İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Tezi Küreselleşme Sürecinde Türkiye’deki İslam Osman Caner Taslaman 2502030110 Tez Danışmanı Prof. Dr. Fatmagül BERKTAY İstanbul 2010 T.C. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Tezi Küreselleşme Sürecinde Türkiye’deki İslam Osman Caner TASLAMAN 2502030110 Tez Danışmanı Prof. Dr. Fatmagül BERKTAY İstanbul 2010 iii ÖZ Tezin Başlığı: Küreselleşme Sürecinde Türkiye’deki İslam Tezi Yazan: Osman Caner Taslaman Bu tezde, Türkiye’deki İslam ile ilgili gözlenen sosyal ve siyasi olguların nasıl açığa çıktığı, bunun dinamiklerinin neler olduğu aydınlatılmaya çalışıldı. Bunun için şu dört hususa odaklanıldı: A- Siyaset ile toplum (merkez ile çevre) arasındaki ilişki ve bu yapıdaki değişiklikler; B- Devletin ideolojik aygıtlarıyla ideolojisini yaymadaki ve karşıt ideolojilerin bu aygıtlarda “mevzi tutmadaki” başarı oranı ve bu orandaki değişimler; C- Devleti yöneten zihniyet yapısı ve bu yapıdaki değişiklikler; D- İslami kesimin “içinden” olanların yaptıkları dinle ilgili yorumların ve geliştirdikleri taktiklerin bahsedilen olguların açığa çıkmasındaki yeri. Bahsedilen olguların nasıl ortaya çıktığının saptanması ve daha öncesiyle karşılaştırılıp değişimin boyutlarının açığa çıkartılması için tezimizi üç döneme ayırdık: Birinci bölümde Osmanlı’yı, ikinci bölümde 1980’lere kadar Türkiye’yi ve üçüncü bölümde küreselleşmenin etkilerinin yoğun şekilde hissedildiği 1980’lerden günümüze kadar olan dönemi inceledik. Bu çalışmamızda temelde hermenötik yöntemden, zaman zaman da sayısal verilere özel önem veren davranışçı yöntemden faydalandık. iv ABSTRACT Title of the Thesis: Islam in Turkey in the Process of Globalization Author: Osman Caner Taslaman In this thesis, we tried to explain how social and political phenomenon, related to Islam, have developed and what the dynamics of these phenomenon are. We focused on the following issues in order to clarify the subject: A- The relationship between politics and society (center-periphery) and the revision in this structure. B- The success rate of the state in spreading its ideology through its ideological state apparatuses and the success of opponent ideologies in “taking position” within these apparatuses. C- The mentality which is controlling the state and the transformations take place in this mentality. D- The role of the interpretations and the tactics developed by the people from the “inner circle” of Islamists in the emergence of aforementioned phenomenon. We divided our thesis into three parts, in order to better explain how to determine the emergence of the mentioned phenomenon, and to compare them with the previous periods in order to show the magnitude of the changes. In the first chapter, we focued on the Ottoman Empire era; in the second chapter, Turkey until 1980s and in the third chapter, we tried to investigate the period after 1980s till our time when the effects of globalization were felt intensely. In our study, mainly we made use of the hermeneutical method and sometimes we benefited from behaviorism which gives special importance to mathematical data. v ÖNSÖZ Dünya genelinde, İslam ile ilgili olgular önemli bir gündem maddesini oluşturmakta; hem sürekli olarak medyada yer almakta, hem de birçok akademik çalışmanın odak noktası olmaktadır. Küreselleşme sürecinde Türkiye’deki İslam’ın sosyoloji ve siyasal bilimler alanlarıyla ilgili olgularıysa bu çalışmanın konusudur. Türkiye’deki İslami kesimin hızlı bir değişim sürecinden geçtiği ve gücünü arttırdığı geniş bir kesimin -bizim de paylaştığımızortak bir kabulüdür. Bu olgudan memnun olanlar ve olmayanlar arasında ciddi bir kutuplaşma kendini hissettirmektedir. Bu tez, bu konuyla ilgili olguların “iyi” veya “kötü” olduğuna dair bir tavır belirlenmeden; İslami kesimle ilgili olguların nasıl açığa çıktığı, değişimlere ve mevcut yapıya sebep olan dinamiklerin neler olduğu, İslami kesimdeki değişikliğin boyutunun ne ölçüde olduğu, bunları çözümlemek için nerelere bakmamız gerektiği tipinde soruların cevabını açığa çıkarmak amacıyla yazıldı. Bahsedilen konuyla ilgili sosyal ve siyasi süreçlere odaklanarak, bu hususlarda çözümlemelerde bulunmak; bunu yaparken teolojik veya felsefi veya ideolojik değer yargılarından kaçınmak, bu tez yazılırken en çok dikkat ettiğimiz hususlardan biri oldu. Bu tezin ortaya çıkmasında birçok değerli akademisyenin katkıları oldu. Prof. Dr. Şerif Mardin, Prof. Dr. Tayfun Amman, Prof Dr. Birsen Örs, Prof. Dr. Dinç Alada ve Doç. Dr. Sevgi Çubukçu değerli önerileriyle tezin mevcut şekline bürünmesinde etkili oldular. Değerli danışmanım Prof. Dr. Fatmagül Berktay ise tezin planından, nerelere yönelmem gerektiğinden, kaynak seçimine kadar tezle ilgili her aşamada önemli bir paya sahiptir. Tüm bu akademisyenlere bu tezin ortaya çıkmasındaki katkılarından dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Bu çalışmanın alan için değerli bir katkı sağlamasını ve ilgililere yararlı olmasını dilerim. Osman Caner TASLAMAN vi İÇİNDEKİLER ÖZ …………………………………………………………………………... iii ABSTRACT ………………………………………………………………… iv ÖNSÖZ ……………………………………………………………………… v İÇİNDEKİLER ……………………………………………………………...vi TABLOLAR…………………………………………………………………..xii GİRİŞ………………………………………….………………………………………….1 I. BÖLÜM OSMANLI’DA MODERNLEŞME VE İSLAM A. Osmanlı’da Yukarıdan-Aşağı Değişim…………………...…….. 18 1. Osmanlı’da Güçlü Merkez, Dağınık Çevre…………….. 18 2. Osmanlı Modernleşmesi ve Kadın Konusu…………….. 21 B. Osmanlı’nın İdeolojik Aygıtları………………………………… 26 1. İdeoloji, Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları……. 26 2. İdeolojik Aygıtlar ve Millet Sistemi……………………. 28 3. Osmanlı’da Dinsel İdeolojik Aygıt……………………... 29 4. Osmanlı’da Eğitimsel İdeolojik Aygıt…………………...32 C. Osmanlı’daki Yönetici Zihniyet………………..……………….. 35 1. Din-ü Devlet İdeolojisi…………………...…………….. 35 2. Ehli Sünnet İslam İnancına Nüfuzun Önemi…………… 40 3- Osmanlı’daki Yeni Aydınlar, “Karışım Kimlikleri” ve Hermenötik Yaklaşım………………………..…………..… 43 vii D. Osmanlı’daki Değişim Açısından Önemli İslami Kesimin İç Süreçleri: Muhammed Abduh Örneği …………………………….. 46 1- İslami Kimlikleri Lakatos’un Çekirdek-Kuşak Ayrımıyla Düşünmek………………………………….......47 2- Bilişsel Çelişki Teorisi ve İçten Eleştiri…………………..51 3- Abduh ve Hocası Cemaleddin Afgani…………………... 53 4- Abduh, Akla Verilen Önem ve Mezhepçiliğe Eleştiri…... 56 5- Abduh ve Kadın Konusu………………………………… 58 6- Abduh’un Ekonomi, Sanat ve Tasavvuf Konusundaki Görüşleri…………… …………………………………….....60 7- Abduh’un Etkisi…………………………………………..62 II. BÖLÜM 1980’LERDEN ÖNCE TÜRKİYE CUMHURİYET’İNDE MODERNLEŞME ve İSLAM A. 1980’lerden Önce Türkiye Cumhuriyeti’nde Yukarıdan-Aşağı Değişim…………………………………………….…………… 64 1. Yukarıdan-Aşağı Yoğun Değişim Dönemi ve Patrimonyalizmin Devamı …………………………….. 64 2. Uluslararası Gelişmelerin ve “Oyun Gücü”nün Ortaya Çıkmasıyla Merkezin Kontrolünün Azalması………….. 68 3. Ekonomik Yapıdaki Değişimlerle Merkezin Kontrolünün Azalması…………………………………………..……. 70 4. Sivil Toplum Kuruluşları, Merkezin Kontrolü ve Kadın Konusu………………………………………………….. 73 5. Uluslararası Sistemden Kaynaklanan Etkilerle Değişim...75 viii B. 1980’lerden Önce Türkiye Cumhuriyeti’nin İdeolojik Aygıtları………………………………..………………………...78 1- Althusser, Platon, Gadamer, Popper, Kant, Aristoteles ve İdeoloji…………………………………………………...78 2- Yeni Sosyal-Siyasi Yapının ve Şehirleşmenin Önemi….. 80 3- Eğitimsel İdeolojik Aygıtlar……………………………...81 4- Dinsel İdeolojik Aygıtlar: Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiler…………………………………………………...85 5- Dinsel İdeolojik Aygıtlar: İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri………………………………………………..87 6- İdeolojik Aygıt Olarak Medya…………………………...90 7- Şehirleşme Sonucunda İdeolojik Aygıtların Artan Önemi, Kadınlarda Değişim, “İslami” Sembollerle Karşılaşma... 91 C. 1980’lerden Önce Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Yönetici Zihniyet 97 1- Batıcılık, Pozitivizm, Sosyal Darwinizm ve Hermenötik Yaklaşım…………………………………………………97 2- Teleolojik Tarih Anlayışı, Karl Popper ve Tarihsicilik...100 3- Yönetici Merkezin Karşı Karşıya Kaldığı Paradokslar ve Hermenötik Yaklaşım…………………………………..103 4- Türkiye’nin Kendi Durumundan Kaynaklanan Paradokslar ve Batı’dan İthal Edilen Paradokslar……...105 D. 1980’lerden Önce Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Değişim Açısından Önemli İslami Kesimin İç Süreçleri: Said Nursi Örneği..............107 1- Nursi’nin, Abduh ve Ankara Okulu ile Karşılaştırılması………………………………………...107 2- Nursi’nin Uzlaştırıcılığı ve Diyalogculuğu……………..109 3- Nursi’nin Bilim-Din Uzlaştırması………………………110 4- Nursi’nin Devletin İdeolojik Aygıtlarında “Mevzi Kazanma”nın Önünü Açması……………………...……112 ix 5- Nursi’nin Taktikleri ve Yorumlarının İslami Kesimin Güç Arttırımındaki Önemi…………………………………114 6- Ehli Sünnet İslam’da “Sünnetin” Anlamı: Hermenötik Yaklaşım………………………………………………. 116 7- Bilişsel Zıtlığın Karizmatik Otoriteyle Aşılması: Nursi Örneği…………………………………………………...118 8- Nursi ve Kadın Konusu..………………………………..119 9- Nursi’nin Tasavvufi Düşünceye ve Tarikatlaşmaya Karşı Tavrı…………………………………………………….121 10- Moderniteye Uygun Mekân, Organizasyon ve Taktiklerle Oluşan “Karışım Kimlikler” ve Artan Güç..124 III. BÖLÜM 1980’LERDEN SONRA TÜRKİYE CUMHURİYET’İNDE KÜRESELLEŞME SÜRECİ VE İSLAM A. 1980’lerden Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde Aşağıdan-Yukarı Değişim………………………………………………………….126 1. Askeri Darbe Dönemleri………………………………..126 2. Uluslararası Sistemde Neo-Liberalizmin Yükselişi…….129 3. Türkiye’de Neo-Liberal Fikirlerin Yükselmesi ve Küreselleşme Sürecinin Hızlanması……………………131 4. Liberal Ekonomi Politikaları ve Küreselleşme Sürecinde İslami Kesimin Gücünü Arttırması…………………… 132 5. Avrupa Birliğine Entegrasyon ve Sivil Toplumun Artan Gücü…………………………………………………… 137 6. İslami Kesimin Aşağıdan-Yukarı Etkileme Gücünü Kazanması/Arttırması ve Türkiye’deki İslam’la İlgili Yanlış Bir Algının Düzeltilmesi………………………..142 a. “Devrimci İslam” ve Gelenek……….……….……144 x b. “Devrimci İslam” ve İthal Fikirler: Mevdudi ve Seyyid Kutub……………..……………………..……145 c. “Devrimci İslam” ve Türkiye’deki Etkin Cemaatler: Nurcular, Süleymancılar ve Nakşibendi-Kotku Cemaati………………………………………………..147 B. 1980’lerden Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin İdeolojik Aygıtları.150 1. Küreselleşme Sürecinde Kitle İletişim Araçlarının Artan Önemi………………………………………………….. 151 2. Özel Radyolar ve İslami Kesimin Radyoları………….. 156 3. Özel Televizyonlar ve İslami Kesimin Televizyonları…160 4. İnternet ve İslami Kesim………………………………..165 5. Eğitimsel İdeolojik Aygıtlar………………………….....170 6. Dinsel İdeolojik Aygıtlar: Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiler………………………………………………… 173 7. Dinsel İdeolojik Aygıtlar: İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri…………………………………………….. 180 C. 1980’lerden Sonra Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Yönetici Zihniyet ……………………………………………………….. 185 1. 1980’lerden Sonra Merkezde İdeolojilerin Çeşitlenmesi.186 a. Kemalizm…………………………………………190 b. Türk-İslam Sentezi ……………………………….193 c. Neo-liberalizm…………………………………...196 d. İslam………………………………………………200 2. İslami Kesim, “Karışım Kimlikler” ve Kamusal Alanda Çeşitlenme…………………………………………….. 205 3. Kamusal Alanda İslami Kesimden Kadınlar ve Başörtüsü/Türban Sorunu………………………………212 xi D. 1980’lerden Sonra Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Değişim Açısından Önemli İslami Kesimin İç Süreçleri: Ankara Okulu Örneği……217 1. Ankara Okulu ile Kimleri Kastediyoruz?........................219 2. Ankara Okulu’nun Etkisi ve Önemi……………………222 3. Ankara Okulu’nun Temel Fikirleri……………………..226 4. Ankara Okulu’nun Referansları………………………...231 5. Ankara Okulu’nun Yaklaşımının Sanat Açısından Sonuçları……………………………………………..... 235 6. Ankara Okulu’nun Yaklaşımının Erkekleri Görünür Kılan Semboller Açısından Sonuçları…………………………236 7. Ehli Sünnet’in Kaynaklarında Kadın ve Ankara Okulu’nun Yol Açtığı Epistemolojik Fark………………………….238 8. Ankara Okulu ve Kadın Konusuyla İlgili Yaklaşımları.. 241 9. Ankara Okulu ve Demokrasi, Sivil Toplum, Siyaset…...244 10. Bilişsel Zıtlığın Entelektüel İlahiyatçılarla Aşılması: Ankara Okulu Örneği……………………….…. 248 SONUÇ ……………………………………………………………………. 252 KAYNAKÇA ……………………………………………………………… 271 ÖZGEÇMİŞ ……………………………………………………………….. 298 xii TABLOLAR TABLO 1: İLK VE ORTA ÖĞRETİMDEKİ GELİŞMELER………………..82 TABLO 2: ŞEHİRLEŞME ORANLARI……………………………………...94 TABLO 3: RADYO DİNLENME ORANLARI……………………………..158 TABLO 4: TELEVİZYON İZLENME ORANLARI………………………..162 TABLO 5: İNTERNET VE BİLGİSAYAR KULLANIM ORANLARI……166 TABLO 6: İMAM HATİP İSTATİSTİKLERİ………………………………183 1 GİRİŞ Bu tezin bölüm başlıklarında kullanılan “modernleşme” kavramına ve isminde kullanılan “küreselleşme” kavramına farklı anlamlar yüklenmiş ve bu kavramların anlamının ne olduğu üzerine birçok tartışma yapılmıştır. Bu yüzden, öncelikle, birbirleriyle ilişkili olan bu iki kavramın hangi anlamlarda kullanıldığının açıklığa kavuşturulması faydalı olacaktır. Bu çalışmada, “modernleşme” kavramının nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili bir tartışmaya girilmeden; bu kavram, Türk modernleşmesini gerçekleştiren yönetici elitin algıladığı ve bu algının eylemlerini yönlendirdiği anlamda kullanılmıştır. Batı Avrupa’nın, Prusya’nın, Japonya’nın içinde bulundukları toplumsal koşullarda ve modernleşme modellerinde farklılıklar olduğu gibi, Osmanlı-Türk modernleşmesinin de kendine mahsus koşulları ve farklılıkları olmuştur. Türk modernleşmesi -genel olarak- Batı modernleşmesinden farklı bir tarzda, toplumun dinamikleriyle değerlerinden bağımsız bir şekilde1 “yukarıdan-aşağı” (siyasetten topluma) gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Modernizm teorisyenlerinin bir kısmı, modernizmin Batılılaşmayla özdeşleştirilmesine karşı çıksalar da2 bahsedilen yönetici elit için modernleşme, Batı’nın kültürel birçok unsurunu almaya önem atfeden, Batılılaşma ile özdeş olduğu söylenebilecek bir süreçti. Alain Touraine’in dikkat çektiği gibi Batı’daki en güçlü modernlik yaklaşımı; akılcılaşmaya süreci belirleyici bir önem atfederek, akılcılığın geleneksel toplumsal bağları, duyguları ve inançları yıkması gerektiğini vurgulamıştır.3 Cumhuriyet Türkiye’sinin yönetici elitinin modernlik yaklaşımında da geleneksel olanın yıkılmasıyla ilgili bu yaklaşım -geleneksel olanla sentez arayışının olduğu örnekler de olmasına rağmen- ön plana çıkmıştır. Modernleşmeyle ilgili olguların önemli bir bölümü, Ferdinand Tönnies’in “gemeinschaft’tan gesellschaft’a” (cemaatten topluma) geçiş olarak ifade ettiği, 1 Nilüfer Göle, Modern Mahrem, 8. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2004, s. 171. 2 Ronald Inglehart, Modernization and Postmodernization, Princeton, Princeton University Press, 1997, s. 11. 3 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, 4. bs., Çev. Hülya Tufan, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 25. 2 tarıma dayalı geleneksel yapıdan şehre dayalı modern hayata geçilme süreçleriyle ilişkilidir.4 Fakat 1950’lere kadar Türkiye’de, şehirleşmedeki artış yok denecek kadar azdı. Batı modernleşmesinin önemli bir unsuru olan bireycilik de -ilerleyen sayfalarda görüleceği gibi- devlet merkezinin yukarıdan-aşağı modernleştirici gücüne -paradoksal olarak- tehdit olarak görüldüğü için feda edildi. Ayrıca modernleşme projesinin siyasal yapı alanında da rol modeli Batı olmasına rağmen, 1950’den önce Batılı anlamda çok partili demokrasiye geçilmedi. Bahsettiğimiz yönetici elit, modernleşme sürecini, toplumu harekete geçirerek gerçekleştirmekten çok yasalar oluşturarak, ideoloji aşılayarak ve ideoloji aşılayacak kurumları kurarak gerçekleştirmeye ağırlık verdi.5 Örneğin laiklik ve kadın hakları gibi konularda Cumhuriyet başlangıcında büyük bir hızla yasalar çıkartılmış ve düzenlemeler yapılmış olmakla beraber; şehirleşme, teknoloji ithalatı veya sivil toplumun güçlendirilmesi gibi toplumu mobilize edecek hususlarda ciddi atılımlar yapılamamıştır. Sonuçta Osmanlı’da, ideolojisi -merkezin çoğunca- benimsenmeden temelleri atılan modernleşme süreci, Cumhuriyet döneminin başlangıcında -merkezce- ideolojisi benimsenerek, buna uygun olduğu düşünülen yasal ve kültürel değişiklikler yapılarak devam etti. Modernleşmenin ideolojisini benimseyen erken dönem Cumhuriyet kadroları, Batılı anlamda bir modernleşme gerçekleştirme hususunda birçok alanda başarılı olamasalar da, modernleşmeyi; şehirleşme, sanayileşme, yeni teknolojinin elde edilmesi, her seviyede eğitimin artması, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması olarak gören genel tanımla ve daha tartışmalı olan modernleşmeyi siyasal gelişmeyle özdeşleştiren yaklaşımla mutabık oldukları söylenebilir.6 Modernleşmeyi, Batılaşmayla özdeşleştiren yaklaşımları, Batı dünyasının içinden geçtiği şehirleşme ile bireyselleşme gibi süreçleri yaşamayı ve Batı’daki gibi demokratik kurumlara sahip olmayı; bunlar hususunda, yasa çıkarma 4 Ferdinand Tönnies, Community and Society, Çev. Charles P. Loomis, New York, Dover Publications, 2002. 5 Şerif Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü”, Çev. Levent Köker, Türk Modernleşmesi, 14. bs., Der: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 236; Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Der: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 1990, s. 53. 6 “Modernleşmeyi” belirleyen temel özellikler ve siyasal gelişmenin bu sürecin bir parçası olup olmadığının tartışmalı bir konu olmasıyla ilgili bakınız: H. Birsen Örs, Siyasal Gelişme ve Modernleşme Kuramları, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Masa Üstü Yayıncılık, 1997, s. 4-5. 3 sürecinde olunduğu kadar başarılı ve istekli olun(a)masa da, modernleşmenin işaret ettiği hedefler içinde tutmuştur. Tezin başlığında kullanılan “küreselleşme” kavramı, dünyanın farklı noktaları arasında ilişkinin ve karşılıklı bağımlılık ile etkinin artmasını ifade etmektedir. Önceden buharlı gemiler, demiryolları ve otomobil gibi ulaşım araçlarının icadı ve yaygın imalatı küreselleşme sürecine yön veren en önemli unsurlarken; günümüzde bilgisayarlar, mikroçipler, fiber optik teknolojisi, internet gibi icatlar ve bunların geliştirilmesi ile yaygınlaştırılması dünyayı birbirine kenetleyen ve küreselleşme sürecine yön veren en önemli unsurlar olmuştur.7 Küreselleşmeyi bazıları ekonomi temelinde, bazıları siyaset temelinde, bazıları kültür temelinde, bazılarıysa -bizim gibi- bunların hepsinin birleşimiyle çok yönlü olarak anlamaktadırlar.8 Bu tezde kullandığımız anlamıyla “küreselleşme” kavramı açısından, uluslararası ekonomiyle bütünleşerek değişime sebep olan teknolojileri almak ve yabancı sermayenin değerler sisteminde değişime sebep olan yatırımlarını çekmek gibi ekonomik küreselleşme unsurlarının önemli olmasının yanında; Türkiye’nin uluslararası sistemde ortaya çıkan çift kutuplu sistemde Amerika’nın başını çektiği kutupta yer alması veya uluslararası siyasal kurumlara üye olması gibi siyasal küreselleşme unsurları; ayrıca -özellikle de- McLuhan’ın ünlü “küresel köy” (global village) ifadesiyle dikkat çektiği, iletişim ve ulaşım araçlarının kültürel homojenleşmeye sebep olması gibi kültürel küreselleşme unsurları da önemlidir.9 Küreselleşmenin bir parçası olundukça; dünyanın geri kalanıyla ilişkiler arttıkça, yeni teknoloji ürünleri ithal edildikçe, yeni iletişim araçlarıyla dünyanın geri kalanıyla daha çok irtibat kuruldukça, küresel kültür mağazada -ithal veya taklitürünlerle veya televizyon programlarıyla kitlelerin karşısına çıktıkça, devletin 7 Thomas Friedman, Küreselleşmenin Geleceği, 3. bs., Çev. Elif Özsayar, İstanbul, Boyner Yayınları, 2003, s.17. 8 Sayres S. Rudy, “Subjectivity, Political Evaluation, and Islamist Trajectories”, Globalization and the Muslim World, Ed. Birgit Schaebler ve Leif Stenberg, New York, Syracuse University Press, 2004, s. 44-56. Fuat Keyman da 1990’lı yıllarda gelişen küreselleşme kuramlarında çok-nedenselliğin ve çok-boyutluluğun ön plana çıktığına dikkat çekmiştir: E. Fuat Keyman, “Globalleşme ve Türkiye: Radikal Demokrasi Olasılığı”, Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam, Der: Fuat Keyman ve Yaşar Sarıbay, Ankara, Vadi Yayınları, 1998, s.39. 9 Marshall McLuhan, Bruce R. Powers, The Global Village, New York, Oxford University Press, 1989. 4 devrimci yaklaşımları olmadan da (yukarıdan-aşağı empoze edilmeden de) modernleşme sürecinin birçok unsuru yaygınlaşmıştır. Örneğin traktör gibi modern tarım aletlerinin ithalatının modernleşmenin en önemli unsurlarından olan şehirleşmedeki etkisi (ilerleyen sayfalarda bu konudaki sayısal veriler verilecektir), Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının yukarıdan-aşağı değişim projesinden çok daha etkili olmuştur veya köylere kadar yayılan televizyonun gösterdiği yabancı diziler ile bunlardan esinlenmiş yerli dizilerin, kadın erkek ilişkilerini ve moderniteye bağlı birçok kültürel unsuru geniş kitlelere yaygınlaştırmasının etkisi de azımsanmayacak ölçüdedir. Bu örneklerdeki ve benzeri birçok yönüyle küreselleşme; Türkiye’nin, modernleştirme projesinde ortaya konan, Batı’ya benzemesiyle ilgili hedeflerinigerçekleştirmesini sağlayan bir süreç olmuştur. Fakat küreselleşme ile ortaya çıkan bütün olguların Cumhuriyet’in kurucu merkezinin modernleşme projesiyle uyumlu olmadığı da bilinmelidir. Örneğin Cumhuriyet merkezinin modernleş(tir)me projesinin en önemli unsurlarından birinin toplumun sekülarizasyonu10 olmasına karşın, -ilerleyen sayfalarda görüleceği gibi- küreselleşme sürecinde, merkezin toplum üzerindeki denetimi azalmıştır; bunun sonucunda Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinden -sekülerleş(tir)me bu ideolojinin en temel unsurlarından biriydieskisine oranla bağımsızlaşma süreçleri yaşanmış ve toplum seviyesinde etkili olan İslami dünya görüşü güç alanlarında etkili olmaya başlamıştır. Hatta İslami dünya görüşünü benimseyen bireylerin ve de özellikle bu bireylerin önemli bir kısmını yönlendiren cemaatlerin/tarikatların/grupların kazandıkları güç; bunların isteklerinin 10 “Laiklik” ve “sekülerlik” kavramlarının anlamı ve bu iki kavram arasındaki fark üzerine değişik görüşler ileri sürülmüştür. Diğer yandan bu iki kavramın tamamen aynı anlamda kullanıldığına, sözlüklerde birinin diğeriyle açıklandığına ve -yabancı dillerde de- bu kavramlardan birinin diğeriyle tercüme edildiğine rastlanır. Bu yüzden, bu tezde bizim bu kavramları hangi anlamda kullandığımızı belirtmekte fayda görüyoruz. “Laiklik” kavramını devletin dine referanstan arınması anlamında; “sekülarizm” kavramını ise toplumu oluşturan bireylerin, yaşantılarında dine referanstan uzaklaşmaları anlamında -“dünyevileşme”ye yakın anlamda- kullanıyoruz. “Laiklik” kavramı genelde “din ile devletin ayrılması” gibi meşhur bir genel tarife sahip olsa da; Türkiye örneğinde, devlet dine referanslardan ayrılırken, din devletten ayrılmamış ve devlet din üzerindeki kontrolünü sürdürmeye çalışmıştır. Bu yüzden, Türkiye örneğinde, “laiklik” ifadesiyle, sadece devletin sisteminde, uygulamalarında ve yasalarında, dini temellendirmelerden ayrılmasına vurgu yapıldığına dikkat etmek yerinde olacaktır. Genel kullanımda “laiklik” birey hayatından çok devletle ilişkilendirildiği için bireylerle ilgili alanda dine referanslardan uzaklaşmayı ise “sekülarizasyon” ifadesiyle -Batı’da bu kavramı hem birey hem de devleti kapsayacak daha geniş anlamlarda kullananlar olsa da- karşılamaya çalıştık. 5 siyasette değişiklik oluşturmasına yol açarak, aşağıdan-yukarı etkiyle merkezdeki tavizsiz sekülarizasyon ideolojisinin tartışılmasına da yol açmıştır. Modernleşmenin önemli bir unsuru olan sekülarizasyonun birçok yerde karşı karşıya kaldığı paradoks -özellikle modernleşme projesinin yukarıdan-aşağı uygulandığı İslam ülkelerinde- bu olmuştur; bu projenin uygulayıcı aktörleri özne yaratmaya yönelmiştir ama ortaya çıkan özne (bilinçli varlık) doğası gereği kendi tercihlerini yapmaya yönelmektedir ve bu tercih birçok zaman sekülarizasyon politikalarıyla arzu edilenin aksine dindarlaşma (dini referanslara hayatı kurarken önemli bir yer verme) ve dini cemaatlere bağlanma yönünde olmaktadır. Küreselleşme sürecinin yol açtığı değişimlerin birçoğunda siyasal merkezin rolü, siyasal merkezin gerçekleştirdiği yukarıdan-aşağı modernleştirme sürecine nazaran oldukça düşüktür. Örneğin küresel ekonomiyle bütünleşerek yeni teknolojinin ithal edilmesinin ve sanayileşmenin artmasının şehirleşmeyi, şehirleşmenin kadınların kamusal alana çıkış oranını arttırmasındaki veya televizyon ya da internet aracıyla yayılan küresel kültürün kadın erkek güç ilişkilerinin biçimini etkileyerek “habituslar”ın11 dönüşmesi sürecindeki siyasal merkezin rolü; siyasal merkezin, modernleştirme projesine bağlı olarak kadınlara yeni haklar tanıyan yasalar çıkartarak toplumu yukarıdan-aşağı dönüştürme sürecindeki rolünden oldukça düşüktür. Küreselleşme sürecinden bağımsız olan modernleşmede, siyasal merkezin yukarıdan-aşağı değiştirmesi temel dönüşüm unsuru olduğu için “modernleşme” kavramını devlet merkezindeki yönetici elit onu nasıl anladıysa o anlamda kullandık; fakat küreselleşmede, etki eden -küreselleşme sürecinin algılanma biçimlerinden ziyade- küreselleşme sürecinin kendisi olduğu için “küreselleşme” ifadesini bu süreç nasıl gerçekleşiyorsa o anlamda kullandık. Bu süreçte ekonomik, siyasi ve kültürel unsurların hepsi bir arada olduğu için; bu süreci 11 “Habitus” Fransız sosyolog ve filozof Pierre Bourdieu’nun meşhur ettiği bir terimdir; edinilmiş davranış, beğeni ve düşünce kalıpları için kullanılır. Pierre Bourdieu, Outline of a Theory of Practice, Çev. Richard Nice, Cambridge, Cambridge University Press, 1974. Bourdieu’ya göre ‘habituslar’ sınıflayıcı şemalardan ve nihai değerlerden meydana gelirler ve dille bilinçten daha temel olabilirler. İnsanlar, içinde bulundukları sosyal dünyanın özelliklerini daha çocukluk yıllarından edindikleri habituslarla benimserler. Bkz: Paradigma Felsefe Sözlüğü, “Habitus” maddesi, 6. bs., Der: Ahmet Cevizci, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005, s. 791. 6 belirten “küreselleşme” ifadesini, tüm bu yönleriyle, çok yönlü bir anlamda kullandık. Siyaset felsefesi dinsel bir yapıya dönüş(türül)müş Konfiçyüs, her şeyin birbirine bağlı ve etkileşim içinde olduğuna, küreselleşme gibi bir sürecin yaşanmadığı bir dönemde, başka bir bağlamda dikkat çekmişti; birbirine bağlılık ve etkileşim, küreselleşme sürecinin etkisinin yoğun şekilde hissedildiği günümüzde ise sosyoloji ve siyasetin daha çok önem atfettiği kavramlar olmak durumundadırlar.12 Küreselleşmeyi bahsedilen tüm yönleriyle -ekonomik, siyasal ve kültüreldeğerlendiren bu çalışmamızda, konumuz açısından önemli, birbirine bağımlı etkileşimleri açığa çıkarma amacını taşıyoruz; Türkiye’deki İslam’la ilgili çözümlemelerimizde bunu gerçekleştirmeye çalışacağız. Manfred Steger “süreç olarak küreselleşme” (globalization) ile “küreselleşmeci ideoloji” (globalism) arasında ayırım yapar. “Süreç olarak küreselleşme” ile tarihsel olarak artan ekonomik, siyasi, kültürel alışverişleri ve entegrasyonu -bu tezin başlığında kastettiğimiz anlamı- anlar. “Küreselleşmeci ideoloji” ise mevcut küreselleşme sürecinde belirleyici olan Neo-liberal pazar ideolojisidir.13 Bazıları bunu “pazar köktenciliği” (market fundamentalism) olarak da ifade etmektedir, buna göre küreselleşme doğaldır/kaçınılmazdır ve yolu her ülke için aynıdır; bu yol pazarın liberizasyonudur.14 Bu tezde “küreselleşmeci ideoloji” yerine “küreselleşme süreci”nin etkilerine odaklandığımızı belirtmeliyiz. Hiç şüphesiz bu süreç etki ederken, hâkim ideolojisinden bağımsız değildir, tezimizde, değişimlerini belirleyen sebeplere odaklandığımız İslami kesimin önemli bir kısmı da, bu ideolojinin etki alanına girdiklerinin farkında bile olmadan “küreselleşme”nin (globalization) içinde “küreselleşmeci” (globalist) olmuşlardır. Her ne kadar Neo-liberalizm’in yükseldiği 1980’ler-1990’larda ve sonrasında küreselleşme süreci Türkiye için hızlanmış olsa da, bu süreç uzun bir dönem boyunca evrilen bir süreçtir; bir anda ortaya çıkmamıştır. Bu yıllardan önce Neo-liberalizm ile önemli ayrılıkları olan Keynesçi ekonomi politikalarının dünya sisteminin önemli aktörleri olan devletlerce takip 12 Fatmagül Berktay, “Sunuş”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 40, Mart 2009. 13 Manfred B. Steger, Globalism: The New Market Ideology, Lanham, Rowman and Littlefield Publishers, 2001. 14 Joseph E. Stiglitz, Globalization and Its Discontents, New York, W. W. Norton and Company, 2002, s. 114, 138, 219. 7 edildiği dönemde de “küreselleşme süreci”nin evrimi sürmüştür. Neo-liberalizm’e karşıt, devletin ekonomiye müdahalesinin gerekliliğini savunan -Keynesçi görüşe yakın- bir yaklaşımı, hatta sosyalist bir yaklaşımı savunan birçok kişi; küreselleşmeci ideolojiye karşıt olurken bile küreselleşme sürecinin etkisinde kalmıştır. “Küreselleşme bütün ulusların menfaatinedir” veya “Küreselleşme demokratikleşmeyi yaygınlaştıracaktır” gibi küreselleşmeci ideoloji adına savunulan görüşleri benimsemeyen birçok kişi de küreselleşme sürecinin içerisinde değişim yaşamıştır. Küreselleşme ile yayılan tüketim alışkanlıklarının veya kadın-erkek ilişkileriyle ilgili farklılaşmaların sadece Neo-liberal yaklaşımı benimseyenleri etkilediğini söyleyemeyiz; en hızlı küreselleşmeci ideoloji karşıtlarının da bu süreçten etkilendikleri gözlemlenmektedir. Bu tezin amacı, ideolojisinin etkisi ne derecede olursa olsun, bu sürecin içerisinde İslami kesimin değişimini analiz etmek olduğundan, bu tezin başlığında kastedilen “süreç olarak küreselleşme”dir. Küreselleşilirken etki eden ideolojiyse, bu sürecin taşıdığı bir unsur olması açısından ilgi alanımızdadır. Tezin başlığındaki “Türkiye” ifadesi ise bu tezin coğrafya olarak odaklandığı bölgeyi göstermektedir. Küreselleşme sürecinde dünyadaki hızlı değişimden farklı ülkelerde yaşayan birçok Müslüman etkilenmiştir. Bu değişimlerde birçok ortak noktalar olmakla beraber, her bölgenin kendine has koşulları ve buralarda yaşayanların farklı tarihsel mirasları değişik tablolar da ortaya çıkarmıştır. İran Şiiliği’nin, Suudi Vehhabiliği’nin, Afganistan’daki El-Kaide’nin ve Türkiye’deki İslam’ın her birinin diğerlerinden önemli farklılıkları vardır.15 Müslümanlar’ın yaşadığı farklı coğrafyalardaki tüm değişimleri ortak noktaları, farklılıkları ve farklılıkların sebepleriyle değerlendirmemiz bu tezin öngörülen sınırlarını çok aşacağı için sadece Türkiye üzerine odaklanacağız; başlıkta “Türkiye” ifadesini kullanma sebebimiz bunu vurgulamak içindir. Fakat Türkiye ile ilgili bu çalışmamızdan, gerek diğer coğrafyalardaki Müslümanların küreselleşme sürecindeki değişimlerinin karşılaştırmasının yapılmasında; gerekse küreselleşme sürecinin “dıştan” etkisiyle, İslam’ın nasıl anlaşılması gerektiğine dair “içten” tartışmaların 15 Nilüfer Göle, “Islamic Visibilities and Public Sphere”, Islam in Public, Ed. Nilüfer Göle ve Ludwig Ammann, İstanbul, Bilgi University Press, 2006, s. 6-7. 8 birleşerek değişime sebep olduğuna vurgu yapan modelimizin, diğer ülkelere uygulanmasında faydalanılabileceğini düşünüyoruz. Zaman dilimi olarak açıklanmasına odaklandığımız dönem ise küreselleşme sürecinin etkilerinin daha çok hissedildiği 1980’lerden günümüze kadarki dönemdir. Fakat bu dönemi gereğince anlamak için bu dönemdeki oluşumların tarihsel kökenini bilmemiz gerekmektedir. Bu dönemde oluşan değişimlerin dinamiklerinin önemli bir kısmı önceki dönemlerdeki birikimsel süreçlerden kaynaklanmıştır. Ayrıca bu dönemdeki değişimlerin boyutunun iyice kavranabilmesi için bu dönemi önceki dönemlerle karşılaştırmamız faydalı olacaktır. Osmanlı dönemiyle Türkiye Cumhuriyeti arasında yönetim şekli, toplum yapısı ve devletin ideolojisi açısından önemli farklılıklar bulunmaktadır. Bu yüzden birinci bölümde Osmanlı’yı, ikinci bölümde 1980’lerden önceki Türkiye Cumhuriyeti’ni ele aldık. Böylece tezimizin odak noktası olan -üçüncü bölümde incelediğimiz- 1980’ler sonrası döneme yol açan süreçlerin; birincisi kökenini anlamayı, ikincisi önceki dönemleri 1980’ler sonrasıyla mukayese ederek değişimin boyutlarını ve içeriğini açığa çıkartmayı hedefledik. Tezin başlığında geçen “İslam” ifadesi 6,8 milyarlık dünya nüfusunun % 23’ünün (1,57 milyarın), 74 milyonluk Türkiye nüfusunun % 98’inin inandığı dinin ismidir. Türkiye’nin % 85-90’ı Sünni iken, Sünnilikten sonraki en yüksek popülasyona sahip mezhep olan Alevilik ise 74 milyonluk nüfusun % 10-15’i kadar olan 7-11 milyonluk bir popülasyona sahiptir.16 Türkiye’deki Müslümanları, kabaca, Sünniler ve Aleviler diye ikiye ayırmak yaygın bir yaklaşım olsa da kendilerini Sünni ve Alevi olarak niteleyenler kendi içlerinde oldukça farklı görüşlere ve yaklaşımlara sahiptirler. Bu tezin odak noktasında daha çok Sünniliğin olduğunu belirtmeliyiz. Sünnilik, toplumun en geniş kesiminin görüşü olmasının yanı sıra Osmanlı’da devletin ideolojisini belirleyen, Cumhuriyet devrimlerinin birçoğunun kendisine karşı konumlandığı, diğer yandan -paradoksal gibi gözükse de- Diyanet 16 The Pew Forum’un 2009’da bitirip yayımladığı araştırma, Müslümanlar hakkında yapılmış en kapsamlı araştırma olarak gösterilmektedir. Bu araştırmadaki Türkiye ile ilgili verilerde TESEV’in çalışmalarından faydalanılmıştır. Bu çalışmanın verilerine göre Türkiye’deki Müslümanlar’ın çoğunluğunu oluşturan Sünniler dünya Müslümanlarının da % 87-90’ını oluşturmaktadır. Bkz: (Çevrimiçi) http://pewforum.org/docs/?DocID=450 9 İşleri ve İmam Hatipler gibi kurumların öğrettiği ve üzerine bina edildikleri inancın içeriğini oluşturan, Türkiye’deki siyasal İslam’ın kökenini dayandırdığı, Ankara Okulu gibi -üçüncü bölümde inceleyeceğimiz- İslamcı entelektüellerin inceleme ve eleştirilerinin merkezinde olan, toplumdaki etkin cemaat ve tarikatların ideolojisini oluşturan mezheptir.17 Bu tezde “İslam” ifadesiyle asıl dikkat çekmeye çalıştığımız ise Hz. Muhammed aracılığıyla vazedilen dinden ziyade insanların/grupların bu dini nasıl anladığıdır; kısacası “İslami kesim(ler)”in18 düşünce ve yaşamlarında ortaya çıkan olgulardır. Bu tezin amacı “İslam”ın nasıl anlaşılması gerektiğine dair teoloji alanına giren tartışmaları çözmek veya bu konuda görüş beyan etmek değildir. Fakat “İslam”ın belli şekilde anlaşılarak zihinsel kalıpları oluşturmasının ve bu anlayışla ilgili kanaatlerin, tartışmaların ve değişimlerin bireylerin habituslarında ve eylemlerinde yol açtığı sonuçlar ile değişim; kısacası “İslam”ın ne olduğuna dair kanaatlerin sosyoloji ve de siyasal bilimler açısından önemli sonuçları ilgi alanımızı oluşturmaktadır. Sonuçta dinle ilgili düşüncelere, bu düşüncelerin doğruluk derecelerini tespit etmek için değil; düşüncenin de toplumsal yapıyı belirlediğini kabul eden -Weber gibi- bir sosyolojik anlayışa sahip olduğumuz için odaklanacağız. Bunun için teoloji alanıyla ilgili tartışmalarda ortaya çıkan görüşler (örneğin kadınların kamusal alana çıkışıyla ilgili olanlar), bu görüşlerin hangisinin doğru olduğuna dair bir tartışmaya girişilmeksizin, Müslüman toplumun modernleşme ve 17 Sünni İslam’ı oluşturan yaşayan dört mezhep Hanefilik, Şafilik, Malikilik ve Hanbelilik’tir. Türkiye’deki Sünni nüfusun büyük bölümü Hanefi, az bir kısmı Şafii’dir; Maliki ve Hanbelilik mezhebine tabi olanlar yok denecek kadar azdır. Bu çalışmada Sünnilik ve aynı anlamdaki Ehli Sünnet deyimleri -aksi belirtilmedikçe- bu mezheplerin hepsini kapsayacak anlamda kullanılmıştır. Fakat Türkiye nüfusunun büyük kesimini oluşturan Hanefiliğin, birçok kişinin zihninde Sünnilik ile özdeş olduğu hatırlanmalıdır. Aynı mezhebe bağlı olduğunu ifade eden birey veya cemaatlerin görüşlerinde büyük bir çeşitlilik olduğu da unutulmamalıdır. Ayrıca Ehli Sünnet inancını benimseyen aile kökeninden gelen (istatistiklerde Sünni olarak gözüken) gerek halktan, gerek İslami çevrenin içindeki entelektüellerden -Ankara Okulu gibi- birçok kişinin, Ehli Sünnet inanç ve uygulamalardan oldukça bağımsız dinsel uygulamaları ve düşünceleri benimseyebildikleri, hatta Ehli Sünnet anlayış içindeki görüşleri kimi zaman eleştirdikleri -din adına reddettikleri- de göz önünde bulundurulmalıdır. 18 “İslami kesim(ler)” ifadesiyle, düşüncelerini ve yaşamlarını kurgularken “İslam’a” (İslam’dan her ne anlıyorlarsa ona) referansları yoğun olan kişileri kastediyorum. Bu ifadeyle kastedilen kesim arasında büyük farklar olduğuna dikkat edilmelidir. Bu ifadeyle Muhammed Abduh’tan Nurcular’a, Ankara Okulu’ndan Cübbeli Ahmet’in cemaatine birbirleriyle oldukça farklı dinsel anlayışları olan ve oldukça farklı görüntüler sunan geniş bir kesim anlaşılabilmektedir. Tüm bu farklı kişileri “İslami kesim(ler)” başlığı altında toplatan unsur tüm bu kişilerin dünya görüşü, inanç ve hayat pratiklerini “İslam’a” referanslarla kurmalarıdır. 10 küreselleşme sürecine verdikleri tepkilerle, kısacası İslami kesim(ler)le ilgili gözlenen olgularla önemli ilişkileri oldukları için belirlenmeye çalışılacaktır. Modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin sonunda karşımıza önemli ölçüde büyük bir değişimin çıktığını gözlemliyoruz. Türkiye’deki İslam da bu değişim sürecinin dışında kalmamıştır. Bir asır öncesinin “dindar bireyi” ile günümüzün “dindar bireyi”, bir asır öncesinin dini gruplarıyla günümüzün dini grupları arasında büyük farklılaşmalar olduğu, bugüne kadar yapılmış birçok çalışmadan anlaşılmaktadır. Örneğin eskinin sakallı, cübbeli dindar erkeği yerine traşlı, ceket kravatlı tebliğ yapan dindar erkeği; eskinin evinin kadını olmada idealleşen ve kamusal alandan uzak dindar kadını yerine mücadeleci olan ve kamusal alanda daha çok rol alabilmek için gayret eden dindar kadını; eskinin tekkede belli ritüelleri gerçekleştirmeye çalışan ve toplumdan tecritte erdem gören dini grupları yerine holdingler kuran ve medya kuruluşlarıyla yayın yapan, devletin ideolojik aygıtlarında “mevzi kazanmaya” çalışan dini grupları gibi geçmişteki örneklerden oldukça farklı yeni olgular, bu olgulara sebep olan derinlerdeki etkenleriyle açıklanmaya muhtaçtır. Bu tezin amacı, değişmez olduğu kabul edilen bir ontoloji ve epistemolojiye sahip olan, “İslam” ve “Ehli Sünnet İslam” gibi tarihsel sürekliliği ifade eden isimlerle ifade edilen kesimde, neyin nasıl bu değişimi gerçekleştirdiğini, bu süreçteki çok-boyutluluğu sergileyerek göstermektir. Ayrıca Cumhuriyet’le İslam’ın devletin ideolojisi olmaktan çıkartılmasından, sekülerleşme doğrultusundaki tüm devlet politikalarından, modernleşme ve küreselleşme süreçlerinden doksan yıl kadar sonra nasıl olup da İslami kesimin gücünü arttırdığını çözümlemektir. Bahsedilen olguların açığa çıkartılması için şu dört konuya odaklanmamızın verimli sonuçlar vereceği kanaatindeyiz: A- Siyaset ile toplum arasındaki ilişkilerdeki yapıya ve bu yapıdaki değişikliklere; B- Devletin ideolojik aygıtlarıyla ideolojisini yaymadaki ve karşıt ideolojilerin bu aygıtlarda “mevzi tutmadaki” başarısına; C- Devleti yöneten zihniyet yapısına ve bundaki değişikliklere; E- İslami kesimin içinden olanların yaptıkları dinle ilgili yorumların ve geliştirdikleri taktiklerin değişimdeki yerlerine. 11 Bu tezin üç bölümündeki üç farklı dönemin her biri, bu dört konuyla ilgili başlıklara ayrılarak değerlendirilecek; böylece günümüzde tanık olduğumuz İslami kesimle ilgili olguların hem tarihsel kökeni saptanmaya, hem de bu farklı dönemlerin mukayesesi yoluyla değişimin boyutları açığa çıkartılmaya çalışılacaktır. Bu dört konu açısından yapacağımız değerlendirmeler hakkında kısaca şu bilgileri verebiliriz: A- Gözlenen değişimin önemli bir boyutunun siyaset (merkez/yukarısı) ile toplum (çevre/aşağısı) arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerdeki değişimle ilgili olduğu kanaatindeyiz. Bu hususla ilgili olarak, daha önce başka çalışmalarda da kullanılan “merkez-çevre ilişkileri” ve “yukarıdan-aşağı/aşağıdan-yukarı” şeklindeki terminolojiden faydalanacağız. “Merkez-çevre ilişkileri” değerlendirilirken, birçok zaman ihmal edilen, uluslararası sistemin de merkez-çevre ilişkilerinde etkili olduğu hususu çalışmamızda vurgulanacaktır. Uluslararası ilişkilerde, devletlerin davranışlarıyla ilgili analizin, “küresel durumun” (global environment), yani “büyük resmin” (big picture) belirlenmesiyle başlaması gerektiğini söyleyen “küreselleşmeci yaklaşım”ın etkisi bu tezin birçok yerinde gözükecektir.19 “Merkez ve çevre” terminolojisi Türkiye için kullanıldığında, daha çok amaç siyasetle toplum arası genel ilişkiyi çözümlemek olmuştur. Bu çalışmadaki odak noktasıysa, merkez ve çevre ilişkileriyle ilgili yapının ve değişimin, Türkiye’deki İslam’ın dönüşümündeki rolünü göstermektir. Bu çalışmada siyasetle toplum arasındaki ilişkilerin yönünün “yukarıdan-aşağıyadan aşağıdan-yukarıya” doğru değiştiğine dair daha önce ifade edilmiş görüşler paylaşılacaktır. Fakat Türkiye’deki İslami kesimin, bu değişimle paralel olarak yaklaşımlarını değiştirdiklerine dair görüş; yani önceden, siyasi merkezi şiddet kullanarak ele geçirerek yukarıdan-aşağı toplumu dönüştürme çabalarının, sonradan, toplum seviyesinde gücünü arttırma çabasına doğru farklılaştığına dair görüş düzeltilecektir. Türkiye’deki İslami oluşumların (cemaatlerin, tarikatların, grupların) büyük kısmının -diğer yaklaşımı benimseyen bir azınlığa karşın- en baştan beri merkezi şiddet kullanarak zapt etmeye -devrimedeğil, toplum seviyesinde güç kazanmaya ağırlık veren bir strateji benimsedikleri 19 Paul R. Viotti, Mark V. Kauppi, International Relations Theory, Boston, Longman Publishers, 1999, s. 9. 12 gösterilmeye çalışılacaktır. Bu terminolojiyle toplumdaki genel değişim yönüne işaret etmeye çalıştık; “yukarıdan-aşağı” değişimin olduğunu ifade ettiğimiz dönemlerde siyasi merkezden bağımsız toplumda değişimler olduğu gibi “aşağıdanyukarı” değişimin ağırlığının arttığını ifade ettiğimiz dönemlerde, siyasetin toplumsal talepler olmadan toplumu belirlemeye çalıştığı örnekler de vardır. “Yukarıdan-aşağı” ve “aşağıdan-yukarı” olarak kullandığımız terminoloji, sadece değişimin genel yönünü ifade etmek için kullanılmaktadır, yoksa belli bir dönemdeki değişimin tamamen bu şekilde olduğunu ifade etmek için kullanılmamaktadır. Fakat bu istisnai örneklere karşı hedefimiz, dönemlere göre, siyasetle toplum arasındaki ilişkilerdeki genel durumu ve genel durumdaki değişimleri tespit etmek olacaktır. B- Türkiye’deki İslam’la ilgili olguları ve değişimi çok boyutlu bir şekilde anlamamız için devletin topluma ideolojisini aşılamakta kullandığı somut kurumlara da odaklanmamız gerektiği kanaatindeyiz. Bu konuda, Althusser’in “devletin ideolojik aygıtları” ile ilgili yaklaşım ve terminolojisinden faydalanacağız. Althusser, devletin ideolojisini topluma taşıyan somut kurumlar olarak devletin ideolojik aygıtlarına dikkat çektiği gibi devletinkine alternatif ideolojilerin ideolojik aygıtlarda “mevzi kazanabileceği”ne de dikkat çekmiştir.20 Türkiye hakkındaki olguları açıklamakta devletin ideolojik aygıtları ile ilgili terminolojiyi kullananlar, Althusser’in bu ilk yaklaşımına odaklanmışlar ve genelde alternatif ideolojilerin “mevzi kazanması” ile ilgili kısmını kullanmamışlardır. Oysa bu çalışmada devletin ideolojik aygıtlarıyla ideolojisini yayarak toplumu ve İslami kesimi dönüştürmesine olduğu kadar İslami ideolojiyi benimseyenlerin bu aygıtlarda “mevzi kazanması”na da dikkat çekilecektir. Şehirleşmenin artmasıyla, kırsal kesimden gelenlerin taşıdıkları İslami/geleneksel değerlerle beraber Cumhuriyet’in ideolojik aygıtlarıyla yeni değerler de edinmeleri; Diyanet ve İmam Hatipler gibi kurumların devletin ideolojisiyle sorunlu ilişkileri ve devletin ideolojik aygıtları vazifesini de gördükleri; küreselleşme sürecinde kitle iletişim aygıtlarının bireyleri şekillendiren yeni araçlar olarak artan öneminin, devletin ideolojik aygıtlarının önemini azalttığı gibi hususlar, bu maddenin altında işlenecektir. 20 Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıları, 3. bs., Çev. Alp Tümertekin, İstanbul, İthaki, 2003, s. 172. 13 C- Konumuz açısından irdelenmesini önemli bulduğumuz diğer bir husus ise devleti yöneten zihniyetin ve bundaki değişimlerin çözümlenmesi olacaktır. Osmanlı’daki -Ehli Sünnet İslam’ın içinde önemli bir unsur olduğu- din-ü devlet ideolojisinin yönetici zihniyete hâkim olduğu yapı; 1980’lerden önce Türkiye’deki Batıcılık, laiklik, pozitivizm, ilerlemecilik, milliyetçilik gibi kavramların ve bu kavramlarla ilişkili teleolojik düşünceye göre eylem planının yönetici zihniyeti şekillendirdiği yapı; 1980’lerden sonraki liberalizmin, bireyciliğin, çoğulculuğun önceki dönemlere göre bir değer olarak yükseldiği, -önceki dönemlerdeki tek bir ideolojinin hâkim olduğu yapı yerine- merkezde ideolojilerin çeşitlenmesinin ve çekişmesinin iyice hissedildiği yapı arasında ciddi farklar vardır. Bu önemli farklılaşmalarla beraber ideolojik kopuşların oldukça keskin olduğu dönemlerde ciddi süreklilikler de bulunmaktadır; Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyet’ine geçişte radikal değişimlerle beraber patrimonyal ilişki kalıplarının önemli ölçüde korunması bunun önemli örneklerinden birisidir. Yönetici zihniyetin yapısı ve değişimi, siyasi merkezin İslami kesimle ilişkilerinin şekillenmesinde ve bu ilişkilerin değişiminde hayati öneme sahiptir. Burada İslami kesimin sadece pasif etkilenen bir pozisyonda olmadığı, özellikle küreselleşme sürecinin etkilerinin hissedildiği son dönemde merkezdeki etkisini arttırdığına dikkat edilmelidir. Farklı dönemlerdeki yönetici zihniyetlere hermenötik yöntemle nüfuz etmeye çalışacağız. Ayrıca Sosyal Darwinizm, Pozitivizm, Karl Popper’ın “tarihsicilik” eleştirisi ve Neo-liberalizm gibi siyaset felsefesinin ilgi alanındaki konulara da yönetici zihniyetlerin çözümlenmesiyle ilgili bölümlerde değinilecektir. Türkiye’deki birçok kişinin davranışlarını ve kimlik yapılarını Batılı/modern İslami/geleneksel gibi ikili ayırımlar temelinde anlamak önemli yanlışlara sebep olmaktadır. Bu yanlışların aşılmasında Batılı/modern unsurlarla İslami/geleneksel unsurların beraberce kimlikleri şekillendirmesine vurgu yapmanın önemli olduğunu düşünüyoruz. Beraberce şekillendirmeye vurgu yapan, zıtlıklar kadar birleşme ve kaynaşmalara da dikkat çeken, karşı karşıya olunan paradoksları -çözmeye değil- tespit etmeye yönelen hermenötik bir yaklaşımı benimseyeceğiz. 14 D- Bu tezde en önem verdiğimiz hususlardan biri; modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin İslami kesimi dönüştürmesini, İslami kesimin “iç tartışmalarından ve kararlarından” bağımsız anlayamayacağımızın anlaşılmasıdır. Bu konuyla ilgili olarak, Lakatos’un bilim felsefesindeki görüşünden esinlendiğimiz modeli İslami kesimin kimlikleriyle ilgili olguları anlamada kullanmamız ve psikolojideki “bilişsel çelişki” teorisinden yararlanmamız, bu tezin özgün yaklaşımlarına örneklerdir. Sadece modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin etkisiyle toplumsal değişimi anlamaya çalışarak, değişimde, halkın geniş kesiminde etkin olmuş İslami kesimin kanaat/cemaat önderlerinin ve entelektüellerin, tartışmaları ile kararlarına yeterli önemi vermeyen araştırmalar, Türkiye’deki İslami kesimin değişiminin dinamiklerini ve nedenlerini anlamada yetersiz kalmışlardır. Bu tezin en temel hedeflerinden biri bu noktadaki eksikliği gidermektir. Bunun için “içeride” gerçekleşen bu tartışma ve kararlara da yer vererek, dıştan etkiyle bunların birleşerek, İslami kesimde “karışım kimliklerin” ortaya çıkmasında rol oynadıklarını göstermeye çalışacağız. İslami kesimin içindeki tartışma ve kararların, bahsedilen değişimdeki önemine dikkat çekmek için bu kesimin içindeki birçok kanaat/cemaat önderinin ve entelektüelin içinden her dönemle ilgili birer örnek seçtik: Osmanlı için İttihat ve Terakkiciler dâhil birçok kişi üzerinde önemli etkisi olan Muhammed Abduh’u; 1980’ler öncesi Türkiye Cumhuriyeti için Cumhuriyet döneminin en etkili kanaat/cemaat önderlerinden biri olan Said Nursi’yi seçtik. Üzerinde odaklanacağımız dönem olan 1980’ler sonrası Cumhuriyet dönemi için ise bir grup akademisyenden oluşan Ankara Okulu’nu seçtik. Bu grup hakkında siyaset ve sosyoloji alanında bir çalışma daha önce yapılmadığı için bu grupla ilgili -görüşmelerle desteklediğimiz- çalışmamız, alandaki bir boşluğu da dolduracaktır. Bahsedilen kişiler arasında önemli fikirsel farklılıklar olmakla beraber; bu kişilerin görüşlerinin, bireylerin kimliklerinin ve toplumsal değişimin bir unsuru olmaları açısından bir ortaklıkları vardır. Tüm bunları yaparken, insan bilimlerinin doğa bilimlerinden farklılığına vurgu yapan hermenötik yöntemden yararlanmaya özel bir önem vereceğiz. Hermenötik yaklaşımı devletin yönetici zihniyetine nüfuz etmede olduğu kadar İslam’la -özellikle Ehli Sünnet İslam’la- ilgili anlayışı ve kavramları kavramada 15 önemli bir anahtar olarak değerlendiriyoruz. Hermenötik yaklaşımı kullanırken tek bir felsefecinin hermenötikle ilgili bütün yaklaşımını benimsemek yerine; Dilthey ve Gadamer gibi -birbirlerine önemli zıtlıkları da olan- felsefecilerden yararlanmaya çalışan eklektik bir yaklaşımı benimseyeceğiz. Dilthey’e göre eylemi gerçekleştiren bireylerin zihinsel durumlarıyla empati kurmak, bu bireylerin eylemlerine hermenötik yaklaşımımızın başarısı için şarttır;21 bu empati ise ancak bireylerin inanç sistemine ve kavramlarına nüfuz etmeye çalışmayla, onların kavramlarını kendi kavramlarımız arasına katmaya çalışan bir çabayla mümkün olabilir. Dilthey bireylerin öznelliğine ulaşmanın, tikeli bütünle ve bütünü tikelle açıklamanın, deneyden genelgeçer bilgi çıkarmanın hermenötikte çıkaracağı epistemolojik sorunların farkındaydı. 22 Gorgias şüpheciliğine karşı Dilthey, insanların doğasındaki ortaklığa, anlamamıza olanak veren unsur olarak dikkat çekmiştir, nitekim dinlerin insanlar için ortak ahlak yasaları vazetmelerinden İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi gibi uluslararası geniş kabul gören metinlere, Aydınlanma’nın akılcılığından Kant ahlakına; tüm bunların temelinde insanların ortak bir doğayı paylaşmalarıyla ilgili kabul vardır. Bizce, Dilthey’in kendisinin de dikkat çektiği sorunlara verdiği cevaplar sorunları tamamen çözmemiştir; fakat insan bilimlerinde hermenötik yaklaşımı değerli görenler için bu cevapların önemi de yadsınamaz. Dilthey’in ortaya koyduğu ideale yüzde yüz ulaşmak mümkün olmasa da, Dilthey’in koyduğu hedefleri “ideal tip” olarak değerlendireceğiz. Ayrıca hermenötik açısından diğer önemli bir isim olan Gadamer’in vurguladığı; yorumcunun da tarihe ait olduğuna, kendi tarihsel ve şahsi pozisyonuna has önyargıları bulunduğuna ve yorumlama faaliyetine bu önyargıların katılmasının kaçınılmazlığına dair uyarılarını göz önünde bulunduracağız. 23 Gadamer, bilgiyi önyargısız bir şekilde inşa etmeyi, Aydınlanma’nın bütün önyargılara karşı önyargısı olarak görmüş ve bunun, gerçekleştirilmesinin imkânsız bir hedef olduğunu 21 Wilhelm Dilthey, Selected Works: Introduction to the Human Sciences, C. I, Ed. Rudolf A. Maakreel, Frithtjof Rodi, Princeton, Princeton University Press, 1991. 22 Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, Çev. Doğan Özlem, İstanbul, Paradigma Yayınları, 1999, s.111-113. 23 Hang-Georg Gadamer, Truth and Method, Çev. Joel Weinsheimer ve Donald Marshall, 2. bs., New York, Continuum International Publishing, 1989. 16 göstermiştir.24 Önemli olan doğru anlamayı “engelleyici önyargıları” tespit ederek yorumlamamızda düzeltmeler yapmaktır; yoksa önyargılarımızdan tamamen kurtulmamız ve “tabula rasa” bir zihinle olguları değerlendirmemiz mümkün değildir. Gadamer’in bu doğrultudaki görüşlerinden faydalanarak yorumlama sürecine eşlik eden “engelleyici önyargıları” tespit etmek ve yorumlarımızı buna göre düzeltmeye çalışmak, hermenötik yaklaşımımızda göz önünde bulunduracağımız diğer bir rehberimiz olacaktır. Zihinsel durumlara nüfuz etmeye hermenötik yaklaşımımızda önem vermemize karşılık, ünlü sosyolog-iktisatçı Pareto’nun da dikkat çektiği gibi, kişilerin gerçekleştirdikleri eylemlerle benimsedikleri teorileri (zihinsel durumları) arasında fark olduğu; Pareto’nun “mantık-dışı (non-logical) eylem” dediği bir alanın bulunduğu söylenebilir.25 Hiç şüphesiz bazen insanların inançlarıyla veya teorileriyle çelişkili eylemde bulundukları; örneğin İslam inancına inandığını söyleyenlerin dolandırıcılık yapmaları veya Marxist ideolojiyi benimsediğini söyleyenlerin iş ilişkilerinde kapitalistlerden daha çok işçiyi sömürmeleri, birçoğumuzun tanıklık ettiği olgulardır. Sonuçta dinsel-felsefi inançla veya amaçlarla gerçekleştirilen eylem arasında, tutum ve davranış arasında, her zaman bir örtüşme olmadığı doğrudur. Fakat kişilerin eylemlerini anlamlandırmak -hermenötik yaklaşım- için bütün zorluklarına rağmen, kişilerin düşünce dünyalarıyla ilgili çözümlemelere girişmekten daha iyi bir yol da gözükmemektedir. Tutum ve davranış arasındaki çelişkileri ön plana çıkaran psikologlar ve sosyologlar olmuştur. Fakat psikolojide Gestaltçı görüş ve sosyolojide Summer gibi tutum ve davranış arasındaki uyumu asli durum, aksi halleri istisna ve anomali halleri olarak görenler çoğunluktadır. Çiğdem Kağıtçıbaşı, 24 Shaun Gallagher, Hermeneutics and Education, Albany, State University of New York Press, 1992, s. 88-89. 25 Vilfredo Pareto, The Mind and Society, New York, Harcourt Brace, 1983. Pareto, sosyolojiye deneysel yöntemi hâkim kılmak için, deneysel olarak ulaşılmaz gözüken zihinsel alanı, eylemle arasındaki bağın zannedildiği kadar güçlü olmadığını söyleyerek dışlamaya çalışmıştır. Bu yaklaşımı, insani eylemin farkını vurgulayarak hermenötik yaklaşımı ön plana çıkaran ve davranışı anlamak için zihinsel duruma nüfuz etmeye çalışan yaklaşımlara -bizim de içinde olduğumuz- zıttır. Fakat hermenötik yaklaşımı kullanacak olmamız, insanların benimsedikleri teorileri/tutumları ve pratikleri/davranışları arasında yüzde yüz bir paralellik olduğuna inandığımız anlamına gelmez. Pareto’nun teoriyle pratik arasında kopukluk “olduğuna” dair uyarısı, genel durumu ifade etmek yerine “olması mümkün” fakat daha az muhtemel bir durumla ilgili uyarıya çevrildiğinde, böylesi bir yaklaşıma biz de katılırız. 17 tutum ve davranış arasındaki çelişkinin, ortamsal etkenlerle açıklanması gerekli veya istisnai bir durum olduğunu; doğal durumun, tutum davranış tutarlılığı olduğunu, birçok bilimsel araştırmayla desteklenen bu olgunun gerçek yaşamda daha çok gözlemlendiğini söyler.26 Biz de, bu anlayış doğrultusunda, zihinsel durum ve davranış (teori ile pratik, ya da düşünce ile madde) arasında sıkı bir bağ bulunduğunu kabul eden yaklaşımların yanında yer alıyoruz ve tezimiz açısından önemli insani davranışların analizi için zihinsel durumlarla/tutumlarla bu davranışlar arasındaki bağlantıyı, hermenötik yaklaşımdan faydalanarak çözümlemeye çalışacağız. Hermenötik yaklaşımı, insani davranışların, kendine mahsusluğuyla, doğa bilimlerinden farklı bir yöntemle değerlendirilmesi gerektiğinden ve insani eylemlerin düşüncelerle bağına verdiği önem yüzünden, faydalanılması gerekli bir metot olarak görüyoruz ama konumuzla ilgili olguların, hangi süreçler sonunda nasıl ortaya çıktıklarını ve nedenlerini tespit etmede yegâne metot olarak da benimsemiyoruz. Nitekim -pozitivist/davranışçı metodolojide özel bir önem verilenkantitatif verilerden konumuzla ilgili önemli gördüklerimizi de tezimizde yeri geldikçe kullanacağız. Zihinsel durumlarla ilgili çözümlemeler kadar, toplumsal olgularla ilgili matematiksel veriler de toplumsal ve siyasi olana nüfuz etmemiz için önemli araçlardır. Örneğin hermenötik yaklaşımın bir gereği olarak, başını örten kadınların bu eylemlerine sebep olan anlayışa nüfuz etmeye çalışmakla beraber; davranışçı metodoloji doğrultusunda elde edilmiş, Türkiye’deki kadınların yüzde kaçının başörtüsü kullandığı ve bu oranın azalıp azalmadığıyla ilgili verileri veya başörtüsü ile ilişkili anketlerdeki sorulara verilen cevapları değerlendirmek de bu konuyla ilgili çözümlemeler yapmak açısından faydalı olacaktır. Sosyal bilimlerde verimli sonuçların, hermenötik metotla davranışçı metodolojinin -birbirlerini dışlayan metodolojiler olarak değerlendirildiği tartışmaların dışına çıkılıp- güçlerinin birleştirilmesiyle elde edileceğini kabul eden bir yaklaşımla bu tez yazılmıştır. 26 Çiğdem Kağıtçıbaşı, Yeni İnsan ve İnsanlar,10. bs., İstanbul, Evrim Yayınevi, 1999, s. 149. 18 I. BÖLÜM OSMANLI’DA MODERNLEŞME VE İSLAM A. Osmanlı’da Yukarıdan-Aşağı Değişim Türkiye’de, küreselleşme sürecinin tüketim alışkanlıkları, ekonomi, bilgi ve kültür gibi alanlarda etkisini iyice gösterdiği 1980’lerden sonraki dönemde; toplum seviyesinde önemli farklılaşmaların oluştuğu, merkezin toplum üzerindeki belirleyiciliğinin azaldığı ve bu değişimin ise İslami kesimden bireylerin, cemaatlerin/tarikatların ve siyasal İslam’ın değişiminin önemli unsurlarından biri olduğu, bu tezin hipotezlerinden birisidir. Toplumun merkezden bağımsızlaşmasını, İslami kesim(ler)in güçlerini arttırmalarında ve siyaset gibi kurumların değişiminin nedenlerinden biri olarak gördüğümüzden, bu süreci “aşağıdan-yukarı” değişim olarak niteliyoruz. Bu aşağıdan-yukarı sürecin farkının ortaya çıkması için, daha önceki yukarıdan-aşağı değişim dönemlerini incelememiz yerinde olacaktır. Osmanlı dönemi; hem yönetim biçiminde İslam’a referanslar olması, hem millet sistemi gibi değişik sosyal ve hukuki yapısı, hem de kurumlarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nden -önemli devamlılıklarla beraber- önemli ölçüde farklıdır. Bu yüzden, 1980’lere kadar Türkiye Cumhuriyeti’ndeki değişimin asıl yönünün de yukarıdan-aşağı olduğunu düşünmemize rağmen, Osmanlı’yı ve 1980’lere kadarki Cumhuriyet dönemini farklı başlıklarda incelemeyi uygun buluyoruz. 1. Osmanlı’da Güçlü Merkez, Dağınık Çevre Küreselleşme sürecinde Türkiye’deki İslami dünya görüşünü benimseyen toplumsal kesimlerin değişimi, daha önceki süreçlerden kopuk değildir. Tarihsel kökenlerinden bu olguyu yalıtmak, bu olgunun gereğince anlaşılamamasına sebep olacaktır. Daha önceki dönemlerdeki modernleşme ve Batılılaşma gibi süreçler olmasaydı, günümüzde Türkiye’deki İslami dünya görüşünü benimseyenlerin nasıl 19 bir görünümle karşımıza çıkacağını ortaya koymak zordur; fakat bu süreçler yaşanmasaydı, bu kesimin oldukça farklı bir durumda olacağını tahmin etmek zor değildir. Bu yüzden, Osmanlı’dan başlayarak, bu süreçleri inceleyerek günümüze kadar gelmeye çalışacağız. Osmanlı’daki bahsedilen süreçleri gereğince anlamak için Osmanlı’nın toplumsal ve siyasi yapısını analiz etmek faydalı olacaktır. Halil İnalcık’ın sınıflamasını takip ederek, Osmanlı’yı -kabaca- iki sınıftan oluşan bir imparatorluk olarak değerlendirebiliriz. Birinci sınıf sarayı, bürokrasiyi, ulemayı ve askeri erkânı kapsayan yönetimdeki sınıftır. İkinci sınıf ise reayadır; yani yönetimde bir etkinliği olmayan halk kesimidir ve sistemin varlığında bu kesimin verdiği vergilerin rolü önemlidir.1 Osmanlı hanedanı dışında, yönetici elitin içinde bulunduğu birinci grubun üyesi olmak -her zaman olmasa da, genelde- soy-sop ilişkisine bağlı değildir ve bu sınıfın üyesi olmak genelde padişaha bağlıdır. Yönetici elitin içinde bürokrasinin özel bir önemi vardır; bürokrasi, tüm sistemin “sinir merkezi” (nerve centre) hükmündedir, sistemin politikalarının uygulanmasına ve padişahın otoritesinin mutlaklığının sağlanmasına hizmet eder.2 Osmanlı’daki sosyal-siyasi yapının anlaşılmasında, ilk olarak Şerif Mardin’in Osmanlı’ya uyguladığı ve meşhur ettiği merkez-çevre yaklaşımından da faydalanabiliriz. (Bu yaklaşımı toplumun yapısının mutlak olarak ikiye bölünmüş bir yapıda olduğunu iddia ederek kullanmıyoruz; fakat bu yaklaşımın Osmanlı’daki genel yapıyı anlamada iyi bir anahtar olduğunu düşünüyoruz.) Osmanlı’da merkezi oluşturan; padişah ve onun otoritesini mutlaklaştırmaya çalışan, konumlarını padişahın iradesi sayesinde elde eden, bahsedilen birinci sınıftır. Çevre ise temelde reayadan oluşan ikinci sınıftır. Osmanlı’da, Batı Avrupa’da örneklerine daha çok rastlanılan, merkezin çevreyle çatışmalarını, uzlaşmalar yaparak ve çevreyle 1 Halil İnalcık, “The Nature of Traditional Society: Turkey”, Political Modernization in Japan and Turkey, Ed. Robert E. Ward, Dankwart Rustow, Princeton, Princeton University Press, 1964, s. 43- 45. 2 Halil İnalcık, “Turkey Between Europe and the Middle East”, Perceptions: Journal of International Affairs, Vol.3, No:1, Mart-Mayıs 1998, s. 6. Bu ikili ayrımı Osmanlı için bir “ideal tip” olarak görmek gerekir. Osmanlı’daki kendilerine mahsus özel konumları olan Evrenosoğulları, Malkoçoğulları gibi ün yapmış aileler bu ikili sınıflamaya tam oturmazlar: Şerif Mardin, “Tabakalaşmanın Tarihsel Belirleyicileri: Türkiye’de Toplumsal Sınıf ve Sınıf Bilinci”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Der: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 1990, s. 75. 20 bütünleşerek çözdüğü süreçler pek yaşanmamıştır. Çevre güçlerinin ciddi anlamda bir özerkliğine de Osmanlı’da pek rastlanmaz.3 Merkez, askeri gücü denetiminde tutarak ve harekete geçirme kabiliyetine sahip olarak, kendi gücünü korumaya çalışmıştır. Çevrenin ayrışıklığına kıyasla merkezin derli toplu olması, çevrede küçük meta üzerine oturan küçük çaplı mülkiyetlerin varlığına karşın padişahın toprakların çoğu üzerindeki mülkiyeti ve merkezin ekonomi üzerindeki denetimi; çevrenin merkeze karşı güçlenmesini önleyen olgulardı. 4 Batı’da, merkezlerin, esnaftan çok tüccarları desteklemelerine karşın Osmanlı’daki merkez, daha çok loncaları tüccarlara karşı korudu ve tüccar kapitalist oligarşilerin kurulmasına engel oldu.5 Bu tip politikalar, merkez dışındakilerin servet elde ederek güçlerini arttırmalarının -merkeze karşı alternatif güç odakları oluşturmalarının- önünü kesti. Osmanlı’da, çevreyle bütünleşerek çatışmaları önleme anlayışından çok, çevrenin güçlenmesi suretiyle oluşması muhtemel, merkezin gücünü sınırlandıracak potansiyel tehlikelere karşı önlem alma düşüncesi, hâkim anlayış olmuştur. Osmanlı’nın bu yapısı, ekonomik ilişkilerin siyaset gibi üst yapıları belirlediğini söyleyen klasik Marxist paradigmadan çok, üst yapının (bu örnekte siyasetin, devletin bekası ile ilgili endişelerinden dolayı) da alt yapıyı belirlemesini içeren ve bu konuda hep Marxist paradigmaya karşı konumlandırılan Weberyen paradigmayı doğrular niteliktedir.6 Osmanlı’daki sosyal-siyasi yapıda, merkez dışında, toplumun genelinde ciddi bir değişiklik yapabilecek, bireyleri dönüştürebilecek bir güç gözükmemektedir. Devletten kısmen bağımsız olan Ermeni, Rum ve Musevi gibi milletlerin liderleri topluluklarının kültürel ve dinsel işlerinde etkiliydiler; fakat bu sistem statükoyu muhafazanın bir aracıydı, merkez bu sistemin kendisine bir tehdit oluşturmadan işlemesini denetlemekteydi. Kavalalı Mehmet Ali Paşa gibi merkezden aldığı yetkiye karşı daha sonra merkezden bağımsızlaşıp geniş bir alanda etkili olmuş örnekler vardır. Fakat bu ve benzeri bazı örnekler, Osmanlı sistemi açısından bir anomalidir, sistemden bir isyanla bağımsızlaşmadır. Merkezden, Kavalalı gibi isyanla 3 Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, s. 31-32. 4 A.e., s. 35-36. 5 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s. 82. 6 Max Weber, Sosyoloji Yazıları, 2. bs., Çev. Taha Parla, İstanbul, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1982, s. 155-191. 21 bağımsızlaşmadan da ayanların, Yörük-Türkmen aşiretlerinin ve Alevilik/Kızılbaşlık gibi ideolojilerin liderlerinin, merkezden bağımsız olarak bireyleri değiştirme gücü olduğu söylenebilir.7 Bu doğrudur, fakat Osmanlı ölçeğinde baktığımızda bu etkinin çok düşük olduğu görülür. Osmanlı’da, merkez dışında bireyleri dönüştürme kudreti olan güçler hep yerel kalmıştır. Merkezin siyasi alternatifi olabilecek bir muhalefeti engellemek, Osmanlı siyasetinin temel hedeflerinden biri olmuştur.8 2. Osmanlı Modernleşmesi ve Kadın Konusu Sonuçta, Osmanlı sistemi içinde ciddi bir değişimi gerçekleştirebilecek kapasiteye sahip merkezden başka bir aktör yoktu. Sistemin içinde bireyleri dönüştürücü gücü olan ne alternatif bir muhalefet, ne de günümüzde olduğu gibi siyasal merkezden bağımsız olarak bireyleri değiştirme gücü olan bir küreselleşme süreci vardı. Bu sosyal-siyasi yapı içerisinde önemli bir değişimin olabilecek tek yönü yukarıdan-aşağıyaydı. Osmanlı sistemi içinde merkezin, önemli değişimi oluşturabilecek tek aktör olması, merkezin her türlü etkiden bağımsız olarak değişimleri bir tek kendi arzusuyla oluşturduğu anlamına gelmez. Tam tersine, Osmanlı merkezi, askeri yenilgi ve toprak kaybı gibi kendi arzusuyla gelişmeyen sebepler üzerine “devletin bekası” gibi en temel endişesi zemininde; askeriye, bürokrasi, eğitim ve teknoloji gibi alanlarda reformlara girişmiştir. Osmanlı merkezinin, tehdit algısına karşı Batı düşüncesi ve teknik gelişmelerini Osmanlı toplumuna uyarlamasına Tanzimat’tan önce 18. yüzyıldan başlanarak rastlanır.9 Batı’daki endüstri devrimine bağlı olarak gelişen modernleşmeye karşılık (Batı’da, özellikle en önemli örnek olan İngiltere’de, bu süreç Osmanlı’dan farklı olarak yukarıdan-aşağı emirle olmadı) Osmanlı’da, toplumun içindeki dinamiklerden çok askeri yenilgi ve toprak kaybı, merkezi, değişime zorladı. 7 Halil İnalcık, “Tarihsel Bağlamda Sivil Toplum ve Tarikatlar”, Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam, Der: Fuat Keyman, Yaşar Sarıbay, Ankara, Vadi Yayınları, 1998, s. 81-82 8 Şerif Mardin, “Türkiye’de Muhalefet ve Kontrol”, Çev. Mehmet Özden, Türk Modernleşmesi, 14. bs., Der: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 179. 9 Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, “Tanzimat: Modernleşme Arayışı ve Politik Değişme”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Ed. Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2000, s. 6. 22 Osmanlı modernleşmesinde, 1839’da, Sultan Abdülmecid döneminde okunan Tanzimat Fermanı önemli bir dönemeç olarak kabul edilir. Bu tarihten Meşrutiyet’e, Osmanlı İmparatorluğunun çöküş sürecine ve Cumhuriyet’in kuruluşuna dek askeri alanda, eğitimde, hukukta, ekonomide ve teknolojide önemli yenilikler gerçekleştirildi. Osmanlı bürokrasisindeki kadroların çoğu, modernleşmenin ideolojisine sahip olmasalar da modernleşmenin birçok gereğini yerine getirdiler.10 Merkez, bu süreçte, çevreye nüfuz yeteneğini arttırdı, hukuk, -Weber’in deyişiyle- “yasal-ussal bir otoriteye” daha çok dayanmaya başladı. 11 Sonuçta Osmanlı’nın modernleşme sürecinde merkez-çevre ilişkilerinin içeriğinde değişiklikler oldu, fakat modernleşmeden asıl etkilenen merkezdeki bürokratik ve askeri erkândı; telgraf gibi modernleşmenin yeni unsurları bazı vilayetlerde önemli değişimlere sebep oldularsa da toplumun geniş kesimindeki bireylerin habituslarında önemli bir değişiklik yaşanmadı. Modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan bireylerin (İslami dünya görüşünü benimseyenler dâhil) habituslarında oluşturdukları en önemli değişikliklerden birçoğu kadının yeri ile ilgilidir. Kadınlar, bu süreçler sonunda daha görünür olmuşlar, kamusal alana çıkmışlar; iş, eğitim ve günlük aktivitelerde erkeklerle aynı mekânları paylaşıp, beraber faaliyette bulunmuşlardır. Toplumun kültüründe ve Ehli Sünnet İslam’ın dünya görüşünü benimseyen bireylerin habituslarında oluşan değişimleri gözlemek için eğer örnek olarak bir konuya odaklanılacaksa; bizce, bu husus, kadınların kamusal alana çıkışı olmalıdır. Kadın bedenini denetleyerek güç ilişkilerini düzenlemede, en önemli husus, kadının tecrit edilerek güç kazanılan alanlara girmesinin önlenmesi olmuştur.12 Kadınlar kamusal alana daha çok çıktıkça, güç ilişkileriyle ilişkili toplumsal yapı daha köklü bir değişiklik geçirmiştir. Toplumun yarısını teşkil eden kadınların; eğitim seviyelerindeki artış, ticaret-sanayi gibi güç kazanılan alanlara girişleri, kendilerine güvenlerini kazanmaları, yönetim süreçlerinde söz sahibi olmaları hep kamusal alana 10 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 16. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s. 30. 11 Mehmet Ö. Alkan, “Resmi İdeolojinin Doğuşu ve Evrimi Üzerine Bir Deneme”, Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, 6. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 378. 12 Fatmagül Berktay, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, 2. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2000, s. 16, 23-25, 151-154, 157. 23 çıkışlarıyla ilişkilidir. Toplumun diğer yarısını teşkil eden erkekler de, bu olguyla beraber, aile gibi kurumlarda ortaya çıkan yeni güç ilişkileri, ticaret, bürokrasi ve siyaset gibi güç alanlarını kadınlarla paylaşmaları sonucunda habituslarında önemli değişimler yaşamışlardır. Günümüzde de “kadın konusu”; özellikle kadınların siyasal, ekonomik ve diğer güç alanlarına katılımlarına ve bu olgunun toplumsal yapı ve güç ilişkilerinde oluşturduğu değişime odaklanılarak, hiçbir dönemde olmadığı kadar inceleme odağı haline gelmiştir.13 Kadınların kamusal alana çıkışının bu önemine binaen, İslami dünya görüşünü benimseyen kesim(ler)in ve bireylerin değişimini (Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde) bu hususa özel vurgu yaparak - başka olgularla da beraber- tartışacağız. 14 Osmanlı’nın son dönemlerinde, özellikle 2. Meşrutiyet dönemindeki sayıları artan kadın dergileri ve kadın dernekleri, toplumun tabanında; kadınların özgürleşmeleri, eğitim gibi haklarını elde etmeleri ve kamusal alana çıkışlarının önündeki engellerin kaldırılması hususlarında bilinç oluşmasında etkili olmuşlardır.15 Ayrıca bu dergiler ve dernekler alternatif bir kamusal alan oluşumuna da katkıda bulundular.16 Fakat bu Osmanlı’nın son yıllarındaki oldukça kısa bir döneme karşılık gelmektedir ve toplumun tabanındaki (yukarıdan-aşağıya değişim genellememize dâhil olmayan) bu oluşumlar, belli bir kadın zümresinin -çoğunluğun içinde ufak bir azınlık olan okur yazar ve varlıklı kesimden kadınlardan oluşan- bilincinde önemli değişiklikler oluşturmuş olsa da, Osmanlı’nın son dönemlerine dek, toplumun geniş 13 A.e., s. 27. 14 Nilüfer Göle’nin yaptığı gibi “başörtüsü/türban” veya genel anlamda “tesettür” sorunu üzerine odaklanarak da İslami kesimden bireylerin değişimini tartışmak mümkündür. “Kadınların kapanması” meselesi, İslam’ın Batı’ya göre ötekiliğini çarpıcı bir şekilde yansıttığı, cinsiyet sorununun merkeziliğini içerdiği, kadın meselesine ve kadın-erkek arası güç ilişkilerine odaklanmaya imkân verdiği için elbette çok önemlidir: Nilüfer Göle, Modern Mahrem, s.11-14. (Nitekim biz de ilerleyen bölümlerde bu konuya değineceğiz.) Fakat bizce, kadınların kamusal alana çıkışı; kadınların “kapanma” meselesiyle de alakalı olmakla beraber, bu meseleden daha hayati bir öneme sahiptir. Çünkü kadınların güç ilişkilerinde değişen rolü en çok bu hususla alakalıdır. Üniversitede okuyan, doktor veya avukat gibi bir meslek sahibi olabilen, fabrika veya mağaza gibi bir iş yerinde erkeklerle beraber çalışan kadınların, başörtülü de olsalar, güç ilişkilerinde güçlerinin ve habituslarının değişimindeki oranın, kamusal alana çıkışları engellenen başörtüsüz kadınlardan daha yüksek olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden, örnek olarak en çok, kadınların kamusal alana çıkışına odaklanmayı seçtik. 15 Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, İstanbul, Metis Yayınları, 1994, s. 22, 32, 46. 16 Fatmagül Berktay, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm”, Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 351. 24 kesimini dönüştürme potansiyelini elinde bulundurma hususunda merkezden başka önemli aktör olmamıştır ve merkezin bu yönde ciddi bir değişiklik politikası olmamıştır. Osmanlı’da Tanzimat sonrası dönemde de mekânların cinsiyete göre bölünmesi devam etmiş ve kadınlarla erkeklerin karışmasını önlemek için yasal düzenlemeler yapılmıştır.17 İstanbul’da ve birkaç ilde, 1862’den itibaren kız öğrencilerin ortaöğretim kurumlarına alınmaya başlaması -ki bu yenilik kadınların meslek kazanması açısından önemliydi- gibi aslında önemli atılımlar olmuştur.18 Fakat, sınırlı bir bölgede az sayıda kişiye yönelik olan bu tip uygulamalara karşın bu dönemde, kadınlar kocalarıyla beraber lokanta ve gazino gibi yerlere gidemez; tramvay, vapur gibi araçlarda ayrı bir alanda, araya perde çekili bir şekilde otururlardı. Kızların üniversite ve yüksek okullara girmesi ise ancak Osmanlı’nın son yıllarında -I. Dünya Savaşı yıllarında- mümkün oldu. O zaman da perdeyle ayrılan farklı bölümlerde veya farklı sınıflarda ders yaptıkları oluyordu.19 Kızların erkeklerle aynı sınıfta bir arada oturamayacaklarına dair verilen fetvaya karşın, ancak 1921 yılında, Edebiyat Fakültesi müderrisler meclisi reisi İsmail Hakkı Baltacıoğlu kızlarla erkeklerin aynı sınıfta ders yapabileceklerini beyan etti.20 Osmanlı’nın son dönemlerinde dört kez şeyhülislamlık yapan Musa Kazım Efendi (1858-1920), kadınların, yaratılış gayelerinin çocuk doğurmak ve büyütmek olduğunu, bu vazifelerini aksatacak işlere ve yüksek öğretime gitmemeleri gerektiğini, ancak kendi aralarında olmak şartıyla konser ve konferans düzenlemelerinin caiz olabileceğini ifade etmiştir.21 İstanbul Muhafızlığı’nın 1913 yılındaki beyannamesinde ise kadınların alışveriş bahanesiyle her yere girip çıkmaması gibi isteklerde bulunuldu, bu isteklere uymayanlara ise şiddetli kanuni müeyyidelerin tatbik edileceği ikaz edildi.22 Jön Türk iktidarının olduğu 2. Meşrutiyet döneminde bile, önemli değişiklikler yapma yönündeki niyetlere ve 17 A.e., s. 353. 18 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 7.bs., Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004, s. 231. 19 A.e., s. 446. 20 Hilmi Ziya Ülken, Türkiyede Çağdaş Düşünce Tarihi 1, İstanbul, Selçuk Yayınları, 1966, s. 311. 21 Musa Kazım, “Tesettür-i Nisvân”, İslamiyat, C. I, No: 2, Nisan-Haziran 2000, s. 184-187. 22 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, 2. bs., İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007, s. 94. 25 teşebbüslere rağmen, toplumun geniş kesimlerinin habituslarında ciddi bir değişiklik olmadığını, Prenses Seniha Sultan’ın Fransız arkadaşına yazdığı mektupların şu nükteli satırlarından okuyoruz: Ah, ah, siz de sanıyordunuz ki Abdülhamid’in devrildiği günün ertesi Türk kadınlığı çok şeyler kazanacak değil mi? Değişen hiçbir şey yok sevgili iki gözüm!.. Ah sevgili hemşirem, unutmuyorum… Daha bir yıl önceydi, bana Türkiye’de feminizmin er geç bir zemin bulacağından bahsediyordunuz… Bugün nerede olduğumuzu biliyor musunuz? Şuradayız: Müslüman kadını, üst üste üç peçe de örtünse, açık arabada gezemez. Landoların üstü örtük, camları kapalı, perdeleri indirilmiş olacak. Abdülhamid zamanında böyle şey görmemiştik.23 Tam da bu noktada, Osmanlı’daki ve günümüzdeki İslami kesimin farkının altını çizmek gerekmektedir: Osmanlı’nın modernleşme sürecinde bile, kadınların kamusal alana çıkması, Ehli Sünnet İslam’a referanslarla önlenmeye çalışılmıştır;24 günümüzde ise Ehli Sünnet dünya görüşünü benimseyenlerin birçoğunun en önemli hedeflerinden biri kendi dünya görüşlerini benimseyen kadınların kamusal alana çıkması önündeki engelleri kaldırmaktır. Eğitimde türban yasağını kaldırmak, Türkiye’deki Ehli Sünnet kesimin, gerçekleşmesi için en çok mücadele ettiği hedeflerden biri olmuştur. Bu yasağın kalkması ise kadınların; daha çok kamusal alana çıkmaları, erkeklerle karışık olarak aynı mekânları paylaşmaları, daha çok görünürlüklerinin artması, güç ilişkilerinde daha önemli aktörler haline gelmeleri demektir. Burada sorulması gerekli soru şudur: Ne olmuştur ve nasıl olmuştur da Osmanlı’da Ehli Sünnet inanca referanslarla kamusal alana çıkması engellenen kadınların, daha çok görünür olmalarını ve kamusal alana çıkmalarını engelleyen yasakların kaldırılması, günümüzdeki Ehli Sünnet dünya görüşünü benimseyenlerin en önemli hedeflerinden biri haline gelmiştir? Bu tip olguların açıklanması bu tezin 23 Claude Farrere, Türklerin Manevi Gücü, İstanbul, Tercüman: 1001 Temel Eser, 28 Temmuz 1911 ve 10 Ağustos 1912 tarihli iki mektuptan; Bu kaynaktan aktaran: Nilüfer Göle, Modern Mahrem, s. 72-73. 24 Berktay, din adına geliştirilen yaklaşımların, fiziksel mekana da yansıyan etkisinin, Osmanlı’daki kadınların konumlarıyla ilgili analizlere dâhil edilmesi gerektiği kanısındadır: Fatmagül Berktay, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm”, s. 351. İslam ile ilgili analizlerin fiziksel mekanla ilgili olguları değerlendirmedeki önemine binaen; ilerleyen sayfalarda, “dine” referanslarla kadınların kamusal alana çıkmasının engellenmesini irdeleyeceğimiz gibi, İslami kesimin içindeki önemli bir entelektüel olan Muhammed Abduh gibi etkin düşünürlerin, “dinsel” temellendirmeyle kadınların kamusal alana çıkmasının önünü açmaya çalışmasını da irdeleyeceğiz. 26 en temel amaçlarından birisidir ve ilerleyen sayfalarda bu gerçekleştirilmeye çalışılacaktır. “Kadın konusu” ve bu konuyla ilişkili süreçler, modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde İslami kesimi anlamak için merkezi konumdadır; bununla ilgili yapılacak çözümlemeler, söz konusu süreçlerle ilgili birçok noktayı aydınlatacaktır. B. Osmanlı’nın İdeolojik Aygıtları Merkezin ideolojisinin ne olduğu kadar, bu ideolojisini çevreye ne kadar aşılayabildiği de Osmanlı ve Türkiye’deki İslami kesimin durumunu ve değişimini anlamada önemlidir. Merkezin topluma ideolojisini taşıyan ve böylece çevreye nüfuzunu sağlayan somut kurumları ve bunlarla ilgili değişimleri incelememiz; siyasetin topluma nüfuz gücünü anlamakta, merkezle çevre arasındaki ilişkilerin durumunu ve değişimini tespit etmekte önemlidir. Bu başlıkta bu konu irdelenmeye çalışılacaktır. 1. İdeoloji, Althusser ve Devletin İdeolojik Aygıtları “İdeoloji” kavramı 18. yüzyılın sonunda üretilmiştir ve siyaset felsefesinde tartışılan birçok kavram gibi bu kavramın kullanımında da konsensüs yoktur. Bu tezde, bu kavramı, oldukça geniş bir şekilde; yol haritası veren, tercihleri belirleyen, inançlar, normlar, değerler bütünü anlamında, kısa şekilde ifade etmek gerekirse dünya görüşü anlamında kullanıyoruz.25 Zamanla bu kavram; dogmatiklik, aşırılık, bilimsellikten uzaklık gibi anlamlarda kullanılmıştır, hâlâ da birçok kişi böylesi olumsuz anlamlarıyla bu kavramı kullanmaktadır.26 “Devletin ideolojik aygıtları” terimini sosyal bilimlere kazandıran ise Fransız filozof Louis Althusser (1918-1990) 25 H. Birsen Örs, “İdeoloji: Karmaşık Dünyayı Anlaşılır Kılmak”, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, 2.bs., Der: H. Birsen Örs, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 6, 9-10. 26 Fakat bu tezde, bu kavramı, hiçbir olumlu veya olumsuz anlam yüklemeden kullandığımızı -Gramsci gibi- hatırlatmakta fayda görüyoruz. A.e., s.14-15, 22-23. Gramsci’nin bu kavramı kullanımı için bakınız: Antonio Gramsci, Selections from the Prison Notebooks, Çev. Quintin Hoare, New York, International Publishers, 1971. 27 olmuştur. Althusser, klasik Marxist yaklaşımın, kapitalist üretim ilişkilerinin nasıl korunup yeniden üretildiklerini göstermekte yetersiz kaldığı kanaatine varmış ve “devletin ideolojik aygıtları” ile ilgili yaklaşımıyla buradaki eksikliği tamamlamaya çalışmıştır.27 Althusser’e göre devletin, baskı aygıtının yanı sıra eğitimsel, dinsel, hukuksal, sendikal, iletişimsel, kültürel gibi farklı ideolojik aygıtları vardır. Althusser, devletin, baskı aygıtını ve ideolojik aygıtlarını, iktidarıyla bir arada tuttuğunu; baskı aygıtıyla doğrudan, ideolojik aygıtlarıyla ise dolaylı olarak etkin olduğunu söyler.28 Althusser’den bu terimi ödünç almamıza karşılık, “devletin ideolojik aygıtlarını” Althusser gibi, sınıf mücadelesiyle ilgili bir analiz için kullanmadığımızı baştan belirtmekte fayda görüyoruz.29 Burada bizim için önemli olan devletin polis, asker, hapishane gibi baskıcı aygıtın unsurları dışında, ideolojik aygıtlarla da etki ettiğine dikkat çekilmesidir. Her iktidar kendisini meşrulaştırmak ister; Althusser’in yaklaşımı, merkezin çevreye etkisinin sadece baskı aygıtıyla olmadığını, iktidarı muhafaza etmenin bir yönteminin de ideolojik aygıtların kullanımı olduğunu görmemize, iktidar analizi için bu aygıtların analizine de yer vermemize olanaklar sunar. Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde, gerek statükonun korunması, gerek değişimin sağlanması ile ilgili kararların uygulanmasında, devletin çevreye nasıl nüfuz ettiğini anlamamıza yardımcı olacak devletin ideolojik aygıtlarının yerini saptamak önemlidir. Bu yüzden bu aygıtları, dönemlere göre artan veya azalan etki dereceleriyle beraber incelemek yararlı olacaktır. 27 Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıları, s. 113-118, 173-182. 28 A.e., s. 54-58. 29 Althusser “devletin ideolojik aygıtlarını” sınıf mücadelesinin hem sahnesi hem de nesnesi olarak görüyordu. Analizinin temelinde de Marxist yaklaşımın odak noktası olan sınıf mücadelesi vardı. Ayrıca Althusser, Marxist yaklaşımın eylemi yücelten söyleminin etkisindeydi ve burjuva egemenliğinden kurtulmak için “burjuva devletin ideolojik aygıtlarını parçalamak için uzun süreli bir mücadele vermeyi” öğütlüyordu. Oysa burada, Althusser’den ödünç aldığımız bu terminoloji, reçeteler yazmak için değil, sadece belli dönemlerdeki sosyolojik ve siyasi yapıları, bunların muhafaza ve değişimlerini daha iyi analiz edebilmek için kullanılmaktadır: A.e., s. 19, 83. 28 2. İdeolojik Aygıtlar ve Millet Sistemi Osmanlı’nın farklı dinlerin mensuplarını ayrı milletler olarak değerlendiren siyasal ve hukuksal sisteminde, Müslümanların haricindeki milletler din, eğitim ve kısmen hukuk gibi alanlarda özerk bir yapıya sahip olduklarından;30 bu milletler, merkez tarafından, en önemli ideolojik aygıtlar olan eğitimsel ve dinsel kurumlarla Müslüman nüfus gibi etki altına alınamamaktaydı. (İlk dönemlerdeki devşirme usulü gibi yollarla diğer milletlerin bir kısım fertlerine yapılan etki gibi istisnalar da hatırlanmalıdır.) Müslüman olmayan milletler, ideolojik aygıtlardan çok, güç ilişkileriyle ve tanınan haklarla kontrol ediliyorlardı ve İnalcık’ın temel Osmanlı devlet politikası olarak gördüğü “hazine-iktidar-hazine”31 politikasına verdikleri vergilerle hizmet ediyorlardı. Balkan Savaşları’nda ve I. Dünya Savaşı’nda, bu milletlerin birçok üyesinin Osmanlı’nın karşı safına geçmesini ve Osmanlı’dan kopmalarını da “devletin ideolojik aygıtları” yaklaşımıyla anlamaya çalışabiliriz. Buna göre Osmanlı’dan bu milletlerin kopma sebeplerinden biri, Osmanlı’nın bunlara Müslüman nüfusa olduğu oranda ideolojik aygıtları ile -II. Mahmut döneminden başlayan tüm çabalara ve kısmi başarılara rağmen- gereğince nüfuz edememesi, Osmanlı’nın en güçlü ideolojik aygıtı olan “dinsel ideolojik aygıtının” ise farklı dinlerden olan milletler için bir önemi olmamasıdır. “Osmanlılık” ideolojisinin uygulanması yoluyla Müslüman olmayan bireylere de nüfuz edilmeye çalışılmış ve bunun için Galatasaray Lisesi’nin kurulması gibi somut adımlar atılmıştır,32 fakat bu tip girişimlerle, daha çok merkezde bürokratlık gibi vazifesi olacak sınırlı sayıda bireye ulaşmak mümkün olmuştur. Güç ilişkileri ve tanınan haklar temelinde duran bir bağlılığın, Osmanlı’nın gücü azaldığında ve uluslaşma süreçleri başladığında sona ermesi normaldi. Müslümanlar dışındaki milletlere de nüfuz etmeyi amaçlayan Osmanlılık ideolojisinin karşısındaki zorlukları, Galatasaray lisesine gösterilen tepkiler üzerinden okuyabiliriz; bu okula sadece medrese mensupları değil, aynı zamanda cemaatleri üzerindeki otoritelerini kaybedecekleri 30 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, s. 177. 31 Halil İnalcık, “Tarihsel Bağlamda Sivil Toplum ve Tarikatlar”, s. 75. 32 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 242-243. 29 endişesiyle Rum Ortodoks Patrikhanesi, Musevi Hahambaşılık ve Vatikan’daki Papalık da muhalefet etmişlerdir.33 Osmanlı’nın diğer milletler dışında kalan Müslüman halkın hepsine ideolojik aygıtlarıyla nüfuz edebildiğini söylemek de mümkün değildir. Osmanlı’da halkın % 90’dan fazlası tarımla uğraşıyordu.34 Bu kesimin (çevrenin) büyük bir kısmı ya çok az ya da hiç eğitim almıyordu. Bu yüzden en önemli ideolojik aygıtlardan biri olan eğitimle, çevreye çok fazla nüfuz edildiği söylenemez. (Osmanlı’nın ancak son dönemleri olan Abdülhamid döneminde -1876-1908- bu hususta kayda değer bir değişiklik olduğuna ilerleyen satırlarda değineceğiz.) Osmanlı döneminde radyo, televizyon gibi iletişim araçları da olmadığından, Türkiye Cumhuriyeti’nde olduğu gibi, eğitim aygıtıyla ulaşılamayan kesimlere ulaşmak için böylesi alternatifler de mevcut değildi; diyebiliriz ki Osmanlı’nın en önemli ideolojik aygıtı -ulaşılamayan önemli bir kitleye rağmen- “dinsel ideolojik aygıtı” idi. 3. Osmanlı’da Dinsel İdeolojik Aygıt Thomas Hobbes’a göre Leviathan’ın35 gereğince güçlü olması için siyasi otoriteyle dinsel otorite aynı yerde olmalıydı. 36 Hobbes’un Leviathan için öngördüğü ideale Osmanlı, kendi tebaasının en büyük kısmını oluşturan Müslümanların, en büyük kısmını oluşturan Ehli Sünnet toplumun, kurumsal liderliği olan halifeliği elinde bulundurmakla yaklaşıyordu. Halifelik müessesesinin getirdiği güç, şeyhülislamlık, medreseler gibi kurumların varlığı ve aynı dinin aynı mezhebinin üyesi olmanın verdiği bütünleştirici duygu, hep beraber; merkezin, Ehli Sünnet inancı benimseyen geniş bir kesime nüfuzunda avantaj sağlıyordu. Merkezin -özellikle Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren iyice belirginleşen- Ehli Sünnet 33 Mehmet Ö. Alkan, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Modernleşme ve Ulusçuluk Sürecinde Eğitim”, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, Ed. Kemal H. Karpat, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, s. 97. 34 Halil İnalcık, a.g.e., s. 77. 35 Leviathan, Eski Ahit’te bahsedilen bir deniz canavarıdır. Hobbes, devleti bu canavara benzetir ve devletin bireyler karşında güçlü olması gerektiğini ifade etmek için bu metaforu kullanır. 36 Thomas Hobbes, Leviathan, 3.bs., Çev. Semih Lim, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001, s. 263- 304. 30 kimliği; halifeliğin sadece Ehli Sünnet için geçerli bir kurum olması ve Ehli Sünnet fıkhının hukukta referans kaynağı olması gibi temel göstergelerden, padişahların ülkeyi yönetmek için hükmü devralmasını sembolize eden kılıç kuşanma töreninde en sık kullanılan kılıçlardan birisinin ikinci halife Hz. Ömer’in kılıcı olmasına kadar detaylarda kendini gösterir.37 Hatırlanacağı gibi Hz. Ömer, Aleviliğin, haksız olarak halife olduğunu düşündüğü, bu yüzden çocuklarına ismini koymayı bile tercih etmedikleri bir şahıstır. Aynı şekilde Aleviler, Hz. Osman’ı da Hz. Ali’ye karşı haksızlık eden bir kişi olarak görürler ve çocuklarına onun adını da koymazlar, ama “Osmanlı” Aleviler’in içinde yaşadıkları imparatorluğun adıydı. Osmanlı merkezinin siyaseti, genelde, Ehli Sünnet dışı mezhepleri -Alevilik gibi- görmezden gelme yönünde olmuştur ve Ehli Sünnet dışı grupların, Hıristiyan mezhepler gibi örgütlenmeleri ve merkezce onaylanan idari bir hiyerarşi içinde kendi liderlerini belirlemeleri söz konusu olmamıştır.38 Ancak Aleviler, kendi içlerinde kurdukları hiyerarşiyle, dedelik gibi müesseselerle ve kendi gelenek göreneklerinin yaptırımlarıyla, düzenlerini muhafaza etmiş ve sistemlerini sürdürmüşlerdir.39 Osmanlı topraklarındaki birçok Ehli Sünnet olmayan gruba, hatta Ehli Sünnet çizgisindeki bazı tarikatlara dahi, devletin dinsel ideolojik aygıtıyla nüfuzu mümkün olmuyordu. Ehli Sünnet dışındaki Kızılbaşlık/Abdallık gibi ideolojilerle Türkmenler gibi bazı topluluklar, devlete karşıt bir tutum takınabiliyorlardı. Kutb-ül Aktablık veya Mehdilik gibi inançları kullanan tarikat liderleri, bireyleri kendilerine bağlı tutarak, devletin merkezinin nüfuz alanının dışına çıkarıyorlar ve gerekirse bireyleri devlete karşı harekete geçirebiliyorlardı. 40 11 Eylül olayında yer alan önemli isimlerin Vehhabi mezhebine bağlılıkları anlaşıldıktan sonra Vehhabilik dünya kamuoyunda geniş ilgi uyandırmıştır. Vehhabiler de Osmanlı’ya dinsel konularda 37 Bu törende en çok kullanılan kılıçlardan birinin Hz. Ömer’in kılıcı olduğuyla ilgili olarak bakınız: Hakan T. Karateke, Padişahım Çok Yaşa: Osmanlı Devletinin Son Yüzyılında Merasimler, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2004, s. 52-56. 38 İlber Ortaylı, Batılılaşma Yolunda, 4. bs., İstanbul, Merkez Kitapçılık, 2007, s.162-163. 39 Bu konunun vurgulanması gerektiğine sayın Prof. Dr. İzzettin Doğan dikkatimi çekti. 40 Halil İnalcık, a.g.e., s. 82-84. 31 muhalefet eden, Osmanlı ile çatışmaya giren, Osmanlı merkezinin, Müslüman olmasına rağmen dinsel ideolojik aygıtla nüfuz edemediği topluluklara bir örnektir.41 Alevilik, Vehhabilik gibi mezheplere ve kimi tarikatlara bağlı bireylere, Osmanlı merkezinin dinsel ideolojik aygıtıyla nüfuz edememesi, Osmanlı’daki bu ideolojik aygıtın etkisiz olduğu anlamına gelmez. Osmanlı’da dinsel ideolojik aygıtın nüfuz gücü, -nüfuz edemediği diğer milletlerin ve bahsedilen grupların varlığına rağmen- Osmanlı’yı mukayese ettiğimiz 1980’ler öncesi ve sonrası Türkiye Cumhuriyeti’nden daha güçlüydü. Diyebiliriz ki Osmanlı’nın, kendinden sonraki bu dönemlerden ideolojik aygıtları daha az etkili olmasına rağmen, bir tek dinsel ideolojik aygıt noktasında daha etkili olduğu söylenebilir. Merkezin ideolojisinin önemli bir unsuru Ehli Sünnet inançtı; merkez, Cumhuriyet’ten farklı olarak dine referanslarla meşruiyetini sağlıyordu ve de bu unsur Osmanlı’nın, Cumhuriyet döneminden daha güçlü bir şekilde dinsel ideolojik aygıtla bireylere etki edebilmesine olanak tanıyordu. Çevrede Ehli Sünnet görüşü paylaşanlar, Hıristiyan veya Alevi unsurlardan (“ötekilerden”) “Müslüman” ve “Ehli Sünnet” kimlikleriyle ayrılıyorlardı. “Öteki” kendi kimliğimizi tanımlamada ve inşa etmede önemli bir referans noktasıdır; genelde, uzakta olup irtibatımız zayıf olanlardan ziyade, gerçek “öteki” vazifesini, yakınımızda olup onu ötekileştirerek kendimizi tanımladıklarımız görürler.42 Çevredekilerin çoğunluğunun kimliğinin önemli bir unsuru olan Ehli Sünnet İslam’ın, merkezin resmi ideolojisi olması; İslam’ın bu mezhebine bağlı bireyler ile merkez arasında oluşan bağda önemli bir unsurdu. Bunlar, ideolojik anlamda merkezin, çevredeki özellikle Ehli Sünnet tebaasına -ki çoğunluktu- nüfuz edebilen bir bağı olduğunu gösterir. Bu nüfuz etmeyi gerçekleştirmede medreseler, hem dinsel hem eğitimsel ideolojik aygıt olarak önemli fonksiyonlar icra ediyorlardı. Fakat merkezin, ideolojisini yeniden ürettiği aygıtlardan biri olan medreselerde, Tanzimat döneminde bile ciddi bir 41 Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, Çev. Şiar Yalçın, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, (2004), s. 39-45. 42 Şeyla Benhabib, Critique, Norm and Utopia, New York, Columbia University Presss, 1986, s. 11. 32 modernleştirme çabası olmadığını hatırlamak gerekir.43 İslami kesimin habituslarını ciddi şekilde değiştirme potansiyeli olan tek güç, yukarıdan-aşağı etki potansiyeli ile merkezdi; fakat merkezin bu yönde ciddi bir politikası olmamıştır ve medreseler gibi Osmanlı için önemli bir ideolojik aygıtta önemli bir değişikliğe gidilmemesi de bunun bir örneğidir. Bu gibi sebepler yüzündendir ki kadınların kamusal alana çıkmalarının engellenmesi ve görünmez kılınmalarıyla ilgili geleneğin devamı gibi -daha önce değindiğimiz- konumuz açısından önemli olgular, Osmanlı’nın modernleşme dönemi olarak kabul edilen dönemde de devam etmiştir. 4. Osmanlı’da Eğitimsel İdeolojik Aygıt Osmanlı’nın modernleşme döneminde temel hedefler; askeri ve teknolojik alanlarda modernleşerek savaşlarda yenilmemek, bürokrasiyi modernleştirerek çevreye gerekli şekilde nüfuz edebilmekti. II. Abdülhamid kurduğu okulları ideolojik aygıt olarak değerlendirerek, merkezin çevreye nüfuz gücünü geliştirmeye ve bürokrasi, askeriye gibi merkezin gücünü sağlayan kurumlara eleman yetiştirmeye çalıştı. II. Abdülhamid’in 10 bin yarı-dinsel özellikli sıbyan mektebi açtığı, 200 ilkokul (ibtidai) sayısını 4000’e, 250 ortaokul (rüşdiye) sayısını 600’e, 5 lise (idadi) sayısını 104’e, muallim mekteplerinin sayısını 4’ten 32’ye çıkardığı söylenir.44 Mehmet Alkan’ın dikkat çektiği gibi, II. Abdülhamid’in eğitim konusunda sağladığı gelişmeleri olduğundan daha büyük göstermek için, önceki dönemdeki okul sayısının düşük gösterilmiş olması mümkündür,45 fakat II. Abdülhamid döneminde okul sayısında oldukça büyük bir artış olduğu tartışılmamaktadır. Birçok kimsenin Osmanlı’da sekülerleşmenin göstergesi olarak gördüğü bu okulların ders programları incelenirse, aslında bu okulların eğitimsel ideolojik aygıt olmanın yanında, medreseler gibi dinsel ideolojik aygıt vazifesini de yerine getirdiği anlaşılır. Benjamin Fortna, bu okulların kurucularının, gençliğin; dinlerinden, düşünce yapılarından, giyimleri gibi yaşam tarzlarından, yabancı etkilerle uzaklaştırılacakları 43 Niyazi Berkes, a.g.e., s. 231. 44 Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, Çev. Ahmet Yıldız, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005, s. 68. 45 Mehmet Ö. Alkan, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Modernleşme ve Ulusçuluk Sürecinde Eğitim”, s. 110. 33 endişesini taşıdıklarını ve buna göre okulların eğitim programını şekillendirdiklerini ifade eder.46 Fortna, bu okulların İslam ahlakını aşılamaya çalıştıklarını, Peygamberin, Peygamberin yakınlarının ve Ehli Sünnet din bilginlerinin hayat hikâyelerini, İslam hukukunu (fıkıh), Arapçayı, Kuran tefsiri ve hadis bilgisini öğretmeye çalıştıklarını söyler; bu okulları seküler okullar olarak değerlendirenlerin, bu okullardaki ders programlarını incelemediklerini belirtir.47 Tanzimat döneminde okulların ders programlarında azaltılan dini içerik, II. Abdülhamid döneminde önemli ölçüde arttırılmıştır.48 Bu okullar bir yönüyle dinsel bir eğitim programına sahipken, diğer yandan Batılı birçok öğeyi de barındırmaktaydılar.49 Cumhuriyet döneminde görülecek ciddi boyuttaki habitus değişimlerine bu dönemde rastlanmaz; fakat Batılı ve İslami olanın bir arada, öncesine nazaran genişçe bir kesime ulaştırıldığı bir zemin olan Abdülhamid okulları -Tanzimat döneminde bu döneme kıyasla okul sayısı oldukça azdı- ilerleyen sayfalarda üzerinde duracağımız “karışım kimlikler”in ortaya çıkmasında önemli bir basamaktır. Osmanlı’da olduğundan daha şiddetli yukarıdanaşağı değişim gerçekleştirecek olan ve bunun için daha fazla ideolojik aygıta sahip olan Cumhuriyet’in merkezinin yöneticilerinin de Abdülhamid’in bu okullarında yetişmiş olmaları, bu okulların önemini arttırmaktadır. Althusser, devletlerin, ideolojik aygıtlarına baskı aygıtına olduğu kadar hâkim olamayacaklarını; devletlerin ideolojik aygıtlarının alternatif ideolojilerin “mevzi tutma” alanları da olabileceğini söylemiştir.50 Osmanlı’nın modernleşme döneminde merkez, modernleştirdiği eğitim kurumlarını devletin dinsel aygıtı olarak da 46 Benjamin C. Fortna, “Morality in Late Ottoman ‘Secular’ Schools”, International Journal of Middle East Studies, Cambridge University Press, Vol. 32, No: 3, Ağustos, 2000, s. 374. 47 A.e., s. 375-378, 382-387. Fortna’nın belirttiği bu “dini ilimlerin” Ehli Sünnet anlayışıyla özdeş olduğuna dikkat etmek önemlidir. Bu yüzden Fortna’nın “ulema” ifadesini “Ehli Sünnet din bilginleri” diye çevirdik. Çünkü farklı mezhepler farklı kişileri dinde otorite olarak görürler; Osmanlı için “ulema” Ehli Sünnet din bilginleridir. 1980’lerden sonra kendilerinden örnekler vereceğimiz Ankara Okulu gibi İslami kesimden entelektüeller, Ehli Sünnet anlayışın İslam’la özdeşleştirilmesini eleştirerek, İslami kesimden bireylerin değişiminde etki sahibi olacaklardır. “İslami bir eğitim” tanımlaması “Hangi İslam” sorusunu da beraberinde getirmelidir. 48 Mehmet Ö. Alkan, a.g.e., s. 80-81, 107, 121, 126, 161. 49 Benjamin C. Fortna, a.g.e., s. 388-389. 50 Louis Althusser, a.g.e., s. 172. 34 kullanmaya çalışmıştır; diğer yandan, modernleşme sürecindeki eğitim faaliyetleriyle materyalizm ve Sosyal Darwinizm gibi devletin ideolojisine zıt felsefeler de Osmanlı’ya taşınmıştır.51 Osmanlı’da “devletin bekası” için, silah teknolojilerinde veya tıp gibi alanlarda Batılı bilgiye sahip olmak, tıp fakültesi gibi okullara hoca yetiştirmek gerektiği fikri hâkim olunca, başta Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerine öğrenciler gönderildi.52 Modernleşmeyle ilgili Osmanlı merkezinin baştaki ideali, hiç şüphesiz Batılı olanı, kendi menfaatsel ve ahlaki süzgeçlerinden geçirerek kullanmak yönündeydi. Fakat bahsedilen süreçlerin sonunda Avrupa’dan Osmanlı’ya, merkezin ideolojisine aykırı fikirler de taşındı. Özellikle Tıbbiye’de, bu okulun ders programlarının farklılığı, buraya Fransa’dan getirilen pozitivist-materyalist kitaplar ve buradaki eğitimcilerin etkisiyle, Osmanlı’daki değerler sistemiyle çatışan bir aydın tipi ortaya çıktı. 53 Tıbbiye’yi gezen yabancılar bile, buradaki materyalist -Baron d’Holbach, Diderot ve Cabanis gibi ünlü Fransız materyalist yazarlarınkitapların çokluğu ve bu kitaplardaki fikirlerin yaygınlaşması karşısında hayretler içinde kaldılar.54 İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk olarak İttihad-ı Osmanî adıyla Askeri Tıbbiye’de kurulduğunu hatırlarsak, Tıbbiye’deki bu gelişmelerin önemi daha da iyi anlaşılır.55 Bu tip olgular, sosyolojide sıkça dikkat çekilen, eylemlerin amaçlanmamış sonuçları olabileceğiyle ilgili vurguyu hatırlatmaktadır. Osmanlı’nın son dönemlerinde yukarıdan-aşağı değiştirme gücüyle eğitimde önemli modernleştirme faaliyetlerinde bulunulmuştur; fakat başta Askeri Tıbbiye olmak üzere bazı yeni eğitim kurumları, devletin ideolojik aygıtı olmak bir yana “devlete karşı ideolojik aygıt” vazifesini görmeye başlamışlar, Osmanlı sisteminin hep engellemeye çalıştığı muhalefetin ideolojik merkezi rolünü üstlenmişlerdir. 51 M. Şükrü Hanioğlu, The Young Turks in Opposition, New York, Oxford University Press, 1995, s. 208-216. 52 Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006, s. 149. 53 M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul, Üçdal Neşriyat, 1981, s. 8. 54 Niyazi Berkes, a.g.e., s. 232-233. 55 Şerif Mardin, “19. Yüzyılda Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, Türk Modernleşmesi, 14. bs., Der: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 98. 35 C. Osmanlı’daki Yönetici Zihniyet Türkiye’deki İslam ile ilgili olguları anlamak için yönetici zihniyete hâkim olan anlayışı ve bu anlayışın hangi süreçlerle nasıl değiştiğini ve ortaya çıktığını belirlemeye çalışacağız. Bunun için bu bölümde, Osmanlı’daki yönetici zihniyeti inceleyeceğiz. Böylece 1980’ler öncesi ve sonrasındaki Türkiye ile ilgili aynı konunun işleneceği “C” bölümlerinde ele alınacak yönetici zihniyetle, bu dönem arasındaki farkları ve değişimin boyutlarını anlamamız kolaylaşacaktır. 1. Din-ü Devlet İdeolojisi Osmanlı’daki yönetici zihniyete “din-ü devlet” ideolojisinin hâkim olduğu klasik bir tanımdır. Buna göre devletin sürekliliğini ve menfaatini sağlamakla beraber “İslam”a hizmet etmek, “İslam”a referansla temel ilkeleri belirlemek ve dinsel kaygıları göz önünde bulundurmak; Osmanlı yönetici zihniyetini oluşturan temel prensiplerdir. Bu kısa tanımlamanın yanında devletin menfaatleri ile “İslam”ın temel prensipleri arasında çatışma çıktığı zaman bunların nasıl çözüldüğü ve İslam’ın Ehli Sünnet yorumunun ne şekilde olduğu gibi ortaya çıkartılması gerekli önemli hususlar vardır. Tarihi anlama, tarihteki insanların zihin yapılarını ve eylemlerini açıklama faaliyeti olarak, tarihsel bir mesafeyle gerçekleştirilir. Sağlıklı bir yorumlama faaliyeti için eylemde bulunan kişilerin zihin dünyaları ile kavramlarına -mümkün olduğunca- nüfuz etmeye çalışmamız ve onların kavramlarını kendi kavramlarımız arasına katmamız gerekmektedir. Yorumlanan bir metin gibi, yorumlanan zaman dilimi ve tarihteki eylemlerle girişeceğimiz diyalog; “ufukların kesişmesi”,56 yani önyargılarımızın onayı veya değiştirilmesi sonucuna bizi götürmelidir. Osmanlı’daki yönetici zihniyetin yorumlanmasında da hermenötikle ilgili bu uyarıların faydalı olacağı kanaatindeyiz. Öncelikle Osmanlı’nın “din-ü devlet” ideolojisinde, “din” ve “devlet”in birbirlerine göre konumlarını tespit etmemiz faydalı olacaktır. Osmanlı’daki yönetici 56 Hans Georg Gademer, Truth and Method, s. 349-350. 36 zihniyeti ifade eden “din-ü devlet” kavramsallaştırmasında, “din”in devletten önce vurgulanması, teorik olarak “din”in her şeyden üstün bir konumda olduğunu göstermektedir. Fakat birçok Osmanlı tarihi uzmanının vurguladığı gibi pratikteki kimi hususlar için devletin çıkarları dinin üzerine çıkartılmış ve din devletin çıkarları için araçsallaştırılmıştır.57 (Bu konuyla ilgili uygulamalarda Bizans’tan devralınan sezaro-papizm geleneğinin etkileri de vardır.) Bu konudaki en iyi tespiti; İslami unsurlarla devletin (padişahın) çıkarlarının kesin bir şekilde karşı karşıya geldiği olguların üzerinden gerçekleştirebiliriz. Bu konudaki iyi bir örnek, bazı padişahların, kendilerine rakip olan/olabilecek kardeşlerini veya çocuklarını, İslami yasalar açısından masum bir insanı öldürmek büyük bir günah olarak kabul edilmesine rağmen öldürtmeleridir.58 Bu öldürme faaliyetinin dine uygun olduğuna dair şeyhülislamdan fetva alınması ise şeyhülislamların kimi zaman padişahın iradesini gerçekleştiren -padişahların taleplerini kimi zaman İslami ilkelerin önünde tutan- bir memur konumunda olduklarını göstermektedir. Yirmi dokuz yıllık süreyle en uzun süre şeyhülislamlik yapan kişi ünvanına sahip Ebusuud, Kanuni’nin, oğlu Bayezid’i -isyan suçundan dolayı- öldürebileceği konusunda fetva vermiş ve bu uzun süreli görevi padişahla kurduğu başarılı ilişkiler sayesinde sürdürmüştür.59 Burada bir isyan suçu olduğu söylenip bu eylem meşrulaştırılmaya çalışılabilir; bu yüzden daha çarpıcı örnekler masumluğu tartışmasız olan çocukların öldürülmesi konusunda ortaya çıkar. Fatih Kanunnamesi’nde, kendilerine saltanat gelen şehzadelerin masum kardeşlerini, devletin menfaati için öldürebilecekleri ve birçok din bilgininin bunu onayladığı ifade edilir.60 Kant, ahlakın ilkelerini öne alıp, siyaseti ahlakın ilkelerine uygun hale getirmeye çalışan ve gereğinde bunun için kişisel menfaatlerini feda eden “ahlaklı siyasetçi” (moral politician) ve ahlaki ilkeleri kendi menfaatine uygun şekilde 57 Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, s. 413. 58 Kuran’da masum bir insanı öldürmeyi günah sayan ayetler için bakınız: 4. sure, Nisa Suresi, 92.-93. ayetler; 5. sure, Maide Suresi, 32. ayet; 17. sure, İsra Suresi, 33. ayet. 59 Michael M. Pixley, “The Development and Role of the Şeyhülislam in Early Otoman History”, Journal of the American Oriental Society, Vol. 96, No:1, Ocak-Mart 1976, s. 91-95. 60 Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, C. I, İstanbul, OSAV, 1990. 37 değiştiren “siyasal ahlakçı” (political moralist) arasında ayırım yapar.61 Osmanlı padişahlarının kimi hususlarda, özellikle kendi tahtları veya -kendi bakış açılarından- “devletin çıkarları” söz konusu olduğunda “siyasal ahlakçı” tanımına uygun davrandıklarını, İslami -ve evrensel- en temel ahlaki prensipleri yorumla aştıklarını söylemek doğrudur. Fakat Osmanlı padişahlarının “siyasal ahlakçı” özelliklerinin açığa çıktığı bu kadar apaçık olan örnekleri çoğaltmak oldukça zordur. Konumuz açısından ilginç olabilecek diğer bir örnek, bir devletin başka devletlere, karşı devletin saldırgan tutumu olmamasına rağmen cihad ilan edip edemeyeceği hususundadır. Kuran’ın, saldırıya uğramadan karşı tarafa saldırmayı ve ganimetçi bir zihniyetle savaş açmayı yasaklamasına rağmen,62 Ehli Sünnet İslam’ın mezhepleri arasında, hatta mezheplerin içinde bu konuda farklı görüşler ifade edilmiştir.63 Hz. Muhammed’in vefatından 2-3 yüzyıl sonra kurulan Ehli Sünnet mezhepler, kendi dönemlerinin siyasal çalkantılarından aldıkları farklı etkiler gibi sebepler dolayısıyla farklı birçok görüşü içlerinde barındırırlar. Ehli Sünnet’in meşhur dört mezhebinin (Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli) birbirlerinden farklı görüşlerinin yanı sıra, bir mezhebin içinde de farklı görüşler vardır. Bu durum, Osmanlı merkezinin durumunu kolaylaştırmış, yapacakları savaşlarda dinin motive ve mobilize edici gücünden faydalanmak isteyen merkezin, karşı devletlere fetih siyaseti için savaş açarken “cihad” kavramını rahatlıkla kullanmasına sebep olmuştur.64 Birçok zaman padişahın bir memuru gibi davranan şeyhülislamlar, Ehli Sünnet literatürde zaten var olan görüşlerden kimini kimine tercih ederken bir zorluk çekmemişlerdir. 61 Immanuel Kant, “To Perpetual Peace: A Philosophical Sketch”, Perpetual Peace and Other Essays, Çev. Ted Humphrey, Indianapolis, Hackett Publishing Company, 1983, s. 128. 62 Bu konuda şu Kuran ayetlerine bakınız: 2. sure, Bakara Suresi, 190. ayet; 8. sure, Enfal Suresi, 61. ayet; 22. sure, Hac Suresi, 39. ayet; 60. sure, Mümtehine Suresi, 8. ayet. Ayrıca şu makalemize bakınız: Caner Taslaman, “The Rhetoric of Terror and the Rhetoric of Jihad: A Philosophical and Theological Evaluation”, Annals of Japan Association for Middle East Studies, No: 22-2, 2006, s. 81-93. 63 Ahmet Özel, “Cihad”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. VII, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı, 1993, s. 528-529. 64 James Turner Johnson, The Holly War Idea in Western and Islamic Traditions, 4. bs., Pennsylvania, The Pennsylvania State University Press, 2005, s. 96. 38 Ehli Sünnet literatürdeki birçok konudaki farklı görüşlerin bolluğu, din-ü devlet politikası uygulanırken kolaylaştırıcı bir unsur olmuştur. Din-ü devlet politikasının uygulanmasında, Ehli Sünnet’le ilgili bu özelliğin kolaylaştırıcılığının gereğince altının çizilmediği kanaatindeyiz. Bunun önemli bir sebebi, din-ü devlet politikasındaki “din”in kendisine karşılık geldiği Ehli Sünnet inanca nüfuz etmenin gerekliliğiyle ilgili hermenötik kaygının olmaması olmuştur. Ehli Sünnet İslam’a göre Kuran’ın yanında hadisler ve Ehli Sünnet din adamlarının yorumları (içtihat, kıyas) da dini beraberce oluşturmaktadır. 6200-6300 arası Kuran ayetine karşı yüz binlerce hadis ve birçok içtihadın -bazıları birbirine zıt olan- içinde yer aldığı kalın hacimleri dolduran mezhep kitapları vardır. Osmanlı’dan çok önce Emevi ve Abbasi devletlerinde (mezheplerin kuruluş sürecinde) ortaya çıkan siyasi ihtiyaçlar da bu hadislerin ve içtihatların oluşumunda etkin olmuştur. Örneğin bir fetih siyasetini mümkün kılacak cihad yorumuna ihtiyaç, daha Emevi ve Abbasi dönemlerinde ortaya çıkmış ve Kuran’ın bu konudaki izahları bazı mezhep yorumlarıyla aşılmıştır. Bu yüzden, Osmanlı fetih siyaseti, din (Ehli Sünnet görüş) ile devletin menfaatlerini karşı karşıya getirmemiş; çocuk katlinde olduğu gibi yepyeni bir yorumla dinsel alanı aşmak gerekmemiş, Ehli Sünnet kaynaklardan, Osmanlı’nın dönemin şartlarındaki ihtiyaçlarına uygun içtihadın seçilmesi yeterli olmuştur. Ehli Sünnet’teki bu yorum bolluğu, şeyhülislamların padişahların menfaatini gözetmesi gibi unsurlarla birleşince din-ü devlet politikasını yürütmek kolaylaşmıştır. Çocuk katli gibi istisnai olaylarda açıkça dinle çelişki çıkınca şeyhülislam fetvasıyla bu olgunun meşrulaştırılması ve devletin menfaatinin Ehli Sünnet literatürden arzulananın seçilmesinde belirleyici olması; Osmanlı’da “din”e, kimi durumlarda, devletin rasyonel sebepleri için araçsal bir rol biçildiğine delil teşkil etmektedir. Bu durum, uluslararası ilişkiler alanında Hans Morgenthau gibi isimlerin de savunduğu şekilde, devletlerin objektif, rasyonel, duygusal olmayan, güç arttırmayı en merkezi değer kabul eden çıkar hesaplarının belirleyici olduğunu söyleyen realist teorinin,65 Osmanlı’ya da uygulanabileceğini savunmakta kullananlar olabilir. Kanaatimize göre, tam da bu noktada, Osmanlı’da dinin 65 Hans J. Morgenthau, Politics Among Nations: The Struggle for Power and Peace, New York, Alfred A. Knopf, 1978. 39 oynadığı rolün gereğince anlaşılamamasına sebep olabilecek “engelleyici önyargı”ya dikkat etmek gerekir. Bu “engelleyici önyargı”; dinin araçsallaştırıldığı bazı örneklerden hareketle, dinin, Osmanlı’daki rolünü “salt araçsal” bir role indirgemektir. Buna göre, din-ü devlet ideali görünüşte vardır, aslında var olan sadece devletle ilgili endişelerdir. Bu “engelleyici önyargı”ya sebep olan unsurlardan biri uluslararası ilişkilerde önemli bir paradigma olan ve devletin ideolojik hedeflerini küçümseyen “siyasal realizm” görüşüdür. Diğer bir sebep ise dinin, bir devletin kurucu ilkesi olmadığı içinde bulunduğumuz tarihteki bu zaman dilimindeki, seküler bir eğitim sistemiyle şekillenmiş mevcut pozisyonumuzdan, tarihe bakışımızın neticesinde, tarihteki din-ü devlet söylemindeki “din” kısmında bir sahtelik bulmamıza yol açan, kendi dönemimizle o dönem arasında kurduğumuz engelleyici analojidir. Eğer bu önyargılardan arınırsak, Osmanlı’daki din-ü devlet söyleminin otantik yönünü görebiliriz. Buna göre Osmanlı’daki, devletin menfaatini dinin prensiplerinin önüne almış olan uygulamalar, Osmanlı merkezinin dine, siyasal hedefleri için salt araçsal bir rol biçtiğini göstermez. Michael Walzer, bir sorunun yaşamsal olduğuyla ilgili algılardan doğan sorunların, bizi “zorunluluk yasası” ile (the rule of necessity) karşı karşıya getireceğini ve zorunluluğun hiçbir yasa tanımayacağını söyler.66 John Rawls, Walzer’in zorunlulukla ilgili görüşlerini tekrarlar ve siyaset teorisinde -Kant ahlakı gibi istisna kabul etmeyen ahlaki görüşlerden farklı olarak- “olağanüstü aciliyet istisnasına” (supreme emergency exemption) yer verir. Buna göre olağanüstü durumlarda, sivillerin savaştan zarar görmemesi gerektiği gibi herkesin uyması gereken yasalar bir kenara bırakılabilir.67 Sonuçta Rawls, “istisnai durumlarda” sivillerin öldürülmesini meşru görmekle bir “adalet teorisi” oluşturmak idealinden ayrılmadığı gibi, Osmanlı padişahları da, kendi tahtlarının güvencesiyle devletin menfaatini özdeşleştiren sistemlerinin içerisinde, “istisnai durumlarda” kardeş, çocuk katlini caiz görmekle -İslami ve evrensel ahlak kurallarından uzaklaşsalar da- din-ü devlet idealinden ayrılıp, dini sadece ve sadece araçsal rolü olan bir konuma indirgemiş olmazlar. “Güçlü bir 66 Michael Walzer, Just and Unjust Wars, New York, Basic Books, 1992, s. 252. 67 John Rawls, The Law of Peoples, Cambridge, Harvard University Press, 2002, s. 98. 40 devletin koruyucu gücünden yararlanmayan dinin sürekliliği de sağlanamaz”68 düşüncesi, devletin hayati menfaatlerinin dinin prensiplerinin önüne geçirildiği yerde; bu seçimin de din için olduğu gerekçesiyle -meşrulaştırılarak- kabul edilmesine yol açmıştır. Gerek Osmanlı merkezi, gerekse Osmanlı merkezine muhalefet eden -ilerleyen sayfalarda değineceğimiz- Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler gibi aydınların, dinsel söylemi kullanmalarında retorikten ve araçsallaştırmadan daha fazla bir şeyin olduğunu saptamak önemlidir. Çünkü retorik ve araçsallaştırmayla ilgili söylem (“engelleyici önyargılar” ile ilişkili olduğunu düşündüğümüz bu söylem), gerek merkezin, gerek muhalefetin kimlik ve zihniyetlerinde İslam’ın oynadığı rolü gereğince tespit etmemize engel olmakta; çocukluklarından beri dinsel eğitimden geçen ve dini kültürle egzistansiyel dünyaları yoğrulan bu kişilerin, kimliklerinin içerisindeki İslami unsurun küçümsenmesine yol açmaktadır. 2. Ehli Sünnet İslam İnancına Nüfuzun Önemi Osmanlı merkezinin ve toplumunun hayatında önemli belirleyici rolü olan genel anlamda İslam’a ve özel anlamda Ehli Sünnet görüşe nüfuz edebilmek için; ontolojisini, eskatolojisini, varoluşsal boyutunu, epistemolojisini ve kaynaklarında tikel konuların (örneğin kadınların kamusal alana çıkması gibi tezimiz açısından önemli konuların) nasıl geçtiğini anlamak önemlidir. Genel anlamda İslam’ı ve özelde Ehli Sünnet İslam’ı gereği gibi anlamadan, yani “din-ü devlet” siyasetindeki araçsallıktan çok daha önemli bir rolü olduğuna inandığımız “din”i ve modernleşmeyle ortaya çıkmaya başlayan “karışım kimlikler”in en önemli unsurlarından birisi olan “din”i anlamadan; dinle ilgili olguları sağlıklı bir şekilde yorumlamamız (isabetli hermenötik yaklaşımlarda bulunmamız) mümkün olmayacaktır. İslam’ın ontolojisine göre Tanrı her şeyi yaratan, tüm varlığa göre ontolojik önceliği olan Varlık’tır: Tanrı her şeyi yapma kudretine sahiptir, tüm varlık var oluşunu O’na borçludur. İslam’ın eskatolojisine göre bu dünyadaki kısa yaşama 68 Şerif Mardin, “Yenileşme Dinamiğinin Temelleri ve Atatürk”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Der: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 1990, s. 180. 41 karşın, bu dünyadan sonraki yaşam ebedidir ve o hayattaki bireylerin konumları, bu dünyadaki fiillerinin neticesidir. 69 Din, Durkheim’ın da dikkat çektiği gibi, dünyanın nasıl anlamlandırılacağını ve yorumlanacağını sunarken, bireylerin karakterlerinin içinde şekilleneceği toplumsal bütünlüğü de sağlar.70 Dine bağlanmış birçok bireyin; toplumsal kalıpları benimsemelerinde, imgelerini oluşturmalarında ve hayatlarında rol alan birçok unsuru meşrulaştırmalarında “din” önemli kaynaklardan birisidir.71 Bu bölümde üzerinde odaklandığımız Osmanlı merkezinin hanedanıyla muhalif aydınlarının ve Osmanlı çevresindeki bireylerin çoğunluğunun kimliğinin, bahsedilen ontoloji ve eskatolojiyi benimsemiş ailelerde, öğretim kurumlarında ve toplumda şekillendiği; bu ortamın toplumsal kalıpları, imgeleri ve meşrulaştırmalarıyla yoğruldukları unutulmamalıdır. Bu ontoloji ve eskatolojiyi benimseyen bireylerin, dünyayla ilişkilerini şekillendiren egzistansiyel yaklaşımlarının, benimsedikleri bu inançlarıyla ilişkili olması beklenmesi gereken tutarlı durumdur. Bu ontoloji bireye “Tanrı’nın sahibi olduğu bir dünyadasın ve Tanrı’nın varlığı yanında geri kalan tüm varlığın önemi ikincildir” derken, eskatoloji ise “Bu dünya geçici ve gerçek ahiret hayatının yanında önemsizdir” demektedir. Birçok kimse “İslam”ı sadece bir topluluğa isim olan bir kavram olarak dar anlamda kullanmaktadır; oysa bireylerin eylemlerinin onunla ne kadar örtüştüğü tartışmalı olsa da “İslam”, öncelikle bahsettiğimiz ontoloji ve eskatolojiyi içeren, egzistansiyel bir bakış açısı veren bir inanç bütünüdür. İslami dünya görüşünü benimseyen bireyin, zihin yapısının bir unsuru olan “İslam”ın kavramsal çözümlemesi, karşımıza bireylerin egzistansiyel dünyasını şekillendiren bahsettiğimiz inançları çıkarır. Mardin, İslamiyet’in bireylerin fikri kalıplarını nasıl etkilediğini çözümlememizin, toplumsal ve siyasal eylemi anlamlandırmamız için şart olduğunu 69 Ehli Sünnet’in epistemolojik anlayışının gereği olarak özel önem atfedilen kaynaklarda, konumuz açısından önemli gördüğümüz -örneğin kadın konusunda- konulardaki bazı görüşleri, Ankara Okulu ile ilgili son bölümde örneklendireceğiz. 70 Emile Durkheim, The Division of Labor in Society, Çev. W. D. Halls, New York, The Free Press, 1997, s. 119-122. 71 Fatmagül Berktay, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, s. 16-18. 42 düşünmektedir.72 (Mardin’in, bu şartın gereğince yerine getirilmediği kanaatinde olduğu yazılarından anlaşılmaktadır.) Eğer analiz edilen kişilerin kavramlarına nüfuz etmeye çalışmak hermenötik yaklaşım için zaruri görülüyorsa; yorumlayıcı kişi ister ateist, ister agnostik, isterse İslam dışındaki bir dine sahip olsun, davranışları yorumlanan İslam inancını benimsemiş ve bu kültürle yoğrulmuş bireylerin, benimsedikleri İslam’ın, kavramsal olarak neleri ihtiva ettiğine olabildiğince nüfuz edilmeye çalışmalıdır. Bize göre, yorumlama faaliyetinde, kavramlara nüfuz etmeyle ilgili bu endişenin yeterince olmaması, Osmanlı’da dinin, çoğunlukla araçsal bir konuma indirgenerek yorumlanmasına sebep olmuştur. Dinin araçsallaşmasıyla ilgili haklı da olan tespitler, haksız bir şekilde adeta din hep araçsal bir roldeymiş gibi yorumlara genişletilmiştir. Oysa Tanrı’yı tüm varlığın üstünde kabul eden ve bu dünya hayatını geçici kabul eden bir ontoloji ve eskatolojiyi benimseyenlerin, dine araçsal bir rol vermesinden çok, geri kalan her şeyi din uğruna araçsallaştırmalarını -teori ile pratik, ilke ile eylem arasındaki mesafeyle ilgili sorunları unutmadanbeklemek gerekir. İslami inanç açısından Tanrı’ya göre tüm varlığın ontolojik derecesi çok düşük olduğuna göre, Tanrısal olan dine karşı insani tüm kurum ve isteklerin ontolojik derecesi düşük demektir. Psikolojideki tutarlılık teorileri, doğal durumun, insan düşünce ve eylemleri arasında uyum beklemek olduğunu gösterir. İnsan psikolojisinin karmaşıklığı, psikolojinin fizik gibi bir bilim dalı olarak ele alınmasına ve fizikteki anlamında öngörünün bu alanda olmasına izin vermez. Fakat İslam inancının analizi, İslam’ı hayatlarında temel referans noktası yapan bireylerin eylemlerinde; dinsel olanın ontolojik önceliği olması gerektiğine dair bir “ideal tip” davranışı beklememiz gerektiğini de bize söyler ve psikolojideki “bilişsel çelişki” gibi tutarlılık kuramları -ilerleyen sayfalarda bu kuramdan bahsedeceğiz- da bunu destekler.73 Diğer yandan, birçok yorumda “ideal tip” (genel beklenti) dinin araçsallaştırılması ve bir retorik unsuru olarak kullanılmasına dönüştürülmüştür; bizce, “İslam”ın toplumsal olanı belirleyiciliğindeki önemini idrak etmeyi önleyecek, oldukça yaygın olan bu yaklaşım düzeltilmelidir. 72 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 51. 73 Bunu söylerken psikolojideki “bilişsel çelişki” teorisinin fizikteki izafiyet teorisi gibi büyük bir konsensüsle kabul edildiği sanılmamalıdır. Tersine, psikolojideki hemen hemen her teori gibi bu teori de kimi psikologlarca eleştirilmiştir: Charles Lord, “Was Cognitive Dissonance Theory A Mistake”, Psychological Inquiry, No: 3, 1992. Buna rağmen, birçok psikolog gibi biz de, bu teorinin, genel insan eylemleriyle ilgili “ideal tip” vermede başarılı olduğunu düşünüyoruz. 43 3. Osmanlı’daki Yeni Aydınlar, “Karışım Kimlikleri” ve Hermenötik Yaklaşım Osmanlı’nın son dönemlerinde, merkezde etkili yeni bir aydın grup ortaya çıkmıştır. Bu aydınların zihniyet yapısını ve kimliklerini analiz etmemiz, Osmanlı’nın son dönemindeki yönetici zihniyete nüfuz etmemiz açısından önemlidir. Batı’nın kültürel yapısı, 19. yüzyılda Fransız Devrimi ile popülerleşmiş özgürlük gibi değerleri, Fransız Devrimi’nin temelindeki fikirleri hazırlayan Rousseau gibi filozofların toplum sözleşmesi kuramları 74 ve o dönemin pozitivizm,75 Sosyal Darwinizm76 gibi popüler felsefeleriyle karşılaşan yeni aydın tipinin zihniyet yapısında, bu kültürel ve düşünsel karşılaşmaların önemli etkileri oldu. Batı’yı gören ve Tıbbiye gibi okullarda okuma imkânı bulan kişi sayısı elbette çok düşüktü. Fakat bu az sayıdaki kişiyi önemli kılan faktörlerin başında, bunların Meşrutiyet’in ve Cumhuriyet’in kurulmasında ve bu yeni yapıların merkezlerinde oynadıkları rolle, kendi zihinsel dünya ve habituslarındaki değişimi, özellikle Cumhuriyet döneminde yukarıdan-aşağı bir şekilde, güçlenen ideolojik aygıtlarla milyonlara aktarmaları gelmektedir. Küreselleşme sürecinde İslami dünya görüşünü benimseyen kişilerde kendini iyice belli ettiğini savunacağımız “karışım kimlik”77 olgusu, önceden, bahsettiğimiz aydın tiplerinde benzer bir şekilde gözlemlenmiştir. Bahsettiğimiz aydın tipinin homojen olmadığı, bir kısmında Batılı kimliğin, bir kısmında İslami kimliğin baskın olduğu, bu dönemi anlatan birçok çalışmadan anlaşılabilir.78 74 M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, s. 162- 163. 75 Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, 2. bs., Ankara, Hece Yayınları, 2002, s.139- 174. 76 Atila Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, s.147-203. 77 Yeni oluşan kimliklerde, İslami unsur ile Batılı (modern) unsur bir arada olduğu için, bu tip kimliklere, birçok kişi gibi “melez kimlikler” diyebiliriz: Nilüfer Göle, Melez Desenler, 2. bs., İstanbul, Metis, 2002. Fakat “melezlik” ifadesi; daha ziyade bir Finlandiyalı ile bir Arab’ın veya bir beyazla zencinin evlenip melez çocuklara sahip olmaları gibi anlamları çağrıştırmaktadır Oysa Batı ile İslam’ın karşı karşıya bir durumdayken, bireylerin kimliklerinde beraberce buluşması; başlangıcı bir arzuya dayanmadan, rastgele ve karmaşık süreçlerin sonucunda olmuştur. Bu yüzden “melez kimlikler” demek yerine “karışım kimlikler” demeyi tercih ediyoruz. 78 Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, 5. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2004; İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri 1, 2. bs., İstanbul, Dergah Yayınları, 2001, s. 61-63. 44 Osmanlı’nın ideolojisine belki de en zıt eğitimin verildiği Tıbbiye’de okuyanların, Tıbbiye’ye girmeden önce İslami unsurları oldukça yoğun şekilde ihtiva eden ilk ve ortaokullarda okudukları hatırlanmalıdır. Gerek bu aydınların kökenleri, gerekse halkın İslami kimliği; bu aydınların, Batı’da gördükleri yaşam biçimlerini veya Batılı kaynaklardan edindikleri düşünceleri, halka aktarırken, İslami referansları kullanmalarının sebeplerindendir. Bahsettiğimiz aydınların kurdukları ve Abdülhamid’e muhalefetin başı olan İttihat ve Terakki’nin marşının sözlerinde Abdülhamid’i “dinsizlik” ile suçlamaları, Abdülhamid’in idamının dinen de gerekli olduğunu gösterebilmek için fetva bulup kullanmaları, onlar için İslami referansın önemini göstermektedir.79 İttihat ve Terakki yeri geldiğinde mevlit okutmak gibi dinsel törenler organize etmiş ve kendi kulüplerinde din adamlarına dini konularda dersler verdirmiştir.80 Manastırlı İsmail Hakkı, Mustafa Sabri Efendi ve Said Nursi gibi İslami kesimden önemli birçok kişi; birçok konuşma, yazı ve eylemleriyle İttihat ve Terakki’ye destek vermişlerdir.81 İttihat ve Terakkiciler’in söylem ve eylemlerini, birçok kişinin yorumladığı gibi -ki bizce sadece kısmen doğrudur- bahsettiğimiz zümrenin “dini araçsallaştırması” ve “dinsel söylemi retorikleştirerek” halkı ikna etmede kullanması olarak yorumlamak mümkündür. Diğer yandan, “araçsallaştırma” ve “retorik” değerlendirmelerini, bu aydınların dinsel söylemi kullanmalarının tüm sebeplerini aktarıyormuş gibi sunan hermenötik bir yaklaşım, bahsedilen kişiler için dinin sadece araçsal ve retoriksel bir yönü olduğunu, bu kişilerin kimlik ve eylemlerinde dinin gerçek bir önemi olmadığının düşünülmesine sebep olmaktadır. Bahsedilen yorumlama biçiminin, bu bireylerin eylemlerini anlamada tek yol olduğunu düşünmek, bu bireylerin zihniyetlerinde ve “karışım kimlikleri”nde İslami unsurun da bir rolü olduğunu göremememize sebep olacaktır. Bu tip eylemlerin alternatif bir hermenötik okuması; bu eylemleri gerçekleştirenlerin en azından bir kısmının, aynı zamanda, kendi zihin dünyalarını oluşturan en temel unsurlardan biri olan İslam nezdinde, kendi inanç dünyaları açısından halifeye karşı eylemleri için bir meşruiyete 79 M. Şükrü Hanioğlu, a.g.e., s.141-142,148. 80 İsmail Kara, a.g.e., s. 61-63. 81 A.e., s. 64-70. 45 ihtiyaç duyduklarından, kendilerini de ikna etmiş olan -samimi olarak da inandıklarıAbdülhamid’in tahtan indirilmesinin dini açıdan da olumlu olduğuyla ilgili fetvayı, halkla paylaşıyor olmalarıdır.82 Bu tarz hermenötik bir yaklaşım, bu bireylerin kimliklerinde İslami unsurun da etkin olduğunu, bunların sadece Batı’dan -moderniteden- aldıkları etkiyle kimliklerini şekillendirmediklerini anlamamıza katkıda bulunabilir. Üzerinde fazla durulmamış bir konu olsa da, şeyhlerin ve tarikat çevrelerinin önemli bir bölümünün İttihatçı olması da;83 İttihatçılığı modernite ve sekülarite, Osmanlı merkezini ise İslami ideolojiyle özdeşleştiren iki kampçı yaklaşımların, kısırlığını anlamamızda yardımcı olabilir. Bu konuda önemli araştırmaları olanların gösterdiği gibi, bahsedilen aydınlar arasında önemli farklar olmakla beraber, bunların birçoğunun zihninin önemli bir yapı taşı İslami inançtır.84 İslam ise egzistansiyalist açıdan oldukça kuşatıcı bir inançtır; kişinin, nereden gelip nereye gittiğinden, neden var olduğundan, ahiret mutluluğunu nasıl elde edeceğine kadar en temel konularda inançlar sunar. Osmanlı’daki bahsedilen aydınların dine referanslarını sadece dini 82 Bu yaklaşımımız, Şükrü Hanioğlu’nun, Muhammed Abduh’tan İslami kaynakları yorumlamak konusunda önemli etkiler almış olan bu zümrenin “kasten İslami kaynakları yanlış yorumladıklarını” (deliberately misinterpreting Islamic sources) söyleyen yorumundan farklı bir şekilde -en azından bir kısmının- İslami konulardaki yaklaşımlarını yorumlayabileceğimizi görmeye olanak tanır. M. Şükrü Hanioğlu, The Young Turks in Opposition, s.203. İsmail Kara’nın Yeni Osmanlılar’ın, Jöntürkler’in ve İttihatçılar’ın İslam’dan “bir muhalefet ve nüfuz aracı”, “bir silah ve sosyal pekiştirici”, “bir bayrak” ve “bir araç” olarak yararlandıklarını ifade eden söylemi de, bahsedilen kitlelerin kimliklerindeki İslami unsuru gözden kaçırmamıza sebep olabilir: İsmail Kara, a.g.e., s.22-23. Ayrıca Hanioğlu’nun “Jön Türklerin İslam’ı bir muhalefet aracı olarak kullandıklarını” söyleyen yaklaşımı da böyle değerlendirilebilir. M. Şükrü Hanioğlu, a.g.e., s. 141. Böylesi söylemlerin yaygınlığı, bu söylemleri kullananların birçok yerde -gerçek niyetleri belki de bu olmasa da- istisna vurgusunu yapmadan “araçsallaştırma” ve “retorik” söylemlerini kullanmaları, bahsedilen kişiler için İslam’ın salt araçsal bir konumda olduğunun zannedilmesine yol açmaktadır. Hanioğlu, Comtecu pozitivizmin ve biyolojik materyalizmin Abdullah Cevdet gibi kişilerdeki etkisini gördüğünden, Abdullah Cevdet’in dini kasten yanlış yorumladığını söylemekte ve dini “araç” olarak kullandığını söylemekte haklı gerekçelere sahip olabilir. Fakat bu zümrenin hepsinin kimliklerinde İslami unsurun etkinliğinin aynı derecede olmadığı, bunlardan bazılarının İslami kimliklerinden vazgeçmeden pozitivizmin etkisinde olabilecekleri ve bu zümreden birçok kişi için İslam’ın “araç” olmaktan daha fazla egzistansiyel bir değere sahip olduğu gözden kaçırılmamalıdır. 83 İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, 2. bs., İstanbul, Dergah Yayınları, 2008, s.246. 84 Örnek olarak bakınız: Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi 1, s. 307. Hilmi Ziya Ülken, siyasi gerginlikler arttıkça İslami kesimden “modernist” olarak nitelenebilecek isimlerin (bu isimleri etkileyenlerin başında önümüzdeki bölümde inceleyeceğimiz Muhammed Abduh ve hocası Cemaleddin Afgani gelmektedir) İttihatçılarla birleşmelerine karşılık “geleneğe bağlı” kesimin, daha çok Hürriyet ve İtilaf Partisi içinde yer aldığına dikkat çeker. 46 araçsallaştırmalarıyla anlamaya çalışmanın altında, Gadamerci şekilde ifade edersek, “engelleyici önyargılar” olduğunu söyleyebiliriz.85 “Araçsallaştırma” ile ilgili yorumları yaygınlaştırdığı kanaatinde olduğumuz “engelleyici önyargılar”dan biri, moderniteyle tanışanların dinsel referanslarından kurtulacağına dair önyargıdır. Bu önyargı, bahsedilen aydınların dinsel referanslarının -modernleştikleri için- gerçek olarak görülmemesi gerektiğine dair bir kanaate sebep olmakta, bu referansların sadece halkı ikna/kandırmak için kullanılan bir “retorik” olarak yorumlanmasına sebep olmaktadır. İkili ayrımlardan kaynaklanan diğer bir “engelleyici önyargı”; İslam ile Batı’yı hep çatışan iki dünya olarak ele alarak, Osmanlı’da bahsedilen aydınları bu şema içinde Batı’nın, halifeye bağlıları ise İslam’ın yanına koymaktan kaynaklanmaktadır. Bu yerleştirmede, padişahın görevine son verilmesini dinen de zaruri olarak değerlendiren İttihatçıların söylemi, salt bir retorik olarak algılanacak; “kampın” Batı tarafına, kısaca “din”in ve halifenin karşısına yerleştirilenlerin dinsel söylemi otomatikman sahteleşecektir. Fakat “karışım kimlikler” ile ilgili yaklaşım, Gadamer’in, yorumlama sürecinde bizi hatalara götürdüğüne dikkat çektiği “engelleyici önyargılar”ın aşılmasında ve ikili ayrımların sürecin karmaşıklığını anlamamızı engellememesinde önemli bir araç olabilir; modernleşenin hatta modernleşmenin öncülüğünü yapanların, Batılı unsurlarla beraber İslami unsurları aynı bünyede birleştirmelerinin (ister bu çelişkili olsun, ister olmasın) -gerçek, salt halkı kandırmak için kurgulanmamış- “karışım kimlikleri”nden kaynaklanan bir olgu olarak da yorumlanabilmesine olanak sunar. D. Osmanlı’daki Değişim Açısından Önemli İslami Kesimin İç Süreçleri: Muhammed Abduh Örneği Bu bölümde öncelikle İslami kimlikleri anlamada, özcülük ve inşacılıktan farklı bir bakış açısı veren, aynı zamanda bunların ikisine de yer veren bir yaklaşımı; Lakatos’un bilim felsefesindeki yaklaşımından esinlenerek dile getireceğiz. Daha sonra ise ele aldığımız sosyal olgularla bağlantılandıracağımız psikolojinin önemli bir kuramı olan “bilişsel çelişki teorisi”ni kısaca tanıtacağız. Tezimizin hem bu, hem sonraki iki bölümünün “D” kısmında, “dıştan” gelen küreselleşme süreci ve bu 85 Hang-Georg Gadamer, Truth and Method. 47 sürecin bireyleri etkilemesiyle beraber, İslami kesimden entelektüellerin “içten” eleştirilerinin ve taktiklerinin beraberce buluşmasının verdiği sinerjinin, İslami kesimden bireylerin kimliklerinin ve habituslarının değişiminde, önemli bir rol oynadığını göstermeye çalışacağız. Bu olguya örnek olarak bu kısımda Muhammed Abduh’u ele alacağız. 1. İslami Kimlikleri Lakatos’un Çekirdek-Kuşak Ayrımıyla Düşünmek İslami kimlikleri anlamaya çalışan birçok akademisyen -Bernard Lewis gibiİslam’ın değişmeyen özüne, bu değişmeyen özün temel nedeni olan metinsel kaynaklara vurgu yapmışlar ve sürekliliğe odaklanmışlardır. Diğer yandan böylesi özcü yaklaşımlara karşın, genelde İslam’ı ve de Türkiye’deki İslam’ı anlamak için çevresel sosyoekonomik şartların sebep olduğu değişimleri vurgulayan bağlamsalcı yaklaşımlar ve -Hakan Yavuz’un da savunduğu gibi- beşeri inşa ile çoklu yorum ve etkilere odaklanan inşacı yaklaşımlar da vardır.86 Göle de, benzer şekilde, özcü yaklaşımlara karşı “sosyal hareketler kuramı” ile değişimi ve dinamizmi merkeze alan bir çözümlemeyle İslami kesimleri analiz etmeye ağırlık vermektedir.87 “İslami kimlikler” söz konusu olduğunda, özcü yaklaşımların vurguladığı; değişmeyen, sürekliliği sağlayan bir özün bulunduğu ve bu özün “metinsel bağlamı”nın sürekliliğin temeli olduğu tezinin; gerçekliğin, yegane olmasa da, önemli bir boyutunu sunduğu kanaatindeyiz. 1400 yıl önceki bir Müslüman’la bugünkü bir Müslüman’ın; aynı şekilde, Tanrı merkezli bir ontolojiyle varlığı değerlendirmeleri, ölümden sonraki yaşamı asıl hayat gören bir eskatolojiye sahip olmaları, Ramazan ayında aynı şekilde belirli bir disiplini ve ritüelleri takip etmeleri, domuz etini aynı dinsel endişeyle yememeleri “değişmeyen bir öz” ile ilgilidir. Varlığa bu ortak bakış, hayat hakkındaki bu ortak görüş, ortak disiplin, ortak yasak ve ortak ritüellerin takipçisi olmak; kimliklerin benzer şekilde şekillenmesine de sebep olmaktadır. Bu ortaklıklar, İslami kimliklerdeki “değişmeyen özü” göz ardı 86 Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 30-37 87 Nilüfer Göle, Melez Desenler, s. 21. 48 etmememiz gerektiğini gösterirler. Diğer yandan ilişkiselliğin, bağlamsallığın ve değişimin de kimliklerin önemli bir unsuru olduğu anlaşılmaktadır. Son bir asırda İslami kesimin geçirdiği değişimler bunu göstermektedir. O zaman, özcü yaklaşımla değişimi mümkün kılan bir yaklaşımı birleştirme zarureti olduğunu söyleyebiliriz. Bunu yapmak için Imre Lakatos’un bilim felsefesindeki yaklaşımından ilham alabileceğimiz kanaatindeyiz. Lakatos’un yaklaşımı, Kuhn’un, bilimsel faaliyeti, belli bir paradigmanın temel kabullerini değiştirmeksizin apriori olarak kabul eden -paradigmaya zıt verileri kaale almayan- yaklaşımıyla (analojimizde özcülüğe benzeyen),88 Popper’ın, bilimsel faaliyeti, sürekli, yanlışlamayla ilerleyen, bilimsel kabulleri değiştiren (analojimizde özcülük karşıtı yaklaşımlara benzeyen) yaklaşımının;89 hem her ikisinin de eksiklerini gideren, hem her ikisinin kimi yönlerinden istifade eden yeni bir yaklaşım olarak kendini göstermiştir. Bilim metodolojisi olarak ileri sürülen tüm metodolojileri -Lakatos’unki dâhil- reddeden, bilim felsefesinde savunduğu “epistemolojik anarşizm” ile meşhur Feyerabend; bilim felsefecilerince ileri sürülen metodolojiler içerisinde, Lakatos’un yaklaşımının, en sofistikesi olduğunu ifade etmektedir.90 Lakatos’un bilim felsefesindeki yaklaşımından İslami kimlikleri anlamada şu üç hususta faydalanılabileceğini düşünüyoruz: 1- Lakatos’a göre bilimsel faaliyet anlamına gelen “bilimsel araştırma programları” (scientific research programs) “yapısal bütünlüğü” ile ele alınmalıdır.91 Bu husus tikel doğrulamalara vurgu yapan tümevarımcılığın ve tikel yanlışlamalara vurgu yapan yanlışlamacılığın bütünsellikten kopuk yaklaşımlarından farklıdır; Kuhn’un, paradigmanın bütünlüğü içinde bilimsel faaliyeti anlayan yaklaşımına, bu hususta benzerdir. İslami kimlikleri anlarken de bütünsel yaklaşım önemlidir. Psikolojideki 88 Thomas S. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions, 2. bs., Chicago, The University of Chicago Press, 1970, s. 43-51. 89 Karl R. Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, Çev. İlknur Aka ve İbrahim Turan, İstanbul, Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, 1998, s. 101-115. 90 Alan F. Chalmers, Bilim Dedikleri, Çev. Hüsamettin Arslan, İstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2008, s. 229. 91 Imre Lakatos, The Methodology of Scientific Research Programmes, Cambridge, Cambridge University Press, 1995, s. 110-117. 49 “Festinger’in bilişsel çelişki kuramı” ve “Gestaltçı kuram” gibi yaklaşımlar da insan doğasının temel eğiliminin tutumlarda tutarlılığı yakalamak olduğunu söyleyen; “bütünselliğe” önem veren yaklaşımlardır.92 Psikolojideki tutarlılık kuramları -psikolojideki hemen her kuram gibi- her kültür ve her bireyde eşit oranda geçerli olmasalar da, önemli deneysel desteğe sahiptirler.93 Kimlikteki bütünsellik, bize, küreselleşme sürecinde yeni bir olguyla karşılaşan İslami kimliği benimsemiş bireyin; kimliğindeki İslami unsurlarla beraber yeni olgulara reaksiyon verdiğini hatırlatır. Eğer, zahiren, İslami kimlikle verilen tepki arasında bir çelişki varsa; gerçekte de bir çelişkinin olup olmadığını, bir çelişki varsa bunun nasıl çözüldüğünü veya bu çelişkiyle nasıl baş edildiğini incelememiz gerektiği hususunda bizi uyarır. Bu bölümde ele alacağımız Abduh’un ve ilerleyen bölümlerde inceleyeceğimiz Nursi’nin ve Ankara Okulu’nun yaklaşımlarının önemi de burada ortaya çıkmaktadır; onlar, gerek İslam’ı gerek Müslümanlar’ın taktiksel yol haritasını tanımlamalarıyla, İslami kesimden bireylerin “din”, dolayısıyla kimlik algılarının şekline etki etmişler, böylece modernleşme ve küreselleşmeye verilecek tepkilerin niteliğinde belirleyici olmuşlardır. 2- Lakatos’a göre her bilimsel araştırma programının değiştirilemez bir “katı çekirdeği” (hard core) vardır.94 Bu çekirdekte değişiklik yapmak, içinde olunan araştırma programını terk etmek demektir; Lakatos, bu hususta da, paradigmaya bağlı çalışan bilim adamlarının paradigmayı sorgulayamayacağını, paradigmanın ancak -din değiştirir gibi- başka bir paradigmaya geçilmesiyle terk edilebileceğini söyleyen Kuhn’a benzer.95 İslam’ı kabul eden bireylerin kimliklerinde de böylesi değişime kapalı bir “katı çekirdek” bulunur. Lakatos’ın yaklaşımına ilave olarak, bu çekirdeğin de, kendi içinde merkeze doğru gidildikçe daha da katılaşan farklı hiyerarşik yapılardaki tabakalardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Çekirdeğin en merkezi kısmında Tanrı merkezli bir ontolojiye ve ahirete odaklı bir eskatolojiye inanç vardır. Çekirdeğin “katı kısmı”nın diğer unsurları namaz gibi farzlara ve domuz eti yememek gibi haramlara olan inançtır. (Bunların uygulanması da önemli olmakla 92 Çiğdem Kağıtçıbaşı, Yeni İnsan ve İnsanlar, s. 149-159. 93 A.e., s. 166-169. 94 Imre Lakatos, a.g.e., s. 48-49. 95 Thomas Kuhn, a.g.e., s. 111-135. 50 beraber, öncelikle bunlara inanç, İslami kimliğin temel unsuru kabul edilir.) Bu kısımda değişiklik yapmak, kişinin gerçek anlamda -Kuhn’da mecazi anlamdaydıdinini terk etmesini gerektirir. Fakat “İslam”ın anlaşılmasıyla ilgili hermenötik çeşitlilik, neyin “katı çekirdek”te olup neyin olmadığıyla ilgili farklı tariflerin de yapılmasına yol açmaktadır. Örneğin bu hermenötik çeşitliliğin bir misali olarak bu bölümde ele alacağımız Abduh’un yaklaşımı, bir Müslüman’ın neyi “katı çekirdek”te görüp görmemesi gerektiğiyle ilgili bir tarif sunduğu için modernleşme ve küreselleşme süreçlerine verilen tepkilerde farka yol açmaktadır. Mesela kadınların kamusal alana çıkmasına karşıt izahların, dinde yerinin olmadığını savunarak, bunu “haram” kategorisinde ve “katı çekirdek” içerisinde görenlerden farklı bir İslami kimlik inşa etmektedir. Bu hermenötik yaklaşımdaki farklılığın doğurduğu teolojik sonuçların sebep olduğu İslami kimlik ise sosyal olgularda fark oluşturmaktadır. 3- Lakatos’a göre her bilimsel araştırma programının, değiştirilemez katı çekirdeğinin yanında, değişime açık bir “koruyucu kuşağı” (protective belt) vardır. Bu kuşakta gözlem önermeleri ve yardımcı hipotezler gibi unsurlar bulunur; bilim adamının çalışma ve değişiklik yapabilme alanı burasıdır.96 Lakatos’ın yaklaşımına ilave olarak, bu kuşağın da hiyerarşik katmanlar şeklinde düşünülmesinin daha ufuk açıcı olacağı kanaatindeyiz. “Farzlar”dan ayrı bir kategori olan “sünnetlerin uygulanması”nın -“sünnetlere inanç” ayrı düşünülmelidir- Ehli Sünnet İslami kimlikler açısından “koruyucu kuşak” içinde yer aldığını söyleyebiliriz. Ayrıca mezhepler arası veya belli bir mezhebin içinde tartışmalı olan hususların da bu alanda olduğunu düşünebiliriz. “Koruyucu kuşağın” dış halkalarında ise tarihsel süreçte oluşan ve yerel adetlerle ilişkili unsurların olduğunu söyleyebiliriz; İslami metinlere atıfla temellendirilmeyen bu unsurlar değişime en az dirençli halkadır. Lakatos’un teorisi yüzlerce bilimsel teoriye uygulandığında, bu teorilerin bazılarında açıklayamadığı unsurların olduğu görülür.97 İslami kimliklerle ilgili yaklaşımımızı, İslami kesimden yüz milyonlarca bireye uyguladığımızda da; insan psikolojisinin karmaşıklığı ve bireysel olguların çokluğu da düşünüldüğünde, 96 Imre Lakatos, a.g.e., s. 49-52. 97 Alan F. Chalmers, a.g.e., s. 130-135. 51 açıklayamadığı ve uygunsuz kaçacağı birçok olgunun var olacağı muhakkaktır. Fakat Feyerabend’in her metodolojideki eksikliği tespit edip “epistemolojik anarşizme” varması gibi bir pozisyonu; İslami kimliklerle ve bunların sosyal tezahürleriyle ilgili olguları değerlendirirken tercih etmiyorsak, açıklama modeli olarak “ideal tip(ler)” bulmak zorundayız. Lakatos’tan esinlenerek İslami kimliklere uyguladığımız yaklaşımın; özcü ve özcülük-karşıtı yaklaşımlardan “ideal tipe” daha uygun bir modeli sunduğu kanaatindeyiz. Bu yaklaşımımız, İslami kesimin iç tartışmalarına neden odaklanmamız gerektiğini ve İslami kesimle ilgili sosyal-siyasi süreçlerin anlaşılmasının, böylesi bir içten anlamayı, yani bunları açımlayacak hermenötik yaklaşımları, gerekli kıldığını da göstermektedir. Bu iç süreçler, İslami kesimin modernleşme ve küreselleşme süreçlerine karşı süzgeçlerini de şekillendirmekte; süzgecin aldığı şekil ise neyin benimsenip neyin benimsenmeyeceğini belirlemektedir. İslami kesimin çeşitliliği bu konudaki zorluktur; bu bölümde Abduh’a, sonraki bölümlerde Nursi ve Ankara Okulu’na örnek olarak odaklanmamız, Türkiye’deki İslami kesimin hepsine nüfuz etmemize olanak vermez. Fakat Türkiye’deki İslami kesimi anlamamız için modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde neler olduğuyla beraber, İslami kesimin içinde olup bitenlerin de değişimin niteliğini belirlediğini anlamamız için bize farklı örnekler sunmaktadırlar. 2. Bilişsel Çelişki Teorisi ve İçten Eleştiri Aslında tektanrıcı dinlerin doğası, bu dinlerin bağlıları eğer bir değişim geçireceklerse vurguladığımız şekildeki bir “içten” eleştiriyi -ki bu eleştiri aslında dinin yapılan değişikliklere onay verip vermediğinin, karşılaşılan yeni olgulara nasıl tepki verileceğinin belirlenmesi demektir- gerekli kılmaktadır. Tektanrılı dinler, ontolojilerinde Tanrı üzeri veya Tanrı’ya denk bir varlık, epistemolojilerinde kendi kutsal metinlerinin üzerinde veya onlara denk bir bilgi kaynağı kabul etmezler. Böylesine güçlü ontolojik ve epistemolojik inançları olan dinleriyle apaçık bir çelişkiye düşme olasılığını göze alarak bir habitus değişikliğine gitmek, dinine bağlı bireyin bilincinde rahatsızlık verici “bilişsel bir çelişki”ye yol açacaktır. 52 Psikolojideki98 tutarlılık kuramları ve de bunların en ön plana çıkanı olan Leon Festinger’in “bilişsel çelişki” (cognitive dissonance) teorisiyle gösterildiği gibi; insan zihni, çelişkili davranış ve düşüncelere bir arada sahip olmaktan rahatsız olur ve bu çelişkiyi, birbirine zıt davranış veya düşüncelerinde çeşitli şekillerde değişiklikler veya düzenlemeler yaparak gidermeye çalışır. Festinger, teorisinin kimi yönlerinin sosyologları psikologlardan daha çok ilgilendirmesi gerektiğine de dikkat çekmiştir.99 Buradan şu geçişi yapabiliriz; İslami inancın temel bir kimlik ve kültür belirleyicisi olduğu toplumda yetişen ve modernleşmeyle karşılaşan yeni aydın tipleri, zihinsel çelişki yaşamamak veya olan çelişkilerini çözmek için şu alternatiflerle karşı karşıyaydılar: İslami inançla modernleşmeyi aynı anda kabul etmeyi zihinsel açıdan çelişkili kabul ediyorlarsa, birincisi İslami inançlarından vazgeçmek, ikincisi modernleşmeye karşı çıkmak durumundaydılar. Eğer bunları tamamen çelişkili kabul etmiyorlarsa, üçüncüsü modernleşmeyi sadece teknoloji alanıyla sınırlamaya benzer bir yorumlama suretiyle, İslam’la aynı bünyede birleşmesine olanak tanıyabilirlerdi. Dördüncüsü ise bazılarının İslam olarak sunduğu inançların aslında “gerçek İslam” ile ilgisi olmadığını, geleneklerin dinle karışması veya dinlere hatalı hermenötik yaklaşımlar (tefsirler) sonucunda bunların din sanıldığını, modernleşme ile ilgili birçok husus İslam’la çelişmediği için, bunları zihnen ve davranış olarak benimsemenin dinle hiçbir çelişki oluşturmayacağını savunma alternatifi de mevcuttu. Bahsedilen aydınlardan bu dört alternatifin her birini benimseyenlerin olduğu görülmektedir. Eğer davranışçı metodolojiyi (söylemin gerçek inancı yansıttığını) bu hususta takip edersek, bu aydınların İslami referanslarının çokluğu birinci alternatifi, kullandıkları yeni kavramlar ve davranışlarındaki değişimlerin yoğunluğu ise ikinci alternatifi diğerlerinden daha az tercih ettiklerini göstermektedir. En çok başvurulan alternatiflerin üçüncü ve dördüncü alternatifler, birçok zaman ise bu iki alternatifin beraberce kullanılması olduğunu söyleyebiliriz. Japonya’nın farklılığıyla beraber modernleşmesini alkışlayan tüm izahlarda, -modernleşmenin evrenselliğiyle yerelin zıtlığını 98 Şerif Mardin, siyasal bilimlerle ilgili çalışmalarda psikolojinin alanına girerek sınır atlamanın siyasal bilimler için kazanç olacağı kanaatindedir. Mardin “İdeoloji, biri yapı, diğeri de şahsiyetin teşekkülü planlarında iki fonksiyon ifa ediyorsa bunlardan birini diğerinden ayırmak mümkün değildir” demektedir. Bkz: Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 24. 99 Leon Festinger, A Theory of Cognitive Dissonance, Stanford, Stanford University Press, 1962, s. 275. 53 bağdaştıran bu izahlarda- üçüncü alternatifle, yani modernleşmeyi de bir süzgeçten geçirerek kabul eden bir yaklaşımla karşılaşıyoruz.100 Dördüncü alternatifin ise bu tezin odak noktalarından birisiyle ilgili olması açısından altı çizilmelidir ve modernleşmeyle karşılaşan Osmanlı aydınları için bu, kayda değer bir seçenek olmuştur. Festinger’in teorisine birçok yönden benzeyen bir tutarlık teorisi olan Rosenberg ve Abelson’un “bilişsel dengeleme” (cognitive balancing) teorisine göre bilişsel dengeyi sağlama yöntemlerinden biri çelişkili olduğu zannedilen öğelerden birinin ayrıştırılarak yeniden tanımlanmasıdır.101 Buradaki örnekte “İslam” yeniden tanımlanmakta, “İslam” başlığı altında sunulmuş olanlar ayrıştırılmakta ve bunlardan birçok öğenin dinle ilgisi olmadığı tespit edilip, zihne rahatsızlık veren çelişkili durum giderilmektedir. Örneğin kadınların kamusal alana çıkışının engellenmesinin “İslam” ile bir ilgisi olmadığı savunularak sorun giderilmektedir. 3. Abduh ve Hocası Cemaleddin Afgani Osmanlı döneminde Abduh gibi düşünürlerden alınan etkiler, bu alternatifin felsefi-teolojik-teorik tabanının oluşmasında önemli olmuştur. Abduh, bugünkü İstanbul Üniversitesi olan Darülfünun’un kapatılmasına -1871 sonu veya 1872 başında- sebep olan açılış konuşmasını yapan Cemaleddin Afgani’nin talebesidir.102 Afgani de İslam adına yanlış anlayışların savunulmasına “içten” eleştiri getirmiş; Abduh’la beraber Yeni Osmanlılar’dan Jön Türkler’e, bazı Türkçülerden Mehmet Akif ve Said Nursi gibi İslami kesimce önemsenen isimlerden başbakanlık yapmış Şemseddin Günaltay’a kadar farklı birçok kişiyi ve farklı fikir akımını etkilemişlerdir.103 Afgani “zındıklık” suçlamasıyla İstanbul’dan sürülecek kadar çok 100 Ahmet Çiğdem, “Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon”, Modernleşme ve Batıcılık, 2. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s. 79-80. 101 Çiğdem Kağıtçıbaşı, a.g.e., s.155-156. 102 Niyazi Berkes, Afgani’nin konuşmasının, okulun kapanmasını zaten arzu eden Şeyhülislam için bir bahane oluşturduğunu ve bu konuşmayı kullanan Şeyhülislam’ın etkisiyle çıkan ayaklanmanın okulun kapanmasına sebep olduğunu aktarır: Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 240-241. 103 Reşid Riza, Gerçek İslam’da Birlik, Çev. Hayreddin Karaman, İstanbul, İz Yayıncılık, s. 44-45. 54 tepki almıştır.104 Afgani’nin felsefi ve siyasi konulara ağırlık vermesine karşı Abduh; felsefi ve siyasi konularla beraber hadis, fıkıh, tefsir gibi temel İslami bilimlerle ilgili görüşler de beyan etmiştir.105 Abduh Mısır’da doğmuş, aile kökeninde Türkmenlik de olan bir düşünürdür. Küçük yaşlarda Kuran’ı ezberleyerek hafız olmuş ve fıkıh gibi İslami ilimlerin öğrenimini görmüştür. Daha sonra 17 yaşında (1866’da) İslami ilimler konusunda ünlü Ezher’de öğrenimine devam etti. Fakat fen, matematik, tarih, coğrafya gibi derslerin okutulmadığı Ezher’deki ders programı ve yaklaşımlar onu tatmin etmedi. Afgani ile tanışan Abduh, Ezher’deki tatminsizliğini onunla giderdi; Afgani’den felsefeyle olduğu kadar sosyal ve siyasal meselelerle ilgili derslerden oluşan beş yıllık bir eğitim aldı. 106 Abduh birçok makalesinde eylemin önemine atıf yapan bir düşünürdü; eylem savunuculuğunu kendi pratiğinde de gösterdi ve İngiliz sömürge yönetimine karşı eylemleri dolayısıyla 1882’de üç yıl sürgün cezasına çarptırıldı. Abduh, 1883 yılında Afgani’nin daveti üzerine Paris’e gitti ve orada beraber, Doğu milletlerinin esaretine son vermeyi ve İngiliz işgalini durdurmayı hedef edinen elUrvetu’l Vuska dergisini çıkardılar. Dergiyi çıkartanlar Abduh (yazar), Afgani (siyasi lider) ve bir tercümandan oluşan üç kişi olmasına rağmen dergi, İslam dünyasında büyük yankılar uyandırdı. İngilizler, bu derginin Hindistan’a ve Mısır’a girişini yasaklayarak, bu derginin “zararlı fikirleri”nden korunmaya çalıştılar.107 Abduh, yabancı dildeki hukuk kitaplarını okuyabilmek için Fransızca öğrendi. Daha sonra Herbert Spencer gibi ünlü filozoflarla görüştü, Oxford ve Cambridge Üniversiteleri’ni ziyaret ederek incelemelerde bulundu.108 Kütüphanesinde Rousseau’nun Emile’i, Spencer’in Education isimli kitabı ve didaktik yazıları, Tolstoy’un romanları, Strauss’un İsa’nın Hayatı kitabı, Renan’ın eserleri bulunması 104 A.e., s.54. 105 İbrahim Hatipoğlu, Çağdaşlaşma ve Hadis Tartışmaları, İstanbul, Hadisevi, 2004, s. 143. 106 Mehmet Zeki İşcan, Muhammed Abduh’un Dini ve Siyasi Görüşleri, 2. bs., İstanbul, Dergah Yayınları, 1998, s. 17-18, 22-31. 107 Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, Urvetu’l Vuska, Çev. İbrahim Aydın, İstanbul, Bir Yayıncılık, 1987, s. 25-26, 34-35, 445-447. Bu kitap derginin tüm sayılarının -18 sayı- Türkçe’ye tercümelerinden oluşmaktadır. 108 M. Sait Özervarlı, “Muhammed Abduh”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.XXX, İstanbul, İSAM, 2005, s. 483. 55 Batılı kaynaklara ilgisini göstermektedir.109 Batı ile temasları İslam dünyasının yanında Batı dünyası hakkında da bilgi sahibi olmasını sağladı. Abduh’a göre İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için değişikliklere ihtiyacı vardı ve yapılması gerekli reformlar şu alanlarda olmalıydı: 1- İslamiyet’in eski -orijinal- haline döndürülmek suretiyle ıslahı, 2- Arap dilinin yenilenmesi, 3- Eğitim-öğretim reformu, 4- Ezher reformu ve çağdaş ilimlerin öğretim programına alınması, 5- Siyasi reform; halk haklarının tanınması. 110 Abduh İstanbul’a geldiğinde Abdülhamid’le ve Şeyhülislam’la da görüştü.111 Ziya Gökalp ve İslam Mecmuası etrafındaki modernistler, hatta İctihad grubunda yer alan Abdullah Cevdet ve Celal Nuri gibi “laik-Batıcı” isimler üzerinde de önemli etkiler bıraktı. 112 En çok Sırat-ı Müstakim ve Sebil’ür Reşad dergileri, Afgani’nin ve Abduh’un fikirlerinin Osmanlı aydınları arasında yayılmasında rol oynadılar. Afgani ve Abduh’tan önemli ölçüde etkilenmiş olan, Sebil’ür Reşad dergisi yazarlarından ve sonra 1949’da 18. başbakan olan (kendisi ayrıca Darülfunun/İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi dekanlığı da yapmıştır) Şemseddin Günaltay’ın Afgani hakkındaki şu sözleri, onların önemli isimler üzerindeki derin etkilerini gösteren bir delildir: “Şeyh (Afgani), Peygamber kadar şayan-ı hürmet, ona itiraz edenler Ebu Cehil kadar lanete müstehaktır. Çünkü Şeyh, Peygamber’in zamanındaki İslamlığı diriltmeye kalkışmıştır.”113 Bu sözlerin sahibi Günaltay, 1928 yılında, İstanbul Üniversitesi’nde kurulan, ibadet dilinin Türkçe olmasını öneren komisyonda da yer almıştır. 114 109 Reşid Riza, a.g.e., s. 67. 110 Abdullah Alperen, Türkiye’de İslam ve Modernleşme, Adana, Karahan Kitabevi, 2003, s.156. 111 Mehmet Zeki İşcan, a.g.e., s. 72. 112 M. Sait Özervarlı, a.g.e., s. 486. 113 Abdullah Alperen, a.g.e., s.152. 114 Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, 12. bs., Çev. Metin Çulhaoğlu, İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s. 230. 56 4. Abduh, Akla Verilen Önem ve Mezhepçiliğe Eleştiri Abduh, İslam’da akla gereken önemin verilmesi için ısrar etmiş, dinle aklın uzlaşmasını, insanların yükselmesi için şart görmüş; Kurani yaklaşımın da bunu gerektirdiğini belirtmiştir.115 Doğru kullanılan akılla ve bilimle gerçek dinin çatışmayacağı konusunda Abduh, İslam felsefesinin önemli ismi İbn Rüşd’e benzer fikirler beyan etmiştir.116 Modern bilimlerin önemi ve Müslümanlar’ın bu bilimleri kavramasının zorunluluğu işlediği en önemli temalardan biri olmuştur. Yazılarında birçok yerde İslam’ın akla uygunluğunu savunmuş ve akıl-dışı yaklaşımları dine sokanları din adına eleştirmiştir. Birçok kişi onun fikirlerinde, İslam’ın ilk dönemlerindeki Mutezile akılcılığının izlerini görmüş ve onu “Yeni Mutezile” olarak adlandırmışlardır.117 Sekülerlik adına toplumda değiştirilmesi istenen birçok husus, Abduh’a göre din ve akıl adına değiştirilmeliydi. Abduh’un görüşlerinin en önemli sonuçlarından biri, dünyayı ilgilendiren konuların -İslami yasaklarla çelişmemek kaydıyla- insan aklına emanet edilmiş olmasıdır.118 Hayatın geniş bir alanını akılla alınan kararlarla bireylerin belirleyebileceğini savunmak, günlük somut olaylarda Müslümanlar’ın davranışları ve modernleşme ile küreselleşme süreçlerine verecekleri tepkilerle ilgili ciddi farklılıklar oluşturur. Bazı mezheplerin yaklaşımlarında dinin bir hükmüymüş gibi gösterilen sınırların, bireylerin inisiyatifine bırakılması; modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde ortaya çıkan, İslam’la bu süreçler arasında olduğu düşünülen birçok çatışkının ortadan kalkmasına sebep olur. Oysa Ehli Sünnet İslam adına yaygın olarak savunulan anlayışa göre hayatın hemen her alanıyla ilgili hükümler mezheplerce kararlaştırılmıştır; içtihad (yeni hükümler oluşturmak) yapmak gereksizdir, yapılması gerekli olan mezheplerin “mukallidi” (taklitçisi) olmaktır. Abduh, İslam düşüncesi ve hayatını dondurduğuna, şekilciliği yaygınlaştırıp, maneviyat ve faziletleri arka plana 115 Fazlur Rahman, İslam, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 1999, s. 298-301. 