 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Sahabeye düşmanlık!
3 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :2 Ocak 2025 22:32
Geçen hafta Emevi Camii'ni bahane ederek Emevilere yapılan saldırılara değinmiştim. Bilhassa Hazreti Ebu Süfyan’ın oğlu Yezid bin Ebu Süfyan hakkında verdiğim bilgiler sebebiyle pek çok geri dönüşler aldım. Okuyucularım bu dönemleri hiç bilmediklerini ifade ederek konu hakkında yazılarıma devam etmemin çok faydalı olacağını belirttiler...
Bu arada çeşitli basın organlarında Emevilere yapılan saldırılar da bitmek bilmiyordu. Bir tanesi hızını alamayarak Emevi Camii’nde namaz kılmanın dahi uygun olmayacağını kati bir dille iddia ediyor, milleti ikna etmek için de Şii tarihçilerin hezeyanlarını belge diye sunuyordu!
Aslında bu tipler aynaya hiç bakmıyorlar. Yazdıklarının nereye gittiğini anlamıyorlar. Emevi düşmanlığı yaparken Resulullah efendimize hatta Kur’ân-ı kerime ne bühtanlar ne iftiralar ettiklerini görmüyorlar. Kendi yazıp kendi oynayan yönetmenler gibiler.
Sevgili Peygamber Efendimizin dostları ve arkadaşları olan şanlı sahabiler, Müslümanların olduğu gibi bütün insanlığın eşsiz numuneleridir. Allahü teala Kur’ân-ı kerimin pek çok âyetinde onları methetmiştir.
Resulullah Efendimiz de hiçbir ayırım yapmadan, “Eshabımı eleştirmeyiniz! Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, biriniz Uhud Dağı kadar altın tasadduk etse de, onlardan birinin yarısının mertebesine bile ulaşamaz” (Tirmizî, “Menakıb”, 50-59) buyurarak Eshabını eleştirmeyi menetmiştir.
Başka bir hadis-i şerifte ise “Eshabım konusunda Allah’tan korkun! Onları seven, benim sevgimden dolayı sever, onlara buğzeden bana buğzundan dolayı buğzeder; onlara eziyet eden bana eziyet etmiş olur; bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur. Allah, kendisine eziyet edeni kısa sürede cezalandırır” (Buhâri, “Fedailü Ashabi’n-Nebî” 5; Tirmizî, “Menakıb”, 50-59), buyurarak Eshabın yanındaki değerini ve onları eleştirmenin Allahü tealaya karşı işlenmiş ağır bir suç olduğunu vurgulamıştır.
Şurası muhakkak ki Kur’ân-ı kerim ve Resulullah Efendimizin sünneti bize sahabe kanalıyla ulaşmıştır. Dolayısıyla sahabenin devreden çıkarılmasıyla sünnet kalmayacağı gibi vahiy de kalmaz. Bu itibarla Kur’ân-ı kerimin intikalinde sahabeye itimat edip hadislerin rivayetinde güvenmemek ciddi bir çelişki olarak karşımıza çıkar.
Bu durumda sahabelerden birini dahi eleştirmenin beğenmemenin ve ona düşmanlık etmenin arka planında aslında vahiy vardır. Ancak Kur’ân-ı kerime doğrudan saldırmak büyük tepki çekeceğinden ilk etapta sahabe-i kiram ve hadis-i şerifler hedef alınmaktadır. Zira sahabeye ve hadis-i şeriflere güvenin sarsılması sonucunda Kur’ân-ı kerimin âyetlerini sarsmak da kolaylaşacaktır.
Nitekim Ehl-i sünnetin dışındaki bozuk fırkalar hep Eshabın bir kısmını hedef almışlar ve onlara düşmanlık yolunu tutmuşlardır. Bu hâl zamanla onları âyetlere muhalefete götürmüş haramı helal, helali haram kılmalarına sebebiyet vermiştir.
Bu fırkalardan Şia da Ehl-i sünnetin temel direkleri olan Hazreti Ebubekir (v. 13/634), Hazreti Ömer (v. 23/644), Hazreti Osman (35/656), Hazreti Aişe (v. 57/677) başta olmak üzere, pek azı dışında bütün sahabeyi ağır bir şekilde eleştirmektedir. Bunların bazısı ise takıyye yaparak yani Ehl-i sünnetten gözüküp yazdıkları tarih kitaplarında Eshabın ileri gelenlerini çeşitli vesilelerle sinsice kötüleyip gözden düşürmeye gayret göstermişlerdir. Onların ictihadi ayrılıklarını dillerine dolayıp nefislerinin esiri olmuş gibi iftiralar etmişlerdir!..
İşte günümüzde Ehl-i sünnetin içine sızarak en büyük düşmanlık ettikleri sahabilerden biri Hazreti Muaviye’dir. Hazreti Ali ile harp etmiş olması, kendilerine bu konuda kolaylık sağlamakta saf Müslümanları kolaylıkla aldatmaktadırlar.
Hazreti Muaviye bin Ebu Süfyan
Hazreti Muaviye, hicretten beş yıl önce Mekke’de doğdu. Babası Ebu Süfyan Sahr (v. 31/651) annesi Hind binti Utbe bin Rebia’dır (v. 60/681). Elbette bütün sahabeler Kur’ân ve Resulullah’ın medh-ü senasına mazhar olmuş yüce ve örnek şahsiyetlerdir. Ancak onların da hizmet ve kabiliyetlerine göre meziyetleri bulunmaktadır. Nitekim Kur’ân-ı kerim, bazılarını özel olarak zikrettiği gibi Resulullah Efendimiz de bazılarını özel olarak methetmiş ve kabiliyetlerine göre vazifeler vererek onların yüksek değerini göstermiştir.
Hazreti Muaviye; kendisine vahiy katibi yapacak kadar Şanlı Resulullah’ın iltifat ve güvenine mazhar olmuş Eshabdandır. O aynı zamanda Resulullah Efendimizin kayınbiraderiydi. Yani müminlerin annesi Ümmü Habibe Remle (v. 44/664) binti Ebu Süfyan’ın kardeşidir. Hazreti Muaviye, Resulullah’ın “Allah’ım Muaviye’yi doğru yolu bulan ve doğru yolu gösterenlerden eyle ve onu doğru yolda yaşat” (Tirmizî, “Fedâilü’l-Kur’an”, s. 46- 47) duasına mazhar olan bir yüce sahabidir.
Peygamber Efendimizin, Hazreti Muaviye’nin derecesini yükselten onu öven daha pek çok sözleri vardır.
Kur’ân-ı kerimde Cenâb-ı Hakk’ın emri üzere Resulullah Efendimiz Eshabıyla istişarelerde bulunurdu... Yine bir konuda istişarede bulunmak üzere Hazreti Ebubekir ile Hazreti Ömer’i huzuruna kabul ederek fikirlerini sordular. İkisi de “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dediler. Şanlı Peygamberimiz “Bu işi yürütmek üzere bana birini tavsiye edin” buyurduktan sonra bana “Muaviye’yi çağırın. Onu yanınızda bulundurun, yaptıklarınızı ona danışın; zira o güçlü ve emindir” (Zehebi, Nübela, c.4, s.66) buyurdu. Sevgili Peygamberimiz bu ifadesiyle ona güvendiğini belirtmiş ve en önemli iki Eshabına da ona güvenmeyi tavsiye etmiştir. Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer de hilafetleri döneminde ona önemli görevler tevdi etmişlerdir...
Keza Allah’ın arslanı Hazreti Ali efendimiz de kendine güvenirdi. Sıffin’de savaş hâlinde iken bile Rum kralının büyük bir ordu ile üzerlerine yürüdüğünü haber almıştı. Bunun üzerine krala bir mektup göndererek “Vallahi seferden vazgeçmez ve ülkene geri dönmezsen, amcaoğlum Muaviye ile birleşerek üzerine varırız. Seni ülkenden çıkardığımız gibi geniş dünyayı başına dar ederiz" diye yazdı. Bu tehdit karşısında kral korkudan geri döndü.
Şu hadise ise Peygamber Efendimizin Hazreti Muaviye’nin bir gazvesini haber vermekte ve hoşnutluğunu göstermektedir. Ümmü Hiram binti Milhan bin Halid Resulullah Efendimizin sık sık ziyaret edip evinde kaylule yaptığı süt halası idi. Böyle bir kaylule sonrasında Resulullah Efendimiz sevinçle gülerek uyanmıştı. Ümmü Hiram merakla "neden güldünüz ya Resulullah" dediğinde "Ümmetimin bir kısmının gemilerle deniz seferine çıktığını gördüm" buyurdu. Ümmü Hiram “Ya Resulallah, dua buyurun, ben de o katılanlardan olayım” dedi. Şanlı Peygamber “Sen ilk katılanlardan olursun” (Buharî, “Cihad” 3) buyurdu. Bu ilk İslam donanmasını kurup Kıbrıs seferine çıkan ve h. 27/648’de Kıbrıs’ı fetheden Hazreti Muaviye olmuştur. Ümmü Hiram da bu seferde bulunmuş ve şehit düşmüştür...
Bunca delil yetmez mi?
İslam büyükleri de Hazreti Muaviye’nin şânı ve şerefi hakkında çok övücü ifadelerde bulunmuşlardır. İbn Hacer el-Askalani (v. 852/1448) onun hakkında şu tespitte bulunmaktadır:
“Hazreti Muaviye’nin neseb itibarıyla Sahabenin büyüklerinden olduğu şüphesizdir. Hem neseb, hem nikâh itibarıyla Resulullah’a çok yakın ve mahremidir. Onda İslam, sahabilik, nikâhla akrabalık şerefleri bir araya gelmiştir. Bunların her biri Cennet’te Resulullah Efendimiz ile beraber olmayı gerektiren birer kıymettir. Bunlara hilim, ilim ve halifelik şerefi de eklenirse, kalbinde az bir temizlik, doğruluk, iyilik, iman ve iz’anı olana başka bir şey anlatmaya gerek yoktur.”
Bunları birer şeref vesikası görmeyenlere elbette her söz faydasız kalacaktır. Hicrî ikinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbanî hazretleri (v.1034/1624) ise Hazreti Muaviye’nin üstünlükleri konusunda şöyle demiştir:
“Hazreti Muaviye’nin hataları, Resulullah’ın sahabisi olması dolayısıyla Üveys el-Karanî ve Ömer bin Abdülaziz’in doğrularından daha hayırlıdır. Amr bin As’ın (v.43/664) hatası da o ikisinin doğrularından daha efdaldir. Zira bu büyüklerin (sahabenin) imanı, Resulullah’ı görmelerinden, meleğin (Cibril) gelişinde hazır bulunmalarından, vahye şahitlik etmelerinden ve mucizeleri gördüklerinden dolayı şuhûdî (gözle görülür) hâle gelmiştir. Diğer bütün kemalatın aslı olan bu üstünlük, başka kimsede bulunmamaktadır.”
Hadîs imamlarının hepsi, “Muaviye radıyallahü anh” şeklinde ifadeyle ondan saygıyla hadis rivayetinde bulunmuşlardır.
Çağdaş eserler de onun şahsiyeti ve devlet idaresi konusunda övücü ifadelerde bulunmuşlardır. Cömertliği, tebaasına yaptığı ihsanları, onların teveccühlerini elde etme ve kalplerini kazanmasındaki maharetini takdirle belirtirler. İdare sanatı konusunda ise bütün kaynaklar ittifaklıdır. Araplar onun şahsında hükümdarlık kudretinin timsalini görmektedirler. Halefleri onun maharet derecesine ulaşamamış ve onu taklitle yetinmişlerdir.
Şanlı Peygamber Efendimizin takdir edip yücelttiği, yakını ve Müslümanların halifesi olan yüce bir sahabiyi alçakça eleştirmek ne büyük bahtsızlıktır!
Bu yüce sahabinin devlet idaresindeki tutumunu ve icraatlarını inşallah haftaya nakledeceğiz...
TEFEKKÜR
Buyur delâlet-i aşk ile kûy-i cânâna
Eğerçi kim görünen kûya istemezse delil
Sâbit
(Aşkın rehberliğinde sevgilinin semtine buyur,
Gerçi görünen köy kılavuz istemese de.)
.
Hazreti Muaviye...
10 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :10 Ocak 2025 00:13
Ehl-i beyti sevmemiz bize Peygamber efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) emridir. Ehl-i beyti sevmek ile ilgili yüzlerce hadis-i şerif vardır. Müslümanlar Ehl-i beyti hep severler ve tam severler. Bazıları güya Ehl-i beyte aşırı bir sevgi içerisinde olduğunu göstermek ister. Hâlbuki sözleri ve işleri onun tam tersinedir. Bunlar Ehl-i beyte sevgilerini sadece Eshab-ı kiramın bir kısmına düşmanlık ederek göstermektedir!..
Oysa Şanlı Peygamberimiz, Eshabının hepsini sevmemizi de emretmektedir. Eshabın arasındaki ihtilafları fırsat bilerek bir kısmına düşmanlık edenler ve bunu Ehl-i beyt sevgisiyle yaptığını savunanlar aslında asıl ve menfur niyetlerini gizlemektedir.
Ehl-i Beyt sevgisi Peygamber Efendimizin diğer sözlerini ve emirlerini dinlememeye götürmez. Şayet götürüyorsa orada Peygamber Efendimize karşı bir itaatsizlik söz konusudur. Aksi olsa Eshabın hepsini de sever, onların aralarındaki ictihad ayrılığından doğan ihtilaflı konularda birbirlerinin şanlarını lekeleyecek ifadelere girişmezlerdi.
Dolayısıyla Eshabın bir kısmına gösterilen düşmanlık, genelde Ehl-i beyt sevgisini istismar eden yurt dışı kaynaklı Şia propagandasının etkisinde kalmaktan kaynaklanmaktadır.
Yoksa, Sahabe-i kiram efendilerimizin, Tabiin büyüklerinin ve binlerce Ehl-i sünnet âliminin Eshab hakkındaki şehadetleri nasıl değerlendirilecektir?
Şanlı Peygamber Efendimizin Hazret-i Ebu Süfyan ve oğlu Hazreti Yezid ile Hazreti Muaviye hakkındaki sözlerini evvelce belirtmiştik. Her ikisinin de vahiy katibi olarak seçildiklerinden ve çok iyi idareci olduklarından bahsetmiştik.
Peygamber Efendimizden sonra hilafete gelen Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer efendilerimiz de onlardan istifade ettiler.
Hazreti Ömer onun dindeki istikametini biliyordu. Şanlı Peygamber Efendimizin onun idareciliği ile alakalı övücü sözlerine vâkıftı. Bu sebeple Hazreti Muaviye’yi bütün Şam bölgesine vali tayin etti. Şayet o âdil, merhametli, mütedeyyin olmasaydı ve yüksek idarecilik vasıflarına sahip bulunmasaydı Hazreti Ömer onu o geniş ve önemli bölgenin başında halifeliği boyunca tutar mıydı?
Hazreti Ömer, “Hirekl ve Kisra’nın dehasına hayran kalıyorsunuz da Muaviye’nin dehasını bir kenara mı bırakıyorsunuz?” derdi.
İbni Abbas, “İdarecilikte Muaviye’den daha ahlaklısını görmedim” demiştir.
Hazreti Osman hilafete geçince Hazreti Muaviye’nin bulunduğu görevi sadece onaylamış oldu. Böylece Hazreti Muaviye yirmi yıl boyunca, aralarında binlerce sahabinin de bulunduğu o bölge halkını adaletle idare etti. Ordularının başında büyük fetihler yaptı. İslam devleti sınır ve güçte zirveye çıktı.
Zehebî (v. 748/1347) şöyle demektedir: “Hazreti Ömer’in çok sıkıntılı bir bölgeye onu tayin etmesi ve Hazreti Osman’ın da bunu onaylaması Hazreti Muaviye’ye en büyük şeref olarak yeter. Hazreti Muaviye bölgeyi kısa sürede kontrol altına aldı, en ideal şekilde idare etti. Her ne kadar bazıları rahatsız oldu ise de cömertliği ve şefkatiyle insanları memnun etti. İdareci böyle olmalıdır… Yirmi sene Şam valiliği, yirmi sene de halifelik yaptığı İslam devletinde kimse onu eleştirmedi, aksine milletler ona boyun eğdi. Arab ve Acem’e hükmetti. Devletinin sınırları Haremeyn’i, Mısır, Şam, Irak, Horasan, Cezire, Yemen, Mağrib vs.’yi kapsıyordu.”
İbn Asakir (v. 571/1175) şöyle nakletmektedir:
"Bir adam Ebu Zür’a er-Razi’ye (v. 264/878), 'Muaviye’ye kızıyorum' dedi. Ebu Zur’a, 'Niçin?' diye sordu. Adam, 'Ali ile savaştı' dedi. Bunun üzerine Ebu Zur’a: 'Yazıklar olsun sana! Muaviye’nin Rabbi Rahîmdir; hasmı ise kerîmdir, sana ne oluyor da aralarına giriyorsun?' dedi."
Şayet halifelikte ölçü olarak Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer ise, İslam tarihinde o ölçüye ulaşacak başka kimse bulunamaz! Buna karşılık ölçü olarak; ehliyet, kabiliyet, adalet, şer’i hükümleri uygulama, ufuk genişliği ve cihat ise Hazreti Muaviye’den sonra da onun gibisi gelmemiştir.
Hazreti Muaviye’nin bir günü!
Şii veya Mutezili fırkasına mensup olduğu hakkında rivayetler bulunan ünlü tarihçi Mesudi, Hazreti Muaviye’nin gününü nasıl geçirdiği hakkında geniş bilgi vermektedir. Onun verdiği bu bilgiler de Hazreti Muaviye’nin idareci kişiliğine ve şahsiyetine ışık tutmaktadır:
Günde beş defa halkı dinlerdi... Sabah namazından sonra görevlilerden ülkenin genel durumuyla ilgili bilgiler alırdı... Kur’ân-ı kerimden mutlaka bir cüz okurdu... Belli bir saatte odasına çekilir, ihtiyaçlarını görür, dört rek’at duha namazını kılardı... Önemli görevlerde bulunan devlet memurlarını toplar, taleplerini alır, meselelerini dinler, kendi fikirlerini söylerdi. Bu çalışma kahvaltıda da devam ederdi... Sonra bir müddet istirahate çekilirdi... Öğle namazı için camiye çıkar, yerine oturur, istekleri olanların yanına gelmelerini isterdi. Her türlü ihtiyaç sahiplerinin dertlerini dinler ardından ihtiyaçlarının giderilmesi için emir verirdi. Bu işlemi günde üç veya beş defa tekrarlardı... Yatsı namazını kıldırdıktan sonra üst düzey devlet görevlileri ile toplantı yapardı... Gecenin 1/3’ünü devlet işlerini görüşmekle; 1/3’ünü, diğer ülkelerin durumlarını takiple, 1/3’ünü ise istirahatle geçirirdi... Uykusu olmadığı takdirde onu da kitap okumak ve tefekkür etmekle değerlendirirdi...
Hazreti Muaviye’nin kırk yıl boyunca böyle bir hayat sürdüğü ve idarecilikte bulunduğu belirtilmiştir.
Tarihçiler, Hazreti Muaviye’nin deha, kabiliyet, adalet ve idarecilik gibi kişilik özelliklerinin üst düzeyde olduğunu ifade etmektedir. Kaynaklar onun cömertliğini, tebaasına yaptığı ihsanları, onların teveccühlerini elde etmeyi ve kalplerini kazanmayı takdir etmekten kendilerini alamazlar.
Hakaretlere tahammül, idare hususunda metanet, insanlara mevkilerine göre muamele ustalığı, hamiyyet, halkın her birine içtima-i mevkiye göre saygı gösterme onun meziyetleri arasında sayılmaktadır.
Araplar onun şahsında hükümdarlık kudretinin timsalini görmektedirler. Halefleri onun maharet derecesine ulaşamamışlar ve onu taklitle yetinmişlerdir.
Veliaht meselesi!
