1925 yılının 24 Nisan’ındayız. Bir bayram arifesindeyizdir, günlerden Cumadır. Bir akşam Üsküdar’daki evine döndüğünde kendisini polislerin aradığını, karakola uğramasını istediklerini öğrenir. Bu sırada evine gelen polisler kendisini alıp karakola teslim eder. Burada Ankara İstiklal Mahkemesi’ne gideceğini öğrenirse de suçunun ne olduğunu öğrenme imkânını bulamaz. Kendi ifadesiyle “Bilmediği bir felaketi beklemek, felaketin kendisinden de beterdi(r).”
“Tıkıldığı dar odanın bir tarafında peyke vardı; şilte yoktu. Paltosunu çıkarıp üzerine attı… Sabaha kadar, kafese konulmuş vahşi bir hayvan gibi bir sağa, bir sola gidiyor ve düşünüyordu: İstiklal Mahkemesi’ne verilmesini gerektiren suçu neydi?”
Ertesi gün Haydarpaşa Garı’na getirilir. Ankara treninin kalkmasına daha çok vardır. Bu sırada aynı mahkemeye götürülmek üzere gara getirilen dostu M. Zekeriya (Sertel) çıkagelir. Gerçeği ondan öğrenecektir. Meğer dergisinde yazdığı bir hikâye yüzünden başları beraberce derde girmiştir.
Haydarpaşa’dan kalkan katar uflaya puflaya Ankara’ya revan olur. Ankara’da karakola götürülürler. Dante’nin cehennemini andıran karakoldan inşaatı henüz bitmemiş olan Cebeci Hapishanesini boylarlar. İkisini de birer hücreye koyarlar ama hücrelerin tavanı açıktır, gökyüzü görünmektedir. Halikarnas Balıkçısı şöyle anlatır odasını:
“Odanın ortasındaki moloz bir metre yüksekliğinde bir tepecik oluşturuyordu. Oda o gün sıvandığı için hâlâ ıslaktı. Tavanı da daha yapılmamıştı. Pencerenin kasası vardı, ama pencere kapakları ve camları yoktu…”
Hikâyeden olmayan hikâye
Tutuklanıp İstiklal Mahkemesi’ne sevk edilmesine sebep olan o uğursuz hikâye Resimli Hafta dergisinin 13 Nisan 1925 tarihli 35. sayısında çıkmıştı. Yazı aslında masumane bir insanî dramı anlatıyor ve anlatılanlar birebir gerçek olaylara tekabül ediyordur. “Hapishanede idama mahkûm olanlar bile bile ölüme nasıl giderler?” başlığını taşıyan hikâyede Birinci Dünya Savaşı sonlarına doğru asker kaçaklarıyla dolan memlekette dört firari askere idam cezası verilmesi anlatılıyordu. Sanki düğüne gider gibi metin, vakur bir şekilde idama giden bu mahkûmların hikâyesi İstiklal Mahkemesi’nin hoşuna gitmemişti, çünkü halkı askerlikten soğutma ve devleti kötüleme cürümlerini işlediğine kanaat getirmişlerdi.
Yazının dergide çıkması üzerine Ankara İstiklal Mahkemesi derhal Başbakanlığa bir yazıyla başvurup derginin sahibi ve hikâyenin yazarı hakkında Takrir-i Sükûn Kanunu’na göre bir karar alınmasını tavsiye etmiştir. Bakanlar Kurulunun 18 Nisanda toplanarak aldığı 1808 sayılı kararın altında Türkiye Reisicumhuru Gazi M. Kemal ve Başvekil İsmet ile 11 bakanın imzaları bulunmaktadır. Yazının “halkı askerlikten soğutmaya yönelik bir mahiyette ve seferberlik aleyhine bir kasd-i mahsus ile ustaca tertip edilmiş olup kamuoyunu karıştırmak gayesi güttüğü” hükmüne varılmış ve dergi yasaklanarak sahibi ve yazarı İstiklal Mahkemesi’ne verilmiştir.