116 İbn Rüşd, Faslü’l Makal, Çev. Bekir Karlığa, İstanbul, İşaret, 1992. 117 Tarık Ramadan, İslami Yenilenmenin Kökenleri, Çev. Ayşe Meral, İstanbul, Anka Yayınları, 2005, s. 128. 118 Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, Çev. Sabri Hizmetli, Ankara, Fecr Yayınları, 1986, s. 73-88; Mehmet Zeki İşcan, a.g.e., s. 149-164. 57 ittiğine inandığı bu anlayışı şiddetle eleştirmiş ve İslami ilimlerden fıkıh alanında yapılan hataları ve mezhepçiliği ortaya çıkan tablonun baş sorumlusu olarak görmüştür.119 Abduh’a göre içtihat kapısının kapatılması taklitçiliğin baş sorumlusuydu. O, İslam toplumlarının ihtiyacı olan değişimi; Tanrı’nın vahyi olan İslam’ın kendisinde değil, insan ürünü olan dondurulmuş-mezhepçi İslam anlayışında reform yaparak çözülmesi gerektiğini, İslam’ın özüne dönüşün çözüm olduğunu savunmuştur. Bunu yaparken felsefi formasyonunu İslami temel ilimlerdeki bilgisiyle birleştirmiş, İslami kaynaklara giderek ve mezheplerin var olmadığı İslam’ın ilk asrından deliller getirerek pozisyonunu savunmuş; 120 içinde Meşrutiyet ve Cumhuriyet süreçlerinde önemli görevler üstlenenlerin de olduğu geniş bir kitleyi etkilemiştir. Abduh, İslam’ın bidat ve hurafelerden arındırılması için mücadele ettiğini,121 din adına uydurulan hadislerin dini anlayıştan dışlanması gerektiğini ve “mezhepçi taassub”un durdurulması gerektiğini savunmuştur.122 (Üçüncü bölümde Ankara Okulu tarafından da hadis ve mezhep taassubunun eleştirisine özel bir önem verildiğini göreceğiz.) Abduh, hadis nakledenleri dar ve donuk düşüncelikle vasıflandırmış; birçok Ehli Sünnet bilginin Kuran’dan sonraki en önemli kitap olarak gördükleri, hatta bir hadisini reddedenin kâfir olacağı söylenen Buhari’deki hadislerden bazılarını da “uydurma” olduklarını söyleyerek eleştirmiştir.123 Abduh’un hadis eleştirisiyle ilgili fikirlerine, ondan etkilenen isimlerde de rastlanmaktadır, bunlardan biri olan Mehmed Akif Ersoy, şu şiiriyle, -din adınahadis eleştirisi yapmaktadır: Yıkıp, şeriati bambaşka bir bina kurduk; Nebi’ye atf ile binlerce herze uydurduk! 119 Muhammed Abduh, a.g.e., s. 50; Abdullah Alperen, a.g.e., s. 164-166, 170. 120 Abduh’un mezhep taklitçiliği ve bu taklitçilik yüzünden kafir ilan etmelere karşı İslam’ın ilk dönemlerinden örnekler getirerek eleştiriler yapmasının bir örneği: Muhammed Abduh, “İslamın Müsamahasına Dönüş”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, no: 19, 1973, s.151-154. 121 Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, a.g.e., s. 98-99. 122 Muhammed Abduh, Tevhid Risalesi, s. 50-51. 123 Mahmud Ebu Reyye, Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1988, s. 331, 383. 58 ……………………………………….. Hadisi vaz’ediyorken sevab uman bile var! Sevabı var mı imiş, bir zaman gelir anlar! ………………………………………….. Lisan-ı pâk-i Nebi’den yalanlar uyduruyor; Sıkılmadan da sevab işledim deyip duruyor! 124 5. Abduh ve Kadın Konusu Modernleşme ve küreselleşmeyle yayılan kültürdeki birçok unsura direnç gösterilirken hadisler önemli bir dayanak olmuştur. Kadınların kamusal alana çıkmasının ve erkeklerle aynı ortamları paylaşmasını engellemede temel referans noktası da özellikle hadisler -Ankara Okulu hakkındaki üçüncü bölümde örneklendireceğimiz- ve çeşitli mezhep görüşleri olmuştur. Nitekim hadislere karşı eleştirel bir yaklaşım benimseyen Abduh, kadınlarla erkeklerin kamusal alanda bir arada bulunabileceklerini ve kadınların erkeklerle beraber çalışabileceklerini savunmuştur.125 Abduh, İsrailiyatın (Yahudi hikayelerinin) dinselleştirilmesini eleştirmiş ve Havva’nın Adem’in kaburga kemiğinden yaratılması gibi anlatımların, Kuran’da yer almadığını vurgulamış; Müslümanların buna inanmasını, İslam’a yabancı unsurların girmesinin delili olarak göstermiştir.126 Çok eşliliğe müsaade edilmesine rağmen bunun İslam’da tasvip edilmediğini, tek eşliliğin Kurani ifadelere daha uygun olduğunu söylemiştir.127 Ayrıca boşanma hukukunda kadının lehine düzenlemeler yapılması yönünde görüşler de beyan etmiştir.128 Abduh’un, İslami kaynaklara giderek, erkeklerin, dinsel kurumları kadınların aleyhlerine kullandıklarını ve geleneksel olan birçok uygulamanın İslam’la bir ilgisi olmadığını göstermesini, Mısır gibi İslam ülkelerindeki feminist hareketler, kendi 124 İbrahim Hatipoğlu, a.g.e., s. 188. 125 Reşid Riza, a.g.e., s. 114. 126 Barbara Freyer Stowasser, Women in the Quran, Traditions, and Interpretation, Oxford, Oxford University Press, 1996, s. 35. 127 John Esposito, İslam Tehdidi Efsanesi, Çev. Ömer Baldık, Talip Küçükcan, Ali Köse, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2002, s. 116. 128 Tarık Ramadan, a.g.e., s. 137. 59 hareketlerinin meşruiyetini temellendirmede kullandılar.129 Osmanlı’daki kadın hareketleri de, Abduh’a benzer fikirler ileri süren din bilginlerinin “içten” eleştirilerinden, mücadelelerinin meşruiyetini temellendirmekte yararlandılar. Örneğin Abduh’un birçok önemli üyesini etkilediği İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Kadınlar Şubesi’nin başkan yardımcısı Emine Semiye “Erkeklerimizden alim ve hakşinas olanlar, İslam kadınının terakkisi için şer-i şerifin (dini hükümlerin) ne derece müsait olduğunu teslim ediyorlar”130 diyerek haklarının peşinde olduklarını beyan ederken, İslam’la ilgili Abduh’unkine benzer yaklaşımların kadın hareketleri için önemini ifade etmektedir. Ayrıca Osmanlı’daki kadın hareketlerinin, geleneksel yapının kadın özgürlüklerini kısıtlamasına karşı, İslam’ın “içinden” getirilen eleştirilerin takipçisi olduklarını göstermektedir. Abduh’un bahsedilen konuda talebeleri aracılığıyla etkisi de önemlidir; Kasım Emin tarafından 1898’de Tahriru’l Mer’e (Kadının Özgürleştirilmesi) ve 1900’de elMer’e Cedide (Yeni Kadın) adıyla yayımlanan kitaplar, onun dolaylı etkisinin örnekleridir.131 Abduh, yanlış dini yorumlarla kadınların eğitim almalarının engellenmesine karşı şöyle demiştir: “Dinimizin kadına verdiği hakların farkında olmayan Müslümanlar, kadının eğitimi konusunda yanılageldiklerinden, biz de kadının eğitimine karşı bir konuma düştük.”132 Abduh, eğitimli kadınların, kızların eğitimine yönelik kadın dernekleri kurmalarına da destek vermiştir.133 Kadınların eğitim görmeleri ve kamusal alana çıkmalarının önünün açılması gibi güç ilişkilerinde kadınlar açısından en kritik konularda Abduh’un teorik temel oluşturan izahları ve eylemsel pratiği desteklemesi hayati önemde olmuştur. Onu önemli ve farklı kılan, birçok kişi gibi modernite adına bunları yapmaması; “İslam” ile meşrulaştırılmaya çalışılan bir gelenek adına kadınların önüne engeller çıkartanlara 129 Margot Badran, “Competing Agenda: Feminists, Islam and the State in Nineteenth and Twentieth Century Egypt”, Woman, Islam and the State, Ed. Deniz Kandiyoti, Philadelphia, Temple University Press, 1991, s. 204. 130 Sabah Gazetesi, 7 Ağustos 1908’den aktaran Ömer Sami Coşar, Atatürk Ansiklopedisi, C. II, s. 59; Bu kaynaktan aktaran: Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, s. 55-56. 131 Recep Şentürk, İslam Dünyasında Modernleşme ve Toplumbilim, 2. bs., İstanbul, İz Yayıncılık, s. 215. 132 Zuheyr Hüseyin, “Muhammed Abduh (1849-1905)”, Hamdard Islamicus’dan Çev. M. Hilmi Baş, Haksöz Dergisi, No: 6/7, Eylül-Ekim 1991. 133 Tarık Ramadan, a.g.e., s. 136. 60 karşı “İslam adına içten” bu görüşleri ve eylemleri savunması ve derin dini-felsefi bilgisiyle İslami kaynaklara giderek görüşlerini temellendirmesi, kadınların güç arttırmasıyla ilgili hususlarda, kimliklerinde İslam’ın önemli bir rol oynadığı kesimin içindeki dirençleri kırmasıdır. 6. Abduh’un Ekonomi, Sanat ve Tasavvuf Konusundaki Görüşleri Abduh yaşadığı dönemde bir din bilgininin yükselebileceği en önemli görevlerden biri olan Mısır Müftülüğü makamına getirilmiştir. Buradaki görevinde verdiği fetvalar (dinsel hükümler) yoğun eleştiriler almasına da sebep olmuştur. Örneğin sigorta ve tasarruf sandıklarının “caiz” (dinen meşru) olduğuna dair verdiği fetvalar bunlara örnektir.134 Modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin önemli bir boyutu ekonomiyle ilişkilidir; sigortalama gibi dünyadaki ekonomik sistem açısından hayati öneme sahip bir uygulamanın dine aykırı bir yönü olmadığının Müftülük makamınca söylenmesi -bu yönde aksi görüş beyan eden ve din adına buna karşı çıkanların varlığa da düşünüldüğünde- İslami kesimin dünyanın ekonomik sistemine entegre olması açısından önemli bir olaydı. Abduh’un tapınma ve kutsallık tanımayla ilişkili olmayacak şekilde resim ve heykel yapımının, İslam’a aykırı olmadığını dile getirmesi de onun hadislere eleştirel yaklaşımıyla ilişkilidir.135 Modernleşme ve küreselleşme süreçleri sadece ekonomi ve teknolojiyle ilgili değildir, sanat, bu süreçlerle yayılan kültürün, iletişimin, dönüşümün önemli bir öğesidir; sanatsal faaliyetlere karşı İslam içinden müsamahalı yaklaşımlar, bu faaliyetlere karşı din adına yapılan karşı koymalara karşı bir set olmuştur. Abduh’un yaklaşımı, sanatsal faaliyetlere bu faaliyetlerin yapısından dolayı karşı çıkmamayı gerektirir; örneğin “resime” resim olduğu, “sinemaya” sinema olduğu için ontolojik bir karşı çıkış yapılmamalıdır, fakat bunlara içeriğinden dolayı -pornografi içermeleri gibi sebeplerden- itiraz edilebilir. 134 M. Sait Özervarlı, “Muhammed Abduh”, s. 484. 135 Reşid Riza, a.g.e., s. 115. 61 Abduh, gençliğinde tasavvuf düşüncesinin bireylerin kişilik gelişimi üzerinde olumlu katkıları olabileceğini -kendi tecrübesiyle- gözlemlemiştir. Fakat onun eleştiri okları, fıkıhçılar ve hadisçiler gibi tasavvuf düşüncesine ve bu düşüncenin yaşatıldığı merkez olan tarikatlara da yöneldi. Tasavvuf düşüncesi adına Tanrı ile insan arasında aracılar oluşturulmasını, ölülerden medet umulmasını, dinde olmayan törenler icat edilmesini, tarikat uygulamalarının dinin üstüne çıkartılmasını ve şeyhten “el alma” gibi anlayışları tenkit etti.136 Tasavvuf düşüncesi ve bu düşünceyi merkeze alan tarikatlara İslam’ın içinden gelen buna benzer eleştirilerin, İslami kesimin değişimi açısından -birçok araştırmacı bu hususun üzerinde gereğince durmamış olsa da- kritik öneme sahip olduğunu düşünüyoruz. Tarikatların İslami kesimin kimlikleri üzerindeki -Osmanlı dönemindeki- yüksek dönüştürücü gücünün azalmasında, varlığını sürdüren tarikatların ciddi bir değişim geçirmelerinde, Nurculuk gibi etkin İslami kesimin cemaatlerinin -ikinci bölümde inceleyeceğiztarikat anlayışı dışında yeni bir sosyal yapılanma modelini benimsemelerinde, İslam’ın içinden yükselen Abduh gibi seslerin de etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Abduh’un Hz. Muhammed’in vefatından sonra hiçbir dinsel otorite kalmadığını, İslam’da bir ruhban sınıfı bulunmadığına göre dini anlama, yorumlama ve açıklama tekelinin kimsenin elinde olamayacağını savunmuş olması da önemlidir. Abduh, Peygamber’in bile baskıcı veya denetleyici olmadığını, sadece dini duyurma ve uyarma vazifeleri bulunduğuna dikkat çekmiştir.137 Söylemde birçok kişi İslam’da, Katolik Kilisesi’nde olduğu gibi, Tanrı’yı yeryüzünde temsil eden hiç kimse olmadığını söyler. Fakat yaygın pratikte; tarikatların/cemaatlerin içinde şeyhlere/liderlere atfedilen “velilik” (Allah’ın sevgili/özel kulu) veya “Mehdilik”138 gibi makamlarla; bu şahısların epistemolojik üstünlükleri savunulmuş ve bundan 136 Mehmet Zeki İşcan, a.g.e., s. 228-230; M. Sait Özervarlı, a.g.e., s. 484. 137 İşcan, A.e., s. 184-185. 138 Mehdi, hadislere göre, dünyanın sonuna doğru gelerek İslam dünyasının başına geçecek ve “kafirlere” karşı zaferler kazanacak, Allah tarafından seçilmiş üstün bir kişidir. Bu konuda ciddi araştırmaları olanlara göre bu hadisler, siyasi sebeplerle Peygamber’in vefatından sonra üretilmiştir. Bu konuda yapılmış bir tezin sonradan kitap olarak yayımlandığı bir çalışma: M. Ali Durmuş, Haberlerin Işığında Mehdi, Ankara, Anlam Yayınları, 2003. (Bu çalışma ilerde işleyeceğimiz Ankara Okulu’ndan Hayri Kırbaşoğlu’nun danışmanlığında hazırlanmıştır.) 62 dolayı dinsel yorumlarda ve bireylerin hayatlarının şekillenmesinde bu ayrıcalık iddiaları etkin olmuştur. Bu yüzden, uygulamada, bireylerin özgürlüklerini kazanmaları ve kimliklerini kendi inisiyatifleriyle şekillendirmeleri açısından; Hz. Muhammed’in vefatından sonra epistemolojik ayrıcalıkları olan hiçbir kişinin bulunmadığı yönündeki -Abduh’un da savunduğu- inanç oldukça önemlidir. 7. Abduh’un Etkisi Abduh’un, Müslümanlar’ı mücadelecilikten alıkoyan “yanlış kader, kaza, tevekkül” anlayışlarını “İslam” adına eleştirdiği söylemleri; “İslam” kimliklerinin en önemli yapıtaşı olan yığınları harekete geçirmek isteyenler tarafından benimsenmiş ve kullanılmıştır.139 Abduh şapka ve benzeri kıyafetler giymenin de caiz olacağını söylemiştir.140 Türkiye’deki şapka devrimine karşı dirençlerin idamlara giden sonuçları olduğu düşünüldüğünde -şapka giyenin kafir olacağına dair de fetva verilmişti- Abduh’un verdiği fetvaların kendi dönemindeki tartışma konuları açısından ne kadar önemli olduğu anlaşılır. “Kuran’a dönüş” olarak isimlendirilebilecek bir hareketin öncülerinden olan Abduh,141 Kuran dışındaki dini kutsiyet atfedilen kaynakların (uydurma hadislerin, fıkıh kitaplarının, hurafelerin, dinsel otoritelerin) İslam’a zıt fikirlerle dolu olduğunu savunurken Kuran’a ise sahip çıkmıştır: -Ezher’de okutulan ve benzeri kitapları kastederek- bu kitaplar var olduğu müddetçe, bu ümmet ayağa kalkamaz. Ümmeti kaldıracak ruh, ilk dönemde hâkim olan Kuran’ın ruhudur. Kuran dışında her şey, Kuran’la bilmek ve yaşamak arasına konmuş engellerdir.142 Abduh’tan etkiler alan Şemseddin Günaltay’ın Zulmetten Nura kitabı; İslam’ın, kimliğin önemli bir parçası olarak varlığını devam ettirmesiyle beraber modernleşme sürecinin yaşanabileceğinin savunulmasına bir örnektir.143 Bu ve benzeri birçok “içten” eleştiri Osmanlı ve Türk modernleşmesinde önemli bir rol 139 Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani, a.g.e., s. 139-153. 140 Mehmet Zeki İşcan, a.g.e., s. 70-71. 141 Mehmet Zeki İşcan, a.g.e., s. 259. 142 Mahmud Ebu Reyye, Muhammedi Sünnetin Aydınlatılması, s. 408. 143 Şemseddin Günaltay, Zulmetten Nura, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 1998. 63 oynamıştır. Sonuçta modernleşme ve küreselleşme gibi süreçler sadece dıştan içe bir etki yaratarak bireyleri değiştirmemişler, Müslüman aydınların İslam’la ilgili tartışmaları, İslam’ı kendilerinden önceki nesillerden daha farklı tanımlamaları, bunun için gerekirse İslami kaynaklara ve İslam’ın ilk nesillerine atıflar yapmaları gibi süreçler dıştan gelen etkiyle birleşmiş ve bu “birleşimin yarattığı sinerji” ile bahsettiğimiz dönüşümler yaşanmış ve ‘karışım kimlikler’ oluşmuştur. Birçok çalışmada dıştan içe olan etkilerin kimliklerdeki değiştirici etkisi işlenmiş, birçok çalışmada İslami kesimin iç tartışmaları aktarılmış ama bunların birleşiminin yarattığı sinerjinin kimliksel dönüşümde etkisine gereğince dikkat çekilmemiştir. İslam’ın kimlikler üzerindeki güçlü belirleyici etkisi ve bireylerdeki egzistansiyel önemi göz önünde bulundurulduğunda; İslam’la ilgili iç tartışmaların etkisi olmasaydı, dıştan gelen etkinin, bireyleri İslam’a rağmen değiştirmesinin çok sınırlı kalacağı kanaatindeyiz. Örneğin Abduh ve onun gibi düşünen daha birçok kişi, kadınların kamusal alana çıkışının engellenmesinin İslam’la bir ilgisi olmadığını savunmasalardı, modernleşme sürecinin önemli bir unsuru olan kadınların daha çok kamusal alana çıkması, Osmanlı’da birçok aydınca ve Türkiye Cumhuriyet’inde ise İslami kesimlerin de içinde olduğu bu kadar geniş kitlelerce benimsenmeyecekti. Modern Türkiye projesinin önemli aktörleri Jön Türkler’in, ölümünün ardından Abduh’u saygıyla anmaları, onun etkisinin öneminin göstergelerinden birisidir.144 İçinde bulundukları toplumsal ortamdaki değişimler ve altüst oluşlar, Afgani ve Abduh’un seslerine kulak kabartılmasının toplumsal şartlarını oluşturmuştur.145 Bir Hıristiyan’ın veya ateistin, İslam’ın, kadınların kamusal alana çıkmasını engellemediğini söylemesi veya İslam’a rağmen kadınların kamusal alana çıkması gerektiğinin ifade edilmesi; kimliklerinin önemli bir unsuru İslam olan kişiler üzerinde ciddi bir etkiye sahip olamazdı. Abduh ve onun gibi düşünenler, birçok kişiyi, moderniteyi toptan, kategorik olarak reddetmek gerektiği, ya da modernizasyon için İslam’dan vazgeçmek gerektiği gibi modernite-İslam arası yoğun çatışmacı görüşlerden kurtarmışlardır. 144 Abduh’un ölümünden sonra Jön Türkler’in onu saygıyla anmaları da etkisinin bir göstergesidir: M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, s. 137-138. 145 Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 352. 64 II. BÖLÜM 1980’LERDEN ÖNCE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE MODERNLEŞME VE İSLAM A. 1980’lerden Önce Türkiye Cumhuriyeti’nde Yukarıdan-Aşağı Değişim 1. Yukarıdan-Aşağı Yoğun Değişim Dönemi ve Patrimonyalizmin Devamı Çevrenin merkezden bağımsızlığını arttırmadan önce yukarıdan-aşağı değişimin en yüksek yoğunlukta yaşandığı dönem 1920’li ve 1930’lu yıllar olmuştur. Çünkü: 1- Cumhuriyet’in kurucu ideolojisi Osmanlı’dan önemli ölçüde farklıydı ve merkez, toplumu yeni ideolojiye göre en hızlı şekilde şekillendirmek istiyordu. 2- Uluslararası sisteme (Avrupa merkezli) hâkim olan ideolojiyle Cumhuriyet ideolojisinin çakışması süreci destekliyordu. 3- Çok partili sistemin olmaması gibi sebeplerle, çevre, merkezde ciddi boyutta bir değişikliğe sebep olamadı ve değişime direnemedi. 4- Güçlü bir burjuva sınıfı veya sivil toplum kuruluşları gibi merkeze direnç gösterebilecek güç odakları da yoktu. 5- Yukarıdan-aşağı değişimi gerçekleştiren kadro, Kurtuluş Savaşı’nda önemli görevlerde bulunmuşlardı. Örneğin değişimin en önemli aktörü olan Mustafa Kemal bu savaşın önemli bir komutanıydı. Bu durum, Mustafa Kemal’e yüksek bir karizma, ona ve arkadaşlarına toplum 65 nezdinde itibar veriyordu. “Karizmatik otorite”nin gücü de devrimlerin yukarıdan- aşağı uygulanmasını kolaylaştıran bir faktördü.1 Sonuçta merkezin derli toplu örgütsel birliğine ve bu birliğin karizmatik desteğine karşın çevresel güçler derli toplu değildi ve merkeze meydan okumaları mümkün değildi.2 Merkeze isyan şeklindeki Şeyh Sait isyanı gibi bazı meydan okumalar ise bastırıldı. 3 Müsait sosyal-siyasi yapıyı, savaşı kazanan komutanın liderliğinin getirdiği karizmayı ve uluslararası sisteme hâkim güçlerin ideolojisiyle çakışmayı değerlendiren ve Osmanlı’daki dine vurgu yapan ideolojiden farklı bir ideolojiye geçiş yapan merkez, yaptığı şu devrimsel değişikliklerle toplumu yukarıdan-aşağı değiştirme yoluna gitti: 1- Saltanatın, hilafetten ayrılarak kaldırılması (1922). 2- Cumhuriyet’in ilanı (1923). 3- Ehli Sünnet İslam’ın en üst kurumu olan halifeliğin kaldırılması. Bu kurum, köken olarak Hz. Muhammed’in vefatından sonraki ilk halife Hz. Ebubekir’e kadar dayandırılmaktaydı (1924). 4- Osmanlı’daki en yüksek dini makam olan Şeyhülislamlığın kaldırılması (1924). 5- Şeriye ve Evkaf Vekâleti’nin kaldırılması (1924). 6- Ehli Sünnet fıkhına (hukukuna) göre karar veren şeri mahkemelerin kaldırılması (1924). 7- Ehli Sünnet anlayışlı bir din eğitiminin yapıldığı medreselerin kapatılması (1924). 8- Tekke, zaviye ve tarikatların kapatılması. Böylece kısmen sivil toplum kuruluşunun vazifelerini yerine getiren bu yapılar kaldırılıp, merkeze karşı oluşabilecek güç odaklarının önü kesilmeye çalışıldı (1925). 1 “Karizmatik otorite” için bakınız: Max Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 218-220. “Karizmatkik lider” etki alanında olan bireylerin davranışlarını olduğu kadar inanç ve tutumlarını değiştirebilme yeteneği olan; takipçilerinin bireysel performanslarını arttırma, hatta gereğinde çıkarlarından vazgeçirme kabiliyeti olan kişidir. Kağıtçıbaşı, karizmatik liderlik modellerini ve karizmatik liderin özelliklerini anlatırken, bu modelle ilgili araştırmaların eksikliğine de dikkat çeker: Çiğdem Kağıtçıbaşı, Yeni İnsan ve İnsanlar, s. 301-302. 2 Şerif Mardin, “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri”, s. 55. 3 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 149, 157-159, 163-164. 66 9- Fesi yasaklayan, şapka giyilmesini gerektiren yasanın kabulü (1925). Kadınların kıyafetiyle ilgili böylesi yasalar çıkarılmadıysa da yukarıdanaşağı değiştirme programında merkezi bir konumda olan kadınların, kıyafetinin değiştirilmesiyle ilgili politikalar da takip edildi. 10- Hicri takvim yerine miladi takvimin kabulü (1925). 11- İsviçre Medeni Kanunu’nu esas alan Türk Medeni Kanunu’nun hazırlanması. Kadın konusuyla ilgili önemli yasal değişimler yeni medeni kanunla gerçekleştirildi (1926). 12- Arap kökenli harfler yerine Latin kökenli harflerin kabulü (1928). 13- Uluslararası kullanılan rakamların kabulü (1928). 14- “Devletin dini İslam’dır” ibaresinin anayasadan çıkarılması ve yemin ifadelerinin değiştirilmesi (1928). 15- Arapça ve Farsça öğrenimin okul programlarından çıkarılması (1929). 16- Belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi (1930). 17- Metrik sistemin kabulü (1931). 18- Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuyla Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin Türkçe dilinden çıkarılma sürecinin başlatılması (1932). 19- Kadınlara milletvekili seçme ve seçilme hakkının tanınması (1934). 20- Soyadıyla ilgili kanunun kabulü (1934). 21- Efendi, bey, paşa gibi lakap ve unvanların kaldırılması (1934). 22- Ortaöğretimde geleneksel Türk müziği öğretimine ve radyoda bu müziğin yayınlarına bir süreliğine son verilmesi (1934). 23- Tatil gününün Cuma’dan Pazar’a alınması (1935).4 Görüldüğü gibi Batı’da, toplumda (aşağıda) ortaya çıkan ihtiyaçların ve yüzlerce yılın birikiminin önemli bir sebebi olduğu modernizm süreci, Cumhuriyet Türkiye’sinde yukarıdan-aşağı emirle, çok kısa sürede gerçekleştirilmeye 4 Bu liste hazırlanırken şu kaynaklardan faydalanılmıştır: Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş, 9.bs., İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2009, s. 224-225, 298-308; Şerif Mardin, “Atatürkçülüğün Kökenleri”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Der: Mümtaz’er Türköne ve Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 159-160; Binnaz Toprak, “Dinci Sağ”, Çev. Nail Satlıgan, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3. bs, Der: İrvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları, 1998, s. 243-244; İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam, s. 31-32. 67 çalışılmıştır. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte merkezin ideolojisinde köklü değişiklikler olsa da merkez, patrimonyal geleneğini sürdürdü. Ali Kazancıgil, Kemalist bürokrasinin Osmanlı bürokrasisinde olduğu gibi; devletin sivil topluma egemenliğini temel almada, meşruiyetle otoritenin, devlet seçkinlerinin tekelinde olduğunu ve sivil seçkinlerle paylaşılamayacağını savunmada, Weber’in patrimonyal gelenek olarak gördüğü yapıyı devam ettirdiğini söyler. Kazancıgil, Osmanlı bürokrasisinden gelen Jön Türkler ve Kemalistlerin bu geleneği sürdürdüğünü, ilk Büyük Millet Meclisi’nin (1920) bürokratik kökenli üyelerinin % 60’a vardığını, Harbiye mezunlarının % 93’ünün ve Mülkiye mezunlarının % 85’inin Cumhuriyet döneminde görev aldığını, bu oranların “bürokratik devamlılık” olgusunu gösterdiğini ifade eder.5 İlk mecliste % 20’ye varan orandaki din adamına karşılık daha sonraki meclislerde laikleşme politikaları neticesinde bu oran düşmüş, örneğin dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci meclislerde hiç din adamı olmamıştır.6 İdeolojide laikliğin getirdiği böylesi radikal değişiklikler olmasına karşın, Osmanlı bürokrasisinin Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı kadro ve zihniyet mirası, Cumhuriyet döneminde uzun yıllar etkili olmuştur. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, Osmanlı’da olduğu gibi, merkezin gücünü zayıflatmaktan (bu gücü çevreyle/halkla paylaşmaktan) kaçınılarak, merkezde parçalanma ve kaosa sebebiyet verebileceği endişesiyle kuvvetler ayrılığı ilkesine karşı kuvvetler birliği tercih edilmiştir.7 Jön Türkler’in kurduğu Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti “kollektif irade”nin merkezi düzeydeki somutlaşmış hali olmak iddiasındaydı; “kollektif irade”nin somutlaşmasının, partilerinde tezahür ettiğinin savunulmasıyla ilgili gelenek Cumhuriyet Halk Fırkası/Partisi (CHP) ile devam etti.8 Jön Türkler’in muhalefeti yok etme geleneği de Cumhuriyet döneminde devam etti. Jön Türkler, Osmanlı döneminde ilk muhalefet partisi olan Fedakâran-ı Millet Fırkası’nı devlete 5 Ali Kazancıgil, “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Ed. Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım, s. 147. 6 Binnaz Toprak, a.g.e., s. 243. 7 Tarık Zafer Tunaya, “Hakimiyet-i Siyasiye ve Milli Egemenlik: Türkiye’de Siyasal Rejimin Meşruluğunun Dayandığı Temeller”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Ed. Ersin Kalaycıoğlu, Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Alfa BasımYayım Dağıtım, 2000, s. 172-174. 8 Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji, 3. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2004, s. 78. 68 ihanetle suçlayarak bastırmış ve seçimleri yenilemeden kendi baskıcı iktidarlarını kurmuşlardı. CHP iktidarı döneminde ise 1924’de kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. 9 Bu partilerin kapatılması irtica suçlaması gibi nedenlere bağlanmış olsa da, bahsedilen dönemi inceleyen akademisyenlerin birçoğu, asıl nedeni bu partilerin etkili muhalefetine bağlamaktadırlar.10 Böylece padişahtan İttihat Terakki’ye, İttihat Terakki’den CHP’ye “muhalefete tahammülsüzlük” geleneği devam etti. Mardin, Osmanlı ve Cumhuriyet merkezlerine hâkim olan “sapmaya karşı tahammülsüzlük” eğiliminin “gizli epistemolojik öncülleri”nin araştırılması gerektiğine dikkat çekmektedir.11 Merkeze hâkim olan bu anlayışla şekillenen Cumhuriyet’teki sosyal yapıda, değişimi gerçekleştirecek güç, muhalefeti bastırmış merkezdeki siyasetçi ve bürokratlardaydı. Sonuçta köklü bir değişimin muhtemel tek yönü “siyasetten/bürokrasiden-topluma” yani “yukarıdan-aşağıya” idi. 2. Uluslararası Gelişmelerin ve “Oyun Gücü”nün Ortaya Çıkmasıyla Merkezin Kontrolünün Azalması II. Dünya Savaşı sonrasında, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi, askeri ve ekonomik yönden önemli derecede bağımlılığın olduğu ABD’nin etkisi gibi dış tesirler, iç dinamiklerle de birleşerek; 1946’daki ilk çok partili seçimlerin gerçekleştirilmesinde etkin olmuştur. Türkiye içindeki İslam’la ilgili birçok önemli olguyla ilişkili sosyal-siyasi değişikliklerde, dünya sisteminden gelen etkilerin rolünü vurgulamanın önemli olduğu inancındayız. II. Dünya Savaşı’nın galiplerinden olan Sovyetler, savaşın hemen sonrasında, Türkiye’den toprak ve boğazlarda üs istediğini ifade etmiştir.12 Türkiye’nin dış politikasıyla ilgili olarak ortaya çıkan bu tehdit algısı ve II. Dünya Savaşı sonrasındaki yeni uluslararası durum, ABD’nin isteklerinin Türkiye için önemini arttırmıştır. Dışarıdan kaynaklanan bu sebeplerin yanında Recep Peker liderliğindeki sert devletçi politikalar ve halkın savaş 9 Cemil Koçak, “Siyasal Tarih (1923-1950)”, Çağdaş Türkiye 1908-1980, 6.bs., Ed. Sina Akşin, İstanbul, Cem Yayınları, 2000, s. 132-133. 10 Binnaz Toprak, a.g.e., s. 243. 11 Şerif Mardin, “Türkiye’de Muhalefet ve Kontrol”, s. 191. 12 Erel Tellal, “SSCB ile ilişkiler”, Türk Dış Politikası, 4. bs., Ed. Baskın Oran, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s. 507. 69 döneminde çektiği maddi sıkıntılar iç sebepleri oluşturmuş ve çok partili sisteme geçilmesinde yardımcı olmuşlardır.13 Fakat demokratik bir seçimin en temel öğelerinin gizli oy ve açık tasnif olmasına karşın, 1946 seçimlerinde açık oy ve gizli tasnif uygulandı. Gerçek anlamda çok partili sisteme geçiş 1950 yılında oldu. İktidarı kaybetmeyeceği varsayımıyla hareket eden CHP, muhalefetin demokratik bir ortamda yaşayacağı yasal düzenlemeleri yapmadan 1950 seçimine gitti.14 DP ve çok partili sistemle, merkez-çevre ilişkilerinde yeni bir döneme girilmiş olsa da “muhalefete tahammülsüzlük” olgusunda ciddi bir değişim olmadı. 15 Fakat çok partili sistemle “oyun gücü” ortaya çıktı; böylece çevrenin (aşağısının) merkezde (yukarıda), kullandığı oylarla önemli değişiklikler yapabileceği bir dönem başladı. Anayasanın ve ordu gibi kurumların varlığı, çevrenin oylarıyla yapacağı değişimleri sınırlasa da, çevrenin, merkez tarafından şekillendiği, buna karşın merkezin alacağı şekilde önemli etkisi olmadığı sistemde önemli bir farklılaşma ortaya çıktı. Çevrenin talepleri bu dönemden sonra daha önemli olmuştur, fakat çok partili döneme geçilene kadar merkezin çevreye ideolojik aygıtlarıyla -okullar, Halkevleri, Köy Enstitüleri, dini kurumlar gibi- nüfuz ettiği unutulmamalıdır. (Bir sonraki başlıkta bu ideolojik aygıtları irdeleyeceğiz.) Cumhuriyet’in ilanından itibaren -Cumhuriyet’in ideolojik aygıtlarıyla nüfuz etme süreci olmadan- çok partili sisteme geçilseydi, çevrenin devrimlere vereceği reaksiyonların etkisinin, Cumhuriyet’i farklı bir noktaya doğru yönlendirebilme olasılığının olduğu söylenebilir. Çevrenin “oyun gücü”nü elde etmesinin sebep olduğu değişiklik, DP iktidarı başlamadan kendini gösterdi. Özellikle çevrenin taleplerinin önemli bir bölümünü oluşturduğuna inanılan dinle ilgili konularda önemli açılımlar yapıldı. 1946’daki seçimlerden sonra CHP’nin kendi içinde de din politikası eleştirildi ve değiştirilmeye 13 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, 2. bs., Çev. Yavuz Alagon, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1999, s. 126. 14 Nihal Kara-İncioğlu, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Ed. Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2000, s. 213-214. 15 Taner Timur, “Osmanlı Mirası”, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3. bs., Der: İrvin Cemil Schick, Ertuğrul Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları, 1998, s. 31. 70 başlandı. 16 İmam-Hatip Yetiştirme Kursları açıldı, Ankara İlahiyat Fakültesi kuruldu.17 (Tezimizin 3. Bölümünde inceleyeceğimiz Ankara Okulu özellikle bu fakülteyle bağlantılıdır.) 1931 yılında Evkaf Umum Müdürlüğü’ne devredilen camilerle mescitlerin idaresi ve cami görevlilerinin kadroları tekrar Diyanet İşleri’ne verildi, ilkokullara seçmeli din dersi kondu, 1925’teki bir yasayla kapatılan türbelerin 19 tanesi açıldı, hac için Mekke’ye gideceklerin döviz almasına izin verildi.18 Dini konuların dışında, CHP’liler 1946-1950 arasında liberal bir ekonomik sistem yönünde düzenlemeler yapmaya da çalıştılar; 1946’nın 7 Eylül kararları bu yöndeki ilk adımdı, Başbakan Peker hükümetin bütün önlemlerinin rekabet ve liberal sistem ilkelerine dayandığını açıkladı. CHP ve DP’nin seçim bildirgelerinde de temel bir farklılık bulunmamaktaydı. 19 Böylece “oyun gücü”nün (sistemde değişikliğin) ortaya çıkmasıyla, DP iktidarı başlamadan yukarıdan-aşağı olan değişim yönünde kısmi değişiklikler ortaya çıktı. Değişime sebep olan olguları, siyasi aktör olarak DP iktidarının icraatlarından daha çok “oyun gücü”ne; oy kullanmanın sistemde oluşturduğu değişikliğe vurgu yaparak açıklamanın önemli olduğu kanaatindeyiz. DP iktidarı 1950’de başlamadan CHP tarafından yapılan değişiklikler ve DP kurucu kadrosunun en önemli isimlerinin daha önce CHP’de siyaset yapmış olması, bu yaklaşımımızı desteklemektedir. 3. Ekonomik Yapıdaki Değişimlerle Merkezin Kontrolünün Azalması Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde merkezin gücü ve çevreyi şekillendirici potansiyeli, sadece çok partili sisteme geçişi engellemek suretiyle muhafaza edilmeye çalışılmadı. Atatürk, birçok milyonerin, hatta milyarderin oluşmasına çalışılacağını beyan etmiş ve 1920’li yıllarda kapitalist mülkiyet ilişkilerine dayalı 16 Binnaz Toprak, a.g.e., s. 247-248. 17 Bahattin Akşit, “Türkiye’de İslami Eğitim, Osmanlı’nın Son Dönemlerinde Medrese Reformu ve Cumhuriyet’te İmam-Hatip Okulları”, Çağdaş Türkiye’de İslam, Ed. Richard Tapper, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1991, s. 100-101. 18 İştar Gözaydın, Diyanet, İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 69; Tarık Zafer Tunaya, a.g.e., s. 190-191; Binnaz Toprak, a.g.e., s. 248. 19 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), 2. bs., İstanbul, Hil Yayınları, 1996, s. 128. 71 bir kanun sistemi oluşturulmuştu.20 Fakat iktisadi işlerin ve tüccar zümrenin devletin kontrolünde tutulması, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra da merkezin gerçek politikası olmuştur. Osmanlı’nın son dönemlerinde, Le Play okulundan etkilenen Prens Sabahaddin gibi, ilerlemenin ancak girişimcilerin inisiyatifiyle gerçekleşebileceğini savunan bir örnek olmuştur. Ona göre bireyci bir toplum yapısına geçmek ve eğitim sistemini bireyci gençler yetiştirecek şekilde kurmak çözümdü. Sabahaddin’e göre İngiltere bu konuda en iyi örnekti.21 Sabahaddin’in, adem-i merkeziyetçi görüşleri ve siyasetin egemenliğindeki merkezi zayıflatıp, çözümü toplumsal alanda arayan yaklaşımı; hem Osmanlı’nın son dönemindeki İttihat ve Terakki iktidarınca (Prens Sabahaddin’in ilk Jön Türk Kongresi’nin organizatörü olduğu hatırlanmalıdır), hem de Cumhuriyet’in kurucu kadrolarınca benimsenmedi.22 Kamu çıkarının bireyden üstün olduğuna dair Ziya Gökalp gibi düşünürlerin savunduğu fikirler daha çok rağbet gördü.23 Cumhuriyet merkezinin, iktisadı kontrolle ilgili bu eğilimi, Osmanlı merkezinin davranışsal özelliklerine benzerdir.24 Çağlar Keyder, Cumhuriyet Dönemi’ndeki iktisadi yaklaşımda Osmanlı geçmişle temel kopuşun ancak II. Dünya Savaşı’nı izleyen on yıl içerisinde mümkün olduğunu; bu dönemden sonra burjuvazinin, bürokrasinin vesayetinden kurtulduğunu ve Anadolu tarımının üretici yığınlarının, kendilerini bireysel girişimin egemen olduğu bir ortamın içinde bulduklarını söyler.25 II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’ye Truman doktrini ve Marshall planı çerçevesinde yardımlar yapıldı. ABD bu yardımlar karşılığında piyasa ekonomisine geçilmesini talep etti ve Türkiye ABD önderliğindeki yeni dünya sistemine uyum göstermeye çalıştı. 26 CHP iktidarı dönemindeki 1947 Kalkınma 20 İrvin Cemil Schick, Ertuğrul Ahmet Tonak, “Uluslararası Boyut: Ticaret, Yardım ve Borçlanma”, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3.bs., Der: İrvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları, 1998, s. 359-360. 21 Osman Kafadar, Türk Eğitim Düşüncesinde Batılılaşma, İstanbul, Vadi, 1997, s. 198-203. 22 Nilüfer Göle, a.g.e., s. 75-77. 23 A.e., s. 84. 24 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 108-109. 25 Çağlar Keyder, “İktisadi Gelişme ve Bunalım: 1950-1980”, Çev. Ahmet Günlük, Aydın Pesen, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3. bs., Der: İrvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları, 1998, s. 310. 26 Çağlar Keyder, “İktisadi Gelişmenin Evreleri”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Tarihi Ansiklopedisi, C. IV, İstanbul, İletişim Yayınları, 1993, s.1065-1073; Feroz Ahmad, a.g.e., s. 127. 72 Planı, köklü bir ekonomi politikası değişikliğini ifade eder; bu plana göre özel sektör güvenceye alınacaktı, yatırımlar dış kaynaklarla sağlanacaktı -daha önceden mümkün olduğunca yatırımlar ulusal kaynaklarla sağlanmaya çalışılmıştı- ve özelleştirmeler yapılacaktı. Bu plan, ekonomide, küreselleşmeye ve liberal politikalara yaklaşılması anlamını taşıyordu; bu plan tam uygulanamamakla beraber, ekonomiyle ilgili zihniyette önemli bir farklılaşma eğilimini göstermektedir.27 İktisadi zihniyetteki küreselleşme ve liberalizm yönündeki değişiklikleri, birçok kişinin vurguladığı gibi, aktör olarak DP’nin eylemlerinden ziyade, uluslararası sistemdeki değişikliklere ve Türkiye’nin bu sistemde ABD’nin olduğu blokta yer almasına bağlamanın daha önemli olduğu kanaatindeyiz; nitekim bu zihniyet değişikliğindeki önemli bir dönüm noktası olan 1947 Kalkınma Planı CHP iktidarı dönemindedir. Osmanlı’da, siyasal iktidara sahip olmanın, piyasa ekonomisinde başarılı olmaktan daha önemli bir meta olduğu zihin yapısı hâkimdi. Batı’nın ekonomik ahlakına ve sembolizmine ise paranın ekonomik olduğu kadar siyasal bir araç da olduğu bir anlayış hâkimdi.28 Osmanlı bu yönüyle de sosyal yapıların analizinde “statü” kavramının önemli olduğunu, sadece ekonomik temelli “sınıf” analizi yapmanın yeterince açıklayıcı olamayacağını söyleyen Weber’in sosyolojisini doğrular bir yapı göstermiştir.29 Cumhuriyet Türkiyesi, Osmanlı’dan miras aldığı, bahsedilen zihin yapısını ve buna göre oluşmuş kurumları, uluslararası sistemle etkileşimin belirleyiciliğindeki birikimsel süreçlerin sonucunda değiştirdi. Bu süreçlerin sonucu, merkezden bağımsız olarak sermaye sahiplerinin veya sermayeye sahip olmadan da onu yönlendirmesi mümkün olan cemaatler gibi toplulukların güç kazanması, merkezin yukarıdan-aşağı değişim oluşturma gücünün azalması oldu. 27 Yavuz Kepenek, Nurhan Yenitürk, Türkiye Ekonomisi, 12. bs., İstanbul, Remzi Kitabevi, 2001, s. 91-93. 28 Şerif Mardin, “Türkiye: Bir Ekonomik Kodun Dönüşümü”, s. 210-211. 29 Max Weber, Sosyoloji Yazıları, s. 182-189. 73 4. Sivil Toplum Kuruluşları, Merkezin Kontrolü ve Kadın Konusu Cumhuriyet’in kuruluşundan sonraki uzunca bir dönemde, merkezin gücünü muhafaza etme ve çevreden gelecek tehditleri engelleme politikasının sonunda -sivil toplumun devletten bağımsız ekonomik büyüme sağlamasının yanı sıra- bağımsız sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkmasına, yaşamasına ve güçlenmesine de izin verilmedi. Sivil toplum farklı düşünürlerce farklı şekillerde algılanmış bir kavramdır. Tocqueville devletin sivil topluma müdahalesinin özgürlüklerin yok edilmesi anlamına geleceğini söyleyerek, bu müdahalelere karşı çıkarken;30 diğer yandan Hegel, sivil toplumun devletin müdahalesi ve koruması altında var olabileceğini söylemiş ve felsefesinde önemli bir yeri olan “aşkın devlet” kavramına uygun şekilde bir sivil toplum kavramı oluşturmuştur.31 Bizim bu tezde kullandığımız anlamıyla sivil toplum; devletten özerk, gönüllü, özel alanla devlet arasında aracı özelliği olan, örgütlü bir sosyal yapılanma olarak tarif edilebilir.32 Ali Yaşar Sarıbay, sivil toplum fikrinin; toplumsal karşısında birey, kamu karşısında özel, özgecilik karşısında bencillik, duyu karşısında akıl gibi karşıtlıklar arasında bir sentez arayışına bağlı olarak geliştiğini söyler.33 Birçok ülkeyi kapsayan Dünya Değerler Araştırması’nda (The World Values Survey), Tocqueville ve Putnam’ın, gönüllü organizasyonlara üyelikle, demokratik istikrarın birbirleriyle sıkı sıkıya bağlı olduklarına dair hipotezlerini destekleyen sonuçlara ulaşılmıştır.34 Osmanlı, Machiavelli ve Montesquieu’nün de dikkat çektiği üzere Batı’daki gibi, merkez ile halk arasında aracılık edecek ara tabakalardan (sivil toplumdan) yoksundu.35 Gene de tarikatlar ve ulema-vakıf ilişkisi çerçevesinde, ara yapılar işlevini yerine getiren, halkın maddi- 30 Alexis de Tocqueville, Democracy in America, Çev. Arthur Goldhammer, New York, Library of America, 2004. 31 G. W. F. Hegel, Elements of the Philosophy of Right, Ed. Allen W. Wood, Çev. H. B. Nisbet, Cambridge, Cambridge University Press, 1991, s. 272-274. 32 Ali Yaşar Sarıbay, Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam, İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2001, s. 26-27; Ali Yaşar Sarıbay, “Türkiye’de Demokrasi ve Sivil Toplum”, Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam, Der: Fuat Keyman, A. Yaşar Sarıbay, Ankara, Vadi Yayınları, s. 90. 33 Ali Yaşar Sarıbay, “Türkiye’de Demokrasi ve Sivil Toplum”, s. 107-108. 34 Ronald Inglehart, Modernization and Postmodernization, s. 188-190. 35 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 86-87. 74 manevi ihtiyaçlarını karşılayan kurumlar mevcuttu.36 Bu kurumlar, maddi açıdan zora düşmüş veya evlenememek gibi sorunları olan bireylerin, sorunlarını giderme gibi sosyal fonksiyonlar üstlenirlerdi. Fakat aşağıdan-yukarı talepleri ileterek yukarının/merkezin politikalarında ciddi bir değişiklik yapılmasına sebep olamazlardı; sivil toplum, eğer özelle devlet arasında aracılık rolü olan bir yapı olarak tarif edilecekse, bu kurumların bu tarifin şartlarını tam olarak yerine getirmedikleri söylenebilir. Örneğin bir çevreci örgütün taleplerinin çevreyi kirletecek bir sanayi tesisinin durdurulmasını sağlamaya çalışması şeklinde doğrudan etki edecek bir fonksiyonu genelde icra etmezlerdi. Cumhuriyet devrimlerinin gerçekleşmesinde de, ciddi anlamda bir gücü olmayan sivil toplumdan gelen isteklerin önemli bir rolü olmamıştır. Örneğin devrimlerde merkezi bir öneme sahip olan kadınlarla ilgili konularda -mesela kadınların kamusal alana çıkışının kolaylaştırılmasında- kadın kuruluşlarının belli bir oranda etkisi olmuşsa da, tüm süreç içinde bu etki oldukça sınırlıdır. Kadınlar Dünyası dergisi gibi; Osmanlı’nın son dönemlerinde bir kadın topluluğunda, feminist savlara yakın olduğu söylenebilecek -eski yapıyla mukayese edildiğinde- yeni bir bilincin inşa edilmesinde etkili olmuş hareketler olmuştur.37 Fakat merkezce, kadınlar tarafından gerçekleştirilen ilk siyasi parti girişimi kabul edilmemiş, 1924’te kurulan Türk Kadınlar Birliği “kadın haklarının sağlandığı” gerekçesiyle kendini feshetmiştir; daha doğrusu feshetmek zorunda bırakılmıştır. Merkezin kadınlarla ilgili politikalarında bile “patrimonyal bir feminizm” hâkim olmuştur.38 Fatmagül Berktay’ın dikkat çektiği gibi; Türk modernleşmesinde, kadınlara bir yandan Batılılaşma ve modernliğin taşıyıcılığı rolü verilirken, diğer yandan bu rolün sınırları erkeklerce çizilmiştir.39 Toplumdaki kadın hareketlerinin taleplerinden oldukça bağımsız bir “yasal feminizm” (feminist talepleri çıkardığı yasalarla karşılamada mahir, feminist idealleri gerçekleştirecek toplumsal dinamikleri oluşturmada aynı ölçüde istekli/başarılı olamayan) çerçevesinde merkezin politikaları belirlenmiştir. 36 Ali Bayramoğlu, “Şerif Mardin’le Din ve Devlet Sosyolojisi Konusunda Söyleşi”, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, Der: Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 1990, s. 107-113. 37 Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, s. 37, 79-312, 316. 38 Bülent Tanör, a.g.e., s. 324. 39 Fatmagül Berktay, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm”, s. 356. 75 5. Uluslararası Sistemden Kaynaklanan Etkilerle Değişim Sivil toplum kuruluşları, merkeze karşı tek başına zayıf olan bireyin, kendisiyle ortak menfaatleri veya fikirleri paylaşan bireylerle birleşerek, bir güç odağının parçası olmasına ve tek başına gerçekleştirmesine ve duyurmasına imkân olmayan isteklerini gerçekleştirmesine ve duyurmasına olanaklar sunar. Osmanlı’da bu fonksiyonu icra edecek ciddi anlamda bir sivil toplumun olmaması, “aşağının/çevrenin” taleplerinin “yukarının/merkezin” politikalarını şekillendirememesinin önemli sebeplerindendir. Bu yapıda, merkezi değiştirecek potansiyel güç, çevreden daha çok diğer ülkelerle savaş gibi ilişkilerden ve uluslararası sistemden kaynaklanmıştır. Nitekim Osmanlı modernleşmesine yol açan itici gücün en önemli unsuru da dış ülkelere karşı kaybedilen savaşlardan, bu ülkelere benzeyerek gücünü koruma ve arttırma -devletin bekası- arzusuyla taklide yönelmekten ve uluslararası arenada var olan “güç dengesi sistemi”nde, gücüyle Osmanlı’yı destekleyerek ayakta tutanların taleplerinden kaynaklanmıştır.40 Cumhuriyet dönemine geçişte merkezin ideolojisinde değişiklik olmuş, teknolojide olduğu gibi kültürel alanda da Batı’ya benzemek ideolojinin bir parçası olmuştur. Böylece Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra dış talep ve dayatmalar olmadan, merkezin modernleşme ideolojisini benimsemesiyle, yukarıdan-aşağı yapılan köklü değişikliklerle modernleşme süreci ivme kazanmıştır. Fakat merkezin gücünü çevreyle paylaşması ve yukarıdan-aşağı değiştirme gücünden (patrimonyal yapıdan) feragat etmesi anlamına gelecek farklılaşmaların temel itici gücü yine “dışarıdan” gelmiştir. Daha önce değindiğimiz gibi çok partili sisteme geçişte ve piyasa ekonomisine daha uygun bir ekonomik 40 “Güç dengesi” kavramı uluslararası siyasal sistemin bazı özelliklerine dikkat çekmek için kullanılır. Bu sistemin ortaya çıkışı 1648’deki Westphalia Antlaşması’na kadar götürülür ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar bu sistemin -sistemin tipik özelliklerini göstermeyen geçiş dönemleriyle beraber- devam ettiği söylenir. Bu sistemin tipik davranışsal özelliklerinden bazıları; sistemin tümüne hâkim olmaya kalkıp güç dengesini bozmaya yeltenen aktörleri (devletleri) önlemek, esnek (değişebilen) koalisyonlara gitmek, ideolojilerdense güç ilişkilerinin koalisyonları belirlemesidir. Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, 4. bs., İstanbul, Filiz Kitabevi, 2005, s. 667-669, 693-697. Osmanlı merkezi, devletin hayati menfaatlerini gözeterek, uluslararası siteme (bu sistem özellikle Avrupa merkezliydi) hakim olan “güç dengesi sistemi”nin imkânlarından yararlanmış ve bu sistemin gereği olarak ittifaklara gitmiştir; bu ittifaklar ise Osmanlı modernleşmesinde önemli rolü olmuştur. Örneğin “klasik güç dengesi sistemi”nin bir gereği olarak İngiltere, Rusya’nın genişleme ve güçlenmesini önlemek için Osmanlı ise tek başına Rusya’ya karşı koyamayacağı için ittifaka gitmişlerdir. İngiltere, desteğine karşılık Osmanlı modernleşmesi açısından önemli olan talep ve telkinlerde bulunmuştur. 76 yapıya geçişte önemli bir itici güç, II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan “iki kutuplu sistemin”41 lideri ABD’ye olan bağımlılığımız olmuştur.42 Cumhuriyet döneminin dış politikasının en az değişen unsuru Lozan’a bağlılık olmuştur; Kurtuluş Savaşı’yla de facto, Lozan’la de jure egemenlik altına alınan toprakların,43 II. Dünya Savaşı sonrası Sovyetler tarafından tehdit edildiğiyle ilgili algı, Türkiye’nin, zaten yüzünün dönük olduğu Batı bloğunun içinde yer almasında etkili bir unsur olmuştur. Cumhuriyet merkezinin, kontrolü dışında partilerin, muhalefetin, burjuvazinin ve sivil toplumun oluşmasına izin vermeyen, Osmanlı zihniyet ve sistemini devam ettiren eğiliminin kırılmasında “dışarıdan” gelen söz konusu etkilerin belirleyici rolü oldukça yüksektir. Cumhuriyet’in ideolojik olarak bir parçası/benzeri olma hedefini koyduğu Batı dünyasında, devlete karşı bireyi yücelten liberal değerlerin hâkim olması, merkezin gücünü muhafaza etme yönünde politikalar benimseyen Kemalistler ve CHP için paradoksal bir durum oluşturuyordu. Osmanlı’dan miras kalan merkezi/devleti güçlendirme eğilimiyle beraber 1920’ler ve 1930’larda uluslararası sistemde ortaya çıkan gelişmeler, devletçilik politikalarının gelişmesine ve merkez-çevre ilişkilerinde önemli bir farklılaşma ol(a)mamasına sebep oldu. 1929 buhranı gibi Cumhuriyet’in genç yaşlarında Batı dünyasını yakalayan bir kriz, Cumhuriyet Türkiyesi’nin dünya ekonomisiyle bütünleşme sürecini sekteye uğrattı. 44 Fakat Cumhuriyet’in kurucu ideolojisine içkin olan Batı’ya benzeme ideali, kurucu kadro görmezden gelse de, aslında bireyi ön plana çıkaran liberalizmin değerlerine uygun politikalar benimsenmesini içinde barındırıyordu.45 41 “İki kutuplu sistem” bir uluslararası siyasal sistem türüdür. İkinci Dünya Savaşı’ndan 1990’lara kadar olan dönemi ifade etmek için kullanılır. Bu sistemde ittifaklar, “güç dengesi sistemi”nin aksine uzun nitelikli ve ideolojik temellidir. İki kutbun da -ABD ve Rusya- liderleri vardır. İki kutuplu sistemde, aktörlerin (devletlerin) birbirlerine bağımlılıkları önemli ölçüde artmıştır. A.e., s. 715-728. 42 Bahsedilen süreçlerde dıştan gelen etkinin iç dinamiklerden daha belirleyici olduğunu savunan bir makale olarak bakınız: Nihal Kara-İncioğlu, “Türkiye’de Çok Partili Sisteme Geçiş ve Demokrasi Sorunları”, s. 205-207. 43 Faruk Sönmezoğlu, “Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış Politikasında Süreklilik ve Değişim”, Türk Dış Politikasının Analizi, Der: Faruk Sönmezoğlu, İstabul, Der Yayınları, 2004, s. 1046. 44 Ronnie Magulies, Ergin Yıldızoğlu, “Tarımsal Değişim: 1923-70”, Çev. Nehir Kalaycıoğlu, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3.bs., Der: İrvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları, 1998, s. 290. 45 “Liberalizm” Batı kültürüyle bağlantılı olmakla beraber farklı şekillerde tanımlanmış bir kavramdır. Bu tezde kullandığımız anlamıyla liberalizm “Aydınlanma geleneğine dayanan ve siyasal iktidarı sınırlandırarak, bireysel hak ve özgürlükleri tanımlayıp savunmaya yönelen siyasal ve ekonomik felsefe” olarak tarif edilebilir: Fatmagül Berktay, “Liberalizm: Tek Bir Teorik Pozisyona İndirgenmesi 77 Batı’nın ideolojisiyle paradoksal bir şekilde zıt olan ve Cumhuriyet’in kurucularının zihinlerine içkin olan merkezi kuvvetlendirici, seçkinci, devletçi eğilimler; Batı’yla temas arttıkça, 1929 buhranı, iki dünya savaşı arasında faşizmin yükselmesi ve II. Dünya Savaşı gibi uluslararası sistem açısından anomali durumları geçtikçe giderek çözüldü. Çok partili sisteme geçişte, pazar ekonomisinin yayılmasında, burjuvazinin merkezden bağımsız olarak gücünü arttırmasında ve sivil toplum kuruluşlarının artan gücüne yol açan süreçte “dıştan içe” gelen etkilerin izlerini görmek gerekir; elbette bu “dıştan içe” etkiye vurgu yapmak, toplumda gelişen ve bu süreçle birleşen dinamikleri görmemezlikten gelmek anlamını taşımamalıdır. Sonuçta merkez-çevre ilişkilerinin sürecini; uluslararası sistemdeki değişimler, anomaliler ve bu sistemin içindeki Osmanlı’nın veya Cumhuriyet’in bu sistemle ilişkileri ve bunlarla beraber iç dinamikler çerçevesinde bütünsel bir bakışla değerlendirmek gerekir.46 Dıştan gelen etkilerin toplumda oluşan dinamiklerle birleşmesi, bahsedilen değişimlerin gerçekleşmesinde etkili olmuştur. 1946’dan itibaren merkez-çevre ilişkilerinde önemli farklılaşmalar yaşanmaya başlamış, daha sonra sosyal olanın siyasal olandan bağımsızlaşmasında ve sivil toplumun gücünü arttırmasında 1980’li yıllarda köklü değişimler gözlenmiştir.(1980’ler ve sonrası 3. bölümde ele alınacaktır.) Tüm bu süreçlerde merkezden çevreye, yani siyasal olandan toplumsal olana güç transferi olmuştur; bu güç transferiyse merkezin yukarıdan-aşağı değişim yapma potansiyelini gittikçe azaltmıştır. Bu oluşumlar, Türkiye’deki İslam ile ilişkili olguları -ilerleyen sayfalarda göreceğimiz gibi- anlamak için hayati önemdedir. Olanaksız Bir İdeoloji”, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, 2. bs., Der: H. Birsen Örs, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2008, s. 50. 46 Mardin, yaptığı bir röportajda Osmanlı ve Türk Cumhuriyeti’nin sosyal-siyasi yapısını anlamada “merkez-çevre yaklaşımı”nın dünya sistemi ile beraber değerlendirilmesinin yeni açılımlar sağlayabileceğine dikkat çekmiştir: Ali Bayramoğlu, “Şerif Mardin’le Din ve Devlet Sosyolojisi Konusunda Söyleşi”, s. 135. 78 B. 1980’lerden Önce Türkiye Cumhuriyeti’nin İdeolojik Aygıtları 1. Althusser, Platon, Gadamer, Popper, Kant, Aristoteles ve İdeoloji Bir devletin sadece baskı aygıtıyla; yani polisi, askeri, mahkemesi, hapishanesiyle bireyleri istediğince şekillendirmesine ve yönlendirmesine olanak yoktur. Althusser’in dikkat çektiği gibi, bütün bireylerin başına bir polis dikmek, mümkün olmadığı için bütün bireylerin isteğe göre yönlendirilmesi (baskı olmadan da istenen şekilde hareket etmesinin sağlanması), ideoloji ve bu ideolojiyi bireylere aşılayan devletin ideolojik aygıtları sayesinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Althusser, Platon’un da bunun farkında olduğunu söyler; Platon, köleler ile zanaatkârları gözaltında tutmak için muhafızlar öngörmüştü, ama her köle ve zanaatkârın başına bir muhafız dikilemeyeceğini, bu mümkün olsa bile muhafızların başına kimin dikileceği probleminin var olduğunu biliyordu. Bu yüzden Platon, daha çocuk yaştan çocukların tek başına “işleyebilmesinin sağlanması” -dileğe göre şekillenmesi- için çocukların “güzel yalanlar” ile eğitilmesi gerektiğini söyledi.47 Althusser, Platon’un bu yaklaşımından, toplumun kontrolü -Althusser için bu, üretim ilişkilerinin yeniden üretimidir- için baskının dışında ideolojiye ihtiyaç duyulduğunu keşfetmesini okur. Althusser “modern anarşist devrimci yöneticilerin” ideolojinin bu rolünü keşfedemedikleri için eleştirir ve “iflah olmaz bir gerici” olarak nitelediği Platon’u, bu yöneticilerin okumasını tavsiye eder.48 Siyaset ve sosyolojiyle ilgili yaklaşımlarını -Freud’tan aldığı etkiler sonucunda- psikolojiyle zenginleştiren Althusser; bir Freudcu olarak Lacan’ın bilinçdışına uyguladığı terimleri devralarak, “ideolojiyi” tanıma-kabul etme ve tanımama-kabul etmeme olarak tanımlar.49 Althusser, ideolojinin içinde olduğumuz birçok durumda, kendimizi ideolojinin dışında sanmamıza dikkat çekmiştir: 47 Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 87. Platon’un çocukların “güzel yalanlarla” eğitilmesini tavsiye etmesi için bakınız: Platon, Devlet, 6. bs., Çev. Sabahattin Eyüboğlu, M. Ali Cimcoz, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1988, 3. Kitap, s. 77-107. 48 Louis Althusser, a.g.e., s. 87-88. 49 A.e., s. 77. 79 “İdeolojinin ideolojik kimliğinin ideoloji tarafından yadsınması da ideolojinin yol açtığı sonuçlardan biridir… Öte yandan, gayet iyi bilindiği gibi, ideolojide olma suçlamasını bir tek başkalarına yakıştırır insan, asla kendine yakıştırmaz…”50 Olguları değerlendirirken “tabula rasa” zihin yoktur, ideolojiler renkli ve numaralı gözlükler gibi olguları nasıl gördüğümüzü şekillendirir. Kant’ın, zaman ve nedensellik gibi “apriori zihinsel kategorilerin” gözlükleriyle numen âlemi gözlediğimizi, algıladığımız fenomenlerin “kendinde şey” (numen alem) olmadığına dikkat çekmesine bu durumu benzetebiliriz.51 Diğer yandan Gadamer, hermenötikte önyargılardan tamamen kurtulmuş bir şekilde olguları yorumlayamayacağımıza, yani önyargı gözlüğüyle yorumlamalarda bulunduğumuza, önyargılar vasıtasıyla tecrübelerimizi gerçekleştirdiğimize vurgu yapmıştır.52 Karl Popper ise en objektif bilim olarak kabul edilen fizikte bile, kuramın gözlükleriyle gözlem yaptığımıza, “tabula rasa” zihinle gözlem olmadığına dikkat çekmiştir.53 Kant’ta algımızı önceleyen ve etkileyen zihinsel kategoriler, Gadamer’de yorumlamamızı önceleyen ve etkileyen önyargılar, Popper’da gözlemimizi önceleyen ve etkileyen kuramlar olduğu gibi Althusser’de kabul etme ve reddetme süreçlerimizi önceleyen ve etkileyen ideolojilerimiz vardır. Aristoteles’in “İnsan siyasal bir hayvandır”54 sözü Althusser’de, “İnsan doğası gereği ideolojik bir hayvandır” şekline dönüşür.55 Althusser için “ideoloji” maddi bir var oluşa sahiptir: “Maddi ideolojik aygıt tarafından tanımlanan, maddi kurallarca belirlenen, maddi pratiklerde yer alan maddi edimlerdir.”56 Devletin ideolojik aygıtları varlık ve pratikleriyle, ideolojinin somut maddi halidir.57 50 A.e., s. 104. 51 Kant, The Critique of Pure Reason, Çev. J. M. D. Meiklejohn, Chicago, William Benton, 1971, s. 54-56, 93-98. 52 Hans-Georg Gadamer, “Hermeneutik Problemin Evrenselliği”, Çev. ve Der: Hüsamettin Arslan, Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler, İstanbul, Paradigma Yayınları, 2002, s. 65-66. 53 Karl R. Popper, Bilimsel Araştırmanın Mantığı, s. 130-137. 54 Aristoteles, Politika, 6. bs., Çev. Mete Tunçay, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2002, s. 9. 55 Louis Althusser, a.g.e., s. 100. 56 A.e., s. 97. 57 A.e., s. 93-94. 80 2. Yeni Sosyal-Siyasi Yapının Önemi Devletin ideolojik aygıtları, merkezin ideolojisini çevreye taşıyacak somut kurumlar olarak, merkezin çevredeki bireyleri dilediğince şekillendirmesine yardımcı olmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin merkezi, ideolojisini; kurduğu somut kurumlarla (devletin ideolojik aygıtları), bu somut kurumların çevreye nüfuzuna daha çok olanak tanıyan yeni sosyal-siyasi yapının imkânları, şehirleşmenin artması ve 20. Yüzyıl teknolojisi sayesinde çevreye taşıyarak, bu hususta Osmanlı’dan daha başarılı bir konuma yükseldi. Bu olgular, Cumhuriyet’in yukarıdan-aşağı değiştirme gücünün artmasının ve Cumhuriyet’le, yüzlerce yılın geleneğine zıt bir değişimin, kısa sayılacak bir sürede, geniş bir kitleye benimsetilmesinin en belirleyici faktörleridir. Cumhuriyet dönemindeki sosyal-siyasi yapıda, Osmanlı’da olduğu gibi ideolojik aygıtlarla ulaşılamayan geniş bir kesim kalmadı. (Bu olguda, II. Mahmut’tan itibaren gelişen süreçlerin katkısı vardır.) Osmanlı’daki millet sisteminde din ve eğitimle ilgili işlerinde özerk olan milletler, merkezin ideolojik aygıtlarının nüfuz alanının dışında kalıyordu. Millet liderlerinin merkezce kontrolü gibi güç ilişkileri ve devletin baskıcı aygıtı, milletlerin merkeze bağımlılığını sağlayan en önemli unsurlardı. 20. yüzyılın başlarında, Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar olan evrede Hıristiyan nüfus iyice azalmıştı. 1906’da Türkiye’deki 15 milyonluk toplam nüfus içinde 1,5 milyon kadar Rum vardı, 1923’e gelindiğinde ise 400 bin Rum kalmıştı. 1906’da 1 milyon kadar olan Ermeni nüfus ise 1927’ye gelindiğinde 100 binin altına inmişti.58 Cumhuriyet döneminde Müslüman olmayan nüfusun oranında sürekli azalma oldu; artık merkezin nüfuz gücü dışında kalan geniş bir kitle yoktu. 58 Çağlar Keyder, “Türkiye Demokrasisinin Ekonomi Politiği”, Çev. Nail Satlıgan, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3. bs., Der: İrvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları, 1998, s. 43. 81 3. Eğitimsel İdeolojik Aygıtlar Osmanlı’nın en önemli ideolojik aygıtı dinsel ideolojik aygıt olmasına karşın, Cumhuriyet’in en önemli ideolojik aygıtı eğitimsel ideolojik aygıt olmuştur. Eğitimsel ideolojik aygıtın, dinsel ideolojik aygıtın yerini alması, Türkiye’ye özel bir durum değildir; Türkiye’nin rol modeli olan Batı’da da aynısı olmuştur.59 Modern eğitim temelde yazılı metinler üzerinden yapılmaktadır. Eğitimin ilk aşamalarında okuma yazma öğretilirken, geri kalan eğitim tamamen okuma yazma üzerinde yükselir. Bu yüzden, bir ülkedeki okuryazar oranı, o ülkenin yüzde kaçına eğitimsel ideolojik aygıtın nüfuz edip etmediğini/edemeyeceğini anlamamız için önemli bir göstergedir. Osmanlı Cumhuriyet’e % 10’un altında okuryazar devretti.60 Cumhuriyet’in ilk yıllarında da -1927’de- okuryazar oranı %11 gibi çok düşük bir seviyedeydi. Şehirleşme gibi okuryazarlık oranı da düzlemsel bir artış göstermiş ve 1981 yılında okuryazar oranı % 69’a yükselmiştir.61 Aşağıdaki tablolarda görüleceği gibi ilköğretimde de, ortaokul ve liselerde de, gerek öğrenci gerek kurum sayısı açısından doğrusala yakın bir artış yaşanmıştır. Ayrıca tablolardaki, kızların toplam öğrencilere ve kadın öğretmenlerin toplam öğretmenlere göre artış oranlarında; kadınların eğitim kurumlarına gidiş, dolayısıyla kamusal alana çıkış oranlarındaki -Cumhuriyet’in başlangıcına oranla- artışa da tanık olabiliriz. Kadınlar daha çok eğitim olanağına kavuşup meslek sahibi oldukça, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki analarına nazaran daha çok ataerkil kalıpları sorgulamış ve kendi ayakları üzerinde durabilme yeteneğine daha çok kavuşmuşlardır.62 Bu okullar, birçok kızın kamusal alana çıktığı ilk ortam olmalarının yanında, kızların kamusal alana çıkmalarına ve güç ilişkilerinin paylaşıldığı alanlarda yer almalarına hazırlandıkları bir ortam da olmuşlardır. İlk ve orta öğretim kurumlarındaki doğrusala yakın artış üniversitelerde de yaşanmıştır.63 59 Louis Althusser, a.g.e., s. 176-177. 60 Mehmet Ö. Alkan, “İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e Modernleşme ve Ulusçuluk Sürecinde Eğitim”, s. 76. 61 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi Başlangıçtan 1982’ye, Ankara, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Yayınları, 1987, s. 217. 62 Fatmagül Berktay, “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Feminizm”, s. 359. 63 Yahya Akyüz, a.g.e., s. 225-229. 82 Cumhuriyet döneminde ilk ve orta öğretimdeki sayısal gelişmeler aşağıdaki tablolarda görülmektedir: 64 Öğretim Yılı Okul Erkek Öğrenci Kız Öğrenci Toplam Kızların Oranı Erkek Öğretmen Kadın Öğretmen Toplam Kadınların Oranı 1923-24 4.894 273.107 62.954 341.941 %18.4 9.021 1.217 10.238 %11.9 1930-31 6.598 315.072 174.227 489.299 %35.6 11.504 4.814 16.318 %29.5 1940-41 10.596 661.279 294.468 955.747 %30.8 14.583 5.981 20.564 %29.1 1950-51 17.428 1.016.915 599.711 1.616.626 %37.1 26.714 9.157 35.871 %25.5 1960-61 24.398 1.800.026 1.066.475 2.866.501 %37.2 48.944 14.032 62.526 %22.4 1970-71 38.234 2.892.654 2.120.754 5.013.408 %42.3 87.469 45.252 132.721 %34.1 1980-81 45.507 3.086.135 2.566.934 5.653.069 %45.4 126.105 85.468 211.573 %40.4 Cumhuriyet döneminde resmi ve özel ilkokullarda sayısal gelişmeler Öğretim Yılı Okul Erkek Öğrenci Kız Öğrenci Toplam Kızların Oranı Erkek Öğretmen Kadın Öğretmen Toplam Kadınların Oranı 1923-24 72 _ _ 5.095 _ _ _ 796 _ 1930-31 83 20.148 6.945 27.093 %25.6 845 233 1.068 %21.8 1940-41 252 69.097 26.235 95.332 %27.5 2.422 1.445 3.876 %37.3 1950-51 440 50.262 19.037 68.765 %27.7 2.437 2.091 4.528 %46.2 1960-61 776 241.261 76.877 318.138 %24.2 9.110 4.159 13.269 %31.3 1970-71 1.842 569.719 213.752 783.471 %27.3 18.587 9.874 28.452 %34.7 1980-81 4.103 786.550 393.683 1.180.233 %33.4 20.355 10.575 30.930 %34.2 Cumhuriyet döneminde resmi ve özel ortaokullarda sayısal gelişmeler Öğretim Yılı Okul Erkek Öğrenci Kız Öğrenci Toplam Kızların Oranı Erkek Öğretmen Kadın Öğretmen Toplam Kadınların Oranı 1923-24 23 _ _ 1.241 _ _ _ 513 _ 1930-31 57 4.333 1.366 5.699 %24.0 542 95 637 %14.9 1940-41 82 18.881 5.981 24.862 %24.1 1.110 434 1.544 %28.1 1950-51 88 17.526 4.643 22.169 %20.9 1.120 834 1.954 %42.7 1960-61 194 56.016 19.616 75.632 %25.9 2.394 1.825 4.219 %43.3 1970-71 518 173.885 70.684 244.569 %28.9 6.977 4.242 11.219 %37.8 1980-81 1.108 341.969 189.791 531.760 %35.7 22.438 13.760 36.198 %38.0 Cumhuriyet döneminde resmi ve özel liselerde sayısal gelişmeler TABLO 1: İLK VE ORTA ÖĞRETİMDEKİ GELİŞMELER 64 A.e., s. 216, 222. Kızların toplam öğrencilere ve kadın öğretmenlerin toplam öğretmenlere oranı tarafımızdan hesaplanıp tablolara eklenmiştir. 83 Cumhuriyet’in başlangıcında, eğitimsel ideolojik aygıtla nüfuz edilebilen vatandaşların nüfusa oranı oldukça düşüktü. Fakat Cumhuriyet’in siyaset, ordu, bürokrasi ve yargı gibi merkezini oluşturan kurumlarında yer alan bireylerin hemen hepsinin belli bir oranda eğitim almasının zaruri olduğunu düşünürsek; Cumhuriyet’in başlangıcında merkezin, kendisini yeniden üretmesine yetecek kadar kitleye ideolojik aygıtlarıyla nüfuz edebildiğini söyleyebiliriz. Tarikatların daha çok toplumun çevresini oluşturan orta ve alt sınıflarda etkin oluşunun sebeplerini anlamada da “ideolojik aygıtlarla buralara nüfuz edilememesi” anahtarlardan birisi olabilir.65 Dinsel kimliğin, Osmanlı’daki Müslüman toplumun en önemli birleştirici unsuru olmasına karşın; Cumhuriyet merkezi, laiklik/sekülerlik politikalarıyla kimlikteki dinsel öğenin önemini bir yandan azaltırken, diğer yandan milliyetçilik politikalarıyla, kimliklerde oluşacak boşluğun yerini doldurmasını arzuladığı yeni birleştirici ideolojiyi yaymaya çalıştı. Cumhuriyet’in okulları bu hedefi gerçekleştiren en önemli ideolojik aygıttı. 1960’larda liselerde yapılan bir anket, bu hedefe ulaşmada Cumhuriyet merkezinin önemli başarılar kazandığını göstermektedir. (Milliyetçilik ideolojisi Batı’dan alınmış olsa da, Türkiye’ye has koşullar ve kültürel ortam Türk milliyetçiliğinin gelişimini şekillendirmiştir.) Bahsettiğimiz anketteki “Çocuklara öğretilmesi gerekli en önemli iki ders nelerdir” ve “Okullardaki öğrenim hayatınızdan bu yana öğrendiğiniz en önemli şey nedir” sorularına “Ülkemin hizmetinde olmak”, “Tanrı’yı ve ülkemi sevmek”, “Terbiyeli ve 65 Diğer yandan, Mardin’in dikkat çektiği gibi, Cumhuriyet’in kökeni Osmanlı’da da, tarikatların -merkezdeki elit tabakada da etkin olmuş olmalarına rağmen- daha çok orta ve alt sınıflarda etkin olması ise tarikatların Cumhuriyet döneminde de daha çok orta ve alt sınıflarda (çevrede) etken olmasının sebeplerini anlamada ikinci bir anahtar olabilir. Mardin bunu vurgularken, toplumun merkezindeki bazı elit kişilerin de tarikatlarla bağının olduğunu söyler, fakat genel durumun bu şekilde olduğunu belirtir. Şerif Mardin, “Ideology and Religion in Turkish Revolution”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 2, No: 3, Temmuz 1971, s. 206. Weber’in, tarikatların, daha çok, toplumsal hiyerarşinin altında bulunanlar üzerinde etkili olmasını; bu tarikatların üyelerine “kurtulmuş” ve “aydınlanmış” oldukları hissini verip, onların maddi mahrumiyetlerine karşın manevi cihetten “elit” oldukları kanaatine ulaştırmalarıyla izah etmeye çalışması ise Türkiye’deki tarikatların çevredeki etkinliğinin daha yüksek olmasının nedenlerini anlamada üçüncü bir anahtar olabilir. Ian Thompson, Odaktaki Sosyoloji, Çev. Bekir Zakir Çoban, İstanbul, Birey Yayıncılık, 2004, s. 71-72. (Bütün bu durumlara uymayan, bu yaklaşımlarla açıklanamayan önemli miktarda tarikat üyesi bulunmaktadır. Bu üç yaklaşım genel durumu anlamada ipuçları olarak değerlendirilmelidir.) 84 vatansever olmak” en sık verilmiş olan cevaplardır. Bu tip cevaplar, anketi yapanları -doğal olarak- Türk liselerindeki eğitimin/gençlerin oldukça milliyetçi olduğu sonucuna ulaştırmıştır.66 Bireylerin egzistansiyel dünyalarında önemli bir yeri olan İslam’ın, Osmanlı’dan gelen kültürün ve düşünce kalıplarının, özellikle devletin ideolojik aygıtlarıyla aşılanan milliyetçilik ideolojisiyle beraber (milliyetçilik İslami birleştiriciliğin yerini alacak bir ideoloji olarak empoze edilmiş olsa da, bu ideolojiyi İslam’a aykırı bulmadan, onunla birleştirerek karma bir ideoloji oluşturanların olduğu gözden kaçmamalıdır) bireyleri şekillendirmesi; Cumhuriyet Türkiyesi’nde önemli bir taraftar kitlesi bulmuş olan Türk-İslam sentezine dayalı ideoloji ve söylemin yaygınlaşmasına yol açan şartların oluşumunda önemli bir rol oynamıştır. Bahsedilen anketin diğer önemli bir yanı ise -dinsel ideolojinin yerine milliyetçi ideolojinin okullardaki öğrencilerde ağırlık kazanması gibi radikal değişikliklerle beraber- Osmanlı’dan gelen patrimonyal davranış kalıpları ve zihniyetin devam ettiğinin tespit edilmesidir. “Bir insan eğer kendinizden yaşlıysa, nasıl bir insan olursa olsun saygıyı hak eder” önermesine % 70’ten fazla kişinin katıldığını beyan etmesi bunun göstergelerindendir.67 Cumhuriyet döneminde merkezin ideolojisini çevreye taşıyan eğitim aygıtları okullarla sınırlı kalmamıştır. Halkevleri, Halkodaları ve Köy Enstitüleri gibi aygıtlar da olmuştur. Halkevleri Meşrutiyet’te kurulan Türk Ocakları’nın yerini aldı. Halkodaları ise Cumhuriyet döneminde, küçük yerleşim birimlerinde kurulan, Halkevleriyle aynı çizgideki kuruluşlardı. İnkılâbı yaymak, İslami ideolojinin gücünü kırmak gibi amaçlarla kurulan ve faaliyet gösteren bu kurumların, kapatılana kadar CHP’ye bağımlılığı sürdü.68 1950’ye gelindiğinde 477 Halkevi ve 4332 Halkodası vardı; en etkin dönemleri 1923-1940 arası olan bu kurumlar, 1951 yılında DP tarafından kapatıldı. 69 66 Andreas M. Kazamias, “Potential Elites in Turkey: Exploring the Values and Attitudes of Lise Youth”, Comperative Education Review, Vol. 11, No: 1, Şubat 1967, s. 34-35. 67 A.e., s. 31-32. 68 Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş, s. 313-314. 69 A.e., s. 314-315. 85 Köy Enstitüsü projesinin fikri arka planında, 1924 yılında Türk eğitim sistemi için rapor hazırlayan John Dewey ve ayrıca William James gibi filozofların pragmatist felsefesi olduğu söylenebilir.70 Diğer yanda köye göre öğretmen yetiştirmek, modernleşmeyi köye inşa edilecek kurumlarla gerçekleştirmek fikrinin kökeni II. Meşrutiyet’e kadar gider.71 Köyün içinden köye öğretmen yetiştirme hedefini güden bu kurumlardan 17 bin kadar köy çocuğu öğretmen olarak yetişmiş ve geniş bir kitleyi bunlar eğitmişlerdir. Bu kurumlar teorik bilginin yanında pratik uygulamaya da önem vermiş; makine kullanımı, hastalıkla savaş, kooperatifçilik ve hayvancılık gibi birçok konuda köylüyü eğitmişlerdir. Köy Enstitüleri fikri arka planlarında var olan pragmatizme uygun eğitimlerinin yanında, Cumhuriyet merkezinin ideolojisini; köyde, imamın yerine Cumhuriyet’in yetiştirdiği öğretmeni önder yaparak yerleştirmeye çalışmışlardır.72 1948’e kadar sayıları 21’e ulaşan Köy Enstitüleri, 1954 yılında DP iktidarı tarafından öğretmen okullarına dönüştürülerek ortadan kaldırıldı. 73 Kurulduklarından itibaren ideolojik tartışmaların içinde olan ve pragmatik amaçlarının yanında kurucu ideolojiyi yaygınlaştırmaya çalışan bu kurumların, kapatılış sebeplerinden biri ise bu kurumlarda yetişen yeni neslin toprak reformunu desteklemesi ve buna karşı olan büyük toprak sahiplerinin bu kurumların kapatılmasına çalışmaları olmuştur.74 4. Dinsel İdeolojik Aygıtlar: Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiler Cumhuriyet’in merkezi, dinsel kurumlara farklı şekillerde yaklaşmıştır: Bu farklı yaklaşımlar gücünü yok etme, kontrol etme ve ideolojik aygıt olarak kullanma olarak özetlenebilir. Yeni devletin ideolojisine ve kurduğu ideolojik aygıtlara rakip olabilecek halifelik gibi önceki dönemin aygıtları kaldırılarak, yeni devletin ideolojisine karşı -yeni merkeze karşı- kitleleri seferber edebilme potansiyeli bulunan kurumlar yok edilmiş oldu. Camilerin nasıl kontrol altına alınması gerektiğiyle ilgili 70 Tanıl Bora, “Türkiye’de Siyasal İdeolojilerde ABD/Amerika İmgesi: Amerika: ‘En’ Batı ve ‘Başka’ Batı”, Modernleşme ve Batıcılık, 2. bs., Ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İstanbul İletişim Yayınları, 2002, s. 149. 71 Osman Kafadar, ‘Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tartışmaları”, Modernleşme ve Batıcılık, 2. bs., Ed. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İstanbul İletişim Yayınları, 2002, s. 369. 72 Bülent Tanör, a.g.e., s. 317. 73 Osman Kafadar, “Cumhuriyet Dönemi Eğitim Tartışmaları”, s. 372. 74 Bülent Tanör, a.g.e., s. 318. 86 bir endişe ise hep vardı; camilerin cemaatlerin kontrolüne geçmesi ile ilgili endişe hiç yok olmadı diyebiliriz. 1931 yılında çıkarılan bir kanunla cami ve mescitlerin yönetimiyle görevlilerin atanması Evkaf Umum Müdürlüğü’ne geçti. 1950 yılında çıkarılan bir kanunla ise buraların yönetimi ve görevlilerinin atanması tekrar Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildi.75 Tüm bu değişikliklerde camiyi, hutbeyi ve imamla müezzin gibi görevlileri kontrol altında tutma, gereğinde bunları devletin ideolojisi ve menfaatleri doğrultusunda kullanma yaklaşımı değişmedi. Camilerde verilen vaazların ve de özellikle Cuma günü camilerde okunan hutbelerin kontrolü hep Cumhuriyet merkezinin ilgi alanında oldu. Eski Diyanet İşleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin, Diyanet İşleri Başkanı olmadan önce 1920’lerde yazdığı hutbe kitabında yer alan hutbe başlıkları, camilerin nasıl ideolojik aygıt olarak kullanıldığı konusunda fikir verici niteliktedir. Bu başlıkların bir kısmı şöyledir: “Çalışan mükâfatını görür”, “Vatan Müdafaası”, “Türk Hava Kurumu’na yardım”, “Askerlik şerefi”.76 Camilerin minarelerinin arasına mahyalar -ışıklı yazılar- yoluyla yazılan yazıları incelememiz bile aynı yönde bir kanaat verecektir. Minarelerin arasına mahyalarla yazılan bazı sloganlar şöyledir: “Varol İnönü”, “Türk yılmaz”, “Yaşasın gaziler”, “Vatan sevgisi imandandır”, “Yaşasın misak-ı milli”.77 Diyanet’in ideolojik aygıt olarak kullanımı, Diyanet’in, Cumhuriyet merkezinin rahatsızlık duyduğu Nurculuk ve Süleymancılık gibi akımlara karşı raporlar hazırlamasından da anlaşılabilir. Örneğin, Nurculuk hakkındaki raporda Nurculuk; İslami esaslara uymayan yorumlar yapmak, Said Nursi’yi aşırı yüceltmek, Kuran ve sünnete aykırı akıldışı yaklaşımlarda bulunmak, Atatürk’e saldırmak, Kürtçülüğü körüklemek, şapka devrimine karşı çıkmak gibi hususlarda eleştirilmiştir.78 Cumhuriyet’in kurucu kadroları, caminin halka nüfuz etmedeki öneminin farkındaydılar. Cumhuriyet’in karizmatik lideri Atatürk’ün bizzat kendisinin camilerde hutbe vermiş olması da bu farkındalığın bir göstergesidir. Cumhuriyet’in 75 Mehmet Görmez, “Türk Hukuk Mevzuatında Dini Kurumların Yeri ve Uygulama”, Avrupa Birliği Sürecinde Dini Kurumlar ve Din Eğitimi, Ed. İlyas Çelebi, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2007, s. 489-490. 76 İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, s. 74. 77 A.e., s. 75, 82, 83. 78 A.e., s. 152-161. 87 ilk dönemlerinde okuryazar oranının düşüklüğü, televizyon gibi araçlarla kitlelere ulaşımın mümkün olmadığı hatırlanırsa; kitapların veya televizyon programlarının insan zihnini uyandırmasına, yeni sorunlarla karşılaşmasına ve bunlar hakkında yeni çözümler benimsemesine olanak vermeyen bu ortamda, “söz” ile nüfuzun belki de en etkili ortamı olan hutbelerin ve vaazların önemi daha iyi anlaşılır. Cumhuriyet’in merkezi şüpheyle yaklaştığı imamın yerine liderliği öğretmene vermeye çalışmıştır, ama diğer yandan sözlü kültürün etkin ve dinsel meşrulaştırmanın insanların zihinlerinde önemli olduğu bir ortamda, imamların etkileme gücünden faydalanmaya ve imamlar ile camileri ideolojik aygıt olarak kullanmaya da çalışmıştır. Buna rağmen Cumhuriyet’in 1940’ların sonuna kadarki döneminde camiyi, imamı, müezzini ideolojik aygıt olarak kullanma eğiliminden daha fazla gücünü yok etme ve kontrol etme eğilimlerinin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. 1927’de nüfusun 13,6 milyon olduğu dönemde Diyanet’e bağlı cami görevlilerinin 5668 kişi olmasına karşın, nüfusun 20,9 milyon olduğu 1950 yılında, cami görevlilerinin nüfustaki bu büyük artışa rağmen 4503’e düşmesi de bunu göstermektedir.79 5. Dinsel İdeolojik Aygıtlar: İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri Cumhuriyet merkezinin, bir yandan dinsel ideolojinin tehdidinden korunma, bir yandan dinsel kurumları ideolojik aygıt olarak kullanma, 1946’dan sonra ise çevrenin taleplerine cevap verme arzularının şekillendirdiği Diyanet dışındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin deneyimine mahsus kurumların başında İmam Hatipler ve İlahiyat Fakülteleri gelmektedir. İslam dünyasında laiklik ilkesi doğrultusunda, din hizmetini kamu hizmeti olarak gören, din görevlisini kamu görevlisi olarak değerlendiren Diyanet gibi bir kuruma pek rastlanmaz. Diğer yandan matematik, fizik, kimya dersleriyle beraber tefsir, hadis ve fıkıh derslerini beraber okutan ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olan İmam Hatip Liseleri deneyimi de hem Osmanlı medreselerinden, hem de diğer Müslüman ülkelerdeki dinsel eğitim kurumlarından 79 Diyanet’teki 1927’den 1950’ye görevli sayısındaki değişim için bakınız: A.e., s. 110. 1927’den 1950’ye nüfus değişimi için bakınız: Hüseyin Bal, Kent Sosyolojisi, Isparta, Fakülte Kitabevi, 2006, s. 77. 88 önemli ölçüde farklıdır.80 YÖK’e bağlı olan İlahiyat Fakülteleri de gerek kurumsal yapısı, gerek ders programlarıyla Türkiye Cumhuriyeti’ne özgü bir deneyimi yansıtmaktadır. Bir yönüyle devletin ideolojisine hizmet eden, bir yönüyle devletin ideolojisine zıt ideolojilere kaynaklık etmesinden çekinilen bu kurumlar, Cumhuriyet tarihi boyunca birçok tartışmanın odağında olmuşlardır. Cumhuriyet’in çok partili hayata geçişe kadar olan döneminde, İmam Hatip Liseleri’ni ve İlahiyat Fakülteleri’ni de ideolojik aygıt olarak kullanmadan çok bunlardan doğabilecek potansiyel tehlikeyi yok etme eğiliminin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Medreselerin kapatılmasından sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı, eğitim süresi dört yıl olan İmam ve Hatip Mektepleri açılmıştır. 1924-1925 öğretim yılında ise Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) İlahiyat Fakültesi 400 öğrencisiyle öğretime başlamıştır. İmam Hatip Mektepleri 1931-1932 öğretim yılında öğrencisizlik gerekçesiyle kapatıldığı gibi, 1933 yılında İstanbul İlahiyat da öğrencisizlik gerekçesiyle kapatılmıştır.81 Öğrencisizlik gerekçesiyle kapatmanın arka planına baktığımızda; Cumhuriyet merkezinin, dinsel ideolojinin güçlenip kontrolden çıkmasıyla ve merkezin ideolojisine rakip olmasıyla ilgili endişelere tanık oluruz. Cumhuriyet’in ilanından sonra 1924’te liselerin, 1927’de ortaokulların, 1929’da ilkokulların ders programlarından dini içerikli dersler kaldırılmıştır. Böylece İlahiyat Fakülteleri’nin mezunlarının Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurumlarda çalışabilmelerinin olanağı ortadan kalktı. Kapatılan İmam ve Hatip Mektepleri ile İlahiyat Fakülteleri mezunlarına diğer bir çalışma olanağı sunacak ortam da yok oldu. İlahiyat Fakülteleri ve İmam Hatipler’e ayrılan ödeneklerin kesilmesi, din görevlisi olmanın toplumsal statü açısından eski itibarından uzaklaşması da bu kurumların 1930’ların başında ortadan kalkma sebeplerini oluşturmaktadır.82 “Oyun gücü”nün -bu, çevrenin merkeze karşı belli bir oranda güç kazanması demekti- ortaya çıkmasıyla, çevrenin istekleri de Cumhuriyet merkezinin 80 Mehmet Görmez, a.g.e., s. 487-488. 81 Mustafa Öcal, “Türk Hukuk Mevzuatında Din Eğitim ve Öğretiminin Yeri ve Uygulama Biçimi”, Avrupa Birliği Sürecinde Dini Kurumlar ve Din Eğitimi, Ed. İlyas Çelebi, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2007, s. 520-522. 82 A.e., s. 524-525. 89 politikalarının belirlenmesinde etken olmaya başladı. CHP iktidarının devam ettiği 1948’de verilen bir teklifle İmam Hatip Yetiştirme Kursları açıldı. DP iktidarı 1951’de ortaokul seviyesinde dört yıllık İmam Hatip Okulları’nı, 1955’de bu okulların üç yıllık lise kısmını eğitime başlattı. 1960 ihtilaline kadar 19 İmam Hatip kuruldu. İhtilal sonrası hükümetler döneminde; 1962-1963’te 7 tane, 1965’ten sonraki Süleyman Demirel başkanlığındaki hükümetler döneminde ise 46 tane İmam Hatip kurularak, 1971’deki muhtıraya gelindiğinde 72 sayısına ulaşıldı. 1971 askeri müdahalesinde bu okulların orta kısımları üç yıla indirildi ve ders programlarında diğer ortaokullarda okutulan din bilgisi dersi dışında dini içerikli bir ders bırakılmadı. Ayrıca bu 72 okulun son dönemlerde açılanlarının liselerinin açılmasına izin verilmeyerek, lise seviyesinde bu okulların sayısı 42’ye düşürüldü.83 1971 askeri darbesinin güdümündeki Nihat Erim hükümeti, hazırladığı yönetmelikle İmam Hatipler’in sadece kendi alanlarında yüksek öğretime hazırlayacağına dair, 1972’de bir yönetmelik de çıkardı. Fakat bir yıl sonra İmam Hatip Okulları, İmam Hatip Liseleri’ne dönüştürüldü ve yapılan yeni düzenlemeyle bu liselerin mezunlarının, edebiyat kolu mezunlarının girebildiği yükseköğretim bölümlerine girmelerinin önü açıldı. 1951-1952 öğrenim döneminde bu okullarda sadece 876 öğrenci varken; 1969-1970’da bu okulların orta kısmında 36.655, lise kısmında 5.235 öğrenci öğrenim görmeye başladı. 84 1971 muhtırasından sonra 1973-1974 öğretim yılında ise İmam Hatipler’de 34.482 öğrenci varken 1980-1981 öğretim yılında bu sayı 201.004’e ulaştı. Ecevit Hükümeti’nce 33, Demirel Hükümetleri’nce 269 İmam Hatip açılarak toplam 374 sayısına ulaşıldı. Ecevit Hükümeti’nde ve Demirel Hükümetleri’nde koalisyon ortağı olan Milli Selamet Partisi’nin çabaları, bu kurumların sayısının nüfusun artış hızına oranla böylesi hızlı bir şekilde çoğalmasında etkili oldu.85 83 A.e., s. 529-531. 84 İrfan Bozan, Devlet ile Toplum Arasında Bir Okul: İmam Hatip Liseleri, Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul, TESEV Yayınları, 2007, s. 16-17. 85 Mustafa Öcal, a.g.e., s. 534-535. 90 6. İdeolojik Aygıt Olarak Medya Cumhuriyet merkezi açısından iletişimsel ideolojik aygıtlar da çevreye nüfuz etmede önemli olmuşlardır. Gazeteler ve dergiler gibi iletişim araçları üzerinde devletin tekeli olmamıştır. Nitekim bunlar, uzunca bir dönem merkezin ideolojisine aykırı fikirleri seslendirmede -mevcut olan kuvvetli sansür uygulamalarına rağmenen önemli araçlar olmuşlardır. Diğer yandan Cumhuriyet’in kuruluşundan 1980’lerin sonuna kadar, devletin, radyo ve televizyon yayıncılığı üzerinde tekeli olmuştur. Cumhuriyet’in daha başlarında 1927 yılında radyo yayıncılığı başlamıştır.86 Radyo büyük kısmı okuryazar olmayan bir topluma, Cumhuriyet’in sözle ulaşmasının aracı olmuştur. Böylece devletin, diğer ideolojik aygıtlarıyla ulaşamadığı bir kitleye ulaşma aracı bu iletişimsel ideolojik aygıt olmuştur. 1961 Anayasası’nda “Radyo ve televizyon istasyonlarının idaresi, özerk kamu tüzel kişiliği halinde, kanunla düzenlenir” şeklinde bahsi geçen televizyon yayını ise dünyaya göre oldukça geç bir tarihte, 1968 yılında, deneme yayınlarına başladı 87 ve sözle beraber görüntüyle de etki olanağı doğmuş oldu. Şehirleşmenin artması, köylere elektrik gitmesi, vericilerin ülkede daha çok yayılması, televizyonların gittikçe ucuzlaması, yayın saatlerinin artması ve renkli televizyona geçilmesi gibi unsurlar televizyonla etki olanağını arttırmıştır. Fakat televizyonla tam da geniş kitlelere ulaşılması mümkün olmuşken, bu alanda devlet tekeline son verilerek, özel radyolarla beraber özel televizyonların da faaliyete geçmesi, bu çok etkin iletişim araçlarının ideolojik aygıt olarak önemini azaltmıştır. Devlet merkezinin 1980’lerden sonra yukarıdan-aşağı değiştirme gücünün azalmasına yol açan önemli unsurlardan biri de -üçüncü bölümde göreceğimiz gibi- radyo, televizyon gibi iletişim araçlarında devletin tekelinin kalkması olmuştur. Sonuçta Cumhuriyet döneminde merkez, Osmanlı merkezinden çok daha fazla ideolojik aygıtlarıyla nüfuz etme potansiyeline sahip olmuştur. Osmanlı merkezinin ideolojisine uygunluğuyla gücünden faydalanılan dinsel ideolojik aygıt 86 Douglas A. Howard, The History of Turkey, Westport, Greenwood Press, 2001, s.14. 87 Vedat Demir, Türkiye’de Medya Siyaset İlişkisi, İstanbul, Beta, 2007, s. 172. 91 dışındaki hukuksal, kültürel, iletişimsel ve de özellikle eğitimsel ideolojik aygıtlarla Cumhuriyet merkezi, önceki dönemden çok daha fazla vatandaşlarına nüfuz edebildi ve dönüştürdü. Cumhuriyet merkezinin ideolojik aygıtlarıyla bu nüfuz etme potansiyeli; yeni sosyal-siyasi yapının olanakları, yeni teknolojinin imkânları ve karizmatik liderin (Atatürk) halk üzerindeki etkisiyle birleşip İslam ülkelerinde benzeri görülmedik boyuttaki devrimci bir değişim sürecinin yaşanmasını mümkün kıldı. 7. Şehirleşme Sonucunda İdeolojik Aygıtların Artan Önemi, Kadınlarda Değişim, “İslami” Sembollerle Karşılaşma Merkezin çevreye ideolojisini yayabilmesi, ideolojik aygıtlarıyla çevredeki bireylerin karşılaşabilmesine, ayrıca teknolojik imkânların kullanılabilmesine bağlıdır. Bu karşı karşıya gelme olgusunu mümkün kılan en önemli sosyal faktörlerden biri ise şehirleşme olmuştur. Şehirleşmenin getirdiği şartlar, bireylerin daha çok eğitim almasını gerektirmiş ve devletin eğitimsel ideolojik aygıtı, bireyleri biçimlendiren en önemli araçlardan biri olmuştur. Şehirleşen bireyler hukuk işlerini çözmekte daha çok devletin hukuki aygıtıyla karşı karşıya gelmeye başlamışlardır. Örneğin evlilik ve boşanma gibi olaylarda bireyler artık devletle daha çok muhatap olma durumunda kalmışlardır. Şehirleşmeyle beraber, bireyler, her nesilde daha fazla; devletin edebiyat, güzel sanatlar ve diğer kültürel alanlarla ilişkili ideolojik aygıtlarıyla karşılaşmışlardır. Şehre göçle beraber, birçok kişinin elektriği olmayan bölgelerden, elektriği olan şehirlere taşındığını hatırlamak gerekir (1980’lerden önce Türkiye’deki köylerin çoğunluğunda elektrik yoktu). Elektriği olan ve verici sinyalleri daha iyi algılayan şehirlerde, devletin resmi radyosu ve televizyonu gibi ideolojik aygıtlarının etkisi altına girmek de mümkün oluyordu. Şehirleşme olgusu, çevredeki bireylere ideolojik aygıtlarla daha çok nüfuz edilmesine olanak tanımasının yanında, oluşturduğu yeni sosyal yapı ve güç ilişkilerini yeniden şekillendirmesiyle de bireyleri dönüştürdü. Örneğin Türkiye’deki kırsal kesimlerden şehre göç eden kadınlarla ilgili olan araştırmalar, özellikle şehirlerde oluşan yeni durum neticesinde çalışmak zorunda kalan kadınların ve de 92 onlardan daha da çok devletin eğitimsel ideolojik aygıtıyla şekillenen kızlarının, aile içindeki gücünün arttığını ve klasik patrimonyal geleneği sorguladıklarını ve dönüştürdüklerini göstermektedir.88 Tezimizde özel bir önem verdiğimiz kadınların kamusal alana çıkış oranını arttıran en önemli etkenlerden biri şehirleşme olmuştur. Kadınların kamusal alana çıkışının artması Cumhuriyet merkezinin ideolojisiyle örtüşmüştür; fakat, bunun yanında, Berktay’ın dikkat çektiği gibi, birçok Kemalist aydının, toplumsal cinsiyet ilişkilerinin değişmesine çok hevesli olmadıkları, “hem ailevi hem de içtimai vazifelerini müdrik uysal kadını rol modeli olarak sundukları” da gözden kaçmamalıdır.89 Şehirleşme ve Cumhuriyet’in ideolojisinin kadınlar üzerinde yol açtığı değişime karşılık, Kemalist aydınların da içinde olduğu geniş bir kesimin, geleneksel cinsiyet rollerini muhafazaya etmeye çalışmalarının beraberce kadınlar ve cinsiyet ilişkileri üzerindeki etkisi “karışım kimlikler”in oluşma sebeplerinden birisidir. Dünya’nın diğer bölgelerinde olduğu gibi, şehirleşmeyle beraber, büyükanne ve büyükbabalar gibi üyelerin de içinde yer aldığı geniş ailelerden anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileye geçiş yapılmıştır. Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçişte, yeni devletin ideolojisine ve bu ideolojisini kurduğu ideolojik aygıtlarıyla aktarmasına sorun teşkil edecek Osmanlı ile irtibatlı iki tane kurum vardı. Bunlardan birincisi dinsel ideolojik aygıttı; Cumhuriyet -daha önce değindiğimiz gibi- bu aygıtın, halifelik gibi kurumlarını kaldırarak ve Diyanet gibi kendi kontrolünde yeni aygıtlar kurarak tehlikesine karşı tutum belirledi. Diğer yandan Althusser’in de dikkat çektiği gibi, aile kurumu da bir ideolojik aygıt vazifesi görebilmektedir,90 fakat Cumhuriyet’in eğitimsel, hukuki, ideolojik, dinsel aygıtlardaki tasarruf gücü bu kurumda yoktu, Cumhuriyet’in başlangıcında bu 88 Bu araştırmalara örnek olarak bakınız: Tahire Erman, “The Impact of Migration on Turkish Rural Woman: Four Emergent Patterns”, Gender and Society, Vol. 12, No:2, Nisan 1998, 161-164. 89 Fatmagül Berktay, “Doğu ile Batı’nın Birleştiği Yer: Kadın İmgesinin Kurgulanışı”, Modernleşme ve Batıcılık, 2. bs., Ed. Tanıl Bora ve Murat Gültekingil, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s. 284. 90 Louis Althusser, a.g.e., s. 105-107. Her ne kadar Althusser bu ideolojik aygıtın etkinliğinin anlaşılmasında Freud psikolojisinin yardımları olacağını düşünse de; Freud’a atıf yapılsa da yapılmasa da bireylerin tutum, hayat görüşü ve ideolojilerini edinmelerinde ailenin önemli rolü tartışılmazdır. Yapılan araştırmalarda, çocukların, politikadan sigaraya kadar birçok farklı konudaki tutumlarında, ailelerinin rolünün belirleyici olduğu anlaşılmıştır: Çiğdem Kağıtçıbaşı, Yeni İnsan ve İnsanlar, s. 120. 93 kurumun devletin ideolojik aygıtı gibi fonksiyon gördüğü söylenemez. Devletin sekülerleştirici ideolojisine karşı bireylere İslami bir hayat görüşü veren en önemli kurum aile olmuştur diyebiliriz. Şehirleşme, bunu yok etmemiştir, ama ailenin çekirdek aile olmasına yol açarak; önceki dönemin ideolojisine göre hayatlarının daha uzun bir dönemini geçirmiş ve Cumhuriyet’in dönüştürücü yeni ideolojik aygıtlarıyla daha az karşılaşmış olan büyükanne ve büyükbabaların yeni nesiller üzerindeki etkisinin azalmasına yol açmıştır. Kocalarının aileleriyle yaşamaktan uzaklaşma, kadınların, erkek egemenliğine dayalı değerlere göre işleyen geniş ailelerden uzaklaşmaları ve daha çok otonomi kazanmalarına sebep olmuştur.91 Devletin ideolojik aygıtlarıyla kırsala nazaran daha sık karşılaşan ve öğretmen gibi Cumhuriyet ideolojisini taşıyan aktörlerin daha çok etkisine giren bireylerin hayatlarında, çekirdek ailelerinin de -eskisine oranla- belirleyici rolü azalmıştır. Eğitimin ve üretimin aile dışında yapılmasının yanında, modern devletin sağlık ve emeklilik sigortası gibi hizmetleri kapsayan sosyal yapısıyla, ailenin güvenlik birimi olmakla ilgili fonksiyonlarını azaltması da ailelerin bireyler üzerindeki etkisini azaltan faktörler olmuştur.92 Modernleşmeyle ilgili birçok değişim şehirleşmenin artmasıyla ilişkilidir; fakat 1950’ye kadar şehirleşmenin yok denecek kadar düşük düzeylerde olduğu görülmektedir. Aşağıdaki tablodan da görüleceği gibi 1927 yılında kırsal kesimde yaşayan nüfus % 75,8 oranında iken, 1950’ye dek çok ufak bir değişiklikle bu oran % 75,0 olmuştur. Sırf bu oran bile, Batı’daki modernleşmeyle Türk modernleşmesi arasındaki hayati farklılığı anlamamızı sağlayabilir. Batı’daki modernleşme toplum seviyesindeki değişimler üzerinde yükselmiştir ve şehirleşmenin getirdiği yeni toplumsal yapı ve üretim ilişkilerindeki farklılaşma, Batı modernleşmesinin en önemli dinamiklerinden biri olmuştur. Oysa Türk modernleşmesinin en devrimci kültürel değişikliklerinin içinde yapıldığı 1950’ye kadarki dönemde şehirleşme oranı ancak % 1 kadar artmıştır. 91 June Starr, “The Role of Turkish Secular Law in Changing the Lives of Rural Muslim Woman 1950-1970”, Law and Society Review, Vol. 23, No: 3, 1989, s. 519. 92 Ronald Inglehart, Modernization and Postmodernization, s. 40. 94 Toplam nüfus, kent ve kır nüfusları, kent ve kır nüfuslarının toplam içindeki yeri93 Sayım Yılı Toplam N. (milyon) Kent N. (milyon) Kır N. (milyon) Kent (%) Kır (%) 1927 13.6 3.3 10.3 24.2 75.8 1940 17.8 4.3 13.5 24.3 75.6 1950 20.9 5.2 15.7 25.0 75.0 1960 27.7 8.8 18.9 31.9 68.1 1970 35.6 13.6 22.0 38.5 61.5 1980 44.7 19.6 25.1 43.9 56.1 1985 50.6 26.8 23.7 53.0 47.0 1990 56.4 33.3 23.1 59.1 40.9 2000 67.8 44.0 23.8 64.9 35.1 TABLO 2: ŞEHİRLEŞME ORANLARI “Oyun gücü”nün ortaya çıktığı, çevrenin İslami kültürle ilgili taleplerinin merkez politikalarını değiştirmeye başladığı 1946’ya kadar, merkezin ideolojik aygıtlarının çevrenin önemli bir bölümünü teşkil eden kırsal kesime daha az nüfuz etmesi ve kırsal kesimin İslamiyet’le bağlantılı olan kültürünü geniş aile (kırsal kesimde büyükanneler, büyükbabalar, dayılar, halalar, v.b. aynı hanede yaşamadığı zaman da birey üzerinde etkin olurlar) gibi unsurlarla muhafaza etmesi sayesinde “İslami kültür” özellikle çevrede muhafaza edildi. Bu dönemden sonra ise göçlerle beraber, İslami unsurlara referansları içinde barındıran geleneksel kültür şehire taşındı, böylece bu döneme kadar belli oranda sekülerleşmiş olan merkez, “İslami kültür” ile karşı karşıya gelmesinin önemli bir bölümünü bu kesimle karşılaşması üzerinden yaşadı. Burada altı çizilmesi gereken olgu, eskiden “İslami kültür”ün ortodoks temsilcisi olarak daha çok merkezin “yüksek kültürü” kabul edilmesine karşılık bu dönemden itibaren “İslami kültür”ün çevrenin “alçak kültürü” ile temsil edildiğine dair oluşan algıdır. Mardin, -Robert Redfield’ten ödünç aldığı kavramlarla- Osmanlı’daki merkezin, Farsça ve Arapça kelimelerle dolu dilini, elit yaşamını ve ortodoks İslam’la temsilini “yüksek (great) kültür” olarak niteler. Çevrenin, halk Türkçesi’nden oluşan dilini, göçebe veya tarıma dayanan yaşam 93 Hüseyin Bal, Kent Sosyolojisi, s. 77. 95 şekillerini ve heterodoks dini akımları da barındıran çeşitliliğini ise “alçak (little) kültür” olarak tanımlar.94 Daha önce, birçok kişinin gözünde -İslami teoloji açısından bu doğru olmasa da- İslam’ın en yüksek temsilcisi olan halife aynı zamanda padişahtı, padişahsa sarayın elit yaşamının, ülkeyi yönetecek bir eğitimin ve hiyerarşide üstünlüğün sembolüydü. Köyden şehre göçle merkeze gelen, İslami kültürle ilişkilendirilen başörtüsü, takke veya şalvar95 gibi sembolleri görünür kılan tipik bireyler ise fabrika işçileri veya kapıcılar gibi,96 elit olmayan bir yaşamın, az eğitimin ve hiyerarşide toplumun alt tabakalarının üyeleriydi. Elbette şehirleşmenin hızla arttığı dönemlerde, İslami ideolojiyi benimseyen ve İslami olduğu ileri sürülen sembolleri görünür kılanlar, köylü kültürü ile İslamiyet’e referanslı birçok öğeyi karıştırmış olan ve şehre göçle görünür olmaya başlamış olan bu kesimden ibaret değildi. Fakat bunlar önemli bir bölümü oluşturuyordu. Nitekim İslami kimliğiyle Kemalist merkezin ötekisi olan, diğer yandan şehirliliğiyle ve elit kesimin okulu Galatasaraylı olması gibi özellikleriyle göç eden bahsedilen kesimin de ötekisi olan Mehmet Şevket Eygi gibi kişilerin, köylülük ile İslam’ın karıştırılmasından ve estetik yoksunluğundan duydukları rahatsızlığı sıkça beyan etmeleri de,97 bahsedilen göç eden kesimin, birçok kesimin zihninde İslami kültürle özdeşleştirilmiş olmasıyla ilgili olgudan kaynaklanmaktadır. Zamanla, köyden kente göç eden bu kesimden birçok kişi, şehrin sunduğu fırsatlardan yararlanarak (şehirleşmenin arttığı dönemde liberal ekonomi uygulamaları ile zihniyetinin yaygınlaşması ve merkezin onayı olmadan zenginleşme imkânlarının daha fazla mümkün olmasıyla), toplumun üst tabakalarına doğru hareket etti. Kapitalist sistemin yaygınlaştığı toplumlarda soy sop üyeliği, 94 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 95-98. 95 Biz, burada, teolojik olarak bu sembollerin hepsinin İslami olduğunu savunmuyoruz. Nitekim, Ankara Okulu gibi çevrelerden birçok dinbilimci entelektüel, takke ve şalvarın -bazıları buna başörtüsünü de dâhil edecektir- “İslam dini”nin bir unsuru olmadığını söyleyeceklerdir. Ama biz, burada teolojik gerçekliğin ne olduğuna değil, sosyolojik unsurlara ve bunla ilişkili insanların zihinlerindeki algı biçimlerine odaklanıyoruz. 96 Geleneksel ve modernin karşılaşmasıyla ortaya çıkan karmaşıklığın bir örneği olarak “kapıcıların” incelenmesiyle ilgili bir çalışma: Gül Özyeğin, “The Doorkeeper, the Maid and the Tenant: Troubling Encounters in the Turkish Urban Landscape”, Fragments of Culture, Ed. Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktanber, London, I. B. Tauris and Co. Publishers, 2002, s. 43-69. 97 Mehmet Şevket Eygi, Çareler Çözümler Teklifler Tenkitler, İstanbul, Mavi Yayıncılık, 1997, s. 109-111. 96 eğitim seviyesi gibi unsurlardan öncelikli olarak toplumsal tabakalaşmanın sahip olunan maddi güç çerçevesinde gerçekleşmesi, bahsedilen birçok kişinin yukarı tabakalara doğru hareketinde de etkili oldu. Fakat kapitalizmin kanaat yerine hırs, toplum yerine bireye önem veren sisteminin bir parçası olan bu kesimden birçok kişi; kapitalizmin üretim ilişkilerine girmenin ve her nesilde daha fazla Cumhuriyet’in ideolojik aygıtlarıyla şekillenmenin neticesinde, kimliklerinde de önemli değişimler yaşadı. 1946’dan sonraki görece özgür ortam, bu kesimden birçok kişinin İslami kimliklerini yitirmeden bu değişimleri yaşamalarında önemli bir unsurdu. Sonuçta bu kesimden birçok kişi, kapitalist ilişkilerin ve Cumhuriyet’in ideolojik aygıtlarının şekillendirmesiyle beraber kimliklerindeki İslami unsurları da muhafaza etti; bu süreçler “karışım kimlik” olgularına kaynaklık eden unsurlardandır. Lakatosçu terminolojiyi kullanarak; İslami “çekirdek” muhafaza edilirken, kimliğin “kuşak” kısmında önemli değişimler yaşandığını, muhafaza edilen “öz” ile beraber yeni “inşalar”ın gerçekleştiğini ifade edebiliriz. Türkiye’de -Mısır, İran ve Pakistan gibi birçok İslam ülkesinde olduğu gibi- İslami kesimin önemli yeni aktörlerinin, yeni kentleşmiş ve eğitimli (ideolojik aygıtlarla karşılaşmış) kesimin içinden çıkması, bahsettiğimiz kesimin kimliklerinde yaşadığı değişimi önemli kılmaktadır.98 Burada dikkat edilmesi gerekli bir husus yukarıdan-aşağı modernleşme küreselleşmeye dönüştükçe, yani küresel ekonomi ve kültür ile irtibatlar arttıkça ve dünyadaki ekonomiyle bütünleşilip, modern üretim araçları ve iş ilişkileri Türkiye’ye girdikçe, “dıştan içe” gelen etkinin toplumsal dönüşümlere yol açarak bahsedilen süreçleri tetiklediğidir. Küresel üretim ilişkileri ve üretim araçlarıyla bütünleşmenin getirdiği bu değişim, 1920’li yıllardaki merkezin yukarıdan-aşağı, “devrimci emirler” ile oluşturduğu değişimden farklıdır. Makineleşmenin artması ve dünyadaki yeni teknolojilerin ithalatı şehirleşmeyle ilgili süreç açısından kritik öneme sahiptir. Örneğin bir traktörün altı tane tarım işçisinin işi bırakmasına sebep olduğu hesaplanmaktadır, her işçinin ortalama dört kişilik bir ailesi olduğu kabul edilirse; bir traktör 24 kişinin göçmen olmasına sebep olabilmektedir. 1950 yılında 16.585 olan 98 Nilüfer Göle, Modern Mahrem, s. 69. 97 traktör sayısının 1980 yılında 436.369 olduğunu düşünürsek,99 şehirleşmeyle oluşan mobilizasyonun arkasındaki itici kuvvetin önemli bir unsurunu idrak etmiş oluruz. Şehirleşme ise konumuz açısından önemli olan hem “İslami kültür”ün merkezin yanına taşınmasına, hem de merkezin ideolojik aygıtlarının bu kesimin üzerinde daha etkin olmasına sebep olmuştur. Şehirleşme yukarıdan-aşağı emirle oluşan bir değişimden ziyade, -nitekim yukarıdan-aşağı emirle değişimin en yoğun olduğu yıllarda şehirleşme oranı çok düşüktü- modernleşme ve küreselleşme gibi süreçlerin sonunda, dünyadaki birçok bölgeyle benzer şekilde yaşanmış bir süreçtir. Diğer yandan şehirlere göç edenlerin kırsal alana oranla daha çok muhatabı oldukları ideolojik aygıtlarla şekillenmesi ise yukarıdan-aşağı bir sürecin ürünü olmuştur. C. 1980’lerden Önce Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Yönetici Zihniyet 1. Batıcılık, Pozitivizm, Sosyal Darwinizm ve Hermenötik Yaklaşım Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla devletin yönetici zihniyetinde paradigmal bir değişiklik yaşandı. Tocqueville’in “Hiçbir toplum hazır olmadığı bir devrimi yapamaz” görüşü Türkiye toplumu için kısmen geçerlidir;100 toplumun bütünü olmasa da toplumu yukarıdan-aşağı şekillendirme gücünü elinde bulunduran yeni merkezin yöneticileri, devrimci değişimlere yol açacak fikirlere hazırlanmışlardı. Cumhuriyet merkezinin yeni yöneticilerinin zihni, Osmanlı modernleşmesi döneminde, başta Fransa olmak üzere Batı dünyasından gelen yeni görüşlerin etki alanına girmişti ve Osmanlı’nın yıkılışıyla kurulan yeni devlet, bu yeni görüşlerin rehberliğinde devrimci değişikliklerin yapılabileceği fırsatı hazırlamıştı. Cumhuriyet’in hemen ilk yıllarında Osmanlı’nın “din-ü devlet” idealindeki “din” devletin yönetici zihniyetinden çıkarıldı ve “din” ile problemli bir ilişkiler dönemine girildi. Batıcılık, Pozitivizm, laiklik, ilerlemecilik, milliyetçilik gibi kavramlar yeni yönetici zihniyetin temel unsurları oldu. Kurucu zihniyete hermenötik yaklaşımın, bu zihniyetin çözümlenmesi ve Cumhuriyet merkezinin dinle 99 1940’ta 1065 olan traktör sayısı, 1950’de 16.585, 1960’ta 42.136, 1970’te 105.865, 1980’de 436.369, 1990’da ise 689.343 olmuştur: Hüseyin Bal, a.g.e., s. 75. 100 Mehmet Ali Kılıçbay, “Atatürkçülük ya da Türk Aydınlanması”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Ed. Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2000, s. 158. 98 ilişkisinin belirlenmesi açısından verimli olacağı kanaatindeyiz. Hermenötik yaklaşımla, Cumhuriyet merkezinin, içinde olduğu paradoksları çözmek yerine anlamaya yönelmeyi ve yorumlama sürecine eşlik eden “engelleyici önyargıları” keşfedip yorumlamaları bu farkındalıkla düzeltmeyi hedefliyoruz. Cumhuriyet merkezinin toplumsal mühendisliğinin teleolojik yaklaşımının, kendisini ulaşılması gerekli hedef olarak nitelediği “Batılılaşma”; Atlantiğin iki tarafındaki Amerika ve Avrupa kıtalarına benzemekten çok daha soyut bir anlam içeriyordu. Bu anlam, Pozitivizm ve Sosyal Darwinizm gibi felsefi ve sosyolojik teorilerle de ilişkiliydi. Buna göre tarihsel yasaların kaçınılmaz bir sonucu olarak toplumlar ilkel aşamalardan daha gelişmiş aşamalara geçerler; “Batı” ise bu aşamalara daha erken ulaştığı için rol modeldir. Bu yüzdendir ki Kurtuluş Savaşı’nın kendisine karşı yapıldığı, Türkiye üzerinde “hain emelleri” olduğuna inanılan Avrupa devletlerine benzemeye çalışmak -Batılılaşmak- sorun olmuyordu; asıl hedef evrimsel basamakların daha üstüne doğru tırmanmak, yani gelişmek ve ilerlemekti. “Batı” ise bu soyut hedefe -modernleşme- ulaşmakta başarılı olmuş somut bir rol modeldi. Cumhuriyet’in yönetici zihniyetine hâkim olan ilerlemeci-teleolojik tarih anlayışı, Osmanlı’nın uzun dönemler zihnine hâkim olan; statikliği idealleştiren, değişimi kötüyle özdeşleştiren, kötüyle iyi arasında döngüsel tarih anlayışından önemli bir farklılaşmadır.101 Osmanlı modernleşmesinden itibaren Auguste Comte’un pozitivizmi ve Herbert Spencer’in Sosyal Darwinizmi Türk aydınlarında önemli etkiler oluşturdu. Comte (1798-1857), insanlığın içinden geçtiği, her biri bir öncekinden gelişmiş duruma karşılık gelen üç aşama olduğunu söyler: Bunlardan birincisi olan teolojik aşama; fetişizm, çoktanrıcılık ve tektanrıcılık gibi alt aşamalara ayrılır. Comte, ikinci aşama olan metafizik aşamayı, birinci aşamanın dönüşümü olarak değerlendirir ve Descartes gibi bu aşamanın temsilcisi olarak gördüğü isimleri eleştirir. En son aşama 101 Şerif Mardin, “Türk Düşüncesinde Batı Sorunu”, Türk Modernleşmesi, 14. bs., Der: Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder, İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s. 246-247. 99 olan pozitivizmde ise bilimsel düşünce dinlerin yerini alacaktır.102 Comte’ta “ucu kapalı evrim” düşüncesi vardır; pozitivizmle en mükemmel hale ulaşılır. Comte’un evrimciliği kadar, bilime yaptığı vurgu ve evrimsel son merhalede bilimsel düşüncenin dinlerin yerini alacağına dair görüşleri de Türkiye merkezindeki yönetici elit açısından önemli olmuştur. Buna göre, Osmanlı’nın içinde bulunduğu durum pozitivizm öncesi aşamalara denk geliyordu, Türkiye Cumhuriyeti ise bilimi dinin yerine ikame ederek pozitivist aşamaya geçmeliydi. Batılılaşma da zaten bu “ileri” aşamaya geçmeyi temsil ediyordu. Herbert Spencer (1820-1903) ise felsefe tarihinde “evrim” kavramına en merkezi yeri vermiş olan filozoftur diyebiliriz. Spencer, evrimi; Güneş Sistemi’nden canlıların bedenlerinden toplumsal yapıya kadar her alanda geçerli bir yasa olarak görmüştür.103 O, evrimi; “Bilinmeyen-Kavranamayan bir Kudret”in kendini belli etmesi olarak değerlendirirken,104 Comte’un materyalist yaklaşımıyla Hegel’in idealist çizgisinin arasında bir yerde olduğunu söyleyebiliriz. Spencer, “evrim”deki her bir sonraki aşamanın, öncekinden daha gelişmiş olduğunu söyler; konumuz açısından önemli olan toplumların geçirdiği aşamalar da bunda istisna teşkil etmez. Türk aydınları, Sosyal Darwinist görüşle Alman (Büchner, Haeckel) ve Fransız (Le Bon, Demolins) düşünürler üzerinden tanışmışlardır.105 Cumhuriyet’in kurulduğu dönemde Marx’ın materyalist tarih anlayışı gibi; insanlık tarihine içkin evrimsel tarih yasalarının olduğunu söyleyen, etkin, teleolojik felsefi-sosyolojik bir görüş de vardı; fakat sınıf çatışması temelinde teorisini oluşturan Marxist yaklaşıma, bölücülükten nefret eden Cumhuriyet merkezinin aydınlarının çoğunluğu sempatiyle yaklaşmadı. 106 102 Auguste Comte, Pozitif Felsefe Kursları, Çev. Erkan Ataçay, İstanbul, Sosyal Yayınları, 2001, s. 32-33. 103 Herbert Spencer, İlk Prensipler, Çev. Selmin Evrim, İstanbul Milli Eğitim Basımevi, 1947, s. 3-22. 104 A.e., s. 143-145, 361. 105 Atilla Doğan, Osmanlı Aydınları ve Sosyal Darwinizm, s. 335. 106 Şerif Mardin, “Türkiye’de Muhalefet ve Kontrol”, s. 185-186. 100 2. Teleolojik Tarih Anlayışı, Karl Popper ve Tarihsicilik Andrew Dawison, Cumhuriyet Türkiyesi’ni Gadamerci hermenötikten faydalanarak anlamaya çalışır. Dawison; teleolojik beklentilerden, seküler bağlılıklardan ve sosyal bilimlerdeki modernist unsurlardan kaynaklanan “engelleyici önyargılar”ın tarihi anlama faaliyetine -hermenötik yaklaşıma- zarar verdiğini ileri sürer.107 Dawison’un dikkat çektiği “engelleyici önyargılar” hem Cumhuriyet merkezini oluşturanların tarihi anlama ve toplumu yönlendirme faaliyetlerine eşlik etmeleri açısından, hem de merkezdeki yöneticilerin eylemlerini değerlendiren sosyal bilimcilerin araştırma ve eserlerine rehberlik etmeleri açısından değerlendirilebilir. Cumhuriyet merkezinin modern olanı “ilerici” yani teleolojik tarih anlayışına göre daha gelişmiş bir aşamayla özdeşleştirmesi; Osmanlı’nın özellikle dine referanslarla oluşturulmuş kültürüyle ilgili unsurlarını “gerici” olarak nitelemesi ve devletin ideolojisini ve ideolojik aygıtlarını “ileri” aşamaya ulaşacak şekilde tasarımlaması da düşünsel temelini teleolojik felsefi-sosyolojik yaklaşımlardan almıştır.108 Cumhuriyet merkezinin Batı’dan ithal ettiği paradigmadaki teleolojik fikirler, kendi içlerindeki paradokslarla Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmiştir. Bu paradoksların en önemlilerinden biri; modernitenin en önemli unsurlarından birinin bireycilik olmasına karşın, moderniteyi devletle gerçekleştirmek ve teleolojik zihniyetle hareket etmek ideallerinin bireyciliğe karşı tehdit oluşturmasıdır. Teleolojik tarih anlayışının ve bu anlayışın insan bireyselliğine/özgürlüğüne oluşturduğu tehdide dikkat çeken filozoflardan biri Karl Popper’dır. Popper, yanlış ve tehlikeli gördüğü; tarihin temelinde yatan kanunlar veya yönelimler olduğunu ve tarihsel öngörünün mümkün olduğunu ileri süren teleolojik yaklaşımları “tarihsici” (historicism) olarak 107 Andrew Dawison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, 2. bs, Çev. Tuncay Birkan, İstanbul, İletişim Yayınları, 2006, s. 37-38. 108 Cumhuriyet merkezini oluşturan önemli simaların içinde yer aldığı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ismindeki “terakki” kelimesinin “kalkınma, ilerleme” anlamlarına gelmesi yönetici elitteki teleolojik zihniyetin önemine işaret eder. Diğer yandan “birlik” anlamına gelen “ittihat” ifadesinde ise bölücülüğe karşı nefretin izlerini görebiliriz; bu nefret, sınıf çatışmasına dayanan Marxizm’e pek rağbet edilmemesinin önemli sebeplerindendir. 101 niteleyerek eleştirir.109 “Tarihsici”liği Popper, “açık toplum” (the open society) için bir tehdit olarak görür. Bu yaklaşımı benimseyenlerin, sosyal bilimlere, doğa bilimlerinde Ay tutulmasının tahmin edilmesine benzer şekilde, gelecekle ilgili öngörü vazifesini yüklediklerini söyler.110 Popper, tarihe yön veren yasalar olduğuyla ilgili her görüşü reddeder; Plato’nun değişimi dejenerasyon olarak gören yasası, Herakleitus’un mevsimlere benzer döngüsel yasaların tarihte olduğunu söylemesi,111 Machiavelli, Vico, Spengler ve Toynbee’nin de benzer şekilde medeniyetlerin hayat devrelerinin yasaları olduğunu düşünmesi, aynı doğrusal evrimci yaklaşımlar gibi Popper’ın eleştiri oklarının hedefleri olmuşlardır. 112 Popper, Comte ve Marx gibi “materyalist tarihsiciler”in olduğu kadar Platon ve Hegel gibi “idealist tarihsiciler”in yaklaşımlarını da reddeder. Popper, “tarihsici” görüşleri reddini; tarihin akışının insan bilgisinden ve bunların ürünü olan buluşlardan etkilendiği, bilimsel/rasyonel metotlarla ise bilgimizin artışını önceden hesaplayamayacağımız, bu yüzden gelecekle ilgili öngörüde bulunamayacağımız ve bu yüzden teorik fiziğe benzer bir tarih teorisi olamayacağı argümanına dayandırır.113 Tarihle ilgili yapılan öngörünün, tarihten bağımsız olmadığı ve öngörünün öngörüleni etkileyebileceği; Popper’ın “Oedipus etkisi” dediği etki de “tarihsici”liğin objektif öngörüsünün imkânsızlığını gösterir.114 Comte ve Mill’in, tarihsel ilerlemeyi insan doğasıyla temellendirmeye çalışan yaklaşımları da “tarihsici”liğin hiçbir dayanağı olamayacağının gösterilmesi adına Popper tarafından reddedilmiştir.115 Popper’ın yaklaşımı, sosyal bilimler ve felsefede olduğu gibi iktisat alanında da; determinist yaklaşım yerine indeterminizmin ve gelecekle ilgili öngörülerde kesinlik iddiasında bulunmayan bir doğruluk anlayışının desteklenilmesinde kullanılmıştır.116 109 Karl R. Popper, Popper Selections, Ed. David Miller, Princeton, Princeton University Press, 1985, s. 290. 110 Karl R. Popper, The Open Society and Its Enemies: The Spell of Plato, Londra, Routledge Classics, 2005, s. 318-319. 111 A.e., s. 16. 112 Karl R. Popper, Tarihsiciliğin Sefaleti, 4. bs., Çev. Sabri Orman, İstanbul, İnsan Yayınları, 2000, s. 114. 113 A.e., s. 23-24. 114 A.e., s. 37. 115 Karl R. Popper, Popper Selections, s. 301-303; Karl R. Popper, Tarihsiciliğin Sefaleti, s. 141. 116 Dinç Alada, “İktisat Düşüncesinde Felsefi Yaklaşımın Önemi”, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, C. LIX, No: 2, Nisan-Haziran 2004, s. 10-11, 15. 102 Tarihin yasaları olduğu görüşü, bu yaklaşımın bireylerin yapıp etmelerini önemsizleştirdiği ve tarihi öznesiz bir süreç olarak sunduğu için de eleştirilmiştir. Kierkegaard’ın varoluşçu felsefesiyle, Hegel’in tarihsiciliğine karşı çıkışında bunu görebiliriz.117 Hannah Arendt’in tarihe doğa yasalarının zorunluluğunun hâkim olduğunu söyleyen yaklaşımlara eleştirilerinin önemli bir boyutu da, Arendt’in totaliterlik eleştirisine merkezi bir yer veren siyaset felsefesi kadar felsefesindeki varoluşçu unsurlarla ilgilidir. Arendt, her bireyi eşsiz bir varlık olarak değerlendirir; bireylerin özgürce eylemde bulunmalarının bireylerden “umulmayanın” (unexpected) zuhur etmesi anlamına geldiğini söyler.118 Arendt’in felsefi yaklaşımında önemli bir yeri olan “doğumluluk” (natality) da bireylerin özgürce tahmin edilemeyen, beklenmedik eylemi gerçekleştirebilmelerine bağlıdır; eylem ise Arendt için politik aktivite demektir.119 Eğer tarihin zorunluluk ifade eden yasaları varsa ve tarih öznesiz bir süreç ise bireylerin “umulmayanı” gerçekleştirebilmeleri mümkün değildir. Popper’ın “tarihsici” diye niteleyerek eleştirdiklerini Arendt, özgürlüğü zorunluluğa feda ettikleri için eleştirir.120 Popper ve Arendt’in dikkat çektiği gibi, tarihe yön veren yasaları bildiğini düşünenler, yani gelecek hakkında “bilimsel kehanet”te (scientific prophecy) bulunabileceğini düşünenler; bireylerin hayatlarına yön verme “vazifesi”ni üstlenme eğilimi göstermişlerdir. Tarihe bu determinist yaklaşım, bireylerin demokratik sorumluluk anlayışını; tarihin akışına kendi özgür eylemleriyle katkıda bulunmaları gerektiğine dair anlayışı tahrip etmiştir. Cumhuriyet merkezinin devrimci politikalarını en iyi ifade eden sloganlardan birinin “ilericilik”, deyişlerden birinin ise “halk için halka rağmen” olması da yönetici zihniyetin teleolojik düşünce yapısını ve bu düşünce yapısına göre gerçekleştirilen toplumu yapılandırma projesini gösterir. Bireycilik kadar bireyciliğe tehdit olan bu düşünce yapısı da Batı felsefesinden nakledilen paradigmayla ilişkilidir. Cumhuriyet merkezi, Batı düşüncesini ithal etmekle, bu düşünce yapısındaki bahsedilen paradoksal unsurları da ithal etmiş oldu. 117 Soren Kierkegaard, Concluding Unscientific Postcript to Philosophical Fragments, Çev. Howard V. Hong ve Edna H. Hong, Princeton, Princeton University Press, 1992. 118 Hannah Arendt, The Human Condition, New York, Doubleday Anchor Books, 1959, s. 157-158. 119 A.e., s. 11. 120 Hannah Arendt, On Revolution, New York, The Viking Press, 1965, s. 59. 103 Devletin birey karşısında oluşturabileceği tehdide Popper ve Arendt’ten önce de dikkat çekilmişti. Örneğin Kant’ın, insanın özgür olduğu ve mutlu olmak için zorlanamayacağı -halk için halka rağmen politikalarının uygulanamayacağı- yönünde Hobbes’un Leviathan’ına karşı önerdiği ilkeler de bireyin özgürlüğü ile ilgili endişelerden kaynaklanmıştır. 121 Fakat Kant’tan hemen sonra gelen Hegel’in ve ondan sonra Comte’la Marx’ın “teleolojik tarihsici” felsefeleri, -birçok önemli farklılıklarına rağmen “tarihsicilik” ortak paydasında buluşan bu felsefelermodernitenin sürekli gelişme öngören doğası ve 16. yüzyıldan sonra teknoloji üretimindeki sürekli başarılar; Popper ve Arendt’in bireysel özgürlük karşısında tehdit olarak gördükleri teleolojik düşünceyi ve bu düşünceye göre devlet merkezinin halkı yönlendirmesiyle ilgili iradeyi geliştirmiştir. Modernitede ve Batı felsefesinin bahsedilen düşünce sistemlerinde bireye/çoğulculuğa karşı içkin olan tehditler, postmodernitenin ortaya çıkmasını da belirleyici unsurlardandır. 3. Yönetici Merkezin Karşı Karşıya Kaldığı Paradokslar ve Hermenötik Yaklaşım Devletin zorlayıcı gücüne karşı bireyciliğin gelişmesi için sivil toplumun güçlü olduğu ve gücün merkezde toplanmadığı toplumsal bir yapıya ihtiyaç vardır. Hatta bugüne kadar yapılmış olan en kapsamlı sosyal bilimler araştırmalarından biri olan Dünya Değerler Araştırması’nda ortaya çıktığı gibi bireyciliğin güçlenmesiyle ekonomik refah seviyesinin artması arasında önemli bağlantılar bulunmaktadır. 122 Cumhuriyet merkezinin kurulduğu dönemde ise güç merkezde toplanmıştı, sivil toplum zayıftı ve ekonomik refah seviyesi düşüktü. Bireyciliğe uygun koşulları sunmayan toplumsal yapının yanında merkezin yukarıdan-aşağı değiştirme potansiyeli, Osmanlı’dan miras kalan “muhalefete tahammülsüzlük” olgusu ve Batı’ya yetişmeyi, yani “ilerlemeyi” talep eden teleolojik zihniyetten kaynaklanan arzular mevcuttur. Sonuçta Cumhuriyet merkezi, yukarıdan-aşağı değiştirici gücünü teleolojik zihniyeti rehberliğinde kullandı; feda edilen demokrasi ve bireycilikti. Özü itibariyle Cumhuriyet, farklılıkların birleşimi olması gerekirken, bireyler aynılaş- 121 Karl Popper, Hayat Problem Çözmektir, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005, s. 181. 122 Ronald Inglehart, a.g.e., s. 22, 28. 104 maya zorlandı ve teleolojik zihniyetle belirlenen politikalarla “bugünler”, “aydınlık yarınlar” için feda edildi.123 Durkheim, dini, toplumsal yapıyı destekleyen, işlevsel bir unsur olarak değerlendirmiştir.124 Cumhuriyet’in kuruluşunda dine yönelik yaklaşımlarda da bu işlevsel bakış açısı önemli bir yer tutmuştur. Fakat dinin işlevsel vazifesini kurumsallaşmış bir denetleme mekanizması içinde yapması arzu edilmiştir. Diyanet İşleri camiyi, Milli Eğitim İmam Hatipleri, daha sonra YÖK İlahiyat Fakülteleri’ni, hukuk sistemi ise Cumhuriyet ideolojisine ve devrimlere aykırı eylemleri kontrol etmekle vazifelendirilmiştir. Bir yandan kontrolün kurumsallaşması yaşanırken, halifelik ve tekke, zaviyeler gibi dinsel kurumlar yok edilmiştir. Dinin işlevselliğinden yararlanılırken, diğer yandan kontrol etmeyle ilgili endişeler ve kimi dinsel kurumların yok edilerek yeni ideolojiye tehditlerin önlenmesiyle ilgili arzular; Cumhuriyet Türkiyesi’nin, kendine model aldığı Batı’dan farklı olarak, devletle dini ayırmamasına sebebiyet vermiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın on binlerce kişilik personeliyle devletin bir kurumu olması bunun en somut göstergesidir. Dawison, hermenötik olmayan yaklaşımları kullananların ve Batı sekülerleşmesinin “yapısal ayrılmasını” evrensel bir model olarak görenlerin (bütün sekülerleşme süreçlerine tek tipçi yaklaşımların) Cumhuriyet Türkiyesi’nin kurucu karmaşıklığını anlayamayacağını ifade eder: Dawison “Kontrol, ama sadece kontrol değil; ayrılma, ama bir kontrol yapısı içinde; kurumsal gücünü yok etme, ama sonra kurumsal gücünü yeniden kurma; klerikalizm-karşıtı, ama sadece bir dereceye kadar…” diye tarif ettiği laiklikle bağlantılı değişken politikaların, kontrolü ele geçirme içinde kavramsallaştırıldığını ve bu sürecin ancak hermenötik yaklaşımla aydınlanabileceğini ifade eder.125 Hermenötik yaklaşım yerine Comtecu pozitivist bir sosyolojiyi benimseyenler, fizikteki eğik atış yasası gibi evrensel bir toplum yasası bularak Cumhuriyet Türkiyesi’ni açıklamaya çalışacaklardır. Bunda ise modernleşme teorilerine bağlı teleolojik beklentilerle, devletin ve dinin kurumlarının ayrılacağına 123 Faruk Birtek, “Bir Çağdaşlaşma/Çağdaşlaşamama Projesi: Bir Deneme”, Cogito, No: 15, 1998, s. 178. 124 Emile Durkheim, The Elemetary forms of Religious Life, Çev. Karen E. Fields, New York, Free Press, 1995. 125 Andrew Dawsion, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik, s. 304-306. 105 dair sekülerliğin evrensel bir modeli olduğu kanaatinden kaynaklanan beklentiler ön plana çıkacaktır. Bu tip modeller, fizikte kendine mahsus bir eğik atış yasası olamayacağı gibi, Türkiye’de de kendine mahsus yapılanmalar, çözümler olamayacağı anlayışına yol açacaktır. Dawison gibi biz de, bu yaklaşımların yanlış olduğu ve hermenötik yaklaşımların; kurucu karmaşıklığı ve Türkiye deneyimine özel olanı anlamada, önemli bir araç olacağı kanaatindeyiz. 4. Türkiye’nin Kendi Durumundan Kaynaklanan Paradokslar ve Batı’dan İthal Edilen Paradokslar Türkiye deneyimini farklı kılan unsurlardan biri yeni Cumhuriyet’in kuruluşuna yol açan Kurtuluş Savaşı’nda rol alanların büyük çoğunluğunun -Bernard Lewis’in dikkat çektiği gibi- kendilerini Türklük adına yabancıya karşı savaşıyordan ziyade İslam adına kâfire karşı savaşıyor olarak görmüş olmaları, 126 buna karşılık kurulan Cumhuriyet’in radikal laiklik/sekülerleşme politikaları izlemiş olmasıdır. Faruk Birtek, genç Cumhuriyet’in, modernist kuramsal özü gereği, dinden arındırılması gerektiğini ve “Müslümanlığın” Kurtuluş Savaşı’ndaki öneminin, bu arındırma sürecini radikalleştirdiğini belirtir. Birtek, bu radikal sürecin toplumsal açmazlara yol açtığını; radikal sekülarizminin araçları iktidarla bezendikçe kurumsallaştığını, kurumsallaştıkça iktidarlaştığını ve bu sürecin ivme kazanarak iktidar olmanın payandası olduğunu söyler. Birtek, iktidar pragmatizmi ile “kavimselliğin” dinle radikal mücadelede kullanıldığına; bunun ise bireyi dar bir alana hapsettiğine ve Cumhuriyet’in gerçek niteliği olması gereken bireylerin hak ve hürriyetlerini sağlayan bir yapılanma olmasına, farklılıkların eşitliğine dayalı bir vatandaşlık kurumunu ihtiva etmesine, bu süreçlerin engel olduğuna dikkat çeker.127 Bu süreçlerde kamu yararı bireysel hakların üstüne çıkarılmış ve özel alana kamu adına müdahale edilmiş; vatandaşlık kavramsallaştırması bireylerin haklarından ziyade görevleri üstüne kurulmuştur.128 126 Bernard Lewis, “The Ottoman Empire and Its Aftermath”, Journal of Contemporary History, Vol. 15, no:1, Haziran 1980, s. 28. 127 Faruk Birtek, a.g.e., s. 178-180. 128 A.e., s. 183. 106 Tüm bu süreçlerde, yönetici zihniyeti etkileyen ve eylemlerini belirleyen olguların, Batı’dan farklılıklarına ve bu farklılıkların modernleşme sürecinin Türkiye’ye özel durumunu nasıl oluşturduğuna dikkat edilmelidir: Din adına yapılan Kurtuluş Savaşı’ndan sonra radikal bir sekülarizasyon süreci; Batı ile savaştan sonra Batılılaşmanın devlet ideolojisinde merkezi bir yere oturması; Batı’da toplumsal birçok gelişme, dinamikler ve tarihe yayılan bir süreçle gerçekleşen modernizm sürecinin yukarıdan-aşağı hızlı bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılması; Osmanlı’dan miras kalan zihniyetle hareket eden siyasetçi ve bürokratlarla Osmanlı’yı aşma; Türk modernleşmesini Batı modernleşmesinden farklı kılan ve yönetici merkezin zihniyeti ile kararlarını etkileyen paradokslardı. Bu paradoksların etkileriyle beraber, Cumhuriyet’in yönetici seçkinleri; dinsel kurumları yok etme, kontrol etme, Durkheimcı bir rolle dinin işlevselliğinden yararlanma ve dinsel kurumları ideolojik aygıt olarak kullanma, şeklindeki farklı yaklaşımlardan kimi zaman kimisini tercih etti, kimi zaman bunların karışımından oluşan bir tavır belirledi. Milliyetçiliğin dinsel ideolojinin yerine geçirilmesi ve milliyetçilikle dinsel ideolojinin karıştırılıp bir Türk-İslam sentezi benimsenmesi gibi sorunlu gözüken tercihlerde genelde pragmatist yaklaşımlar belirleyici oldu. Cumhuriyet’in yönetici seçkinleri Türkiye’ye mahsus paradokslarla beraber Batı düşüncesinde de var olan “devlet ile birey”, “teleolojik düşünce ile bireysel hak ve özgürlükler” arasındaki paradokslarla, ayrıca diğer İslam ülkelerinde de var olan “laiklik ile demokrasi” arasındaki paradokslarla baş etmeye çalıştı (3. bölüm “C” başlığında bu paradoksa değineceğiz) ve bu paradokslarda genelde devlet, teleolojik düşünce ve laiklikten yana tavırlar daha ağır bastı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünyadaki konjonktürle uyumlu olarak birey, bireysel hak ve özgürlükler ile demokrasi lehine yapılan düzenlemeler, 1980’li yıllarda ve sonrasında aynı yönde yapılan -3. bölümde göreceğimiz- düzenlemelerle devam etti. 107 D. 1980’lerden Önce Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Değişim Açısından Önemli İslami Kesimin İç Süreçleri: Said Nursi Örneği 1. Nursi’nin, Abduh ve Ankara Okulu ile Karşılaştırılması “Karışım kimlikler”in ortaya çıkmasında, İslam ile ilgili yapılan iç tartışmaların ve İslami dünya görüşünü benimseyenlerin dini yorumlayış biçimlerinin, aldıkları kararların, taktiklerinin ve uygulamalarının da önemli bir yer işgal ettiği, bu tezin temel hipotezlerinden birisidir. Bu olguyu örneklendirmek için Osmanlı döneminde Muhammed Abduh’u inceledik; 1980’ler sonrası Cumhuriyet dönemini ele alacağımız tezimizin üçüncü bölümünde ise Ankara Okulu’nu inceleyeceğiz. 1980’lere kadar Cumhuriyet’i incelediğimiz bu bölümde ise Said Nursi’yi (1876-1960) ele alacağız. Nursi’nin önceden incelediğimiz Abduh ve üçüncü bölümde inceleyeceğimiz Ankara Okulu’ndan önemli farklılıkları vardır. Abduh ve Ankara Okulu, Ehli Sünnet paradigmaya önemli eleştiriler getirerek bahsedilen süreçlerde bir rol sahibi olmuşlardır. Nursi ise ortaya koyduğu bakış açıları ve taktiklerin hep Ehli Sünnet adına olduğunu savunmuştur. Diğer önemli bir farklılık ise şudur; Abduh ve Ankara Okulu “entelektüel” tanımına uygun düşerlerken, Nursi “cemaat lideri” tanımına daha uygun düşmekte ve tam manasıyla bir “karizmatik otorite” figürü oluşturmaktadır. Nursi’nin kitleler üzerindeki doğrudan etkileme gücü de diğerlerinden oldukça yüksektir; gerek Nursi’nin yaşam sürecinde ondan etkilenen Nur talebeleri, gerek vefatından sonra oluşan Yeni Asya, Zafer gibi gruplar, gerekse Gülen Cemaati, Nursi’den önemli etkiler almışlardır. Buradaki amacımız, teolojik açıdan, Nursi’nin yorumlarının doğruluk derecesini irdelemek değildir. Nursi’nin teolojik yaklaşımının doğruluk derecesi (İslami ilimlerden daha ziyade kelam ve fıkıh alanlarını ilgilendiren) ne olursa olsun, bizim için önemli olan ortaya çıkan yeni kültür yapısı ve kimlikler, teolojik fikirlerin etkisinin şekillenmesinde pay sahibi olduğu yeni toplumsal yapı ve siyasetle ilgili ortaya çıkan olgulardır. Odak konularımızdan biri Nursi’nin, geleneği muhafaza ederken gelenekte -bunun sonucunda kimlik, kültür ve sosyal yapıda- sebep olduğu değişimi saptamaktır. Nursi, Türkiye’deki geniş bir kitlenin kimliklerinde, İslami 108 unsurun etkisinin çoğalmasında önemli aktörlerden biri olduğu gibi; geniş bir İslami kesimin kimliklerinde karışımlara yol açan süreçlerin ortaya çıkmasında da önemli aktörlerden birisi olmuştur. Nursi, Abduh ve onun hocası Afgani’yi bazı meselelerdeki “selefleri” olarak anmıştır.129 Abduh’un Kuran’la kaynaşma ve kitlelere uzanma girişiminin de Nursi’nin öğretileriyle kesiştiği görülmektedir.130 Fakat Nursi, Afgani ve Abduh’tan bazı etkiler almış olsa da kendisini asıl yakın gördüğü ve eserlerinde isimlerini sıkça saygıyla andığı isimler İmam Gazali ve Abdülkadir Geylani gibi Ehli Sünnet paradigmanın önemli düşünürleri olmuştur. Ehli Sünnet İslam’ın önemli bir kesiminin “mason”, “reformcu” ve “din tahripçisi” gibi sıfatlarla suçladığı Abduh ve hocası Afgani’ye karşı, Nursi’nin bu kesimin büyük bir çoğunluğu üzerinde olağanüstü bir prestiji olmuştur.131 Nursi’nin bahsedilen kesim gözündeki prestijinin birçok sebebi vardır. Öncelikle o, Kemalist merkezin “ötekisi” olmuş ve bunun için yıllarca hapislerde yatmış ve sürgünlerde hayatını geçirmiştir.132 İslami kesimin gözündeyse -misyon sahibi birçok kesimde olduğu gibi- “davanın çilesini çekmiş olmak” önemli bir prestij kaynağıdır. Ayrıca o, Kemalist merkezin politikalarına karşı geniş bir kesimi örgütlemesi ve Ehli Sünnet paradigmaya sahip çıkması nedeniyle Ehli Sünnet kesimde geniş bir hayran kitlesine sahiptir. Abduh ve Afgani ile tüm önemli farklılıklarına rağmen Nursi, “karışım kimliklere” yol açan süreçlerde rol sahibi olmak noktasında onlara benzerdir. Geniş bir takipçi kitlesi olması, Ehli Sünnet kesim üzerindeki yüksek prestiji ve bu kesimin onu “içlerinden” algılamaları gibi sebeplerle -Türkiye’de- yaptığı doğrudan etki, Abduh ve Afgani’ninkinden çok daha büyük olmuştur.133 129 Bediüzzaman Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2000, s. 29. 130 Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 225. 131 Afgani ve Abduh’u bahsedilen sıfatlarla niteleyen Yüksek İslam Enstitüsü’nün eski müdürünün bir çalışması olarak bakınız: Ahmed Davudoğlu, Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri, 5. bs., İstanbul, Huzur Yayın Dağıtım, 1989, s. 57-116. 132 Nursi’nin hapis ve sürgün hayatının okunabileceği en temel kitabı: Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2007. 133 Nursi’nin, kendi takipçilerinin dışındaki İslami kesim üzerinde de önemli ölçüde prestiji bulunduğu hakkında: Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, İstanbul, Metis Yayınları, 1990, s. 86. 109 2. Nursi’nin Uzlaştırıcılığı ve Diyalogculuğu Nursi’nin en önemli hususiyetlerinden biri eklektizmi ve uzlaştırıcılığıdır. Din ile bilimi, vahiy ile akılı uzlaştırmaya çalışması, onun kitaplarında en geniş yer ayırdığı, en önemli özelliklerindendir. Materyalizme karşı, Ehli Sünnet ve Aleviler’in ittifak yapmasını istemesi,134 birçok Ehli Sünnet önderin Aleviler’i irtibata gerek olmayan “ötekiler” gören yaklaşımından farklıdır. Bu yönleriyle Nursi, Batı’nın dinle-bilimi ve Hıristiyan mezhepleri uzlaştırmaya çalışan filozofu Leibniz’e benzetilebilir. Özellikle dinle bilim, vahiyle akıl uzlaştırmasında Nursi ile Leibniz daha çok benzerdir. Diğer yandan Leibniz, Katoliklikle Protestanlığın birleşmesini arzu ederken, bunu sadece kendi mezhebi olan Protestanlık adına yapmamıştır.135 Nursi’nin Aleviliğe yaklaşımıysa tamamen kendi mezhebi Ehli Sünnet bakış açısındandır. Nursi, kitapları olan Risale-i Nurlar sayesinde Şiiler ile Sünniler’in güçlerini birleştirebileceğini düşünürken de,136 diğer birçok Ehli Sünnet öndere göre Şiiler’e daha müsamahalıdır; fakat Nursi’nin bakışı burada da mezhepler üstü değil, Ehli Sünnet nokta-i nazarındandır. Nursi’nin, Hıristiyanlığa karşı yaklaşımı da birçok Ehli Sünnet grup önderinden daha ılımlı olmuş ve Hıristiyanlığı materyalizme karşı bir müttefik olarak görmüştür.137 Nursi Papalığa kitaplarını yollayarak ve İstanbul Fener’deki Patrik Athenagoras’la görüşerek de birçok Ehli Sünnet önderden farklı bir tablo çizmiştir.138 Nursi’nin bu yaklaşımları takipçileri ve kitaplarını okuyanlar üzerinde önemli etkiler bırakmıştır. Bunların en etkilisi olan Gülen Cemaati’nin, Alevi grup önderleriyle iletişim kurmasının139 ve gerek siyasi çevrelerde gerek ise kamuoyunda çok ses getiren, diğer dinlerle bir diyalog platformu da olan Abant Platformu’nu oluşturmasında, Nursi’den devraldıkları zihin yapısının etkisi büyüktür. 134 Bediüzzaman Said Nursi, Lemalar, İstanbul, Sözler Yayınevi, 2005, s. 20-27. 135 Marcelo Dascal, G. W. Leibniz: The Art of Controversies, Dordrecht, Springer, 2008. 136 Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 163. 137 Bediüzzaman Said Nursi, Münazarat, 5. bs., İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2007, s. 160-190. 138 Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, s. 374-375, 393. 139 Cem Vakfı ve bu vakfın genel başkanı İzzettin Doğan temas kurulanlara örnektir. Bu yüzden Aleviler’in bir kısmı Doğan’a tepki de göstermişlerdir: (Çevrimiçi) www.hurhaber.com/news_detail.php?id=2707730. 110 3. Nursi’nin Bilim-Din Uzlaştırması Weber’in “dünyanın büyüsünün bozulduğunu” (disenchantment of the world) ve Bryan Wilson’ın “kutsallıktan arınmaya” (desacralization) doğru gidişin olduğunu ifade eden söylemlerinde; rasyonelleşmenin ve bilimin artan otoritesinin dinin fonksiyonlarını üstlendiği/üstleneceği ifade edilmiştir.140 Alain Touraine de, modernizmin en önemli özelliklerinden birinin, toplumda, Tanrı’nın yerine bilimi yerleştirmeye çalışması olduğunu söylemiştir.141 Bu sürecin kaçınılmazlığına inanan Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki merkezdekilerin önemli bir kısmı da, dinin toplum üzerindeki otoritesini azaltırken, bunun yerine yerleştirmeye çalıştıkları unsurlardan biri bilimin otoritesi olmuştur. Bu yüzden İslami kesim için bilim-din arasındaki ilişkinin nasıl kurulacağı çok önemli bir sorundu. Bilim-din ilişkisi konusunda önemli bir filozof olan Ian Barbour’ın sınıflamasını takip ederek, bu ilişkinin dört farklı şekilde kurulabileceğini söyleyebiliriz: Bunların birincisi “çatışmacı” yaklaşımdır; buna göre bilimle din birbirleriyle çatışma halindedir ve uzlaştırılamazlar. İkincisi “bağımsızlık” yaklaşımıdır; bu kompartmantalizasyoncu yaklaşıma göre bilim ile din ayrı dünyalar hakkında farklı dillerle konuşurlar, bu yüzden ayrı kompartmanlardaki bu iki faaliyet arasında ne ilişki ne de çatışma vardır. Üçüncüsü “diyalog” yaklaşımıdır; buna göre bilimle dinin kendilerine mahsus metotları ve farklı alanları vardır, ama bunlar arasında verimli bir diyalog mümkündür. Dördüncüsü “entegrasyon” yaklaşımıdır; buna göre bilimle din arası daha yakın ilişkiler kurulup, bu alanlardan birindeki verilerle diğer alana geçilip, o alana katkıda bulunulabilir.142 Bu dört şıktan birincisi, Kemalist merkezde yer alan birçok kişinin savunduğu Pozitivizm gibi felsefeler adına benimsenmiş ve bilimin dinsel otoritenin yerini alması gerektiği, bu anlayışı benimseyenlerin önemli bir kısmının görüşü olmuştur. İkinci şık ise hem İslami hem de bunun dışındaki çevreler arasında birçok taraftar bulmuştur. Akıldan çok gönüle atıf yapan, aklın otoritesini küçümsemek genel yaklaşımları olan tarikatların 140 Ian Thompson, a.g.e., s. 39-41. 141 Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi, s. 24. 142 Ian G. Barbour, When Science Meets Religion, New York, Harper Collins Publishers, 2000, s. 2-3. 111 üyelerinin birçoğu, bu şıkta ifade edilen görüşe yakındırlar. İslami dünya görüşünü benimseyen entelektüellerin bir kısmının, aklın otoritesinin mutlak bilgiye ulaşmadaki yetersizliğini savunan Kant;143 ayrıca bilimsel bilginin ancak bir paradigma içinde doğruluğundan bahsedilebileceğini, paradigmadan bağımsız evrensel doğrular olamayacağını söyleyerek, bilimin Pozitivizm gözündeki otoritesini küçümseyen Thomas Kuhn144 gibi filozoflara ve aynı doğrultuya yakın fikirleri olan postmodernist düşünürlere sempatiyle yaklaşmalarının ardındaki önemli sebeplerden biri de, bu filozoflardan hareketle bilim-din ilişkisine kompartmantalizasyoncu yaklaşımı temellendirme istekleri olmuştur. Nursi ise bahsedilen şıklardan üçüncüsüne ve de özellikle dördüncüsüne daha yakındır. Nursi’nin bu yaklaşımına, Abduh’un yanı sıra Şehbenderzade Ahmed Hilmi ve İsmail Fenni Ertuğrul gibi Nursi’nin çağdaşı olmuş birçok önemli isim yakın olmuştur.145 Fakat bahsedilen isimlerden hiçbirinin onun kadar geniş takipçi ve okuyucu kitlesi olmamıştır. Nursi’nin bu yaklaşımının düşünsel öneminin yanı sıra, toplumsal sonuçları olan taktiksel önemi de büyüktür. Çünkü Nursi, bağlılarına sadece nasıl düşünecekleri konusunda değil, nasıl davranmaları gerektiği konusunda da telkinlerde bulunan, etkin bir cemaat önderi olmuştur. Nursi’nin bu konudaki yaklaşımlarının, devletin ideolojik aygıtı olarak işlev gören okullarda nasıl önemli olabildiğini, Nursi’nin anlattığı şu olaydan anlayabiliriz: Kastamonu’da Nursi’nin yanına lise talebeleri gelirler ve okullardaki öğretmenlerinin Allah’tan bahsetmediğini söyleyerek, dini konularda ondan yardım isterler. Nursi ise okullardaki hocaları doğrudan Allah’tan bahsetmese de, okullarda öğretilen derslerdeki fizikle, kimyayla, biyolojiyle ilgili bilgilerin Allah’ın varlığını gösterdiğini söyler ve bu bağlantının nasıl kurulacağını anlatır.146 Nursi “muzır” olarak nitelendirdiği materyalist felsefeyi eleştirirken, felsefecilerin dinle uyumlu argümanlarına sahip çıkar.147 Fizik ve biyoloji gibi bilim dallarındaki verilerden Tanrı’nın varlığıyla ilgili sonuçlara yükselmek, Nursi’nin kitaplarında en geniş yer 143 Kant, The Critique of Pure Reason. 144 Thomas S. Kuhn, The Structure of Scientific Revolutions. 145 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye Çağdaş Düşünce Tarihi 2, İstanbul, Selçuk Yayınları, 1966, s. 459- 485. 146 Bediüzzaman Said Nursi, Asa-yı Musa, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2008, s. 40-46. 147 Neşet Toku, Risale-i Nur’da Felsefe Eleştirisi, İstanbul, Nesil Yayınları, 2009, s. 192. 112 ayırdığı konulardandır.148 Canlı ve cansız doğadan gözlemlerle Tanrı’ya ulaşmayı hedefleyen bu yaklaşıma “tasarım delili” (ya da teleolojik delil, nizam ve gaye delili) denir. Doğadan yola çıkarak teolojik çıkarımlar yapan böylesi yaklaşımlar “doğal teoloji” olarak da bilinir; Batı dünyasında bu akıl yürütme biçiminin en önemli temsilcilerinden biri olarak William Paley ön plana çıkmıştır.149 İslam dünyasında ise, bu yaklaşım tarzını, Kuran’ın ifadelerine en uygun akıl yürütme biçimi olduğunu söyleyerek savunan kişilerden biri İbn Rüşd olmuştur.150 Bilimle dini kardeş ve arkadaş olarak niteleyerek bilim-din (akıl-vahiy veya felsefe-din diye de okunabilir) arası ilişkiyi kurmakta, ayrıca bilimle/akılla dinin/vahyin çatışmayacağını, eğer zahiren çatışma gibi gözüken bir husus varsa dinsel alanda tevil (yorumlama) yapılması gerektiğini söylerken de İbn Rüşd151 ve Nursi -Muhammed Abduh dabirbirlerine benzerler. Nursi’nin evrende gözlemlenen olgulardan Tanrı’nın varlığına yükselinebileceğini söylerken kullandığı metot, ayrı ayrı alanlardan gelen bilginin birleştirilmesiyle yapılan “birleşmeli tümevarım”dır (consilience of induction).152 Nursi’ye göre bu akıl yürütmenin hammaddesini öğrenciler eğitim kurumlarında edinilen bilgiyle kazanabilirler. Fakat bu bilgilerden nasıl sonuç çıkarılması gerektiğinde en iyi rehber Nursi’nin yazdığı kitaplardan oluşan Risale-i Nur Külliyatı’dır. 4. Nursi’nin Devletin İdeolojik Aygıtlarında “Mevzi Kazanma”nın Önünü Açması Nursi’nin bu yaklaşımı öğretim kurumlarını kaçınılması gerekli kurumlar gören zihniyet yerine (Cumhuriyet’in ilk döneminde İslami dünya görüşünü benimseyen birçok kişi böylesi bir yaklaşım da göstermiştir) “mevzi kazanılması” mümkün, hatta gerekli kurumlar gören zihniyete yol açmıştır. Althusser’in daha önceden değindiğimiz görüşünü burada bir kez daha hatırlayabiliriz; devletin, baskıcı 148 Bkz: Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, İstanbul, Sözler Yayınevi, 1993. 149 William Paley, “Natural Theology”, Philosophy of Biology, Ed. Michael Ruse, New Jersey, Prentice Hall, 1989. 150 Hüseyin Sarıoğlu, İbn Rüşd Felsefesi, İstanbul, Klasik, 2003, s. 222-225. 151 Faslü’l Makal İbn Rüşd’ün bu konudaki fikirlerinin yer aldığı en temel eseridir. 152 “Birleşmeli tümevarım” şeklinde bir ifadeyi Nursi kullanmaz, fakat yaklaşımından bu metodu kullandığı ve ideal metot olarak benimsediği söylenebilir. 113 aygıtındaki hâkimiyeti ideolojik aygıtlarında yoktur ve devletin ideolojisine muhalif ideolojiler burada “mevzi kazanabilirler”.153 Althusser’in idealinin Marxist ideolojinin devletin ideolojik aygıtlarında “mevzi kazanması” olmasına karşı, Nursi’nin ideali İslami-Nurcu ideolojinin -Risale-i Nur’da ifade edilen- Cumhuriyet Türkiyesi’nin ideolojik aygıtlarında mevzi kazanması olmuştur. Nursi’nin kitaplarından okuduğumuz kadarıyla birçok eğitim kurumunda birçok takipçisi olduğunu görüyoruz ki; bu da, onun, idealine -kısmen de olsa- yaşarken de ulaştığını gösterir. Diğer yandan, Nursi’den önemli etkiler alan gruplar -başta Gülen Cemaati olmak üzere- Cumhuriyet’in eğitim kurumlarında taraftar bulma yaklaşımını daha da ileri götürmüş, hatta bu kurumlardan yüzlercesini kurmuştur. Nursi’nin dikkatini, onun hayatında devlet tekelinde olan radyo yayını da çekmiş; o, bir yandan radyo yayınlarının verebileceği zararlara karşı kitleleri uyarmış, 154 diğer yandan bu ideolojik aygıtın da kendi davaları için kullanılması gerektiğine dikkatleri çekmiştir.155 Devletin ideolojik aygıtlarından kaçma veya toplumdan tecrit yoluyla bunlardan korunma yerine; bu aygıtlarda “mevzi kazanma” ve bunları “kullanma” Nursi’nin yaklaşımıdır. Günümüz Türkiye’sinde, Nursi’den etkilenenlerin medyada önemli bir güç odağı olması da, onun ektiği düşünsel tohumlar ve öncülüğünü yaptığı taktiksel yaklaşımlarla ilişkilidir. Nursi için “öteki” ile -burada öteki özellikle Kemalizm, materyalizm ve Bolşeviklik gibi ideolojilerin etkisindekilerdir- irtibat; “öteki”ni değiştirmek, “öteki”ni “hidayete erdirmek” içindir. Fakat “öteki” ile irtibatlar arttıkça, “öteki” ile yan yana gelinip, aynı mekânlar paylaşıldıkça, “öteki”nin koyduğu kurallara uyulup, “öteki”nin dili paylaşıldıkça, “öteki”nden etkilenmemek mümkün değildir; bahsedilen etki ise İslami kimlikli kişilerin yeni etkiler altına girip kimliklerinde karışımların oluşmasında etkili olmuştur. Örneğin Nursi’nin ve takipçilerinin Cumhuriyet eğitim kurumlarında taraftar toplaması ve bu yeni taraftarların başka taraftar toplamak gayesiyle bu okullardaki eğitimlerini devam ettirmesiyle ilgili olguyu ele alalım. Nursi’nin öğretileri, bu okullardaki eğitim sebebiyle, bu 153 Louis Althusser, a.g.e., s. 172. 154 Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2007, s. 66-67. 155 Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 620. 114 öğrencilerin materyalist görüşlerin etki alanına girmemeleri ve İslam inancıyla ahlakından ayrılmamaları hususunda etkili olmuştur. Fakat diğer yandan, bu öğrenciler, bir yandan bu eğitimle aktarılan modern unsurlarla sıkça karşı karşıya gelmek, ayrıca kendilerini görünür kılacak Ehli Sünnet’te sevap kaynağı olarak nitelenen birçok “sünnet”ten vazgeçmek zorundadırlar. Örneğin sakal bırakmadan her gün traş olmak veya sarık, cübbe gibi “sünnet” sayılan giysiler yerine “asri” sayılan ceket, pantolon gibi giysiler giymek zorundadırlar. Nursi, kendisi sakal bırakmayarak, hergün traş olarak talebelerine bu konuda örnek olmuştur.156 Nursi, cübbeli ve sarıklı kıyafetlerini giymeyi sürdürmüştür ama etrafındaki talebelere ceket, pantolon ve kravat giydirerek onların bu konuda da önünü açmıştır.157 5. Nursi’nin Taktikleri ve Yorumlarının İslami Kesimin Güç Arttırımındaki Önemi Nursi’nin yaptığı bu tip taktiksel değişikliklerin, İslami dünya görüşünün kamusal alanda gücünün artmasında ve bu görüşü benimseyenlerin kimliklerinin yeni bir şekle evrilip “karışım kimliklerin” oluşmasında öneminin çok büyük olduğu kanaatindeyiz. Bu olgunun, önemine rağmen, -bizim okuduğumuz çalışmalardaaltının gerekli şekilde çizilmediğini söyleyebiliriz. Nursi’ye yakın olan Nur talebeleri, daha çok onun imani konuları anlatmadaki “başarıları”nın ve davası için “fedakârlıkları”nın altını çizerler. Nursi’ye eleştirel yaklaşanlar ise daha çok onun rejim için bir “tehlike” olmasının altını çizerler. Bu konuda, en önemli çalışmalardan biri olan ve birçok çalışmaya göre tarafsız bir çalışma olan Mardin’in çalışmasında da, Nursi’nin bahsettiğimiz yaklaşımının yol açtığı ciddi önemdeki sosyal ve siyasi sonuçlar vurgulanmamıştır. Nursi’nin bir an için -birçok tarikat liderinin yaptığı gibitakipçilerinin sakal bırakmasını talep ettiğini varsayalım (klasik bir Ehli Sünnet liderden beklenen buydu). Sırf bu varsayımımızın sonunda ortaya çıkacak tabloyu hayal etmemiz bile, Nursi’nin bu konudaki uygulamasının, Türkiye’deki Ehli Sünnet 156 Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 1: Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor, İstanbul, Nesil Yayınları, 2008, s. 253; Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 2: Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor, İstanbul, Nesil Yayınları, 2008, s. 265-266. 157 Nursi’nin “Tarihçe-i Hayat” kitabı ve Nursi’nin yakınlarının yazdıklarını Necmeddin Şahiner’in derlemesinden oluşan altı ciltlik “Son Şahitler: Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor” kitaplarındaki birçok resimden bu anlaşılmaktadır. 115 anlayış için ne kadar kritik olduğunu anlamamızı sağlayabilir. Böyle bir durumda, Nurculuğun kamusal alanda güç kazanması imkânsızlaşırdı diyebiliriz. Kamusal alandaki birçok yere sakalla girmenin yasak olması veya yadırganması bunu imkânsızlaştırırdı. Kamusal alanda sakalla girmenin serbest olduğu alanların bir kısmının ise türban yasağı gibi bir yasakla Nurcular’ın penetrasyonuna kapatılması mümkün olabilirdi. Türkiye’de İslami dünya görüşünün güç kazanmasına vurgu yapanlar, bunun, ülkenin farklı yerlerinde “İslami gettolar” (toplumun diğer kesimlerinden izole alanlar) oluşmasıyla veya bu “gettolar”ın sayısının artmasıyla pek de ilişkilendirmezler. Asıl vurguyu, İslami ideolojinin, her seviyeden okullar (öğrenciler, öğretmenler, akademisyenler arasında) veya hukuk kurumları gibi bürokrasinin önemli birçok kademesinde taraftar bulmasına ve örgütlenmesine, kamusal alanda güç arttırımına yaparlar. “Sakaldan vazgeçmek” gibi bazılarına basit gözükecek bir karar alınmasıydı; İslami ideolojinin, devletin ideolojik aygıtlarında ve kamusal alanda gücünün artmasıyla ilgili sürecin önemli ölçüde daha az başarılı olacağını söyleyebiliriz. (Ehli Sünnet’te sakal bırakmak, erkekler için özel önemdeki bir sünnet olarak algılanmıştır, sakalı kesmenin haram olduğuna dair izahlar bile yapılmıştır.)158 Ehli Sünnet dünya görüşünü benimseyen erkekleri -türbanlı/başörtülü kadınlar gibi- görünür kılacak sakal ve diğer sünnetlerden vazgeçirme sürecinde en önemli aktör -Ehli Sünnet kesimden yoğun eleştirileri de göze alarak- Nursi olmuştur diyebiliriz. Onun takipçisi Nur Cemaatleri’nin ve onun eserlerinin zihinlerini şekillendirdiği Gülen ve talebelerinin de, onun bu taktiksel yaklaşımını benimseyip, Nursi’nin zamanından çok daha fazla kamusal alanda güç kazanmalarının ardında da Nursi’nin bu yönde aldığı kararları ve yaptırdığı uygulamaları takip etmelerinin önemi büyüktür. Ayrıca, Nursi ve takipçilerinin kazandıkları başarının, Nurcu kategorisinde değerlendirilmeyen diğer cemaatler ve gruplara da “rol model” teşkil ettiğini söyleyebiliriz. 158 Devletin kontrolündeki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın başkanları, Ehli Sünnet’in görünür sembollerinin birçoğundan ilk dönemlerden başlayarak vazgeçmişlerdir. Fakat “sakal” terk edilen sembollerin sonuncularından biri olmuştur, 1979 yılında göreve başlayan Tayyar Altıkulaç’la başkanlar, bu “sünneti” de uygulamaktan vazgeçmişlerdir: İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, s. 59, 110. 116 6. Ehli Sünnet İslam’da “Sünnet”in Anlamı: Hermenötik Yaklaşım Nursi’nin bu taktiksel yaklaşımlarını gereğince yorumlamamız için (başarılı hermenötik bir yaklaşım için), Ehli Sünnet İslam’da “sünnet”in ne anlam taşıdığına (Ehli Sünnet zihniyet ve kavramlara), ayrıca Nursi’nin “sünnetin terki”ni nasıl meşrulaştırdığına nüfuz etmeye çalışmamız gerekmektedir. “Sünnet” Arapça’da izlenen yol, tavır, davranış tarzı gibi anlamlara sahiptir ve yaygın kullanımda Hz. Muhammed’in davranışlarını, sözlerini ve uygulamalarını ifade eder.159 Bazıları, Ehli Sünnet İslam’daki “sünnet”in yerinin eksik bir tanımını yaparak; “sünnet”in, Peygamber’in Kuran hükümlerini (farzları) nasıl uyguladığıyla ilgili olduğunu söylemektedir. Buna göre “sünnet”ten, namazın nasıl kılınacağı veya hac ibadetinin nasıl gerçekleştirileceği gibi Kuran’da yer alan hükümlerin detayları anlaşılmaktadır. Bu tip tanımların eksikliği, Ortodoks-Ehli Sünnet’teki “sünnet” kavramının genişliğine nüfuz etmeyi engellemektedir. Ehli Sünnet’te yaygın olarak benimsenmiş olan “sünnet” tanımı, Peygamber’in gündelik hayattaki birçok uygulamasını, davranışını ve tercihlerini kapsayacak şekilde geniştir. Örneğin sakal bırakmak, cübbe giymek, sarık takmak, yerde oturmak, üç parmakla yemek, oturarak tuvaletini yapmak, sağ taraf üzerinde uyumak uzun “sünnetler” listesinin ufak bir bölümüdür.160 “Sünnetler” nelere karşı nelerin tercih edileceği hususunda hayatın geniş bir alanını “İslami”leştirmekte ve bu konuda bir tercih yönergesi sunmaktadırlar. “Sünnet”in takipçisi bir Ehli Sünnet bireyin, şunlara karşı şunları tercih etmesi gerekir: Traş olmaya karşı sakal bırakmayı, cekete karşı cübbeyi, şapkaya karşı sarığı, koltukta oturmaya karşı yerde oturmayı, çatalla yemek yerine üç parmakla yemeyi, alafranga tuvalet yerine alaturkayı… Bahsedilen “sünnetler”in yapılmasıyla ibadet sevabı umulur. Bu “sünnetler”in tercihi görüldüğü gibi birçok alternatifi dışlar, ama “sünnetlerin terki”, farzların terkinde (örneğin namaz kılınmadığında veya zekat verilmediğinde) veya haramlara girildiğinde (örneğin şarap içildiğinde veya domuz eti yenildiğinde) olduğu gibi 159 Hüseyin K. Ece, İslam’ın Temel Kavramları, İstanbul, Beyan Yayınları, 2006, s.619-621. 160 Ehli Sünnet’in “sünnet” anlayışına göre nasıl yaşanacağını, Ehli Sünnet İslam’ın en önemli isimlerinden İmam Gazali’nin -bir klasik olan- İhyâu Ulûmi’d Din kitabından okuyabilirsiniz. 117 “günah” kabul edilmez. Sonuçta Ehli Sünnet İslam, farzlarla beraber sünnetleri de kapsar ama farzlar ile sünnetler arasında kategorik bir fark vardır ve bu fark, Nursi’nin “sünnetlerin terki” konusundaki taktiksel yaklaşımının meşruiyetini temellendirmesinde hareket noktasıdır. Nursi, İslami inanç açısından, “hakiki iman”ın elde edilmesini her şeyin üzerinde görür ve Risale-i Nur talebelerinin, bu yoldaki uğraşlarıyla; İslam’daki “cihad” (mücadele) ve “emri bil maruf, nehyi anil münker” (iyiyi emredip, kötülükten sakındırmak) vazifelerini (farzı) yerine getirdiğini düşünür.161 “İman hakikatleri”ni savunmaya dayalı mücadelenin önemi, Nursi’nin, erkeklere, kendilerini görünür kılan sünnetleri terk ettiren yaklaşımının temelidir. Nursi’nin, diğer bölümlerde ele aldığımız Abduh ve Ankara Okulu’ndan farkını, Lakatos’un teorisiyle daha önceki sayfalarda yaptığımız analoji üzerinden anlamaya çalışabiliriz. Buna göre Nursi; “katı çekirdeğin” en merkezinde yer alan “imani” hususlar için “koruyucu kuşak” içinde yer alan “sünnetler” ile ilişkili uygulamaların terk edilmesiyle ilgili taktiksel bir yaklaşımı benimse(t)miştir. Abduh ve Ankara Okulu ise “katı çekirdekte” yer verilen kadınlarla ilgili “haram” olarak nitelenen kimi hususları ve “koruyucu çekirdek”te yer alan erkekleri görünür kılan “sünnet” olarak nitelenen uygulamalar gibi unsurları; “koruyucu kuşağın” en dış halkalarından biri olan “gelenek alanı”nda veya tamamen İslami kimliğin dışında tanımlamışlar, kendi yaklaşımlarını benimseyenlerin modernleşme ve küreselleşme süreçlerine verecekleri tepkilerin niteliğinde fark oluşturmuşlardır. Nursi ise Ehli Sünnet’e ve en geniş anlamıyla -talebelerinin terk ettikleri dâhil- “sünnetlere” sahip çıkmaktadır -Ortodoks Ehli Sünnet çizgiden farklı bir İslami kimlik tanımı yapmamaktadır- ama onun benimsediği taktikler “öteki” ile irtibatı kolaylaştırarak çoğaltmakta, ötekinin koyduğu kuralların geçerli olduğu kurumlara girmeyi gerektirmekte, bu yüzden bu yaklaşımı benimseyen erkekler kendilerini görünür kılacak sünnetlerden vazgeçmektedirler. “Ötekiler” ile irtibat ve 161 Nursi’nin “hakiki iman” mücadelesini her şeyden önemli gördüğüne ve tüm hayatını buna adadığına dair birçok ifadesine bir örnek: Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 960. 118 vazgeçilen sünnetler ise Nursi’den etkiler almış olan İslami dünya görüşünü benimseyen kimselerin kültür ve kimliklerinde önemli değişimlere sebep olmaktadır. Sakalsız, cübbesiz, sarıksız dış görünümlü İslami dünya görüşünü benimseyen bireyler; Abant Platformu gibi ortamlarda misafirlerini yerde oturtup, üç parmakla yemek yemelerini talep etmemekte, “öteki”nin kültürüne uygun bir şekilde koltuklarda, masalarda oturulmakta ve sofra düzeninde yemek yenmektedir. Böylece “öteki”ne kendileriyle ilgili mesaj vermek isteyenler, “öteki”ni kendilerine yaklaştırmak isterken, ortaya çıkan yeni görüntü, yeni kültür ve İslam’ın en temel öğesi olmaya devam ettiği yeni “karışım kimlikleri” ile bir yandan da “öteki”ne yaklaşmış olmaktadırlar. 7. Bilişsel Zıtlığın Karizmatik Otoriteyle Aşılması: Nursi Örneği Nursi’nin yorumlarının ve “iman hakikatleri” için belirlediği taktiklerin, takipçilerinde ve kendisinden etkilenenlerde ortaya çıkardığı büyük değişimi görmek isteyenler; eğer bir Ehli Sünnet çizgide olduğunu söyleyen Nursi’nin talebelerinin ortaya çıkardıkları görüntülere, bir de yine Ehli Sünnet çizgide olduğunu söyleyen İstanbul Fatih Çarşamba semtindeki İsmail Ağa Cemaati’nin ortaya çıkardığı görüntülere bakarlarsa, meydana gelen değişimin büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir. Cübbeli, sarıklı, sakallı İsmail Ağa Cemaati’nin üyeleri, klasik Ehli Sünnet teoriyle, görünür İslami sembolleri taşıma hususunda daha uyumludur. Burada yine sosyal psikolojideki önemine inandığımız tutarlılık kuramları ve de özellikle Festinger’in “bilişsel çelişki” teorisi aklımıza gelmektedir.162 Kabul edilen teoriyle (Ehli Sünnet) yaşanan hayat tarzı (sarıksız, cübbesiz, sakalsız) arasındaki farklılık, Ehli Sünnet inancı paylaştığını söyleyen bireylerin zihnini rahatsız edecek ve bir çözüm isteyecek düzeydedir. Bu hususta Weber’in “karizmatik otorite” terminolojisini kullanarak Festinger’in teorisine bir katkıda bulunabiliriz. Özellikle dini konularda, inanılannance, s. 31. 119 teoriyle yaşanan hayat arasında oluşan çelişkinin oluşturacağı zihinsel rahatsızlık durumu, birçok durumda “karizmatik otorite”nin yorumlarıyla (aslında bir çelişki durumu olmadığını göstermesi gibi) aşılabilir/aşılmıştır. Burada “karizmatik otorite”, Festinger’in veya Rosenberg ve Abelson’un gösterdiği bilişsel çelişkileri giderme yöntemlerinden birini kullanır; fakat burada farklı olan, bireylerin kendilerinin, doğan ihtiyaçları neticesinde bu yöntemleri kullanmamaları, otoritesine güvendikleri karizmatik kişinin bunu onlara sunması, onların da ondan bunu alarak “bilişsel dengeyi” kurmalarıdır. Nursi’nin sakalsız, cübbesiz, sarıksız bir Ehli Sünnet anlayışı, “iman hakikatleri için yapılan fedakârlık” olarak yorumlayan ve zihinsel çelişkiden doğacak rahatsızlık durumunun önünü kesen yorumlaması buna örnektir. Burada bir kez daha, İslami dünya görüşünü benimseyen bireylerin kültür ve kimliklerindeki değişimin, sadece küreselleşme gibi dıştan -veya dışarıyla bütünleşmeden- gelen etkilerle veya merkezin ideolojisini yukarıdan-aşağı empoze etmesiyle anlayamayacağımız; bunlarla beraber, İslami dünya görüşünü benimseyenlerin iç süreçlerini analiz etmenin de değişime yol açan süreçleri kavramak açısından zaruri olduğunu, bunların birleşiminin oluşturduğu sinerjinin, günümüz İslam’ına şekil verdiğini vurguluyoruz. 8. Nursi ve Kadın Konusu Nursi’nin yorumları ve taktikleri, daha çok İslam’ı hayatlarında temel referans kaynağı yapan erkeklerin kamusal alanda güç kazanmasının önünü açmıştır. Abduh’ta ve ilerleyen sayfalarda inceleyeceğimiz Ankara Okulu’nda olduğu gibi, İslami dünya görüşünü benimseyen kadınların kamusal alana çıkışını kolaylaştırmak Nursi’nin yaklaşımı değildir. Nursi’nin kitaplarında ve talebelerinin onun için yazdıklarında, onun kadınlarla temastan özenle kaçındığı övgüyle anlatılır.163 Kadınların yuvalarından çıkmasının felaket olduğu, gerçek huzuru ancak evlerinde, ailelerinin yanında bulabileceği şeklindeki fikirlerini; Nursi’nin şu satırlarından okuyabilirsiniz: 163 Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul, Nesil Yayınları, 2008, s. 234, 264; Necmeddin Şahiner, Son Şahitler 1: Bediüzzaman Said Nursi’yi Anlatıyor, s. 129, 253. 