Kuşkusuz yüce Allah’ın insanı Sünnet-i seniyye’yi yaşama ve koruma konusunda başarılı kılması, Hazret-i Peygamberin yaşadığı bir hayat tarzını ona nasip etmesi, İlahi nimetlerin en büyüğüdür. Nebevi çizgide yaşamayı prensip edinen, dünyada mutlu bir hayat süreceği gibi ahirette de Allah’a yakın olan kullardan olur. Nebevi Sünnet, Hazret-i Peygambere (sav.) nispet edilen söz, fiil, davranış, tavır ve hareket ile ahlaki ve fiziki özelliklerinin tamamıdır.

Şüphesiz, Allah Resulü (sav.), kendisinin yolundan yürüyüp Sünnet-i Seniyye’yi takip etmemiz konusunda bizi teşvik etmiş, Sünnet’inden ayrılmamamız konusunda bizleri uyarmıştır.

Şariye oğlu Ebu Nuceyh (r.a.) rivayet ederek diyor ki, Allah Resulü (sav.) bizlere kalpleri ürperten ve gözleri ıslatan bir vaazda bulundu. Biz, “Ey Allah’ın Resulü, bu sanki bir veda konuşmasıydı.” dedik. Buyurdu ki, “Allah’tan (c.c.) korkmanızı tavsiye ediyorum, takvalı olunuz, başınızda köle bir yönetici dahi olsa itaatkar olunuz. Uzun süre yaşayacak olanlarınız pek çok tefrikayı görecektir. Benim ve raşid halifelerimin çizgisinden ayrılmayınız. Sünnetime sıkı sıkıya sarılınız, adeta azı dişleriniz ile sıkıca bağlanınız.” ( Ebu Davut, 4607 ; Tirmizi, 2676 ; İbni Mace, Sahih )

Buradaki azı dişi ifadesi, sımsıkı bağlanmayı ifade eder. Ebu Davud ve Tirmizi bu hadisi, “sahih ve sünen” diyerek rivayet etmişlerdir. Raşid halifelerden maksat, hakkı tanıyıp uygulayan ve doğrudan ayrılmayan halifeler olup Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Ömer, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ali’ (r.anhüm) dir.

Hazret-i Peygamber (sav.) ile Raşid halifelerin çizgisini takip etmediğimiz, yollarında yürümediğimiz, Sünnet-i Seniyye’ye tabi olmadığımız, Allah’ın (c.c.) hoşnut olduğu ahlak ile ahlaklanmadığımız ve Allah’ın ipine, Kuran’ına sımsıkı sarılmadığımız sürece başarıya ulaşmamız mümkün olmadığı gibi, başka milletleri geçebilmemiz de düşünülemez.

Buna göre, İslam ümmetinin geri kalmasının, güçsüz duruma düşmesinin, toplumsal çöküntü yaşamasının, kargaşa ve kaoslar ile karşılaşmasının ve bireyleri arasında düşmanca yaklaşımlar bulunmasının gerçek sebebi, bu ümmetin Peygamber sünnetini terk etmesi ve Selef-i salihinin yolundan uzaklaşmasıdır.

Rivayet edildiğine göre İmam Malik (r.a.) şöyle buyurmuştur, “Bu ümmetin ilk kuşakları hangi sayede doğruyu bulup hakka kavuşmuşlarsa, son kuşakları da aynı ilke ve prensiplerle doğru yolu bulacaktır, ki o da, Hazret-i Peygamberin (sav.) yolundan ayrılmama, ilkesidir.”

Rivayet edildiğine göre, Hazret-i Peygamber (sav.) şöyle buyurmuştur, “Her kim benden sonra, ihmal edilmiş bir sünneti canlandırırsa, bu sünnetle amel edenlerin –sevaplarından herhangi bir şey eksilmeksizin-toplam sevapları kadar sevap kazanacaktır.” Bu hadis-i şerifi İbn Mace ve Tirmizi nakletmişlerdir.

İmam Gazali (k.s.) demiştir ki, “Şunu kesinlikle bilmelisin ki, bütün hal, hareket ve davranışlarda Sünnet’e uymak, Hazret-i Peygamberin (sav.) yolundan gitmek, yeme-içme, kalkıp oturma ve benzeri işler de dahil olmak, bütün yaşantısında Resulullah’ın çizgisini takip etmek –tek kelimeyle- mutluluğun anahtarıdır. Bu ittibanın sadece usül ve adaptan olması gerektiğini iddia etmiyorum, çünkü adapta ittiba zaten zorunludur. Sünnet’e uymanın her alanda olması gerektiğini ifade ediyorum. Nitekim Yüce Allah da, Hazret-i Peygambere hitaben buyuruyor ki, ‘De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin.’ ( Ali İmran,31 )Başka bir ayette de şöyle buyuruyor, ‘Allah Resulü, size neyi emrediyorsa onu yapınız, neyi yasaklıyorsa ondan kaçınınız.’(Haşr,7)”

Babam Şeyh Muhammed Hazretleri (k.s.) bazı geceler enstitüsündeki öğrencilerle bir araya gelir, onlara nasihatlerde bulunur ve onları şer’i ders kitaplarında okudukları ahkam ve sünnetleri tatbik etmeye teşvik ederdi. Bazen de bu konularla ilgili somut örnekler verirdi. Örneğin, derdi ki, “İlmihal kitaplarında okuduğunuz misvak sünnetini önce siz kendi nefsinizde uygulamalısınız. Böylece insanlar nezdinde de kabul görecek ve kendinizde uyguladığınız konularda halkın üzerinde etkili olacaksınız. Nitekim, Sadat-ı kiramı yüce makamlara ulaştıran ve onları insanlar arasında makbul ve saygın kılan Şeriat-i Muhammediye’yi tavizsiz uygulamaları ve Sünnet-i Seniyye’yi harfiyen uygulamalarıdır. Bu yüksek mertebelere sadece lafla değil ittiba ve uygulama ile ulaşmışlardır.”

Bir kez babam Şeyh Hazretleri (k.s.)şunu anlatmıştı: “Bir defasında Şeyh Alaeddin Haznevi (k.s.), babası Şeyh Ahmed Haznevi’ye (k.s.) gelmiş, elini öptükten sonra, ‘Babacığım, ne olursun bir defalığına da olsa Nebevi sünnetleri yapabilmem konusunda benim için dua eder misiniz?’ demiş.Bunun üzerine Şeyh Ahmed Hazretleri (k.s.), ‘Evladım, bu konu senin babanı bile aşar, sen nasıl yapabileceksin?’diye cevap vermiş.” Yani demek istiyor ki, senin baban bütün sünnetleri yerine getiremez. Tabii ki bu, muhteşem bir imanın göstergesidir. Allah Resulü’ne olan şiddetli muhabbet, O’nun sünnetlerini ısrarla uygulamaya yönlendirir.

Gerçekten de bütün sünnetleri uygulayabilmek kolay değildir. Ancak her müminden, özellikle ehl-i tarikten istenen ve beklenen önemli sünnetler vardır. Örneğin, cemaatle namaz kılmak. Bu çok güçlü bir sünnettir. Şöyle ki, herhangi bir köy ya da beldede cemaatle namaz kılınmazsa, Şeair-i İslamiye ilan edilmezse herkes sorumlu olur, hepsi günahkar olur. Bu durumda cemaatle namaz farz-ı kifayedir. Bir kısım insanlar bu görevi yerine getirdiğinde diğerleri de günahtan kurtulur. Sadece iki kişi dahi olsa cemaatle namaz kıldığında diğerleri de yükten kurtulur.

Bir başka sünnet de Kuran-ı Kerim’i okumaktır. Genel olarak bütün müminlerin özellikle de müridlerin Kelamullah’tan mahrum olmaması için günlük olarak Kuran okumaları gerekir. Diğer bir sünnet de farz namazlardan önce ve sonra kılınan müekked sünnetlerdir. Hatta özellikle Ramazanlarda, müekked olmayan sünnetlerin de ihmal edilmemesi gerekir. Sünnet-i Nebevi’yenin diğer bir tanesi kuşluk namazı, yirmi rekatlık teravih namazı, vitir namazı ve özellikle gündüzlerin kısa olup gecelerin uzun olduğu dönemlerde teheccüd namazıdır. Babam Şeyh Hazretleri kısa yaz gecelerinde salikler için teheccüd kolaylığı tanıyor ve müridlerin vitirlerini yatsıdan sonra kılmalarına hoşgörüyle bakıyordu.

Nebevi sünnetlerden bir tanesi de Arefe günü ile, Muharrem ayının dokuzuncu ve onuncu günlerinde oruç tutmaktır. Babam Şeyh Hazretleri ile kendisinden önceki Sadat-ı kiram bu oruçlar üzerinde ısrarla dururlardı. Çünkü bunların Allah (c.c.) katında büyük mükafatı vardır. Nitekim hadis-i şerifte Arefe günü orucu, bir sene önceki ve bir sene sonraki günahlara kefaret olur, şeklinde açıklanmıştır. Hatta babam der ki,“Şeyh Masum (k.s.) ve Şeyh Alaeddin (k.s.) amcaların bugünlerde, tıpkı Ramazan’daymışız gibi bizleri sahura kaldırırlardı.”

Kuşkusuz müslümanın Sünnet-i Seniyye’ye tâbi olması, Allah’a imanının göstergesi ve Peygamberi sevmenin kesin kanıtıdır. Allah Resulü (sav.) buyuruyor ki, “Nefsi, getirdiğim hükümlere uymadığı sürece herhangi biriniz iman etmiş sayılmaz.” Bu hadis sahih bir rivayetle Kitabu’l-Hucce’den bize intikal etmiştir.

Ariflerden birisi, “Günümüzde en büyük keramet, Sünnet-i Seniyye’ye tâbi olmak, ona sıkı sıkıya sarılmak, kolları sıvayıp her zaman sünnetteki hükümleri icra etmek, bidat ve bidatçılardan ve bidatı gönül hoşnutluğuyla uygulayanlardan uzak durmaktır.” demiştir.

Sünnet-i Seniyye’yi uygulama, koruma, Allah Resulü’nün çizgisini takip etme ve O’nu sevme konusunda bizi başarılı kılması için Allah’a yalvarıyoruz. Yüce Mevla, bizlere habibinin şefaatini ihsan etsin. Kevser havuzundan O’nun elinden, bir daha susamamak üzere, kana kana su içmeyi bizlere nasip etsin. Efendimizin ailesine ve ashabına sonsuz salat ve selam olsun.


XXXXXXXXXXX

Sünnete Sarılmayı Gerekli Kılan Amiller

Dr. Aynur Uraler
AddThis Sharing Buttons
44 13

İslâmiyet te meşrûiyetin olduğu gibi gerekliliğin de asıl kaynağı, Allah ın Kitâb ı ve Resûlü nün (s.a.s.) sünnetidir. Her alanda gerekli ve geçerli olan bu kâide sebebiyle Sünnete sarılma yı, Kitab ve sünnet nassları ile incelemek şüphesiz tabiî bir durumdur.

Kur ân-ı Kerîm in sünnete sarılmayı emretmesi


Kur ân-ı Kerîm de sünnete sarılmak gerektiğini (sünnete i tisâm), sünneti bir bütün olarak kapsayacak tarzda çok genel ve öz bir biçimde şu âyet ifâde eder: Resûl size ne getirdi ise onu alın, ona tutunun; sizi neden nehyettiyse ondan kaçının! (Haşr/59: 7). Sahâbîler, bu âyetin sünneti kapsadığı inancındadır. Meselâ, Abdullah İbn Mes ûd, kendisine dövme yapma ve kadınların kaş tüyleri gibi bazı tüylerini alma yasağının Kur ân da bulunup bulunmadığı sorusuna, Peygamberimiz in ilgili hadîsiyle cevap vermiş ve bunu Kur ân a ait bir nehiy gibi değerlendirme sadedinde de bu âyeti okumuştur.1 Mevdûdî, fey taksimi münasebetiyle inen bu âyetteki hükmün umûmî ve asıl maksadın, tüm münasebetlerde Hz. Peygamber in (s.a.s.) emirlerine teslimiyet olduğunu belirtmiş, bunun sebebini de şöyle izah etmiştir: Resûl size neyi getirdi ise onu alın denirken, cümlenin devamında size neyi getirmediyse değil, neyi yasakladıysa ondan kaçının şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu hüküm sadece fey e ait malların paylaşımını ihtiva etseydi, o zaman neyi getirmediyse denirdi. Fakat, neyi yasakladıysa denilmesinden anlaşıldığına göre kastolunan, Hz. Peygamber in (s.a.s.) emir ve yasaklarına uyulmasıdır. Nitekim, bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) de, Size emrettiğimi mümkün olduğunca uygulamaya çalışın, yasakladığımdan da kaçının. 2 buyurmuştur.

Hz. Peygamber e (s.a.s.) iman edilmesini ve O'na uyulmasını emreden âyetler, Hz. Peygamber in ve sünnetinin konumunu belirlemek bakımından i tisâmın gereğini de ortaya koymaktadır. Allah a ve ümmî peygamber olan Resûlü ne -ki o, Allah a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız (A râf/7: 158) âyetinden anlaşıldığı üzere Resûlüllah a (s.a.s.) iman ve O'na uyma, Allah Teâlâ nın istediği yola uymuş olmak için şarttır. Resûl e iman, O'nun getirdiği vahye ve ortaya koyduğu sünnete i tisâmı gerektirirken, bunları tasdik etmemekten kaynaklanan i tisâmsızlık da imansızlığa delildir.

Hz. Peygamber in Müslümanlar için en güzel örnek olduğunu belirten Andolsun ki, Resûlüllah ta sizin için, Allah a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır (Ahzâb/33: 21) âyeti, bağlanılması gereken sünnetin üsve-i hasene (güzel örnek) olduğunu belirtmekte, dolayısıyla i tisâm teşvikinde bulunmaktadır. Zira üsve , bütün fiillerinde O'na uymayı ve değer vermeyi, bütün ahvâlini önemsemeyi ihtiva eder.3 Ayrıca âyetler, her devre hitap ettiği için, bütün Müslümanlar onun muhatabıdır. O (s.a.s.), her devirde örnek alınmalıdır.

Resûlüllah a (s.a.s.) itaat edilmesi emri de sünnete i tisâmı gerekli kılar. Bilindiği gibi, peygamberlere karşı ye-rine getirilmesi gereken vazifelerden ve onlara uyma şartlarından biri itaattir. Kim Resûl e itaat ederse Allah a itaat etmiş olur. (Nisâ/4: 80) âyeti, peygambere itaatin neden gerekli olduğunu ve itaatin zorunluluğunu ortaya koyar. Âyetler, Resûlüllah a (s.a.s.) itaati, Allah a itaat saymıştır.4

Peygamber e (s.a.s.) itaati, sadece Kur ân konusunda Peygamber e itaat gerekir. şeklinde anlamak mümkün değildir. Zira bu şekilde anlamayı gerektirecek nassî bir delil bulunmamaktadır. Hz. Peygamber e itaat mecburiyeti, O na (s.a.s.) itaatin Allah a itaat etme sayılmasındandır. Çünkü Hz. Peygamber, Kur ân ın ifadesiyle, sadece Allah ın yolu sırât-ı müstakime götürmekte (Şûra/42: 52) ve yalnız Allah tan kendisine vahyedilene uymaktadır (En am/6: 50). Şayet Resûl e itaatten sadece Allah a itaat murad edilmiş olsaydı, Allah a ve Resûlüne itaati emreden âyetler bulunmazdı. Ona itaat, Kur ân da bulunan hususlarda farzdır denilecek olursa bu, Resûl e mahsus bir itaat sayılmaz. Allah ve Resûlü'ne itaat, ayrı ayrı zikredildiğine göre, Hz. Peygamber e mahsus bir itaat alanı vardır ve O, (s.a.s.) Kur ân da yer almayan konularda hüküm veriyor demektir. Allah Teâlâ, ‘Peygamber e itaat edin. sözüyle 'Peygamber le gönderdiğim âyetlere itaat edin, ama Peygamber in bunun dışındaki açıklamalarına ve yorumlarına bakmayın' demeyi murad etseydi, bunu açıkça söylerdi. Aksine mutlak bir ifadeyle, hiçbir şeyle kayıtlamadan ‘Resûlüllah a itaat edin. buyuruyor. Öte yandan, ‘Resûlüllah a itaat edin buyruğunun anlamı, Allah Teâlâ nın O'nunla gönderdiği âyetlere itaat edin demek olsaydı, o takdirde, âyetlerin başındaki ‘Allah a itaat edin sözü gereksiz bir tekrardan ibaret olurdu. Allah Teâlâ nın emrettiği bu itaat, sadece Resûlü nün getirdiği âyetleri kapsamamakta, âyetlerle birlikte sünnetine, hattâ şahsına itaati de içine almaktadır. 5

İslâm âlimleri, konuyla ilgili âyetlerden hareketle Peygamber e itaatin, O nun sünnetine sarılmak ve getirmiş olduğu emir ve yasaklara boyun eğmek olduğunu söylemişler,6 Allah a ve Resûlü ne itaat edin. âyetlerinde Allah a itaatin farzlarda, Resûl e itaatin ise sünnetlerde itaat edin demek olduğunu belirtmişlerdir.7

Hz. Peygamber e ittibâı emreden âyetler de sünnete uymayı gerektirir. Allah a ve ümmî Peygamber olan Resûlü ne -ki o, Allah a ve O nun sözlerine inanır- iman edin ve O'na ittiba edin ki, doğru yolu bulasınız. (A râf/7: 158) âyetinde Peygamber e ittiba, Peygamber e imanın devamı ve gereği sayılmıştır. De ki: Allah ı seviyorsanız hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. (Âl-i İmran/3: 31) âyetinde ise Allah ı sevmenin ve O nun tarafından sevilmenin şartı, Peygamber e ittiba olarak gösterilmiştir. Sevgi konusunda ittibaın şart koşulması, diğer konularda Peygamber e ittibaı, tabiî olarak gerekli kılar. Ayrıca Allah Teâlâ nın, Resûlü ne (s.a.s.) tâbi olmayı kullarına farz kılması, Resûlüllah ın (s.a.s.) sünnetinin Allah Teâlâ tarafından kabul edildiğini gösterir.

Kur ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber in (s.a.s.) hükmüne kayıtsız-şartsız kabul ve teslimiyet ile, zerre kadar şüphe duymadan, kalpten inanıp razı olmak gerektiğini emrederken de hiç şüphesiz sünnete bağlanmayı da (sünnete i tisâmı) emretmiş olmaktadır: Allah ve Resûlü bir meselede hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına, o meselede kendi isteklerine göre bir tercih hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. (Ahzâb/33: 36) ve Hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul edip ona teslim olmadıkları sürece iman etmiş olmazlar. (Nisâ/4: 65) âyetlerinde sünnete i tisâmın gereği açıkça vurgulanmaktadır. Zira bilinen bir gerçektir ki, Hz. Peygamber in Kur ân dışında verdiği birçok hüküm bulunmaktadır. Allah ve Resûlü ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, Allah a ve Resûlü ne arzediniz. (Nisâ/4: 59) âyeti de sünnete müracaat emrini tekid eder. İlk dönem İslâm âlimlerinden Meymûn İbn Mihrân, Allah a arz edin kısmının Allah ın Kitab ına, Resûlü ne arz edin kısmının ise, O (s.a.s.) hayatta iken kendisine, vefat ettikten sonra da sünnetine arz edin demek olduğunu söylemiştir.8


Resûlüllah ın (s.a.s.) çağrısına uyma gereğini bildirmek de sünnete i tisâmı emretmek demektir. Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah a ve Resûlü ne uyun. (Enfal/8: 24) âyetindeki Peygamber in çağrısı nda bir sınırlama olmaması, O nun her emir ve yasağına uyulması lâzım geldiğini gösterir. Hz. Peygamber in çağrısı, tabiî ki sünneti de kapsamaktadır.

Kur ân-ı Kerîm de, Hz. Peygamber e (s.a.s.) isyan etmek ve O na uymamak yasaklanmıştır. Bu yasaklar, dolayısıyla Hz. Peygamber e bağlanma gereğini ortaya koyar: Kim Allah a ve Resûlü'ne isyan eder ve O nun koyduğu sınırları aşarsa Allah böylesini, devamlı kalacağı bir ateşe sokar. (Nisâ/4: 14). O nun emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isabet etmesinden sakınsınlar. (Nur/24: 63) ve ...Resûl e karşı gelenler, Allah a hiçbir zarar vere-mezler. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır. (Muhammed/47: 32) âyetleri, konuyla ilgili âyetlerden birkaçıdır. Son âyette, Hz. Peygamber e karşı gelmenin Allah a karşı gelme sayıldığı açıkça görülmektedir. Buradan, Sünnete i tisâm etmemek, Kitab a i tisâm etmemektir. sonucunu çıkarmak da mümkündür. 

Sünnetin kaynağının vahiy olduğuna delâlet eden O, arzusuna göre konuşmaz. (Necm/53: 3) âyetinin sünneti de ihtiva ettiği, âlimlerce de kabul görmüş bir hakikattir.9 Bu âyet, sünnete i tisâmın önemli bir delilidir.

Hz. Peygamber in (s.a.s.) Kur ân ı açıklama görevi, O'nun Kur ân dışındaki söz ve uygulamalarına da i tisâmı gerektirir. Kur ân dışında, Hz. Peygamber e vahiy veya ilham ile bilgi gelmesini inkâr etmeye imkân görünmemektedir. Kur ân ın açıklaması O'na verildiğine göre, bu açıklama herhalde Kur ân dan ayrı birşey olmalıdır. 10 Ayrıca beyân yetkisi, açıklama şekillerinin tamamını kapsar. İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur ân ı indirdik (Nahl/16: 44) âyeti, Peygamber in (s.a.s.) açıklamalarının, Kur ân kaynaklı olduğunu gösterir.

Hz. Peygamber in (s.a.s.) teşri yetkisi de, sünnete bağlılığı gerektirir. O ümmî Peygamber e uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar (A râf/7: 157) ve Allah ın ve Resûlünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle cizye verecekleri vakte kadar savaşın. (Tevbe/9: 29) âyetleri, Hz. Peygamber in bu yetki ve görevini ortaya koymaktadır.

Hz. Peygamber in (s.a.s.) tebliğ görevi de sünnete i tisâmı gerektirir. Sünnet, Resûlüllah ın (s.a.s.) Rabbi nden aldığı risâleti tebliğden ibarettir. Allah O na, bu risâleti tebliğ etmesini emrederek şöyle buyurmuştur: Ey Resûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O na elçilik vazifesini yerine getirmemiş olursun (Mâide/5: 67). Hz. Peygamber (s.a.s.), dini tebliğ ederken sadece Kur ân ı duyurmakla kalmamış, Kur ân ın yanında sünneti de bildirmiş, Kur ân ve sünneti içiçe yaşamış ve ashâbına bu şekilde öğretmiştir.

Bütün bu âyetlerden ve yorumlardan anlaşılacağı gibi Sünnete bağlılık (i tisâm bi s-sünne) , herşeyden önce Kur ân-ı Kerîm in müekked emridir. Kur ân, sünnete uymayı herhangi bir ayırım yapmadan bir bütün olarak tavsiye eder. Hz. Peygamber e iman edilmesi emri ve O a inanmanın imanın şartları içinde yer alması, O nsuz (s.a.s.) imanın tamamlanmaması, sahîh olmaması, Resûlüllah ın (s.a.s.) konumunu belirler ve O na uymayı gerekli kılar. Sünnete i tisâmı emreden Kur ân, Hz. Peygamber i mutlak olarak Müslümanlara örnek göstermiştir. Çünkü İslâm, insan hayatının bütün kısım ve yönlerini birlikte değerlendirir. Hz. Peygamber in üstlenmiş olduğu misyon, tabiî olarak O nun bir sünnetinin bulunmasını gerekli kılar. Peygamber in (s.a.s.) teşri yetkisi vardır. Ayrıca sünnetinin vahye dayanması veya vahyin onayından geçmiş olması, Sünnetin kaynağının vahiy olduğunun göstergesidir. Kur ân ın, O na karşı gelmeyi ve emrine uymamayı yasaklaması da sünnetin asıl kaynağını gösterdiği gibi, O nun (s.a.s.) yolu olan sünnete itaati de farz kılar.

Bütün bu âyetler, Resûlüllah ın (s.a.s.) değerini göstermesi yanında sünnetinin de değerini gösterir. Allah Teâlâ, Kur ân a uymayı nasıl farz kılmış ise, Peygamberinin (s.a.s.) sünnetine de uymayı emretmiştir.

Sünnetin, sünnete sarılmayı emretmesi


Hidayet rehberi ve tek örnek olarak gönderilmiş olan Hz. Peygamber in (s.a.s.), Allah ın yoluna çağırıcı niteliğiyle kendisine uyulmasını istemesi pek tabiîdir. Kur ân ın sünnete ittibaı emretmesinden sonra, sünnetin de aynı emri tekrarlaması, onun Kur ân dan aldığı gücü ifade ve te yid etmektedir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Sünnete sarılma yı, Vedâ Hutbesi nde ümmetine vasiyeti olarak açıkça ilân etmiştir. Size, kendilerine sarıldığınız takdirde ebediyen sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Allah ın Kitab ı ve Nebî sinin sünneti. Bunlar (Kitab ve Sünnet), havzda (Kevser Havzı'nda) bana ulaşıncaya kadar ayrılmayacaklardır. 11 Hz. Peygamber (s.a.s.), bu vasiyet ve tavsiyesi ile Kur ân yanında sünnete sarılmayı da teşvik etmiş ve ona uyulmasını istemiştir. Teşri yetkisini hatırlattığı hadîste, i tisâmın gereğini, sünnetin gücüyle ve konumuyla te yid etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) yine vasiyet niteliğinde kendisinden sonra sünnetine i tisâmı tavsiye etmiştir. O (s.a.s.), Ben sizi, gecesi gündüzü gibi apaydınlık olan bir din üzerinde bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, o dinden sapanlar olur. Sizden kim yaşarsa birçok ihtilâfa şahit olacaktır. Onun için bilip tanıdığınız sünnetime ve hidayete erdirilmiş olan râşid halifelerin sünnetlerine yapışınız. Bunlara sımsıkı sarılınız. 12 buyurmuştur.

Ümmetin fırkalara ayrıldığı zamanlarda kendisinin ve ashâbının yoluna uyanlar ın kurtulan grup olacağını belirten Hz. Peygamber (s.a.s.)13 her devirde ve her durumda olduğu gibi -özellikle zor zamanlarda- sünnnete i tisâmın kurtarıcı niteliğine dikkat çekmiş olmaktadır.

Resûlüllah a (s.a.s.) iktida da sünnete i tisâmı gerekli kılar. Bana iktida eden bendendir. 14 hadîsinde Hz. Peygamber (s.a.s.), açıkça kendisine uyulmasını emretmektedir.

Size bir şeyi yasaklarsam ondan derhal uzaklaşın. Bir şeyi emredersem, gücünüz yettiği kadar onu yerine getirin. 15 hadîsi de, her konuda sünnete i tisâm gereğini ifade etmektedir. Görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (s.a.s.), genel bir ifade kullanmıştır. Buna göre O (s.a.s.), her konuda uyulması gereken bir kimsedir. Zaten, bilhassa evrensel bir misyonla gelen bir peygamberin tek bir alanda örnek ve ölçü olması, bir alana sıkışıp kalması mümkün değildir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Sözlerin en güzeli Allah ın Kelâmı, yolların en doğrusu, en güzeli ise Muhammed in yoludur. 16 buyurarak, sünnetten daha doğru ve üstün yol olmadığını belirtmek sûretiyle ona i tisâmı teşvik etmiştir.