Kaç gün kaldığını hatırlayamadığı bu hapishane odasından polislerce alınan Cevat Şakir, günün birinde Zekeriya Bey’le birlikte İstiklal Mahkemesi huzuruna çıkarılır. Zekeriya Bey’in dostu Nebizade Hamdi Bey adlı kişi eski Trabzon milletvekilidir. Başlarına ne geleceğini onun vasıtasıyla öğrenmeye çalışırlar. İki sanık ölüm korkusu içinde titreşirken Nebizade Hamdi yanlarına gelir ve “Hiç korkmayın” der, “sizi idama mahkûm edecekler, fakat asmayacaklar, affedecekler!” İnanamazlar bu habere bir türlü. Çünkü:
“Şaka değil, o mahkeme ölüm-kalım hükmünü veriyordu. Hem temyizi filan da yoktu. “Git!” dedi miydi şipşak âhireti boyluyordun.”
Tam da bu satırların yazıldığı gibi bir 28 Nisan günüdür. Sanıklar bunalımlı bir gecenin sabahında tekrar İstiklal Mahkemesi’nin huzuruna getirilir. Son savunmalarını yaparlar. Ardından karar açıklanır: Üçer yıl kalebentlik… Yani cezalarını bir kalede çekecekler, bir yere ayrılamayacaklardır. Cevat Şakir’i Halikarnas Balıkçısı yapacak olan kalebentlik de Bodrum kalesine tahsislidir. Kararın altında İstiklal Mahkemelerinin meşhur “üç Aliler”inin imzası okunur:
Reis: Ali (Çetinkaya) Üye: (Ali (Kılıç) Üye: Ali (Zırh).
Ankara İstiklal Mahkemesi karar defterindeki Cevat Şakir ve M. Zekeriya beylerin mahkûmiyetine dair orijinal belge ve çevirisi (TBMM Yayınları, cilt 7/1).
İdam bekleyen sanıklar için bu ceza müjde gibidir. Nitekim Zekeriya Bey aldığı cezayı eşi Sabiha hanıma “müjde” diye duyuracaktır!
İstiklal Mahkemesi’nin sürpriz kararı
Bir tür Atatürk uzmanı diyebileceğimiz ve onun hizmetinde yıllarca bizzat çalışmış bulunan Sadi Borak’ın İstiklal Mahkemesi hakkındaki şu değerlendirmesi ilginçtir:
“Şurasını da özellikle belirtelim: bu İstiklal Mahkemeleri, bugün hak ve adalet duygularımızı zedeleyen ağır kararlar vermiştir: Şaka için “Frenk mukallitliği” deyimini kullanan Atıf Hocanın idamı; Cevat Şakir’in bir öyküsündeki –o da Zekeriya Sertel tarafından eklenen- birkaç masum sözcük yüzünden idamdan yakasını zor kurtarıp sürgün edilmesi ve başkaları gibi kararları “o günlerin koşulları” gerekçesine bağlasak bile, haklılığını savunmak olası değil.”
Bu arada Bodrum’a sürülen Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın orada “Halikarnas Balıkçısı” kimliğine evrilmesi ve belki eski haliyle pek öne çıkması muhtemel değilken buradaki hayatında çarpık da olsa bir tür Anadolu toprak milliyetçiliği davası güderek hispeten orijinal sayılabilecek bir fikir hamlesinde bulunması vakıası karşısında kaderin bir insana ne tür sürprizler hazırlayabileceğini görüp tebessüm etmemek kabil midir?
Burada dikkatinizi bir nokta çekmiş olmalı: Cevat Şakir idamla yargılanırken nasıl olup da hapse bile girmeden, neredeyse ikramiye sayılabilecek bir cezayla yırtabilmişti İstiklal Mahkemelerinin gazabından?
Bunun cevabını yeğeni Şirin Devrim’in Şakir Paşa Ailesi adlı kitapta buluyoruz. Şunları yazar:
“Bu garip komedi, Cevat kendini o çok korkulan İstiklal Mahkemesinde buluncaya kadar sürdü. Sonunda suçunun, ‘Yazdığı makale (hikâye olacak-MA) ile isyana kışkırtmak’ olduğu gerekçesiyle hapis cezasına çarpıldı. Aklı başından giden annesi, küçük kardeşi Nedim’i Ankara’ya yolladı. Onun, Trablusgarp Savaşı’ndan beri arkadaşı olan, İstiklal Mahkemeleri yargıçlarından Kılıç Ali Bey’le görüşmesini istiyordu. Her ne kadar sonradan kuzenim Füreya ile evlendiyse de o sıralarda Kılıç Ali Bey aileyi tanımıyordu bile. Büyük dayım Kılıç Ali Bey’e durumu anlattı, o da Nedim’in hatırı için Cevat’ın cezasını üç yıl Bodrum’da sürgüne çevirdi.”
