İLİM
Hazinelerin şahıdır ilim. Müminin kaybolmuş malıdır.
Abu hayattır, kovandaki petektir. Baldır.
Şevk dolu Alimleri. Kayıp hazinelere,
Edeple, ihlasla uzanan muhabbet dolu dalıdır.
Mirasın en hayırlısıdır ilim.
İyi düşünür servetin hayırlısını aklı selim.
Yitik hazinedir, mücevherattır ilim ALLAH’ın.
Ameli salihtir, bulmak, öğrenmek cümle kulların.
Yolda ışıktır, güzel ahlaktır, ilim irfan.
Itır gibi kokan, ebedül ebed iman.
Nice hikmettir, fazilet, haya, derman.
Esmaül Hüsnadır ilim. Rabbül Alemini’nin
Ve gayrısı masaldır bütün alemin.
İNŞAALLAH ayrılmayız Rabbani Alimlerden. Amin.
.
Hangi İlimFarzdır.
Biz Müslümanlar Elhamdülillah Müslümanız diyoruz fakat dinimizi yeteri kadar bilmiyoruz. Dededen babadan gördüğümüz kadar müslümanız, dinimizin eğitimini yeteri kadar almış değiliz. Eğer sünnetlerimizi ve farzlarımızı bilipde küçükten evlatlarımızı bu şekilde yetiştirseydik hepimiz namazında, niyazında sünnetli farzlı güzel müslümanlar olurduk. Tabii ki herkes böyle değil, çok güzel eğitimlimüslüman kardeşlerimiz var, benim söylediğim dini bilgisi yeterli olmayan kardeşlerim içindir. Aslında Müslüman olarak bu bilgileri öğrenip uyguladığımızda doğru olan şeyleri yapmış oluyoruz. Farzlarımızı zaten yerine getirmiş oluyoruz. Çok mu zor bunları yapmak? Fakat biz insanların öyle çok işi var ki, o işlerden zamanımız kalmıyor farzları yapmaya. Buyrun aşağıda verildiği üzre Kimyâ-ı Se’âdet kitabından bilmemiz ve öğrenmemiz gereken farzlar nelermiş görelim.
(Kimyâ-i se’âdet) kitâbı ilim kısmında buyuruyor ki:
Her mü’minin, en önce, Ehl-i sünnet i’tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emirler, ikincisi sakınacağıyasaklardır. Emirleri öğrenmek şöyle olur:
Sabâh vakti, yeni müslimân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve namâzın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm nemâzının üç rek’at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramazân gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zamân farz olur. İşte, herşeyi zamânı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zamân, nikâh bilgilerini, kadın-erkek haklarını, kadınların özür hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san’ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emir ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san’ata başlıyacaksa zamânın ona âid fen bilgilerini de mektebde öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisâs yapması farz olur. Her san’at, ticâret, zirâ’at da hep böyledir. Herkese kendi san’atını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka san’at bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harb zamânında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her müslimâna farz-ı ayn, bunlarda ihtisâs kazanmak ise farz-ı kifâyedir).
Harâmları öğrenmek de, herkese başka türlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin harâm olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun’î ipek giymek erkeklere de harâm değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yenilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların harâm olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikte oturanların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları, ya’nî bakmak câiz olan ve olmayan kadınları öğrenmesi farz olur. (Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden yukarısını açdığı yerlerde bulunan müslümânların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günâh olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günâhdır.)
Kalbe âid bilgileri, ya’nî ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkd) “ya’nî kin bağlamak”,(Hased) [Başkasında bulunan ni’metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemekdir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır], (Kibr) [Kendini büyük bilmek, üstün görmekdir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibir olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur], (Sû’i zan)etmek [İyi insânı fenâ bilmek] gibi şeylerin harâm olduğunu öğrenmek, her mü’mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, ya’nî Ehl-i sünnet i’tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Ya’nî, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, namâzı ve orucu ve harâmları da, her müslimânın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze nemâzını, ölüye hizmeti ve san’at ve ticâret bilgilerini [ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi] öğrenmek farz-ı kifâyedir. Ya’nî lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fakat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslimânlar, hükûmet ve millet, büyük günâha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir.
