Nesh, lügatte: İzale etmek, gidermek, yok etmek, değiştirmek, tebdil, tahvil ve nakletmek manalarına gelir. Istılahta ise: Şer’i bir hükmün, ondan sonra gelen şer’i bir delil ile kaldırılmasıdır. Tıpkı yeni çıkarılan bir kanunla bir evvelki kanunun yürürlükten kaldırılması gibidir. Sonradan gelen şer\’i delil “nasih=nesheden”, kaldırılan şer’i hükme ise “mensûh = neshedilmiş” denir. Artık onunla amel edilmez.
Burada ifade edelim ki, nesh muvakkat olarak konulan şer\’i bir hükmün, zamanı gelince şer\’i bir delil ile son bulduğunu bildirmekten ibarettir. Bu bakımdan nesh, ALLAH Teâlâ\’ya göre beyan, insanlara göre ise hükmü başka bir delille değiştirmek, tebdil etmektir. Çünkü o hükmün hangi zamana kadar devam edeceğini Cenab-ı Hakk önceden bilmektedir. İnsanların ise bu konuda bilgisi bulunmamaktadır.
Nesh halinde bazen bir hükmün yerine başka bir hüküm konulabileceği gibi, bazen de sadece hüküm kaldırılmış olur. Meselâ, Namazda Kudüs\’e yönelme hükmü kaldırılmış, onun yerine Kâbe’ye yönelme hükmü getirilmiştir. Hâlbuki mut\’a nikâhı ve şarabın içilmesi neshedildiği halde onların yerine başka hükümler getirilmemiştir. Yeni konan hüküm, neshedilen hükme eşit olabileceği gibi, bazen ondan daha hafif veya daha ağır olabilir.1Nitekim Nisa sûresi 160. ayet-i kerimesinde Yahudilere bir kısım helalin haram kılındığı belirtilir. Ağır hükümden (tağlîz) vazgeçilir, yerine hafif hükümler (tahfif) konur. Enfal suresinin 66. ayet-i kerimesinde bunun örneği görülür.
Nesh, aklen ve naklen caizdir
Nesh, aklen caiz ve haddi zatında vakidir. Şöyle ki: ALLAH Teâlâ kulları hakkında dilediği gibi tasarruf edebilir. Kullarını bir zaman bir hükme, diğer bir zaman da başka bir hükme tabi tutabilir, buna kimsenin itiraz hakkı yoktur. Bununla birlikte ALLAH Teâlâ, hakimdir, rahimdir, kullarının faideleri için bazı hükümlerini tebdil buyurmasına ne mani vardır? Zamanların, mizaçların değişmesiyle ilaçlar da değiştiği gibi vakitlerin değişmesiyle insanların maslahatları değişebilir. İşte bundan dolayı bazı hükümlerde değişikliğin olması aklen caiz ve hikmete muvafıktır, uygundur.
Nesh naklen de caiz ve sabittir. Müşriklerin ve Yahudilerin: “Muhammed\’i görmüyor musunuz ki! Ashabına bugün bir şeyi emrediyor sonra, onu yasaklayarak tersini emrediyor. Bugün bir söz söylüyor, yarın ondan dönüyor. Bu Kur\’an, Muhammed\’in kendi tarafından uydurduğu sözden başka bir şey değildir” demeleri üzerine şu ayet-i kerîme nazil oldu:
“Biz bir ayet-i, nesh ettiğimiz diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit ki, ALLAH Teâlâ neyi indireceğini çok iyi bilendir, dediler ki: Sen ancak bir iftiracısın. Hayır! Onların pek çoğu bilmezler.”2
“Biz neshettiğimiz yani hükmünü diğer bir ayetle değiştirdiğimiz veya unutturduğumuz bir ayetin yerine ya ondan daha hayırlısını yahut onun benzerini getiririz. Şüphesiz ALLAH Teâlâ\’nın her şeye ziyade kadir olduğunu bilmedin mi? Elbette bildin.”3
İşte, arz edilen bu ayet-i kerimeler neshi haber vermektedir. Nitekim önceki peygamberlerin şeriatlarında nesihler vuku bulduğu gibi, peygamberlerimizin şeriatı da önceki şeriatları neshetmiştir. Aynı şekilde, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin getirdiği fer\’i hükümlerde de neshin vukuu görülmektedir. Meselâ: Kıblenin tahvili buna delildir. Bunların hepsi bir hikmeti ilahiyye gereğidir. Cenab-ı Hak bu meseleleri zaten ilmî ezelisiyle böyle bilip takdir buyurmuştur. Zamanı gelince de bunları Peygamberleri vasıtasıyla kullarına bildirmiştir. Bu cihetle ALLAH Teâlâ\’nın ilminde ve takdirinde asla bir değişiklik olmuş sayılmaz. Bilâkis bu, idarî ve içtimaî bir hikmet ve maslahata binaen böyle takdir edilmiştir.
İslâm âlimlerinin ekserisi, neshin Kur’ân-ı Kerîm\’de mevcud olduğunu kabul etmişlerdir. Bunlar, Kur’ân-ı Kerim\’in kendisinden önceki kitapları neshine ilaveten, yeni kurulmaya başlayan İslam nizamının inkişaf ve tekamülü için nesih keyfiyetini tabiî birşey olarak karşılamışlardır.
Neshin Şartları
1- Mensûh gibi, nâsihin de fer\’i, şer\’i delil olması gerekir.
2- Nâsihin, mensûh delil kuvvetinde veya ondan daha kuvvetli olması gerekir. Başka bir ifadeyle, şer\’i delil Kur\’an ve Sünnet nassı yani ayet-i kerime veya sahih hadis-i şerif olmalıdır. İcma ve kıyas, Kur\’an ve Sünnet kuvvetinde olmadıkları için nâsih olamazlar.
Şöyle ki: Kıyas ile, icma ile bir şer\’î hüküm nesh edilemez. Çünkü nesh, yalnız Resûli Ekrem (S.A.V.) Efendimizin hayatında vaki olabilirdi. O\’nun hayatında ise nesh, kıyas ile veya icma ile değil, ancak kendisinin beyanatı ile malûm olabilirdi. Bir de kıyas, bir zannî delildir. Nass ile sabit bir hükmü nesh edemez. İcma ise Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin zamanında cari olamazdı, dinî hususlarda bizzat kendisine müracaat edilirdi, kendisinin beyanatı aksine bir icma vukuu tasavvur olunamazdı. İcma, Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizin beyanının altındadır. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin tek başına beyanatı kafidir. İcma, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz hayatta iken bir hüccet olamazdı. Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin zamanından sonra ise nesh cari olamaz ki, icma ile vaki olabilsin. Velhasıl: Kıyas ile icma, ne nâsih ve ne de mensûh hiçbiri olamaz.
3- Nâsih delil, mensûh hükümlerden sonra gelmiş olmalıdır.
4- Eğer nesih sarih değilse, her iki nassın tevfîkı yani bağdaştırılması imkansız bulunmalıdır. Muarız nassların bağdaştırılması mümkün olan yerlerde nesih cihetine gidilmez, tevfik veya te\’vil ciheti tercih edilir.
Neshin zamanı
Nesh, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz zamanında vuku bulmuştur. O\’nun vefatından sonra ise neshin vuku bulması mümkün değildir. Çünkü nesih vahiy yoluyla olmaktadır. Vahiy dönemi O\’nun vefatıyla bittiğine göre, O\’ndan sonra neshin vuku bulması da düşünülemez.
Neshin mahalli, yeri
1- Fer\’î, şer\’î hükümlerde nesh cereyan eder. Ancak nasslarda o hükmün kıyamete kadar devam edeceğine dair bir delil bulunursa, o naslarda nesih cereyan etmez. Meselâ,
“Onların şahitliklerini ebediyyen kabul etmeyin.”4 ayet-i kerimesindeki “Ebeden” sözü bu hükmün kalkmayacak şekilde daimi olduğunu gösterir. Enes b. Malik (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz:
“Cihad, ALLAH Teâlâ\’nın beni peygamber olarak gönderdiği bu günden, bu ümmetin Deccâl\’e karşı savaşacak en son ferdine kadar cereyan edecektir. Onu, ne imamın zâlim olması, ne de âdil olması ortadan kaldıramayacaktır.”5 Hadis-i şerifi de, cihad hükmünde neshin mümkün olmadığını, cihadın kıyamete kadar devam edeceğini açıkça ifade etmektedir.
İtikadi hükümler yani iman esasları da zamanla değişmeyecekleri için nesih vuku bulmaz.
Aynı şekilde, hissi ve akli hükümlerde de nesih düşünülemez. Meselâ, “Ateş yakıcıdır, alem hadistir” sözlerinde olduğu gibi. Çünkü bunlar, mahiyetleri icabı zamanla değişmezler.
Haksız yere adam öldürmek, zulmetmek, yalan söylemek gibi aklın kötülüğüne hükmedilebileceği kötülükleri yasaklayan ve bunlardan sakındıran nasslarla, adalet, anababaya iyilik, ikram gibi iyiliğini insanın kavrayabileceği hukukî, ahlâkî hükümleri ihtiva eden nasslarda nesih düşünülemez.
Tarihi hadiselerden haber veren nasslarda da nesih tasavvuru mümkün değildir. Meselâ, Âd kavminin sarsıntıyla yok edildiğini bildiren âyet-i kerimelerde nesih düşünülemez.
Ayet-i kerime ve hadis-i şerifler arası nesh
Ayet-i kerimenin ayet-i kerimeyle, hadis-i şerifin hadis-i şerifle neshi ittifak edilen noktadır. İhtilaf; âyet-i kerimenin hadis-i şerifi, hadis-i şerifin âyet-i kerimeyi neshindedir. Bunlar yanında sünneti âhâd, mütevâtir bölümlerine ayırarak nesih vak\’ası içinde her biri için ayrı iddiada bulunanlar vardır. Burada Kur’ân-ı Kerim\’in sünneti, sünnetin ayet-i kerimeyi neshini gösteren misallere yer vereceğiz.
Kur’ân-ı Kerim ayet-i kerimelerinin neshi
1- ayet-i kerimenin ayet-i kerimeyi neshi: Ayet-i kerimelerin hepsi sübut yönünden eşit olduğu için birbirini neshetmesi caiz ve vâkîdir. Meselâ: Mirasla ilgili âyet-i kerimeler gelmeden önce, kişinin servetinden ana, baba ve akrabalarına bir miktar verilmesi için vasiyet etmesi:
“Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir mal bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek ALLAH Teâlâ \’dan korkanlar üzerine bir borçtur.”6 ayet-i kerimesiyle farz kılınmıştı. Ancak, Nisâ sûresinde gelen 11 ve 12. miras âyet-i kerimeleri ile herkesin hakkı kesin ve net olarak belirlenmiş, Ebu Ümame (R.A.) den rivayete göre Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimiz de:
“ALLAH Teâlâ her hak sahibine hakkını vermiştir. Öyleyse varise vasiyet yoktur.”7 buyurmuş, böylece yukarıdaki âyet-i kerime neshedilmiştir. Fakat mirastan payı olmayan akraba ve düşkünlere ve hayır müesseselerine vasiyet bâkidir. Her Müslüman gönüllü olarak servetinin üçte birini istediği yere vasiyet edebilir.
2- Âyet-i kerimenin hadis-i şeriflerle neshi: Ebu Hanife, İmam Malik gibi alimler Sünnetin de vahiy mahsûlü olduğunu ileri sürerek mütevatir ve meşhur sünnetle Kur’ân-ı Kerim ayet-i kerimelerinin neshedilebileceğini ifade etmişlerdir. Meselâ, Bakara sûresi, 180. ayet-i kerimesinin sünnetle neshi gibi.
Sünnetin neshi
1- Sünnetin Kur’ân-ı Kerim’le neshi:
İmam Şafii’den başka alimler, sünnetin Kur’ân-ı Kerim’le neshini caiz görmüşlerdir. Meselâ, Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz Medine\’ye hicret ettikten sonra Beyti Makdis\’e yönelerek namaz kılmışlardır. Sonradan bu sünnet:
“Yönünü Mescidi Haram\’a çevir”8 ayet-i kerimesiyle nesholunmuştur.
2- Sünnetin sünnetle neshi
Mütevatir ve meşhur sünnetle sünnetin bütün nevilerinin neshi caizdir. Ahad sünnetin ahad sünnetle neshine bir mani bulunmamaktadır. Meselâ, İslam\’ın başında putperestliğin tesirini azaltmak için Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz insanları kabir ziyaretinden menetmişti. Sonradan İslam kökleşip, iman kalplerde iyice yerleşince artık, kabirlere tapınmak mevzubahis olmayınca bu hükmü, Büreyde (R.A.) den rivayete göre:
“Ben sizi kabirleri ziyaretten men etmiştim. Artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü onlar size ahireti hatırlatır.”9 buyurarak neshetmiş ve bu yasağı kaldırmıştır.
Neshi Tesbit ve Bilme Yolları
Bir hükmün nâsih ve mensuh olduğu dört yolla bilinir.
1- Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin beyanı ile neshin bilinmesi: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin bazan açık olarak nesih ifadesini kullanarak bazan da neshe delalet edecek zımnî beyanlarıyla neshe işaret etmiş olabilir. Meselâ kabirleri ziyaret yasağının kaldırıldığı bizzat kendi ifadelerinde yerini bulmuştur.
2- Sahabenin verdiği bilgilerle neshin tesbiti ve bilinmesi: Hz. Ali (R.A.)nun: “Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz, cenaze geçerken kalkmamızı bize emrederdi, kendisi oturdu, bize de oturmamızı emretti.” sözü10 ile Sa\’d (R.A.) nun: “Biz secdeye giderken ellerimizi dizlerimizden önce yere koyardık, ellerimizden önce dizlerimizi yere koymakla emrolunduk.” sözleri11 buna açık birer misaldir. Bir de sahabinin: “Bu, iki uygulamanın sonuncusudur, falan hüküm nesholundu.” gibi sözleri de neshi belirtir. Mesela: Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin en son yaptığı iki işten biri ateşte pişen bir şey yenince abdest almayı terk etmek oldu.12
3- İki müteârız hadis-i şerifin vürud târihlerinin bilinmesiyle nesh anlaşılır. Muahhar olan nâsih, mukaddem olan yani önceki mensûhtur. Meselâ, Şeddât ve Ebu Hureyre (R.Anhüma) dan rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz:
“Hacamat yapan kişinin de, hacamat olan kişinin de orucu bozulur.”13 buyurdu. Bu rivayete göre hacamat yapanın ve yaptıranın oruçları bozulur. Abdullah b. Abbas (R.A.)nun rivayetine göre ise Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimiz ihramlı ve oruçlu olduğu halde kan aldırmıştır.14 Bu nâsihtir. Çünkü Şeddât ve Ebu Hureyre (R.Anhüma)nın rivayet ettiği hadis-i şerif Mekke-i Mükerreme’nin fethi senesinde varid olmuştur. Abdullah b. Abbas (R.A.) ise, Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin kan aldırdığına Veda Haccı senesinde şahid olmuştur. Mekke-i Mükerreme’nin fethi veda haccından daha öncedir. İşte muahhar olan fiili sünnet ile mukaddem bulunan hadis-i şerifin neshedildiği anlaşılmaktadır.