Biri ‘İstiklal Mahkemesi âdil’ mi dedi? Üzerinize güldürmeyin kargaları. Ya Cevat Şakir’in dayısı hasbelkader Kılıç Ali’yi tanımış olmasaydı?
Şöyle de sorabilirdik pekala:
Ya aynı mahkeme tarafından 10 yıl kürek cezasına çarptırılan Rauf (Orbay) Bey yurt dışında olmayıp da Türkiye’de bulunsaydı o 10 yıl hapsi neden yatmış olacaktı? Kaldı ki 1939 yılında Askeri Temyiz Mahkemesi’nde aklanmış ve CHP’nin o tarihteki Başbakanı Hasan Saka Anadolu Ajansı’na verdiği yazılı demeçte art arda çıkan aflarla Rauf Bey’in cezasının kaldırıldığını, yeniden yargılanmış olsaydı dahi beraat edeceği muhakkaktı ifadesini kullandığını biliyoruz.
İster istemez soruyoruz:
Ya İskilipli Atıf Hoca’nın da İstiklal Mahkemesi başkanını tanıyan bir akrabası olsaydı sonuç ne olurdu?
Ne âlâ adalet değil mi?
Bu defa İnönü’ye hakaretten hapis
Bu arada 1940’ların başlarında artık İzmir’e taşınmış bulunan Halikarnas Balıkçısı’nın rehberlikle geçinirken bir akşam bir barda çakır keyfken söz dönüp dolaşıp nasılsa ay yıldızlı bayrağımıza gelmiş. Mecliste bayrağımızın bir savaşta gökteki hilal ve ayın dökülen şehit kanlarına yansımasından oluştuğu anlatılmış. Cevat Şakir ise bu efsaneye uydurma yaftası yapıştırıvermiş ve ay yıldız sembolünün birçok Roma harabesinin üzerinde bulunduğunu söylemiş. Sonuç ne olmuş, bilir misiniz? Halikarnas Balıkçısı bayrağa ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye hakaret ediyor diye ihbar edilmiş ve tam dokuz ay yargılanmaksızın hapis yatmış. Neyse ki sonunda yargılanıp beraat etmiş ama yeğeni Şirin Devrim’in deyişiyle “hükümeti açık açık eleştirmesi ona daima sıkıntı kaynağı olmuştur. Sorumlu makamlar Cevat dayıma hiç rahat vermezlerdi.” Bizzat Cevat Şakir’in oğlu Sina da, babası için “Yazıları hep kontrol edilirdi. Ev sık sık aranır, bu aramalarda yazılarının çoğu yok olurdu. Polis hiç peşini bırakmadı, onu hep izledi” diyerek CHP’nin son yıllarına kadar bu takip, baskı ve baskın yoluyla yıldırma tutumunun devam ettiğini vurgulamıştır.
Son sözü yazara vermek bu yazının şanından olsun:
“Ben üç lira ekmek parası kazanmak için bir yazı yazmıştım. Şimdi o yazıyla canıma okuyorlardı.”
Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı
Halikarnas Balıkçısı kimdi?
Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı olan Halikarnas Balıkçısı 1887 yılında Girit’te aristokrat bir Osmanlı ailesinde doğdu. Babası aynı zamanda tarihçi de olan komutan Mehmet Şakir Paşa’dır. Robert Koleji bitirdikten sonra İngiltere’de Oxford Koleji’ni bitirip 1908 yılında İstanbul’a döndü. Bir süre basın mesleğinde çalıştı. Resimli Ay, Resimli Hafta ve İnci gibi dergilerde yazı yazıp resim ve karikatür çizdi. Hikâyesini aşağıda anlatacağımız iki olay sebebiyle hapse girdi: İlkinde öz babasını bir aşk meselesi yüzünden silahla öldürmesi, ikincisi de Şeyh Said isyanı günlerinde Hüseyin Kenan müstear ismiyle yazdığı bir hikâye yüzünden. İstiklal Mahkemesi’nde yargılandığı ikinci davası Bodrum’a sürülmesiyle sonuçlandı, o da adını değiştirerek kendisini bu balıkçı kasabasına adadı. Bir yandan yazmaya, diğer yandan Bodrum’u tanıtıp şenlendirmeye koyuldu. Ardından İzmir’e yerleşti. 13 Ekim 1973’te öldü. Hey Koca Yurt, Aganta Burina Burinata, Merhaba Anadolu, Anadolu Efsaneleri, Mavi Sürgün (hatırat) ve Deniz Gurbetçileri eserlerinden bazılarıdır. Gençliğinde tasavvuftan beslenen mistisizmi Bodrum yıllarıyla birlikte onu Anadolu toprağındaki kadim medeniyetlerin anlaşılmasına sevk etti. 1980li yıllarda meşhur olan Mavi Yolculuk’un mucididir.
