Hollandalı Türkolog gözüyle M. Kemal Atatürk

 

Hollandalı Türkolog gözüyle M. Kemal Atatürk


Prof. Dr. Erik Jan Zürcher

***

Prof. Dr. Erik Jan Zürcher’le çalışma odasında Türk bayrağı ve Türkiye haritası altında yaptığımız röpörtajda Cumhuriyet’in 75 yılını değerlendirirken; ‘ölümünden 60 yıl sonra Atatürk’ün günümüz Türkiye’sinde ne derece ağırlığı var’ diye soran gazeteciye Profösör şöyle cevap veriyor:

“Oldukça fazla. Son 5-6 yıldır Atatürk İslam’ı engellemekte panzehir gibi kullanılmakta!”

“Modern Türkiye” tarihi isimli kitabında yazarı olan Türkolog, Türkiye Cumhuriyet’i tarihi üzerinde tam bir uzman. 1995’de basılan kitap bir çok tepki aldı. Çünkü kitap gerçekleri olduğu gibi yazdığından bir çokları tarafından olumsuz karşılandı.

Kitabında Zürcher, M. Kemal’i Türk tarihini saptırmakla suçluyordu:

“36 saat süren (12’den 20 Ekim’e 1927) CHP kongresindeki (Nutuk) olmasa Türkiye ne olurdu bilemiyorum?” diyor.

Burada M. Kemal’in ender taktik ve ustalığından (!) ve insafsız kararlılığını vurguluyor. M. Kemal’in Stalin’inkini andıran mozelesinin çok sık ziyaret edildiğinden bahsederken son 5-6 yıldır çok önem kazandırıldığını anlatıyor ve ekliyor:

“Türkiye’nin Atatürk’ü ilâh edinmesi 1920’lerden itibaren devlet ideolojisi olmuştur. Bir ara 70’li yıllarda kan kaybeden kemalizm, son 5-6 yıldır İslam’ın ve İslamcılar’ın ilerlememesi için tekrar ordu ve menfaatçiler tarafından horlatılmıştır. Gaye ise İslam’ı bölmek!”?

 

 

**********

 

 

KAYNAK:

Hollanda-Deventer Dagblad gazetesi, 31 Ekim 1998.

 

 

**********

 

 

`K. Çandarlıoğlu´

 

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez



.

Türkiye “ne” memleketi olacak??

 

Türkiye “ne” memleketi olacak??

M. Kemal Atatürk: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz.”

Peki ne memleketi olacak??

Ayyaşlar, sarhoşlar, masonlar, siyonistler, dinsizler memleketi mi??

 

 

**********

 

 

`K. Çandarlıoğlu´

 

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

*

 

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:



.

Şapka takmanın kafir edeceğine dair (Iskilipli Atıf Hoca)

 

Şapka takmanın kafir edeceğine dair (Iskilipli Atıf Hoca)

 

Şiâr-ı Küfr;[1] her asırda her beldede değişebilirse de gayr-i müslim milletlerin küfre dair olan en meşhur âlametleri şapka, gayyar, zünnâr,[2] küstic,[3] gaslî ve saliptir.[4]

Şapka: Örfte küfür alameti, yani gayr-i müslimlerin müslümanlardan ayrılmalarına alamet olan baş kisvesidir.

***

 

SORU:

Fakihlerin çoğunluğu “Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalanseve, yani şapkayı bir zaruret olmadan ve kendi arzusu ile giyinmek küfürdür. Zira bu alâmeti küfürdür. Onun için bunu ancak mecusilik, Hristiyanlık, Yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini iltizam edenler ve kalpleri küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zahir alametlerle batıni işlere istidlal ve onun üzerine hükmetmek aklen ve şer’an makbul ve muteber bir yoldur.” diyorlar.

Fukahâdan bazıları da “Mecusi, Hristiyan ve diğer kâfir milletlere mahsus ve onların kıyafet adeti olan kalenseve yani şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman onlara benzemiş ve onları taklid etmiş olduğu için günahkâr olursa da kâfir olmaz” diyorlar.

İkinciye kail olanlar esbâb-ı mücibe olmak üzere diyorlar ki: Şapka gibi küfür alâmetini kendi seçimi ile giyen kimse lisanen muvahhid, kalben musaddık olduğu için mü’mindir.

Büyük müctehidlerden İmâm-ı Azam (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) Hazretleri demiştir ki: “Bir kimse iman ve İslâmdan, ancak girdiği kapıdan çıkar.” İmâm-ı Azam’ın bu sözüne nazaran asaleten girmek ancak ikrar ve tasdik ile olur. Çünkü imanın rüknü bunlardan ibarettir. Şapka giyen kimsede ise ikrar ile tasdik mevcuttur.

***

 

CEVAP:

İmanın bir takım gerekleri vardır ki, onların yokluğu ile imanın zıddı olan küfür tahakkuk eder. Mesela Allah Teâlâ’ya, Peygamberlere, Allah’ın kitaplarına ta’zim, imanın lazım olan şeylerindendir. Bunları hafife ve alaya almak ise ta’zime aykırı olduğu için küfürdür. Binaenaleyh ta’zime aykırı ve tekzib emâresi olan söz ve fiiller şer’an küfrü mucib sayılmışlardır. Esasen şeriat nazarında tekzib alâmeti ve inkar belirtisini taşıyan tasdik ve ikrâr muteber ve itimada şayan değildir.

Şu halde İmam Hazretlerinin sözünün manası imanın şer’an muteber olan hükümlerine aykırı bir söz bir fiil müslümandan sudür etmedikçe kâfir olmaz, demektir. Nitekim puta secde etmek, Allah’ı, Peygamberleri, kitapları, şeriatı tahkir ve alaya almak gibi imana aykırı olan bir iş işlemek veya bir söz söylemek, tekzib alameti ve inkar belirtisi olduğu için irtikab edenin küfrü ile hükmolunur.

“Feteva’yı Hindiyye” ve “Muhid-i Burhanî”de deniliyor (Hanefi mezhebi kaynakları) ki: “Başına Mecusi kalensevesi, yani Mecusi şapkası giyen kimsenin küfrüne kail olanların kavilleri sahihtir.”

Bu söze sahip olanlara göre, akide bozukluğundan neş’et ettiğinden Mecusi kalansevesi giyen kimsenin küfrü ile hükmolunur. Nitekim “Ben Mecusiyim” diyen kimsenin bu sözü, akidesinin bozukluğunu açıkladığı için küfrü ile hükmolunmuştur.

Çünkü mecusilere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalenseveyi kendi seçimi ile giyinmek, giyenin ruhen mecusilik maneviyatı ile boyanmış olduğuna alamet ve belirtidir. Onun için bu kıyafette görülenlerin küfrü ile hükmolunur.

Şunu da arzedeyim ki, bütün milletlerin baş kisveleri milliyet ve dinleri ile bir çeşit alâkayı haizdir. Şapkalar, serpuşlar, mesela Avrupa memleketlerinde ne kadar muhtelif şekillere ayrılırsa ayrılsın, hepsinin bir asıldan çoğaltılmış olduğu ve zaman ve mekan itibariyle muhtelif bir şekil olmakla beraber o aslın ruhu muhafaza edilmekte bulunduğu şüphesizdir.

Şu halde şapka din ve milliyet alâmeti olduğu için onu giyen kimse “Ben bu millettenim” diye bir ikrarda bulunmuş olur. Mukabilinde serahat bulunan bu gibi belirtiler ise her halde sarih gibi muteberdir. Ancak mukabilinde fiilen imanın sarahatini gösteren ahval ve ameller karşısında bu ikrar hükmünden sakıt olabilirse de müslümanlar nazarında o adam kendisini şüpheden kurtaramaz. Bu mesele şapkayı giymeye sebep, kalbî ve ruhî olmadığı takdirdedir. Sebep kalbî olursa imanı gösteren ahval ve amellerin riya ve nifak ve o adamın da mürâî münafık olduğuna hükmedilir.

Esasen kılık ve kıyafet âdetinde gayr-i müslimlere benzemekten men’ ve nehy ile Peygamber Efendimizin murad ve maksadı müslümanlar arasında İslâmî milliyeti kurmaktır. İslami milliyetin dayanak noktası da küfür milliyetine mahsus olan, şiar, adet ve tavırlarda kâfirlerden ayrılıp onlara benzememektir. Binaenaleyh İslâm ümmetçiliğinde gayret göstermek, imanın gereğidir. Onun için her müslüman dini hükümlere ters ve bilhassa İslâm milliyetine muhalif olan işlerden kaçınmalıdır.

Şu halde lisanen ikrar ve bedenen ibadet ve amel gibi İslâmi milliyetin açık belirtileri ile asla alâkadarlık göstermeyip kılık ve kıyafetten başka gayr-ı müslimlerden farkı kalmamış olanlar, kıyafetlerini de onlara benzetiverince batınlarındaki imanı temsil edecek ve İslâm ümmetçiliğini gösterecek hiç bir halleri kalmadığı için “Bir millete benzemeye çalışan kimse, onlardan olur.” Hadis-i şerifinin iktizasınca o adamların kefere zümresine iltihak etmiş olduklarına kat-i bir surette hükmolunur.

Bu hakikati açıklamak için bir misal vermek isterim. Her devletin özel alâmetleri içeren bir çeşit bayrağı vardır ki, o bayrak hangi vapurun, zırhlının, tayyarenin, mektebin, binanın üzerinde bulunursa, o devletin olduğuna hükmolunur. Mesela bizim Yavuz zırhlısı bütün müştemilatı itibariyle İngiliz, Alman ve Fransız zırhlılarına benzediği halde yalnız şanlı bayrağının alameti farikasıyla onlardan ayrılır. Bu alameti görenler bizim zırhlımız olduğuna hükmederler.

Başka devletlerin bayrağının bizim zırhlıya çekilmesi siyaseten, örfen, adeten ve kanunen yasaktır. Onun için bunun mürtekibi, hıyaneti vataniyye, cinayet-i milliyye ve ecnebi taraftarlığı suçuyla itham edilerek idamına hükmolunur. Bunun için medeni memleketlerden hiç birisinin bayrağını bizim vapurlara, zırhlılara çekmek suretiyle onları taklit ve teşebbühe yeltenmeye hiç bir kimse cesaret gösteremez.

İşte bunun gibi “Bizden başkasına benzeyen, bizden değildir” Hadis-i şerifi ile müslümanların, şiar ve alamet-i küfürde gayr-i müslimlere benzemeye yeltenmeleri yasaklanmıştır. Binaenaleyh bizim zırhlıda başka devletlerin bayrağını görenler o zırhlının bizim olmadığına hükmedecekleri gibi şapka, haç ve sair küfür alameti giyen ve takanların İslâmî kimlikten çıkıp kâfirler sınıfına iltihak etmiş olduklarına hükmederler.

Fukaha-i Kiram Hazerâtı, Mecusi kalensevesi giyen kimsenin küfrünü açıkladıkları halde Yahudi kalansevesinden bahsetmiyorlar. Bunları giyinmek küfrü gerektirmez mi diye sorulursa cevap olmak üzere deriz ki, şer’i şerif nazarında küfr, tek bir millet sayıldığı için, küfür alametleri arasında fark yoktur.

Binaenaleyh, gayri müslim unsurlardan hangisi olursa olsun, onların adeti olan şeyleri giyinmek, takınmak, kuşanmak, sahih kavle göre küfürdür. “Bizden başkasına benzeyen bizden değildir.”

“Yahudi ve Hristiyanlara benzemeyiniz.” Hadis-i şerifi gayri müslim milletlere mahsus olan şiar ve alamet arasında şer’an fark olmadığına delildir.

Şapka, zünnâr, haç gibi küfür alâmetinden sayılan şeyleri giyinmekle, şer’an yapılması emrolunan şeyleri, mesela namaz ve zekatı terk ve nehyedilen şeyleri, mesela zinayı, hırsızlığı yapmak arasındaki fark nedir ki, evvelkiler küfür alameti ve tekzib emaresi sayıldığı halde ikinciler sayılmıyor diye bir soru ortaya çıkarsa cevap olarak deriz ki;

Vakıa ikinciler de evvelkiler gibi şer’an yasak iseler de, nefsî heves ve arzular, bunları yapmaya fıtraten meyillidirler. Onun için şehevi kuvvetleri akıllarına galip gelen insanlar dinen yasak olan nefsani arzuları yerine getirmekten uzak değildirler. İşte bunun için Peygamberimiz (S.A.V.) onları tekzib alâmeti saymamıştır.

Fakat küfür ehline ait olan adet ve alâmeti işlemek için böyle bir özür ve fıtri bir meyil yoktur. Zira bu esasen nefsin arzu ve meyil ettiği arzulardan değildir. Şu halde bunu işlemeye sebep akîde bozukluğundan başka bir şey olmadığı için İslâm, şer’i yasakların bu kısmını küfür alameti ve inkâr belirtisi saymakla bunları işleyenin küfrüne hükmetmiştir.

