Şüphe, topyekûn sakınılması gereken zararlı bir duygu değildir. Yerinde kullanıldığında iman dopingidir. Çünkü şüphe; insanın, bilgisizliğinin farkında oluşudur. Ve bilgisizlik bilgisi; kişiyi, som bilgiye yani hakikate götürür. Sakınılması gerekense imandan sonra küfre dönüştür.

Şüphenin imanı giderdiği varsayılır. Öyle değil. Şüphe imandandır. İki açıdan bu böyle: Öncelikle; şüphe tam bir red hâli değildir. Bir ara bölgedir. Şüphedeki kişi, ne tam olarak inanmıştır ne de tam olarak reddetmiştir. Kesin reddin olmadığı yerde ise iman zayıflığından söz edilebilir belki ama imansızlıktan söz edilemez. Kişi ancak şüpheyi bırakıp, kesin kani olmuş biçimde reddederse ancak o zaman imansız sayılır. Şüphede olan, hâlâ iman dairesi içindedir yani. Sınırda bile olsa.

Öte yandan şüphe; hakikate götüren bir yöntem olarak; imandandır. Keza Hz. İbrahim, doğumundan itibaren aile ve çevresinden aldığı bilgi, eğitim ve diğer her türlü etkilerden şüphe edip, düşmeseydi mutlak hakikatin peşine; bugün, bizim bildiğimiz; hani o; Allah’ın “Selam olsun İbrahim’e” (Saffat 109) dediği İbrahim olabilir miydi dersiniz?!

İman, çoğunlukla; kişinin kendisine öğretilenleri sorgulamadan kabul etmesi olarak algılanır. Allaha şükrolsun; çoğumuz Müslüman ailelerin Müslüman çocukları olarak doğduk. İçine doğduğumuz bu din, bizim olağan halimizdi zaten. Başka türlüsünü hiç yaşamadık. Hiç sorgulamadık. Sorgulamayız. Sorgulanmasını da tepkiyle karşılarız. Sorgulayanın da imanından şüphe ederiz. Ama anadan doğma bir Hıristiyan yahut Musevi veya Ateist, ‘aynı bizim gibi’ kendisine; doğumundan itibaren öğretilegelen ve iman etmesi beklenen kabulleri, şüpheyle karşılayıp; sorgulaya sorgulaya hakikate ulaştığında ve İslam’la şereflendiğinde; nasıl da seviniriz. Bu bizim çelişkimizdir. Seviniyor olmamız; işin büyüklüğünü takdir edebilecek çapta oluşumuzdan kaynaklanmamaktadır çünkü. Hazıra konmanın coşkusudur bu. Yolda giderken yerde hazır para buluşumuza verdiğimiz tepkiden daha nitelikli değildir.

İşte putperest ailesi tarafından Hz. İbrahim’den beklenen de buydu.

Hani bir menkıbe anlatılır: Şehrin birine, Allah’ın varlığına dair bin delil getiren bir âlim gelmiş de ahali akın akın onu ziyarete gidiyormuş. Bu ziyaretçilerden biri, yolda; kendi halinde, işine gücüne bakan bir kocakarı görmüş de onun bu umursamaz haline sitem ederek demiş ki: “Şehrimize; Allah’ın varlığına dair bin delil getiren böyle bir zat gelmiş de sen hâlâ umursamadan günlük işlerin peşinde koşturup duruyorsun ha öyle mi?!” Kocakarı şöyle cevap vermiş: “Ben Allah’tan bir kere bile şüphe etmedim ki varlığına bin delil arayayım!” Yaygın, hoş ve çok tekrarlanan bir hikâyedir bu. Örnek hatta delil olarak kullanıldığı sık görülür. İmanın kaviliğine dair her kalbin özlediği bir hali anlatır zira. Ben de severim. Ancak bir o kadar da yanlış anlaşılan bir hikâyedir. Çünkü bu öyküde insanlar hep; örnek almaları gereken: “bir kere imana ulaştıktan sonra onda sabit ve ‘samimi’ olma kısmına değil de araştırmadan, sorgulamadan, tahkik etmeden inanma” kısmına önem verirler. Takılıp kalırlar. Oysa bu durum: “Bedevîler ‘İnandık.’ dediler. De ki: ‘Siz iman etmediniz; ama ‘Boyun eğdik.’ deyin.(Çünkü) Henüz iman tam olarak kalplerinize yerleşmedi.” (Hucurat: 14) halinden başkası değildir.