Kim sünnetimi ihyâ ederse beni seviyor demektir. Kim beni severse, Cennet te benimle beraberdir. 17 hadîsinde ise Peygamber Efendimiz (s.a.s.), hem sünneti yaşatma emri vermiş, hem de sünnetine sarılmayı kendisiyle iliş kilendirmiştir. Kim benim fıtratımı (yaratılıştan sahip olduğum özellikleri) severse, sünnetimi yol edinsin. 18 hadîsi de aynı doğrultudadır. O (s.a.s.), kendisine duyulan sevginin de imanla ilgisi olduğunu belirtmiştir. Allah a andolsun ki, hiç biriniz beni babasından ve evlâdından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe (gerçek mânâda) iman etmiş olamaz. 19 hadîsi bunu açıkça ortaya koyar.

Sünnetin kaynağının vahiy olduğuna işaret eden hadîsler de, sünnete i tisâmı teşvik eder. Hz. Peygamber in (s.a.s.) Dikkat edin! Bana Kitab ve onun misli verildi. Dikkat edin! Bana Kur ân ve onun misli verildi. 20 hadîsi sünnetin önemine ve konumuna, kaynak göstererek dikkat çekmektedir. 

Hz. Peygamber in (s.a.s.) teşrî yetkisinin olduğunu belirtmesi, konuya ait önemli delillerdendir. O, ileride sünneti inkâr edenlerin çıkacağını belirttikten sonra Dikkat edin! Allah ın Resûlü nün haram kıldığı, Allah ın haram kıldığı gibidir. buyurmuştur.21 

Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur ân ile sünnetin birbirinden ayrılmayacağını belirtmiştir.22 Bununla beraber, O (s.a.s.), Kur ân dışında da vahiy aldığını, buna rağmen teşrî yetkisini kabul etmeyip sünneti inkâr edenler olacağını, sünnete karşı çıkacak grupların türeyeceğini, hadîsleri önemsemeyen, her meseleyi Kur ân da aramak gibi bir temâyül gösterecek bozuk zihniyetlerin belireceğini haber vererek ümmetini ikaz eder ve böyle kimseleri, şu sözleriyle uyarır: Benim emrettiğim veya nehyettiğim bir konu kendisine iletildiğinde sakın sizden birinizi, koltuğuna yaslanmış biri olarak ‘biz, onu bunu bilmeyiz. Allah ın Kitabı nda ne bulursak ona uyarız, o kadar derken bulmayayım. 23 Hz. Peygamber (s.a.s.), böylece sünnetin, dinin iki kaynağından biri olduğunu inkâr edenleri teşhir etmiş,24 sünnet inkârı ve sünnetsiz İslâm arayışlarının olacağını haber vererek ümmetini uyarmış, İslâm Dini nde sadece Kur ân la yetinmeyi tasvip etmemiştir. Hz. Peygamber in (s.a.s.) bu kimseleri kınaması, bu iddiada bulunanların Kur ân a sarılmakta da samimi olmadıklarını gösterir. Konunun önemi, hadîsin başka rivâyetlerine de yer vermeyi gerekli kılmaktadır.

Sizden biriniz koltuğuna yaslanarak, Allah ın şu Kur ân da haram kıldıklarından başka şeyleri haram kılmadığını mı zannediyor. Dikkat edin! Vallahi ben öğüt verdim, emrettim ve yasakladım. Bunlar (emirler ve yasaklar), Kur ân dakiler kadardır, hatta sayıca ondan da fazladır. 25

Konuyla ilgili başka bir rivâyet ise şöyledir: Sizden (ümmetimden) birinin (koltuğuna, dirseğine) dayanmış olarak beni yalanlaması umulur mu? Benden bir hadîs rivâyet edilir de ‘Resûlüllah (s.a.s.) bunu söylememiştir der. 26 Buna göre Hz. Peygamber (s.a.s.), hadîs inkârının kendisini yalanlamak sayıldığını belirtir. Başka bir rivâyette ise inkârcıları şöyle anlatır: Benden bir hadîs rivâyet edildiğinde ‘Resûlüllah (s.a.s.) bunu söylemedi. Bunu bize garanti edecek kim var? der. 27 Bu ifâde, hadîs rivâyetlerinin incelenmesiyle ilgili olmayıp, esasen sünnet inkârcılarının tavırlarını, onların kendilerinden başka kimseye güvenmediklerini teşhir etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.), sünnet inkârcısına hadîs ulaştığında, o koltuğuna gerine gerine oturmuş olduğu hâlde, hadîsi zikreden kişiye Bizimle sizin aranızda Allah ın Kitab ı vardır! Bu Kitab da neyi helâl bulursak onu helâl kabul eder ve neyi haram bulursak onu haram kılarız. diyeceğini haber verdikten sonra, Oysa Allah ın Peygamberi nin (s.a.s.) haram kıldığı şey, Allah tarafından haram kılınan şey gibidir. 28 buyurarak meselenin önemine ve sünnetin kaynağına dikkat çeker. Resûlüllah (s.a.s.), yine bir başka sözlerinde, sünnet inkârcılarının, Bu Allah ın Kitab ı, onda bulunan helâli helâl sayarız, onda bulunan haramı haram sayarız. diyeceklerine dikkat çeker ve, Dikkat edin, kime bir sözüm ulaşır ve o kimse sözümü yalanlarsa Allah ı, Resûl ün kendisini, Resûlüllah ın (s.a.s.) sözünü de yalanlamış olur. buyurur.29 İnkârcı bu sözlerle, Allah ın Peygamber ine (s.a.s.) verdiği yetkiyi inkâr etmekte, dinde Peygamber in (s.a.s.) kendi kendine hareket ettiğini ve O nun sözlerine güvenilemeyeceğini belirtmiş olmaktadır. Sünnet inkârcıları, hadîste bulunanlarla Kur ân da bulunanları sanki tıpatıp aynıymış gibi düşünerek 
Hz. Peygamber in (s.a.s.) emri veya nehyi kendilerine ulaştığında, Allah ın Kitab ı yanımızda, bu onda yok. derler. 30 İslâm âlimlerinden Şâtıbî, konuyla ilgili olarak Sünnet, Kitab ı tefsîr eder. Kim sünneti bilmeden Kur ân ı alırsa, sünnette sürçtüğü gibi Kur ân da da sürçer. diyerek, İslâmiyet ten önceki milletlerin bundan dolayı dalâlete uğradığını belirtir.31 Begavî de, yukarıdaki hadîslerle ilgili olarak Bu hadîsler, hadîsin Kitab a arzına ihtiyaç olmadığına delildir. Sünnetin, kendi başına hüccet olduğu sabit olmuştur. ‘Bana Kitab ve benzeri verildi. hadîsi de bunu gösterir. mütalâasında bulunur. Hadîste geçen koltuk (el-erîke) ifâdesi ile Hz. Peygamber in (s.a.s.), din ve âhiret konusunda endişesiz, rahat düşkünü, ilimle meşgul bulunmayan ve refah içinde olanları murad ettiği belirtilmiştir. Bu kimseler, rahat ve rehavet içinde bilmedikleri konularda konuşan kimselerdir.32

Hz. Peygamber (s.a.s.), kendisine itaati emreden (Nisâ/4: 13, 80) ve isyanı yasaklayan (Nisâ/4: 14) âyetleri tekrar ve te yid mâhiyetinde kendisine itaati emretmiş ve isyanı yasaklamış; Kim bana itaat etmişse, Allah a itaat etmiştir; kim bana isyan ederse Allah a isyan etmiştir. buyurmuştur.33 Aynı şekilde, Ümmetimin hepsi Cennet e girecektir; ancak imtina edenler giremeyecektir. hadîsinde Resûlüllah (s.a.s.), imtina edenlerin kimler olduğunu, Kim bana itaat ederse Cennet e girecektir, kim bana isyan ederse, o imtina etmiştir. 34 buyurarak açıklamışlardır. Bu hadîs, Resûlüllah ın (s.a.s.) sünnetinden imtina etmenin, O'na (s.a.s.) isyan35 sayıldığı anlamına gelir.

İbn Hibbân, Resûlüllah ın (s.a.s.) sünnetine itaati; uydurma gerekçelerle sünnetin def i için yol arayanların söylediklerine aldırmaksızın, Allah ın dini konusunda ileri-geri görüş belirtenlerin görüşlerini bir tarafa iterek, kemmiyet ve keyfiyetine bakmadan sünnete boyun eğmekten ibarettir diye tanımlar.36

Resûlüllah ın, Burada bulunanlar bulunmayanlara duyursun. 37 ve Allah, sözümü duyup ezberleyen, sonra da onu duymamış olana nakleden kimsenin yüzünü ağartsın! 38 hadîsleri gibi, sünnetinin tebliğ edilmesine ve yayılmasına teşvikine dair emirleri de sünnete i tisâmı âmirdir. Bu arada Resûlüllah ın (s.a.s.) kendi sözünün diğer sözlerden farklılığına işaret etmesi de sünnetin ve sünneti tebliğin önemini göstermektedir. Hz. Peygamber in (s.a.s.), meselâ Veda Hutbesi nde, tabiî ki hepsi Kur ân da en azından açık olarak bulunmayan bazı hususları da anlattıktan sonra, Dikkat edin, tebliğ ettim mi? 39 diye sorması ve farz ibadetler dışındaki ibadetleri de duyurma emrini vermesi,40 yine sünnete bağlanmak gereğini ortaya koymaktadır.

Resûlüllah (s.a.s.), kendi getirdikleri dışında başka dinlere ait bilgilerle ilgilenilmesine ya da kendi yerine bir başka peygamberin konulmasına kesinlikle müsaade etmemiştir. O'nun bu tavrı, i tisâmın gereğini ortaya koyan güçlü delillerdendir. Meselâ O (s.a.s.), Yemin olsun ki ben size kusursuz bir din getirdim, Ehl-i Kitaba bir şey sormayın; kendileri sapmışken sizi hidayete erdiremezler, onlara sorarsanız ya bir bâtılı tasdîk eder ya da bir hakkı yalanlarsınız. Musa hayatta olsaydı, bana tâbi olmaktan başkası ona helâl olmazdı. Musa aranızda olsa, beni bırakıp ona tâbi olsanız dalâlete düşersiniz. Siz ümmetlerden benim payıma düşensiniz, ben de nebîlerden sizin payınızım. buyurmuştur.41 Kendilerine okunan bu Kitabı sana indirmemiz onlara kâfi gelmedi mi? (Ankebût/29: 51) âyeti de, bu hadîste ifade edilen gerçeğe parmak basmaktadır.42


Netice olarak Peygamber Efendimiz in (s.a.s.), kendi sünneti ile ilgili bu hadîsler, sünnet olmadan İslâm Dini ni yaşamanın mümkün olmadığının ifadesidir. Dinimizin iki kaynağı vardır. Kur ân-ı Kerim ve Peygamberimiz in (s.a.s.) sünneti. Sadece Kur ân ile dinin gereklerini yerine getirmek mümkün değildir. Kur ân ın hayata geçirilişi, yaşanışı Hz. Peygamber tarafından gösterilmiştir. Resûlüllah ın (s.a.s.), bir Müslüman olarak nasıl yaşadığını gözardı ederek müslümanca yaşamak mümkün değildir. Peygamber (s.a.s.), dini yaşarken şüphesiz bu hayat tarzını kendi kendine uydurmamıştır. Zaten bir peygamberin, Allah Teâlâ nın tasdikinden geçmeden din adına bir söz söylemesi, bir icraatta bulunması imkânsızdır. 


Dipnotlar

(1) Buhârî, libâs 82, 84, 85, 87, tefsîr 59/4. (2) Mevdûdî, Tefhimu l-Kur ân VI, 191. (3) Kurtubî, Câmi , VII, 5237. (4) Kurtubî, Câmi , I, 32. (5) Bkz.: M. Yaşar Kandemir, İki Cihan Güneşi, s. 245. (6) Kâdı Iyâz, Şifâ, II, 17. (7) Kurtubî, Câmi , II, 1445; V, 3042; IX, 6473; Kâdı Iyâz, Şifâ II, 18. (8) İbn Abdilber, Câmi , II, 190. (9) Bkz.: Kurtubî, Câmi , IX, 6255; Elmalılı, Hak Dini VII, 4572; Mevdûdî, Tefhîmu l-Kur ân VI, 13-14. (10) Hüseyin Atay, Kur ân ın Anlaşılması , Erciyes Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, s. 26. (11) Muvatta , kader 3; İbn Abdilber, Câmi , II, 24, 110, 180; Hâkim, Müstedrek, I, 93. Bu konudaki önemli bazı rivâyetlerde sünnet yerine Ehl-i Beyt geçmekte ise de, Bediüzzaman hazretlerinin ifade ettikleri gibi, Ehl-i Beyt ten de maksat sünnettir. Bu bakımdan, hakiki Ehl-i Beyt, sünnete uyan ve sünneti yaşatandır. Ehl-i Beyt in en önemli fonksiyonu sünneti yaşamak ve yaşatmaktır. (12) Dârimî, mukaddime 16; İbn Mâce, mukaddime 6. (13) Bkz.: Tirmizî, iman 18. (14) Müsned, V, 409. (15) Buhârî, i tisâm 2; Müslim, ilim 2. (16) Buhârî, tefsîr 34/2, 111/2; Müslim, cum a 43. (17) Tirmizî, ilim 16. (18) Abdurrezzâk, Musannef, VI, 169; Beyhakî, Sünen, VII/77. (19) Buhârî, iman 8; Müslim, iman 69-70. (20) Ebû Dâvûd, sünne 5; İbn Hibbân, Sahîh, I, 173. (21) İbn Mâce, mukaddime 2; Tirmizî, ilim 10. (22) Bkz.: Dârakutnî, Sünen, IV, 245; Hâkim, Müstedrek, I, 93. (23) Dârimî, mukaddime 49; Ebû Dâvûd, sünne 5. (24) İsmail Lütfi Çakan, Hadîslerle Gerçekler -2-, s. 138; (25) Ebû Dâvûd, harac 31(33). (26) Abdurrezzâk, Musannef, X, 453. (27) Abdurrezzâk, a. g. e., X, 453. (28) Tirmizî, ilim 10. (29) Taberânî, el-Mu cemu l-evsât, VII, 313; İbn Abdilber, Câmi II, 189. (30) Müsned, VI, 8; İbn Hibbân, Sahîh I, 174. (31) Bkz.: Şatıbî, İ tisâm, I, 59. (32) Bkz.: Begavî, Şerhu s-sünne, I, 201. (33) Buhârî, ahkâm 1, cihad 109. (34) Buhârî, i tisâm 2. (35) Bkz.: İbn Hacer, Fethu l-bâri, XV, 180. (36) İbn Hibban, Sahîh, I, 180. (37) Buhârî, ilim 37, 39. (38) Dârimi, mukaddime 24. (39) Bkz.: Müslim, küsûf 1. (40) Bkz.: Ebû Dâvûd, tatavvu 10. (41) Abdurrezzâk, Musannef, VI, 113, 114; X, 313-314; Müsned, III, 387, 338, 471; IV, 266. (42) Dârimî, mukaddime 42.

.

Sahabe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık (İ'tisam bi's Sünne) Kavramı

Dr. Aynur Uraler
AddThis Sharing Buttons
1 4

İslâm dininin Kur'ân-ı Kerîm'den sonra ikinci kaynağı olan Sünnet, özellikleri ve uygulamaya yönelik temel görevi dolayısıyla Müslümanlar açısından vazgeçilmez bir niteliğe sahiptir. Bu sebeple ilk dönemlerden günümüze dek İslâm'ın yorumlanması ve yaşanması sünnet verilerine dayalı olarak yürütülegelmiştir.

Sadece Kur'ân'a tâbi olduklarını iddia edip Resûlullah'ın (s.a.s.) sünnetinden yüz çeviren kişi ve gruplar dün olduğu gibi günümüzde de görülebilmektedir. Toplumda sünnetin büyük bir kısmından şüphe edilmesine sebep olan bu tür iddiaların, günümüz gerçekleri de dikkate alınarak bilimsel yollarla değerlendirilmesi, hizmet vâdeden faydalı çalışmalardır. Esasen İslâm'ı kendi din, mezhep, düşünce ve tercihlerine benzetme girişimlerinin görüldüğü her dönemde İslâm âlimlerinin, sünneti esas alan çalışmalara yöneldiği târihî bir gerçektir. Günümüzün yoğun şekilde yaşadığı kültürlerarası mücadele ortamında, İslâm kültürünün kendi özellikleri içinde kalabilmesi ve Müslümanların ondan bu kapsamda yararlanabilmesi "Sünnet"in ve "Sünnete Bağlılık" meselesinin yeniden tetkikini zorunlu hâle getirmiştir.1 

Sünnete Bağlılık Kavramı

İ'tisâm bi's-Sünne (Sünnete Bağlılık), bir hadîs usûlü terimi olmamakla birlikte Hz. Peygamber'in onu terkib olarak değilse de kavram olarak kullanmış olması2 ve zamanla hadîs edebiyatında bölüm veya bâb (alt başlık) adı olarak yerini almış bulunması bu terkibi incelemeyi gerekli kılmıştır. Dolayısıyla i'tisâmın nitelik ve fiil olarak incelenmesi, gerek pratik dînî hayata ve kültüre gerekse İslâmî kimlik ve kişiliğe katkılar vâdeden bir mesâî alanıdır.


"Sünnete Bağlılık", İslâmî literatürde "el-İ'tisâm bi's- Sünne" şeklinde ifade edilir. Kavramların anlam çerçevesinin mümkün olduğunca açık bir şekilde tesbiti için öncelikle o kavramın dil yönünün belirlenmesine ihtiyaç vardır. Bizim araştırma konumuz da bu ihtiyacın pek derinden hissedildiği bir mevzudur. Zira i'tisâm bi's-Sünne meselesi son zamanlarda sünnet ile birlikte yoğun şekilde tartışılmaktadır. Bu gelişme dikkate alınarak belli bir ilmî berraklığa ulaşabilmek maksadıyla el-İ'tisâm bi's-Sünne tâbirinin -söyleyiş yönünden- birinci kelimesi olan i'tisâm kavramının lügat ve terim anlamları değerlendirilecektir. Konunun incelenmesi esnasında Kur'ân ve sünnetten misâller verilmeye özen gösterilecek, i'tisâm'ın ilk dönemdeki kullanılışı ortaya konulmaya çalışılacaktır.

İ'tisâm Kelimesinin Anlamları

İ'tisâm kelimesinin kökü olan "asm", el ile yapışıp bırakmayacak şekilde tutmak, tutunmak, yakalamak, kavramak, sığınmak, iltica etmek,3 korumak,4 eksik bırakmadan tüm yönleriyle korumak5 mânâlarına gelir. Nitekim bu anlam, "Allah, seni insanlardan koruyacaktır" (Mâide 5/67) meâlindeki âyette açıkça görülmektedir. "Namaz kılan, zekât veren benden canını ve malını korumuş olur"6, "Allah'ım, benim için koruyucu kıldığın dinimi ıslâh et"7 ve "Kur'ân, ona sarılan için koruyucudur"8 hadîslerinde görüldüğü üzere kelime "maddî" ve "mânevî" şeylerden koruma ve korunma anlamında kullanılmaktadır. Ayrıca asame kelimesinin kurtarıcı,9 (görüşünde) isâbetli olmak10 ve kifâyet11 mânâları vardır. "İ'tisâm"la aynı kökten olan bazı kelimelerin mânâlarına da işaret etmek, kelimenin anlamının açıklanmasına faydalı olacaktır. Meselâ, ismet kelimesinin kurtuluş yolu, hayırda sebat12 ve sağlam, doğru, insanların i'tisâm ettikleri kuvvetli iş13 mânâlarında olduğunu tesbit etmekteyiz. Yine i'tisâm ile aynı kökten olan isti'sâm kelimesi ise genellikle sakınma ve kaçınma anlamında kullanılmaktadır. "Ben onun nefsinden murâd almak istedim, fakat o, bundan şiddetle sakındı" (Yûsuf12/32) meâlindeki âyette, isti'sâmın, kaçınma,14 açık bir sakınma ve sıkı korunmayı15 ifâde ettiği görülmektedir.
"İ'tisâm" kelimesine gelince, kelimenin sarılmak, bağlanmak,16 yapışmak,17 sığınmak,18 güvenmek,19 dayanmak, güç almak,20 kuvvetlenmek,21 yardım istemek,22 korunmak,23 kaçınmak24 anlamları bulunmaktadır. Bu anlamların tümü, aslında i'tisâm bi's-Sünne terkibinin mânâsı ile uyum içindedir.

İ'tisâm kelimesinin, kullanılışı ve anlamları konusunda âyet ve hadîslerdeki örnekleri, söylenilenleri te'kid edici önemi hâizdir. Bu sebeple biz, kök anlamlarıyla terkib anlamı arasındaki ilişkiyi ve uyumu, âyet ve hadîslerden misâller vererek delillendirmek istiyoruz.

Kur'ân-ı Kerîm'de i'tisâm kelimesi, pek fazla kullanılmamıştır. Ancak "Kim Allah'a bağlanırsa (i'tisâm ederse) kesinlikle doğru yola iletilmiştir" (Âl-i İmrân 3/101) ve "Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sarılın (i'tisâm edin), bölünmeyin" (Âl-i İmrân 3/103) meâlindeki âyetlerde görüldüğü gibi sarılmak, bağlanmak anlamında kullanılmıştır.

Peygamber Efendimiz'in Veda Haccı'nda söylediği "Size, sarıldığınız (i'tisâm ettiğiniz) takdirde asla sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Allah'ın Kitabı ve Nebîsi'nin sünneti"25 hadîsi, Sünnete i'tisâm'dan bahseden en meşhur nasstır. Buna göre İ'tisâm bi's-Sünne" terkibi, bu söylenişiyle yani terkib şeklinde değilse bile öz ve kavram olarak Hz. Peygamber tarafından ortaya konulmuştur. Hadîs aynı zamanda, hem i'tisâm kelimesinin kullanılışına delil olmakta hem de Kur'ân-ı Kerîm yanında sünnete sarılmanın gerektiğini belirtmektedir. Bunun dışında "Allah'a inandım, Allah'a sarıldım (i'tisâm ettim)" 26 ve "Allah Teâlâ, sizin Allah'ın ipine sarılmanızdan (i'tisâm etmenizden) râzı olur"27 hadîslerinde de i'tisâm kelimesi, âyetlerde olduğu gibi Allah'a "sarılmak" anlamında kullanılmıştır.

Tâbiîn âlimlerinden İmam Zührî'nin (v. 124/741) "Geçmiş âlimlerimiz Sünnete sarılmak (Sünnete i'tisâm) kurtuluştur' derdi" 28 sözü ise, "i'tisam bi's-Sünne" terkibinin, sahâbîler tarafından kullanıldığına delil olmaktadır.

Kelimenin kök mânâları ve kullanımlarından "i'tisâm" kelimesinin, sünnetin hiçbir şekilde ihmal edilmeyip ona sımsıkı sarılmak anlamını taşıdığı, bu sebeple son derece bilinçli bir seçim ve ifadelendirme olduğu anlaşılmaktadır. Aynı zamanda i'tisâm kelimesinin aslında olumluluk, doğru olma, doğruyu bulma mânâsı bulunmaktadır. Kelimenin mânâlarından hareketle sünnetin koruyucu olduğu sonucuna gidilebilir. Yine kelimenin kifâyet mânâsı, sünnetle yetinmek, sünnete uygun olmayan düşünce ve davranışlardan yine sünnetle korunmak anlamında sünnetin yeterli ve koruyucu oluşuyla paralellik göstermektedir. Korunmak mânâsı bile sünnet dışı olan şeylerden sünnetle korunmak, sünnette olmayandan kaçmak anlamlarında i'tisâm bi's-Sünne terkibiyle uyuşmaktadır. "İ'tisâm"ın, bir şeyden ayrılıp başka bir şeye sıkıca bağlanmak mânâsına gelmesi de başka şeyleri bırakıp sünnete bağlanmayı anlatması bakımından önemlidir. Âyet ve hadîslerde Allah'a, Kur'ân'a, sünnete yönelik bir fiil olarak kullanılan i'tisâm kelimesi, çok özel ve yüksek bağlılık kavramının ifadesi olmaktadır.

Sünnet de hak olduğuna göre sünnete bağlılık insan hayatını sınırlayıcı değil,düzenleyicidir.Bir biçimde yaşaması gereken insan,benzeyeceği insanlar arasında seçim yapacaktır.Kur'an'ın insanlara örnek olarak gösterdiği Peygamber (s.a.s)gibi yaşamak, O'na (s.a.s) benzemek; hürriyetleri kısıtlamak değil, aksine nefsin,diğer insan ve nizamların egemenliğinden kurtulması demektir.


İ'tisâmın Tahlili

"İ'tisâm"ın, Müslümanlar arasında itibar kaynağı olan bir fiil olduğunu söylemek gerekir. Resûlullah'ta (s.a.s.) güzel bir örnek olduğunu belirten "Hakikaten Allah'ın Resûlü'nde sizler için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümune vardır." âyetiyle (Ahzâb 33/21) ve Hz. Peygamber'in de kendisini "Bende sizin için örnek yok mu?" 29 sözleriyle misâl göstermesi, Müslümanların Hz. Peygamber'in yoluna uymaları, O'nun edebiyle edeplenmeleri emridir, isteğidir. Bu âyet ve hadîslerin zikredilmiş olması, aynı zamanda Hz. Peygamber'e benzemenin ne derece önemli olduğunun göstergesidir.

İ'tisâm, her şeyden önce imanla ilgilidir. Sünnete uymak, sünneti yaşamak için Hz. Peygamber'e ve O'nun yoluna inanmak gerekir. Bundan sonra "i'tisâm"ın bir "fiil/eylem" olduğu dikkate alınmalıdır. Nitekim etbâu't-tâbiînin âbid ve zâhidlerinden Abbâd b. Abbâd el-Havvâs, "sünnetle amel etmeyip, sadece sözle benimsemekle yetinmeyin. Zira sünneti amel etmeksizin benimsemek, ilmi zâyi etmenin yanında yalan söylemektir" 30 diyerek, hayata geçirmedikten sonra sünneti bilmenin bir şey ifâde etmediğine işaret etmiştir.

Bu doğrultuda, sünnete uymak, sünneti uygulamak yanında sünnete aykırı davranışta bulunmamak da i'tisâm sayılmıştır. İbâdetleri, sünnete uygun olarak yerine getirmek, başlı başına "Sünnete Bağlılık" anlamına gelmekte, amellerin sünnetteki şekliyle yetinme, sünnet dışına çıkmama i'tisâm kavramının içinde yer almaktadır. Buna göre i'tisâm fiili, sünnetteki uygulamayı tatbik etmekten ibaret olmaktadır.

