 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Sahabeye düşmanlık!
3 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :2 Ocak 2025 22:32
Geçen hafta Emevi Camii'ni bahane ederek Emevilere yapılan saldırılara değinmiştim. Bilhassa Hazreti Ebu Süfyan’ın oğlu Yezid bin Ebu Süfyan hakkında verdiğim bilgiler sebebiyle pek çok geri dönüşler aldım. Okuyucularım bu dönemleri hiç bilmediklerini ifade ederek konu hakkında yazılarıma devam etmemin çok faydalı olacağını belirttiler...
Bu arada çeşitli basın organlarında Emevilere yapılan saldırılar da bitmek bilmiyordu. Bir tanesi hızını alamayarak Emevi Camii’nde namaz kılmanın dahi uygun olmayacağını kati bir dille iddia ediyor, milleti ikna etmek için de Şii tarihçilerin hezeyanlarını belge diye sunuyordu!
Aslında bu tipler aynaya hiç bakmıyorlar. Yazdıklarının nereye gittiğini anlamıyorlar. Emevi düşmanlığı yaparken Resulullah efendimize hatta Kur’ân-ı kerime ne bühtanlar ne iftiralar ettiklerini görmüyorlar. Kendi yazıp kendi oynayan yönetmenler gibiler.
Sevgili Peygamber Efendimizin dostları ve arkadaşları olan şanlı sahabiler, Müslümanların olduğu gibi bütün insanlığın eşsiz numuneleridir. Allahü teala Kur’ân-ı kerimin pek çok âyetinde onları methetmiştir.
Resulullah Efendimiz de hiçbir ayırım yapmadan, “Eshabımı eleştirmeyiniz! Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, biriniz Uhud Dağı kadar altın tasadduk etse de, onlardan birinin yarısının mertebesine bile ulaşamaz” (Tirmizî, “Menakıb”, 50-59) buyurarak Eshabını eleştirmeyi menetmiştir.
Başka bir hadis-i şerifte ise “Eshabım konusunda Allah’tan korkun! Onları seven, benim sevgimden dolayı sever, onlara buğzeden bana buğzundan dolayı buğzeder; onlara eziyet eden bana eziyet etmiş olur; bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur. Allah, kendisine eziyet edeni kısa sürede cezalandırır” (Buhâri, “Fedailü Ashabi’n-Nebî” 5; Tirmizî, “Menakıb”, 50-59), buyurarak Eshabın yanındaki değerini ve onları eleştirmenin Allahü tealaya karşı işlenmiş ağır bir suç olduğunu vurgulamıştır.
Şurası muhakkak ki Kur’ân-ı kerim ve Resulullah Efendimizin sünneti bize sahabe kanalıyla ulaşmıştır. Dolayısıyla sahabenin devreden çıkarılmasıyla sünnet kalmayacağı gibi vahiy de kalmaz. Bu itibarla Kur’ân-ı kerimin intikalinde sahabeye itimat edip hadislerin rivayetinde güvenmemek ciddi bir çelişki olarak karşımıza çıkar.
Bu durumda sahabelerden birini dahi eleştirmenin beğenmemenin ve ona düşmanlık etmenin arka planında aslında vahiy vardır. Ancak Kur’ân-ı kerime doğrudan saldırmak büyük tepki çekeceğinden ilk etapta sahabe-i kiram ve hadis-i şerifler hedef alınmaktadır. Zira sahabeye ve hadis-i şeriflere güvenin sarsılması sonucunda Kur’ân-ı kerimin âyetlerini sarsmak da kolaylaşacaktır.
Nitekim Ehl-i sünnetin dışındaki bozuk fırkalar hep Eshabın bir kısmını hedef almışlar ve onlara düşmanlık yolunu tutmuşlardır. Bu hâl zamanla onları âyetlere muhalefete götürmüş haramı helal, helali haram kılmalarına sebebiyet vermiştir.
Bu fırkalardan Şia da Ehl-i sünnetin temel direkleri olan Hazreti Ebubekir (v. 13/634), Hazreti Ömer (v. 23/644), Hazreti Osman (35/656), Hazreti Aişe (v. 57/677) başta olmak üzere, pek azı dışında bütün sahabeyi ağır bir şekilde eleştirmektedir. Bunların bazısı ise takıyye yaparak yani Ehl-i sünnetten gözüküp yazdıkları tarih kitaplarında Eshabın ileri gelenlerini çeşitli vesilelerle sinsice kötüleyip gözden düşürmeye gayret göstermişlerdir. Onların ictihadi ayrılıklarını dillerine dolayıp nefislerinin esiri olmuş gibi iftiralar etmişlerdir!..
İşte günümüzde Ehl-i sünnetin içine sızarak en büyük düşmanlık ettikleri sahabilerden biri Hazreti Muaviye’dir. Hazreti Ali ile harp etmiş olması, kendilerine bu konuda kolaylık sağlamakta saf Müslümanları kolaylıkla aldatmaktadırlar.
Hazreti Muaviye bin Ebu Süfyan
Hazreti Muaviye, hicretten beş yıl önce Mekke’de doğdu. Babası Ebu Süfyan Sahr (v. 31/651) annesi Hind binti Utbe bin Rebia’dır (v. 60/681). Elbette bütün sahabeler Kur’ân ve Resulullah’ın medh-ü senasına mazhar olmuş yüce ve örnek şahsiyetlerdir. Ancak onların da hizmet ve kabiliyetlerine göre meziyetleri bulunmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı kerim, bazılarını özel olarak zikrettiği gibi Resulullah Efendimiz de bazılarını özel olarak methetmiş ve kabiliyetlerine göre vazifeler vererek onların yüksek değerini göstermiştir.
Hazreti Muaviye; kendisine vahiy katibi yapacak kadar Şanlı Resulullah’ın iltifat ve güvenine mazhar olmuş Eshabdandır. O aynı zamanda Resulullah Efendimizin kayınbiraderiydi. Yani müminlerin annesi Ümmü Habibe Remle (v. 44/664) binti Ebu Süfyan’ın kardeşidir. Hazreti Muaviye, Resulullah’ın “Allah’ım Muaviye’yi doğru yolu bulan ve doğru yolu gösterenlerden eyle ve onu doğru yolda yaşat” (Tirmizî, “Fedâilü’l-Kur’an”, s. 46- 47) duasına mazhar olan bir yüce sahabidir.
Peygamber Efendimizin, Hazreti Muaviye’nin derecesini yükselten onu öven daha pek çok sözleri vardır.
Kur’ân-ı kerimde Cenâb-ı Hakk’ın emri üzere Resulullah Efendimiz Eshabıyla istişarelerde bulunurdu... Yine bir konuda istişarede bulunmak üzere Hazreti Ebubekir ile Hazreti Ömer’i huzuruna kabul ederek fikirlerini sordular. İkisi de “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Şanlı Peygamberimiz “Bu işi yürütmek üzere bana birini tavsiye edin” buyurduktan sonra bana “Muaviye’yi çağırın. Onu yanınızda bulundurun, yaptıklarınızı ona danışın; zira o güçlü ve emindir” (Zehebi, Nübela, c.4, s.66) buyurdu. Sevgili Peygamberimiz bu ifadesiyle ona güvendiğini belirtmiş ve en önemli iki Eshabına da ona güvenmeyi tavsiye etmiştir. Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer de hilafetleri döneminde ona önemli görevler tevdi etmişlerdir...
Keza Allah’ın arslanı Hazreti Ali efendimiz de kendine güvenirdi. Sıffin’de savaş hâlinde iken bile Rum kralının büyük bir ordu ile üzerlerine yürüdüğünü haber almıştı. Bunun üzerine krala bir mektup göndererek “Vallahi seferden vazgeçmez ve ülkene geri dönmezsen, amcaoğlum Muaviye ile birleşerek üzerine varırız. Seni ülkenden çıkardığımız gibi geniş dünyayı başına dar ederiz" diye yazdı. Bu tehdit karşısında kral korkudan geri döndü.
Şu hadise ise Peygamber Efendimizin Hazreti Muaviye’nin bir gazvesini haber vermekte ve hoşnutluğunu göstermektedir. Ümmü Hiram binti Milhan bin Halid Resulullah Efendimizin sık sık ziyaret edip evinde kaylule yaptığı süt halası idi. Böyle bir kaylule sonrasında Resulullah Efendimiz sevinçle gülerek uyanmıştı. Ümmü Hiram merakla "neden güldünüz ya Resulullah" dediğinde "Ümmetimin bir kısmının gemilerle deniz seferine çıktığını gördüm" buyurdu. Ümmü Hiram “Ya Resulallah, dua buyurun, ben de o katılanlardan olayım” dedi. Şanlı Peygamber “Sen ilk katılanlardan olursun” (Buharî, “Cihad” 3) buyurdu. Bu ilk İslam donanmasını kurup Kıbrıs seferine çıkan ve h. 27/648’de Kıbrıs’ı fetheden Hazreti Muaviye olmuştur. Ümmü Hiram da bu seferde bulunmuş ve şehit düşmüştür...
Bunca delil yetmez mi?
İslam büyükleri de Hazreti Muaviye’nin şânı ve şerefi hakkında çok övücü ifadelerde bulunmuşlardır. İbn Hacer el-Askalani (v. 852/1448) onun hakkında şu tespitte bulunmaktadır:
“Hazreti Muaviye’nin neseb itibarıyla Sahabenin büyüklerinden olduğu şüphesizdir. Hem neseb, hem nikâh itibarıyla Resulullah’a çok yakın ve mahremidir. Onda İslam, sahabilik, nikâhla akrabalık şerefleri bir araya gelmiştir. Bunların her biri Cennet’te Resulullah Efendimiz ile beraber olmayı gerektiren birer kıymettir. Bunlara hilim, ilim ve halifelik şerefi de eklenirse, kalbinde az bir temizlik, doğruluk, iyilik, iman ve iz’anı olana başka bir şey anlatmaya gerek yoktur.”
Bunları birer şeref vesikası görmeyenlere elbette her söz faydasız kalacaktır. Hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbanî hazretleri (v.1034/1624) ise Hazreti Muaviye’nin üstünlükleri konusunda şöyle demiştir:
“Hazreti Muaviye’nin hataları, Resulullah’ın sahabisi olması dolayısıyla Üveys el-Karanî ve Ömer bin Abdülaziz’in doğrularından daha hayırlıdır. Amr bin As’ın (v.43/664) hatası da o ikisinin doğrularından daha efdaldir. Zira bu büyüklerin (sahabenin) imanı, Resulullah’ı görmelerinden, meleğin (Cibril) gelişinde hazır bulunmalarından, vahye şahitlik etmelerinden ve mucizeleri gördüklerinden dolayı şuhûdî (gözle görülür) hâle gelmiştir. Diğer bütün kemalatın aslı olan bu üstünlük, başka kimsede bulunmamaktadır.”
Hadîs imamlarının hepsi, “Muaviye radıyallahü anh” şeklinde ifadeyle ondan saygıyla hadis rivayetinde bulunmuşlardır.
Çağdaş eserler de onun şahsiyeti ve devlet idaresi konusunda övücü ifadelerde bulunmuşlardır. Cömertliği, tebaasına yaptığı ihsanları, onların teveccühlerini elde etme ve kalplerini kazanmasındaki maharetini takdirle belirtirler. İdare sanatı konusunda ise bütün kaynaklar ittifaklıdır. Araplar onun şahsında hükümdarlık kudretinin timsalini görmektedirler. Halefleri onun maharet derecesine ulaşamamış ve onu taklitle yetinmişlerdir.
Şanlı Peygamber Efendimizin takdir edip yücelttiği, yakını ve Müslümanların halifesi olan yüce bir sahabiyi alçakça eleştirmek ne büyük bahtsızlıktır!
Bu yüce sahabinin devlet idaresindeki tutumunu ve icraatlarını inşallah haftaya nakledeceğiz...
TEFEKKÜR
Buyur delâlet-i aşk ile kûy-i cânâna
Eğerçi kim görünen kûya istemezse delil
Sâbit
(Aşkın rehberliğinde sevgilinin semtine buyur,
Gerçi görünen köy kılavuz istemese de.)
.
Hazreti Muaviye...
10 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :10 Ocak 2025 00:13
Ehl-i beyti sevmemiz bize Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) emridir. Ehl-i beyti sevmek ile ilgili yüzlerce hadis-i şerif vardır. Müslümanlar Ehl-i beyti hep severler ve tam severler. Bazıları güya Ehl-i beyte aşırı bir sevgi içerisinde olduğunu göstermek ister. Hâlbuki sözleri ve işleri onun tam tersinedir. Bunlar Ehl-i beyte sevgilerini sadece Eshab-ı kiramın bir kısmına düşmanlık ederek göstermektedir!..
Oysa Şanlı Peygamberimiz, Eshabının hepsini sevmemizi de emretmektedir. Eshabın arasındaki ihtilafları fırsat bilerek bir kısmına düşmanlık edenler ve bunu Ehl-i beyt sevgisiyle yaptığını savunanlar aslında asıl ve menfur niyetlerini gizlemektedir.
Ehl-i Beyt sevgisi Peygamber Efendimizin diğer sözlerini ve emirlerini dinlememeye götürmez. Şayet götürüyorsa orada Peygamber Efendimize karşı bir itaatsizlik söz konusudur. Aksi olsa Eshabın hepsini de sever, onların aralarındaki ictihad ayrılığından doğan ihtilaflı konularda birbirlerinin şanlarını lekeleyecek ifadelere girişmezlerdi.
Dolayısıyla Eshabın bir kısmına gösterilen düşmanlık, genelde Ehl-i beyt sevgisini istismar eden yurt dışı kaynaklı Şia propagandasının etkisinde kalmaktan kaynaklanmaktadır.
Yoksa, Sahabe-i kiram efendilerimizin, Tabiin büyüklerinin ve binlerce Ehl-i sünnet âliminin Eshab hakkındaki şehadetleri nasıl değerlendirilecektir?
Şanlı Peygamber Efendimizin Hazret-i Ebu Süfyan ve oğlu Hazreti Yezid ile Hazreti Muaviye hakkındaki sözlerini evvelce belirtmiştik. Her ikisinin de vahiy katibi olarak seçildiklerinden ve çok iyi idareci olduklarından bahsetmiştik.
Peygamber Efendimizden sonra hilafete gelen Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer efendilerimiz de onlardan istifade ettiler.
Hazreti Ömer onun dindeki istikametini biliyordu. Şanlı Peygamber Efendimizin onun idareciliği ile alakalı övücü sözlerine vâkıftı. Bu sebeple Hazreti Muaviye’yi bütün Şam bölgesine vali tayin etti. Şayet o âdil, merhametli, mütedeyyin olmasaydı ve yüksek idarecilik vasıflarına sahip bulunmasaydı Hazreti Ömer onu o geniş ve önemli bölgenin başında halifeliği boyunca tutar mıydı?
Hazreti Ömer, “Hirekl ve Kisra’nın dehasına hayran kalıyorsunuz da Muaviye’nin dehasını bir kenara mı bırakıyorsunuz?” derdi.
İbni Abbas, “İdarecilikte Muaviye’den daha ahlaklısını görmedim” demiştir.
Hazreti Osman hilafete geçince Hazreti Muaviye’nin bulunduğu görevi sadece onaylamış oldu. Böylece Hazreti Muaviye yirmi yıl boyunca, aralarında binlerce sahabinin de bulunduğu o bölge halkını adaletle idare etti. Ordularının başında büyük fetihler yaptı. İslam devleti sınır ve güçte zirveye çıktı.
Zehebî (v. 748/1347) şöyle demektedir: “Hazreti Ömer’in çok sıkıntılı bir bölgeye onu tayin etmesi ve Hazreti Osman’ın da bunu onaylaması Hazreti Muaviye’ye en büyük şeref olarak yeter. Hazreti Muaviye bölgeyi kısa sürede kontrol altına aldı, en ideal şekilde idare etti. Her ne kadar bazıları rahatsız oldu ise de cömertliği ve şefkatiyle insanları memnun etti. İdareci böyle olmalıdır… Yirmi sene Şam valiliği, yirmi sene de halifelik yaptığı İslam devletinde kimse onu eleştirmedi, aksine milletler ona boyun eğdi. Arab ve Acem’e hükmetti. Devletinin sınırları Haremeyn’i, Mısır, Şam, Irak, Horasan, Cezire, Yemen, Mağrib vs.’yi kapsıyordu.”
İbn Asakir (v. 571/1175) şöyle nakletmektedir:
"Bir adam Ebu Zür’a er-Razi’ye (v. 264/878), 'Muaviye’ye kızıyorum' dedi. Ebu Zur’a, 'Niçin?' diye sordu. Adam, 'Ali ile savaştı' dedi. Bunun üzerine Ebu Zur’a: 'Yazıklar olsun sana! Muaviye’nin Rabbi Rahîmdir; hasmı ise kerîmdir, sana ne oluyor da aralarına giriyorsun?' dedi."
Şayet halifelikte ölçü olarak Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer ise, İslam tarihinde o ölçüye ulaşacak başka kimse bulunamaz! Buna karşılık ölçü olarak; ehliyet, kabiliyet, adalet, şer’i hükümleri uygulama, ufuk genişliği ve cihat ise Hazreti Muaviye’den sonra da onun gibisi gelmemiştir.
Hazreti Muaviye’nin bir günü!
Şii veya Mutezili fırkasına mensup olduğu hakkında rivayetler bulunan ünlü tarihçi Mesudi, Hazreti Muaviye’nin gününü nasıl geçirdiği hakkında geniş bilgi vermektedir. Onun verdiği bu bilgiler de Hazreti Muaviye’nin idareci kişiliğine ve şahsiyetine ışık tutmaktadır:
Günde beş defa halkı dinlerdi... Sabah namazından sonra görevlilerden ülkenin genel durumuyla ilgili bilgiler alırdı... Kur’ân-ı kerimden mutlaka bir cüz okurdu... Belli bir saatte odasına çekilir, ihtiyaçlarını görür, dört rek’at duha namazını kılardı... Önemli görevlerde bulunan devlet memurlarını toplar, taleplerini alır, meselelerini dinler, kendi fikirlerini söylerdi. Bu çalışma kahvaltıda da devam ederdi... Sonra bir müddet istirahate çekilirdi... Öğle namazı için camiye çıkar, yerine oturur, istekleri olanların yanına gelmelerini isterdi. Her türlü ihtiyaç sahiplerinin dertlerini dinler ardından ihtiyaçlarının giderilmesi için emir verirdi. Bu işlemi günde üç veya beş defa tekrarlardı... Yatsı namazını kıldırdıktan sonra üst düzey devlet görevlileri ile toplantı yapardı... Gecenin 1/3’ünü devlet işlerini görüşmekle; 1/3’ünü, diğer ülkelerin durumlarını takiple, 1/3’ünü ise istirahatle geçirirdi... Uykusu olmadığı takdirde onu da kitap okumak ve tefekkür etmekle değerlendirirdi...
Hazreti Muaviye’nin kırk yıl boyunca böyle bir hayat sürdüğü ve idarecilikte bulunduğu belirtilmiştir.
Tarihçiler, Hazreti Muaviye’nin deha, kabiliyet, adalet ve idarecilik gibi kişilik özelliklerinin üst düzeyde olduğunu ifade etmektedir. Kaynaklar onun cömertliğini, tebaasına yaptığı ihsanları, onların teveccühlerini elde etmeyi ve kalplerini kazanmayı takdir etmekten kendilerini alamazlar.
Hakaretlere tahammül, idare hususunda metanet, insanlara mevkilerine göre muamele ustalığı, hamiyyet, halkın her birine içtima-i mevkiye göre saygı gösterme onun meziyetleri arasında sayılmaktadır.
Araplar onun şahsında hükümdarlık kudretinin timsalini görmektedirler. Halefleri onun maharet derecesine ulaşamamışlar ve onu taklitle yetinmişlerdir.
Veliaht meselesi!
Hazreti Muaviye’ye yapılan en önemli tenkitlerin başında "veliaht seçimi" meselesi gelmektedir. Hilafeti "şûraya" değil de "oğluna" bıraktığı için acımasızca tenkide tabi tutulmuştur.
Bunlar sanki Resul aleyhisselam halife seçiminde belli bir usul bırakmış da Hazreti Muaviye onu bozmuş gibi hareket etmektedirler!
Hâlbuki şanlı Peygamber Efendimiz bu konuda açık bir işarette bulunmamıştır. Dolayısıyla Hazreti Muaviye’den önceki dört halifenin hilafete gelişi farklı farklı olmuştur. Şayet tek bir usul konmuş olsaydı onların da tenkide tabi tutulması gerekirdi.
Bu itibarla Hazreti Muaviye’nin Hilafet meselesini şûraya değil de oğluna bırakmış olması belki efdal olanı terk etmesi gibi değerlendirilebilir. Kaldı ki o günkü şartlarda hangisinin efdal olacağı da tahmin olunamaz.
Nitekim Hazreti Ebubekir de bazı istişarelerde bulunduktan sonra bizzat kendisi Hazreti Ömer efendimizi tensip buyurmuştur. Dolayısıyla bir kişiyi doğrudan ve açıkça işaret etmek, Hazreti Ebubekir’in uygulaması olarak İslam hilafet seçimi içerisine girmiştir.
Diğer taraftan Eshabın pek çoğu Hazreti Ömer’e oğlu Abdullah’ı halife seçmesi için tavsiyede bulunmuştur. Şayet böyle bir durum uygun olmasa Hazreti Ömer babadan oğula hilafetin İslam’ın ruhuna aykırı olmasını belirtmesi gerekirdi. Oysa Hazreti Ömer efendimiz “bir evden bir kurban yeter” diyerek bu teklifi uygun görmemiş halife seçilmemesi şartıyla kendisini şûra üyeliğine getirmişti.
Halifeliğin babadan oğula veya kardeşe geçip geçemeyeceği konusunda ne nas ne hadis-i şerif ne de bir icma hususu vardır. Ancak farklı görüş ve rivayetler bulunmaktadır. Kimilerine göre böyle bir halife tayini asla muteber değilken kimilerine göre mutlak olarak muteber kimilerine göre ise şayet halife ehlü’l-hall ve’l-akde danışarak böyle bir seçimde bulunmuşsa muteberdir.
Nitekim Eshab-ı kiramdan Mugire bin Şu’be ve başkaları, Hazreti Muaviye’ye, halkın selameti bakımından oğlunu veliaht yapmasını tavsiye etmişlerdi. Hazreti Muaviye de hacca gittiğinde Sahabe’nin ileri gelenleriyle bu konuda meşveret yaptı. Genç sahabiler Hazreti Hüseyin bin Ali ve Abdullah bin Zübeyr haricindekilerin rızalarını aldıktan sonra bu tayini yaptı.
Bu bakımdan, halifelerin yerlerine yetiştirdikleri ve nasihat verdikleri oğullarını veya güvendikleri başkalarını halife yapmaları İslam hukukuna aykırı değildir. Kur’ân-ı kerimde, Hazreti Davud’un yerine oğlu Hazreti Süleyman’ın hükümdar olduğunun nakledilmesi de bu hususun uygunluğuna işarettir.
Hazreti Muaviye ile ilgili başka iddialara da inşallah cevap vereceğim...
TEFEKKÜR
Saltanat tâcın giyen âlemde mağrûr olmasın
Nice sultân börkün almıştır beyim bâd-ı hazân
Bâkî
(Saltanat tacın giyen, dünyada mağrur olmasın,
Ölüm rüzgârı nice sultanın börkünü almıştır.)
.
Sinsi fikirler ve yıkıcılık!
17 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :16 Ocak 2025 21:56
Üç haftadır Emeviler ile alakalı yazılar kaleme almaktayım. Birçok okuyucum teşekkürlerini iletirken farklı sualler de gelmiyor değil.
Bir okuyucum Hazreti Muaviye ile ilgili olarak Hasen-i Basri hazretlerinin naklini Muhammed Emin Yıldırım’ın videosunu göndererek peki bunu nasıl değerlendireceksiniz diye sormuş...
Bu sual üzerine M. Emin Yıldırım’ın bir buçuk saatlik videosunu dinledim. Sonra ilk olarak bu videoyu dinleyen bir genç ne düşünür diye tefekkür ettim.
Bir taraftan sık sık sahabenin hakkını teslim etmeye çalışacaksınız, bir taraftan onu korur ve kollar gibi tavır takınacaksınız. Diğer taraftan Hazreti Muaviye ile alakalı çeşitli rivayetleri kullanırken mutlak doğru hususlarmış gibi kendisini -tabiri caizse- hırpalayacaksınız!
M. Emin Yıldırım en büyük hırpalamayı da Tabiinin büyüklerinden Hasen-i Basri hazretlerine atfedilen bir söz ile yapıyor. Buna göre Hasen-i Basri hazretlerine atfedilen sözler şöyledir:
“(Güya) Hasen-i Basri şöyle dedi: Muaviye’nin dört özelliği vardı. Bu dördü değil de sadece birisi dahi olmuş olsaydı onu helak etmeye yeterdi. Onun bu özellikleri şunlardır: Birincisi bu ümmet içerisinde Resulullahın eshabı ve faziletli insanlar olmasına rağmen bu görevi kılıç zoru ile alması için ümmetin başına musallat olmasıdır. İkincisi kendisinden sonra sarhoş içkici sürekli ipek giyip çalgılarla meşgul olan oğlunu veliaht edinmesidir. Üçüncüsü Ziyad’ı kendi nesebine katmış olmasıdır. Hâlbuki Resulullah bu konuda şöyle buyurmuştur. (Çocuk doğduğu yatağa aittir, zina eden kişi de recmedilir. Dördüncüsü Hucr bin Adi ve adamlarını öldürmüş olmasıdır. Hucr’dan dolayı Muaviye’nin vay çekeceğine! Hucr’dan ve Hucr’un adamlarından dolayı Muaviye’nin çarptırılacağı cezalar ve işkenceler ne dehşettir!”
Bazen dinî bir mesele konuştuğumda bana sen tarihçisin işine bak diyenler var. Hâlbuki ölçüleri bilen için dinî mevzularda konuşmak kolaydır. Zira iman ve ibadet konularındaki meseleleri İslam âlimleri dinî delillerden (Kur'ân-ı kerim, Sünnet, İcma, Kıyas-ı fukaha) en açık detayıyla doğru olarak ortaya koymuşlardır. Çünkü insanlar bunları bilmek, iman etmek ve yaşamak mecburiyetindedir.
Siz bozuk veya sapık insanları konuştuğunuzda sen tarihçisin, fizikçisin işine bak bu işlere karışma diyorsa bilin ki o adam bozguncunun ta kendisidir. Yolu bozmakta, İslam’ın temiz suyunu bulandırmakta ve karşı çıkanları da “sus konuşma” diye tehdit etmektedir.
Aksi hâlde konuşma diyecek yerde size cevap vermesi gerekirdi.
Tarihî konularda ise çoğu kez doğru ile yanlışlar birbirine sık sık karışmaktadır. Zira bunlar eserin yazarına, aldığı mehazlara veya bilgileri duyduğu şahıslara göre değişmektedir. İnsanlar birilerinin ağzından yalan yanlış rivayetler de uydurabilmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin hadislerinin naklinde Ehl-i sünnet âlimleri kılı kırk yararcasına itina göstermişlerdir.
Bugünkü bazı zevat ise, Ehl-i sünnet büyüklerinin hadislerini temel hadis kaynaklarını reddetmek hususunda kılı kırk yarmakta iken tarihçilerin sözlerine mal bulmuş Mağribi gibi yapışmaktadırlar.
Bu durum elbette iyi niyet gösterisi değildir. Müslümanların zihnini ve itikadını sinsice bozma girişimleridir.
Ehl-i sünnet onu sever ve över!
Hasen-i Basri hazretlerinin Hazreti Muaviye hakkındaki ifadelerini işte bu noktada tam bir tenkide tabi tutmak gerekmektedir. Oysa M. Emin Yıldırım onu mutlak bir hakikat olarak almakta ve o sözlerin üzerinden bu yüce sahabeye karşı en ağır tenkitleri sıralamaktadır. Kendisi tenkide tabi tutulduğunda ise benim videom bir buçuk saat, fakat iki dakikalık kısmı alınarak bana haksızca saldırılmaktadır diye yakınmaktadır.
Açıklama yaptığı kısa videonun başlığı bile düşündürücüdür. Şöyle ki: “Tartışmaların Odağında bir Sahabi: Muaviye b. Ebu Süfyan.”
Ehl-i sünnet Müslümanlar için Hazreti Muaviye hiçbir zaman tartışmaların odağında değildir. Üç haftadır belirttiğim üzere Sahabe-i kiram efendilerimizin âyetlerle övülmesi, Peygamber Efendimizin hem ismen hem genelleme içerisinde onların şanlarını yüceltmesi, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer efendilerimizin en mühim vazifelerde tuttuğu bir sahabiyi "tartışmaların odağında" göstermek akla, mantığa ve dine zarardır!..
Onu Ehl-i Şia kötülemekte, aşağılamakta bid’at ehli bazı zevat da onları doğru kabul ederek Hazreti Muaviye’ye dil uzatmaktadır.
Hazreti Ali Efendimizle Cemel ve Sıffin vakasında savaşan daha pek çok sahabe varken onlar neden "tartışmaların odağında" değildir! Keza savaşanların diğer tarafında Hazreti Ali Efendimiz bulunurken o neden tartışmaların içine düşmemektedir!
Zira Ehl-i sünnet Müslümanlar hepsine kendi değerini vermekte hepsini sevmekte ve onların kendi aralarındaki bir kısım çekişmeleri "ictihadî bir durum" olarak değerlendirmektedir.
Bunun için Hazreti Muaviye tartışmaların odağında değil "bidat ehlinin sevemediği" bir sahabidir. Onu sevmemek ve ona düşmanlık etmenin daha nerelere kadar gideceğinin idrakinde olmak gerekir! Dolayısıyla Ehl-i sünnet Müslümanlar Hazreti Muaviye’yi tartışmaz, anlatır ve ona olan iftiralara cevap verir.
Kaynağından adamı tanı!
Muhammed Emin Yıldırım’ın Hazreti Muaviye hakkındaki uzun videosu, "yüce bir sahabi sinsice nasıl kötülenir ve aşağılanır" onun bir denemesi gibidir. İlk baştan sahabeye söyleyecekleriniz için zemin oluşturmak adına tarih usulü üzerine ahkam keseceksiniz. Sahabilerin şanlarını belirteceksiniz. Ardından bir rivayet üzerinden Hazreti Muaviye’yi milletin gözünde bitirmeye çalışacaksınız!.. Hasen-i Basri hazretlerinin ifadesiyle, onun dört vasfı var deyip bunların biri bile bir kimseyi dinde helak eder diyeceksiniz. Dördü bulunursa ne olur cinsinden, insanları düşünceye sevk edeceksiniz. Sonra tekrar geri dönüp onun dünyevi ve idari bir kısım güzel icraatlarını konuşup aklı sıra objektif veya gerçekçi olduğunuza milleti inandıracaksınız!.. Bu arada sahabeye saygılı bir görüntü vermek için "Hazreti" tabirini kullanmayı da ihmal etmeyeceksiniz!
Dolayısıyla M. Emin Yıldırım’ın Hazreti Muaviye aleyhine önceden söyledikleriyle, onun Müslümanlığını ve adamlığını bitirdikten sonra, devamında övgü gibi görünenler, hâşâ onun adamlığını kurtaramaz! Ayrıca önce söyledikleriyle sonda söyledikleri arasında yaman bir çelişki var. "Hazreti Muaviye bu kadar Müslümansa, önceki davranışları nedir" denir!
Yine Hazreti Muaviye hakkında olumluymuş gibi görünen ifadelerdeki özelliklerin çoğu, her insanda bulunabilir dünyevi şeylerdir. Maneviyatı bozuk olan bir şahısta bunların bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bu usturuplu övgü görüntülü ifadeler, Hazreti Muaviye aleyhine önceden bir saat boyunca söylediği rezaletleri telafi etmez...
Gelelim Muhammed Emin Yıldırım’ın -sözde- Hasen-i Basri’den naklettiği ve tam inanarak mutlak doğru olarak kabul ederek büyük vurgularla teyit ettiği rivayetin sıhhatine!
Hazreti Muaviye aleyhine yapılan bu ağır eleştiri, ne yazık ki, Rafızî/Şii âşığı Adnan İbrahim ve etrafındaki adamları tarafından uydurulmuştur.
O da Taberi’nin çok zayıf ve uydurma olan rivayetine (Taberi, Tarihul Ümem, 3/1577) dayanmıştır. Söz konusu rivayetin senedinde bulunan iki raviden birincisi Ebu Mıhnef (Lut b. Yahya el-Ezdî), pek çok hadis uyduran aşırı bir Rafızî/Şii’dir. Cerh ve ta'dîl âlimleri onun hakkında “leyse bi-me’mûn” (güvenilir değil), “metrûkü’l-hadîs” (hadisi kabul edilmez) gibi hükümler vererek rivayet ettiği hadisleri kesinlikle reddederler. İbn Adî, Ebû Mihnef’in aşırı bir Şiî olduğunu söyler ve rivayetlerinin hiçbir senede dayanmadığını belirtir. Zehebî kendisinden “Râfızî” diye söz ederek onu Seyf b. Ömer, Abdullah b. Ayyâş ve Avâne b. Hakem ile aynı seviyede kabul eder. (Bkz. TDV İslam Anskl. 10/189)
İkinci ravi, Sak’ab b. Züheyr ise, Hasen-i Basri’den hiçbir hadis işitmemiştir. Yani, Hasen-i Basri’ye isnad edilen talihsiz söz, senediyle ve metniyle uyduruk bir iftiradır. Dolayısıyla böyle bir itham üzerinden konuşmaya lüzum yoktur. Bunu en büyük delil kabul ederek Hazreti Muaviye’ye saldıranlara ne demeli iyi düşünmelidir!
Diğer taraftan Taberi, eserinin başında kitabını tanıtırken; “Ben zayıf rivayetler dâhil, her tür rivayeti kitabıma aldım ki başkaları araştırsın" der. Bir tarih kitabında, hatta rical kitabında, bir şahıs hakkında lehinde aleyhinde her şeyi bulabilirsiniz. Kitabın, müellifin yöntemi ve kavramlar bilinmeden kesinlikle yanlış sonuca varılır. Muhammed Emin Yıldırım bu konunun ya tam cahili yahut da işine geldiği gibi kabul edenidir.
Öte yandan Hazreti Muaviye hakkında bir saatten fazla video çeken ve bu videosunda yüce sahabi hakkındaki düşmanlığının esasını Hasen-i Basri üzerinden yürüten Muhammed Emin Yıldırım, Hasen-i Basri’nin konu hakkında diğer sözleri hakkında hiçbir bilgi sahibi görünmemektedir.
Zira Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh), Hazreti Muaviye’yi Cehennemlik diye konuşanlara karşı; "nereden biliyorlar Cehennemlik olduğunu Allah onlara lanet etsin” demiştir. Şia bu rivayeti alırken de yine değiştirmiş ve "Hasen-i Basri, Hazreti Muaviye ve tarftarlarına lanet ediyor" diye çarpıtmıştır. Bu konuda bilhassa Begavi’den gelen rivayet, Katade’den mervi olup hasen derecesindedir. (Bkz. Begavi, Mucemüs-Sahabe, No: 2193; Ahmed Cabiri, Fethul mennan, Sayfa, 254’ten naklen; İbn Asakir tarihi, 59/206)
O hâlde, Mehmet Emin Yıldırım’ın bu iftirayı dillendirirken, “bunu kimsenin itiraz edemeyeceği Haseni Basri gibi büyük bir zat söylüyor” diye vurgu yapması, tam bir zavallılık, cehalet ve maksatlılık değil midir?
Konu hakkında yazılarıma inşallah devam edeceğim...
TEFEKKÜR
Kec-nihâdân rast-ı tab’ân ile etmez imtizaç
İttihâdı olmaz anınçün kemânın tîr ile
Lâ Edrî
(Mayası bozuklar doğrularla uzlaşamaz
Onun için ok, yay ile birlikte duramaz.)
Zaferi doğru okuma zamanı!
24 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :23 Ocak 2025 22:07
Gazze’de hiç bitmeyecek gibi duran savaş durdu. Bombalar ve silahlar susarak ateşkes sağlandı.