Dipnotlar
[1] Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, 28. basım, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2018, s. 72.
2 CHP Yönetim Kurulu üyesi Hasan Reşit Tankut, Basın Genel Müdürü Selim Sarper, Emniyet Genel Müdürü Osman Sabri Adal, Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Müdürü Naki Yücekök ve Basın Genel Müdürlüğü İç Basın Müdürü Servet İskit kuruldaki diğer isimlerdir.
3 Cemal Kutay’ın 1940’lı yıllarda çıkardığı haftalık dergi.
4 Aktaran: Çetin Yetkin, Siyasal İktidar Sanata Karşı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1970, s. 37.
5 Yetkin, ibid.
6 1914 yılının Haziranında Cevat Şakir babasını tabancayla vurup öldürmüştü. Sebebini kimileri Şakir Paşa’nın genç İtalyan gelini ile ilgilenmesi üzerine oğulun bir kıskançlık krizine girmesine bağlamış, kimileri de Cevat Şakir’in babasının hesabından zimmetine para geçirmesi üzerine Şakir Paşa’nın bunu öğrenince çok hiddetleneceğini düşünerek korkusundan tabancanın tetiğine dokunduğunu söylemiş. Anlayacağınız cinayet gerçek ama rivayet muhtelif. Bu cinayeti Cevat Şakir Mavi Sürgün adlı hatıratında anlatmamıştır. Ancak Azra Erhat’a yazdığı bir mektupta ‘karışık konular’ diye geçiştirmiştir. Ayrıntılar için 15. Dipnotta künyesi verilen Şirin Devrim’in kitabına başvurulmalı (s. 45 vd.). Yeğeni Şirin Devrim’in kanaati, Cevat dayısının “hayatını istediği gibi sürdürebilmek için babasının ortadan kalkmasını gerekli bulduğu” için bu cinayeti işlediği merkezindedir.
7 Sadi Borak, Halikarnas Balıkçısı ve Bir Duruşmanın Öyküsü, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1982, . 12-14.
8 Borak, age, s. 32-33.
9 Borak, age, s. 82.
10 Şirin Devrim, Şakir Paşa Ailesi. Harika Çılgınlar, Çeviren: Semra Karamürsel, Milliyet Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1996, s. 80-81.
11 Devrim, age, s. 255.
12 Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün, s. 76.
MUSTAFA ARMAĞAN
CHP 1946’da Türkiye’yi nasıl ABD’nin “ileri karakolu” yapmıştı
TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Beğenirsiniz, beğenmezsiniz ama Çetin Altan’ın ‘Doğrucu Davut’ bir tarafı olduğu tartışılmaz. Nitekim yılların anlı şanlı Sosyalistiyken, Turgut Özal’ı tanıdıktan sonra “Türkiye’nin gördüğü en büyük Başbakan budur” diyebilmişti.
1965’te TİP üyesi olarak Meclise giren Çetin Altan bir yıl önce ABD Başkanı Johnson’ın İnönü’ye yazdığı ağır mektubun ilk defa Nihat Erim tarafından Mecliste açıklandığını yazarak Cüneyt Arcayürek 1966 başında Hürriyet gazetesinde yayınladığında içeriği aşağı yukarı belliydi demeye getirir.