120 “Mimsiz medeniyet, tâife-i nisâyı yuvalardan uçurmuş, hürmetleri de kırmış mebzul metâı yapmış. Şer-i İslam onları rahmeten davet eder eski yuvalarına. Hürmetleri orada, rahatları evlerde, hayat-ı ailede. Temizlik zinetleri; haşmetleri, hüsn-ü hulk; lûtf-u cemali, ismet; hüsn-ü kemâli, şefkat; eğlencesi, evlâdı… Bir meclis-i ihvanda güzel karı girdikçe riya ile rekabet, hased ile hodgâmlık debretir damarları!...Tâife-i nisâda serbestî inkişafı, sebep olmuş beşerde ahlak-ı seyyienin birdenbire inkişafı.”164 Nursi, kadınların mutluluğunu evde, aile hayatında bulacağını ve çarşafın kadınları kötülüklerden koruyacak bir unsur olduğunu söyler.165 Günümüzde İslami kesimde ortaya çıkan “karışım kimlik” olgusunun önemli bir unsuru, bu kesimden kadınların daha fazla kamusal alanda görünür olması ve güç ilişkilerinde artan rolleridir; fakat “karışım kimlikler”in ortaya çıkmasında önemli bir aktör olduğunu düşündüğümüz Nursi’nin, bu hususu izahlarıyla doğrudan teşvik ettiğini iddia edemeyiz. Nursi’nin bu yaklaşımının arkasındaki önemli sebeplerden birinin, kadınların kamusal alana çıkmasının “haramlara” yol açacağıyla ilgili düşüncesi olduğunu, “haramlar”ın ise “sünnetlerin terki”nden kategorik olarak farklı olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan Nursi’nin izahları ve taktikleri, ötekiyle irtibatı çoğaltmış, erkek Nur talebelerinin birçoğu kendilerini görünür kılacak İslami sembollerden arınarak devletin ideolojik aygıtlarında mevzi edinmiş (burada mecburen kadınlarla aynı ortamları paylaşmış) ve bu süreçlerde kendi kimlik ve kültürlerinde bir değişim yaşamışlardır. Erkek Nur talebelerinin daha çok kamusal alanda görünür olmasına, devletin ideolojik aygıtlarıyla daha çok yüz yüze gelmelerine sebep olan bu süreçlerin, bu erkeklerin eşleri ve daha çok kızlarıyla torunları üzerinde etkisinin olmaması mümkün değildir. Nitekim Nursi’nin kitaplarıyla zihinleri yoğrulmuş olan Gülen Cemaati’nin kendi gazete ve televizyonlarında166 hem başı açık hem de başı kapalı kadınların yer alması (bunların bir bölümü bu cemaatten olmasalar da), okullarda türban yasağının kalkmasını savunmaları (bu yasağın kalkması başörtülü kızların daha çok sokağa ve kamusal alana çıkması, daha çok ev alanından kopup güç ilişkilerinde yeni konum kazanacakları iş alanlarına girmeleri demektir) gibi olgular, ilerleyen süreçlerde Nur 164 Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 702-703. 165 Said Nursi, Lemalar, s. 203-213. 166 Gülen cemaati, başta Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyon kanalları olmak üzere, yurt içinde ve yurt dışında birçok medya kuruluşuna sahiptir. 121 talebelerinin kadınların kamusal alana çıkışının artmasıyla ilgili olguya daha hoşgörülü -bazıları tavizkar diyecektir- yaklaştıklarını göstermektedir. Ayrıca, Almanya’da Risale-i Nur kitaplarını okuyarak toplantı yapan kadınların, geldikleri köylerine nazaran daha bağımsız bir kimlik kazandığını gösteren çalışmalar da vardır.167 Bunlar, Nursi’nin doğrudan izahlarıyla teşvik etmese de, tetiklediği süreçlerle, İslami dünya görüşünü benimseyen kadınların kamusal alanda daha fazla görünür olmalarında da pay sahibi olduğunu göstermektedir. Bu olgu da eylemlerin tahmin edilemeyen, umulmayan sonuçları olduğunun diğer bir örneğidir. 9. Nursi’nin Tasavvufi Düşünceye ve Tarikatlaşmaya Karşı Tavrı Nursi’nin diğer önemli bir özelliği “tasavvuf” başlığı altında ifade edilen birçok fikre karşı mesafeli oluşudur. (“Tasavvuf” başlığı altında incelenebilecek fikirlerde büyük bir çeşitlilik vardır; bütün mutasavvıfların tüm konularda görüş birliğinde olmadığını belirtmekte fayda görüyoruz.) Gözlenen âlemin hayali bir varlık olduğu gibi görüşler tasavvufi düşünce adına savunuluyordu. Gözlenen âlemden Tanrı’nın varlığını temellendirmeye çalışma, kitaplarının en önemli özelliği olan Nursi’nin böylesi yaklaşımları benimsemesi düşünülemezdi. Nitekim ölçülü bir dille, gözlenen evrenin hayali olduğu fikrini ve vahdet-i vücut felsefesini yüceltenleri; dört halife (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali) ve sahabelerin (Peygamber yaşarken onu gören Müslümanlar) böylesi yaklaşımları olmadığını söyleyerek eleştirdi.168 Nursi’nin yaklaşımı, tasavvufi fikirlerin kendisine dayandırıldığı Muhyiddin İbn Arabi’den çok Aristoteles’i Batı’nın tekrar keşfetmesinde önemli bir aracı olan İbn Rüşd’e yakındı; tasarım delilini savunmak ve akıl iman arasında akılcılığı dışlamayan bir ilişki kurmak temel hedefleriydi. Bunu yaparken, kucaklayıcı ve uzlaştırıcı yaklaşımlarının bir gereği olarak kitaplarında İbn Arabi’nin geçtiği yerlerde ondan saygıyla bahsetti.169 Fakat yeri geldikçe İbn Arabi’yi eleştirdi de; ama bu eleştirilerde hiçbir zaman, Şeyhi Ekber (En Büyük 167 Werner Schiffauer, “Religion und Identiat”, Revue Suisse de Sociologie, No: 2, s. 485-516; Bu kaynaktan aktaran: Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s. 46. 168 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, İstanbul, Sözler Yayınevi, 1977, s. 76-77. 169 Örnek olarak bakınız: Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2007, s. 646. 122 Şeyh) lakaplı İbn Arabi’yi, Şeyhi Ekfer (En Büyük Kafir Olan Şeyh) olarak adlandıranların tavrını takınmadı. 170 Ayrıca tasavvufa doğrudan karşı çıkarak, tasavvufa ilgisi olanları karşısına almadı ve “tasavvufun hedefi olan duygusal çıkıştan” faydalanmak istedi.171 Fakat tasavvufa, Müslümanları, Kuran’da kendileri için belirlenen önemli görevlerden (dinsizliğe karşı mücadele gibi) alıkoyabileceği ve tasavvuftaki esnekliğin Müslümanlar’ın harekete geçme kabiliyetlerini sekteye uğratabileceği için mesafeli oldu.172 Nursi, Risale-i Nur kitaplarının okunması ve okutulması vasıtasıyla yapılacak mücadelenin, İslami ihtiyaçlara cevap vereceği kanaatindeydi. Tasavvuf alanında yaygın olarak ifade edilmiş, insanlardan tecrit olarak kamusal hayattan uzaklaşılmasıyla ilgili tavsiyeler ve evrene hayali bir varlık gibi yaklaşımlar; devletin ideolojik aygıtlarında “mevzi kazanma”ya çalışan ve Kemalist merkezin yukarıdanaşağı sekülerleştirdiği bireyleri, onları ikna edici bir mücadelenin içine girerek İslamileştirmeye çalışan Nurculuk için uygun düşmüyordu. Nurculuk, İslami kesim içinde, genel tasavvuf yaklaşımlarından daha rasyonel bir yaklaşımı öne çıkardı; İslami kesimin içinden tasavvufa karşı bu tip yaklaşımlar -başka sebeplerle de birleşerek- tasavvufa, geniş bir kitle üzerindeki otoritesini ve kimliklerin inşasındaki tesir gücünü kaybettirdi. Tecrit (kamusal alana girmekten kaçınma diye de okunabilir) yerine katılımın, hırslardan arınma yerine mücadeleciliğin, gönüle atıf yerine rasyonelliğe vurgu yapmanın, İslami dünya görüşünü benimseyenlerin kimliklerinde ön plana çıkmasında; Osmanlı döneminde bireyler üzerinde önemli ölçüde belirleyici gücü olan tasavvufi düşüncenin etkinliğinin azalmasının rolü de hesaba katılmalıdır. (Nursi’nin, etkin bir tarikat olan Nakşibendiliğin Halidi kolundan aldığı etkiler de, tarikatların önemli bir bölümünden farklı olarak, tecrit yerine katılımı ön plana çıkarmasında etkili olmuştur.) Nursi, düşünce olarak tasavvufa mesafeli yaklaşmasının yanında, birçoğu tasavvuf düşüncesini temel felsefeleri yapan kurumlar olan tarikatlar tipi 170 Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 74. 171 Şerif Mardin, a.g.e., s. 281. 172 A.e., s. 329. 123 yapılanmalara gitmeye de -birçok farklı sebeple- karşı çıktı. Öncelikle o, Nurculuğun mümkün olduğu kadar geniş kitlelere yayılmasını istiyordu. Tarikat hayatının merkezi olan tekkeler yasal olarak kapatılmıştı; bu yüzden, tarikat faaliyeti yapmayı seçmek illegal olmayı seçmek demekti. Hapis ve sürgün yılları Nursi’nin illegal bir görüntü vermekten kolay kurtulmadığını göstermektedir; fakat mahkeme savunmalarında tarikat olmadığını birçok kereler belirtme durumunda kalan Nursi, tekkelerle zaviyelerin kapatılması gibi bir yasaya muhalefetten ceza almamış, kitapları mahkemelerde beraat etmiştir.173 Bu da, Nursi’nin bu konudaki taktiksel yaklaşımının, Nurculuk hareketinin yayılmasında önemli bir husus olduğunu gösterir. Nursi’nin, kitaplarındaki birçok yerde “Zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır”174 demesinin, yasaların önünde illegal bir konuma düşmeyi ve kitaplarının yasaklanmasını arzu etmemesinden çok daha fazla sebebi vardır. Nursi, İslam âleminin materyalizm ve komünizm gibi felsefelerden “kurtuluşu” için en iyi reçete olarak Risale-i Nur Külliyatı’nın okunmasını görüyordu. Bu kitapların dağıtılması, çoğaltılması ve okunması Nurcu faaliyetin üzerinde odaklandığı “cihad” metoduydu. Tarikatların toplumdan tecrit olma ve Allah’ın bazı isimlerini belirli sayılarda zikretme -tekrar etme- gibi uygulamalara odaklanmasıysa; aktif olarak topluma girme, kitap okuma ve okutmaya dayanan Nurcular’ın dinsel mücadele ve yaşayış biçimlerinden oldukça farklıydı. Nursi, İslam’a karşı hücumlara karşı durma ve iman kurtarma vazifelerini tarikatların gereğince beceremeyeceğine; Risale-i Nur Külliyatı’nda savunulan düşüncelerin ise bu vazifeleri gereğince yerine getireceğine inanıyordu.175 Ayrıca Nursi’nin “Zaman tarikat zamanı değil” derken, tarikatlardaki kimi uygulamaların, içinde olunan zamanda, birçok kişiye hitap etmeyeceği kanaatinde olduğunu söyleyebiliriz. (Örneğin tarikatlardaki “şeyhle rabıta” uygulamasını ele alalım. “Rabıta” yapan mürid, abdest alıp, kıbleye dönerek, gözlerini kapar ve şeyhinin iki kaşının ortasını gözünün önüne getirip, Allah’ın 173 Said Nursi’nin ‘Emirdağ Lahikası’, ‘Tarihçe-i Hayat’ ve ‘Şualar’ gibi kitaplarındaki birçok yerden, bu mahkeme aşamaları ve buralarda tarikat olmadığını vurgulaması okunabilir. Örnek olarak bakınız: Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2007, s. 67, 833. 174 Örnek olarak bakınız: Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 727. 175 A.e., s. 654; Bediüzzaman Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 104. 124 isimlerini zikreder.) Müridin, “ölünün, ölü yıkayıcısına kendisini teslim ettiği” gibi şeyhine kendini teslim etmesi gerektiğini söyleyen klasik tarikat düsturlarını ve şeyhmürid ilişkilerini uygulayarak ve savunarak da kitlelere açılmak, kitap okuyarak ve okutarak İslami mücadelenin yapılması gerektiğini düşünen bir hareketi yürütmek oldukça zordu.176 (Birçok tarikatın, geliştirdikleri yorumlar ve taktiklerle, tasavvufi felsefelerden ve tarikat olmaktan vazgeçmeden de modernleşme ve küreselleşme süreçlerine çeşitli şekillerde adapte oldukları hatırlanmalıdır.) 10. Modeniteye Uygun Mekân, Organizasyon ve Taktiklerle Oluşan “Karışım Kimlikler” ve Artan Güç Nurculuk, tarikat zikri yerine Risale-i Nur okumayı, tekke yerine Nurcu evlerini -dershaneleri- geçirerek; Ehli Sünnet’in geleneksel uygulamalarının ve mekânlarının dönüşümünde rol sahibi oldu. Nurculuk’tan önce merkezden bağımsız İslami gruplaşmaların ve organizasyonların temel adresi tarikatlardı. Mevlevi dervişler gibi dönerek sema yapmak, Kadiri sufiler gibi topluca sesli bir şekilde “Hu” (O; Allah anlamında) çekerek ritüellerini gerçekleştirmek yerine; Nurcular, Risale-i Nur okuyarak, okutarak ve dağıtarak -moderniteyle daha uyumluritüellerini/mücadelelerini gerçekleştirdi. Ortak ritüeller, aynı hayat görüşünü paylaşmak, mücadelede beraberlik ve merkezin ortak isimle -Nurcu- “ötekileştirdiği” olmak gibi unsurlarla Nurcular kendi aralarında saflarını sıkılaştırdı. (Nursi’nin ölümünden sonra birbirleriyle itilafları olan, ama her biri kendi içinde dayanışmaya önem veren birçok grup oluştu.) Nurculuk geleneksel İslam’ın önemli kurumu tarikatlardan farklı, moderniteye daha yakın yapısıyla, sivil toplum kuruluşlarına benzer fonksiyonlar üstlendi. Nur talebelerinin manevi-maddi ihtiyaçlarını karşılama fonksiyonundan daha fazlasını bu yapılar gerçekleştirdi. Örneğin Demokrat Parti’ye verdikleri destekle, merkezin İslami dünya görüşü konusundaki politikalarının yumuşamasında pay sahibi olarak; sivil toplum kuruluşlarının halkın -aşağının- isteklerini devlete -yukarıya- ileterek 176 Nursi, kitaplarındaki birçok yerde “Ben şeyh değil ancak bir hocayım” diye vurgular: Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2007, s. 481. 125 toplumsal süreçlerde rol oynamasına benzer bir fonksiyonu üstlendiler.177 DP hükümeti, baştan Nurcular’ı bastırmayı düşünmüş olmakla ve kendi iktidarı döneminde Nurcular’a yönelik tutuklamalar yapmakla beraber, daha sonra Nurcular ile olumlu ilişkiler kurma yolunu benimsedi. (Özellikle paranın yüzde 400 devalue edildiği 1958 yılından sonra, bozulan ekonomik şartlar DP’yi İslami kesimin daha da çok desteğini aramaya sürükledi.) 1960’ların başına gelindiğinde DP iktidarı dönemindeki yayılmanın da etkisiyle Nurcular, Türkiye çapında taraftarı olan bir cemaat oluşturdular.178 Nurcular, moderniteyle -kendi dönemlerindeki diğer İslami gruplardan- daha uyumlu taktikler, ritüeller, mekânlar oluşturarak moderniteye meydan okudular; bir yandan birçok bireyin kimliğindeki İslami unsuru güçlendirirken, diğer yandan geleneksel kimlikleri dönüştürerek “karışım kimliklere” giden yolda önemli açılımlar yaptılar. Oluşturdukları sosyal hareket, birçok yönüyle, modern sosyal hareketlere benzerdi ama amaçları geleneğe sahip çıkmaktı. Nursi, kendisinin kitaplarını yazdığı ve taktiklerini belirlediği Nurcu hareketin, tarikat faaliyetlerinin yerini alması gerektiğini düşünüyordu. Fakat bunu yaparken, sünneti savunarak sünnetleri terk ettirdiği, İbn Arabi’ye saygı göstererek fikirlerini dışladığı gibi, tarikatlara ve tarikat kurucularına gerekli saygıyı göstererek, zamanın tarikat zamanı olmadığını söyledi ve İslami kesimden önemli bir bölümü tasavvuf ve tarikatların etki alanından çıkardı. 179 Nursi’yi, Abduh ve Ankara Okulu’ndan farklı kılan husus buradadır; o, Ehli Sünnet kültür ve kimliğin en temel öğelerine sahip çıkarak, onların bir kısmını Ehli Sünnet Müslümanlar’ın hayatından çıkarmıştır. Tarikatların, tasavvufun ve bazı -örneğin erkekleri görünür kılansünnetlerin, kültür ve kimlikleri belirlemedeki etkisinin azalmasında Cumhuriyet dönemindeki İslami kesimin en önemli karizmatik otoritelerinden olan Nursi’nin etkisi büyüktür. Diğer yandan, bu taktiksel yaklaşımlarıyla, Ehli Sünnet İslami kesimin, kamusal alanda gücünü arttırmasında en önemli aktörlerden birisi -belki de en önemlisi- Nursi olmuştur. 177 Nursi’nin kitaplarının birçok yerinde siyasetten uzak kalma tavsiyelerinin yanında Demokrat Parti’ye destekle ilgili ifadeler görülür. Örnek olarak bakınız: Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 812-815. 178 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu, s. 370, 378. 179 Nursi’nin tarikatlara karşı -özellikle Kadirilik ve Nakşibendilik- ve bunların kurucularına karşı saygılı ifadelerine örnek olarak bakınız: Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybi, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat, 2008, s. 29, 124, 211, 234. 126 III. BÖLÜM 1980’LERDEN SONRA TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE KÜRESELLEŞME SÜRECİ VE İSLAM A. 1980’lerden Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nde Aşağıdan-Yukarı Değişim Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde, siyasetin ve bürokrasinin içinde bulunduğu merkezin, toplumun değişiminde temel belirleyici unsur olduğu yukarıdan-aşağı değişim döneminden, 1946’da “oyun gücü”nün ortaya çıkmasıyla başlayan süreçte, toplum kesimine güç kayma süreci başlamış ve küreselleşme sürecinin hızlandığı 1980’lerde, toplumun, merkeze karşı güç kazanma süreci iyice hızlanmıştır. Tezimizin ikinci bölümünde 1946’dan itibaren “oyun gücü”nün ortaya çıkması, devletin ekonomideki kontrolünün azalması ve sivil toplumun -ekonomi dışında da- gücünün artmasıyla; merkezden çevreye güç transferinin olduğunu göstermeye çalıştık. Bu güç transferi, merkezin ideolojisinin “ötekisi” olan ve çevrede etkili olan İslami düşüncenin ve bu düşüncenin hâkim olduğu cemaatlerin/tarikatların güç kazanması sonucunu doğurmuştur. Bu bölümde, 1980’lerde ve sonrasında, çevreye doğru bu güç transferinin devam ettiğini, merkezin yukarıdan-aşağı belirleme gücünün daha da azaldığını; böylece İslami kesimin ve bu kesimin cemaat/tarikat gibi gruplarının, gücünü daha çok arttırmalarına imkân veren siyasi, sosyal ve ekonomik ortamın oluştuğunu göstermeye çalışacağız. 1. Askeri Darbe Dönemleri Bu yaklaşımımızla paradoksal bir görüntü verecek şekilde, 1980 yılında askeri darbe olmuş ve hem siyasetin içinde olduğu merkez kurucu Kemalist ideoloji çerçevesinde şekillendirilmeye, hem de toplum bu ideoloji çerçevesinde yukarıdanaşağı düzenlenmeye çalışılmıştır. Fakat daha önceki 1960 ve 1971 darbeleri gibi, 1980 darbesi de merkezden çevreye güç kaymasıyla ilgili süreci -kısmen kesintiye 127 uğrattıysa da- değiştir(e)medi. Bunun sebeplerini -birbirleriyle ilişkili- dört maddede özetleyebiliriz: 1- Darbelerin ideolojisi Kemalizm; Kemalizm’in en önemli unsurlarından biriyse Batılılaşmaydı. Darbeler Türkiye’yi, Batı’dan ve NATO gibi Batılı kurumlardan koparmadı; Batı’nın, darbecilikle çelişkili olan demokratik ve liberal değerleri ise siyasi-bürokratik merkeze karşı toplumun güç kazanacağı siyasi, sosyal ve ekonomik yapıyı gerekli kılıyordu. Darbelerden kısa sayılabilecek bir süre sonra ordunun kışlaya dönmesinin önemli sebeplerinden biri de Batı ile olan bu yakınlıktır. Ordunun, kışlaya döndüğü dönemlerde, siyasete müdahalesinin bittiğini ve Batılı anlamda sivil bir demokrasiye dönüldüğünü söylemiyoruz. Fakat pratikte önemli eksiklikler olsa da, Batılı anlamda bir demokrasi hep “ideal tip” olarak model olmuştur. Rol modelin değişmemesi, toplumun siyasi-bürokratik merkezden bağımsızlaşma süreci açısından önemlidir. 2- Darbeler, çevrenin aşağıdan-yukarı değişim yapmasını olanaklı kılan çok partili sistemi değiştirmedi ve seçimlere çok uzun aralar verilmedi. Türkiye’deki askeri darbeler, Brezilya gibi yirmi yıllık süreyle iktidar olan örneklere kıyasla kısa süreli geçiş dönemleri şeklinde olmuştur.1 Üstelik darbelerden sonraki ilk seçimlerin bile darbecilerin istediği şekilde sonuçlandığı söylenemez. 1960 darbesinden sonra ordu, AP’yi zayıflatıp seçimleri CHP’ye kazandırmak için elinden gelen her şeyi yapmış olmasına rağmen, darbelerden bir yıl sonra olan seçimler -CHP birinci parti olarak çıkmış olmasına rağmen- ordunun istediği gibi geçmedi.2 1971 darbesinden sonraki ilk seçim olan 1973 seçimlerinin, sancılı bir sürecin sonunda 1974’te çıkardığı CHP ve MSP koalisyonunda, 1972’de kapatılan MNP’nin devamı olan ve siyasal İslamcı olarak nitelenen MSP’nin iktidar ortağı olması da darbecilerin istediği bir sonuç değildi.3 1980 darbesinden sonra 1983 yılındaki ilk genel seçimde ise ordunun, emekli general Turgut Sunalp’in başında olduğu MDP’yi desteklemesine ve seçime bir gün kala Turgut Özal’ın liderliğindeki ANAP’ı açıkça eleştirmesine rağmen 1 Ziya Öniş, Post-War Development Performance of the Turkish Economy: A Political Economy Perspective, 2003. (Çevrimiçi) http://home.ku.edu.tr/~zonis/fall02/postwar.PDF, s. 7, 21.03.2010. 2 Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980), s. 174-175. 3 A.e., s. 311-324. 128 ANAP tek başına iktidar oldu.4 Her üç darbeden sonraki ilk genel seçimlerin ordunun istediği sonuçları vermemesi, askeriyenin yukarıdan-aşağı düzenlemelerine karşı toplumun, seçime gidildiğinde tercihlerini, kendi istekleri doğrultusunda belirlemeye devam edip, aşağıdan-yukarı merkezin yapısını etkilediğinin bir delilidir. 3- Darbelerde, ordu merkezi ele geçirdiğinde, oluşturulan yeni anayasalar ve alınan kararlarla devletçiliğin dozu arttırılıp, ekonominin kontrolü devletin tekeline alınmadı. Sivil toplumun güç kazanmasında merkezin ekonomi üzerindeki denetiminin azalması ve teşebbüs hürriyetinin sağlanması önemlidir. Askeri darbelerin bu sürece katkıda bulunduğu hususlar da olmuştur. Ekonomiyi piyasa şartlarına göre dönüştürmeyi amaçlayan ve darbeden kısa süre önce hazırlanan 24 Ocak 1980 kararlarını hazırlayan Turgut Özal, askeri rejim döneminde de ekonomiden sorumlu olmuş ve muhalefetin olmadığı dönemde zihnindeki politikaları daha rahat uygulama imkânı bulmuştur.5 4- Darbelerde, Kemalist ideolojinin toplum üzerindeki belirleyiciliğini sürdürmesi için muhalif sivil toplum kuruluşlarının gücü yok edilmeye çalışılmıştır. Fakat bu da siyaset ve bürokrasinin olduğu merkezin güç kaybedip, sivil toplumun içinde olduğu çevrenin güç kazanma sürecini durdurmamıştır. Merkezi ele geçiren ordu, sivil toplumdan gelebilecek tehditlerle ilgili endişelerinden dolayı, çıkardığı yasalar ve eylemleriyle6 bir yandan sivil toplumu tahrip ederken, diğer yandan sivil toplumun gelişme sürecine katkılarda da bulunmuştur. 1961 Anayasası’nın getirdiği hak ve özgürlüklerle, örgütlenme olanakları; 7 1980 darbesiyle sivil toplumun gelişmesi için önemli bir unsur olan şiddetin durması bunların arasındadır. Nitekim darbeden sonra oluşan şiddetsiz ortam, 1983’ten sonra uzlaşmacı söylemi benimseyen ANAP iktidarına, sivil toplumun geliştirilebileceği şartları sağlamıştır.8 Ayrıca irdelenen 4 Hakan Yavuz, Islamic Political Identity in Turkey, Oxford, Oxford University Press, 2003, s. 75. 5 Feroz Ahmad, a.g.e., s. 359; Ziya Öniş, a.g.e., s. 11. 6 Binnaz Toprak, “Civil Society in Turkey”, Civil Society in the Middle East, C.II, Ed. Richard Norton, Leiden, Brill, 1996, s. 95-96. 7 Ersin Kalaycıoğlu, “1960 Sonrası Türk Politik Hayatına Bir Bakış: Demokrasi, Neo-Patrimonyalizm ve İstikrar”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Ed. Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2000, s. 390. 8 Ali Yaşar Sarıbay, Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam, s. 125. 129 konuyla ilgili asıl hedefimizin, merkezden bağımsızlaşan çevrede etkili olan İslami kesimin, gücünü arttırmasını tespit etmek olduğunu hatırlarsak; askeri darbelerin, İslami dünya görüşüne alternatif olan Marxist ideolojinin, sivil toplumdaki gücünün yok edilmesi doğrultusunda politikalar benimsediğinin de altı çizilmelidir. Özellikle 1980 darbesinde, İslam’a toplumun çimentosu olma vazifesi yüklenmiş, devleti ele geçirmeye çalışmayan bir İslam anlayışı “komünizm tehlikesi”ne karşı etkili bir silah olarak değerlendirilmiştir.9 Sonuçta askeri darbeler yukarıdan-aşağı değişim sürecinin aşağıdan-yukarı doğru değişmesinde önemli gördüğümüz dört konuda; 1- Batı’dan kopmama, 2- çok partili sistemin devamı, 3- ekonominin liberalleşmesi, 4- ekonomi dışında da sivil toplumun güç kazanması, süreçlerinde kalıcı bir kesintiye sebep ol(a)madı. Bu maddelerin birincisi toplumun/bireylerin merkeze karşı güç kazanmasındaki “rol model”in muhafazasına, diğer üç tanesi ise toplumun siyasete ve bürokrasiye karşı güç kazanacağı siyasi, sosyal ve ekonomik ortamın oluşumuna sebep oldular. (Bu maddelerle ifade edilen sürecin, askeri iktidarın bittiği 1983 yılından sonra da devam ettiği aşağıda işlenecektir.) Bu konudaki yaklaşımımıza göre askeri darbe dönemleri; siyaset ve bürokrasinin toplumu şekillendirdiği ve kontrol ettiği süreçten gittikçe toplumun siyaset ve bürokrasiye karşı güç kazandığı süreçlere geçişte -bu süreci zorlaştırıcı ve kolaylaştırıcı yönleri olmakla beraber- genel gidişatı değiştirmeyen anomali dönemleridir. 2. Uluslararası Sistemde Neo-Liberalizmin Yükselişi Değişen merkez-çevre ilişkilerini uluslararası sistemdeki gelişmelerden bağımsız düşünmemek gerektiğini daha önce belirtmiştik. Çevrenin “oyun gücü” ile merkezde değişiklik yapabileceği yapının oluşmasında, II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası sistemde iki kutuplu sistemin ortaya çıkması ve Türkiye’nin Batı bloğunda yer alması önemli olduğu gibi; 1980’ler ve sonrası Türkiye’sinde merkezin, ekonomi üzerindeki denetiminin azalması suretiyle çevre üzerindeki denetim 9 Hakan Yavuz, Islamic Political Identity in Turkey, s. 71. 130 kabiliyetinin azalmasında uluslararası sistemde Neo-liberalizmin yükselişe geçmesi önemlidir. 1980’li yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu kutbun lideri Amerika’daki Ronald Reagan’ın başkanlığının ve diğer önemli bir uluslararası aktör olan İngiltere’deki Margaret Thatcher hükümetlerinin, devletin rolünün küçültüleceği ekonomik liberalizm politikalarını savunmaları; bu anlayışın yaygınlaşmasında ve Türkiye’yi etkilemesinde önemli olmuştur. Özel sektörün iyi, devletin müdahaleciliğinin kötü olduğunu belirtmek için Reagan’ın söylediği “Hükümet çözüm değil, sorundur” sözü, bu dönemde yükselişte olan anlayışı ifade etmektedir.10 Finansal küreselleşmenin çok daha gerilere giden tarihsel kökleri olsa da, 1980’ler, finansal küreselleşmenin hızlanma yıllarıdır; Manuel Castells bu hızlanma sürecinin başlangıcını -sembolik bir olay olarak- 27 Ekim 1987 tarihinde Londra’da, sermaye ve borsanın devlet tarafından düzenlenmesine son verilmesini kabul edebileceğimizi belirtir.11 Neo-liberalist yaklaşıma göre küreselleşen dünyada, devletin aktif rol oynadığı, ithal ikameci ve baskıcı finans politikalarıyla başarılı bir şekilde gelişme sağlanamaz. Devlet müdahalesine özel önem atfeden, daha önceden etkin olan Keynesçi iktisat felsefesine karşı Neo-liberalizme göre devlet müdahalesi bütün iktisadi kötülüklerin ve çözümsüzlüklerin kaynağıydı. Ortodoks Neo-liberaller bireyciliğe, piyasa liberalizmine, dışa göre yapılanmaya ve devletin rolünü azaltmaya yönelik bir kalkınma stratejisini savundular.12 Neo-liberalizm ile uluslararası ekonomi politikası olarak devletin ekonomideki rolünün azaldığı, ticaret liberalizasyonun sağlandığı, özelleştirmenin arttığı, kamu harcamalarının düşürüldüğü ve kurlar üzerinde denetimin azaldığı bir yapı önerildi. Neo-liberal ortodoksiye göre bu yapı, “kamu menfaati” için müdahalelerde bulunan, milli kalkınma modelleri savunan bir devlet anlayışından vazgeçilerek oluşturulabilirdi. 10 Eric Hobsbawm, Reagan’ın ABD’sinde ve Thatcher’ın İngiltere’sinde, duruma göre Keynesçi yöntemlerin ve içsel ulusalcılığın da uygulandığını ve bu çelişkilerin de gözden kaçırılmaması gerektiğine dikkat çeker: Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl (1914-1991), Çev. Yavuz Alogan, İstanbul, Sarmal Yayıncılık, 2003, s. 497-498. 11 Manuel Castells, “Enformasyon Teknolojisi ve Küresel Kapitalizm”, Küresel Kuşatma Karşısında, Ed. Mustafa Armağan, İstanbul, Ufuk Kitap, 2004, s. 143. 12 Ziya Öniş, Fikret Şenses, “Rethinking the Emerging Post-Washington Consensus: A Critical Appraisal”, Development and Change, No: 32, Bahar 2005, s. 263-264. 131 Bu yaklaşıma göre siyasetçilerin ve bürokratların, menfaatlerini arttırma çabalarında, devletin müdahaleciliğini ve ekonomideki rolünü kullanmaları tehlikesi mevcuttu. Siyasetçilere ve ekonomik müdahaleciliğe bu karamsar yaklaşım, toplumun menfaatinin ve ekonomik büyümenin; devleti küçültmekle, politikacıların ve bürokratların elindeki “gereksiz gücü” azaltmakla gerçekleşebileceğinin savunulmasına yol açtı. 13 3. Türkiye’de Neo-Liberal Fikirlerin Yükselmesi ve Küreselleşme Sürecinin Hızlanması Uluslararası arenada Neo-liberal fikirlerin yükselmesinin ve IMF, Dünya Bankası gibi bu fikirleri hayata geçiren somut kurumların yanında, Türkiye Cumhuriyeti’nin 1980’li yıllarına damgasını vuran Turgut Özal’ın ve partisi ANAP’ın, bu politikaları Türkiye’de uygulanmasındaki rolü de konumuz açısından önemlidir. Liberalleşme ve özelleştirme ile ilgili söylem -rakamsal olarak, Türkiye ölçeğinde, Özal’lı yıllardaki özelleştirme çok yüksek olmasa da- Özal döneminde geniş bir taraftar kitlesi buldu.14 Fakat 1980’li yıllara kadar ülkemize gelen toplam yabancı sermaye yatırımının sadece 228 milyon USD civarında olduğunu hatırlarsak, Özal’la başlayan dönüşümün ne kadar büyük olduğunu anlarız. 15 Yabancı sermaye ekonomik bağımlılığı -küreselleşmeyi- arttırdığı gibi kültür taşıyıcısı fonksiyonunu da yerine getirmiştir.16 Özal’ın sıra dışı kariyeri ve portresi etkinliğinin önemli unsurları oldu. Özal, Dünya Bankası gibi önemli bir uluslararası kurumda, DPT gibi önemli bir devlet kurumunda ve Sabancı Holding gibi önemli bir özel şirkette çalışarak; iktisatla ilgili 13 A.e., s. 264-265. 14 James Pettifer, The Turkish Labyrinth: Atatürk and The New Islam, London, Penguin Books, 1998, s. 27. 15 Neşe Algan, Dünya’da ve Türkiye’de Yabancı Sermaye Yatırımları ve Beklentiler, İstanbul, Yased,1988, s. 10. 16 1980’li yıllar ve sonrasındaki yabancı sermaye girişi için bakınız: “Türkiye’de Yıllara Göre Yabancı Sermaye Yatırımları”, T. C. Başbakanlık Hazine Müsteşarlığı, (Çevrimiçi) http://www.hazine.gov.tr/irj/go/km/docs/documents/Hazine%20Web/%C4%B0statistikler/Uluslararas %C4%B1%20Do%C4%9Frudan%20Yat%C4%B1r%C4%B1m%20%C4%B0statistikleri/4875%20Sa y%C4%B1l%C4%B1%20Kanun'dan%20%C3%96nceki%20B%C3%BClten%20ve%20%C4%B0stat istikler/T%C3%BCrkiye'de%20Y%C4%B1llara%20G%C3%B6re%20Yabanc%C4%B1%20Sermaye %20Yat%C4%B1r%C4%B1mlar%C4%B1%20(1980-2003).xls, 15.06.2010. 132 farklı alanların içinde bulunmuştu. Ayrıca hem Erbakan’ın partisinden aday olarak, hem de Demirel’le beraber çalışarak siyasette -Türk sağının içinde- tecrübe sahibiydi. Aileden gelen dindarlığı ve İslami kesime yakınlığıyla İslami kesimden de destek aldı. 17 Özal, Kemalist merkezin ötekisi “İslami kesimler”in sempatisini kazanırken, aynı zamanda savunduğu ekonomi politikalarıyla Kemalist projeyle en uygun şekilde habituslara sahip TÜSİAD’ın elit kesiminin desteğini de kazanmayı becerebildi. Siyasi doktrinler yerine piyasa ekonomisiyle ilgili söylemlerin ön plana çıkmasında, devrimci aktörler yerine homo economicus’un yüceltilmesinde, en önemli birey aktör Özal olmuştur diyebiliriz.18 Türkiye’nin ekonomik küreselleşmesinin önemli bir göstergesi olan ihracat ve ithalat rakamları, 1980’ler ve sonrasındaki dönemde doğrusala yakın artış göstermiştir. İthal edilen malların küresel kültürü taşıması, ihraç edilen mallarda genelde Avrupa standartlarına uyulmaya çalışılması ve Avrupai zevk ile ihtiyaçların üretimi belirleyen önemli unsurlar olması (dış ticaretin en yüksek bölümü Avrupa ülkeleriyledir); ihracat ve ithalat oranlarının artışıyla ilgili istatistikleri, aynı zamanda, kültürel küreselleşmenin nasıl gerçekleştiğinin bir boyutunu ifade eden göstergelere de dönüştürmektedir.19 4. Liberal Ekonomi Politikaları ve Küreselleşme Sürecinde İslami Kesimin Gücünü Arttırması Siyaset, ekonomi yoluyla, toplumdaki kesimlerin bağımsızlaşmasının önünü açtıkça; merkezin/siyasetin nasıl olacağını belirleme konusunda, toplumun sermayeyi kontrol eden kesimlerinin yönelimlerinin önemi artmıştır. Türkiye Neo-liberal politikalarla dünya ekonomik sistemiyle bütünleştikçe (küreselleşme süreci hızlandıkça) ve devletçilik politikalarından vazgeçildikçe, merkezin ekonomi üzerindeki hâkimiyeti azaldı; bu ise gücü azalan merkezin, patrimonyal sistemdeki babalık vazifesinin önemli ölçüde değişmesi demekti. Turgut Özal’ın, İzmir Ticaret 17 Hakan Yavuz, Islamic Political Identitiy in Turkey, s. 75-76. 18 Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji, s. 28. 19 Bu konudaki istatistikler için bakınız: TÜİK, “Dış Ticaret İstatistikleri”, Türkiye İstatistik Kurumu, (Çevrimiçi) http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?tb_id=12&ust_id=4, 13.05.2010. 133 Odası’ndaki -başka yerlerde de tekrarladığı- şu sözü de, devletin patrimonyal rolünde değişme yaşanması gerektiğine dair o dönemin anlayışını ifade etmektedir: “Modern bir ülkede artık devlet, baba olarak görülmüyor. Bu iş geçmiştir. Çünkü baba olarak gördüğünüz zaman benim bir tabirim var, eline bir gün sopayı alır sizi döver; bir şey diyemezsiniz.”20 Patrimonyal yapısında farklılaşma olan merkezin, yukarıdan-aşağı değiştirme gücünde de azalma oldu ve toplumdaki değişimin temel yönünün aşağıdan-yukarı olduğu süreçlere geçilmesinde, merkezin ekonomide değişen rolünün etkisi oldu. Bu tezin odak konusu olan İslami kesimin gücünü arttırmasında, merkez-çevre ilişkilerindeki bu değişimin; merkezin yukarıdan-aşağı belirleme kabiliyetinin azalmasının önemi büyüktür. Merkezden bağımsız olarak gelişen birçok toplumsal hareketin gücünün önemli bir boyutunun ekonomiyle ilgili olduğunu hatırlayalım. Osmanlı ve Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki gibi ekonomik bir yapıda, çevrede önemli bir sermaye birikimi oluşması mümkün değildi; mümkün olsaydı bile, merkezin denetimindeki bu sermayenin merkezce istenmeyen bir eyleminin gerçekleşmesi durumunda, merkez bu hareketin elindeki sermaye gücünü rahatlıkla etkisizleştirebilirdi. Örneğin günümüzdeki en etkin dini cemaat olan ve binden fazla21 okul açacak kadar büyük bir sermaye gücünü yönlendirebilen Gülen Cemaati,22 Cumhuriyet’in önceki dönemlerindeki siyasi, sosyal ve ekonomik ortamında bu kadar yüksek bir sermayeyi toplayamazdı; eğer toplayabilseydi bile, ekonomiyi önemli ölçüde kontrol eden merkez, bu sermaye gücünü rahatlıkla etkisizleştirebilirdi. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde olduğu şekilde devlet ekonomiyi kontrol etmeye devam etseydi; bu durum, Gülen Cemaati’ni muhtemelen yok etmezdi, nitekim bu hareketin öncülüğünü yapan -bir önceki bölümde ayrıntılı şekilde incelediğimiz- Said Nursi, yukarıdan-aşağı değişimin yaşandığı, merkezin 20 Coşkun Can Aktan, “Turgut Özal’ın Anayasal Demokrasi ve Anayasal İktisat Üzerine Düşünceleri”, Yeni Türkiye, Eylül-Ekim 1999, s. 621. 21 Gülen Cemaati’nin önemli isimlerinden biri olan Hüseyin Gülerce, cemaatin okul sayısının bini aştığını söylemektedir. Bkz: Vahap Munyar, “Gülen Okulları 3 Milyon Kişiye Ulaşıyor, Şimdi Şeffaflık Yolu Arıyor”, Hürriyet Gazetesi, 5 Haziran 2009, s. 18. 22 Fethullah Gülen’le bağlantılı okullarla ilgili bakınız: Thomas Michel, “Eğitimci Olarak Fethullah Gülen”, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi, İstanbul Gelenek Yayıncılık, 2004, s. 111-127. 134 ekonomideki kontrolünün yüksek olduğu dönemde faaliyetlerini sürdürebilmişti.23 Fakat gücü merkezde yoğunlaştıran önceki siyasi, sosyal ve ekonomik sistemin devamı; Gülen Cemaati’nin, binden fazla -gibi inanılmaz bir sayıda- okul ve birçok medya kurumu kuracağı kaynakların elde edileceği ve kullanılacağı ortamın oluşmasına olanak tanımazdı. Sonuçta Türkiye’deki İslami kesimle ilgili yeni olgular ancak Türkiye’nin değişen siyasi, sosyal ve ekonomik yapısı göz önünde bulundurularak gereğince anlaşılabilir. Merkezin ekonomi üzerindeki denetimi azalınca, İslami kesimden gruplar sadece yeni zengin kesimden destekçi sempatizanlar/taraftarlar bularak değil; doğrudan holdingler, finans kurumları ve şirketler kurarak da piyasa ekonomisinin nimetlerinden yararlanma yoluna gittiler. Örneğin Işıkçılar olarak bilinen grup İhlas Holding, İhlas Finans, İhlas İnşaat gibi birçok şirketi ve Türkiye Gazetesi, TGRT gibi medya kuruluşlarını kurdu.24 Kısa sürede büyük ticari ve sanayi hamleleri yapan Anadolu Kaplanları da, kendilerine özgü İslami yorumları ve modernleşmeyle geleneğin izlerini taşıyan “karışım kimlikleri” ile yeni oluşan siyasi, sosyal ve ekonomik yapıda İslami kesimin gücünü arttırmasının araçları oldular.25 İhlas Finans dışındaki İslami kesimin bankacılığa alternatif diğer finans kuruluşları da oldukça yüksek bir sermayeyi toplamayı başardılar.26 İslami kesimden sayıları gittikçe çoğalan burjuvazi, serbest piyasa kapitalizminin “erdemleri”ni şiddetli bir şekilde savunan MÜSİAD gibi (1990 yılında kuruldu) kendi işadamı derneklerini de kurdular. 1997’de 2897 üyesi olan bu derneğin, üyelerinin şirketlerinin büyük kısmının 1983’ten sonra kurulmuş olması; merkezin yoğun kontrolü ve sivil toplumun zayıf olduğu 1950’lerden önce sadece 27 üyenin şirketinin kurulmuş olması; 27 devletin ekonomideki rolü ve denetimi azaldıkça İslami kesimin önünün 23 Gülen hareketinin Said Nursi hareketinin devamı olması ve kendisine has farklılıklar ihtiva etmesiyle ilgili bakınız: Yasin Aktay, “Diaspora ve İstikrar: Bir Bilgi Yapısındaki Kurucu Elementler”, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi, İstanbul Gelenek Yayıncılık, 2004, s. 191; Hakan Yavuz “Kamusal Alanda İslam: Nur Hareketi Örneği”, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi, İstanbul Gelenek Yayıncılık, s. 55-56. 24 Faik Bulut, Tarikat Sermayesinin Yükselişi, 2. bs., Ankara, Doruk Yayınevi, s. 220-223. 25 Yasin Aktay, Türk Dininin Sosyolojik İmkanı, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, s. 136-144. 26 Faik Bulut, a.g.e., s. 212-216. 27 Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 131-132. 135 açıldığına dair analizlerimizi teyit eden bir veridir. 1980’lerden sonra küreselleşme sürecinin ve Türkiye’deki serbestleşen ekonominin sunduğu imkânlarla büyüme gösteren küçük ve orta büyüklükte işletmeler (MÜSİAD’ın üyelerinin önemli bir kısmını da bunların sahipleri oluşturmuştur), İslami kesimin gücünü arttırmasında ve İslami söylemi kullanan partilerin yükselişe geçmesinde önemli bir yere sahiptirler.28 Ekonomik olarak güç arttırma beraberinde Kemalist ideolojiden bağımsızlaşmayı da getirdi. İslami kesim, kontrol ettiği ekonomik aktivite aracılığıyla alternatif eğitim kurumları (ideolojik aygıtlar) kurmak, öğrencilere burs vermek, taraftarlarını istihdam etmek, medya kuruluşları kurmak ve benzer yöntemler uygulamak suretiyle gücünü arttırdı. Hatta ekonomik sermayenin, siyasi partilerin iktidara gelmesi gibi süreçlerdeki önemini düşünürsek; merkezden bağımsızlaşan İslami sermayenin, merkezin yeniden düzenlenmesi sürecindeki önemini görebiliriz. Birçok kişinin “siyasal İslamcı” olarak nitelediği AKP’nin (AKP’liler bu tanımlama yerine “muhafazakâr demokrat” tanımını kendilerine uygun görmektedirler) iktidarının sebeplerinden bir tanesinin de kendisini iktidara taşıyacak bir sermaye tabanı bulması olduğunu söyleyebiliriz. İktidar olabilecek şekilde organize olacak yeni bir partinin kurulması ve propagandasının yapılması güçlü bir sermaye tabanı gerektirmektedir. Tüm bu analizlerimiz neden AKP iktidarının küreselleşmeci ve piyasa ekonomisine yakın ekonomi politikaları benimsediğinin de bir açıklamasıdır. Piyasa ekonomisi, İslami kesimde etkili olan gruplar için Kemalist ideolojiden bağımsızlaşma ve yeni fırsat alanları bulma anlamına gelmiştir. Bu grupların önemli bir kısmı; hem oylarıyla, hem etki alanlarındaki kitleleri -sahip oldukları medya gibi araçları da kullanarak- AKP’ye yönlendirerek, hem de sermaye desteğiyle AKP’nin iktidara taşınmasına katkıda bulunmuşlardır. AKP, liberalizm ile muhafazakârlığın sentezini yapmaya çalışmıştır; piyasa ekonomisiyle beraber sosyal yardımlaşmayla ilgili politikaları da benimsemiş, devleti demokratikleştirerek sivil toplumu güçlendirmeye çalıştığı gibi, sosyal yardımlaşma politikalarında devleti araç olarak 28 Haldun Gülalp, “Globalization and Political Islam: The Social Bases of Turkey’s Welfare Party”, International Journal of Middle East Studies, Vol. 33, No: 3, Ağustos 2001, s. 436-440. 136 da kullanma yoluna gitmiştir.29 Sonuçta AKP özelleştirme gibi alanlardaki politikalarıyla liberal politikalara uygun icraatlar gerçekleştirmiştir; fakat diğer yandan sosyal yardımlaşma projelerinin getirdiği avantajlardan yararlanmak isteyerek (fakirlere kömür dağıtma veya belediyelerin ucuz fiyatla hizmet verdiği işletmeleri elinde tutması gibi) devletin sosyal yönüne vurgu yapan icraatları da olmuştur. Kendi dönemlerindeki iktidara alternatif olma potansiyeli taşıyan rakipleriyle (mecliste grupları olan CHP ve MHP) karşılaştırıldığında, AKP liberalizme ve küreselleşme sürecine en pozitif yaklaşan parti olarak gözükmektedir. Bunun önemli bir nedeni Türkiye’deki İslami kesimin küreselleşmeyle gelişen şartlardan istifade etmiş olmasıdır. Haldun Gülalp, Türkiye’deki siyasal İslam’ın küreselleşmenin oluşturduğu şartların bir sonucu olarak güçlendiğine; ekonomik refahın artmasıyla dinin toplumdaki öneminin azalacağını söyleyen modernizasyon teorisinin, Türkiye örneğinde, yanıldığına işaret etmektedir.30 Ziya Öniş ise AKP’yi “muhafazakâr küreselleşmeci” (conservative globalist) olarak nitelendirirken, mecliste grubu olan rakiplerini “savunmacı millici” (defensive nationalists) olarak niteler.31 Mardin, Kemalist ideolojinin, devletin toplum üzerindeki etkisini kaybetmemek endişesiyle, liberalizmin (Mardin “burjuva ideolojisi” terimini kullanır) önemli bir unsuru olan teşebbüs hürriyetini engellediğini; fakat bunun bireyciliği engellediğini, böylelikle dinin ümmetçiliğine karşıt bir ideolojiye yol verilmeyerek, dine rakip olabilecek bir ideolojinin önünün -istenmeden- kesildiğine dikkat çekmiştir.32 Burada ironik olan, Mardin’in haklı şekilde dini dünya görüşünün ümmetçiliğinin yerine bireyciliğe -tevekkül yerine hırsa, ahiret yerine bugüne, dini 29 E. Fuat Keyman, Ziya Öniş, “Globalization and Social Democracy in the European Periphery: Paradoxes of the Turkish Experience”, Globalizations, Vol. 4, No: 2, Haziran 2007, s. 220-221. 30 Gülalp, siyasal İslam ile RP’yi kastetmektedir, ama aynı analizin AKP için de geçerli olduğu rahatlıkla söylenebilir: Haldun Gülalp, “Globalization and Political Islam: The Social Bases of Turkey’s Welfare Party”, s. 435. 31 Ziya Öniş, “Conservative Globalists versus Defensive Nationalists: Political Parties and Paradoxes of Europeanization in Turkey”, Journal of Southern Europe and the Balkans, Vol. 9, No: 3, Aralık 2007, s. 247-250. Öniş, “merkez-çevre paradigması” içinden AKP ve ana muhalefet partisi CHP’yi değerlendirdiğimizde; CHP’nin devleti/merkezi AKP’nin ise çevreyi, yani toplumu temsil eden bir görüntü verdiklerini söyler. A.e., s. 249. 32 Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 111-112. 137 ahlak yerine kâr odaklılığa da buna eklenebilir- yol açacak ideoloji olarak nitelediği ekonomik liberalizmin, Türkiye’de, Kemalizm adına engellenmesine karşılık, İslami kesimin kendine yakın bulduğu isimlerce yaygınlaştırılmış olmasıdır. Özal ve Erdoğan’ın tek parti hükümetleri; uzun süreli iktidarlarındaki söylemleri, çıkardıkları yasalar ve özelleştirme gibi uygulamalarıyla bu konuda ön plana çıkmaktadırlar. İslami kesimin geniş bir bölümü, devletten bağımsızlaşmayı ve kendilerine yeni fırsat alanları sunduğu için liberal politikaları severek kabul ettiler; fakat böylelikle kendi dünya görüşlerine rakip bir ideolojiye de bağırlarını açmış oldular. Nitekim İslami kesimde “karışım kimliklere” yol açan olgulardan biri de liberalizmle İslami değerlerin beraberce İslami kesimden bireylerin kimliklerini şekillendirmesi olmuştur. (Bu konuyu ilerleyen sayfalarda irdeleyeceğiz.) 5. Avrupa Birliğine Entegrasyon ve Sivil Toplumun Artan Gücü Küreselleşme ekonomik, siyasi ve kültürel boyutları olan bir süreçtir; küreselleşmenin bu üç yönü ise birbirlerinden bağımsız değil, birbirleriyle ilişkilidir. Türkiye’nin Amerika’nın başında olduğu kutupta ve NATO’da yer alması ile ilgili siyasi kararıyla küreselleşme sürecini hızlandıran Neo-liberal ekonomik politikalarının benimsenmesi ilişkili olduğu gibi; benimsenen bu ekonomi politikalarıyla yeni tüketim alışkanlıklarının ve değerlerin oluştuğu bir kültürel yapının oluşması da ilişkilidir. İthal edilen yeni bilgisayar oyunları veya McDonald’s ve Starbucks gibi markalar sadece yeni ekonomik metalar değil; aynı zamanda küresel ölçekte birçok farklı ülkenin farklı vatandaşının Türkiyeli birçok vatandaşla paylaştığı ortak küresel kültür ürünleridir. Türkiye’nin ekonomik ve kültürel küreselleşme sürecini hızlandırmasının yanında, İslami kesimin merkezden bağımsızlaşması sonucunu doğuran kritik bir siyasi karar ise AB ile bütünleşme süreci olmuştur. Dünya’nın bütününü etkileyecek küresel bir aktör olma güç ve kapasitesine sahip olmayan Türkiye, küresel önemli güçlerin çatışma alanı olan bir coğrafyada bulunması gibi sebeplerin de etkisiyle uluslararası sistemde müttefik arayışında olmuştur. İki kutuplu sistemin sürdüğü 138 1990’lı yıllara kadar bu müttefik birçok Avrupa devletinin ve ABD’nin içinde olduğu Batı bloğuydu. Diğer kutbun lideri SSCB’nin komünist ideolojiden vazgeçmesi ve bu bloğun 1990’ların başında çözülmesinden sonra uluslararası sistem hiyerarşik ve çok merkezli bir özellik göstermeye başlamıştır. Bir yandan uluslararası sistemde küreselleşme yaşanırken, diğer yandan bölgesel örgütlenme biçiminde rekabet eden alt-sistemler oluşmuştur.33 Bu yeni oluşan sistemde Türkiye’nin, güvenlik politikaları açısından ABD’nin lideri olduğu -AB ülkelerinin çoğunun içinde yer aldığı- NATO yapılanmasında yer almaya devam etmesi temel bir siyaset olmakla beraber; ekonomik bağımlılıkta ve demokratikleşmeyle ilgili süreçlerin gelişiminde -önceden de var olan- AB ile bütünleşme yolundaki siyasi iradenin devam ettirilmesi en temel belirleyici unsur olmuştur.34 Türkiye’nin AB ile ilişkileri, Yunanistan’ın ortaklık başvurusu yaptığı 1959 yılında, hemen Yunanistan’ın ardından -iki hafta sonra- ortaklık başvurusu yapmasına kadar gider. Bundan sonra darbelerle sürecin kesintiye uğraması, 1963 Ankara Antlaşması ile ortaklık antlaşması imzalanması gibi ileri-geri adımlarla 1980’li yıllara kadar gelindi.35 1987’de AT’na36 tam üyelik başvurusunun sunulması ve 1989’da -tarih verilmeden- Türkiye’nin üye olmasının mümkün olduğunun, yerine getirmesi gerekli politik ve ekonomik şartlarla beraber beyan edilmesi önemli dönemeçlerdir.37 Zaten Özal’la uygulanan ve popülerleşen özelleştirmeci, gümrükleri indirmeye ve devletin ekonomideki rolünü küçültmeye yönelik politikalar, AB’ye tam üyelik doğrultusundaki siyasi kararla daha da güç kazandı. AB’ye girmek yönündeki siyasi irade ve Türkiye’nin ekonomik şartları yerine getirip getirmediğiyle ilgili kontroller, merkezin ekonomi üzerindeki kontrolünün azalmasıyla ilgili sürecin siyasi güvencesi oldu. 1 Ocak 1996’da yürürlüğe giren gümrük birliğiyle, Türkiye 33 Beril Dedeoğlu, “Değişen Uluslararası Sistemde Türkiye-ABD ilişkilerinin Türkiye-Avrupa Birliği İlişkilerine Etkileri, Türk Dış Politikasının Analizi, 3. bs., Der: Faruk Sönmezoğlu, İstanbul, Der. Yayınevi, 2004, s. 405-406. 34 A.e., s. 421-422. 35 Heinz Kramer, A Changing Turkey, Washington D. C., Brookings Institution Press, 2000, s. 181-201. 36 Avrupa Birliği önceden Avrupa Topluluğu olarak, ondan önce ise Avrupa Ekonomik Topluluğu olarak anılıyordu; bu isim değişiklikleri, bu birliğe yüklenen anlamdaki değişiklikleri, bütünleşmenin artması yönündeki eğilimi de göstermektedir. 37 Deniz Vardar, “Türkiye Avrupa Topluluğu/Avrupa Birliği İlişkileri”, Türk Dış Politikasının Analizi, 3. bs., Der: Faruk Sönmezoğlu, İstanbul, Der Yayınevi, 2004, s. 447-448. 139 ekonomisinin Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecinde oldukça önemli bir adım atılmış oldu.38 Avrupa Birliği süreci Türkiye’deki sivil toplumun -ekonomi dışında dagücünü arttırmasında önemli bir siyasi karar olmuştur. Göle, 1980 öncesine “tek aktör patolojisi”nin, yani tekçi ideolojilerin ve birbirlerini dışlayan aktörlerin hâkim olduğunu söyler. Göle, 1980’lerden itibaren başlayan süreçle devlet-toplum-Batı üçlü ilişkisinin değiştiğini, değişimin dinamiğinin devlet ve seçkinlerden topluma kaydığını söyler.39 Topluma doğru bu güç kayışının arkasındaki en önemli unsurlardan biriyse; Avrupa Birliği’nin sadece ekonomiyle değil, aynı zamanda demokratikleşmeyle ilgili kriterler koyması ve sivil toplumun güç kazanmasına yönelik sürecin Avrupa tarzı bir demokrasinin önemli bir unsuru olmasıdır. Aslında ne Özal, ne 1990’daki iktidarlar, ne 2000’lerdeki AKP; politik liberalizme ve sivil toplum kuruluşlarının güç kazanmasına, ekonomik liberalizme gösterdikleri ölçüde istekli bir yaklaşım sergilediler. (Bu iktidarların sendikalar ve diğer muhalif sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkilerinden bu anlaşılmaktadır. Her iktidarın sivil toplum kuruluşlarını “bizden” ve “öteki” olarak değerlendirip, sivil toplum kuruluşlarını salt demokratik ilkeler çerçevesinde değerlendirmediği gözlenmektedir.) “Ekonomik liberalleşme” toplumun zenginleşmesinin, toplumun zenginleşmesi ise iktidarın sürekliliğinin şartı olarak algılandığı için oldukça yüksek bir destek buldu; fakat sivil toplum kuruluşlarının güç kazanması, sadece yandaşların değil, aynı zamanda iktidara karşı muhalefetin güçlendirilmesi anlamını da taşıdığı için iktidarlarca şüpheyle karşılandı. Bu yüzden, AB sürecinin getirdiği yasal düzenlemelerin ve bu süreçte Türkiye’nin izlenmesinin, ekonomik liberalizmden belki de daha çok politik liberalizme hizmet ettiğini söyleyebiliriz. İslami kesim, 1990’lı yıllardan önce “komünizm tehlikesi”ne karşı “toplumun çimentosu” olan İslami değerleri savunarak uluslararası sistemdeki iki kutuplu sistemden istifade etmiştir; 1990’larda “komünizm tehlikesi” ortadan kalkınca ise küreselleşme sürecinde Türkiye’nin belki de en önemli siyasi projesi olan Avrupa Birliği ile entegrasyon sürecinin gereği olan 38 A.e., s. 449. 39 Nilüfer Göle, “80 Sonrası Politik Kültür”, Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Ed. Ersin Kalaycıoğlu ve Ali Yaşar Sarıbay, İstanbul, Alfa Basım Yayım Dağıtım, 2000, s. 428-430. 140 demokratik ve sivil toplumu güçlendirici yapı yönünde yapılan girişimlerden istifade etmiştir. Özellikle ordunun darbe yapmadan siyasete müdahale ettiği, birçok kişinin “post-modern darbe” olarak nitelediği 28 Şubat -1997- sürecinde, İslami kesim için zor bir dönem yaşandığında; AB süreciyle garanti altına alınan demokrasiyi ve sivil toplum kuruluşlarını koruyan demokratik hakların önemi, İslami kesim tarafından daha iyi anlaşılmıştır. 28 Şubat sürecinden sonraki dönemde kurulan AKP’nin, AB’ye girme sürecinin -bu sürecin, ideolojisi açısından muhtemel sorunlar teşkil edebilecek olmasına rağmen- en önemli savunucusu olmasının sebeplerinden birisi de budur. AB’ye entegrasyon yolunda Türkiye siyasetçilerinin gösterdiği irade ve bu süreçte yapılan yasal düzenlemeler ile zihniyet değişikliği, küreselleşen değerler ve yükselen Neo-liberalizmin etkileriyle -ki tüm bunlar birbirleriyle ilişkilidirbirleşince 1980’lerden sonra sivil toplum kuruluşlarının öncesine nazaran güçlerini oldukça arttırdıklarına ve çeşitlendiklerine tanıklık etmekteyiz. İş adamları, farklı ideolojiler, menfaat grupları devletin merkezinden bağımsızlaşabildikleri oranda sivil toplum örgütlenmesi daha da güçlenmekte ve yaygınlaşmaktadır.40 Vakıflar, dernekler, mesleki örgütlenmeler, tartışma grupları, dergiler veya yayınevleri şeklinde kendini gösteren sivil toplum kuruluşları; İslami ideoloji çerçevesinde yapılandıkları gibi Atatürkçü derneklerle Kemalist milliyetçiliği, Rotaryenler gibi derneklerle “evrensel-aydınlanmacı” değerleri, feminist hareketlerle siyasi partiler dışı/üstü söylemi seslendirmektedirler. Sonuçta sivil toplum kuruluşlarının gücünün artması; İslami kesim(ler)e karşı rakip ideolojilerin daha ziyade merkezde olduğu dönemlerden, sivil toplumda örgütlendiği dönemlere geçişi de ifade etmektedir. Bunun önemli bir kaynağının, daha önce gördüğümüz gibi, Cumhuriyet merkezinin ideolojik aygıtlarıyla 1920’lerden beri yaptığı etkinin, sivil toplumda seküler, modernist, pozitivist değerleri benimsemiş bir kitle oluşturması ve bu kitlenin uygun ortamda merkezden bağımsız hareket etmeye başlaması olduğunu söyleyebiliriz. İslami ideoloji merkezde temsil edilmeye başlarken, diğer yandan alternatif 40 Nilüfer Göle, Merkez Desenler, s. 52. 141 ideolojiler çevrede örgütlenmekte ve merkez-çevre ayrılığı kaybolmakta; rekabet hem merkezin, hem de çevrenin içinde olmaktadır. Diğer yandan sivil toplum kuruluşlarının gücünün artmasından en çok istifade eden kesimin İslami kesim olduğu da tespit edilmelidir. İslami kesimde etkin olan gruplar, zaten toplum kesiminde geniş bir taraftar kitlesine, İslami dünya görüşünden kaynaklanan bağlayıcılığa, aktivasyon enerjisinin gücüne ve ekonomik sermayeye sahiptiler. Sivil toplum kuruluşlarının önü açıldıkça, bu gruplar, illegal görüntülerini (1991’de kaldırılmadan önce beş partinin kapatılmasına ve birçok kişinin hapse girmesine sebep olan 163. maddeye,41 tekke zaviyeler ve toplantıyla ilgili yasalar gibi düzenlemelere ters düştüklerinden dolayı) legal bir görüntüye çevirecek, güçlerini arttırmalarında ve kurumsal kimliklerini sağlamlaştırmalarında aracı olacak resmi kuruluşlar olan vakıflar ile dernekler gibi kurumlar kurma yoluna gittiler. 1979 yılında Türkiye’deki dini vakıf sayısı 200’den az iken bu sayı 1987 yılında 1258’e, 1996’da 4500 kadara çıkmış 42 ve bu tarihten günümüze daha da artmıştır. Özal dönemi liberalleşmesiyle 1980’lerde önü açılan derneklerin sayısı, “komünizm tehlikesi” yüzünden derneklere şüpheli bakışın, bu “tehlike”nin 1990’ların başına gelindiğinde ortadan kalkmasıyla daha da arttı. 1995 yılına gelindiğinde sırf dini derneklerin sayısı 14.743’tü.43 Bu vakıflar ve dernekler, “İslami” bilinç ve kimlik inşasının ortamları oldular; böylece modern demokrasinin, sivil toplum kuruluşlarına güç kazandıran ilkeleri, Türkiye’deki İslami hareketlerin güç kazanmasının ve sistemin içinde kurucu ideolojiye muhalefetin güçlenmesinin aracı oldu. 41 Binnaz Toprak, a.g.e., s. 108-109. 42 Faik Bulut, 1979 ve 1987 yılıyla ilgili rakamları Turkish Daily News, 22 Mayıs 1989 tarihli gazeteden alıntılamış, 1996 yılını ise kendi hesaplamıştır: Faik Bulut, a.g.e., s. 418-423. 43 Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 130-131. 142 6. İslami Kesimin Aşağıdan-Yukarı Etkileme Gücünü Kazanması/Arttırması ve Türkiye’deki İslam’la İlgili Yanlış Bir Algının Düzeltilmesi Mardin -daha önce değindiğimiz gibi- Osmanlı’da, tarikatlar gibi dini kurumların, halkın maddi-manevi ihtiyaçlarını görerek, sivil toplum kurumlarının vazifelerini kısmen karşıladıklarına; fakat Batı’da olduğu gibi merkezle halk arasında aracılık eden bir ara tabaka vazifesini -Machiavelli ve Montesquieu’nun sivil toplum tanımına karşılık gelen- göremediklerine dikkat çekmiştir.44 1946 ile başlayan ve 1980’lerde hızlanan süreçle ise İslami kesimin cemaatleri, tarikatları ve grupları, bu kesimin isteklerini merkeze ileterek merkezin politikalarını etkileyebilecek ve değiştirebilecek güce kavuştular. Sonuçta İslami kesimin örgütlenmeleri, Batılı anlamda sivil toplumun fonksiyonlarını gördükçe sistemin içinde daha çok güç odakları oldular. Batı’da doğrusal bir tarzda sivil toplumun gücünü arttırmasıyla paralel olarak ilerleyen sekülerleşmeye karşı; Türkiye’de, Batılı anlamda kurumların kurulduğu Cumhuriyet’in başlangıcında, İslam’ın devletin ideolojisinden çıkartılmasıyla, İslami kesimin güç kaybetmesine karşı, kurumların Batılı tarza daha çok yakınlaştırılmasıyla İslami kesim güç arttırımına geçti. Sonuçta Türkiye’deki modernleşme ve küreselleşme süreçleriyle, İslami kesimin güç kaybetme ve arttırma grafiği paralel değildir; bu süreç Batı’dakinden farklıdır. Modernleşme sürecini evrensel görenler (Batı’daki sürecin her yerde aynı şekilde olacağını bekleyenler); Gadamerci şekilde tekrar ifade edersek, bu “engelleyici önyargı”ya sahip olanlar, Poppercı şekilde ifade edersek “tarihsici” anlayışla evrensel tarih yasalarının varlığına inananlar; Türkiye’nin sosyal-siyasi yapısıyla -demokrasinin ve sivil toplumun gücünün artmasıyla- Batı’ya benzedikçe, İslami kesimin gücünü arttıracağını -aslında İslam ülkelerinin birçoğunda olan demokrasi ve sekülerleşme arasındaki bu paradoksu- göremediler. Tam da bu noktada, kendileriyle benzer şekilde “yukarıdan-aşağı” değişimden “aşağıdan-yukarı” değişime geçildiğine dair terminolojiyi kullandığımız 44 Ali Bayramoğlu, “Şerif Mardin’le Din ve Devlet Sosyolojisi Konusunda Söyleşi”, s. 107-113; Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 86-87. 143 bazı sosyal bilimcilerle farklı olduğumuz bir hususun altını çizmekte yarar görüyoruz. Gilles Kepel 1980’lerden önce İslamcı hareketlerin siyasi iktidarı çatışarak, doğrudan ele geçirme yoluyla (Göle bu stratejiyi “devrimci İslam” ve “devletçi İslamcılık” olarak adlandırır), toplumu, sistemi değiştirerek “yukarıdanaşağı” düzenleme stratejisini benimsediklerini belirtir. Kepel, 1980’lerden sonra ise İslamcı hareketlerin siyasi iktidarı ele geçirmekten çok karşı cemaatler oluşturarak, bireylerin iç dünyalarını dönüştürme yoluyla (Göle bu stratejiyi “kültürel İslam” ve “sivil İslamcılık” olarak adlandırır), kültürel boyutu ağır basan “aşağıdan-yukarı” İslamileştirme stratejisi benimsediklerini belirtir. Bu kültürel ağırlıklı yaklaşımın siyasi bir yanı da olduğu kabul edilir, fakat öncelik devleti ele geçirmek değil, bireyleri dönüştürmektir.45 Oysa biz, Osmanlı’da ve Türkiye Cumhuriyeti’nde siyaset ve bürokrasinin içinde olduğu merkezin toplumu belirlediği yukarıdan-aşağı dönemden 1946’dan başlayarak 1980’lerde hızlanarak aşağıdan-yukarı değişim dönemlerine geçildiğini söylüyoruz. Bu söylediğimiz genel sosyal-siyasi tabloyu vermektedir; hiçbir şekilde bu yaklaşımımızla, İslami kesimin, 1980’lerden sonra, “devrimci yukarıdan-aşağı” bir stratejiden “kültürel aşağıdan-yukarı” bir stratejiye evrildiğini söylemiş olmuyoruz. Devleti çatışarak ele geçirmeye ve toplumu “yukarıdan-aşağı” düzenlemeye yönelik eğilim, Türkiye’deki İslami kesimin içinde hiçbir zaman ciddi bir taraftar kitlesi bulamamıştır. Bu yönde eğilim gösteren örgütler olmuşsa da bunların etkisi çok sınırlı olmuştur. Bunun nedenlerini; (a) bu yaklaşımın gelenekten miras alınmaması, (b) dışarıdan ithal edilen bu yöndeki fikri üretimin Türkiye’de ciddi bir etkiye sahip olamaması ve (c) içeride de etkili hiçbir grubun bu yönde bir strateji üretmemeleri ve uygulamamaları şeklinde üç maddede özetleyebiliriz: 45 Gilles Kepel, La Revanche de Dieu, Paris, Seuil, 1991, bu kaynaktan aktaran Nilüfer Göle, Modern Mahrem, s. 144-146; Gilles Kepel, Muslim Extremism in Egypt, Berkeley, University of California Press, 1985, bu kaynaktan aktaran Nilüfer Göle, Melez Desenler, s. 71-72. 144 a. “Devrimci İslam” ve Gelenek Öncelikle “devrimci İslami” hareketlerin Türkiye coğrafyasında tarihsel kökü yoktur. Osmanlı’daki tarikatlar temelde bireyleri dönüştürecek bir sosyal yapıya, geleneğe ve eylem planına sahiptiler. “Nefis terbiyesi”ni merkeze alan bu tarikatlar, devleti yönetecek bir organizasyondan ve söylemden uzaktılar. Devlette etkin olmaya çalıştıkları bazı örnekler olsa da, bu hiçbir zaman için sistemi devrimci bir şekilde ele geçirmek yönünde ciddi bir girişime dönüşmedi. Tarikatların söylem ve eylem planı; bir şeyhten kendi halefi olacak yeni şeyhe -eski müride- sözlü gelenekle aktarılmaktaydı. Türkiye’deki tarikat ve gruplarca aktarılan bu gelenekte ise devleti devrimci bir şekilde değiştirecek söylem ile eylem planı ve buna uygun bir örgütlenme yoktu. İran’da da 1979’da yaşanan devrimin Şiilik’te tarihsel bir kökeni olmadığı söylenebilir; fakat İran’da, bütün halkın etrafında toplanabileceği tek bir otorite (Humeyni) vardı; -“velayet-i fakih”46 teorisinin de desteğiyle- onun bu yöndeki yorumu ve geniş kitlelerdeki etkisi sayesinde devrimi gerçekleştirdi. Oysa Osmanlı ve Türkiye’deki Ehli Sünnet yapının dini grupları açısından olaylara bakarsak; her grubun kendi liderine/şeyhine bağlı olduğu çok-merkezli toplumsal bir yapı olduğunu görürüz, mürid kazanarak güç elde etmek için birbirlerine rakip de olan bu grupların hepsi ayrı bir güç odağıydı/odağıdır, bunları merkezi bir güç etrafında toplayacak hiçbir teori/yapı yoktu(r). Tarikat geleneğiyle terbiyesinin ve tarikattaki hiyerarşik yapının bir gereği olarak, birçok tarikatın müridi, kendisini şeyhine “ölünün ölü yıkayıcısına bıraktığı” gibi bırakır ve şeyhini, yaşayan insanların en üstünü, hayatını yönlendirecek en önemli otorite olarak görür(dü). Osmanlı döneminde, merkezi tek dini otorite olan halifenin, bireyler üzerindeki etkisi de, tarikatın bağlısı için şeyhinkine göre ikinci plandaydı. Üstelik Cumhuriyet başlangıcında halifelik kaldırılarak, Ehli Sünnet kesim için merkezi konumu 46 Geleneksel Şii anlayışında dini otoritelere dini cepheyle sınırlı otorite atfedilirken, Humeyni’nin bunu “velayet-i fakih” teorisiyle siyasi alana da taşıması, bu teorinin tanımı ve Şiilik’te dinsel otoritenin gücüyle ilgili bakınız: Mazlum Uyar, Şii Ulemanın Otoritesinin Temelleri, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2004. 145 olabilecek tek dini otorite yok edilmiş oldu. (Bu kesime ise devletin kontrolündeki bir İslam anlayışını savunan Diyanet gibi kurumlarla nüfuz edilmeye çalışıldı.) Kısacası miras alınan gelenekte, ne devleti ele geçirmeye yönelik bir eylem planı ve sosyal örgütlenme biçimi, ne de devleti ele geçirecek gücü etrafında toplayabilecek merkezi bir otorite vardı(r). Türkiye’deki dini grupların çok-merkezli dağınık-güçlü sosyal yapısını analizlerinde göz önünde bulundur(a)mayanların; bir gün Türkiye’de, İran’daki gibi bir devrimin oluşabileceğine dair yanlış kanaatler beyan ettikleri kanısındayız. b. “Devrimci İslam” ve İthal Fikirler: Mevdudi ve Seyyid Kutub Sonuçta geleneğinden “devrimci İslam” yönünde bir sosyal yapılanma, söylem ve eylem planı devralmayan İslami kesimin; devleti devrimci bir şekilde değiştirebilmesi için, bunun için gerekli olanları, Cumhuriyet döneminde bir yerden ithal etmesi veya kendisinin üretmesi gerekliydi. Aslında Mevdudi ve ondan etkilenen -fikirleri hapis döneminde sertleşen- Seyyid Kutub’la dışarıdan gelen bir etki olmuştur.47 Kutub’a göre demokrasi İslam’la uzlaşması mümkün olmayan yabancı bir ideolojidir; fikirleriyle o, İslam’ın beyat ve şura kavramlarıyla demokrasi arasında olumlu ilişki kuran İslami kesimden düşünürlerden, örneğin Kutub’tan önce Mısır’da yaşamış etkin bir düşünür olan -birinci bölümde incelediğimiz- Abduh’tan ayrılır.48 Kutub, Abduh’u, dini anlayışta akılcılığa yaptı vurgu sebebiyle eleştirmiştir.49 Kutub, savaş anlamına gelen “cihad”ın, ancak karşı tarafın saldırıyı başlatması sonucu meşru olabileceğini savunan din bilginlerini eleştirmiş; Müslümanlar’ı kendilerinden olmayanlara -hem yabancı düşmana hem “Müslüman 47 Abubaker Bagader; Mevdudi ve Kutub’dan etkilenen İslami hareketlerin Arap dünyada yaygınlaşmasının sebeplerini dört maddede açıklamaktadır: Birincisi, Müslüman Kardeşler ve İran Devrimi’nin başarısıyla alakalıdır. İkincisi, Arap milliyetçiliği 1967 İsrail savaşından sonra düşüşe geçmiş ve 1970’lerdeki ekonomik-sosyal sorunlar, gençleri yeni alternatif arayışlarına itmiştir. Üçüncüsü, modernizasyon ile ortaya çıkan yeni orta sınıfın, yönetime daha rahat karşı koyabilecek olmasıdır. Sonuncusu ise Batılılaşan ve sekülerleşen elitle halk yığınları arasındaki mesafenin açılması ve halkın bu elitin liderliğini reddetmesidir. Abubaker A. Bagader, “Contemporary Islamic Movements in the Arab World”, Islam, Globalization and Postmodernity, Ed. Akbar S. Ahmed ve Hastings Donnan, London, Routledge, 1994, s. 117-118. 48 Azam Tamimi, “Çağdaş Arap Dünyasında Demokrasiye Geçişin Önündeki Engeller”, Çev. Recep Şentürk, İslam ve Demokrasi, İstanbul, Ensar Neşriyat, 2000, s. 216. 49 Leonard Binder, Islamic Liberalism, Chicago, The University of Chicago Press, s. 196. 146 görüntüsündeki” idarecilere- karşı bir savaşın içinde oldukları ruh halini aşılamış ve “devrimci İslam” dediğimiz zihniyeti yaygınlaştırmıştır. Bu yaklaşım, toplum seviyesinde yüz yüze görüşerek ve yayınlar yaparak İslam’ı yaymayı çalışan bir strateji benimseyen ve bunu daha sonraki bir devrimin basamağı olarak da görmeyen cemaatlerin, örneğin bir önceki bölümde detaylıca incelediğimiz Nursi’nin yaklaşımlarından tamamen farklıdır. (Nitekim Kutub’un sempatizanları Nurcu grupları toplumu pasifize etmekle suçlamışlardır.) Kutub, ünlü eseri Fizilâl-il Kur’an’da (Kuran’ın Gölgesi’nde) şöyle demektedir: Adlarından başka bir şeyleri Müslüman olmayan, İslam’ı dış görünüşüyle anlayan, yabancı fikirlerin aklen ve ruhen tesiri altında kalanlar İslam’ın güya savunmak için cihad ettiğini, cihadın bir müdafaa harbi olduğunu ileri sürerler. İslam’daki cihadı gerçek manasından çıkarmakla güya İslam’a iyilik yaptıklarını sanıyorlar.50 Mevdudi ve Kutub’un eserleri bir dönem Türkiye’sinde büyük yankılar uyandırmışsa da, bu etki hiçbir zaman için Nurculuk ve Süleymancılık gibi Türkiye çapında yaygın-organize bir taraftar kitlesine dönüşmemiştir. Bu düşünürlerin tercüme edilen kitaplarını okuyanlar etkili, devrimle iktidarı ele geçirip “yukarıdanaşağı” düzenleme yapacak bir organizasyon kur(a)mamışlardır. Türkiye’de, Seyyid Kutub’un ünlü Kuran tefsiri Fizilâl-il Kur’an gibi eserleri birçok kişinin zihninde önemli izler bırakmıştır, fakat bu birçok cilt kalınlığındaki tefsiri tercüme edenlerden biri olan Bekir Karlığa bile diyalog yanlısı Abant Platformu’nda yer almış ve devleti ele geçirmeye yönelik çizgideki hareketleri eleştiren bir ilahiyatçı/İslam felsefecisi olmuştur.51 Mevdudi ve ondan daha güçlü şekilde Kutub çizgisi, 20. yüzyılda modernleşmeye ve modernizme karşı modern fenomenler olarak kendilerini göstermişlerdir; Türkiye’de bu çizginin etkisi sistem için ciddi bir tehdit oluşturmamışsa da, Mısır gibi ülkelerde “yukarıdan-aşağı İslamileş(tir)meyle” ilgili bu proje, Mısır’ın rejimi için önemli bir tehdit olmuştur.52 Kutub, İslami olmayan 50 Seyyid Kutub, Fizilâl-il Kur’an, 7. cilt, Çev. Hakkı Şengüler, Emin Saraç ve Bekir Karlığa, İstanbul, Hikmet Yayınevi, t.y., s. 141. 51 Karlığa’nın Kutub çizgisine uzak fikirleri için bir örnek: Bekir Karlığa, “Cihad ve Terör”, Karizma, Mart 2002. 52 Mohammed Ayoob, The Many Faces of Political Islam, Ann Arbor, The University of Michigan Press, 2008, s. 66-74. 147 tüm idarelerin “cahiliye” (genelde İslam öncesi putperestleri ifade etmek için kullanılan bu deyimi Kutub; hem Batı için hem de Müslümanları yöneten İslam’dan uzak bulduğu yönetimler için kullanmıştır) olduğunu söyleyerek, bunlarla yapılan savaşın “cihad” olduğunu savunmuştur.53 Mısır iktidarını ve toplumdaki -kendilerini Müslüman olarak niteleyen- destekçilerini “kafir/cahiliye” olarak niteleyen Kutub’un yaklaşımı, Mısır halkı içinde “Müslümanlar” ve “kafirler” gibi kutuplaştırmalara sebep olmuştur.54 c. “Devrimci İslam” ve Türkiye’deki Etkin Cemaatler: Nurcular, Süleymancılar ve Nakşibendi-Kotku Cemaati İçeride ise Türkiye çapında bilinen etkili hiçbir İslami grup, devrimci -şiddet kullanarak- bir şekilde merkezi ele geçirerek, halkı “yukarıdan-aşağı İslamileştirme” stratejisi uygulamamıştır. Aslında Türkiye çapında etkili olan/olmuş gruplar (birçok ilde taraftarı ve önemli ölçüde etkisi bulunan) bellidir. Bunları teker teker inceleyerek de bahsettiğimiz görüşü teyit edebiliriz. 1- Nurcular: Bunların birincisi, en yaygın ve en etkin olan Nurcu gruplardır; Türkiye’nin tartışmasız en çok taraftarı ve en etkin grubu olan Gülen Cemaati de bu kategoriye girmektedir. Nurculuğun kollarının temel stratejisi bireyleri yüz yüze görüşerek, kitap, dergi ve gazete gibi yayınlarını okutarak Ehli Sünnet İslami görüşe ve kendi gruplarına yakınlaştırmak olmuştur.55 Devleti şiddet vasıtasıyla ele geçirerek toplumu, yukarıdan-aşağı İslamileştirmeyi düşünen radikal çözümcüler, İslami kesimi kendi taraflarına çekerek gelişmelerini engelleyen Nurcu stratejiyi şu örnekteki gibi eleştirmişlerdir: “Fethullah hoca ve diğer Nurcular… tabandan gelerek 53 Leonard Binder, Islamic Liberalism, s. 177-181. 54 Tarık Ramadan, İslami Yenilenmenin Kökenleri, s. 442. 55 Nurculuğun bu yaklaşımı daha önce alıntılar yaptığımız Said Nursi’nin ve Fethullah Gülen’in kitaplarından, ayrıca Gülen cemaatinin yayınlarından bellidir. Gülen cemaatinin idaresindeki Samanyolu televizyonu ve Zaman gazetesinin yayınları da bunu teyit etmektedir. Daha da önemlisi, bu grupların bugüne kadarki eylem pratiğini incelediğimizde de hep bireyleri kendi cemaatlerine çekmeye çalıştıklarına, fakat devletin merkezini şiddet içeren eylemlerle ele geçirerek yukarıdan-aşağı düzenleme yönünde bir girişimleri olmadığına tanıklık etmekteyiz. Ayrıca bakınız: John O. Voll, “Fethullah Gülen: Yeni İslami Söylemde Modernitenin Aşılması”, Çev. İbrahim Kapaklıkaya, Laik Devlet ve Fethullah Gülen Hareketi, İstanbul Gelenek Yayıncılık, 2004, s. 290-298. 148 İslami bir sisteme sahip olamayacaklarını anlamayacak kadar cahiller. Önce devleti kontrol etmek ve sonra onu yukarıdan-aşağıya yaratmak zorundasınız.”56 2- Süleymancılar: İkinci büyük grup Nakşibendi ekolünden olan ve bu ekolün diğer mensuplarına göre kendine has özellikler ihtiva eden Süleymancılar’dır; bunların eylem planı ise özellikle açtıkları Kuran kurslarında ders verdikleri yüz binlerce genci Ehli Sünnet İslam görüşüne ve cemaatlerine yakınlaştırmak olmuş, fakat devletin merkezini şiddet kullanarak ele geçirerek “yukarıdan-aşağı” düzenleme yapmak şeklinde bir strateji ve eylemleri gözlenmemiştir.57 Nurculuk ve Süleymancılık dışında bağlılarının sayısı milyonlara ulaşmış başka bir İslami grup göstermek mümkün değildir. 3- Nakşibendi-Kotku Cemaati: Siyasal İslam’daki etkisinin önemi sebebiyle Gümüşhanevi-Nakşibendi tarikatını da değerlendirmemize katabiliriz.58 Bu tarikatın şeyhi Abdülaziz Bekkine’nin 1952’deki ölümünden sonra başa geçen Mehmet Zahid Kotku (1897-1980)59 Erbakan’ın lideri olduğu MNP ve MSP’nin kuruluşunda rol oynadı. Başta başbakan ve cumhurbaşkanı olmuş Turgut Özal’ın, başbakan olmuş Necmettin Erbakan’ın, başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve daha ünlü birçok ismin bu tarikattan etkilenmesi; ayrıca İslami kesimin siyasete olduğu kadar ekonomik hayata girmesinde de bu tarikatın teşvikleri önemlidir.60 Bu tarikatın hedefi de toplumu “yukarıdan-aşağı şiddet kullanarak” değiştirmekten ziyade Ehli 56 Bunu, Sezgin Koçak, Hakan Yavuz’a, Konya’da yaptıkları görüşmede beyan etmiştir: Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 272. 57 Süleymancılar; -Ruşen Çakır’ın kitabının ilk baskısının tarihi olan 1990’dan önceki tespitlerine göre- binin üstünde özel binada yüz binden fazla gence kurs vermekte, Avrupa’yı ağ gibi saran 215 İslam Kültür Merkezi’ni bünyelerinde barındırmaktadırlar: Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, s. 125-138. Hakan Yavuz’a göre Süleymancılar dört milyonluk mürid sayısıyla ikinci büyük cemaattir. (Bizce bu tahmin abartılı olsa da, Süleymancılar’ın tahmin edilen gücü hakkında bir kanaat verebilir.): Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 196-202. 58 Ayrıca Nakşibendiliğin önemli kolları olan Erenköy Cemaati’ni, İsmail Ağa Cemaati’ni ve Menzil Cemaat’ini sayabiliriz. Saydığımız cemaatlerden sonra en geniş taraftar kitlesine sahip cemaatler bunlardır. Bu cemaatlerin de söylem ve yayınları; devletin merkezini şiddet kullanarak ele geçirmeye yönelik bir strateji benimsemediklerini, bireylerin “nefsini terbiye” suretiyle maneviyatlarını ilerletme ve vaazlar, yayınlar, yüz yüze görüşme suretiyle bağlılarını arttırma stratejilerini benimsediklerini göstermektedir: Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, s.56-72. 59 Şerif Mardin, “Türk Tarihinde Nakşibendi Tarikatı”, Çağdaş Türkiye’de İslam, Ed. Richard Tapper, İstanbul, Sarmal Yayınevi, 1991, s. 86-87. 60 Hakan Yavuz, a.g.e., s. 191-192. 149 Sünnet İslami görüşü vaazlarıyla, yayınlarıyla ve yüz yüze görüşerek yaygınlaştırmak ve cemaatin halkasını genişletmek olmuştur. Burada, bu tarikatın kuruluşunda rol oynadığı MNP ve MSP çizgisinin; Kepel’in, 1980’lerden önce İslam dünyasında var gördüğü, merkezi ele geçirerek “yukarıdan-aşağı” düzenleme yapmaya çalışan eğilime karşılık gelip gelmediği sorulabilir. Kepel’in ”yukarıdanaşağı” düzenleme ile kastı devrimci, şiddet kullanarak (İran’da 1979’da olduğu gibi) sistem değişikliğidir. Eğer gizli niyetlere dair bir söylemden hareket etmez ve bu partilerin tüzel kişiliklerine ve eylemlerine bakarsak; bu partiler, anayasa çerçevesinde kurulmuş, sistem içerisinde demokrasinin kurallarıyla dönüşüm yapmaya çalışan, kendi taraftarlarına sivil toplumda daha fazla güç aktarımında bulunma ve onları devletin baskısından bağımsızlaştırma hedeflerini güden, kurucu ideolojiye zıt bir konumda olmalarına rağmen legalitesini muhafaza etmeye çalışan, kurumlar olarak gözükmektedirler. Sonuçta, Türkiye Cumhuriyeti’nde, İslami kesimin yaygın ve önemli hareketlerinin hiçbiri; Kepel ve Göle’nin “devrimci İslam” olarak gördükleri, 1980’lerden önce oldukları var sayılan hareketlere karşılık gelmemektedir. Türkiye’de 1980’lerden önce “yukarıdan-aşağı” şiddetle devleti ele geçirmeye yönelik devrimci bir strateji benimsemiş önemli hiçbir hareket yoktur; devrimci söylemi benimsemiş gruplar ve bireyler marjinal kalmışlardır. Türkiye’deki önemli İslami hareketlerin temel stratejisi ve eylem pratiği; yüz yüze, vaazlarla ve yayınlarla bireyleri dönüştürmek yönünde gerçekleşmiştir. Bu grupların benimsedikleri temel strateji “yukarıdan-aşağı devrimci değiştirme” değil, “aşağının içinde çalışarak aşağıyı değiştirme” ve “aşağıdaki güçle yukarıyı yapılandırma” şeklinde olmuştur. Fakat bu gruplar için devletin yukarıdan-aşağı etkileme gücünün azalması; devletin ideolojisine aykırı “aşağının içindeki faaliyetleri” devlet baskısıyla engellendiği için, önemli olmuştur. Bu gruplar, önceden bahsedilen süreçlerin sonunda, kendi dünya görüşlerine zıt devletin seküler ideolojisinden bağımsızlaşarak ve yeni fırsat alanlarının sunduğu imkânlarla holdingler, finans kuruluşları, radyolar ve televizyonlar gibi araçlara sahip olarak etkilerini ve güçlerini arttırmışlar; sivil toplum kuruluşlarının, temsil ettikleri kitlenin sözcüsü olma fonksiyonunu, daha etkin biçimde gerçekleştirmeye başlamışlardır. “Aşağıdan-yukarı etkinin” (çevrenin 150 merkezi belirlediği/etkilediği) yeni oluşan siyasi, sosyal ve ekonomik ortamın belirgin bir unsuru olarak ortaya çıktığı yapıda; çevrenin önemli bir unsuru olan İslami kesimin gücü, merkezin politikalarında ve yapısının belirlenmesinde ciddi derecede etkide bulunabileceği/bulunduğu bir seviyeye -devrimci ve şiddet temelli bir strateji uygulanmadan- ulaşmıştır. B. 1980’lerden Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin İdeolojik Aygıtları Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçildikten sonra, özellikle kurulan birçok yeni eğitim kurumu sayesinde, devletin ideolojik aygıtlarıyla nüfuz gücünün arttığını gördük. Ayrıca Cumhuriyet’te devletin ideolojik aygıtlarıyla daha geniş bir topluluğa ulaşabilmesi ve 1950’lerden sonra şehirleşmenin artması gibi, halkın daha çok bu aygıtların etkisi altına girmesini sağlayan siyasi ve sosyal yapıdaki değişikliklerin olduğunu işledik. Aslında 1980’lerden sonra, eğitim kurumlarının ve şehirleşmenin artmasında doğrusal bir artış grafiğinin gözlenmesiyle, devletin ideolojik aygıtlarıyla daha çok kişiye daha yoğun şekilde ulaşılması mümkün olmuştur. Fakat bu olgulara rağmen, burada savunduğumuz tez, Türkiye Cumhuriyeti’nde “devletin ideolojik aygıtlarının” toplumu dönüştürme kapasitesinin doğrusal bir artış grafiği izle(ye)mediği; 1- devletin ideolojik aygıtlarından bağımsız olarak kitle iletişim araçları gibi unsurlarla küreselleşmenin toplumu dönüştürme kapasitesinin artması ve 2- merkezin kurucu ideolojisine muhalif olan unsurların, özellikle İslami hayat görüşünü benimseyenlerin, kitle iletişim araçları ve eğitimsel aygıt gibi ortamlarda “mevzi kazanması” ve kendi medyalarıyla eğitim kurumlarını kurmaları gibi nedenlerle, devletin ideolojik aygıtlarıyla dönüştürme kapasitesinin, 1980’ler ve sonrasındaki süreçlerde azaldığıdır. Kurucu ideolojinin, ideolojik aygıtlarla nüfuz ettirilme kapasitesinin azalması, devletin kurucu seküler ideolojisine muhalif İslami hayat görüşünü savunan bireylerin ve grupların bağımsızlığını ve gücünü arttırmasının önemli sebeplerinden birisidir. Bu bölümde bunu göstermeye çalışacağız. Diğer yandan bu konu açısından önemli bir husus olan, 1980’lerden sonra, merkezde kurucu ideolojiden farklı görüşlerin de seslendirilmesinin artması daha sonraki başlıkta tartışılacaktır. (Bu bölümün “C” maddesinde ele alınacak; 151 merkezde farklı ideolojiler etkiler olunca, bahsedilen aygıtların kurucu ideoloji yönünde kullanılması azalmıştır.) 1. Küreselleşme Sürecinde Kitle İletişim Araçlarının Artan Önemi “Kitle iletişimi” birçok medya kurumunu ve ürününü dile getirmekte kullanılan yaygın bir terimdir; fakat bu ifadedeki “iletişim” sözcüğü yanıltıcı olmamalıdır. “İletişim” sözcüğüyle özellikle karşılıklı bir alışveriş kastedilmekle beraber, bu terimde kastedilen daha çok ileticiden alıcıya tek yönlü olarak gerçekleşen bir mesaj akışıdır.61 McLuhan, iletişim teknolojisindeki gelişmelerin, toplumun yapısında ve düşüncesinde yol açtığı devasa değişikliklerin gerekli ilgiyi görmediğini; birçok düşünürün, bu konuda, devekuşu gibi kafalarını toprağa gömdüklerini ifade etmektedir. O, elektromanyetik keşiflerin, bütün insani ilişkilerde “eşzamanlı alanı” yaratmış olduğunu söyler ve insan ailesinin artık “küresel köy”de yaşadığı göz önünde bulundurularak, küresel ve toplumsal analizlerin yapılması gerektiğini savunur.62 McLuhan, medyayı, insanın uzantıları olarak düşünür; nasıl tekerlek ayağın, giysi bedenin uzantısıysa aynı şekilde radyo kulağın, televizyon gözün uzantısıdır. Bu duyuların değişmesi ise insanın, düşünce ve davranışlarıyla değişimi anlamını taşır. İnsan, bu “uzantıları”nın farkına varmaz, merkezi sinir sistemi adeta “anesteziyle” kendini uyuşturmaktadır; McLuhan buna “Narcissus miti” der. (Bu, Freud’un “bastırma” diye ifade ettiği mekanizmaya benzer.)63 Baudrillard, çağdaş toplumun mevcut durumunda medyanın etkisine dikkat çekmiştir. İktidar ilişkilerini incelerken Foucault’nun, medya olgusuna gereğince yer 61 John B. Thompson, “Kitle İletişiminin Bazı Özellikleri”, Çev ve Der: Erol Mutlu, Kitle İletişim Kuramları, Ankara, Ütopya Kitabevi, 2005, s. 210-211. 62 Marshall McLuhan, Gutenberg Galaksisi, 2. bs., Çev. Gül Çağalı Güven, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2007, s. 47-48. 63 Erol Mutlu, Televizyon ve Toplum, Ankara, TRT Yayınları, 1999, s. 57-58. Mutlu, McLuhan’ın bu durumu niye “Narcissus miti” olarak nitelediğini şöyle aktarır: “Narcissus söylencesine göre genç Narcissus (ki bu narkoz, kendinden geçme, dumura uğrama anlamlarına gelen bir sözcüktür) suda gördüğü kendi yansıyan görüntüsünün bir başkasına ait olduğunu zanneder. Kendisinin ayna sayesinde gerçekleşen uzantısı, kendisinin bir parçası haline gelene kadar algıları dumura uğrar. Kendi uzantısına uyarlanmış ve kapalı bir sistem haline gelmiştir. Bu söylencenin ana fikri, insanların kendilerinin başka bir maddedeki uzantıları karşısında derhal büyülenmeleridir.”(s. 58) 152 vermemiş olması; Baudrillard’ın, Foucault’ya getirdiği yerinde bir eleştiridir.64 Baudrillard, medya aracılığıyla bugüne gelinmesini teknolojik determinist yaklaşımıyla açıklarken; bir simülasyonlar dünyasında yaşandığına, medyanın sunduğu modeller ile gerçek arasındaki ayrımın bulanıklaştığına dikkat çeker. Örneğin bir TV dizisindeki doktor simülasyonu veya ideal ev, ideal model, ideal seks hakkındaki simülasyonlar “hipergerçekliği” oluşturup, gerçekliği dönüştürmeye bile başlarlar.65 Televizyonun insanları etkilemedeki bu gücü, birçok kişiyi karamsar görüşlere itmiştir. Neil Postman bunlardan birisidir; televizyonu bizi içten fetheden, kendisine isteyerek teslim olduğumuz, bizi güle oynaya yiyip bitiren bir canavara benzetir. Kendimizi teslim edişimizin nedeni ise eğlence ve oyalanmamızdan aldığımız hazdır.66 Herbert Marcuse ise medyanın, bilgi aktarma ve eğlendirme gibi gözüken fonksiyonlarının ardında manipülasyon ve endoktrinasyon yattığına dikkat çekmiştir. Marcuse’a göre insanların “tek boyutlu” kalma ve kendileriyle toplumları üzerinde sağlıklı değerlendirme yapamamalarının en önemli sorumlusu medyadır.67 Max Horkheimer ve Theodor Adorno da kitle iletişim araçlarının, insanları ve kültürel biçimleri metalar haline dönüştürmelerine; insanın, gerçekle kurguyu, rasyonelle irrasyoneli ayırma yetisini yıkmalarını eleştirmişlerdir. Horkheimer ve Adorno’ya göre, kitle iletişim araçları, kapitalizmin tahakkümünü yaygınlaştırma araçları olup; zihnin özerkliğini ve bireyin öznelliğini tahrip etmişlerdir.68 Bu yönüyle Horkheimer ve Adorno için medyanın, sistemin ideolojik aygıtları olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Althusser de medyayı, devletin mevcut üretim ilişkilerini yeniden üretmesini mümkün kılan ideolojik aygıtları arasında saymıştır.69 Burada, bahsedilen düşünürlerin, kapitalist üretim ilişkilerinin muhafazasında, medyayı, devletin ideolojik aygıtı olarak değerlendirmeleriyle; bizim, Türkiye Cumhuriyeti’nin, ideolojisini nüfuz ettirmede kullandığı ideolojik aygıtlarının nüfuz 64 Steven Best, Douglas Kellner, Postmodern Teori, Çev. Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1998, s. 154. 65 A.e., s. 148-150. 66 Erol Mutlu, Televizyon ve Toplum, s. 163. 67 Herbert Marcuse, One-Dimensional Man, Boston, Beacon Press, 1991, s. 8, 245-246. 68 Jack Zipes, “Frankfurt Okulu ve Kültür Eleştirisi”, Çev ve Der: Erol Mutlu, Kitle İletişim Kuramları, Ankara, Ütopya Kitabevi, 2005, s. 227-229. 69 Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 169. 153 gücünün, medyanın etkisinin artması ve özelleşmesiyle nasıl değiştiğini değerlendirmemiz arasındaki farka dikkat edilmelidir. Buraya kadar alıntılar yaptığımız yazarlarla, aynı şekilde, içinde bulunduğumuz dönemde medyanın toplumu dönüştürmede ve düşünceleri etkilemede önemli unsurların başında geldiğini; bu etkiyi hesaba katmayan açıklamaların mutlaka kısır kalacağını ve bu etkinin, farkında olunmadan, eğlenirken gerçekleştiğini savunuyoruz. Fakat bizim odak noktamız; Türkiye Cumhuriyeti merkezinin, ideolojik aygıtlarıyla nüfuz gücündeki değişimin, İslami kesim için yol açtığı değişikliklerdir. Bu odak noktası açısından, küreselleşme sürecinde etki eden kitle iletişim araçlarının -özellikle elektronik medyayı kastediyoruz- Türkiye’deki İslami kesim için sonucu; devletin, ideolojik aygıtlarıyla toplumu ve toplumun bir parçası olan İslami kesimi dönüştürme kapasitesinin azalması olmuştur. Bunun başlıca iki nedeni vardır: 1- Medya aracılığıyla, devletin ideolojik aygıtlarından bağımsız bir şekilde küresel kültür -özellikle konumuz açısından önemli Neo-liberal değerler- toplumu dönüştürmektedir. Medyanın bilgi ve hayat görüşü aktarmada artan rolü, devletin ideolojik aygıtlarından rol çalmak anlamına gelmektedir. 2- İslami kesim, kurduğu medya organlarıyla, alternatif bir ideolojiyi yaygınlaştırmaktadır. Önceden bireyin kimliğini şekillendirmede ailenin ve dinsel ideolojik aygıtın rolü birincilken; sonradan dinsel ideolojik aygıtın yerini, Althusser’in de dikkat çektiği gibi eğitimsel ideolojik aygıt almıştır.70 Gittikçe medyanın etkisinin artmasıyla, Türkiye’deki eğitim kurumlarının da, Diyanet gibi dinsel ideolojik aygıtların da bireyleri şekillendirme kapasitesi azalmıştır. Ayrıca Marcuse’un dikkat çektiği gibi ailenin, medya ile rekabeti çok zordur ve medyanın yükselen önemi, ailenin de bireyler üzerindeki etkisini azaltmıştır. Marcuse’a göre toplumsallaşma etkeni olarak aile çökerken kitle iletişim araçları yükselmiştir.71 70 A.e., s. 176-177. 71 Douglas Kellner, “Kültür Endüstrileri”, Çev. ve Der: Erol Mutlu, Kitle İletişim Kuramları, Ankara, Ütopya Kitabevi, 2005, s. 238. 154 Medyanın yükselişiyle yeni kontrol biçimleri yükselişe geçerken, eski kontrol biçimlerinde değişimler de olmuştur. Örneğin Türkiye merkezinin -diğer birçok ülke gibi- medya üzerindeki hâkimiyeti, eğitimsel ideolojik aygıtlarına nazaran çok düşüktür. RTÜK gibi kimi kurumlar devletin ideolojisine uygunluğu denetlese de, bu kontrol, devletin eğitimsel ideolojik aygıtındaki kontrolüyle mukayese edilemez. Üstelik kablolu yayınlarda çıkan kanallar ve internette yayınlanan içerik üzerindeki kontrol yok denecek kadar azdır. Sonuçta, başta devletin eğitimsel ideolojik aygıtından olmak üzere, medyaya transfer olan bireyleri şekillendirme kapasitesi; devletin ideolojik aygıtlarıyla nüfuz gücünün azalması demektir. Elektronik medyayı devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak saymak 1990’lara kadar kısmen doğru olabilir. (Devlet kontrollü özelleştirme öncesi yayınlarda da yayınlanan filmler, -Dallas gibi- yabancı diziler gibi yayınlarla küresel kültürün, devletten bağımsız bir etki gücü olduğunu söyleyebiliriz.) Fakat TV ve radyo kanallarının özelleştiği, uluslararası yayınların Türkiye’de çok rahat seyredilmeye başlandığı ve diğer medya organlarına göre devletin üzerindeki kontrolünün daha az olduğu internetin yaygınlaştığı 1990’lardan sonra; medyayı, devletin ideolojik aygıtından ziyade devletin ideolojik nüfuz gücünü azaltan aygıtlar olarak görmek gerekir.72 Türkiye’nin ideolojik aygıtlarıyla nüfuz gücünün azalması, bu aygıtlarla sekülerleştirilmeye çalışılan İslami kesimin özgürleşmesi anlamına geldiği için konumuz açısından önemlidir. Fakat diğer yandan, devletin ideolojik aygıtlarının sekülerleştirici etkisinden kurtulan İslami kesim; McLuhan’ın “Narcissus miti” ile dikkat çektiği gibi, uyuşmuş bir vaziyette, eğlenirken farkında olmadan, küresel kültürün sekülerleştirici, tüketimi her türlü değerin üstünde gören değerleriyle dönüşmektedir. Devletin merkezi, ideolojik aygıtlarıyla Batılılaştırma gücünü 72 Althusser’in dikkat çektiği gibi devletin ideolojik aygıtlarının devlet kurumu olması şart değildir; bunlar özel kuruluşlar da olabilir. Althusser “… özel ya da kamusal olması pek önemli değildir. Önemli olan işleyişleridir.” demektedir: Louis Althusser, a.g.e., s. 170. Türkiye’deki medyaya, örneğin İslami kesimin yönettiği medyaya baktığımızda; bunların işleyişlerinin, devletin kurucu ideolojisiyle uyumlu olmadığı açıktır. Bunun yanında bu uyumsuzluk her hususu kapsamaz; birçok özel medya organıyla beraber İslami kesimin medya organlarının çoğu da devletin bölünmez bütünlüğü veya mevcut ekonomik sistemin devamı gibi bazı hususlarda devletin ideolojik aygıtları gibi fonksiyon görmektedirler. Sonuçta, özel elektronik medyanın çıkışı, tamamıyla, her hususta devletin ideolojisine muhalif aygıtların kurulması değildir; fakat devletin eskisi kadar toplumu manipüle etme gücü kalmadığını tespit etmek de önemlidir. 155 kaybederken; ortaya çıkan yeni güç medya, gücünü hissettirmeden, “organların genişlemesi” ile Batılı değerleri -en yeni formuyla Batı’yı- aktarmaktadır. Sonuçta devletin merkezinin ideolojik aygıtlarındaki güç kaybı, mutlak olarak ideolojisinin tüm unsurlarının Türk toplumunda güç kaybettiği anlamına gelmez. Örneğin kadınların kamusal alana daha çok çıkması veya Batılı kıyafetlerin benimsenmesi gibi Cumhuriyet’in ideolojisine uygun kimi unsurlar, medyanın yükselen etkisi ile yaygınlaşmıştır. Fakat bu dönüşümlerde devlet merkezinin -ve devletin ideolojik aygıtlarının- önemi ve kontrolü azalmıştır. Örneğin medyanın oluşturduğu, -Baudrillard’ın deyimiyle “hipergerçekçilik”teki- kadın imgesi; bireyci, kendi hazzına öncelik veren özellikleriyle, Kemalist ideolojinin “vatansever-fedakâr kadın” imgesinden de uzaktır. Burada birçok yerde medya olarak vurgu yaptığımızın, özellikle Batı, hatta Amerikan merkezli bir kültürü yayan medya olduğuna dikkat edilmelidir. Bu medya bir yandan genelde Batılı, özelde ise Amerikan kültürünü yaymaktadır; nitekim Fransa’da bile birçok entelektüel, medyayla yayılan kültür sonucunda Coca Cola’nın -simgesel öneminden dolayı Coca Cola’ya özellikle vurgu yapılmaktadıryaygınlaşması ve “Fransız olmanın” anlamını yitirmesi karşısında endişelerini ifade etmişlerdir.73 Aşağıdaki satırlarda hem McLuhan, Baudrillard, Horkheimer, Adorno, Marcuse gibi düşünürlerin özellikle dikkat çektikleri, Batılı, temelde de Amerika merkezli, Neo-liberal değerleri yayan hâkim medyanın (daha çok elektronik medyanın) yaygınlaşmasıyla, Türkiye’deki devletin ideolojik aygıtlarının azalan etki gücüne değineceğiz; hem de konumuz açısından önemli, bu hâkim medya dışında gelişen (bir yandan da bu hâkim medyanın etkisindeki) İslami kesimin alternatif medyasının yaygınlaşmasıyla, bu aygıtların azalan etki gücüne temas edeceğiz. Buradaki tespitimiz siyasi ve sosyolojik bir olgu olarak Türkiye merkezinin ideolojik aygıtlarıyla nüfuz gücünün azaldığıdır. Aslında bu olgu, Stephen Cohen’in dikkat çektiği, dünyanın hemen her yerinde devletlerin bilgi üzerindeki tekele yakın denetiminin, yeni oluşan elektronik medya olgusuyla zayıflama sürecinin, 73 Jean-Noel Jeanneney, Başlangıcından Günümüze Medya Tarihi, 3. bs., Çev. Esra Atuk, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, s. 322. 156 Türkiye’de de yaşanmasıdır.74 Bu tespitimiz, tam olarak devletin ideolojisinin gücünün her yönüyle azaldığı anlamına gelmez. Çünkü medyanın yükselen gücü, devletin ideolojik aygıtlarının önemini azaltırken, devletin ideolojisine hizmet ettiği hususlar da vardır. Açık olan bir durum vardır ki; o da, hâkim medyayla yayılan yeni kültürle ve alternatif medyayla yeni güç odaklarının güçlenmesiyle, siyaset ve toplumla ilgili denklemin daha karışık ve analizi zor bir hal aldığıdır. 2. Özel Radyolar ve İslami Kesimin Radyoları “Radius” kelimesinden türeyen ve ışıma anlamına gelen “radyo” okuma yazma bilmeyen kitlelere bile sözle ulaşmayı mümkün kılan bir kitle iletişim aracıdır ve 1920’ler-1930’lardan itibaren kurumsallaşarak dünyada yaygınlaşmıştır.75 Ekonomik liberalizmin bir dogma olarak benimsendiği Amerika’da, en başından itibaren radyolar özel teşebbüs tarafından yaygınlaştırıldı. 76 Fakat Avrupa’da, radyoların devletin ideolojik aygıtı olmaktan çıkmasından duyulan endişeyle radyolardaki devletçi tekel uzun bir süre sürdü. Nitekim II. Dünya Savaşı’nda radyoların halkı yönlendirmedeki gücü gözlemlenmişti; bu topyekûn savaşın bir boyutu da savaşan devletlerin radyoları arasında yaşanmıştı. 77 Avrupa’daki birçok yerde özel radyoların faaliyet göstermesi ancak 1970’lerden sonra mümkün oldu. İngiltere’de BBC, radyoların üzerindeki tekelini 1972’de kaldırdı, İtalya’da 1975’ten sonra özel radyolar yaygınlaşmaya başladı, Belçika’da ise bu süreç 1970’lerin sonunda, 1980’lerin başında yaşandı. 78 Küreselleşme sürecinin hızlandığı dünyada Neo-liberal değerlerin yükselmesi ve Türkiye’de bu değerlerin yaygınlaştırıcısı Özal hükümetleriyle, 1980’ler Türkiye’sinde “özelleşme” yükselen değer olmuştu. Amerika’da en başından itibaren olduğu gibi, Batı’nın, Atlantiğin diğer yakasındaki bölümü Avrupa’da da özel 74 Stephen P. Cohen, “U.S. Security in a Separatist Season”, Toward The Twenty-First Century, Ed. Glenn Hastedt, Kay Knickrehm, New Jersey, James Madison University, 1994, s. 432-433. 75 Şevket Sayılgan, “Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de Yabancı Sermayenin Medyaya Girişi”, Küreselleştirme Makinesi: Medya, İstanbul, Beta, 2008, s. 217. 76 Jean-Noel Jeanneney, a.g.e., s. 146. 77 A.e., s. 167-190. 78 A.e., s. 250-252. 157 radyoların yaygınlaşmasıyla; Türkiye’nin, rol modeli ve referans noktası olan Batı’yı takip etmesinin, radyoların özelleştirilmesini içereceği iyice açığa çıktı. Türkiye’nin dış politikasının 1980’lerden sonraki temel hedefi olan AB’ye girme hedefi de bu süreci destekliyordu. Sonuçta dünyadaki ve Türkiye’deki konjonktürün sonucu olarak 1990’larda Türkiye özel radyolarla tanıştı. Avrupa’da “özgür radyolar” mücadelenin ve kamuoyunun desteğiyle kazanıldığı gibi,79 Türkiye’de de uygun konjonktürün içinde yapılan mücadele ve kamuoyu desteğiyle “özgür radyolar” oluştular. Önce yasal olmayan bir şekilde başlayan ve tartışmalara konu olan özel radyo yayıncılığı, daha sonra gerekli yasal düzenlemeler çerçevesinde yapılmaya başlandı. Kamuoyundan gelen yoğun baskının da etkisiyle 8 Temmuz 1993’te, TBMM’nin 3913 sayılı kararıyla, 1982 Anayasasının 133. Maddesi “Radyo ve televizyon istasyonları kurmak ve işletmek kanunlarla düzenlenecek şartlar çerçevesinde serbesttir” şeklinde değiştirilerek, özel radyo ve televizyonlar meşrulaştırılmış oldu.80 Radyoların özelleşmesi televizyonlarla aynı döneme geldiği için hem göze hem de kulağa hitabeden televizyonların yanında radyolar ikinci planda kalmıştır. Fakat radyo dinleyenlerin günün ne kadarını radyo dinleyerek geçirdiğine bakıldığında, ortaya çıkan zaman diliminin hiç de azımsanmayacak ölçüde olduğu gözükmektedir. RTÜK’ün yaptırdığı ankette, radyo dinlediğini beyan edenlerin oranı % 59,4’e gelmektedir.81 Radyo dinleyicilerinin, hafta içi radyo dinleme miktarı 3,41 saatken, hafta sonu 3,27 saattir. (Bu anketten önce 2007 yılında yapılan ankette radyo dinleme miktarı daha da yüksek çıkmıştır.82 Aşağıdaki tabloda hafta içi radyo dinleme oranlarını görüyorsunuz:83 79 A.e., s. 250-255. 80 Vedat Demir, Türkiye’de Medya Siyaset İlişkisi, s. 191. 81 RTÜK’ün yaptırdığı araştırmada 4376 kişiyle görüşülmüş; bunların 2600’ü radyo dinlediğini, 1776’sı ise radyo dinlemediğini beyan etmiştir: “Radyo Dinleme Eğilimleri Araştırması-2”, Ankara, 2009, (Çevrimiçi) http://www.rtuk.org.tr/upload/File/Radyo2_DinlemeEgilimleri10sub2010.pdf. 17.06.2010. s. 25. 82 A.e., s. 34-37. 83 A.e., s. 29-33. 158 TABLO 3: RADYO DİNLENME ORANLARI Hem radyo kurulması daha az sermayeyle mümkün olduğu, hem de yerel radyolarla sayısı 1000’i geçen radyoların denetimi zor olduğu için; İslami kesim, radyoculuğu güç arttırımında ve ideoloji yaymada -İslami terminolojiyle “tebliğ” faaliyetinde- önemli bir araç olarak benimsedi. Birçoğu yerel olan bu radyoların ne kadarının “İslami radyo” olduğunu tam olarak belirlemek hayli zor olsa da; bu konuyla ilgilenen bir gazeteci-yazar, 1997 yılında, Türkiye’deki 1057 radyodan 500’ünün İslami çizgide olduğunu ifade etmiştir.84 Örneğin Gülen Cemaati’nin Burç FM’i ve İskenderpaşa Cemaati’nin Akra FM’i, sayıları yüzlerle ifade edilen İslami kesimin radyoları içinde popüler olan radyolardandır. İkisi de 1993 yılında kurulan bu radyolar, benzerleri birçok radyo gibi hem İslami görüşleri yaygınlaştırma, hem kendi cemaatlerine ulaşarak cemaatlerinin birliğini sağlama fonksiyonunu yerine getirmekte; bu radyolarda cemaatlerin liderleri olan Fethullah Gülen ve Esat Coşan’ın (2001’de vefat etti) vaazları yayınlanmaktadır.85 İslami kesimin yaygın 84 Faruk Bildirici, “Bu Radyoları mı İstedik?”, Hürriyet, 14.10.1997. 85 Alper Bilgili, The Re-Organization of the Main Islamic Communities In Turkey, Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2006, s. 60,70-71. 159 olarak dinlenen diğer radyoları Kanal 7 ve Meltem FM’dir.86 Bu dört radyo, en çok dinlenen 20-30 radyo arasındadır. Fakat dini içerikli yayın merkezli politikası olmayan radyoların, dini içerikli olanlardan daha fazla dinlendiği de hatırlanmalıdır.87 Radyo dinleyicilerinin en çok müzik dinlemek için radyoyu kullanmaları, 88 daha çok dinlenmek için talep edilen müzik yayını neyse onu yapmakta, Ehli Sünnet bazı yorumlardan kaynaklanan çekinceleri olan İslami kesimi, diğer radyolarla yarışta dezavantajlı bir duruma getirmektedir. İslami kesimin radyoları diğer radyolardan daha az dinlenseler de, özel radyoların olmadığı dönemle kıyaslandığında, “tebliğ yapmaları”nda ve cemaatlerinin birliğini sağlamalarında ortaya çıkan bu yeni imkân kayda değerdir. İslami kesimin içinden, radyo gibi medya teknolojisinin başkaları tarafından üretildiğini, bunların İslami bir pakette sunulmasının hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini; McLuhan’ın ifade ettiği gibi, “aracın mesajın ta kendisi olduğu”nu söyleyerek, bu yeni tüketim ve iletişim biçimlerini eleştirenler oldu.89 Gerçekten de İslami radyoculuk, Ehli Sünnet İslami kesimin; güç kazanmasında bir araç olduğu gibi, dönüşümüne sebep olan bir araç da olmuştur. Ehli Sünnet İslam’da, kadın sesinin -özellikle şarkı söylerken- duyulup duyulmaması gerektiğiyle ilgili ve müzik aletlerinin “caiz” olup olmadığıyla ilgili hassasiyet90 her geçen gün azalmaktadır. Fakat, McLuhan’ı takip ederek; aracın, mesajın ta kendisi olduğunu, dönüşümün sorumlusunun radyonun kullanılış tarzından ziyade bizatihi radyonun kendisi olduğunu düşünmek –bu yaklaşım önemli bazı hususlara dikkat çekiyor olsa dabizce, doğru gözükmemektedir. Nitekim Francis Fukuyama da iletişim teknolojisindeki gelişmelerin, değer yönünden nötr olduğuna; değişik ideolojilerin farklı değerler için bu teknolojiyi kullanmasının mümkün olduğuna dikkat çekmiştir.91 86 Radyo Dinleme Eğilimleri Araştırması-2”, s. 11. 87 A.e., s. 47-50. 88 A.e., s. 14. 89 Umut Azak, “İslami Radyolar ve Türbanlı Spikerler”, İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri, 2. bs., Ed. Nilüfer Göle, İstanbul, Metis Yayınları, 2000, s. 96. 90 A.e., s. 105-106. 91 Francis Fukuyama, The End of History and the Last Man, New York, Harper Collins Publishers, 2002, s. 7. 160 3. Özel Televizyonlar ve İslami Kesimin Televizyonları 1939 Londra’sında, BBC’nin haftada 24 saat olarak yaptığı yayınları alabilen 20.000 televizyon alıcısı vardı. Amerika’nın savaşa girdiği yıl olan 1941’de ise Amerika’da sadece 5.000 televizyon alıcısı vardı. II. Dünya Savaşı radyonun yıldızını parlatırken, mühendislerin başka yöne kayan dikkatleri televizyonun gelişmesini önledi. Savaş sonrası yıllarda ise radyonunkine benzer bir hikâye yaşandı; Amerika’da yine ekonomik liberalizme uygun bir şekilde televizyonculuk özel sektörün girişimleriyle gelişti, Avrupa’da ise televizyonun devletin ideolojik aygıtı olmaktan çıkmasının endişesiyle devlet tekeli korundu. Fakat radyolarda olduğu gibi televizyonlarda da, halkın artan talepleri ve baskısı sonucunda devlet tekeline son verildi.92 Televizyonlarda devlet tekeline son verilmesi radyolara yakın dönemdedir; İtalya’da 1970’lerin sonunda kargaşalı bir süreçle özel televizyonlar yayılmaya başladı, 1985’te Fransa’da üç özel kanalın açılması büyük yenilikti, Almanya’da ise ilk özel kanal 1985 yılında faaliyete geçti…93 Böylece Türkiye’nin referans noktası Batı’nın her iki bölgesinde de özel televizyonlar yayılmış oldu. Bu dış etken, Türkiye’nin AB süreciyle Batı’ya yakınlaşmasını arttırması ve Özal’la özelleşmenin yükselen değer olmasıyla birleşince; özel televizyonculuk da -özel radyoculuk gibi- Türkiye için kaçınılmaz oldu. 1968 yılında TRT’nin ilk deneme yayınını yapmasından 1990 yılına kadar TRT’nin tekeli sürdü; bu tekel 1990 yılı başında, Magic Box adlı kuruluşun STAR 1 adıyla Türkiye dışından yayın yapmasıyla yıkıldı. 1993 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle özel radyoculukla beraber özel televizyonculuk da meşrulaşmış oldu ve kanalların sayısının hızla arttığı bir sürece girildi.94 Türkiye’nin ilk özel televizyonlarının sahibi Uzan grubu ve Erol Aksoy gibi bankacılık ve diğer alanlarda faaliyeti olan büyük sermaye sahipleriyle Doğan ve 92 Jean-Noel Jeanneney, a.g.e., s. 260-262. 93 A.e., s. 293, 295, 301. 94 Vedat Demir, Türkiye’de Medya Siyaset İlişkisi, s. 190-191. 161 Sabah grubu gibi yazılı basının güçlü isimleri oldu.95 Bu yeni medya sahiplerinin çoğu TÜSİAD’ın üyeleriydiler; özelleşme, devletin küçülmesi ve sivil toplumun güçlenmesi gibi Neo-liberalizmle iyice yükselmiş olan değerlerin yaygınlaşması, bu kişilerin ideolojisinin -çoğunlukla bu kesim bu görüşleri “ideoloji” olarak anmasa dabir gereğiydi. Sonuçta bu yeni medya, Neo-liberal değerlerin yaygınlaşmasına hizmet etti; örneğin, Çiler Dursun’un bu televizyonların haberleri sunuş biçimlerini analiz ederek gösterdiği gibi, bu televizyonlarla “özelleşme”nin toplumun tüm kesimleri için iyi ve gerekli olduğu bir anlayış yerleştirildi.96 Daha önceki başlıklarda (özellikle 3. bölüm “A” altındaki başlıklarda) gördüğümüz gibi çevrede etkili İslami kesimin, merkezin denetiminden kurtularak gücünü arttırmasının en önemli sebeplerinden biri küreselleşme sürecinde yayılan Neo-liberalizmin Türkiye’yi de etkisi altına almasıdır. Bu değerlerin toplumda yaygınlaştırılmasında ise özelleşen elektronik medyanın fonksiyonu dikkat edilmesi gerekli bir öneme sahiptir. Büyük sermaye sahiplerinin kontrol ettiği medyanın; İslam’ın “ötekisi” olarak algılanan Batılı değerlere uygun dizi ve eğlence programlarını yayımlarken, İslami kesimin güç arttırımına katkıda bulunduğu birçok kişi tarafından anlaşılamamıştır. Diğer yandan İslami kesim de McLuhan’ın “Narcissus miti” atıfıyla gönderme yaptığı etkinin altında, bu medyayı seyrederken nasıl değişimler yaşadığını fark edememiştir. Medya, bireyleri pasif alıcılara çevirerek, eğlendirirken dönüştürmekte ve ne kadar büyük bir sosyolojik ve kimliksel değişime sebep olduğunu hissettirmeden etki etmektedir. Türkiye’de televizyonun günde kaç saat izlendiğini tespit etmemiz, bireylerin bilgi edinmelerinde, kimlik ve hayat görüşlerinin oluşumunda; devletin eğitimsel aygıtı gibi ideolojik aygıtlarının öneminin neden azaldığını ve televizyonun bilgiyle kültür aktarımında dikkate alınması gerekli çok önemli bir unsur olarak ortaya çıktığını vurgulamamızın nedenini gösterecektir. Bu konuda yapılan en ciddi araştırmalardan biri olan RTÜK’ün araştırmasına göre hafta içi günde ortalama 4,3 95 Çiler Dursun, TV Haberlerinde İdeoloji, Ankara, İmge Kİtabevi, 2001, s. 146-148. 96 A.e., s. 145-259. 162 saat televizyon seyredilmektedir. Aşağıdaki grafikte toplumun yüzde kaçının, hafta içi ne kadar televizyon seyrettiğini görmektesiniz:97 TABLO 4: TELEVİZYON İZLENME ORANLARI Hafta sonu ise televizyon izlenme oranları ortalama 4,6 saate çıkmaktadır.98 (2008’de yapılan bu araştırmadaki televizyon izlenme oranlarının, 2006’ya nazaran - hem hafta içi hem hafta sonu oranlarında- düştüğü gözlenmiştir.99 Bunun bir nedeninin, hızla yayılan internetin televizyonun izlenme oranlarını düşürmesi olduğunu tahmin edebiliriz.) Bir kişinin 7-8 saat kadar uyuduğunu düşündüğümüzde, televizyon izlenen süre uyanık olunan sürenin dörtte birine yakın bir zamana karşılık gelmektedir ki bu çok önemli bir süredir ve bireylerin şekillenmesinde neden televizyonun dikkate alınması gerekli bir aygıt olduğunu göstermektedir. Televizyon, hem görüntü hem de sesle etki etmesiyle, tüm kitle iletişim aygıtları arasında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Adorno, bağımlı bireylerin oluşumunun en önemli 97 RTUK, “Televizyon İzleme Eğilimleri Araştırması-2”, Ankara, Subat 2009, (Çevrimiçi) http://www.rtuk.org.tr/sayfalar/DosyaIndir.aspx?icerik_id=0ff756b8-292d-4269-9dbc-2bbfe6782cf0, 17.06.2010. s. 38 98 A.e., s. 51. 99 A.e., s. 39, 52. 163 sorumlularının başında “kültür endüstrisi”nin temel sektörü sinemanın geldiğini ifade eder;100 televizyonların yaygınlaşmasıyla sinemalarda izlenen filmler, sinemalardan çok daha fazla evde televizyonlarda izlenmeye başlanmıştır, televizyonun önemli programlarının başında filmler -benzer yapıdaki dizileri, sitkomları de buna dâhil ediyoruz- gelmektedir. McLuhan da özellikle televizyonun, “beyni dumura uğratarak”, farkında olunmadan, muazzam ölçüde etki yapan özelliğine dikkat çekmiştir.101 Çağdaş felsefedeki medya eleştirisi, felsefe tarihinde Platon’a kadar geri götürebileceğimiz, sanatın aldatıcı potansiyeline dikkat çeken eleştirinin bir devamıdır;102 Eski Yunan’da “sanatın aldatıcılığı” en çok şiir-tragedya aracılığıyla gerçekleştiği gibi, günümüzde daha çok televizyon aracılığıyla seyredilen filmler, diziler, sitkomlar… ile gerçekleşmektedir. Diğer yandan yine Platon’un dikkat çektiği gibi, sanatı, insanların “olumlu yönde” eğitilmeleri için kullanmak da mümkündür; fakat “olumlu” ve “doğru” olanın ne olduğu ideolojilerin içinde anlam kazanmakta, kısacası ideolojiden ideolojiye değişmektedir. Her ne kadar Türkiye’deki televizyon istasyonlarının büyük bölümü İslami cemaatlerin dışındaki medya sahiplerinin kontrolündeyse de İslami kesimin kontrol ettiği televizyonların da önemli bir gücü vardır. En çok izlenen televizyonlar arasında, genel izlenme oranlarında 5. sırada yer alan Gülen Cemaati’nin Samanyolu ve 7. sırada yer alan Kanal 7 televizyonları ön plana çıkmaktadırlar.103 Bu televizyonlar; müzik, eğlence ve magazin programlarının izlenme oranlarında çok izlenen televizyonların arasına girememektedirler.104 Fakat yerli diziler gibi halkın en çok izlediği programlar arasında yer alan yapıtlarda; Samanyolu 4. (% 6,2), Kanal 7 ise 8. (% 1,9) sıradadır.105 Dini programların izlenme oranlarında ise Samanyolu 1. (% 39,3), Kanal 7 ise 2. (% 23,1) sıradadır.106 100 Theoodor W. Adorno, “Kültür Endüstrisini Yeniden Düşünmek”, Kitle İletişim Kuramları, Der. ve Çev. Erol Mutlu, Ankara, Ütopya Yayınevi, 2005, s. 242, 249. 101 Marshall McLuhan, Bruce R. Powers, The Global Village, s. 63-64. 102 Platon, Devlet, 10. Kitap, s. 281-306. 103 RTUK, a.g.e., s. 84. 104 A.e., s. 115-116. 105 A.e., s. 96. 106 A.e., s. 108. 164 Bu arada birçok kişiye ilginç gelebilecek bir veri ise Gülen Cemaati’nin Samanyolu televizyonunun belgesel programlarda birinci olmasıdır. Üstelik ikinci sırada yer alan TRT’nin (% 19,7), üçüncü sırada yer alan Discovery’nin (% 7), dördüncü sırada yer alan National Geographic’in (% 4,4) ve beşinci sıradaki Yaban TV’nin (% 4,2) toplam izlenme oranları (% 35,3); Samanyolu’nun izlenme oranının (% 37,2) altında kalmaktadır.107 Bahsettiğimiz istatistik, sadece Gülen Cemaati’nin belgesellerde başarısını ifade eder; fakat bu çarpıcı sonucun nedenlerini, İslami kesimin düşünce ve kavramlarına nüfuz etmeyle ilgili bir endişe taşımayan, hermenötik olmayan yaklaşımlar anlayamaz. Daha önceden (2. bölüm “D” başlığında) gösterdiğimiz gibi, Gülen Cemaati’nin fikri temellerini atan Said Nursi; doğadaki olgulardan din lehine çıkarımlar yapılmasını; daha önceden İslam felsefesinde İbn Rüşd gibi felsefecilerin benimsediği bu yaklaşımı savunmuş ve Nurcu zihinler bu görüşle inşa olunmuştur. Belgeseller, uygun şekilde yorumlanarak, bu amaca hizmet için kullanılmaktadırlar. Nursi’nin kitabında yazıyla göndermeler yaptığı doğadaki olguları, Samanyolu’nun belgeselleri, görsel olarak zihinlere sunmaktadır; elbette Nursi’ninkine uygun yorumlarla. Nursi’nin radyo gibi araçların İslam için kullanılabileceğine, devletin tekelinin olduğu dönemde dikkat çekmesi, daha önce dikkat çektiğimiz gibi, Nurcu grupların bu aletlerden kaçınma yerine kullanma yolunda tereddütsüz girişimde bulunmalarında ve bu konuda İslami gruplar içinde liderliği ellerinde bulundurmalarında önemli olmuştur.108 (Burada Gülen’in organizasyonun becerisinin etkisi de unutulmamalıdır.) Sonuçta radyolar ve televizyonlar, Ehli Sünnet İslami kesim(ler)in önüne -kadın sesi veya müzik enstrümanlarında olduğu gibi- bazı ikilimler çıkarsa da; bu kesim(ler)in dünya görüşlerini yaygınlaştırmalarında, güç arttırmalarında ve cemaatlerinin birliğini sağlamalarında büyük avantajlar sağlamıştır. Radyo ve televizyon 1980’ler, 1990’lar, 2000’ler boyunca kesintisiz devam eden şehirleşmenin artması, elektriğin ulaşamadığı çok az yer kalması, vericilerin yaygınlaşması süreciyle ve ulaşılması çok kolay metalar haline gelmeleriyle; geniş bir kesimin dinlediği/izlediği kitle iletişim araçları oldular. Toplumun sosyal ve alt 107 A.e., s. 113. 108 Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 620. 165 yapısal değişiklikleri; toplumun eğitimi, bilgilendirilmesi ve eğlenmesinde bu araçları daha da önemli kıldı. Bu dönem içinde bu kitle iletişim araçları özelleştiler ve özel sektör tarafından daha cazip, daha çeşitli programlar sunan araçlara dönüştürüldüler. McLuhan’ın dikkat çektiği gibi günümüzün kitle iletişim araçları duvarsız sınıflar oluşturarak, klasik sınıflardaki öğretimi tehdit etmektedirler; bu iletişim araçlarının aktardığı bilgi miktarı okullardakini aşmıştır.109 Radyonun ve ondan daha fazla televizyonun bu artan önemine karşın, bireyleri şekillendirmede önceden etkili olan aygıtların etkileme gücünde bir düşüş oldu; bunlar ise özellikle aile ve devletin en önemli ideolojik aygıtları olan eğitim kurumlarıdır. Devletin ideolojik aygıtlarıyla etkileme gücündeki kayıpsa, Türkiye’deki İslami kesimle ilgili analizlerde mutlaka göz önünde bulundurulmalıdır. 4. İnternet ve İslami Kesim İnternet 1990’larda ve 2000’lerde dünyaya çok hızlı bir şekilde yayıldı; milyarlarla ifade edilen geniş bir kitlenin faydalandığı önemli bir bilgi, ticaret, eğlence ve iletişim kaynağına dönüştü. İnternet, bilgiye ucuz ve hızlı erişimi mümkün kılması, iletişimi ucuzlatıp yoğunlaştırmasıyla küreselleşme sürecinin çok önemli bir unsuru oldu. Joseph Stiglitz’in dikkat çektiği gibi; internet sayesinde gelişmekte olan ülkelerdeki bir kişinin bilgiye ulaşmasındaki kolaylık, bir asır öncesinde en gelişmiş ülkedeki imkânların çok üzerine çıktı ve küreselleşme karşıtı hareketler bile küreselleştirici teknoloji internet sayesinde organize oldular.110 İnternetin Türkiye’ye giriş hızı, diğer birçok teknolojiye göre -örneğin televizyona göre- çok hızlı oldu. 1990’lardan başlayarak internet 1990’lar ve 2000’ler boyunca hızla yayıldı. 1995’te 10-15 bin kadar günlük internet kullanıcısı varken,111 2009’a gelindiğinde yirmi milyondan fazla internet kullanıcısına ulaşıldı. 109 Marshall McLuhan, “Classroom without Walls”, Explorations in Communication, 4. bs., Ed. Edmund Carpenter, Marshall McLuhan, Boston, Beacon Press, 1968, s. 1-3. 110 Joseph E. Stiglitz, Globalization and its Discontents, s. 4-5. 111 Peter Wolcott, Seymour Goodman, “The Internet in Turkey and Pakistan”, Stanford, Center for International Security and Cooperation, 2000, (Çevrimiçi) http://iis-db.stanford.edu/pubs/11911/turkpakinternet.pdf., s. 28. 166 Aşağıdaki grafikte 2007-2009 arasında, Türkiye’deki, bilgisayar ve internet kullanım oranlarını görüyorsunuz: 112 Temel göstergeler, 2007 - 2009 19,7 33,4 30,1 25,4 38,0 35,9 30,0 40,1 38,1 0 10 20 30 40 50 İnternet erişimi olan hane oranı 16 - 74 yaş grubu bireylerde bilgisayar kullanım oranı 16 - 74 yaş grubu bireylerde internet kullanım oranı % 2007 (*) 2008 (*) 2009 (*) 2007 ve 2008 yılı sonuçları yeni nüfus projeksiyonlarına göre revize edilmiştir. TABLO 5: İNTERNET VE BİLGİSAYAR KULLANIM ORANLARI İnternetteki sosyalleşme alanları olan sitelere karşı Türkiye’deki ilginin oldukça yüksek boyutta olduğu görülmektedir. Bu sitelerin en ünlüsü olan Facebook’un, 2010 yılı 1 Temmuz itibariyle Türkiye’deki kullanıcı sayısı 22.552.540’dır. Türkiye ABD, Birleşik Krallık ve Endonezya’nın arkasından dördüncü sırada gözükmektedir.113 (Facebook, bir kullanıcısının, ortalama 55 dakikadan fazla süreyi Facebook’ta geçirdiğini açıklamaktadır.)114 Comscore’un 2009 yılında yaptığı internet istatistiklerinde, Türkiye’nin internet kullanıcısı sayısında Avrupa’da 7. olduğu görülmektedir. Fakat, daha ilginç olan, Türkiye’nin ortalama ayda 32 saatini internette geçirme ve 3044 sayfa görüntülemeyle, 112 TÜİK, “2009 Yılı Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması Sonuçları”, T.C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu, Haber Bülteni, Sayı:147, (Çevrimiçi) http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=4104, 18 Ağustos 2009. 113 Nickburcher, “Facebook Usage Statistics by Country”, 2 July 2010, (Çevrimiçi) http://www.nickburcher.com/2009/12/facebook-usage-statistics-by-country.html. 09.07.2010 114 Facebook “Average User Figures”, (Çevrimiçi) http://www.facebook.com/press/info.php?statistics, 12.07.2010. 167 Avrupa’nın internette en çok vakit geçiren kullanıcılarına sahip olmasıdır. Comscore, Türkiye’de 17 milyon civarı gözüken kişisel kullanıcıların; internet kafeler gibi toplu kullanımlar ve mobil telefonlarla kullanım hesaba katıldığında 26 milyonu geçeceğini ifade etmektedir ve bu sayılar her gün artmaktadır.115 İnternetin gittikçe artan önemine karşı yaygınlığı ve etkinliği hala televizyonun oldukça gerisindedir. Dünyadaki nüfusun % 70,8 kadarı evlerinde TV seyredebilirken, % 27,3’üne yakın bir kısmın evlerinde bilgisayar erişimleri mümkündür.116 Fakat tüm dünyada ve Türkiye’de aradaki fark süratle kapanmaktadır. Diğer medya organlarının yanına internetin eklenmesiyle, diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’deki devlet merkezinin de, bireylere bilgi akışını denetleme ve yönlendirme gücü iyice düşmüştür. Kısacası, internetin yeni bir olgu olarak ortaya çıkması, devletin ideolojik aygıtlarıyla nüfuz gücünü azaltan önemli etkenlerdendir. Bu ise devletin ideolojik aygıtlarıyla dönüştürülen/dönüştürülmeye çalışılan İslami kesim ile ilgili analizlerde, bu yeni olgunun da hesaba katılmasını gerektirmektedir. Bu yeni olgu, bir yandan İslami kesimin “ötekisi” olan bir ideolojinin nüfuz gücünden özgürleşmesi, diğer yanda yeni “ötekiler” ile karşılaşması demektir. İnternetle beraber “İslam’ın tüm ötekileriyle”; satanizm, ateizm, Scientology gibi yeni New-Age dinler, her türlü porno yayın, Hıristiyan misyonerlik faaliyetleri ve İslam’a yönelik saldırılar/eleştirilerle karşılaşmak da hiç olmadığı kadar kolaylaşmıştır. İnternetteki denetimin zorluğu ve çok az parayla -hatta parasız- internete bilgi yüklemenin kolaylığı, interneti her türlü içeriğin bulunduğu bir ortama çevirmektedir. İnternet ortamında kontrolü en yüksek güç olan ABD bile internetin, kendi aleyhinde, örneğin “cihad” çağrılarıyla “dijital bir kılıç” gibi kullanımını durduramamaktadır.117 ABD için mümkün olmayan, Türkiye’nin merkezi için de İslami kesimi için de mümkün değildir. İnternetle beraber, devletin 115 Comscore “Turkey Has 7th Largest and Most Engaged Online Audience in Europe”, 27 Mayıs 2009, (Çevrimiçi) http://www.comscore.com/Press_Events/Press_Releases/2009/5/Turkey_has_Seventh_Largest_Onlin e_Audience_in_Europe, 20.08.2010. 116 ITU “The World in 2009: ICT Facts and Figures”, “ITU World Telecommunication/ICT Indicators Database”, International Telecommunication Union, (Çevrimiçi) http://www.itu.int/ITUD/ict/material/Telecom09_flyer.pdf, 20.09.2010. 117 Gary R. Bunt, Islam in the Digital Age, London, Pluto Press, 2003, s. 25-34. 168 merkezinin vatandaşlar üzerinde de, İslami cemaatlerin müntesipleri üzerinde de; bilgi akışını denetlemek suretiyle kontrolü sağlanmaları stratejisi, hiçbir zaman olmadığı oranda zorlaşmıştır. 1990’lardan önce Türk vatandaşlarının -özellikle kırsal kesimde- büyük bölümünün satanizm hakkında, New Age dinler hakkında, hatta ateizm hakkında hiçbir şey duymadan veya çok az şey duyarak hayatlarını geçirdiklerini söyleyebiliriz. Fakat artık, gittikçe eve daha çok giren internetle, kırsal kesimdeki bir kişi bile birkaç tuşa basarak; İslam’ın ötekisi tüm bu görüşler hakkında en detaylı bilgilerle karşılaşmaktadır. Bu karşılaşmaların kaçınılmazlığının, İslami kesim içinde rasyonaliteye önem atfeden çalışma alanlarının; din üzerine rasyonel bir sorgulama biçimi olan “din felsefesi”nin ve İslami temel bilimlerinden kabul edilen, İslam-dışı görüşlere cevap verme misyonunu üstlenen “kelam” dallarının önemini arttıracağı gözükmektedir. Diğer yandan, büyük bölümü tecrit ve izolasyona önem veren bir geleneğe sahip, tasavvuf düşüncesini benimseyen tarikatların; ciddi bir değişim geçirmezlerse, toplumun geniş kesiminde etkin yapılar olmaları zor gözükmektedir. (Nitekim Süleymancılar ve İskender Paşa gibi etkin İslami gruplar, Nurculuk gibi tarikat-dışı yapılar olmak yolunu benimsememişlerse de, bir asır önceki kendi geleneklerinin temsilcilerinden bile önemli ölçüde farklılaşmışlardır.) İkinci bölümde detaylıca incelediğimiz Nursi, “kelam” alanına dâhil edebileceğimiz kitaplarında -kendisi daha ziyade “tefsir’ olarak niteler- tarikatçı yapıyı ve tecridi reddederek, muhalif görüşlerle hesaplaşması; medyanın diğer araçlarının ve internetin hesaplaşmayı kaçınılmaz kıldığı içinde bulunduğumuz dönemde, Nurculara bir avantaj sağlamıştır. Nursi’nin takipçisi Gülen Cemaati de muhalif görüşlerle hesaplaşmayı tecride tercih eden bir taktiksel anlayışı devam ettirmiş, Asrın Getirdiği Tereddütler118 diye ve benzeri hesaplaşma kitaplarını ve yönlendirdiği kendi cemaatinin medyası ile diğer kurumlarını; kaçınılmaz hesaplaşmada kullanmıştır. Hem eğitim kurumlarında, hem medyada, hem taraftar sayısında Gülen Cemaati’nin bütün İslami grupların önünde olmasının birçok sebebinden biri -bizce- budur: Tecrit 118 Fethullah Gülen, Asrın Getirdiği Tereddütler 1-4, İzmir, Nil yayınları, 1998. 169 yerine hesaplaşmayı benimseyen Nursi ekolünü devam ettirmesi ve bunu kendi çalışmalarıyla olduğu kadar, kurduğu ve yönlendirdiği kurumlarla geliştirmesi.119 İnternet, bir yandan devletin ideolojik aygıtlarının önemini azaltırken, bir yandan İslami kesim için yeni sorunların kaynağı olmuş, bir yandan ise İslami kesimin fikirlerini yaygınlaştırması ve İslami gruplara dâhil olanların arasındaki bağların güçlendirilmesi için yeni imkânlar sunmuştur. Aşağı yukarı bütün İslami gruplar kendi internet sitelerini kurup, hedef kitlelerine ulaşmaya çalışmaktadırlar.120 İnternet sitesi kurmanın ve Facebook gibi ünlü sosyalleşme sitelerinde hesap oluşturmanın çok kolay olması sebebiyle; sadece İslami gruplar değil, İslami kesimden bireyler de, tek başlarına veya birkaç kişiyle, İslam’la ilgili bilgileri internet ortamına taşımakta ve interneti; İslami konular hakkında tartışmak, konuşmak ve ikna etmek için kullanmaktadırlar. Böylece internet, İslami kesimden bireylerin; taraftarı veya parası bol cemaatlerden veya medya kurumlarından destek almadan etkin olmalarının yolunu da açmaktadır. Örneğin “EFENDİMİZİN KUTLU DOĞUM HAFTASINA KADAR KAÇKİŞİ OLACAĞIZ?...” (Sitede isim büyük harfli ve bu şekilde yazılı) diye bir facebook grubunda 999.414 üye, “Kuran-Kerim”diye bir facebook sayfasında 573.815 üye, “KUR’AN’I KERİM” diye başka bir facebook sayfasında ise 349.460 üye vardır ve bu siteler üyelere dini içerikli mesajlar göndermek gibi fonksiyonlara sahiptir.121 İnternetin sunduğu imkânlarla, bütün görüşler, hiç olmadığı kadar rahat ve ucuz bir şekilde kitlelere ulaşma imkânı bulmuşlardır. İslami kesim için sorunlar ve fırsatlar anlamına gelen bu yeni durumun, İslami kesim için nasıl bir gelecek hazırladığını öngörmek oldukça zordur. Fakat bu yeni durumun bütün toplumun ve İslami kesimin geleceğinde oynayacağı önemli rolü hesaba katmayan sosyolojik-siyasi analizlerin eksik kalacağı rahatlıkla söylenebilir. 119 Bu hesaplaşmada verilen cevapların ne kadar başarılı olduğu felsefi ve teolojik bir değerlendirme konusu olup; sosyolojik-siyasi sonuçlara odaklanan bu çalışmanın ilgi alanının dışındadır. 120 Bu konudaki binlerce siteye örnek olarak İskenderpaşa Cemaatinin www.iskenderpasa.com, Süleymancılar’ın www.tunahan.org ve Gülenciler’in tr.fgulen.com adreslerini verebiliriz. 121 Genelde bu tip birçok sayfanın kurucusu ve geliştiricisi birkaç kişi olmaktadır. Bu üye sayıları 1 Mart 2010 tarihli itibariyledir ve üyelerin büyük bir hızla arttığı gözlenmektedir. Bkz: www.facebook.com 170 5. Eğitimsel İdeolojik Aygıtlar Althusser modern devletin en önemli ideolojik aygıtının eğitim kurumları olduğunu söylemiştir;122 bu tespit, -daha önce gördüğümüz gibi- 1980’lere kadarki Türkiye için doğru olduğu gibi, 1980’lerden günümüze kadarki Türkiye için de doğrudur. 1980’lerden günümüze doğrusal bir grafik şeklinde okuryazarların, ilköğretimi, ortaöğretimi, üniversiteyi bitirenlerin sayısı ve nüfusa oranı artmıştır.123 Bu, devletin ideolojik aygıtlarının daha çok kişiye daha uzun zaman etki etmesi anlamına gelmektedir. Bu olguya rağmen, günümüzde, devletin eğitimsel ideolojik aygıtlarının bireyler üzerindeki belirleyiciliğinin azaldığı kanaatindeyiz. Bunun nedenlerini şöyle sıralayabiliriz: 1- Özelleşen radyo, televizyon gibi kitle iletişim araçlarının ve internetin bireyleri şekillendirme ve bilgi aktarımındaki artan önemi, eğitimsel ideolojik aygıtların önemini azaltmıştır. (Bizce bu en önemli sebeptir, bunu bundan önceki üç başlıkta inceledik.) 2- Devletin merkezinde, içinde İslami dünya görüşünün de olduğu farklı ideolojiler temsil edilmeye başlanmıştır. (Bunu bu bölümün “C” başlığında inceleyeceğiz.) Merkezde çeşitli ideolojilerin temsil edilmesi, devletin eğitimsel ideolojik aygıtlarının kurucu Kemalist ideoloji yönünde önceden olduğu kadar etkin kullanımını önlemektedir. 3- Türkiye’nin dünyanın birçok yeriyle, özellikle Batı ile yüz yüze temasları artmıştır. Türkiye’den, başta AB ülkeleri ve ABD olmak üzere yurt dışına giden öğretim görevlisi ve öğrenci sayısı artmıştır. Yurt dışıyla artan bu temaslar; Kemalist süzgeçten geçmemiş Batılı anlayışla karşı karşıya gelmeye sebep olmakta, resmi tarihe ve kurucu ideolojiye eleştirel bakışı -özellikle üniversitelerde- eğitim kurumlarına taşımaktadır. Bu tip olgularsa, eğitim kurumlarıyla kurucu ideolojinin 122 Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 172. 123 TÜİK “Nüfus ve Kalkınma Göstergeleri”, (Çevrimiçi) http://www.tuik.gov.tr/YayinListe.do?method=YayinListe&tb_id=63&ust_id=11, 10.07.2010. 171 arzu edildiği şekilde yaygınlaştırılmasını sekteye uğratan bir sebep olmuştur. Sadece bir Avrupa Birliği programı olan Erasmus ile ilgili istatistiklere bakmamız bile Avrupa’ya giden öğrenci ve öğretmen sayısındaki artış hakkında bilgi verebilir. 2004-2005 eğitim döneminde 1142, 2005-2006’da 2852, 2006-2007’de 4438 öğrenci bu programla yurt dışına gitmiştir. Ayrıca 2004-2005’te 339, 2005-2006’da 581, 2006-2007’de 666 öğretmen bu programla yurt dışına gitmiştir.124 2003-2004 eğitim döneminde yurt dışına giden toplam öğrenci sayısı 19.248 iken, 2004-2005’te 20.531, 2005-2006’da 19.062, 2006-2007’de 19.658, 2007-2008’de ise 21.891 olmuştur. Bu 21.891 kişinin 1579’u doktorasını tamamlamak için yurt dışına gitmiştir; bunların önemli bir bölümünün geniş bir kitleyi eğitecek potansiyel üniversite hocaları olduğunu düşünürsek, bu temasların önemi daha iyi anlaşılır.125 Daha önce gördüğümüz gibi İslami kesim, Batılı tarzda bir demokrasi anlayışından -bir yönüyle- istifade etmekte; devletin ideolojisinin ve ideolojik aygıtlarının nüfuzundan bağımsızlaşma, İslami kesime hareket kabiliyeti getirmektedir. Batı’ya giden sayısı gittikçe artan öğrencilerin, potansiyel öğretmenlerin ve öğretmenlerin; İslami kesimin istifade ettiği fikirleri, akademik dünyaya ve devletin ideolojik aygıtlarına taşıdıklarını söyleyebiliriz. Bir yandan siyasal liberalizmle ilgili Batı’dan taşınan fikirler İslami kesimin gücünü arttırmasına hizmet ederken, diğer yandan İslami kesimin kimlikleri için tehditler de içermektedir. (Batı ile artan temasın “karışım kimliklere” yol açması bu bölümün “C” başlığında işlenecektir.) İslami kesim ve gruplar için daha önceden “devletin ceberutluğu” sorunken, gittikçe sorun Batılı tüketim, bireycilik ve hedonizmle daha çok yüz yüze gelmeye dönüşmektedir. 4- 1980’lerden günümüze özgürlüğünü ve gücünü arttıran İslami kesim, hem devletin ideolojik aygıtlarında “mevzi kazanarak”, hem de kendi eğitim kurumlarını kurarak; eğitim kurumlarının, devletin ideolojisini nüfuz ettirme gücünü azalttılar. Daha önce gördüğümüz gibi, İslami kimi gruplar ve kanaat önderleri, devletin eğitim kurumlarından uzak durmayı, tecrit olmayı benimsedikleri bir dönemde Nursi bu kurumlarda “mevzi kazanmayı” teşvik ederek, bu yaklaşımın 124 “Türk Eğitim Sisteminin Örgütlenmesi: 2008-2009 Eurybase Raporu”, eacea.ec.europa.eu, s. 271. 125 “Türkiye Yurtdışına Erkek Öğrenci Gönderiyor, İşte İstatistikler”, 16 Nisan 2008, www.memurlar.net/haber/107623 172 taktiksel ve düşünsel alt yapısını oluşturmuştur. Bu alt yapı üzerinde yükselen Gülen Cemaati, eğitimsel ideolojik aygıtlarda “mevzi kazanma” konusunda en ön plana çıkan grup olmuştur. Türkiye’de sınav sistemleri nedeniyle dershanecilik önemli bir öğretim faaliyeti olmuş; Gülen Cemaati ise Türkiye’nin en büyük dershanecilik organizasyonunu kurmuştur. Bu dershaneler yoluyla cemaate dâhil olan birçok kişi, cemaatin, devletin eğitimsel aygıtlarındaki “mevzileri” ve yayılma noktaları olmuştur. Bu cemaat, İstanbul’da birçok yurt işleten Türkiye Yüksek Tahsil Gençliği Öğretim ve İhtisas Vakfı, birçok yurt işleten Marmara Eğitim ve Kültür Vakfı gibi vakıfları bünyesinde bulundurmaktadır. Başta Boğaziçi ve Orta Doğu Teknik Üniversiteleri olmak üzere, birçok üniversiteden yetişen binlerle ifade edilen öğretmen kadrosu, bu hareketin eğitim kurumlarındaki en önemli güç kaynaklarındandır.126 Devletin birçok okulunda cemaatin üyeleri varken, bunun dışında bu hareket 1000’den fazla -üniversitelerin de içinde olduğu- okulu dünya genelinde kurarak kendi aygıtlarını da oluşturmuştur.127 Gülen, Nursi’nin attığı temelde yükseldiyse de; yaptığı yorumlarla, eğitim kurumlarında “mevzi kazanma” ve kurduğu eğitim kurumlarını yaşatma hususundaki taktikleriyle, Nursi’den moderniteye daha da yakın bir noktaya geldi. Nursi’nin kadın konusundaki önceden bahsedilen tavrına karşı Gülen; başörtüsünün farz da olsa “füruat” (dinin inanç konuları gibi ana gövdesinin yanında yan dal hükmünde) olduğunu ve eğitimi başörtüsüne tercih edeceğini söyledi.128 Gülen’in okulları, sistemin mecbur tuttuğu gibi kadın-erkek karışık eğitim verdiler; Gülen’in takipçisi kızlar, “hizmetin” de gereği olarak, annelerine göre kamusal alana daha çok çıkmaya başladılar. (Diğer İslami gruplar da eğitim kurumları kurdular, fakat Gülen Cemaati, geri kalan tüm İslami grupların toplamından çok daha fazla eğitim kurumları kurdu.) Bütün bu saydığımız maddeler, 1980’lerden sonra devletin eğitim kurumlarının adedi ve buralardaki öğrenci sayısının artmasına rağmen, bu kurumların bireyleri şekillendirmede neden eskisi kadar etkili olamadıklarını göstermektedir. Bu süreç, sekülerleştirmede en önemli ideolojik aygıt olan eğitimsel 126 Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 261-263. 127 Vahap Munyar, “Gülen Okulları 3 Milyon Kişiye Ulaşıyor, Şimdi Şeffaflık Yolu Arıyor”, s. 18. 128 Hakan Yavuz, a.g.e., s. 267. 173 aygıtın etkinliğinin azalması anlamına geldiği için İslami kesimle ilgili analizlerde önemlidir. Diğer yandan, bu aygıtların önemini azaltan medya ve Batılı eğitim kurumlarıyla daha çok karşılaşma gibi etkenler, İslami kesimi değişik bir süreçle Batılılaştırıcı, sekülerleştirici ve dönüştürücü etkileriyle, bu kesim için yeni sorunlar doğurmuşlardır. 6. Dinsel İdeolojik Aygıtlar: Diyanet İşleri Başkanlığı ve Camiler İslami grupların, camileri kullanarak, devletin merkezine ve laikliğe karşı İslami hassasiyetleri olan kesimleri kışkırtmalarıyla ilgili endişe 1980’lerden sonra da devam etti. Bu endişeye karşı devletin merkezinin, Diyanet’le camileri kontrol etmeye ve İslami konularda halkı bilgilendirmeye devam etmesi gerektiği konusundaki kararlılık 1982 Anayasası’na da yansıdı. 1982 Anayasası’nın 136. maddesi olarak yürürlüğe giren yasa şu şekildedir: “Genel İdare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı, laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirir.” 129 Yasa koyucunun “amaçlarına” odaklanmayan hermenötik bir yaklaşım, 1982 anayasasının, kendi içinde çelişkili olduğu kanaatine varacaktır. Batı’dan alınan bir ilke olan “laiklik” altındaki Batılı uygulamalara ve sözlüksel anlamlandırmalara bakılırsa; bu kavram, dini kurumlar ile devletin kurumlarının ayrılması gerektiğini ifade eder. Buna göre, 1982 Anayasası’nın, devletin denetiminde bir Diyanet’in varlığını öngörmesi “laiklik” ilkesine aykırıdır, üstelik aynı Anayasa’ya göre bu kurum “laiklik ilkesi doğrultusunda” vazifesini yapacaktır! Diğer yandan, “laiklik” kavramıyla neyin amaçlandığına ve Türkiye özelinde bu kavrama hangi anlamların yüklendiğine ve yasa koyucunun “amacına” odaklanan bir hermenötik yaklaşım benimsenirse, ortada bir çelişki kalmaz. Türkiye özelinde “laiklik” kavramı; sadece, dinin, devlet için bir referans kaynağı olmaması ve böylesi bir duruma mahal verilmemesi anlamında kullanılmıştır. Devletin amaçları için dine müdahale edilmesi, Cumhuriyet’in uygulamalarının ve Anayasası’nın, anlamını Türkiye’ye 129 İştar Gözaydın, Diyanet, s. 84. 174 göre şekillendirdiği “laikliğe” aykırı kabul edilmemiştir, hatta gerekli görülmüştür. Bu yapı içerisinde Diyanet, devletin ideolojisinin en önemli unsurlarından olan “laikliğin” korunmasını, ayrıca dinin, Durkheimcı bir rol icra ederek milletin bütünlüğünü sağlamasını gerçekleştirmek için kurulan ve yaşatılan ideolojik bir aygıt olmuştur. Diyanet’in 2008’de, 83.000’i aşan personel sayısına sahip olması, kurum olarak önemini gösteren verilerden birisidir.130 Günümüz Türkiye’sinde 80.000 civarında olan cami sayısı 1971’de 42.744 iken, 1981’de 47.645’e, 1991’de 66.674’e, 2001’de ise 75.369’a yükselmiştir.131 Yasaya göre Türkiye’deki tüm cami ve mescitlerin idaresi Diyanet’e bırakılmıştır; fakat kadro yetersizliği sebebiyle Diyanet ancak camilerin % 70’inde personel bulundurmaktadır. Nitekim eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, bütün camilerde personel bulunduramamaktan ve bu camilerde istenmeyen oluşumların gerçekleşmesinden rahatsızlığını ifade etmiştir.132 Her şeye rağmen bu kadar geniş bir kadroya sahip olmak ve şehirlerdeki büyük camilerin hemen hepsinin içinde olduğu % 70’lik bir oranda personel bulundurmak önemli bir güçtür. 7230 Kuran kursunda din eğitimi faaliyetlerini yürütmek Diyanet’in önemini ortaya koyan çok önemli diğer bir göstergedir.133 Ayrıca internet siteleri ve yayınevleriyle halka ulaşmak, vaazlar tertip etmek, devletin bir kurumu olarak din adına “resmi” açıklamalarda bulunmak, Diyanet’in gücünü arttıran diğer unsurlardır. Diyanet İşleri Başkanlığı’na yardım ve destekçi olmak amaçları arasında olan, yayıncılık ve matbaacılık faaliyetleri yürüten, İslam Ansiklopedisi gibi önemli bir projeyi gerçekleştiren ve İSAM (İslam Araştırmaları Merkezi) gibi önemli bir bilimsel faaliyet merkezini kuran Diyanet İşleri Vakfı’nın gücü, Diyanet’in gücüne güç katan 130 Diyanet İşleri Başkanlığı “Personel Sayısı”, (Çevrimiçi) http://www.diyanet.gov.tr/turkish/tanitim/istatistiksel_tablolar/1_personel/1_1_personel_sayisi.xls, 25 Temmuz 2010. 131 Ruşen Çakır, İrfan Bozan, Sivil, Şeffaf ve Demokratik Bir Diyanet İşleri Başkanlığı Mümkün Mü?, İstanbul, TESEV Yayınları, 2005, s. 73; Diyanet İşleri Başkanlığı, “Cami Sayısı”, (Çevrimiçi) http://www.diyanet.gov.tr/turkish/tanitim/istatistiksel_tablolar/2_cami/2_1_cami_sayisi.xls, 3 Nisan 2010. 132 Ruşen Çakır, İrfan Bozan, a.g.e., s. 70-71. 133 Bu Kuran kurslarının 4200’ü il ve ilçe merkezlerinde, 1382’si beldelerde, 2343’ü köylerdedir: (Çevrimiçi)http://www.diyanet.gov.tr/turkish/tanitim/istatistiksel_tablolar/3_Kuran_kursu/3_1_yerlesi m_yerine_gore_Kuran_kursu_sayisi.xls, 15 Temmuz 2010. 175 unsurlardandır.134 (2010 yılı itibariyle bu vakıf İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’ni de kurmuştur.) Diyanet’in, Cumhuriyet’in başlangıcından beri devletin ilgi alanında olan hutbelerin kontrolü konusundaki önemli rolü, 2000’lerdeki hutbelerin incelenmesiyle de anlaşılmaktadır. (28 Şubat sürecinden sonra camilerde okunan hutbeler, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanıp camilere yollanmaktadır.)135 2003-2005 yılları arasındaki hutbeler üzerine yapılan bir araştırmada; “vatan, millet, milli ve Türk” kelimelerinin 263 kez kullanılmasına karşın “insan hakları, eşitlik, özgürlük ve İslam kardeşliği” gibi kavramların 29 kez kullanıldığı; “vatan sevgisinin” 6 kez konu edilmesine karşın “Allah sevgisinin” 5 kez konu edildiği saptanmıştır. Ocak 2003’teki bir hutbede “Milli hasletlerimize ve dini inançlarımıza ters düşen görüş ve iddialar, kimler tarafından ortaya atılırsa atılsın, bunlara itibar etmemek gerekir” denirken, Eylül 2003’teki bir hutbede “Müslüman Türk milletinin düşmanları hiç uyumamış, hep sinsi emeller beslemiş” ifadesi kullanılmıştır.136 Tüm bu veriler, Türkiye çapında yaygın bir ağı olan Diyanet’in nasıl ideolojik aygıt olarak fonksiyon gördüğünü göstermektedir. Diyanet, kadınların kamusal alana çıkmasını Ehli Sünnet İslam adına engelleyen -birinci bölümde gördüğümüz Osmanlı ile ilgili- yorumlara karşı Ehli Sünnet kadınların eğitimini, iş hayatında ve yönetimde yer almalarını desteklemiştir.137 Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu, Kuran’ın, çok eşliliği değil tek eşliliği teşvik ettiğini beyan etmiştir.138 Modernleşme ve küreselleşme sürecinde yayılan kültürde, en temel sorunsalların başında kadın konusu gelmektedir; Diyanet’in bu konudaki yaklaşımını, tarihsel mirasçısı olduğu Şeyhülislamlık ile devamlılıklarıyla olduğu kadar farklılıklarıyla değerlendirmek önemlidir. Diyanet’in, devletin ideolojik aygıtlığını yaptığına yapılan vurgu, sadece moderniteye uygun yorumları yaydığı gibi bir düşünceye sebep olmamalıdır; nitekim 28 Şubat sürecinde 134 İştar Gözaydın, Diyanet, s. 230-233. 135 İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam, s. 70-71. 136 Bu araştırmayı Nezir Akyeşilmen “Diyanet Hutbelerinde İnsan Hakları” başlığı ile yapmıştır; Bu kaynaktan aktaran: İştar Gözaydın, a.g.e., s. 166. 137 İştar Gözaydın, a.g.e., s. 163. 138 Fikret Bila, “Bardakoğlu’nun Verdiği Mesajlar”, Milliyet, 5 Haziran 2008. 176 Diyanet’in “Başörtüsü Allah’ın emridir” diye fetva vermesi, Diyanet’in merkezin ideolojisine her zaman için özdeş bir konumda olmadığı, kimi durumlarda özerk davranışlar gösterebildiğini de ortaya koymaktadır.139 Diyanet halktan birçok kişinin itimatla takip ettiği, birçok kesim ve kişinin ise şiddetle eleştirdiği bir kurum olarak ilgi odağıdır. Diyanet’in özellikle Alevi kesimden aldığı en önemli eleştirilerden biri toplumun bütününden vergi alınmasına karşın, Aleviler başta olmak üzere, Ehli Sünnet kesim dışındaki kesimlerin yok sayılması ve Sünni-Hanefi mezhebine göre hizmet verilmesidir.140 “Resmi din” öğretisine eleştirel yaklaşan Ehli Sünnet İslami kesimin içinden Abdurrahman Dilipak gibi isimler de Diyanet’in Müslümanları temsilini eleştirmişlerdir.141 İsmail Kara ise Diyanet’in, “hurafe, batıl inanç” gibi başlıklarla halk dindarlığına karşı açtığı savaşı ve devletin “sınırları tayin edilmiş bir din anlayışını empoze etmek” için bu kurumu kullanmasını eleştirmiştir.142 2006 yılında yapılan TESEV anketinde; Diyanet’in devlet bütçesinden değil, halkın gönüllü katkılarıyla desteklenmesi gerektiğine % 49,3’lük bir kesim katılmış, buna karşı % 25,4 bu görüşe katılmamış, % 21 kararsız kalmış, % 4,3 cevap vermemiştir.143 Bu da, halktan önemli bir kesimin, mevcut yapısıyla Diyanet’e tepkisini gösteren bir veridir. Farklı kesimlerden gelen eleştirilere rağmen Diyanet, kalabalık kadrosu ve kabarık bütçesiyle fonksiyonlarını icraya devam etmektedir. Üstelik Siyasi Partiler Kanunu’nun 89. maddesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılmasını öneren partilerin kapatılmasını gerektirerek Diyanet’i tartışmaya açacak bir siyasi partinin çıkmasını bile engellemektedir.144 Türkiye’deki İslam ile ilgili olguları tespit etmede, Diyanet’in gücünü ve devletin ideolojisini halka taşımadaki rolünü anlamak önemlidir. Diyanet’in, geniş 139 Ruşen Çakır, İrfan Bozan, a.g.e., s. 36. 140 Alevi kesimden gelen eleştirilere bir örnek: Battal Pehlivan, Aleviler ve Diyanet, 2. bs., İstanbul, Pencere Yayınları, 1994. 141 İştar Gözaydın, a.g.e., s. 284. 142 İsmail Kara, a.g.e., s. 79-80. 143 Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, İstanbul, TESEV Yayınları, 2006, s. 80. 144 İştar Gözaydın, a.g.e., s. 286. 177 kadrosu ve tüm imkânlarına karşın, ideolojik aygıt olarak öneminin azaldığı kanaatindeyiz. Bunun sebeplerini ise şöyle sıralayabiliriz: 1- İslami kesimin yüzlerce radyosu ve onlarca televizyonu, ulusal ve yerel yayınlarıyla dini bilgi aktarmaktadırlar. Örneğin dini programları televizyondan izleyenlerin % 39,3’ü Gülen Cemaati’nin Samanyolu televizyonunu, % 23,1’i Kanal 7’yi takip etmektedirler.145 Evin içine giren medya aygıtlarının etki gücü, Diyanet’in dini bilgi aktarmaktaki önemini önemli ölçüde azaltmıştır. 2- Dini cemaatlerin sahip oldukları yayın organlarının yanında, İslami kesimden entelektüeller, Diyanet’ten bağımsız bir şekilde, özellikle televizyon aracılığıyla etki etmektedirler. Önceki yıllarda bu konuda en öne çıkan isim olan Yaşar Nuri Öztürk’ün popülaritesi, Time dergisinin Dünya genelindeki “20. Yüzyılın En Önemli Kişileri” anketinin “En Önemli Bilim İnsanları ve Islahatçılar” bölümünde 7. olmasına sebep olmuştur.146 Son yıllarda ön plana çıkan Nihat Hatipoğlu (söylemiyle Öztürk kadar Diyanet’i rahatsız etmemekle beraber, Diyanet’in kontrolü dışındaki dini etkileri saptamak önemlidir) ise “Televizyon programlarında en beğenilen kişi veya kahraman” ile ilgili anketteki sıralamada % 3,6 ile 7. olmuştur.147 Hatipoğlu’nun performansı, “İslami medya” tanımlaması içinde yer almayan Star televizyonun, dini programlar izleyenlerin tercih ettiği kanallar arasında üçüncü olmasına sebep olmuştur.148 Vatan gazetesi yazarı Süleyman Ateş ve Habertürk yazarı Bayraktar Bayraklı gibi başka isimler de yazılı ve görsel medya aracılığıyla geniş kitlelere ulaşabilmektedirler. Özel televizyon kanalları kurulmadan önce TRT’nin dini yayın yapmasından bile rahatsız olan Diyanet’in, artık dini bilgi aktarmadaki rolü oldukça azalmıştır.149 Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Bizi medya vaizlerinden kurtarın” diye Diyanet’e çağrı yapması da, Diyanet’in kontrolü 145 RTÜK, “Televizyon İzleme Eğilimleri Araştırması -2” s. 108. 146 Time, “The Most Important People of 20th Century”, Time, 2001; Bu kaynaktan aktaran: (Çevrimiçi)http://www.hurriyet.com.tr/yasarnuriozturk/9137926.asp, 02, 07, 2010. 147 RTÜK, a.g.e., s. 136. 148 A.e., s. 108. 149 Tayyar Altıkulaç 1989’da bir gazeteyle yaptığı röportajda bu konudaki rahatsızlığını açıklamıştı: İsmail Kara, a.g.e., s. 74. 178 dışındaki, medyada gerçekleşen din içerikli bilgi aktarımlarından olan rahatsızlığı göstermektedir.150 3- Medyanın gittikçe artan etkisiyle, ulaştığı kişi sayısı ve kişilere ulaştığı zaman süresi, camilere giden kişi sayısı ve camilerde kalınan zaman süresinden oldukça yüksektir. (Cuma namazı dışındaki namazların evde de kılınabileceğine inanıldığı için birçok kişi namazını evde kılmaktadır.) Diyanet’in 1996’da yaptırdığı bir araştırmaya göre öğle namazını nüfusun % 9,3’ü, yatsı namazını nüfusun % 8,6’sı, en çok camide kılınan namaz olup haftada bir kılınan Cuma namazını ise nüfusun % 39,5’u (Bu oranın % 99’a yakını erkeklerdir) camide kılmaktadır.151 Öğle ve yatsı namazlarının yarımşar saatten az, Cuma namazının haftada bir yarım saat-bir saat arası sürdüğünü hatırlatırsak, bu süreyi, günde ortalama dört saatten fazla geniş kitlelerce izlenen televizyonla kıyasladığımızda ne kadar düşük olduğu anlaşılır. 4- Camilerde Diyanet görevlileriyle karşı karşıya gelinen sürenin çok az bir kısmında “Türkçe” bilgi aktarımı yapılmaktadır. En önemli aktarım kaynağı Cuma namazında okunan 15 dakika kadar süren (bir kısmı da Arapça olan) hutbedir. Ayrıca Cuma namazı ve Ramazan’da teravih namazı başlamadan erken gelenlere verilen Türkçe vaazlar vardır; fakat Diyanet’in merkezince gönderilmeyen bu vaazların devletin ideolojisini aktarma gücü, hem Cuma namazındaki kadar geniş bir kitle olmadığından, hem merkezce gönderilen hutbeler kadar bu amaç güdülmediğinden çok yüksek değildir. Toplumun çoğunun okuryazar olmadığı ve medya gibi etki araçlarının olmadığı önceki dönemlerde sözle etkinin araçları olan hutbelerle vaazların önemi yüksekti. Fakat medyanın etkisi altına girilmesinin yanı sıra okuryazarlığın artarak kitaplardan dini ve din-dışı bilgilerin okunmaya başlanması, toplumda sözle etkinin araçları olan hutbelerle vaazların önemini azaltmıştır. 150 Sabah Gazetesi, “Demokratik Açılımı En İyi Vaizler Anlatır”, Sabah Gazetesi, 4 Mart 2010, (Çevrimiçi)http://www.sabah.com.tr/Siyaset/2010/03/04/demokratik_acilimi_en_iyi_vaizler_anlatir_3 5699792689, 20.05.2010. 151 Ruşen Çakır, İrfan Bozan, a.g.e., s. 73-74. 179 5- Hem Başkanlığın, hem de Vakfın internet siteleri mevcuttur.152 Bu siteler takip edilen önemli siteler olsa da, cemaatlerin ve bireylerin hazırladığı binlerce dini internet sitesi ve Facebook sayfalarının yanında bunlar önemsiz kalmaktadır. 6- Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakfı’nın yayınları da olmakla beraber (bunların arasında özellikle Vakfın İslam Ansiklopedisi önemlidir), İslami grupların ve bireylerin sahip olduğu yüzlerce yayınevinin yanında bu yayınlar önemsiz kalmaktadır. 7- Daha önceden bahsettiğimiz gibi, ilk dönemdeki Diyanet İşleri; Nurcular gibi gruplar aleyhine raporlar hazırlayacak şekilde devletin ideolojik aygıtı işlevini görmüştü.153 1980’lerden sonra ANAP ve AKP gibi uzun dönem iktidarda kalan tek parti hükümetleri, İslami kesimden önemli bir tabana sahiptiler; bu partiler, tabanlarının ve ideolojilerinin de gereği olarak, Diyanet’i etkili İslami cemaatlere karşı kullanmadılar. Tayyip Erdoğan “medya vaizlerine” geçit verilmemesini isterken, “cemaatlere geçit verilmemesi” gibi bir konuyu gündeme bile getirmedi, oysa cemaatlerin kendi medyalarıyla etki güçlerinin, bağımsız entelektüellerden daha yüksek olduğu açıktır. Bu partilerin tavrı dışında, 1980’lerle artan siyasal liberalizm eğilimi ve diğer partilerin de önemli potansiyeli olan bu cemaatlerle ters düşmek istememesi cemaatlere özgürlük getirdi. Sonuçta merkezde farklı ideolojilerin temsil edilmeye başlanması ve sivil toplumu kontrolle ilgili eğilimde yaşanan düşüş; Diyanet’in kurucu ideoloji doğrultusunda eskisi gibi kullanılmamasına sebep olmuştur/olmaktadır. Cumhuriyet’in başlangıcından bugüne Diyanet ideolojik aygıt olarak kullanılırken değişmeyen unsurlar da mevcuttur. Diyanet, birinci olarak yukarıdanaşağı devrimle rejim değiştirmeye kalkacak hareketlere geçit vermemekte, ikincisi Durkheimcı bir rolle toplumu bütünleştirmekte ve üçüncüsü Türk milliyetçiliğiyle 152 Bunların belli başlıları şunlardır: www.diyanet.gov.tr, www.diyanetvakfi.org.tr, www.diyanetvakfi.gov.tr, www.isam.ogr.tr. 153 İsmail Kara, a.g.e., s. 152-161. 180 uyumlu bir İslam anlayışını oluşturmakta kullanılmaktadır.154 Diyanet’in bu amaçları gerçekleştirmede başarılı bir ideolojik aygıt olduğu söylenebilir. Diğer yandan, devletin kurucu ideolojisinin önemli bir unsurunun, bireylerin hayatlarında dinsel referansların azaldığı bir sekülerleşme gerçekleştirilmesi olduğunu düşünürsek; Diyanet’in bu amaca hizmet ettiği söylenemez. İslam’ın mesajı -diğer tektanrılı dinlerde olduğu gibi- dinin, her türlü hayat görüşünün/felsefenin üzerinde olduğu bir ontolojik, epistemolojik anlayışa göre bireylerin varoluşsal felsefesini biçimlendirir. Bu dünya görüşü, doğası gereği, dinsel referansların hayatta azaltılmasını isteyecek bir ideolojiye zıttır. Dinsel kaynakları talim ettiren, Kuran kursları açan, namazları düzenleyen bir kurumun; toplumun sekülerleşmesiyle ilgili bir ideolojiye temelde zıt olduğu açıktır. Buradan da, devletin kurucu ideolojisindeki ilkeler arasında bir hiyerarşik yapı olduğunu anlıyoruz. Devletin merkezi için dinin devleti ele geçirme ve yasaları dine referansla oluşturmasının engellenmesi -laiklikle bağlantılı- öncelikli ideolojik ilke olmuştur, Diyanet bu ilkeye hizmet etmiştir/etmektedir. Diğer yandan bu kurumun faaliyetleri, halkın hayatında dinsel referansların devamına, yaşatılmasına ve çoğaltılmasına hizmet etmektedir; burada kurucu ideolojinin sekülerlik ilkesi feda edilmiştir/edilmektedir.155 Kısacası Diyanet, devletin İslamileşmesini önlemeye hizmet ederken halkın İslamileşmesine hizmet eden bir kurumdur; halkı İslamileştirirken, İslam hakkında yaptığı yorumlarla, Seyyid Kutupçu anlayışa benzer “devrimci İslami” yorumların öne çıkmasının önlenmesinde önemli bir paya sahiptir. Fakat önceden saydığımız, küreselleşme sürecinde oluşan koşullar dolayısıyla, devletin eğitimsel ideolojik aygıtı gibi bu aygıtının da önemi azalmış; halkın kontrolü ve dinsel bilgiye ulaşmasında Diyanet’in rolü küçülmüştür. 7. Dinsel İdeolojik Aygıtlar: İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri 1980’lerin başında yapılan iki yasal düzenleme İmam Hatip Liseleri ve İlahiyat Fakülteleri’nin gelişmesine önemli katkıda bulundu. Bunlardan birincisi, 154 2009’dan itibaren yayılan “Kürt açılımı” ile ilgili sürecin, bu üçüncü şıkla ilgili ne ölçüde değişime sebep olup olmayacağı tartışılabilir. 155 Bu tezde, kullanımında kişiden kişiye farklılıklar gözlemlenen iki kavramdan “laiklik” kavramını, devletin, dini referanslardan arınması; “sekülerlik” kavramını ise bireylerin, hayatlarında dine referanslardan uzaklaşmaları anlamında kullandığımızı, bir kez daha hatırlatmakta fayda görüyoruz. 181 1982 Anayasası’nın, “din kültürü ve ahlak öğretimini” zorunlu ders olarak kabul etmesidir. 1980 askeri darbesinin lideri olan ve aynı anayasayla beraber Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren, Kuran kurslarının açılmasını önlemek gibi bir niyetle bu maddeyi anayasaya koyduklarını beyan etmiştir.156 (Diğer bir nedenin ise o yıllarda hala var olduğu kabul edilen “komünist tehlike”ye karşı dinden yararlanmak olduğunu söyleyebiliriz.) Bu dersler, İlahiyat Fakültesi mezunları için iş imkânı oluşturdu. Ayrıca bu fakültelerin mezunları, eğitim kurumlarında toplumun geniş bir kesimiyle yüz yüze gelme ve düşüncelerini aktarma imkânı buldular. Her ne kadar bu dersler “din kültürü” başlığında zorunlu ders haline getirilmişse de, bu derslerin işlenişi, çoğu zaman pratiğiyle ve teorisiyle “İslam” odaklı oldu.157 2006 yılında yapılan bir araştırmada “Sizce devlet okullarında mecburi din eğitimi verilmeli midir” sorusuna % 82,1 oranında “Evet” cevabının verilmesi, bu uygulamanın halk tabanında bulduğu geniş desteği ve farklı hükümetler döneminde bu uygulamanın sürdürülme nedenini göstermektedir (% 15,4’luk bir kitle “Hayır” ve % 2,5 ise “Cevap yok” yanıtlarını vermiştir). Bu derslerde abdest ve namaz gibi dini pratiklerin öğretilmesi gerektiğini düşünenler de % 85,5 gibi yüksek bir oranda gözükmektedir (“Hayır, öğretilmemeli” diyenler % 11,1 ve “Cevap yok” diyenler % 3,5 gibi oldukça düşük bir yüzdedir).158 1983 yılında çıkan 2842 sayılı yasa ise İmam Hatip Liseleri’nin gelişimi açısından kritik öneme sahiptir. Bu yasayla, bu okulları bitirenlerin İlahiyat Fakültesi dışındaki okullara gitmelerinin önü açıldı. Bu okullar, adlarında geçtiği gibi “imam” ve “hatip” yetiştiren okullar değil; ailelerin, çocuklarını, orta öğretimle hayata hazırlanırken, aynı zamanda yoğun bir dini eğitim de almaları arzusuyla yolladıkları kurumlar oldular. 1990 yılı itibariyle, bu okullardan geçmiş olan 433.277 öğrencinin sadece 39.907’sinin Diyanet İşleri’nde görev alması bunu göstermektedir. Ayrıca 1988-1989 öğretim yılında, yüksek öğretime kayıt yaptıran 9931 İmam Hatipli’nin sadece 988’inin İlahiyat Fakültesi’ni seçmesi; diğerlerinin siyasal, mühendislik, tıp, 156 İştar Gözaydın, a.g.e., s. 46-47. 157 A.e. 158 Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, a.g.e., s. 55. 182 hukuk gibi branşlara yönelmesi de159 bu liselere devam edenlerin -ya da velilerininçoğunun mesleki bir eğitim kaygısı gütmediklerini, orta öğretimde dinsel yönlü bir eğitim alma arzusunda olduklarını göstermektedir. 1983 yılından sonra kurulan iki ANAP hükümetinde 374 İmam Hatip Lisesi 406’ya (16’sı Anadolu İmam Hatip) çıktı. Daha sonraki hükümetler döneminde yenileri açılan İmam Hatipler, maksimum öğrenci sayısına 1996-1997 öğretim yılında ulaştı; bu yıla gelindiğinde 601 İmam Hatip’te 511.502 öğrenci bulunuyordu.160 1997 yılının Ağustos ayında çıkan yasal bir düzenlemeyle ilköğretim sekiz yıla çıkarıldı; böylece diğer meslek ortaokullarıyla beraber İmam Hatipler’in de orta kısmı kapatıldı. 161 28 Şubat sürecinde üniversiteye giriş sınavında yapılan katsayı düzenlemesiyle; İmam Hatipler’den siyasal, tıp, hukuk gibi branşlara geçiş yapılması önlendi. Bu tarihten sonra İmam Hatipler’deki öğrenci sayısı düştü; AKP hükümetlerinde bir toparlanma olduysa da eski duruma dönüş olmadı. (2010 yılı itibariyle, İmam Hatipler’den İlahiyat dışındaki alanlara geçiş yapılıp yapılmaması ve bunla ilgili katsayısı sorunu, Türkiye’nin tartıştığı meselelerden biri olmaya devam etmektedir.) 2006’da yapılan ankette % 82,4’lük bir oran, bu fakülte mezunlarının istedikleri fakülteye girebilmeleri gerektiğini beyan etmiştir.162 Bu yüksek eğilimin, bu lise mezunlarının istediği okullara girmesini önemli bir politik hedef edinen AKP’nin oylarını arttıran bir unsur olduğunu tahmin edebiliriz. Aşağıdaki tabloda 28 Şubat sürecinden sonra yaşanan büyük düşüşü ve AKP ile yaşanan artışı görebilirsiniz:163 159 İştar Gözaydın, a.g.e., s. 213. 160 Mustafa Öcal, “Din Eğitim ve Öğretiminin Yeri ve Uygulama Biçimi”, s. 536-540. 161 İştar Gözaydın, a.g.e., s. 213-214. 162 % 14,5’luk bir kesim bu durumu sakıncalı bulmuş, % 3,1 ise cevap vermemiştir: Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, a.g.e., s. 55-56. 163 Bu tablonun 2006-2007 öğretim yılı ve sonrasıyla ilgili verileri: Pervin Kaplan, “İmam Hatipli Sayısı 198.531”, Habertürk, 13 Mart, 2010, s. 19; Bu tarihten önceki veriler: Mustafa Öcal, a.g.e., s. 546, kaynaklarından alınıp birleştirilmiştir. 183 Yıl Okul Sayısı Öğrenci Sayısı Öğretmen Sayısı 1996-1997 601 511.502 18.809 1997-1998 605 396.677 18.702 1998-1999 604 307.385 18.145 1999-2000 604 151.580 15.922 2000-2001 600 102.042 11.877 2001-2002 558 77.392 8.504 2002-2003 536 71.100 7.431 2003-2004 452 97.489 7.631 2004-2005 452 103.788 8.140 2006-2007 455 120.668 ------ 2007-2008 456 129.274 ------ 2008-2009 458 143.637 ------ 2009-2010 465 198.531 ------ TABLO 6: İMAM HATİP İSTATİSTİKLERİ İmam Hatip Okulu ismiyle bu okulların ortaokulları 1951-1952 öğretim yılında faaliyete başladığında 876 öğrencisi vardı. Bu tarihten ortaokullara son defa kayıt tarihi olan 1996-1997 yılına dek bu okullarda 1.500.000 kadar kişi okudu, bunların 1.000.000 kadarı mezun oldu. İmam Hatip Okulları’nın lise kısmının faaliyete başlama tarihi olan 1955-1956’da ise 254 öğrencisi vardı. Bu tarihten 2006- 2007 öğretim dönemine dek bu okullara 1.100.00 civarında öğrenci kayıt yaptırdı, bunların 650.000 kadarı mezun oldu.164 1982’de yayınlanan 41 sayılı kanun hükmünde kararname ile Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi aynı isimle üniversiteye bağlı kaldı, Erzurum’daki İslami İlimler Fakültesi ve Yüksek İslam Enstitüsü ise İlahiyat Fakültesi adıyla birleştiler. Altı ildeki Yüksek İslam Enstitüleri ise üniversitelere bağlanarak İlahiyat Fakültelerine dönüştüler, böylece 8 tane İlahiyat Fakültesi oldu. 1983-1984 öğretim döneminden 2006-2007 dönemine kadar bu okullara 40.000 civarında öğrenci kayıt 164 Mustafa Öcal, a.g.e., s. 548. 184 olmuştur. Bundan önceki dönemde Ankara İlahiyat Fakültesi ve Yüksek İslam Enstitüleri’ne kayıt yaptıranların ise 10-12 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.165 2010 yılı itibariyle 25 tane İlahiyat Fakültesi’nde öğretim faaliyeti devam etmektedir.166 İmam Hatipler ve İlahiyat Fakülteleri, ideolojik aygıt olarak kullanılma amacından çok çevrenin talepleriyle ilişkili bir şekilde kurulmuştur. Fakat bu kurumlar hep Cumhuriyet merkezinin denetimindeki Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK gibi kurumların denetiminde olmuşlardır. Diğer okullarda okutulan İnkılâp Tarihi, Türkçe gibi devletin ve devrimlerin ideolojisini öğrencilere ulaştırılan birçok ders, diğer öğretim kurumlarındaki aynı kitaplarla burada da okutulmuştur. Bu kurumların kuruluşuna sebep olan unsurlar farklı olsa da bunlar, ideolojik aygıt olarak da işlev görmüştür. Althusser’in de dikkat çektiği gibi devlet, ideolojik aygıtlarında baskı aygıtlarında olduğu kadar güçlü değildir; devletin ideolojisine karşı olanların bu aygıtlarda “mevzi kazanma” şansı vardır.167 Bu okullar, bir yönüyle bu şekilde de değerlendirilebilir; bu yönüyle onlar Osmanlı modernleşmesinde devlet eliyle kurulan, fakat devletin ideolojisiyle örtüşmeyen bir ideolojiye kaynaklık yapan Tıbbiye’ye benzetilebilirler. İmam Hatipler’in ve İlahiyatlar’ın, Cumhuriyet’in kurucu ideolojisinin sekülerleşme hedefine uygun bireyler yetiştirmediği söylenebilir. Fakat Cumhuriyet’in müfredatına göre okumuş, giyinmiş ve Cumhuriyet’in kurumlarının parçası olmuş burada yetişmiş bireylerin modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin ne kadar etkisinde kaldıkları, Osmanlı’daki din adamlarından ne kadar farklılaştıkları da gözden kaçmamalıdır. Eğitimlerinde tefsir, hadis, kelam gibi İslami unsurlarla modern eğitimi bir arada gören bu bireylerin müfredatlarındaki melezlik, “karışım kimlikleri”nin inşasında önemli bir rol oynamıştır. Siyasal İslam’ın Cumhuriyet dönemindeki en önemli isimlerinden biri olan Tayyip Erdoğan’ın ve siyasal İslam’la ilişkili kadroların önemli bir bölümünün bu okullarda yetişmiş olması önemlidir. Türkiye’deki siyasal İslam gibi, İmam Hatip Okulları ve İlahiyat Fakülteleri de, merkezin ideolojisinin ve kültürünün birçok 165 A.e., s. 551-552. 