İbni Âbidîn “rahmetullahi aleyh” (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki:
(Ulûm-i nakliyyeden ya’nî din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir).
Namâzda kırâ’eti anlatırken diyor ki:
(Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur’ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmakdan dahâ iyidir). Beşinci cildde buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilm öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekden dahâ sevâbdır).
Hak teâlâ, ilmi çok yerde övdü, Kur’ânda,
Resûlün, ilmi emr eden sözleri, meydânda.
İslâmın en büyük düşmanıdır, bil, cehâlet,
Çünki, cehl mikrobunun hastalığı, Felâket!
.
“Allah, ilmi kullarından çekip çıkartarak değil, alimleri almak suretiyle alacaktır. Nihayet alim kalmayınca, halk bir takım cahil alimleri (gerçekte cahil, görünürde alim kişileri) kendilerine lider edinir. Bunlara bir takım sorular sorulur, onlar da ilimleri olmadığı halde fetva verirler. Böylece hem kendileri sapkınlığa düşerler hem de halkı düşürürler.” (Hadis-i şerif)
İslâm dini doğruyu yanlışı anlamada ilme büyük önem vermiş, ilim öğrenmeyi ve öğretmeyi daima teşvik etmiştir. İlim ehli insanlar da saygıyla karşılanmıştır. Hatta daha fazla ilimle meşgul olabilmeleri için ilim talep edenlere bazı ayrıcalıklar sağlanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de de alimlere müracaat etmenin önemine ve gerekliliğine vurgu yapılır.
Bilgiye ve bilginlere verilen önem, toplumu fitne ve fesattan uzak tutmak içindir. Çünkü gerçek alimler toplumun şiddete, yanlışlığa ve sapkınlığa yönelmesini engeller.
Fakat toplum doğru-yanlış hassasiyetini kaybedince gerçek alimlere hayat hakkı kalmayacak, boşluğu kendi hevâsından konuşan sahte alimler dolduracaktır.
Buharî, Müslim ve İbn Mâce’nin derlediği bu hadis, müslümanların kendilerine rehberlik edecek ilim erbabını yetiştirmeleri gerektiğine dikkat çeker ve ciddi bir şekilde uyarır. İlim kıymetlidir, ilim ehli de kıymetlidir. Fakat bunun şartı, ilmin insanları selamete ulaştıracak bir ilim olması, alimlerin de ilmini kendi hayatına da geçiren, edepli, salih kişiler olmasıdır.
İmam Buharî rh.a., bu hadis-i şerifi “İlim Nasıl Alınacak?” başlığı altında vermiştir. Hadis-i şeriften önce de şu olayı nakleder:
“Ömer b. Abdülaziz, Ebu Bekr b. Hazm’a şöyle yazdı: ‘BakRasulullah’ın hadisinden ne bulursan yaz. Zira ben ilmin yok olmasından ve alimlerin göçüp gitmesinden korkar oldum. Kayıt esnasında Allah Rasulü s.a.v’in sözünden başkası kabul edilmesin. Bir de alimler ilmi yaysınlar ve oturup ders versinler ki bilmeyenlere de öğretilmiş olsun. Zira ilim gizli bir şey haline getirilmedikçe yok olmaz.” (Sahih-i Buharî)
Sahih-i Buharî açıklayıcılarının bir çoğu Ömer b. Abdülaziz rh.a.’in sözü üzerinde durmuşlar ve meseleyi bu noktadan açıklama yoluna gitmişlerdir. Çünkü İmam Buharî’nin de hadisten önce bu sözleri vermesi, meseleye hangi açıdan bakmış olduğuna işaret etmektedir.
Buna göre insanları hayra ve hakka sevk edecek bilgi derlenip kayıt altına alınmalı ve öğretilerek yayılmalıdır.