 

 

**********

 

 

DIPNOTLAR:

[1] Küfür alameti

[2] Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak. (Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslâmiyette küfür alâmeti sayılmıştır.

[3] Mecusiler kuşağı.

[4] Hristiyan dinindeki Haç

 

 

**********

 

 

KAYNAK:

Iskilipli Atıf Hoca, Frenk Mukallitliği ve Şapka.

Türkçe Ezan ile ilgili bir yazı

 

Türkçe Ezan ile ilgili bir yazı

(ALLAH ismini Ezan’dan çıkaran M. Kemal Atatürk ve avenesini; ALLAH bildiği gibi yapsın)

VE O GÜN …

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, 18 Temmuz 1932 tarih ve 636 sayılı genelgesiyle ezan ve kametin Türkçe okunacağını bildiren kararının ardından, tam 18 yıl boyunca Türkçe okunan ezanın ilk defa Arapça okunduğu gün Edirne’den Artvin’e, Sinop’tan İskenderun’a kadar tüm Türkiye’yi gözyaşlarına boğan günün hikâyesine bir göz atalım.

Tarih 16 Haziran 1950.

Yani tam 57 yıl öncesi.

Yer Sultanahmet Meydanı.

Bir dönem Diyanet İşleri Başkan Vekilliği de yapan, 2006 yılı mayıs ayında kaybettiğimiz Yaşar Tunagür Hoca verdiği bir röportajda o günü şöyle anlatıyor:

“Ezanın Türkçe okunduğu günlerdi. Cuma namazlarını Sultanahmet Camisinde kılmayı kendime adet edinmiştim. Cuma namazlarını meşhur Hafız Saadettin Kaynak kıldırırdı. Yani ilk defa Türkçe ezanı okumuş olan Hafız… Yine böyle bir Cuma günüydü ve Sultanahmet camisine namaz kılmaya gidiyordum. Fakat her zamankinden farklı olarak caminin avlusunda büyük bir kalabalık ve telaş vardı.

Ben ve yanımdaki arkadaşım, merakla cami avlusuna doğru ilerledik. Baktık ki caminin içinden çok, avluda insan var. Onlar bir şeyler duymuşlar ama biz henüz bilmiyoruz. Girdik içeri. Avluda baktık ki herkes yukarı bakıyor. Camiye giren falan yok. Herkes yukarı bakıyor. Birden cami minarelerinin bütün şerefelerinden,

“ALLAHu Ekber! ALLAHu Ekber!”

diye Arapça Ezan okunmaya başladı. Meğer caminin imamı olan Saadettin Kaynak, her bir şerefeye bir müezzin yerleştirmiş, birbiri ardına nasıl ezan okuyacaklarını da onlara güzelce tembihlemişti. Durumdan haberi olmayan caminin içindeki cemaat da Arapça Ezanı duyar duymaz kendilerini dışarı attı. Avlu hıncahınç doluydu. Herkes İstanbul semalarını inleten Arapça Ezanı dinliyordu. 14 müezzin 6 minarenin 14 şerefesinden biri başlıyor, öbürü bitiriyor, yarım saate yakın sürdü ezan. Bunu, İstanbul’un diğer camileri takip etti…

İstanbul’un bütün minarelerinden, yıllardır özlemini çektiğimiz ezan sedaları yükseliyordu göklere… Bir an için rüyada olduğumu sandım. Fakat bu bir rüya değil, gerçekti. Minarelerden Arapça Ezan okunuyordu.

(Duygulandı ve gözlerinden akan yaşları sildikten sonra devam etti):

Arapça Ezan sesini duyan herkes olduğu yerde durmuştu. Sanki yere çivilenmiştik; ben ve Sultanahmet Meydanı’nı dolduran bütün insanlar… Sokakta oynayan çocuklar bile oyunlarına ara verip, ALLAHu Ekber, ALLAHu Ekber’leri dinler oldular… O an anlatılmaz, yaşanır ancak… Büyük bir daüssıladan sonra, öz vatanımıza kavuşmuş gibiydik… ALLAH bir daha göstermesin o günleri…”

(Amin Amin Amin)

Türkiye ayakta…

O gün ülkenin dört bir yanında benzer manzaralar yaşandı. Ezanın Arapça okunmasına imkân kılan Meclis kararı o gün radyolardan ilan edilince, Türkiye’nin dört bir yanında halk sevinçten sokaklara döküldü. Tüm gözler minarelere çevrildi ve ilk ezan sesi beklenmeye başlandı. Halk sevinçten çılgına döndü. Gözyaşları tüm Türkiye’de sel olup aktı. Yasanın 17 Haziran 1950 tarihli resmi gazetede yayınlandığı gün, aynı zamanda Ramazan ayının da ilk günüydü. Bu durum halktaki duygu yoğunluğunu daha da artırdı.

 

**********

 

KAYNAK: Sabah gazetesi, 15 Haziran 2007.

NOT: Merhum Adnan Menderes’i hayrla analım.

 

 

**********

 

 

`K. Çandarlıoğlu´

 

 

**********

Ankara’nın niyetini 1921 yılında anlayan Kemahlı Alim

 

Ankara’nın niyetini 1921 yılında anlayan Kemahlı Alim Mevlevi Ibrahim Hakkı Efendi

 

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Evvela Kurtuluş savaşının bu değerli sarıklı mücahidini tanıyalım…

[Burada özet geçiyoruz… Daha fazla bilgi için; Dr. Faruk Tuncer’in “Yeni Ümit” dergisinde (Sayı:35 Yıl:9, Ocak-Şubat-Mart 1997) yayınlanan “Büyük Mevlevi Şeyhi Kemahlı Hacı İbrahim Hakkı Efendi” isimli makalesine bakabilirsiniz.]

***

Doğumu…

 

Daha çok Hacı İbrahim Efendi adı ile maruf olan Kemahlı İbrahim Hakkı Hazretleri, Hicri 1266 (1850) tarihinde Erzincan Kemah ilçesi eski adı Müşerkek olan Parmakkaya köyünde dünyaya gelir. Babası, Hasan bin İbrahim bin Süleyman bin Abdülgâni el-Arabî’dir. Annesi ise Fatma Kamer Hatun’dur.[1]

***

Sultan II. Abdülhamid Han’nin davetiyle Saray vaizi olarak İstanbul’da

Mevlevîliğin usul, âdâb ve erkânını kısa sürede öğrenip sülûkünü tamamlayan ve daha sonra da Mevlevîliğin gerçek anlamda son posînişînlerinden[2] olan Kemahlı İbrahim Hakkı Efendi’nin hem şeriat ilimlerindeki temayüzü, hem de yaşadığı hayatı sünnetle ziynetlendirip amel noktasında ihlâsı göstermeye çalışması kısa zamanda semeresini vermiş ve Halife II. Abdülhamid Han tarafından keşfini sağlamıştı.

Sultan Abdülhamid Han 1891 yılında İbrahim Hakkı Hazretlerini alelacele Konya’dan İstanbul’a çağırmış ve saraya davet etmişti.[3] Bu âni davet karşısında kendisini bir anda İstanbul’da bulmuştu. 1891 yılında İstanbul’a gelen Mevlevî İbrahim Hakkı Hazretleri, Sultan’ın bir hediyesi olarak hemen “Saray Vaizliği” görevine getirilmiştir.

 

Saray vaizi olan İbrahim Hakkı Efendi, 1909 yılında çok sevdiği Abdülhamid Han tahttan indirilince fevkalâde üzülmüş ve köyüne geri dönmüştü. Onun pervasız vaazları, sağlam ve ihlâslı ameli ve ayrıca etkili konuşmaları 1909-1918 yılları arasında 35. Osmanlı Sultanı Padişah Sultan Reşad’ın dikkatini çekmekte gecikmez.[4]

Şemsü’l-İrşad adlı eserinden anlıyoruz ki, özellikle İstanbul’a geldiği dönemlerde Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nde Mesnevî dersleri takrir ediyordu. Buradaki derslerden birinde, üslubu ve anlatım tarzı padişahı çok etkilemiş olacak ki Sultan Reşad kendisini ağırlamaktan büyük mutluluk duyacağı haberini gönderir.[5]Burada bulunduğu süre içinde Beşiktaş’ta bulunan Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesinde ikâmet ettiğini yine kendi kaleme aldığı “Rûhu’l-İslâm” adlı makalesinden öğreniyoruz.[6] Özellikle bu dönemde “Türbedâr-ı Barbaros Hayrettin Paşa” unvanını kullandığını yine yazdığı eserlerden öğreniyoruz. Padişahın daveti üzerine artık burada kalmaktan vazgeçip sarayda sultanın yakınında kalmaya başlamış ve onun pek çok nimet ve ihsanına nail olmuştur.

Erzincan’da seneler öncesi harab olmuş bir dergâhı tamir ettirip, onun hemen bitişiğinde 7 odalı bir Darü’l-Mevlevî medresesi inşa ettirerek tedrise başlamıştır.[7] Buradaki ilmî faaliyetlerini yürütürken pek çok talebe yetiştirmiş ve kısa sürede ilim ve tasavvuf çevrelerinin saygı duyduğu önemli bir şahsiyet haline gelmiştir.

******************************
******************************
******************************

 

 

Şimdi gelelim konu başlığında belirttiğimiz meseleye…

Millî Mücadele yılları

 

Ibrahim Hakkı Hazretleri, Millî Mücadele’de özelikle de Erzurum ve Erzincan bölgelerinde sarıklı mücahitlerin başında büyük hizmetler vermişti. Çünkü onun için en önemli şey, Islâm’ın muhafazası ve bu uğurda bütün Islâm düşmanlarını bu cennet vatandan kovmaktı. Hizmetle dolu Millî Mücadele yıllarından hemen sonra yavaş yavaş Millî Mücadele ruhuna aykırı davranışlar kendisini hissettirmeye başlayınca Erzurumlu Kadı Raif Efendi ile birlikte Ankara’yı yakından takib etmeye başlamışlardı.

 

Ibrahim Hakkı daha 1921 yılının Temmuz ayında iken Ankara’nın makam-ı hilâfeti ilga edeceğini, medreseleri kapatıp, her türlü din eğitimine zincir vuracağını etrafındakilere haber verdiğindekimseyi inandıramamıştı.[8]

 

Fakat Ibrahim Hakkı Efendi’nin Erzincan ulemasına 1921 senesinde söylediği Ankara hakkındaki kanaatleri daha sonra ayniyle çıkmıştı. Gerçekten 1924 yılında hem hilafet kaldırılmış ve hem de onun gözü gibi sevdiği ve bir daha açılmamak kaydıyla kapısına kilit vurulan medreseler kapatılmıştı. Hilâfetin kaldırılması özellikle onu derinden yaralamıştı. Çünkü ona göre hilâfet müessesesi çok önemliydi. Islâm dünyasını değişen dünyada ayakta tutacak yegâne kurum ona göre hilâfet-i Islâmiyeydi.[9]

***

Istiklal Mahkemesi ve idam kararı

Şark Istiklal Mahkemeleri, 1924 yılı sonlarına doğru hakkında gıyabî olarak idam karan verir. Ancak o bu kararın verildiği sıralarda yani 14 Ekim 1924 (15 Rebiü’l-evvel 1343) tarihinde Pazartesi günü hayata gözlerini kapar.

Vefat haberi Istiklal Mahkemesine intikal ettirilir, mahkemenin gönderdiği bir heyet, durumu yerinde tespit eder ve bir rapor halinde Ankara’ya bildirir. Kabri elan Erzincan Terzi Baba Kabristanındadır.

Rivayetlere göre mahkemenin gönderdiği heyet, Kemahlı Ibrahim Hakkı Efendi’yi, mezarından çıkarıp idam sehpasına çekmek suretiyle hükmü infaz etmiştir.

Merhumun vefatından sonra ailesine taziyeye gelen yakın bir dostu şöyle demiştir:

“Dünya ağlasa revadır bu zât-ı pâke,
Hiç yakışır mı bu zât gömülsün hâke”

***

Kemahlı Ibrahim Hakkı Efendi’yi hayrla analım…

 

ESERLERI:

En önemli eseri şüphesiz “Şemsü’l-Irşad li Sultan Reşad” namındaki padişaha ithafen yazılan ve Hilafet-i Islamiye’nin önemi üzerinde duran kitabıdır.

Bunun yanı sıra matbu olan (basılan) eserleri sırasıyla Divan, Miftahü’l-Mearif, Rûhu’l-Islâm ve Pend Pesendide der Fezaili Rûze’dir.