4- İcmâ ile neshin tesbiti ve bilinmesi: Alimlerin birbirlerine muarız iki delilden birinin önce ve diğerinin daha sonra geldiği hususunda ittifak etmeleriyle nesh tesbit edilir. Mesela: Muaviye (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki:
“Kim şarap, içki içerse dayak cezası verin. Dördüncü sefer tekrar ederse öldürün.”15
Bu rivâyet farklı şekillerde gelmiştir. Hepsi de ilk üçte ceza olarak dayak atmayı, dördüncü seferde öldürmeyi emreder. Sonradan nesh edilmiştir. Cumhur bu görüştedir. Bir kimse, içki yüzünden öldürülmez, dördüncü değil onuncu kere içmiş olsa bile.
Tirmizî\’nin, İlel kısmında açıkladığına göre, bu hadis-i şerifle amel eden tek fakih çıkmamıştır. Dolayısıyle, bu hadis-i şerifle amel etmeme hususunda icmâ hasıl olmuştur. Bazı alimler: “Hadis-i şerif, hükmüyle amel edilmemesiyle hasıl olan icma ile mensuhtur.” demiştir.
Ayrıca Kabîsa b. Züeyb (R.A.) den rivayete göre Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz buyurdular ki:
“Kim şarap, içki içerse dayak cezası verin. Eğer tekrar içerse, dayak cezası verin. Eğer tekrar içerse, dayak cezası verin. Üç veya dördüncü sefer tekrar içerse öldürün.”16
Fakat daha sonra Resûlullah (S.A.V.) efendimize şarap içmiş bir adam getirildi. Hemen dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi, yine dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi, yine dayak cezası verildi, sonra tekrar getirildi yine dayak cezası verildi ve öldürme kaldırıldı. Artık, ölüm cezası bir ruhsat olarak kaldırılmıştı.17
Bu rivayete göre, mezkûr hadis-i şerif icma ile değil, bizzat Resûlullah (S.A.V.) efendimizin sünneti ile nesh edilmiştir.
Bir ayet-i kerimenin, bir hükmün nasih veya mensuh olduğunu tayin hususunda rey ve içtihat ile hareket olunamaz. Bu ancak sahih bir nakl ile, bir tarih ile bilinir.
Bir kısım müfessirler, müellifler, nasih ile mensûhun adedini pek çok göstermiş, bunlara dair müteaddid kitaplar yazmışlardır. Fakat Fahri Razi gibi müdeddik müfessirler, alimler, hakikaten nasih ile mensuh olan ayetleri tayine muvaffak olmuş, bunların öyle zan edildiği kadar çok olmadığını ispat etmişlerdir.
İmam Süyutinin “Itkan”ında yazdığına göre bunlardan adedi nihayet yirmi veya yirmi birden ibarettir. Aralarını te\’lifi kabil, aralarında bir muaraza gayri zahir olan bir kısım ayet-i kerimeleri, hükümleri nasihiyetle, mensuhiyetle zikretmek sathi düşüncelerden ileri gelmiş bulunmaktadır.18
Kur’ân-ı Kerim\’de nesh çeşitleri
Kur\’an\’da vukubulan nesih dört kısma ayrılmıştır:
1- Hem tilaveti yani okunması hem de hükmü mensûh ayet-i kerimeler: Bazı rivayetlere göre Hz.Peygamber (S.AV.) Efendimiz zamanında bazı ayet-i kerimelerin hem tilaveti hem de hükmü nesh olunmuştur. Nitekim Enes b. Malik (R.A.) şöyle demiştir: ALLAH Teâlâ, Meune kuyusunda öldürülenler hakkında ayet-i kerime indirmişti ki, biz o ayet-i kerimeyi nesh olununcaya kadar okurduk. Şöyle ki:
“Dikkat! Kavmimize ulaştırın ki, şüphesiz biz Rabbimize kavuştuk. Bizden razı oldu ve bizi razı etti.”19
Ebu Musa\’l-Eş\’ari (R.A.) şöyle demiştir: “Biz Kur’ân-ı Kerim’de uzunluk ve şiddet bakımından Bera\’e Suresine benzettiğimiz bir sure okurduk, o bana unutturuldu. Yalnız onun:
“Adem oğlunun iki vadi dolu malı olsa, üçüncüsünü ister. Ademoğlunun karın boşluğunu ancak toprak doldurur!” ayet-i kerimesi hatırımda kaldı. Yine biz uzunlukta Müsebbihattan yani Sebbeha ile başlayan sûrelerden birine benzettiğimiz bir sûre okurduk. Baş tarafı “Sebbeha lillahi mâ fissemâvâti” idi. O da bana unutturuldu. Sadece:
“Ey inananlar yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz, sonra boynunuza tanıklık yazılır, kıyamet gününde ondan sorulursunuz.” ayet-i kerimesi hatırımda kaldı.20
Yine Hz. Ömer (R.A.) biz şöyle bir ayet-i kerime okuyorduk:
“Babalarınızdan yüz çevirmeyin! Kim babasından yüz çevirip onu terk ederse bu küfürdür yani o kişi aile nimetine nankörlük etmiş olur.”21
Önemli not: Neshin bu çeşidi Resûlullah (S.AV.) Efendimizin zamanına mahsustur. Ahirete teşriflerinden sonra artık böyle bir nesh asla caiz değildir. Hiçbir ayet-i kerime hakkında unutmak veya okunmasının terk olunması tasavvur olunamaz.
“Kur’ân-ı Kerim’i şüphesiz biz indirdik. Ve muhakkak O’nu muhafaza da biz edeceğiz”22ayet-i kerimesi bunu haber vermektedir.
2- Tilaveti yani okunması mensûh olmayıp, yalnız hükmü mensûh olan ayet-i kerimeler. Meselâ:
“Sizden ölüp de dul eşler bırakan kimseler, hanımlarının, evlerinden çıkarılmadan, bir yıla kadar bıraktıkları maldan faydalanmaları hususunda sağlıklarında vasiyet etsinler.”23
Zina eden kadınların dil ile eza ve hanelerinde haps edilmeleri hakkındaki:
“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı aranızdan dört şahit getirin. Eğer şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye yahut ALLAH Teâlâ onlara bir yol açıncaya kadar evlerde hapsedin.
İçinizden fuhuş yapan her iki tarafa ceza verin; eğer tevbe eder, uslanırlarsa artık onlara ceza verip eziyet etmekten vazgeçin; çünkü ALLAH Teâlâ tevbeleri çok kabul eden ve çok esirgeyendir.”24 ayet-i celilenin hükmü nesh edilip tilaveti baki kalmıştır.
Bu tilavetin de ayrıca hükümleri vardır. Bunun teberrüken okunması bununla namazın caiz olması, bununla geçmiş hükmün bilinmesi ve ümmet hakkında bir nimeti ilâhiye olarak kolaylık gösterildiğini bildirmek gibi.
3- Hükmü bakî, tilaveti mensûh olan ayet-i kerimeler. Hz. Ömer (R.A.) şöyle demiştir: “Gerçekten ALLAH Teâlâ, Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimizi hak din ile göndermiş ve kendisine kitabı indirmiştir. ALLAH Teâlâ\’nın indirdiği şeyler içinde recm ayet-i kerimesi de vardı. Bizler o ayet-i kerimeyi okuduk, akledip anladık ve iyice ezberledik. Bunun içindir ki, Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz recmetti, O\’ndan sonra biz de recm ettik. Ben insanlara zaman uzayıp da bir diyenin: Biz ALLAH Teâlâ\’nın kitabında recm ayet-i kerimesini bulmuyoruz, demesinden ve ALLAH Teâlâ\’nın indirmiş olduğu bir farizayı terk etmeleri suretiyle sapıklığa düşmelerinden endişe ediyorum. Recm, ALLAH Teâlâ\’nın kitabında sabit bir haktır. Bu erkeklerden ve kadınlardan evlenip de zina eden, zinası da beyyine yani açık delil ile yahud gebelik ile yahud da itiraf ile sabit olan kimselere uygulanır.”25
Hz. Ömer (R.A.)nun bahsettiği recm ayet-i kerimesi şu idi:
“Erkek ve kadın iki yaşlı yani evli kimse zina ederse, her ikisini de ALLAH Teâlâ\’dan ibretli bir ceza olarak recmedin. ALLAH Teâlâ aziz ve hakimdir.”26
Yine Abdullah b. Mes\’ud (R.A.)nun mushafında olan Maide sûresi 89. ayet-i kerimesinde “mütetabiat” kavli şerifi gibi ki, bunun nazmı mensuh ise de hükmü bakidir. Keffareti yeminden dolayı tutulacak üç günlük oruçta ara verilmemesi yani peşpeşe olması gerekir.
Yalnız tilâvetin mensûhiyetindeki hikmet: Ümmeti merhumenin emri ilâhiye ne derecelerde imtisal gösterdiğini izhardan, vesaireden ibarettir. Çünkü tilavet olunan bir nas bulunmadığı halde onun mücerret rivayet edilen hükmüne imtisal edilmesi, ümmeti merhumenin hakka ibadet ve taat hususundaki mükemmeliyetini, yüksek diyanetini ortaya çıkarır.
4- Aslında hükmü baki olduğu halde bir vasfı mensuh olan hükümlerdir. Meselâ: Aşura orucunun farziyeti nesh edildiği halde cevazı mendup olarak kalmıştır. İşte bunda asıl hüküm ki oruçtur, o nesh edilmeyip onun vasfı olan farziyyet nesh edilmiştir.
Nasih, mensûhtan ya daha hafif veya mensûha müsavi veya mensûhtan da meşakkatli olur. Meselâ: Bir zaman Ramazan şerif gecelerinde uyuduktan sonra yiyip içmek hanıma cinsi münasebette bulunmak haram idi. Sonra bunlar fecre kadar mubah oldu. İşte burada nasih, mensûhtan daha hafiftir.
Yine bir zaman Mescidi Aksaya doğru namaz kılınırdı, sonra Kabe-i Muazzama\’ya doğru kılınması emr olundu. Bunda da nasih, mensuha müsavidir. Orucun farz kılındığı ilk yıllarda oruç ile mükellef olanlar, oruç tutmak ile fidye vermek arasında muhayyer idiler. Sonra oruç tutmaya muktedir olanlar için herhalde oruç tutmaları farz oldu. Burada nasih, mensûhtan daha meşakkatlidir.
Neshi Bilmenin Önemi
Kur’ân-ı Kerim ilmini bilmeyen, O’nun iniş sebeplerinden, nasih ve mensuhundan habersiz bulunan, ayet-i kerimelerin taşıdığı ilmî, ahlakî, fıkhî ve tasavvufî manalara aşina olmayan, Arapçasının lügat ve ıstılah anlamlarından bir şey anlamayan, aynı zamanda Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ayet-i kerimeleri nasıl izah ettiğini araştırmayan kimsenin ayet-i kerimeleri tefsir edip hüküm çıkarması caiz değildir.
Rivayete göre, bir kere Hz.Ali (R.A.) mescide girmiş, insanları korkutan bir adama rastlamış:
– Bu kimdir? diye sormuş.
– İnsanlara vaaz eden bir adam, demişler. Hz.Ali (R.A.) Efendimiz:
– O, insanlara vaaz eden bir adam değil, ancak ben filan oğlu filanım beni tanıyın demek isteyen bir adamdır, demiş. Sonra bir adam gönderip yanına çağırtarak, ona:
– Nasih ve mensûhu bilirmisin, demiş. O da:
– Hayır! Deyince, Hz.Ali (R.A.) Efendimiz:
– Bizim mescidimizden çık! Burada vaaz etme! Buyurmuştur.
Bir rivayete göre de, Abdullah b. Abbas (R.A.) vaaz eden bir adama rastladı. Onu ayağıyla dürterek:
– Sen nasih ve mensûhu bilir misin? dedi. O da:
– Bilmem, deyince:
– Kendin de helak oldun, dinleyenleri de helak ettin! Dedi.
Huzeyfe (R.A.) şöyle demiştir: “İnsanlara ancak üç kişiden biri fetva verebilir:
1- Kur’ân-ı Kerim\’in nasih ve mensuhunu bilen. Bu, Hz.Ömer (R.A.) gibi kişilerdir.
2- Mutlaka fetva vermesi gereken kişi. Yani kendinden başka fetva veren olmadığı için mecbur kalan ve bildiği kadar fetva veren.
3- Zorla kendini biliyormuş gibi gösteren ahmak adam. Ben ilk iki kişiden biri olamadım üçüncü kişi de olmak istemem.”27
Resûlullah (S.A.V.) Efendimize indirilmiş olan Kur’ân-ı Kerim, geçmiş kitapların hepsini neshettiği gibi, İncil, Tevrat\’ı, Tevrat da kendinden evvelki şeriatın bir çok hükümlerini neshetmişlerdir. Meselâ: Cumartesi gününde çalışmak, Yahudilere haram olduğu halde Müslümanlara helal sayılmıştır. Böylece haram hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Hz.Adem (A.S.) zamanında neslin çoğalma zarureti karşısında kız kardeşin erkek kardeşiyle evlenmesi caiz kılınmıştı. Nesil çoğalıp arzu edilen seviyeye gelinince bu hüküm neshedilmiş ve artık iki kardeşin birbiriyle evlenmesi yasaklanmıştır.
Hz.Nuh (A.S.) tufandan kurtulduğu zaman, insan neslinin devamı ve sağlam bünyeli bir neslin yetişmesi zarureti ortaya çıkmıştı. Her taraf tufanın tesiri altında kalıp, bir çöl halini aldığından yeteri kadar gıda maddesi temin etmek mümkün olmuyordu. Bu sebeple birçok veya bütün hayvanların eti onlara helal kılınmıştı. İsrailoğulları devrinde ise bu zorluk kalktığından hayvanların çoğu haram kılınmış, iç yağlarına bile müsaade edilmemişti.