Büyük Hanefi fakihi Bedreddin Aynî, bu hadisi açıklarken şöyle der: “Allah Tealâ, ilmi insanların arasından kaldırma veya göğüslerinden silme şeklinde almaz. Bu, onların ruhlarını alarak yani alimlerin ölümüyle olur. Öyleyse yok olmadan ilmi istemek, almak lazımdır. Bir keresinde Allah Rasulü s.a.v. “İlim kaldırılmadan ilmi alın.” buyurdu. Bir bedevî, nasıl kaldırılır, diye sordu. Bunun üzerine Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurdu: “Bilmez misin ilmi taşıyanın gidişi, ilmin gidişidir.” (Umdetü’l-Kârî)
Sahih-i Müslim açıklayıcılarından olan İmam Nevevî rh.a. de bu hadisle ilgili benzer bir açıklamada bulunarak şunları söyler: “Burada ilmin kaldırılmasından maksat, göğüslerden silinmesi değildir. Buradaki mana, ilmi taşıyanların ölmesidir. Böylece cahiller başa geçer ve cehaletleriyle hüküm verirler. Kendilerini de, halkı da saptırırlar.” (el-Minhâc)
Hadis açıklayıcıları, bu hadiste ilim öğrenmenin teşvik edildiği üzerinde ısrarla durmuşlardır. Ayrıca hadiste ilimle meşguliyetin devamlılığının önemine de dikkat çekilmiştir. Alimlerin ölümü, yeryüzünde ilmin yok olmasıdır. Büyük hadis alimi İbn Hacer bu durumu şöyle açıklar: “İlim talep edenler var olduğu müddetçe ilim kaldırılmaz.” (Fethu’l-Bârî)
Hadis-i şerifte geçen alimlerin ölümü ve ilmin yeryüzünden kaldırılması kadar, “cahil alimler” ifadesi de dikkat çekicidir. Sahih-i Buharî açıklayıcılarından Kirmanî, böyle kişiler hakkında şunları söyler: “Onlar bir şey bilmedikleri halde, ilmi var sanılan, öyle bilinen kişilerdir.” (Şerhu’l-Kirmanî)
Zaten hadisteki uyarı bu noktada toplanmaktadır. Hakiki alime duyulan ihtiyaç vurgulanırken, onların yerine cahil kişilerin gelmesiyle oluşabilecek fitne ve fesada dikkat çekilir.
Günümüzün hadisçilerinden İbrahim Canan bu hadisin hülasasını şöyle açıklar: “Burada Rasulullah s.a.v. farklı bir üslupla ilme teşvik etmektedir. İlim müslümanlar arasından kaldırılacaktır. Ancak bu kaldırma işi, bilenlerin göğsünden mucizevî bir tarzda çıkarılarak değil, alimlerin birer birer ölmeleriyle olacaktır. Öyleyse İslâm ümmeti böyle bir tehlikeyi göz önünde canlı tutarak, tedbirde kusur etmemelidir. Bunun tedbiri de yeni alimlerin yetişmesi için gayret göstermektir. Mektep ve medreseler açmak, talebelere barınak temin etmek, burs vermek, onların ilim gayretlerini artırmak ve benzeri faaliyetlerdir.”
Büyük alimlerimizden Bedreddin Aynî, hadisten şu hükümlerin çıkarılabileceğini söyler: “Bu hadis, fetvanın önemine delildir. Bu sebeple ilimsiz fetva üretmeye cüret edenler kötülenmektedir. Aynı şekilde cahilleri lider edinmekten sakınmanın gerekliliği, bu hadisten anlayacağımız hususlar arasındadır.”
Sonuç olarak, müslümanlar İslâmî ilimleri korumaya ve bu ilimlerle meşgul olmaya gayret göstermekle yükümlüdür. Hak ve hakikat bilgisi alim ile ayakta durur ve anlaşılabilir. Unutulmamalıdır ki ilmi geliştirenler, bugünlere getirenler, geniş kitlelere öğretenler alimlerdir.
Selim Güneş
.
İlmin, bilmenin önemini vurgulamayan hiç bir dinî sohbet, hiç bir tartışma yok. İman ve yaşantıyla ilgili her konu dönüp dolaşıp ilme, bilgiye bağlanıyor. Anlıyor ve kabul ediyoruz; bilmekle, öğrenmekle yükümlüyüz.
