Hz İsa nereden geldi, yaşıyor mu, tekrar gelecek mi?

Hz. İsa Nereden geldi?


Hz. İsa ve Hz. Meryem ile ilgili önemli olaylara günümüzün teknoloji ve bilimsel düzeyiyle farklı bakış açıları ile bakmak artık mümkün. Daha 20 yıl önce bir bakirenin ilişkisiz hamile kalması aklın kabul edemeyeceği bir olguydu. Bugün ise yapay döllenme ile bunlar gerçek olmuştur. O halde Hz. İsa, o zaman yüksek bilim ve teknolojilere sahip  dünya dışı başka bir boyuttan gelenler tarafından yapay döllenme yoluyla hamile bırakılan Meryem tarafından doğurulmuş olabilir.  Bu dinsel inanışlar ile de örtüşmektedir. Bakınız Kuran ne diyor:

 

 

Vezkur fil kitâbı meryem(meryeme), izintebezet min ehlihâ mekânen şarkıyyâ(şarkıyyen). Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ(seviyyen). Kâlet innî eûzu bir rahmâni minke in kunte tekıyyâ(tekıyyen). Kâle innemâ ene resûlu rabbiki li ehebe leki gulâmen zekiyyâ(zekiyyen). Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bagıyyâ(bagıyyen). Kâle kezâlik(kezâliki), kâle rabbuki huve aleyye heyyin(heyyinun), ve li nec’alehû âyeten lin nâsi ve rahmeten minnâ, ve kâne emren makdıyyâ(makdıyyen). Fe hamelethu fentebezet bihî mekânen kasıyyâ(kasıyyen). Kitapta Meryem’i de an. Hani o ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir mekana çekilmişti. Onlarla arasına bir perde çekilmişti. Biz de ruhumuzu ona göndermiştik de o kendisine sapasağlam bir insan şeklinde görülmüştü. Meryem demişti ki: Ben senden Rahman’a sığınıyorum. Takva sahibi biriysen dikkatli ol.


Ruh dedi: “Ben sadece Rabbin elçisiyim. Sana tertemiz bir oğlan bağışlamak için buradayım”. Dedi benim nasıl oğlum olur; bana herhangi bir insan dokunmadı. Ben bir kahpe de değilim”.


Dedi: İşte böyle!  O benim için çok kolaydır. Böyle olması onu, insanlara bir mucize ve bizden bir rahmet yapmamız içindir. Hükme bağlanmış bir iştir bu”.

 

Ona gebe kaldı. Ardından da onunla uzak bir mekana çekildi.Meryem 16-22.
Bu ayetlerden Meryem’in “cinsel ilişkisiz” hamile  kalmasını sağlayacak bir görevli gönderildiği anlaşılıyor.  Bu görevlinin insan şeklinde görünmesinden  insan olmadığı ya da en azından dünyalı olmadığı da kesin. Bu varlık meallerde “Ruh” olarak geçmektedir. Bilindiği gibi ruh dinsel açıdan cisimden ayrı bir varlık olarak kabul edilir. Yani her halukarda bu varlığın başka bir boyuttan geldiği kesindir. Işınlanma ile birden ortaya çıkmış da olabilir. Bu varlığa uzaylı da denebilir. Ama extra terrestrial yani dünya dışı olduğu kesindir.

 

Meryem’e cinsel açıdan dokunmadığı da belirtilmektedir (tertemiz bir oğlan bağışlamak). Kuran’da Yahudilerin Meryem’e bu konuda (yani hamile kalışı) iftira attıkları işaret edilmektedir:

 

başlarına gelenler …..Küfürleri yüzünden, Meryem aleyhinde büyük bir yalan söylemeleri yüzünden” Nisa 155-156

 

Hz. İsa’nın üstün bir insan olması da (bir yanağına vurana öteki yanağını çevir diyecek kadar) uzaylı genleri ile açıklanabilir. Zaten yukarıdaki ayetlerde İsa’nın insanlara mucizelerini gösterecek özelliklere sahip olmasının istendiği de ifade edilmektedir. “...insanlara bir mucize ve bizden bir rahmet yapmamız içindir“. Hz. İsa, Esenilerin bitkilerle, taşlarla, manyetik ve ruhsal tedavi tekniklerinin birçoğunu kullanmıştır. İsa’nın karşısındaki kişilerin zihinlerini okuyabilecek kadar güçlü bir telepati yeteneğine Kuran’da şöyle işaret edilmiştir:

 

Ve resûlen ilâ benî isrâîle ennî kad ci’tukum bi âyetin min rabbikum, ennî ehluku lekum minet tîni ke heyetit tayri fe enfuhu fîhi fe yekûnu tayran bi iznillâh(iznillâhi), ve ubriul ekmehe vel ebrasa ve uhyîl mevtâ bi iznillâh(iznillâhi), ve unebbiukum bi mâ te’kulûne ve mâ teddehırûne, fî buyûtikum inne fî zâlike le âyeten lekum in kuntum mu’minîn(mu’minîne).Onu, Beniisrail’e şöyle konuşan bir resul yapacak: “Şu bir gerçek ki, ben size Rabbinizden bir mucize getirdim: Ben, çamurdan, kuş görünümünde birşey yapar, ona üflerim de Allah’ın izniyle kuş oluverir. Ben, körü ve abraşı iyileştirir, ölüleri Allah’ın izniyle diriltirim. Evlerinizde yemekte ve biriktirmekte olduklarınızı size haber veririm. Eğer inananlarsanız, bunda sizin için tam bir mucize vardır.” Ali İmran 49.

 

Duanın temeli düşünce gücünün konsantrasyonuna dayanır. İsa’da bu şekilde düşünce enerjisini konsantre ederek canlı ve cansız maddeler üzerine etki edebiliyordu. Levitasyon yeteneği yerden yükselme ve su üstünde yürüyebilme yeteneklerine de sahip olması kanımızca İsa’nın uzaylı genleri ile mümkün olmuştur.

Dünya dışı, dünyaya başka bir boyuttan gelen  varlıkların o sıralarda Filistin’e gelip gitmeleri İsa’nın doğumundan önce görülen ve mucize denilen bazı göksel olayların da açıklaması olabilir. Uzaylıların o devirlerde Filistindeki etkilerini çok açık şekilde “Eski Ahit” anlatmaktadır. Örneğin Lut peygamberi ziyarete gelen misafirler erkeklerin açık tenli, kılsız ve çok güzel olmaları Sodomluları kendilerinden geçirmiş ve Lut peygamberin kapısına dayanmışlar. Lut Peygamber ise misafirlerini kurtarmak için onların yerine kendi kızlarını teklif etmiş. Ama Sodom’luların kızlara meraklı olmadıkları malum. Sonunda bu misafirler Lut’a “Gün ağarınca aileni alıp dağa çık, buradan uzaklaşın ve sakın kimse dönüp geriye bakmasın” demişler. Lut denileni yapmış ancak karısı duyduğu sesi merak edip geriye bakmış ve kör olmuş. Bunlar Sodom’a günümüz bilgi düzeyiyle nükleer  ya da daha ağır etkili bir bomba atıldığını göstermektedir. O devirde Sodom’un gürültülü, gözleri kör eden bir olayla bir anda yok olması bu şekilde açıklanabilir. DAHA GENİŞ AÇIKLAMA İÇİN BAKINIZ.

 

Hz. İsa’nin ölüleri diriltmesi ve diğer mucizevi kudretleri elinde ya da arkasında güçlü bir teknoloji ile de mümkün olabilir. Örneğin ölüyü diriltmesi olayında ışınlanma yoluyla uzay gemisinden birisi gönderilmiş olabilir. Bu gönderilen belki de ölünün benzeri olarak meydana getirilmiş klonlama ya da bir android idi. Onun da extra terrestrial (dünya dışı) olduğunu söyleyebiliriz.

 

Düne kadar resim derslerimizde rahmetli hocamız ünlü ve değerli ressamlarımızdan Eşref Üren’in İsa, Meryem,Yusuf ve bakirelik hakkında dalga geçmelerine herkes gibi ben de gülerdim. “Yahu babasız dünyaya gelinirmiymiş, çocuk doğuran bakire kalırmıymış? İşte din böyle, doğmalarla dolu, mantıksız, saçma” der geçerdim.  Zira açıklama bulamazdım. Ama günümüzde uzay, mikro enjeksiyon, klonlama çağında biraz düşününce, parçaları birleştirince ve de artık Kuran’ı iftar öncesi, ölülerin ardından, mevlitlerde Arapça anlamadan okumak yerine  Türkçesinden okuyup anlamaya çalışınca ortaya bunlar çıkabiliyor.

 

 

Hz. İsa Öldü mü?

Kuran’da İsa’nın değil bir başkasının çarmıha gerildiği çok belirgin şekilde yazılıdır:

Ve kavlihim innâ katelnâl mesîha îsâbne meryeme resûlallâh (resûlallâhi), ve mâ katelûhu ve mâ salebûhu ve lâkin şubbihe lehum. Ve innellezinahtelefû fîhi le fî şekkin minhu. Mâ lehum bihî min ilmin illâttibâaz zann (zanni), ve mâ katelûhu yakînâ (yakînen). Biz, Allah’ın resulü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük demeleri yüzünden. Oysa ki onu öldürmediler, onu asmadılar da; sadece o onlara benzer gönderildi. …Onu kesinlikle öldürmediler.” Nisa 157.

Bu Kur’an ayetinden anlaşıldığına göre İsa değil onun bir benzeri çarmıha gerildi. Peki bu benzer kimin nesidir, oralı mıdır? Kuran onu da açıklıyor; İsa’yı çarmıha germek isteyen Yahudilere gönderilen bir “benzetilen, benzer olarak gösterilen”. Peki bu ne olabilir? Bir kere “asıl olmadığıaslı şekline getirildiği” ve “gönderildiği” kesindir. Kudüsteki hiç bir hıristiyan, havarinin gönderilenden, gönderilmeden haberi yoktur. Böyle bir olay hıristiyan kültürüne geçmemiştir. Öyleyse kim veya ne nereden gönderilmiştir? Gönderildiğine göre dünyalı olamaz, extra terrestrial (dünya dışı) olmalıdır. Meryem’i yapay döllenme ile hamile yapan varlıklar ya da uzaylılar İsa’nın tam bir android ya da klonlanmış benzerini ya da estetikle benzetilmiş birini göndermiş olabilirler.

 

Peki sonra, “gönderilen” onun yerine çarmıha gerilip ölürken Hz. İsa’ya ne olmuş?

 

Bel rafaahullâhu ileyh(ileyhi). Ve kânallâhu azîzen hakîmâ (hakîmen) Tam aksine, Allah onu kendisine yükseltti” Nisa 158

Kuran’a göre Hz. İsa öldürülmemiş, göğe yükseltilmiştir.  Yükseltilme denilerek İsa’nın kendi kendine yükselmediğine, yani bir anlamda ölmediğine işarete edilmektedir. Kendi kendine yükselmediğine göre bir vasıtayla yükseltilmiştir. Peki bir insan o zamanlarda göğe nasıl yükseltilebilir? O zamanlar kanat mı, uçak mı vardı? Demek ki uzaylılar ya da dünya dışı veya madde ötesine ait ileri, belki de başka boyuttan gelen varlıklar nasıl İsa’nın dünyaya gelmesine neden olmuşlarsa ellerindeki böyle teknoloji veya güç sayesinde İsa’yı kurtarmaları da zor olmamıştır.  Uzaylılar/üstün varlıklar İsa’yı kurtarmışsa büyük olasılıkla gemilerine/araçlarına alıp götürmüşlerdir. Kuran’ın bahsettiği “Yükseltme” böyle açıklanabilir. Elbette herşeyde olduğu gibi yükseltmeyi de Allah iradesiyle gerçekleştirmiştir ama mutlaka bu bir vasıtayla olmuştur ve açıklaması olmalıdır. Burada bir astral seyahat akla gelmekteyse de bu ihitimal dışıdır zira astral seyahatte maddi beden yerinde kalmaktadır. Yani bu durumda izafiyet teorisine göre Hz. İsa’nın şu anda hayatta olma olasılığı vardır. Aynen çok basit anlatımla ilk “ilk Planet of Apes- Maymunlar Gezegeni” filmindeki dünyaya asırlar sonra fazla yaşlanmadan dönen gemi mürettebatı gibi.

 

İz kâlellâhu yâ îsâ innî muteveffîke ve râfiuke ileyye ve mutahhiruke minellezîne keferû ve câilullezînettebeûke fevkallezîne keferû ilâ yevmil kıyâmeh(kıyâmeti), summe ileyye merciukum fe ahkumu beynekum fîmâ kuntum fîhi tahtelifûn(tahtelifûne). Allah şunu da demişti: “Ey İsa senin canını alacağım, seni kendime yükselteceğim; seni inkar edenlerden uzaklaştırıp arındıracağım. Ve sana uyanları, inkar edenlerin kıyamete kadar üstünde tutacağım. Sonra bana olacak dönüşünüz. Tartışıp durduğunuz şeyler hakkında aranızda ben hüküm vereceğim”. Ali İmran 55.

 

İsa’nın çarmıha gerilmediği ve göğe yükseltildiği ve canının Allah tarafından alınacağı bu Kur’an ayetinde ifade edilmektedir. İsa’nın ne zaman öleceği, çarmıha gerilmediği halde daha sonra başka bir şekilde ölüp ölmediğine dair Kur’an’dan kesin bir hüküm çıkarılamamaktadır.  Ama onun da bir fani olduğu ve öleceği hatırlatılırken Ayette İsa’nın canının alınacağının gelecek zaman olarak ifade edilmesi de düşündürücüdür. Dediğimiz gibi İsa şu anda bir uzay seyahati yapmakta olabilir. İlginç olan bir başka husus ta bu Kur’an ayetinin ayrıca Hz. İsa’yı kıyamete bağlamış olmasıdır. Bu konuya aşağıda ayrıntılı olarak değineceğiz.

 

Bir müslüman Kuran’a inanmak zorundadır ve dolayısıyla İsa’nın çarmıha gerilmediğine de. Bunda müslümanlar arasında tartışma olamaz ve yoktur da.  O halde müslümanın çarmıha gerilmeyen bir Hz. İsa’ya ne olduğunu da kendine sorması gerekir. Nereye, nasıl gitmiştir, onu giderken kimse görmemiş midir? Onu saklamışlarsa kimler saklamıştır? Yaşamışsa nerelerde ne kadar daha yaşamıştır? Başka şekilde ölmüşse nasıl ve ne zaman ölmüş ve neden hiç kimse onun çarmıha gerilme dışında başka şekilde öldüğünü görmemiş? Bunlar böyle olsaydı bir Allah’ın kulu, havariler de dahil bu konuda bir şey bilmez ve aktarmaz mıydı?

 

Bu konularda hiçbirşey bilinmiyor, bir bilgi yok.  Bilinen sadece Kuran’a göre göğe “yükseltildiği”, dikkat edin yükseldiği değil, yükseltildiği. Demek ki çarmıha gerilmeyen İsa birden bire gözden kaybolmuş veya daha mantıklısı muhtemelen bir benzeri ile eşzamanlı yer değiştirmiş, karşılıklı ışınlanmış. Bunu o zaman kimse anlayamamış. İsa eceliyle ya da başka şekilde ölmüş olsaydı Kuran bunun ipucunu vermez miydi? Diyelim ki bu yer değiştirme sırasında ya da Allah iradesi tarafından göğe çekildikten sonra İsa öldü? Peki gökte nasıl ve ne şekilde ölmüş olabilir? Madem hemen ölecekti böyle bir yer değiştirmeye ne gerek vardı? Halbuki Kur’an da İsa’ya ileride önemli görev düştüğüne dair belirgin bir işaret mevcuttur:

 

İn huve illâ abdun en’amnâ aleyhi ve cealnâhu meselen li benî isrâîl(isrâîle)…Ve innehu le ilmun lis sâati, fe lâ temterunne bihâ vettebiûni, hâzâ sırâtun mustekîm(mustekîmun)Meryem’in oğlu, kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına örnek yaptığımız bir kuldu. …… O kıyametin kopacağını bildirir; o saatin geleceğinden şüphe etmeyin, Bana uyun, bu doğru yoldur. ” (Zuhruf 59, 61)

 

Kur’an’a göre Hz. İsa kıyametin kopacağını bildirecek. Peki nasıl, öldüyse öteki dünyadan mı? Yaşar Nuri Öztürk mealine göre ise söz konusu 61. Sure  “O Kıyametin kopacağının bilgisidirşeklindedir. Aradaki fark ayeti “ve innehu le ilmun” yerine “ve innehu lealemun” (muhakkak ki İsa kıyametin alametidir) şeklinde okumanın da mümkün olmasından kaynaklanmaktadır. Her halukarda Hz. İsa bir şekilde kıyametten önce Dünyada söz konusu olacaktır.  Peki nasıl? Kuran’a göre son peygamber Hz. Muhammed olduğuna göre kıyametin kopacağının alameti/bilgisi de olsa olsa Hz. Muhammed’in gelişi olmalıydı, özellikle Hz. Muhammed ahir (son) zaman peygamberiyse. Demek ki Hz. İsa’nın dünyada maddi ya da manevi varlığından sonra kıyamet yaklaşacaktır.

 

Kur’an, Hz. İsa’nın yeryüzünde insanları aydınlatma devrelerini ikiye ayırır:

 

Ve yukellimun nâse fîl mehdi ve kehlen ve mines sâlihîn(sâlihîne). Beşikte ve yetişkin çağında insanlarla konuşacaktır. Barışa ve hayra yönelik iş yapanlardandır.“  (Ali İmran 46)

 

Burada “Kehl” insanın geçirdiği devreler içerisinde en olgunu kabul edilen otuz ile kırk yaş arasıdır. Hz. İsa’nın göğe yükseltildiğinde otuz yaşında olduğu tahmin edildiğinden bu ayete göre bir kaç yıl yaşlanmış olarak geri döneceği yani bu ayetin günümüzden sonrası bir zamana ait bir olayı anlattığı kabulü hayli yaygındır.

 

1947 yılında, Ölü Deniz Kıyısında Kumran’da, çobanlık yapan bir Bedevi’nin kaybolan hayvanlarını ararken girdiği bir mağarada bulduğu yazmalar Kumran yazmaları olarak anılmaktadır. Yazmalarda  “more hassedek” diye adlandırılan ve Adaletin Efendisi, Adalet Üstadı ya da Adil olan, Adil Efendi diye tercüme edilebilecek bir kişi bulunmaktadır. Bu yazmalara göre Adalet Üstadı, İsa’dan önce 180-60 yılları arasında bir dönemde yaşamış ve ölmüş birisidir. Ancak “dönüşü” beklenmektedir. Burada şaşırtıcı olan Adalet Üstadı ile İsa’nın hayatı ile yukarıda belirtilen Zuhruf 59-61 Sure arasındaki benzerliklerdir.

 

Ölü Deniz yazmaları arasındaki Habakkuk yorumuna göre, Habakkuk kitabı aslında Adalet Üstadı’nı anlatmaktadır ve zamanın sonunun geldiğini haber vermek de Adalet Üstadı’na düşmüştür: “Ve Tanrı son nesile neler olacağını yazmasını Habakkuk’a bildirdi. Dediklerine gelince; onu okuyan koşsun, bu Adalet Üstadı’nı anlatmaktadır. Tanrı ona peygamberlerin sözlerinin sırrını açıklamıştır. “ Bu bölüm oldukça ilginçtir, çünkü Adalet Üstadı doğrudan Tanrı’dan vahiy alıyor olarak gözükmektedir.

 

 

Hadislere Göre

 

 

İslam dünyasında bu konuda bazı hadisler rivayet edilmektedir. Hindistan’da yetişmiş Enver Şah Keşmirî (1292-1352 Hicri) Hz. İsa’nın yeniden geleceği hakkında bildirilen bütün hadis-i şerifleri “et-Tasrih bimâ tevâtera fi nuzuli el-Mesih” adını verdiği kitabında bir araya toplamıştır. Kitapta, bu konudaki 100’den fazla mütevatir hadis-i şerife yer verilmiştir. Bu hadislerden bazılarına gelin bir göz atalım:

 

 

“Nefsim elinde olana yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa, adil bir yönetici olarak aranıza inecektir. Sonra haçı kıracak, domuzu öldürecek ve harbe son verecektir. O zaman servet öylesine bollaşacak ki, hiç kimse onu kabul etmeyecek ve Allah huzurunda bir secdede bulunmak dünya ve içindekilerden daha hayırlı görülecektir. (Hz. Ebu Hureyre’nin rivayetine göre Buhari: Kitab-ül-Ehâdis’il-Enbiya, Bâbü Nüzûl’i İsa İbn Meryem; Müslim: Bâbü Nüzüli İsa; Ebvâb el-Fiten, Bâbün fi Nüzûli İsa; Müsned-i Ahmed: Merviyyatü Ebi Hureyre)

 

 

Sizler on alameti görmedikçe hiçbir zaman Kıyamet kopmaz… Biri de İsa (as)’ın inmesi... (Müslim, Kitabü-l Fiten: 39)

 

Vallahi Meryem oğlu (Hz. İsa Aleyhisselam), Feccu’r-Ravha nam mevkide, hacc yapmak veya umre yapmak yahut da her ikisini de yapmak için icabet edecektir. (Müslim, Hacc: 216, 1252)

 

Kıyamet on alamet görülmedikçe kopmaz: Duman, Deccal, Dabbetu’l arz, Güneş’in batıdan doğması, İsa’nın yeryüzüne inmesi… (Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, 5. cilt, s. 362)

 

Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa’nın adalet sahibi olarak inmesi yakındır… [Buhari, Kitabü'l-Büyu': 102, Mezalim: 31, Enbiya 49; Müslim, İman: 242 (155); Ebu Davud, Melahim: 14 (4324); Tirmizi, Fiten: 54 (2234)]

 

İsa inecek; emirleri: ‘Haydi gel, bize namaz kıldır!’ diyecek. Buna karşılık: ‘Kiminiz kiminizin emiridir. Bu, Allah’ın bu ümmete bir lütfu keremidir’ diyecek. (Rudani, Büyük Hadis Külliyatı, 5. cilt, s. 380)

 

Vallahi muhakkak ve muhakkak Meryem oğlu İsa inecek, hem adil bir hakem, adaletli bir hükümdar olarak inecek… (Sahih-i Müslim bi Şerhin-Nevevi, cilt 2, s.192; Kenzul Ummal, Kitabul-İman, Bab-ı Nüzul-i İsa İbn-i Meryem, 14/332)

 

İmamınız kendinizden olduğu halde, Meryem oğlu sizin içinize indiği zaman sizler nasıl olursunuz?” (Buhari, Enbiya 50, 3265, 3/1272; Müslim, İman: 71,155,1/136; Beyhaki, Esma ve Sıfat: 3265, 2/166).

 

Onunla (yani İsa Mesih ile) benim aramda peygamber yoktur ve o nüzûl edecektir. Şu halde onu gördüğünüzde tanıyın. Orta boylu, açık tenlidir. İki parçalı sarı bir elbise giymiş olacaktır. Saçları adeta üzerinden su damlıyor gibi olacaktır ama ıslak olmayacaktır. İslâm uğruna hasımlarla savaşacak, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Allah İslâm’ın dışındaki tüm ümmetlere son verecek ve Mesih, Deccâl’ı katledecek ve dünyada 40 yıl kalıp ölecek ve cenaze namazını Müslümanlar kılacaktır.” (Ebu Hureyre’nin rivayetine göre: Ebu Dâvud: Kitâb el-Melâhim; Müsned-i Ahmed: Merviyyât-ı Ebû Hureyre).

 

Bunlar ve bunlar gibi diğer hadislerin sahih (gerçek) olduğu konusunda İslam dünyasında fikir birliği yoktur. Kur’an’da Deccal ve Mehdi kelimelerinin geçmediğine, ki doğrudur, işaret eden Prof. Yaşar Nuri Öztürk gibi bunların İslama  İsrailiyat yani Yahudi etkisinde kalınarak getirildiğini iddia edenler yanında bu hadislerin Tevatür yani içinde yalan ihtimali olmayan ve cemaate dayanan kuvvetli haber olarak kabul edenler de bulunmaktadır. Bu arada  İsrailiyatta Hz. İsa kabul edilmediği için  İsa’nın geri dönüşü inancının da olmadığından  bu inancın Yahudi etkisiyle İslamiyete girmiş olması mümkün değildir.

 

Prof. Dr. İbrahim Canan bu hadisleri “İnancımıza göre Hz. İsa ölmemiş, semaya çekilmiştir. Cesed-i dünyevisi ile semada yaşamaktadır. Hadisde görüldüğü üzere, kıyamete yakın yeryüzüne inecek, müsbet icraatları gerçekleştirecek: Deccal’in hasıl ettiği manevi tahribatı telafi edecektir…” olarak yorumlamaktadır.

Prof. Yaşar Nuri Öztürk’e göre “hadis bilginleri, İsa’nın geri geleceğine ilişkin hadis patentli sözlerin, hadis kritiği açısından güvene layık olmadığını ifade etmekteler. Bu sözlerin bir tanesinin bile Kur’an’a uygun olduğunu söylemek mümkün değildir. Bir tanesi bile mütevâtır (tarih ve hadis kritiği açısından güvene layık) olmayan bu rivayetler, iman konularında asla kanıt olamazlar. Ne yazık ki, bu gerçek halktan saklanmaktadır.“  Kaynak


 

Prof. Abdülaziz Bayındır “bu konuda hadisler uydurulmuştur, hatta Buhari’de başka yerde…” demektedir.

 

Bu nedenlerle hadis açısından da kesin bir şey söylemek mümkün değildir. İnsan, kendisi akıl yürüterek burada verdiğim Kuran ayetlerini bu hadislerle karşılaştırıp kendisi karar vermek durumundadır. Kişisel görüşümüz bu hadislerin bir ölçüde Kur’an ayetleri ile örtüştüğüdür.

 

 

Müslümanlar İsa’ya İnanır mı?

 

 

Yukarıdaki ayete (Ali İmran 55) göre Kur’an “İsa’ya uyanları”(dikkat edin inananları değil) diğerlerinden ayıracağına göre  bu uyanlar günümüz Hıristiyanları olamaz. Bu ayette bizce gelecekten bahsedilmektedir. Zira günümüz Müslümanları İsa’ya inanmakta onu peygamber olarak kabul etmekte ama ona uymamaktadır. Günümüz Müslümanlarının bunun için gerekçeleri şunlardır:  Hıristiyanlık İsa’nın getirdiği din değildir, Aziz Pavlos’un dinidir, ya da Pavlos’un dini haline getirilmiştir, “Allah üçtür” gibi doktrinlerle amacından saptırılmıştır, Hıristiyan dininin mensupları Hz. Muhammed’i kabul etmez hatta onun anti-christ yani deccal olduğunu öne sürer. Hal böyleyken İslam dünyası nasıl olacak da ilerde durup dururken yüzünü İsa’ya dönecek? Hele Hz. Muhammed’i son peygamber olarak kabul eden bir İslam dünyası.

 

Allah İsa’ya uyanları, İsa’yı inkar edenlerden ayıracağına göre bunun anlamı şudur. Müslümanlar da İsa’ya inanacaktır ama hangi İsa’ya? Günümüzde insanlara yanlış şekilde Allah’ın oğlu olarak vb. empoze edilen İsa’ya değil. İnsanları, özellikle müslümanları kendisine inandırması için de İsa’nın reenkarnasyonun değil “kendisinin”, yani kendi ölmemiş bedeniyle gelmesi, ve bu şekilde geldiğine de insanların kani olması gerekiyor. Zira müslümanlar dünyaya Hz. Muhammedden sonra doğum yoluyla geldiği aşikar olacak hiçbir peygamberlik iddiasına biat etmezler, etmeyecekler. İslamda son peygamber Hz. Muhammed’dir. Bu nedenle Hz. İsa eğer gelecekse, geldiğinde daha önce ölmediğini, tekrar doğmadığını kanıtlayacak şekilde gelecektir. Bunun da olabilmesi sürpriz şekilde değil bir ön hazırlıkla mümkündür. Yani dünya insanı başka bir boyut ya da dünya varlıklarıyla önceden yakın ilişkiye geçecek onlar dünyayı bu gelişe hazırlayacaklardır. Eldeki verilerle akıl yürüterek böyle bir sonuca varılabilir.

 

Ve in min ehlil kitâbi illâ le yu’minenne bihî kable mevtihî, ve yevmel kıyâmeti yekûnu aleyhim şehîdâ(şehîden). Ehlikitap’tan her biri ölümünden önce ona mutlaka inanacaktır. Kıyamet günü de o, onlar aleyhine bir tanık olacaktır” (Nisa 159)

 

Buradan da görülebileceği gibi müslümanın Hz. İsa’ya inanması ancak Allah’ın oğlu yanlışından arınmasıyla mümkündür. Bunu da bu saatten sonra kendisinden başkası yapamaz.

 

Ve yuallimuhul kitâbe vel hikmete vet tevrâte vel incîl(incîle).Ona Kitap’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.” (Ali İmran 48)

 

Kimilerine göre burada Allah’ın Hz. İsa’ya kitabı yani Kur’an’ı öğreteceği anlatılıyor. Hz. İsa dünyadayken Kur’an olmadığına göre bu nasıl olacak?