İnsan; din adına kendine her söz söyleyen, herkesin, her söylediğini, kocakarı imanı şeklinde; araştırmadan, sorgulamadan, şeksiz şüphesiz kabul etse; din diye nelere inanmak zorunda kalır kim bilir. Çünkü evet; Allah ve Resulü’nün her sözü mutlak haktır. Lakin beride kalanların yaptığı her izah, onların sözlerinden “kendi” anladıklarından ibarettir. En azından bu tefsir, yorum ve izahların doğruluk ve yerindeliğinin sorgulanması gerekir. Yoksa Yaşar Nuri Öztürk de din adına konuştuğunu iddia ediyor Zekariya Beyaz Hoca da Müslüm Gündüz de. Ne yani şimdi biz; sırf onlar din adına konuştuklarını söylüyorlar diye her sözlerine iman mı edeceğiz. Yahut bu ve benzeri kişilere önyargılı etiketler yapıştırıp yani bu kişileri reddi iman addedip, her sözlerini yalanlayacak mıyız? Her ikisine de hayır! Araştırıp, soruşturup, tahkik edecek; söylenenlerin hak olduğuna kanaat getirirsek iman, getirmezsek reddedeceğiz. İşte böyle durumlarda şüphe; kalbimizi iman hırsızlarına karşı koruyan bir alarm niteliğindedir.

Hûlasa şüphe, topyekûn sakınılması gereken zararlı bir duygu değildir. Yerinde kullanıldığında iman dopingidir. Çünkü şüphe; insanın, bilgisizliğinin farkında oluşudur. Ve bilgisizlik bilgisi; kişiyi, som bilgiye yani hakikate götürür. Sakınılması gerekense imandan sonra küfre dönüştür.

Şüphelenmeye benim burada yazdıklarımdan başlayabilirsiniz mesela…

.HALİS ECE


“Şer’î yani İslâmî hükümlerin isbâtında Kitap (Kur’ân-ı Kerim) ve sünnet[1] muteber olduğu gibi, müctehidlerin kıyâsı[2] ve ümmetin icmâı[3] da geçerlidir. Bu anlatılan dört delilden başkası ile aslâ ahkâm isbat edilemez. Ne ilham[4]haramı ve helâli isbât edebilir, ne de bâtın erbâbının keşf[5]i farzı ve sünneti anlatabilir.

“Velâyet-i hâssa[6] erbâbı bile, müctehidlere uymakta, avam mü’minlerle aynı durumdadır. Keşif ve ilham, başkaları üzerine bu hususta onlara bir meziyet getiremeyeceği gibi, onları tebaiyyet bağından (yani müctehidlere uymak zarûret ve lüzûmundan) da kurtaramaz. Zünnûn, Bestâmî, Cüneyd, Şiblî (k. esrârahüm) müctehidleri taklitte, avam mü’minlerden olan Zeyd, Amr, Bekir, Hâlid vd. ile müsâvidirler.

“Evet, bu büyüklerin meziyetleri vardır; ama başka hususlardadır. Bu zâtlar, keşif ve müşâhede[7] ehlidir; aynı zamanda, tecellî[8] ve zuhûrât[9] erbâbıdır. Hakîki mahbûbun muhabbet istilâsı dolayısiyle Allah’tan gayrı her şeyi terk etmişler... Gayr’ı görmekten ve gayriyeti idrâkten a’zâd olmuşlardır.... Onların ilk adımları mâsivâyı unutmaktır. İkinci adımlarını nasıl anlatayım ki; o, âfâkın ve enfüsün[10] dışındadır.

“İlham onlara mahsustur, kelâm onlarla beraberdir. O zümrenin ileri gelenleri, ilimleri ve sırları asıldan vâsıtasız olarak alırlar. Bir müctehid, kendi görüş ve ictihâdına nasıl tâbi ise, bunlar da ma’rifette ve vecdlerde (Hak’tan gelen ilim, keşif ve tecellîlerde) kendi ilhamlarına ve firâsetlerine tâbi olmaktadırlar....

Zâhirî âlimler, dünya işlerindeki gaybe dâir haberleri peygamberelere (aleyhimü’s-salevâtü ve’t-teslîmât) tahsis ederler, onlara mahsustur derler. Bu haberlere-bilgilere, onlardan başkalarını ortak etmezler. Halbuki böyle bir mânâ, verâset hükmüne aykırıdır... Dîn-i metînle alâkası olan pek çok ilim ve sahih ma’rifetleri de kaldırıp atmaktır. [Binâenaleyh Peygamber’in (s.a.v.) zâhir ve bâtınına tam ve kâmil mânâda vâris olan âlimler, ârifler ve evliyâullahın dahi bu bilgilerden verâset yoluyla nasipleri vardır, onlardan haberdârdırlar.]

“Evet, şer’î hükümler edille-i erbaa’ya yani Kitap, sünnet, kıyas ve icma’dan ibaret olan dört ana delile bağlıdır; onlarda ilhâmın yeri yoktur.Lâkin şer’î hükümlerin (zâhirinin) ötesinde de pek çok dinî işler (bâtınî hükümler) vardır ve buradaki beşinci asıl (Rasûlüllah Efendimizin vârisi olan hakikat âlimlerine ait) ilhamdır.... Âlemin inkırâzına (tamamen yok olup bitmesine yani kıyamete) kadar da bu asıl kalacaktır.