Ama neyi?
Yaşadığımız çağa “bilgi çağı” deniyor. Gazeteler, kitaplar, dergiler, bilgisayar, internet ve her türünden kitle iletişim araçları ile bir bilgi sağanağı altında yaşıyoruz. Hayatımızla ilgili veya ilgisiz her konu üzerine, müthiş vurgular yapılıyor. Herkese göre kendi sunduğu bilgi çok önemli, hatta en önemlisi. Ve biz sade insanlar, neyi ne kadar öğreneceğimizi şaşırmış olarak bir selin önünde sürüklenip gidiyoruz.
Sonuçta öyle bir hale geldik ki, artık hayatî bilgilere de kayıtsızız. Oysa bilgiye kayıtsızlık hayata, hayatın ötesine kayıtsız kalmak demek.
Bir müslüman olarak bu konuyu yerine oturtup, beynimizi ve kalbimizi bir düzene sokmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde dünyamızı ve dünya sonrası yaşantımızı düzene koymuş ve riskten korumuş oluruz.
Herkese Farz Olan İlim
“Şüphesiz, ilim öğrenmek erkek-kadın her müslümana farzdır.” (Beyhakî, İbnu Mâce, Tabarâni, Heysemî) hadisini her müslüman biliyor; ancak farz olan bu ilmin hangi ilim olduğu tam olarak bilinmiyor.
Hadis, farz-ı ayn ilimden bahsetmektedir. Farz-ı ayn ilim, her müslümanın bizzat öğrenmesi ve bilmesi gereken ilimdir. Bu ilmi ona farz kılan Allahu Teâlâ ve O’nun Rasulü’dür. Akıllı olup büluğ yaşına ulaşan her müslüman bu ilimlerden sorumludur. Çünkü bu durumdaki bir insan, iman ve ibadetle yükümlüdür. Helâl ve harama dikkat etmesi gerekmektedir. Görevli melekler tarafından amelleri yazılmaya başlanmıştır. Amele yükümlü olan bir kimseye ilk gereken iş, yapacağı işin ilmini öğrenmektir.
Temel kaide şudur: Yapılması farz olan bir şeyin ilmini bilmek de farzdır. Bu şeyleri temelde üç ana gruba ayırabiliriz: (Gazâli, İhyâ, I, 25)
* İnanılması şart olan esaslar.
* Yapılması icap eden farzlar.
* Terkedilmesi gereken haramlar.
Bunlarla birlikte vacip, sünnet, mendub, müstehab, mübah, mekruh ve müfsid olan ameller mevcuttur ki, onların bilinmesi farzlardan sonra gelir.
Önce İmanın Bilgisi
Farz olan ilimlerin başında, imanla ilgili konular gelir. Bunlara kısaca akâid ilmi denir. Allahu Teâlâ’nın zat ve sıfatları, peygamberler, kitaplar, melekler, kader, kaza, ahiret, hesap, ceza, ; text-decoration: none;">Cennet, ; text-decoration: none;">Cehennem gibi konular, bu ilmin esasını oluşturur. Bunların gerçeği her müslüman tarafından bilinmelidir. Bu esaslara topluca ve kısaca iman etmek, mü’mini mesuliyetten kurtarır. Ancak her birini derince incelemek, bildiklerini yakîn hâline getirmek, taklidi tahkike çevirmek, iman ettiklerini görürcesine kabullenmek, yapabilenler için büyük bir fazilettir.
Akâid ilmi temelde kalbin iman ve kabulüyle ilgilidir. Bu kabul ve teslimiyet her kalpte aynı seviyede değildir. Kalbin, manevi yönden sıhhat ve hastalık durumuna göre bu ilimdeki hazzı ve nasibi değişir. Yani iman nuru ve kalbin şuuru artar ve eksilir.