Hıristiyanlarda da İsa’nın çarmıha gerilmediğine değinen İncillerin olduğu ancak bunların imha edildiği, saklandığı söylenir.   Bunlara Kayıp İncil, Barnabas İncili deniliyor. Çok ilginçtir ki Barnabas İncili yukarıda Hz. İsa için açıklanan herşeyle tam bir uyum içerisindedir.  Yani Hz. İsa çarmıha gerilmemiş, göğe yükseltilmiş,  Allah iradesiyle ona benzetilen Yehuda o zannedilerek onun yerine çarmıha gerilmiş, bu arada İsa üç günlüğüne geri getirilip Hz. Meryem ve yakınlarıyla görünerek konuşmuş ve tekrar geldiği yere geri götürülmüştür. Barnabas’a göre İsa kıyametten önce  Dünya’ya tekrar kendi bedeninde döneceğini ve hemen hemen Dünyanın sonuna kadar yaşayacağını, aradaki zamanda Muhammed’in Allah’ın elçisi olarak geleceğini haber  vermiştir. Barnabas İncili ile ilgili geniş açıklamaları okumak için TIKLAYIN. Barnabas İncilinin tam metnini okumak  için TIKLAYIN

.

 

 

İsa gelecekse neden gelecek?

 

 

 

Bu konuda çeşitli beklentiler var. İsa’nın geleceğine inanan Yahudilerin beklentisi, Tapınak yeniden inşa edilerken karşı koyacak Müslümanlara karşı Hıristiyan-Siyonist ordusunun başına geçip müslümanları yok etmesi,  Hıristiyanlarınki Antichrist’i öldürerek herkesi Hıristiyan yapması. Müslümanlarınki Arafatta namaz kılması, Deccali öldürerek herkesi Müslüman yapması, haçı kırması vb. Bunların hepsi DELİ SAÇMASI, İsa kişiliğinde birinin yapması mümkün olmayan şeyler. Eğer Hz. İsa gelecekse çok büyük bir kaos ortamında insanların iyiliği için gelebilir. Geldiğinde de eminim ilk işi Hıristiyanlardan kendisini Allah’a eş koştukları için hesap soracaktır.

 

 

 

İslam Düşmanlarının ve Diyalogçuların Tuzağına DİKKAT

 

 

Hz. İsa’nın tekrar gelme konusu İslam dışı dünyada saptırılmış ve maksatlı ve çok tehlikeli şekilde İslam aleyhine yöneltilmiştir.

 

Hıristiyanlar sadece ve sadece, kendi din mensuplarının Hz. Muhammed’i kabul etmelerini önlemek için “İsa tekrar gelecek” savını ortaya atmışlardır. Zerdüştler de aynı gerekçeyle Mehdi gelecek diye bir şey uydurmuşlar.

 

İsrailiyat İsa’nın beyaz atıyla Kudüs’teki Süleyman tapınağına ineceğini iddia eder.   Süleyman Tapınağı ortada olmadığına sadece bir duvarı kalmış olduğuna göre İsa nasıl gelecek?  Demek ki Tapınağı yeniden inşa etmek gerekiyor. Yoksa buna inananlar İsa’nın gelmesini bekleyip duracaklar.  Ancak ortada çok çok büyük bir engel var.  Zira Tapınağı inşa etmek için üzerine sonradan oturtulan müslümanların ilk Kabesi olan Mescidi Aksa’yı ve yanındaki Kubbe-tüs Sahrayı yıkmak gerekiyor. Onları yıkmak için ise önce İslam dünyasını yok etmek, bu zor olacağından hiç olmazsa pasifize etmek gerekiyor. Bunu yapmak için de siyonist-haçlı ittifakının bütün gücüyle çalıştığı, Tapınak şövalyeleri,  onların bayrağını devralarak tapınak duvarcılarından ve onların piri Hiram Ustadan günümüze gelen Masonlar, Opus Dei, gibi örgütlerin onlara destek verdiği de iddia ediliyor. Örneğin:

“KIRIKKALE’de, cuma namazı çıkışı vatandaşlar, İsrail’i protesto etti. Grup adına açıklama yapan MUSTAT Kültür ve Dayanışma Derneği Başkanı Mehmet Altundağ, siyonist Yahudilerin Mescid- i Aksa ve Kubbe’tüs Sahra’yı yıkıp Harem- i Şerif üzerinde Süleyman Mabedi’ni inşa etmek istediğini söyledi………..“Müslümanların ilk kıblesi, efendimizin miraca çıktığı yer olan Kudüs’ün yahudileştirilmesine ve Mescid-i Aksa’nın yıkılmasına asla boyun eğmeyeceğiz” dedi.” Tamamı için bkz. Kaynak

 

Bunlar iddia olabilir ama gidişat, İsrail’in kurulması, genişlemesi, Arap İsrail savaş ve mücadeleleri, Afganistan, Irak işgali, Ilımlı İslam, BOP Büyük Orta Doğu Projesi, ABD ve İsrail’in İran’a saldırı planları birçok Arap ülkesinin Arap Baharı planıyla hem siyasi hem askeri açıdan ABD güdümüne girmesi vb. sanki bu senaryoyu doğrular nitelikte.

 

İsrailiyat kendi ırkından bir kurtarıcının, Mesih’in geleceğine inanır, her ne kadar gecikmiş olsa da . İsa’yı kabul etmeyen bir toplumun İsa’yı bu kurtarıcının yerine koymasının çelişkisi bunu tamamen Hıristiyan dünyasının şimdilik gözünü boyamak için yaptıklarının göstergesidir.

 

Aşağıda ayrıntılı anlatıldığı gibi Diyalogçular  da Haçlı-Siyonist ittifakına bu konuda yardımcı olmaktadırlar.

 

 

İslami Kesim, Diyalogçular ve İlahiyatçıların Tutumu

 

 

İslam aleminin bir bölümü  İsa’nın tekrar geleceğine inanır. Örneğin “Kıyamete yakın, İsa aleyhisselam, gökten inecek ve Hazret-i Mehdi çıkacak, ictihad yapacaklardır. S. Ebediyye”. Bu şekildeki İslam inanışına göre Hz. İsa’nın kendisi gelecek (kimine göre Mehdi bizzat Hz. İsa olacaktır) İslam inanışında adına Deccal denilen (hıristiyanlar buna anti-christ diyorlar ve fanatikleri Hz. Muhammed’in anti-christ olduğuna inanıyorlar) ve o devirde dünyayı alt üst edecek ve muhtemelen kana bulayacak bir belayı öldürecek ve dünyada herkes müslüman (burada aslında kelime anlamıyla müslüman kasdedilmektedir, yani Allah’a teslim olan anlamında) olacak, dünya uzun süre (kıyamete kadar) müreffeh olacaktır. İslam dünyası bu konuda tam fikir birliği içinde değildir. Bir bölümü Mehdi’nin İsa olamayacağına, İsa’nın çarmıha gerilmediğine inanmakla birlikte o sırada ya da sonradan eceliyle öldüğüne inanır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kuran’da İsa’nın çarmıha gerilmediği açıkca yazılıdır ama sonradan eceliyle öldüğüne dair hiç bir açıklama yoktur. Bir çok şeyde olduğu gibi bunu da insanların düşünüp kendilerinin bulmasını istemiştir. Kimilerine göre İsa’nın göğe yükseltilmesi onun öldüğü anlamına gelmektedir, ancak şimdi biliyoruz ki her göğe yükselenin ille de ölmesi gerekmiyor. Günümüzde milyonlarca insan balona, uçağa, uzay araçlarına binip göğe yükseltiliyor ama ölmüyor. O zaman da İsa uzay gemisiyle göğe yükselmiş olabilir.

 

Dinler Arası Diyalogçuların yerli işbirlikçileri Nur cemaatleri de Hz. İsa’nın yeniden geleceğine inanırlar. Hatta yerini bile gösterirler. Şam’daki Beyaz Minare (Emevi) Camii.Ancak diyalogçuların kimlerin maşası olduğu göz önüne alındığında bunu ihtiyatla karşılamak gerekir. Bu  “inanış” dan ziyade başka sayfalarımızda ayrıntılı olarak işlediğimiz müslüman alemini ele geçirmeyi amaç edinen Haçlı-Siyonist planı tarafından yürürlüğe konulan diyalog masalının ilk adımıdır. Hz. İsa’nın ölmediğine kendi bedeniyle tekrar gelmesinin mümkün olabileceğine herhangi bir art niyetsiz inanan ya da ihtimal veren Müslümanlar burada çok dikkatli olmak, bu tuzağa alet olmamak zorundadırlar.

Prof. Yaşar Nuri Öztürk’e göre Hz. İsa ölmüştür. Tekrar gelişi söz konusu değildir. Bkz. http://bpakman.wordpress.com/dininanc/islam-dini-sorular-yanitlar/

. Hocaya göre Kur’an Mâide Suresi, 117 deHz.İsa’nın öldüğünü açıkca bildirmektedir.

 

Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat ettirince yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten herşey üzerinde bir Şehid’sin, bir tanıksın.” (Maide 117 Yaşar Nuri Öztürk meali)

 

Başka meallerde “beni vefat ettirince” yerine “beni içlerinden alınca”, “beni aralarından alınca”, “beni alınca”, “beni aldıktan sonra” denilmekte. Hangisi doğru? Bir de Arapçasına bakalım:

 

Mâ kultu lehum illâ mâ emertenî bihî eni’budûllâhe rabbî ve rabbekum, ve kuntu aleyhim şehîden mâ dumtu fîhim, fe lemmâ teveffeytenî kunte enter rakîbe aleyhim ve ente alâ kulli şey’in şehîd(şehîdun).” (Maide 117)

 

Burada “teveffeyte-nî“: “sen beni vefat ettirdin” anlamına geldiği gibi “aralarından aldın” anlamına da gelmektedir. Bunlardan hangisi Nisa 158 e uygun ona da bakalım:

 

 

Allah onu kendisine yükseltti” (Nisa 158)

 

 

Bu durumda aşağıdaki meal Nisa 158′e daha uygun olmaktadır:  

 

 

Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni aralarından alınca yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten herşey üzerinde bir Şehid’sin, bir tanıksın.” (Maide 117)

 

 

Kanımca değerli Hoca müslümanların söz konusu diyalogçu tuzağa düşmemesi için o şekilde bir açıklama getirmiştir, ki o açıdan bakıldığında kendisini haklı görmek gerekir. Buna karşılık aklıyla hareket edenler için sorun yoktur. Onlar Hz. İsa tekrar gelecek derken ne tevhidden vazgeçerler ne de dinler arası diyalog tuzağına düşerler.

İsrailiyatın İsa’nın tekrar geleceği inanışını çıkarları doğrultusunda yontarak, kesip biçerek, Hıristiyan dünyasını kendileri ile işbirliği yapmaya yönelterek böylece bir haçlı-siyonist ittifakını kurmayı başardıkları, bu ittifakın hazırladığı planlar doğrultusunda eyleme geçtiği anlaşılmaktadır. Bu konuda olası yanlış anlamaların bertaraf edilmesi lütfen bu yazının devamını da okumanızı önemle rica ederiz  BAKINIZ

. Bunun yanında İslam dinini ve de onun peygamberini yok sayan ve fanatik Hıristiyanlar, “Kur’an’da Hz. Muhammed son peygamberdir demiyor son nebidir diyor” gibi  gerekçelerle hiç mümkün olmayan, mümkün olmayacak bir şeyi, “Hz. İsa’nın yeniden doğarak yeni bir bedende dünyaya geleceğini empozeetmeye” ve böylece İslam dünyasını kendi peygamberini ve dinini bırakıp Hıristanlığa ve onun peygamberine yöneltmeye, İslam dininin içine soktukları Truva atlarını da kullanarak, çalışıyorlar.  Bu tuzağa ve oyuna da çok dikkat etmek gerekir. Prof. Yaşar Nuri Hoca’nın yorumları ve uyarıları bu yöndedir.Müslüman olup Hz. İsanın beyaz minareye ineceğini öne sürenlerin beyaz minareden kasdettikleri uşaklıklarını yaptıkları Beyaz Saray’dan başka birşey değildir.Prof. Abdülaziz Bayındır Hoca da Hz. İsa gelip de ne yapacak diyor. Evet bu günümüz için doğru. Ama bundan 100-500-1000 yıl sonra ve/veya kıyamet yaklaşırken Dünya ne günde olacak acaba?

 

 

Bülent Pakman, Ağustos 2009. Güncelleme 2011.

 

 

İslam dinine  ilişkin yazılarımız için lütfen aşağıdaki sayfaları tıklayın:

 

 

 SORU:
1- Hazreti İsa’nın tekrar dünyaya peygamberlik vasfı alınarak geri geleceği ve hz.Mehdi’ye tabi olacağı söyleniyor.  Allah(cc.)verdiği vasfı geri alır mı (verilen rütbeyi geri alması gibi)?  O kişi bidayette peygamber idi ve öyle doğdu öyle yaşadı.

 

 

 

      CEVAP:
Allahu teala İnşirah Suresinde mealen; ” (Ey Rasulüm) Biz senin zikrini yükseltmedik mi?” buyurarak  Peygamber (s.a.v.) efendimizin şanını yükseltmek için Hz. İsa’yı (a.s.) tekrar dünyaya gönderecektir. Hiç bir kimse dünyaya Peygamber olarak gelmemiştir. Hz. İsa’da (a.s.) peygamber olarak dünyaya gelmemiştir. Zira malumdur ki Hz. İsa’ya Peygamberlik 30 yaşında gelmiştir. Bizim Peygamberimize de arabi takvime göre 40, miladi takvime göre ise, 38 yaşını tamamlamak üzere iken peygamberlik gelmiştir.  İsa’nın (a.s.) rasullük vazifesi ahirete çekilmekle sona ermiştir ancak, rasüllük rütbesi yani vasfı bakidir. Nitekim ehl-i dünyada bulunan müftiler veya imamlar emekli olduğunda görevleri biter, ama vasıfları bakidir.  

     Hz. İsa’nın hz.Mehdi’ye tabi olması ictihad babından değil, devlet idaresi bakımındandır. Hz.Yusuf’un, kendi zamanındaki firavunun(hükümdar) memuru olması gibi, hz.İsa’da kendi zamanının hükümdarı olacak olan, hz.Mehdi’ye tabi olacaktır.  Not:Eski Mısır’da hükümdarlara “Fir’avn” derlerdi.

 

 

SORU:  Peygamberimizin son peygamber olduğuna şehadet ediyor inanıyorum, inanıyoruz. O halde hz. Mehdi hangi vasıfla niye gelsin? Din tamamlandı gelen geldi. Uyarıcı olarak peygamberimiz ve Kur’an-ı Kerim geldi ve din tamamlandı. Neden biz müslümanlar Hz. İsa’nın gelmesinde bir beklenti içindeyiz?  Zannediyorum ki, bu işte hiristiyanların bir oyunu olduğu hissi var bende. Hz. Peygamberimiz miraçta Hz. İsa’yla görüştüyse ki, görüştü. Demekki vefat etti zannediyorum. Saygılarımla. Yanlış sözümden düşüncelerimden Allah’a (c.c.) sığınıyorum.     

CEVAP: Hz.Mehdi’nin gelmesi ile ilgili haberler Tirmizi ve Ebû Davud gibi sahih hadislerde mevcuttur.  İbnu Mesut(r.a.)’ın rivayetinde, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurdularki:
-“ Dünyanın tek günlük ömrü kalmış olsa bile Allah, o günü uzatıp ehl-i beytimden birini, ki bu zatın ismi benim ismime uyar, babasının ismide babamın ismine uyar. Bu zat, yeryüzü eskiden cevr ve zulüm doluyken, aksine onu adalet ve hakkaniyetle doldurur.”( Kütübü Sitte 14.c 275.shf.) (Ebu davud, mehdi1.4282) (Tirmizi,Fiten 52, 2231,2232)
 İslamın nurunun tamamlanması, sadece Kur’ân’ın nüzulünün tamamlanması ile değil, Kur’ân-ı Kerim’in nurunun velilerin kalbinde inkişaf edip, gönüllerde zuhuru ve belli bir sürede olsa Kur’an’ın hükümleriyle, tüm dünyada hükmedilmesi ile tamam bulacaktır ancak. Bu da Hz.İsa (a.s.) gibi bir peygamberin, Muhammed(s.a.v) ümeti olması ile mümkün görülmektedir.

     Ehl-i Sünnet alimlerinin Kur’an tefsirlerinde, İsa Peygamberin asılmadığı, çarmıha gerilmediği belirtilmektedir:
 ”  وماقتلوه وماصلبوه ولكن شبّه لهم“    Ve mâ katelûhü ve mâ Salebûhü  ve lâkin şübbihe lehüm.”mealen: ”Onu(İsa’yı) öldürmediler ve asmadılar, fakat onlara öyle göründü.”   (En-Nisa /157 )
Ayette İsa’nın öldürülmediği hususu bu kadar açık iken  başkaları neyin peşindeler? Hz. İsa’nın vefat edip etmediği hususunu inşaallah yazımızın ileriki paragrafında açıklayacaığız.
      Rasulullah mi’racta sadece vefat edenlerle görüşmedi, cennetlerde yaşayan cennet ehli kimselerlede görüştü, Cennetler maddi olarak vardır. Çünkü Cennetler şehadet almindendir. İsa (a.s.) ile görüşmesi O’nun vefat etmiş olduğunu göstermez. Kaldıki O’nun diri olarak göğe kaldırıldığına dair ayet var.. Zira Adem ve Havva’da(a.s.) maddi bedenle cennette bir süre kaldılar. 
Mehdi(a.s.) bir rasul veya nebi değildir. Mehdi aleyhisselam, muzaffer bir şekilde, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi müceddit olarak gelecektir. Müceddit demek; dine (haşa) yeni şeyler katan anlamında değil, dindenmiş gibi  görünen bid’atleri temizleyip, unutulan sünnetleri ihya eden kimseye müceddit denir.   Mehdî: Ehl-i Sünnet alimlerince,  Kıyametin yaklaştığına işaret olacak   büyük alametlerin ilki olarak haber verilmiştir. Bu hususta rivayet edilen hadis-i şerifler mütevatür dercesine ulaşmıştır.  Başlangıçta şunu belirtelim ki, tevatür hadisleri inkar eden bir kimse,  küfre girer. Sünen-i Ebu Davud ve Tirmizi’nin, İbn-i Mes’ud’dan nakl ettiklerine göre, Rasulullah(s.a.v.) şöyle haber vermiştir. : Mehdi’nin ismi ismim gibi , babasının ismide babamın ismi gibi olacaktır.“  Bir başka sahih hadis-i şerifte İbni-Münadi’nin Ali(r.a) den naklettiği hadis-i şerifte: Allah Mehdi olarak Abdullah oğlu Muhammedi getirecektir.” diye haber verilmiştir.
Hz. İsa’nın ve Mehdi’nın geleceğini bir çok ehli sünnet alimleri bildirmişler, kitablarında yer vermişlerdir. Bu büyük alim ve velilerin hıristiyanların oyunlarına gelmesi mümkün olabilir mi? Biz müslümanların dini vecibeleri, Hazreti Mehdi ve Hazreti İsa’nın (a.s.) gelmesi ile ne azalır, ne de çoğalır. Şeytan ve nefisle mücadelemiz her zaman hayatımız boyunca devam edecektir. Mealesef insanlarımızın bir çoğu, dini vecibelerini yerine getirmeyip, bu gibi haberleri dört gözle bekler hale gelmişlerdir. Akıllı müslümanlar dini vecibelerini aksatmamaya çalışan kimselerdir.

 

SORU:
 ”Maide Suresi 117. ayet herşeyi açıklıyor bence. “Sen beni vefat ettirince” diyor hz.İsa “onları gözetleyen yanlızca sen oldun” diyor. Bu aslında benim olan bitenden haberim yok demektir. Zaten hz. İsa 2. kez yeryüzüne gelmiş olsaydı “ben bilmiyorum” diyemezdiki. Neden rab edindidiklerini(maide 116 ya cevaben) söylerdi. Mesala (tabi örnek olarak diyorum) benden sonra toplanmışlar ve bu kararı kendi başlarına almışlar(iznik ve kadıköy konsilleri )yani hz. İsa bizim gibi durumu öğrenir ve bilirdi ama ben içlerindeyken böyle bişeyden haberim yoktu diyor adeta”
    CEVAP:
Soruda bahsedilen  ayetlerin meallerini alt satırlara yazdık:
-”Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, “Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin” diye sen mi dedin, buyurduğu zaman o, “Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu şüphesiz bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin.” (Maide S.116)

-” Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî enı’büdüllâhe rabbî ve rabbeküm ve küntü aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim fe lemmâ teveffeytenî künte enter rakîybe aleyhim ve ente alâ külli şey’in şehîd”  

 

     (Maide-117)
Meali: 
“ Sen bana ne emrettinse, ben ancak onlara onu söyledim; hep Rabbim ve Rabbiniz Allah’a kulluk ediniz.” dedim ve içlerinde bulunduğum sürece üzerlerinde şahittim. Vakta ki beni içlerinden aldın, üzerlerinde gözcü ancak Sen kaldın ve zaten Sen her şeye şahitsin.” (Maide S. 117.)
Ehl-i sünnet alimleri(bak Tibyan Tefsiri) bu ayeti kerimedeki; “fe lemmâ teveffenî” kelimesini”beni içlerinden aldığında” olarak tefsir etmektedirler. Doğrusuda budur. Zira, burada bazılarının yanldığı birinci nokta şudur:
Ayette geçen “fe lemmâ teveffeytenî”deki “teveffâ” fiili arapçada, vefâ(sözünde durdu) fiilinin mazi, mezid kalıbından türetilmiştir ki, arabçada bu fiilin anlamı; “sözünde durmak“ anlamındadır. Arabçada ölmek ifadesi eksriyetle”mâte”, öldürmek ise”kâtele” ile karşılanır. Tevveffâ’yı vefat olarak yanlış tefsir edenlerin yanlışı ise, günümüz türkçesinde ölmek anlamında kullanılan “vefat ” kelimesi ile karıştırmış olmalarından ileri gelmektedir. Bu ayetin doğru tercümesi yukarıda olduğu gibidir.
Burada, Rabbül-alemîn’in sözünü yerine getirmesi ilgili ayet, Nisa Suresi 159. ayetidir. Ayetin meali;
-” Doğrusu Allah İsa’yı kendine doğru yükseltti.”ayetidir.
Allah Azze ve Celle Nisa Suresi 159′da ki ayette, İsa aleyhisselamı katına yükseltme sözünü yerine getirdiğini İsa aleyhisselamın dilinden Kur’an’ın lafzı ile ifade ediyor.
    SORU:
“ Hz.İsa “onları gözetleyen yanlızca sen oldun” diyor. Bu aslında benim olan bitenden haberim yok demektir. Zaten hz. İsa 2. kez yeryüzüne gelmiş olsaydı “ben bilmiyorum” diyemezdiki.”
    CEVAP:
Allah Azze ve Cellenin; Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, “Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin” diye sen mi dedin?” sorusuna Hz. İsa’nın 2. kez dünyaya gelmesinden sonraki durumu değil, göğe ilk kez kaldırılıpta dünyaya 2. kez gelmesinden önceki durumu muhataptır. İsa ‘nın olup bitenlerden haberinin olmaması ise, 2. gelişinden sonra değil, göğe ilk kez kaldırılışından sonradır. İşte Kur’an’da geçen ilgili ayet bunu haber vermektedir. Ayrıca Kur’an, İsa’nın 2.kez gelmesinde ehl-i kitabın müslüman olacağını haber vermektedir.
 Ehli kitabtan hiç kimse yokturki, O’nun(İsa’nın) ölümünden önce iman etmesinler(müslüman olmasınlar).” Nisa-159
Bu ayete göre nasara ve yahudiler tamamen müslüman olacaklardır. Bu ayeti kerime İsa aleyhisselamın ölmediğini  en bariz bir ifade ile belirtmektedir. Zira ehli kitab henüz islama iman etmiş değillerdir. Halbuki bu ayette İsa’nın ölümünden önce ehl-i kitabın tamamının iman edip müslüman olacakları belirtilmektedir.
Bu mevzuda saplantılı ve münkir olanların yanlış inanmalarına sebep olarak; Buhari ve Müslim gibi en sahih hadis kitablarında bulunan sahih hadis-i şerifleri görmemezlikten gelmeleri veya inkar etmeleridir. Bugün hadisleri inkar edenler, hiç şüphesiz ki ileride ayetleride inkar etmekten çekinmeyeceklerdir. Böylece İslam düşmanları istedikleri noktaya gelmiş olacaklardır. Kaleyi dıştan fethedemeyenler onu içten daha kolay bir şekilde elde etmenin yolunu bulmuş olacaklardır.
 Âl-i Imran suresi 55. ayette mealen:
-” 
O vakit Allah beyan etti, Ey İsa emin ol ben seni eceline yetireceğim ve seni bana kaldıracağım ve seni o inkar edenlerden temizleyeceğim ve sana tabi olanları o inkarcılardan, kıyamet gününe kadar üstün tutacağım; sonrada hep dönüşünüz banadır. İhtilaf edip durduğunuz şeyler hakkında o vakit aranızda hükmü Ben vereceğim.” 
Nisa suresi 157 ve 158. 159. ayetlerinde mealen:
-” Ve biz Meryem oğlu isa’yı öldürdük demeleri sebebi ile. Halbuki onlar ne öldürdüler, ne de astılar (ne de çarmıha gerdiler). Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı ve onda ihtilaf edenler bundan dolayı şüphe içindedirler; ona dair bir bilgileri dahi yoktur, ancak zan ardından giderler. Halbuki O’nu gerçekten öldürmediler.”  
-” Doğrusu Allah İsa’yı kendine doğru yükseltti. Allah aziz ve Hakîmdir.”   
-” Ehli kitabtan hiç kimse yokturki, (İsa’nın) ölümünden önce iman etmesinler(müslüman olmasınlar).”  

Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i Şerifi naklediyorum:
“Nefsim yed’i kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, Meryem oğlu İsa’nın hakem ve adalet sahibi olarak inmesi yaklaşmıştır. O, haçı kıracak, domuzu katledecektir.” (Hadis-i Buhari)
      Hz. İsa’nın çarmıha gerilmediği ve vefat etmediği  Kur’an-ı Kerim’in nisa suresi 158 ve 159. ayetleri ile sabittir. Bu hususta ihtilaf halinde olan bazı sapık fırkalar ehli sünnetin ve konumuzun dışındadır.. Allahu Teala bir kulunu beden olarakta ahiret aleminde yaşatmaktan aciz değidir tıpkı Adem ve Havva’yı cennette yaratıp belli bir süreye kadar orada yaşattığı gibi.
“Ve huve alâ kulli şey’in Kadîr.”

 

 

 

SORUSayın Hocam, zaman zaman bazı kimseler peygamberlik iddia ederler. Kur’an’da Peygamber Efendimizin son peygamber olduğunu yazan ayeti açıklar mısınız?
CEVAP: 
Allahu Teala kutsal kitabı Kur’an’da, Muhammed aleyhisselamın son peygamber olduğunu ve Ondan başka peygamber gelmeyeceğini şu âyetiyle açıkça bildiriyor:
- “Muhammed, sizin adamlarınızdan hiçbirinin babası değildir. Fakat Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab: 40.)

 

Yüce Allah’ımız Islâmiyetin son din olduğunu da şu âyetinde haber veriyor:
- “… Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğendim.”
(Maide: 3.)

 

Allahu Teala (c.c) Peygamber (s.a.v) Efendimizi bütün insanlıga peygamber gönderdigini şu ayetlerinde belirtiyor:
- “De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize gönderilen, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın elçisiyim.” (A’ raf:158.)
- “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Sebe: 28.)

 

 

 

Bu dünya hayatı her insan için, bir daha asla ele geçmeyecek en büyük bir fırsattır. Sonsuz mutluluğumuz da, ebedi hüsranımız da, bu fırsatın içindedir.
Vesselam.

 

 

 

İsa (a.s.) Yeryüzüne İndiğinde Nasıl Tanınacaktır.