Basılmamış eserleri de vardır. Bunlar: Tâcü’t-Tefâhur, Necâtü’l-Islâm, Tuhfetu’r-Reşâd fi Hakki’l-Cihâd, Mir’âtü’l-Mevâiz, Seniyyü’s-Sünûh fi Izâhir-Ruh, Kûtu’l- Kubûr, Tâcü’l-Islâm fi Beyâni’l-Küfri ve’l-Imân, Tâcü’l- Mücahidin mine’l-Ehadisi’l-Erbain (Kırk hadis derlemesi), Mürşidü’z-Züvvâr li Ravzati Nebiyyü’l-Muhtâr.

 

**********

 

 

KAYNAKLAR:

[1] Bu köyde bu ailenin namı “Fedimeliler” olarak halen devam etmektedir ve sözkonusu lakab Ibrahim Hakkı Efendi’nin annesi olan bu mübarek kadına izafeten konulmuştur. Anadolu’da Fatma’ya çoğu yerde Fadime ya da Fedime denilir. Bakınız; Zaman Gazetesi 16 Ağustos 1995.

[2] Tahir Erdoğan Şahin, Erzincan Tarihi, cild 2, sayfa 275.

[3] Kemahlı Ibrahim Hakkı Efendi’nin kendi eseri, Şemsü’l-Irşad, sayfa 5.

[4] Kemahlı Ibrahim Hakkı Efendi’nin kendi eseri, Şemsü’l-Irşad, sayfa 5.

[5] Kemahlı Ibrahim Hakkı Efendi’nin kendi eseri, Şemsü’l-Irşad, sayfa 6.

[6] Kemahlı Ibrahim Hakkı Efendi’nin kendi eseri, Ruhu’l-Islâm, Sırat-ı Müstakim, 5. cild, sayı; 126, 1326, sayfa 366, Mekatip isimli sütunda.

[7] Tahir Erdoğan Şahin, Erzincan Tarihi, cild 2, sayfa 275.

[8] Ismail Kara, Islamcıların Siyasî Görüşleri, Istanbul, 1994, Iz yay., sayfa 172.

[9] Ismail Kara, Islamcıların Siyasî Görüşleri, Istanbul, 1994, Iz yay., sayfa 172.

 

 

**********

 

 

`K. Çandarlıoğlu´

 

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

*

 

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:


.

Ezan, anlaşılsın diye Türkçe’ye çevrildi yalanı – Basit hesap

 

Ezan, anlaşılsın diye Türkçe’ye çevrildi yalanı (Basit hesap)

Ezan’da toplam (tekrarlar ve edatlar hariç) 10 kelime var. Bu 10 kelimenin 4 tanesini (Allah, Ilah, Muhammed*, Resulullah) zaten günlük dilde kullanıyoruz.

Eğer Müslüman olmak için söylenmesi gereken Kelime-i Şehadet’in kelimeleri olan “Eşhedü, “Ilah” ve “Illallah”tan ikisini de çıkarırsak bu rakam 6 kelimeye çıkar. Bilinmeyen 4 kelime kalır ve bunlardan biri de “felah”tır. Mana olarak `kurtuluş´ demek. Namazın manevi olarak kurtuluş olduğunu simgeliyor… “Felah” kelimesi aynen kalıyor… Türkçe olmasın diyorlar. Onu da katarsak geriye 3 kelime kalıyor.

Bunlar “hayya” haydi demek, “salah” namaz demek, “ekber” de en büyük demek. Dolayısıyla birisine en fazla 3 dakika içinde öğretilebilecek bu 3 kelime için 1400 yıllık Ezan’ı değiştirmek de neyin nesi?? Kaldı ki, madem anlaşılması için Türkçe’ye çevrildi, o halde Arapça olan “felah” kelimesi neden tercüme edilmedi? Felah kelimesi, “Allahu Ekber” kelimesinden daha mı kolay anlaşılıyor?

Kimi kandırıyorsunuz siz??

***

* Sallallahu aleyhi vesellem

***

NOT: Mustafa Armağan bir röportajında buna değinmişti.

 

 

**********

CHP’nin Çanakkale rezaletinin belgeleri (Kadeş rezaleti)

 

CHP’nin Çanakkale rezaletinin belgeleri (Kadeş rezaleti)

 

Rezaletten görüntüler

***

27 Mayıs Ihtilalinden sonra darbeciler ile CHP gençlik örgütleri 18 Mart’ta bir Çanakkale gezisi düzenliyorlar. “Kadeş” adlı vapura doldurulan kızlı erkekli bin kadar genç, sözüm ona çağdaş gençlik dernekleri tarafından özel olarak seçilmişti.

Çanakkale’ye, yani bu ülkenin kuruluşundaki en önemli mekâna, şehitlerin mezarlarına. Bir gemi tutuluyor ve üniversitede okuyan kız ve erkekler gemiye bindiriliyor, aynı zamanda kasa kasa içki de konuluyor. Yolda içki, dans, türlü rezaletler…

Çanakkale’ye çıkıldığında ise sadece bir avuç insan kendinde. Geri kalanlar sarhoş ve rezillik çıkartıyorlar. Maalesef aynı durum dönüşte de yaşanıyor. Bazı genç kızlar bekâretlerini yitiriyor. Bu geziye basın mensupları da katılmış. Duyulmasını istemiyorlar rezaletlerin, inerken basına paralar veriliyor, lütfen bunları yazmayın diyorlar.

Fakat birkaç gün sonra kızı felakete uğrayan bir anne emniyete şikâyette bulunuyor. Tabii emniyet muhabirleri eliyle olay basına yansıyor ve tarihe KADEŞ REZALETI adıyla geçiyor.

Işte Cumhuriyet gençliğini getirmek istedikleri nokta burası. Çanakkale gibi tüylerimizin ürpermesi gereken bir mekâna insanları sarhoş ederek götürmek ve onların gözünde bütün kutsalları yıkmak.

 

 

**********

 

KAYNAK: 05 Ağustos 2007 tarihinde “Mustafa Armağan”ın “Zaman” gazetesinde yayımlanmış yazısına bakılabilir.

 

 

**********

Alman Profesör’ün müthiş itirafı

 

Alman Profesör’ün müthiş itirafı

 

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

 

Ord. Prof. Fritz Neumark

***

Alman profesör Neumark ile bir kısım talebesi Boğaziçi’nde geziye çıkarlar. Talebelerden biri Prof. Neumark’a, (Avrupa bizi neden sevmez?) diye sorar. Prof. Neumark şu cevabı verir:

Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı, Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir.

Sebeplerine gelince:

1 – Müslüman olduğunuz için sevmez.

2 – Sizler farkında değilsiniz ama, onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.

3 – Avrupa’nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa’yı pazar yapmaya başladınız.

4 – En az 400 yıl Avrupa’da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.

5 – Selçuklular Anadolu’yu, Osmanlılar ise orta Avrupa ve Balkanları Haçlı ordusuna mezar ettiler.

6 – Sizi silah ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağladılar.

7 – Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslamiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslamiyet bugün belki sadece Hicaz’da varlığını devam ettirirdi, kaldı ki Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığı’nın adamlarıdır. Batı her yerde İslamiyet’i, sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadeti devam ettirdi.

8 – Kilise size kin kusmaktadır, sebepleri yukarıdadır.

9 – Ben Türkiye’ye geldiğimde 2 üniversiteniz vardı, şimdi 19 üniversite var. [O tarihteki sayı]

10 – Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa’nın refahı ve medeniyeti yıkılır.

11 – Yine sizler, Avrupa’nın tarihi düşmanısınız ve daima düşman olarak kalacaksınız.

***

[Ord. Prof. Fritz Neumark (1900-1991), Hitler’den kaçarak 1933’te Türkiye’ye gelir. İstanbul Üniversitesi İktisat ve Hukuk fakültelerinde dersler vermiştir.

20 Temmuz 1936’da kurulan ve 1937 yılı yaz sömestresinde faaliyete geçen İktisat Fakültesi’nde (Umumi İktisat ve Maliye Teorisi Kürsüsü) başkanlığı da yapmıştır. 1952’de döndükten sonra Frankfurt Üniversitesi’nde rektörlük yapmıştır.]

 

 

**********

 

 

KAYNAK:

Raşid Erer, Türklere Karşı Haçlı Seferleri, [Tarih/Anı/İnceleme Dizisi], Bilgi Yayınevi, Birinci Baskı: 1947, İkinci Baskı: Mayıs 1993.

 

.

Hatay’lıların şaşkınlıkları – Mustafa Armağan

 

Hatay’lıların şaşkınlıkları – Mustafa Armağan


Mustafa Armağan

 

***

Mustafa Armağan ile yapılan bir mülakattan:

Hatay’da ise gerçekten traji-komik bir durum yaşanıyor. 1938’de Suriye mi Türkiye mi? diye bir halk oylaması yapılıyor. Gariptir, bu süreçte Türkiye büyük bir propaganda faaliyetleri yürütüyor. Türkiye’den Şeyhler, Hocalar, Din adamları gönderiliyor bölgeye. Türkiye’de tekkeler kapatılmış ama orada `Müslüman Türkiye´ propagandası yapılıyor. Türkiye’nin ne kadar dindar(!) bir ülke olduğu vurgulanıyor Hatay’lıların gözünde.

Sonuç olarak halk Türkiye’yi seçiyor ve Türk askeri Hatay’a giriyor. Askerimizin ilk yaptığı iş “ezanı susturmak” oluyor.

Halk şaşırıyor. “Yahu burada Fransızlar varken ezan Arapça okunuyordu Türkler gelince neden sustu ezanlar? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?”

Biliyorsunuz Hatay’da önemli miktarda bir Arap nüfusu var. Dolayısıyla işgalci Fransa’nın karışmadığı ezana Türkiye devleti karışıyor. Sadece ezana karışmakla kalmıyor Türkiye. Kur’an öğretiminde de benzer sıkıntılar yaşanıyor.

 

Şeriat hükümleri ve hikmetleri – ŞAHITLIK: BIR ERKEK IKI KADIN

 

Şeriat hükümleri ve hikmetleri – ŞAHITLIK: BIR ERKEK IKI KADIN

(En çok suistimal edilen konulardan birisi)

 

Islam; Insan hayatının beşikten mezara tüm aşamalarını ve hayatın tüm alanlarını tanzim eder

***

Bakara Suresi

282 – “Ey iman edenler! Belli bir vade ile karşılıklı borç alış verişinde bulunduğunuz vakit onu yazın. Hem aranızda doğruluğuyla tanınmış yazı bilen biri yazsın. Yazı bilen biri, Allah’ın, kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın da yazsın. Bir de hak kendi üzerinde olan adam söyleyip yazdırsın ve herbiri yazarken Rabbi olan Allah’dan korksun da haktan birşey eksiltmesin. Şayet borçlu bir bunak veya küçük bir çocuk veya söyleyip yazdıramıyacak durumda biri ise velisi doğrusunu söyleyip yazdırsın. Erkeklerinizden hazırda olan iki kişiyi şahit de yapın. Şayet iki tane erkek hazırda yoksa, o zaman doğruluğuna güvendiğiniz şahitlerden bir erkekle iki kadın ki, birisi unutunca, öbürü hatırlatsın, şahitler de çağırıldıklarında kaçınmasınlar; siz yazanlar da az olmuş, çok olmuş, onu vadesine kadar yazmaktan usanmayın. Bu, Allah katında adalete daha uygun olduğu gibi; hem şahitlik için daha sağlam, hem şüpheye düşmemeniz için daha elverişlidir. Meğer ki, aranızda hemen devredeceğiniz bir ticaret olsun, o zaman bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alım satım yaptığınız vakit de yine şahit tutun. Ayrıca ne yazan, ne de şahitlik eden bir zarar görmesin. Eğer onlara zarar verirseniz, o işte mutlaka size dokunacak bir günah olur. Üstelik Allah’dan korkun. Allah size ayrıntılarıyla öğretiyor ve Allah her şeyi bilir.”

 

Şahitte Aranan Genel Şartlar

a – Aklî ehliyet ve büluğ: Şahidin akıllı ve büluğa ermiş olmasının şartı üzerinde ittifak vardır. Deli, sarhoş ve çocuk gibi, aklı başında olmayanların veya aklî yönden mümeyyiz olmayanların sözüne güvenilemeyeceği için şahitlikleri kabul edilmez.

b – Hürriyet: Şahidin hür olması üzerinde ittifak vardır. Kölelerin şahitliği kabul edilmez. Çünkü köle efendisinin tesiri altında olduğu gibi, velâyet hakkı da yoktur. (Bu, şüphesiz köleliğin sürdüğü çağlar için geçerli bir kuraldır.)

c – İslam: İslâm toplumunda şahidin Müslüman olması şarttır. Kâfirin, Müslüman hakkındakı şehadeti kabul edilmez. Çünkü o, Müslüman hakkında yapacağı şahitlikte, kamuoyu nezdinde umumiyetle itham altında olur.