... “İlhâm, dinin gizli kalan kemâlâtını (mükemmeliyetini, tam ve kusursuz oluşunu) ortaya koymaktadır. Yoksa dinde fazladan bir kemâlât isbat etmemektedir.

... “İlham öyle sırları, incelikleri meydana çıkarır ki, pek çok kimsenin anlayışı, onları idrâk edemez, kavrayamaz. İctihad ile ilham arasında açık bir fark olsa da vaziyet budur.”[11]

 

DİPNOTLAR

[1] Sünnet, Peygamber Efendimizin sözleri, davranış ve takrirleri yani tasvipleridir.

[2] Kıyâs, bilinen iki şeyden birinin nassla yani âyet veya hadisle sâbit olan hükmünü, aralarındaki müşterek illetten dolayı müctehidin, diğerinde de ictihad ile ortaya koymasıdır.

[3] İcma‘, Peygamberimiz’in vefâtından sonra, herhangi bir asırda İslâm müctehidlerinin, amelî bir meselenin hükmü üzerinde ittifak etmeleridir.

[4] İlham, bildirmek, haber vermektir. Akâid ilminde, belli bilgi vâsıtalarına başvurmadan insanın kalbine Allah tarafından indirilen mânâ diye târif edilir. Ehl-i Sünnet inancına göre ilham, bilgi edinme yollarından biri olarak kabul edilmiştir. Tasavvuf lisânında ise ilham, feyz yoluyla kalbe gelen mânâ; kalbte meydana gelen, delilsiz olarak anlaşılan ve insanı amel etmeye götüren ilimdir. İlhamın kaynağı ya Allah Teâlâ veya melektir.

[5] Keşf; gizli bir şeyi bulma, açığa çıkarma, sezme, tahmin etme mânâlarına gelir. Tasavvufta ise kalb gözüyle görmek, Allah tarafından gelen ilhamla idrâk etmek, his ve akılla idrâk edilemeyen şeyleri gönül gözüyle görüp kavramak, müşâhede etmektir. Bir sırrın veya hâlin Allah tarafından kulun kalbine açılması veya gösterilmesi sonucu ortaya çıkan bu ilme, keşif veya mükâşefe denir.

[6] Velâyet-i hâssa; çok husûsi bir velâyet, tâbir câizse çok özel bir dostluk. Bu mânâda sadece Allah Teâlâ’nın mustafâ-müctebâ (süzülmüş ve seçkin) kulları onun velîleri, dostlarıdır. Bunların en açık ve belirleyici iki vasıfları vardır: İlhâma mazhar olurlar ve kerâmet sahibidirler.

[7] Müşâhede lûgatte; görme, perdenin açılması ve seyr etme gibi mânâlara gelir. Tasavvufta ise, Hakk’ın gönüllerde hâzır olmasıdır. Kısaca, mânâ âleminde görülen ve bu âlemle ilgisi bulunan ulvî ve rûhî hallere müşâhede denilir.

[8] Tecellî; âşikâr olmak, açığa çıkmak, görünmek demektir. Tasvvufta, görünmeyenin kalplerde görünür hâle gelmesidir. Her İlâhî ismin, tecellî ettiği yere ve yöne göre çeşit çeşit şekilleri vardır.

[9] Zuhûrât, açığa çıkma, meydana gelme mânâlarında kullanılan zuhûr kelimesinin cem‘isidir. Tasavvufta zuhûrat, müşâhede yoluyla maddeden mücerred olarak görülüp seyr edilen Hakk’ın nûrlarıdır.

[10] Âfak, ufuk kelimesinin cem‘îsidir, ufuklar demek. Maddî âlem, dünya, yani insanı kuşatan dış âlem mânâsında kullanılır. Mânâ ve gönül âlemine ise, enfüs tâbir edilir. Nitekim Kur’an’da, “İnsanlara, âfâkta ve enfüste (hâriçte ve bedenlerinde, objektif ve sübjektif olarak) âyetleremizi göstereceğiz...” (Fussılet sûresi, 53) buyurulmuştur. Âyet-i kerime, mutasavvıfların âlem-i kebîr ve âlem-i sağîr yani büyük ve küçük âlem dedikleri bu iki âlemi ifade etmektedir.

[11] el-Mektûbat, İmâm-ı Rabbânî, 2, 55.

.



XXXXXXXXX

.SERİYYE DERGİSİ

Kocakarı İmanı

Yazan:   18 Nisan 2020  4949
  •  
  •  
  •  
  •  
Kocakarı İmanı
 

Televizyon haberleri, Covid-19’un Avrupa macerasından bahsediyordu. İngiltere’de şu kadar vaka, şu kadar ölü, İtalya şöyle, İspanya böyle… O an annem, bana döndü ve aynen:

“Bunları da Allah yaratmadı mı?”

