakat görünür sorumluluk Bakanlıktadır.
Artık beklentimiz odur ki sorumlular, varsa ihmallerinin hesabını mutlaka versin ve cezalarını çeksinler. İhmali olanlar işten el çektirilsin. Ben böylesine hatalar zinciri sonucu yetmiş sekiz vatandaşımızın hayatını kaybetmesi ile neticelenen vahim bir durum karşısında Turizm Bakanı’nın istifasını beklerdim.
Belli ki
Kültürü unutmuş olan bu bakan
Turizmde de göz boyamaktan başka bir iş yapmıyor. ETS Tur bileti satmakla Ayasofya’nın üst katlarından para kapmakla bu işler olmuyor sayın Bakan!
Hükûmetin ise böyle hâllerde suçlular hangi partiden diye asla bir düşüncesi olmamalıdır. İhmal her kimin ise en ağır cezayı uygulamalıdır. Görevden alma ve el çektirmeler birinci adımdır.
Aksi hâlde sadece felaketlerin adı değişir. Beyhude ve boş konuşmalar hep devam eder!
TEFEKKÜR
Âlemde gam kişiye dem-â-dem gelir gider
Âdem mi var ki âlemde hurrem gelir gider
İbn Kemâl
(Dünyada keder kişiye anbean gelir gider,
İnsan var mı ki âlemde hep sevinçli gelir gider.)
.
.