Hazreti Muaviye’ye yapılan en önemli tenkitlerin başında "veliaht seçimi" meselesi gelmektedir. Hilafeti "şûraya" değil de "oğluna" bıraktığı için acımasızca tenkide tabi tutulmuştur.
Bunlar sanki Resul aleyhisselam halife seçiminde belli bir usul bırakmış da Hazreti Muaviye onu bozmuş gibi hareket etmektedirler!
Hâlbuki şanlı Peygamber Efendimiz bu konuda açık bir işarette bulunmamıştır. Dolayısıyla Hazreti Muaviye’den önceki dört halifenin hilafete gelişi farklı farklı olmuştur. Şayet tek bir usul konmuş olsaydı onların da tenkide tabi tutulması gerekirdi.
Bu itibarla Hazreti Muaviye’nin Hilafet meselesini şûraya değil de oğluna bırakmış olması belki efdal olanı terk etmesi gibi değerlendirilebilir. Kaldı ki o günkü şartlarda hangisinin efdal olacağı da tahmin olunamaz.
Nitekim Hazreti Ebubekir de bazı istişarelerde bulunduktan sonra bizzat kendisi Hazreti Ömer efendimizi tensip buyurmuştur. Dolayısıyla bir kişiyi doğrudan ve açıkça işaret etmek, Hazreti Ebubekir’in uygulaması olarak İslam hilafet seçimi içerisine girmiştir.
Diğer taraftan Eshabın pek çoğu Hazreti Ömer’e oğlu Abdullah’ı halife seçmesi için tavsiyede bulunmuştur. Şayet böyle bir durum uygun olmasa Hazreti Ömer babadan oğula hilafetin İslam’ın ruhuna aykırı olmasını belirtmesi gerekirdi. Oysa Hazreti Ömer efendimiz “bir evden bir kurban yeter” diyerek bu teklifi uygun görmemiş halife seçilmemesi şartıyla kendisini şûra üyeliğine getirmişti.
Halifeliğin babadan oğula veya kardeşe geçip geçemeyeceği konusunda ne nas ne hadis-i şerif ne de bir icma hususu vardır. Ancak farklı görüş ve rivayetler bulunmaktadır. Kimilerine göre böyle bir halife tayini asla muteber değilken kimilerine göre mutlak olarak muteber kimilerine göre ise şayet halife ehlü’l-hall ve’l-akde danışarak böyle bir seçimde bulunmuşsa muteberdir.
Nitekim Eshab-ı kiramdan Mugire bin Şu’be ve başkaları, Hazreti Muaviye’ye, halkın selameti bakımından oğlunu veliaht yapmasını tavsiye etmişlerdi. Hazreti Muaviye de hacca gittiğinde Sahabe’nin ileri gelenleriyle bu konuda meşveret yaptı. Genç sahabiler Hazreti Hüseyin bin Ali ve Abdullah bin Zübeyr haricindekilerin rızalarını aldıktan sonra bu tayini yaptı.
Bu bakımdan, halifelerin yerlerine yetiştirdikleri ve nasihat verdikleri oğullarını veya güvendikleri başkalarını halife yapmaları İslam hukukuna aykırı değildir. Kur’ân-ı kerimde, Hazreti Davud’un yerine oğlu Hazreti Süleyman’ın hükümdar olduğunun nakledilmesi de bu hususun uygunluğuna işarettir.
Hazreti Muaviye ile ilgili başka iddialara da inşallah cevap vereceğim...
TEFEKKÜR
Saltanat tâcın giyen âlemde mağrûr olmasın
Nice sultân börkün almıştır beyim bâd-ı hazân
Bâkî
(Saltanat tacın giyen, dünyada mağrur olmasın,
Ölüm rüzgârı nice sultanın börkünü almıştır.)
.
Sinsi fikirler ve yıkıcılık!
17 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :16 Ocak 2025 21:56
Üç haftadır Emeviler ile alakalı yazılar kaleme almaktayım. Birçok okuyucum teşekkürlerini iletirken farklı sualler de gelmiyor değil.
Bir okuyucum Hazreti Muaviye ile ilgili olarak Hasen-i Basri hazretlerinin naklini Muhammed Emin Yıldırım’ın videosunu göndererek peki bunu nasıl değerlendireceksiniz diye sormuş...
Bu sual üzerine M. Emin Yıldırım’ın bir buçuk saatlik videosunu dinledim. Sonra ilk olarak bu videoyu dinleyen bir genç ne düşünür diye tefekkür ettim.
Bir taraftan sık sık sahabenin hakkını teslim etmeye çalışacaksınız, bir taraftan onu korur ve kollar gibi tavır takınacaksınız. Diğer taraftan Hazreti Muaviye ile alakalı çeşitli rivayetleri kullanırken mutlak doğru hususlarmış gibi kendisini -tabiri caizse- hırpalayacaksınız!
M. Emin Yıldırım en büyük hırpalamayı da Tabiinin büyüklerinden Hasen-i Basri hazretlerine atfedilen bir söz ile yapıyor. Buna göre Hasen-i Basri hazretlerine atfedilen sözler şöyledir:
“(Güya) Hasen-i Basri şöyle dedi: Muaviye’nin dört özelliği vardı. Bu dördü değil de sadece birisi dahi olmuş olsaydı onu helak etmeye yeterdi. Onun bu özellikleri şunlardır: Birincisi bu ümmet içerisinde Resulullahın eshabı ve faziletli insanlar olmasına rağmen bu görevi kılıç zoru ile alması için ümmetin başına musallat olmasıdır. İkincisi kendisinden sonra sarhoş içkici sürekli ipek giyip çalgılarla meşgul olan oğlunu veliaht edinmesidir. Üçüncüsü Ziyad’ı kendi nesebine katmış olmasıdır. Hâlbuki Resulullah bu konuda şöyle buyurmuştur. (Çocuk doğduğu yatağa aittir, zina eden kişi de recmedilir. Dördüncüsü Hucr bin Adi ve adamlarını öldürmüş olmasıdır. Hucr’dan dolayı Muaviye’nin vay çekeceğine! Hucr’dan ve Hucr’un adamlarından dolayı Muaviye’nin çarptırılacağı cezalar ve işkenceler ne dehşettir!”
Bazen dinî bir mesele konuştuğumda bana sen tarihçisin işine bak diyenler var. Hâlbuki ölçüleri bilen için dinî mevzularda konuşmak kolaydır. Zira iman ve ibadet konularındaki meseleleri İslam âlimleri dinî delillerden (Kur'ân-ı kerim, Sünnet, İcma, Kıyas-ı fukaha) en açık detayıyla doğru olarak ortaya koymuşlardır. Çünkü insanlar bunları bilmek, iman etmek ve yaşamak mecburiyetindedir.
Siz bozuk veya sapık insanları konuştuğunuzda sen tarihçisin, fizikçisin işine bak bu işlere karışma diyorsa bilin ki o adam bozguncunun ta kendisidir. Yolu bozmakta, İslam’ın temiz suyunu bulandırmakta ve karşı çıkanları da “sus konuşma” diye tehdit etmektedir.
Aksi hâlde konuşma diyecek yerde size cevap vermesi gerekirdi.
Tarihî konularda ise çoğu kez doğru ile yanlışlar birbirine sık sık karışmaktadır. Zira bunlar eserin yazarına, aldığı mehazlara veya bilgileri duyduğu şahıslara göre değişmektedir. İnsanlar birilerinin ağzından yalan yanlış rivayetler de uydurabilmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin hadislerinin naklinde Ehl-i sünnet âlimleri kılı kırk yararcasına itina göstermişlerdir.
Bugünkü bazı zevat ise, Ehl-i sünnet büyüklerinin hadislerini temel hadis kaynaklarını reddetmek hususunda kılı kırk yarmakta iken tarihçilerin sözlerine mal bulmuş Mağribi gibi yapışmaktadırlar.
Bu durum elbette iyi niyet gösterisi değildir. Müslümanların zihnini ve itikadını sinsice bozma girişimleridir.
Ehl-i sünnet onu sever ve över!
Hasen-i Basri hazretlerinin Hazreti Muaviye hakkındaki ifadelerini işte bu noktada tam bir tenkide tabi tutmak gerekmektedir. Oysa M. Emin Yıldırım onu mutlak bir hakikat olarak almakta ve o sözlerin üzerinden bu yüce sahabeye karşı en ağır tenkitleri sıralamaktadır. Kendisi tenkide tabi tutulduğunda ise benim videom bir buçuk saat, fakat iki dakikalık kısmı alınarak bana haksızca saldırılmaktadır diye yakınmaktadır.
Açıklama yaptığı kısa videonun başlığı bile düşündürücüdür. Şöyle ki: “Tartışmaların Odağında bir Sahabi: Muaviye b. Ebu Süfyan.”
Ehl-i sünnet Müslümanlar için Hazreti Muaviye hiçbir zaman tartışmaların odağında değildir. Üç haftadır belirttiğim üzere Sahabe-i kiram efendilerimizin âyetlerle övülmesi, Peygamber Efendimizin hem ismen hem genelleme içerisinde onların şanlarını yüceltmesi, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer efendilerimizin en mühim vazifelerde tuttuğu bir sahabiyi "tartışmaların odağında" göstermek akla, mantığa ve dine zarardır!..
Onu Ehl-i Şia kötülemekte, aşağılamakta bid’at ehli bazı zevat da onları doğru kabul ederek Hazreti Muaviye’ye dil uzatmaktadır.
Hazreti Ali Efendimizle Cemel ve Sıffin vakasında savaşan daha pek çok sahabe varken onlar neden "tartışmaların odağında" değildir! Keza savaşanların diğer tarafında Hazreti Ali Efendimiz bulunurken o neden tartışmaların içine düşmemektedir!
Zira Ehl-i sünnet Müslümanlar hepsine kendi değerini vermekte hepsini sevmekte ve onların kendi aralarındaki bir kısım çekişmeleri "ictihadî bir durum" olarak değerlendirmektedir.
Bunun için Hazreti Muaviye tartışmaların odağında değil "bidat ehlinin sevemediği" bir sahabidir. Onu sevmemek ve ona düşmanlık etmenin daha nerelere kadar gideceğinin idrakinde olmak gerekir! Dolayısıyla Ehl-i sünnet Müslümanlar Hazreti Muaviye’yi tartışmaz, anlatır ve ona olan iftiralara cevap verir.
Kaynağından adamı tanı!
Muhammed Emin Yıldırım’ın Hazreti Muaviye hakkındaki uzun videosu, "yüce bir sahabi sinsice nasıl kötülenir ve aşağılanır" onun bir denemesi gibidir. İlk baştan sahabeye söyleyecekleriniz için zemin oluşturmak adına tarih usulü üzerine ahkam keseceksiniz. Sahabilerin şanlarını belirteceksiniz. Ardından bir rivayet üzerinden Hazreti Muaviye’yi milletin gözünde bitirmeye çalışacaksınız!.. Hasen-i Basri hazretlerinin ifadesiyle, onun dört vasfı var deyip bunların biri bile bir kimseyi dinde helak eder diyeceksiniz. Dördü bulunursa ne olur cinsinden, insanları düşünceye sevk edeceksiniz. Sonra tekrar geri dönüp onun dünyevi ve idari bir kısım güzel icraatlarını konuşup aklı sıra objektif veya gerçekçi olduğunuza milleti inandıracaksınız!.. Bu arada sahabeye saygılı bir görüntü vermek için "Hazreti" tabirini kullanmayı da ihmal etmeyeceksiniz!
Dolayısıyla M. Emin Yıldırım’ın Hazreti Muaviye aleyhine önceden söyledikleriyle, onun Müslümanlığını ve adamlığını bitirdikten sonra, devamında övgü gibi görünenler, hâşâ onun adamlığını kurtaramaz! Ayrıca önce söyledikleriyle sonda söyledikleri arasında yaman bir çelişki var. "Hazreti Muaviye bu kadar Müslümansa, önceki davranışları nedir" denir!
Yine Hazreti Muaviye hakkında olumluymuş gibi görünen ifadelerdeki özelliklerin çoğu, her insanda bulunabilir dünyevi şeylerdir. Maneviyatı bozuk olan bir şahısta bunların bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Bu usturuplu övgü görüntülü ifadeler, Hazreti Muaviye aleyhine önceden bir saat boyunca söylediği rezaletleri telafi etmez...
Gelelim Muhammed Emin Yıldırım’ın -sözde- Hasen-i Basri’den naklettiği ve tam inanarak mutlak doğru olarak kabul ederek büyük vurgularla teyit ettiği rivayetin sıhhatine!
Hazreti Muaviye aleyhine yapılan bu ağır eleştiri, ne yazık ki, Rafızî/Şii âşığı Adnan İbrahim ve etrafındaki adamları tarafından uydurulmuştur.
O da Taberi’nin çok zayıf ve uydurma olan rivayetine (Taberi, Tarihul Ümem, 3/1577) dayanmıştır. Söz konusu rivayetin senedinde bulunan iki raviden birincisi Ebu Mıhnef (Lut b. Yahya el-Ezdî), pek çok hadis uyduran aşırı bir Rafızî/Şii’dir. Cerh ve ta'dîl âlimleri onun hakkında “leyse bi-me’mûn” (güvenilir değil), “metrûkü’l-hadîs” (hadisi kabul edilmez) gibi hükümler vererek rivayet ettiği hadisleri kesinlikle reddederler. İbn Adî, Ebû Mihnef’in aşırı bir Şiî olduğunu söyler ve rivayetlerinin hiçbir senede dayanmadığını belirtir. Zehebî kendisinden “Râfızî” diye söz ederek onu Seyf b. Ömer, Abdullah b. Ayyâş ve Avâne b. Hakem ile aynı seviyede kabul eder. (Bkz. TDV İslam Anskl. 10/189)
İkinci ravi, Sak’ab b. Züheyr ise, Hasen-i Basri’den hiçbir hadis işitmemiştir. Yani, Hasen-i Basri’ye isnad edilen talihsiz söz, senediyle ve metniyle uyduruk bir iftiradır. Dolayısıyla böyle bir itham üzerinden konuşmaya lüzum yoktur. Bunu en büyük delil kabul ederek Hazreti Muaviye’ye saldıranlara ne demeli iyi düşünmelidir!
Diğer taraftan Taberi, eserinin başında kitabını tanıtırken; “Ben zayıf rivayetler dâhil, her tür rivayeti kitabıma aldım ki başkaları araştırsın" der. Bir tarih kitabında, hatta rical kitabında, bir şahıs hakkında lehinde aleyhinde her şeyi bulabilirsiniz. Kitabın, müellifin yöntemi ve kavramlar bilinmeden kesinlikle yanlış sonuca varılır. Muhammed Emin Yıldırım bu konunun ya tam cahili yahut da işine geldiği gibi kabul edenidir.
Öte yandan Hazreti Muaviye hakkında bir saatten fazla video çeken ve bu videosunda yüce sahabi hakkındaki düşmanlığının esasını Hasen-i Basri üzerinden yürüten Muhammed Emin Yıldırım, Hasen-i Basri’nin konu hakkında diğer sözleri hakkında hiçbir bilgi sahibi görünmemektedir.
Zira Hasen-i Basri (rahmetullahi aleyh), Hazreti Muaviye’yi Cehennemlik diye konuşanlara karşı; "nereden biliyorlar Cehennemlik olduğunu Allah onlara lanet etsin” demiştir. Şia bu rivayeti alırken de yine değiştirmiş ve "Hasen-i Basri, Hazreti Muaviye ve tarftarlarına lanet ediyor" diye çarpıtmıştır. Bu konuda bilhassa Begavi’den gelen rivayet, Katade’den mervi olup hasen derecesindedir. (Bkz. Begavi, Mucemüs-Sahabe, No: 2193; Ahmed Cabiri, Fethul mennan, Sayfa, 254’ten naklen; İbn Asakir tarihi, 59/206)
O hâlde, Mehmet Emin Yıldırım’ın bu iftirayı dillendirirken, “bunu kimsenin itiraz edemeyeceği Haseni Basri gibi büyük bir zat söylüyor” diye vurgu yapması, tam bir zavallılık, cehalet ve maksatlılık değil midir?
Konu hakkında yazılarıma inşallah devam edeceğim...
TEFEKKÜR
Kec-nihâdân rast-ı tab’ân ile etmez imtizaç
İttihâdı olmaz anınçün kemânın tîr ile
Lâ Edrî
(Mayası bozuklar doğrularla uzlaşamaz
Onun için ok, yay ile birlikte duramaz.)
Zaferi doğru okuma zamanı!
24 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :23 Ocak 2025 22:07
Gazze’de hiç bitmeyecek gibi duran savaş durdu. Bombalar ve silahlar susarak ateşkes sağlandı.
Ateşkesin sağlanması ile birlikte Filistinlilerin kamplarında çok büyük bir sevinç olmuştu. Bu sevinç bilhassa ülkemizde ezici bir zaferin neticesi gibi servis edildi... Hâlbuki bu sevinç, kâbus gibi geçen neredeyse 1,5 yılın sonunda bir nefes alma sevinciydi. Bombalardan sonra soğuktan ve açlıktan evlatlarını kaybedenlerin, dayanılmaz acılarının sona ermekte olduğunu görmelerinin işaretiydi.
Nitekim anlaşmanın duyulması ile birlikte insanlar kaçtıkları evlerine doğru son sürat hareket ettiler.
Fakat bırakın evlerini bulmayı mahallelerini dahi görmediler. Hemen her yer neredeyse virane ve harabe olmuş durumdaydı.
Bu acı hâli gözyaşları içinde görenler; “Savaş bize ait güzel olan her şeyi aldı götürdü”, “Derin bir acı içindeyiz”, “Birbirimize sarılıp ağlamanın zamanı geldi”, “Kutlama zamanı değil teselli zamanı” söyleriyle içinde bulundukları hâlet-i ruhiyeyi göstermeye başladılar.
Ülkemizde klavyesinin başına oturup zafer çığlıkları atanların ne ana babası öldü, ne evlatları bombalarla parça parça edildi ve ne de eşleri ve kızları felaketlere uğradı.
Bu bir zafer midir? Şayet buna zafer diyeceksek Filistin bir asırdır destan yazıyor dememiz lazım. Oysa Filistin’in elinde yüz yıl önceki topraklarından %2’si kaldı. %98’i kaybedildi. Kaybedilen toprağı da harabe bir vaziyete düştü.
Belini doğrultması, 7 Ekim’den önceki hâline dönebilmesi için kaç on yıl geçer bilemem.
Resmî rakamlara göre 48 bin kişiyi kaybedeceksin, yüz bin kişiyi yaralı vereceksin, iki milyon kişi yerinden yurdundan olacak, 150 bin konut tamamen 200 bin konut kısmen yıkılacak 80 bin konut oturulamaz hâle gelecek ve bunu bir büyük zafer edasıyla nakledeceksiniz. Karşı taraf ise hiçbir mukayesede bunun onda birini yaşamış değil.
Oysa ülkemizde zafer nutukları atan bu zevat savaşın başladığı ilk günde bütün İsrail alınmış gibi yaygara yapıyorlardı.
Sonra felaketler yaşanmaya başlayınca nasıl olsa ölüyorlardı, bir an önce ölsünler tezine sarıldılar. Sonra günler boyunca Türkiye’yi suçladılar. İran’a methiyeler düzdüler.
Savaşı başlattıranın ve İsrail’e alan açmak isteyenin İran olduğunu asla görmediler ve görmek istemediler! Türk ve İslam dünyasının, “13 günlük Suriye Zaferi"nden sonra bu defa da Gazze cephesindeki gerçek gücü mutlaka idrak etmeleri gerekmektedir.
Gazze zaferi kimin?
Türkiye boş durmuyordu. Filistin’de böyle alelacele girişilen bir savaşın olmasını ve ülkenin mahvolmasını asla istemezdi. Fakat kendisine danışan olmamıştı.
Türkiye’nin hiçbir yerden buraya müdahale durumu yoktu. Suriye, İsrail için yıllar önce boşaltılmıştı. ABD ve Rusya’nın yanı sıra bu bölgede İsrail’in ekmeğine yağ süren İran ve Esad faktörü devam ediyordu. Bunlar burada olduğu müddetçe Türkiye’nin İsrail’e doğrudan bir yaptırımı çok zordu.