Neshin Hikmetleri
Neshin bir çok hikmetleri vardır. Bunlardan bazılarını zikredelim:
1- İnsanların maslahat ve menfaatlerini gözetme. Şer\’i hükümlerin asıl maksadı insanların maslahatlarını gerçekleştirmektir. Herhangi bir hüküm bir zaman sonra yürürlükten kaldırılmış ve onun yerine başka bir hüküm ikame edilmişse, onda insanların menfaatleri olmuştur. Çünkü insanların maslahatları zaman zaman ve yer yer değişebilir.
2- İnsanları tedrici bir şekilde dine ısındırma. Dini tebliğde esas olan insanları nefret ettirmek değil, dini sevdirmektir. Psikolojik olarak iyi veya kötü adet ve alışkanlıklara saplanmış bir cemiyeti, bu alışkanlıklardan bir anda koparmak mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim, Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizin tebliği ile 22 küsur sene zarfında insanları ve toplumları tedrici bir şekilde ve yumuşatmak suretiyle İslam Dini\’ne yaklaştırmıştır. Mesela dini ibadetlerin konuluşunda, içkinin yasaklanışında tedrici metodun uygulandığını müşahade etmek mümkündür.
3- İnsanları imtihan etmek. İnsanlar dünyaya imtihan için gelmişlerdir. İmtihanda başarılı olanlar mükâfatı artırılacak, muvaffak olamayanlar ise cezalandırılacaktır. Cenab-ı Hakk emirlerini her insanın takatine göre yöneltmiştir.
Hz.Peygamber (S.A.V.) Efendimizden önceki insanların fer\’i hükümleri başka, kendi ümmetinin hükümleri başkadır. Her ümmet, kendine tebliğ edilen hükümlerden mesuldür. İmtihanı ona göre yapılacaktır. Çünkü mükellef kılmak ALLAH Teâlâ\’ya ait bir yetkidir. İnsanlara düşen, emir ve yasaklara riayet etmektir.28
Netice olarak diyebiliriz ki: Ayet-i kerimelerin tarihi bir yolla izah edilip açıklanması bakımından nesh meselesi mühim rol oynamaktadır. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerim\’in tefsirini yapmak isteyen bir kimseye çeşitli bilgiler yanında, nesh meselesini bilmesi de şart koşulmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de bütün insanlığı saadete ulaştıracak hareket kaideleri mevcut ve kendisine ittiba edenlerin ne yolda hareket etmeleri gerektiğini bildirmektedir. Psikolojik olarak, iyi veya kötü adetlere saplanmış olan bir cemiyeti bu alışkanlıklarından bir anda koparıvermek mümkün değildir. İşte Kur’ân-ı Kerim, insanları ve cemiyetleri dini bir taktikle veya başka bir deyimle, tedrici olarak yumuşatmak suretiyle kendine yaklaştırmış oluyordu. Kur’ân-ı Kerim’i iyi anlayabilmek ve O’nun ayet-i kerimeleri hakkında doğru hükümler verebilmek için mutlak surette nesh meselesini bilmeye ihtiyaç vardır.
dipnot
(1) Serahsi, Usul, 2/54
(2) Nahl Sûresi: 101-103
(3) Bakara Sûresi: 106
(4) Nur Sûresi: 4
(5) Ebu Dâvud, Cihad:35, No:2532
(6) Bakara Sûresi: 180
(7) Ebu Davud, Büyû: 90, No:3565, 3/296, Vesaya: 6; Tirmizî, Vesaya: 5, No:2121, Buhari, Vesaya: 6, Neseî,Vesaya: 5, İbn-i Mace, Vesaya: 6
(8) Bakara Sûresi: 144
(9) Müslim, Cenaiz: 106, No:977; Ebu Davûd, Cenaiz: 81, No:3235; Tirmizî, Cenaiz: 60, No:1054; Nesâî, Cenaiz: 100, 4, 89; Hakim, Müstedrek, Cenaiz; 1/375
(10) A.b. Hanbel; No:624, 1/82; İbn-i Hıbban, No:3056, 7/326
(11) Beyhaki, es-Sünenü’l-Kübra, Salat, No: 2692, 2/430
(12) Neseî; Taharet:123; No:185; 1/108.İbn-i Hıbban; Vuzu: No:1134; 3/416.Ebu Dâvud; Taharet:75; No:192; 1/98.İbn-i Huzeyme; Taharet:31; No:43; 1/28
(13) Taberani, el-Mu\’cemu’l-Evsat, No: 5017; 6/11; Ebu Ya\’la; No: 6211; 5/397; El-beyan ve’t-Ta’rif, 1/123
(14) Buhari, 2/685, No: 1836, 1837
(15) Tirmizî, Hudud: 15, 4/48, No: 1444; Ebû Dâvûd, Hudud: 37, 4/164, No:4482
(16) Ebu Davud; Hudud;37; No:4485; 4/165
(17) Ebû Dâvud, Hudud 37, 4/165, No:4485; Tirmizî, Hudud: 15, No:1444
(18) Ö.N.Bilmen, Hukuk-ı İslamiyye, 1/98-103
(19) Buhari, Cihad: 180, Mesacid: 297, Ahmed b. Hanbel, 3/109,111, 210,215, 255, 290
(20) Müslim, Zekat: 116, 119; Buhari, Rikak: 10; Tirmizi, Zühd: 27, Menakıb: 32; İbn-i Mace, Zühd: 27; Darimi, Rikak: 62; Ahmed b. Hanbel, 3/122, 176, 192, 198, 236, 238, 272, 4/368, 5/117, 132, 219, 221, 6/55
(21) Buhârî, Muharibin: 16; Ahmed b. Hanbel, 2/526
(22) Hicr Sûresi: 9
(24) Nisa Sûresi: 15-16
(25) Tirmizi, Hudud:7, No: 1432: 4/38; Buhari, Hudud: 15, No: 6441, 6/2503; Müslim, Hudud:5, No: 1691, 3/1317
(26) İbn-i Hibban, Hudud:1, No:4429, 10/274, Hakim, Müstedrek, 4/359
(27) Suyûtî, a.g.e. 1/259-260
(28) Serahsî, a.g.e. 2/56-57
Mehmet Talu Hocaefendi
.
Oryantalistler ve onlarla pek çok konuda fikir birliği içerisinde olan yenilikçi Müslümanlar ilmi ve tarihi verilere rağmen Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu iddia etmektedirler.İddia sahipleri Allah Resulü hakkında Kuran’da kullanılan “ümmî nebi” ifadesinin okuma yazma bilmeyen anlamına gelmediğini, bütün müfessirler tarafından benimsenen “ümmîlik yaftası”nın esas itibarıyla “din adamları sınıfı ağzı” olduğunu, gerçekte “ümmî” ve çoğulu olan “ümmiyyun” kelimelerinin “halkın bağrından çıkan, genel halk” gibi anlamlara geldiğini ileri sürmektedirler. Direkt ya da dolaylı olarak Allah Resulü’nün okuma yazma bilmediğini haber veren ayetlerin ise yabancı dilde bir metni okuyamaması şeklinde anlaşılması gerektiğini savunmaktadırlar.Allah Resulü’nün –haşa- Kur’an-ı Kerim’i önceki kitaplardan istinsah ettiği iddiasına gerekçe üretmeyi hedef edinen bu yaklaşımın akli ve nakli deliller karşısındaki değerini tartışmak bu makalenin başlıca konusudur. Ancak ilahi bilgi ve ona ulaşmanın vasıtası olan vahiyle, beşeri bilgi ve edevatı arasındaki farkı gölgeleyip “ümmî” kavramını “cahil”le aynileştiren yenilikçilerin Allah Resulü’nü müdafaa eder bir görüntü içerisinde olmaları zihinleri karıştırdığından öncelikli olarak bilginin ne olduğunu ve ilahi bilginin beşeri olandan farkını izah etmemiz gerekir.
İlim
Lügatte bilme, biliş, bilgi gibi anlamlara gelen ilmin mahiyetinin ne olduğu suali alimleri çokça meşgul etmiştir. İlmin tanımlanmaya ihtiyacı olmadığına vurgu yapanlar olduğu gibi[1] Cüveynî ve öğrencisi Gazzâlî gibi tarifini yapmanın güç olduğunu söyleyenler de olmuştur. Fahruddin er-Razî ise mahiyetinin kendiliğinden bilinmesi hasebiyle tarifinin mümkün olmadığını belirtmiştir.
İlmi tanımlayanlar onun akıl ve duyularla olan irtibatına dikkat çekmişlerdir. Filozoflar ilmi; “bir şeyin suretinin akılda oluşması” şeklinde tarif ederken kelamcılar, “aklın ve duyuların alanına giren her şeyin (mezkûr) tanınmasını sağlayan sıfat”[2] ya da “bir şeyi bulunduğu konumda idrak etmek”[3] olarak tanımlamışlardır.
İlim, insanda oluşması veya tahsil edilmesi bakımından iki kısma ayrılır:
Zarûrî İlim
Düşünmeden, delile müracaat etmeden, kendiliğinden ve kaçınılmaz bir şekilde oluşan bilgiye “zarûrî ilim” denir. İnsanın “bir” sayısının “iki”nin yarısı (bedihiyyât) ya da ateşin yakıcı olduğunu (müşâhedât) bilmesi ‘zarûrî ilim” kapsamında değerlendirilir.
İstidlâlî İlim
Delile başvurmak anlamına gelen istidlâl, bilinmeyeni elde etmek için bilinenleri uygun bir şekilde kullanmaktır. “İstidlâlî ilme” aynı zamanda “kesbî ilim” de denir. İnsan ancak öğrenme usullerini kullanarak bu nevi ilme ulaşabilir.
Ayrıca ilim varoluşu itibarıyla de iki kısma ayrılır: Allah Teala’nın zatıyla kâim olana “kadîm”; sonradan olan ve kullara aidiyeti ile bilinene ise “hâdis ilim” denir.[4]
İlim ve Peygamberler
Allah Teala, hem “alîm(bilen)” hem de “muallim(öğreten)”dir. Hz. Adem’e “esma(isimleri)”yı o öğretmiştir. Toprağı işlemeyi, gemiyi inşa etmeyi, demire şekil vermeyi, kumaşı dikmeyi, hastayı tedavi etmeyi de peygamberlere O vahyetmiştir. Her şeyi kuşatan en üst bilgi ona aittir. O, her şeyi bilendir. Medeniyetlerin kazanımları, insanların müktesebatı onun öğrettiklerinden neşet etmiştir. Kullarından dilediklerini peygamber olarak seçmiş;[5] onların kalbine vahyi unutmayacakları bir şekilde yerleştirmiştir. Nitekim, unutma endişesiyle gelen ayet-i kerimeleri henüz okunmaları bitmeden Cebrail’le birlikte tekrar eden Allah Resulü (sallallahu kımıldatma. Muhakkak onu, toplamak (kalbine yerleştirmek), okutmak bize aittir. O halde biz onu okuduğumuz zaman, sen takip et.”[6] Şu ayet-i kerimede vahyin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kalbinde korunduğunu bildirmektedir: “Sana (Kur’an’ı) okutacağız; artık Allah’ın dilediği hariç, sen hiç unutmayacaksın.”[7]
Lisan ve Peygamberler
İnsanlar peygamberler vasıtasıyla gönderilen ilahi bilgiyi anlamak, korumak ve geliştirmek için yazıyı keşfettiler. Yazı, bilgiye ulaşma aracı olarak işlev gördüğünden onunla bilgi daha kalıcı ve kullanılır hale geldi.
Peygamberler ilahi bilginin doğrudan muhatapları olduklarından bilginin aracı olan yazının onlar tarafından bilinmesinin gerekliliği söz konu olmamıştır. Bu durum diğer peygamberler içerisinde ümmî vasfıyla temayüz eden Allah Resulü’nde daha da belirgindir. İmam Kurtubî’nin de ifade ettiği gibi, Allah Teala’nın Efendimiz’in kemal vasıflarından biri olarak belirlediği ve ona sahip olmasından dolayı kendisini övdüğü “ümmîlik”, ondan başkası hakkında eksikliğe işaret eden bir vasıftır. Çünkü insanı şerefli kılan ve genellikle onun değerini yücelten yazı, eğitim ve öğretim gibi ilme ulaştıran yollardandır. Fakat Allah Teala mucize olarak yazı ve eğitim faslı olmaksızın Resulü’ne öncekilerin ve sonrakilerin ilmini ihsan etmiştir. Bu, onun (sallallahu aleyhi ve sellem) doğru olduğuna delalet eden, ona özel vasıflardandır. Başkası hakkında eksiklik olan şey, onun hakkında kemal göstergesi olmuştur.[8]
Allah Resulü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmî olması “ilahi bilgiyi önceki kitaplardan aldı.” gibi töhmet kapılarının kapanmasını temin etmiştir. Allah Teala ona, en cins mütefekkirlerin yazıyla ulaşamayacakları gaip haberlerini vahy etmiştir.[9]
Dili ve muhtevasıyla en büyük söz ustalarını hayrete düşüren Kur’an-ı Kerim’in, ümmî bir peygamber tarafından tebliğ edilmesi uydurulmuş olduğu iddialarını bütünüyle geçersiz kılmıştır. Düz bir ovada yükselen dağ gibi ümmîlikteki safiyet de Kur’an’ın i’cazını bedihi bir şekilde ortaya çıkarmıştır.
Lisanın Oluşması
Lisaniyâtçılar, dil icat etmezler sadece mevcut dil üzerinde incelemede bulunur, tesbitler yaparlar. Kaideler ve kurallar da dili oluşturmaz, dilin içerisinden çıkarılırlar. Çünkü onlardan öncede diller vardı. Nitekim Arapça bir isim cümlesinin iki unsuru olan mübteda ve haberin ne olduğunu bilmeyen nice bedevi bunların iraplarını doğru bir şekilde yapar. Bu durum, diğer bütün lisanlar ve onları konuşanlar için geçerlidir.
Kelimeler, millet hayatının tabii akışı içerisinde doğar ve tedavüle çıkarlar. Onların delalet ettiği anlamları ve türevlerini en doğru o dili konuşanlar bilir. Bu yüzdendir ki alimler bir kelimenin irabında ya da delaletinde ihtilaf ettiklerinde dili en saf şekliyle konuşan bedevilerin hakemliğine başvururlardı. Diller lisaniyâtçıya değil, onu konuşan millete isnad edilerek anılırlar.
Apaçık bir Arapça olarak inen Kur’an-ı Kerim’i anlamak da ancak Arap dilini bilmek ve gereğince amel etmekle mümkün olur. Kur’an’da geçen “ümmî” kelimesinin hangi anlamlara geldiğini tesbit edebilmek için de aynı yöntem izlenmeli, Araplarının kullanımı esas alınmalıdır.