İslâm Dini'nin getirdiği büyük nizam, sünnetle hayata geçirilmiştir. Birçok yönü olan bu sistemde Hz. Peygamber'e uymak, O'na (s.a.s.) benzemeye çalışmak zor ve ferdî hürriyeti kısıtlama gibi görülebilir. Hatta "sünnete ittibâ, sonuçta insânî faaliyet hürriyetine ve cemiyetin tekâmülüne tecâvüz hâlini alır"31 iddiasında bile bulunulabilir. Bu gibi bir iddia, ya İslâmiyet'i iyice bilmemekten kaynaklanmış olabilir, ya da kötü bir niyetin ürünüdür. Sünneti, hayatın dışında gören bu anlayış, sünneti ferde ve topluma zararlı hatta bir yük olarak kabul eder. Halbuki sünnet, Müslümanın hayatının kendisidir. Bir peygamberin yaşama biçiminin ise kimseye zararlı olmayacağı âşikârdır. Bunun şuurunda olan sahâbîler, arzularının ve buna bağlı olarak da fiillerinin Hz. Peygamber'e uygun olmasını esaret değil, gerçek hürriyet sayıyorlardı. Çünkü İslâmiyet hevâyı bırakıp hakka uymayı emretmiştir. Sünnet de hak olduğuna göre sünnete bağlılık insan hayatını sınırlayıcı değil, düzenleyicidir. Bir biçimde yaşaması gereken insan, benzeyeceği insanlar arasında seçim yapacaktır. Kur'ân'ın insanlara örnek olarak gösterdiği Peygamber (s.a.s.) gibi yaşamak, O'na (s.a.s.) benzemek; hürriyetleri kısıtlamak değil, aksine nefsin, diğer insan ve nizamların egemenliğinden kurtulması demektir.

İ'tisâm, bütün yönleriyle sarılmak, bağlanmak mânâsında olunca "Sünnete sarılma"nın aşırılıkla ilgisi olup olmadığı söz konusu olabilir. Halbuki İslâmiyet, itidâl dinidir. Dinde aşırılık kapısı kapatılmıştır. Hz. Peygamber, güç de olsa sürekli istikâmet üzere olmayı tavsiye etmiştir.32 O (s.a.s.), amellerde itidâlin elden bırakılmaması; konulmuş olan şer'î sınırlar aşılarak, usanç verecek, dinde karışıklık doğuracak, tabiî ihtiyaçların karşılanması için gerekli faaliyetleri engelleyecek bir davranışa girilmemesi uyarısında bulunmuştur.33 Hz. Peygamber'in kendi davranışları ve sahâbîlere yaptığı uyarılarından anlaşıldığına göre, arzu edilen, itidâl, yani orta yoldur. Bu tutum, aynı zamanda "sünnetin itidalden ibaret olduğu" mesajını vermektir. Zaten din, tabiî olanı emreder. Bu itibarla i'tisâm bi's-sünne, İslâm'ı mutedil bir çizgide yaşamak demektir. Asla aşırılık anlamı taşımamaktadır. Çünkü sünnet, hayatı Müslümanca yaşama biçimidir. Hz. Peygamber kendi yaptığından daha fazlasına rıza göstermemiş, ömür boyu sünnet üzere yaşamanın daha önemli olduğunu belirtmiştir.

Öte yandan i'tisâm'ın dînî yaşayışta azîmet mi yoksa ruhsat mı ifâde ettiği önemli bir noktadır.34 Bunun incelenmesi sünnete i'tisâm'ın mümkün olup olmadığının ya da ne ölçüde mümkün olabileceğinin tesbitine de imkân verecektir. Her şeyden önce Hz. Peygamber'in, "Bazılarına ne oluyor ki benim ruhsat verdiğim şeyleri yapmaktan çekiniyorlar!"35 hadîsi, sünnette belirlenenden öte Müslüman olunamayacağını gösterir. Sünnete uygun az amel, bid'at olan çok amelden hayırlıdır. Kim benim (sünnetimle) amel ederse, Ben'dendir, kim sünnetimden yüz çevirirse Ben'den değildir" 36 hadîsi de azlık-çokluk, kolaylık-zorluk gibi keyfiyetlerden daha ziyade, sünnet üzere yaşamanın önemli olduğunu ortaya koyar.

Sahâbîlerin iki türlü uygulama imkânı olan durumlarda ruhsatları kullanmayıp azîmeti tercih ettiği hâller olmuştur. Onlar, ruhsat olanı da kabul ettikleri için bu, i'tisâmsızlık sayılmaz. İkili uygulama imkânının bulunduğu hallerde, güçlüğe düşmeden aslî olan veya azîmet ifade eden tercih edilmiş olmaktadır.
İ'tisâm, "Sünnete Bağlılık" mânâsıyla bir azîmet, sünnetin itidâl ve kolaylaştırılmış İslâmî yaşayış olması dolayısıyla da tam bir ruhsat ve kolaylık anlamı taşımaktadır.

Hz. Peygamber'e uymanın, O'nun sünnetine sarılmanın ittibâ mı yoksa taklit mi olduğu, i'tisâm ile taklit arasında mâhiyet açısından birlik bulunup bulunmadığı da akla gelebilir.

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'in birçok yerinde taklidi zemmetmiştir. Meselâ, "(Yahûdiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (Hristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i Rabler edindiler" (Tevbe 9/31) buyurulmuştur. Allah'ın emirlerini ihlâl konusunda; bâtıl olan taklidi kınayan, taklidin ne tehlikeli boyutlara vardığını gösteren bu âyetteki "rab edinmek"le ilgili olarak Resûlullah (s.a.s.) "Rahipler, Allah'ın haram kıldığını helâl sayıyor, halk da helâl sayıyordu. Allah'ın helâl kıldığını, halka haram kılıyorlar, onlar da haram sayıyorlardı. Bu, onlara tapınma demektir" buyurmuştur.37 Hz. Peygamber, bu sözleriyle Allah'ın emir ve yasakları varken, bunları bırakıp kendi kendilerine helâl-haram belirleyen âlimlere tâbi olmayı, taklit etmeyi, o kişileri tanrı edinmek olarak tanımlamıştır.38 Çünkü Allah'ın helâl-haram kılma yetkisini kullanan bu ruhban sınıfına, verdikleri hükümlerin delili sorulmamaktadır.

İnsanlara düşünmeden uymanın yanlışlığı da Kur'ân-ı Kerîm'de yer almaktadır. "Babalarımızı bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız" (Zühruf 43/23-24) âyetinde, inkârcıların, ihtidâ sayarak atalarına, babalarına uydukları belirtilmiş, yanlışlığı takipteki ısrar kınanmıştır. Mukallidler, atalarının sözleriyle amel ederler, onların izlerine tâbi olur, onlara uyarlar. Dalâletlerinden çıkarılıp, hakka çağrılsalar da delilsiz, hüccetsiz olan atalarından kalan mirasa sarılırlar.39 Taklitçilerin, "Şüphesiz Allah katında canlıların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir" (Enfâl 8/22) âyetinde sağır ve dilsizlere benzetilmeleri de körükörüne hareket ettiklerini ortaya koymaktadır. 

Taklidin kötü yanlarından biri de taklit edilenlerin durumudur. Bunlar, insan olmaları açısından her zaman hata, gaflet, hevâya uyma gibi durumlarla karşı karşıyadırlar. Resûlullah (s.a.s.), taklit edilecek kişilerin bu durumuna, "Benden sonra ümmetim hakkında üç şeyden endişe ediyorum: Âlimin sürçmesi, zâlimin hükmü ve peşinden gidilen hevâ" 40 hadîsiyle işaret etmiştir. Hz. Peygamber'in kendisine içtihâd yetkisi verdiği sahâbilerden Muâz b. Cebel (v. 18/639), kendisi de âlim bir kimse olmasına rağmen âlimlerin sürçebileceğini, hataya düşebileceklerini şöyle ifade etmiş, Müslümanları uyarmıştır: "Âlim, hidâyet üzere de olsa onun hayatını din olarak taklit etmeyin. Mü'min fitneye düşer, sonra tevbe eder. Kur'ân'a gelince yol işareti gibi işarettir (ışıktır)."41 Taklit edilecek kimselerin hayatında -âlim de olsa- dalgalanmalar olabilir. Hataya düşebilir, sonra hakkı bulabilir. Çünkü insanlar mâsum değildir. Bilindiği gibi mâsum olmayan kişilerin bilinçsizce ve tabu hâline getirilerek taklit edilmesi, dini tahrif eden sebeplerden biridir.

Hz. Peygamber, uyulması gerekeni ve taklitten kurtulmanın yolunu "Size iki şey bırakıyorum. Onlara sarılırsanız asla sapıtmazsınız: Allah'ın Kitabı ve Resûlü'nün sünneti." 42 hadîsiyle göstermiştir. Böylece gerçek ittibâın, Kitab ve sünnete olacağını belirtmiştir. Taklidin bâtıl oluşu sebebiyle asıllara yani Kitâb ve sünnete teslimiyet şarttır. Taklidin pek çok sakıncalarından dolayı Hz. Peygamber'den başkasının hayatına ittiba edilmeyeceği ortaya çıkar. Çünkü Hz. Peygamber'in diğer insanlar gibi haktan ayrılması, sonra hakkı bulması söz konusu değildir. "Her hâlükârda düşünülmeden bağlanılması vâcip olan sünnetleri taklit gibi hiç kimse taklit edilmez"43 sözü, sünnete ittibaın veya taklidin gerektiğini belirtir. Zira, Resûlullah'ın (s.a.s.) ismeti sâbittir, günahlardan, dinde hataya düşmekten korunmuştur.44 

Taklit ile ittiba arasında şu fark vardır: Taklit, şahsa yönelik; ittibâ, Kitab'a, sünnete yani delile yöneliktir. Resûlullah'ın (s.a.s.) taklid edilmesiyle, örnek alınması farklı şeylerdir. O'na tâbi olmakla taklit etmek arasında fark vardır. Taklitte irâde yoktur. Tâbi oluşta irâdî bir tavır vardır. İ'tisâm bilinçle yapılır. Taklitte olsa olsa sadece taklit etme düşüncesi olabilir. Taklitteki bilinçsizliği anlatmak için "körü körüne taklit" deyiminin kullanılması da bunu gösterir. Fiil olarak i'tisâm'ın, şuurla yapılan bir uygulama olması özelliği taklide engeldir. Bu, bizi aynı zamanda i'tisâmın ruh ve fiil bütünlüğü gerektirdiği sonucuna götürür.

Hz. Peygamber'in tavırları, fiilleri kısacası kendisi delil niteliğindedir. Taklit ve i'tisâm arasında fiil olarak görüntüde bir paralellik bulunsa bile, temelde yani "delil"e uyulmuş olması bakımından çok büyük farklılık vardır. Bu sebeple sünnete uymak, "taklit" değil, i'tisâm ve ittibâdır.

Dipnotlar

1 Bilindiği üzere sünnetin nasıl anlaşıldığı ve uygulandığını, teori ve bilhassa pratik olarak sağlıklı şekilde öğrenmenin yolu, ilk müslüman nesil olan sahâbe neslini incelemekle mümkündür. Zira sahâbe dönemi, zengin bir İslâmî anlayışın inkâr edilemez kesinlikte görüldüğü ve dinî hayatın bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.) tarafından öğretilip tatbik edildiği bir dönemdir. Onlar sadece sünnetin râvisi değil, aynı zamanda sünneti Sahibi'nden görerek yaşayan kimseler olduğundan, sünneti yaşayarak ve anlatarak sonraki nesillere aktarma görevini üstlenmişlerdir. Bu yazı, "Sahâbe Uygulaması Olarak Sünnete Bağlılık" (Işık Yay. İstanbul-2000) adıyla basılan doktora tezinden uyarlanmıştır ve dört bölüm olarak yayınlanacaktır. 2 Bk. Hâkim en-Nisâburî, Müstedrek I, 93; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ X, 114. 3 Fîrûzâbâdî, Kâmûs, s.1469. 4 Râğıb, Müfredât s. 340; Fîrûzâbâdî, Kâmûs, s. 1469; İbn Manzûr, Lisân XII, 403, 404; Cevherî, Sıhâh II, 313; Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, III, 516. 5 Sübkî, el-Menhelu'l-azbu'l-mevrûd IX, 118. 6 Buhârî, İman 17; Zekât 1; Cihâd 102; İstitâbe 3; İ'tisâm 2, 28; Müslim, İmân 32, 33, 34, 36. 7 Müslim, Zikr 71; Nesâî, Sehv 89. 8 Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân9 1. 9 Elmalılı, Hak Dini Kur'ân Dili IV, 2705. 10 İbn Hacer el-Askalânî, Fethu'l-bârî XIII, 341. 11 Sââtî, Fethu'r-Rabbânî XVII, 82. 12 Azimâbâdî, Avnu'l-ma'bûd XI, 313. 13 Nevevî, Minhâc fî şerhi Sahîhi Müslim İbni'l-Haccâc X, 341; Azimâbâdî, Avnu'l-ma'bûd VI, 385; Sââtî, Fethu'r-rabbânî XVII, 53. 14 İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-azîm IV, 313; Şevkânî, Fethu'l-kadîr III, 24; Muhammed et-Tucîbî, Muhtasar-ı Taberî I, 308. 15 Zemahşerî, Keşşâf II, 318. 16 İbn Manzûr, Lisân XII,404; Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân II,1398; Mustafa b. Şemseddin, Ahterî-i Kebîr I, 50; Ahmed b. Yûsuf es-Semîn, Umdetu'l-huffâz, s. 366. 17 Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, III, 516; Mustafa b. Şemseddin, Ahterî-i Kebîr I, 50 18 İbn Manzûr, Lisân XII, 404; Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, III, 516 19 Şevkânî, Fethu'l-kadîr I,530. 20 İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-azîm V, 453; Kâsimî, Tefsîr XII, 69; Muhammed et-Tucîbî, Muhtasaru'tâ€Taberî I, 492. 21 İbn Manzûr, Lisân XII, 404; Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân II,1398; Mustafa b. Şemseddin, Ahterî-i Kebîr I, 50; II, 54. 22 İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-azîm V, 453. 23 Âsım Efendi, Kâmus Tercemesi, III, 516; Mustafa b. Şemseddin, Ahterî-i Kebîr I, 50. 24 İbn Manzûr, Lisân XII, 404; Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân II, 1398; Mustafa b. Şemseddin, Ahterî-i Kebîr I, 50; II, 54. 25 Hâkim en-Nisâburî, Müstedrek I, 93; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ X, 114. 26 Ahmed b. Hanbel I, 65-66. Bu ifade Hz. Peygamber'in, sefere çıkarken okumayı tavsiye ettiği duadan bir bölümdür. 27 Muvatta, Kelâm 20; Ahmed b. Hanbel II, 327, 360, 367; Müslim, Akdiye 10. 28 Dârimî, Mukaddime 16; İbn Abdilberr, Câmi I, 152. 29 Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef VI, 167-168; Ahmed b. Hanbel IV, 364; VI, 53-54, 226; Dârimî, Nikah 3; Müslim, Müsâfirîn 139; Mesâcid 311; Ebû Dâvûd, Tatavvu' 27; Nesâî, Kıyâmu'l-leyl 2; İbn Hıbbân, Sahîh 169-170. 30 Dârimî, Mukaddime 56. 31 Bk. Muhammed Esed, Yolların Ayrılış Noktasında İslâm, s. 107-108. Muhammed Esed, eserinde bu gibi iddialara doyurucu cevaplar vermiştir. 32 Bk. Muvatta, Tahâret 36; İbn Mâce, Tahâret 4. 33 Veliyullah ed-Dihlevî, Huccetullahi'l-bâliğa II, 63. 34 Azîmet: Kulların özürleri sebebiyle olmaksızın daha başlangıçta o şekilde meşrû kılınan hükümlerdir. Bir özre ve zarûrete mebnî ikinci olarak meşrû kılınan "ruhsat" karşıtıdır. Ruhsat: Kulların özürlerine binâen kendilerine bir kolaylık ve müsaade olmak üzere ikinci olarak meşrû kılınan şey. Meselâ, yolculuk halinde Ramazan orucunun tutulması azîmet, tutulmaması ruhsattır. Mehmet Erdoğan, Fıkıh ve Hukuk Terimleri Sözlüğü, s. 29, 387. 35 Ahmed b. Hanbel VI, 45; Buhârî, Edeb 72; İ'tisâm 5; Müslim, Fedâil 127, 128. 36 Abdurrezzâk b. Hemmâm, Musannef XI, 291. 37 İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm II, 109; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ X, 116. 38 İbn Abdilberr, a.g.e. II, 109. 39 Şevkâni, Fethu'l-kadîr IV, 552. 41 Bk. İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm II, 110-111. 42 Muvatta, Kader 3; İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm II, 24, 110, 180; Hâkim en-Nisâburî, Müstedrek I, 93; Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ X, 114. 43 İbn Abdilberr, Câmiu Beyâni'l-İlm II, 172. 44 Veliyullah ed-Dihlevî, Huccetullâhi'l-bâliğa I, 444.

.

Sünnetin Hücciyeti ve Teşri'î Değeri

Doç. Dr. Cüneyt Eren
AddThis Sharing Buttons

[Sünnetin Hücciyetini işleyen yazımızın geçen bölümünde Kur'ân'ın, Hz. Peygamber ve Sünnetine verdiği önem, âyetlerden delillerle işlenmişti. Bu kısımda ise aynı konu bu kez, sadece hadislere yer verilerek işlenmeye çalışılacak. Peygamber Efendimiz'in şüphesiz Rabbimiz'in izin ve emriyle- kendi sünnetini ümmetine nasıl takdim ettiğini göreceğiz.]

Sünnetin Hücciyyetine Dair Sünnetten deliller

Sünnetin hüccet olduğuna, Kur'an-ı Kerim'de yer verildiği gibi, Hz. Peygamber (sav) de sünnetinin ehemmiyetini vurgulamış, ümmetinin sünnete sahip çıkması gerektiğini anlatmıştır. Bununla alakalı pek çok hadis vardır ve hadis âlimleri bunları hadis kitaplarında özenle bir araya getirmişlerdir. Biz burada, öncelikle ilgili pek çok hadisten birkaç tanesini zikredecek, ardından da sünnetin Kur'an karşısındaki durumunu işlemeye çalışacağız.

Bu hadislerden bir tanesinin meali şöyledir: 
"Bana, Kur'ân-ı Kerim ve onun bir misli (hüccet olmada eş değer bir benzeri) daha verilmiştir. Karnı tok vaziyette koltuğunda oturarak, sadece şu Kur'ân'a sarılınız; içinde helal olarak gördüğünüz şeyleri helal sayın, haram olarak gördüğünüzü de haram kabul edin' diyecek bazı kimselerin gelmesi yakınlaşmıştır. Şüphesiz Allah Resûlünün haram kıldığı şey, Allah'ın haram kılması demektir." 1

Aynı muhtevaya sahip bir başka hadis de Mikdâm b. Ma'dîkerib (radıyallahu anh) tarafından rivayet edilmiştir. 2

Büyük tefsir âlimi İmam Kurtubi bu hadislerin anlaşılmasıyla ilgili bir iki ihtimali sıralar: "Bana Kur'ân ve benzeri verildi "sözünün iki anlamı vardır. İlki okunan zahiri vahiy (yani Kur'an), ikincisi, okunmayan gizli vahiy yani sünnet. Diğer bir ihtimal ise, Kur'ân okunan zahiri vahiy ve onun benzeri hükmünde kitapta bulunanları açıklama izni. Dolayısıyla Kur'ân'ın emirlerine uymak nasıl vacip ise sünnetin emirlerine de uymak vaciptir, sonucuna ulaşır. 3

Sünnetin hücciyetine işaret eden benzeri hadisler oldukça fazladır. Resûlüllah (s.a.v), Kur'an ve sünnetin ehemmiyetini beraberce vurguladığı bir hadislerinde, "Size Allah'ın kitabı ve Resûlünun sünneti olmak üzere iki şey bıraktım. Onlara sıkı sıkı sarıldığınız müddetçe ebediyyen sapıklığa düşmezsiniz" buyurur.4 

Aynı mealde bir başka hadisi de biraz daha uzunca Yezid b. Erkam (radıyallahu anh) naklediyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. İlki, Allah'ın Kitabı'dır. Semâdan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim'dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün."5

Bu hadisin diğer bir varyantını İmam Malik rivayet eder. Onun rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetçe asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitab'ı ve Resûlünün sünneti".6

Bir başka hadiste Ebu Musa (r.a) anlatıyor: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Benim misalimle Cenab-ı Hakk'ın benimle göndermiş bulunduğu şeyin misâli şu adamın misali gibidir: "Bir adam kendi kavmine gelip: "Ben gözlerimle düşman ordusunu gördüm, tehlikeyi haber veriyorum, tedbir alın!" der. Kavminden bir kısmı tavsiyesine uyup, geceleyin, telaşa düşmeden oradan uzaklaşır. Bir kısmı da bu haberciyi yalanlar ve yerinden ayrılmaz. Ancak sabahleyin ordu onları yakalar ve imha eder. İşte bu temsil bana itaat edip getirdiklerime uyanlarla, bana isyan edip Cenab-ı Hakk'tan getirdiklerimi tekzip edip yalanlayanları göstermektedir." 7

Pek çok hadiste de Resûl-i Ekrem Efendimiz, kendisine itaati Allah'a itaatle denk saymıştır. Buhari'nin Ebu Hureyre kanalıyla tahric ettiği hadiste Resûlüllah (s.a.v) "Diretenler dışında ümmetimin hepsi cennete girecektir. Kendilerine: Direten kimdir ey Allah'ın Resûlü?' denildiğinde: Kim bana itaat ederse Allah'a itaat etmiş ve kim de bana isyan ederse Allah'a isyan etmiş olur." 8 buyurmuştur.

Ebu Hüreyre'nin diğer bir riayetinde Efendimizin şöyle buyurduğu nakledilir: "Kim bana itaat ederse, muhakkak ki Allah'a itaat etmiştir. Kim de bana isyan ederse muhakkak ki Allah'a isyan etmiştir."

Sünnetine tabi olmanın nesiller boyu önemine dikkat çeken Allah Resûlü, Ümmetimin fesadı zamanında sünnetime, sımsıkı sarılana yüz şehid sevabı verilir."9 buyurmuşlardır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Kur'an ve Sünnetin önemine daima dikkat çekmiştir. Bir keresinde namaz kıldırdıktan sonra yaptığı, veda konuşmasına benzer bir vaazı Irbâz b. Sâriye (r.a) aktarıyor: "Bir gün Resûlüllah (s.a.v) bize namaz kıldırdı. Sonra yüzünü cemaate çevirerek çok beliğ, çok mânidar bir vaazda bulundu. Öyle ki dinleyenlerin gözleri yaşla, kalpleri de heyecanla doldu. Cemaatten biri: Ey Allah'ın Resûlü, sanki bu, bir veda konuşmasıdır, bize ne tavsiye ediyorsunuz?' dedi. Size, buyurdu, Allah'a karşı takvada bulunmanızı, başınızda Habeşli bir köle olsa bile emirlerini dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Zira, sizden hayatta kalanlar benden sonra nice ihtilaflar görecek. Öyle ise size sünnetimi ve hidayet üzere olan Hulefâ-i Râşidîn'in sünnetini hatırlatırım; bunlara uyun ve sımsıkı sarılın. Sonradan çıkarılan şeylere karşı da son derece dikkatli ve uyanık olun. Zira (sünnette bulunana zıt olarak) her yeni çıkarılan şey bir bid'attır, her bid'at de dalalettir, sapıklıktır." 10 Bu hadisin Ebu Dâvud rivayetinin baş kısmında şu ziyâde vardır: "Haberiniz olsun, bana Kitap ve bir o kadar da (sünnet) verildi." Rivayetin gerisi yukarıdaki mânada devam eder. Sonunda şu ziyade mevcuttur: "Haberiniz olsun (Kur'ân'da zikri geçmeyen) ehlî eşeğin eti de size helâl değildir, vahşi hayvanlardan parçalayıcı dişi (köpek dişi) olanlar, keza muâhedeli olanların yitikleri de haramdır. Ancak eşya sâhibi, ihtiyacı olmadığı için, kasten terketmişse o müstesna. Bir kimse bir kavme uğradığı zaman, ona ikram etmek, o kavme vazife olur. Şayet ikram etmezlerse, o kimse, hak ettiği ikramın mislince onları cezalandırır."

Resul-i Ekrem Efendimiz'den dersini tam alan sahabe sünnete tam riayet etmiştir. Onlar da sünnetin önemine dikkat çekmişlerdir. Örnek olarak bir-iki tanesini nakledelim: Ömer Ibnu'l-Hattâb (radıyallahu anh)'dan rivayet edildiğine göre o şöyle buyurmuştur: "Gecesi gündüz gibi olan çok aydınlık İslâm üzere terk edildiniz. Çöldeki bedevîlerin ve mahalle mekteplerindeki çocukların dini üzere olun. (yet ve hadisten öğretilenleri olduğu gibi takib edin, kendinizden katıp karıştırmadan taklid edin.) 11

İbnu Mes'ûd (radıyallahu anh) hazretleri de şöyle der: "Bir yol takip etmek isteyen, bu yolu, ölmüş olanların yolundan seçsin. Zira hayatta olanların fitnesinden emin olunamaz. Ölmüş olanlar ise Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Ashâbıdırlar. Onlar bu ümmetin en efdalidir. Kalpçe en temizleri, ilimce en derînleri, amelce en ihlaslıları yine onlardır. Allah, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sohbeti ve dininin yerleşmesi için onları seçmiştir. Öyleyse sizler onların üstünlüğünü idrak edin, onların yolundan gidin, elinizden geldikçe onların ahlâkını ve yaşayış tarzlarını kendinize örnek kılın. Zira onlar en doğru yolda idiler.12

Bir başka zaman da İbn Mes'ud (r.a) da şöyle demiştir: "Muhakkak ki, en güzel söz Allah'ın kitabıdır. En güzel yol da Muhammed (s.a.s)'in yoludur. İşlerin en kötüsü de dine aykırı olarak sonradan çıkarılanıdır."13

Sünnetin dindeki ehemmiyetine dair hadisler, elbetteki bu kadarla sınırlı değildir. Örnek olması açısından naklettiğimiz bu hadislerle iktifa ediyoruz. Bundan sonra, Sünnetin Kur'an'a karşı durumunu değerlendirmeye çalışacağız. 

Bana, Kur'ân-ı Kerim ve onun bir misli (hüccet olmada eş değer bir benzeri) daha verilmiştir. Karnı tok vaziyette koltuğunda oturarak, Sadece şu Kur'ân'a sarılınız; içinde helal olarak gördüğünüz şeyleri helal sayın, haram olarak gördüğünüzü de haram kabul edin' diyecek bazı kimselerin gelmesi yakınlaşmıştır. Şüphesiz Allah Resûlünün haram kıldığı şey, Allah'ın haram kılması demektir.

Sünnet'in Kur'ân'ı Beyan Etmesi

Sünnetin hüccet olduğuna bir başka delil de Sünnetin Kur'ân'ın bir nevi tefsiri olması özelliğidir. Kur'ân-ı Kerim bir takım genel metodlar ve küllî kaideler getirmiştir. Nitekim dinin özellikle ibadet ve muamelata bakan büyük bir kısmı sünnet yorumuyla sekillenmiştir. İmam Nevevî (ö.676/1277) bu hususta, "Muhakkak ki bizim dinimiz Kitab-ı Aziz ve rivayet olunan sünnetler üzerine bina edilmiştir. Fıkhî ahkâmın bir çoğu sünnetlerle yapılanmıştır. Füruatla ilgili âyetlerin pek çoğu mücmel olup, açıklamaları muhkemattan olan sünnetlerdedir."14 der.