Türkiye Suriye’ye karşı gerçekleştirdiği bir dizi harekâtla ancak sınırı boyunca bir alanı tampon bölge kılabilmişti. Bunda da büyük zorluklar çekmişti.
Fakat derinden çalışmaları durmamıştı. Zira İsrail’in hedefi sadece Suriye değildi. Onun arzusu savaş boyunca açıkça deklare ettiği gibi "arz-ı mevud" idi.
Dolayısıyla Türkiye’nin o günü beklemesi en büyük gafleti olurdu. Sonunda Suriye’deki muhalif millî güçleri yöneterek veya yönlendirerek 13 günlük büyük bir zafere imza attı.
Bu zafer 15 Temmuz’la birlikte son yüzyılın en önemli başarısıdır ve etkileri sürecektir demiştim. Zira bu zafer sonunda 61 yıllık Baas rejimi çöktü, Esad kaçtı, Suriye’de İsrail’e alan açan ABD, Rus ve İran etkisi yok denecek kadar azaldı.
Türkiye’nin tesiri Suriye’yi neredeyse tamamen sardı. Bunu hazmedemeyenler günlerce Türkiye’nin İsrail’e alan açtığı yalanını yaydılar. Bülent Arınç gibi kurt bir politikacı dahi “bu savaşın tek kazananı İsrail’dir” demek basiretsizliğini gösterdi veya bilerek bu hezeyan yüklü cümleyi sarf etti. “İsrail’in Şam’a varmasına 15 km kaldı” diyerek bozgunculuk yapanlar, o 15 km’nin hiç gelmediğini gördüler.
Öte yandan Türkiye’nin bu büyük başarısı en büyük etkiyi Gazze’de yaptı ve İsrail’i barışa zorladı. Bu barış, tamamen Suriye’deki muazzam başarının bir devamıdır ve Türkiye’nin büyük zaferidir. Bu zafer Türkiye’nin hanesine “Gazze zaferi” diye eklenmelidir.
Aksi hâlde İsrail, Suriye’de de hâkimiyetini oluşturmadan asla durmayacaktı.
Yerinde ve zamanında stratejik hamleleri gerçekleştiren ve bölgemizde İsrail’e geçit vermeyip geri döndüren Türkiye’nin muzafferiyeti, kendisini uluslararası bir aktör konumuna getirmiştir.
Bu hamleleri ustaca gerçekleştiren sayın Cumhurbaşkanımızı ve çevresini tebrik ediyorum. Bu hamlelerin değeri zamanla daha iyi anlaşılacaktır.
İnşallah Türk ve İslam dünyası da bu büyük zaferin sahibini görür, ABD ve Rusya gibi devletlerin yerine Türkiye’nin etrafında bir hale gibi birleşirler.
***
Yangın ve beyhude konuşmalar!
Bolu, Kartalkaya kayak merkezindeki Grand Kartal Oteli'nde 21 Ocak’ta çıkan yangında büyük bir facia meydana geldi. Yetmiş sekiz vatandaşımız hayatını kaybetti, elli bir vatandaşımız da yaralandı.
Cenazeler ortaya çıkmadan, ölenlerin sayısı bilinmeden, kim olduklarının tespiti yapılmadan her zamanki gibi yine "mesul kim?" tartışması başladı. Neticede bir kez daha mesuller net olarak ortaya konulamadı. Herkes suçu başkasının üzerine atmaya başladı. Sosyal medyada ise herkes karşı partide suçlu aramaya başladı. Oysa yangın veya diğer felaketler geldiğinde hangi partili diye ayırmıyor. Şu acı gerçeği dahi bir türlü idrak edemedik!
Gerçekten üzücü bir durum. Ölenler öldü gitti. Artık konuşacak durumda değiller. Yaralı veya sağlam bir şekilde kurtulanlar hadisenin dehşetiyle şoke hâldelerdi. TV’lerde yorumcular ise eksikleri ve nelerin yapılması gerektiğini sabah akşam konuşup durdular.
Evet her zamanki felaket sonrası yaşananlar ne hazindir ki aynen devam ediyor. Bir türlü çözüm odaklı düşünülmüyor.
Binanın güzel olması için her şey düşünülüyor. Fakat güvenli olmasına hiç bakılmıyor. Belediye veya bakanlık sadece uygunluk kâğıdına bakıyor. Bu kâğıt alındıktan sonra teftişler asla hakkıyla yürütülmüyor.
Bir otel yangınında yangın merdivenine ve tüpüne kadar neredeyse her şey eksik olabilir mi? Görevliler en küçük bir yangın hâlinde ne yapacaklarını bilmezler mi? Bu kadar ihmal bir araya gelebilir mi, diyorsunuz...
Bu satırlarda birçok kez Turizm Bakanlığı ile Kültür'ün birbirinden ayrılması gerektiğini dile getirdim. Kültürü unutmuş bir kültür bakanından çok bahsettim. Aynı bakan turizm konusunda da sınıfta kaldı. Her yıl turizm sezonunda ilk gelen turistlerle eğlenceler tertiplemek değildir bakanın işi.
Öncelikle, Türkiye’nin turizm beldelerinde neler oluyor, neler yaşanıyor, eksikler nedir? Bunları takiple görevlidir. Açıkçası ahşapla kaplanmış bir binada iç kısımda yangın merdiveni ne arar bir türlü anlamadım. Belki betonarme binalar için geçerli olabilir. İçten ve dıştan duvarların ahşapla kaplandığında bu binaya dış yangın merdivenleri neden yaptırılmadı bunun hesabını kim verecektir!
Turizm işletmelerinde söz sahibi bakanlık ise onlar denetimi her zaman yapmalıdırlar. Böylesine büyük turizm merkezlerinde felaketlere karşı hiç mi tedbirler düşünülmez? Bugün bir kişinin dahi çalıştırıldığı iş yerlerine, sağlık ve iş güvenliği uzmanı şartı getirilirken binlerce kişinin kaldığı yerlerde bir felaketin yaşanabileceği hiç mi akla gelmez.
Osmanlıda, “Padişahım, deniz tutuşsa tedbiri alınmıştır” vecizesi tarihe geçmiştir. Bunlardan hiç mi ibret alınmaz.
Misal olarak yurtlar Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlıdır. Dolayısıyla bir bina yurt yapılacağı zaman belediyeden, yapı denetimden, itfaiyeden ve başka ilgili birimlerden uygun raporunu almak durumundadır. Bunlar ilgili sorumlu mercilerdir. Ancak bunları en ince detayına kadar teftiş etmek de Bakanlığın uhdesindedir. Dolayısıyla diğer olur veren birimler ve Belediye yanında Bakanlık da mutlak olarak sorumludur.
Elbette bu yangının akabinde sorumlular ortaya çıkacaktır. Fakat görünür sorumluluk Bakanlıktadır.
Artık beklentimiz odur ki sorumlular, varsa ihmallerinin hesabını mutlaka versin ve cezalarını çeksinler. İhmali olanlar işten el çektirilsin. Ben böylesine hatalar zinciri sonucu yetmiş sekiz vatandaşımızın hayatını kaybetmesi ile neticelenen vahim bir durum karşısında Turizm Bakanı’nın istifasını beklerdim.
Belli ki Kültürü unutmuş olan bu bakan Turizmde de göz boyamaktan başka bir iş yapmıyor. ETS Tur bileti satmakla Ayasofya’nın üst katlarından para kapmakla bu işler olmuyor sayın Bakan!
Hükûmetin ise böyle hâllerde suçlular hangi partiden diye asla bir düşüncesi olmamalıdır. İhmal her kimin ise en ağır cezayı uygulamalıdır. Görevden alma ve el çektirmeler birinci adımdır.
Aksi hâlde sadece felaketlerin adı değişir. Beyhude ve boş konuşmalar hep devam eder!
TEFEKKÜR
Âlemde gam kişiye dem-â-dem gelir gider
Âdem mi var ki âlemde hurrem gelir gider
İbn Kemâl
(Dünyada keder kişiye anbean gelir gider,
İnsan var mı ki âlemde hep sevinçli gelir gider.)
..
Ekranda Bakan Bey'i dinlerken!..
31 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :30 Ocak 2025 22:54
İnanılır gibi değil. 21 Ocak günü vuku bulan Grand Hotel yangın faciasında yetmiş sekiz can gitti. Yetkili yetkisiz neredeyse konuşmayan kalmadı. Fakat turizm işletmesinden asıl sorumlu kim ortaya konulamadı! Kanun nizam bu kadar mı esnek anlamadım. Düşünün defalarca tadilatlar yapılmış defalarca izinler alınmış bir otelden bahsediyoruz.
Yanlış anlaşılmasın burada yangında hatalı olanı veya işini eksik yapanı sorgulamıyorum. Belli ki hatalı çok. İş yeri sahibinden otelin işletmecisine, itfaiyesinden raportörlerine kadar muhtemel pek çok suçlu var. Zira yangın, mutfak ocağında bir kızgın yağdan çıkar. Fakat devamında 78 canın gitmesine sebep olan pek çok ihmal vardır. Onun için böyle felaketlerde sadece bir suçlu gösterip çekilemezsiniz. Öyle olsaydı kızgın yağı ocağa dökeni bulun, cezasını verin deyip bitirirdik!
Enteresan olanı şu ki bir turizm işletmesinde düzenli olarak denetimi yapacak ve eksikleri görecek olan sorumlu hâlâ ortada yok. Bu konuda şimdilik adı geçen üç merci var. İtfaiyenin bağlı olduğu Bolu Belediyesi, İl Özel İdaresi ve Kültür ve Turizm Bakanlığı.
Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan’ı özellikle Suriyelilere yaptığı zulüm sebebiyle sevmem. O garip insanların sularını kesmeye teşebbüs etti. Kesemeyince on kat zam yaptı. İş yeri ruhsatı konusunda büyük zorluklar çıkardı. Muhtemelen elinden gelse Bolu havasını teneffüs etmelerine bile fırsat tanımayacaktı. Bu hukuksuz girişimleri ve sözleri sebebiyle pek çok insanımız ve çeşitli STK’lar kendisine tavır aldı.
Tanju Özcan bu defa da yetmiş sekiz vatandaşımızı kaybettiğimiz Bolu Kartalkaya’daki yangında verdiği beyanlarla şimşekleri üzerine çekti.
Daha baştan "bizim sorumluluk alanımızda değil" diyerek sanki hiçbir ilgileri yokmuş gibi davrandı. Oysa en azından "bizim tarafımızda bir hata varsa gereken yapılacaktır" diyebilirdi. Nitekim yangın raporunu veren itfaiyenin Bolu Belediyesine bağlı olması onları da direkt ilgi alanına sokuyordu.
Sonrasında ise itfaiyeye yapılan yeni bir müracaat dolayısıyla bir kısım eksikliklerin ortaya çıkması bu itibarla raporun verilmemesi ardından dilekçenin geri çekilmesi sonra küçük bir alan için ruhsat alınması gibi bir katakullinin yaşandığı ortaya çıktı.
Tanju Özcan bu gelişmeyi de, “ihbar etmeye korkmuşlardır” diyerek yine skandal bir açıklama ile cevapladı.
Dolayısıyla Tanju Özcan’ın kişiliği ve hadisedeki tutarsız ifadeleri okların hep kendisine yönelmesine sebep oldu.
Turizm Bakanı ise yangın ertesinde uzun bir süre sessiz kaldı. Tepkilerin başlaması üzerine hadiseden dört gün sonra CNN TÜRK’te Ahmet Hakan’ın karşısına çıktı...
Kaynaklar nereye aktı?
Millet, Sayın Bakan Mehmet Nuri Ersoy’un, Ahmet Hakan’ın programına çıkacağını öğrenince daha baştan "tamam aklanmaya geldi" diyerek biletini kesti. Yani bir anlamda Sayın Bakan'ın güvenilirliği sarsıldı. Oysa böyle bir meselede bakanın basın açıklaması yapması beklenirdi.
Sayın Bakan'ın CNN TÜRK’teki programını sonuna kadar dinledim. Konuşması sırasında en az otuz defa yangın raporu verilmesinden itfaiyenin sorumlu olduğunu söyledi durdu...
Yani şu gerçeği Türkiye’de bilmeyen var mı anlamadım. Hangi kurum, hangi bina olursa olsun yangın raporunu itfaiye verir. Türkiye’de bu işi yapan başka bir kurum da yok. Şu herkesin bildiği hususu defalarca ısıtıp ısıtıp söylemekle nereye vardığını veya varmak istediğini anlamadım.
Ahmet Hakan "Yani itfaiye kurumu denetimi yapmıyor mu?" deyince ise topu hep taca attı.
“Efendim yapabilirdi, mecbur değildi”. “Yapması iyi olurdu fakat mecburiyeti yoktu”, “Son durumu bilgilendirmiş olsaydı, bu facia yaşanmazdı” gibi ifadelerle tabiri caizse topu dolaştırdı durdu. Turizm Bakanı bu faciadan bu kadar kolay sıyrılacaksa pes doğrusu!
Beni en çok Ahmet Hakan’ın, “Kartalkaya’da bu kadar turizm işletmesi var, belli bir noktada ön müdahalede bulunacak bir itfaiye teşkilatı kurulamaz mıydı?” sualine Kültür Bakanı'nın büyük bir acziyet içinde, “Tabii kaynak durumu” diye mırıldanması üzdü.
Bu şekilde hükûmetini en aciz bir şekilde gösterdi. Orada olsam o anda kendisine; “2024 yılında Kültür Yolu Festivallerine ne kadar para harcadınız” diye sorardım.
Turizm Bakanı'nın bu festivallere ne kadar kaynak ayırdığı ve kimlere ne kadar para aktardığının hesabı mutlaka sorulmalıdır.
Devletin paraları öylesine çarçur ediliyor ki akıl alır gibi değil. Giden sadece para da değil bu festivaller ile ahlakımız da bitiriliyor.
Doğuda bir şehrimizin kültür müdürü birkaç ay önce "Hocam ne olur bunları yazın!" diye yalvarmıştı. “Bizim bir yıl boyunca gençlere vereceğimiz kültür hizmetinin üç beş katı bir haftada heba oldu gitti” diyerek yakınmıştı.
Keşke verilenlerin bir faydası olsaydı. Hepsi gezi zihniyetli sanatçılara peşkeş çekildi. Gençlerimizin ahlakı bozuldu.
Aynı serzenişi önceki gün Samsun’dan bir dostum da yaptı. “Hocam Kültür Yolu Festivali ile Samsun’da yapılanlar ve yaşananlar yüz kızartıcı, ne olur dile getirin” diye veryansın etti.
Evet Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bütçesi, Kartalkaya’da ön müdahaleye hazır bir itfaiye kurulmasına kolaylıkla yeterdi.
Diyelim yetmeyecekti. Bunu hiç düşündü ve dile getirdi mi? Şayet dillendirmiş olsa ülkenin dört yanını imar ve inşa eden Sayın Cumhurbaşkanımız böyle bir teklife hayır der miydi? Asla demezdi ve derhal yaptırırdı.
Üçüncüsü parayı kazanan masrafa dâhil olur. Bölgede bulunan otellerden bu işlem için özel ödenek istenemez miydi.
Demek ki konu bu ihtiyacı düşünmek ve tedbir sahibi olmakla alakalı. Sadece ETS Tur şirketinize odaklanırsanız, eksikleri göremezsiniz!
Soru çok, muhatap ortada yok!
Aslında sorumluyu bulmak zor değil. Denetim kimde ise sorumlu odur. Nasıl ki okullar ve yurtlar Millî Eğitim Bakanlığı tarafından denetleniyor ise sorumlusu da aynı bakanlık olmaktadır. Öyle ise burada sual "Turizm işletmelerini kim denetliyor?" olmalıdır.
Girişte de değindiğim gibi bu konuda üç temel kurumun adı geçiyor. Belediye, İl Özel İdaresi ve Turizm Bakanlığı...
Ben turizm işletmeleri denetimine girdiğimde karşıma sadece Turizm Bakanlığı çıktı. Belediye ve İl Özel İdaresi çıkmadı. Oysa Turizm Bakanı, Ahmet Hakan’la konuşurken hiçbir şekilde denetim konusuna girmediler. Sathi bir şekilde geçiştirdiler.
Hâlbuki Turizm Bakanlığı sitesine girenler turizm işletmelerinde nelerin denetleneceğini açık bir şekilde göreceklerdir. Yangın eylem planları ve yangın eğitimi belgeleri de bunların içerisindedir. Onlarca belge hem istenecek hem de bunların denetimi yapılacaktır.
Bu arada otelin sahibi Halit Ergül’ün Turizm Bakanlığı’nın 15 Aralık 2024'te oteli denetlediğini, kapılarla ilgili eksiklikler bulduklarını ancak yangın önlemleriyle ilgili bir eksiklik olmadığını ifade ettiği ortaya çıktı.
Şayet sorumluluğu yoksa Bakanlık yetkilileri neden oraya gittiler ve inceleme yaptılar? Sayın Bakan buna cevap verebilir mi? Ayrıca periyodik olarak bu otelleri kimlerin denetleme mecburiyeti var söyleyebilir mi?
Zaten belediyenin mutlaka denetlemesi gerekseydi Bakan Bey bunu iyi bilir ve muhatabını suçlardı. Belediyeyi vurması sadece itfaiye üzerinden oldu. Oysa Bakan Bey, biraz sıkışınca bu defa da topu İl Özel İdaresine attı. Hâlbuki turizm işletmelerine girdiğimde ben İl Özel İdaresinin denetimine hiç rastlamadım.
Şayet Bakan Beyin belirttiği gibi turizm işletmelerinden İl Özel İdaresi sorumlu ise yangının üzerinden bunca gün geçtiği hâlde neden Bolu İl Özel İdaresi hesaba çekilmedi!
Buna karşılık İl Özel İdaresi başkanı sadece adres değişikliği ve raporlama işlemlerini yaptıklarını ve denetimin kendilerinde olmadığını savunmuş. Bu durum da “sorumluluk kimde” tartışmasını daha da karmaşık hâle getiriyor.
Peki bu kadar basit, bir “adres değişikliği ve raporlamaları toplama” görevini de Bakanlık halledemez mi? Neden İl Özel İdaresi devrede? Maksat biraz daha para koparmak mıdır? Paraların nereye gittiğini de sorgulamanın zamanı çoktan geçti gibi geliyor. Bir işletmeden herkes para kapma yarışına giriyor sonra gecelik fiyat neden bu kadar yüksek diye yaygara koparıyoruz!..
Bakanın pek çok çelişkilerinden biri de, 2022’den bu yana Bakanlığın 4 bin 380 tesisi kapattığını ifade etmesiydi. Peki bir işletmeden sorumlu olmadığını söyleyen, kapatma yetkisini kimden alır acaba belirtebilir miydi? Ayrıca kendilerinden başka bu işletmeleri kimler kapatabilirdi?
Yine Bakan Ersoy, kendilerinin sorumluluğunu belirtirken, “İlgili bölgenin Cumhurbaşkanı kararnamesi ile turizm merkezi ilan edilmiş olduğunu buralarda sadece imar planları yapma yetkisi ile turizm amaçlı kamu arazilerinin tahsisi yetkisinin Bakanlığa verildiğini” söyledi.
Şayet sorumluluğunuz bu ikisi ise hallettiniz bitti demektir. O zaman da "Siz her denetimi imar planını gözden geçirmek ve tahsis yetkisinin usule uygun olup olmadığını görmek için mi gidiyorsunuz?" demezler mi?
Evet soru çok ama muhataplar maalesef ortada yok?!.
TEFEKKÜR
Kimdir o kim arsa-ı dünyâya geldi gitmedi
Kimdir o kim kasr-ı ömrün çarh viran etmedi
Fuzûlî
(Dünya arsasına, kim gelip de gitmedi?
Zaman, kimin ömür sarayını viran etmedi?)
.
Cülus ve cenaze!
7 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :6 Şubat 2025 22:12
Dünya hâli başka başkadır, kiminin yıldızı parlamaya başlar kiminin söner, kimi ağlar kimi güler, aynı gün kimi kabre girer kimi tahta çıkar...