Ateşkesin sağlanması ile birlikte Filistinlilerin kamplarında çok büyük bir sevinç olmuştu. Bu sevinç bilhassa ülkemizde ezici bir zaferin neticesi gibi servis edildi... Hâlbuki bu sevinç, kâbus gibi geçen neredeyse 1,5 yılın sonunda bir nefes alma sevinciydi. Bombalardan sonra soğuktan ve açlıktan evlatlarını kaybedenlerin, dayanılmaz acılarının sona ermekte olduğunu görmelerinin işaretiydi.
Nitekim anlaşmanın duyulması ile birlikte insanlar kaçtıkları evlerine doğru son sürat hareket ettiler.
Fakat bırakın evlerini bulmayı mahallelerini dahi görmediler. Hemen her yer neredeyse virane ve harabe olmuş durumdaydı.
Bu acı hâli gözyaşları içinde görenler; “Savaş bize ait güzel olan her şeyi aldı götürdü”, “Derin bir acı içindeyiz”, “Birbirimize sarılıp ağlamanın zamanı geldi”, “Kutlama zamanı değil teselli zamanı” söyleriyle içinde bulundukları hâlet-i ruhiyeyi göstermeye başladılar.
Ülkemizde klavyesinin başına oturup zafer çığlıkları atanların ne ana babası öldü, ne evlatları bombalarla parça parça edildi ve ne de eşleri ve kızları felaketlere uğradı.
Bu bir zafer midir? Şayet buna zafer diyeceksek Filistin bir asırdır destan yazıyor dememiz lazım. Oysa Filistin’in elinde yüz yıl önceki topraklarından %2’si kaldı. %98’i kaybedildi. Kaybedilen toprağı da harabe bir vaziyete düştü.
Belini doğrultması, 7 Ekim’den önceki hâline dönebilmesi için kaç on yıl geçer bilemem.
Resmî rakamlara göre 48 bin kişiyi kaybedeceksin, yüz bin kişiyi yaralı vereceksin, iki milyon kişi yerinden yurdundan olacak, 150 bin konut tamamen 200 bin konut kısmen yıkılacak 80 bin konut oturulamaz hâle gelecek ve bunu bir büyük zafer edasıyla nakledeceksiniz. Karşı taraf ise hiçbir mukayesede bunun onda birini yaşamış değil.
Oysa ülkemizde zafer nutukları atan bu zevat savaşın başladığı ilk günde bütün İsrail alınmış gibi yaygara yapıyorlardı.
Sonra felaketler yaşanmaya başlayınca nasıl olsa ölüyorlardı, bir an önce ölsünler tezine sarıldılar. Sonra günler boyunca Türkiye’yi suçladılar. İran’a methiyeler düzdüler.
Savaşı başlattıranın ve İsrail’e alan açmak isteyenin İran olduğunu asla görmediler ve görmek istemediler! Türk ve İslam dünyasının, “13 günlük Suriye Zaferi"nden sonra bu defa da Gazze cephesindeki gerçek gücü mutlaka idrak etmeleri gerekmektedir.
Gazze zaferi kimin?
Türkiye boş durmuyordu. Filistin’de böyle alelacele girişilen bir savaşın olmasını ve ülkenin mahvolmasını asla istemezdi. Fakat kendisine danışan olmamıştı.
Türkiye’nin hiçbir yerden buraya müdahale durumu yoktu. Suriye, İsrail için yıllar önce boşaltılmıştı. ABD ve Rusya’nın yanı sıra bu bölgede İsrail’in ekmeğine yağ süren İran ve Esad faktörü devam ediyordu. Bunlar burada olduğu müddetçe Türkiye’nin İsrail’e doğrudan bir yaptırımı çok zordu.
Türkiye Suriye’ye karşı gerçekleştirdiği bir dizi harekâtla ancak sınırı boyunca bir alanı tampon bölge kılabilmişti. Bunda da büyük zorluklar çekmişti.
Fakat derinden çalışmaları durmamıştı. Zira İsrail’in hedefi sadece Suriye değildi. Onun arzusu savaş boyunca açıkça deklare ettiği gibi "arz-ı mevud" idi.
Dolayısıyla Türkiye’nin o günü beklemesi en büyük gafleti olurdu. Sonunda Suriye’deki muhalif millî güçleri yöneterek veya yönlendirerek 13 günlük büyük bir zafere imza attı.
Bu zafer 15 Temmuz’la birlikte son yüzyılın en önemli başarısıdır ve etkileri sürecektir demiştim. Zira bu zafer sonunda 61 yıllık Baas rejimi çöktü, Esad kaçtı, Suriye’de İsrail’e alan açan ABD, Rus ve İran etkisi yok denecek kadar azaldı.
Türkiye’nin tesiri Suriye’yi neredeyse tamamen sardı. Bunu hazmedemeyenler günlerce Türkiye’nin İsrail’e alan açtığı yalanını yaydılar. Bülent Arınç gibi kurt bir politikacı dahi “bu savaşın tek kazananı İsrail’dir” demek basiretsizliğini gösterdi veya bilerek bu hezeyan yüklü cümleyi sarf etti. “İsrail’in Şam’a varmasına 15 km kaldı” diyerek bozgunculuk yapanlar, o 15 km’nin hiç gelmediğini gördüler.
Öte yandan Türkiye’nin bu büyük başarısı en büyük etkiyi Gazze’de yaptı ve İsrail’i barışa zorladı. Bu barış, tamamen Suriye’deki muazzam başarının bir devamıdır ve Türkiye’nin büyük zaferidir. Bu zafer Türkiye’nin hanesine “Gazze zaferi” diye eklenmelidir.
Aksi hâlde İsrail, Suriye’de de hâkimiyetini oluşturmadan asla durmayacaktı.
Yerinde ve zamanında stratejik hamleleri gerçekleştiren ve bölgemizde İsrail’e geçit vermeyip geri döndüren Türkiye’nin muzafferiyeti, kendisini uluslararası bir aktör konumuna getirmiştir.
Bu hamleleri ustaca gerçekleştiren sayın Cumhurbaşkanımızı ve çevresini tebrik ediyorum. Bu hamlelerin değeri zamanla daha iyi anlaşılacaktır.
İnşallah Türk ve İslam dünyası da bu büyük zaferin sahibini görür, ABD ve Rusya gibi devletlerin yerine Türkiye’nin etrafında bir hale gibi birleşirler.
***
Yangın ve beyhude konuşmalar!
Bolu, Kartalkaya kayak merkezindeki Grand Kartal Oteli'nde 21 Ocak’ta çıkan yangında büyük bir facia meydana geldi. Yetmiş sekiz vatandaşımız hayatını kaybetti, elli bir vatandaşımız da yaralandı.
Cenazeler ortaya çıkmadan, ölenlerin sayısı bilinmeden, kim olduklarının tespiti yapılmadan her zamanki gibi yine "mesul kim?" tartışması başladı. Neticede bir kez daha mesuller net olarak ortaya konulamadı. Herkes suçu başkasının üzerine atmaya başladı. Sosyal medyada ise herkes karşı partide suçlu aramaya başladı. Oysa yangın veya diğer felaketler geldiğinde hangi partili diye ayırmıyor. Şu acı gerçeği dahi bir türlü idrak edemedik!
Gerçekten üzücü bir durum. Ölenler öldü gitti. Artık konuşacak durumda değiller. Yaralı veya sağlam bir şekilde kurtulanlar hadisenin dehşetiyle şoke hâldelerdi. TV’lerde yorumcular ise eksikleri ve nelerin yapılması gerektiğini sabah akşam konuşup durdular.
Evet her zamanki felaket sonrası yaşananlar ne hazindir ki aynen devam ediyor. Bir türlü çözüm odaklı düşünülmüyor.
Binanın güzel olması için her şey düşünülüyor. Fakat güvenli olmasına hiç bakılmıyor. Belediye veya bakanlık sadece uygunluk kâğıdına bakıyor. Bu kâğıt alındıktan sonra teftişler asla hakkıyla yürütülmüyor.
Bir otel yangınında yangın merdivenine ve tüpüne kadar neredeyse her şey eksik olabilir mi? Görevliler en küçük bir yangın hâlinde ne yapacaklarını bilmezler mi? Bu kadar ihmal bir araya gelebilir mi, diyorsunuz...
Bu satırlarda birçok kez Turizm Bakanlığı ile Kültür'ün birbirinden ayrılması gerektiğini dile getirdim. Kültürü unutmuş bir kültür bakanından çok bahsettim. Aynı bakan turizm konusunda da sınıfta kaldı. Her yıl turizm sezonunda ilk gelen turistlerle eğlenceler tertiplemek değildir bakanın işi.
Öncelikle, Türkiye’nin turizm beldelerinde neler oluyor, neler yaşanıyor, eksikler nedir? Bunları takiple görevlidir. Açıkçası ahşapla kaplanmış bir binada iç kısımda yangın merdiveni ne arar bir türlü anlamadım. Belki betonarme binalar için geçerli olabilir. İçten ve dıştan duvarların ahşapla kaplandığında bu binaya dış yangın merdivenleri neden yaptırılmadı bunun hesabını kim verecektir!
Turizm işletmelerinde söz sahibi bakanlık ise onlar denetimi her zaman yapmalıdırlar. Böylesine büyük turizm merkezlerinde felaketlere karşı hiç mi tedbirler düşünülmez? Bugün bir kişinin dahi çalıştırıldığı iş yerlerine, sağlık ve iş güvenliği uzmanı şartı getirilirken binlerce kişinin kaldığı yerlerde bir felaketin yaşanabileceği hiç mi akla gelmez.
Osmanlıda, “Padişahım, deniz tutuşsa tedbiri alınmıştır” vecizesi tarihe geçmiştir. Bunlardan hiç mi ibret alınmaz.
Misal olarak yurtlar Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır. Dolayısıyla bir bina yurt yapılacağı zaman belediyeden, yapı denetimden, itfaiyeden ve başka ilgili birimlerden uygun raporunu almak durumundadır. Bunlar ilgili sorumlu mercilerdir. Ancak bunları en ince detayına kadar teftiş etmek de Bakanlığın uhdesindedir. Dolayısıyla diğer olur veren birimler ve Belediye yanında Bakanlık da mutlak olarak sorumludur.
Elbette bu yangının akabinde sorumlular ortaya çıkacaktır. Fakat görünür sorumluluk Bakanlıktadır.
Artık beklentimiz odur ki sorumlular, varsa ihmallerinin hesabını mutlaka versin ve cezalarını çeksinler. İhmali olanlar işten el çektirilsin. Ben böylesine hatalar zinciri sonucu yetmiş sekiz vatandaşımızın hayatını kaybetmesi ile neticelenen vahim bir durum karşısında Turizm Bakanı’nın istifasını beklerdim.
Belli ki Kültürü unutmuş olan bu bakan Turizmde de göz boyamaktan başka bir iş yapmıyor. ETS Tur bileti satmakla Ayasofya’nın üst katlarından para kapmakla bu işler olmuyor sayın Bakan!
Hükûmetin ise böyle hâllerde suçlular hangi partiden diye asla bir düşüncesi olmamalıdır. İhmal her kimin ise en ağır cezayı uygulamalıdır. Görevden alma ve el çektirmeler birinci adımdır.
Aksi hâlde sadece felaketlerin adı değişir. Beyhude ve boş konuşmalar hep devam eder!
TEFEKKÜR
Âlemde gam kişiye dem-â-dem gelir gider
Âdem mi var ki âlemde hurrem gelir gider
İbn Kemâl
(Dünyada keder kişiye anbean gelir gider,
İnsan var mı ki âlemde hep sevinçli gelir gider.)
..
Ekranda Bakan Bey'i dinlerken!..
31 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :30 Ocak 2025 22:54
İnanılır gibi değil. 21 Ocak günü vuku bulan Grand Hotel yangın faciasında yetmiş sekiz can gitti. Yetkili yetkisiz neredeyse konuşmayan kalmadı. Fakat turizm işletmesinden asıl sorumlu kim ortaya konulamadı! Kanun nizam bu kadar mı esnek anlamadım. Düşünün defalarca tadilatlar yapılmış defalarca izinler alınmış bir otelden bahsediyoruz.
Yanlış anlaşılmasın burada yangında hatalı olanı veya işini eksik yapanı sorgulamıyorum. Belli ki hatalı çok. İş yeri sahibinden otelin işletmecisine, itfaiyesinden raportörlerine kadar muhtemel pek çok suçlu var. Zira yangın, mutfak ocağında bir kızgın yağdan çıkar. Fakat devamında 78 canın gitmesine sebep olan pek çok ihmal vardır. Onun için böyle felaketlerde sadece bir suçlu gösterip çekilemezsiniz. Öyle olsaydı kızgın yağı ocağa dökeni bulun, cezasını verin deyip bitirirdik!
Enteresan olanı şu ki bir turizm işletmesinde düzenli olarak denetimi yapacak ve eksikleri görecek olan sorumlu hâlâ ortada yok. Bu konuda şimdilik adı geçen üç merci var. İtfaiyenin bağlı olduğu Bolu Belediyesi, İl Özel İdaresi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ı özellikle Suriyelilere yaptığı zulüm sebebiyle sevmem. O garip insanların sularını kesmeye teşebbüs etti. Kesemeyince on kat zam yaptı. İş yeri ruhsatı konusunda büyük zorluklar çıkardı. Muhtemelen elinden gelse Bolu havasını teneffüs etmelerine bile fırsat tanımayacaktı. Bu hukuksuz girişimleri ve sözleri sebebiyle pek çok insanımız ve çeşitli STK’lar kendisine tavır aldı.
Tanju Özcan bu defa da yetmiş sekiz vatandaşımızı kaybettiğimiz Bolu Kartalkaya’daki yangında verdiği beyanlarla şimşekleri üzerine çekti.
Daha baştan "bizim sorumluluk alanımızda değil" diyerek sanki hiçbir ilgileri yokmuş gibi davrandı. Oysa en azından "bizim tarafımızda bir hata varsa gereken yapılacaktır" diyebilirdi. Nitekim yangın raporunu veren itfaiyenin Bolu Belediyesine bağlı olması onları da direkt ilgi alanına sokuyordu.
Sonrasında ise itfaiyeye yapılan yeni bir müracaat dolayısıyla bir kısım eksikliklerin ortaya çıkması bu itibarla raporun verilmemesi ardından dilekçenin geri çekilmesi sonra küçük bir alan için ruhsat alınması gibi bir katakullinin yaşandığı ortaya çıktı.
Tanju Özcan bu gelişmeyi de, “ihbar etmeye korkmuşlardır” diyerek yine skandal bir açıklama ile cevapladı.
Dolayısıyla Tanju Özcan’ın kişiliği ve hadisedeki tutarsız ifadeleri okların hep kendisine yönelmesine sebep oldu.
Turizm Bakanı ise yangın ertesinde uzun bir süre sessiz kaldı. Tepkilerin başlaması üzerine hadiseden dört gün sonra CNN TÜRK’te Ahmet Hakan’ın karşısına çıktı...
Kaynaklar nereye aktı?
Millet, Sayın Bakan Mehmet Nuri Ersoy’un, Ahmet Hakan’ın programına çıkacağını öğrenince daha baştan "tamam aklanmaya geldi" diyerek biletini kesti. Yani bir anlamda Sayın Bakan'ın güvenilirliği sarsıldı. Oysa böyle bir meselede bakanın basın açıklaması yapması beklenirdi.
Sayın Bakan'ın CNN TÜRK’teki programını sonuna kadar dinledim. Konuşması sırasında en az otuz defa yangın raporu verilmesinden itfaiyenin sorumlu olduğunu söyledi durdu...
Yani şu gerçeği Türkiye’de bilmeyen var mı anlamadım. Hangi kurum, hangi bina olursa olsun yangın raporunu itfaiye verir. Türkiye’de bu işi yapan başka bir kurum da yok. Şu herkesin bildiği hususu defalarca ısıtıp ısıtıp söylemekle nereye vardığını veya varmak istediğini anlamadım.
Ahmet Hakan "Yani itfaiye kurumu denetimi yapmıyor mu?" deyince ise topu hep taca attı.
“Efendim yapabilirdi, mecbur değildi”. “Yapması iyi olurdu fakat mecburiyeti yoktu”, “Son durumu bilgilendirmiş olsaydı, bu facia yaşanmazdı” gibi ifadelerle tabiri caizse topu dolaştırdı durdu. Turizm Bakanı bu faciadan bu kadar kolay sıyrılacaksa pes doğrusu!
Beni en çok Ahmet Hakan’ın, “Kartalkaya’da bu kadar turizm işletmesi var, belli bir noktada ön müdahalede bulunacak bir itfaiye teşkilatı kurulamaz mıydı?” sualine Kültür Bakanı'nın büyük bir acziyet içinde, “Tabii kaynak durumu” diye mırıldanması üzdü.
Bu şekilde hükûmetini en aciz bir şekilde gösterdi. Orada olsam o anda kendisine; “2024 yılında Kültür Yolu Festivallerine ne kadar para harcadınız” diye sorardım.
Turizm Bakanı'nın bu festivallere ne kadar kaynak ayırdığı ve kimlere ne kadar para aktardığının hesabı mutlaka sorulmalıdır.
Devletin paraları öylesine çarçur ediliyor ki akıl alır gibi değil. Giden sadece para da değil bu festivaller ile ahlakımız da bitiriliyor.
Doğuda bir şehrimizin kültür müdürü birkaç ay önce "Hocam ne olur bunları yazın!" diye yalvarmıştı. “Bizim bir yıl boyunca gençlere vereceğimiz kültür hizmetinin üç beş katı bir haftada heba oldu gitti” diyerek yakınmıştı.
Keşke verilenlerin bir faydası olsaydı. Hepsi gezi zihniyetli sanatçılara peşkeş çekildi. Gençlerimizin ahlakı bozuldu.
Aynı serzenişi önceki gün Samsun’dan bir dostum da yaptı. “Hocam Kültür Yolu Festivali ile Samsun’da yapılanlar ve yaşananlar yüz kızartıcı, ne olur dile getirin” diye veryansın etti.
Evet Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bütçesi, Kartalkaya’da ön müdahaleye hazır bir itfaiye kurulmasına kolaylıkla yeterdi.
Diyelim yetmeyecekti. Bunu hiç düşündü ve dile getirdi mi? Şayet dillendirmiş olsa ülkenin dört yanını imar ve inşa eden Sayın Cumhurbaşkanımız böyle bir teklife hayır der miydi? Asla demezdi ve derhal yaptırırdı.
Üçüncüsü parayı kazanan masrafa dâhil olur. Bölgede bulunan otellerden bu işlem için özel ödenek istenemez miydi.
Demek ki konu bu ihtiyacı düşünmek ve tedbir sahibi olmakla alakalı. Sadece ETS Tur şirketinize odaklanırsanız, eksikleri göremezsiniz!
Soru çok, muhatap ortada yok!
Aslında sorumluyu bulmak zor değil. Denetim kimde ise sorumlu odur. Nasıl ki okullar ve yurtlar Millî Eğitim Bakanlığı tarafından denetleniyor ise sorumlusu da aynı bakanlık olmaktadır. Öyle ise burada sual "Turizm işletmelerini kim denetliyor?" olmalıdır.
Girişte de değindiğim gibi bu konuda üç temel kurumun adı geçiyor. Belediye, İl Özel İdaresi ve Turizm Bakanlığı...
Ben turizm işletmeleri denetimine girdiğimde karşıma sadece Turizm Bakanlığı çıktı. Belediye ve İl Özel İdaresi çıkmadı. Oysa Turizm Bakanı, Ahmet Hakan’la konuşurken hiçbir şekilde denetim konusuna girmediler. Sathi bir şekilde geçiştirdiler.
Hâlbuki Turizm Bakanlığı sitesine girenler turizm işletmelerinde nelerin denetleneceğini açık bir şekilde göreceklerdir. Yangın eylem planları ve yangın eğitimi belgeleri de bunların içerisindedir. Onlarca belge hem istenecek hem de bunların denetimi yapılacaktır.
Bu arada otelin sahibi Halit Ergül’ün Turizm Bakanlığı’nın 15 Aralık 2024'te oteli denetlediğini, kapılarla ilgili eksiklikler bulduklarını ancak yangın önlemleriyle ilgili bir eksiklik olmadığını ifade ettiği ortaya çıktı.
Şayet sorumluluğu yoksa Bakanlık yetkilileri neden oraya gittiler ve inceleme yaptılar? Sayın Bakan buna cevap verebilir mi? Ayrıca periyodik olarak bu otelleri kimlerin denetleme mecburiyeti var söyleyebilir mi?
Zaten belediyenin mutlaka denetlemesi gerekseydi Bakan Bey bunu iyi bilir ve muhatabını suçlardı. Belediyeyi vurması sadece itfaiye üzerinden oldu. Oysa Bakan Bey, biraz sıkışınca bu defa da topu İl Özel İdaresine attı. Hâlbuki turizm işletmelerine girdiğimde ben İl Özel İdaresinin denetimine hiç rastlamadım.
Şayet Bakan Beyin belirttiği gibi turizm işletmelerinden İl Özel İdaresi sorumlu ise yangının üzerinden bunca gün geçtiği hâlde neden Bolu İl Özel İdaresi hesaba çekilmedi!
Buna karşılık İl Özel İdaresi başkanı sadece adres değişikliği ve raporlama işlemlerini yaptıklarını ve denetimin kendilerinde olmadığını savunmuş. Bu durum da “sorumluluk kimde” tartışmasını daha da karmaşık hâle getiriyor.
Peki bu kadar basit, bir “adres değişikliği ve raporlamaları toplama” görevini de Bakanlık halledemez mi? Neden İl Özel İdaresi devrede? Maksat biraz daha para koparmak mıdır? Paraların nereye gittiğini de sorgulamanın zamanı çoktan geçti gibi geliyor. Bir işletmeden herkes para kapma yarışına giriyor sonra gecelik fiyat neden bu kadar yüksek diye yaygara koparıyoruz!..
Bakanın pek çok çelişkilerinden biri de, 2022’den bu yana Bakanlığın 4 bin 380 tesisi kapattığını ifade etmesiydi. Peki bir işletmeden sorumlu olmadığını söyleyen, kapatma yetkisini kimden alır acaba belirtebilir miydi? Ayrıca kendilerinden başka bu işletmeleri kimler kapatabilirdi?
Yine Bakan Ersoy, kendilerinin sorumluluğunu belirtirken, “İlgili bölgenin Cumhurbaşkanı kararnamesi ile turizm merkezi ilan edilmiş olduğunu buralarda sadece imar planları yapma yetkisi ile turizm amaçlı kamu arazilerinin tahsisi yetkisinin Bakanlığa verildiğini” söyledi.
Şayet sorumluluğunuz bu ikisi ise hallettiniz bitti demektir. O zaman da "Siz her denetimi imar planını gözden geçirmek ve tahsis yetkisinin usule uygun olup olmadığını görmek için mi gidiyorsunuz?" demezler mi?
Evet soru çok ama muhataplar maalesef ortada yok?!.
TEFEKKÜR
Kimdir o kim arsa-ı dünyâya geldi gitmedi
Kimdir o kim kasr-ı ömrün çarh viran etmedi
Fuzûlî
(Dünya arsasına, kim gelip de gitmedi?
Zaman, kimin ömür sarayını viran etmedi?)
.
Cülus ve cenaze!
7 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :6 Şubat 2025 22:12
Dünya hâli başka başkadır, kiminin yıldızı parlamaya başlar kiminin söner, kimi ağlar kimi güler, aynı gün kimi kabre girer kimi tahta çıkar...
330 sene önce de Osmanlı tahtında böyle bir değişim yaşanıyordu. Bir taraftan Sultan II. Ahmed Han için defin hazırlıkları sürerken bir taraftan da II. Mustafa Han’ın cülus merasimi (tahta çıkış) için hazırlıklar yapılıyordu...
6 Şubat 1695 Pazar sabahı Edirne Sarayı’nda Veziriazam Sürmeli Ali Paşa’nın başkanlığında Dîvân-ı Hümayûn henüz daha yeni toplandığı sırada Dârüssaâde Ağası İshak Ağa gelip vezirin kulağına eğilerek;
“Padişahımız (II. Ahmed Han) Hak rahmetine vardı” dedi. Veziriazam Ali Paşa, duyduğu bu haber karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Bunun üzerine Ali Paşa, durumu belli etmeden Divan'ı dağıttı.
Bu esnada II. Mustafa Han, Hazinedarbaşı Nezir Ağa aracılığıyla amcasının ölümünü öğrenmişti. Nezir Ağa gibi bazı kimselerin de desteğini alarak Hasoda’ya geçip “iç biat” törenini gerçekleştirdi.
Ardından da baltacılarla sadrazama haber göndererek Bâbüssaâde Ağası’na cülus hazırlığı için emir verdi.
II. Mustafa Han, hükümdar olduğu zaman henüz otuz bir yaşında bulunuyordu. Köprülüler'in haşmet ve kudret devrinde doğmuş, göz kamaştıran bir saltanatın nimetleri arasında büyümüş, yirmi üç yaşlarında iken babasının tahttan indirilmesi ile hapsedilmiş, sekiz yıldan beri de geleceğinin ne olacağı endişesine kapılmıştı.
Bu sırada Osmanlılar, Viyana bozgununu takiben dört düşman devlete karşı on iki yıldan beri savaşıyordu. Temeşvar tamamen kaybedilmiş, Venedikliler bütün Mora yarımadasını almışlar, Polonyalılar Podolya’yı, Ruslar Azak Kalesi ve çevresini istilâ etmişlerdi. Genç omuzları, ağır devlet sorumluluklarını taşıyabilecek miydi?..
II. Mustafa Han, tahta çıkar çıkmaz hızla düşündüklerini gerçekleştirmeye çalışırken daha önce Venediklilerin eline düşen Sakız adası o sırada geri alınmış, Kırım Tatarları’ndan Şahbaz Giray, Lehistan topraklarına girip Lemberg’e kadar ilerlemiş, çok sayıda esir ve ganimetle dönmüştü.
Mora’da Venediklilerin, Hersek cephesinde Osmanlı kuvvetlerinin etkili olduğu haberleri gelmişti. Özellikle Sakız’ın geri alınması uğurlu sayılmış ve Edirne’de büyük şenliklerle kutlanmıştı...
Yeni padişahın ilk düşüncesi, devletin kontrolünü kendi eline almaktı. Bunun için Dîvân-ı Hümayûn’un haftada dört gün çalışmasını emretti. Çünkü Divan, bir süredir düzenli olarak toplanamamıştı. Ayrıca devlet adamlarına, tıpkı ataları gibi bizzat ordunun başında sefere çıkma isteğini de bildirdi.
Bu sırada devlet adamlarından bazıları, uzun süren ve gerek devleti, gerekse halkı fazlasıyla yıpratan savaşa son vermek istiyorlardı...
"Vücudumu din uğruna feda ederim!"
Genç ve idealist bir kişiliğe sahip olan Padişah, barış planları kuranları hayal kırıklığına uğratacaktı. Hükümdarlığının ikinci günü (8 Şubat 1695), kendi el yazısı ile veziriazama hatt-ı hümayun gönderdi. Padişah şöyle demekteydi:
“Cenâbı Hak bu âciz, bu günahkâr kuluna bir cihan padişahlığı ihsan etti. Padişahların hangisi zevk ü safâya, kendi nefsinin rahatına düşmüş ise, eli altındaki memleketlerinin ve tebaasının huzuru ve rahatı kaçmıştır... Biz bugünden zevk ü sefayı ve rahatı kendimize haram kıldık! Pederimiz merhum Sultan Mehmed ve amcalarımız Sultan Süleyman ile Sultan Ahmed padişahlık vazifelerinde ihmal ve tekâsül gösterdiler. Bu yüzden düşmanlar devletimizin dört yanını sardı. Bunca Müslüman memleketleri istilâ edildi. Ehl-i İslâm’ın serveti yağma edildi ve kendileri kadınlarıyla, çocuklarıyla esir oldular... Düşmana karşı ceddim Sultan Süleyman (Kanuni) gibi kendim sefere çıkmaya kati niyet ettim. Sizler ki veziriazamım, vüzera, ulema, vükelâ ve ocak ağalarısınız, cümleniz bir yere gelüp bu hatt-ı hümayunumu okuyup düşününüz, gazaya gitmem mi makul, yoksa Edirne’de oturup kalmamız mı münasip? Din ve devlet ve halka hangisi faydalı, Allah için söyleşip doğruyu bana bildiriniz vesselâm!..”
Böylece II. Mustafa Han, İngiltere’nin de aracılığı ile o sırada gündeme gelen barışa karşı olduğunu da göstermiş oluyordu.
Bu hatt-ı hümayunu vezirler, kazaskerler ve devlet erkânı üç gün boyunca görüşüp değerlendirdiler. Sonunda Padişah’ın bizzat sefere gitmesi büyük masraflar gerektireceğinden, kendisinin bu sene Edirne’de kalarak Veziriazamın Serdar-ı Ekrem olarak tayin edilmesi hususuna karar verilip Padişah’a arz edildi. kararda şöyle deniliyordu:
“Padişahımızın savaşa gitmesi hazineye ağır yüktür. Hem de sefer zorlukları ile nazik vücuduna sıkıntı verecektir. Uygun olan veziriazam hazretlerinin serdar tayin edilip gönderilmesidir.”
Bunun üzerine Sultan II. Mustafa Han; “Bana ağırlık ve hazine lazım değil, yeri geldiğinde kuru ekmek yerim, vücudumu din uğruna feda ederim. Her türlü zorluğa sabrederim. Hizmet-i ibadullah tamama ermeyince seferden dönmem; elbette kendim giderim” diye cevap vererek, hazırlıkların yapılmasını emretti.
Bazı devlet erkânının karşı çıkmasına rağmen Avusturya üzerine çıktığı 1. Seferde, Lipve, Lügoş ve Şebeş Kaleleri fetholunarak Temeşvar’a kadar gelindi. (Aralık 1695)
II. Mustafa Han, Nisan 1696 yılında ikinci Sefer-i Hümâyuna çıktı ve Olaş Meydan Muharebesinde Avusturya Kralı Elektör yenildi ve kaçtı. Bu büyük zaferin ardından padişah tekrar Edirne’ye döndü.
Ancak II. Mustafa’nın katıldığı Üçüncü Avusturya Seferinde, Osmanlı ordusu Zenta’da ağır bir mağlubiyete uğradı. Diğer cephelerde de sıkıntıların devam etmesi yüzünden padişah Karlofça Antlaşması'nı yapmak zorunda kalacaktır...
Ne de çabuk unuttun!
Karlofça Antlaşmasının imzalanmasından sonra II. Mustafa Han 10 Eylül 1699'da Edirne’den İstanbul’a geldi.
Elçiler kalabalık maiyetleriyle İstanbul’a gelerek kendilerine tahsis edilen konak ve köşklerinde konakladılar. Bunlar için 1700 yılı ocak ayında Dîvân-ı Hümayûn'da kabul törenleri ve ziyafetler tertip edilerek elçilere hilatler giydirildi...
Bu arada bir de protokol skandalı yaşanacaktı. Fransız hükûmeti, ek anlaşmalarla Avusturya, Rusya ve Venedik’e tanınan ticari ayrıcalıklar verilmesinden rahatsız olmuştu.
Bunun kaldırılması veya kendilerine daha başka haklar tanınması için büyükelçisinden derhâl girişimlerde bulunmasını istemişti. Hükûmetinin verdiği talimat gereği arz odasında padişahın huzuruna çıkmaya hazırlanan Fransız elçi, teşrifatçıların bütün ısrarına rağmen meçini (ince ensiz sivri uçlu kılıç) belinden çözmemekte diretti.
Elçinin küstah tavırları üzerine kapı önünde ateşli tartışmalar yaşandı. Arz odasındaki padişah dışarıda tartışmaların olduğunu sezmişti. Sadrazam amcazade bir taraftan ortamı yatıştırmaya çalışırken bir taraftan da içeri girip durumu padişaha anlattı.
Elçinin bu küstah duruşuna Padişah'ın canı sıkılmıştı: “Edepsize bakınız! Daha dün yalvar yakar imdat dileniyorlardı. Ne de çabuk unuttular! Defedin gitsin!” buyurdu.
Bu emir üzerine elçiye giydirilmiş bulunan hil’at sırtından çıkarıldı. Hediyeleri kucağına verildi. Yaka paça sarayın dışına postalandı...
Utandırma beni!
Dokuz seneye yakın saltanat süren II. Mustafa Han, muktedir, gayretli, vatanperver, çalışkan ve değerli bir padişahtı... Hükümdarlığının ilk senelerinde gayret ve faaliyeti ile savaş talihini Osmanlı Devleti’nin lehine çevireceğine inanmıştı. Her ne kadar ilk zamanlarda bu düşüncesinde kararlı görünse de Zenta Muharebesinden sonra ümidi kırılmış ve zamanını Edirne’de geçirmiştir. II. Mustafa Han, ordusunun başında sefere çıkan son Osmanlı padişahı olmuştur...
Zor bir zamanda tahta çıkmıştı. Büyük idealleri vardı. Her türlü yükün altına girmeye hazırdı. Fakat aradığı vasıfta devlet adamlarını da yanında bulamadı. Zaman zaman yakarışlarında bu çaresizliğini görmek mümkündür. Şöyle ki:
Yâ Rab meded eyle kuluna iki cihanda
Çünkü bu me’âşimle (uğursuzluk) işim cümle yamândır
Aldı bu kadar halk-ı cihânun yükünü âh
İşte bu ma'âsî (günahlar) ile iş hayli dumândır
Yine padişahın şu yakarışı pek içten ve derindendir:
Rûz-ı mahşerde kusurum setr et ey Ferd-i ganî
Enbiya vü mürselîn içre hacîl etme beni
Zikr ü tevhîd ederim sıd-ı derûn ile seni
Enbiya vü mürselîn içre hacîl etme beni
“Yarabbi! Sen ganisin, zenginsin, mahşer gününde insanların toplandığı bir sırada benim kusurlarımı gösterme. Peygamberler arasında beni utandırma. Seni her zaman kalbimle zikrederim, anarım, ne olur beni utandırma...”
TEFEKKÜR
Devrân cefâ vü cevr ile etdi bugün cezâ
Budur ümîdüm eyleye rahmet yarın Hüdâ
.
ABD’nin gücü nereden geliyor?
14 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :13 Şubat 2025 22:22
Tarihte devletlerin ve imparatorlukların hemen hepsi, uzun süreli olmak isterler ve bunun için büyük gayret sarf ederler. İdarecileri iyi yetiştirmeye önem verirler. Devlet sistemini mükemmel kurmaya çalışırlar. Düşmanlarını zayıflatmaya ve mümkünse birkaç parçaya bölmeye gayret ederler. Onlar üzerinde büyük oyunlar kurarlar.
Düşmanlarının içlerine koydukları ajanlarla, gelişmelerden zamanında haberdar olur ve ona göre politikalar belirlerler. Nitekim Amerikalı siyaset adamı Henry Kissinger’a atfedilen şu söz çok manidardır: Amerika iki sebeple güçlüdür. Birincisi ülkesindeki vatan hainlerini bulur, öldürür. İkincisi de diğer ülkelerdeki vatan hainlerini bulur ve kullanır.
Bunun için devlet adamları, hâkimiyet kuracakları milletlerin özelliklerini çok iyi bilirler. Onları kendilerine bağlı kılacak, sempatilerini cezbedecek faaliyetleri hakkıyla yürütürler. Yeri geldiğinde tek bir hareketle bir milletin sempatisini kazanırlar.
Türk milletinin 17 Ağustos 1999 depreminde kendi idarecilerine karşı soğuk iken, ABD Başkanı Bill Clinton’un deprem bölgesini gezmesi, bir çocuğu kucağına alması, onun burnuyla oynamasına gülerek tepki vermesi bir anda kendisini milyonların gözdesi hâline getirmişti.
Fatih Sultan Mehmed, bir fermanı ile Bosnalıları kendisine meftun etmiş hatta on binlerce Bosnalının İslamiyet’le şereflenmesine vesile olmuştu. Osmanlılar dünyaca meşhur adaletleri ile bu sihirli uygulamayı bulmuşlar milletlerin kalplerini fethetmişlerdi.
Günümüzde Amerikan başkanlarının Ramazan-ı şerifte Müslüman önderlere iftar vermeleri de böyle bir geleneğin devamı gibidir.
Avrupalı krallar da Müslümanlara sıcak durmak onları tarafına çekmek için İslamiyet’le ilgili güzel cümleler kurarlar ve yeri geldikçe kendilerini överlerdi.