 

      Hz. İsa’nın vefat edip etmediği konusunun tartışılması hususu, bilgi eksikliği ve kibirden ileri gelmektedir. Günümüzün bazı sözde alimleri 1400 yıllık bir gerçeği görmezlikten gelerek “Bizde eskilerin bildiklerini biliyoruz ” havasına girerek güya, o büyük alimlerde açık ararayarak kendi bilgisizliklerinin ürünü olan, ilimlerinin yetmediği bir konuyu eksiklikmiş gibi göstererek dikkatleri üzerlerine çekmek isterler. Bir konuyu eleştirmek istediklerinde ise, “Bu Kur’an’da var mıdır?”şeklinde sorular sorarak, bilgisi az kimseleri şaşırtmak isteyerek manevi kargaşaya yol açmak isterler.  Bilmek istemedikleri hususlar ise, bir konunun  Kur’an’da olmasının yalnız kelime olarak değil, kelime veya anlam olarak aranacağıdır. Misal; “Kur’an’da rabıta var mıdır?” veya; “Kur’an’da Mehdi var mıdır?” veya; “Kur’an’da Tasavvuf var mıdır?” gibi sorular sorarak bilgisi eksik kimseleri fitneye düşürerek zihinleri karıştırmak isterler. 
     Biz de onlara şöyle bir sual sorarız: “Kur’an’da namaz, oruç, cenaze namazı gibi kelimeler geçmediği için bu ibadetleri yok mu sayarsınız? Yukarıda belirttiğimiz kelimeler, kelime olarak Kur’an’da geçmesede onların karşılığı anlamlar veya işaretler vardır. Bu işaretlerin ve anlamların tam olarak kendisine açıklandığı kimse,  iki cihanın efendisi Peygamber aleyhisselam Efendimizdir. 
      İsa aleyhisselamın dünyaya tekrar geleceği hususunda itiraz edenlerin göstereceği bir tek hadisi şerif dahi yoktur. Niye yoktur? Çünkü bu kibirli ve eksik bilgili zevatlar hadisleri inkar ederler de onun için. Onlar ancak kendi çürük felsefelerini isbat etmek için başka çareleri kalmadığında manasını çarpıttıkları hadislere sarılırlar. Maide Suresi 117. ayetindeki”teveffenî” cümlesinin zahiri anlamında ehli sünnete muhalif kalarak, hz. İsa’nın öldüğünü ve ikinci kez dünyaya gelemeyeceğini iddia ederler. Maide Suresi 117. ayetinin latin harfleri ile yazılışı:
  -” 

Mâ kultü lehüm illâ mâ emertenî bihî enı’büdüllâhe rabbî ve rabbeküm ve küntü aleyhim şehîden mâ dümtü fîhim fe lemmâ teveffeytenî künte enter rakîybe aleyhim ve ente alâ külli şey’in şehîd”  

 

     (Maide-117)  
      Ehli sünnet alimleri bu ayeti şöyle tercüme etmişlerdir, mealen: 
“ Sen bana ne emrettinse, ben ancak onlara onu söyledim; hep Rabbim ve Rabbiniz Allah’a kulluk ediniz.” dedim ve içlerinde bulunduğum sürece üzerlerinde şahittim. Vakta ki beni içlerinden aldın, üzerlerinde gözcü ancak Sen kaldın ve zaten Sen her şeye şahitsin.”
(Maide S. 117.)
      Tibyan Tefsiri’nde bu ayeti kerimedeki; “fe lemmâ teveffenî” cümlesi; ”beni içlerinden aldığında” olarak tefsir edilmiştir. Doğrusuda budur. Zira, burada bazılarının yanldığı birinci nokta şudur:
     Ayette geçen “
fe lemmâ teveffeytenî”deki “teveffâ” fiili arapçada, vefâ(zünde durdu veya aldı) fiilinin mazi, mezid kalıbından türetilmiştir ki, arabçada bu fiilin anlamı; “sözünde durmak veya almak anlamındadır. Arabçada ölmek ifadesi eksriyetle”mâte”, öldürmek ise”kâtele” ile karşılanır. Tevveffâ’yı vefat olarak yanlış tefsir eden felsefeci yazarların yanlışı ise, günümüz türkçesinde ölmek anlamında kullanılan “vefat ” kelimesi ile karıştırmış olmalarından ileri gelmektedir. Bu ayetin doğru tercümesi yukarıda olduğu gibidir.

Soru 1: (İsa Peygamberle ilgili)Vefat kelimesinin sözünde durmak manasına geldiğini bende biliyorum. Ölen bir kişi için Allah ın vaadettiği sözü yerine getirdiği için vefat etti denir (vefa gösterdi).hatta yanlış bilmiyorsam ikinci bir anlamının uyku olduğunuda biliyorum. Hz.İsa için kullanılan bu kelime aslında hepimiz için geçerli değil mi? Yani biz ölünce vefa göstermiş oluruz ve Allah hepimizi kendi katına yükseltmez mi ?
    Cevap:
    Ehl-i sünnet alimleri(bak Tibyan Tefsiri) bu ayeti kerimedeki; “fe lemmâ teveffenî”cümlesini”beni içlerinden aldığında” olarak tefsir etmektedirler.  Bu hususu teyit eden bir başka haber: “Kur’­ân’da Hazret-i Îsâ ile ilgili “Teveffî” keli­me­sine yapılan atıf ihtilaflıdır. Zîrâ bu kelimenin anlamı aslen “Almak”tır. ) ” Taberî, Câmi‘u’l-beyân fî âyi’l-Kur’ân:3/395; Kevserî, Nazratün âbira, sh:99 (Dolayısıyla kelimenin kaçınılmaz olarakHazret-i Îsâ’nın ölümüne delâlet ettiği söy­le­nemez. Bunun gibi, nüzûl-i Îsâ’yı fizik şartları açısından imkânsız bulanların iddiaları da, Allâh’ın kudretini fizik kanunlarıyla sınır­lan­dırmak sûretiyle fiziği mutlaklaştıran vahim bir yanlışı sergilemektedir.”
      Şu durumda bu ayetin zahiri anlamında bir ihtilaf söz konusudur. Bazıları hz. İsa’nın vefat ettiğini, ehli sünnet alimleri ise, hz.İsa’nın vefat etmeden Allah’ın dilediği yere yükseltildiğini ifade etmektedirler. O halde durum nasıl cöümlenecektir? Çözüm yine Allah’ın kitabı Kur’an’dadır. Bakınız Nisa Suresi 54′e :
      “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan (!) emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta ihtilafa düşerseniz -Allaha ve Ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah ve Rasulüne götürün. Bu hem hayırlı ve hem de netice bakımından daha hayırlıdır.”
       
Malum, üstteki ayette Allahu teala bir hususta ihtilafa düşerseniz onu Allah ve Rasulüne götürünüz diye buyurmaktadır. Yukarıda belirtilen Maide Suresi 117′deki ayeti anlamada ihtilaf hasıl olduğunda durumu Rasulullah’a götürmemiz gerekmiyor mu? Rasulullah hayatta olmadığına göre onun çözümü hadisi şeriflerde değil midir? Ehli sünnet Çözümü hadisi şeriflerde bulurken felsefeciler kendi kısır akıllarında aramaktadır.. 
      Eğer, bazı sapkın felsefeciler Peygamber Efendimizin İsa’nın ölmediğine dair hadis-i şeriflerini ölçü alsalardı bu tür yanlış tercüme hatalarına düşmeyeceklerdi. Kur’anı en iyi bilen insan Peygamber Efendimizdir. Bir sure veya ayet geldiğinde O’nun bu sure ve ayetler  hakkında bir şey söylememesi mümkün müdür? Bundan dolayıdırki  ehli sünnet alimleri  Kur’an’a mana verirken Rasulullah’ın hadislerini  asla gözardı etmemiş olduklarından dolayı daha isabetli ve daha az hatalı tefsirler yapmışlardır. Bu yolu takip ettikleri içinde hatalarına dahi sevap verileceği belirtilmiştir. Şöyle bir misal verilecek olursa, uzman bir doktorun teşhisinde hata yapması ile kendini doktor sanan bir kimsenin hata yapması gibi. Ehli sünnet alimlerinin yolunu beğenmeyip kendi aklınca hareket edenler içinden çıkılması mümkün olmayacak yanlışlar işlemektedirler.  Bu ölçüye uymayıp kendi görüşlerine göre tefsir yapanların yanlışlarına gelince bunlar şunlardır:
     
    Sorulan sorunun diğer kısmına gelince, Rabbül-alemîn’in sözünü yerine getirmesi ilgili ayet, Nisa Suresi 159. ayetidir. Ayetin meali;
-” Doğrusu Allah İsa’yı kendine doğru yükseltti.”ayetidir. 
    Allah Azze ve Celle Nisa Suresi 159′da ki ayette, İsa aleyhisselamı katına yükseltme sözünü yerine getirdiğini İsa aleyhisselamın dilinden Kur’an’ın lafzı ile ifade ediyor. Allah katına yükselmek hem ruhla hem ruh ve bedenle de olabilir Peygamberimizin miracı gibi. Esas bize İsa’nın ölmediğini  Nisa Suresinin 159.ayeti belirtmektedirki mealen;
- “Ehli kitabtan hiç kimse yokturki, (İsa’nın) ölümünden önce iman etmesinler(müslüman olmasınlar).” Nisa-159
    Buradaki mana gayet açıktır. Bakara sueresinin son iki aytinde ve başındaki  ayetlerinde imanın nasıl olacağını Allah haber vermektedir. Bakınız: “O iman eden kimseler ki, sana indirilen Kur’an’ı ve senden önce indirilen Kitabları tasdik ederler.”diye buyurulmaktadır. (Bakara /4
     İman ancak ancak; Allah’a, meleklerine, kitablarına ve peygamberlerine inanmakla iman etmekle mümkün olduğunu Kur’an  “amene rasulü” ayetlerinde yazmaktadır..Başkaları bunu görmezden gelip manayı çarpıtıyorlarsa Allah katında sorumlu olacak onlardır..

     Soru 2: Mahşerdeki konuşmanın hz. İsa nın göğe kaldırışı ile inmesi arasındaki zamanı kapsadığını söylüyorsunuz. bunu neye dayanarak söylediniz bu tam olarak anlaşılmamaktadır. Bunu açıklar mısınız?”  
     Cevap: O sorunuzun cevabını ilgili ayetin manası ile alakalı hadislere dayanarak bu ayetin manasını açığa çıkaran alimlerin açıklamalarına dayanarak ifade ediyorum.  Zira, hz. İsa’nın dünyadan ilk ayrılmasının ardından hıristiyanlar küfre ve şirke saplandılar. Hz. İsa’nın ikinci gelmesinde ise, ehli kitabın küfür ve şirkten kurtulup müslüman olacaklarını  Kur’an haber verdiği için bu mana açığa çıkmaktadır. 
     Soru 3: “Ehli kitabtan hiç kimse yokturki, (İsa’nın) ölümünden önce iman etmesinler(müslüman olmasınlar).” Nisa-159(Bu ayet bile İsa’nın henüz ölmediğinin isbatı için yeter. Zira ehli kitab henüz islama iman etmiş değiller.)dediniz.peki inişinden öncekilerin durumu ne olacak?çünkü ayet hiç kimse yok ki iman etmesin diyor. yani istinasız herkes iman edecek diyor.bunu şu şekilde yorumlayanlar var.ne kadar doğru bilemem tabi.kitap ehlinden herkes hayatının belli bir döneminde kesinlikle hz.İsa nın Allah ın sadece kulu ve elçisi olduğuna inanacaklar. ama kimisi bu gerçeğin üstünü örtüp(küfür) dalalette ısrar edeceğini kimisinin ise bunu kabul edip hidayet yolu için bir adım atacağını ama sonuç itibariyle herbirinin (yahudi hristiyan) buna belli bir dönemde kesinlikle şahitlik edeceğini söyleyen var.” 
     Cevap: İsa’nın inişinden öncekilerin durumunu Kur’an açık olarak cehenneme gideceklerini bildirmektedir. Buna dair bir ayet mealen: 
Her kim, Allah’ı ve Rasulünü kabul etmeyip isyan ederse, muhakkak ona içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.” (El-Cinn – 23)  
     Hırıstiyan ve yahudilerin Kur’an’a ve Muhammed aleyhisselama inadıklarını kim iddia edebilir ki, onların Kur’an’a göre iman ettiğini söyleyebilsinler? 
  Ayrıntılı bilgi için; “Peygamberimize İnanmayanlar Cennete Giremeyecektir”yazımıza bakınız.
     Soru 4: 
Hz İsa geldiğinde yeni bir hüküm getirmeyeceği söylenir ama, haçı kıracak ve domuzu öldürecek deniyor. Bunlar yeni hükümler değil midir? Çünki Kuranda bu hükümler geçmez .Bir rivayette de cizyeyi kaldıracak deniyor. Bu Kuranın açık bir hükmünü(cizye)ortadan kaldırmak dolayısıyla yeni bir hüküm getirmek demek değil mi?” 
     Cevap: Haçın kırılmasından mana, haça tapılmanın terk edileceğidir. Bu hükümler Kur’anda geçmez demek yanlıştır. Zira, haç bir küfür ve şirk alameti olduğundan onun kaldırılması hükmü, KUR’AN’da zaten mevcuttur. Dolaysı ile bu yeni bir hüküm değil mevcut hükümlerdendir. Cizye ehli kitabın müslüman devlete ödediği bir vergidir. Ehl-i Kitab top yekün müslüman olduğunda cizyede ortadan kalkmış demektir. Hülasa bu da yeni bir hüküm değildir.
     Soru 5: Allah her kitap ehlinden veya kavimden bir söz almıştır. Bir sonraki peygambere ve kitaba inanacakları için.ama hz. İsa için bu söz konusu değil. Kur’an’da bu mevzuda bir iz , bir nişan , bir ayet veya mucize yokken ben onun hz.İsa olduğunu nereden bileceğim? Kazara rededersem benim durumum ne olacak? Biliyorsunuz ortalıklarda ben mesihim ben mehdiyim diye dolaşan sahtekarlar çok.”
     Cevap: Kur’anda açık işaret vardır. O geldiğinde iman etmeyen bir ehli kitab kalmayacaktır. Bundan daha açık bir işaret daha ne olacak? Buna rağmen sahih hadisi şeriflerde bir çok açık alametleri vardır. Burada yazarsak çok uzun yer alır. İsalık veya mehdilik iddia edenlere bir bakılsın dürüst bir müslümana yakışan bir tavırları var mıdır? Hadisi şeriflerde İsa aleyhisselamın Dımışk denilen yere elleri iki meleğin kanatları  üzerinde olarak gökten ineceği belirtilmektedir. O gökten yere indiğinde müslüman, hırıstiyan ve yahudilerden kalabalık bir topluluk orada hazır bulunacaklardır. Bu zamanda naklen yayınıda hesaba katarsak bu olağanüstü ahvali herkes görebilecektir. Bu mevzudaki bir hadisi şerifi nakledelim. Peygamberimiz (s.a.v.) buyuruyor ki, mealen:
      “Allahü Teâlâ Meryem oğlu Mesihi (yeryüzüne) gönderecek. Mesih (İsa), boyalı iki giysi içinde ellerini iki meleğin kanatları üzerine koyarak Dımaşk (Şam) ın doğusundaki Akminâreye inecek. Mesih (İsa) başını aşağı eğince, saçından terler damlayacak ve yukarı kaldırınca (yüzünden) inci gibi nurdan damlalar saçılacak. Onun nefesinin kokusunu duyan kâfir hemen ölecek ve nefesi gözünün gördüğü yere kadar ulaşacak. (İsa) deccal’ı arayacak ve onu (Kudüs yakınında) ‘Bab-ı Lud’ da yakalayıp öldürecek. Sonra İsa (a.s.) Allah’ın kendilerini deccal’ın şerrinden koruduğu bir topluma gelip, yüzlerini okşayacak ve onlara cennetteki derecelerini haber verecek.” (Müslim – Tirmizî)

       Akıllı bir mü’min sorumluluklarını bilip ona göre amel edendir. Vesselam.

 

Hz. İsa'nın İkinci Gelişi 

 

Hz. İsa (a.s.), insan ve peygamber olarak harikalara mazhar olmuş bir zattır. İlk yaratılışına, hayatına, nübüvvetine ve mucizelerine bakıldığında, diğer esma-i ilahiye ile birlikte onda "Kadir" isminin galiben tecelli ettiği görülmektedir.1 Dünyaya ilk gönderilmesi, Kur'an-ı Kerim'de "Allah katında İsa'nın hali Adem'in yaratılışı gibidir" ifadesiyle Adem (a.s.)'a benzetilmektedir.2

 

Cenâb-ı Hak emir ve irâdesinin küllî bir cilvesi olan âdetullah kanunlarını kudretine perde yapmakta ve bazen bu "âdetlerini" bir hikmete binaen değiştirmektedir. Hârikulâde bazı fertlerle halk ederek âdetlerini "tahsis ve takyid" etmektedir. Böylece her şeyde ve her kanunda irâde ve ihtiyarının hükmettiğini göstermektedir. İnsan ve hayvanın yaratılmasında görülen tenasül kanunu da aynı hikmetle, başta insanların babası Hz. Adem'in yaratılması olmak üzere, bütün hayvan türlerinin başlangıçlarında, âdeta onların Adem'leri hükmündeki ilk fertlerinin hilkatinde "hark" edilmiştir (ortadan kaldırılmış/değiştirilmiştir). Bu "hark-ı âdet", her baharda tenasül kanunu haricinde yoktan yaratılan bir çok hayvan türünde tekrarlanmaktadır.3 Neticede şuur sahipleri bu âdet değişmelerine bakarak, her bir şeyin hem ferd hem de nev olarak doğrudan doğruya Zât-ı Kadir-i Zülcelâlin kudretiyle yaratıldığını anlamaktadırlar. Böylece önlerine ehadiyet ve vahidiyete dair bir pencere daha açılmaktadır. İşte bu kadar "şüzuzat" (istisnalar) ile yırtılan kanun-u tenasülün insan nev'indeki bir başka istisnası da Hz. İsa olmuş ve Cenab-ı Hak onu da Hz Adem gibi pedersiz olarak dünyaya göndermiştir.

 

Hz. İsa'nın dünyaya gelmesi gibi ayrılması da yine bilinen şekilde değil, istisnaî bir yolla gerçekleşmiştir. Kendisini öldürmek isteyenler, Zât-ı Zülcelâlin, "cism-i dünyevisiyle" onu (semaya) yükselttiğinden habersiz, ona benzeyen birini öldürmüşlerdir. Gerçekte İsa Aleyhisselâmın dünya hayatına "uzun bir ara" verilmiştir. Melek hayatı gibi bir hayata intikal ederek nuranî bir letâfet kesb etmiş ve Hz. İdris'e arkadaş olmuştur. İki peygamber de beşeriyetin gereklerinden tecerrüd edilen bir hayat tabakasına yükseltilmiş ve "âdetâ beden-i misalî letâfetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvatta bulunmaktadırlar."4

 

 

Ahirzamanla ilgili hadis-i şeriflerde Hz. İsa'nın dünyaya yeniden gönderileceği ve "Deccal'i öldürmek" gibi çok mühim icraatta bulunacağı haber verilmektedir. Ancak, bunlar umumiyetle "müteşabih", yani manası herkes tarafından tevilsiz/tefsirsiz (izahsız) anlaşılamayan hadislerdir. Hadislerin sadece zahirine baktıklarından gerçek anlamını kavrayamayan bir kısım alimler şüpheye düşmüşler ve iki gruba ayrılmışlardır. Bir kısmı, anlayamadığını "istib'ad" ederek (akıldan uzak ve akla aykırı görerek) inkara meyleden "zahirî nazar"ın tuzağına düşmüş ve hadislerin sıhhatini inkar etmişlerdir. İkinci kısım zahir uleması ise gerçek manasını anlamadığı, fakat sıhhatine de ilişemediği bu hadisleri "hurafevari bir mana verip, âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda" yorumlamışlardır. Her iki tavır ve yorumdan da sonuçta Müslümanların avam kısmı zarar görmektedir. Aynı zamanda bu ihtilaf ve karışıklıktan en çok İslam'ın hasım ve muarızları istifade etmekte ve Müslümanların imanını sarsmaya çalışmaktadır. Biçare Müslümanlar ahirzamanla ilgili hadislerin manası ve bilhassa Hz. İsa'nın "nüzulü" hakkında mütehayyir kalmaktadır.5

 

Halbuki ne bazılarının ahirzaman hadiselerinden haber veren hadisleri adem-i kabulü meselenin hakikatini ortadan kaldırabilir6 ne de mesele hurafeci ve aklı zayıfların eline bırakılacak kadar önemsizdir. Bilhassa Hz. İsa'nın dünyaya yeniden gönderilmesi hakikatinin "hurafeci ve inkarcıların" elinden kurtarılmasıyla Müslümanların imanının tashih ve takviyesi, zamanımızın en önemli "mesail-i diniyesinden" sayılmalıdır ki, bu vazifeyi yine, "ahirzamanın en büyük müceddid ve müctehidi olan Risale-i Nur" yapmaktadır.7 Bilhassa ahirzamanla ilgili müteşabih hadislerin hakikî tevilleri Risale-i Nur'un çeşitli bahislerinde "Kur'an'ın feyziyle" ortaya konulmuştur.8 Bu hadis tevillerine başka bir yazıda daha geniş olarak—inşaallah—değinmek niyetiyle, burada yalnız Hz. İsa'nın nüzulü hakkında yapılan bir izahı hatırlatmak istiyoruz; ta ki, imanı zayıf olanların9 ve eşyanın vücudunu kendi bilgi ve gözlemine münhasır zanneden zahir-perestlerin bu hakikati "istib'adlarının" ne kadar hakikatsiz olduğu anlaşılabilsin.

 

Risale-i Nur'dan öğreniyoruz ki, "ahirzamanda Hz. İsa'nın (semadan) nüzulü kat'idir."10 Yalnız, bunu anlamak için tek boyutlu düşünce yerine müteaddit mana tabakalarını (bedahet, sarahat, işaret, ima, remiz ilâahir) nazara alan geniş bir tefekküre ihtiyaç vardır.11 On Beşinci Mektup'taki izah işte bu geniş tefekkürün önünü açacak niteliktedir. Buna göre "nüzul" meselesinin en mühim hikmeti ve anlamı şudur: "Ahirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak: (...) İkinci cereyan ise: Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüt eden bir cereyan-ı nemrudâne, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. (...) İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlâhiyenin semâsından nüzul edecek, halihazır Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek, mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâp edecektir. Ve Kur'ân'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi tâbi ve İslâmiyet metbû makamında kalacak, din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır."12 Hz. İsa, komiteleşmiş dinsizliğe karşı bu çok önemli mücahedesini yaparken de bir "cemaate" istinad edecektir.13

 

İşte hadis-i şeriflerde verilen sadık haberlerin hakiki bir manası budur ve bu izah, Hz. İsa'nın gelmesinin akla aykırı olmayıp, tam da hikmeti anlayan aklın gereği olduğunu göstermektedir.

 

Peki Hz. İsa nasıl gelecektir? Meselenin akılları en çok merakta bırakan yönü burasıdır. Öncelikle unutulmamalıdır ki, nasıl olursa olsun ineceğini "...bir Muhbir-i Sadık, bir Kadîr-i Külli Şey'in vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş; haktır. Madem Kadîr-i Külli Şey vaad etmiş; elbette yapacaktır."14 Başta da söylediğimiz gibi, Hz. İsa galiben Kadir ismine mazhardır15 ve Kadir-i Zülcelal'in Kudretinin tasarrufunda her zaman perdeler olması zarureti yoktur ve bu tasarruf bizim ilmimize de münhasır değildir. Mahiyeti nasıl olursa olsun Hz. İsa'nın gönderileceği kesindir. Kaldı ki, mü'minler için bunun misalleri de yok değildir. "Her vakit semâvattan melâikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz' eden (Hazret-i Cibril'in Dıhye suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelâl, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmı, İsâ dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil semâ-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsâ, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden ceset giydirip dünyaya göndermek, o Hakîmin hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için vaad etmiş ve vaad ettiği için elbette gönderecek(tir)."16

 

Konuyu bağlarken son olarak şunu da hatırlatmak istiyoruz: "Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî İsa olduğunu bilmek lâzım değildir (herkesin onu tanıması gerekmez). Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır."17 Böyle olması imtihan sırrının devamı için zarurîdir. Hele bir de "Ben Hz. İsa'yım ve sizi kurtarmaya geldim(!)" diye ortalıkta dolaşmayacağı kat'idir.

Cenab-ı Erhamurrahimîn, farz-ı muhal, Hz. İsa'yı yeniden göndereceğini Muhbir-i Sadık vasıtasıyla haber verip vaad etmeseydi bile, ahirzamanda büyük bir manevî karanlığa düşen ve dinsizlik illetine maruz kalan biçare beşerin lisan-ı halleriyle yaptıkları duaya cevap olarak Rahmetini indirecekti. Rahmetin, yağmurdan tut Kur'an'a kadar nice şekilleri vardır inmek için! Hz. İsa'nın, bu sefer Kur'an'la "ölüleri dirilten nefesi"ne, ahirzaman kalbi manen ölmüş insanların çok ihtiyacı var. Hatta kendini İsa zanneden biçareler bile ancak o nefesle sıhhat bulabilir.

 

Dipnotlar:

 

1. Sözler, s. 302 (Yirmi Dördüncü Söz, 3. Dal): "İsa Aleyhisselâm, sair esma ile beraber Kadîr ismi onda daha galibdir."

2. Âl-i İmrân Sûresi, 3:59. Bu konuda bilgi için bkz. Lem'alar, Dokuzuncu Lem'a, Dördüncü Sual.

3. "Hem her baharda gözümüzle gördüğümüz, yüz bin envâın kısm-ı âzamı, hadsiz efradları, kanun-u tenâsül hâricinde-yaprakların yüzünde, taaffün etmiş maddelerde-o kanun hâricinde îcâd edilir." Lem'alar, Dokuzuncu Lem'a, Dördüncü Sual.

4. Bkz. Mektubat, Birinci Mektup.

5. Kastamonu Lâhikası, s. 53

6. Şualar, s. 364 (On dördüncü Şua, Hata-Sevap Cedveli): "76: Bir kitapta Mehdîye dair hadîslerin kâffesi zayıftır denilmiş. (Cevap:) Hangi mesele var ki, bazı kitaplarda ona ilişilmesin? Hattâ İbn-i Cevzî gibi büyük bir muhaddis bazı sahih ehâdîsi mevzu dediğini, ulemalar taaccüple nakletmişler. Hem her zayıf veya mevzu hadîsin mânâsı yanlıştır demek değildir. Belki an'aneli sened ile hadîsiyeti kat'î değildir demektir. Yoksa mânâsı hak ve hakikat olabilir."

7. Barla Lâhikası, s. 99'da yer alan şu ifadeler meselemiz açısından dikkatli okunmayı hak etmektedir: "Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semaya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki; 'Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zâtın Risale-i Nur'u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem Zülkarneyn'dir, hem âhirzamanda gelecek İsa Aleyhisselâm'ın vekilidir; yani müjdecisidir.' denildi."

8. Kastamonu Lâhikası, s. 53.

9. Bkz. Mektubat, s. 59 (On Beşinci Mektup, Dördüncü Sual)

10. Kastamonu Lâhikası, s. 54: "...hadîs-i şerifin ifadesiyle Hazret-i İsa'nın semavî nüzulü kat'î olmakla beraber..."; Şualar, s. 506 (Beşinci Şua, On Üçüncü Mesele): "Kat'î ve sahih rivayette var ki: İsa Aleyhisselâm büyük Deccal'ı öldürür."

11. Kastamonu Lâhikası, s. 54.

12. Mektubat, s. 59 (On Beşinci Mektup, Dördüncü Sual)

13. Mektubat, s. 426 (Yirmi Dokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım/İşârât-ı Seb'a): "Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve 'Müslüman İsevîleri' ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak."

14. Mektubat, s. 59 (On Beşinci Mektup, Dördüncü Sual)

15. Bkz. Dipnot 1

16. Mektubat, s. 60 (On Beşinci Mektup, Dördüncü Sual)

17. Aynı yer


  


MÜNEKKİDHANE  
NÜZÜLÜ İSA ALEYHİSSELAM ÜZERİNDE...

 

 

 

 

 

 

                                                                          NÜZÛL-İ İSA ALEYHİSSELAM ÜZERİNDE
                                                                 SERDEDİLEN CİDDİYETSİZ VE ŞEYTÂNİ VESVESELER
 

 

 

 

 

                                                                         Hüseyin AVNÎ

 

 

 
 
 
 
Bir Hadîs profesörü(!) İslâmiyat isimli mecmûada ‘Îsâ Aleyhisselâm’ı Gökten İndiren Hadîslerin Tenkîdi başlığı altında bir makâle yazmış, şu makâleye karşı, Ehl-i Sünnet gayreti ve müdâfaası sâikıyla samîmî ve gayretli bir mü’min kardeşimiz tarafından başka bir mecmûada cevâb verilmişdi. Biz de sözü edilen makâleye, nisbeten başka bir takım taraflardan kısmî cevâblar vermeyi münâsib gördük. Îsâ Aleyhisselâm’ı Gökten İndiren Hadîsler'in Tenkîdi başlığı; her şeyden evvel, ilmî vekar ve ciddiyetten mahrum, sulu, istihzâ damlayan seviyesiz bir başlık… Yazının üslûbu da peşin fikir ihtivâ eden mübtezel bir üslûb olup sâhibinden haber vermekte… İstihzâ edilen, sözlerin sahibi olan Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem ve onları rivâyet eden ve benimseyen Ümmet'in tamâmı ve âlimleri… Diğer yandan da, Mahmûd Şeltût'un makalesinin intihâli/ondan çalınma bir yazı… Yüzü gözü makyajlanarak ve pudralanarak gûya kızlaştırılan bir kokana kocakarı…Olup olmayacağına, denk bir nisbetle inanma. 
 