330 sene önce de Osmanlı tahtında böyle bir değişim yaşanıyordu. Bir taraftan Sultan II. Ahmed Han için defin hazırlıkları sürerken bir taraftan da II. Mustafa Han’ın cülus merasimi (tahta çıkış) için hazırlıklar yapılıyordu...
6 Şubat 1695 Pazar sabahı Edirne Sarayı’nda Veziriazam Sürmeli Ali Paşa’nın başkanlığında Dîvân-ı Hümayûn henüz daha yeni toplandığı sırada Dârüssaâde Ağası İshak Ağa gelip vezirin kulağına eğilerek;
“Padişahımız (II. Ahmed Han) Hak rahmetine vardı” dedi. Veziriazam Ali Paşa, duyduğu bu haber karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Bunun üzerine Ali Paşa, durumu belli etmeden Divan'ı dağıttı.
Bu esnada II. Mustafa Han, Hazinedarbaşı Nezir Ağa aracılığıyla amcasının ölümünü öğrenmişti. Nezir Ağa gibi bazı kimselerin de desteğini alarak Hasoda’ya geçip “iç biat” törenini gerçekleştirdi.
Ardından da baltacılarla sadrazama haber göndererek Bâbüssaâde Ağası’na cülus hazırlığı için emir verdi.
II. Mustafa Han, hükümdar olduğu zaman henüz otuz bir yaşında bulunuyordu. Köprülüler'in haşmet ve kudret devrinde doğmuş, göz kamaştıran bir saltanatın nimetleri arasında büyümüş, yirmi üç yaşlarında iken babasının tahttan indirilmesi ile hapsedilmiş, sekiz yıldan beri de geleceğinin ne olacağı endişesine kapılmıştı.
Bu sırada Osmanlılar, Viyana bozgununu takiben dört düşman devlete karşı on iki yıldan beri savaşıyordu. Temeşvar tamamen kaybedilmiş, Venedikliler bütün Mora yarımadasını almışlar, Polonyalılar Podolya’yı, Ruslar Azak Kalesi ve çevresini istilâ etmişlerdi. Genç omuzları, ağır devlet sorumluluklarını taşıyabilecek miydi?..
II. Mustafa Han, tahta çıkar çıkmaz hızla düşündüklerini gerçekleştirmeye çalışırken daha önce Venediklilerin eline düşen Sakız adası o sırada geri alınmış, Kırım Tatarları’ndan Şahbaz Giray, Lehistan topraklarına girip Lemberg’e kadar ilerlemiş, çok sayıda esir ve ganimetle dönmüştü.
Mora’da Venediklilerin, Hersek cephesinde Osmanlı kuvvetlerinin etkili olduğu haberleri gelmişti. Özellikle Sakız’ın geri alınması uğurlu sayılmış ve Edirne’de büyük şenliklerle kutlanmıştı...
Yeni padişahın ilk düşüncesi, devletin kontrolünü kendi eline almaktı. Bunun için Dîvân-ı Hümayûn’un haftada dört gün çalışmasını emretti. Çünkü Divan, bir süredir düzenli olarak toplanamamıştı. Ayrıca devlet adamlarına, tıpkı ataları gibi bizzat ordunun başında sefere çıkma isteğini de bildirdi.
Bu sırada devlet adamlarından bazıları, uzun süren ve gerek devleti, gerekse halkı fazlasıyla yıpratan savaşa son vermek istiyorlardı...
"Vücudumu din uğruna feda ederim!"
Genç ve idealist bir kişiliğe sahip olan Padişah, barış planları kuranları hayal kırıklığına uğratacaktı. Hükümdarlığının ikinci günü (8 Şubat 1695), kendi el yazısı ile veziriazama hatt-ı hümayun gönderdi. Padişah şöyle demekteydi:
“Cenâbı Hak bu âciz, bu günahkâr kuluna bir cihan padişahlığı ihsan etti. Padişahların hangisi zevk ü safâya, kendi nefsinin rahatına düşmüş ise, eli altındaki memleketlerinin ve tebaasının huzuru ve rahatı kaçmıştır... Biz bugünden zevk ü sefayı ve rahatı kendimize haram kıldık! Pederimiz merhum Sultan Mehmed ve amcalarımız Sultan Süleyman ile Sultan Ahmed padişahlık vazifelerinde ihmal ve tekâsül gösterdiler. Bu yüzden düşmanlar devletimizin dört yanını sardı. Bunca Müslüman memleketleri istilâ edildi. Ehl-i İslâm’ın serveti yağma edildi ve kendileri kadınlarıyla, çocuklarıyla esir oldular... Düşmana karşı ceddim Sultan Süleyman (Kanuni) gibi kendim sefere çıkmaya kati niyet ettim. Sizler ki veziriazamım, vüzera, ulema, vükelâ ve ocak ağalarısınız, cümleniz bir yere gelüp bu hatt-ı hümayunumu okuyup düşününüz, gazaya gitmem mi makul, yoksa Edirne’de oturup kalmamız mı münasip? Din ve devlet ve halka hangisi faydalı, Allah için söyleşip doğruyu bana bildiriniz vesselâm!..”
Böylece II. Mustafa Han, İngiltere’nin de aracılığı ile o sırada gündeme gelen barışa karşı olduğunu da göstermiş oluyordu.
Bu hatt-ı hümayunu vezirler, kazaskerler ve devlet erkânı üç gün boyunca görüşüp değerlendirdiler. Sonunda Padişah’ın bizzat sefere gitmesi büyük masraflar gerektireceğinden, kendisinin bu sene Edirne’de kalarak Veziriazamın Serdar-ı Ekrem olarak tayin edilmesi hususuna karar verilip Padişah’a arz edildi. kararda şöyle deniliyordu:
“Padişahımızın savaşa gitmesi hazineye ağır yüktür. Hem de sefer zorlukları ile nazik vücuduna sıkıntı verecektir. Uygun olan veziriazam hazretlerinin serdar tayin edilip gönderilmesidir.”
Bunun üzerine Sultan II. Mustafa Han; “Bana ağırlık ve hazine lazım değil, yeri geldiğinde kuru ekmek yerim, vücudumu din uğruna feda ederim. Her türlü zorluğa sabrederim. Hizmet-i ibadullah tamama ermeyince seferden dönmem; elbette kendim giderim” diye cevap vererek, hazırlıkların yapılmasını emretti.
Bazı devlet erkânının karşı çıkmasına rağmen Avusturya üzerine çıktığı 1. Seferde, Lipve, Lügoş ve Şebeş Kaleleri fetholunarak Temeşvar’a kadar gelindi. (Aralık 1695)
II. Mustafa Han, Nisan 1696 yılında ikinci Sefer-i Hümâyuna çıktı ve Olaş Meydan Muharebesinde Avusturya Kralı Elektör yenildi ve kaçtı. Bu büyük zaferin ardından padişah tekrar Edirne’ye döndü.
Ancak II. Mustafa’nın katıldığı Üçüncü Avusturya Seferinde, Osmanlı ordusu Zenta’da ağır bir mağlubiyete uğradı. Diğer cephelerde de sıkıntıların devam etmesi yüzünden padişah Karlofça Antlaşması'nı yapmak zorunda kalacaktır...
Ne de çabuk unuttun!
Karlofça Antlaşmasının imzalanmasından sonra II. Mustafa Han 10 Eylül 1699'da Edirne’den İstanbul’a geldi.
Elçiler kalabalık maiyetleriyle İstanbul’a gelerek kendilerine tahsis edilen konak ve köşklerinde konakladılar. Bunlar için 1700 yılı ocak ayında Dîvân-ı Hümayûn'da kabul törenleri ve ziyafetler tertip edilerek elçilere hilatler giydirildi...
Bu arada bir de protokol skandalı yaşanacaktı. Fransız hükûmeti, ek anlaşmalarla Avusturya, Rusya ve Venedik’e tanınan ticari ayrıcalıklar verilmesinden rahatsız olmuştu.
Bunun kaldırılması veya kendilerine daha başka haklar tanınması için büyükelçisinden derhâl girişimlerde bulunmasını istemişti. Hükûmetinin verdiği talimat gereği arz odasında padişahın huzuruna çıkmaya hazırlanan Fransız elçi, teşrifatçıların bütün ısrarına rağmen meçini (ince ensiz sivri uçlu kılıç) belinden çözmemekte diretti.
Elçinin küstah tavırları üzerine kapı önünde ateşli tartışmalar yaşandı. Arz odasındaki padişah dışarıda tartışmaların olduğunu sezmişti. Sadrazam amcazade bir taraftan ortamı yatıştırmaya çalışırken bir taraftan da içeri girip durumu padişaha anlattı.
Elçinin bu küstah duruşuna Padişah'ın canı sıkılmıştı: “Edepsize bakınız! Daha dün yalvar yakar imdat dileniyorlardı. Ne de çabuk unuttular! Defedin gitsin!” buyurdu.
Bu emir üzerine elçiye giydirilmiş bulunan hil’at sırtından çıkarıldı. Hediyeleri kucağına verildi. Yaka paça sarayın dışına postalandı...
Utandırma beni!
Dokuz seneye yakın saltanat süren II. Mustafa Han, muktedir, gayretli, vatanperver, çalışkan ve değerli bir padişahtı... Hükümdarlığının ilk senelerinde gayret ve faaliyeti ile savaş talihini Osmanlı Devleti’nin lehine çevireceğine inanmıştı. Her ne kadar ilk zamanlarda bu düşüncesinde kararlı görünse de Zenta Muharebesinden sonra ümidi kırılmış ve zamanını Edirne’de geçirmiştir. II. Mustafa Han, ordusunun başında sefere çıkan son Osmanlı padişahı olmuştur...
Zor bir zamanda tahta çıkmıştı. Büyük idealleri vardı. Her türlü yükün altına girmeye hazırdı. Fakat aradığı vasıfta devlet adamlarını da yanında bulamadı. Zaman zaman yakarışlarında bu çaresizliğini görmek mümkündür. Şöyle ki:
Yâ Rab meded eyle kuluna iki cihanda
Çünkü bu me’âşimle (uğursuzluk) işim cümle yamândır
Aldı bu kadar halk-ı cihânun yükünü âh
İşte bu ma'âsî (günahlar) ile iş hayli dumândır
Yine padişahın şu yakarışı pek içten ve derindendir:
Rûz-ı mahşerde kusurum setr et ey Ferd-i ganî
Enbiya vü mürselîn içre hacîl etme beni
Zikr ü tevhîd ederim sıd-ı derûn ile seni
Enbiya vü mürselîn içre hacîl etme beni
“Yarabbi! Sen ganisin, zenginsin, mahşer gününde insanların toplandığı bir sırada benim kusurlarımı gösterme. Peygamberler arasında beni utandırma. Seni her zaman kalbimle zikrederim, anarım, ne olur beni utandırma...”
TEFEKKÜR
Devrân cefâ vü cevr ile etdi bugün cezâ
Budur ümîdüm eyleye rahmet yarın Hüdâ
.
ABD’nin gücü nereden geliyor?
14 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :13 Şubat 2025 22:22
Tarihte devletlerin ve imparatorlukların hemen hepsi, uzun süreli olmak isterler ve bunun için büyük gayret sarf ederler. İdarecileri iyi yetiştirmeye önem verirler. Devlet sistemini mükemmel kurmaya çalışırlar. Düşmanlarını zayıflatmaya ve mümkünse birkaç parçaya bölmeye gayret ederler. Onlar üzerinde büyük oyunlar kurarlar.
Düşmanlarının içlerine koydukları ajanlarla, gelişmelerden zamanında haberdar olur ve ona göre politikalar belirlerler. Nitekim Amerikalı siyaset adamı Henry Kissinger’a atfedilen şu söz çok manidardır: Amerika iki sebeple güçlüdür. Birincisi ülkesindeki vatan hainlerini bulur, öldürür. İkincisi de diğer ülkelerdeki vatan hainlerini bulur ve kullanır.
Bunun için devlet adamları, hâkimiyet kuracakları milletlerin özelliklerini çok iyi bilirler. Onları kendilerine bağlı kılacak, sempatilerini cezbedecek faaliyetleri hakkıyla yürütürler. Yeri geldiğinde tek bir hareketle bir milletin sempatisini kazanırlar.
Türk milletinin 17 Ağustos 1999 depreminde kendi idarecilerine karşı soğuk iken, ABD Başkanı Bill Clinton’un deprem bölgesini gezmesi, bir çocuğu kucağına alması, onun burnuyla oynamasına gülerek tepki vermesi bir anda kendisini milyonların gözdesi hâline getirmişti.
Fatih Sultan Mehmed, bir fermanı ile Bosnalıları kendisine meftun etmiş hatta on binlerce Bosnalının İslamiyet’le şereflenmesine vesile olmuştu. Osmanlılar dünyaca meşhur adaletleri ile bu sihirli uygulamayı bulmuşlar milletlerin kalplerini fethetmişlerdi.
Günümüzde Amerikan başkanlarının Ramazan-ı şerifte Müslüman önderlere iftar vermeleri de böyle bir geleneğin devamı gibidir.
Avrupalı krallar da Müslümanlara sıcak durmak onları tarafına çekmek için İslamiyet’le ilgili güzel cümleler kurarlar ve yeri geldikçe kendilerini överlerdi.
Tarihte bu siyasetin önde gelen simalarından biri de Napolyon’dur.
Napolyon Bonapart, 1798’de Mısır’ı işgale kalktığı zaman halkı yanına çekebilmek için bir bildiri yayınlamış ve şöyle demişti: “Buraya gasbedilmiş haklarınızı iade için geldim. Ben, Allah’a Mısır’ın başında olan Memlüklerden daha fazla inanıyorum. Hazreti Muhammed’e ve hayran olduğum Kur’ân-ı kerime büyük hürmet gösteriyorum.”
Öyle ki şu ifadeleri dolayısıyla İslam dünyasında Napolyon’un Müslüman olduğuna dair efsaneler de yayılmıştı.
Bu konuda en sinsi ve derinden çalışan ülke ise İngiltere’dir.
Hasmına en fazla dost görünen onlardır. Sizin için her güzel görünen düşüncelerinin ardında mutlaka bir hinlikleri vardır. Sizin için şifa gibi görünen projeleri öldürücü zehirdir.
İçeriden adamları satın almayı çok iyi becerirler. Evlilik yolları ile etkili ailelere hatta devletlere sızarlar. Ali Suavi öldüğü gün eşi belgeleri alıp İngiltere’ye gitmişti. Beşar Esad’ın hanımı Esma Esad da Birleşik Krallık vatandaşlığına sahipti.
Sultan Abdülaziz Han, İngiltere’yi ziyaret ettiğinde (13-23 Temmuz 1867) İngiliz kral ve kraliçesi bilhassa Veliaht Şehzade Murad’a büyük itibar göstermişlerdi.
Davetler birbirini takip ediyordu. Özellikle Murat Efendi’nin yalnız bulunduğu yemekler düzenleniyor, gezintilere çıkılıyordu. Bunun sebebi saraya sızmaktı. Fuad Paşa bu arzuya çabucak ram olmuştu. Bu sayede İngilizleri siyasi arenada her zaman kendi taraflarına çekebileceğini düşünüyordu.
Ancak Sultan Abdülaziz Han’ın “asla olmaz” sözü bütün girişimleri bitirecekti. İngilizlerin bu evlilikle ileride ne şeytani fikirler düşündüklerini ancak kendileri bilirdi.
Bir İngiliz istihbaratı projesi!
İngilizler Osmanlılarla akrabalık elde edemediler ama aradan 120 yıl geçtikten sonra bu defa geriye dönük bir evlilik projesi ile İslam dünyasını sarstılar.
Bilindiği üzere 1980 yılı sonrası Haçlı âlemi tarafından Orta Doğu ve Türkiye üzerinde yeni ve meş’um bir projenin devreye sokulduğu dönemdir. Ülkenin pek çok kurumu ve milyonlarca evladı, “dinler arası diyalog” denilen bu projenin gönüllü veya gönülsüz figüranı yapılmıştır. 2016 yılında ülkemizin işgaline kadar gidebilecek hadiselere sebebiyet veren bu proje, 36 yıl içinde nice tatbikatlarla güçlendirmeye çalışıldı. Kutlu Doğum Haftası, İstanbul Sözleşmesi, Türkçe Olimpiyatları hep bunun yansımaları idiler.
FETÖ okulları ile tüm dünya Müslümanlarını sarıp sarmalayan ahtapot gibi her hücreye sızan bir faaliyet ağı mevcuttu. İnsanımızın görmediği veya görmek istemediği o kadar çok koldan faaliyet yürütüyorlardı ki anlamak mümkün değildi.
Bunlardan biri de İngiltere’den devreye sokuldu. 1986 yılında Burke’s Peerage adıyla İngiliz Kraliyet Otoritesi tarafından kurulan bir kuruluş ortaya çıktı. Bu kuruluşa dayanak olan çalışmalar aslında 1820’li yıllara dayanıyordu ve muhtemelen istihbarat ürünüydü.
John Burke (ö.1848) isimli bir İrlandalı, daha çok edebî faaliyetleri ile tanınan birisi idi. Birdenbire kendisini soybilim çalışmalarına adadı. Oğlu Bernard Burke de avukat olduğu için onun elde ettiği verileri, bilhassa miras davaları için kullanıyor ve iyi para kazanıyorlardı.
Muhtemelen istihbaratın kullanacağı pek çok bilgi de bu vesile ile toplanmış oluyordu. Nitekim John Burke ilk olarak Büyük Britanya ve İrlanda’nın soylular sınıfının ilk şecere listelerini kitap olarak hazırladı ve yayınladı.
John Burke’un ölümünden sonra faaliyetlerini oğlu Bernard Burke (ö.1892) devam ettirdi. Bernard Burke avukat olmasına rağmen çok geçmeden farklı pozisyonlarda görülmeye başladı. 1853’de Ulster silah kralı olarak atandı. 1854’de şövalye ilan edildi ve devlet belgelerinin muhafızı tayin olundu. Bütün bu gelişmeler Burke’lerin istihbarat elemanı olduğunu net bir biçimde ortaya koyuyordu.
John Burke’un torunu (ö.1930) Farnham Burke de Garter Baş Arma kralı idi. Onun ölümünden sonra ise mülkiyet çeşitli kişilere geçecektir. John Burke’un eserleri ise zaman zaman değişiklikler yapılarak yenilenecektir. Bütün bu çalışmalar Burke’s Feerage (Asilzadelerin nesep kitabı) diye anılacaktır.
İşte 1986 yılında güya bu araştırmadan bir sonuç daha çıkarılarak İslam dünyası çalkalanacaktır. Konu tam da ılımlı İslam ve dinler arası diyalog çalışmalarına katkı yapacak kıvamdadır.
Güya Burke’s Peerage’den çıkarılan bir neticeye göre İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in (ö. 2022) soyu 43 kuşak geriye gidince Peygamberimize dayanıyordu. Bu iddialar “Al-Ousboue” adlı bir Fas gazetesinde gerçekmiş gibi yayınlandı ve büyük ses getirdi.
II. Elizabeth peygamber soyundanmış(!)
İddialara göre Zaida (ö.1107?) isimli Müslüman bir prenses vardı. Bu kişi, Sevilla Kralı Al-Mu’tamid ibn Abbad’ın dördüncü eşi idi. Sevilla, Murabıtlar tarafından alınınca Kastilya kralı VI. Alfonso’ya (ö. 1109) sığındı. Hıristiyan dinine geçti vaftiz adı olarak İsabel’i aldı. Alfonso’dan bir çocuğu oldu. İşte on birinci asırda buradan uzayan hikâye II. Elizabeth’e kadar uzandı.