Tarihte bu siyasetin önde gelen simalarından biri de Napolyon’dur.
Napolyon Bonapart, 1798’de Mısır’ı işgale kalktığı zaman halkı yanına çekebilmek için bir bildiri yayınlamış ve şöyle demişti: “Buraya gasbedilmiş haklarınızı iade için geldim. Ben, Allah’a Mısır’ın başında olan Memlüklerden daha fazla inanıyorum. Hazreti Muhammed’e ve hayran olduğum Kur’ân-ı kerime büyük hürmet gösteriyorum.”
Öyle ki şu ifadeleri dolayısıyla İslam dünyasında Napolyon’un Müslüman olduğuna dair efsaneler de yayılmıştı.
Bu konuda en sinsi ve derinden çalışan ülke ise İngiltere’dir.
Hasmına en fazla dost görünen onlardır. Sizin için her güzel görünen düşüncelerinin ardında mutlaka bir hinlikleri vardır. Sizin için şifa gibi görünen projeleri öldürücü zehirdir.
İçeriden adamları satın almayı çok iyi becerirler. Evlilik yolları ile etkili ailelere hatta devletlere sızarlar. Ali Suavi öldüğü gün eşi belgeleri alıp İngiltere’ye gitmişti. Beşar Esad’ın hanımı Esma Esad da Birleşik Krallık vatandaşlığına sahipti.
Sultan Abdülaziz Han, İngiltere’yi ziyaret ettiğinde (13-23 Temmuz 1867) İngiliz kral ve kraliçesi bilhassa Veliaht Şehzade Murad’a büyük itibar göstermişlerdi.
Davetler birbirini takip ediyordu. Özellikle Murat Efendi’nin yalnız bulunduğu yemekler düzenleniyor, gezintilere çıkılıyordu. Bunun sebebi saraya sızmaktı. Fuad Paşa bu arzuya çabucak ram olmuştu. Bu sayede İngilizleri siyasi arenada her zaman kendi taraflarına çekebileceğini düşünüyordu.
Ancak Sultan Abdülaziz Han’ın “asla olmaz” sözü bütün girişimleri bitirecekti. İngilizlerin bu evlilikle ileride ne şeytani fikirler düşündüklerini ancak kendileri bilirdi.
Bir İngiliz istihbaratı projesi!
İngilizler Osmanlılarla akrabalık elde edemediler ama aradan 120 yıl geçtikten sonra bu defa geriye dönük bir evlilik projesi ile İslam dünyasını sarstılar.
Bilindiği üzere 1980 yılı sonrası Haçlı âlemi tarafından Orta Doğu ve Türkiye üzerinde yeni ve meş’um bir projenin devreye sokulduğu dönemdir. Ülkenin pek çok kurumu ve milyonlarca evladı, “dinler arası diyalog” denilen bu projenin gönüllü veya gönülsüz figüranı yapılmıştır. 2016 yılında ülkemizin işgaline kadar gidebilecek hadiselere sebebiyet veren bu proje, 36 yıl içinde nice tatbikatlarla güçlendirmeye çalışıldı. Kutlu Doğum Haftası, İstanbul Sözleşmesi, Türkçe Olimpiyatları hep bunun yansımaları idiler.
FETÖ okulları ile tüm dünya Müslümanlarını sarıp sarmalayan ahtapot gibi her hücreye sızan bir faaliyet ağı mevcuttu. İnsanımızın görmediği veya görmek istemediği o kadar çok koldan faaliyet yürütüyorlardı ki anlamak mümkün değildi.
Bunlardan biri de İngiltere’den devreye sokuldu. 1986 yılında Burke’s Peerage adıyla İngiliz Kraliyet Otoritesi tarafından kurulan bir kuruluş ortaya çıktı. Bu kuruluşa dayanak olan çalışmalar aslında 1820’li yıllara dayanıyordu ve muhtemelen istihbarat ürünüydü.
John Burke (ö.1848) isimli bir İrlandalı, daha çok edebî faaliyetleri ile tanınan birisi idi. Birdenbire kendisini soybilim çalışmalarına adadı. Oğlu Bernard Burke de avukat olduğu için onun elde ettiği verileri, bilhassa miras davaları için kullanıyor ve iyi para kazanıyorlardı.
Muhtemelen istihbaratın kullanacağı pek çok bilgi de bu vesile ile toplanmış oluyordu. Nitekim John Burke ilk olarak Büyük Britanya ve İrlanda’nın soylular sınıfının ilk şecere listelerini kitap olarak hazırladı ve yayınladı.
John Burke’un ölümünden sonra faaliyetlerini oğlu Bernard Burke (ö.1892) devam ettirdi. Bernard Burke avukat olmasına rağmen çok geçmeden farklı pozisyonlarda görülmeye başladı. 1853’de Ulster silah kralı olarak atandı. 1854’de şövalye ilan edildi ve devlet belgelerinin muhafızı tayin olundu. Bütün bu gelişmeler Burke’lerin istihbarat elemanı olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyordu.
John Burke’un torunu (ö.1930) Farnham Burke de Garter Baş Arma kralı idi. Onun ölümünden sonra ise mülkiyet çeşitli kişilere geçecektir. John Burke’un eserleri ise zaman zaman değişiklikler yapılarak yenilenecektir. Bütün bu çalışmalar Burke’s Feerage (Asilzadelerin nesep kitabı) diye anılacaktır.
İşte 1986 yılında güya bu araştırmadan bir sonuç daha çıkarılarak İslam dünyası çalkalanacaktır. Konu tam da ılımlı İslam ve dinler arası diyalog çalışmalarına katkı yapacak kıvamdadır.
Güya Burke’s Peerage’den çıkarılan bir neticeye göre İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in (ö. 2022) soyu 43 kuşak geriye gidince Peygamberimize dayanıyordu. Bu iddialar “Al-Ousboue” adlı bir Fas gazetesinde gerçekmiş gibi yayınlandı ve büyük ses getirdi.
II. Elizabeth peygamber soyundanmış(!)
İddialara göre Zaida (ö.1107?) isimli Müslüman bir prenses vardı. Bu kişi, Sevilla Kralı Al-Mu’tamid ibn Abbad’ın dördüncü eşi idi. Sevilla, Murabıtlar tarafından alınınca Kastilya kralı VI. Alfonso’ya (ö. 1109) sığındı. Hıristiyan dinine geçti vaftiz adı olarak İsabel’i aldı. Alfonso’dan bir çocuğu oldu. İşte on birinci asırda buradan uzayan hikâye II. Elizabeth’e kadar uzandı.
Oysa hikâyenin başladığı anda dahi bilgiler birbirini hiçbir şekilde tutmuyordu. Zaida’nın el-Mu’tamid’in kızı olduğunu iddia edenler yanında, dördüncü eşi olduğunu söyleyenler de vardı. Mu’tamid’in gelini olduğunu ifade edip oğlu Ebu el-Memun’un hanımı diyenler de bulunuyordu. Kimine göre Alfonso’nun metresi kimine göre hanımı idi. İsabel ile karıştırıldığını söyleyip reddeden de çoktu. Bunlar Zaida’nın kendi ailesi içinde evlenmiş olduğunu kabul ediyordu. Sadece Zaida üzerinden o kadar çok çelişkili husus var ki onu dört yüz sene öncesine Hazreti Peygamber soyuna götürmek imkânsız olduğu gibi bin yıl sonrasına kadar ulaştırmak da kolay değildi. O dönemlerde bu iddiayı söyleyen ve yazan hiç olmamıştı. Dolayısıyla bu girişimin tamamen istihbarat kurgusu olduğu anlaşılıyordu.
Nitekim “Burke’s Peerage”in ilmi bir araştırma kuruluşu olmadığını ifade edenler ondaki bilgilerin güvenilmez olduğunu belirtiyorlar.
İlim adamları bu kuruluş için; “çok az editoryal endişesi vardı. Birçok hayalî Orta Çağ anekdotunu gerçekmiş gibi sundular ve haleflerine önemli miktarda hatalı veri bıraktılar” dediler.
Ünlü Oxford profesörü Edward A. Freeman ise Burke’s Peerage’nin doğruluğunu eleştirirken şöyle demişti:
“Birçok bilgi tamamen efsanevi haberlerden ibaret. Birçok durumda kasıtlı bir çalışma olduğu anlaşılıyor. Aradan yüzlerce sene geçtikten sonra böyle bir çalışma yapmak ve doğru neticelere ulaşmak zordur. Buna sadece bir kurgu olarak da bakılamaz. Başlangıcında kasıtlı ve çıkarcı bir yanlışlık olan kurgu olduğu anlaşılıyor.”
Gerçekten de 15 asırlık kayda geçmemiş bir soy bağını takip etmek imkânsızdır. Peki ciddi ilim adamlarının Burke’s Preerage’deki geriye doğru pek çok bilginin kurgu ürünü olup hatta kasıtlı bir çıkarcılık adına yapıldığını iddia ederken bunları sorgusuz ve sualsiz kim kabul etti diyeceksiniz.
O kişi yine İslam dünyasından çıkmıştı. El-Ezher’in kıdemli âlimler konseyi üyesi ve eski Mısır baş müftüsü Ali Gomaa idi. Ali Gomaa dinler arası diyaloğun da Mısırlı mimarlarındandı.
Türkiye’de FETÖ’yü anlamayan bazı Diyanet İşleri Başkanları, Fas’taki Taha Abdurrahman’ı ve Mısır’daki Ali Gomaa’yı ve daha nicelerini mi anlayacaklardı.
Dolayısıyla Kraliçe II. Elizabeth’in peygamber soyundan olduğu tezi, dinler arası diyalog gibi temelinden çürüktü ve ciddi hiçbir karşılık da bulmadı.
TEFEKKÜR
Derûnun pür-ma’ârif hem-nişînin merd-i ârif kıl
Açılma ey yüzü gül şahs-ı nâ-dâna kitâb-âsâ
Bâkî
(Dostunu âlimlerden seç, içini bilgi ile doldur!
Açılma, ey gül yüzlü, cahil kişiye kitap gibi).
..
Fatih Sultan Mehmed Han’a darbe!
21 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :20 Şubat 2025 22:02
Maalesef diziler eliyle tarihimizi ve tarihî şahsiyetlerimizi yalan yanlış kurgularla gözden düşürme ve itibarsızlaştırma furyası hız kesmeden devam ediyor.
Bu girişim, “Muhteşem Yüzyıl” dizisiyle başladı. Tarihimizin altın çağı olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman dönemi dört sezon boyunca ekranda kaldı. Avrupalıların dahi "Muhteşem Türk", "Büyük Türk" dedikleri bu yüce sultan devri, harem entrikaları arasında kaynadı gitti. Açıkçası bu duruma pek şaşırmadık zira çekenlerin maksadı belliydi...
Peşinden TRT’nin tarih dizileri başladı. Millet heyecanla onlara kilitlendi. Çok şeyler bekliyordu. Önce üç yıl devam eden dizi millete "keçiboynuzu" yedirdi. Kanlı sahneler dışında akılda kalan bir husus yoktu. Bilgilerin %90’ının tarihle ve Ertuğrul Gazi ile irtibatı yoktu. Onu, “Uyanış: Büyük Selçuklu”, “Barbaros” ve “Selahaddin Eyyubi” dizileri takip etti. Aynı yanlıştan bir türlü çıkamadılar.
Nihayet sıra cihangir padişah Fatih Sultan Mehmed Han’a geldi ve dizi “Mehmed: Fetihler Sultanı” ismiyle yayın hayatına girdi.
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki dizi yapımcılarının tek bir derdi ve tek bir gayesi var: Reyting ve Para... Zaten bu ikisi birbirinin ikiz kardeşi gibi. Biri diğerini tetikliyor.
Hedef bu olunca her yol mubah oluyor. Milleti gazlayacak replikler ve birkaç hamasi sahnenin ardından yürüsün entrikalar! Para ile satın aldıkları troller de nasıl olsa sosyal mecralarda reklamlarını bol bol yapacaklar.
“Yapmayın, etmeyin, tarihi çarpıtmayın” diyenlere de yedi yıldır klişe cevaplar hazır tabii. Şöyle ki:
“Bu dizi be kardeşim”... “Belgesel izlemiyoruz”... “Bunda elbette kurgu olacak”... “Beğenmedi isen izlemezsin”... “Şu kadar emeği görmezden gelemezsin”... “Ortada şöyle bozuk diziler varken buna kurban ol”!..
Aslında bu tip ifadeler merd-i kıptinin şecaat arz ederken sirkatini bildirmesi gibidir. Yalan ve iftiralarını kabulleniştir. Bir anlamda, “Evet haklısın, fakat kabul etmek zorundasın, beğenmezsen izlemezsin” demektir.
Peki o zaman bir başkası yarınlarda tarihimizi daha feci senaryolarla bozmaya kalkarsa ne diyeceğiz! O klişe sözler bunlar için de geçerli olacak mı?
Sen dizi yapıyorsun diye tarihî şahsiyetleri ve olayları tamamen çarpıtmak bir hak mı oluyor? O zaman RTÜK ve benzeri denetim kuruluşlarına ne gerek var!..
Para ve reyting uğruna!
Bu dizilerin sahipleri arada bir basının kültür sayfalarına demeçler verirler. "Şu kadar ülkeye dizimizi sattık, şu kadar para getirdik, tarihimizi kültürümüzü tanıttık" diye caka satarlar. Hangi tarihi ve hangi kültürü tanıttın sorusu ortada yoktur tabii. Dizinin satıldığı ülke sayısının çokluğu ve ortada dönen paranın miktarı onların üzerini çoktan örtmüştür. Zavallı, para ve reyting uğruna tarihini ve değerlerini sattığının farkında bile değildir!
İki asırdır kötülenen karalanan tarihimize doğru bir projektör tutmak onu hakiki veçhesiyle ortaya çıkarmak, gençlerimizde bir tarih şuuru ve bilinci oluşturmak hedefi ile yola çıkılsa o kadar güzel yol alınacaktı ki...
Maalesef onun hiçbir zaman farkına varamayacaklar. Bunlar şunu ıskalıyorlar: Doğru yoldan ilerleyen menzile varır...
Osmanlı doğru, dürüst, ihlaslı, samimi gayretli, dinine vatanına milletine aşk ile bağlı olduğu için büyüdü. Asırlara hükmetti. Bunu gösterseydiniz siz de büyürdünüz. Çektiğiniz entrikalar arasında unutulup gideceksiniz!
Evet devamlılığınız olmayacak. Yüce hünkârlarımıza iftiracılar olarak tarihe geçeceksiniz. "Tarihi bozan adamlar" olarak anılacaksınız. İşi bilen hemen herkes evlatlarına, “Oğlum bu dizileri izleme, atanı ecdadını kötüleyene prim verme” diyecektir.
Kazandığınız para bitecek reytinginiz son bulacak ama kaybettiğiniz itibar hiç geri gelmeyecektir. İnsanlar sizleri, büyük bir fırsatı yok ettiler diye anacaktır. Yarınlarda bu konuda çok daha ağır tenkitler alacaksınız.
Nitekim Fatih dizisi de daha İstanbul fethedilmeden tam bir entrikalar girdabına yuvarlandı. Son bir aydır güya İstanbul’un fethi çekiliyor. Fakat İstanbul’un fethi ile ilgili bir ayrıntı görmeniz imkânsız gibi.
Osmanlı tarafı Doğu Roma’ya son darbeyi vurmak için gelmiş değil sanki. Devlet adamları birbirinin kuyusunu kazıyor. Kadınlar birbirini yiyor! Askerler iki bölük olmuş birbirini kesiyor. Sultan Mehmed komutanlarının arasında aciz bir zavallı gibi oturuyor. Yanında Çandarlı hükümdar gibi höykürüyor. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor...
Öte yanda bin yıllık Doğu Roma’nın sonu gelmiş, şehrin düşmesine ramak kalmış, yıkılmaz denen surlar her gün deprem olur gibi sarsılıyor. Hâl böyle iken dizide hayat asude bir bahar ülkesi gibi devam ediyor. Ne bir kargaşa, ne bir endişe, ne entrika, ne birbirinin kuyusunu kazma senaryosu var!
“Fetihler Sultanı” dizisi çöp oldu!
“Mehmed: Fetihler Sultanı” dizisi şu hâliyle tükenmiş durumda. Tamamıyla tarihle hiç alakası olmayan bir zemine kaydırıldı. Bundan sonra da iflah olmaz. Bakınız dizi beş haftadır üç senaryo üzerinden yürüyor.
Birincisi Baltaoğlu Süleyman Paşa öldürüldü. Öldüren muhtemelen Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat şüpheler Zağanos Paşa ile Bali Bey üzerine çekildi. İki taraf ve iki tarafın güçleri birbiri ile husumetle kapışıp duruyor. Beyin yakıcı repliklerle izleyicinin adrenali yükseltilmeye çalışılıyor. Genç padişah, sorumlunun ortaya çıkması için çırpınıp duruyor. Evet ortada bir ölü, şüpheler ve amansız bir mücadele var...
Peki gerçek ne: Baltaoğlu Süleyman Paşa öldürülmedi. Donanmanın başından azledilince bir askerî birliğe verildi. Fetihten sonra da uzun müddet gazalarda bulundu. Ne şekilde vefat ettiği hakkında kesin bir bilgi bulunmuyor.
İkinci önemli nokta, kadınlar arasında kıskançlıklar ve saray entrikaları! Senin çocuk tahta çıkacak yok benim çocuk çıkacak tartışmaları ve güç mücadelesi. Melek gibi bir Mara Hatun’a karşı hırslı ve ihtiraslı bir Bahar Hatun mücadelesi. Bir tek saç saça baş başa birbirlerini boğazlamadıkları kaldı.
Peki gerçek nedir: II. Murad Han vefat edince Sultan Mehmed, analığı Mara Hatun’u evlendirmek istedi. O bu teklifi kabul etmeyerek Serez’de bir manastıra çekildi. Kendisini kendi dinince ibadete adadı. Yani artık Edirne Sarayı’nda yaşamıyor. Dolayısıyla bütün bu kavgaların yaşanması imkânsız.
Üçüncü ana bozuk kurgu ise İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey ile alakalıdır. Hızır Bey aslen Eskişehir’in Sivrihisar kazasındandır. Bursa’da çok iyi bir medrese tahsili gördü. İlk olarak memleketine müderris olarak atandı. Uzun süre çeşitli medreselerde görev yaptıktan sonra kadılığa geçti. İnegöl’de kadılık yaptıktan sonra Edirne’de Üç Şerefeli Camii Medresesi’nde dersler vermek üzere müderrislik vazifesine yeniden döndüğünü görmekteyiz. Onun İstanbul’un ilk kadısı olması fetihten sonra gerçekleşmiştir...
Hâl böyle iken fetih sırasında baş kadı olarak görev yapması, hayalî olarak öldürülen Baltaoğlu’nun katilini araştırması, Fatih ile olan diyalogları, kavuğunu başından çıkarıp Fatih’e sunması, Fatih’in cevapları hemen hepsi hayalden öteye gitmemektedir.
Bu durumda Çandarlı’nın onu Fatih’in yanında küçümseyen ve aşağılayan tavırları padişaha yapılan en büyük hakarettir. Hâlbuki Fatih Sultan Mehmed bir kadıya attığı tokat sebebiyle Enderun’un parlak subaylarından ileride sadrazamlık yapacak olan Davut Paşa’ya idam cezası vermiş ve ilgililerin yoğun ricası üzerine affetmişti. Buna rağmen ona altı ay yatağından çıkamayacak bir dayağı da ihmal etmeyecektir.
Fatih’in huzurunda âlimler oturup münazara ederlerken, ilmiyeden olmayan vezirler ayakta dururdu. İlme ve ilim adamlarına böylesi büyük bir hürmet duyan Fatih’i bu şekilde göstermek ona layık görülen en büyük hakaretlerdendir!..
Milletin tepkisi para etmiyorsa tarihimizi mahveden bu dizilere karşı artık RTÜK’ün harekete geçmesini bekliyorum... Yoksa yarınlarda daha feci kurgularla geldiğinde söyleyecek sözümüz bulunmaz.
Fatih Sultan Mehmed Han ahirette, kendisini evlatlarına karşı böyle iftiralarla gösterenlerden mutlaka davacı olacaktır.
TEFEKKÜR
Gönül âyinedir sevmez gubârı
Götürmez câm-ı Cemşîd inkisârı
Niğbolulu Âhî
(Gönül aynadır, sevmez tozu gubarı
Götürmez Cemşîd’in kadehi kırılmayı.
.
İmsak vakti tartışmaları: Milletin orucu ile oynamayın!
28 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :27 Şubat 2025 22:59
13 Mayıs 2018 tarihli Cuma Divanı köşemde, “İslam Âlimlerinin Hassasiyeti” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Burdur M. A. Ersoy Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görevli bir öğretim üyesi ile doktora talebesi (Tunahan Erdoğan-İsmail Karagözoğlu) ortak çalışmayla, “Bir eleştirinin eleştirisi: İmsak vakti tartışmaları”, (Dini Araştırmalar 25/63 (Aralık 2022), 477-500) adıyla bir makale kaleme alarak güya bana cevap vermişler.
15 Aralık 2022’de yayımlanan makaleden bir kısım dostlarımın ikazı üzerine haberdar oldum. Ramazan-ı şerif ayına girerken o makale üzerinden bir kez daha meseleyi izah etmek istiyorum.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki bu araştırmacılar sadece bana cevap vermek için çalışmaya koyulmuşlar. Bunu da her ne hikmetse makalenin tam dört yerinde ifade etmişler. Bunlar neden ve kimden çekiniyorlar anlamadım. Bir yerleri mi küstürmek istemiyorlar çözemedim. Bakın daha girişte şöyle demektedirler:
“Bu makale orucun başlangıç vaktinde yapılan değişikliğe Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil tarafından yöneltilen ve bazı takvim hazırlayıcıları tarafından da dile getirilen eleştirilerin tetkik, tahlil ve tenkidini konu edinmektedir” (sh. 477). Her ne hikmetse yazıda da farklı ifadelerle bunu üç defa daha yazmaya ihtiyaç duymuşlardır. (sh. 477, 482, 494)
Hâlbuki böylesine önemli ve bütün Müslümanları ilgilendiren bir mevzuda hakkın ortaya çıkması için araştırma yapılır. Bir üniversitede görevli iki akademisyenin bunu yapacak yerde, bir gazete makalesine tabiri caizse kollarını paçalarını sıvayıp çürütme girişimlerini manidar buldum.
Evet muhatabım olan Diyanet'ten birileri ve bilhassa tenkitte bulunduğum eski başkanlardan Prof. Dr. Mehmet Görmez benim yazıma varsa cevaplarını verebilirlerdi. Fakat onlar susarken bunlar avukat olarak mı tutuldular, anlamadım. Dolayısıyla bu araştırmacılar akademik anlayışlarını gözden geçirseler iyi olacak. Zira daha akademia usul ve metodundan habersizler...
Nitekim bu şekilde usulsüz bir tarzda araştırmaya başlarsanız pek çok çelişkiye düşecek farkına dahi varmayacaksınız. Bize saldırmak için çırpınırken vakitler konusunda yapılan hataları göremeyeceksiniz.
Zira böyle bir çalışma iki tarafın hangisi haklı diye ele alınır. Her iki tarafın gerekçeleri incelenerek doğru sonuca varılmaya çalışılır. Bir tarafı çürütmeye yönelik girişimler amigoluktan öte geçmez. Açıkçası bu iki araştırmacının tavrına bir İlahiyat fakültesindeki akademik anlayış açısından utandım doğrusu.
Bakınız bu beyefendiler yazıma cevap verirlerken şöyle demektedirler: “Söz konusu iddianın gerçeği yansıtıp yansıtmadığını tespit etmek için Hanefî fıkıh eserlerine müracaat ettiğimizde şu ifadelere rastlamaktayız...” Sonra da dipnot açarak şu açıklamayı yapmak lüzumunu hissediyorlar: “Hanefî fıkıh eserlerine müracaat etmemizin temel sebebi DİB’in söz konusu kararına eleştiri yöneltenlerin Hanefî mezhebine mensup olmalarından kaynaklanmaktadır.” (sh.484)
Ne demek bu? Yani biz Hanefi, Şafii, Maliki veya Hanbeli kaynaklarına bakmayacağız ama mademki bunu yazan Hanefi onlardan cevap verelim. Peki Mutezile, Şii, Mürcie Cebriye olsa ne diyeceklerdi bu efendiler? Orası belli değil. Diyanet hangi mezhebe göre verdi o zaman onu da soruşturup ona göre de bir araştırma yapsalardı güzel olurdu! Bu arada mezhepsiz pek çok zatın kaynağına atıf yaptıklarını da belirtelim.
Benimseme ilkesi!
İmsak vakti ile ilgili bizim bir gazete makalemizde derin kaynaklar arayan bu iki akademisyen konu diğer tarafa gelince basın açıklamalarından medet ummaktadırlar. Şöyle ki: “DİB’in basın açıklamasında her ne kadar XV. yüzyıldan itibaren uygulamanın -19 derece olduğu açıkça belirtilmemişse de 1949 yılında kurulan komisyonun söz konusu dereceyi kabul ettiği, fakat Başkanlığın, dinin kolaylaştırma ilkesi doğrultusunda 1982’den sonra -18 dereceyi benimsediği ifade edilmiştir.” (sh.491) Demek ki Diyanet'in benimsemesi bu beyefendiler için temel kaynaktır. Sihirli bir kolaylaştırma ve benimseme ilkesi onlara yetmektedir.
Bu aklıevvel iki ilahiyatçı altı ay bana cevap vermek ve Müslümanların ibadetinin bozulmasına sebep olmak için çalışmak yerine şu dinin kolaylaştırma ilkesi adına keşke ne haltlar yenildiğini araştırsalardı!.. Dinin kolaylaştırma ilkesi nedir, kimler tarafından ve nasıl takdir edilir, nerelerde, hangi hâllerde, nasıl ve kimler tarafından uygulanır önce bunu ortaya koysalardı. Tabii mezhepsizlerden alırlarsa her yol mubah oluyor. Yeter ki kolay olsun!
Zira aynı usulle ve kolaylaştırma diye diye Avrupa’daki namaz vakitlerini göz göre göre bozdular. Yatsı vakti girdiği hâlde gece geç saate kalmasın diye akşamdan sonraya sabitlediler. Hiçbir âlimin kabul etmeyeceği şekilde kolaylaştıran Diyanet, muteber olur mu olmaz mı? Diyanet karar verdi deyince bunlar için kaynak mı oluyor? Anlamak mümkün değil!
Yine bu araştırmacılar şöyle demektedir: “Şimşirgil’in Mısır, Suriye, kutsal topraklar ve tüm Osmanlı coğrafyasında XV. yüzyıldan 1982 tarihine kadar uygulamanın tümüyle -19 derece olarak gerçekleştiği iddiası 500 yıllık bir sürecin incelenmesini gerektirir ki, iddia sahibinin bu süreci delilleriyle ortaya koyması gerekmektedir." (sh.491)
İlim âleminde böyle bir delillendirme istenmesine doğrusu ilk defa rastlıyorum. Yahu kardeşim altı ay araştırmışsınız. Yanlış söylediğime dair bir delil bulamadınız mı? Daha evvelinde -18 derece olarak uygulanmıştı diye gösterseniz olmaz mıydı? Ben yüz yıldır kullanılan usulün evvelce de farklı olmayışını ifade ettim. Madem karşı çıkıyorsunuz bir örnek göstermeniz size düşer. İlmî tartışmanın şu en basit usulünü dahi bilmiyorsunuz!
İki araştırmacı Diyanet’in savunurken onların faaliyetlerine dair de bilgi vererek şöyle yazmışlar: “DİB yatsı namazı için 28, imsak vakti için 22 olmak üzere gözlemciler tarafından çıplak gözle toplam 50 adet gözlem yapıldığını… belirtmiştir. Ayrıca Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü ile insan gözüne endeksli aletlere dayalı yürütülen ortak bir gözleme göre de tespit edilen vakitlerin Başkanlığın takviminde gösterilen imsak vakitleri ile örtüştüğü bilgisi kaydedilmiştir." (sh.491)
Bu iki araştırmacı güya ilmî makale hazırlıyorlar. Benim fikirlerimi güya sağlam delillerle çürütüyorlar. Hazırladıkları araştırmayı da bir tebliğ ile sunup ciddi bir dergide yayınlıyorlar. Peki böylesine iddialı bir şekilde ortaya çıkarken çalışmanın aslına bakma gereği bile duymadan Diyanet’in internet sitesinden atıf yapılır mı hiç düşünmüyorlar?!. Bu kadar gayriciddi bir makale düşünemiyor insan. Zira aslına bakmış olsalardı gözlemlerin Diyanet'in imsaki ile uyumlu olmadığını göreceklerdi. Onları ciddi araştırmaya davet ediyorum. Dergi sahiplerini de böyle konularda makaleleri ciddi incelemeye davet ediyorum.
Önce boz sonra gerekçesini yaz!
Ben yazımda 1983 yılı başında alınan kararı, zamanın darbe yöneticileri ve onların emir eri gibi hareket eden Diyanet üst düzey görevlilerinin keyfî bir uygulaması diye ifade etmiştim. Nitekim onların o dönemki açıklamaları bunu gösteriyordu. Fakat bu iki araştırmacı temelden yazımı yıkmaya çalıştıklarından bunları hiç görmüyorlar. Hâlbuki kendileri de makalelerine açıklama yaparken bunu koymak zorunda kalmışlar. İşte Diyanet’in değişiklik yapıldığı dönemdeki açıklaması:
“DİYK’nın 21.01.1982 tarih ve 6 numaralı 'Namaz Vakitlerinde Temkin' kararı ve bir yıl sonra 1983 yılında yayınlanan takvim ile ilişkilendirilerek ortaya atıldığı anlaşılmaktadır. Oysa nasıl uygulandığından bağımsız olarak karar metnine bakıldığında söz konusu karar ile temkin süresinin tamamen kaldırılmadığı, imsak için güneşin -16 derecede bulunduğu vaktin esas alınmasına ve buna -4 dakika temkin süresi ilave edilmesine karar verildiği görülmektedir." (sh. 483)
.
Mehmed: Fetihler Sultanı dizisinde akılalmaz bir komplo!
7 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :7 Mart 2025 11:00
21 Şubat tarihli Cuma Divanı köşemde, “Fatih Sultan Mehmed Han’a Darbe” başlıklı bir yazı kaleme almış ve “Mehmed: Fetihler Sultanı” dizisi hakkında bazı yorumlarda bulunmuştum. Dizinin uzun bir süredir üç konu üzerinde yürüdüğünü ve maalesef üçünün de gerçeklerle hiçbir alakasının olmadığını an itibarıyla dizinin maalesef çöp olduğunu belirtmiştim.
Dizi yapımcıları muhtemelen benim bu eleştirilerimden fena rahatsız olmuşlar. Akla gelmeyecek bir komplo ile dizideki karakterlerden Çandarlı’yı konuşturarak, bana karşı ağır ithamlarda bulundular. Soyadıma atfen güya "şimşir ağacı" üzerinden başlattıkları saldırıda, bir daha hiç ağaç konusuna değinmeden en ağır hakaretleri arka arkaya sıraladılar.
Belki insanlar anlamaz diyerek de diziye entegre ettikleri o üç-beş dakikalık özel kısmı dizi biter bitmez üç buçuk milyon takipçili bir hesapta (VoW/voiceofworld) “Mehmed Fetihler Sultanı dizisini sert bir şekilde eleştiren Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’e diziden göndermeli cevap: Kel başa şimşir tarak” ifadesiyle paylaştırdılar. Dizinin tarih danışmanı olduğu ifade edilen bir şahıs da bu “X”i beğeni ve rt yaptı. Belli ki önceden kurgulanmış ve planlanmış bir komplo ile karşı karşıya kalmıştım!..
Açıkçası ilk başta TRT’nin böyle bir komploya müsaade edeceğine inanamadım. Uzun süre bir açıklama olur diye bekledim. Zira “VoW” hesabında açıkça benim hedef alındığım belirtiliyordu. Danışmanı da bunu paylaşıyordu. Ertesi gün akşama kadar TRT’den bir açıklama olmayınca ben de konuya cevabi bir video çektim.
On binlerce hesap, “özürdileTRT” hashtag'i ile TRT’yi açıklamaya ve özür dilemeye davet etti. TRT ise bu davetlere kulağını tıkadı. Görmezlikten geldi. Aslında görmez değildiler. Zira birtakım yüksek hesaplı arkadaşlar, dizinin yönetmenleri tarafından arandıklarını ve bana destek vermemesi konusunda ricacı olduklarını ifade ettiler.
Dolayısıyla komplonun aktörleri özür dilemek gibi bir erdem yerine ne olur bize vurmayın diye yalvarmayı seçmişlerdi. Buna rağmen “özürdileTRT” hashtag'i zirveye çıktı ve saatlerce gündemde kaldı.
Peki üzüntü verici olanı ne idi. Bendeniz Yeniçağ tarihi alanında 43 yıllık bir akademisyenim. Neredeyse kırk yıldır Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi tarihimizin en mümtaz şahsiyetlerini talebelerime ve konferanslarla millete anlatıyorum. Fatih Sultan Mehmed Han ile ilgi üç kitabım ve onlarca makalem var. Böyle bir dizi hakkında, konu hakkında fikir beyan edecek bugün üç beş kişiden biriyim. Dizinin oynandığı saatlerde ve sonrasında onlarca soruya muhatap oluyorum. Konuşmalarım ve yazılarımda dizileri tenkit yanında yol gösterici olmaya da çalışıyorum.
Kusura bakmayın ama “kardeş katli sırasında askerlerin ellerinde kılıçlar, saraya dalmaları merhum padişaha II. Murad Han’ın hanımını kucaktan kucağa alıp uzaklaştırmaları kabul edilecek bir durum mudur?" İstanbul kuşatması günlerinde yeniçerilerle akıncıları birbirine kırdırmak hangi aklın ürünüdür? Akıncı beyini cellat yapmak nasıl bir kurgudur? Fetihten nice sonra ölecek olan Süleyman Paşa’yı katlettirip katilini buldurmak için paşaları birbirine düşürmek nasıl bir tutumdur? Fetih sırasında hiç adı geçmeyen Hızır Bey’i baş kadı yapmak nasıl bir mantıktır? Nihayet Fatih Sultan Mehmed’in karşısında baş kadı rolündeki Hızır Bey’i süklüm püklüm ayakta konuşturmak ve Çandarlı’nın azarlamalarına maruz bırakmak hangi parlak dehanın(!) mahsulüdür? Bunlar Fatih’in ilme ve ilim adamına verdiği değerden de tam nasipsizdir maalesef.
Milletin kanalından millete ve tarihe suikast mı?
Benim bu açıklamalarımı dikkate alan TRT yönetiminin dizi yapımcılarına, “siz ne yapıyorsunuz arkadaşlar” demelerini beklerdim.
Onlar ise bunu yapmak yerine bana düzenlenen komplonun bir parçası olmayı yeğlediler! Yeğlediler diyorum çünkü on binlerce hesap “özürdileTRT” derken kör dilsiz ve sağır rolü oynadılar.
Sayın Cumhurbaşkanımız milletin kanalı olan TRT’yi milletinin hizmetine verdi. Milletin değerlerine sahip çıkmasını istedi. “Muhteşem Yüzyıl” rezalet dizisine karşı tarihî hakikatleri milletin evlatlarına öğretilmesini istedi.
TRT ise milletin kanalı olması gereken TRT’yi subliminal mesajlarla millete çevirdi. Hem de bunu bir tarih dizisinde yaptı ve maalesef beni daha da haklı çıkardı. 570 sene önce vefat etmiş birisi benim hakkımda bu sözleri nerede ve nasıl söyleyecekti?!. TRT gibi ciddi bir devlet kurumu böyle subliminal mesaj vermesini nasıl açıklayacak? TRT’yi bu konuda kim veya kimler nasıl yanılttı. Özür dileyip bunun takipçisi olacağını belirtmeli idiler.
Maalesef “Kutlu Doğum Tartışmaları"ndan ve "Kutlu Doğum Haftası"nın kaldırılmasından sonra, neredeyse her ay davet edildiğim, altı ay aralıksız daimî konuk olduğum, defalarca program yaptığım TRT bana sekiz yıldır ambargo uyguladı. Yoksa benden “Kutlu Doğum” adındaki bu FETÖ projesinin intikamı mı alınmak isteniyordu? Doğrusu insan buna bir ad bulamıyor.
