ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
BİR MAZLUM PADİŞAH - SULTAN ABDÜLAZİZ
Sultan Aziz’i tahttan indirenler çeşitli propagandalarla halkı iknaya çalıştı. Ama halk, yaktığı ağıtlarla bu mazlum padişaha olan sevgisini hep dile getirdi.
29 Ocak 2024 Pazartesi
29.01.2024
Sultan Aziz, 9 yaşında babası Sultan II. Mahmud’u kaybetti (1839). Annesi Pertevniyal Valide Sultan, çok dirayetli ve hayırsever bir hanımdı. Ağabeyi Sultan Mecid zamanında rahat ve serbest bir hayat yaşadı. Onun vefatı üzerine 32. padişah ve 97. halife olarak tahta çıktı (1861).
Avrupa seyahati
1864’te öteden beri muhtar bir vilayet olan Mısır’ı ziyaret etti. 1867’de Paris Sergisi’ne davet üzerine gemiyle Avrupa seyahatine çıktı. Bir Osmanlı padişahının ecnebi topraklara, askeri maksat olmadan yaptığı ilk seyahattir.
Fransa, İtalya, Avusturya, Almanya, Belçika ve İngiltere’yi ziyaret etti. Hükümdarlarla görüştü. Nişanlar kabul etti. Bu seyahat büyük sükse yaptı; Padişah sempatikliğiyle alaka topladı. Böylece Rumeli’deki hadiseler sebebiyle Avrupa amme efkârındaki menfi havayı yok etti.
Süveyş Kanalı’nın açılışı münasebetiyle çok sayıda hükümdar ve asil şahsiyet kendisini ziyarete İstanbul’a geldi.
Zamanında vilayet ve mahkeme teşkilatı tanzim edildi. Başta Mamuretülaziz (Elazığ) olmak üzere Osmanlı memleketinde çoğu kendi ismini taşıyan şehir ve kasabalar tesis edildi.
Maarif şart
İdare ve adliye birbirinden ayrılarak (1868), Danıştay ve Yargıtay kuruldu. Şer’î hukuk onun zamanında kanunlaştırılarak Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye adıyla medeni kanun hazırlandı (1869).
Memur yetiştirmek üzere mektepler kuruldu (1862). Yüksek bürokrat yetiştirmek üzere Fransız modeline göre Galatasaray Sultanisi açıldı (1868). Dârülfünûn-ı Osmânî adıyla modern üniversite faaliyete başladı (1870).
Erkek ve kız sanat mektepleri, Dârülmuallimat (kız muallim mektebi), kaptan mektebi, lisan mektebi, eczacı mektebi, sivil tıbbiye mektebi ile sanayi mektepleri açıldı. Yetim ve zeki talebelerin parasız yatılı okuması için Dârüşşafaka kuruldu.
Gazetelerin sayısı arttı. Edebiyat canlandı. Ali Paşa’nın şerrinden yurt dışına kaçan Ziya Paşa, Namık Kemal gibi entelektüelleri yurda dönmeye ikna etti.
Sırtımdan geçsin
O zamana kadar 452 km. olan demiryolunun uzunluğu üç misline çıkarıldı. İstanbul-Paris demiryolunun Topkapı Sarayı’nın bahçesinden geçmesine itiraz edenlere, “Demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin” diye cevap verdi.
Mevcut karayolları tamir edildi ve yenileri yapılmaya başlandı. Demir Galata Köprüsü açıldı. Atlı tramvaylar hizmete girdi. Mevcut telgraf hatlarına bir mislinden fazla ilâve yapıldı. Her semtte postaneler açıldı.
Süveyş Kanalı açılarak Akdeniz ile Kızıldeniz birleştirildi. Tuna ve Dicle üzerinde gemi işlemeye başladı. İstanbul, Köstence, Varna limanları ile İzmir rıhtımları inşa edildi.
Boğaziçi’nde gemi çalıştırmak için Şirket-i Hayriye adında bir şirket kuruldu. 1863’te Fransız ve İngiliz ortaklığında Bank-i Osmani-i Şahane kuruldu. Burası 1930 senesine kadar Merkez Bankası idi.
İlk metro
Avrupa’da gördüğü ilerlemeleri memlekete tatbik etmek istedi. İstanbul, onun zamanında modern, sosyal ve ekonomik cihetle canlı bir şehir halini aldı. Ecnebi ziyaretçilerin gelişi, şehrin tamir ve tanzifine faydası oluyordu.
İstanbul’da Galata-Beyoğlu arasında tünel işletmesi kuruldu. Dünyanın ilk metro hatlarındandır.
Ecnebilere mülk edinme hakkı verildi. Pasaport Nizamnamesi ve Tabiyet Kanunu ile ecnebilerin himayesindeki “yerli yabancılar” vatandaşlık altına alınmak istendi (1869).
Bulgarlara, Rum Patrikhanesi’nden ayrılarak kendi kiliselerini kurma hakkı verildi. Bu, aynı zamanda Ortodoksların birliğini bozarak, bir ayrılık tehlikesini uzaklaştırdı.
Donanma sevdası
Osmanlı Devleti’nin eski günlere dönebilmesi için, bilhassa Rusya’nın ihtiraslarına set çeken güçlü bir orduya sahip bulunması gerektiğine kani idi. Kısa bir zaman zarfında dünyanın 3. donanmasını kurdu. Tersaneleri ıslah etti. Burada yapılamayanları harice sipariş verdi.
Kara ordusu da zamanın en güçlü ordularından biriydi. Prusya’dan getirttiği mütehassıslarla 1866’da Harbiye Mektebi’ni yeniden tanzim etti. Askeri rüşdiyeler (ortamektepler) açtı. Bayezid’de bugün İstanbul Üniversitesi olan binayı yaptırarak Harbiye Nezareti’ne verdi.
Avusturya Prensi Karl, Viyana sefiri Sadullah Paşa’ya, Padişah’ın asker olarak yaratıldığını ve askerlik bilgisine şaşılacak derecede nüfuzu olduğunu söylemiştir. Padişah, Amerikan dahili harbini tetkik etmiş; kuzeylilerin zaferinin, bir dolduruşta 7 atış yapan martin ve winchester tüfekleri ile olduğunu anlamıştı. Bunlardan sipariş ederek orduyu donatmıştı. Bu silahlar ve bununla korunan tabyalar ilk defa Plevne Harbi’nde kullanılmış, Ruslara büyük zayiat verdirmiştir.
Müslüman beldelerin birer ikişer işgali üzerine, halife sıfatını öne çıkardı. Hindistan’da çıkan sipahi isyanının, Padişah’ın bir işaretiyle durması; Şarki Türkistan hükümdarı Yakub Han’ın, Sultan Abdülaziz’i siyasi metbu tanıması, emperyalistleri endişelendirdi.
Ve iflas
Donanma sevdası, bir servete mal olmuş, Suriye, Girit, Hersek ve Bulgaristan isyanları, büyük masraf açmıştır. İç ve dış borçlar artmış; bütçe büyük açık vermiştir.
Fakat memlekette girişilen askeri ve iktisadi teşebbüsler nazara alınırsa bu artış anormal değildir. Padişah hazineden kendisine ödenen tahsisatın yarısından vazgeçmiştir.
Devlet tahvilleri dibe vurmuş, Avrupa borsalarında çok kişi zarar etmiştir. Bu iflas haberini evvelden bilen bürokratların hepsi ellerindeki tahvilleri sattığı halde, dürüstlük timsali olan Padişah satmamış, böylece bir servet kaybetmiştir.
Feci son
Hayranı olduğu İngiltere gibi meşrutiyet kurarak, parlamento yoluyla padişahın salahiyetlerini kısmak isteyen Midhat Paşa, Sultan Aziz tahtta kaldıkça gayesine erişmeyi imkânsız görüyordu. Hemen her biri Padişah’tan bir şekilde kurtulmak isteyen devlet ricâli ile darbe hususunda anlaştılar.