Oysa hikâyenin başladığı anda dahi bilgiler birbirini hiçbir şekilde tutmuyordu. Zaida’nın el-Mu’tamid’in kızı olduğunu iddia edenler yanında, dördüncü eşi olduğunu söyleyenler de vardı. Mu’tamid’in gelini olduğunu ifade edip oğlu Ebu el-Memun’un hanımı diyenler de bulunuyordu. Kimine göre Alfonso’nun metresi kimine göre hanımı idi. İsabel ile karıştırıldığını söyleyip reddeden de çoktu. Bunlar Zaida’nın kendi ailesi içinde evlenmiş olduğunu kabul ediyordu. Sadece Zaida üzerinden o kadar çok çelişkili husus var ki onu dört yüz sene öncesine Hazreti Peygamber soyuna götürmek imkânsız olduğu gibi bin yıl sonrasına kadar ulaştırmak da kolay değildi. O dönemlerde bu iddiayı söyleyen ve yazan hiç olmamıştı. Dolayısıyla bu girişimin tamamen istihbarat kurgusu olduğu anlaşılıyordu.
Nitekim “Burke’s Peerage”in ilmi bir araştırma kuruluşu olmadığını ifade edenler ondaki bilgilerin güvenilmez olduğunu belirtiyorlar.
İlim adamları bu kuruluş için; “çok az editoryal endişesi vardı. Birçok hayalî Orta Çağ anekdotunu gerçekmiş gibi sundular ve haleflerine önemli miktarda hatalı veri bıraktılar” dediler.
Ünlü Oxford profesörü Edward A. Freeman ise Burke’s Peerage’nin doğruluğunu eleştirirken şöyle demişti:
“Birçok bilgi tamamen efsanevi haberlerden ibaret. Birçok durumda kasıtlı bir çalışma olduğu anlaşılıyor. Aradan yüzlerce sene geçtikten sonra böyle bir çalışma yapmak ve doğru neticelere ulaşmak zordur. Buna sadece bir kurgu olarak da bakılamaz. Başlangıcında kasıtlı ve çıkarcı bir yanlışlık olan kurgu olduğu anlaşılıyor.”
Gerçekten de 15 asırlık kayda geçmemiş bir soy bağını takip etmek imkânsızdır. Peki ciddi ilim adamlarının Burke’s Preerage’deki geriye doğru pek çok bilginin kurgu ürünü olup hatta kasıtlı bir çıkarcılık adına yapıldığını iddia ederken bunları sorgusuz ve sualsiz kim kabul etti diyeceksiniz.
O kişi yine İslam dünyasından çıkmıştı. El-Ezher’in kıdemli âlimler konseyi üyesi ve eski Mısır baş müftüsü Ali Gomaa idi. Ali Gomaa dinler arası diyaloğun da Mısırlı mimarlarındandı.
Türkiye’de FETÖ’yü anlamayan bazı Diyanet İşleri Başkanları, Fas’taki Taha Abdurrahman’ı ve Mısır’daki Ali Gomaa’yı ve daha nicelerini mi anlayacaklardı.
Dolayısıyla Kraliçe II. Elizabeth’in peygamber soyundan olduğu tezi, dinler arası diyalog gibi temelinden çürüktü ve ciddi hiçbir karşılık da bulmadı.
TEFEKKÜR
Derûnun pür-ma’ârif hem-nişînin merd-i ârif kıl
Açılma ey yüzü gül şahs-ı nâ-dâna kitâb-âsâ
Bâkî
(Dostunu âlimlerden seç, içini bilgi ile doldur!
Açılma, ey gül yüzlü, cahil kişiye kitap gibi).
..
Fatih Sultan Mehmed Han’a darbe!
21 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :20 Şubat 2025 22:02
Maalesef diziler eliyle tarihimizi ve tarihî şahsiyetlerimizi yalan yanlış kurgularla gözden düşürme ve itibarsızlaştırma furyası hız kesmeden devam ediyor.
Bu girişim, “Muhteşem Yüzyıl” dizisiyle başladı. Tarihimizin altın çağı olarak bilinen Kanuni Sultan Süleyman dönemi dört sezon boyunca ekranda kaldı. Avrupalıların dahi "Muhteşem Türk", "Büyük Türk" dedikleri bu yüce sultan devri, harem entrikaları arasında kaynadı gitti. Açıkçası bu duruma pek şaşırmadık zira çekenlerin maksadı belliydi...
Peşinden TRT’nin tarih dizileri başladı. Millet heyecanla onlara kilitlendi. Çok şeyler bekliyordu. Önce üç yıl devam eden dizi millete "keçiboynuzu" yedirdi. Kanlı sahneler dışında akılda kalan bir husus yoktu. Bilgilerin %90’ının tarihle ve Ertuğrul Gazi ile irtibatı yoktu. Onu, “Uyanış: Büyük Selçuklu”, “Barbaros” ve “Selahaddin Eyyubi” dizileri takip etti. Aynı yanlıştan bir türlü çıkamadılar.
Nihayet sıra cihangir padişah Fatih Sultan Mehmed Han’a geldi ve dizi “Mehmed: Fetihler Sultanı” ismiyle yayın hayatına girdi.
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki dizi yapımcılarının tek bir derdi ve tek bir gayesi var: Reyting ve Para... Zaten bu ikisi birbirinin ikiz kardeşi gibi. Biri diğerini tetikliyor.
Hedef bu olunca her yol mubah oluyor. Milleti gazlayacak replikler ve birkaç hamasi sahnenin ardından yürüsün entrikalar! Para ile satın aldıkları troller de nasıl olsa sosyal mecralarda reklamlarını bol bol yapacaklar.
“Yapmayın, etmeyin, tarihi çarpıtmayın” diyenlere de yedi yıldır klişe cevaplar hazır tabii. Şöyle ki:
“Bu dizi be kardeşim”... “Belgesel izlemiyoruz”... “Bunda elbette kurgu olacak”... “Beğenmedi isen izlemezsin”... “Şu kadar emeği görmezden gelemezsin”... “Ortada şöyle bozuk diziler varken buna kurban ol”!..
Aslında bu tip ifadeler merd-i kıptinin şecaat arz ederken sirkatini bildirmesi gibidir. Yalan ve iftiralarını kabulleniştir. Bir anlamda, “Evet haklısın, fakat kabul etmek zorundasın, beğenmezsen izlemezsin” demektir.
Peki o zaman bir başkası yarınlarda tarihimizi daha feci senaryolarla bozmaya kalkarsa ne diyeceğiz! O klişe sözler bunlar için de geçerli olacak mı?
Sen dizi yapıyorsun diye tarihî şahsiyetleri ve olayları tamamen çarpıtmak bir hak mı oluyor? O zaman RTÜK ve benzeri denetim kuruluşlarına ne gerek var!..
Para ve reyting uğruna!
Bu dizilerin sahipleri arada bir basının kültür sayfalarına demeçler verirler. " Şu kadar ülkeye dizimizi sattık, şu kadar para getirdik, tarihimizi kültürümüzü tanıttık" diye caka satarlar. Hangi tarihi ve hangi kültürü tanıttın sorusu ortada yoktur tabii. Dizinin satıldığı ülke sayısının çokluğu ve ortada dönen paranın miktarı onların üzerini çoktan örtmüştür. Zavallı, para ve reyting uğruna tarihini ve değerlerini sattığının farkında bile değildir!
İki asırdır kötülenen karalanan tarihimize doğru bir projektör tutmak onu hakiki veçhesiyle ortaya çıkarmak, gençlerimizde bir tarih şuuru ve bilinci oluşturmak hedefi ile yola çıkılsa o kadar güzel yol alınacaktı ki...
Maalesef onun hiçbir zaman farkına varamayacaklar. Bunlar şunu ıskalıyorlar: Doğru yoldan ilerleyen menzile varır...
Osmanlı doğru, dürüst, ihlaslı, samimi gayretli, dinine vatanına milletine aşk ile bağlı olduğu için büyüdü. Asırlara hükmetti. Bunu gösterseydiniz siz de büyürdünüz. Çektiğiniz entrikalar arasında unutulup gideceksiniz!
Evet devamlılığınız olmayacak. Yüce hünkârlarımıza iftiracılar olarak tarihe geçeceksiniz. "Tarihi bozan adamlar" olarak anılacaksınız. İşi bilen hemen herkes evlatlarına, “Oğlum bu dizileri izleme, atanı ecdadını kötüleyene prim verme” diyecektir.
Kazandığınız para bitecek reytinginiz son bulacak ama kaybettiğiniz itibar hiç geri gelmeyecektir. İnsanlar sizleri, büyük bir fırsatı yok ettiler diye anacaktır. Yarınlarda bu konuda çok daha ağır tenkitler alacaksınız.
Nitekim Fatih dizisi de daha İstanbul fethedilmeden tam bir entrikalar girdabına yuvarlandı. Son bir aydır güya İstanbul’un fethi çekiliyor. Fakat İstanbul’un fethi ile ilgili bir ayrıntı görmeniz imkânsız gibi.
Osmanlı tarafı Doğu Roma’ya son darbeyi vurmak için gelmiş değil sanki. Devlet adamları birbirinin kuyusunu kazıyor. Kadınlar birbirini yiyor! Askerler iki bölük olmuş birbirini kesiyor. Sultan Mehmed komutanlarının arasında aciz bir zavallı gibi oturuyor. Yanında Çandarlı hükümdar gibi höykürüyor. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor...
Öte yanda bin yıllık Doğu Roma’nın sonu gelmiş, şehrin düşmesine ramak kalmış, yıkılmaz denen surlar her gün deprem olur gibi sarsılıyor. Hâl böyle iken dizide hayat asude bir bahar ülkesi gibi devam ediyor. Ne bir kargaşa, ne bir endişe, ne entrika, ne birbirinin kuyusunu kazma senaryosu var!
“Fetihler Sultanı” dizisi çöp oldu!
“Mehmed: Fetihler Sultanı” dizisi şu hâliyle tükenmiş durumda. Tamamıyla tarihle hiç alakası olmayan bir zemine kaydırıldı. Bundan sonra da iflah olmaz. Bakınız dizi beş haftadır üç senaryo üzerinden yürüyor.
Birincisi Baltaoğlu Süleyman Paşa öldürüldü. Öldüren muhtemelen Çandarlı Halil Paşa idi. Fakat şüpheler Zağanos Paşa ile Bali Bey üzerine çekildi. İki taraf ve iki tarafın güçleri birbiri ile husumetle kapışıp duruyor. Beyin yakıcı repliklerle izleyicinin adrenali yükseltilmeye çalışılıyor. Genç padişah, sorumlunun ortaya çıkması için çırpınıp duruyor. Evet ortada bir ölü, şüpheler ve amansız bir mücadele var...
Peki gerçek ne: Baltaoğlu Süleyman Paşa öldürülmedi. Donanmanın başından azledilince bir askerî birliğe verildi. Fetihten sonra da uzun müddet gazalarda bulundu. Ne şekilde vefat ettiği hakkında kesin bir bilgi bulunmuyor.
İkinci önemli nokta, kadınlar arasında kıskançlıklar ve saray entrikaları! Senin çocuk tahta çıkacak yok benim çocuk çıkacak tartışmaları ve güç mücadelesi. Melek gibi bir Mara Hatun’a karşı hırslı ve ihtiraslı bir Bahar Hatun mücadelesi. Bir tek saç saça baş başa birbirlerini boğazlamadıkları kaldı.
Peki gerçek nedir: II. Murad Han vefat edince Sultan Mehmed, analığı Mara Hatun’u evlendirmek istedi. O bu teklifi kabul etmeyerek Serez’de bir manastıra çekildi. Kendisini kendi dinince ibadete adadı. Yani artık Edirne Sarayı’nda yaşamıyor. Dolayısıyla bütün bu kavgaların yaşanması imkânsız.
Üçüncü ana bozuk kurgu ise İstanbul’un ilk kadısı Hızır Bey ile alakalıdır. Hızır Bey aslen Eskişehir’in Sivrihisar kazasındandır. Bursa’da çok iyi bir medrese tahsili gördü. İlk olarak memleketine müderris olarak atandı. Uzun süre çeşitli medreselerde görev yaptıktan sonra kadılığa geçti. İnegöl’de kadılık yaptıktan sonra Edirne’de Üç Şerefeli Camii Medresesi’nde dersler vermek üzere müderrislik vazifesine yeniden döndüğünü görmekteyiz. Onun İstanbul’un ilk kadısı olması fetihten sonra gerçekleşmiştir...
Hâl böyle iken fetih sırasında baş kadı olarak görev yapması, hayalî olarak öldürülen Baltaoğlu’nun katilini araştırması, Fatih ile olan diyalogları, kavuğunu başından çıkarıp Fatih’e sunması, Fatih’in cevapları hemen hepsi hayalden öteye gitmemektedir.
Bu durumda Çandarlı’nın onu Fatih’in yanında küçümseyen ve aşağılayan tavırları padişaha yapılan en büyük hakarettir. Hâlbuki Fatih Sultan Mehmed bir kadıya attığı tokat sebebiyle Enderun’un parlak subaylarından ileride sadrazamlık yapacak olan Davut Paşa’ya idam cezası vermiş ve ilgililerin yoğun ricası üzerine affetmişti. Buna rağmen ona altı ay yatağından çıkamayacak bir dayağı da ihmal etmeyecektir.
Fatih’in huzurunda âlimler oturup münazara ederlerken, ilmiyeden olmayan vezirler ayakta dururdu. İlme ve ilim adamlarına böylesi büyük bir hürmet duyan Fatih’i bu şekilde göstermek ona layık görülen en büyük hakaretlerdendir!..
Milletin tepkisi para etmiyorsa tarihimizi mahveden bu dizilere karşı artık RTÜK’ün harekete geçmesini bekliyorum... Yoksa yarınlarda daha feci kurgularla geldiğinde söyleyecek sözümüz bulunmaz.
Fatih Sultan Mehmed Han ahirette, kendisini evlatlarına karşı böyle iftiralarla gösterenlerden mutlaka davacı olacaktır.
TEFEKKÜR
Gönül âyinedir sevmez gubârı
Götürmez câm-ı Cemşîd inkisârı
Niğbolulu Âhî
(Gönül aynadır, sevmez tozu gubarı
Götürmez Cemşîd’in kadehi kırılmayı.
.
İmsak vakti tartışmaları: Milletin orucu ile oynamayın!
28 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :27 Şubat 2025 22:59
13 Mayıs 2018 tarihli Cuma Divanı köşemde, “İslam Âlimlerinin Hassasiyeti” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Burdur M. A. Ersoy Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde görevli bir öğretim üyesi ile doktora talebesi (Tunahan Erdoğan-İsmail Karagözoğlu) ortak çalışmayla, “Bir eleştirinin eleştirisi: İmsak vakti tartışmaları”, (Dini Araştırmalar 25/63 (Aralık 2022), 477-500) adıyla bir makale kaleme alarak güya bana cevap vermişler.
15 Aralık 2022’de yayımlanan makaleden bir kısım dostlarımın ikazı üzerine haberdar oldum. Ramazan-ı şerif ayına girerken o makale üzerinden bir kez daha meseleyi izah etmek istiyorum.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki bu araştırmacılar sadece bana cevap vermek için çalışmaya koyulmuşlar. Bunu da her ne hikmetse makalenin tam dört yerinde ifade etmişler. Bunlar neden ve kimden çekiniyorlar anlamadım. Bir yerleri mi küstürmek istemiyorlar çözemedim. Bakın daha girişte şöyle demektedirler:
“Bu makale orucun başlangıç vaktinde yapılan değişikliğe Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil tarafından yöneltilen ve bazı takvim hazırlayıcıları tarafından da dile getirilen eleştirilerin tetkik, tahlil ve tenkidini konu edinmektedir” (sh. 477). Her ne hikmetse yazıda da farklı ifadelerle bunu üç defa daha yazmaya ihtiyaç duymuşlardır. (sh. 477, 482, 494)
Hâlbuki böylesine önemli ve bütün Müslümanları ilgilendiren bir mevzuda hakkın ortaya çıkması için araştırma yapılır. Bir üniversitede görevli iki akademisyenin bunu yapacak yerde, bir gazete makalesine tabiri caizse kollarını paçalarını sıvayıp çürütme girişimlerini manidar buldum.
Evet muhatabım olan Diyanet'ten birileri ve bilhassa tenkitte bulunduğum eski başkanlardan Prof. Dr. Mehmet Görmez benim yazıma varsa cevaplarını verebilirlerdi. Fakat onlar susarken bunlar avukat olarak mı tutuldular, anlamadım. Dolayısıyla bu araştırmacılar akademik anlayışlarını gözden geçirseler iyi olacak. Zira daha akademia usul ve metodundan habersizler...
Nitekim bu şekilde usulsüz bir tarzda araştırmaya başlarsanız pek çok çelişkiye düşecek farkına dahi varmayacaksınız. Bize saldırmak için çırpınırken vakitler konusunda yapılan hataları göremeyeceksiniz.
Zira böyle bir çalışma iki tarafın hangisi haklı diye ele alınır. Her iki tarafın gerekçeleri incelenerek doğru sonuca varılmaya çalışılır. Bir tarafı çürütmeye yönelik girişimler amigoluktan öte geçmez. Açıkçası bu iki araştırmacının tavrına bir İlahiyat fakültesindeki akademik anlayış açısından utandım doğrusu.
Bakınız bu beyefendiler yazıma cevap verirlerken şöyle demektedirler: “Söz konusu iddianın gerçeği yansıtıp yansıtmadığını tespit etmek için Hanefî fıkıh eserlerine müracaat ettiğimizde şu ifadelere rastlamaktayız...” Sonra da dipnot açarak şu açıklamayı yapmak lüzumunu hissediyorlar: “Hanefî fıkıh eserlerine müracaat etmemizin temel sebebi DİB’in söz konusu kararına eleştiri yöneltenlerin Hanefî mezhebine mensup olmalarından kaynaklanmaktadır.” (sh.484)
Ne demek bu? Yani biz Hanefi, Şafii, Maliki veya Hanbeli kaynaklarına bakmayacağız ama mademki bunu yazan Hanefi onlardan cevap verelim. Peki Mutezile, Şii, Mürcie Cebriye olsa ne diyeceklerdi bu efendiler? Orası belli değil. Diyanet hangi mezhebe göre verdi o zaman onu da soruşturup ona göre de bir araştırma yapsalardı güzel olurdu! Bu arada mezhepsiz pek çok zatın kaynağına atıf yaptıklarını da belirtelim.
Benimseme ilkesi!
İmsak vakti ile ilgili bizim bir gazete makalemizde derin kaynaklar arayan bu iki akademisyen konu diğer tarafa gelince basın açıklamalarından medet ummaktadırlar. Şöyle ki: “DİB’in basın açıklamasında her ne kadar XV. yüzyıldan itibaren uygulamanın -19 derece olduğu açıkça belirtilmemişse de 1949 yılında kurulan komisyonun söz konusu dereceyi kabul ettiği, fakat Başkanlığın, dinin kolaylaştırma ilkesi doğrultusunda 1982’den sonra -18 dereceyi benimsediği ifade edilmiştir.” (sh.491) Demek ki Diyanet'in benimsemesi bu beyefendiler için temel kaynaktır. Sihirli bir kolaylaştırma ve benimseme ilkesi onlara yetmektedir.
Bu aklıevvel iki ilahiyatçı altı ay bana cevap vermek ve Müslümanların ibadetinin bozulmasına sebep olmak için çalışmak yerine şu dinin kolaylaştırma ilkesi adına keşke ne haltlar yenildiğini araştırsalardı!.. Dinin kolaylaştırma ilkesi nedir, kimler tarafından ve nasıl takdir edilir, nerelerde, hangi hâllerde, nasıl ve kimler tarafından uygulanır önce bunu ortaya koysalardı. Tabii mezhepsizlerden alırlarsa her yol mubah oluyor. Yeter ki kolay olsun!
Zira aynı usulle ve kolaylaştırma diye diye Avrupa’daki namaz vakitlerini göz göre göre bozdular. Yatsı vakti girdiği hâlde gece geç saate kalmasın diye akşamdan sonraya sabitlediler. Hiçbir âlimin kabul etmeyeceği şekilde kolaylaştıran Diyanet, muteber olur mu olmaz mı? Diyanet karar verdi deyince bunlar için kaynak mı oluyor? Anlamak mümkün değil!