 

 

 

 

Hakîkatte, şu makâle sâhibi tarafından da i’tiraf edildiği gibi, otuz küsûr Sahâbî’den yüz yetmiş küsûr rivâyetle gelen bir husûsun îmân eden akıllı kimseye göre tartışılır yanı olamaz. Hele buna İcmâ’ı eklerseniz, söylenilebilecek hiçbir şey kalmaz. Lâkin, îmân mevzûudur; tartışma götürmez, deyip saçma ve hezeyanlarına toz kondurmayan şarkıyyâtçı Hristiyanların ihdâs ettikleri -kesin îmân düstûrları da dâhil- istisnâsız İslâmî her mes’lede aslolan uydurma olmaktır, şeklindeki bilimsel dogma artık onların içimizdeki şâkirdlerince yeni bir îmân esâsı hâlini aldı. Nihâyet bu peşin ithâmın anaforundan kurtulmanız için sebebler âlemi size yetmeyecek kadar dardır. Vesvese bile olamayacak sebebler ileri sürülerek fâhişelik töhmetiyle yüzü kara edilmek istenen iffet âbidesi bir genç kıza, hadi fâhişe olmadığını isbât et, denildikten sonra, onun, töhmet dayanaklarına nisbetle yerden arş kadar yüksek olan hüccetlerinin bile yeterli delîl kabûl edilmediğini görüyoruz…

 

Makâledeki Bazı İddialara Kısa Cevâblar

 

 

İddia: Toplumsal taleplerini gerçekleştirmede başarısız olan kitleler, ya isyan veya sosyal patlamalar ya da başarının/zaferin ilâhî yardım sayesinde gerçekleşmesini bekleme şeklinde tepki gösterirler…

 

 

Cevâb: Şu iddianın tutarsız birçok yanı varsa da, biz ikisi üzerinde duralım:

 

 

Birincisi: Nüzûl inancı’nı böyle bir sebebe bağlamanın ardındaki mesned, en iyimser bir ifâdeyle, mes’eleyi sosyo-psikolojik bir tahlîlle temellendirmek düşüncesidir. Şimdilik, îmânsızlıktır demiyoruz. Yani, Şer’î delîllerden ayrı ve müstakil bakışla bakıldığı farz edilirse, -ki öyle olmuştur- yapılan, en iyimser ifâdeyle mücerred bir sosyo-psikolojik tahlîldir. Müstakım bir Profesör arkadaşın ifâdesiyle mesnedsiz ve gelişi güzel bir tahmîndir, denilmiyorsa tabîî. Mahza/salt sosyo-psikolojik tahlîller, yerine göre bir takım ipuçları verseler ve bir nisbette ufku açsalar da, pozitif ağırlığı ve isbât edilebilirlik yanı bulunmayan, hatta çoğu zamân ğâlib/ağırlıklı zann mertebesine bile ulaşamayan ihtimâllerden ibârettirler. Mantîkî mânada şekk,  hatta vehim  seviyesini dahî aşamazlar. Bir yanda, Haber-i Âhâd’lara, belki, yerine göre haberlerin hepsine, birçok noktada kıymet vermeyen, diğer yanda da, şu, mücerred kanaatlerden ileri geçemeyecek iddiaları nelerin nelerin yıkılmasına mesned yapabilenlerin ilmî, hatta fikrî ma'lûliyyet ve zavallılıkları cidden ibret vericidir. İslâm âlimlerinin, Mefhûm-i Muhâlif  ve benzeri fâsid istidlâller  çerçevesinde zikrettikleri, hüküm çıkarmada temel dayanak kabûl edilen delîllendirme biçimlerine, ilim, hatta sırf fikir gözüyle dikkatlice bir bakarsanız bunların, ihtimâl dâiresinde ne kadar güçlü dayanaklar ve ne kadar mühim ipuçları olduğunu göreceksiniz. Ama buna rağmen, şu ihtimâller, aksine getirilebilecek, onlardan ağır, hatta onlara denk ihtimâller göz önünde bulundurularak bir hükmün isbâtı veya inkârı için bir çok fakîh tarafından başlı başına birer delîl kabûl edilmemişlerdir. Sadece ipucu olmakla kalmışlardır. Şu fâsid istidlâllerin bir kısmı husûsundaki, âlimlerin, âlimce olan anlaşmazlıklarını lütfen kimse ileri sürmesin. Çünki, onların her birinin birçok nev’inin, delîl ileri sürmekte geçersiz olduğunda, hatta hasen ve daha üst mertebelerdeki rivâyetler karşısında hiç birinin mu'teber olamayacağında âlimlerce söz birliği vardır. Bu istidlâllerin/delîl getirmelerin, paralel bulundukları nassları te'yîd ve takviye edici oluşları ise karîne olmaktan ileri gitmeyen başka bir husûstur. Karşılarında onlardan daha kuvvetli, hatta onlara müsâvî/denk bir ihtimâl bulundukta, hattâ karşı delîl bulunmasa bile bunlarla ihticâc olunmaz,  hüküm isbât etmekte delîl olmaya yetmezler.

 

 

İkincisi: Benzer, hatta aynı iddia, inkârcılar tarafından Allah celle celâlühû’ya inananların karşısında ileri attıkları bir iddiadır. Onlar da, Sizin Allah inancınız, acziyetiniz ve başarısızlığınızdan doğmaktadır. Aslında Allah (hâşâ) yoktur. Kendinizi avutuyorsunuz, hatta kandırıyorsunuz, demektedirler. Şu iddianın sizde bu seviyede olup olmadığını -kesin bir şekilde- bilmiyoruz. Ama görünen o ki, düşüncenizin kaynağı ve mantığı budur. Şübhesiz ki, bâtıl din ve inanış sahibleri için bu iddia kısmen doğru olabilir. Allah inancı fıtrîdir/yaradılışta mevcûddur. Bu sebeble, yanlış gidişten dolayı puta, ağaca, güneşe, aya ve benzerlerine ilâh diye teveccüh edilmiş olabileceği gibi, âcizliğin, başarısızlığın ve avunma hissinin de bunda te’sîri bulunabilir. Ancak, gerçek Allah inancını, şu sosyo-psikolojik tahlîlle temellendirmek, olsa olsa îmânsızlık ve dinsizliktir. Bunun şu mes’elemizdeki iddiâ ile ne farkı vardır? Aslâ hiçbir farkı yoktur. Kendini Mü’min zanneden, veya insanları o şekilde kandıranlara sirâyet eden şu virüse iyi dikkat etmek lâzımdır.

 

 

İddia: Konuyla ilgili âyetler incelendiğinde bizzât görüleceği üzere ve birçok ilim adamının da ifâde ettiği gibi, Hz. Îsâ'nın göğe yükseltilip, bilâhare yeryüzüne indirileceği inancı, Kur’ân’da, tartışmaya mahal bırakmayacak netlik ve kesinlikte ifâde edilmiş değildir. Bilakis, ortada olan, Hz. Îsâ'nın inişinin leh ve aleyhindeki birçok âyetle ilgili filolojik îzâhlardan ve çok farklı te’vîl, tefsîr, yorum ve iddialardan başka bir şey değildir. Bu sebeble, Kur’ân açısından mes’elenin bir yorum ve dolayısıyla tercih mes’elesi olduğu söylenebilir…

 

 

Cevâb: Şu iddia, sadece kuru bir iddia. Kimdir, şu sözü edilen, birçok ilim adamının da ifâde ettiği gibi lafında geçen ilim adamları? Bunu söyleyen hesaba katılabilecek hiç bir ilim adamı asla yoktur. Varsa getirilsin. Kaldı ki, birileri tarafından tartışılmayan hiçbir imânî mevzû' da yoktur. Eğer sâhâyı sınırsız tutarsanız, Allah inancı da dâhil, her îmân esasının birilerince mutlaka tartışıldığını görürsünüz. Her kesin îmân esası karşısında i'tirâzları olan bir veya daha çok inkârcı kesinlikle bulunur. Mühim olan, bu mes’elenin Mü’minler’in hakîkî Rebbânî âlimlerince tartışılmadan veya tartışıldıktan sonra kabûl edilip edilmemesidir. Hatta, ikinci mertebedeki birçok îmân esasının teferruâtında dahî, İslâm âlimlerince tartışma olabilir.  Bunun böyle olması onların aslını kökten inkâr etmemizi îcâb ettirmez. Kâfirlerin ve maşalarının Nüzûl-i Îsâ’yı tartışmaları, bu inancın net ve tartışmasız olmadığı ma’nâsına gelmez. Tekrâr ederek soruyoruz; bu inancı, kim tartıştı ve tartışıyor? Hiçbir âlim, bunu, geçmişte tartışmamıştır. Sahte peyğamberlerin, müsteşriklerin, masonların ve tohumlarının tartışmaları ise Mü’minler için mühim değildir ve bu İslâm Ümmetinin ve âlimlerinin icmâ’ına zarar vermez. Hâsılı, mü’minlerce inkârı mümkin olmayacak onca delîllerle berâber artık bu mes’ele Kur’ân açısından bir yorum mes’elesi değildir.

 

 

Hem, şu filolojik îzâh  dedikleriniz nelerdir? Bir de siz yazsanız da bir daha görsek. İmâm Kevserî onu yapmaya kalkanların maskaralıklarını enfes bir şekilde sergilemişti. Bir de sizin boyunuzun ölçüsünü görsek.

 

 

İddia: Aslında Hz. Îsâ'nın Nüzûl’ü mes’elesinde belirleyici olan rivâyetler/hadîsler konusunda da ihtilâflar ve tartışmalar yok değildir. Genelde konuyla ilgili rivâyetlerin Mütevâtir mi, Haber-i Âhâd mı olduğu noktasında yoğunlaşan tartışmalarda, bugüne kadar taraflar arasında bir uzlaşma sağlanamadığı görülmektedir. Bu tür kısır tartışmaların uzayıp gitmesinin temel sebebiyse, konuyla ilgili hadîslerin bilimsel bir titizlikle incelenmemiş olmasıdır…

 

 

Cevâb: Bir: Şu husûstaki rivâyetleri iyi inceleyen ilim ve basîret sahipleri göreceklerdir ki, bu iddia da tamamen ilim ve insâfla bağdaşmayan hilâf-i hakîkat gelişi güzel bir iddia… Çünki, Evvelâ, Nüzûl’ü tek belirleyici olan hadîsler değildir. Ortada âyetler ve İcmâ’ da vardır. Sonra, yine soruyoruz, şu varlığı iddia edilen tartışmayı kim yapmıştır? Hadîs âlimlerinden kim böyle bir tartışmada, Nüzûl hadîsleri Haber-i Âhâd'lardır yâhud uydurmadırlar demiştir? Bir tanesi getirilsin… Şimdiye kadar bunu getiren olmamıştır. Asla da getirilemez. Son devrin câhil ve zındıklarından başka bu husûsta çatlak ses kimseden çıkmamıştır. Hâsılı, âlimlerde iki taraf diye bir şey yoktur. Ortada tek bir taraf vardır ki, o da şu îmâna sâhib olan taraftır. Küfür cebhesi ve onların oyuncağı ve maşası olan müsteşrik tohumlarının aykırı görüşleri  ise mü’minlerce mühim değildir.

 

 

İki: Tartışmanın sebebi, hadîslerin ilmi ölçülerle incelenmemesidir iddiası doğrudur. Evet, onları Mü’minler ve âlimleri seviyesizce tartışmadı ve tartışmaz. Ancak tahlîl etmişlerdir ve ederler. Tartışan kâfirler, zındıklar, masonlar ve uşakları ise elbette ilmî ölçülerle tartışmadılar. Bunu tamâmen peşin fikirli olarak ve ideolojik bir bakış zâviyesiyle yaptılar. Şunun da asıl sebebi, inkârcılık mikrobunun kimilerine bulaşmış olmasıdır.

 

 

Üç: Hadîs ilimlerinden nasîbi olanlar kabûl ve teslîm ederler ki, şu mertebede râvîsi ve kaynağı olan hadîsler hiçbir cerh ve ta’dil (sakat ve sağlam bulma) tahlîline tâbi tutulmadan bir araya getirilseler, ilmî ölçülere yine de uyarlardı. Ama son devrin hakîkî âlimleri, pekiştirmeyi ve odun kafalıları da hesaba katarak, hadîslere ilâve olarak, şu rivâyetleri ilmî ölçülerle teker teker incelemişlerdir. Ya, hevâ (nefsin şiddetli arzusu), gözleri kör ettiği için hakîkat görülemiyor, veya kasden yalan söyleniyor. Dolayısıyla kimse, çoktan keşfedilen Amerika’yı ilk defa keşfediyorcasına, yeniden keşfetme nâmına gaza basıp gübre yığınına saplanmasın.

 

 

İddia: Bütün bunlar Hz. Îsâ'nın Nüzûl’ü konusundaki rivâyetlerin metin tenkîdi açısından nasıl bir manzara arzettiğini gözler önüne sermeye yetecek nicelik ve nitelikte değerlendirmelerdir.

 

 

Cevâb: Geçtiğimiz sayımızdaki makâlemizden metîn tenkîdiyle alâkalı bir yeri buraya da almak istiyoruz: Metin Tenkîdinden maksadınızın ne olduğunu şu satırları okuyacak olanlar -bağışlasınlar- belki iyi anlayamayabilirler. Kendi kitâbınızdan bu husûsla alâkalı bir iktibâs yapalım, bir parça nakledelim ki, söz daha anlaşılır olsun; Metin tenkîdinin ne kadar lüzûmlu ve iyi bir şey olduğunu anlatma makamında, Mu’tezile âlimlerinden  Amr b. Ubeyd’den, O'na hiçbir i’tiraz yapmadan, dolayısıyla beğenerek naklettiğiniz (küfür) sözler(i) şunlardır:

 

 

(Mü'minlere göre sahîh olan bir hadîs için)

 

 

 

 

 

Bu hadîsi A’meş’ten işitseydim, onu yalancılıkla suçlardım. Zeyd b. Vehb’den işitseydim, ona cevâb bile vermezdim. Abdullah b. Mes’ud’dan işitseydim, onun sözünü kabûl etmezdim. Allah’ı böyle söylerken işitseydim, O’na sen bizden mîsâk’ı bu esas üzere almadın! derdim”.

 

 

(Yine başka bir hadîs için,)

 

 

 

 

 

Resûlüllâh böyle bir şey söylemez. Eğer söylemişse ben onu yalanlıyorum. Eğer onu (bu konuda) yalanlamak günah ise, ben bunda ısrarlıyım”.  Şu sözü söylediğine dâir rivâyetler sahîh ve sâbitse, kâfirliğin bundan ötesi olabilir mi?

 

 

Alternatifçinin kendisi de şöyle diyor:

 

 

 

 

 

Bir sözün yanlış ve kabûl edilemez olması o sözün her zamân uydurma olmasını gerektirmeyebilir. Bu durum özellikle Hz. Peyğamberin çevresinden elde edip yeri geldiğinde aktardığı bazı bilgiler için söz konusu olabilir. Meselâ İsrâîloğulları’ndan bir adamın doksan dokuz kişiyi öldürdükten sonra bir din adamını da katletmesine rağmen tövbesinin kabûl edilip cennete girmesiyle ilgili bir hadîsin   kabûlü hayli zor hatta imkânsız unsurlar içerdiği için kolayca mevzu olduğuna hükmedilebilir.

 

 

Ancak mes’eleye bir başka açıdan bakmak da mümkündür: Bu örnekte olduğu gibi, Hz. Peyğamber İsrâiloğullarından bir adamla ilgili bu hikâyeyi Medîne’deki Yahudilerden duymuş ve rivâyetteki bir takım tutarsızlıkları ve problemleri bir yana bırakıp rivâyetin ana fikri olan tövbe kapısının her zamân açık olduğunu ön plâna çıkararak bu hikâyeyi anlatmış olabilir. Keza Hz. Peyğamber içinde yaşadığı toplumun bir ferdi olarak sağlık ve tedâvi konularında çevresinden edindiği o zamân için doğru kabûl edilen bazı bilgileri -Tıbb-ı Nebevi konusundaki rivâyetleri kastediyoruz- çevresindekilere aktarmış olabilir. Ancak sonraki yüz yıllarda, ilmen bu bilgilerin bazılarının doğru olmadığı ortaya çıkabilir. Bu ve benzeri birçok durumla karşılaşıldığında -muhtevânın yanlış olmasına bakıp- hadîsin uydurma olduğuna hükmetmek yerine, hadîsin Hz. Peyğamberin sözü olduğunu; ancak ihtivâ ettiği bilgiler yanlış olduğu ortaya çıktığı için bizim için geçerli olmayacağını ileri sürmek daha isabetli görünmektedir… İsnad açısından Hz. Peyğambere aid görünen ama muhtevâ itibariyle yanlış olduğu anlaşılan ve dolayısıyla kabûlü mümkün olmayan hadîsler’…

 

 

Bu nakillerden sonra, Louis Massignon isimli bir İslâm düşmanı Müsteşrikten/Oryantalist’den de bir söz aktarmak istiyorum:

 

 

Onların  her şeyini tahrip ettik. Felsefeleri, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler…  (nakil bitti.)

 

 

Vah başımıza gelenlere… Değil Şâri'in/din sâhibinin sözleri, sıradan insanların sözlerinin bile metin tahlîline/kritiğine tâbi' tutulması her hâl-ü kârda lüzûmlu, hatta câiz değildir. Aksine, metin tenkîdi zarûret veya ihtiyâc halinde olur. Bu zarûret ve ihtiyac da gelişi güzel olmaz. Zarûret halinde mecbûren, ihtiyac halinde ise çokça gerekli olur. Yani metinlerde aklî veya Şer’î, veya hem aklî hem de Şer’î imtinâ'/olamazlık mevcûd ise, veya kendileri ayarında veya kendilerinden daha üstün kuvvette başka nasslar ve rivâyetlerle aralarında çelişki varsa, veya umûmâta (genellik bildiren delîllere) ters iseler ve benzeri hallerde metin tenkîdi yapılır.

 

 

Nüzûl mes’elesinde bunlardan hiç birisi mevcûd değildir. Ortada aklî bir muhâl/imkânsız/olamaz mı var? Şer’î muhâl mi var? Iztırâb mı var? Bunlardan bir tanesini gösterin. Gösteremezsiniz; çünki bunların hiç birisi yok; olmayan şey nasıl gösterilsin? Evet yok… Şöyle ki, Aklî muhâl yok; Çünki, İzâfiyet teorisi, uzay fiziği, âdî vasıtalarla (sıradan araçlarla) astronotların uzun zamânda uzayda durabilmeleri, bilgisayar teknolojisi, enformatik müdhiş gelişmeler ve benzerleri, bir zamân aklın ihtimalden uzak bulduğunu, başka bir zamân mümkin bulmakta olduğunu ve gördüğünü ortaya koymaktadır. Aklın bir şeyi ihtimâl ve imkândan uzak bulması ile imkânsız bilmesi farklı farklı şeylerdir. Kollektif akıl bir mümkin’i/olabilir’i, bazen uzak bulsa da imkânsız bulmayabilir. Bazı zayıf akıllılar çoğu zamân ihtimâlden uzak gördüğünü imkânsız bulur ve gösterir. Fennî gelişmeler bunun inkâr edilmez isbâtlarıdır. Nüzûl’de Şer’î Muhâl de yoktur. Çünki o bir mu’cize, yani olağanüstü bir iştir. Mu’cize, Deterministler ve David Hum gibi maddeci felsefecilere göre olamaz bir şeyse de Mü’minlerce câiz ve vâkı’dir.  Nüzûl de bir mu’cize olduğuna göre, o dahî mümkindir. Îsâ aleyhisselâm’ın Allah celle celâlühû’nun izniyle ölüyü diriltmesi gibi. Evet… Nüzûl haberlerinde Şer’î Muhâl de yoktur…Çünki, Nüzûl haberleri, kendi kuvvetinden üstün, hatta kendi kuvveti seviyesinde, hatta kendinden daha zayıf olan hangi delîl ile  muhâl yani imkânsız bulunuyor? Bir tane bile gösterilemez. Nüzûl mes’elesinde, zıt hangi bir delîl/nass vardır ki, onunla Nüzûl teâruz etsin/çelişsin ve ortada ıztırab/çelişki bulunmuş olsun? Yok… Bulan getirsin. لا نبى بعدى/Lâ nebiye ba'dî/benden sonra hiçbir nebî yoktur, hadîsi haktır. Ancak bu bizim dediğimize zıd değildir. Ne demek olduğu şunlarca anlaşılmamıştır. Nitekim îzâh yerinde edilmiştir. Nüzûl’ün/inişin nereye olacağı, mes’elesindeki ufak tefek farklılıklar, haberin aslıyla, yani gökten inmeyle çelişmez. Kaldı ki, Nüzûl, yani inmek kelimesi bir yerde inip orada konaklamak ma’nâsındadır. Gökten nüzûl (inme) olacağı gibi, falan yere bineğinden nüzûl (konup/konaklama) dahî olur. Bu yüzden şuraya nüzûl (inmek), buraya nüzûle mâni' değildir. Her râvî Nüzûl’ün olacağı yerlerden her birini hatırlamamış, bir kısmını veya birini hatırlamış da olabilir. Burada böyle değişikliklerde çelişki görülmez. Üstelik inmek husûsunda değil de, nereye ineceği husûsundaki rivâyetlerin hepsi aynı kuvvette değildir. Dolayısıyla ıztırab mevzû'-i bahis olmadan kuvvetli olan tercîh de edilebilir.  Yâhud görünürde çelişki var kabûl edilse bile, te’lîf mümkin iken tercîhe gidilmeyebilir. Şurada içinden çıkılamayacak olan hiçbir çelişki yoktur. Bu ma’nâda, yani nereye ineceği husûsundaki metin tenkîdi âlimlerce yapılmıştır ve mes’ele ilmî olarak halledilmiştir. Nitekim ileride bu çelişki iddiaları etraflıca ele alınacaktır. Bir şeyi körler de görecek diye bir şart yoktur. Göstermek ve görmek “görene; köre ne?” Lüzûmsuz metin tenkîdi/kritiği, daha doğrusu metin üzerinde oynamak âlimlerin değil, ard niyetlilerin veya câhillerin yâhud da hevâsının esiri sapıtmışların işidir. Hele bu metin, Şerîat sâhibine âidiyeti -zayıf olmak şöyle dursun- kuvvetli ihtimalle sâbit olan, hatta kesin olan bir metinse, bunda asla tenkîdî bir tasarruf olmaz…

 

 

İddia: Kaynak râvîlerin güvenilirliği açısından bu tabloya bakıldığında, Abdullah b. Mes'ud ve Enes b. Malik gibi birkaç sahâbî hariç, rivâyetleri nakledenlerin veya naklettiği rivâyet edilenlerin büyük ekseriyetinin Hz. Peyğamberin yakın çevresindeki arkadaşları olmadıkları görülür…

 

 

Cevâb: Bir: Bu haberler Nebî Aleyhisselâm'a yakın Sahâbîlerce gelmiştir. Aksi yalan veya cehâlettir. Hepsi yakın arkadaşlarıdır. Nitekim dikkatli bakılırsa bu görülür.

 

 

İki: Halifelerden hangisi altı temel îmân mes’elesinde kaç tane hadîs rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekir’den temel îmân esasları hakkında Kütüb-i Sitte'de ve Muvatta'da tek bir rivâyet -bildiğim kadarıyla- yoktur. Gözümden kaçan varsa bile bu ender cinsindendir. Hz. Ömer’den ise tâli îmân esasları hakkında çok az rivâyet vardır. Belki de yoktur. Benim bildiğime göre O’ndan ne Kütüb-i Sitte ve Muvatta’da Allah’a îmân, Allah’ın sıfatlarına, Âhiret'e îmân, Meleklere ve Nebîlere îmân husûsunda hiç bir rivâyete rastlamadım. Gözden kaçan varsa da çok nâdirdir. Keza; Hz. Osman ve Hz. Ali’den de bu husûstaki rivâyetler yok denecek kadar azdır. Bütün bunların böyle oluşu, akıllı ve ilimli mü’minlerce de kabûl ve teslîm edileceği gibi, îmân esasları husûsunda inkârımızı îcâb ettirmez.

 

 

Üç: Hem, böylesi bir istidlâl, kendi başına bir ipucu ve karîne bile değildir. Olsa bile, ondan daha kuvvetli, hatta onun kuvvetinde değişik mukâbil/karşıt ihtimaller yüzünden hüccet olmaktan uzaktır. İhtimâl geldiği zaman ihticâc bâtıl olur. Hatta bu, kesin delîllerle mutlak muhâldir/her bakımdan imkânsızdır. Öyle ki, ortada inkârı ilmen kabil olmayacak kuvvet ve sayıda nass varken, şunlar karîne bile olmaktan uzak vesveselerden başka bir şey değillerdir.

 

 

İddia: Hz. Îsâ'nın Nüzûl’ü ile ilgili hadîsleri nakledenlerin başında gelen Ebû Hureyre, Cabir b. Abdillah, Huzeyfe b. el-Yeman, Ebû Sa'id el-Hudrî, Abdullah b. Abbâs vb. isimlere gelince... Başta Ebû Hureyre ve Abdullah b. Abbâs olmak üzere, bunların bazılarının geç Müslüman olmuş olması veya Hz. Peyğamber zamânında yaşlarının küçük olması vb. sebeblerle, zabt açısından ciddî eleştirilere maruz kaldıkları…(iddia edilmektedir.)

 

 

Cevâb: Şu ismi geçen sahâbîler Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in yakın çevresinde yer alan arkadaşları olduğunda aklı başında hiç kimsenin şübhesi yoktur. Ebû Hüreyre, Nebî aleyhisselâm’ın duâsını almış yakın arkadaşlarından olup, Ümmet'in hadîs hâfızıdır. Ona, dinsizler, müsteşrikler ve onların oltalarındaki yem solucanları olan Mahmûd Ebû Reyye ve benzerleri düşman olabilirler. Ebû Hanîfeler, Mâlikler, Şâfiîler, Ahmed b. Hanbeller, Buhârîler, Müslimler ve diğer hadîs İmâmlarının kabûl ettiği koca Sahâbî'ye kim düşmansa veya onu beğenmiyorsa, canı cehenneme… Diğer sözü edilen Sahâbîler de, aynı şekilde Mü’minlerce mümtâz ve güvenilir âdil kimselerdir. Bunlara Müsteşriklerden başka kim zabt tenkîdinde bulunmuştur? Müsteşrikler ve tohumlarınca ise, güvenilmez olabilirler. Bu, Mü’minlerce mühim değildir.

 

 

Tenbîh: Kimi câhil zavallılar da, âdillik ile ma'sûmluk arasındaki farkı ya bilememekte veya kasden görmezden gelmektedirler. Sahâbe'nin tamâmı âdildir diyoruz. Bu, Hadîs Usûlü kitâblarının hepsinde mevcûddur. Yer göstermeye lüzûm yoktur. Sahâbî düşmanı Hâricî ve Şiîler’in ve bir kısım şâzların dışında buna zıd görüş sâhibi bilmiyoruz. Sahâbe mâ’sumdur demiyoruz. Haberlerinde güvenilir kimselerdirler, yalan söylemezler, diyoruz, hiçbir günah işlemezler demiyoruz. Lâkin onların sevâbları içindeki günahları denize düşüp kaybolan yağmur tânecikleri gibidir, diyoruz.

 

 

İddia: Ve (bu Sahâbîlerden bazılarının) isimlerinin bir takım İsrâiliyyât rivâyetlerine karıştığı…(söylenmekle şu Nüzûl rivâyetlerinin de isrâiliyyât'tan olma ihtimâli doğmaktadır.)

 

 

Cevâb: Bir: Böyle bir asılsız iddiadan kalkarak Nüzûl rivâyetlerinin İsrailiyyât rivâyetlerinden olduğu iddiası, mesnedsiz, yani aklî ve ilmî dayanağı olmayan bir da’vâdır. Kısmen de olsa, benzer olan bir takım rivâyetlerin şu andaki Kitâb-ı Mukaddes'te de bulunması, bunların isrâiliyyâttan olması ve uydurma olduğu ma’nâsına gelmez. Çünki bu günkü Kitâb-ı Mukaddes'te Allah'ın varlığına, öldükten sonra dirilmenin olacağına dâir ve bir çok Kur’ân âyeti meâlideki metinler de vardır. Onlar da mı hâşa uydurmadır?!.. “Aksine siz dünya hayatını tercîh ediyorsunuz. Halbuki Âhiret (dünyadan) daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Şübhesiz bu (hakîkatler) elbette ilk sahîfelerde, İbrâhîm ve Mûsâ’nın sahîfelerinde vardır.”

 

 

İki: Değildir ya, şu rivâyetlerin bir kısmının İsrâiliyyât rivâyetleri olduğu kabûl bile edilse, o yolla gelmeyen diğer sahîh rivâyetler paralelinde olduklarından bunların zararı değil kârı olur. İlmen de bunda bir mahzûr yoktur. Ehl-i Kitâb'dan anlatınız, aktarınız. Bunda bir darlık, zorluk (beis) yoktur…  İbnü'l-Esîr, (kısa ve öz olarak) bunun, onlardan her bir yalanın anlatılabileceği ve nakledilebileceği ma’nâsında olmayıp, âlimler, râvîler ve târîhçiler tarafından nakledilen doğru rivâyetler, demek olduğunu söylemektedir.

 

 

Üç: Kur’ân'a ve Sünnet'e ters olmayan fakat başka kanallarla gelen rivâyetlerin ne doğru olduğunu ne de yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Zîrâ, Ehl-i Kitâb'ı ne tasdîk ediniz, ne de yalanlayınız  emrine muhâtabız.

 

 

İddia: Bunların (Nüzûl râvîlerinin) bazılarının geç Müslüman olmuş olması veya Hz. Peyğamber zamânında yaşlarının küçük olması vb. (“gibi husûslar şu rivâyetlerin güvenilir olmadığını göstermektedir” denilmek isteniyor.)

 

 

Cevâb: Meselâ hangileri kaç yaşındaydı? Öyle ciddîyetsiz bir iddia ki, tamamen hayal veya kasd-ı mahsûsa mahsûlü mesnedsiz atışlardan ibâret. İsbâtlı konuşulsaydı bir şey olurdu ve cevâba değerdi. Lâkin mes’ele ma’lûm. Ciddî bir kişi, ciddî bir makalede böylesi bir da’vâ ileri sürse, da’vâsını, sözü edilen Sahâbîlerin yaşlarını, ricâl kitâblarından bulup ortaya koyarak isbât ederdi. Değilse, söylenenler, ciddîye bile alınmayacak laflar olmaktan öteye gidemez ve başkaları için hak etse de, kendileri için karşı bir ciddî cevâbı hak etmez.