Diye bir soru sordu. Hiçbir kinaye, hiçbir ironi taşımayan, manası söylendiği şekliyle dümdüz olan bu sual karşısında bir an dondum. Bana, kocakarı bilgisiyle Allah ve Resulü’nü, abdesti, namazı, Kuran’ı öğreten kadının, tevhidi ve imanı ilgilendiren bu basit bilgiden bile mahrum olduğu düşüncesi bir anda, beni sendeletmişti… Bu sebeple kendimi:

“Allah, her şeyi yarattı anne… Güneşi, ayı, gezegenleri, kâinatı…”

Gibi bir izahatın içinde buldum… Ama annemin:

“Onu bilim… Diyim ki; bunları da Allah yarattıysa, niye bunlar Müslüman olmiler, bunu anlamim…”

Deyişiyle utandım, belli etmedim ama başımı devekuşları gibi gömecek yer aradım. O an aklıma, “Sahih mi, değil mi?” tartışmasına duçar olmuş, bazılarınca da bazı velilere atfedilmiş bir Hadis meali geldi:

“Sizlere kocakarıların dinini tavsiye ederim!”

Rivayetin başka bir vechi de şöyleydi:

“Ahir zamanda görüşlerin ayrıldığını gördüğünüzde, vaha (ehli)nin ve kadınların dinine uyun!”

Ahir zamandaydık, belki onun da ahirinde ve gaipler âleminin teftiş ve zapt işinden azade bir risksizlik alanında “kocakarı”, fikir ve iman sultanlığına göz koymayan, böyle bir sultanlıktan mahrum kalışına karşılık, bu sultanlık yolundaki tehlikelerden sakıt bulunan, sultanlık ile perişanlık arası bir vasatta da, İslam’ın tebliğ ve telkinine tam teslim olmuşluk manası tüttüren kimseydi ki; işte bu kimsedeki bu mana, gökte kartal olmak mecali olmayan kalabalık kitleye, kartal olacağım diye perişan da olmasınlar diye, vasatın iman güvercinliği olarak teklif ediliyor…

Ve ben, kafasını sokacak kum arayan devekuşu halimle o an annemde, bu iman güvercinliğini gördüm… Utandım, utandım, utandım…

Ve koca koca kitaplar okuyan nicesini, koca koca kadınlar karşısında icabı mucibince acze düşüren Allah’a, hamd ettim…

İlme danışan ve ona dönüşen, iman… İmana danışan ve ona dönüşen, ilim… İman ve ilmin, aslolan iki sahih vechi, bunlar… Kocakarının imanı, bu ikisi arasındaki bir emniyet arsasında…

İlimle dalaşan ve onunla dövüşen, iman… İmanla dalaşan ve onunla dövüşen, ilim… İman ve ilmin, ilki ham yobaza, ikincisi net kâfire taalluk eden bu vecihleri, sahte ve öldürücü…

Kocakarı imanı ise, bu ikisi arasında bir yerlerde değil… Öyle zannedip hücum edenler, hayallerle sunî cedeller içine girmek yerine, gerçeğe tabiî ve sade bir iman ve ilimle bağlı dursalar, iyi ederler…

Tıpkı, mümine kocakarılar gibi…

Kocakarı imanına ceket iliklerken, ilime bigânelik tavrına da dirsek vurmak…

Yoksa Allah’ın koyduğu ölçüye kim riayetsizlik edebilir?

İşte ayet meali:

“Allah’tan layığı veçhile ancak âlim olanlar haşyet duyarlar.” (Fatır-28)

Mümine kocakarı, imanın, marifet, tasdik, ikrar ve amel isimli dört boyutundan da, çapınca ve mütevazî tavrıyla hissedar… Koca koca kitapların yutucu devi nice adamı, mümine kocakarının yırtık bir seccade başında aldığı tekbire arz etseler, ortaya, kulakları sarkık gerçek cüceler serpilir…

Bu da, koca koca kitaplar yutmuş gerçek devlerin olmadığı manasına gelmez… Mümine Kocakarı, mümin ve mümine âlim ve arifin zirvesinde durduğu ilim ve iman dağının, eteklerindeki prototipidir… Bu dağda ya işte, kıymeti de buradan…

Ve bu sebeple, nice zırvalığa mahal nice dağın zirvesine yerleşmiş kitap kurtlarından da, kıymetli…

Ahir zamanda kocakarı imanını sığınak gösteren mana da zaten:

“Zırvalıklarda zirveleşmenin zirve yapacağı bir devrede, iman ve ilimde zirve olamıyorsanız, mümine kocakarıların iman diyalektiğine uyun ve kurtulun!”