Hüseyin Avni ve Midhat Paşa’nın başını çektiği bir darbe komitesi, deli, dinsiz, müsrif ve siyasi işlerden anlamaz olduğu gibi uydurma gerekçelerle Padişah’ı tahttan indirdi. 29 Mayıs 1876’da Veliahd Murad Efendi’yi tahta çıkardı.
Sultan Aziz, sarayından alınarak Topkapı Sarayı’nda amcası Sultan III. Selim’in şehit edildiği daireye hapsolundu. Ailesi de aşağılayıcı bir tarzda saraydan tahliye edildi. Serveti yağma olundu. Harem halkı sokağa atıldı.
Birkaç gün sonra Ortaköy Sarayı’na nakledilen Sultan Aziz odasında bilekleri kesilmiş halde ölü bulundu. Hadiseye intihar süsü verilmişti. Birkaç sene sonra yapılan muhakeme neticesi, Sultan Aziz’in Avni Paşa'nın emriyle katledildiği hukuken sabit oldu.
Rusya ile iyi münasebetler kurması, Londra’yı rahatsız etti. 1876'da İstanbul’a gelen Alphonse de Rothschild’in Filistin teklifini reddetmek, bir ay geçmeden Padişah’a tahtını ve hayatını kaybettirdi. İngiliz matbuatı, Kraliçe’nin darbecilere “soignez le bien” (iyi bakın) diye telgraf çektiğini, onların “saignez le bien” (iyi kanatın) anladığını yazdı.
Çok yönlü bir hükümdar
İyi bir tahsil görmüştü. Arapça, Farsça ve Fransızca’ya vakıftı. Arap edebiyatı üzerine ve içkinin haram edilmesinin hikmetine dair birer risalesi vardır.
Hattattı. Valide Camii’nin arka duvarındaki celi sülüs levha ona aittir. Hatlarının çoğunu lal rengi mürekkeple yazardı.
Spora, ata binmeye, güreşe düşkündü. Askerliğe, bilhassa denizciliğe çok meraklıydı. Güçlü ve gürbüzdü. Sade giyinirdi. Hemen her gün atla veya arabayla İstanbul’un bir semtini gezerdi.
Harem hayatına düşkün değildi. Padişah olana kadar tek hanımla yaşamıştır. Oğlu Yusuf İzzeddin Efendi veliaht iken, İttihatçılar tarafından intihar süsü verilerek öldürülmüş (1916), diğer oğlu Abdülmecid Efendi halife olmuştur (1922).
Memduh Paşa kendisini, yakışıklı, sevimli, sürati intikal sahibi, azametli, ancak nazik olarak tasvir eder.
Keşke bir esnaf olaydım
Sultan Abdülaziz, memleket için çok çalıştı. Kışlalara gitti, askerin yiyecek, giyecek meseleleri ile uğraşıp koğuşlarını teftiş etti. Devletin selâmetini düşünüp, tebaasının sevgisini kazanmak için çalışırdı. Devlet işlerine dair fikir ve mütalaaları dikkate alırdı. Bunun cezasını tahttan indirilip hunharca katledilerek gördü.
Zaman zaman taşıdığı mesuliyetin altında ezilirdi. Başmabeynci Mehmed Bey’e, “Keşke Kapalıçarşı’da küçük bir dükkânı olan esnaf olaydım. Sabah evimden çıkaydım, işime geleydim. Akşam Allah ne kâr verdiyse onunla çoluk-çocuğumun nafakasını alaydım, atıma değil eşeğime bineydim. Yorgun argın, ama kafamın içi bin bir dertle dolmamış olarak evime geleydim. Zevcem güler yüzle, çocuklarım sevgiyle beni karşılayaydı. Elimi yüzümü yıkayıp, sofranın başına geçeydim, çorbamızı zevkle içeydim. Kimsenin derdi bize illet olmayaydı” demiştir.
Kan ağlıyor bütün cihan!
Dinine çok bağlıydı. Mevlevi tarikatine mensuptu. Konya ve Maçka Aziziye Camii’ni yaptırdı. Kâbe’nin iç yüzüne atlastan örtü astırdı. Hac zamanı Resulullah’a hitaben içli mektuplar yazıp gönderirdi
Padişah’ın horoz dövüştürüp, galip gelene nişan taktığı, Jön Türklerin müfritlerinden Ali Suavi’nin uydurmasıdır. Sultan Aziz, halk tarafından en çok sevilen padişahlardan biri olmuş; arkasından “Uyan Sultan Aziz uyan, Kan ağlıyor bütün cihan” diye ağıtlar yakılmıştır.
Midhat Paşa bile ölmeden az evvel yazdığı hatıralarında Sultan Aziz’i, “Akıllı ve uyanık, devletin iyiliğini isteyen, yüksek gayretli, iyi idarenin kanun ve nizam ile olmak lâzım geldiğini herkesten ziyade bilen” bir zât olarak vasıflandırır.
Tahttan indirildikten sonra, yerine geçen yeğenine hitaben yazdığı tezkere, uğradığı felâketlere rağmen, metanetini kaybetmeyen, yüksek bir akıl ve zekâ sahibi zât olduğunun en açık delilidir. Gazetelerde de neşredilen bu tezkerede Sultan Aziz mealen şöyle diyordu:
“Evvel Allah’a, sonra padişahın eşiğine sığınırım. Millete hizmette sarfı mesai etmişsem de hoşnutluk hasıl edemedim. Zatı şahanelerinin, milletin hoşnutluğunu kazanacak hayırlı işlerde muvaffakiyetini temenni ederim. Kendi elimle silahlandırdığım askerin beni bu hale getirdiğini de hatırında tutmasını tavsiye ederim. İnsanlık ve mertlik, sıkılmışlara yardım etmek meziyetidir. Bu sıkıntıdan kurtulmam için bana hususi bir yer tahsis etmesini rica ederim. Saltanat-ı Âl-i Osman’ı Sultan Mecid hazretlerinin hanedanına tebrik ederim.”
TÜRKLER, ARAP BELDELERİNİ NASIL KAYBETTİ?
Cihan Harbi sırasında İngiltere, Arap beldelerini ayrı ayrı kişilere söz vermişti. Harb bitince kıyamet koptu.
22 Ocak 2024 Pazartesi
22.01.2024
Her şey hükümeti eline alan İttihatçıların Tetrîk (Türkleştirme) ve gayrı Türk unsurlara baskı politikasıyla başladı. İktidardaki sacayağının biri Cemal Paşa, Mayıs 1915’te fevkalâde salahiyetlerle Suriye Vâlisi oldu.
Kendisi de bir İttihatçı olan Arap milliyetçisi Şekib Arslan der ki, “Hükümet, müstebid Cemal Paşa’yı vali yapmakla hem ona, hem Araplara, hem de Türklere yazık etmiştir. İktidar gözünü döndürdü. Dalkavuklar kibrini azdırdı. Bu da gözünü kamaştırdı. Zulmünün sınırı yoktu.” (Sürgünde Üç Ölüm)
Milliyetçi yaftası vurduğu kişileri idam ederek halka gözdağı vermek istemesi, Arap halkı üzerinde tatbik ettiği siyasi ve sosyal baskı yanında, harbin doğurduğu ekonomik zorluklar, kıtlık ve açlık, halkı Türklerden nefret ettirdi.
Araplardan kavmiyetçi olanlarla Modernist İslâmcılar zaten Osmanlı hilafetine soğuktu. Ama bunların sayısı azdı. Jön Türk icraatları, çok Arabı buraya itti. Sıradan insanlar, ülkeler ve halklarla, bunların başındaki muhteris diktatörleri birbirinden ayıramaz.
Halkın bir kısmı ve onların hissiyatına tercüman olan muhtariyet veya istiklal taraftarı cemiyetler Türklerden ümidini kesti, başının çaresine bakmanın yollarını aramaya başladı. Halkın bir kısmı, bu işlere karışmayıp beklemeyi münasip gördü. Hristiyanlar ise harbi müttefiklerin kazanıp kendilerini Jön Türk zulmünden kurtarması için dua etmeye başladılar.