İlginç olan nokta, Johnson’ın mektubunda 1947’de ABD ile Türkiye arasındaki bir anlaşmaya atıfta bulunulmasıydı. Devamını Çetin Altan’ın Ben Milletvekili İken (1976, s. 169-170) adlı kitabından okuyalım:
“O mektubun açıklanmasından sonra, 1947 anlaşmasının nasıl bir anlaşma olduğu araştırıldı. Ve İnönü’nün bu anlaşmayı imzalaması, siyasi hayatındaki gafların en büyüklerinden biri olarak değerlendirildi. Ve bu yüzden İnönü kendini savunmak zorunda kaldı… Oysa pek savunulacak tarafın yoktu bu işin. İnönü o ikili anlaşma ile Amerika’nın tam ve devamlı propagandasını devlet olarak yapmayı da taahhüt etmişti. Emperyalizmin övgüsü da almış yürümüştü ondan sonra Türkiye’de…”
Böylece basınımız Johnson’ın İnönü’yü küstahça paylayan mektubunu nereye dayandırdığını anlamış oluyordu. Kamuoyu da Türkiye’deki Amerikancılığın Menderes veya Demirel değil, “Ortanın Solu” diyerek çark etmiş bulunan İnönü’nün CHP’siyle başladığını öğrenmiş oldu. Altan’ın diliyle söylersek, “Durup dururken 1947’de öylesine bir iş yapılmıştı ki, ondan sonra pirincin taşını ayıklamak imkânsızlaşmıştı…”
Evet, neydi 1947’de ABD ile yapılan anlaşma? Neler vadediyor, ne getiriyor, ne götürüyordu?
Bu sorular bugün dahi güncel. Güncel, çünkü Türkiye’de Amerikancı denilince akla önce sağcılar gelir. Onlar bizi Amerika’ya sattı, ipotek etti, şu bu. Sol, ABD meselesinde sütten çıkmış ak kaşık olarak sunulur.
Ancak Johnson’ın mektubu öyle bir sırrı açıklamıştı ki, meğer asıl Amerikancı 1965’in solcu geçinen CHP’si imiş. Nitekim bunu 1960 Nisan’ında Mecliste İnönü iftiharla beyan etmişti. Amerika ile dostluğu biz kurduk, demişti. Hatta bu dostluk yalnız devletler arasında değil, milletler arasındaki bir dostluktur diye ilave etmişti.
İyi de bugün niye tersi bilinir?
NAZİ Propaganda Bakanı Goebbels’in kurduğu CHP’nın yalan makinasının nasıl başarıyla çalıştığını bilirsek bu soruya gerek kalmaz. “Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve onu sürekli tekrar ederseniz insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır.” Dikkat ederseniz CHP ve Sol cephenin stratejisinin bu basit ilkeye dayadığını görürsünüz.
Aslında 1946’da imzalanan ama TBMM’de kabul tarihi 1947 olan anlaşmanın yorumunu 27 Mayıs darbecilerinden Haydar Tunçkanat yapsın müsaadenizle:
“Hükümet yardım diye önüne sürülen, gerçekte modern sömürgeciliğin öncüsü ve habercisi olan bu yardım anlaşmasının çok ağır olan şartlarını gözü kapalı kabul etmekle Mustafa Kemal’in tam bağımsızlık anlayışından ayrılmıştır. (…) Türkiye’nin ABD’den satın alacağı malzemenin mülkiyet hakkı Amerikalılara ait olacaktır. Böyle bir anlaşmadan Türkiye’nin nasıl bir kazancı olacağını kestirmek zordur.”
İnönü’ye ancak bu kadar laf edebilen Tunçkanat anlaşmada ABD’nin malzeme fazlalarından bir kısmını Türkiye’de satın almak istediği gayrimenkullerle trampa etme imkânına sahip olduğunu söyledikten sonra şu noktaya parmak basar:
“Kaldı ki binaların trampa edileceği malzemenin mülkiyeti Türk Hükümetine ait olmayacak, buna karşılık Türk toprağı üzerindeki gayrimenkulün mülkiyeti ABD’nin olacaktır.”
Bu kadar eşitliğe aykırı bir anlaşmanın nasıl kabul edilebildiği yeterince büyük bir soru işareti olarak dururken hüküm vermeyi de yazara bırakalım:
“Türkiye’nin bağımsızlığına gölge düşüren ve hükümranlık haklarıyla bağdaşmasına imkân olmayan böyle bir anlaşmanın yapılması Lozan’da kazandıklarımızın, yavaş yavaş geri verilmekte olduğunun inkâr götürmez belgeleridir.” (İkili Anlaşmaların İçyüzü, 1975, s. 31)
1919’da Kâzım Karabekir’e yazdığı mektupta “Türkiye’yi Amerikan kontrolüne bırakmaktan başka çözüm yolu yoktur” diyen İnönü’nün fırsat bulunca Türkiye’yi Amerika’nın ileri karakolu yapmak için giriştiği hamle ne kadar gizlense de Johnson’ın mektubuyla aşikâre çıkmıştı.