Demekte… Bu kadar basit…

Öyleyken niye bu kadar toz kaldırılır ki?

Çünkü en başından beri, akıl ile kalp, ilim ile iman arasına aşılmaz mesafeler koyanlar vardır… Oysa Kuran, akıl ile kalp, ilim ile iman arasına mesafe koymaz, onları fail ile fiil, alet ile amel şeklinde yekvücut kılar:

“…kendisiyle akledebilecek bir kalpleri olsaydı…” (Hac-46)

Olsaydı, en başından beri mesafeler de olmazdı… Ama olacak… İmtihan sırrı…

Gökleri gözlerken oluşan ürperme tavrı, göklerden haber getiren Resul’ün Şeriatine tam riayet tavrıyla birleşir ve çizgi çizgi “Mümine Kocakarı”yı tersim eder…

Akıl tasası yok, iman keyfi var…

Yoksa hurafe çanağı kocakarıyı tersim eden fırça, göklerden ve Göklerden Haber Getiren’in (SAV) ölçülerinden de, nasipsiz…

Akıl tasası yok, iman keyfi de yok…

İmanın keyfi olması için, imanın hakikati de olmalı… Bu manada kimse “Kocakarı İmanı” ile Hristiyanlığın “Kömürcünün İmanı”nı biribirine karıştırmasın…

Martin Luther’in kaydettiği Kömürcünü İmanı, bir köprü başında, Hristiyan bir teolog ile bir kömür işçisi arasında geçen konuşmadan damıtılır…

Hristiyan teolog başlar söze:

-Neye inanıyorsun?

-Kilise’nin inandığına…

-Ya Kilise neye inanıyor?

-Benim inandığıma…

Aradan zaman geçer, Hristiyan teolog ölüm döşeğine düşer, Şeytan vesveseyle etrafında dolanır ve o:

-Kömürcünün inandığına inanıyorum!

Demeyen yakasını Şeytan’dan kurtaramaz…

Martin Luther’in, Kömürcü İmanı’nı örnek gösterdiği sanılmasın, O, diğer Hristiyanlara çatmak için bu hikâyeyi anlatmaktadır ve işte tam burada Kömürcü İmanı’ndan Tanrı’ya sığınır ve ekler:

“Eğer bu imanda kaldılarsa, Kömürcü de, Teolog da, cehennem çukurundalar…”

Kendisi de muhakkak cehennem çukurunda olan Martin Luther, usulde doğru ama esasta yanlış bir bütünün, onunla usulde ayrışmış ve esasında bir kalmış bir protestocusu ve ateşte… Kömürcü ve teolog ile beraber…

Mümine imanıyla Kocakarı ise, usulde sendelemiş de olsa, esasta kanatlanmış haliyle, mutlaka ve mukadder cennette…

Zaten imkân olsaydı da, Kocakarı İmanı’na, “Kömürcünün İmanı’na benziyorsun!” denilebilseydi, beti benzi atardı…

Kömürcünün İmanı mevzuunda Martin Luther’in elinden, Hristiyanlık aklının en büyük ismi Aquinalı Thomas bile kurtulamaz… Zira bir menkıbe de ona dair anlatılır. Ölüm döşeğindeyken Şeytan O’na gelir ve O da yakasını, göğsündeki İncil’i gösterip:

“Bu kitabın dediğine inanıyorum!”

Demedikçe kurtaramaz…

Oysa İncil’in dediği, Pavlusûn dediğidir, Pavlus’un dediği de, imanî ve tarihî bir ispat tutanağıyla ortadadır ki; Şeytan’ın dediğidir!

Yani Martin Luther onunla, Şeytanî usulde ayrılır yoksa esastaki birlikleri de, Şeytanîdir…

Hristiyanlığa birkaç asır Aristo ile nefes aldıran ve bu uğurda on üç milyon kelimelik bir külliyat oluşturan Aquinalı Thomas, ölmeden bir sene evvel yazmayı bırakır, “Geriye dönüp baktığımda bütün bu yazılanların büyük bir saçmalık olduğunu görüyorum!” der, kendisine yazması için ısrar edilince de, son sözünü:

-Hayır! Çünkü yazdığım her şey bana çöp gibi görünmekte!