Bu tarihte zaten epeydir neredeyse müstakil hâle gelmiş olan Afrika’daki Arap beldeleri, Cezayir, Tunus ve Mısır sömürgecilerin eline düşmüştü. Hindistan yolundaki Aden’e çöreklenen İngilizlerin desteklediği Yemen’deki Şii isyanlarına hükümet mukavemet ediyordu. Sultan Hamid’in diğerleri gibi olmasın diye merkeze sıkı sıkı bağladığı Libya, İttihatçı gafletiyle elden çıktı. Yine de Türklerin elinde Arabistan, Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin kalmıştı.
Dinleyecek kulak
Son Mekke Şerifi Hüseyin ve oğulları, yüksek dereceli Osmanlı bürokratlarından idi. Bilhassa Şam Vâlisi Cemal Paşa’nın hukuka, dine, insan haklarına aykırı, keyfî icraatlarından dolayı hükümeti ikaz etti.
Kulak asan olmayınca iki beyanname ile vaziyeti dünyaya duyurdu. İttihatçı hükümet, bundan uyanacak yerde, Şerif’i asi ilan ederek, üzerine asker sevketti. Kanal harekâtına iştirak ederek asker gönderdiği bir esnada isyancı pozisyonuna düşürüldü.
Araplar arasında bir istiklal mücadelesine liderlik edebilecek karizmaya sahip tek kişi olan Şerif, Arap toprakları üzerinde Hâşimî İslâm İmparatorluğu kurmaya teşebbüsten başka çare olmadığını anladı. 10 Haziran 1916’da üç oğlu ile beraber istiklal bayrağını kaldırdı.
Böylece halkı hem İttihatçıların zulmünden hem de harb kaybedilirse başka felaketlerden kurtarmış olacaktı. Mamafih Arapların hepsi onun davetine müspet cevap vermedi/veremedi. Cihan Harbi’ndeki Türk ordusu mevcudunun % 30’u Araptı.
Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa, İttihatçı sempatizanı olduğu halde, ihtilalin İngilizler yüzünden değil, Türklerin Araplara kaba davranışları yüzünden çıktığını söyler. Araplar, Türkleri arkadan vurmadı. Kimse kimseyi arkadan vuramaz. Vurduysa, kabahat vurulandadır: 1-Gafletinden, 2-Vuranı o hâle getirdiği için.
Denize düşen
Her çeşit siyasi faaliyet için İngilizlerle ters düşmemek lazımdı. Onlar da bu bulunmaz fırsatı kaçırmadılar. Mısır’daki mümessilleri McMahon vasıtasıyla Şerif’in projesine sıcak baktıklarını söylediler, hatta başta biraz da yardım ettiler.
Denize düşen yılana sarılır. Ama İngiltere, bu toprakları bir yandan da başkalarına söz vermişti. Filistin, borç para ve patlayıcı madde için lazım olan aseton imali mukabili Siyonistlere vadedilmişti. Suriye müttefik Fransızlara, Arabistan ise İbnüssuud’a peşkeş çekilmişti. Londra’nın bu riyakarlığı, İngilizlerle bedeviler arasındaki irtibatı yürüten meşhur sanat tarihçisi/istihbarat subayı Lawrence’ı bile iğrendirmiştir.
Şerif muvaffak oldu. Hicaz, Irak ve Ürdün adında birer devlet kuruldu. Başına da Şerif’in üç oğlu geçti. Filistin’de İngiliz, Suriye’de Fransız manda rejimi kuruldu. İngilizler Ürdün ve Irak’tan da tam manasıyla çekilmedi. Bugünki Ürdün hanedanı Şerif’in soyundandır.
Bir hiç veya çok şey! için Almanlarla ittifak yapıp adına cihad-ı ekber diyenler, İngilizlerle ittifak yaptı diye Şerif’i suçlarlar. Hürriyet ve istiklal mücadelesini kendileri için şerefli bir hak olarak görür, başkalarından esirger, hatta onları hainlikle itham ederler. Hainlik, nereden bakıldığına göre mana kazanan bir yaftadır.
Meşru padişah/halifeye isyan edip tahttan indiren, ailesini sokağa atan, mallarına konan, böylece Türkleri arkadan vuran nice Jön Türk, yeni devirde kahraman sayılmışken, kendince meşru bir dava için ayaklanan Şerif’e hain demek trajikomiktir.
Mekke Şerifi yapan kim?
16 senedir İstanbul’da yaşayan Şura-ı Devlet azası Şerif Hüseyin’i Mekke Şerifliği’ne Sultan Hamid tayin etti. İttihatçı zihniyetli bazı yazarlar, Padişah’ın Şerif’e itimat etmediğini, hatta bu sebeple İstanbul’da tutmaya itina ettiğini söyleyerek onu bu cihetten gözden düşürmeye çalışırlarsa da doğru değildir.
Bu dedikoduyu, Şerif’in rakibi ve İttihatçıların adamı olan Şerif Ali Haydar çıkarmıştır. Halbuki Şerif Hüseyin ailenin en yaşlısı sıfatıyla hakkı olan bu makama getirilmiştir. Şerif’in Kıbrıs’ta sürgünde iken, güya Raif Denktaş’a yaptıklarına nedamet getirdiğini söylemesi de doğru değildir.
Şerif İngilizlerin adamı olsaydı, İngilizler onu sürmezdi. Sultan Vahideddin ve Şerif Hüseyin, benzer kaderi paylaşmış; Ortadoğu’daki İngiliz politikasının önünde engel teşkil ettikleri için tasfiye olunmuşlardır.
Sükse adına tahrif
Gerek Şerif Hüseyin’in beyannamelerinde, gerekse 1908 Osmanlı meclisinde Mekke mebusu ve bilahare Ürdün Meliki olan oğlu Abdullah’ın Türkçe’ye de tercüme edilen hatıralarında, Şerif ve ailesinin, Sultan Hamid’e ve Osmanlı hanedanına samimi bağlılığını anlamak mümkündür.
Kitabın adı Müzekkirâtî, yani Hatıralarım iken, yayınevinin sükse yapmak için emanete hıyanetle, Osmanlıya Neden İsyan Ettik diye neşretmesi herkesi yanıltmaktadır.
Müzekkirâtî’den başka, Ali Allawi’nin Irak Kralı I. Faysal kitabını okumalıdır. Hatta Naci Kıcıman ile Feridun Kantemir’in Medine Müdafaası adıyla basılan iki Türkçe kitabını insafla okuyanlar, Şerif’in niyetini ve olup bitenleri gayet iyi anlarlar.
Lawrence’ın Seven Pillars of Wisdom adıyla 1926’da neşredilen hatıraları ibretliktir. Mamafih Willy Bourgeois, Türkçe'ye de tercüme edilip 1967'de basılan Lawrence kitabında, kendisini bu işlerdeki rolünü mübalağa eden bir şarlatan olarak vasıflandırır.
Arap ihtilali hakkındaki vesikaları, Mahmud Yunus el-Abbâdî, Evrâku’l-Mağfurin Leh eş-Şerîf Hüseyn bin Ali adıyla 2020 senesinde Amman'da neşretmiştir. Türkiye’de bu mevzuya dair yazılan kitapların hemen hepsi - Hasan Kayalı’nın Jön Türkler ve Araplar kitabı gibi birkaçı hariç- resmî ideoloji istikametinde, taraflı ve tahrifkâr olarak kaleme alınmıştır.
Son perde
1917’de Türklerin elinde sadece Suriye, Lübnan, Filistin ve Irak kalmıştı. Çanakkale’den sonra Türkleri bir müddet rahat bırakan İngilizler, bu tarihte şarktan ve garptan sıkı bir hücuma giriştiler. Irak ve Suriye cephesi kısa zamanda çöktü. İttihatçılar artık Bakü’yü Bağdat’tan daha mühimsiyordu. Arap beldelerini çoktan gözden çıkartmıştı.