Ümmî
Ümmî; anne, kaynak, asıl gibi anlamlara gelen “ümm” kelimesinin ism-i mensup halidir. Buna göre ümmî; yazı yazmayı bilmeyen, annesinin doğurduğu şekilde kalan[10], yeni bir bilgi edinmeyen kişi gibi anlamlara gelmektedir. Yazı yazmayı öğrenmek sonradan kazanılan bir ameliye olduğundan onu bilmeyen annesine nisbet edilmiştir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem); “Biz ümmî bir ümmetiz. Ne yazı yazmayı, ne de hesap yapmayı biliriz.” buyurmaktadır. Hadis-i şerif, ümmî kelimesini lügat anlamına uygun olarak annesinden dünyaya geldiği ilk hal üzere devam edip yazı ve hesabı öğrenmeyen[11] kişiler şeklinde tanımlamaktadır.
Kur’ân-ı Kerîm’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü ya da bizzat Efendimiz’in kendisini ümmî olarak nitelemesinin nedeni noktasında alimler iki farklı ihtimal belirtmektedirler:[12]
1. Ümmî kelimesi ile anneye nisbet kastedilmiştir. Sanki Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) annesinden doğduğu hal üzere kalmış[13]; bütün bilgilerini vahiy yoluyla almıştır.[14]
2. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuma yazma bilmemeleriyle temayüz eden Arap milletine mensup olduğuna işaret edilmiştir.[15]
Buna göre ümmîlik hangi kelimeden türetilir ya da kime nisbet edilirse edilsin her iki durumda da ondan Efendimiz’in okuryazar olmadığı anlaşılmaktadır.
Ümmî ve Cahil Arasındaki Fark
İlme ulaşmanın farklı usulleri vardır. İnsanların çoğu ilmi okuma ve yazma, bir kısmı da dinleme, görme, his ve tecrübe gibi yollarla elde eder. Bu yüzden her okuryazar alim, her ümmî de cahil değildir. Okuryazar birinin cahil olması gibi alimin de ümmî olması mümkündür. Nitekim ümmî olduğu halde dinleme yoluyla çok sayıda kitap ezberleyen pek çok sayıda ümmî alim vardır.
Ümmî, okuryazarın; alim de cahilin karşıtıdır. Binaenaleyh ümmî, cahil demek değildir. Nitekim ümmî olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Mekke toplumunun yabancısı olduğu geçmişte yaşayan ümmetlerden, ahiretten, haşirden, neşirden haber vermiş; bunu yaparken de hiçbir insanın minneti altında kalmamış, hiçbir mektepte hiçbir hocadan ders almamıştır. Ümmîlik onun zihnini her tür kirli bilgiden korumuştur.
KUR’AN’DA ÜMMÎ
Ümmî kelimesi Kur’an-ı Kerim’de müfred (tekil) ve cem’i (çoğul) kipleriyle altı ayet-i kerimede geçmektedir. Bunlardan üçü ümmî olmalarıyla temayüz eden Araplar, ikisi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), biri de Yahudiler hakkındadır.
Araplar ve Ümmîlik
İslam’ın doğuşuna kadar Araplar’da yazı kültürü oluşmadığından, tarihi birikim ve edebi ürünlerini hafıza yoluyla paylaşırlardı. Onlarda yazı, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya gelmesinden çok az önce veya hemen sonra ortaya çıkmıştı. İmam Şa’bî Arapça yazan ilk şahsın Ebû Süfyan’ın babası Harb İbn Ümeyye olduğunu rivayet etmektedir. Harb ise yazıyı Enbar halkından öğrenmiştir.[16]
Tarihi verilerden de anlaşıldığı gibi Mekke halkının neredeyse tamamı ümmî idi. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim onları, bu vasıflarıyla tanımlamıştır. İlgili ayet-i kerimeler şu şekildedir: “O, ümmîlere, içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderendir. Halbuki onlar, bundan önce apaçık bir sapıklık içerisindeydiler.”[17]
Allah Teala tevile imkan vermeyecek bir şekilde “ümmî” olan Araplara “içlerinden” onlar gibi okuma yazma bilmeyen bir peygamber gönderdiğini bildirmektedir.
“Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte kendi özümü Allah’a teslim ettim.’ Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: ‘Siz de İslâm’ı kabul ettiniz mi?’ Eğer İslâm’a girerlerse hidayete ermiş olurlar. Yok, eğer yüz çevirirlerse sana düşen şey ancak tebliğ etmektir. Allah kullarını hakkıyla görendir.”[18]
Ayet-i kerimede önce “Ehl-i Kitab” sonrada “atıf vavı” ile “ümmîler” zikredilmektedir. Bu durum, ümmîler kelimesi ile, Ehl-i Kitap’tan farklı bir topluluk olan Arapların kastedildiğini belirtmek içindir. Çünkü bir kelimenin öncesine atfedilmesi farklı olduğunu gösterir.
“Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle mal emanet etsen, onu sana (eksiksiz) iade eder. Fakat onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar emanet etsen, tepesine dikilip durmadıkça onu sana iade etmez. Bu da onların, ‘Ümmîlere karşı (yaptıklarımızdan) bize vebal yoktur.’ demelerinden dolayıdır. Onlar, bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.”[19]
Yahudilerin emanete ihanet etmelerinin arkaplanında “dinlerine göre, ümmî olan Arapların mallarını yemelerinde bir mahzur olmaması ve Allah Teala’nın bunu kendilerine helal kıldığı inancı[20] vardı. Nitekim Yahudilerin -büyük gördüğü- alimlerinden Fenhas b. Âzura bir Kureyşli’nin kendisine emanet bıraktığı bir dirhemi inkar ettiği zaman mağduruna şöyle demiştir; “Adam sen de! Okuma yazması olmayanların hakkı mı olurmuş? Vesikası bulunmayan, hele dini ayrı olan kimselerin hakkını yemek helaldir.”[21]
Ayetlerde de görüldüğü gibi “ümmî” kelimesi, okuma yazma bilmeyen insanların karşılığı olarak kullanılmıştır.
Allah Resulü ve Ümmîlik
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün kavmi gibi ümmî olduğunu bildiren ayet-i kerimeler şu şekildedir: “Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. İşte o peygamber, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[22]
Ayet, Hz. Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem)’nın Tevrat ve İncil’de yazılı olan daimi sıfatlarından bahsetmektedir. Önceki kitaplarda onun ümmî bir resul olarak geleceği bildirilmekte ve insanların o ümmî peygambere uyacakları ifade edilmektedir.
Allah Resulü’nün okuma yazma bilmemesi resül ve nebi gibi değişmez sıfatları arasında yer almaktadır. O peygamberler arasında ümmî sıfatıyla bilinmektedir. Nitekim Hz. Musa, Miraç Gecesi’nde onunla karşılaştığında ümmîlik vasfını öne çıkararak “Merhaba ümmî peygamber” diyerek onu selamlamıştır.[23]
“(Ey Muhammed!) De ki: ‘Ey insanlar! Şüphesiz ben, yer ve göklerin hükümranlığı kendisine ait olan Allah’ın hepinize gönderdiği peygamberiyim. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. O, diriltir ve öldürür. O halde Allah’a ve onun sözlerine inanan Resûlüne, o ümmî peygambere iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”[24]
İslam’ın evrensel olduğundan bahseden ayet ins ve cinni, lekesiz dimağı vahy-i ilahiyle terbiye edilen, saf bir ayna gibi gördüğü her hakikati hiçbir şey eksiltmeden ya da ilave etmeden yansıtan o ümmî peygambere uyup kurtulmaya davet etmektedir.
Yahudiler ve Ümmîlik
“İçlerinde birtakım ümmîler vardır ki, Kitab’ı (Tevrat’ı) bilmezler. Bütün bildikleri bir sürü kuruntudan ibarettir. Onlar sadece zanda bulunurlar.”[25]
Yahudiler ümmî olup olmama açısından iki gruba ayrılmaktadırlar. Ayette ümmî olarak tavsif edilen grup Yahudi alimlerinin tahrifatını Tevrat zannederek onlardan işittikleri batıl sözleri ve yanlış tevilleri vahiy gibi gerçek kabul addedenlerdir.
DELİLLER
Önceki kitaplar Allah Resulü’nün “ümmî” olduğunu belirtmiş, din adamları da beklenen peygamberin ümmî olacağını ifade etmişlerdir. Hz. Mustafa’nın hayatının her anına tanıklık eden sahabe de onu ümmî olarak anlatmıştır. Lisaniyâtçı, müfessir, muhaddis, siyer alimi herkes onun ümmî olduğunda ittifak etmiştir. Bunda ümmî kelimesinin geçtiği altı ayetin dışında Allah Resulü’nün okuryazar olmadığını bildiren diğer nakli ve akli deliller de etkili olmuştur.
Ayetler
Oryantalizmin etkin bir şekilde varlığını hissettirdiği yıllara kadar yapılan tefsir çalışmalarında “ümmî” kavramı okuryazar olmayan kişi şeklinde izah edilmiştir. Hatta rivayet tefsirlerinin Kur’an’la Müslümanlar arasında perde oluşturduğunu iddia eden Muhammed Abduh bile ümmî ifadesini diğer müfessirler gibi izah etmiştir.[26]
I. Kur’an-ı Kerim ümmî kavramının geçmediği fakat ümmîliği tasrih eden ifadelerin yer aldığı ayetlerle de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olmadığını belirtmiştir. Mevzu ile alakalı bir ayet-i kerimenin meali şu şekildedir: “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı.”[27]
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün herhangi bir kitabı okumadığına vurgu yapan ayet-i kerime, yazmasını nefyederken “Ne de onu yazardın.” gibi maksadı ifade eden bir cümle yerine; “Ne de elinle onu yazardın.” şeklinde mecaz ihtimallerini ortadan kaldıran bir söz dizimi kullanmaktadır. Ayette “el” kelimesinin tasrih edilmesinin gayesi şu şeklide açıklanabilir: “El” kendisi ile yazı yazılan bir uzuvdur. Burada zikredilerek yazı yazma ameliyesi bütünüyle Efendimiz’den uzak tutulmuştur. Bu, kişinin “nezartu(baktım)” yerine “nezartu biaynî(gözümle baktım.)” demesi gibidir. Ayette geçen “Ve lâ tehudduhu” ifadesinin başında yer alan nef’i “lâ”sı da şimdiki ve gelecek zamanı olumsuzlaştırmaktadır. Buna göre anlam; “onu şimdi de gelecekte de yazmazsın” şeklinde olur.
Eğer Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) okuma yazma bilseydi ona bühtan edip; “Bu Kur’an’ı o uydurmuştur.” diyen müşrikler iddialarına kendilerince mesnet bulmuş olacaklardı. Ayrıca Tevrat’ta son peygamberin ümmî olacağını gören Yahudiler de haklı olarak Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün nübüvvetinden şüphe edeceklerdi.[28]
II. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) vahiyden önce ne Kitab’ı ne de imanın alamet ve şartlarını ayrıntılı bir şekilde bilmekteydi. Bu durumun arka planında ümmî olması vardır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık.”[29]
Kur’an nazil olmaya başladığında yeryüzünde Yahudilik ve Hristiyanlık gibi vahiy merkezli muharref iki din hüküm sürmekteydi. Bu durumu çarpıtan İslam karşıtları Kur’an’ın gaiptan ve önceki ümmetlerden haber veren ayetlerinin mevcut dinlerden iktibas edildiğini iddia ettiler. Olan gibi, olacak olan her şeyi de bilen Allah Teala bu nevi iddaları işin başında geçersiz kılmak için -öncekilerin aksine- son peygamberinin ümmî kalmasını murat etmiştir. Bu yüzden Tevrat ve İncil okuryazar olan peygamberlere bir anda inerken Kur’an-ı Kerim ümmî olan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne hıfzedebilmesi için parça parça yirmi üç yılda nazil olmuştur. Mekkeli kafirlerin Kur’an’ın bir defada nazil olması yönündeki taleplerine Allah Teala şu şekilde cevap vermiştir: “İnkar edenler, Kur’an ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? dediler. Biz onu senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle yaptık (parça parça indirdik) ve onu tane tane okuduk.”[30]
Hadisler
I. Efendimiz “ümmî” kelimesini okur yazar olmayan, hesap yapamayan kişi olarak tefsir etmektedir. Nitekim o şöyle buyurmaktadır: “Biz yazmayı ve hesabı bilmeyen ümmî bir ümmetiz. Ay şöyle, şöyledir.[31] (Yani bazen yirmi dokuz, bazen otuz gün çeker.)
II. Hira’da ilk inen ayetler Allah Resulü’nün okuryazar olmadığının en açık delillerindendir. Nitekim ondan okumasını talep eden meleğe “mâ ene bikâriin[32] (ben okuma bilmem)” şeklinde cevap vermiştir.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) Cebrâil’le Hira’da okuma üzerine yaşadığı diyaloğu şu şekilde nakletmektedir: “O zaman Melek beni alıp tâkatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘İkrâ(oku)’, dedi. Ben de ona: ‘Okuma bilmem’, dedim. Yine beni alıp ikinci defa tâkatim kesilinceye kadar sıktı. Sonra beni bırakıp yine: ‘İkrâ’, dedi. Ben de: ‘Okuma bilmem’, dedim. Nihayet beni alıp üçüncü defa sıktı. Sonra beni bırakıp: “Yaradan Rabb’inin ismiyle oku. O insanı aşılanmış yumurtadan yarattı. Oku, Rabb’ın nihayetsiz kerem sahibidir. Ki o, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini o öğretti.[33] dedi”.[34]
Bu diyalog vahyin başladığı zaman Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğunun açık delilidir. Çünkü Efendimiz “oku” emrine üç defa “ben okuma bilmem” şeklinde cevap vermiştir.
Ümmî bir toplumda ümmî bir anneden dünyaya gelen Hz. Mustafa’nın ümmîliği “Yüce Dost”a kavuşuncaya kadar devam etmiştir.