Kalple ilgili ilimler sadece imanla ilgili konular değildir. Kalpte meydana gelen ve kalple işlenen bir çok büyük günah vardır ki, onları bilmek ve kalbi onlardan temizlemek de farzdır. Şirk, riyâ, kibir, ucub, hased, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, tamah, insanları küçümseme gibi hastalıklar bunların başında gelir. İnsanların çoğu, bunları ihmal eder, yeterince öğrenmez. Hatta bunları öğrenmenin farz olduğunu çoğumuz bilmiyor. Onun için çok kimse, namazın zahirî bütün farz ve edeblerini öğrendiği halde, batınî (kalbimizle ilgili) farzlardan huşû ve huzuru hiç önemsemez. Ayrıca, namazın sevap ve faziletini ortadan kaldıran gösteriş, amelini beğenme, ameline güvenme, yaptıklarıyla övünme, gaflet gibi mânevi hastalıklara hiç aldırış etmez, onları tedavi yoluna gitmez.
Allâme İbn-i Âbidin (Rh.A.), “Reddü’l-Muhtâr” adlı meşhur fıkıh kitabında bu konuya şöyle dikkat çekiyor:
“İhlası öğrenmek, ucbu, hasedi ve riyâyı bilmek farz-ı ayndır. Kibir, cimrilik, kin, hile, gazap, düşmanlık, tamah, böbürlenme, hiyânet, yağcılık, hak söze karşı kibretmek, kalp katılığı, uzun emelli olmak gibi kötü ahlâklar da aynı hükümdedir. İmam Gazâlî’nin belirttiği gibi, hiç kimse bunlardan tamamen kurtulmuş değildir. Bu durumda, onlardan herhangi birine müptelâ olan insanın onu öğrenmesi ve tedavi edip kalbinden gidermesi farz-ı ayındır. Bu da ancak, onların ne olduğunu, sebeplerini, alâmetlerini ve tedavi yollarını bilmekle mümkün olur. Çünkü, kötülüğün ne olduğunu bilmeyen kimse, içine düşer.” (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 126)
Şâfiî fakihlerinden Allâme İbnu Hacer el-Heytemî’nin de dikkat çektiği gibi; (İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir an İktirâfi’l-Kebâir, I, 49) kalpte işlenen bâtınî günahlar, azalarla zahirde işlenen günahlardan daha tehlikeli, daha devamlı ve daha tesirlidir. Çünkü şirk, riyâ, kibir ve hased gibi batınî günahlar, işleyeni zalim ve fasık yaptığı gibi, aynı zamanda iyi amelleri de yok eder. Diğer günahlar arada bir yapıldığı halde, kalbe yerleşen günahlar ona müptelâ olan kimseden hiç ayrılmaz. Mesela bir hırsız devamlı başkasının malını çalamaz. Bir içki müptelâsı durmadan şarap yudumlayamaz. Bir eşkiya, dakika başı yol kesip can yakamaz. Halbuki kibirli bir insandaki kibir ve kendini beğenme hali, ondan hiç bir halde ayrılmaz. Hasedle içi yanan kimse, bir an olsun ondan kurtulamaz. Öyle ki, otururken, yürürken, konuşurken, yerken, içerken, herhangi bir iş yaparken, hatta ; text-decoration: none;">namaz kılarken, sohbet ederken, zikir çekerken bile bu hastalık kendisini gösterir. Dış azalarla işlenen günahlar, güzel bir tevbe ve istiğfarla temizlendiği halde, kalbe yerleşen günahlar, ancak tevbe, istiğfar ve güzel bir terbiye ile temizlenebilir. Şu halde, bu tür günahları tanımak ve sakınmak, diğerlerinden daha önemlidir.
“Halbuki onlar, ancak, ihlasla Allah’a ibadet etmekle emrolundular.” (Beyyine/5) âyeti, ihlasın farz olduğunu beyan eder. İhlâs farz olduğu gibi, onu ortadan kaldıran ve zedeleyen şirk, riyâ, gösteriş, kendini beğenme, böbürlenme, kibretme gibi şeyleri bilmek de farz olmaktadır.
Temel kâide şudur: “Bir farzın yerine getirilmesini temin eden şeyler de farzdır.” (Sühreverdî)
Sonra Amellerin Bilgisi
İmandan hemen sonra ; text-decoration: none;">namaz farz olduğundan, her mükellefin namazla ilgili farzları ve namazın kılınış şeklini öğrenmesi farzdır.