Bir tarafta Bağdat ve Musul; beri tarafta Gazze, Kudüs ve Şam düştü. M. Kemal Paşa’nın kumandanı olduğu Suriye cephesinde on binlerce asker silah atmadan İngilizlere esir düştü. Bütün Arap beldeleri, düşman tarafından işgal edildi. Şerif Hüseyin olmasaydı, vaziyetleri Anadolu’dan kötü olurdu.
Mağlubiyetin ardından İttihatçılar iktidardan düşünce, Osmanlı hükümeti, işgal altındaki Arap topraklarına, eski Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki Macaristan’ın statüsü gibi halife/sultanın hâkimiyeti altında geniş bir muhtariyet verilmesini; Hicaz ve Yemen’e ise hilâfete merbut istiklâl tanınmasını teklif etti.
Bunlarda mahdut miktarda muhafız kıtası bulundurulacaktı. Osmanlı bayrağı dalgalanacak, adalet sultan namına icra edilecek, paralarda sultanın isminin bulunacak, vakıfların eskiden olduğu gibi devam edecekti.
Böylece, işgal edilen toprakları kurtarmak ve imparatorluğu toparlamak mümkün olabilirdi. Osmanlı hükümeti, hilafet vasıtasıyla İslâm âleminin birliğini muhafaza etmek istiyordu. Sultan Vahîdeddin, Mondros’a giden heyete de bu istikamette talimat verdi. Damat Ferid Paşa, Paris sulh konferansında yine bu teklifi tekrarladı.
Bu proje, başta İngiltere olmak üzere müttefik hükümetlerin hoşuna gitmedi. Artık müttefiklerin Osmanlı Devleti’nin istikbali hakkındaki planları değişmişti. Mustafa Kemal Paşa, harb esnasında İngiliz mümessilleriyle yaptığı görüşmelerden bunu anlamış, çok sayıda Türk yaşadığı halde, Arap vilayetlerinin muhafazasını hiçbir zaman düşünmemiştir.
Kırmızı-siyah-yeşil-beyaz
1918 ve sonrası eski Osmanlı topraklarında kurulan Arap devletlerinin bayraklarında 1916 Arap istiklal mücadelesinin sembolü olan siyah, kırmızı, beyaz ve yeşil renkler bulunur.
Siyah, Abbasileri, kırmızı, Araplığı, yeşil Müslümanlığı ve beyaz da istiklali sembolize eder. Bunun dışında ülkelere göre ufak tefek sembollerle birbirinden ayrılır. Mesela Ürdün bayrağındaki yıldız, yedi tepeli Amman’ı sembolize eder.
Bu bayrak ilk olarak 1916 ihtilali esnasında Hicaz Emiri Şerif Hüseyin’in bayrağında kullanılmış; sonra diğerlerine numune teşkil etmiştir. İngiliz diplomat Mark Sykes tarafından tasmim edildiği söylenir.
XXXXXXXX
DEMOKRASİNİN ÖNCÜSÜ PADİŞAH - SULTAN ABDÜLMECİD
Memleketi sulh içinde yaşatmaya çalıştı. Tuğrasının yanına koydurttuğu çiçek motifi bile bunu sembolize eder.
15 Ocak 2024 Pazartesi
15.01.2024
1839’da 16 yaşında tahta çıktığında kendini büyük bir bâdirenin ortasında buldu. Fransız teşviki ve bazı densiz Osmanlı ricalinin tahriki yüzünden ayaklanan Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa galip gelmişti.
Genç ve tecrübesiz padişah, İngiltere ile anlaşıp, bu felâketi savmayı becerdi.
Sultan II. Mahmud’un Bezmialem Valide Sultan’dan dünyaya gelen oğludur. 31. Osmanlı sultanı ve 96. İslâm halifesidir.
İpler kaçıyor
Tahta çıkar çıkmaz Reşid Paşa’nın hazırladığı Tanzimat Fermanı ile padişah siyaset, yani suçluları bizzat cezalandırma salahiyetinden vazgeçiyordu. Böylece ipler bürokratların eline geçti.
Dünyanın en güçlü devleti olan İngiltere ile iyi geçinme siyasetini güttü. İngiliz sefiri Lord Canning’in tehditvari tavsiyesi üzerine 1846’da Reşid Paşa sadrazam olmuş; artık memleket kabiliyetli, fakat arkasına ecnebi devletleri alan hırslı bürokratların eline düşmüştür.
1840’ta taşralarda Müslüman ve gayrı müslimlerin seçtiği azalardan müteşekkil taşra meclislerini faaliyete geçirerek demokrasinin yerleşmesine öncülük etmiştir.
Tuğradaki çiçek
Vezirlerin şahsi hırslarıyla memleketi sürüklediği Kırım Harbi’nde (1854), Rusya’nın güçlenmesini istemeyen İngiltere, Fransa ve İtalya, Osmanlılara müttefik oldu.
Zafer üzerine Sultan Mecid devletin kırılan itibarını yükseltmeye ve onu düvel-i muazzama (büyük devletler) arasına sokmaya muvaffak oldu. 1856’de imzalanan Paris muahedesi ile Osmanlı Devleti, Avrupa devletler manzumesi arasında sayıldı.
Memleketi sulh içinde yaşattı. Tuğrasının yanına koydurttuğu çiçek motifi bile bunu sembolize eder. Bürokratların birbiriyle rekabeti olmasaydı, bu sulh devresinden ve böyle bir padişahın açtığı yenilik yolundan azami istifade mümkün olabilirdi.
Babası oğullarının tahsiline çok ihtimam etmişti. Sultan Mecid, Arapça, Farsça ve Fransızca bilirdi. Usta bir hattat idi. İcazetini de tahta çıktıktan sonra almıştı.
Kimseye yaranamadı
Avrupa medeniyetini yakalamayı hedeflemiştir. Bir yandan Avrupa hayranı züppelerle, öte yandan Asya çöllerine dönmeyi arzulayan yobazlarla mücadele etmiş; babası gibi o da kimseye yaranamamıştır.
Yüksek bürokratları ve ailesini israftan vazgeçirmek için çok uğraşmış ise de muvaffak olamamıştır.
Saraydan çıkma bir hizmetkâra hazineden maaş bağlanmasına dair hükümetin talebini “Benim hususi hizmetimde bulunan bir adamın, devlet hazinesinden maaşa ne hakkı var?” diyerek reddetmiş, hususi malından maaş bağlamıştır.
Âli Paşa sadrazam, Fuad Efendi hariciye nazırı iken Fransa ile bir dış borçlanma anlaşması imzalanmıştı. Padişah, “Ben devleti öncekilerden nasıl aldıysam, sonrakilere öyle bırakacağım. Eğer borçlanma anlaşması bozulmaz ise istifa ederim” dedi. Bunun üzerine anlaşma bozuldu. Ancak Kırım Harbi sebebiyle ilk dış borç alınmak zorunda kalındı.
Hayattayım ya!
Fevkalâde merhametli idi. Kendisini öldürmek üzere tertiplenen suikast faillerini, “Ben hayattayım ya!” diyerek affetmek büyüklüğünü göstermiştir.
Tıbbiyede okuyan Yahudi çocukları için dinlerinin koşer kaidelerine göre yemek pişiren bir mutfak kurulmasını ve mukaddes günleri olan Şabat’ın (Cumartesi) tatil olmasını emretmişti.
Padişahın demokratlığı bugün bile çok kimseye numune olabilecek derecededir. O zaman Avrupa’da bu hasletlere sahip bir başka hükümdar yoktu.
Hassas tabiati, nezâket ve merhameti yakınları ve ailesi tarafından istismar edildi. Genç yaşta kahrından ölümünün mühim sebeplerinden birisi de budur.
Sultan Mecid, 24 Haziran 1861 tarihinde 38 yaşında vefat etti. Gençliğinden beri vereme müptela idi. Ecdadı içinde en çok sevip hürmet ettiği Sultan Selim’in yanına gömülmesini ve türbesinin onunkinden daha küçük yapılmasını istedi.