 

d – Şahidin gözünün görmesi şarttır: Şehadet, öncelikle şüphesiz görme işidir. İkinci olarak, bu şart, lehine şahitlik yapılanın tanınması ve şehadet esnasında ona işaret edilmesi gerekebileceğinden dolayıdır. Gözü görmeyen kimse ise, insanları ancak sesinden ayırt edebilir. Bunda ise şüphe söz konusudur. Zira sesler birbirine benzeyebilir. Bazı İslâm alimleri ise, gözle görmenin şart olmadığı vak’alarda âmânın şahitlik yapabileceklerini söylemişlerdir.[1]

e – Şahidin konuşabilir olması şarttır: Dilsizin işareti anlaşılsa bile şehadeti kabul edilmez. İşaret, şehadetlerde muteber değildir. Çünkü şehadet kesin bilgiyi gerektirir. Şehadette de bunun dil ile lafzen apaçık söylenmesi istenir. Bununla beraber, bazı İslâm hukukçuları dilsizin şehadetini kabul etmişlerdir.[2](yazılı ifade)

f – Adalet: Bütün İslâm hukukçuları, şahitlerde adaletin şart olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de “Razı olacağınız şahitlerden …” (Bakara/2:282) ve bir âyette de “Aranızda adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun…” (Talâk/65:2) buyurulmaktadır.

Adalet, lûgatta orta yollu, dengeli, güvenilir olmak demektir. Şer’i ıstılahta ise, büyük günahlardan uzak durup küçük günahlar üzerinde ısrar etmemektir. Hakikatte ise, bütün günahlardan sakınmak şehadetin sıhhati için şarttır. Günahlardan uzak kalmakta ise, çoğunlukla görülen durum dikkate alınır. Çünkü masiyetleri çok olan kimsenin bu durumu şahitliğini de etkiler. Nadiren günah işleyen kimsenin şahitliği kabul edilirse de, büyük günah işleyen ve/veya küçük günahlarda ısrar eden, adaletli olarak görülmemiş ve şahitlik yapamayacağı belirtilmiştir. Adaletin muteber olan sınırı budur. Ta ki, şahitler tam güvenilir olsun ve haklar zayi olmasın.

Hukukta hüküm, tabiî ki zahire göredir. İslâm, günahların araştırılmasını katiyen men eder. Bu bakımdan, hadler ve kısaslar müstesna, karşı taraf tenkit etmedikçe, şahitlerin durumu hakkında soru sorulmaz.

 

g – İtham altında olmamak: İslâm hukukçuları, töhmet altında olma sebebiyle şahitliğin red edileceği hususunda icma etmişlerdir. Töhmette bulunmak ise, lehine şehadet ettiği kimse ile karşılıklı fayda görme veya birbirinden zarar def etme konumunda ve münasebetinde bulunmasıdır. Meselâ, babanın oğlu ve torunu için şehadeti, çocuğun da anne, baba ve büyük baba, büyük anne için şehadeti kabul edilmez.[3]

***

Şehadetin kendinde aranan şartlar ise şunlardır:

1 – Şehadet lafzı: Şahidin şehadet lafzını zikretmesi gerekir. Şayet şahit, “şahidim, şahid olurum” gibi açık şehadet eden lâfızlar yerine, “bilirim” yahut “inanırım” diyecek olursa, o olay hakkında şehadeti kabul edilmez.

 

2 – Şehadetin davaya uygun olması gerekir: Şayet şehadet, iddia edilen şeyden (davadan) farklı olursa kabul edilmez. Ancak davacı, dava ve şehadet arasında bunları uzlaştırmanın mümkün olması halinde, kabul edilebilir.[4]

Şehadetle ilgili burada vermeye çalıştığımız bu kısa malûmat bize, İslâm’da şahitliğin önemli bir müessese olduğunu, üzerinde son derece titizlik ve hassasiyetle durulması gerektiğini açıkça göstermektedir.

***

 

Kadının Şahitliği

 

a – Bir erkek, iki kadın

İslâm hukukunda kadının şehadeti muteberdir. Çünkü kadın da erkek gibi şehadet ehliyeti için gerekli olan zabt ve eda niteliklerine sahiptir. Kadınların şahitliği, bizzat âyet-i kerimede yer almıştır: “Erkeklerinizden iki de şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendilerine güvendiğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda diğerinin ona hatırlatması için iki kadın yeter.”

Her zaman iki erkek şahit bulmak mümkün değildir. Burada İslâm kolaylık sağlamakta ve kadınları da şahitliğe çağırmaktadır.

Âyette öncelikle erkekler şahitliğe çağırılmaktadır. Zira İslâmî bir toplumda, çalışan sınıfı genellikle onlar oluşturur. Bu huzur ve güven toplumunda, günümüzdeki bozuk cemiyetlerde olduğu gibi kadın, çok az bir para karşılığı çalışmak zorunda kalarak, hem kendi sağlığı, hem de toplumun sıhhati açısından, dışarıda çalışmakla vereceği hizmetten çok daha büyük ve önemli bir fonksiyon olarak, istikbali omuzunda taşıyacak evlâtlarını terbiye etme ve yetiştirme gibi çok önemli annelik görevini bırakma mecburiyeti altında tutulmaz.

Dolayısıyla çarşıda, pazarda, vekalet, kefalet ve şehadet gibi mevzularda kadının çok fazla ilgisi ve bilgisi olmayacağından, âyet-i kerime, ilk etapta erkekleri şahitliğe çağırmakta, şayet iki erkek bulunmazsa, “güvenilir bir erkek ve iki kadının şahit olabileceğini” ifade etmektedir.

Âyet-i Kerimede iki kadının şehadette bir erkeğe mukabil sayılması, bu mevzunun onun asıl meselesi olmaması ve psikolojik yapısından kaynaklanan zabt eksikliğidir. Yoksa mesele, kadın ve erkek eşitliğini iddia edenlerin dediği gibi, kadının insan yerine konulup konulmamasıyla, ona değer verilip-verilmemesiyle ve kadın-erkek eşitliği veya eşitsizliğiyle hiçbir ilgisi yoktur.

“Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendilerine güvendiğiniz bir erkek ve biri unuttuğunda diğerinin ona hatırlatması için iki kadın yeter.”

Burada bahsi geçen unutmanın çeşitli sebepleri olabilir.

 

b – Unutmanın Sebepleri

1 – İslâmî bir toplumda kadın, erkeğe nazaran daha az çarşıya-pazara çıkar, başkalarıyla karşılaşır ve muhatap olur. Onun en büyük ve en değerli vasfı, anneliktir. Dolayısıyla İslâm, toplumda iş bölümünde haricî işleri, evin geçimini daha çok erkeklere yüklerken, kadının, belki dıştaki işlerden çok daha önemli olan ve kadın fıtrat ve psikolojisine çok daha uygun düşen, evin düzeni, bakımı ve çocukların terbiyesiyle meşgul olmasını tercih eder. Bu, mutlak bir mecburiyet olmayıp, bir tavsiyedir, bir tercihtir. Dolayısıyla kadın, dışarıda cemiyette cereyan eden hadiselere daha fazla şahit olmaz. Zaman zaman çarşıya–pazara çıksa da, yapılan alış–verişler ve olup biten hadiseler, asıl meselesi olmadığı için onun dikkatini fazla çekmez. Dikkat ettiği şeylerde, bir kere gözüne iliştirdiğinden dolayı unutabilir.

Psikolojik hafıza kanunlarına göre de, insan bir hadise ile ne kadar çok karşılaşırsa hadise, o derece hafızasına yerleşmiş olur. İnsanın, az karşılaştığı, seyrek müşahede ettiği hadiselere dair hafızası zayıftır. Bu türlü hadiseleri sonradan bütün yönleriyle hatırlamak ise daha zordur.

Binaenaleyh, insanlar arasındaki alış verişe ve diğer muamelelere pek az şahit olan kadının, bunlara dair intibaı, duyum ve idrak kabiliyeti, hafızası, pek tabiî ki erkeğe nisbetle zayıf olacaktır. Dolayısıyla şahitlik yapacak bir kadının yanında; hadiseyi az daha olsa gören, bilen bir başka kadının yardımcı olarak istenmesi adaletin tam tecellisi için isabetli bir yoldur. En azından ikinci kadın, birinci kadının unuttuğu şeyleri hatırlatır, ona destek olur, şehadetine güç ve kuvvet kazandırır. Bu şekilde kadın, çok önemli bir şahidlik meselesinde töhmetten de kurtulmuş olur.

İşte Kur’an, bu durumda olan kadına yardımcı bir arkadaş vermiş, diğer taraftan böyle emretmekle adalete ve hakkaniyete verdiği önemi göstermiştir.

2 – Kadın, bütün insanlık tarihin şahit olduğu ve kadın hakları adı altında kadının sokağa en çok çıktığı günümüzde de açıkça görüldüğü üzere, ticari hayata ne erkekler kadar katılır, ne de onlar kadar bu sahada aktif olur. Bugün de, idare gibi ticaret, dünyanın her tarafında çok büyük oranda erkeklerin elindedir. Dolayısıyla, idari meselelerde, askerlik konularında ve daha pek çok sahada olduğu gibi ticari konularda ve anlaşmalar hakkında da kadının bilgisi, tecrübesi, anlayışı, erkeklerinkinden kat kat az ve eksik olabilir. Bu da onun, her halükârda sağlıklı bir şahitlik yapmasına mani olabilir. Bununla birlikte, bu meseleleri de erkeklerden daha iyi anlayan kadınlar da her zaman için bulunabilir. Fakat hukuki ve kamuyu ilgilendiren meselelerde istisnalar değil, genel kurallar nazara alınır. Bugün dünyanın hiçbir yerinde önde gelen ticaret ve iş adamları kadın değildir. Ama iki kadın, birbirine destek vererek ve yardımlaşarak, ticaret veya borç akdinin gerektirdiği şartları daha iyi hatırlar ve yerine getirebilir.

3 – Unutma, aynı zamanda kadının psikolojik durumuyla ilgilidir. Bu, belki ona Allah’ın (c.c.) bir lûtfudur. Ayrıca, kadınların kendilerine mahsus bir halet-i ruhiyyeye sahip oldukları da bir hakikattır.

Bu konuda ruh doktoru, Mazhar Osman şöyle der:

 

“Kadınla erkeğin tabiat farklılığı daha küçük yaşta başlar ve gittikçe artar. Evvelâ, kadının esas mizacı heyecanlılık (emotivite)dir. Bütün kadın psikozlarında bunun izlerine tesadüf olunur. Heyecanın hakim olduğu psikozlar, meselâ, cinnet-i mania-i inhitabiye kadınlarda daha çoktur. Vahşi kavimlerden en yüksek medeni milletlerin kadınlarına, pek asrî terbiye görmüş bir mini mini hanımla, köyde doğup büyümüş bir köy kızına varıncaya kadar kadınların müşterek hisleri, birbirinden farklı olmayan jestleri vardır. Her kadın, ayının yarısını hazırlanma, âdet, âdetten sonra gayri tabilikle, adeta hasta olarak geçirir. Tenasülde erkeğin rolü beş dakikalık bir birleşmeden ibaret ve ondan sonra aşka kayıtsız ve hatta müteneffirken, kadın, aşkın mahsulünü dokuz ay karnında, iki sene göğsünde taşır; hamilelik, doğum ve nifas hallerine ait bir çok ruhi değişiklikler, tabii ve mutad sayılan asabiyetler gösterir. Erkekle kadın nasıl birbirine müsavi olur.? Ruh tıbbında tetkikler ilerledikçe, ruhiyet ve zihniyetler arasındaki farkı daha açık göreceğiz. Kadın heyecanıyla yaşar, erkek muhakeme ile temayüz eder.”[5]

Bugün, kadının erkeğe nazaran, ruhen daha heyecanlı olduğu, hadiseler karşısında daha çok heyecanlandığı psikolojik bir gerçektir.

***

Gutteyman de bu konuda şöyle demektedir :

 

“Kadında idrak, tahayyül, düşünce, isteyiş ve hareket gibi cihetlerin hep umumiyetle heyecanlılığa uygun düşen ve sadece bu zaviyeden anlaşılması mümkün olabilen, karakteristik hususiyetler vardır. Nitekim bu âmil gözetilmeden yapılacak etüdlerde, kadın ruhu, mühim bir kısmı itibarıyla muamma kalır.”[6]

Evet; iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk tutulması, hiçbir zaman kadının, erkeğin yarısı olduğu manâsına anlaşılmaz. Çünkü bu şahitlikte, yani her türlü teminatın bulunmasına önem verilmiş olan hukuki sahada bir icraattır. Bu şahitlik, sanığın ister lehine ister aleyhine olsun fark etmez.