166 Diyanet İşleri Başkanlığı, “İlahiyat Fakülteleri”, T. C. Diyanet İşleri Başkanlığı, (Çevrimiçi) http://www.diyanet.gov.tr/turkish/linkler/linklerkatagori.asp?kategori=5, 25 Temmuz 2010. 167 Louis Althusser, a.g.e., s. 172. 185 öğesine alternatif bir ideolojinin ve kültürün sözcüsü ve kaynağı olmuşlardır; fakat bunu yaparken, sistemin içinde kalmak ve sistemin olanaklarını kullanmak gibi hususlarda benzer davranış kalıplarına göre hareket etmişlerdir. C. 1980’lerden Sonra Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Yönetici Zihniyet Cumhuriyet’in kuruluşundan 1980’lere kadar -ikinci bölümde gördüğümüz gibi- yönetici zihniyete Batıcılık, laiklik, milliyetçilik, pozitivizm, teleolojik tarih anlayışı gibi unsurlardan oluşan ve bunların Türkiye’ye has bir tatbikatı olan Kemalist ideoloji hâkimdi. Her ne kadar 1946’dan itibaren “oyun gücü”nün ortaya çıkmasıyla, çevrenin talepleri, merkezde düzenlemeler yapılmasında etkili olmaya başladıysa da, bu dönemden 1980’lere dek, merkezin yönetici zihniyetinde ciddi bir çeşitlenmenin olduğu -1980’lerden sonrasıyla kıyaslandığında- söylenemez. Fakat merkezde çeşitli ideolojilerin kendini göstermesinde ve yönetici zihniyetin monolitik yapısının kırılmasında 1946’nın bir dönüm noktası olduğu söylenebilir. 1980’lerden önce merkezin politikalarının belirlenmesinde etkinliği yüksek olan ordunun Kemalist ideolojiye bağlı olması ve bu dönemdeki cumhurbaşkanlarının çoğunun asker kökenli olması, ayrıca siyasi yelpazenin merkezinin dışındaki partilerin 1980’ler sonrasına nazaran düşük oy almaları; 1980’ler öncesinde yönetici zihniyette, 1980’ler sonrasına nazaran daha az çeşitliliğin olduğunu gösteren delillerdendir. Türkiye’nin yönetici zihniyetinin en temel unsurları siyasi partilerle beraber cumhurbaşkanı, ordu, Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar olmuştur. Bunların içinde en önemli unsurun siyasi partiler olmaya başladığı gözükmektedir. Meclis’in yasama vazifesi siyasi partilerden seçilen milletvekilleriyle gerçekleştiği gibi, yürütmeyi yapan hükümetler de siyasi partilerden çıkmaktadır. Ayrıca yakın zamana dek cumhurbaşkanları da partilerin oluşturduğu meclis tarafından seçilmekteydi -yapılan anayasa değişikliği bundan sonraki ilk seçimi halkın yapmasını gerektirmektedirnitekim 1980’lerden sonraki darbe yönetiminin başı Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığından sonra seçilen Özal ve Demirel cumhurbaşkanı seçildikleri dönemdeki iktidar partisinin liderleriydiler, Gül iktidar partisinin önde 186 gelenlerindendi, Sezer ise koalisyondaki partilerin üzerinde uzlaştıkları isimdi. Anayasa Mahkemesi üyelerini de “tarafsız olan” cumhurbaşkanları seçmiştir ama onu seçen partiler için dünya görüşü, konulara bakış açısı etkili olmuştur; bu da Anayasa Mahkemesi ve YÖK gibi yönetimin etkili kurumlarının da belirlenmesinde partilerin dolaylı da olsa önemli rolü olduğunu gösterir. Siyasi partilerin doğrudan ve dolaylı nüfuzundan en bağımsız kurum ordu olarak gözükmektedir, ama AB süreci, liberalizmin yükselmesi ve sivil toplumun güçlenmesi gibi süreçler ordunun etkinliğini azaltmıştır. Sonuçta merkezin yönetici zihniyetini analiz etmekte, yegâne aktör olmasalar da, en ön plana çıkan aktörler siyasi partilerdir. Bu yüzden, bu bölümde, yönetici zihniyetteki ideoloji çeşitlenmesine atıf yaparken özellikle siyasi partilere odaklanacağız. 168 Bu bölümde, 1980’lerden sonraki yönetici zihniyeti anlamak için merkezde etkili olan ideolojileri dörde ayırarak inceleyeceğiz. Ayrıca, konumuz açısından özel öneme sahip olan İslami ideolojiye bağlı olanların geçirdikleri değişimleri; zihniyet ve kimliklerinde oluşan karışımlar ve farklılaşmalarla ele alacağız. İslami kesimin artan etkinliğini saptamak kadar yaşadığı değişimi saptamak da önemlidir. Çünkü bu kesimin değişimi, etkisinin biçimini de belirlemektedir. Bir asır önce İslami söylemi kullananlarla, günümüzde İslami söylemi kullananlar arasında ciddi farklılaşmalar vardır. Ortaya çıkan farklılaşmaların altını çizmeden, bu kesimleri “İslam” başlığı altında bir arada, aralarında önemli farklar yokmuşçasına değerlendirmek yanıltıcı olacaktır. 1. 1980’lerden Sonra Merkezde İdeolojilerin Çeşitlenmesi İdeolojiler, yaşadığımız dünyanın nasıl olduğunu anlatan, seçenekler karşısında rota belirlemeye yarayan dünya görüşleridir. İdeolojiler, bireyi ve toplumu belli bir amaca sevk eder, “Ben kimim” sorusuna cevap verirler ve bireyin hayatta 168 Partilere oy verme davranışı ideoloji dışında başka unsurlarla da ilgilidir. Örneğin liderlerin hitabet kabiliyetleri ve karizmaları, partilerin gösterdiği adayların kim olduğu, dürüstlük algısı, seçim barajından dolayı yapılan tahminler, mağduriyetle ilgili algılar gibi unsurlar da verilen oyu etkiler. Partilerin söz konusu edildiği yerlerde, bu tip unsurlar değerlendirilmeden, partilerin sadece ideolojileriyle ele alınacaklarını hatırlatmakta fayda görüyoruz. 187 üstlenmesi gerektiği rol ve misyonu belirleyecek şekilde kimlik kazandırırlar.169 1950’li yıllardan itibaren “ideolojilerin sonunun” geldiği, birçok ideolojik gibi sunulan hususun aslında teknik konu olduğu ve liberalizmin ideoloji olmadığı şeklinde fikirler beyan edilmişse de; birçok sosyal bilimcinin dikkat çektiği gibi “ideolojilerin sonu” retoriğiyle yapılan bu yaklaşımlar dahi ideolojiktir.170 “İdeolojiler yoktur” diyerek ideoloji yapmaya benzer paradoksların düşünce tarihinde örnekleri çoktur. Kindi, felsefeye karşı çıkanların felsefeye karşı yaptıkları akıl yürütmelerin de bir felsefe olduğuna, böylece felsefeye ihtiyacı dillendirdiklerine dikkat çekerken böylesi bir paradoksu ortaya koyar.171 Kant’ın saf aklın otoritesini kırmak için yazdığı “Saf Aklın Kritiği” de saf aklın bir eseri olarak böylesi bir paradoksu içinde barındırır.172 Wittgenstein dilin dünyayla ilişkisini ele aldığı “Tractatus” kitabında, dilin kendisi üzerine konuşmakla, kendi koyduğu epistemolojik sınırları ihlal ettiğinin farkındadır ve “…beni anlayan, sonunda bunların saçma olduklarını görür onlarla-onlara tırmanarak-onların üstüne çıktığında (Sanki üstüne tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir.) Bu tümceleri aşması gerekir, o zaman dünyayı doğru görür.” der.173 Wittgenstein’ın içinde olduğu paradoksun farkında olmasına karşın liberalizm dışındaki görüşleri “ideolojik” olarak niteleyenlerin önemli bir kısmı, birçok zaman yaptıkları eleştirilerin, “liberalizm ideolojisi” adına olduğunu ve bir paradoksun içinde bulunduklarını fark edememişlerdir. 1980’ler sonrasında Türkiye’de merkezdeki ideoloji çeşitliliğinin artmasında dönüm noktası Neo-liberalizmin, dünyadaki ve buna paralel olarak Türkiye’deki yükselişi oldu. Neo-liberalizm ideoloji değilmiş gibi sunularak adeta şu denir: “Bir köprüyü Çin’de, Avrupa’da, Afrika’da ve Türkiye’de yaparken uygulanan statik hesaplar, bunun matematiği ve mühendisliği nasıl ideolojiden bağımsız ve 169 Birsen Örs, “Postmodern Dünyada İdeolojinin Dönüşümü”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, no: 40, Mart 2009, s. 2-4. 170 Fatmagül Berktay, “Liberalizm”, s. 96; Birsen Örs, a.g.e., 7-8. 171 Kindi, “İlk Felsefe Üzerine”, İslam Filozoflarından Felsefe Metinleri, 2. bs., Ed. ve Çev. Mahmut Kaya, İstanbul, Klasik, 2005, s. 10-11. 172 Kant, a.g.e., s. 14-22. 173 Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus, 4. bs., Çev. Oruç Aruoba, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s. 171. 188 evrenselse; ekonomide ve siyasette bu politikaları uygulamak da öyle evrenseldir.” Bu yaklaşım siyasette, entelektüeller arasında ve halkta geniş destek buldu ve Neoliberal politikaların uygulanması, merkezin toplum üzerindeki denetimini, dolayısıyla İslami kesim üzerindeki kontrolünü azalttı, böylece İslami kesimin gücünü arttırmasının ve ideolojisinin merkeze taşınmasının önünü açan siyasi, sosyal, yasal zeminin oluşumuna katkıda bulundu. (Bu bölümün “A” kısmında bu süreci işledik.) Diğer yandan Cumhuriyet’in başlangıcından beri ideolojik aygıtlarla geniş kitlelere aktarılarak, geniş bir taraftar kitlesi olan Kemalist ideoloji de merkezdeki varlığını devam ettirdi. Ayrıca Türk milliyetçiliğiyle İslam’ın sentezinden oluşan Türk-İslam ideolojisi; bu dönem içinde gelişen Güneydoğu’daki olaylarla ilişkili olarak ortaya çıkan süreçten de beslenerek güç kazandı. Sonuçta günümüze gelindiğinde merkezde etkili dört tane ideoloji olduğunu söyleyebiliriz: a- Kemalizm b- Türk-İslam sentezi c- Neo-liberalizm d- İslam Bu yaptığımız ayrım, merkezin veya çevrenin, bu dört tane ideoloji çerçevesinde kompartmanlaştığını; bireylerin, grupların veya siyasi partilerin, bu ideolojilerden sadece birine katı bir şekilde bağlı oldukları anlamına gelmemektedir. Birçok zaman bu ideolojiler arasında senteze ve sentezin doğasının kaçınılmaz sonucu olan yorumlamalara, yani benimsenen ideolojinin yeniden tanımlanması, otantikliğinin bozulması veya gerçek otantik yorumun temsilcisi olunduğunun çesitli yorumlamalarla iddia edilmesine rastlanır. Devletin merkezindeki ideoloji çeşitlenmesi, devletin ideolojik aygıtlarının eskisi kadar toplumun ideolojisini/dünya görüşünü belirleyememesi de demektir; çünkü artık toplumdaki ideoloji çeşitliliği merkeze yansımaktadır, -merkez ve çevre ayrımı azalmaktadır- merkezi oluşturanlar, devletin ideolojik aygıtlarına kendi farklı ideolojilerdeki kadrolarını yerleştirmekte, kendi ideolojileri çerçevesinde düzenlemeler yapmaktadırlar. Örneğin eğitim kurumlarında dersin içeriğinin ne olduğu kadar hangi hocanın dersi anlattığı (mevcut konuyu nasıl yorumladığı), 189 müdürün kimliği, müfettişin kimliği, hangi özel okula açılma izni verileceği gibi faktörler de önemlidir; iktidar partilerinin bakanlıklarının tasarrufunun hâkim olduğu bu alanlar, bu partilerin, ideolojik aygıtları, kendi ideolojilerine göre düzenlemesinin olanağını sunarlar. Bu yüzden merkezdeki ideoloji çeşitlenmesi, Kemalist ideoloji çerçevesinde toplumun ideolojik aygıtlarla dönüştürülme sürecinin yavaşlaması/sekteye uğraması anlamlarına da gelmiştir. Bu da İslami dünya görüşüne bağlı bireylerin ve grupların, devletin ideolojik aygıtlarının sekülerleştirici etkisini daha az hissetmelerine, güçlerini arttırmalarına daha müsait sosyal bir ortam bulmalarına neden olmuştur. Merkezde etkili aşağıda ele alacağımız dört ideolojinin yanında; biri ülkenin bir bölümünde, öbürü ise entelektüel kesim arasında etkili olan iki ideolojiye merkezde önemli bir etkileri olmadığı için yer vermedik. Bunlardan birincisi Kürtçülük diyebileceğimiz, Kürt kimliği üzerinden politika yapan bir ideolojidir. Bu ideoloji Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren merkezin “ötekisi” olmuştur; mecliste bu ideolojiye yakın olduğu söylenecek siyasi partiler azınlıkta kaldığı gibi, ordu gibi merkezin önemli kurumları bu ideolojiyi en tehlikeli görüşlerden birisi olarak kabul etmektedirler. Başta Kürtçülüğün daha çok “ezilen halklar” gibi bir retoriğe sahip sosyalist görüşlerle ittifak içinde olduğunu, fakat gittikçe merkezden bağımsızlaşmadaki yardımından dolayı -İslami kesimde olduğu gibi- liberalizmle ittifaka doğru kaydığını söyleyebiliriz. (Ayrıca bazı İslami gruplara bağlılığı olan ve Kürtçülükle İslami dünya görüşünü sentezlemeye çalışanların da olduğu hatırlanmalıdır.) Liberal ideolojinin baskın olduğu Avrupa Birliği’ne girişi bu kesimden birçok kişinin -İslami kesim gibi- desteklemesinden -bu desteğin farklı birçok etkenleri olsa da- liberal görüşe doğru kaymalar olduğunu tespit edebiliriz.174 Akademisyenler, sanatçılar ve basın mensupları gibi entelektüel kesim arasında etkin olmasına rağmen halkta geniş bir tabanı olmayan ideoloji ise sosyalizmdir.175 Özal döneminde 141. ve 142. maddelerin kalkması, Türkiye 174 Hakan Yavuz, Islamic Political Identity in Turkey, s. 255. 175 Murat Belge, “Sol”, Çev. Nait Satlıgan, Geçiş Sürecinde Türkiye, 3. bs., Der: İrvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak, Belge Yayınları, 1998, s. 185. 190 Komünist Partisi (TKP) gibi partilerin legal bir şekilde seçimlere katılmasını sağladı, fakat halkta geniş bir tabanı olmayan bu partiler, 1990’larda Sovyetler’in çöküşünden sonra daha da çok kan kaybetti ve mecliste bir varlık gösteremediler.176 Merkezin önemli kurumu olan ordunun “ötekileri” listesinden de sosyalist-komünist görüşler hiç çıkmadı. Türkiye’yi anlamak açısından gücü artıyor gözüken Kürtçülüğün ve azalmış gözüken Sosyalizmin incelenmesi önemli olsa da, merkezdeki etkileri, aşağıda ele alınan ideolojilere göre düşük olan bu ideolojileri incelemedik. a. Kemalizm Kemalizm ikinci bölümde incelediğimiz laiklik, Batıcılık, pozitivizm, teleolojik tarih anlayışı, milliyetçilik gibi temel ilkeler çerçevesinde şekillenen ve bunların Türkiye’ye pragmatist uygulamasını ifade eden bir ideolojidir. Liberalizm ve İslam’ın merkezde etkinliğinin artması, Türkiye Cumhuriyeti için değişme ve merkezde çeşitlenmeye karşılık gelmesine karşı, Kemalizm kurucu statükoyu ve hafızayı temsil eder. Toplumsal değişim kadar toplumsal hafızada devamlılığı yakalamak da önemlidir; Cumhuriyet’in kurumlarınca (ideolojik aygıtlarınca) şekillenen bireyler, Kemalizm’in kurduğu kurumlar, yapılar, Kemalist fikirler doğrultusunda basılan kitaplar gibi unsurlar bu hafızanın taşıyıcılarıdır.177 Bunların içerisinden devletin ideolojik aygıtlarının ve bunlardan özellikle eğitim kurumlarının bireyleri uzun yıllar bu ideoloji doğrultusunda şekillendirmesi hafızanın devamında en önemli unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca anayasa gibi en temel hukuk metninin bu ideolojiyi koruması, ordu gibi etkin bir kurumun bu ideolojiyi benimsemesi,178 yargı gibi önemli bir kurumda bu ideolojinin birçok kişi üzerinde etkili olması, bu ideolojinin güç alanlarını oluşturmaktadır. 176 Sosyalist görüşleri temsil eden parti olarak en büyük başarıyı Türkiye İşçi Partisi (TİP) 1960’larda gösterdi, sonra bu başarıyı tekrar eden hiçbir parti olmadı. TİP’in aldığı oyların büyük kısmı da yoksul işçi semtlerinden çok orta sınıfın oturduğu semtlerden geldi: Murat Belge, “Sol”, s. 169-172. 177 “Hafızadaki devamlılığa” ve bu devamlılığın kurulan binalar, basılan kitaplar ve yetiştirilen bireyler gibi unsurlarla devamının önemine Şerif Mardin yaptığımız görüşmede dikkatimi çekti: Caner Taslaman, Şerif Mardin ile Görüşme, İstanbul, 4 Nisan 2010. 178 Pınar Tank, “Political Islam in Turkey: A State of Controlled Secularity”, Turkish Studies, Vol. 6, No:1, Mart 2005, s. 11. 191 Halkın içerisinde geniş bir tabanı olan bu ideolojinin meclisteki en önemli taşıyıcısı olarak Mustafa Kemal’in kurucusu olduğu CHP gözükmektedir. CHP’nin en önemli özelliklerinden biri, laiklik ve demokrasi arasında çıkan paradoksta, laikliğin yanında yer almasıdır. Batı’dan devralınan paradigmanın bir gereği olarak laiklik, demokrasinin ön koşulu olarak kabul edilir. Fakat Müslüman ülkelerin birçoğunda laiklik ve demokrasi arasında bir paradoks yaşanmıştır. “Halk egemenliği” demokrasinin belirleyici ilkesidir, fakat bu ilkenin, İslami değerlerin yükselmesine ve kamusal alanda İslami dünya görüşünü benimseyenlerin gücünün artmasına yol açmasından çekinilmektedir.179 Cumhuriyet’in kurucu zihniyeti için demokrasi ilkesinin, laikliğin yanında ikincil kalmasının ve altı kuruluş ilkesi arasında yer almaması da bahsedilen paradoksta, laikliğin demokrasiye tercih edilmesiyle ilişkilidir.180 Oliver Roy, Batı’da laikliğin/sekülerliğin, demokrasinin ön koşulu olarak görülmesine karşın, Türkiye’nin de içinde olduğu Müslüman ülkelerin birçoğunda laikleşme/sekülerleşme süreçlerinin demokrasiye aykırı yollarla gerçekleştirildiğine; “özgürlük” ve “demokrasi”nin devlet otoriteryenliğine karşı İslami kesimden birçok kişinin benimsediği sloganlar olduğuna dikkat çekmiştir.181 CHP “kurucu ideoloji”nin (eski düzenin) temsilcisi olarak değerlendirilmektedir ve “İslamcı korkusu” ile “Atatürk için oy vermek” isteği bu partiyi ayakta tutan dinamikler olarak gözükmektedir.182 Yapılan anket çalışmaları CHP ve AKP seçmenlerini birbirinden ayırt eden en önemli unsurun “dindarlık” olduğunu göstermektedir.183 Örneğin TESEV anketinde, AKP’lilerin % 60’ı, CHP’lilerin ise % 20,9’u kendilerini “Öncelikle Müslüman” olarak işaretlemişlerdir.184 Ayrıca AKP seçmenlerinin kendilerini daha dindar olarak tanımladıkları da tespit edilmiştir.185 Yine aynı ankette laikliği tehdit altında görenlerin en çok % 49 ile CHP’li seçmen olduğu görülmektedir, bunun ardından 179 Nilüfer Göle, Melez Desenler, s. 53. 180 A.e., s. 63-64. 181 Oliver Roy, Globalized Islam, New York, Columbia University Press, 2004, s. 1-5. 182 Michael M. Gunter, Hakan Yavuz, “Turkish Paradox: Progressive Islamists versus Reactionary Secularists”, Middle East Critique, London, Routledge, No: 16-3, 2007, s. 299. 183 Ali Çarkoğlu, Ersin Kalaycıoğlu, Turkish Democracy Today, London, I. B. Tauris, 2007, s. 216. 184 Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, s. 42. 185 A.e., s. 40. 192 ANAP-DYP-GP grubunda bu oran % 32’ye, MHP-BBP grubunda % 20,5’a ve AKP seçmeninde % 12’ye düşmektedir. (Türkiye genelinde % 22,1 laikliğin tehdit altında olduğunu, % 73,1 olmadığını söylemiş, % 4,8 ise cevap vermemiştir.)186 CHP “laiklik tehdidi” üzerinden politika yaparak tabanının eğilimine uygun hareket etmektedir. Fakat paradoksal durum Avrupa Birliği’ne giriş sürecini desteklemek gibi bir konuda kendini göstermektedir. CHP’nin seçmenlerinin bir bölümünün Avrupa Birliği’ne giriş sürecini desteklediği anketlerden anlaşılmaktadır.187 Ayrıca “kurucu ideoloji”nin önemli unsuru olan Batıcılık açısından da bu süreç bulunmaz fırsat olarak gözükmektedir. Fakat İslami kesimin sivil toplumda güç arttırması için demokratikleşmeye, demokratikleşme için ise Avrupa Birliği sürecine önem veren AKP’ye karşı; bu sürecin, AKP’nin istediği sonuçları vereceğinden çekinen CHP -ve tabanının bir bölümü- bu sürece şüpheli yaklaşmaktadır. Bir yandan Kemalizm’in Batıcılık ilkesi ve yücelttiği Batılı habituslar açısından Avrupa Birliği’nin desteklenmesi gerekmektedir; diğer yandan İslami kesimin sivil toplumda güç arttırımı gibi CHP’nin kendisinin ve tabanının istemediği bir sonuç açığa çıkmaktadır. Bu paradoks karşısında, CHP, açık ve net bir tavır yerine, Cumhuriyet’in başlangıcından beri Kemalizm’in izlediği gibi pragmatist bir tutum takınmaktadır. Buna karşı AKP, Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde daha istekli bir politika benimsemiş olarak gözükmektedir. CHP’nin Kemalizm’in en önemli siyasi aktörü olması, merkezde bu ideolojinin siyasi parti olarak yegâne taşıyıcısı olduğunu ve Kemalist ideolojiye bağlı olanların CHP’ye blok şekilde oylarını verdiklerini göstermez. Önceden mecliste etkili olan ANAP, DYP, DSP ve şu anda -2010- etkili olan MHP ve AKP gibi partilere oy verenlerle bu partilerin milletvekillerinin ve diğer önemli isimlerinin de Kemalizm’in ideolojik aygıtlarıyla şekillendikleri hatırlanmalıdır. MHP’nin ideolojisinin temel unsurlarından olan “milliyetçilik” Kemalizm’in en temel ilkelerinden birisidir. İslami dünya görüşünü savunanlar arasında yayılan “karışım kimlik” olgusuna sebep olan unsurların en önemlilerinden biri de devletin, Kemalist 186 A.e., s. 75-76. 187 Ali Çarkoğlu, Ersin Kalaycıoğlu, a.g.e., s. 184. 193 ideoloji doğrultusunda eğitim veren ideolojik aygıtları olmuştur. Sonuçta 2000’li yıllardan sonra da “Kemalizm” Türkiye Cumhuriyeti’nin yönetici zihniyetinin en önemli unsurlarından birisidir. Fakat merkezdeki ideoloji çeşitlenmesi bu ideolojinin aleyhine olmuş; bu ideoloji, önceki dönemdeki, merkezin monolitiğe yakın yapısının ideolojisi olma vasfını kaybetmiştir. b. Türk-İslam Sentezi Kemalizm’in teleolojik tarih anlayışının gereği olarak, toplumun sekülerleşmesinin doğrusal olarak arttığı bir süreç öngörülmüştür. Dine, Durkheimcı bir rol biçilerek, birleştirici unsur olarak kullanılması zaman zaman Kemalist ideolojiye bağlı bazı uygulamalarda ortaya çıksa da, toplumun tutkalı olma vazifesi yüklenen asıl ilke “milliyetçilik” olmuştur. Kemalistlerin çoğunluğu, klasik modernizm teorilerine uygun olarak tarihin “ileri evrelerinde” dinin rolünün azalmasını beklemişlerdir; bu yüzden İslam’ı ideolojinin bir parçası yapma, milliyetçilikle İslam’ı birleştirip eklektik bir ideoloji oluşturmak, laiklik endişesinin en temel endişe olduğu Kemalistler için kabul edilemeyecek bir yaklaşım olmuştur. Kemalizm’in yukarıdan-aşağı toplumu şekillendirme ve teleolojik anlayışıyla tarihin daha üst merdivenlerine “halkı taşıma” yaklaşımlarına karşı “oyun gücü”nün ortaya çıkmasıyla, halkta taban bulma endişesi önem kazandı. Halkın birçoğunun benimsediği milliyetçilik ideolojisinin ve halkın kimliğinin önemli bir unsuru olan İslam’ın, ikisinin birden, zıt görülmeden kucaklandığı yaklaşımların siyasette benimsenmesinin taban bulacağı bir ortam doğdu. Demokrat Parti, Adalet Partisi gibi merkez partilerinin ve 1980 askeri darbesini yapanların yaklaşımlarının içinde de böylesine bir anlayışın izleri görülmektedir. Anavatan Partisi’nin lideri Turgut Özal’ın ellerini başının üstünde birleştirerek farklı eğilimleri birleştirdiğini/kucakladığını beyan ettiği eğilimlerden biri milliyetçilik, diğeri ise muhafazakârlıktı (bununla özellikle İslami değerlere atıf yapılmıştır). 194 İslam’a, ilk dönemlerdeki Kemalist milliyetçilik anlayışından daha ılımlı bakan, milliyetçiliği benimseyen birçok anlayış sonradan yaygınlaşmıştır; fakat Türk-İslam sentezini parti ideolojisinin merkezi unsuru yapan en önemli siyasi aktör MHP olmuştur. MHP ilk dönemlerinde Turancı ideolojiye daha yakın olmuş ve İslam’la sentezi ön plana çıkarmayan bir milliyetçilik anlayışını benimsemişse de; sonradan, İslami unsurlara söylemlerinde daha çok yer vermiştir. Bu partinin lideri Alparslan Türkeş’in 1969 yılında söylediği “Biz Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız. Her iki felsefe bizim şiarımızdır” sözü parti ideolojisini ifade eden ünlü bir söz olmuştur. Partinin Türk-İslam sentezine yönelme sürecinde İslamcılık ile sentezi kabul etmeyen bir milliyetçilik anlayışına sahip Nihal Atsız ve arkadaşları ise partiden ayrılmışlardır.188 MHP’nin “üç hilali” parti amblemi olarak seçmesi, tarikatlar ve dindar kesimlerle yakınlık kurması ve de onlardan destek alması, MHP’li eylemcilerin hapiste Kuran’ı Kerim kursları düzenlemesi, din eğitimi vermeleri/almaları da milliyetçiliği İslam’la sentezlemelerinin örnekleridir. Türkeş’in “Milliyetçiliği reddeden bir dincilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır… Türklükle İslamiyet, bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misali ayrılması imkânsız bir hale gelmiştir” sözü de bahsedilen sentezin ifadesidir.189 MHP 1965’te % 2,2, 1969’da % 3, 1973’de % 3,4, 1977’de % 6,4 oy almıştır.190 (1961’de % 14’e yakın oy alınan CKMP partisinin ideolojisinde Türkİslam sentezi değil milliyetçilik ideolojisi hâkimdi.) 1970’lerde kurulan Milliyetçi Cephe Hükümetleri’nde birkaç tane bakanlık alan ve bürokraside kendi kadrolarını yükselten MHP’nin ideolojisi merkezde etkili olmuştur. Fakat 1990’lardan sonra MHP’nin artan oy oranları, 1980’lerden sonra merkezde ideoloji çeşitliliğinin oluştuğunu desteklemektedir. MHP 1999’da % 18 (129 milletvekili) oy alarak tarihinin en büyük çıkışını yapmış ve iktidarın ortağı olup birçok bakanlık almış, 2002’de % 8,4 oy alıp barajın altında kalmış, 2007’de % 14,3 (71 milletvekili) oy 188 Mehmet Ali Ağaoğulları, “Aşırı Milliyetçi Sağ”, Geçiş Sürecinde Türkiye, 13. bs., Der: Irvin Cemil Schick ve Ertuğrul Ahmet Tonak, İstanbul, Belge Yayınları, 1998, s. 222-223. 189 A.e., s. 223. 190 A.e., s. 226. 195 oranıyla barajı geçebilen üç partiden biri olmuştur.191 MHP’nin artan gücünü besleyen unsurların başında 1980’li yıllarda başlayan PKK’ya bağlı olaylar ve Kürt ayrılıkçı hareketi olduğu yaygın kanaattir.192 Modernizmin önemli bir unsuru olan liberalizmle İslam’ın ittifakını temsil eden AKP’ye karşı; MHP, modernizmin önemli bir unsuru olan milliyetçilikle İslam’ın ittifakını temsil etmektedir. AKP’nin yönetici kadroları açısından İslami unsurun liberalizme göre ontolojik önceliğine karşı, MHP’deki İslami ve Türk unsurlar arasında böylesi bir ontolojik önceliğin belirgin olmadığı, daha kaynaşmış bir yapı gözükmektedir. MHP’nin milliyetçilik ortak paydasında buluşması mümkün olduğundan DSP ile koalisyon kurduğu söylenebilir; birçok kişinin CHP’nin gelecekteki muhtemel koalisyon ortağı olarak MHP’yi görmesinin sebeplerinden birisi de bu milliyetçilik ortak paydasıdır. Diğer yandan MHP, Türk-İslam sentezi ideolojisindeki İslam unsuruyla AKP ile de ortak bir paydaya sahip olarak, şu an (2010) itibariyle meclisteki grubu olan partiler arasında, ilerde aynı partilerin mecliste gruba sahip olacağı farz edilirse ve bir koalisyon gerekli olursa, en esnek ideolojiye sahip parti olarak gözükmektedir. (Koalisyonlarda bu ideolojik esneklikler dışında birçok unsur rol oynadığı için iddialı bir tahmin yapmak mümkün değildir.) AKP’nin AB’ye giriş yönündeki kararlı tavrına, küreselleşmenin nimetlerinden faydalanmaya istekli politikalarına ve İslami değerlerle liberalizmin bir sentezini oluşturmasına karşın MHP, mecliste grubu olan partiler arasında AB’ye ve küreselleşme sürecine -bunlara karşı apaçık bir karşı pozisyonu benimsemese deen şüpheci yaklaşan parti görünümündedir. MHP, AB süreci “bahane edilerek” Kürtçe eğitim yapılması, Kıbrıs konusunda “taviz verilmesi” gibi hususlardan tedirginlik duyarak AB sürecine karşı eleştirel yaklaşmıştır.193 Milliyetçilik ideolojisi, ulus olarak isimlendirilen toplumda bölünmeleri istemeyen; ulus içinde dil, ortak tarih, ülkü gibi ilkeler temelinde birlik öngören, ulus-altı ve ulus-üstü 191 TÜİK “Milletvekili Genel Seçim Sonuçları”, T. C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu, (Çevrimiçi) http://www.tuik.gov.tr/secimdagitimapp/secim.zul, 20.06.2010. 192 Ali Çarkoğlu, “Ideology or Economic Pragmatism?: Profiling Turkish Voters in 2007”, Turkish Studies, Vol. 9, No: 2, 2007, s. 324. 193 Filiz Başkan, “At The Crossroads of Ideological Divides: Cooperation Between Leftists and Ultranationalists in Turkey”, Turkish Studies, Vol. 6, No:1, Mart 2005, s. 61-62. 196 bağlılıkları ortak ulus kimliğinden kopartıcı etkiler olarak değerlendirip tehlikeli bulan bir ideolojidir.194 Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde Kürtçe ile ilgili açılımların ulusun en önemli birlik ilkelerinden kabul edilen dil birliğini aşındıracağı, ayrıca hem ulus-altı kimlik olarak Kürt kimliğini, hem ulus-üstü kimlik olarak Avrupalılığı güçlendireceği endişeleri; milliyetçi ideoloji adına neden AB sürecine şüpheyle bakıldığını açıklamaktadır. Bu endişeler, MHP’nin “AB’ye teslim olma” söylemiyle AKP’ye karşı eleştiriler yöneltmesine sebep olmaktadır.195 CHP’de AB sürecinin toplumun sekülerleşmesi sürecine zarar vereceği endişesinin ön plana çıkmasına karşı MHP’de bu sürecin “Kürt sorununu” arttıracağı endişesi ön plana çıkmaktadır. MHP, milliyetçiliğin, dine karşı bir ideoloji olarak konumlandırılmasına karşıt bir pozisyonu ve Kemalist yorumun tekelinden kurtarılmasını temsil etmektedir. MHP’nin 1980 öncesi döneme göre artan gücü, merkezdeki ideoloji çeşitlenmesinin bir göstergesidir. Merkezdeki Türk-İslam ideolojisinin en önemli taşıyıcısı olan MHP, bir yönüyle İslam dışında bir ideolojinin temsilcisi, bir yönüyle İslami ideolojinin bir taşıyıcısıdır. İslami değerleri benimsemiş kesimden önemli bir tabanı olan MHP, yaptığı koalisyonlarda, İslami değerleri benimseyen kadrolarının bürokraside görev almaları gibi hususlarda aracı olmuştur. MHP, bir yönüyle, İslami dünya görüşünün toplum seviyesinde güç kazanmasının ve merkeze taşınmasının araçlarından birisidir diyebiliriz. c. Neo-liberalizm Daha önceden değindiğimiz gibi Amerika/Reagan ve İngiltere/Thatcher gibi önemli uluslararası aktörlerle yayılan Neo-liberalizm, Türkiye’de Özal’la önemli bir çıkış yaptı. Özal için piyasa ekonomisinin gereğince işlemesi en temel konuydu ve yasalara bağlılıktan veya sendikal haklardan daha önemliydi. Bu konudaki tavrını hem söylemi, hem de davranışlarıyla açıkça ortaya koydu.196 Özal, benimsediği 194 Haldun Gülalp, “Kimlikler, Toplum ve İktidar”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 40, Mart 2009, s. 138. 195 Michael M. Gunter, Hakan Yavuz, a.g.e., s. 296. 196 Ziya Öniş, “Turgut Özal and His Economic Legacy: Turkish Neo-Liberalism in Critical Perspective”, Middle Eastern Studies, Vol. 40/4, 2004, s. 114-121,122. 197 pragmatizm ile Türkiye’nin ekonomisinin dışa açılmasında ve toplumun “transformasyon” yaşamasında önemli bir aktör oldu. Özal’ın, siyasetin gücünü kullanarak yaptığı değişiklikler, toplumun siyasetten bağımsızlaşma sürecine hız verdi. Sivil toplumu güçlü kılan en önemli unsurlardan biri; aktörlerinin, piyasa ekonomisi aracılığıyla değişimi yönlendirebilmesidir.197 Türkiye ekonomisinin küreselleşme sürecinin hızlandığı 1980’li yılların, önemli bir dönüm noktası olduğu süreç; ihracat ve ithalatın arttırılması suretiyle dış sisteme daha çok entegre olunarak, devletin ekonomideki rolü azaltılarak, özelleşmeler gerçekleştirilerek, özel sektör büyütülerek ve bu süreci destekleyen IMF gibi kurumlarla işbirliği devam ettirilerek 1990’lı ve 2000’li yıllarda da sürdü. IMF ve Dünya Bankası gibi önemli uluslararası aktörlerin Neo-liberal politikaları benimsemeleri, bu ideolojinin dünyada yayılmasında önemlidir. 1980’ler ve sonrasında Türkiye’de de IMF, Dünya Bankası ve OECD’den gelen para akışı ve bu kurumların hükümetlerle yaptıkları ekonomik programlar Neo-liberal yapılanmaların oluşumunda kritik öneme sahip oldu.198 Neo-liberalizmin dünyaya yayılmasında önemli aktörler olan Thatcher, Reagan ve Bush hükümetleri ekonomik liberalizmle, din ve aile gibi değerlere atıf yapan Neo-muhafazakârlığı harmanlamışlardı. 199 Türkiye’nin 1980’lerden sonraki tek parti iktidarlarını oluşturan ANAP ve AKP hükümetlerinde de aynı harmanlamaya -AKP’de muhafazakârlığın oranı daha yüksek bir şekilde- tanık oluyoruz. AKP, ANAP gibi, AB sürecini de destekleyerek, Neo-liberal politikalara destek verdi. (Bu desteğin, ekonomik liberalizmle beraber siyasal liberalizmi de kapsadığına dikkat edilmelidir.) Kemalizm’in rol modeli olan Batı’ya liberal değerler hâkimdi; bu ise Kemalizm’in laiklik/sekülerlik gibi ilkeleri adına sivil toplumu baskı altında tutmak isteyenlere karşı Kemalizm’in de benimsediği rol modele atıf yaparak merkezin baskısından korunmayı mümkün kılıyordu. Kemalistler’in genel tavrı sekülerleşme endişesini ön plana alarak, İslami değerler etrafında örgütlenmiş cemaatler, dernekler, gruplar gibi yapılanmaları baskı altında 197 Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji, s. 30. 198 Ziya Öniş, Post-War Development Performance of the Turkish Economy: A Political Economy Perspective, s. 7. 199 Zeynep Gambetti, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi”, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 40, Mart 2009, s. 152. 198 tutmaktı. Liberaller ise demokrasi endişesini ön plana çıkartarak, sivil toplumun merkezden bağımsızlaşacağı yapıyı oluşturmaya çalıştılar; bunun sonucu ise toplumda etkili olan İslami cemaatlerin güç kazanması oldu. İslami kesimin önemli bir bölümünün, siyasette liberalizmi desteklemelerinde ise kendileri açısından avantajlı bu durumu tespitleri etkili oldu. İslami dünya görüşünü merkeze taşıyan en önemli aktör olarak gözüken AKP’nin liberalizmle İslami değerleri harmanlamasının ve İslami kesimlerin ‘ötekisi’ olan Batı ile kaynaşmanın en önemli projesi olan Avrupa Birliği’ni desteklemesinin arkasında da, liberalizmin İslami kesime sağladığı bahsedilen fırsat alanları vardır. Fakat AKP’nin bu politikasının, sivil toplumda İslami cemaatlerin, grupların ve bireylerin güç kazanmasının önünü açmasına karşılık; diğer yandan, devletin, şiddet kullanarak ele geçirilmesi suretiyle Ehli Sünnet İslam’a referanslarla düzenlenmesi projesinden -“devrimci İslam” olarak adlandırılan projeden- Türkiye’yi iyice uzaklaştırdığına dikkat edilmelidir. Sonuçta AKP’nin, AB’ye girmeyi temel bir politika olarak benimsemesinin ve diğer liberal politikalarının, devletin hukuki yapısının dine referansla kurulmaması gerektiğini söyleyen “laiklik” ilkesini desteklediği, fakat sivil toplumun dinden uzaklaşarak dünyevileşmesi anlamında “sekülerlik” ilkesine zıt sonuçlar verdiği söylenebilir. Liberalizmin benimsenmesi 1980’lerden sonra iktidar olmuş ANAP veya bu çizgiye yakın DYP gibi Neo-muhafazakâr olarak isimlendirilebilecek partilerle veya siyasal İslam’ın tüm Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en önemli aktörü olarak kabul edebileceğimiz AKP ile sınırlı değildir. 1990’ların başında Sovyetler’in çöküşünden sonra liberalizmin en önemli rakibi olarak gözüken sosyalizmin büyük ölçüde güç kaybettiği süreç yaşandı; bu olgu 1980’lerdeki liberalizmin yaygınlaşmasıyla birleşince liberalizmle ifade edilen değerler/politikalar yükselişlerini hızlandırdılar. Dünyada ve Türkiye’de yükselen liberal değerler, Kemalizm’in meclisteki en önemli aktörü CHP’yi, Türk-İslam sentezinin en önemli aktörü MHP’yi de etkiledi. Bu partiler yapılan özelleştirmelere ve bireysel hakları arttıracak yasal düzenlemelere karşı bazı eleştiriler getirdilerse de; iktidar ortağı oldukları zaman ne bir devletleştirme hamlesini hayata geçirdiler, ne liberal ilkeler aleyhine ciddi yasa düzenlemelerine teşebbüs ettiler, ne de AB sürecini durdurmaya kalktılar. Genel olarak bakıldığında CHP’nin liberalizm ideolojisinden çok bu ideolojinin 199 unsurlarının sekülerleşme sürecine zarar vermesinden, MHP’nin ise Kürt sorununu kendisinin istemeyeceği şekilde geliştirmesinden çekindiği, fakat kendi korktukları sonuçlar olmayacak olsa; liberalizmin özelleştirme, serbest ticaret, devletin ekonomideki rolünün küçülmesi gibi ekonomik ve birey haklarının güçlendirilmesi gibi siyasi ilkelerinden ciddi boyutta rahatsızlık duymayacakları söylenebilir. Sonuçta Kemalizm, Türk-İslam sentezi ve İslam ideolojilerini benimseyenlerin, liberalizmle ifade edilen ilkelere ontolojik öncelikleri vardır; fakat bu daha derin kaygılarına zarar gelmeyeceğine kanaat getirdikleri zaman liberalizmin birçok ilkesine karşı açık bir karşıtlıkları da yoktur, özellikle ekonomik liberal değerleri kategorik olarak bir inkâr içinde -sosyalizm gibi- değillerdir. Bunun yanında liberal ilkelerin, geri kalan tüm ideolojilerin ilkelerinden ontolojik önceliği olduğunu savunan bir kesim de vardır. Eğer Türkiye’nin bugünkü durumunda, bu üç ideolojiye yakın olanların, kendilerininki dışında üzerinde konsensüse varacakları bir ideoloji aranacak olsa, bu vasfa sahip tek ideoloji olarak -özellikle ekonomikliberalizm gözükmektedir. Sırf bu olgu bile 1980’ler sonrası Türkiye’sinin yönetici zihniyetinde yükselen en önemli bileşenlerden birinin Neo-liberalizm olduğunu göstermektedir. Anketlerde “Türkiye’nin en önemli sorunu nedir” diye sorulduğunda birinci cevap “İşsizlik” ikinci cevap ise “Enflasyon/Hayat pahalılığı” olmaktadır.200 Yabancı yatırımın getirilmesi veya dış ticaretin arttırılması gibi liberalizmle ilişkili söylemler, 1980’lerden sonra iktidara tek parti veya koalisyon ortağı olarak gelen her partinin benimsediği politikalar olmuştur. Kısacası liberal yaklaşımlar, toplumun en önemli sorun olarak gördüklerini çözmekte, geniş bir kesim tarafından doğru reçeteler olarak benimsenmektedir. Bu sorunların çözümünde bazı partiler özelleştirmelere karşı çıkmak gibi liberalizme uzak gözüken yaklaşımlar benimsemişlerdir. Fakat özelleştirmelere karşı çıkan meclisteki grubu olan partilerin hiçbiri; KİT’lerin sayısının arttırılması, devletin yeni sektörlere girmesi, gümrük duvarlarının yükseltilmesi, yabancı yatırımların zorlaştırılması gibi ekonomik liberalizmin ilkeleri 200 Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak a.g.e., s. 45. 200 aleyhinde ve birey haklarını devletin lehine kısıtlayan yeni yasal düzenlemeler yapılması 201 veya AB’nin Kopenhag Kriterleri’nin benimsenmemesi gibi -bu konuyla ilgili sekülerlik ve Güneydoğuyla ilişkili sorunlardan kaynaklı şüpheler ifade edilse de- siyasi liberalizmin perspektiflerine aykırı gözükebilecek görüşler temelinde -bazı istisnalar olsa da- siyaset belirlememiş ve parti programlarını oluşturmamışlardır. Aslında bu olgu bile liberalizmin, kimi ilkelerini eleştirenler dâhil, Türkiye’deki kesimlerin birçoğu üzerinde nasıl geniş kabul görmüş bir ideoloji haline dönüştüğünü göstermektedir. Türkiye’nin yönetici zihniyetinde bu ideolojinin yükselmesi de, önceden merkezin ideolojisinde tekele yakın hâkimiyeti olan Kemalizm’in aleyhine olmuştur. Liberal değerlere atıf yapılarak yapılan uygulamalar, Kemalizm’in laiklik/sekülerlik ilkeleri adına gerçekleşen kontrolcü/baskıcı reflekslerin aşılmasında İslami kesime yardımcı olmuştur; kısacası önceden bahsettiğimiz “laiklik ve demokrasi paradoksunda”, liberalizmle demokrasiye verilen önemin yükseltilmesi, laiklik adına konulan “engeller”in aşılmasını sağlamıştır. Bundan ise İslami kesim istifade etmiştir. d. İslam 1946’da “oyun gücü”nün ortaya çıkmasıyla CHP daha iktidardayken toplumun yönetici kesimlerinin İslam’la ilişkisinde farklılaşmalar başladı. Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh’tan etkiler alan, İlahiyat Fakültesi dekanlığı yapan Şemseddin Günaltay’ın 1949’da CHP iktidarında başbakan olması da bunun bir göstergesidir. Daha sonra DP hükümetleri ve AP hükümetlerinin İslami kesimden cemaatlerle, gruplarla olumlu ilişkiler kurdukları ve bunlardan bazı kimseleri meclise taşıdıkları birçok kitap ve makalede anlatılır. Fakat İslami değerlerle ilgili endişeler temelinde kurulan, birçok kişinin -etkili bir hareket olarak- siyasal İslam’ın başlangıcı olarak nitelediği, bu ideolojiyi merkeze taşımaya odaklanan ve tarihsel süreç içinde bunu başaran girişim 1970’lerde Necmettin Erbakan ve arkadaşlarınca kurulan Milli Nizam Partisi (MNP) oldu. İskender Paşa Cemaati’nin şeyhi Mehmet Zahit 201 Örneğin eskinin 141., 142. ve 163. maddeleri gibi yasalarının geri getirilmesi gibi temel düzenlemeler yapılması mecliste grubu olan hiçbir partinin temel politikası olmamıştır; yoksa Güneydoğu’da olan olaylar gibi olgulardan dolayı birey haklarının kısıtlandığı birçok örnek bulmak mümkündür. 201 Kotku’nun teşvik ve desteği bu hareketin oluşumuna vücut verdi.202 1971 yılında, askeri darbenin hemen ardından Anayasa Mahkemesi laikliğe aykırılık gerekçesiyle MNP’yi kapattı; daha sonra bu partinin yerine kurulan birçok parti de aynı akıbete uğradı. 203 Milli Selamet Partisi 1972’de kurulup askeri darbenin ardından 1981’de kapatıldı, Refah Partisi 1983’te kurulup 1998’te kapatıldı, Fazilet Partisi 1997’de kurulup 2001’de kapatıldı, bu partinin devamı niteliğindeki 2001’de kurulan Saadet Partisi ve bu partiden ayrılanların çekirdek kadrosunu oluşturup farklı bir çizgiyi temsil eden AKP ise hala siyasi hayatlarını devam ettirmektedirler.204 MSP, 1973 seçimlerinde toplam oyların % 11,8’ini, 1977 seçimlerinde % 8,6’sını kazandı. 205 Önce 1974’te CHP ile bir koalisyon kurup altı bakanlık aldı, daha sonra AP’nin genel başkanı Süleyman Demirel’in başbakan olduğu ve MHP’nin de içinde olduğu Milli Cephe hükümetlerinde yer alarak bazı bakanlıkları elde etti. Daha önceden Kemalist ideolojiye karşı siyasal çıkışlar olmuş olsa da, siyasal sistem içinde kalarak İslami değerler temelli siyasi çıkışı ilk kurumsallaştıran ve tabanının oylarıyla İslami ideolojiyi ilk kez merkeze/yönetime taşıyan kurum MSP oldu. Böylece MSP, merkezde/yönetimde bir ideoloji çeşitlenmesine 1970’li yıllarda sebep oldu. Fakat 1980’lerden sonra oluşan ideoloji çeşitlenmesine göre ve siyasal İslam olarak nitelenen partilerin yönetimde söz sahibi olma derecelerine göre bu oldukça düşük orandadır. MSP kapatılınca yerine kurulan RP, 1994 yerel seçimlerinde, siyasal İslam olarak nitelenen partilerin ilk büyük çıkışını yaptı, parti oyların % 19’unu aldı ve 202 Kotku’nun vefatından sonra yerine geçen damadı Esad Coşan döneminde partiyle cemaatin arası açıldı. Partinin liderliği ve kontrolü tamamen Erbakan’a geçti: Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan, s. 223-224. 203 İhsan Dağı, “Turkey’s AKP in Power”, Journal of Democracy, Vol. 19, No: 3, The Johns Hopkins University Press, Temmuz 2008, s. 26. 204 Pınar Tank, a.g.e., s. 7. 205 TÜİK, “Milletvekili Genel Seçimi”, 1973 ve 1977 Genel Seçim Sonuçları, T. C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu, (Çevrimiçi) http://tuikrapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?secimdb2=&report=tablo1_5077.RDF&p_il=0&p_s1=1 &p_s2=2&p_s3=3&p_s4=4&p_s5=5&p_s6=6&p_s7=7&p_kod=1&desformat=html&ENVID=secim Env, 20.06.2010. 202 İstanbul, Ankara dâhil 28 ilde belediye başkanlıklarını kazandı. 206 1995 genel seçimlerinde ise RP % 21,4 oy oranıyla birinci parti çıktı. 207 Böylece ilk defa, Kemalist ideolojinin “ötekisi” olan bir parti bir seçimde birinci çıkmış oldu. RP lideri Erbakan, DYP ile kurulan koalisyonda başbakan oldu. İslami ideolojinin, yönetici zihniyetin önemli bir unsuru olmasına yönelik bu çıkış, merkezin, siyasi partiler dışındaki diğer aktörlerinin de çabalarıyla etkisizleştirildi. Bu aktörler özellikle Ordu, Cumhurbaşkanı Demirel, kapatma davasını açan Yargıtay Başsavcısı ve Anayasa Mahkemesi’ydi. Birçok kişinin “post-modern darbe” ve “28 Şubat süreci” olarak adlandırdığı süreçteki kritik olay 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK), askerlerin, bir ültimatom şeklinde, 18 maddelik iç güvenliğin tehdit edildiğine dair listeyi Erbakan’a imzalatmaya çalışması oldu. Erbakan, biraz direnmesine rağmen 5 Mart 1997’de imzayı attı. Şubat 1997 içinde ordunun, Sincan’da tankları yürüterek “balans ayarı” yapması gibi güç gösterileri de, ordunun kararlılığını gösteren, bu sürecin parçası eylemlerdi.208 Ordu 19 gazete, 20 televizyon istasyonu, 51 radyo istasyonu, 110 dergi, 800 okul, 2500 dernek ve 1200 öğrenci yurdunun “irticai” yapılanmayı desteklediklerini duyurdu, bunları hedef tahtasına koydu ve basının geri kalanıyla, ayrıca YÖK gibi kurumlarla işbirliğine yöneldi.209 Bu arada askeri darbe gibi olasılıklardan çekinen Erbakan, iktidar ortağı partinin lideri Tansu Çiller’e başbakanlığı devredip, iktidar ortağı kalmaya çalıştı ve bu niyetle Haziran 1997’de başbakanlıktan istifa etti. Fakat Cumhurbaşkanı Demirel, hükümeti kurma vazifesini başkasına verdi ve koalisyon partilerinden kopan milletvekillerinin de desteğiyle bu koalisyon bitti. Merkezin diğer önemli bir aktörü olan Anayasa Mahkemesi ise Ocak 1998’de RP’yi laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle kapattı; partinin lideri Erbakan’a ise beş yıl siyaset yasağı getirildi.210 RP, genel seçimden birinci çıkarak siyasal İslam’ın en büyük başarısını 206 İhsan Dağı, “Transformation of Islamic Political Identity in Turkey: Rethinking the West and Westernization”, Turkish Studies, Vol. 6, No:1, Mart 2005, s. 25. 207 TÜİK, “Milletvekili Genel Seçimi”, 1995 Genel Seçim Sonuçları, T. C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu, (Çevrimiçi) http://tuikrapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?secimdb2=&report=tablo1.RDF&p_il=0&p_s1=1&p_s2 =2&p_s3=3&p_s4=4&p_s5=5&p_s6=6&p_s7=7&p_s8=8&p_s9=9&p_kod=1&desformat=html&EN VID=secimEnv, 20.06.2010. 208 Hakan Yavuz, Modernleşen Müslümanlar, s. 328. 209 A.e., s. 330-333. 210 İhsan Dağı, a.g.e., s. 27. 203 gerçekleştirmiş ve kadrolarını bürokraside kritik yerlere taşımakta kısmen başarılı olmuş olsa da, merkezin yönetici zihniyetinde, seçimdeki başarısıyla orantılı bir ideoloji çeşitlenmesi oluşturamadı. 28 Şubat sürecinin önemli sonuçlarından biri siyasal İslam’da bölünmenin yaşanması oldu. Bu bölünme hemen olmadı; önce Erbakan’ın manevi liderliği altında FP kuruldu. Bu parti girdiği 1999 seçimlerinden oy oranlarını düşürerek % 15,4 oy aldı. 211 Bu partinin yine kapatılması üzerine ise biri yine Erbakan’ın manevi liderliğinde, kapatılan partinin devamı niteliğinde SP ve kapatılan partinin kadrolarının öncülüğünde, fakat birçok açıdan ciddi farklılıkları da olan AKP kuruldu. AKP, 28 Şubat sürecinde yaşananlardan ve parti kapatmalarından önemli dersler çıkardı; hükümet kurmanın ülkeyi idare etmek için yetmediğini anladı. 212 Ordu, Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanı gibi merkezin diğer aktörlerinin hükümet olsalar bile diledikleri düzenlemeleri yapmalarına engel olabilecekleri önceki tecrübelerden belliydi. Buna karşın AB süreci, siyasal liberalizmle ilgili ilkelerin yasallaşmasını ve uygulanmasını, böylece Avrupa tipi bir demokrasiyle ordunun siyasetteki müdahalesinin yok edilmesini ve halkın oylarıyla aşağıdanyukarı iktidarı taşıyan siyasi partilerin, toplumun yönetimindeki daha önemli aktörler olmasını destekliyordu. Ekonomik liberalizme dair ilkeler ise sivil toplumdaki İslami değerleri benimsemiş aktörlerin daha rahat hareket etmelerine olanak tanıyordu, ayrıca bu ilkelerin uygulanması TÜSİAD gibi önemli aktörlerin bu parti hakkındaki kuşkularını azaltacak nitelikteydi. Ayrıca ekonomik liberalizmin uygulanmasının, halkın zenginleşmesini sağlayacağına; bunun ise en önemli sorunlarının ekonomik olduğunu ifade eden halkın, oylarını almakta aracı olacağına da AKP’nin kanaat getirdiği gözükmektedir. Bunun sonucunda AKP, siyasal İslam’ın Batı karşıtı retoriğini terk etti, küreselleşmeyi sorun değil fırsat olarak değerlendirdi; sık sık atıfta bulundukları ve kadrolarından bir kısmını partilerine aldıkları Özal gibi -Özal’dan dozu daha yüksek oranda- muhafazakârlıkla 211 TÜİK, “Milletvekili Genel Seçimi”, 1999 Genel Seçim Sonuçları, T. C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu, (Çevrimiçi) http://tuikrapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?secimdb2=&report=tablo1.RDF&p_il=0&p_s1=1&p_s2 =2&p_s3=3&p_s4=4&p_s5=5&p_s6=6&p_s7=7&p_s8=8&p_s9=9&p_kod=1&desformat=html&EN VID=secimEnv, 20.06.2010. 212 İhsan Dağı, “Turkey’s AKP in Power”, s. 27. 204 liberalizmin bir sentezini yaptılar. İslami değerlere sahip çıktıkları gibi Batı ile bütünleşmedeki en önemli siyasi proje olan AB sürecinin önderliğine de soyundular. AKP’nin yaklaşımları birçok kişinin bu partiyi “liberal İslam”ın başarılı bir örneği olarak nitelemesine sebep oldu.213 AKP’nin muhafazakârlıkla liberalizmi kendisine has bir şekilde evlendirmesi gerekli etkiyi gösterdi. Ayrıca 28 Şubat sürecinde hapse atılan, eski İstanbul Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan’ın “mağdurluğu”, dinamikliği, etkileyiciliği, siyasal İslam’ın eski retoriğini terk etmesi de önemliydi. Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanıyken pragmatizmin ne kadar işe yaradığını deneyerek görmüştü; bu tecrübesini partisine taşıdı. 214 AKP’den önceki üç parti koalisyonunda Cumhuriyet tarihinin en büyük krizlerinden biri olan 2002 ekonomi krizinin yaşanmasından doğan konjonktür, AKP’nin büyük seçim başarılarını destekleyen çok önemli bir faktör oldu.215 Sonuçta AKP, 2002 seçimlerinde % 34,3 ve 2007 seçimlerinde % 46,6 oy alarak tek başına iktidar oldu.216 Ayrıca iki yerel seçimden de birinci parti olarak çıktı ve 2010’daki referandumda istediği onayı almayı becerdi. Partinin Erdoğan’dan sonraki ikinci adamı olan Abdullah Gül Ağustos 2007’de cumhurbaşkanı oldu; böylece İslami dünya görüşüne sahip bir kişi yönetimin diğer önemli bir kurumunun başına geçti. Cumhurbaşkanı’nın Anayasa Mahkemesi üyelerini ve YÖK gibi kurumların üyelerini atama hususundaki yetkileriyle; bu görüşün, merkezdeki kadrolar arasındaki yayılması sürmektedir. RP’nin hükümet olup iktidar olamamasıyla ilgili sorunu AKP yaşamadı; liberalizmle yaptığı evlilik, AB sürecini desteklemesiyle aldığı dış destek, hem kendisini ordunun müdahalesinden korudu, hem de halkın desteğini almasında katkı sağladı. AKP, hem İslami kesimin sivil toplumdaki gücünü arttırmayı, hem de ekonomik büyümeyi 213 Graham E. Fuller, Siyasal İslam’ın Geleceği, Çev. Mustafa Acar, İstanbul, Timaş Yayınları, 2004, s. 9, 119, 319. 214 İhsan Dağı, a.g.e., s. 28. 215 Ziya Öniş, “The Political Economy of Turkey’s Justice and Development Party”, (Çevrimiçi) http://home.ku.edu.tr/~zonis/publications.htm, 20 Ağustos 2010. s. 3-4. 216 TÜİK, “Milletvekili Genel Seçimi”, 2002 ve 2007 Genel Seçim Sonuçları, T. C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu, (Çevrimiçi) http://tuikrapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?secimdb2=&report=tablo1.RDF&p_il=0&p_s1=1&p_s2 =2&p_s3=3&p_s4=4&p_s5=5&p_s6=6&p_s7=7&p_s8=8&p_s9=9&p_kod=1&desformat=html&EN VID=secimEnv, 20.06.2010. 205 gerçekleştirip iktidarını sağlamlaştırmayı becerebildi. AKP ile yönetici zihniyetteki çeşitlenme iyice arttı; hem Özal’ın merkezin ideolojisi olarak yükselttiği liberalizmin yönetimin ideolojisi olmaktaki rolü iyice pekiştirildi, hem İslami dünya görüşüne sahip kişiler Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar merkezde/yönetimde yer aldılar. Sonuçta İslami dünya görüşü sivil toplumda olduğu gibi merkezde de gücünü arttırdı. 2. İslami Kesim, “Karışım Kimlikler” ve Kamusal Alanda Çeşitlenme Türkiye’deki AKP, Mısır’ın Müslüman Kardeşleri, Hindistan’ın Cemaat-i İslamisi, Afganistan’ın Talibanı; hepsi “siyasal İslam” veya “İslam” ortak başlığında incelenseler de, birbirlerinden oldukça farklıdırlar. Türkiye’nin siyasal İslam’ı, laik bir devletin koyduğu kurallara göre hareket eden, demokratik bir sistem içinde halkın oylarıyla güç elde etmiş, aşağıdan-yukarıya doğru bir harekettir. Halkın oylarından güç alan Türk siyasal İslam’ını faklı kılan dinamiklerin önemli bir bölümü, toplumun geniş bir kesiminde ve İslami kesim olarak anılan kısmında ortaya çıkan “karışım kimlik” olgusuyla bağlantılıdır. Sonuçta “karışım kimlikler” ile olguları tespit etmek; hem toplumun önemli bir kesimini analiz etmek, hem de siyasal İslam’ı daha iyi anlamak demektir. Türkiye’deki siyasal İslam’ın en etkili aktörü AKP’nin, İslami değerleri -özellikle ekonomik- liberalizmle; Türk siyasetinin diğer önemli bir aktörü MHP’nin ise İslami değerleri milliyetçilikle harmanlamasının altında toplumda ortaya çıkan “karışım kimlik” olgusunun önemli bir rolü vardır.217 “Karışım kimlik” (literatürde “melez kimlik” olarak da anılır) bir kültürün diğeri tarafından özümsenmesi değildir, fakat yeni bir olgudur.218 Karışımı, zıt olarak konumlandırılanları (İslami ve modern, milliyetçi ve ümmetçi gibi) beraber içermeyi ve uzlaşmayı dışlayan; sadece ikili zıtlıklara ve dışlamalara odaklanan -Gadamerci şekilde ifade edersek- “engelleyici önyargılar” ile yapılan hermenötik yaklaşımlar, 217 AKP’nin liberal politikaları benimsemesini; Kemalist ideolojiden toplumun bağımsızlaşabilmesi ve ordunun siyasete müdahalesinden korunma ile açıklayan önceki yaklaşımımız buna zıt değildir. Tüm bu dinamiklerin (siyasal stratejilerle beraber partinin tabanının durumunun) bir araya gelmesi, siyasal İslam ile -özellikle ekonomik- liberalizmin birlikteliğine sebep olmuştur. 218 Gordon Marshall, “Kimlik”, Sosyoloji Sözlüğü, Ed. Gordon Marshall, Çev. Osman Akınhay, Derya Kömürcü, Ankara, Bilim ve Sanat, 1999, s. 407. 206 “karışım kimlikler” ile ilgili söylem ile yapılan hermenötik yaklaşım kadar toplumsal olguları değerlendirmekte başarılı olamazlar. Örneğin, “karışım kimlikler” ile olguyu göz önünde bulundurmayanlar, AKP’nin liberal politikaları benimsemesini salt bir “takiye” (dinen meşru olduğu iddia edilen hile) olarak görmekle; halkın geniş bir kesiminin ve AKP tabanının önemli bir bölümü olan İslami kesimin kimliklerinde, ekonomik liberalizmin temel bir unsura dönüşmesinin bundaki etkisini saptayamamaktadırlar. Türkiye’deki “karışım kimlik” olgusu; yukarıdan-aşağı modernleştirme projesinin, modernleşmeyle ilgili toplumda ortaya çıkan dinamiklerin, küreselleşme sürecinde küresel kültürle daha çok karşılaşma gibi sebeplerin ve İslami kesimden kanaat önderleriyle cemaat liderlerinin bu konudaki kararlarının/yaklaşımlarının birleşiminin bir sonucudur. “Karışım kimliklere” yol açan başlıca sebepleri (İslami kesimin içindeki yorumların/yaklaşımların dışındaki) dört maddede toplayabiliriz: 1- Devletin ideolojik aygıtlarının şekillendirmesi; 2- Şehirleşmenin sebep olduğu dinamikler; 3- Başta televizyon olmak üzere medyanın taşıdığı kültür; 4- Artan yabancı sermaye yatırımları, ithalat, yabancı patentlerle/taklitle yapılan üretimler sonucunda küresel kültürü taşıyan ürünlerle artan karşılaşma. Devletin ideolojik aygıtlarının laiklik ilkesini uzun bir dönem aşılamalarıyla beraber, ailelerinin önemli bir kısmı ve cemaatler gibi ortamlar ise İslami değerleri aşıladılar. Bu konuda makale-kitap yazan birçok kişinin, birbirlerine taban tabana zıt gördüğü bu değerleri, birçok kişi ise zıt görmeden kimliğinde birleştirdi. 2006’da yayımlanan TESEV anketinde “Seçimlerde bir partiye oy verirken hangi etmenler ne derece rol oynar” sorusuna verilen cevaplardan da bunu gözleyebiliriz: “Laik Cumhuriyet değerlerine sahip çıkıyor olması” şıkkına % 84,2 “Önemli rol oynar” demiştir. (% 7,6 “Kararsız”, % 6,4 “Önemli rol oynamaz” şıklarını seçmiştir). Diğer yandan “İslami değerlere sahip çıkıyor olması” şıkkına % 78,2 “Önemli rol 207 oynar” demiştir (% 9,1 “Kararsız”, %12,1 “Önemli rol oynamaz” demiştir).219 Felsefi ve teolojik açıdan laikliğin ve İslami değerlerin uzlaşıp uzlaşmayacağı tartışması bir yana; sosyolojik fenomen olarak halktan çoğunluğun zihin ve kimliklerinde, bu değerleri bir şekilde uzlaştırdıkları ve oy verme davranışlarını da bu uzlaştırmanın etkilediği gözükmektedir. Seyyid Kutupçu çizgideki şiddetçi-devrimci sistem-dışı grupların, halktan neden teveccüh görmediğinin; buna karşın laik Cumhuriyet’in sistemi içerisinde seçime katılarak İslami değerleri savunan RP ve AKP’nin seçim galibi olarak çıkabilmelerinin açıklanmasında, tabanın zihinlerinde ve kimliklerinde bahsedilen değerlerin uzlaştırılması önemli bir yere sahiptir. Devletin ideolojik aygıtlarının halkın tutkalı olma vazifesi yüklenen “Türk milliyetçiliği”ni aşılamalarıyla beraber, aileler ve cemaatlerin aşıladığı İslami değerlere “ümmet” anlayışının içkin olması da birçok kişi için sorun olmamıştır. Cumhuriyet’in yeni nesillerinin önemli bir kısmı, yeni kimliklerinde modern bir ideoloji olan milliyetçiliği ve İslam’ı aynı potada eritebilmişlerdir. İslami dünya görüşünün merkeze taşınmasındaki araçlardan birisinin Türk-İslam sentezi olduğunu düşünürsek; toplumda oluşan bu sentezin önemi anlaşılır. Nitekim Türk-İslam sentezinin en önemli aktörü olan MHP’nin milliyetçilikten Türk-İslam sentezine doğru yöneldiği yıllarda, Mardin’in, İzmir’deki Sümerbank işçileriyle yaptığı bir araştırma (1968’de) da halkın bu sentezini göstermektedir. İşçilerin % 50,3’ü kendilerini “Türk”, % 37,5’i “Müslüman” olarak tanımlanmış; diğer yandan politikacıların dindar olup olmamalarının ne kadar önemli olduğuyla ilgili soruya ise kendini Müslüman olarak tanımlayanların % 88,6’sı Türk olarak tanımlayanların ise % 77,2’si “Mühim” ve “Çok Mühim” cevaplarını vermişlerdir.220 Halkın geniş bir kesiminde oluşmuş olan bu Cumhuriyet ürünü kimlik tipi, 1980’lerin Kürt olaylarına tepkiyle birleşince, daha önceden bahsettiğimiz Türk-İslam sentezi ideolojisindeki yükseliş doğmuştur. 219 Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, a.g.e., s. 81. 220 Geri kalanların % 6’sı kendini “İşçi”, % 18’i geldiği şehirle, % 3,6’sı “İzmirli” olarak tanımlamıştır. Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, s. 121-122. 208 “Karşımın kimlikler”in ortaya çıkmasında diğer önemli bir dinamik şehirleşme olmuştur. Şehirleşme daha çok ideolojik aygıtlarla karşılaşma anlamına geldiği gibi kafe, sinema, kuaför salonları gibi kültür taşıyıcısı olan kamusal alanlarla ve gerek ithal, gerek Batılı zevke uygun yerli sanayi üretimi, modaya uygun giyim malzemeleri gibi kültürel anlamları da olan ürünlerle daha çok karşılaşma demektir. 1980 yılından sonra artan şehirleşme, artan “karışım kimlikler”in önemli sebeplerindendir. 1980’de şehirde nüfusun % 43,9’u yaşıyorken, bu oran 2009’da % 75,5’e çıkarak önemli bir sıçrama yapmıştır. Kırsal nüfus ise % 56,1’den % 24,5’e düşmüştür.221 Bu dönemde Türkiye’nin elektrik üretim miktarı ve iletim hatlarında da müthiş bir gelişme yaşanarak kırsal bölgelere elektrik gitmiş; 222 bunun sonucunda televizyon ve internet gibi dünya kültürüyle karşılaşmaya aracı olan aletler kırsalda da yayılmıştır. Günümüzde kırsalda yaşayan birçok kişinin, televizyon ve internet gibi aletler aracılığıyla, küresel kültürle, 1980 öncesi birçok kentliden daha çok karşılaştığı rahatlıkla söylenebilir. Baudrillard’ın dikkat çektiği gibi medya iktidar ilişkilerini altüst etmiştir.223 Daha önceden medyayla iktidar ilişkilerindeki altüst oluştan, Türkiye’deki İslami kesimin faydalandığını belirtmiştik. Diğer yandan medyanın sebep olduğu değişimden, “karışım kimliklere” yol açmasından, İslami kimliklerin saflığının bozulduğu endişesini taşıyanlar da vardır. Böylesi bir endişeyle yazılmış bir yazıda, yazar; İslami kesimin bir radyosunda, bir hanım dinleyicinin Kuran ayetiyle mektubuna başladığını, sonra bir aşk şiiri istediğini, rumuz olarak da “çarşaflı barbie” yazdığını aktarır. 224 Marcuse, ailenin medyayla rekabet etmesinin zorluğuna -daha önce belirttiğimiz gibi- dikkat çekmişti.225 Medya, ailelerin bireylerin toplumsallaşma 221 TÜİK, “Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi Nüfus Sayımı Sonuçları, 2009”, T. C. Başbakanlık Türkiye İstatistik Kurumu, Haber Bülteni, Sayı: 15, 25.01.2010. (Çevrimiçi) http://www.tuik.gov.tr/PreHaberBultenleri.do?id=6178, 15.05.2010. 222 TEİAS, “TürkiyeElektrik Üretim İletim İstatistikleri 2008”, (Çevrimiçi) http://www.teias.gov.tr/istatistik2008/index.htm. 06.06.2010. 223 Steven Best, Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 154. 224 Murat Ural, “Bir Toplumsal Röntgen: Radyo”, Haksöz Dergisi, No: 73, Nisan 1997. 225 Douglas Kellner, “Kültür Endüstrileri”, s. 238. 209 sürecindeki etkilerini azalttığı gibi cemaatlerin de etkisini azaltmaktadır. Bireylerin üzerindeki etkisinin kaybolmasından endişe eden ve yeni toplumsal ortamın fırsatlarından faydalanmak isteyen cemaatlerse, yeni tüketim ve yaşam biçimlerine açılmakta; “karışım kimliklere” giden yolda birçok zaman önderlik yapmaya çalışmaktadırlar. Sonuçta “karışım kimliklere” giden süreçte, cemaatlerin güç arttırma ve güç kaybetmeme endişelerinin çok önemli belirleyici bir unsur olduğu gözükmektedir. Nietzsche’nin bireylerin motivasyon, güdülenme kaynağı olarak gördüğü “güç istenci”nin (der wille zur macht),226 cemaatlerin eylemlerine yön veren motivasyon/güdülenme kaynaklarından biri olduğunu söyleyebiliriz. Bu “güç istenci”, cemaatlere hâkim ideolojinin “din-ü cemaat” ideolojisi -Osmanlı’daki “dinü devletten” esinlenerek bu ifadeyi kullanıyoruz- olmasına sebep olmaktadır. Cemaatlerin birçoğunun geleneksel tekke benzeri mekânlar yerine dershaneler oluşturmalarını; geleneksel cübbe, sarık kıyafetli, sakallı görüntülü bireyler yerine modern kıyafetli, traşlı bireyleri teşvik etmelerini “güç istenci” ile açıklayabiliriz. Fakat bu “güç istenci” Nietzche’de olduğu gibi tek temel motivasyon kaynağı değildir; daha derinde Tanrı merkezli bir ontoloji ve ahiret merkezli bir eskatoloji de eylemlere yön vermektedir. Cemaatler “güç istencine” bağlı olarak “alternatifkamusallıklar” kurmakta ve bağlılarının yeni görüntülerine “cevaz” vererek, hatta teşvik ederek, kamusal alana çıkışlarını kolaylaştırmaktadırlar. Fakat bu yenilikler, bu kişilerin hayatlarının bir parçası da olmakta, habitusları da dönüşmekte ve “karışım kimlik” olgusu yayılmaktadır. 1980’ler ve sonrasında liberal ekonomi gereği yabancı sermaye yatırımlarıyla, ithalatla, yabancı patentli ve taklit üretimlerle karşılaşmalar arttı. Küreselleşen kültüre ve Batılı habituslara uygun kamusal alanlar yayıldı. Artan tatil köyleri ve Starbucks gibi kafe zincirleri bunun örnekleridir. Diğer yandan İslami kesimin “alternatif-kamusal alanlar” oluşturduğu da gözlendi. Caprice Hotel, İslami kimlik ile modern tüketim kalıplarının birlikte olduğu “alternatif-kamusal alanlara” bir örnektir; burada bir yandan İslami endişelerden kaynaklanan ayrılmış plajlar, 226 Friedrich Nietzsche, The Will To Power, Çev. Anthony M. Ludovici, New York, Barnes and Noble, 2006. 210 diğer yandan Batılı kültürden ithal edilmiş bir tüketim biçimi buluşturuldu.227 Birçok örneğin içinden diğer bir “alternatif-kamusal alan” örneği; kadınların ve erkeklerin karışık bir şekilde yer aldığı, Batılı kafe yapısı formunda, fakat İslami sohbet ve tefsir (Kuran yorumu) çalışmalarının yapıldığı “İslami” kafelerdir.228 “Alternatif-kamusal alanlar” İslami kesimin dönüşümünü anlamak için önemli olgulardır. Fakat bundan daha önemlisi herkesin paylaştığı kamusal alanlardaki karşı karşıya gelişlerdir. Okulların sınıfları veya kantinleri, belli kesimle ilişkilendirilemeyecek (“alternatif-kamusal alan” tanımlamasının dışındaki) sinemalar, lokantalar, kafeler gibi mekânların; “alternatif-kamusal alan” olarak nitelendirilebilecek Caprice Hotel, İslami kafeler gibi mekânlara oranla sayıları çok daha fazla ve insan toplama kapasiteleri çok daha yüksektir. Merkezde ideoloji çeşitlenmesiyle paralel bir ideoloji çeşitlenmesi “ortak kamusal alanlar”da da oluşmuştur. (Zaten bu ikisi ilişkilidir.) Ortak kamusal alanlardaki bu karşılaşmalar, birçok zaman gerilimin sebebini de oluşturmaktadır; kimi zaman kamusal alandaki gerilimler, merkezde gerilime sebep olmakta (başörtülülerin bu alana girmesiyle ilgili sorunlarda olduğu gibi); kimi zaman merkezdeki gerilim, ortak kamusal alanları paylaşanlar arasındaki gerilime dönüşmekte (AKP-CHP arası gerilimlerin halkta tartışmalara yol açması gibi), bazen de bu durum fasit daire oluşturmaktadır. Sonuçta merkez de ortak kamusal alanlar da ideoloji çeşitlenmesinin ve bunun sonucu olarak yarışın ve karşılaşmaların alanı olmuşlardır. Şeyla Benhabib’in sözünü burada bir kez daha hatırlamak faydalı olacaktır; gerçek “öteki” kendi kimliğimizi tanımlamada ve inşa etmede önemli bir referans noktasıdır ve uzaklarda aranmamalıdır, gerçek “öteki” yakınımızda olup onu “ötekileştirerek” kendimizi tanımladığımızdır.229 Yakına gelerek saflığı bozma tehlikesi oluşturan “öteki” olmakta ve hatta “düşman” olarak konumlanmaktadır.230 Önceden Kemalist ideolojinin egemen olduğu ve İslami semboller ile söylemden arı olan kamusal alanın dönüşümü ve güç kazanan İslami kesimin burada gücünü hissettirmesi, statükonun bozulmasından rahatsız olanların 227 Mücahit Bilici, “İslam’ın Bronzlaşan Yüzü: Caprice Hotel Örnek Olayı”, İslam’ın Yeni Kamusal Yüzleri, İstanbul, Metis Yayınları, 2000, s. 216-236. 228 Uğur Kömeçoğlu, “New Sociabilities: Islamic Cafes in Istanbul”, Islam in Public, Ed. Nilüfer Göle, Ludwig Ammann, İstanbul, İstanbul Bilgi University Press, 2006, s. 163-188. 229 Şeyla Benhabib, Critique, Norm and Utopia, s. 11. 230 Nilüfer Göle, Melez Desenler, s. 17. 211 tepkisini doğurdu. Bu durum içerisinde, Türkiye’deki siyasal İslam’ın kendine biçtiği en önemli vazifelerden birinin, kamusal alanda İslami kesime güç kazandırmak ve önündeki engelleri aşmasını sağlamak olduğu gözükmektedir. 28 Şubat’ın hedeflerinden önemli bir tanesi de; kamusal alanda Kemalizm lehine düzenlemeler yapıp, İslami semboller ve söylemin, bu alanlardaki gücünü kırmak olmuştur.231 AKP iktidarında ise liberalizmle yapılan ittifakın ve melezleşmelerin de yardımıyla, 28 Şubat’tan öncesinden daha fazla “İslami” sembol ve söylem kamusal alanda görünürlüğünü arttırmıştır. Kamusal alanın geçirdiği bu değişimle beraber, İslami kesim, liberalizm gibi ideolojilerle ittifak yaptıkça, kamusal alanda gücünü ve görünürlüğünü arttırmak için kendini değiştirdikçe, yeni mekânlara girip yeni tüketim alışkanlıkları edindikçe, piyasa kurallarına göre hareket ettikçe; kendisi de dönüştü, yeni habituslar kazanıp, kimliklerinde farklılıklar yaşadı. Bu süreçte, madalyonun bir yüzü, daha önce dikkat çektiğimiz gibi “öteki” ile yakınlaşıp gerilimin artmasıyken; madalyonun diğer yüzü “öteki” ile karşılaşmalardan dolayı ortak bir anlayış geliştirme şansı yakalama, birbirine daha çok benzeme, mekan-birliği, dil-birliği gibi fırsatlara dönüştürülebilecek birlikler elde etme oldu. Aynı toplumsal olgunun hem fırsatlarla hem de gerilimlerle ilgili potansiyeli içinde barındırması; mevcut yapının gerilimi mi, uyum içinde çoğulcu bir topluma evrilmeyi mi getireceğinin tahminini zorlaştırmaktadır. “Karışım kimlikler” ile ilgili olguları, daha önceden (1.bölüm D-1’de) Lakatos’un bilim felsefesindeki yaklaşımıyla İslami kimlikler arasında yaptığımız analojiyle de irtibatlandırabiliriz. İslami kesimin içindeki kanaat önderlerinin “katı çekirdeği” nasıl tanımladığı, İslami kimlikleri benimsemiş kimselerin oluşturdukları “karışım kimlikler” açısından önemlidir. Örneğin İslami kesim içerisinde kendini hisseden bir pop müzik grubu veya sivil toplum kuruluşlarında çalışan aktivist kadınlar -önceki nesillerdeki kadınlardan farklı- modern olgulardır ve İslami kimlik dışlanmadan bunlar gerçekleştiğine göre “karışım kimliklere” örnektirler. Fakat 231 Nilüfer Göle, Toplumun Merkezine Yolculuk, Hazırlayan: Zafer Özcan, İstanbul, Ufuk Kitapları, 2002, s. 179. 212 kimliğinin “katı çekirdeği”nde müziği veya kadınların kamusal alana aktif katılımını “haram” görenler, bu tip olguları tutarlı olarak -“bilişsel çelişki” yaşamadansun(a)mazlardı. Bu yüzden, İslami kesimin “içindeki” İslami kimliği -çekirdeği ve dış kuşağıyla- tanımlama biçimlerinin de “karışım kimlikler” ile ilgili olgular açısından -bahsedilen şehirleşme, medyanın etkisinin oluşturduğu yeni durumlar tarzındaki dış olgular gibi- hayati önemde olduğu, bir kez daha hatırlanmalıdır. 2. Kamusal Alanda İslami Kesimden Kadınlar ve Başörtüsü/Türban Sorunu Kamusal alanda İslami sembollerin ve söylemin artmasıyla ilgili tartışmanın merkezini birçok zaman kadın konusu oluşturmaktadır. İslami kesimden erkeklerin büyük bir bölümü, daha önceden Nursi’de örneğini gördüğümüz taktik amaçlı yorumların açtığı imkânla, ayrıca ilerleyen sayfalarda Ankara Okulu’nda örneğini göreceğimiz erkeklerin sakal, cübbe gibi simgelerinin dinle ilgisi olmadığının savunulmasına benzer yaklaşımların desteğiyle; kamusal alana, ideolojilerini ve İslami kimliklerini görüntüleriyle belli etmeden (görünür olmadan) dâhil olabilmektedirler. Genelde İslami görünür sembollerden arınmış erkeklerin kamusal alana girişine ise -başörtüsü/türban yasağı, eş durumu gibi sebeplerle bunu, kısmen engellemiştir- ciddi oranda engel olmak mümkün ol(a)mamıştır. Kemalist ideolojinin kamusal alanda etkisinin güçlü olduğu yıllarda -özellikle AKP öncesini kastediyoruzerkeklerin önünü açan bu yaklaşım, İslami kesime birçok avantajlar sağlamıştır. Fakat kadınların başörtüsü/türbanı, İslami kesimden kadınları anında görünür kılmaktadır; İslami kesimi güç ilişkilerinin de alanı olan kamusal alandan uzak tutmak isteyenler için kadınlara başörtü/türban yasağı getirmek bir seçenek olarak gözükmüş ve kullanılmıştır. Bunun sonucunda ise Türkiye’deki İslami kesimin, “ötekileri” ile yaşadığı en sıcak tartışmaların başında bu yasak gelmiştir. Başörtüsü/türban takmayı; siyasal bir vurgu yapmak veya farklılığı sergileyerek kimliği vurgulamak üzerinden tarif eden hermenötik yaklaşımlar, eksik/yanlış kavrayışlara sebep olmaktadır. Örneğin Göle, “…örtünme siyasi anlamların ifade edilmesine yardımcı olan çok yönlü bir semboldür” veya 213 “Günümüzdeki şekliyle örtünme genelde İslamcılığın siyasal bir vurgusunu… ifade etmektedir”232 derken bahsettiğimiz eksik/yanlış kavrayışlara sebep olmaktadır. Burada yanlış anlaşılmaya yol açabilecek unsur; bunlara benzer ifadelerin, başörtü/türban takan kadınların kimliklerini vurgulamaya çalıştıkları fikrini uyandırmasıdır. Oysa, daha önce Nursi’de örneğini gördüğümüz yaklaşım (Nursi’nin bu yaklaşımı diğer birçok cemaatin de yaklaşımı olmuştur), İslami kesimin kimliklerini vurgulamasını teşvik değil, kimliklerini saklayarak kamusal alanda ve devletin ideolojik aygıtlarında, Althusserci ifadeyle “mevzi kazanmaları”nın önünü açmak olmuştur. Bizce bu yaklaşım, İslami kesimin kamusal alanda bugünkü gücünü kazanmasına sebep olan en önemli unsurlardan birisidir. İslami kesimden erkeklerin -Ehli Sünnet İslamca “sünnet” kategorisinde değerlendirilen- sakal, cübbe, sarık gibi sembollerden arındırılmaları olmasaydı; bugünkü kamusal alandaki güçlerinin yarısına bile sahip olamayacakları kanaatindeyiz. Burada şu soruya cevap vermek önemlidir: “Madem İslami kesimin taktiksel paradigması görünme/vurgulamadan daha ziyade görünmeme/vurgulamama üzerine kurgulanmıştır; neden kamusal alana çıkışlarını arttıran İslami kesimden kadınlar, başörtü/türban gibi kendilerini anında görünür kılan bir sembol takmaktadırlar?” Ehli Sünnet’in kavram ve inançlarına nüfuz etmeye hermenötik yaklaşımımızda yönelirsek bunun cevabı bulunacaktır. Öncelikle Ehli Sünnet yaklaşımın temel paradigmasının 9. ve 10. yüzyıllarda, temel mezheplerin oluşum döneminde şekillendiğini, sonraki yorumların bu paradigmaya kimi etkilerine rağmen, birçok kararlaştırılmış unsurun değişmez kılındığını hatırlamalıyız. Ehli Sünnet açısından -daha önce vurguladığımız gibi- erkekleri görünür kılan sakal, cübbe, sarık gibi semboller “farz” (dinen kesin mecburi) kategorisinde değerlendirilmeyip, İslami kesimin güç arttırımı için bunların terki teşvik edilmiş; fakat başörtüsü/türban takmak “farz” olarak değerlendirildiği için temel istek “görünmez olmak” olmasına rağmen, kadınları görünür kılan bu sembolden vazgeçil(e)memiştir. Ancak Ankara Okulu gibi -ilerleyen sayfalarda göreceğiz- Ehli Sünnet paradigmaya bağlı kalmadan “İslam”ı yorumlayanların içinden başörtüsü/türban farz olmadığını söyleyenler 232 Nilüfer Göle, Modern Mahrem, s. 16. 214 çıkmıştır. Fakat Türkiye’deki İslam’da; yaygın, güçlü ve etkin olan Ehli Sünnet paradigmaya bağlı cemaatlerdir. Kamusal alana çıkan kadınların “modern mahrem” görüntüsü; yani İslami kimliklerinden dolayı örtünerek “mahremiyeti” benimsemeleri, fakat bu örtünmeyi geleneksel biçimde yapmamaları, vatkalarıyla, kumaşlarıyla, desen seçerken modayı takip etmeleriyle “modern” de olmaları, Göle’nin çok yerinde bir tespitidir.233 “Modern mahrem”in ortaya çıkışı, daha önceden saydığımız ideolojik aygıtlarla değişim, şehirleşme, medya gibi unsurların etkileriyle; İslami kimliğin aynı kimlik yapısında kaynaşmasının ve İslami kesimden fikir önderleriyle cemaat liderlerinin bunu onaylamasının bir eseridir. Burada dikkatli bir gözlemle “modern mahrem”in İslami kesimin kamusal alanda “görünmeme” ve “kamusal alanda güç elde etme” stratejileriyle ilişkisini anlayabiliriz. Örtünen kadınlar, kendileri için imkânsız olan tamamen “görünmeme” olgusuna mukabil “mahremi modernleştirerek” görünürlüklerini -geleneksel örtünme şekillerine nazaran- azaltmışlar ve kamusal alana çıkışlarını kolaylaştırmışlardır; böylece de, kamusal alanda daha çok yer alarak -paradoksal olarak- görünürlükleri artmıştır. İslami kesimin örtünen kadınları, kamusal alandaki örtünmeyen kadınlar ile benzer renkler, benzer kumaşlar tercih ederek, modayı takip ederek; renk, kumaş ve modaya aykırılık yüzünden “görünürlüğü” elimine etmektedirler. Herhalde Osmanlı’da olduğu gibi çarşaflı, peçeli gelenek devam ettirilseydi; İslami kesimden kadınların kamusal alana çıkışlarındaki bu artış yaşan(a)mazdı. Ehli Sünnet kaynaklarda kadınların kamusal alana çıkışlarını engelleyici izahlarla beraber (Ankara Okulu ile ilgili önümüzdeki bölümde bu hadisleri örneklendireceğiz), Peygamber döneminde kadınların savaşta, ticarette ve türlü aktivitelerde yer aldığına dair izahlar da vardır. Kadınların oy hakkı kazanmaları, eğitimli ve iş hayatına katılan kadınların bir güç unsuru olmalarıyla; siyasal İslam ve İslami cemaatler, kadınların sağlayacağı güçten ve “davaya katkıdan” faydalanmak istediler. Örneğin RP’nin ve AKP’nin aldıkları yüksek oy oranlarının ardında, 233 A.e., s. 20-21. 215 kendileri için çalışan, toplumsal yaşama aktif olarak katılan kadınların büyük etkisi oldu.234 Cemaatler de eğitim alan ve çalışan kadınlarla daha çok güç arttırdılar. Kadınların yeni rollerinin bu “davaya katkısı” ve ortaya çıkan yeni toplumsal dinamikler; kadınların kamusal alana katılmasını engelleyen Osmanlı’dan kalma geleneğin ve Ehli Sünnet kaynaklardaki bazı izahların; Ehli Sünnet kaynaklardaki diğer izahlarla aşılmasının zeminini oluşturdu. Fakat Ehli Sünnet içinde kadınların başını kapamasının “farz” olduğu konusundaki ittifak; kadınların kamusal alana katılmasının onaylanması gibi bir durumun, başın açılmasının onaylanmasında ortaya çıkmasına olanak vermedi. Ancak eğitim için başın açılabileceği gibi izahlarla, kapanmanın “farziyeti” reddedilmeden, fırsat alanlarının değerlendirilmesine yönelik girişimler, Ehli Sünnet kesim içinde de oldu. TESEV anketinde “Eğer üniversite çağında türban takan, tesettürlü bir kızınız varsa, ya da olsaydı, onun üniversiteye devam edebilmesi için başını açmasını onaylar mıydınız” sorusuna “Evet onaylardım” diyenlerin % 65,2 oranında olması da eğitim için başın açılabileceğinin yaygınlaşmış bir görüş olduğunu göstermektedir. (% 24,5 “Hayır, onaylamazdım” demiş, % 10,3 yanıt vermemiştir.) ANAP-DYP-GP grubu, MHP-BBP grubu, CHP,DEHAP-DTP grubuna göre en az “Evet, onaylardım” diyenler AKP seçmeni olmuştur; onlar da % 55,5 oranında “Evet onaylardım” demiş, % 10,8’i cevap vermemiştir.235 İslami kesimin gücünü arttırdığı -bizim de katıldığımız- yaygın bir kabul olduğu dönemde, 1999-2006 arasında, örtülü kadınların sayısında, birçok kişinin beklentilerine zıt bir şekilde düşüş olmuştur. Türkiye genelinde başını örten kadın sayısı 1999’da % 72,5 iken (örtmeyen % 27,3; cevap yok % 0,3), bu sayı 2006’da % 61,3’e düşmüştür (örtmeyen % 36,5; cevap yok % 2,2). Yedi yıl içinde başı örtülü kadınlardaki % 11,2’lik düşüş, hayli yüksek ve beklenmeyen bir orandır. Üstelik 18- 24 yaş grubunda başı açıklardaki artış % 10,2 oranında (% 41,5 örtüsüz), 25-39 yaş grubunda ise % 13,5 oranında (% 41,5 örtüsüz) olup genel yüzdenin üzerindedir. Diğer yandan, araştırmadaki sonucun aksine örtülü kadınların sayısının arttığı algısı 234 Binnaz Toprak, “Islam and Democracy in Turkey”, Turkish Studies, Vol. 6, No: 2, Haziran 2005, s. 181. 235 Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, a.g.e., s. 61. 216 yaygındır; toplumun % 25’i örtünenlerin sayısında büyük artış olduğu, % 39,1’i biraz artış olduğu kanaatindedir, sadece % 21,8 artmadığı kanaatindedir (% 14,1 cevap vermemiştir).236 Olan olguyla halkın algısı arasındaki zıtlığın sebebi, önceki sayfalarda yazdıklarımızla ilgilidir. Örtülü kadınlar daha çok kamusal alanda görünür oldukları için sayılarının arttığı zannedilmektedir; modernleşme süreci ve güç arttırma ile fırsat alanlarından faydalanma gibi istekler ise örtünmenin azalmasına sebep olmuştur. Ayrıca örtünmenin gerekçesinde, siyasal veya kimliksel vurgu yapma gibi unsurların önemli olmadığı iddiamızı, Ehli Sünnet kavramları ve inancı irdeleyen hermenötik bir yaklaşımla dile getirmemizi; TESEV anketinin matematiksel verileri de desteklemektedir. Örtünen kadınlara niye örtündükleri sorulduğunda sıfıra yakın bir yüzde, sadece % 0,4’lük bir kesim “Bu benim için siyasi bir harekete dâhil olmak anlamına geldiğinden” şıkkını işaretlemiştir. 237 Sonuçta İslami kesimden kadınlar örtülü veya örtüsüz daha çok kamusal alana çıkmakta, bir yandan kamusal alanın değişimine sebep olurken, yeni rolleriyle aile içindeki ve cemaatler ile siyasi partiler içindeki güçlerini arttırarak, oluşan yeni güç ilişkileri ve habituslarla İslami kesimin dönüşümüne de sebep olmaktadırlar. İslami kesimden birçok kadın -birçok erkek gibi- modernleşme ve küreselleşme süreçlerinden tecritle korunmayı değil, bu süreçlerde oluşan fırsat alanlarından faydalanmayı öncelemektedirler. Kadınlar, mevcut sistemin içinde siyasal mücadele veren siyasal İslam’ın ve ortak kamusal alanlar ile devletin ideolojik aygıtlarında güç kazanma hedefindeki cemaatlerin daha aktif aktörleri olmuşlardır. Kadınların ön plana çıkması ve aktif katılımcılıklarının artması; hem siyasal İslam’ın ve cemaatlerin, kadınların aktif katılımındaki potansiyel gücü keşfetmeleriyle ve kadınları daha aktif kullanmalarının “güç istençleri” ile kesişmesiyle, hem de modernleşme ve küreselleşme süreçleri sonunda karşılaştıkları kültürel yapıdan etkiler almaları sonucunda kimliklerinde dönüşümler yaşamalarıyla ilişkilidir. Siyasal İslam, ortak kamusal alanlar, alternatif-kamusal alanlar ve aile ile ilgili 236 A.e., s. 58-60. 237 A.e., s. 62. 217 olguların hepsinin çözümlenmesinde; İslami kesimden kadınların artan güçlerini, yeni rollerini ve “karışımlaşan kimlikleri”ni analiz odağı yapmak önemli olmuştur. D. 1980’lerden Sonra Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Değişim Açısından Önemli İslami Kesimin İç Süreçleri: Ankara Okulu Örneği Bu tezdeki en temel görüşlerimizden biri; modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde, İslami kesimde gözlemlenen değişimleri nedenleriyle anlamak için İslami kesimin içindeki entelektüeller ve cemaat liderleri gibi fikir ve taktik önderlerinin ortaya koydukları fikir ve taktikleri de ele almamız gerektiğidir. Bu yaklaşımımıza göre daha önceki maddelerde incelediğimiz olgularla, İslami kesimin içindeki tartışmalar/kararlar -önemli ve etkili faktörler olarak- birleşmiş ve bu birleşimin oluşturduğu sinerji günümüzdeki İslami kesimle ilgili olguları oluşturmuştur. İslami kesimin artan gücü, bu kesimden kadınların daha çok kamusal alana çıkması ve “karışım kimlikler” ile ilgili olguların hepsi; bahsettiğimiz birleşimin oluşturduğu sinerjinin sonuçlarıdır. Küreselleşmeyle yayılan kültür, merkezin toplum üzerindeki egemenliğinin azalması, medyanın iktidar ilişkilerini değiştirmesi, devletin ideolojik aygıtlarının dönüştürmesi, şehirleşme, kadınların güç ilişkilerinde değişen rolü, merkezdeki ideoloji çeşitlenmesi ve İslami kesimden entelektüellerle cemaat liderleri gibi kamuoyu önderlerinin görüşlerinin hepsi büyük bir yapbozun parçalarıdır. Yapbozun hangi parçası eksik olursa olsun, bu eksiklik İslami kesimle ilgili olguları anlamamıza engel olacak veya anlayışımızı eksik kılacaktır. Bize göre, bugüne kadar yapılan çalışmalarda, büyük önemiyle ters orantılı bir şekilde, en az dikkate alınan yapbozun parçası; İslami kesim içinde beyan edilen görüşler ve kabul edilen taktiklerin sosyal-siyasi süreçlerdeki rolü olmuştur. Genelde, İslami kesim, küreselleşme ve modernleşme süreçleriyle değişen pasif bir konumda veya bu değişime karşı direnç gösteren anlamda reaksiyoner bir konumda tarif edilmiştir. İslami kesimin iç karar ve taktiklerinin, toplumsal ve siyasi süreçler için öneminin yadsınmadığı çalışmaların birçoğunda da bunların detaylı irdelemesi yapılmamış ve diğer olgularla bunların birleşiminin oluşturduğu sinerjiye gereğince dikkat çekilmemiştir. İslami kesimin iç süreçlerine ve kavramlarına nüfuz etmeyi 218 önceleyen hermenötik yaklaşımların eksikliğinin, bunun bir sebebi olduğu kanaatindeyiz. Bu yüzden, bu çalışmada, hermenötik yaklaşımla İslami kesimin iç süreçlerine ve kavramlarına nüfuz etmeye özel bir önem veriyoruz. Burada bir hususa dikkat çekmemiz gerekmektedir. Türkiye’deki İslami kesimin içinde birçok entelektüel ve birçok cemaat lideri vardır. Bir tezin bunların hepsini kapsaması olanaksızdır. Bu yüzden, İslami kesimin iç süreçlerini “örneklendirdiğimize” başlıkta özellikle dikkat çektik. Bu, aynı zamanda, İslami kesimin içinde bizim ele almadığımız daha birçok fikir önderi, cemaat lideri, entelektüel olduğu; bunlardan birçoğunun görüş ve taktiklerinin de İslami kesim(ler)in -ki bu kesim(ler) çok parçalıdır- geçirdikleri değişim açısından önemli olduğu anlamına gelmektedir. Diğer yandan gerek bu bölümde, gerek önceki bölümlerde ele aldığımız örnekleri rastgele seçmediğimizi de vurgulamalıyız. İlk bölümde ele aldığımız Abduh -ve hocası Afgani- İttihat Terakki dâhil geniş bir kesimde etkili olmuş entelektüellerdir. İkinci bölümde ele aldığımız Nursi, Türkiye’deki en büyük -hem takipçi sayısı, hem kurduğu kurumlar açısındancemaat(ler) olan Nurculuğun kollarının fikri ve taktiksel temellerini atmıştır. Nursi’nin başarısının, Nurculuk dışındaki diğer cemaatleri de bu taktikleri uygulamaya -örneğin takım elbiseli, traşlı dindar bireyleri teşvik- sevk ettiğini söyleyebiliriz. Gülen Cemaati’nin Nursi’nin fikir ve taktikleri üzerinde yükselmesi de Nursi’nin etkisinin önemini göstermektedir. Bu bölümde ele alacağımız Ankara Okulu ise Türkiye’de gittikçe yayılan; belli bir mezhebe bağlı -mezhepçi/mezhepliolmayan, bireyci, demokratik değerlerle uyumlu, akılcılığa önem atfeden, Ehli Sünnet paradigmadan bağımsız bir İslam anlayışını temsil etmektedir. Ankara Okulu ismiyle ele alacağımız entelektüeller böyle bir İslam anlayışının yegane savunucusu değilseler de, bu görüşlerin yayılmasında önemli etkileri olmuştur/olmaktadır. Onların daha önce yapılan siyaset ve sosyolojiyle ilgili bir tezde ele alınmamış olmaları da onları seçmemizin nedenlerinden birisidir. Ankara Okulu’nun ortaya attığı fikirler; İslami kesimin kamusal alana çıkışı, küreselleşen kültüre nasıl tepki verileceği, kadınların geleneksel rollerinin sorgulanması gibi sosyoloji ve siyaset açısından önemli konularla ilgilidir. Bu 219 konuyu değerlendirirken psikolojideki “bilişsel zıtlık” teorisine tekrar başvuracağız. İslami kesimin “içinde” olan-biteni çözümlemenin, İslami kesimin modernleşme ve küreselleşme süreçlerine vereceği tepkiler açısından neden önemli olduğu; teolojinin, nasıl sosyal ve siyasal süreçler açısından hayati olabildiğini göstermek, bu bölümün ve bu tezin önemli hedeflerindendir. 1. Ankara Okulu ile Kimleri Kastediyoruz? Ankara Okulu ifadesiyle genelde Ankara İlahiyat Fakültesi’nde görev yapan, yapmış olan veya okumuş olan, klasik Ehli Sünnet paradigmaya bağlı olmadan, İslam hakkında görüşler ileri süren ilahiyatçı entelektüeller anlaşılmaktadır. “Ankara Okulu” ismi bu entelektüellerin kendilerinin koyduğu bir isim değildir. Bu entelektüellerin hepsinin Ankara İlahiyat’la ilişkili olmaları, ayrıca bu entelektüellerin ve onların fikirleriyle paralellikler taşıyan Fazlur Rahman gibi isimlerin bazı kitaplarının Ankara Okulu Yayınları’ndan basılmış olması, bu isimle anılmalarına sebep olmuştur. Burada iki hususa dikkat çekmek gerekmektedir. Birincisi, Ankara İlahiyat’taki bütün akademisyenler burada ele alacağımız kişilerle aynı fikirleri paylaşmadıkları gibi, burada ele alacağımız kişiler birlikte hareket eden, her konuda ortak fikirlere sahip kişiler de değildir. Fakat bu kişilerin, toplumsal açıdan etkileri olan ortak fikirleri vardır ve birlikte bir grup olarak ortak hareket etmeseler de, birbirleri üzerinde de belli bir derecede etkileri olmuştur. İkincisi, -burada ele aldığımız kişilerin fikirlerine paralel sayılabilecek birçok yayını olanAnkara Okulu Yayınları’nın sahibi, burada bahsedilen şahıslardan ayrıdır ve bu kişilerin bu yayınevinin tüzel kişiliğiyle bir ilgileri yoktur. Fakat bu kişiler ve burada bahsedilecek fikirlerinin birçoğu “Ankara Okulu” ismiyle ilişkilendirilmektedir. Bizim de bu başlık altında incelediğimiz kişiler, kendileriyle yaptığımız görüşmelerde, bu isimlendirmenin kullanıldığını, Ankara İlahiyat’la ilişkilerinden dolayı bu ismin normal olduğunu ve kendilerinin bundan bir rahatsızlık duymadıklarını dile getirdiler.238 Bu yüzden biz de bu ismi kullandık. 238 Örnek olarak: Caner Taslaman, İlhami Güler ile Görüşme, 11 Nisan 2010. 220 Burada “Ankara Okulu” diye nitelendirilebilecek kesimden beş kişiyi ele alıp inceleyeceğiz. Bunlardan ikisi Ankara İlahiyat’tan emekli profesörler; Mehmed Said Hatiboğlu ve Hüseyin Atay’dır. Diğer iki tanesi halen Ankara İlahiyat’ta profesörlük yapan Hayri Kırbaşoğlu ve İlhami Güler’dir. Beşinci isim ise Ankara İlahiyat’tan doktorasını alan, Başkent Kadın Platformu’nun kurucularından ve bir dönem başkanlığını yapmış olan Hidayet Şefkatli Tuksal’dır. Ankara İlahiyat’la halen ilişkili olan veya bir dönem ilişkisi olmuş olan; Ortodoks-Ehli Sünnet görüşlere bağlı olmadan fikirlerini beyan eden, İslami kesimden entelektüel tanımına uyan kişiler bu beş isimle sınırlı değildir. Mustafa Öztürk, Ömer Özsoy, Adil Çiftçi ve başka isimleri de bu listeye eklemek mümkündür ama biz bahsettiğimiz beş kişiyle araştırmamızı ve görüşmelerimizi sınırlandırdık. Bu beş isimin hepsinin ortak özelliği İslam âlemini (Doğu’yu) ve Batı’yı iyi biliyor olmalarıdır. Beş ismin hepsi en az Arapça ve İngilizce’yi bilmektedir. İslam ülkeleriyle olduğu kadar Batı ülkeleriyle de irtibat kurmuşlar; yurt dışına misafir akademisyen veya akademik faaliyetlere katılımcı olarak gitmişlerdir. İslam dünyasının içinde tespit ettikleri sorunlarda, -demokratik hak eksiklikleri veya kadın haklarında eksiklikler gibi- aktivist olarak mücadele etmek, sadece akademik yayınlarla sınırlı olmayan bir tepkisellik de bu beş kişinin ortak özelliğidir. Ankara Okulu’nun etkilerine ve temel fikirlerine geçmeden bu beş kişiyi kısaca tanıtmakta fayda görüyoruz: 1- Mehmed Said Hatiboğlu: 1933 doğumludur. 1958’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdi. Daha sonra burada doçent ve profesör oldu. Temel alanı hadistir. Arapça, İngilizce dışında iyi derecede Fransızca bilmektedir. İslam teolojisi alanındaki, Türkiye’deki en zengin özel kütüphanelerden birine sahiptir. Bazı kitapları şunlardır: Siyasi-İctimai Hâdiselerle Hadis Münasebetleri, İslami Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidinin Doğuşu, Hilafetin Kureyşiliği, Hadis Tedkikleri. Bazı makaleleri şunlardır: Hz. Aişe’nin Hadis Tenkidciliği, İslam’ın Aktüel Değeri üzerine, Müslüman Alimlerin Buhari ve Müslim’e Yönelik Eleştirileri. Burada bahsedilecek olan fikirlerin İslami entelektüel çevrede yayılmasında önemli rolü olan 221 İslamiyat dergisinin editörlüğünü yapmıştır. 2000 yılında emekli olmuştur ve akademik çalışmalarına devam etmektedir.239 2- Hüseyin Atay: 1930 doğumludur. Liseyi Bağdat’ta bitirdikten sonra 1954 yılında Bağdat İlahiyat Fakültesi’nden birincilikle mezun oldu. 1956 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Felsefesi kürsüsüne asistan olarak girdi ve bu okuldan emekli oldu. Temel alanı kelamdır. 1962-1964 arasında Kudüs Üniversitesi’nde Yahudi Teolojisi üzerinde çalıştı. 1965-1967 yılları arasında ABD’de Chicago Üniversitesi’nde, 1974-1975 yılları arasında ABD’de Harvard Üniversitesi’nde araştırmacı olarak bulundu. 1989’da Suudi Arabistan’da Kral Fahd Petrol ve Madenler Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak ders verdi. 1980-1982 arası Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin dekanlığını yaptı. Bazı kitapları şunlardır: Ehli Sünnet ve Şia, İslam’ın İnanç Esasları, Kuran’a Göre Araştırmalar, Farabi ve İbn Sina’ya Göre Yaratma, Kuran’a Göre İslam’ın Temel Kuralları. Ayrıca Kuran’ın Türkçe tercümesini de yapmıştır.240 Akademik çalışmalarına devam etmektedir. 3- Hayri Kırbaşoğlu: 1954 doğumludur. Ankara Üniversitesi’nden 1978’de mezun oldu, doktorasını da aynı fakültede yaptı, halen aynı fakültede profesör olarak görevini sürdürmektedir. Temel alanı hadistir. Suudi Arabistan’da, İmam Muhammed bin Suud Üniversitesi’nde 1985-1987 yılları arasında öğretim üyeliği yaptı. Halen Arap kanallarına televizyon programları yapmaktadır. Bazı kitapları şunlardır: İslam Düşüncesinde Sünnet-Eleştirel Bir Yaklaşım, İslam Düşüncesinde Hadis Metodolojisi, Sünni Paradigmanın Oluşumunda Şafii’nin Rolü. İslamiyat dergisi yayın kurulu üyeliği yapmıştır. 241 4-İlhami Güler: 1959 doğumludur. 1985 yılında Ankara Üniversitesi’nde lisans öğrenimini tamamladı, halen bu üniversitede profesör olarak görevini sürdürmektedir. Temel alanı kelamdır. Mısır’da Kahire Üniversitesi’nde 239 Mehmed Said Hatiboğlu, Hadis Tedkikleri, Ankara, Otto, 2009; Caner Taslaman, Mehmet Said Hatiboğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 240 Hüseyin Atay, Kuran’a Göre Araştırmalar 1-3, 2. bs., Ankara, Atay Yayınevi, 1997, s. 2; Caner Taslaman, Hüseyin Atay ile Görüşme, 13 Nisan 2010. 241 Hayri Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, 2. bs., Ankara, Kitabiyat, 2004, s. 2; Caner Taslaman, Hayri Kırbaşoğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 222 araştırmalarda bulundu. Viyana Üniversitesi’nde de kısa bir süre ders verdi. Bazı kitapları şunlardır: Sabit Din Dinamik Şeriat, Politik Teoloji Yazıları, İman Ahlak İlişkisi, Özgürlükçü Teoloji Yazıları, Direniş Teolojisi. İslamiyat Dergisi yayın kurulu üyeliği yapmıştır. 242 5-Hidayet Şefkatli Tuksal: 1963 doğumludur. 1985’de Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden mezun oldu. Temel alanı hadistir. Hadis alanındaki doktorasını 1998 yılında, Kadın Aleyhtarı Rivayetler Üzerinde Ataerkil Geleneğin Tesirleri isimli teziyle bitirdi. Doktora danışmanlığını Hayri Kırbaşoğlu yapmıştır. 1995 yılından beri kurucularından olduğu Başkent Kadın Platformu’nda aktif olarak çalışmaktadır. Pekin’deki Kadın Konferansı’nın ardından kurulan bu platform, hem İslami kesimden kadınları bir sivil toplum kuruluşu olarak örgütlemekte, hem de kadın hareketleri ile dindar kesim/kurumlar arasında köprü kurmaya çalışmaktadır. Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneği’ndeki İzdüşümleri isimli kitabı ve birçok makalesi yayımlanmıştır. İslamiyat dergisinde -çok aktif çalışmadıysa da- yayın kurulu üyeliği yapmış ve makalelerini yayımlamıştır.243 2. Ankara Okulu’nun Etkisi ve Önemi Ankara Okulu, Ortodoks-Ehli Sünnet yorumlara bağlı olmadan İslam’ı anlama yaklaşımının Türkiye’de yayılmasında önemli bir rol oynamıştır. Ankara Okulu, birazdan göreceğimiz fikirlerinin orijinal olduğunu, İslam düşünce tarihinde ilk defa söylendiğini savunmamaktadır. Tam tersine Kuran’a, Peygamber’e, Peygamber’in yaşadığı çağa veya dört halife dönemine atıflar yaparak; yani 2. ve 3. asırda kurulan yaygın Ehli Sünnet dört mezhepten ve tarikatların kurumsallaşmasından öncesine de atıflar yaparak fikirlerini temellendirmeye çalışmaktadır. 244 242 İlhami Güler, Direniş Teolojisi, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2010, s.1; Caner Taslaman, İlhami Güler ile Görüşme, 11 Nisan 2010. 243 Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İz Düşümleri, 3. bs., Ankara, Kitabiyat, 2006, s. 2; Caner Taslaman, Hidayet Şefkatli Tuksal ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 244 Yazarların birçok kitabı ve makalesinde bu husus gözükmektedir. Bir örnek için: Hayri Kırbaşoğlu, “İstismara Elverişli Münbit Toprak: Hadisler”, İslamiyat, C. III, No:3, Temmuz-Eylül 2000, s. 121-137. 223 Daha önceden incelediğimiz Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani de Ankara Okulu’na benzer fikirleri seslendirmişlerdir. İslam aleminde onlara benzer fikirler önceden savunulmuş olsa da; onların, Türkiye’de bahsedeceğimiz fikirlerini ifade ettikleri dönemde, bu fikirler yaygın değildi. İslami kesimin kurumsallaşmış yapıları olan etkin cemaatlerin hemen hepsi Ehli Sünnet görüşe bağlıdırlar. Diyanet ise devletin hassasiyetlerine açıkça aykırı olmamak kaydıyla Ehli Sünnet görüşe uygun eğitim vermekte ve fikirler beyan etmektedir. Böylesi bir ortamda, Ankara Okulu’ndan olan kişilerin beyan ettiği fikirlerin birçoğunu, birçok kişi, ilk defa duydu ve bu fikirler oldukça tepki gördü ve hâlâ görmektedir. Fakat zamanla bu fikirler halk arasında yayıldı ve oldukça taraftar da buldu. Burada, bu fikirlerin hangi süreçlerle bu kişilerden topluma yayıldığı sorusu karşımıza çıkmaktadır. Öncelikle bu kişiler bir üniversitede ders vermişlerdir ve vermektedirler; ders alan talebelerden bu fikirlerden etkilenenler (bu etkilenme bu fikirleri kısmen kabul etme şeklinde de olabilir), bu etkiyi daha geniş kitlelere aktarmaktadırlar. Bu talebelerin bir kısmının üniversite hocası, bir kısmının okullarda din dersi öğretmeni, bir kısmının imam gibi din görevlisi olduğuna; sonuçta Ankara Okulu’nun “kitleleri etkileyen kişileri etkileyen” kişiler olduğuna dikkat edilmelidir. Ankara Okulu’ndan bu kişilerin yazdıkları kitaplar ve makaleler, yönettikleri tezler, katıldıkları konferans ve seminer gibi etkinliklerle diğer ilahiyat fakültelerindeki meslektaşlarına da; yani “diğer üniversitelerdeki kitleleri etkileyecek kişilere” de etkide bulunmuşlardır. Bu kişilerin etkide bulundukları kişilerden bir kısmının, medya aracılığıyla geniş kitlelere ulaşmış olması da önemlidir. Örneğin, medya (görsel ve yazılı basın) ve kitapları aracılığıyla geniş kitlelere en çok ulaşmış kişi olduğunu söyleyebileceğimiz Yaşar Nuri Öztürk; Hüseyin Atay’ın, kendisinin beyan ettiğine benzer fikirleri Türkiye’de yüksek sesle ifade eden ilk kişi olduğunu söylemekte ve ondan alıntılar yapmaktadır.245 Biz Atay’la görüşürken Atay’ı ziyarete gelen, Atay’dan çıkıp Hatiboğlu’na gideceğini söyleyen Bayraktar Bayraklı (yüksek trajlı gazetelerden Habertürk’de yazmakta ve sıkça televizyon kanallarında 245 Öztürk’ün yüz binlerce adet satan şu kitabındaki alıntıları buna örnektir: Yaşar Nuri Öztürk, Kuran’daki İslam, 28. bs., İstanbul, Yeni Boyut, 1997, s. 93-99, 163, 271, 286, 424, 432, 453, 472, 533, 541, 600, 621. 224 gözükmektedir) da Atay ve Hatiboğlu’nun fikirlerine yakın görüşler beyan etmektedir.246 Görüşme yaptığımız, yaşça Atay ve Hatiboğlu’ndan oldukça daha genç olan ve onların talebeleri olan Güler ve Tuksal; Atay ve Hatiboğlu’nun -kendi tespit ettikleri kadarıyla- İslam’ın klasik Ehli Sünnet yaklaşıma bağlı kalınmadan anlaşılmasının örneklerini oluşturan birçok fikri, akademisyen olarak, Türkiye’de ilk söyleyen kişiler olduğunu belirtmektedirler. Tuksal, bugün benimsediği birçok fikri ilk olarak Atay’dan talebeyken duyduğunu, talebeliği döneminde bu fikirlerin değerini -talebelerin çoğu gibi- takdir edemediğini; diğer talebelerle beraber, Atay’ın fikirlerini, devletin tezlerine yakın olduğu için -örneğin medreselerin aleyhine izahlarını- kabul etmediklerini söyledi.247 Güler de, 1960’lardan itibaren Kuran’dan yola çıkıp “mezhepçi düşünce”ye bağlı olmadan İslami konularda fikir beyan eden ve birçok akademisyeni etkileyen ilk akademisyenin Atay olduğunu, Atay’ın etkisinin çok önemli olduğunu beyan etti. Aynı şekilde hocası Hatiboğlu’nun da savundukları fikirlerin yayılmasında yüksek etkisine dikkat çekti.248 Bu kişilerin diğer bir etki şekli yaptırdıkları tezlerle akademik dünyada (kitleleri doğrudan ve dolaylı etkileyen kişilerde) belli fikirlerin oluşmasına katkıda bulunmuş olmalarıdır. Kırbaşoğlu’nun yönettiği tezleri buna örnek verebiliriz.249 Bunlardan biri, Kırbaşoğlu’nun tezine danışmanlık yaptığı, Ankara Okulu içinde incelediğimiz Tuksal’ın, “erkek merkezli yorumlar” ve “uydurulmuş hadisler” ile kadın aleyhine bir durumun -din istismar edilerek- oluşturulduğuna dikkat çektiği çalışmasıdır. Kırbaşoğlu’nun yönettiği diğer bir tez Ali Durmuş’un Mehdi hakkındaki hadislere ilişkin çalışmasıdır. Kitap olarak da basılan bu tezde, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti döneminde birçok cemaatin çok istismar ettiği Mehdi konusunun, siyasi endişelerle uydurulmuş hadislere dayandığı gösterilmektedir.250 Tuksal’ın çalışması, dine referansla oluşturulmuş kadın-erkek arası iktidar ilişkilerinin “dinsel” temelini sarsacak bir çalışmadır; Durmuş’un çalışması ise bazı 246 Bayraktar Bayraklı’nın beyan ettiği fikirlerin Ankara Okulu’nun çizgisine oldukça yakın olduğu gözükmektedir. Fakat Ankara Okulu’ndan aldığı etkinin boyutunun ne kadar olduğunu bilmiyoruz. 247 Caner Taslaman, Hidayet Şefkatli Tuksal ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 248 Caner Taslaman, İlhami Güler ile Görüşme, 11 Nisan 2010. 249 Bu tezlerin listesini, Kırbaşoğlu’nun Ankara İlahiyat Fakültesi’ndeki sayfasından bulabilirsiniz: (Çevrimiçi) http://www.divinity.ankara.edu.tr/tr/index.php?s=apd&p=14, 18.09.2010. 250 M. Ali Durmuş, Haberlerin Işığında Mehdi, Ankara, Anlam Yayınları, 2003. 225 cemaatlerin üzerine bina edildikleri bir inancın temellerini sarsacak bir çalışmadır. Kırbaşoğlu gibi Hatiboğlu, Atay ve Güler de yaptırdıkları tezler vasıtasıyla bir etki sahibidirler. Fikirleri dışında, ele aldığımız şahısların bazı özelliklerini vurgulamamız da Ankara Okulu’nun etkinliği hakkında bilgi verecektir. Hatiboğlu birkaç kez Diyanet İşleri Başkanı olmak için teklif almış olmasına rağmen; İslam kültürüne akademik çalışma yaparak yapacağı katkıya ara vermesi gerekeceği, ayrıca devletin hassasiyetlerinin ve kanunların, akademik özgürlüğünü kısıtlayacağı gerekçesiyle bu teklifleri reddetmiştir.251 Atay ise Ankara İlahiyat’ın dekanlığını yaptığı 1981 yılında, 12 Eylül yönetimine, din derslerinin tevhidi tedrisat mantığına göre mecburi olması gerektiğine dair bir rapor vererek, din derslerinin mecburi olması gibi çok kritik bir konuda etkili olmuştur. (Atay Chicago Üniversitesi’ndeyken tevhidi tedrisatı incelemişti.)252 Ankara Okulu’nun etkinlik araçlarından birisi İslamiyat dergisi olmuştur.253 1980’lere dek ilahiyat konularının belli bir cemaatin veya mezhebin görüşlerine bağlı kalmadan tartışıldığı, etkili bir akademik dergi yoktu. 1980’li yıllarda kurulan, Hikmet Akgül’ün sponsor olduğu İslami Araştırmalar dergisi böylesi bir eksiği gidermek amacını güdüyordu. Bu derginin editörü Hatiboğlu’ydu. İdari anlaşmazlık üzerine, Hatiboğlu’nun da içinde olduğu bir grup bu dergiden ayrılarak İslamiyat dergisini 1990’ların başında kurdu. İslamiyat’ın editörü olan Hatiboğlu, İslamiyat dergisiyle; “kimsenin boyunduruğu altında olunmadan, maddi hiçbir beklenti içinde olunmadan” ilahiyat ile ilgili birçok konunun ilk defa akademik ciddiyetle ele alındığını ifade etmektedir.254 Güler, İslamiyat dergisinde yazı yazan herkesin geleneğe aynı düzeyde eleştirel yaklaşmadığını belirtmektedir. Şu anda bir kısmı Diyanet’in içinde görevli olan Mehmet Görmez, Emin Özafşar, Bünyamin Erul, Ali 251 Caner Taslaman, Mehmed Said Hatiboğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 252 Caner Taslaman, Hüseyin Atay ile Görüşme, 13 Nisan 2010. 253 Hatiboğlu bu derginin editörlüğünü yaptı. Kırbaşoğlu (yayın kurulu başkanlığı da yaptı) ve Güler oldukça aktif olarak, Tuksal ise çok aktif olmadan burada yayın kurulu üyeliği yaptılar. Atay’ın ise burayla sadece birkaç makalesinin yayımlanması şeklinde ilişkisi oldu. Birkaç yıldır yayınlarına ara veren İslamiyat dergisinin yayın hayatına devam edip etmeyeceği -2010 yılı itibariyle- belirsizdir. 254 Caner Taslaman, Mehmed Said Hatiboğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 226 Dere gibi isimlerin geleneksel yapıya kendilerine göre daha az eleştirel yaklaştıklarını; kendisinin, Hatiboğlu’nun, Ömer Özsoy’un, Mustafa Öztürk’ün, Adil Çiftçi’nin ve Tuksal’ın ise geleneksel anlayışa daha eleştirel yaklaştıklarını söylemektedir. Kırbaşoğlu’nu ise eleştirellik dozunda bu iki grubun ortasında bir yerlerde gördüğünü ifade etmektedir.255 Bugün siyasal İslam’ın önemli aktörlerinin, İslamiyat dergisinden ne kadar etkilendiğini tam olarak tespit etmek oldukça güçtür. Güler, AKP’de uzun dönem bakanlık yapan ve dergiye yazılar yazan Mehmet Aydın’ın, bağımsız olduğunu ama dergiyi etkileyip kendisinin de etkilenmiş olması gerektiğini söylemektedir. Ayrıca AKP’deki etkili bazı isimlerin bugünkü çizgilerine gelmelerinde, İslami kesimden birçok entelektüelin takip ettiği İslamiyat’ın önemli etkisi olduğuna inandığını, fakat bunu ispat etmenin mümkün olmadığını düşünmektedir. Ayrıca Tayyip Erdoğan hapisteyken, İslamiyat dergilerinin istendiği ve paket yapılıp kendisine gönderildiğini ama etkisi hakkında bir iddiada bulunamayacaklarını ifade etmektedir.256 Sonuçta dergi çıkartmak, kitap yazmak, ders vermek, tez yönetmek, medya veya konferans gibi araçlarla kitlelere ulaşmak ve de kitlelere ulaşan, kitleleri etkileyen kişileri bahsedilen faaliyetlerle etkilemiş olmak; Ankara Okulu’nun etkinliğini belirleyen ve görüşlerinin yayılmasını sağlayan araçlar olmuştur. 3. Ankara Okulu’nun Temel Fikirleri Tek bir merkeze bağlı olmadan, birbirlerinden bağımsız hareket eden, entelektüel özgürlüklerinin korunmasına özel önem atfeden ve birbirlerinden farklı yaklaşımları da olan kişileri belli ortak fikirler etrafında tarif etmenin belli zorlukları vardır. Bahsedilen beş kişinin kitap ve makalelerini okuduktan sonra hepsinde ortak gördüğümüz dört temel görüş tespit ettik ve bunları kendilerine de okuyup onaylattık. Bunlar şu dört maddedir: 255 Caner Taslaman, İlhami Güler ile Görüşme, 11 Nisan 2010. 256 A.e. 227 1- İslam’ın bir mezhebe bağlı olmadan anlaşılması daha doğrudur. Bir konuda bir mezhep, diğer konuda başka bir mezhep doğru olabilir. Dini doğru anlamak hiçbir mezhebin ve tarikatın tekelinde değildir. Dolayısıyla dışlayıcı, mezhepçi ve tarikatçı yaklaşımlar da hatalıdır. 2- İslam’ı doğru anlamak için hadis eleştirisi çok önemlidir. Peygamber’e atfedilerek birçok hadis uydurulmuştur. Hadis eleştirisi, Peygamber’i iftiralardan korumak, İslam ile ilgili yanlış algıları düzeltmek, dini akıldan uzaklaştırmaları, erkek merkezli yorumları ve din istismarlarını durdurmak için hayati bir konudur. 3- Dinin kaynağı olarak Kuran’ın daha çok öne çıkartılması gerekir. Hadis eleştirisinde ve din istismarlarını durdurmada da çare Kuran’a yönelmektir. 4- Din istismarı, uydurma hadisler ve Müslümanları içinde oldukları yanlışlardan kurtarmakla ilgili eleştiriler; modernlikten hareketle değil, “İslam’ın gerçekleri”nden hareketle yapılmalıdır. Din adına ortaya sürülen yanlışları ve din istismarlarını ortaya çıkarmak; dinde kaos oluşturmak veya dini tahrif etmek değil, dine hizmettir. Birinci maddede belirtilen husus, bireylerin belli dinsel otoritelerden bağımsızlaşması, kendi görüş ve fikirlerini oluşturmaları, kısacası bireyselleşme açısından önemlidir. Bu yaklaşım Türkiye’deki egemen büyük cemaatlerin ve tarikatların temel yaklaşımlarına kökten aykırı olduğu için cemaatler ve tarikatlardan bağımsızlaşma anlamında bir bireyselleşmeye de yol açıcı niteliktedir. Mezhepçi görüşün en önemli iddiası bireylerin “mezhep mukallidi” (mezhep taklitçisi) olması gerektiğidir. Mezhebi taklidin tartışılmaz kılınması için ise mezheplerce önemli kabul edilen kişileri aşırı yüceltme olmuştur. Oysa Ankara Okulu, bu tartışılmaz kabul edilen kişilere ve onların tartışılmazlığına karşı eleştiri oklarını yöneltmiştir. Örneğin Kırbaşoğlu’nun, Ehli Sünnet’teki “nasçı yaklaşım”ın ve “Sünnet”in standart, 228 sabit bir norm haline getirilmesinin en önemli teorisyeni İmam Şafii’nin yaklaşımını eleştirdiği makale ve kitapları buna örnektir.257 İkinci maddede belirtilen hadis eleştirisi birinci maddeyle de ilişkilidir, çünkü hadislerin Ehli Sünnet’teki mevcut konumunun belirlenmesi mezheplerce olmuştur. Hadis eleştirisi Ankara Okulu’nun eserleri ve etkilerinde en çok öne çıkan hususlardandır. Ankara Okulu’nun yaklaşımlarını kabul edenlerde, bu eleştirilerin ortaya çıkaracağı sosyal ve siyasi sonuçlara dikkat edilmelidir. Burada ele aldığımız Hatiboğlu, Kırbaşoğlu ve Tuksal’ın temel çalışma alanlarının hadis olduğunu hatırlatmalıyız. Atay ve Güler’in temel çalışma alanları ise kelamdır; fakat kelamcılar “usul-ü din” (dinin nasıl anlaşılacağıyla ilgili metodolojinin belirlenmesi) konusunu kendi alanları olarak kabul ederler, yani hadislerin dindeki otoritesinin ne olduğu/ne olması gerektiği, bir kelam konusudur da. Mezhep ve hadisler ile ilgili bu eleştirileri yapanların, en temel mezhep ve hadis kaynaklarını Arapça orijinal kaynaklarından okuyan ve temel çalışma alanları hakkında görüş beyan eden kişiler olduklarına dikkat edilmelidir. Diğer yandan bu beş kişinin, mevcut hadis kaynaklarına eleştiri dozunda belli farklılıklar olduğunu da belirtmeliyiz. Örneğin Atay’ın hadislere yaklaşımının Kırbaşoğlu’ndan daha eleştirel bir noktada olduğunu söyleyebiliriz.258 İlk iki maddede belirtilen hususların kabulü üçüncü maddeyle ilgili sonucu, yani Kuran’ın ön plana çıkmasını doğurmaktadır. Ankara Okulu’nun yayınlarında mezhepçiliğe karşı eleştirinin sonucu olarak mezhepçi çizgide bilgileri aktaran ilmihal kitaplarının eleştirildiğine tanık olmaktayız. Kırbaşoğlu’nun, İslamiyat dergisinde “derinliksiz dindarlık”, “erkek egemen dindarlık”, “anakronik dindarlık”, “daraltılmış kulluk”, “psikopatolojik dindarlık” gibi tanımlarla eleştirdiği dindarlık tipi de ilmihal merkezli bir dindarlık anlayışı olmuştur.259 Hatiboğlu’nun, Türkiye tarihinin en çok satış yapmış olan kitaplarından biri olan Ömer Nasuhi Bilmen’in 257 Hayri Kırbaşoğlu, “Er-Risale’nin Şekil ve Muhteva Açısından Eleştirisi”, Sünni Paradigmanın Oluşumunda Şafii’nin Rolü, 2. bs., Ed. Hayri Kırbaşoğlu, Ankara, Kitabiyat, 2003, s. 217-267; Hayri Kırbaşoğlu, “İslami İlimlerde Şafii’nin Rolü Üzerine”, İslamiyat, C. II, No: 1, Ocak-Mart 1999, s. 15-34. 258 Caner Taslaman, Hüseyin Atay ile Görüşme, 13 Nisan 2010. 259 Hayri Kırbaşoğlu, “İlmihal Dindarlığının İmkânı Üzerine”, İslamiyat, C.V, No: 4, s. 109-124. 229 ilmihal kitabını 260 ve Türkiye’nin en çok satış yapmış kitaplarından bir diğeri olan Hüseyin Hilmi Işık’ın Saadet-i Edebiyye ilmihal kitabını (Işık, Türkiye Gazetesi, TGRT televizyonu, İhlas Holding gibi kurumları kuran Işıkçılar Cemaati’nin vefat etmiş lideri, bu kitapsa bu cemaatin en temel kitabıdır) eleştirmiş olması da ilmihal kitabı -mezhepçilik- eleştirilerine örneklerdir.261 Ortodoks-Ehli Sünnet anlayışta olanların en güvenilir hadis kitapları olarak değerlendirdikleri Buhari ve Müslim gibi kitapların içinde de “uydurulmuş hadisler” olduğu Ankara Okulu’nun ortak kanaatidir. Ehli Sünnet anlayışın en temel kaynakları olarak gösterilen ilmihal ve hadis kitaplarının otoritesinin sarsılması ise Kuran’ı ön plana çıkarmaktadır. Tuksal, 1970’ler-1980’ler ve sonrasında Türkiye’de, Kuran tercümesi (meâl) okunmasının yayılmasını -bunun başta oldukça tepki görüp, sonra bu tepkilerin azaldığını belirterek- kritik bir aşama olarak değerlendirmektedir.262 Ankara Okulu’nun ve benzerlerinin ilmihal ve hadis kitaplarının otoritesini zayıflatmaya yönelik fikirleri, Kuran’ın meâlinin okunulabilir, ulaşılabilir olmasının yaygınlaşmasıyla birleşince; Kuran’ın ön plana çıkması süreci pekişti. Bunun sonuçlarından biri İslami kesim içinde bireyci İslam anlayışlarının artması oldu. Birçok kişi, mezheplerde her ayrıntının özenle açıklandığı detaylı bilgileri kendilerine aktaracak kişilerden ve Arapça’yı bildiği için bu kaynaklardan aldıkları bilgileri önce özümseyip sonra aktaracak cemaat liderlerinden, tarikat şeyhlerinden bağımsız, din konusunda kendi anlayışını belirleyebileceğini düşünmeye başladı. Hıristiyanlık’ta da bireyciliğin Protestanlık’la ilişkili olmasının önemli sebeplerinden ikisi; Protestanlığın Kilise’nin dindeki otoritesini kırması ve Luther’in İncil’i Almanca’ya tercüme etmesiyle İncil’in bireylerce -Kilise’nin aracılığı olmadan- ulaşılabilir bir kitap haline gelmesidir. Ankara Okulu’nun ve benzerlerinin yaklaşımı olan Ehli Sünnet kaynakların ve yorumların dindeki mutlak otoritesinin kırılması, yaygınlaşan Kuran tercümesinin okunmasıyla birleşince (Atay’ın Kur’an tercümesi263 ve İlhami Güler’in 260 Mehmed Said Hatiboğlu, İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine-1, Ankara, Otto, 2009, s. 135-141. 261 Mehmed Said Hatiboğlu, “Düzeltmeye Talib Bozuculuk”, İslamiyat, C.IV, No:4, Ekim-Aralık 2001, s. 7-14. 262 Caner Taslaman, Hidayet Şefkatli Tuksal ie Görüşme, 12 Nisan 2010. 263 Hüseyin Atay, Kur’an: Türkçe Çeviri, Ankara, Atay ve Atay, 2007. 230 Ömer Özsoy’la beraber yazdığı Konularına Göre Kur’an264 kitabı vardır), İslami kesim içinde yükselen bir bireyselliğin itici unsurları oldular.265 Ankara Okulu, eleştirilerini yaparken, kadınların kamusal alana çıkmasının serbest olması; resim, heykel, müzik gibi sanatların engellenmemesi gibi fikirleriyle modernlik, sekülerlik, Batıcılık adına İslami kesime yöneltilen eleştirilerin aynısını tekrar ediyor gibi gözükebilir. Fakat Ankara Okulu’nun, salt -çok tartışılan- İslami görüşleri temelinde bu eleştirilerini yapmış olması önemlidir. Eleştirinin “içten” olması, İslami kesimden bir kısım insanlar için de bu eleştirilerin kabul edilebilir olmasını sağlayan unsur olmuştur. İslami kesimden, özellikle cemaatlere bağlı birçok kişiye göre ise Ankara Okulu, gereksiz tartışmalar çıkartarak İslami kesim içinde lüzumsuz bir kaosa sebebiyet vermiştir.266 Fakat Ankara Okulu’na göre yaptıkları hareket İslam açısından faydalıdır. Çünkü birincisi İslam’ın gerçekleri açığa çıkmaktadır; ikincisi dinin içindeki din istismarcılarının istismarı deşifre edilmektedir; üçüncüsü dinde olmayan şeyler yüzünden dine getirilen eleştiriler cevaplanmaktadır; dördüncüsü ise hurafeler, uydurmalar yüzünden dinden uzak duran kesimlerin dine yaklaşması sağlanmaktadır. İslam adına eleştirilerini yapmak ve aktivist bir ruhla fikirlerini yaymaya çalışmak Ankara Okulu’nun ortak özelliğidir. Hatiboğlu’nun dergi editörlüğü, Atay’ın tüm tepkilere karşı fikirlerini değişik vasıtalarla seslendirmesi, Kırbaşoğlu ve Güler’in sosyal aktivitelere bitmeyen bir heyecanla katılmaları, Tuksal’ın Başkent Kadın Platformu’ndaki rolü ele aldığımız kişilerin aktivist yapılarının ve İslami kesimin içinde yüksek sesle fikirlerini ifade etmelerinin örnekleridir. Bahsettiğimiz ortak özelliklere karşı “tarihsellik” (Kuran’ın ve Sünnet’in tarihin belli bir dönemiyle ve yeriyle ilişkisinden hareketle İslam’ı yorumlama) gibi diğer önemli bir konuda, ele aldığımız kişilerin ortak bir fikirleri olmaması sebebiyle, 264 Ömer Özsoy, İlhami Güler, Konularına Göre Kur’an, Ankara, Fecr Yayınevi, 1997. 265 İlhami Güler, Özgürlükçü Teoloji Yazıları, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2004, s. 43-48. 266 Yaptığımız görüşmede Tuksal cemaatlerin bu husustaki rahatsızlığına dikkat çekti: Caner Taslaman, Hidayet Şefkatli Tuksal ie Görüşme, 12 Nisan 2010. 231 ortak fikirlerini değerlendirdiğimiz bu başlıkta bu konuyu ele almadık. Önümüzdeki başlıkta, Fazlur Rahman’ın etkisiyle beraber bu konuya da değinilecektir. 4. Ankara Okulu’nun Referansları Ankara Okulu’nun temel kaynağının Kuran olduğunu önceki sayfalarda gördük. Bunun yanında Ankara Okulu’nun en önemli referans noktalarının başında İslam’ın ilk dönemlerinde ileri sürülen görüşler ve yapılan uygulamalar gelmektedir. Ankara Okulu başlığında ele aldığımız kişiler, ilahiyatçı kimlikleriyle, çalışma alanlarının gereği olarak İslam’ın ilk dönemlerindeki tartışmaları ve tarafların kendi görüşlerini desteklemek için ileri sürdükleri argümanları iyi bilmekte ve bu bilgilerini tezlerini temellendirmede kullanmaktadırlar. Atay, İslam’ın üçüncü asrında, siyasetin aldığı kararla Mutezile’nin yasaklanmasını, İslam dünyasının içindeki özgür tartışma ortamının durmasında önemli bir dönüm noktası olarak görmektedir. Atay hadisçiliğin, mezhepçiliğin, tasavvufçuluğun her birinin Kuran’dan insanları daha fazla uzaklaştırdığını belirtmektedir. Atay’a göre bireylerin kendi şahsiyetleri adına seçimlerini yapabildiği, mezhepçiliğin olmadığı İslam’ın ilk dönemleri; mezhepçiliğin ve taklitçiliğin hâkim olduğu sonraki dönemlerden “gerçek İslam”a daha yakındı. 267 Atay’ın ifadeleri, teleolojik düşünce ile ideal toplumun, gelecekteki evrimsel basamaklarda oluşacağını savunan görüşlere zıt bir şekilde ideal toplumun İslam’ın ilk dönemlerindeki -geçmişteki- Altın Çağ’da gerçekleştiğini söyleyen Ehli Sünnet görüşe yakın gözükmektedir. Fakat burada bir referans noktası olarak Altın Çağ’ın nasıl anlaşılması gerektiğiyle ilgili farklı bir hermenötik yaklaşıma tanık olmaktayız. Atay’a göre ilk dönemlerde Kuran’ın ön planda olması, mezhepçiliğin olmaması asıl önemli konudur; Ehli Sünnet’in ön plana çıkardığı hususların çoğu Arap örf ve adetleridir, İslamiyet’in içeriğinde olmayan bu örf ve adetler, “Sünnet” başlığıyla dinin içeriğine ilave edilmiştir. Kuran’da açıklanmayan hususlarda ise akıl ön plana 267 Caner Taslaman, Hüseyin Atay ile Görüşme, 13 Nisan 2010. 232 çıkartılmalıdır, oysa Ehli Sünnet “taklitçiliği” ile akıl gölgelenmiştir.268 Özgür seçime, akıla önem veren ve Kuran’ı ön plana çıkaran bu yaklaşımın İslam’ın ilk dönemlerindeki Mutezile ile önemli paralellikleri vardır. Nitekim Atay, kınayıcı bir ifade olarak “Mutezile” olmakla suçlanmıştır. Fakat Mutezile’nin ileri sürdüğü bazı yaklaşımları kullanmakla beraber, Ankara Okulu’nda olanlar “Mutezile” veya başka bir mezhepsel etiketi kullanmaya karşıdırlarAnkara Okulu İslam’ın ilk dönemlerindeki belli bir kişinin veya mezhebin taklitçisi veya devamı değildir. Fakat Kuran’ın yanında; ilk dönemlerdeki Kuran yorumlarına, ilk dönemlerdeki tarihsel olaylara ve kaynaklara da doğrudan atıflar yaparak fikirlerini desteklemektedirler. Örneğin Tuksal, kadınların hayata aktif katılımının İslam’a uygunluğunu temellendirirken;269 Hatiboğlu, İslam’da din adamı sınıfının olmadığını ve tecritçi yaklaşımların İslami ideali temsil edemeyeceğini söylerken,270 böylesi atıflarda bulunmaktadırlar. Ankara Okulu, çalışmalarında Oryantalist kaynaklara da referans vermektedir. Güler, Edward Said’in Oryantalizm yorumunda haklılık payı olduğunu, fakat Oryantalizm’e kategorik olarak karşı olmadıklarını, bu hususta analitik yaklaşılması gerektiğini ve içinde çok değerli tespitler olan Oryantalist çalışmaların “kategorik olarak reddedilmemesi gerektiği”ni ifade etmektedir.271 Hatırlanacağı gibi Edward Said, Batı’nın kendi pozisyonundan hareketle, yanlı bir şekilde Oryantalizm yaptığını ve taraflı önyargılarını çalışmalarına yansıttığına dikkat çekmişti.272 Tuksal, Oryantalizm’in farklı bir göz olduğunu, bu farklı göze ihtiyacımız olduğunu ve bu gözün bizi zenginleştireceğini söylemektedir.273 Ehli Sünnet kesimden birçok kişi -ama bu kesimin hepsi değil- Oryantalizm’i kategorik olarak reddederken özellikle Said’e referans verirler. Ankara Okulu’nun çalışmalarında ise Ignaz Goldziher, 268 A.e. 269 Örnek olarak bakınız: Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, s. 129-133. 270 Mehmed Said Hatiboğlu, “İslam’ın Aktüel Değeri Üzerine-1”, İslamiyat, C. V, No: 1, Ocak-Mart 2002, s. 9. 271 Caner Taslaman, İlhami Güler ile Görüşme, 11 Nisan 2010. 272 Edward W. Said, Orientalism, New York, Vintage Books, 1994. 273 Caner Taslaman, Hidayet Şefkatli Tuksal ie Görüşme, 12 Nisan 2010. 233 Montgomery Watt ve Joseph Schacht gibi Oryantalistler’in çalışmalarına referanslar da vardır. Bu referanslar, bu kaynakları bütünüyle kabul etme anlamına gelmemekte; fakat Oryantalizm’e yönelik analitik bilimsel ayıklama yöntemi ile faydacı ve eleştirel yaklaşımın buluşturulmasını ifade etmektedir. 20. yüzyıldaki İslam düşünürlerinden, Ankara Okulu’ndan bazı şahısları etkileyen, tartışmaların en çok odağı olmuş/olan düşünür ise Fazlur Rahman’dır. Daha önceden saydığımız dört madde hususunda Ankara Okulu’ndaki herkesle Fazlur Rahman arasında -genel bir değerlendirmeyle- mutabakat olduğunu söyleyebiliriz.274 Fazlur Rahman’ın bunların dışındaki en tartışılan görüşü ise “tarihselcilik” olarak bilinen görüşüdür. Bu görüşe göre İslam’ı anlamaya çalışan kişi, İslam’ın belli bir dönemde belli bir bölgeye inmiş bir din olduğunu göz önünde bulundurmak zorundadır. Buna göre temel İslami “ahlaki değerler ve amaçlar” süreklilik arz etmesi gerekirken, bunlara tabi olması gereken “hukuki kurallar ve araçlar” zamanın şartlarına göre değişebilir.275 Örneğin, bu yaklaşıma göre öldürmek ve çalmanın yasak olması gibi temel ahlaki değerler ve amaçlar değişmezdir ama bu suçlara uygulanan cezalar değişebilir. Böylesi bir yaklaşımın Sünnet’e/hadislere referansla tespit edilmiş hususlara uygulanmasına Ankara Okulu’nun tümünün destek verdiğini/vereceğini söyleyebiliriz. Fakat Ankara Okulu içinde tartışmalı husus, Kuran’da geçen bazı hükümlerin de “tarihsel” olarak değerlendirilip, bunların dönemin şartlarına göre değiştirilmesi hususunda ortaya çıkmaktadır. Örneğin Atay, Kuran metnini temel alan bir yorumlamaya gidip böylesi bir yaklaşımdan uzak durmaktadır.276 Diğer yandan Güler, Fazlur Rahman’ın yaklaşımına katılmakta; inanç ile ilgili konuların (ahiretin varlığı gibi), ibadetlerin (namaz gibi), haramların (domuz eti yememek gibi) zamana göre değişmez kurallar olduğunu; fakat öldürme ve çalma gibi suçlara verilen cezalar gibi hususların “tarihsel” olduğunu, aynı ahlaki ilkeler ve amaçlar (öldürmeme, çalmama) muhafaza edilmesi şartıyla, bu cezaların değişebileceğini söyler.277 Hatiboğlu da Kuran’ın büyük kısmının evrensel ilke ve 274 Fazlur Rahman, İslam, Çev. Mehmet Dağ ve Mehmet Aydın, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 1999. 275 A.e., s. 367. 276 Caner Taslaman, Hüseyin Atay ile Görüşme, 13 Nisan 2010. 277 Caner Taslaman, İlhami Güler ile Görüşme, 11 Nisan 2010. 234 gerçekler ihtiva etmesine rağmen bir bölümünün “mahalli hükümleri” de kapsadığını, kadınlarla ilgili kimi hükümler -günümüzde medeni hukukla ilgili olanlar da bunun içindedir- dâhil “mahalli hükümler”in evrensel hükümler muamelesi görmemesi gerektiğini, yani bu hususta Kuran’da “tarihsel” hükümler de bulunduğunu savunur.278 Fazlur Rahman’ın “tarihselcilik” ile attığı ve teolojik açıdan çok tartışılan bu adım, Müslümanlar’ın modernleşme ve küreselleşme süreçlerine verecekleri tepkide önemli farklar doğuracak niteliktedir. Fazlur Rahman’ın inşa etmeye çalıştığı, modern dönemin insanlarına seslenmeye çalışan yaklaşım; modernleşmenin sekülerleştirmesine tepkiyi ve İslami ontolojiyle eskatolojiye göre hayatın inşasına daveti içermektedir, fakat bunu yaparken, İslami ontolojiyi ve ahlaki değerleri ön plana çıkarmakta, modernizmin oluşturduğu birçok habitusu (giyim şekilleri gibi) ve modern devletin hukuki kurallarını (İslami temel ahlaki değerlere aykırı düşmemek kaydıyla) ise tartışma konusu olmaktan çıkarmaktadır. İslamiyat dergisinde yayımlanan bazı makaleler ve bu dergiyle aynı bünyedeki Kitabiyat Yayınevi, ayrıca Ankara Okulu Yayınları; Fazlur Rahman’ın fikirlerinin Türkiye’de yayılmasında önemli araçlar olmuşlardır. Kırbaşoğlu’nun dediği gibi Ankara Okulu’ndan birçok kişi İslam’ı anlamada Fazlur Rahman’ı önemsemektedirler, fakat “tarihselciliğin nasıl anlaşılması gerektiği” gibi hususlar aralarında tartışmalıdır.279 Ankara Okulu’ndaki kişilerin etkilendiklerini ifade ettikleri modern dönemden başka isimler de vardır. Örneğin Güler ve Kırbaşoğu, Hassan Hanafi’nin fikirlerinin ve aktivizminin kendileri için önemli olduğunu beyan etmektedirler. Kırbaşoğlu, Roger Garaudy’i de önemli bulduğunu belirtmektedir. Ehli Sünnet hâkim anlayışa bağlı kalmadan İslam’ı anlama ve modern sorunların bilincinde olarak çözümler üretmenin yanında, ezilenlerin yanında olan bir aktivizmi seslendirme Hanafi’nin -Güler ve Kırbaşoğlu’nun önemli buldukları- yaklaşımı 278 Mehmed Said Hatiboğlu, “Kuran-ı Kerim’de Mahalli Hükümler Meselesi”, C. VII, No: 1, OcakMart 2004, s. 7-12. 279 Caner Taslaman, Hayri Kırbaşoğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 235 olmuştur.280 Burada saydıklarımız elbette Ankara Okulu’nun fikirlerini beyan ederken tüm referans noktalarını kuşatıcı nitelikte değildir; fakat temel referans noktası olarak gözükenlere dikkat çekilmeye çalışılmıştır. 5. Ankara Okulu’nun Yaklaşımının Sanat Açısından Sonuçları Ankara Okulu’nun sosyal açıdan önemli sonuçlar verecek bazı görüşlerine değinmekte fayda görüyoruz. Ankara Okulu’nun hepsi İslam adına yapılan bazı yanlış mezhep yorumları ve uydurma hadislerle müzik, resim ve heykel gibi alanlarda konulan yasakları eleştirmekte; bu dini açıdan hatalı yasakların, İslam dünyasında sanatın ilerlemesine olumsuz tesirleri bulunduğunu ve birçok kişinin bu gibi yasaklar yüzünden İslam’a uzak durduğunu beyan etmektedirler. Örneğin Hatiboğlu, Işıkçılar’ın lideri Hüseyin Hilmi Işık’ın rekor satışlı ilmihal kitabı olan Saadet-i Ebediyye kitabında; keman, ney, saz, ud, kaval gibi çalgıların çalınmasını ve bunlarla şarkı söylenmesini “haram” ilan etmesini sert bir üslupla (Işık’ın damadı ve takipçisi Enver Ören’in kurucusu olduğu TGRT televizyonunda bu tip yasakların gözetilmemiş olması yoruma muhtaçtır) şöyle eleştirmektedir: Sahifelerce süren bu kabil hezeyanları yeterli bulmayan Işık… Işık Efendi musikiden hiç anlamadığı halde konuşuyor. Sanki mecbur mübarek! Kalbi güzel sese kapalı bir kimseye bizler yine acımaktan başka bir şey yapacak değiliz. Bu zata, haklarında en ufak tenkid ileri sürülmemiş nice ud çalan alim ismi versen, yine de sana kulağını tıkayacaktır. Zira onun kulak verdiği üstadlar başkadır…281 Kırbaşoğlu, Cat Stevens’ın (ünlü bir şarkıcıyken İslam’a dönen ve Yusuf İslam adını alan), Müslüman olduktan sonra gitarı bırakmasının, “uydurma hadis ve yanlış din yorumları” ile ilişkili olduğunu hatırlatmaktadır. Kırbaşoğlu’na göre İslam dünyasındaki bu uydurmalar “kaba-yoz yapılanmaların” nedenlerinden olan sanat eksikliğine yol açmıştır: Çıplaklık, pornografi, ateizm övgüsü gibi unsurların sanatla kullanılması gibi uygulamalar İslami ahlakla bağdaşmazdır; ama kategorik olarak sanata karşı çıkmak hatadır. Kırbaşoğlu’na göre sanata bu karşı çıkışlarda uydurma 280 Örnek olarak bakınız: Hassan Hanafi, İslam in the Modern World: Tradition, Revolution and Culture, Cairo, The Anglo-Egyptian Bookshop, 1995. 281 Mehmed Said Hatiboğlu, “Düzeltmeye Talib Bozuculuk”, s. 12-14. 236 hadislerin önemli bir yeri vardır. Ayrıca putperestliği önlemek gibi niyetlerle heykelin yasaklanması gibi bir durum eğer olmuşsa bile, bu ancak “tarihsel” bir durumdur, evrensel bir hüküm teşkil etmez, putperestlikle alakası olmayan heykel yapımını yasaklamak dinle ilgisiz bir uygulamadır.282 Hatiboğlu, Peygamber’in, kendi döneminin müziğini yakınlarıyla beraber dinlediğine dikkat çekmektedir. Ayrıca müzik yasağının daha ziyade OrtodoksSünniliğin içinden bazı kişilerce dillendirildiğini, tarikat ve tekkelerin ise belli bir müzik kültürünü bu eleştirilere rağmen taşıdıklarını ifade etmektedir.283 Atay, müzikteki yasakların yanlışlığıyla ilgili fikirlerini Suudi Arabistan’da beyan ettiğinde, “haram” olduğu itirazıyla gördüğü tepkiyi ve bu tarz yasakların hala İslam dünyasında savunulduğunu hatırlatmaktadır.284 6. Ankara Okulu’nun Yaklaşımının Erkekleri Görünür Kılan Semboller Açısından Sonuçları Ankara Okulu’nun tümü, İslami kesimden erkekleri görünür kılacak sakal, cübbe, sarık gibi unsurların İslam’la bir ilgisi olmadığını, “yanlış Sünnet yorumları”nın bunları dinselleştirdiğini savunmaktadır. Güler sakal, cübbe, sarık gibi unsurların yanında elle yemek veya yerde oturarak yemek gibi davranış biçimlerinin de antropolojik alarak Arap geleneği olduğunu; dinle bunların hiçbirinin bir ilgisi olmadığını söylemektedir.285 Ankara Okulu’nun bu yaklaşımlarının teolojik olarak doğru olduğunu kabul eden erkekler, kamusal alana çıktıklarında veya devletin ideolojik aygıtlarında yer aldıklarında, kendilerini anında görünür kılacak semboller taşımamış olurlar. Çünkü bazılarına göre “İslami” olan sembollerin, onlara göre İslam’la bir ilişiği yoktur. İslam’a bu yaklaşımla, modernleşmeyle ve küreselleşen kültürle yoğrulmuş habituslara sahip bireylerin, hayatlarında İslam’a daha çok yer vermeyi düşündüklerinde veya İslami bir hayat tarzını benimsemeye davet 282 Caner Taslaman, Hayri Kırbaşoğlu ile Görüşme,, 12 Nisan 2010. 283 Caner Taslaman, Mehmed Said Hatiboğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 284 Caner Taslaman, Hüseyin Atay ile Görüşme, 13 Nisan 2010. 285 Caner Taslaman, İlhami Güler ile Görüşme, 11 Nisan 2010. 237 edildiklerinde; bahsedilen habituslarının birçoğunu değiştirmelerinin gerekmediği savunulduğu için de bir farklılık oluşmaktadır. Erkeklerin, taşıdıkları sembollerden dolayı görünür olmaması konusunda Ankara Okulu ile Nursi’nin ortak bir noktada buluştuğu gözükmektedir. Fakat arada önemli bir fark vardır; Ehli Sünnet mezheplerden bağımsız bir hareket olan Ankara Okulu için bu yaklaşım taktiksel değildir, Nursi için ise temelde taktikseldir, çünkü Nursi için Ehli Sünnet’e bağlılık, teolojik yaklaşımda ayrılınmaması şart bir düsturdur. Burada bir kez daha davranışçı metodolojinin bağlılarının, çözümlemekte başarılı olmasının zor olduğu bir durum vardır; davranışsal olarak Ankara Okulu’nun yaklaşımına yakın olanlar ve Nursi’ye yakın olanlar aynı olguları sunmaktadırlar, fakat iki taraftaki farkı ancak kavram ve inançlara nüfuz etmeye çalışan hermenötik bir yaklaşımla görebilmekteyiz. Ankara Okulu’nun savunduğu basit gibi gözüken, aslında önemli sonuçları olan bir diğer husus, kadın-erkek el sıkışmasının haram olmadığını savunmalarıdır. Hatiboğlu, Ankara İlahiyat’ta bu hususu ifade ettiklerinde İslami kesimden birçok kişinin kadın-erkek el sıkışmasının haram olduğunda ısrarcı olduğunu hatırlattı. 286 Günümüzün kamusal alanlarının yaygın özelliği kadın-erkek karışıklığıdır ve el sıkışma küresel kültürle yaygınlık kazanmış, habitusa dönüşmüş bir selamlaşma şeklidir. Siyasal İslam olarak nitelenen partilerdeki birçok kişi -Ehli Sünnet’e tavizsizce bağlı ve Ankara Okulu’na pek de sempati beslemeyeceği kolayca tahmin edilebilecek- de yaygın olan bu adeti uygulamaktadırlar. Fakat Ankara Okulu’nu burada yine önemli kılan; taktiksel bir durum olarak değil, teolojik yorumlarının neticesi olarak bunu savunmalarıdır. “El sıkışmama” diğer görünür kılıcı semboller kadar anında olmasa da, çok kısa süre içinde, “İslami kesime” ait olanı ve olmayanı belirlemeyi mümkün kılacak bir tavırdır. Ankara Okulu’nun bu konudaki yaklaşımı da ortak kamusal alan paylaşmalarında fark yaratacak bir teolojik fikirdir. 286 Caner Taslaman, Mehmed Said Hatiboğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 238 7. Ehli Sünnet’in Kaynaklarında Kadın ve Ankara Okulu’nun Yol Açtığı Epistemolojik Fark İslam’ın epistemolojisine göre İslami kaynakların Tanrısal boyutu, bu kaynaklardaki bilginin doğruluğunun güvencesidir. Tanrı ile insan arasındaki ontolojik fark, Tanrısal kaynak ile insani kaynak arasındaki epistemolojik uçurumun kaynağıdır. Bu yüzden, İslam’ı temel referans noktası yapan bir birey, eğer bir eylem veya bakış açısıyla ilgili İslami kaynaklarda bir bilgi buluyorsa ve bu bilgi modernite, küreselleşme veya herhangi bir süreç sonunda edinilmiş bilgiyle çelişiyorsa, “doğal beklenti” -her zaman bu beklentiyle pratik sonuç uyumlu olmasa da- İslam’a zıt olanın reddidir. Fakat İslam’ın ontolojisi ve eskatolojisi üzerindeki genel konsensüsün, İslami kaynaklar söz konusu olduğunda var olduğu söylenemez; bu yüzden İslam’ın epistemolojisiyle ilgili sorun daha çetrefildir. Kuran’ın dinin kaynağı olduğu ve Kuran’ın epistemolojik üstünlüğü konusunda -kimi Kuran ayetlerinin farklı yorumlanması ve anlaşılmasıyla beraber- ittifak vardır. Fakat Ehli Sünnet İslamca kabul edilen hadis kitaplarında ve Ehli Sünnet din bilginlerinin ilmihal kitapları gibi diğer kitaplarda yazılanlar üzerinde -ki bunlar Kuran’dan hacim olarak oldukça fazladır- aynı ittifakın olduğu -Ehli Sünnet’in kendi mezheplerin içinde ve Ehli Sünnet’le diğer mezhepler/görüşler arasında- söylenemez. İşte bu konsensüs eksikliği, İslam’ı temel referans noktası kabul eden bireylerin, modernleşme ve küreselleşme süreçlerine farklı tepkiler vermesinde önemli bir role sahiptir. Osmanlı döneminde Abduh, yakın dönemde Ankara Okulu gibi İslamiyet’in içinden çıkan bazı entelektüeller; hadisler gibi tarihsel kaynakları “İslam adına” eleştirmişlerdir. İslam’ın iç mantığı açısından, eğer, tüm varlığın Yaratıcısı olan mükemmel Tanrı’nın indirdiği dini hükümlerle, insani olduğu için mükemmel olamayacak olan insani görüşler çelişirse; insani olanların tereddütsüz reddi gerekir. Bahsedilen içten eleştirilerle, İslami olarak sunulanların bir kısmının “İslam ile alakası olmadığı” savunularak, modernleşme ve küreselleşmeyle yayılan kültürün birçok öğesinin din adına reddine gerek olmadığı gösterilmeye çalışılmıştır. Yoksa İslam’ın ontolojik ve epistemolojik mantığı, insani olanın Tanrısal olanın üzerine 239 çıkarılması anlamını taşıyacağı için modernleşme ve küreselleşmeyle ilgili -İslam’la çelişkili gözüken- yeni kültürel normların ve eğilimlerin, benimsenmesini dışlardı. Ankara Okulu’nun yaptığı eleştirilerin sosyoloji ve siyaset açısından önemi burada ortaya çıkmaktadır. Ankara Okulu’nun izahlarını ve benzer yaklaşımları benimseyenlerin, modernleşme ve küreselleşme süreçlerine vereceği tepki değişecektir. Bu tip yaklaşımlar benimsenince de, modernleşme ve küreselleşmeyle yayılan birçok unsura (örneğin cinsellikle ilgili olan veya pozitivizmden kaynaklanan kimi hususlara); “İslam adına” tepki verilmeye devam edilmektedir. Fakat diğer yandan, birçok hususta, örneğin kadınların kamusal alana çıkması veya aktifliklerinin artması gibi hususlarda eleştiri okları modernleşme ve küreselleşme süreçlerine değil, “din gibi sunulan geleneğe” yöneltilmektedir. Ankara Okulu’nun yaklaşımında, ciddi olgusal fark oluşturacak yaklaşımların önemli bir bölümü, modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde, İslami kesim açısından kritik bir konu olarak ortaya çıkan kadın konusuyla ilişkilidir. Ankara Okulu’nun hadislere ve diğer Ehli Sünnet kaynaklara eleştirel yaklaşımı, epistemolojik açıdan ciddi fark oluşturacak boyuttadır. Ankara Okulu’ndan olanların eleştirdikleri ve “teolojik bir tavır olarak” reddettikleri, kadın konusuyla ilgili “hadislere” ve Ehli Sünnet kaynaklarda yer alan izahlara şu örnekleri verebiliriz: Kadın avrettir. Muhakkak ki o evinden dışarı çıktığı zaman şeytan bakışlarını ona çevirir. Evinden dışarı çıkmış bir kadın, evinin iç tarafında oturup duran bir kadından Allah’a daha yakın olamaz.287 Kocasının kendisinden razı olması müstesna, bir kadın evinden kocasının izni olmadan dışarı çıkarsa, Güneş ve Ay’ın üzerine doğduğu her şey ona lanet eder.288 Kadınları zarar vermeyecek miktarda aç, aşırı gitmeyecek kadar da kıyafetsiz bırakınız. Çünkü kadınlar iyice doyar, güzelce giyinirlerse, onlar için dışarı çıkıp gezmekten daha sevimli birşey yoktur. Fakat onlar biraz aç, biraz da çıplak kalırlarsa, onlar için evde oturmaktan hayırlı bir şey yoktur.289 287 Heysemi, Mecmau’z Zevaid, C. IV, No: 7671, s. 575; Bu kaynaktan aktaran: Ali Osman Ateş, Hadis Temelli Kalıp Yargılarda Kadın, İstanbul, Beyan, 2000, s. 92. 288 İbn Arak, Tenzihu’ş Şeria’, C. II, s. 217; Bu kaynaktan aktaran: Ali Osman Ateş, a.g.e., s. 96. 289 İbnü’l Cevzi, Mevzuat, C. II, s. 282-283; Bu kaynaktan aktaran:Ali Osman Ateş, a.g.e., s. 97. 240 Şayet ben bir insanın başka bir insana secde etmesini emredecek olsaydım, kadına, kocasına secde etmesini emrederdim.290 Ey kadınlar! Eğer kocalarınızın size olan haklarını bilseydiniz, ayaklarının tozunu yüzlerinizle silerdiniz.291 Namazı bozan şeyler kara köpek, eşek, domuz ve kadındır.292 Kadınlara yazıyı öğretmeyin. Dikişi ve Nur Suresi’ni öğretin.293 Kadınlara danışmayın, onlara muhalefet edin. Kadınlara muhalefet edin, zira kadınlara muhalefet berekettir.294 Bütün Ehli Sünnet dünyada olduğu gibi, Osmanlı’da da büyük itibar gören İmam-ı Gazali’nin295 kadınlar hakkında kitabında aktardığı bazı “hadisler” ise şöyledir: Evin köşesindeki bir hasır, döl getirmeyen kısır kadından daha hayırlıdır.296 Döl getiren siyah kadın, doğurmayan (beyaz) ve güzel kadından hayırlıdır.297 Kadın tarafından idare edilen millet felâh bulmaz.298 Kendinden kocası râzı olduğu halde ölen her (Müslüman) kadın Cennet’e girer.299 290 Tirmizi, Rada 10, 1159, Kütüb-i Sitte: Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, Ed. ve Çev. İbrahim Canan, Ankara, Akçağ Yayınları, 1988, Kayıt No: 3293. 291 Hafız Zehebi, Büyük Günahlar, s. 187; Bu kaynaktan aktaran: Kuran Araştırmaları Grubu, Uydurulan Din ve Kuran’daki Din, 13. bs., İstanbul, İstanbul Yayınevi, 2009, s. 226. 292 Buhari, Salat 90, İlm 18, Ezan 161, Cezau's-Sayd 25; Müslim, Salat 254, (504); Muvatta, Kasru'sSalat 38, (1, 155); Ebu Davud, Salat 110, 113, Ed. ve Çev. İbrahim, a.g.e., Kayıt No: 2732. 293 İbnü’l Cevzi, Mevzuat, C. II, s. 269; Bu kaynaktan aktaran: Kuran Araştırmaları Grubu, a.g.e., s. 234. 294 Suyuti, Leali, C. II, s. 147; Bu kaynaktan aktaran: Kuran Araştırmaları Grubu, a.g.e., s. 33. 295 Ehli Sünnet İslam’da karizması ve otoritesi en yüksek şahsiyetlerden biri olan Gazali’nin, kadınlar hakkındaki yaklaşımlarının, Ehli Sünnet İslam’ı benimseyen bireylerin, bu konudaki görüşlerinin şekillenmesinde payı büyüktür. Fatmagül Berktay, Gazali’nin kadınlar hakkındaki yaklaşımının Kuran’da ifade edilenden daha çok -Hıristiyan ortodoksinin önemli isimleri olan- Tertullianus ve Augustinus’a yakın olduğunu söyler: Fatmagül Berktay, Tektanrılı Dinler Karşısında Kadın, s. 121. 296 İmâm Gazali, İhyâu Ulûmi’d Din, C. II, Çev. Ahmed Serdaroğlu, İstanbul, Bedir Yayınevi, s. 71. 297 A.e. 298 A.e., s. 118. 241 Eğer erkek tepeden tırnağa cerahat olsa, kadın da dili ile yalasa, yine de erkeğin hakkını ödeyemez.300 Gazali, kadınların ihtiyaçları dışında sokağa çıkmamaları gerektiği, sokağa çıkmamaları için onlara güzel elbise alınmaması gerektiği, namazı bile evde kılmalarının daha uygun olduğu gibi izahlarla; kadınlarla erkeklerin karışmasına karşı kesin bir tavır belirlemiştir.301 Ehli Sünnet İslam, bahsedilen hadisleri ve izahları da içeren birçok kaynaktan teşekkül etmiştir. (Bu kaynakların içinde bu hadislere zıt birçok hadis de vardır.) Yukarıdaki alıntıları yaptığımız ve benzeri hadislere, Gazali’nin İhya’sı gibi Ehli Sünnet açısından en muteber kaynaklarda ve “kütübü sitte” olarak bilinen en meşhur altı hadis kitabında da rastlanılmaktadır. Osmanlı’daki kadınların kamusal alanda yer almayışına, güç ilişkilerine aktif olarak katılmamasına sebep olan unsurlardan biri bu tipteki hadisler ve kaynaklara atıflarla temellendirilen görüşler olmuştur. Ankara Okulu, bunları ve benzeri hadislerle izahları “İslam adına” eleştirerek, İslami epistemolojide Ortodoks-Ehli Sünnet’ten farklı bir yaklaşımı öne çıkarmaktadır; buna benzer yaklaşımlar ise İslami inancı benimseyen kadınların kamusal alana daha çok çıkması ve güç ilişkilerinde geleneksel rollerine razı olmaması gibi sosyoloji ve siyaset açısından önemli olgulara yol açmaktadır. 8. Ankara Okulu ve Kadın Konusuyla İlgili Yaklaşımları Ankara Okulu’ndan olanlar, yukarıda alıntıladığımız ve benzer hadislerin; şahsi görüşlerini ve toplumlarının kadına bakışını, kendi dönemlerinin en temel meşruluk aracı olan dine referans vererek kabul ettirmek isteyenlerin, “uydurdukları” kanaatindedirler. Kendisi de bir hadis uzmanı olan Tuksal, Peygamber dönemindeki kadınların aktif, hicret eden, savaşa katılan, mücadele eden, siyasi süreçlerde etkin ve sorumluluk sahibi olduklarını; fakat, sonradan, “uydurulan hadislere” de verilen 299 A.e., s. 147. 300 A.e., s. 149. 301 A.e., s. 122-123. 242 referanslarla kadınların hayatın aktif yönünden tecrit edildiklerini söylemektedir. Tuksal, bu tablodan sadece hadisçilerin sorumlu olmadığına, bu hadisleri ön plana çıkarıp diğer hadisleri görmezden gelen ve kendi ataerkil zihniyetlerine göre toplumu donduran fıkıhçıların -mezhep liderlerinin- da temel sorumluların içinde yer aldığına dikkat çekmektedir.302 Tuksal, bu konudaki önemli bir çalışma olan kitabında şöyle demektedir: … kadın aleyhtarı rivayetler (hadisler), hem genel anlamda kadın cinsine hem de insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetin inanan kadınlarına yönelik “eğrilik, eksiklik, baştan çıkarıcılık, uğursuzluk ve değersizlik” gibi çeşitli itham ve yakıştırmaları ihtiva etmektedirler… söz konusu rivayetleri geniş bağlamlar içinde inceleyerek ve Kuran verileri ışığında değerlendirerek, bunların dini dogmalar değil, binlerce yıllık ataerkil yapılanmadan kaynaklanan insani ürünler olduğunu ortaya koymaya çalışmış bulunuyoruz. Bu anlayışların hadisleşme sürecinde kasıtlı suiistimaller kadar, insan zihninin ataerkil kabullerle şekillenmiş anlama, yorumlama ve anlamlandırma ile alakalı doğal mekanizmalarının da rol oynadığı ihtimalini göz önünde bulundurmaktayız. …hadislerin önemli ölçüde belirleyici bir role sahip olduğu geleneksel İslam anlayışında kadınlar hakkındaki olumsuz niyetlerin etkisiyle kadını, çocuktan biraz akıllı, köleden biraz özgür kabul eden bir zihniyetin hâkim olduğunu görüyoruz…. Bu söylem, sadece tarihi bir malzeme olarak kitaplarda kalmamakta, modern çağın dayatmalarına karşı, alternatif bir kimlik ve alternatif bir hayat tarzı arayan Müslümanları da derinden etkilemektedir.303 Tuksal’ın son vurgusu, bu yaklaşımın teoloji açısından doğruluk derecesine değil, fakat sosyal-siyasi sonuçlarına odaklanan tezimiz açısından önemlidir. Bu konudaki inançlar ve kararlar, Müslümanlar’ın, modernite ve küreselleşmeyle ilgili süreçlere verecekleri tepkinin mahiyetinde önemli farklılıklara yol açacak niteliktedir. Ankara Okulu’nun yaklaşımı; “İslami referansa” önem veren kadınların, erkekler gibi kamusal alanda, siyasal süreçlerde ve ideolojik aygıtların içinde aktif olarak yer almalarının önünü açmaktadır. Bu yaklaşımın -erkekleri görünür kılan sembollerde olduğu gibi- taktiksel değil, fakat teolojik bir anlayışın doğrudan sonucu olduğunun altı çizilmelidir. 302 Caner Taslaman, Hidayet Şefkatli Tuksal İle Görüşme, 12 Nisan 2010. 303 Hidayet Şefkatli Tuksal, Kadın Karşıtı Söylemin İslam Geleneğindeki İzdüşümleri, s. 249-250. 243 Kırbaşoğlu, Hariciler’in daha İslam’ın ilk yüzyılında kadınların siyasetin en üst kademesi olan devlet başkanlığı -halifelik- yapabileceğini söylediklerini, fakat zamanla erkek egemen anlayışların hâkim olduğunu söylemektedir.304 Hatiboğlu, erkeklerin ilim hayatına hâkim olmasının -hadis kitabı yazarları ve mezhep kurucularının hepsi erkektir- kadınlarla ilgili “gerçek İslam” ile bağdaşmayan izahların dinselleşmesinin sorumlusu olduğunu söylemekte; bilimsel iktidarı ellerinde tutmuş olanların cinsiyetlerinin unutulmaması gerektiğini hatırlatmaktadır.305 Atay, kadın konusundaki yanlışların hadis uydurmacılığı ve erkekçi mezhepçilikle ilişkisine dikkat çekmekte; aynı zamanda, bu zihniyetin yaptığı Kuran yorumlarının düzeltilmesi gerektiğine, bu zihniyetten bağımsızlaşıp Kuran’ın anlaşılması gerektiğine dikkat çekmektedir.306 Çok tartışılan başörtüsü konusunda, Ankara Okulu’nun hepsi, üniversitelerdeki başörtüsü yasağına karşı çıkmışlar ve “bu demokratik hakkın” engellenmemesi gerektiğini aktif bir şekilde seslendirmişlerdir.307 Diğer yandan, Ankara Okulu’nun bir kısmı; İslam’ın başı örtmeyi emretmediğini savunmaktadırlar. Güler, iffetli olmanın İslami bir değer olduğunu, fakat başörtüsünün farz olmadığını, mezheplerin kendi yorumlarını dondurmasından böyle sorunların çıktığını, kadınların iffetli olmaları için başlarını örtmelerinin gerekmediğini söylemektedir.308 (Güler’in eşi de başörtülüdür, üstelik başörtüsünden dolayı işini bırakmak zorunda kalmıştır.) Atay, başörtüsü takmanın İslam’ın bir emri olmadığını, Kuran’da “göğüslerin örtülmesi” emrinin olduğunu ifade etmektedir.309 Tuksal, İslam’ın ilk döneminde, kadınların örtünme biçimlerinin statüsel boyutla ele alındığını, “kadın bedeninin ayartıcılığının” merkeze oturmasının sonraki bir olgu olduğuna dikkat çekmektedir.310 (Tuksal da başörtüsü takmaktadır.) 304 Caner Taslaman, Hayri Kırbaşoğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 305 Caner Taslaman, Mehmed Said Hatiboğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 306 Caner Taslaman, Hüseyin Atay ile Görüşme, 13 Nisan 2010. 307 Örnek olarak bakınız: Mehmed Said Hatiboğlu, “Tesettürden Türbana”, İslamiyat, C. IV, No: 2, Nisan-Haziran 2001, s. 7-10. 308 Caner Taslaman, İlhami Güler ile Görüşme, 11 Nisan 2010. 309 Caner Taslaman, Hüseyin Atay ile Görüşme, 13 Nisan 2010. 310 Caner Taslaman, Hayri Kırbaşoğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 244 İslami kesim(ler)in gücünü arttırdığı -bizim de paylaştığımız- yaygın bir kanaat olduğu yakın dönemlerde, başını örtenlerin sayısının düştüğünü tespit eden -daha önceden değindiğimiz- TESEV anketinin verileri birçok sosyal bilimciyi şaşırtmıştır.311 Bu sonucun ortaya çıkmasında, Ankara Okulu ve İslami kesimin içinden benzer seslerin -Ankara Okulu’ndan etki almış veya almamış olanbahsedilen İslam’ı yorumlama biçiminin etkili olup olmadığı, eğer nedenlerden biri buysa, bu etkinin boyutunun derecesinin ne olduğu incelenmesi gereken -bizim cevabını tespit edemediğimiz- bir soru olarak durmaktadır. 9. Ankara Okulu ve Demokrasi, Sivil Toplum, Siyaset Dünya’nın en kapsamlı sosyal bilimler araştırmalarından biri olan Dünya Değerler Araştırması (World Values Survey), Huntington’ın, çok tartışmalara sebep olan “medeniyetler çatışması” ile ilgili tezlerinden kimisini desteklemekte, kimisinin ise yanlışlığını göstermektedir. Bu araştırmadan, Huntington’ın, dine referansların merkezi unsur olduğu kültürlerin fark oluşturduğu; “kültürün/dinin” modern dönemdeki İslam ve Batı toplumları arasındaki değerlerin farklılığında önemli rol oynadığı tezinin doğruluğu anlaşılmaktadır. Fakat diğer yandan, Huntington’ın, İslam ve Batı toplumları arasındaki temel çatışma alanının politikayla ilgili değerler olduğuyla ilgili tezinin yanlış olduğu görülmektedir. İlk bakışta, dünyadaki 192 ülkenin üçte ikiye yakınının (121 ülke) seçimli demokrasiyle yönetiliyor olması; buna karşın, bu ülkelerden Müslüman çoğunluğa sahip 47 tanesinin sadece dörtte birinin (11 ülke) seçimli demokrasiyle yönetiliyor olması Huntington’ın tezini doğrular gibi gözükmektedir.312 Fakat Dünya Değerler Araştırması, “demokratik ideallere destek ve güçlü liderlikleri benimsememe” gibi hususlarda, İslam dünyasının halkıyla -diktatörlükle yöneltilenler dâhil- Batılı halk arasında ciddi bir farkın olmadığını ortaya koymuştur. Diğer yandan Doğu Avrupa’nın post-komünist devletlerinin halkıyla Batı arasında, “demokratik değerler” söz konusu olduğunda 311 Ali Çarkoğlu, Binnaz Toprak, Değişen Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset, s. 58-69. 312 Pippa Norris ve Ronald Inglehart, Sacred and Secular, Cambridge, Cambridge University Press, 2007, s. 134-135. 245 ciddi bir farklılığın olduğu gözlenmiştir.313 Hiç şüphesiz, “demokratik değerler” ile ilgili detaylı bir kanaat için, Dünya Değerler Araştırması’nın yaptığından daha detaylı ve derin bir irdelemeye ve davranışsal metodolojinin verilerinin hermenötikle buluşturulduğu çalışmalara muhtacız. Fakat bu araştırmanın, matematiksel veri açısından elimizdekilerin en iyilerinden biri olduğu da unutulmamalıdır. Bu araştırma, İslam toplumlarıyla Batı’yı ayıran en temel değersel farklılıkların “demos değil, cinsel serbestlik ve kadın konusu gibi eros ile ilgili konular etrafında” şekillendiğini göstermektedir.314 Ankara Okulu, teolojik inançlarıyla çelişkili gördükleri cinsel serbestlik konusunda olmasa da, teolojik inançlarıyla uyumlu bir şekilde kadın konusunda, İslam toplumlarındaki geleneksel yaklaşımla (bahsedilen araştırmada gözüken) fark oluşturmaktadırlar. Sonuçta, kadın konusunda, önceki sayfalarda ele aldığımız yaklaşımlarda Ankara Okulu’nun diğer İslami kanaat önderleri ve entelektüellerle oluşturduğu farkın aynısının, bu başlık altında inceleyeceğimiz demokratik değerler söz konusu olduğunda söyleyemeyiz; demokratik değerler İslami kesimde “sanıldığından” daha fazla yaygındır. Huntington dâhil birçok araştırmacının zannının aksine, demokrasiyle bağımlı değerlerin İslam toplumunda yaygın olmasına; İslami kesimden olan entelektüeller olarak Ankara Okulu da bir örnek oluşturmaktadır. Ankara Okulu’nun hepsi seçimli, halkın oylarının belirleyici olduğu demokratik bir sistemi ve sivil toplumun güçlenmesini savunmaktadırlar. Atay, birkaç akademisyenle beraber yazdığı kitapta, “Kuran’ın koyduğu ilkeler”in demokratik bir yapıyı gerektirdiğini ifade etmektedir: Halka danışmayı, yönetimde halkı söz sahibi kılmayı gerekli kılan, despotizmi dışlayan “şura” ilkesi bunlardan birisidir. Kuran’da sıkça vurgulanan “adalet” ve “işin ehline verilmesi” ilkeleri diğer ilkeler arasındadır.315 313 A.e., s. 142-154. 314 A.e., s. 134. 315 Hüseyin Atay, ‘v.d.’, İslam Gerçeği, 3. bs., Ankara, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1995, s. 91-95. 246 Güler, dinin yerinin sivil toplum olduğunu ve reel politikada dini değerlere atıfların; hem din hakkında özgür tartışma ortamına zarar vereceğini, hem de bağnazlık ile din sömürüsüne neden olacağını belirtmektedir. Bu olgunun, ilk dönemlerden başlayarak tarihsel örneklerinin çok olduğuna, Muaviye’nin “Aramızda Kuran hakem olsun” diye Kuran’ı mızrak yapraklarına geçirtmesinin, dinin reel politikada bir sömürü aracı olarak kullanılmasının ilk örneklerinden biri olduğuna dikkat çekmektedir.316 Kırbaşoğlu, despotik tek adam rejimlerinin İslam’ın “şura” gibi ilkelerine ters olduğunu, yönetimde olanların İslam’ın “adalet” gibi ilke ve ahlak prensiplerini gözetmesinin önemli olduğunu söylemektedir. Kırbaşoğlu; para dağıtılıp oy alınması, temsili demokraside delege sultası gibi zaafları eleştirirken, doğrudan demokrasiye geçmeyi, daha ideal bir topluma yaklaşmak olarak görmektedir.317 Tuksal da modern demokrasinin önemli bir unsuru olan, herkesin birbirinin değişmesini beklemeden buluştuğu sivil toplumun, gelişmesinin önemli olduğunu; kendi tecrübesiyle, feministlerle karşılaşmasının kendisine katkıda bulunduğunu, sivil toplumun ayna vazifesini önemsediğini ifade etmektedir.318 Tuksal, eylemleriyle de sivil toplum kuruluşlarını önemsediğini göstermektedir; dini kurumlar ve dindarlarla, kadın hareketleri arasında bir köprü görme işlevi üstlenen Başkent Kadın Platformu’nda aktif olarak görev almaktadır.319 Türk-İslam sentezinin siyasi bir ideoloji olmasına Ankara Okulu’nun tümü -görüştüğümüz beş kişi- karşı olduklarını ifade etmektedirler. Diğer yandan, geleneksel anlayışta İslam’ın unsurları olarak gösterilen “Sünnet” başlığında sunulan birçok unsura -kıyafet veya yemek şekilleri gibi- bunların dinle bir ilişkisi olmadığının, bunların Arap adetleri olduğunun söylenerek karşı çıkmanın, ayrıca Arapça’nın kutsal bir dil olmadığının savunulmasının da Ankara Okulu’nun tavrı olduğuna dikkat edilmelidir. Her ne kadar Ankara Okulu, Türk-İslam sentezini bir 316 İlhami Güler, “Reel Politikada Dini Değer, Kavram ve Sembollere Atıfta Bulunmanın Doğurduğu Sorunlar”, İslamiyat, C.V, No: 3, Temmuz-Eylül 2000, s. 51-67; İlhami Güler, Politik Teoloji Yazıları, Ankara, Kitabiyat, 2002. 317 Caner Taslaman, Hayri Kırbaşoğlu ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 318 Caner Taslaman, Hidayet Şefkatli Tuksal ile Görüşme, 12 Nisan 2010. 319 Başkent Kadın Platformu hakkındaki akademik bir çalışma olarak bakınız: İhsan Toker, Bir Yapılaşma İlişkisi Olarak Kadınlar ve Din: Başkent Kadın Platformu Örnek Olayı, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005. 247 ideoloji olarak benimsiyorsa da, savundukları bahsedilen tezlerinin, bu ideolojiye bağlı olanlarca kullanılması mümkündür. Türkiye’de “siyasal İslam” ifadesiyle nitelenen partileri analitik bir değerlendirmeye tabi tutmak, bazı yönlerini eleştirip, bazı yönlerini takdir etmek Ankara Okulu’ndakilerin tavrıdır. Hür entelektüel kimliğini muhafaza etmenin Ankara Okulu’nun temel endişelerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim birçok ilahiyatçının en çok arzulayacağı makamlardan biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, Hatiboğlu’nun, birkaç kez teklif edilmesine rağmen reddetmesi de böyle bir endişenin sonucudur. Kırbaşoğlu, kendisini “siyasi açıdan muhalif, entelektüel açıdan eleştirel” olarak tarif ederek; siyasi bir harekete angaje olan ve entelektüel eleştirelliğini yitiren bir anlayıştan uzak olduğunu beyan etmiştir.320 Ankara Okulu’ndan olanlar, İslam’a sahip çıkmayı bir misyon olarak benimsemelerinin neticesinde, “siyasal İslam” olarak ifade edilen partilerin İslam’ı temsil edemeyeceğini, bu partileri “İslam” sıfatıyla nitelemenin, bu partilerin yaptıkları yanlışların dine mal edilmesine yol açacağının altını çizmeye özen göstermektedirler. 2000’li yıllarda Türk toplumunda yaygın olarak görülen, siyasal İslam’ı destekleyenler ve karşıtları gibi bölünmeleri, İslami kesimin içinden olmalarına rağmen reddeden ve her iki tarafı analitik değerlendirmeye tabi tutup kimi hususları eleştiren, kimi hususları ise takdir eden bir entelektüel tavrını Ankara Okulu temsil etmektedir. Merkezdeki ideoloji çeşitlenmesinin sonucu olarak merkezde yer alan Kemalist, Türk-İslam sentezi, liberalizm, siyasal İslam ideolojilerinin dördünü birden (merkezde daha az etkili Kürtçülük ve Sosyalizmi de) eleştirmek; Ankara Okulu’ndakilerin yaklaşımı olmuştur. Tüm bu ideolojileri eleştirmek ve demokrasi ile sivil toplumun gücünün artmasını istemek ortak yaklaşımlarıdır. Diğer yandan, bu ideolojilerin hepsini eleştirmek Ankara Okulu’nun apolitik olduğu anlamına da gelmemektedir. Örneğin Kırbaşoğlu ve Güler; ezilenlerin, sistemin nimetlerinden faydalanamayan bireylerle toplulukların yanında yer almaya yönelik siyasi tavırlar belirlemeye ve bu yönde aktivist olmaya çalışmaktadırlar.321 320 Caner Taslaman, Hayri Kırbaşoğlu ile Görüşme,12 Nisan 2010. 321 Bu konuda örnek olarak bakınız: İlhami Güler, Özgürlükçü Teoloji Yazıları, Ankara, Ankara Okulu Yayınları, 2004, s. 103-105. 