İlkler devri
Saltanat devri, hep ilklere sahne olmuştur. Fennin baş döndürücü ilerlemesinden günü gününe haberdar olan Padişah, yeni buluşların en önce ülkesinde tatbikini arzu etmiştir. Dünyanın ilk telgraf hattı İstanbul-Varna arasında kurulmuş, ilk telgrafı da Sultan Mecid çekerek oradaki askerlerin hatırını sormuştur.
İlk demiryolu Aydın-İzmir arasında döşenmiştir. İlk kâğıt para çıkarılmış; yeni mahkemeler ve devletin ihtiyacı olan memurları yetiştirmek üzere Avrupa’dakilerle boy ölçüşen modern mektepler kurulmuştur. Harb Akademisi, Dârülfünun (İstanbul Üniversitesi), Dârülmuallimîn (muallim mektebi), ziraat, orman, telgraf ve ebe mektepleri bunlardandır. Valide Mektebi adlı modern lise, Cağaloğlu'nda padişahın annesi tarafından kurulmuştur.
İlk hususi gazete, ilk nüfus sayımı, ilk banka, ilk devlet salnâmesi (yıllığı), Şirket-i Hayriye adlı vapur işletmesi, Encümen-i Dâniş (ilimler akademisi), Mecidiye (Galata) Köprüsü, Mecidiyeköy semti, belediye teşkilatı, köle ticaretinin yasaklanması, ticaret ve ceza kanunları bu devrin eseridir. Boğaz’a tüp geçit projesi yaptırmıştır. Arazi Kanunnamesi ile toprak nizamı büyük ölçüde yeniden tesis olunmuştur. Para sistemi yeniden tanzim edilmiştir.
Kendi yaptırdığı Dolmabahçe Sarayı’nda oturdu. Burası asrın en zarif sanat eserlerindendir. Memleket gezileri yanında, meclis, kışla, mektep ve tekkeleri ziyaret eder, imtihanlarına, açılış merasimlerine katılırdı. İlk fotoğraf çektiren padişahtır. Donizetti, Liszt, Rossini gibi meşhur besteciler İstanbul’a gelip O’nun için marşlar bestelediler.
Bize sığınanı vermeyiz!
1848’de Macarlar, Avusturya’ya, Lehler de Rusya’ya karşı istiklâl emeliyle ayaklandı. İsyanlar sert bastırıldı. Milliyetçiler sınırı geçerek Osmanlı topraklarına sığındı. Sultan Mecid bunlara iltica hakkı verdi ve ısrarlara rağmen iade etmedi. Bu hareketi dünya amme efkârında büyük bir hayranlık uyandırdı ve memleketin itibarını yükseltti.
O zamana kadar âdet olmadığı halde, ilk defa ecnebi sefarethanelerine iade-i ziyarette bulunarak diplomatik münasebetlere katkıda bulunurdu. İlk yabancı nişan kabul eden padişah da Sultan Mecid’dir. Fransa’nın Legion d’Honneur nişanını ve İngiltere’nin Dizbağı Nişanı’nı kabul etti.
Korkunç bir açlığın pençesindeki İrlanda’ya para ve gıda yardımı yaptı. Öyle ki, bunun mikdarı, İngiltere Kraliçesi Victoria'nın kendi halkına gönderdiğinden yüksek olduğu için, tamamı kabul edilmedi.
Mukaddes Beldeler
İslâm hükümdarlarından, Haremeyn’e en çok hizmet eden Sultan Mecid’dir. Mescid-i Haram’ı ve Mescid-i Aksâ’yı esaslı tamir ettirmiş; Altın Oluk’u yenilemiştir.
Mescid-i Nebevî’yi orijinal binası üzerine ve sütunların bile yerleri bozulmadan yeniden inşa ettirmiştir. Hücre-i Saadet’e döşenmek üzere gönderdiği kâşî tuğlalar altına el yazısı ile kendi ismini mütevazıyâne yazmıştır.
Mescid-i Nebevî’nin eski şeklinin 53 defa küçültülmüş hâlini İstanbul’da Hırka-i Şerif Câmii’ne koydurtmuş; tamiratı bunun üzerinden aldığı raporlarla takip etmiştir.
Beni oturtun!
Dindardı. İstanbul’un en zarif câmilerinden Ortaköy (Büyük Mecidiye) Câmii’nden başka, Beşiktaş-Ortaköy arasında Küçük Mecidiye, Maçka-Nişantaşı arasında Teşvikiye ve Fatih’te Hırka-ı Şerif Câmilerini yaptırdı. Ayasofya’yı esaslı tamir ettirerek yıkılmaktan kurtardı.
Annesiyle beraber Yahya Efendi Tekkesi’nin Nakşibendi Şeyhi Mehmed Nuri Efendi’ye mensuptu. Bu tekkeye çok maddî yardımda bulunmuştur.
Vefat döşeğinde iken hocasının çağrılmasını istemiş; Nuri Efendi de padişahın başucunda önce Kur’an-ı kerim okumuş, sonra salavat getirmeye başlamıştır. Bir zaman sonra Padişah da kendisine katılmış, beraberce tevhid ve istiğfar söylemiş, kan kusarak şehiden vefat etmiştir.
Vefatından bir gün evvel hasta yatağında yatarken, mühim evrak kendisine okunurken, sıra Medine ahalisinin bir istidasına geldiğinde, “Durun, okumayın! Beni oturtun!” buyurdu. Arkasına yastık koyup, oturtuldu. “Onlar, Resulullah efendimizin komşularıdır. O mübarek insanların dilekçesini yatarak dinlemekten hayâ ederim. Ne istiyorlarsa, hemen yapınız! Fakat okuyunuz da kulaklarım bereketlensin!” dediğini Hicaz’da vazife yapan ve Hicaz tarihi yazan Eyüp Sabri Paşa anlatıyor.
Siz beni kötü tanıttınız!
Hükümeti halkın gözünden düşürmek için el altından tahrik edilen softalar ayaklanmasında, Padişah Fatih Câmii’ne giderek kıyamı teskin etmek istemiş, vezirler “Aman efendim gitmeyin, hocaların niyeti kötü” diye karşı çıkınca “Hocalar hiç de kötü adamlar değildir. Onlara siz beni kötü tanıttınız” diyerek dediğini yapmış, atalarından miras cesaretiyle kıyamı teskine muvaffak olmuştur. Hatta yanına muhafız olarak verilen bir süvari bölüğünü “Umumen halk aleyhimizde olduğu takdirde, bir bölük süvari beni muhafaza edemez” diyerek geri çevirmişti.
Yakışıklı, güzel giyinen, iyi yaşamasını seven nezih bir zât idi. Bu sebeple yenilikçilerle ham sofular el ele vererek padişahı halkın gözünden düşürmeye çalışmıştır. Babası gibi istemediği halde çok düşman edinmiş; Frenk hayranlığı, sefahat ve israf ile itham olunmuştur. Hatta dini ve hukuki hakkı olan harem hayatı bile suç olarak gösterilmiştir. Babası kadar sağlam iradeli olmaması, merhamet ve nezaketi belki de yegâne zaafıdır.
XXXXXXXXXXX
AVRUPA’DA KRALİÇELER DEVRİ SONA ERİYOR
Danimarka kraliçesi Margrethe, 50 sene evvel tahta çıkarken, “Allah’ın yardımı, halkımın sevgisi, Danimarka’nın gücüyle” diye yemin etmişti. Bu sözler ona hayat rehberi oldu.
8 Ocak 2024 Pazartesi
8.01.2024
Danimarka Kraliçesi, 14 Ocak’ta saltanatının 52. senei devriyesinde tahtı 55 yaşındaki oğlu Prens Frederick’e devredeceğini beyan etti. Böylece kraliçeler devri sona eriyor. Hollanda’da Kraliçe Beatrix oğlu Willem-Alexander lehine feragat etmişti. İngiltere Kraliçesi Elizabeth’in ölümüyle taht oğluna geçti. Şimdi de Kraliçe Margrethe tahtı oğlu Prens Frederick’e bırakıyor. Böylece yarım asır sonra Danimarka tahtına bir erkek oturmuş olacak.