Ümmîlik hem Hz. Mustafa’nın, hem ümmetinin kıyamet günü de vasfı olacaktır: Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma)’tan gelen bir hadiste Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır: “Biz dünyada ümmetlerin sonuncusu ahirette ise hesaba çekilme cihetiyle ilki olacağız. O gün şöyle denilecek: ‘Ümmî ümmet ve peygamberi nerede?’[35]
III. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) risalet hayatının farklı devrelerinde müteaddit kere ümmî olduğunu belirtmiştir. Abdullah b. Amr (radiyallahu anhuma) bir gün Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün dünyaya veda eden kişi gibi yanlarına geldiğini ve üç defa “Ben ümmî peygamber Muhammed’im./Ene Muhammedun en-Nebiyyu’l-Ümmîyyu; benden sonra peygamber gelmeyecek.” dediğini rivayet etmektedir.[36]
Bir sahabi de Efendimiz’e “Ya Resulallah! Allah bize, size salavât getirmemizi emretti, nasıl salât edelim? diye sorunca; Allah Resulü hiç karşılık vermeden sustu. Öyle ki sahabe o kişinin bu soruyu hiç sormamış olmasını istedi. (Bir müddet) sonra; “Allah’ım! Ümmî Nebî Muhammed’i ve âlini yücelt.” deyiniz buyurdu.[37]
Sahabe’nin Tanıklığı
Sahabe, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne olan derin sevgisi ve onu örnek alma gayretiyle, hayatının her anına ait gözlemlerini muhafaza etmiştir. Sözleri, seyahatleri, ahlakı, şemaili, hiçbir devlet adamına, ideoloğa hatta önceki peygamberlere nasip olmayacak ayrıntıda tedvin-telif edilmiştir. Böylece tabiun ve onları takiben gelen nesiller onu başındaki beyaz saç teline varıncaya kadar tanıma imkanı bulmuştur.
Sahabe Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risalet sonrası gibi risalet öncesi hayatını da ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Siyer kitapları nesebi, viladeti, çocukluk yılları, seyahatleri, görüştüğü, konuştuğu ve ortaklık yaptığı insanlarla alakalı ayrıntılı bilgiler ihtiva etmektedir. Buna rağmen onun okuryazar olduğu ya da birisinden ders aldığı noktasında tek bir rivayet yoktur. Bilakis ümmî olduğu tasrih edilmiştir. Sahabenin Allah Resulü’nün ümmi olduğuna delalet eden gözlem ve rivayetlerinden birkaçı şu şekildedir:
Hz. Ali (radiyallahu anh) -Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ahirete irtihal etmesinden sonra- Küfe’de bir defasında şöyle buyurmuştur: “Tohumu yarana ve insanı yaratana yemin olsun ki beni ancak müminin seveceği ve ancak bana münafığın buğzedeceği, ümmî Nebi’nin bana kuvvetli bir ahdidir.”[38]
Abdullah b. Abbas (radiyallahu anhuma) da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nü şu ifadelerle anlatmaktadır: “Peygamberiniz okuma yazma bilmeyen, hesapla iştigal etmeyen bir ümmî idi.”[39]
Hz. Abbas Mekke’de iken Efendimiz’e hitaben Kureyş’in toplanıp yola (Uhut muharebesi için) çıktığını bildiren bir yazı kaleme aldı. Abbas’ın Benû Gıfar’dan bir adamla gönderdiği mektup Medine’ye ulaştığında Efendimiz mührünü açtı, okuması için Übeyy b. Ka’b’a verdi. Übeyy, okuyunca da ondan mektubu sır olarak saklamasını istedi.”[40]
Sahabe’nin Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne ait eşyaları teberrük maksadıyla muhafaza ettiği, hırkası, cübbesi ve silahının asırlarca korunduğu yaygın bir bilgidir. Fakat korunan eşya arasında Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) tarafından yazıldığı iddia edilen tek bir metin yoktur. Eğer yazmış olsaydı sakallarını muhafaza eden ashap elbette yazısını da korurdu.
Tarihi Deliller
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün yaşadığı dönemde hayatına tanık olanlar ona iman edip etmeme noktasında iki gruba ayrılmaktaydı. İlki ona iman etmeyen Mekke Müşrikleri ile Medine’de yaşayan kafir, münafık ve Yahudiler; ikincisi ise Müslümanlardan oluşmaktaydı. Bu iki gruptan hiç kimse Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu rivayet etmedi. “Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın.”[41] ayeti inince, onu (sallallahu aleyhi ve sellem) etkisiz hale getirmek için aleyhinde delil teşkil edebilecek en küçük ihtimali dahi değerlendiren düşmanlarından hiç biri bu ayet vakıaya aykırıdır iddiasında bulunmadı. Çünkü Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün risalet öncesi hayatının her karesine tanıklık etmelerine, nereye girip çıktığına, kimlerle oturup kalktığına vakıf olmalarına rağmen ümmî vasfını ihlal edecek bir ipucuna ulaşamadılar. Bu yüzden “O, okuryazardı.” diyemediler.
Kur’an’ı –haşa- O yazıyor diyemeyenler; “(Bu ayetler) onun (Muhammed’in), başkasına yazdırıp (iktetebe) da sabah akşam kendisine okunan, öncekilere ait masallardır.”[42] iddiasında bulundu. Ayeti kerimede geçen “iktetebe” fili “istektebe” anlamında talep bildirmektedir. Buna göre anlam; “başkasına, ayetleri kendisi için yazmasını emretti.” demek olur.[43]
Ayrıca ona iman edenlerin hepsi aynı derecede değildi. Eğer ayete aykırı bir durum görmüş olsalardı, İsra ve Miraç gerçeğini idrak edemeyenlerde olduğu gibi onlar içerisinde de irtidat edenler olurdu.
Tarihi verilerin ümmî olmasında ittifak ettiği Allah Resulü, gelen vahyi de farklı iklimlere gönderdiği mektupları da katipleri vasıtasıyla kaleme almıştır.[44]
Aklî Deliller
Mekke’de okuryazar olanlar toplam on yedi kişiydi. Bu yüzden tarihi ve aktüel olaylar şifahi olarak paylaşılır, sonraki kuşaklara da hafızalara nakşedilen şiirlerle aktarılırdı. Şiirlerin içeriği putperest geleneğe ve kabile kültürüne ait olaylardan oluşmaktaydı. Tevrat ve İncil İbranice olduğundan halk Ehl-i kitap’ın kültürüne yabancıydı.
Böyle bir ortamda nazil olan Kur’an-ı Kerim, Mekkelilerin hiç duymadığı hadiselerden, gaibî hakikatlerden, iman esaslarından bahsetti. Ayetleri, hayretler içerisinde dinleyen müşrikler Kur’an- Kerim’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’ne yazdırıldığını iddia ederek vahyin kaynak meselesini halledeceklerini düşündüler. Kur’an’ın Allah Resulü’ne Rum asıllı Hristiyan bir köle olan Cebr en-Nasrani tarafından yazdırıldığını iddia ettiler. Daha sonra Müslüman olan bu köle efendisi tarafından “Muhammed’e bunları sen öğretiyorsun.” diye dayak yerken “Hayır! Allah’a yemin olsun ki o bana öğretiyor ve yol gösteriyor.” demiştir.[45]
Müşrikler bu hamleleriyle umduklarını bulamadılar. Çünkü Kur’an’ı isnat ettikleri kişi hem bir köle hem de Rum asıllıydı; yani Arapça’ya yabancıydı. Farz-ı muhal, böyle bir durum söz konusu olsaydı, Cebr Mekke aristokrasisinin reddettiği bir Peygamber’i etkisiz hale getirmek ve karşılığında hürriyetine kavuşmak için “Evet bunlar Cebr’e aittir.” demez miydi?! Ya da el altından “Bu Kitap bana aittir.” dolayısıyla ona değil de bana iman edin çağrısında bulunmaz mıydı?! Sonra Hristiyanlığın öğretilerine bağlı olan bu köle dinini terk edip –haşa- uydurma bir Kitab’a inanır mıydı?! Ayrıca “muallaka-i seb’a(yedi askı)” şairlerinin dahi bir suresinin benzerini yazmaktan aciz kaldığı bir Kitab’ı, acem bir köle nasıl telif edebilirdi? Uzayıp giden ve cevapsız kalan bu sorular Mekkelilerin iddialarını çürütüp, tarumar etti.[46]
Müşrikler gibi hayretler içerisinde kalan oryantalistler “Muhammed ümmî olduğu halde Kur’an’daki bu ilmi nereden aldı?” diye kendilerine sordular. Onlara; “işte bu onun Resul olduğunun delilidir.” denildiğinde risaleti tasdik etselerdi küfürden kurtulacaklardı. Fakat onlar okuryazar olduğunu iddia ederek küfrü tercih ettiler. Tarihi veriler iddialarını reddedince de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunda ısrar edip, bunu ailesine varıncaya kadar herkesten gizlediğini ileri sürdüler.
Yemek içmek gibi aleni bir ameliye olan okur-yazarlığın ev halkından bile gizlenebileceğini iddia edenlere gülerek mukabelede bulunmak onlara verilebilecek en anlamlı cevap olacaktır.
Hikmeti
Allah Resulü’nü alimlerden farklı kılan en önemli özellik, bilgisinin ilahi olmasıdır. Onu resul yapan bilginin okuryazarlıkla ilgisi yoktur. Okuryazar olmak, onun ilahi olan bilgisine bir şey katamayacağı gibi olmaması da hiçbir halel getirmemiştir.
Araplar fesahat, belagat, hitabet ve şiir gibi edebi disiplinlerde dünya milletlerine göre daha ileri konumdaydılar. Edebi eserlerini sergilemek için Ukâz ve Zü’l-Mecâz gibi panayırlar tertip ederlerdi. Oralarda sözün sultanları olan ümmî şairler şiirle birbirlerine karşı fahriyede bulunurlardı. Allah Teala bu ümmî toplum içerisinden onlar gibi; fakat onları hayrette bırakan ümmî bir peygamber gönderdi ve minnet altında kalmaması için onu kimseye öğrenci yapmadı: “Allah sana Kitab’ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir.”[47]
Müşriklerin de şahadet ettiği gibi Araplar içerisinde en fasih ve en beliğ olan kişi Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) idi. Şairler, Kur’an-ı insanın fevkinde bir kitap olarak görür ve bu yüzden “bu ancak sihirdir.” derlerdi. Cenab-ı Hak da Resulü’nün ümmî kalmasını murat ederek –sanki- muarızlarına “edebi kudretine şahadet ettiğiniz Muhammed, bunları birisinden öğrenmediyse –ki öyledir- o halde Kur’an’ın Allah’tan geldiğini kabul etmekten başka seçeneğiniz yoktur.” demektedir.
Allah, Resulünü yüceltmek için bilgisini de yücelerden gönderdi. Onu ümmî bırakarak vahyi, bilgisinin yegane kaynağı kıldı.
Allah Teala Kur’an-ı resulünün kalbine yerleştire yerleştire[48] yirmi üç yılda indirdiğinden kendilerine vahiy kitap hâlinde gönderilen önceki peygamberler gibi okuryazar olması gereklilik arz etmedi. Allah ona okuduğunu bir daha unutmama nimetini bahşetti.[49] Tıpkı âmalığın zihne katkısı gibi ümmîlik de Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün hafızasının gücüne güç katmıştır.
Ümmî Olmadığını İddia Edenlerin Delili
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün okuryazar olduğunu iddia edenlerin istidlal ettiği delil, Buharî’nin de rivayet ettiği bir hadistir. Hadise konu olan olay şu şekildedir: Hudeybiye musalahası yazılırken –henüz Müslüman olmamış olan- Süheyl b. Amr, Efendimiz’in adının “Allah Resulü Muhammed” şeklinde yazılmasına itiraz eder ve bunun silinip yerine “Muhammed b. Abdillah” yazılmasını ister. Efendimiz, Hz. Ali’ye “Allah Resulü” ifadesini silmesini emreder fakat Hz. Ali (radiyallahu anh) derin sadakatinden “Hayır! Allah’a yemin olsun ki asla adını silemem.” der. Bunun üzerine Efendimiz, “sahifeyi aldı, pek iyi yazamıyordu ve (adını) yazdı.”[50]
Bu ifade ile alakalı Buharî şarihi Aynî şunları söylemektedir: Hz. Ali’ye adını yazmasını Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) emrettiğinden mecazi olarak bu yazma işi ona isnat edilmiştir. Süheylî’nin de dediği gibi gerçekte ifade şu şekildedir: “Allah Resulü, Ali’ye yazmasını emretti.”[51] Nitekim bazı rivayetlerde sadece, Hz. Ali’nin işaretiyle Efendimiz’in ibareyi sildiği sonrasında da anlaşmanın akdedildiği mevcuttur.[52] Bu durum isnadın mecazi olduğunu desteklemektedir. Ya da Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir defaya mahsus mucize olarak adını yazmıştır. Fakat bu yaklaşım alimler nezdinde itibar görmemiştir. Nitekim bu mütalaa ilk olarak Ebu’l-Veli el-Bâcî tarafından dile getirildiğinde Endülüs uleması onu Kur’an’a muhalefet etti gerekçesiyle zındıklıkla itham etmiştir.[53]
Efendimiz, “Hudeybiye musalahasında kaleme alınan metne adını yazdı.” şeklinde yapılan rivayet sahih olsa ve bu ameliye mucize babından addedilmese, yine de bu durum yenilikçilerin iddiasına delil teşkil etmez. Zira adını tam olarak yazamayacak kadar yazıya yabancı olan bir peygamber nasıl olurda insanlık tarihinin en büyük söz ustalarını, mütefekkirlerini susturan muciz bir kitabı –haşa- kaleme alabilir?! İşte küfür diğerleri gibi bu faraziyenin de cevabını vermekten acizdir.
Sonuç
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatının hiçbir devresinde ne bir metni yazdı ne yazılı bir metni bakarak okudu.
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğundan bahseden ayet-i kerimeler Medenî’dir. Sadece okuryazar olmadığını bildiren ayet mekkîdir.[54] Konu ile alakalı hadislerin tamamı ise Medenî’dir. Bu durum ümmîliğin onun hayatının bütün evrelerini kapsadığını ve değişmez bir vasfı olduğunu göstermektedir.
Mektebe gitmeyen, hiçbir hocadan ders almayan ümmî birinin gelmiş ve gelecek bütün zamanların bilgisinden bahseden kitabı tebliğ etmesi ve bu kitabın dünyanın en çok okunan kutsalı olması ilim tarihinin en büyük hadisesidir. Bu durumu gölgelemek isteyenler Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’nün ümmî olduğunu reddetmektedirler.
Siyer kitapları, hayatını en küçük ayrıntısına varıncaya kadar nakletmesine rağmen onun okuduğundan ya da okumayı öğrendiği bir şahsın adından bahsetmemektedirler. Bir an okumayı mucize olarak öğrendiği düşünülse, bu da herhangi bir metni okuduğuna dair açık bir rivayet olmaması ve mucizelerinden bahseden eserlerde meselenin tadat edilmemesi cihetleriyle merduttur.