248 10. Bilişsel Zıtlığın Entelektüel İlahiyatçılarla Aşılması: Ankara Okulu Örneği Merkezin yukarıdan-aşağı modernleştirme projesi, yeni bir kültür aşılayan devletin ideolojik aygıtları, şehirleşme, uluslararası ticaretin ve dış yatırımların artışıyla küresel kültür taşıyıcısı ürünlerin her yere yayılması, küreselleşmenin kültürel boyutunda önemli televizyon ve internetin kırsal kesim dâhil çok geniş bir alana nüfuz etmesi gibi faktörlerle; kısacası modernleşme ve küreselleşme süreçleriyle yeni bir kültür ve yaşam tarzı Türkiye’nin her yanına yayılmıştır. Zihinlerde olduğu kadar görünür olgularda da bu değişim açığa çıkmaktadır. Ortodoks-Ehli Sünnet anlayış açısından sorunlu veya günah olduğu düşünülmüş olan bazı unsurlar da bu yayılmanın içinde mevcuttur. Örneğin bu yeni kültürün en merkezi unsurlarından birisi kadınların aktif olarak hayatın içinde daha çok yer alması -kamusal alana daha çok çıkmaları- olmasına karşın Ehli Sünnet içindeki buna karşıt bazı yaklaşımlar ifade edilmiştir. Ayrıca yayılan kültürün traşlı, gömlekli, başı açık erkeğine karşı Ehli Sünnet adına sakallı, cübbeli, sarıklı erkeği idealize edenler olduğunu ve yayılan kültürle kafelerden televizyonlardaki birçok programa kadar her yerde fona dönüşmüş müziklere karşı Ehli Sünnet içinde bu müziklere karşıt dile getirilmiş söylemler olduğunu hatırlayalım. İslam’ın ontolojisindeki Tanrı’nın varlığının diğer varlıklara göre konumu; Tanrı’nın dininden kaynaklanan değerlerin, insanların icadı değerlere göre konumunu belirler. Buna göre insani üretimler olan modernleşme ve küreselleşme ile yayılan kültürel öğelerin, “İslam’la çeliştikleri noktada” tereddütsüz reddedilmeleri gerekir. Eğer önceki başlıklarda örneklendirdiklerimiz ve benzeri Ehli Sünnet adına dile getirilmiş yaklaşımlar, gerçekten “İslam”ın bir parçasıysa; içinde bulunduğumuz koşullarda bahsedilen kesim için ciddi sorunlar var demektir. Öncelikle Ehli Sünnet’in idealize ettiğine uygun bir yaşamı gerçekleştirmek oldukça zordur. Örneğin devletin en önemli ideolojik aygıtları olan eğitim kurumlarındaki kadın erkek karışık eğitimden, herhangi bir yerde oturunca fonda hep var olan müzikten veya birçok iş yerindeki sakalsızlık ya da belli bir kıyafet talebinden kaçınmak oldukça zordur. Ayrıca bunlardan kaçınmak eğitimsiz kalmak, kamusal alanda yer almamak veya iyi iş olanaklarını bırakmak demektir ki; bunun sonucu İslami kesimin güç alanlarından 249 tamamen tecrit olması ve güç alanlarının birçoğunun seküler kesimlerin hâkimiyetine bırakılması demektir. Ehli Sünnet görüş adına yapılan bahsedilen izahları ve benzerlerini “İslam” ile özdeşleştiren fakat uygulayamayan birçok kişi açısından ortaya “bilişsel zıtlık” çıkacaktır. Ehli Sünnet İslam’ı kimliklerinin en temel öğesi olarak benimsenmelerine karşın bu kimlikle ilgili bahsedilen hususlara riayet etmeyenlerin zihninde; “benimsenen kimlikle ilgili zihinsel durum” ve “uyumsuz davranışı gerçekleştirdiğini bilmekle ilgili zihinsel durum” buluşarak “bilişsel çelişki”ye sebep olacaktır/olmaktadır. Daha önce gördüğümüz gibi Nursi, sünnetlerle farzların arasındaki Ehli Sünnet’te var olan kategorik ayırımları kullanarak ve İslam’ın güç kazanması için yapılması gerekli “fedakârlıklar”ın önemine dikkat çekerek, bahsedilen çelişkilerin birçoğunu -özellikle erkeklerin kamusal alanda ve devletin ideolojik aygıtlarında güç kazanmasına yol açacak- kendi takipçileri için çözmüştür. Burada “bilişsel çelişkinin karizmatik otoriteyle çözümü”nü gördük. Ankara Okulu’nun buradaki farkı; bahsedilen çelişkilerle ilgili çözümlerinin taktiksel değil, özsel oluşudur. Ankara Okulu, belli bir çelişkiyi çözmeyi veya İslami kesimin devletin ideolojik aygıtlarında ve kamusal alanda güç kazanmasını hedefe koymadan bu yaklaşımlarını yapmaktadır. Onlara göre “İslam’ı doğru anlama” şekli böyle olduğu için bu yaklaşımlarını ileri sürmektedirler. Ankara Okulu’nun bahsettiğimiz kişileri, akademik çalışma alanları olan İslami kaynaklara inmekte ve bunlardan getirdikleri “deliller” ile kadınların kamusal alandan dışlanmasının, sakalın, cübbenin, sarığın, müzik yasağının ve daha pek çok unsurun “gerçek İslam”da yer almadığını savunmaktadırlar. Lakatos’tan ödünç aldığımız terminolojiyle ifade etmek gerekirse; Ehli Sünnet’ten farklı bir “İslami kimlik” tanımı yapmakta, neyin “katı çekirdek”te, neyin “koruyucu kuşak”ta, neyin bunların dışında olduğunu tarif edişlerindeki farklılıklarıyla, kendi fikirlerini benimseyenlerin modernleşme ve küreselleşme süreçlerine verecekleri reaksiyonda fark oluşturmaktadırlar. Bunu yaparken, taktiksel bir yaklaşımı benimsemedikleri gibi modernleşme ve küreselleşmeyle yayılan kültürü İslam-üstü bir değer olarak görerek de bu fikirlerini ileri sürmemektedirler; aksine, kimi hususlarda, modernleşme ve küreselleşme ile yayılan kültürdeki İslam’la çelişkili unsurların -cinsellikle ilgili bazı konularda 250 olduğu gibi- reddedilmesiyle ilgili İslam’ın değerler sisteminden kaynaklanan bir yaklaşımı benimsemektedirler. Ankara Okulu’nun temel amacı “bilişsel çelişkileri çözmek” ve “Müslümanlar’ın modernleşme ve küreselleşme süreçlerine daha rahat adaptasyonunu sağlamak” olmasa da fikirlerinin sonucu budur. Rosenberg ve Abelson’un “bilişsel dengeleme” teorisinde işaret ettiği gibi bilişsel çelişkiler, çelişkili olduğu zannedilen öğelerden birinin ayrıştırılarak yeniden tanımlanmasıyla çözümlenebilir.322 Onların yaptığı, “İslam”ı, Ehli Sünnet paradigmadan bağımsız bir hermenötik yaklaşımla (tefsirle) tanımlamaktır; niyetleri ne olursa olsun, bu tanımlama “bilişsel dengeleme”ye yol açmakta ve “bilişsel çelişkileri” çözmektedir. Hem temel İslami kaynaklara vukuflarıyla bahsedilen yaklaşımları göstermeleriyle, hem “entelektüel ilahiyatçı” tanımına -Nursi’nin “karizmatik cemaat lideri” kimliğinden farklı olarak- denk düşmeleriyle, hem Kuran’ı merkeze alıp uydurulduğuna inandıkları hadisleri ve mezhepçiliği eleştirmeleriyle, hem kadın konusu ve sanat gibi tikel konularda vardıkları sonuçlarla; Ankara Okulu ve Abduh arasında önemli paralellikler vardır. Abduh gibi Ankara Okulu da “İslam”ı -Ortodoks-Sünnilikten farklı- tanımlamış; bu yeniden tanımlamayı yaparken de başta Kuran olmak üzere temel kaynaklara inerek ve mezhepler kurulmadan önceki dönemlere -Peygamber ve dört halife dönemi gibi- atıflar yaparak, “otantikliğin gerçek savunucusu” olduklarını göstermeye özel önem vermişlerdir. Nursi’nin taktiksel yaklaşımının, geleneksel yapıyla daha uyumlu olması ve uygulama için bir örgütlü yapıya -cemaate- sahip olması, bahsettiğimiz yaklaşımının gücünü oluşturmuştur. Nursi’nin fikirlerinin rehberlik ettiği cemaatlerden biri olan Gülen cemaatinin; binden fazla okulla İslam tarihinin en çok kurum kuran cemaati olmayı başarabilmesi, Nursi’nin attığı temeller olmaksızın mümkün olamazdı. Nursi olmaksızın Türkiye’deki Ehli Sünnet İslam’ın da bugünkü gücünden oldukça geride olacağını rahatlıkla iddia edebiliriz. Diğer yandan örgütlü bir takipçi kitlesi, kontrol ettiği kurumlar ve maddi gücü olmayan Ankara Okulu’nun etkisinin boyutunu ifade 322 Çiğdem Kağıtçıbaşı, Yeni İnsan ve İnsanlar, s. 155-156. 251 edebilecek somut verilerden -Gülen okulları gibi- yoksunuz. Fakat Ankara Okulu’nun ifade ettiği fikirlerin, 1980’lerden sonra oldukça taraftar topladığını söyleyebiliriz. Modernleşme ve küreselleşmenin önlenemeyen kültürel nüfuzunda ortaya çıkan “bilişsel çelişkilere” karşı; taktiksel değil, sahici ve kapsamlı (kadınları ve geniş bir alanı kapsayan) çözümler sunmaları, ayrıca “tarihin yanlarında yer alması” -tarihsel konjonktürün uygunluğu- Ankara Okulu’nu ve benzeri yaklaşımları güçlü kılan unsurlardır. 252 SONUÇ Küreselleşme sürecinin dünyadaki ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi yapıda önemli ölçüde belirleyici olduğu içinde bulunduğumuz dönemde, İslam dininin bağlılarıyla ilgili sosyoloji ve siyasal bilimlerle alakalı olgular dünya gündeminin önemli bir konusudur. Bu tezde, küreselleşme sürecindeki Türkiye’ye odaklanılarak; Türkiye’deki İslam dininin bağlılarıyla ilgili ortaya çıkan olgular ele alındı. Bu olguların nasıl ortaya çıktığının saptanması ve daha öncesiyle karşılaştırmasının yapılmak suretiyle değişimin boyutlarının açığa çıkartılması için tezin üç bölümünde üç farklı dönem incelendi. İlk bölümde Osmanlı, ikinci bölümde 1980’lere kadar Türkiye, üçüncü bölümde ise küreselleşmenin etkilerinin yoğun şekilde hissedildiği 1980’lerden günümüze kadar olan dönem irdelendi. Asıl hedefimiz üçüncü bölümün konusu olan günümüzdeki Türkiye’deki İslam’la ilgili olguları anlamak olduğu için bu bölüm öncekilerden daha ayrıntılı ele alındı. Önceki dönemler tarihsel kökeni anlama ve mukayese unsuru olması amacıyla incelendi. Türkiye’deki İslam’la ilgili olguları, kritik önemde olduğuna inandığımız dört konuya odaklanarak çözümlemeyi teklif ettiğimizden, bahsedilen üç dönemi simetrik olarak şu dört konu çerçevesinde başlıklara ayırarak inceledik: A- Siyaset ile toplum arasındaki ilişki ve bu yapıdaki değişimler; B- Devletin ideolojik aygıtlarıyla ideolojisini yaymadaki ve karşıt ideolojilerin bu aygıtlarda “mevzi tutma”daki başarı oranı ve bu orandaki değişimler; C- Devleti yöneten zihniyet yapısı ve bu yapıdaki değişimler; D- İslami kesimin “içinden” olanların yaptıkları dinle ilgili yorumların ve geliştirdikleri taktiklerin bahsedilen olguların açığa çıkmasındaki yeri. Bu dört hususa odaklanarak Türkiye’deki İslam’la ilgili sosyal ve siyasi olguları, değişimin boyutlarını ve buna sebep olan dinamikleri göstermeye çalıştık. Bunun için temel olarak hermenötik yöntemden, gerektiğinde ise davranışçı 253 metodolojiyle elde edilmiş sayısal verilerden faydalandık. Bahsedilen dört husus çerçevesinde vardığımız sonuçları şöyle özetleyebiliriz: A- Türkiye’deki İslam ile ilgili olguları ve değişimi anlamak için siyaset ve toplum arasındaki ilişkilerdeki evrilmeyi mutlaka göz önünde bulundurmamız gerekir. Osmanlı’da, devletin merkezini güçlü tutmak için çevrede güçlenmeyi engelleyecek şekilde bir sosyal yapı kurulmuş ve siyasi politikalar uygulanmıştı. Türkiye Cumhuriyeti’ne geçildiğinde, ideolojideki radikal değişikliğe karşın siyasetin/merkezin toplumu kontrol edebilmesi için toplumun/çevrenin güçlenmesini engelleyecek politikaların benimsenmesiyle ilgili eğilim devam ettirildi. Bu patrimonyal yapının devamı Cumhuriyet’in yeni ideolojisinin toplumun geniş bir kesimine yukarıdan-aşağı benimsetilmesinde yardımcı oldu. 1- Merkezde ciddi boyutta bir değişiklik yapacak çok partili sistemin olmaması, 2- önemli bir güç odağı olma potansiyeli taşıyacak düzeyde burjuva sınıfının bulunmaması ve 3- merkeze direnç gösterme kabiliyeti bulunan sivil toplum kuruluşlarından yoksunluk; siyasetin topluma egemenliğinin ve ciddi bir güce sahip muhalefetle karşılaşılmadan radikal değişiklikler yapılmasının sosyal ve siyasi yapıdaki temel etkenleri olmuştur. Zamanla, bahsedilen bu hususlarda ortaya çıkan değişiklikler, siyaset ve toplum arasındaki ilişkilerin niteliğini de dönüştürmüş; böylece merkezden çevreye, siyasal olandan toplumsal olana güç transferi olmuştur. Sosyal ve siyasi yapıdaki bu değişiklik, merkezin sekülerlik ideolojisinin “ötekisi” olan ve çevrede belli bir yer edinmiş olan dini gruplar ile İslami kesimden bireylerin güç kazanmasının önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki uluslararası ortamın koşullarının, o dönemdeki Türkiye’deki iç dinamiklerle birleşmesi sonucunda -1946 yılında- çok partili sisteme geçilmesi; “oyun gücü”nün ortaya çıkarak, çevrenin merkezde önemli değişiklikler yapabileceği dönemlere geçilmesinde ve merkez-çevre ilişkilerinin farklılaşmasında önemli bir dönemeç oldu. 1947’de CHP iktidarındaki Kalkınma Planı ve DP iktidarındaki ekonomik değişimler, aynı dönemden itibaren merkezin ekonomideki denetiminin azalmasında ve çevrenin merkezden ekonomik yönden de bağımsızlaşmasında geçilen aşamalar olmuştur. II. Dünya Savaşı’ndan sonra 254 Türkiye’deki merkez-çevre ilişkilerindeki bahsedilen dönüşümü, aktör olarak DP’nin eylemlerinden çok uluslararası sistem ve iç dinamiklerin birleşimiyle oluşan sistemsel değişime bağlamanın daha doğru olduğuna tezimizde vurgu yaptık. Siyasetten topluma güç kaymasıyla ilgili süreç küreselleşme sürecinin arttığı 1980’lerde hızlandı. Uluslararası sistemde yükselişte olan Neo-liberalizm, Özal hükümetlerinin de desteğiyle, geniş bir kesimce benimsendi. Özel sektörün rolünün azaltılmasının savunulduğu ve devlet müdahaleciliğinin eleştirildiği Neo-liberal ekonomi politikaları, Özal ve sonrasındaki birçok hükümetçe uygulandı. Ayrıca AB sürecinin, Özal hükümetlerinden günümüze kadar olan birçok hükümet tarafından desteklemesi gibi önemli etkenlerle, ekonomik liberalizmin yanında siyasal liberalizm de eskisine oranla yaygınlaştı. Bunların sonucunda devletin sermaye üzerindeki kontrolü azaldığı gibi, devletin ideolojisinden bağımsız sivil toplum kuruluşları şeklindeki örgütlenmeler de arttı. Bu süreçlerin desteğiyle İslami kesim olarak nitelenen gruplar; hem daha çok finansal destek bulma olanağı elde ettiler, hem vakıf ve dernek gibi kuruluşlar kurma olanağı bularak daha özgür ve legal mücadele edebilecekleri kurumsal yapılara kavuştular. Sonuçta küreselleşme sürecinde devlet, önceden olduğu gibi, yukarıdan-aşağı düzenlemeyle toplumu şekillendirme ve kurucu ideoloji doğrultusunda alternatif ideolojileri güçsüzleştirme imkânını yitirdi. Bundan en çok istifade eden ise tezde göstermeye çalıştığımız gibi kurucu ideolojiye zıt ideolojiye sahip İslami yapılanmalar oldu. Bunlar Batılı anlamda sivil toplum kuruluşlarının fonksiyonunu görmeye yaklaştıkça, sistemin içinde daha çok güç odakları oldular. Batı’da sivil toplumun gücünü arttırması ile sekülerleşme arasında doğrusala yakın bir ilişki bulunmasına karşı Türkiye’de; Batılılaşma ve sekülerleşme ideolojisinin benimsendiği Cumhuriyet’in başlangıcında İslami kesimler güç kaybetmiş, fakat kurumların ve sosyal yapının Batılı tarza yakınlaştırılması sonucunda sivil toplumun güç kazanmasıyla, İslami kesimler de güç arttırımına geçmiştir. Sonuçta Türkiye’deki modernleşme ve küreselleşme süreçleriyle sekülerlik arasındaki bağlantı doğrusal değildir ve Batı’daki genel eğilimden farklıdır. Bu da evrensel bir modernleşme ve küreselleşme süreci olmadığını; evrenselci modernleşme kuramlarının yanlışlığını gösteren verilerden birisidir. 255 Yukarıdan-aşağıya etkinin belirleyici olduğu yapıdan, özellikle 1980’lerden sonra aşağıdan-yukarıya etkinin belirleyiciliğinin arttığı yapıya doğru geçildiğiyle ilgili söylemimizin; Türkiye’deki İslami kesimin, devleti şiddet kullanarak ele geçirmeye ve yukarıdan-aşağı düzenleme yapmaya yönelik bir stratejiden, 1980’lerden sonra sivil toplumda faaliyete yönelik aşağıdan-yukarı bir yapıya geçildiği iddiasıyla karıştırılmaması gerektiğini tezimizde -özellikle- vurguladık. Türkiye Cumhuriyeti’ndeki İslami kesimin içinde şiddet uygulayarak merkezi ele geçirme ve toplumu yukarıdan-aşağı düzenleme stratejisinin hiçbir zaman ciddi bir taraftar kitlesi olmadığını savunduk. Bunun temel nedenlerini; 1- bu yaklaşımın gelenekten miras alınmaması, 2- dışarıdan ithal edilen -Seyyid Kutupçu yaklaşımlar gibi- bu yöndeki fikri üretimin Türkiye’de ciddi bir etkiye sahip olmaması ve 3- içerideki etkili hiçbir dini grubun (Nurcular, Süleymancılar ve Nakşibendi-Kotku Cemaati gibi) bu yönde bir stratejiyi benimsememeleri ve uygulamamaları şeklinde üç maddede açıkladık. B- Türkiye’deki İslam’la ilgili olguların anlaşılması için devletin ideolojik aygıtlarıyla topluma ne kadar nüfuz edebildiğinin, bundaki değişimlerin ve devletin ideolojisine muhalif olanların bu aygıtlarda ne ölçüde “mevzi tuttuğu”nun saptanmasının da oldukça önemli olduğu kanaatinde olduğumuzdan, tezimizde bu hususu da irdeledik. Bunu yaparken, özellikle Althusser’in bu konuda kullandığı terminoloji ve yaklaşımdan faydalandık. Türkiye Cumhuriyeti kurucu ideolojisini; kurulan yeni eğitim kurumlarıyla, yeni sosyal-siyasi yapının imkânlarıyla, 20. yüzyıl teknolojisinden faydalanarak ve 1950’lerden sonra artan şehirleşmenin getirdiği imkanlar gibi sebeplerle Osmanlı’dan daha yüksek bir şekilde çevreye nüfuz ettirme imkanına sahip oldu. Cumhuriyet’in en önemli ideolojik aygıtı -hemen hemen her ulus devlette olduğu gibi- eğitim kurumları olmuştur. Bunların içinde Halkevleri, Halkodaları ve Köy Enstitüleri gibi kurumlar olsa da; DP iktidarında kaldırılan bu kurumlara karşı, Cumhuriyet’in kuruluşundan günümüze dek doğrusala yakın bir grafikte artan ilköğretim okulları, ortaokullar (sonradan ilköğretimle birleştirildi), liseler ve üniversiteler asıl önemli olanlardır. 1950’lerden sonra sürekli artan şehirleşme de bu aygıtlarla topluma ulaşma oranını arttırmıştır. Fakat küreselleşme sürecinin en önemli unsurlarından olan kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının, 256 devletin ideolojik aygıtlarının önemini azalttığına özellikle dikkat edilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Daha önceden devletin ideolojik aygıtları bilgi ve kültür aktarmada aileden rol çaldığı gibi bu sefer de –özellikle 1990’lardaki özelleşme sürecinden sonrasını kastediyoruz- kitle iletişim araçları (özellikle günde ortalama dört saatten fazla seyredilen televizyon) hem devletin ideolojik aygıtlarından, hem de aileden rol çalmıştır. 1980’lerden sonra elektriğin en ücra köylere kadar ulaşması; radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının, hem kendilerinin hem vericilerinin yaygınlaşması; 1990’lardan sonra radyo ve televizyonların özelleşmesiyle kanal sayısının ve programların cazibesinin çoğalması; internetin büyük bir hızla her yıl daha çok kullanıcı tarafından benimsenmesi gibi sebepler kitle iletişim araçlarının etkisini arttırmıştır. McLuhan, Baudrillard ve Marcuse gibi düşünürler çağdaş toplumun mevcut durumunun, medyanın etkisi göz önünde bulundurulmadan anlaşılamayacağına dikkat çekmişlerdir; medya, insanları eğlendirirken dönüştürmekte, birçok kişi adeta “uyuşmuş” bir şekilde bu dönüşümü anlayamamaktadır. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması sonucu devletin ideolojik aygıtlarının öneminin azalması; bu aygıtlarla, topluma ideolojisini empoze eden merkezin nüfuz gücünün azalması ve böylece İslami kesimin merkezin kurucu ideolojisinin nüfuz gücünden önemli ölçüde bağımsızlaşması anlamına geldiği için konumuz açısından önemlidir. Fakat diğer yandan bu kitle iletişim araçlarının taşıdıkları küresel kültürün, İslami kesimi de dönüştürdüğüne (İslami kesim için oldukça çetrefilli sorunlara yol açtığına) ve toplumun dönüşümünün analizinin daha karmaşık bir hal aldığına dikkat edilmelidir. İslami kesimden birçok kişinin yayılan bu küresel kültürle İslami kimlikleri aynı potada eritip, tezde örnekleri verilen “karışım kimliklerin” açığa çıkmasında da kitle iletişim araçları önemli faktörlerdendir. Althusser’in dikkat çektiği gibi devlet, ideolojik aygıtlarına, baskıcı aygıtına olduğu kadar hâkim değildir; alternatif ideolojiler bu aygıtlarda daha rahat “mevzi tutabilir”. Devletin ideolojik aygıtlarının küreselleşme sürecinde azalan öneminin yanında, İslami dünya görüşünü benimseyenlerin bu aygıtlarda kazandığı “mevzileri” 257 ve bu aygıtların önemini azalttığına dikkat çektiğimiz kitle iletişim aygıtlarından bir kısmının sahibi olmaları da İslami kesimin değişimi ve güç arttırımı analiz edilirken hesaba katılmalıdır. İslami kesimin içinden cemaat liderleri ve kanaat önderleri de yaptıkları yorumlar ve geliştirdikleri taktiklerle bu süreçte etkin olmuşlardır; örneğin Nursi yaptığı yorumlar ve verdiği taktiklerle, İslami kesimin devletin ideolojik aygıtlarında “mevzi kazanma”sının önünü açan önemli bir cemaat lideridir. Nitekim Nursi’nin attığı fikirsel temellerden yola çıkarak yapısını oluşturan ve bini aşkın eğitim kurumu ve birçok radyo ile televizyon kanalları -Türkiye ve yurt dışındakuran Gülen cemaati; hem devletin kurumlarında etkili olarak, hem de kendisi eğitim kurumları kurarak “mevzi kazanma”nın en öne çıkan örneğidir. İslami kesimin sahip olduğu birçok radyo ve televizyon ise bu kesimin, topluma kültür ve bilgi aktarımında farklı ideolojilerle yarışlarında avantaj sağlamaktadır. Bu süreçlerin kurucu ideoloji açısından sonucu; devletin ideolojik aygıtlarıyla topluma nüfuz etme, bilgi aktarma ve kültür belirleme sürecinde eski gücünü yitirmesi olmuştur. İslami kesim, kurucu ideolojinin devletin ideolojik aygıtlarıyla empoze edilmesi sürecinden eskisine oranla bağımsızlaşmıştır; fakat diğer yandan, küresel kültürün kitle iletişim araçlarıyla, evlerin içine kadar giren yoğun tesiriyle nasıl başa çıkacağı gibi zor bir sorunsalla karşı karşıyadır. Konumuz açısından devletin diğer önemli bir ideolojik aygıtı dinsel ideolojik aygıttır. Osmanlı’da, Ehli Sünnet İslam’ın en üst siyasi-dinsel makamı olan halifeliği elinde bulunduran merkez; bu makamı elinde bulundurmanın ve ideolojisindeki dini unsurların yardımıyla dinsel ideolojik aygıttan faydalanıyordu. Osmanlı’da dinsel ideolojik aygıtın, toplumun tüm kesimlerine nüfuz edememesine rağmen, en önemli ideolojik aygıt olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet dönemine geçildiğinde ise dinsel kurumlara karşı gücünü yok etme, kontrol etme ve ideolojik aygıt olarak kullanma gibi farklı tavırlarla yaklaşılmıştır. Camilerin, hutbelerin, imamlar ve müezzinlerin kontrol altında tutulması, buraların cemaatlerin kontrolüne geçmemesi ve gereğinde devletin ideolojisi ile menfaatleri doğrultusunda kullanılmaları yönünde bir yaklaşım benimsendi. Diyanet geniş kadrosu ve kabarık bütçesi ile bu amaç doğrultusunda kullanıldı. Diyanet’in hazırladığı hutbelerdeki “vatan sevgisi, millet, Türklük, milli hasletler” gibi kavramların yoğunluğu da devletin temel ilkelerini halka taşımadaki 258 fonksiyonunu göstermektedir. Diyanet’in hâlâ etkin bir kurum olmasına karşın ideolojik aygıt olarak öneminin azaldığını -özellikle kitle iletişim araçlarına bağlı oluşan durumdan dolayı- düşünüyoruz. Bunun nedenlerini şu yedi maddede özetleyebiliriz: 1- İslami grupların kurdukları radyo ve televizyonlarla dini bilgi aktarmaktaki rolleri artmıştır. 2- Her kesimin sahibi olduğu kitle iletişim araçlarında; Diyanet’ten bağımsız, İslami kesimden ilahiyatçı ve entelektüeller -özellikle televizyonlarla- dini konularda halka ulaşmaktadırlar. 3- Medyanın ulaştığı kişi sayısı ve kişilere ulaştığı zaman süresi, Diyanet’in kontrol ettiği camilerdeki cemaatin sayısından ve camilerde kalma süresinden oldukça yüksektir. 4- Diyanet’in kontrolündeki camilerde, hutbelerdeki kısa süreler dışında Arapça ibadetler yapılmakta, fakat medyayla, konuşulan dilde etkide bulunulmaktadır. 5- İslami konularda bilgi veren binlerce internet sitesi yayınlarıyla bilgi aktarmaktadır. (Diyanet’in internet sitelerinin önemi bunlara göre oldukça düşüktür.) 6- İslami kesimin Diyanet’in yayınlarından çok daha fazla yayınevi ve yayını mevcuttur. 7- 1980’lerden sonraki iktidarlarda Diyanet’in kurucu ideoloji yönünde kullanılması eğiliminde azalma olmuştur. Dinsel ideolojik aygıt olarak fonksiyon görme bakımından İmam Hatipler ve İlahiyat Fakülteleri de değerlendirilmelidir. Cumhuriyet’in başlangıcında bu okulları ideolojik aygıt olarak kullanmaktan çok bunlardan doğabilecek tehlikeleri önleme anlayışı hâkimdi. 1930’ların başlarında ortadan kalkan bu kurumlar, “oyun gücü”nün ortaya çıktığı 1940’ların sonundan itibaren açılmaya başlandı ve ondan sonraki yıllarda büyük bir artış gösterdi. Bu kurumlar ideolojik aygıt olarak kullanılma amacından çok toplumun taleplerine bağlı bir şekilde kuruldular. Fakat bu kurumlar, Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK gibi devletin kurumlarının denetimindeki müfredatları ve eğitim sistemleriyle, devrimlerin ideolojisini öğrencilere ulaştıran dersleri diğer okulların aynı kitaplarıyla öğretmeleriyle ideolojik aygıt olarak da işlev gördüler. Diğer yandan, kurucu ideolojiye muhalif ideolojilerin “mevzi tutma” alanları da oldular. Eğitim sistemleri, Cumhuriyet’in koyduğu ilkeler gözetilerek organize edilmeye çalışılmış bu kurumlardan yetişmiş din adamlarının, Osmanlı’daki seleflerinden ne kadar farklı oldukları gözden kaçmamalıdır. Bu okulların sadece din adamı yetiştirmediği; doktor, hâkim, avukat, iş adamı ve siyasetçi -en ünlü örneğinin 259 Başbakan Tayyip Erdoğan olduğu- da yetiştirdiği hatırlanmalıdır. Bu okullar, Türkiye’deki siyasal İslam gibi, bir yandan merkezin ideolojisinin ve idealleştirdiği kültürün birçok öğesine alternatif bir ideolojinin ve kültürün sözcüsü ve kaynağı olmuşlardır. Diğer yandan, bunu yaparken, sistemin içinde kalmak ve sistemin olanaklarını kullanmak gibi hususlarda Türkiye’deki siyasal İslam’la benzer davranış kalıplarına göre hareket etmişlerdir. C- Türkiye’deki İslam ile ilgili olguları anlamak için devleti yöneten zihniyeti ve bundaki değişimleri de mutlaka analizimize dâhil etmek zorundayız. Osmanlı’nın yönetici zihniyetine din-ü devlet görüşü hâkimdi; devletin sürekliliği ve menfaatlerini sağlamakla beraber, İslam’a referanslarla temel ilkeleri oluşturmak ve dine hizmet etmek merkezin ideolojisiydi. Buradaki “din” kavramının özellikle “Ehli Sünnet İslam”a karşılık geldiğine dikkat edilmelidir. “Ehli Sünnet İslam” merkezin yöneticilerinin ve toplumun geniş bir kesiminin fikri kalıplarını etkilemiş olan; ontolojilerini, eskatolojilerini, egzistansiyel yaklaşımlarını ve güncel birçok pratiklerini belirlemiş inanç ve pratiklerden oluşan sistemdir. Devletle ilgili endişelerin “din”in önüne geçirildiği örnekler olsa da “din” merkezin yönetici zihniyetinin temel unsurlarındandı. Cumhuriyet’e geçildiğinde merkez-çevre ilişkilerinde ve “muhalefete tahammülsüzlük” gibi olgularda ciddi devamlılıklar oldu. Fakat en radikal paradigmal değişiklik “din”in devletin yönetici zihniyetinden çıkarılması oldu. Cumhuriyet’le beraber ideolojide yaşanan paradigmal değişiklikte; Tanzimat’tan beri yaşanan Batılılaşma, Batı’nın yapısıyla ve felsefi fikirleriyle karşılaşma gibi unsurların da etkisi bulunmaktadır. Önceden karşılaşılan ve Cumhuriyet’in yönetimine hâkim olan zümrede etkili fikirler; Osmanlı’nın yıkılışı sonucu ortaya çıkan yeni devlette uygulanma imkânına kavuştu ve Cumhuriyet’in kurucu ideolojisini oluşturdu. Batıcılık, Pozitivizm, laiklik, ilerlemecilik ve milliyetçilik yeni yönetici zihniyetin temel unsurları oldu. Kurucu ideolojiye hâkim olan teleolojik anlayışa göre toplum mühendisliği yapıldı; ileri aşama olan “Batı’ya/moderniteye” toplumu ulaştırmak için “halk için halka rağmen” politikaları benimsendi. Teleolojik zihniyetle uygulanan politikalarla “bugünler” “aydınlık 260 yarınlar” için feda edildi. Din ile girilen sorunlu ilişkiler döneminde; dinin kurumsal gücünü yok etme, dini kontrol etme ve ideolojik aygıt olarak kullanma yaklaşımlarından kimi zaman biri, kimi zaman öbürü tercih edildi. Yeni ideolojinin geniş bir kesime kabul ettirilmesinde daha önceki maddelerde belirttiklerimiz etkili oldu: A- Osmanlı’dan devralınan, merkezin güçlü tutulması ve çevrede güç odaklarının oluşmamasının sağlanmasıyla oluşan sosyal-siyasi yapı muhafaza edildiği için çevreden ideolojideki radikal değişikliği önleyebilecek bir muhalefet çık(a)madı. B- Cumhuriyet döneminde, en önemlisinin eğitim kurumları olduğu devletin ideolojik aygıtlarıyla çevreye nüfuz gücünün sürekli arttırılmasıyla yeni ideoloji geniş bir taraftar kitlesi bulup, geniş bir kesimin zihninde meşruiyet kazandı. Cumhuriyet Türkiyesi radikal değişimler yaptığı ideolojisine ve devraldığı mirasına bağlı olarak çeşitli paradokslarla karşılaştı. Bu paradoksların kimisi Türkiye’nin kendisine mahsus durumuyla ilişkiliyken, kimisi Batı’dan devralınan paradigmaya içkindi. Türkiye’nin kendine mahsusu durumunu, kurucu karmaşıklığı ve yüzleşilen paradoksları analiz eden hermenötik yaklaşımlar kullanılmadan; Türkiye’deki İslam ile ilgili birçok olguya nüfuz edilemeyeceği kanaatindeyiz. Türkiye’nin kendine mahsus durumundan kaynaklanan paradokslarını; din adına yapılan Kurtuluş Savaşı’ndan sonra radikal bir sekülarizasyon politikasının uygulanması; Batı ile savaştan sonra Batı’nın varılması gerekli ideal olarak sunulması; Batı’da toplumsal dinamikler ve tarihe yayılan süreçle gerçekleşen modernizm sürecinin yukarıdan-aşağı hızlı bir şekilde gerçekleştirilmeye çalışılması; Osmanlı’da yetişmiş siyaset ve bürokratlarla Osmanlı’yı aşma olarak sayabiliriz. Türkiye’ye özel bu paradokslarla beraber Batı düşüncesinde de var olan devlet ile birey, teleolojik düşünce ile bireysel haklar arasındaki paradokslarla baş edilmeye çalışıldı. Ayrıca diğer İslam ülkelerinde de bulunan demokrasi ile laiklik/sekülerlik arasındaki paradoks özel önemde olmuştur. Bu paradokslarda devlet, teleolojik düşünce ve laiklikten/sekülerlikten yana politikalar uygulamak; Cumhuriyet’in başlangıç dönemlerindeki genel tavır olmuştur. II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin de etkisiyle, bahsedilen paradokslarda bireysel haklar ve demokrasi yönünde yapılan düzenlemeler, 1980’ler 261 ve sonrasındaki süreçte devam etti. 1980’ler ve sonrasının yeni konjonktüründe çevredeki ideoloji çeşitliliği merkeze de taşındı; bu dönemin yönetici zihniyetini belirleyen en temel unsurlardan biri merkezdeki bu ideoloji çeşitliliğidir. Daha önceden de belli bir oranda merkezde ideoloji çeşitliliği olmuş olsa da; bu dönemde, farklı ideolojilerin merkezdeki gücü ve devlet politikalarındaki etkinliği iyice hissedilmiştir. Bu çeşitliliğin 1980’ler ve sonrasında ortaya çıkmasında önemli bir dönüm noktası, Türkiye’nin stratejik ortağı Amerika ve İngiltere gibi devletlerde Neo-liberalizmin yayılması ve Türkiye’deki ANAP hükümetleriyle bu ideolojinin yaygınlaştırılması oldu. Sonuçta günümüze gelindiğinde; a- Kemalizm, b- Türkİslam sentezi, c- Neo-liberalizm, 4- İslam şeklinde dört tane ideolojinin merkezde etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaptığımız ayrım, bu ideolojilerden sadece birine bağlı olacak şekilde toplumun veya siyasi partilerin kompartımanlaştığı anlamına gelmez. Birçok kez bu ideolojiler arasında senteze ve sentezin gereği olan yorumlamalara, yani benimsenen ideolojinin yeniden tanımlanması, otantikliğinin bozulması veya “gerçek temsilcisi”nin olduğunun iddia edilmesine rastlanır. Merkezdeki bu ideoloji çeşitlenmesi, çevredeki ideolojilerin merkeze taşınması ve merkez-çevre arası ayrımın azalması anlamını taşıdığı için de önemlidir. Ayrıca devletin kurucu ideolojisinin eskisi kadar devletin ideolojik aygıtlarıyla nüfuz ettirilmesini durduran etkenlerden biri de bu merkezdeki ideoloji çeşitlenmesidir. Merkezdeki farklı ideolojilerin sahipleri, devletin ideolojik aygıtlarında kendi dünya görüşlerine uygun kadrosal ve programsal düzenlemeler getirmektedirler. Bu ise kurucu ideoloji -Kemalizm- çerçevesinde ideolojik aygıtlarla toplumun dönüştürülme sürecinde farklılaşma oluşturmuştur. İslami dünya görüşünü benimseyenlerin devletin ideolojik aygıtlarıyla sekülerleştirilmesi ve kurucu ideoloji yönünde dönüştürülmesi de böylece eskisine oranla azaldığı için İslami kesimin güç arttırımında bu olgu da rol oynamıştır. Merkezde etkin ideolojilerin biri olan Kemalizm, kurucu statükoyu ve kuruluştan beri devam eden hafızayı temsil etmektedir. Cumhuriyet döneminde kurulan birçok kurum, devletin ideolojik aygıtlarınca şekillenmiş birçok birey, Anayasa’daki bu ideolojiye atıflar, Ordu’nun bu ideolojiye bağlılığı, bu görüşün doğrultusunda üretilen kitaplar, sanat eserleri ve bu ideolojiyi önemseyen siyasi 262 partiler -özellikle Mustafa Kemal’in kurucusu olduğu CHP- bu ideolojinin güç alanlarıdır. Bu ideolojinin Cumhuriyet’in başlangıcındaki tekele yakın hâkimiyeti kaybolsa da; bu ideolojinin bahsedilen güç alanları, merkezdeki devam eden önemini göstermektedir. En etkili aktörünün MHP olarak gözüktüğü Türk-İslam sentezi ise milliyetçiliğin dine karşı bir ideoloji olarak konumlandırılmamasını temsil eder ve merkezdeki ideoloji çeşitlenmesinin bir unsurudur. Bu ideolojiyi benimseyenler -özellikle MHP- bir yönleriyle siyasal İslam’ın rakibi, bir yönleriyle İslami değerleri benimseyen kadroların merkeze taşınmasının aracıdırlar. Merkezdeki ideoloji çeşitliliğin önemli bir unsuru olan ve 1980’lerden sonra Türkiye’de yükselen Neoliberal ideolojiyi destekleyen en önemli unsurlardan biri ise AB süreci oldu. AB’ye girmek yönünde yapılan kanuni düzenlemeler ve bu topluluğun bir parçası olmak için gösterilen siyasi irade; ekonomik ile siyasi liberalizmin ve sivil toplumun güçlenmesini sağladı. Bundan en çok istifade eden ise siyasal İslam ve İslami gruplar oldu. AKP’nin siyasal İslam’ın Batı karşıtı retoriğini terk edip AB sürecini desteklemesinin sebeplerinden birisi de budur. Bunun yanında tüm diğer değerlerden önce liberal değerlerin ontolojik önceliğini savunan liberal ideolojiye pragmatist tutum takınmadan bağlı bir kesim de vardır. Merkezde etkisi 1980’lerden sonraki süreçte artmış ve bu tezin konusu olması açısından odakta olan ise İslami ideolojidir. Liberal değerlere atıfla yapılan uygulamalar, Kemalizm’e atıfla yapılan İslami ideolojinin önünü kapayan uygulamaların aşılmasında avantaj sağlamıştır. RP’nin 1994 yerel seçimlerinde % 19 oy alarak 28 ilde kazandığı belediye başkanlıkları siyasal İslam’ın ilk önemli çıkışı olarak kabul edilebilir. Fakat asıl önemli çıkış, siyasal İslam’ın -kendilerini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamayı tercih etmektedirler- Cumhuriyet tarihindeki en önemli aktörü olan AKP’nin 2002’den beri süren tek parti iktidarıdır. AKP, hem kendisine avantajlar sağlayan Neo-liberalizmin merkezin ideolojilerinden biri olmadaki rolünü pekiştirdi, hem de İslami dünya görüşüne sahip kişilerin, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar merkezde görev almalarının ve kamusal alanda güçlenmelerinin önünü açtı. Siyasal İslam ve İslami gruplar Neo-liberalizmle ittifak yaptıkça ve karşılaştıkça kimliklerinde dönüşümler yaşadılar. Bu dönüşümlerin çoğunda İslami kimlik terk edilmedi ama liberalizmle karşılaşmaların etkileri de kimliklerde kendini 263 gösterdi ve “karışım kimlikler” olarak nitelendirdiğimiz olgular ortaya çıktı. İslami kesimde ortaya çıkan karışım kimliklere yol açan başlıca sebepleri dört maddede sıralayabiliriz: 1- Devletin ideolojik aygıtlarının şekillendirilmesi; 2- Şehirleşmenin sebep olduğu dinamikler; 3- Başta televizyon olmak üzere medyanın yaydığı kültür; 4- Küresel kültürü taşıyan ürünlerle artan karşılaşma. Yeni tüketim biçimlerinin birçoğunu “karışım kimlikleri” ile özümseyen İslami kesim, “alternatif kamusallıklar” oluşturdu. “İslami plajlar” ve “İslami kafeler” bu “alternatif kamusal” alanlara; İslami değerler sisteminin gözetilmesiyle beraber modern tüketimin benimsenmesine örnektirler. “Alternatif kamusal alanlar”dan daha önemli olan ise okulların sınıfları veya kantinleri gibi ortak kamusal alanlarda İslami kesimin diğer kesimlerle karşılaşmasıdır. Benhabib’in, gerçek “öteki”nin kendi kimliğimizi tanımlamada ve inşada referans noktası olduğuna ve uzakta aranmaması gerektiğine; gerçek “öteki”nin yakında, kendisini “ötekileştirerek” kendimizi tanımladığımız olduğuna ve saflığı bozmasından endişe edilen “ötekiler”in “düşman” olarak görülebildiğine dair hatırlatmasının bir kez daha altını çizelim. İslami ideoloji ve İslami kesim merkezdeki ideoloji çeşitlenmesinin olduğu gibi, kamusal alanın çeşitlenmesinin de önemli bir unsuru olmuştur. “Ötekiler” ile hem merkezde, hem de kamusal alandaki bu karşılaşmalar -hali hazırda açığa da çıkmakta olan- birçok gerilimin potansiyelini içinde taşımaktadır. Diğer yandan, bu karşılaşmalardan; ortak bir anlayış geliştirme, mekân-birliği ve dil-birliğini kullanarak uzlaşımı arttırma yönünde faydalanma da mümkündür. Aynı sosyal-siyasi durumun hem gerilimlerle hem uzlaşımla ilgili çelişkili potansiyelleri barındırması; mevcut yapının hangisine evrileceğini tahmin etmemizi engellemektedir. Gerek siyasal İslam, gerek ortak kamusal alanlar, gerek alternatif kamusal alanlar, gerekse aile ile ilgili olguların hepsinin çözümlenmesinde; İslami kesimden kadınların artan güçlerini, daha çok kamusal alana çıkışlarını, yeni rollerini ve “karışım kimlikleri”ni göz önünde bulundurmak zorundayız. Osmanlı’da kamusal alana çıkışı “Ehli Sünnet İslam”a referansla engellenen kadınların, kamusal alana daha aktif katılımı -okullardaki başörtüsü yasağının kalkmasının bir sonucu budursiyasal İslam’ın en önemli hedeflerinden birine dönüşmüştür. Kadınların kamusal alanda daha çok yer alması ve aktifliklerinin artması; siyasal İslam’ın ve İslami 264 grupların, kadınların aktif katılımındaki potansiyel gücü keşfetmeleriyle ve “güç istençleri” ile bu olgunun çakışmasıyla, ayrıca kadınların modernleşme ve küreselleşme sürecinden aldıkları etkiler sonucunda kimliklerinde yaşadıkları değişimlerle alakalıdır. İslami kesimden kadınlar, kamusal alana örtülü veya örtüsüz daha çok çıkmakta; hem kamusal alanın değişiminde rol almakta, hem aileleri ile içinde oldukları siyasal parti, cemaat ve sivil toplum kuruluşlarında güçlerini arttırmakta, sonuçta oluşan yeni güç ilişkileri ve habituslarla İslami kesimi de dönüştürmektedirler. Siyasal İslam’da, İslami cemaatlerde ve bu kesimin erkekleri ile kadınlarında “kadın” ile ilgili algının değişikliği ve güç ilişkilerinde kadının rolünün değişimi; bu kesimin -merkezde daha çok etkin olduğuna dikkat çektiğimizideolojisinin/zihniyetinin kimi unsurlarında da farklılaşmalara yol açacak/açmış boyuttadır. D- Türkiye’deki İslam’la ilgili olguları anlamada daha önceki maddelerde belirtilen hususların irdelenmesinin zaruri olduğu kanaatindeyiz. Fakat bunlara ilaveten, birçok araştırmacı tarafından belki de en çok ihmal edilen bir husus olan, halkın geniş bir kesimi üzerinde etkili İslami kesimden kanaat önderlerinin, entelektüellerin ve cemaat liderlerinin kararlarına ve uyguladıkları taktiklere de odaklanmamız gerektiği; İslami kesimin “içinde” olan bitene odaklanmadan İslami kesimle ilgili olgulara gereğince nüfuz edemeyeceğimiz kanaatindeyiz. İslami kesimde farklı ve birbirlerinden bağımsız birçok cemaat lideri, kanaat önderi ve entelektüel olması; bunların hepsinin analizinin tek bir çalışmada yapılamayacak olması demektir. Bu yüzden, bu dikkat çektiğimiz hususla ilgili, tezi ayırdığımız üç dönemle ilgili birer örnek seçmekle yetindik. Elbette İslami kesimle ilgili gözlemlenen olguları gereğince kavramak için bu çalışmada yer almayan İslami kesimin “içindeki” diğer etkili kişilerin dini konularla ilgili kararlarını, organizasyonlarını ve taktiklerini de incelemek gerekmektedir. Osmanlı dönemi için örnek olarak, Jön Türklerin ölümünün ardından saygıyla andıkları, eski başbakan Şemseddin Günaltay ve şair Mehmed Akif gibi önemli isimleri derinden etkileyen Muhammed Abduh’u ele aldık. 1980’ler öncesi Türkiye için en çok takipçisi bulunan, en çok kurum kurmuş hareket olan Nurculuğun 265 kurucusu Said Nursi’yi işledik. 1980’ler sonrası Türkiye dönemi için ise bir grup ilahiyatçı akademisyenden oluşan Ankara Okulu’nu inceledik. Daha önce sosyoloji ve siyasi bilimlerle ilgili bir tezde bu grubun ele alınmamış olması, bu konudaki bir boşluğu doldurmaktadır. Bu örneklerden Abduh ve Ankara Okulu birbirine daha yakındır; bunlar “İslami kesimden entelektüel” tanımına uygun, Ehli Sünnet paradigmadan ve herhangi bir mezhepten bağımsız İslam anlayışını temsil etmektedirler. Bunların gelenekle İslam’ı ayırt ederek, “geleneğe” getirdikleri eleştiriler, İslami kesimin modernleşme ve küreselleşme süreçlerine uyumunu birçok hususta kolaylaştıracak niteliktedir. Nursi ise cemaat lideri olarak tanımlanabilecek, “karizmatik otoritesi” yüksek, Ehli Sünnet paradigmaya hep bağlılığını beyan etmiş; Türkiye’nin, İslami kesim içinde en etkili olmuş birkaç kişisinden -kimileri “en etkili kişisi” olarak nitelemektedir- birisidir. Nursi’nin yorumlarının ve taktiklerinin, takipçilerinin Türkiye’nin en etkili ve en çok kurum ile taraftara sahip grupları olmasında rolü büyüktür. İslami kesimden olanların kimliklerini anlamada, Lakatos’un bilim felsefesindeki yaklaşımından esinlenerek; özcü yaklaşımlar ile bağlamsalcı ve inşacı yaklaşımlardan farklı ve de bunların sentezi olan bir yaklaşım önerdik. Buna göre İslami kesimin kabul ettiği metinsel kaynaklar temelinde yükselen ortak ontoloji, eskatoloji ve pratiklerle kendini gösteren “değişmeyen özü” olduğu kadar sosyoekonomik şartlardan oluşan “bağlamı” ve de yeni süreçlerde ortaya çıkan “inşalar”ın kimlikteki rolünü hep beraber “yapısal bütünlüğü” ile değerlendirmeliyiz (Lakatos’un “bilimsel araştırma programları”nı “yapısal bütünlüğü” ile değerlendirdiği gibi). İslami kesimin kimliklerindeki “değişmeyen özü” Lakatos’un yaklaşımındaki “katı çekirdek” gibi; yeni bağlamlardan etki alan ve yeni inşalarla şekillenen kısmı ise Lakatos’un yaklaşımındaki değişime açık “koruyucu kuşak” gibi düşünebiliriz. İslami kesimin “içinden” olan kanaat önderlerinin, cemaat liderlerinin ve entelektüellerin rolünü bu analojimizle birleştirebiliriz. Buna göre İslami kesimin “içinde” olan bu kişiler; neyin “katı çekirdek” içinde, neyin “koruyucu kuşak” içinde veya İslami kimliğin tamamen dışında olduğunu tarif ediş şekilleriyle -İslam ile ilgili hermenötik yaklaşımları/tefsirleri ile- İslami kesimin modernleşme ve küreselleşme süreçlerine verecekleri tepkilerde, bunun sonucunda ortaya çıkacak kimliklerde 266 belirleyici olmuşlardır. Lakatos’un yaklaşımından bu esinlenmemiz, çok büyük çeşitliliği barındıran İslami kimliklerle ilgili tüm olgulara nüfuz etmemize olanak sunamaz ama bu yaklaşımın; özcü ve özcülük-karşıtı yaklaşımlardan “ideal tip”e daha uygun bir modeli sunduğu kanaatindeyiz. Tektanrılı dinler; ontolojilerinde Tanrı üzeri veya Tanrı’ya denk bir varlık, epistemolojilerinde kendi kutsal metinlerinin üzerinde veya ona denk bir bilgi kaynağı kabul etmezler. Böylesine güçlü ontolojik ve epistemolojik inançları olan tektanrılı dinlerin bağlıları için eğer modernleşme ve küreselleşme süreçleriyle karşılaşılan unsurlar -ki bunlar insanidir- dinleriyle -ki inananlar için Tanrısaldırçelişiyorsa, “insani olan”ın reddi gerekir. Eğer çelişkili gibi gözüken duruma rağmen modernleşme ve küreselleşme ile yayılan unsur uygulanırsa “bilişsel çelişki” kaçınılmazdır. Bu “bilişsel çelişki”, “içeriden” birilerinin dinsel yorumuyla, çelişkili gözüken durumda aslında sorun olmadığının gösterilmesi; “katı çekirdek”te olduğu zannedilen unsurun “koruyucu kuşak”ta veya bunun bile dışında olduğunun gösterilmesi gibi yaklaşımlarla giderilebilir. Sonuçta modernleşme ve küreselleşme süreçleriyle değişimin hızlandığı dönemde, psikolojinin tutarlılık kuramları -en ünlüsünün Festinger’in “bilişsel çelişki” kuramı olduğu- İslami kesimin, kendi içindeki seslere kulak kabartacaklarını ve bunların değişimin boyutunun ne kadar olacağında belirleyici unsurlardan olacağını işaret etmektedir. Küreselleşme sürecinde değişimin hızlandığı içinde bulunduğumuz dönemde, İslami kesimin “içinde” ne kararlar verildiğine, ne taktikler uygulandığına ve ne yorumlar yapıldığına odaklanmamız gerektiği konusundaki vurgumuzu, psikolojideki tutarlılık kuramları da desteklemektedir. Abduh -hocası Afgani gibi- İslam dünyasının içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulması için dinle ilgili yanlış anlayışların düzeltmesi gerektiğini savundu. Sömürgeciliğe karşı yaptığı mücadelenin yanında dinle ilgili “yanlış algıları” da düzeltmeye çabaladı. İslam düşüncesini dondurduğuna inandığı mezhepçiliğe ve uydurulduğuna inandığı hadislere karşı eleştiriler getirdi. Kadınların kamusal alana çıkışının kolaylaştırılmasını ve din adına bunun engellenemeyeceğini 267 savundu. Sigortanın dine aykırı olmadığı gibi, modernleşme ve küreselleşmenin önemli bir boyutu olan ekonomik sistem açısından önemli konularda fetvalar verdi. Sanatla ilgili kimi yasakları da eleştirdi. Abduh’un fikirlerini, İslam ülkelerinin birçok yerinde kadın hareketleri kullandı. Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’te, birbirinden farklı etkin birçok kişide Abduh’un görüşlerinin etkisi oldu. Nursi, kendi döneminde tecriti savunan birçok din adamına karşı katılımı savundu ve İslami kesimin devletin ideolojik aygıtlarında “mevzi tutmalarını” verdiği taktiklerle sağladı. Örneğin gençlerin, İslami kimliklerini muhafaza ederek okula gitmesini teşvik etti, okullarda öğrendikleri bilgilerin İslami açıdan nasıl değerlendirileceğini öğretmeye çalıştı. Ayrıca erkekleri, Ehli Sünnet İslam’a bağlanan yorumlarda dinsel anlam yüklenen, kendilerini görünür kılacak; sakal, cübbe gibi unsurlardan arındırdı. Böylece onların devletin ideolojik aygıtlarında ve kamusal alanda yer almalarının önünü açtı. Türkiye’nin en çok takipçiye sahip ve -dünya genelinde- bini aşkın okul kuran Gülen cemaatinin, başarısının arka planındaki önemli faktörlerden birisi de Nursi’nin bahsedilen yorumlarını uygulamış ve onun oluşturduğu fikri temelde yapılanmış olmalarıdır. Nursi’nin düşünce yapısına nüfuz etmeye çalışan hermenötik bir yaklaşım benimsenmeden, Nursi’nin takipçilerinin Türkiye’nin en etkili cemaatlerini oluşturmalarındaki dinamikler çözümlenemeyecektir. Nursi, “bilişsel çelişki”nin nasıl “karizmatik otorite”nin yorumlarıyla aşılabildiğinin örneğini sunmuştur. Tarikatlara ve tasavvuf düşüncesine karşı saygılı bir üslup benimsemekle beraber, bağlılarını tarikat yapılanmalarından ve tasavvufi yaklaşımlardan uzaklaştırdı. Nursi’nin takipçileri, tekke yerine dershane kurarak, tarikat zikri ve sema gibi ritüeller yerine Nursi’nin kitaplarını okuyarak; moderniteyle daha uyumlu organizasyon ve ritüeller geliştirdiler. Nursi, Osmanlı’dan beri Türkiye’deki İslam’da önemli yeri olan tarikatların, tasavvufun ve erkekleri görünür kılan sünnetler gibi unsurların; Ehli Sünnet kesimden birçok kişinin habituslarında yer almamasında etkili olmuştur. Nursi, öğretileri ve taktiksel yaklaşımlarıyla, Ehli Sünnet İslami kesimin kamusal alanda gücünü arttırmasındaki en önemli aktörlerden birisidir. 268 Ankara Okulu, kendi içinde birbiriyle her konuda aynı düşünen entelektüellerden oluşmuyor olsa da, şu dört husus -görüşme yaptığımız beş kişininhepsinde ortaktır: 1- İslam’ı bir mezhebe bağlı kalmadan anlamayı savunmaktadırlar ve gereğinde Ehli Sünnet paradigmaya eleştirel yaklaşmaktadırlar. 2- Peygamber’e atfedilerek birçok hadis uydurulduğunu özellikle vurgulamakta ve hadis eleştirisine özel önem vermektedirler. 3- Fıkıh ve hadis kitaplarını eleştirirken Kuran’ı ön plana çıkarmaktadırlar. 4- Müslümanlar’a eleştirilerini modernlikten hareketle değil “İslam’ın gerçekleri”nden hareketle yapmaktadırlar. İlmihal temelli bir İslami yaklaşım Ankara Okulu’nun temel eleştiri noktalarındandır. Resim, heykel ve müziğe karşı İslam adına getirilen yasakların yanlış olduğunu ifade etmektedirler. Kadınların kamusal alana çıkışının önünde hiçbir dinsel engel olmadığını; dinsel yorumlardaki erkek egemenliğinin ve geleneklerin dinselleşmesinin kadınlar aleyhine bir yapı oluşturduğunu söylemektedirler. Kadınların devlet başkanı bile olmasının önünde hiçbir dinsel engel olmadığını, kadınlar aleyhine birçok konuda uydurulan hadislerin dinden çıkartılmasının şart olduğunu savunmaktadırlar. Demokratik değerlere ve sivil topluma sahip çıkmak gerektiğini beyan etmekte, birçok cemaatin ve tarikatın -iyi niyetlilerin varlığına rağmen- sömürü araçları olduğunu dile getirmekte, bu yapılara oldukça eleştirel yaklaşmaktadırlar. Ankara Okulu sakal, cübbe gibi erkekleri görünür kılan unsurların dinle bir ilişkisi olmadığını, bunların gelenekten kaynaklandığını ifade etmektedir. Bu noktada Nursi ile bir farkları da gözükmektedir; Nursi, taktiksel olarak erkekleri görünür kılan unsurlardan arındırmıştır, oysa Ankara Okulu’na göre bunların “İslam” ile bir ilgisi yoktur. Ankara Okulu, Ehli Sünnet İslam adına sahiplenilen birçok kültürel öğenin dinle ilgisi olmadığını, bunların sadece “gelenekler” ve “tarihsel uygulamalar” olduğunu ifade ederek, modernleşme ve küreselleşme süreçlerine, birçok kişinin daha rahat adaptasyonuna yol açacak bir dinsel yorumu savunmaktadırlar. (Bunu yaparken küreselleşme ile yayılan her kültürel öğenin İslam’la uyumlu olmadığını da dile getirmektedirler. Örneğin cinsel serbestlik veya homoseksüelliği İslami değerlerle çelişkili bulup, bunlara karşı çıkmaktadırlar.) Ankara Okulu’nun örneğinde “bilişsel çelişki”nin entelektüel ilahiyatçılarla çözümünü görüyoruz. Görüşlerinin, İslam’ın özünü kavrayış biçimleriyle alakalı 269 olması; taktiksel olmaması, onları ayırt eden önemli bir unsurdur. Küreselleşmenin etkilerine direnmenin çok zor olduğu ve İslami kesimin geniş bir zümresinin, sistemin nimetlerinden faydalanmaya çabaladığı bir dönemde, özsel çözümler sunmaları; Ehli Sünnet İslam’a bağlı bazı kesimlerce, İslami değer atfedilen kimi unsurların “tarihsel” veya “gelenek” olduğunu savunarak, bunlar adına dinsel bir hassasiyet göstermeye gerek olmadığını ifade ederek, modernleşme ve küreselleşmeyle yayılan birçok unsura “din” adına yapılan birçok itirazı geçersiz kılmaları, Ankara Okulu’nun önemli özellikleridir. İslami kaynaklar konusundaki derin bilgilerinin yanında Batı düşüncesini de, Arapça ile beraber Batı dillerini de bilmeleri Ankara Okulu’nun avantajlarıdır. Toplumu etkileyen insanları etkileyen olmak, Ankara Okulu’nun fikirlerini yaymasında önemli bir avantaj olmuştur. Diğer yandan, Nurcu gruplar gibi kurumsal yapıları olmaması gibi sebeplerle, Ehli Sünnet paradigmaya bağlı İslam anlayışını savunan gruplara nazaran görüşlerini yaymada dezavantajları da vardır. Ankara Okulu’nunkine benzeyen, küreselleşme süreciyle adaptasyonu yüksek, Ehli Sünnet’ten bağımsız İslam anlayışları; Diyanet’in, devletin hassasiyetleriyle Ehli Sünnet görüşü birleştiren İslam anlayışı; Nurcu grupların kurumlar kuran, devletin ideolojik aygıtlarında “mevzi edinen” Ehli Sünnet çizgideki İslam anlayışı; birbirlerinden önemli farklılıklarıyla beraber Türkiye’deki İslam’ı anlamak için nüfuz edilmesi gerekli fenomenlerdir. Bunlar bir yanıyla birbirleriyle yarış halindeyken; bir yandan, hepsinin yarıştaki temel rakipleri sekülerleşme sürecidir. Diğer bir yandan sekülerleşme süreci de bunları önemli ölçüde etkilemekte ve dönüştürmektedir. Türkiye’deki İslam’ın “içindeki” kurumların, kanaat önderlerinin, entelektüellerin ve cemaat liderlerinin İslam hakkındaki yorum ve taktiksel yaklaşımları; daha önceki maddelerde işlediğimiz olgularla birleşmiş ve birleşmenin oluşturduğu sinerji, Türkiye’deki İslam’la ilgili olguları oluşturmuştur. Tüm bu saydıklarımız, bir yapbozun parçaları gibi Türkiye’deki İslam’ın neden gözlemlenen durumunda olduğunu ve değişimin boyutları ile dinamiklerini göstermektedirler. Bu yapbozun hangi parçası eksik olursa olsun, bu eksiklik Türkiye’deki İslam’la ilgili olguları anlamamamıza veya eksik anlamamıza sebep olacaktır. Bu dört maddede irdelediğimiz hususların, Türkiye’deki İslam’la ilgili her hususa nüfuz etmemize 270 olanak vermesi elbette mümkün değildir. Fakat bu dört maddeye odaklanmanın, Türkiye’deki İslam’la ilgili olgulara nüfuz edilmesi hususunda, oldukça aydınlatıcı olduğu kanaatindeyiz



TÜRKİYE’DE DİNİ HAYATIN SOSYO-TARİHSEL BOYUTLARI ve DİNDARLIĞIN DÖNÜŞEN GÖRÜNÜMLERİ (1960-1980) Celaleddin ÇELİKa Öz 1960-1980 arası yıllar, siyasal değişimlerden sosyo-ekonomik ve kültürel dönüşümlere, demokratikleşmeden sanayileşmeye kadar ülkemiz için pek çok açıdan dikkat çekici bir dönemdir. Kırsal bölgelerden kentlere yönelik yoğun bir göçün görülmesi, orta sınıfın ekonomik sıçrama yaşaması ve özellikle de kitle iletişim araçlarının gündelik hayata doğrudan katılmaya başlaması, norm ve değerlere yönelik farklı tutumların baş göstermesine ve dolayısıyla eski ile yeni, geleneksel ile modern olanın salınımlar yaşamasına sebebiyet vermiştir. Söz konusu toplumsal ve kültürel dönüşümlerden kaçınılmaz olarak dini hayat da etkilenmiştir. Çoğunlukla çeviriler yoluyla ülkemize dahil olan siyasal grupların seçkinci eğilimleri, 1970’li yılların sonlarında belli ölçüde toplumsal bir taban bulmuş gözükse de ülkemizin kendine has toplumsal ve kültürel dinamikleri, bu eğilimlerin akış mecrasını değiştirmiştir. Ülkemizde ilk kez bu dönemde gözlemlenen siyasal İslam kimliğinin kamusal etkisi, birtakım tarikatlar, medya ve bazı yerel cemaatler aracılığıyla kırılmaya çalışılmış, yeni bir zihni dönüşümle gündelik hayat tekrar kurgulanmıştır. Yeni kentli toplumsal kesim, kimliğin ve kültürün siyasallaşmasından uzak kalamazken, dini hayatını gündelik yaşamı içerisinde meczetmiş geniş halk kesimlerinin bu siyasallaşmaya iltifat etmedikleri ve tarihsel-kültürel unsurlarla harmanlanmış bir dindarlık yorumunu benimsedikleri anlaşılmaktadır. Bu bakımdan söz konusu evre, Türkiye dindarlığının yaslanmış olduğu sosyolojik arka plana ve göstermiş olduğu seyre projeksiyon tutması açısından bize önemli açılımlar sağlamaktadır. Anahtar kelimeler: Din Sosyolojisi, Dini Hayat, Dindarlık, Türkiye Dindarlığı, Türkiye’de Dini Hayat, Dindarlığın Boyutları.    a Prof. Dr., Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, celikc@erciyes.edu.tr Celaleddin ÇELİK |216| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 Giriş Türkiye’de modernleşmenin sosyolojik bakımdan üç aşamalı bir geçiş süreci izlediği söylenebilir. Buna göre modernleşmenin entelektüel temelleri Tanzimat’a, yapısal, siyasal ve kurumsal dönüşümler Cumhuriyet devrimlerine, sosyo-ekonomik ve kültürel dinamikler ise 1950’lerden sonra başlayan demokratikleşme ve sanayileşme yolunda atılan adımlara dayanır. Üçüncü evrede ortaya çıkan siyasal, ekonomik ve kültürel değişmeler modernleşmenin ideolojik ve kültürel göstergelerini toplumun geniş kesimlerine yaygınlaştırmıştır. Değişmenin temel itici güçlerinden birisi, çok partili hayatla birlikte gelişen demokratik siyasal dönüşüm, diğeri ise kentleşme, sanayileşme ve küresel modernleşmeyle karakterize olan sosyoekonomik ve kültürel dönüşümdür. Toplumsal ve gündelik hayata çok köklü tesirler bırakan her iki süreçte, içsel ve dışsal bazı etmenlere bağlı olarak gelişmiştir. Sosyo-ekonomik boyutta meydana gelen gelişmeler toplumsal kurum ve yapılarda iz bırakmış; bu durum 1970’li yıllarla birlikte kırsal bölgelerden kentlere yönelik nüfus hareketini, orta sınıfın güçlenmeye başladığı ekonomik sıçramayı, kitle ulaşım ve iletişim araçlarının gelişimine bağlı kültürel değişme, çatışma ve dönüşümleri tetiklemiştir. Söz konusu dönemde değişmenin etkileri büyük şehirlerin dışında küçük şehirler, kasabalar ve köylere kadar uzanmış, kültürel dünyada, değerler ve normlar alanında, ciddi etkileşimler ortaya çıkmıştır. Türkiye bu dönemde bir yandan kentleşme ve sanayileşmenin kendine özgü gelişimini, diğer yandan da normlar, değerler, tutum ve davranışlar alanında dönüşümler ve çatışmalarla sarsıcı deneyimler içinden geçmiştir. Bu süreç her ne kadar bir geçiş dönemi olarak görülse de eski ile yeninin, geleneksel ile modernin birlikte etkilerini sürdürdükleri ya da değişerek yeni form ve kalıplara büründükleri bir dönem olarak dikkat çekmiştir. Ancak bu değişim geleneksel toplum ve kültür hayatında sarsıcı etkiler yaratmaktadır. Daha çok siyasal gelişmeler ekseninde tanımlanan ancak kentleşme ve sanayileşme yoluyla hızlı bir toplumsal değişmenin yaşandığı 1960-80 arası dönem, dinî hayat ve modernleşme etkileşimi bakımından da kritik bir dönemi temsil eder. Cumhuriyetin değişme projesi sosyo-politik yapılar düzeyinde başlamakla birlikte kültürel dünyanın da laikleştirilmesi yönündeydi. Ancak toplumun tarihsel ve kültürel dinamiklerinin ayırt edilemeyecek kadar sıkı bir şekilde dinle ilişkili olması nedeniyle, değişim projesinin kimlik ve kişilik katlarında kalıcı değerler üretemeyişi bir sorun yaratmıştır. Bununla birlikte Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |217| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 laikleşmenin siyasal amaçlarının ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan sosyo-ekonomik ve kültürel gelişmelerle belli bir başarıya ulaştığı söylenebilir. Bu dönüşümün temelinde ise 1960-80 arasında küresel gelişmelerle bağlantılı olarak Türk toplumunda yaşanan sosyo-ekonomik ve sosyo-politik değişmelerin etkili olduğu açıktır. Nitekim bu dönemde değişimin temel faktörleri olan kentleşme ve sanayileşme olgusu toplum yapısında ciddi sarsıntılara yol açmış, geleneksel din anlayışları ve yorumlarının giderek artan yeni sorunlarla baş edebilmesi zorlaşmıştır (Tarhanlı, 1993, s. 149). Ancak bu süreç aslında geleneksel din düşünce ve tasavvurların da değişmeye başladığı bir aşamayı temsil eder. Buna göre değişimin etkileri, bir taraftan modernleşmenin sosyokültürel boyutta yaygınlaşmasını sağlarken, diğer taraftan onu kendi inanç ve kabulleri ekseninde dönüştürmeye yönelik tepkiselci, uzlaşmacı ve senkretik din yorumları da sivil-siyasal hayatta örgütlenerek güç kazanır. Türkiye’de dindarlığın 1960-80 arasındaki yapısal görünümü ve değişimle ilişkisi, her şeyden önce dönemin sosyal, kültürel, siyasal arka planıyla birlikte, aynı dönem içinde dini kurumlar, organizasyonlar ve hareketlerin gelişimleri üzerine durmayı gerektirmektedir. A. 1960-80 Arası Dini Hayatın Sosyo-Politik Arka Planı 1960-80 arası Türk toplumunda dinî hayat, her şeyden önce on yıllık dönemlere yayılan askerî darbeler vesayetinde yaşanan bir demokrasi deneyiminin kültürel ve sosyal hayata yansıyan etkilerini paylaşır. Bir bakıma denebilir ki, 80 öncesi Türk toplumunda siyasal dengeler, askerî darbelerin belli eşiklerde kesintiye uğrattığı demokrasi deneyiminin özgüvensizliğine dayanır. Siyasetin, meşruiyeti daha sonraları tartışmalı hâle gelen askerî darbeler nedeniyle, sosyokültürel hayatın değişimi konusunda da toplumsal dinamiklerin doğal akışı yerine, siyasal müdahalelerin dayatmacı mantığını kabullendiği söylenebilir. 60-80 arası siyasal kültüre hâkim olan bu zihniyet, siyasal, sosyal ve dinî hareketlerin toplumsal projelerini ve ideolojik mücadele eğilimlerini de etkiler. 80’lerden sonra yükselişe geçen liberalizm, bireycilik ve çoğulculuk gibi değerlerin aksine, bu dönemde toplumsal değişimi otoriter bir şekilde yukarıdan aşağıya gerçekleştirmek isteyen pozitivist, ulusalcı ve batıcı kavramların şekillendirdiği bir zihniyet temsil etmektedir (Taslaman, 2011, s. 28). 60-80 arası siyasal yapının bu karakteri, Türk toplumunda dinî hayata da yansıyan değişimin niteliğini açıklar. Siyasal zihniyeti ve koşulları belirleyen bu sürecin eşiğinde 27 Mayıs 1960 darbesi yer alır. Darbe sonrası askerî yönetim, demokratik rejimin Celaleddin ÇELİK |218| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 krizlerine son vermek için yeni bir anayasa hazırlanması yönünde çalışmalara başlar. Anayasa’da din ve vicdan özgürlüğünü düzenleyen madde üzerinde tartışmalar yaşanır. Laikliğin içeriği konusunda özellikle muhafazakâr kesim, klasik Batı anlayışına uygun olan devlet ve din işlerinin kesin ayrılığını savunur. Bu yaklaşım, dinsel inanç hakkının sağlanması, devletin dine müdahalesi değil yardım etmesi, dinsel eğitime yönelik örgütlenmeye gidilmesi gibi talepleri öne çıkarır. Bir başka deyişle, devletin dine müdahale etmemesi kabul edilmekle birlikte, devletin “dine yardım etmesi” ve gerekli yerlerde organizasyon ve düzenlemenin devletten beklenmesi istenmiştir (Tarhanlı, 1993, s. 29-30). Anayasa çalışmalarında ortaya çıkan bu farklılaşma bir bakıma Türkiye’de dinî sosyal hayat ile ilgili iki farklı eğilimin tezahürü olarak kendini gösterir. Dinî hayat, adeta çevreyi temsil eden demokrat muhafazakârlar ile merkezi temsil eden seçkinci cumhuriyetçiler arasında bir müdahale ve çatışma alanı olur. Ancak bu dönem, kendini daha çok çevrenin muhafazakârlığına dayandıran DP’nin etkinliğinin arttığı bir evredir. Bu dönemde din karşısındaki tavırlarda da ilginç bir değişim söz konusuydu. 1950-1960 yılları arasında yönetimde bulunan DP hükümeti, önceki dönemin katı laikliğinden uzaklaşarak, özellikle eğitim alanında bazı adımlar atar. Lewis’in “İkinci Cumhuriyet hükümetleri” olarak adlandırdığı bu dönemde “Kemalist laikliğe geri dönülmedi, ancak modern bir İslam anlayışı öne çıkarılarak dini tepki adeta doğmadan yatıştırılmaya çalışılır” (Lewis, 2007, s. 17). Anlaşıldığı üzere 60-80 arası değişimin temelleri 50’li yıllardan itibaren başlar. Bu dönemden sonra okullarda dinî eğitim yeniden gündeme gelir. Dinî canlanmanın ya da daha doğru bir deyimle dinî etkinliğin canlanmasının başka göstergeleri de vardı. Buna Ankara Üniversitesi’nde İlahiyat Fakültesinin açılması ve ezanın Arapçadan Türkçeye çevrilmesi eklendi. 1950’de hükümetin değişmesinden sonra dinî faaliyetlerle birlikte dinî lider ve öncülerin kendilerine güven artışı ortaya çıktı. Ancak bunun dışında dinî hayatın gelişimiyle ilgili pek çok gösterge ve örneğin dinî pratikleri yerine getirme eğiliminde bir yükselme söz konusuydu. İslam düşüncesi ve tarihi üzerine birçok yeni yayın ve bilimsel çalışmalar yapılmaya başlamıştı. 1950 yılında hükümetin Hac ibadeti için döviz ayrılmayacağını duyurmasına rağmen Türk hacı sayısı yaklaşık 9000 kişiydi. Belki de en önemli gösterge yeni ve farklı dinî basın kuruluşlarının ortaya çıkmasıydı. Arka arkaya gelen hükümetlerin yönetiminde din eğitimi okullarda giderek yaygınlaştırıldı (Lewis, 2007, s. 23). Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |219| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 Zürcher’’in “ikinci cumhuriyet” olarak adlandırdığı 1960 sonrası politikalarda 1945 öncesi yılların katı laik politikalarından uzaklaşılmıştır. Bunun yerine camilerin inşasına, türbelerin onarımına ve okullarda din eğitimine artan bir özen gösterilmekteydi. Bu politikaların gerekçesi ise halk arasında İslami akımların başarı zeminini zayıflatmak olarak gösteriliyordu. Dönemin ilk hükümetleri, İslam’ın geleneksel algılamalarından çok farklı olan, modern ve akılcı bir yorumunu yaymaya çalıştılar. Yüksek İslam Enstitülerinin ders programlarına sosyoloji, iktisat ve hukuk dersleri eklendi. Diyanet İşleri Başkanlığı “aydınlatıcı” vaazlar vermeye başladı ve Kur’an’ın Türkçe tercümesi yayınlandı (Zürcher, 2000, s. 360). DP’nin iktidara yükselmesinde dindarları memnun eden faaliyetler etkili oldu. Anadolu’nun birçok kent ve kasabasında gönüllü “cami ve Kuran kursu yaptırma dernekleri” kuruldu, tarikatların ve dinî teşkilatların tekrar ortaya çıkması ve türbelere çok sayıda ziyaretçinin gitmesi gibi göstergeler bu dönem içinde öne çıkıyordu. Batılı gözlemcilere göre bu gelişmeler “İslami uyanış” olarak yorumlanmaktaydı. Bu dinî uyanış laiklikten ayrılma boyutuna gitmese de açıkçası bu “dinde durgunluk” dönemi geçirmiş bir kültür için önemli bir değişiklikti. 1960’lı ve 70’li yıllarda İslam’ın sosyal ve siyasi rolünün genişlemesine birçok faktör katkıda bulundu. Bunlardan en önemlisi ise, siyasi yapıda demokratikleşme yönündeki gelişmeydi. Demokratikleşme kitlelere imtiyazlar vererek, merkezdeki Kemalist seçkinlerin gücünü azaltırken, sivil demokratik yapılanmalar içerisinde çevresel muhafazakâr kitlelerin politikaya aktif bir şekilde katılmalarına yol açtı. Bu gelişmeler Türkiye’de din-devlet ilişkilerinde radikal bir değişikliğe yol açmadı, ancak dinî hayatın canlanmasında oldukça etkili oldu. Çok partili siyasal yaşam, sosyal ve ekonomik değişimler, 60-80 arasında Türkiye’de dinî siyasal hareketin büyümesinde önemli rol oynadı. Sosyo-politik değişim Türk toplumunun dinî hayatında, düşünce ve davranışları üzerindeki etkisi karmaşık ve çok yönlü oldu (Koru, 1990, s. 33-38). Öte yandan 1960-80 arası dönem Türk toplumunda siyasal nitelikli sosyal hareketlerin, daha doğrusu devlete hâkim olma ve değişimi tekelinde tutma eğilimindeki hareketlerin güç kazandığı bir dönem olarak görebiliriz. Bu dönemde yaygınlaşan “öğrenci-işçi hareketleri, sosyal eylemler, iktidar, muhalefet, halk, ordu, polis, işkence-şiddet, aydın, sosyalizm, milliyetçilik, mezhep çatışmaları,” gibi olgular ve kavramlar, bir bakıma dönemin zihnî atmosferi hakkında bilgi vermektedir (Fırat, 2007). Toplumsal sorunlar üzerine yaşanan ideolojik çatışma, kültür ve sanatın da ideolojik boyut kazanmasında etkili olmuştur. 1961 anayasasının getirdiği demokratik ortam, faklı siyasi akımların örgütlenebilmesine ve yaygın faaliyet Celaleddin ÇELİK |220| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 göstermesine zemin hazırlamış, dönemin sosyal, ekonomik ve yapısal değişimlerine eşlik eden bu sosyo-politik örgütlenme ve hareketlilikler, öğrencilerin okullarda, işçilerin fabrikalarda gösteri, işgal, direniş, grev gibi protestolarına fırsat sunmuştur. Öğrenci, işçi ve mesleki örgütlenmeler yalnızca devlete karşı siyasal talep ve protestoları organize etmiyor, özellikle 70’li yıllarla birlikte sağ-sol siyasi eksenler etrafında bölünmeye ve zamanla şiddet dozu artan karşılıklı bir çatışmaya da aracılık ediyordu. Siyasal çatışma ve taleplerde bir bakıma demografik, sosyal gelişmeler ve değişim karşısında devlet kurumlarının yetersizlik göstermesi ve yeni ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmesi etkili olmuştur. Bütün siyasi gruplar neredeyse, toplumun sosyal, ekonomik, kültürel gelişimine eşlik edemeyen, sosyal gereksinimlerine cevap veremeyen devlet mekanizmasına kısmen veya tamamen hâkim olmak ve kendi kurtuluş çözümünü dayatmak eğilimini paylaşmaktaydı. Düzen değişikliği talebinin yüceltildiği gençlik hareketleri, zaman içerisinde hedeflerini gerçekleştirmede ‘şiddeti’ temel bir araç gibi görmeye başlamıştır. 80’lere doğru Türkiye’de kamuoyunun temel gündem maddesini anarşi ve tedhiş hareketleri oluşturur. Medyanın aracılık ettiği şiddet ve anarşi haberleri, toplumda karşılıklı bir öç alma ve hesap sorma sarmalında boğulan bir akıl tutulması durumu yaratmıştı. 60-80 arası dönem siyasal ve sosyal hareketlerin yayın faaliyetleri açısından da en aktif olduğu ve büyük bir çeşitlilik gösterdiği dönemdir. 1960-71 yıllarında sağ, sol ve İslami grupların etrafında oluşan fikir hareketleri ve tartışma konuları, toplumsal ve bireysel günlük hayatın en önemli boyutunu oluşturur (Kaçmazoğlu, 2000, s. 70). Siyasal fikirler ve hareketler arasında şiddetin dozunun giderek artması ise Türkiye’yi yıllar içerisinde darbelerin eşiğine getiren bir kargaşa, anarşi ve huzursuzluk ortamı oluşturmuştur. Siyasetin ve parlamenter sistemin, hatta belli ölçüde güvenlik kuvvetlerinin mevcut kargaşa ve kaos ortamına karşı gerekli önlem ve tedbirleri almada acziyet içine düşmesi, ülkenin adeta bir iç savaş ortamına girmesi, halkın demokratik kurumlara ve süreçlere olan güven kaybı da bu zeminin gelişmesinde etkili olur. Türkiye 78 ve 79’lara geldiğinde siyasi grupların kendi hâkimiyet alanlarını kurdukları kurtarılmış mahalle, bölge ve şehirlere ayrılmış, üniversite ve öğrenci olayları dışında kitlesel şiddet hareketleri, mezhep kavgaları ve çatışmalarına sahne olmuştur. 80 askerî darbesiyle biten dönemin sosyopolitik havası, Türk toplum ve düşünce hayatında siyasal atmosfere uygun çatışmacı ve tahakkümcü bir dili yaygınlaştırma etkisi yaratmıştır. Dinî hayatın da sosyoekonomik ve kültürel değişmelerle birlikte zaman zaman Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |221| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 darbelerle sekteye giren bu sosyo-politik süreçte, özellikle siyasal niteliği ağır basmış, çatışmacı bir söylemin etkisine maruz kaldığı söylenebilir. B. 1960-80 Arası Dinî Hayatın Sosyo-Kültürel ve Ekonomik Arka Planı Cumhuriyetle gerçekleşen siyasal devrimler, etkileri bakımından ağırlıklı olarak merkezle sınırlı kalmasına karşın, 1960-80 yılları arasında değişen ve yenilenen sosyal-siyasal yapıyla birlikte ulaşım ve iletişim imkânlarının artışı, kentleşme, sanayileşme ve buna bağlı demografik hareketlilik, devlet kurumlarının yanı sıra modernleşmenin de çevreye nüfuzuna imkân verdi. Sosyal yapının eğitim boyutunun bu süreçte niceliksel bir değişim geçirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim 1960-80 arası dönemde ilk ve orta öğretimde okul ve öğrenci oranlarının katlanarak arttığı görülür. Bu artışın özellikle kız öğrencilerde ve kadın öğretmenlerde ortaya çıkışı anlamlıdır (Akyüz, 1987, s. 225-229). Eğitimde kız öğrenciler ve kadın öğretmenlerle ilgili bu niceliksel artış 60-80 arası dönemde kız çocuklarının eğitim kurumlarına yönelişi ve kadının kamusal alana çıkışında eğitim kanalını kullanma eğilimini gösterir. Kız çocuklarının eğitim kurumlarında ve kamusal alanda yer alma istekleri, sosyal hayatta kadının konumu ile ilgili geleneksel ve anlayış ve kabullerin sorgulanmasına giden yolu da açmış olmalıdır. Yine bu gelişmenin aile içi ve dışı ilişkilerde dinî anlayış, tasavvur ve pratiklerdeki yansımalarının ise zaman içerisinde ortaya çıktığı görülecektir. 1960-80 arası Türkiye'de karma ekonominin “planlı dönem”i, 80 sonrası yapılanma ise "liberal dönem" olarak tanımlanabilir. Bu dönemlerde izlenen iktisadi siyaset öncelikle temel yatırım alanlarında ve hammadde üretimi konularında yoğunlaşan kamu yatırımları olarak şekillenmiştir. Öte yandan vergiden muaf olma, gümrük kolaylıkları, kredi ve borçlanma imkânlarıyla özel sektör de güçlendirilmeye çalışılmıştır (Kongar, 2006, s. 424). Türkiye’de bu dönem ekonomik anlamda sanayileşmenin kamusal ve özel sektör boyutundaki temelleri atılmaya başlanmış, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel hayattaki gelişmeler eşgüdümlü ve birbirini etkileyecek nitelikte olmuştur. Kırsal kesimden kentlere gerçekleşen büyük nüfus hareketi neticesinde sanayileşme ve kentleşme birbirini tetikledi. 1960’lara gelindiğinde, toplumsal yapıda çalışanların ve işçilerin oranı artmıştı. Diğer yandan 1960’lar boyunca burjuva sınıfı da sanayici ve iş adamları derneği gibi organizasyonlar yoluyla niceliksel ve niteliksel olarak bir gelişme Celaleddin ÇELİK |222| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 gösterir. 1950’lerde radyo, 1970’lerde ise televizyon toplumsal ve siyasal hayatın dönüşümünde etkili olur (Ahmad, 2010, s. 155-156). Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki merkezin gücünü muhafaza etme eğilimine karşın, bu dönem ekonomik yapıdaki değişimlerin yansımalarının ortaya çıkmaya başladığı ve merkezi kontrolün azaldığı evreyi temsil eder. II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Türkiye’ye yaptığı Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde yaptığı yardımların karşılığında piyasa ekonomisine geçiş talep edildi. Bu dönemden sonra yapılan kalkınma planları, uluslararası siyasetteki değişimlere paralel olarak ekonomide küreselleşme ve liberalizm yönünde değişiklikleri öngörüyordu. Cumhuriyet Türkiye’si, bu dönemde Osmanlı’dan miras aldığı siyasal iktidara sahip olmayı öne çıkaran merkeziyetçi zihin yapısını, uluslararası sistemle girdiği etkileşimle değiştirmiştir (Taslaman, 2011, s. 99-100). Nitekim 1960’lardan sonra Türk toplumunda hızlı bir ekonomik gelişme söz konusudur. Bu dönemde sanayi kesimi gerek üretim ve gerekse gelir açısından tarım kesiminden üç kere daha hızlı gelişmiştir (Sarıbay, 1984, s. 93-95). İç ve dış faktörlere bağlı olarak ortaya çıkan sosyoekonomik gelişme, toplumun yapısal ve kültürel hayatında köklü değişmelere sebep olur. Hızlı kentleşmeye bağlı kentsel hayatın geleneksel ögelerle birlikte modern toplum yapısının gereklerini içermesi, kültürel çatışma ve değişmelerin de çoğalmasına yol açacaktır. Bu dönem, bir bakıma Türkiye’de dinî hayatın modernleşme bağlamında sarsıcı deneyimlerle karşılaştığı ilk evreyi temsil eder. Yine bu dönemde gerçekleşen sosyo-ekonomik gelişmelerle bağlantılı olarak, Türk toplumunda sivil hareketlilikler ve inisiyatiflerin de güçlenmeye başladığı görülür. Özellikle içeride çok partili demokratik hayatın, dışarıda II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası toplumda insan hakları üzerine yeni gelişmelerin belirleyiciliği bu süreci etkilemiştir. Osmanlı toplum yapısında Batı’daki gibi, merkez ile halk arasında aracılık yapan ara kurumlar yoktu. Ancak tarikatlar, vakıflar ve ulema gibi daha çok halkın maddi-manevi ihtiyaçlarını yerine getiren ara yapı işlevine sahip geleneksel unsurlar mevcuttu. Bireylerin sorunlarını halletmeye çalışan bu kurumlar çevrenin taleplerini merkeze ileterek merkezin uygulama ve politikalarında bir değişim yapma etkisine sahip değillerdi. Sivil toplumun zayıflığı Cumhuriyet Dönemi’nde de devam etmiş, fakat merkezin gücü çevreyle paylaşması ve yukarıdan aşağıya değiştirme gücünden vazgeçmesi, çok partili sisteme ve piyasa ekonomisine geçişle birlikte söz konusu olmuştur. Bu sürecin gelişmesi iç dinamikler kadar ekonomik ve siyasal nitelikli dış dinamiklerin etkisiyle olmuştur. Sivil toplumun gücünü artırması ile 1980’li yıllara doğru Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |223| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 Türk toplumunda köklü değişimler de ortaya çıkmıştır (Taslaman, 2011, s. 100-105). Ancak 80 öncesi sivil toplumun gelişimi için fırsat ve zemin sağlayan siyasal ve hukuki çerçeve, bu dönemde din dernekleri, vakıflar ve dayanışma örgütlerinin niceliksel gelişimine, dolayısıyla toplum hayatında nispi etkilerinin görülmeye başladığına şahit olunur. 1960-80 arası Türk toplum yapısında demografik bakımdan da niteliksel bir değişimin yaşandığı anlaşılmaktadır. Örneğin sadece bu dönemde temel eğitimden yararlanan kadınların oranında yüzde yüze yakın oranda bir artış olmuştur. Aile yapısının değişmesine örnek olarak yine bu dönemde ideal çocuk sayısının giderek düştüğü, annelerin çocuklarını cinsiyet farkı gözetmeksizin okutma özleminde yükselme olduğu gözlenmiştir. Kentleşme sürecinde göçmen ve kentli aileler arası etkileşim artmış, yeni sosyal kurumların oluşması nedeniyle, bazı kurumlar ailenin sosyal işlevini üstlenmiş ve kadının ekonomik işlevleri için daha serbest olmasını sağlamıştır (Peker, 2004). Bu sebeple aile hayatında tüketime, gösterişe, kültüre, niteliğe önem veren kadın davranışları belirginleşmiştir. Sosyal tabakalaşma yapısı değiştikçe, aile yapısı, aile içi ilişkiler, çocuğa ve kadına verilen değer, kadın sosyal davranışı değişmektedir. Toplumsal tabakalaşma yapısındaki değişime bağlı olarak aile yapısındaki niteliksel değişme, geleneksel dindarlık algılarındaki kadının ailede ve sosyal hayattaki rolüyle ilgili anlayış, zihniyet ve pratiklerinde de değişimin tetikleyicisi olmuştur. Kırsaldan kentlere taşınan göçmen ailelerde kadının hem kamusal görünürlüğü artmış hem de kentsel imkânlara çocuklarını ve kendisini eriştirecek bir çabaya zorlanmaları söz konusu olmuştur. Toplumun sosyo-kültürel yapısında büyük etkiler bırakan ve dolayısıyla aile, eğitim, hukuk, siyaset ve din gibi temel kurumlarda değerler, normlar ve zihniyet bakımından köklü değişimlere yol açan bu gelişmenin tetikleyici mekanizması kentleşme olmuştur. Türkiye bu sürece 1950'li yıllarla birlikte girmiştir. Bu dönemle birlikte sanayide kamu ve ulaşım yatırımları, sanayi bölgesi olarak gelişen kentlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Sanayileşmeden önce kırsal kesimde artan nüfus baskısı da köylerden şehirlere bir göç hareketini başlatmıştı. Hızlı ve yoğun göç hareketi kentlerin çevrelerinde devasa gecekondu semtleri ile yapısal bakımdan çarpık bir kentleşme tecrübesine sokmuştu. Kentlerde ortaya çıkan siyasi şiddetten kültürel çatışmalara, enformel ağlardan mahalli dayanışma gruplarının hakimiyetine, arabesk ve mafya kültüründen sosyal anomilere kadar pek çok sorunun kaynağı, bu dönemlerde başlayan ve gelişen kentleşme sorununa bağlanmaktadır. Celaleddin ÇELİK |224| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 Türkiye'de 1960-80 arası dinî hayatın durumu, söz konusu sürecin kentleşme sorunlarından bağımsız anlaşılamaz. Dinî hayat, siyasi boyutta çok partili hayatın, askerî darbelerin, ekonomik boyutta sanayileşmenin ve kentleşmenin, kültürel boyutta ise kitle iletişim araçlarının, medyanın ve eğitimin yaygınlaşmasıyla gerçekleşen hızlı değişimden payına düşeni almıştır. Kentleşmeyle birlikte, köylere elektrik gitmesi, vericilerin ücra köşelere kadar yayılması, televizyonların giderek ucuzlaması ve yayın saatlerinin gelişmesi gibi unsurlar, medyanın gündelik hayat üzerindeki etkisini artırmıştır. Ancak Türkiye’de özel radyo ve televizyonların çıkması ve medya etkisindeki olağanüstü artış için 80’lerin sonrasını beklemek gerekecektir. 80 öncesinde devlet tekelinde olan radyo ve televizyonun sınırlı etkisi vardır (Taslaman, 2011, s. 119). Öte yandan 1950’lerden beri ve özellikle 70’lerden 80’lere kadar dini nitelikli yayın sayısında ve çeşitliliğinde artış meydana gelir. Hem entelektüel incelemeler hem de popüler dua kitapları, dini nitelikli dergileri ve öteki literatürü içeren İslami yayıncılık faaliyetlerindeki gelişme dikkatlerden kaçmaz. Kentleşme süreci her hâlükârda kültürel değişme ve modernleşmenin toplumsal katmanlarda kabulü ve yaygınlaşmasının itici gücü olmuştur. Kentleşme sürecinde bireyler, daha fazla eğitim alma ve şehir kurumlarından daha fazla istifade etme imkânına kavuşurlarken, aynı zamanda resmî ilişkileri kullanma potansiyeli artmakta, daha fazla resmî kurumlarla ve devletle muhatap olunmaktadır. Daha önce geleneksel usuller ve kurumlarla halledilen pek çok durum, bir bakıma devletin resmî kurumları aracılığıyla halledilme yoluna gidilerek; eğitimde, hukukta, ticarette, sağlıkta ve kültürün diğer kurumlarında kente özgü zihniyet ve tutum değişikliklerini ortaya çıkarır. Öte yandan kitle iletişim ve ulaşım araçlarının oranı, yaygınlığı ve kullanımı arttıkça edebiyat, sanat ve diğer kültürel eserlerin tüketimi de çeşitlenerek artmakta, şehirleşme olgusu toplumsal hayatı hem yapısal bakımdan hem de kültürel yönden yeniden şekillendirmenin temel etkeni olmaktadır. Bu süreçte özellikle, kırsal kesimden şehirlere göç eden kadınların çalışma hayatına katılması, kadınlarla ilgili geleneksel algı ve kabullerin dönüşümü ile geleneksel aile içi roller sisteminde tezahür eden sarsıntılar örnek olarak verilebilir. Yine 1960’larla birlikte Türkiye’de artık, Osmanlı’dan bu yana süregelen, merkezinde geleneksel ve dinî değerlerin yer aldığı kimliğin yerini bir ulus kimliğinin almaya başladığı, bir başka deyişle kültürel düzlemde kimliksel dönüşümün bu yıllardan itibaren yerleştiği söylenebilir. 1960’larda bazı eğitim kurumlarında yapılan araştırmalar, Türkiye’de eğitim kurumlarında bireylerin kimliksel değişimini işaret eden göstergeler taşır. Başlangıçta sekülerlik politikalarıyla kimlikteki Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |225| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 dinsel öğenin önemi azalmış, ancak ortaya çıkacak boşluk milliyetçilik politikalarıyla doldurularak birleştirici bir ideoloji oluşturulmaya çalışılmıştır. 1960-80 arası yaşanan sosyal ve kültürel değişimin en önemli etkeni kentleşmedir. Aynı zamanda Türkiye bu süreçte genç nüfus oranı artışıyla da genç bir ülkedir. Genç nüfus istihdam sorunu, üniversite kapısında yığılma gibi yeni sorunlar ortaya çıkarır. Mardin, bu demografik değişimle, Türkiye’de “şehirlerin köylüleşmesinin”, “köylülerin şehirleşmesinden daha hızlı” oluşuna işaret eder. Dolayısıyla bu süreçte kültürün ve sosyal hayatın pek çok kısımlarında taşralılık göstergelerinin hâkim olmaya başlaması söz konusudur. Bu dönemde büyük şehirlerde kendini gösteren dini canlanma ise yüksek bir resmi, fıkıh dindarlığının derin kültürüne değil, menkıbe ve kerametlerle aktarılan sözlü halk dindarlığına dayanmaktaydı (Taslaman, 2011, s. 120, 112; Mardin, 1991a, s. 274, 276- 277). Kentleşme Türk toplumunda aile yapısını geleneksel geniş aileden, kentsel çekirdek ya da destek aile yapısına dönüştürmüştür. Geleneksel aile yapısı, bireylerin İslami hayat görüşü, zihniyet, tutum ve davranışlarının da kaynağını sağlayan bir kurumdu. Ancak ailede üst ebeveynin dışarıda kalması, çocukların eğitim ve okullaşma oranlarındaki artış, geleneksel aileye özgü dini eğitim fonksiyonunu zayıflatmış veya devreden çıkarmıştır. Ailenin güven kaynağı olma fonksiyonu ise, sağlık ve emeklilik gibi sosyal devlet uygulamalarıyla azalmıştır. Köyden kente göçün hızlandığı bu evrede dinin baskın olduğu geleneksel kültür de şehirlere taşınmış, İslami kültüre atfedilen bazı semboller kamusal alanlarda daha fazla görünürlük kazanmaya başlamıştır. Ancak bu dini-geleneksel semboller, daha çok toplumun hızlı değişmeden etkilenen ve mağdur olan alt tabakalarına özgü semboller olarak betimlenmiştir (Taslaman, 2011, s. 124). Bu sürecin İslami kültür değerleri ve pratiklerini iki yoldan canlandırması dikkat çeker. Birincisi, göçmenler, İslam’ın her zaman güçlü bir şekilde var olduğu kırsal kültür çevresinden geliyordu. Büyük şehirlere göç edenler bu kültürü de birlikte getirerek, eski toplumlarındaki dinî davranışları yeni oluşturdukları gecekondu mahallerinde aynen tatbik etmek istediler. Bu olgu, gecekondu bölgelerinde cami ve Kuran kursu yaptırma derneklerinin çoğalmasıyla kendini gösterdi. İkinci olarak, şehirlere göçenlerin çoğu için İslam, kırsal-geleneksel sosyal düzenden, şehirlerin modern yaşam biçimlerine geçişin meydana geldiği bir dönemde, bireysel ve toplumsal bir kimlik anlamını taşıyordu. Modern hayat bazı bakımlardan çekici olmakla birlikte, “yozlaşmış, aşırı derecede Batıcı ve tabiatı İslam’a aykırı bulunan özelliklere dayanıyordu”. Bu anlayışa şehir Celaleddin ÇELİK |226| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 hayatının sosyal ve ekonomik zorlukları da eklenince göçmenlerin önemli bir kesimi İslami kimliklerine eskisinden daha fazla sarıldılar (Koru, 1990). Kentleşme süreci, dinî hayatın çeşitli boyutlarında etkiler yarattığı gibi, farklı kimliksel dinî yönelişlerin de kaynağını oluşturmuştur. Özellikle gecekondulaşma sorunu bağlamında tartışma konusu olan arabesk kültür, dinî hayata da yer yer siyasallaşmış bir dil üzerinden derin etkiler bırakır. Esasen Türkiye’de gecekondu olgusu, fiziki ve kültürel donanımsızlıkları ve imkânsızlıklarıyla sadece şehre bir sığınma teşebbüsüdür. Gecekondu bölgeleri şehir kültürüyle yaşanan uyumsuzluk ve çatışmada tampon mekanizmaları üretmiş, kendine özgü yaşam tarzlarını yansıtan arabesk kültürle özdeşleştirilmiştir. 70’li yılların başına kadar radikal sol değişim siyasetine kaynak sağlamış olmasına rağmen, bu dönemden sonra siyasallaşmış dindarlık ve her türlü dini cemaatleşmenin zemin bulduğu alanları teşkil etmiştir (Narlı, 1994, s. 30). Arabesk dindarlık, ya da dindarlığın yeni kentsel görünümleri ile bu gecekondulaşma süreci arasında derin bir ilişki vardır. Kentlerin gecekondu bölgelerinde ve çevresel semtlerinde dindarlık artık yeni bir dayanışma biçimi ve kente uyum sağlama yolu olarak araçsallaşır. İslami inanç, öğretiler ve pratikler, yeni kent hayatının siyasal ve sosyal dünyasını anlamada bilişsel araçlar sağlamak için yeniden yorumlandı. Bu bağlamda dinî gruplar, gündelik hayatı düzenleyebilecek gelenekler ve anlamlı davranışlar için standartlar belirleme aracı olarak İslam’dan yararlandılar. Bu süreçte din, olayları ve sosyal etkileşimleri birbiriyle ilintilendiren bir semboller ve normlar kümesi sunarak bir kimlik ve cemaat oluşturma zemini oldu (Yavuz, 2005, s. 118). Öte yandan gecekondular geleneksel kültürde önemli bir sosyal ilişkiler ağı sunan mahalle olgusuna benzer destek mekanizmaları ile farklılaşmaktaydı. Mahalle, geçmişte idari birimden daha fazla bir şey olarak sıkı bir sosyalleşme ve cemaat ortamını ifade etmekte ve ilk eğitimin verilmesinden, doğumların kutlanmasına, evliliklerin düzenlenmesinden, cenaze törenlerinin yapılmasına kadar günlük hayatın bütün önemli anlarının yaşandığı bir çerçeveydi. Mahallenin odağını oluşturan cami aynı zamanda insanları birleştiren ve harekete geçiren özel bir kurumdu. Geleneksel mahallenin her şeyden önce ahlaki denetim sağlayan, sıkı bir ilişkiler sistemi, esnek ancak gayri meşruluklara izin vermeyen bir edep düzeni olduğunu anlıyoruz (Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, 1991b, s. 73). 1960-80 arasında hızlı kentleşme sürecine bağlı olarak şekillenen gecekondu semtleri, kırsal kesimden gelen insanlar için geleneksel mahallenin işlevlerinin bir kısmını temin edecek bir ortam sunuyordu. Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |227| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 80 öncesi gerçekleşen sosyokültürel ve ekonomik değişimler Türk toplum ve kültür hayatında kimliksel bir dönüşümün alt yapısını hazırlamıştır. Neticede bu dönem artık, kültürel düzlemde değişimlerin ortaya çıktığı, eksenini geleneksel ve dinî değerlerin oluşturduğu bir kimliğin yerine, ulus kimliğinin almaya başladığı bir evreye karşılık gelir. C. 1960-80 Arası Din-Siyaset İlişkisinde Dinî Hayat Siyasal açıdan bakıldığında 1960-80 arası çok partili hayatın ve askerî müdahalelerin şekillendirdiği ve etkilediği bir dönemdir. 1946'da başlayan çok partili siyasal hayat, silahlı kuvvetlerin 1960, 1971 ve 1980'de üç kere ülke yönetimine el koyduğu kesintiler içerisinde yaşanan bir demokratik gelişme sürecidir (Tunçay, 1985, s. 177). Yakın dönem tarihimizin bu evresinde din-siyaset ilişkisini belirleyen temel faktörlerden birisi, darbeler ve bunların sonrasında ortaya çıkan yasal düzenlemeler olmuştur. Bunun ilk adımı olarak 1961 Anayasası’na, dinî inançları açıklama ve yaşama özgürlüğü ile din özgürlüğünün kötüye kullanılması ve din istismarı konusu karşılıklı dengeler sağlanarak konmuştur. Süreç içerisinde dini nitelikli eylem ve olayların arttığı, bununla birlikte din ve vicdan özgürlüğü bağlamında da irtica tartışmalarının canlandığı görülür. Dinî hayat, siyaset ekseninde şekillenen sosyokültürel hayatla birlikte, günübirlik sosyo-politik gelişmelerden etkilenir. Siyaset ve din ilişkisinde bir yandan dinî motifli eylemlerin, diğer yandan dinsel etkinin, laiklikle ilgili sembollere yönelik eleştirilerin arttığı bir döneme girilir. Yine bu dönemde Nurculuk, Süleymancılık, Nakşibendilik, Ticanilik ve Kadirilik gibi bazı tarikatlar ve akımlar resmi raporlara ve soruşturmalara konu olur. Öte yandan din-siyaset ilişkisinde bir dönüm noktası olarak kabul edilen Milli Nizam Partisi de 1970’te kurulur. Osmanlı’da Batılılaşma hareketlerinin başlamasından sonra, kısa dönemler dışında, hep muhalefette olan “İslamcılar”ın oluşturduğu önemli ilk siyasal örgüt olan MNP, küçük esnaf, tacir ve sanayicilerden oluşan toplumsal kesimlere dayanır. Partinin gayriresmî söyleminde, Müslümanları ezen ve sömüren “kapitalist sermaye düzenine” karşı, İslami adalet ve eşitliği getirme iddiaları öne çıkar. Dinî cemaatlerin bu dönemde aktif politikaya girişi MNP ile zemin bulur. Nakşibendi tarikatının önde gelenlerinden İskender Paşa Dergahı’nın ve bizzat onun şeyhi Mehmed Zahit Kotku’nun MNP’nin kurulmasını tasvip ve teşvik etmesinin yanısıra, başka Nakşi şeyhleri ve diğer tarikatlar ile özellikle Anadolu’ya yayılmış bulunan irili ufaklı dergahların bir kısmı, Nurculuğun önemli bir bölümü MNP’de başından beri yer aldı ya da daha sonradan dâhil oldu (Gözaydın, 2009, s. 41-42). 12 Mart 1971 askerî müdahalesinin ardından Anayasa Mahkemesi MNP’yi kapatır. MNP’nin yerine kurulan MSP ise, 1973’ten 1977 Celaleddin ÇELİK |228| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 yılına kadar değişen iktidarların hep koalisyon ortağı olarak varlığını sürdürür (Tarhanlı, 1993, s. 31-34). 70’li yıllarda din ve siyaset eksenindeki siyasi tartışmalar ve yansımalarındaki yükseliş dikkat çekicidir. 1973’te bu hareket yabancı sermaye bağımlılığına karşı çıkıyor, ağır sanayi ve faizsiz bankacılık gibi İslami esaslara dayalı ekonomi talebiyle dikkatleri çekiyordu. Ahmad’a göre “Siyasal İslamcılar” bu dönemde adeta “İslami sosyalizm” düşüncesine daha yakın durmaktadırlar. Sözkonusu eğilim, muhalif seçmenlere açık bir İslami radikalizmden daha yakın gelmekteydi. Bu dönemde yükselen siyasal İslam’ın ve karşı-seçkinlerin tehdidi, artık giderek daha fazla ciddiye alındı (Ahmad, 2010, s. 171). Dönemin siyasal gelişmeleri Türkiye’de din ve siyaset ilişkisinin 1960’ların sonlarına doğru niceliksel bir gelişme kaydettiğini göstermektedir. Bu durumun temelinde kültürel farklılaşmalarla birlikte, özellikle hızlı sosyoekonomik değişimlerin bulunduğu söylenebilir. Turan’a göre sosyoekonomik değişimin sonuçları, kültürel değişimden daha fazla olarak dinin ideolojiye dönüşmesine etki etmiştir (Turan, 1993, s. 56-57). Öte yandan bir başka yaklaşım ise dinin siyasetteki artan etkisini 1961 anayasasının sağladığı geniş sivil özgürlüklerle açıklar. Bu sayede İslami örgütler ve hareketler, sağ partilerin dışında kendi örgütlerini kurmaya ve sosyokültürel faaliyetlerini gerçekleştirmeye başlarlar (Yavuz, 2005, s. 55). Kabul etmek gerekir ki dinî oluşumların siyasete olan ilgisi, geçmişte dinî grupların ve dini eğitimin niteliği değişen şiddetli baskılar yaşamasıyla da ilgili bir tepkiselliğin izlerini taşır. 1960 sonrası değişen Türk toplumunda dinin de işlevleri ve algılanma biçiminde de farklılaşmalar söz konusu olmuştur. Türk siyasetinde çok partili dönemin başlamasıyla din-siyaset ilişkisi de kendini demokratik hayata daha fazla yansıtacak şekilde gelişti. Bazı yaklaşımlara göre siyaset sahnesinde dinî motifli partilerin ortaya çıkması, salt sosyoekonomik değişimle açıklanmaktadır. Bu yaklaşıma göre kapitalist gelişmenin çok yönlü bir etkileşime yol açtığı bu süreç Türkiye’nin gelişmiş bölgelerindeki bir kısım küçük çiftçi, esnaf, küçük ve orta sınıfın örgütlenme hareketine sahne olmuştur. Süreç içinde farklı İslami anlayış ve eğilimlerin katılımıyla zenginleşen bu hareket, kapitalizmin ve egemen sınıfların iç çelişkileri nedeniyle dinin egemen sınıflara karşı bir araç olarak kullanılmasını gerektirmiştir (Yücekök, 1997, s. 28). Burada görüleceği üzere dinî nitelikli sosyal hareketleri ekonomik tepkilere indirgeme eğilimi, dinin sosyokültürel hayatla çok yönlü ilişkisini göz ardı etmektedir. Din özünde metafizik unsurlar taşımakla birlikte, sosyal ve kültürel dinamiklere nüfuz ederek hayatın içinde yaşayan bir olgudur. Ancak dinin toplumsal işlevlerinin Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |229| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 yanında sosyal meşrulaştırma gibi her dönem değişen bir boyutu da vardır. Örneğin bu dönemde İslami eğilimler, bir yandan Batıcı modernleşmenin gerçekleştirdiği yapısal değişimlere bir tepkisellik içermiş, diğer yandan dinsiyaset ilişkisinde şekillenen bir kimlik mücadelesinde rol almıştır. Ayrıca uluslararası ilişkiler çerçevesinde Türkiye’nin konumunun belirlenmesi, doğu-batı çatışması bağlamında İslami kimliğin öne sürülmesi (Tarhanlı, 1993, s. 150), siyasallaşan din ya da dinî siyasetin söyleminde temel motif olarak belirginleşmiştir. 1960-80 arası dinî grup ve hareketlerin, önceki dönemden daha yoğun ve etkileşimli bir şekilde siyasetle ilişkileri öne çıkmaktadır. Siyasete yönelik bu ilgi ve ilişki eğiliminde yeni çok partili ve nispeten gelişen demokratik hayat etkili olmuştur. Ancak sosyolojik bakımdan dinin zaten modern toplumlarda bile siyasal davranışları etkileyen ana faktörlerden biri olduğu açıktır. Hızlı değişme karşısında ortaya çıkan ekonomik ve sosyal yoksunluklar ile değerler bakımından yaşanan boşluğun, dinî akım ve hareketlerce telafi edilmesi, dinin toplumsal işlevleriyle ilgili sosyolojik bir realiteydi. Din bir yandan gelişmenin sosyal ve ekonomik mağdurlarına tepkilerini ifade edebilecek kanallar açıyor, diğer yandan genişleyen siyasal katılım mekanizmalarıyla demokratik süreci ve modernleşme hareketini yönlendiriyordu (Tarhanlı, 1993, s. 149). Ancak dinî sosyal hareketler, modern mekanizmaları kendi talep ve hedefleri doğrultusunda kullanma eğilimine girdikçe, kendi geleneksel yapılarında da bir revizyon yaşamaya başlıyorlardı. Bu dönemde İslamcıların siyasal duruşu ve İslam algısı, öncekilerin şiddete dayanmayan muhafazakâr geleneğine uygun biçimde, kitabî din ve halk dindarlığının kısmi bir modernlik anlayışı içinde eklemlenmesini ifade eder. Bu gelenek bir bakıma Türkiye İslamcılığını Ortadoğu’daki benzerlerinin aksine devrimci-ihtilalci ve şiddet eğilimli çizgilerden uzak tutmuştur. 1960 askerî darbesi, diğer akımlar gibi İslamcılığın da ikinci nesline imkân veren politik bir ortam yaratmıştı. Bu süreç, iktisadi ve kültürel temeli dine dayanan bir söylem örüntüsü etrafında, belirli bir sosyoekonomik sınıfı veya sosyal tabakayı temsil eden siyasi bir hareketi ortaya çıkarmıştır. İslamcılar, dini bu dönemde daha çok kültürel bir unsur olarak ele almışlar, ancak bunu siyasal iktidarı meşrulaştıran bir araç olarak kullanmışlardır. Burada çok partili döneme geçişle beraber İslamcılığın yaşadığı değişim, politik söylemin ağırlıklı olarak kültür kurucu söyleme doğru evrilmesi şeklinde olmuştur (İnceoğlu, 2009, s. 5-6, 32). 1950-70 arası İslami sosyal hareketler İslam’ı bir din olmaktan çok bir medeniyet biçimi Celaleddin ÇELİK |230| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 olarak gören ve bu açıdan sosyal kimlikleri belirlemeye çalışan kültürel nitelikli oluşumlardır (Yavuz, 2005, s. 21). Çok partili hayata geçişle birlikte dinî nitelikli medya ve yayınların etkisi ve yoğunluğu da artış göstermiştir. Bu dönemde yayınlanan İslami dergilerin ana temasını, Kemalizmin laikçi kültürel politikalarına yönelik eleştiriler oluşturur. DP döneminde gevşeyen laiklik politikaları ve kırsal kesimin yoğun göçüne sebep olan hızlı kentleşme olgusu, İslam’ı kentlerin günlük hayatına görünür formlarıyla daha belirgin bir şekilde sokar. Bu durumun toplumsal alandaki açık göstergeleri, Kuran Kursları ve tarikat faaliyetlerinde nispi bir artış olarak tezahür etmiştir. İslami fenomenlerdeki bu canlanma ve uyanış durumu, halkın geleneksel İslam’ı yaşama konusunda ulaşmış olduğu rahatlama ve serbestlikle de bağıntılıdır (Zürcher, 2000, s. 340). Türkiye'de kültürel ve dinî hayatta 70'li yıllardan itibaren giderek siyasallaşan bir dil ve söyleme paralel olarak dinî düşünce alanında da muhafazakârlık ve radikallik eğilimlerinin güçlendiği belirtilmelidir (Öztürk, 2009, s. 10). Bu eğilimler, Seyyid Kutub, Hasan el-Bennâ ve Ali Şeriatî gibi isimlerden yapılan çevirilerle tepkisel nitelikli bir siyasal dil ve söylem alanının etkisine girerler. D. 1960-80 Arası Dinî Gruplar ve Hareketlerle İlişkisi İçinde Dinî Hayat 1. Tarikatlar ve Tasavvufî Hareketler Türkiye’de dinî hayat, sosyokültürel ve tarihsel süreçte önemli etkilere ve temellere sahip olan tarikatların ve tasavvufi hareketlerin zamanla değişen faaliyet ve etkinliklerini de içerir. Türk Müslümanlığının başlangıç itibariyle Anadolu’ya taşınmasında ve yaygınlaşmasında etkili bir rol oynayan tarikatlar, Selçuklu ve Osmanlı dinî hayatı içinde ayırt edici bir özellik olarak varlığını sürdürmüştür. Cumhuriyet’le birlikte tarikatlar ve halk dindarlığındaki kurumsal yansımaları olan tekke, zaviye ve hankâhlar, toplumsal yozlaşma ve gerilemenin sorumlusu olarak görüldükleri için yasaklanır. Bu süreçte tarikatlara yönelik modernist İslam düşüncesinde içeriden yapılan eleştirilerin de katkısının olduğu söylenebilir. Nitekim İslam dünyasının gerilemesinde, yozlaşmış geleneklerle birlikte tasavvufla özdeşleşen uhrevi zühd eğilimleri bu durumun sorumlusu olarak öne çıkarılıyordu. Ancak faaliyetlerinin yasaklanmasına rağmen, tarikatlar kırsal köy ve kasabaların yanı sıra şehirlerin çevre semtlerinde âdeta bir “paralel din” gibi varlığını sürdürmüştür. Tarikatların İslam öncesi inançları ve gelenekleri sürdürmeye imkân veren manevi ve senkretik yapısı nedeniyle, başlangıçta İslam’ı göçebe Türk Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |231| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 kültürüne benimsetme yolunda bir hayli işlevleri olmuştur. Bu işlevlerin sonraki dönemlerde de farklılaşarak devam ettiği söylenebilir. Nitekim bu bağlamda onlar halk dindarlığının ahlaki, uhrevi, zahidâne yaşayış, kahramanlık, yiğitlik ve alperenlik gibi kodlarının nesiller boyunca taşınmasına aracılık etmişlerdir. Tasavvufi hareketlerin dini, sade, gösterişsiz ve samimi bir şekilde yaşama hedeflerine bağlı zühd karakteri, onların hem ayrı bir dinî grup olarak yapılanmalarını sağlamış, hem de bazı toplumsal kriz ve değişim dönemlerinde mahrumiyet yaşayan kesimler için sığınak işlevlerini güçlendirmiştir. Tarikat ve tasavvufi oluşumların kendilerini dayandırdıkları irfâni bilgideki manevi, bâtıni ve deruni boyut, zaman zaman sosyal ve doğal krizlerle karşılaşan toplulukların kendilerini bu durumdan kurtaracak bir imam veya mehdi beklentilerini de harekete geçiren bir potansiyel anlamına geliyordu. Osmanlı Dönemi’nde tarikatların devletçe tanınan ve denetlenen bir meşruiyeti bulunuyordu. Bu meşruiyet, tarikatların yeni fethedilen topraklarda İslam’ın yayılması ve dinî hayatın düzenlenmesi, aynı zamanda bir düşman saldırısına karşı halkın savunulması ve mücadelenin organize edilmesi gibi bir destekle karşılık buluyordu. Osmanlı’nın son dönemlerinde toplumsal kurumlarda görülen yozlaşma ve çözülme ile tekke ve dergâhlar gibi tarikat faaliyetlerinin merkezlerini oluşturan yerler arasında kurulan ilişki, Cumhuriyet döneminde buraların yasaklanması (1924) yönünde bir kararı ortaya çıkardı. Şeyh Sait İsyanı ve Menemen olaylarında sorumlu görülmeleri nedeniyle faaliyet ve etkileri tamamen yasaklanan tarikatların, 1950’den sonra çok partili hayat ve laiklik politikalarında baskının azalmasıyla, diğer dini gruplarla birlikte tekrar bir canlanma içine girmişlerdir. 1950’lerin DP hükümetleri, önceki dönemlere göre tarikat faaliyetlerine nispeten müsamahalı davranmışlardır. Değişimin ekonomik ve kültürel yansımalarının ortaya çıktığı bu dönemde özellikle kırsal ve çevresel alt sosyal kesimlerde ilgi gören tarikatların, 60-80 arasında da benzer sosyal tabana dayandığı anlaşılmaktadır. Weber’in de vurguladığı gibi tarikatlar mensuplarına “kurtulmuş ve seçilmiş olma” gibi bir manevi seçkinlik payesi vererek, maddi alanda yaşadıkları mağduriyet ve mahrumiyetleri telafi edebilmektedirler (Thompson, 2004, s. 71-72). Ancak tarikatların işlevleri bunlarla sınırlı değildi, zira tarikatlar mağduriyet duygusu yaşamayan kesimlere de hitap etmekteydi. Özellikle hızlı değişim dönemlerinde dinî cemaat ve tarikatların nispeten güç kazanmaları önem taşımaktadır. Türk toplumunun bütün kurum ve yapılarıyla değiştiği 1960-80 arası, din anlayış ve pratikleri bakımından da dinî hayatın genelini ilgilendiren bazı Celaleddin ÇELİK |232| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 farklılaşmaların karşılık bulduğu bir dönemdir. Söz konusu dönemde siyasal yapı, çok partili hayat, siyasi çekişme ve çatışmalar, askeri muhtıra ve darbeler dönemi olma bakımından devlet aygıtında oldukça önemli hareketliliklerin ve kırılmaların yaşandığı bir evredir. Bu dönem aynı zamanda toplumsal ve kültürel bağlamda da köklü değişimler, sarsıntılar ve çatışmaların yoğunlaşmasına sahne olur. Söz konusu değişimler tarım toplumundan sanayi toplumuna ya da cemaatten cemiyete bir geçiş gibi basitçe ikili bir ayrımla izah edilemeyecek kadar çok yönlü ve çok katmanlı bir süreci yansıtır. Toplumun sosyokültürel yapısında meydana gelen değişmeler, insanların dinden kaynaklanan algı, tutum, davranış, zihniyet ve dünya görüşlerinde de döneme özgün farklılaşmalara yol açar. Dinî hayatın değişimi toplumsal alanlara, kesimlere veya dönemlere göre hem dindarlık hem de sekülerlik bakımından değişen karşıt kutupları üretmiştir. 60’lı yıllarda sanayileşen Karadeniz Ereğli’sinde yapılan bir araştırmanın verileri, sanayileşme ve kentlileşmenin insanlardaki “kaderci tutumların” azalmasına etkilerini tespitle (Kıray, 2000, s. 267) genel sekülerleşme eğilimine işaret etmektedir. Ancak dindarlığın ideolojik ve siyasal değişimlere karşı direnç göstermesi bakımından 1970-72 yılında aynı yerde yapılan bir başka araştırma ise çarpıcı sonuçlar içermektedir. Burada önceden bulunan ve geleneksel formlarında yaşayan Nakşibendiliğin, sosyo-ekonomik gelişmeyle birlikte topluma yayılan yabancı değerlere ve kültürel istilaya karşı tepkileri organize etmesi (Vergin, 2000, s. 43-65), bir bakıma dinin sosyokültürel ve ekonomik değişmelerle girmiş olduğu etkileşimi göstermesi bakımından önemlidir. Türk tarihinde Nakşibendi tarikatının çok uzun bir geçmişi vardır. Tarikat, Osmanlı’nın son döneminde ve Cumhuriyet’in ilk zamanlarında bazı isyan ve ayaklanmalarla kurulan ilişkisi nedeniyle tartışmalı bir imaja sahiptir. Nakşibendilik temelde, bireyin müminler cemaati içinde dindarlığını canlı tutmaya yönelik sûfi doktrini ve pratiğine rağmen tarih boyunca siyasetle hep ilgisi olmuştur. Tarikatın gösterişli zikir ve ayinlerden kaçınması, dışa yönelik vecdi içe yönlendirme eğilimi Türkler arasında yayılmasının temel sebeplerinden biridir. Nakşibendiliğin diğer tarikatlardaki batıni eğilimlerin aksine, dünya ahiret dengesine yönelik vurgusu Osmanlı’yı da etkileyen bir Hint-Müslüman diriliş hareketinin kaynağı oldu. Osmanlı’da Nakşibendilik uzun süre uzlaştırıcı ve bütünleştirici amaçlara hizmet etti. Özellikle Nakşiliğin Hâlidi Kolu İstanbul’da Osmanlı hükümetlerinin üzerinde etkili oldu. Hâlidi Nakşibendiliği Türkiye’de Necip F. Kısakürek’in Büyük Doğu Dergisini çıkarmada ve Doğuda bazı medreseler yoluyla “çevrenin merkeze harekete Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |233| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 geçişi”nde, genelde ise 19. ve 20. yüzyılda İslam’ın yeniden canlanışında önemli bir etkisi vardır. Nakşi Şeyhi Mehmed Zahid Kotku’da 1958’den 1980’de ölünceye kadar Diyanet bünyesinde görev yaptığı İskender Paşa Camiinde bir grup insanı çevresinde topladı. Bu kişiler sonradan 1970 ve 80’lerde Türk siyasi hayatında önemli rol oynadılar (Mardin, 1993, s. 80-87). Öte yandan Nakşiliğin menkıbevî boyutunu öne çıkaran bazı dergâhlar da bu dönemin cazibe merkezleri arasına girer. Çakır’ın belirttiğine göre, 1970’li yıllarda İstanbul’un taşradan ve daha çok Karadeniz illerinden gelen insanlarının yaşadığı bir bölgesinden Adıyaman Menzil Dergâh’ına otobüslerle ziyaret seferleri yapılır. Bu tarikatın, küçük esnaf kökenli insanları, içki, kumar vb. kötü alışkanlıkları olan çok sayıda kişiyi kendine çekerek onların yaşam tarzlarında dinî bir dönüşüme yol açtığı görülür. Ziyaretler neticesinde değişerek dönenler tarikatın propagandasını yapıyorlar, yüksek bir keramet ve menkıbe kültürünü aktarıyorlardı. Ziyaret için, İstanbul dışında Anadolu’nun diğer kentlerinden, kasaba ve köylerinden çok sayıda insanın Menzil köyüne gittikleri anlaşılmaktadır (Çakır, 1992, s. 65-66). Burada hızlı kentleşmenin kişilik katlarında yarattığı sosyopsikolojik sorunların telafisinde Menzil tarikatı, kerametçi, menkıbevî bir dindarlık anlayışını yükselterek ziyaretçiler için bir anlamda cazibe merkezi oluyordu. II. Dünya Savaşı’ndan sonra tarımda başlayarak gelişen büyük yapısal değişmeye paralel olarak dinî sosyal hayatta da gerek organizasyonel düzeyde gerekse değerler, davranış biçimleri ve dünya görüşü düzeyinde değişimler yaşanmıştır. Bu döneme özgü olarak “İslami yeniden canlanış” şeklinde durum aslında dinin farklılaşan toplum yapısında değişerek yeni bir tarzda kendisine yeni bir konum edinme sürecidir. Eski toplum yapısında din, geleneksel olanla iç içedir. Ancak farklılaşan, uzmanlaşan ve örgütleşen toplum yapısı içinde gelenekselden kopan din, bu yeni yapı içinde yeni bir konum kazanmıştır. Bu değişimin en önemli iki boyutu farklılaşma ve dinin modern toplumda muhafazakâr bir ideoloji olarak önem kazanmasıdır (Atacan, 1990, s. 135). Bir başka deyişle din, bir yandan kişilik ve kültür katlarında oluşan boşlukları telafi ediyor, diğer yandan ideolojik bir misyonla da kimlik ihtiyacını karşılıyordu. Modernleşme sürecinin hızlandırdığı kimlik sorunu, dini grup, hareket ve cemaatlerle farklı bir boyut kazanıyordu. 2. Dinî Sosyal Hareketler, Gruplar ve Cemaatler 1960-80 arası Türk dinî hayatında, özellikle 60’lardan sonra demokratik özgürlüklerin nispi artışıyla tarikatlar ve cemaatler gibi dinî Celaleddin ÇELİK |234| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 grupların hareket ve faaliyetleri açısından geniş bir toplumsal alan açılır. Sosyokültürel yapıda demokratikleşmeye paralel olarak, sosyal ve siyasal alanda dine referanslı oluşumlarda niceliksel bir artış ortaya çıkar. Özellikle 70’li yıllarla birlikte kültürün siyasallaşması süreci, çoğu sömürge sonrası baskıcı yönetimler altında yaşayan Müslüman yazar ve düşünürlerin radikal devrimci söylemlerini esas alan eserlerin çevirileri, Türkiye’de dinî grupların düşünce dünyasında derin izler bıraktı ve bir yandan da onların siyasallaşmasını hızlandırdı. Esasen bu süreçte kentleşme, sanayileşme, kitle iletişim ve ulaşım araçlarının yaygınlaşması, hem geleneksel dindarlık anlayış ve pratiklerinde seküler etkileri canlandırdı, hem de bu yeni dönemin şartlarına cevap vermeye çalışan dinî grupların söylemlerinde ve eylemlerindeki modernliğin etkileri arttı. Kitle iletişim araçlarının, basınyayın, dergi ve kitaplar, radyo ve televizyon yayınlarının çoğalması ve kitlesellik kazanması, halkın dinî hayatında ikili bir etki yarattı. 1960’lı yıllardan sonra Türkiye’de dini gruplar, taleplerini siyasi bir dille formüle etmekten kaçınan ve aynı zamanda diğer İslam toplumlarındaki hareketlerle ciddi bir bağ kurma isteğinden uzak bir girişimi temsil ediyordu. 1960’tan sonra ortaya çıkan göreli özgürlük ortamında, öncelikle çoğu Arapça’dan yapılan tercümeler aracılığıyla İslami hareketler hem kendi siyasi eğitimine hem de diğer Müslüman toplumlarla yoğun biçimde tanışmaya başladı (Çiğdem, 2005, s. 28). 1960’lı yılların sonlarına doğru ise Türkiye’de siyasal talepleri ağır basan ve toplumsal düzeni değiştirmeye yönelik radikal dinî akımların (Hizbu’t Tahrir vb.) ortaya çıktığı görülür. Radikal dini akımlar, ağırlıklı olarak Batı’nın kültürel ve siyasal eleştirisini yaparak geleneklerden arınmış saf İslam’a dönüşü savunurlar. Bu akımların dilinde modernite, daha çok yozlaşma, ahlaksızlık, eşitsizlik ve sömürü gibi yansımalarıyla eleştirilerek, yaşanan sosyo-ekonomik ve kültürel değişimin sarsıcı sonuçları ile Batıcı iktidar seçkinleri ve Batı modernliği kötülüklerin sorumlusu olarak görülür. 1980’lerden önce bazı radikal İslami hareketler siyasi iktidarı ele geçirmeye yönelik devrimci stratejileri benimsemelerine karşın, 1980’lerden sonra ise söz konusu siyasi iktidarı ele geçirme stratejisi yerine, ağırlıklı olarak dini grupların çoğu cemaat oluşturma ve bireylerin iç dünyalarını dönüştürme yoluyla kültürel boyutu ağır basan bir İslamileştirme eğilimine kayarlar (Kepel, 1992, s. 11). Ancak devleti ele geçirme yerine bireyleri dönüştürme tavrının ortaya çıkışını 1946’lı yıllara kadar götürmek mümkündür. Esasen devrimci bir yöntemle devleti ele geçirme ve toplumu yukarıdan aşağıya düzenleme eğilimi, Türkiye’de dinî gruplar içinde hiçbir zaman ciddi bir taraftar kitlesi bulamamıştır. Bu anlamda Türkiye’de Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |235| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 1980’lerden önce de sonra da yukarıdan aşağı şiddetle devleti ele geçirmeye yönelik devrimci bir strateji benimsemiş önemli hiçbir hareket olmamış, olanlar da marjinal kalmışlardır (Taslaman, 2011, s. 181, 187). Bu dönemde etkin dinî oluşumlardan birisi de Nur Hareketidir. Hareketin kurucusu Said Nursi, II. Abdülhamid, İttihat ve Terakki hükümetleri, Cumhuriyet’in tek parti dönemi ve çok partili demokrasi döneminin ilk 15 yılı gibi dört ayrı dönemi yaşamıştır. Onun özellikle 1926’da İsparta-Barla’daki sürgün döneminde yazmaya başladığı Risale-i Nur külliyatı ölümüne (1960) kadar devam eder. Nurculuk hareketinin temelini ve simgesel kodunu oluşturan Risale-i Nur’lar, farklı dönem ve şartlarda cemaatin de var olma sebebini teşkil etmiştir. Said Nursi, Risale-i Nur Külliyatını, şüphecilik ve materyalizm gibi zamanın din karşıtı akımlarına ve eğilimlerine karşı İslami prensipleri korumak amacıyla yazdığını belirtir. Bu konuya önem vermesinin sebeplerini açıklarken, modern Batı toplumunun bir bunalım yaşadığını ve bu manevi buhranın bütün dünyaya yayıldığını söyleyerek, çürümüş ve iflas etmiş Batılı teorilere karşı İslam toplumunu itikadi açıdan ayakta tutmaya çalışmanın yegâne yol olduğunu savunur. Risale-i Nur Külliyatının eksenini İslam’ın geleneksel öğretilerini modern düşünce tarafından kabul edilebilir hale getirme anlayışı oluşturur. Bu amaçla ontolojik temelleri sağlamlaştırmaya yönelik ölüm, ahiret, yeniden dirilme gibi metafizik konular ve inançların gerçekliğini bilimsel referanslarla ortaya koyma amacı öne çıkar. Bu yaklaşım başta üniversite öğrencileri, eğitimli orta sınıf şehirliler, memurlar, esnaf ve tüccardan oluşan toplumsal kesimleri cezbeder. Risale-i Nur’lar aynı zamanda İslam dünyasının güncel sosyal, siyasi ve ekonomik sorunlarına da ilgi göstermekte, çözülme ve çöküşe engel olabilecek yegâne gücün İslam olduğunu dile getirmektedir. Modern dünyayla başa çıkmanın yolunun, taklidi değil tahkiki bir imanla gerçekleşeceğini eksen alan yaklaşım, bu amaçla dinî konuları pozitif bilimlerle ilişkilendirmekte, Kur’an ayetlerinin bilimsel verilerle yeniden incelenmesi, inanç ve ibadetlerin şekillerinden ziyade, ilahi hikmetiyle ilgilenilmesi gibi bir yöntemi öne çıkarmaktadır (Sitembölükbaşı, 1995, s. 116-119). Mardin’in de işaret ettiği üzere, Nur Hareketi, Cumhuriyet’in laikliğine ve yeni açılan dünyaya katılmakta zorluk çeken toplum kesitleriyle kırsal alanda etkili olmuştur. Nursi bu kesimdekilere İslam üzerine kurulu, fakat içinde tasavvufi izler görülen bir “Kur’an’a dönüş” sunmuş, zamanla etkisi şehirlere de yayılmıştır. Nur hareketi 1960 ve 70’lerde destek ilişkileri ile politikada etkin olmuştur (Mardin, 1991b, s. 34). Celaleddin ÇELİK |236| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 Said Nursi’nin 1960’ta ölmesinden sonra Nur Hareketinin temel hedefi Nur Risalelerini basma ve yayma olduğu için, medya faaliyetine büyük önem verilmiştir. Bu amaçla zaman zaman sıkıyönetim tarafından toplatılan ve kapatılan gazetelerle yayın faaliyetinde bulunulmuştur. 1971 askerî müdahalesinin ardından hareket için önemli dönüm noktası olan günlük Yeni Asya gazetesi yayın hayatına atılır. Medyatik yapılanma ile Nur Hareketi ve özellikle Yeni Asya çizgisi siyasetle içli-dışlı bir hâle gelmiş, kendilerini “demokrat misyon” adını verdikleri bir tavırla özdeşleştirmişlerdir. 1978 yılında ise yayın hayatına atılan Sızıntı isimli dergi ise hareket içinde Fethullahcılar şeklinde bilinen yeni yapılanmanın yayın organı olur. Bu dergi de Said Nursi’den miras alınan iman hakikatlerini anlatma geleneğini sürdürmeye yönelik bir içerik taşıyordu. 1970’li yılların başlarında İzmir’de vaazlar veren ve zamanla çevresi genişleyen Fethullah Gülen, 1970’li yılların ortasında siyaseti her şeyin önüne koydukları ve “iman hakikatlerini” anlatmaktan uzaklaştıklarını düşündüğü Yeni Asya grubundan ayrılır (Çakır, 1992, s. 88-114). Gülen Cemaati olarak tanımlanan ve 80 sonrası dönemde sivil alanın yanısıra devletin kritik kurumlarında da gizli bir şekilde örgütlenmeye çalışan grup, süreç içerisinde siyasal ve bürokratik mekanizmaları kullanarak aşırı güç devşirmiştir. 80 sonrası sivil ve sosyal alanda hegemonik bir güç haline gelmesi ve özellikle 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsündeki rolü nedeniyle FETÖ adını alan bu yapının değerlendirilmesi ayrı bir makale konusudur. Dönemin diğer aktif dinî gruplarından olan Süleymancılık ise, çocuklara ve gençlere Kuran öğretme amacıyla oluşturduğu mekânlarda talebe yetiştirme amacını güdüyordu. Süleymancılar 1946’da Kuran kurslarına yasal izin verilmesiyle gizli faaliyetlerini alenileştirirler, Kuran Kursları vasıtasıyla yetiştirdikleri öğrenciler Diyanet İşleri Başkanlığı çerçevesinde müftü, vaiz, imam, müezzin, Kuran Kursu öğretmeni olarak çalışırlar. Ancak 1951 yılında ilk imam-hatip liseleri açılır ve 1958’de bu okullar mezun vermeye başlar. 1965 yılında yürürlüğe giren 633 sayılı Diyanet Teşkilatı Kanunu, bu kursları bitirecek bir darbe vurur. Kanunla zor duruma düşen Süleymancılar 1966 yılında üç derneğin girişimiyle Türkiye Kuran Kursları Koruma ve İdame ettirme Dernekleri Federasyonu’nu kurarlar. Süleymancılar rakiplerini “mezhepsizlik, vehhabilik ve İslami bilgilere vâkıf olmamak”la, rakipleri de onları “hurafeci ve devlet düşmanı” gibi ithamlarla suçlarlar. Türkiye’de Kurs ve Okul talebelerine yardım Dernekleri Federasyonu’na bağlı dernekler etrafında çalışan Süleymancılar, Avrupa’da da Türk işçilerinin çalıştıkları ülkelerde yapılanmışlardır. Süleymancıların yurt şeklinde yapılandırdıkları kurslar, öğrencilerin Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |237| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 barınma, beslenme gibi sorunlarını çözerek yoksul ve dindar ailelerin çocukları için ekonomik açıdan geniş imkânlar temin ediyordu (Çakır, 1992, s. 127-135). Bu dönemde ortaya çıkan dinî gruplar ve hareketleri siyasetle ve günlük hayatla ilişkileri bakımından “devlet merkezli” ve “toplum merkezli” (Yavuz, 2005, s. 21 vd.) olmak üzere iki ana eğilimde ayırt etmek mümkündür. Devlet merkezli hareketler ve gruplar, her şeyden önce devletin ideolojik ve kurumsal aygıtlarını bir devrim ya da siyasal süreçle ele geçirerek toplumun dinî, sosyal ve kültürel hayatını yukarıdan aşağıya değiştirmeye çalışan yaklaşımlardır. Bu hareketler büyük ölçüde siyasal kültürümüzdeki kimlik belirleyici sosyal politikalardan etkilenmiştir. Diğer eğilim ise bireysel davranışlar ve sosyal ilişkileri değiştirmek için toplumu içerden dönüştürmeye çalışır. Bu bağlamda Nur hareketi ve sûfi tarikatları, bireyler yeniden kurtarılırsa, daha geniş bir toplumsal dönüşümün mümkün olacağına inanır. İçe dönük tefekkür hareketleri olarak değişimin öznesi olan bireye odaklanırlar. Dolayısıyla, bu gruplardaki “kişisel kurtuluş” sosyal değişimin anahtarı olarak görülmektedir. Ancak bu eğilim içinde gündelik hayat merkezli diğer dini oluşumlar ise geleneksel ve modern iletişim ağlarını birlikte kullanırlar. Sosyoekonomik etkileşime açık, refaha meşru yollardan ulaşmaya çalışan ve piyasayı önemseyen bir tutum içerisindedirler. Bu yüzden hayatın bütün alanlarına katılımı teşvik ederler (Yavuz, 2005, s. 50). Bununla birlikte bu eğilimin daha çok 80 sonrasında ve özellikle dönemin gelişen sosyo-politik kültürüne eşlik ettiğini söyleyebiliriz. 3. Dinî Söylemin İdeolojik Kaynakları 1960-80 arası Türkiye’de dinî hayat üzerinde etkili olan İslami hareketin yerli entelektüel kaynakları arasında N. Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Ali Bulaç, Rasim Özdenören gibi isimleri saymak mümkündür. 1970’lerle birlikte postmodernizmin de etkisinde olan Ali Bulaç (1951-), Rasim Özdenören (1940-) ve İsmet Özel (1944-) gibi yeni Müslüman aydınlar, tarihsel geçmişi (Osmanlı) yücelterek, Kemalist “medeniyet” projesini reddetmeye ve müstakbel Müslüman toplum için yeni bir vizyon sunmaya çalışırlar (Yavuz, 2005, s. 162). Ancak bu dönemin temel bir özelliği de daha çok Arapça ve Farsçadan yapılan çevirilerin İslamcı kesimler üzerinde büyük etkiler bırakmasıdır. Seyyid Kutup’un Mısır’da hapisteyken yazdığı Fizilal’il-Kur’an isimli tefsiri, Türkçe’ye çevrildikten sonra özellikle o dönemde yetişen İmam Hatip nesli üzerinde derin etkiler bırakacak kadar yaygınlığa ulaşmıştı. Hasan el-Benna, Seyyid Kutup ve Ali Şeriati gibi yazarların despotik Müslüman ülke rejimlerine karşı Celaleddin ÇELİK |238| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 mücadelelerinde şekillenen yer yer radikalizme kayan özgül söylemleri, 80 öncesi Türkiye’deki İslami hareketin siyasallaşmış dindarlık anlayışına etkide bulunmuştur. Yerli düşünürler Sezai Karakoç ve Necip Fazıl’ın eserlerinde ise Batı medeniyetine ve modernliğe yönelik eleştirilerle birlikte Türk İslam medeniyetini, bir vahiy ve hakikat medeniyeti olarak yorumlama eğilimi baskındır. Ancak İ. Özel, İslam’ın medeniyet olarak öne çıkarılmasını eleştirir, ona göre medeniyet bir sınıflaşma, sömürü ve bozulmayı içerdiği için Batılı üstünlük bilincini pekiştirmektedir. İslam Medeniyeti söylemi bir bakıma dönemin İslamcı düşüncesinde “Kaynaklara ve Asrı Saadete dönüş” anlayışını gösterir (Duran, 2005, s. 151-152). Modern siyasal ve kültürel kurumları eleştiren, Türkiye’de hayat tarzının İslamileşmesini savunan yeni Müslüman aydınlar, çok partili hayatla birlikte düşünce dünyasında etkili olmaya başlarlar. Bu entelektüeller, klasik İslam düşünürlerinden bazı özellikleriyle ayrılırlar. Bu dönemin İslamcı aydınlarında İslam ile Batı arasında nasıl uzlaşma sağlanacağı sorunu reddedilmekte, Batı’da uygulandığı şekliyle modern bilim ve teknolojinin İslam’la bağdaşmazlığı savunulmaktadır. İslamcı aydınların düşünsel reflekslerinde, Türkiye’nin yaşadığı toplumsal değişimle ilgili hususlar belirleyicidir. Bu aydınlar 1960’lar ve 70’lerde Türk gençliği arasında kimliğin ideolojikleşmesine verilen tepkiyi temsil ederler. İslamcı aydınların bu dönemde etkin bir şekilde ortaya çıkışında, siyasal anlamda nispi bir demokratik ortamın oluşması ile sosyoekonomik anlamda kentleşme ve sanayileşmeye bağlı kültürel değişim ve modernlikle bağlantılı kimlik arayışları etkili olmuştur. Burada İslam, modernliğin çatışma halindeki yapılarına bir alternatif olarak algılanır. Ancak bu dönemde müslüman aydınların ve sosyal hareketlerin anladığı ve algıladığı İslam, artık geleneksel manada Türk ve Osmanlı birikimine dayalı değil, daha çok vahye ve yeni selefi yorumlara dayalı bir İslam tahayyülüdür (Meeker, 1993, s. 262-296). Bu süreçte eğitimin ve kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması, İslamcılığın dönüşümüne de bir zemin hazırladı. Böylelikle Türkiye Cumhuriyeti’nde kimliğin İslami bileşeni yeni bir önem kazandı (Yavuz, 2005, s. 146). Türkiye’de özellikle 1970’li yıllarla birlikte İslami dünya görüşüne dayalı gazete, dergi, kitap ve basılı yayınlardaki artışla birlikte entelektüel İslamcı şahsiyetlerin de çok miktarda kitap ve etkinlikleriyle bu süreci hızlandırmalarının geniş bir arka planı bulunmaktadır. Her şeyden önce 70’lerle birlikte küresel ölçekte başlayan bir modernlik krizinin ilk işaretlerinden söz edilebilir. Modernliğin İkinci Dünya Savaşı sonrası krizine karşı modernist ideolojik alternatiflerin tıkandığı ve yeni arayışların devreye girdiği bir tarihi yol ayrımı dönemidir. Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |239| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 4. Dinî Hayat İle Dinî Dernekler ve Sivil Toplum Etkileşimi Cumhuriyetin ilk yıllarında sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen vakıf sayısı, 1940’ların sonlarından itibaren giderek artar. Bu vakıflar genellikle İmam Hatip okulları, Kuran Kursları, camilerin yapım ve bakımı, İslami araştırmalar için burs temin etmek gibi dinî alanlara yönelikti. Vakıflara ek olarak, dinî kuruluşları, imam hatip okullarını, Kur’an Kurslarını ve Camileri inşa ve finanse etmek için çok sayıda özel dernekler de kurulmuştu. Sadece 1950-60 arasında cami yaptırma dernekleri Türkiye’de 5000 yeni caminin yapımını temin etmiştir. 1946’da dinî derneklerin sayısı 11 ve diğer bütün derneklere oranı %1,3 iken, 1960’ta sayıları 5104’e ve toplam derneklere oranı %29,7’ye yükselmiştir (Sitembölükbaşı, 1995, s. 104-105). Bu dönemde Türkiye’nin büyük şehirlerinde çeşitli amaç ve hedeflerle bağlantılı olarak kurulan dernekler arasında dinî nitelikli olanların sayısında bir artış yaşanmıştır. Kur’an Kursu, İmam-Hatip ve Yüksek İslam Enstitüsü Yaptırma Dernekleri, Din Görevlileri Yardımlaşma ve Dayanışma Dernekleri, Cami Yaptırma ve Onarım Dernekleri gibi derneklerin sayısı 70’li yılların sonlarına doğru hemen bütün yerleşim birimlerinde olmak üzere artmıştır (Günay, 1999, s. 164). 1950’li yıllardan sonra gelişen ve 60-80 arasında yaygınlaşan dini nitelikli dernekler ise, büyük ölçüde devlet dışında oluşmaya başlayan sivil toplumun hem dinî hem de yerel kültürel taleplerini karşılama (Tarhanlı, 1993, s. 149) potansiyelinin keşfedilmesidir. Din derneklerinin özellikle 70’li yılların başlarında, daha çok hem gelişmekte olan ve hem de küçük imalatçı, küçük esnaf ve ticaret erbabının yoğun olarak örgütlendiği şehirlerde yoğunlaştığı tespit edilmiştir. Dinî fonksiyonları yerine getirmek, dini kültür ve öğretiyi yaymak amacıyla kurulan din dernekleri, kişilerin özgür iradeleriyle oluşturulmuş sosyal ve siyasal katılım araçları olarak yaygınlaşmıştır (Yücekök, 1997, s. 44-46). Din dernekleri nispeten sanayileşme ve kentleşme sürecinin yapısal dönüşümlerini yaşayan, geleneksel hayat tarzının modern simgelerle karşılaştığı şehirlerin bir unsuru olarak tezahür eder. Kuşkusuz bu dönemde din derneklerinin sayısındaki artış, dinî hayatın anlaşılması açısından bir göstergedir. E. 1960-80 Arası Günlük Hayat ve Din Dinin, inanç, pratik, bilgi, tecrübe, ahlak ve toplumsal etkiler gibi boyutlarında insanların göstermiş oldukları bağlılık veya dindarlık düzeyi, dinî hayatın genel resmi hakkında bir gösterge oluşturur. 1960-80 yılları arası Türkiye’de dinî hayatın boyutları hakkında bilgi verebilecek az da olsa Celaleddin ÇELİK |240| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 bazı araştırma verileri bulunmaktadır. Örneğin 1975-77 yılları arasında Erzurum ve onun çevre köylerinde yapılan bir alan araştırmasının sonuçlarına göre, köylerde dinî hayatın şehirden daha geleneksel bir formda sürdüğü tespit edilmiştir. Araştırmaya göre, dinî inançlar ve pratiklere bağlılık kırsal alanlarda daha yüksektir. Bununla birlikte, şehrin geleneksel çevreleri olan orta ve alt tabakalarında köylerle karşılaştırıldığında oldukça canlı ve çok daha zengin geleneksel dinî yaşayışla karşılaşılmaktadır. Oysa kapalı, sınırlı köy ilişkilerinin hâkim olduğu kırsal kesimde insanlar hem sosyal hem de dinî yaşayış bakımından grubun belirleme ve etki alanının dışına çıkamamaktadır. Buna karşılık şehir hayatında kişiler sosyal yaşantılarında olduğu gibi dinî anlayış ve davranışlarda da grubun etki alanını aşabilmekte ve seçim yapabilmekte ve bireysel davranabilmektedirler. Söz konusu tespit, şehirleşmenin insan düşünce ve eylemleri üzerinde toplumsal kontrolün giderek zayıflamasını ve dinî yaşayışın da kişiselleşmesini göstermektedir. Bu süreçte modern hayat tarzı, rasyonel eğitim, teknolojik yenilikler, kitle iletişim ve ulaşımın yaygınlaşması ve mesleki organizasyonun karmaşıklaşması ile sosyal örgütlenme, davranış tarzlarında, dinî yaşayış ve tasavvurları üzerinde etkili olmuştur (Günay, 1999, s. 279-280). Bu dönemde toplumun diğer kesimlerinde de benzer eğilimler dikkati çekmektedir Nitekim 1968’de İzmir’de fabrika işçileri arasında yapılan bir araştırmaya göre, katılımcıların %50,3’ü kendilerini öncelikle Türk, %37,5’i ise Müslüman olarak gördüğünü belirtmişlerdir. Özellikle bir işçi kesimi arasında %40’a yakın bir oranın sosyal kimliğini “Müslümanlığından” aldığını belirtmesi önem arzetmektedir. Bu veriler geleneksel dokusundan uzaklaşan Türk toplumunda halk dininin, insanlara bir dünya görüşü ve kişisel denge yöntemi sağladığını göstermektedir (Mardin, Din ve İdeoloji, 1990, s. 121-122, 125). Sünni İslam Türkiye’de dinî hayatın büyük kısmını belirleyen tarihsel ve toplumsal temellere sahip ana akım dini sistemi ifade eder. İşlevsel tanımlarına baktığımızda, din, insan için dünyanın anlamlandırılması ve yorumlanmasını, bireylerin aidiyet ve kimlik kazandıkları toplumun bütünlüğünü temin eder (Furseth & Rapstad, 2011, s. 52-53). Toplumsal norm ve davranışların benimsenmesinde, kültürel eylem ve zihniyetin şekillenmesinde din, çok önemli bir sosyalizasyon işlevi görür. Bu bakımlardan İslam, Türk dinî tarihine baktığımızda dar anlamda sadece bir topluluğun dini olarak adlandırılmanın ötesinde, sosyo-psikolojik düzeyde bir kişilik ve kimlik tasavvuru temin eden temel bir kaynak olmuştur. Tarihsel, geleneksel algı kalıpları içinde din, Türk toplumunda kişilere Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |241| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 varoluş, hayat ve gerçeklik üzerine bütünsel bir dünya görüşü, bakış açısı ve inanç sistemi sunmuştur. Bu anlamda İslamiyet, bireylerin fikri kalıplarıyla birlikte, toplumsal ve siyasal hayata da etki yapan bir dindir. İslamiyet’in toplumsal yapının içeriğiyle yoğun bir ilgisi olduğu üzerinde sanki bir mutabakat vardır. Mardin’e göre de genelde yazılanlara bakılırsa İslamiyet’in yalnızca bir dini inançtan ibaret kalmadığı, toplumlardaki hayatı şekillendirdiği, siyasi yükümlülükler için temel sağladığı, kısaca gündelik hayatla toplumsal ve siyasal örgütlenmenin en küçük boşluklarına bile nüfuz ettiği anlaşılmaktadır (Mardin, 1992, s. 11-12). Dolayısıyla sadece siyasal aygıtta yapılan değişikliklerle inşa edilmeye çalışılan bir modernlik, insanların dinsel referanslarından hemen uzaklaşabilecekleri ya da dini bağlılığın zayıflayacağı anlamına gelmez. Nitekim 1960-80 arası dinî hayat, Türkiye’de dinin farklı toplum kesimlerinde farklı talep ve işlevleri yerine getiren bir çeşitliliği sergilemektedir. Ancak günlük hayata baktığımızda, kamusal ve siyasal alanda dinin artan siyasal taleplerle özdeşleşen görünümlerine karşın, orada daha çok Sünni İslam’ın halk dindarlığı kalıplarıyla birlikte, belli ölçüde dini bilgi ve otorite kaynaklarının çoğalmasıyla gelişen yeni dindarlık anlayışları da söz konusudur. Dinin halk katındaki görünümleri ise, mevlitler, ziyaretler, adaklar gibi yılın belli zamanlarında tekrarlanan uygulamalarla belirginleşiyordu. Türk halk dindarlığı sosyo-ekonomik ve kültürel değişimin hızlandığı 60’lı yıllar sonrasında, kırsal ve şehirsel alanlarda varlığını sürdürüyordu. Ancak şehre göçün de hızlandığı bu dönemde geleneksel halk dindarlığının bazı motifleri de kentlere değişerek taşınmış oluyordu. Çevresel dindarlık, şehirlerin kitabi dindarlığıyla karşılaştıkça, halk dindarlığı içinde senkretik ögelerin de çeşitlenerek geliştiği görülür (Arslan, 2004, s. 154-155). Her ne kadar 1970’lerle birlikte dinî yayınlarda ve eğitim düzeyi ile okullaşma eğiliminde bir artış söz konusu olsa da kentsel imkanlardan yeterince yararlanamayan büyük bir kitle vardı ve onlar için derûni, sihrî, vecdî ve menkıbevî ziyaret dindarlığı özel anlamlar taşıyordu. Halk arasında ve özellikle kadınlar tarafından yerine getirilen mevlitli toplantılar, Anadolu’nun kasaba ve kentlerinde gündelik hayatın dinî yansımalarından sadece birisidir. Öte yandan halk arasında yaşayan Türk İslamı’nın oldukça ahlakî ve milliyetçi vurgular içerdiği anlaşılmaktadır. Fallers’in belirttiğine göre Türk Müslümanlığı, ritüelden çok ahlakçı boyutuyla öne çıkmakta, dinin toplumsal adalet ve cemaat sorumluluğu üzerine odaklanmakta, bu nedenle örneğin kasabalarda iş ahlakı ile hayırseverlik dindarlık anlayışında çok önemli bir yer tutmaktadır. Bu dönemde de Anadolu kırsalında, köy ve kasabaların halk dindarlığında önemli ziyaret mekânlarından olan türbe ve yatırları Celaleddin ÇELİK |242| bilimname: Düşünce Platformu XXXIV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 erkeklerden çok kadınlar ziyaret etmekte, resmen yasaklı olmasına rağmen sufi tarikatlar özellikle toplumun alt kesimlerinden mensuplar bulabilmekte, erkekler ve kadınlar arasında ayrı ayrı en yaygın geleneksel dinî ritüeller olarak mevlitler dikkati çekmektedir (Lindisfarne, 2002, s. 169, 172-173). Şehirlerin kenar semtlerinde günlük dinî hayat daha çok dinî pratik ağırlıklı olarak şekillenmektedir. Kentleşme sürecinde ortaya çıkan gecekondu olgusu ve oralarda süren dinî hayata bakıldığında, dinin daha çok geniş cemaatçi ve dayanışmacı köy kültürünün bir parçası olarak tezahür ettiği görülür. Gecekondularda yaşayanların büyük çoğunluğu iyi Müslüman olduklarını vurgulamakla birlikte, birçoğu oruç tutmanın dışında İslam’ın diğer ibadetlerini yapamadıklarını belirtirler (Yasa, 1966, s. 222). Karpat’ın İstanbul gecekondularında 1968’de yapmış olduğu bir araştırmaya göre de gecekonduda yaşayan kadın ve erkekler her şeyi dinî emir ve yasaklara göre yorumluyor görünmekle birlikte, kendi inançlarını küçümseyen yakın çevresiyle uyum içinde yaşayabilmektedirler. Gecekondu çevrelerinde din görevlisinin nispeten bir otorite olarak kabul edildiği, dinin soyut bir ahlak sistemi olmaktan çok, hayatın gerçekleriyle ilgili somut bir kurallar, emir ve yasaklar sistemi olarak anlaşıldığı görülür. Bütün bunların somut ifadesi ise hem köyde hem de gecekonduda cemaatin üstünlüğünü kabullenme vardır. Müslümanların cemaate bağlılık duygusu, bütün müminleri kapsayan ideal İslam ümmeti düşüncesinden güç almaktadır. Ancak Karpat’ın gözlemlerine göre gecekonduda cemaat kavramı, sınai ve kentsel koşullar altında bazı değişikliklere uğramıştır (Karpat, 2003, s. 195-196). 1970’li yıllara gelindiğinde ise, kırsal kesimde köy ve kasabalarda süren gündelik dinî hayatta, artan ticarileşme ve sanayileşmeye paralel olarak dinî pratiklerde azalma söz konusudur. Yaşlılar evlerde ve camilerde ibadetlerini sürekli olarak yapmaktadır. Ramazan da oruç ibadeti ve teravih sıklıkla yerine getirilmekte, Cuma namazına ayrı bir önem atfedilmektedir (Tezcan, 1991, s. 100-101). 1960-80 arası Türk toplum ve kültür hayatında dinî hayatın, özellikle kırsal ve çevresel kesimlerde halk dindarlığının pratik ağırlıklı niteliğiyle somutlaştığı söylenebilir. Gelir düzeyi yüksek eğitimli kentli kesimler ise, artan kitle iletişim araçları ve bilgi imkânlarının yaygınlaşmasıyla dindarlığın bilgi ve ahlak boyutuna daha fazla önem vermeye başlamışlardır. Sonuç 1960-80 arası Türkiye’de merkez ve çevre arasındaki ilişkilerin ve güçler dengesinin değişmeye başladığı bir dönemdir. Bu dengelerin değişmesi, çevrenin bu süreç içinde giderek merkeze taşınması, her şeyden Türkiye’de Dini Hayatın Sosyo-Tarihsel Boyutları ve Dindarlığın Dönüşen Görünümleri (1960-1980) |243| bilimname: Düşünce Platformu XXXV, 2018/1 CC BY-NC-ND 4.0 önce çok partili hayata geçişle birlikte gerçekleşmeye başlar. İkincisi ve en önemli etkenlerden birisi de siyasi merkeze karşı bir güç odağı olarak bağımsızlaşan yeni bir burjuvazinin ya da orta sınıfın bu dönemde gelişmesidir. Orta sınıfın güçlenmesi, çevrenin sosyoekonomik direncinin gelişmesini sağlamıştır. Bununla bağlantılı olarak ise artık dernekleşme, vakıflaşma ve örgütlenme gibi sivil toplum kurumlarının giderek yaygınlaşmasına şahit olunur. Dolayısıyla bu süreçte merkezin çevredeki kontrol gücü azalmış, sosyal ve siyasal yapıdaki bu değişim, çevrede önemli bir ağırlığa sahip dinî gruplar ve İslami kesimden bireylerin güç kazanmasının önemli nedenlerinden birini oluşturmuştur (Taslaman, 2011, s. 296). Dinî gruplar açısından dönemi değerlendirdiğimizde, çeviri ağırlıklı siyasallaşmış radikal grupların toplumu yukarıdan aşağı değiştirme eğilimleri yetmişli yılların sonlarına doğru etkili olmuş, ancak süreç içerisinde Türk toplumsal yapısı ve dinî tarihinde temel bulamayan radikal yönelimler zamanla strateji değiştirmiş görünmektedir. Bunlar temel eğilimleri bakımından toplumu yukarıdan aşağıya değiştirmeye yönelmiş, otoriter ve seçkinci vasıflar taşırlar. Bu hareketlerin gelişiminde uluslararası İslami hareketler ve yayınların etkisi kadar, bir ölçüde toplumsal siyasetin kimlik belirleyici niteliği de yön vermiş olabilir. Yine de ilk olarak bu dönemde İslami siyasal kimliğin toplumsal sahneye çıkışı ve kamusal alanda etkinlik sağlamaya çalıştığı görülür. Diğer yandan bazı sufi grupları ve tarikatları, medya, basılı metinler ve yerel cemaatler ve kişisel etkileşimler vasıtasıyla, kişisel kimlik ve bilinci dönüştürmek suretiyle gündelik hayatı yeniden kurma çabasında olmuşlardır. Günlük hayatın akışı bakımından Türk toplumunda dini hayat, kültürle girift bir şekilde süregelen dini unsurlar nedeniyle halk kültürüne içkin bir halk dindarlığı formunda devam etmiştir. Bir başka deyişle, bu dönemde kültürün siyasallaşmasından etkilenen yeni kentli toplumsal kesimlerin aksine, geniş halk kesimlerinin, günlük dini hayatlarında dinin siyasal yorumlarına iltifat etmeyen ve daha çok tarihsel ve kültürel unsurlarla harmanlanmış bir dindarlık yorumuna yakın durdukları anlaşılmıştır.    KAYNAKÇA AHMAD, F. (2010). Bir Kimlik Peşinde Türkiye (4 b.). İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. AKYÜZ, Y. (1987). Türk Eğitim T

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI DOKTORA TEZİ II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ İSLAMCILIK AKIMININ MEDRESE ALGISI (1908-1918) Nesrin AKTARAN 2502150063 TEZ DANIŞMANI Doç. Dr. Ayşe Zişan Furat İSTANBUL 2021 ii ÖZ II. MEŞRUTİYET DÖNE