Kur'ân'da yer alan nasların bazı hususiyetleri vardır.

Birincisi: net olarak belirlenmiş, kesinliği şüphe götürmez hükümlerdir: Namaz kılma, oruç tutma, zekat verme vb. ibadetlerin farziyeti ile şarap, leş, kan, domuz eti vb. şeylerin yenilmesinin haram olması bu neviden sayılır. Sünnetin bu tür hükümlere herhangi bir açıklama veya yorum getirme ihtiyacı yoktur. Belki bu hükümleri destekler mahiyette teşvik edici ve vurgulayıcı beyanda bulunabilir. 

İkincisi: Kur'an-ı Kerim'in, farziyetini bildirip tatbik keyfiyetini Resûlüne bırakmış olduğu hükümler: Bu çeşit hükümler daha çok kapalı ifadelerle gelmiş olduğundan sünnet bu noktada sadece tavzih rolü oynar. Mücmel15 örneğinde olduğu gibi sünnetin açıklaması olmaksızın namazın vakitleri, şartları, erkanı, farzları ve adabı; ve yine orucun, haccın ve zekatın şekli, hangi maldan ne kadar verileceği gibi ayrıntılar anlaşılamazdı. Hatta bu babtan olmak üzere tâbiînin büyük âlimi Mekhûl (ö.113/731) "Sünnet Kur'ân'a kâdi'dir." yani Kur'ân sünnetin açıklamasına ihtiyaç duyar demiştir. 16

Kur'ân'da yer alan âmm17 nasların tahsis edilerek keyfiyetini, çoğu ahad olan hadisler açıklamaktadır. Yani onun izahı olmadan o ayetlerin anlaşılması mümkün olamaz. Vücub, nedb, irşad şeklindeki emir çeşitleri, nehy nevileri, hak ve hadleri, mahlukatın yekdiğerlerine karşı lazım gelen hükümleri ve emsali âyetlerin ahkamı bu cümledendir. Allah'ın Resûlünden bir nass olmadıkça yahut ümmetini onun tefsirine irşad edecek bir delâlet vârid olmadıkça, bu hususlarda hiç kimsenin söz söylemesi caiz olamaz."18 

Durum hac, oruç, zekat vb., dinin temeli saydığımız diğer ibadetler içinde aynıdır. Ayrıca muamelatdan sayılan hudud'un detayları hadisler olmaksızın anlaşılamaz. İşte bütün bu ayrıntıları bize açıklayan mutlak19 lafızları takyid20 edici sünnetdir. 

Bir örnek olarak Muharremat'la ilgili ayeti incelemek istiyoruz: yet-i kerime'de Allahu Taâlâ nikahla alınması haram olanları beyan etmiştir: "Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren analarınız, süt kızkardeşleriniz, kayınvalideleriniz, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı. -Eğer onlarla (nikâhlanıp da) henüz birleşmemişseniz kızlarını almanızda size bir mahzur yoktur.- Kendi sulbünüzden olan oğullarınızın eşleri ve iki kız kardeşi birden almak da size haram kılındı. Ancak daha önce geçen geçmiştir…"21 . (Yani, bu âyet inmeden yapılanları Allah affeder.)

Nikahla alınması haram olup âyette zikredilen sınıflar şunlardır:

Kayıtsız şartsız kadınların, yani ister kendisiyle zifafa girmiş olunsun ve ister zifafa girilmesin nikahlı hanımlarınızın anneleri (kayınvalideler). Kendisiyle birleştiğiniz hanımlarınızdan olma umumiyetle himayenizdeki üvey kızlarınız. (Eğer anneleri ile cinsi temasta bulunmamış iseniz üvey kızlarınızla evlenmenizde bir mahzur yoktur.)

Sulbunüzden bizzat ve dolaylı olarak gelen oğullarınızın eşleri olan gelinleriniz ki, bütün torunların eşlerini de kapsar. ("sülbünüzden" kaydı ile, üvey oğullar ve evlatlıklar bu hükümden çıkarılmıştır.)

İki kızkardeşle bir arada evlenmeniz. 
Ama dikkat edilecek olursa âyette zikri geçmeyen muharremattan başka sınıflar da bulunmaktadır. Bunlar bir kızla halasını, bir kızla teyzesini aynı nikah altında bulundurmak ile ra'da yoluyla olan yasaktır.

İşte Kur'ân'ın açıklamayıp sustuğu bu sınıfları sünnet tafsil etmektedir. Elmalılı merhum ilgili âyetin tefsirinde şöyle der:

"Gerçi birşeyin bildirildiği yerde bazı şeyleri zikretmemek hasr (daraltma) ifade ederse de delalet-i iltizamiyye (Bir lafzın vaz olunduğu mânânın lazımına yani o mânâ ile beraber bulunması zaruri olan diğer bir mânâya delaleti) ile işaret bulununca diğer mânâların düşmesi söz konusu olamaz. Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.) bu işareti veya bu kapalılığı açıklamak için "Nesebden haram olanların hepsi, süt emmeden de haram olur." buyurmuştur.


Nasların keyfiyetini, çoğu âhâd olan hadisler açıklamaktadır. Yani hadislerin izahı olmadan o ayetlerin anlaşılması mümkün olamaz.


Bundan dolayı burada "o ikisine mukayese et" meâlinde bir işaret ve îcaz (kısaltma) bulunduğu ve bu şekilde buraya kadar neseb ile yedi, süt emmeden de yedi olmak üzere toplam olarak on dört nikahı düşmeyen kadın sayılmış olduğu unutulmamalıdır."

Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) meşhur bir hadisinde buyurmuştur ki: "Bir kadın ne halasının, ne teyzesinin ne kardeşin kızının ne kızkardeşinin kızının üzerine nikah olunmaz", ancak eski devirlerde geçmiş olanlar başka. Onlardan dolayı sorumluluk yoktur. Bu durumda sünnet mücmel olan âyetin tafsilini yaparak yeni bir hüküm tesis etmiş olmaktadır.

Üçüncüsü: Hakkında herhangi bir nass olmayıp sadece Resûlüllah'ın sünnetiyle beyan edilmiş hükümlerdir: Bu tür sünnet Kur'ân'ın kabul veya red beyanı bulunmadığı bir hususta yeni bir hüküm getiren sünnettir. Haram kılınmış yırtıcı hayvanların etlerinin yenmesi bu kabildendir. Ebu Sa'lebe kanalıyla rivayet edilen bir hadiste "Parçalayıcı dişi bulunan her yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır." denilmektedir. Ve yine "Hayızlı kadın orucu kaza eder ama namazı kaza etmez." hadisi de bu çeşit sünnete örnek olabilir. 

Hadis-i şeriflerin bir kısmı tevatüren nakledilmiş ise de hadislerin hepsi her zaman bu şarta ulaşamamıştır. Bir kısmı da ahad' rivayetle bize gelmişlerdir. Şartlarını haiz olduğu sürece ahad' hadislerle de amel edilir. İmam Buhari, bu kanaattedir. Sahih'inde ahad haberlerin delil olması ile ilgili açtığı babta 9, Tevbe:122 âyetini göstererek ahad haberle amel edilebileceği ve onun hüccet olduğunu söyler. Zira âyette gecen "Taife" kelimesi bir ve daha çok sayı ifade etmektedir. Bu tefsir İbn Abbas'tan da nakledilmiştir. 23 

Benzeri bir kanaati İbn Hazm da paylaşır. Bu ayeti delil getirerek Ahad haberlerle amel edilebileceğini söyler.24

Ahad hadislerle amel edileceğine dair bir örnek, Buhari'nin Abdullah ibn Ömer (r.a.)'dan rivayet ettiği kıblenin tahvili ile ilgili hadistir. İmam Şafiî bu hadis ile ilgili yorumunda "Kuba ehli daha önce Beytu'l Makdis yönüne doğru namaz kılıyorlardı. Kendilerine bir sahabenin kıblenin Kabe'ye doğru olacağını haber vermesi ile Kabe'ye yöneldiler. Şayet ahad hadis hüccet olmasaydı üzerlerine farz olan eski kıblelerini değiştirmezlerdi" der. 25

Yukarıda zikredilen hadisler ve Hulefa-ı Râşidîn'in uygulamaları göstermektedir ki, Kur'ân ve Hadis şer'î bir hükmün aydınlatılması adına birbirlerini tamamlayan iki unsurdur. Hüküm önce Kur'ân'da aranır, bulunamadığı takdirde sünnete müracaat edilir ve onunla amel edilir.

c) Sünnetin Kaynak olduğuna dair Ümmetin İcma etmesi

Sünnetin delil olmasını önce Kur'ân'dan âyetlerle delillendirdik. Ardından naklettiğimiz hadislerle de mevzunun sünnette de aynı şekilde yer aldığını gördük. Şimdi de bir diğer delil üzerinde durmak istiyoruz.

Sünnetin hüccet oluşuna bir başka kuvvetli delil de icma-i ümmettir. İbn Hazm "Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız ihtilafa düştüğünüz bir şeyde o işi Allah ve Resûlüne (onların hükmüne) havale ediniz" âyetini delil getirerek sünnetin hücciyetinin icma ile sabit olduğunu söyler.26 Bir başka yerde de "Biz sadece Kur'ân'da bulduğumuz şeyleri alırız" diyenlerin tehlikeli bir söz söylediklerine dikkat çeker. 27

Bilindiği gibi sünnet Kur'ân'ın tefsiridir. Sünnetin tamamlayıcı özelliği olmazsa Kur'ân'ın anlaşılması mümkün değildir. 

Kur'ân da sadece işaret edilmiş ve sünnet ile ayrıntıları açıklanmış ibadetler asırlardır ümmet nezdinde kabul görmüş ve günümüze kadar yapılagelmiştir. Kur'ân'da tafsilatı açıklanmamış, sünnete bırakılmış o kadar çok hüküm vardır ki, sünnetin irşadatı olmasa bunları anlamak mümkün olmayacaktı. 
Yazımızın devamında bir iki kelime ile de olsa, sünneti delil kabul etmeyenlerin sözlerine çok kısa olarak temas etmeyi uygun buluyoruz. İleride eğer imkan olursa- bu konuda daha geniş bir yazı ile bu hususu işlemeyi düşünüyoruz. 

"Ümmetimin fesadı zamanında sünnetime, sımsıkı sarılana yüz şehid sevabı verilir."

d. Sünnetin hücciyetini kabul etmeyenlerin ileri sürdükleri başlıca deliller ile bu delillerin kısaca değerlendirilmesi
Daha önceki bölümlerde tarih boyunca sünnetin hücciyetini kabul etmeyen ekolleri incelemiş, yer yer kısaca görüşlerini zikretmiştik. Şimdi bu görüşlere esas teşkil eden delilleri değerlendirmek istiyoruz.

1- Genel olarak bu görüştekilerin öne sürdüğü en önemli delil Allahu Teala'nın Kur'ân-ı Kerim'de her şeyi beyân ettiği, eksik bir hüküm bırakmadığını ifade eden "Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve mü'minler için bir müjde olarak indirdik."28 Ve "Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık."29 âyetleridir. Bu durumda sünnetin Kur'ân'a yeni bir hüküm getirmesi mümkün olabilir mi?

Bu iddiaya verilecek cevap oldukça basit olsa gerekir: Önce Kur'ân-ı Kerim bir âyetler mecmuasıdır. Yukarıda delil olarak serdedilen bu iki âyet o bütünden sadece bir kaçıdır. Bağlamından koparılmış, mutlak iki âyetle Kur'ân'ın ruhunu anlamak, onu tefsire kalkışmak tefsir usûlü açısından sakıncalıdır. Diğer bir ifade ile içinde her şey olan Kur'ân'dan o "her şey" i ayıklamak ve alabilmek herkese nasip olamaz. Belki ilmi ve kapasitesi ölçüsünde bir şeyler yakalayabilir ama "her şey" i değil. Bunun içindir ki Allahu Teâla, Resûlünü göndermiş, Kur'ân'ın açıklama vazifesini uhdesine yüklemiştir. Zira Kur'ân-ı Kerim'de daha önce zikri geçen "Ey Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara kitap ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder." gibi âyetler Hz. Peygamber(s.a.v)'ı nazara verip, O'nun Kur'ân'ı tebyin edici vazifesi olduğunu vurgulamaktadırlar. Tefsir sahibi büyük imam Taberî (ö.310/922) konuyla ilgili olarak şöyle der: " Kur'ân'ın bir kısmının tefsirine, Resûlüllah'ın açıklaması olmaksızın ulaşabilmek mümkün değildir. Vücub, nedb, irşad gibi emir çeşitleri, nehy çeşitleri, hak ve hadleri, mahlukatının birbirlerine karşı yükümlü olduğu hükümleri ve benzeri âyetlerin ahkamı bu cümledendir. Allah Resûlünden bir nass olmadıkça veya tefsirine işaret eden bir delâlet bulunmadıkça, bu mevzularda hiç kimsenin söz söylemesi doğru değildir."31 

2- Sık sık dile getirilen ikinci iddia da "Bize Kur'ân yeter, ondan başkasını almayız, zira Kur'ân tevatür yoluyla gelmiştir. Oysa sünnet bir çoğu ahad olan hadisler mecmuasıdır." sözüdür. 

Bu mevzu asırlar önce tartışılmış, hükme bağlanmıştır. Önce unutulmamalıdır ki beşeriyet Kur'ân-ı Kerim'i Hz. Peygamber kanalıyla tanımıştır. Yani öncelikle Kur'ân'ın ve ondaki dini hükümlerin ümmete nakledilmesi bir cemaat tarafından değil, Hz. Peygamber tarafından gerçekleşmiştir. Daha sonra topluluklardan nakledile nakledile günümüze kadar gelmiştir. Bu demektir ki Kur'ân bile Sahabe-i Kiram'a haberi vahidle intikal etmiştir. Şayet hüccet olmasaydı Hz. Peygamberin yanında daha başkalarının da bu vazifeye iştiraki şart koşulması gerekirdi.

Bir diğer husus da Kur'ân-ı Kerim'deki bazı hükümlerin ümmete naklinde haberi vahidle iktifa edilmesidir. Bunun en açık örneği, yukarıda temas edildiği üzere Kıblenin tahvili meselesidir. Kabe'nin kıble olması emri nazil olduktan sonra bu haberin Kuba'da sabah namazı kılan bir topluluğa bir kişi tarafından ulaştırılmasıyla o topluluk Kabe'ye doğru dönmüşlerdir. Şayet haberi vahidle amel caiz olmasaydı Hz. Peygamber bu hükmü bir şahısla gönderir, sahabe de bir kişinin getirdiği haberle amel eder miydi?

Ve yine dinin tebliği mevzuunda Hz. Peygamberin ashabtan bazılarını belli yerlere memur ve elçi olarak gönderdiği bilinmektedir. Buradan anlaşılmaktadır ki haberi vahidle amel etmenin hiç bir sakıncası olamaz. Hatta diyebiliriz ki din büyük çoğunluğu itibariyle haberi vahid üzere kaimdir.

İmam Şafii konu ile alakalı olarak der ki: "Herkesçe bilinen bir şeydir ki, Ashab-ı Kiram, haber-i vahidi alırlardı. Kur'ân-ı Kerim'de hükmü bulunmayan bir mesele kendilerine arz olununca onu Hz. Peygamber'in Sünnetinde ararlardı. Bu hususta mütevatir haberi, meşhur haberi ve bir kişinin haberini ayırmadan kabul ederlerdi. Bu husustaki örnekler sayılmayacak kadar çoktur. Hadisi bilmediklerinden dolayı bir mesele hakkında reyleriyle hüküm verirlerse, sonra o konuda bir Hadis öğrenirlerse, hemen Hadise dönerlerdi.' 

3- Öne sürülen bir diğer şey de Hz. Peygamberin sünnetinin yazılmasını yasaklamış olmasıdır. Oysa sünnet Kur'ân gibi dinde hüccet kabul edilseydi, neden Hz. Peygamber tarafından böyle önemli bir ikinci kaynak kayda geçirilmiş olmasın ?

Bu iddiaya bir çok yönden cevap verilebilir; Öncelikle sünnetin yazılı olarak muhafaza edilmesinin onun hücciyetiyle irtbatlandırılması sıhhatli bir kıyas olmasa gerekir. Hadislerin tesbit ve rivayetleri hususunda yazılı veya şifahi ayırımının bir önemi olmamalıdır.

Sünnetin kayda geçirilmesini yasaklayan bazı hadislerin sıhhatleri tartışılmıştır. Bunlardan "Kitabet mevzuunda peygamberden izin istedik, bize izin vermedi." hadisinin sıhhati şüphelidir. Müslim hadisinde kastedilen yasaklamanın; sünnetin Kur'ân âyetleri ile aynı sayfa içerisinde yazılması olarak da yorumlanmıştır. Yazma yasağıyla ilgili söylenecek bir başka şey de şudur: Yazılı şeylerin hayata tatbiki, ezberlenenlere oranla az olacaktır. Onun yazıda kalması tehlikesi vardır. Bunun için ilk başlarda hadis yazımı yasaklanmış, ezberlenmeye önem verilerek hayata intikali sağlanmak istenmiştir. 

Müslim tarafından tahric edilen "Benden bir şey yazmayınız. Kim benden Kur'ân dışında bir şey yazmışşa onu imha etsin." Sahih hadisine gelince; bu hadisle beraber daha sonraları Hz. Peygamber tarafından irad edilmiş, yazmaya izin verdiği başka hadisler bulunmaktadır.32 

Buradan Müslim hadisinin Vahiy katiplerinin az olduğu, Kur'ân'la sünnetin birbirleriyle karışabileceği endişesiyle, bir dönem için ihtiyaten yasaklanmış olduğu, daha sonra bu endişenin kalkmasıyla tekrardan izin verildiği şeklinde anlamamız, en muvafık olanıdır. Hatta bazı sahabilerin Hz. Peygamberin sünnetini kaleme aldığı, onları tedvin ettiği sahifeler bulunmaktaydı.

"Abdullah İbn Amr el-As'tan başka Efendimiz'in hadislerinden hiç olmazsa bazılarını yazan başka sahabiler de vardı. Mesela Seyyidina Hz. Ali (r.a) içinde yaraların diyeti, Medine'nin hürmeti, kafir karşısında mü'minin öldürülmeyeceği ve daha başka hususlarla alakalı hükümler bulunan bir sahifeyi kılıcının bir yanında asılı taşırdı."33 Yine Hz. Ömer'in kılıcının bir yanında içinde savâim yani kırda yayılan hayvanların zekatı ile ilgili hükümler bulunan bir sahife vardı.34 Aynı şekilde İbn Sa'd'ın Tabakât'ında kaydedildiğine göre İbn Abbas, vefatında geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı ki, bunlar umumiyetle Allah Resûlü'nden ve ashab-ı kiramdan duyduğu şeyleri ihtiva ediyordu.35 

Türkçe eserler arasında, M. Hamidullah'ın neşrettiği Hemmam b. Münebbih'in Sahife'sinde ve Prof. Dr. Talat Koçyiğit'in kaleme aldığı Hadislerin Yazıya Geçirilmesi' isimli eserlerde daha fazla bilgi vardır.

Bu hakikat, bilhassa hadisin yazılmasına müsaade eden, hatta emreden ve yasaklayan hadislerden çok daha fazla, tespit üzerinde duran sahih rivayetle bir arada mütalaa edildiğinde daha iyi anlaşılacaktır.

4- Sünnetin hücciyetini inkar edenlerin ileri sürdükleri bir diğer iddia da Allahu Teâla'nın Kur'ân'ı muhafaza edeceğine dâir vaâd ettiği bu tekeffülün sünnet için yapmadığıdır.
Bu iddiaya mesned olarak ileri sürülen ayet-i kerime ise "Hiç şüphe yok ki o zikri Biz indirdik Biz, hiç şüphesiz onun koruyucusu da mutlaka Biziz."36 âyetidir. Ekser ulema âyette geçen "zikr" kelimesini Kur'ân olarak yorumlamış, Allah tarafından kıyamete kadar muhafaza edileceğini iddia etmişlerdir. Elmalılı da bu hususta "Yani Allah Teâlâ, bununla Kur'ân'ın fazlalık veya noksanlıkla bozma ve değiştirmeden korumasını üzerine almış ve korunarak kalmasını anlatmıştır." demektedir.37 Bu tefsir doğru dahi olsa; Kur'ân'ın muhafaza edilmesi olarak yorumlanan "hiç şüphesiz onun koruyucusu da mutlaka biziz" ifadesi sünnetin dışlanmasını gerektirmez. Başka bir ifadeyle Kur'ân'ın muhafazası, ancak sünnetin muhafazası ile gerçekleşebilir. 38
Ayette geçen "lehu" zamirinin "Hz. Muhammed'e de işaret edebileceği iddia edilmiştir. Bu yorum halinde de Hz. Muhammed (s.a.v)'le kastolunan sünnetin muhafaza altında olduğu anlaşılır.

Yukarıdan beri, gerek Kur'ân'da, gerek hadislerde ve gerekse de ümmetin icmaı ile sünnetin hücciyyeti üzerinde durduk. Daha önceki asırlarda, sünnetin delil olma keyfiyeti bu kadar tartışılmamıştı. Bunun günümüzde daha yoğun olarak tartışılır olması, düşündürücüdür. Tartışmanın bilhassa batılı müsteşrikler tarafından başlatılması, hele de Hindistan ve Mısır gibi işgal altındaki ülkelerde daha yoğun olması, Hadisin devre dışı bırakılmasının kimlerin işine yarayacağı hakkında bize bir fikir vermelidir, kanaatindeyiz.

DİPNOTLAR
1 Musned:4/130-133, Tirmizi, İlm, 2660 nolu hadis. 2 Ebu Dâvud, Sünne, 6, (4604); Tirmizî, İlm, 60, (2666); İbnu Mace, Mukaddime 2, (12). 3 Muhammed b. Ahmed el-Kurtubi, el-Câmi li Ahkâmil Kur'ân, Beyrut, trs, 1:38. 4 Hâkim, el-Mustedrâk, 1:93. 5 Tirmizî, Menâkıb 77, (3790). 6 Muvatta, Kader 3, (2, 899). 7 Buhârî, Rikak, 26; Müslim, Fezâil, 15, (2283). 8 Buhârî, (Bulak, 1313), 13:91. 9 İbn Mace, Mukaddime, 6. 10 Tirmizî, İlim, 16, (2678); Ebu Dâvud, Sünne, 6, (4607). 11 Benzeri için bkz.: Müsned 4:126 ve İbnu Mace, Mukaddime 6, (43). 12 İbnu Abdilberr, Câmi'ul-Beyâni'l-İlm, 2:9. 13 Buhârî, İ'tisam, 2, Edeb, 70. 14 Muhammed Cemâluddîn el-Kâsımî, Mehâsinu't-Te'vîl, Kahire, 1376/1957, 3:828. 15 Mücmel: Bir manaya delâleti açık olmayan, maksadın kesin olarak anlaşılması için açıklanması gereken ifadelere denir. 16 İbn Abdilber, Câmiu'l Beyân, 2:234; Şatibi, el-Muvafakat, 4:19. 17 mm : Herhangi bir şekilde hasredilmeyen müsemmâların tamamına şâmil olan lafızlara denir. 18 Taberi, 1:74. 19 Mutlak : Delâlet ettiği efrattan herhangi birini ifade eden has lafza denir. 20 Takyîd: Delâlet ettiği efrattan herhangi birine şâmil olmayıp bunlardan muayyen birini veya bir çeşidini ifade eden lafızdır. 21 4, Nisa 23. 22 Buharî, Cenâiz, 36. 23 Bkn:el-Emin es Sadık el Emin, Mevkifu'l Medresetü'l- Akliyye mine's-Sünneti'n-Nebeviyye, Riyad, trs, 1:147. 24 el Emin, age, 1:147. 25 Muhammed b. İdris es Şafii, er-Risale, 1309, s.407. 26 İbn Hazm el-Endelusî , el-İhkam fi Usûli'l Ahkam, Kahire, trs. 1: 88. 27 İbn Hazm, age. 1:214. 28 16, Nahl:89. 29 6,Enam:38. 30 2, Bakara:129. 31 Taberi, 1:74. 32 Tirmizi, İlm, 12; Kenzu'l-Ummal, 10:232; Müsned, 2:215. 33 Buhari, İlim, 39; Müsned, 1:100. 34 Tirmizi, Zekat, 4; Hatip el-Bağdadi, el-Kifaye, s. 353-354. 35 el-Hatip M. Accâc, es-Sünnetü Kable't-Tedvin, s. 352. 36 15, Hicr 9. 38 Elmalılı, age, 5:193 39 39 Konuyla ilgili izahat için bak. Çalışmamızın Sünnetin Kaynak Oluşunun Delilleri adlı bölümü. 40 Buradaki "lehu" zamiri iki ayrı şekilde yorumlanmıştır. Birincisi "zikr"e ait olmasıdır; tefsircilerin çoğunun görüşü budur. İkincisi Ferrâ ve İbnü'l Enbârî'nin görüşleridir ki, Kur'ân, üzerine indirilen Hz. Peygambere ait olmasıdır. Bu durumda mânâsı onu cin ve şeytan şerrinden ve düşman tecavüzünden koruyan ve koruyacak olan da biz şanı Yüce Allah'ız demek olur. Bkz., Elmalılı, age, 5:193-194.

BİBLİYOGRAFYA
Abdulgani Abdulhalik, Hücciyetu's-Sünneh, Beyrut, 1995. Aşûr, Tahir b. Muhammed, Islam Hukuk Felsefesi; (çev: Aydüz Davut), İstanbul, 1988. el-Behiy, Muhammed, El-Fikru'l Islâmi el-Hadis ve Silatuhu bi'l Istimari'l Garbi, Mısır 1981. Buharî, el-Câmiu's-Sahih, İstanbul, 1315

.

Tefsirde Anti Sünnet Hareketler

Doç. Dr. Cüneyt Eren
AddThis Sharing Buttons
2 3

Sünnet karşıtı hareket tabiri ile genel olarak sünnetin dinî delil oluşunu (hücciyetini) kısmen veya tamamen reddetmeyi kastediyoruz. Yoksa sıhhati ile ilgili birtakım şüpheler getirme veya bazı kayıtlar ortaya koyma doğrudan sünnet karşıtı anlamına gelmemelidir.

Biz bu araştırmamızda öncelikli olarak yukarıda belirttiğimiz çerçeve içinde kalan fikirlerle ilgileneceğiz. Ancak sünnetin sıhhati konusunda şüphe içinde olma diye tanımladığımız diğer çerçeve içerisine girebilecek bazı aşırı hareketlerin hadisin sıhhati için ortaya koydukları kayıtlar ileride yeri geldikçe örnekleriyle göreceğimiz gibi netice itibarıyla sahih sünneti nefyetme noktasına kadar vardığından bu gibi örnekleri de araştırmamızda zikretmeyi düşünüyoruz.