Sözün özü:
Tarihe emretmeye kalkanlar er veya geç hakikatin tokadını yerler.
.XXXXXXXXX
MUSTAFA ARMAĞAN
İşte Türkiye’de anti-Kemalizmin soyağacı
TARİHİN ÖTEKİ YÜZÜ
Yıllar önce yakından tanıdığım bir akademisyen Atatürk üzerine bir sempozyuma çağrıldığında şu gerekçeyle daveti reddetmişti:
- Aleyhinde konuşulamayan birisinin lehine konuşmak bilimsel bir tavır olmayacağı için katılamayacağım!
Atatürkçülük bir ideoloji ise karşıtıyla beraber var olmak zorunda, yani anti-Atatürkçülükle. Bunu daha yaygın olarak kullanılan (bazılarına göre aynı anlama gelmeyen) Kemalizm ile anti-Kemalizm karşıtlığında da görmek mümkün. Kemalizm bir model olarak her ne kadar formüle edilmemiş olsa da, Türkiye’de askerî darbelerle destek bulan, hatta dirilen ve Anayasaya kadar giren bir alternatif anayasa hükmünde. Süleyman Demirel’in 1988 yılındaki ifadesiyle söylersek Atatürk prensipleri Anayasanın da üzerinde bir güce sahiptir. Demek ki bizim bir değil, iki anayasamız var; “Anayasalar olmadığı zaman Türkiye anayasası Atatürk prensipleri oluyor!”
Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra yeni rejim Türkiye sınırları içerisinde yaşayanları bir “hayalî cemaat” olarak fikren ve hissen homojenleştirmeye kalktığında inkılapların bu topraklarda mevcut bazı setlere çarpıp onları parçalayacağını, ancak bunu başardıktan sonra oturmuş olduğuna kanaat getireceğini Rus ve Çin modernleşme denemelerinden biliyoruz. Buna göre çarpmalardan zarar-dîde olan kesimlerin itiraz ve isyanları onların Cumhuriyetin oluşum sürecindeki dönüşümlerini hazırlayacaktır ki, bu süreç tamamlanmış değildir.
Aşağıda kayda değer şahsiyetlerinden bir kısmını ele alacağımız anti-Kemalist sol/milliyetçi/sağ fikir akımlarının bugün büyük ölçüde bir “Atatürk problemi” kalmamış görünüyor. 70’ler ve 80’lerden sonra büyük ölçüde resmi ideoloji tarafından hazmedildiler. İslamî hassasiyeti devam eden kesimlerin itirazları zayıflayarak ve yeraltına kayarak da olsa sürmekte. Kürt hareketi ise sekülerlik bakımından uyuştuğu Kemalizmle dirsek temasını koruyorsa da 1924’den beri yaşananlar onları bütünleşme ekseninden uzak tutan ciddi bir faktör. Çoğunluğu araştırmacı ve fikir adamlarından oluşan bağımsızların bir siyasî harekete dönüşme potansiyeli yok.
Aşağıda Türkiye’de Kemalizme aleyhtar profilleri toplu halde sunacağız. Bunlar sol/Marksist, sağ/milliyetçi/Türkçü, mukaddesatçı/İslamî hassasiyete sahip ve bağımsız aydınlar kategorilerinde yer alıyor. İleride bir kitap haline getireceğimiz bu tablonun anti-Kemalizmin spektrumunun zannedildiği gibi mukaddesatçı/İslamî kesime inhisar etmediğini, siyasî görüşler yelpazesinin tamamına yayılmış bulunduğunu göstermesi bakımından önemli olduğuna inanıyoruz.
Sol/Sosyalist akımlar
Nazım Hikmet: Türkiye’de ‘sol’un en popüler ismi olan Nazım Hikmet 1920’li ve 30’lu yıllarda defalarca hapse girip çıktıktan sonra 1938 yılında iki ayrı davadan 28,5 yıl hapis cezası alacak, cezanın 12 yılını CHP devrinde çekecek, 1950’de Menderes’in çıkardığı afla özgürlüğüne kavuşacaktır. Bir şiirinde “Burjuva Kemal” diyerek Mustafa Suphi’nin öldürülmesini M. Kemal’e bağlamasına karşılık Kuva-yı Milliye Destanı denilecektir ama o da dostlarının ‘böyle bir şiir yazarsan Gazi seni affeder’ diye ısmarladıkları zorlama bir kitaptır ve işe de yaramamıştır; tıpkı 18 Ağustos 1938 tarihli, Atatürk’e “Suçsuzum” diye yalvaran mektubunun kaale alınmadığı gibi. Kemalizmle çatışması 1945’te Amerikancılığa yelken açan İnönü dönemine de sarkan Nazım Tan baskını üzerine “6 Aralık 1945” şiirinde Atatürk’ün kurduğu partinin “bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gideceğini” yazmıştı.