 

 

İddia: Mesela, Hemmam b. Münebbih'in Sahife'si, Ebû Yûsuf’un (ö. 182) eserleri, İmâm Muhammed'in (ö. 189) eserleri, Malik'in el-Muvatta’sı, Şafii’nin (ö. 204) eserleri, Abdürrazzak'ın (ö. 211) el-Musannef'i gibi ilk kaynaklarda konuyla ilgili rivâyetlere hiç rastlanmazken…

 

 

Cevâb: Böyle bir mülâhaza ile Nüzûl hadîslerinin uydurma olduğunu isbâta yeltenmek ilmî değil, sadece klinik bir vak’a olabilir...  Zîrâ İmâmeyn’in kitâblarında îmânla alâkalı hemen hemen hiçbir rivâyet yoktur. O halde îmân husûsunda gelen mu’teber rivâyetleri inkâr mı edelim? Hattâ onlarda, çoğu fıkhî mes’eleye dâir sahîh hadîs rivâyetleri bile yok. Onları da uydurma mı ilan edelim? Bu nasıl bir delîl ileri sürme? Vesvese ile hücceti karıştıracak kadar ilmîlik, her halde çağdaş akademisyenlerin mümeyyiz/ayırıcı vasfı olsa gerek. Üstelik… Abdurrezzak'ın Nüzûl hakkında bir değil, bir çok rivâyeti vardır. Hem de, ondan önceki musanniflerden Ma'mer İbn-i Râşid el-Ezdî'nin el-Câmi'inden rivâyet ederek. Abdürrezzâk, sözü edilen el-Câmi' isimli eserin râvîsidir ve bu rivâyetler, basılı olan el-Musannef'de mevcûddur.  Ayrıca tefsîrinde de vardır.  Şu da gösteriyor ki, Bay Profesör, şu eserlerde Nüzûl rivâyetleri yoktur, derken, ya bakmadan, okumadan ve araştırmadan, gelişi güzel hareket etmekte, veya birilerinin dolduruşuyla konuşmaktadır. Dolayısıyla diğer kaynaklar hakkında da bu yanıltma kuvvetle muhtemeldir. Burada bir ibretlik nokta daha vardır ki,  o da, Nüzûl ile alâkalı yazılan eserlerde, Abdü’r-Rezzâk’tan nakiller varken onun yoktur demesidir. Bu da, ya o kitâbları bile okumadığını veya okuduğu halde onlara kayıdsız kaldığını göstermektedir. Bir Muhakkık/araştırmacı için, ikisi de affedilmez bir lâkaydîliktir. Üstelik, yukarıda da geçtiği gibi sözü edilen rivâyetler basılı olan Musannef ile Tefsîr’inde yer almıştır. Bu yapılan tıpkı Fazlurrahmân’ın tavrı gibi birşey… Nitekim, böyle bir kaynak bilgisini/bilincini(!) ve ona dayalı istidlâli, Fazlurrahman da, kim kasden bana yalan iftirâ ederse cehennemdeki yerini hazırlasın meâlindeki Mütevâtir hadîsin uydurma olduğunu isbât(!) sadedinde yapmıştı. O, bu hadîs Ebû Yûsuf'un kitâbında yoktur. (Öyleyse uydurmadır.) mealindeki ifâdesiyle müthiş bir ilmîlik(!) sergilemişti.  Halbuki şu rivâyet,  Ebû Yûsuf'un el-Âsâr'ında vardı.  Bay Profesör de, şu bizim mes’elemizde usûl bakımından, isim vermeden, Fazlurrahmân’ı taklîd etmiştir. İ'tirâf etmiyorsa da O'nun hadîs ilimleri metodolojisinin temel ilkelerinden birini benimsemiş, onunla amel etmiştir. O'nun mezhebini taklîd etmiştir. Her ikisinde de aynı ciddiyetsizlik, aynı sığlık, aynı lâubâlîlik... Ebû Hanîfe’nin akîde kitâblarından Fıkh-ı Ekber'inde de hiçbir hadîs rivâyeti yok. Ne diyeceksiniz? Sübhanellah!.. Maksad, onlara güvenmek olmayıp, onlarla bunları, bunlarla da onları yıkmak. Yoksa şu eserlerde bu rivâyetler bulunsaydı kabûl mu göreceklerdi? Kesinlikle hayır. Çünki, yapılmakta olan, i’dâm ettikten sonra güldüren ve ağlatan zâlim bir muhâkeme… Âdil bir muhâkeme yaparak, âdil bir i’dâm değil…

 

 

İddia: Kaynaklarla ilgili olarak işâret edilmesi gereken diğer bir husûs ise, bu rivâyetlerin yer aldığı, hadîs kaynağı bile olmayan (tarih, tabakat, rical, cerh-tadil, tefsîr, delail vb. türü) eserlerin, tablodaki toplam eserlerin yaklaşık yarısını oluşturmasıdır. Her türlü rivâyeti -sağlam çürük demeden- alan ve çoğunluğu problemli rivâyetlerden oluşan bu tür eserlere bilimsel bir ihtiyat ile yaklaşmak gerektiğini burada vurgulamak gerekir.

 

 

Cevâb: Nüzûl böylesi, kaynaklarda da bulunsun; ne olmuş? Bu rivâyetler sadece şu tür kitâblarda bile olsa ve başka kitâblarda bulunmasa, bu bile uydurma delîli olmaz idi. İlim ölçülerine göre, bu tür toptancı temellendirme yeterli bir zayıflık delîli olamayacağı gibi, kâfî bir karîne bile olamaz. Nerde kaldı uydurma delîli olsun. Tam aksine bu, zikredilen hadîslerin sübûtunu, var olduğunu kuvvetlendirir. Şu makale sahibi tarafından inkâr edilmez olduğunu zannettiğimiz îmân esaslarının ve diğer hakîkatların, meselâ târîh kitâblarında da yer alması onların uydurma olduğunun delîli mi sayılacak?  Bu nasıl bir ilim ciddiyeti?!... Şu ciddiyetsizliğe, esasen ilmî ölçülerde verilebilecek ciddî cevâblar -başka kimseler ve hüccet ikâmesi hesaba katılmazsa- zâyi'dir.

 

 

İddia: Bu noktada dikkat çekmek istediğimiz husûs, bu eserdeki rivâyetlerin tamamının Hz. Peyğamber'e nispet edilen (merfû') hadîsler olmadığıdır. Bilakis toplam yüz yetmiş sekiz rivâyetin yaklaşık altmışı mürsel, mevkuf ve maktu rivâyetlerden oluşmaktadır ki, bu azımsanmayacak bir sayıdır. Bir başka ifâdeyle, delîl olarak kullanılan rivâyetlerin 1/3'ü Hz. Peyğamber'e izafe edilen rivâyetler değildir; başkalarının (sahâbî, tabii vd.) şahsi kanaatlerini yansıtan ve dini açıdan bağlayıcı olmayan nakillerden ibârettir.

 

 

Cevâb: Bir: İlim sahibleri bilir ve teslîm ederler ki, şu mevzû'daki mevkûf olan, merfû’ olmayan hadîsler merfû’, yani Nebî aleyhisselâm’a dayandırılan hadîsler hükmündedirler. Dolayısıyla ortada müdhiş bir câhillik veya kandırma vardır.

 

 

İki: Üstelik mevkûf rivâyetler, sâbit olan merfû’ rivâyetleri te’yîd/pekiştirme sadedinde olunca, ictihâd ile bilinebilecek türden bile olsalar, hiçbir sâhada mücerred şahsî kanâat hükmünde olmazlar. Şu mes’elede ise, mevkûflar te’yîd ve takviye edici olarak gelmişlerdir. Dolayısıyla, i’tirâza hiç bir cihetten mahal kalmaz.

 

 

Üç: Bir de, kendi ifâdesiyle, yüzleri aşkın merfû' rivâyetin yanında altmışa yakın mevkûf rivâyetin de yer alması, zayıflık sebebi mi olur, sahîhlik vesilesi mi? Söyleyin ey akıl sahibleri!…

 

 

Dört: Hem, (meâlen) bu mevkûflar (Sahâbî sözleri) şahsi kanaatlerdir, dolayısıyla bağlayıcı değildirler, işe yaramazlar da, sizinkisi ise vahiydir (!) Dolayısıyla kesin delîldir. Öyle mi?

 

 

Beş: Kaldı ki, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim bir şeye kesin inanıyorsa, ve ona inandıkları kesin delîllerle sübût bulmuşsa, o şeye Mü’minler kesin inanmaya mecbûrdurlar. Başka delîl bulunsun bulunmasın, fark etmez… Çünki ictihâd sâhası dışındaki mes'eleler, bilhassa bir ğaybî husûs olan îmân mes'elesi işitmeye bağlıdır.

 

 

İddia: İslâm düşünce tarihinde hadîsler etrafında ortaya çıkan tartışmalara vakıf olanlar da pek ala bilirler ki, herhangi bir inancı, düşünceyi veya kanaati hadîslere dayanarak savunmak ve buna karşı çıkanları ilzam edip susturmak için en sık başvurulan yol, konuyla ilgili hadîslerin Mütevâtir olduğunu ileri sürmek olmuştur.

 

 

Cevâb: Şu süflî düşünceye sahip olan alçaklar bulunabilirse de, böylesi bir karayı Ehl-i Sünnet âlimlerinin tamamına veya bir kısmına sürmeye kalkışanlar sadece kendi yüzlerini karartırlar. Bu iddia, Ehl-i Sünnet âlimleri hakkında bühtân-ı azîmdir. Şu bühtân, seviyesizce bir çamur atma çamurluğudur. Aksine, İslâm’da sâbit olan bir inancı yıkmak isteyen alçaklar, Mütevâtir olan rivâyetleri tevâtür derecesinden aşağı indirmeye, hatta uydurma olduklarını i’lân etmeye çaba sarf ederler. Bunu yaparlarken ilmî değil de, sadece şeytânî vesveseleri mesned edinirler. Sözün doğrusu işte budur. İslâm düşünce târîhini değil de, İslâm ilim târîhini incelerseniz bunun böyle olduğunu göreceksiniz.

 

 

İddia: Daha önceki tablolarda görüldüğü gibi, konuyla ilgili hadîsleri nakletmiş görünen birinci tabakadaki kaynak râvîlerin sayısı otuz üçtür. Bu otuz üç kişinin gerçekten Hz. Peyğamber'den bu hadîsleri işittiklerini varsaysak bile, bu sayı acaba yalan üzere ittifak etmeleri imkânsız olan bir kalabalık anlamına gelir mi? Kanâatimizce bu sayıdaki bir insan topluluğunun, bir konuda yalan söylemek üzere ittifak etmeleri imkânsız değildir.

 

 

Cevâb: Bir: Yalan üzere ittifak etmeleri imkânsız olan bir kalabalık biçimindeki ta’rîfin doğrusu, Yalan üzere ittifak etmelerini âdetin imkânsız bulduğu bir kalabalık tarafından rivâyet edilmiş olmak şeklindedir. İki ta'rîf arasında, ilimden nasîbi olanlarca çok mühim farklar vardır. Biz yine de kendimizin getirdiği miz ta'rîfin kastedildiği hüsn-i zannında bulunmuş olalım. Buna göre diyoruz ve soruyoruz ki; Eğer bu imkânsızlık/imtinâ’, sırf mücerred aklî imtinâ’ ise, bunu kimse söylememiştir. Mütevâtir’in ta’rîfinde bahsi geçen imkânsızlık, âdet’in imkânsız bulmasıdır.  Yoksa, akıl, değil otuz üç, otuz üç bin kişinin bile yalanda söz birliği etmesini imkânsız/muhâl bulmaz; aksine Mümkin bulabilir. Lâkin (âdeten vukû' bulma ve benzeri) delîllerden doğmayan mücerred aklî ihtimaller hiçbir akıllı ve âlim tarafından mu’teber kabûl edilmemiştir. Nitekim Allâme Ğazi Muhammed Ekrem en-Nasbûri es-Sindî, İm’ânü’n-Nazar’ında şöyle demektedir: “Zîrâ, her ne kadar sayı çok yüksek rakamlara ulaşsa bile aklın kendi başına (belli bir kalabalığın yalanda söz birliği etmesini) câiz/mümkin bulması kalkmaz.  O halde kim bu imkânsız bulmayı akla isnâd ederse, onun (aklın, böylesi bir topluluğun yalanda ittifak etmesini) âdet bakımından câiz bulmadığını kasdetmiştir.”  Yine Allâme Seyyid Abdülhâdî Necâ el-Ebyârî rahimehullah şöyle diyor: “Şunda şübhe yoktur ki, yalan üzere söz birliği yapılmasından emîn olunan sayı insanların değişikliğiyle farklı olur. ‘Âdet’in muhâl/imkânsız bulduğu’ ifâdesi, bu husûsta âdet’e dayanılacağını göstermektedir. Bunu muhakkıklardan birçoğu açıkça ifâde ettiler. Öyleyse, mes’elede akla dayanılması bir yanlışlıktır. Veyâhud (‘âdet bakımından' kaydıyla) te'vîl edilen bir sözdür. Bunu Şeyhülislâm söylemiştir. Yani, akıl âdet’e bakarak imkânsızlıkla hükmeder. Yoksa âdet’ten mücerred olarak aklın câiz bulmasına bakmaz. Zîrâ bu sayı ne kadar yüksek olursa olsun, (yalanda sözbirliği etme imkânı ortadan) kalkmaz. Ancak bu câiz bulma âdet’le alâkalı ilmin hâsıl olmasına mâni’ olmaz.”  Şu halde burada ya, aklın muhâl bulması ile âdet’in muhâl bulmasının farkı bilinmiyor, veya muğâlata yapılmak isteniyor. Hangi âdet böylesi bir kalabalığın birbirlerinden habersiz ve meşveresiz olarak bir yalanda birleşmelerini mümkin bulabilir? Hele Ashâb gibi âyetlerle ve hadîslerle nihâyet mertebede övülen ve Allah celle celâlühû’nun …Hepsine de Allah Hüsnâ’yı (cenneti) va’d etti  buyurduğu pâk kimseler için bu imkânı nasıl bulabilir?!...

 

 

İki: Demek, kanaatinizce otuz üç Sahâbî yalan söyler ve yalanda söz birliği eder, bu mümkindir, öyle mi? Ne diyelim?!.. Allah celle celâlühû îmân versin. Bizim kanaatimizce ise, sizin şu kanaatiniz beş para etmeyen şeytânî bir vesveseden ibârettir. Biz, değil otuz üç Sahâbî’nin, tek bir Sahâbî’nin bile yalan söyleyebileceğine inanmayız. Bunu büyük bir edebsizlik ve îmân zayıflığı, sayarız.  İnanmak istemeyenler için, değil otuz üç Sahâbî’nin rivâyeti, üçyüz otuz üç Sahâbî’nin rivâyetinin, hatta, yüz dört kitâbın tamamının hükmü ve haberinin bile bir kıymet ifâde etmeyeceğini bilenler bilir. Mühim olan, kıymet-i harbiyyesi olmayan vehimler değil, İslâm âlimlerinin ve müstakim Mü’minler’in inancıdır. Gerisi boş…

 

 

İddia: Muhtemelen bu durum, konuyla ilgili hadîslerin Mütevâtir olduğunu iddia edenler tarafından da fark edilmiş olmalıdır ki, bu iddia sahipleri, konuyla ilgili hadîslerin gerçek anlamda Mütevâtir olmadığı yolundaki i’tirâzlar karşısında geri adım atarak, bu hadîslerin lafzî Mütevâtir, yani gerçek Mütevâtir değil, ma’nevî Mütevâtir oldukları iddiasına başvurmak zorunda kalmışlardır.

 

 

Cevâb: Burada büyük bir cehâlet ve açık bir iftirâ var.  Cehâlet şu: Şu hadîslerle alâkalı Ma’nevî Mütevâtirlik hükmü istenilen sayıyı elde edememek sebebiyle değildir. Bu da’vâ/tez dahî her da’vâ gibi (şahıslar ve târîhler de gösterilerek) isbât isterdi. Böyle bir şey ise yapılmamıştır. Şu halde kat’î hakîkatlara zıt olan bu delîlden doğmayan ihtimâl sırtına yüklenilen ağır söz bir gürültüden ibârettir. Kuvvetli zannlar mukâbilinde bile olsaydı, yine de aynı olurdu. Şunlara nihâyet ma’nen mütevâtirdirler diyen İslâm âlimlerinden hiçbir kimse, önce, Nüzûl rivâyetleri lafız bakımından Mütevâtir’dirler, deyip, sonra da, yan çizerek, ma’nevî Mütevâtirdirler dememiştir. Aksini iddia eden, kendinde zerre mikdârı ilim emâneti ve şahsiyet kırıntısı varsa, bunu şahıslar ve târîhleriyle isbât eder. Ama heyhat… Yapılan, sadece ihtimaller vâdisinde şaşkın şaşkın dolanmaktan ibâret… Doğrusu, İslâm âlimleri şu rivâyetlerin mütevâtir olduklarından veya tevâtür ettiklerinden söz etmişlerdir. Bu Mütevâtir oluş veya tevâtür ediş cinsinin lafzî Mütevâtir veya lafzî tevâtür ile Ma’nevî Mütevâtir veya ma’nevî tevâtür ediş nev’ileri(türleri)nin olduğunu ilimden az çok nasibi olanlar bilirler. Sözü edilen Nüzûl rivâyetleri için, Mütevâtir’dirler diyenler, yani mutlak ifâde kullananlar, elbette ma’nevîlik i'tibârî kaydını muhâfaza etmişlerdir.  Ma’nevîlik kaydını getirenler ise, -Allahu a’lem- biraz da câhilleri ve ard niyetlileri hesaba katarak şu cinsin nev’ini/türünü dahî ifâde ettiler. Şu âlimler, şimdiki zamânımızın câhil ve geri zekalıları gibi rakkaslar değillerdi. Öyleyse neden onlar gibi raksedip kıvırtmış olsunlardı. Câhiller kendi hallerine yansınlar.

 

 

İddia: Üstelik, tevâtüre dâir daha önce verilen örneklerde de görüleceği üzere, tevâtürde asıl olan, kesinlik ve netliktir. Halbuki Hz. Îsâ'nın Nüzûl’üyle ilgili rivâyetler, detaylarda birbirini tutmamakta, çoğu zamân birbirleriyle çelişmektedir.

 

 

Cevâb: Bir: Burada sözü edilen kesinlik ve netlik sübûtta ise, doğru; tevâtürde bu lâzımdır. Ancak ma’nâyı göstermekde ise, yanlış. Tevâtür için bu gerekli değildir… Zîrâ, bazı Mütevâtirler’in ma’nâsı veya hükmü kesin ve net olmayabilir. Mütevâtir olan misvak hadîsinin, farzlık mı, vâciblik mi, sünnetlik mi veya müstehablık mı bildireceği gibi.

 

 

İki: Kaldı ki, şu rivâyetler hakkında ileri sürülen kesin ve net olmamak ve detaylarda birbirini tutmamak…şeklindeki ifâdeler, isbâta muhtaç iki da’vâdır. Lâkin sened ve dayanakları yoktur. Zîrâ, Detaylarda (çelişki ifâde edecek bir) birbirini tutmamakta oluşları sırf bir iddiadan ibârettir. Öyle ki, te’lîf edilebilir lafız farklılıklarının Iztırâb ve çelişki olmadığını, âlimler, hatta yeni ilim talebeleri dahî bilirler. Şu rivâyetlerde hangi barıştırılamayacak ve altından kalkılmayacak detay çelişkisi vardır? Yoook… Varsa gösterilsin. İmâm Leknevî vâsıtasıyla İbn-i Hacer’den birkaç kez naklettik ki, aralarında ıztırâb/çelişkili farklılıklar bulunan rivâyetlerde zayıf olanları sahîh olanlarını zayıf hâle getirmez. Yani teferruatlardaki/detaylardaki her farklılık kesinliğe mâni' değildir.  Nitekim, Kur’ân’daki birçok kıssa değişik münâsebetlerle, farklı lafızlar ve ifâdelerle gelmiştir. İblîsin secde etmeme hâdisesi, Mûsâ aleyhisselâm'ın Fir'avn ile olan mâcerâları gibi… Bir defâsında hâdisenin şu yanı ön plana çıkarılmak murâd edilmiş orası geniş anlatılıp başka taraflar kısa verilmiş, başka bir zaman da başka bir yanı öne çıkarılmak istenmiş, genişçe anlatılıp deminki etraflıca anlatılan taraf kısa geçilmiş  olabilir. Bunu, Kur’ân okuyan, onu anlayan ve ona inanan herkes bilir. Dolayısıyla şunu, ancak inkârcılar veya câhillik sarhoşları çelişki zan ve ilân edebilir.

 

 

İddia: Bu Haber-i Âhâd hadîslerin sayısının çok olması, onları hiçbir zamân Mütevâtir derecesine çıkarmaz, olsa olsa meşhûr veya müstefîz derecesine yükseltebilir.

 

 

Cevâb: Burada da birçok câhillik ve yanlışlıklar var. Çünki,

 

 

Birincisi: Şâyet Mütevâtir ıstılâhı, Bay Profesör’ün kendince ayrı bir ma’nâya geliyorsa, yani kendine göre farklı bir ıstılâhı/terimi varsa, bu O'nun bileceği bir iştir. Ancak şu takdirde O’nun bu ıstılâhı  başkalarını bağlamaz, onunla başkalarını hata etmekle suçlayamaz. Mütevâtir ta’rîfinde ulemânın cumhûru söz birliği hâlindedirler: Yalan söylemekde ittifaklarını âdetin imkânsız bulacağı bir kalabalık tarafından yapılan ve isnâdın her tabakasında şu şartı bulunduran rivâyet.  Hanefîler de şu husûsta sözü edilen Cumhûr'a dâhildir. Yalnız onlara göre rivâyetler, Mütevâtir, Meşhûr ve Haber-i Âhâd olmak üzere üç çeşittir.

 

 

İkincisi: Birinci maddede de kısmen ifâde ettiğimiz gibi, Meşhûr veya Müstefîz hadîs de âlimlerin çoğuna göre Haber-i Âhâd cümlesindendir. Hanefîlerin çoğuna göre Haber-i Vâhid’in üstünde Mütevâtir’in altındadır. Cessâs, Cürcânî ve birtakımlarına göre ise, Mütevâtirin bir türü olup Mütevâtir hükmündedir.  Bir metin bazılarına göre üç, bazılarına göre üçten çok isnâdla gelirse âlimlerin çoğuna göre Meşhûr Haber-i Vâhid olur. Yoksa, haberi vâhid çok olmakla meşhûr olur sözü câhilliktir ve katıksız bir yanlıştır.

 

 

Üçüncüsü: Doğrusu isnâdların (belli şartlarla beraber) çok oluşu bir haberi Mütevâtir yapar. Bu çokluktaki isnâdlardan her biri diğerleri göz önünde bulundurulmazsa elbette Haber-i Vâhid hükmünde kalır. Ama şu çok isnâdlar hiçbir zamân ayrı ayrı düşünülmeyeceğinden, onların her birine Haber-i Vâhid ismi verilmez. Dolayısıyla şu ifâde  hadîs ve hadîs usûlü ilminden haberi olmayan bir kimsenin gelişi güzel ve câhilâne sarfetmiş olduğu bir sözüdür. Başka değil… Hatta, bir çok defa da ifâde edildiği gibi, İbn-i Salâh'a göre bir haberin Buhârî ve Müslim'in rivâyeti olması onu kesin kılar. Bazıları, Buhârî ve Müslim'in rivâyetine bazı husûsların ilâvesi ile bunların kesinlik ifâde ettiğini söyler. Hatta, biz kabûl etmesek de Hadîsçilerden bir çoğu yani İbn-i Hazm ve onun gibi düşünenlere göre her sahîh rivâyet, Haber-i Vâhid bile olsa, kesinlik bildirir.

 

 

İddia: Meselâ, Hz. Îsâ'nın ikinci dönüşüyle ilgili rivâyetlere hakim olan fikir, onun bu dönüşünde icraat olarak domuzu öldüreceği, haçı kıracağı ve cizyeyi/haracı kaldıracağı husûsudur. Bu durumda insan, Hz. Îsâ gibi bir şahsiyetin yapacağı en önemli icraatın niçin domuz katliamı veya haçların kırılmasından ibâret olduğunu, yapacak daha önemli işlerin olup olmadığını sormadan edememektedir. Daha ilginci ise, bugün mevcûd olmayan, dolayısıyla, zâten kaldırılmış bulunan cizye ve haracı, Hz. Îsâ'nın nasıl kaldıracağı mes’elesidir.

 

 

Cevâb

 

 

Bir: Şu sözler, dînî esaslara ortaçağ mahsûlü yakıştırması yapan din düşmanlarının, cîfe kokan ağızlarında çiğneye çiğneye çürüttükleri ve iyice kokuşturdukları necâset kokan sakıza benzemektedir. Hakîkaten bir vahiy mahsûlü olan şu pak sözün neresi ortaçağı hatırlatıyor?.. O bir açıklanıverse bari…

 

 

İki: Hakîkî ma’nâsı ile domuz öldürme, domuz sever domuz aşıklarının kalbini sıkıştırsa da, hem eski, hem orta, hem de yeni çağda, hem mevziî veya sürek avları, hem de domuz kasapları vasıtasıyla olmuştur, olmaktadır ve ileride de Nüzûl-i Mesîh vukû' bulana ve domuzları yok edene kadar -Allahu a'lem- olacaktır. Buna katliâm veya başka bir isim vermek işi değiştirmez.

 

 

Üç: Kaldı ki bu domuzu öldürmek ta’bîri, domuzdan yana olmak, domuz severlik, domuz âşıklığı, domuz etini helal kabûl etmek ve domuzluk anlayış ve tatbikatlarının yok edilmesi gibi mecâzlara da yorulmuştur ve yorulabilir. Ğâliba orta çağ benzetmesi şeklindeki domuzdan yana  infiâlin (tepkinin) sebebi de bu olsa gerektir.

 

 

Dört: Domuzun öldürülmesini yukarıda aktardığımız ve benzeri mecâzî ma’nâlara yoran İslâm âlimlerinin çoğu ortaçağda yaşamışlar idi. Ancak, onların bu hakîkî değil de, mecâzî ma’nâda olan te’vîllerini/yorumlarını göz ardı etmek ve illâ da hakîkî ma’nâya tutunmakta ısrar etmek, eski çağ ile câhiliyye çağını ve şunların inadını hatırlatmaktadır.

 

 

Beş: Allah celle celâlühû'nun, öldürülmediğini ve asılmadığını haber verdiği Îsâ aleyhisselâm'ın asılışını ve teslîsi remzeden/simgeleyen Haç’ın hem maddî olarak hakîkaten, hem de ma’nevî olarak  rûhen ve ma'nen kırılmasına orta çağ damgasını ancak Kur’ân düşmanları ve fanatik Hristiyanlar, meselâ Bush’lar, yandaşları ve çorbacıları vurabilir. Bu Haç'ı kırma işine Mü’minler ancak sevinir.

 

 

Altı: Cizyenin kaldırılacağı ifâdesi, Kur’ân'daki ve Sünnet'teki açık cizye hükmünün müddetinin şu vakte kadar devam edeceğinin Sünnet'le açıklanması, veya tek bir İslâm Ümmeti’nin var olacağı o günde, cizye verecek kimsenin kalmayacağı ma’nâsındadır. Bunda ortaçağı hatırlatan ne vardır? Cizyenin kendisi mi? Evet, Kur’ân düşmanları böyle diyorlar, ama Mü’minler asla… Üstelik, yazıda bir yanda Cizye'yi Allah ve Resûlü’nden başka kim kaldırabilir? denilirken, diğer yanda ise, zâten kaldırılmış bulunduğundan söz ediliyor. Cizyenin kaldırıldığı iddiası doğruysa, Allah ve Resûlü onu ne zaman ve hangi âyetle ve hangi hadîsle kaldırdı? Hem öldürücü hem de güldürücü  bir tenâkuz/çelişki sergileniyor. Kur’ân'ın hükmü olan cizye, Mü’minlere göre henüz kalkmamıştır; hükmü duruyor. Yalnız, Mü’minler’in zayıflık ve perişanlığı yüzünden Mustafa Reşîd Paşa'ya i'lân ettirilen Gülhâne Hatt-ı Humâyunu ile tatbîkattan zulmen kaldırılmıştır. Lâkin şu anda tatbîki yoksa da, ileride olmayacağını kim söyledi, nereden bildiniz? Yüreğinde zerre kadar îmân olan her Mü’min Allah celle celâlühû’nun hükmünün henüz uygulanamıyorsa da, bir gün mutlaka uygulanması sevdasıyla yanar kavrulur. Kaldı ki, olacağı haber verilen bu kaldırma, hem hükmünün hem de tatbîkinin kaldırılması olabileceği gibi, sadece hükmünün kaldırılması ma’nâsında da olmuş olabilir. Dolayısıyla henüz tatbîk ediliyor olmaması hükmünün kaldırılması ile ters düşmez. Kaldıran da, Allah’ın emriyle Resûlü… Kime ne? Söylenenler ilimle alâkasız vesveselerden başka bir şey değil.

 

 

 

İddia: Bazı rivâyetlerden anlaşıldığına göre, Hz. Peyğamber ve Ashâb’ı, Hz. Îsâ'nın Nüzûl’ünü o kadar yakın görmektedirler ki, bazıları ona selâm bile gönderebilmektedir. Bu ise, Hz. Îsâ'nın inişinin Kıyâmet’e yakın gerçekleşecek bir Kıyâmet alâmeti olduğu düşüncesiyle çelişmektedir. Bu durum, söz konusu rivâyetlerin, râvîlerin kendi tarihsel perspektiflerini yansıttığına dâir kuşkuları gündeme getirmektedir.