Yine bu araştırmacılar şöyle demektedir: “Şimşirgil’in Mısır, Suriye, kutsal topraklar ve tüm Osmanlı coğrafyasında XV. yüzyıldan 1982 tarihine kadar uygulamanın tümüyle -19 derece olarak gerçekleştiği iddiası 500 yıllık bir sürecin incelenmesini gerektirir ki, iddia sahibinin bu süreci delilleriyle ortaya koyması gerekmektedir." (sh.491)
İlim âleminde böyle bir delillendirme istenmesine doğrusu ilk defa rastlıyorum. Yahu kardeşim altı ay araştırmışsınız. Yanlış söylediğime dair bir delil bulamadınız mı? Daha evvelinde -18 derece olarak uygulanmıştı diye gösterseniz olmaz mıydı? Ben yüz yıldır kullanılan usulün evvelce de farklı olmayışını ifade ettim. Madem karşı çıkıyorsunuz bir örnek göstermeniz size düşer. İlmî tartışmanın şu en basit usulünü dahi bilmiyorsunuz!
İki araştırmacı Diyanet’in savunurken onların faaliyetlerine dair de bilgi vererek şöyle yazmışlar: “DİB yatsı namazı için 28, imsak vakti için 22 olmak üzere gözlemciler tarafından çıplak gözle toplam 50 adet gözlem yapıldığını… belirtmiştir. Ayrıca Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü ile insan gözüne endeksli aletlere dayalı yürütülen ortak bir gözleme göre de tespit edilen vakitlerin Başkanlığın takviminde gösterilen imsak vakitleri ile örtüştüğü bilgisi kaydedilmiştir." (sh.491)
Bu iki araştırmacı güya ilmî makale hazırlıyorlar. Benim fikirlerimi güya sağlam delillerle çürütüyorlar. Hazırladıkları araştırmayı da bir tebliğ ile sunup ciddi bir dergide yayınlıyorlar. Peki böylesine iddialı bir şekilde ortaya çıkarken çalışmanın aslına bakma gereği bile duymadan Diyanet’in internet sitesinden atıf yapılır mı hiç düşünmüyorlar?!. Bu kadar gayriciddi bir makale düşünemiyor insan. Zira aslına bakmış olsalardı gözlemlerin Diyanet'in imsaki ile uyumlu olmadığını göreceklerdi. Onları ciddi araştırmaya davet ediyorum. Dergi sahiplerini de böyle konularda makaleleri ciddi incelemeye davet ediyorum.
Önce boz sonra gerekçesini yaz!
Ben yazımda 1983 yılı başında alınan kararı, zamanın darbe yöneticileri ve onların emir eri gibi hareket eden Diyanet üst düzey görevlilerinin keyfî bir uygulaması diye ifade etmiştim. Nitekim onların o dönemki açıklamaları bunu gösteriyordu. Fakat bu iki araştırmacı temelden yazımı yıkmaya çalıştıklarından bunları hiç görmüyorlar. Hâlbuki kendileri de makalelerine açıklama yaparken bunu koymak zorunda kalmışlar. İşte Diyanet’in değişiklik yapıldığı dönemdeki açıklaması:
“DİYK’nın 21.01.1982 tarih ve 6 numaralı 'Namaz Vakitlerinde Temkin' kararı ve bir yıl sonra 1983 yılında yayınlanan takvim ile ilişkilendirilerek ortaya atıldığı anlaşılmaktadır. Oysa nasıl uygulandığından bağımsız olarak karar metnine bakıldığında söz konusu karar ile temkin süresinin tamamen kaldırılmadığı, imsak için güneşin -16 derecede bulunduğu vaktin esas alınmasına ve buna -4 dakika temkin süresi ilave edilmesine karar verildiği görülmektedir." (sh. 483)
.
Mehmed: Fetihler Sultanı dizisinde akılalmaz bir komplo!
7 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :7 Mart 2025 11:00
21 Şubat tarihli Cuma Divanı köşemde, “Fatih Sultan Mehmed Han’a Darbe” başlıklı bir yazı kaleme almış ve “Mehmed: Fetihler Sultanı” dizisi hakkında bazı yorumlarda bulunmuştum. Dizinin uzun bir süredir üç konu üzerinde yürüdüğünü ve maalesef üçünün de gerçeklerle hiçbir alakasının olmadığını an itibarıyla dizinin maalesef çöp olduğunu belirtmiştim.
Dizi yapımcıları muhtemelen benim bu eleştirilerimden fena rahatsız olmuşlar. Akla gelmeyecek bir komplo ile dizideki karakterlerden Çandarlı’yı konuşturarak, bana karşı ağır ithamlarda bulundular. Soyadıma atfen güya "şimşir ağacı" üzerinden başlattıkları saldırıda, bir daha hiç ağaç konusuna değinmeden en ağır hakaretleri arka arkaya sıraladılar.
Belki insanlar anlamaz diyerek de diziye entegre ettikleri o üç-beş dakikalık özel kısmı dizi biter bitmez üç buçuk milyon takipçili bir hesapta (VoW/voiceofworld) “Mehmed Fetihler Sultanı dizisini sert bir şekilde eleştiren Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’e diziden göndermeli cevap: Kel başa şimşir tarak” ifadesiyle paylaştırdılar. Dizinin tarih danışmanı olduğu ifade edilen bir şahıs da bu “X”i beğeni ve rt yaptı. Belli ki önceden kurgulanmış ve planlanmış bir komplo ile karşı karşıya kalmıştım!..
Açıkçası ilk başta TRT’nin böyle bir komploya müsaade edeceğine inanamadım. Uzun süre bir açıklama olur diye bekledim. Zira “VoW” hesabında açıkça benim hedef alındığım belirtiliyordu. Danışmanı da bunu paylaşıyordu. Ertesi gün akşama kadar TRT’den bir açıklama olmayınca ben de konuya cevabi bir video çektim.
On binlerce hesap, “özürdileTRT” hashtag'i ile TRT’yi açıklamaya ve özür dilemeye davet etti. TRT ise bu davetlere kulağını tıkadı. Görmezlikten geldi. Aslında görmez değildiler. Zira birtakım yüksek hesaplı arkadaşlar, dizinin yönetmenleri tarafından arandıklarını ve bana destek vermemesi konusunda ricacı olduklarını ifade ettiler.
Dolayısıyla komplonun aktörleri özür dilemek gibi bir erdem yerine ne olur bize vurmayın diye yalvarmayı seçmişlerdi. Buna rağmen “özürdileTRT” hashtag'i zirveye çıktı ve saatlerce gündemde kaldı.
Peki üzüntü verici olanı ne idi. Bendeniz Yeniçağ tarihi alanında 43 yıllık bir akademisyenim. Neredeyse kırk yıldır Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi tarihimizin en mümtaz şahsiyetlerini talebelerime ve konferanslarla millete anlatıyorum. Fatih Sultan Mehmed Han ile ilgi üç kitabım ve onlarca makalem var. Böyle bir dizi hakkında, konu hakkında fikir beyan edecek bugün üç beş kişiden biriyim. Dizinin oynandığı saatlerde ve sonrasında onlarca soruya muhatap oluyorum. Konuşmalarım ve yazılarımda dizileri tenkit yanında yol gösterici olmaya da çalışıyorum.
Kusura bakmayın ama “kardeş katli sırasında askerlerin ellerinde kılıçlar, saraya dalmaları merhum padişaha II. Murad Han’ın hanımını kucaktan kucağa alıp uzaklaştırmaları kabul edilecek bir durum mudur?" İstanbul kuşatması günlerinde yeniçerilerle akıncıları birbirine kırdırmak hangi aklın ürünüdür? Akıncı beyini cellat yapmak nasıl bir kurgudur? Fetihten nice sonra ölecek olan Süleyman Paşa’yı katlettirip katilini buldurmak için paşaları birbirine düşürmek nasıl bir tutumdur? Fetih sırasında hiç adı geçmeyen Hızır Bey’i baş kadı yapmak nasıl bir mantıktır? Nihayet Fatih Sultan Mehmed’in karşısında baş kadı rolündeki Hızır Bey’i süklüm püklüm ayakta konuşturmak ve Çandarlı’nın azarlamalarına maruz bırakmak hangi parlak dehanın(!) mahsulüdür? Bunlar Fatih’in ilme ve ilim adamına verdiği değerden de tam nasipsizdir maalesef.
Milletin kanalından millete ve tarihe suikast mı?
Benim bu açıklamalarımı dikkate alan TRT yönetiminin dizi yapımcılarına, “siz ne yapıyorsunuz arkadaşlar” demelerini beklerdim.
Onlar ise bunu yapmak yerine bana düzenlenen komplonun bir parçası olmayı yeğlediler! Yeğlediler diyorum çünkü on binlerce hesap “özürdileTRT” derken kör dilsiz ve sağır rolü oynadılar.
Sayın Cumhurbaşkanımız milletin kanalı olan TRT’yi milletinin hizmetine verdi. Milletin değerlerine sahip çıkmasını istedi. “Muhteşem Yüzyıl” rezalet dizisine karşı tarihî hakikatleri milletin evlatlarına öğretilmesini istedi.
TRT ise milletin kanalı olması gereken TRT’yi subliminal mesajlarla millete çevirdi. Hem de bunu bir tarih dizisinde yaptı ve maalesef beni daha da haklı çıkardı. 570 sene önce vefat etmiş birisi benim hakkımda bu sözleri nerede ve nasıl söyleyecekti?!. TRT gibi ciddi bir devlet kurumu böyle subliminal mesaj vermesini nasıl açıklayacak? TRT’yi bu konuda kim veya kimler nasıl yanılttı. Özür dileyip bunun takipçisi olacağını belirtmeli idiler.
Maalesef “Kutlu Doğum Tartışmaları"ndan ve "Kutlu Doğum Haftası"nın kaldırılmasından sonra, neredeyse her ay davet edildiğim, altı ay aralıksız daimî konuk olduğum, defalarca program yaptığım TRT bana sekiz yıldır ambargo uyguladı. Yoksa benden “Kutlu Doğum” adındaki bu FETÖ projesinin intikamı mı alınmak isteniyordu? Doğrusu insan buna bir ad bulamıyor.
TRT Müdürü M. Zahid Sobacı bir akademisyen. TRT’de kendisi hakkında ağır iftiralarla subliminal bir mesaj verilerek hakaretlere uğrasaydı nasıl tepki verirdi? Bir akademisyen olarak bu tip konularda eleştirinin, daha iyiye, daha güzele ve daha doğruya götüreceğini telkin etmesi gerekmez miydi?
Belki "hocam sen de çok ağır eleştiriyorsun" diyebilirler. Peki dizi başladığı günden beri yaptığım eleştirilerde bir tek haksız yönümü gösterebilirler mi?
Dizi danışmalarından tutun Türkiye’de ve dünyada istedikleri tarihçiyi karşıma çıkarsınlar TRT’de tartışalım. Benim söylediğim konularda tek bir haksız yönümü söyleyebilecekler mi?
İşte sıkıntı da burada başlıyor. Söyleyecek sözü olmayanlar, ilimle fikirle kendilerini ifade edemeyenler, komploya, subliminal mesajlara ve hakaretlere başvuruyor!
En kötüsü ise bir devlet kurumunun başında olma avantajını ve elinde tuttuğu güçleri kullanarak, hasmını hakaret ve iftiralarla milletin gözünden düşürmek için akılalmaz oyunlara başvuruyorlar.
Yazık ettiler!
Sayın TRT yöneticileri ve dizi yapımcıları! Özür dilemek büyük bir erdemdir. Yapılan bir hatadan dönmektir. Hakaret ettiğiniz bir şahıs ile helalleşmektir. Siz maalesef bu cesareti gösteremediniz. Belki de bu konuyu şu mübarek ramazan ayında ahirete havale ettiniz. Sizin tercihinizdir bir şey diyemem!
Fakat sizden şunu rica ediyorum: Sayın Cumhurbaşkanımızın milletin kanalı yaptığı TRT’yi subliminal mesajlarla millete karşı kullanmayınız! Milletin değerlerini onunla yok etmeyiniz.
Tarihimizin en değerli şahsiyetlerini bu şekilde iftiralarla yalan üzerine kurulu olarak göstermekle mi bu milletin evlatlarını yetiştireceğiz. Bu milletin evlatlarına tarih şuurunu ve bilincini böyle mi aşılayacağız.
Evlatlarımız dizide gösterilenlerden yüz soru çıkarsalar ve öğretmenlerine bu böyle mi diye sorsalar alacakları cevap, “hayır yanlış, öyle değil” olacaktır. Bu durumda Fatih dizisiyle kime ne verilmek istenmektedir. Açıklanabilir mi? Sadece reyting ve para kazanmak mıdır maksat. Maksat bu olunca tarihimizle istedikleri gibi oynamak uygun mu oluyor? Açıkçası Fatih sizin oyuncağınız mı oldu?
Ben beklerdim ki, Fatih Sultan Mehmed dizisi oynadığında bu ülkede yer yerinden oynasın. Gençlerimiz bu muhteşem sultanını layıkıyla tanısın! İstanbul fâtihini, peygamber efendimizin müjdesine nail olan hakanı, Doğu Roma’yı bitiren cihangiri, ilimde, sanatta, idarede, siyasette büyük deha sahibini, ahlakta örnek, cihad da büyük aşk sahibini hakkıyla öğrensin. Her bölümün akabinde ertesi gün okullarda hep o konuşulsun. Hocalar birkaç dakika onu değerlendirmeden derse başlamasın. Gönlüm böyle isterdi.
Olmadı ne yazık ki olmadı. Dizi, bırakın zirvede olmayı yerlerde süründü. Dönem bitmeden dizi onuncu on ikinci sıralara düştü. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. TRT’de “Diriliş Ertuğrul” başladığında beklentiler bu yöndeydi. Dizi uzun süre reyting rekorları kırdı. “Muhteşem Yüzyıl” dizisine inat, millet hakiki tarihini öğrenmek için uzun süre bekledi. Sonuç ise yıkımdı. Reyting sevdasıyla yıllarca uzatılan dizi, sonunda bayağı ve gereksiz senaryolara kurban gitti. Hafızalarda kalıcı bir iz bırakamadı. Kuruluş Osman, Barbaros, Selçuklu, hep aynı entrikaların kurbanı oldu. Nihayet Büyük Sultan Fatih dizisi de hepsinin üzerine tüy dikti.
Yazık ettiler. Evet çok yazık ettiler! Zira yeni ve hakiki bir Fatih, Kanuni ve Kuruluş dönemi Osmanlı dizileri çekmek için artık en azından 50 yıl beklemek gerekecektir.
TEFEKKÜR
Âlim dedi bir harika öğrenciydi
Şair dedi yer yer sözü bir inciydi
Sultan Mehmed adıyla andık onu biz
Tarih dedi fatihlerin en genciydi
.
Büyük tehlike!
14 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :13 Mart 2025 23:30
Bir kısım ilahiyat hocalarının “bana Kur’ân yeter” mantığı, sonunda gençliği deizmin pençesine düşürdü!.. Bunu ifade edenler bırakın gençlere İslam’ı sevdirmeyi başarmayı, kendileri İslam’dan kopup gittiler. Bunların yıllardır TV’lerde yaptıkları programlar sonucunda bilhassa dinî mevzularda herkes allame kesilmiştir. Bir âyet-i kerimeyi konuşurken sanki tefsir âlimi gibi bir havayla sunmaktadır. İnternette rastgele bir mealden aldığı âyet tercümelerini hemen paylaşmakta veya heva ve hevesine uygun düşen manayı yaymaya başlamaktadır.
Tam bir din cahili olan bazı kişilerin sosyal medyada yaptıkları yorumlar bazen milyonlarca kişi tarafından izlenebilmektedir. Bu ise onları daha da cüretkâr kılmaktadır. Cahil cesur olur fehvasınca kibri de artmakta Allah korusun hem kendilerini hem de kendilerini dinleyenleri felakete sürüklemektedirler.
Necmeddin Ömer Nesefî (v. 537/1142) fıkıh, tefsir, kelam ve hadis gibi pek çok alanda büyük bir İslam âlimidir. Karahanlılar döneminde Maverâünnehir bölgesinde yaşamıştır. "Akâidü’n-Nesefî" adlı eseriyle meşhurdur. Onun “et-Teysîr fi’t-Tefsîr” isimli eseri çok kıymetlidir.
Eserinin başında Kur’ân-ı kerimin tefsiri hakkında bilgi verirken şöyle demektedir:
Bir görüşe göre tefsir muhkemler, te’vil ise müteşâbihler için olur. Bir diğer görüşe göre ise tefsir ilmi halka, te’vil ilmi ise Hakk’a aittir. Hak Teâlâ, “Onun te’vilini ancak Allah bilir” (Âl-i İmran, 3/7) buyurmuştur. Bu, kıyametin ne zaman kopacağı, şartlarının ne zaman zuhur edeceği gibi Allah teâlânın müphem bıraktığı gayba dair konularda böyledir.
Âlimler tefsir ve te’vile girişmenin cevazı konusunda ihtilaf etmişlerdir. Bir grup, sahih bir nakil bulunmadıkça Kur’ân’ın hiçbir şey ile tefsiri caiz değildir demiştir. Bu grup Abdullah bin Abbas’ın Hazreti Peygamber aleyhisselamdan naklettikleri şu rivayete dayanırlar: “Kim Kur’ân hakkında re’yi ile konuşursa cehennemdeki yerine hazırlansın.”
Yine Hazreti Peygamber aleyhisselam “Kim Kur’ân hakkında re’yi ile konuşup da isabet dahi ederse, hata etmiş olur” buyurmuştur.
Hazreti Ebû Bekir’e Hak teâlânın “Meyveler ve otlaklar” (Abese, 80/31) âyetinin tefsiri sorulmuş o da “Eğer Allah’ın kitabı hakkında bilmediğim bir şey söylersem hangi gök beni gölgelendirir, hangi yer beni üzerinde taşır!” demiştir.
Peygamber aleyhisselamın “Kim Kur’ân’ı kendi re’yi ile tefsir ederse...” şeklindeki hadisinin manası, “Kim onu aklına geldiği şekilde yorumlar ve lafızlarının delaletini esas almaz ise, doğruyu bulmuş olsa bile delil konusunda hata etmiştir” şeklindedir.
Bu ifadelerden anlaşılmaktadır ki eline bir Kur’ân-ı kerim meali alıp kafasına göre yorumlamaya kalkanlar için çok büyük tehlike vardır. Bunları mutlaka Ehl-i sünnet âlimlerinin tefsirlerinden almalıdır.
Zira Mısır, Irak, Hicaz, Fas Arapçaları birbirine benzemiyor. Kur’ân-ı kerîm, bunlardan hangisinin dili ile açıklanacak? Kur’ân-ı kerimi anlamak için, şimdiki Arapçayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur’ân-ı kerimi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlayan, İslam âlimlerinin yazmış oldukları tefsirlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercümeleri okuyan gençler, Kur’ân-ı kerimi, mitolojik hikâyeler, lüzumsuz, faydasız düşünceler, bayağı sözler sanır! Kur’ân’dan, İslam’dan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur’ân tercümelerini sürerek, "öz Türkçe Kur’ân okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur’ân’ı okumayınız" demek, Müslüman yavrularının, şehit evlatlarının dinsiz yetişmesini isteyen İslam düşmanlarının, zındıkların yeni bir taktiği ve hilesidir. Cenab-ı Hak onların bu fitnelerinden Müslümanları muhafaza eylesin.
Rabbime sığınırım!
İstiâze, kötülüklerden Allahü tealaya sığınıp O’ndan yardım isteme anlamında bir terimdir. Kur’ân-ı kerîmde istiâze Allah lafzı ile yedi, Rab ile sekiz, Rahmân ismi ve cin kelimesiyle birer defa olmak üzere on yedi âyette geçmektedir.