İmam Şafii sünnetin hücciyetini kabul etmeyenleri üç gruba ayırmaktadır: Birinciler sünnetin hüccet olmasını büsbütün inkâr ederler. İkinciler sünneti Kur'ân'la beraber olunca (Kur'ân'a ters düşmedikçe) hüccet tutar, başlı başına hüccet almazlar. Üçüncüler ise, sünneti kabul eder, ancak haber-i vahidin delil olmasını reddederler. Yalnız mütevâtir, müstafiz ve meşhur olan hadisleri alırlar. Daha kısa tabirle ancak ahbâr-ı âmmeyi kabul ederler.1

1. Sünnetin tanımı

Öncelikli olarak üzerinde durulması gereken husus sünnet ve sünnetin kaynak oluşu, tabirlerinden neyin kastedildiğini tayin etme olmalıdır. Zira bazı ekollerin bu tabirlerle murad ettikleri mânâları arasında farklılık bulunabilmektedir.

Sünnetin lügat mânâlarından birisi 'yol' demektir. Bir hadis-i şerifte Resûlullah Aleyhisselatüvesselam'ın bu mânâyı ifade ederek: 'Kim İslâm'da güzel bir yol edinirse, onun sevabı ve daha sonra o yolda gidenlerin sevabı yapanlardan eksiltilmeyerek ona da verilir.'2 buyurmaktadırlar. Öncekilerin açtığı sonradan gelenlerin takip ettiği yola da sünnet denmektedir.3 Lugat mânâsı ile uyumlu olarak Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem)'in günlük yaşayışında takip ettiği yola genel anlamı itibarıyla sünnet denmiştir.

Terim mânâsı ise usulcülere göre Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi vessellem)'den nakledilen söz, fiil ve takrirdir. Sünnet tabirinin hadisçiler nezdinde kazanmış olduğu ıstılah mânâsı da Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi vessellem)'e peygamberlik gelmeden önce, O'nun dinî veya gayridinî söz, fiil ve takrirlerinin hepsini içine alır.4 Bu anlayışa göre Resûlullah'ın yaratılış ahlâkı ve gidişata dair her türlü sıfatı sünnettir.5 Bu anlayışa göre sünnetle hadis birbiri yerine kullanılan müteradif iki terimdir. 

Fıkıhçılara göre sünnet ise daha farklı açıdan ele alınmıştır; onlar sünneti bid'atın karşılığında ele alır ve ona şer'î bir hükme delil olup olmama yönüyle bakarlar.

Sahabe ve Hulefa-i Raşidîn'den nakledilen uygulamalara da sünnet denildiği rivayet edilmektedir.6 Örneğin: Caferîlere ve Musta'liye İsmailîlere göre sünnet, masum olarak niteledikleri Hz. Peygamber ve imamların sözü, fiili ve takrirleridir.7 

Günümüz modernistlerinden Fazlurrahman, sünneti tanımlarken ona daha değişik bir boyutla yaklaşmıştır. 'Sünnet, kelime olarak 'çiğnenmiş yol' anlamına gelir ve İslâm öncesi Arapları tarafından bir kabilenin atalarınca tesis edilen örnek davranışı ifade etmek üzere kullanılmıştır. Dolayısıyla bu bağlamda bu kavramı meydana getiren iki ana unsur bulunmaktadır: a) Tarihî bir olgu olduğu iddia edilen davranış; b) Gelecek nesiller için bunun kural haline gelmesi. Kur'ân'da sünnet kelimesi İslâm dinine karşı çıkanlara, eleştiri kabilinden, yeni öğretiye karşılık atalarının örnek davranışlarını izleyenler şeklinde atıfta bulunurken kullanıldığı anlamda kullanılmıştır.8 Kur'ân aynı zamanda Allah'ın sünnetinden, yani Allah'ın toplumlarrın model ve kaderine ilişkin değişmez davranışından söz etmektedir. Burada da yine aynı iki unsur, başka bir deyişle (bir tek varlığın) gelecekte de işlevini mutlaka yerine getirecek olan geçmiş davranışı, bulunmaktadır.9 

Goldziher ise; 'İslâm'ın gelişiyle sünnet kavramının içeriği, Müslümanlar için, Hz. Peygamber'in örnek davranışı, yani onu yazılı hale getirilmiş olan fiil ve sözlerinden kaynaklanan amelî kurallar şeklinde bir değişikliğe uğramıştır.' der.10 

Fazlurrahman ve Goldziher'in sünnet hakkında getirmiş oldukları bu izahat, esasında modernistlerin sünnete yaklaşımını ortaya koymaktadır. Bu da önce sünnetin tarihî bir olgu olması, sonra da gelecek nesiller tarafından bu olgunun hukukî boyut teşkil etmesi hususudur.

2. Tarihte Sünnet Karşıtı Hareketler

Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi vessellem)'in emirlerine ittiba ve bu ittibanın vücûbiyeti hususunda sahabenin herhangi bir tereddüdünün olmadığı kat'î delillerle sabittir. Hatta Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi vessellem) normal hayatında alışagelmiş hâl ve hareketlerine karşı bile sahabenin sergiledikleri titizlik örnekleri hadis kitaplarında çokça vardır.

Bu bağlamda, Ebu Said el-Hudri'den nakledilen bir rivayette Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem) namaz esnasında ayağındaki çarığı çıkarıp sol tarafına koyar. Ardında namaz kılmakta olan bütün insanlar aynı şeyi yaparlar. Namaz eda edilir. Resûlullah sahabeye çarıklarını neden çıkardıklarını sorar. 'Senin çıkardığını gördük' demeleri üzerine Cibril'in (a.s) kendisine gelip çarığı üzerinde necaset olduğunu haber verdiğini söyler. 

Yine İbn Abdilber kanalıyla rivayet edilen aşağıdaki kıssa sahabenin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi vessellem) emir ve işaretlerine karşı hassasiyetini gözler önüne koymaktadır. Keza Abdullah b. Revaha (r.a) cuma namazı için mescide giderken Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi vessellem) hutbede 'oturunuz' sesini işitir. Hemen bulunduğu yere çöker. Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi vessellem) kendisine yol ortasında oturmasının hikmetini sorup aldığı cevap karşısında 'Allah taatini artırsın' buyurur.11 

İşte sünnet, bu hassas ruhlar (sahabe) meşcereliğinde, şok seviyesindeki hâdiselerle beslene beslene ve hayatla yoğrula yoğrula hadis muhakkiklerinin kitaplarına aktı aktı ve gelip bizlere kadar ulaştı.

Sahabenin ve onların rahle-i tedrisinde yetişen tabiînin ve etbâ-ı tabiînin hadisleri rivayette gösterdikleri hassasiyet ve titizlik neredeyse cinnet derecesindedir. Zira sünnete dil uzatanları ve ileride dil uzatmaya yeltenecekleri susturacak ve bu hususta meydana getirilmek istenen şüphe ve tereddütleri izale edecek en mühim ve en güçlü delillerden birisi de hiç şüphesiz sözünü ettiğimiz tabakaların sünneti rivayette gösterdikleri hassasiyetin isbatı olacaktır.12 

Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi vessellem) vefatından sonra baslangıçta Yahudi desiseleri ile başgösteren, daha sonra Hâricîlerle gün yüzüne çıkan sahabeyi tekzip ve bir kısmını da tekfir hareketleri ile Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi vessellem) bizzat duyup nakleden birinci kaynak sahabenin rivayeti ilk defa yara almış, netice itibarıyla naklettikleri hadislerin hücciyeti sorgulanmaya başlamıştır. Bu arada bazı fikir ve inançları teyit eden hadisler vaz' edilmiş veya sahih rivayetler batıl tevillerle taşıdıkları mânâların dışına hamledilmiştir.

Yukarıda özetle vermeye çalıştığımız durum kanaatimizce Kur'ân'ı anlama yolunda sünnetin dışlanmasına mebde' teşkil etmektedir. Şimdi sırasıyla bu mezhep ve hareketleri ve günümüze kadar ulaşan tarihî seyrini incelemeye çalışalım:

a) Hâricîler ve Sünnet
İslâm tarihinde ortaya çıkan en eski mezheplerden olan Havâriç, bilindiği gibi Sıffin muharebesi (safer 37-657) esnasında tahkim hâdisesine karışan sahabeyi Allah'ın hükmü ile hükmetmedikleri iddiasıyla tekfir etmiş olup, akidelerince 'Hâricî olmayan bütün Müslümanlar mürteddir.'13 

Bu olaydan sonra artık 'Hüküm ancak Allah'ındır.'14 ayeti, Hâricîlerin slogan haline getirip uğrunda ekol oluşturdukları bir söz haline gelmiştir.

Hâricîler genelde çöl Araplarıdır. İslâm öncesinde fakir bir halde yaşamışlardır. Çölde yaşamaya devam ettiklerinden İslâm'a girince de ekonomik durumları iyileşmez. Bunların fikirleri basit, tasavvurları dardı. Bu yüzden dinde mutaassıp, muhakeme-yi diniyede noksan idiler. Çabuk öfkeleniyorlar, kolaylıkla infiale kapılıyorlardı. Yaşadıkları çöl misali, sert tabiatlı, katı kalpli idiler.15 

İbn Teymiye de Havâriç hakkında 'Mezheplerinin aslı Kur'ân'ı ta'zim ve ona ittiba etmek olmakla beraber Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaatten kopmuşlardır. Zira recm ve hırsızlıktaki nisap vb. gibi Kur'ân'a aykırı gördükleri sünneti reddederler.'16 der.

İbn Hazim ez-Zahirî de 'Hâricîlerden bazı taifeler öyle ileri gitmişlerdi ki farz olan namazın Kur'ân'da zikri geçen gündüz öğle vakti bir rekat, akşam vakti de bir rekattir demişlerdir.' der.17 

Ve son olarak A. Hamdi Akseki de Havâricin sünnete karşı tutumları hakkında; 'vaktiyle Havâriç'ten ve Hz. Ali'ye karşı gelen fırka, 'Allah'ın kitabı bize yeter' diyerek Peygamber'in sünnetini tanımamak istemişlerdir.' der.18 

Görüldüğü gibi Havâricin genelinde sünnetin hücciyetini red mevzuunda kaynaklarda net bir hüküm görülmemektedir. Sadece gulât diyebileceğimiz Havâricin bir kısmı İbn Hazm'in de belirttiği üzere vakitlerinin sünnet ile tayin edildiği ve ümmetin üzerinde icma ettiği beş vakit namazı Kur'ân'da sadece iki vakte işaret edildiği iddiasıyla reddederek sünnetin sahih dahi olsa hücciyetini nefyetmiştir. Bu hüküm bütün Havârice teşmil kılınmasa da görebildiğimiz kadarıyla tarihte ilk defa sünnetin hücciyetinin tartışılması ve kendinden sonrakileri etkileme adına önem arz etmektedir.

Bir diğer husus da Havâriç tahkim hâdisesine karışan sahabi kanalıyla gelmiş rivayetleri, itikatları gereği dinden çıktıkları için reddetmektedir. Bu da Kur'ân tefsirinde büyük bir yekûn tutan, bir yerde belli hükümlerin mihenk taşı vazifesi gördüğü rivayetlerin dışlanması anlamına gelir. Bu yönüyle de hadisin hücciyetini nefy ile doğrudan irtibatlıdır.

b) Şîa ve Sünnet
Şîa veya teşeyyu' dediğimiz hareket Hz. Peygamber'in vefatından sonra Ali b. Ebi Talib ve Ehl-i Beytini halifelik için en layık kimseler olarak gören ve onları meşru halifeler kabul eden; Hz. Ali'den sonraki halifelerin de mutlaka onun soyundan gelmesi gerektiğine inanan toplulukları ifade eder.19 Bilindiği gibi Abdullah b. Sebe'nin İslâm'ı nifaken izhar etmesi, beraberinde Hz. Ali'ye aşırı muhabbet korkusuyla, bir yerde Allah'ın ona hulûl ettiği iddiası ile şüyû' bulmuş o günkü şartlarda İslâm hesabına en tehlikeli ekol durumuna gelmiştir.

Şîa'nın hadis anlayışına gelince, bu anlayışı şekillendiren belli başlı âmil sahabenin Hz. Ali ile olan münasebetidir. Bu ekole göre Ebu Bekir Sıddîk (r.a)'in hilafetine biat etmiş olan sahabilerin adaleti şüphelidir. Bazı gulât-ı Şîaya göre de dinden çıkmışlardır. Dolayısıyla rivayetleri sahih olmaz. Bunun neticesi olarak yukarıda zikri geçen sahabe kanalıyla gelen ve teşri'de esas kabul gören binlerce hadis bunların nezdinde uydurma, yalan, hatta iftiradır.

'Ve yine Şiî anlayışına göre Hz. Peygamber'in sağlığında saf ve temiz olan birçok sahabi, onun ölümünden sonra bu hallerini muhafaza edememişlerdir.'20

Hayreddin Karaman konu ile ilgili olarak bir tebliğinde özetle şöyle demektedir: 'Caferîlere ve müsta'liye İsmailîlerine göre Sünnet, Masumun sözü, fiili ve takriridir. Masum olma sıfatı Hz. Peygamber'e ve imamlara mahsustur. Mütevâtir hadisler hem inanç, hem de amel için kaynaktır, delildir. Mütevâtir olmayan haber-i vahid ve meşhurlar ile ravileri arasında İmamiye mezhebine mensup olmayan kimselerin bulunduğu hadislerin muteber delil olup olmadıkları tartışılmıştır. Şerif Murtaza'nın başlarında bulunduğu bir gruba göre bu haberler dinde delil değildirler. Eskilerden Şeyh Tûsî'nin ve tâbilerinin savundugu bugün ise Şiî çevrede hakim olan görüşü, mütevâtir olmayan hadisler, güven artırıcı bazı şartlar taşıdığında muteber olması yönündedir. Zeydîler ile Sünnîler arasında haber-i vahid konusunda önemli bir fark yoktur.21' 

Yukarıdaki izahattan da anlaşılacağı gibi bu fırka daha önce bahsini ettiğimiz Havâriç gibi olarak sahabenin adaletini teşkik noktasından hareketle özellikle âhâd haberleri red ve inkâr etmekte ve hücciyetini muteber görmemektedirler.

c) Mu'tezile ve Sünnet
Mu'tezile adı tarihte Hasan el-Basri'nin çevresinde meydana gelen bir itizalden kaynaklanmış, önceleri nazarî kelam ilmi mektebi gibi görünmüş, sonraları Şiî ve Hâricî hareketleri gibi siyasî teşekkül haline dönüşmüş bir mekteptir.22 

Mu'tezile'nin sünnete karşı konumu iki grupta ele alınabilir. Birinci ve gulât diyebileceğimiz kesim ki bunlara göre mütevâtir hadislerde bile yalan olabilir. Hüccet değildir.

El-Bağdâdî, Nazzâm'a isnad ettiği bir kavilde 'en-Nazzamiye ümmetin hata üzerine ittifak edebileceğini ve mütevâtir haberlerin hüccet olmadığını iddia ettiklerini' söyler. 'Sahabe hakkında ithamda bulunup, şeriatta kıyası iptal etmişlerdir.' der.23 

Görüldüğü gibi Mu'tezilenin özellikle gulât kesiminin mütevâtir haber hakkında görüşleri oldukça açıktır. Bu kesime göre âhâd haberlerin şer'î hükümlerde bir hücciyeti yoktur. Daha ilimli olan ikinci kesim ise özellikle akide ile ilgili âhâd hadisleri inkâr ederler. Bu inkârın, temeli aklı esas almaları ve onu şer'î nasslara takdim etmeleridir. El-Hayyat'ın da içinde bulunduğu bu kesim Mu'tezile içerisinde çoğunluğu teşkil etmektedir. Yine bunlara göre Ehl-i Sünnetçe hüsnükabul görmüş bazı fikhî hükümlere müteallik hadisler inkâr edilmektedir. Bu babtan olarak el-Hayyat âhâd haberlere mebni birçok farz hükümlerini reddetmektedir.24 

Günümüzde yapılan bir araştırmada Mu'tezilenin âhâd haberlere karşı görüşlerini aşağıdaki tasnif içerisinde değerlendirmiştir.

Mu'tezile'ye göre âhâd hadisler sıhhatinde şüphe olan haberlerdir ve 5 grupta mütalâa edilir:

1. Sünnetten sayılmazlar, yalan haberlerdir.25 
2. Teşri'de hüccet kabul edilmez.26 
3. Akla ters düşen âhâd teşri'de hüccet olamaz
4. İtikadî konularda ihticâc edilemez.
5. Bazı şartlarla ancak amellerde ihticâc edilebilir.27 

3. Yakın Dönemlerde Sünnet Karşıtı Hareketler

Kitabın yanında başlı başına bir teşri' kaynağı olarak sünnet, Kur'ân-ı Kerim'in inmeye başladığı andan itibaren fonksiyonunu icraya başlamış ve hep Kur'ân'la içli dışlı olmuştur. Ne var ki dünden bugüne cumhur-u ümmet ve ulema tarafından böyle kabul edilegelmiş olan sünnet, Yunan felsefesinin tesiriyle Nazzam gibi birtakım Mu'tezile imamları ve daha sonra da garazkâr ve İslâm'ı temelinden dinamitlemeye çalışan bir kısım batılı müsteşrikler, bu dupduru kaynağı kendilerince hep bulandırmaya çalışmışlardır. Ne yazık ki, bir iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da meseleye böyle bir kompleks içinde kısmen müsteşriklerin oyununa gelmiş ve hatta sünneti sorgulamaya kalkışmışlardır.28 

Günümüzde Sünnete Karşı Hareketleri genel olarak:

a) İslâm'ın ikinci kaynağı ve Kur'ân'ın tefsiri olan sünneti ve onun hücciyetini teşkiki ile İslâm ve Müslümanlarla fikrî gazvede bulunan müsteşrikler veya oryantalizm.

b)'Batılaşma' veya 'dinî reform' sloganlarıyla dinin zamanın şartlarına göre yenilenmesini savunan ve büyük bir kısmı Müslüman olan kesim diye iki grupta inceleyeceğiz.

İkinci grubu da kendi içinde:

1. el-Kur'âniyyûn
2. el-Medresetü'l-Islahiyye
3. Modernistler, başlıkları altında ele alacağız.

a) Oryantalizm ve Sünnet
Günümüz modernistlerinin akıl hocalığını bir yerde oryantalistler yapmışlardır. Bir çeşit onlardan etkilenmiş ve ilerideki bölümlerde örneklerini göreceğimiz gibi sünnetin dışlanarak Kur'ân'ın salt akıl ile yorumuna gidilmiştir. Dolayısıyla oryantalistlerin, müşahhas Kur'ân tefsiri çalışmaları bulunması bile fikrî tesirleri açısından konumuzla doğrudan ilgisi vardır. Kaldı ki Nöldeke Thedore, Abraham Hinckelmann, Arberry gibi bazı oryantalistlerin Kur'ân üzerine bazı araştırmaları da olmuştur.29 

Bir nevi siyasî teşekkül olarak gördüğümüz oryantalizm kanaatimizce emperyalizm ile birlikte mütalâa edilmelidir. Terim anlamıyla bu kelimeden murad dolaylı da olsa İslâm ve öğretilerini yakından tanımak, neticesinde bulunabilecek bir gedik ile İslâm ve Müslümanları şüpheye sevk etmektir. Prof. Dr. Suat Yıldırım Hoca bu mevzuda 'Şarkiyatçılık exotique ve maceraperest şark rüyası ile sömürgeci yayılmanın ihtiyaçları arasında gelişir. Hıristiyan şarkiyatçılığı kesin olarak, misyoner faaliyeti çizgisinde yer alır. Dinî inancı olmayan ve sayıları az olan bazı müsteşrikler ise meraklarını tatmin için İslâm'la ilgilenmiş olabilirler.' der.30

14. asır ortalarından günümüze kadar oryantalistler tarafından İslâmî araştırmalarda kaleme alınmış kitap sayısının altmış binden fazla olması konunun ehemmiyetini herhalde gözler önüne sermektedir.31 

Oryantalistlerin Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi vessellem)'in nübüvvetine inanmadıkları için sünnetin hücciyetine bakışı doğal olarak inkâr üzeredir. Onlar göre sünnet Arap Cahilî toplumunun gelenek, görenek ve âdetlerinin İslâma taşınması32 ve Müslümanların ilk üç asırdaki yaşantısıdır.33 Hadislerin büyük bir yekûnu daha sonraları oluşmuş Hz. Muhammed'e (sallallahü aleyhi vessellem) nispet edilmiştir.34 

Bazılarına göre de vahyin nefsanî ilhamât veya bir çeşit kehanet olduğu iddia edilmiştir. Bu babtan olmak üzere Kur'ân Muhammed (sallallahü aleyhi vessellem)'in bir eseridir.35 

b) El-Kur'âniyyûn (Ehl-i Kur'ân) ve Sünnet
Temel ilkeleri Kur'ân tefsirinde sünnetin dışlanması olan el-Kur'âniyyûn ekolünü araştırmamızda diğerlerinden farklı olarak biraz daha detaylı incelemek istiyoruz.36 

Kuruluşu hakkında kaynaklar farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Abdulhamit Birişik hazırladığı doktora tezinde konunun uzmanı olarak nitelediği Dr. Seyyid Abdullah'a isnaden bu ekol bir grup ve cemaat olarak 1952 yılında Abdullah Cekralevî tarafından bazı prensipler dairesinde oluşturulmasına rağmen üzerine oturttuğu temel görüşler itibarıyla daha çok Seyyid Ahmed Han'dan gücünü almıştır, der.37 

Yaptığımız araştırma neticesinde bu ekolün asıl adı Gulâm Nebi el-Maruf b. Abdullah Cekralevî liderliğinde önce 'Ehli'z-Zikru ve'l-Kur'ân' diye tanındığı sonraları Muhibbu'l-Hak Azim Abadi ve Seyyid Ahmed Khan'in destekleriyle güçlenip 'el-Kur'âniyyûn' hareketi olarak şöhret kazandığı anlaşılmıştır. Tarihî süreç içerisinde fikir olarak aynı çizgide yer almış, bazen ferdî bazen de aynı hareket içerisinde kabul edilmiş sahsiyetler günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

Mevdudî konu ile ilgili yaptığı yorumda hicrî 13. yüzyılda bu fitne Irak'ta tekrardan zuhur etmiş, Hindistan'da kabul görmüş ve gelişmiş, tevhidî ümmeti sarsmış, fitneye sebep vermiştir, der. Ona göre Hindistan'da bu hareketin başında Seyyid Ahmed Khan ve Mevlevî Cirrag Ali gelmektedir. Daha sonra el-Mikdam Mevlevi Abdullah Cekralevî ve ardından Mevlevî Ahmedüddin Emritşeri, Mevlana Eslem Celraceburî ve nihayet Gulam Ahmed Pervez bu hareketin öncülüğünü yapmışlardır.38 

Bugün ehl-i Kur'ân'ın geleneğini temsil eden idareler içerisinde Lahor'daki İdare-i Tulu'i-İslâm (Talu e Islam Trust) ve Dâru'l-Kur'ân ve Encümen-i Ümmet-i Müslime başta gelmektedir. Pakistan Devleti tarafından desteklenen ve bir ölçüde modernist düşünceyi temsil eden İdare-i Sekâfet-i İslâmiye (Institute of Islamic Culture) adlı kuruluş yayınladığı çok sayıda kitap ve çıkardığı ilmî dergiyle hadis inkârcılığını, ehl-i Kur'ân düşüncesini desteklemekle suçlanmaktadırlar. Dergilere gelince; Perviz'in görüşlerini geniş kitlelere ulaştırmak için 1938 yılında çıkarmaya başladığı Tulû-i İslâm adlı dergi onun vefatından sonra da hayatına devam etmektedir. Mecelle Belâğu'l-Kur'ân'da ekolün Lahor'daki diğer kolunun etkili bir yayın organıdır.39 Bu ekolün sünnete karşı tutumlarına gelince isminden de anlaşılacağı üzere bu ekol teşri'de Kur'ân dışında başka bir kaynak kabul etmez. Hükmün sadece Allah'a ait olduğu temel prensibi ile sünnetin teşri'de rolü olmayacağına kâildirler. Bu babtan olmak üzere sünnet ile tebyin, tahsis veya nesh olan Kur'ân ayetlerinin yorumlarında tabiî olarak cumhur Ehl-i Sünnet anlayışına ters düşen farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Örneğin bu ekole göre:

1. Kur'ân-ı Kerim'de nasih ve mensuh ayet bulunmaz
2. Kabir hayatı, âlem-i berzah yoktur.40 
3. Sünnet ile şekil kazanmış ibadetler bu ekole göre daha değişik yorumlanmış ve sadece 
Kur'ân'ın zahir naslarına dayalı ibadet anlayışı hakim olmuştur. Mesela sübûtu Kur'ân'a dayanmayan cenaze ve bayram namazlarını kılma zarureti yoktur.41 Ekol mensubu bazılarına göre farz olan namaz günde sadece iki rekattir.42 Ramazan orucu da senenin herhangi bir ayında olabilir.43 

Bu ekolün kurucusu Abdullah Cekralevî'ye göre Kur'ân'da ezan ve muezzinle ilgili bir bilgi ve işaret olmadığı için bunların yapılması küfürdür.44 

Yukarıda kısaca örnek sadedinde zikrettiğimiz bu görüşleri çoğaltmamız mümkündür. Netice olarak bu ekolün temel felsefesi Kur'ân'ı sünnetin dışlanarak salt Kur'ân ayetleri ile anlamaya çalışmaktır. Bunun için de ümmetin üzerinde icma edip yapageldiği şeairi veya anlayışları sünnetin olmaksızın Kur'ânî bir temel üzerine oturtmaya çalışılmıştır. Veya kendi tabirleriyle 'Sünnet ilavesi' ile şüyû' bulmuş ibadet veya anlayışlar temelinden inkâr yoluna gidilmiştir.

c) el-Medresetü'l İslâhıyye veya Modern Rasyonalizm Ekolü ve Sünnet
Bu ekol 19. yy. sonlarında İngiliz sömürgeciliğine karşı ayaklanmış görünen Cemaleddin Afgânî (1839-1879) liderliğinde zuhur etmiştir. Ardından talebesi Muhammed Abduh (1849-1905) ile ekol hakiki kimliği olan rasyonalist yapıya kavuşmuştur. Ona göre şer'î nusûs akla hükmedemez. Hocası Afgânî'nin aksine Abduh ıslah ve reformu siyasî sahada değil egitim sahasında görmüş, o yolda çalışmıştır.

Talebesi Muhammed Reşid Rıza ile ekol aşırı rasyonalist çizgiden biraz daha selef çizgisine doğru kaymıştır. Muhammed Abduh'un talebesi Muhammed Mustafa el-Merâgi de bu ekol içerisinde zikredilebilir."45 

Muhammed Abduh 'İlim tahsili için İslâm'ın birinci esası akıldır. Aynı anda imanın da vesilesidir. İkinci esası ise ilk bakışta tezat görünen şer'î nusûsun zahirine aklın takdim edilmesidir.' der.46 

Bu ekole göre âhâd hadisler zannî olduklarından inançta özellikle hüccet olamazlar. Muhammed Reşid Rıza bu mevzuyla ilgili olarak 'Akide esasları ve imanî esaslar, âhâd hadislerle tesbit edilemezler.' der.47 

Başka bir yerde sahabenin sünneti Kur'ân gibi kalıcı olur endişesiyle yazmadıklarını, kavlî sünnetinde belge değerinde olmayacağını dolayısıyla sıhhatinde şüphe olabileceğini iddia eder. Bu babtan olmak üzere; İsa (a.s)'nın ahirzamanda nüzûlü, Deccal ve Cessâse, Resûlullah'a (sallallahü aleyhi vessellem) büyü yapılsa, mi'raç vb. hadisler, âhâd olduklarından ve akla ters düştüğü iddiasıyla inançta hüccet olmazlar.