 

 

Cevâb: Konuşma ve yazma sanatından haberi olmayanlar işte böylegelişi güzel konuşurlar. Değişik hitâb şekilleri vardır:

 

 

Bir: Birilerine hitâb edilir, onunla o muhâtablar değil, onların geçmişleri kasdedilir. "(Ey İsrâîl oğulları!..) Hani sizi Âl-i Fir’avn'dan kurtardık…"  âyetinde olduğu gibi. Burada siz denilen muhâtablar, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem zamânındaki Yehûdîler ise de, esas kasdedilenler onlar değil, onların Fir’avn zamânındaki atalarıydı. Çünki Âl-i Fir'avn'dan kurtarılanlar atalarıydı, kendileri, yani Kur'ân'ın muhâtabları olan Devr-i Saâdet Yehûdîler’i değil.

 

 

İki: Birilerine hitâb edilir, onların bir kısmı kasdedilir. Âmm (umûmî/genel) bir şekilde yapılıp ta bazı ferdler kasdedilen hitâblar gibi. Zikr-i âmm irâde-i hâss  veya zikr-i küll irâde-i cüz  yoluyla gelen hitâblar… Ey îmân edenler!  size oruç farz kılındı  veya üzerinize kıtâl farz kılındı  misâli âyetlerde geçtiği gibi, hitâb edilen Mü’minlerin hepsine değil de, şartlarını bulunduran bir kısmına farz kılındığı diğer delîllerden bellidir..

 

 

Üç: Birilerine hitâb edilir, hepsi kasdedilir. Çoğu kez hitablar böyle olur.

 

 

 

 

 

Dört: Birilerine hitâb edilir, hiç biri kasdedilmez, yanındaki başkaları kasdedilir. Ta'rîz yollu ifâdeler gibi. 

 

 

(Ey Resûlüm!) Yemîn olsun ki, eğer şirk koşarsan, amelin elbette boşa gider...  âyeti ile, Bana ne oluyor ki beni yaradana ibâdet etmeyeceğim…  âyeti buna misâl verilebilir. Zîrâ, Allah celle celâlühû, geçmiş ve gelecek günahlarını sana Allah’ın bağışlaması için sana apaçık bir fetih verdik  müjdesi verdiği masum bir peyğamberine, kendisini kasdederek, şirke girmeyeceğini bile bile şirke girersen amelin boşa gider, demez. Dediyse, O'nu değil  başkasını kasdetmiştir. Nitekim Habîb-i Neccâr da başkasını kasdetmişti. Buna edebiyâtta geniş ma’nâsıyla ta’rîz/dolaylı lâf dokundurma, denir ki, aslında ta’rîz, kinâye'nin bir çeşididir.

 

 

Beş: Bir kişiye hitâb edilir, aynı inanç ve ehliyyette olan herkes kasdedilir. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimize yapılan hitâbların çoğu gibi.

 

 

 

 

 

Altı: Birilerine hitâb edilir, onlar değil de onların gelecek nesilleri yâhud gelecekte onların yolunda olacak olanlar kasdedilir. Kesinlikle, karış karış sizden öncekilerin izlerinden gideceksiniz,  hadîsinde, Sahâbe rıdvanullâhi teâlâ aleyhim'e hitâb edilip sonrakiler kasdedildiği gibi. Münkirler kabûl etmeseler de, biz Mü’minler’in, geleceğini kabûl ettiğimiz Deccâl’dan, Îsâ aleyhisselâm'dan, Mehdî aleyhisselâm'dan ve bazı ileriki hadîselerden bahseden bir çok sahîh rivâyette, muhâtablar görünürde Sahâbe ise de, hakîkatte yüzlerce hatta belki binlerce yıl sonraki Mü’minlerdir. Kısacası, asırlar sonrasına o zamânki kişiler muhâtab alınarak selam yollanır. Ve ona diriltileceği günde selâm olsun  âyetinde olduğu gibi. Ancak, konuşmayı bilmeyenlere ve konuşulanı anlamaktan  âciz olanlara  ne denir? Üstelik, hadîslerde, Sizden kim onunla karşılaşırsa veya sizden biri eğer onunla karşılaşırsa gibi ifâdeler kullanılıyor. O, Âhir Zamân peyğamberi olduğunu biliyordu. Kıyâmet’in kopuş zamânının da yakın olduğunu Allah celle celâlühû’dan öğrenmişti. Kur’ân öyle söylüyordu; Ne bilirsin, belki de Kıyâmet’in kopuşu çok yakındır. 

 

 

Hâsılı O, Kıyâmet’in kopacağını, bunun pek yakın olduğunu biliyor ve bunlara îmân ediyordu ama, yıl, ay, saat ve dakikasını bilmiyordu. Çünki O’na sen nerden bileceksin, o’nun (zamânının) bilgisini? Yani, Kıyâmet’in kopuş zamânını nereden bileceksin? denilmiştir. Kıyâmet’in büyük ve küçük alâmetleri O’na bildirildiği için onları biliyordu. Ancak, kesin ânı bildirilmediği için zamânlarını bilmiyordu. Bu yüzden şu noktalarda gelen vahiy kaynaklı sözlerinin ma’nâsını kesin bir zamân olarak bilmiyor, ihtimalli ifâdeler kullandığı oluyordu. Kesin ânın bilinmesi de, kimileri için şımarıklık ve azgınlığa götüren i’timâd/güven, kimileri için de hayatı felç edecek olan güvensizlik doğurmak gibi tehlikeler bulunabilirdi. Böylesi mahzûrların ortaya çıkmaması gibi sonsuz hikmetlerle şu kesin vakit gizli tutuluyor olabilirdi. Kime ne? Evet, Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimiz, Bu gün hiç bir canlı yoktur ki, üzerinden yüz sene geçsin de, o günde canlı kalsın  buyurdu. Îsâ aleyhisselâm’ın Kıyâmet’in kopmasından evvel ineceği, onun inişinin Kıyâmet’in kopuşu için elbette bir alâmet olduğu, kendisine Allah celle celâlühû tarafından haber verilmişti. Ama bunun ne zamân olacağı, yılı, ayı, günü ve saati ile ona bildirilmediği için, bunu bilmiyordu. Olabilirdi ki, bu yüz sene içinde, belki ölümünden birkaç sene sonra gelebilirdi. Ashâbı'ndan kimileri O'na ulaşabilir ve selâmını ulaştırabilirdi. Bunda değil âlimler, sıradan Mü’minler, hatta yeter seviyede akıllı olanlar ve geri zekalı olmayanlar için bile içinden çıkılamayacak küçük bir şübhe dahî yoktur. Nerde kaldı Nüzûl hadîslerinin uydurma olduğuna dâir, hüccet ve bürhan bulunsun. Dolayısıyla, Nüzûl’ün çok yakında olacağı ihtimâli ile Kıyâmet’in kopuşunun işâreti olması arasında tenâkuz/çelişki yoktur. Müşkil/problem, îmân, ilim ve kavrayış yokluğu veyâ kıtlığındadır, vesselâm. De ki, (ey Resûlüm, veya ey Mü’minler!), ve selâm (Allah’ın) seçtiklerine olsun…  Yani, geçmiş veya gelecek tüm sâlihlere olsun. Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem'den sonra peyğamber olmayan Allah celle celâlühû tarafından seçilen seçkin kullar gelmeyeceğini nereden bildiniz?

 

 

İddia: Hz. Îsâ'nın nereye ineceği konusu da problem arz etmektedir. Çünki rivâyetlere bakılırsa, Dimeşk'in doğusundaki beyaz minareye veya beyaz köprüye, Kudüs'e, Şâm'a, Ürdün'e veya Müslümanların karargâhına inecektir. Onun nereye ineceğine dâir bu çelişkili ifâdelerin, Hz. Peyğamber'den kaynaklanması mümkün müdür? Bize göre bu durumu, bu hadîsleri piyasaya sürenlerin farkında olmadan içine düştükleri bir çelişki olarak yorumlamak, Hz. Peyğamber'i çelişkili bir konuma düşürmekten hem aklen hem de vicdanen daha evladır. Hz. Peyğamber zamânında beyaz minare diye bir şeyin olmayışı da, nasılsa (!) dikkatlerden kaçmıştır.

 

 

Cevâb: Bu vesveselere bir çok âlim tarafından nice eserlerle cevâb verilmiştir. Bir ilim adamı ciddiyeti ile bu cevâblara karşı cevâb verilip her biri teker teker çürütülseydi olmaz mıydı? Onlar okunmadı. Çünki iyi biliniyordu ki, okunsaydı onlara cevâb verilemezdi. Bu süâlimize, en saçma sözlere bile cevâb veren Kur’ân’ı kendine rehber yapması îcab eden bir Mü’min, o cevâblar cevâba değmezdi şekliyle cevâb veremez. Nitekim, açık saçmalıklara karşı verilen, sözünü ettiğimiz o cevâblar ve bizim şu cevâblarımız Kur’ân’ın şu düstûruna uyularak verilmiştir. Zîrâ, biz Mü’minler inanırız ki, Allah celle celâlühû ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’in söylediklerinde, çoğu zamân aklımızla kavrayamayacağımız hikmetler ve incelikler de bulunabilir. Aklımız bilgi, tecribe, hidâyet yokluğu veya eksikliği yanında, nefsânî arzu, şartlanmışlıklar ve saplantıların ablukası altındayken yeterli çalışmayabilir. Bu yüzden de bir çok şeyi kavrayamayabilir. Sayılan şu müsbet değerleri tastamam bulundurduğunu, menfî değerden ise büsbütün sâlim olduğunu kim iddiâ edebilir?!.. Şükür ki, nâmütenâhîyi/sınırsızı, bazen tamamıyla bazen de hiçbir şekilde mütenâhî/sınırlı olan aklımıza sığdıramayacağımızı bilecek kadar aklımız ve îmânımız var. İşte bu çerçevede cevâb veriyor ve diyoruz:

 

 

 

Bir: Nereye ineceği ve indikten sonra ne kadar kalacağı ile alâkalı olarak ileri sürülen çelişki iddiaları aslâ doğru değildir. … Şu iddiâ da tamamen uydurma bir iddiâdır…

 

 

Yukarıda da geçtiği gibi rivâyetlerdeki her farklılık, Iztırâb ve çelişki sebebi değildir. Yoksa, hâşa, Kur'ân'da bile, inkârcı kâfirlerin dediği gibi, çelişki ve Iztırâb bulunmuş olurdu.

 

 

Görülmüyor mu ki, geçmiş kişi ve kavimlerin kıssaları, Kur'ân'ın değişik yerlerinde, değişik değişik şekillerde anlatılıyor. Aynı kıssanın, sıradan kişilerce bile, değişik anlatılmasında, çelişki olmayabilir. Allah celle celâlühû'nun kelâmı olan Kur’ân’da ise kat’iyyen olmaz.

 

 

Bu Iztırâb (çelişkiyi gerektirecek farklılık), arası hiçbir şekilde bulunamayacak farklılıklar ve zıdlıklarda bahis mevzû'u olabilir. Aksi takdirde, bir husûs, bazen şu noktasına dikkat çekilmek istendiği için, bu noktası, bazen de bu noktasına tenbîhte bulunmak için, şu noktası anlatılmadan nakledilir. Elverir ki, ortada, çözümü olmayan bir içinden çıkılmaz hal bulunmasın. Şu beyitte ne güzel denmiş…

 

 

Nice ayıblayanlar vardır doğru bir sözü,

 

 

Belâsıdır yanlış anlayanın ma'nevî gözü.

 

 

Peki, Nüzûl haberlerinde, halli/çözülmesi imkânsız olan bir Iztırâb var mıdır, varsa, nedir? İnkârcılara göre elbette vardır: Nereye ineceği ve yeryüzünde ne kadar kalacağındaki farklılıklar…

 

 

Nüzûl haberlerine inanan Müslümanlara göre ise, ortada, bir çok sebebin içinde bilhassa şu dört sebeble Iztırâb ve çelişki yoktur;

 

 

Birinci Sebeb: Farklılıklar, mes’elenin, aslında ve özünde olmayıp, bir takım teferruatlarda/ayrıntılardadır ve görüldüğü gibi yok denecek kadar azdır. Nerede inecek, ne kadar kalacak?. Bu, mes’elenin sübûtuna (var olmasına) mâni' değildir. Bu tür, teferruattaki farklılıkları, ilim sâhibleri, Iztırâb ve çelişki sebebi olarak kabûl etmemişlerdir.

 

 

İkinci Sebeb: Sübûtu, Tevâtür derecesinde kesinleşmiş bir rivâyet, başka, zayıf, hatta sahîh rivâyetlerdeki çelişki ve Iztırâb sebebi olabilecek farklılıklarla, yani, Münker ve Şâzz rivâyetlerle, asla Muztarib olmaz ve düşmez. Iztırâbın gerçekleşmesi için, farklı rivâyetlerin sahîhlik derecelerinin denk olması gerekir. Burada, böyle bir şey yoktur. Öyleyse, daha sahîh olan rivâyet alınır, diğeri de atılır.

 

 

Üçüncü Sebeb: Kimilerinin zannettiği gibi, şu tartışmalı noktalarda Mevkûf olan, yani Sahâbe'den gelen sözler, değersiz değildir. Zîrâ, onlar, Ehl-i Kitâb'tan alındıklarına dâir alâmet olmadığı takdirde, Merfû' (Nebî aleyhisselâm’dan alınma) hükmündedirler.

 

 

Dördüncü Sebeb: Kaldı ki, detaylardakı farklılıklar, arası barıştırılamaz farklılıklar değildir. Nitekim, Şu anda yaşayan Pâkistânlı büyük fıkıh ve hadîs âlimi,

 

 

Takıyyüddîn el-Usmânî, şöyle diyor:

 

 

Beyaz Minare'nin yanında, Dimeşk'in doğusunda, Beyt-i Makdis'de, Ürdün'de, Müslümanlar'ın toplanmış ordularında inecektir, gibi değişik ifâdeler, içinden çıkılmaz bir çelişki midir? Hayır… Âlimler, bunu Îzâh etmişlerdir. Bu, değişik ve çelişik gibi gözüken rivâyetleri onlar, birkaç şekilde, te'vîl ve te’lîf etmişlerdir.

 

 

Birincisi: Dimeşk'tır. Nevevî ve Berzencî

 

 

İkincisi: En meşhûr rivâyet, bu (Dimeşk'in doğusunda, Beyaz Minare'nin yanında) rivâyet(i)dir.

 

 

Üçüncüsü: Kuvvetli ihtimalle, İbn-i Mâce'de geçen Beyt-i Makdis'te inecektir rivâyetidir. Bu, diğerleriyle çelişmez. Çünki, Beyt-i Makdis, Dimeşk'in doğusudur. Müslümanlar'ın o zamânki ordular topluluğu oradadır. Ürdün, Sıhâh(lügatın)'da olduğu gibi, Kevre'nin (veya Küre'nin) ismidir. Beyt-i Makdis, onun içindedir. Rivâyetler, böylece birleşmiş oldu. Şu anda, (Süyûtî zamânında), Beyaz Minare yoksa da, Nüzûl’den önce mutlaka olacak, yani Kûdüs'e inecektir. Süyûtî. (Misbâhu’z-Zucâce)

 

 

Reşîd Ahmed Cüncûhî de,

 

 

Kudüs'e inecektir, demiştir. Yalnız, Cüncûhî'nin te'vîli şöyledir:

 

 

Nüzûl, Beyt-i Makdis'te olacak. Ama, doğu tarafında. Beyt-i Makdis'in doğusu, çok geniş olduğundan, çok yerleri ihtimalde bulundurur. Bu yüzden, bedel getirmek veya (cümlede atf-ı) beyan ile, Dimeşk (lafzı) getirildi. Böylece ma’nâ, Doğunun Dimeşk bölgesinde veya doğuda, yani Dimeşk’te inecek, şeklinde olur. Dimeşk'in doğusunda değil, Beyt-i Makdis'in doğusunda, yani Dimeşk'te inecektir. (Cüncûhî’nin sözü bitti)

 

 

Cuncûhî'ye göre, Beyt-i Makdis, Dimeşk'in batısında, Süyûtî'ye göre ise doğusunda, olmuş oluyor. Açığı o ki, Cuncûhî'nin te'vîl'i daha kuvvetlidir. Zîrâ, Beyt-i Makdis, Dimeşk'in doğusunda değil, güneybatısında, Dimeşk de, kuzeydoğusundadır. Bölge haritasının da böyle olması, Cüncûhî'yi te’yîd etmektedir.

 

 

Dördüncüsü: Böyle bir te'vîl, Müslim hadîsindeki, Şarkiyye Dimeşk sözüne zorakilikle uyuyor. Zîrâ, bu hadîste, Beyt-i Makdis'in sözü geçmiyor ki, Beyt-i Makdis'in doğusunda Dimeşk'te inecek şeklinde anlaşılsın.

 

 

Süyûtî, Cüncûhî ve onların te’lîfini benimseyenler, bu hadîsi böyle bir te'vîle, Nüzûl-i 'Îsâ aleyhisselâm’ın Beyt-i Makdis'te olacağını iddia ettikleri hadîsten dolayı ihtiyaç duymuşlardır. Bunu, hadîslerde bulamadım. Herhalde İbn-i Mâce'deki, hadîsi kasdetmişlerdir. Ancak, bu ma’nâ, anılan İbn-i Mâce hadîsinde açık değildir. Sözü edilen Hadîs'in lafzı şöyledir:

 

 

Ümm-i Şureyk şöyle dedi: Ya Resûlallah! Harp o zamân nerde olacak? Resûlullah da, Arabların çoğu o gün, Beyt-i Makdis'de olacak. İmâmları onlara sabah namazını kıldırmak üzere öne geçince bir de ne görsünler ki, Meryem oğlu 'Îsâ aleyhisselâm inecek… buyurdu.

 

 

Bu hadîsde anlatılan, Arabların çoğunun o gün Beyt-i Makdis'de oluşu ve İmâmlarının salih bir kimse olduğudur. Sonra, 'Îsâ aleyhisselâm'ın inişini yeni başlayan bir cümle ile zikretti ve o cümlede iniş yeri zikredilmedi. İniş yeri Beyti’l-Makdis de olabilir, bir başka yer de… Bu yüzden, bu hadîs, Dimeşk'in doğusunda ineceğini haber veren Müslim'deki hadîse ters değildir. Bu sebeble te'vîle hacet yoktur.

 

 

'Îsâ aleyhisselâm'ın yeryüzüne indikten sonra ne kadar kalacağı husûsundaki rivâyet değişikliklerine gelince… Burada da, içinden çıkılmaz bir hal yok. Zîrâ, kırk sene, kırk beş sene ve yedi sene kalacak, rivâyetleri âlimler tarafından te’lîf edilmiştir. Kimileri, semaya kaldırılmadan evvel otuz üç, indikten sonra da yedi sene olmak üzere toplam kırk sene kalacağını, İmâm Berzencî ise böyle bir te'vîl'e hacet olmadığını, zîrâ (tahsis yoksa), azın çoğa mâni olmayacağını, kırk rivâyetinin de küsurun atılmasıyla söylenmiş olabileceğini söylemiştir.

 

 

Ben (Hüseyin Avnî) de derim ki, âciz kanaatime göre, bu te'lîf bazı rivâyetlerin sebebsiz heder olmaması maksadına dayanmaktadır. Şunların ısrârla sâbit olmadığı farzedilse bile, böyle bir îzâha da lüzûm kalmayabilir. Çünki kırk sene müddeti bildiren rivâyetler hem daha çok hem de daha kuvvetli olduğundan kesinleşen kanaatin bu olması îcâb eder.

 

 

Hem, bu nokta, Nüzûl-i 'Îsâ aleyhisselâm'ın sübûtuna mâni' olamayacak ayrıntılardan biridir. Böyle bir ayrıntı ile sıhhate engel olabilecek ıztırâb gerçekleşmez. Bu, ard niyetli olmayan ilim erbâbına ma’lûmdur.

 

 

İki: Haberlerin cevherinde ve aslında değil de teferruâtındaki değişiklikler, ne zamândan beri, hangi ilim sahibine göre, her hâl ü kârda onların aslının sâbit olmadığının delîli oldu? Tamamen câhilce ve münkirâne bir söz. Kaldı ki, bu iniş seyri içinde, değişik yerlere inip konaklamak da, oraya inmek veya konmak olarak ifâde edilmiş olabilir. Öyle ya, ne hadîsler ne de onlara îmân eden Mü’minlerden hiçbir kimse, tek bir yere inmek ve oraya çakılıp kalmaktan söz etmemiştir. Elbette bazı yerlere gidecek. Kimi râvîler bu yerlerden birini, diğerleri de başkalarını hatırlamış olabilir ki, bunlar birbirini tamamlarlar. Şu Nüzûl haberinin, Ma’nevî Mütevâtir olduğunu söyleyen âlimler, bunların her teferruâtı (ayrıntısı) bakımından değil de, aslı ve cevheri olan iniş itibarıyla Mütevâtir olduğunu söylemişlerdir. Zâten Mütevâtirin ma’nevî oluşu da bundandır. Yoksa, Ma’nevî değil de, Lâfzî Mütevâtir olurdu.

 

 

Üç: Âdil râvîler için kullanılan hadîsleri piyasaya sürenler biçimindeki süflî ve mübtezel ifâde, söz sâhibinin şahsiyet, edeb ve terbiyesinin net bir röntgeni… Birilerince piyasaya sürülenlerin, ilimle ve edeble bağdaşmayan  piyasaya sürdükleri şu sözlere bakınız!…

 

 

Dört: Beyaz minâre’nin o zamân bulunmaması ileride de olmayacağı ma’nâsına mı gelir? Elbette ki gelmez. Aksine bu ifâde, gösterilen mu’cizenin ayrı bir buûdunu da ortaya koymaktadır. Gûya bir çelişki yakalamanın kof ve câhilce hava atmaları… Dolayısıyla, şurada hem koyu bir câhillik, hem de muğalâtadan (demagojiden) öteye gitmeyen, hatta muğalâta haysiyetinde bile olmayan şeytânî bir vesveseyle karşı karşıyayız. Kaldı ki, lafızlardan anlaşılan ma’nâlar her zaman aynı olmayabilir. Dolayısıyla, minâreden o zaman anlaşılan belki şimdi anladığımız değildir?... Böylesi ihtimâllerin olduğu yerde onca insanı yalancı i’lân etmek iyi niyyet ve ilimle ne kadar bağdaşır?

 

 

İddia: Bazı rivâyetlere göre, Hz. Îsâ'nın nefesi, gözünün gördüğü son noktaya kadar erişmekte ve eriştiği insanı öldürmektedir. Bu anlatımın da mucize kavramıyla bile îzâh edilemeyecek kadar 'mitolojik' bir nitelik taşıdığı ortadadır.

 

 

Cevâb: Şu ifâdelerde örtülü, hatta açık bir mu’cize inkârının yatmakta olduğu, gözü görenler, zevk-i selîm ve üslûb âşinâlığına sahib hemen hemen herkes tarafından sezilebilir; hatta açıkça görülebilir.  Anlayacağınız, mes’ele, mu’cize inkârı mes’elesi… Merhûm Şeyhü'l-İslâm Mustafâ Sabrî Efendi, ömrünü âdeta mu’cizeyi inkâr eden Mısır’lı âlim kılıklı sapık ve zındıklara cevâb vermekle geçirmiştir. Mevkıfu’l-‘Akl’ini okuyacak olanlar, bunu açıkça göreceklerdir. Biz, bir anlık da olsa, bu mes’ele, mu’cize inkârı mes’elesidir şeklindeki sezgimizde yanıldığımızı var sayalım ve soralım; Söyler misiniz, mu’cizeye inanıyor musunuz? Mu’cizenin ölçüsü ve sınırı nedir? Şu soruların cevâbını lütfedip bir şekilde açıklasaydınız, işimiz biraz daha kolaylaşacaktı. Ama, neyse biz muhtemel bir muhâli/olamazı bekleme sevdâsını bir yana koyup işimize bakalım; Her halde şu mitolojik olmakla yaftalanan husûsiyyet, ümitsiz hastaları sebeblere tutunmaksızın fizik üstü yollarla iyileştirmekten  daha akıl almaz değildir. Ölüyü diriltmekten, Topraktan kuş şeklinde bir şey yapıp ona  rûh üfleyip onu kuş yapmaktan  daha zor değildir. Kesilen, kıyma yapılan, kıymaları yoğrulan kuşlardan değişik dağların başına konduktan sonra, onları çağırınca, o çağıran nefesle onları bi iznillâh diriltmekten  daha imkânsız değildir. Göz açıp kapayacak kadar bir mikdardan da az bir zamânda Belkıs'ın Yemen'deki tahtını Şâm'a getirmekten  fazla bir şey değildir.  Basit bir teknolojik aletle onlarca, hatta binlerce kilometre ötesini yakabilen insanoğlunun bu gücünün gerisinde kalacak olan bir mu’cize ne kadar mu’cize olur?... Mitoloji, hayâl, masal veya esâtîr gibi birçok vasfı kadîm gâvurlar öteden beri  Mü’minler için her zamân yakıştıragelmişlerdir. Bunlar eskimiş ve kokuşmuş yaftalardır. Bunun böyle olduğunu Kur’ân okuyanlar çok iyi bilir. Kimse bunları Kur’ân'da ve Sünnet'te aramasın… Sübhanellah!.. Ne dehşet benzerlik… Kalpleri birbirine benzedi.  Dolayısıyla işleri de…

 

 

İddia: Ortaçağ İslâm ulemâsı, bu hadîsleri piyasaya sürenlerle aynı veya yakın tarihsel şartlarda yaşadıkları ve o çağda dogmatik ve mitolojik zihniyet egemen olduğu için, bunu gerçekleştirememiş olabilirler.

 

 

Cevâb: Piyasaya sürmek bayağı ve süflî ifâdesi yakıştırılan koca bir Ümmet namına, esas piyasaya sürülen, şu süflî yakıştırmaların sâhibleri ve iblisvârî vesveseleridir, denilse bizim çelebilerimiz ne der, bilemiyorum?!... Hele şu doğmatik’lik!… Dogme (doğma): Akîde, i’tikâd, mezheb, rey. Bu kelime ekseriya sözü hüccet, sened addedilen bir zât tarafından tahakküm yoluyla kabûl ettirilen ve her türlü tedkîk ve tenkîdin üstünde tutulan rey/görüş ve fikir ma’nâsında kullanılmıştır. Dogmatigue (doğmatik): Kesin inanmakla alâkalı, taklîdle alâkalı. Philasophie=Felsefe-i îkâniyye (kesin inanç felsefesi), i’tirâz kabûl etmeyen bir takım mebâdî’yi (mebde’leri/başlangıçları) kabûl eden felsefe ki, her şeyin şübheli olduğunu ve isbât edilmemiş olduğunu söyleyen lâ edriyye/bilmiyorumculuk, reybiye (Scepticisme/şübhecilik) mezhebi ile aklın salâhiyetini tedkîk eden tenkîdiyye (criticisme)/tenkîdçilik mezhebinin mukâbili/karşıtıdır. Dogmatisme (doğmatizm): Taklîdçilik, tahakkümcülük, kesin inanmacılık, kesincilik. Kendi görüşünü delîl getirmeden kesin nass/delîl gibi kabûl etmek, yâhud, muhakkıkların sözünde böyle gelmiştir diyerek kendi söz ve tezini tahakküm edercesine te’yîd etme mesleği, delîlsiz tasdîk mezhebi.   Yani, günümüzdeki kullanıldığı biçimiyle ve daha açığıyla, bir şeyin doğru olduğunu tartışmasız kabûl etmek ve ona inanmak, dîn ve îmân asabiyyeti sahibi olmak biçiminde ifâde edilebilecek suçlama, îmânını ve dînini tartışma mevzû'u yapmayan Mü’minlere, îmânsızlardan gelen süflî bir ayıplama ise de, bu, ayıplanan Mü’minler için haddi zâtında bir şereftir. Bu, bâtıl inanışlarını ve süflî saplantılarını kesin doğrular kabûl eden ilâhî, ama tahrîf edilmiş semâvî veya semâvî olmayan dinlere, yani ideoloji ve zihniyetlere mensûb kimseler için bahis mevzû'u olacak olan doğmatiklik ise, hakîkaten affedilmeyecek bir kusurdur. Lâkin şu sözü kullananlar çoğu zamân, îmânını ve Müslümanlığını münâkaşa/tartışma mevzû'u yapmaya yanaşmayan Mü’minleri karalamayı hedeflemişlerdir; diğerlerini değil. Keza, mitolojiklik, suçlaması dahî öyle…Mythologıe (mitoloji): Öncekilerin uydurmaları ilmi, câhiliyye masalları ilmi, eski zamân putperestlerinin ilâhlarına dâir hikâyeleri.  Dolaylı, hatta doğrudan İslâm âlimlerine yakıştırılan bu edebsizce ve terbiyesizce ifâde karşısında hangi kibârlık budalası çelebimiz bizden ifâde nezâheti ve muâmele nezâketi bekleyebilir? Unutmamak lâzımdır ki, sözü edilen İslâm âlimleri İslâm dünyasında yaşıyorlardı; zamâne akademisyenlerinin çoğu gibi dolaylı veya dolaysız, doğmatikliğin asıl sâhibi Oryantalistlerin rahle-i tedrîsinde tornadan geçirilmiyorlardı. Şu söz Kur’ân’ın ifâdesiyle, inkârcılarca Kur’ân'a ve Sünnet'e yakıştırılan bir yaftadır. Yoksa, yaftalanan, gerçek mitoloji olan hâli hâzır mevcûd bulunan Ehl-i Kitâb ve beşeri ideoloji hurafeciliği değil… Şu inkârcı ağzı Mü’mine yakışmaz. Birkaç Grekçe asıllı kelimeyle entellektüel bilmem nelik yapmak îmân ile barışmaz. Lütfen aklımızı başımıza alalım… O zamânki âlimler, her türlü bâtıla ve yanlışa karşı çelik sedler oluşturuyor, onlarla mücâdele etmeyi hayatlarının çok mühim bir ğayesi biliyorlardı. Ha, o zamânlarda da sırtını zâlim idârecilere dayayıp Ehl-i Sünnet Müslümanlara kan kusturan beslemeler vardı. Mu'tezile ve benzerleri gibi… Ne var ki onlar, eserleriyle beraber târîhin çöplüğüne fırlatıldılar ve çoktan unutuldular. Mü’minler’in müktesebâtında artık onlardan bir şey yok, merak etmeyin. Ancak küfür cephesinin kadrolu çöpçüleri, şu günlerde o çöplüklerde eşinmekte, sözü geçenlerin -bağışlayınız- necâsetlerinde burunlarının uçlarıyla boncuk aramaktadırlar… Yazık… Binlerce yazık… Geçmişe göre, inkârcılığı yanında zâlimliği ve merhametsizliği kat kat artan ve katmerli hale gelen atmosfer içinde, zulme, zâlime, küfre ve kâfire karşı mücâdele etmek şöyle dursun, onlara yaranmaya çalışan, maşalık yapan, kuyruk sallayan ve  yaltaklanan şimdiki alçak hokkabazlara ne diyeceksiniz?... Zâlim avcıların cins köpeklerine ne söyleyeceksiniz?.. Demek, orta çağlarda doğmatik ve mitolojik zihniyet hâkim olduğu için, o zamânki veya o zamâna yakın olan âlimler doğru ve gerekli bir işi gerçekleştiremediler. Bu hurâfelerin hurâfeliğini tesbit edemediler. Ettilerse de i'lân edemediler? Öyle mi?..