Namazın evelinde gerekli olan taharet şekillerini, namaza mani olan pislikleri ve bunları giderme yollarını, abdest ve guslün farzlarını öğrenmek de farzdır.
; text-decoration: none;">Namaz içinde farz olan kıraatı yerine getirmek için, yeterli miktar Kur’an âyetlerini düzgün bir şekilde öğrenmek ve ezberlemek de farzdır.
Namazla mükellef olan bir kadının, adet ve hastalık kanının şekil ve hükümlerini, doğum yapıp lohusalık halini gördüğünde onunla ilgili hükümleri öğrenmesi farzdır.
Ramazan ayına ulaşan bir mü’minin,; text-decoration: none;">oruçla ilgili gerekli bilgileri, orucu bozup, kaza ve keffâreti gerektiren durumları öğrenmesi ve hastalık, yolculuk, ihtiyarlık, hamilelik gibi dinen kabul edilen bir mazereti yoksa, oruç tutması farzdır.
Ailesini geçindirmekle yükümlü olan bir mü’minin rızkını helâlinden kazanması farzdır. Bunun için, meşgul olduğu mesleğin ve kazancının içine ; text-decoration: none;">haramkarıştırmamak da farzdır. Hepsinden evvel, bir işe veya ticarete girecek bir mü’minin o iş ve ticaretle ilgili dini hükümleri öğrenmesi farzdır. Bu öyle bir mühim konudur ki, ; text-decoration: none;">haram mal her türlü ibadeti etkilemektedir. Öyle ki, midesinde ; text-decoration: none;">haram gıda, üzerinde haram eşya bulunan bir insanın kıldığı namaz, çektiği zikir, gittiği hacc, verdiği sadaka ve yaptığı duâ hiç bir fayda vermeyecektir. Bu konunun önemini Hz. Rasûlullah (A.S.) şöyle belirtmiştir:
“Helâli aramak, her müslümana farzdır.” (Tabarânî, Beyhakî, Heysemî)
Hz. Ömer (R.A.), kendi zamanında esnaflar için şu talimatı yayınlamıştır:
“Bu çarşı ve pazarımızda, ancak (alış-verişle ilgili) dinî hükümleri iyi bilen kimse ticaret yapsın. Aksi takdirde, isteyerek yahut istemeyerek faiz yer, harama girer.” (el-Mekkî, Kûtu’l-Kulüb, I, 129-130)
Kazandığı mal, zekât verecek nisaba ulaştığı zaman, zekâtla ilgili hükümleri bilmek ve zekâtını vermek farzdır.
Maddi durumu daha ileri seviyeye çıkan bir mü’min, hacc aylarında hac farizasını yerine getirecek imkâna ulaştığında, haccı öğrenmesi ve yerine getirmesi farzdır.
Harama düşme tehlikesi olan ve maddi imkanları bulunan bir kimsenin, nikahın şartlarını öğrenip evlenmesi ve ayrıca nikahı düşüren şeyleri bilmesi farzdır.
Hanımını boşayan bir erkeğin, ona karşı bundan sonra nasıl davranacağını ve hukukunun ne olduğunu bilmesi farzdır.
Her müslümanın, kendisine haram kılınan düşünce, fiil ve fikirleri öğrenmesi farzdır. İmam Gazâlî’nin (Rh.A.) dikkat çektiği gibi; (Gazâlî, İhyâ, I, 26) bid’atların yayıldığı, batıl fikir ve cereyanların her yanı sardığı, haramların güzel bir şey gibi anlatıldığı bir beldede büluğ çağına gelen bir genci, bu haramlara karşı bilgilendirip onlardan korumak gerekir. Çünkü haram fiil ve fikirler, kalbe ve beyne işlemeden giderilmelidir; yoksa tedavileri çok zor olur.
Her mükellefin, anne-baba hukukunu ve onlara karşı gereken vazifelerini öğrenmesi farz-ı ayndır.