Hikmet Kıvılcımlı: Takrir-i Sükûn Kanunu’nda ilk darbeyi yiyen Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesinden Dr. Kıvılcımlı İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve 10 yıl kürek cezası aldıysa da ertesi yıl aftan yararlanarak hapisten çıktı. 1929’da 4,5, 9 yıl sonra ise Nazım’la birlikte yargılandığı Donanma Davası’nda 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. O da 12 yıl hapis yattı, DP affıyla tahliye oldu. Şeyh Said olayını “köylü isyanı” olarak haklı bulmuş, sonradan üyeliğinden atılacağı TKP’yi “Kemalizm kuyrukçuluğu” ile eleştirmiştir. 1957 yılında Eyüp Sultan açık hava toplantısında İslamiyet ve Hz. Muhammed (sav) hakkında övücü ifadeler kullanan ve ezan’ı “mübarek ezan” diye niteleyen Kıvılcımlı Kemalizmin burjuva kalkınma anlayışına sonuna kadar direnmişti.
Mihri Belli: Tek Parti yönetimini Faşist ilan eden Belli, Milli Demokratik Devrim tezini ortaya attı ve son yıllarında Muharrem Coşkun’a verdiği röportajda Mustafa Kemal’in diktatör olduğunu, harf devriminin büyük bir hata olduğunu ve Lozan'da tavizler verildiğini söyledi. https://www.barandergisi.net/mihri-belli-mustafa-kemal-rengini-sonra-gosterdi-istiklal-mahkemeleri-rezaletti
Yalçın Küçük: Sosyalist hareket içerisinde Kemalizm ve Atatürk’e en yoğun eleştirilerde bulunan isimlerden. Özellikle Türkiye Üzerine Tezler 5 adlı kitabı Kemalist tarihe ve M. Kemal’in abartılan rolüne en ağır teorik ve olgusal eleştirileri getirmiştir.
Mete Tunçay: “Harf devrimi dinle bağı kırdı” diyen sosyalist tarihçi titizliği ve dobra sözlülüğüyle tanınır. Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması adlı Kemalizme ağır eleştiriler getiren doktora tezi yazarının 12 Eylül darbesinin ardından üniversiteden kovulmasına yol açmıştı.
Kemal Tahir: Nazım Hikmet ile birlikte hapse girenlerden Kemal Tahir uzun hapis döneminden sonra Bozkırdaki Çekirdek, Kurt Kanunu, Yorgun Savaşçı ve Devlet Ana gibi romanlarında bir yandan resmi ideolojiye ağır eleştiriler getirirken diğer yandan Osmanlı’nın yeniden keşfi sürecini başlatmıştır.
Fikret Başkaya: 1990’lı yılların kült kitaplarından Paradigmanın İflası erken Cumhuriyet devrine “kopuş savunması” mahiyetinde sert eleştiriler getirmiş, yargılanıp 20 ay hapis yatmıştı.
Emin Türk Eliçin; Türk Devriminin bir halk devrimi değil, bir burjuva devrimi olduğunu savunan Kemalist Devrim İdeolojisi yazarının ölümünden 4 yıl sonra basılabilmişti. “Kemalizm sözü hakikatta hepsine (Kemalistlere) müşterek olan korkuyu yenmek ve sindirmek için kullanılan bir çeşit ilaçtır” sözü bugün de geçerlidir.
Aziz Nesin: Adı her ne kadar mizah yazarına çıkmışsa da Nesin 1930’lardan beri Atatürkçü veya Kemalist olmadığını söylemiş, hatta çoğu Tek Parti devrinde olmak üzere sürgün ve hapis cezaları yemişti. “İyi ki hiçbir zaman Kemalist yada Atatürkçü olmamışım” (3 Mayıs 1993) diyerek Atatürkçüleri yalancılık ve sahtekârlıkla suçlamıştı.