Ümmîlik okuryazar olmanın zıddıdır. Alimin karşıtı ise cahildir. Âmânın, alim olabilmesi gibi ümmî de alim olabilir. Bilgisi beşeri olan ümmîler için geçerli olan bu durum bilgisi ilahi olan peygamberler için evleviyetle geçerlidir. Bu yüzden ümmîlik Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) için nakısa değildir. Bilakis ümmîlik onun (sallallahu aleyhi ve sellem) nübüvvetinin en güçlü şahitlerindendir.
Lisaniyâtçı, müfessir ve muhaddisler başta olmak üzere bütün alimler iştikakı hangi kelimeden olursa olsun ümmîliği okuma yazma bilmemek olarak yorumlamışlardır. Bunlar dışında alim olmadığına göre günümüzde ümmîliğe farklı manalar yükleyenlerin ifadeleri zandan ibarettir. Arap dili ve Kur’an-ı Kerim’in müsaade etmediği bu anlama ameliyesinin tek kaynağının oryantalizm olduğunu tasrih etmek kelam israfı olacaktır.
Dipnotlar:
[1] el-Cürcânî, et-Ta’rifât, Beyrut, 2000, s. 157.
[2] et-Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, İstanbul, t.y., s. 60.
[3] el-Cürcânî, a.g.e., s. 157.
[4] el-Cürcânî, a.g.e., 157.
[5] Bkz. Şûra(42): 13.
[6] Kıyâme(75): 16-17-18.
[7] A’lâ(87): 6.
[8] Kadı İyaz, İkmâlu’l-Mu’lim bi Fevâidi’l-Müslim, (Dip not: 3), Beyrut, 2004, I, 335.
[9] Bkz. Yûsuf(12): 102.
[10] İbn Manzûr, Lisanu’l-Arab, XII, 34.
[11] İbn Manzûr, a.g.e, XII, 34.
[12] Bu iki ihtimal dışında itibar edilmeyen bir üçüncü görüş daha vardır ki o da Ümmî Mekkeli anlamında kullanılmış olabilir. Çünkü Mekke’nin adlarından biri Ümmü’l-Kurâ idi. Bkz. Kurtubî, el-Cami’ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 2000, VII, 190.
[13] Âlûsî, Rûhu’l-Meanî, Beyrut, 2005,V, 75.
[14] Fahruddîn Razî, et-Tefsîru’l-Kebîr, Beyrut, 1990, XV, 20.
[15] Razî, a.g.e., XV, 20; Ebû Hayân, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut, 1993, IV, 432; Âlûsî, a.g.e., V, 75.
[16] Halil İbrahim Molla Hatır, en-Nebiyyu’l-Mustafâ, Mekke, ty., s. 174.
[17] Cum’a: (62): 2.
[18] Âl-i İmrân(3): 20.
[19] Âl-i İmrân(3): 75.
[20] İbn Kesîr, Tefsîr-u İbn Kesîr, Beyrut, 1399, I, 292.
[21] Elmalılı M Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, ty., II, 393.
[22] A’raf(7): 157.
[23] Ahmed, Müsned, I, 257.
[24] A’raf(7): 158.
[25] Bakara(2): 78.
[26] Hemen bütün müfessirler ümmî kavramını “okuma yazma bilmeyen kişi” şeklinde anladıklarından birkaç sayfalık yer kaplayacak olan benzer ifadeleri verip makaleyi uzatmaktan sarf-ı nazar ettik.
[27] Ankebût(29): 48.
[28] Her ne kadar Allah Resulü’nün risaletini inkar ettilerse de şüphelerini destekleyecek bir delil bulamadılar.
[29] Şûrâ(42): 52.
[30] Furkan(25): 32.
[31] Buharî, Savm 13; Müslim, Siyam 2; Ebû Dâvud, Siyam 4; Nesâi, Siyam 17; Ahmed, Müsned, II, 43.
[32] Mâ ene bikâriin ifadesindeki ”mâ” nafiyedir. Eğer istifhamiyye olsaydı “kâri” kelimesini başına “bâ” harfi cerrini alması uygun olmazdı. Bâ olumsuz anlamı tekit etmek için gelen zaid bir harftir.
[33] Alâk(96): 1-5.
[34] Bahârî, Vahy ? 1
[35] İbn Mace, Züht 37.
[36] Ahmed, Müsned, II, 172, 212..
[37] Ebû Davud, Salat 178-179.
[38] Müslim, İman 33.
[39] Kurtubî, a.g.e., VII, 190.
[40] Eğer Allah Resulü okuryazar olsaydı stratejik önemi haiz bir mektubu Übeyy’e okutmaz sonrasında da ondan saklamasını talep etmezdi. Bkz. Muhammed Rıza, Muhammed Resulullah, Beyrut, ty., s. 80.
[41] Ankebût(29): 48.
[42] Furkân(25): 5.
[43] İbn Manzûr, a.g.e., I, 698; Molla Hatır, a.g.e., s. 140.
[44] Bkz. Molla Hatır, a.g.e., s. 111.
[45] Kurtubî, a.g.e., , X, 117)
[46] İhsan Şenocak, “Kur’an-ı Kerim ve Marjinal Gruplar”, İnkişaf Dergisi, Bahar 2007, sy. 8, s. 1.
[47] Nisâ(113): 4.
[48] Furkân 32.
[49] A’la(87): 6.
[50] Buharî Meğazî 45.
[51] Aynî, Umdetu’l-Kârî, Beyrut, 2001, XVII, 351.
[52] Ebû Ya’lâ, Müsned, III, 261.
[53] el-Keşmîrî, Feyzu’l-Bârî, (Dip not: 1), Beyrut, 2005, V, 97.
[54] Ankebût(29): 48
Paylaş:
.
Müslüman olmanın en temel şartlarından bir tanesi “kelime-i şahadet” getirmektir. Bu kelimeyi dili ile söyleyip kalbi ile tasdik eden bir insan “ben Allah’tan başka bir ilah olmadığına ve Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in O’nun kulu ve Resulü olduğuna iman ettim” demektedir.
Görüldüğü gibi Müslüman olmak bile öncelikle “iman” yani “inanmak” ile alakalıdır. Dolayısıyla İslam’da “inanç sisteminin” çok büyük bir yeri ve önemi vardır.
Mesela Kur’an-ı Kerim’de Hırısitiyanların Hazreti İsa’yı ilah edinmeleri, Allah için“üçün üçüncüsü” ifadelerini kullanmaları gibi inanç sapıklıkları reddedilmiştir. Yahudilerin “Üzeyr Allah’ın oğludur” demeleri gibi sapıklıkları reddedilmiştir. Yine örneğin Allah’a nasıl inanılması gerektiği ihlas suresinde ana maddeler şeklinde sıralanmıştır.
Dolayısıyla İslam’da inanç sistemini önemi ortaya çıkarken; İslam’da nasıl inanılması gerekiyor? Bir Müslüman nasıl inanmalıdır? Bir Müslümanın inancı nasıl olmalıdır? Gibi soruların mutlaka cevap bulması gerekiyor.
Peki, bu sorular neye göre cevap bulacak? Yani bir Müslüman inancını neye göre tesis edecek? Bir şeye hangi şekilde inanmak Allah katında kabul olur?
İşte Ehli Sünnet Ve’l-Cemaat kavramının önemi bu noktadan sonra ortaya çıkıyor. Çünkü az sonra Kur’an ve sünnetten getireceğimiz deliller bize Ehli Sünnet Ve’l-Cemaat kavramının tarifini yapıyor.
Öncelikle bu cümlenin ne manaya geldiğine bakalım:
“Ehli” demek “ailesinden” yani “onlardan” demektir.
“Sünnet” Peygamberimizin yolunu
“Cemaat” ise Ashabını işaret eder.
Yani “Peygamberimiz ve Ashabının yolundan” demektir. Evet, bizler Ehli Sünnet Ve’l-Cemaatiz derken Peygamberimiz ve Ashabı nasıl inanmış ise biz de öyle inanıyoruz demiş oluyoruz.
Şimdi “Sünnet” ve “Cemaat” ifadelerine tek tak bakalım ve delillerimizi ortaya koyalım:
1- SÜNNET
Allahu Teala (Celle Celaluhu) Peygamberimize hitaben buyuruyor ki:
“De ki: “İşte bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar büyük bir (beyan ve) basiret üzere Allah’a çağırırız. Allah’ın şanı yücedir. Ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.”(Yusuf 108)
Allahu Teala, Peygamberine söyletiriyor ve O’nun ağzıyla O’nun yoluna çağırtıyor. Aslında çağrıyı Allahu Teala yapmış oluyor ve “Bu Resulümün yoludur” denmişoluyor.
İşte burada SÜNNET kavramı ortaya çıkıyor. Allahu Teala burada “Bu Allah’ın yoludur” da buyurabilirdi. Ama Resulünü ön plana çıkarttı ve O’nun yoluna uyulması gerektiğini bildirdi. Ve ayrıteyen Rabbimiz “ben ve bana uyanlar” demesini emrederek yine SAHABEYİ de burada zikretti.
Ayetin tefsirinde de geçtiği üzere:
İbni Abbâs (Radıyallâhu anhümâ) şöyle buyurmuştur: “Gerçekten Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ve ashabı en güzel bir yol ve en üstün bir hidâyet üzere bulunmuştular. Onlar ilmin madeni, imanın hazinesi ve Rahmân’ın ordularıydılar.”
İbni Mes’ûd (Radıyallâhu anh) şöyle buyurmuştur: “Bir kimseyi izleyecek olan, vefat etmiş olan sahabeyi örnek alsın! İşte o Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashabı bu ümmetin en hayırlıları, en iyi kalplileri, en derin ilme sahip olanları ve yapmacık hareketlerden en uzak olanlarıydılar. Onlar Öyle bir toplumdu ki Allâh-u Te’âlâ onları, peygamberi Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in arkadaşlığı ve dininin nakli için seçmişti, öyleyse siz de onların ahlâkına benzemeye çalışın ve yollarına uyun! Çünkü dosdoğru yol üzere bulunanlar ancak onlardır!” (Hâzin)
2- SÜNNET VE CEMAAT
Bir başka ayet-i Kerimede ise Rabbimiz bir kişinin imanının Peygamberimiz ve Ashabı gibi olmadan muteber olmayacağını buyurmutur.
“Eğer onlar böyle sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten doğru yolu bulmuş olurlar; yüz çevirirlerse onlar elbette derin bir ayrılığa düşmüş olurlar. Allah onlara karşı seni koruyacaktır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara 137)
Ayette “siz” ifadesi kullanılmış ve Peygamberimiz ile Ashabı açıkça işaret edilmiştir.
Ayetin Arapçasında “bi misli mâ amentüm” diye geçmektedir.
Karşılığı: Sizin inancınızın misliyle yani birebir tıpatıp aynıyısıyla demektir.
Evet burada da PEYGAMBERİMİZ ve ASHABI açıkça beyan edilmiş ve SÜNNET – CEMAAT bağlantısı kurulmuştur.
Bu ayetlerden ortaya çıkan netice PEYGAMBERİMİZ’in yolunun tutulması gereken yol, PEYGAMBERİMİZ VE ASHABININ inancının da inanılması gereken şey olduğudur. Peygamberimizin ve Ashabının dışındaki inançların ALLAH katında muteber olmadığıdır.
İşte Allah katında muteber olan yola biz bu ayetleri göz önünde bulundurarak EHLİ SÜNNET V’EL CEMAAT diyoruz.
AYRILDILAR
Dolayısıyla Sünneti inkar edenler (hariciler vb.) zaten bu yoldan sapmıştırlar. Sahabe-i Kirama küfredenler, lanet okuyanlar (şia vb.) bu yoldan sapmıştırlar. Peygamberimiz ve Sahabesinin inancına aykırı olarak (kaderi inkar gibi) görüş ortaya atanlar (Mutezile, Kaderiyye vb.) bu yoldan sapmıştırlar.
Yani Allah Resulünü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve Ashabını (Radıyallahu anhum) devre dışı bırakıp kendi kıt aklına, felsefesine göre yorum yapanlar, Peygamberimiz ve Ashabından gelen bu dine “uydurma din” deyip kendi yorumunu din diye yutturmaya çalışanlar “Allah katında muteber olan” inanç yolundan sapmıştırlar.
Mesela Peygamberimiz ve Ashabı kadere iman ediyorlar iken biri kalkıp “kader yoktur” diyor, diğeri “Her şey yazılmıştır kişi yaptığından mesul değildir” diyor, Peygamberimiz ve Ashabı müteşabih ayetleri yorumlamaz iken biri kalkıp “Allah arşta oturuyor” diyor, diğeri “Allah’ın eli yüzü vardır” diyor. Biri kalkıp “sahabeya lanet” okuyor, diğeri “cennet cehennem ebedi değil” diyor, bir diğeri “Allah geleceği bilmez” diyor vs…
Böylelikle sapıyor ve saptırıyorlar.
PEYGAMBERİMİZ DE İŞARET ETTİ
Ayette “bu benim yolum de” buyrulan Hak yolun sahibi Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de bu konuda ayetleri tefsir edercesine şöyle buyurdular:
“Yahudiler yetmişbir fırkaya ayrıldılar. (Bunlardan) biri Cennette, yetmişi atestedir. Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. (Onlardan da) yetmişbir fırka ateste, biri cennettedir.
Muhammed’in canı (kudret) elinde bulunan (Allah-u Teal’âya) yemin ederim ki elbette benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka Cennette yetmiş iki fırka ateştedir. Bunun üzerine: “Ya Resulullah! Cennette olan fırka kimlerdir?” diye soruldugunda, Resulullah: (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) “(Ehl-i Sünnet Ve’l)Cemaattir.” diye cevap verdi. (lbn-i Mace, Fiten:17 No: 3992 2/1322 Ebu Davud, Sünnet: 1 Na: 4596 2/608 Ahme4 Fbn-i Hanbel, Müsned Na: 8404 3/229)
Görüldüğü üzere Peygamber Efendimiz de açıkça bu gerçeği bizlere haber vermiştir. Buyurduğu gibi de olmuş, Ümmet sonradan ortaya atılan fikir ayrılıkları ile parçalara bölünmüştür.
Bu bölünmüşlük amel bakımından olmayıp “inanç” bakımındandır. Peygamberimiz ve ashabının yolundan ayrılanların özellikleri ve buna bağlı olarak sebepleri vardır:
– Deliller bütün olan ayet ve hadislerin özüne ve temeline vakıf olamamak
– Felsefi yabancı akımların tesirinde kalarak ayet ve hadisleri yanlış tevil etmek
– Kur’an’ın üslubuna ve arap dilinin özelliklerine vakıf olamamak
– Müteşabih ayetleri kendi görüşü ile yorumlamak
– Ashabı Kiram’a karşı art niyetli olmak
– Peygamberimizin fiili, kavli, takriri sünnetine karşı olumsuz tavır sergilemek.