Her mü’minin, kimleri Allah için sevip, kimlere Allah için buğz edeceğini öğrenmesi, kimlerle birlik içinde hareket edip kimleri terketmesi gerektiğini bilmesi farzdır.
Her mü’minin, kendisini Hakk yolunda sevk ve idare eden imam, mürşid veya halifeye, yani “ülû’l-emr” sıfatında olan kimseye karşı vazifelerini bilmesi ve gereğini yeri-ne getirmesi farzdır.
Zengin ve imkânı olan müslümanların, farz olan dini ilimlerin korunması ve yayılması için gerekli müesseseleri kurmaları ve korumaları farzdır. İlmi ve ilim ehlini sevmek de farzdır.
Bu ilimlerin her mükellef tarafından bilinmesi farz olduğu halde, günümüzde ihmal ve gaflet biribirine eklenince, ortaya Rabbini tanımaz, dinini yaşamaz, edebini ve haddini bilmez, kendi menfaatından başka kimseyi sevemez bir sürü insan çıkıverdi. Bütün bu arızalar ve cehalet giderilmeden hakkıyla ne din yaşanabilir, ne de tasavvufun neşesine ulaşılabilir.
Öyleyse ilme koşmalıdır. Meclis ve halkalarımızda ilim konuşulmalıdır. Çantamızda, masamızda bir kitap bulunmalıdır. İlim bir çeşit zikirdir. Rahmet sebebidir. İlim halkası ; text-decoration: none;">Cennetbahçesidir. İlmin bir kelimesi de kıymetlidir. İlmin başı Allah sevgisi, sonu edebtir. İlmin edebiyatını yapıp edebinden uzak kalmak felakettir. Kişiyi Hakk’a yaklaştırmayan ilim, kuru bir zahmettir. Gerçek âlim, âlem için bir rahmettir.
.
Kur’an’ı ve sünneti korumada Allah Tealâ’nın seçmiş olduğu müctehid imamlar, kâmil mürşidler ve onların hizmetleri olmasaydı, bu gün Kur’an ve sünnete ulaşmak, onları anlamak mümkün olmazdı.
Gerçek Âlim denince, Hz. ; text-decoration: none;">Peygamber(A.S.) Efendimizin imamlığını yaptığı ilim, amel, takva ve göz yaşı medeniyetinin temsilcisi olan, onu yaşayan ve yaşatmak için bütün hayatlarını vakfeden ilim adamları anlaşılmalıdır.
Fakihler, müfessirler, mürşidler, muhaddisler, kadı ve ; text-decoration: none;">müftüler ve genel olarak zahirî ve batınî ilmin hizmetinde bulunan bütün Rabbanî âlimler…
Kaç yıl boyunca ne kadar okursa okusun, takva ve gönül ehli olmayan, ilmi ameline ve şahsiyetine yansımayan bilgi gevezeleri değil.
Ölçüleri aşan sevgi ve saygının ulaştıracağı sonuç kesinlikle azaptır. Fakat ölçüyü koruyan müslümanların sevgi ve saygısını şirk olarak nitelemenin ve onları itham altında bulundurmanın da büyük bir yanlış olduğu açıktır.
Ehl-i Sünnet çizgisinde hiçbir; text-decoration: none;">tasavvuf erbabı mürşidini, Allah’ın kulu olmanın ve O’nun yaratması altında bulunmanın ötesinde görmez.
Müctehid imamlar ve kâmil mürşidlere sevgi beslemek, onlara saygı duymak, her ; text-decoration: none;">müslümanın gereğidir.
; text-decoration: none;">Gökler ve yerler sadece müminlerin kalbindeki ilahi aşk ve imanın hatırına ayakta tutulmaktadır. Eğer o iman ve irfân sahipleri olmasa, kâinat çoktan yıkılırdı.
Allahu Teâlâ buyuruyor ki; Kullarımın bana en sevimli olanları benim için birbirini sevenler, mescidlerimi mâmur edenler ve seherleri istiğfarla geçirenlerdir. Onlar öyle kimselerdir ki, ben yeryüzündeki insanlara bir azap etmek istediğimde onlara bakarım ve azap etmekten vazgeçerim.