İbrahim Kaypakkaya: 68 Kuşağının öne çıkan isimlerinden Türkiye Komünist Partisi/Marksist-Leninist'in kurucu lideriydi. Kemalist devrimi Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin devrimi olarak gördü. 'Kemalist diktatörlük sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür' tezini savundu ve şunu iddia etti: “Kemalizm ile devrimcilik bir arada yürümez. Kemalizm faşizmdir.”
Sağcılar
Sıra sağ/milliyetçi ve Türkçü kesimde ama yerimiz azaldığı için onları daha kısa vereceğiz.
Dr. Rıza Nur: Türkçülüğün Cumhuriyet devrinde en güçlü savunucularından olup 10 ciltlik ilk telif Türk Tarihi’nini yazarıdır. Hayat ve Hatıratım adlı kitabı ölümünden (1942) sonra yayınlandı ve etkisi daha çok mukaddesatçı kesimde görüldü.
Nihal Atsız: Rıza Nur’un yetiştirmesi ve evlatlığı olup 1930’lardan başlayarak Kemalizm ve resmi tarihin en yaman eleştirmenlerinden biri olmuş, “muazzam bir safsata” olduğunu belirttiği Kemalizmi “dış âlemin bir değil birkaç merkezine bağlı bir ucube” olarak görmüştür.
Tahsin Demiray: Yayıncı yönü öne çıksa da Cumhuriyet devrinde halka dayatılan yalanlara çok partili hayata geçildikten sonra itiraz etmiş ve Lozan’ın zafer olmadığını açıkça ilk söylemiş kalemlerdendir.
Dündar Taşer: 27 Mayıs darbesini yapan Milli Birlik Komitesi’nin tasfiye edilen milliyetçi kanadına mensuptur ve enteresan bir tefekkür dünyası vardır. Osmanlıcıdır ve Kemalizmin dar görüşlülüğünü şiddetle eleştirmiştir.
Mehmet Niyazi: Daha çok Çanakkale Mahşeri adlı romanıyla tanınsa da Türk tarihi üzerine yazdıklarıyla bir nesli eğitmiş ve tarihimizin resmi ideolojiyle nasıl çarpıtıldığını örnekleriyle ortaya koymuştur.
Ahmet Kabaklı: Edebiyat öğretmeni olarak geldiği İstanbul’da Türk Edebiyatı Vakfı’nı kuran ve Temellerin Duruşması adlı kitabıyla Kemalizmin ana tezlerini eleştiren Kabaklı Türk Edebiyatı dergisini çıkarmıştır.
Mehmet Kaplan: 27 Mayıs darbesine kadar çok sert Kemalizm eleştirileri kaleme alan ve bu yüzden başı belaya giren edebiyat profesörü, Büyük Türkiye Rüyası ve Nesillerin Ruhu adlı kitaplarının sonraki baskılarından bu anti-Kemalist yazıları çıkarmak zorunda kalmıştır.
Yavuz Bülent Bakiler: Osman Yüksel Serdengeçti’nin etkisinde kaldı. Şiirleriyle değilse bile fikir ve dil yazılarıyla yakın tarihteki yanlışları sakınmadan eleştirmesiyle temayüz etmiştir.
Liste devam ediyor
Mukaddesatçı/İslamî çevrelere mensup anti-Kemalistler ile Bağımsız aydınları ise yer darlığından sadece ismen sıralayabiliyoruz. Onlar hakkındaki notlarımızı bilahare paylaşacağımızı duyuralım:
Mukaddesatçı/İslamcılar:
Mustafa Sabri Efendi/Osman Yüksel Serdengeçti/Necip Fazıl Kısakürek/Kadir Mısıroğlu//Mehmet Şevket Eygi/Cevat Rifat Atilhan/Sadık Albayrak/Yavuz Bahadıroğlu
Bağımsızlar:
Kâzım Karabekir/Bülent Ecevit/İsmail Cem/Cemil Meriç/Cemil Koçak/Hilmi Yavuz /Ayşe Hür/Halil Berktay/İsmail Beşikçi
Yarım da kalsa yukarıdaki notların Türkiye’deki anti-Kemalist soyağacının zannedildiği gibi Müslüman/Mukaddesatçı çevreye inhisar etmediğini, siyasî yelpazedeki farklı isimlerin mağdurlarının bir tür kara listesine dönüştüğünü görmek önemlidir. Nasip olursa bunlar üzerinde kafa yormaya devam edeceğiz
.