Diye söyler… Son sözünün “gibisi” fazladır, yazdıkları, hakikat nispetince çöptür… Aslında hakikate matuf olmayınca Martin Luther’in dedikleri de, Aquinalı Thomas’ın yazdıkları da, Kömürcü’nün teslim oldukları da, çöptür…

“Mümine Kocakarı”nın imanıysa, dünyanın bir teoloji çöplüğü olduğu bir hengâmda, bir selamet limanıdır…

İslam’ın dağdağalı denizlerde ve transatlantiklere fink attıran amiralleri, ideal insan tipimizin ufkunda bulunadursun, ahir zamanın dünyası, dünyanın bir teoloji çöplüğüne döndüğü mekân ve zamandır ve “Mümine Kocakarı Limanı” böyle mekân ve zamanlarda, hakikaten sığınılınca kurtulunan bir selamet limanıdır…

Katolik Kilise’sinin “örtük iman” diyerek övdüğü “Kömürcünün İmanı”, Martin Luther’e göre yerilesi bir “kör iman”dır…

Ve kendi içlerindeki bir kıyas vahidinde haklı olansa bize göre, Katolik Kilisesi… Zira “kaçınılmaz cehalet” kavramıyla herkesin her şeyi bilemeyeceğini, dolayısıyla bir bilenin bilgisine tabiiyetle imanın gerçekleşmiş olacağını söylerler.

Bilimi, imanın karşısında, onu yalanlamak için doğrulmuş bir yılan gibi konumlayanların olduğu bir bağlamda, bu denilen elbette doğru…

Hani imansız bilimci, imansız bilimin kabul ettiği her şeyi, bilerek, tek tek müşahede ederek mi onaylamaktadır?

Ateist bir fizikçiye inanan ateist bir nalbur, kara delikleri, çekim kanununu, atomun parçalanmasını detayıyla bilmek bir yana, kabasıyla da bilmez ama ateist fizikçi için de “Ne diyorsa, vardır bir bildiği ve doğrudur!” der…

İman bahsinde, niye böyle olmasın?

Buraya kadar doğru ama Hristiyanların iç kıyas vahidlerinde “kaçınılmaz cahillere” tanınan bu hak, batıl ile hakikat arasında kurulamaz ve Teslis etrafında esastan “kaçık” ve usulden “cahil” olan Hristiyanlar ve Hristiyanlık için:

“Tepede zırva zirvesi, tırnakta zirve zırvası, boydan boya kaçık ve cahilsin!”

Denir… Pavlus’tan nalbura kadar, öyle… Sapmışlar hiyerarşisi, onlarda…

İman dağının zirvesinden, iman dağının eteklerine, tepeden tırnağa, Mümine Kocakarı’dan Sıddık-ı Ekber’e (RA), Urvetul Vuska’ya (SAV) tutunmuş inanmışlar hiyerarşisi ise, bizde…

Denilebilir ki, ki diyorlar, neye göre hak ve neye batıl? Kömürcünün İmanı’nı, Kocakarı’nın İmanı’ndan nasıl ayırabilirsin, usulde ikisi de, aklı ermediğine inanmayı işaret ediyor ikisi de, esasta da seninki sana kak, onunki de ona?

Deriz ki; meydan okuyoruz işte! Ve her meydan okuyuşun, işi icrada gösteren bir safhası vardır. Güreşçi, başka bir güreşçiye meydan okur ve kuvvetin hakikatini, er meydanındaki boğuşma belirler…

Bizim de bu meydan okuyuşumuzun er meydanı; ahiret yurdunda her şeyin belirişi olacak… Kocakarı’dan, Koca Sıddık-ı Ekber’e kadar bütün müminler, mahşer günü Peygamberler Peygamberi’nin (SAV) sancağı altında toplanınca, neyin hak ve neyin batıl olduğu da görülmüş olacak…

Bu manada bizde Kocakarının İmanı, Büyük bir Velinin “Kurtuluş gemisinde ol da, isterse paspas olarak ol!” deyişine uygun olarak, ahir zamanın çalkantılı deniz anlarında kurtuluş gemisinde olmayı, onlardaysa Kömürcünün İmanı, şöyle bir deyişin bahtına denk düşer:

“Batacak ve batıracak gemideysen, ha köşkünde kaptan, ha güvertede tahtakurususun! Her türlü batacaksın!”

Yani; “Beyninle anlamasan da inan!” denmiş de, “Kalbinde hiç duymadan inan!” da denmemiş…

Mümine Kocakarı, bahtının imanı, hakikate taalluk etmiş bir iman bahtlısıdır!

                İttiba, taklid, riayet… Amma emir ve delil, Hakk’a muvafık ve mutabık olacak ve fıtratın yüzüne tükürmeyecek… Yoksa Kömürcünün İmanı, Cahiliye’nin atalarında ısrar eden cühelasında da var idi:

“Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun!’ denildiğinde, ‘Hayır, atalarımızdan gördüğümüze uyarız!’ dediler. Ya atalarının aklı bir şeye ermemiş, doğru yolu bulamamışlarsa!” (Bakara-170)

Ayet meali:

“Onlara ‘Allah’ın indirdiğine ve Peygambere gelin!’ dendiğinde, ‘Atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter!’ derler. Ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler olsa da mı?” (Maide-104)

Ayet meali:

“Allah’ı bırakıp da din âlimlerini, rahiplerini, özellikle Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler. Oysa tek bir Tanrı’ya kulluk etmekle emrolunmuşlardı. O’ndan başka tanrı yoktur; O yüceler yücesidir, onların yakıştırdıkları eş ve ortaklardan bütünüyle uzaktır…” (Tevbe-31)

Doğru imanı, en basit bir ifadeyle sunan, ayet meali:

“ ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ diye sor. ‘Allah’tır!’ diye de cevap ver; sonra de ki: ‘Öyle ise O’nu bırakıp da kendilerine bile fayda sağlayacak veya zararı savacak güce sahip olmayan koruyucu putlar mı edindiniz?’, ‘Hiç körle gören bir olur mu; yahut karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?’ diye de sor. ‘Yoksa Allah’ın yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu iki yaratma arasındaki benzerlikten dolayı mı şaşırdılar?’ De ki: ‘Her şeyi yaratan Allah’tır. O birdir, karşı konulamaz güce sahiptir…’ “ (Rad-16)

İbrahim Peygamber’in reddettiği batıl taklit ve Mümine Kocakarı’nın, aşk ile takip ettiği İnsanlık Fahri (SAV) üzerinden, taklit ettiği İbrahim Peygamber…

Ayet meali:

“O, babasına ve kavmine, ‘Şu kendilerine tapmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?’ diye sormuştu. Onlar da ‘Atalarımızı bunlara tapar bulduk!’ diye cevap vermişlerdi. İbrahim, ‘Doğrusu siz de atalarınız da açık bir sapkınlık içindesiniz!’ dedi…” (Enbiya-52/54)

Putlara tapanları bulup puta tapaduranlarla, Allah’a kulluk edenleri bulup, Allah’a kulluk edenler…

Ah nasip ve ihlâs, ne anlaşılmaz şeysiniz…

Kâfirin âlimini, iman dairesinin dışında tutan ve müminin cahilini, iman dairesi içine sokan şey ne ise, işte o, Kocakarı İmanı’na havî ve Kocakarı İmanı da, onda mündemiç…

Batı’da Kömürcünün İmanı’nı, bizde Kocakarı İmanı’nı “Tu kaka!” ve “Çok Yaşa!” diye zıt kutuplar arasında tartışıp dururlar… İkisine de öz yurtlarında burun kıvıranlarla, dirsek vuranlar var yani…

Biz bu tartışma ringini, Kömürcünün İmanı ile Kocakarının İmanı arasında kursak, Kömürcü, Kocakarı karşısında haşamat olur, kaybeder…

Çünkü; Kömürcünün anlamadan inandığı şey, Kocakarının anlamadan inandığı şey karşısında haşamattır ve kaybetmiştir…

Bunu anladıktan sonra, gerisini anlasanız ne olur, anlamasanız ne olur…

                İmam Gazalî Hazretleri, “Kocakarının İmanı” demez de “Avamın İmanı” der… İHYA’sında, imanın üç çeşit olduğunu söyler; Avam’ın imanı, kelâmcının imanı ve ariflerin imanı… Avamın imanı, güvendikleri kimselerin verdikleri haberlere dayandığını ve bu tarafıyla Yahudi ve Hristiyanların imanlarıyla benzer olduğunu ve bu tür bir imanda yanılma ihtimalini bulunduğunu kaydeder. İHYA’nın başka bir yerinde, delilsiz, taklit ve telkin yoluyla iman anlamına gelen Avamın İmanı için “kalbe atılan düğüm” benzetmesi yapar. Bu düğüm, bazen zayıflar ve gevşer, bazen de kuvvetlenir ve sıkılır… Su nasıl ağacı besler, büyütür, ameller de bu düğümüm kuvvetlendirip sağlamlaştırır. Burada da bu tür bir imanın, az bir konuşma ile şüpheye düşürülmesini mümkün görür… Bu sebeple Avamın imanı cedelden ve kelâmdan uzak tutulmalıdır. Bu yönüyle isterse kişi Müslüman ve isterse Hristiyan olsun, fark görmez…

Amma…

Belli ki; buradaki Avam’ın İmanı, mukarreb ve sıdıkların imanı olan ve müşahade ile marifet ile gerçekleşen “Ariflerin İmanına” nispetli bir kıymet hükmünü ifade eder. Zira “EL-İKTİSAT” eserinde İmam Gazalî Hazretleri, mesele imanın şiddeti ve dayanıklılığı olunca Avamın İmanını, kelamcının imanından sağlam gösterir:

“Avamın imanı, sebat yönünden koca dağlar gibidir ve onu yerinden hiçbir şey oynatamaz! Kelamcı ise inancını cedel üzerine kurmuştur ve akidesi, rüzgârın önünde sağa sola savrulan ip gibidir!”