– İşine gelmeyen hadisleri sahih olmadığı veya mütevatir olmadığı gerekçesiyle reddetmek
– Kendi batıl mezhep anlayışlarını desteklemek için hadis uydurmak.
– Çoğunluktan ayrılarak azınlık ruh haliyle karşı tarafı tekfir etmek
– İslam’ın sarsılmaz temel inanç sistemini (Allah’ın ilmi gibi) tartışmaya açmak
EHLİ SÜNNET İNANÇ SİSTEMİ
Peygamberimiz ve Ashabının nasıl inandığını ise İmam Maturidi ve İmam Eşari (Allah onlardan razı olsun) deliller ışında ortaya koymuşlar , sonradan ortaya çıkarak Peygamberimiz ve Ashabının yolundan ayrılan Ehli bidatin iddialarını deliller ışığında çürütmüşler ve bu inanç esaslarını sistemleştirmişlerdir.
Bu inanç sistemini alıp incelediğimizde Kur’an, Sünnet ve Ashabını buluyoruz. Diğerlerinde ise kiminde Kur’an var Sünnet yok, kiminde Ashab yok, Kiminde hiç biri yok sadece o kişinin yorumları var.
Dolayısıyla bir Müslümanın neye tabi olacağını, nasıl inanacağını belirlemesi için bu kriterleri araması gerekmektedir.
Kur’an > Sünnet > Ashab
Şia’ya mı tabi olacaksın? Bir bak! Sahabe var mı? Yoksa kaç oaradan…
Haricilere mi tabi olacaksın? Bir bak, Sünnet var mı? Sahabe var mı? Yani bir şeyi Resulüllah’a ve Ashabına müracaat ederek mi yoksa kendi yorumlarıyla mı yapıyorlar?
Bu gün tabi olduğun kişilere bak! Bir ayeti tefsir ederken orada Resulüllah ve Ashab var mı? Yoksa kaç oradan.
İnanç ile alakalı bir problem çözülürken Resulüllah ve Ashabı yoksa kaç oradan…
Hem de aslandan kaçar gibi kaç… Çünkü imanın gitme tehlikesi var, imanın Allah (Celle Celaluhu) katında muteber olamaması tehlikesi var.
EHLİ SÜNNETİN ÖNEMİ
Ehli Sünnetin ve müdafaasının önemi inşaAllah anlaşılmıştır. İslam düşmanları, Şeytan’ın askerleri “Allah katında muteber olan” bu inancı yer yüzünden silmek için var güçleri ile mücadele ediyorlar. Dünyanın her yer yerinde Sunnilik hedefte. Sunni olan halklar her zaman tehdit altında.
Öncelikle silah ile ele geçirme çalışıyorlar. O halkın alimlerini asıp kesip cahil bırakıp kendi yetiştirdikleri sapıkları salıyorlar.
Bunda bir nebze başarılı oluyorlar. Daha sonra her koldan sapık fikirleri o Müslüman halka aşılamaya çalışıp bir de Resulüllah ve ashabının yolunu “uydurma din” diye damgalatıp yutturuyorlar.
MÜSAADE ETMEYECEĞİZ
Şeytanın askerlerine karşı bütün imkanlarımız ile savaşacağız. Peygamberimizin buyurduğu üzere sapık fırkalar mutlaka olacaktır ancak biz kaç kişiyi kurtarabilirsek ve kaç kişinin imanının muteber olmasında vesile olabilirsek onu kâr bileceğiz…
Durmadan, bıkmadan, yorulmadan mücadeleye devam edeceğiz…
.
Sıfatlar konusunu işlemeden önce şu ikazı yapmak yerinde olacaktır. Allahu Teala’nın Kur’an ve Sünnet çevçevesinde tespit edilen bu sıfatlarını okurken ve iman ederken düşüncemizde bizde olan özellikler canlanmamalı.
Yani mesela Allah’ın görmesi diyoruz. Biz görmek için bir göz yapısına, gözün görme mekanizmasına, görüntüyü algılayan beyne, görüntüyü algılamak için ışığa, renge vs. muhtacız. İşte Allahu Teala için bunların hiçbirisi düşünülemez. Çünkü o muhtaç değildir. Muhtaç olan “İlah” olamaz.
Dolayısıyla O’nun görmesinden bahsederken aslında insan ve aciz olmamız hasebiyle kendi acziyetimizle tarif etmeye çalışıyoruz. Ne kadar anlatmaya çalışsak o kadar aciz kalırız. Sakın Rabbimizin görmesini, işitmesini vs. sıfatlarını kendi duyularınızla kıyas etmeyin. Bu büyük bir hata olacaktır. Bize düşen şey O’nu bütün acizlikten tenzih ederek bu esaslara iman etmektir.
Bir müslümanın inancı Allah-u Teala’nın zatıyla ve sıfatlarıyla tek olduguna inanması şeklinde olmalıdır. Allah-u Teala’nın zatıyla ve sıfatlarıyla bir olmasının manası Zatı ve sıfatlan hususunda eşi ve benzerinin olmamasıdır.
Allah-u Teala’nın sıfatları Tenzihi (Selbi), Subûti ve Fiili olmak üzere üç kısımdır.
Tenzihi (Selbi), sıfatlar: Allah-u Teala’ya nelerin isnad edilemeyecegini anlatan sıfatlardır.
Tenzihi (Selbi) sıfatlar altı tanedir;
1- Vücut,
2- Kıdem,
3- Bekâ,
4- Vahdaniyet,
5- Muhalefetün Li’l-Havadis,
6- Kıyam bi nefsihi.
Vücut: Yokluğu düşünülemeyen, var olan. Biliyoruz ki, bu alemde hiçbir şey kendiliğinden var olacak bir durumda değildir. Bunlardan hiç biri ne kendi kendine var olabilir, ne de kendi kendine yok olabilir. Başka bir deyişle, hiç bir şey kendi kendine yokluktan varlığa gelemez. Varlıkdan da yokluğa gidemez. Hiçbir yaratık da ne bir zerreyi var edebilir, ne de onu yok edebilir. İçinde yaşadığımız bu dünya ile beraber sonsuz alemler meydana gelmiş, birbiri ardınca vücuda gelip devam etmektedir. Nice şeyler de varken yok olmuştur. İşte bütün bunları yokluktan var eden ve sonra yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi Yüce bir yaratıcının varlığından asla şübhe edilemez.
Kıdem: Varlığının başlangıcı olmamak. Ezeliyyet, evveli olmamaktır. Evveli olmayana Kadim denir. Sonradan meydana gelene de Hâdis denir. Allahü Teala Kıdem sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allah ezelîdir, kadîmdir, varlığının başlangıcı yoktur. O’ndan önce yokluk geçmemiştir. O’nun varlığı yanında milyonlarca seneler bir saniye bile sayılmaz. Yine gördüğümüz alemler, milyarlarca seneden beri mevcut bulunsa, yine Yüce Allah’ın ezeliliği yanında bir saniyelik bir hayata sahib sayılmaz.
Bekâ: Varlığının sonu olmamak. Ebediyet, sonu bulunmamak sıfatıdır. Sonu olana “Fânî”, sonu olmayana da “Bâki” denir.
Yüce Allah Beka sıfatı ile vasıflanmıştır; çünkü ebedidir, bakîdir, varlığının sonu yoktur. O’nun yok olacağı bir zaman düşünülemez. Sonradan meydana gelen bütün varlıklar, Allah’ın kudreti ile meydana gelmişlerdir. Yine Allah’ın kudreti ile yok olurlar, yine var olurlar ve binlerce değişikliklere uğrayabilirler. Fakat Yüce Allah Bakî’dir, değişiklikten ve yok olmaktan beridir. Çünkü O, başkasının kudret eseri değildir ki, onun kudreti ile yokluğa gitsin veya değişikliğe uğrasın. Aksine bütün varlıklar O’nun kudretinin birer eseridir. Onun için Yüce Allah’ın şanında yokluk ve değişiklik nasıl düşünülebilir. Her şey yok olmaya mahkumdur; ancak azamet ve ikram sahibi Allah’ın varlığı kalıcı ve süreklidir.
Vahdaniyet: Ortagı bulunmamak. benzeri olmamak; çoğalmaktan, parçalara ayrılmaktan ve eksilmekten beri bulunmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Bu sıfatları taşıyana “Vahid” denir ki, gerçekte var olan, parçalara bölünmekten ve cüzlerin bir araya gelerek toplanmasından beri bulunan zat demektir. Bu sıfat da Yüce Allah’a mahsustur.
Muhalefetün Li’l-Havadis: Yaratılmıslara hiç bir yönden benzememek. Sonradan var olmuş şeylerden ayrı olmak sıfatıdır. Yüce Allah havadise (sonradan var olan şeylere) aykırı ve muhalif bulunmak sıfatı ile vasıflanmıştır. Çünkü Allahü Teala yaratılmış şeylerden hiçbirine hiçbir yönden benzemez, hepsine muhaliftir. Hatırlara gelen her şeyden Allahü Teala mutlak surette başkadır.
Mükevvenat ve mümkünat (yaratılan ve yaratılabilen) dediğimiz şeyler değişirler, başkalaşırlar, birbirine benzeyebilirler ve sonunda yok olurlar. Bütün bu ölümlü varlıklar, her hal ve şekilleri ile asla Allah’a benzemezler.
Kıyam bi nefsihi: Varlıgı için baskasına muhtaç olmamak. Varlığı ve durması kendi zatıyla olmak manasında bir sıfattır. Bu sıfat da Yüce Allah’a mahsustur. Öyle ki, Hak Teala’nin ezelî ve ebedî olan varlığı kendi zatıyla kaimdir. Kendi varlığı mukaddes zatının gereğidir, asla başkasından değildir. Bunun için Allahü Teala’ya Vacibü’l-Vücud (varlığı kendinden dolayı gerekli) denilir. O’nun varlığı, başka bir var edene muhtaç olmaktan beridir. Allah’ı var eden bir varlık olsaydı, o zaman var eden o varlık Allah olurdu. Onun için “Allah’ı kim yarattı?” diye sorulmaz; çünkü O, kendiliğinden vardır, kadîmdir. Başkasının var etmesine muhtaç değildir. Eğer böyle olmasaydı, ne kainat bulunurdu, ne de başka bir şey… Bu gerçek kabul edilmeyince, içinde yaşadığımız alemin varlığını izah etmeye imkan kalmaz. Allah’dan başka var olan (mümkünat dediğimiz) şeyler ise, hem var olmaya, hem de yok olmaya bağlı oldukları için, bir var ediciye muhtaçtırlar.
Sonuç olarak denilir ki, Yüce Allah’ı var eden bir varlık düşünülemez ve O’ndan başka bir yaratıcı varlık da olamaz.
Görüldügü gibi bu sıfatlarla, ulühiyete (ilahlıga) nisbet edilmesi mümkün olmayan;
1- Yokluk,
2- Varlıgın baslangıcı olma,
3- Varlıgın sonu olma,
4-Ortagı bulunma,
5- Yaratılmıslara benzeme,
6- Varlıgı için baskasına muhtaç olma,
kavramları selb (nefy) edilmistir. Bu itibarla da bu sıfatlara “Selbi’ sıfatlar denilmistir.
Ayrıca: ‘Kelam ilmi” ile alakalı kültür gelistikten sonra Selbi sıfatlar çogaltılmıstır.
Söyle ki: muteber kitaplarımızdan olan
“Akaid-i Nesefi” de selbi sıfatlara sunlar da eklenmistir.
Allah-u Teala şunlardan da münezzehtir:
1- Araz (renkler ve hareketler gibi, kendi basına duramayan, belirebilmesi için bir cevhere muhtaç olan sey),
2- Cisim (yer kaplayan, eni, boyu, yük sekligi olan madde),
3- Cevher (baslı basına durabilen madde),
4- Şekle bürünen,
5- Sınırlandırılan,
6- Nicelenen,
7- Hacimli olan,
8-Birlesik parçalardan tesekkül etmis olan,
9- Sonu olan,
10- Mahiyet ve keyfiyeti olan,
11- Mekan tutan,
12- Üzerinden zaman geçen,
13- Kendisine bir sey benzeyen,
14- Herhangi bir sey ilim ve kudretinin dısında kalan bir varlık DEĞİLDİR.
SORU: Sübûti sıfatlar ne demektir?
CEVAP : Allah-u Teala’nın zatına nisbet edilen ve O’nun ne oldugunu ifade eden sıfatlar demektir. Bu sıfatlara “Zatiye, Vücûdiye” sıfatları da denilir.
SUBUTİ SIFATLAR
1- Hayat: Diri olmak,
2- lim: Bilmek,
3- Sem’: sitmek,
4- Basar Görmek,
5- Kudret: Güç yetirmek,
6- rade: Dilemek,
7- Kelam: Konusmak,
8- Tekvin: Olusturmak.
Bu sıfatların yok sayılması durumunda onların zıttı olan asagıdaki sıfatlar lazım gelir.
1- Mevt: Ölü olmak,
2- Cehl: Bilmemek,
3- Samem: Sagır olmak,
4- Amâ: Kör olmak,
5- Acz: Aciz olmak,
6- Kerahiyet: steksiz olmak,
7- Bekem: Dilsiz olmak.
Maturidi’ler Allah-u Teala’nın subuti sıfatlarına: “Yapmak, yaratmak ve olusturmak”
anlamına gelen: ‘Tekvin” sıfatnı ekleyerek subuti sıfatların sekiz adet oldugunu
söylemislerdir.
Bu Tekvin sıfatı yok sayılması durumunda zıttı olan mana lazım gelmez.
Zira Allah-u Teala hakkında “Tekvin” (yaratmak, yapmak, olusturmak) sıfatı
düsünülebilecegi gibi, yaratmamak, yapmamak da düsünülebilir.
Burada yeri gelmisken Allah-u Teala’nın subuti sıfatlarıyla ilgili bazı açıklamalar yapalım:
1- Hayat (Allah-u Teala’nın diri olması),
Allah-u Teala diridir. Bu diriligi ezdi ve ebedi olup baslangıcı ve sonu yoktur. Hudüs
(sonradan olma) yada fena vasfında (yok olacak nitelikte) degildir.