Daisy (Papatya)
Danimarka’yı çocukken Andersen masallarından tanırdık. Sonra tahta bir kraliçe çıktı. O zaman Avrupa’nın 4. kraliçesi olduğu, kadın hükümdarların arttığı konuşulmuştu.
1947’te tahta geçen Kral IX. Frederick demokrasiyi hazmeden, iyi huylu ve ailesine bağlı bir kraldı. İsveç Kralı Gustav Adolf’un kızı Ingrid ile evlendi. Üç kızı oldu. Lex Salica isimli bin yıllık veraset kanunu mucibince Danimarka’da kadınlar tahta geçemezdi. Taht kralın kardeşi Prens Knud’un hakkıydı.
Ancak harb sonrası kral ve ailesi, bilhassa sempatik kızları o kadar popüler oldu ki, 1953’te parlamento kadınların da tahta çıkabileceğini kabul etti. Bu karar referandumda da kabul gördü. 1972’de veliahd prenses Margrethe tahta geçti.
Tahta çıktığında 32 yaşındaydı. Dışa dönük, mütevazı ve şeffaf hayatıyla, krallığın modern zamanlara intibakında büyük bir rol oynadı. İtibar ve popülarite kazandı. Böylece halkın monarşiye desteği % 80’e çıktı. Tahta çıkarken sarfettiği, “Allah’ın yardımı, halkımın sevgisi, Danimarka’nın gücüyle” sözleri rehberi oldu. Ailesi ve halk 1.82 boyundaki kraliçeyi, “Daisy” (Papatya) diye anar.
Kraliçe olmasaydı…
Kraliçe, İngiltere’de bir sene yatılı lise okuduktan sonra, Cambridge’de arkeoloji, Kopenhag Üniversitesi’nde siyaset, Aarhus Üniversitesi’nde felsefe okudu. Sorbonne’da sosyal ilimler, Londra’da ekonomi tahsili gördü. Hava kuvvetlerinde yedek subaylık yaptı.
Ama sanata meraklıydı. Ingahild Grathmer takma adıyla Yüzüklerin Efendisi kitabının çizimlerini yaptı. Kraliyet tiyatrosunun kostümlerini dikerdi. Andersen masalları sahnelenirken koreografisini ve kostüm dizaynını yapardı. Pek çok kilise papazının cüppesini elleriyle işlerdi. İşçi tulumuyla arkeolojik kazılara katılırdı. Eline fırça alıp merdivene çıkarak boya yapardı.
“Kraliçe olmasaydım ya arkeolog ya da ressam olurdum, bu iki mesleğin arasında seçim yapmak zorunda kalmadığım için şanslıyım” derdi. 2013’te çizimlerini Aarhus’daki bir sanat galerisinde teşhir etti. Sigara tiryakiliği reaksiyona sebep olmuştur.
Danca, Norveççe ve İsveççe’den başka Fransızca, İngilizce ve Almanca’yı iyi bilir. 1982’de Simone de Beauvoir’ın Tous Les Hommes Sont Mortels (Bütün İnsanlar Ölümlüdür) kitabını Danca’ya tercüme etti ve H. M. Vejerbjerg takma adıyla bastırdı.
“Allah Danimarka’yı korusun!”
Danimarka hükümdarı, başbakanı vazifelendirir, kabineyi tasdik eder, kanunları veto edebilir. Madalya verebilir. Örfi idare ilan edebilir. Mahkumları affedebilir. Grönland ve Faroe’nin de hükümdarıdır. İzlanda 1944’te Danimarka’dan istiklalini almıştır.
Zengin bir hükümdar değildir. Hazineden tahsisat alır. Saray masrafları, bakım ve tamiri, yurt dışı seyahatleri hep buradan karşılanır. Hanedanın rey verme hakkı vardır, ama tarafsızlık adına kullanmazlar.
Kraliçe her sene yılbaşı gecesi akşamı halka hitap eder. Geçen yılı anlatır. İstikbale dair ümitlerini sayar. Sözlerini “Allah Danimarka’yı korusun’’ diye bitirir. Bu sene konuşmasında tahttan feragat edeceğini söylemesi sürpriz olmuştur.
Taçlı reisicumhurlar
Danimarka’ya IX. asra doğru Cermen kavmi Jutlar yerleşti. İki asır içinde Hristiyanlık memlekete yayıldı. Gemici/korsan Danlar, 1013’te İngiltere’yi işgal ettiler. İngilizcede bu sebeple çok sayıda Danca kelime vardır. Norveç’ten Estonya’ya kadar bütün Baltık sahillerini ele geçirdiler. Zamanla da çoğunu kaybettiler.
Şimdi Danimarka, İsveç ve Norveç, dünyanın en demokratik ve istikrarlı memleketleridir. Komünizm ve faşizm felaketleri arasında demokratik sükûnet idealini fiiliyata çıkarmaya muvaffak olmuşlardır. Üç hükümdarın arası gayet iyi olup, zaman zaman müşterek meselelerde bir araya gelip istişare toplantıları yaparlar.
Halk hükümdarlarını o kadar sever ki, vaktiyle, bu üçünde cumhuriyet ilan edilse, halk kralları reisicumhur seçer derlerdi. Bu sebeple Taçlı Reisicumhurlar diye anılmışlardır.
Tarihte İsveç ile Danimarka arasında el değiştiren Norveç 1905’te istiklalini aldı. Norveç ileri gelenleri Danimarka kralının kardeşi Haakon’u kral seçtiler. Tıpkı Hollanda ve Lüksemburg gibi, bu iki memleketteki hükümdar aynı hanedandandır. Haakon, Prens iken 1894’te Sultan Hamid’i ziyaret etmişti.
Danimarka Avrupa’nın en eski krallığıdır. Hanedan 783’te ölen Harald’a dayanır. Saksonyalı Alman Oldenburg hanedandan Schleswig-Holstein dükleri veraset yoluyla 1448’den beri tahttadır.
Osmanlı-Danimarka münasebetleri Sultan III. Osman zamanında 1756’da Kral V. Christian’ın talebi üzerine imzalanan ticaret anlaşmasıyla başladı.
Krallar ve kraliçeler fabrikası
Kraliçe’nin büyük dedesi Kral VIII. Frederick, liberal, mütevazı ve samimi bir hükümdardı. Tahta çıktığında 63 yaşında ve hastaydı. Nice seyahati dönüşünde, Hamburg'da kısa bir mola verdi. 14 Mayıs 1912 akşamı Jungfernstieg’de tek başına yürüyüşe çıktı. Baygınlık geçirip bir banka çöktü. Bir polis memuru ölü olduğunu farkedip Hafen hastanesine kaldırıldı.
Kral VIII. Frederick’in kızkardeşi Prenses Aleksandra İngiltere kralı ile, Prenses Dagmar da Rus çarı ile evlendi. Erkek kardeşi Prens Valdemar’a 1886’da Bulgaristan tacı teklif edildi, kabul etmedi. Prens Valdemar 1884’te Sultan Hamid’i ziyaret etmiştir.
Öbür kardeşi Prens Wilhelm ise 1863’te Yunan tacını kabul etti. Bugünki Yunan kral hanedanı bunun soyundandır. Edinburgh Dükü bu soydan olduğuna göre, III. Charles’ın krallığı ile İngiltere’de Oldenburg hanedanı başlamış demektir.
Saraya hapis kral
Kraliçe’nin dedesi Kral X. Christian, 1912’de tahta çıktı. Yanında muhafızları olmadan atıyla şehirde gezerdi. 1920’de seçimi kazanan sosyalistlere hükümeti vermek istemedi. Bunlar umumi grev tehdidinde bulununca boyun eğdi.