Reşid Rıza'nın başında bulunduğu Menâr dergisinin 1906 yılı 9. ve 12. sayılarında sünnetin dinin usûlünden olup olmadığı münakaşası neşredilmiştir. Bu tartışma 4 yıl devam eder. Başrolde 'İslâm Sadece Kur'ân'dır' sloganı sahibi tabip doktor Muhammed Tevfik Sıdkî (1298-1338) gelmektedir.48 
Tevfik Sıdkî konuyla ilgili olarak; 'Sadece Allah'ın kitabı ile yetinmeliyiz. Diğer bir tabirle kitap ve kıyas. Sünnete gelince Kur'ân'a yeni bir şey ilave etmiş ise onu ister alır, ister bırakırız.' der.49 

Yine Mısır'da bu ekol içinde zikredebileceğimiz diğer şahsiyet Mahmud Ebu Reyye'dir. Er-Risale dergisi Nisan 1951 sayısından itibaren 3 yıl bu zatın fikirlerini 'Fi'l-Hadisi'n-Nebevî' köşesinde yayınlamıştır.50 Dikkatimizi çeken bir husus da müellif, eserinin bu bölümünde Mısır'da sünnet karşıtı olarak zikrettiği Tabip Ebu Sadi Ahmed Zâkir (1892-1955), Doktor İsmail Edhem (1911-1940), Muhammed Ebu Zehd ed-Demenhurî gibi isimlerin aslında sünnetin hücciyetine inandıkları halde sıhhatine şüphe ile bakanlardan olduğudur. Bu isimleri sünnet karşıtı ekolü içersinde zikretmek uygun olmasa gerektir.51 

d) Modernizm ve Sünnet
Arapça 'el-Asriyyûn' adıyla şöhret kazanmış olan bu ekol aslen batıdan esinlenmiş olup geleneksel dinî öğretinin hakim olan felsefî bilimsel ve akılcı anlayışla yorumlanmasını hedefleyen bir görüştür.52 

Bu ekolü herhangi bir şahıs veya gruba mal etmektense mücerred görüş olarak tanımlamayı uygun buluyoruz. Bununla beraber günümüzde bu görüşün savunuculuğunu yapan Müslüman düşünür, yazar veya grupları ve onların hadise karşı tutumlarını bu arada ele alacağız.

Bu görüşe göre semavî dinin nassları, genel olarak kendi şartları ve vakti ile kayıtlıdır. Günümüzde bu görüşün savunucularından el-Fikru'l-İslâmî ve't-Tetavvur' adlı kitabın sahibi Muhammed Fethi Osman, 'el-Müceddidûn' adlı kitabın yazarı Emin el-Hulî, es-Şeyh Abdullah el-Alaylî, Dr. Muhammed Ahmed Halefallah ve Dr. Hasan et-Turabî ve son günlerde eserleri Türkçe'ye de çevrilmiş olan Fazlurrahman da sayılabilir.53 

Bu ekolün sünnete karşı tutumu özetle hücciyetini inkâr üzeredir. Özellikle muamelat bölümü ile ilgili sünnet zamanın şartlarına göre değişebilen içtihadî yorumlardır. Bu babtan olmak üzere sünneti teşri' ve gayr-i teşri' olmak üzere ikiye ayırmaktadırlar. Ve yine bu ekole göre hatta sahihayndeki hadisler bile şüphelidir.

Dr. Turabî 'Fikrî, Usûlî Meseleler' adlı bir konferansında; 'Buharî'nin hadis kabulü için koymuş olduğu şartlara sebep yoktur. Bu konuyu tekrar gözden geçirmek gerekir.' der. Örneğin Buharî'nin sika' dediği neden 'sika', 'mecrûh' dediği neden 'mecrûh' oluyor' der.54 

Bu ekole göre: Kur'ân ve Sünnet için itibar olan sadece dil, akıl ve çağa uygunluktur. Sünnetin kaza ve hüküm koyuculuğu olamaz. Zira sünnet hata edebilirliği Kur'ânca sabit bir beşerden sadır olmuştur. O'nun ma'sumiyeti sadece tebliğ ve vahiyle sınırlıdır.55 

Günümüz modernistlerinden Fazlurrahman da; 'Sünnet, İslâm öncesi Araplar tarafından bir kabilenin atalarınca tesis edilen örnek davranışı ifade etmek üzere kullanılmıştır.' der. Dolayısıyla bu bağlamda bu kavramı meydana getiren iki ana unsur bulunmaktadır:

a) Tarihî bir olgu olduğu iddia edilen davranış;
b) Gelecek nesiller için bunun kural haline gelmesi..56 

Bu anlayış sünnetin tarihî bir olgu olması, sonra da gelecek nesiller tarafından bu olgunun hukukî boyut teşkil etmesi anlamına gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle sünnet aslında Hz. Peygamber'in yaşadığı dönemle kayıtlı olup, daha sonraki nesiler tarafından hukukî bir boyut kazanmıştır.

Bu ekol daha önce bahsi geçen oryantalizmden etkilenmiş olan ıslah ekolünün bir uzantısı olarak da görülebilir. Bu ekol kısaca sünneti beşer kelamı gibi, zamanın şartlarında irad edilmiş yorum ve içtihad olarak görmektedir. Hücciyeti yoktur. Hükmü kalıcı olamaz.

Araştırmamızın bundan sonraki bölümünde modernizm ekolü içerisinde gördüğümüz, Uluslararası İslâmî Düşünce Enstitüsü ve bu enstitünün sünnete bakışını inceleyeceğiz. 

Arapça orijinal adıyla 'el-Mahadu'l-Âlemi li'l-fikri'l-İslâmî' olan, Türkiye'de 'Balkan İslâm Araştırmaları' adı altında bir şubesi bulunan bir nevi ekol diyebileceğimiz bu enstitü, özellikle son zamanlarda dünya çapında yayılımı ile dikkatleri çekmektedir. Halihazırda Malezya Uluslararası İslâm Üniversitesi bu enstitünün idaresinde sayılabilir. Üniversite bu enstitünün sloganlaştırdığı 'Bilimin İslâmîleştirilmesi' ana teması üzerine eğitim vermektedir. Terim olarak bilimin İslâmîleştirilmesi; ilahiyat veya sosyal, bütün bilim dallarının İslâmî çerçeve ile takdim edilme düşüncesi diye özetlenebilir. Yani İslâm'ın bütün bu bilim dallarına bakışı, aynı zamanda bu bilimlere kaynak oluşu ve bu bilim dallarının günümüz insanına İslâmî perspektifte takdim edilmesi bu fikrin ana temalarındandır.

Yukarıda detaylarına girmeksizin vermeye çalıştığımız bu ana tema bazı İslâmî çevrelerce tenkide maruz kalmıştır. Özellikle İslâmî ilimlerin tekrardan İslâmîleştirilmesi ne anlama gelmektedir? Veya bugüne kadar telif edilmiş ilmî servet İslâmî değil midir? gibi sorular yöneltilmiştir. 

Kanaatimize göre bu ekol bazı haklı ve yerinde tenkitlerle beraber, genel hatlarıyla samimi görülmektedir. Bu arada selef ulemasının ortaya koydugu usûlü tamamen reddetmemekle beraber bazı ciddi tenkitlerde bulunmaktadırlar. Genel olarak bu düşünce hakkında İslâm'ın kendi bünyesinde aslen var olan membasının atâletten kurtularak işlerliğe kavuşması, içinde bulunduğu zaman ve şartlarına göre takdim edilmesini hedeflemektedir diyebiliriz.

Bu ekolün hadise yaklaşımı ise biraz çelişkilidir. Zira enstitünün beyin kadrosu denilebilecek, Dr. Abdulhamit Ahmed Ebu Süleyman57, Ebu Kasım Haj Hamid ve Dr. Luay es-Safi58 gibi zevatın eserlerini incelediğimizde konu ile ilgili görüşlerinin farklılık arzettiği dikkatimizi çekmiştir.

Dr. Abdulhamit Ebu Süleyman 'En-Nazariyetu'l-İslâmiyyetu lil Alâkati'd -Devliyye' adlı kitabında sünnetin hücciyetini dolaylı olarak nefyetmektedir. Ona göre sünnet, icma ve içtihad ilk asırlardaki sadece İslâmî bir görüş olup özellikle sünnet Peygamber'in yaşadığı asrın sınırlı kültürü içerisinde nebevî tecrübedir.59 

Durum Ebu'l -Kasım Haj Hamid'de de farklı değildir. Bir yerde sahih sünnetin hücciyeti mevzuunda bir şüphe olmadığını vurgularken60 başka bir yerde bunun aksini iddia etmektedir. Ona göre Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem)'in asrı 1. Dünya Asrını temsil eder. Günümüz asrı da hicrî 15. yüzyıldan başlar ve 2. Dünya Asrını temsil etmektedir. Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem)'in asrı insan aklî gelişiminin 2. kademesini temsil etmektedir. Bu gelişimin olgunlaşmaşı daha sonraları tahakkuk etmiştir. Dolayısıyla Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem) asrî gelişimini tamamlamadığından Kur'ân'ın derinliklerine kadar inecek bir usûl getirmemiştir. Bu vazife daha sonraları yani gelişimini tamamlamış. 2. Dünya Asrına nasip olmuştur.61 Bu noktadan hareketle Resûlullah (sallallahü aleyhi vessellem) sünneti diyebileceğimiz kavli, fiil ve takrirleri yaşadığı asrın sınırları içerisinde mütalâa edilmeli, daha sonraki zamanları ilzam kılmamalıdır.62 

Bu enstitünün Malezya temsilcisi Dr. Luay Safi'ye göre ise: 'Sünnet Kur'ân'a tâbidir. Getirmiş olduğu hükümlerde Kur'ân'ın hükümleriyle kayıtlıdır.63 Dolayısıyla teşri'de esas kaynak sadece Kur'ân'a aittir. Sünnetin teşri' koymada istiklâliyeti düşünülemez.'64 İmam Şafi'nin er-Risale'sinde hadisin teşri'de istiklâliyeti hakkındaki görüşünü eleştirirken de şöyle der: 'Dolayısıyla bu hükümleri sadece sünnete mebni kılmak teşri'de onu kaynak kabul etmek ve Resûlullah'ın teşri' koymada hakkı olduğunu iddia etmek doğru olmaz.'65 

Sonuç:
Kur'ân-ı Kerim bilindiği gibi nâzil olduğu bölge insanının diliyle Arapça inmiş, Arap dili üslûbuna uygun olarak âmm, mutlak, hâs müşterek, zahir, muhkem, hakikat, mecaz ve benzeri Arap dili kaidelerini ihtiva etmektedir. Mânâya delâleti bakımından da ibarenin delâleti, işaretin delâleti, nassın delâleti ve iktiza gereği verilen mânâ olmak üzere değişik Arap dili karakteristik ölçülere sahiptir. Evrensel bir hidayet kitabı olan Kur'ân-ı Kerîm bütün insanlığa hitap eden düsturlarını maddeler halinde ayrıntılarıyla zikretmemiş küllî kaideler şeklinde vermiştir. İşte bu lafızları ve bunların ihtiva ettiği mânâlarını Peygamber Efendimiz yeri geldiğinde ashabına açıklamış bazen de hayatında tatbik ederek öğretmiştir. Zira Kur'ân'ı tefsir etmek Peygamberimizin en önemli görevlerinden biridir. İbn Hazm'inde dediği gibi Resûlullah'tan (sallallahü aleyhi vessellem) sadır olan söz, fiil, takrir, ve işaretin hepsi Kur'ân için tefsir hükmündedir. Ve vahiy yoluyla açıklanmaya ihtiyacı vardır. Bu nedenle örneğin Tabiînden Mekhul, 'Kur'ân'ın sünnete olan ihtiyacı; sünnetin Kur'ân'a olanından daha fazladır.' der. Bu demektir ki sünnet, Kur'ân'ın anlaşılmasında birinci derecede önemli, vazgeçilmez bir faktör, şer'î hükümlerde de Kur'ân'a eşit bir delildir. Yani helâl ve haram kılma mevzuunda sünnet ile Kur'ân arasında bir fark yoktur. Ve sünnetin şer'î delil olması zaman ve mekedef alma cesaretini gösteremeyip onun ikinci kaynağı sünneti yıpratarak neticede Kur'ân hakkında saf gönüllere şüphe tohumları ekmeye çalışan ekol, hareket ve düşünceler zuhur etmiştir. Bu gibi hareketlerin tesirinde kalarak bir iki asırdır batı ve müsteşrikler karşısında aşağılık duygusuna kapılan birtakım Müslüman ilim adamları da meseleye böyle bir kompleks içinde kısmen müsteşriklerin oyununa gelerek sünneti sorgulamaya kalkışmışlardır. İslâm'ı veya onun bazı özelliklerini, modern dünya görüşünün içinden çıkan düşünce, değer ve normlara göre tefsir etme gayretiyle batı kaynaklı değerlere geniş ölçüde teslim olmuşlar, bunları evrensel değerler sayarak kendi değerleri ile değiştirmenin yollarını aramışlardır. Bu düşünce bir yerde saliklerini dinin sadece iman, ibadet ve ahlâktan ibaret olduğu gibi bir telakkiye sevk etmiş, kendi tabirleriyle sünnet ilavesi (!) ile şüyû bulmuş ibadeti inkâr etmiştir. Bu yönüyle onlar nezdinde dinin sosyal hayatla ilgili emir ve yasakları, Kur'ân'ın indiği dönemi ilgilendirir. Bu konular her zaman için değişmeye mahkûmdur. Sünnet ise Hz. Peygamber'in (sallallahü aleyhi vessellem) dönemine ait içtihatlardır. Bu nedenle bu konudaki dinî emir ve yasakları ya tümden dönemi geçmiş kurallar olarak değerlendirir ya da modern değerlere uydurmak için onları te'vil yönüne gidilir. Bu eğilime yönelenlerin böylesi düalist bir ruh haline yönelmelerinin nedeni, İslâm aleminin mevcut olumsuz konumu ve gözlerini kamaştıran batı medeniyetinin önlenemez başarısıdır. Son olarak diyebiliriz ki, 'Kur'ân'ı sünnetin dışlanarak salt ayetleri ile anlamaya çalışmak, Sadece Kur'ân'ı esas almak, ona sarılmak, o bize yeter' gibi zahiren sergilenmeye çalışılan İslâmî gayret ve hassasiyetin (!) kulaktan dolma bilgilere dayalı, ilmî ve mantıkî olmadığı ortadadır. Kur'ân-sünnet ilişkisi bir bütünün iki temel esasları gibi birbirinden ayrılmaz parçalarıdır. Kur'ân'a iman etme onu tebliğ ve tebyin eden Hz. Peygamber'e (sallallahü aleyhi vessellem) iman ve ittibayı gerekli kılar. Ahlâkı Kur'ân olan Zât'ın (sallallahü aleyhi vessellem) sünnetinin Kur'ân'dan soyutlanması mümkün olamaz.


DİPNOTLAR:
1) Keskioğlu, Osman, İmam Şafii, s. 198-200 D.İ.B.Y, 1987, Ankara, .
2) İbn Mace, Mukaddime, 203.
3) İbn Manzur, Lisanu'l-Arab, 3/225-226. Beyrut.
4) Koçyiğit, Talat, Hadis Usûlü; Ank. Üniv. Basımevi, Ank. 1987, s. 15
5) Kara, Necati, Kur'ân Sünnet Bütünlüğü, 213 İhtar Yayıncılık. 
6) Kara, Necati, a.g.e., s. 213
7) Bk. Çalışmamızın 'Şîa ve Sünnet' adlı bölümü. 
Enfal, 8/38; Hicr, 15/13; Yâsîn, 36/77.
9) Fazlurrahman, İslâm, s. 65. 3. Baskı, Selçuk Yay. 1993, İstanbul, 
10) Fazlurrahman, a.g.e., s. 65.
11) Abdülhalık Abdulgani, Hücciyetu's-Sunneh, s. 284 Dârul Alemiye li'l Kutubi'l İslâmî, 1995. .
12) Gülen, Fethullah. Sonsuz Nur, 2/275. 1994, İst. 
13) İslâm Ansiklopedisi. 5/235. MEB Basımevi 1987, 
14) En'âm, 6/57
15) Akyol, Taha, Haricilik ve Şîa; s. 97; Kubbealtı Neş. İst. 1988, Eren Şadi, Kur'ân'ı Anlamada Farklı Yaklaşımlar, 72'den naklen. Nesil, 1998 s. 
16) Şehristanî, Abdülkerim Kerim, el-Milel ve'n-Nihal; Mektebetu'l Musenna. Bağdat, 
17) ez-Zahirî Ali b. Hazm, El-Faslu fi'l Milel ve'l Ehva ve'n Nihal, 1/164 Mektebetu'l Musenna 2/114.
18) Çakın, Kâmil, Hadisin Kur'ân'a Arzı Meselesi, Cilt, XXXIV, 250 Ank. Üniv. İlah. Fak. dergisi, 
19) Fığlalı, Ethem Ruhi, Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiîlik Sempozyumu, Şiîliğin Doğuşu ve Gelişmesi tebliği, s. 28. İlmî Neşriyat, İSAV. İst. 1994, 
20) Sofuoğlu, Cemal, Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiîlik Sempozyumu, 'Şiî-İmamiyenin Hadis Anlayışı tebliği,
21) Karaman, Hayreddin, Milletarası Tarihte ve Günümüzde Şiîlik sempozyumu, Şiîliğin Doğuşu ve Gelişmesi Tebliği, Şîada Fıkıh Usulü ve Şer'î Deliller. s. 138.
22) İslâm Ansiklopedisi 1987, 8/756.
23) Khadim, Huseyin Bahs, El Kur'âniyyûn ve Subuhatuhum Havle's-Sunneh, s. 88-89. Mektebetu's-Sıddıka, Taif, 1403- 1. Baskı,
24) Bkn: Khadim, Huseyin Bahs, a.g.e., s. 91.
25) Kadı Abdulcebbar, Fadlu'l İtizal ve Tabakatu'l Mu'tezile, s. 185.
26) Kadı Abdulcebbar, a.g.e., s. 190.
27) Bkn: el-Emin, es Sadik el Emin , Mevkifu'l Medreseti'l Akliyye, 1/126-131. Mektebetu'r-Ruşd 
28) Gülen, Fethullah, a.g.e., 2/275.
29) Genel bilgi için bkn: Al-Manhal, Mecelletu'n lil Edebi ve'l Ulumi ve's-Sekafati Sayı: 471. 18, 154.
Yukarıda zikri geçen isimlerden başka G. Bergstraser, O. Pretal, H. Fleischer, G. Flugel gibi tanınmıs oryantalistlerin, Kur'ân üzerine araştırmaları vardır. 
30) Yıldırım, Suat, Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, s. 341. Işık Yayınları, İzmir 1996, 
31) Geniş bilgi için bkn: Al-Manhal; a.g.d. s. 258.
32) Bkn: Menahicu'l Musteşrikin fi'd Dirasati'l Arabiyye; Cemaatun mine'l Ulema. s. 269. Mektebetu't-Terbiye 1985. Riyadh, 
33) Selefî, Muhammed Lokman, es-Sunnah ve Hücciyetuha ve Mekanetuha fi'l İslâm; s. 215. Mektebetu'l İman. El-Medinetu'l Munevvere. 
34) Cemaatun mine'l Ulema, Menahicu'l Musteşrikin. s. 273.
35) Geniş bilgi için bkn: el-Bahıy Muhammed, El-Fikril İslâmî el-Hadis ve Silatuhu bi'l İstimari'l Garbi, 1981, s .177 Mısır.
36) Bu konu ile ilgili Khadim, Huseyin İlâhi Bahş'in 'el-Kur'âniyyûn ve Subehatuhum havle's-Sunne' adlı Arapça basılmış mastır tezi ve Abdulhamit Birişik'in, 1996'da 'Hint Alt Kıtasında Urduca Tefsirler ve Ehl-i Kur'ân ekolü adli Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsunde yapılmış doktora tezleri vardır.
37) Birişik, Abdulhamit, a.g.t. 288.
38) Khadim, Huseyin Bahs, a.g.e., s. 99. Mektebetu's-Sıddik 1989, 
39) Birişik, Abdulhamit a.g.t., s. 292.
40) Khadim, Huseyin Bahs, a.g.e., s. 333.
41) Birişik, Abdulhamit, a.g.e., s. 295; Khadim Huseyin Bahs, a.g.e., s. 366-82.
42) Khadim, Huseyin Bahs, a.g.e., s. 366-82.
43) Bkn: Birişik, Abdulhamit, a.g.e., s. 295.
44) Birişik, Abdulhamit. a.g.e., s. 326.

.

Sünnetin Hücciyeti ve Teşrii Değeri

Doç. Dr. Cüneyt Eren
AddThis Sharing Buttons

Sünnet karşıtlarını tefsir ilmi sadedinde incelediğimiz geçen sayıdaki yazımızda, Sünnetin delil oluşu ile alakalı kısmı incelemeye fırsat bulamamıştık. Sünnetin delil oluşu ile alakalı dünden bugüne, bazı karşı çıkanlar bir tarafa bırakılırsa, sünnet, ciddi bir muhalefetle karşılaşmamıştı. Bugün ise, gerek oryantalistlerin yaklaşımı, gerekse niyetleri tartışmalı bazı bir kısım ilim adamının tavrı, sünnet üzerine şüpheler uyarmaya yöneliktir. Bu yazımızda Sünnetin delil oluş keyfiyeti, Kur an, Sünnet ve müslümanların icma†ı eksenli incelenecektir. Sünnete karşı çıkanların iddialarına bu sayıda yer vermedik. Onu, nasipse bir başka sayıda incelemeyi düşünürüz.


1. Sünnetin Delil Oluşu ile İlgili Görüşler 

Arapça karşılığı hüccet olan kaynak kelimesi lügatta delil ve bürhan anlamına gelmektedir.1 Sünnetin kaynak olması tabirinden de kısaca bağlayıcılığı, şer î delil olması anlaşılmalıdır. Bu konuda başlıca üç ayrı görüş vardır: 
İlkine göre Resûlullah tan sadır olan, irâdi her türlü söz, fiil ve takrir, zaman kaydı olmaksızın şeri delildir. Bu görüşe göre Resûlullah ın tasarruflarının vahiy ile ilgisinin olup olmaması önemli değildir. Çünkü o her şeyiyle rehber ve imamdır. Belki her tasarrufu mükellefler için farz olmayabilir ama genel olarak farz†vacip, müstehap, mübah, haram ve mekruh gibi sınıflandırılan ef âl†i mükellefînden birine girecektir. 

Öte yandan İlahi vahiy O nun tasarruflarını desteklemektedir. Hata yapması mümkün olmakla birlikte böyle bir hata vukuunda, derhal İlahi vahiyle uyarılır, devam etmez. Netice itibariyle tasarruf ve içtihatlarında hatadan mahfûz ve mâsundur. Dolayısıyla her tasarrufu hüccet olmalıdır.

İkinci görüşe göre, sünnet peygamberin yaşamış olduğu asır ile sınırlı olup, o döneme ait içtihatlardır. Hukuki bağlayıcılığı dönemine aittir. Daha sonraki dönemleri kapsamaz. 

Bu iki görüşün ortası da diyebileceğimiz üçüncü görüşe göre ise, Hz. Peygamberin (sas) tasarruflarını vahye dayanan ve dayanmayan olmak üzere ikiye ayırmak gerekir.2 Çünkü o diğer insanlar gibi bir beşerdir. De: Muhakkak ki ben sizin gibi bir beşerim. (18, Kehf:110). Hz. Peygamberin tasarruflarının vahye dayalı olup olmadığı şeklinde değişik sınıflandırılması yapılmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır: Teşri, fetva, kaza, siyasi otorite, yol gösterme ve irşad, sulh (insanları barıştırma), danışana fikir verme, nasihat, gönülleri en güzel duruma yönlendirmeyi isteme, yüksek hakikatleri öğretme, te`dibdir. 3 Bu görüş sahiplerine göre sünnetin ancak vahye dayalı tasarrufları kesin şer`i delil kabul edilebilir. Peygamberlik görevi ile doğrudan alakalı olmayan; yaratılışla ilgili yeme†içme, yatma†uyuma, yıkanma vb. işleri, kendi tecrübesine dayanan ticaret, ziraat, maişet vb. işleri gibi sınıflandırmaların şer î hüccet olmayacağı malumdur.

Çalışmamızın hacmi gereği konuyu daha fazla uzatmadan Sünnetin kaynak olması tabiriyle, Hz. Peygamber den nakledilen söz, fiil ve takrirler mecmuası sahih sünnetin, fikhi hükümlerde, zaman ve mekan şartı aranmaksızın kesin şer i delil olmasını kastediyoruz. Daha açık bir ifadeyle: 

a) Helal ve haram kılma mevzuunda yukarıda sınırlarını çizdiğimiz sünnet ile Kur ân arasında bir fark yoktur.

b) Bu sünnetin şer i delil olması zaman ve mekanla sınırlı olmayıp, süreklidir. 
Resulullah ın (sas) tebliği murad etmeksizin günlük yeme, içme vb. beşeri olma gereği yaptığı işler konumuz dışındadır. 


2†Sünnetin Kaynak Oluşunun Delilleri 

Kur ân ve sünnet birbirlerini tamamlayan bir bütünün iki ayrılmaz parçalarıdır. Bunlardan Kur ân; usûlde kendisine müracaat edilen birinci, sünnet de onu izah eden, tatbik keyfiyetini öğreten ikinci kaynaktır. Tarih boyunca gönderilmiş olan peygamberlerin en önemli vazifeleri Allah ın insanlara ilettiği mesajı ulaştırmak olmuştur. Bu meyanda gelmiş olan âyetlerden bazılarına yer vermek istiyoruz:

Biz her millete bir peygamber gönderdik. O da ‘Allah a ibadet edin, Tağuttan uzak durun! dedi. (16, Nahl:36).

Gerçekten Allah, kendi içlerinden birini, onlara âyetlerini okuması, onları her türlü kötülüklerden arındırması, kendilerine kitap ve hikmeti öğretmesi için Resûl yapmakla mü minlere büyük bir lütuf ve inayette bulunmuştur. (3, Al†i İmran 164). 

Evet, belgeler, belgeler, mûcizeler ve kitaplarla gönderdik onları. Sana da ey Resûlüm bu zikri indirdik ki, kendilerine indirilenleri insanlara açıklayasın. Umulur ki, düşünüp anlarlar. (16, Nahl:44).

Ey Resûlüm, Sana bu kitabı indirmemiz, sırf onların, hakkında ihtilaf ettikleri gerçekleri açıklaman, ve sırf iman edecek kimselere hidayet ve rahmet olması içindir. (16, Nahl:64).

Ey şanlı Peygamber! Biz seni insanlar hakkında şahit, müjdeci,uyarıcı, Allah ın izniyle, O nun yoluna davet eden bir peygamber ve aydınlatan bir lamba olarak gönderdik. (33, Ahzab:45†46).