Kadın, tabiî temayyülleri sebebiyle çabuk heyecanlanan ve merhamet tarafı ağır basan, davanın şart ve sebeplerinin tesiri altında kalması mümkün olan bir tabiata sahiptir. Dolayısıyla burada şahitlerden birinde herhangi bir sapma olduğunda, diğerinin ona hatırlatarak, gerçeğin ortaya çıkarılmasını garanti altına alma maksadı vardır. Kimsenin itiraz edemeyeceği ve tamamen insanın dışında, yaratılıştan gelen böyle bir özellik karşısında, “kadın, erkeğe eşit tutulmuyor” diyerek, Kur’an’ı yeltenme, sadece bir inattır, maksatlı bir tutumdur ve daha çok inkârdan veya nifaktan kaynaklanır

Tenkit edilmek bir yana, tam tersine İslâm’ın, heyecanları ve duygusallığı erkeğe nazaran çok daha önde olan kadını, heyecanını daha da artıran hadiselere şahit olması durumunda kendisine yardımcı vererek manevî büyük mesuliyetler altında kalmaktan kurtarması ve toplumda şahitlik müessesesini gerektiği şekilde işletmesi, hem kadın, hem adalet, hem toplum açısından sadece alkışlanacak bir durumdur.

 

c – Kadının Yalnız Başına Şahitliği

İslâm’da daha çok kadının sahasına giren ve başkalarının muttali olamayacağı kadınlığa ait işlerde, tek kadının şahitliği kabul edilir. Zira şahitlikten maksat, gerçeğin ortaya çıkması, zulme meydan verilmemesi ve hakkın zayi olmamasıdır. Yoksa şahidin erkek veya kadın olması asıl mesele değildir.

 

Doğum, bekaret ve kadınlara ait bazı önemli hastalıklar hakkında kadınların şahitliği geçerlidir. Miras alabilmesi için, doğan çocuğun ses verip vermediği mevzuunda yine kadınların şahitliği kabul edilir. Ramazan hilalinin tesbiti hususunda da yine kadınların şehadeti, aynen erkeklerin şehadeti seviyesinde geçerlidir.[7]

 

Erkeklerin ekseriyetle göremeyeceği, bilemeyeceği, bekâret, evlilik, doğum, hayız, süt emzirme ve kadınlara ait hastalıklar hakkında münferit olarak şehadetleri, Maliki, Şafii ve Hanbeli âlimlerine göre de makbuldür.[8]

 

 

**********

 

 

KAYNAKLAR:

[1] Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmi, 6/564.

[2] Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmi, 6/564.

[3] Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmi, 6/568-569; İbn Hümam, Fethul’l-Kadir, 4/52; İbn Abidin, ed-Dürrü’l-Muhtar, 4/405.

[4] Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmi, 6/574.

[5] Bekir Topaloğlu, İslâm’da Kadın, s. 241.

[6] Dikmen, İslâmda Kadın Hakları, s. 204.

[7] Zühayli, el-Fıkhu’l-İslâmi, 6/571

[8] Zühayli, ael-Fıkhu’l-İslâmi, 6/572; Bu mevzudaki hadisler için bakınız; Heysemî, Mecmeu’z-Zevaid, 4/201; Zeylaî, Nasbur’r-Raye, 4 /80-81.

 

M. Kemal’in Sakarya Meydan Muharebesi’nden kaçmak istemesi

 

M. Kemal’in Sakarya Meydan Muharebesi’nden kaçmak istemesi

 

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

 

Dr. Rıza Nur’un hatıratında söz konusu olayın anlatıldığı 863 ve 864’üncü sayfaların fotoğrafı (sayfalar birleştirilmiştir)

***

Moskova ve Lozan antlaşmalarına delege olarak katılan, 14 ciltlik Türk Tarihi’ni yazan, ilk Milli Eğitim Bakanı ve aynı zamanda Sağlık Bakanlığı da yapmış olan Dr. Rıza Nur, M. Kemal’in Sakarya Meydan Muharebesi’nden kaçmak istediğini söylüyor…

Fotoğraf’a bakınız, Dr. Rıza Nur’un hatıratından söz konusu hadiseyi anlattığı sayfanın resmi… Fotoğraf’ı göremeyenler için buraya da biz yazalım:

Dr. Rıza Nur: “Bu Çal Dağı’nın düşmesi bütün ümitlerimizi bitirdi. Yeniden Türk Milleti’nin istikbali, hürriyeti, hayatı tehlikeye düştü, gidiyor. Artık hep ölü haldeyiz. Kimsede can kalmadı. Ağzımızı bıçak açmıyor.

Bunun üzerine Mustafa Kemal orduya geri çekilme emri vermiş. Bu haber de geldi. Mustafa Kemal’in özel hizmetlerinde kullandığı Arnavut yaveri Salih de cepheden geldi. Mustafa Kemal’in eşyalarını topladı. Kaçıyorlar. Mustafa Kemal ata binmiş, sarhoşmuş. Düşmüş, kaburga kemiği de kırılmış.

Meğerse Yunanlar sol cephemizi 10 gündür söktüremedikleri için ümitsizliğe düşüp geri çekilmeye karar vermişler. Ağırlıklarını Sakarya’nın batı cephesine alıyorlarmış. Fevzi Çakmak bunu sezmiş ve Mustafa Kemal’e `Aman geri çekilme! Düşman da geri çekiliyor. Emri geri al.´ demiş. Ne ise Mustafa Kemal geri çekilmeyi durdurdu. İşte Fevzi Çakmak bu vaziyeti kurtardı.”

 

**********

 

KAYNAK: Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım (Paris 1929), Altındağ Yayınları, Istanbul 1967, cild 3, sayfa 863, 864.

 

 

**********

 

 

`K. Çandarlıoğlu´

 

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

*

 

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

.

Hz. Ali (kv) Şeriat ile hükmedilmesini emretti

 

Hz. Ali (kv) Şeriat ile hükmedilmesini emretti

 

Alevilere sesleniyorum… Eğer yolunuz Hz. Ali (kerremallahü vecheh) efendimizin yoluysa, işte size Allah’ın (celle celaluhu) Aslanı’nın sözleri… Aslınıza dönün.

Siz, Ibn Mülcem’i Hz. Ali (kerremallahü vecheh) efendimizin emrettiği gibi kısas mı ederdiniz, yoksa M. Kemal’in kanununa göre, müslümanların vergisiyle beslemek suretiyle, hapse mi atardınız?

***

Ibn Mülcem tarafından yaralanan Hz. Ali (kv) şöyle der:

“Eğer ben bu yaradan ölürsem, bir kılıç darbesi ile kısas yapın ki, kanun-u ilâhî yerini bulsun. Sakın ona beni öldürdüğünden dolayı eza ve cefa etmeyin” buyurmuştur.

Hz. Ali bu yaranın etkisiyle, üç gün sonra, H. 40 yılın ramazan ayının 17. (M. 23 ocak 661) cuma günü vefat etti. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, naaşını yıkadılar, üç parça kefen ile kefenlediler. Cenaze namazını, Hz. Hasan dokuz tekbir (İbnü’l-Esir’e göre, yedi tekbir) ile kıldırdı ve Küfe’de sultan sarayı ile mescid arasında defnettiler ve mezarının yerini belirsiz ettiler. Ertesi günü Hz. Hasan emretti, Abdurrahman b. Mülcem’i (kısas gereği) öldürdüler. Müslümanlar cesedini alarak hasırlara sarıp ateşe verdiler.

 

 

**********

 

 

KAYNAKLAR:

Taberi, (M.839-923), Tarih-i Taberi, cild 3, E.O. Yay., sayfa 214-217.

Ayrıca bakınız: Ibnü’l-Esir (M.1160-1234), El-Kamil, cild 3, B. Yay., sayfa 397- 402.

***

NOT: Hz. Ali (kerremallahü vecheh) kanun-u ilahi yani, Allah’ın (celle celaluhu) hükmü/kanunu ile hükmedilmesini emretmiştir… Laik kemalistlere ne oluyor da Allah’ın (azze ve celle) hükmü yerine, batılıların kul yapımı hükümlerini savunuyorlar?

***

Kısas; sözlükte aynıyla karşılık vermek demektir… Birini öldüren, maktülün ailesi tarafından affedilmediği takdirde, Bakara Suresi’nin 178’inci ayetinde de belirtildiği üzere öldürülür.

Kısas’ın hikmetleri ile ilgili bilgi için Ehl-i Sünnet alimlerinin eserlerine bakılabilir. Ayrıca bakınız;

Kadir Çandarlıoğlu, Belgelerle Gerçek Tarih, kitabı üctetsiz indirebilirsiniz: http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez , sayfa 620.

 

Tarihçi Mehmet Ö. Alkan: Atatürk dini kullandı

 

Tarihçi Mehmet Ö. Alkan: Atatürk dini kullandı

(Ey kemalistler, biz mi uyduruyoruz? Işte size tarihçi)

***

Taraf gazetesinden Neşe Düzel’in İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Tarih Ana Bilim Dalı Başkanı olan tarihçi Mehmet Ö. Alkan ile yaptığı röportajdan:

NEŞE DÜZEL: Birinci Meclis dualarla açılıyor. Atatürk neden Birinci Meclis’i camide dualar ederek açtı?

– MEHMET Ö. ALKAN: Cuma namazından sonra, dualarla açıldı Meclis. Zaten 1925’e dek Mustafa Kemal’in konuşmalarında hep İslam yer alır. Çünkü din, aynı zamanda iktidarı meşrulaştırmanın çok iyi bir aracıdır. Şu unutulmamalı, Mustafa Kemal çok iyi bir siyasetçi. Toplumun Osmanlı’dan beri dinî söyleme çok alışık olduğunu biliyor. Oysa o, Mustafa isminden de hoşlanmıyor.

NEŞE DÜZEL: Neden hoşlanmıyor?

– MEHMET Ö. ALKAN: Peygamber’in ismi de Mustafa aynı zamanda. Muhammed Mustafa (Allahümme salli ala seyyidina Muhammed ve ala ali seyyidina Muhammed)…

Mustafa Kemal’in en erken aktardığı, hepimizin bildiği bir anısı vardır. Öğretmeni, “Senin adın Mustafa, benim adım Mustafa, bundan sonra senin adın Mustafa Kemal olsun” der. Sizce bir öğretmenin verdiği isim kayıtlara nasıl geçer? O, bu ismi, M. Kemal olarak Harbiye’den itibaren kullanmaya başlıyor. Çünkü Mustafa ailesinin verdiği isim. Gazi Paşa ise ikinci kez evlendiği için anneye tepkili. Askerî okulda yatılı okuyor. Ve Milli Mücadele’ye kadar ismini M. Kemal diye kullanıyor. Ama Milli Mücadele’yle birlikte ismini “Mustafa” Kemal olarak kullanmaya başlıyor.

NEŞE DÜZEL: Niye?

– MEHMET Ö. ALKAN: Milli Mücadele’ye İslami bir destek ve meşrulaştırma arandığı çok açık. Milli Mücadele’nin en baştan beri tezi, bunun kısmen dinî bir savaş olduğudur. İlk baştan itibaren, “Biz Hilafet’i, Saltanat’ı ve Başkent’i kurtaracağız” denmiştir.(…)

Gazi Paşa’nın, Milli Mücadele döneminde Mustafa Kemal ismini kullanmasına tekrar dönersek…

Bunu yaparak, toplumun din hassasiyetini dikkate alıyor. Daha sonra nüfus kâğıdında ise “Mustafa ismini atıyor” artık Kemal Atatürk oluyor.

NEŞE DÜZEL: Peki, Atatürk ismini ona kim veriyor?

– MEHMET Ö. ALKAN: Atatürk ismini de kendisi seçiyor. “Ona, Atatürk ismini Meclis verdi” denir. Bu teknik olarak doğrudur ama Çankaya’daki sofraya soyadı Türk atası mı olsun yoksa Atatürk mü olsun önerisini kendisi getiriyor. “Atatürk olsun” diyorlar ve durumdan vazife çıkartılıp bu bir kanun haline getiriliyor.

 

 

**********

 

KAYNAK: Taraf Gazetesi, 16 Kasım 2011.

Kemalistlerin sakat zihniyeti

Kemalistlerin sakat zihniyeti

Falih Rıfkı Atay, M. Kemal Atatürk’ün rejimine “diktatörlük”[1] der ve buna rağmen 1 numaralı Atatürkçü olarak anılır. Hatta bizzat M. Kemal “Bugünkü manzara aşağı-yukarı bir dictature (diktatör) manzarasıdır”[2]der, ama ziyanı yok yine de kendisine adeta tapılır.

Fakat biz bu gerçeği dile getirdiğimiz zaman “Vatan Haini” ilan ediliriz.