Kıraat imamlarının ve fakihlerin çoğuna göre istiâze cümlesi, “Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm”dir (Müsned, VI, 394). Necmeddin en-Nesefî hazretleri tefsirinde, Kur’ân-ı azîmü’ş-şânı okumaya başlamadan önce söylediğimiz “Kovulmuş̧ şeytandan Allah’a sığınırım” cümlesini şöyle anlatmaktadır:
İstiâze kelimesi Allah’a yakınlaşmış olanların vesilesi, havf ehlinin korunağı, günahkârların sığınağı, kaçanların dönüş yeri, muhabbet ehlinin hoşnutluk hâlidir. Bu, Allahü teâlânın “Kur’ân okuduğun zaman kovulmuş̧ şeytandan Allah’a sığın” (en-Nahl 16/98) âyetindeki emrine imtisal edip sarılmaktır.
E'ûzü ifadesinin manası “sığınırım, iltica ederim” şeklindedir. Kimileri bunun manasının “korunma talep ederim”, kimileri “yardım dilerim”, kimileri de “imdat dilerim” şeklinde olduğunu söylemiştir.
E'ûzü kelimesi, bazı âlimlere göre “güç-kuvvet sahibi olandan koruma talep etmek” bazı âlimlere göre ise “huşû içerisinde yardım talep etmek” anlamına gelir.
Kişinin E'ûzü demesi, kendi fiiline dair bir bildirim olup Allahü teâlânın fazl u keremini istemek şeklinde değerlendirilir. Anlamı “Beni koru ey Rabbim!” şeklindedir. Benzer şekilde kişinin “Allah’ın mağfiretini dilerim” anlamında Estağfirullah demesi de “Beni bağışla ey Rabbim!” manasındadır…
Bazı inkârcılar şöyle demişlerdir: “Siz Hazreti Peygamber’in ‘Şeytan, içerisinde Kur’ân okunan evden kaçar’ şeklindeki hadisini rivayet ediyorsunuz, bu durumda şeytandan Allah’a sığınmaya ne hacet var ki?” Biz de deriz ki buna pek çok açıdan cevap verilebilir.
Birincisi, istiâze bize ibadet kastıyla emredilmiştir. Bu yüzden de böyle bir gerekçe ile emri yerine getirmemek söz konusu olmaz.
İkincisi, bu vaat Kur’ân’ı okuyan ve onunla amel eden kimse için söz konusudur. Nitekim Hazreti Peygamber aleyhisselam, “Eğer Kur’ân seni alıkoymuyorsa o zaman sen okuyucu değilsin” buyurmuştur. Kişinin Kur’an ile amel etmesinde daima eksiklikler söz konusu olur. Bu yüzden de hadiste vadedilen şeye nail olduğundan emin olamaz, Allah’tan korunma talep etmekten müstağni kalamaz.
Üçüncüsü, şeytan onu bu kararlılıktan yani Kur’ân okumaya başlamaktan vazgeçirmeye çalışır, insan da istiâze ile şeytanı defeder. Şeytanın insanın hâlini ifsat etmek için en çok çaba gösterdiği an, onun Rahman ile mükâlemeye (konuşmaya) yöneldiği andır. Bu itibarla insan derhal istiâze okuyarak onun şerrini defetmeye çalışır.
Dördüncüsü, istiâzeden maksat, Cafer es-Sâdık’ın şu sözünde ifade ettiği husustur: “Sığınmak, Kur’ân okumayı tazim etmek üzere ağzın yalandan, gıybetten, iftiradan temizlenmesi ya da Kur’ân-ı kerim vasıtasıyla Allah ile konuşmak için izin talep etmektir.”
Kulluğun tamamlanması!
Ömer Nesefi hazretleri tefsirinde inkârcı kimselerin yoldan çıkarma taktiklerine de tek tek cevap verir. Ona göre bazıları şöyle derler: “Madem Kur’ân okurken Allah’a sığınıyorsunuz, o zaman neden hata, unutma ve isyan hâline düşerek imtihan edilme söz konusu oluyor?”
Buna şöyle cevap veririz: Allahü tealaya sığınıldığı zaman Allah’ın kişiyi koruması, kulun takvâ, tezekkür yani Allah’ı hatırlama, zikretme ve basiret üzere olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, “Şüphe yok ki takvâ sahipleri, kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman tezekkür ederler sonra hemen basiret sahibi olurlar” (el-A'râf 7/201) buyurmuştur. Bu şartları ihlal eden kimse söz konusu vaade nail olamaz.
Yine şöyle demişlerdir: “Şeytandan Allah’a sığınmakta Allah’tan başkasından duyulan korkunun açığa vurulması söz konusudur, oysa bu, kulluğu ihlal eder!” Buna cevaben deriz ki: Düşmanı düşman bellemek muhabbetin tahkikidir, Allah’tan başkasından firar edip Allah’a sığınmak kulluğun tamamlanmasıdır. Allah’ın emrine sıkıca sarılmak, O’na itaat takdim etmektir. Allah’tan korkmayandan korkmak meskeneti (acziyeti) izhar etmektir, Allah’a sığınmak O’nun lütfuna el açmayı pekiştirmektir.
Yine istiâze, kişinin sütün kuvvet ve kudret iddiasından vazgeçip teberri etmesi demektir. Buna göre istiâze okuyan kimse sanki şöyle demiş olmaktadır: “Şeytan kendi aslına ve fiillerine bakıp ona göre hareket ettiği için helak oldu, ben de onun gibi olmaktan teberri edip uzak durup Allahü tealaya sığınıyorum.”
Nihayet istiâze hürmetkâr olmaktır, nitekim Allah hürmetkâr olanları sever. Nasıl bir baba, evladının kendisine karşı hürmetkâr olmasını isterse Allah da kulunun kendisine karşı hürmetkâr olmasını ister.
TEFEKKÜR
“Yâ Rab hemîşe et lutfunu reh-nümâ mana
Gösterme ol tarîki ki gitmez sana mana
Fuzûli
(Ya Rabbi lütfunu her zaman bana yol gösterici kıl.
Sana ulaşmayan yolu bana gösterme.)
.
Ah etme zamanı geçmeden!
21 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :20 Mart 2025 22:53
Ramazan-ı şerif ayı evliya ve ebrar için keramettir. Bazılarına göre Şehr-i Ramazan sadırdaki kalp, insanlar arasında peygamber, şehirler içinde Harem-i Şerif gibidir. Deccal’in Harem-i Şerife girmesi yasaktır. Ramazan-ı şerifte şeytanlar tutukludur! Peygamberler günahkârlara şefaatçi olduğu gibi, Şehr-i Ramazan da oruçlulara şefaatçidir. Kalp marifet nuru ve imanla süslü olduğu gibi, Şehr-i Ramazan da Kur’ân-ı Kerim okumanın nuru ile süslenmiştir. Şehr-i Ramazan’da mağfireti kazanamayan diğer ayların hangisinde mağfiret olunur? Bunun için kul, tövbe kapıları kapanmadan tövbe etmeli, Hakk’a inabe ve dönme zamanı geçmeden inabe etmeli ve dönmelidir. Ağlama ve ah etme zamanı geçmeden ağlamalı, Allah korkusu ile gözyaşı dökmelidir. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kim inanarak ve önemini anlayarak ramazan orucunu tutarsa geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: İnsanoğlunun oruç hariç her ameli kendisi içindir. O sırf benim içindir ve mükafatını da yalnız ben veririm.”
Peygamber Efendimizin ramazan ayının faziletini bildiren daha pek çok hadis-i şerifi vardır. Bu itibarla Müslümanlar asırlardır Ramazan-ı şerifi en güzel bir şekilde ihya etmek için sanki birbirleri ile yarışmışlardır. Müslüman beldelerinde hayat Ramazan-ı şerif ayı, en güzel şekilde değerlendirmek için dizayn edilmiştir. Elbette ki hayatın bu dizaynında en önemli husus Rabbe kulluktur, boyun bükmektir, acziyetini göstermek ve rızasını elde etmektir.
Bu itibarla Osmanlı toplumunda Ramazan-ı şerif ayında hayat gündüz ve gece dolu dolu geçerdi. Gündüz vakitlerinde tekke ve türbe ziyaretleri, camilerdeki vaazlar, mukabeleler, iftar ve sahur hazırlıklarıyla geçmekteydi. Geceler ise akşam iftarın yapılması ardından bir taraftan dolup taşan camilerde yatsı ve teravih namazları diğer yandan selatin camileri avlularında açılan ramazan sergileri, çocuklar için şenlikler, kahvehanelerde sohbetler, yine dergâh ve türbe ziyaretleri, son derece canlı dinamik sosyal, ekonomik ve kültürel bir hayata sahne olmaktaydı.
Bütün bunlarla birlikte ramazan, iftar ziyafetleri, sahur yemekleri, Hırka- i Şerif ziyareti, Kadir alayı, Kadir gecesi, Bayram alayı ve kutlamaları gibi çok sayıda faaliyete ev sahipliği yapması bakımından dinî, sosyal ve kültürel hayatı olabildiğince zenginleştirmekteydi.
Maalesef cumhuriyet döneminde bu bütünlük gitgide artarak bozulmuştur. Bilhassa medresenin yerini tutması gereken ilahiyatlar toplumla bütünleşememiştir. Ramazan ayına ait güzellikleri anlatması ve bu hayatı özendirmesi beklenen bazı hocalar, TV’lerde ramazan ayında yaşanması gereken ibadetleri tartışmaktan başka iş yapmamaktadırlar.
Bid’at ehlinin hazımsızlığı!
Bid’at ehilleri sadece ramazana değil bütün mübarek günlerdeki ibadetlere savaş açmış gibi çalışmaktadırlar. Bir kısım hocalar kandil günlerinde ve ramazan ayında ibadetleri anlatırlarken, TV’lerde fazlasıyla yer verilen bir kısım hocalar ise bunları bid’at diyerek karşı çıkmaktadırlar. Bunların Mevlid okunmasına dahi tahammülleri yoktur. Her ibadete bid’at diyerek karşı çıkmaktadırlar.
Bu tip hocalar yıllardır teravih namazını dahi tartışma konusu yapmaktadırlar. Geçenlerde bu hocalardan Nurettin Yıldız, “Osmanlı Devleti iki rekatlı bir teravih namazı yüzünden yıkıldı” diyecek kadar hazımsızlığını ifade etmiştir.
Bu nasıl bir Osmanlı düşmanlığıdır? Geleneksel İslam’a karşı nasıl bir tavır takınmaktır. Elbette Şam’a gidip İbni Teymiye’nin kabrini ziyaret ederek methiyeler düzmek kendisinin nasıl bir fikriyatla beslendiğinin işaretidir. Fakat İngilizlerin asırlarca İslam düşmanlığını görmeyip, “Osmanlıyı iki rekatlı bir teravih namazı yıktı” hezeyanı elbette bunların peşinden gidenlerin gözlerini açmalıdır.
Yine günümüzde, geçmişte Diyanet İşleri Başkanlığı yapmış bazı hocalar âyetlere yeni manalar vermeye çalışırken, bugün Diyanet’in üst düzey kadrosunda yer alan bazıları ise, “aklıma uymayan âyetleri reddederim” diyerek dinde onulmaz yaralar açmaktan geri durmamaktadır.
Yıllardır yürütülen mezhep, âlim ve tasavvuf erbabı düşmanlığı, bu hocaları sonunda peygamber ve âyet düşmanlığına kadar götürmüştür. Yıllardır bu bid’at ehli hocaların kıskacında kalan gençlerimiz arasında ciddi oranda "deizm" patlaması görünmeye başlamıştır. Bunların imam hatip okullarında çokça görülmesi ayrıca manidardır.
Bir kısım ilahiyat ve imam hatip hocalarının İslam’ı öğretmek ve yaşamaya sevk etmek yerine devamlı bir şekilde dini ve dinî değerleri tartıştırmanın götüreceği nokta elbette farklı olmayacaktır.
Bu inkârcılar bir taraftan İslami değerleri yozlaştırmaya çalışırken diğer taraftan toplumun gittikçe dağılmasını da ağızlarına pelesenk kabul ettikleri cemaatlere yüklemekten başka bir iş yapmamaktadırlar. Oysa İslamı ve İslami değerleri tartışmaktan başka iş görmeyen Diyanet ve ilahiyat hocalarının toplumumuza ve gençlerimize ne kazandırdıkları ve neleri kaybettirdikleri artık tartışma konusu yapılmalıdır. Bilhassa şu ramazan ayında TV’lere çıkanların Ramazan-ı şerifin manevi atmosferine ne kattığı değerlendirilmelidir.
Ramazanda tekkelerin rolü!
Osmanlı döneminde Ramazan-ı şerifte yükselen uhrevi hayata saray, toplum, medrese dergâh her biri ayrı bir şekilde katkıda bulunurdu. Bilhassa tekkeler ve tekke şeyhleri dinî hayatın en yüksek düzeyde temsilcisi ve teşvikçisi idiler.
Ramazanın coşkun manevi ikliminin Müslüman toplumu bütün kesimleriyle sarması, bu ayı hakkıyla ihya etmek isteyen kitleleri dinî, manevi ve batıni bir kuvveye sahip olduğuna inanılan tekke ve zaviyelere doğru sevk ederdi.
Zira Ramazan-ı şerif sûfiler için sohbet, ayin, zikir, dua, mukabele, i’tikaf, ziyaret gibi ibadetlerin en yoğun olarak yaşandığı tam bir ibadet ayıydı. Bu ayda tutulan oruç, sûfiler için zahir ve batını kontrol altına almak, nefsi yeme içmeden, geçim ve aşırı derecede dünya derdine düşmekten sakındırmak, bütün azaları günahlardan alıkoymak bakımından önemliydi. Yine sûfilere göre üç çeşit oruç olup bunlar; ümidi azaltarak ruhun, heva ve hevesin tersine hareket ederek aklın, yemek ve haramdan sakınarak da nefsin orucuydu...
Aziz Mahmud Hüdai hazretleri (v.1628), Belgradlı Münirî Efendi’ye yazdığı mektubunda “himmet-i kâmil müyesser olması için talibin...” yapması gereken istiğfar, zikir ve namazların miktarını ayrı ayrı belirttikten sonra tarikat ehlinin recep, şaban ve ramazan ayları ile şevvalin altı günü oruçlu olmasının önemini özellikle belirtmiştir.
Farklı dönemlerde yaşamış büyük sûfî şeyhlerince yapılan bu tarif ve izahlar ramazan ayının onlar nezdindeki anlam ve mahiyetini açıkça ortaya koymaktaydı.
Osmanlı Devleti’nde sûfîlerin merkezleri olan tekke ve zaviyeler, devlet ve toplum nezdinde teşkilatlı yapıları, dinî ve manevi nüfuzları, icra ettikleri görev ve sorumluluklar nedeniyle son derece önemli ve itibarlı bir konuma ulaşmışlardır.
Bu durumun meydana gelmesinde mübarek Ramazan-ı şerif ayının ve diğer dinî günlerin etkisi büyük olmuştu. Ramazanlarda tekke ve dergâhların kapıları başta ihvan olmak üzere halka da açılırdı. Şeyhler dergâhlardaki görevleri dışında cami ve mescitlerde de bu ay boyunca vaizlik, hatiplik ve ders verme gibi görevleri de üstlenirdi. Bu hâl tekkeden camiye doğru ilişkilerin yoğunluğunu artırırdı.
Ramazan boyunca özellikle teravih namazları için cami ve mescitlerin dolup taşması sûfîlere irşat vazifesi yanında tarikatların sosyal ağlarını genişletmeleri konusunda önemli fırsatlar sunardı.
Dolayısıyla ramazan ayı boyunca tekke ve dergâhlara halk da büyük oranda iştirak ederdi. İftar yemeğinden sonra yapılan sohbetler büyük bir alaka ile dinlenirdi. Akabinde cemaatle kılınan teravih namazı ve bu sırada yapılan zikirler manevi atmosferi zirveye taşırdı. Bilhassa gençler ve çocuklar bu atmosferden oldukça etkilenir ve âdeta taze bir hayat bulmuş gibi olurlardı.
Devlet adamlarının da bu iftarlara katıldığı çok olurdu. Böylece tekke ve zaviyeler Ramazan-ı şerifte dervişlerin halkın ve devlet adamlarının kaynaştığı mekânlar olmuştur.
Bu durum tarikatın mesajının toplumun bütün kesimlerine ulaştırılması bakımından da eşsiz bir fırsat oluyordu. Gecenin sonunda yapılan uzun duanın ise devlet ve toplumun tarikatlara yükleyegeldiği tarihî misyonu göstermesi bakımından önemlidir. Zira bütün bir millet can u gönülden padişahın sıhhati, dîn-i İslâm’ın selameti, idarecilerin şer-i şerife bağlı kalmaları, İslam askerinin her zaman galip ve muzaffer olması, bütün Müslümanların ve hacıların karada ve denizde selametleri için de dualar yapılırken "âmin" sadaları da sanki bütün vatanı sarmış gibi olurdu...
TEFEKKÜR
Rükn-i İslam'ın biri ey nîk-nâm
Oldu rükn-i rûze-i şehr-i siyâm
Nahifî
(Ey iyi kimse, İslâm'ın şartlarından biri de ramazan orucu oldu.)
.
Belediyecilikte sistemin çöküşü!
28 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :27 Mart 2025 23:10
Osmanlı Devleti’nde bugünkü belediye başkanının görevleri de kadıya aitti. Kadı ise devletin en önemli görevlisi idi. Adaleti sağlayan kadılardı. Osmanlıya adil devlet vasfını kazandıranların başında onlar gelirdi.
Onlar yanlış yaparlarsa, “adalet kalmadı” diye insanlar şikâyete başlarlardı.
Kadı bulunduğu yerde en fazla iki yıl görev yapardı. Bu durum da yolsuzluk ve usulsüzlüklerin önünü kesmekte önemli bir engeldi.
Hata ve usulsüzlüğü ortaya çıkarsa derhâl görevinden azledilirdi. Kendisini koruyacak, geri dönmesini sağlayacak siyasi bir grup yoktu. Şayet yolsuzluk yapacak olsa; değil korunması millet azli için seferber olurdu!..
Son dönemlerde ülkemizde belediyelerde korkunç bir savurganlık ortaya çıktı. Bunun arkasından usulsüzlükler, yolsuzluklar, rüşvet, iltimas, adam kayırmacılık aldı başını gitti. İşleri başından aşan mahkemeler bir de bunlarla uğraşmak zorunda kalıyorlar.
Nitekim Türkiye’nin son on gündür yaşadıkları bu yolun sonuna gelindiğini artık gösteriyor. Bu devranın böyle sürmeyeceğini işaret ediyor.
İBB Başkanı İmamoğlu göreve geldiğinde iş adamı bir dostum belediyede dönen rüşvet çarklarının nasıl yürüdüğünü anlatmış ve “öyle ustaca yürütüyorlar ki aklım durdu” demişti. Mutlaka bu konuda birilerinin şikâyetleri çok olmuştur.
Fakat İmamoğlu’nun ikinci kez seçilmesinin ardından öyle bir tablo ortaya çıktı ki dudak uçuklatacak cinsten.
560 milyar liralık bir yolsuzluktan söz ediliyor. Alınan nice kredilerin buhar olup uçtuğu görülüyor. Bütün bu akıl almaz vurgun ve yolsuzluk son yılın bilançosu. Geriye dönük gerek İBB Başkanlığı ve gerekse Beylikdüzü Belediye Başkanlığı dönemlerinde neler oldu denilse mutlaka ortaya o korkunç rakamlar yine çıkacaktır.
Zira gerek Beylikdüzü ve gerekse İBB Başkanlığı döneminde ilçe ve şehir halkı hizmet adına çivi çakılmadığının farkındadır.
İnsan onun yerine gelecek başkana Allah kolaylık ve sabır versin demekten kendini alamayacaktır.
Şuraya yazabilirsiniz. İnsanlar yarınlarda ya hiçbir hizmet alamayacaklar veya çalışanlar maaş yerine nasihat dinleyeceklerdir. O kredi borçları yarınlarda istenmeyecek mi sanıyorsunuz? Bütün bu yolsuzluklara anında müdahale etmemek Türkiye’nin geleceğini ipotek altına aldırmaktır.