Mİ İSLAMCILIK AKIMININ MEDRESE ALGISI (1908-1918) NESRİN AKTARAN Bu çalışma II. Meşrutiyet Dönemi’nde (1908-1918) İslamcı aydınların medrese kurumunun ıslahına dair görüş, öneri ve çalışmalarını tespit etmeyi; bu süreçte yapılan resmi düzenlemeler üzerindeki katkılarını ve bu katkılar neticesinde uygulamaya yansıyan gelişmelere ilişkin değerlendirmelerini ortaya koymayı amaçlamıştır. Tarih araştırması yöntemi kullanılarak hazırlanmış olan çalışmamızda; İslamcı aydınların yayımladıkları makaleler, onlara ait eserler ve risaleler ana kaynak olarak incelenmiştir. İslamcı aydınların medreselere yönelik düşüncelerinin tespiti adına çalışmamız öncelikle II. Meşrutiyet Dönemi’nin en önemli fikir hareketleri arasında yer alan İslamcılık akımının doğuşu, gelişimi ve teşkilatlanmasına etki eden sebepler üzerinde durmuş; akımın yayın organları ile akıma yön veren düşünürler ele alınmıştır. İkinci bölümde ise İslamcı düşünürlerin medreselerin geri kalma nedenleri, medrese ıslahının gerekçeleri üzerinde beyan ettikleri görüşleri irdelenmiş; medreselerin ıslahına yönelik sundukları risaleler ve raporlar üzerinde durulmuştur. İslamcı aydınların kamuoyu ve resmi makamlara yönelik tüm bu söylem, öneri ve tekliflerinin yayımlanan Nizamnameler üzerinde ne derece etkili olduğu sorusuna çalışmamızın üçüncü bölümünde yanıt aranmıştır. Bu anlamda II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreseler için resmî makamlar tarafından yürürlüğe konan Medaris-i İlmiye Nizamnamesi (1910), Islah-ı Medâris Nizamnamesi (1914) ve Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ile Taşra Medresesi Hakkında Nizamname (1917) neticesinde oluşturulan yeni medreseler ele alınmış; nizamnamede ortaya koyulan hususlar hakkında İslamcı aydınların din, kültür, ahlak, siyaset, eğitim vb. hususarı ön plana çıkaran düşüncelerine yer verilmiştir. Anahtar kelimeler: II. Meşrutiyet, İslamcılık akımı, medrese, ıslahat, eğitim iii ABSTRACT THE PERCEPTION OF THE ISLAMIC MOVEMENT IN THE II. CONSTITUTIONAL ERA ON THE MADRASAH (1908-1918) NESRİN AKTARAN This study aims to identify the views, suggestions and studies of Islamist intellectuals on the improvement of the madrasah institution in the Second Constitutional Era (1908-1918); and to reveal its contributions on the official regulations made in this process and its evaluations regarding the developments reflected in the implementation as a result of these contributions. In this work which was prepared using the Historical Method; the articles prepared by Islamist intellectuals and the works and treaties belonging to them have been analysed as the main sources. Our study which was made to determine the views of Islamist intellectuals towards madrasahs has focused on the reasons that affected the emergence, development and organization of the Islamist movement, which was among the most important intellectual movements of the Second Constitutional Era, and has discussed the media organs of the movement and the intellectuals who shaped the movement. As in the second part, it examined the views proclaimed by the intellectuals on the underdevelopment of madrasahs and the reasons for the reform of the madrasah and has analyzed the treatises and reports regarding the reform of the madrasahs. The answer to the question of how much effect the sayings, advices and proposals of the Islamic intellectuals towards the public opinion and the officials had on the published regulations has been searched in the third part of our work. In this sense, the new madrasahs created as a result of the Regulations of the Medaris-i İlmiye (1910), the Regulation of Islah-ı Medâris (1914) and the Regulation on the Dârü'l-Hilâfeti'l-Ali Madrasa and the Provincial Madrasa (1917) being put into effect in the Second Institutional Era by the official authorities has been analyzed and the statements of Islamist intellectuals about the topics put forward in the regulations like religion, culture, morality, politics, education etc. have been included. Key Words: Second Constitutional Era, Islamist Movement, The Madrasah, The Reform, Education. iv ÖNSÖZ II. Meşrutiyet Dönemi İslamcılık Akımının Medrese Algısı (1908-1918) başlıklı çalışmamızda, medreselerdeki eğitim ve öğretimin durumu, medreselerin problemleri ve çözüm önerileri hakkında düşüncelerini belirten; bu konuda özel konferanslar ve ilmî istişare toplantıları düzenleyen İslamcı aydınların görüş ve faaliyetleri değerlendirilmek istenmiştir. Böylece İslamcı aydınların medreselerin ıslahı konusunda gösterdikleri çabanın neticesi ile resmi çalışmalara katkısı belirlenmeye çalışılmıştır. Çalışmamı büyük bir dikkat ve sabırla takip eden ve araştırma boyunca bana rehber olan başta tez danışmanım sayın Doç. Dr. Ayşe Zişan Furat’a sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Çalışmamın başından itibaren yaptığı katkı ve yönlendirmelerden dolayı değerli hocalarım Prof. Dr. Hamit Er, Dr. Emine Keskiner ve Prof. Dr. Nurettin Gemici’ye ayrıca müteşekkirim. Sağladığı imkânlar nedeniyle Türkiye Diyanet Vakfı ve İSAM Kütüphanesi yönetici ve çalışanlarına teşekkürü borç bilirim. Akademik yolculuğumda bana maddi ve manevi desteğini kesintisiz ve cömertçe sunan eşim Abdülbari Aktaran’a özellikle teşekkür ediyorum. Kızlarım Rana ve Asel’in sabrı ve hoşgörüsü olmasaydı araştırmamın tamamlanma süreci bu derece rahat geçmeyecekti. Ayrıca süreçte heyecanımı paylaşan babam Abdülbaki’ye ve sevgili annem Latife’ye, varlıklarıyla bana güç veren ablalarım Emsal, Nurdan, Yasemin ve kardeşim Kadire’ye sonsuz teşekkürler. Son olarak çalışmamın her aşamasına şahitlik eden sevgili komşularım ve arkadaşlarıma ayrıca müteşekkirim. İSTANBUL, 2021 NESRİN AKTARAN v İÇİNDEKİLER ÖZ................................................................................................................................ ii ABSTRACT...............................................................................................................iii ÖNSÖZ....................................................................................................................... iv İÇİNDEKİLER .......................................................................................................... v TABLOLAR LİSTESİ.............................................................................................. ix KISALTMALAR LİSTESİ....................................................................................... x GİRİŞ .......................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM İSLAMCILIK AKIMININ DOĞUŞU, GELİŞİMİ VE TEŞKİLATLANMASI 1.1. İslamcılık Akımının Doğuşuna Etki Eden Sebepler ........................................... 16 1.1.1. Osmanlı Devleti’nin Siyasi ve Sosyal Durumu ....................................................... 17 1.1.2. XVIII ve XIX. Yüzyıllarda Yaşanan Siyasi ve Fikrî Gelişmeler............................. 24 1.1.2.1. Fransız İhtilali ve Milliyetçilik.......................................................................... 24 1.1.2.2. Mısır’ın İşgali.................................................................................................... 31 1.1.3. İslamcılık Akımına Etki Eden Fikrî Gelişmeler....................................................... 35 1.1.3.1. Osmanlıcılık Düşüncesi .................................................................................... 36 1.1.3.2. Yeni Osmanlılar Hareketi ................................................................................. 38 1.2. II. Abdülhamid Dönemi (1876-1908) Ve İslamcılık Siyaseti............................. 41 1.2.1. İslamcılığın Bir Devlet Politikası Olarak Seçilmesine Etki Eden Faktörler ............ 42 1.2.1.1. İç Faktörler........................................................................................................ 42 1.2.1.2 Dış Faktörler ...................................................................................................... 45 1.2.2. Halifelik Sıfatının Kullanılması ve İttihad-ı İslam Politikasının Uygulanmaya Başlaması........................................................................................................................... 47 1.2.3. İslamcılık Siyasetine Duyulan Tepkiler................................................................... 52 1.2.4. İslamcılık Politikası ve Eğitim................................................................................. 60 1.2.4.1.Medreseler ve Eğitim......................................................................................... 61 1.2.4.2. Mektepler ve Eğitim.......................................................................................... 63 1.3. II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcılık Akımının Teşkilatlanması ...................... 66 1.3.1. Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye ..................................................................................... 67 vi 1.3.2. İttihad-ı Muhammedi Fırkası (Fırka-i Muhammediye)............................................ 70 1.3.3. Cemʻiyyet-i Sûfiyye................................................................................................. 73 1.4. İslamcılık Akımının Yayın Organları ................................................................. 75 1.4.1. Sırat-ı Müstakim ...................................................................................................... 76 1.4.2. Sebilü’r-Reşad.......................................................................................................... 79 1.4.3. İslam Mecmuası....................................................................................................... 81 1.5. İslamcılık Akımında Önde Gelen İsimler ........................................................... 83 İKİNCİ BÖLÜM İSLAMCI AYDINLARIN MEDRESELERE İLİŞKİN GÖRÜŞ VE FAALİYETLERİ 2.1. Medreselere Atfedilen Değer.............................................................................. 87 2.2. Medreselerin Geri Kalma Nedenleri ................................................................... 90 2.1.1. Osmanlıcılık Siyaseti ............................................................................................... 91 2.1.2. Devlet Ricalinin Kayıtsızlığı.................................................................................... 94 2.1.3. Ulemanın Görevlerini Aksatması............................................................................. 96 2.1.4. Müslüman Halkın Medreselere Rağbet Göstermemesi............................................ 98 2.3. Medrese Islahının Gerekçeleri ............................................................................ 99 2.3.1. Devletin Terakkisi.................................................................................................. 100 2.3.2. Misyonerlik Faaliyetlerinin Önüne Geçmek.......................................................... 102 2.3.3. Cehaletten Kurtulmak ............................................................................................ 104 2.3.4. İttihad-ı İslam’ın Sağlanması................................................................................. 105 2.4. İslamcı Aydınların Medreselerin Islahına Yönelik Sundukları Risaleler Ve Raporlar.................................................................................................................... 108 2.4.1. Yazılan Islah Risaleleri.......................................................................................... 110 2.4.1.1. Vildan Faik Efendi ve Islah Risalesi............................................................... 110 2.4.1.2. Mehmed Ubeydullah Efendi ve Islah Risalesi............................................... 115 2.4.1.3. Halim Sabit (Şibay) Efendi ve Islah Risalesi................................................. 121 2.4.1.4. Eşref Efendizade Mehmet Şevketî ve Islah Risalesi...................................... 128 2.4.2. Medreselerin Islahına Yönelik Raporlar................................................................ 134 2.4.2.1. Müntesibîn-i İlmiyeden Biri (I)....................................................................... 135 2.4.2.2. Müntesibîn-i İlmiyeden Biri (II) ..................................................................... 137 2.4.2.3. Ömer Fevzi Efendi.......................................................................................... 138 2.4.2.4. Nun.................................................................................................................. 140 vii 2.5. İslamcı Aydınların, Medrese Ders Programı Ve Derslere Yönelik Söylem Ve Önerileri ................................................................................................................... 144 2.5.1. Ders Programları.................................................................................................... 145 2.5.2. Ders İçerikleri ........................................................................................................ 149 2.5.3. Tedris Usulü (Eğitim Metodu)............................................................................... 156 2.5.4. Medrese Mensupları ve Talebeleri......................................................................... 167 2.5.4.1. Müderrisler...................................................................................................... 168 2.5.4.2. Talebeler ......................................................................................................... 177 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEDRESELERİN ISLAHI İÇİN HAZIRLANAN RESMİ ÇALIŞMALAR VE İSLAMCI AYDINLARIN GÖRÜŞLERİ 3.1. Islahat Nizamnamelerinin Uygulamaya Yansımaları Ve İslamcı Aydınların Görüşleri................................................................................................................... 187 3.1.1. Medâris-i İlmiye Nizamnamesi (1910).................................................................. 189 3.1.1.1. Nizamnamenin Yayımlanması........................................................................ 193 3.1.1.2. Medresedeki Eğitim........................................................................................ 196 3.1.1.3. Medrese İmtihanları ........................................................................................ 198 3.1.1.4. Talebelerin Kalacak Yer Sorunu..................................................................... 201 3.1.1.5. Taşra Medreselerinde Yaşanan Sorunlar ........................................................ 204 3.1.2. Islah-ı Medâris Nizamnamesi Ve Uygulamaya Yansıması (1 Ekim 1914) ........... 208 3.1.2.1. İslamcı Aydınların Nizamnameye İlişkin Görüşleri ve Çekinceleri ............... 211 3.1.2.2. Medreselerin İdari Yapısı ve Eğitimine İlişkin Görüşler................................ 214 3.1.2.3. Müderrisler ile İlgili Yapılan Uygulamalara Yönelik Görüşler...................... 218 3.1.2.4. Talebeler ile İlgili Yapılan Uygulamalara Yönelik Görüşler.......................... 222 3.1.3. Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi İle Taşra Medresesi Hakkında Nizamname Ve Uygulamaya Yansıması (1917)........................................................................................ 225 3.1.3.1. İdarî Teşkilat ................................................................................................... 226 3.1.3.2. Öğrenci İstihdâmı............................................................................................ 230 3.1.3.3. Taşra Medreselerinde Yaşanan Sorunlar ........................................................ 233 3.1.3.4. Medreseye Kabul Şartları ve Talebe Sayısı .................................................... 235 3.1.3.5. Okutulacak Dersler ......................................................................................... 237 3.2. II. Meşrutiyet’te Kurulan Yeni Medreseler Ve İslamcı Aydınların Görüşleri.. 241 3.2.1. II. Meşrutiyet’te Kurulan Yeni Medreseler............................................................ 242 3.2.1.1. Medresetü’l-Kuzat .......................................................................................... 242 viii 3.2.1.2. Medresetü’l-Mütehassısin............................................................................... 249 3.2.2. Tevcih-i Cihat Nizamnameleriyle Açılan Medreseler ........................................... 252 3.2.2.1. Medresetü’l-Vâizin ........................................................................................ 253 3.2.2.2. Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba (İmamlar ve Hatipler Medresesi)............... 266 3.2.3. Medresetü’l-İrşad................................................................................................... 274 3.2.4. İslamcı Aydınların Medreselerin Kapanmasına İlişkin Görüşleri.......................... 278 SONUÇ.................................................................................................................... 282 KAYNAKÇA .......................................................................................................... 299 ÖZGEÇMİŞ............................................................................................................ 345 ix TABLOLAR LİSTESİ Tablo 1: Vildan Faik Efendi’ye göre Medrese Kademelerine ilişkin Okutulacak Dersler…………………………………………………………………...…………113 Tablo 2: Şevketî’ye göre Yüksek Dereceli Medreselerin Şubeleri ve Şube Kısımları…………………………………………………………………………...130 Tablo 3: Şevketî’ye göre Tâliye Şubesinin Kısımları ve Dersleri……………………......................................................................................132 x KISALTMALAR LİSTESİ a.e. : Aynı eser a.y. : Aynı yer bkz. : Bakınız Çev. : Çeviren DİA : Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi Ed. : Editör Haz. : Yayına Hazırlayan İBB : İstanbul Büyükşehir Belediyesi ö. : Ölümü s. : Sayfa SBE : Sosyal Bilimler Enstitüsü t.y. : Basım tarihi yok TDV : Türkiye Diyanet Vakfı v.d. : ve diğerleri y.y. : yayım yeri yok, yayımcı yok Yay. : Yayınları 1 GİRİŞ XIX. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde siyasi, sosyal, ahlaki ve dinî bir ideoloji olarak varlık göstermeye başlayan İslamcılık akımı, II. Meşrutiyet Dönemi’nde (1908- 1918) önemli fikir hareketleri arasında yer almıştır. Akımın bir fikir hareketi olarak hüviyet kazanmasını sağlayan; doğuşuna, gelişimine, teşkilatlanmasına ve şekillenmesine etki eden birçok faktör olmuştur. Batı’da ve özellikle de Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasi, fikrî ve sosyal gelişmeler bu faktörler arasında yer almıştır. Osmanlı Devleti, kurulduğu dönemden itibaren toprakları içinde ve dışında birçok savaş, istila ve ayaklanma yaşamış; bu sorunlarla başarılı bir şekilde mücadele etmiştir. Ancak XVII. yüzyıldan itibaren siyasî, askerî, iktisadî ve toplumsal alanda yaşanan aksamalar neticesinde Devlet eski gücünü yitirmeye başlamıştır. Yabancı devletlerle girdiği savaşlardan mağlubiyetle dönmüş; 1699 yılında Karlofça, 1718 yılında Pasarofça Antlaşmalarının ağır şartlarını kabul etmek zorunda kalmıştır. 1774 yılında imzaladığı Küçük Kaynarca Antlaşması ile Kırım’ın yanı sıra Karadeniz üzerindeki mutlak hâkimiyetini de kaybetmiştir.1 1792 yılında imzalanan Yaş Antlaşması ile Kırım tamamen Rus toprağı hâline gelmiştir.2 Osmanlı Devleti’ni etkileyen diğer bir olay 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali olmuş; tüm Avrupa ve çevresi gibi Osmanlı Devleti de bu İhtilal’in sonuçlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin mücadele ettiği sorun alanları giderek artmaya başlamıştır.3 Devlet adamları, yaşanan bu olumsuzluklar karşısında sorunların çözümüne yönelik kapsamlı yeniliklere ihtiyaç duyulduğu sonucunu çıkarmış ve bu doğrultuda hareket planları önermişlerdir.4 Bu anlamda III. Selim Dönemi’nde (1789-1807) Nizam-ı Cedid programı hazırlanmış; II. Mahmud Dönemi’nde (1808-1839) ise bu ıslahat 1 Kemal H. Karpat, Osmanlı Modernleşmesi Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus, Çev. Akile Zorlu Durukan, Kaan Durukan, Ankara, İmge Kitabevi, 2002, s. 159; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, Doğu-Batı Yayınları, 1978, s. 375. 2 Abdullah Alperen, “Osmanlı Devletinde Modernleşme ve Din”, Osmanlı Ansiklopedisi, Yayına Hazırlayan: Güler Eren, Ankara, Yeni Türkiye Yayınları, 1999, s. 214. 3 Mustafa Gündüz, “100. Yılında II. Meşrutiyet’in Entelektüel Mirası”, Millî Eğitim Dergisi, Sayı: 184, 2009, s. 120. 4 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1973, s. 272. 2 girişimleri daha kapsamlı bir şekilde devam ettirilmiştir.5 Aynı şekilde Sultan Abdülmecid Dönemi’nde (1839-1861), Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) fermanları ile yeni bir döneme girilmiş; II. Abdülhamid Dönemi’nde eğitimin üzerinde önemle durulmuş ve bu konuda reformlar planlanmıştır. Devlet adamları yapmak istedikleri bu reformlarla İslam zihniyeti ile Batılı düşünceyi bağdaştırarak askerî, ekonomi, eğitim vb. alanlarda yenilikler yapmayı amaçlamışlardır. Yenileşme adımlarının belirginleştiği bu süreçte aydınlar ve fikir insanları da; siyaset, idare, maliye, eğitim vb. birçok alanda yaşanan problemleri çözmeye ve çıkış yolu aramaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti’ni kötü gidişattan kurtarmayı, ihya etmeyi ve eski gücüne kavuşturmayı öncelemişler; bunun için farklı yöntem ve düşünceler ileri sürmüşlerdir.6 Neticede devletin bekası için birçok farklı fikir ve akım ortaya çıkmıştır.7 II. Meşrutiyet Dönemi’nin önemli fikir hareketleri arasında İslamcılık akımı da yer almış; ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim vb. konularda İslami değerleri ön planda tutarak yeniden hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla İslam âlemini cahillikten, taklitten, Batı sömürüsünden kurtarmak amacını gütmüştür. Bu hareketin en önemli temsilcileri arasında Filibeli Ahmed Hilmi8 (1865-1914), Babanzâde Ahmed Naim9 5 Hüsrev Hatemi, “Nizâm-ı Cedid” Osmanlı Ansiklopedisi, Cilt: V, İstanbul, Ağaç Yayıncılık, 1993, s. 198. 6 Recep Duymaz, Üç Tarz-ı Siyaset ve Düşünce Akımları, İstanbul, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, 2004, s. 4. 7 Kemal H. Karpat, Osmanlı Modernleşmesi, Ankara, İmge Kitabevi, 2002, s. 79; İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, İstanbul, Kitabevi Yayınları, s. 15. 8 Filibeli Ahmed Hilmi,1865 yılında Bulgaristan sınırları içinde kalan Filibe’de doğmuştur. Filibe’de başladığı öğrenimine İstanbul’da devam etmiştir. Vefat haberi Sebilü’r-Reşad Mecmuasında “Merhûm Şehbender-Zâde Hilmi Bey” başlığı altında 29 Ekim 1914 tarihinde yayımlanmıştır. Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı: 312, s. 449. Hayatı ile ilgili geniş bilgi için bkz. Abdullah Uçman, “Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi”, Cilt: 38, DİA, İstanbul, 2010, s. 425-427. 9 Babanzade Ahmed Naim, 1872 yılında Bağdat vilayetinde doğmuştur. Görüşleriyle bütün Müslümanların tevhit bayrağı altında toplanmasını istemiş ve Müslümanların kardeş olduğu İslam sancağı altında yaşamasını dilemiştir. Görüşleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Recep Kılıç, “Babanzade Ahmed Naim’in Felsefi Görüşleri”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XXXVI, Ankara, 1997, s. 297. 3 (1872-1934), Mehmed Akif Ersoy10 (1873-1936), Said Halim Paşa11 (1864-1921), İskilipli Mehmet Âtıf Efendi12 (1875-1926), Elmalılı Hamdi Yazır13 (1878-1942) vb. isimlerin öne çıktığı görülmektedir. Ayrıca İslamcı yayın organları olan Sebilü’rReşad, Sırat-ı Müstakim, Beyanü’l-Hak, İslam Mecmuası, Volkan vb. gazete ve dergiler etrafında İslamcılık fikrini oluşturmak üzere toplanan aydınlar Mustafa Sabri Efendi (1869-1954), Ferit Kam (1864-1944), Mehmed Ali Ayni (1869-1945), Seyyid Bey (1873-1925), Mehmed Şemseddin (1883-1961) vb. düşünürler yer almıştır.14 Zikredilen bu isimler ve çalışmamızda görüşlerine yer verdiğimiz birçok İslamcı aydın medreselerin ıslahına yönelik değerlendirmeler yapmış; düşüncelerini belirtmişlerdir. İslamcı aydınların düşüncelerine bakıldığında aralarında bazı konularda fikrî ayrılıkların olduğunu ancak bunların aslî meselelerde olmadığını söylemek mümkündür. Zira onlar Batı, İslam medeniyeti, eğitim ve özellikle medreselerin ıslahı konusunda hemfikir olmuşlar; medreselerin eskiden olduğu gibi iyi bir seviyeye gelmesi için çalışmalarda bulunmuşlardır. İslamcı aydınlar, bu düşünce ile din eğitimi ve öğretimi hakkında önemli görüşler ileri sürmüşler; özellikle medreseler üzerinde hassasiyetle durmuşlardır.15 Medrese sisteminin eksikliklerini tespit ederek sorunları gidermeyi ve bu kurumu çağın gerektirdiği yenilikleri içinde barındıracak modern bir yapı hâline getirmeyi istemişlerdir.16 10 Mehmet Akif Ersoy, Kosova vilayetine bağlı Şuşisa (Foşiçe) köyü eşrafından Nureddin Ağanın oğlu olarak 1873 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. 1908 yılında Eşref Edip başkanlığında kurulan ve İslamcılık akımının yayın organı olan Sırat-ı Müstakim gazetesinde başyazarlığa başlamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Ersoy, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. 11 Said Halim Paşa 19 Şubat 1864 tarihinde Kahire’de dünyaya gelmiştir. Osmanlı Devleti’nde sadrazamlık yapmış bir fikir insanıdır. Geniş bilgi için bkz. M. Hanefi Bostan, “Said Halim Paşa”, DİA, Cilt: XXXV, İstanbul, 2008; İsmail Kara, “Said Halim Paşa’nın Hayatı ve Görüşleri I-II”, Fikir ve Sanatta Hareket, İstanbul, 1980, s. 19-24. 12 İskilipli Mehmed Atıf Efendi 1875 yılında İskilip’in Tophane köyünde dünyaya gelmiştir. Sebilü’rReşad ve Beyanü’l-Hak mecmualarında çeşitli konularda yazılar yazmıştır. Geniş bilgi için bkz. Sadık Albayrak, “İskilipli Mehmed Atıf Efendi”, DİA, Cilt: XXII, İstanbul, 2000, s. 583-584. 13 Osmanlı son dönem ulemaları arasında yer alan Elmalılı Hamdi Yazır (ö.1942), 1878 yılında Antalya’nın Elmalı kasabasında dünyaya gelmiştir. Sırat-ı Müstakim, Beyanü’l Hak ve Ceride-i İlmiye gazetelerine makaleler yazmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Nesimi Yazıcı, “Muhammed Hamdi Yazır’ın Basın Hayatı ve Yazarlığı”, Elmalılı Hamdi Yazır Sempozyumu 4-6 Eylül 1991, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1993, s. 27. 14 Azmi Özcan, “İslamcılık”, DİA, Cilt: XXIII, İstanbul, s. 64. 15 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbul, Simavi Yayınları, 1991, s. 20. 16 M. Saffet Sarıkaya, “Osmanlı Türkiye’sindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış” Arayışlar: İnsan Bilimleri Araştırmaları, Cilt: I, Sayı: 1, 1999, s. 108. 4 İslamcı aydınlara göre medrese kurumu, Osmanlı Devleti’nin yükselmesine olumlu katkılar sağlamış; dinin anlaşılmasında, halkın dinî ve ahlaki anlamda eğitilmesinde ve Müslümanların birliğinin korunmasında uzun yıllar önemli roller üstlenmiştir. Bu nedenle medreselerin yeniden ıslah edilmesi ile Devletin eskiden olduğu gibi güçlü ve halkın bilinçli olacağına, hurafelerden kurtulacağına inanmışlardır. İslamcı aydınlar bu inançlarından dolayı her mecrada medreselerdeki eğitim ve öğretimin durumu, medresenin problemleri ve çözüm önerileri hakkında düşüncelerini belirtmişlerdir. Bu düşüncelerini dile getirmek için aylık ya da haftalık yayın organları olan Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, İslam Mecmuası, Volkan vb. mecmualarda çok sayıda makale, haber, ıslah önerileri içeren layiha, risale, rapor ve talebe mektupları yayımlamışlardır. Zikredilen yayın organları süreç içerisinde isim, sayfa sayısı ve yayım tarihleri bakımından değişime uğramış; Sırat-ı Müstakim mecmuası 1912 yılında kapanmış yerine Sebilü’r-Reşad mecmuası devam etmiştir. Bu mecmua da siyasi nedenlerden dolayı 1916-1918 tarihleri arasında kapatılmış ve yayın yapamamıştır. İslam Mecmuası’nın ise 1908 yılında başladığı yayın hayatı 1912 yılında son bulmuştur. Bu mecmuaların yayın yaptığı süreçler şüphesiz çalışmamız üzerinde etki etmiş; bazı mecmuaların daha yoğunlukta kaynak gösterilmesine sebep olmuştur. İslamcı aydınlar basın yayın organları dışında da medrese konusu ile ilgili çalışmalar yapmış; özel konferanslar, ilmî istişare toplantıları ile medreseler hakkında değerlendirmeler yapmaya, konuyu gündemde tutmaya gayret etmişlerdir.17 Zira medreseler ile ilgili yaptıkları bu çalışmaların Devlet ricali tarafından dikkate alınması durumunda medreselerin İslam ruhuna uygun okullar hâline geleceğine inanmışlardır. Onların bu inançları ve gayretleri sonuç vermiş; medreselere yönelik hazırlanıp sunulan öneri ve teklifler, yetkililerin harekete geçmesinde önemli rol üstlenmiştir. İslamcı aydınların resmî makamlara yönelik yaptığı bu baskıların etkili olduğu ve yetkili kişileri harekete geçirdiği, Meşihat makamına bağlı Ders Vekâleti Dairesi’nden 17 “Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi”, İslam Tarihi Hz. Peygamber’den Zamanımıza Kadar, Yayına Hazırlayan: Ziya Nur Aksun, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1982, s. 644. 5 5 Mart 1914 tarihinde yapılan açıklamadan anlaşılmaktadır.18 Açıklamada mütefekkirlerin, medreselerin bugünkü hâlini nazar-ı dikkate aldıklarından ve bundan endişe duyduklarından bahsedilmiş; ıslahın lüzumundan dolayı makaleler ve layihalar yazdıklarından, programlar düzenlediklerinden söz edilmiştir. Yazıda bu durumun bir süredir devam ettiği, kendilerinin de bunu dikkate alarak üzerinde düşündükleri ifade edilmiş; bu doğrultuda dershaneler açtıklarından, medreselere yeni dersler ilave ederek yenilenmeye gittiklerinden ve bunu yapmaya devam edeceklerinden söz edilmiştir. İslamcı aydınlar medreselerin ıslahına yönelik yapılan bu köklü düzenlemelerde sadece öncülük görevi üstlenmemiş; resmi düzenlemelerin takipçisi olmuş ve aksayan yönlerini ortaya koyarak düzeltilmesini istemişlerdir. Tüm bu verilerden hareketle araştırmamızın konusu, II. Meşrutiyet (1908-1918) Dönemi’nde İslamcı aydınların medreselerin ıslahına yönelik ortaya koydukları görüş, öneri ve yaptıkları çalışmalar ile bu çalışmalara ilişkin elde edilen sonuçların uygulamaya yansıması olarak belirlenmiştir. Çalışmamızın problemini ise İslamcı aydınların dönemin medreselerinin ıslahına ilişkin görüş ve faaliyetleri ile medreselere yaklaşımları teşkil etmiştir. II. Meşrutiyet Dönemi’nde eğitim konusunda etkili olan İslamcı aydınların medrese kurumunun ıslahına dair görüşlerini ve çalışmalarını tespit etmek çalışmamızın amacını teşkil etmiştir. Bu doğrultuda İslamcı aydınlara ilişkin aşağıdaki sorulara yanıt aranmıştır: - Medreselerin ıslahına ilişkin ele aldıkları temel meseleler nelerdir, - Bu meseleler hakkında hangi fikir ve yaklaşımları ileri sürmüşlerdir, - Konu hakkında hangi çözüm önerilerini ortaya koymuşlardır. Çalışmamız ayrıca İslamcı aydınların II. Meşrutiyet Dönemi’nde (1908-1918) medreselere ilişkin Devlet yetkililerinden yapılmasını istedikleri ıslahatın neler olduğu ve yapılan ıslahatın ne derece başarılı olduğu sorusuna cevap aramayı hedeflemiştir. Bu bağlamda II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcılık akımı mensuplarının medreseler 18 “Ders Vekâlet-i Celilesinin Mühim Bir Teşebbüsü: Medresetü’l-Mütehassısin”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 286, 5 Mart 1914, s. 418. 6 ile ilgili yaptıkları çalışmaların ve neticelerinin tespit edilmesi aşağıdaki hususlar açısından önemlidir: - İslamcı aydınların medreselere ilişkin fikirlerinin bir bütün olarak incelenip değerlendirilmesi, - İslamcı aydınların, dönemin medreselerindeki eğitim ile ilgili konularda yapmak istedikleri yeniliklerin ve çalışmaların anlaşılması, - İslamcı aydınların önerdikleri ıslahatın medreseler üzerinde ne derece başarılı olduğunun tespit edilmesi. Araştırmamızın kaynakları arasında ise İslamcılık akımı düşünürlerinin mevcut eserleri, dönemin yayın organlarında neşredilen makaleleri, raporları, medreselerin ıslahına yönelik yayımlanan ıslah risaleleri ve konu hakkında yaptıkları diğer çalışmalar yer almıştır. Ayrıca araştırmamızda o dönem, medrese müderrislerinin ve talebelerinin İslamcı yayın organlarına medreseler ile ilgili düşüncelerini ve taleplerini yazarak gönderdikleri mektuplar yer bulmuştur. İslamcı aydınlar, onlara bu şekilde söz hakkı vererek medreselerin durumunu bizzat bu kurumun içerisinde olan kişilerin bakış açısıyla göstermeyi hedeflemiştir. Islahat ekseninde değerlendirmeler yapmış olan araştırmamız; tarihi süreç, İslamcı aydınlar ve medreseler bakımından sınırlandırılmıştır. Tarih araştırması yöntemi kullanılarak hazırlanmış olan araştırmamızda aşağıdaki usul takip edilmiştir: - Çalışmamızın temel kaynakları olan Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad, İslam Mecmuası, Beyanü’l-Hak ve Volkan mecmualarının, 1908-1918 tarih aralığı ile sınırladığımız nüshaları temin edilmiştir. Bu mecmualarda makale başlığına göre tarama yapılmış ve konuyla ilgili başlıklara ait yazılar tespit edilmiştir. - Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad, İslam Mecmuası, Beyanü’l-Hak ve Volkan mecmualarında İslamcı aydınların yazdıkları makaleler değerlendirilmiştir. Bu makalelerin muhtevası, çalışmaya ait bölüm başlıklarının ve alt başlıkların yapılandırılmasında belirleyici olmuştur. 7 - Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad, İslam Mecmuası, Beyanü’l-Hak ve Volkan mecmuaları dışında araştırmamız açısından döneme ilişkin veri sağlamasından ötürü önemli olduğu düşünülen İslamcı aydınların eserleri ve yazdıkları risaleler incelenmiştir. - İslamcı aydınların, medrese müderrislerinin ve talebelerin kaleme aldığı medreselerin ıslahına dair makalelerin konunun anlaşılmasına yardımcı olacağını düşündüğümüz kısımları doğrudan alıntı olarak kullanılmıştır. Bu alıntılarda herhangi bir sadeleştirme veya değişiklik yapılmamıştır. Araştırmamızda İslamcılık akımının akademik literatürü detaylı şekilde incelenmiş, konu ile ilgili lisansüstü çalışmalar, makaleler ve kaynak eserler tespit edilmiştir. Tespit edilen çalışmalar belirli bir sıralama takip edilerek ortaya konmuştur. Buna göre literatür analizi bölümünde sırasıyla; - İslamcılık akımı ile ilgili önemli kaynak eserler, - İslamcılık akımı ile ilgili lisansüstü çalışmalar, - İslamcı aydınların hayatlarını, eserlerini, felsefi, siyasi görüşleri ile din ve eğitimine dair düşüncelerini konu alan lisansüstü çalışmalar belirtilmiş; ardından bu şahıslarla ilgili çeşitli dergilerde yayımlanan makalelere yer verilmiştir. - II. Meşrutiyet Dönemi medreseleri konu edinen lisansüstü çalışmalar ele alınmıştır. Çalışmamızla ilgili önemli kaynak eserler arasında Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” 19 adlı 32 sayfalık makalesi yer almaktadır. Yazı öncelikle Mısır’da II. Abdülhamid’in baskıcı yönetimine karşı mücadele eden Türk gazetesinde yayımlanmış ardından 1912 yılında İstanbul’da basılmış ve kitaplaştırılmıştır. Bu eserde Akçura; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarına açıklık getirmeye çalışmış; İslamcılık akımının amacının dünyadaki Müslümanlar arasında bir İslam birliği meydana getirme fikri ve eylemi olduğunu ifade etmiştir. 19 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2007. 8 Araştırmamız açısından diğer önemli bir eser Said Halim Paşa’nın “Buhranlarımız”20 adlı kitabıdır. II. Meşrutiyet Devri’nin İslamcı fikir ve devlet adamlarından olan Said Halim Paşa, İslamlaşmayı Müslüman milletlerin kurtuluşu ve saadeti olarak görmüş; buna İslamiyet’in inanç, ahlak, yaşayış ve siyasete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi ile ulaşılacağını ifade etmiştir. Kitapta ayrıca “Eğitimin Hedefi ve Metodun Değeri” ile “ İyi bir Müslüman Nedir ve Nasıl Yetiştirilir?” adlı başlıklara yer verilmiş; gençlerin sağlam bir ahlak, yüksek bir gaye ile donanmak ve gelecek nesilleri oluşturmak vazifesini üzerlerine almaları gerektiği ifade edilmiştir. Kitapta ayrıca eğitimin esaslarını doğrudan doğruya İslam’dan alması gerektiği vurgulanmış, zamanın ihtiyaçlarının İslam anlayışına ve gerçeklerine dayanması gerektiği belirtilmiştir. Konumuza ilişkin diğer bir kaynak eser Filibeli Şehbenderzade Ahmed Hilmi’ye ait olan “İslam’ın Esası: (İslami Hakikatlere Dayalı Yeni Akaid İlmi)” 21 adlı kitaptır. Kitapta dönemin düşünürlerinin karşılaştığı problemler konu edilmiştir. Ahmet Hilmi, II. Meşrutiyet Dönemi’nin İslamcı akımı içerisinde yer almış; İslam dünyasını Batı etkisine karşı korumak, Batı’ya ait zararlı gördüğü fikir ve akımları bertaraf etmek amacıyla bu eseri kaleme almıştır. İslami akidede birtakım yeniliklerin şart olduğunu savunan yazar, yeni kelam denemelerine girişmiş ve sistematik olmasa bile doğrudan kelam ilmi ile alakalı olan bu eseri meydana getirmiştir. Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak”22 adlı eseri çalışmamız için diğer bir kaynak kitaptır. Bu eser, Gökalp’in Türk Yurdu dergisinde yayımladığı yazılardan oluşmuş ve 1918 yılında bir kitap olarak çıkmıştır. Kitabın ilk bölümünde ülkede üç düşünce akımının olduğu vurgulanmış; bunların tarihine bakıldığında çağdaşlaşma düşüncesinden ortaya çıktığı belirtilmiştir. Gökalp, çeşitli konulara değindikten sonra eğitim konusuna da açıklık getirmiştir. İslamcılığın eğitimde 20 Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, Yayına Hazırlayan: Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, İz Yayıncılık, 1991. 21 Filibeli Şehbenderzade Ahmet Hilmi, İslam’ın Esası: (İslami Hareketlere Dayalı Yeni Akaid İlmi), Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1997. 22 Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak, Yayına Hazırlayan: İbrahim Kutluk, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1976. 9 uyguladığı yöntemler üzerinde durmuş ve yetiştirilecek çocukların İslam akaidine göre eğitilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Konumuz açısından önemli olan diğer bir çalışma Tarık Zafer Tunaya’nın 1962 yılında yazdığı “İslamcılık Akımı” 23 adlı kitabıdır. Üç bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde İslamcılık akımının ana çizgileri ele alınmış, İslam ile Osmanlı dünyasının gerileme nedenleri üzerinde durulmuştur. Yazar, gerilemeyi iç ve dış sebepler olmak üzere iki nedene bağlamıştır. İç sebepler arasında Müslümanların zamanla atalet ve gaflet içerisine düşerek halkın ve devletin İslam hakikatlerinden sapmış olmasına; dış sebepler arasında ise Batı’nın ve Avrupa’nın Osmanlıya uyguladığı baskıların ağırlığına değinmiştir. İslamcı aydınların medreseler ile ilgili görüşlerini belirten ve çalışmamız açısından önemli olan diğer bir kaynak eser Recai Doğan’a ait “İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri” 24 adlı eser gelmektedir. II. Meşrutiyet döneminde İslamcı aydınların eğitim ve öğretim görüşlerine yer verilen eserde medreselere ilişkin düşünce ve çalışmalarına oldukça sınırlı bir alan tanınmıştır. Söz konusu eserde ağırlıklı olarak İslamcı aydınların mektepler ile ilgili görüşlerine yer verilmiştir. Konu ile ilgili diğer bir kaynak eser ise İsmail Kara’nın “İslamcılık Düşüncesi” 25 isimli kitabıdır. İsmail Kara başlangıçta iki cilt olarak hazırladığı kitabı, daha sonra tamamlayıcılık içermesi açısından üç cilde tamamlamıştır. Konumuzla yakından ilgili olan birinci ciltte Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Said Halim Paşa, Seyyid Bey, İskilipli Mehmed Âtıf, Babanzade Ahmed Naim, Mehmed Akif Ersoy, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır gibi şahıslar ve onların kısaca hayatları, eserleri, fikirleri ve yaptıkları çalışmalar konu edilmiştir. Kara, kitabında kısa da olsa eğitime değinmiş; Türkiye’de medreselerin ıslahının İslamcı aydınların üzerinde çok durdukları konulardan biri olduğunu ifade etmiştir. Bununla birlikte Kara; Sırat-ı Müstakim, Sebilür’-Reşad mecmualarındaki eğitimle ilgili yazılara, tekliflere ve mektuplara bakıldığında buradaki birikimin büyük bir 23 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, İstanbul, Simavi Yayınları, 1991. 24 Recai Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, Ankara, Bizimbüro Basımevi, 1999. 25 İsmail Kara, İslamcılık Düşüncesi, Cilt: I, İstanbul, Risale Yayınları, 1986. 10 yekûna ulaşabileceğini aktarmıştır. Son olarak kadrosunu İslamcı aydınların oluşturduğu Daru’l Hikmeti’l-İslamiye ve 1914 yılındaki medrese ıslahatının bu çalışmaların bir ürünü olarak değerlendirilmesi gerektiğini belirtmiştir.26 Zikredilen kaynak eserin ardından çalışmamızla ilgili lisansüstü çalışmalara bakıldığında İnci Şirvan’ın 1992 yılında hazırladığı “II. Meşrutiyet Döneminde İslamcılık Akımının İktisadi Açıdan Değerlendirilmesi” 27 adlı Yüksek lisans tezi görülmektedir. Çalışmada İslamcılık akımının doğuşu ve iktisadi düşünceye yansımaları ele alınmış, Osmanlı’nın iktisadi alanda kurduğu düzen ve bu düzenin sonrasında yaşanan çözülme sebepleri konu edilmiştir. Ayrıca İslamcı düşünürler olan Said Halim Paşa, Mehmed Akif ve Said Nursi’nin hayatı ve fikirlerinin yanı sıra devlete yönelik, iktisadi anlamda çözülmeye karşı getirdikleri çözüm önerileri sunulmuştur. İslamcılık konusu ile ilgili diğer bir çalışma Hülya Küçük Sevil’in 1996 yılında yazdığı “II. Abdülhamit Dönemi Pan-İslamist Hareketler (Sırat-ı Mustakim ve Sebilür-Reşad mecmualarına göre)”28 adlı yüksek lisans tezidir. Çalışmada İslamcılık akımının teşkilatlanmasında önemli katkıları bulunan II. Abdülhamit Dönemi’nin Pan-İslamist düşüncesi Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad mecmuaları üzerinden değerlendirilmiştir. Eğitim konusuna üçüncü bölümde yer verilmiş; konu “Eğitim ve Pan-İslamizm” alt başlığı altında ele alınmıştır. Ayrıca söz konusu dönemde gündemi en çok meşgul eden hilafet, meşveret, şura, adalet gibi konular üzerinde durulmuştur. Her ne kadar bu çalışma İslamcılık akımı aydınlarının medreseler ile ilgili görüşlerine ve çalışmalarına yer vermemişse de eğitime tahsis ettiği bölümle kaynaklarımız arasında yer almıştır. 26 Kara, a.y. 27 İnci Şirvan, “II. Meşrutiyet Dönemi İslamcılık Akımının İktisadi Açıdan Değerlendirilmesi”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İktisat Anabilim Dalı, İktisat Tarih Anabilim Dalı, İstanbul, 1992. 28 Hülya Küçük, “II. Abdülhamit Dönemi Pan-İslamist Hareketler (Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmuaların Göre)”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih (Yakınçağ) Anabilim Dalı, Ankara, 1996. 11 Konu ile ilgili yazılmış diğer tezler arasında Mitat Akpınar’a ait 1995 tarihli “Meşrutiyet Dönemi Fikir Akımları İçerisinde İslamcılık Akımının İncelenmesi” 29 adlı yüksek lisans çalışması bulunmaktadır. Çalışma, İslamcı aydınların Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad mecmuaları üzerinden İslam’ı sosyal, siyasal, yönetsel vb. yönleriyle hayata egemen kılmak için ortaya koydukları siyasi, fikrî ve ilmî çalışmaları konu edinmiştir. Diğer bir yüksek lisans çalışması Lokman Akbaş’ın 2015 tarihli “II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcılık ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti” 30 adlı araştırması olmuştur. Bu araştırmada İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti, İslamcı aydınların kimliği olarak değerlendirilmiş; bu teşkilatın nasıl ve kimler tarafından kurulduğu sorgulanmıştır. Ayrıca Cemiyetin kurucuları ile onların fikirleri hakkında özet bilgi verilmiştir. Bu iki çalışmada İslamcılık akımı tarihî seyri açısından ele alınmış ve siyasi açıdan değerlendirilmiştir. Diğer bir çalışma Fuat Güllüpınar’ın, 2002 yılında yazdığı “Osmanlı-Türk Modernleşme Serüveninde İslamcılık İdeolojisi”31 isimli yüksek lisans tezidir. Tezde modernleşme sürecinin Osmanlı Devleti’ne yansımalarına değinilmiş, Osmanlıcılık ve İslamcılığın tarihî arka planı üzerinde durulmuştur. Konu ile ilgili doktora çalışmaları arasında Necdet Aysal’ın 2004 yılında “Türkiye’de İslami Düşüncenin Örgütlenmesi ve Hedefleri” adlı araştırması bulunmaktadır. Çalışmada 1909 yılından 1950 yılına kadar geçen zaman diliminde İslami düşüncenin teşkilatlanması ve gelişim süreci ele alınmıştır. Diğer bir doktora çalışması ise Hülya Küçük Sevil’in 2005 yılında yazdığı “İttihat ve Terakki Döneminde İslamcılık Hareketi (1908-1914)”32 adlı tezidir. Çalışmada İslamcılık fikrinin doğması ve gelişmesinin yanı sıra Batılılaşma hareketleri karşısında gelenekçi ve muhafazakâr kesimin yerel ve dinî değerlere yönelik düşünceleri konu edilmiştir. Ayrıca çalışmada 29 Mitat Akpınar, “Meşrutiyet Dönemi Fikir Akımları İçerisinde İslamcılık”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sosyoloji Anabilim Dalı, Sivas, 1995. 30 Lokman Akbaş “II. Meşrutiyet Döneminde İslamcılık ve İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Balıkesir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Fakültesi, Tarih Eğitimi Anabilim Dalı, Balıkesir, 2015. 31 Fuat Güllüpınar, “Osmanlı-Türk Modernleşme Serüveninde İslamcılık İdeolojisi”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü, Ankara, 2002. 32 Hülya K. Sevil, “İttihat ve Terakki Döneminde İslamcılık Hareketi (1908-1914)”, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih (Yakınçağ) Anabilim Dalı, Ankara, 2005. 12 İslamcılık akımı siyasi yönden ele alınmış; iç ve dış politikada İslamcıların düşüncelerine yer verilmiştir. Zikredilen lisansüstü çalışmalara bakıldığında bu araştırmaların, İslamcılık akımı ya da mensuplarının eğitim ile ilgili görüşleri üzerinde durmadığı; medreselerin ıslahına ilişkin değerlendirmede bulunmadığı görülmektedir. Bu durum çalışmamıza ayrı bir önem kazandırmış; bu alanda dönemin kaynaklarından doğrudan yararlanarak yapılan bir akademik çalışma özelliğine sahip olmasını sağlamıştır. Bu çalışmalara ek olarak İslamcılık akımı düşünürlerinin hayatları, eserleri, felsefisiyasi görüşleri, din ve eğitim ile ilgili düşüncelerine yer veren lisansüstü çalışmaların mevcudiyeti tespit edilmiştir. Bunlar arasında Fatma Yıldız’ın 2014’te yazdığı “Babanzade Ahmed Naim’in “İlmu’n-nefs” adlı eserinin Tahlili ve Çeviri Yazısı”33 adlı çalışması bulunmaktadır. Çalışmada Babanzade Ahmed Naim’in hayatı ve ilmî görüşlerine yer verilmiş; ona ait İlmü’n-nefs adlı eserin tahlil ve çeviri çalışması yapılmıştır. Ayrıca yine aynı yıl Ferdi Ertekin, “Geç Dönem Osmanlı Düşüncesinde Muhafazakâr Yenileşme Arayışları (1878-1918): Ahmed Cevdet Paşa, Babanzade Ahmed Naim, Elmalılı Hamdi Yazır”34 adlı yüksek lisans tezi bulunmaktadır. Çalışma, Osmanlı Devleti’nde yaşamış üç fikir insanının siyasi, ilmî, dinî ve ahlaki görüşlerine yer vermiş; bu kişilerin “Hangi değerleri muhafaza ederek yenileşebiliriz?” sorusuna aradıkları cevaplar etrafında teşekkül etmiştir. Bunlara ek olarak Meral Gülçiçek’in, 2010 yılında tamamladığı “Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin Hikmet Gazetesindeki İctimaiyyat Yazıları Üzerine Bir Tahlil Denemesi”35 isimli yüksek lisans tezi zikredilebilir. İslamcı aydınlara yönelik yapılmış söz konusu lisansüstü çalışmaların yanı sıra bu şahıslarla ilgili akademik dergilerde de yayınlara yer verilmiştir. Bunlar arasında Ali 33 Fatma Yıldız, “Babanzade Ahmed Naim’in ‘İlmu’n-nefs’ Adlı Eserinin Tahlili ve Çeviri Yazısı”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı, İstanbul, 2014. 34 Ferdi Ertekin, “Geç Dönem Osmanlı Düşüncesinde Muhafazakâr Yenileşme Arayışları (1878-1918): Ahmed Cevdet Paşa, Babanzade Ahmed Naim, Elmalılı Hamdi Yazır”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, İstanbul, 2014. 35 Meral Gülçiçek, “Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin Hikmet Gazetesindeki İctimaiyyat Yazıları Üzerine Bir Tahlil Denemesi, ”Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Ankara, 2010. 13 Özer, “M. Akif’e Göre Eğitimde Bulunması Gereken Bazı Özellikler”36 adlı makalede Mehmed Akif’in eğitim ile ilgili fikirlerini açıklamıştır. Veli Ertan ise “Mehmet Akif’in Şahsiyeti, Eserleri ve Tesirleri” 37 adlı çalışmasında onun büyük bir şair ve vaiz olduğunu belirtmiş; Akif’in şiirlerinden alıntılar yaparak onun tesiri üzerine açıklamalarda bulunmuştur. Diğer bir İslamcı aydın ile ilgili yapılan çalışmada Ömer Ceran, “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi Görüşleri” 38 adlı eseri ile Filibeli Ahmet Hilmi’nin dinî ve felsefi düşüncelerini değerlendirmiştir. Ömer Aydın ise “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Din Anlayışı”39 adlı makalesi ile onun din anlayışını tespit etmeye çalışmıştır. Zikredilen çalışmalara ek olarak İsmail Kara’nın öncülüğünde 17-19 Mayıs 2013 tarihlerinde “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi Sempozyumu” düzenlenmiş ve sempozyum tebliğleri daha sonra kitap hâline getirilmiştir. Yedi bölümden oluşan kitapta İsmail Kara, Cemil Aydın, Yıldız Ramazanoğlu, Mustafa Öztürk, Tahsin Görgün, Mustafa Tekin, Yasin Aktay gibi isimlerin makaleleri yer almıştır.40 İslamcılık akımına daha ziyade siyasi açıdan yaklaşılan kitapta Mehmet Doğan, “İslamcılık: Bir Adlandırma Meselesi” adlı makale ile İslamcılığı Cumhuriyet Dönemi öncesi ve sonrasında siyasi olarak ele almıştır. Söz konusu çalışma İslamcılık akımı ve mensuplarının çalışmaları ile görüşlerini ele almış olduğundan araştırmamızın konusu olan İslamcılık akımının ve aydınlarının tanıtılması açısından önem taşımaktadır. İslamcı aydınlarla ilgili zikredilen bu makalelerin yanı sıra çalışmamızın konusunu teşkil eden ve dönemin medreselerini konu alan çeşitli çalışmaların da yapılmış olduğunu görmek mümkündür. 36 Ali Özer, “M. Akif’e Göre Eğitimde Bulunması Gereken Bazı Özellikler”, Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 4, 1987, s. 357. 37 Veli Ertan, “Mehmet Akif’in Şahsiyeti, Eserleri ve Tesirleri”, Diyanet İlmi Dergi, Cilt IX, Sayı: 102- 103, 1970, s. 430. 38 Ömer Ceran, Filibeli Ahmet Hilmi’nin Dini ve Felsefi Görüşleri, Bursa, Sır Yayıncılık, 2013. 39 Ömer Aydın, “Filibeli Ahmet Hilmi’nin Din Anlayışı”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 4, 2001, s. 69. 40 Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri, [Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi], Yayına Hazırlayanlar: İsmail Kara, Asım Öz, İstanbul, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2013. 14 II. Meşrutiyet Dönemi medreselere yönelik yapılan çalışmalar arasında ise 1997 yılında Sacide Ünlü tarafından yazılmış “Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Dergilerine göre Medrese Eğitiminde Gelişmeler: 1908-1920”41 adlı araştırma önemli bir yer tutar. Medreselere yönelik diğer bir çalışma, İsmail Dede’nin “Sebilürreşad Dergisinde Medrese Öğrencilerinin Medreseyi Değerlendirmeleri”42 adlı yüksek lisans tezidir. Tezde 1912-1922 yılları arasında Osmanlı medreselerinde öğrenim gören talebelerin medreselere dair yazmış oldukları mektuplar incelenmiştir. Bu mektuplar II. Meşrutiyet Dönemi’nde Sebilü’r-Reşad dergisinde yayımlanmış ve talebelerin görüşleri kamuoyu ile paylaşılmıştır. Çalışmada bu mektuplar Latin harflerine aktarıldıktan sonra mektuplardan pasajlar alarak değerlendirilmiştir. Her iki lisansüstü çalışmada da İslamcılık akımına ait sadece Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’rReşad mecmuaları üzerinde durulmuş; İslamcı aydınlara ait diğer mecmualar olan Beyanü’l-Hak, İslam Mecmuası, Volkan vb. diğer yayınlar dikkate alınmamıştır. Bu çalışmalar neticesinde İslamcılık akımını kapsamlı bir şekilde ele alan ve medreseler ile ilgili düşünce ve çalışmalarını değerlendiren müstakil bir çalışmanın eksikliği görülmüştür. Dolayısıyla bu durum çalışmamızın hazırlanmasının arkasında yatan temel neden olmuştur. Çalışmamızın konusu olan “II. Meşrutiyet Dönemi İslamcılık Akımının Medrese Algısı (1908-1918)” ile ilgili yapılan tüm bu çalışma ve araştırmalara bakıldığında, İslamcı aydınların medreselere ilişkin görüşlerinin henüz akademik bir çalışmada kapsamlı bir şekilde ele anlaşılmıştır. Bu eksikliği bir ölçüde de olsa kapatacağı düşüncesiyle dönemin medreselerine ilişkin ıslah konularına ağırlık veren ve birinci el kaynakların ağırlıkta ele alınacağı çalışmamız üç bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde İslamcılık akımının doğuşu, gelişimi ve teşkilatlanması incelenerek tarihî arka planı üzerinde durulmuştur. İkinci bölümde İslamcılık akımı mensuplarının medreselere ilişkin görüş ve faaliyetleri ele alınmış; medreselerin geri kalma nedenleri, 41 Sacide Ünlü, “Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Dergilerine göre Medrese Eğitiminde Gelişmeler: 1908-1920”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimler Anabilim Dalı, 1997. 42 Süleyman Dede, “Sebilü’r-Reşad Dergisinde Medrese Öğrencilerinin Medreseyi Değerlendirmeleri”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Onsekiz Mart Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Felsefe ve Din Bilimler Anabilim Dalı, 2006. 15 medrese ıslahının gerekçeleri üzerinde beyan ettikleri görüşleri dile getirilmiştir. Ayrıca İslamcı aydınların medreselerin ıslahına yönelik sundukları risaleler ve raporlar üzerinde durulmuş; onların medresele ders programı ve derslere yönelik söylem ve önerileri hakkında bilgi verilmiştir. Üçüncü bölümde ise II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreseler için hazırlanan resmî ıslahat çalışmaları ile ilgili İslamcı aydınların görüşleri değerlendirilmiştir. Üçüncü bölümde ayrıca resmî makamlar tarafından yayımlanan ıslahat nizamnamelerin ve bunun neticesinde oluşturulan yeni medreselerin uygulamaya yansımaları ele alınmış; uygulanma noktasında yaşanan sorunlar hakkında İslamcı aydınların düşüncelerine yer verilmiştir. 16 BİRİNCİ BÖLÜM İSLAMCILIK AKIMININ DOĞUŞU, GELİŞİMİ VE TEŞKİLATLANMASI İslamcılık akımı, II. Meşrutiyet Dönemi’nde belirginleşen bir fikir hareketi olmakla birlikte XIX. yüzyılın başlarından itibaren varlık göstermeye başlamıştır. Akımın doğuşuna, gelişimine ve teşkilatlanmasına Batı’da ve özellikle de Osmanlı Devleti’nde yaşanan siyasi, fikrî ve sosyal gelişmeler etki etmiştir. XIX. yüzyılda yaşanan bu gelişmeleri daha yakından görebilmek ve İslamcılık akımının doğuşunu hazırlayan, gelişimine ve teşkilatlanmasına katkı sağlayan olayların anlaşılmasını sağlamak adına çalışmamızın bu bölümünde dönemle ilgili çeşitli konular ele alınmıştır. Böylelikle Osmanlı Devleti’nin siyasi ve sosyal durumu, XVIII ve XIX. yüzyıllarda yaşanan ve etkileri dünya geneline yayılan Fransız İhtilali ve milliyetçilik hareketleri ile Mısır’ın işgali ve Osmanlı Devleti’ne yansımaları konuyla ilişkilendirilmiştir. Bölümde ayrıca İslamcılık düşüncesine etki eden fikir akımları ele alınmış; II. Meşrutiyet öncesi İslamcılığı bir devlet politikası olarak yürüten II. Abdülhamid’in siyasi programı incelenmiştir. Tüm bunların yanı sıra konunun daha anlaşılır olması için II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcılık akımının teşkilatları olan cemiyetlere ve bu akımın yayın organları olan gazete ve dergilere değinilmiştir. 1.1. İslamcılık Akımının Doğuşuna Etki Eden Sebepler İslamcılık akımının ahlaki, sosyal ve siyasi bir ideoloji olarak ortaya çıkışına bakıldığında araştırmacıların, bu akımın doğuşunu farklı kişi ve tarihî olaylara dayandırarak açıklamaya çalıştıkları görülmektedir. Tarık Zafer Tunaya’ya göre İslamcılığın doğuşu; cahiliye durumunda olan bir kavmin büyük bir İmparatorluk hâline gelmesini sağlayan İslam medeniyetinin başlangıcında aranmalıdır. 1 İsmail Kara, kalkınma ve kurtuluş ideolojisi olarak gördüğü yenileşmenin Cemaleddin 1 Tarık Z. Tunaya, İslamcılık Cereyanı, İstanbul, Baha Matbaası, 1962, s. 1. 17 Afganî (ö. 1897) tarafından başlatıldığını ileri sürmektedir. 2 Recai Doğan; İslamcılığın Osmanlı Devleti’nin uzak çevresinde ve Hindistan’da başlayıp şekillendiğini, 1870’ten sonra da Osmanlı Devleti’nin merkezinde gittikçe güçlendiğini belirtmiştir.3 Ahmet Çiğdem ise emperyalizm ve sömürgecilik gibi olguların ortaya çıktığı bir dönemde İslamcı aydınların bu tehdide karşı koymak ve olayları İslam toplumlarının yararına dönüştürmek için İslamcılık düşüncesini/hareketini oluşturduklarını savunmaktadır.4 Tüm bu ifadelere bakıldığında İslamcılık akımının başlangıcı, birbirbinden farklı zaman, kişi ve olaylara atfedilerek açıklanmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu durum İslamcılık akımının doğuşuna etki eden sebeplerin de birbirinden farklı olacağına işaret etmektedir. Bu doğrultuda Osmanlı Devleti’ni eski ihtişamlı günlerine döndürmek, kalkındırmak ve Batı’nın Osmanlı Devleti aleyhine yürüttüğü faaliyetlere karşı onu korumak adına II. Meşrutiyet Dönemi’nin gazeteci, yazar ve aydınlarının bir kısmı İslamcılık akımı etrafında toplanarak siyasi, dinî ve kültürel bir duruş ortaya koymaya çalışmışlardır. İslamcılık akımının ortaya koyduğu bu duruşta Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu siyasi, sosyal ve kültürel gelişmelerin de etkisinin olduğu anlamına gelmektedir. 1.1.1. Osmanlı Devleti’nin Siyasi ve Sosyal Durumu Osmanlı Devleti 1299 yılında kurulmuş; XVII. yüzyılın son çeyreğine kadar Rumeli ve Anadolu’da genişleyerek varlığını sürdürmeye devam ettirmiştir. Bu tarihten sonra Devlet eski gücünü kaybetmeye; siyasî, askerî, idarî sistemi sarsılmaya başlamıştır.5 Bunun sonucunda Devlet ricali devleti ayakta tutmanın yollarını aramaya ve tedbirler almaya gayret etmişlerse de yaşanan aksaklıklar devam etmiştir.6 2 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi: Metinler/ Kişiler I, İstanbul, Kitabevi Yayınları, s. 16. 3 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 11. 4 Ahmet Çiğdem, “İslamcılık ve Türkiye Üzerine Bazı Notlar”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Muhafazakârlık, Yayına Hazırlayan: Ahmet Çiğdem, Cilt: VI, İstanbul, İletişim Yayınları, 2003, s. 27. 5 Hamit Er, “Osmanlı Devleti’nde Eğitim ve Çağdaşlaşma Çabaları”, Marife Dergisi, Yıl: 3, Sayı: 1, 2003, s. 212. 6 Bayram Kodaman, “Osmanlı Devleti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebeplerine Genel Bakış”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 16, Aralık 2007, s. 2. 18 Venedik’e karşı girişilen Girit Kuşatması (1645-1669) ancak yirmi dört senede başarıya ulaşabilmiş; 1683 yılında II. Viyana Kuşatması bozgunla neticelenmiştir. Ardından bir araya gelen Avusturya, Rusya, Lehistan, Venedik, Malta ile on altı yıl boyunca devam eden savaşlar kaybedilmiş; büyük toprak kayıplarına yol açan Karlofça (1699) ve bir sene sonra Rusya ile İstanbul antlaşmaları imzalanmak zorunda kalınmıştır. Yine ağır bir yenilgiyle sonuçlanan 1768-1774 Savaşı’nın ardından imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması (1774) ile Kırım bağımsız olurken Rusya Karadeniz’e çıkma hakkını elde ederek geleneksel “sıcak denizlere inme” politikasında önemli bir adım atmıştır. On sekiz yıl sonra 1792 yılında imzalanan Yaş Antlaşması ile Kırım tamamen Rus toprağı hâline gelmiş; Osmanlı Devleti için oluşan tehdit daha da büyümüştür.7 Savaşlarda yaşanan mağlubiyetlerin nedenleri arasında Osmanlı Devleti’nin ekonomi ve askerî teknoloji açısından yetersizliği, askerî disiplinin oturtulamaması, devlet kurumlarında meydana gelen usûlsüzlüklerin artması ile bu kurumlara liyakatsiz kişilerin atanması vb. sorunlar yer almıştır.8 Devlet adamları, yaşanan bu olumsuzluklar karşısında sorunların çözümüne yönelik daha kapsamlı bir modernleşmeye ihtiyaç duyulduğu sonucunu çıkarmış; birtakım yenilikler planlanmış ve gerçekleştirilmiştir. III. Selim döneminde Nizam-ı Cedid9 programı hazırlanmış; II. Mahmud döneminde kapsamlı ıslahat girişimleri devam etmiştir. Sultan Abdülmecid Dönemi’nde ise 1839 yılında Tanzimat ve 1856 yılında Islahat fermanları ile modernleşme çalışmalarına hız verilmiştir. Hazırlanan Nizam-ı Cedid programı ile klasik dönemin ihtişam ve başarılarına geri dönüş hedeflenmiş; Devletin eski gücüne kavuşması amaçlanmıştır.10 Bu nedenle yapılacak yeniliklerin merkezine öncelikle askerî sınıf alınmış, ardından Devletin 7 Alperen, “Osmanlı Devletinde Modernleşme ve Din”, s. 214. 8 Ayşe Zişan Furat, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı Eğitiminde Dönüşüm: Islah mı? Yenilenme mi?”, Sahn-ı Semân’dan Dârülfünun’a Osmanlı’da İlim ve Fikri Dünyası: Âlimler, Müesseseler ve Fikri Eserler XVIII. Yüzyıl, Cilt: I, İstanbul, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2018, s. 245. 9 Konu hakkında geniş bilgi için bkz. Ercüment Kuran, Türkiye’nin Batılılaşması, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1994, s. 52; Adil Şen, Osmanlı’da Dönüm Noktası (III. Selim Hayatı ve Islahatları), Ankara, Fecr Yayınları, 2003, s. 211. 10 Kemal H. Karpat, Osmanlı Modernleşmesi, Ankara, İmge Kitabevi, 2002, s. 79; Hatemi, “Nizâm-ı Cedid”, s. 198. 19 bozulmaya yüz tutmuş diğer alanları üzerinde durularak sorunlar giderilmek istenmiştir.11 Bunları gerçekleştirmek için Sultan III. Selim (1789-1807) açık fikirli ve ıslahata taraftar olan Devlet ricalinden bir ekip oluşturarak Nizam-ı Cedid ıslahat programını hazırlatmıştır. Bu çerçevede mevcut askerî ocakların azaltılması ve yenileştirilmesi, Batı tarzında yeni bir yaya ordusunun kurulması, yeni savaş tekniği eğitimi yapacak kurumların oluşturulması kararı alınmıştır.12 III. Selim ayrıca askerî okulların iyileştirilmesine özellikle önem vermiş; konuya ilişkin Batı’da yaşanan gelişmeleri yakından takip etmiştir. Askerî okullara Fransız subay ve öğretmenlerin tayin edilmesini sağlamış; Tophaneyi güçlendirmek için Fransa ve İsveç’ten mühendisler getirtmiştir. Avrupa’dan 400 cilt kitap getirterek bir kütüphane kurdurmuştur.13 Sultan yeniliklerin itici gücünü oluştururken, Yeniçerilerin hâkim olduğu bazı asker ve idari bürokratlar karşı çıkmıştır.14 Devlet, Nizam-ı Cedid programının yürütülmesini sağlamak için ıslahata karşı çıkan bu zümreyi ikna edememiş; ulemanın, aydınların ve halkın desteğini yeterince alamamıştır. Sadrazamlar, şeyhülislamlar ve rütbeli devlet adamlarından birkaçı hariç diğerleri bu yenilik çabasına destek vermemiştir. Dolayısıyla Nizam-ı Cedid’in kaldırılmasını isteyen yeniçeri ağaları ile devlet içinde bulunan bazı bürokratlar 1807 yılında Kabakçı Mustafa etrafında toplanarak isyan çıkarmışlardır.15 Çıkan isyan sonucu III. Selim’in tahtan indirilmesi ile Nizam-ı Cedid de uygulamadan 11 Furat, “XVIII. Yüzyıl Osmanlı Eğitiminde Dönüşüm: Islah mı? Yenilenme mi?”, s. 261 12 “III. Selim”, Osmanlı Ansiklopedisi Tarih/ Medeniyet/ Kültür, Cilt: V, İstanbul, Ağaç Yayıncılık, 1993, s. 254. 13 Hasan Gümüşoğlu, “Modernleşmenin Osmanlı Toplumunun İnanç Yapısı Üzerinde Yaptığı Bazı Etkiler”, KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:16, 2010, s. 63. 14 Yeniçeri Ocağı, XVII. yüzyıldan itibaren askerî disiplin ve itaat anlayışını iyice kaybettiğinden dolayı devletin otoritesinin dayanağı olmaktan çıkmış; “Ocak devlet içindir.” prensibi yerine “Devlet ocak içindir.” formülü gelişmiştir. Devlete karşı çıkardıkları isyanlar, sultan ve sadrazamları yeni bir düzen kurma çalışmalarına itmiş ancak bunlar da yeniçerilerin muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: V, Ankara, Türk Tarih Kurmu Yayınları, 1961, s. 7; Ömer Açıkgöz, Osmanlı Modernleşmesi İktisadi-Siyasi Dinamikler ve Kırılmalar, Ankara, Lotus Yayınevi, 2008, s. 224; Hatemi, “Nizâm-ı Cedid”, s. 198. 15 Osman Özkul, Gelenek ve Modernite Arasında Ulema, İstanbul, Bir Harf Yayınları, 2005, s. 351; Carter V. Findley, Modern Türkiye Tarihi, İslam, Milliyetçilik ve Modernlik 1789-2007, Çev. Güneş Ayas, İstanbul, Timaş Yayınları, 2011, s. 23. 20 kaldırılmıştır. Böylece askerî ve teknolojik alanda modernleşme çabaları kesintiye uğramıştır.16 III. Selim’in (1789-1807) Nizam-ı Cedid ile ortaya koymaya çalıştığı modernleşme çabaları akamete uğrasa da II. Mahmud (1808-1839) bu girişimleri kalıcı olacak şekilde yeniden canlandırmaya çalışmıştır. Yeniliklerin kalıcı olmasının önündeki en büyük engel olarak görülen Yeniçeri Ocağını kaldırmıştır. Sultan, ordu ile ilgili kendinden önce yapılmış olan reformlara ek olarak topçu birliklerini ve donanma gibi askerî güçleri sağlamlaştırma imkânı bulmuştur. Stratejik öneme sahip bölgeleri ve cephaneliklerin durumunu düzenleyerek barut üretimini arttırıp tüfek ithal etmiştir.17 II. Mahmud, yaptığı “Yeni Düzen” çalışmaları ile sadece askerî alanlarda değil bürokratik yapı, eğitim kurumları, gayrimüslim hakları vb. konularda da yenilikler gündeme getirmiştir. Bunlara ek olarak devlet dairelerinde II. Mahmud’un resimlerinin asılması; setre18, pantolon ve fes giyilmesinin mecburi hâle getirilmesi gibi gündelik hayata yansıyan yenilikler de yapılmıştır. 19 Söz konusu yenilikler yapılırken Devletin niteliği ve toplumun yapısı hesaba katılmamış; Batı modelinin olduğu gibi alınma çabasına taklit ve şekilcilik de eklenmiştir. Bu durum halkın ve ulemanın bir kesimi tarafından Avrupa’nın ilim, fen ve teknolojisi daha fazla alınmak yerine giyim, kuşam ve İslam’a aykırı olan âdetler taklit ediliyor, şeklinde eleştiriye maruz kalmıştır.20 II. Mahmut söz konusu yeniliklere yönelik yapılan eleştirilere ve olumsuz görüşlere karşı kamuoyunu yanına çekmeyi önemseyen bir siyaset takip etmiştir. Bunun için 1831 yılında İstanbul’da çıkmaya başlayan Takvim-i Vekayi’21 gazetesinde yeniliklere ilişkin bilgilendirici haberlerin yayımlanmasını istemiştir. Ayrıca Yeniçeri Ocağı’nın 16 Açıkgöz, Osmanlı Modernleşmesi, s. 225. 17 Findley, Modern Türkiye Tarihi, s. 38; Mehmet Yıldız, Modernleşme Dönemi Osmanlı Siyasi Metinleri, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, 2015, s. 8. 18 Düz yakalı, önü çok sayıda düğmeli, uzun bir ceket türü. 19 Ahmed Akgündüz, Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, İstanbul, Osmanlı Araştırma Vakfı Yayınları, 1999, s. 243. 20 Akgündüz, Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, s. 242. 21 Takvîm-i Vekayi’ ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Nesimi Yazıcı, “Takvim-i Vekayi’” DİA, Cilt: XXXIX, İstanbul, 2010, s. 490-492. 21 kaldırılmasındaki haklılığı ve zarureti dile getiren Üss-i Zafer22 , Netîcetü’l-vekayi’23 , Gülzâr-ı Fütûhat24 eserlerinin kaleme alınmasını sağlamıştır.25 Osmanlı Devleti’nin kalkınması ve modernleşmesi için büyük dikkat ve gayret sarf eden III. Selim ve II. Mahmud, iç ve dış sorunlarla uğraşmak zorunda kaldıkları için ıslahatlardan istedikleri kadar iyi bir netice elde edememişlerdir.26 Ancak kendilerinden sonra yapılan modernleşme çalışmalarına önderlik etmişlerdir. Bu çalışmalardan biri de şartlarının çoğu II. Mahmud Dönemi’nde olgunlaşmış olan ve 1839 yılında Sultan Abdülmecid Dönemi’nde ilan edilen Tanzimat Fermanı olmuştur.27 Gülhane Hatt-ı Hümayunu olarak da bilinen Tanzimat Fermanı, 3 Kasım 1839 tarihinde -bugünkü Gülhane Parkı’nda- Sadrazam Mustafa Reşid Paşa28 (ö. 1858) tarafından halka okunarak resmen yürürlüğe girmiştir.29 Babıâli, ulema ve yabancı devlet adamları huzurunda okunan Ferman’da Müslüman ya da gayrimüslim olsun bütün Osmanlı halkının can, mal ve ırz emniyetinin din, dil, ırk ve soy farkı gözetilmeden korunacağı belirtilmiş; kanun önünde her vatandaşın eşit olduğu 22 Es’ad Efendi, Üss-i Zafer (Yeniçeriliğin Kaldırılmasına Dair), Hazırlayan: Mehmet Arslan, İstanbul, Kitabevi Yayıncılık, 2005. 23 Mehmed Dâniş, Netîcetü’l-vekayi’, İstanbul Üniversitesi Yazma Eserler, 2785, v. 38; Eserin Türkçe Metni için bkz. Şamil Mutlu, Yeniçeri Ocağının Kaldırılışı ve II. Mahmud’un Edirne Seyahati,: Mehmed Dâniş Bey ve Eserleri, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1994. 24 Şirvânlı Fatih Efendi, Gülizâr-ı Fütûhât: (Bir Görgü Tanığının Kalemiyle Yeniçeri Ocağ’nın Kaldırılışı), Hazırlayan: Mehmet Ali Beyhan, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2001. 25 Kemal Beydilli, “Mahmud II”, DİA, Cilt: XXVII, Ankara, 2003, s. 355. 26 Ömer Faruk Yelkenci, Türk Modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in Eğitim Hamlesi, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2010, s. 192. 27 Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul, İrfan Matbaası, 1975, s. 88. 28 Mustafa Reşit Paşa ile ilgili bkz: Mehmet Kaplan, “Mustafa Reşid Paşa ve Yeni Aydın Tipi”, Tanzimat: Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, Yayına Hazırlayan: Halil İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2006, s. 317; Bayram Kodaman, Ahmet Turan Alkan, “Tanzimatın Öncüsü Mustafa Reşid Paşa”, 150. Yılında Tanzimat, Yayına Hazırlayan: Hakkı Dursun Yıldız, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992, s. 1; Raif Karadağ, Muhteşem İmparatorluğu Yıkanlar, İstanbul, Muhit Yayınları, 1971, s. 19. 29 Tanzimat Fermanı’nın (Hatt-ı Humayun’un) tam metni için bkz. Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İrade Mesail-i Mühimme (İ.MSM), nr. 24; Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, Yayına Hazırlayan: Halil İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s. 13.; Sabri Hizmetli, “Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı’nın İlanından Sonra Gayr-i Müslimlerin Durumlarıyla İlgili Gelişmeler”, İslami Araştırmalar, Cilt: XII, Sayı: 2, Ankara, s. 123- 129; Ahmet Özer, Tanzimat’tan Bugüne Batılılaşma ve Avrupa Birliği, Ankara, Elips Kitap, 2003, s. 9; Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 89; Ömer Faruk Yılmaz, “Tanzimat Fermanı ve İlanından Sonra Devletin Umumi Durumu”, Osman Gazi’den Sultan Vahidüddin Han’a Osmanlı Tarihi, Cilt: V, İstanbul, Çamlıca Yayınları, 2013, s. 324. 22 vurgulanmıştır. Tanzimat Fermanı ayrıca hukukun üstünlüğünü vurgulayarak Sultan’ın mutlak yetkilerini sınırlamış; Osmanlı halkının idarede söz sahibi olmasının önünü açmıştır. Sultanın yetkileri tam olarak bir parlamentoya teslim edilmemişse de kurulan meclisler belli ölçüde devlet yönetimiyle ilgili yetkileri paylaşmıştır.30 Tanzimat Fermanı Osmanlı Devleti’nin içinde ve dışında farklı biçimlerde yorumlanmıştır. Müslüman halk, Tanzimat’ı ilan eden devlet adamlarının Batı’yı üstün kabul edip Batılılaşmayı ciddi anlamda bir medeniyet projesi olarak sunmaya başlamalarına itiraz etmişlerdir. Devletin, Batılılara benzemek adına gerçek benlik ve geleneklerinden uzaklaşarak aslından koparıldığı şeklinde yorumlamışlardır.31 Konu ile ilgili fikir adamı ve yazar Güngör, halkın ve aydınların, modern Batı’dan alınacak askerî ve teknik anlamdaki gelişmelere karşı olmadığını; onların Batı’dan yeni kavram ve düşünceler alınsa bile bunların İslam’ın köklerine uygun olmasını istediklerini, aksi bir durumda da dönüştürülmesi gerektiğine inandıklarını ifade etmiştir. Dolayısıyla Tanzimat’ı ilan eden devlet adamlarının Batı’yı üstün kabul edip Batılılaşmayı ciddi anlamda bir medeniyet projesi olarak sunmalarına itiraz etmişlerdir.32 Osmanlı tarihinde yeni bir devrin başlangıcı olarak kabul edilebilecek bir başka Hattı Hümayun33 18 Şubat 1856 tarihinde ilan edilen Islahat Fermanıdır. Amacı, Kırım Harbi sonrası gerçekleşen Paris Barış Konferansı’nda Batılı ülkelerin desteğini kazanmak, bunu sağlamak için de Tanzimat kanunlarıyla çıkarılmış ancak tam uygulanamamış olan kararları pekiştirmek olmuştur. Fermanda Osmanlı’da yaşayan ve gayrimüslim halka Tanzimat Fermanı ile verilmiş olan haklar ve ayrıcalıklar tekrarlanmıştır. Bununla birlikte gayrimüslimlerin devletin askerî ve sivil okullarına 30 Hizmetli, “Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı’nın İlanından Sonra Gayr-i Müslimlerin Durumlarıyla İlgili Gelişmeler”, s. 125. 31 Tunaya, İslamcılık Akımı, s. 20; Halil İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Tanzimat Değişim Sürecinde Osmanlı İmparatorluğu, s. 31. 32 Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 88; Hasan Kayalı, Jön Türkler ve Araplar Osmanlıcılık, Erken Arap Milliyetçiliği ve İslamcılık (1908-1918), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1998, s. 19. 33 Islahat Fermanının Orijinal Metni için bkz. Tarih-i Lütfi, Cilt: IX, s. 104-105; Geniş bilgi için bkz: Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Islahat Fermanı Devri, Cilt: VI-VII, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, s. 9. 23 ve devlet memuriyetine girebilmesi, gayrimüslim bütün erkeklerin askerlik hizmeti yapması, vergide eşitlik gibi haklar yer almıştır.34 Yapılan bu yeniliklere ek olarak 1856’da Meclis-i Vâlâ’yı Ahkâm-ı Adliye kurulmuş bunula ilk defa gayrimüslimlere temsil hakkı verilmiştir. 1867’de kurulan Mekteb-i Sultânîye (Galatasaray Lisesi) Hristiyan ve Müslüman öğrenciler birlikte alınmıştır. Ayrıca Hristiyanların, hukuk davalarında kendi konsolosluk mahkemelerinde kendi kanunlarına göre problemlerini çözüme kavuşturulmasının önü açılmıştır. Bunun yanı sıra her geçen gün kapsamı genişletilen kapitülasyonlarla yabancı devletlere Osmanlı’daki dindaşlarının hukukuyla ilgilenme yolunda da haklar tanınmıştır.35 Osmanlı Devleti’nin hem Tanzimat hem de Islahat Fermanı ile azınlıklara verdiği bu haklar; genel anlamda ülkede yaşayan tüm unsurların din, dil, ırk ve renk farkı gözetilmeksizin ve Türklere diğer azınlık gruplar aleyhine ayrıcalık verilmeksizin tek devlet (ortak devlet ortak vatandaşlık) bilinci meydana getirmek amacında olmuştur.36 Ancak bu düşünce beklenen sonuçları vermemiş, aksine devlet gayrimüslim halk üzerindeki otoritesini giderek kaybetmiştir. Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti’nin Hristiyan tebaaya kötü muamelede bulunduğunu ileri sürerek Osmanlı Devlet yönetimine müdahale etmeye ve devletin iç işlerine karışmaya başlamıştır. Avrupa’daki gelişmeler ve özellikle 1789’da gerçekleşen Fransız İhtilali’nin ortaya koyduğu milliyetçilik hareketlerinin etkisi ile Osmanlı Devleti’nin birçok bölgesinde ayaklanmalar çıkmış; çıkan ayaklanmalar neticesinde Osmanlı Devleti geniş toprak kayıpları yaşamıştır.37 Yaşanan tüm bu siyasi gelişmeler, hem Osmanlı Devleti’nin yenilenmek için çıkardığı fermanlara hem de çalışmamızın bu bölümü içerisinde yer alan Osmanlıcılık, Yeni Osmanlılar ile İslamcılık akımlarına etki etmiştir. Bu nedenle söz konusu etkinin nedenlerini görmek ve konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak 34 Donald Quataert, Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922, Çev. Ayşe Berktay, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002, s. 111. 35 Sinan Çitçi, Batılılaşmaya Karşı Tezler, İstanbul, Akademi Titiz Yayınları, 2013, s. 6. 36 Cevdet Küçük, “Osmanlı İmparatorluğu’nda “Millet Sistemi” ve Tanzimat”, Tanzimat, Yayına Hazırlayan: Halil İnalcık, Mehmet Seyitdanlıoğlu, Ankara, Phoneix Yayınları, 2006, s. 375. 37 Hizmetli, “Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Fermanı’nın İlanından Sonra Gayr-i Müslimlerin Durumlarıyla İlgili Gelişmeler”, s. 127. 24 adına XVIII ve XIX. yüzyıllarda Osmanlı’da yaşanan siyasi ve fikrî gelişmelere bakmak konunun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. 1.1.2. XVIII ve XIX. Yüzyıllarda Yaşanan Siyasi ve Fikrî Gelişmeler XVIII. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız İhtilali, öncesinde meydana gelen Rönesans ve Reform süreçlerini geliştirmiş; Fransız aydınlarının geliştirdiği fikirler ve bunlar arasında özellikle milliyetçilik düşüncesi, müttefik Avrupa ordularıyla çeyrek yüzyıl boyunca savaşan Fransa kuvvetleri tarafından dalga dalga bütün Avrupa’ya yayılmıştır. Bu gelişme monarşiyle yönetilen çok uluslu devletlerin hemen hepsinde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de sosyal ve fikrî açıdan değişimlere neden olmuştur. Ayrıca Napolyon’un yayılmacı politikası sonucu Mısır eyaletini işgal etmesi, ardından Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyan ederek Osmanlı ordularını arka arkaya yenilgiye uğratması da Osmanlı Devleti’ni olumsuz yönde etkilemiştir. Çalışmamızın bu bölümünde XVIII ve XIX. yüzyıllarda yaşanan Fransız İhtilali ile İhtilâl’in sonucunda yayılan milliyetçilik düşüncesi, Mısır’ın Fransızlar tarafından işgalinin Osmanlı Devleti ve İslamcılık düşüncesi üzerindeki etkileri ele alınmıştır. 1.1.2.1. Fransız İhtilali ve Milliyetçilik 1789 yılında gerçekleşen Fransız İhtilali, kendisinden sonra meydana gelen bütün devrimler ve ihtilaller üzerinde etkili olmuş ve eski rejimden modern topluma geçişi ifade etmiştir.38 Osmanlı Devleti tüm Avrupa ve çevresi gibi bu ihtilalin sonuçlarından etkilenmiş ve bu durum iki asırdan fazla sürmüştür. Bu süreçte oluşan ve Türk siyasi, sosyal, kültürel hayatın en önemli olaylarından biri olan II. Meşrutiyet Dönemi’nde yaşanan gelişmeler de bu duruma örnek teşkil etmiştir.39 Devlet modernleşme yolunda önemli bir mesafe katetmiş; basın, ordu, eğitim, sağlık ve iletişim alanlarında köklü değişimler yaşanmaya başlamıştır. Yaşanan bu değişimlerin önemini ortaya koymak ve anlaşılmasına katkı sağlamak adına bu bölümde öncelikle Fransız İhtilali’ni doğuran sebeplere ve İhtilal’in gerçekleşmesinde dönemin düşünürlerinin öncülüğüne yer verilmiştir. Ayrıca o dönem 38 Gündüz, “100. Yılında II. Meşrutiyet’in Entelektüel Mirası”, s. 120. 39 Gündüz, a.e., s. 121. 25 halkın içerisinde bulunduğu sosyo-ekonomik durum da ortaya koyularak meydana gelen uluslaşma bilinci üzerinde durulmuştur. XVIII. yüzyılda Fransa toplumu çok farklı sosyal sınıflardan meydana gelmiş; asilzadeler, din adamları, askerler, bürokratlar, aydınlar, burjuvalar, şehirli ve köylü halk birbirine eşit olmayan toplumsal konumlarda yer almıştır. En düşük sosyal sınıf sayılan halk; hürriyet, eşitlik, adalet gibi haklardan yoksun bırakılmıştır. Toplum içerisinde bu duruma duyulan rahatsızlık ile işsizliğin artması, nüfus patlaması, savaşlar, köylü ayaklanmaları vb. nedenlerden dolayı iç karışıklıklar çıkmıştır. Bu yüzden Fransa’yı yöneten kral, din adamları ve soylular üçlüsünün baskısı tepki toplamaya başlamıştır.40 Söz konusu bu tepkilerin sistemli bir yapıya kavuşmasını isteyen ve dönemin aydın kesimini oluşturan yazarlar, despot bir kral yerine yetkileri bir parlamento ile sınırlandırılmış bir hükümdar fikrini benimsemişlerdir. Bu yazarlar arasında yer alan Voltaire (1694-1746), Montesquieu (1689-1755), Rousseau (1712-1778) vb. aydınlar bu fikri hayata geçirmek için siyaset düşüncesi alanında çeşitli eserler ortaya koymuşlardır.41 Bu doğrultuda hareket eden aydınlar, romanlar, seyahatnameler, tiyatro eserleri vb. yapıtlarla fikirlerini duyurmayı başarmışlar ve toplumu harekete geçirmişlerdir.42 Yaşanan bu gelişmeler sonucunda 1789 yılında Fransız İhtilali meydana gelmiş; adalet, eşitlik, özgürlük, baskıdan kurtuluş vb. çeşitli hakların verildiği sosyal bir devrim yaşanmıştır. Topluma yön veren siyasi, sosyal, askerî, iktisadi ve kültürel 40 Albert Soboul, 1789 Fransız İnkılabı Tarihi, Çev. Şerif Hulusi, İstanbul, Cem Yayınevi, 1969, s.18; M. Emin Ruhi, Fransız Devriminde Bir Başrol Oyuncusu Sieyes, Ankara, Liberte Yayınları, 2002, s. 1.; İ. Memduh Seydol, Fransız İhtilalinin Dış ve İç Yüzü, İstanbul, Sinan Matbaası ve Neşriyat Evi, 1950, s. 24. 41 O dönemde Fransa, mutlak monarşi rejimi ile yönetilmekte, devletin ortaya koyduğu kanunlar denetimden geçmeden uygulamaya konmaktadır. İktidarın kaynağını Tanrı olarak gören kral; başına buyruk yaşamakta, keyfine göre savaş ilan etmekte ya da hazinedeki parayı kimseye danışmadan harcamaktadır. Michelet, Fransız İhtilali Tarihi, Cilt: I, Çev. Hamdi Varoğlu, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi, 1967, s. 58. 42 A. Aulard, Fransa İnkılabının Siyasi Tarihi Demokrasinin ve Cumhuriyetin Kaynakları ve Gelişmesi 1789-1804, Cilt: I, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1987, s. 26; İbrahim Kafesoğlu, Türk Milliyetçiliğinin Meseleleri, İstanbul, Millî Eğitim Basımevi, 1970, s. 136; Cahit Külekçi, “Fransız İhtilali ve Ermeni Milliyetçiliğinin Doğuşu”, İ.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 5, 2014, s. 154. 26 konular üzerinde etki yapan bu devrimin sonuçları sonraki iki asır boyunca da etkisini sürdürmüştür.43 Fransız İhtilali bu süreçte birçok düşünürün fikirlerini belirlemiş ve şekillendirmiştir.44 Fransız İhtilali Türk aydınları ve İslamcı düşünürlerin fikirlerine de etki etmiş; baskı rejimi yerine hükümet sistemi, azınlık hakları, konuşma ve basın özgürlüğü gibi konularda talepler oluşmaya başlamıştır. Bu nedenle Osmanlı aydınları 1908 yılında gerçekleşen II. Meşrutiyet’i Fransız İhtilali’ne atıfla “Türk İnkılâb-ı Kebiri” olarak adlandırmıştır.45 Özellikle İslamcı aydınlar Fransız İhtilali’nin ön planda tuttuğu “hürriyet (özgürlük), müsavat (eşitlik), uhuvvet (kardeşlik), terakki (ilerleme) vb. kavramları ulvileştirmiş; muhtevasını da bu İhtilal’in etkileriyle oluşturmuştur. Oluşan etkiye bakıldığında bu kavramların Fransız İhtilali ile yaşanan siyasal ve sosyal değişimlerin sonucu olarak ortaya çıktıkları görülmektedir. Zira bu dönem bütünleştirici kimlik ve duygular önemli bir ihtiyaç hâline gelmiş; uluslaşma bilinci ortaya çıkmıştır.46 Avrupa’da başlayıp gelişen uluslaşma/milliyetçilik düşünceleri; kısa bir süre sonra birçok ülkeyi etkisi altına almış, özellikle çok uluslu yapıya sahip imparatorluklarda büyük çözülmelere neden olmuştur.47 Çok uluslu bir yapıya sahip olan Osmanlı İmparatorluğu, milliyetçilik fikirleri ile ilk kez bünyesinde bulunan gayrimüslim tüccarlar vasıtasıyla tanışmıştır. Osmanlı tebaasında bulunan Hristiyanlardan Sırp tüccarları Güney Macaristan’da; Bulgar tüccarları Eflak, Boğdan ve Rusya’da; Yunan tüccarları Viyana, Budapeşte, Bükreş, İtalya ve Fransa’da; Romen tüccarları ise Rusya ve Fransa’da yoğun faaliyet içerisinde 43 Bayram Kodaman, Sultan II. Abdülhamid Devri Doğu Anadolu Politikası, Ankara, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, 1987, s. 110. 44 İsmail Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, İstanbul, İz Yayıncılık, 1994, s. 17. 45 Gündüz, “II. Meşrutiyet’in Entelektüel Mirası”, s. 121. 46 Salahi R. Sonyel, Osmanlı Devleti’nin Yıkılmasında Azınlıkların Rolü, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2014, s. 191; Sacit Kutlu, Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2007 s. 32. 47 Eric Hobsbawm, İmparatorluk Çağı 1875-1914, Ankara, Dost Kitabevi, 1987, s. 159; Sonyel, Osmanlı Devleti’nin Yıkılmasında Azınlıkların Rolü, s. 192; Mehmet Ali Ayni, Ulusçuluk (Milliyetçilik), İstanbul, Peva Yayınları, 1997, s. 48; Fahri Atasoy, Küreselleşme ve Milliyetçilik, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2005, s. 14; E. J. Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik, Çev. Osman Akınhay, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1993, s. 64; M. Naci Bostancı, Bir Kolektif Bilinç Olarak Milliyetçilik, İstanbul, Doğan Kitapçılık, 1999, s. 42. 27 olmuşlardır. Bu tüccarlar burada sadece mal ve eşya ithalat ve ihracatı yapmakla kalmamış, aynı zamanda fikir ve düşünce ithalinin de aracıları durumunda bulunmuşlardır.48 Milliyetçilik fikrinin -tüccarlar dışında- Osmanlı ülkesinde yayılmasında etkili olan diğer bir neden ise Batılı devletlerin Osmanlı’da yaşayan gayrimüslim tebaa ile ilişkilerini artırmaları olmuştur. Fransa, İngiltere, Rusya, Avusturya gibi devletler Osmanlı halkı arasında olan gayrimüslimleri korumaya ve onlara sahip çıkmaya başlamışlardır.49 Yabancı büyük devletler bu şekilde azınlıkları bahane ederek Osmanlı’nın iç işlerine daha fazla karışmaya başlamış; Osmanlı Devleti üzerinde rekabet ve nüfuz alanı kazanma mücadelesine de hız vermişlerdir. Bunlardan Osmanlı Devleti’nin komşusu konumunda olan Rusya; Balkanlar ve Anadolu’daki Hristiyan tebaayı bahane ederek ayaklanmalarını sağlamış; Fransa; Katolik cemaatin hâmisi olduğunu ileri sürerek, kendi yayılmacı politikası gereği Osmanlı’yı parçalayıp topraklarını genişletmek istemiştir.50 Milliyetçi hareketler, yabancı ülkeler tarafından özellikle çeşitli dinlerin ve dillerin hüküm sürdüğü Balkanlardaki toplumlar üzerinde ve daha sonra Arap ülkelerinde kışkırtılıp desteklenmiştir.51 Avrupa Devletlerinin azınlıklar üzerinden siyasi, kültürel, ekonomik baskıları sonucunda Osmanlı Devleti; birçok bölgesinde isyanla karşı karşıya kalmıştır. Yunan, Sırp, Bulgar gibi milletler Osmanlı hâkimiyeti altından çıkıp bağımsız birer devlete sahip olmak istemişlerdir.52 XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne isyan eden Yunanlılar; devletin askerî, iktisadi ve yönden zayıflamasını fırsat bilerek bağımsızlıklarını ilan etmek istemiştir. Rusya da 48 Süleyman Kocabaş, Avrupa Türkiye’sinin Kaybı ve Balkanlarda Panislavizm, İstanbul, Vatan Yayınları, 1986, s. 47. 49 Kocabaş, Avrupa Türkiye’sinin Kaybı, s. 48. 50 Stanford Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Azınlıklar Sorunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: IV, İletişim Yayınları, 1985, s. 1003-1005. 51 Mehmet Okur, “Bulgaristan Türklerinin Maruz Kaldığı Uygulamalarla İlgili Olarak Rumeli İslam Muhacirleri Cemiyeti’nin Bir Talebi”, A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı: 28, Erzurum, 2005, s. 351. 52 Barbara Jelavich, Balkan Tarihi 18. ve 19. Yüzyıllar, Çev. İhsan Durdu, İstanbul, Küre Yayınları, 2006, s. 44; Veysel K. Bilgiç, “Osmanlı Devletinde Azınlıklar”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, Sayı: 21, 2013, s. 430; Ali Engin Oba, Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1995, s. 76. 28 bu harekete kendi yayılmacı politikası gereği destek vermiş; Balkanlar ve Anadolu’daki Rum milliyetçilerini harekete geçirmiştir.53 Mora Yarımadası’nda başlayan isyan kısa sürede alevlenerek bir bağımsızlık mücadelesine dönüşmüş ve Rumlar yerel bir hükûmet oluşturarak bağımsızlık yolunda mesafe katetmişlerdir.54 1822 yılında Avrupa’nın da desteği ile anayasa hazırlayarak mücadelelerini daha ileri bir aşamaya taşımışlardır. Ancak tüm bu olanlara sessiz kalmayan Osmanlı Devleti, Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’dan aldığı destekle isyanı bastırınca büyük devletler hemen harekete geçmiş ve Osmanlı Devleti’ne nota vermişlerdir. 1827 yılında müttefik bir Avrupa donanmasının Navarin’de Osmanlı ve Mısır gemilerini yakmasının ardından Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açmıştır. Gerek Yeniçeri Ocağının henüz kapatılmış olması (1826); kurulan yeni ordunun kökleşmemesi ve gerek donanmanın yakılması gibi sebeplerle Osmanlı Devleti, Rusya karşısında başarılı olamamış ve 1829 yılında Edirne Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır. 55 Osmanlı Devleti, Edirne Antlaşması’nın onuncu maddesi ile Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştır.56 Böylece Yunanistan’ın ayrı bir devlet olarak ortaya çıkması, milliyetçilik fikriyle başlayan hareket sonucu Osmanlı İmparatorluğu’nda bir bölgenin koparak bu bölgede yeni bir devletin kurulmasının ilk örneği olmuştur.57 Bu örnek Balkan topraklarında bulunan diğer milletleri de cesaretlendirmiş; isyan hâlinde olan Sırplar da bağımsızlık mücadelesine hız vermiştir.58 53 Filiz Çoban, Aslı Fatma Burulday, “Yunan Milliyetçiliğinin ve Mütekabiliyet İlkesinin Yunanistan’daki Müslüman-Türk Azınlığın Haklarına Etkileri” Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt: VIII, No: 38, 2015, s. 345; Necmettin Alkan, Ve Selanik Düştü… 1912-1913 Balkan Savaşı ve Hezimeti, İstanbul, Timaş Yayınları, 2014, s. 45. 54Sabri Sürgevil, Cihan Özgün, Balkanlar, Cilt: I, İzmir, Ege Üniversitesi, 2012, s. 63. 55 Şerafettin Turan, “Edirne Antlaşması”, DİA, Cilt: X, İstanbul, 1994, s. 442-443; Sabri Sürgevil, Cihan Özgün, Balkanlar, s. 63. 56 Çoban, Burulday, “Yunan Milliyetçiliğinin ve Mütekabiliyet İlkesinin Yunanistan’daki MüslümanTürk Azınlığın Haklarına Etkileri”, s. 346. 57 Şükrü Hanioğlu, “Osmanlıcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: V, İstanbul, İletişim Yayınları, 1985, s. 1389. 58 Tuğrul Kihtir, Balkanların Osmanlı Tarihi 1352-1913, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 2015, s. 180; Misha Glenny, Balkanlar 1804-1999: Milliyetçilik, Savaş ve Büyük Güçler, Çev. Mehmet Harmancı, İstanbul, Sabah Kitapçılık, 2001, s. 33; Jelavich, Balkan Tarihi, s. 217. 29 1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusların desteğini alan Sırplar, Osmanlı Devleti’ne karşı küçük başarılar kazanmış ancak Osmanlı Devleti, isyanı bastırmıştır.59 İsyan sürecinin devam ettiği dönemde Sırplar, Yunanistan’a bağımsızlık verilen Edirne Antlaşması ile özerk (yarı bağımsız) bir statüye kavuşmuşlardır. Bir yıl sonra 1830 yılında gerçekleşen Belgrad Anlaşması ile Osmanlı Devleti Sırbistan’ın iç işlerine karışmayacağını kabul ederek bu özerk statüyü kesin olarak tanımıştır. Bu şekilde 1878 yılında tam bağımsızlığını kazanana kadar Sırbistan, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı otonom bir knezlik olarak varlığını sürdürmüştür.60 Balkan topraklarındaki diğer azınlıklara bakıldığında Bosna-Hersek’te 1875 yılında Mostar civarında ayaklanma başladığı ve bu ayaklanmanın kısa bir sürede yayıldığı görülmektedir. İsyanın Osmanlı Devleti tarafından bastırılamaması neticesinde Avrupa devletleri devreye girmiştir. Avusturya, Rusya ve Almanya’nın elçileri Viyana’da bir konferansta buluşmuş ve birleşerek isyanı durduracaklarını Babıali’ye iletmişlerdir. Osmanlı Devleti büyük devletlerin arabuluculuğunu kabul etmiş ancak bu devletler de bir sonuç elde edememiştir.61 İsyanları durdurmak için yapılan geçici çözümler, 1877-1878 yılında yapılan OsmanlıRus Savaşı’na (93 Harbi) kadar devam etmiştir. Bölgenin Osmanlı’dan ayrılma süreci ise savaşın ardından yine aynı yıl imzalanan Berlin Antlaşması ile Avusturya yönetimine girmesiyle hız kazanmış; 1908 yılında Avusturya’nın Bosna-Hersek’i ilhak etmesiyle tamamlanmıştır.62 Bunun dışında Arnavutluk, I. Balkan Savaşı sırasında Osmanlı yönetiminden ayrılan son Balkan ülkesi olmuş (1912); Makedonya vilayeti ise Balkan Savaşları sonucunda büyük ölçüde elden çıkmıştır.63 59 Serap Toprak, “Osmanlı-Avrupa İlişkileri Çerçevesinde Sırbistan’ın Bağımsızlığı”, Uluslararası Sosyal Araştırma Dergisi, Cilt: VI, Sayı: 24, 2013, s. 351. 60 Selim Aslantaş, Osmanlıda Sırp İsyanları: 19. Yüzyılın Şafağında Balkanlar, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2007, s. 164. 61 Mithat Aydın, Balkanlar’da İsyan Osmanlı-İngiliz Rekabeti Bosna-Hersek ve Bulgaristan’daki Ayaklanmalar (1875-1876), İstanbul, Yeditepe Yayınevi, 2005, s. 50-70. 62 Murat Akgündüz, “Osmanlı İdaresi Döneminde Bosna-Hersek”, D.E.Ü İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: XVIII, İzmir, 2003, s. 129. 63 L. Carl Brown, İmparatorluk Mirası Balkanlar’da ve Ortadoğu’da Osmanlı Damgası, Çev. Gül Çağalı Güven, İletişim Yayınları, 1996, s. 9; Fahri Maden, “Arnavutluk’un Bağımsızlık Süreci (1977- 1913)”, Avrasya Etüdleri, Cilt: 39, Sayı:1, 2011, s. 155; Meltem Begüm Saatçi, “Makedonya Sorunu”, Balkanlar El Kitabı, Cilt: I, Çorum/Ankara, Karam-Vadi Yayınları, 2006, s. 565. 30 Yine Berlin Antlaşması’nda büyük devletlerin aldıkları kararlar sonucu Sırbistan, Romanya ve Karadağ Osmanlılardan ayrılarak tam bağımsız birer devlet hâline gelmişlerdir. Aynı antlaşma ile Sultan’a bağlı bir de özerk Bulgar Prensliği kurulmuştur.64 1885 yılında bu topraklara Plovdiv vilayeti ve Sliven sancağının oluşturduğu Doğu Rumeli toprakları eklenmiştir. 1908 yılında Prenslik, tam bağımsızlığını ilan ederek Bulgaristan Çarlığı adını almıştır.65 Osmanlı Devleti’nde yaşanan tüm bu gelişmelerde ve toprak kayıplarında Fransız İhtilali’nin özgürlük, bağımsızlık, ulusçuluk gibi kavramları bir fikir sistemi olarak ortaya çıkarmasında etkili olmuştur. 66 Yabancı devletler; Osmanlı Devleti’nin İslav, Rum, Arnavut, Ermeni vb. tebaası arasında milliyetçilik fikrini canlandırmış; bu fikir ile kendi iradelerinin hâkim olduğu milli bir devlet oluşturmalarına öncülük etmiştir. En genel anlamda milliyetçilik olarak gelişen bu düşünce, dış devletlerin de etkisiyle Osmanlı Devleti içerisinde bulunan azınlıklar tarafından kısa sürede tanınmış ve benimsenmiştir.67 Toplumların ırkî aidiyetini öne çıkaran milliyetçilik düşüncesi ile yaşanan bu ayaklanmalar neticesinde Osmanlı Devleti’nin güçten düşmesi ve dağılması hızlanmıştır. Devleti bu süreçten çıkarmak ve rahatlamak adına dönemin aydınları çeşitli ideolojiler benimsemiş ve bu doğrultuda yeni fikirler ileri sürmüştür.68 Bu aydınlar arasında Milliyetçiliği Müslümanlığın birliği önünde bir engel olarak değerlendiren İslamcı aydınlar da yer almış; milliyetçiliği, İslam dünyasına ayrılık ve nifak sokmak şeklinde telakki etmişlerdir. Onlar, milliyetçiliğe hem dinî değerler hem de millî menfaatler açısından karşı çıkmışlardır. Dinî değerler açısından karşı çıkılması; bunun şeriata uygun olmadığı, 64 Cengiz Hakov, “Bulgaristan’daki Türk-Müslüman Nüfusun Tarihi Kaderi”, Balkanlarda İslam: Miadı Dolmayan Umut, Yayına Hazırlayan: Muhammet Savaş Kafkasyalı, Cilt: IV, Ankara, Tika Yayınları, 2016, s. 307. 65 Ömer Turan, “Bulgaristan ve Romanya” , Günümüz Dünyasında Müslüman Azınlıklar, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları Merkezi Yayınları, Sempozyumlar/Paneller 3, III. Kutlu Doğum İlmi Toplantısı, İstanbul, 1998, s. 233. 66 Külekçi, “Fransız İhtilali…”, s. 295. 67 Mustafa Şahin, “Birinci Kuşak İslamcıların Milliyetçiliğe Bakışı”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyoloji Anabilim Dalı, 2015, s. 52. 68 Hasan Şen, “Türk İslâmcılarının Milliyetçilik Algıları”, Muğla Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 26, Bahar, 2011, s. 3. 31 Cahiliye Dönemi âdeti olduğu ve dinen yasaklandığı düşüncesinden kaynaklanmıştır. Yine bu fikrin millî menfaatlere ters düştüğü görüşünde olunmasının sebebi de gayrimüslim azınlıkları ve ırken Türk olmayan Müslümanları ayrılıkçılığa sevk ederek Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına sebebiyet vermesidir.69 İslamcı aydınlar, Müslümanların tümünün kardeş olduğu ve İttihad-ı İslam’ın vatandan da milletten de önemli bir konumda yer aldığı görüşünde olmuştur. Onlar Müslümanların eskisi gibi yeniden beynelmilel kardeşlik ve refah içerisinde yaşaması için ayrı ayrı milletler olma düşüncesinden arınmış ve milliyet düşüncesinin üstünde dine dayanan bir ittihadın yeniden tesis edilmesi gerektiğini savunmuşlardır.70 Dolayısıyla İslamcı aydınlar hem Osmanlı Devleti’nde bulunan hem de devletin dışında yaşayan Müslümanların birlik içerisinde olmasını istemişler; özellikle Batılılar tarafından işgal edilen topraklarda yaşayan Müslümanların da dâhil olacağı İttihad-ı İslam’ı meydana getirmeyi arzu etmişlerdir. Bu anlamda Napolyon Bonapart tarafından işgal edilen ve ardından uzun yıllar siyasi karışıklıkların yaşandığı Mısır’da gelişen olaylar Osmanlı Devleti’ne ve dolayısıyla İslamcılık düşüncesine etki etmiştir. Zira Napolyon, İslamcı aydınların karşı oldukları milliyetçilik görüşünü teşvik eden “kendi kaderini tayin hakkı” (self-determination) ilkesini hayata geçirmeye çalışmış ve Mısır’ı işgal etmiştir. 1.1.2.2. Mısır’ın İşgali XV. yüzyılın sonlarından itibaren çeşitli Avrupa devletleri dünyanın geniş bölgelerini keşif, fetih ve ilhak etmek için harekete geçmiş; o bölgeler üzerindeki doğal zenginliklere sahip olmayı amaçlamıştır. XVIII. yüzyılda sömürge devletleri arasında başı çeken İngiltere, güçlü donanması ile Hindistan ve Kuzey Amerika’ya tek başına sahip olmuştur. Sömürge paylaşımı konusunda Fransa ile savaşlara girmiş ve galip 69 Babanzade Ahmed Naim, “İslam’da Dava-yı Kavmiyet: Takib ve Tenkid Mecmuası Nüzhet Sabit Beyefendi’ye”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı: 293, 23 Nisan 1914, s. 114-128; Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Yayına Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, Tercüman Gazetesi, t.y., s. 198- 199; Musa Kazım, “İslam ve Terakki” İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 3, 2 Şubat 1914, s. 75-77; Mehmet Akif Ersoy, “Tefsir-i Sure-i Al-i İmran”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: II-IX, Sayı: 39-221, 5 Aralık 1912, s. 231. 70 Ahmed Naim, a.y. 32 gelmiştir.71 Ancak 1798 yılında Fransa, İngilizlerin sömürge ülkelerine giden yol üzerinde bulunan ve Osmanlı Devleti’nin bir vilayeti olan Mısır’ı alarak İngilizleri zor durumda bırakmak istemiştir.72 Bununla birlikte Fransa; İngiltere’nin ticari rekabetine karşı durmak, Rusya’nın genişleme politikasını engellemek, doğu ticareti ile tabii kaynaklara sahip olmak için Mısır’ın istilasına karar vermiş ve 1798 yılında Napolyon Bonapart’ı73 (ö. 1821) bu amaçla görevlendirmiştir.74 Napolyon, 1789 Fransız İhtilali’nin fikirlerini yaymak, Fransız hegemonyasını kuvvetlendirmek, dünyada imparatorluk rejimlerine son vermek vb. emellerle harekete geçmiştir. Napolyon ayrıca Fransa için yeni sömürgeler bulmak, ticari potansiyeli yüksek olan bu bölgeye sahip olmak ve İngiltere ile mücadelesinde büyük bir avantaj yakalamak düşüncesinde olmuştur. 16 Ağustos 1797 tarihinde İhtilal sonrası kurulan Direktuvar Hükûmetine75 bir mektup yazarak Osmanlı İmparatorluğu’nun yakında yıkılacağını, yıkılacak devletten faydalanılması gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca bölgede kurulacak hâkimiyet ile İngilizlere üstünlük sağlamayı ve Mısır’a sahip olmayı planladığını bildirmiştir. Napolyon’un bu düşüncelerine Fransa Hükümetinin Hariciye Nazırı Talleyrand tarafından onay gelmiştir. Gelen bu onay ile kararı pekişen Napolyon, Avrupa’da savaş görmüş eğitimli bir ordunun eşliğinde Fransız kolonisi kurmak amacıyla 25.000 kişilik bir kuvvetle ve yanına elli kadar bilim adamı da alarak Mısır’a çıkarma yapmıştır.76 Fransızların Mısır’a hâkim oluşu hem Osmanlı’yı hem de İngiltere’yi rahatsız etmiştir. 1801 yılında Osmanlı Devleti, İngiliz ve Rus donanmalarının da desteğini alarak önce Fransa 71 İsmail Soysal, Fransız İhtilâli ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, 1999, s. 28. 72 Kocabaş, Avrupa Türkiye’sinin Kaybı, s. 49. 73 Napolyon Bonapart, Korsika’da yaşayan küçük soylu bir ailenin oğlu olarak 15 Ağustos 1769 yılında Fransızlara ait olan Ajaccio şehrinde dünyaya gelmiştir. Doğduğu adada dokuz yaşına kadar kaldıktan sonra eğitim görmek için Fransa’da askerî okula başlamıştır. Napolyon’un hayatı hakkında daha geniş bilgi için bkz. Thierry Lentz, Napolyon, Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2005, s. 15. 74 Soysal, a.y. 75 Direktuvar Hükümeti: Fransa’da çıkan isyanları bastırabilmek için 1792-1799 yılları arasında kurulan beş kişiden oluşan bir devlet yönetimidir. Ancak Napolyon bu hükümeti devirerek üç kişiden oluşan konsül kurdu ve kendisi de birinci konsül oldu. İsmail Soysal, Fransız İhtilâli ve Türk-Fransız Diplomasi Münasebetleri (1789-1802), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, 1999, s. 28. 76 Afaf Lutfi Al- Sayyid Marsot, Mısır Tarihi Arapların Fethinden Bugüne, Çev. Gül Çağlalı Güven, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010, s. 50. 33 donanmasını Mısır’ın Abukır Limanı’nda yakmış, devamında Suriye’yi ele geçirmeye çalışan Napolyon’u Akka Kalesi Komutanı Cezzar Ahmed Paşa emrindeki Nizam-ı Cedid askerleri ile yenilgiye uğratmıştır. Nihayetinde Fransız birlikleri 1802 yılında imzalanan El-Ariş Antlaşması ile Mısır’dan çekilmeyi kabul etmiştir.77 Gelişen bu olaylar sonucu işgalden kurtulan Mısır’a yeni bir vali atanması gerekmiş ancak vali olarak atanacak ismin belirlenmesinde büyük sıkıntılar yaşanmıştır. Beş yıl boyunca Osmanlı, Memlük ve İngiliz kuvvetleri kendi adaylarını Mısır valisi yapma mücadelesine giriştiği için ülke, büyük bir karışıklık süreci geçirmiştir. Neticede Mısır ulemasına yakınlığıyla bilinen ve Mısır ordusunda kumandan olan Arnavut asıllı Mehmed Ali Paşa78 Mısır valisi olarak atanmıştır.79 Kavalalı Mehmed Ali Paşa (ö. 1849), Yunan İsyanı’ndaki yardımına ve uğradığı kayıplara karşılık Suriye valiliğini talep etmiş ancak bu isteği gerçekleşmeyince Osmanlı Devleti’ne karşı harekete geçmiştir. Osmanlı orduları karşısında arka arkaya elde ettiği başarılarla Osmanlı merkezî yönetimini Napolyon’dan sonra yeni bir Mısır Meslesi ile karşı karşıya bırakmıştır.80 Kavalalı Mehmed Ali Paşa, 1832 yılında, Osmanlı kuvvetlerine karşı peş peşe kazandığı muharebelerle Konya’ya kadar gelmiş ve burada da Osmanlı birliklerini yenilgiye uğratmıştır. Bu durumun Fransa’yı Akdeniz’de üstün konuma getireceğinden endişelenen Rusya, Osmanlı Devleti’nin yardım talebini olumlu karşılamış; neticede Osmanlı Devleti, Rusya’nın desteği ile Mısır kuvvetlerini 77 Enver Ziya Karal, Fransa-Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu (1797-1802), İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1938, s. 37. 78 Mehmed Ali Paşa, 1769 yılında Kavala’da doğmuş; babasını küçük yaşta kaybetmiş ve Kavala müsellimi olan amcası Tosun Ağa’nın himayesine girmiştir. Ancak amcası da bir müddet sonra hükûmetin emriyle idam edilmiştir. Bunun üzerine Mehmed Ali, Kavala’da ticaretle uğraşan Leon isminde bir Fransız’ın yanında çalışmaya başlamış ve tüccar tarafından iyi muamele görmüştür. Mehmed Ali on sekiz yaşında askerî hizmete girmiş ve bu alanda hızla yükselmeye başlamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz: Atilla Çetin, Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın Mısır Valiliği Osmanlı Belgelerine Göre, İstanbul, Fatih Ofset, 1998, s. 111; Muhammed Hanefi Kutluoğlu, “Kavalalı Mehmed Ali Paşa” DİA, Ankara, 2002, s. 62-65. 79 Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunun Güney Siyaseti Habeş Eyaleti, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s. 142; Şinasi Altundağ, Kavalalı Mehmet Ali Paşa İsyanı Mısır Meselesi (1831-1841), I. Kısım, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988, s. 28; Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789-1914), Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1997, s. 197. 80 Hilal Görgün, “Mısır: Fransız İşgali ve Sonrası”, DİA, Cilt: XXIX, Ankara, 2004, s. 569. 34 Kütahya’da durdurmayı başarmıştır.81 Buna mukabil 1833 yılında Rusya ile imzalanan Hünkâr İskelesi Antlaşması, özellikle Boğazların Rusya lehine kapatılmasını içeren maddesiyle büyük devletlere Osmanlıların iç işlerine karışabilecekleri yeni bir alan açmıştır.82 Nihayetinde iki taraf arasında kalıcı ve kesin çözüm 1840 yılında yapılan Londra Antlaşması ile gerçekleşmiştir. Sultan, Mehmed Ali Paşa’nın affedilmesini kabul etmiştir. Mehmed Ali Paşa; Sultan’a bir mektup göndererek Londra Antlaşması’nın tüm şartlarını kabul ettiğini, daha geniş haklar için Sultan’ın iyi niyetine sığındığını bildirmiştir.83 Mehmed Ali Paşa’nın ardından Mısır, 1882 yılında fiilen İngiliz işgaline uğramış ancak 1918 yılına kadar bir Osmanlı eyaleti olarak İstanbul’a bağlı kalmıştır. Bu süreçte siyasi çalkantılar yaşansa da Osmanlı ve Mısır halkları arasındaki ilmî ve fikrî irtibat kesilmemiş; iki ülke halkı, fikrî anlamda etkileşim hâlinde olmuştur.84 Bu etkileşim neticesinde ortak bir görüş olarak Mısır ve İstanbul’da yaşayan aydınlar, Fransız işgal girişimini, Avrupalı askerlerin Müslüman topraklarına ayak basması ve bir kültür emperyalizmi olarak kabul etmişlerdir.85 Bunun neticesinde Batı hâkimiyetiyle başa çıkabilmek için İslam öğretisinin çağdaş dünyaya uyarlanması, İslam’ın bir dünya görüşü olarak yeniden yorumlanması, yeniden hayata hâkim kılınması ve ideolojik bir söyleme kavuşturulması ihtiyacı gündeme gelmiş; bu ideolojik ihtiyaç, İttihad-ı İslam yani İslam birliği ülküsü olarak ortaya çıkmıştır. Bu ülküye inanan aydınlar; İslam birliğinin oluşması için öncelikle tüm Müslümanların din bağı aracılığıyla toplanması ve birleşmesi, ardından içtihat ıslahatı, maarif ve terbiye alanlarının ıslah edilmesi gerektiğine inanmıştır. Ancak böyle bir 81 Khaled Fahmy, Paşanın Adamları Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ordu ve Modern Mısır, Çev. Deniz Zarakoğlu, İstanbul, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 67. 82 Fahmy, Paşanın Adamları…, s. 68. 83 Gilbert Sinoue, Kavalalı Mehmed Ali Paşa Son Firavun, Çev. Ali Cevat Akkoyunlu, İstanbul, Doğan Kitapçılık, 1999, s. 386; Heath W. Lowry- İsmail E. Erünsal, Aslına Dönüş Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın Kavala Kasabası ile Bağları Mimari Eserler, Kitabeler ve Belgeler, Çev. Kıvanç Tanrıyar, İstanbul, Bahçeşehir Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 8. 84 Mahmut Dilbaz, “Modern İslam Düşüncesinin Teşekkül Devrinde İstanbul-Mısır Etkileşimi İbnü’l Annabi-Esad Efendi Örneği”, Muhafazakâr Düşünce Dergisi, Yayına Hazırlayan: Bedri Gencer, Sayı: 47, Ankara, 2016, s. 93. 85 İbrahim Kalın, “Napolyon ile Ceberti Arasında: Modern Döneme Girerken Oryantalizmin Yeni Yüzleri”, Uluslararası Oryantalizm Sempozyumu 9-10 Aralık 2006, İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı Kültür Müdürlüğü Yayınları, 2007, s. 169. 35 gelişmeden sonra “ittihad-ı İslam”dan yani Müslümanların birliğinden bahsetmenin uygun olduğunu düşünmüşlerdir. Düşünce olarak İslamcı aydınların bu noktaya ulaşmasında II. Meşrutiyet’ten önce meydana gelen Osmanlıcılık ve Yeni Osmanlılar Hareketi’nin etkisi olduğu görülmektedir. Osmanlıcılık akımının vatan kardeşliği yanında İslam kardeşliğini de ön planda tutması; Yeni Osmanlılar Hareketi’nin de İslam’ın ve İslamî değerlerin hâkim olmasını istemeleri ve Tanzimat’a bakışları İslamcılık akımına etki etmiştir.86 Osmanlıcılık ve Yeni Osmanlılar Hareketi’nin görüşlerine daha ayrıntılı bakmak, bunların hangi fikirlerinin İslamcılık akımına etki etmiş olduğunu göstermesi bakımından önem taşımaktadır. 1.1.3. İslamcılık Akımına Etki Eden Fikrî Gelişmeler İslamcılık akımına etki eden fikrî gelişmelere bakıldığında Tanzimat ve Islahat fermanlarının ilanından sonra çeşitli fikir akımlarının oluşmaya başladığı görülmektedir. Bu akımlardan ilki Kara’nın “İslamcılık akımı Osmanlıcılık düşüncesinin devamı niteliğindedir.” 87 şeklinde ifade ettiği Osmanlıcılıktır. Bu fikri hayata geçiren grup ise İslamcılık akımının strateji ve muhteva açısından etkilendiği Yeni Osmanlılar Hareketi’dir. Bu akım ve hareketin düşünceleri ve izledikleri siyasetin İslamcılık akımı üzerine yaptığı etkilerin önemli olduğunu düşündüğümüzden dolayı çalışmanın bu bölümünde Osmanlıcılık düşüncesi ile Yeni Osmanlılar Hareketi üzerinde durulmuştur. Osmanlıcılık düşüncesini takip eden Yeni Osmanlıların -fikir ve faaliyetleriyle her ne kadar İslamcılıktan ayrı bir siyaset olan “İttihad-ı Osmanî” düşüncesini takip etmiş olsalar da- İslamcılık akımının oluşmasına fikrî anlamda önemli katkıları olmuştur. Bu nedenle ikinci olarak Yeni Osmanlılar Hareketi üzerinde durulmuştur. 86 M. Cengiz Yıldız, “Osmanlı’nın Son Dönemindeki Üç Düşünce Harekâtının Sosyolojik Analizi: Batılılaşma, İslamcılık ve Milliyetçilik”, SDÜ Fen ve Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 4, 1999, s. 280; Çitçi, Batılılaşmaya Karşı Tezler, s. 6. 87 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, s. 27. 36 1.1.3.1. Osmanlıcılık Düşüncesi Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ardından topraklarının zamanla genişlemesi ile birlikte çeşitli din ve etnik kökene bağlı grupların sayısında da artış olmuştur.88 Bir önceki bölümde zikredildiği üzere Osmanlı Devleti’nde bir denge içerisinde yaşayan tüm unsurlar, milliyetçilik hareketleri ile birlikte Osmanlı’dan kopmaya ve kendi devletlerini kurmaya başlamıştır. 89 İki yüzyıldır sarsıntılar geçiren Devlet, gayrimüslim tebaanın uluslaşma sürecinin önüne geçebilmek için “Osmanlı milleti” düşüncesini yaygınlaştırmayı amaçlamıştır.90 Bu düşünce ile Osmanlı yönetimi altında dilleri, dinleri, ırkları farklı olan Arap, Arnavut, Bulgar, Ermeni ve Rum gibi unsurlara eşitlik ve serbestlik vererek aralarında bir yakınlaşma, kaynaşma ve birleşme meydana getirmek istemiştir.91 1839’da çıkarılan Tanzimat Fermanı içerisinde her Osmanlı vatandaşının dili, ırkı ve dini ne olursa olsun fark gözetilmeksizin aynı hak ve yetkilere sahip olduğu belirtilmiştir. Böylece milliyetçi akımlara karşı bir üst kimlik olan Osmanlılık kimliğini inşa ederek, isyanları durdurup ülkenin bütünlüğünü korumak neredeyse bütün Tanzimatçıların ortak hedefi olmuştur.92 II. Mahmud’un 1826 yılında ifade ettiği “Ben tebaamdan Müslüman’ı camide, Hristiyan’ı kilisede ve Musevi’yi sinagogda fark ederim. Aralarında başka gûna bir fark yoktur.”93 şeklindeki sözleri, Osmanlıcılık kavramının ana ilkesini oluşturmuş; Müslüman ve gayrimüslimlere eşit muamele döneminin başladığına işaret etmiştir. Osmanlıcılık fikri, birçok tarihçi-yazar tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bunlardan Köprülüzade Mehmet Fuad, Osmanlıcılık; “Türklüğün, Araplığın, Rumluğun, Ermeniliğin… heyet-i mecmuası”dır demektedir. Yani onların dışında ve 88 Hanioğlu, “Osmanlıcılık”, s. 1389. 89 Hasan Gümüşoğlu, “Modernleşmenin Osmanlı Toplumunun İnanç Yapısı Üzerinde Yaptığı Bazı Etkiler”, s. 63; Fuat Uçar, Türkçülüğün Manifestosu, İstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2009, s. 54. 90 Karpat, Osmanlı Modernleşmesi, s. 159. 91 Uçar, Türkçülüğün Manifestosu, s. 55. 92 Cengiz Karataş, II. Meşrutiyet Dönemi Fikir Hareketleri ve Türk Edebiyatına Yansımaları, Ankara, Akçağ Yayınları, 2014, s. 53. 93 Karal, Osmanlı Tarihi Islahat Fermanı Devri, s. 274. 37 onlardan müstakil, ayrı bir Osmanlılık anlaşılamaz. 94 Yusuf Hikmet Bayur, Osmanlıcılığı, “Osmanlı milleti olarak Avrupa yolunda yürümek”, şeklinde açıklamıştır.95 Şükrü Hanioğlu ise Fransız İhtilali’nden sonra meydana gelen bağımsızlık hareketlerini ve İmparatorluk’tan kopma gayretlerini önlemeye çalışan siyasal düşünce hareketine “Osmanlıcılık” denildiğini belirtmektedir.96 Bu tanımlarda, Osmanlıcılık düşüncesi, Osmanlı vatanı üzerinde yaşayan çeşitli unsurların birliğini, beraberliğini ve ilerlemesini amaçlayan bir fikir olarak değerlendirilmiştir. Kısacası bu süreçte Osmanlıcılık fikri yani “İttihad-ı Osmanî” hayata geçirilmeye çalışılmış; bu fikirle Müslim-gayrimüslim unsurların kaynaştırılması ve devletin çöküşten kurtarılması planlanmıştır.97 Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan Müslümanlarla gayrimüslimleri kaynaştıracak eşitlik prensibini uygulama, aynı vatan etrafında birleştirme düşüncesi Müslümanlar açısından kerhen yani istemeye istemeye kabul edilir bir hareket olsa da gayrimüslimler açısından bakıldığında durum daha da kötü olmuştur. Hanioğlu, Osmanlıcılığın, onları bağımsızlık hareketlerinden vazgeçirmeye yönelik yapay bir kimlik niteliğinde olduğunu düşündüklerinden bu fikrin onlar için fazla anlam taşımadığını ifade etmiştir.98 Üstelik kendilerine sunulacak haklara karşılık onlardan askerlik yapılması beklenmiştir. Eski sisteme göre belirli bir bedel karşılığında askerlikten muafiyet hakkı elde eden azınlıklar, askere alındıkları takdirde diğer dindaşlarına karşı savaşmak zorunda kalma ihtimali doğmuştur. Ayrıca azınlıklar eğitim, din vb. kültürel konularda o güne kadar yararlandıkları ayrıcalıkları kaybetmek istememişlerdir. 99 Bu ayrıcalıklarından vazgeçemeyen azınlıklar Osmanlı 94 Köprülüzade Mehmet Fuat, “Türklük, İslamlık, Osmanlılık”, Türk Yurdu Mecmuası, Cilt IV, Sayı: 21, İstanbul, 7 Ağustos 1913, s. 692-702. 95 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Cilt: II, Kısım: IV, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1983, s. 440. 96 Hanioğlu, “Osmanlıcılık”, s. 1389. 97 İlhan Yerlikaya, XIX. Yüzyıl Osmanlı Siyasi Hayatında Basiret Gazetesi ve Cermenizm Panislamizm, Panslavizm, Osmanlıcılık Fikirleri, Van, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1994, s.109. 98 Hanioğlu, “Osmanlıcılık”, s. 1390. 99 Sonyel, Osmanlı Devleti’nin Yıkılmasında Azınlıkların Rolü, s. 179. 38 yurtseverliği duygusundan uzak kalmış; Osmanlı yönetiminin gerçek niyetine güvenmemiş; özerklik veya bağımsızlık amaçlarından vazgeçmemişlerdir.100 Osmanlıcılık, uygulanabilirlik imkânı açısından istenen başarıyı yakalayamamış; siyasal bir ideal olarak belirli bir zaman ve zümre ile sınırlı kalmıştır. Kemal H. Karpat bu konuda “Osmanlıcılık, birleştirici fakat başarısız bir ideoloji olmuştur.” demektedir.101 Zira gayrimüslimler açısından fazla anlam taşımamış; Müslüman unsurlar arasında bir süre sonra milliyetçilik düşüncesi ağır basmaya başlamıştır. Ayrıca Balkanlardaki ve Hristiyan Arapların başı çektiği Müslüman ülkelerdeki milliyetçilik hareketlerinin hız kazanması Osmanlıcılık hareketini atıl bırakmış; Osmanlı Devleti’nin toparlanması için Müslüman unsurları birinci plana çıkaran ve gayrimüslim unsurların bir ölçüde dışlanmasına neden olan ittihad-ı İslam düşüncesi belirginleşmiştir. Osmanlıcılık akımı, 1865 yılında kurulan Yeni Osmanlılar Hareketi’nin muhalefeti ile karşılaşmıştır. Osmanlıcılık, yayın yolu ile etkinliğini bir süre daha devam ettirmiş olsa da II. Abdülhamid idaresinin belirginleştiği 1878 yılından itibaren işlerliğini yitirmiş ve yerini İslamcılık siyasetine bırakmıştır.102 1.1.3.2. Yeni Osmanlılar Hareketi Yeni Osmanlılar Hareketi, 1865 yılında dönemin aydın kişilerinden oluşan bir arkadaş grubu tarafından Osmanlı Devleti’ni kötü gidişattan kurtarma, ihya etme ve eski gücüne kavuşturma amacı ile kurulmuştur. Cemiyetin kurucu üyeleri; gazeteci Ebuzziya Tevfik (ö. 1913), şair ve yazar Namık Kemal (ö.1888), gazeteci Abdülhamid Ziya (ö. 1880), edebiyatçı Ali Suavi (ö. 1878) vb. isimlerdir.103 Niyazi Berkes; kitabında zikredilen şahısların bir araya gelmesindeki asıl amacı, hareketin kurucusu olan Ebuzziya Tevfik’in “Mutlakçı rejimi anayasal rejim ile değiştirmek için kuruldu.” 100 Sonyel, a.e., s. 180. 101 Karpat, Osmanlı Modernleşmesi s. 159. 102 Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991, s. 92. 103 Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, Cilt: I, İstanbul, Hürriyet Yayınları, 1973, s. 70; Kemal Beydilli, “Yeni Osmanlılar Cemiyeti”, DİA, Cilt: 43, İstanbul, 430-433.; Nevin Yazıcı, Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, s. 57. 39 cümlesiyle ortaya koymaktadır.104 Ancak bu hareket, Sultan’ın şahsına ve mutlak rejim kurumuna yönelik nadiren eleştirilerde bulunmuş; tenkitlerinin asıl hedefi Babıâli, özellikle Mehmed Emin Âli ve Keçecizade Fuad Paşalar olmuştur.105 Bu nedenle grubun, Tanzimat’ın fikir babası Reşid Paşa ve onun yetiştirmeleri olan Âli ve Fuad paşalara karşı oluşturulan muhalif bir fikir hareketi olduğunu söylemek mümkündür.106 Yeni Osmanlılar Hareketi’nin aydınları, Tanzimat ve Islahat fermanlarında geçen hükümlere göre yapılan yeniliklerden bazılarının devletin aleyhinde olduğunu ifade etmişler; Tanzimatçı devlet adamlarının, devlet politikası belirlenmesinde Sultan’ı etkileri altına aldıklarını söylemişlerdir.107 Bu hareketin söylemlerine bakıldığında muhalefet ettiği konuları üç ayrı eksende toplamak mümkün görünmektedir: Bunlardan birincisi gayrimüslim tebaaya aşırı hürriyet verildiğidir. Yeni Osmanlılar, verilen bu aşırı hürriyet sonucunda azınlıkların, daha da serbest kalarak -yabancı devletlerin de desteğiyle- ulus kimliklerinin pekişerek ayrılıkları hızlandıracağını savunmuşlardır.108 O dönemde aydınlar ve yöneticiler arasında, “Herkesin eşitliğini sağlamak, kopma hareketlerini önler mi yoksa bunun sonucunda daha rahat bir ortam bulan milliyetçi hareketler daha mı kolay başarıya ulaşır?”109 tartışmalar yaşanmaktaydı. İkinci eleştiri; azınlıkların ekonomik güçlerinin Türk ve Müslüman unsur aleyhine artacağıdır. Gayrimüslimlerin Batılı ülkelerle artan ticari ilişkileri bir yandan onlardan etkilenmelerini hızlandıracak diğer yandan Osmanlı Devleti’ni ekonomik açıdan daha da zor duruma düşürecektir.110 Üstelik o dönemde zorunlu askerliğin sadece Türklere uygulanması, zaten pek çoğu tarım alanında istihdam olmuş olan bu unsurun 104 Niyazi Berkes, The Development of Secularism in Turkey, London, McGill University Press, 1998, s. 204. 105 Yazıcı, Osmanlılık Fikri…, s. 56. 106 Şerif Mardin, “19.yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: II, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 344. 107 Yazıcı, a.y. 108 Hanioğlu, “Osmanlıcılık” s. 1390. 109 Hanioğlu, a.y. 110 Mardin, “19.yy’da Düşünce Akımları” s. 345. 40 azınlıklarla rekabet imkânını tamamen ortadan kaldırmakta ve onları gayrimüslim bankerlerin borç batağına sürüklemektedir.111 Üçüncü olarak dile getirilen eleştiri, aşırı Batılılaşma ve kültür yozlaşmasıdır. Yeni Osmanlılar Tanzimat ve Islahat fermanlarının hazırlayıcılarından olan Âli ve Fuad paşaların Avrupa’yı kültürel anlamda taklit ettiklerini, Müslüman toplumun temelinden sarsıldığını savunmuşlardır.112 Devletin, güçlü olduğu dönemlerdeki gibi İslam kültürü ve İslam hukukunun yürürlükte olduğu şeriat ilkeleri üzerinde temellendirilmesini talep etmişlerdir. 113 Yeni Osmanlıların şeriat ilkelerinin temel alınmasını istemeleri onların İslam’ı bir ideoloji olarak benimsedikleri anlamına gelmemektedir. Zira düşüncelerini İslam’a dayandırma çabalarına rağmen bu dini, bir amaç değil araç konumunda görmüşlerdir.114 İsmail Kara, bu durum ile ilgili olarak kitabında “…Onlar için İslam; halka nüfuz etmek, meşruiyet kazanmak, ulema ve meşayihi yanlarına çekmek için bir ‘silah’ ve ‘sosyal pekiştirici’dir.”115 demektedir. Bundan dolayı yeni fikirlerin Müslüman kitlenin nazarında onaylanması için İslam’ın oynayacağı rolün farkındadırlar. Nitekim Namık Kemal, babasına gönderdiği bir mektupta babasından İslamiyet’le ilgili kitaplar istemiş ve bunu ilmî açıdan gelişmekten ziyade yazılarında dayanak olarak kullanacağını belirtmiştir.116 Yeni Osmanlılar İslam’ı bir sosyal pekiştirici olarak görmelerinin yanı sıra dini yeni fikirlerinin meşruiyet kazanmasında da kullanmışlardır. Onlar düşüncelerini İslam felsefesi, klasik İslam geleneği ve zaman zaman da orijinal kaynaklara dayandırarak açıklamaya çalışmışlardır. Yeni Osmanlılar Hareketi’nin bu düşünce ve söylemleri ile Kara’nın, “İslamcıların Yeni Osmanlılardan strateji ve muhteva olarak önemli bir miras devraldıklarında şüphe yoktur.” 117 şeklinde ifadesine bakıldığında Yeni Osmanlılar Hareketinin 111 Sonyel, Osmanlı Devleti’nin Yıkılmasında Azınlıkların Rolü, s. 175. 112 Mardin, “19.yy’da Düşünce Akımları” s. 345. 113 Fahri Yetim, “Modern Bir Aydın Hareketi Olarak Yeni Osmanlılar ve İslam Dünyası”, SDÜ Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 34, 2015, s. 9. 114 Hulusi Şentürk, İslamcılık Türkiye’de İslami Oluşumlar ve Siyaset, İstanbul, Çıra Yayınları, 2011, s. 29. 115 Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 20. 116 Şentürk, a.y. 117 Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 20. 41 İslamcılık akımının gelişmesine katkı sağlamış olduğunu söylemek mümkündür. 118 Zira Yeni Osmanlılar, İslamcıların daha sonraları tartıştıkları meseleleri ilk ortaya atan ve bu konularda kuramlar geliştiren kişiler olmuştur. Bunlar arasında meşveret, şura, hürriyet, müsavat vb. konu ve kavramlar yer almıştır. Ayrıca Yeni Osmanlıların halkın bilinçlendirilmesi, eğitim-öğretimin yaygınlaştırılması, Osmanlı’nın modernleşmesi gibi konular üzerinde durmaları da İslamcılık akımı üzerinde etkili olmuştur. Son olarak Yeni Osmanlılar; Avrupa’da eğitim görmeleri birçoğunun yabancı dil bilmeleri ve Avrupa’daki gelişmeleri takip etmeleri gibi özellikleriyle kendilerinden sonra gelenlerin ve İslamcı aydınlardan birçok ismin Avrupa kültürü ve medeniyetine vâkıf olmasında örnek teşkil etmişlerdir. 1.2. II. Abdülhamid Dönemi (1876-1908) ve İslamcılık Siyaseti Osmanlı siyasi hayatında İslamcılık (İttihad-ı İslam) ilk defa bir devlet politikası olarak II. Abdülhamid Dönemi’nde uygulanmıştır. 119 II. Abdülhamid, İslam’ı yalnızca bir inanç olarak değil siyasal bir birlik ideolojisi olarak da görmüş ve Osmanlı Devleti’ni bu düşünce ile yönetmeye çalışmıştır. O hem Osmanlı Devleti hem de İslam coğrafyası üzerinde uyguladığı iç ve dış politikalar ile coğrafya, kültür, mezhep, devlet algısı ve çıkarları, ekonomi, politik tercih vb. alanlarda kalıcı izler bırakmıştır.120 Çalışmamızın bu bölümünde II. Abdülhamid’in uyguladığı İslamcılık politikasını daha iyi anlayabilmek adına onun bu ideolojiyi seçme, uygulama, sürdürme aşamaları ile yaşadığı dönemdeki problemler ele alınmıştır. Ayrıca onun eğitime verdiği önem ve yaptığı yenilikler üzerinde durulmuştur. Bu doğrultuda öncelikle İslamcılığın II. Meşrutiyet Dönemi’nde bir fikir hareketi olarak doğmadan önce II. Abdülhamid tarafından bir devlet politikası olarak hayata geçirilmesi ve ne derece başarılı olduğu hakkında bir fikir vermesi, bu akımın ve savunduğu görüşlerin daha iyi anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. 118 Şentürk, a.y. 119 Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 28. 120 Şaban Tanıyıcı, Selçuk Kahraman, “II. Abdülhamit’in Dış Politikasında İslamcılık ve İngiliz Şeyhülislam Abdullah Quilliam”, Medeniyet ve Toplum Dergisi, Cilt: I, Sayı: 2, 2017, s. 20. 42 1.2.1. İslamcılığın Bir Devlet Politikası Olarak Seçilmesine Etki Eden Faktörler II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’nin nüfuz alanının genişlemesinden, etkisinin artmasından ve Müslümanlar arasında birliğin meydana gelmesinden yana olmuş; bu bağlamda devlete yön verecek en ideal fikrin İslamcılık olduğunu düşünmüştür.121 Onun bu düşünceye sahip olmasında tahta geçtiği ilk yıllarda hem iç hem de dış politikada yaşanan hadiseler etkili olmuştur. Zira iç politikada I. Meşrutiyet’in Osmanlıların karşı karşıya bulunduğu beka problemini çözemeyeceğini düşünmüş; dış politikada ise Osmanlı Devleti’nde yaşanan isyanlar, savaşlar ve Avrupa’nın yürüttüğü olumsuz propagandalarla mücadele etmesi gerektiğini anlamıştır.122 Yaşanan bu gelişmeleri İslamcılığın bir devlet politikası olmasına etki eden iç ve dış faktörler olarak iki başlık hâlinde ele almak mümkündür. Böylece II. Abdülhamid’in tahta geçtiği ilk yıllarda İslamcılığı bir devlet politikası olarak seçmesine etki eden faktörlerin daha ayrıntılı bir şekilde ortaya koyulması hedeflenmiştir. 1.2.1.1. İç Faktörler Sultan Abdülaziz (d.1830-ö.1876) tahttan indirildikten sonra yerine V. Murad (d.1840- ö.1904) tahta çıkarılmış; fakat Sultan V. Murad, psikolojik rahatsızlığı sebebiyle görevine devam edememiş ve 93 gün sonra tahttan çekilmek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Sultan’ın yetkilerinin anayasa ve meclis tarafından sınırlandırıldığı bir yönetim biçimi olan meşrutiyetin Osmanlı Devleti için en iyi yönetim şekli olduğunu düşününen Babıâli bürokrasisi123 içerisinde yer alan bazı aydınlar, Şehzade Abdülhamid üzerinde baskı yapmaya başlamıştır. Meşruti yönetim için Kanun-ı Esasi’yi ilan etmesi şartıyla Abdülhamid’in (ö.1918) tahta geçirilmesine onay vermişlerdir.124 121 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi: Metinler Kişiler, s. 29. 122 Tanıyıcı, Kahraman, “II. Abdülhamit’in Dış Politikasında İslamcılık ve İngiliz Şeyhülislam Abdullah Quilliam”, s. 21. 123 1839 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinde yeni bir dönem açan Hatt-ı Hümayun’u okuyan bürokrat grubuna Babıâli denilmektedir. Bu grupta yer alan isimler ve görüşleri için bkz. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2016, s. 101. 124 Fahri Maden, II. Abdülhamit Dönemi, İstanbul, Tarihçi Kitabevi Yayınları, 2014, s. 11; Cevdet Küçük, “Abdülhamid II”, DİA, Cilt: I, İstanbul, 1988, s. 216-224 43 Babıâli, her ne kadar Meşrutiyetin ilanı konusunda hemfikir ise de devletin yönetim modeli konusunda görüş ayrılığı içerisinde olmuştur. Sadrazam Midhat Paşa (ö.1884) federal bir rejim kurulması gerektiğini savunmuş ve Alman birliği modeli gibi devletin merkeziyetçi olmayan, mahallî yönetimler ile idare edilmesinden yana tavır almıştır.125 Gazeteci, yazar ve idareci görevilerini yürütmekte olan Namık Kemal (ö. 1888) ise bundan farklı olarak federal bir sistemin Osmanlı birliğini parçalayacağını düşünmüş ve merkeziyetçilikten yana görüş bildirmiştir. Bunlara ek olarak Sadrazam Hüseyin Avni Paşa (ö. 1876), ordunun desteğiyle askerî bir diktatörlük kurulmasını; Cevdet Paşa (ö. 1895) ise Tanzimat ilkelerinin yeterli olduğunu anayasaya gerek olmadığını dile getirmiştir.126 Dile getirilen bu görüş ayrılıklarının giderilmesi adına Midhat Paşa (ö. 1884), Ziya Paşa (ö. 1880) ve Namık Kemal’in (ö. 1880) de yer aldığı bir heyetin kurulmasına ve bir Kanun-ı Esasi taslağının oluşturulmasına karar verilmiştir. II. Abdülhamid, Kanunı Esasi’nin işlerliğine inanmamasına rağmen hazırlanan taslağın çıkarılmasına itiraz etmemiştir.127 Bunun yerine o, Kanun-ı Esasi taslak çalışmaları yapıldığı sırada iki maddenin üzerinde özellikle durmuştur. Bunlardan ilki olan üçüncü madde şöyledir: “Zat-ı Hazret-i Pâdişahî hasbe’l-hilâfe din-i İslam’ın hâmisi ve bi’l-cümle tebea-i Osmaniyenin hükümdarı ve pâdişahıdır.”128 maddesi ile II. Abdülhamid, İslam birliğini sağlama ve bu ideolojisini hayata geçirme konusundaki ilk adımını atmış hatta bunu resmî bir şekilde tescil ettirmiştir.129 İkincisi ise padişaha siyasi gerekçelerle mahkemesiz sürgün etme yetkisi veren 113. maddedir.130 II. Abdülhamid bu iki maddenin kabul edilmesi için ısrar etmiş ve bu konuda başarılı olmuştur. Bunların 125 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 272. 126 Berkes, a.e,. s. 273. 127 Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1984, s. 149-150. 128 Ziya Kazıcı, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi: Osmanlı Devleti, İstanbul, Kayıhan Yayınları, 2009, s. 245. 129 Kazıcı, a.y. 130 Ayrıntılı bilgi için bkz. Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1973, s. 293. 44 dışında bir şartı olmamış ve Kanun-ı Esasi, II. Abdülhamid’in cülusundan üç ay yirmi üç gün sonra 23 Aralık 1876 tarihinde Babıâli önünde merasimle ilan edilmiştir.131 II. Abdülhamid, yaklaşık bir buçuk yıl boyunca Kanun-ı Esasi’ye aykırı hiçbir harekette bulunmamış; kararlı bir siyaset izlemeye çalışmıştır.132 Ancak bu süreç devam ederken hükûmet ile çeşitli konularda anlaşmazlıklar yaşamaya başlamıştır. Bunlardan ilki Mabeyn kâtiplerinin tayinlerinden dolayı olmuş; bu süreçte Rüştü Paşa’nın istifasını Sultan kabul etmemiştir. Bununla birlikte paşaların görevlerini istenildiği gibi yerine getirmemeleri, Ermeni ve Rum mebusların sadece kendi milletlerinin problemleri ile ilgilenmeleri gibi nedenlerden dolayı ilk meclis görevini yerine getiremez hâle gelmiştir. Ayrıca Berlin Konferansı hazırlıklarının yapıldığı esnada İngiltere, Rusya ile gizlice anlaşma yapmış; Konferans’ta Rusya’ya karşı yardım vaadi ile Babıali’den yeni tavizler koparmıştır. Gizli görüşmeler sonunda Kıbrıs’ın yönetimini geçici olarak İngiltere’ye bırakan antlaşma 4 Haziran 1878’de imzalanmıştır. Böylece Osmanlı diplomasisi İngiltere’nin Berlin Kongresi’nde vadettiği desteğe karşılık Kıbrıs’ı fiilen elden çıkarmıştır. Sultan, olayların bu duruma gelmesinin nedenlerini uygulanan yanlış politikalarda aramıştır.133 Ona göre Avrupa’da oluşan yeni dengeler takip edilememiştir. Ayrıca hükümet içindeki mebuslar birbirleriyle çekişmekten isabetli kararlar alamaz hâle gelmiş; devletin menfaatlerini bir kenara iterek yabancı devletlerin çıkarlarına alet olmaya başlamışlardır. Yaşanan bu olumsuzluklar neticesinde II. Abdülhamid bir süre sonra Meclisin geçirdiği tasarıları kanunlaştırmamaya başlamış; 113. maddenin kendine verdiği yetki ile önce Ziya Paşa’yı (ö. 1880) Suriye’ye görevlendirmiş, sonra Kemal Bey’e Magosa mutasarrıflığı vazifesini vererek İstanbul’dan uzaklaştırmıştır. Bununla birlikte Midhat Paşa’yı da 1877 yılında sınır dışına sürgüne göndermiş ve yine kanunun 131 Ahmed Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda ve Türkiye Cumhuriyetinde İnkılap Hareketleri, İstanbul, Çeltüt Matbaası, 1959, s. 113; Mehmet Akif Aydın, “Kânûn-ı Esâsi”, DİA, CİLT: XXIV, İstanbul, 2001, s. 328-330. 132 Kuran, a.y. 133 Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s. 293. 45 kendine verdiği yetki ile 1878 yılında meclisi kapatmıştır.134 Böylece II. Abdülhamid, başarısız Osmanlıcılık projesini ısrarla sürdüren ve İttihad-ı İslam politikasının önünde bir engel gibi duran Midhat Paşa gibi devlet adamlarını çevresinden uzaklaştırmıştır. Devamında çöküşü durduracağına inandığı İslamcılığı devlet politikası olarak uygulamaya başlamıştır. 135 1.2.1.2 Dış Faktörler II. Abdülhamid’in İslamcılığı bir devlet politikası olarak seçmesinde sadece iç siyasette yaşanan gelişmeler değil dış politikada yaşanan faktörler de etkili olmuştur. Zira Sultan, Osmanlı Devleti’nin savaşlar ve isyanlardan kaynaklanan bunalımdan kurtulması için İslamcılık politikasını yürürlüğe koymanın tek çare olduğuna inanmıştır.136 Dönemde hızla gelişen Balkanlardaki isyanlar sırasında Avrupa kamuoyu tamamen Osmanlılar aleyhine dönmüş; Osmanlı Devleti’nin Balkanlardaki meşru müdahalesini özellikle İngiltere ve diğer Batı basını çarpıtarak aktarmıştır. Bu durum Türkler ve İslamiyet hakkında Batı kamuoyunda nefret oluşmasına sebep olmuştur. Hatta Avrupa’da Bulgar Meselesi hakkında propaganda savaşı ve risale yazma yarışı başlamış; bu yarışta en çok bahsedilen konular arasında Müslüman vahşeti, ırza geçmeler, katliamlar, işkenceler ve yakıp yıkmalar yer almıştır.137 Bununla Hristiyan Batı dünyasında İslam ve Müslüman imajını zedeleyerek özellikle Balkan topraklarında çıkan milliyetçilik hareketlerine meşruiyet ve hız kazandırılmak istenmiştir.138 II. Abdülhamid, Avrupa’nın Osmanlı Devleti üzerinde yaptığı bu propagandaya ve siyasi baskılara karşı İslam birliğinin bir ağırlık merkezi oluşturacağını, bununla Devletin birlik ve bütünlüğünün korunacağını ve dayanılmaz hâle gelen dış baskıların 134 Berkes, a.y. 135 İhsan Süreyya Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti, İstanbul, Beyan Yayınları, 1990, s. 19. 136 Azmi Özcan, Pan-İslamizm Osmanlı Devleti Hindistan Müslümanları ve İngiltere (1877-1924), Ankara, İsam Yayınları, 1997, s. 54. 137 Özcan, Pan-İslamizm, s. 56. 138 Sırma, a.e., s. 19. 46 hafifleyeceğini düşünmüştür. Zira aynı dönemde Rusya, Balkanlardaki kargaşayı bahane ederek 1877’de Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmiştir. Bunun sonucunda Ruslar; doğu cephesinde Kars, Ardahan ve Batum sancaklarını ele geçirmiş; batı cephesinde şimdiki Yeşilköy’e kadar gelmişlerdi. Böylece Osmanlı Devleti Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması’nı imzalamak zorunda kalmıştır.139 Tamamı yirmi dokuz madde olan anlaşmaya göre Osmanlı Devleti Romanya, Karadağ ve Sırbistan’ın bağımsızlıklarını kabul etmek durumunda kalmıştır. Rusya ve Avusturya’nın kontrolünde olmak üzere Bosna ve Hersek’in iç işlerinde tamamen bağımsız olması; Rumeli’nin hristiyanlarla meskûn bölgelerinde ve Doğu Anadolu’da Ermeniler’in bulunduğu yerlerde ıslahat yapılması istenmiştir.140 Ayastefanos Antlaşması şartlarının Rusya’yı daha da güçlendireceğini ve kendilerine tehdit oluşturacağını düşünen İngiltere ve Avusturya, Rusya’ya baskı yaparak onu iptal ettirip yerine Berlin Antlaşması’nın (1878) imzalanmasını sağlamışlardır. Bu yeni antlaşma Osmanlı Devleti açısından yine de vahim sonuçlar doğurmuştur. Zira 1856 yılında kabul edilen Paris Antlaşması’nda yer alan Osmanlı topraklarının bütünlüğü prensibi ihlal edilmiş; Osmanlılar bu antlaşma ile yarısı Müslüman olan bölgenin üçte birine yakın bir kısmını terk etmeye zorlanmıştır.141 Terk edilen bölgelerden Osmanlı Devleti’ne pek çok Müslüman mülteci gelmiş; Müslüman nüfusun oranı %70’lere kadar ulaşmıştır. Bu da açık ve net bir şekilde “İttihad-ı anasır” (etnik unsurları Osmanlı kimliğinde birleştirme) anlayışının önemini yitirdiğini, devletin kendi geleceği için Müslüman unsurlara güvenmekten başka çaresinin kalmadığını göstermiştir.142 Daha açık bir ifadeyle Osmanlı Devleti’nin uyguladığı Osmanlıcılık siyaseti, milliyetçilik hareketleri karşısında başarısızlığa uğramıştır. Bu durum karşısında devlet bir çözüm yolu bulmak adına “Müslüman tebaa olması yeter.” düşüncesine sıcak bakmaya başlamıştır.143 139 Özcan. a.y. 140 Ali İhsan Gencer, “Ayastefanos Antlaşması”, DİA, Cilt: IV, İstanbul, 1991, s. 225. 141 Özcan, Pan-İslamizm, s. 58. 142 Jelavich, Balkan Tarihi, s. 86. 143 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi: Metinler Kişiler I, s 28. 47 II. Abdülhamid, devletin birliğini ve toprak bütünlüğünü koruyabilmek için öncelikle Müslüman unsurlara dayanılması gerektiği kanaatine varmıştır. Bunun için yeniden İslam’a ve İslamcı düşüncelere dönüş yapmak istemiş ve İslamcılık yani İttihad-ı İslam politikasını hem iç hem de dış siyasette uygulamaya koymuştur.144 1.2.2. Halifelik Sıfatının Kullanılması ve İttihad-ı İslam Politikasının Uygulanmaya Başlaması II. Abdülhamid, İslamcılığı siyasi bir ideoloji olarak görmüş ve bu ideolojinin bir inanç sistemi olan İslamiyet’e istinat ettiğini düşünmüştür.145 İslamcılığın, bilinçli bir şekilde İslam tarihini anlamakla mümkün olacağına; İslam’ın doğduğu dönemde olduğu gibi Müslümanların birleşmesi gerektiğine inanmıştır.146 Bunun için o, din bağı ile Osmanlı Devleti’nde ve dışındaki tüm Müslümanları birbirine bağlayacak İslam birliğini meydana getirmeyi amaçlamıştır.147 II. Abdülhamid, bu birliği meydana getirebilmek için padişah, sultan, hükümdar gibi unvanlar yerine “halife” sıfatını ön planda tutmuş ve kullanımına ağırlık vermiştir.148 O, halife sıfatını kullanarak hem Osmanlı ülkesindeki Müslümanların direnme gücünü arttırmayı hem de Osmanlı sınırları dışında yaşayan Müslümanlarla dayanışma ruhunu güçlendirmeyi hedeflemiştir. 149 Böylelikle o, Avrupa sömürgeciliğinin tırmandığı bir dönemde tüm Müslümanların “Hilafet” etrafında birleşmeleri gerektiği düşüncesinde olmuştur. 150 II. Abdülhamid bu düşüncelerinden dolayı halifeliğin ön planda olduğu İslamcılık politikasını uygulamaya koymuş ve iç idarede olsun, dış siyasette olsun sistemi bu politika ile teşkilatlandırıp geliştirmeye çalıştırmıştır. O, hatıratında bu 144 Jelavich, a.y. 145 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi Birinci Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri 1878-1907, Cilt: VIII, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1962, s. 543. 146 Karal, Osmanlı Tarihi, s. 544. 147 II. Abdülhamid’in ittihad-ı İslam siyaseti konusunda daha geniş bilgi için bkz: Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1992. 148 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi: Metinler Kişiler I, s. 28. 149 Ş. Tufan Buzpınar, “Hilafet Meselesi: The Question Of Caliphate”, II. Abdülhamid: Modernleşme Sürecinde İstanbul, Yayına Hazırlayan: Coşkun Yılmaz, İstanbul, Seçil Ofset, 2010, s. 120. 150 Sırma, II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti, s. 60. 48 devletin birçok unsurdan meydana geldiğini ancak sadece iman birliğinin bu unsurları birbirine yaklaştıracağını belirterek konuyu şu şekilde ifade etmiştir: “Osmanlı İmparatorluğu, dünyanın birçok milletini sinesinde toplamış olan bir İmparatorluktur. Türkler, Araplar, Kürtler, Arnavutlar, Bulgarlar, Yunanlılar, zencilerden ve diğer birçok unsurdan teşekkül etmiştir. Buna rağmen iman birliği bizi büyük bir ailenin fertleri gibi birbirimize yaklaştırır. Bu sebeple hiçbir zaman Osmanlı İmparatorluğu üzerinde fazla durmamak, buna mukabil, hepimizin Müslüman olduğumuzu bilhassa belirtmekte fayda vardır. Her zaman her yerde emirü’l-Müslimin unvanı başta gelmeli, Osmanlı padişahı unvanı ise ikinci satırda belirtilmelidir. Çünkü devletin sosyal bünyesi ve politikasının esası din üzerine kurulmuştur…”151 II. Abdülhamid bu söylemiyle Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısının ve siyasetinin din üzerine kurulmuş olduğundan dolayı devletten önce Müslümanlar olarak emirü’lMüslimin unvanının yani halifeliğin başta tutulması gerektiğine inanmıştır. Onun halifelik makamının ön plana alınması gerektiğine olan inancını etkileyen Osmanlı Devleti’nin siyasi merkezinden çok dış politikadaki gelişmeler olmuştur. Bunlar arasında: a. Devletin savaşlar veya anlaşmalar nedeniyle terk etmek zorunda kaldığı memleketlerdeki Müslüman nüfus, b. Sömürgeleşme oranı gittikçe artan Uzak Doğu, Afrika, Kuzey Afrika’daki Müslümanların yardım için başvurabilecekleri yer olarak İstanbul’u görmeleri, c. Misyonerlik faaliyetlerinin Müslümanları tehdit eder bir hâl alması, d. Avrupa’da değişen güç dengeleri nedeniyle Osmanlı Devleti’nin siyasi yalnızlığa itilmesi, 151 Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, s. 179-180. 49 e. Osmanlı Devleti’nin Avrupa dengeleri içinde kendine yer arayışı ve İngiltere, Fransa başta olmak üzere bazı Avrupa devletlerinin Müslümanların meskun olduğu sömürgelere sahip olmaları yer almıştır.152 Tüm bu nedenler II. Abdülhamid’in İslamcılık siyaseti gereği hilafet makamını öne çıkarmasına ve bu doğrultuda çalışmalar yapmasına sebep olmuştur. O, bu düşüncesinin savunucusu ve uygulayıcısı olmuş; yurt içi ve yurt dışında buna hizmet eden faaliyetlerde bulunmuştur. Bu faaliyetler arasında; demir yolu ağının güçlendirilmesi, hac vazifesine verilen önemin arttırılması, eğitime verilen önemin yaygınlaştırılması vb. vasıtaları halifeliğin birleştirici unsuru olarak kullanmış ve bu yolla Müslümanlar arasındaki iletişiminin güçlü olmasını dilemiştir. II. Abdülhamid’in bu isteğini daha ayrıntılı görmek adına konuyu üç başlık altında ele almak mümkündür: 1- Demir Yolu Ağının Güçlendirilmesi: II. Abdülhamid, “Hicaz Demir Yolu benim eski rüyamdır.” sözü ile demir yolu projesini hayata geçirmiş; Müslümanları buluşturma yolunda pek çok kazanım sağlamıştır. Aylar süren yolculuklar kısalmış; Şam-Mekke gidiş geliş 18 güne inmiştir.153 Onun planladığı güzergâha göre İstanbul’dan başlayacak olan hattın önce Şam’a oradan Medine-i Münevvere’ye ardından da Mekke-i Mükerreme ve Cidde’ye uzatılması kararlaştırılmıştır.154 Böylece önemli merkezler arasında irtibat kurulduğu gibi bunlarla merkez arasında da ulaşım sağlanmıştır.155 II. Abdülhamid ayrıca demir yollarının İslam memleketlerinin kalkınması, refahı ve mutluluğu adına yaygınlaşmasını istemiştir.156 Arap vilayetlerinin yeni bir ticaret yoluna sahip olması ile Devlete hem iktisadi hem siyasi hem de askerî anlamda fayda sağlayacağını ifade etmiştir. 157 Ayrıca o, demir yolu ile Mezopotamya’nın iktisadi bir 152 Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 158. 153 Kara,a,e., s. 163. 154 Ömer Faruk Yılmaz, Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın Hicaz Demiryolu Projesi, İstanbul, Çamlıca Basım Yayın, 2011, s. 12. 155 Hulusi Yavuz, “Sultan II. “Abdü’l-Hamid Han ve Büyük Projesi: Bağdat Demiryolu”, İslam Medeniyetinde Bağdat Uluslararası Sempozyumu, 7-9 Kasım 2008, İstanbul, s. 154. 156 Yavuz, “Sultan II. ‘Abdü’l-Hamid Han”, s. 155. 157 Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, s. 94. 50 cennet olmasını ve ayaklanmaların olduğu bölgelere kısa zamanda jandarma ve asker gönderebilmeyi dilemiştir. Arap vilayetlerinin birinci sınıf vilayet hâline getirilmesi için çalışmış; Arap topraklarında hızlı bir imar çalışması da yapmıştır. Suriye ve Beyrut’un hemen her yerinde yollar, hastaneler, okullar, camiler yapılmış; tramvay hatları seferlere başlamış bazı sokaklarda hava gazı ile aydınlatma dönemine geçilmiştir. 158 Kısacası II. Abdülhamid, halife sıfatının tüm Müslümanları birleştireceği düşüncesi ile hareket etmiş; bu düşünce doğrultusunda Müslümanların yararına olacak şekilde hizmetler sunmuştur. 2- Hac Vazifesine Verilen Önemin Arttırılması: II. Abdülhamid, Müslümanları demir yolları ile bir araya getirmeye çalışmanın yanı sıra dünyanın çeşitli yerlerindeki Müslümanların ilişkilerinin yoğunlaştığı dönem olan hac ibadetini de göz önünde bulundurmuştur. Böylelikle Sultan; bütün Müslümanların halifesi ve temsilcisi olarak sunulacak, cuma ve bayram hutbelerinde bu unvan ve halife ismi yer alacak, halk hem ona hem de diğer Müslüman kardeşlerine gönül bağı ile bağlı kalacaktır. II. Abdülhamid, hac vazifesine verdiği önem dolayısıyla hacıların güvenlik ve sağlıklarıyla da yakından ilgilenmiştir. Hacıların sağlığı ve hastalıklardan korunmaları için Doktor Mehmed Şakir Bey’den hac vazifesi için yapacağı seyahatte şahit olduklarını ve yapılması gerekenleri bir layiha159 olarak kendisine arz etmesini istemiştir.160 Bunun neticesinde Hicaz’a ihtiyaç duyulan doktor, eczacı, tıbbi ilaç ve malzeme gönderilmesine; hacıların çadırlar yerine barakalarda karantina altına alınmasına; fakir hacılar için barakalar yapılmasına karar verilmiş ve hemen uygulamaya geçilmiştir.161 3- Eğitime Verilen Önemin Yaygınlaştırılması: II. Abdülhamid, halifeliğin gerektirdiği şekilde İslam birliğini sağlamak, Müslümanları bir araya getirmek adına 158 Adil Baktıaya, Osmanlı Suriyesi’nde Arapçılığın Doğuşu Sosyo-Ekonomik Değişim ve Siyasi Düşünce, İstanbul, Bengi Yayınları, 2009, s. 103. 159 Dr. Mehmed Şakir Bey II. Abdülhamid’in isteği üzerine 359 sayfalık layiha yazmış ve bunu sonradan seyahatname niteliği taşıyan bir eser hâline getirmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Şakir Bey, II. Abdülhamit’in Hac Siyaseti Dr. M. Şakir Beyin Hicaz Hatıraları, Yayına Hazırlayanlar: Gülden Sarıyıldız Ayşe Kavak İstanbul, Timaş Yayınları, 2009. 160 M. Şakir Bey, Halife II. Abdülhamid’in Hac Siyaseti, Yayına Hazırlayan: Gülden Sarıyıldız-Ayşe Kavak, İstanbul, Timaş Yayınları, 2009, s. 15. 161 M. Şakir Bey, Halife II. Abdülhamid’in Hac Siyaseti, s. 16. 51 eğitim öğretimde din derslerinin oranını arttırmış, temel dinî kitapların basılmasını sağlamış ve İslam ülkelerine ücretsiz dağıttırmıştır.162 Beyrut, Şam vb. önemli şehirlerde modern mektepler ve kütüphanelerin kurulmasına vesile olmuş; bu okullarda eğitim gören Arap gençlerin İstanbul’daki Harbiye ve Mülkiye Mekteplerine devam etme imkânı vermiştir. Bu kurumlardan mezun olanların Devletin mülki ve askeri bürokrasisine girmelerinin önünü açmıştır.163 Bununla birlikte 1902 yılında Arap aşiretlerinin ileri gelenlerinin çocukları için yatılı ve ücretsiz aşiret okulları kurdurtmuştur. İslam dünyasının etkili âlim ve şeyhlerini taltif edilmek üzere İstanbul’a davet etmiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin uzak bölgelerine kadar tarikat mensuplarını göndermiş; tekke ve zaviyelere olan resmî ilginin arttırılmasını sağlamıştır.164 Özetle denebilir ki Abdülhamid; demir yolu ağını güçlendirerek, hac vazifesine ve eğitime verilen önemi geliştirerek İslamcılığı ve hilafet makamını güçlendirmeye Müslümanlar arasındaki bağı kuvvetlendirmeye çalışmıştır. O, “Osmanlı hilafetini ve devletini Müslüman unsura yaslayarak ve ondan güç alarak ayakta tutma” şeklinde bir politika belirlemiştir.” Kara, bu politikanın neticelerini şu şekilde özetlemektedir: “Gerçekten çok kısa sayılabilecek bir zaman içinde Hindistan ve Kuzey Afrika başta olmak üzere hemen bütün Müslüman beldeler halifenin şu veya bu ölçüde ulaşabildiği, etkileyebildiği yerler hâline gelirken İstanbul da sırf Osmanlı Devleti’nin değil fiilî olarak bütün İslam dünyasının payitahtı hâline gelmiştir.”165 Yaşanan bu gelişmeler Osmanlı Devleti için olumlu sonuçlar ortaya çıkarırken bu durum Avrupalı Devletlerin çıkarlarıyla örtüşmediğinden bu devletler, İslam birliği fikrine cephe almış ve tepki göstermeye başlamıştır. Zira İslam birliği fikri ile Müslümanların Halife etrafında toplanmaya başlaması Osmanlı Devleti’nin daha da 162 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, s. 29. 163 Davut Hut, “Osmanlı Arap Vilayetleri, Arabizm ve Arap Milliyetçiliği”, Vakanüvis Uluslararası Tarih Araştırmaları Dergisi, Ortadoğu Özel Sayısı, Cilt: I, 2016, s. 125. 164 Bu konu bir sonraki Abdülhamid Dönemi Eğitim başlığı altında daha geniş biçimde yer alacaktır. 165 Kara, İslamcıların Siyasi Görüşleri, s. 159. 52 güçlenmesine ve sömürgeciliğe karşı mücadelesinde daha başarılı olmasına neden olabilecektir. Bundan dolayı İslam birliği fikrinin başarısız olması için yoğun bir çaba içerisinde bulunmuşlardır. 1.2.3. İslamcılık Siyasetine Duyulan Tepkiler II. Abdülhamid, ittihad-ı İslam politikasını uygulamaya koyduktan sonra Mısır ve Suriye başta olmak üzere Arap dünyasında çeşitli sorunlarla karşılaşmıştır.166 Bunun nedeni Hristiyan Arapların kendilerini Osmanlı tebaası olarak görmemeleri ve İslam birliği yerine Arap birliğini oluşturmak istemeleridir. Arap birliğini oluşturmak istemelerindeki neden, özerk bir yönetim kurarak kendilerinden zorla alınan Hilafeti geri kazanmak ve Arapça’yı resmi dil haline getirmek olmuştur.167 II. Abdülhamid’in Arap dünyasında karşılaştığı sorunun diğer bir nedeni ise İslam birliği politikasının Batı’nın menfaatleri ile örtüşmemesi olmuştur. Hem Arap hem de Batılı Hristiyanlar, Müslümanların geçmişte olduğu gibi din bağı ile bir halife etrafından birleşeceğinden ve bu birleşme neticesinde Batı’ya karşı cihada başlayacaklarından endişelenmişlerdir. Zira işgal ettikleri yerlerdeki Müslümanların cihad düşüncesi ile bağımsızlık mücadelesine başlama ihtimali onları rahatsız etmiş, bunu kendi çıkarlarına engel görmüşlerdir. Bu nedenle hem Hristiyan Araplar hem de Batılı ülkeler yeni dönemde dine dayalı bir düşüncenin güçlenmemesi için imkânlarını seferber etmişlerdir. Osmanlı tebaası olan Hristiyan Araplar, yaygınlık kazanan milliyetçiliğin etkisiyle Osmanlı hilafetine karşı Arap milliyetçiliği etrafında birleşmeye başlamışlar; Batılı ülkeler ise casusluk faaliyetleri yaparak ve Osmanlı Devleti’nde yabancı okullar açarak bölgede bulunan halkı -özellikle genç öğrencileri- Osmanlı Devleti’ne karşı kışkırtmaya çalışmışlardır.168 Tüm bunlara karşı II. Abdülhamid merkeze uzak Arap Müslümanları ile ilişkisini koparmak istememiş ve çeşitli önlemler alarak politikasını 166 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi: Metinler Kişiler I, s. 30. 167 Hut, “Osmanlı Arap Vilayetleri, Arabizm ve Arap Milliyetçiliği”, s. 121. 168 S. Selçuk Günay, “II. Abdülhamid Dönemi Arap Milliyetçiliği ve Osmanlı Devleti”, Devr-i Hamid: Sultan II. Abdülhamid, Hazırlayanlar: Mehmet Metin Hülagü, Şakir Batmaz Gülbadi Alan, Cilt: IV, Kayseri, Erciyes Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 409. 53 sürdürmeye çalışmıştır. Bu bölümde II. Abdülhamid’in İslamcılık politikasına karşı Hristiyan unsurların milliyetçilik düşüncesi ile yaptıkları faaliyetler şu üç başlık altında ele alınmıştır: 1. Osmanlı Tebaası Olan Hristiyan Araplar Arasında Milliyetçiliğin Yaygınlaşması 2. Batılı Devletlerin Casusluk Faaliyetleri 3. Yabancı Okulların Açılması 1. Osmanlı Tebaası Olan Hristiyan Araplar Arasında Milliyetçiliğin Yaygınlaşması Fransız İhtilali sonrasında gelişen etnik milliyetçiliklerin aksine Arap milliyetçiliği, Türk egemenliğine meydan okuma, başkaldırı ve nihayet bağımsızlığa ulaşarak devlet kurma şeklinde gerçekleşmemiştir.169 Zira Osmanlı İmparatorluğu’nda yönetime hâkim unsur çoğu zaman Türkler olmuş; Müslüman olan Araplar ve Hristiyan olan diğer unsurlar ise onlara tâbi kalarak varlık göstermişlerdir.170 Müslüman Araplar ırki yönden Türklerden farklı olsalar da birbirlerini çoğu zaman din kardeşi olarak görmüşlerdir. Ancak gayrimüslim Araplar ve Hristiyanlar, Türklere hem ırk hem de din açısından yabancı olmuşlardır. Bu yüzden kendilerini ikinci planda hisseden Hristiyan Araplar ve Batılı sistemde eğitim almış kişiler milliyetçiliğe yani Araplığın fikrî uyanışına hız kazandırarak kendi Arap birliklerini kurmak istemişlerdir.171 169 Ali Ulvi Özbey, “19. Yüzyıl Arap Milliyetçiliğinde Misyonerlerin Etkisi: Suriye Örneği”, Tarih Okulu Dergisi (TOD), Sayı: XXXV, 2018, s. 68; Hut, “Osmanlı Arap Vilayetleri, Arabizm ve Arap Milliyetçiliği”, s. 115. 170 Süleyman Kocabaş, Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar, İstanbul, Vatan Yayınları, 1985, s. 166; Mehmet Akif Kireçci, Başlangıcından Günümüze Arap Milliyetçiliği, Ankara, Grafiker Yayınları, 2012, s. 67. 171 Kocabaş, Hindistan Yolu ve Petrol Uğruna Yapılanlar, s. 67. 54 Arap fikrî uyanışına hız kazandıran isimler arasında Butros El-Bustani172 (ö. 1883), İbrahim el-Yazıcı 173 (1847-1906) ve Corci Zeydan174 (1861-1914) yer almıştır.175 Hristiyan Arap aydınlar olarak tanımlayacağımız bu grubun ortak görüşüne göre Avrupa’nın çok hızlı gelişmesi ve ilerlemesi Araplar sayesinde olmuştur. Zira Araplar bir zamanlar tarihin en önemli medeniyetini kurdukları sırada Avrupalılar çok gerideydi ve şimdi tam tersi olmuş, Avrupalılar Arapları geçmişlerdir. Bunun nedeni ise Arapların, Türklerin hâkimiyeti altına girmeleri olmuştur. Arapları tekrar eski günlere döndürmek için yapılması gereken, yabancıların diğer bir ifadeyle Türklerin yönetiminden kurtarmaktır.176 Bu da onların Müslüman birliği yerine Arap birliğini tercih ettiklerini ve II. Abdülhamid’in uyguladığı İslamcılık siyasetine karşı olduklarını göstermektedir. II. Abdülhamid, Arap milliyetçiliğinin Müslümanlardan ziyade Hristiyan Araplar tarafından yürütüldüğünün farkında olmuş; onların bu düşüncelerini ve faaliyetlerini takip ettirmiştir. Yaşanacak olumsuzlukların önüne geçmek ve Arap ayrılıkçı hareketinin genişlemesine fırsat vermemek için her yere gönderdiği âlim ve hocalar ile Müslümanları uyanık olmaya davet etmiştir. Ayrıca devletin aleyhinde faaliyette bulunan kişileri hediyeler ve taltiflerle kazanmaya çalışmış; İstanbul’a davet edip onları kontrolü altında tutmaya gayret etmiştir.177 172 El-Bustani hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Zekeriya Kurşun, “Arap Milliyetçiliği ve İkinci Meşrutiyet”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 1987. s. 10. 173 İbrahim el-Yazıcı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Şükran Fazlıoğlu, “Yazıcı, İbrahim b. Nâsîf”, DİA, Cilt: XLIII, İstanbul, 2013, s. 366. 174 Corci Zeydan hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Muharrem Çelebi, “Corcî Zeydân”, DİA, Cilt: VIII, İstanbul, 1993, s. 70. 175 Günay, “II. Abdülhamid Dönemi Arap Milliyetçiliği ve Osmanlı Devleti”, s. 400. 176 Ş. Tufan Buzpınar, “Osmanlı Suriyesi’nde Türk Aleyhtarı İlanlar ve Bunlara Karşı Tepkiler, 1878- 1881” İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 2, 1998, s. 73-89. 177 Kocabaş, Hindistan Yolu, s. 167. 55 2. Batılı Devletlerin Casusluk Faaliyetleri Hristiyan ülkelerin fiilî olarak İslam devletlerine saldırıları Haçlı Seferleri ile başlamıştır. Tamamen askerî olan bu ilk saldırılar, Arap ülkelerindeki petrolün ortaya çıkmasıyla birlikte XIX. yüzyılda Batı’nın kendi siyasetini hâkim kılmaya, İslam dünyasını kontrol altına almaya yönelmesi ile devam etmiştir. XX. yüzyılda ise oluşacak bir İslam birliğini engellemek için Hristiyan Arapların Arap milliyetçiliğini uyandırarak güçlendirmelerine destek olmuş, Müslüman toplumlar arasındaki ihtilafları körükleyerek iç çatışmaları şiddetlendirmek suretiyle İslam dünyasını zayıflatmayı hedeflemişlerdir. Tüm bunlar Hristiyan ülkeler tarafından misyonercasus faaliyetleri ile yapılmaya çalışılmıştır.178 Batılılar, Müslümanları Osmanlı Devleti’ne karşı isyana davet etmek için sadece misyoner-casus gibi kişiler aracılığıyla değil kâşif, turist, topograf gibi ilim adamları kisvesinde de ajanlar göndermiştir.Bu ajanlar, bölge topraklarına sahip olmak, verimli arazileri ele geçirmek ve Halifeyi devirmek için birçok farklı yola başvurmuşlardır. Arap kıyafetleri giyerek, Arapça konuşarak, özellikle de bağımsızlıktan söz ederek çalışmışlardır. Bölgede bulunan kabilelere para ve silah yardımında bulunmuşlar ve devlete karşı isyan etmelerini istemişlerdir.179 Batılı casus ve ajanlar ayrıca halifeliğin Kureyş kabilesine ait olduğunu ifade eden zayıf bir hadisi180 dile dolayarak Osmanlı sultanlarının dolayısıyla II. Abdülhamid’in halifeliğinin gayrimeşru olduğu propagandasını yapmış; onun yerine Arap bir halife seçilmesi gerektiğini savunmuşlardır. II. Abdülhamid, o dönem Batılılar tarafından yapılan bu tür casusluk faaliyetinden haberdar olmuş; onların gayelerini ve nihayetinde gelmek istedikleri noktanın Arapların Osmanlı Devleti’ne karşı bağımsızlıklarını ilan etmelerini sağlamak olduğunu anlamıştır. Ayrıca o, Osmanlı Devleti’nin Mezopotamya’da bulunan 178 İhsan Süreyya Sırma, Belgelerle II. Abdülhamid Dönemi, İstanbul, Beyan Yayınları, 2016, s. 42. 179 Sırma, a.e., s. 44. 180 “Hilâfet Kureyş'tedir.” (Müsned, 4/185; Heysemi, Mecmau’z-zevâid, 1/336, 4/192); Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. İsrafil Balcı, “İmamlar/Halifeler Kureyş’tendir İddiasının Kritiği” , Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 40, 2016, s. 5-31. 56 topraklarından Şattülarap, Basra ve diğer bölgelere İngilizlerin yerleşmek istediklerini ancak asıl amaçlarının Nil Vadisi ile İran Körfezi’ni birleştirecek bir demir yolu ağı kurmak olduğunu belirtmiştir.181 Zira yaşanan casusluk olaylarıyla birlikte İngiltere 1878 yılında Kıbrıs’a, 1882’de Mısır’a; Fransa ise 1881’de Tunus’a el koymuşlardır. II. Abdülhamid yaşanan bu olumsuzluklar sonucu harekete geçmiş; hem daha fazla toprak kayıplarına engel olmak hem de Batılı devletlerin idaresi altına girmiş bulunan Müslümanlarla ilişkisini koparmamak kısacası İslamcılık politikasını sürdürebilmek için farklı stratejiler uygulamaya başlamıştır.182 Bu stratejiler arasında bölgenin önem arz eden adacıkları üzerinde savunma amaçlı yapılar inşa etme, 183 orduya kudretli komutanlar tayin ettirme, 184 askerî-siyasi bakımdan güç ve nüfuz sahibi kişileri nişan, hediye, maaş ile taltif ederek sadâkatlarını sağlamaya çalışma, dinî konuları içeren kitapları bölge halkına dağıttırma yer almıştır. Abdülhamid’in başta İngilizler olmak üzere Avrupa devletlerinin bölgedeki emellerini boşa çıkarmaya dönük izlediği merkeziyetçi ve hoşgörü esaslarına dayalı İslam birliği siyaseti, Arapların Osmanlı Devleti’ne olan tutumunda genel bir yumuşama yaşanmasına sebep olmuştur.185 Ayrıca onun kişisel gayretleri ile uygulamaya konan bu siyaseti sayesinde Arapların hem hilafetin hem de İslam’ın sembolü olarak gördükleri Osmanlı Devleti’ne bağlılıklarını korumuştur. 186 Bu nedenle Batı ülkelerinin misyoner ve casusluk faaliyetleri ile Hristiyan Arapların girişimleri Müslüman Araplardan beklediği desteği alamamıştır. Böylece umdukları Arap milliyetçiliğine ve ayrılıkçı hareketine dönüşecek olan isyan gerçekleşmemiş, aksine Arapçılık hareketi II. Abdülhamid Dönemi’nde belirli bir ivme kaybı yaşamıştır.187 181 Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, s. 149-150. 182 Kazıcı, Sultan II. Abdülhamid ve Dönemi Osmanlı Devleti, s. 246. 183 Mahmut Akpınar, “Emperyalizmle Mücadelede İç ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: XXXVI, 2012, s. 81. 184 Süleyman Kocabaş, İngilizlerin Osmanlı’yı Yıkma Planları İngiliz Tuzağı, İstanbul, Derin Tarih Kültür Yayınları, 2016, s. 28; Kocabaş, Hindistan Yolu, s. 29. 185 Hut, “Osmanlı Arap Vilayetleri, Arabizm ve Arap Milliyetçiliği”, s. 125. 186 Bilgenoğlu, Osmanlı Devleti’nde Arap Milliyetçi Cemiyetleri, s. 64. 187 Akpınar, “Emperyalizmle Mücadelede”, s. 82. 57 3. Yabancı Okulların Açılması Başlangıçta kişisel ve çoğu zaman dini motavisyonu yüksek bir hareket olarak görülen misyonerlik, Osmanlı Devleti’nin zayıflamasına ve gerilemesine paralel olarak güçlenmiş, maddi olanakları artmış; dinî amacının dışında emperyalizmin öncülüğünü üstlenmiş ve bunun için eğitim-öğretim kurumlarını kendi politikası doğrultusunda kurmuş ve teşkilatlandırmıştır.188 Bunu yaparken Osmanlı’nın bazı Hristiyan devletlere verdiği imtiyazları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmış ve dolayısıyla eğitim ile ilgili faaliyetlere hız kazandırmıştır. Böylece XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yabancı okulların sayısı daha da artmıştır.189 Osmanlı Devleti’nde sayıları hızla artan yabancı okullar, gençlerin beğenisini ve sempatisini hatta sadakat derecesindeki bağlılığını kazanmaya çalışmıştır.190 Yabancı okulların bu gayretlerine karşılık misyoner teşkilatları, Papalık, kilise gibi kurumlar her türlü maddi desteği onlara sağlamışlardır. Ayrıca Hristiyan ülkeler de bu okulların en büyük yardımcısı konumunda bulunmuştur. Fransa, İngiltere, Rusya, Almanya, İtalya ve Avusturya gibi devletlerin yalnızca Beyrut için yıllık tahsis ettikleri toplam meblağ 700.000 frank olmuştur. Mali desteği çok olan bu okulların çalışanları hem bu cazibeden dolayı hem de dünyanın her yerinde Hristiyanlığın gelişmesi için gayret göstermiş hatta Afrika’nın en ücra köşesine kadar gitmişlerdir.191 Zira kurulan yabancı okullar ve bu okulların çalışanları kendilerine sağlanan mali destek ile birlikte manevi bilinçle de haretket etmiş; Tanrı’ya hizmet etme düşüncesi ile bu görevi üstlenmişlerdir. Onların okullar kurmada en temel amaçları “tüm insanlığı Hristiyan yapmak” olmuştur. Söz konusu amaçları ile birlikte diğer hedefleri arasında; Osmanlı tebaasındaki Hristiyanları, Osmanlı Devleti’nden koparmak ve kendi emellerine hizmet ettirip onları bağımsız devletler hâline getirmek, Müslüman ve Türk çocuklarını din ve kültür açısından etkileyerek kendi milletlerinden ayırmak, Arap 188 İlknur Polat Haydaroğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990, s. 193. 189 Gülbadi Alan, “Amerikan Board Okullarında Yürütülen Misyonerlik Faaliyetleri”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt: XX, Sayı: 4, 2007, s. 464. 190 Bilal Doğan, “Türkiye’de Yabancı Okullarda Eğitim ve Öğretim, Diyanet Dergisi, Cilt: XXV, Sayı:1, Ankara, 1989, s. 87. 191 Haydaroğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Yabancı Okullar, s. 194. 58 topluluğunu Osmanlı Devleti’ne isyan ettirip ondan koparmak ve 1882 yılında Mısır işgalinden sonra artan İslamcı hareketleri önlemek yer almıştır. 192 Bu amaçlarını gerçekleştirmek için Batılı ülkeler, dikkatlerini Osmanlı Devleti’nin Arap tebaası üzerinde yoğunlaştırmıştır. Halifeliğin Arapların hakkı olduğunu ortaya koyarak, Osmanlıların İslam’a hizmet etmediklerine dair söylemler geliştirip halk üzerinde etkili olmaya çalışmışlardır. Bu söylemler Müslüman nüfusun yoğun olduğu Arap vilayetlerinde merkeze uzak dahi olsa büyük bir etki yapmamıştır. Ancak etnik yapısının çeşitliliğiyle dış tesirlere açık, merkeze uzak olan bölgelerdeki vilayetlerin durumu devletin bütünlüğü açısından endişe verici duruma gelmiştir.193 Bunun nedeni Osmanlı eğitim müesseselerinin eksikliği ve Hristiyan okullarının çokluğu olmuş; ister istemez bu okullara kayıt yaptıran gençler bu propagandadan etkilenmişlerdir. Bunun neticesinde Beyrut ve Rodos gibi yerlerde 1885 yılında yeni sayımı yapılan bir köyden yirmi yaşın altında yirmi dört gencin Hristiyanlığı kabul ettiği tespit edilmiştir.194 Yapılan bu tespit hükümeti alarma geçirmiş ve tedbirler alınmaya başlanmıştır. Bu amaçla öncelikle azınlık okulların açılmasını sağlayan hükümler, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nin195 129. maddesine göre yeniden düzenlemiş ve bazı kısıtlamalar getirilmiştir.196 Bu kısıtlamalara göre yabancı okullar mercek altına alınmış; ders programları, mezuniyet imtihanları, periyodik kontrollere tâbi tutulmuştur. Ayrıca Osmanlı Devleti ve İslamiyet aleyhinde yayın veya propagandaya mâni olunması istenmiştir.197 Ancak Osmanlı Devleti’ndeki azınlıklar, okullarıyla ilgili kısıtlama getirilmesine karşı çıkmışlar; okul açmanın onların tarihî hakları olduğunu ve bunu ısrarla savunacaklarını ifade etmişler; herhangi bir Türk vatandaşı gibi okul açma yetkisine sahip olmaları gerektiği fikrini savunmuşlardır.198 192 Haydaroğlu, a.e., s. 195. 193 Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1992, s. 249. 194 Eraslan, a.y. 195 Ayrıntılı bilgi için bkz. Hidayet Vahapoğlu, Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997. 196 Hidayet Vahapoğlu, Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997, s. 142. 197 Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, s. 249. 198 Vahapoğlu, Osmanlıdan Günümüze Azınlık, s. 143. 59 Bu tür girişimler yabancı devletlerin müdahaleleri ile birleşince daha etkili bir sonuç elde edilmiştir.199 Böylece Tanzimat’tan sonra Osmanlı topraklarında Rumlar en az 300; Ermeniler 242; Fransızlar 695; İngilizler 75 okul açmıştır. Bununla birlikte ABD, 43 yüksekokul olmak üzere toplamda 417 öğretim kurumu ile faaliyet yapmıştır.200 Bunun farkında olan ve bu durumu göz önüne alan Osmanlı Devleti o bölgelerde daha etkili olmak ve ağırlığını hissettirmek için eğitim alanındaki faaliyetlerine hız vermiştir. 201 II. Abdülhamid; yabancı okulların eğitim öğretimden ve ilim yapmaktan maksatlarının Arap milliyetçiliği fikrini geliştirmek, bu fikrî hareketin liderliğini yapacak kimseler yetiştirmek görüşünde olmuştur. 202 O, ayrıca bu okulların İslam birliğine bir tepki olarak açıldığının farkında olduğundan İslam vilayetlerinde okullar açarak bu duruma karşılık vermiştir.203 Bunun yanı sıra Hicaz, Yemen ve Suriye bölgeleri gibi Arap nüfusunun yoğun olduğu yerlerde yapılacak eğitim faaliyetlerine önem vermiştir.204 1892 yılında Arap bölgeleri ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da varlığını sürdüren aşiretlerin çocuklarına Türkçe öğretmek ve devlete bağlılıklarını artırmaya yönelik eğitim vermek amacıyla Aşiret Mekteb-i Hümayununu açmıştır. Bu mekteplerden mezun olan çocukların, kendi bölgelerine giderek Devlet yararına çalışmaları beklenmiştir.205 Ayrıca Mekke ve Medine’de okulsuz yerleşim birimi kalmamasına dikkat etmiş; Peygamber’in kabri civarında on bir adet sıbyan mektebi ve bir rüştiye açtırmış, diğer okulların da teşkilat ve kadrosunu temin ettirmiştir. Bu şekilde Arabistan bölgesindeki faaliyetler dönemin bütününe yayılmıştır.206 199 Vahapoğlu, a.y. 200 Doğan, “Türkiye’de Yabancı Okullarda Eğitim ve Öğretim”, s. 74-85. 201 Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, s. 247-248. 202 Özcan, Merkezi ve Modern Eğitim, s. 122. 203 Zeki Salih Zengin, II. Abdülhamit Dönemi Örgün Eğitim Kurumlarında Din Eğitimi ve Öğretimi, İstanbul, Çamlıca Yayınları, 2009, s. 33. 204 Tuğrul Özcan, Merkezi ve Modern Eğitim Kapsamında Osmanlı Gayrimüslim Cemaat ve Yabancı Okulları, Ankara, Gece Kitaplığı Yayınları, 2017, s. 120-122. 205 Abdülkadir Özcan, “II. Abdülhamid Dönemi Eğitim ve Kültür Faaliyetleri”, Sultan II. Abdülhamid Dönemi Paneli (II), Tertip Heyeti Başkanı Mehmet Tosun, İstanbul, Bilge Yayıncılık Eğitim Sağlık ve Danışmanlık Eğitim Hizmetleri A.Ş., 2000, s. 54. 206 Eraslan, a.y. 60 1.2.4. İslamcılık Politikası ve Eğitim XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti siyasi, askerî ve ekonomik yönden içinde bulunduğu durumu düzeltmek amacıyla 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile yeni bir döneme girmiş ve birçok alanda olduğu gibi eğitim alanında da yenilikler yapmıştır. Yapılan eğitim reformları II. Abdülhamid Dönemi’nde (1876-1908) uygulama konusunda yaygınlık kazanmış; eğitim hareketi, mevcut durum değiştirilmeden daha doğru temeller üzerine oturtularak geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu anlamda 1869 yılında yayımlanan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi207, kâğıt üzerinden fiiliyata geçirilmiş; büyük bir bölümü 1879 yılında uygulanabilir hâle getirilmiştir.208 II. Abdülhamid Dönemi’nde devletin uyguladığı İslamcılık politikası gereği hem mekteplerin hem de medreselerin daha iyi bir seviyeye ulaşması için çalışmalar yapılmıştır. Mektepler için Batı tarzı bir anlayışa sahip yenilikler yapılırken müfredattaki din derslerinin sayısı da arttırılmıştır. Medreseler için ıslaha dönük girişimler gerçekleştirilmek istenmiş; dönemin aydınları tarafından II. Abdülhamid’e çeşitli layihalar sunulmuştur. Ancak medreselerin Batılı anlayışta yeniden düzenlenmesi gereken müesseseler arasında görülmemesi; medrese mensuplarının bu güce sahip olmaması nedeniyle istenilen başarı yakalanamamıştır.209 Medreselerin II. Abdülhamid Dönemi’nde istenilen başarıyı yakalayamamasından ve daha da kötüye gitmesinden dolayı II. Meşrutiyet Dönemi’nde bu kurum için ıslah düşüncesi hız kazanmıştır. Özellikle İslamcı aydınlar bu konuda birçok fikir beyan etmiş; çalışmalar ortaya koymuştur. İslamcı aydınların medreselerin eğitimi konusundaki görüşleri çalışmamızın ikinci bölümünde geniş bir şekilde ele alınmıştır. Ancak İslamcıların bu konudaki görüşlerini ve çalışmalarını daha iyi anlamak adına II. Abdülhamid Dönemi’nde medreseler ve mektepler için yapılan çalışmalara bakmak faydalı olacaktır. 207 198 maddeden oluşan Nizamname’nin aslı ve Türkçeleştirilmiş nüshası için bkz. Arşiv Belgelerine Göre Osmanlı Eğitiminde Modernleşme, Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayınları, Proje Yöneticisi Uğur Ünal, İstanbul, 2014, s. 100-124. 208 Hasan Ali Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1991, s. 127. 209 Zengin, II. Abdülhamit Dönemi Örgün Eğitim, s. 181. 61 1.2.4.1.Medreseler ve Eğitim İslam eğitim sisteminin temel kurumu olan medreseler, Osmanlı Devleti’ne uzun süre hizmet ettikten sonra devlette gerçekleşen idari, siyasi ve ekonomik bozulmaya paralel olarak pek çok sorunla yüzleşmeye başlamıştır. Bu sorunların nedenleri arasında; tayin ve terfilerde liyakat ilkesinin ihmal edilmesi, rüşvet ve adam kayırmacılığın yaygınlaşması, beşik uleması sisteminin kalıplaşması, tabii ilimlere gösterilen ilginin giderek azalması, Batıdaki bilimsel gelişmelerin takip edilmemesi gibi nedenler yer almıştır.210 Medreselerde yaşanan bu olumsuzluklardan sonra Tanzimat Dönemi’nde medreseler sayı ve fiziki olarak biraz ilerleme kaydetmişse de ideolojik çelişkiye girdiği siyasiidari sistem tarafından bilinçli olarak ihmal edilmiştir.211 Zira medreseler, Tanzimat’ın ilanına kadar Devletin yönetim kadrosu ihtiyacını karşılamış ancak süreç içerisinde medreselerin geçirdiği tahribatın etkisi ile değişen sosyal ve siyasal olaylara yönelik çözüm önerileri genellikle medreselerin geleceğini garanti altına alma yönünde gelişmiştir.212 Bu durum zaman zaman Sultan’a yönelik aleyhte fikirleri ile halkın siyasi iktidara tepki göstermesine ortam hazırlamıştır. Neticede Devlet, medrese geleneğine alternatif olarak kamu kesiminin ihtiyaç duyduğu nitelikli insan kaynağını üretmek amacıyla finansmanı genel bütçeden karşılanan mektepler açmıştır.213 II. Abdülhamid Dönemi’nde medreselerin içerisinde bulunduğu olumsuzlukları gidermek ve eğitim yetersizliğinin önüne geçmek için tespitler ve çözüm önerileri birlikte ele alınmıştır. Bu amaçla medreselerin eğitimi ile ilgili II. Abdülhamid’e çeşitli layihalar sunulmuştur. Bu layihalardan biri, Osmanlı Devleti’nde Maarif nazırlığı ve sadrazamlık görevi yapmış olan Mehmed Esad Safvet Paşa (1814-1883) tarafından 1880 yılında yazılmıştır.214 210 Mehmet İpşirli, “Medrese: Osmanlı Dönemi”, DİA, Cilt: XXVIII, Ankara, 2003, s. 332. 211 Hasan Akgündüz, Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sistemi Amaç, Yapı, İşleyiş, İstanbul, Ulusal Yayınları, 1997, s. 262. 212 Deniz Aşkın, “Osmanlı Devleti’nin Son Dönemlerinde Medrese Eğitim Sistemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin İlk Yıllarında Eğitimin Konjonktürel Boyutu”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, Cilt: VI, Sayı: 2, 2017, s. 984. 213 Akgündüz, Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sistemi Amaç, Yapı, İşleyiş, a.y. 214 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 27. 62 Layihada medreselerin ders programıyla ilgili tespitlerde bulunulmuş; İstanbul ve taşrada bulunan medreselerin programlarının iki asır önce belirlenmiş olan esaslara göre devam ettiği belirtilmiştir. Layihada ayrıca eğitim olarak sadece Arapça tahsiline ve bazı ilim ve fenlere önem verildiği de belirtilerek bu eğitimin gayet sınırlı ve yetersiz bir seviyede olduğundan bahsedilmiştir. Bununla birlikte eğitim süresinin uzun oluşuna rağmen elde edilen bilgilerden talebelerin istifade edemediği tespitinde bulunulmuş; programda değişiklik yapılması önerilmiştir. Safvet Paşa’nın diğer önerileri arasında müfredatın ve öğretim yöntemlerinin günün şartlarına uygun olarak yenilenmesi, akli ve fennî ilimlerin ders programına dâhil edilerek okutulması, medreselerin bulundukları mevkilere göre büyük camiler etrafında toplanarak bu camilerin eğitim amaçlı kullanılması yer almıştır.215 II. Abdülhamid Dönemi’nde medreseler hakkında Padişah’a sunulan diğer bir layiha 1893 yılında Hüsrevbeyzade Celaleddin tarafından kaleme alınmıştır.216 O; layihasında medrese problemini tarihî, sosyal ve mali açıdan ele almış ve çözüm önerileri getirmiştir. Ona göre dersler ana kitaplardan okutulmalı ancak gerekli görüldüğü takdirde şerh ve haşiyelere müracaat edilmelidir. Ayrıca dersler tanzim edilip yerine hesap, hendese, hikmet-i tabiye, coğrafya ve tarih gibi dersler konulmalıdır.217 Hüsrevbeyzade, II. Abdülhamid’e sunduğu layihada sadece dersler üzerinde durmamış; talebelerin geçimlerini sağlamak için önerilerde de bulunmuştur. Ayrıca talebelerin mezun olduktan sonra hangi mesleği hangi şartlarda sürdürmesi gerektiğinin de altını çizmiş; buna mukabil alacakları ücretlere kadar pek çok konu üzerinde durmuştur.218 II. Abdülhamid’e sunulan layihalardan bir diğeri 1897 tarihinde Şeyh Ali Efendizade Muhyiddin tarafından hazırlanan programdır. Muhyiddin’in layihasında öne çıkan düşünce, yeni icatları takip eden yeni bilimlerin medreselerde okutulması olmuştur. 215 Zengin, a.y. 216 BOA. Y. PRK. AZJ. 25/71. 217 Ramazan Balcı, “Medreselerin Islahı Konusunda Sultan II. Abdülhamid’in Hazırlattığı Bir Layihanın Tahlili”, Tarih Okulu, Sayı: 12, 2012, s. 166. 218 Balcı, “Medreselerin Islahı”, s. 171. 63 Bu anlamda o; buhar, telgraf, elektrik, balon, matbaa makineleri, fotoğraf gibi yeni buluşların faydalarını sayarak medreselerin bu konularla ilgilenmesi gerektiğini belirtmiştir.219 Medreseler konusunda II. Abdülhamid’e sunulan tüm bu layihalara rağmen beklenen yenileme ve ıslah etme adımları atılmamıştır. Devlet medreseler konusundaki görüşlerini değiştirmemiş; medreseler için herhangi bir iyileştirme çalışması başlatmamıştır. Bu durum medrese karşıtı bir siyaset izleme amacıyla yapılmamış; Batı tarzı mekteplere duyulan ihtiyacın getirdiği faydacı yaklaşımın öncelenmesinden kaynaklanmıştır. Zira o dönem mekteplerin modern konularda yetkin, devletine bağlı, aynı zamanda müfredatında din ve ahlak dersleri bulunan devlet okulları olarak yerinde ve yeterli bir eğitim verdiğine inanılmıştır. Bu durum medreselere duyulan ihtiyacın azalmasına sebep olmuş ve neticede medreseler kendi hâllerine bırakılmıştır.220 Zamanla sistemin dışında kalan medrese yeni sisteme ayak uyduramamış ve asli görevlerini yerine getiremez hâle gelmiştir. Ancak II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreselerin ıslahı önceki dönemlerdeki ihmal tavrının aksine yeniden gündeme gelmiş ve önem kazanmıştır. 1.2.4.2. Mektepler ve Eğitim XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nde mektep kelimesi bütün öğretim kurumlarını kapsayacak bir genişlik kazanmış; yüksekokulların adlandırılmasında dahi yer almıştır.221 Devlet adamları kendi dönemlerinde bu kurum için çeşitli değişiklikler ve geliştirmeler yapmışlardır. Bu anlamda Sultan Abdülmecid Dönemi’nde (1823-1861) mekteplerdeki eğitim ile ilgili çalışmalar yapılmış; 1846 yılında Mekâtib-i Umûmiye Nazırlığı kurulmuştur. Mevcut okullara ilaveten yeni okullar açılmış ve halkın eğitilmesi sağlanmıştır. Bununla birlikte 1857 yılında Maarif-i Umumiye Nazırlığı devreye girmiştir. Sultan Abdülaziz Dönemi’nde (1861-1876) ise Maarif-i UmumiyeCahit Baltacı, “Mektep”, DİA, Cilt: XXIX, Ankara, 2004, s. 7. 64 Nizamnamesi ile 1869 yılında örgün eğitimde ilk, orta ve yüksek olmak üzere hukuki ve idari düzenlemeler yapılmıştır.222 II. Abdülhamid Dönemi’nde de bu çalışmalar sürdürülmüş; eğitim teşkilatının yeniden yapılandırılması, mektep binalarının sayılarının arttırılması, daha önce açılmış olan mekteplerin yeniden düzenlenmesi gibi konuların üzerinde durulmuştur. Ayrıca okullarda okutulacak ders ve konuların programları yeniden düzenlenmiştir. Özellikle Zühtü Paşa’nın (ö. 1902) Maarif Nazırlığı zamanında (1892-1902) bütün ilkokul, rüştiye (orta), idadi (lise), kız ve erkek öğretmen okullarının öğretim programları yapılmış; yönetmelikler hazırlanmıştır.223 Mektep programlarındaki bu düzenlemelerin amaçları arasında II. Abdülhamid’in İslamcılık politikası bağlamında devletin siyasi birliğini, bütünlüğünü ve devamını sağlayacak; kültürünü koruyacak nitelikte insanların yetiştirilmesi bulunmaktadır. Bunun yanı sıra devlete ve saltanata bağlı, çağın gerektirdiği bilgilere sahip, aynı zamanda dinî değerlere önem veren nesillerin yetiştirilmesi de yer almaktadır.224 II. Abdülhamid, döneminin ilk yıllarından itibaren bu amaçlara ulaşabilmek için eğitim ile ilgili yapılması gerekenler konusunda alanında uzman kişilerden raporlar hazırlamalarını istemiştir. Zira 1891 tarihli eğitim ile ilgili yazılan bir raporda, o tarihe kadar oluşturulan ders programlarının hazırlanmasında yeterli hassasiyet gösterilmediği için mezun olan öğrencilerin birçoğunun mekteplerde elde ettikleri bilgi yeterli olduğu hâlde devlete bağlılıklarının yetersizliğinden; dinî bilgi ve inanç esaslarından mahrum yetiştiklerinden şikâyet edilmiştir.225 Aynı dönemde Müşir Osman Nuri Paşa (ö. 1898), kaleme aldığı bir raporda dinî eğitimin “İslam’a bağlılığın korunması ve pekiştirilmesinin tek temeli” olduğunu belirterek eğitimde din derslerine ağırlık verilmesini tavsiye etmiştir.226 Bununla 222 Mustafa Gündüz, Osmanlı Eğitim Mirası Klasik ve Modern Dönem Üzerine Makaleler, Ankara, Doğubatı Yayınları, 2013, s. 72. 223 Cavit Binbaşıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Türk Eğitim Tarihi, Ankara, Anı Yayıncılık, 2009, s. 222. 224 Zengin, II. Abdülhamit Dönemi Örgün Eğitim, s. 33. 225 Zengin, a.e., s. 53-54. 226 Erdoğan, Osmanlı’da Yurt Dışı Eğitim ve Modernleşme, s. 181. 