***

Doğu Perinçek, M. Kemal’in “Ahiret’i inkar ettiğini”[3] söyleyip bunu kitabında yazar ve kimse ağzını açıp “sen ne diyorsun” diye sormaz.

Ama biz bu gerçeği dile getirdiğimiz vakit hemen küfür edilir.

***

Soner Yalçın, M. Kemal’in yaşadığı Selanik şehri için “Balkanlar’ın Kudüs”ü ve “Sabetayistlerin en kalabalık olduğu şehir”[4] der ve buna rağmen kendisi Ergenekon davası nedeniyle yattığı ceza evinden, kemalistlerce kurtarılmaya çalışılır.

Ancak biz bu bilgiyi kaynağı ile birlikte paylaştığımızda derhal ağız dolusu hakaret işitiriz.

***

Aziz Nesin, “Türkiye’de laiklik sahteciliktir”[5] der, “Atatürk’ü seven müslüman ya ahmaktır ya da sahtekardır” der, lakin her yıl saygıyla anılır.

Ama biz bunu yazdığımız zaman hemen “şikayet edelim” moduna girilir.

***

Can Dündar, M. Kemal’in o meşhur “Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları…” Video’su ile belgesel çeker, ayrıca Milliyet’teki köşesinde “M. Kemal’in müslüman olmadığını”[6] anlatmaya çalışır ama yine de “Entelektüel” muamelesi görür…

Biz bu görüşü ifade ettiğimizde, ne hikmetse hemen “yuh, yazıklar olsun”, “yobaz”, “gerici”, “cahil” sözleri ile horlanırız.

Sakat zihniyet işte…

 

 

**********

 

 

KAYNAKLAR:

[1] Falih Rıfkı Atay, [1961], Çankaya: Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar, Pozitif Yayınları, Istanbul 2004, sayfa 564.

[2] Osman Okyar, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Fethi Okyar’ın Anıları –Atatürk, Okyar ve Çok Partili Hayat-, sayfa 98.

[3] Doğu Perinçek, Atatürk-Din ve Laiklik Üzerine, sayfa 238.

[4] Soner Yalçın, Efendi Beyaz Türklerin Büyük Sırrı, Doğan Kitap 31. baskı, Haziran 2004, sayfa 57.

[5] Cumhuriyet Gazetesi, 30 Nisan 1989.

[6] Can Dündar, Milliyet Gazetesi, Atatürk’ün sansürlenen görüşleri, 30 Ekim 2006.

 

**********

 

Kadir Çandarlıoğlu

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

.

M. Kemal Atatürk Türk Islam Birliği/Hilafet istiyordu” Yalanı

“M. Kemal Atatürk Türk Islam Birliği/Hilafet istiyordu” Yalanı

Son dönemde özellikle belirli bir kesim tarafından sürekli gündemde tutulan “M. Kemal Atatürk, Türk Islam Birliği ve Hilafet istiyordu” şeklinde bir iddia var… Bu iddia gülünç olmaktan öteye gidemez.

Bu iddiaya mesnet teşkil eden delilleri ise Nutuk’ta geçen şu satırlardır:

“Ortaya atılan görüş şuydu: Avrupa’da, Asya’da, Afrika’da ve diğer kıt’alarda yaşayan Müslüman toplumları, gelecekte herhangi bir gün kendi irade ve arzularını kullanacak bir güç ve özgürlüğe kavuşurlar ve o zaman lüzumlu ve yararlı görürlerse, çağın gereklerine uygun birtakım uyuşma ve birleşme noktaları bulabilirler. Şüphesiz, her devletin, her toplumun biribirinden karşılayabileceği ihtiyaçları vardır. Karşılıklı çıkarları olacaktır.

Tasarlanan bu bağımsız İslâm devletlerinin yetkili temsilcileri bir araya gelip bir kongre yaparlar ve «falan ve filân İslâm devletleri arasında şu veya bu ilişkiler kurulmuştur.

Bu ortak ilişkileri korumak ve bu ilişkilerin gerektirdiği şartlar içinde birlikte hareket sağlamak için, bütün İslâm devletlerinin temsilcilerinden kurulu bir meclis oluşturulacaktır.

Birleşmiş olan İslâm devletleri bu meclisin başkanı tarafından temsil edilecektir» derlerse ve isterlerse, işte o zaman, o «birleşik İslâm devletine hilâfet ve ortak meclisin başkanlığına seçilecek zata da halife ünvanını verirler.”

***

Bu satırları okuduğumuz zaman, “evet M. Kemal Hilafet’e göz kırpmıştır” denilebilir. Fakat bu satırlar Nutuk’tan cımbızlanmıştır. Bu sözlerin yer aldığı sayfanın hemen bir önceki paragrafına bakın ve tablonun nasıl değiştiğini kendi gözlerinizle görün:

“Türkiye’ye musallat olmamak şartıyla, hilâfetçileri ve Panislâmizm taraftarlarını memnun etmek için, bu tasavvur ve tahayyül bir dereceye kadar bizde de tasvir edilmişti.”[1]

***

Işte bu cümleden “sonra” yukarıda iddia sahiplerinin cımbızladığı sözler geliyor. Açıkça görülüyorki, M. Kemal “Türkiye’ye musallat olmamak şartıyla” diye söze başlamış ve Türkiye’yi bu oluşumun içinde düşünmediğini gayet anlaşılır bir dille beyan etmiştir.

Üstelik bu fikir batılılara aittir ve M. Kemal’in de ifade ettiği gibi Hilafetçileri “memnun” etmek gayesi taşımaktadır, dolayısıyla kurgulanmış “yapay” bir Hilafet kurumu söz konusu. Batı’nın her emrine “evet, derhal” diyen kukla bir Hilafet kurumu…

M. Kemal’in gerçek manada bir Hilafet’ten yana olduğu katiyyen söylenemez. Türk Islam Birliği istediği yönündeki iddia da asılsızdır… Zira M. Kemal Inkılâp’larını dini izole etmek için yapmıştır ve bunu da kendisi şöyle ifade etmektedir:

“Türk inkılâbı, kelimenin ilk anda akla getirdiği ihtilâl anlamından başka, ondan daha geniş bir değişmeyi anlatır. Bugünkü devletimizin şekli, yüzyıllardan beri gelen eski şekilleri ortadan kaldıran en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmek için efradı arasında düşündüğü müşterek bağ, yüzyıllardan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştirmiş, <<yani ulus, din ve mezhep bağı yerine kişilerini Türk milliyetçiliği etrafında toplamıştır.>> Türk milleti, milletlerarası genel savaş alanında hayat ve kuvvet sırrı olacak ilim ve vasıtanın, ancak çağdaş uygarlıkta bulunabileceğini değişmez bir gerçek olarak kabul etmiştir. İnkılâpların normal ve zorunlu gereği olarak genel yönetiminin ve bütün kanunlarının ancak dünyevî ihtiyaçlardan ilham alınarak yapılmasını bir hayat şartı saymıştır.”[2]

Burada iki önemli nokta var…

Birincisi, M. Kemal inkılâbı; “din ve mezhep bağı yerine kişilerini Türk milliyetçiliği etrafında toplamak” şeklinde tanımlamaktadır.

Ikincisi; “genel yönetiminin ve bütün kanunlarının ancak dünyevî ihtiyaçlardan ilham alınarak yapılmasını bir hayat şartı saymıştır.” diyerek, Allah’ın (celle celaluhu) Kur’an’daki kanunları yerine, kul yapımı kanunları tercih etmiştir.

Bunun anlamı, “Cenab-ı Hakk’ın kanunlarını beğenmemek”ten başka ne olabilir??

Oysa Islam Birliği nedir??

Müslümanların Kur’an ve Sünnet etrafında birleşerek, Allah’ın (azze ve celle) emrettiği kanunları hayata geçiren bir idare oluşturmaktır.

Uzun lafın kısası, M. Kemal Hilafet veya Türk Islam Birliği taraftarı değildi.

Hatta Hilafet makamının gereksiz, anlamsız, yalnızca zarar ve yıkım getiren bir makam olduğunu söylemiştir.[3]

Üstelik: “Tarihimizin en mutlu dönemi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır”[4] diyecek kadar Hilafet’e karşıydı.

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] M. Kemal Atatürk, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, 9. Baskı, Milli Eğitim Basımevi, Istanbul 1969, cild 2, sayfa 713. (Bölüm 14: Lozan Barış Konferansı ve Saltanatın Kaldırılmasına İlişkin Gelişmeler, Hilafet Meselesi. Konu 24: Hilafet Konusunda Halkın Şüphe ve Endişesini Gidermek İçin Yaptığım Açıklamalar.)

[2] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cild 2, sayfa 240.

Ayrıca bakınız; Behçet Kemal Çağlar, Bugünün Diliyle Atatürk’ün Söylevleri, Türk Dil Kurumu Yayını, Ankara 1968, sayfa 159.

 Milli Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçler, Ankara, 1946, sayfa 5.

[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay. 1959, sayfa 173-182.

[4] (1923) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, cild 3, Ankara 1961, sayfa 69.

 

.

Kaynaklarla M. Kemal Atatürk’ün dehşet verici ölümü

Kaynaklarla M. Kemal Atatürk’ün dehşet verici ölümü

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Karnından Tenekelerle Su Çıkarılmasına Rağmen Izdırabı Dinmiyordu

Prof. Dr. Fissinger, Prof. Marcchionini, Ord. Prof. Dr. Erich Frank, Prof. Bergmann, Dr. Eppinger, Dr. Chabrol, Dr. Chiray gibi dünya çapındaki doktorların ve Türkiye’deki en meşhur mütehassısların(uzmanların) bütün ihtimamlarına(özenlerine), çırpınmalarına, didinmelerine rağmen M. Kemal’in hastalığı bir türlü iyileşmemiş, aksine gittikçe daha da ağırlaşmaya başlamıştı. Bilhassa 1937 ve 1938 yıllarında hastalığı daha da şiddetlenmişti.

M. Kemal 20 yaşlarında iken “Bel soğukluğu” hastalığına yakalanmış, bu hastalık sonraki yıllarda zaman zaman nüksetmişti. Derne’de iken de şiddetli bir göz iltihabı geçirmiş, bu hastalık nedeniyle bir gözünde şaşılık kalmıştı. Daha sonraki yıllarda da böbrek ve kalb rahatsızlığı geçirmişti, ama bu defaki hastalık hiçbirisine benzemiyordu. Doktorlar ne yapsa ızdırabı dinmiyor, bilakis günden güne artıyordu.

***

Hastalığın seyri

M. Kemal’in “son anlarına dâir zengin bilgi kaynakları ne yazıkki “sansüre” tâbi tutulmuştur. Prof. Şehsuvaroğlu, 1923’ten son dakikasına kadar kendisine özel hekimlik eden Ord. Prof. Dr. Neş’et Ömer İrdelp’in hatıra bırakabileceği ihtimalinin tek parti devrinin idarecilerini telaşlandırdığını yazmaktadır. Prof. İrdelp bir defasında yurt dışına çıkarken Cumhurbaşkanı İsmet İnönü kendisine şöyle demiştir:”Güle güle git! Fakat senden bir ricam var, katiyyen hatıratını yazma!”

Bunun üzerine Neş’et Ömer Bey, “Hiç niyetim yok” cevabını vermiştir, ama o devirde iktidarı ellerinde bulunduranlar bu cevaptan tatmin olmamış olacaklar ki 1949-50 senelerinde bir hırsızlık süsü verilerek M. Kemal’in özel doktorunun evleri aranmış ve böyle bir hatırat olup olmadığı araştırılmıştır.

M. Kemal’in son anlarında konsultan hekimlerinden Dr. Mehmet Kâmil Berk’in tuttuğu hatıralar da Prof. Neşet Ömer tarafından elinden alınmış, daha sonra bu defter de sırra kadem basmıştır.

İşte bu bakımdandır ki M. Kemal’in son demleriyle ilgili bilgi kaynakları sınırlıdır. Biz bu kaynakların en sağlıklısı olan Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu’nun eserinden faydalanarak bu mühim devreye ışık tutmaya çalışacağız.

Yazının sonunda kaynağını yazdığımız “Atatürk’ün Sağlık Hayatı” isimli kitabın mevzuumuzu ilgilendiren kısımlarına göz gezdirelim:

1937 senesinde M. Kemal’in en çok şikayetçi olduğu rahatsızlık, vücudunun muhtelif yerlerindeki, bilhassa ayaklarındaki kaşıntıdır. 1937 Ekim’inde bu kaşıntıların müsebbibinin Çankaya köşkündeki “et yiyen cinsinden küçük kırmızı karıncalar” olduğu söylenince, bu defa âdeta bir seferberlik ilan edildi. Genelkurmay zehirli gaz uzmanı Nuri Refet Korur’un tavsiyesi ile köşkün “Cyclon B” denen siyanidrik asit gazıyla dezenfekte edilmesi kararlaştırıldı. Bu zehirli gaz gemilerde farelere karşı da kullanılmaktaydı. Bu bakımdan Yavuz gemisinden uzman bir ekip getirtildi. 7 Şubat 1938 günü işe girişilerek, köşkün bütün pencere ve kapıları zamklı bez ve kağıtlarla kapatılarak gaz geçirmez bir hale getirildi. 48 saat müddetle köşk yoğun bir gaz altında tutuldu.