Bu âyetlerden anlaşılacağı üzere özetle Hz. Peygamber Kur ân ın bir mübelliği, açıklayıcısı, öğreticisidir. Sünnetin hüccet oluşu aşağıda nakledeceğimiz bazı delillerle sabittir. 

a) Kur ân dan deliller
b) Sünnetden deliller
c) Ümmetin Sünnetin hücciyeti hususunda icma etmesi

Şimdi bunları sırasıyla görelim:

a) Kur ân dan Deliller
Sünnetin hüccet olması hususunda en önemli delil Kur ân ın kendisidir. Zira Kur ân†ı Kerim; 

a1) Allah a imanın yanında Resûlullah a (s.a.v) imanı da emretmiştir.
Kur ân†ı Kerim, Allah a iman ile Resûlüne iman hükümlerini müteaddit âyetlerde ardı ardına zikretmiştir. Bu âyetlerden her iki talebin de birbirlerini tamamlayıcı, biri olmadan diğerinin kabul edilmeyeceği hükmü çıkmaktadır. Örnek verecek olursak; 

(...)Allah, sizin hepinizi gaybe vakıf kılacak da değildir. Fakat, O, Resullerinden dilediğini seçer (onu gaybe vakıf kılar).O halde Allah a ve Resûlüne iman edin. Eğer iman eder, Allah a karşı gelmekten sakınırsanız size büyük mükafat vardır. (3, Al†i Imran:179).

Ey iman edenler! Allah a, Resûlüne, gerek, Resûlüne, indirdiği kitablara imanınızda sebat) edin. Kim Allah ın, meleklerini, kitaplarını, resûllerini ve âhiret gününü inkâr ederse hakikattan iyice uzaklaşmış, sapıklığın en koyusuna dalmış olur. (4, Nisa:136).

De ki: ‘Ey insanlar, ben sizin hepinize Allah tarafından gönderilen Peygamberim. (...) Öyleyse, siz de Allah a ve O nun bütün kelimelerine iman eden Nebiyyü l†Ümmî olan o Resûlüne iman edin. Ona tâbi olun ki, doğru yolu bulasınız. (7, Araf:158).

O halde Allah a, Resûlüne ve ona indirdiğimiz nûra, Kur ân a iman edin. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır. (64, Teğabün:8).

a2) Allah a imanı Resulüne iman ile eş değer kabul etmiş:

İmanın esasları içinde Allah a iman ile Resûlüne iman eş değer mütalaâ edilmektedir. Onun adı kelime†i şehadette Allah ın adı ile peşpeşe anılmakta olup, ayrılmaz iki bütün mesabesindedir. Bu meyanda Kur ân†ı Kerim de Alla†Hu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

Kim Resûlüllah a itaat ederse Allah a itâat etmiş olur. Kim itaatten yüz çevirirse aldırma, zaten seni üzerlerine bekçi göndermedik ki! (4, Nisa:80).

a3) Resûlullaha itaati emretmiş:

Dikkat edilirse Allahu Teala nın mü minlerden Resülüne itaat etmelerini emretmesinden kıyas yoluyla şu çıkar: İtaat edilmesi farz kılınan bir kimsenin sözleri de itaat edenler tarafından tutulmalıdır; Ona karşı gelmek isyan sayılmalıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamber in sünneti ittiba edilmesi farz olan hükümlerdir. Bu mevzu ile ilgili âyetlerden bazıları şunlardır: 

Biz hiçbir peygamberi, Allah ın izni ile, kendisine itaat olunmaktan başka bir gaye ile göndermedik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri vakit sana gelip de Allah tan af dileseler, sen de Resûl olarak onların affedilmelerini isteseydin,elbette Allah ı Tevvab ve Rahim: tevbeleri kabul eden, pek merhametli bulurlardı. (4, Nisa:64).

Ey iman edenler, Allah a itaat edin, Resûlüne ve sizden olan ulülemre de itaat edin. (4, Nisa:59).

(...) Resûl size ne verirse onu alınız, o sizi neyden menederse onu terkediniz. Allah a karşı gelmekten sakınınız. Muhakkak ki, Allah ın cezası pek çetindir. (59, Haşr:7).

a4) Resûlullaha itaati Allah a itaat olarak kabul etmiş.

Müteaddit âyetlerde Resûlullâh a (sas) itâatin Allah a itâat olarak tanımlandığı görülmektedir. Bu itâat onun sünnetine itaatten başka bir şey olamayacağı açıktır. 

Kim Resûlüllah a itaat ederse Allah a itâat etmiş olur. (4, Nisa:80).

Ey Resûlüm de ki: ‘Ey insanlar, eğer Allah ı seviyorsanız gelin bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok merhametli ve bağışlayıcıdır. De ki: ‘Allah a ve Resûlullah a itâat ediniz! (3, Âl†i Imran:31†32).

Sana biat edenler gerçekte Allah a Allah a biat etmektedirler. Allah ın eli bütün hepsinin ellerinin üstündedir. (48, Fetih:10).

Allahu Teala kendisine imanla Resûlü Hz. Muhammed e imanı birlikte zikretmiştir. O na iman etmek, ona kavillerinde, fiilerinde ve takririnde itaati icab eder. Öyleyse Hz. Peygamberin sünnetini İslam ın ikinci kaynağı itibar etmek gerekir. Allahu Teala nın şu âyetleri, birinci ve ikinci mukaddimeyi isbat eder: Allah a ve Resûlüne iman edin... (7, Araf:158).

Gerçek mü minler ancak öyle kimselerdir ki, Allah a ve Resûlüne bütün kalbleriyle iman etmiş olup bütün toplumu ilgilendiren meseleleri görüşmek üzere onun yanında vakit ondan izin almadıkça ayrılıp gitmezler. (24, Nur:62).

Bu iki âyet†i kerime, peygambere iman, İslâm dan bir cüz olduğunda sarihtir ve bu sarahatleriyle birinci mukaddimeye delalet eder, her iki âyette de Peygambere tabi olmanın vücubu imanla birlikte zikrolunmaktadır. Böylece bu iki âyet†i kerime ikinci mukaddimeye de delalet eder. Çünkü imanın semeresi tabi olmaktır, peygambere iman etmek vacip olup da onun kavillerine ve takrirlerine tabi olmak vacip olmasın; bu asla makul olamaz. Bu da Hz. Peygamberin sünnetinin mutlaka hüccet olmasını intaç eder. 5

a5) Resûlullahın sünnetinden yüz çevirmeyi küfürle denk tutmuştur:6

De ki: ‘Allah a ve Resûlü ne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez. (3, Al†i Imran:32).

Müminler, ancak Allah a ve Resûlüne gönülden inanmış kimselerdir. Onlar, o Peygamber ile ortak bir iş üzerindeyken ondan izin istemedikçe bırakıp gitmezler. (Resûlüm!) şu senden izin isteyenler, hakikaten Allah a ve Resûlüne iman etmiş kimselerdir. Öyle ise, bazı işleri için senden izin istediklerinde, sen de onlardan dilediğine izin ver; onlar için Allah tan bağış dile; Allah mağfiret edicidir, merhametlidir. (24, Nur:62).

4, Nisa suresi: 65. Âyetinin nüzul sebebi olduğu nakledilen aşağıdaki hadise Hz. Peygamberin emrine itaatin ehemmiyetini gözler önüne sermektedir.

İbnu z†Zübeyr radıyallahu anhümâ anlatıyor: Medineli birisi Hz. Zübeyr in tarla komşusuydu. Bu Medineli, hurma ağaçlarını suladıkları Harre nin su arkı yüzünden Zübeyr radıyallahu anh ile ihtilafa düşüp Resûlullah ın huzurunda murâfa a oldular. Resûlullah (ihtilaflarını dinledikten sonra) Zübeyr e: Ey Zübeyr (önce) sen sula, suyu sonra da komşuna sal! buyurdular. Medineli, bu hükme kızdı ve: Böyle hükmetmen, o senin hala oğlun olmasındandır! diye saçmaladı. Resûlullah bu söze çok kızdı, yüzü renk renk oldu ve: ‘Ey Zübeyr! Önce sen sula, sonra duvara ulaşıncaya kadar da suyu tut! dedi. Zübeyr dedi ki: ‘Vallahi öyle zannediyorum ki şu âyet bu hâdise ile ilgili olarak indi. (Meâlen): Hayır öyle değil! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında kimi oraya kimi buraya çektikleri (kavga ettikleri) şeylerde seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar (4, Nisa 65). 7

Bu âyetten mevzumuzla ilgili ilk bakışta çıkarılacak hükümleri şöyle sıralayabiliriz:

†Hz. Peygamber (s.a.v) in teşri hakkı vardır.

†Mü min olmak, Hz. Peygamber (sas) in hükmüne ittiba ile birlikte rızayı gerektirir.

†Hükme rıza göstermek zahiri ve kalbî olandır.

a6) Resûlullah ın Kitabı ve hikmeti (sünneti) öğrettiğini beyan ile Kur ân ın yanında ikinci kaynağın sünnet olduğunu beyan etmesi 

Kur ân†ı Kerim in müteaddit âyetlerinde zikrolunan birbirlerinden ayrılmaz kitab ve hikmet tabirleri vav harfinin tegayür gerektirmesi hükmüyle cumhura göre Kur ân ve onun pratikte öğretimi olan sünnettir.8

Ey Rabbimiz! Onların, içinden öyle bir resûl gönder ki; kendilerine Senin âyetlerini okusun, onlara Kitab ı ve hikmeti öğretsin ve onları tertemiz kılsın. (2, Bakara 129).

Nitekim size âyetlerimizi okuması, sizi tertemiz hale getirmesi, size Kitab ve hikmeti ve bilmediğiniz nice şeyleri öğretmesi için sizden birini elçi gönderdik. (2, Bakara 151).

Gerçekten Allah, kendi içlerinden birini, onlara âyetlerini okuması, onları her türlü kötülüklerden arındırması, kendilerine Kitab ve hikmeti öğretmesi için Resûl yapmakla, mü minlere büyük bir lütuf ve inayette bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar besbelli bir sapıklık içinde idiler. (3, Al†i Imran:164).

Evlerinizde okunan Allah ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. (33, Ahzab:34) âyetinde sözü edilen 
hikmet Nebî (a.s.v) ın sünnetidir. Bu ayette geçen hikmetin ‘sünnet olması keyfiyeti açıktır; zira âyetin doğrudan muhatapları ezvac†ı tahirattır. Çünkü Kur ân ve sünnette insanlar için hayat, mutluluk, âdap ve ahlakın en doğru olanı vardır.9

Allahu Teâlâ yukarıdaki âyetlerde olduğu gibi Hz. Peygamberin Kur ân ı ve hikmeti öğrettiğini ifade etmektedir. Hikmet aslında ilim ve amelde sağlamlık, diğer bir deyişle sözde ve işte isabet demektir. Hikmetin ne olduğu hususunda değişik görüşler beyan edilmiş olsa bile bunların içinde en kuvvetli olanı hikmetin ‘sünnet olduğu görüşüdür. Elmalılı hikmet ile ilgili olarak; hem size bütün filozoflara ders verecek kitap ve hikmet öğretiyor, okuma†yazma bilmezken size kitap ve yazı belletiyor. Her türlü hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki hikmeti, yüksek ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini, dünya ve âhiret ilmini, kâinat nizamında geçerli ve hükümran olan kanunları ve ilâhî sünnetin sonucunu, bunların tatbik ve uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünneti ile öğretiyor. Kitap, İslâmiyetin zahir durumlarına, hikmet de onun güzelliklerine ve Allah bilgilerine, sırlarına, hedeflerine ve faydalarına işarettir der. 

Yusuf Karadavi de şöyle der: İşte sünnet †veya metod†bu anlamıyla, amel ve uygulama le birlikte İslamın tanınması için Kur ân ın yanında (ikinci) kaynak oldu. Nitekim bu, bizzat Nebî (s.a.v) hayatta iken İslâm a giren herkes tarafından açıkça bilinen bir husustu. 10

Âyetin muhtemel olan her iki tefsiri de Hz. Peygambere itaatin gerekliliğini isbat için yeterdir. Kur ân ı ve sünneti veya İslâmiyetin gizli kalmış olan bilgi ve sırlarını, hedeflerini, güzelliklerini öğreten Hz. Peygambere itaat elbette farz olmalıdır.

a7) Âyetler Hz. Peygambere teşrî yetkisi vermektedir.
Hz. Peygamberin bütün tasarrufunun hak, doğru ve vahiy ile te yid edilmiş olduğu gerçeği ile birlikte sünnet bütününün taksimatı içinde yer alan tasnifte farz, vacip veya haram olarak bağlayıcı olanlarının bulunduğu da erbabınca bilinmektedir. İşte Hz. Peygamber (sav) e teşrî hakkı veren âyetler bir genelleme ile ona itâati emrederken bir yönüyle de onun helal ve haram koyma yetkisinin olduğunu da işaret etmektedir. Bu meyanda gelen âyetlerden bazıları şunlardır:

Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde, Allah a da, âhiret gününe de iman etmeyen, Allah ın ve Resûlünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din olarak benimsemeyen kimselerle, zelil bir vaziyette tam bir itaatle, cizye verinceye kadar savaşın. (9, Tevbe:29).

Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil de vasıfları yazılı oPeygambere tabi olurlar. O Peygamber ki, kendilerine meşru şeyleri emreder, kötülükleri yasaklar. Kendilerine güzel ve hoş şeyleri mübah, murdar şeyleri ise haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. (7, Araf:157).

a8) Âyetler herhangi bir anlaşmazlık vukûunda Allah a ve Resûlullah a başvurmayı emretmektedir.
Bu mevzuda Kur ân âyetleri oldukça açık ve nettir. Allah ve Resûlü her hangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra hiçbir erkek veya kadın mü min o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah a ve Resûlüne isyan ederse, besbelli bir sapıklığa düşmüş olur. (33, Ahzab:36).

Ey iman edenler! Allah a itaat edin. Resûlüne, ve sizden olan ülülemre de itaat edin. Eğer Allah a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız, hakkında ihtilafa düştüğünüz meseleyi Allah a ve Resûl e arzediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. (4, Nisa:59). 

(Devam edecek)


Dipnotlar
1) İbn Manzur, Lisânü l†Arab, Beyrut ts., II:228. 2) Mehmet Erdoğan, İslâm Hukukunda Ahkâmın Değişmesi, İstanbul 1990, s.56. 3) Tahir b. Muhammed Aşûr, İslam Hukuk Felsefesi, (çev: V. Akyüz†M. Erdoğan), İstanbul, 1988, s. 50†65. 4) Konu ile ilgili geniş bilgi için bkn: Muhammed Lokman es†Selefi, es†Sünnetu Hucciyyetuha ve Mekânetuha fil†İslâm, Medine, ts. s.30†90; Necati Kara, Kur ân Sünnet Bütünlüğü, Erzurum 1995, s.237†246; Salih Subhi, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları, Ankara, s.260†273; Fethullah Gülen, İnsanlığın İftihar Tablosu †Sonsuz Nur, 1994, 2:307. Ayrıca bk. Sünnetin Dindeki Yeri, İstanbul, 1997, s. 57†80 ve 125†164. 5) Keskioğlu, İmam Şafii, Ank. 1987, s. 201. 6) Burada yüz çevirme lafzından onun sünnetini beğenmeme, küçük görme, karşı gelme, zamanı geçti gibi anlayışlar kastedilmektedir. 7) Buhari, Şirb, 6†8, Sulh,12, Tefsir, Nisa, 12; Müslim, Fezail,129,(2357), Ebu Davud, Akdiye, 31 (3637). Kur ân da yer alan Hikmet kelimesi ; adalet, ilim, nübüvvet, Kur ân, İncil, nâsi†Hmensûh, muhkem†müteşabih ve mücmel†mufassal, manalarına gelmektedir. Ancak kitap yani Kur ân kelimesinin hemen ardından zikredilen hikmet kelimesinin sünnet anlamına geldiği hususunda ulema nezdinde görüş birliği bulunmaktadır. Bkn. Râgıb el†Isfahani, el†Müfredât fî Garîbi l Kur ân, Bs.y. 1970, s. 249. 9) Muhammed b. Ahmed el†Kurtubi, el†Câmi li Ahkami l †Kur ân, Beyrut, trs,14:119 10) Yusuf el†Karadâvî, age. s.25 

.

EFENDİMİZ'İ (s.a.s) Sevmek

Doç. Dr. Cüneyt Eren
AddThis Sharing Buttons
13 30

Bu konunun seçiminde, son günlerde dozunu ciddi boyutlara varacak derecede artıran Kâinatın Efendisi'ni (s.a.s.) sıradan bir insanmış gibi görmeye ve göstermeye çalışan, bazen de saygı sınırlarını aşan tavır ve yaklaşımlar etkili olmuştur diyebilirim. Saygı, sevgi ile iç içe kavramlardır. Sevgi beraberinde saygıyı istilzam eder. Bu hakikati ikrar mahiyetinde Cenab-ı Hak: “De ki: Allah'ı seviyorsanız, Bana (Yani Efendimiz'e (s.a.s.) uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmran sûresi, 31) buyurur. Çok acı ve acıklıdır ki bu 
anlayış genellikle O’nun (s.a.s.) getirmiş olduğu değerler manzumesinin temsilcileri konumundaki bazı kimseler tarafından dillendirilmektedir. Ve yine ne hazindir ki bu çevreler O’nu (s.a.s.) sıradan beşer görme ve gösterilmesini adeta vazife edinmektedirler. Oysa O’nu (s.a.s.) en yakından tanıma ve takip etme bahtiyarlığına ermiş olan kimselerin Efendimiz’in (s.a.s.) şahsiyet ve makamı hakkında bizlere naklettikleri tablo çok farklıdır. 

Bu konuda o mübarek kutluların inanç ve anlayışlarının bilinmesi hayati önemi haizdir. Bu noktadan hareketle konuyu dinimizin en temel iki kaynağı Kitap, Sünnet ve ardından sahabe-i kiram hazretlerinin anlayışları perspektifiyle ele almaya çalışacağız. 

Sevgi Nedir Nasıl Olmalıdır?
Sevmek sevilene karşı kalben alaka duyup muhabbet göstermek, aklen, fikren onunla olmak, sevilen için yaşamaktır. Onunla beraber olma arzusu içinde kıvranmak, onunla beraber olmak, ona benzemek, onun hoşlandıklarından hoşlanıp, sevmediklerinden kaçınmak, onun hal, ahval, tavır ve diline benzemektir. 

Rivayet edilir ki: birbirlerine kırılan iki arkadaştan biri uzun bir aradan sonra diğerinin kapısını çalar. ‘Kim o?’ diye seslenir içerdeki. ‘Benim’ der kapıyı çalan. ‘Burada ikimize birlikte yer yok’ diye cevap verir öbürü. Aradan uzunca bir zaman geçer. Yeni bir umutla tekrar çalar sevdiği arkadaşının kapısını. ‘Kim o?’ diye sorar yine içerdeki. ‘Sen’im!’ der bu sefer. Ve kapı sonuna kadar aralanır. Hz. Mevlana da: ‘Birisinin kalbinde taht kurmak, sevgisini kazanmak istiyorsanız, öylesine sevmelisiniz ki, benliğinizi bırakıp adeta ‘o’ olmalısınız’ diye anlatır hakiki muhabbeti. İşte sevmek ‘o’ olmaktır. Kalbi sadece ‘o’na hasretmektir.

Evet Efendimiz’i (s.a.s.) çok sevmeliyiz. Sevgimizi de O’nda fâni olarak izhar etmeliyiz. Bu mevzuda zikredeceğimiz o kadar kriter vardır ki, alt alta sıralanacak olsa herhalde bir makale sınırını çoktan aşacaktır.


O’nu Sevmemizi Allah Talep Etmiştir.
Cenab-ı Hak bizatihi bu mevzuda ‘Mü’minlerin, Peygamber'i kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir.’ (Ahzâb sûresi, 6) buyurmaktadır. Ayette geçen emir de mutlak itaati gerektirir.

Efendimiz (s.a.s.) de konuyla ilgili olarak ayrıca şöyle buyurur:‘Sizden biriniz, beni anasından babasından, evlatlarından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, tam anlamıyla iman etmiş olmaz.’ (Buharî, iman 8; Müslim, iman 70)
Sevmek sevilenin arzusunu yerine getirmeyi gerektirir. Sevilen/sevilecek olan Rabbimiz ise bu gerçek daha da önem arz edecektir. Yani O’nu (c.c) sevmemiz yine O’nun (c.c) emirlerini yerine getirmemizle gerçekleşecektir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus şu ki, Rabbimiz Âl-i İmran sûresi, 31. ayette: ‘De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah, çok bağışlayıcı ve merhametlidir.’ buyurmaktadır. Yani kendisini sevmemizin şartını Efendimiz’e ittiba ile mukarin kılmaktadır. Zira netice olarak Efendimiz’e ittiba yine Rabbimize ittiba demektir. 

‘O halde Allah’ı sevenler bu emr-i ilahiyi tebliğ eyleyen Resulullah’a muhalefet etmemek ve onun talimatı tebligatına tâbi olmak ve onu numune-i imtisal addeylemek lâzım gelir. Bu itaat doğrudan doğruya Allah'a itaattir. Çünkü Hz. Muhammed'in şahsı ve bedenî varlığı bakımından değil, O'nun peygamberlik görevi bakımındandır ve Allah adına vekâlet yoluyla olan bir itaattir. Yani, bana uyunuz, demek, "Allah'a ve Resûle uyunuz!" demektir. (Bkz.: Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul, 1936, 2/1076-1077 )

Efendimiz (s.a.s.) Kendisinin Sevilmesini Bizzat Talep Etmiştir
Efendimiz (s.a.s.)’i sevmek O’nun getirmiş olduğu Kur’ân’ı sevmek, değerler manzumesini sevmek demektir. Bu noktadan hareket edilecek olursa Efendimiz (s.a.s.) kendi beşerî zâtından ziyade temsil ettiği risalet vazifesiyle bütünleşmiş olan mübarek şahsiyetinin sevilmesi gerektiğini vurgulamak istemiştir.
Yukarıda da zikrettiğimiz gibi Hz. Ömer (r.a): ‘Yâ Resûlallah! Sen'i canım dışındaki her şeyden çok seviyorum!..’ der. Efendimiz (s.a.s.) Hz. Ömer (r.a)’ın elini tutar ve: ‘Beni canından çok sevmedikçe olmaz, Yâ Ömer!’ buyurur. O da hemen: ‘Canımdan da çok seviyorum Yâ Resûlallah!’ der. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.): ‘Şimdi oldu.’ buyurur. 

Efendimiz (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye hicret etmiş Muhacirlere kucak açan Ensarı sevmenin iman alameti olduğunu ifade eder. ‘Ensârı sevmek, iman alâmetidir. Münafıklığın alâmeti ise, Ensâra kin ve düşmanlık duymaktır.’
 (Buharî, Menâkıbu'l-Ensâr, 4) Buradan Efendimiz (s.a.s.)’i sevmenin evveliyatla imanın gereği olduğunu istinbat edebiliriz.

İnsan Olmak Efendimiz’i (s.a.s.) Sevmemizi Gerektirir
Her şeyden önce kâinatta yaratılmış bir varlık olmak Efendimiz (s.a.s.)’e borçlu olmayı gerekli kılar. Zira kâinat, O (s.a.s.)’nun yüzü hürmetine halk edilmiştir. O (s.a.s.) olmasaydı kâinat olmayacak, insanlık varlık alemine teşrif etmeyecek, mahz-ı şer olan yoklukta kalacaktı.

Ayrıca onun dünyaya teşrif etmesi ile kâinatta var olan canlı-cansız her mahluk nasibini almıştır. Öncelikle vahye muhatap olan ins ve cin O’nun ebediyetlere daveti ile dünya ve ahiret saadetine nail olmuşlardır. Zira Efendimiz (s.a.s.) âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir. Allahu Teâla şöyle buyuruyor: ‘Doğrusu bu Kur'ân'da, kulluk eden kimselere bildiri vardır. Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.’ (Enbiya sûresi, 106-107). Diğer açıdan Efendimiz (s.a.s.) getirmiş olduğu değerler manzumesi ile bizlere insanlığımızı öğretmiştir. Tebessümün dahi ibadet olduğunu biz O (s.a.s.)’nun hedy ve siretinden öğrenmiş bulunuyoruz.

İman Nimeti Efendimiz (s.a.s.)’i Sevmemizi Gerektirir.
İman, iki cihan saadetinin olmazsa olmaz anahtarıdır. Allahu Teâla Hucurat sûresi, 7. ayette şöyle buyuruyor: ‘Ama Allah size imanı sevdirdi ve onu kalblerinizde güzelleştirdi.’ Bu durumda kalblerimizde sevdirilen iman ile bu imanın en güzel temsilcisi Efendimiz (s.a.s.) tabiatıyla sevilecektir. Diğer bir tabirle O (s.a.s.)’nu sevmek fıtratımıza derc edilen iman sevgisi gereğidir. 

Bir hadislerinde Efendimiz Hz. Ali (r.a)’ye: "Allâh'a yemin ederim ki Cenâb-ı Hakk'ın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete kavuşturması, (en kıymetli dünya nimeti sayılan) kırmızı develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu'n-Nebî 9). buyurur. O halde Efendimiz (s.a.s.)’i bizlere iman nimetiyle tanışmamıza vesile olduğu için en azından minnet borcumuz gereği sevmeliyiz. 