65 birlikte Maarif nazırlığı görevinde bulunan Ahmed Cevdet Paşa (ö. 1895), Sultan’a sunduğu raporda mekteplerden mezun olan öğrencilerin çoğunluğunun inancının, ders programlarındaki eksikliklerden dolayı bozuk olduğunu belirtmiş; din derslerine öğretimin her derecesinde yer verilmesi gerektiğini ifade etmiştir.227 II. Abdülhamid, belirtilen bu görüşlerin incelenmesi için Maarif Nazırı Ahmed Cevdet Paşa’nın başkanlığında, din adamları ile idareci ve bürokratlardan oluşan bir komisyon kurulmasını ve bir rapor hazırlanmasını istemiştir. Yapılan çalışma iki yıl sürmüş ve mekteplerin ders programlarındaki din ve ahlak derslerinin arttırılmasına, idadi ve yüksek dereceli mekteplere ulemadan birer müdür-i sâni (ikinci müdür) tayin edilmesine karar verilmiştir. Mekteplerde din eğitimi konusunda yapılan bu çalışmalar hakkında 1891 yılında Maarif Nazırı olan Zühtü Paşa, bir rapor yazmış; görevde bulunduğu süre içerisinde Padişah’ın, mekteplerde din dersleri ve uygulamaları üzerinde özenle durulmasını istediğini belirtmiştir. Zühtü Paşa ayrıca Padişah’ın isteği üzerine mekteplerdeki talebelerin namazları için imamların görevlendirildiğini ifade etmiş; iptidai, rüştiye, idadi ve sultanilerde ilmihalden başlatılıp fıkıh, akaid gibi dinî ilimlerin okutulduğunu yazmıştır.228 Ayrıca din ve ahlak konulu derslerin içerikleri yeniden gözden geçirilmiş; yeni ders kitaplarının hazırlanması teşvik edilmiştir. Tüm bunların neticesinde Tanzimat yıllarına göre II. Abdülhamid Dönemi’nde din derslerine daha fazla yer ve önem verilmeye başlanmıştır. 229 Bu durum II. Meşrutiyet Dönemi’ne yani II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine kadar devam etmiş; Devletin yürüttüğü İslamcılık politikasının sona ermesi ile birlikte yürürlükte olan eğitim politikası da başka bir döneme geçmiştir. Zira II. Meşrutiyet ilan edilmiş ve önemli bir rejim değişikliğine gidilmiştir. Yaşanan bu gelişmeler zamanla eğitim konusunda farklı fikirlerin ve çalışmaların doğmasına neden olmuş; bunun sonucunda da yoğun bir eğitim talebini beraberinde getirmiştir. Yeni dönemde, halk eğitimiyle uğraşan kurumlar devreye girmiş ve çok sayıda dernek ve kültürel 227 Erdoğan, a.y. 228 Zengin, II. Abdülhamit Dönemi Örgün Eğitim, s. 56. 229 Balcı, “Medreselerin Islahı”, s. 174. 66 cemiyet ortaya çıkmıştır. Bu dernek ve cemiyetler aynı zamanda İslamcılık akımının teşkilatlanmasını da desteklemiştir. 230 1.3. II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcılık Akımının Teşkilatlanması II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra Osmanlı Devleti’nde yaşayan aydınlar, fikirlerini serbestçe tartışma, açıklama ve yayma imkânı bulmuş; kendi ideolojik düşünceleri ekseninde teşkilatlanıp zorlanmadan özel cemiyetler kurmuşlardır. Zira Tanzimat Dönemi’nde özel bir cemiyet kurmak isteyen kişiler devletten izin almak zorunda kalmış; 1889 tarihli belgeye göre cemiyet açmak kolaylaşmış olsa da yine devlet iznine tâbi tutulmuştur. Ancak II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle 1909’da çıkarılan ilk Cemiyetler Kanunu231 ile ruhsat alma zorunluluğu kalkmış, yerine cemiyet kurulduktan sonra bildirim şartı getirilmiştir. Bu değişiklikten sonra anayasa; dernek ve cemiyet kurma özgürlüğünü kabul ve beyan etmiş durumuna gelmiştir.232 II. Meşrutiyet Dönemi’nde yaşanan bu özgürlük ile birçok cemiyet kurulmuştur. İslamcılık akımı mensupları da halkın bilinçlenmesi, İslam ve inanç birliği sağlanması amacıyla bir araya gelmiş; dernek, cemiyet ve yayın organları kurarak bunlar vasıtasıyla etkin olmaya çalışmışlardır. Bunlardan ön plana çıkanlar arasında, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye, İttihad-ı Muhammedî Fırkası (Fırka-i Muhammediye) ve Cemiyet-i Sufiyye bulunmaktadır. Bu cemiyetleri diğer cemiyetlerden ayıran nokta sadece İslami düşünceye sahip kişiler tarafından kurulmuş olmaları değil; aynı zamanda bu tezin odak noktası olan eğitim 230 Mahmut Dilbaz, “II. Abdülhamit Dönemi Mekteplerinde Okutulan Ahlâk Ders Kitapları”, Uluslararası Gençlik ve Ahlâk Sempozyumu Bildiriler 6-7-8 Ekim 2016, Cilt: II, Sinop, 2016, s. 720. 231 21 Ağustos 1909 tarihli bir yasayla Kanun-ı Esasi’ye 120. madde eklenerek dernek kurma hak ve özgürlüğü anayasal güvence altına alınmıştır. 120. maddede: “Kanun-ı mahsusuna tebaiyet şartıyle Osmanlılar hakk-ı içtimaa maliktir. Devlet-i Osmaniye’nin tamamiyet-i mülkiyesini ihlal ve şekl-i meşrutiyet ve hükûmeti tağyir ve Kanun-ı Esasi ahkâmı hilafında hareket ve anâsır-ı Osmaniyeyi siyaseten tefrik etmek maksatlarından birine hâdim veya ahlâk ve âdab-ı umumiyeye mugayir cemiyetler teşkili de memnudur.” denilerek belirtilen sınırlamalar dışında dernek kurma hak ve özgürlüğü anayasal açıdan tanınmıştır. Ayrınıtlı bilgi için bkz. Zafer Toprak, “1909 Cemiyetler Kanunu”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: I, İstanbul, İletişim Yayınları, 1985, s. 205. 232 Hüseyin Hatemi, “Bilim Derneklerinin Hukuki Çerçevesi ( Dernek Tüzelkişilliği)”, Osmanlı İlmî ve Meslekî Cemiyetler I. Millî Türk Bilim Tarihi Sempozyumu 3-5 Nisan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1987, s. 83. 67 konusunu ön planda tutmalarıdır. Ayrıca bu cemiyetler, İslamcılık anlayışı doğrultusunda siyasi, ilmî, dinî alanlarda faaliyet yapmaya gayret göstermişlerdir. İslamcılık düşüncesinin ilk teşkilatları olarak kabul edilen bu cemiyetleri ve yaptıkları çalışmaları ayrıntılı olarak ele almak II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcılığın teşkilatlanmasını anlayabilmek açısından önem taşımaktadır. 1.3.1. Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye II. Meşrutiyet Dönemi’nden önce gündeme gelmeyen siyasi konular 1908 yılından sonra cemiyetler ve onların çıkardığı gazete ve dergiler vasıtasıyla yaygınlaşmaya başlamıştır. Bu konular arasında millet, devlet, eğitim, aile, meclis ve yetkileri, kanun yapma yetkisi ve usûlü, halifenin yetkilerinin sınırı, hükümet ve meclisle ilişkileri, şeyhülislamın hükümet ve meclis üzerindeki yeri, hak ve yetkisi gibi başlıklar bulunmaktadır. Bu başlıkları sürekli gündemde tutan cemiyetlerden biri de Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye olmuştur.233 Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye, 1908 yılında II. Meşrutiyet’ten hemen sonra İslamcı düşünceye sahip medreseli âlimler tarafından siyasi, ilmî ve dinî amaçlarla kurulan ilk cemiyettir.234 Cemiyet, basın yoluyla fikirlerini yaymak ve insanları dinî, ilmî ve siyasi alanlarda bilgilendirmek amacıyla Beyanü’l-Hak isimli haftalık bir gazete çıkarmıştır. Mustafa Sabri Efendi (1869-1954), Mehmed Fatin (1877-1955), Elmalılı Hamdi Yazır (1878-1942), Hüseyin Hazım vb. cemiyet üyeleri bu gazetede makaleler yayımlamıştır. Bu makalelerden biri gazetenin mesul müdürü olan Mehmed Fatin tarafından “Cemiyetimiz” adıyla yazılmış ve cemiyetin kuruluş amacını, teşkilat yapısını ve encümenlerin çalışma tarzlarını belirleyen 86 maddelik bir nizamname yayımlamıştır.235 Bu doğrultuda Cemiyetin amaç ve gayeleri şu maddeler hâlinde ele alınabilir: a- Devlet yönetiminde meşveret usûlünün korunması 233 Edip Bukarlı, “31 Mart Vak’ası’na Cemiyet-i İlmiyye-i İslâmiyye’nin Bakışı”, Akademik Tarih ve Düşünce Dergisi, Cilt: III, Sayı: 8, Mayıs 2016, s. 98. 234 Mehmet Akif Demir, “Amaçları ve Faaliyetleri Doğrultusunda Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyye”, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, Marmara Üniversitesi, 1994, s. 9. 235 Mehmed Fatin, “Cemiyetimiz” Beyanü’l- Hak, Cilt: I, Sayı:1, İstanbul, 5 Ekim 1908, s. 10-11. 68 b- Hükümetin dinî konulardaki çalışmalarının desteklenmesi ve takibi c- Hilafetin yaşatılması ve devlet icraatının mümkün olduğu kadar şeriat ölçülerine yaklaştırılması d- Umumi terbiye ve İslam adabının yaşatılması ve din ilkelerinin Müslümanlara kolaylıkla anlatılabilecek bir şekle sokulması, e- İstanbul ve taşradaki medreselerin zamanın ihtiyaçlarına göre ıslah edilmesi.236 Bu maddelerden kurulan Cemiyetin dinî eğitime önem ve ağırlık verdiği, İslamcılık görüşü üzerinde bir yol izlediği anlaşılmaktadır. Bu yolda daha güçlü bir şekilde faaliyet göstermek adına ve Cemiyet üye sayısının artmasını sağlamak amacıyla nizamnamenin 52. maddesinde bütün medrese talebeleri tabii üye olarak sayılmış; hazırlık sınıfı dışında bütün öğrencilere Cemiyet kimlik kartı verilmiştir. Kimlik kartı ile öğrencilerden kuruluş amacına uygun çalışmalarda bulunmaları istenmiştir. Nizamnamede ayrıca genel merkez üyelerinin ilim adamlarından oluşması ancak ihtiyaca göre askeriye, mülkiye, adliye, maarif, teknik, ticaret ve sanayi gibi çeşitli mesleklerden de en az birer üye bulundurulması istenmiştir.237 Siyasi yönünün yanı sıra ilmî ve terbiyevi bir kurum olma amacını da taşıyan Cemiyeti İlmiye-i İslamiye, yaygın eğitim çalışmaları olarak vaaz faaliyetlerine önem vermiş; organizasyonlar gerçekleştirmiştir. Cemiyetin çıkardığı Beyan’ül-Hak gazetesi ile millî ve dinî terbiyenin kuvvetlendirilmesine, sosyal bütünlüğün sağlanmasına çalışılmıştır. Bunun yanı sıra dernek, örgün eğitimde de önemli faaliyetlerde bulunmuştur.238 Beyanü’l-Hak mecmuasında bu Cemiyetin izleyeceği yolu üç maddelik esas üzerinde toplayan Mehmed Fatin Efendi: 1- Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiye’nin öncelikle İttihad ve Terakki Cemiyetine bağlı olarak görev yapacağını belirtmiştir. Bu doğrultuda dönemin iktidar partisi İttihad ve Terakki Fırkası ile beraber hareket etmiş olan Cemiyet, kuruluşundan itibaren belli bir süre bu partiyi desteklemiştir. Zira İttihadcılarla birlikte II. Abdülhamid’in baskıcı 236 Halis Ayhan, “Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye”, DİA, Cilt: VII, s. 332. 237 Ayhan, a.y. 238 Ramazan Boyacıoğlu, “Beyanü’l Hak’ta Ulema, Siyaset ve Medrese”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: II, Sivas, 1998, s. 74. 69 yönetimine karşı gelerek İstibdad Dönemi’ni sona erdirmişler ve şeriata uygun olarak gördükleri meşrutiyet yönetimini savunup uygulamaya koymuşlardır. Bundan dolayı İttihadcılara minnettar kalmışlar ve bir müddet onlarla iş birliği içerisinde bulunmuşlardır.239 Ancak İttihad ve Terakki Fırkasının İslamcılık siyasetinden uzaklaştığını, bununla birlikte Jön Türklük davasına yöneldiğini ve meşrutiyete aykırı hareketlerini gören İslamcı düşünceye sahip Cemiyetin üyeleri ile Jön Türklüğü savunan aynı Cemiyetin üyeleri arasında siyasi anlaşmazlıklar oluşmaya başlamıştır. Bunun sonucunda bazı Cemiyet üyeleri İttihad ve Terakki Fırkasını desteklemeye devam etmişse de İslamcı kimliğe sahip üyeler, bu Partiye muhalif olarak kurulan Hürriyet ve İtilaf Fırkasına katılmıştır.240 2- İkinci olarak Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyenin, medreselerin ıslah edilmesi ve eğitim seviyesinin yükseltilmesi için çalışacağını ifade etmiştir. Gerçekten de Cemiyet uzun yıllar ıslahları konusunda tartışılan ve ortaya somut bir netice çıkmayan medreseler konusunda sistemli bir çalışma yapmıştır. Cemiyet ayrıca Beyanü’l-Hak gazetesinin ilk sayılarından itibaren medreseler konusuna öncelik vermiş; medreselerin hukuki ve mali esaslarını hür bir anlayışla tespite çalışmıştır.241 3- Son olarak Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyenin Müslüman sınıfın dinî ihtiyaçlarını karşılayarak İslam’ın gerçeklerini yanlış olan fikirlere karşı savunacağına işaret etmiştir:242 Cemiyet, Osmanlı Devleti’nin merkezinde olduğu gibi merkeze uzak bölgelerde de faaliyet içerisinde bulunmuştur. Bu doğrultuda Balkanlarda yaşayan azınlık çocuklarının eğitimine yoğun bir ilgi göstermiştir. Öğrencilerin sosyal ve psikolojik şartlarını dikkate almanın gerekliliği üzerinde ciddi olarak durmuş olan Cemiyet, yaptıkları bu çalışmalardan dolayı bölgede yaşayan Osmanlı vatandaşları arasında memnuniyetle karşılanmış, birçok veli Cemiyete bu çalışmalarından dolayı teşekkür etmiştir.243 239 Bukarlı, “31 Mart Vak’ası’na Cemiyet-i İlmiyye-i İslâmiyye’nin Bakışı”, s. 100. 240 Demir, “Amaçları ve Faaliyetleri Doğrultusunda Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyye”, s. 98. 241 Mehmed Fatin, “Tedrisat ve Medaris”, Beyanü’l- Hak, Citl: I, Sayı: 8, 16 Kasım 1908, s. 136. 242 Fatin, “Cemiyetimiz”, s. 11. 243 İbnülbekir Mehmed Münif, “Bosna’dan Bir Mektup”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 174, 2 Eylül 1912, s. 3057; “Siyasiyat Bosna Müslümanları”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 4, 26 Ekim 1908, s. 72; Ayhan, “Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye”, s. 333. 70 Cemiyetin yaptığı bu çalışmalar doğrultusunda 1910 tarihinde neşredilen “Medaris-i İlmiyye Nizamnamesi”nin hazırlanmasında önemli katkıları bulunmuştur. Ancak Cemiyet, dört yıl boyunca yürütülen çalışmalara rağmen dergi yayımlama dışındaki hedeflerin büyük bir kısmını gerçekleştirememiş;faaliyetleri zamanla durma noktasına gelmiş ve nihayetinde kapanmak zorunda kalmıştır.244 1.3.2. İttihad-ı Muhammedi Fırkası (Fırka-i Muhammediye) Cem’iyyet-i Muhammediye olarak da adlandırılan Fırka, 31 Mart Vakası’ndan245 on gün önce 1909 yılında İstanbul’da kurulan İslamcı siyasi bir cemiyettir. Kuruluşunu Ayasofya Camii’nde çok kalabalık bir cemaatin önünde okutulan mevlit ile resmî olarak duyurmuştur. Kurucusu Derviş Vahdeti (ö. 1909)246 olmakla birlikte kurucu ve merkez idare meclisi üyeleri olarak Feyzullah Efendizade, Mehmed Sadık Efendi, Beyazıt dersiamlarından Mehmed Emin Hayreti, Fatih dersiamlarından Divriki Kadızade Abdullah Ziyaeddin Efendi ve Bediüzzaman Said Nursi (ö. 1960) vb. isimler yer almıştır.247 Cemiyetin yayın organı Volkan gazetesi248 olmuş; Derviş Vahdeti (ö. 1909) tarafından 1908 yılının sonlarından itibaren günlük olarak çıkarılmaya başlanmıştır. İki yaprak dört sayfadan oluşan gazetenin 75. sayısında İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinin nizamnamesi yayımlanmıştır. “Cemiyetin Reisi, İsmi, Maksadı, Saha-i Faaliyeti, Vesaiti” başlığı altında yer alan ilk iki maddesinde Hz. Peygamber’in doğal lider 244 Demir, “Amaçları ve Faaliyetleri Doğrultusunda Cemiyet-i İlmiyye-i İslamiyye”, s. 99 245 31 Mart Vakası’nın siyasi, askerî ve ekonomik olarak birçok nedeni bulunmaktadır. Genel anlamda bakıldığında er ve erbaşlar İttihad ve Terakki Fırkasının meclis üzerinde oluşturduğu askerî vesayeti kırmayı ve bu fırkanın önde gelen isimlerini bastırmayı amaçlamıştır. Olay II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesiyle sonuçlanmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Necmettin Alkan, Selanik İstanbul’a Karşı: 31 Mart Vakası ve II. Abdülhamit’in tahttan indirilmesi, İstanbul, Timaş Yayınları, 2011. 246 Derviş Vahdeti hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Osman Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı: 31 Mart Vak’ası ve İslamcılık, İstanbul, Temel Yayınları, 2001, s. 5.; Zekeriya Kurşun, Kemal Kahraman, “Derviş Vahdetî”, DİA, Cilt: IX, İstanbul, 1994, s. 198-200. 247 Azmi Özcan, “İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti” DİA, Cilt: XXIII, İstanbul, 2001, s. 475. 248 Gazetenin bütün sayıları İz Yayıncılık tarafından Latin harflerine çevrilmiş ve bir ciltlik kitapta toplanmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Volkan Gazetesi 1908-1909 Derviş Vahdeti, İstanbul, İz Yayıncılık, 1992. 71 olduğu ve Cemiyetin adı beyan edilmiştir.249 Cemiyetin kuruluş gayeleri ise şu şekilde sıralanmıştır: 1- Memalik-i Hilafette ve diğer beldelerde muhtelif İslam unsurlarının ahlaki ve içtimai terakkisinin yegâne vasıtası olan Kur’an-ı Kerim’in ilanihaye devamını temin için gerekli gayretleri göstermek. 2- Bütün Müslümanların siyasi ve içtimai faaliyetlerini birleştirmek ve şerʻ-i şerif ve Kanun-ı Esasi ile müeyyed olup Darülhilafe’de teessüs eden meşveret usûlünü muhafaza eylemek. 3- Memalik-i Osmaniye’de kanunların Mecelle ahkâmına şâmil olması gibi fıkıh kitaplarından istinbat edilerek, bir de Ceza Kanunu ve diğer kanunları meydana getirerek, ileride Meclis-i Mebusana arz edip kabul edilmesine çalışmak. 4- Meclis-i Mebusan hakkında lüzum eden meseleleri görüşmek üzere Şerʻ-i Şerif Dairesinde yapılacak toplantılarda Cemiyete mensup ulema, meşayih ve siyasiyyün tarafından hutbeler ve nutuklar iradıyla müzakerelerde bulunmak. 5- Cemiyete ait toplantı mahallinde fazıl kişiler tarafından dinî, ahlaki, siyasi ve içtimai konularda vaazlar vermek. 6- Cemiyetin fikirlerini yaymak için gazete ve risale gibi Türkçe, Arapça, Farsça ve sair lisanlarda neşriyat yapmak ve toplantılar düzenlemek. 7- Bütün âlem-i İslam’ı taarruzlardan korumak ve lüzum görüldükçe dışarıdaki İslam beldelerine vaizler göndermek.250 Cemiyetin bu gayeleri ile birlikte Volkan gazetesindeki yazılar ilmiye mensuplarına hitap etmiş ancak Cemiyet daha çok halk ve askerler arasında taraftar bulmuştur. Zamanla Cemiyet, dindar zümre arasında itimat kazanmaya başlamış; dönemin tanınmış âlim ve bilginleri de Cemiyete katılmaya başlamışlardır. Ancak Cemiyetin 249 Kıbrıslı Derviş Vahdeti, “İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti Nizamnamesi”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 75, İstanbul, 16 Mart 1909, s. 2-4. 250 Vahdeti, a.y; Osman Selim Kocahanoğlu, 31 Mart Ayaklanması ve Sultan Abdülhamid, İstanbul, Timaş Yayınları, 2009, s. 200. 72 siyasi bir fırka haline gelmesi diğer İslamcı çevrelerin muhalefetiyle karşılaşmış; Sırat-ı Müstakim, Beyanül-Hak gibi gazeteler cemiyeti sert bir dille eleştirmiş ve onu “sapma, ayrımcılık” olarak değerlendirmiştir. Buna karşılık başta Derviş Vahdeti ve Said Nursi olmak üzere Volkan yazarları ısrarla bu hareketin hizmet amacıyla meydana geldiğini, Cemiyet kurmanın ayrımcılık yapmak olmadığını söyleyerek kendilerini savunmuşlardır.251 İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin fikrî temelini, İslam birliği düşüncesi oluşturmaktadır. Derviş Vahdeti’nin Volkan gazetesinde “Açıkça İttihad-ı İslam” başlığı altında yazdığı “Volkan’ın dinî ve siyasi olarak neşri ittihad-ı İslam’a hizmet içindir.” “…İşte biz de bilmecburiye sizi ittihad-ı İslam’a davet ediyoruz…” “…Yaşasın İslamiyet, dindar olalım, şeci olalım.” vb. cümleler bunu açıkça ortaya koymaktadır.252 Derviş Vahdeti, İslamcılık anlayışını ön planda tutarken o dönem iktidarda bulunan İttihad ve Terakkiye karşı güçlü bir muhalefet sergilemiştir. İttihadcıların hürriyetleri kısıtlayıcı uygulamalarını ve diğer politikalarını sert bir şekilde eleştirmiş; konuyla ilgili çok sayıda yazı yazmıştır. Süleyman Kani İrtem bu konuda Derviş Vahdeti’nin, gazetesinde Cemiyet aleyhine ateş püskürdüğünü belirtmiş; dinsiz ve farmason olarak niteledikleri İttihad ve Terakkiye karşı nümayiş başlatabileceğini ifade etmiştir.253 Bununla birlikte o, Derviş Vahdeti’nin halk arasında bir “şeriat kahramanı” olarak görülmeye başladığını; sokaklarda yeşil bayraklarla dolaşarak, kurbanlar kesip dağıttığını belirtmiştir. Buna karşın İttihadcılar da İttihad-ı Muhammedî Cemiyetini istibdat yanlısı olmakla ve irtica taraftarlığı yapmakla suçlamışlardır.254 Cemiyet, başlangıçta daha çok dinî duygulara hitap eden, Osmanlı Devleti’ni yüceltme gayretleri içerisinde olan ve dünya Müslümanları arasında birlik ve yardımlaşmayı sağlayacak milletlerarası bir oluşum olarak ortaya çıkmış; daha sonra müstakil bir 251 Özcan, “İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti”, s. 476. 252 Kıbrıslı Derviş Vahdeti, “Açıkça İttihad-ı İslam”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 24, 23 Ocak 1909, s. 2. 253 Süleyman Kani İrtem, 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, Yayına Hazırlayan: Osman Selim Kocahanoğlu, İstanbul, Timaş Yayınları, 2003, s. 112-113. 254 Özcan, “İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti”, s. 476. 73 siyasi fırka hâline gelmiştir.255 İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti siyasi bir fırkaya dönüştükten kısa bir süre sonra 31 Mart Vakası yaşanmıştır. Küçük rütbeli er ve erbaşların subaylarına karşı ayaklanmasıyla başlayan olaylar kısa süre içerisinde yayılmış ve toplumun her kesimine ulaşmıştır. Ayaklanma ancak Selanik’ten gelen İttihadcıların hazırladığı Hareket Ordusu tarafından bastırılmış; Derviş Vahdeti olayların sorumlusu olarak gösterilmiştir. Bunun sebepleri arasında birinci olarak Cemiyetin açılış gününde dağıtılan Cemiyete ait bayrakların olaya karışan askerlerin ellerinde bulunması; ikinci olarak “Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine Açık Mektup”256 başlığıyla yazdığı ve II. Abdülhamid’i İttihadcıların bulunmadığı tarafsız bir kabine kurmaya davet etmesi yer almıştır.257 Yaşanan bu gelişmelerden dolayı İttihad ve Terakki, Derviş Vahdeti’yi halkı ve askerleri tahrik etmek, insanları hükümete karşı kışkırtmak ve isyana teşvik etmekle suçlamış; 25 Mayıs’ta tutuklatmıştır. Derviş Vahdeti, Divan-ı Harbi Örfi Mahkemelerince iki aya yakın bir süre tutuklu kaldıktan sonra 19 Temmuz 1909 yılında Cemiyet mensubu 19 arkadaşı ile birlikte idam edilmiştir. Olaydan sonra meşrutiyet karşıtı olarak kabul edilen İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti de kapatılmıştır.258 1.3.3. Cemʻiyyet-i Sûfiyye II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ortak düşüncelere sahip çeşitli sosyal gruplar; din, mezhep ve tarikat gibi oluşumların içerisinde bir fikir etrafında birleşerek cemiyetler kurmuşlardır. Ayrıca yapılacak çalışmalara destek sağlamak ve aralarındaki bağları kuvvetlendirmek amacıyla gazete ve mecmualar yayımlamışlardır. Bu düşüncelere sahip dönemin sosyal gruplardan biri olan tarikat mensupları, 1909 yılında İstanbul’da Cemʻiyet-i Sûfiyyeyi meydana getirmişlerdir.259 255 Özcan, a.e., s. 475. 256 Makale için bkz. Kıbrıslı Derviş Vahdeti, “Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine Açık Mektup”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 104, İstanbul, 1909, s. 1. 257 Özcan, “İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti”, s. 476. 258 Özcan, a.y. 259 Mustafa Kara, “Cemʻiyyet-i Sûfiyye”, DİA, İstanbul, 1993, s. 335. 74 Dönemin Şeyhülislam’ı Musa Kazım Efendi, Cemiyetin başkanlığını üstlenirken Kelâmî Dergâhı postnişini260 olan Esad Erbilî Efendi de ikinci başkan konumunda bulunmuştur. Cemiyetin oluşturduğu nizamnamede siyasetle meşgul olunmayacağı belirtilmiştir. Nizamnamenin birinci maddesinde kuruluş amaçları ise şu şekilde sıralanmıştır: 1- Kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmek, 2- Tarikat ehlinin ahlakını güzelleştirmek, maddi ve manevi gelişmesine hizmet etmek, 3- Tarikatların şan ve şerefine yakışmayan hâlleri önlemeye çalışmak, 4- Dervişlerin ihtiyaçlarını karşılamak.261 Cemiyet bu amaçları doğrultusunda yaygın eğitim faaliyetlerine de önem vermiş ve bu kapsamda Cemiyet mensupları çeşitli konferanslar vermişlerdir. Cemiyetin özellikle iki konu üzerinde durduğu görülmektedir: Bunlardan ilki, başlangıcından günümüze kadar tasavvufun bütün yönlerini ele alan bir tasavvuf tarihi hazırlamak; ikincisi ise tasavvuf ile ilgili yazılmış bütün eserleri içine alan büyük bir kütüphane kurmaktır.262 Ancak bu konular düşünceden ileri gidememiştir. Cemiyet, Şeyh Safvet Yetkin başkanlığında haftalık olarak yayımlanmaya başlayan Tasavvuf Mecmuasını çıkarmıştır. Tasavvuf dergisi 1910 yılında yayın hayatına başlamış; imtiyaz sahipliğini ve başyazarlığını Urfa milletvekili olan Şeyh Safvet Bey yapmıştır. Tasavvuf, perşembe günleri haftada bir gün, sekiz sayfalık bir dergi olarak çıkarılmıştır. Bu şekilde 35 sayı çıkarıldıktan sonra yayın hayatı sona ermiştir. Tasavvuf dergisinin giriş sayfasında yer alan “Urefâ-yı ümmetin makâlât-ı ârifânelerine Tasavvuf’un sahifeleri açıktır.” sözleri, dergide tasavvuf ehli bilginlere ait yazıların yayımlanabileceğini ortaya koymuştur.263 260 Postnişin; postta oturan, tekkenin şeyhi olan kimse anlamındadır. 261 Kara, “Cemʻiyyet-i Sûfiyye”, s. 336. 262 Kara, a.y. 263 Şener Demirel, “Şeyh Rızaeddin Remzi er-Rifaî’nin Tasavvuf Dergisi’ndeki Mesnevi Şerhi” Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 14, Ankara, 2005, s. 592. 75 II. Abdülhamid’in tahttan indirilişinden sonra hemen bütün yayın organlarında görülen istibdat aleyhtarlığı Tasavvuf dergisinde de görülmektedir. Derginin ilk sayısında yer alan yazıda, “İstibdadın zaman-ı mazi-i cahiliyetinde ahlak-ı umumiyenin tezhibine hadim olabilecek böyle bir mecelle-i ahlakiyyenin tesis ve neşrine imkân tasavvur olunamazdı.”264 denilerek geçmiş Abdülhamid yönetimini eleştirmişler ve yeni dönemde meşru olan meşrutiyetin sayesinde böyle bir dergiyi çıkarabildiklerini belirtmişlerdir.265 Genel yayın politikalarının daha çok devlet güdümünde olması onların İttihad ve Terakki yönetimini desteklediğini göstermektedir. Bu yönetime verdikleri destekten dolayı eleştirilmişlerse de halkı bilinçlendirmek adına ortaya koydukları yazılarla önemli bir görevi de yerine getirmişlerdir.266 1.4. İslamcılık Akımının Yayın Organları II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte cemiyet, dernek, vakıf kurmak gibi birçok alanda yaşanan serbestlik; Osmanlı basın dünyasında da kendini göstermiş ve birçok alanda dergi, gazete, mecmua vb. yayın organları ortaya çıkmıştır. Daha önce fikirlerini açıkça belirtme imkânı bulamayan aydınlar bir araya gelerek çıkardıkları gazete ve dergilerde devletin içinde bulunduğu siyasi, sosyal, ilmî, ekonomik vb. belirsizlikler ile ilgili yazılar yazmaya başlamışlardır.267 Bu aydınlar arasında yer alan İslamcı aydınlar da bu dönemde çıkardıkları gazete ve dergilerle düşüncelerini serbestçe tartışma, açıklama, yayma imkânı bulmuşlardır. Batıcılık düşüncesine bir alternatif olarak İslamcı düşünce anlayışını sürdürmeye çalışmışlar; İslamcılık fikrî hareketini geliştirme düşüncesinde olmuşlardır. Bunun için dinî, ilmî, edebî ve siyasi içeriğe sahip olan Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Volkan ve İslam Mecmuası gibi dergi ve gazeteleri çıkarmışlardır.268 264 Şeyh Saffet, “Mukaddime”, Tasavvuf Dergisi, Cilt I, Sayı: 1, İstanbul, 23 Mart 1911, s. 2. 265 Şeyh Saffet, a.y. 266 Demirel, “Şeyh Rızaeddin Remzi er-Rifaî’nin Tasavvuf Dergisi’ndeki Mesnevi Şerhi”, s. 592. 267 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, s. 29. 268 Kara, a.e., s. 30. 76 Bu dergi ve gazeteler arasında bulunan Beyanü’l-Hak gazetesi, Cemiyet-i İlmiye-i İslamiyeye; Volkan gazetesi de İttihad-ı Muhammedî Fırkasına ait yayın organı olarak “İslamcılık Akımının Yayın Organları” başlığı altında ele alınmıştır. Dolayısıyla bu bölümde İslamcılık akımının diğer yayın organları olan Sırat-ı Müstakim, Sebilü’rReşad ve İslam Mecmuası üzerinde durulmuştur. Çalışmamız, isimleri zikredilen Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Volkan ve İslam Mecmuasından hareketle medreselerdeki eğitim konularını ele almıştır. Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad269 gazeteleri birbirlerinin devamı niteliğinde yayın yapmış; 8 Mart 1912’ye kadar Sırat-ı Müstakim adıyla 182 sayı çıkmış; Bunlar 7 cilt hâlinde bir araya getirilmiştir. Daha sonra Sebilü’r-Reşad adıyla çıkmaya başlamıştır. Sebilü’r-Reşad 5 Mart 1925’e kadar devam etmiş, 459 sayı çıkarmış ve 18 ciltte toplanmıştır. Bu iki gazetenin 17 yıl süren yayın hayatında toplamda 641 sayı çıkarılmış ve 25 ciltte toplanmıştır. Ancak çalışmamız bu iki gazeteyi yayın yaptığı dönemin farklı siyasi, kültürel ve ekonomik olaylarına şahit olmasından dolayı ayrı başlıklar hâlinde ele almıştır. 1.4.1. Sırat-ı Müstakim Sırat-ı Müstakim II. Meşrutiyet’ten 20 gün sonra 14 Ağustos 1908 yılında Ebu’l-Ûlâ Zeyne’l-Âbidin ve Eşref Edip (ö. 1971) tarafından yayımlanmaya başlanmış; başyazarlığına Mehmed Akif (Ersoy) getirilmiştir. Haftalık olarak çıkan dergide dinî, millî, edebî ve siyasi konular alanlarında uzman sayılan kişilerce kaleme alınmıştır.270 Derginin, ilk sayısından iki hafta önce basılması kararlaştırılmış ancak II. Meşrutiyet’in on beş gün içerisinde ilan edilme ihtimalinin olduğu ile ilgili alınan bir haber üzerine ertelemeye gidilmiştir. Zira oluşabilecek muhtemel karışıklıklar içerisinde derginin yeterince ses getiremeyeceği düşünülmüştür. Bununla ilgili olarak dergi, “Sırat-ı Müstakim” başlığı altında abonelerinden kendilerini bağışlamasını 269 Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad mecmuaları, Bağcılar Belediyesi tarafından, M. Ertuğrul Düzdağ’ın Editörlüğünde Türkçeleştirilmeye başlanmış ve 18. cildi tamamlanmıştır. Toplamda 25. cilt yayımlanması kararlaştırılan mecmuaların 19. Cildinin transkriptasyonu devam etmektedir. 270 Abdullah Ceylan, “Türk Yayın Hayatında Sıratımüstakim ve Sebilürreşad Mecmualarının Yeri”, Türk Kültürü Dergisi, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Cilt: XXIX, Sayı: 335, Ankara, 1991, s. 162. 77 isteyen bir yazı yayımlamış ve iki haftalık gecikmeyi okuyucularına duyurmuştur.271 Yazıda ayrıca derginin meşrutiyet ile doğduğu, istibdadın çizdiği eğri hatt-ı hareket içerisinde yürümeyeceklerine dair ahdettikleri belirtilmiştir.272 Bu nedenle dergi, II. Abdülhamid yönetimine muhalif bir duruş sergilemiş; İttihad ve Terakkiyi desteklemiştir. O dönem meşrutiyet ve meşveret konularının geçtiği siyasi tartışmaların yaşandığı bir ortamda dergi, meşrutiyeti savunmuş; ayet ve hadislerden nakillerle bu yeni rejimin İslamiyet’e uygunluğu açıklanmaya çalışılmıştır.273 İsmail Kara, İslamcı aydınların o dönem İttihad ve Terakki Hükümetinden çekindiklerini, fitne çıkarmaktan korktukları için 1912 yılında İttihad ve Terakki Hükümeti düşürülünceye kadar ılımlı bir siyaset ortaya koyduklarını ifade etmiştir.274 Derginin başlığı altında yer alan “Din, felsefe, edebiyat, hukuk ve ulûmdan bâhis haftalık gazetedir.” ibaresine 50. sayıdan itibaren “Siyasiyattan ve bilhassa gerek siyasi ve gerek içtimai ve medeni ahval ve şuûn-i İslamiyye’den bahseder.” ifadesi eklenmiştir. Bununla dergi, eylem ve emellerinin dine hizmet ve Müslüman kardeşlerine doğru yolu göstermek olduğunu dile getirmiştir. Bu nedenle İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu hem siyasi hem sosyal hem de güncel konular açısından takip eden bir yayın politikası izlemiştir. Dergi, sadece Osmanlı Devleti sınırları içerisinde yaşayan Müslümanların durumuna ve sorunlarına değil, diğer ülkelerde yaşayan Müslümanların içinde bulunduğu duruma ve problemlerine de değinmiştir. Bu anlamda dergide Rusya’da yaşayan 271 Seyyid Mehmed Ziyaeddin, “Sırat-ı Müstakim”, Sırat-ı Müstakim, Cilt II, Sayı: 34, İstanbul, 15 Nisan 1909, s. 113. 272 Ziyaeddin, a.y. 273Adem Efe, “Sebilürreşad”, DİA, Cilt: XXXVI, İstanbul, 2009, s. 252. 274 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, s. 31. 78 Müslümanlara275 geniş yer verilmiş; Çin276, Hindistan277 ve Japonya’da278 bulunan Müslümanların sorunları ile yakından ilgilenilmiştir. Kurucuları arasında bulunan ve sorumlu müdür olarak görev alan Ebu’l-Ûlâ Zeyne’lÂbidin önce milletvekili ardından müderris olunca I. cildin sonlarından itibaren dergiden ayrılmak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Eşref Edip bu görevi devralmıştır.279 Sırat-ı Müstakim dergisi, ekibine Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu gibi milliyetçi-Türkçü görüşlere sahip kişileri eklese de dergi, o dönemin şartlarına göre yenilikçi ve İslamcı bir görünüm sergilemiştir. Bununla birlikte dinin, özünden ve asli kaynaklardan öğrenilmesi gerektiğini savunmuş; bid’at ve hurafelerden temizlenmesinin şart olduğunu ifade etmiştir. 280 Hürriyet ve faziletin savunuculuğunu yapmış olan derginin ana hedefi İslam birliğinin temini için çalışmak olmuştur. Bunu gerçekleştirebilmek için uzun soluklu bir yayın 275 Dergide Rusya Müslümanları ve onların sorunları ile ilgili çok sayıda makale yazılmıştır. Bunlardan bazıları: Troytskili Ahmed Taceddin, “Rusya İslamları”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 31, 25 Mart 1909 /12 Mart 1325, s. 73-75; Kazanlı Ayaz, “Rusya Müslümanları-Tatarlar”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 51, 26 Ağustos 1909 /13 Ağustos 1325, s. 398-399; Kazanlı Ayaz, “Rusya MüslümanlarıTatarlar (maba’d)”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 52, 2 Eylül 1909/20 Ağustos 1325, s. 415-416; Troystskili Ahmed Taceddin, “Rusya Müslümanları ve Rus Maarif Nezareti, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 61, 4 Kasım 1909/ 22 Teşrinievvel 1325, s. 142-143; Züfer Kasımî, “Rusya’daki İslamların Terakkiyat-ı Diniyye ve Milliyyeye Hizmetleri, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 62, 11 Kasım 1909, s. 157-159. 276 Dergide Çin Müslümanlarının hayatı, durumu ve Osmanlı Devleti’nin onlar için yapması gerekenlerin belirtildiği onlarca makale yayımlanmştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Sibiryalı Veliyullah Enveri, “Çin Müslümanları I-II-III-IV: Kırgızlar (Kazaklar)”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 54, 55, 56, 57, 16 Eylül 1909- 7 Ekim 1909, s. 32-78; Abdürreşid İbrahim Efendi, “Çin’deki Müslümanların Hayatı”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 62, 11 Kasım 1909, s. 159-160; Münir Abdürreşid, “Çin Müslümanlarının Hataları ve Hükümet-i Osmaniyye’nin Çin’deki Vezaifi”, Sebilü’rReşad, Cilt: I-VIII, Sayı: 16-198, 20 Mayıs 1912, s. 307. 277 Hindistan’da yaşayan Müslümanlar ile ilgili bazı makaleler şunlardır: “Hindistan İdaresinde Tensikat ve Hint Müslümanları Hakkında Müsaadat”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 64, 25 Kasım 1909, s. 192; Abdürreşid İbrahim, “Hindistan Mektupları: Hindistan’ın Taksimat-ı İdaresi-Diniyye ve Coğrafyası”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 67,16 Aralık 1909, s. 239- 240; Abdül Aziz Nevaiti, “ Hindistan Müslümanları ve Harb-ı Hazır”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: 1-VIII, Sayı: 23- 205, 8 Ağustos 1912, s. 450; “Hindistan Müslümanlarına Açık Mektup”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 103, 25 Ağustos 1910, s. 434. 278 Sırat-ı Müstakim mecmuasında Japonya ile ilgili çıkan bazı makaleler: Abdürreşid İbrahim, “Japonya’da İslamiyet”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 38, 27 Mayıs 1909, s. 182-183; “Japonya’da Din-i İslam İntişara Başlıyor”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 50, 19 Ağustos 1909, s. 383-384; Sibiryalı Veliyullah Enveri, “ Japonlar ve Âlem-i İslam”, Cilt: IV, Sayı: 86, 28 Nisan 1910, s. 138-140; Muhammed Bereketullah, “Japonya’dan Mektup”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 50, 19 Ağustos 1909, s. 384. 279 Efe, “Sebilürreşad”, s. 251. 280 Ceylan, “Sıratımüstakim ve Sebilürreşad Mecmualarının Yeri”, s. 163. 79 hayatı geçirmiş böylece dönemin uzun süre ayakta kalan nadir yayınlarından biri olmuştur. Halkın itibarını kazanmış dönemin saygın ve kuvvetli isimlerini çatısı altında toplamayı başarmıştır. Bu isimler arasında Manastırlı İsmail Hakkı, Bereketzade İsmail Hakkı, Babanzade Ahmed Naim, Mehmed Akif Ersoy, Hafız Eşref Edip, Bursalı Mehmed Tahir, Kazanlı Halim Sabit, Tahir el-Mevlevi, Ferit Kam, Hasan Basri, A. Fuat Başgil, Peyami Safa gibi değerli ilim, din ve siyaset adamları bulunmaktadır.281 Sırat-ı Müstakim’in kurucusu Ebu’l-Ula, 8 Mart 1912 yılına kadar 7 cilt hâlinde toplanan 182 sayı çıkarmış; ardından dergiden ayrılmıştır. Eşref Edip 183. sayıdan itibaren derginin ismini Sebil’ür-Reşad olarak değiştirip yayın hayatına kaldığı yerden devam etmiştir. Bu değişiklik okuyucuya “Sırat-ı Müstakim-Sebil’ür-Reşad” alt başlığı ile duyurulmuştur.282 Yapılan bu duyuruyla Sebil’ür-Reşad dergisi aynı fikrî çizgiyi paylaşan kadro ile Sırat-ı Müstakim dergisinin bıraktığı yerden yoluna devam etmiştir. 1.4.2. Sebilü’r-Reşad Sırat-ı Müstakim yedi ciltlik 182 sayıdan oluşan yayın hayatından sonra 8 Mart 1912 tarihinde çıkan 183. sayısında formatını büyük oranda koruyarak Sebil’ür-Reşad adını almış ve yayın hayatını 1925 yılına kadar sürdürmüştür. 183. sayıda yayımlanan “yeniden çıkış” adlı yazıda derginin İslam dünyasının uyanması ve yükselmesi için çalışmayı en mukaddes görev kabul ettiği bildirilmiştir.283 Sebil’ür-Reşad, yayın hayatı boyunca takip ettiği İslamcılık fikrini tüm dünya Müslümanlarının birlik olması ve ilerlemesi için temel yayın politikası olarak belirlemiştir.284 Bunun için Pakistan, Endonezya, Cezayir, Mısır ve Irak’ta yaşayan Müslüman aydınların yazdıkları makaleleri dergide yayımlamıştır. Bu şekilde o 281 Ceylan, a.e., s. 164. 282 Eşref Edip, “Sıratı Müstakim-Sebilürreşad”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: VII, Sayı: 182, 29 Şubat 1912, s. 418. 283 Efe, “Sebilürreşad”, s. 251. 284 Efe, a.y. 80 bölgelerden sağlıklı haberler ve yorumlar alınmış, İslamcılık fikren oluşturulmaya ve geliştirilmeye çalışılmıştır.285 Sebil’ür-Reşad, İslamcılık fikri çalışmalarını yaparken dergide sadece habere yönelik çalışmalar yer almamış; Batı medeniyetine karşı da bir duruş sergilenmiştir. İslam toplumlarının sömürgeleştirilmesi tenkit edilerek Batı ve İslam toplumlarının siyasi sistemlerinin karşılaştırılması yapılmıştır. Bununla birlikte ahlak ve kültür ağırlıklı ders ve nasihat verici bir metot uygulanmış; diğer dergi, gazete ve kitaplarda çıkan din ve ahlaka aykırı yayınlarla mücadele edilmiştir.286 Batılılaşmanın kültürel, bilimsel ve teknolojik yönlerine de değinmiş olan dergi ülke içerisinde başta Abdullah Cevdet (ö. 1932) olmak üzere Batıcılık yanlısı kişilere olumsuz yönde tavır koymuştur. Batı medeniyetini bütünüyle almayı tavsiye eden bu kişilere karşı dergi, Türk toplum yapısının çağdaş milletler seviyesine çıkarken yabancı kültürler karşısında eriyip yok olmaması için millî şahsiyetini koruması gerektiğini dile getirmiştir.287 Dergi, çıkarılan 183. sayısı ile 1912 yılından itibaren siyasi, askerî, sosyal ve ideolojik açıdan zorlu bir döneme giren devlette ayakta kalabilmek için yoğun bir mücadele vermiştir. Bu mücadeleyi verirken siyasi otoriteye karşı takip ettiği politikadan taviz vermemiş; bu yüzden İttihad ve Terakki yönetimi ile ters düşmüştür. Dergi yönetim tarafından 1912-1916 dönemleri arasında iki kez geçici olarak kapatılmıştır. Ancak dergi yayınına ara vermemek için 300 ve 301. sayılarını Sebilü’n-Necat adıyla çıkarmış ve ardından kalkan ceza sonrası Sebil’ür-Reşad ismiyle devam etmiştir.288 Dergi, I. Dünya Savaşı’nın zorluğu ile mücadele ederken hükümet, dergiye fikrî muhalefetinden dolayı sansür ve baskı uygulamaya devam etmiştir. Neticede 1916 yılında tamamen kapatılarak 1918 yılına kadar neşriyatına ara verilmiş; İttihad ve 285 Adnan Gül, “Batılılaşma Sürecinde Sebilürreşad Dergisi, Tarihçesi, Yayın Politikası ve Düşünce Sistemi” EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 11, Sayı: 31, 2007, s. 43. 286 Gül, a.e., s. 44. 287 Efe, “Sebilürreşad”, s. 252. 288 Gül, “Batılılaşma Sürecinde Sebilürreşad Dergisi”, s. 45. 81 Terakki Hükümetinin iktidardan çekilmesi ve sansürün kalkması üzerine yirmi ay sonra tekrar çıkarılmaya başlanmıştır.289 I. Dünya Savaşı’nın bittiği 1918 yılında imzalanan Mondros Mütarekesi sürecinde dergi, halkı ayakta tutabilmek ve insanlara mücadele azmi vermek adına tekrar yayımlanmaya başlamıştır. İşgalcilerin idaresine geçen İstanbul’da takip ve sansür altında 370’li sayılarını çıkarmaya gayret etmiştir. Derginin başyazarı Mehmed Akif; 1920 yılında Balıkesir, Ankara ve Kastamonu gibi şehirlere giderek o bölgelerde başlayan silahlı direnişi teşvik etmiş ve bu konuda konuşmalar yapmıştır. Bu konuşmalar derginin 458. sayısında dört sayfa olarak yer almıştır.290 Yunan işgal güçlerine karşı kazanılan Sakarya Zaferi’nden sonra Ankara’da çıkarılmaya devam eden dergi, 10 Aralık 1921 tarihli 491. sayısından 22 Nisan 1923 tarihli 527. sayısına kadar Ankara’da yayımlanmıştır. İstanbul’a dönen Mehmed Akif ve Eşref Edip derginin 641. sayısını 5 Mart 1925’te çıkardıktan sonra “Takrir-i Sükûn” Kanunu gereği diğer bazı yayın organları ile birlikte Sebilü’r-Reşad da kapatılmıştır.291 1.4.3. İslam Mecmuası II. Meşrutiyet’in ilanından sonra İslamcılık düşüncesine sahip diğer bir dergi de İslam Mecmuası olmuştur. İttihad ve Terakki Hükümetinin mali anlamda desteklediği dergi 1914 yılında on beş günlük olarak yayımını sürdürmüş; Kazanlı Halim Sabit Şibay tarafından toplamda altmış üç sayı çıkarılmıştır. İlk sayıları otuz iki sayfa çıkan dergi savaş yıllarının maddi imkânsızlıkları nedeniyle bazen on sekiz bazen de on altı sayfa olarak yayımlanmıştır.292 İslam Mecmuası yayımlanış amaçlarını şu ifadelerle bildirmektedir: “İslam Mecmuası, büyük Allah’ın yardımına dayanarak kalplerdeki fıtrî din ve iman hissinin inkişafıyla neşv ü nemâ bulmasına, din ve milliyet fikirlerine canlı, münevver bir cereyan verip 289 M. Ertuğrul Düzdağ, Mehmed Akif Hakkında Araştırmalar III, İstanbul, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2006, s. 150. 290 Düzdağ, a.e., s. 151. 291 Düzdağ, a.e., s. 153. 292 Tuba Çavdar, “İslam Mecmuası” DİA, Cilt: XXIII, İstanbul, 2009, s. 53. 82 Müslümanlık âlemi için mesut bir hayat hazırlamaya çalışacaktır.”293 “Dinli bir hayat, hayatlı bir din” alt başlığı ile yayımlanan dergi, millet kavramı ile İslami düşünceyi birlikte ele alması ve İslamiyet’in sosyal yönü ile ilgili konularda yoğunlaşması itibarıyla diğer İslamcı dergilerden ayrılmaktadır. 294 Masami Arai, İslam Mecmuası’nın doğuş sebebi ile ilgili; İslamcı aydınların Türk milliyetçilerini eleştirmesi sonucunda milliyetçi çizgide yayın yapan Türk Yurdu dergisinin bu eleştirilere cevap vermeye çalıştığını ve milliyetçiliğin İslam’a karşı olmadığını ispat etmeye çabaladığını söylemektedir.295 Arai devamında Türk Yurdu dergisinin bu eleştirilere yeterince cevap veremediği için 1914 yılında İslam’da reform yapmak adına İslam Mecmuası dergisini çıkarttıklarını sözlerine eklemektedir.296 Derginin yazar kadrosunda başta Halim Sabit Şibay (ö. 1946), M. Şerafeddin Yaltkaya (ö. 1947), Ziya Gökalp (ö. 1924), Şeyhülislam Musa Kazım (ö. 1920), Ahmet Ağaoğlu (ö. 1939), M. Şemseddin Günaltay (ö. 1961) gibi dönemin hem geleneksel hem de modern eğitimini almış ünlü kişileri yer almıştır.297 Dergi, modernist-İslamcı ve Türkçü-İslamcı bir çizgide yer almış; yeni bir yorumla İslam düşüncesine hareketlilik kazandırmak ve dinî sosyal bir canlanma getirmek amacında olmuştur.298 Bununla birlikte dergi, hurafelerden arınmış bir dinin hayatın her alanına hâkim olması gerektiğini vurgulamış; eğitimin modernleşmesi, dil birliği ve millî vicdan konuları üzerinde önemle durmuştur.299 Dergide ayrıca kadın ve aile konuları ele alınmış; özellikle kadının toplumsallaşması ve çok eşle evlilik gibi meseleler tartışılmıştır.300 293 Mustafa Bakırcı, “II. Meşrutiyet Dönemi Din Sosyolojisinin Önemli Bir Kaynağı: İslam Mecmuası (1914-1918)”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 17, Yıl: 2004, s. 178. 294 Osman Cudi, “Acı Hakikatler İtiraf Olunmadıkça Islah Mümkün Olmaz”, İslam Dünyası, Sayı: 1, 15 Mart 1913, s. 1-3. 295 Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çev. Tansel Demirel, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994, s.127. 296 Arai, a.y. 297 Bakırcı, “II. Meşrutiyet Dönemi Din Sosyolojisinin Önemli Bir Kaynağı”, s. 178. 298Ali Birinci-Tuba Çavdar, “Halim Sabit Şibay (1883-1946)”, DİA, Cilt: XV, İstanbul, 2009, s. 336. 299 Kazım Sani, “Dini Terbiye”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 1, 12 Şubat 1914, s. 17. 300 F. N., “İslam Kadını: Müracaat Ediyorum, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 2, 26 Şubat 1914, s. 58; Mustafa Bakırcı, “İkinci Meşrutiyet Dönemi İslam Mecmuası’nda Din Sosyolojisi Konularıyla İlgili Tartışmalar”, s. 139. 83 İslam Mecmuası yazarları, Batı uygarlığının şiddete dayalı, adaletten uzak, dinsel yönden fanatik bir yapıya sahip olduğunu anladıkları için yüzeysel Batılılaşmaya ve Batı’yı körü körüne taklide karşı çıkmışlardır. Bununla birlikte Batı’dan pek çok şey öğrenmeleri gerektiğinin de altını çizmişlerdir.301 İslam Mecmuası altmış üç sayılık yayın hayatında din-modernleşme ekseninde oluşan konularda modern hayata uygun bir İslam yorumu ortaya koyma çabası içerisinde olmuştur. 302 1.5. İslamcılık Akımında Önde Gelen İsimler Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcılık akımı aydınları; İslam dinini entelektüel, etik, siyasi, idari, hukuki, eğitim vb. alanlarda hâkim kılmayı hedeflemiş; Müslümanlar arasında birliği güçlendirmeyi ve geri kalmışlığa çare bulmayı amaçlamışlardır. Bu amaç için bir araya gelen İslamcı düşünce hareketinin kurucuları; modern eğitim süreçlerinden geçmiş, edebiyatçı ve ilmiye sınıfına mensup kişilerin ağırlıkta olduğu aydınlardan oluşmuştur. Dolayısıyla bu aydınlar; âlimler (medreseliler), şeyhler (tekke ve tarikat mensupları), üniversite hocaları, siyasetçiler, bürokratlar, matbuat mensupları arasında yer almış kişilerden meydana gelmiştir. İslamcı aydın olarak nitelenen isimlere bakıldığında Filibeli Ahmed Hilmi (ö. 1914), Şeyhülislam Musa Kazım (ö. 1920), Said Halim Paşa (ö. 1921), Seyyid Bey (ö. 1925), İskilipli Mehmed Atıf (ö. 1926), Babanzade Ahmed Naim (ö. 1934), Mehmed Akif Ersoy (ö. 1936), Elmalılı Hamdi Yazır (ö. 1942) ve daha pek çok ismi görmek mümkündür.303 İslam dünyasındaki fikir hareketleri üzerine yapılan araştırmalarda bu isimler arasında düşünce farklılıklarının olduğu ifade edilmiş ve bu aydın kişiler hakkında çeşitli tasnifler yapılmıştır. İslamcı aydınlara yönelik söz konusu edilen bu tasnifleri Hilmi Ziya Ülken şu sözlerle değerlendirmektedir: “Efgani ile başlayan yeni İslamcılık çığırı Mısır’da Muhammed Abduh ve izinden giden Ferid Vecdi, Kazanlı Musa Carullah; Hindistan’da İkbal taraflarından 301 Şir İdris, “Avrupa’nın İslamiyet ve Türklük Hakkındaki Nazarı ve Ona Mukabil Bizim Hareketimiz”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 7, 7 Mayıs 1914, s. 204; “Avrupa Nazarında İslamiyet”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 12: 16 Temmuz 1914, s. 376. 302 Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, s. 143. 303 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, s. 7. 84 geliştirildi. Türkiye’deki tesirleri Sebilürreşat yazarlarını iki zümreye ayırdı: Bir kısmı Ahmed Naim gibi gelenekçi İslamcılıkta devam etti. Fakat bir kısmı medrese ile mektebi birleştirme eğiliminde olanlardı ki aralarında İ. H. İzmirli, M. Şemseddin gibi modernistler yetişti. Şeyhülislâm Musa Kâzım gibi modernizm ile gelenekçilik arasında orta yolu tutanlar veya Mustafa Sabri gibi doğrudan doğruya modernizme karşı olanlar vardı.”304 Buna göre Ülken Türkiye’deki İslamcı aydınları Ahmed Naim gibi gelenekçi olanlar, İ. H. İzmirli ve M. Şemseddin gibi modernistler, Şeyhülislam Musa Kâzım gibi gelenekçilik ve modernistlik arasında orta yolu seçenler ile Mustafa Sabri gibi modernizme karşı olanlar şeklinde dört kısma ayırmıştır. Bu görüşe yakın bir tasnifi Fazlur’-Rahman yapmış ve İslamcı aydınları Batıcılar ve ihyacılar olarak iki şekilde gruplandırmıştır.305 Erol Güngör’ün tasnifi ise İslamcı aydınları radikal muhafazakârlar ve modernistler şeklinde iki kısma ayırmıştır.306 Son olarak Enver Ziya Karal İslamcı aydınları, müfrit İslamcılar ve mutedil İslamcılar307 olarak sınıflandırmıştır.308 İsmail Kara, yapılan bu tasniflerin sağlam, doğru ve tutarlı taraflarının fazla olmadığını ifade etmiş; İslamcı aydınların arasında fikrî ayrılıkların olduğunu ancak bunların aslî meselelerde olmadığını belirtmiştir.309 Kara bu durumu şu şekilde açıklamıştır: “…Mesela hiçbir İslamcıda “Batı da kim?”, “İslamiyet bugünkü mânasıyla bir terakki anlayışına temelden karşıdır.”, “Batı medeniyetiyle İslâm medeniyetinin kaynakları, ilkeleri ve yolları ayrı ayrıdır; telifleri mümkün değildir.”, “Batıda gelişen rasyonalist hareketlerle İslâm’ın akla verdiği önem kıyaslanamaz.”… türünden muhafazakâr olarak vasıflandırılabilecek fikirlere, çıkışlara kolay kolay rastlayamayız. 304 Hilmi Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Cilt: II, İstanbul, Selçuk Yayınları, 1966, s. 443. 305 Fazlur Rahman, “İslam”, Çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, İstanbul, Fakülteler Matbaası, 1981, s. 280. 306 Erol Güngör, İslâmın Bugünkü Meseleleri, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1981, s. 208. 307 Enver Ziya Karal müfrit İslamcıların esas düşüncesini şöyle açıklamaktadır: “Millet-i İslâmiye şeriat hükümlerini terk ettiği günden beri Allah’ın gazabına uğramış ve onun için Hristiyanların tahakküm ve tasallutu altında ezilmeye Allah tarafından mahkûm edilmiştir. Müfrit İslamcılara göre din bir bütündür ve bütünü ile kutsaldır. Onu, itikat hükümleriyle dünya hükümleri olmak üzere ikiye bölerek ve dünya işleri hakkında vazedilmiş olan hükümler yerine Avrupa’nın kanun ve kaidelerini iktibas etmek caiz değildir…” Ziya Karal, mutedil İslamcıları ise “…Bunlar ıslahat hareketlerine muhalif olmamakla beraber, meşrutiyet fikrini tasvip etmiyorlardı…” sözleriyle ifade etmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt: VII, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1983, s. 315-316. 308 Karal, Osmanlı Tarihi, s. 315. 309 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, s. 37. 85 Buna göre İslamcı aydınların terakki, Batı, İslam medeniyeti vb. temel konularda hemfikir oldukları anlaşılmaktadır. Onların hemfikir olduğu diğer bir konu eğitim olmuş; özellikle medreseleri Müslümanlar için birleştirici bir unsur ve terakki vesilesi olarak görmüşlerdir. Bu sebeple çalışmamızın ikinci bölüm konusu olan İslamcılık akımı mensuplarının medreselere ilişkin görüş ve faaliyetlerine bakarken onların eğitim ve özellikle medreseler konusunda farklı fikirlere sahip olmadıkları, medreselerin eskiden olduğu gibi iyi bir seviyeye gelmesinde hemfikir oldukları görülmüştür. 86 İKİNCİ BÖLÜM İSLAMCI AYDINLARIN MEDRESELERE İLİŞKİN GÖRÜŞ VE FAALİYETLERİ İslamcılık akımı, II. Meşrutiyet Dönemi’nde olgunlaşan bir fikir hareketi olarak; dönemin siyasi hayatı içerisinde Müslümanları siyaset, kültür, eğitim ve düşünce anlamında ittihad-ı İslam çatısı altında toplama amacında olmuştur. Bu akımın üyeleri, fikirlerini şahsilikten kurtarıp mümkün mertebe bir sistem içerisinde toplamaya çalışmışlar; çözümü Müslümanların birliğinde aramışlardır.1 Bu amaca ulaşmak için eğitim öğretim faaliyetlerine önem verilmesi gerektiğini düşünmüşler; bunun için özellikle medreseler üzerinde yoğunlaşmışlardır. İslamcı aydınların medreseler üzerinde yoğunlaşmalarının nedeni, medreselerin yeniden inşa, ıslah ve modernize edilerek eskiden olduğu gibi eğitim sisteminin merkezinde yer almalarını istemeleri olmuştur. Zira onlara göre medreseler Osmanlı Devleti’nin yükselmesinde olumlu katkıları olmuş; dinin anlaşılmasında, halkın dini, ahlaki, anlamda eğitilmesinde ve Müslümanların birliğinin, huzurunun korunmasında uzun yıllar önemli bir rol üstlenmiştir. Bu bağlamda medreselerin yeniden ıslah edilmesi ile devletin eskiden olduğu gibi güçlü, halkın da bilinçli olacağını ve cehaletten kurtulacağını düşünmüşlerdir. Bunun için her mecrada medreselerdeki eğitim ve öğretimin durumu, medresenin problemleri ve çözüm önerileri hakkında düşüncelerini belirtmişlerdir. İslamcı aydınlar bu konudaki düşüncelerini aylık ya da haftalık yayın organları olan Sırat-ı Mustakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Volkan ve İslam Mecmuası’nda çok sayıda makale, haber, ıslah önerileri içeren layiha, risale ve rapor şeklinde yayımlamışlardır. Ayrıca medrese konusu ile ilgili özel konferanslar ve ilmî istişare toplantıları yapmışlar; medreselere dair detaylı değerlendirmelerde bulunmuşlardır. 1 Azmi Özcan, “İslamcılık”, DİA, Cilt: XXIII, İstanbul, s. 64. 87 İslamcı aydınların medreseler konusunda görüş ve taleplerini ayrıntılı bir şekilde ele alabilmek adına çalışmamızın bu bölümünde öncelikle İslamcı düşünürlerin medrese kurumunun geneline yönelik görüş ve faaliyetleri ele alınmış; bu anlamda medreselere atfettikleri öneme, medreselerin geri kalma nedenleri ve ıslah edilme gerekçeleri olarak hangi hususları işaret ettiklerine bakılmıştır. Ardından İslamcı aydınların medreselerin ıslahına dair fikirleri, çalışmaları ve yazdıkları raporlar ele alınmış; medreselerde ders içeriği ve programına ilişkin sundukları görüşler ve çözüm önerileri dikkate alınmıştır. Bölümün sonunda ise İslamcı aydınların medrese müderrisleri ve talebelerine yönelik düşünceleri irdelenmiştir. Kısacası çalışmamızın bu bölümünde İslamcı aydınların, medreseler nasıl daha işlevsel hâle getirilebilir sorusuna verdikleri cevaplar üzerinde durulmuştur. 2.1. Medreselere Atfedilen Değer Osmanlı Devleti, 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile devlet düzeni ve toplumsal yapıda değişim, ıslah ve yenileşme faaliyetleri içerisine girmiş; devlette Batı tarzı bir modernleşme dönemi başlamıştır. Zengin’e göre yaşanan süreçte diğer benzeri geleneksel kurumlar gibi medreseler de bu değişimin dışında tutulmuş; o dönem planlanan ıslah ve yenileşme girişimlerinin geleneksel kurumlarla yapılamayacağına inanılmıştır.2 Ayrıca medreseler kendi mensupları tarafından da eğitim alanında, çağa uygun gelişmelere paralel yeni bir yapılanma içerisine alınmamış; bu kuruma gereken değer ve önem verilmemiştir. Dolayısıyla medreseler o döneme kadar sahip oldukları eski iyi özelliklerini hızla kaybetmeye başlamışlardır.3 Bu durum II. Meşrutiyet’e kadar devam etmiş; yapılan çalışmalar münferit birkaç ıslahat girişiminden öteye gidememiştir.4 II. Meşrutiyet Dönemi’ne gelindiğinde medreselerdeki sorunlar çözümlenmeyi bekleyen meselelerden biri olmaya devam etmiş; dönemin bütün fikir hareketleri 2 Zeki Salih Zengin, “II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlılarda Medreselerin Islah Çalışmaları (Teşkilat ve Ders Programları”, Diyanet İlmî Dergi, Cilt: XXXIV, Sayı: 2, 1998, s. 44. 3 Zeki Salih Zengin, Medreseden Darülfununa Türkiye’de Yüksek Din Eğitimi, Adana, Karahan Yayınları, 2009, s. 10; Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000-M.S. 2012, Ankara, Pegem Akademi, 2012, s. 82. 4 Mefail Hızlı, “Anadolu’daki Osmanlı Medreseleri: Bir İcmal”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt: II, Sayı: 4, 2004, s. 372. 88 mesele üzerinde kendi anlayışları doğrultusunda görüşler ileri sürmüşlerdir.5 Medreselerin geliştirilebilmesi için çareler arayan ve bu anlamda fikir üreten hareketlerden biri de İslamcılık akımı olmuştur. Bu akıma mensup aydınların medreseler ile ilgili görüşlerine bakıldığında onların, medreseleri Kanuni Sultan Süleyman Devri’ne kadar mükemmel bir teşkilata, donanıma, öğretim metoduna, programına ve öğretim kadrosuna sahip birer kurum olarak gördükleri anlaşılmaktadır.6 Medrese sistemi ve müderrisler için bu düşüncede olan İslamcı aydınlar, o dönemki talebeler için de bu kurumun Fenariler, Hüsrevler, Hayâliler vb. büyük ilim insanlarını yetiştirtirdiğinden; medreselerin bu kişilere vatan olduğundan bahsetmişlerdir.7 Beyanü’l-Hak mecmuasında yayımlanan bir makalede Demirhisarlı Hafız Hüseyin, medreselerin bozulmadan önceki durumu ile ilgili düşündüklerini şu şekilde özetlemiştir: “…O medreseler ki şuabât ve derecâta munkasım ve her birinde ayrı ayrı rasathaneler, ameliyathaneler, hendesehaneler bulunurdu. Müslümanlar bu medreselerin ve bunlarda tedrisât ile iştigal eden muallimlerin fazilet ve irfânı sayesinde cihanın mürebbisi olmuşlardı. O medreseler ki âsâr-ı Yunaniyeyi tercüme ettiler, Latince ve Yunanca için yüzlerce kāmuslar vücuda getirdiler ve bu suretle medeniyet-i ibtidâiyeyi terakki ettirdikten sonra onu dehaları ile saʻy ve gayretleriyle tezyid ettiler. Yunan, Bizans, Mısır medeniyeti ile bugünkü Avrupa medeniyeti arasındaki hatt-ı ittisâli teşkil eden medeniyet-i İslamiye’yi iʻlâ eylediler…8 5 Zengin, “II. Meşrutiyet Döneminde Osmanlılarda Medreselerin Islah Çalışmaları”, s. 45. 6 M. Satvet, “Medreselerimiz”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 87, 28 Kasım 1910, s. 1642; Müftizade, “İstanbul Medreseleri II”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXI, Sayı: 542, 18 Temmuz 1916, s. 176. 7 Ömer Fuad, “Medreseler”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 252, 10 Temmuz 1913, s. 298; Hüseyin Hazım, “Hayat-ı İlmiyeye Bir Nazar”, Beyanü’l-Hak, Cilt: III, Sayı: 63, 6 Haziran 1910, s. 1267; M. Saffet, “Memleketimizde Muhtaç Olduğumuz Şeyler I”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 81, 17 Ekim 1910, s. 1550; M. Saffet, “Memleketimizde Muhtaç Olduğumuz Şeyler: Mabad”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 83, 31 Ekim 1910, s. 1580-1582. 8 Demirhisarlı Hafız Hüseyin, “Vahdet-i Terbiye”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VI, Sayı: 150, 28 Mart 1912, s. 2668- 2671. 89 Medreselerin ilk dönemindeki bu faaliyetlerinden, İslami ilimlerin tedris ve tahsilindeki öneminden iftiharla bahseden Hafız Hüseyin; o dönemdeki medreselerin ruhu, aklı ve bedeni bir bütün hâlinde eğiten kurumlar olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca Beyanü’l-Hak mecmuasında yayımlanan makalede yazar M. Safvet, bu kurumların kendilerine selefleri tarafından emanet edildiğini şu sözlerle ifade etmiştir: “…bir kere düşünülürse hazır elimizde iki bin dokuz yüz kırk adet darû’l-tahsil buluyoruz ki bu medreselere eslafımızın bize emanet olarak bıraktığı bir takım müessesat-ı hayriyyedir. Biz bunları harab edersek emanete hıyanet etmiş olacağımız gibi bunları tahsilden hâl-i bırakarak su-i isti’mâl ettiğimiz takdirde dahi o emanete hıyanet emiş olacağımıza şübhe edilemez.”9 Yazar, metninde 2940 adet medresenin mevcudiyetinden bahsetmiş; bu kurumların kendilerine emanet verildiğini, harap edilmesi veya eğitimden yoksun bırakılması durumunda emanete ihanet edilmiş olacağını ifade etmiştir. O, yazısında ayrıca memleketin her zaman bu medreselere muhtaç olduğunu beyan etmiş; özellikle bulundukları dönemde daha da çok ihtiyaç duyulacağını belirterek bunu üç neden ile açıklamıştır. İlk neden, Devletin eğitim ihtiyacını sadece mekteplerin karşılayamayacağı, küçük yerleşim yerlerine kadar ülkenin birçok eğitim kurumuna ihtiyaç duyacağı ve buna da ancak medreselerin yardımı ile başarabileceğidir. İkinci neden, mekteplerin Devletin tüm eğitim kurumları için muallim yetiştirmeye gücünün yetmeyeceği, medreselere de bu konuda ihtiyaç duyulacağıdır. Üçüncü olarak da şehirlerdeki İdadi ve Dâru’l-mualliminlerde eğitim görmüş şehirli gençlerin, köy İbtidailerinde muallim olmaya tenezzül etmeyecekleri için medreselerde yetişecek ve köylere rahatça gidecek mezun talebelere ihtiyaç olacağıdır. 10 Yazar bu nedenler ışığında medreselerin öneminden bahsetmiş; Devletin bu kurumlara duyduğu ihtiyacı ortaya koymuştur. Medreselerin öneminden bahseden başka bir makale yine Beyanü’l-Hak mecmuasında İbnürrahmi Ali Tayyar tarafından ele alınmış; Devletin yükselmesine hizmet eden 9 Ermenekli M. Safvet, “Medreselerimiz III”, Beyanü’l- Hak, Cilt: IV, Sayı: 92, 9 Ocak 1911, s. 1733. 10 M. Safvet, a.y. 90 sebeplerin arasında medreseler olduğu ifade edilmiştir. O, bu kurumların çoğaltılması ve mevcut medreselerin korunup daha iyi bir seviyeye getirilmesi gerektiğini belirtmiştir.11 Zikredilen yazılarda, medreselerin başlarda İslam tarihinin yüce şanını temsil ettiği, orada verilen derslerin ve yetiştirilen öğrencilerin iftihar edilecek durumda oldukları ifade edilerek eski medreseler her fırsatta yâd edilmiştir. Zira İslamcı aydınlar, medreselerin eskiden olduğu gibi âlim yetiştiren, Devletin kalkınmasına, halkın eğitilmesine hizmet eden bir kurum olarak varlığını sürdürmesini dilemişlerdir. Ayrıca medreseleri dinin en iyi şekilde anlaşılmasına ve dini bilgilerin doğru uygulanmasına etki eden önemli mekânlar olarak görmüşlerdir. Bu nedenle Devletin bu kurumlara ihtiyacı olduğunu belirterek önemi üzerinde durmuşlardır. 2.2. Medreselerin Geri Kalma Nedenleri İslamcı aydınlar basın aracılığıyla yayımladıkları makalelerinde, medreselerin önem ve değerine ilişkin üzerinde durdukları hususları belirttikten sonra genellikle bu kurumun içerisinde bulunduğu olumsuzluklardan bahsetmişlerdir.12 Bulundukları dönemde medreselerin eski hâlinden eser kalmadığını ifade ederek, gelinen noktayı ve sebeplerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu duruma M. Safvet, “Medreselerimiz” başlıklı yazısında değinmiş; medreselerin mevcut durumlarını ortaya koymasının ardından bu kurumun yalnız bırakılıp bir müze hâline getirildiğinden, kaderine terk edildiğinden ve medrese hayatının hiçe sayılarak yüzüstü bırakıldığından şikâyet etmiştir. 13 Aynı konu ile ilgili Filibeli Ahmed Hilmi (ö. 1914) hiçbir asırda ilim ve fennin o dönemdeki kadar kötü bir seviyeye düşmediğini 11 İbnürrahmi Ali Tayyar, “İslamiyet Terakkiyat”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 97, 6 Şubat 1911, s. 1814. 12 Ermenekli M. Safvet, “Medreselerimiz”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 89-92, 19 Aralık 1910- 2 Ocak 1911, s. 1678-1733; Abdülvehhab, “Milletin En Büyük İhtiyacı: Münkarız Olan Medreselerin İhyası I”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIX, Sayı: 476, 15 Nisan 1921, s. 77. 13 Ermenekli M. Safvet, “Medreselerimiz”, Beynü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 87, 28 Kasım 1910, s. 1642. 91 ifade etmiş; medrese ıslahatının istikbale ait hayat memat meselesi olduğunu belirtmiştir.14 İslamcı aydınlar medreselerin eskideki iyi hallerine kavuşmaları için öncelikle medreselerin geri kalma sebeplerini tespit etmeye çalışmışlardır. Bu çerçevede Osmanlıcılık siyaseti, Devlet ricalinin kayıtsızlığı, ulemanın görevlerini aksatması, Müslüman halkın medreselere rağbet göstermemesi şeklinde dört temel başlığı ön plana çıkarmışlardır. 2.1.1. Osmanlıcılık Siyaseti İslamcı aydınlar, medreselerin geri kalma nedenlerinin başında devletin Tanzimat Dönemi’nde (1839) yürürlüğe koyduğu Osmanlıcılık siyasetini görmüşlerdir. Zira İslamcı aydınlara göre dönemin Sultanı Abdülmecid, bu siyaset gereği bütün tebaaya eşitlik ilkesi getirmiş ve “Osmanlı milleti” fikrini icat etmiştir.15 Bu siyaset içerisinde Osmanlıcılık fikrini yürüten Tanzimatçı aydınlar, mektepleri tesis etmiş ve medreseleri yüzüstü bırakmışlardır. Bu konuda İslam Dünyası mecmuasında Nun mahlasını kullanarak mektepler hakkında görüşlerini belirten yazar; Tanzimatçı aydınların Osmanlıcılık siyaseti ile mekteplerde Müslüman, Rum, Ermeni vb. bütün vatandaşların bir arada dünyevi bir tahsil gördükleri okullar kurduklarını ifade etmiştir. 16 Yazar bu mekteplerden her sene yüzlerce talebenin mezun olduğunu belirtmiş ancak mezun olanların millî, dinî ve içtimai bir imana sahip olmadıklarını açıklamıştır. Yazının devamında Tanzimatçıların medreseleri ıslah etmemesi sonucu oradaki talebelerin tembel ve rahatına düşkün bir hayat içerisine girdiklerini; maksatsız ve mesleksiz bir tahsil görmeye başladıklarını belirtmiştir. İslamcı aydınlar, bu şekilde Osmanlıcılığı milletin zihniyetini ve düşüncesini gözetmeksizin, körü körüne Avrupa’yı taklit etmek şeklinde değerlendirmiş; yürürlüğe konulacak esasların zemini hazırlanmadan gelişigüzel şekilde uygulamaya alınan bir 14Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Müslümanlar Uyanın, İstanbul, Bedir Yayınevi, 1966, s. 15; Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hilmi, Yirminci Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa Siyaseti, Yayına Hazırlayan: Bedri Mermutlu, İstanbul, Büyüyenay Yayınları, 2014, s. 39. 15 Nun, “Medreselerin Islahı” İslam Dünyası, Cilt: I, Sayı: 2, 27 Mart 1913, s. 29 16 Nun, a.y. 92 siyaset olarak görmüştür. Bu konuda Mehmed Şemseddin, Sırat-ı Müstakim mecmuasında yazdığı yazısında “Bir millete başka bir zihniyette, ayrı bir an’aneye mâlik, ahvâl-i rûhiyye, iʻtiyâdât-ı kavmiyye, icâbât-ı ırkıyye ve hattâ tarz-ı maişetçe büsbütün farklı olan diğer bir milletin teşkilât-ı idâriyye ve ictimaiyyesini aynen tatbika kalkışmak kadar tehlikeli bir teşebbüs olur mu?” diyerek Osmanlıcılık politikasına karşı tepkisini dile getirmiştir.17 İslamcı aydınlara göre Osmanlıcılık siyaseti, öncesinde tespit edilemeyen bazı sorunların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu sorunlar arasında medreselerin ihmal edilmesi nedeniyle medrese-mektep ikiliğinin18 çıkması başta gelmektedir. 19 Mehmed Şemseddin, Sırat-ı Müstakim mecmuasında yazdığı makalesinde mektep ve medrese arasındaki çekişmeyi ve sonuçlarını şöyle ifade etmiştir: “…Mektepler açılmış, fakat medreseler unutulmuştu. Hâlbuki bu iki fabrika memlekete sürü sürü müstehlik yetiştiriyorlardı. Bunlar arasında pek korkunç bir uçurum açıldı. Mektep fabrikasının mahsûlleri ne yapıyorsa medrese fabrikasının mahsûlleri onun aksini telkin ediyordu. Birinin beyaz dediğine diğeri siyah sıfatını vermeyi bir vazife biliyordu. Çünkü biri çıkıyor, diğeri iniyor; biri mevkiini terk ediyor, diğeri o mevkiye namzed bulunuyordu. Bu hâl pek tabii olarak arada tehlikeli bir husumet, için için bir kin ve nefret tevlid ediyordu. Biri milleti bir tarafa, diğeri aksi cihete sevke başladılar. Biri mâziden mevrûs nüfuzuna istinaden kitleye hâkim bulunuyor, diğeri de nüfûz-ı hükûmeti eline almaya çalışıyordu. Biri halkın maʻneviyâtına, ruhuna hâkim; diğeri maddiyâtında fermân-fermâ!..”20 Mehmed Şemseddin, bu iki eğitim kurumunun aynı anda eğitim verirken yetkililerin mektepleri öncelediğini, medreseleri ise unuttuklarını ve aralarında büyük bir uçurum açılmasına neden olduklarını ifade etmiştir. Bu yüzden de iki kurum birbirlerinin aksi 17 Mehmed Şemseddin, “Tanzimatçılık İflas Etti mi?: Yunus Nadi Bey’e”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 236, 20 Mart 1913, s. 21; Eşref Edip, “Hâkimiyet-i Milliye Devrinde Hükümetin Takip Edeceği Yol, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXII, Sayı: 551-552,16 Ağustos 1923, s. 43. 18 Konu için bkz. Hasan Hikmet, “İctimaiyyatta Garpçılık ve Bozgunculuk: Derecat-ı Tahsiliyyede Mektep, Medrese Farkı”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXI, Sayı: 536, 14 Haziran 1923, s. 126. 19 Şemseddin, “Tanzimatçılık İflas Etti mi?”, s. 22. 20 Şemseddin, a.e., s. 23. 93 yönde faaliyet göstermiş ve insanları farklı iki yöne çekmeye çalışarak arada husumet, kin ve nefretin doğmasına sebep olmuştur. İslamcı aydınlar Tanzimat Dönemi aydınlarının medrese ve mekteplerde izledikleri politikanın iki kurum arasında kin ve nefret doğurduğunu savunmuşlar; medreseleri ıslah edecek çareleri neden bulmadıklarını ve tatbik etmediklerini sormuşlardır. Zira İslamcı aydınlara göre asırlarca Osmanlı Devleti’ne hizmet etmiş ve şeriat kürsüleri konumunda olan medreseler eskisi gibi vazifelerini ifa edemiyorlarsa bunun sorumluluğu o dönem onları ıslah etmeyenlere ait olmuştur.21 İslamcı aydınlar ayrıca Tanzimat Dönemi aydınlarının, medreseleri ıslah etmek yerine medreselerin yanı başına Fransız mekteplerinden basmakalıp alınmış, halk ile ilgisi olmayan bilgilerle donatılmış mektepleri açmakla medreselere zarar verdiklerini düşünmüşlerdir. Hatta bu kişilerin medreseleri tamamen ortadan kaldırmak niyetinde olduklarını ancak kendilerinden daha akıllı, daha kadirşinas olan halkın bu müesseselere olan bağlığını bildiklerinden dolayı çekindiklerini belirtmişlerdir.22 İslamcı aydınlar, mektep ve medrese arasında oluşan bu sorunları dile getirerek çözüm yolları bulmaya çalışmışlardır. Bu konuda fikir beyan etmiş; yapılması gerekenin mekteplerin oluşturulmaya başlandığı dönemde medreselerin de ihmal edilmemesi olduğunu ifade etmişlerdir. Bu konuda M. Şemseddin, “…Öteden beri yapılan teşkilât ve tanzimât halkın zihniyetiyle uygun bir tarzda te’sis ve tatbik edilse, mektepler yapılırken medreseler unutulmasa, bu iki fabrikanın aynı gayeye müteveccih, aynı tarz-ı taʻlim ve terbiye görmüş unsur yetiştirmesi te’min edilmiş olsaydı- hiç şübhe yok- vatanın arz ettiği manzara büsbütün başka bir şekilde olacaktı.”23 şeklindeki ifadesiyle Tanzimatla alınan kararların halkın düşüncesine uygun bir tarzda yapılmadığına işaret etmiştir. M. Şemseddin yazısında ayrıca mektepler açılırken medreselerin unutulmaması sağlanabilseydi ve her iki kurum da aynı gaye için eğitim 21 Eşref Edip, “Tanzimatçılık Bu Memleket İçin Mahz-ı Felaket Olmuştur: Büyük Millet Meclisi Azayı Muhteremesine”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIX, Sayı: 486, 2 Temmuz 1921, s. 194; Abdülkadir Kemali, “Tanzimatçılık: Kardeşim Eşref Edib”, Sebilü’-Reşad, Cilt: XIX, Sayı: 489, 24 Temmuz 1921, s. 227; “Tanzimatın Açtığı Rahneler”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXI, Sayı: 544, 12 Temmuz 1923, s. 195. 22 Edip, “Tanzimatçılık Bu Memleket İçin Mahz-ı Felaket Olmuştur”, s. 195. 23 Şemseddin, “Tanzimatçılık İflas Etti mi?”, s. 23. 94 ve öğretimde bulunması başarılabilseydi eğitimin de ülkenin de o an içinde bulunduğu olumsuz durumun oluşmayacağına işaret etmiştir. Sonuç olarak İslamcı aydınlara göre Tanzimat Dönemi aydınları eğitim konusunda yanlış bir siyaset izlemiş; mektepleri tesis etmiş ancak medreseleri yüzüstü bırakmıştır. Bunun neticesinde Osmanlıcılık siyaseti her iki yönde yani ne mektepler için ne de medreseler için faydalı olmuş; özellikle medreselerin geri kalmasına neden olmuştur. 2.1.2. Devlet Ricalinin Kayıtsızlığı İslamcı aydınlar, eğitim kurumlarının başıboş bırakılamayacağını, ülkede yaşayan fertlerin eğitim öğretim ve terbiyesinden Devletin, hükûmetin ve bu konuda söz sahibi olan bütün yetkililerin sorumlu olacağını ifade etmiştir. Onlar Devlet ile birlikte tüm yetkililerin eğitim ve öğretim faaliyetlerini sadece halkı için değil kendi menfaati için de yapması gerektiğini belirtmiştir.24 Ayrıca Devlet bunu ülkenin geleceğini düşünmek, ahengini sağlamak, ülkeyi dış tehlikelere karşı korumak için yapmalıdır. Zira onların görüşlerinde Devlet; kudretini muhafaza etmek, kuvvetini artırmak ve muntazam bir disiplin oluşturmak için talim ve terbiyeye kayıtsız kalmamalıdır.25 İslamcı aydınlar, ecdadın bu hususları önceden beri çok iyi takdir ettiğini, Devletin her tarafında büyük fedakârlıklar göstererek medreseler açtığını ifade etmiştir. Ayrıca bu medreselerde talebenin her türlü ihtiyacını temin edecek imkânlar verildiğini belirten İslamcı aydınlar, talebelerin her zaman imanî ve İslami tahsil ve terbiye görmeleri için gayret gösterilmiş olduğunu beyan etmişlerdir. 26 Bu durumu Mehmed Emin“…Bir tarafda binlerce medrese var ki hükûmetin nazar-ı teftiş ü himâyesinden uzun müddet mechûr olmak yüzünden bugün füyûz-ı sâbıkasını gösteremez olmuştur…”27 ifadesiyle hükûmetin medreselere yönelik sorumluluğunu yerine getirmediği şeklinde yorumlamıştır. İslamcı aydınlar, Hükûmetin yanı sıra medreselerin bağlı olduğu Bab- 24 M. Şemseddin, “Programların Tanziminde Hükümetin Hak ve Vazifesi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: IX, Sayı: 212, 26 Eylül 1913, s. 69. 25 M. Şemseddin, “Programların Tanziminde Hükümetin Hak ve Vazifesi”, s. 70. 26 Mehmed Emin, “Müslümanlığı Diriltecek Müesseseler I: Huzur-ı Celil-i Meşihatpenahiye”, Sebilü’rReşad, Cilt: XII, Sayı: 296, 14 Mayıs 1914, s. 175; Safvet, “Medreselerimiz”, s. 1645. 27 Emin, “Müslümanlığı Diriltecek Müesseseler I”, s. 175; Mustafa Sabri, “İlmiye Bütçesi Münasebetiyle”, Beyanü’l-Hak, Cilt: V, Sayı: 106, 17 Nisan 1911, s. 1958. 95 ı Meşihat’in de medreselere karşı umarsız tutumunu ifade etmişlerdir. Sırat-ı Müstakim mecmuasında konu ile ilgili makale yazan Halim Sabit, Bab-ı Meşihat’i şu şekilde eleştirmiştir: “Bab-ı Meşihat bir mü’essese-i İslamiyye idi. Fakat mazide hiçbir zaman istikbal-i İslam nokta-i nazarından kendisi için bir emel taʻkib etmedi. Geçirdiği bütün safahat-ı tarihiyye buna şahiddir. Medaris-i Osmaniyye de Bâb-ı Meşihate merbût ve mantıken onun emeline hâdim olmak lazım gelen birer müessese-i İslamiyye idi. Fakat Bab-ı Meşihâtin katʻî bir nokta-i emeli bulunmadığından tabiî medreselerden de büyük hayırlar ümid etmemek lazım geliyordu…”28 Halim Sabit bu ifadelerle medreselerin bağlı olduğu kurumun kendine ait bir hedefinin ve amacının olmadığını dolayısıyla medreselere bir faydasının olamayacağı belirtmiş ve Bab-ı Meşihata olan güvensizliğini göstermiştir. Bab-ı Meşihat ile ilgili yapılan başka bir eleştiride ise kurumda görevli olan kişiler hedef alınmış; orada çalışan âlim ve fazılların bir hâkim veya bir memur olmaktan öte bir İslam muallimi olmayı başaramadıkları, İslamiyet için emin, parlak bir istikbal hazırlayamadıkları ifade edilmiştir.29 Aynı fikri paylaşan Mehmed Akif Ersoy devlet daireleri ve oradaki yetkililer hakkında eleştirilerini şu şekilde ifade etmiştir: “…Hele ilmiyye bayâğdan da aşağı bir turşu! Bâb-ı Fetvâ denilen dâire ümmi koğuşu. Anne karnından icâzetlidir, ecdâda çeker; Yürüsün, bir de sarık, al sana kādıasker! Vükelâ30 neydi ya? Curnalcı, müzevvir, âdî; Ne Hudâ korkusu bilmiş, ne utanmış ebedî, 28 Halim Sabit, “Islah-ı Medâris Münâsebetiyle”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: V, Sayı: 124, 18 Ocak 1911, s. 327. 29 Sabit, a.e., s. 326. 30 Vükela: Vekiller, bakanlar ve nazırlar. 96 Güç okur, hiç yazamaz bir sürü hırsız çetesi…”31 Şiirin devamında Akif, diğer İslamcı aydınlar gibi medreselerin ıslah edilmesi gerektiği konusu üzerinde durmuş; özellikle vükelanın medreselerle ilgilenmediğini ve yeterli maddi kaynak sağlamadığını ifade etmiştir.32 Kısacası İslamcı aydınların medrese konusunda Devlet ricalinin bahsi geçtiği yazılarına bakıldığında Devlet yetkililerini, hükümeti ve medreselerin bağlı olduğu Bab-ı Meşihatı medreselere kayıtsız kalmakla ve gereken ıslahı yapmamakla eleştirmişlerdir. İslamcı aydınlar ayrıca yetkililerin ilgisizliğini medreselerin geri kalmalarının bir nedeni olarak görmüşlerdir. 2.1.3. Ulemanın Görevlerini Aksatması İslamcı aydınlar, medrese talebelerini eğiten ilim adamlarına ve müderrislere önem vermiş; onların vereceği iyi bir eğitimin talebeler üzerinde etkili olacağına ve medreseler açısından olumlu neticeler sunacağına inanmışlardır.33 Buna göre ulema, insanları eğitim yolu ile kötülüklerden alıkoymalı, ahlakını korumalı ve irşad yolu ile insanları selamete, doğruya iletmelidir.34 Mecdüddin Konevi, Sırat-ı Müstakim’de yazdığı makalesinde “Bir milleti irşad edecek, milleti râh-ı selamete çıkaracak olan ancak o milletin ulemâsı, üdebâsıdır.” diyerek diğer İslamcı aydınlar gibi ulemanın önemine işaret etmiştir. Zikredilen hususlar İslamcı aydınların aynı zamanda ulemaya önemli görev ve sorumluluklar yüklediği anlamına da gelmektedir. Bu misyonlar arasında onların sadece talebeleri değil Müslüman halkı da eğitmeleri, eğitimde yaşanan gelişmeleri takip etmeleri, çağın gerektirdiği şekilde kendilerini yenilemeleri vb. hususlar bulunmaktadır.35 Böyle olmadığı takdirde yani müderrisler sağlam dinî bir karaktere, 31 Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Yayına Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, Çamlıca Yayınları, 2007, s. 146. 32 Ersoy, a.e., s. 351. 33 Müderrisler ile ilgili konu, çalışmamızın aynı bölümünde ilerleyen konuları arasında daha geniş bir şekilde ele alındığından burada kısaca üzerinde durulmuştur. 34 Hâdî Hüvallâh Mecdüddin Konevî, “Şeref ve Haysiyetimizi Muhafaza ve İktisa-ı Fezâil”, Sıratı-ı Müstakim, Cilt: VII, Sayı: 178, 1 Şubat 1912, s. 349. 35 Konevî, a.e., s. 348. 97 kültüre ve öze sahip değilse yetiştireceği gençlerin de şuurlu, aydın fikirlere sahip kişiler olamayacağını ifade etmişlerdir.36 Halim Sabit; tefsir, iftâ, fıkıh vb. birçok ilimde kendini yetiştirmiş kişilerin olduğunu belirtmiş ancak bunlardan hiçbirinin bu ilimlerde ilmî bir yenilik, ilmî bir terakki yapamadığını ifade etmiş ve konuyu şöyle açıklamıştır: “…Ulûm-ı İslamiyye’yi bir defa gözümüzün önüne getirelim: İlm-i tefsir, ilmi hadis, usûl-i fıkıh, fıkıh, kelam… Hepsi Osmanlı Türklerinin ahzettiği kavimde ne idi ise sonra bizde de hep öyle kaldı. Bize, biz Osmanlılara geldikten sonra fazla bir terakki eseri görülmedi. Bizde mümtaz bir müfessir, mümtaz bir muhaddis yetişemediği gibi akıl ile fikir ile pek ziyade temasta bulunan usûl-i fıkıh, fıkıh, kelam fenlerinde de ayrıca müşârun-bi’l-benân olan kimseler yetişmedi…”37 Yazıda medrese hocalarının kendilerini ilmî anlamda eğittiklerini ancak eski kitapların dışına çıkıp terakki edemediklerini ve bunu yapacak talebe de yetiştiremedikleri belirtilmiştir. Bundan dolayı İslamcı aydınlar, medreselerin içinde bulunduğu kötü durumdan ve ulemanın görevlerini yerine getirmediğinden onları sorumlu tutmuştur. Medreselerin gelişememesinin ve diğer devletlere göre geri kalınmasının müsebbibi olarak da yine onları göstermişlerdir.38 Zira İslamcı aydınların ehil olmasını beklediği bu kişiler, Müslüman halkı dinî ve ilmî anlamda eğitebilseydi bugün medeniyetçe diğer ülkelerin gerisinde kalınmamış olurdu.39 36 Hasan Hikmet, “İctimaiyyatta Garpçılık ve Bozgunculuk: Derecat-ı Tahsiliyyede Mektep, Medrese Farkı”, s. 126. 37 Sabit, “Islah-ı Medâris Münâsebetiyle”, s. 327. 38 Abdürreşid İbrahim, “Müslümanları İntibaha Davet Hakkında: Bursa’da Cami-i Kebir’de Beş Bin Kadar Cemaat-i Müslimin Huzurunda”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 89, 19 Mayıs 1910, s. 191- 194. 39 La [Akçuraoğlu Yusuf], “Medreselerin Islahı”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 79, 10 Mart 1910, s. 7. 98 2.1.4. Müslüman Halkın Medreselere Rağbet Göstermemesi İslamcı aydınlar, medreselerin geri kalmasındaki nedenler arasında sadece Tanzimatçı aydınları, hükûmet yetkililerini ya da müderrisleri görmemiş; aynı zamanda Müslüman halkın da bunda payı olduğunu düşünmüşlerdir. Zira onlara göre halk, medreselerde verilen eğitimin gerekliliğini ve önemini yeterince anlayamamıştır. Birçok kişi eğitimi fazladan bir iş olarak görmüş; insanlığı mükemmeliyete ulaştıracak, medeniyetin en yüksek seviyesine çıkaracak hakiki bir eğitimi arama lüzumu hissetmemiştir.40 Ayrıca İslamcı aydınlara göre anne ve babaların eğitime olan bakış açıları, maddi olanaksızlıklar, ulaşım ve her şeyin Devlet tarafından yapılması beklentisi vb. sorunlar da eklenince medreselere ilgi ve rağbet azalmıştır. Şevketi, Sırat-ı Müstakim mecmuasında eğitimde yapılacak ıslahatta vatandaşa da görev düştüğünü şu şekilde ifade etmektedir: “…Böyle bir programın tanzimini düşünmek yalnız bir kişiye, on kişiye değil, evvela doğrudan doğruya merkez-i hilafet ve payitaht-ı saltanatta bulunan İstanbul ulemasına, sonra Anadolu ve Rumeli bilumum memalik-i İslamiye fudalasına [fazilet sahiplerine] daha sonra da vazife-i diyanet veya insaniyet olarak sair vatandaşlarımıza aittir. Onun için bu hususta düşündüklerimi umumun enzar-ı tetkikine arz etmeye ihtiyaç hissettim...”41 Şevketi bu sözlerle medreselerin ıslahından öncelikle İstanbul ulemasının sonra Anadolu ve Rumeli’de bulunan fazilet sahiplerinin daha sonra da diğer tüm vatandaşların sorumlu olduğunu ifade etmiştir. İslamcı aydınlar ayrıca her şeyin rağbet ve teşvikle yürüyeceğine inanmış; medreselerin geri kalmasının nedenleri arasında halkın bu kurumlara olan ilgisizliğini de saymışlardır. Onlara göre bu kurumlara halkın teveccühü ve rağbeti devam etseydi medreselerdeki eğitim ile müderrisler ve talebeler ilimde önemli yol katederlerdi.42 Ancak medreselerde verilen 40 Troytskili Ahmed Tâceddin, “Rus Maarif Nezareti’nin Beyanatı Münasebetiyle Talim-i Umumiye Dair”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 65, 2 Aralık 1909, s. 205. 41 Mehmed Şevketi, “Medreselerin Islâhı Mesail-i Umumiyyedendir”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 236, 20 Mart 1913, s. 26. 42 Halim Sabit, “Islah-ı Medâris Münâsebetiyle”, s. 331. 99 eğitim ile Müslüman halkın “uyku hastalığından” kurtulması gerekirken tam tersi olmuş; bu hastalık daha da artmıştır.43 İslamcı aydınlar, bu sorunun giderilmesi için halk arasında ilmi teşvik etmek, Müslüman halka faydalı bilgiler anlatmak gerektiğini belirtmişler; hem medresenin hem de müderrislik mesleğinin bekası ve terakkisi için çalışılması gerektiğini ifade etmişlerdir.44 Aksi durumda ne kadar çalışılsa beyhude olacağı kanısında olmuşlardır. Konuya ilişkin Sebilü’r-Reşad mecmuasında yazdığı bir makalede M. Salih Vecdi şu dörtlüğü yazmıştır: “Nerede olsa âsâr-ı rağbet ayân Olur ol sûya ma’rifet pûyân Maʻrifet iltifâta tâbiʻdir Müşterisiz metâʻ zâyiʻdir.45 M. Salih Vecdi bununla başarının takdir edildiği ve karşılığı verildiği sürece daha iyi sonuçlar elde edileceğini anlatmak istemiştir. Dolayısıyla İslamcı aydınlar halkın medreselere gösterdiği rağbeti azaltmaması gerektiğini düşünmüş ve bu konuda eleştirilerini ifade etmişlerdir. Bunun önüne geçmek için de medreselerin ıslah edilmeleri gerektiği üzerinde ısrarla durmuşlar ve bunun gerekçelerini ifade etmeye çalışmışlardır. 2.3. Medrese Islahının Gerekçeleri Medreseler, Osmanlı Devleti’nin Yükselme Devri’nde olumlu katkıları olan; dinin anlaşılmasını sağlayan; halkı dinî, ilmî ve ahlâkî anlamda eğiten; Müslümanların birliğini ve huzurunu koruyan birer eğitim kurumu olarak uzun yıllar hizmet vermiştir. Ancak daha önce belirtildiği üzere zamanla kuruluş amaçlarından uzaklaşarak bir 43 Tâceddin, “Rus Maarif Nezareti’nin Beyanatı Münasebetiyle Talim-i Umumiye Dair”, s. 206. 44 M. Salih Vecdi, “Medreselerin Avâmil-i İnhitâtından: Rağbetsizlik”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı: 287, 12 Mart 1914, s. 12. 45 Vecdi, a.y. 100 taraftan bilgili ve kültürlü talebeler yetiştirememe, diğer taraftan çağın icaplarına uygun olarak kendini yenileyememe vb. problemlerle karşılaşmış ve bozulmaya başlamışlardır.46 İslamcı aydınlar, medreselerin önemini ve geçmiş dönemdeki iyi durumunu hatırlatarak gelinen bu noktada medreselerde yaşanan olumsuzlukların sadece Müslümanlara değil aynı zamanda İslam dinine de zarar verdiğini düşünmüşlerdir. Ayrıca onlar medreselerin geri kaldığını kabul etmiş; ıslahının ihmal edilmeksizin yapılması konusunda hemfikir olmuşlardır. 47 İslamcı aydınların medreselerin ıslahına yönelik çalışmalarına geçmeden önce ıslahın gerekçeleri ile ilgili düşüncelerine bakmak konunun daha iyi anlaşılması adına önemlidir. Onların medreselerin ıslah edilmesine dair gerekçeleri de; Devletin terakkisi, misyonerlik faaliyetlerinin önüne geçilmesi, cehaletten kurtulmak ve İttihad-ı İslam’ın sağlanması başlıklarını ön plana çıkarmıştır. 2.3.1. Devletin Terakkisi Osmanlı Devleti, XVIII. yüzyıldan itibaren içinden çıkılmaz hâle gelen eğitim, ekonomi, siyaset gibi konularda oluşan problemleri çözebilmek ve mevcut durumu daha iyi bir seviyeye getirebilmek için terakki kavramını kullanmaya başlamıştır.48 Terakki kelimesi önceleri “terbiye-i nas” ve “tezhib-i ahlak” gibi manalarda kullanılmışsa da daha sonra ülkenin içinde bulunduğu durumu iyileştirmek ve Batı’nın gelişmişlik seviyesini yakalamak anlamında maddi gelişmişlik hâli olarak algılanmaya başlamıştır.49 Terakki konusunda İslamcı aydınlarda oluşan hâkim düşünce ise Batı’nın teknolojisinin alınması ancak kültürel alanda geleneksel kimliği ve manevi değerleri korumak şeklinde olmuştur. Zira onlar geleneksel değerlerin terakkiye engel bir yönü 46 İpşirli, “Medrese”, s. 330. 47 Abdürreşid, “Islaha Nereden Başlanabilir?”, İslam Dünyası, Sayı: XIII, 28 Ağustos 1913, s. 357; Mehmed Gıyaseddin, “Terakkiyi Temin için Islahı Vacip İki Esas”, İslam Dünyası, Sayı: 4, s. 58.; M.A., “Tevhid-i Hak”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 36, 5 Şubat 1909, s. 3-4; Göriceli Hatib Hafız Ali, “Lisânı Arabî”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 99, 28 Temmuz 1910, s. 355. 48 Fatih Geyik, “Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Medeniyet ve Terakki Kavramları”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, Marmara Üniversitesi, 2000, s. 120. 49 Geyik, “Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde“, s. 120. 101 bulunmadığını sıklıkla vurgulamışlar; İslam’ın ilim ve medeniyet dini olduğunu, ilerlemeye mâni olmadığını belirtmişlerdir.50 Musa Kazım Efendi, din ve milletin terakki etmesi ve medenileşmesi için gereken usûl ve esasların neler olduğu konusunu ayrıntılı olarak açıkladığı üç makaleden oluşan bir dizi yazı yazmıştır. İlk makalesinde “İslam’da şûra-yı ümmet”, “hürriyet”, “adalet” konularını; ikinci makalesinde “müsavat” (eşitlik) konusunu ele almış; Kur’an-ı Kerim’den ve Hz. Peygamber’in hayatından örnekler vererek açıklamıştır. Terakki konusuna üçüncü makalesinde değinen Musa Kazım Efendi, ayrıca kardeşlik ve iʻdâdı kuvvet (kuvvet hazırlama) konuları üzerinde durmuş ve konuyu yine ayet ve hadislere yer vererek izah etmiştir.51 Musa Kazım Efendi tüm bu unsurların önemine işaret ederek onların ülkenin terakki etmesine rehberlik eden hususlar olduğuna dikkat çekmiştir. İslamcı aydınlar; Devlet için bazı sınıfların rehberlik görevi yaptığını, ülkenin bu sınıfların öncülüğünde ve gayretiyle yaşadığını ve terakki ettiğini düşünmüşlerdir. Bu sınıflar kendilerine düşen vazifeleri yaptıkları takdirde ülke gelişir, aksi takdirde kendileri ile birlikte bütün ülke kötü bir hâle gelir fikrinde olmuşlardır. Onlara göre maddi ve manevi rehber olan bu sınıflardan biri medreseler ve orada yetişen ilim adamlarıdır.52 İslamcı aydınlara göre önceden medreselerde yetişen ulema, ilim ve fen üzerinde çalışmalar yaparak hukuk, tabiat, riyaziye gibi ilimler sayesinde ülkenin ilerlemesine katkı sağlamıştır. İsmail Hakkı, bunun İslam dininin okuyup yazmak üzerine inşa edilmiş bir din olduğundan kaynaklandığını belirtmiş; Müslümanların o dönem Kur’an’ın emri olan ilim ve marifetle ilgilenmelerinden dolayı büyük bir terakki 50 Geyik, a.e., s. 121. 51 Musa Kazım, “İslam ve Terakki I”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 1, 1329, s. 1-6.; Musa Kazım, “İslam ve Terakki II”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 1, 1329, s. 34-36.; Musa Kazım, “İslam ve Terakki III”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı:1, 1329, s. 75-77. 52 Ahmed Ağayef, “İslam Âleminde Görülen İnhitatın Sebepleri I”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 2, 26 Şubat 1914, s. 57; Kazım Sami, “Dinî Terbiye”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 1, 12 Şubat 1914, s. 19; Seyyah-ı Şehir Abdurreşid İbrahim Efendi, “Müslümanlar Çalışırsa Yaşayacak, İlerleyecek!..”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 99, 28 Temmuz 1910, s. 355-356. 102 yaşadıklarını söylemiştir.53 Fakat bu durum, medreselerin bozulmaya başlaması ile sona ermiş; yapılan ilmî çalışmalar durmuş ve ülke bundan olumsuz etkilenmiştir.54 Bunun sonucu olarak İslamcı aydınlar, ülkenin terakki edebilmesi ve İslam dinine yeniden hizmet eder hâle gelmesi için medreselerin ıslah edilmesi gerektiğine işaret etmiştir.55 Sırat-ı Müstakim mecmuasında İsmini belirtmeyen bir yazar “Şarkın terakki ve tekâmülü ve akvâm-ı İslâmiyyenin seviyye-i irfânının derecât-ı kemâle imkân-ı teʻâlisi, Avrupa mekâtibini taklid ile değil; medâris-i mevcûde-i ilmiyyelerinin ıslâhıyla kābil olabilecektir.”56 diyerek Osmanlı Devleti’nin ilerlemesi ve bu anlamda olgunlaşması için medreselerin ıslah edilmesi gerektiği üzerinde durmuştur. İslamcı aydınlar, İslam’ın ilk yıllarından itibaren Müslümanların her alanda hızlı bir şekilde yaşadığı ilerlemelerin yani terakkinin tekrar olabilmesini medreselerin ıslahı ile ilişkilendirmişlerdir. 2.3.2. Misyonerlik Faaliyetlerinin Önüne Geçmek II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcı aydınlar misyonerlik konusu üzerinde sıklıkla durmuş; özellikle gençlerin hedef alındığını bildiren yazılar yazmışlardır.57 İslam mecmuasında konu ile ilgili bir makale yazan Halim Sabit, misyonerlerin; eğitimci, diplomat, tabip, mürebbi vb. sıfatlarla Müslümanlar arasına girdiğini ve Hristiyanlık propagandası yaparak Müslümanlar arasına nifak sokmaya çalıştıklarını ifade etmiştir. 58 Yazar ayrıca, daha önceki yüzyıllarda misyonerlerin, Müslüman halka Hristiyanlığın propagandasını yapmak istediğinde karşılarına Endülüs âlimleri, 53 İsmail Hakkı Milaslı, “Milletlerin Terakkisinde Elif-Banın Hissesi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVII, Sayı: 431-432, 24 Temmuz 1919, s. 119-122. 54 La [Akçuraoğlu], “Medreselerin Islahı”, s. 7. 55 Sami, “Dini Terbiye”, s. 20. 56 “Âlem-i İslam’a Bir Tebşir: Medaris-i İslamiyye’de Bir Hatve-i Tekâmül”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 76, 17 Ocak 1910, s. 377; Mehmet Akif Ersoy, Safahat, Asım 6. Kitap, İstanbul, Fide Yayınları, 2007, s. 350. 57 A. Atıf, “Yeni Misyonerler”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VI, Sayı: 150, 18 Mart 1912, s. 2671; Enver Paşa, “Misyoner Tehlikesine Karşı”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XV, Sayı: 366, 22 Ağustos 1918, s. 37; “Ey Ulema-yı İslamiyye! Hala mı Uyku?”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: VIII, Sayı: 204, 1 Ağustos 1912, s. 431; Ahmet Atyû, “Misyonerler Çalışmakla İntişâr-ı İslam’ın Önüne Durabilirler mi?”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: VIII, Sayı: 204, 1 Ağustos 1912, s. 432. 58 Halim Sabit, “İslam Matbuâtı”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 5, 9 Nisan 1914, s. 155; Kıbrıslı Derviş Vahdeti, “Volkan [Misyoner Faaliyetleri]”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 27, 27 Ocak 1909, s. 2-3; Ahmed Agayef, “Taassub-ı Cahilane Kimdedir?”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: VIII, Sayı: 197, 13 Haziran 1912, s. 283. 103 Raziler, İbn-i Teymiyeler çıktığından tecavüzlerine bir müddet ara vermek zorunda kaldıklarını, ancak şimdi meydanı boş bulduklarından Müslümanların aralarını istedikleri gibi bozmaya koyulduklarından bahsetmiştir.59 İslamcı aydınlar, onların bu propagandalarından ve söylemlerinden Müslüman halkın ve gençlerin etkilenmemesi için çeşitli faaliyetlerde bulunmuşlardır. Bunlar arasında Sebilü’r-Reşad mecmuasında yapılan bir duyuru yer almış, bu duyuruya göre misyonerlerin Hristiyanlığa yaptıkları davete karşılık kendilerinin de Müslümanlar için risale şeklinde bir hutbe yayımladıklarını bildirmişlerdir.60 Yayımlanan bu risaleler kâfi miktarda basılmış; müftülükler ve medreseler gibi önemli merkezlere birkaç nüsha gönderilmiştir. Ayrıca gazetede yayımlanan duyuruda medrese talebelerine seslenilmiş ve “Her medrese talebe-i ulûmu için birkaç nüsha bulundurulması da taht-ı karara alındığı cihetle Dârulhilâfe’deki bütün medâris bevvâb efendileri veya medrese nâmına birkaç talebe efendi lütfen idârehânemize kadar zahmet ederek birinci hutbeden mikdâr-ı kâfi nüsha almaları rica olunur.” 61 denilmiştir. İslamcı aydınlar, bu yönde yaptıkları duyuru ve çalışmalar ile medrese talebelerinin bilinçlenmesini ve İslam dinine karşı yapılan suçlamalara cevap verebilecek bir eğitim almalarını istemişlerdir. Ancak yaptıkları bu çalışmaların sınırlı düzeyde kaldığını kabul etmişler; kesin çözümün âlimler ve Devlet eliyle medreselerin ıslah edilmesi sayesinde mümkün olacağını ifade etmişlerdir.62 Onlar misyonerlik faaliyetlerinin önüne geçebilmek için medreselerin ıslahının gerekli olduğunu düşünmüşlerdir. 59 Halim Sabit, “İslam Matbuatı”, s. 156. 60 “Misyonerlerin Neşriyatına Aynıyla Mukabele”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 246, 29 Mayıs 1913, s. 204. 61 “Misyonerlerin Neşriyatına Aynıyla Mukabele”, a.y. 62 Mehmed Zeki (Pakalın), “Darülfünun ve Medaris-i İslamiye Şebab-ı Mütefekkiresine”, Beyanü’lHak, Cilt: IV, Sayı: 97, 6 Şubat 1911, s. 1810; Bir Genç Müslüman, “Ulemâ-yı Kirâmın Devlethanelerinde İstirahatleri ile Millet Cehaletten Kurtulamaz”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 239, 10 Nisan 1913, s. 84; “Misyonerlerin Neşriyatına Aynıyla Mukabele”, s. 204. 104 2.3.3. Cehaletten Kurtulmak İslamcı aydınlar II. Meşrutiyet Dönemi’nde Anadolu topraklarında yaşayan halkın dinden, İslam’dan habersiz yaşadıklarını; eğitim kurumlarının perişan, camilerin harap olduğunu ifade etmişler ve bu şekilde yaşayan bir milletin cahil kalmasının kaçınılmaz olduğuna dikkat çekmişlerdir.63 Bunun önüne geçmek yani Müslüman halkı cehaletten kurtarmak için öncelikle toplumun ihtiyacı olan din adamlarını eğitecek medreselerin ıslah edilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir.64 Böylece dinine bağlı, aktif, karşılaştığı sorunlarla baş edebilen, İslam dini için söylenen olumsuz düşüncelere cevap verebilen din adamları ve müderrisler yetişecek ve halkı cahillikten, bilgisizlikten kurtaracaktır. Halkı cehaletten kurtaracak âlimlerin yetiştirilmesi konusunda son dönem medreselerin başarı göstermediğini düşünen Halim Sabit bu konuda Sırat-ı Müstakim mecmuasında yazdığı makalesinde konuyu şu şekilde açıklamıştır: “…Evvelce arz edildiği vechile bizim medreselerimiz İslâmiyet’in geniş olan dâiresi dâhilinde ma’lum bir gayeye doğru i’mâl-i fikr edebilecek kadar serbest düşünceli ve ne istediğini bilir kimseler yetiştirememiş, hâlâ da yetiştiremiyor. Bunun içindir ki bizde Ebu Hânifeler, Zemahşerîler, Ebu’l-Ma’alîler…gelmedi. Bu halimiz böyle devam edecek olursa bundan sonra da gelmek ihtimâli yoktur. Hep şu zebûnluk içinde –maâzallâh- sürüklenip gitmeye mahkûm kalacağız…”65 Yazar bu sözleriyle medreselerin İslamiyet dairesi içerisinde yeni fikirler ortaya koyan, serbest düşünceli ve ne istediğini bilen bireyler yetiştirmesi gerektiğini, bunun da ancak ıslah ile mümkün olacağını aksi takdirde bu cehalete mahkûm kalınacağını ifade etmiştir. Bu konuda Halil Edip, Beyanü’l-Hak mecmuasında “Terakki” başlığı 63 Mustafa Asım, “Köylülerimiz”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XV, Sayı: 370, 19 Eylül 1918, s. 110; H. Sabit, “Islah-ı Medâris Münâsebetiyle”, s. 325. 64 M. Ali Münir, “İnhitâtât-ı İctimâʻiyye”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 58,14 Ekim 1909, s. 86; M. Ali Münir, “İnhitatât-ı İctimâʻiyye”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 65, 2 Aralık 1909, s. 196; Mehmed Said Halim Paşa, “Akvâm-ı İslâmiyyenin Esbâb-ı İnhitâtı”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XV, Sayı: 370,19 Eylül 1918, s. 105; Akçuraoğlu Yusuf Bey, “Rusya’da Sâkin Türklerin Hayât-ı Medeniyye, Fikriyye ve Siyâsiyyelerine Dair”, Muharrir: H. Eşret Edip, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 39, 3 Haziran 1909, s. 202. 65 Halim Sabit, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle” , s. 324-336. Abdülaziz Çaviş, “İslam ve Medeniyet”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XV, Sayı: 370, 26 Eylül 1918, s. 117. 105 altında yazdığı makalesinde Avrupa’da yaşayan bir grup bilim insanını örnek göstermiş; onların ömürleri boyunca ilim yolunda çalıştıklarını ve ilerlediklerini belirtmiştir. Yazının devamında İslam âlimlerinin de cehalet yüzünden bulundukları acınacak durumdan kurtulmaları için gece gündüz demeden ıslah konusunda çalışmaları gerektiğine vurgu yapmıştır.66 İslamcı aydınlar, din adamlarının hem halkın İslam dini açısından bilinçlenmesi hem de ülkenin menfaatine uygun yeni fikirler ortaya konması için öncülük yapması gerektiğine inanmış; bunun da ancak medreselerin ıslahı ile mümkün olacağını düşünmüştür. Bu nedenle de medrese ıslahını halkın cehaletten kurtulması için yapılması gerekenler arasında görmüşlerdir. 2.3.4. İttihad-ı İslam’ın Sağlanması İttihad-ı İslam; İslamcı aydınlar tarafından geniş bir İslam coğrafyasını etkileyen ve Müslümanların İslam sancağı altında toplanmasını öngören, dinî referansları ağır basan siyasi bir rabıta olarak görülmüştür.67 İttihad-ı İslam’ı, Volkan mecmuasında Bediüzzaman Said-i Kürdi, ”…Bu zamanın en büyük farizası ittihaddır…”diyerek açıklamış 68; Sebilü’r-Reşad mecmuasında yayımlanan bir makalede ise “Bütün Müslümanların ittihad etmeleri usûl-i dindendir” denilmiştir. 69 İslamcı aydınlar ittihad-ı İslam düşüncesinin bir politika olarak gerektiği etkiyi sağlayamamasının birkaç nedeni olduğunu belirtmişler ve bunlar arasında milliyetçilik hareketleri, Müslümanların dinlerini ihmal etmeleri, âlimlerin duyarsızlığı, ülke topraklarında yeterince eğitim kurumunun açılmamış olması, hatip ve vaizlerin 66 Halil Edip, “Terakki”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 9, 30 Kasım 1908, s. 182; M. Ali Münir, “İnhitâtât-ı İctimâʻiyye”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 60, 28 Ekim 1909, s. 113. 67 “Açıkça İttihad-ı İslam”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 24, 23 Ocak 1909, s. 2; “İttihada Bir Nazar”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 89, 30 Mart 1909, s. 4. 68 Bediüzzaman Said-i Kürdi, “Sada-yı Hakikat”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 86, 27 Mart 1909, s. 3. 69 “İttihâd-ı İslâmın Esâsı Râbıta-i Diniyyeyi Takviyedir”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı: 287, 12 Mart 1914, s. 19; “Fransızlar Hacca Giden Müslümanları Men Etmek İstiyorlar: Sebilü’r-Reşâd”, Sebilü’rReşad, Cilt: XII, Sayı: 287, 12 Mart 1914, s. 18; Abdürreşid İbrahim, “Çin Müslümanları: Âlem-i İslam”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 66, 9 Aralık 1909, s. 218; el-İdrisi, “Medaris-i İslamiyye”, s. 294. 106 atanmaması vb. gerekçeleri ileri sürmüşlerdir.70 Bundan dolayı merkezin Suriye ve Ceziretü’l Arab kıtaları ile irtibatı zayıflamış; Araplık-Türklük meselesi gibi ayrılıkçı bir düşünce ortaya çıkmıştır.71 Sebülü’r-Reşad Mecmuasında yayımlanan ve yazar isminin belirtilmediği bir makalede “İttihad-ı İslâm iki nev’idir: Dînî, Siyâsî.” şeklinde belirtilerek İttihad-ı İslam açıklanmaya çalışılmıştır. Yazıda ayrıca ittihad-ı dînin zayıf olduğu müddetçe ittihad-ı siyasiyenin de zayıf kalacağı ifade edilmiştir. Yazının devamında ise İttihadı İslamın gerçekleşebilmesi için gereken hususlar altı madde altında toplanmıştır. Tamamı eğitim ile yakından ilişkili olan maddeler şu şekilde belirtilmiştir: “…Binâenaleyh biz de diyoruz ki ber-vech-i âtî göstereceğimiz esbâba ri’âyet edilmedikçe asıl maksûd olan ittihâd-ı dînî tamâm olamaz, tam ma’nasıyla ittihâd-ı dînî teessüs etmedikçe diğer ittihâdın da husûl-pezîr olamayacağı şübhesizdir. 1- Bütün müslüman memleketlerinde medâris-i külliye-i İslâmiyye vücûda getirilerek nesk-i vâhid üzere ta’lim ve terbiyede bulunulmalı. 2- Lisân-ı Kur’ân olan Arapça’yı bu medâris-i külliyede tedrîsi için lisân-ı umûmî ittihâz etmeli. 3- Aktâr-ı İslâmiyyenin her tarafında umûmî kongre akd olunarak orada muktedir ulemâ toplanmalı, kütüb-i Arabiyye-i İslâmiyyi tenkih ve tehzîb ederek, dine, ictimâiyâta, umrâna, târihe, felekiyâta âid kütüb-i cedîde te’lif edecek bir sınıf-ı münevver intihâb olunmalı, bu kitâblar mebâdi-i İslâmiyyeye muvâfık olduğu gibi, medeniyet-i cedîdeye de muhâlif bulunmamalı. 4- Her beldede dînî, siyâsi, ahlâki bir müslüman gazetesi neşr olunarak gece gündüz durmayıp râbıta-i dîniyyenin ihyâsına, hakîmâne bir uslûb, mü’essir bir tarîk ile câmi’a-i İslâmiyye fikrini neşre çalışmalı. 5- Ahlâki, târihî mütâla’a kitapları te’lif olunarak, avâm ve havâs bütün müslümanlara meccânen tevzi’ olunmalı, bir de bu kitaplar sâde ve mü’essir bir lisân ile yazılmalı ki herkes onların mûcebiyle amel etsin. 6- Her kasaba ve köylere tabaka-i münevvere ashâbından vâ’izler, mürşidler gönderilmeli, onlar da gittikleri memleketlerin mahall-i ictimâ’ olan yerlerinde büyük, küçük insanlar arasında ahlâki, dini, ictimâ’i va’az ve nasîhatlarda 70; Derviş Vahdeti, “Ulema-yı Kiram’ın Nazar-ı İntibahına”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 40, 9 Şubat 1909, s. 2; Senusi, “Beyanname: Senus-i Ekber Hazretlerinin Beyannameleri”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XV, Sayı: 368, 5 Eylül 1918, s. 78. 71 Alimcan el-İdrisi, “Islah-ı Medaris Hakkında”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: V, Sayı: 122, 5 Ocak 1911, s. 293. 107 bulunmalı. Bu sûretle râbıta-i dîniyyenin ihyâsına, câmi’a-i İsâmiyye fikrinin intişârına çalışmalıdırlar. İşte bunlar müslümanlar arasında ne zaman tamam olursa o zamandan i’tibaren ittihâd-ı dînî tam manasıyla meydana gelir. Bunu müteâkib ittihâd-ı siyâsinin de husûl-pezîr olacağı şübhesizdir. Bunları itmâm eylemek güç, yahud müstahîl olan mesailden değildir. Büyüklerin himmeti, ancak bunun husûlü için himmet, bezl-i emvâl, safvet-i kalb, bu yolda nefsini fedâ etmek mesâlih-i umûmiyyeyi nazar-ı dikkate almak kâfîdir.” 72 Yazar, İttihad-ı İslam’ın, Müslüman memleketlerinde din birliği üzerine oluşturulacak bir eğitim- öğretim ile başarılacağını ifade etmiş; eğitim dili olarak Arapçayı işaret etmiştir. Ayrıca dine, ictimaiyata, umrana, tarihe ait yeni kitaplar telif edilmesi ve din alanında muktedir âlimler görevlendirilmesi gerektiğini belirtmiş; her beldeye ait dini içerikli bir gazetenin neşr edilmesini önermiştir. Köy ve kasabalara vaiz ve mürşidler gönderilmesini, bu vaiz ve mürşidlerin insanlara ahlâki dini ictimâi vaazlar vererek nasihatlerde bulunmalarını istemiştir. Son olarak yazar, ancak bu yolla Müslümanların birlik içerisinde olup İttihad-ı İslam’ı gerçekleşebileceğini belirtmiş ve Devlet yetkililerinden de bu konuyu dikkate almalarını arzu etmiştir. İslamcı aydınların eğitime yükledikleri bu misyonlar, onların aynı zamanda medreselere verdikleri önemi göstermektedir. Zira onlara göre medreseler, İslam’ın geleceğini tehlikeden kurtaracak, uzak bölgelerde bulunan Osmanlı vilayetlerine dini ulaştıracak, cehaleti, bilgisizliği ortadan kaldıracak ve Devletin bekasını koruyacak birer eğitim kurumu konumunda olmuştur. 73 72 “İttihâd-ı İslâmın Esâsı Râbıta-i Diniyyeyi Takviyedir”, s. 19. 73 H. Sabit, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle”, s. 325; “Fransızlar Hacca Giden Müslümanları Men Etmek İstiyorlar: Sebilü’r-Reşâd”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı: 287, 12 Mart 1914, s. 18; Abdürreşid İbrahim, “Çin Müslümanları: Âlem-i İslam”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 66, 9 Aralık 1909, s. 218; el-İdrisi, “Medaris-i İslamiyye”, s. 294. 108 2.4. İslamcı Aydınların Medreselerin Islahına Yönelik Sundukları Risaleler ve Raporlar II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreseler konusu, resmî ve gayriresmî göreve sahip kişi ve kuruluşlarca detaylı bir biçimde ele alınmış; medreselerin ıslah edilmeleri için çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaları yapanlar arasında medreseleri birinci derecede kendilerine ait bir problem olarak gören, medreselere en çok ilgi gösteren, bu konuda en çok yazan, en çok ıslah isteyen İslamcı görüşe sahip aydınlar olmuştur.74 İslamcı aydınların medreseleri ıslah etme konusundaki temel hareket noktası, sadece devletin beka ve terakkisini temin etmek olmamış aynı zamanda İslam dinini ön planda tutma düşüncesi de etkili olmuştur.75 Zira onlara göre medreseler için yapılan her yenilik İslam dinine yakınlaşma olarak kabul edilmiş; medreseler İslam dinini anlatmada, açıklamada bir rehber durumunda olmuştur.76 Halim Sabit, Sırat-ı Müstakim mecmuasında bu kurumu “…Medreseler, ihtiyac-ı İslamî üzerine teessüs etmiş bir müessese-i İslamiyye’dir.” sözü ile medreselerin İslamî ihtiyaca binaen tesis edildiğini ve İslami bir kurum olduğunu açıklamıştır.77 İslamcı aydınlar doğrudan ilgilendikleri bu kurumun ıslahı ile ilgili çeşitli konular üzerinde durmuş; bunların başında ise medreselerin ders programı, eğitim ve öğretimin mahiyeti ile öğretim kadrosu ve talebeler gelmiştir. Bu anlamda onlar medreselerin daha iyi şartlarda hizmet vermesi gerektiğini düşünürken medrese mensubu müderrisler, talebeler ve onların problemleri ile de yakından ilgilenmiş; yaşanan sorunlara çözüm önerileri getirmeye çalışmışlardır. Zira İslamcı aydınlar, medreselerin Osmanlı Devleti’nde yaşayan hemen herkese hizmet ettiğini vurgulamışlar; medreselerde yetişen köy hocalarının Anadolu’nun en ücra köylerinde her şeyden mahrum oldukları hâlde yine de millete asker olan, hükümete vergi veren, 74 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 122. 75 A.T.S., “Bir Sada-yı Muhik yahud Ulema ve Talebe-i Ulum” Volkan, Cilt: I, Sayı: 53, 22 Şubat 1909, s. 3; Halil Fahreddin, “Din Mâni-i Terakki Değildir”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: VIII, Sayı: 203, 25 Temmuz 1912, s. 406-407. 76 Eşref Edip, “Âlemde Saha-i Terakkiye Doğru Atılan Her Hatve İslam’a Takarrübdür”, Sebilü’rReşad, Cilt: XVIII, Sayı: 466, 13 Aralık 1920, s. 285; Mehmed Zeki [Pakalın], “Osmanlılıkda Din ve Medreseliler”, Medrese İtikadları, Sayı: 4, 9 Haziran 1913, s. 25. 77 H. Sabit, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle”, s. 331. 109 köylülere çocuklukta muallim, büyüklükte sırdaş, saadette enis, felakette teselli, zarurette nasır, lüzumunda kâtip olduklarını ifade etmişlerdir.78 Medreselerin hayatın içerisinde bu denli önemli bir rol oynamasından ve etkili bir konumda olmasından dolayı İslamcı aydınlardan birçok isim medreseler konusunu yeniden gündeme taşımış; çıkardıkları dergi ve gazetelerde yazılar yazmışlardır.79 İslamcı aydınlar ayrıca bu dergi ve gazetelere yazı yazan bazı medrese talebelerine de söz hakkı vermiş; talebelerin, yayın organlarına gönderdikleri medreselere yönelik eleştiri ve öneri mektuplarını yayımlamışlardır.80 Bu doğrultuda medrese çatısı altında öğrenim gören veya medreseden mezun olan talebeler ile müderrisler tarafından medreseler hakkında bazı ıslah önerileri ve talepleri içeren yazılar kaleme alınmıştır. Bu yazılar gazete ve dergilerde makale şeklinde yer almış; bunun yanı sıra sayısı az olmakla birlikte müstakil neşredilen eserler olarak da yayımlanmıştır. Bu risale ve makaleleri hazırlayan kişiler bir yandan geleneksel anlayışı korumayı hedeflerken diğer yandan modernleşmeyi öngörmüş, modernleşme ile dini aynı süreç içerisinde birlikte yürütmeyi amaçlamışlardır. İslamcı aydınların medreselere verdikleri önemi ayrıntılı görebilmek adına çalışmamızın bu bölümünde onların medreselerle ilgili üzerinde durdukları ıslah risaleleri, ıslahat önerileri, ele alınmıştır. Bu konulardan öncelikle II. Meşrutiyet Dönemi’nde risale yazan İslamcı aydınlar ve onların medreseye yönelik Meşihat makamına sundukları ıslah risaleleri incelenmiştir. Ardından yine medreselerin ıslahına yönelik risale şeklinde olmasa da basın yayın aracılığıyla kamuoyuna sunulan rapor şeklinde makaleleri üzerinde durulmuş ve bu konular ayrı iki başlık hâlinde ele alınmıştır. 78 Şevketi, “Medreselerin Islâhı…”, s. 26. 79 Şevketi, a.y. 80 H. Osman Niyazi, “Ey Talebe-i Ulum Arkadaşlarım Meskenet Yeter Artık”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: XI, Sayı: 262, s. 23; H. Osman Niyazi, “Gölge Etmeyin, Başka İhsan İstemeyiz”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: X, Sayı: 247, 18 Eylül 1913, s. 215. 110 2.4.1. Yazılan Islah Risaleleri II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreselerin mevcut durumlarını ıslah etmek isteyen aydınlar arasında bazı isimler medreselere yönelik ıslah düşüncelerini dile getirmek amacıyla resmî makamlara ve kamuoyuna risaleler takdim etmişlerdir. Bu risaleleri hazırlayanlar arasında Vildan Faik Efendi (ö. 1925), Mehmed Ubeydullah Efendi (ö. 1937), Halim Sabit (Şibay) Efendi (ö. 1946) ve Eşref Efendizade Mehmet Şevketî Efendi (ö. 1934) yer almıştır. Dönemin öncüleri diyebileceğimiz ve ulema grubu içerisinde yer alan bu İslamcı aydınların sunduğu risaleler ve yazdıkları metinler doğrudan medrese kurumuna ilişkin görüşleri ele alması nedeniyle çalışmamız için özel önem arz etmektedir. Ayrıca bu risale ve metinler yayımlanmalarından kısa bir süre sonra uygulamaya konulacak ve çalışmamızın üçüncü bölümünü teşkil edecek bir dizi resmî ıslahın oluşmasında önemli katkı sağlamıştır. Çalışmamızın bu bölümünde ise resmî olmayan bu müstakil risaleler incelenmiş, genel olarak üzerinde durdukları konular belirtilmiş ve ıslaha yönelik sundukları öneriler ana hatlarıyla ifade edilmiştir. 2.4.1.1. Vildan Faik Efendi ve Islah Risalesi II. Meşrutiyet Dönemi ulemasından biri olan Vildan Faik Efendi81 (ö. 1925) hayatının büyük bir bölümünü müderrislik, muallimlik yaparak geçirmiş; bunun yanı sıra vaaz ve konferanslar aracılığı ile halkı dinî, ilmî ve kültürel konularda aydınlatmaya çalışmıştır. Medreselerin ıslahı konusuna kayıtsız kalmamış; hem müderris hem de talebe olarak uzun yıllar içinde bulunduğu bu kurumun ıslahı için medreselerdeki tecrübesinden hareketle bir ıslah programı hazırlamıştır.82 81 Vildan Faik Efendi’nin hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Sadık Albayrak, Son Devir Osmanlı Uleması, Cilt: IV, İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1996, s. 352. 82 Vildan Faik Efendi’nin ıslahat programını içeren bu eseri, “Medrese Hatıraları” adıyla Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yazmalar Bölümü 239 numarada kayıtlı bulunmaktadır; https://katalog.marmara.edu.tr/yordambt/yordam.php?#; Arzu Güldöşüren, “Bilinmeyen Bir Medrese Islahatı Metni: Vildan Faik Efendi ve Islah Risalesi”, Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, Bilim ve Sanat Vakfı, Cilt: XVIII, Sayı: 31, 2011/2, s. 202. 111 Vildan Faik Efendi bu ıslah programını bir nizamname şeklinde maddeler hâlinde hazırlamış; sadece eğitim konularını ele almıştır. 8 Aralık 1909 tarihinde yazılan ve on üç sayfadan oluşan bu ıslah metni üç bölümden oluşmaktadır. Bu bölümler; medreseler, müderrisler ve talebeler ile ilgili olup şu hususları içermektedir: Birinci Bölüm: 28 maddeden oluşan ve “Islah-ı Medaris Hakkında Nizamnamedir” başlığını taşıyan bu bölümdeki konular medreselere yönelik yapılması uygun görülen ıslahata dairdir. Buna göre İstanbul Medreseleri beş kısma ayrılmış; talebelerin medreseye kabul yaşına bir sınırlama getirilip, öğretim süresi on altı sene olarak belirlenmiştir.83 Böylece klasik dönemde talebenin medreseye kabulü için dikkate alınmayan yaş sınırına bir düzenleme getirilmiş; ders geçme usûlü sınıf geçme usûlüne dönüştürülmüştür. Bu bölümde ayrıca medreselerde okutulacak kitapların seçimi ile derslerin hangi zamanlarda yapılacağının belirlenmesi Meclis-i Talebeye, her eğitim öğretim yılının sonunda talebenin imtihan edilmesi görevi Ders Vekâletine bırakılmıştır. Birer mezuniyet belgesi olan icazetnamelerin ise muallim ve müderrislerin yanı sıra Ders Vekâleti tarafından tasdik edilmesine karar verilmiştir. Ders Vekâletinin tasdiki ile icazetnamelerin mekteplerdeki gibi birer diploma işlevi görmesi istenmiştir.84 Meclis-i Talebe ve Ders Vekâletinin ders seçimi ve talebeyi imtihan etmesi vb. görevleri ele alması müderrislerin ders dışında birçok farklı konu ile uğraşmasının önüne geçmesini de sağlamıştır.85 Zira klasik medrese sisteminde ders kitaplarının seçimi, ders zamanının belirlenmesi, talebenin imtihan edilmesi ve icazetnamelerin onaylanması müderrislerin yetki alanında olmuştur. 86 Zikredilen maddeler yürürlüğe girdiği takdirde müderrislerin ders dışında başka hususlarla ilgilenmelerine gerek kalmayacaktır.87 83 Vildan Faik Efendi, Medrese Hatıraları, s. 1. 84 Vildan Faik Efendi, Medrese Hatıraları, s. 2. 85 Yaşar Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, İstanbul, İz Yayıncılık, 1997, s. 135. 86 Güldöşüren, “Bilinmeyen Bir Medrese Islahatı Metni”, s. 205. 87 Güldöşüren, a.y. 112 Vildan Faik Efendi’nin hazırladığı bu programın ilk bölümünde okutulacak derslerin seçimine de yer verilmiş; mekteplerde bulunan Osmanlıca, Farsça, Türk Edebiyatı, Tarih, Coğrafya, Hıfzu’s-sıhha ve İlm-i servet vb. dersler medreselerin ders programına alınmıştır. Programın üçüncü, altıncı, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu maddelerinde medreselerde kademeler ve bu kademelerde okutulacak dersler şu şekilde belirtilmiştir: 113 Tablo 1: Vildan Faik Efendi’ye göre Medrese Kademelerine ilişkin Okutulacak Dersler88 Medaris-i İbtidaiyye Medâris-i Sâniye Medâris-i Âliye-i Ula Medâris-i Âliye-i Sâniye Medâris-i Kemâliyye Sarf Fıkıh İlm-i Kelâm Kādi-Mîr’in İlahiyyât Bahsi İlm-i Tefsir Nahiv Hıfzu’s-sıhha İlm-i Meâni Hikmet-i Cedide’nin Envâʻı İlm-i Hadîs Fârisi Mantık Usûl-i Fıkıh Usûl-i Hadîs Arab-ı Urabâ Hutbeleri Kitâbet-i Muharrerât-ı Resmiyye ve Gayr-ı Resmiye Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ve Kanun-ı Cezâ İlm-i Ferâiz İlm-i Ruvât-ı Hadîs Arab-ı Urabâ Makaleleri Kavâid-i Lisaniyye-i Türkiyye Teşkil-i Mehâkim İlâmat-ı Şer’iyye ve Nizamiyye Tanzîmi Ulum-ı Riyâziyye-i Âliye Edebiyyat-ı Müntahabe-i Arabiyye Edebiyyat-ı Arabiyye ve Türkiyye Hukuk-i Düvel ve Milel Şiir ve İnşâ Kavânin-i Düveliyye Tarih İlâmât-ı Şer’iyye-i Arabiyye ve Türkiyye Edebiyyat-ı Arabiyye İlm-i Servet Hesap Usûl-i Zabt Edebiyyat-ı Arabiyye Coğrafya Edebiyyat-ı Arabiyye Vildan Faik Efendi, bu programda medreselerde mevcut olan kura, ruûs ve cihat imtihanlarının kaldırılmasını istemiş ayrıca medreselilerin ekonomik durumlarının iyileştirilmesine yönelik tedbirler öngörmüştür. Buna göre o, medreselere ait vakıf 88 Vildan Faik Efendi, Medrese Hatıraları, s. 1; Güldöşüren, “Bilinmeyen Bir Medrese Islahatı Metni”, s. 207. 114 gelirlerinin talebelerin tahsili için yeterli seviyeye çıkarılmasını ve talebenin nakden desteklenmesini uygun görmüştür.89 İkinci Bölüm: 13 maddeden müteşekkil “Ehl-i Medarisin Hareketlerine Dair Nizamnamedir” başlığı ile hazırlanan bu bölüm; talebelerin kıyafetleri, disiplini, ders takibi vb. konular üzerinde durmuştur. İlk maddede talebelerin kıyafetleri cübbe, şalvar, lata ve abâ olarak belirlenmiş; mülkiyeye ait kıyafetleri giyemeyecekleri belirtilmiştir. Ayrıca talebelerin disiplini için medreseye giriş çıkış zamanları belirlenmiş, medreseden olmayan kimselerin de içeriye kabul edilmeyecekleri bildirilmiştir. Yine bu bölüm içerisinde talebelerin kahvelerde, tiyatrolarda kısacası talebeye uygun olmayan yerlerde bulunmaları ve oyun oynamaları yasaklanmıştır.90 Bu şekilde Vildan Faik Efendi eğitimde başarının yakalanmasını sadece öğretimin ıslahına değil belirlenen disiplin kurallarına uyulmasına da bağlamıştır. Üçüncü Bölüm: 12 maddeden meydana gelen ve “Medrese Müderrislerinin Vazifeleri” başlığını taşıyan bu bölümde müderrislerin görevleri üzerinde durulmuştur. Vildan Faik Efendi, bu bölümde müderrisleri genel olarak klasik medrese sistemindeki vazifelerinden sorumlu tutmuştur.91 Buna göre talebenin medreseye kaydının yapılması, derse devamının takibi, devamsızlığı tespit edilenlerin kaydının silinmesi ve medreseyle ilgisi kalmayanların odalarının kıdemli talebeye verilmesi vb. görevleri yine müderrislere vermiştir.92 Tüm bu maddelere bakıldığında Vildan Faik Efendi; medrese teşkilatına yeni bir düzen verilmesini, talebelerin ve müderrislerin haklarının korunmasını ve mesleki olarak geleceklerinin teminat altına alınmasını istemiştir.93 Bunun için risalesinde talebelerin devlet dairelerinde memur olarak görev alabilmelerinin önünü açmış; hem talebelerin hem de müderrislerin ekonomik açıdan durumlarının iyileştirilmesini sağlayacak önerilerde bulunmuştur. Bunun neticesinde o, medreselerin kazalara, nahiyelere kadar 89 Vildan Faik Efendi, Medrese Hatıraları, s. 1; Güldöşüren, “Bilinmeyen Bir Medrese Islahatı Metni”, s. 208. 90 Vildan Faik Efendi, Medrese Hatıraları, s. 2. 91 Vildan Faik Efendi, Medrese Hatıraları, s. 1. 92 Vildan Faik Efendi, Medrese Hatıraları, s. 12. 93 Güldöşüren, “Bilinmeyen Bir Medrese Islahatı Metni”, s. 211. 115 birçok yerde sayıca artacağı ve ulemanın biraz canlanması hâlinde kısa sürede hükema ve muhakkikin yetişeceği düşüncesinde olmuştur.94 Ancak bunun gerçekleşmesi için şeyhülislam, sultan, Meclis-i Mebusan ve Ayan azaları ve özellikle Maarif ve Evkaf nazırları ile zengin ve seçkin kişiler yardımcı olmalıdır. Bu şekilde o, Devlet’te yetkili olan kişiler ile varlıklı ve nüfuslu insanların medreseler konusunda öncülük yapması gerektiğini ifade etmiştir. 8 Aralık 1909 tarihinde Vildan Faik Efendi’nin medreseler ile ilgili olarak yazdığı bu ıslahat programı, eğitim çevrelerince dikkate alınmış ve 1 Ekim 1914’te Meşihatın yayımladığı Islah-ı Medaris Nizamnamesi’nin oluşturulmasında etkisi olmuştur.95 Resmi nizamnamenin Vildan Faik Efendi’nin risalesi ile aynı başlığı taşıması, İstanbul medreselerini esas alması ve “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi” olarak aynı şekilde adlandırması ve birçok ortak dersleri kapsaması yanı sıra bu ortaklıkta geleneksel derslerin ağırlıkta olması, muallim, talebe hakları konusunda da pek çok ortak noktanın bulunması Islah-ı Medaris Nizamnamesinin oluşturulmasında etkisi olduğu düşüncesine neden olmuştur. Kısacası Vildan Faik Efendin’in risalesinde ortak olan bu hususlar beş yıl sonra medreseler için yapılan ve resmî bir ıslahat olan Islah-ı Medaris Nizamnamesi ve Talimatnamesi’nde yer almıştır. 2.4.1.2. Mehmed Ubeydullah Efendi ve Islah Risalesi İzmir ulemasından Hoca Şakir Efendi’nin oğlu olan Mehmed Ubeydullah Efendi (ö.1937), 1858 yılında İzmir’de dünyaya gelmiştir.96 Mektep eğitiminin yanı sıra dersiamdan icazet alarak medrese eğitimini de tamamlamış ve İstanbul’a giderek Tıbbiyyeye kaydolmuştur. Tıbbiyede okuduğu dönemde yine medrese derslerine yönelik Beyazıt Camii dersiamından dersler almıştır. Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Mehmed Ubeydullah ayrıca Sırat-ı Müstakim, İctihad, Tarüf-i Müslimin vb. gazetelerde muharrirlik yapmış; mebusluk, muallimlik, imamlık vb. farklı alanlarda da 94 Vildan Faik Efendi, Medrese Hatıraları, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yazmalar Bölümü 239 numaralı kayıt. 95 Güldöşüren, “Bilinmeyen Bir Medrese Islahatı Metni”, s. 211. 96 Mehmed Ubeydullah Efendi’nin hayatı ve eserleri için bkz. Ömer Hakan Özalp, Ulemadan Bir Jöntürk Mehmed Ubeydullah Efendi, İstanbul Dergâh Yayınları, 2005; Abdülhamit Kırmızı, “Osmanlı’nın Son Döneminde Ulema Muhalefeti ve Ubeydullah Efendi”, Bilim ve Sanat Vakfı Dergisi, Sayı: 58, 2005. 116 görevlerde bulunmuştur.97 İttihad ve Terakkiye ilk katılanlar arasında olan Mehmed Ubeydullah Efendi 1908 yılında açılan Meclis-i Mebusanda Aydın mebusu olarak yer almıştır. Hem medrese hem de mektep eğitimi alan Mehmed Ubeydullah Efendi, 1910 yılında Meşihat makamına hitaben medreselerin mevcut durumlarıyla ilgili “Islah-ı Medârisi Kadime” adında bir risale yazmıştır.98 O, sunduğu program çerçevesinde medreselerin bir an önce ıslah edilmesini ve eskisi gibi ilimlerin ve fenlerin ortaya çıktığı bir yer hâline getirilerek aslına döndürülmesini arzu etmiştir. Bunun için risalesinde, medreselerde okutulacak derslerin hem dini hem de yeni-modern ilimleri içermesi gerektiğini ön planda tutmuştur. O, risalesinde eğitimde Arapça dilinin önemi üzerinde durmuş; kaynağı kitap ve sünnet olan ilimlerin Arapça ile tedris edilmesi gerektiğini vurgulamıştır.99 Mehmed Ubeydullah, risalenin ön söz kısmında medreselerin, mekteplerin idadi ve âli kısımlarında verdiği eğitim ile aralarında bir fark olmadığını şu şekilde ifade etmiştir: “…İşte şu mesrudatdan anlaşılıyor ki vaktiyle medreselerde bugün Mekatib-i İ’dadiye ve Aliye dediğimiz mekteplerde okunan derslerden başka bir şey okunmuyordu. Eğer mekatib ile medaris beyninde bir fark var ise o da medarisde tedrisatın lisan Arabiyye ile olmasından ibarettir…”100 Ona göre medreselerde okutulan dersler, derslerin Arapça olması dışında mekteplerde okutulan derslerle aynıdır. Ancak medreselerdeki dilin Arapça olması ve yabancı dildeki eserlerin Türkçeye çevrilip okutulmamasından dolayı medreselerde verilen fen ilimleri, riyaziye, tabiiyye gibi asri ilimler zamanla ihmal edilmiş, luzumsuz görülmüştür. Bu nedenle o, Darü’t-Tıp ve Darü’l-Hendese gibi medreselerin üzerinde durulmadığını ve unutulduğunu, zamanla da medrese ile mektep arasındaki eğitimsel farkın medrese aleyhine açıldığını ifade etmiştir.101 97 Zeynep Altuntaş, “Islah-ı Medâris Nizamnâmesi’ne (1914) Giden Yolda Medrese Islah Risâleleri”, Osmanlı Medreseleri Eğitim, Yönetim ve Finans, İstanbul, Mahya Yayıncılık, 2019, s. 523. 98 Mehmed Ubeydullah, Islah-ı Medâris-i Kadime, İstanbul, Matbaa-i Hayriye, 1910. 99 Ubeydullah, Islah-ı Medâris-i Kadime, s. 5 100 Ubeydullah, a.y. 101 Ubeydullah, a.y. 117 Mehmed Ubeydullah ayrıca Devlet-i Osmanî’nin sadece bir İslâm devleti olmadığını, aynı zamanda bir İslâm Hilafeti olduğunu belirtmiş; bunu bir dakika hatırdan çıkartılmaması gerektiğini Meşihat’in dikkatine şu sözlerle sunmuştur: “… Devlet-i Osmaniyemizin yalnız Devlet-i İslâmiyye değil, Devlet-i Hilâfet-i İslamiyye olduğu da bir dakika hatırdan çıkarılmamalı. Hilafet-i İslâmiye gibi bir vazifeyi ahde-i şehametine alan bir Devlet, İslâm ve İslâmiyete karşı ne kadar nâzik ne kadar mukaddes vazifelerle mükellef bulunduğunu takdir edemezse Hilafet-i seniyyeyi i’dâsının ta’arizatına hedef etmiş ve muhacematına karşı müdafa’asız bırakmış olur. Bu nokta-i dakikanın ta’yin ve takdir ehemmiyeti yegâne vazifesi takviye ve takvim-i şeri’ kavîm olan makamı meşihate aid olmak tabi’dir…”102 Mehmed Ubeydullah bu sözlerle Meşihat makamının üstlendiği vazifenin önemine işaret etmiş; bunun farkında olmadığı takdirde İslam’ı taarruzlara ve hücumlara karşı müdafaasız bırakacağını belirterek sorumluluğunu bilerek hareket etmesi gerektiğini hatırlatmıştır. Bu nedenle medreselerin mevcut durumunu ortaya koyan ve beş makaleden oluşan ıslah metnini Meşihat makamına hitaben yazmış; sunduğu programa aynen uyularak medreselerin acele ıslah edilmesini istemiştir. Mehmed Ubeydullah birinci makalesinde medreselerin önemini ortaya koymak adına altı asırdır Osmanlı Devleti’nin ayakta kalmasını sağlayan kurumlar arasında olan medreselerin ve orada yetişen kişilerin unutulmaması gerektiğini ifade etmiştir.103 Devletin kurulduğu tarihten itibaren yetişen faziletli ve kemal sahibi tüm bireylerin medreselerde eğitim aldıklarını; mekteplerin ise Osmanlı tarihinde çok uzun bir geçmişe sahip olmadığını ifade ederek medreselerin önemini dile getirmiştir. Mehmed Ubeydullah’a göre mekteplerin olmadığı süreçte eğitim yükünü medreseler üstlenmiş hatta mekteplerin kurulmaya başladığı ilk dönemde ulaşamadığı taşra bölgelerinde Müslüman halka yine medreseler eğitim götürmüştür. O, tüm bunları medreselerin kadrinin ve kıymetinin unutulmaması için yazdığını belirtmiş; 102 Ubeydullah, a.e., s. 8. 103 Ubeydullah, a.e., s. 9 118 medreselerin lüzumsuz görülmesinin veya sadece dinî bir kurum olarak değerlendirilmesinin insafsızlık ve dikkatsizlik olacağını ifade etmiştir. 104 Mehmed Ubeydullah, medreselerin sadece dinî ilimlerin tahsil ve tedris edildiği teolojik kurumlar olmadığını savunmuş; bunların birer ilim yurdu olarak görülmesini istemiştir. Bu düşüncesini risalesinin ikinci bölümüne de taşımış ve “Medreselerimizde Nasıl Adam Yetişir?” başlığını kullanarak medreselerdeki eğitime açıklık getirmeye çalışmıştır. Ona göre asıl sorulması gereken “…Medreselerin tecdidiyle bizim bugün muhtaç olduğumuz adamların oralardan yetişmesi mümkün müdür, değil midir?...” sorusudur.105 Bu soruyla o, medreseler ıslah edildikten sonra da Müslümanların muhtaç olduğu kişiler buralarda yetişmeyecekse ıslah yapmanın bir anlamının kalmayacağını, bunun yerine medreseleri kendi hâllerine terk etmenin daha iyi olacağını savunmuştur. Mehmed Ubeydullah Efendi, risalesinin ikinci makalesinde eğitimin Arapça olmasıyla ilgili düşüncelerine geniş bir yer vermiş; medreselerde Türkçenin ilim lisanı hâline getirilemeyişinden dolayı Arapçanın ilim ve fen lisanı olarak kabul edildiğini iddia etmiştir.106 Ona göre Arapça medreselerde eğitim dili olmalıdır çünkü kaynağı Kur’an ve sünnet olan ilimler, Devlet-i Hilafet’te Arapça lisanı ile talim ve tedris edilmelidir. Hatta Devletin Arapçanın ilerlemesi ve Arap olmayanlar arasında yayılması için çaba göstermesi gerekmektedir. Zira Arapça, Müslümanların umumi dili ve hilafeti üstlenen Osmanlı Devleti’nin de siyasi lisanı konumunda olmuştur. Neticede o, İslam dünyası için bu kadar önemli olan Arapçanın medreselerde eğitim dili olması gerektiği üzerinde yoğun olarak durmuştur. Öyleki risalesinin üçüncü makalesine Arapça lisanı hakkında yapılan hataları belirtmekle bu konuya devam etmiştir. Risalesinin üçüncü makalesinin başlığını “istitrad” [ara söz, ana konu harici ifade] olarak belirleyen Mehmed Ubeydullah Efendi, bu bölümde Devletin eğitim dilini Arapça olarak belirlerken yaptığı hataları dile getirmiştir. O, eğitim dilinin ülkenin her bölgesinde Arapça olarak belirlenmesini ve bunun sonucunda Türkçenin bir kenara atılmasını eleştirmiştir. Bunun nedeni olarak da Anadolu ve Rum illerinde yaşayan 104 Ubeydullah, a.e., s. 10 105 Ubeydullah, a.e., s. 13. 106 Ubeydullah, a.y. 119 halkın Arapça bilmemesinden dolayı Arapça olan eğitimden yararlanamamasını göstermiştir. Bu durumu bir sorun olarak gören Ubeydullah Efendi eğitim dilinin Türkçe olarak belirlenmesinin yanı sıra Arap vilayetlerinde de Arapça olarak uygulanabileceğini şu sözlerle dile getirmiştir: “…Asıl tedbir Türkçeyi lisan-ı ilmî ittihaz etmek ve Arap saltanatının inkırazıyla inhitata uğraması tabiî olan Arap maarif-i medeniyyesinin tevkifine mahal vermemek için Bağdat, Şam, Mekke-i Mükerreme gibi yerlerde devletin himaye ve murakabesi altında Arapça lisaniyle maarif merkezleri tesis eylemek idi…” 107 O bu sözlerle bölgelere göre eğitim dilinin değişebileceğini savunmuş; eğitimin Arapların yoğun bulunduğu yerlerde Arapça, Türklerin yoğun olduğu bölgelerde Türkçe verilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ona göre Devlet vaktiyle böyle bir yol izleseydi Arapça bilmeyen Türkler din hususunda cahil kalmayacak, bulundukları taassup içine düşmeyeceklerdi. Bu konuyu üçüncü makalede açıklayan Mehmed Ubeydullah Efendi risalesinin dördüncü makalesine Arapçanın Müslümanların ortak dili olduğunu tekrar ifade ederek başlamış; eğitim dili olması gerektiğine dair düşüncelerini kaldığı yerden açıklamaya devam etmiştir. Risalenin dördüncü makalesine “Çare Islah” başlığı ile eğitim ve öğretim programı konusundaki önerilerine giriş yapan Mehmed Ubeydullah Efendi, Arap dili için gerekli eğitim süresi üzerinde durmuştur. O, eğitim yönteminin değiştirilmesi durumunda on aylık eğitim yılı ile Arapçanın dört yılda öğrenilebileceğini öngörmüş bunun ancak kitapların ıslah edilmesi durumunda gerçekleşeceğini sözlerine eklemiştir.108 Mevcut kitaplarla ve eğitim yöntemleri ile Arapça okuma, yazma ve konuşma sürecinin on yıldan daha uzun olacağını dile getirmiştir. Risalenin beşinci makalesinde Ubeydullah Efendi medreseleri yedi farklı şubeye ayırmış; bu şubelerde nasıl bir müfredatın uygulanması gerektiğini de şu şekilde açıklamıştır: a. Arapça Şubesi: Eğitim süresi dört yıl olan bu şubede Arapça, sarf, nahiv, lugat, iştikak, meani, beyan ve bediʻ derslerinin programda yer alması uygun görülmüştür. Bu ilimler okutulurken ayet ve hadislerden örnekler verilmek suretiyle derslerin icra 107 Ubeydullah, a.e., s. 18. 108 Ubeydullah, a.e., s. 25. 120 edilmesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Ayrıca bu şubeden mezun olanlara Arap dili lisan ihtisas diploması verileceği belirtilmiştir.109 b. Fukaha Şubesi: Risalede üç yıl süren bir eğitimin verileceği belirtilen bu şube, ibadet ve muamelat olmak üzere iki kısma ayrılmıştır. İbadet kısmında dört mezhep hakkında detaylı bilgi, fıkıh usûlü, hadis usûlü, kelam, hadis, tefsir ilimleri, Kur’an ezberleme, siyer ve vaaz kitaplarından konuların görüleceği belirtilmiştir.110 Muamelat kısmında ise dört mezhebin muamelat kısımları ile Hanefi fıkhının ibadetler kısmı, ilm-i usûl, ilm-i kelam, usûl-i hadis, hukuk, Osmanlı Devleti’nin kanunlarının geniş bir şekilde ele alınması planlanmış; Batı kanunlarının ise özet olarak öğretileceği ifade edilmiştir. Bu şubenin asıl hedefi imam ve hatip yetiştirmek olmuştur.111 c. Muhaddisin Şubesi: Arapça lisan şubesini bitirenlerin katılabileceği bu şubede eğitimin üç yıl olması planlanmış; hadis ilminde ihtisas yapmak isteyenlerin Kütüb-i Sitte, hadis usûlü, fıkıh ve Kur’an-ı Kerim ezber dersleri göreceği belirtilmiştir.112 d. Müfessirin Şubesi: Talebenin diğer şubelerden mezun olduktan sonra katılabileceği bir bölüm olan Müfessirin şubesinin eğitim süresi üç yıldır. Burada görülecek dersler arasında Kur’an-ı Kerim’i ezberlemek, tecvit, kıraat ve tertil, nüzul sebepleri, nasih ve mensuh, mücmel ve mufassal, sarih ve müevvel vb. dersler yer almıştır.113 e. Üdeba Şubesi: İki yıl eğitim gördükten sonra bu şubeden mezun olan talebeye “edip” diplomasının verileceği belirtilmiş; aruz, kafiye, inşa, hitabet, emsal-i Arabi, eşʻar-ı kadime, Türk edebiyatı derslerine Fransız edebiyat tarihi vb. derslerin ilave edileceği bir eğitim programı olması planlanmıştır. Ayrıca Fransızca, İngilizce ve Almanca dillerinden birisi de eğitime ilave edilmiştir.114 f. Müverrihin Şubesi: Eğitim süresinin iki yıl olacağı düşünülen bu şubeden mezun olanlara “tarihçi” diplomasının verileceği belirtilmiş; coğrafya, tarih felsefesi, Batı 109 Ubeydullah, a.e., s. 26. 110 Ubeydullah, a.e., s. 27. 111 Ubeydullah, a.y. 112 Ubeydullah, a.e., s. 28. 113 Ubeydullah, a.y. 114 Ubeydullah, a.e., s. 29. 121 lisanlarından biri, Arap ve İslam tarihi ve diğer milletlerin tarihi bu şubede eğitim süresince görülecek dersler arasında yer almıştır.115 g. Mütekellimin Şubesi: Risalede İslam hükeması yetişmesi için kurulacak bu şubeye Arap dili bölümünden mezun olanların alınacağı ifade edilmiş; ibadet ve muamelat derslerinin yanı sıra kadim milletlerin siyasi tarihi, İsrailiyat, Yunan, Hind, Babil, Mısır kavimleri, siyasi ve sosyal bilimler ve Batı dillerinden birinin bu şubede verilecek dersler arasında olması ön görülmüştür.116 Mehmed Ubeydullah Efendi ıslah risalesinde medreselere yönelik eğitimi bu şekilde şubelere ayırdıktan sonra dileyen herkesin bu eğitimi alması gerektiğini belirtmiş; Müslim-gayrimüslim umuma açık bir hizmet olması gerektiğini “…Din İslam’da ma’ahid ilmiyenin kapısını kimseye kapatmak caiz olmadığından medaris-i ilmiyenin kapıları Müslim ve gayri Müslim’e, yerli ve ecnebiye daima açık olacaktır…” cümlesiyle ifade etmiştir.117 O, mevcut bütün bilim dallarında eğitim verilmesinin hayati önem taşıdığını vurgulamış ve muhtelif alanlarda branşlaşma ve ihtisas yapmanın önemi üzerinde fikir yürütmüştür. Özetle Mehmed Ubeydullah Efendi, medreselerin ıslah edilerek yeniden eski iyi dönemlerine döndürülmesi taraftarı olmuş; bu köklü kurumun yeniden canlanması için çalışmıştır. Onun diğer bir amacı da medreselere fen bilimlerinin takviyesiyle mevcut ders programlarının günün şartlarına uygun bir şekilde yeniden düzenlenmesi olmuştur. Bunu yaparken Arapça lisanı üzerinde önemle durmuş; Müslümanların ortak dili olduğunu belirterek bu dilin eğitim dili olmasını istemiştir. 2.4.1.3. Halim Sabit (Şibay) Efendi ve Islah Risalesi Kuzey Kafkasya Türklerinden olan Halim Sabit Efendi (ö. 1946), 1883 yılında Kazan’da dünyaya gelmiş ve orada tahsil hayatına başlamıştır. 1897 yılında Ulutarhan’daki Medrese-i Halîmiyyede okumuş; 1901 yılında ise tahsilini sürdürmek için İstanbul’a gitmiştir. İstanbul’da Mercan İdadisini bitirdikten sonra Darü’l-fünun İlahiyat Şubesine devam etmiş ve 1910 yılında mezun olmuştur. Halim Sabit bu uzun 115 Ubeydullah, a.e., s. 30. 116 Ubeydullah, a.y. 117 Ubeydullah, a.e., s. 31. 122 dinî tahsili sayesinde İslamiyet ve özellikle İslam tarihi ve fıkhı üzerine derin bilgi birikimine sahip olmuştur. Çeşitli konularda yazdığı makaleleri ve ansiklopedi maddeleri118 onun bu alandaki bilgisini ortaya koyacak nitelikte olmuştur.119 Hem medrese hem de mektep eğitimi alan Halim Sabit, Ulum-ı Diniye muallimi olarak Gelenbevi İdadisinde göreve başlamış ve eğitim kurumlarının mevcut durumlarıyla ve eğitim usulleriyle ilgilenmiştir. Bu doğrultuda medreselerin ıslahı üzerinde durmuş ancak bundan yaklaşık bir yıl önce mekteplerdeki eğitim konusunda da görüşlerini ortaya koymuştur. Halim Sabit mekteplere yönelik “Amelî İlm-i Hâl: Muallimlere Mahsûs Kısım”120 adında bir risale yazmış ve burada muallimlerin talebelere ulum-ı diniyyeyi nasıl öğretmeleri gerektiği ile ilgili önerilerde bulunmuştur. O, eğitim ve öğretime ilkokuldan itibaren önem verilmesi gerektiğini belirttikten sonra müderrisin talebe üzerinde etkili olabilmesi için hocanın dersi kitaba bakarak değil ezberden anlatması ve sohbet şeklinde ilerlemesi gerektiğini üzerinde durmuştur. 121 O ayrıca eğitimde sevgiyi esas almış; muallimlerin birinci vazifelerinin kendilerini talebeye sevdirmek olduğunu belirtmiştir.122 Onun bu görüşleri sadece mekteplerdeki muallimlere özgü olmamış; medreselerdeki müderrisleri de kapsar nitelikte tüm eğitimcilere yönelik olmuştur. Halim Sabit, mekteplerin ardından 19 Ocak 1911 tarihinde medreselere yönelik “Ulemâ ve Talebe-i Ulûm Efendilere Islah-ı Medaris Münasebetiyle”123 adlı bir risale yayımlamıştır. Kırk altı sayfadan oluşan bu risalede öncelikle medreseye, medrese mensuplarına ve bu konuda yetkili kişilere yönelik öneri ve tenkitler yer almıştır. 118 Halim Sabit, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından yayımlanan İslam Ansiklopedisinin “Azimet”, “Azrail”, “Bakkilâni”, “Berâet”, “Cebrail”, “Cehennem”, “Cennet”, “Cihad” ve “Ebu Hanîfe” maddelerini yazmıştır. 119 Birinci, Çavdar Kartepe, “Halim Sabit Şibay”, s. 336-337. 120 II. Meşrutiyet Dönemi mekteplerinde okutulmak üzere hazırlanan bu risalenin birinci kısmı muallimlere mahsus hazırlanırken ikinci risale talebeye yönelik yazılmıştır. Burada iman ve İslam esasları üzerinde durulmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Halim Sabit, Amelî İlm-i Hâl: Muallimlere Mahsus Kısım, 1. Kitap, Darülhilafe: Sırat-ı Müstakim Matbaası, 1328. 121 Halim Sabit, Amelî İlm-i Hâl: Muallimlere Mahsus Kısım, 1. Kitap, Darülhilafe: Sırat-ı Müstakim Matbaası, 1328, s. 8. 122 Halim Sabit, Amelî İlm-i Hâl, s. 8. 123 Halim Sabit, “Ulemâ ve Talebe-i Ulûm Efendilere Islah-ı Medaris Münasebetiyle, İstanbul, Sıratı Müstakim Matbaası, 1329, s. 1-48.; H. Sabit, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle”, s. 324-336. 123 Risalede ayrıca medreselerin ders programı, eğitim metodu ve ders içeriği ile ilgili çeşitli konular üzerinde durulmuş ve yeni fikirler ortaya konmuştur. Halim Sabit risalesine öncelikle medreselerin İslam’ın ve Müslümanların geleceği ile yakından ilgili bir kurum olduğunu ifade ederek başlamış; II. Meşrutiyet’in ilanı ile gelişen süreci medreselerin ıslahı için bir fırsat olarak görmüştür. Bu dönemde medreselerin ıslahının daha iyi anlaşılacağını, medrese hocaları ve talebeler tarafından ıslaha duyulan ihtiyacın daha net görüleceğini risalesinin giriş kısmında şöyle belirtmiştir: “…Şanlı Hürriyet Ordusu’nun İstanbul’a duhûlünü müteakip şu ihtiyaç gerek hocalarımızca gerek talebe-i ulûmca daha pürüzsüz, daha vâzıh bir surette anlaşıldı: Artık merciʻ-i âidinin, Bâb-ı Meşihatın bu mes’eleye karşı lâ-kayd kalması imkân haricinde idi…”124 Halim Sabit, bu sözleriyle medreselerin ıslahını kaçınılmaz bir gereklilik olarak değerlendirmiş; hocaların ve talebelerin bunun farkına vardığını, Bab-ı Meşihatın da bu konuya ilgisiz kalmaması gerektiğini belirtmiştir. Zira ona göre medreselerde o güne kadar hiçbir değişim olmamış; eski, kötü, bozuk düzen sürdürülmüş; dersler intizamsız bir şekilde devam etmiştir. Halim Sabit risalesinde medreselerin bu şekilde ıslah edilmeden devam etmesi hâlinde sorumluların Dar-ı İslam ve Merkez-i Hilafet olan bir memlekette bulunmalarına rağmen İslam âlemine karşı affolunmaz büyük bir mesuliyetin altına gireceklerini ifade etmiştir. 125 Risalenin devamında Halim Sabit; Osmanlı toprakları içerisinde yer alan ancak merkezden uzak olan bölgelere gidecek, İslam’ı anlatacak ve dinî eğitim verecek, hamiyetli kişiler bulunmadığına işaret etmiştir. Zira Halim Sabit’e göre o bölgelerde yaşayanlar arasında Arnavutlar, Trabzon vilayeti dâhilinde birçok köy ahalisi, Cebel- 124 Sabit, a.e., s. 2. 125 H. Sabit, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle”, s. 324. 124 i Dürûz ahalisi126, Irak taraflarında bulunan kabâil ve aşâir ahalisi (kabileler ve aşiretler) İslam’dan uzak kalmış ve dinlerini unutmuşlardır. İslam dini buralarda kökleşememiştir. Halim Sabit, bunun müsebbibi olarak Bab-ı Meşihatı göstermiş ve “Bab-ı Meşîhat, zîr-i himayesinde bulunan akvamın arasına vakit ve zamanıyla mezâyâ-yı İslâmiyye ile muttasıf, gâye-i İslâmiyyeye âşinâ, muktedir hocalar irsâl ederek lüzumu vechile telkinat-ı mütemâdiyyede bulunmuş olsa idi hiç şüphesiz ki bugün kardeşler arasında tekevvvünü pek çirkin görülen şu kabil ahval-i mü’essife karşısında bulunmazdık.” 127 diyerek tepkisini dile getirmiştir. Halim Sabit, merkeze uzak olan Osmanlı topraklarında medreselerin açılmamasını, açılan medreselerin bakımsız olmasını, hocaların görevlendirilmemesini eleştirdikten sonra bu durumun Anadolu topraklarında da değişmediğini, oralarda da halkın cahil bırakıldığını ifade etmiştir. Eleştirisinde bu kez sadece Bab-ı Meşihatı sorumlu göstermemiş; ulema, hocalar ve medrese talebelerini de eklemiş ve onların bu konuda gafil kaldıklarını belirtmiştir.128 Risalede tüm bunları göz önünde bulunduran Halim Sabit, medreselerde yaşanan gerileme ve sistemin bozulmasından yakınarak söz etmiş; medreselerin içerisinde bulunduğu bu kötü durumun nedenini dört başlık hâlinde ele almıştır: a. Kitap Esareti: Halim Sabit medreselerde sadece belirli ders kitaplarının takib edilmesini ve bu kitaplara aşırı bağlılığı eleştirmiştir. Yani uzun eğitim süresince sadece bir ders kitabı üzerinde konuşulmasının, araştırma yapılmasının ve kitabın yazarının ne demek istediğinin anlaşılmaya çalışılmasının doğru olmadığını vurgulamıştır.129 Bununla o, kitaplardaki söz ve ibarelerin ezberletilerek tahlillerinin yapıldığını, sonuç olarak da bu usûlün zihinleri geliştirmek yerine uyuşturduğunu; sadece bir kitaba ait lafızlar ve o lafızların söylemek istediği açık ve gizli manaları öğrenmeye çalışmakla öğrencilerin başka konulara ilgi duyma, onlar hakkında bilgi edinme ve eleştirel düşünme gibi diğer önemli eğitim öğretim faaliyetlerinden yoksun 126 Cebel-i Dürûz: Suriye ile Lübnan toprakları arasında yaşayan Arap asıllı bir topluluk. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Ekber Ziyai, Fihrisü’l-mesadiri’l-fıraki’l-İslamiyye: Aleviyye- Dürziyye, Beyrut, Dârü’r-Ravza, 1992. 127 H. Sabit, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle” s. 326. 128 H. Sabit, a.y. 129 H. Sabit, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle” s. 328. 125 kalacağını ifade etmiştir. Osmanlı eğitim sisteminin bu yaklaşım tarzı neticesinde yeni eserlerin, yeni fikirlerin ortaya çıkmasını engellediği gibi İslam âleminde görülen gerilemenin asli sebeplerinden birisi olmuştur.130 b. Mütedeyyinâne, Alimâne Bir Gaye-i Emelin Madûmiyeti (Dindarlığa ve âlimlere yakışır bir idealin bulunmayışı): Halim Sabit, medreselerde okuyan, çalışan, ezberleyen birçok talebenin olduğunu bu kişilerin hoca olmak istediklerini ancak bunu biraz da maddi bir menfaat dolayısıyla yaptıklarını risalesinde belirtmiştir.131 Ona göre talebeler müderrislik yapma fikrinin ötesinde hocalığın sonunu, hoca olmakla ne yapacağını düşünmemekte; bunu bir meslek edinmek ve geçim sıkıntısından kurtulmak amacıyla istemektedirler. Halim Sabit, risalesinde talebelere bu konuda uyarıda bulunmuş; medreselerde bulunmanın sadece çalışmak, belirli sınavlardan geçip müderris olduktan sonra sabah derse girip akşam eve giderek hayatı sürdürmek olmadığını ifade etmiştir. 132 Ona göre müderrisliği ya da eğitimci olmayı isteyen bir talebe bu mesleğin insana yüklediği büyük sorumluluğu kavrayıp ona göre kendine yeni bir yaklaşım tarzı geliştirmelidir. Kısacası Halim Sabit, medreselerde okuyan talebelerin gerçek anlamda neden müderris olmak istediklerinin farkına varmalarını istemiştir. c. Faziletin Şahsa İnhisârı: Halim Sabit medreselerin geldiği noktada eskiden olduğu gibi milletin, İslam âleminin istifade ettiği; halkın ilminde, terbiyesinde ve hayatında bir farklılık meydana getirici nitelikte olmadığını ifade etmiştir. Bunun nedeni olarak da medreselerde yetişen müderrislerin bir irfan, bir feyz kaynağı vesilesi olamadıklarını göstermiş; müderrisler ve onların yetiştirdiği din adamlarının hem söz hem davranış açısından tesirsiz kaldıklarını hem de ilmî sahada kifayetsiz olduklarını ifade etmiştir.133 Tüm bunlardan dolayı da onların toplumu aydınlatıp yön vermelerinin imkânsız hâle geldiğini anlatmaya çalışmıştır. 130 H. Sabit, a.e., s. 328. 131 H. Sabit, a. y. 132 H. Sabit, a.e., s. 329. 133 H. Sabit, a.y. 126 Halim Sabit her ne kadar medreselerde okumuş ve bireysel anlamda kendini geliştirmiş müderrislerin mevcut olduğunu sözlerine eklemiş olsa da toplumun geneline örnek olup onların dinî, ahlaki ve ilmî düşüncelerinin şekillenmesine katkı sağlayacak âlimlerin sayısının fazla olmadığını sözlerine eklemiş; mevcut sisteme rağmen kendilerini yetiştirebilmiş nadir kişilerin varlığına işaret etmiştir. 134 Ona göre İslam düşmanları, yaşanan tüm bu olumsuzlukların kaynağını İslamiyet olarak göstermek istemişse de bu gerçeği yansıtmaktan çok uzak bir değerlendirmedir. Zira sebepleri uzaklarda değil yine kendimizde, yine kendi medreselerimizdeki teşkilatın kusurunda aramak daha doğru olur düşüncesiyle “İşte bütün o büyük, affedilmez kusurlarımız dinimize değil, hep o medreselerdeki idarece, teşkilatça, tedris ve tederrüsçe olan kusurlarımıza aittir.” diyerek dinde bir kusurun olmadığını ifade etmeye çalışmıştır.135 d. Lâkaydî: Halim Sabit, Türk ırkının âleme ve kendisine karşı her zaman duyarsız yani lakayt olduğunu belirtmiş; eğitimin az da olsa bunu tolere etmesi gerekirken medreselerde verilen terbiyenin, ilim tarzının bu karakteri büyüttüğünü ve arttırdığını ifade etmiştir.136 Halim Sabit’in bu sözlerle belirtmek istediği husus, medreselerdeki lakaytlık yani vurdumduymazlık olmuş özellikle müderrislerde fikren, zikren ve ahlaken büyük boşluklar bulunduğuna dikkat çekmek istemiştir. Ona göre müderrisler kendilerini toplum içerisinde düştükleri ataletten kurtarıp harekete geçirecek herhangi bir istek ve ideale sahip olmadıklarından dolayı medreseler adeta uyuşmuş bir vaziyete gelmiştir. Böyle bir durumda olan müderrisin de içerisinde bulunduğu kurumu daha iyi bir seviyeye getirmek için çabalamayacağı ve mücadele etmeyeceği görüşünde olmuştur. Halim Sabit medreselerin içerisinde bulunduğu kötü durumun sebebini bu dört madde ile açıkladıktan sonra medresenin ve müderrislerin daha iyi bir seviyeye yükselmesi için bu eleştirileri yaptığını belirtmiş; noksanların üstünü kapatmak yerine bilmek ve itiraf etmenin daha doğru olduğunu ifade etmiştir. O, “…Onun için biz de 134 H. Sabit, a.y. 135 H. Sabit, a.e., s. 330. 136 H. Sabit, a.y. 127 noksanlarımızı bilemez, yahud itiraf etmek kadar olsun ibrâz-ı basiret edemez isek bizim için onlardan kurtulmak mümkün olamaz.”137 diyerek eksiklikleri tespit etmeye çalıştığını ifade etmiştir. Halim Sabit, geniş çaplı bir ıslah ve reform çalışmasının kaçınılmaz olduğunu bu şekilde belirttikten sonra ıslah programına yönelik önerilerini gerekçeleri ile birlikte açıklamıştır. O, medrese programında yer almasını istediği derslerin isimlerini sıraladıktan sonra o dersin neden programa alınması gerektiği ile ilgili de açıklamalar yapmıştır. Bu anlamda dersleri İslami, istidadi ve hayati olmak üzere üç grup altında toplamıştır:  İslami İlimler: ilm-i tevhid, akaid, kelam, Kur’an-ı Kerim, hadis, fıkıh, İslam ahlakı  İstidadi İlimler: biyoloji, fizik, kimya, matematik  Hayati İlimler: riyaziyye, coğrafya, tabiiyye Halim Sabit bu derslerden yola çıkarak medreseleri orta ve yüksek olarak iki kısma ayırmıştır: 1- Orta Dereceli Medreseler: İstidadi ve hayati derslerin okutulması suretiyle İslami ilimlerin daha iyi anlaşılması ve onların zamanın ihtiyaçlarına göre değerlendirilip yorumlanmasına yardımcı olacak ilimler arasında olan fen ve matematik bilimlerinin görüleceği medreselerdir. Bu medreselerde memleket için orta derecede bilgi sahibi insanlar yetiştirilmesi hedeflenmiştir.138 2- Yüksek Dereceli Medreseler: İslami ilimlerin tahsil edilip dinî ilimler alanında ihtisas yapacak talebenin yetiştirilmesini sağlayacak medreselerdir. Böylelikle orta dereceli medreseyi bitiren talebeden isteyenlerin yüksek bölüme geçerek İslami ilimler okuyabilmesinin önü açılmıştır. Yüksek kısmın ilk iki senesinde bütün talebenin aynı dersleri okuması, üçüncü senede ise Kur’an, hadis, fıkıh vb. derslerden birini seçerek ihtisas yapması önerilmiştir.139 137 H. Sabit, a.y. 138 H. Sabit, a.e., s. 332. 139 H. Sabit, a.e., s. 333. 128 Halim Sabit’in medreselerin ıslahı için hazırlamış olduğu bu risaledeki program o dönemde hem mektep derslerinin hem de geleneksel medrese derslerinin bir arada sunulduğu bir sentez niteliği taşımıştır. Bu da ders programının çok yüklü ve uygulanmasının zor olduğunu göstermiş; bazı problemler ortaya çıkmıştır. Bu problemler arasında Halim Sabit’in önerdiği derslerin kimler tarafında hazırlanacağı, talebeye kimlerin ders vereceği ya da bu kadar çeşitli dersi alacak olan talebenin tüm bu derslerin üstesinden nasıl geleceği vb. sorular gündeme gelmiştir. Bu anlamda Halim Sabit’in ıslah önerisinin, medreselerde uygulanabilir olmaktan uzak kaldığını söylemek mümkündür.140 2.4.1.4. Eşref Efendizade Mehmet Şevketî ve Islah Risalesi Eşref Efendizade Mehmet Şevketî141 (ö. 1934), medreselerin ıslahına yönelik Mayıs 1911’de “Medâris-i İslamiye Islahat Programı” adında 67 sayfalık bir rapor hazırlamıştır.142 Risale şeklinde yayımlanan bu çalışma yapılacak resmî reformlar üzerinde etkili olacak kadar önemli ve ayrıntılı bir çalışma olmuştur. Şevketî, raporuna mukaddime ile başlamış ve bu bölümde kendisini bu çalışmayı hazırlamaya yönelten gerekçeleri şu şekilde ifade etmiştir: “Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin Selim-i Sâlis zamanında başlayup mütemâdi fakat tedricen mütezâyid bir surette vukua gelmekte olan neşve-i sâniyesinde hükûmetin mülki, adli, askerî gibi muhtelif cihetlerinde mühim teceddüdât ve ıslahat vücuda getirmekte olduğu nazar-ı şükran ile görülmektedir. İlmiye tarikinin tedris mesleğince de bu yolda bazı teşebbüslerde bulunulmuş ise de bunlar ya büsbütün akim kalmış yahut devlet ve milletin şan-ı azametine şâyân bir neticeye iktiran edememiştir. Bir mühim teşebbüsün muvaffak olması bir milletin hükûmet-i muazzamaya layık olacak nazar-ı şâmil ve nâfiz; İstanbul, Anadolu, Rumeli, bütün Memalik-i Osmaniye’de medâris-i ilmiyeyi göz önüne alarak terakkiyat-ı hâzıraya muvâfık esaslı bir programın tanzimine vâbestedir. 140 Ali Birinci, “Halim Sabit Şibay”, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Kuruluş ve Gelişmesine Hizmeti Geçen Türk Dünyası Aydınları Sempozyumu Bildirileri (23-26 Mayıs 1996), Yayına Hazırlayan: Abdulkadir Yuvalı vd., Kayseri, Erciyes Üniv. Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Yayınları, 1996, s. 144. 141 Eşrefefendizade Mehmet Şevketî hayatı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Sadık Albayrak, Son Devrin İslam Akademisi Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye, İstanbul, Yeni Asya Yayınları, 1973, s. 192; Mustafa Şanal, “Eşrefefendizâde Mehmet Şevketi’nin Medreselere İlişkin Islahat Düşünceleri ve Çözüm Önerileri”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 9, Yıl: 2000, s. 326. 142 Eşref Efendi-zâde Mehmet Şevketî, Medaris-i İslamiye Islahat Programı, İstanbul, Hürriyet Matbaası, 1911, s. 51. 129 Böyle bir programın tanzimini düşünmek yalnız bir kişiye, on kişiye değil, evvela doğrudan doğruya merkez-i hilafet ve payitaht-ı saltanat bulunan İstanbul ulemâsına, sonra Anadolu ve Rumeli bi’l-umum Memalik-i İslamiye fudalâsına daha sonra da vazife-i diyanet veya insaniyet olarak sâir vatandaşlarımıza aittir. Onun için bu hususta düşündüklerimi umumun enzar-ı tetkikine arz etmeyi ihtiyaç hissettim.143 Bu ifadeden anlaşılacağı üzere Şevketî, III. Selim Dönemi’nden itibaren pek çok konuda ıslah yapıldığını ancak ilmiye alanında istenilen başarının sağlanamadığını belirtmiştir. Ona göre eğitimde ıslah yapma sorumluluğu başta Devlet olmak üzere ulema ve vatandaşa aittir. Şevketî bu düşüncede olduğu için kendisinin de bir program hazırlayıp kamuoyuna sunmayı uygun bulduğunu ifade etmiştir. Onun kamuoyuna sunduğu raporu Mukaddime, Dersler, Ders Programları, Mütederrisler, Medreseler, Mekân-ı Tedris ve Hatime başlıkları altında yedi bölümden oluşmaktadır. Ancak onun medrese ıslahına ilişkin görüşlerin üç başlık hâlinde ele almak mümkündür: a. Medreselerin kuruluş sistemi ve idari teşkilatı b. Medreselerin eğitim muhtevası olan kitap, ders, metot ve programı c. Mezuniyet sonrası talebe hakları ve istihdamı a. Kuruluş Sistemi ve İdari Teşkilat: Şevketî, medreselerde okutulan derslere göre medreseleri orta ve yüksek dereceli medreseler şeklinde iki kategoriye ayırmış; bunları dürus-ı tâliye ve dürus-ı âliye olarak adlandırmıştır.144 Şevketî’ye göre dürus-ı tâliye bölümü orta dereceli bir medrese olarak başlangıç dersleri ile terbiye ve malumat-ı umumiyeye ait derslerin okutulduğu medreseler olmalıdır. Bu derslerin üç yıl rüşti, beş yıl idadi derecesinde olmak üzere sekiz yılda tamamlanacağını ifade etmiştir.145 Şevketî, dürus-ı âliye olarak adlandırdığı yüksek dereceli medreseleri birer ihtisas medresesi olarak düşünmüş; Ulum-ı Şeriye Şubesi, Hikmet Şubesi, Fıkıh Şubesi ve 143 Şevketi, Medaris-i İslamiye Islahat Programı, s. 1-2 144 Mustafa Ergün, İkinci Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri 1908-1914, Ankara, Ocak Yayınları, 1996, s. 330. 145 Şevketi, Medaris-i İslamiye Islahat Programı, s. 10. 130 Lisan Şubesi olarak dört kısma, her bir şubeyi de kendi arasında özel bölümlere ayırmıştır. Şevketî’nin medreseleri ayırdığı bu şubeleri tablo ile şu şekilde göstermek mümkündür: Tablo 2: Şevketî’ye göre Yüksek Dereceli Medreselerin Şubeleri ve Şube Kısımları146 ULUM-I ŞERİYE ŞUBESİ FIKIH ŞUBESİ HİKMET ŞUBESİ LİSAN ŞUBESİ Tefsir Kısmı Fıkıh Kısmı Felsefe Kısmı Arabi Kısmı Hadis Kısmı Hukuk Kısmı Tarih ve Siyer Kısmı Türkçe Kısmı Kelam Kısmı Riyaziyat Kısmı Farisî ve Sair Elsine-i Mühimme Kısmı İslam Ahlakı Kısmı Tabiat ve Coğrafya Kısmı Şevketi, tabloda belirtilen bu bölümlerin eğitim süreleri konusunu da açıklamış; Ulum-ı Şeriye Şubesi ile Fıkıh Şubesinin eğitim süresini dört ilâ altı yıl, diğer iki şubenin eğitim süresini ise üç ile beş yıl olarak belirlemiştir. Şevketî, bu şubelerin idaresinin nasıl gerçekleştirileceği konusunda da raporunda bilgi vermiş; orta ve yüksek dereceli bu iki şubenin idarelerinin farklı olmasını istemiştir.147 Orta dereceli medreselerin Daire-i Tedrisiye; yüksek dereceli medreselerin Merkez-i İlmî etrafında toplanmasını talep etmiştir. O, bu şekilde zamanla tüm Osmanlı Devleti’nin ilmî dairelere taksim edilerek tüm yurt sathında Merkez-i İlimler ve Dairei Tedrisiyelerin kurulabileceğini düşünmüştür.148 Ayrıca yüksek dereceli medreselerin idaresini yürütecek Merkez-i İlimlerin müderrisler arasından seçilecek bir müdür, 146 Şevketi, a.e., s. 11. 147 Şevketi, a.y. 148 Şanal, “Eşrefefendizade Mehmet Şevketi’nin Medreselere İlişkin Islahat Düşünceleri”, s. 206. 131 kâtip ve idare heyetinden oluşturulmasını öngörmüştür. Orta dereceli medreselerin idaresinin ise hükûmet tarafından atanacak bir müdür ve idare heyeti ile yürütülmesini, “…devair-i tedrisiyenin idaresi de hükümetten tayin olunan bir müdür ile heyet-i idareye aittir.” sözleriyle önermiştir.149 Şevketî bununla orta ve yükseköğretimi idari yönden birbirinden ayırmış ve her birine ayrı müdür ve idari heyet tayin edilmesini teklif etmiştir. Böyle bir uygulama ile onun, aynı tarz ve derecedeki medreselerin aralarında bir birlik oluşturmaya çalıştığını söylemek mümkündür.150 b. Medreselerin Eğitim Muhtevası Olan Kitap, Ders, Metod ve Programı Şevketî, derslerin muhteva ve metodlarının, zamanın şart ve kriterlerine uygun bir şekilde yenilenmesini istemiş; bu yenilenmenin geleneksel medrese eğitim yapısını bozmaması gerektiğini ifade etmiştir. Islah ile ilgili çalışmasında “Ders Programları” başlığı altında şubelerin ders programlarını ayrı maddeler hâlinde ele almıştır. Ona göre programa alınan fenni ve şeri ilimlerden oluşan yeni dersler, talebenin eksik kalan yönlerinin gelişmesine imkân sağlayacak ve böylelikle o ana kadar var olan derslerin daha iyi anlaşılması sağlanacaktır. Tablo 3: Şevketî’ye göre Tâliye Şubesinin Kısımları ve Dersleri151 Kısımlar Dersler Ulûm-ı Diniye Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif, Akaid, Fıkıh, Usûl-i Fıkıh Elsine Arabî, Farisî Fünun-ı Hâzıra Hesap, Hendese, Kozmografya, Makine, Kimya, Mantık, Hıfzu’s-sıhha Malumat-ı Nâfiʻa Coğrafya, Tarih, Malumat-ı Medeniye, İktisadiye, Kanuniye, Ziraiyye Ameliyat-ı Nâfiʻa Yazı, Resim, Tezhib, Talim-i Bedeniye 149 Şevketi, Medaris-i İslamiye Islahat Programı, s. 62. 150 Şanal, “Eşrefefendizade Mehmet Şevketi’nin Medreselere İlişkin Islahat Düşünceleri”, s. 207. 151 Şevketi, Medaris-i İslamiye Islahat Programı, s. 66. 