TRT Müdürü M. Zahid Sobacı bir akademisyen. TRT’de kendisi hakkında ağır iftiralarla subliminal bir mesaj verilerek hakaretlere uğrasaydı nasıl tepki verirdi? Bir akademisyen olarak bu tip konularda eleştirinin, daha iyiye, daha güzele ve daha doğruya götüreceğini telkin etmesi gerekmez miydi?
Belki "hocam sen de çok ağır eleştiriyorsun" diyebilirler. Peki dizi başladığı günden beri yaptığım eleştirilerde bir tek haksız yönümü gösterebilirler mi?
Dizi danışmalarından tutun Türkiye’de ve dünyada istedikleri tarihçiyi karşıma çıkarsınlar TRT’de tartışalım. Benim söylediğim konularda tek bir haksız yönümü söyleyebilecekler mi?
İşte sıkıntı da burada başlıyor. Söyleyecek sözü olmayanlar, ilimle fikirle kendilerini ifade edemeyenler, komploya, subliminal mesajlara ve hakaretlere başvuruyor!
En kötüsü ise bir devlet kurumunun başında olma avantajını ve elinde tuttuğu güçleri kullanarak, hasmını hakaret ve iftiralarla milletin gözünden düşürmek için akılalmaz oyunlara başvuruyorlar.
Yazık ettiler!
Sayın TRT yöneticileri ve dizi yapımcıları! Özür dilemek büyük bir erdemdir. Yapılan bir hatadan dönmektir. Hakaret ettiğiniz bir şahıs ile helalleşmektir. Siz maalesef bu cesareti gösteremediniz. Belki de bu konuyu şu mübarek ramazan ayında ahirete havale ettiniz. Sizin tercihinizdir bir şey diyemem!
Fakat sizden şunu rica ediyorum: Sayın Cumhurbaşkanımızın milletin kanalı yaptığı TRT’yi subliminal mesajlarla millete karşı kullanmayınız! Milletin değerlerini onunla yok etmeyiniz.
Tarihimizin en değerli şahsiyetlerini bu şekilde iftiralarla yalan üzerine kurulu olarak göstermekle mi bu milletin evlatlarını yetiştireceğiz. Bu milletin evlatlarına tarih şuurunu ve bilincini böyle mi aşılayacağız.
Evlatlarımız dizide gösterilenlerden yüz soru çıkarsalar ve öğretmenlerine bu böyle mi diye sorsalar alacakları cevap, “hayır yanlış, öyle değil” olacaktır. Bu durumda Fatih dizisiyle kime ne verilmek istenmektedir. Açıklanabilir mi? Sadece reyting ve para kazanmak mıdır maksat. Maksat bu olunca tarihimizle istedikleri gibi oynamak uygun mu oluyor? Açıkçası Fatih sizin oyuncağınız mı oldu?
Ben beklerdim ki, Fatih Sultan Mehmed dizisi oynadığında bu ülkede yer yerinden oynasın. Gençlerimiz bu muhteşem sultanını layıkıyla tanısın! İstanbul fâtihini, peygamber efendimizin müjdesine nail olan hakanı, Doğu Roma’yı bitiren cihangiri, ilimde, sanatta, idarede, siyasette büyük deha sahibini, ahlakta örnek, cihad da büyük aşk sahibini hakkıyla öğrensin. Her bölümün akabinde ertesi gün okullarda hep o konuşulsun. Hocalar birkaç dakika onu değerlendirmeden derse başlamasın. Gönlüm böyle isterdi.
Olmadı ne yazık ki olmadı. Dizi, bırakın zirvede olmayı yerlerde süründü. Dönem bitmeden dizi onuncu on ikinci sıralara düştü. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. TRT’de “Diriliş Ertuğrul” başladığında beklentiler bu yöndeydi. Dizi uzun süre reyting rekorları kırdı. “Muhteşem Yüzyıl” dizisine inat, millet hakiki tarihini öğrenmek için uzun süre bekledi. Sonuç ise yıkımdı. Reyting sevdasıyla yıllarca uzatılan dizi, sonunda bayağı ve gereksiz senaryolara kurban gitti. Hafızalarda kalıcı bir iz bırakamadı. Kuruluş Osman, Barbaros, Selçuklu, hep aynı entrikaların kurbanı oldu. Nihayet Büyük Sultan Fatih dizisi de hepsinin üzerine tüy dikti.
Yazık ettiler. Evet çok yazık ettiler! Zira yeni ve hakiki bir Fatih, Kanuni ve Kuruluş dönemi Osmanlı dizileri çekmek için artık en azından 50 yıl beklemek gerekecektir.
TEFEKKÜR
Âlim dedi bir harika öğrenciydi
Şair dedi yer yer sözü bir inciydi
Sultan Mehmed adıyla andık onu biz
Tarih dedi fatihlerin en genciydi
.
Büyük tehlike!
14 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :13 Mart 2025 23:30
Bir kısım ilahiyat hocalarının “bana Kur’ân yeter” mantığı, sonunda gençliği deizmin pençesine düşürdü!.. Bunu ifade edenler bırakın gençlere İslam’ı sevdirmeyi başarmayı, kendileri İslam’dan kopup gittiler. Bunların yıllardır TV’lerde yaptıkları programlar sonucunda bilhassa dinî mevzularda herkes allame kesilmiştir. Bir âyet-i kerimeyi konuşurken sanki tefsir âlimi gibi bir havayla sunmaktadır. İnternette rastgele bir mealden aldığı âyet tercümelerini hemen paylaşmakta veya heva ve hevesine uygun düşen manayı yaymaya başlamaktadır.
Tam bir din cahili olan bazı kişilerin sosyal medyada yaptıkları yorumlar bazen milyonlarca kişi tarafından izlenebilmektedir. Bu ise onları daha da cüretkâr kılmaktadır. Cahil cesur olur fehvasınca kibri de artmakta Allah korusun hem kendilerini hem de kendilerini dinleyenleri felakete sürüklemektedirler.
Necmeddin Ömer Nesefî (v. 537/1142) fıkıh, tefsir, kelam ve hadis gibi pek çok alanda büyük bir İslam âlimidir. Karahanlılar döneminde Maverâünnehir bölgesinde yaşamıştır. "Akâidü’n-Nesefî" adlı eseriyle meşhurdur. Onun “et-Teysîr fi’t-Tefsîr” isimli eseri çok kıymetlidir.
Eserinin başında Kur’ân-ı kerimin tefsiri hakkında bilgi verirken şöyle demektedir:
Bir görüşe göre tefsir muhkemler, te’vil ise müteşâbihler için olur. Bir diğer görüşe göre ise tefsir ilmi halka, te’vil ilmi ise Hakk’a aittir. Hak Teâlâ, “Onun te’vilini ancak Allah bilir” (Âl-i İmran, 3/7) buyurmuştur. Bu, kıyametin ne zaman kopacağı, şartlarının ne zaman zuhur edeceği gibi Allah teâlânın müphem bıraktığı gayba dair konularda böyledir.
Âlimler tefsir ve te’vile girişmenin cevazı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bir grup, sahih bir nakil bulunmadıkça Kur’ân’ın hiçbir şey ile tefsiri caiz değildir demiştir. Bu grup Abdullah bin Abbas’ın Hazreti Peygamber aleyhisselamdan naklettikleri şu rivayete dayanırlar: “Kim Kur’ân hakkında re’yi ile konuşursa cehennemdeki yerine hazırlansın.”
Yine Hazreti Peygamber aleyhisselam “Kim Kur’ân hakkında re’yi ile konuşup da isabet dahi ederse, hata etmiş olur” buyurmuştur.
Hazreti Ebû Bekir’e Hak teâlânın “Meyveler ve otlaklar” (Abese, 80/31) âyetinin tefsiri sorulmuş o da “Eğer Allah’ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem hangi gök beni gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde taşır!” demiştir.
Peygamber aleyhisselamın “Kim Kur’ân’ı kendi re’yi ile tefsir ederse...” şeklindeki hadisinin manası, “Kim onu aklına geldiği şekilde yorumlar ve lafızlarının delaletini esas almaz ise, doğruyu bulmuş olsa bile delil konusunda hata etmiştir” şeklindedir.
Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki eline bir Kur’ân-ı kerim meali alıp kafasına göre yorumlamaya kalkanlar için çok büyük tehlike vardır. Bunları mutlaka Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsirlerinden almalıdır.
Zira Mısır, Irak, Hicaz, Fas Arapçaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerimi anlamak için, şimdiki Arapçayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerimi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlayan, İslam âlimlerinin yazmış oldukları tefsirlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercümeleri okuyan gençler, Kur’ân-ı kerimi, mitolojik hikâyeler, lüzumsuz, faydasız düşünceler, bayağı sözler sanır! Kur’ân’dan, İslam’dan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur’ân tercümelerini sürerek, "öz Türkçe Kur’ân okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’ân’ı okumayınız" demek, Müslüman yavrularının, şehit evlatlarının dinsiz yetişmesini isteyen İslam düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği ve hilesidir. Cenab-ı Hak onların bu fitnelerinden Müslümanları muhafaza eylesin.
Rabbime sığınırım!
İstiâze, kötülüklerden Allahü tealaya sığınıp O’ndan yardım isteme anlamında bir terimdir. Kur’ân-ı kerîmde istiâze Allah lafzı ile yedi, Rab ile sekiz, Rahmân ismi ve cin kelimesiyle birer defa olmak üzere on yedi âyette geçmektedir.
Kıraat imamlarının ve fakihlerin çoğuna göre istiâze cümlesi, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm”dir (Müsned, VI, 394). Necmeddin en-Nesefî hazretleri tefsirinde, Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı okumaya başlamadan önce söylediğimiz “Kovulmuş̧ şeytandan Allah’a sığınırım” cümlesini şöyle anlatmaktadır:
İstiâze kelimesi Allah’a yakınlaşmış olanların vesilesi, havf ehlinin korunağı, günahkârların sığınağı, kaçanların dönüş yeri, muhabbet ehlinin hoşnutluk hâlidir. Bu, Allahü teâlânın “Kur’ân okuduğun zaman kovulmuş̧ şeytandan Allah’a sığın” (en-Nahl 16/98) âyetindeki emrine imtisal edip sarılmaktır.
E'ûzü ifadesinin manası “sığınırım, iltica ederim” şeklindedir. Kimileri bunun manasının “korunma talep ederim”, kimileri “yardım dilerim”, kimileri de “imdat dilerim” şeklinde olduğunu söylemiştir.
E'ûzü kelimesi, bazı âlimlere göre “güç-kuvvet sahibi olandan koruma talep etmek” bazı âlimlere göre ise “huşû içerisinde yardım talep etmek” anlamına gelir.
Kişinin E'ûzü demesi, kendi fiiline dair bir bildirim olup Allahü teâlânın fazl u keremini istemek şeklinde değerlendirilir. Anlamı “Beni koru ey Rabbim!” şeklindedir. Benzer şekilde kişinin “Allah’ın mağfiretini dilerim” anlamında Estağfirullah demesi de “Beni bağışla ey Rabbim!” manasındadır…
Bazı inkârcılar şöyle demişlerdir: “Siz Hazreti Peygamber’in ‘Şeytan, içerisinde Kur’ân okunan evden kaçar’ şeklindeki hadisini rivayet ediyorsunuz, bu durumda şeytandan Allah’a sığınmaya ne hacet var ki?” Biz de deriz ki buna pek çok açıdan cevap verilebilir.
Birincisi, istiâze bize ibadet kastıyla emredilmiştir. Bu yüzden de böyle bir gerekçe ile emri yerine getirmemek söz konusu olmaz.
İkincisi, bu vaat Kur’ân’ı okuyan ve onunla amel eden kimse için söz konusudur. Nitekim Hazreti Peygamber aleyhisselam, “Eğer Kur’ân seni alıkoymuyorsa o zaman sen okuyucu değilsin” buyurmuştur. Kişinin Kur’an ile amel etmesinde daima eksiklikler söz konusu olur. Bu yüzden de hadiste vadedilen şeye nail olduğundan emin olamaz, Allah’tan korunma talep etmekten müstağni kalamaz.
Üçüncüsü, şeytan onu bu kararlılıktan yani Kur’ân okumaya başlamaktan vazgeçirmeye çalışır, insan da istiâze ile şeytanı defeder. Şeytanın insanın hâlini ifsat etmek için en çok çaba gösterdiği an, onun Rahman ile mükâlemeye (konuşmaya) yöneldiği andır. Bu itibarla insan derhal istiâze okuyarak onun şerrini defetmeye çalışır.
Dördüncüsü, istiâzeden maksat, Cafer es-Sâdık’ın şu sözünde ifade ettiği husustur: “Sığınmak, Kur’ân okumayı tazim etmek üzere ağzın yalandan, gıybetten, iftiradan temizlenmesi ya da Kur’ân-ı kerim vasıtasıyla Allah ile konuşmak için izin talep etmektir.”
Kulluğun tamamlanması!
Ömer Nesefi hazretleri tefsirinde inkârcı kimselerin yoldan çıkarma taktiklerine de tek tek cevap verir. Ona göre bazıları şöyle derler: “Madem Kur’ân okurken Allah’a sığınıyorsunuz, o zaman neden hata, unutma ve isyan hâline düşerek imtihan edilme söz konusu oluyor?”
Buna şöyle cevap veririz: Allahü tealaya sığınıldığı zaman Allah’ın kişiyi koruması, kulun takvâ, tezekkür yani Allah’ı hatırlama, zikretme ve basiret üzere olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, “Şüphe yok ki takvâ sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman tezekkür ederler sonra hemen basiret sahibi olurlar” (el-A'râf 7/201) buyurmuştur. Bu şartları ihlal eden kimse söz konusu vaade nail olamaz.
Yine şöyle demişlerdir: “Şeytandan Allah’a sığınmakta Allah’tan başkasından duyulan korkunun açığa vurulması söz konusudur, oysa bu, kulluğu ihlal eder!” Buna cevaben deriz ki: Düşmanı düşman bellemek muhabbetin tahkikidir, Allah’tan başkasından firar edip Allah’a sığınmak kulluğun tamamlanmasıdır. Allah’ın emrine sıkıca sarılmak, O’na itaat takdim etmektir. Allah’tan korkmayandan korkmak meskeneti (acziyeti) izhar etmektir, Allah’a sığınmak O’nun lütfuna el açmayı pekiştirmektir.
Yine istiâze, kişinin sütün kuvvet ve kudret iddiasından vazgeçip teberri etmesi demektir. Buna göre istiâze okuyan kimse sanki şöyle demiş olmaktadır: “Şeytan kendi aslına ve fiillerine bakıp ona göre hareket ettiği için helak oldu, ben de onun gibi olmaktan teberri edip uzak durup Allahü tealaya sığınıyorum.”
Nihayet istiâze hürmetkâr olmaktır, nitekim Allah hürmetkâr olanları sever. Nasıl bir baba, evladının kendisine karşı hürmetkâr olmasını isterse Allah da kulunun kendisine karşı hürmetkâr olmasını ister.
TEFEKKÜR
“Yâ Rab hemîşe et lutfunu reh-nümâ mana
Gösterme ol tarîki ki gitmez sana mana
Fuzûli
(Ya Rabbi lütfunu her zaman bana yol gösterici kıl.
Sana ulaşmayan yolu bana gösterme.)
.
Ah etme zamanı geçmeden!
21 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :20 Mart 2025 22:53
Ramazan-ı şerif ayı evliya ve ebrar için keramettir. Bazılarına göre Şehr-i Ramazan sadırdaki kalp, insanlar arasında peygamber, şehirler içinde Harem-i Şerif gibidir. Deccal’in Harem-i Şerife girmesi yasaktır. Ramazan-ı şerifte şeytanlar tutukludur! Peygamberler günahkârlara şefaatçi olduğu gibi, Şehr-i Ramazan da oruçlulara şefaatçidir. Kalp marifet nuru ve imanla süslü olduğu gibi, Şehr-i Ramazan da Kur’ân-ı Kerim okumanın nuru ile süslenmiştir. Şehr-i Ramazan’da mağfireti kazanamayan diğer ayların hangisinde mağfiret olunur? Bunun için kul, tövbe kapıları kapanmadan tövbe etmeli, Hakk’a inabe ve dönme zamanı geçmeden inabe etmeli ve dönmelidir. Ağlama ve ah etme zamanı geçmeden ağlamalı, Allah korkusu ile gözyaşı dökmelidir. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kim inanarak ve önemini anlayarak ramazan orucunu tutarsa geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: İnsanoğlunun oruç hariç her ameli kendisi içindir. O sırf benim içindir ve mükafatını da yalnız ben veririm.”
Peygamber Efendimizin ramazan ayının faziletini bildiren daha pek çok hadis-i şerifi vardır. Bu itibarla Müslümanlar asırlardır Ramazan-ı şerifi en güzel bir şekilde ihya etmek için sanki birbirleri ile yarışmışlardır. Müslüman beldelerinde hayat Ramazan-ı şerif ayı, en güzel şekilde değerlendirmek için dizayn edilmiştir. Elbette ki hayatın bu dizaynında en önemli husus Rabbe kulluktur, boyun bükmektir, acziyetini göstermek ve rızasını elde etmektir.
Bu itibarla Osmanlı toplumunda Ramazan-ı şerif ayında hayat gündüz ve gece dolu dolu geçerdi. Gündüz vakitlerinde tekke ve türbe ziyaretleri, camilerdeki vaazlar, mukabeleler, iftar ve sahur hazırlıklarıyla geçmekteydi. Geceler ise akşam iftarın yapılması ardından bir taraftan dolup taşan camilerde yatsı ve teravih namazları diğer yandan selatin camileri avlularında açılan ramazan sergileri, çocuklar için şenlikler, kahvehanelerde sohbetler, yine dergâh ve türbe ziyaretleri, son derece canlı dinamik sosyal, ekonomik ve kültürel bir hayata sahne olmaktaydı.
Bütün bunlarla birlikte ramazan, iftar ziyafetleri, sahur yemekleri, Hırka- i Şerif ziyareti, Kadir alayı, Kadir gecesi, Bayram alayı ve kutlamaları gibi çok sayıda faaliyete ev sahipliği yapması bakımından dinî, sosyal ve kültürel hayatı olabildiğince zenginleştirmekteydi.
Maalesef cumhuriyet döneminde bu bütünlük gitgide artarak bozulmuştur. Bilhassa medresenin yerini tutması gereken ilahiyatlar toplumla bütünleşememiştir. Ramazan ayına ait güzellikleri anlatması ve bu hayatı özendirmesi beklenen bazı hocalar, TV’lerde ramazan ayında yaşanması gereken ibadetleri tartışmaktan başka iş yapmamaktadırlar.
Bid’at ehlinin hazımsızlığı!
Bid’at ehilleri sadece ramazana değil bütün mübarek günlerdeki ibadetlere savaş açmış gibi çalışmaktadırlar. Bir kısım hocalar kandil günlerinde ve ramazan ayında ibadetleri anlatırlarken, TV’lerde fazlasıyla yer verilen bir kısım hocalar ise bunları bid’at diyerek karşı çıkmaktadırlar. Bunların Mevlid okunmasına dahi tahammülleri yoktur. Her ibadete bid’at diyerek karşı çıkmaktadırlar.
Bu tip hocalar yıllardır teravih namazını dahi tartışma konusu yapmaktadırlar. Geçenlerde bu hocalardan Nurettin Yıldız, “Osmanlı Devleti iki rekatlı bir teravih namazı yüzünden yıkıldı” diyecek kadar hazımsızlığını ifade etmiştir.
Bu nasıl bir Osmanlı düşmanlığıdır? Geleneksel İslam’a karşı nasıl bir tavır takınmaktır. Elbette Şam’a gidip İbni Teymiye’nin kabrini ziyaret ederek methiyeler düzmek kendisinin nasıl bir fikriyatla beslendiğinin işaretidir. Fakat İngilizlerin asırlarca İslam düşmanlığını görmeyip, “Osmanlıyı iki rekatlı bir teravih namazı yıktı” hezeyanı elbette bunların peşinden gidenlerin gözlerini açmalıdır.
Yine günümüzde, geçmişte Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış bazı hocalar âyetlere yeni manalar vermeye çalışırken, bugün Diyanet’in üst düzey kadrosunda yer alan bazıları ise, “aklıma uymayan âyetleri reddederim” diyerek dinde onulmaz yaralar açmaktan geri durmamaktadır.
Yıllardır yürütülen mezhep, âlim ve tasavvuf erbabı düşmanlığı, bu hocaları sonunda peygamber ve âyet düşmanlığına kadar götürmüştür. Yıllardır bu bid’at ehli hocaların kıskacında kalan gençlerimiz arasında ciddi oranda "deizm" patlaması görünmeye başlamıştır. Bunların imam hatip okullarında çokça görülmesi ayrıca manidardır.
Bir kısım ilahiyat ve imam hatip hocalarının İslam’ı öğretmek ve yaşamaya sevk etmek yerine devamlı bir şekilde dini ve dinî değerleri tartıştırmanın götüreceği nokta elbette farklı olmayacaktır.
Bu inkârcılar bir taraftan İslami değerleri yozlaştırmaya çalışırken diğer taraftan toplumun gittikçe dağılmasını da ağızlarına pelesenk kabul ettikleri cemaatlere yüklemekten başka bir iş yapmamaktadırlar. Oysa İslamı ve İslami değerleri tartışmaktan başka iş görmeyen Diyanet ve ilahiyat hocalarının toplumumuza ve gençlerimize ne kazandırdıkları ve neleri kaybettirdikleri artık tartışma konusu yapılmalıdır. Bilhassa şu ramazan ayında TV’lere çıkanların Ramazan-ı şerifin manevi atmosferine ne kattığı değerlendirilmelidir.
Ramazanda tekkelerin rolü!
Osmanlı döneminde Ramazan-ı şerifte yükselen uhrevi hayata saray, toplum, medrese dergâh her biri ayrı bir şekilde katkıda bulunurdu. Bilhassa tekkeler ve tekke şeyhleri dinî hayatın en yüksek düzeyde temsilcisi ve teşvikçisi idiler.
Ramazanın coşkun manevi ikliminin Müslüman toplumu bütün kesimleriyle sarması, bu ayı hakkıyla ihya etmek isteyen kitleleri dinî, manevi ve batıni bir kuvveye sahip olduğuna inanılan tekke ve zaviyelere doğru sevk ederdi.
Zira Ramazan-ı şerif sûfiler için sohbet, ayin, zikir, dua, mukabele, i’tikaf, ziyaret gibi ibadetlerin en yoğun olarak yaşandığı tam bir ibadet ayıydı. Bu ayda tutulan oruç, sûfiler için zahir ve batını kontrol altına almak, nefsi yeme içmeden, geçim ve aşırı derecede dünya derdine düşmekten sakındırmak, bütün azaları günahlardan alıkoymak bakımından önemliydi. Yine sûfilere göre üç çeşit oruç olup bunlar; ümidi azaltarak ruhun, heva ve hevesin tersine hareket ederek aklın, yemek ve haramdan sakınarak da nefsin orucuydu...
Aziz Mahmud Hüdai hazretleri (v.1628), Belgradlı Münirî Efendi’ye yazdığı mektubunda “himmet-i kâmil müyesser olması için talibin...” yapması gereken istiğfar, zikir ve namazların miktarını ayrı ayrı belirttikten sonra tarikat ehlinin recep, şaban ve ramazan ayları ile şevvalin altı günü oruçlu olmasının önemini özellikle belirtmiştir.
Farklı dönemlerde yaşamış büyük sûfî şeyhlerince yapılan bu tarif ve izahlar ramazan ayının onlar nezdindeki anlam ve mahiyetini açıkça ortaya koymaktaydı.
Osmanlı Devleti’nde sûfîlerin merkezleri olan tekke ve zaviyeler, devlet ve toplum nezdinde teşkilatlı yapıları, dinî ve manevi nüfuzları, icra ettikleri görev ve sorumluluklar nedeniyle son derece önemli ve itibarlı bir konuma ulaşmışlardır.
Bu durumun meydana gelmesinde mübarek Ramazan-ı şerif ayının ve diğer dinî günlerin etkisi büyük olmuştu. Ramazanlarda tekke ve dergâhların kapıları başta ihvan olmak üzere halka da açılırdı. Şeyhler dergâhlardaki görevleri dışında cami ve mescitlerde de bu ay boyunca vaizlik, hatiplik ve ders verme gibi görevleri de üstlenirdi. Bu hâl tekkeden camiye doğru ilişkilerin yoğunluğunu artırırdı.
Ramazan boyunca özellikle teravih namazları için cami ve mescitlerin dolup taşması sûfîlere irşat vazifesi yanında tarikatların sosyal ağlarını genişletmeleri konusunda önemli fırsatlar sunardı.
Dolayısıyla ramazan ayı boyunca tekke ve dergâhlara halk da büyük oranda iştirak ederdi. İftar yemeğinden sonra yapılan sohbetler büyük bir alaka ile dinlenirdi. Akabinde cemaatle kılınan teravih namazı ve bu sırada yapılan zikirler manevi atmosferi zirveye taşırdı. Bilhassa gençler ve çocuklar bu atmosferden oldukça etkilenir ve âdeta taze bir hayat bulmuş gibi olurlardı.
Devlet adamlarının da bu iftarlara katıldığı çok olurdu. Böylece tekke ve zaviyeler Ramazan-ı şerifte dervişlerin halkın ve devlet adamlarının kaynaştığı mekânlar olmuştur.
Bu durum tarikatın mesajının toplumun bütün kesimlerine ulaştırılması bakımından da eşsiz bir fırsat oluyordu. Gecenin sonunda yapılan uzun duanın ise devlet ve toplumun tarikatlara yükleyegeldiği tarihî misyonu göstermesi bakımından önemlidir. Zira bütün bir millet can u gönülden padişahın sıhhati, dîn-i İslâm’ın selameti, idarecilerin şer-i şerife bağlı kalmaları, İslam askerinin her zaman galip ve muzaffer olması, bütün Müslümanların ve hacıların karada ve denizde selametleri için de dualar yapılırken "âmin" sadaları da sanki bütün vatanı sarmış gibi olurdu...
TEFEKKÜR
Rükn-i İslam'ın biri ey nîk-nâm
Oldu rükn-i rûze-i şehr-i siyâm
Nahifî
(Ey iyi kimse, İslâm'ın şartlarından biri de ramazan orucu oldu.)
.
Belediyecilikte sistemin çöküşü!
28 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :27 Mart 2025 23:10
Osmanlı Devleti’nde bugünkü belediye başkanının görevleri de kadıya aitti. Kadı ise devletin en önemli görevlisi idi. Adaleti sağlayan kadılardı. Osmanlıya adil devlet vasfını kazandıranların başında onlar gelirdi.
Onlar yanlış yaparlarsa, “adalet kalmadı” diye insanlar şikâyete başlarlardı.
Kadı bulunduğu yerde en fazla iki yıl görev yapardı. Bu durum da yolsuzluk ve usulsüzlüklerin önünü kesmekte önemli bir engeldi.
Hata ve usulsüzlüğü ortaya çıkarsa derhâl görevinden azledilirdi. Kendisini koruyacak, geri dönmesini sağlayacak siyasi bir grup yoktu. Şayet yolsuzluk yapacak olsa; değil korunması millet azli için seferber olurdu!..
Son dönemlerde ülkemizde belediyelerde korkunç bir savurganlık ortaya çıktı. Bunun arkasından usulsüzlükler, yolsuzluklar, rüşvet, iltimas, adam kayırmacılık aldı başını gitti. İşleri başından aşan mahkemeler bir de bunlarla uğraşmak zorunda kalıyorlar.
Nitekim Türkiye’nin son on gündür yaşadıkları bu yolun sonuna gelindiğini artık gösteriyor. Bu devranın böyle sürmeyeceğini işaret ediyor.
İBB Başkanı İmamoğlu göreve geldiğinde iş adamı bir dostum belediyede dönen rüşvet çarklarının nasıl yürüdüğünü anlatmış ve “öyle ustaca yürütüyorlar ki aklım durdu” demişti. Mutlaka bu konuda birilerinin şikâyetleri çok olmuştur.
Fakat İmamoğlu’nun ikinci kez seçilmesinin ardından öyle bir tablo ortaya çıktı ki dudak uçuklatacak cinsten.
560 milyar liralık bir yolsuzluktan söz ediliyor. Alınan nice kredilerin buhar olup uçtuğu görülüyor. Bütün bu akıl almaz vurgun ve yolsuzluk son yılın bilançosu. Geriye dönük gerek İBB Başkanlığı ve gerekse Beylikdüzü Belediye Başkanlığı dönemlerinde neler oldu denilse mutlaka ortaya o korkunç rakamlar yine çıkacaktır.
Zira gerek Beylikdüzü ve gerekse İBB Başkanlığı döneminde ilçe ve şehir halkı hizmet adına çivi çakılmadığının farkındadır.
İnsan onun yerine gelecek başkana Allah kolaylık ve sabır versin demekten kendini alamayacaktır.
Şuraya yazabilirsiniz. İnsanlar yarınlarda ya hiçbir hizmet alamayacaklar veya çalışanlar maaş yerine nasihat dinleyeceklerdir. O kredi borçları yarınlarda istenmeyecek mi sanıyorsunuz? Bütün bu yolsuzluklara anında müdahale etmemek Türkiye’nin geleceğini ipotek altına aldırmaktır.
Bu durumda son yıllarda uygulanan ve hiçbir sıkıntısını görmediğimiz kayyım idaresinin mevcut belediyeciliğin yerini almasının vakti geldi diyebiliriz. Partilerin rant kapısına dönüşen, adam kayırmacılığın zirve yaptığı, her el değişikliğinde zulümlerin yaşandığı, yolsuzluğa, rüşvete ve hatta soyguna dönüşen bu belediyecilik sistemi son bulmalıdır.
Van’ı, Diyarbakır’ı mükemmel idare eden kayyım sistemi tüm şehirlerimizde yerini almalıdır. Aksi hâlde Türkiye’yi talan eden dönemlere yelken açacağız gibi durmaktadır. Neden?
Daha vahimi!
Evet birileri yolsuzluğa rüşvete bulaşabilir. Yargı mekanizması bunun hesabını soracaktır. Peki bunu önlemek için gençlerin sokağa çıkmalarına ne diyeceksiniz!
Bu gençler yarınlarda hangi değerleri savunacaklar. Hırsızlığa, arsızlığa, görev ve yetkilerini kötüye kullananlara sahip çıkmanın erdeminden mi bahsedecekler!..
Gençliğin şu tablosu üzerinde çok iyi düşünmek ve değerlendirme yapmak gerekir. Güya yüzyıldır, düşünen, araştıran mukayese yapan bilgi çağının zirvesinde yaşayan gençlik diye övündüğümüz nesillerimiz nasıl bir savrulmanın eşiğinde görelim artık...
Peki ya öğretmenler! Dersleri boykot eden talebeleri boykota ve izinsiz yürüyüşlere teşvik eden öğretmenlere ne söylenecek? Geleceğin ahlaklı gençlerini bunlar mı yetiştirecek? Artık herkes hırsızına, düzenbazına, sahtekârına sahip çıkmaya mı başlayacak. Gelen giden devleti soymaya mı çalışacak. Efendim henüz kesinleşen bir durum yok mu diyorsunuz!
Öyleyse yargıyı bekleyip neticeyi görelim. "Hak eden cezasını çeksin veya aklansın görevinin başına dönsün" demekten başka ne denir. Böylesi girişimler yargıyı etki altına almaktan hataların üstünü örtmeye çalışmaktan, soygun düzeni devam etsin demekten başka ne işe yarar?
Ana muhalefet partisinin tavrı ise içler acısı. Yargıya yapılan şikâyetler tamamen kendilerinden geliyor. Belli ki belediyelerde yolsuzluğa karşı çıkan böyle bir uygulamanın içerisinde bulunmaktan rahatsız olan üyeler var. Buna paylaşım kavgası da diyebilirsiniz. Açıkçası ben konuya öyle bakmıyorum. Böylesine tehdit ortamında korkmadan çekinmeden konuyu yargıya taşıyanları tebrik ediyorum.
Öyle sanıyorum ki bu şikâyetler yargıdan önce CHP merkezine mutlaka iletilmiştir. Çözüm bulunmaması, es geçilmesi ve hatta belki tehdit edilmeleri karşısında bu yürekli insanlar konuyu yargıya taşımışlardır.
Hâl böyle iken CHP idaresinin iktidar partisini suçlaması, kitleleri sokağa dökmeye çalışması ve yerli ve millî şirketlere boykot çağrısı yapması akılalmaz bir tutumdur. Tamamen suçüstü yakalanmanın dışa vurumu gibidir.
Nitekim Özgür Özel ülkesini yabancılara şikâyet edecek ve onlardan, Türkiye’ye yaptırım uygulamasını isteyecek kadar gözü dönmüş bir tavır sergilemektedir. Tanzimat’tan beri ezik devlet adamlarında alışageldiğimiz bir tavrı bu hareketiyle yeniden hortlatmıştır.
Röportaj verdiği BBC muhabirine konuşurken İngiltere Başbakanı Keir Starmer’e, yıkılmışlığını gösteren bir yüz ifadesiyle “Kendimizi terk edilmiş hissediyoruz, bu nasıl dostluktur?” diye seslenerek acı bir dille yalvarmıştır.
Yahu sen kendini İngiliz genel valisi mi zannediyorsun ki İngiliz başbakanından yardım dileniyorsun!..
Devletimize dış ülke hayranlığının zirve yaptığı bir dönemde muhalefetteki bu hâli görmek en büyük talihsizliktir.
Utanmazsanız öyle yapın!
Osmanlı ordusu Uyvar’ı muhasara altına almıştı. Kuşatmanın 38. günü (24 Eylül 1663) artık kalenin düşeceği belli olmuştu. Osmanlılar hücum hazırlıkları içerisindeyken, müdafiler, “el-aman! el-aman!” diye bağırıp çağırarak teslim bayraklarını Beç Kapısı üzerine diktiler. “Zaferin zekâtı affetmektir”, sözü ile hareket eden sadrazam, hücumu durdururken askerlerine de uyanık durmalarını emretti.
Öğleye doğru kaleden çıkan iki kişi sadrazamın huzuruna gelerek; “Devletli Vezir! Kalenizi Allah mübarek eyleye. Lakin bize emn ü eman ver ki malımıza canımıza zarar olmaya!” dediler. Sadrazamın aman vermesi üzerine sekiz madde rica ettiler. Şöyle ki:
Malımıza ve canımıza zarar gelmesin. Tatar yüzünü görmemek için ordu içinden geçmeyelim. Bin kadar araba verin. Krala gösterilmek üzere kalede ne şekilde cenk eylediğimizi beyan eden bir mektup verin. Bizler kaleden çıkmayınca İslam askeri girmesin. Bol miktarda zahire verilsin. Yaralı olanlarımız kalede kalsınlar ve iyileştiklerinde vilayetlerine yollansınlar...
Paşa küçük değişikliklerle isteklerini kabul ediyordu. Nihayet son olarak, “kaleden çıktığımızda bayrağımız açıp tablımızı (trampetler) döverek gidelim”, dediler.
Fazıl Ahmed Paşa bu sözü duyunca; “Utanmazsanız böyle edin, tabl dövün, boru çalın ve bayrak dahi açın, kalenizi teslim ettiğinizi cümle âleme ilan edin” cevabını verdi.
İmamoğlu’nun tutuklanması sonrasında yaşananalar bana Uyvar’daki bu görüşmeyi hatırlattı.
Ortada hırsızlıktan, suistimalden dolayı yargıya taşınmış bir dava var. Davalının taraftarları günlerdir sokaklarda nümayişler yapıyor. Tencere tava çalıyor. Bir bakıma sanki hırsızlığı dünya âleme duyuruyorlar!..
Bunlar, ne var ne oluyor diyenlere ne cevap vereceklerdir. Başkanımız hakkında hırsızlık yolsuzluk iddiaları var. Göz altına alındı. Onu kurtarmak için çalışıyoruz mu diyecekler. Hayır biz hükûmet istifa etsin diyeceğiz. Peki konunun hükûmetle alakası nedir? Hükûmet yargıya müdahale mi etsin! Yargıyı mı durdursun diyeceksiniz. Bu yol da kapalı.