Danimarka I. Cihan Harbi’ne girmedi. Ama II. Cihan Harbi’nde birkaç saat mukavemetten sonra Almanlarca işgal edildi. İsveç demirinin kolayca nakledilmesi için Norveç ve Danimarka limanlarına ihtiyaç vardı.
Halk arasında mukavemet hareketi kuruldu. Naziler, mukavemetin Kral X. Christian’ı ve ailesini saraya hapsetti. Buna rağmen veliahd Frederick ve karısı el altından mukavemete yardım etti. Yahudileri Nazilere teslim etmeyip, % 95’ini tarafsız İsveç’e kaçırmaya muvaffak oldu. Kral, sabotajcıların idamına dair Nazi talebini kabul etmedi. Mukavemetçiler sarayda saklandı, planlar saraydan yürütüldü.
Dışlanmışlık hissi
Kraliçe’nin kocası Henri de Monpezat (1934-2018) bir Fransız kontudur. Babası Fransız Hindiçini’nde vazifeliydi. Henri de burada yetişti. Paris Sorbonne’da hukuk ve siyaset okudu. Hariciyeye intisap etti.
İngiltere’de iken Londra Ekonomi Okulu'nda okuyan veliaht prenses Margrethe ile tanıştı. 1967’deç evlendiler ve 4-5 haftalık balayını Kuşadası ve Antalya’da geçirdiler. Kont hemen Protestanlığa geçti ve Danca’yı öğrendi. Şiire ve aşçılığa meraklıydı. Çok sayıda şiir kitabı bastırmıştı.
Konta, kraliçelerle evlenenlerin taşıdığı Prens Konsort unvanı verildi. Kral unvanını alamamak prensi sukutu hayale uğrattı. Ardından Veliahd Frederick ve Joachim’in doğumuyla protokolde geriye düştüğüne içerledi. Bunu hep bir takıntı haline getirdi. Hatta 1997’de neşrettiği hatıralarında bir erkek için eşi ile aynı seviyeye konulmamanın zor olduğunu söyledi.
Nihayet Danimarka’yı terk edip Fransa’ya yerleşti. Kraliçe kocasını ikna etmek üzere Fransa’ya gittiyse de muvaffak olamadı. Nihayet Kont Danimarka’ya döndü. Ama kırgınlığını muhafaza etti.
Vefatından evvel Kraliçe ile aynı yerde gömülmek istemediğini beyan etti. İsteği kabul edildi. 2018’de de vefat etti. Cesedi yakılarak külleri denize atıldı ve bir kısmı da sarayın bahçesine gömüldü.
Yeni kral
Kraliçe’nin oğlu, X. Frederick adıyla kral olacak. Aarhus ve Harvard’da siyaset okudu. Donanmada vazife yaptı. Dağ sporlarına meraklıdır, öyle ki geçenlerde ağır bir kaza geçirerek ölümden kıl payı kurtulmuştur.
O da zamane prenslerinin çoğu gibi halktan bir kıza gönlünü kaptırdı. 2000 yaz olimpiyatlarında tanıştığı Avustralyalı matematik öğretmeninin hukukçu kızı Mary Elizabeth Donaldson ile 2004’te evlendi. Gelin 33 yaşındaydı.
Dört çocuğu oldu. Babasının tahta geçişiyle 17 yaşındaki Prens Christian veliahd olacaktır. 500 senedir krallar, Christian ve Frederick diye devam ederdi. Kraliçe Margreth işi bozmuştur.
Kraliçe’nin küçük oğlu Prens Joachim (1969) Danimarka ordusunda subaydır. 1995’te kendisinden 4 yaş büyük bir Hong Konglu ile evlendi. İlk defa sarı ırktan biri Avrupa’da kraliyet prensesi oluyordu. İki çocukları olduktan sonra ayrıldılar. Prens bir Fransız ile evlendi, bundan da iki çocuğu oldu. Aile şimdi Fransa’da yaşıyor.
Kraliçe, 2022’de hanedanda küçültme politikası çerçevesinde küçük oğlunun prens/prenses unvanlarını kaldırdı. Çocuklar sadece dedelerinden gelen Montpezat kont ve kontesi unvanını taşıyacak.
Kraliçe’nin kız kardeşi Prenses Anne Marie, geçenlerde vefat eden Yunanistan kralı Konstantin’ın zevcesi ve son Yunanistan kraliçesiydi.
TÜRK AİLESİNDE KİME NE DENİR?
İmtihan sualleri: Enişte kim? Baldız kim? Görümce kim? Elti kim? Türk cemiyeti kadar aile rabıtaları fazla ve karışık olan bir cemiyet yoktur. Kim kime ne diyeceğini çok zaman çıkaramaz.
1 Ocak 2024 Pazartesi
1.01.2024
Bir talebem, hala veya teyze demek aklına gelmemiş veya irtibatın yakınlık derecesi hakkında karar kılamamış olacak ki, yanındaki arkadaşını “eniştemin oğlu” diye tanıttı. Çok kişi akrabalık bağlantılarından haberdar değildir.
Mamafih Türk cemiyetindeki aile rabıtaları, başka cemiyetlerdekinden çok ve karışıktır. İngilizcede, uncle deyince amca ve dayı, aunt deyince hala ve teyze, brother-in-law deyince enişte ve kayınbirader, sister-in-law deyince de yenge ve baldız işin içinden çıkar.
Dünyanın en zengin lisanlarından Arapça’da bile, enişte, baldız, elti, görümce, hatta kaynana, kaynata gibi kelimelerin muadili yoktur. Türk milletini Türk milleti yapan, (şimdi herkesin muhalif olduğu) “aile”dir.
Gelin-Güvey
Cemiyetlerin çoğu gibi, Türk ailesi de pederşahi (patriarkal – babaerkil) bir vasıftadır. Nitekim kız, kocasının evine gelir. Buna gelmek fiilinden “gelin” denir. Nikahlanınca ayrı eve çıktığı için “evlenmek” tabiri doğmuştur.
“Damat”, nişan konmuş (nişanlı, başı bağlı) manasına tamgat kelimesinden gelir veya Farsça’dır. Damada da kız hakkında göz kulak olan kişi manasına “güvey” (güdey, göde) adı verilir. “Kadın” da katmak fiilinden gelir ki, erkeğin ailesine katılan demektir. Soğdca katun (dişi) kelimesinden gelmiş de olabilir.
Bunun istisnaları elbette vardır. Oğlanın bilhassa zengin veya tek kız sahibi bir aileye damat olup kızın evinde oturduğu vakidir. Buna içgüveyi derler ki, cemiyette statüsü pek düşük, hâli pek perişan görülür ki, hatır sorulduğunda bazen verilen bedbin, “İçgüveyinden hallice” tabiri bunu ifade eder.
İşin aslına bakılırsa avantajlı bir iştir. İçgüveyi hazır eve çamaşırıyla gelir, masrafa bir kuruş karışmaz. Anadolu’da yadırgansa da bir zamanlar İstanbul’da damadı eve almak adetti. Nazenin kızları dışarı vermeye ailelerin gönlü razı gelmezdi. “Gelin-güvey olmak” içli dışlı olmak demektir. Karı koca artık birbirinin sırrıdır.
Çocukların anası
Gelin, bir müddet evlendiği ailenin ferdlerine isimleriyle hitap etmez. Yaşmağını yanlarında indirmez. Kayınpederi ve kayınvalidesi ile de işaretle konuşur. Buna gelinlik etmek denir. Bir müddet sonra kendisine izin verilir. Çerkezlerde bu ömür boyu sürebilir.
Kibar beyler eşini, refika (Arapça arkadaş), halile (A. dost), zevce (A. eş), hanım (Eski Türkçe han eşi), familya (Frenkçe) diye anarken, Anadolu’da erkeklerin avrat (A.avret), hatun (Farsça), kaşık düşmanı, çocukların anası diye andığı da vakidir.