‘İşte, O Zât'ın telkin ettiği iman nazarıyla kâinata bakılmadığı takdirde, kâinat böyle korkunç, zulümatlı bir şekilde görünecekti. Fakat o mürşid-i kâmilin gözüyle ve iman gözlüğüyle bakılırsa; her taraf nurlu, ziyadar, canlı, hayatlı, sevimli, sevgili bir vaziyette arz-ı didar edecektir.’ (Bediüzzaman, Mesnevi, s. 22)
Efendimiz (s.a.s.) Kemale Ermenin Vesilesidir
Efendimiz (s.a.s.) getirmiş olduğu değerler manzumesi ile en eşref varlık olarak yaratılmış olan insanın bünyesinde var olan tılsımı idrak etmesi ve neticesinde evc-i kemâlini bulmasına vesiledir. ‘Kâinatın kemalâtını keşfeden canlı bir güneştir. Saadet-i ebediyeyi ihbar ve tebşir ediyor. Nihayetsiz rahmeti keşfetmiş, ilân ediyor. Saltanat-ı rubûbiyetin mehasininin dellâlı ve esma-i İlahiyenin gizli definelerinin keşşafıdır.’ (Bediüzzaman, Mesnevi, s. 22)

O öyle bir ışıktır ki O’nunla zulümât dağılmış, O’nun rehberliği ile medeniyetler meydana gelmiştir. ‘Öyle ise, O’ndan sonra gelen asırların o Zâttan aldıkları feyizlere dikkat etmek üzere geri dönelim. Bak arkadaş! Bütün bu asırlar, o Asr-ı Saadet'in güneşinden Ebu Hanife, Şafiî, Ebu Yezid, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylanî, İmam Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Ebu Hasen-i Şazelî, Şah-ı Nakşibend, İmam Rabbanî (Radıyallahü anhüm ecmaîn) gibi binlerle nuranî ziyadar yıldızlar ayrılıp, âlem-i beşeri tenvir etmişlerdir.’ (Bediüzzaman, Mesnevi, s. 26)

En Hayırlı Olan Sevilir, Sevilmelidir 
Efendimiz’in isminin ‘övülen’, ‘çokça övülen’ anlamına gelen Muhammed olması dikkat çekicidir. Yeryüzünde övülmüş olmasından dolayı ‘Muhammed’ ismiyle, göklerde yeryüzünden daha fazla övülmesinden dolayı da ‘Ahmed’ ismiyle adlandırılmıştır. İbn Abbâs (r.a.)’den şöyle rivâyet ediliyor: "Peygamber (s.a.s.)’in ashabından bazı kişiler, kendisini beklemek üzere oturmuşlardı. Resûlullah (s.a.s.) çıktı onlara yaklaşınca onların konuştuklarını duydu. Bazıları şöyle diyordu: 'Şaşılacak şey doğrusu Allah yaratıklarından birini dost edinmiş, İbrahim'i dost edinmiş' diğer bir kısmı ise 'Musa’nın Allah’la konuşması daha hayret verici bir şeydir. Allah onunla apaçık konuşmuştur.' Diğer bir kısmı ise 'İsa Allah’ın kelimesi ve ruhudur.' Diğer bir kısmı da 'Adem, babasız şekilde yaratılmış, seçkin insandır.' dediler.” Resûlullah (s.a.s.)onların yanına geldi selam verip şöyle buyurdu: 

"Konuşmalarınızı ve hayret ettiğiniz şeyleri dinledim. İbrahim, Allah’ın dostudur ve bu bir gerçektir. Musa da Allah’ın konuştuğu seçkin bir kimsedir, bu da doğrudur. İsa da Allah’ın ruhu ve kelimesidir. Bu da bir gerçektir. Âdem’i Allah seçmiştir. Bu da bir gerçektir. Dikkat ediniz Allah’ın sevgilisi benim, övünme yok. Kıyamet günü hamd sancağını taşıyacak olan benim, övünmek yok… Kıyamet gününde ilk şefaat edecek olan benim şefaati kabul edilecek olan da benim. Fakat övünme yok… Cennetin kapılarının halkalarını ilk hareket ettirecek olan benim. Allah bana Cennet kapısını açacak beraberimde olan mü’minleri ve fakirleri Cennete sokacaktır, fakat övünme yok… Ben geçmişlerin ve geçeceklerin en değerlisiyim, fakat bunları övünmek için söylemiyorum...” (Dârimî, Mukaddime 27)
Efendimiz (s.a.s.) peygamberlerin de en hayırlısıdır. 

Übey b. Ka’b (r.a.)’den rivâyete göre, Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: ‘Peygamberler içinde benim örneğim bir ev inşa edip, onu en iyi şekilde yapıp bir tuğla yeri eksik 

bırakan kimsenin durumu gibidir. İnsanlar bu binanın çevresinde dolaşırlar ve ona hayran olurlar ve o tuğlanın yeri de yapılmış olsaydı derler. İşte Peygamberler içinde benim yerim o (altın) tuğlanın yeri gibidir.’(Tirmizî, Edeb 77)

En Büyük Terbiyeci Sevilir
Efendimiz (s.a.s.) Cahiliye dönemi âdet ve alışkanlıkları ile insanlık onurunu ayaklar altına almış bir hayat içindeki bir toplumdan yeryüzünün gelmiş geçmiş en hayırlı insanlarının çıkmasına vesile olmuş üstâd-ı ekberdir.

‘Arkadaş! O Zâtı harekete getirip o inkılabları kendisine yaptıran ancak bir kuvve-i kudsiyedir. Evet bilhassa Ceziretü’l-Arab'da yaptığı inkılab ve icraata bak!.. O sahralarda, o çöllerde, âdetlerini muhafazada çok mutaassıb ve asabiyetlerinde fevkalâde inatçı ve kasavet-i kalb ve merhametsizlikte emsalsiz ve hattâ diri diri kızlarını toprağa gömüp öldürürlerken müteessir bile olmayan pek çok vahşi kavimler oturmakta idiler. O zât-ı nuranî kısa bir zamanda o kavimlerin ahlâk-ı seyyielerini kaldırarak ahlâk-ı hasene ile tebdil ettirdi. Hattâ o zât-ı mürşidin (s.a.s.) telkin ettiği iman nuru sayesinde, o vahşi insanlar, insan âleminde insanlara muallim oldular. Ve medeniyet dünyasında, medenîlere üstad oldular.’ (Bediüzzaman, Mesnevi, s. 23)

‘Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, bir şeyi tiryakisinden ref' etmek pek zahmettir. Hattâ büyük bir hâkim, büyük bir azim ile küçük bir kavimde itiyat edilen bir hasleti kaldırmakta büyük müşkilâta rast gelir. Hâlbuki bu Zât-ı nuranî, pek çok âdetleri, pek çok asabî, inatçı kavimlerden, cüz'î bir kuvvetle, kısa bir zamanda kaldırarak, yerlerini yüksek, nezih ahlâk ve âdetler ile doldurmuştur. Evet Hazreti Ömer İbnül Hattab (r.a)’ın İslâmiyetten evvel ve sonraki halleri bu mes'eleye güzel bir misaldir. Bunun gibi icraat-ı esasiyesinden binlerce hârikalar vardır. O Zâtın o zamandaki icraatına hârika diyoruz. Acaba bu zamanın yüzlerce feylesofları, o zamanda o vahşet-âbâd cezireye gidip, pek uzun zamanlarda o vahşileri ıslah için çalışsalar, o Zât-ı mürşidin bir senede muvaffak olduğu kadar, onlar elli senede muvaffak olabilirler mi? Hâşâ!’ (Bediüzzaman, Mesnevi, s. 23)

Sahabe-i Kiram’ın Efendimiz (s.a.s.)’e Muhabbet ve Sadakati 
Yukarıda da belirttiğimiz üzere Efendimiz (s.a.s.)’i en yakından tanımış olan, her hareketini takip ve tespit eden sahabe-i kiramın bu mevzudaki yaklaşımları bizim için en önemli hüccet olmalıdır. Efendimiz (s.a.s.)’e ‘Canımız sana feda olsun Ya Resûlallah’ ‘Anam babam sana feda olsun ya Resûlallah’ ‘Dahîlek ya Resûlallah’ gibi ifadeleri bu mevzudaki hassasiyetlerine en güzel örnek olsa gerekir.
Sahabe-i kiram (radıyallahu anhül) bizlere de bu mevzuda rehber olmuşlardır. O konuşunca rüzgar bile susuyordu. Bedir’de ‘Ey Ashab Hazır mısınız?’ diyen Efendimiz(s.a.s.)’e Sa’d b. Muaz ayakta söyle cevap veriyor: ‘Ya Resulallah seni hak dinle gönderen Allah’a hamd olsun ki, sen bize denizi gösterip dalarsan biz de seninle birlikte dalarız, Allah’ın bereketiyle yürüt bizi.’

Hz. Ömer b. Hattâb (r.a.) şöyle der: “Ebû Bekir, efendimiz ve bizim en hayırlımızdır. Resûlullah (s.a.s.)’e de en sevgili olanımızdır.” (Buhârî, Menakıb 17)
Sahabe-i kirâm Hazretleri Efendimiz (s.a.s.)’i o kadar sevip sayıyordu ki O (s.a.s.)’nu her davranışlarında örnek almaya çalışıyorlardı. Örneğin O (s.a.s.)’nun hayatın her safhası ile ilgili tavsiye ve değerlendirmelerine akıl sır erdiremeyen bir müşrik: ‘Görüyorum ki dostunuz (Muhammed) size her şeyi, ama her şeyi hatta helâya nasıl oturacağınızı bile öğretiyor’ der. Selman-ı Farisi (r.a.) bütün vakar ve ciddiyetiyle cevaben: ‘Evet, bize her şeyi O öğretiyor’ der ve tuvalet adâbıyla Efendimiz (s.a.s.)’den işittiği tavsiyelerini teker teker sıralar. ‘Peygamber böyle şeylerle meşgul mü olurmuş demeye getiren devrin çağdaş kafa yapısına gerçeği bütün safiyet ve açıklığı ile haykırıyordu: ‘Evet, bize her şeyi O öğretiyor’. (İlgili örnekler için bkz. Çakan İsmail Lütfi, Sünnetin Bütünlüğü, (Hz. Peygamber ve Aile hayatı Tartışmalı İlmi Toplantılar Dizisi) s. 127, İstanbul, 2006.)

Beni Mustalık kabilesinden esirler alınmıştı. Efendimiz (s.a.s.)’in, azılı düşmanı bu kabilenin reisi Haris’in kızı Hz. Cüveyriye ile onun öncülüğünde kabileleri İslam’a ısındırmayı hedefleyerek evlenmesinin ardından Ensar ve Muhacirler Efendimiz (s.a.s.)’e olan saygı ve sevgileri neticesinde O (s.a.s.)’nunla akrabalık bağı bulunan bir kabilenin insanlarının esir edilemeyeceği düşüncesiyle alınan bütün esirleri salıvermişlerdir.

Ebû Eyyûb el-Ensâri (r.a) anlatıyor: "Resulullah kendisine bir yiyecek sunulduğu zaman yiyeceği kadar yer, artanı bana gönderirdi. Bir gün, içinde sarımsak bulunan bir kap yemeği hiç el sürmeden bana iade etti. Bunun üzerine kendilerine gittim ve ‘Sarımsak yemek haram mı?’ dedim.

O (s.a.s.): ‘Hayır, haram değildir, ancak ben kokusundan dolayı hoşlanmıyorum’ buyurdu. Ebû Eyyûb el-Ensâri (r.a) de: ‘O halde, sizin hoşlanmadığınızdan ben de hoşlanmıyorum' dedi." (İlgili örnekler için bkz. Çakan, İsmail Lütfi, a.g.e., s. 121.)

Sahip Olduğu Ahlaki Değerler Sevilmesini Gerektirir
Bir insanın, bütün güzellikleri, bütün kâmil vasıfları bir arada cem etmesi mümkün değildir. Ancak bu insan Efendimiz (s.a.s.) olursa durum değişir. Peygamber Efendimiz bütün ahlakî güzellikleri zirvede temsil eden bir ahlak abidesidir. O (s.a.s.), hem imam, hem muallim, hem hatip, hem komutan, hem hâkim, hem ailesi içinde ideal eş, çocukları için ideal bir baba, hem muttakî, hem emîn, hem âdil, hem sabır kahramanı, hem hem hem, satırların almayacağı, sözcüklerin kifayet vermeyeceği hemhemler. O (s.a.s.) hiçbir zaman lanet peygamberi olmamıştır. Başta kendi kavminden olmak üzere karşılaştığı her türlü ezâ ve cefa karşısında hep sabır göstermiş, beddua etmemiştir.

Örneğin Tufeyl bin Amr, Efendimiz (s.a.s.)’e gelerek kabilesinin İslâm’a girmeyi reddettiğini iletmiş ve onlar için beddua talebinde bulunmuştu. Efendimiz (s.a.s.) ise ellerini kaldırarak: ‘Allah’ım, onlara hidayet ver, onları imana getir.’ buyurmuştur. Aynı durum Sakîf kabilesi için de mevzu bahistir. Yapılan savaşta Sakîf okçuları Müslümanlara çok zarar vermiştir. Sahabeden bir kısmı, ‘Ya Resulullah Sakîf kabilesinin okları bizi yaktı, onlara beddua et!’ deyince, Efendimiz (s.a.s.): ‘Allah’ım, Sakîf'e hidayet ver!’ buyurmuştur. 

‘Bütün ahlâk-ı hamîdenin en yüksekleri o Zâtta içtima etmiş olduğuna bütün âlem şehadet ediyor. Ve keza en nezih hasletleri ve huyları ve en yüksek seciyeleri câmi' bir şahsiyet-i maneviye sahibi olduğuna icma vardır. Ve keza o zâtın en yüksek derecede bulunan zühd ve takva ve ubudiyeti şehadetleriyle mâlik olduğu kuvvet-i imaniye ile musaddaktır. Ve keza siyer-i Nebeviyenin şehadetiyle derece-i vüsûku ve kemal-i ciddiyet ve metaneti ve bütün işlerinde ve harekâtında kuvvet-i emniyeti, hakka mütemessik ve hakikate sâlik olduğunu tasdik eden kat'î delillerdir.’ 
(Bediüzzaman, Mesnevi, s. 21)

Efendimiz (s.a.s.) Mekke’deki hayatı boyunca yüce ahlak ve faziletlerinden dolayı ‘emîn’ olarak bilinir.
O'nun (s.a.s.) hakkında Hz. Âişe (r.a): "Ahlakı Kur'ân'dı" der. Evet, Efendimiz (s.a.s.) yaşayan Kur'ân’dı. Kur'ân'ın, canlı tatbîki idi. Kur'ân'da nâzil olan emir ve yasakların tafsilatı O (s.a.s.)'nun hayatındaki uygulaması idi. Allahu Teâla bu hakikati ifade sadedinde: "Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsin." (Kalem sûresi, 4) buyurur. Kendileri de (s.a.s.) bu hususta: ‘Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etti, edeplendirdi’ buyurur. Onun edebi, ahlakî vasıfları Kur’ân-ı Kerîm’den sonra getirmiş olduğu en büyük mucize olarak kabul edilir. Zira böylesi bir terbiye ve ahlaki değerler ancak Yüce Rabbimizin terbiyesinden geçmiş olmayı istilzam eder.

Aşağıda örnek kabilinden serdedeceğimiz taşımış olduğu vasıflarının her birisi O’na sevgi ve saygıya gerektirecek birer alt başlık mahiyetindedir: O'nun (s.a.s.) hal ve davranışlarında aşırılık yoktu. Lüzumsuz söz söylemez, az ve öz konuşurdu. Konuşurken yüksek sesle konuşmaz, kimseyi incitmez, kimseye fena söz söylemezdi. Kötü konuşmazdı. Kınayan, hata arayan biri değildi. İnsanların güldükleri şeye O (s.a.s.) da gülerdi. Her sözü hikmet doluydu. Efendimiz (s.a.s.) bir şeye işaret ettiğinde elinin tamamıyla işaret eder, bir şeyi beğendiğinde de elini hareket ettirirdi. Hareketleri hep ağır başlı idi. Yumuşak huylu ve alçak gönüllü idi. 

Birisiyle konuşurken ona bütün vücuduyla yönelirdi. Efendimiz (s.a.s.)’in yüzünde tebessüm eksik olmazdı. O (s.a.s.)’na bakan rahat ederdi. Herkesin gönlünü alır, herkesi hoşnut ederdi. Ashabı ile arasında duvar örmemişti. Herkese değer verirdi. Herkese alçak gönüllü davranırdı. Kimse O’nunla (s.a.s.) birlikte olmaktan rahatsız olmamıştı. Efendimiz (s.a.s.) öfkeden sakınırdı. Kızması da din ve diyanet içindi. Efendimiz (s.a.s.) hiç aceleci davranmazdı. Karşılaştığı kimseye ilk selam veren O (s.a.s.) olurdu. Çocuklara da selam verirdi. Efendimiz (s.a.s.) akraba, eş-dost canlısıydı. Üzerinde tefekkür hâkimdi. Ağır başlı, ciddi, aynı zamanda çok kolay ulaşılan biriydi. Bir yere izinsiz girmezdi. Efendimiz (s.a.s.)’ın bir diğer önemli vasfı nefsini müdafaa etmemesiydi. Münakaşaya girmez, çok konuşmaz, kendisini ve toplumu ilgilendirmeyen bir meseleye kesinlikle karışmazdı. 

Bu gibi vasıflardan sadece biri bile sahibinin halk nezdinde sevilmesini ve sayılmasını gerektirirken, Efendimiz (s.a.s.) bu ve benzeri daha birçok üstün vasıflarla donanmış örnek insandır.

*Dokuz Eylül Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
ceren@yeniumit.com.tr

.

Kızma! Hadis-i Şerifinin Verdiği Mesajlar

Doç. Dr. Cüneyt Eren
AddThis Sharing Buttons

 





O, ifadelerinde söz kesen bir beyan sultanı, mantığında bir muhakeme abidesi ve düşüncelerinde de misyonunun enginliğine denk bir okyanustu. İfadeleri o kadar kıvrak, beyanı o denli vâzıh, üslûbu öylesine zengin ve rengin idi ki, bazen bir-iki cümle ile muhataplarına dünya kadar hakikatleri birden arz eder, bazen mücelletlere sığmayacak kadar geniş konuları bir solukluk söze sıkıştırır, bazen de tevil ve tefsir üstadlarına yorumlamak üzere ne söz cevherleri ne söz cevherleri emanet ederdi.


Hadis ıstılah olarak, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve selem) söz, fiil, onay, bedenî ve ahlâkî sıfat, sîret ve kendisine nispet edilen haberlere denir. Bu haberler O’nun Peygamberlik gelmeden önceki bütün söz, fiil ve takrirlerini de kapsar. Diğer bir tabirle Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in yaratılışı, ahlâkı ve gidişatına dair her türlü davranış ve sıfatları sünnet diye adlandırılır. Hadisçiler nezdinde hadisle sünnet birbirleriyle paralel ve eş anlamlı olarak ifade edilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in hadisleri diye ifadesini bulan mübarek sözlerinin büyük bir kısmı hem teşriî hem de edebî yönden mucize nevindendir. O, Arab'ın en fasihidir. O’nun edebî yönünün i’câzı, lafızlarıyla rivayet edilen hadislerde tezahür eder.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), çabuk konuşmaz, söyleyeceği sözü üzerinde düşünülsün ve iyice kavransın diye üç kere tekrar ederdi. (Tirmizî, eş-Şemâil, Hıms, 1968, s. 113.) Sanat yapmak için konuşmaz, anlamını kimsenin bilmediği garip kelimeler kullanmazdı. Bununla birlikte edebî gücü çok kuvvetliydi. Mecbur kalmadıkça konuşmaz, sözünün başında ‘Bismillah’, sonunda da ‘Elhamdülillah’ derdi.

Ebu Ya’lâ senedi ile gelen bir hadiste Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) kendi konuşma üslûbu hakkında: أُعْطِيتُ جَوَامِعَ الْكَلِمِ وَاخْتُصِرَ لِيَ الْكَلَامُ "Bana Cevâmiûl-kelim verildi ve sözler benim için çok özlü ve veciz hâle getirildi." buyurmaktadır. O’nun önemli altı hususiyetinden biri olan Cevâmiu’l-kelim özelliği, az ve öz sözcüklerle çok şeyi ifade etmesi anlamına gelir. Cevâmiu’l-kelim ifadesi, konuşulan mevzuya ait söylenebilecek câmi (kapsamlı) ifade demektir. Bu özellik Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’den sudûr etmiş sözlerin birçoğunda geçerlidir.

Aşağıda Söz Sultanı Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in söz cevherlerinden sızıp gelen, zenginlik ve muhtevasıyla Cevâmiu’l-kelim özelliğini taşıyan bir hadisini örnek kabilinden nakledeceğiz:

عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ :أَنَّ رَجُلا قَالَ لِلنَّبِيِّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَوْصِنِي قَالَ:
لا تَغْضَبْ فَرَدَّدَ مِرَارًا قَالَ لاَ تَغْضَبْ

Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edilen bir hadise göre, bir adam Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e gelip ‘Bana öğüt ver.’ dedi. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) de kendisine: ‘Kızma!’ buyurur. Adam birkaç defa ısrarla nasihat talebini tekrar edince Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) her defasında ‘Kızma!’ diye tekrar etti. (Buhari, Edeb 76)

Kızmak, hiddetlenmek, öfkelenmek anlamına gelir. 

el-Berika’da rivayet edilen bir diğer hadiste Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) "Gadaba gelen bir kimse, dilediğini yapmaya gücü yettiği hâlde, yumuşak davranırsa Allah teala onun kalbini, emniyet, güven ve îmân ile doldurur." buyurmaktadır. 

Büyükler "Gadab, insanın içinden dışına doğru çıkar. Hüzün ise, dışından içine doğru işler. Gadabdan güç ve intikam hırsı, hüzünden ise, dert ve hastalık doğar." demişlerdir. 

Kızma hasleti insanın yaratılışında var olan ve yerine göre kullanılması gereken bir vasıftır. İnsanın, kızılması gereken yerde kızması fıtratının gereğidir. Ama kızma kendi nefsi hesabına olmamalıdır. Mesela dinî şiarların ayaklar altına alınması durumunda, kızmak, dinî gayretin gereğidir. Ancak bu kızma karşı tarafı incitecek şekilde, hatta onun hakkına tecavüz edecek boyutta olmamalıdır. Bu hadiste kastedilen kızmak özetle her halükarda, insanın sinirlerine hâkim olması şeklinde yorumlanmalıdır. 

Hadisin Anlam Deryasından Çıkartılan Dersler:1
1. Kızmayı terk etmekten maksat öfkelenmeye sevk eden sebeplerden sakınmaktır.
2. Hadiste sebeplere tevessül emredilmektedir.
3. Hadiste Cebriyye ve Kaderiye mezheplerinin doğru olmadığı ifade edilmektedir. (Sebeplere tevessülün emredilmesi cebriye ve kaderiye mezheplerinin reddedildiğini göstermektedir.)
4. Hadiste sedd-i zerâi (Harama giden, yasağı çiğnemeye götüren yolların tıkanması) kuralı görülmektedir. Ayrıca bir kötülükten korunmanın kötülüğün tedavisinden daha önemli ve hayırlı olduğu anlaşılmaktadır.
5. Toplumu bilgilendirme ve aydınlatma konumunda olan bir insanın ilim ve akılla donanarak her konuya hakkını vermesi, her soru sorana ne faydalı ise ona uygun cevap vermesi gerektiğine işaret vardır.
6. Soru sorarken ve ilim öğrenirken edepli davranmak gerekir.
7. Geçerli bir mazeret olmaksızın öğrenmek isteyen kimseden ilmi gizlemek caiz değildir.
8. Öfkelenmek, konuşma ve amelde dengeyi bozar.
9. Öfkelenmeyen kişi, fiil ve sözlerinde hoşnutluk ve öfke hallerinde itidalini korur, objektif davranır. 
10. Güzel ahlâklı olmaya teşvik vardır.
11. Kaza ve kadere razı olmalıdır.
12. Kızmamanın aklın ve olgunluğun kemaline delil olmasını ifade eder.
13. Hadiste ‘Fakat günahları faydalarından daha çoktur.’ (Bakara Sûresi, 2/219) âyetinin anlamı yer almakta ayrıca menfaat ve zarar arasında mukayese prensibi görülmektedir.
14. Hadiste dinin güzelliklerine ve olgunluğuna işaret vardır.
15. Sahabenin dini derinden anlamaya olan aşk ve şevki hırs ve azmi görülmektedir.
16. Hadiste Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ‘Kendinizin güç yetirebileceği şeyleri teklif edin’ hadisinin anlamı yer almaktadır.
17. Kötülüklerin kaynağı öfkedir. 
18. Kızmanın makbul olanı da olmayanı da vardır. 
19. Sahabe-i Kiram (r.a.)’ın fıkhının büyüklüğü; zira bu hadisten umumiyet anlamamışlar, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in onlara öğretmiş olduğu vechile övülen kızgınlıkla kızmışlar yerilen kızgınlığı da terk etmişlerdir.
20. Kızmak inkâra yol açabilen sebeplerdendir.
21. Müslümanlara bol bol nasihat etmenin vacip olması.
22. Nasihatin önemi ve toplumlardaki etkisi.
23. Bir kimsenin tek başına zayıf, arkadaşlarıyla kuvvetli olabildiği; zira mü’minin diğer mü’min kardeşinin aynası olduğu ve kişinin genellikle kendi ayıplarını göremediği anlaşılmaktadır.
24. Sözden maksat faydalı olanı, çokluğu (laf kalabalığı) ve tekrarı değildir.
25. Bir âlime güzel ahlâk ve edeb içerisinde müracaat edilmesinin caiz olması.
26. İnsanın kızmayı terk edip ve kendine hakim olmasının kesbî bir ahlâk olduğu delili çıkar.
27. Tekvinî şeriatın şer’î şeriat ile desteklenmesi. 
28. Kızmanın şeytandan kaynaklandığı
29. Kuvvetli olanın kızma anında nefsine mâlik olan olduğu
30. Sabır ve hilmin fazileti.
31. Yasağı kapsayıcı kısa ve öz ifadelerle nasihat etmenin meşruluğu.
32. Bu hadis, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ‘Ben cevâmiu’l-kelim’le serfirâz kılındım, -bana az sözle çok manayı ifade kabiliyeti verildi.’ hadisindeki anlamı ihtiva etmektedir.
33. Nasihat verirken insanları kendi konumlarına yerleştirerek hareket etmenin gereği anlaşılmaktadır.
34. Hadisten bir şeyi yasaklamanın onun zıddını emretmekle de olacağı ya da insana hilm ve sabırla hareket etmesi gerektiği anlaşılmaktadır.
35. Nasihatın faydalı olması için ihlas gerekir 
36. Nasihatın; akıl, din ve görüş/fikir sahibinden talep edilmesinin lüzumu 
37. Kur’ân ve Sünnet konulu kelamın, diğer insanların sözlerinden farklı değerde olması gerektiği, zira insanların sözlerinin bağlayıcı olmayacağı vurgulanmaktadır.
38. Nasihat talep etme kul için bir yücelik olup, hakkında bir eksiklik veya yerilmeyi gerektiren bir vasıf değildir.
39. Nasihatı kabul etmenin imanın kemâlinden olduğu
40. İnsanların kendi aralarında şekilleri ile değil, ahlâkları ile mukayese edilmelerinin gereği anlaşılmaktadır.
41. Nasihat ve vaazın bıktırma seviyesine gelmedikçe tekrar edilmesinin caiz olması.
42. Hadiste, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in ‘Amellerin en hayırlısı az da olsa devamlı olanıdır.’ sözünün anlamı yer almakta.
43. Bir şeyi yasaklamanın öncelikle onun sebeplerini ve öncüllerini de yasaklamayı kapsaması
44. Kim Allah için bir şeyi terk ederse Allah ondan daha hayırlısını o kimseye nasip eder. Kim de kızmayı Allah için terk edecek olursa Allah o kimseye hilm sıfatı nasip eder.
45. Öfkeyi yutmanın faziletini beyan
46. Bağışlamaya ve öğüt vermeye teşvik
47. Bir âlimin sorulara ve kendisine müracaat edilmelere karşı geniş yürekli olmasının gereği
48. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’in gönlünün mütevazi, hilminin geniş ve ahlâkının güzel olduğu 
49. Bir şeyi terk etmek de amel kabul edilir.
50. Amel imanın tanımı içinde yer alır.
51. Birtakım fiillerin terki de kula sevap kazandırır.
52. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın konuşmasını üçten fazla tekrar etmemesi anlaşılmaktadır.
53. İnsanlar ısrar etseler ve realite baskı yapsa dahi, âlimin hak üzere olduğu sürece sözlerinde ve prensiplerinde sebat etmesi gerekir.

* Dokuz Eylül Üniv. Ilâhîyat Fak. Öğrt. Üyesi 
ceren@yeniumit.com.tr


Dipnotlar
1.Hadisten çıkartılan dersler http://www.İslâmmessage.com/ar/
modules.php?name=News&file=article&sid=1915'da Arapça yayımlanan makaleden Türkçeye tercüme edilmiştir. Makalenin sahibi Süleyman b. Nâsır el-Alvân’dır.

.