Bütün bu faaliyetlerden sonra köşk kırmızı karıncalardan temizlendi ama M. Kemal’in kaşıntıları yine geçmedi. Bunun üzerine yurt dışından doktorlar getirtildi. O sırada M. Kemal’in karnı da çok miktarda su toplanmaya ve bu su şiddetli rahatsızlık vermeye başlamıştı. Doktorlar yaptıkları muayene neticesinde hastalığa teşhis koymuşlardı. Bütün belirtiler, hastalığın “Siroz” olduğunu ortaya koyuyordu. M. Kemal o zamana kadar her gece yaklaşık bir litre rakı içmekteydi. Doktorlara göre hastalığın âmili bu alışkanlıktı.Doktorlar hastanın karaciğerinin artık vazifesini yapmadığını, zehirlenmenin başladığım, vücuttaki yağların tamamen eridiğini, şimdi de etlerin erimekte “olduğunu söylüyordu.

***

12 litre su

Ağustos 1938’de hastalık iyice artmış, karında çok miktarda su toplanmıştı. Bu yüzden M. Kemal ızdırap içerisindeydi. Sonunda bu suyun alınmasına karar verildi. Prof. Mim Kemal Öke 7 Eylül 1938’de M. Kemal’in karnında toplanan suyu şırınga ile aldı. Karından 12 litre su çıkmıştı.

Ne var ki bu müdahaleden birkaç gün sonra karında tekrar şu toplandı. Bunun üzerine 22 Eylül 1938’de yine Prof. Öke karındaki suyu aldı. Bu defa da yaklaşık 12 litre kadar mayi çıktı.

Bu gibi çalışmalara, bütün bakım, tedavi ve ihtimamlara rağmen rahatsızlık günden güne şiddetleniyor, karında yine su birikiyordu.

Ekim başlarından itibarenki gelişmeleri Prof. Şehsuvaroğlu’nun kaleminden takip edelim:

“(13 Ekim ’38’de yine karından su alındı.) Çekilen su şişelere boşaldıkça M. Kemal:
‘”Bu kadar su aşağı yukan bir gaz tenekesi doldurur. Karın içinde taşınabilir mi?’ diye sordu.

“On buçuk litre dolayında su boşaltılmıştı. Su alınması sona erince M. Kemal:
‘”Oh… Çok rahat ettim. Şimdi bana bir sigara ile bir kahve verin’ dedi.”

“16 Ekim 1938 Pazar: Dr. Neş’et Ömer İrdelp M. Kemal’in geçen geceden beri bozulduğunu ve yine bundan evvel olduğu gibi tenebbüh (üstün uyarlılık) arazı, fikirlerde confusion (kanşıklık) ve hareketlerinde gayri tabiilik meydana geldiğini anlattı. Gece sıkıntılı ve uykusuz geçmiş. Bazan hiddet ve şiddet göstermiş. Sabah yatağından defi hacet (büyük abdest) için bidet (bide-alafranga oturak)ye binmiş. Arkaya doğru yatak tarafına düşmüş. Lâkin kendini bilmiyormuş. Günü agitation (ajitasyon çırpınma) ile geçirmiş. Yatakta çırpınıyormuş; bağırmış, hiddet etmiş. Birkaç defa kusmuş. Nihayet saat 18.50’de kendisinden tamamıyle geçmiş.

“Bir gün evvel 40 dakika kadar bayanlarla görüşmüş ve diğer bazı zevatı kabul etmiş. Şüphesiz yorulmuştur. Odasına girdik. Yatakta yatıyor, kendini hiç bilmiyordu. Mütemadiyen bilhassa sağ bacağını çekiyor. Kollarını oynatıyor, başının vaziyetini değiştiriyordu. Gözleri açık, bakış mânâsız idi, bazen: ‘Off!…’ diyordu.”

***

“Aman dil”

“Bu günler için Dr. İ. A. Özkaya da şöyle diyor: “’16 Ekim pazar günü saat: 14.30’u gösterirken Prof. Dr. Neş’et Ömer İrdelp ile Prof. Dr. M. Kemal öke, M. Kemal’in yattığı odanın koridorunda bazı ilaçları hazırlamaktaydılar. M. Kemal yatağında oturmuş devamlı olarak öğürüyordu. Bir taraftan da: ‘”Bırak, bırak…’ diye bağırıyordu.

“Etrafındakiler kendisini yatırmak istedilerse de o buna karşı geldi. Bu yüzden gerekli görülen ilaçların enjeksiyonu otururken yapıldı. ‘Bırak, bırak… Çabuk…’ gibi kelimeleri ardı sıra tekrarlıyordu. Bir ara ağzından az miktarda sarı renkte sıvı geldi. Küçük buz parçalan yutturuldu. Aradan bir müddet geçince öğürtü kesildi. Bundan sonra M. Kemal:

***

‘”Beni kaldırınız’ dedi

“Oysa yatırınız demek istemişti. Böyle olduğu anlaşılınca yatırıldı.
Bu sırada baş ucuna yaklaşan Hasan Rıza Soyak’ın:
‘”Buz iyi geldi mi efendim?” sorusuna:
“‘Evet’ cevabını verdikten sonra kendisini kaybetti. Komaya girmişti. Sık sık başını iki tarafa çeviriyordu. Bir yandan da ‘aman’ kelimesini uzatarak:
‘”Aman dil, aman’ diye söylenmeye başladı.”

“18 Ekim Salı sabah saat 10.30’dan başlamak üzere sık olarak ‘Aman dil, aman dil, bu geceden efendim’ sözlerini tekrarladı. 17.30’dan itibaren 65 dakika süre ile uyudu. 17.37’de bol idrar dolayısı ile yatağı değiştirildi. 19.45’te aynı hal tekrarlandı.

“19 Ekim: çamaşırları, bu arada yatmakta olduğu büyük karyola çarşaflan ile birlikte küçük bir karyolayla değiştirildi. Saat 15.30’da kendisinden istenilen hareketleri yapabildiği dikkatleri çekti. Örneğin söylendiğinde dilini gösterdi. Vakit vakit uyukluyor ve etrafı ile ilgileniyordu. Saat 17.00’de kendiliğinden şişeyi isteyerek idrarını yaptı.”

“21 Ekim: M. Kemal gözlertni açtı ve karşısında o anda yanında olan Başsofracısı İbrahim Ergüven’i gördü ve ona:
‘”İbrahim, sen burada mısın? Bu yatağı ne zaman değiştirdiniz?’ diye sordu.

“İbrahim Ergüven, bazı durumlardan dolayı yatağı sık sık değiştirdiklerini, bir defasında da dört kişinin yardımı ile kendisinin bir battaniyenin üzerinde başka bir yatağa alındığını, bu sırada üzerine çıkılan karyolanın kırıldığını ve şimdiki ile değiştirildiğini anlattı.”

“7 Kasım 1938 Pazartesi: Bu günün ilk dakikalarında Atatürk arka üstü yatarken, bir ara tükürdü ve tükürüğünde kan dikkati çekti. Çok sıkıntı içindeydi. Arada bir öksürüyordu. Gece, aralıklı olarak bir saat uyudu. El ve ayaklarında farkına varılan soğukluk oğuşturularak giderilmeye çalışıldı.

“Aynı günün sabahı saat 10.30’da doktorlar yanına geldiler. Karnında toplanan sudan o kadar rahatsız olmaktaydı ki bunun mutlaka alınmasını istedi.

“M. Kemal o gün öğleden evvel Dr. Nihat Reşat Belger’i çağırdı ve ona:
“‘Doktor, karnımdaki bu suyu çekmek zamanı geldi. Çünkü, bu mayi benim nefesime dokunuyor. Soluk almamı güçleştiriyor. Bunu çekip alın’ dedi.

“Dr. Nihat Reşat Belger’in:
“‘Emr-i devletinizi yarın ifa ederiz. Çünkü malum-u devletiniz üzere su çekilmeden önce kalbi takviye edecek tedbirler almak zarureti vardır,” demesi üzerine M. Kemal:
‘”Emrediyorum. Bunu bugün çekin’ diye çıkıştı.
“Vakit öğleye yaklaşmıştı. M. Kemal başta özel doktoru Prof. Dr. Neş’et Ömer İrdelp’le diğer doktorları yanına çağırttı ve:
‘”Ben çok muzdaribim, hemen suyu alın! diyerek isteğini tekrarladı.

“Prof. Dr. Neş’et Ömer İrdelp:
‘”Efendimiz, yarın yapılacak, herşey hazırlanıyor’ diye cevap verdi.”
Atatürk:'”Bugünle yarın arasında ne fark var? Hemen yapınız’ diye direndi.

“İlk ponksiyonu yapmış olan Prof. Dr. M. Kemal Öke’nin halen Gülhane’de (Askerî Tıp Akademisi) ders vermesi dolayısı ile sarayda bulunmadığı, ertesi güne ertelenmesi gerektiği anlatıldı ise de o:

“‘İşte Dr. Kâmil (Berk) Bey var, zaten bu işi en iyi beceren de o imiş, o yapsın’ dedi.
“Bu direniş karşısında doktorlar yanından ayrıldılar. Doktorların dışarı çıkmalarıyla beraber M. Kemal’in kaşları çatıldı ve sesi de hiddetlendi:

‘”Niçin tereddüt ediyorlar? Olacak olur’ dedikten sonra karnını göstererek, ‘Bu insupportable (dayanılmazdır) diye ekledi.

“Hazırlığını tamamlayan Dr. Kâmil Berk saat 12.00’de ponksiyona başladı. M. Kemal karnındaki bütün suyun alınmasını istedi ve boşaldıkça ne kadar su çıktığını soruyordu. Çekilen su miktarı litre hesabı olarak Dr. Nihat Reşat Belger tarafından izlenmekteydi. Gerçekte altı litre su alındığı halde Atatürk’e bunun iki katı söylendi.

“Bu ikinci su alınmasından sonra M. Kemal epeyce rahatladı ve canı enginar yemeği istedi. Fakat bu sebze o zaman İstanbul’da bulunmadığından Hatay’a ısmarlandı. Enginar geldiğinde durumu ağırlaşmıştı ve yemesi kısmet olmadı.”

“8 Kasım 1938: Gece fena geçti, derin confusion mentale (düşüncede, aklî çalışmalarda karışıklık) var. Bu sabah daha açıktır. Saat: 18.00’de iki defa kay etti. Akşama doğru yine dimağî teşevvüşler oldu ve geceye doğru fazlalaştı.

“‘Beni gezdir’ diyor, sonra:
‘”Beni sağ tarafıma yatır’ diyor, ‘ört, ört!’ diye emrediyor. Bay Rıdvan çıkmak istiyor.
“‘Nereye gidiyorsun? Of beni kaldır, belki birşey olur’ diyor. Yatırılıyor, uykuya dalıyor. 6.00’da uyanıyor. Süt veriliyor.

‘”Denizde bir motor sesi var. Bu nedir?’ diye soruyor ve tekrar uyuyor.

***

“7.40’da:
“‘Rıdvan!’ diye çağırıyor. Bir şey ister gibi bir jest yapıyor. Lâkin istediğini ifade edemiyor. Nihayet çay istiyor. Ördek getirtiyor. İdrar ediyor. O esnada:

‘”Beni kaldır’ diye ısrar ediyor.
‘”ördek var’ deniliyor.
‘”Of! Of! diyor. Bir şey söylemek istiyor. Lâkin kelimeleri bulamıyor.”
“9 Kasım 1938 : Gece, M. Kemal tekrar komaya girdi. Adalî secousse (sekus)lar (sıçramalar) var. Akşama doğru traşe (nefes borusu) ralleri (dolgunluk sesleri) başladı. Serum şırıngaları. Agoni (can çekişme). İdrar 560 (cm3).

“10 Kasım 1938: Ehval-i umumiye(genel durum) fenadır. Koma devam ediyor. Agoni raileri var. Saat 0.05’te sonda ile 140 cc.lük idrar boşaltıldı. Saat 2.00’de yarım balon oksijen verildi.

“Saat 8.00’i geçerken M. Kemal’in yüzü daha da soldu: sapsarı oldu ve birden gırtlağından ‘Hi… Hi… Hi…” diye sesler çıkmaya başladı. Bu sırada oradaki doktorlardan Kâmil Berk gözleri yaşlı ve bir eli karyolaya dayalı olarak, diğer elindeki ıslatılmış pamukla M. Kemal’in ağzına su verme çabasında… üzüntüleri solgun yüzlerinden okunan Prof. Dr. Süreyya Hidayet Serter ile Dr. Abravaya Marmaralı, tabanla ilgili refleksleri kontrol etmekteler.