Bu defa hükûmet adaleti uygulamıyor kendine başka, başkasına daha başka davranıyor tezini ortaya atmaktalar. Oysa hükûmetin yolsuzluklara izin verdiği konularda AK Parti belediyeleri hiç de az değil.
Nitekim 2024 yılında İçişleri Bakanlığı CHP’li belediyelere elli sekiz soruşturma izni verirken bu rakam AK Partili belediyelerde elli dokuz olmuş.
Konuyu hangi taraftan tutsanız sonuç CHP açısından hüsran gözüküyor.
Netice: CHP bir türlü milletin partisi olma yolunda ilerleyemiyor, kendini yenileyemiyor, kaostan beslenme yolundan vazgeçemiyor, dünyada değişen siyaseti göremiyor ve hâlâ 1940’lı siyasetini sürdürmeye çalışıyor.
Böyle gidişin, hayır umulur mu gelişinden?..
TEFEKKÜR
Görünce hakkı kabul ahsen-i hasâildir
Kabîh hulk olamaz âdemin inâdı kadar
Âsaf (Mahmûd Celâleddin Paşa)
(Hakkı görünce kabul, en güzel haslettir,
İnsanın inatçılığı kadar çirkin huy olamaz.)
.
Gençliğim eyvah!
4 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :4 Nisan 2025 00:15
Geçen haftaki yazımda tehlikeli bir gelişmeye parmak basmıştım. İBB Başkanı yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet ve terörle iltisaklı olma gibi hususlarla gözaltına alınmıştı. Konu yargıda intikal etmişti. Neticede yargı, şahitleri, bilirkişileri dinleyecek, belgeleri değerlendirecek, araştıracak ve nihayetinde hükmünü verecekti. Elbette devlet ve milletin malını çarçur etmenin, hesabına geçirmenin, yolsuzluğun ve rüşvetin bir bedeli olacaktı. Terör mensuplarını desteklemek ise apayrı bir husustu.
Bu tip soruşturmalar ve yapanın yanına kâr kalmaması gelecek açısından son derece önemlidir. Zira hesap sorulacağını bilmek bir daha aynı yola tevessül edecekler için caydırıcı olur. Fakat ülkemizin içinde bulunduğu siyasi nefret sağlıklı hareketlerin önünü kesiyor. Sosyal mecralarda olduğu gibi, insanlar düşünmeden araştırmadan bir tarafın militanı gibi hareket ediyor.
Nitekim yargıya intikal etmiş bir davada sokağa çekilen gençler bir anlamda yolsuzluğun, rüşvetin, usulsüzlüğün ve iltimasın üstünü örtme gibi bir görevin paravanı oldular. Bu hareket yarınlarda birilerine, milletin malını talan etme yolunda teşvikten başka bir fayda sağlamayacaktır.
Sadece bu kadar mı? Maalesef sokaktaki gençlerin gösterdiği tavırlar bizim sümen altı yaptığımız pek çok hastalıklı yönümüzü de ortaya çıkardı. Gençlerimizin düçar olduğu ahlaki erozyonu bir kez daha gözler önüne serdi. Cumhurbaşkanımıza ve tepki gösterdikleri insanlara en galiz adi ve bayağı küfürler havada uçuştu.
İçlerinde taşıdıkları nefreti nasıl bir dışa vurumdu bu? Ölmüş anneler ve babalar da bu küfürlerden nasibini aldı. Bu korkunç sloganlar mitingi tertipleyenleri ve onları sokağa davet edenleri hiç endişelendirmedi. Bilakis zevkin doruğunda gezindiler!
Orada da bitmedi. Önlerine çıkan camileri meyhane gibi kullandılar, duvarlarını pislediler, haziresindeki kabir taşlarını yer ile yeksan ettiler.
Biz bu tip davranışları ortaokul yıllarımızda Yunanlı askerlerin Bursa’ya, Bilecik’e girdiklerinde işledikleri şenaatler olarak okurduk. Şimdi ise gençlerimizin mabetlerimizdeki tavır ve davranışları olarak haberlere konu oluyor, gazete sayfalarına düşüyor, tarihimize geçiyor.
Dükkânlara ve insanlara verilen zararlar da az değil. Dolayısıyla ahlaksızlıkta dizginlenemez bir gençlik mi ortaya çıkıyor. Hak hukuk tanımaz, edep hayâ bilmez bir kitle ile mi karşı karşıya kalıyoruz. Üzerinde dikkatle düşünülmesi ve eğitim sistemimizin mutlaka tartışılması gereken bir durumla karşı karşıyayız.
Eğitim deyince artık sadece okullar da akla gelmemeli. Ailede başlayan bir eğitimden TV’lerde verilen mesajlara kadar uzanan bir gerçekten söz ediyorum. Aksi hâlde herkesin “yandım anam” diye bağıracağı günler fazla uzakta değil.
"Aile Yılı" ama, nasıl!
İstanbul Sözleşmesi, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, LGBT gibi küresel projelerle aile yapımız son on yılda paramparça edildi. İstanbul Sözleşmesi ortadan kaldırıldı ise de onun aktif ve acımasız uygulama aparatı olan 6284 no.lu kanun bütün ağırlığı ile varlığını devam ettiriyor. Yuvalar yıkılmaya devam ediyor.
Onun varlığı sebebiyle CHP bu konuda sakin ve suhuletli hâlini devam ettiriyor. Çünkü mevcut vaziyetten son derece memnunlar.
AK Parti ise bu konuyu es geçmekle kendi taraftarlarını eritmeye devam ediyor. Seçimlerden sonra bilhassa bu konuya acilen eğilmeleri konusunda iki yazı kaleme almıştım. Sayın Cumhurbaşkanımız seçimlerdeki neticeden sonra mesajı aldık gereği yapılacak dedi ise de maalesef bu hususta beklenen adımlar bir türlü atılmadı. Dolayısıyla kan kaybı devam ediyor.
AK Parti kurmayları, siyasetle en az ilgilenen sokaktaki vatandaşın dahi görebileceği bu gerçeği neden görmüyor? Neden CHP’nin kuyusuna su taşıdığının farkına varmıyor? Neden toplumun her gün daha da felakete doğru yuvarlandığını anlamak istemiyor?
Gerçekten düşündürücü ve insanı endişelere sevk edici bir durum. Geçtiğimiz günlerde bir kısım savcı ve hâkim arkadaşlarla bir araya gelmiştik. Ailelerin ve gençliğimizi düşmekte olduğu felaketler konusunda öyle vakalar işittik ki ürpermemek mümkün değil!..
Bu bir parti problemi de değildir. Bu ülkemizin geleceğidir. Beka meselesidir. Bunu görmezlikten gelmek yarınlarda felaket olacaktır. Aile müessesesini dağıtmak bozmak kolaydır. O bozuklukları gidermek ise on yıllara ve nice önlenemez felaketlere mâl olur.
Nitekim toplumumuzun bu yöndeki feveranı, endişeleri ve son yıllardaki aile üzerindeki olumsuz gelişmeler 2025'in “Aile Yılı” ilan edilmesine yol açtı.
Sayın Cumhurbaşkanımız ocak ayı başında 2025'i aile yılı ilan ederken, “Küresel şer odaklarının teşvik ettiği cinsiyetsizleştirme politikalarının herkesin malumu olduğunu” ifade ederek şöyle demişti:
“LGBT meselesi, bugün ailenin varlığına yönelik en ciddi tehditlerin başında gelmektedir. 2023 yılında ülkemizdeki doğurganlık hızı 1,51 seviyesine gerilemiştir. Açıkça ifade etmek gerekirse bu durum, alarm vericidir, Türkiye açısından varoluşsal bir tehdittir. Her fırsatta yaptığımız 'en az üç çocuk' çağrısının ne kadar önemli olduğunu böylece tekrar görmüş oluyoruz... Toplumun tüm kesimlerinde bir farkındalık oluşturmak amacıyla 2025 senesini 'Aile Yılı' ilan etmeyi kararlaştırdık. Yıl boyunca Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığımız koordinasyonunda aile yapımızın korunması, güçlendirilmesi ve gelecek nesillere sağlam bir miras olarak aktarılması için kapsamlı çalışmalar yürüteceğiz.”
Peki o günden bugüne hükûmetin hangi kapsamlı politikalar ürettiğini söyleyebiliriz? Evlilikleri teşvik için verilecek 5-10 bin lira mı aileyi ayakta tutacaktır!..
Gerçekleri görmek!
1 Nisan Salı günkü Türkiye gazetesinde Aile Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş hanımın bu yönde bazı açıklamaları vardı. Sayın Mahinur Göktaş şöyle diyordu:
“Aile kurmak isteyen gençlerimize yönelik başka desteklerde de bulunacağız. Özellikle beyaz eşya ve mobilya kalemlerinde ciddi indirimlerin sağlanmasına yönelik çalışmalarımız söz konusu. Sektörün önde gelen markalarıyla protokollerimiz hazır. Nisan ayı içinde bunları açıklayacağız… Bu seferberlik ruhunun her sektörde yaygınlaşmasını ve 'Aile Yılı’nın aile olmanın mutluluğunu en üst düzeyde yaşadığımız bir yıl olmasını temenni ediyorum.”
Bu ifadeler aile kurumunun yozlaşması, boşanmaların artması ve gençlerin evlilikten kopması hususunda ilgililerin son derece yanlış bir strateji içerisinde bulunduklarını işaret ediyor. Konunun ya farkında değiller veya çözümü yanlış adreslere kaydırıyorlar. 6284 no.lu kanunun son on yıldaki etkileri neler olmuştur? Süresiz nafaka konusu yeniden yuva kurmak isteyen insanlara nasıl bir kâbus yaşatmaktadır? Birkaç ay evli kalan insanları ayrıldıklarında süresiz nafakaya mecbur etmenin yol açtığı yıkımlar nelerdir? Kadının bir beyanıyla evden atılan erkeklerin psikolojik durumları, dağılan yuvalardaki çocukların hâlet-i ruhiyeleri nasıldır? Bunları çözümlemeden aile kurumunu güçlendirecek tedbirleri bulamazsınız!
Ne hazindir ki, bir taraftan kadın erkek eşitliği derken diğer taraftan erkeğin bütün haklarının elinden alındığı, bir şikâyetle sorgusuz sualsiz evinden, yuvasından atıldığı bir zamanı yaşıyoruz.
Siz bütün bu problemleri 5-10 bin liralık kredi açmak, beyaz eşyada indirim yapmak yolu ile mi aşacağınızı düşünüyorsunuz!
Sayın Aile Bakanı'na çağrımdır: Geliniz bu konuyu lütfen ciddiye alınız. Toplumdaki kanaat önderleri ile, aile üzerine çalışmalar yapan akademisyen ve yazarlar ile görüşünüz. Elinizi taşın altına koyunuz. Yoksa tarih, bu mevkileri işgal edenleri affetmeyecektir...
Sayın Cumhurbaşkanımızın gençliği kazanma yönünde hedef gösterip de sizin askıya aldığınız ve unutturduğunuz onlarca projeyi ben biliyorum. İsteyen ile de paylaşırım. Maalesef AK Parti projeleri CHP’nin ekmeğine yağ sürmekten öte gitmiyor. AK Parti Sayın Cumhurbaşkanının gerçekleştirmiş olduğu muazzam eserleri anlatmaktan bile aciz kalıyor. Altı yıldır İstanbul’a çivi çakmayan şimdilerde yolsuzluktan tutuklu bulunan İmamoğlu’nun "Kent Lokantası" projesi ile üste çıkmaya çalışması AK Parti teşkilatlarını derin derin düşündürmelidir.
Üsküdar eski Belediye Başkanı Hilmi Türkmen 2023 yılı Ocak ayında meydanlarda şarkıcılarla gençleri zıplatmayı marifet olarak sosyal mecrasında günlerce paylaşıyordu. "Sizin işiniz bu değil!" demiştim ama duymamıştı bile. Şimdi “X”de teselli arıyor.
Hilmi Türkmen ve ona benzer belediye başkanlarının görevini son bir yıldır Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy aldı. "Kültür Yolu" festivalleri ile gençliğin ahlakını mahvediyor. Gençleri son hızla, CHP cenahına kanalize ediyor. Bana itibar etmezseniz festivallerin yapıldığı illerdeki AK Parti teşkilatları ile görüşebilirsiniz.
Peki mübarek ramazan ayında hemen hemen bütün TV’lerde hemen her gece gösterilen ETS tur reklamına ne demeli! ETS tur, Kültür ve Turizm Bakanına ait bir şirket. Bu nevi açık saçık bir reklamı Avrupa kanallarında dahi göremezsiniz. Bu ülkenin AK Partili Kültür Bakanı, ramazan ayında böyle bir reklamı mı millete servis etmeliydi?!.
Kişi kendi noksanını bilmek gibi irfan olmaz!
TEFEKKÜR
Sûret-pezir-i ma’rifet olmaktadır hüner,
Yoksa bu dehre nice heyûla gelir gider
İzzet Ali Paşa
(Hüner bilgi ve marifetle donanmaktır,
Yoksa bu dünyaya nice kütükler gelir gider.)
..
Bunlara tarih özürlü diyemeyiz!
11 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :11 Nisan 2025 00:52
CHP’li siyasetçiler tarih konusunda ilkokul hocalarından dinledikleri mavalların ötesine geçemiyorlar. Bir dönem onlardan dinleyip inandıkları bilgileri ölünceye kadar kullanıyorlar. Zannedersem farklı tek kitap okumuyorlar. Kılıçdaroğlu’nun tarihî gafları üzerine çok yazılar yazmıştım. Geçenlerde Bozüyük Belediye Başkanı M. Talat Bakkalcıoğlu 23 Nisan müsameresinde eline kâğıt tutuşturulan çocuk gibi sultanların hainliklerinden bahsedip duruyordu.
Yeni CHP Genel Başkanı Özgür Özel de son günlerde meydanlarda konuşurken tarihe de atıf yapmaya başladı. “Biz Meşrutiyetçiyiz” diye bağırdı. Bir defa şu sözü tam bir cehalet örneğidir. Zira “Meşrutiyetçiyiz” demek anayasal monarşiyi yani cumhuriyet rejiminin tam olarak zıddını savunuyoruz manasına gelir! 1900’lerin başında değiliz. Bugün böyle bir slogan atana “neyin kafasını taşıyor bu adam?” derler.
Dolayısıyla artık bunlara tarih özürlü diyemeyiz. Bu durum tam manasıyla bir ecdat, Osmanlı düşmanlığıdır ve Osmanlı nefretidir.
Zira bu ifadeler kişinin tarihine düşmanlığını, husumetini ve kinini ortaya koyuyor. Bir anlamda meşrutiyeti savunarak padişaha karşı çıkanların safındayız demek istiyor...
Aynı CHP lideri öte yandan ülkede milletin seçmiş olduğu görevdeki bir idareye karşı İngiliz’den imdat dileniyor. İngiliz-Yunan hayranlığını dile getiriyor. ABD’ye, Avrupa’ya, İngiliz’e hatta Yunan’a ülkesini şikâyet ediyor. Bir anlamda biz mandacıyız diye dünyaya haykırıyor. Bu nasıl bir mantıktır anlamak mümkün değil. O zaman İttihatçı, Meşrutiyetçi bir paşayı bugün gündemimize alalım bakalım!
18 Ekim 1912’de Osmanlı Devleti’ne fiilen savaş ilan eden Yunanistan’ın Veliaht Prensi Konstantin, seksen bin kişilik ordusuyla Teselya bölgesine, General Zapundzakis ise on beş bin kişilik orduyla Yanya ve Selânik mıntıkasına yürüyeceklerdi.
Prens Konstantin komutasındaki birlikler, 22 Ekim’de Sarantaporo Geçidi’nde ve ardından Yenice hattında Türk birliklerini bozguna uğratarak Selânik yolunu açmışlardı.
General Zapundzakis idaresindeki Yunan Epir Ordusu da Yanya istikametine doğru ilerleyişini sürdürüyordu. Bu hatta 4 Kasım’da Preveze’yi düşüren Yunanlılar ilerlemeye devam etmişlerdi. En önemli amaçları Yanya’yı zapt etmekti.
Yanya’da otuz beş bin askeriyle Esad Paşa (Bülkat) bulunuyordu. Yunanlılar 20 Ocak’a kadar Yanya üzerine yaptıkları saldırılardan bir netice alamadılar. Bu başarısızlık üzerine Epir Ordusu’nun komutanlığına Veliaht Prens Konstantin getirildi. Birlikleri ile Yanya önüne gelen yeni komutan saldırı emrini verdiğinde daha fazla mukavemet edemeyeceğini anlayan Esad Paşa şehri Yunanlılara teslim etti (6 Mart 1913).
Şimdi Çandarlı Halil Hayreddin Paşa ile Gazi Evrenos Bey birliklerinin ilk kez İslam’la tanıştırdığı (1387) Selânik Yunanlıların hedefindeydi.
Selânik Osmanlıların son döneminde II. Abdülhamid Han’ı devirmek konusunda İttihatçıların merkezi olmakla ünlenmişti. İttihatçılarca “Mehd-i Hürriyet” ve “Kâbe-i Hürriyet” diye anılırdı. Hatta tahttan indirdikleri Sultan II. Abdülhamid Han’ı dahi burada sürgüne tabi tutmuşlardı.
Padişah ile İttihatçılar arasındaki fark!
Yunanlılar Selânik’i hedef edindiklerinde İttihatçıların akıllarına dahi getirmedikleri sabık padişahın durumu Almanları endişelendirecekti. Alman İmparatoru II. Wilhelm, Selânik’in Yunanlıların eline geçmesi hâlinde esir edilecek olan II. Abdülhamid Han’ın İngilizlere teslim edilmesinden kaygı duymuş ve İstanbul’a naklini istemişti.
Abdülhamid Han, Selânik’in tehlikeye düşeceğine ihtimal vermemişti:
“Selânik İstanbul’un anahtarıdır. Düşmana verilir mi? Şuradan şuraya gitmem… Bana da bir tüfek veriniz. Birlikte son nefesimize kadar müdafaa edelim…” diyerek âdeta yalvarırcasına teklifi kesin bir dille reddetti.
Selânik’te bulunduğu müddet içinde, kendisine bir gazete bile verilmeyen eski Pâdişâh, Balkan ittifakı ve muhârebeden bahsedilince “Sefâretlerde bu kadar elçiler ve ataşemiliterler var; bu olan biten şeyler haber alınmamış mı? Ben makamda bulunduğum müddetçe bunların arasına nifak ilkaasına çalıştım” demiştir.
Daha sonra “Kiliseler meselesi ne oldu?” diye sormuş; vaziyet anlatılınca, ittifakı tabiî bulmuştur.
İhtilâfı körüklemek için, çeşitli Balkan ırklarına mensup “Üç komitacı bulamadınız mı?” demiştir.
Selânik’ten ayrılmak istemeyen Abdülhamid Han, “Ben de bir silâh alır, askerle beraber müdâfaada bulunurum; ölürsem şehîd olurum; ben zâten ölmüş bir adamım” diyerek, bu felâket karşısında yaşamanın kıymeti olmadığını, duyduğu derin üzüntüyü dile getirmiştir.
Duyduğu yeis ve keder sebebiyle “Allah bu hâllere sebep olanları Kahhâr ismiyle kahretsin; şimdi devlet ne hâle geldi!” sözlerini sarf etmişti.
Padişah sonunda Şerif ve Ârif Hikmet Paşalar ile Selânik’te bir müddet muhafızlığını yapan ve itimadını kazanmış olan Ali Fethi Bey’in ısrarları neticesinde İstanbul’a dönmeye ikna olacaktır.
Selânik ise artık kesilecek koyun gibi akıbetini bekliyordu. II. Abdülhamid Han’ı devirme planları yaparken Selânik meyhanelerinde bira yudumlayanlar toz olmuştu. “Jön Türklerin ve İttihatçıların Kâbe’si” elden gidiyor fakat kılları kıpırdamıyordu!..
Şehir savunmasız yakalanmıştı. Ancak bu gaflet eseri değil ihanet intibaını veriyordu. Zira Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı, Yunan Savaşı başlamadan üç gün önce (15 Ekim), Selânik’te bulunan harp mühimmatının bir an evvel İstanbul’a gönderilmesini istemiş ve bu istek derhâl yerine getirilmişti. Anlaşılıyordu ki birileri şehri, başka birilerine peşkeş çekiyordu.
Bu duruma vâkıf olan Selânik’teki bazı alay komutanları cephanesiz muharebeye nasıl gireceklerini sormuşlar, mevki komutanları da “Biz anlamayız nasıl isterseniz öyle giriniz” şeklinde umursamaz bir cevap vermişlerdi. Yunan orduları şehri sarmış Bulgar ve Sırp orduları ise yaklaşmış olduğundan korku ve endişe büyümüştü.
Selânik’in koruması İttihatçı meşrutiyetçi Hasan Tahsin Paşa’da idi. Paşa derhâl Yunanlılarla müzakereleri başlattı. 7 Kasım’da başlayan müzakereler 8 Kasım’da son buldu. Yapılan mütareke Osmanlı ordusunun teslim anlaşması gibiydi.
Hâlâ ‘Hasan Tahsin Paşa’ların yolunda olmak!
Aslında Selânik’te 25 bin kişilik büyük bir birlik bulunuyordu. İşkodra ve Edirne gibi şehirler birçok eksikliklerine rağmen direnirken, böylesine güçlü bir ordunun tek bir kurşun atmadan teslim olması Türk ve Avrupa kamuoyunda şaşkınlıkla karşılanacaktı. Bu hadiseler Türk ordusunun bugüne kadar benzeri olmayan korkunç bir çöküşü olarak nitelenmiştir. Neue Freie Presse gazetesi şehrin İttihat ve Terakki Fırkası için önemine de işaret ederek şöyle yazmıştı:
“Sultan Hamid’i mahveden karşı hareketin çıkış noktası burasıydı. Mahmud Şevket Paşa, Selânik’ten çıkardığı ve tren yoluyla gönderdiği orduyla İstanbul’u kuşatmış ve kısa çatışmaların ardından fethetmişti. Şimdi bu şehir Yunanlıların eline düştü. Yunanistan böylece savaş hedefine ulaşmıştır.”
Türk kamuoyunda Hasan Tahsin Paşa’nın yeterli askerî kuvvete sahip olduğu hâlde şehri savunmayarak Yunanlılara vermesi “satılmak suretiyle teslim” olarak görülmüştür.
Halka bir şey yapılmayacağı ise sadece sözde kalacaktı. İmzaların ardından Prens Konstantin, 9 Kasım günü birlikleriyle Selânik’e girdi. Antlaşmaya rağmen Türk zâbit ve fırka komutanları karargâhtan zorla alınarak Yunanistan’ın içlerine esir olarak götürüldüler. Şehirdeki Müslüman ve Yahudilere katliam, tecavüz ve yağma hareketlerinin yapıldığı, esir askerlere ise zulmedildiği görgü şahitlerinin hatıralarına fazlasıyla yansıyacaktır.
Hasan Tahsin Paşa, tek kurşun atmadan korku içerisinde Yunanlılara teslim olma zilletini yaşatmıştır. Ne uğruna ve neyin karşılığı olarak Selânik’i peşkeş çektiği ise belli değildir. Peki, İstanbul’dakiler Selânik’teki askerî malzemeyi hangi maksatla İstanbul’a getirtmişlerdi. Orada kimlerin parmağı vardı. Bunlar hiç sorgulanmayacak ve müsebbipleri de meçhul kalacaktı...
Abdülhamid gitsin memleket kurtulurdu(!) Acaba İttihatçıların nazarındaki kurtuluş bu muydu?
Yunanlıların İttihatçı ve meşrutiyetçileri sevmesinin nedenleri ortadadır. Buna rağmen hâlâ Yunanlılardan imdat dileyenlerdeki eksiklik nedir bilmek gerekir. Bunlar hâlâ Hasan Tahsin Paşa’ların yolunda mıdır?!.
TEFEKKÜR
Eğerçi gûnegûn mihnet erâzilden zuhûr eyler
O cürmün özrü müşkildir ki kâmilden zuhûr eyler
Şeyh Gâlib
(Türlü türlü sıkıntı bayağı kimselerden gelir
O suça özür bulmak zordur ki, olgun adam işler.)
.
"Biz Meşrutiyetçiyiz" demek!
18 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :17 Nisan 2025 23:08
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in "Biz Sened-i ittifak taraftarıyız. Biz Meşrutiyetçiyiz, biz İttihatçıyız..." gibi ifadeleri toplum zihninde nasıl bir algıya sebep oluyor bilemiyorum. Fakat şurası muhakkak ki sened-i ittifakçı nedir, meşrutiyetçiler kimdir ve ittihatçılar nasıl insanlardı desek bilenler için yeknesak bir ifade çıkmaz. Birleştikleri buluştukları noktalar elbette vardı. Fakat aynı zamanda çok farklı fikirlere ve hedeflere de mensuptular.
Aslında bu tip ifadeler bizim tarih okumalarını hakkıyla yapamadığımızın göstergesidir. Türkiye’de iktidara talip bir parti başkanının şu sözleri, bir imparatorluk yitirdiğimiz olayların ne anlama geldiğini hâlâ hiç bilmediğini göstermektedir.
Hiçbir Rum’un hiçbir Avrupalının Bizans’ın yıkılışına sevindiğini görmedim. Ayrıca Avrupalı için Bizans kendi devleti de değildi. Kendi inancı ve itikadına da ters görüşteydi. Buna rağmen sevindiklerini göremezsiniz. Bizdekiler kendi cihanşümul imparatorlularını yıkılışa götürenleri aradan bir asırdan fazla geçtiği hâlde alkışlamaya, hatta zil takıp oynamaya devam ediyorlar.
Evet şurası çok net belli ki tarih derslerimiz sıkıntılı. Gençlerimizi vatan sevdalısı yapmaya götürmüyor. Belki vatan düşmanlığını aşılıyor. Bu belki doğrudan olmuyor. Ancak vatanı yıkanları, toprağını yabancılara peşkeş çekenleri seversen bu zihniyetin seni oralara çekeceği aşikârdır.
Tam da 117. yıl dönümü günlerinde meşrutiyetçileri tanıyalım biraz öyleyse. Farklı fikirlerde de olsa bunları bir araya getiren nokta Sultan II. Abdülhamid Han düşmanlığı idi. Nasıl olmuştu bu?
Avrupalıların Tanzimat’tan itibaren Osmanlı ülkesinde ektiği tohumlar meyvesini vermişti. Mason siyasiler kadar mason eğitimciler de artık devredeydi. Bunlar, II. Abdülhamid Han’ın açtırmış olduğu yüksekokullarda eğitim gören gençleri yeraltı örgütleri ile geleceğe hazırlayacaklardı. Sonunda onları, zorla düşürülemeyen ve baş eğdirilemeyen Hakan’a ölüm vuruşunu yapacak güçler hâline getireceklerdi.
İlk olarak 1889 yılında Ohrili İbrahim Temo, Arapgirli Abdullah Cevdet, Diyarbekirli İshak Sükûti, Bakülü Hüseyinzade Ali ve Kafkasyalı Mehmet Reşit gibi askerî tıbbiye öğrencileri “İttihad-ı Osmani” adıyla bir örgüt kurdular. Hedef ülkeye Meşrutiyet'i getirmekti.
II. Abdülhamid Han düşmanlarını bir araya getiren Jön-Türk Hareketi, 4-9 Şubat 1902 tarihinde, Paris’te ilk büyük kongresini tertip etmiştir. Kongreye katılanların kimlik ve kişilikleri incelendiğinde akla tek bir mısra geliyordu: “Böyle gecenin hayr umulur mu sabahından!”
Türk, Arap, Arnavut, Kürt, Çerkez, Yunan, Bulgar, Yahudi ve Ermeni gibi farklı milletlere mensup 47 delege, Paris’te Fransa Enstitüsü üyesi M. Lefevre-Politalis’in evinde toplanmıştı.
Görüldüğü üzere kongre, karmakarışık unsurlardan mürekkepti. II. Abdülhamid Han bu toplantıdan haberdar olmuş ve Fransız polisi vasıtasıyla engellemek istemişti. Fakat Jön-Türklerin derin bağlantıları nedeniyle buna imkân bulamamıştı.
Görüşmelerin Türkçe ve Fransızca yapıldığı bu kongrede, anayasayı garanti edecek, hürriyet ve adalet rejimini getirecek bir yönetim için mevcut yönetime karşı ihtilâl yapılması kararına varıldı.
Şimdi düşünelim. Böylesine millî olmayan bir topluluktan millî menfaatlere uygun kararların çıkmasına imkân var mıydı? Öyle bir durum olsa Fransızlar müsaade ederler miydi?
Ermeni ve Yahudilerle kol kola!
Muhalif faaliyetler 1906 yılında en tehlikeli safhaya girecekti. Yurt dışındaki gelişmeler artık yurt içindeki örgütlenmeler ile geniş kitlelere ulaşmaya ve bilhassa subaylar arasında yaygınlaşmaya başlıyordu. Özellikle de Rumeli vilayetleri bu konuda öncü rolü oynuyordu. Nitekim Jön-Türk hareketinin askerî kanadını teşkil edecek olan “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” Selanik’te teşkil edildi.
Cemiyetin ana gayesi Jön-Türk hareketinden farklı olmamakla birlikte Abdülhamid Han idaresini devirmek, meşrutî idareyi tesis ve Meclis-i Mebûsânı yeniden açmak olarak belirlenmişti.
Cemiyete Kur’ân ve silah üzerine yemin edilerek giriliyor ve çıkmak mümkün olmuyordu. İttihatçılar örgütlenme sırasında keskin nişancı ve gözü pek gençlerden fedai namı altında bir suikast timi de oluşturdular.
Bu cemiyetin en etkin görev ifa edecek Manastır şubesi ise, 30 Kasım 1906 tarihinde Kâzım Karabekir ile Enver Paşa tarafından kuruldu.
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, umumiyetle askerî sınıf mensuplarından müteşekkil olması hasebiyle bölgedeki idarecileri tehdit veya baskı yoluyla kolaylıkla yanlarına çekmeyi bilmişlerdi. Orduya siyaset girmiş artık vaziyet başka bir hâl almaya başlamıştı.
Jön-Türkler, Batılıların da destek ve teşvikleriyle II. Abdülhamid Han karşısındaki mücadelelerinde Meşrutiyet’in ilan edilmesi yolunda bitirici hamleleri atmaya başlamışlardı.
İlk olarak Selanik merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Paris merkezli İttihâd ve Terakki Cemiyeti, 27 Eylül 1907 tarihinde birleşerek “Osmanlı İttihâd ve Terakki Cemiyeti” adını aldı.
Böylece, Makedonya’da gayrimüslim çetelere karşı mücadele ederek pişen ve yönetime karşı bilenen Jön-Türk subaylarının pek çoğunun dâhil olduğu Hürriyet Cemiyeti ile Avrupa’da fikir bazında mücadeleyi yürüten Jön-Türk cemiyeti bir araya gelmişlerdi. Bu ittifakı Abdülhamid Han idaresine karşı yapılacak olan ihtilalin ilk adımı olarak nitelendirmek mümkündür...
İkinci hamle ise aynı yılın sonlarına doğru Paris’te gerçekleştirilen ve Jön-Türkler’in de katıldığı yeni bir kongre ile atılacaktı. Padişaha karşı mücadele eden en azılı muhalif örgütleri bir araya getiren bu kongre, Osmanlı ülkesinde eylemler gerçekleştirerek binlerce masum Müslümanın ölümüne sebep olan Ermeni Taşnaksutyun Örgütü’nün davetiyle Paris’te 27-29 Aralık 1907 tarihleri arasında gerçekleşmiştir.
Kongre sonrasında ilan edilen beyannamede; “bütün Osmanlı milletlerinin ve muhalefetin birleştiği” söylenerek “Sultan Hamid’in tahttan inmesi, bugünkü idarenin değişmesi, Meşrutiyet ve meşveret usullerinin kurulması” belirtilmiştir. Bunun için hükûmete karşı silahlı mücadele de dâhil olmak üzere etkili bir eylem planı hazırlanmıştı.
Meclise kimler girdi?
Osmanlı devletinin hayatiyeti açısından fevkalade ehemmiyete haiz kararların altına imza atan cemiyetlerin isimleri şunlardı:
“Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”, “Ermeni İhtilal Heyeti Müttefikası-Taşnaksutyun”, “Mısır Cemiyet-i İsrailiyesi”, “Armenya” gazetesi heyet-i idaresi, “Razmig” heyet-i idaresi, “Hayrerık” heyet-i idaresi, “Ahd-ı Osmanî Cemiyeti”...
Bu hâliyle "bir Meşrutiyetçiyiz" diyenlerin, "biz Ermeni İhtilal Heyeti Komitesi üyesiyiz" demesi de gerekmiyor mu?!.
Çünkü bu kongre II. Abdülhamid karşıtı bütün muhaliflerin katıldıkları bir ihtilâl toplantısı olduğu şeklindedir. Bir gün dahi bir araya gelip meşverette bulunamayacak cemiyetler Abdülhamid Han’ı indirmekte söz birliği hâlinde idiler. Toplantıda alınan kararlar, Abdülhamid Han’ı devirmek için komita/terör geleneğinin metot olarak kabul edildiğini gösteriyordu.
Osmanlının yıkımını, yıllardır zehirlemiş ve aldatmış olduğu Osmanlının evlatlarına sipariş eden İngiltere, şimdi geleceği kurgulamak üzere planlar yapıyordu.
Nitekim bu çalışmaların sonunda II. Abdülhamid Han’a İkinci Meşrutiyet'i ilan ettirenlerin Meclis'e kimleri getirdiklerine dikkat kesilelim!
Emanuel Karasu: Sefarid Yahudilerinden olup aynı zamanda masondu. Jön-Türk Hareketi’ne dâhil olarak Sultan II. Abdülhamid’e karşı siyasi mücadeleye katılmıştı. II. Meşrutiyet sonrasında Emanuel Karasu da Selanik’ten Meclis-i Mebusan’a girdi. İhtilalin ardından II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle alakalı hal’ kararını kendisine vermekle görevlendirilen heyette yer aldı. Talat Paşa’nın bankeri idi. Talat Paşa kendisinin emir eri gibi hareket ederdi.
Sassoon Efendi: Bağdat’ta Yahudi cemaatinin ileri gelenlerinden idi. Rothschild ailesinin akrabasıydı. İTC’nin büyük desteğiyle Meclis'e girdi. İttihatçılara, İngilizlerce ticaret anlaşmalarında önayak oldu. Orta Doğu’da İngiliz ajanlığı yapan Gertrude Bell’i yönlendirirdi.
Oldukça kuvvetli bir lobici olup İttihatçıları en fazla etkileyen bir sima olarak dikkati çekti.
Karekin Pastırmacıyan: 1872 yılında Erzurum’da doğdu. II. Abdülhamid Han döneminde Ermeni tedhiş hareketleri içinde yer aldı. 1896 yılında Hayig Tirakyan'la birlikte Osmanlı Bankası Baskını’nı planladı. Önce Fransa’ya sonra İsviçre’ye gitti. 1905’te Kafkaslar’da ortaya çıktı, Azerbaycan Türklerinin katledilmesinde yer aldı. Pastırmacıyan, 24 Temmuz 1908 tarihinde İkinci Meşrutiyet'in ilanı üzerine Erzurum mebusu olarak Meclis'e girdi. Katliamcı terörist İttihatçılar sayesinde dört yıl mebusluk yaptı. I. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine, Rusya'nın yanında Osmanlı Devleti’ne karşı Ermeni Gönüllü Tugayları’nı örgütledi. 1918 yılında yeni kurulan Ermenistan Demokratik Cumhuriyeti'nin ABD elçisi tayin edildi. 1923 yılında Cenevre’de iken kalp hastalığından öldü...
"Biz Meşrutiyetçiyiz" diyenler, "Biz Sassoonuz biz Pastırmacıyanız ve biz Emanueliz..." demiş olmuyorlar mı?!. Bu isimleri ve fecaat işlerini ileride daha geniş bir şekilde inceleyeceğiz...
TEFEKKÜR
Âteşîn sözlerle cevlânımda hikmet yok mudur
Nerde bir muzlim tasavvur varsa ihrâk eylerim
Muallim Nâcî
(Ateşli sözlerle gezmemde bir hikmet yok mudur?
Nerede karanlık bir düşünce varsa yakarım.)
.
Ahlaksızı ahlaksızlığına örnek göstermek!