Kibar bir hanım eşini, zevcim, beyim, efendim diye anarken, avam için koca, bizim herif, bizim bey, bizim efendi, herif (A. iş sahibi), adam, ayvaz (arkadaş) veya “çocukların babası”dır. Kocanın, Farsça hoca’dan gelme ihtimali kuvvetlidir.
Kocanın babası “kayınpeder” (kaim-i peder, baba yerine geçen) veya “kaynata” (kayın-ata), annesi ise “kayınvalde” (kaim-i valide) veya “kaynana”dır. Aynı şey damat için de caridir. Kibar İstanbullular “beybaba” ve “hanımanne” derdi.
Dünür (düğür) ve düğün aynı köktendir. İşi düğleyen (bağlayan) demektir. Şimdi insanlar, gelini veya damadının anne ve babasına dünür diyor.
Tarlayı taşlı kızı kardaşlı yerden al!
Kocanın veya kadının erkek kardeşi “kayınbirader”dir. Kaim-i birader = birader yerine geçen. Kayın denince de kayınbirader anlaşılır. Damat, argoda veya samimi jargonda “kayınço” (kayın-aça) denen kayınbiraderiyle umumiyetle iyi anlaşır. “Aça” = erkek kardeş. “Tarlayı taşlı, kızı kardaşlı yerden al!” sözü meşhurdur.
Kadının kız kardeşi “baldız”dır. Baladız, Türkçe küçük kızkardeş demektir.
Kocanın kızkardeşi “görümce” veya “görüm” diye anılır. Gelini, kardeşi için ilk “gören” olduğu için bu ismi aldığı söylenir. Aynı erkeğe paylaşmak derdinden dolayı gelin ile görümce arası limonidir. Ama bir de anlaşırlarsa, kız kardeşten ileri olurlar.
Erkek baldızını, kadın görümcesini küçükse ismiyle, büyükse abla; kadın ise kayınbiraderini hangi yaşta olursa olsun ağabey veya ağapaşa diye anar.
Öksüz ve Ögey
“Dede” ve “nine” için Arapça “ced” ve “cedde” denir. Dede için büyükbaba, nine için babanne veya annane tabirleri son zamanlara aittir. Eskiden dede için efendi baba, hacıbaba, ağababa, nine için haminne tabirleri de kullanılırdı. Anadolu’da büyükanne için “ebe”, “eme” veya “ece” derler.
“Baba”, üniversel bir tabirdir. Eski Türklerde ve Anadolu’da “ata” tabiri kullanılırdı. “Anne” (ana) çocuk dilinden gelir. Kibar Türkler “peder” ve “valide” derdi. İlki Farsça, ikincisi Arapça’dır. “Ök” anne demektir. “Öksüz” annesiz, “ögey” (üvey), anneden kardeş demektir. Baba bir kardeş için üvey denmez.
Üvey anne ve üvey baba, “cici anne” ve “cici baba”dır. “Babalık” ve “analık” da denir.
Mahdum ve Kerime
Kadının ilk evliliğinden olan çocuk “taygeldi” diye anılır. Üvey çocuklar için “oğulluk” veya “kızlık” denir.
Oğul ve kız yerine, eskiden “mahdum” ve “kerime” tabirleri de kullanılırdı. Mahdum, hizmet olunan, kerime, gözbebeği demektir. Zannedilenin aksine ebeveynin en kıymetli çocuğu kızıdır. Aileye işgücü katkısından dolayı erkek çocuk üstün gibi gözükse de…
“Torun”, genç manasına tor kelimesinden gelir. Eskiden hafîd ve hafîde kullanılırdı. Erkekten ise sıbtî, kızdan ise sulbî torun diye anılırdı.
Büyütmek üzere eve alınan çocuk “evlad-ı manevi”, “evlatlık” veya daha hafif tabirle “besleme”dir. Çocukluğundan beri ailenin yanında hizmetkârlık yapanlar kendisini aileye vakfedenler aileden sayılır ve emektar diye anılır. Ahiret kardeşi, “ahretlik” diye çağrılır.
Emmi-Emmite
Erkek kardeş büyükse “ağabey”, küçükse “birader”; kız kardeş büyükse “abla”, küçükse “hemşire” veya “bacı” diye anılır. Kardeş, “karındaş”tan gelir. Ağabeye yalnız “ağa” veya “efe” yahut “eke” dendiği de vakidir. “Ekelenmek” (ağabeylik taslamak) diye bir tabir vardır.
“Hemşire”, aynı yerden süt emmiş demektir. Süt anneye, “süt nine” veya “daya”, süt kardeşe “emiş” denir. Bunlar arasında evlenme yasağı olduğu için aileden sayılır.
Babanın kardeşleri “amca” ve “hala”, annenin kardeşleri “dayı” ve “teyze”dir. Amca (amuce, abuce), baba (apa) gibi demektir. Anadolu’da kullanılan emmi, Arapça amca manasına amm kelimesinden Türkçe’ye girmiştir. Bir evvelki kuşaktan ise büyük amca, büyük hala, büyük dayı, büyük teyze denir.
Türkler babanın kızkardeşine “bibi” der. Hala, Arapça teyze demektir, yanlış olarak babanın kızkardeşi olarak kullanılmaktadır.
Dayıya dayan!
“Dayı”, tay-ağa (anne kardeşi) kelimesinden gelir. Tay anne tarafını ifade eder. Dayanmak fiilinden geldiği de söylenir: Tayağ (dayanılan şey). Baba ve amcasıyla resmî olan çocuk için dayı, dayanak noktasıdır. Çocuğun her sıkıntısı ile dayı alakadar olur. Kız istemeye dayı gider. Oğlanı mektebe dayı yazdırır. Argoda “dayısı olmak” tabiri buradan gelir.
Annenin kızkardeşine “eze” denir. Dayı ve eze bir araya gelerek dayaza -> “teyze” tabiri doğmuştur. Eze, abla için de kullanılır.
Hala, teyze ve kızkardeşin kocası “enişte”, amca, dayı ve erkek kardeşin hanımı “yenge”dir. Yenge Türkçe “öte yakadan gelen” manasınadır. Anadolu’da yenge için “gelin aba” tabiri de vardır.
Farsça’da zengin manasına anguşte tabiri vardır; ama buradan geldiği belli değildir. Tay-yezne’den geldiği de söylenir. Yezne/yeste, damat demektir. İki ailenin ortak kardeşi manasına ini-şte kelimesiyle de irtibat kuranlar vardır.
Düğünde geline refakat eden kadına da yenge denir. Bunun erkek muadili “sağdıç”tır. Çocuğu sünnette tutan adama “kirve” (kivra) denir ve Anadolu’da bu irtibata ailevi bir ehemmiyet verilir, hatta bazıları kirve çocuğu ile evlenmez.
Elti gemisi
İki kardeşle evli olan kadınlar “elti”, iki bacıyla evli olan erkekler “bacanak”tır. Bacanak, bacı-nak veya ba-cenah (Farsça aynı cenahtan) kelimesinden geliyor olabilir. Ailede en iyi anlaşanlar bunlardır.
Elti, yüksek mevkideki hanım manasına bir iltifat tabiridir. Ama ailede birbiriyle en problemli olan kişiler bunlardır. “Kuma gemisi yürümüş, elti gemisi yürümemiş” sözü meşhurdur. Ama anlaşırlarsa, önlerinde kimse duramaz.
Bir erkeğin müteaddit hanımları, birbirine “kuma” veya “ortak”tır. Ama yüzlerine kardeş diye hitap ederler.
Erkek veya kız kardeşin çocuğuna “yeğen” derler. Nazını geçirdiği için “yiyen” diye takılırlar. Şimdi “kuzen” diye anılan amcazade, halazade, dayızade ve teyzezade yerine, hangi kuşaktan olursa olursa olsun, yeğen denirdi. Anadolu’da bazı yerlerde teyze çocukları birbirine “böle” diye hitap eder. Tatarca aynı kundağa sarılmış demektir.