Bu durumda son yıllarda uygulanan ve hiçbir sıkıntısını görmediğimiz kayyım idaresinin mevcut belediyeciliğin yerini almasının vakti geldi diyebiliriz. Partilerin rant kapısına dönüşen, adam kayırmacılığın zirve yaptığı, her el değişikliğinde zulümlerin yaşandığı, yolsuzluğa, rüşvete ve hatta soyguna dönüşen bu belediyecilik sistemi son bulmalıdır.
Van’ı, Diyarbakır’ı mükemmel idare eden kayyım sistemi tüm şehirlerimizde yerini almalıdır. Aksi hâlde Türkiye’yi talan eden dönemlere yelken açacağız gibi durmaktadır. Neden?
Daha vahimi!
Evet birileri yolsuzluğa rüşvete bulaşabilir. Yargı mekanizması bunun hesabını soracaktır. Peki bunu önlemek için gençlerin sokağa çıkmalarına ne diyeceksiniz!
Bu gençler yarınlarda hangi değerleri savunacaklar. Hırsızlığa, arsızlığa, görev ve yetkilerini kötüye kullananlara sahip çıkmanın erdeminden mi bahsedecekler!..
Gençliğin şu tablosu üzerinde çok iyi düşünmek ve değerlendirme yapmak gerekir. Güya yüzyıldır, düşünen, araştıran mukayese yapan bilgi çağının zirvesinde yaşayan gençlik diye övündüğümüz nesillerimiz nasıl bir savrulmanın eşiğinde görelim artık...
Peki ya öğretmenler! Dersleri boykot eden talebeleri boykota ve izinsiz yürüyüşlere teşvik eden öğretmenlere ne söylenecek? Geleceğin ahlaklı gençlerini bunlar mı yetiştirecek? Artık herkes hırsızına, düzenbazına, sahtekârına sahip çıkmaya mı başlayacak. Gelen giden devleti soymaya mı çalışacak. Efendim henüz kesinleşen bir durum yok mu diyorsunuz!
Öyleyse yargıyı bekleyip neticeyi görelim. "Hak eden cezasını çeksin veya aklansın görevinin başına dönsün" demekten başka ne denir. Böylesi girişimler yargıyı etki altına almaktan hataların üstünü örtmeye çalışmaktan, soygun düzeni devam etsin demekten başka ne işe yarar?
Ana muhalefet partisinin tavrı ise içler acısı. Yargıya yapılan şikâyetler tamamen kendilerinden geliyor. Belli ki belediyelerde yolsuzluğa karşı çıkan böyle bir uygulamanın içerisinde bulunmaktan rahatsız olan üyeler var. Buna paylaşım kavgası da diyebilirsiniz. Açıkçası ben konuya öyle bakmıyorum. Böylesine tehdit ortamında korkmadan çekinmeden konuyu yargıya taşıyanları tebrik ediyorum.
Öyle sanıyorum ki bu şikâyetler yargıdan önce CHP merkezine mutlaka iletilmiştir. Çözüm bulunmaması, es geçilmesi ve hatta belki tehdit edilmeleri karşısında bu yürekli insanlar konuyu yargıya taşımışlardır.
Hâl böyle iken CHP idaresinin iktidar partisini suçlaması, kitleleri sokağa dökmeye çalışması ve yerli ve millî şirketlere boykot çağrısı yapması akılalmaz bir tutumdur. Tamamen suçüstü yakalanmanın dışa vurumu gibidir.
Nitekim Özgür Özel ülkesini yabancılara şikâyet edecek ve onlardan, Türkiye’ye yaptırım uygulamasını isteyecek kadar gözü dönmüş bir tavır sergilemektedir. Tanzimat’tan beri ezik devlet adamlarında alışageldiğimiz bir tavrı bu hareketiyle yeniden hortlatmıştır.
Röportaj verdiği BBC muhabirine konuşurken İngiltere Başbakanı Keir Starmer’e, yıkılmışlığını gösteren bir yüz ifadesiyle “Kendimizi terk edilmiş hissediyoruz, bu nasıl dostluktur?” diye seslenerek acı bir dille yalvarmıştır.
Yahu sen kendini İngiliz genel valisi mi zannediyorsun ki İngiliz başbakanından yardım dileniyorsun!..
Devletimize dış ülke hayranlığının zirve yaptığı bir dönemde muhalefetteki bu hâli görmek en büyük talihsizliktir.
Utanmazsanız öyle yapın!
Osmanlı ordusu Uyvar’ı muhasara altına almıştı. Kuşatmanın 38. günü (24 Eylül 1663) artık kalenin düşeceği belli olmuştu. Osmanlılar hücum hazırlıkları içerisindeyken, müdafiler, “el-aman! el-aman!” diye bağırıp çağırarak teslim bayraklarını Beç Kapısı üzerine diktiler. “Zaferin zekâtı affetmektir”, sözü ile hareket eden sadrazam, hücumu durdururken askerlerine de uyanık durmalarını emretti.
Öğleye doğru kaleden çıkan iki kişi sadrazamın huzuruna gelerek; “Devletli Vezir! Kalenizi Allah mübarek eyleye. Lakin bize emn ü eman ver ki malımıza canımıza zarar olmaya!” dediler. Sadrazamın aman vermesi üzerine sekiz madde rica ettiler. Şöyle ki:
Malımıza ve canımıza zarar gelmesin. Tatar yüzünü görmemek için ordu içinden geçmeyelim. Bin kadar araba verin. Krala gösterilmek üzere kalede ne şekilde cenk eylediğimizi beyan eden bir mektup verin. Bizler kaleden çıkmayınca İslam askeri girmesin. Bol miktarda zahire verilsin. Yaralı olanlarımız kalede kalsınlar ve iyileştiklerinde vilayetlerine yollansınlar...
Paşa küçük değişikliklerle isteklerini kabul ediyordu. Nihayet son olarak, “kaleden çıktığımızda bayrağımız açıp tablımızı (trampetler) döverek gidelim”, dediler.
Fazıl Ahmed Paşa bu sözü duyunca; “Utanmazsanız böyle edin, tabl dövün, boru çalın ve bayrak dahi açın, kalenizi teslim ettiğinizi cümle âleme ilan edin” cevabını verdi.
İmamoğlu’nun tutuklanması sonrasında yaşananalar bana Uyvar’daki bu görüşmeyi hatırlattı.
Ortada hırsızlıktan, suistimalden dolayı yargıya taşınmış bir dava var. Davalının taraftarları günlerdir sokaklarda nümayişler yapıyor. Tencere tava çalıyor. Bir bakıma sanki hırsızlığı dünya âleme duyuruyorlar!..
Bunlar, ne var ne oluyor diyenlere ne cevap vereceklerdir. Başkanımız hakkında hırsızlık yolsuzluk iddiaları var. Göz altına alındı. Onu kurtarmak için çalışıyoruz mu diyecekler. Hayır biz hükûmet istifa etsin diyeceğiz. Peki konunun hükûmetle alakası nedir? Hükûmet yargıya müdahale mi etsin! Yargıyı mı durdursun diyeceksiniz. Bu yol da kapalı.
Bu defa hükûmet adaleti uygulamıyor kendine başka, başkasına daha başka davranıyor tezini ortaya atmaktalar. Oysa hükûmetin yolsuzluklara izin verdiği konularda AK Parti belediyeleri hiç de az değil.
Nitekim 2024 yılında İçişleri Bakanlığı CHP’li belediyelere elli sekiz soruşturma izni verirken bu rakam AK Partili belediyelerde elli dokuz olmuş.
Konuyu hangi taraftan tutsanız sonuç CHP açısından hüsran gözüküyor.
Netice: CHP bir türlü milletin partisi olma yolunda ilerleyemiyor, kendini yenileyemiyor, kaostan beslenme yolundan vazgeçemiyor, dünyada değişen siyaseti göremiyor ve hâlâ 1940’lı siyasetini sürdürmeye çalışıyor.
Böyle gidişin, hayır umulur mu gelişinden?..
TEFEKKÜR
Görünce hakkı kabul ahsen-i hasâildir
Kabîh hulk olamaz âdemin inâdı kadar
Âsaf (Mahmûd Celâleddin Paşa)
(Hakkı görünce kabul, en güzel haslettir,
İnsanın inatçılığı kadar çirkin huy olamaz.)
.
Gençliğim eyvah!
4 Nisan 2025 02:00 | Güncelleme :4 Nisan 2025 00:15
Geçen haftaki yazımda tehlikeli bir gelişmeye parmak basmıştım. İBB Başkanı yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet ve terörle iltisaklı olma gibi hususlarla gözaltına alınmıştı. Konu yargıda intikal etmişti. Neticede yargı, şahitleri, bilirkişileri dinleyecek, belgeleri değerlendirecek, araştıracak ve nihayetinde hükmünü verecekti. Elbette devlet ve milletin malını çarçur etmenin, hesabına geçirmenin, yolsuzluğun ve rüşvetin bir bedeli olacaktı. Terör mensuplarını desteklemek ise apayrı bir husustu.
Bu tip soruşturmalar ve yapanın yanına kâr kalmaması gelecek açısından son derece önemlidir. Zira hesap sorulacağını bilmek bir daha aynı yola tevessül edecekler için caydırıcı olur. Fakat ülkemizin içinde bulunduğu siyasi nefret sağlıklı hareketlerin önünü kesiyor. Sosyal mecralarda olduğu gibi, insanlar düşünmeden araştırmadan bir tarafın militanı gibi hareket ediyor.
Nitekim yargıya intikal etmiş bir davada sokağa çekilen gençler bir anlamda yolsuzluğun, rüşvetin, usulsüzlüğün ve iltimasın üstünü örtme gibi bir görevin paravanı oldular. Bu hareket yarınlarda birilerine, milletin malını talan etme yolunda teşvikten başka bir fayda sağlamayacaktır.
Sadece bu kadar mı? Maalesef sokaktaki gençlerin gösterdiği tavırlar bizim sümen altı yaptığımız pek çok hastalıklı yönümüzü de ortaya çıkardı. Gençlerimizin düçar olduğu ahlaki erozyonu bir kez daha gözler önüne serdi. Cumhurbaşkanımıza ve tepki gösterdikleri insanlara en galiz adi ve bayağı küfürler havada uçuştu.
İçlerinde taşıdıkları nefreti nasıl bir dışa vurumdu bu? Ölmüş anneler ve babalar da bu küfürlerden nasibini aldı. Bu korkunç sloganlar mitingi tertipleyenleri ve onları sokağa davet edenleri hiç endişelendirmedi. Bilakis zevkin doruğunda gezindiler!
Orada da bitmedi. Önlerine çıkan camileri meyhane gibi kullandılar, duvarlarını pislediler, haziresindeki kabir taşlarını yer ile yeksan ettiler.
Biz bu tip davranışları ortaokul yıllarımızda Yunanlı askerlerin Bursa’ya, Bilecik’e girdiklerinde işledikleri şenaatler olarak okurduk. Şimdi ise gençlerimizin mabetlerimizdeki tavır ve davranışları olarak haberlere konu oluyor, gazete sayfalarına düşüyor, tarihimize geçiyor.
Dükkânlara ve insanlara verilen zararlar da az değil. Dolayısıyla ahlaksızlıkta dizginlenemez bir gençlik mi ortaya çıkıyor. Hak hukuk tanımaz, edep hayâ bilmez bir kitle ile mi karşı karşıya kalıyoruz. Üzerinde dikkatle düşünülmesi ve eğitim sistemimizin mutlaka tartışılması gereken bir durumla karşı karşıyayız.
Eğitim deyince artık sadece okullar da akla gelmemeli. Ailede başlayan bir eğitimden TV’lerde verilen mesajlara kadar uzanan bir gerçekten söz ediyorum. Aksi hâlde herkesin “yandım anam” diye bağıracağı günler fazla uzakta değil.
"Aile Yılı" ama, nasıl!
İstanbul Sözleşmesi, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, LGBT gibi küresel projelerle aile yapımız son on yılda paramparça edildi. İstanbul Sözleşmesi ortadan kaldırıldı ise de onun aktif ve acımasız uygulama aparatı olan 6284 no.lu kanun bütün ağırlığı ile varlığını devam ettiriyor. Yuvalar yıkılmaya devam ediyor.
Onun varlığı sebebiyle CHP bu konuda sakin ve suhuletli hâlini devam ettiriyor. Çünkü mevcut vaziyetten son derece memnunlar.
AK Parti ise bu konuyu es geçmekle kendi taraftarlarını eritmeye devam ediyor. Seçimlerden sonra bilhassa bu konuya acilen eğilmeleri konusunda iki yazı kaleme almıştım. Sayın Cumhurbaşkanımız seçimlerdeki neticeden sonra mesajı aldık gereği yapılacak dedi ise de maalesef bu hususta beklenen adımlar bir türlü atılmadı. Dolayısıyla kan kaybı devam ediyor.
AK Parti kurmayları, siyasetle en az ilgilenen sokaktaki vatandaşın dahi görebileceği bu gerçeği neden görmüyor? Neden CHP’nin kuyusuna su taşıdığının farkına varmıyor? Neden toplumun her gün daha da felakete doğru yuvarlandığını anlamak istemiyor?
Gerçekten düşündürücü ve insanı endişelere sevk edici bir durum. Geçtiğimiz günlerde bir kısım savcı ve hâkim arkadaşlarla bir araya gelmiştik. Ailelerin ve gençliğimizi düşmekte olduğu felaketler konusunda öyle vakalar işittik ki ürpermemek mümkün değil!..
Bu bir parti problemi de değildir. Bu ülkemizin geleceğidir. Beka meselesidir. Bunu görmezlikten gelmek yarınlarda felaket olacaktır. Aile müessesesini dağıtmak bozmak kolaydır. O bozuklukları gidermek ise on yıllara ve nice önlenemez felaketlere mâl olur.
Nitekim toplumumuzun bu yöndeki feveranı, endişeleri ve son yıllardaki aile üzerindeki olumsuz gelişmeler 2025'in “Aile Yılı” ilan edilmesine yol açtı.
Sayın Cumhurbaşkanımız ocak ayı başında 2025'i aile yılı ilan ederken, “Küresel şer odaklarının teşvik ettiği cinsiyetsizleştirme politikalarının herkesin malumu olduğunu” ifade ederek şöyle demişti:
“LGBT meselesi, bugün ailenin varlığına yönelik en ciddi tehditlerin başında gelmektedir. 2023 yılında ülkemizdeki doğurganlık hızı 1,51 seviyesine gerilemiştir. Açıkça ifade etmek gerekirse bu durum, alarm vericidir, Türkiye açısından varoluşsal bir tehdittir. Her fırsatta yaptığımız 'en az üç çocuk' çağrısının ne kadar önemli olduğunu böylece tekrar görmüş oluyoruz... Toplumun tüm kesimlerinde bir farkındalık oluşturmak amacıyla 2025 senesini 'Aile Yılı' ilan etmeyi kararlaştırdık. Yıl boyunca Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığımız koordinasyonunda aile yapımızın korunması, güçlendirilmesi ve gelecek nesillere sağlam bir miras olarak aktarılması için kapsamlı çalışmalar yürüteceğiz.”
Peki o günden bugüne hükûmetin hangi kapsamlı politikalar ürettiğini söyleyebiliriz? Evlilikleri teşvik için verilecek 5-10 bin lira mı aileyi ayakta tutacaktır!..
Gerçekleri görmek!
1 Nisan Salı günkü Türkiye gazetesinde Aile Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş hanımın bu yönde bazı açıklamaları vardı. Sayın Mahinur Göktaş şöyle diyordu:
“Aile kurmak isteyen gençlerimize yönelik başka desteklerde de bulunacağız. Özellikle beyaz eşya ve mobilya kalemlerinde ciddi indirimlerin sağlanmasına yönelik çalışmalarımız söz konusu. Sektörün önde gelen markalarıyla protokollerimiz hazır. Nisan ayı içinde bunları açıklayacağız… Bu seferberlik ruhunun her sektörde yaygınlaşmasını ve 'Aile Yılı’nın aile olmanın mutluluğunu en üst düzeyde yaşadığımız bir yıl olmasını temenni ediyorum.”
Bu ifadeler aile kurumunun yozlaşması, boşanmaların artması ve gençlerin evlilikten kopması hususunda ilgililerin son derece yanlış bir strateji içerisinde bulunduklarını işaret ediyor. Konunun ya farkında değiller veya çözümü yanlış adreslere kaydırıyorlar. 6284 no.lu kanunun son on yıldaki etkileri neler olmuştur? Süresiz nafaka konusu yeniden yuva kurmak isteyen insanlara nasıl bir kâbus yaşatmaktadır? Birkaç ay evli kalan insanları ayrıldıklarında süresiz nafakaya mecbur etmenin yol açtığı yıkımlar nelerdir? Kadının bir beyanıyla evden atılan erkeklerin psikolojik durumları, dağılan yuvalardaki çocukların hâlet-i ruhiyeleri nasıldır? Bunları çözümlemeden aile kurumunu güçlendirecek tedbirleri bulamazsınız!
Ne hazindir ki, bir taraftan kadın erkek eşitliği derken diğer taraftan erkeğin bütün haklarının elinden alındığı, bir şikâyetle sorgusuz sualsiz evinden, yuvasından atıldığı bir zamanı yaşıyoruz.
Siz bütün bu problemleri 5-10 bin liralık kredi açmak, beyaz eşyada indirim yapmak yolu ile mi aşacağınızı düşünüyorsunuz!
Sayın Aile Bakanı'na çağrımdır: Geliniz bu konuyu lütfen ciddiye alınız. Toplumdaki kanaat önderleri ile, aile üzerine çalışmalar yapan akademisyen ve yazarlar ile görüşünüz. Elinizi taşın altına koyunuz. Yoksa tarih, bu mevkileri işgal edenleri affetmeyecektir...
Sayın Cumhurbaşkanımızın gençliği kazanma yönünde hedef gösterip de sizin askıya aldığınız ve unutturduğunuz onlarca projeyi ben biliyorum. İsteyen ile de paylaşırım. Maalesef AK Parti projeleri CHP’nin ekmeğine yağ sürmekten öte gitmiyor. AK Parti Sayın Cumhurbaşkanının gerçekleştirmiş olduğu muazzam eserleri anlatmaktan bile aciz kalıyor. Altı yıldır İstanbul’a çivi çakmayan şimdilerde yolsuzluktan tutuklu bulunan İmamoğlu’nun "Kent Lokantası" projesi ile üste çıkmaya çalışması AK Parti teşkilatlarını derin derin düşündürmelidir.
Üsküdar eski Belediye Başkanı Hilmi Türkmen 2023 yılı Ocak ayında meydanlarda şarkıcılarla gençleri zıplatmayı marifet olarak sosyal mecrasında günlerce paylaşıyordu. "Sizin işiniz bu değil!" demiştim ama duymamıştı bile. Şimdi “X”de teselli arıyor.
Hilmi Türkmen ve ona benzer belediye başkanlarının görevini son bir yıldır Kültür Bakanı Mehmet Nuri Ersoy aldı. "Kültür Yolu" festivalleri ile gençliğin ahlakını mahvediyor. Gençleri son hızla, CHP cenahına kanalize ediyor. Bana itibar etmezseniz festivallerin yapıldığı illerdeki AK Parti teşkilatları ile görüşebilirsiniz.
Peki mübarek ramazan ayında hemen hemen bütün TV’lerde hemen her gece gösterilen ETS tur reklamına ne demeli! ETS tur, Kültür ve Turizm Bakanına ait bir şirket. Bu nevi açık saçık bir reklamı Avrupa kanallarında dahi göremezsiniz. Bu ülkenin AK Partili Kültür Bakanı, ramazan ayında böyle bir reklamı mı millete servis etmeliydi?!.
Kişi kendi noksanını bilmek gibi irfan olmaz!
TEFEKKÜR
Sûret-pezir-i ma’rifet olmaktadır hüner,
Yoksa bu dehre nice heyûla gelir gider
İzzet Ali Paşa
(Hüner bilgi ve marifetle donanmaktır,
Yoksa bu dünyaya nice kütükler gelir gider.)
.
.
|
Bugün 295 ziyaretçi (1456 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|