25 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :25 Nisan 2025 00:43
Şanlı Peygamber Efendimiz "Ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim" buyurdu.
Ahlak çöktü mü devlet çöker, millet çöker.
Biz güzel, faziletli ve beğenilen ahlakımızla milletlere örnek oluyorduk. Temizlik, cömertlik, iffet, namus, yiğitlik, mertlik, şefkat, merhamet, yetimi ve öksüzü gözetmek vb. nice beğenilen huylarımızla tanınıyorduk. Batılı seyyahlar Osmanlı şehirlerini gezdiklerinde Türklerin en fazla ahlakına hayran kalırlardı. Öve öve bitiremezlerdi. Örnek olarak gösterirlerdi. Osmanlıların bu ahlakı asırlarca nasıl zinde tuttukları, yeni nesillere nasıl aktardıklarını incelemek ciltler dolusu kitap yapar. O güzel ahlakımız cumhuriyet döneminde de uzun yıllar devam etti. 1980’lere kadar yıpranma ile birlikte üzerinde oynanan sistemli ve yıkıcı projelere karşı müthiş bir direnç gösterdi.
Fakat şunu görüyoruz ki son on beş yıldır ahlakımız korkunç bir erozyona uğradı. Sanki gittikçe artan bir çığ hâline geldi ve gençliğimizi önüne katıp götürmeye başladı. Şayet buna çare bulunamazsa bu durum millî bir politika hâline gelmezse mahvolmanın eşiğindeyiz!..
Evet Yeşilçam filmleri, bir kısım basın yayın organları, dergileri, romanları ahlakı erozyona uğratsa da tam manasıyla etkili olamıyordu.
Fakat son yıllarda sanki bir el, aile yıkımına tam start verdi. Hemen her mecrada ahlaka karşı korkunç bir saldırı sürdürülüyor.
Maalesef bu konuda Türk dizileri başrolde bulunuyor!.. Hatta bu diziler; değil Türkiye, dünyaya rahatsızlık verme boyutuna ulaştı!
Geçenlerde bir Rus psikolog, Türk dizilerine kısa bir eleştiri getirdi. Raushan Birmagambetova isimli psikolog şöyle diyordu:
“Türk dizilerinden dolayı insanlar yozlaşıyor mu? Evet aynen öyle oluyor. Genel olarak ne görüyoruz? Entrika var, dedikodu, agresiflik, acımasızlık, aldatma var... İnsanlar bunu izlediğinde ‘hayatın normali bu’ diye düşünmeye başlıyor. Yani o da farkında olmadan buna inanıyor. İnsan bunu yaşamak istemez evet ama bu TV dizilerine böyle yapışıp kalmak, ona odaklanmaktan dolayı beyindeki sinirsel bağlantı ve devreler bunu kopyalıyor. Belli bir süre sonra aynısını o da yapıyor. Ve ileride kendi hayatında bunu gösteriyor. Bu çok üzücü bir şey.”
Rus psikoloğun kendi hesabından paylaştığı video milyonlarca izlendi. Sosyal mecralarda yüz binlerce beğeni aldı paylaşıldı ve yorumda bulunuldu.
Peki "hayır yanlış söylüyorsun milleti aldatıyorsun" diyen oldu mu? Hayır!
Sadece, son yıllarda dillere pelesenk olan “efendim sizin dizileriniz farklı mı?” tepkisinden başka bir şey yok!
Hırsızın, arsızın ahlaksızın, münafığın, yalancının örnek gösterilmesi de bu döneme has oldu: "Efendim bu yanlış siz de yok mu? Efendim şu da yapmıyor mu?.." Eskiden ahlaksızların yaptığı yıkım görülür ondan kaçılırdı, o huydan uzaklaşılırdı...
Lokman Hakîm’e; “Edebi kimden öğrendin?” dediklerinde; “Edepsizden” diye cevap vermişti. Yani "Edepsize baktım ve o huya hiç bulaşmadım, ondan kaçtım" demek istemişti. Şimdi ise edepsiz, edepsizliğine örnek olarak sunuluyor! Neticede Rus psikoloğun belirttiği gibi herkes bunu normal olarak görüyor ve aynen yaşamaya başlıyor...
Konularına bak geleceği gör!
Son yıllarda Türk dizilerinde işlenen konulara bir göz atalım. Rus psikoloğun neden feveran ettiğini daha iyi anlarız!
Bir dizide iki kadını birden idare eden ve bu esnada mafya babalığı yapan bir silah tüccarının etrafında gerçekleşen olaylar konu ediliyordu...
Başka birinde imam kılıklı bir hırsızın sürekli polisleri kandırıp komik duruma düşürmesi bir yandan da gayrimeşru bir ilişki yaşayıp herkesi kandırmaya devam etmesi işleniyordu...
İntikamı hayatın tek amacı olarak gören bir dizi vardı. Bunun için şerefini, iffetini, kimliğini feda etmek normal görülüyordu...
Bir başkasında, sürekli taciz ve şiddet arasında hayat geçiren liseli kızların çevirdikleri entrikalar ve başlarına gelen dolambaçlı işler anlatılıyordu...
Zina, yalan ve cinayetlerin baş döndürücü bir biçimde tekrarlandığı bir dizi uzun süre devam etti...
Sürekli aldatmalar, evli kadınları baştan çıkarmalar, ensest ilişkiler, polislerin hemşirelerin aşağılanması, bitmeyen cinayetler, içki tüketiminin özendirilmesi, şiddet, taciz ve yalan üzerine işlenen kurgular bitmek bilmedi...
Bazı diziler ise direkt İslam dinini hedef alarak piyasaya çıktı. Tarikatlar üzerinden İslam’a saldırmayı büyük bir maharetle(!) işlediler. Belki işlenen bir yanlışı o tarikatın temel prensibi gibi sundular. İnsanları İslamiyet’ten uzaklaştırmak için çırpınıp durdular...
Milletin sığınak olarak kaçtığı tarih dizileri ise maalesef orman kaçkınlarının sabah akşam boğuşmasından kol ve kafa koparmaktan başka bir iş yapmadı. Tamamen yaşanmamış olaylar üzerine bina edildi. Tarihî şahsiyetler reytinge kurban edildi. Kadın entrikaları tarihimizin olmazsa olmazı gibi sunuldu. Gençlerimize tarih şuuru verecek, ibret alacak bir fayda sağlamadı.
Neticede şurası muhakkak ki toplum sadece günlük gerçeği değil, ekranda gördüğü hayalleri ile yaşar. Şayet para uğruna reyting uğruna sunulan o hayaller çarpıksa, er ya da geç bir gün acı gerçeklerle yüzleşirsiniz.
Toplumumuz için o günler kapıya dayanmıştır!
Yıkım projeleri!
Nitekim TV dizilerinin halkımız ve gençliğimiz üzerinde yaptığı yıkım felaket bir dereceye ulaşmıştır. Sonuçta dizilerin verdiği mesajlarla gençlerimizin zihninde yerleşen algılara bir göz atalım...
Şayet iyi bir maksatla yapılıyorsa yalan söylemek, hırsızlık etmek gibi davranışlar masum ve hatta yerinde işlerdir.
Popüler olmanın, gözde olmanın yolu başkalarını aşağılamaktan ve küçük düşürmekten geçer. Onun için bencil ve kibirli davranışlar sergilenmesi gayet normaldir.
Hayatta en önemli şey kadın aşkıdır! Âşık olduğun kadına ulaşmak adına bütün değerlerini, ana, baba ve kardeşlerini her şeyini feda edebilirsin!
Fakir olursan mutlu olman mümkün değildir. Hayatta en mesut insanlar zengin ve meşhur olanlardır. Bunları elde edebilmek için de her yol mubahtır.
Nikâhsız birliktelik gayet normal bir harekettir! İstediğin kişi ile istediğin gibi birliktelik yaşayabilirsin!
Güzel ahlak ahmaklık gibidir! Zira insanlar seni kullanır. Onun için zekice hareket etmelisin. Karşındakileri alt edebilmek için düzenbaz sahtekâr olmakta bir mahzur olmaz!
Lüks ve şatafatlı bir hayat bu dünyanın temel maksadıdır...
İnsanların bilinçaltına yerleştirilen bu fikirleri İslamiyet potasında değerlendirelim.
Dinimizin haram ve günah olarak gördüğü her husus dizilerde serbest ve mubah olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta beğenilen huylar olarak sunulmakta ve teşvik görmektedir. Zira sonunda kazanan onlardır. İyiler kaybetmektedir.
Bu durumda bazı dizilerin dinimize karşı açıkça bir savaş açtığı ve ahlaki değerleri yıkmak için çalıştığı inkâr olunamaz bir gerçektir.
Fakat bu durum sadece Müslümanların değil bütün insanlığın problemidir. Zira yukarıdaki "hastalıklar" toplumu çürütür, nesilleri mahveder, milleti bitirir, devleti çökertir!
TEFEKKÜR
Hayfdır şâh iken âlemde gedâ olmayasın
Keder-âlûde-i ümmîd ü recâ olmayasın
Şeyh Gâlib
(Yazık olur, sultanken bu âlemde dilenci olmayasın
Ümidine keder bulaşmış ve yalvaran olmayasın.)
Gençliğe en büyük örnek: Fatih Sultan Mehmed
2 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :2 Mayıs 2025 01:03
Ne sal iledir ne mal iledir,
Beyim ululuk kemâl iledir...
Nice insanlar vardır, yolun sonuna gelmişlerdir. Hâlâ çocuktur... Nice gençler de vardır, 12 yaşına vardıklarında elli yılın birikimine tecrübesine sahip olmuşlardır...
Osmanlılar dünya hayatının fâniliğinin ve kısalığının idraki içerisindeydiler. Erken büyümek, erken yetişmek, olgunlaşmak ve bu cihan tarlasını alabildiğince hayırlı eserlerle doldurmak gayesinde idiler.
Günümüzde gençler için “durun, çocukluğunu yaşasın" denildiği zamanlarda onlar hayatın içerisine fazlasıyla atılmış bulunuyorlardı.
Dört yaşından itibaren ağır ağır yoğun bir eğitim hayatının içerisine giriyorlar ve yedi sene içerisinde müthiş mesafeler katediyorlardı. 11-12 yaşına giren şehzadeler Anadolu’da bir eyaletin valisi oluyorlardı. Orada merkezdekine benzer bir tarzda divana başkanlık ediyorlar ve eyaletin bütün işleri ile ilgileniyorlardı. Böylece bir taraftan çeşitli ilimlerde yetişirken diğer taraftan devlet idaresinde tecrübe kazanıyorlardı.
Fatih de devrin en iyi âlimlerinin elinde yetişmiştir. İlk hocası Molla Yegan’dır. Daha sonra Molla Gürani, Molla Hüsrev ve Akşemseddin hazretlerinden dersler almıştır. Matematik, geometri, tarih, hadis gibi ilimlerde çok iyi yetişti.
On bir yaşına geldiğinde tecrübe kazanması için kendisi Manisa sancakbeyliğine tayin edilmiştir.
Sancakbeyliğine getirildiği sene ağabeyi Alaaddin vefat etti ve bunun üzerine tek veliaht durumuna geldi. Büyük oğlunun vefatı üzerine büyük üzüntü yaşayan II. Murad Han saltanatı oğlu Mehmed’e terk etti ve Manisa’ya çekildi.
Osmanlı tahtında çocuk yaşta birinin olması sebebiyle Avrupa devletleri ülke topraklarına göz diktiler. Üst üste Haçlı Seferleri tertip ettiler. Devlet adamları bu sıkıntılı dönemlerde tahtta tecrübeli Murad Han’ı görmek istemeleri sebebiyle genç padişahın saltanatı kısa sürdü tahtı babasına terk ederek tekrar Manisa’ya döndü...
Şehzade Mehmed bu süre zarfında tecrübesini ve ilmini geliştirerek bu süreyi gayet verimli geçirmiştir. Babasının yanında seferlere de katılarak kumandanlık yeteneklerini ve savaş tecrübelerini geliştirdi.
On dokuz yaşında tahta çıkan Fatih Sultan Mehmed, otuz yıllık saltanatı sırasında zaferden zafere koştu. Genç yaşında dünyanın en büyük cihangirleri arasına girdi. Fatih denildiğinde ilk önce, bin yıldır ayakta duran Doğu Roma’nın son bulması ve İstanbul’un fethi akla gelmektedir. Bin yıllık imparatorluğun tarih sahnesinden silinmesi ile Orta Çağ'ın kapanıp Yeni Çağ'ın başlaması, Müslüman Türk devletinin, dünyanın en güçlü devletleri arasında yerini alması, hep İstanbul’un fethiyle olmuştur. II. Mehmed Han da İstanbul’un fethiyle "Fâtih" ünvânını almıştır. Osmanlı sultanları arasında bu ünvânı kullanan ikinci bir pâdişah da yoktur...
Fatih İstanbul’un fethi sonrasında da sayısız zaferlere imza atmıştır. Devlet-i Aliye-i Osmâniye’nin sınırlarını her yönde genişletti. İki imparatorluk, on dört devlet ve iki yüz şehir fethetti. "Anadolu Türk Birliği"ni sağladı. Hıristiyan dünyasının, Osmanlı Türklerine karşı birleşmesini asırlarca önleyecek başarılara imza attı.
Bu cihangir padişah, 544 sene önce yine bir sefere çıktığında 3 Mayıs 1481 günü Gebze Hünkâr Çayırı mevkiinde hayata gözlerini yumdu...
Hayranlık uyandıran özellikler!
Otuz yıl saltanat süren Fatih Sultan Mehmed Han, orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, sakalları kalın, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, kuvvetli fiziki bir yapıya sahipti. Ne istediğini, bilen ve büyük işleri başaran, sabırlı bir insandı. Soğukkanlı ve cesurdu. İcabında ve bir tehlike vukuunda mağlubiyeti önlemek için ileri atılır, askeri gayrete getirirdi.
Din ve vicdan hürriyetine önem verirdi. Gayrimüslim halkın din ve mezheplerine asla dokunmadı, herkesi vicdani inanışında serbest bıraktı.
Askerî ve siyasi alanda dehaydı. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itaatsizliği ve buna sebep olan subayları şiddetli bir şekilde cezalandırırdı. Ordusunu, plansız, düzensiz hareket ettirmezdi.
Seferlerden önce titizlikle hazırlanırdı. Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münasebetlerini en ince noktasına kadar araştırır ve sefere düşmanın en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamanında çıkardı.
Çok başarılı bir diplomattı. Otuz sene, Asya ve Avrupa’da bazen birkaç cephede savaş hâlinde bulunduğu günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini birleştirmemenin, siyasi müzakereler, tavizlerle müttefikleri birbirinden ayırmanın yollarını bulurdu.
Geniş bir haber alma teşkilatına sahipti. Bu teşkilatı sayesinde düşmanlarının faaliyetlerinden günü gününe haberdar olur, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı.
Fatih, ordu ve donanmasını mükemmelen güçlendirmişti. Ordunun silahları birkaç senede yenilenir, eskilerinin yerine konurdu. Topçuluğa büyük önem vermiştir. Fatih’ten önce, top, bütün dünyada, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yok edeceği ve meydan muharebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti.
Fatih Sultan Mehmed bir taraftan teşkilat, teknik, askerî fetihler, imar ve iskan faaliyetleri kültür ve medeniyet hamleleri ile devletine asırlar boyu devam edecek bir süper güç olmanın yolunu açtı.
Doğu Türklerinin, Timur Han devri medeniyeti denilen, medeniyet hareketlerinin benzeri, Fatih devrinde Osmanlılarda yaşanıyordu. Fatih, Batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi takip etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyacını duymamıştır.
Matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerindendi. Bizanslı tarihçi Kritovulos’un hayranlıkla anlattığı, balistik sahasındaki keşifleri, Orta Çağ surlarını yıkmıştır. Bu suretle Avrupa'nın timsali olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş Orta Çağ son bulmuştur.
Fatih Sultan Mehmed, birkaç lisana vâkıf olup aynı zamanda şairdi. Serbest fikirli idi. Zaman zaman âlimleri huzuruna getirterek ilmî tartışmalar yaptırırdı.
İstanbul’u bir ilim merkezi yapmak için büyük gayret sarf etti. Şehri medreselerle donattı. Doğu ve Batı'nın âlimlerini etrafına topladı. Ayrıca âlim, derviş ve şairlerle şakalaşmaktan hoşlanır, hatta onların bazı garip görünebilecek tavırları ve sözlerini dahi müsamaha ile karşılardı.
Cenâb-ı Hakk’a bağlılığı her şeyin üzerinde idi. Şu beyti bunu çok güzel ifade etmektedir:
Kul olmakla övünürüm güzeller güzeli şaha,
O güzele boyun eğmek değer cihan şahlığına.
Her bölüm başka fecaat!
Fatih Sultan Mehmed Han’ın hayatı gençlerimize ders ve ibretler sunacak örneklerle doludur.
Fakat hâlen gösterimde olan TRT1’deki Fatih dizisi, maalesef bu büyük hakanı tam tersi bir tarzda göstermeye devam etmektedir.
Olmayan hikâyeler olmayacak senaryolarla verilmekte padişahın şahsiyeti yok edilmektedir.
Bir sahnede Fatih Sultan Mehmed, minbere çıkmış dine imana hizmetten bahsediyor. Adaletten dem vuruyor. Siz hayranlıkla takip etmeye çalışıyorsunuz. Nitekim kılıcını cemaate göstererek şöyle sesleniyor:
“Bu kılıç Devlet-i Aliyye’nin kılıcıdır. Can almak için değil, zulmü durdurmak, zalime bend olmak için kınından çıkar. Ümmetin hakkını korumak, İslam’ın adını yükseltmek için kınından çıkar...” Evet Fatih’ten bu çarpıcı sözleri dinliyorsunuz!
Peki bir sonraki bölümde neler oluyor.
Sadece Evliya Çelebi’de geçen doğruluğu tartışmalı hatta mümkün görünmeyen bir hikâyeden yola çıkılarak Fatih Sultan Mehmed’e kılıcı çektiriliyor. Ardından padişah, çılgına dönmüş bir şekilde mimarbaşının kolunu çılgınca kesiveriyor!
Nerede bir hafta önceki o parlak nutuk, o âdil oluşunu haykıran muhteşem sözler? Hepsi tuzla buz oldu. İlk hadisede hepsi unutuldu. Nefsine yenik düşen, adalet değil zulüm icra eden bir Fatih geliverdi...
Nerede kadıya müracaat? Nerede cezayı infaz edecek görevli? Hukuk ayaklar altına seriliverdi.
Evliya Çelebi, bu hikâyeyi Osmanlı adaletine bir misal gibi getirmiş ve kaynaksız delilsiz olarak satırlara dökmüş.. Güya mimarın elinin kestirilmesine karşı Fatih’in elinin kesilmesine karar veren bir hukuk anlayışı var demiş.
Evliya Çelebi’nin Mimar Atik Sinan’dan yaklaşık 150 yıl sonra yaşadığı ve seyahatnamesinde bazı rivayetleri veya halk arasındaki dedikoduları gerçekmiş gibi anlatması göz önüne alınarak bu anlatımın da 17. yüzyıldan beri var olan bir "şehir efsanesi" olduğu aşikâr.
Hikâyenin doğru hiçbir yanı olmadığı gibi hiçbir kaynakta da işareti yok. Ne Fatih’in Hristiyan bir mimarı var, ne de böyle mahkemeye sirayet etmiş bir dava var. Ne de Evliya Çelebi’de bu kesim işini bizzat Fatih’in yaptığını gösteren bir yazı var!..
Bu arada Mimar Atik Sinan’ın kimliği ile ilgili bilgiler de karışık. Ailesine dair bir bilgi mevcut değil. Babasının adının Abdullah olmasından hareketle İstanbul fethinin akabinde Müslüman olduğu ifade ediliyor.
Şurası ise muhakkak ki Sultan Fatih, külliyesinin inşasını emrettiğinde o, Müslüman Atik Sinan idi. Kendisini Rum diye ifade edenler bir gerçeğin daha üstünün kapanmasına sebep oluyorlar. Evet Fatih’in şahsiyetini aylardır yerlerde sürükleten TRT, sonunda Fatih’e cellatlık görevini de ifa ettirdi! Zulüm kapısını da sonuna kadar açtırdı. Yazık binlerce kez yazık!..
TEFEKKÜR
Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin,
Bilse sorardı, sorsa bilirdi...
.
Tarihî tecrübeden istifade!
9 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :9 Mayıs 2025 00:31
Devletlerin gidişatı rastgele şekillenmiyor. Tarihî hadiseler bir öncekinden bağımsız yürümüyor! Bu itibarla tarihî tecrübenin çok büyük önemi var. Tarihî tecrübeden istifade etmeyenler gerek ülkeler arası ilişkilerde gerek siyasi hayatlarında hep çuvallamak zorunda kalırlar...
Türkiye maalesef uzun bir dönem bu siyasi tecrübeyi kullanmaktan uzak kaldı. Hatta o tecrübeye sırtını döndü. Bunun sebebi Osmanlı gibi 622 yıllık şanlı bir geçmişi inkâr etmesi olmuştur.
Nitekim Türkiye’nin ilk siyasi partisi olan CHP bugün de aynı anlayışı devam ettirmektedir. Her fırsatta Osmanlıya çatmayı marifet saymaktadır. Rakiplerini Osmanlıcılık gibi bir zihniyetle karalamaktadır. Bu durum onların bin yıllık belki üç bin yıllık büyük tarihî birikime kör kalmalarına sebep olmaktadır.
Geçenlerde Özgür Özel’e yapılan saldırı sonucu, fâilin, “Ben Osmanlı çocuğuyum” diye bağırdığını iddia eden CHP’li Sezgin Tanrıkulu’nun tavrı bu zihniyetin tam bir dışa vurumudur. Zira bu sözü ondan başka duyan olmamıştı.
Bu vaziyette dünyanın yeni bir döneme geçiş sancılarını çektiği, küresel ölçekli büyük oynamaların yaşandığı siyasi arenaya CHP ne gibi çözümler getirecek, nasıl bir siyaset belirleyecek belli değildir. CHP’nin bunları düşünecek bir beyin takımı da yoktur. İç siyaseti ise iç karışıklık çıkarmak gibi bir refleksle sürdürmektedir. Nitekim yargıya intikal eden Belediye Başkanları davalarını dahi halkı sokağa dökmekle çözmek gibi akılalmaz teşebbüslere girişmektedir.
Hem yargıya müdahale var diye bağırmakta hem seçilir seçilmez istediğini dışarı çıkarmak, istediğini hapse atmak gibi ben yargı falan tanımam gibi bir zihniyet girdabında bocaladığını sezememektedir!
Buna karşılık Türk siyaseti özellikle son on yıldır tarihî tecrübeyi kullanmakta dünya siyasetinde baş döndürücü gelişmelere imza atmaktadır.
Aslında Türkiye’yi bu duruma iten sebepleri hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıdır. Zira Türkiye’ye elli sene öncesinde biçilen rol 2010-2016 yılları arasında devreye sokulmak istenmiş fakat bu meş’um plan sayın Cumhurbaşkanımızın basiretli tutumu ve milletin feraseti ile bertaraf edilmişti.
Türkiye bu plan sayesinde tamamen Siyonizmin pençesine alınacaktı. 28 Şubat aktörlerinin İsrail ile ilişkileri, "Ağlama duvarı"nı ziyaretleri unutulmamalıdır. Siyonizm, 28 Şubat zihniyetini yok etmeye çalışan ve yargılayan sayın Erdoğan’ın işini bitirmeye azimliydi. Bu konuda en büyük aparatları FETÖ idi. Planın akamete uğraması sonucunda yeni bir döneme girildi.
Okların yönüne dikkat!
Zannımca bu yeni dönem çok uzun süreli olacaktır. Belki on belki yirmi yıl sürecektir. Evet ilk on yılı bitmek üzere. Fakat ikinci on yılının daha zorlu daha sancılı geçeceğini düşünüyorum. Nitekim bu noktada atılan adımlar bizim için büyük tehlikelerin kapıda olduğunu gösteriyor. İçimizdeki birtakım siyasiler, bu gelişmeleri gözden kaçırsalar, sırtını dönseler, hatta ihanet derecesine varan bir kayıtsızlıkla seyretseler de milletin uyanık olmasını ve basiretli hareket etmesini diliyorum.
Zira bu basiret geleceğimizi şekillendirecektir. Bu basiret bizi dünyada oyun kurucu hâline getirecektir. Huzur ve refahımızı geliştirecektir. Gücümüzü zirveye taşıyacaktır. Basiretsizliğin getireceği felaketleri saymak dahi istemiyorum...
Şunu ifade edeyim; devlet ölçeğinde yaşanacak büyük felaketleri göremeyenlerin yaşama lüksü olamaz! Onlar zillete, mahkûmiyete, mahrumiyete ve her tür felakete maruz kalmaya müstahak olurlar. Onlar evlerini sarmak üzere bir yangın gittikçe büyürken evin sıvasını boyasını tartışan aile fertleri gibidir. Dışarı çıkıp yangını durdurmak yerine kendilerini eve kilitleyip ekmek yemek telaşını yaşayan beyinsizler gibidir.
Türkiye son on yıldır beka meselesi denilen iç ve dış problemlerle boğuşmaya devam ediyor. Bilhassa dış meselelerde önemli adımların atıldığını ifade edebiliriz. Harp sanayiinde baş döndüren adımlar atıldı. Dış dünya Türkiye’nin bu alandaki başarılarını hayranlıkla ve gıpta ile takip etmektedir.
Nitekim bu başarısını ve askerî stratejisini Suriye’de gerçekleştirdiği barış harekâtlarında, Azerbaycan’da, Doğu Akdeniz’de Libya’da dünyaya gösterdi. Son olarak Suriye’de on üç yıldır devam eden zulmün on üç günde son bulmasında Türkiye’nin etkisi inkâr olunamaz.
Bilhassa Suriye’deki bu gelişme İsrail’in kartlarını daha açık oynamasına yol açtı. Gazze’yi mahvederek sıranın Suriye’ye geldiğini düşünen İsrail, artık Türkiye’yi bir kez daha iç karışıklıklara gark etmenin yollarını aramaya başlamıştır. Netanyahu, sabah akşam Kürtlere selam ve iyi niyetlerini bildiriyordu.
Tarihinden tecrübe alan Türkiye bu tehlikenin çabuk farkına vardı. Bir dizi atakla iç karışıklıklara davetiye çıkaracak girişimlerin önünü kesmeyi bildi.
Fakat İsrail’in dış hamlelerine karşı bütün ülke olarak teyakkuz hâlinde olmalıyız. Her şey Cumhurbaşkanı’ndan beklenmemelidir. Nitekim ilk olumsuz durumlarda görüyorum ki, bazı kalemler oklarını hemen Cumhurbaşkanına çevirmektedir. Oysa dış düşman oklarının birinci hedefinde o vardır. Onu aradan çıkarmadan emellerine kavuşamayacaklarını çok iyi bilmektedirler.
Bu itibarla Sayın Erdoğan, Sultan II. Abdülhamid Han dönemine benzer bir mücadeleyi amansızca sürdürmektedir. Fakat Abdülhamid Han’ın yaşadığı yalnızlığa düşürülmemelidir. Millet bu konuda, birtakım sıkıntılardan dolayı sarsılsa da duyarlı bir şekilde desteğini sürdürmektedir. Fakat AK Parti içinde birtakım kadroların, bakanların ve bazı teşkilatların bırakın Cumhurbaşkanına sahip çıkmayı onu yalnızlaştıracak projelere imza atmalarını esefle izlemekteyiz.
İsrail tüm kartlarını açıyor!
Siyonist İsrail rejimi ise Türkiye’ye karşı dış hamlelerinde bütün kartlarını oynamaya başladı. İlk önce İran iş birliği ile Ermenistan’ı destekleyip, Türkiye’yi Azerbaycan konusunda etkisiz kılmak istediler fakat başarılı olamadılar.
Ancak Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ittifakı için hayati önem taşıyan Zengezur Koridoru projesini, Filistin hamlesi ile önemli ölçüde baltaladılar. Bu konuda da İran yanlarındaydı.
İsrail bir taraftan Filistin’de katliam yaparken bir taraftan da İran ve Mossad ajanları, “Türkiye Gazze’ye yardım etmiyor” diyerek yıpratıcı propagandalarla iç siyasette de hükûmeti yıpratma projesini acımasızca yürüttüler.
Öte yandan ben o günlerde İsrail’in Kıbrıs’taki toprak alımlarına ve buraya yerleşme planlarına yazılarımla dikkat çekmiştim. Kıbrıs’ın İsrail’in "arz-ı mevud" emeli içerisinde olduğunu belirtmiştim.
İsrail’in Kıbrıs ile ilgisi bununla bitmedi. Türkiye birdenbire dost ve kardeş bildiği Türk Devletleri Teşkilatı üyesi Özbekistan ve Kazakistan’ın Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) büyükelçi atama kararları ile sarsıldı.
Hemen ardından Türk Devletleri Teşkilatı’nda gözlemci üye statüsünde bulunan Türkmenistan da 31 Mart 2025’te GKRY’ye büyükelçi atadı.
Türk Cumhuriyetlerinin, AB ile bir ortaklığın ötesine geçerek; yarım asırdan beri çözülemeyen Kıbrıs konusunda, AB’nin vereceği 12 milyar avroluk bir para karşılığı Türkiye’nin karşısında bir tutum takınarak Rum tarafında bulunması düşmanca değilse bile, dostça hiç değildir.
Türkiye, 1990’lardan itibaren SSCB’nin dağılmasından sonra bu cumhuriyetleri tanıyan ilk ülkedir. Devamında ise Çin ve Rusya’nın bu cumhuriyetler üzerinde örtülü de olsa devam eden siyasi ve askerî baskılarına rağmen kardeşi saydığı bu cumhuriyetlere maddi, manevi her türlü desteğini gizli veya açık olarak devam ettirmiştir.
Bu noktada bazıları gibi ucuzca Türk Cumhuriyetlerini tenkit etmek yerine, bu ülkelerdeki Siyonist yapılara ve onların maşalarına dikkat çekmek istiyorum. Zira bu Cumhuriyetlerin siyasi kararlarında onların etkilerini görmek gerekir. Soros ve Siyonist yapıların bu ülkelerdeki gücü ve ekonomik faaliyetleri takip edilmeden yıllardır onların maşası gibi çalışan FETÖ unsurları temizlenmeden buralardan bizim politikalarımıza tam uygun hareketler beklemek abesle iştigal etmek olur.
Allen Weinstein’in Orta Asya Cumhuriyetlerindeki faaliyetlerini ne zaman başlattığı, kimlerle irtibatta bulunduğu, Türkiye’de kimlerle dirsek temasında olduğu belirlenirse bu sözlerimiz tam manasıyla anlaşılır.
Yine bir misal olarak Arnavutluk Diyaneti'ne hâlâ FETÖ hâkimdir ve onların zamanında bu noktaya gelmesine yardımcı olan maalesef bizim eski Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez’dir. Bu noktada Arnavutluk’ta ileride başımızı ağrıtacak yeni din projelerinin arkasında da Siyonistlerin bulunduğunu üç dört ay önce kaleme almış ve ilgililerin dikkatini çekmiştim.
Fakat bizim İlahiyat camiaları ve Diyanet bunları hiç görmemekte ve en azından milleti uyandıracak faaliyetlerde dahi bulunmamaktadır.
Nihayet son olarak Hindistan’ın Pakistan’a başlattığı saldırının gerisinde de en etkin gücün İsrail olduğu gözden kaçırılmamalıdır. İsrail ne pahasına olursa olsun Türkiye’nin başını ağrıtacak girişimlerine hız kesmeden devam edecektir.
Öyleyse şunu asla unutmayalım! Beka meseleleri tek adamla çözülmez. Milletin liderinin etrafında kenetlenmesi ve çevresindekilerin de lideri doğru yönlendirmesi ile aşılır!
TEFEKKÜR
Baş egmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Allah’adur tevekkülümüz i’timâdumuz
Bâkî
(Bu aşağılık dünya için alçaklara baş eğmeyiz.
Tevekkülümüz, itimadımız ancak Allah’adır.)
İngilizlerin yüz yıllık projeleri!
16 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :16 Mayıs 2025 00:20
İngiliz tarihçi ve istihbaratçı Arnold Toynbee, “İngilizler Musul’u işgal ettikleri andan itibaren Kürt milliyetçiliğini (ırkçılığını) teşvik etmişlerdir” diye belirtir.
Gerçekten de Birinci Cihan Savaşı’nda İngilizlerin en büyük başarısı dört yüz yıldır bir arada yaşayan Türk Arap birlikteliğini bitirmek ve aralarına büyük nifak tohumları ekmiş olmasıdır. İngilizler bunun için 1800’den itibaren tam yüz yıl çalıştı. Bölgede Ehl-i sünnet düşmanı bid’at ehli hocalar yetiştirdi. Onları el altından büyük paralarla destekledi. Bölge halkının Osmanlıya olan bağlılığını onlar eliyle yok etmek için büyük gayret sarf etti.
1800’lerden itibaren bir asır boyunca bu uğurda büyük mücadele vermesine rağmen tam manasıyla muvaffak olamadı. Zira asırlardır aynı inanç ve itikat çerçevesinde birleşen Türk ve Arapları parçalamak ve birbirine hasım hâle getirmek kolay değildi.
Ancak II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra asırlık hedeflerine ulaşmayı bildiler. Çünkü Abdülhamid Han’ın yerine geçen yeni Osmanlı idarecileri kendilerinin tam kuklası idi. İttihatçılara gaflet üzerine gaflet yaptırdılar. Onların eliyle yüz yıldır üzerinde çalıştıkları yaraları derinleştirdiler. İtikaden bu iki milletin arasını açamadılar ise de siyaseten hedeflerine ulaşmayı bildiler.
Onlar için artık Arapları Türklerden ayırmak zor olmamıştı. Araplara hem cetvellerle çizilen devletçikler bağışlamışlar hem de tarih kitapları ile her iki milletin nesillerini birbirine düşman bir zihniyete büründürmenin kapılarını aralamışlardı. Bu itibarla tarih kitapları değişmeden ve doğru bir şekilde yazılmadan doğru politikalar üretmek ve geleceği teminat altına almak imkânsızdır.
İngilizler, Arapları Osmanlıdan ayırdıktan sonra; bölgedeki en büyük projelerinden biri, Kürtler konusunda devreye girecekti. Onların yeni hedefinde hep Kürtler olacaktı. Bu itibarla Cihan Harbinden zaten bitkin bir şekilde çıkan Osmanlıya rahat vermek istemediler.
Derhal Yunanları Anadolu’ya geçirterek kendi derdine düşürdüler ve bir dört yıl daha oyaladılar. Bu arada yeni stratejilerini rahatlıkla oluşturdular. Onların bölgedeki en büyük arzusu bir taraftan İsrail’in kuruluşuna gidecek yolu açmak bir taraftan da halifeliği ortadan kaldırmak suretiyle İslam dünyasını bir araya asla gelemez hâle getirmekti.
İngilizler ilk kez Birinci Dünya Savaşı sonunda doğrudan Kürtlerle bağlantı kurma imkânını elde etmişlerdi. Artık onlar için Osmanlı veya yeni kurduracakları Türk Devleti için baş ağrıtacak gaile tespit edilmişti.
Nitekim ilk defa olarak Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngiliz yönetiminin değişik kademelerinde görev yapan devlet yetkilileri tarafından çeşitli “Kürdistan” teklifleri ortaya çıkmaya başlamış bulunuyordu.
Mark Sykes’den Noel’e!
Bu noktada ilk görüş açıklayan kişi, Sykes-Picot Antlaşması’nı İngiltere adına imzalamış olan Mark Sykes olacaktır. Sykes, Mondros Ateşkes Antlaşması taslağının hazırlık çalışmaları sırasında, tüm Kürt bölgelerinin işgal edilmesi ve Kürtlerin, Türk karşıtı harekete dâhil edilmesi gerektiğini savunmuştu. Zira Sykes, Mezopotamya’da İngiliz hegemonyası altında kurulması düşünülen Arap devletinin güvenliği için bu devletle Türkiye arasında bir tampon bölgenin açılmasının zorunlu olduğunu belirtiyordu. Aynı zamanda İngiliz istihbarat görevlisi olan Arnold J. Toynbee de Sykes ile aynı fikirdeydi.