“Saat 9.05 M. Kemal birden gözlerini açtı, başını sert bir hareketle sağ tarafa çevirdikten sonra tekrar önceki durumuna getirdi… Ve son nefesini verdi.”

“M. Kemal’in Sağlık Hayatı” isimli kitapta M. Kemal’in son anları bu şekilde naklediliyor. Prof. Bedii Şehsuvaroğlu’nun bu eseri bir araştırma ürünüdür. Şüphesiz M. Kemal’in yakınında bulunan doktorlar ve şahıslar hatıralarını nakletselerdi, yahut yazılmış hatıralar neşrolsaydı bu hususta daha geniş ve daha teferruatlı bilgi edinilecektir.

 

**********

 

KAYNAKLAR:

Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu, Atatürk’ün Sağlık Hayatı, Hürriyet Yayınları İstanbul 1981, sayfa 6, 8, 28, 30, 68, 86, 87, 88, 93, 95.

Burhan Bozgeyik, Meşhurların son Anları, Türdav Yayınları, 2. baskı.

 

.

Sultan Vahidüddin (rh.a.) : “M. Kemal bize ihanet etti”

Sultan Vahidüddin (rh.a.) : “M. Kemal bize ihanet etti”

Murad Bardakçı’nın eserinden sadeleştirerek veriyoruz:

“Mütâlalarından ortaya çıkacağı gibi, Mütareke (ateşkes) günlerinde (1918) I. Cihan Harbinin neticelerinden sorumlu olan suçlulardan (Devleti harbe sokan Ittihâdcıları kasdetmektedir) bana miras kalan ve biribirini takip eden musibetlere karşı, sadece ve sadece şahsımı siper eyledim. Aslında bir taraftan tehlikeli bir yerde kalan hilafet merkezinde savaştan galip çıkan itilaf devletleri ile yüz yüze olmak ve onlar tarafından sıygaya çekilmek ve diğer taraftan Anadolu’yu istila eden Yunanlılara mukabele için mümkün ve mahrem vasıtalarla Anadolu’ya memur eylediğimiz yaverlerimizden M. Kemal’in ihaneti ve bize karşı takındığı isyankar tavrı karşısında kalmıştım.

Bununla beraber aziz vatanımın menfaatleri için Kuvayı Milliye’nin sonradan şekil ve mahiyetinin değişeceği hususunda bende meydana gelen fikir ve kanaatlerime rağmen, yine fedakârlık mesleğini tercih ve takip eyledim. Sırf bu sebep ve hikmet ile, milli davalara itaatkar kabineleri iktidara getirdim ve senelerce Kuvayi Milliye’yi takviye ettim ve gelişmesi için çalıştım..(En sonunda bana ve milletime ihanet için cephe alacaklarından emin olduğum halde, vatanın kurtuluşu için yine de M. Kemal ve arkadaşlarına destek verdim demek isteniyor.)

Anadolu Zaferinin ne gibi tehlikeli şartlar altında tarafımızdan hazırlandığını gösteren belgeler ile Anayasa gereği saltanat makamının korunacağını tasvir eden diğer mühim evrak tesbit edilerek derlenmiş olduğundan, bunların dahi zamanı gelince umumi efkâra (kamu oyuna) açıklanarak, Islam’ın hizmetkarı veyahut yıkıcısı olanların teşhir ve tayin edileceğini temin eylerim”.

mustafa kemal bize ihanet etti vahdettin vahidettin

Sultan Vahidüddin’in, M. Kemal’i “ihanetle” suçladığını gösteren belge

 

**********

 

KAYNAK:

Murad Bardakçı, Şahbaba, Osmanoğullarının Son Hükümdarı VI. Mehmed Vahidüddin Han’ın Hayatı, Hatıraları ve Özel Mektupları, Istanbul 1998, sayfa 413, 416.

 

Kürtaj konusunda; “Bizim bedenimiz bizim kararımız” diyenlere cevap

Kürtaj konusunda; “Bizim bedenimiz bizim kararımız” diyenlere cevap

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Kürtaj konusunda; “Bizim bedenimiz bizim kararımız” diyenlere cevap: “Iskilipli Atıf hocanın başı onun kararı olmadı”

***

Kürtaj konusunda; “Bizim bedenimiz bizim kararımız” diyenlere cevap: “Onların başörtüsü onların kararı olmadı.”

***

Kürtaj konusunda; “Bizim bedenimiz bizim kararımız” diyenlere cevap: “Bizim Ayasofyamız bizim kararımız olmadı.”

***

Kürtaj konusunda; “Bizim bedenimiz bizim kararımız” diyenlere cevap: “Bizim Camilerimiz bizim kararımız olmadı.”

***

Kürtaj konusunda; “Bizim bedenimiz bizim kararımız” diyenlere cevap: “Bizim ibadet yerimiz bizim kararımız olmadı.”

***

Kürtaj konusunda; “Bizim bedenimiz bizim kararımız” diyenlere cevap: “Bizim Ezanımız bizim kararımız olmadı.”

 

***

 

Bizi kırmayıp fotoğrafları hazırlayan “Emre S.” kardeşimize teşekkürler

 

Tek Partili Rejim döneminde “Irtica” ile ilgili Gazete Haberi

Tek Partili Rejim döneminde “Irtica” ile ilgili Gazete Haberi

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

naksibendi-din-islam-irtica-kemalizm-chp-kemal-atatc3bcrk-tanin-gazetesi-yilan

6 Kasım 1947 tarihinde, yani tek parti rejiminin iktidarı CHP döneminde yayınlanan “Tanin” gazetesinin manşeti;

“IRTICA YILANI UYANIYOR”.

Neymiş bu irtica okuyalım… Haber şöyle:

“Şafi ve Nakşi(bendi) aşiretlerin bölgelerindeki hocalar şimdiden takkelerle geziyor ve hususi höcrelerde vatan çocuklarını arapça (Kur’an/din ilimleri) okutup Cumhuriyet aleyhinde zehirliyorlarmış.”

***

Gördüğünüz gibi bu ülkede Kur’an okutmak ve takke giymek irtica sayılıyor. Bu zorbalığı komünist Rusya yapmış mıdır acaba?

“Yunanlılara esir olsaydık müslüman olmazdık” diyenler bu haberi defalarca okusun. Yunanistan’daki okullarda müslümanlara Kur’an dersi veriliyordu… Fakat bizde okul dışında bile yasaktı.

Üstelik “Takke” giymek bile yasaktı… Ya hu, insanın ne giyeceğine karışan bir rejim “Cumhuriyet” olabilir mi?

Böyle bir yobazlık dünyanın neresinde görülmüş?

 

**********

 

KAYNAK: Tanin Gazetesi, 6 Kasım 1947.

 

Kurtlar Vadisi’ndeki Elif ve biz…

Kurtlar Vadisi’ndeki Elif ve biz…

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Bizim durumumuz “Kurtlar Vadisi Pusu” dizisinde Polat Alemdar’ın kızını oynayan “Eli” veya gerçek ismiyle “Elif”in durumu gibi…

Bizi aslımızdan, müslümanlığımızdan uzaklaştırıp, batılı ve kafir yapmak istiyorlardı.

Üstelik sinsice…

Babamız (ATA’mız) olmayan birisini; Babamız (ATA’mız) diye yutturdular bize. Bize ait olmayan bir düzeni, bizim düzenimizmiş gibi bu “sahte Baba” (ATA) eliyle kabul ettirdiler.

Gerçek Atalarımızı ve düzenimizi unutturdular…

Fakat şimdi Allah-u Teala’nın izniyle aslımıza, düzenimize, müslümanlığımıza ve şanlı ceddimizin yoluna geri dönüyoruz.

Bu davaya hizmet, bütün müslümanların görevidir. Allah-u Teala yardımcımız olsun.

**********

KAYNAK:

Kadir Çandarlıoğlu, Belgelerle Gerçek Tarih, kitabı üctetsiz indirebilirsiniz: http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez , sayfa 567.

 

**********

 

Kadir Çandarlıoğlu

 

**********

 

“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:

http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez

*

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com

*

.

Irfan Orga’nın ağzından M. Kemal Atatürk’ün yaptıkları

Irfan Orga’nın ağzından M. Kemal Atatürk’ün yaptıkları

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Irfan Orga:

“Ülkenin her yanında fevkalade yetkili mahkemeler (Istiklal Mahkemeleri) kurdu. Bu mahkemeler, isyancıları öncekinden daha çok harekete sevketti. Halkın içinde mukavemet ruhunu körükleyen ve din duygularını ayakta tutan din adamlarından pek çok kimse idam edildi. Kurulan askeri mahkemeler, hiçbir sekilde müsamaha göstermiyor, acıma ve yumuşama nedir bilmiyordu.

M. Kemal böylelikle bütün planlarını uyguladı. Bu hususta hiç bir vasıtayı elden bırakmadı. Inkilaplarla alay edenleri bile idam ettirmekten çekinmedi. Böylece bir çok suçlu ve suçsuz kimse cezalandırılmış oldu. Halkın iradesini hiçe sayarak inkilapların yerleşmesi için ağır metodları uygulamaktan geri kalmadı.”

**********

 

KAYNAK: Irfan Orga, Atatürk, sayfa 265.

ALINTI: Islamska Zaednica Forum.

 

.

Kemalistin dilinden Kamalizm Dini

Kemalistin dilinden Kamalizm Dini

*

Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız

Söz konusu kitabın kapağı

***

(Ne olur ne olmaz, okuduktan sonra Kelime-i Şehadet getirip imanınızı tazeleyin. Inşaallah “Müslümanım ama Atatürkçüyüm” diyen kardeşlerimiz de gerçekleri görürler.)

Mehmed Şeref Aykut’un 1936 yılında yayınlanan “Kamalizm” adındaki kitabından birkaç alıntı:

“Kamalizm, bir dindir ki, onun en büyük ve ana sıfatlarından birisi de devrimci olmasıdır.”[1]

“Kamalizm Dini’nin devletçiliği.”[2]

“Kamalizm ise, tam bir erişliğin bütün istediklerini toplayarak ulusu amacına yönleten bir din olmasına göre ne savsacı bir siyasa, ne oportun gündelik bir yönetge gütmez ve güttürmez.”[3]

“Biz, Kamalizm’in inanlı tapkanları (tapıcıları veya müminleri demek istiyor galiba.), şunu çok iyi anlamak kadar inanmak gerekliğini gönlümüzde taşımalıyız ki Türk tarihini Atatürk’e gelinceye kadar kimse içinden eleyerek onun büyük ulusa yüksek bir terbiye kaynağı olduğunu anlayamamıştır.”[4]

Ortaya yeni bir din çıkmış olur da onun bir kitabı olmaz mı? Onu da Şeref Aykut açıklasın;

“Işte bu tarihtir ki, bugün kutsal bir kitap gibi önümüze açılarak, yüce partimizin korucusu Atatürk’ün parti prensiplerini kavrayan şimdi çözelemeğe çalıştığım mushafını yapıyor.”[5]

“Gençlik, Türklüğün dayangacı ve geleceğin biricik umududur. Gençlikte yaşayacak olan her şeyden ve hatta en yüksek uzmanlığa kadar varan bilgiden, bilginlikten önce yalnız, yalnız ülkü ve kültürdür (Islam yok). Işte bize böyle bir gençlik gerektir. Gençlik ruhunun ihtiyacını yerine getirmek. Onun inanını doldurmak, vicdanını doldurmak ister. Bu sebepledir ki, onu Kamalizm dininin hiç şaşmayan, şaşırmayan orunçlu ve coşkun tapkanı (“mümini” anlamında galiba) yapmak, ona bu kutsal, ulusal ve kurtarıcı dini olanca derinliği ve inceliği ile oydamlamak ister… Ta ki, Kamalizm dinine inanı artsın. Işte disiplin altında gençlik böyle olacaktır. Parti, bunu amaçlamış, hazırlamıştır.”[6]

 

**********

 

KAYNAKLAR:

[1] M. Şeref Aykut, Kamalizm, Istanbul 1936, sayfa 15

[2] M. Şeref Aykut, Kamalizm, Istanbul 1936, sayfa 32.

[3] M. Şeref Aykut, Kamalizm, Istanbul 1936, sayfa 17.

[4] M. Şeref Aykut, Kamalizm, Istanbul 1936, sayfa 33.

[5] M. Şeref Aykut, Kamalizm, Istanbul 1936, sayfa 33.

[6] M. Şeref Aykut, Kamalizm, Istanbul 1936, sayfa 79.

 

**********