 

 

Onları, küfür otoriteleri olan zâlim avcıların sadık köpekliğini hayatının vazgeçilmez ğâyesi bilen, sâhibinin sesi çorbacı şaklabanlar mı sanmıştınız, yoksa?...Onları, dünyaları için, hatta bir hiç uğruna, harcamadığı, satmadığı, hatta hibe etmediği bulunmayan, hatta sırtlanmadığı alçaklık bırakmayan alçaklara mı benzettiniz, yoksa?...Onlar, dinlerine zarar dokunur korkusuyla dünya ve dünyalıklardan uzak olmak yüzünden can verdiler, şimdinin onlara çamur atan çamurlarıysa dünyayı elde etmek için şahsiyetlerini ve îmânlarını vermekteler…Ya, şirk ve putperestlik doğmatizmi ve mitolojisi atmosferinde yaşayıp, onların patronlarının âzâd kabûl etmeyen köleliğini benimseyen, hazmeden ve içselleştiren âlimlikle alâkası olmayan ilim değil de bilim adamları(!)… Onların doğruyu tesbît ve i'lân edebilme şansları ne kadardır, dersiniz?.. Mütaffiflik yapmadan,  kara çalmakta olduğunuz kimselere karşı kullandığınız ölçü ve terazinizle bunu da bir ölçüp tartınız isterseniz… “Bize Allah yeter. O ne güzel vekîldir…”

 

 

İddia: Hz. Îsâ'nın Nüzûl’üyle ilgili hadîslerin son derece problemli, hatta Hz. Peyğamber'e aidiyeti kuşkulu oldukları, bunların büyük ihtimalle, Yahudi ve Hristiyan kültürü başta olmak üzere, çevre kültürlerden etkilenerek ortaya atıldıkları da söylenebilir.

 

 

 

 

 

Cevâb: İsbâtı olmayan, delîli bulunmayan süflî ve câhilce bir tahmin… İlim ve akıl ölçüleriyle alâkası olmayan vehim ve hayâl mahsûlü bir zırva… Kahrolsun (ileri seviyede zanna dayalı) çokça yalan söyleyenler!...  Müslümanım diyen ve mümkin mertebe İslâm’ı yaşamaya çalışan bir kimseye, senin, dinsizlerin, îmânsızların, namussuzların, itlerin ve ipsizlerin atmosferi içinde olmakla, onlardan te’sîrlenerek onlardan olma ihtimalin var deyip buna dayalı hüküm verene ne denir? Şu delîlden doğmayan mücerred ihtimâlin hangi ilmî kıymeti olabilir? Bu rivâyetlerin Yehûdî kültüründen te'sîrlenerek ortaya çıkmadığı, aksine, O, öldü ve gelmeyecek inancının Yehûdîliğin has görüşü olduğu, âyetlerle, hadîslerle, Ümmet'in inancı, târîhi hakîkatler ve akl-ı selîm ile kesin bir şekilde bilinmektedir. Şurada yapılmakta olan, yavuz hırsızın ev sahibini yakalamasıdır; başkası değildir. Mevzû' ile alâkalı hadîs rivâyetlerinin Hristiyan kültürünün te’sîri ile yapılmadığının kat’î delîllerinden birisi de şu rivâyetlerde yer alan ve Hristiyanların, yem olarak harcanması düşünülemeyecek seviyede kendilerince vazgeçilmez olan (bâtıl) inançlarını temelinden yıkan açık ifâdelerdir. Kaldı ki, Hristiyanlık’ta bozulmamış doğrular bulunabileceği gibi, kısmen veya büyük ölçüde değiştirilerek bozulan doğru kırıntıları da bulunabilir. Her şeyde olduğu gibi, bunun da temel ölçüsü, kesin ve son belirleyici Kur’ân ve Sünnet’tir. Zîrâ; Şübhesiz ki; o (Kur’ân), elbette bir kavl-i fasldır . 

 

 

Geçmiş Yehûdî ve Îsevî Şerîatları hakkında bizim Şerîatımızın hükmü nedir? O Şerîatlerin (hükümler, emirler ve yasakların) Allah celle celâlühû’dan olduğu, ya Kur’ân ve Sünnet'le sâbittir, ya da değildir. Sâbit ise, Kur’ân ve Sünnet onların Allah celle celâlühû’dan geldiğini ve hak olduğunu tasdîk eder. Mü’minler de onlara îmân eder, onların Hak'dan geldiğini ve hak olduğunu kabûl ve tasdîk ederler. Kur’ân ve Sünnet, Hak’tan geldiğini ve hak olduğunu tasdîk ettiği o şeraitlerin, ya o zamânla sınırlı olduğunu, Ümmet-i Muhammed zamânı için ise hükmün başka olduğunu bildirir, yâhud da bildirmez. Yani, Kur’ân ve Sünnet, o geçmiş Şeriatleri, Ya nesheder, veya neshetmez. Neshetmezse, O Şerîatler bizim de Şerîatımız olur. Neshederse, Ya tamamen nesheder veya kısmen nesheder. Tamâmen neshederse, O şerîatler, artık, ilâhî irade ile, hükmü belli bir zamânla sınırlı kılınan ve tatbîk müddeti sona erdiği sâhibince haber verilen hak Şerîatler olmakla, bizim için, mer’iyyetten (yürürlükten) kalkmış olur. Kısmen neshederse, Neshedilen miktarının hükmü ilâhî irade ile sona ermiş, neshedilmeyen miktarı ve kısmı ise bizim de şerîatimiz olarak kalmış olur. Allah celle celâlühû’nun iradesine ambargo koyup, Nesh olmaz diyen ve bunu, Kur’ân'ın diğer kitâbları Musaddık/tasdîk edici oluşuyla çelişkili gören Abduh ve Reşîd Rızâ gibi hasta beyinli ve yürekli -esasen muhâtab alınmaya bile değmeyecek- kimseler olup, İslâm düşmanı siyaset odaklarının maşalarıdırlar. Ne var ki, avâmı ve bilgisizleri de hesaba katmak lâzım oluyor. Başka bir ifâdeyle, Geçmiş Şerîatler Kur’ân ve Sünnet'le ya çelişirler veya çelişmezler. Çelişirlerse, Onları kabûl etmez, reddederiz. Çelişmezlerse, Ya Kur’ân ve Sünnet kanalıyla gelirler, ya başka kanallarla gelirler. Kurân ve sâbit Sünnet kanalıyla gelirler ve hükümlerinin müddetinin sona erdiği yine Kur’ân ve Sünnet’le bildirilmişse, onlar bizim Şerîatimiz olmazlar. Kur’ân ve Sünnet’le müddetlerinin sona erdiği açıklanmazsa, o zamân onlar bizim de Şerîatimiz olurlar. Kur’ân ve Sünnetle gelmezlerse, Onları ne inkâr ederiz ne de kabûl ederiz. Haklarında susarız. Zîrâ, “Ehl-i Kitâbı ne tasdîk ediniz ne de yalanlayınız”  emrinin muhâtablarıyız. Îsâ aleyhisselâm öldü ve gelmeyecek inancının ilk ve asıl sâhibleri olan Yehûdîlerin kültürünün, hatta zâlim siyâsetinin te’sîri altındaki zavallılara ve paragöz karagözlere ya ne demeli?

 

 

İddia: Yine konuyla ilgili bazı hadîslerde Mesîh'in Deccal'i öldüreceği, adaletle hükmedeceği, yeryüzüne güvenliğin hakim olacağı, dolayısıyla aslanların develerle, kaplanların ineklerle, kurtların koyunlarla bir arada yaşayacağı, bebeklerin ellerini yılanların ağzına sokacakları, ama yılanların onları sokmayacakları anlatılmaktadır. M.Ö. VIII. yüzyılda yaşadığı tahmin edilen Benî İsrail peyğamberlerinden İşaya'nın kitâbında kurtarıcı Mesîh hakkında anlatılanlar da neredeyse aynıdır.

 

 

Cevâb: Şu mübtezel ifâdeler bize, bir takım âyetleri hatırlattı. …Ve (O Muhammedü’l emîn aleyhissalâtu vesselâm birileri tarafından) öğretilen bir mecnûndur, dediler.  Kâfirler diyeceklerdir ki, bu, sadece, geçmişlerin masalları ve uydurmalarıdır. (mitolojik haberlerdir.) Onlara, Rabbiniz ne indirdi, denildiğinde, öncekilerinin (mitolojik) masallarıdır, dediler.  Bu, öncekilerin (mitolojik) uydurmalarından başka bir şey değildir.  Dediler ki, (Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem) onları yazdı.  Hâsılı, şu mitolojiklik ve uyduruk masal sözü tanıdık bir söz, âşinâ olduğumuz bir suçlama… Şu sözü ve karalamayı, kâfirler ve müşrikler, geçmişten günümüze, sürekli Kur’ân için kullanageldiler. Bu vasfı hak eden sözler çok çeşitli olsa da, onlar bunu hemen hemen sadece Kur’ân ve Sünnet için kullandılar. Şimdilerde ise, Müslüman olduğunu iddia eden ve Müslümanlardan, hatta âlimlerinden olduğu zannedilen kimselerce sahîh, hatta Mütevâtir Sünnet ve Ümmet'in icmâı ile sâbit i’tikadları için kullanılmaktadır. Ellerinde, beş para etmeyen akıllarından başka bir mesned, ucu müsteşriklere dayanan şeytânî ve bâtıl vesveselerden başka hiçbir dayanacakları şeyleri de yoktur. Ama hayâ etmeden kesin ifâdeleri kullanmaktan da geri kalmamaktadırlar. Evet, âlimlerce tesbît edilen bir takım uydurma rivâyetler, hakîkaten geçmişlerin veya şimdikilerin uydurmalarındandır. Lâkin bunun tesbîti ve ta’yîni için sağlam ilmî ve aklî ölçüler olmalı. Şâyet şu noktada elimizde bir ölçü bulunmaz da, uğraşmakta olduğumuz câhillerin ölçüsüzlük ölçüsüyle hareket edecek olursak, iş, içinden çıkılmaz hâl alır. Şu ifâde ve suçlama birilerince Kur’ân için de kullanılır hâle gelir. Öyleyse, bu ölçünün ne olduğuna cevâb vermeden önce, ne olmadığına iyi dikkat etmeliyiz. Bu ölçüler; Küfür cephesinin kurduğu ve geliştirdiği müesseselerde ekilen, çimlenen ve büyütüldükten sonra, müsteşriklerin rahlesinde, onların solukları altında, onlara âid fikirlerle ve anlayışlarla yetiştirilen beslemelerin tesbît ettiği ölçüler olamaz. Bu ölçülerin ne olacağında ise aklı başında ilim sâhibi Mü’minler tereddüt etmezler. Bunlar elbette Ehl-i Sünnet’in Rebbânî âlimlerinin eserlerinin gösterdiği ölçülerdir. Hakkın hikmetine bakın ki, İslâmî hakîkatlere karşı harb i’lân eden müsteşrik tohumlarının tamamının, makamları, mevkileri ve rütbeleri ne olursa olsun, akılları ve gözleri, önlerine konulmuş çanakta... Kafalarında sekiz yaşındaki çocuğun bile akıl ve muhâkemesi yok. İlim ise, Hak getire… Her bakımdan ümmî kimseler… Şu iddianın sahibine, Senin bu iddian yaklaşık yüz elli seneyi aşkın bir zamân önce keşişler tarafından Hindistan’daki Müslüman âlimlere karşı ileri sürülen, müsteşrikler tarafından ortaya atılan iddialarla yer yer kelimesi kelimesine aynı.  Senin hadîsler hakkındaki, şübhe ve vesveselerin Kaitâno’nun dedikleriyle nerdeyse aynı. Senin şu ölçüne göre, buna ne cevâb verirsin? şeklinde bir süâl sorulsa, ne cevâb verirdi bilemiyorum.

 

 

İddia: Peki Hz. Îsâ'nın Nüzûl’üne adeta dinini savunurcasına, tutkuyla ve Hz. Îsâ'nın Nüzûl’üne inanmayanlara kafir diyecek kadar hırsla savunan el-Keşmîrî, Muhammed Şefi’ ve el-Kevserî gibi çağdaş ulemâya ne demeli? Hasımlarını her vesileyle, hem de uzun bir dille eleştirmekten, hatta bununla yetinmeyip yargılamaktan ayrı bir zevk duyan el-Kevserî, bu eleştirel tavrını niye Hz. Îsâ'nın Nüzûl’üyle ilgili hadîsler karşısında sergileyememiştir? Bunun cevâbı açık ve nettir: Dogmatik, taklitçi ve katı gelenekçi zihniyet!

 

 

Cevâb

 

 

Bir: Dînini savunurcasına ifâdesi yanlış. Onlar, dinlerini ve dinlerinin kaynaklarını savunuyorlardı; ca’sı fazla. Ğayb ile alâkalı bir peyğamberî mu'cizeye îmân etmeyi ve mu'cize sâhibini savunuyorlardı. Kimse müsteşriklerin ve papazların avukatlığına soyunanların ve onlara maşalık yapanların dediklerine bakmasın…

 

 

İki: Kevserî, hasmını her vesîleyle tenkîd etmezdi. Bu, ona atılan ve atanın suratına dönecek olan haksız bir çamur… Aksine O, hasmını çoğu kez haklı vesîleyle tenkîd ederdi. Bir beşer olarak bazen yanıldığı da olabilir. Ancak, her vesîleyle değil.

 

 

Üç: Öyle bir zâta uzun dilli sıfatını yakıştırma edeb seviyesine karşı biz de, bu yakıştırma bir sivri dilliliktir veya çatal dilliliktir desek, bizim bu tavrımız çok mu sivri dillilik olur? Olur, diyorsanız, hadi, demeyelim.

 

 

Dört: Hatta yargılamak... ne demek? İlmî tenkîdler, zamân zamân, hatta her zamân bir nev'i yargılamayı zâten içinde bulundururlar. İleri seviyede bir tenkîdden bahsettikten sonra, hatta yargılamak..tan söz etmek, dil bilmemeyi de gösterir. Onların bu tavrı, Mü’minler’in îmânı, İslâm'ı ve bunların kaynaklarına yapılan ğâfilce veya hâince ve alçakça hücûmun karşısında gösterilen bir dîn gayreti ve îmân hassasiyetinden başka bir şey değildi. Doğrusu, Kevserîlere yapılan suçlama ve atılan çamur, müsteşrik tohumlarının ve küfrî düşüncelere sahib olanların doğmatikliği, taklitçiliği ve müsteşriklerin İslâm'a yapageldikleri saldırının katı gelenekçi zihniyetinden ibârettir.

 

 

Hem sizin yaptığınız nedir? Bütün bir Ümmet’i ve âlimlerini delilsiz yargılayıp i’dâm değil de nedir?..

 

 

İddia: Hz. Îsâ'nın Nüzûl’üne dâir hadîslerin beslendiği kaynakların başında gelen Daniel ve İşaya kitâbı başta olmak üzere, İslâm öncesi din ve kültürlerin literatürü, ta İslâm öncesi dönemlerden beri var olduğu halde, muhaddislerimiz ve sâir ulemâmız, bizim burada gerçekleştirmeye çalıştığımız mukayesenin bir benzerini bugüne kadar niçin yapamamışlardır?

 

 

Cevâb: Cevâb basit… Bunu bilemeyecek ne var… Allah celle celâlühû’ya karşı sen bizden ahdi böyle almamıştın gibi sözlerle meydan okumakta sizin kadar cesûr ve yiğit olmadıklarından ve O’ndan korktuklarından. Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e de karşı gelemediklerinden, dediyse de inanmıyorum, bu bir günah ise de bu günahta ısrarlıyım diyebilecek kadar edebsiz, küstah ve dinsiz olmadıklarından… Sonra, Nüzûl rivâyetlerinin şu kaynaklardan beslendiği iddiası, ya kısmî benzerliklerdendir, ya değildir. Değilse, ihtimallerle geçiştirilemeyecek olan bu iddianın isbâta ihtiyâcı vardır. Halbuki şu makalede bu da’vâyı isbâta yarar şeytânî vesveselerin ötesinde ilmî hiç bir dayanak göremedik. Dayanak, eğer kısmî benzerliklerse -ki sözün akışından öyle anlaşılmaktadır- bu, Kur’ân için de bahis mevzû'udur. Ona ne denilecek? Allah îmân ve akıl vere…

 

 

İslâm ulemâsı yapılması îcâb edeni yaptı, ısmarlananı değil. Çünki onlar, devşirilerek Ehl-i Küfr’ün Enderûnlarında yetiştirilen ve ısmarlananı yapmakla vazîfeli olan çorbacı beslemeler değillerdi. Kur’ân'daki bir çok âyet, zamân zamân aynen, zamân zamân da kısmî bir şekilde şu andaki tahrîf edilmiş Tevrât ve İncîl'in bir takım âyetlerine uymaktadır. Bu benzerlikler âyetlerin onlardan alınma olduğu ma’nâsına mı gelmektedir ve onları inkâr etmemizi mi gerektirmektedir? Hâsılı, Selef'in ve Sünnet çizgisindeki Rebbânî âlimlerin yolundan gitmeyi bilimsellikleriyle bağdaştıramadığı halde, müsteşriklerin çizgisinden sapmadan, sâdıkâne yürüyebilenlerin, ilmî, fikrî ve hatta îmânî sefâletleri ve mübtezellikleri cidden kahredici ve ibret vericidir. Anlayacağınız, Mahmûd Şeltût'un makalesi isim verilmeden değişik cümlelerle tekrâr yazılıb şerhedilmiş ve bir takım ilâvelerle uzâtılmış. Böylece, mâşâellah akademik(!) bir makâle ortaya çıkmış…

 

 

**************************************************************************************************

 

1-Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, İslâmiyyat Dergisi, Ankara, Ekim-Aralık-2000, 111, sy, 4.
2-ifâde ettiği ma’nânın tersinden ma’nâ çıkarmak ve delîl getirmek.

 

 

 

3-Olacağına olan inanma olmayacağına inanmadan 
5-Doğru olmayan ma’nâ çıkarma ve delîl getirme yolları.
6-Hüccet seviyesinde delîl getirilmezler.
7-İbn-i Teymiyye şöyle demiştir:Ahkâmdaki ihtilâflara gelince... Onlar, tesbit edilemeyecek kadar çoktur. İki Müslüman bir şeyde, her anlaşmazlığa düştüğünde küsüşüp birbirinden ayrılacak olsalardı, Müslümanlar arasında ma’sûmluk da kalmazdı, kardeşlik de… Ebû Bekr ve Ömer radıyallâhu anhümâ bir çok şeyde tartışırlardı, ama, ancak hayrı murâd ederlerdi…
[İbn-i Teymiyye sonra, Benî Kureyza hadîsini anlattı ve şöyle dedi]:
Bu, her ne kadar ahkâm hakkında ise de, mühim temel îmânî mes’elelerden olmayan (ta’lî îmânî) mes’eleler de, (hükümde) ahkâma mülhaktır (katılmıştır). [İbn-i Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ:24/173], Edîb el-Kemdânî, Bid’atü Terki’l-Mezâhibi’l-Fıkhiyye/Fıkhî Mezheblerin Terk Edilmesi Bid’at’ı: 33, Dâiretü’l-Evkâf ve’ş-Şuûnü’l-İslâmiyye-İdâretü’l-İftâ ve’l-Buhûs -Kısmu’l-Buhûs. Hangi Devletin Dâiretü’l-Evkâf’ı olduğu ile kitâbın baskı yeri ve târihi belli değilse de zararı yok; kaynakları belli.
 8-Dil tahlîlleri demek istiyor. Anlarsınız ya, böylesi Avrupâî ifâdeler daha bir kültürlü olduğumuzu gösteriyor; ne edelim?
 9-Hadîsler metin tenkîdine tabi tutulmadı, denilmek isteniyor.
10-Daha doğrusu, -rivâyetler sahîh ve sâbitse- şeytanlarından.
11-[Hatîb-i Bağdâdî, Târîh-i Bağdât: 12/172 ve Zehebî, Mîzânü’l İ’tidâl: 3/278]. M.Hayri Kırbaşoğlu,
12-[Dârekutnî, Ahbâru ‘Amr b. Ubeyd, s.12, no: 7], M. Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadîs Metodolojisi: 202-203.
13-[Buhârî, es-Sahîh, 59….   Ahmed, el-Müsned, 3/20,27] M. Hayri Kırbaşoğlu,
14-Kırbaşoğlu, Alternatif Hadîs Metodolojisi:130-131.
15-Müslüman (!) akademisyenlerin, âlim olarak bilinen çorbacıların…
16-Dr. Mustafa Sibâî, Oryantalizm ve Oryantalistler, Trc: Doç. Dr. Muctebâ Uğur, Beyan Yayınları 1993.
17-Olabilir ve de olan bir şeydir.
18-Önceden de geçtiği gibi Abdü’l-Hayy el-Leknevî, İbn-Hacer el-Askalânî’den şöyle dediğini naklediyor: Bu rivâyetin, lafızlarının farklılığı sebebiyle ta’nedilmesine/zayıflıkla tenkîd edilmesine gelince, zayıf rivâyetlerin kuvvetli rivâyetlere hiçbir te’sîri olmaz; Kıssada (Burada mes’elede) sahîh olana i'timâd edilir/dayanılır. Zaferu’l-Emânî:484
19- A’lâ:16-19
20-Buhârî: 3461, Muslim: 3004, Tirmizî: 2669, Ebû Dâvûd: 3662
21-İbnü’l-Esîr, Eş-Şâfî Şerhu Müsnedi’ş-Şâfiî: 5/566.
22-Buhârî’den naklen el-Fevzü'l-Kebîr: 2/551
23-Abdürrazzâk, Musannef: 11/399-402.
24-Tefsîru Abdi’r-Rezzâk, 1/395.
25-[Fazlurrahmân, Târîh Boyunca:50], Başka bir yerden naklen.
26-İmâm Ebû Yûsuf, Âsâr: 207, H: 922.
27-Öyleyse, Nüzûl rivâyetleri uydurmadır, demek istiyor.
28-Tefekkür ile ilmin ve mütefekkir ile müctehidin veya fakîhin arasındaki farkı görememek, yâhud görmezden gelmek… İşte ilim ve irfan sâhasında dehşetle seyrettiğimiz saçmalıkların bir çoğunun temelinde yatan şaşkınlık ve cinnet!… Oysa, her bir müctehid ve fakîh, ayakları sağlam basan bir mütefekkir ise de, her bir mütefekkir, bir müctehid veya fakîh değildir. İlmî cehdin bezledilmesi ile fikrî cehdin bezledilmesi çok farklı şeylerdir ve netîceleri çoğu zamân tamamen veya kısmen farklı olur. Bunu hesaba katmayanlar, bu günki ilmî ve fikrî keşmekeşliğin kurbanlarından hatta mes’ullerindendirler.
29-[Âdet: Bir veyâhud bir takım insanların işleri birden fazla yapmalarına denir. Şu işler herkes tarafından yapılırsa buna “örf” ta’bîr edilir.], El-Müftî es-Seyyid Muhammed Âmîmü’l-İhsân el-Müceddidî el-Bereketî, Et-Ta’rîfatü’l-Fıkhiyye: 369, Karaçi/Pakistan, Üstâd Doktor Muhammed Revvâs Kal’acî, Mu’cemu’l-Fukaha: 269, Daru’n-Nefâis
30-Kalabalık da olsa akıl onların yalan üzere birleşmelerini mümkin bulur.
31-Ğazi Muhammed Ekrem en-Nasbûri es-Sindî, İm’ânü’n-Nazar:17-18, (Pakistan baskısı, Matbaa ve Tarih belli değil) Aynı hususa Allâme Leknevî bu yerden iktibas yaparak tenbîhte bulunmuştur: Zafer’ul Emânî/36. Mektebetü’l Matbuatü’l-İslâmiyye, Haleb.
32-Allâme Seyyid Abdülhâdî Necâ, Neylü’l-Emânî Fî Tevzîhi Mukaddimeti’l-Kastallânî: 14, El Matbaatü’l-Meymûniyye, Mısır Târîhsiz
33-Nisâ:94-95
34-Yalan dedi tâ'bîri bazen yanlış söyledi ma'nâsına kullanılır. Dolayısıyla Mü'minler şeytânî vesveselere kanmamalıdır. 

35-Mantık ilminden haberi olanlar, i’tibârî kayıdlar mes’elesini bilirler.
36-Şerhu’l-Muğnî: 1/325-326, İm’ânü’n-Nazar: 31, Zaferü’l-Emânî: 32-33
37-Şerhu’l-Muğnî: 1/325-326.
37-Bu Haber-i Âhâd hadîslerin sayısının çok olması, onları hiçbir zamân Mütevâtir derecesine çıkarmaz, olsa olsa meşhur veya müstefiz derecesine yükseltebilir şeklindeki söz.
39-Hadi, domuzca olan, demeyelim; efendilik bizde kalsın.
40-Hakîkatla mecâzın cem' edilmesi değil de Umûm-i Mecâz yoluyla.
41-Bu, Nüzûl rivâyetlerinin uydurma olduğunun delîlidir, denilmek isteniyor.
42-Bakara: 49.
43-Genel kasdedilib özel kasdedilmesi.
44-Bütünü zikredip parçayı kasdetmek.
45-Bakara: 183.
46-Bakara: 216.
47-Zümer: 65.
48-Yâsîn: 22.
49-Fetih: 2.
50-Ancak, Ta’rîz, bazen kinâye değil de mecâz olur. Muhatabla beraber olan başka bir insanı kasdederek, muhataba, bana eziyet ettin, bileceksin! demen gibi. (Muhtasarü’l-Meânî: 189.)
51-[Ahmed, Buhârî, Müslim, İbn-i Mâce Ebû Saîd’den. Hâkim Ebû Hureyre’den:], el-Fethu’l-Kebîr: 2/234.
52-Meryem: 15.
53-Şûrâ: 17.
54-Nâziât: 43.
55-[Ahmed, Buhârî, Müslim ve Tirmizî, Câbir’den], El-Fethu’l-Kebîr: 2/347.
56-Neml: 59.
57-Ma’nâlandırmışlar ve barıştırmışlardır.
58-El-İşâeh: 145.
59-El-Kevkebû'd-Dürrî: 3/164
60-Takıyyüddîn el-Usmânî, Fethu’l-Mülhim Tekmilesi: 6/385-386 kısaltarak ve biraz değiştirerek.
61-Yani, kırk beş diyecekken beşi atarak düz hesab kırk denildiğini.
62-El-İşâeh:304
63-Âl-İmrân: 49.
64-Âl-İmrân: 49.
65-Bakara: 260.
66-Neml: 40.
67-Gerçi  birilerince şu âyetlerin akademik yorumlarla(!) ve moda ta’bîrle alegorik te'vîllerle tahrîf edilmesi  de ihtimalden uzak değildir.
68-Bakara: 118.
69-İsmâil Fennî, Lüğatçe-i Felsefe: 201-202
70-Luğatçe-i Felsefe: 447.
71-Alırken tam alıp, verirken eksik veren olmadan, çift terâzi kullanmadan.
72-Zâriyât: 10
73-Doğru ile yanlışı en mükemmel bir şekilde ayıracak olan bir söz ve hükümdür.
74-Târık: 13.
75-[Buhârî, Ebû Hureyre’den], El-Fethu’l-Kebîr: 2/551
76-Duhan: 14.
77-Enfal: 31.
78-Nahl: 24.
79-Mü’minûn: 83.
80-Furkan: 5.
81-Papazların hadîslere karşı, ileri sürdükleri isnâd ve metin tenkîdleri’nden bazısı: …İkinci Şübhe: Hadîs kitâblarını yazanlar, Muhammed(sallallâhu aleyhi ve sellem)’e âid halleri ve Ahmed(aleyhisselâm)’a âid mu’cizeleri gözleriyle görmediler. Muhammed(sallallâhu aleyhi ve selem)’in sözlerini ondan vâsıtasız işitmediler. Aksine onları Muhammed(sallallâhu aleyhi ve sellem)’in vefâtından yüz yâhud ikiyüz sene sonra kulaktan kulağa aktarılmak sûretiyle işittiler, topladılar ve yarı mikdârını mu’teber olmadıklarından attılar. Üçüncü Şübhe: Her akıllı taassubu terk edince, hadîslerin çoğunun ma’nâlarının hakîkate uymayacağını bilir. Dördüncü Şübhe: Bir çok hadîs Kur’ân’a terstir… Beşinci Şübhe: Hadîsler biribiriyle çelişmektedirler…(Rahmetüllah el-Hindî, Izhârü’l-Hakk: 361-380.) Amma ne benzerlik ve ne muazzam sâdık talebelik değil mi?!... 
82-Kaytâni, (veyâ Kaytâno olabilir. İtalyanca telaffuzunu bilmiyoruz. Mühim de değil.) İslâm Târîhi-Medhal: 68-136 ve devâmı.