Böylece İngilizlerin Doğu Anadolu üzerinde emelleri ve politikaları şekillenmeye başlamış bulunuyordu. Bunun için uzun yıllardır Arap coğrafyasında görev alan ajanlarının fikirlerine de başvurdular.
Bunlar içinde Thomas E. Lawrence’in düşünceleri çok çarpıcı idi. O, bir Kürt Türk ayrımının imkânsızlığını savunuyordu. Zira bu iki millet bin yıldan fazladır iç içe yaşıyordu. Et ve tırnak gibi birleşmişti. Onları ayrı iki millet olarak görmek imkânsızdı. Coğrafyaları da devletleri de asırlardır aynı idi. Aralarına fitne tohumları ekmek için yüzyıl çalışmalısınız demişti.
Belki de bu düşünce ile Lawrence Osmanlıdan ayrılacak yerlerin idaresi konusunda rapor sunarken Kürtlere hiç yer vermemişti. Ona göre Yukarı Mezopotamya, Aşağı Mezopotamya ve Suriye’de, her biri Şerif Hüseyin’in oğulları tarafından idare olunacak üç Arap devleti kurulmalıydı. Yukarı Mezopotamya’da kurulacak olan Arap devletinin merkezi Musul olmalıydı. Lawrence Güneydoğu Anadolu’nun Türkiye’den ayrılması gerektiği fikrinde olsa da tasarısında Kürtlere yer yoktu.
Devletlerin hayatında asırlar an gibidir. Hayallerini büyük tutan devletler için zamanın önemi yoktur. Bu noktada İngilizler uzun vadeli planların sahibi olmuşlar ve bu uğurda büyük bir sabırla çalışmışlardır. Onlar sadece arzuladıkları yolun nasıl açılabileceğini araştırıyorlardı.
Gerçekten de Türkiye, Cihan Harbi sonunda bir dört yıl daha sürecek Kurtuluş Mücadelesini verirken İngilizler yüz yıl devam edecek plan ve projelerini geliştirmekle meşguldüler.
Bölgeye gönderdikleri ajanlar vasıtasıyla takip edecekleri politikaları belirlediler. İngilizlerin bölgedeki en önemli istihbarat subaylarından biri Edward William Charles Noel idi. Kenidisi, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ahvaz ve Süleymaniye’de görev yapmıştı. İngilizcenin yanı sıra Rusça, Farsça, Fransızca ve Kürtçeyi iyi biliyordu. O, Birinci Dünya Savaşı sonunda toplanan Paris Konferansı’nda büyük devletlerin fikirlerini Kürtler ve Ermeniler üzerinde yoğunlaştırmaya başlamıştı.
Kazandık dedikleri anda…
İngilizler artık planlarını uygulamaya koymaya başlamışlardı. Edward Noel’e, 1918-1920 yılları arasında düşündükleri kritik görevi tevdi ettiler. Noel, bu tarihler arasında İngiltere’nin Bağdat’taki ilk sivil valisi olan Arnold T. Wilson’a bağlı istihbarat subayı olarak çalıştı. Böylece her tarafı rahatlıkla dolaşıyordu. İran, Irak ve Türkiye’de görev yapan Noel, bilhassa Kürtlerin karakterini tahlil etme yönünde araştırmalar yaptı. Amacı İngiliz koruması altında bağımsız bir Kürt devletine nasıl yol açılabilirdi, bunun prensiplerini oluşturma yönündeydi.
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından hemen sonra Şeyh Sait isyanı çıkarılarak Kürtlerin devlete karşı ilk kırgınlığını oluşturacak adımları attılar. Bu karışıklıkların gerisinde İngiliz parmağı olduğu biliniyordu.
Doğu Anadolu üzerinde asıl siyaset sadece İngilizlerin etrafında şekillenmiyordu. Osmanlıların yıkılışında büyük rol oynayan Siyonistlerin hedefinde de aynı bölge vardı. Zira daha çok Kürtlerle meskûn bu bölgeler, Siyonistlerin arz-ı mevud ideallerinin içerisindeydi. Dolayısıyla buralara sahip olmak onların da temel hedefleri olacaktı.
Bu noktada İngilizlerle Siyonistlerin idealleri birleşmiş bulunuyordu. İngilizler en büyük hasmı olan İslam âlemini bölmeye ve parçalamaya devam edecekti. Böylece sömürmekte olduğu Orta Doğu coğrafyasında rahat rahat siyasetini yürütecekti. İsrail ise hedefi olan topraklara yerleşmiş olacaktı.
İngilizlerin gerek İsrail Devleti’nin kurulması ve gerekse Doğu Anadolu’daki fitne çabaları sırasında artık Siyonist teşkilatlar da boş durmuyordu. Gerek İsrail Devleti’nin kurulması sırasında ve gerekse sonrasında, Siyonist siyasetçiler temel stratejilerinin gereği olarak Kürt kartını etkin bir biçimde kullanmaya çalıştılar. İngilizler ise kendilerinin oluşturduğu büyük projeyi, sonrasında ABD ile aktif bir biçimde devam ettirdiler.
Ancak 1980’lere kadar Soğuk Savaş şartları nedeniyle Türkiye ile ilişkilerini sürdürmek durumunda kalan Batı dünyası bu politikasını açıktan açığa sürdürmek konusunda temkinli davrandı. Fakat örtülü yöntemlerle amacına ulaşmak yolundan da geri durmadı.
Öte yandan Türkiye’nin, menfaatlerine tamamen aykırı olan bu süreci engellemek için çabalayanlar yanında içerideki destekçilerin amacı neydi. Neden önlenemedi?
Yüzyılın sonunda İngilizler ve Siyonistler, tam "kazandık" diye düşündükleri bir noktada kaybettiler mi?
"Terörsüz Türkiye" dönemi, planın akamete uğratılıp, Türkiye için şahlanmanın başlaması mı?
Bu duruma nasıl gelindi? İnşallah bu konuya devam edeceğiz...
TEFEKKÜR
Kimdir bu rûzgârda âsûde-hâl olan
Tarih-i sergüzeşt-i selef ezberimdedir
Erzurumlu Hâzık
(Yoktur bu dünyada huzur içinde olan,
Öncekilerin maceraları hep ezberimdedir.)
İzzet mi zillet mi?
23 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :23 Mayıs 2025 00:27
Coğrafyamızda sınırları yüz sene önce İngilizler çizdi. Cetvelle çizilen sınırlarda kâğıttan devletler kuruldu. Batı bu zaman zarfında bölgemize bütünüyle hâkimdi. Bırakın devlet başkanlarını, bir büyükelçileri dahi koca koca ülkeleri silkelemek için kâfi geliyordu. Onlardan aferin alabilmek büyük saadetti! İki imalı cümlesi memleketleri büyük endişeye sevk ederdi. Gerçi yine birçokları için durum değişmiş değil. İmanlarıyla birlikte itibarlarını da kaybedenler zilletin dibini yaşamaya devam ediyor!..
İngilizler, Cihan İmparatorluğumuzun son mümessili olan Türkiye’nin ise hafızasını sildi. Tarih kitaplarını değiştirerek geçmişinden habersiz hatta geçmişine düşman nesiller yetişmesini sağladı.
Yeni yüz senelik dönem bakalım nasıl olacak? İslam âlemi bu kişiliksizliği ve acizliği üzerinden atıp silkinip dedelerinin kimliğini hatırlayacak mı yoksa ölüm uykusu sürecek mi? Bu âlemin bin yıllık bayraktarı Türkiye ne olacak? 22 milyon kilometrekarenin 1/28'ine sıkışmış Sultan Fatih'in, Selim Han’ın nesilleri bakalım yeniden bir yükseliş devri başlatabilecek mi?
Basiret sahipleri için aksini düşünmek bile korkunç. Zira artık bu durum sadece bölünmelere kapı aralamayacaktır. Gazze gibi felaketlerin bizde de yaşanmasına sebebiyet verecektir. Gazze’nin şu mahvoluşu karşısında İslam âleminin umursamaz tavrını görmek meseleyi anlamaya yetecektir.
Evet Türkiye Yüzyılı dediğimiz şanlı yürüyüşü hayal ettiğimiz durum tersine dönerse bunun manası belki bir asır daha zilletle yaşamak olacaktır. Dolayısıyla bizim vaziyetimiz bütün Türk ve İslâm dünyasının istikbalini şekillendirecektir. Türkiye ayağa kalkmadıkça İslâm dünyasının esaret zincirlerini kırabilmesi mümkün değildir... Hoşumuza gitse de gitmese de tarih bize bunu söylüyor.
Geçen hafta da bahsettiğimiz üzere İngilizler Birinci Cihan Harbi biter bitmez ikinci yüzyıllık projesi olan Kürt kartını açmışlar ve ülkemizi ileride tekrar bölmenin plan ve projelerini başlatmışlardı. 1977’den 2025’e kadar elli yıllık bir zaman diliminde Türkiye’yi kendi içinde uğraştırdılar. Türkiye Cumhuriyeti’nin otuz kırk yıl devam eden hangi problemi olmuştur?
Öyle ki bu menfur projeyi ortadan kaldırmak isteyen rahmetli Özal liderliğindeki ekip ortadan birer birer kaldırıldı! Gün geldi ülkemizin batısından doğusuna gidilemez oldu. Gün geldi yirmi ilimizde birden şehit cenazeleri kaldırıldı. Gün geldi ordularla harekâtlar düzenlendi. Bir türlü sonuç gelmedi. PKK tarafından basılmadık karakol kalmadı. Yirmi bine yakın şehit verildi. PKK’nın, kiminin beynini yıkayarak kimini zorla dağlara kaçırdığı Kürt gençleri yüzünden doğunun vatanına bağlı aileleri de büyük acılar çektiler.
Çözüm süreci için atılan her adım baltalandı. Bu ülkeyi, işgal ettirmek için planlanan FETÖ örgütü devlet içinde yuvalanarak her alana sızmış her kritik noktada söz sahibi olmuştu. Neyi nasıl başaracaktınız! Hırsız içeride ise dışarıya karşı alacağınız tedbirlerin hepsi çöp olmaktan başka bir işe yaramıyordu. Tedbir düşünerek ayırdığınız bütçeler bile onların kasasına giriyordu...
Selahaddin Eyyubi’nin evlatları!
2016 bir milattı. FETÖ örgütüne indirilen darbe bu ülkeye birlikteliğin yolunu açtı. Cumhur İttifakı ile belki ilk defa iki büyük siyasi parti birlikte gönül birliği ederek ülkenin geleceğine yönelik bağımsız adımları atmaya başladılar. Yeni politikalar geliştirdiler. Dışarımızda gelişen olaylara başımıza örülen çoraplara reaksiyon gösterdiler. Suriye, Azerbaycan, Doğu Akdeniz, Libya, Somali, Sudan ve Pakistan’daki başarılı faaliyetlerimiz bunun semeresi oldu.
Bu gelişmeler içeriye de yansıdı. İlk defa doğuda PKK’ya karşı anneler başkaldırdı. Diyarbakır anneleri küçük bir grup hâlinde de olsalar bir meşale yaktılar ve bir bayrak dalgalandırdılar. Onlar eyleme başladıklarında kendilerini belki ilk ziyaret eden akademisyen idim. O günlerde gazetemiz Türkiye benim bu ziyaretimi ve görüşlerimi haberleştirmişti. Onlara destek verilmesi ve sahip çıkılması hâlinde bu belanın son bulacağını ifade etmiştim. Batıdaki acılı annelerin de onlarla bütünleşmesi gerektiğini söylemiştim.
Dolayısıyla dışarıdan büyük desteklere ve içeriden bitmek bilmeyen ihanetlere rağmen Selahaddin Eyyubi'nin çocukları bizden kopmadı. Elbette kafası karışanlar oldu. Bunlar on asırlık kader birliğine sırtlarını döndüler. Yaldızlı cümlelere, boş hayallere teslim oldular. İsimlerini bildiklerimizin dışında bilmediğimiz sayısız casus topraklarımızda cirit attı. Yüz sene önce Bitlis'te Amerikan okulunun ne işi vardı. Ve daha nicelerinin…
Bunlar âdeta bir casusluk teşkilatıydı. Müslim gayrimüslim devşirebildikleri herkesi devşirdiler. Bereket versin ki ecdadımız bu toprağın hamurunu muhteşem yoğurmuş. Kim ne yaparsa yapsın o hamur birbirini bırakmıyor. Ancak gaflet ve ihanet hâlleri devam ederse bir gün bırakmayacak manasına da gelmiyor.
Neticede elli seneye yakındır maddi ve manevi olarak büyük bedeller ödedik. Başka bir ülkeyi yerle yeksan edecek saldırılar bizde yara açmaktan öteye gidemedi. Hatta silahlı kuvvetlerimizin güçlenmesine sebep oldu. Ordumuz, üzerindeki hantallığı atıp çok daha vurucu bir hâle geldi. Normal zamanda düşünemeyeceğimiz birçok hamleyi bu sayede yaptık.
Savunma sanayiinin önemini daha iyi anlamamız bu sayede gerçekleşti. Yine bu sayede muhatabımızın Yunanistan olmadığını, bir gün Rusya ile, Amerika ile karşı karşıya kalabileceğimizi, dolayısıyla tedbirlerimizi ona göre almak zorunda olduğumuzu anladık. Bildiğimiz bilmediğimiz adımlar hep bu sayede atıldı.
İngiltere İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tahtından indi ise de siyasi yönlendirmesi bitmedi. Amerika'yı siyasetlerinde bir maşa olarak kullandı. Orta Doğu’yu onun eliyle elde tutmaya ve yönetmeye devam etti.
Başka dilden de anlatılır!
Bugün dünya yeni bir şekillenmeye doğru hızla yol alıyor. ABD gittikçe kan kaybediyor. İngiltere tekrar hareketlenmek için adımlar atıyor. Gürültüsüz patırtısız fakat sağlam adımlarla ilerliyor. Yakın zaman önce donanmasına iki yeni uçak gemisi kattı. Bunlar deniz hâkimiyeti için elbette yetmez ama niyetini göstermesi bakımından önemli. Niyeti mutlaka yeniden liderliğe oynamak. Başarabilir mi bilemem. Fakat Pax Americana devri kapanınca her yönüyle güçlü kalmaya çalışacaktır.
Öte yandan son yıllardaki gelişmeler elbette bütün gözleri Çin’in üzerine çevirdi. Amerika’nın gücünü kaybettiği bir dünyada meydan Çin’e kalacakmış gibi görünüyor. Gemi yapım hızı ABD’nin yedi katından fazla. Yani Amerika bir gemi yaptığında Çin yedi gemiyi denize indirmiş oluyor.
Çin donanması sayıca ABD’nin iki katına yaklaştı. Peki ya keyfiyet demeyin. Çünkü o da gayet iyi. Hatta yakın zaman sonra Amerika’nın her bakımdan geri kalacağı günler gelecek. Nitekim Mark A. Milley buna işaret etmişti. Altyapıyı insan gücü dâhil dağıttıkları için bu saatten sonra farkı kapatabilmeleri imkânsız görünüyor.
İşte bütün bu gelişmelerin ışığında “Terörsüz Türkiye” dönemine girmenin nasıl büyük fırsat olduğunu anlamak gerekir. Bu dev hamleyi ne yapıp edip başarmak zorundayız. İçeride birlik olan bir Türkiye’nin dışarıda mağlup olması imkânsızdır...
Son yıllarda silah sanayiinde attığımız dev adımların bizi nerelere taşıdığını dünya siyasetinde nasıl bir rol üstlendiğimizi görmek yeterlidir sanırım.
Şunu unutmayalım ki “Yeni Türkiye Yüzyılı” diyerek attığımız ve atacağımız adımları dışarıda bizden daha yakın takip edenler bulunuyor. Osmanlıları yok ettiren yüzyıldır İslam âlemini zillet içinde tutanların bu gelişmeleri sadece seyredeceklerini beklemek büyük gaflet olur. İngiliz'i, Amerikan'ı, Rus'u, Çin'i ve en önemlisi Siyonisti Türkiye’yi takip etmektedir. Türkiye’nin yeni siyasetine yön vermek istemektedir. Mutlaka ortak hareketler de devrededir. İşte bu safhada alınacak kararlar ve atılacak adımlar son derece önemlidir.
Bu işleri başarırken yeni bir İngiliz trenine binmemeye dikkat etmek gerekir. Yoksa kendimizi olmadık yerlerde bulabiliriz. İngiliz katarından inip Amerikan şimendiferine binmemek de çok mühimdir. Trump’ın övgü dolu sözlerine aldanmamak elzemdir.
Bu durumda milletimiz ve İslam ümmeti için yol açıktır. Pax Ottomana gibi bir Büyük Türkiye görünmektedir. Tek konu son yüz senede damarlarımıza zerk edilen bütün mikroplardan kurtulmak kalmıştır…
Bu arada PKK silah bırakmaz diyenler de yok değildir. Zaten bırakmak istemeyen maşalar, mesajlarını vermeye devam etmektedir. Şunu ifade edeyim ki bu son şanstır. Hem yalnız kalacak hem de bir daha asla böyle bir çıkış yolu bulamayacaklardır. Bunu anlamayanlara ‘Terörsüz Türkiye’nin nasıl gerçekleşeceği PKK’ya bir başka türlü anlatılacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın!
TEFEKKÜR
Ümîdini pâ-beste-i ye’s eyleme Nâbî
İhsân-ı Hudâ bir gün eder def’-i mevâni
Nâbî
(Ey Nabi, ümidini ümitsizliğe çevirme
Allah ihsanıyla, bir gün engelleri kaldırır.)
Köleye sevginin bedeli!
30 Mayıs 2025 02:00 | Güncelleme :30 Mayıs 2025 00:36
Suudi Arabistan’da Kral Abdullah’ın hayatını kaybetmesinin ardından Kral Selman bin Abdülaziz, 2015 yılında tahta geçti. Kral Selman’ın taç giydiği dönemde kayda değer deneyimden yoksun oğlu Muhammed bin Selman bir anda ülkenin siyaset sahnesine çıktı.
ABD’deki lobi şirketlerinin Suudi Arabistan finansmanıyla çizdiği ‘muhafazakâr ve kapalı Suud toplumunu dünyaya açacak ve dönüştürecek genç lider’ imajıyla pazarlanan Muhammed bin Selman, yıllar içinde karıştığı skandallarla kendisini alkışlayanları bile şaşkına çevirmişti.
Yemen’de klasik bir savaşla başlayan Veliaht Prens’in sicili, saray darbeleri, iş adamı prenslere gözaltı, dinî veya siyasi her türlü muhalif ismi tutuklatmak ve daha pek çok hukuksuz hamleleri ile aylarca gündemden düşmemişti...
13 Mayıs günü Trump bu ülkeyi ikinci kez ziyaret etti. Önceden harika bir insan diye tavsif ettiği Muhammed bin Selman’ı bu defa seni daha çok seviyorum diye selamladı!
Bu sevgi ne anlama geliyordu acaba?
Yaşananları ve gelişmeleri gördüğümüzde bu sevginin bedelinin ne kadar ağır olduğu ortaya çıkıyor.
Sevginin birinci bedeli olarak Suudlar ABD’ye daha çok para akıtacak.
Nitekim Trump Suudi Arabistan’dan tam 600 milyar dolarlık yatırım taahhüdü aldı. 142 milyar dolar silah ticareti anlaşması imzaladı.
Bu para ABD’ye nice faaliyetlerinde can simidi olurken Suudi Arabistan’ı fakirleştirmeye devam edecek, yani Suudi petrolü boşa akacak.
İkinci önemli bedel olarak Gazze’deki kan durmayacak.
Siz onu görmeyeceksiniz. Sadece dansınıza devam edeceksiniz. Siz harika insanlarsınız!
Evet İsrail’in Hamas saldırısı bahanesiyle Gazze'yi dümdüz etme, çocuk, kadın demeden katliamlarını sürdürme ve bölgeyi işgal etme tehditleri savurduğu bir ortamda bunların ciddi bir şekilde gündeme dahi getirilmemesi ve konuşulmaması iç acıtıyor. Trump sadece gezisi boyunca saldırıların durmasını talep etti. Bu da harika insanların incinmemesi içindi galiba!
Trump’ın son zamanda Netanyahu’ya karşı tavrına pek de aldanmamak gerekiyor! Bir ara Gazze’yi cehenneme çevirmekten bahseden Trump neden çark etti ve Netanyahu’yu suçlamaya başladı? Filistinlilere vatan arayan Trump neden bunu birden unuttu!
ABD'li bir düşünce kuruluşu olan Atlantik Konseyi'nin kıdemli direktörlerinden William Wechsler, "Orta Doğu gezisinden çıkan ana mesaj, en azından seyahat programının bugünkü hâliyle, Körfez hükûmetlerinin, Trump için şu anda İsrail'in mevcut hükûmetinden daha güçlü dostlar olduğudur" diye yazmıştır.
Aslında bu cümle her şeyi icmalen idrak ehline açıklamaktadır. Kölelerin de sevinme hakkı vardır. En azından sömürüldükleri süre zarfında sırtlarının sıvazlanması gerekmektedir.
Trump da bunu ince işçilikle başarmaktadır. Evet yıpranmış Netanyahu gitse bile İsrail’in, ABD’nin Filistin hakkındaki düşünceleri değişmeyecektir. Anlaşmalar yapıldıktan sonra efendinin kölelere acımasız tavrı aynen devam edecektir.
Çünkü Suudiler Osmanlıya ihanet ederken bu yolu yani "köleliği" seçtiler!..
Ruhları da gitmişti!
Geçen hafta da belirttiğimiz üzere İslam’ın en büyük ve sinsi düşmanı olan İngilizler, uzun vadeli bir plan yapmıştı. Arabistan'ı ve dolayısıyla Arapları Osmanlıdan daimî olarak koparmak emelindeydiler. Bunu ancak DNA değişikliğiyle başarabilirdi. Hücrelere yeni bir "kod" yazılacaktı: İtikat bozukluğu!..
Bölge Türklerden farklı bir itikada kavuşturulursa dönüp tekrar Sultan Fatih’in, Sultan Selim’in evlatlarıyla birleşme ihtimali kalmazdı. Yani anlık savrulmalar değil, kalıcı ayrılıklar hedefleniyordu.
Böylece İngilizler Arabistan’da, İbni Teymiye’nin fikirleri ile besledikleri bir kısım bedevilerin önce zihinlerini ve fikirlerini bozdular. Onları Osmanlıya düşman hâle getirdiler. Sonra büyük isyanlara sebep oldular. III. Selim Han ve II. Mahmud Han dönemlerinde Müslümanlara kan kusturdular.
Neticede iki yüz senelik faaliyet Osmanlının son yıllarında en olgun meyvelerini vermiş, Eshâb-ı kiramdan sonra İslâmiyet’e en büyük hizmeti yapmış Osmanlı Türkleri, acı bir Bedevi-Vehhabi ihanetiyle karşılaşmıştı...
Elbette ihanet edenler temiz Arab halkı değildi. Onlar tıpkı Anadolu’nun Oğuzları gibi koca çınarın devrilmesini gözyaşları içerisinde takip etmişlerdi. Osmanlı düşerken nasıl ki İstanbul, Bursa, Edirne bir şey yapamadıysa, Mekke-i mükerreme, Medine-i münevvere ve Taif de bir şey yapamadı...
Gerçek şu ki, “Arablar bizi arkadan vurdu” masalı, bir yalan ve ihanetin devamlılığını sağlamaktan öteye gitmiyor. Sadece Türklerle Araplar arasındaki bin yıllık dostluk ve muhabbeti düşmanlığa çeviren İngilizlere hizmet ediyor.
Kandırılmış bir kısım insan müstesna bizi arkadan vuran Arablar değil Vehhabilerdir... Vehhabiler de Arab'dır demek bir şey ifade etmez. Zira onlar kavm-i necîb-i Arab’a da ihanet etmiştir. Evet soylu Türk milleti, Sevgili Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” sebebiyle başka bir millete necîb yani asîl demekten çekinmemiş, onların dertlerini kendi derdi, neşelerini kendi neşesi görmekten geri durmamıştır.
Cihan Harbinde Osmanlıların yıkılması ile birlikte bu bedeviler, İngiliz eliyle saraylara taşındı. Aslında saraylara taşınan onlar değil, İngilizlerin bizatihi kendileriydi! Zira mavi gözlü efendiler, kölelerinin bedenleriyle birlikte ruhlarını da teslim almıştı!..
Dans gösterileri ile nereye kadar!
İngilizler bu imkânı İkinci Cihan Harbi’nin sonuna kadar tepe tepe kullandı. O tarihten itibaren mevkiini ABD ile paylaşmaya başladı. Ne var ki ABD toydu. Onlar kadar derin planlar yapamıyordu. Onca gücüne rağmen tıkandığı noktada adalılardan yardım alıyordu.
Mübarek beldeleri de içine alacak şekilde tesis edilen Vehhabi krallığı korkunç bir ihanet şebekesiydi! Sıradan insanlara “siz kralsınız” dediler.
Vehhabi dönemi, Arabistan için kıyım devri oldu. Dışa kapalı rejim, Ehl-i sünnet adına ne varsa kazıdı. Hatta tarihî yapılar bile bu hışımdan kurtulamadı. Osmanlı eserlerini tek tek ortadan kaldırdı. Mezar taşlarına dahi tahammül edemediler.
Sahabe-i kiram efendilerimizin medfun bulundukları kabirler âdeta yok edildi. Onların bozuk itikadında kabir ziyaretinin yeri yoktu. Hatta bunu şirk olarak görüyorlar, Peygamber efendimizin huzurunda el açıp dua etmeyi, Kur’ân-ı kerim okumayı küfür addediyorlardı! Bu itibarla kendi ölülerini de gömüp belirsiz kılıyorlardı. Nerede kaldı ki Ehl-i sünnetin kabirlerine saygı göstersinler... Yine şefaati reddediyorlar, şefaat talebinde bulunanın şirke düştüğüne inanıyorlardı.
"Radikal İslamcı" olup Ehl-i sünnet Müslümanları gece gündüz tekfir eden zihniyet, şimdi ABD başkanını açık kızların dans gösterileri ile karşılıyor. Bilhassa son dönemlerde her türlü ahlaksızlığa imza atıyor. Vehhabilik de artık umurunda değil. Bu ideolojinin de sonunun geldiği görülüyor. İdeoloji diyoruz çünkü İngiliz’in ateşiyle bozuk temeller üzerinde saman alevi gibi parlamıştı, hiç şüpheniz olmasın aynı şekilde de sönecektir...
Selman, Batı'ya benzemenin kurtuluşları olacağını düşünse de bu mümkün değil. Zira bu durum, bir köksüzlükten başka bir köksüzlüğe geçiş olacak. Vehhabi ideolojisiyle toplumun bir kesimini heyecanlandırıp ayakta tutan yönetim, modernlik adımıyla o grubu da kaybedecek.
Yaslanabileceği zemin tamamen ayağının altından kayacak! Esad’dan daha acı bir sonla karşılaşacaklarını tahmin ediyoruz. Din-i mübin-i İslam’a çocukları dâhil her şeylerini feda eden Osmanlı’nın iki tuğlasına tahammül edemeyenler, bir anda berhava olup gidecekler...
Kâbe-i muazzamayı gökdelenlerle muhasara edenlerin nasıl yerin dibine batacaklarını hep beraber göreceğiz... Gazze’de çocuklar ateşler içerisinde yanarken onların müsebbiplerine para yağdıranların akıbeti bin beter olacaktır...
Trump’ın ziyareti, içinde bulundukları zilleti bütün açıklığıyla ortaya koydu. Suudlar başta olmak üzere her bir kukla ipini tutanların ipi bırakmaması için kesenin ağzını açtı. Trilyon doları aşan meblağlar dudak uçuklatıyor.
Aman CIA halk hareketi başlatmasın, aman ABD dış tehditlere karşı bizi korumaktan vazgeçmesin. Taşıma suyla değirmenin dönmeyeceği açık. Bakalım bu al verle daha ne kadar gidebilecekler?..
TEFEKKÜR
Ne kadar kaçsan önünden tutacaktır bir gün
Pençe-i saht-ı ecel gûşe-i dâmânından
Ferid Kam
(Ne kadar kaçsan önünden, tutacaktır bir gün,
Ecelin güçlü pençesi, eteğinin bir ucundan.)
Ukrayna üzerinden hesaplar!
6 Haziran 2025 02:00 | Güncelleme :6 Haziran 2025 00:17
Rusya-Ukrayna arasında yaklaşık üç senedir süren savaş, artan bir şiddetle devam ediyor. Saldıran taraf her ne kadar Rusya olsa da onu buna NATO’nun zorladığını biliyoruz.
On yedi milyon kilometrekarelik bir alanda yüz elli milyon nüfus Batı'nın iştahını kabartmıştı. Ülkenin tabii kaynakları ABD ve yaveri İngiltere’yi harekete geçirmişti. Bu ikisi bütün Avrupa’yı organize etti.
Kurdun eti görüp tuzağı seçememesi gibi Rusya da Batı’nın geri plandaki büyük oyununu sezemedi. Böylece adım adım içeriye çekilen Rusya bugün itibarıyla geri dönemeyeceği bir tünele sokuldu. Artık ya vurup geçecek ya tünel üstüne yıkılacaktı.
Rusya’nın tuzağa bu kadar kolay çekilmesi, ABD’nin, işgal gerçekleşirse ciddi bir şey yapmayacağı yolundaki görüntüsü sayesinde oldu. Dönemin ABD Başkanı Biden o günlerde böyle bir resim çizdi ve vaktiyle Saddam’ın düştüğü hataya Putin de düştü.
Hollywood’un piyasaya sürdüğü propaganda filmleri de tesirliydi. Savaşa hazırlanan Ukraynalıların görüntüleri çok amatörceydi. Makyajlı kadınlar tahtadan tüfeklerle kameralara poz veriyordu. Bu ve benzeri görüntüleri gören herkes Ukrayna’yı bekleyen akıbetin Kırım’ın koparılması günlerindeki gibi olacağını zannetti.
Rus ordusu ezici bir güçle Ukrayna’ya girecek ve birkaç gün içinde işi bitirecekti. Askerî strateji uzmanları ve uluslararası ilişkilerden dem vuran analistler günlerce iki tarafın silahlarını mukayese yapıyor ve Ukrayna’nın kaç gün dayanabileceği hususunda tahminler yürütüyorlardı.
Bunlara göre Zelenskiy ya yakalanıp asılacak veya ülkeyi terk edecekti. Herkes "büyük ağabey"e boyun eğecekti. Sonra sıra Moldova’ya ve Baltık devletçiklerine gelecekti. Sovyetler Birliği adım adım yeniden inşa edilecekti.
Yani Batı cephesinde muvaffak olan İvanlar güneydoğuya dönecek ve Türk cumhuriyetlerine yürüyecekti. Hedefler hedeflere, hayaller hayallere eklendi ve tuzağa düşüldü! Bütün bu oyunu Rus Dış İstihbaratı (SVR) nasıl çözemedi bilemiyoruz. Anlaşılan burada büyük bir boşluk var.
Savaşın başlamasından bu yana üç seneyi aştı fakat Rusların vurup geçmesi bir türlü gerçekleşmedi. Görünen o ki öyle bir ihtimal de kalmadı. Artık Rusların nükleer kullanması da çare olmaz. Zira bu sefer daha çetrefil bir tuzağa düşer. Batı onun böyle bir hata yapmasını bekliyor. Öyle bir noktada Rusya’yı tarihin çöplüğüne atarlar. Rusya da onlara korkunç zarar verir lakin kaybeden kendisi olur.
Çünkü karşı blok hem nüfus hem silah bakımından üstün. Savaş başlıklarının sayısı itibarıyla Rusya’nın önde görünmesi kanaatimizce bir algı operasyonu. Batı blokunun bu mevzuda Rusya’yı katlayacağını tahmin ediyoruz. Yani iş yine konvansiyonel silahlara kalacak.
Hâl böyleyken Trump "barış" diye baskı kuruyor. Bu baskıda Amerikan derin devletinin oluru var mı şu an için tam anlaşılır değil! Şayet yoksa başka şekilde barışı baltalamaya çalışacaklardır. Varsa, bu defa iş biraz daha girift bir hâl aldı demektir.
ABD, Rusya’yı bu kadar zayıf yakalamışken neden devamını getirmiyor? Kursk’taki işgalin altı ay sürdüğünü, Rusya’nın orayı dolaylı ABD desteği ve Kuzey Koreli askerler eliyle geri alabildiğini hatırlarsak mesele anlaşılmış olur.
Rusya’ya ağır darbe!
Birkaç gün önce Ukrayna beklenmedik bir saldırıya imza attı. Dünyanın ikinci büyük gücü olarak görülen Rusya’ya ağır darbe vurdu. Sınırdan 4-5 bin kilometre içerideki hava üsleri vuruldu. Saldırıda kuzey kutup dairesinden en güneye ve en doğuya doğru, bazı kaynaklara göre dört bazı kaynaklara göre yedi hava üssü hedef alındı. En az kırk uçak imha edildi.
Konuyu Rusya açısından daha vahim kılan şey, darbe alan uçakların sıradan savaş uçakları olmayışıdır. Bunların tamamı ağır bombardıman ve stratejik saldırı uçakları idi. Rusya bu gücünün 1/3’ünü kaybetti.
Kaybın maddi değerinin ise yedi milyar dolar civarında olduğu belirtiliyor. Bu saldırı ile Rusya’nın derinliklerinin vurulabileceği de ortaya çıkmış oldu. Dolayısıyla artık hiçbir üssünün emniyette olmadığı gerçeği ile yüz yüze kaldı. Üstelik bunu İngiltere desteğiyle de olsa Ukrayna yaptı.
Şurası muhakkak ki Rusya asker sevki konusunda ciddi zorluklar yaşıyor. Dile kolay, ölü ve yaralı olmak üzere yaklaşık bir milyon kaybı var. Yaralıların tekrar savaşa dönme ihtimali sıfıra yakın. Zira günümüz silahları ile yaralanınca sakat kalma ihtimali çok yüksek.
Netice itibarıyla Ukrayna’nın beklenenin çok üstünde bir direniş gösterdiğini söylemeliyiz. Bir hafta on gün içinde Kiev’e girme hesabı yapan Rus ordusu büyük bir bozgunla arkasına bakmadan cepheyi terk etmişti. Ardından içeride tekrar teşkilatlanıp bu sefer doğu Ukrayna’dan giriş yapmıştı. Orada yine kayıplar yaşamakla birlikte az da olsa bir ilerleme kaydetmişti. Şu an ABD’den aldığı cesaretle kuyruğu dik tutmaya çalışıyor ise de savaşın daha uzaması hâlinde Sovyetler Birliği gibi bir kez daha çökme durumuyla karşı karşıya kalabilir.
Çünkü diğer maddi kaynakları yetse de insan kaynakları daha fazlasını kaldıramaz. Bakalım Putin kibrini yenip bunları kabullenebilecek mi? Açıkçası görebilecek mi demiyorum. Zira görmemesi mümkün değil. Görüyor fakat kabullenmekte zorlanıyor.
ABD ise ciddi manada hasar alan Rusya’nın daha fazla ezilmemesini neden isteyebilir? Tahminim bu husus büyük ölçüde Avrupa ile ilgilidir.
Bilinmeyenler!
Trump’ın zaman zaman dillendirdiği üzere ABD, artık Avrupa’nın yükünü taşımak istemiyor. Bunu Avrupa’ya kabul ettirmenin yolu ise Rusya’nın tamamen ezilmemesine bağlıdır. Bunun için hararetle barıştan yana tavır koyuyor. Yoksa Avrupa’ya efeleneceği bir gerekçesi kalmayacak. Yani bir bakıma, “Bundan böyle işinizi kendiniz görün, ben artık yokum” diyerek Avrupa’yı hizaya çekecek, “aman biz ettik sen etme” noktasına getirmeye çalışacak. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki kadar olmasa da ona yakın bir düzeni inşa etmek kısa vadeli hedefi olacaktır.
ABD’nin, “Artık rakibim Çin, Avrupa’dan elimi eteğimi çekiyorum, Rusya’yı da düşman görmüyorum” demesi işin bize gösterilen tarafı olsa gerek. Avrupa’dan uzaklaşmış bir ABD, Çin’le olan mücadelesine kiminle girecek? Hindistan var diyebilirsiniz ama ona ne kadar güvenebilir?