2-İlim (her seyi bilmesi),
Allah-u Teala yerde ve gökte olan her seyi bilir, ona gizli ve açık diye hiç bir sey yoktur. Kainattaki yaprakların sayısı, çiçeklerin, tanelerin, kumların adedi ve denizlerin damlaları onca malumdur. Geçmisi gelecegi, insanın kalbine gelen düsünceleri, diliyle konustuklarını, iç ve dısını çok iyi bilir. O, hazır (görünen) ler ile gaip (görünmeyen) leri bilir. Gaybı (gelecekte olacagı) bilen yalnız O’dur, baskası bilemez, bilenler de ancak O’nun bildirmesiyle bilebilirler. O, unutmaktan, sasırmaktan beri (uzak) tır. Bilmesi kendinden olup duyu organları ve akıl gibi vasıtalarla degildir.
3- Semi’ (her seyi duyması),
Allah-u Teala semi’ (duyucu) dur. Sesli ya da sessiz olan her seyi duyar. Bir kimsenin
kulağına fısıldanıp kendisinin duymadığı seyleri de duyar. Duyması kulak gibi bir aletle degildir. İşitmesi sonradan olma degildir. Yok olucu da degildir.
4- Basar (her seyi görmesi), Allah-u Teala her seyi görücüdür. Simsiyah bir gecede siyah karıncanın siyah bir tas üzerinde yürümesini görür, ayagının sesini duyar.
O’nun görmesi göz vasıtasıyla degildir. Bu sıfat da hem ezeli hem ebedidir (sonradan olmadıgı gibi yok olucu da degildir).
5- İrade (dilemesi),Dileyebilmek, ihtiyar edebilmek sıfatıdır. Yüce Allah irade sıfatı ile vasıflanmıştır. O’nun iradesi ezelîdir. Allah yaratacağı şeyleri bu irade sıfatı ile hikmetine göre meydana getirmeyi diler ve dilediği şey mutlaka olur. O dilemedikçe hiç bir şey vücuda gelmez. Hiç bir şey kendiliğinden var olmaz ve kendiliğinden yok olmaz. Ancak Allah’ın dilemesiyle var olur ve yine O’nun dilemesiyle yok olur.
Allah bütün bu kainatı ezelî olan iradesi üzere yaratmıştır. Yaratılmış şeylerin milyonlarca cins ve nevilere, ayrı ayrı vasıflara sahib olması, çeşitli özellikleri taşımış olması, hele bir topraktan, bir sudan, bir havadan yararlanan sayısız ağaçların, ekinlerin, meyvelerin çiçeklerin ve canlıların başka başka renklerde ve tadlarda meydana gelmesi ezelî bir iradenin neticesinden başka değildir.
İşte bütün bunlar, Allah’ın irade sıfatı ile vasıflı bulunduğuna birer şahiddir. Yüce Allah hakkında mecburiyet düşünülemez; O, her şeyi kendi dilemesiyle yaratır. Hiç bir şeyi yaratmaya veya yok etmeye mecbur değildir. Mecburiyet bir acizlik halidir ki, Allah’ın şanına uygun olmaz.
“Allah dilediğini hemen yapar.” (Hûd: 107)
6- Kudret (her seye gücü yetmesi),
Allah-u Teala her seye kadirdir. O, mümkün olan her seyi ve diledigini yaratır. O istese ölüye hayat verir. Ağaç ve tası konuşturur ve yürütür. O’nun güç yetiremedigi hiç bir sey yoktur. o dilese binlerce göğü ve yeri yaratır. Dagları altına ve gümüse çevirebilir. Nehirleri tersine akıtabilir. Akan sulan gümüş ve altın yapabilir. Dilediği kulunu dogudan batıya, yeryüzünden yedinci kat semaya çıkarıp geriye döndürebilir. O’nun kudreti ezeli ve ebedi olup sonradan olma ve geçici degildir.
7- Kelâm (harf ve sese muhtaç olmadan konusması),
Allah-u Teala söyler, konuşur fakat O’nun konuşması bize benzemez, konuşması dil ile değildir.
Bazı kullarına vasıtasız olarak hitap eder. Mesela Musa (Aleyhisselam) a Tur dagındaki nidasıyla, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e miractaki hitabı bu hususta birer örnektirler. Bazı kullarına Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla hitap etmistir. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e gelen vahiylerin ekserisi böyledir. Kur’an Kerim Allah-u Teala’nın sözüdür. Başlangıcı ve sonu yoktur. Mahlûk (yaratılmıs) olmadığı gibi geçici de degildir.
8- Tekvin (diledigini yaratması),
Allah-u Teala diledigini yaratır. Zerreden Kürreye varıncaya kadar her seyi O yaratmıştır. O’ndan baska Halik (yaratan) yoktur. Canlıların hareket ya da sükun (durus) larını, itaat ve isyanlarını, iman ve küfürlerini bütün hayır ve serri yaratan O’dur. Elin hareketi, dilin konusması gözün yumulup açılması hep O’nun yaratmasıyladır.
Bu hususta Mevla Teala:
“Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” (Saffat Suresi.96) buyurmaktadır.
Dolayısıyla herkesin yaptıgı amel ve islerin yaratıcısı Allah-u Teala’dır. Bize verdigi iradey-i cüziyye ile bizi yaptıgımız işlerin faili (yapıcısı) kılmıştır. Bu sebeple herkes yaptıgı islerin ceza ve mükafatını görecektir. Bütün canlıları yaratan O oldugu gibi hepsini rızıklandıran, hasta yapan ve sıhhatte tutan, öldüren ve dirilten Odur.
Ateşle temas halinde elin ısınması ya da yanmasını, karla ve buzla temasında üşümesini yaratan O’dur.
Bir kimseyi ateşe atsalar da Allah o kim seyi dilerse yakmamaya kadirdir. Nitekim İbrahim(Aleyhisselam) ı yakmayışı bunun misalidir.
Yine karlar içindeki bir kulunu üsütmeyebilir. Ancak Cenab’ı Hakkın adeti öyle cereyan eder ki atesle temas yanmayı gerektirir. Allah-u Teala da onu yaratır.
Üsümeyi yaratan da kar degildir. Ancak Allah-u Zülcelal’dir. Toklugu yaratan da Allah’u Teala’dır. Eger O, tokluğu yaratmasaydı insanlar ne kadar yeseler doymazlardı. Acıkmak ve digerleri de bunun gibidir. Hulâsa Allah’tan baska yaratan ve etkileyen yoktur. Her sey O’nun yaratıgıdır.
O’nun bu sıfatları zatıyla kaim olup kadimdirler, sonradan olmadıkları gibi yok olmaz ve degismezler. İste Allah-u Teala’yı bu sıfatlarla muttasıf olarak tanıyan kul: “Arif” (Allah’ı bilici) sayılır. Allah-u Teala’yı bu sıfatların zıddı olan noksan sıfatlarla vasıflayan (niteleyen) ise mü’min ve müslüman olamaz. Allah’a inanması da muteber sayılmaz. Nitekim Yahudi ve Hıristiyan alemi Allah a inandıklarını iddia etseler de ona ogul ve hanım isnad ettikleri için kafir sayılmıslardır.
SORU : Fiili sıfatlar ne demektir?
CEVAP: Allah-u Teala’nın kainatla olan münasebetini en açık bir şekilde ifade eden ve
O’nun kainatı yaratıs ve idare edisini oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatan sıfatlardır.
Allah-u Teala’nın: Tahlik (icat etmek, yoktan yaratmak), Terzik (rızık vermek), hya
(diriltmek), mate (öldürmek), Ten’im (nimet vermek), Te’zib (azap etmek) gibi bütün
filleri, Allah-u Teala’nın subuti sıfatı olan: “Tekvin” sıfatına raci (dönücü) dür.
SORU : Matüridiler, Allah-u Teala’nın subuti (zati) ve fiili sıfatları hakkında ne
demişlerdir?
CEVAP: Bu sıfatların hepsi Allah-u Teala nın zatı ile kaim (zatında) olup kadimdirler.
Zira kulların görme, isitme gibi sıfatlan onlardan ayrılır. Allah-u Teala’nın sıfatları ise O’ndan ayrılmaz.
SORU : Bu sıfatların kadim olmasının manası nedir?
CEVAP: Allah-u Teala’nın zatının evveli (baslangıcı) olmadıgı gibi, zatıyla kaim olan bu sıfatların da evveli yoktur.
Zira kadim (evveli olmayan) zatın, kadim olmayan (hadis; sonradan olan) sıfatlara mahal olması (onlarla vasıflanması) düsünülemez.
Selefiler ve Es’ariler de, subûti (zati) sıfatlar hakkında Matüridilerle aynı görüstedirler, ancak Es’ariler, fiili sıfatların hadis oldugunu ileri sürmüslerdir.
Onlar, ilim sıfatına kudret ve iradenin eklenmesiyle fiili sıfatların tamamlanabilecegi görüsündedirler. Onlara göre Matüridilerin fiili sıfat olarak kabul ettikleri sıfatlar, dogrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve iradenin taallüklarını temsil ederler. Kadim olmayıp hadistirler. Dolayısıyla hadis olan bu sıfatlar Allah-u Teala’nın zatıyla kaim degildirler.
SORU : Allah-u Teala’nın subûti ve fiili sıfatlarının zatı ile olan münasebeti nedir?
CEVAP : Allah-u Teala’nın bu sıfatlan, zatının ne aynı ne de gayrıdır.
SORU: Bir şey diger bir seyin aynı degilse gayri olması, gayri degilse, aynı olması lazım gelir. Buna göre yukarıdaki ifade çeliskili degil midir?
CEVAP : Çeliskili degildir, çünkü “Serhu-l Emali” de belirtildigi üzere Ehl-i Sünnet
alimleri: “Sıfat zatın aynı degildir.” derken, sıfatları zatın aynı kabul etmek suretiyle, onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı Mutezili kelamcılarla İslam filozoflarının hatasından kurtulmuşlar, “Gayrı degildir.” derken de, bu sıfatların “Kulların sıfatları” gibi olduğu düsüncesinden kaçınmıslardır.
Veya: “Gayri degildir.” derken sıfatı zattan ayırıp beşer seviyesine indiren ve Isa
(Aleyhisselam) bedeninde maddilestiren Hıristiyanların yanlıs inançlarından kaçınmak istemişlerdir.
www.ihvanlar.net
.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Mehdi, benim neslimden ve (kızım) Fâtıma’nın evlâtlarındandır. (Ebû Dâvûd-İbni Mâce-Hâkim-Taberânî)
Her dönemde yalancı peygamberler ve yalancı evliyalar ortaya çıktığı gibi kuşkusuz yalancı mehdiler de ortaya çıkacağından, Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizi uyarıyor ve gerçek Mehdi’nin, ancak kendi temiz neslinden ve kızı Hz. Fâtıma’nın evlâtlarından (torunlarından) olacağını haber veriyor.
Bu hadîs-i şerîfe göre, soyu Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in temiz nesline dayanmayan ve kızı Hz. Fâtıma’nın evlâtlarından (torunlarından) olmayan kimse gerçek mehdi değildir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Mehdi’nin adı, benim adım (gibi Muhammed) ve babasının adı babamın adı (gibi Abdullah) olacak. (İbni Asâkir)
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) önceki hadîs-i şerif’de gerçek Mehdi’nin soyunu, bu hadîs-i şerifde de gerçek Mehdi’nin kimliğini açıklıyor ve “Mehdi’nin adı, benim adım (gibi Muhammed) ve babasının adı babamın adı (gibi Abdullah) olacak buyuruyor.
Mehdîlik makâmı
Son peygamber Hz. Muhammed’in vefatı ile peygamberlik dönemi kapandığından,
Hz. Mehdi peygamber değil veli (evliya) olacak. Ancak mâkamı kutuplardan, müceddid evliyalardan üstün ve ilimde de müctehidîn-i mutlak derecesinde olacağından, sadece onun ictihadı geçerli olacak.
Peygamberlerin nebî, resûl, ulü’l-azm ve hâtemü’l-enbiya gibi farklı mâkamları vardır. Ancak hâtemü’l-enbiya mâkamı tektir ve onun sahibi sadece Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dir.
Evliyaların da ricâlullah, ricâü’l-gayb, üç yüzler, kırklar, yediler, kutuplar, müceddidler ve mehdilik gibi farklı mâkamları vardır. Bunlardan mehdilik mâkamı da tektir ve onun sahibi sadece Peygamberimiz (s.a.v.) in neslinden gelecek olan gerçek Mehdi, Abdullah oğlu Muhammed’dir.
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
(Kıyâmete yakın) yeryüzü zulüm ve fitnelerle dolduğu zaman, Allah benim neslimden adı benim adım (Muhammed) ve babasının adı, babamın adı (Abdullah) olan birini çıkaracak ve yeryüzü daha önce zulüm ve fitnelerle dolduğu gibi o da adâlet ve huzurla dolduracak.
İşte o zaman gökyüzünden yağmurlar, yeryüzünden bereketler fışkıracak, çok bolluk, bereket olacak ve (Mehdi) aranızda yedi, sekiz ya da en fazla dokuz yıl kalacak. (Taberânî)
Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:
Benim ehl-i beytimden (neslimden) yüzü nurlu ve burnu yumru biri yeryüzüne hâkim olmadıkça kıyâmet kopmaz. Ondan önce yeryüzü zulümle dolduğu gibi o da adâletle doldurur ve yedi sene hüküm sürer. (Müslim-Ahmed İbni Hanbel-Ebû Ya’lâ)
Kıyâmete yakın yeryüzü zulüm ve fitnelerle dolduğu, terör olayları arttığı ve din düşmanlarının egemen olduğu bir zamanda, Allah (c.c.) Peygamberimiz
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in neslinden, kızı Hz. Fâtımâ’nın evlâtlarından ve Hz. Hüseyin’in torunlarından, adı Muhammed ve babasının adı Abdullah olan büyük bir veliye mehdilik görevini verecek ve onu yeryüzüne hâkim (egemen) kılacak.
En kuvvetli görüşe göre Hz. Mehdi Mekke’de ortaya çıkınca bütün evliyalar ona tâbi olacak ve Eshâb-ı Kehf de uykudan uyanıp mağaradan çıkacak ve ona yardımcı olacak. Yüce Allah’ın takdir ettiği vakit gelince ve Hz. Mehdi ortaya çıkınca, âdeta Asr-ı saadetteki gibi mânevî bir atmosfer oluşacak ve yeryüzündeki bütün müslümanlar tek devlet olacak. Müslümanlar Hz. Mehdi’nin etrafında birleşip tek devlet ve tek yumruk olunca, siyonizm belâsı ortadan kalkacak ve yeryüzüne gerçek adâlet, huzur ve mutluluk gelecek. Hz. Mehdi kesinlikle sadece bir cemaatin ya da bir grubun değil, bütün İslâm âleminin lideri ve yeryüzünün egemeni olacak.
Ahmet Tomor Hoca – İhvanlar.net