Bu “Avam”dan, “Kocakarı”ya geçelim biz…

Avam, eğer müçtehitlerin büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen ve ihtilaf kabul etmez mevzulara iman edenler kalabalığıysa, Mümine Kocakarı, bu kalabalığın başköşesinde oturan ve iman yeisi gütmez yüreğiyle, iman keyfinde olan yaşlı kadındır…

Böyleyken onu, bir kaldırım taşı kadar cansız, gamsız, mevzisiz, edersiz bilenler çıkar ve “Kocakarı İmanına Yaslanmak” eyleminde “Cehalete yaslanmak” vakıası ararlar.

Oysa Mümine Kocakarı, Avam’ın başköşesinde, Şeriate dair üzerinde icma bulunan her şeye iman edecek, Allah’ı cisim ve benzeri hususlardan tenzih edecek (takdis), Allah Resulü’nün haberini verdiği her şeyi doğrulayacak (tastik), anlamaya kudretinin olmadığı meselelerde aczini itiraf edecek, müteşabih ayetlerin manası etrafında akıl sörfüne girişmeyip sükût edecek ve bütün müşkül meselelerde iş ehline ittiba edecek, edecek ki; işte o zaman Mümine Kocakarı mevkiine kurulacak…

Yaaa işte…

Ahir zamanda kocakarıların imanına tabi olun denilirken, anlaşılsın, hurafe yatağı izbesinde nuska karalayıp kurşun döken dişi kakmalı kadınlar değil, seccadesi başında titreyen ve kendisini sıkıp püresini çıkarsanız ve bu püreyi de yalnız iki kelime ile hecelemek durumunda kalsanız, iki kelimesi Allah ve Resulü olacak, yüzü nurlu kadınlar, kast edilmekte…

Ne diyelim daha; İmam Gazalî Hazretleri Kelâm’ın zirvesindeydi ve hocası İmâmu’l-Harameyn Cüveynî ölürken, böyle kadınları kasıtla şöyle demişti:

“Nişabur’daki kocakarıların dini üzere ölüyorum!”

“Kocakarı İmanı, ideal iman!” diyen mi var? Kocakarı İmanı’ndaki asaleti tespit edense, var…

Postacı bir erden, Genelkurmay Başkanı’na kadar, hiyerarşi ve kıymet, rütbe rütbe ama erde de, paşada da aynı ordunun etiketi var… Erler, savaşan ana kalabalık ve paşalar, savaşı sevk ve idare eden, seyrek sınıf… Paşalar olmayınca erler dağılır ve erler olmayınca paşalar, boşta kalır… Arifin İmanı ile Kocakarının İmanı arasında, M….D’in Ordusu’nda saf tutmak yönünden, böyle bir nispet ilişkisi…

“Ahir zamanda görüşlerin ayrıldığını gördüğünüzde, vaha (ehli)nin ve kadınların dinine uyun!”

Bizim, Arifler imanına doğru gidene dur diyenimiz yok ama onların, Kocakarılar imanında durana, kış diyenleri var…

Annemin, Covid-19 vesilesiyle ve Avrupalıları kasıtla “Bunları da Allah yaratmadı mı?” deyişinden sadece birkaç gün geçmişti… Televizyon ekranında Yeşil Kubbe var idi ve bu defa şöyle bir laf etti:

“Bu insanlar, nasıl öyle dayanıp da hücum etmiyorlar oraya?”

Hadiselerin akışı içinde bizde normalleşmiş nice şey, Mümine Kocakarı’da bir aşk meselesiydi. Gene sendelemiştim… Bu sebeple geciktim… Cevap vermem için kâfi miktarda bekledikten sonra da annem, cevabı kendince verdi:

“Demek; Allah sabır veri… Yoksa duvarları yıkar, üstlerini başlarını parçalarlar, orada kimse de zapt edemez onları…”

Allah Resulü’nün, kabrine bile sevginin böyle türünü hangi kitap yazar, hangi yüksekokul öğretirdi ki?

Aklıma, bizzat yaşayanının anlattığı bir hadise geldi…

Yaşlı bir kocakarı, kendilerini Yeşil Kubbe yakınına kadar getiren otobüsten iniyor ama o an sırtı Yeşil Kubbe’ye dönük olduğundan göremiyor. Bana hadiseyi anlatan kişiye de bu yüzden:

“Oğlum oğlum! Peygamberimizin kabri neredeki hani, göremedim?”

Diye soruyor.

“Teyzeciğim! İşte arkanda!”

Diye cevap alınca da, arkasına dönüyor, salâvat getirerek yere doğru çöküyor ve heyecandan oracıkta can veriyor…

Heyecan ki; Allah Resulü’nü hiç görmeden seven ve Kabr-i Şerif’ini görünce de artık dünyada yaşanmaya değer bir yan görmeyen, bir Kocakarı’nın heyecanı…