Hint askerinin tarihî bir altyapısı yok ki şunları yapar bunları yapamaz desin... Hindistan, Cihan Harbinin sonunda istiklalini kazandı ise de bunun nasıl bir bağımsızlık olduğu tartışılır. Bundan önce XIX. yüzyılın ortasına kadar zaten Türk hâkimiyetinde bulunuyordu...
Neticede şunun şurasında yetmiş seksen senelik bir devlet. Bütün tecrübeleri bundan ibaret. Pakistan ile olan mücadeleler hariç, savaş tecrübesi de yok. Pakistan’a üstünlük kuramayan bir yapıya ne kadar güvenilip ne kadar güvenilemeyeceğini bütün Batı fakat özellikle İngiltere ve ABD çok iyi bilir.
Hasılı ABD’nin, dört yüz elli milyonluk nüfus ve yirmi trilyon dolar civarındaki gayrisafi yurt içi hasılasıyla büyük bir güç olan Avrupa Birliği’ni elemesi ancak safdillerin inanabileceği hikâyedir.
Ukrayna bu senaryoda bel kemiğini teşkil ediyor. Bugün batı dünyasına bir yüz sene daha kazandıracak yegâne formül şimdilik Rusya’nın ezilmiş ve karizması çizilmiş hâliyle varlığını devam ettirmesi gibi görünüyor...
Peki, bu şekilde sağlanan bir barışın kalıcı olacağı düşünülebilir mi? Gücü kırılan, karizması çizilen Rusya bundan sonra kendi bölgesinde nüfuzunu devam ettirebilecek mi? Kıbrıs’ta Avrupa’nın etkisiyle hareket eden Türk Cumhuriyetlerini, yarınlarda Rusya ile ilişkilerinde neler beklemektedir?
Bütün bu suallerin cevabını, Çin ve Türkiye’den bakışı da katarak nasipse bir başka makalede yazmak istiyorum...
.....
NOT: Sevgili okurlarımın mübarek Kurban Bayramlarını tebrik eder, Türk ve İslam âlemi için hayırlı olmasını dilerim. İnşallah Filistin’in, Keşmir’in, Doğu Türkistan’ın ve daha nice İslam beldelerinin kurtuluşuna vesile olsun.
TEFEKKÜR
Kâinât nabzında çarpıyor tekbîr
İnandık ki Allâh büyük Allâh bir
Mustafa Necati Bursalı
Gıda terörü!
13 Haziran 2025 02:00 | Güncelleme :13 Haziran 2025 00:24
Son dönemlerde köpek terörü ile boğuşup duruyoruz. Mama lobisi para hırsıyla insanların güvenliğini hiçe sayıyor. Gün geçmiyor ki birkaç yerde köpek saldırısı vuku bulmasın. İşin üzüntü verici yönü ise alınan tedbirlerden neredeyse hiçbiri çözüm olmadı. Mahalleler başıboş köpeklerden geçilmiyor!
Peki ya insanlığı asıl tehdit eden sinsi gıda terörünü ne yapacağız!.. Öyle ki gıda güvenliği tam bir millî güvenlik meselesi hâline geldi. Yakın zamanlara kadar ne yiyip ne yemememiz gerektiğini bilir, ona göre hareket ederdik. Zararlılar faydalılar belliydi. En azından bugünkü kadar karışıklık yoktu. Artık en güvenilir diye yediğimiz yiyeceklerin bile muhtevası meçhul. Ambalajın üstünde yazanla içindeki alakasız olabiliyor.
Şekerlemelerden, cipslerden falan bahsetmiyoruz. Onları eskiden beri tanıyoruz. Yesek de yemesek de ne olduklarını biliyoruz. Darbeyi hiç ummadıklarımızdan yiyoruz! Meselâ etten... Köfteye sakatat karıştırılması, ekmeğinin normalin çok üzerinde olması gibi hususlara şerbetliyiz. Hatta bunları normal karşılar olduk.
Alışmadığımız ve alışamayacağımız nokta ise dana kaburga diye aldığımız etin hakikaten dana kaburga olup olmadığı hususudur. Domuzun çok yaygın şekilde piyasaya sürüldüğü ve üstelik bunun dana diye satışa sunulduğu dedikoduları ayyuka çıkmış durumda. Zamanı geçmiş gıda etiketlerine yeni imal edilmiş gibi etiketler vurulmakta…
Artık kolayca “hayır canım olur mu öyle şey” diyemiyoruz. Zira sahtekârlar "olmaz" diye bir kavrama inanmazlar. Dedik ya az zararlı sahtekârlıklara alıştık. Dana sucuktan tavuk eti çıkması, hindinin dana diye satılması değil mesele. Mesele, sayısız firmanın domuz etini alabildiğine kullanması, bunların zaman zaman deşifre olmaları ve fakat her ne hikmetse küçük cezalar ödeyerek yollarına devam etmeleri.
Bu arada şunu ilave edelim ki domuz eti arayanlar onu bulabilmeli. İsteyen domuz eti de yiyebilir. Ne var ki dana antrikot diye domuz satarsan işte orada cinayet işleniyor demektir!..
Sahtekârlar vücuttaki mikroba benzer. Yani onlar her zaman vardır. Faaliyete geçmek için uygun ortam ararlar. Bünye zayıf düştü mü saldırırlar. Ol sebepten zayıf düşmemek, her daim devletin keskin lâkin adil kılıcını hazır tutmak icap eder.
Osmanlı zamanında olsaydı dükkânının önünde idamı icap ettiren suçlar, üç beş kuruş para cezasıyla geçiştiriliyor. Bu durumda elbette işin önünü alamayız. Caydırıcı cezalar vermek zorundayız. O kişinin yaptığı işten menedilmesi, şirketine kayyım atanması, o ana kadar yaptıklarının ortaya çıkarılıp gerekirse bütün servetine el konulması, o yolla kazanılan paranın sonuna kadar izinin sürülmesi gibi uygulamalar olmadıkça havanda su dövmeye devam ederiz.
Liste yayınlamakla netice alınmaz!
Şurası muhakkak ki hem zihniyetin hem de onunla beraber sistemin değişmesi lazım. Yani bu sıkıntıların yegâne sebebi sahtekârlar değil. Sistem de bozuk. Hep daha çok kazanmak mantığıyla hareket eden kapitalist düzen bu neticeyi getirdi. Hemen herkes üretmek ve kazanmakla ilgileniyor. Kalite, sıhhat, dua, bunları düşünen yok. Düşünen yoksa devlet bunları düşündürmeli.
Çarşaf çarşaf listeler yayınlamakla hiçbir yere varamayız, varamıyoruz da! Vatandaş, hangi listede hangi şirket var, kim neyin içine ne katmış veya katmamış bunları takip edemez. Mesuliyeti üzerinden atmak yolundaki adımlar da milletimizin gözünden kaçmaz.
Aslında birçok yiyecek sağlıksız. Domateslerin içinde bildiğimiz bel kayışından kemerler var. Dört bir tarafı birbirine bağlıyor. Kesmeyi başarabilir de ağzımıza atarsak yediğimiz şey bu.
Türk milletinin temel gıda maddelerinden olduğu için ekmeğin kalitesi meselesi asırlardan beri tartışılır. Osmanlı İmparatorluğu'nda en fazla kontrolü yapılan ürün ekmek ve et idi. Nitekim I. Abdülhamid Han, devlet adamlarına hitaben kendi eliyle kaleme aldığı bir emirde, “Her şeyden önemli olan et ve ekmektir” demekteydi. Ekmek, Osmanlı arşiv belgelerinde “nân-ı aziz” olarak belirtilirdi.
Günümüzde satılan ekmekler ise tam bir facia! Nasıl yapıyorlar, nasıl ediyorlarsa nân-ı azîzi pamuk şekere döndürmüşler. Bir ekmeği dürüp bükseniz birkaç lokmada yiyebilirsiniz. Hasılı içi boş. Yedikten sonra midede bir ezilme hissi oluyor. Zaten muhtevası ürkütücü, içinde olmayan yok!..
Uzun zamandır tam buğday ekmeği diye bir şey ortaya çıktı. Biz çocukken ekmek zaten buğdaydan yapılırdı. Yerdik, doyardık, bir sıkıntı da vermezdi. Şimdi içinde ne var ki tam buğday ekmeği diye ayrı bir ekmek çıkıyor. Onun da ne kadar doğru olduğu şüpheli. Birkaç fırın olmasa gerçek ekmeği unutacağız.
Yumurtalar tam bir komedi: Yatan tavuk, oturan tavuk, gezen tavuk... Ha bir de organik yumurta var. Herhâlde tavuğun organlarında teşekkül edip dışarı çıktığı için "organik" deniyor!
İşin en vahim kısmına gelelim: Kafes tavukçuluğu denen üretim şekli tam bir zulüm. Hayvan sağa sola bile zor dönüyor, o kadar sıkışık bir ortam. Bütün ömrü kafesin içinde geçiyor, randıman birazcık düşünce de "ödül" olarak kesiliyor!
Hâlbuki Osmanlı bir eşeğe, bir katıra, bir ata ne kadar yük yüklenebileceğini bile kanunnamede yazmıştı. Aksi şekilde davrananlar buna pişman edilirdi. Şimdi hayvancağızın sadece yem yiyip su içebildiği bir tabutlukta dışarı atmak zorunda kaldığı yumurtayı yiyor, bir de bundan fayda umuyoruz. Kapalı besi hayvancılığı da farklı değil…
Lütfen bunlara biraz kafa yoralım. Şimdiye kadar düşünmemiş olabiliriz ama hiç olmazsa bundan sonra düşünelim. Basit gibi görünen bu meselelerin aslında hayati derecede mühim olduğunu anlayalım.
Nüfusumuz düşüyor diye dövünüyoruz. Bunun bir sebebi de senelerdir yediğimiz sağlıksız gıdalar olmasın?!.
Ecdadın buyruğu: Haklarından geline!
Osmanlı her işte olduğu gibi gıda işinde de kılı kırk yarardı. Bu mevzuda hafif bir gevşekliğe bile asla müsamahası yoktu. İstanbul, Anadolu, Afrika fark etmezdi. Aynı nizam her yerde tesis edilmişti.
Osmanlı kanunname ve esnaf nizamnamelerinde gıda işleri ile uğraşanlar konusunda o kadar çarpıcı bilgiler var ki, hem kanunu hem de ciddiyetle takibi ve cezayı bir arada görüyorsunuz! Şöyle ki:
“Ekmekçiler, işlediği ekmeğin ve çöreklerin çiği ve karası olmaya.
Kasaplar, koyunu geceden temizleye ve arı (pak, temiz) satalar. Ve semizini saklayıp, zayıfını boğazlamayalar. Her zaman koyun tedarik edip keseler. Halka et yetiştireler. Ve kuzu ve sığır kasaplarına dahi kanun oluna ki dikkatlice ve temiz hizmet edeler.
Aşçıların pişirdiği et çiğ olmaya, tuzsuz olmaya ve pak kotaralar. Ve kâse ve bezi temiz ola. Ve kazanı kalaysız olmaya ve çanakları eski ve sırçasız olmaya. Ve hizmetkârları kâfir olmaya ve bellerindeki futaları (önlükleri) temiz ve yeni ola.
İşkembeciler, işkembeyi iyice temizleyip temiz su ile yıkayıp temiz su ile pişireler ve pişkin ola ve sirkesi ve sarımsağı tamam ola.
Börekçiler de gözlene. Hamurları arı undan ola. Meyanesi soğanlı ola. Koyun etinden başka et karıştırmayalar.
Yoğurtçular da gözlene. Nişasta ve su katmayalar.
Kaymakçılar, peynirciler ve turşucular dahi gözlene. Turşu sirke ile kurula, kepek ve ekşisi kurulmaya.
Helvacılar, pekmezciler, şerbetçiler dahi gözlene. Şerbet miski ve gülabi (kokulu) ola. Ekşi ve sulu olmaya. Hoşafçılar dahi gözlene. Hoşafları ekşi olmaya ve gayet temiz ola.
Ve tahıl pazarında satılan buğday ve arpa ve hububat her ne ise, samanlı ve kesmüklü olmaya, temiz ola ve tamam ölçeler. Ve kile (ölçek) damgalı ola. Eksik ya da fazlası bulunursa şiddetle cezalandıralar.
Ve değirmenciler dahi kimsenin buğdayını, arpasını değiştirmeyeler ve değirmeni başıboş bırakmayalar ve yabana gitmeyeler. Taşlarını vakti geldikçe dişeyeler. Haklarından artık tereke almayalar ve çalmayalar. Herkes nöbetle öğüde ve bir kişinin terekesini çıkarıp bir başkasınınkini koymayalar. Değirmende tavuk besleyip halkın ununa ve buğdayına zarar vermeyeler. Vakitlerini bilmek isterlerse ancak bir horoz besleyeler. Eğer inad ederlerse muhkem haklarından geline...”
Evet böyle bir takipten kim kaçabilir? Kim bu derece hassas ve kararlı bir devleti karşısına alabilir? Diyelim ki aldı. Sonu ne olurdu? Bilhassa gıda konusunda yanlış iş yapanlar önce iş yerinin önünde falakaya yatırılarak dövülürdü. Şayet hileye devam ederlerse işin sonu idama kadar giderdi. Nitekim 1788’de İstanbul’da fırıncıların pişirdiği ekmeğin siyah ve kötü olması yüzünden birkaç fırıncı idam edilmişti.
Milletin sağlığı ile oynamaya bir daha kim cesaret edebilirdi?
TEFEKKÜR
Ehl-i aşka müptelayım nemelazım kâr benim,
Mal u mülküm yoktur amma kanaatim var benim
İran hangi bedeli ödüyor!
20 Haziran 2025 02:00 | Güncelleme :20 Haziran 2025 00:34
Obama döneminde şımartılan İran zor günler yaşıyor. Hıristiyan-Yahudi ittifakının her geçen gün çemberi daraltarak yürüttüğü operasyon, sözüm ona İslam davasındaki sahtekârlara büyük darbe vurdu. Daha ilk anlarda üst seviyede kim varsa öldürüldü. Bunu kem kümle geçiştiremezlerdi. Aynıyla cevap vermemeleri durumunda rejimleri kısa zamanda çökerdi. Bunu bildikleri için ellerinden geleni yapıyorlar.
İsrail’in İran’a saldırması ile birlikte Hamas önde gelenleri de peş peşe açıklamalar yaptılar. Açıklamada “İran bugün Filistin'e ve direnişe verdiği kararlı desteğin ve bağımsız millî duruşunun bedelini ödüyor” ifadeleri yer alıyordu. Hamas’ın silahlı kanadı Kassam Tugayları’nın sözcüsü Ebu Ubeyde de Telegram’da yaptığı paylaşımda, Hamas’ın bu çatışmada İran’ın yanında duracağını ifade etti. Şu açıklamalar, Siyonist rejimin kendilerine verdiği korkunç zararların etkisiyle yapılmış olabilir. Ancak dikkatli düşünüldüğünde gerçeği ifadeden çok uzak talihsiz beyanlardır. Zira İran’ın varlık sebebi asırlardır Ehl-i sünnet düşmanlığıdır. Son 30 yılda Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de, Somali’de kurdurduğu terör örgütleri ile Ehl-i sünnet Müslümanları katledip durdu. Hamas’ı İsrail ile açıkça çatışmaya ittiği hâlde aradan bir buçuk sene geçtiği hâlde İsrail’e bir füze fırlatmadı. Hatta Hamas’ın Başkanı İsmail Haniye’yi Tahran’da açıkça Mossad’a katlettirdi!.. Yine en küçük bir tavır göstermedi. Şimdi İsrail’den üzerine füzeler yağarken mi Hamas’a yardımın bedelini ödüyor. Öyle olmuş olsaydı İsrail bunu gerekçe olarak gösterirdi. Hâlbuki İsrail’in gerekçesinde buna dair en ufak bir ima dahi bulunmuyor.
Dolayısıyla İran, yıllardır yaptıklarının bedelini ödüyor. Ehl-i sünnet düşmanlığı onun en önemli tarihî kimliğidir. İran ihaneti olmasaydı Osmanlı orduları Viyana’yı aşmış, kuzeyden Cebel-i Tarık’a kadar ilerlemişti. Bu sayede nice küfür dolu kalp seve seve din-i mübin-i İslâm’la şereflenmiş olacaktı. Şah İsmail ve arkasındaki gözü dönmüşler hem Avrupa’nın fethine mâni oldu hem Ehl-i sünnet olan İran’ı Şiileştirdi! Bu esnada Sünni bölgelerde akılalmaz katliamlara imza attılar. İnşallah bir yazımızda bu katliamlara değiniriz...
Zarar bununla kalmıyordu. Doğu'dan emin olan Osmanlı sadece Batı'da değil, Afrika’da da daha fazlasını yapardı. Mombasa’da takılıp kalmaz, muhtemelen en güneye inerdi. Tabii kıt’anın güneyine inip batısına yol almamak düşünülemezdi. Yine okyanuslar ötesi nice adımlar atılabilirdi. Bütün bunlar İran’ın Osmanlıyı bir hiç uğruna asırlarca oyalaması sebebiyle gerçekleşemedi.
Rusların kuzeyde adım adım ilerlemesi de bu vasatta mümkün oldu. İran deyip geçmeyin. O yıllarda Osmanlı’dan sonra dünyanın ikinci gücüydü. Yani iki işin arasında halledilebilecek bir yapısı yoktu. Bütün dikkatini teksif etmen gereken bir vaziyetteydi.
Türklüğe en büyük darbe!
Şah İsmail Türklüğe büyük zarar verdi. Milletimizin küçümsenemeyecek bir kısmını Şii yaptı. Bunun ahirete olan zararından gayrı dünyalık ziyanı da vardı. Türk milleti ikiye bölünmüştü. Belki Türk’tü belki değildi fakat şurası mühim ki Türklüğe en büyük darbeyi indirmişti. Ne Moğol’un ne Haçlının darbesi bu kadar öldürücü olmuştu. Onun yaptığı “canevinden” vurmaktı.
Sonraki asırlarda hanedanlar değişti, İran biraz yumuşadı fakat hainlik damarı asla kurumadı. Nadir Şah zamanında Osmanlı hilafetini kabul etme yolunda adımlar atıldı ise de bu teşebbüs akim kaldı. Nadir Şah İran’ı yeniden Ehl-i sünnet yapmayı dahi düşündü fakat başaramayacağını anlayınca vazgeçti.
Kısa Pehlevi Hanedanı dönemi, Farslar lehine iktidarı almakla kalmadı, İran’ı bugünkü zalim rejime teslim edecek zemini hazırladı…
"İslam Cumhuriyeti" ismini taşımasına rağmen rejimin İslam ile uzaktan yakından alakası yok. Fars ırkçılığı üzerine kurulmuş, Türkleri Şiilikle kandıran, Kürtleri korkutarak sindiren garabet bir yapı. İçeriye ve Ehl-i sünnet Müslümanlara karşı sırtlan, dışarıya, Hıristiyan ve Yahudi ülkelere karşı ise kedi gibi uysal. Anadolu’da “ısıracak köpek dişini göstermez” diye bir deyim vardır. İran da Batı’ya karşı sabah akşam, "sizi dümdüz ederiz, tarihten sileriz" diyerek hamasi nutuklar çeker fakat danışıklı dövüş olarak birkaç teneke parçası gibi füze fırlatıp gösteriyi keserdi. Saf Müslümanlar da İran’ın bu takiyeci politikasına ram olup kanmaktadırlar. Katil İsrail karşısında bir gecede yediği darbenin acısını bir hafta geçtiği hâlde hâlâ üzerinden atabilmiş değil.
Aslında İran, sömürgecilerin sarık takmış hâli! Üstelik içeriyi de dışarıyı da sömürüyor. Sadece düşmanlarını değil, dostum dediklerini de yağmalıyor. Obama’nın verdiği gazla Türkiye’ye karşı "Şii Hilali" ören molla rejimi, halkta tiksinti uyandıracak adımlar attı. Şimdi en koyu Şiiler dahi nefret eder durumdalar.
Bugün Irak’ta, Suriye tarzı bir hareket bekleniyor. Bilhassa son yirmi senedir yaptıkları herkesi isyan noktasına getirdi. Irak’ın sekiz yüz milyar dolarlık petrolünü hortumladığı ifade ediliyor. Esasen el attığı hiçbir coğrafyada farklı bir hâl yok. Bu yüzden Lübnan’da bile büyük yara aldı. Esad’ın bir anda düşmesi, Lübnan’da Hizbullah’ın İsrail karşısında silinmesi halk desteğinin kalmadığını gösteriyor. Zemin dolu olsa bu işler bu kadar kolay olmazdı.
Saddam’ın damadı Dr. Cemal Mustafa Es-Sultan Türkiye gazetesinde yayınlanan mülakatta bakın ne diyordu: “İran’ın Şii yayılmacılığı Lübnan’da ciddi yara aldı. Suriye’de zaten tamamen budandı. Yemen’de ise zor durumda. Esas güç merkezi Irak’ta ise Şiiler de dâhil olmak üzere toplumun bütün kesimleri Tahran’dan ve sömürü düzeninden nefret eder hâle geldi. Biz Millî Kurtuluş ve Değişim Hareketi olarak hiçbir din, mezhep, millet farkı gözetmeden her kesimle irtibat hâlindeyiz. Büyük bir isyan dalgası ile İran işgalini bitireceğiz. Irak’ta değişim zamanı ve bu artık kaçınılmaz.”
İşler tersine döner mi?
İsrail’in nükleer tesisler haricinde de bombalamaya devam etmesi niyetin farklı olduğunu ortaya koyuyor. Muhtemelen iktidarın Farslar arasında el değiştirmesini istiyorlar. Rejimin vazifesini tamamladığını düşünüyorlar. Bu vazife Büyük İsrail’in kurulması yolunda kilometre taşlarını döşemekti. İsrail, İran sayesinde bu kadar güçlendi!.. O bahane ile atom dâhil en güçlü silahlara sahip oldu. İran olmasaydı, Hizbullah ve Husiler olmasaydı hangi bahane bunu mümkün kılacaktı?
Ortada şimdilik kesinleşmiş bir durum yok. Ancak birkaç projeleri devrede olabilir. Başarabilirlerse İran’ı birkaç parçaya bölmek isteyeceklerdir. Buradaki temel hedef de Türkiye’nin zayıflatılması olacaktır. Onun için kuzeyindeki Azerbaycan Türklerini ayırıp Türkiye’nin karşısına çıkarmayı planlayabilirler. Diyebilirler ki, Türklüğü Türkiye değil siz temsil ediyorsunuz. Kürt bölgesini, Irak ve Suriye’deki parçalarla birleşebilecekleri şekilde koparmak da niyetleri dahilindedir. Ardından Anadolu’da kırk yıldır başaramadıkları Türk ve Kürtleri ayırmak planlarını tekrar devreye sokacaklardır. Ülkenin kalanını ise Farslara verecekler ve siz bununla yetinin diyeceklerdir. Hamaney’e belki de bu planı sundular. Kabul etmezse bu defa İran’da sarıklıları değil tekrar kravatlıları görebiliriz.
Sonraki safhada batıdaki Arapları ve güneydoğudaki Belucları da ayırabilirler. Belucları daha sonra Pakistan’ı bölmek için kullanabilirler. Artık bir taşla kaç kuş vururlarsa…
Bu arada Çin mühim bir açıklama yaptı. “İran’ın meşru hak ve çıkarlarını savunmasını destekliyoruz” dedi. Bu ülkeden kalkan kargo uçaklarının İran’a indiği yolunda ciddi haberler var. Yine aynı kaynaklar bazı müttefiklerinin İsrail’deki hedefler için uydu üzerinden koordinat paylaştığını da söylüyor. Söz konusu müttefikler Rusya ve Çin’den başkası değildir diye düşünüyorum. Bütün bunlar doğruysa savaş İsrail açısından felaketle de neticelenebilir. Zira İsrail’in uzun sürecek bir harbi devam ettirmesi mümkün olmaz. Ne coğrafi derinliği ne nüfusu buna müsaade eder. İran’da planlanan ayaklanma İsrail’de olur. Şayet bunu hissederlerse derhal ateşi keser ve mollalarla anlaşırlar. Sokaktaki halk, “Şu an İsrail tarihinin en güçlü saldırısı altındayız. Başbakan nerede?” tarzında isyan cümleleri kurmaya başlamış durumda.
Hasılı herkes yaptığının bedelini ödüyor. On binlerce sivili Gazze’de katleden İsrail bugün savaşın ne demek olduğunu birazcık olsun anladı. ABD’den yardım dilendiği söyleniyor. İran, Halep’te ve daha nice İslam beldelerinde ne yaptığını anlama yolunda ilerliyor.
Görelim âyine-i devrân ne sûret gösterecek…
TEFEKKÜR
Pençe-i hükm-i ezelden kimse olamaz halâs
Herkesi zâr u zebûn etmededir dehr-i anûd
Yenişehirli Avnî
(Kaderin pençesinden kimse kurtulamaz,
İnatçı zaman herkesi ezmekte, ağlatmaktadır.)
Şantaj devreye girince!
27 Haziran 2025 02:00 | Güncelleme :27 Haziran 2025 00:28
İsrail-İran savaşı on ikinci gününde durdu. Savaşın son günlerinde İran dengeyi kurmuş hatta lehine çevirmişti. Demir kubbe eleğe dönmüştü. İran’ın rastgele gönderdiği füzeler yanında hassas vuruşları da oldu. Birçok mühim merkez havaya uçuruldu.
İsrail bugüne kadar tatmadığı duyguları keşfetti. En son Hürremşehr gösterisi büyük yankı uyandırdı. Füzelerin büyük çoğunluğu hedefini buldu ve düştüğü yeri Gazze’ye çevirdi. Ölü sayısının düşük görünmesine bakmayın, Yahudi, zevahiri kurtarmak için karartma uyguluyor.
Bu silahın zaten zor durumda olan İsrail’i ezeceği anlaşılınca, Trump’ı rezil geçmişi sebebiyle avucunun içinde tutanlar düğmeye bastı ve ABD müdahalesi geldi. Şantaj videoları bundan sonra da iş görmeye devam eder. Tabii saldırı İsrail cihetinden neye çare olacak yaşayıp göreceğiz.
Müdahalenin Amerika’yı batağa saplayacağını değerlendiren Trump aslında saldırı düşüncesinden vazgeçmişti. Esasen başından beri şu veya bu sebepten savaş taraftarı değildi. Bu yüzden başına gelmedik şey kalmamıştı. En son Los Angeles’ta meydana gelen hadiseler onu İsrail lehine savaşa zorlamak içindi. Nihayet MAGA’nın muhalefetine rağmen Neo-Conlar'ın dediği oldu. Hâlbuki gelişmeler her geçen gün diplomasi taraftarlarının elini kuvvetlendiriyordu.
Trump’ın alelacele ateşkesi duyurması hem ABD’nin hadiseyi kapatmak istediğini hem yapılan müdahalenin zoraki olduğunu gösteriyor. ‘Yaptık mı yaptık’ demek için yapıldı galiba. İran’ın el-Udeyd’e füze göndermeden önce muhatapları bilgilendirmesi bunu teyid ediyor. İşi daha fazla büyütmeyelim dediler anlaşılan. Yani yine anlaştılar...
Bakınız Başkan Trump âdeta yalvarıyordu: “Ateşkes artık yürürlükte. Lütfen onu ihlal etmeyin.” Tabii kanaatlerinin saatlik değiştiğini de unutmamak lazım. Her an bu sözünden de geri dönebilir çünkü birilerinin elinde iğrenç Epstein videoları var!
Öte yandan ateşkesten bir gün önce CNN bir haber geçmişti. Buna göre İran, “Savaş iki yıl sürebilir. Buna hazırlıklıyız. ABD doğrudan bedel ödeyecek” demişti. Burada bedeli sadece ABD ödemez ama ABD’nin de beli kırılır. Bu kadar trilyon dolarlık borca gark olmuş Amerika bu yeni maliyetin altından kalkamaz. Atom kullansa dahi kalkamaz çünkü varidat masarifin çok altında kalır. O saatten sonra İran yer ile yeksan olmuş, şu kadar milyon insanını kaybetmiş, bir manası kalmaz. ABD çöktüğüyle kalır.
Savaşta en önemli konu İran’ın nükleer santralleri idi. Şayet santraller hayati hasar almadıysa İran işi fazla büyütmeyebilir. ABD, dolayısıyla İsrail ile anlaşma yoluna gidebilir. Muhatapları da buna sıcak bakar zira İran’ı pare pare etme hedefleri varsa da Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olma riski baş gösterdiği için bunu seve seve yaparlar. Atom bombası imal etmek bugünün dünyasında kararlı bir devlet için hiç zor değil. Hele onlarca senedir bu işe yatırım yapan bir rejim onu çoktan imal etmiş ve füzelerine takmıştır. Diyelim ki üretemedi. Bu noktada dahi dünyadan bunu temin etmesi mümkün. Kuzey Kore doğrudan veya diğer müttefikleri Kuzey Kore üzerinden bunu yapabilir. O başlıklardan birinin İsrail’e düşme ihtimali her türlü saldırıyı durdurur ve masayı getirir.
Kanser benzeri varlık!
İsrail İran’a karşı savaşı başlattığında ABD başta olmak üzere AB devletlerinin yanında duracağı anlaşılıyordu. Bu durum belki de İsrail’i en fazla yüreklendiren konu idi. Ancak savaşın uzaması İran taraftarlarının da diş göstermesine yol açtı.
Rus Devlet Başkanı Putin'in bir soru üzerine “İran'la temas hâlindeyiz, bugün de temas hâlindeyiz, yarın ve yarından sonra da olacağız... 200’den fazla Rus uzman İran'daki Buşehr Nükleer Enerji Santrali'nde çalışıyor. Sayı 600’e de çıkabilir. Bir yere de gitmiyoruz. Bu bir destek değil midir?” çıkışı İsrail ve batı blokuna verilen çok net bir mesaj...
Yine Dmitri Peskov’un, “İran’da rejim değişikliği zorlamasının kabul edilemeyeceğini ve İran lideri Hamaney’e yapılacak bir suikastın pandoranın kutusunu açacağını” söylemesi işin tehdit boyutuna vardığını gösteriyordu.
Çin Devlet Başkanı Şi’nin, “Çatışmanın tarafları, özellikle de İsrail, askerî operasyonlarını en kısa sürede durdurmalı” cümlesinin altı dolu. İran’a inen kargo uçakları bunun delili. Çin’in 2021’de 400 milyar dolarlık anlaşma yaptığı İran’ı ABD’ye yem edeceğini düşünmek akla sığmaz. Âdeta tapusunu aldığı İran’ı kimseye yedirmez. Bu anlaşmadan sonra ABD ve İsrail’in İran’a karşı tavrı sertleşmişti. Münasebetlerin bu noktaya gelmesinin en önemli sebebi bu. Ya benimsin ya kara toprağın hesabıdır.
İran Çin’le yaptığı anlaşmayı iptal etse ve Amerika’ya el uzatsa her şey bir anda güllük gülistanlık olur. Kuzey Kore’nin İsrail’e, “kanser benzeri bir varlık” dediğini de atlamayalım, zira kimse kanseri büyütmek istemez, izini dahi ortadan kaldırmak ister.
Wall Street Journal’a konuşan ABD’li kaynak, “İran’ın füze stoku İsrail’den iyi olabilir” diyor. Buradaki “olabilir”i kesin öyle diye anlamak yanlış olmaz. Kırk senedir füzelere yatırım yapan İran’ın, silolarını lebalep onlarla doldurması anlaşılamayacak bir konu değil. O kadar yıl yemeden içmeden bu yatırımı yaptı. Hava kuvvetleri son derece yetersiz lakin füze envanteri ABD’yi bu coğrafyada caydırabilecek evsafta.
85 milyon ajan mı var?
İran’ın dengeyi sağlayıp lehine çevirmesi savaşın başındaki gafletini telafi etmez. Eskiler "baskın basanındır" der. Savaşta baskın yapanın avantaj sağlayacağını ifade eder. Mutlak bir doğru olmasa da kesinlikle dikkate alınmalıdır. İsrail’in ilk gün İran’ı ne kadar zor durumda bıraktığı gün gibi ortada. Evet sonradan toparladı ama çok bocaladı. Böyle bir baskın yemeseydi bu kadar yalpalamazdı...
Türkiye olarak olup bitenlerden ders çıkarmamız lazım. Bizde olmaz, demekle kendimizi emniyete alamayız. Olmaz diyenlerin gayet tabii esbabımucibesi var. İran şu sebeplerden tuzağa düştü, biz bu sebeplerden sıkıntı yaşamayız diyecekler. Mamafih kılı kırk yararcasına bir dikkatle hareket etmemiz gerekiyor.
İnfazlar dışarıdan atılan bombalarla olmadı. Birçoğu mahallinden kalkan drone’lar ile gerçekleştirildi. Yer tespiti için teknoloji kullanıldı. Haberleşme cihazlarının yaydığı sinyalin takibi gibi. O rütbedeki insanlar böyle tedbirsiz davranır mı? Neticeye bakarak, “evet davranır” diyebiliriz. Lakin Genelkurmay başkanı ve Devrim Muhafızları Komutanı dâhil olmak üzere ordunun tepesindeki isimlerin hemen tamamı öldürüldü. Bu acı gerçek unutulmamalı!
İran devlet televizyonu, WhatsApp’ın cep telefonlarından silinmesini istedi. Televizyona göre İran’daki WhatsApp uygulaması kritik konum bilgilerini bilinmeyen bir yere düzenli olarak atıyormuş. Eğer bu doğruysa ki doğru olmaması için hiçbir sebep yok, bizde de 85 milyon "ajan" var demektir!..
Ülkenin birçok yerinde İsrail için bombalı drone üretilebilmesi, istihbaratın da elek gibi olduğunu gösteriyor. İran eski Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad, İran İstihbarat Bakanlığında İsrail’e karşı koyma biriminin en yüksek sorumlusunun İsrail ajanı olduğunu söylemişti ki, sözün bittiği yer burası olsa gerek.
Hizbullah'ın üst seviyedeki bazı komutanlarının Nasrallah suikastından sonra İsrail’e sığındığı söyleniyor. Lübnanlı Şiiler büyük şaşkınlık içindeymiş. Anlaşılan Yahudi, mollaların kılcal damarlarına inmeye gerek görmemiş, atardamarında dolaşmayı tercih etmiş. Şimdi gel de bunu anla. Abdullah bin Sebe demek ki böyle insanları kandırarak Şiiliği kurmuş. Bu kadar ahmaklık çok fazla. Şiiler için bile fazla…
Türkiye olarak istihbaratımızı baştan aşağı gözden geçirmek zorundayız. Zaaf görünmese de bunu yapmalıyız zira böyle bir saldırıyla karşılaşmadık. Gözümüzden kaçan birçok şey olabilir. Ceplerimizdeki telefonlar, onlara yüklenmiş programlar, akıllı biletler, akıllı arabalar, artık ne kadar "akıllı" dediğimiz şey varsa hepsi birer millî güvenlik meselesi! Hem de en ileri safhada. Dolayısıyla her birini millileştirmek büyük önem arz ediyor. Aslında belki tek başımıza değil ama İslam dünyası olarak bütün ihtiyaçlarımızı kendimiz karşılıyor olmalıyız. Elbette orada da sıkı bir kontrol işin olmazsa olmazı...
Aselsan'dır, Roketsan'dır, ne kadar kritik müessesemiz varsa hepsini dağların altına taşımalıyız!.. On beş tonluk bombaların hatta nükleer bombaların zarar veremeyeceği kadar derine. Orta ve uzun menzilli füzelerimizi artırma kararı aldık. İyi de bunları hangi hızda üreteceğiz ve nerede koruyacağız? Tabii ki onları da yine dağların altına kuracağımız silolara taşımalıyız. İran nükleer tesisini yerin yüzlerce metre altına kurmuş. Amerika’nın başlangıçtaki tereddüdünün bir sebebi de bu olabilir çünkü kılıcı çekince boynu vurmak gerekir. Vuramazsan o kılıç döner senin boynunu vurur!
Bütün bunlardan sonra bize bir şey olmaz diyen varsa o, ya çok cahildir ya da vatan hainidir!
TEFEKKÜR
Hak teâlâ intikâmın yine kul ile alır,
Bilmeyen ilm-i ledünnî ânı kul yapdı sanır.
.
.
|
Bugün 67 ziyaretçi (666 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|