XXXXXX

Hz. İsa'nın Ref'i Hakkında

 
Hz. İsa'nın Ref'i Hakkında
Mahmut Şeltut

Hz. İsa'nın refi ve dünyaya tekrar geri dönmesi konusunda Risale dergisinin 10. yıl 462 nolu sayısında Ezher Şeyhi Mahmud Şeltut'un bir fetvası (*) yayınlanmıştı. Ancak bu fetvanın yayınlanmasından sonra eskiye taklitçi bir biçimde bağlı bir topluluğun oluşturduğu büyük bir gürültü koptu. Ve dinin değiştirildiğini iddia ettiler.

Şeltut bu kimselerin şüphelerine kesin bir biçimde ilmi delillerle cevap verdi ve bunu Rİsale dergisinin 11. yılında 514, 517, 518 ve 519 nolu sayılarında yayınladı. Aşağıda bu cevabın özetini, yine yazarın Daru'ş-Şuruk yayınlarının, 1983 tarihinde yayınladığı Fetava adlı kitabından naklediyoruz. Hak Söz

Bilginlerce Kabul Edilen ilkeler

"İsa'nın göğe yükselişi ve ahir zamanda yere inişi Kitab, Sünnet ve icma ile ortaya konmuştur." düşüncesine sahip kişilerin bu yargılarına şu ilkeler ışığında bakışlarımızı çevireceğiz.

1. Sari, akideleri belirlemiş, insanlardan da bunlara iman etmelerini istemiştir, iman; bir delilden elde edilen, realiteye uygun kesin inanıştır.

Delil diye adlandırılan her şeyin bu inancı sağlayamayacağı açıktır. Bu inancı ancak hiç bir şüpheye maruz kalmayacak kesin delil oluşturabilir

2. Bu kesin delil iki şekilde ortaya çıkmaktadır.

a. Öncülleri sağlam, yargıları da duyusal ve a priori bilgiye ulaşan akli delil. Bu (görüş birliğiyle) kesinlik ifade eder ve istenilen imanı gerçekleştirir.

b. Gelişi ve delaletinde kesinlik olan nakli delil.

Gelişinde (vürûd) kesinlik olması demek Peygamber'den geldiği konusunda herhangi bir şüphenin bulunmaması anlamındadır. Buna örnek olarak tamamı kesin tevatürle sabit olmuş Kur'an ve tevatürlüğü ortaya konmuş olan mütevatir hadisler verilebilir.

Delaletinde kesinlik olması ise anlamı açık (muhkem) nass olması anlamındadır. Bu da tevil ihtimali olmayan durumda olur.

3. Bu düzeydeki nakli delil kesin bilgi ifade eder ve bununla akideyi tesbit etmek doğrudur.

Bu ilkelerden yola çıkarak kesin bir yolla oluşmamış ya da kesin bir yolla oluşmuş ama delaletinde ihti­mal payı bulunduğundan dolayı bilginlerin görüş ayrılığına düştüğü ilmi konular ve verilerin; dinin bize sorumluluk olarak yüklediği ve inananla inanmayan arasındaki farkı belirten kesin bir sınır olarak değerlendirilen akide esaslarından olmadığını ortaya koyabiliriz.

4. Bu saydığımız ilkeler, neyin inanç prensibi olup/olmadığı konusunda gerçeği öğrenmek isteyen kişiye araştırma yolunu aydınlatmaktadır. Bu ilkeler, kitaplarının ve tartışmalarının başında "bunlarda anlaşmazlık yoktur" şeklinde belirten bilginlerce kabul görmüş ilkelerdir. (1)

Bu konuda bizim üç türlü değerlendirme metodumuz olacaktır: İsa'nın refi' ve inmesi ile ilgili saydıkları ayetleri değerlendirme, ileri sürdükleri hadisleri değerlendirme, bu konuda olduğunu varsaydıkları icma'yı değerlendirme.

İleri Sürülen Ayetlerin Değerlendirilmesi

Bu konuda sıralanan ayetleri biz üç gruba ayırıyoruz:

1. İsa'nın ölümünü ve yükselişini anlatan; zahir anlamıyla da ölümün gerçekleştiğini ortaya koyan ayetler:

a. Al-i İmran Suresi 55. ayeti: "Allah, 'Ey İsa! Ben seni öldüreceğim ve seni kendime yükselteceğim.' demişti.",

b. Nİsa Suresi 157. ayeti: "Biz Meryem oğlu İsa'yı öldürdük demelerinden ötürü..." ayetinden "Onu yakinen (kesin bir şekilde) öldürmediler; aksine Allah onu kendine yükseltti." ayetine kadar.

c. Maide Suresi 117. ayeti: "Sen beni öldürdüğünde onları gözetleyen sendin." Ayeti

Biz bu ayetleri Fetvalar adlı kitabımızda ele aldık ve açık bilimsel bir tarzda inceledik. Bu konuda müfessirlerin görüşlerini ortaya koyduk. Ve İsa'nın göğe cismiyle yükseldiğini gösteren kesin bir delilin bulunmadığını; aksine (bazı müfessirlerin görüşlerine rağmen) bu ayetlerin genel yapısı itibariyle İsa'nın eceliyle öldüğü, Allah'ın İsa'yı onlardan koruduğunda derecesini yükselttiği, onların tuzaklarından İsa'yı koruduğu ve temizlediği konusunda açık bir anlama sahip olduğunu açıkladık. Orada söylediklerimizi burada tekrar etme gereği duymuyoruz. (2)

2.Akla, tartışılan konuyla ilgisi olduğu düşüncesini getirmeyen ayetler, ki biz bundan dolayı bunlar üzerinde görüş ileri sürmeyeceğiz. Burada sadece onların ileri sürdükleri ayetleri örnek vermekle yetineceğiz.

"Allahu Teala'nın İsa'dan bahseden 'dünya ve ahirette şerefli ve Allah'a yakın kılınanlardan' (3/45) ayetini de söylediklerimize ekleyebiliriz. "Yakın kılınanlar" ifadesinde İsa'nın, Allah'a yakın olan meleklerin yanına yükselişine ait işaret vardır."

Üstad burada doğal olarak göğü kastetmektedir. Ancak bu söz Kur'an'a göre tuhaf bir düşüncedir.

"Yakın kılınanlar" (Mukarrabin) ifadesi Kur'an'ın başka yerlerinde de geçmektedir: "iyilik yapmakta yarışanlar, işte onlar Allah'a yaklaştırılmış olanlardır." (56/10). Bu ayetlere göre cismiyle gökte yaşayan sadece İsa değildir; aksine kitlelerce Allah'ın kulu gökte yaşamakta ve gün geçtikçe de sayıları artmaktadır. Bu nasıl mantık?!

Ayrıca şunu da söylemektedir: "Üstelik Allah'ın 'dünyada ve ahirette şerefli kıldık' sözünde buna işaret edilmektedir. Zira şerefli (vecih) kelimesi makam sahibi anlamına gelmektedir ki dünyada iken makam ve mevki sahibi olması göğe yükselişine yeterli bir göstergedir.

Bunlar söylenmemesi gereken sözlerdir. Gerçekte İsa'nın dünyada şerefli kılınması açık mucizelerle desteklenmiş peygamberliğidir. "O'na kitabı, hikmeti, tevratı ve İncil'i öğretecek; onu İsrailoğullarına 'Ben size Rabbinizden bir ayet getirdim' diyen bir peygamber kılacak." (3/49). Ayetten ifade ve işaretini çıkarmaya çabaladıkları göğe yükselme hikayesi bu ayetin yanında nasıl anlatılabilir? Dünyada şerefli kılınmak, nasıl olur da yeryüzünü ve İsa'nın şerefini duyumsayan yeryüzü halkını terk etmek anlamına gelir? Bu grup, işte böyle her sözden, bunun inkar edeni kafir yapan akide prensibi olduğu zanlarını desteklemek için işaretler ve üstü kapalı anlamlar çıkarmaktadır.

3. Hangi anlama geldiği hususunda müfessirlerin ihtilaf ettiği iki ayet. Bazıları bu iki ayetin İsa'nın yere ineceğine delalet ettiğini söylemektedir.

a. Nİsa Suresi 159. ayet: "Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki ölümünden önce ona iman etmiş olmasın."

b. Zuhruf Suresi 61. ayet: "O, kı­yametin alametidir; kıyamet hakkında şüphe etmeyin."

Fetvaları yazarken bu iki ayet ve bunların İsa'nın inişine delalet etme dereceleri gözümüzden kaçmış değildi. Müfessirlerin sıraladıkları farklı görüş ve anlayışlar da gözümüzden kaçmış değildi. Biz, karşı çıkana küfr yargısını veren kesin delili araştırma amacında olduğumuzdan hiç bir kimsenin çıkıp da bu iki ayeti delil olarak sunacağını hesap etmemiştik. Üstelik o ikisi de, bizim gibi bu ayetin kendisindeki ve tercihindeki müfessirlerin ihtilafını görmüş ve "bu iki ayet İsa'nın inişine dair kesin nasstır." demektedir.

Biz bundan ötürü, tefsir kitaplarından bir şeyler okuyan herkese bu iki ayetin delalet derecesini ortaya çıkararak bu konuda fazla konuşmamayı tercih ettik. Ancak onlar direttiler ve bu iki ayetin İsa'nın inişine kesin bir şekilde delalet ettiğini sanarak bunları ileri sürdüler. Burada okuyuculara müfessirlerin bu iki ayet hakkındaki görüşlerini özet olarak vermekle kalmayacağız, gerçeğin apaçık anlaşılması için konunun temeline ineceğiz.

Birinci Ayet

Bu konuda müfessirlere ait çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bunlardan ikisi en yaygınıdır.

1. Ayetteki "bihi: ona" ve "mevtihi: ölümü" ifadelerindeki zamir İsa'ya aittir. O zaman anlam şöyle olmaktadır: "Yahudi olsun, Hıristiyan olsun Kitap Ehli'nden hiç kimse yoktur ki İsa'nın ölümünden önce İsa'ya iman etmiş olmasın." Halbuki onlar şu ana kadar kendilerinden istenildiği biçimde O'na inanmamışlardır. Öyleyse İsa'nın şu ana kadar diri olması gerekmektedir. Ayrıca bu imanın O'nun ölümünden önce gerçekleşmesi de gerekmektedir; bu da ahir zamanda O'nun inişi anında olacaktır.

2. Ayetteki "bihi: ona" zamiri İsa'ya "mevtihi: ölümü" zamiri de Ehl-i Kitaptan olan kişiye aittir. Bu durumda da anlam şu şekilde olur: "Ehl-i Kitaptan hiç kimse yoktur ki kendi ölümünden önce İsa'ya iman etmemiş olsun." Ayetin anlamı şunu haber vermektedir: Ehl-i Kitab'ın bu şekildeki imanları İsa'nın şu anda diri olmasına ve gelecekte inişine dayanmak­tadır. Ayetin vermek istediği anlam Ehl-i Kitab'ın, ölüm sırasında İsa'nın Allah'ın nebisi ve ümmetinin bir çocuğu olduğuna iman edecekler, şeklindedir.

Bunlar müfessirlere göre ayet hakkında yaygın iki görüştür. Her ikisini de tercih edenler vardır. Bu iki görüşü ibn Cerir ileri sürmüş, her ikisine delalet eden haberleri sıralamış, sonra da şunu demiştir:

"Sıhhat ve doğruluk açısından en uygun söz şu yargıya varanın sözüdür: Bu ayetin yorumu şu şekildedir: Ehl-i Kitaptan herkes İsa'nın ölümünden önce İsa'ya iman edecektir. Biz böyle söyleriz. Çünkü Allah; Muhammed'e inanan herkes için, cenaze namazının kılınması, küçük çocuklarının da aynı kategoride değerlendirilmesi konularında 'iman Ehli' hükmünü vermiştir. Şayet her Ehl-i Kitab ölümünden önce İsa'ya iman etmiş olsa idi, öldüğünde o Kitabi'ye 'Ehl-i İslam' olan küçük ve büyük çocuklarından başka hiç kimsenin mirasçı olmaması gerekirdi. Ayrıca namazının kılınması, yıkanması ve defnedilmesi konularında da müslüman hükmünde olması gerekirdi; çünkü İsa'ya inanarak ölen her kişi Muhammed'e inanarak ölmüştür. İslam Ehli, Muhammedi ve O'nun getirdiklerini inkar etmeden ölen Kitabi'nin yaşadığı döneme ait şahsı, malı ve bütün çocukları konularında herhangi bir hüküm aktarılmaksızın yaşadığı hayat biçimi göz önüne alınarak hüküm verilmesi görüşünde icma etmişlerdir. Bu da ayetin şu anlamda olduğunu göstermektedir: "İsa ölmeden İsa'ya iman edeceklerdir." Bu da İsa'nın iniş zamanında olacaktır. (3)

İbn Cerir, bu ifadesiyle İsa'ya iman etmenin Muhammed'e de iman etmeyi gerektirdiğini söylemektedir. Çünkü Muhammed'in rİsaleti, İsa'nın getirdiği rİsalet türündedir. ibn Cerir'in İsa'ya iman etmiş bir kişinin Muhammed'e iman etmiş olacağını, böylece miras namazının kılınması, yıkanması ve müslüman mezarlığına gömülmesi konularında müslüman hükmü uygulanacağını kabul etmesi gerekir. Bu da ölmüş olan Kitabiyle ilgili herhangi bir hükmün var olmamasına dayalı olan müslümanların icmaına aykırıdır. Böylece bu görüş iç maya aykırı olursa ayetin zikredilen anlamda olduğu görüşü çürümüş olur. İbn Cerir'in gözünde "sıhhat ve doğruluk açısından en doğru söz" olması icma ile çarpışmaya girmeyen ilk görüş olmaktadır.

Konu buraya kadar müfessirlerden birinin, konuyla ilgili iki görüşü rivayet ehlinden aktarıp kendisine uygun birisini seçmesinden öteye gitmemektedir. Fakat diğerleri bunu, varsaydıkları İsa'nın inişine dair kesin bir delil bulmuş gibi ağızlarıyla kapmıştır. Biz ise görmedikleri veya görmezlikten geldikleri şu noktalarda eleştirimizi kİsaca vereceğiz:

1. İbn Cerir ayet hakkındaki iki ihtimali ve bu iki ihtimali gerektiren etkileri saymaktadır. İkinci görüşü ibn Abbas, Mücahid ve başkalarına dayandırmaktadır. Öyleyse nasıl İbn Abbas, Mücahid ve diğerlerinin karşı çıktığı tek bir anlamdan başka ihtimali olmayan kesin bir nass sayılabilir?

2. İbn Cerir tercih ettiği görüşü sunduğu gibi ikinci görüşü de sun­maktadır: "Bir kimseye ölüm geldiğinde din konusunda o kişi için hak ve batıl tam olarak açığa çıkmadıkça o kimsenin canı da çıkmaz." Gördüğüm kadarıyla da İbn Cerir yapmış olduğu tercihten bahsederken ılımlı davranmaktadır. Bunun için "Bu doğru görüştür." demeyip "Görüşlerin en doğrusu" demektedir.

3. ibn Cerir iki anlamdan birini tercih etmiş olsa da diğer görüşü de onun dışındaki diğer alimler tercih etmiştir. Nevevi ve Zemahşeri bu alimlerden iki tanesidir. İbn Hacer, Fethü'l-Bari'de şunları söylemektedir: "illâ leyü'minünne bihi kable mevtihi: Kendileri ölmeden İsa'ya iman edeceklerdir" Nevevi, ayetin şu anlamda olduğunu söylemiştir: "Kendisine ölümün geldiği hiç bir Ehl-i Kitap yoktur ki ölümü anında ruhu çıkmadan İsa'ya ve O'nun Allah'ın kulu ve ümmetinin çocuğu olduğuna iman etmiş olmasın. Ancak bu durumdaki iman ona yarar sağlamayacaktır. Allah şöyle buyurmaktadır: "Kötülükler işleyip ölüm kendilerine gelince 'Ben şimdi tevbe ettim' diyenlere tevbe yoktur." [4/8]. Nevevi devamla şunu söylemektedir: "Bu görüş en baskın görüştür. Çünkü birinci görüş, sadece İsa'nın inişine yetişen Kitabileri kapsamaktadır. Kur'an'ın lafzı ise İsa'nın inişi zamanında ve daha önce yaşayan bütün Kitabi'leri içine almaktadır."

Keşşaf sahibi Zemahşeri de buna yakın ifadeler sıralamış ve uzunca bahsetmiştir, imam Razi'de tefsirinde, Zemahşeri'nin görüşünü aktarmıştır. Dileyen bu iki kaynağa müracaat edebilir.

Bütün bunlardan şu sonuçlar açığa çıkmaktadır:

1.Bu ayet, tek bir anlama gelen bir nass değildir ki bu konuda kesin bir delil olsun.

2. İbn Cerir'in birinci görüşü tercih edişinde kullandığı metod kabul edilemez. İbn Cerir bu tercihini; (aralarında kendisinin de bulunduğu bir grup alimin de kabul ettiği gibi) bu tür iman kabul edilmeyecek, hiç bir ölçüye vurulmayan ve zamansız oluşundan dolayı hükümlerin uygulanmasını gerektirmeyen bir iman olmakla beraber; ayetteki imandan kasıt, sahibine yarar sağlayan ve hükümlerin uygulanmasını gerektiren bir iman olduğu görüşüne dayandırmaktadır.

3.İkinci görüş sahiplerinin; "Ehl-i Kitap'tan kimse yoktur ki..." ayetinde -ki apaçık genellik; Übeyy b. Kab'ın "Kendileri ölmeden önce O'na iman edeceklerdir." şeklindeki kıraati ve herkesçe kabul edilen ölüm anındaki imanın sahibine fayda vermeyeceği ilkelerine dayalı metodlarını inceleyen kişinin İbn Cerir'e muhalefet etmekten ve ikinci görüş hakkında Nevevi ile bir olup "Bu görüş en baskın görüştür." demekten başka çaresi yoktur.

Bütün bunların kesin sonucu; ayetin İsa'nın inişine ilişkin kesin bir delil olması bir yana, bu konuda zahir de değildir.

İkinci Ayet

Bu ayette de aynı şekilde müfessirlerin farklı görüşleri vardır. Bu görüşlerden olarak; "O, kıyametin kopacağını bildirir." ayetindeki zamir (o), Hz. Muhammed'e ya da Kur'an'a gitmektedir, tarzındaki görüş söylenebilir. Biz bunu uzak görüyor ve müfessirlerden birçoğunun düşündüğü gibi "zamir"i İsa (a)"ya gönderiyoruz. Çünkü ayetin sibakında söz İsa hakkındaydı. Bununla birlikte müfessirlerin tasavvur ettikleri başka farklı bir görüş de görmekteyiz ki o da şudur: "O, yani İsa kıyametin kopacağını bildirir; yani O'nun inmesi kıyametin şallarından bir şarttır. Ya da O'nun babasız olması veya ölüleri diriltmesi öldükten sonra dirilmenin vukuuna bir delildir." (4)

Böylece İsa (a)'nın kıyamet için bir bilgi olması meselesi üç noktada belirginleşmektedir:

1.O'nun ahir zamanda inişi kıyamet alametlerinden bir alamettir.

2. O'nun babasız dünyaya gelişi kıyametin mümkün olduğuna bir delildir.

3.O'nun ölüleri diriltmesi, öldükten sonra tekrar dirilmenin vaki olacağına bir delildir.

Müfessirlerin belirttikleri bu olası anlamlar, İsa'nın inişi konusunda kesin bir nass olmadığını göstermesi bakımından yeterlidir. Fakat biz bununla yetinmeyip ikinci görüşü tercih edeceğiz. Bu tercihimizde de şu argümanlara dayanmaktayız:

1. Kur'an'daki bu ifadeler ba's'i inkar eden ve bununla ilgili sözleri tuhaf bulan Mekke ehline müteveccihtir. Kur'an-ı Kerim birçok sure ve ayetlerinde onlara karşılık vermeye ve kalplerinden şüpheyi söküp atmaya çalışmıştır. Kur'an'ın bu konudaki metodu, bakışları, fiilî olarak gözlemledikleri ve inandıkları nesnelere çevirmektedir. "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz ne olduğunuzu size açıklamak için sizi topraktan yarattık." (5) "Yeryüzünü görürsünüz ki kupkurudur; fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır..." (6) "Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak, yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphesiz ölüleri o diriltir." (7) içinde bu ayet-i kerimenin geçtiği Zuhruf Suresi, başında, bu manaya işarette bulunmuştur. "O, suyu gökten bir ölçüye göre indirir. Biz onunla ölü memleketi diriltiriz. İşte siz de böyle diriltileceksiniz (ey inkarcılar!)." (8)

Bu, şüpheyi ortadan kaldırmak için istidlalde bulunurken verimli ve sapasağlam bir yoldur. Fakat İsa'nın inişi gibi bir takım haberlere dayalı olaylara bakışları çevirmeğe gelince bu zaten onların yanında ayrı bir şüphe konusudur. Bu da onlardan şüphe ile şüpheyi izale etmelerini istemek demektir. Bu yol kesinlikle doğru bir yol olamaz. Çünkü bu, inkar edilen bir şeye dayanılarak bir başka inkar edilen şeyin varlığına ilişkin istidlalde bulunmak demek olur.

2. Allah Teala'nın Hz. İsa'yı kıyametin alameti olarak ayette belirtmiş olmasıdır. "O (kıyamet)ten kuşku duymayın." (9) Bu ayet bize göstermektedir ki konuşma (kelam) kıyametin bizzat kendisinden kuşku duyan topluluğadır. Alamet ise o (alamet)e inanan ve onun kuşkusuz olarak geleceğini tasdik eden kimse için söz konusudur. Oysa kıyametin vukuunu inkar eden veya ondan kuşku duyan bir kimseye kıyametin alametinden söz etmeye hacet kalmaz. Hatta onunla bu konuda (alamet konusunda) konuşmak doğru bile değildir. Öncelikle gerekli olan kişiyi (veya kavmi) ona imana götürecek delili ortaya koymaktır. Ki daha sonra ona kendisine iman ettiğin bu şey kıyametin de alametidir (öyleyse bu alamete iman ettiğin gibi kıyamete de iman et) denebilsin.

3. Ayrıca Arap dilinin üslubunu anlamada kabul edilmiş prensiptir ki, hüküm, lafızda zata dayandırıldığı zaman; mana olarak onun kast ettiği tam doğru anlaşılmayabilir. O zaman söz de zata en yakın ve en uygun olan bir kelimeyi (anlamı) takdir ederiz. Bu kuralı Allah Teala'nın şu sözüne uygularsak "O kıyametin geleceğini bildirir."; biliriz ki burada bizzat kastedilen Hz. İsa'nın kendisi değildir. Sözde bir takdir yapmamız gerekir. Nüzul ile babasız yaratma ve ölüleri diriltme arasında bir dengeleme yaparsak babasız yaratmayı zata en yakın buluruz. Çünkü bu onun yaratılmasına ve oluşumuna gitmektedir. Yoksa ona arız olan bir şeye değil. Bu durumda yüklem onun üzerine olur ve ayet-i kerimenin anlamı şöyle ortaya çıkar: Kıyamet konusunda kuşku duymayın; çünkü İsa'yı babasız olarak yaratmaya güç yetiren Allah kıyameti yapmaya da kadirdir. Böylece açığa çıkmıştır ki:

1) İsa'nın ineceğini haber vermek, kıyameti inkar edenlerin gönüllerindeki şüpheyi izale etmede sağlıklı bir delil değildir. Durum bu olunca devamında "O (kıyamet)den şüphe etmeyin." gibi bir ifadenin de gelmesi doğru olamaz.

2) İsa'nın ahir zamanda inişini kıyamet alametlerinden bir alamet saymak doğru olamaz. Çünkü konuşma kıyameti inkar eden bir topluluğadır. Onların kıyametin kopacağına ilişkin bir delile ihtiyaçları vardır. Çünkü Kur'an'ın bu hitabı kıyamete iman etmiş bir topluluğa değil ki, onlara kıyametin alametleri anlatılsın (hatırlatılsın).

3) Açıkladığımız gibi ayetin yüklenebileceği en yakın mana ikinci şıktaki manadır.

* * *

Şimdi bunlar, İsa'nın ref'i ve inişi ile ilgili ortaya koydukları ayetlerdir. Kuşkusuz insaflı okuyucu bunları böyle bir incelemeye tabi tuttuğunda ve bahsettiğimiz ilkeleri bu ayetlere uyguladığında şundan emin olur ki; İsa'nın ref'i ve inmesi konusunda Kur'an'da zann-ı galip ifade eden herhangi bir ifade yoktur. Nerede kaldı ki akideyi oluşturan -ve bazılarının yaptığı gibi- inkarcısını tekfir eden kesin bir nass bulunsun.

 

Notlar:

1. Bkz.: Kitabımız olan Akaid ve Şeriat. Bölüm: "Akideyi Belirlemenin Metodu", Yöneliş Yay., İstanbul-1991.

2. Oysa onlar şu ayet-i kerimeye tutundular: "Bilakis Allah onu kendisine yükseltti." Bu kısım Alla Teala'nın şu sözünden sonra gelmektedir: "Onu kesin olarak öldürmediler." Ve onlar şöyle söylediler: Öldürme olayını olumsuzladıktan sonra ifade edilen ref (yükseltme) hadisesi kesin olarak cismin ref'idir. Aksi halde "bilakis..."den önceki ibare ile "bilakis..."den sonraki ibare arasında herhangi bir zıtlık (olumsuzlama) gerçekleşmiş olmazdı. Biz onlara şöyle diyoruz: Münafat (zıtlık/olumsuzlama) vardır. Çünkü ref (yükseltme)den maksat O'nu (İsa) düşürmeyi amaçladıkları şeye engel olmak suretiyle İsa'nın derecesinin ve konumunun yükseltilmesidir. Böylece mana şu şekilde olmaktadır: Allah İsa'yı onlardan korumuştur. Onlar onu öldürmeyi gerçekleştirememişlerdir. Hatta Allah onların tuzaklarını boşa çıkarmış ve onu kurtarmıştır. Ve onu eceliyle vefat ettirmiş; böylece de onun derecesini yükseltmiştir. Biz Fetava'da şöyle demiştik: Böylece ayet, Allah Teala'nın şu sözüyle tamamen uyuşmaktadır: "Seni vefat ettirecek, seni bana yükseltecek (ref) ve seni küfreden kimselerden tertemiz kılacağım." Bu ayet kuvvetli bir olasılıkla onların İsa'nın cismiyle, diri olarak ref'i konusundaki tezlerini çürütmektedir, imam Razi tefsirinde şöyle demektedir: "Seni tertemiz kılacağım: Yani seni onların arasından çıkaracak, seninle onların arasını ayıracağım. Kendisine ref (yükseltme) lafzıyla şanının büyüklüğü anlatıldığı gibi, tertemiz kılma (tathir) lafzıyla da arındırma manası bildirilmiştir. Tüm bunlar onun şanının ve dere­cesinin yüceltilmesi ve yükseltilmesindeki mübalağaya işaret etmektedir. Allah Teala'nın şu sözünün manası hakkında da şöyle demektedir: "Sana tabi olanları küfreden kimselerin üstünde kılacağım." İkinci söz: Buradaki "üstünde"likten kastedilen hüccet ve burhan ile olmasıdır. Sonra şöyle demeye devam ediyor: Bil ki ayet-i kerimedeki ref'ine delalet eden bu ayet (seni bana yükselteceğim) derecenin ve şanın yükseltilmesidir. Yoksa yön ve mekanla ilgili değildir. "Üstünde" kılmada olduğu gibi mekanla ilgili bir durum değil, tamamen derece ve şanın yükseltilmesi ve yüceltilmesidir.

3. İbn Cerir'den birtakım tasarruflarla.

4. Ebi's-Suud Tefsiri.

5. 22/Hacc, 5.

6. 22/Hacc, 5.

7. 30

8. 43/Zuhruf, 11.

9. 43/Zuhruf, 61.

* Bu fetvanın tam çevirisi Doç. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı tarafından yapılmış ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisinin 23. sayısında yayınlanmıştır.

Kaynak: Haksöz Dergisi - Sayı: 20 - Kasım 92