132 Tâliye Şubesi için bu derslerin programa alınması gerektiğini belirten Şevketî, medreselerin Âliye Şubesi için her şubenin kısımlarına göre farklı dersler ilave etmiştir. Şevketî, kendisinin hazırlamış olduğu bu program doğrultusunda yetişecek talebelerin fen bilimleri ile sosyal bilimlerden haberdar olarak yetişeceğini ifade etmiştir. Zira Şevketî, o döneme kadar yetişen talebeleri eleştirmiş; yazı yazmaktan âciz oldukları kadar o günkü ilmî görüşlerden de yoksun kaldıklarını iddia etmiştir. O ayrıca eski usûlde talebeden en çok yüzde yirmisinin bir şeyler öğrenebildiğini belirtirken yeni usûl ile yüzde doksan beşinin başarılı olacağını öngörmüş; hazırlamış olduğu program doğrultusunda başarı oranının yüksek olacağını ifade etmiştir.152 c. Mezuniyet Sonrası Talebe Hakları ve İstihdamı Şevketî, iki dereceli olarak var saydığı medrese eğitiminde altıncı seneden sonra öğrencilerin askerlik görevinden muaf tutulmalarını teklif etmiştir. Bu teklife göre altı sene okuyan talebe dilediği takdirde imam-hatiplik yapabilecek veya ilkokul öğretmeni olabilecektir. Kısm-ı Tâliyi bitirenler yüksek dereceli okullara girebilecekler ya da devlet dairelerinde kâtip, askeriyeye alay imamı, büyük camilere imam ve ortaokul seviyesindeki okullara da öğretmen olarak atanabileceklerdir. Yüksek eğitime denk tuttuğu dört şubeli Kısm-ı Âli talebeleri ise okudukları şubeye göre müfessir, muhaddis, vaiz, kadı, edebiyatçı olarak yetiştirilecektir.153 Bu şekliyle kabul edilecek bir raporun talebelerin lehinde olacağını ve istihdam açısından medreselilere kolaylık sağlayacağını söylemek mümkündür. Şevketî’nin medreselerin ıslahına yönelik hazırladığı söz konusu risaleye genel anlamda bakıldığında, bu kurumun idari teşkilatından eğitimin muhtevası olan kitap, ders motodu ve programına ve hatta mezuniyet sonrası talebe hakları ve istihdamına kadar pek çok konuyu ele almış olduğu görülmektedir. Bununla o, medreselerin aralarında birlik oluşturarak güçlenmesini, talebenin başarı oranının yükselmesini ve mezuniyet sonrası belirsizlik yaşamamasını amaçlamıştır. 152 Şevketi, a.e., s. 66. 153 Şevketi, a.e., s. 33-34. 133 Zikredilen bu dört risale yazarına ait çalışmalara bakıldığında ise onların medreseleri günün şartlarına uygun hâle getirmeyi hedeflediklerini söylemek mümkündür. Risalelerinde medrese eğitiminin yeniden yapılandırılmasını istemişler; mekteplerde bulunan mevcut eğitime benzetilmesini uygun görmüşlerdir. Tüm bu yenilikler ile medresenin geleneksel yapısının korunarak yüksek eğitim veren bir kurum haline getirilmesini dilemişlerdir. Onların medrese, müderris ve talebeler konusunda birçok noktada aynı fikirde olmalarının nedeni medrese tahsilinden geçmeleri ve çoğunun mektep veya medrese gibi eğitim kurumlarında görev almaları olmuştur. Bu şekilde onlar iki farklı tahsil tarzından haberdar olmuş; risalelerini de bu doğrultuda hazırlamışlardır. Hazırlanan risalelerde yazarlar, medrese, müderris ve talebelere ilişkin konularda birbirinden farklı teklif ve önerilerde bulunmuşlardır. Bunlar arasında medreselerin birden fazla derecelere ayrılması, bu derecelere ayrılan ilk kısımdan diğer kısımlara geçilmesi, derecelere ayrılan kısımlarda belirlenen dersler, öğretim süresi vb. konularda farklı görüşler ortaya konmuştur. Bu anlamda Vildan Faik Efendi, medreseleri 5 kısma ayırırken Mehmed Ubeydullah Efendi 7 kısma, Eşref Efendizade Mehmed Şevketî ise 2 kısma ayırmıştır. Bu kısımlardan diğer bir üst kısma geçmede yine farklı teklifler sunulmuş; Mehmed Ubeydullah Efendi, Arapça eğitimi verildikten sonra bir üst seviyeye geçilmesini; Şevketî Efendi, Tali eğitimden sonra Âli dereceli kısma devam edilmesini önermiştir. Bunlara ek olarak risale yazarlarının medreseler için belirlediği eğitim süresi de birbirinden farklı olmuş; Vildan Faik Efendi öğretim süresini 16 sene, Mehmed Ubeydullah Efendi 6-10 yıl arası, Şevketi 11-14 yıl arası olarak belirtirken Halim Sabit bu konuda açıklama yapmamıştır. Belirlenen bu farklılıkların muhtemel nedenleri arasında bu şahısların ilgi alanlarının ve medresede eğitim aldıkları dönemde o kurumlara ait gördükleri aksaklık ve kusurların farklılığı neticesinde oluştuğunu söylemek mümkündür.154 Ancak bu farklılıklar medreseye ilişkin aslî meseleler ile ilgili fikirsel bir ayrılık olmamış; 154 Altuntaş, “Islah-ı Medâris Nizamnamesi’ne (1914) Giden Yolda Medrese Islah Risâleleri”, s. 525. 134 medreselerin en iyi şekilde ıslah edilmesi noktasında farklı tavsiye, öneri ve görüşler olarak ortaya çıkmıştır. Üzerinde durduğumuz bu dört risalenin tarihlerine bakıldığında Vildan Faik Efendi’nin Aralık 1909 tarihinde; Mehmed Ubeydullah Efendi’nin 1910 yılında, Halim Sabit Efendi’nin 19 Ocak 1911 tarihinde ve Mehmed Şevketi Efendi’nin Mayıs 1911’de yazdığı görülmektedir. Yaklaşık bir buçuk yıllık bir zaman dilimi içerisinde meydana gelen bu çalışmalar hiç kuşkusuz İslamcı aydınların II. Meşrutiyet döneminde (1908-1918) medrese kurumu üzerine ortaya koydukları görüş ve tekliflerle sınırlı değildir. Aksine medrese bu dönemin en önemli gündem maddelerinden birini teşkil ettiğinden toplumda, sosyal ve siyasal gruplar ile daha önce de belirttiğimiz gibi basın yayın organlarında ve hatta tüm Osmanlı topraklarında ele alınır bir konu haline gelmiştir.155 Dolayısıyla medreselerin ıslahı konusu sadece risaleler üzerinden değil dönemin gazete ve mecmuaları aracılığı ile de gündeme taşınmıştır. 2.4.2. Medreselerin Islahına Yönelik Raporlar İslamcı aydınlar, medreselerin ıslahına yönelik yazdıkları risalelerin yanı sıra aynı dönemde basın yayın organları vasıtasıyla rapor mahiyetinde makaleler de yazmışlardır. Medrese sisteminden kaynaklanan problemlerin çözümünden, medreselerin genel eğitim içindeki derecesine ve ihtisaslaşmaya kadar pek çok konuda kamuoyuna önerilerde bulunmuşlardır.156 Bu makaleleri, İslamcı yazarların medreselerin ıslahına yönelik görüşlerini belirttiği diğer makalelerden ayıran özelliği; ıslahı maddeler halinde bir rapor mahiyetinde ve nizamname şeklinde ele almaları 155 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 120. 156 Gürünlü Hilmi, “Islahat-ı Medaris Hakkında Bir Mütalaa”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 65, 2 Aralık 1909, s. 200-204; Samsunlu Halil, vd., “Tarik-i Tedrisin Ber- vech-i Ati Islah ve Tesviyesine”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 15, 11 Ocak 1909, s. 322-324; Ahmed Zaid, “Islah-ı Medaris Bugün Ne Suretle Kabil Olabilir?”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: V, Sayı: 128, 16 Şubat 1911, s. 390-392; H. Sabit, “Islah-ı Medâris Münasebetiyle”, s. 324-336; Hatipzade Ahmed Vasfi, “Mesâlik-i İlmiyye”, Sebilü’rReşad, Cilt: X, Sayı: 243, 8 Mayıs 1913, s. 144-147; S.Y., “En Mühim Mesele”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 175, 9 Eylül 1912, s. 3074-3075; Tunalı Hilmi, “Medreseler Kongresi: Osmanlı Müslüman Ulemasına Bir Davet”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 54, 16 Eylül 1909, s. 25-28; A. Şükrü, “Medarisin Hayat Mematı Arefesinde: Medreseler Talebe için mi, Yoksa Müderrisler için midir?”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVIII, Sayı: 462, 1 Nisan 1920, s. 237. 135 olmuştur. Bunu medreselerin ıslahında ve iyileştirilmesinde yetkili kişilere yardımcı olmak amacıyla yapmışlar, ıslah fikrinin hızlandırılarak bir an evvel medreselerin layık olduğu konuma ulaştırılmasını dilemişlerdir. Islaha dair rapor sunan yazarlar arasında ismini vermeyip müstear isim kullanan yazarlar olduğu gibi resmî görevde bulunmasına rağmen ismini açıklamaktan çekinmeyen yazarlar da olmuştur. Bunlardan iki kişi “Müntesibini İlmiyeden Biri” mahlasını kullanırken diğeri Nun mahlasını kullanmış; Bursa Mebusu Ömer Fevzi Efendi ise görüşlerini kendi ismiyle beyan etmeyi uygun görmüştür. Zikredilen bu yazarların makalelerini, yazıldıkları tarih itibarıyla şu şekilde sıralamak mümkündür: 2.4.2.1. Müntesibîn-i İlmiyeden Biri (I) 21 Aralık 1908 tarihinde Beyanü’l-Hak mecmuasında yayımlanan “Islah-ı Medâris” başlıklı bu makaleyi ismini vermeyen ve yazısının altına “Müntesibîn-i İlmiyeden Biri” olarak imza atan ulema sınıfından bir şahıs yazmıştır.157 Medreselerin vaktiyle “menbâ-ı ilim ve irfan” konumunda bir kurum; devlet ve millete faydalı hizmetler etmeye muvaffak olan çok sayıda faziletli ve kemal sahibi şahıs yetiştiren bir yer olduğunu belirten yazar zamanla bu kurumun önemini kaybettiğini, asker firarilerinin sığınağı ve tembellerin meskeni hâline geldiğini ifade etmiştir. Yazar, medreselerin geldiği bu kötü durumun nedenleri arasında: 1- Tedrisin salim bir kaideye bağlanmaması, 2- Eğitimin talebenin keyfine bırakılması ve talebenin tamamladığı dersten imtihan edilmemesi, 3- Eğitim döneminde talebenin maişetinin temin edilmemesi, 4- Eğitimin on sekiz sene gibi uzun bir süreyi kapsaması, 5- Talebenin bir yılda sadece altı ay eğitim görmesi ve geriye kalan sürede boş bırakılması, 6- Yeni fenlerden talebenin mahrum bırakılması, 7- Yabancı dillerden hiçbirinin talebeye öğretilmemesi, 157 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, “Islah-ı Medâris”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 12, 21 Aralık 1908, s. 250. 136 8- Bir fenden çeşitli kitaplar okutturularak vakit kaybedilmesi, 9- Muhatasar ve gerekli konuları içeren kitapların bir heyet tarafından belirlenerek okutulmasının zorunlu tutulmaması vb. nedenlerin olduğunu vurgulamış bu nedenden dolayı medreselerin ıslaha ihtiyacı olduğunu belirtmiştir.158 Yazar makalenin devamında medrese ulemasını harekete geçmeye davet etmiş ve kendisinin bu konuda bir başlangıç yaptığını söyleyerek ıslahat önerilerinde bulunmuştur. Bu önerileri on bir madde hâlinde şu şekilde yazmıştır: 1- Medreselerde şu dersler okutulmalıdır: sarf, nahiv, mantık, adap, aruz, meani, beyan ve bedi’, kelam, hikmet-i cedide, usûl-i hadis, hadis, tefsir, usûl-i fıkıh, fıkıh, Farisî, elsine-i ecnebiyeden biri, tarih, ulûm-ı riyaziye, kitabet-i resmiye. 2- Medreseler fenlere göre taksim edilmeli ve dersler dershanelerde tedris olunmalıdır. Talebe bir heyet-i ilmiye tarafından imtihan edilerek bir üst sınıfa alınır ancak başarılı olamazsa bir yıl sonra tekrar imtihan edilir. İkinci imtihanda tekrar başarılı olamazsa medreseden ihraç edilir. 3- Medreselerde okutulacak bilimlere dair kitaplar bir heyet-i ilmiye tarafından seçilerek öğretimin bu kitaplardan yapılması zorunlu hâle getirilmelidir. 4- Müderris olacak kişi bir heyet-i ilmiye tarafından seçilmelidir. 5- Medreselerde tedris edilen bilimlere dair kütüphaneler tesis edilmelidir. 6- Günde üç defa ve üç saat tedris olunmalıdır. 7- İmaretler ıslah edilmeli bu konuda Evkaf ve Maariften yardım alınmalıdır. Ayrıca talebeye yine bu kaynaklardan yardım sağlanmalı, talebe senede on ay devamlı tedrisat ile meşgul edilmelidir. 8- Talebe, tahsil ettiği yabancı dillerde güzel ve doğru konuşmaya alıştırılmalıdır. 158 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, “Islah-ı Medâris”, s. 251. 137 9- Bir yüksek medrese vücuda getirilerek mekteb-i nüvvab ve hukuk-ı mülkiyede okunup da medreselerde okunmayan fenler ve kanunlar tedris edilmelidir. 10- Medrese eğitimini tamamlayanlar askerlik için yapılacak kuradan muaf olacakları gibi okumak isteyenlerin diledikleri yüksekokula imtihansız girmeye hakları olmalıdır. 11- Yüksek medreselerden mezun olanlar yukarıda sayılan ayrıcalıklara sahip olmanın yanında devletin şeri ve mülki bütün memuriyetlerine imtihansız kabul edilmelidir.159 Yazar bu şekilde medreselerde okutulacak dersleri, ders saatlerini, talebe gelirleri ile ilgili önerilerini ve talebenin mezuniyet sonrası imtihansız memuriyetlere kabul edilmesi gerektiğini ifade etmiştir.160 Ayrıca o, medreselerin ciddi bir şekilde ıslahı hakkında harekete geçilmesi gerektiğini ifade etmiş; merkezde ve taşrada bulunan ulemayı yazılarla fikir beyan etmeye davet etmiştir. 2.4.2.2. Müntesibîn-i İlmiyeden Biri (II) 21 Aralık 1908 tarihinde medrese ıslahatı konusunda ulemayı yazı yazarak basın yayın organlarında fikir beyan etmeye çağıran makaleden bir hafta sonra 28 Aralık 1908 tarihinde diğer “Müntesibîn-i İlmiyeden Biri” imzasıyla “Mütalaa-i Mahsûsa: Islah-ı Tedris Hakkında” başlıklı başka bir makale yayımlanmıştır. 161 Yine Beyanü’l-Hak mecmuasında yayımlanan makalenin başında yazar, medreselerin içerisinde bulunduğu durumun sorumlusu olarak istibdat rejimini göstermiş; meşrutiyet sayesinde o devirden kurtulduklarını, dolayısıyla medreselerin ıslahının konuşulmaya başlandığını ifade etmiştir.162 Yazar makalenin devamında medreselere yönelik altı maddeden oluşan ıslah düşüncesini şöyle belirtmiştir: 1- Müderrisler alanlarında sadece uzman oldukları dersleri okutacak şekilde tefrik edilmelidir. 159 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, a.e., s. 251. 160 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, a.e., s. 252. 161 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, “Mütalaa-i Mahsûsa: Islah-ı Tedris Hakkında”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 13, 28 Aralık 1908, s. 274-276. 162 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, “Islah-ı Medâris”, s. 276 138 2- Talebe; Arapça ilmine başlamadan önce özel olarak ya da mekteplerde Kur’anı Kerim’i tecvidle okumayı öğrenmeli, ardından Osmanlıcanın gramerini tahsil etmeye başlamalıdır. 3- Ders kitapları tetkik edildikten sonra talebenin anlayacağı şekilde düzenlenmeli ve ona göre kitaplar belirlenmelidir. Dersler talebenin anlayacağı dilde, sadeleştirilerek anlatılmalı, anlamayacağı konulara girilmemelidir. 4- Eğitim süresi on iki sene olmalıdır. Salı ve cuma günleri iki ders ve bu günlerin dışındaki günlerde üç ders okunmak ve düzenli olarak on ay devam edilmek şartıyla söz konusu dersler dağıtılmalıdır. 5- Dersler dershanelerde veya her türlü gürültüden uzak bir mekânda özel ders hocaları tarafından verilmelidir. 6- Tanzim edilen ders programında yabancı derslerden yalnız İngilizce veya Fransızca tahsil edilmelidir.163 Yazar, medreselerde eğitim verecek müderrislerin sadece uzman oldukları derse girmelerini ve girdikleri derslerde talebenin anlayacağı şekilde dersi anlatmalarını istemiştir. Böylece talebenin anlamayacağı bir dil yerine sadeleştirilmiş bir anlatımla konunun daha rahat kavranacağı üzerinde durmuştur. Yine talebelere yönelik günlük verilecek derslerin yoğun olmasından kaçınmış; haftanın iki günü iki saat ders ve diğer günler 3 saat dersin yeterli olacağını ifade etmiştir. Yazar, makalesinin sonunda zikrettiği maddelerin “çok güzel” olduğu değerlendirmesinde bulunmuş ancak talebenin zorunlu ihtiyaçları karşılanmadığı takdirde bu önerilerin kuru bir emelden ibaret kalacağını belirtmiştir.164 2.4.2.3. Ömer Fevzi Efendi Bursa mebusu olarak görev yapan Ömer Fevzi Efendi (ö. ?), yukarıda adı geçen iki makale yazarından iki üç hafta sonra 11 Ocak 1909 tarihinde Beyanü’l-Hak mecmuasında medreselerin ıslahı konusunda görüşlerini yayımlamıştır. 165 O da diğer ıslah isteyen ve bu konuda rapor yazan İslamcı aydınlar gibi istibdadın kalkmasından, 163 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, a.y. 164 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, a.y. 165 Ömer Fevzi, “Islah-ı Medaris”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 15, İstanbul, 11 Ocak 1909, s. 324. 139 meşrutiyetin ilan edilmesinden dolayı umutlanmış ve medreselerin ıslahı konusunda olumlu beklentileri oluşmuştur. Ömer Fevzi Efendi, yazısında birçok kişinin bu dönemde ilmiye ve ilmiyenin sorunları hakkında makaleler, ıslahnameler, tenkitler, tertipler yazdığını; ıslahat istediğini belirtmiştir. Ancak o, istenen bu ıslahatın yavaş bir şekilde uygulanmaya konmasının daha doğru olacağını, acele edilmemesi gerektiğini ifade etmiştir. 166 Zira ilk anda bu durumun tepkilere neden olabileceğini düşünmüştür. O ayrıca medreselerde yeni bir şey icat etmenin şimdilik tatbik ve icrasının mümkün olmadığını savunmuş; medreselere yönelik yapılacak bir iyileştirmenin acil olan konularla başlamasını istemiştir. Makalesinde medreseleri, her tarafı çürümüş ancak temel taşları sağlam bir binaya benzetmiş ve bu binanın tamamen kaldırılmasının zararlı olacağını ifade etmiştir.167 Bu nedenle binanın tamirini zaruri görmüş; tamir edilmemesi durumunda ise çöküp harap hâle geleceğini belirtmiştir. Kısacası o, bir ıslahın gerekliliğini ortaya koymakla birlikte bunun tedricen ve öncelikli konulara eğilerek yapılmasını önermiştir. Ömer Fevzi Efendi’nin makalesinde medreselerin ıslahına dair belirttiği ve yapılmasını öncelikli gördüğü konuları şu şekilde ele almak mümkündür: 1- Medreselerin ıslahı suhûletle, acil fayda getirecek noktalar üzerinde durarak ve esasa dokunmadan yapılmalıdır. Adım adım yapılacak olan bu ıslah, zamanla genişleyip ilerleyecek tarzda olmalıdır. 2- Ders programına alınacak fenlerden diğer fenne imtihanla geçilmelidir. Yani sınıf geçmede imtihan sisteminin uygulanması gereklidir. 3- Talebe geçim endişesi içerisinde olmamalıdır. Bunun için hayır sahiplerinin ve vakıfların tahsis ettiği kaynakların doğru kişilerce idare edilmeleri sağlanmalıdır. 4- Vakıflar tekrar İlmiye idaresine geçmeli ve bir heyet-i ilmiye tarafından yönetilmelidir. 166 Ömer Fevzi, a.y. 167 Fevzi, a.e., s. 325. 140 5- Medreseye kayıt kabulde imtihan sisteminin geçerli olması gerekmektedir. Mevcut medreselere belirli şartlar ve imtihanla kayıt ve kabul olunduktan sonra talebeye geçimleri için belirli bir maaş verilmelidir. 6- Talebe tahsil süresini doldurup çıkış imtihanını kazandığında ne gibi işlerde çalışabileceğini ve ne kadar maaş alacağını bilmelidir. Bu durum önceden tayin edilmelidir. 7- Medresede kendi parası ile okuyacak olan talebe her vakit medreseye girebilmelidir. 8- Çıkış imtihanı mecbur olmalı, fakat talebe belli bir zamandan fazla medresede bırakılmamalıdır. 9- Birkaç derece üzere mezuniyet ruusu verilerek vazifeler ve mertebeler açık açık anlatılmalıdır. 10- Devlet ve hükûmet kabul ve ciddi himaye edilecek bir tarzda ulema ve nüvvab; imam ve hatipleri yetiştirmelidir.168 Tüm bu maddelere bakıldığında Ömer Fevzi Efendi’nin medreselere ait mevcut öğretim tarzını birdenbire, ani bir değişimle bozmak istemediği, gerekli gördüğü bazı dersleri programa tedricen eklemenin ilerlemeye daha fazla katkı sağlayacağı fikrine sahip olduğu görülmektedir. Ayrıca o, ilmî ilerlemenin önünde duran engelin medrese mensuplarının karşılaştığı ekonomik sorunlar olduğunu savunmuş, medrese talebesinin iaşelerinin temin edilerek ilmin teşvik edileceğini ileri sürmüştür. Bu nedenle talebeye belirli bir maaşın verilmesi gerektiğini söylemiş; neden olarak da talebelerin aldıkları eğitim süresince geçim endişelerinin olmaması gerektiğini ifade etmiştir.169 2.4.2.4. Nun Medrese ıslahına yönelik yayımlanan bir başka makalede “Nun” mahlasını kullanan yazar, İslam âleminin terakkisinin medreselerin hakkıyla ıslahına bağlı olduğunu 168 Fevzi, a.y. 169 Fevzi, a.y. 141 savunmuştur.170 Islahat fikrinin zarureti ve ıslahatın hangi alanlarda yapılacağına dair görüşlerini belirten yazar “Derûnunda ulûm-ı diniye ve felsefe, hikmet okutmak için tesis edilmiş medreselerde ise ber-vechi âti kavâide riâyet ederek ıslah edilmek iktiza eyler.” diyerek medrese ıslahının gerekliliği üzerinde durmuştur.171 Yazara göre medreseler yüzyıllar boyunca İslam âlemine dâhiler yetiştiren, dinî eğitim veren bir kurum olmasına rağmen resmî makamlar tarafından ilgisiz bırakılmıştır. Ona göre bunun temel sorumlusu bütün unsurlara eşit haklar tanıyan ve mektepler açan Tanzimat siyaseti olmuştur. Bu siyaseti uygulayanların rüştiyeler, idadiler vasıtasıyla yüzlerce talebe yetiştirdiklerini, memlekete de faydalı olduklarını belirtmiş ancak millî ve manevi değerleri vermede yetersiz kaldıklarını ifade etmiştir.172 Bu nedenle medreselerin bu konuda gerekli olduğunu vurgulamış; medreseye verilecek önemin artmasını istemiştir. Onun beş madde hâlinde yazdığı ıslahat fikrini şu şekilde özetlemek mümkündür: 1- Medrese binaları sağlık açısından sakıncalıdır ve hıfz-ı sıhhiyeye uygun yeni binalar inşa edilmelidir. 2- Medreselerde ilm-i terbiye ve usûl-i tedris açısından mektep usûlü kabul edilmelidir. Bu takdirde medreselerdeki tahsil; iptidai, tâli ve âli olmak üzere üç büyük devreye ayrılacak şekilde tertip ve tanzim olunmalıdır. 3- Medreselerimizde beş on senede verilen Arap dili eğitimi, talebenin daha kısa sürede öğreneceği şekilde Avrupalı müsteşrikler ve muallimler tarafından tertip edilen eserlerden istifade edilerek yeniden gözden geçirilmelidir. Yine aynı yol izlenerek yeni kitaplar meydana getirilmelidir. 4- Medreselerin kendilerine ait bir bütçesi olmalı ve medreseler tecrübeli kişiler tarafından idare edilmelidir. 5- Medreselerdeki tahsil ile birlikte talebenin yiyecek, içecek ve diğer ihtiyaçları ücretsiz olmalıdır.173 170 Nun, “Medreselerin Islahı” İslam Dünyası, Cilt: I, Sayı: 2, 27 Mart 1913, s. 29 171 Nun, a.y. 172 Nun, a.e., s. 30. 173 Nun, a.e., s. 30. 142 Yazar belirttiği bu beş madde ile medreselere ilişkin idari ve mali konuları öne çıkaran bir değerlendirme yapmıştır. Yazar ayrıca medreselerin ıslahına başlandığı takdirde başarıya ulaşılacağını belirtmiş; medreselerin bulundukları mevcut hâllerinde bırakılması durumunda ise “Medreselerin hâl-i hazırını muhafaza şartıyla tecdidatından ziyade ta’mirata kalkışırsak yüz sene sonra da medreselerimizi bu hâlde göreceğimize şüphe edilmesin.”174 diyerek konunun önemine vurgu yapmıştır. Rapor şeklinde kamuoyunun dikkatine sunulan bu dört makalede yazarların ortak birçok görüşü olduğu gibi farklı fikir ve düşünceleri de mevcuttur. Ancak amaçları, medreselerin vakit kaybetmeden ıslah edilmesi gerektiği noktasında birleşmektedir. Bu anlamda onların ortak düşündüğü noktalar arasında; medreselerde okutulacak derslerin, ders programının ve ders saatlerinin yeniden düzenlenmesi gerektiği yer almış; ders kitaplarının talebenin anlayacağı şekilde sadeleştirilerek yeniden düzenlenmesi söz konusu olmuştur. Ayrıca talebelerin ekonomik bağımsızlığını kazanması gerektiği üzerinde durmuşlar; vakıf gelirleri üzerinden talebelere belirli bir miktar maaş verilmesini önermişlerdir. Talebelere mezuniyet sonrası istihdam sağlanmasını da gündeme taşımışlar; mezun olur olmaz iş sahibi olmaları gerektiğini vurgulamışlardır. Yazarların ıslaha yönelik farklı tekliflerde bulunduğu hususlar da mevcuttur. Müntesibini İlmiyeden Biri [I] müstear ismini kullanan yazar, medreseleri iki kısma ayırmış ve bu kısımlarda okutulacak kitapların ve ders verecek müderrislerin kurulacak bir heyet tarafından belirlenmesini istemiştir. Ömer Fevzi Efendi ise medreseleri İbtidai, Tâli ve Âli olarak üçe ayırmış; bu kısımlardan diğer kısımlara imtihanla geçileceğini ifade etmiştir. Yani ona göre sınıf geçmede imtihan sisteminin uygulanması önemli ve gerekli olmuştur. Bununla birlikte Müntesibini İlmiyeden Biri [I] ve [II] ve Nun mahlasını kullanan yazarlar medrese ıslahının bir an evvel başlamasını ve ulemanın harekete geçmesini isterken Ömer Fevzi ıslah için acele edilmemesi gerektiğini, yapılacak yeniliklerin acil işlerden başlanarak tedricen yapılmasının daha uygun olacağını savunmuştur. 174 Nun, a.y. 143 Özetlenecek olursa, medreselerin ıslahına yönelik yazılan ve resmî olmamakla birlikte kamuoyu aracılığıyla resmî makamların dikkatine sunulan ıslah risalelerinin ve makale hâlinde sunulan raporların üzerinde durduğu ortak noktaları şu şekilde ifade etmek mümkündür:  Ders Vekâleti yeniden yapılandırılmalı, medrese tedrisatının merkez ve taşra teşkilatı kurulmalıdır.  Ders programına matematik, coğrafya, tarih, fizik, kimya vb. ilimler ilave edilmeli ve yeniden düzenlenmelidir.  Ders kitapları ve diğer araç gereçler yenilenmeli, günün şartlarına uygun hâle getirilmelidir.  Dersler, pedagojik prensipler ışığında işlenmelidir.  Öğretmenler branşlarına göre yetiştirilmelidir.  Müderrislerin aldıkları maaşlar yükseltilmelidir.  Medrese binalarının bakım, onarım ve restorasyonları yapılmalıdır.  Vakıf gelirleri yeniden medreselerin tasarrufuna bırakılmalıdır.  Eğitim ve öğretim esaslı bir şekilde nizama sokulmalı, öğrencilerin uyacağı disiplin kuralları tespit edilmelidir.  Medrese mezunlarının hak ve hukukları ile mesleki kariyerleri planlanmalıdır. Medreselerin ıslahına yönelik dört risale yazarı ile dört makale yazarı tarafından sunulan bu yenilik projelerinin amacı, medreselerin uzun bir süre önce kaybetmeye başladığı itibarını yeniden iade etmek olmuştur. Ayrıca onlar medreseleri Tanzimat öncesi dönemdeki gibi alternatifsiz bir kurum olmasa bile yine de genel eğitimin en önemli unsurlarından biri hâline getirmeyi istemişlerdir. Sadece medreselerin değil medreselilerin de etki ve yetki alanının olabildiğince genişletilmesini ve sistemin önemli bir parçası olarak varlık göstermesini dilemişlerdir. İslamcı aydınların bir kısmı tarafından yazılan bu ıslah risaleleri ve makaleleri diğer İslamcı aydınların medreselere yönelik fikirlerini ortaya koyduğu makale yazılarından ayıran özelliği maddeler halinde bir rapor mahiyetinde ve nizamname şeklinde yazmaları olmuştur. Zira bahsi geçen konuların dışında İslamcı aydınlar medreselerin 144 ders programları, yabancı dil eğitimi, eğitim metodu, dersleri, müderrisleri, talebeleri vb. konularda yoğun bir şekilde görüş bildirmişlerdir. 2.5. İslamcı Aydınların, Medrese Ders Programı ve Derslere Yönelik Söylem ve Önerileri Osmanlı medreselerinin ders programını ve programda okutulan dersleri belirleyen farklı unsurlar olmuş; bunlar arasında siyasi otorite, ulema, medreseleri vakfeden kişiler ve ders veren müderrisler yer almıştır.175 Her ne kadar Devlet tarafından zorunlu kılınan bir ders programından bahsetmek mümkün olmasa da âlimler, siyasi iradenin yönelimlerini de göz önünde bulundurarak o yüzyılın ilim kamuoyunda cari olan nazari bilgileri içerecek şekilde bir ders programı takip etmişlerdir. Diğer yandan medreselerin bir vakıf kurumu olduğu düşünüldüğünde vakfeden kişinin talepleri ile ders veren müderrislerin ilmî birikimleri, ders programının oluşturulmasında etkili unsurlar arasında yer almıştır. Tüm bu etkenlerden dolayı medreselerdeki ders programlarının ana çizgisi aynı kalmakla birlikte ağırlığı medreselere göre değişmiş ve aralarında sadece nisbi bir birlik ve benzerlik meydana gelmiştir.176 Osmanlı medreselerindeki ders programının ana çizgisinde bulunan derslere bakıldığında ise nakli ilimlerin ağırlıkta olduğu ancak bununla birlikte akli ilimlere de yer verildiği anlaşılmaktadır. Bu durum XVI. yüzyılın sonlarından itibaren değişim göstermiş; akli ilimler tedricen terk edilmeye başlanmıştır. Bunun başlıca sebebi, Batı’da yaşanan ilmî gelişmelerin hız kazanması sonucu bu durumun Osmanlı ilim adamlarında tereddütlere yol açması ve neticede onların nakli ilimlere doğru yönelmeleri ve akli ilimleri ikinci plana atmaları olmuştur.177 Ayrıca ilimlerin tasnifinde faydalı ilim-faydasız ilim ikilemi oluşturulup akli ilimlerin faydasız ilimler olarak görülmesi, ulemanın Batı dili bilmediği için oradaki ilmî gelişmeleri takip 175 Şükran Fazlıoğlu, “Osmanlı Medrese Müfredatına Dair Çalışmalar: Nereden Nereye?”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt: VI, Sayı: 12, İstanbul, 2008, s. 594; Hüseyin Atay, “FatihSüleymaniye Medreseleri Ders Proğramları ve İcazet-Nameler”, Vakıflar Dergisi, Sayı: XIII, Ankara, Başbakanlık Basımevi, 1981, s. 172. 176 Fazlıoğlu, “Osmanlı Medrese Müfredatına Dair Çalışmalar”, s. 595. 177 Mustafa Şanal, “Osmanlı Devri’nde Medreselere Ders Programları, Öğretim Metodu, Ölçme ve Değerlendirme, Öğretimde İhtisaslaşma Bakımından Genel Bir Bakış”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: XIV, Sayı: İstanbul’un Fethinin 550. Yılı Özel Sayısı, 2003, s. 152. 145 edememesi, başta felsefe olmak üzere akli ilimlerin argumanlarının insanları küfre düşürdüğüne inanılması ve yine ulemanın bu argumanlar karşısında tatmin edici cevaplar verecek kadar donanımlı olmaması akli ilimlerin ihmaline ve ders programlarının gerilemesine neden olan etmenler arasında yer almıştır.178 XIX. yüzyıla gelindiğinde ders programı son derece farklılaşmış; düşünce, muhakeme ve tecrübeye dayalı ilimler programdan çıkarılmış; düşünen ve araştıran insan yetiştirmekten uzaklaşılıp sadece belirli bilgilerin öğretilmesi gaye edinilmiştir.179 Bu durum II. Meşrutiyet’in ilk günlerinden itibaren medreselerin ıslahatını isteyen İslamcı aydınların dikkatinden kaçmamış; ders programını ve ders içeriklerini ıslahatta esas alınması gereken noktalar arasında görmüşlerdir. Böylece onlar bu alanda yapılacak iyileştirme ile medreselerin içinde bulunduğu yetersizliğin ve verimsizliğin önüne geçileceğine inanmışlardır. Onların konu üzerinde önemle durması ve konuya ilişkin çözüm önerileri sunmasından dolayı çalışmamızın bu bölümünde medreselerdeki ders programı ve programda yer alan dersler ele alınmıştır. 2.5.1. Ders Programları İslamcı aydınların medrese ıslahatında üzerinde önemle durduğu hususların başında medreselerde uygulanan ders programları gelmektedir. 180 Onlar ders programlarının yetersizliğine, gereksiz derslerle dolu olduğuna, gelişigüzel ve dar bir düşünceyle hazırlandığına işaret etmişler; ders programlarının İslam gayesi ve maksadı taşıması gerektiğini ifade etmişlerdir.181 Halim Sabit, programların yetersizliği ile ilgili şu tespiti yapmıştır: 178 Şanal, a.y. 179 Zeki Salih Zengin, “Osmanlı Medreselerindeki Gerilemenin Sebep ve Sonuçları Üzerine Bir Değerlendirme”, Vakıflar Dergisi, Sayı: XXVI, Ankara, 1997, s. 404. 180 Ders programı: Bir eğitim kurumunun hem genel hem de özel amaçlarının gerçekleşmesine yönelik ders içi ve dışı bütün faaliyetlerini kapsayan ve eğitim-öğretim programlarındaki esasları davranışa dönüştüren programdır. Buna göre bir eğitim kurumunda okutulması kararlaştırılan bütün dersler ile içeriklerinin kendi bünyelerinde bütünlük ve uyum sağlamaları gerektiği gibi belirlenen genel amaçların gerçekleşmesine de hizmet etmesi gerekir. Ders programları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Zeki Salih Zengin, ”Kurtuluş Savaşı Döneminde Medrese Öğretim Programları ve Ders İçeriklerinin Düzenlenmesi Çalışmaları”, AÜİFD, Cilt: XLIV, Sayı: 1, 2003, s. 187-226. 181 Mehmed Seyyid, “İtiraf ve İşhâd”, Sebilür’-Reşad, Cilt: IX, Sayı: 233, 27 Şubat 1913, s. 429; Niyazi, “İştirâk-ı Efkâr”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 243, 8 Mayıs 1913, s. 147; “Nun”, “Medreselerin Islahı” s. 30; Edhem Ruhi, “Talebe-i Ulumûn Feryâdları”, Sebilü’r- Reşad, Cilt: X, Sayı: 146 “…Demek oluyor ki ders programlarında, usûl-i tedris cihetlerinde akl u fikre, ihtiyac ve ilcâât-ı zamaneye katʻiyen ehemmiyet verilmemiş ve ders programı tanziminde gelişigüzel, muvakkat, kısa, dar bir düşünce sevkıyle bir dereceye kadar Araplara, Acemlere ve Mâverâü’n-nehirlilere taklîdden başka hiçbir cihet nazar-ı iʻtibâra alınmamış idi. İşte bu teşkilat, pek cüzʻi, sûrî bazı tebeddülâttan kat’u’n-nazar hemen zamanımıza kadar, olduğu gibi devam etti…”182 Halim Sabit, bu sözleriyle yetkililerin ders programlarının önemi üzerinde durmadığını, ihtiyaç tespit edilmeden program hazırlandığını belirtmiş; bu durum ile ilgili endişelerini dile getirmiştir. Bu endişeleri haklı çıkaracak bir başka yazı H. Osman Niyazi tarafından yazılmış ve birkaç sayı sonra aynı mecmuada yayımlanmıştır.183 Yazıda o günün medreselerinde mevcut olan ders programları ile ders kitaplarının her yıl aynı şekilde değişmeden devam ettiği belirtilerek örnek bir ders programı aracılığıyla konu şu şekilde ele alınmıştır: “…Yalnız şu dört senelik tedrîsâttan numûne olarak bir ders göstereyim. Birinci sene, mebâdi-i hendese; ikinci sene, muhtasar hendese; üçüncü sene, tekrâr muhtasar hendese; dördüncü sene, küçük hendese. Anlıyoruz, istidlâl ediyoruz ki gelecek sene de mini mini hendese okuyacağız. ‘Benim oğlum binâ okur, döner döner yine okur.’ bu da atalar sözü değil mi?..”184 Osman Niyazi dört senelik eğitimde bir dersin önüne farklı sıfatlar eklenerek tekrar tekrar aynı dersin okutulduğundan şikâyet etmiş; bunun böyle devam edip gideceğini tahmin etmekte güçlük çekmediklerini ifade etmiştir. Aynı konu üzerinde Hadımuddin, İslam Dünyası’nda; İlyas Muhtar ise Beyanü’l-Hak’ta yazı yazmış; olumsuzlukların tüm dersler için değişmediğini belirtmişlerdir. Buna örnek olarak 246, 29 Mayıs 1913, s. 200; H. Sabit, “Mecelle Cemiyeti Hakkında Bir Muhtıra-i Âcizane”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 33, 8 Nisan 1909, s. 105; Nasuhi Efendizade A. Hayri, “Hakikatten Vazgeçmem III”, Beyanü’l-Hak, Cilt: II, Sayı: 72, 8 Ağustos 1910, s. 1403-1405. 182 H. Sabit, “Islah-ı Medâris Münasebetiyle”, s. 324-336. 183 H. Osman Niyazi, “Zavallıyız, Ruh ve Hayat İstiyoruz”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 244, 15 Nisan 1913 s. 161. 184 H. Osman Niyazi, a.y. 147 matematik dersinin konusu olan dört işlemi talebenin üç sene boyunca gördüklerini, İslam tarihi dersinin de yine üç yılda aynı konular üzerinde durduğunu ve programda bir ilerleme olmadığını ifade etmişlerdir.185 Bu belirsizliklere ilave olarak programda hangi dersin hangi sınıf derecesinde okutulduğu, mezun olabilmek için hangi dersleri bitirmek gerektiği vb. konulardan bile haberdar olmadıklarını ifade etmişlerdir. Hatta bu programın ıslahını ehil kişilere vermedikleri için bu konularda ne hocaların ne de müdürlerin bilgisi bulunduğunu dile getirmişlerdir. 186 İslamcı aydınlar ayrıca medreselerin ders programları ile ilgili yüksek ilimler olan tefsir, hadis, fıkıh, kelam vb. derslerin yeniden gözden geçirilerek programa alınması; bu derslere yardımcı durumda olan haşiyelerin ise sınırlandırılması gerektiğini belirtmişlerdir.187 Zira onlara göre haşiyeler araç iken zamanla amaç konumuna gelmiş ve okunması vacip olan yüksek ilimlere programda yer verilmemeye başlanmıştır.188 İslamcı aydınlardan reformist söylemleri ile dikkat çeken Musa Kazım Efendi189 , Sırat-ı Müstakim dergisinde medreselerin ıslahı konusunda yazdığı bir dizi makalede ders programı konusuna da değinmiştir.190 Ona göre medreselerde o güne kadar takip edilen geleneksel öğretim metodu ve ders programı yeniden düzenlenmeli, yeni ve 185 Hadımuddin, “Islah-ı Medâris ve Fünûn-ı Cedide”, İslam Dünyası, Sayı: XXII, t.y., s. 358; İlyas Muhtar, “Taşralarda Ahval-i Medâris, Ulemaya İntibah”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 168, 22 Temmuz 1912, s. 2961. 186 Osman Niyazi, “Ders Vekâlet-i Âliyesi’ne Açık Ariza”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 265, 9 Ekim 1913, s. 71; Nasuhizadeefendi O. Hayri, “Hakikatten Vazgeçmem”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 81, 17 Ekim 1910 s. 1553. 187 İskilipli Mehmed Atıf, “Tabakât-ı Müctehidîn” Mahfil, Cilt: II, S: 21, 1922, s. 143; Demirhisarlı Hafız Hüseyin, “Ulema-yı İslamın Mevki-i Siyasisi II”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 159, 20 Mayıs 1912, s. 2812-2813. 188 İzmir Mebusu Seyyid, “İctihad ve Taklid”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 4, 26 Mart 1914, s. 104- 107; M. Nuri, “İslam’ın Terakkisi Yalnız (Usul-i Terbiye)nin Tanzimi ile Olacaktır”, İslam Dünyası, Sayı: 1, 15 Mart 1913, s. 11; “[Medine Kazanlı Talebesi Cemiyeti]: Sırat-ı Müstakim”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 60, 28 Ekim 1909, s. 128. 189 Musa Kazım, Meşihat ve Maarif Nezareti bürokrasisinde önemli görevler almış; İttihad ve Terakki Dönemi’nde aralıklı olarak dört kez Şeyhülislamlık görevine getirilmiştir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Erzurumlu Musa Kazım Efendi Sempozyumu (22-24 Kasım 2013 Erzurum) Tebliğ ve Müzakereler, Editör: Ömer Kara, 2014. Erzurum.; Ferhat Koca, Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin Hayatı ve Fetvaları, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2002. 190 Makaleler için bkz. Sırat-ı Müstakim, C: III, S: 52, s. 403; S: 53, s. 5; S: 54, s. 22-23 148 modern derslerden oluşan en az beş altı ders eklenmelidir.191 Musa Kazım Efendi medreselerdeki programın eksikliklerini makalesinde şu şekilde ifade etmiştir: “Sonra lâyıkıyla fıkıh okumuyoruz. Zirâ vakit bulamıyoruz. Tefsir, hadis… Onlara hiç ehemmiyet bile veremiyoruz. Bu nasıl tahsil? Böyle şey olmaz. Bütün talebe bir yere gelmelisiniz, bunları düşünmelisiniz. İşte bu ihtiyâcı size söylüyorum. Siz de düşünmeli. Bu hâle nihayet vermeli. Çareler taharri etmeli. Meselâ Mısır’da güzel program yapmışlar, onu getirmeli. Nasıl yapmışlar, o programı görmeli. Düşünmeli, ihtiyacat-ı hâzıraya göre bir program tertib etmeli. Bir kere bu Arapça cihetini te’min etmeli, sonra da fünun cihetini son derece nazar-ı dikkate almalı.”192 Musa Kazım Efendi bu yazısı ile ders programları hakkında çareler aranmasını, gerekirse diğer medreselerin ders programları örnek alınarak ihtiyaca göre yeni bir program oluşturulması gerektiğini işaret etmiştir. İslamcı aydınlar oluşturulacak yeni programda, din ilimlerinin yanı sıra felsefe, yabancı dil, fen ilimleri vb. diğer dersler olması gerektiği üzerinde durmuşlardır.193 Ayrıca güzel sanatlar dersinin olmasını ve içerisinde yazı, süsleme, cilt, resim gibi dalların yer almasını önermişlerdir.194 Zira onlar medreselerin sadece dinî ilimlerin okutulduğu bir okul olmamasını, yeni-modern bilimler ve ilimlerin de okutulması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Bu konuda medreselerin medrese-i âliye yani yüksek medrese konumuna çıkartılmasını istemişler hatta medreselerin fenlere göre uzmanlaştırılacak şekilde bir ders programı düzenlenmesini teklif etmişlerdir.195 İslamcı aydınlar; bu konuda ıslahat isteyenlerin zihinlerini yormalarını, sonuç alınıncaya kadar her vakit bu işle meşgul olmaları gerektiğini belirtmişlerdir.196 Bu konuda Bâyezid dersiam müderrislerinin yazdıkları ortak metinde, “…Biz düştüğümüz 191 Musa Kazım, “Kütüb-i Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asra Göre Islâh u Te’lîfi –Beyne’l-Müslimîn Mezâhib-i Muhtelifenin Tevhîdi– Medreselerde Tedrîsâtın Islâhı”, Sırât-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 54, 16 Eylül 1909, s. 22. 192 Kazım, “Kütüb-i Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asra Göre Islâh“ s. 22-23. 193 Ahmed Şirani, “el-Fünun’u Cedide fi’l-Medârisi”, Beyanü’l-Hak, Cilt: V, Sayı: 109, 8 Mayıs 1911, s. 2017; Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 112; “İzmir Mü’temer-i İlmîsi Mukarreratı”, Sıratı Müstakim, Cilt: VII, Sayı: 176, 25 Ocak 1912, s. 322. 194 H. Sabit, “Islah-ı Medâris Münâsebetiyle”, s. 324. 195 Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), s. 331. 196 Hadimuddin, “Islah-ı Medâris ve Fünûn-ı Cedide”, s. 359. 149 girdâb-ı akametten, şu kurûn-ı vustâ programını taʻkibden bir kere kurtarılalım, o vakit milletin kalbinin en derin köşelerinde ne kadar arzû-yı dindârâne, ne kadar âmâl-i terakki-perverâne var ise hepsinin istihsâline kudret-i Samedâniyye’nin bize bahşettiği kuvvetin müsaîd olduğu hudûdun son derecesine kadar çalışırız…”197 diyerek medreselerin içinde bunduğu durumu programın yetersizliğine, eğitimin süresine bağlamışlar ve yazılarının devamında bu programdan kurtulduktan sonra kimsenin medreseleri durduramayacağını ve bu kurumların daima ilerleyeceğini belirtmişlerdir. 198 Sonuç olarak İslamcı aydınların ders programları üzerinde şu noktalara işaret ettiklerini söylemek mümkündür. Onlara göre ders programı:  Tefsir, hadis, fıkıh, kelam vb. dersleri ihtiva etmelidir.  Felsefe, yabancı dil, fen ilimleri vb. dersleri içermeli, dersler yıllara göre dağıtılmalıdır.  Fen derslerini kapsamalı; bunun için medrese-i âliye tesis edilmelidir.  Gereksiz haşiyeler sınırlandırılmalı ya da tamamen kaldırılmalıdır.  Güzel sanatlar dersi, yazı, süsleme, ciltleme, resim gibi dersleri bulundurmalıdır.  Sadece saadet-i uhreviyyeyi değil onunla beraber saadet-i dünyeviyyeyi de temin etmelidir. İslamcı aydınlar, ders programında yapılacak küçük düzenlemeler ile terakkinin mümkün olamayacağı görüşünde olmuşlar; kesin çözüm yolu için ders programının belirttiği hususlar göz önüne alınacak şekilde yeniden ıslah edilmesini arzu etmişlerdir. 2.5.2. Ders İçerikleri İslamcı aydınlar, II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreselerin ıslahı konusunda sadece ders programları üzerinde durmamış; programa konulacak derslerin içerikleri ile de ilgilenmişlerdir. Onlar medreselerde okutulan derslerin çağın gerektirdiği şartlara uygun olmasını istemişler, hiçbir faydası olmayan veya devri geçmiş derslerin ders programından çıkarılması gerektiğini düşünmüşlerdir.199 Hatta o dönem Musa Kazım 197 Seyyid ve diğerleri, “İtiraf ve İşhâd”, s. 429. 198 Seyyid ve diğerleri, a.y. 199 Faik Reşit Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, Ankara, Millî Eğitim Basımevi, 1964, s. 77. 150 Efendi, medreselerin ıslahı ile ilgili yazdığı bir makalede mevcut ders kitaplarının bütünüyle lağvedilmesi gerektiğini belirtmiş; bunun gerekçesini ise şöyle açıklamıştır: “…Yok, iʻtirâzınız varsa söyleyin. Biz metin okuyacaktık. Ne belleyecektik? Kavâʻid. Neye ait? Arapçaya. Peki okuyalım. Bu lâzım. Fakat sonra o kavâʻid üzerine bir kitap yazılmış. Vâkıʻâ bir şerh ama o da tenkidden ibâret. Çünkü iʻtirâzlar, cevâblar, kileler dolu. Sonra onun üzerine hâşiyeler var. Bunlar da fülân şöyle dedi, fakat ben haklıyım, o değil, o anlamamış, doğrusu benim dediğimdir… Tenkidin tenkidi, tenkidin tenkidinin tenkidi. Felsefenin felsefesi, felsefenin felsefesinin felsefesi…”200 Musa Kazım Efendi, ıslahat için bu şekilde faydası olmayan haşiyelerin kaldırılması gerektiğini belirttikten sonra yazısının devamında bu kitapların yerine farklı dersler eklenmesini önermiştir. Bunlar arasında felsefe, kelam, yabancı dil vb. dersler öne çıkmaktadır. İslamcı aydınların önemle üzerinde durduğu bu derslerden felsefe ve kelam dersi ile yabancı dil dersini ayrı iki başlık hâlinde ele almak mümkündür. Böylece onların bu derslerin üzerinde önemle durmalarının sebepleri de ortaya konmuş olacaktır. 1- Kelam ve Felsefe Dersleri: İslamcı aydınlar akli ilimler olarak adlandırılan kelam ve felsefe derslerinin medreselerin ders programında yer almasını istemişlerdir.201 Bunun sebebi ise İslamcı aydınların medreselerde okutulan kelam, felsefe vb. dersler ile İslam dininin, muarızların fikirlerine karşı akli olarak daha iyi savunulmasını ve onlara karşı daha güçlü cevaplar verilebilmesini istemeleridir.202 Halim Sabit, İslam memleketlerinin topraklarının genişlemesi ile birlikte Müslümanların birçok farklı düşünceye ve hurafeye sahip insanlarla bir arada yaşamaya başladığından dolayı 200 Musa Kazım, “Medreselerde Tedrîsâtın Islâhı -III-”, s. 22-23. 201 Fahreddin, “Din Mâni-i Terakki Değildir”, s. 407; İsmail Gaspirinski, “Ser-tâc-ı Ulemâ-i ŞerîatPenâh Şeyhülislam Hazretlerine Açık Mektub”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 52, 2 Eylül 1909, s. 406; İlhami, “Debre Kongresi’nden Bir Yaprak”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 52, 2 Eylül 1909, s. 411. 202 Musa Kazım, “Kütüb-i Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asra Göre Islâh u Te’lîfi –Beyne’l-Müslimîn Mezâhib-i Muhtelifenin Tevhîdi– Medreselerde Tedrîsâtın Islâhı -I-”, Emeği Geçen: H. Eşref Edip, Sırât-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 52, 2 Eylül 1909, s. 405. 151 onlara karşı İslam’ı korumak ve savunmak adına bu derslere ihtiyaç olduğunu belirtmiştir.203 O dönem ayrıca misyonerlik faaliyetlerinin önüne geçecek bilginin edinilmesi ve dinin terakkiye mâni, fenne karşı olmadığının ispatı için de bu derslerin önemi artmıştır.204 Bu konuda Musa Kazım Efendi; kelam ve felsefe ilimlerini bilen kişilerin doğruyu nasıl savunacaklarını, karşıdaki kişinin fikrî hatalarını nasıl tespit edeceklerini ifade etmiş ve bu gibi durumlar ile karşılaşabilecek kişilere şu şekilde tavsiyede bulunmuştur: “El-hâsıl birçok nokta-i nazardan ilm-i kelam kitaplarımızı ıslâh ve ikmâl etmeliyiz. Bilhâssa asr-ı hâzırdaki felâsifenin mezâhibini okumalı, öğrenmeli. Müdâfaa etmeli… Fakat her türlü müdâfaamızı hükm-i celîline tevfik etmeliyiz. Yani edeb dâiresinde mübâhase, münâzara etmeli. İhtilâfları kaldırmalı. Çünkü Hazret-i Peygamber de böyle yapardı.”205 Musa Kazım bu şekilde kelam ve felsefenin öneminden bahsederken bu ilimlere ait kitapların da ıslah edilmesi gerektiğini söylemiş; bu ilimlerin eğitimine duyulan ihtiyacı dile getirmiştir.206 Diğer bir İslamcı düşünür Filibeli Ahmed Hilmi, felsefenin bir ders olarak mutlaka müfredatta olması gerektiğini savunmuş; felsefenin terk edilişini bir felaket olarak nitelemiş ve bu durumu şu şekilde açıklamıştır: “ İslam’da felsefenin terk edilmesi bir felakettir. Terk edilişin sebebini ise ‘müsamahasızlık’ (adem-i müsaade: intolerance), ‘şeklî taassup’ ve ‘araştırma düşmanlığı’nın sebeplerinde, gerileme ve çöküşün kanunlarında ve âmillerinde aramak icap eder. 203 H. Sabit, “Islah-ı Medâris Münasebetiyle”, s. 333. 204 Alim Can El- İdrisî, “Islah-ı Medâris Hakkında”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: V, Sayı: 123, 12 Ocak 1911, s. 311; Muhammed Abduh, “Bugünkü Müslümanlar Yahud Müslümanlığa Müslümanlarla İhticac”, Mütercim: Mehmed Akif, Sırat-ı Müstakim, Cilt: I, Sayı: 25, 11 Şubat 1909, s. 393; “Din-i İslam ve Ulûm-u Fünun”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 74, 3 Şubat 1910, s. 352. 205 Musa Kazım, “Kütüb-i Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asra Göre Islâh u Te’lîfi –Beyne’l-Müslimîn Mezâhib-i Muhtelifenin Tevhîdi– Medreselerde Tedrîsâtın Islâhı -II-”, Emeği Geçen: H. Eşref Edip, Sırât-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 53, 9 Eylül 1909, s. 6. 206 Musa Kazım, a.y. 152 İbn Rüşt, İslâm muhitinde Aristo Felsefesi’nin en mütekâmil derecede temsilcisidir. Yalnız onun fikirleri İmamı Gazali’nin öldürücü darbeleri altında ve İslâm umumi efkârı huzurunda ölmüştür. İbni Rüşt’ün İmam Gazali’ye karşılık vermesi Müslümanlar nazarında ehemmiyet kazanamamıştır. Gazali’nin üstünlük sağlaması, İslâm toplumunda felsefeyi öldürmüştür. İbni Rüşt’ten sonra bir ikinci İbni Rüşt veyahut ona hayırlı bir halef olabilecekler yetişmedi. Gazali ve Eş’ari’den sonra İslâm diyarında gerileme fikri başlamıştır.” 207 Filibeli bu sözleriyle İbn Rüşd’ün Aristo felsefesinin en önemli temsilcisi olduğunu ancak İbn Rüşd’ün fikirlerinin İmam Gazali tarafından öldürüldüğünü, dolayısıyla da felsefenin öldürüldüğünü ifade etmiştir. 208 Zira Gazali, ilimleri tasnif etmiş ve dinî ya da dinî olmayan ilimler olarak ikiye ayırmıştır. Bunlardan felsefe dersini müstakil bir ilim olarak değil matematik, mantık, kelam ve tabiiyat ile aynı kategoride değerlendirmiştir. Mustafa Şanal’a göre Gazali’nin, önceliği dinî ilimlere verip akli ve felsefi ilimlere karşı soğukluk ve ihtiyatlı tutum olarak değerlendirilebilecek bu anlayışı ortaya koyması, sonraki devirde yetişen ulemanın üzerinde önemli tesirler oluşturmuş ve bundan dolayı felsefeye karşı yanlış bir anlaşılma doğmuştur.209 Bu yanlış anlaşılmanın önüne geçmek ve felsefe ilmi ile felsefe eğitimi veren ders kitaplarını yeniden gündeme getirmek isteyen İslamcı aydınların bu düşüncelerinde öne çıkan başlıca iki belirgin sebep olmuştur: Bunlardan birincisi; II. Meşrutiyet Dönemi’nde Batılıların yazdığı felsefi kitapları Baha Tevfik (ö. 1914), Celal Nuri (ö. 1938), Abdullah Cevdet (ö.1932) vb. Batıcı düşünceye sahip isimler tercüme etmiş; ortaya İslam dinine zıt bilgiler çıkmıştır. İslamcı düşünceye sahip aydınlar ise bu kişilere cevap vermek veya faydalı felsefi kitaplar tercüme ederek eğitime kazandırmak amacıyla felsefenin eğitim içerisinde bir ders olarak okutulması gerektiğini savunmuşlardır.210 Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Manastırlı İsmail Hakkı, Mehmed Ali Ayni, İsmail Fennî Ertuğrul gibi isimler ise sadece bu konuyu savunmamış; cevap mahiyetinde eserler de yazmışlardır. Bunlara 207 Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Huzur-u Aklü Fen’de Maddiyyûn Meslek-i Delaleti İlim Karşısında Maddecilik, Yayına Hazırlayan: Sadık Albayrak, İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, 1974, s. n149. 208 Ahmed Hilmi, a.e., s.150. 209 Şanal, “Osmanlı Devri’nde Medreselere Ders Programları, Öğretim Metodu, Ölçme ve Değerlendirme, Öğretimde İhtisaslaşma Bakımından Genel Bir Bakış”, s. 152. 210 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, s. LXV. 153 Manastırlı İsmail Hakkı’nın 1912 yılında yazdığı “Beyyinat-ı Ahmediyye: Külliyat-ı İsmail Hakkı Manastırlı= Tercümetü’r-Risaletü’l-Hamidiyye”211 adlı eseri ve Mehmed Ali Ayni’nin, 1923 yılında yayımladığı “İntikad ve Mülahazalar”212 adlı çalışma örnek olarak gösterilebilir. Ayrıca Babanzade Ahmed Naim ile Elmalılı Hamdi Yazır eğitim açısından olumlu buldukları felsefi eserleri tercüme etmişlerdir.213 İslamcı aydınların felsefe dersinin müfredata girmesini istemelerinin ikinci sebebi; II. Meşrutiyet Dönemi’nde felsefi eserlerin Türkçeye çevrilmesi konusunda farklı görüşlerin ileri sürülmesi olmuştur. Buna göre terimlerin Batı dillerinden olduğu gibi alınması mı yoksa Türkçeleştirilerek yeni bir kelime ortaya konulması mı yoksa İslam kültüründeki karşılığı bulunarak kullanılması mı daha uygun olur, tartışması gündeme gelmiştir. Zira İslam’ı yeniden ifade ederken yeni bir dil kullanmak, bu alanda felsefenin imkânlarından faydalanmak düşüncesi oluşmuştur. Bu konuda İslamcı aydınların önemli katkıları olmuş; İsmail Fennî Ertuğrul Lugatçe-i Felsefe’yi yazmış;214 Babanzade Ahmed Naim ise 1.900 felsefi terimin Türkçe karşılıklarını eklediği bir eseri215 tercüme etmiştir.216 2- Yabancı Dil Dersi: İslamcı aydınlar felsefe ve kelam derslerinin yanı sıra yabancı dil konusunda da görüşlerini belirtmişler; İngilizce, Fransızca ya da başka bir yabancı dilin medreselerde olmasını istemişlerdir.217 Onlar yabancı dilin öğrenilmesinde dinen sakınca olduğunu düşünen insanlara bunun doğru olmadığını, İslam dininin yabancı dil öğrenilmesini yasaklamadığını ifade etmeye çalışmışlardır. Musa Kazım Efendi 211 Manastırlı İsmail Hakkı, Beyyinat-ı Ahmediyye: Külliyat-ı İsmail Hakkı Manastırlı= Tercümetü’rRisaletü’l-Hamidiyye, Dârülhilâfetilaliyye, Sırat-ı Müstakim Matbaası, Cilt: I, 1912. 212 Mehmed Ali Ayni, İntikad ve Mülahazalar, İstanbul, Orhaniye Matbaası, 1923. 213 Kara, a.e., s. LXVI. 214 İsmail Fennî Ertuğrul, Fransızcadan Türkçeye Lugatçe-i Felsefe, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1946. 215 Babanzade Ahmed Naim, Mebadi-i Felsefeden İlmü’n-Nefs, İstanbul, Maarif-i Umumiye Nezareti Te’lif ve Tercüme Kütüphanesi Matbaa-i Âmire, 1934. 216 Babanzade Ahmed Naim, George L. Fonsegrive’nin “Elements de philosophie: Psychologie” adlı eserine birçok dipnot ekleyerek tercüme etmiş; eserin sonuna 1.900 felsefi terim için hazırladığı Türkçe karşılıklarını da eklemiştir. 217 Musa Kazım, “Medreselerde Tedrîsâtın Islâhı -III-”, s. 23; Yunuszade Ahmed Vehbi, “Lisan-ı Ecnebi Tahsilinde Mahzur-ı Şerʻi Yoktur”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 72, 20 Ocak 1910, s. 315; Babanzade Ahmed Naim, “Lisan Meselesi: Edib-i Muhterem Süleyman Nazif Beyefendi’ye”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 55, 23 Eylül 1909, s. 39; “İngilizce Elif-Bâ ve Usûl-i Tedris”, Sebilü’rReşad, Cilt: XVI, Sayı: 406-7, 17 Nisan 1919, s. 160. 154 dini bahane ederek yabancı dil öğrenilmesine karşı çıkanlara “din başka lisan başka” sözünü söyleyerek şu şekilde cevap vermiştir. “…İşte Türkçe ne ise Fransızca da İngilizce de odur. O da Arapçanın gayri bir lisandır. Türkçe caiz oluyor da İngilizce neden caiz olmasın? Kezalik camide Türkçe lisanla ders okunuyor. Günah oluyor mu? Hayır. Peki, Fransızca söylesek ne olur? Arapçaya nisbetle Türkçe ne ise Fransızca da odur. Fransızca başka bir şey mi? Şu hâlde neden medresede ecnebi bir lisan tahsil edilmesin? Türkler Müslüman olmuşlar, Türkçe iyi olmuş, denirse içinde Müslüman olmayan da çok. İşte Çin bütün Türk’tür. Hâlbuki ekserisi müşriktir. Demek ki lisan mes’elesini dine karıştırmamalı. Din başka, lisan başka. Bunları tefrik etmeli. Çünkü hem ayıptır hem de gülünç oluruz. Burada taʻassub, izhar-ı cehaletten başka bir şey değildir.”218 Arapça dışındaki tüm dilleri yabancı bir dil olarak gören kişilere, bu anlamda Türkçenin de yabancı bir dil olduğunu hatırlatan Musa Kazım Efendi, Türkçe ile nasıl ders işlenmesi caiz görülüyorsa diğer yabancı dillerle de ders işlemenin mümkün olduğunu açıklamıştır. Yine Sırat-ı Müstakim mecmuasında Ahmed Vehbi “Lisan-ı Ecnebi Tahsilinde Mahzur-ı Şerʻi Yoktur” başlıklı makalesinde konuyu gündeme almış ve yabancı dilin öğrenilmesinde aklen ve naklen bir sakıncanın ya da bir kötülüğün olmadığını ifade etmiştir.219 Ahmed Vehbi Efendi Müslüman Osmanlı vatandaşlarının yabancı dil öğrenmekten kaçınması nedeniyle görüşlerini ayet ve hadislere dayandırarak açıklamıştır.220 Beyanü’l-Hak mecmuasında yayımlanan bir başka makalede yazar, yabancı bir dilin medreselerde yer alması gerektiği üzerinde durmuş; medreselerin geri kalma nedenleri arasında talebenin Batı dillerinden (elsinei ecnebiyye) hiçbirine intisabının olmamasını göstermiştir.221 Medreselerin terakkisi için yabancı dil eğitiminin ders programına eklenmesi II. Meşrutiyet Döneminin önemli tartışma başlıklarından bir tanesi olmuş; matematik, fen bilimleri vb. derslere ait eserlerin Avrupa’dan alınarak tercüme edilmesi teklif 218 Musa Kazım, “Kütüb-i Kelâmiyyenin İhtiyâcât-ı Asra Göre Islâh III”, s. 24. 219 Ahmed Vehbi, “Lisan-ı Ecnebi Tahsilinde Mahzur-ı Şerʻi Yoktur”, s. 316. 220 Ahmed Vehbi, a.y. 221 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, “Islah-ı Medâris”, s. 250. 155 edilmiştir. 222 Ancak o güne kadar medreselerde hem yabancı dil eğitiminin hem de matematik ve fen bilimleri gibi derslerin olmaması; buralarda yetişen müderrislerin de kendi özel bir gayreti olmamışsa bu eserleri tercüme edebilecek ya da okutabilecek nitelikte olmadıkları iddia edilebilir. Bu konuyu Sebilü’r-Reşad mecmuasında dile getiren Osman Niyazi, yazdığı makalesinde böyle bir çalışmanın mümkün olamayacağını iki sebebe dayandırarak izah etmeye çalışmıştır. Bunlardan ilki müderrislerin bahsedilen Batı dillerinde yazılmış bir eseri tercüme etmekten âciz oldukları; diğeri de bu eserler başkaları tarafından tercüme edilmiş dahi olsa bu defa da okutmaktan âciz kalacaklardır. 223 Makalede belirtilen bu durum medrese derslerine eklenmesi gereken yabancı dilin önemini ortaya koymuş; medreseden yetişen talebenin alan bilgilerinin yanı sıra yabancı bir dili bilmelerinin önemini göstermiştir. Sırat-ı Müstakim mecmuası, “İngilizce Elif-Bâ ve Usûl-i Tedris” başlığıyla yazdığı kısa bir notta İngilizceyi öğrenmek isteyenlere şu şekilde bir duyuru yapmıştır: “Sebîlürreşâd hey’et-i taharriyesinden S[sin]. M. T[te]. Bey tarafından gāyet mükemmel İngilizce bir elif-bâ ile iki cildden ibâret bir usûl-i tedrîs kitabı te’lîf olunmuştur. İngilizceyi taallüm etmek isteyenler bu usûl sâyesinde kendi kendine muallime hâcet kalmaksızın İngilizcenin sûret-i telaffuzunu, kavâidini, tasrîfâtını, pek suhûletle öğrenebilirler. Kitabın muhteviyâtı olan İngilizce kelimeleri kolaylıkla ezberleyebilmek için de ikinci cildin sonunda bin kelimeyi mütecâviz bir lügatçe ilâve edilmiş, bu sûretle heveskârânın te’mîn-i istifâdeleri nazar-ı dikkate alınmıştır. Merkez-i tevzîi Bâbıâlî Caddesi’nde İkbâl Kütüphânesidir.224 Sırat-ı Müstakim mecmuası yayımladığı bu haber ile İngiliz dilini öğrenmek için özel bir hocaya ya da bir eğitim kurumuna gerek olmadığını göstermiş; isteyenlerin İngilizceyi kendi kendine öğrenebileceklerini belirtmiştir. Bu kitabın duyurusunun İslamcı bir yayın organında yer alması ilgi çekicidir. Ayrıca İslamcı aydınların 222 Zeki Salih Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, Ankara, Akçağ Yayınları, 2002, s. 56. 223 Niyazi, a.y. 224 “İngilizce Elif-Bâ ve Usul-i Tedris”, s. 160. 156 Osmanlı vatandaşlarını bu dili öğrenmeye teşvik ettiklerini ve Batı dillerine önem verdiklerini göstermesi açısından önemlidir. Sonuç olarak İslamcı aydınlar, medreselerde okutulan derslere ek olarak kelam, felsefe ve yabancı dilin alınmasına dair görüşlerini ortaya koymuşlar; bu derslerin önemini ve gerekliliğini vurgulamaya çalışmışlardır. Onlar programa ilave edilecek derslerin seçiminde hem zamanla yaşanan gelişmelerin dikkate alınması gerektiğini ortaya koymuş hem de eğitim-öğretim metoduna dair yapılması gereken değişikliğin ve yeniliğin medreselerin terakkisi için önemli bir gereklilik olduğunu göstermişlerdir. 2.5.3. Tedris Usulü (Eğitim Metodu) Osmanlı klasik dönem medreselerinde benimsenen tedris usûlüne (eğitim-öğretim metoduna) ilişkin bilgi edinilecek kaynaklar sınırlı olmuştur. Zira mevcut kaynakların büyük bir bölümü ağırlıklı olarak medrese sistemi üzerinde durmuş veya konuya ilişkin “mutad olduğu şekliyle”, “âdet-i kadime üzere” şeklinde genel ve muğlak ifadeler kullanarak konuyu açıklamaya çalışmıştır.225 Ancak bu konuda müderristalebe ilişkilerini konu alan eserlere dair değerlendirmeler, müderrislerin hayatlarına ilişkin anekdotlar içeren tabakat kitapları ve icazetnamelerde yer alan bilgiler medreselerdeki tedrisin hangi usûl çerçevesinde yürütüldüğünü anlamada yardımcı olmuştur. Bu anlamda tedris usulü: 1- Metinden Okuma: Osmanlı ilk dönem medreselerinde uygulanan takrir yani kitaptan metin okuma-anlatma usûlünün ve müzakere metodunun genel özellikleriyle devam ettirildiği bilinmektedir.226 Okutulan kitapların büyük bir bölümü Gazali, Nesefî, el-İcî, Cürcani, Kadı Beyzavî, Zemahşeri vb. İslam dünyasında şöhret sahibi isimlerin eserlerinden oluşmuştur. Tedris, Arapça olan bu kitaplardan Arapça olarak işlenmiş; mübahese denilen tartışma veya soru-cevap metodu ise Türkçe olarak 225 Ayşe Zişan Furat, “Klasik Dönem Osmanlı Medreselerinde Tedris Usulü”, Osmanlı Medreseleri Eğitim, Yönetim ve Finans, Yayına Hazırlayan: Fuat Aydın, Mahmut Zengin, Kübra Cevherli, Yunus Kaymaz, İstanbul, Mahya Yayıncılık, 2019, s. 126. 226 Mehmet İpşirli,”Osmanlı İstanbul’unda Geleneksel Eğitim ve Ulema”, Antik Çağ’dan XXI. Yüzyıla Büyük İstanbul Tarihi, Eğitim Bilim ve Teknoloji, Yayına Hazırlayan: Coşkun Yılmaz, İstanbul, İBB Kültür A.Ş., 2015, s. 42. 157 yapılmıştır.227 Hezarfen Hüseyin Efendi (ö. 1691), Osmanlı teşkilat tarihi ile ilgili yazdığı eserinde medrese ders usûlünden bahsetmiş ve mevcut olan bu ders kitaplarının yerleşmiş olan usûle göre sırayla öğrenciye okutulduğunu belirtmiştir.228 Müderrisler ise bu sırayı takip edebilmek için hangi konu ve kitaplar nereye kadar okunduysa elindeki temessüğe düzenli olarak işlemiş; temessüksüz gelen talebeyi kabul etmemiştir.229 2- Halka Sistemi: Halka şeklinde oturularak ilim öğrenmek Hz. Peygamber ile başlamış, ardından İslam dünyasının önemli âlimleri tarafından sürdürülen bir sistem olmuştur. Derse gelen talebelerin, müderris etrafında halkalar oluşturarak oturmasından dolayı “ders halkası” adını almıştır.230 Eğitimin ders halkası biçiminde olması hem talebe hem de müderris açısından birçok pratik faydayı beraberinde getirmiştir. Talebe açısından bakıldığında talebenin dikkatinin dağılmamasını, müderrisi kolaylıkla takip edebilmesini ve münazaralara katılabilmesini sağladığı görülmektedir. Müderris açısından bakıldığında ise dersine katılan her talebe ile bire bir etkileşim içerisinde olması, talebeyi daha sağlıklı değerlendirebilmesi vb. kolaylık ve rahatlığı beraberinde getirdiği anlaşılmaktadır.231 3- Tedrisin Zamanı: Eğitim, günlük belirli bir saat programı içerisinde öğrenciye dinlenme süreleri de göz önünde bulundurularak verilmiştir.232 Dersler genellikle sabah ve ikindi olmak üzerek iki farklı zaman diliminde sürdürülmüş, sabah işlenen konu ikindi dersinde yeniden ele alınarak tekrar edilmiştir. Müderrisler tedris günlerinin belirlenmesinde etkili olmuş; bazı dönemlerde salı, cuma günleri; bazı dönemlerde ise pazartesi günleri de tatil günlerinden sayılmıştır. Bunun nedeni ise talebenin gördüğü eserlerin nüshalarını yazmada, not almada zamana ihtiyaç duyması ve kendi şahsi işlerini görmeleri olmuştur.233 227 İpşirli, a.e., s. 43. 228 Hezarfen Hüseyin Efendi, Telhis’ül-beyan fi kavanin-i Al-i Osman, Yayına Hazırlayan: Sevim İlgürel, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1998, s. 205. 229 Hezarfen Hüseyin Efendi, a.y. 230 Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Eğitim Öğretim, İstanbul, Bilge Yayınları, 2004, s. 168. 231 Furat, “Klasik Dönem Osmanlı Medreselerinde Tedris Usulü”, s. 126. 232 Kazıcı, a.y. 233 Furat, “Klasik Dönem Osmanlı Medreselerinde Tedris Usulü”, s. 131. 158 4- Teoriden Pratiğe: Talebeler öğrendikleri bilgileri medrese yakınlarında bulunan cami veya mescitlerde tatbik etme imkânı bulduğu gibi cer adı verilen ve üç aylar döneminde farklı bölgelere giderek, Kur’an okuyup, vaaz vererek pratik yapma imkânına da sahip olmuşlardır. Bu gelenek sayesinde onlar Müslüman halkla bir araya gelerek hem öğrendikleri bilgiyi pratiğe dönüştürmüş hem de sosyokültürel çevreleri tanıyabilmişlerdir.234 Kısacası onlar eğitim döneminde yakın çevreye veya tatil zamanlarında ülkenin her yanına dağılarak Müslüman halka dinî konularda yardımcı olarak bir nevi staj yapmışlardır.235 Daha sonraki dönemde medreselerin sayısı arttıkça eğitim öğretim bu metot ışığında derece ve sınıflara ayrılarak devam ettirilmiştir.236 XIX. yüzyıla gelindiğinde medreseler başlangıçta sahip oldukları bu düzeni ve dinamizmi koruyamamış; tartışma, eleştiri yöntemi terk edilmiş ve eğitime dogmatik yöntemler yerleşmiştir.237 Neticede medreseliler, önceki âlimlerin yazdığı kitapların üzerine yeni bilgiler ekleyememiş; bundan dolayı yeni ilim adamları yetişememiştir. Bu durum II. Meşrutiyet’in ilan edildiği yıllarda da devam etmiş; medreselerde uygulanan yanlış usûller zamanla manadan ziyade lafza önem veren, yazı öğretimine yer vermeyen ve konuları eski bilgilerle açıklamaya çalışan bir anlayışı meydana çıkarmıştır. Bu duruma tetkik ve tenkide izin vermeyen hocalar da eklenmiş ve neticede talebenin zihninin gereksiz bilgilerle dolmasına neden olunmuştur. 238 Medreselerin sorunları üzerinde yoğun bir şekilde duran İslamcı aydınlar, eğitimde ve derslerin öğretiminde yaşanan bu olumsuzlukların önüne geçmek için eğitimde takip edilecek yollar konusunda düşüncelerini belirtme ihtiyacı hissetmişlerdir. Onlar bu amaçla usûl (metot) konusunda değerlendirmeler yapmış ve işe metot kelimesinin anlamını açıklamakla başlamışlardır.239 Bu anlamda yazdığı üç makale ile eğitim metodu üzerinde duran Abdüllatif Nevzat, bu kavram Fransızca kökenli olduğundan 234 Furat, a.e., s. 138. 235 Zeki Salih Zengin, “Medreseler ve Din Eğitimi” s. 56; Cahid Baltacı, XV-XVI. Asırlar Osmanlı Medreseleri Teşkilat Tarih, İstanbul, İrfan Matbaası, 1976, s. 44. 236 Kazıcı, Osmanlı’da Eğitim Öğretim, s. 163. 237 Yahya Akyüz, Türk Eğitim Tarihi (Başlangıçtan 1993’e), İstanbul, Kültür Koleji Yayınları, 1994, s. 67; İpşirli, ”Osmanlı İstanbul’unda Geleneksel Eğitim ve Ulema”, s. 332. 238 Akyüz, a.y. 239 A.S., “Bizde Usûl-i Tedris I”, İslam Dünyası, Sayı: 2, 27 Mart 1913, s. 27-29; A.S., “Bizde Usul-ı Tedris II”, İslam Dünyası, Sayı: 4, 24 Nisan 1913, s. 55-56. 159 kendisinin yazısında “üslup” kelimesini tercih edeceğini belirtmiştir. Bununla birlikte ders ve bilgiden daha kıymetli olduğunu söylediği üslubun anlamını şöyle açıklamıştır:240 “…Bir hakikate vâsıl olmak için yahud bir azmi, kuvveden fiʻle çıkarmak için efkârda veya harekette taʻkībi taʻmim olunan tertib-i hususiye ‘üslub’ denir: Üslub, yalnız bütün maarif-i sahiha ve hadisat-ı mütevâzinenin şart-ı esası olmakla kalmaz; vikāye ve idâme eder, tertib ve tanzim eder, keşfeder. Üslub, tarik-ı ilm üzerinde bulunan menâzil-i zaruriyyeyi göstererek bu menzilleri, suret-i muntazamada, bilâ-tereddüd ve tehlikeye uğramaksızın taʻkibde bizi serbest bırakır. Dekart: ‘Bir iyi fikir sahibi olmak kâfi değildir, iş onu iyi kullanmaktadır.’ derdi…”241 Abdüllatif Nevzat, yazısında ilimde takip edilecek usûlün öneminden bahsetmiş; ilmî araştırmalarda bir usûl takip edildiğinde düzenli bir şekilde, tereddüte mahal bırakmadan ve sapmalara uğramadan yol alınabileceğine işaret etmiştir. Ayrıca Descartes’in bir sözünü paylaşarak bir fikri ortaya çıkarmaktan daha önemli olanın o fikri kullanabilecek üslubu bulmak olduğunu ifade etmiştir. O, Sırat-ı Müstakim mecmuasında usûl ile ilgili yazdığı makalelerin ilkinde eğitim usûlünü üç kısma ayırmış; bunları üslub-ı takrirî, üslub-ı istifhami ve üslub-ı muhtelit olarak açıklamıştır. Yazar bu ayrımı yaptıktan sonra bir sonraki makalesinde bu üslup çeşitlerinin içeriğini, faydalarını, hangi ders çeşidinde kullanıldığında daha başarılı olacağını; nihayetinde bu üsluplardan din derslerinde ne şekilde istifade edildiğini açıklayacağını belirtmiştir.242 Abdullatif Nevzat, tedris usûlü ile ilgili yazdığı makalelerin ikincisinde usûl çeşitlerinden biri olarak ele aldığı üslub-ı takrirîyi izah etmiş ve bu ders üslubunu takip eden hocanın sadece konuştuğunu, dersi siyah tahta üzerinde ya da tecrübeleri ile izah ettiğini belki de etmediğini belirtmiştir. Ayrıca yazar bu üsluba göre öğrencilerin hocalarını dinlediğini ve hocanın derste söylediklerini almaya çalıştığını yazmış; bu 240 A. (Abdüllatif) N. (Nevzat), “Çocuklarımıza Akaid-i İslamiyye’nin Usûl-i Tedris ve Telkini I” Sıratı Müstakim, Cilt: VII, Sayı: 172, 21 Aralık 1911, s. 248. 241 N. (Nevzat), a.e., s. 247. 242 N. (Nevzat), a.y. 160 durumun hoca için çok pratik ve hızlı bir üslup olsa da talebeler açısından yeterli olmadığını özellikle küçük yaştaki çocuklar için sakıncalı olduğunu ifade etmiştir.243 İkinci olarak ele aldığı üslub-ı istifhami konusunda yazar, bu üslubun soru-cevap yöntemini kullanarak çocuklara keşfettirme yolunu izlediğini belirtmiş; bu şekilde talebelerin eksikliklerini ve hatalarını görebildiğini ancak soru soran kişinin soruları çok dikkatli seçmesi gerektiğini söylemiştir.244 Nevzat, son olarak üslub-ı muhtelit konusuna değinmiş; bu üslubun ilk iki metodu kapsadığını, bu yüzden en iyi ve işe yarar tarzın bu olduğunu söylemiştir. Yazar, müderrislerin bu üslup ile talebenin eksik olduğu yerleri göreceğini ve konuyu tekrar anlatarak ona yardımcı olabileceğini ifade etmiştir.245 Abdüllatif Nevzat’ın medrese eğitiminde uygulandıklarında sakıncalarının olduğunu söylediği bu üsluplardan ilk ikisinin o dönemde medreselerde kullanılıyor olması, onu bu usûllerin artılarını ve eksilerini yazmaya sevk etmiş; konuya özellikle müderrislerin dikkatini çekmeye çalışmıştır. Bu çalışmanın yanı sıra diğer İslamcı aydınlar da konunun önemine binaen açıklamalar yapmış; M. Şemseddin, “Âlem-i İslâm’ın bugünkü sefâleti ta’lim ve terbiye hususunda ve şimdiye kadar ta’kib edilen usullerin daha doğrusu usulsüzlüklerin seyyiesidir…” 246 diyerek Müslümanların içerisinde bulunduğu kötü durumun sebebini eğitimdeki usulsüzlüğe atfetmiştir. İslamcı aydınlar ayrıca tedris usulü konusunda yapılan yanlışları belirterek çözüm yolu aramışlardır. Onların mevcut eğitim öğretim usûlüne ilişkin eksiklikler hakkında düşüncelerini şu dört başlık altında toplamak mümkündür: 1- Eğitim süresinin iyi değerlendirilmemesi: Zaman kaybı ile ilgili İslam Mecmuası’nda bir makale yazan Seyyid Bey (ö. 1924), medreselerdeki eğitim usûlünün hatalı uygulanması sonucunda öğrencilerin eğitim sürelerinin ziyan edildiğini şu şekilde ifade etmiştir: 243 A. (Abdüllatif) N. (Nevzat), “Çocuklarımıza Akaid-i İslamiyye’nin Usûl-i Tedris ve Telkini II” Sırat-ı Müstakim, Cilt: VII, Sayı: 173, 28 Aralık 1911, s. 261. 244 N. (Nevzat), a.e., s. 262. 245 N. (Nevzat), a.y. 246 M. Şemseddin, “Mekatib: Sebilürreşâd Ceride-i İslamiyyesine”, Sebilür’-Reşad, Cilt: VIII, Sayı:187, İstanbul, 4 Nisan 1912, s. 87. 161 “…Bugün usûl-i tedris o kadar gayri-müsmir bir tarzdadır ki talebe-i ulûmun güya kemal tahsili için sarf ettikleri on on beş senelik ömrün yedi sekiz senesi, hem de öğrenmemek şartıyla kavâid-i arabiyye ve mantık tahsiliyle heder olup gidiyor…”247 Yazar bununla eğitim süresinin iyi değerlendirilmediğine dikkat çekmiş; on- onbeş yıl süren eğitimin yarısından fazlasında hiçbir bilgi verilmediğini ve bu zamanın heba olduğunu belirtmiştir. Yazısının devamında zaman kaybına neden olan bu metodun uygulanmasından dolayı o dönem eskisi gibi şeri ve fenni ilimlerde derinlik kazanmış, bilgili, faziletli kişilerin yetişmediğini ifade etmiştir.248 H. Mehmed Şevket ise Sebilü’r-Reşad mecmuasındaki makalesinde, Arapça bilmediği halde Arapça eser okutan eğitimcilerden söz ederken kullandığı bu ifadeyi açıklamak için yazısına bir dipnot eklemiştir. Dipnotta bu konudaki düşüncelerini belirtmenin yanı sıra zamanın iyi değerlendirilmediğine dair görüşünü de sözlerine şu şekilde eklemiştir: “...Anlamamak şartıyla senelerce sarf, nahiv, mantık, maâni, beyân okumuşuz. Ömr-i azizimizin ehemmiyetli parçasından epeyce mühim bir müddetini o uğurda fedâ ve hebâ edip gitmişiz. Mahsül nedir? Hiç!” 249 Şevket, yıllarca okudukları ilimleri anlamadıklarını, hayatlarını önemli bir bölümünü bu uğurda harcadıklarını ifade etmiş; medreselerde uygulanan usulün zaman kaybına neden olduğunu belirtmiştir. Yazdığı makalesinde bundan farklı bir konuyu ele almış olmasına rağmen bir dipnot ekleyerek açıklama ihtiyacı hissetmesi ve bu ifadeleri kullanmaktan kendini alamaması, konunun kendisine verdiği rahatsızlığı göstermesi bakımından önemlidir. 2- Eğitim usûlünün çağa uygun olmaması: İslamcı aydınlar, medreselerde verilen eğitimde talebelerin konuyu daha iyi anlayabilmeleri için öncelikle müderrislerin 247 Seyyid, “İctihad ve Taklid”, s. 107. 248 Seyyid, a.y. 249 H. Mehmed Şevket, “Teallüm-i Nebî İddiasına Reddiye Münasebetiyle, Sebilü’r-Reşad, Cilt: IX, Sayı: 211, İstanbul, 19 Eylül 1912, s. 43. 162 anlatım usullerini değiştirmesi gerektiğini, dersi ortaçağ usulleri yerine talebenin anlayacağı şekilde anlatmasını istemişlerdir. Bu konuda bir makale yazan Mehmed Emin “…Siz herhangi bir müderrisin ilimden anladığı manayı değiştirmeksizin bu usulü nasıl tebdil edebilirsiniz?” 250 sorusunu sorarak öncelikle müderrislerin kendi ders anlatım usulünü değiştirmesini istemiştir. Zira o, müderrislerin genellikle kitap üzerinden metni kapalı ifadelerle anlattıklarını belirtmiş; bundan dolayı da talebelerin konuyu tam manasıyla anlamadığını ifade etmiştir. Yazar sözlerine, bu tarz bir usûl ile devam edildiği takdirde medreselerin hiçbir verim vermeden kendi eksenleri etrafında dönüp kalacaklarını ekleyerek uyarıda bulunmuştur. 251 Derslerin bu şekilde faydası olmayan eski usullerle işlenmesinden dolayı en büyük sıkıntıyı talebeler gördüğünden, yaşadıkları sorunları yetkili kişilere duyurmak adına Sebilü’r-Reşad mecmuasına konu ile ilgili çeşitli makaleler yazmışlardır. Talebe-i ulumdan İsmail Hakkı bu konuda öncülük yapmış ve yayımlanan makalesinde diğer talebelerin de görüşlerini paylaşması için onları teşvik ederek şöyle demiştir: “…Haydi sevimli meslekdârlarım! Kanlı, canlı arkadaşlarım! Hayât gösterelim. Terakki ve te’alimizin esbâbına teşebbüs edelim. Evvelen hoca efendilerimizin ta’kib edegeldikleri kurûn-ı vüstâ usûlünün lağvı için müttefikan adem-i hoşnûdi izhâr edelim. Artık bu gibi tedrisatın faide-bahş olmadığı ve olamayacağı tamamen tahakkuk ettiğinden bu husûsda ta’asssub ve ta’annüd gösterecek bir arkadaşımı tasavvur edemem. Binâenaleyh görüşelim, tanışalım, anlaşalım…”252 Yazar, herşeyden önce hocaların takip ettiği eski zamana ait usullerden şikayet etmiş; bu usullerle verilecek eğitimin faide sağlamayacağını ifade etmiştir. Ayrıca bu durumu hiçbir talebenin inkâr edemeyeceğini belirterek talebe arkadaşlarını konu üzerinde fikir beyan etmeye ve yazmaya davet etmiştir. Bu davet üzerine, Sultan Ahmed Dershanesi ve Medresesi namına altı talebe bir hafta sonra aynı mecmuaya bir 250 Mehmed Emin, “Medreselerde Eksik Olan Usûl-i Tedrisi midir?”, Mihrab, Cilt: I, Sayı: 6, 1 Şubat 1924, s. 163. 251 Emin, a.y. 252 Uşşâki H[HA]. İsmail Hakkı, “Talebe-i Ulum Arkadaşlarımla Hasbihâl”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 242, İstanbul, 1 Mayıs 1913, s. 135. 163 makale yazarak İsmail Hakkı ile aynı görüşü paylaştıklarını ifade etmişler; kurtuluş çaresi olarak birkaç hususu ön plana çıkarmışlardır. 253 Bunlardan biri, ders esnasında okunan metinlerin şerh ve haşiyeler ile değil, teshil (kolaylaştırma/zorluğa ait şeyleri kaldırma) ve tavzih ( açık olarak beyanda bulunmak) ile gösterilmesi olmuştur. Aynı konuda iki hafta sonra, Talebe-i Ulumdan M. Satvet’de bir makale yazmış “…Yazık değil midir: Medârisde kurûn-ı vüstâ usûlleriyle o sakim tarz-ı tedris ile iktisâb-ı feyzi irfân için medresenin âğûşuna atılan biz gençlerin meş’ale-i hayatları söndürülsün…”254 diyerek hem derslerin eski usullerle işlendiğine hem de vakit kaybına neden olduğuna dikkat çekmiştir. Zikredilen konudan sadece talebeler değil medrese müderrisleri de rahatsız olduklarını belirtmişler; Bâyezîd dersiâm müderrislerinden on kişilik bir eğitimci kadrosu, medreselerin içinde bulunduğu bu vahim durum karşısında çaresiz kaldıklarına dair Sebilü’r-Reşad mecmuasına bir makale göndermişlerdir. Yazıda uygulanan usullerle vakit kaybettiklerini ve bunu kabul ettiklerine dair görüşlerini şu cümlelerle itiraf etmişlerdir: “…Evet i’tiraf ediyoruz ki: Ta’kibine mecbûr tutulduğumuz kurûn-ı vüstâ mahsûlü usûllerle hiçbir vakit müferssirîn-i ızâm, fukahâ-yı kirâm ve sâir ulemâ-yı a’lâmın derecelerine yetişemeyeceğiz; fakat şuraya da işhâd ediyoruz ki: Kendimizin de memnûn olmadığımız bu haller sa’yimizin noksânından, isti’dâdımızın fıkdânından neş’et etmeyip her türlü salâhiyetin fikr-i teceddüd ve rûh-ı teşebbüsten âzâde uhdelere tefvîz edilmesi yüzünden ellerimiz bağlanarak beslediğimiz âmâl-i terakki ve ıslâhın her vakit akamete dûçar edilmesinden ileri gelmektedir…”255 Makalede, tedris usulünden yakınan yazar, hiçbir zaman ortaçağ mahsulü usullerle müfessir, fakih veya âlim yetiştiremeyeceklerini; mevcut usullerin buna zaman tanımadığını anlatmaya çalışmıştır. Durumdan kendilerinin de memnun olmadığını 253 Asitaneli Niyazi vd. “İştirâk-ı Efkar”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 243, İstanbul, 8 Mayıs 1913, s. 147. 254 M. Satvet, “Islah-ı Medaris Talebi Hakkında”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 245, İstanbul, 22 Mayıs 1913, s. 184. 255 Dârendeli Mehmed Seyyid vd., “İ’tirâf ve İşhâd”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: IX, Sayı: 233, İstanbul, 27 Şubat 1913, s. 430. 164 ifade eden yazar, buna engel olmaya güçlerinin yetmediğini, terakki ve ıslah için çabalamalarına rağmen her zaman akamete uğratıldıklarından şikâyet etmiştir. 3-Uygulamaya/pratiğe imkân vermemesi: İslamcı aydınlar mevcut eğitim usûlünün uygulamaya ve pratik yapmaya imkân vermediği üzerinde durmuş; eğitim metodunun teorik öğretimin yanı sıra uygulamaya da yer vermesi gerektiğini belirtmişlerdir. Mehmed Emin bunu Sebilü’r-Reşad mecmuasında yazdığı makalesinde “…Ders programlarında tatbikât-ı fenniyye, mümâresât-ı bedeniyye ve münâkaşât-ı ilmiyyeye de vâsi’ mevki’ler verilmelidir…” şeklinde ifade ederek fen derslerinde uygulamalı bir usûlün izlenmesini, bedenin çalıştırılmasını, dini ilimlerin de münazara yoluyla tartışılmasını kısacası derslerde ugulama yapılmasını dilemiştir.256 Konu ile ilgili M. Şemseddin ise, “…Elde edilmesi uzun müddete mütevakkıf olan bir fennin yalnız nazariyât-ı esâsiyyesini tedris ederek aksâm-ı fer’iyyesini amelî bir surette göstermek daha muvâfıktır…”257 diyerek pratik yapmanın talebenin öğrenim süresini kısaltıp kolaylaştıracağını ifade etmiştir. Bu durumu Mehmed Akif Ersoy da iki mısra ile açıklamış ve şu şekilde ifade etmiştir: “…Nazariyyâta boğulmakla geçen ömre yazık; Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık...” 258 Mehmed Akif Ersoy bu sözlerle uygulamanın önemi ve kıymetine işaret etmiş, pratiğe ve uygulamaya önem vermeyen bir usul ile gerçekleşen derslerin zaman kaybı olduğu üzerinde durmuştur. O ayrıca Sebilü’r-Reşad mecmuasında yazdığı makalesinde konu ile ilgili şu hususu dile getirmiştir: 256 Mehmed Emin, “Müslümanlığı Diriltecek Müesseseler I”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı: 296, İstanbul, 14 Mayıs 1914, s. 176. 257 M. Şemseddin, “Ta’lim ve Terbiyenin Prensipleri”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: IX, Sayı: 209, İstanbul, 5 Eylül 1912, s. 209. 258 Ersoy, Safahat, s. 169. 165 “…Yalnız emrâz-ı dâhiliyye kitapları okumakla hekimlik edilemeyeceği gibi beş on ictimâ’i eserin sayıp dökdüğü nazariyelerle de bir millete rehberlik edilemez…Nitekim edilemedi…Hâlâ da edilemiyor!...”259 Akif bu ifadesi ile sadece kitap okumakla edinilecek bilgi ile hekim de rehber de olunamayacağını ifade etmiş; uygulama yapmaya da ihtiyaç olduğunu dile getirmiştir. Bu konuda aynı görüşte olan M. Salih Vecdi, düşüncelerini Sebilü’r-Reşad mecmuasında “Mükâlemât ve Temrînat-ı Arabiyye Dersi” (Konuşmalar ve Tekrarlanarak çalıştırılmalar yapılan Arapça Dersi) başlığı ile ele almıştır. O, mevcut usulün yanlışlığı hakkındaki fikirlerini Arapça lisan eğitimi üzerinden ifade etmiş; Arapçayı hakkıyla öğrenebilmek için medrese programına konuşma ve pratik yapacak derslerin eklenmesinin önemini ve faidelerini şu şekilde belirtmiştir: “… Hem de bundan edeceğimiz istifâde pek azîm olacaktır. Evvelâ; bu usûl ile Lisânı-ı Arab tahsîl olunduktan sonra pek çok lügat hafızaya alınmış olacağından ilmî, fennî, ahlâkî, felsefî, tarihî ne kadar âsâr-ı Arabiyye var ise kolayça anlayabiliriz. Çünkü bu gibi âsâr, elimizdeki kavâid kitaplarında olduğu gibi dâima aynı kelimelerin tekerrürüyle hâsıl olan örfî bir lisân ile yazılmayıp hâlis Arapça ile yazılmıştır…”260 Salih Vecdi, medreselerde mevcut dil eğitiminde usul değiştirilip pratiğe önem verildiği takdirde öncelikle Arapça dili kısa sürede öğrenilecek sonra diğer pek çok dil hafızaya alınacak görüşünde olmuştur. O bunun yanında Arapça yazılan ilmi, ahlaki, felsefi ve tarihi pek çok kitabın da kolayca anlaşılacağını; mevcut eğitim açığının telafi edileceğini ifade etmiştir. 4-Ahlak ve terbiye üzerinde yeterince durmaması: İslamcı aydınlar, talebelerin ahlak ve terbiyesi konusunda da tedris usulünün etkili olduğunu düşünmüşlerdir. M. Şemseddin, Sebilü’r-Reşad mecmuasında yazdığı makalesinde eğitmenlerin kendi şahsi usulleriyle değil önceden belirlenmiş ortak prensiplerle muayyen bir sistem 259 Mehmed Akif, “Tenkîd ve Takrîz: Zulmetten Nûra”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 245, İstanbul, 22 Mayıs 1913, s. 187. 260 M. Salih Vecdi, “Mükâlemât ve Temrînât-ı Arabiyye Dersi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 261, İstanbul, 11 Eylül 1913, s. 5. 166 içerisinde oluşturulan usullerle eğitim vermesi gerektiğini savunmuştur. 261 O makalesinde “…Yetiştirilecek gençler -ki âtiyen mukadderât-ı vatan kendilerine tevdî’ olunacaktır” âguş-ı maderden i’tibaren nevâmis-i tabiiyyeden müstahrec bir usûle tatbikan metîn ve esaslı bir terbiye-i fikriyye alamazlarsa istikbalden intizar edilen tatlı ümniyeler bir serâb halini alır…”262 diyerek medreselerde talebelerin ahlak ve terbiyelerine katkı sağlayacak bir tedris usulünün uygulanmasını istemiştir. Said Halim Paşa da aynı görüşte olmuş; mevcut usûlün ahlak ve terbiyeye yeterince yer vermediğinden ıslah edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. O, bu metotla yetişen gençlere sadece bilime ve akla uygun olan şeylere uymaları gerektiği söylendiği için onların ahlak ve terbiye açısından eksik kaldıklarını belirtmiştir.263 Bunun neticesinde sadece yeni zihniyet ve fen üzerine bina edilen bu usûl kısır bir taklitten ibaret kalmış; alınan olumsuz neticeden dolayı itibardan düşmüştür. Medrese talebelerinden Edhem Ruhi Sebilü’r-Reşad mecmuasında yazdığı makalede yetkilere seslenerek sitem etmiş ve “…Yazıklar olsun, görmüyorsunuz, görmeye vaktiniz olmuyor: Bir maksad-ı ulvî için te’sis edilen medrese binâları birer tenbelhâne olmakdan başka ahlâksızların melce’-i makarrı olmuştur…”264 diyerek o dönem talebelerin içerisinde bulunduğu durumu ortaya koymuş; tedris usulünün ahlak ve terbiye üzerinde yeterince durmadığından yakınmıştır. Özetle İslamcı aydınlar; medreselerde uygulanan eğitim metodunu zaman kaybına neden olduğu, uygulama yapılmadığı ve eğitime yön verecek kişileri yetiştirmediği gibi nedenlerden dolayı eleştirmişlerdir. Bunun yerine onlar yetkililerden ezberleme yolu ile değil bilginin içselleştirilerek alınacağı bir metot geliştirmelerini istemişlerdir.265 Ayrıca eğitim metodunun İslami terbiye vermesi, zamanın 261 M. Şemseddin, “Ta’lim ve Terbiye Esâsları”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: VIII, Sayı: 208, İstanbul, 29 Ağustos 1912, s. 497. 262 M. Şemseddin, a.y 263 Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, s. 112. 264 Edhem Ruhi, “Talebe-i Ulûmun Feryâdları”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 246, İstanbul, 29 Mayıs 1913, s. 201. 265 Mehmed Atıf, “Tabakât-ı Müctehidîn”, s. 143; Said Halim Paşa, a.y. 167 ihtiyaçlarına uygun olması ve bilgiyi davranış hâline getirecek şekilde uygulanması gerektiği yönünde görüş bildirmişlerdir. 2.5.4. Medrese Mensupları ve Talebeleri Bir toplumun eğitim kurumlarından bahsederken o kurumları oluşturan devlet yönetimi, idareci, eğitimci kadrosu, öğrenci topluluğu vb. faktörleri göz önünde bulundurmak ve bunları eğitim kurumlarından ayrı düşünmemek gerekmektedir. Hüseyin Atay, eğitim sistemini etkileyen faktörler arasında en başta devlet idaresi olduğunu ifade etmiş; bunu zincirleme olarak ilmî müesseselerin, medrese hocalarının ve talebelerin takip ettiğini belirtmiştir.266 Söz konusu bu kadroların kaliteli bir eğitim öğretim sürecini gerçekleştirebilmesi için görevlerini hakkıyla yerine getirmesi ve üzerlerine düşen sorumluluğu aksatmadan sürdürmesi gerekmektedir. Daha önce belirtildiği üzere medreselerin son döneminde bu kurumlardaki tedrisatın devamını sağlayacak müderrisler yetiştirilmemiş, gereken istihdama önem verilmemiştir. Bunun sonucunda medreselerde eğitim aksamış, yetersiz müderrisler yetersiz talebeleri yetiştirmiş, daha sonra bu talebeler hocalarının yerini alarak gerileme ve bozulmayı daha da hızlandırmıştır.267 Sırat-ı Müstakim mecmuasında bu konuya değinen M. Şemseddin, medreselerde görev alan müderrislerin ve ilim gören talebelerin etkisini kastederek medreselerin Devleti ihya edebilecek ya da Devleti geriye götürebilecek kadar büyük bir etkiye sahip olabileceğinin altını çizmiş ve şöyle demiştir: “…Denilebilir ki devletin izdiyâd-ı şevketine, teâli-i satvetine rehber olan müterakkî medreseler olduğu gibi inkırâz ve felâketini intâc eden de yine mütereddî medreseler olmuştur.”268 M. Şemseddin’in belirttiği bu etkinin hangi eksende tanımlandığını anlayabilmek adına çalışmamızın bu bölümünde ağırlıklı olarak İslamcı aydınların medrese müderrisleri ve talebeler hakkında yazılarıyla ortaya koydukları fikirleri üzerinde durulmuştur. Bu anlamda müderrisler ve talebeler ayrı iki başlık hâlinde ele alınmıştır. 266 Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1983, s. 138. 267 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler, s. 72. 268 M. Şemseddin, “Medreselerin Islahı Hakkında İtiraf ve İşhadçılara” Sebilür-Reşad, Cilt: X, Sayı: 238, 3 Nisan 1913, s. 64. 168 2.5.4.1. Müderrisler Osmanlı medrese eğitim sisteminin işleyişini mümkün kılan ana faktörlerden biri müderrisler olmuştur. Genellikle medreselerde yetişen ve ağırlıklı olarak İslami ilimler üzerine eğitim gören müderrisler; talebenin eğitimini, ders kaydını, medresedeki inzibatı ve gündelik hayatı takip ederek medreselerde asıl önemli vazifeyi üstlenen kişiler olmuştur.269 Medreselerin ilk dönemlerinde müderrislik görevine gelebilmek için usûl gereği pek çok aşamadan geçilmesi gerektiği için o dönem müderrisler ehliyetli kişilerden meydana gelmiştir. Ancak XVI. yüzyılın sonlarından itibaren medreselerin alt kadrolarındaki sayısal artış, sistemin hantallaşmasına neden olmuştur. Ayrıca ulema arasında kayırmacılık ve husumet baş göstermiş; bu da halkın müderrislere duyduğu güven ve saygının azalmasına neden olmuştur. Medreselerde görülen bu kötü gidişatı önlemek ve eğitimi yeniden düzenlemek için zikredilen dönemden itibaren ıslah çalışmaları yapılmaya başlanmıştır.270 Bu ıslah çalışmalarında hedef hem medreselerin eğitimini hem de eğitimci kadrosunu önceki dönemlerde olduğu gibi başarılı ve iyi hâle getirmek olmuştur. Bu nedenle eğitimde ıslah çalışmaları yapılırken müderrisleri de kapsayan fermanlar çıkarılmıştır. Ancak yapılan ıslahatın ve çıkarılan fermanların bir süre sonra yürürlükten kalktığı ve gerilemenin tekrar yaşanmaya başladığı görülmüştür.271 Bunun sonucunda müderrisler hak etmedikleri makamlara getirilmiş ve ders okutulamayacak kadar kötü durumda olan medreselere dahi tayinleri yapılmıştır.272 Ayrıca rüşvetle atamaların yapılması, müderrislerin derse gelmemeleri ve ders verecek yetenekte olmamaları vb. durumlar yaşanan sıkıntılar arasında yer almıştır.273 II. Meşrutiyet Dönemi’nde benzer sıkıntılar devam etmiş; İslamcı aydınlar müderrisleri bazı açılardan medreselerin içerisinde bulunduğu olumsuz durumun 269 Kenan Yakuboğlu, Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi, İstanbul, Gökkubbe Yayınları, 2006, s. 85; Ahmed Cevdet Paşa, Ma’rûzât, Yayına Hazırlayan: Yusuf Halaçoğlu, İstanbul, Çağrı Yayınları, 1980, s. 109; İpşirli, “Medrese”, s. 331. 270 Er, Medreseden Mektebe Geçiş Sürecinde Darülhilafe Medreseleri, s. 13. 271 Er, a.y. 272 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler, s. 72. 273 Cevat İzgi, Osmanlı Medreselerinde İlim Riyazi İlimler 1, İstanbul, İz Yayıncılık, 1997, s. 47. 169 nedenleri arasında görmüşlerdir. İslamcı aydınlar ayrıca müderrislere medreselerin ıslahı için bir an evvel harekete geçilmesi konusunda uyarılarda bulunmuş; onların bu kurum üzerindeki sorumluluklarını hatırlatmışlardır. Onların medrese müderrisleri konusunda üzerinde durdukları bu noktaları daha anlaşılır kılmak adına konu üç ayrı alt başlık hâlinde; müderrislere yönelik eleştiriler, müderrislere yönelik uyarılar ve müderrislere yükledikleri sorumluluklar şeklinde ele alınarak açıklanmaya çalışılmıştır. a. Müderrislere Yönelik Eleştiriler II. Meşrutiyet Dönemi’ndeki İslamcı aydınlar müderrisleri kendilerini yetiştiremedikleri, eğitime dair yenilik yapamadıkları, ilmî gerilikten kurtulamadıkları vb. sebeplerden dolayı eleştirmişlerdir. Zira onlara göre müderrisler; ilim ve marifet yolunda hizmet eden, Müslümanlara rehberlik yapan, üstlendikleri görevi hakkıyla yerine getiren kişiler olmalıdır.274 İslamcı aydınlar, müderrislerin zikredilen hususların aksine bir durum içerisinde olmasından ötürü sadece eğitimin değil tüm Müslümanların olumsuz yönde etkilendiğini düşünmüş ve müderrislerin durumunun iyileştirilmesi ile ilgili bir an evvel harekete geçilmesi gerektiğini yazılarında belirtmişlerdir.275 Filibeli Ahmed Hilmi, konuyla ilgili olarak müderrislerin İslam toplumunu yeniden güçlendirecek fikirler ortaya koyamadıklarını ileri sürmüş; bunun sebebi olarak da onların eskimiş bilgileri bir kenara bırakamayışlarını göstermiştir. O, bu durumun önüne ancak eğitimde Avrupa’yı yakalayacak görüşe ve donanıma sahip ulema yetiştirildiği takdirde geçileceğine inanmış; böyle ulemanın yetişmesi için de en az yarım yüzyıl beklenmesi gerektiğini ifade ederek şöyle demiştir: 274 Abdürreşid İbrahim, “Ahval-i Müslimin ve Ulema Hakkında: Bursa’da İlmiye Kulübünde”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 87, 5 Mayıs 1910, s. 152-154; Hüseyin Hazım, “Talebe-i Ulûm İhvanımızla Hasbihal”, Beyanü’l-Hak, Cilt: III, Sayı: 62, 30 Mayıs 1910, s. 1249; Kazanlı Halim Sabit, “Ulema ve Avam”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 48, 5 Ağustos 1909, s. 342; Abdürreşid İbrahim, “Ahval-i Âlem-i İslam Hakkında”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 85, 21 Nisan 1910, s. 119; Mustafa Sabri, “Beyanü’l-Hak’ın Mesleği”, Beyanü’l-Hak, Cilt I, Sayı: 1, 5 Ekim 1908, s. 2-4. 275 Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, s. 235; Abdürreşid İbrahim Efendi, “Ahval-i Âlem-i İslam Hakkında I”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 84, 14 Nisan 1910, s. 105. 170 “… Onlar, insan bilgisinin bugünkü derecesine ve şimdiki ilmin kuvvet ve tesirine vâkıf bulunmadıkları için hâl-i hâzırı tahlil ve muhakemede acz gösteriyorlar. Bu gaflet, o derece derindir ki zavallılar, sekiz yüz veya bin sene evvel söylenilen bir fikrin yaşatılmasını, bugünkü İslâm topluluğunu diriltecek bir fikre katılmayı, daha faydalı, İslâm için daha yararlı sanıyorlar…”276 Filibeli Ahmed Hilmi bu sözleriyle müderrislerin, asırlar önceki fikirleri yaşatmanın İslam için daha yararlı olacağına inandıklarını ancak bulundukları zaman diliminde mevcut toplumu diriltecek çalışmalar içerisinde olmaları gerektiğini söyleyerek müderrislerin hatalı bir bakış açısına sahip olduklarını ifade etmiştir. Halim Sabit de bu konuda aynı fikirde olduğunu Sırat-ı Müstakim mecmuasında “Ulema ve Avam” başlıklı bir makale yazarak göstermiş; müderrislerin çağın gerektirdiği bilgiyi ve ilmi alamadıklarından, eğitimde nakilciliği ön planda tutarak akıllarını işletemediklerinden, güncel konuları tahlil ve muhakeme etmede zorlandıklarından bahsetmiştir.277 Sırat-ı Müstakim mecmuasında yazılan ve M.N.D. imzasıyla yayımlanan bir yazıda ise “…Cami ve medreselerde senelerce baş sallayarak icâze alanlar şimdiye kadar ne öğrendi, ne öğretti?...” denilerek müderrislerin eğitim alamadıkları için eğitim verebilecek bir donanıma da sahip olamadıkları ortaya konmuştur.278 İslamcı aydınlar ayrıca müderrislerin İslam’ın hedef olduğu tehlikeleri göremediğinden ve bu tehlikeleri ortaya çıkaran nedenleri anlamaktan âciz olduklarından bahsetmişler; geldikleri noktada halkı irşad etme beklentilerinden ziyade onların buna muhtaç olduklarını belirtmişlerdir.279 Müderrisler konusunda Mehmed Akif Ersoy da görüşlerini bildirmiş; yazdığı bir şiirinde eski dönemlerdeki müderrislere işaret ederek gelinen noktayı göstermeye 276 Ahmed Hilmi, İslam Tarihi Hz. Peygamber’den Zamanımıza Kadar, s. 644. 277 Kazanlı Halim Sabit, “Ulema ve Avam (maba’d)”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 49, 12 Ağustos 1909, s. 355-358. 278 M.N.D., “Zavallı İslamiyet!”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: VII, Sayı: 159, 21 Eylül 1911, s. 41. 279 Ahmed Hilmi, İslam Tarihi Hz. Peygamber’den Zamanımıza Kadar, s. 644; Halim Sabit, a.y.; M.N.D., “Zavallı İslamiyet!”, s. 41 171 çalışmıştır. O, müderrislerin içerisinde bulunduğu olumsuz durumu ve bunun nedenlerini şu mısralarla dile getirmiştir: Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü. Hadi göster bakayım şimdi de İbnü’r-Rüşdü? İbn-i Sinâ niye yok? Nerede Gazâlî görelim? Hani Seyyid gibi, Râzi gibi üç beş âlim? En büyük fâzılınız: Bunların âsârından, Belki on şerhe bakıp, bir kuru maʻna çıkaran. Yedi yüz yıllık eserlerde bu dînin hâlâ, İhtiyacâtını kābil mi telâfi? Asla. Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı, Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı. Kuru daʻva ile olmaz bu, fakat ilim ister; Ben o kudrette adam görmüyorum, sen göster? Koca ilmiyeyi aktar da bul üç tane fakih: Zevk-ı fıkhîsi bütün, fikri açık, ruhu nezih? Sayısız hadise var ortada tatbik edecek; Hani bir tane “usûl” âlimi, yâhu, bir tek? Böyle avare düşünceyle yaşanmaz heyhât, “Mülteka” fıkhınızın nâmı, usûlün “Mir’ât”.280 Mehmed Akif Ersoy, eski dönem medreselerde yetişen âlimleri hatırlatarak onların bu dönemde neden yetişmediğini sorgulamış; müderrislerden güncelliğini kaybetmiş eserleri bırakıp zamanın faydasına olan eserleri okutmalarını, medreseyi ıslah etmek için çalışma yürütmelerini istemiştir. M. Şemseddin de benzer görüşlere sahip 280 Ersoy, Safahat, s. 378. 172 olduğunu Sebilü’r-Reşad mecmuasında yazdığı makalesinde dile getirmiştir. O, “…Her hususta millete rehber olmaları icâb eden müderrisîn-i kiram, acaba niçin el birliğiyle medârisin ıslâhı esâslarını ve ders programlarını kararlaştırarak esbâb-ı mûcibeli bir lâyihaya leffen Ders Vekâletine takdim ve tatbikini talep etmediler ve etmiyorlar?!..” diyerek her bireyin bulunduğu makam ve mevkiye göre elinden geldiğince medreseler için sorumluluk almasını istemiştir.281 Kısacası İslamcı aydınlar, yaptıkları bu eleştiriler ile müderrislerin kendilerini sorgulamalarını istemiş; içinde bulundukları olumsuzluğun nedenlerini görerek harekete geçmesini arzu etmiştir. b. Müderrislere Yönelik Uyarılar İslamcı aydınlar müderrislere yönelik eleştirilerin yanı sıra onlara bu gidişatın medreseler açısından hayır getirmeyeceğini ifade etmiş; gelecekte olabilecek muhtemel olumsuzluklara karşı uyarılarda bulunmuşlardır. Seyyid Bey o dönem yazdığı eserinde bazı müderrislerin gerçeği göremediklerini ifade ederek bunun farkına vardıklarında harekete geçilmek için geç kalınmış olacağını şöyle ifade etmiştir: “…Evet, bilirim, memleketimizde âlim geçinen bir takım cahil ve hakāik-i şerʻiyeden külliyen gāfil ashab-ı taassub vardır ki taassub onların iliklerine işlemiş ve kalblerinin en derin köşelerine kadar kök salmış olduğundan onlar bizim sözlerimizi teslim etmezler… Lâkin korkarım ki onlar takdir ve tasdik edinceye kadar hükûmet, ilcâ-i zaruretle Avrupa kanunlarını bi’t-tercüme tatbike mecbur olacaktır. Nitekim ticaret, ceza ve usûl-i muhâkeme kanunlarını o suretle yapmıştır. İşte o zaman gözler açılacak ve pek acı nedâmetler hissedilecek ama iş işden geçmiş olacaktır…282 Seyyid Bey, âlimlerin gaflet ve taassup içerisinde bulunduklarından dolayı bu konudaki sözlere kulak asmadıklarını ve yapılan eleştirileri duymadıklarını ifade etmiş; bu kişilerin kendilerine hak verecekleri zaman geldiğinde ise çok geç kalınmış 281 M. Şemseddin, “İ’tiraf ve İşhâd Makâlesi Münasebetiyle”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: II-IX, Sayı: 52- 234, 6 Mart 1913, s. 450. 282 Mehmet Seyyid, Usûl-i Fıkıh Medhal, Yayına Hazırlayan: Selçuk Camcı, İstanbul, Akademi Yayınları, 2011, s. 286. 173 olacağı uyarısında bulunmuştur. Zira ona göre bu âlimlerin çalışmaması yüzünden Devlet, Avrupa kanunlarını tercüme ederek yürürlüğe koymak durumunda kalacak, böyle bir durumda ise yaşanan sadece acı bir pişmanlık olacaktır. M. Şemseddin de müderrisleri uyaranlar arasında olmuş; “…Kendi dimâğlarını - bilmeyerek- ilim nâmına senelerce vehmiyyâtla uyuşturanlardan bugün acı acı şikâyet edenler; vahâmeti bilerek aynı yolu takip ederlerse nesl-i müstakbel huzurunda daha ağır ithamlarla mahkum olmazlar mı?...” diyerek müderrislerin şikâyet ettikleri konularda kendileri de bir ıslah çabası içerisine girmeden yol almaya devam ederlerse gelecek nesillerin onları ağır bir şekilde eleştirebileceği uyarısında bulunmuştur. M. Şemseddin aynı makalesinde medreselerin ıslahı için bazı ferdî çalışmaların yapıldığını belirtmiş ancak tüm müderrislerin topluca ıslah için harekete geçtiklerine dair hiçbir şey işitilmediğini yazarak bu konudaki üzüntüsünü belirtmiştir.283 Makalelerinde müderrisleri uyaranlardan biri de Abdürreşid İbrahim olmuş; Sırat-ı Müstakim mecmuasında yazdığı yazıda müderrislerin talebeleri yetiştirmede daha dikkatli olmaları gerektiğini belirterek konuyu şöyle ifade etmiştir: “…Birtakım havâşiler var, lüzumsuz şeyler var. Bunları hülâsa ederek, okuttuğumuz talebe ne okudu ve ne öğrendi diye tecrübe ederek taʻlime başlamalıyız. Yoksa sen sabahleyin talebeye müelliflerin kavgalarını takrir edersen, o da câmide ayaklarını uzatarak, dirseğini yastık yaparak, diğer elinde de büyük taneli tesbihi şakırdatarak beyne’n-nevm ve’l yakaza o makamlı takriri uyku nağmesi gibi dinler; sonra oradan kalkar, medreseye gider; fodlayı yer; başka hiçbir iş yok; mübarek talebe medresede yan gelir; sonra da ahali onun duasına muhtaç…”284 Abdürreşid İbrahim bu sözlerle talebelerin yetiştirilmesinde hocaların üzerine düşenleri yapmadığı takdirde talebenin geleceği noktayı tasvire çalışmıştır. Yazısının devamında ise hocaların talebelere güzel fikirler verdikleri, güzel eserler okutarak 283 M. Şemseddin, “İtiraf ve İşhâd Makâlesi Münasebetiyle”, s. 450. 284 Abdürreşid İbrahim, “Ahval-i Müslimîn ve Ulema Hakkında: Bursa’da İlmiye Kulübünde (mabaʻd)”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: IV, Sayı: 88, 12 Mayıs 1910, s. 175-178; Ersoy, Safahat, s. 351. 174 eğittikleri takdirde hem kendilerine hem de Müslüman ahaliye faydalı olacaklarını belirtmiştir.285 En genel anlamda İslamcı aydınlar yazdıkları makalelerde müderrislere seslenerek halkın onların vasıtasıyla dini, ilmi öğreneceğini belirtmişler; onlara üstlendikleri müderrislik görevinin sorumluluğunu hatırlatmışlardır. Ayrıca İslamcı aydınlar, müderrislerin Müslüman halk üzerindeki etkileri ile onların hayatındaki yeri ve değeri üzerinde durmuş; yaptıkları görevin önemini onlara hatırlatmışlardır. 286 Bu anlamda onlar müderrisleri çeşitli konularda uyarmışlar; harekete geçmedikleri takdirde Devletin Avrupa kanunlarını getirip uygulamaya koyacağı, talebelerin eğitimi umursamadan mezun olacağı ve kimseye fayda sağlamayacağı tüm bunların neticesinde ise gelecek nesillerin onları suçlayacağı vb. uyarılarda bulunmuşlardır. c. Müderrislerin Sorumlulukları İslamcı aydınlar, müderrislere yönelik eleştiri ve uyarılarını paylaşırken aynı zamanda onların medreseler üzerindeki etkilerine de değinmişlerdir. Zira II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcı aydınlar, müderrislerin medreselerin kötü gidişatından sorumlu olduğunu düşünmüş, bunun yanı sıra onları medreselerdeki bu kötü gidişatı sona erdirecek önemli faktörlerden biri olarak görmüşlerdir. Müderrislere çok iş düştüğünü, onların eskiden olduğu gibi Bedreddin Simâvi, Ali Kuşçu, Gelenbevi vb. bilgin kişileri yetiştireceğine ve medreselerin eski iyi günlerine yine onların elleriyle kavuşacağına dair vurguda bulunmuşlardır.287 İslamcı aydınlar medreselerin harap bir hâlde olduğundan bahsetmişler; müderrislerin bu kurumların ıslahında herkesten daha fazla sorumlu olduğunu ve herkesten önce harekete geçmeleri gerektiğini ifade etmişlerdir.288 İslamcı aydınlara göre İslam dininin müdafaası ve muhafazası müderrisler üzerine vacip olduğundan halkın dinî 285 İbrahim, a.y. 286 M. Şemseddin, “İtiraf ve İşhâd Makâlesi Münasebetiyle”, s. 448. 287 Muhammed Abduh, “Ataletin İntac Ettiği Fenalıklar I”, Çev. Mehmed Akif Ersoy, Sırat-ı Müstakim, Cilt: I, Sayı: 26, 18 Şubat 1909, s. 411-413; H. Sabit, “Mecelle Cemiyeti Hakkında Bir Muhtıra-i Âcizane”, s. 131; M. Şemseddin, “Osmanlılar Ulûm-u Fünuna Hizmet Etmesin mi?”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 239, 10 Nisan 1913, s. 81. 288 Mustafa Satvet, “Medreselerimiz Hâlâ Bir Yoluna Konmadı”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: IX, Sayı: 211, 19 Ağustos 1912, s. 54. 175 bilgiyi edindiği âlim, vaiz ve mürşidleri yetiştiren bu kurumun muhafazası da onlar üzerine vacip durumdadır.289 Ancak II. Meşrutiyet Dönemi’nde bu bilinçten uzak müderrisler olmuş; bunlardan bir kısmı cehalet ve taassuba saplanıp kalmışken bir kısmı da asırlardan beri süregelen bir sistemi değiştirmeye cesaret edememiş veya alışkanlıklarından kurtulamamıştır.290 Mustafa Satvet, İslam Dünyası mecmuasında yazdığı makalesinde böyle düşünen müderrislerin bir kısmının eğitimsiz, bilgisiz kısacası cahilliklerine rağmen müderris olduğunu; bir kısmının da kendini bilgili biri gibi tanıtıp müderrislik yaptıklarını belirtmiştir. Bunun sonucunda her iki kesimin de sadece medreseleri değil bütün cihandaki Müslümanları sefalete sürüklediğini ifade etmiş; onların medreselerin ıslahı ile ilgilenmedikleri, onları zamanın gerektirdiği şartlara uyarlamadıkları takdirde gidilen yolun uçurum olduğuna işaret etmişlerdir.291 M. Şemseddin; Sebil’ür-Reşad mecmuasındaki yazısında bu kişilerin medreselere nasıl zarar verdiklerini, “…Hakikati bilâ-tereddüd söylemek lâzım gelirse iʻtirâf etmelidir ki üç dört asırdan beri Osmanlı Müslümanlarını, hattâ aktâr-ı cihâna dağılmış bütün millet-i İslamiyyeyi elîm sefâletlere, fecî inkırâzlara sürükleyen eşhâsdan bir kısmı hiç okumadıkları hâlde medreseye intisâb daʻvâsında bulunmuşlar, kisve-i ilmiyeye bürünerek efkâr-ı nâsa cehâlet ve felâket tohumları neşr etmişlerdir...”292 sözleriyle ifade etmiştir. İslamcı aydınlar bu durumun önüne geçebilmek için atanacak müderrislerin iltimas ve hatırla değil görevi hakkıyla ifa edecek şekilde vazifelendirilmelerini istemiş; “İşe adam bulmalıyız, adama iş değil.” fikrinde olmuşlardır.293 İslamcı aydınların bu görüşlerine katılan ve onlar gibi düşünen müderrisler de olmuş; medreselerin bütün yönleri ile çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi 289 Demirhisarlı Hafız Hüseyin, “Ulema-yı İslamın Mevki-i Siyasisi”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 158, 6 Mayıs 1912, s. 2798-2799; Nasuh Efendizade A. Hayri, “Hakikatten Vazgeçmem”, Beyanü’lHak, Cilt: IV, Sayı: 94, 23 Ocak 1911, s. 1758. 290 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler, s. 75. 291 Satvet, “Medreselerimiz”, s. 54; A. E., “Ulema-i Kiram ve Haysiyet-i Makam”, İslam Dünyası, Sayı: 17, t.y., s. 262. 292 M. Şemseddin, “Medreselerin Islahı”, s. 64. 293 Antebi Edip, “Talebe İstirhamından”, Beyanü’l-Hak, Cilt: V, Sayı: 113, 5 Haziran 1911, s. 2076. 176 gerektiğine inanmışlardır. Hatta bu düşünceye sahip olan, medreselerin son durumundan memnun olmayan ve ıslah edilmeleri hususu üzerinde ısrarla durulması gerektiğine inanan Beyazıt Medresesi müderrislerinden on kişilik bir grup 1913 yılında Sırat-ı Müstakim mecmuasında itiraf niteliğinde bir beyanatı şöyle ifade etmişlerdir: “…İʻtirâf edelim ki: Millet bizden şu devr-i hürriyette pek çok fedâkârlıklar, yararlıklar beklerdi; lâkin şurasına işhâd edelim ki: Biz düştüğümüz girdâb-ı akāmetten, şu Kurûn-ı Vustâ programını taʻkîbden bir kere kurtarılalım, o vakit milletin kalbinin en derin köşelerinde ne kadar arzû-yı dîndârâne, ne kadar âmâl-i terakkî-perverâne var ise hepsinin istihsâline kudret-i Samedâniyye’nin bize bahşettiği kuvvetin müsâid olduğu hudûdun son derecesine kadar çalışırız.”294 Bu beyanatı hazırlayanlar, medreselerin kötü durumda olduğunu ve kurtulabilmesi için müderrislere çok iş düştüğünü kabul etmiş ancak ilk adımın Devletten gelmesini ve mevcut programı değiştirmesini istemişlerdir. Ne var ki İslamcı aydınlar, müderrislerin Devlet idaresini sorumlu göstererek üzerlerinde bulunan sorumluluktan bu kadar kolay sıyrılamayacaklarını düşünmüşlerdir. Bu konuda M. Şemseddin, müderrislerin bu bildirgesinden sonra bir yazı yazmış ve makalesinde müderrislere cevaben şu ifadeleri kullanmıştır: “…Fakat mes’ûliyetin büyük bir kısmının salâhiyetdâr mercie âid olması, müderris efendileri tamamen kurtarır mı? Müderris efendiler müttehiden ihtiyâcât-ı hâzıraya göre bir program tertîb ve îcâb eden kitapları intihâb ederek terdrîsâta başladılar da rûh-ı teşebbüsten âzâde salâhiyetdâr makāmâttan mümânaat mı gördüler? Gerçi ferdî teşebbüslere dair matbuât sütûnlarında bazı mülâhazâta tesâdüf edildi. Fakat bütün müderrisîn-i kirâmın müttehiden bu işi düşündüklerine dair maatteessüf hiçbir şey işitilmedi…”295 294 Mehmed Seyyid vd., “İtiraf ve İşhâd”, s. 429. 295 M. Şemseddin, “İtiraf ve İşhâd Makâlesi Münasebetiyle”, s. 448 177 İslamcı aydınlar, medreseler konusunda öncelikle müderrisleri sorumlu gördüklerinden onların bir an evvel harekete geçmesini istemiş; el birliği ile hareket ettikleri takdirde Devletin de desteğini alacakları görüşünde olmuşlardır. Bunun için Sebilü’r-Reşad mecmuasında Terbiye ve Ta’lim başlığı altında “Ulemada Hareket-i Fikriyye, Ulema-i İslamiyye ile Hasbihal” köşesi oluşturmuşlar ve medreselerin ıslahı konusunda müderrislerin bilgi alışverişi yapacakları bir platform oluşturmuşlardır. Ancak bu bölüm üç sayıdan ibaret kalmış; Müderris Mustafa Hakkı’nın bu köşenin amacını yazdığı ve görüşlerini paylaştığı iki makalesi296 ile Bayezid Müderrisi Hafız Mehmed Hilmi Efendinin bir makalesi297 ile sınırlı olmuştur. Sonuç olarak bu aydınlar, medreselerin eski günlerde olduğu gibi ilim ve irfan yuvası hâline gelmesi için müderrislerin gayret göstermesi gerektiğine inanmış; bunun için onlara üzerlerine düşen görevi hatırlatmışlardır. Onları uyarmışlar ve nihayetinde eleştirerek bunun gereçeklerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Müderrislerin, medreselerin ıslahına ortak olmalarını istemişler ve bunun için basın yayın organlarında onlara ayrı bir köşe oluşturarak medreselerin lehine ortak hareket etmelerini istemişlerdir. 2.5.4.2. Talebeler İslam uygarlığının yükselmesinde önemli katkıları bulunan medreselerin esas amacı talebe yetiştirmek olmuş; çoğu zaman yetişen talebe belirli eğitim aşamalarından geçtikten sonra müderris olarak medreselerde ya da devletin çeşitli kurumlarında görev yapmaya başlamıştır. Bundan dolayı Osmanlı Devleti’nin ilk devirlerinden itibaren talebeye büyük önem verilmiştir.298 Vakfiyelerden edinilen bilgilere göre 296 Müderris Aksekili Mustafa Hakkı, “Terbiye ve Ta’lim: Ulemada Hareket-i Fikriyye, Ulema-i İslamiyye ile Hasbihal”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 250, İstanbul, 26 Haziran 1913, s. 255-256; Mustafa Hakkı, “Terbiye ve Ta’lim: Müderrrisinde Hareket-i Fikriyye: Medrese Âleminde İlk Başlayan Sınıf İmtihanları”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 253, İstanbul, 17 Temmuz 1913, s. 306-307. 297 Hafız Mehmed Hilmi, “Terbiye ve Ta’lim: Müderrisînde Hareket-i Fikriyye: Medâris Mes’elesi, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 251, İstanbul, 3 Temmuz 1913, s. 273. 298 Mustafa Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, İstanbul, Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1984, s. 38; Abdürreşid, “Talebe Şâkirdan”, İslam Dünyası, Sayı: 8, 19 Mayıs 1913, s. 113. 178 talebelere iaşe verilmiş, kalacak yer sağlanmış, yiyecek ihtiyaçları karşılanmış ve maddi anlamda destek verilmiştir.299 Tanzimat’tan sonra medreselerin ihmal edilmesinin yanı sıra vakıfların zayıflaması ve gelirlerinin azalması300 ile özellikle talebeler bundan olumsuz etkilenmeye başlamıştır. Eğitim ihtiyaçları karşılanamaz hâle gelmiş, yiyecek ve barınma sorunları ortaya çıkmıştır. İçinde bulundukları ekonomik şartları iyileştirmek adına bazı talebeler ailelerinden yardım almış ancak geçimlerinin büyük bölümünü üç aylarda Müslüman halka verdikleri dinî hizmetlerden (cerr) kazandıkları oluşturmuştur. 301 Böylece ülkenin çeşitli yerlerinde imamlık, vaizlik gibi dinî hizmetleri vermeleri karşılığında para ya da erzak almışlardır. Bu durum zamanla halk nezdinde talebeleri dilenci konumuna düşürmüş; onların eleştiri konusu olmasına sebep olmuştur.302 Tüm bu olumsuzluklar içerisinde düzgün bir eğitim alamayan talebeler, medreselerdeki eğitim kalitesinin daha da düşmesine neden olmuştur.303 Talebelerin medreselerde eğitim gördükleri dönemi ve içerisinde bulundukları şartları H. Eşref Edip şu sözlerle özetlemişlerdir: “…Derse başladığı çocukluk zamanları, henüz derse çıkan hocasının harâretli takrirleri, medresede bir hücreye sahip olabilmek için geçirdiği intizar evreleri, daha sonra derd-i ma’işetle dolaştığı memleketler, düçar olduğu istiskaller; ziyâdan mahrum râtıb kubbeler, taş yuvalar içinde pişirdiği yemekler; “Adalı”nın (felite’mil)indeki vech-i te’emmülü bulmak için geçirdiği geceler, mantığın bitmez tükenmez kaiyelerine, kıyaslarına sarf ettiği ömürler, iğne ile kuyu kazarcasına istihsal edebildiği katreler, söke bildiği kaleler, sonra Tenbîhü’l- Gâfilin’den istihraca, va’za çıkmaya başladığı zamanlar, zaman zaman kömürsüz kaldığı, peynir ekmekle geçirmeye mahkum olduğu geceler, 299 Bilge, İlk Osmanlı Medreseleri, s. 39; Yücel Aktar, İkinci Meşrutiyet Dönemi Öğrenci Olayları (1908-1918), İstanbul, İletişim Yayınları, 1990, s. 14. 300 Tanzimat yıllarında evkaf hazinesi, maliye hazinesine devredilmiş, vakıflardan elde edilen tüm gelir maliye hazinesine verilmiştir. Maliye hazinesi bu gelirden sadece küçük bir miktarı vakıfların giderlerine kullanması için Evkaf Nezaretine devretmiş bu da birçok vakfın harap olmasına ve faaliyetlerini durdurmasına sebep olmuş neticede birçok müderris ve talebe daha zor şartlarda faaliyetlerini sürdürmek zorunda kalmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Zeki Salih Zengin, Tanzimat Dönemi Osmanlı Örgün Eğitim Kurumlarında Din Eğitimi ve Öğretimi (1839-1876), İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2004, s. 125. 301 Mehmet İpşirli, “Cer”, DİA, Cilt: VII, İstanbul, 1993, s. 388-389. 302 Zengin, Tanzimat Dönemi Osmanlı Örgün Eğitim Kurumlarında Din Eğitimi, s. 130. 303 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler, s. 70. 179 karlı, buzlu günlerde dersde soğuk hasırlar üstünde diz çürüttüğü zamanlar… Hasılı hep mihnetle, meşakkatle, mahrumiyetle geçen bir ömr-i perişân…”304 Edip, bir talebenin medreseye girişinden icazetname alana kadar yaşadığı tüm gelişmeleri, üstesinden geldiği zorlukları ve katlandığı meşakkatleri ifade etmiştir. Yazısının devamında ise talebenin geçirdiği zor bir sürecin ardından icazet alabildiklerini belirtmiştir. İslamcı aydınlar talebelerin yaşadığı tüm sorunları yazdıkları makaleler ile hem kamuoyuna hem de Ders Vekâletinin dikkatine sunmuşlardır.305 Bu şekilde onlar sorunların giderileceğini ve talebelerin çok daha başarılı olacağını düşünmüşlerdir. Tanzimat Dönemi’nden itibaren talebelerin karşılaştığı bir diğer sorun medreselere olan yoğun talepten kaynaklanmıştır. Artan öğrenci yoğunluğuna cevap verebilmek adına medrese dersleri camilerde yapılmaya başlanmış, böylece mekân açısından bir rahatlama sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak camiyi dolduran kalabalığın gürültüsü içerisinde dersi dinlemeye çalışan talebeler, hocalarını rahatlıkla duyamamış; dolayısıyla ders verimi olumsuz yönde etkilenmiştir. Bunlara ek olarak cami sadece medreselilere özel bir mekân olmayıp dışarıdan da katılım olduğu için dersiam ve müderrisler aynı anda ders vermek zorunda kalmışlardır.306 Bu durum zamanla hocaların da öğrenci yoğunluğuna yetmeyişi gibi bir durum meydana getirmiş; sekiz yıl süren eğitim süresi on sekiz yıla yayıldığı durumlar yaşanmaya başlamıştır.307 Neticede bu olumsuz şartlar medreselerdeki ilmî faaliyetlerin durmasına, yeterli ve kaliteli eğitim alamayan talebelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu süreç II. Meşrutiyet Dönemi’nde de devam etmiş; İslamcı aydınlar, talebelerin içinde bulunduğu bu kötü duruma karşı onların daha iyi şartlarda eğitim görmeleri 304 H. Eşref Edip, “İcazetname Cem’iyeti”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı: 297, 21 Mayıs 1914, s. 208. 305 Derviş Vahdeti, “Ders Vekili - Harbiye Nâzırı ve Talebe-i Ulûm”, Volkan Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 40, 9 Şubat 1909, s. 3; Ahmed Şirani, “Talebe-i Ulûm Efendilerinden Bir Rica”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 178, 6 Ekim 1912, s. 3123; Salih Zeki, “Talebe Kardeşlerime Bir Hitap”, Beyanü’l-Hak, Cilt: V, Sayı: 115, 19 Haziran 1911, s. 2114. 306 Akgündüz, Klasik Dönem Osmanlı Medrese Sistemi, s. 70. 307 Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), s. 325. 180 gerektiğini dile getirmişlerdir. Zira İslamcı aydınlar talebelerin sadece ilimle uğraşması gerektiğine inanmış bunu sağlamak için her türlü ihtiyaçlarının giderilmesi gerektiği üzerinde durmuşlardır.308 Bu ihtiyaçlar arasında başta talebelerin kaldıkları yerlerin düzeltilmesi, yemeklerin iyileştirilmesi ve giysilerinin temin edilmesi yer almıştır. Diğer yandan İslamcı aydınlar, talebelerin iyi bir eğitim alabilmeleri için medreselerde yaşanan talebe yoğunluğunun önüne geçilmesi gerektiğini vurgulamışlardır. Bunun gerçekleşmesi için de sınavla kabul yapılması gerektiğini belirtmişlerdir.309 Yapılacak ciddi sınavların yanı sıra hem yazılı hem de sözlü sınavların aksatılmadan sürdürülmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Konuyla ilgili M. Şemseddin, talebelere imkân verildiği takdirde medreselerin birer irfan yuvasına dönüşeceğini makalesinde şu şekilde belirtmiştir: “…Biz o kanâatteyiz ki sakîm usûllerle çarpışarak, her türlü mânialara rağmen mücerred gayret ve faâliyet-i şahsiyyeleri sâyesinde bugün ilmiyye sınıfı arasında birer necm-i ümid gibi parlayan ‘iʻtirâf ve işhâdcılar’a menşe olan medreseler ıslâh edilir; maʻkūl usûller, ihtiyâc-ı asra muvâfık ilimlerle techîz olunurlarsa çalışmaktan yılmayan telebe, az zaman zarfında liyâkatlerini gösterirler ve medreseler de hakīkī bir dâru’l-irfân hâlini alırlar…”310 M. Şemseddin bu ifadesiyle yetkililerin görevlerini yaptığı, medrese ıslahı üzerinde durduğu ve asrın ihtiyacına uygun ilimlerle donattığı takdirde, çalışmaktan yılmayan talebenin en kısa zamanda becerilerini göstereceğini ve medreseleri hak ettiği konuma taşıyacaklarını belirtmişlerdir. İslamcı aydınlar bu makalede olduğu gibi yazdıkları yazılarda talebelere önemli misyonlar yüklemiş; sahipsiz kalan medreselerin talebeler vasıtasıyla yıkımdan kurtulacağına inanmışlar ve bu doğrultuda onlara yol göstermişlerdir.311 308 Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, “Islah-ı Medâris”, s. 276. 309 “Talebe-i Ulumun Kurʻa İmtihanları”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 9, 30 Kasım 1908, s. 198; Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, “Islah-ı Medâris”, s. 276. 310 M. Şemseddin, “Medreselerin Islahı Hakkında İtiraf ve İşhâdçılara”, s. 65. 311 Şirani, “Talebe-i Ulûm”, s. 3124; Mehmed Bahaeddin, “Muhterem (Beyanü’l-Hak) Ceride-i İlmiyesine Meclis-i Mebusanda Talebe-i Ulûm Hakkında Sarf OlunanTahkir-âmiz Tabir Dolayısıyla Bir Temenni”, Beyanü’l-Hak, Cilt: V, Sayı: 105, 10 Nisan 1911, s. 1948; Alaaddin Ruhi, “Talebe Kardeşlerime”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 102, 20 Mart 1911, s. 1896. 181 Mecdüddin Konevî, Sırat-ı Müstakim’de yazdığı yazısında talebelere seslenmiş ve onlara düşen görevleri yazmıştır. Yazısında, “Ey talebe kardeşlerim, iyi düşünelim; din, vatan, millet bizden pek büyük, gayet ciddi hizmetler bekliyor.”312 diyerek talebelerden aldıkları ilmin hakkını vermeleri, bunun için de onların boş durmaması gerektiğini hatırlatmıştır. Yazar ayrıca talebelerden dine saldıranlara karşı dinî korumalarını istemiş; bunun için de gereken ilim ve fenni tahsil etmede gayret göstermeleri gerektiğini belirtmiştir.313 Talebelere yol göstermek adına diğer bir görüş Mustafa Sabri’den gelmiş; talebelere yönelik yazdığı makalede onların yüce bir mevkide bulunduğunu belirttikten sonra talebelerin eski ilimlerle birlikte yeni ilimleri de öğrenmesi gerektiğini ifade etmiştir.314 O talebelerin bu ilim ve fenlerde çok çalışmaları ve gayret etmeleri gerektiğini; onların başlarına bir sarık, üstlerine bir cübbe giyerek talebe olamayacaklarını yazmıştır. Makalenin devamında Mustafa Sabri, amacının talebeleri eleştirmek ya da rencide etmek olmadığını söylemiş; aksine taşraya gidip insanlara vaaz ve nasihatlerde bulunacakları zaman zor duruma düşmemeleri adına onlara yardımcı olmaya çalıştığını belirtmiştir. 315 Neticede İslamcı aydınlar; medrese talebeleri için eğitim sürelerinden onlara verilecek imkânlara, maddi olanaklardan medreselerin fiziki şartlarına kadar birçok konuda yapılması gerekenleri belirtmiş ve en genel çerçevede özetlenecek olursa şu taleplerde bulunmuşlardır: 1- Talebelerin maddi sıkıntı çekmeden eğitim görmelerinin sağlanması, medreselerin fiziki şartlarının iyileştirilmesi,316 2- Mevcut müfredat ve metodun revize edilmesi ile dinî ilimlerin yanı sıra talebelerin asrın gerektirdiği fenleri de görmeleri ve gündemden haberdar olması, 312 Konevî, “Şeref ve Haysiyetimizi Muhafaza”, s. 348. 313 Konevi, a.y. 314 Mustafa Sabri, “Talebe-i Ulûma”, Beyanü’l-Hak, Cilt: II, Sayı: 33, 12 Temmuz 1909, s. 765. 315 Sabri, “Talebe-i Ulûma”, s. 766. 316 Hatîb-zâde Ahmed Vasfî, ”Medâris-i İlmiyye”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 240, İstanbul, 17 Nisan 1913, s. 95-98. 182 3- En az bir yabancı dil bilmeleri, bu dilin Fransızcadan ziyade dünya üzerinde daha çok konuşulan İngilizce olması, 4- Medreseye kabul şartlarının geliştirilmesi ve sınıftaki talebe sayısının otuzun üzerine çıkarılmaması.317 İslamcı aydınlar üzerinde durdukları bu sorunları bizzat yaşayan talebelerin de düşüncelerini almak ve sorunlarını onların dilinden kamuoyuna duyurmak için onlardan gelen mektupları Sırat-ı Müstakim, Sebilür-Reşad mecmualarında yayımlamışlardır. 2.4.4.2.1. Talebe Mektupları İslamcı aydınlar, Sebil’ür-Reşad mecmuasında “Talebe-i Ulum Hareketi Fikriyye” başlığı altında talebe-i ulumdan birçok mektup aldıklarını duyurmuşlar ve bundan sonra bu mektupları yayımlayacaklarını şu sözlerle açıklamışlardır: “Geçen hafta zarfında talebe-i ulûm efendiler tarafından idârehânemize bir hayli mektuplar geldi. Muhtelif medreselerden gönderilen bu mektupların meâlinde bir vahdet görülmektedir. Fecâyi’-i ahîrenin bütün talebe-i ulûm arasında bir eser-i intibâh tevlîd ettiği anlaşılıyor. Bu taşkın, fakat dağınık cereyânları tevhîd etmek için Sebilürreşâd bu unvan ile bir sütûn tahsis etmiştir. Talebe-i ulûm efendiler tarafından gerek şimdiye kadar gönderilen mektuplar gerek ba’demâ gönderecekler tamamıyla bu sütuna derc olunacaktır. Sırası gelince Sebilürreşad da inşaâllah bu hususda beyân-ı mütâlaâtta bulunacaktır.”318 Yazıda talebeler tarafından çeşitli medreselerden çok sayıda mektup geldiği ifade edilmiş ve bu mektuplar için mecmuada özel bir bölüm ayrılacağı ifade edilmiştir. Zira İslamcı aydınlar, talebelerin gönderdiği mektuplara medrese öğrencilerinin içinde bulundukları şartların ve ruh hâlinin anlaşılması bakımından önem vermiş ve 317 Halim Sabit, “Ezherliler ile Bizim Talebe-i Ulûm”, Sırat-ı Mustakim, Cilt: II, Sayı: 46, 22 Temmuz 1909, s. 314; Sabri, “Talebe-i Ulûma”, s. 766; Müftizade, “İstanbul Medreseleri: İaşe II-“, Sebilü’rReşad, Cilt: XXI, Sayı: 546, 19 Temmuz 1923, s. 210-212; Fevzi, “Islah-ı Medâris”, s. 325; Müntesibîn-i İlmiyeden Biri, “Islahı Medâris”, s. 276. 318 “Terbiye ve Ta’lim: Talebe-i Ulumda Hareket-i Fikriyye” Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 242, 1 Mayıs 1913, s. 134. 183 yayımlamaktan kaçınmamışlardır. Mecmua ayrıca talebe-i ulûmdan İsmail Hakkı Uşakki’nin diğer talebelere yaptığı birlik çağrısını duyuran yazısını yayımlamıştır. Yazıda Uşakkî diğer medrese talebelerine şöyle seslenmiştir: “…Arkadaşlar! Vatan azîm felâketler geçiriyor, âlem-i İslâm ayaklar altında Salîb’in mülevves çizmesiyle parçalanıyor. Irz ve nâmûs-ı İslâm dünkü âzâdlılarımızın şehevât-ı melʻûnânesi karşısında ağlaya ağlaya arz-ı endâm ediyor. Doğrusu biz bunlardan herkesden ziyâde mes’ûlüz. Çünkü âlem-i İslâm nazarında büyük bir mevkīʻ işgâl eder ve nâfizü’l-kelim bulunan ulemâ-i selefin mahall-i fazîlet ve hikmetinde ârâm-nişîn oluyoruz. Bunun için ahâlî-i İslâmiyye bizim telkīnâtımızla, bizim fikrimizle perverde ve âlûde olmuştur. Bizler ise maateessüf o bîçârelerin terakkī ve tekâmülüne medâr olacak, seviye ve irfânlarını yükseltecek bir derecede bulunamadığımızdan lâzım gelen hizmet-i dîniyye ve vataniyyeyi lâyıkıyla ifâ edemedi[k]. Sanʻatın, zirâatin, ticâretin tarîkini; maʻrifet ve bilginin lüzûmunu öğretemedik…”319 Yazıda Müslümanların geldiği noktanın vehametinden bahsedilerek tüm talebenin bundan sorumlu olduğu hatırlatılmış; İslam âleminin kendilerine duyduğu ihtiyaç anlatılmaya çalışılmıştır. Bir hafta sonra Uşakkî’nin bu mektubuna Sultânahmed talebe-i ulûmundan cevap gelmiş; bütün mevcudiyetleriyle fikirlerine, azimlerine katıldıklarını ifade etmişler ve Sebil’ür-Reşad mecmuasına da şükranlarını belirtmişlerdir. 320 Yazılan bu mektupta olduğu gibi talebelerden birçok konuda mektuplar yazılmış ve içerisinde bulundukları durumu izah edilmiştir. Bu mektuplardan birinde H. Osman Niyazi, “Zavallıyız, Rûh ve Hayat İstiyoruz” başlığı ile ne kadar kötü durumda olduklarını şu cümlelerle ifade etmiştir: “…Ez-cümle senenin dokuz ayında ayda altmış yedi küsur guruş verilen paranın elbise, ekmek, aş, kitâb… Hangisini te’mîn edeceğini düşünür. Bir de 319 H. İsmail Hakkı, “Hayatımız Hakkında: Talebe-i Ulûm Arkadaşlarımla Hasbihal”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 242, 1 Mayıs 1913, s. 135. 320 Sultân Ahmet Medresesi Nâmına Âsitâneli Niyazi, Akşehirli Haşim, Eğinli Mehmet Kasım ve diğerleri, “Talebe-i Ulûm’da Hareket-i Fikriye: İştirâk-ı Efkâr”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 243, 8 Mayıs 1913, s. 147. 184 mekâtib-i leyliyyeye sarf edilen tahsîsâtı talebe-i mevcûdesine taksîm eder isek acaba yüzümüz kızarmaz mı? Çamaşır yıkamak, yemek pişirmek, çömezlik etmek gibi çekilen çileler caba…”321 Osman Niyazi, bu sözleriyle kendilerine tahsis edilen paranın yetersizliğinden dolayı geçim sıkıntısı çektiklerini ifade etmiş ve günlük işlerle uğraşmaktan çektikleri zorlukları aktarmıştır. Bu da talebenin maddi zorluklar ve gündelik işler yüzünden eğitimine ayıracağı zamanının kalmadığı anlamı taşımaktadır. Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad, İslam Mecmuası Beyanü’l-Hak, vb. mecmualarda bu ve buna benzer mektuplar yayımlanmış ve talebelerin şikâyetleri ortaya konmaya çalışılmıştır.322 Böylece talebeler bu mektuplar aracılığı ile seslerini duyurmaya ve yetkililere ulaşmaya gayret göstermiştir. Ayrıca talebelerden birçoğunun eleştirilerini kendi gerçek isimleri ve bulundukları kurum adları ile belirtmeleri onların seslerini duyurmada ne kadar kararlı ve inançlı olduklarını ortaya koymuştur. Yayımlanan öğrenci mektuplarına bakıldığında medresenin fiziki yapısı, öğretim teknikleri, müderrisler, idareciler, medrese-mektep eşitsizliği vb. hususların talebelerce zikredilen konuların başında geldiği görülmektedir.323 Mektuplar, bir bütün olarak değerlendirmek gerekirse talebenin istek ve önerilerini şu maddeler hâlinde ele almak mümkündür: 1- Talebeler, medreselerde fiziki açıdan yetersiz, sağlıksız ve tamire muhtaç binalarda eğitim görmekte; beslenme ile ilgili sorunlar yaşamakta, kalitesiz yiyecekler yemek zorunda kalmaktadır. 321 Niyazi, “Zavallıyız, Ruh ve Hayat İstiyoruz”, s. 161. 322 Osman Niyazi, “Ümid ve İntizar İçindeyiz!”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: X, Sayı: 255, 31 Temmuz 1913, s. 340; Hüseyin Hazım, “Talebe-i Ulûm İhvanımızla Hasbihal”, Beyanü’l-Hak, Cilt: III, Sayı: 62, 30 Mayıs 1910, s. 1249; Osman Nuri, “Artık Sükût Etmeyeceğiz”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 243, 8 Mayıs 1913, s. 147-148; Ali Haydar ve diğerleri, “Görmek İstemeyenlerin Nazar-ı İnsafına!”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 242, 1 Mayıs 1913, s. 135; H. Feyzi, “Medreselerin Ahvali”, Sebilü’rReşad, Cilt: IX, Sayı: 213, 3 Ekim 1912, s. 89; M. Satvet, “Islah-ı Medâris Talebi Hakkında Beyne’ttalebe Tevhid-i Mesai Lüzumu: Talebe-i Ulûm Arkadaşlarıma”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 245, 22 Mayıs 1913, s. 185. 323 İsmail Dede, “Sebilürreşad Dergisinde Medrese Öğrencilerinin Medreseyi Değerlendirmeleri”, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Çanakkale, 2006, s. 32. 185 2- Eğitim ve öğretimde yanlış metot ve uygulamalar bulunmaktadır. İʻlâl ve idğam gibi gereksiz dersler için yıllar harcanmaktadır. 3- Ders programları ağırdır ve zamanın şartlarına uygun eğitim görmemektedirler. 4- Talebeler, ilim adamı yetiştirme imkânına sahip olan medreselerden yine aynı performansı ortaya çıkarmasını istemişler; mevcut programla sadece bir köy imamı olunacağını belirtmişlerdir. 5- Son dönemdeki müderrislerin arasında ehliyetsiz kişiler bulunmakta ve ehliyetsiz şahıslar önemli mevkiler işgal etmektedir. 6- Medreselerin itibarsız hâle getirildiğini, bunun önüne geçmek için medreseleri eski ihtişamlı günlerine döndürecek ve medreselere hizmet edecek kulüpler açılmalıdır. Neticede talebelerin sorunlarla değil sadece ilimle uğraşması gerektiğine inanan İslamcı aydınlar talebelerin karşılaştığı tüm bu sorunların giderilmesi için makaleler yazmışlar; önerilerde bulunmuşlar ve mecmualarında talebelere söz hakkı tanıyarak gönderdikleri mektupları yayımlamışlardır. Zira onlar talebelerin iyi koşullarda alacakları eğitim ile daha başarılı olacaklarına, halkın gözünde yitirdikleri konumlarını yeniden kazanacaklarına inanmış; İslam dinini saldırılara karşı koruyacakları gibi medreseleri daha iyi bir noktaya taşıyacaklarını düşünmüşlerdir.324 Tüm bunların gerçekleşebilmesi için talebenin barınak, yiyecek ve giysi sorunlarının çözümlenmesini istemişler; mezuniyet sonrası istihdam sağlanması gerektiğini savunmuşlardır. Bunun için de vakıfların düzene sokularak gelirlerinden bir kısmının talebelere yansıtılmasını, talebeye maaş bağlanmasını önermişlerdir. En nihayetinde bunun için kapsamlı bir medrese ıslahatı yapılması gerektiğini belirtmişlerdirÜÇÜNCÜ BÖLÜM MEDRESELERİN ISLAHI İÇİN HAZIRLANAN RESMİ ÇALIŞMALAR VE İSLAMCI AYDINLARIN GÖRÜŞLERİ II. Meşrutiyet Dönemi’nde medrese ıslahı konusu İslamcı aydınlar tarafından yoğun bir biçimde gündeme getirilmiş; ıslah için çeşitli talepler ortaya konmuştur.1 İslamcı aydınların medreselerin ıslahı için yaptıkları bu yoğun ıslah talepleri nihayet ses getirmeye başlamış ve yetkililer, medreselerde eğitimin iyileştirilmesi ile yeni medreselerin açılması konusunda adımlar atmaya başlamışlardır. Bu adımlar arasında dört farklı ıslahat nizamnamesi yayımlanmış; Medâris-i İlmiye Nizamnamesi (26 Şubat 1910), Islah-ı Medâris Nizamnamesi (1 Ekim 1914) ve Medâris-i İlmiye Hakkında Kanun (23 Nisan 1917), Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreseleri ile Taşra Medreseleri Nizamnamesi (3 Ekim 1917) yürürlüğe girmiştir. Bu resmî ıslah çalışmalarının yanı sıra yeni medreseler kurulmuş; Medresetü’l Kuzat, Medresetü’l Mütehassısin ıslah edilmiştir. Tüm bunların yanı sıra Tevcih-i Cihat Nizamnameleri ile Medresetü’l-Vâizin, Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba ve Medresetü’l-İrşad adında medreseler eğitim vermeye başlamıştır. Çalışmamızın bu bölümünde 1908-1918 yılları arasında resmî makamlar tarafından medreselere yönelik yapılan yenilikler ve yeni açılan medreseler incelenmiş; İslamcı aydınların yapılan bu resmî çalışmalara yönelik önerileri, tepkileri ve görüşleri üzerinde durulmuştur. Çalışmamızda ayrıca resmî makamlarca yayımlanan nizamnamelerin uygulanıp uygulanmadığı konusunda ya da eksikliklerinin olup olmadığı noktasında İslamcı aydınların beyanları ele alınmıştır. Zira İslamcı aydınlar sadece yapılması gereken yenilikler üzerinde durmamış, aynı zamanda Devlet eliyle yapılan bu ıslahatın takipçisi konumunda olmuşlardır. 1 İpşirli, “Osmanlı İstanbul’unda Geleneksel Eğitim ve Ulema” s. 55. 187 3.1. Islahat Nizamnamelerinin Uygulamaya Yansımaları ve İslamcı Aydınların Görüşleri Tanzimat’tan itibaren geleneksel eğitim kurumları olarak faaliyet gösteren medreselerin içerisinde bulunduğu olumsuzluklara son verme düşüncesi ortaya çıkmamış; ne yeni bir teşkilat içerisine alınmasına ne kendi yapıları içinde düzenlenmesine ne de yeni bir sisteme adaptasyonuna dair herhangi resmî bir çalışma üzerinde durulmuştur.2 Ancak II. Meşrutiyet’ten sonra daha önce belirttiğimiz gibi medreselerin ıslahı konusunda başta İslamcı aydınlar olmak üzere bazı medrese hocaları, münevverler ve talebeler bu kurumun yeniden inşa ve ihya edilmesini istemişler; modern bir yapıya kavuşması için yoğun çalışmalar içerisinde olmuşlardır.3 Bunun sonucunda yetkililer, medrese eğitiminin iyileştirilmesine yönelik ilk adımları atmış; ıslahat için hazırlıklar başlamıştır. II. Meşrutiyet’ten sonra medreselerin ıslahı konusunda yapılan ilk teşebbüslerden biri 1909 tarihinde olmuş ve Meşihat makamında bir komisyon oluşturularak Islah-ı Medâris Encümeni kurulmuş ve bunun için bir rapor yayımlanmıştır.4 Raporda “medâris-i ilmiye programlarının ihtiyâcât-ı hâl ve zamana tevfikan tertib ve tanzimi matlub ve mültezem…” denilerek haftada iki gün toplanacak bir komisyonun oluşturulmasına karar verilmiştir.5 Yayımlanan raporda ayrıca komisyonda bulunacak isimler ve imzaları yer almış; buna göre Meclis-i Maarif Azası Babanzade Ahmed Naim, İstanbul Mebusu Mustafa Asım Efendi, Aydın Mebusu Mehmed Ubeydullah Efendi, Karahisar-ı Sahib Mebusu Kamil Efendi, Bâyezid müderrislerinden Şevketî Efendi ve Kazanlı Halim Sabit Efendi’nin çalışmada yer alacakları belirtilmiştir.6 2 Yakuboğlu, Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi, s. 252; Yaşar Sarıkaya, “II. Meşrutiyet ve Medreseler: Geleneksel Bir Kurumun Modernleşme Sürecinde Var Olma Mücadelesi”, Divan Disiplinlerarası Çalışmalar Dergisi, Cilt: XIII, Sayı: 25, 2008, s. 38; Nafi Atuf, Türkiye Maarif Tarihi Hakkında Bir Deneme, Ankara, Muallim Ahmet Halit Kütüphanesi, 1931, s. 142; İsmet Parmaksızoğlu, Türkiye’de Din Eğitimi, Ankara, Millî Eğitim Basımevi, 1966, s. 19; Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler, s. 91; Akyüz, Türk Eğitim Tarihi M.Ö. 1000-M.S. 2008, s. 265. 3 Tunaya, İslamcılık Cereyanı, s. 89. 4 İstanbul Müftülüğü Meşihat Arşivi İST_ MFT_ MSH_ THR_ 0710_0042_1A ( MŞ. THR. 9418), 26 Zilhicce 1326. 5 Meşihat Arşivi, a.y. 6 Meşihat Arşivi, a.y. 188 Oluşturulan Komisyon çalışmalara vakit kaybetmeden başlamış; ancak çok uzun sürmeden ve olumlu bir netice alamadan dağılmıştır. Bu Komisyon hakkında 4 Aralık 1913 tarihinde Sebilü’r-Reşad mecmuasında “Ha” imzası ile yazılmış olan bir makaleden bilgi almak mümkündür. Makalede yazar, Encümen Komisyonunu ve çalışmalarını şöyle ifade etmiştir: “…Dört sene evvelisi Bab-ı Meşihatta Islah-ı Medâris Encümeni namıyla bir hey’et teşkil olundu idi. Bu hey’et bir neticeye erişmemek yahud eriştirilmemek üzere aylarca çalıştı. Kâğıt üzerinde olarak medreseler birçok dâirelere, şuʻbelere… ayrıldı. Her şuʻbe için mükemmel, muntazam ders programları hazırlandı. Fakat işe başlamaya vakit bulamadan Komisyon inhilâl etti…”7 Makaleye göre bu Komisyon medreseleri kısımlara ayırmayı tasarlamış, her kısım için ayrı ders programları hazırlamıştır. Ancak Encümen, hazırladığı bu programı hayata geçiremeden dağılmıştır. Yapılan bu ilk girişim sonuç vermemiş görünse de medrese hocaları, talebeler ve kamuoyunun büyük bir kısmı reform taleplerinde ısrarcı olmuş; ilk resmî adımların atılmasını sağlamıştır. Bunun sonucunda Maarif nâzırlığı, Şerʻiye ve Evkaf nâzırlığı ile şeyhülislamlık yapan kişiler harekete geçmiş ve medreselerin ıslahına yönelik dört resmî çalışma yapılmıştır. Bunlar tarih sırasına göre şu şekildedir: 1- 26 Şubat 1910 tarihli Medâris-i İlmiye Nizamnamesi 8 2- 1 Ekim 1914 tarihli Islah-ı Medâris Nizamnamesi9 3- 23 Nisan 1917 tarihli Medâris-i İlmiye Hakkında Kanun10 7 Ha, Terbiye ve Talim Medresetü’l-Vâizin, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 273, 5 Muharrem 1332/4 Aralık 1913, s. 194. 8 Düstur Tertib-i Sâni, Numara: 43, 13 Şubat 1325/ 26 Şubat 1910, s. 127-137; 9 Düstur Tertib-i Sâni, Cilt VI, s. 1325-1330. 10 Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi: Nizamname- Ders Cedveli- Suret-i Tedris ve KitablarTalimanname, “ 23 Nisan 1333 Tarihli Medâris Kanunu Suretidir.” İstanbul, Matbaa-i Ahmed Kâmil, 1333, s. 21. 189 4- 3 Ekim 1917 tarihli Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ile Taşra Medresesi Hakkında Nizamname11 Araştırmamızda bu resmî nizamnameler ayrı ayrı çok sayıda çalışmaya konu edildiği için nizamnamelerin maddeleri ayrıntılı bir şekilde ele alınmak yerine uygulanıp uygulanmadığı ve neticesi üzerinde durulmuştur. Bu konuda İslamcı aydınların görüşleri ile birlikte İslamcı aydınlara ait basın kuruluşlarında yazı yazan müderris ve medrese talebelerinin fikirlerine de yer verilmiştir. 3.1.1. Medâris-i İlmiye Nizamnamesi (1910) Medreselerin ıslahı konusunda ilk resmi çalışmalar, Ders Vekâletinin bir program taslağı hazırlayıp yetkililere sunması ile Şeyhülislam Hüseyin Hüsnü Efendi (ö. 1912) zamanında başlamıştır.12 Taslağa göre düşünülen ıslahat, önce Fatih’te bulunan Tabhane Medresesinde uygulanacak; ıslahatın başarılı olması durumunda diğer medreseleri de kapsayacaktır. Meşihat makamı, Ders Vekâletinin hazırladığı bu ilk program taslağını 13 Şubat 1910 tarihinde Tabhane Medresesinde yapılan bir törenle kamuoyuna sunmuştur. Törenden 13 gün sonra 26 Şubat 1910 tarihinde Sultan V. Mehmed Reşad’ın imzasından çıkmış ve onaylanmıştır.13 Nizamnamenin duyurulması için yapılan törene katılanlar arasında Ders Vekili Halis Efendi, Şeyhülislam Hüseyin Hüsnü Efendi, Harbiye Nâzırı Mahmud Şevket Paşa, Maarif Nâzırı Emrullah Efendi ve Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa gibi üst düzey devlet ve hükûmet yetkilileri yer almıştır.14 Törene İslamcı aydınlar yakından ilgi göstermiş; tören, Sırat-ı Müstakim ve Beyanü’l-Hak mecmuaları tarafından da takip edilmiş ve 11 Düstür, Cilt: IX, s. 745-753. 12 Düstur Tertib-i Sâni, Numara: 43, 13 Şubat 1325/ 26 Şubat 1910, s. 127-137; Takvim-i Vekayi ile neşr ve ilanı: 31 Mayıs 1926/13 Haziran 1910; Faik R. Unat, Türkiye Eğitim Sisteminin Gelişmesine Tarihi Bir Bakış, s. 80. 13 Düstur Tertib-i Sâni, a.y.; Zengin, Medreseler ve Din Eğitimi, s. 92; Hüseyin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi Medrese Programları, İcazetnameler Islahat Hareketleri, Ankara, Dergâh Yayınları, 1983, s. 234. 14 Osman Ergin, Türk Maarif Tarihi, Cilt: I-II, İstanbul, Eser Matbaası, 1977, s. 121. 190 haber olarak yayımlanmıştır.15 Mecmualarda, törende konuşma yapan üst düzey kişilerin sözlerine yer verilmiştir.16 Törende söz alan kişiler arasında olan Ders Vekili Hâlis Efendi, konuşmasına dua ile başladıktan sonra bulundukları mekânın öneminden bahsetmiş ve Fatih Sultan Mehmed zamanında ilk dersin burada verilmiş olmasından dolayı bu medresenin seçildiğini vurgulamıştır. Ayrıca o, eğitim açısından içinde bulundukları durumun iyi olmadığını ancak bunun için çalıştıklarını ve daha da çalışılması gerektiğini şu sözlerle ifade etmiştir: “…Evet! Biz şiddetli bir inhitâtın esiriyiz. Mevcudiyet-i milliyemiz dehşetli zincirlerle bağlanmıştır. Bugün biliyoruz ki bu zincirleri kırmak, bu inhitâta göğüslerimizle mukāvemet ederek bu memleketi feyz-a-feyze sevk etmek üzerimize mütehattim bir vazife-i diniyyedir…”17 Ders Vekili’nin bu sözleri medreselerin içerisinde bulunduğu kötü durumun değişmesi gerektiğine olan inancını ve kararlılığını göstermiştir. Onun ayrıca medreselerdeki gerileyişin üstüne gitmeyi dinî bir vazife olarak görmesi, medrese ıslahına karşı iyi bir niyet içerisinde olduğu anlamına gelmiştir. Halis Efendi sözlerine medreselerin ilk ve son durumları hakkında bilgi vererek devam etmiş; medreselerin ilk zamanlarında olduğu gibi tekrar iyi bir duruma gelmesi gerektiğini belirtmiştir. O, konuşmasının sonunda medreselere yapılan ıslahatı ve ders programına eklenen yeni fen derslerinin müjdesini vererek şöyle demiştir: “…Medâris-i İslâmiyyemizin usûl-i tedrisini ıslah ile beraber fünun-ı hâzıraya ait dersleri ilave ediyoruz. Kaviyyen ümid eyliyoruz ki az zaman zarfında telâfii mâfat ederek maarif-i İslamiyyemizi zamanla mütenâsib bir hâl-i mükemmeliyyete ifrağ edeceğiz. Fakat bu ümidimizin husûle gelmesi; şu teşebbüsümüzün saha-i tekemmüle isâli pek büyük muâvenetlere, gayretlere 15 “Âlem-i İslam’a Bir Tebşir: Medâris-i İslamiyye’de Bir Hatve-i Tekâmül”, s. 380; “Hayat-ı İlmiyye ve İlk Hatve-i Terakki Cûyânı, Beyanü’l-Hak, Cilt: II, Sayı: 47, 1 Şubat 1325/14 Şubat 1910, s. 11-13. 16 “Âlem-i İslam’a Bir Tebşir”, s. 381; “Hayat-ı İlmiyye ve İlk Hatve-i Terakki Cûyânı, s. 12. 17 “Âlem-i İslam’a Bir Tebşir”, a.y. 191 mütevakkıftır. Biz her türlü gayret ve fedakârlıklara âmâdeyiz. Hükûmetimizin muâvenetinden de eminiz. Cenab-ı Hak’tan ise ümidimiz ber-kemaldir.”18 Yapılacak yeni çalışmaların kolay olmadığını, bunu hayata geçirirken büyük gayret göstermek gerektiğini konuşmasında belirten Halis Efendi; Hükûmetin kararlılığından emin olduğunu ifade etmiştir.19 Törende duyurulan bu nizamname ile medreselere yeni fonksiyonlar yüklenmiş, eğitim görevlisi yetiştirmenin yanı sıra medreseleri modern bir eğitim kurumu hâline getirmeyi gerekli kılan esaslar belirlenmiştir.20 Nizamname ile belirlenen bu esaslar, bablara ve fasıllara ayrılarak açıklanmış; toplamda 48 madde ile izah edilmiştir. Birinci babda medreselerin idaresi ile ilgili hususlar yer almış ve iki fasıla ayrılmıştır. Birinci fasılda medreseleri idare edecek heyet üzerinde durulmuş; her medrese için bir kayıt defterinin tutulmasına karar verilmiştir.21 Böylece İstanbul ve taşrada bulunan her medresenin adına, yerine, banisine, vakfiyelerine, imaretine, oda sayısına, talebe sayısına ve talebenin kimlik bilgisine ait bilgilerin yer alması sağlanmıştır. İkinci fasılda ise talebelerin medreseye kayıtları ve uymaları gerekli olan kurallar belirtilmiştir.22 Buna göre 15 ile 30 yaş arası dışında olanların ve ilkokul diploması olmayanların medreseye kabul edilmeyecekleri ifade edilmiştir. Ancak İlkokul diploması olmayanların bir giriş sınavına tabi tutulması kararlaştırılmıştır.23 Kısacası bu fasılda talebe kaydı ile ilgili temel esaslar belirlenmiştir.24 Nizamnamede yer alan ve iki fasıldan oluşan ikinci babda, medreselerdeki eğitimöğretim konusu ile imtihanlar üzerinde durulmuştur. İlk fasılda yıllık eğitimin dokuz ay süreceği ve cuma günü hariç her gün ders işleneceği belirtilmiştir. Bu fasılda ayrıca sabah, öğle ve ikindi vakitlerinde olmak üzere gün üç bölüme ayrılmış; Arapça ve diğer dini derslerin sabah ve ikindi vakitlerinde cami veya medreselerde; ilave edilen 18 “Âlem-i İslam’a Bir Tebşir”, a.y. 19 Törende yapılan nutuklar için bkz. Halis Efendi, “Âlem-i İslam’a Bir Tebşir: Bir Resm-i Müteyemmen (Nutuklar), Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 76, 17 Ocak 1910, s. 379-382. 20 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 131. 21 Nizamname, (madde 1-2), s. 127. 22 Nizamname, s. 130. 23 Nizamname ( madde 14-15-16) 24 Nizamname 2. fasıl 192 yeni derslerin ise öğle vaktinde özel dershanelerde işleneceği bildirilmiştir. 25 Belirtilen bu maddelerin ardından “Cetvel” başlığı altında tüm medreseler için planlanan ve on iki seneden oluşan eğitimin her seneye tekabül eden ders isimleri belirtilmiştir.26 Aynı bölümün ikinci fasılında ise talebelere yapılacak imtihanların nasıl ve ne zaman yapılacağı hakkında bilgi verilmiş; sınavlarda başarısız olan öğrencilerin haklarına ilişkin bilgiler paylaşılmıştır. Nizamnamenin üçüncü babı ise altı maddeden oluşmuş; dersiamlığa tayin edileceklerin ve huzur dersleri verecek olanların belirlenmesi gibi konular üzerinde durulmuştur. Bu babda ayrıca talebenin her sene hangi derslerden kurra imtihanına tabi tutulacağı belirtilmiştir. Son olarak bu maddelerde alınan kararların her birisinin ilerideki tecrübelere göre değiştirilebileceği esası belirlenmiştir.27 Özetle, Nizamnamede belirlenen bu esaslar arasında medreselerde mevcut tedris usûlünün ıslah edilmesi; programa cebir, kimya, tarih, coğrafya, Farsça dersleri ile Türkçe dersinin eklenmesi planlanmıştır. Eklenmesi planlanan bu dersler programa alınmadan önce bu derslerin okutulmasında dinen bir sakınca olmadığına dair dönemin şeyhülislamı olan ve aynı zamanda İslamcı aydınlardan biri olan Musa Kazım Efendi’den28 fetva alınmıştır.29 Bunların yanı sıra Nizamname; idare, öğretim, öğrenci kabulü, imtihanlar, öğrenci ve müderrislerin hak ve sorumlulukları ile okutulacak ders programı vb. konularda yenilikler getirmiştir. Medâris-i İlmiye Nizamnamesi Tabhane Medresesinde uygulanmaya başlanmış ve çok kısa bir süre sonra aralarında Süleymaniye, Sultanahmed, Beyazıt ve Şehzade 25 Nizamname, İkinci Bab, Birinci Fasıl, Madde: 29-31. Tertib-i Sani, s. 133. 26 Nizamname, “Cetvel”, s. 134; Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 76, s. 381. 27 Tertib-i Sani, Nizamname, madde: 43. s. 137. 28 Musa Kazım Efendi, 12 Temmuz 1910 tarihinde Sadrazam İsmail Hakkı Paşa Kabinesinde ilk kez meşihat makamına atanmış; 29 Eylül 1911 tarihinde istifa etmiştir. İkinci kez 30 Eylül-30 Aralık 1911 tarihleri arasında üç ay şeyhülislamlık görevinde bulunmuştur. Üçüncü defa aynı görevi 8 Mayıs 1916- 3 Şubat 1917 tarihleri arasında üstlenmiştir. Dördüncü ve son kez olarak ise 4 Şubat 1917-8 Ekim 1918 tarihleri arasında bu görevi yapmış ve istifa etmiştir. Ferhat Koca, “Mûsâ Kâzım Efendi”, DİA, Cilt: XXXI, İstanbul, 1991, s. 201-208. 29 Bu fetva için bkz. “İla İhvaneddin mine’l-Ulemai’l İslamiyye fi’l aktari’l-arz Kesrehümallah” Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 79, 26 Eylül 1910, s. 1515-1520. 193 medreselerinin de yer aldığı 11 medrese yeni ders programına göre öğretime açılmıştır.30 Böylece medrese ıslahat hareketi İstanbul medreselerinde başlamıştır. İslamcı aydınlar Nizamname yayımlandıktan kısa bir süre sonra duydukları memnuniyeti yazdıkları makaleler vasıtasıyla dile getirmişler; konuya ilişkin sevinçlerini ortaya koymuşlardır. Ancak zaman geçmesine rağmen yapılması gereken yeniliklerin uygulanmaması ya da eksikliklerin görülmesi neticesinde eleştiri yazıları yazmaya başlamışlardır. Onların eleştirileri arasında medreselerdeki eğitim, imtihanlar, yemek (fodla) sorunu, barınak sorunu ve taşra medreselerinde yaşanan problemler yer almıştır. Dolayısıyla çalışmamızın bu bölümünde hem İslamcı aydınların nizamnamenin yayımlanmasına ilişkin görüşleri hem de söz konusu eleştirileri öneminden dolayı altı ayrı başlık halinde ele alınmıştır. 3.1.1.1. Nizamnamenin Yayımlanması Eğitimin ıslahı ile ilgili yayımlanan Medâris-i İlmiye Nizamnamesi, İslamcı aydınlar tarafından genel itibariyle olumlu karşılanmış ve Nizamnamenin çıkışından itibaren yazılarında duydukları memnuniyet dile getirilmiştir. Yusuf Akçura, 10 Mart 1910 tarihinde Sırat-ı Müstakim mecmuasında yazdığı makalesinde medreselerin öneminden ve İslam âlemi üzerindeki vazifelerinden bahsettikten sonra Nizamnamenin yayımlanmasına dair görüşlerini şöyle ifade etmiştir: “…Bu cihetle İstanbul’da medâris-i İslamiyyenin ıslahına teşebbüs havâdis-i mühimmini haber alır almaz ne derecelerde sevindiğim kolay tasavvur olunabilir. Ve zaten dinini, dindaşlarını seven her Müslim de benim kadar sevinmiştir. Elhamülillah! Bu teşebbüs ile son devirlerde irtikâb olunan en büyük hatalardan birisinin tamirine ilk adım atılmış oluyor. Allah’a dua ve niyaz edelim ki diğer adımlar da bunu veli etsin!..”31 Akçura bu sözleriyle medreselerin ıslahına yönelik atılmış bu ilk adımı memnuniyetle karşıladığını göstermiş; dinini ve dindaşlarını seven her Müslüman’ın da bu habere 30 M. Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), s. 343. 31 Akçuraoğlu, “Medreselerin Islahı”, s. 9. 194 kendisi gibi sevineceğini ifade etmiştir. Akçura’nın bu makalesi ile aynı gün yine Sebilü’r-Reşad mecmuasında Kırımlı Yakub Kemâl, nizamnamenin önemli bir inkılap olduğunu, “…Devr-i cedîdin mebde-i târihidir…”32 diyerek yeni bir döneme girildiğini ifade etmiş ve memnuniyetini belirtmiştir. Bu makalelerden dört gün sonra 14 Mart 1910 tarihli Beyanü’l-Hak mecmuasında yazılan başka bir yazıda medreselerin ıslahı için atılan bu ilk adım için “…Vukuʻ bulan teşebbüsât hakikaten hayat-ı milliyemize fevkalâde bir hiss-i tesir icra eylemiştir…”33 denilerek Nizamname’nin yayımlanmasından duyulan sevinç dile getirilmiştir. Duydukları memnuniyeti makalelerinde bu şekilde belirten İslamcı aydınlar, zaman geçtikçe medreseler için yapılan bu yeniliklerin uygulanmasında yaşanan gecikme, hatalar ve aksamalar nedeniyle Nizamnamenin doğru ancak yetersiz olduğunu ve genişletilmesi gerektiğini ifade etmeye başlamışlardır. 34 Bu konuda Kazanlı Halim Sabit 19 Ocak 1911 tarihinde bir yazı yazmış ve öncelikle yetkililer tarafından ıslahatın kaçınılmaz olduğunun anlaşılmasından dolayı memnun olduğunu belirtmiştir. Ardından bu çalışmanın ciddi ve samimi bir hareket olarak değil, sadece ileriye dönük atılmış bir adım olarak gördüğünü ifade etmiş ve şöyle açıklamıştır: “…Artık merci-i âidinin, Bab-ı Meşihatın bu meseleye karşı lâkayd kalması imkân hâricinde idi. İşte bunun üzerinedir ki sâbık Şeyhülislâm ve Ders Vekili Halis Efendiler tarafından daha birçok dersler ilave etmek sûretiyle ders programlarında bir nevʻi tebdilât icrâ edildi… Şu tebdilât, ıslâh-ı medâris noktai nazarından pek sûrî bir hareket olmakla beraber, ileriye doğru bir hatve olduğunu teslim etmemek insafsızlık olur…”35 Halim Sabit; Bab-ı Meşihatın, medreselerin gidişatı konusuna duyarsız kalamadığını ve harekete geçerek medrese ders programına birçok dersler ilave ettiğini belirtmiştir. Ancak o; aynı yazıda bu ıslah hareketinin ileriye doğru bir adım olmasına rağmen 32 Kırımlı Yakub Kemâl, “Âlem-i İslâm: Fâtiha-i İkbâl-i Âlem-i İslâm”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: IV, Sayı: 79, İstanbul, 10 Mart 1910, s. 19. 33 “Cemʻiyyet-i İlmiyye-i İslamiyye Selanik Vilayeti Hey’et-i İdaresi, “Medreselerimiz”, Beyanü’lHak, Cilt: II, Sayı: 51, s. 1078-1080. 34 Osman Nuri, “Tedenni’ye Doğru”, Beyanü‘l-Hak, Cilt: VI, Sayı: 136, 20 Kasım 1911, s. 2446-2449. 35 H. Sabit, “Islah-ı Medaris Münasebetiyle”, s. 324. 195 sureten yani göstermelik yapıldığını belirterek eleştirmiştir. Halim Sabit bu eleştirisinde Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’nin medreseler için istenileni tam olarak vermediğini anlatmaya çalışmış ve “…Muhterem meslektaşlarım, ümid ederim ki yakın bir zamanda ihtiyac yüze çarpmadan bu hakikati takdir ve keşfederek ıslah-ı medârisin son ve fakat üçüncü bir hatve-i terakkisini de Hazret-i Allah niyâz eder...”36 sözleriyle en kısa zamanda yeni bir düzenleme yapılarak Nizamname’nin içeriğinin genişletilmesi gerektiğinin üzerinde durmuştur. İslamcı aydınlar, Nizamname ile medreselerin gerçek bir reforma kavuşacağına inanmış; bu kurumun diğer modern eğitim kurumları gibi belli kuralları, plan ve programları olan okullar hâline getirilmesini istemiştir.37 Ancak program uygulamaya konulduktan kısa bir süre sonra Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan bu ilk ıslahın medreselerdeki gidişatı değiştirmediği hatta medreselerdeki durumun daha kötüye gittiği ifade edilmiştir. Bu konu 3 Temmuz 1913 tarihinde Sebilü’r-Reşad mecmuasında yayımlanan bir makalede tek cümle ile “…Şu tarihçeden anlaşıldığına göre medârisde ıslâhat nâmına yapılan bir şey varsa o da hiçten ibâret kalıyor…” şeklinde belirtilmiştir.38 Bu da Nizamnamenin yayımlanmasının üzerinden üç yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen yetkililerin harekete geçmediği anlamına gelmektedir. Halbuki İslamcı aydınlar söz konusu Nizamnameyi medreselerin ıslahı için bir ilk adım olarak değerlendirmişler; devamının geleceğini ummuşlardır. Nizamnamenin hem içeriğine hem de uygulanmasına önem vermişler; kararlaştırılan yeniliklerin yapılıp yapılmadığını takip etmişlerdir. Ancak nizamnamenin istenileni tam olarak vermemesi, istikararın olmaması ve ıslahata para harcanmasına rağmen herhangi bir değişikliğin görülmemesi vb. nedenlerden dolayı eleştirmişler ve yeni bir ıslah 36 H. Sabit, a.e., s. 336. 37 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 131. 38 A. L., “Elinden İş Gelir Adamlar İsteriz!” Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 251, 3 Temmuz 1913/20 Haziran 1329, s. 279. 196 yapılması gerektiğine dair görüşlerini belirtmişlerdir. 39 Belirttikleri görüşler arasında medreselerdeki eğitim konusu da yer almıştır. 3.1.1.2. Medresedeki Eğitim İslamcı aydınlar, Nizamnamenin yayımlanmasından sonra da medreselerin içerisinde bulunduğu olumsuzlukların önüne geçmek, yetkilileri harekete geçirmek ve ıslaha dair yeni adımlar atılmasını sağlamak için makaleler yazmaya; eğitim konusunda yeni fikirler ortaya koymaya devam etmişlerdir. A. Hayri 23 Ocak 1911 tarihinde bir öneride bulunmuş ve Beyanü’l-Hak mecmuasında yazdığı makalede işin ehli olan ulemadan bir komisyon oluşturularak Hükûmetin harekete geçmesi gerektiğini belirtmiş ve eğitimin devam etmesi için yaşanan sorunların çözümlenmesini istemiştir.40 Onun bu öneride bulunmasının nedeni Nizamname ile müfredata eklenen hem yeni ilimleri hem de mevcut dersleri verecek müderrislerin yetersiz ve eksik olmasından kaynaklanmıştır. Zira medreselerdeki eğitim için ödenek ayrılmadığından dolayı hocalar bir süre daha derslere devam etmiş ancak fazla dayanamamış ve derslere girmemeye başlamışlardır.41 Bu durum neticesinde dersler aksamış; program düzeni eskisi gibi yürütülememiş ve bir müddet sonra bozulmuştur. Derslerin boş geçmesinden dolayı yaşanan sorunları H. Feyzi 3 Ekim 1912 tarihinde “Medreselerin Ahvali” başlıklı makalesinde şöyle dile getirmiştir: “…Fünun-ı cedide mes’elesi ise bi-temamihâ42 meseline mutâbıktır. Zira ‘fünun-ı cedide’ tahsiline tahsis olunan günde bir saat kadar bir zamanın ne suretle geçtiğini ve beş altı aylık bir tahsil zamanında -hem haftada bir ders olmak şartıyla- üç dane kitabet muallimi değiştiği ve bir kısım dersin beceriksiz ellerde bulunması görülecek olursa şübhesizdir ki işitirken hissolunan lezzet duyulmaz olur…”43 39 Salih Zeki, “Ders Vekâleti Nâ-be-mevsim ve Hilaf-ı Kanun İcraatı”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VI, Sayı: 150, 18 Mart 1912 s. 2677. 40 A. Hayri, (Nasuhi Efendizade), “Hakikatten Vazgeçmem 6”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 94, 23 Ocak 1911, s. 1759. 41 M. Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, s. 343. 42 Bi-temamihâ: Muaydi’yi işitmen, onu görmenden hayırlıdır.” anlamındaki Arap atasözüne işaret eder. 43 H. Feyzi, “Medreselerin Ahvali”, s. 90. 197 H. Feyzi’nin İstanbul’da bulunan medreselerin durumunu ortaya koyduğu bu yazıya bakıldığında Nizamname’ye aykırı hareket edildiği, Nizamname’de belirtilen ve medrese programına eklenen yeni derslere yeterli zaman verilmediği görülmektedir. Ayrıca Nizamname’de yılda dokuz ay olarak belirlenen eğitim süresinin beş altı ayda bitirildiği, ders veren hocaların ve kitapların yetersiz olduğu anlaşılmaktadır. H. Feyzi’nin bu tespitinden yaklaşık bir yıl sonra, Nizamname’nin yayımlanmasının üzerinden ise üç yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen eğitimin durumunun değişmediği; 26 Haziran 1913 tarihinde Mustafa Hakkı’nın yazdığı makaledeki şu ifadelerden anlaşılmaktadır: “…Acaba yeniler milletin derdine merhem olacak mı? Nerede? Mahrumiyet içinde mahrumiyet! Çünkü talebe sabah ulûm-ı edebiyyeden birine koşar, ondan gelir, temrine tahkika vakit bulmayarak hemen riyaziye gider. Oradan döner, saatlerce nazar ve tefekküre muhtac olan belagat; fıkıh veya usûl derslerinden birine atılır. Bununla da kalmıyor, riyâzi dersleri günde değiştirilerek her gün yabancı bir fen karşısında kendini bulur. Sonra da hiç olur vesselam. İşte beğeniyorsunuz ya, ıslâh da budur…”44 Mustafa Hakkı yazısında Nizamname ile yeni eklenen derslerin, talebeleri çok yorduğunu, belirli bir plan dahilinde eyleme geçilmediğinden kararsızlıkların yaşandığını ve alınan ilmin zâyi olduğunu ifade etmiştir. Bu nedenle o, diğer İslamcı aydınlar gibi yapılan ıslahatı eleştirmiştir. Yine aynı tarihlerde, 3 Temmuz 1913 tarihli Sebilü’r-Reşad mecmuasında çıkan bir makalede medreselerin içerisinde bulunduğu durumu müderrisler üzerinden ortaya koyan Hafız Mehmed Hilmi şu sözlerle düşüncelerini ifade etmiştir: 44 Mustafa Hakkı, “Ulema-ı İslamiyye ile Hasbihal”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 250, 26 Haziran 1913, s. 260. 198 “…Tecrübe için dersiâm efendilerden birer birer sorunuz. Ekserîsnin ilmiyenin bugünkü hâl-i elîminden müteessir olduklarını, medârisin lüzum-ı ıslâhı hakkında müttehidü’l-fikr bulunduklarını göreceksiniz…”45 Kendisi de bir müderris olan Mehmed Hilmi bu yazısında medreselerin geldiği durumu görmek için müderrislere sorulması gerektiğini zira müderrislerin çoğunun eğitimin halinden üzüntü duyduğunu ifade etmiştir. Ayrıca müderrislerin çoğunun yeni bir ıslah yapılması konusunda fikir birliği içerisinde olduklarını belirtmiştir. O, yazısının devamında aynı konu üzerinden devamla Hükûmetin ulema ile iş birliği içerisinde olup yeni bir ıslaha ihtiyaç duyulduğunu ve ıslaha devam etmesi gerektiğini açıklamıştır. 46 İslamcı aydınlar, Nizamname’nin yayımlanmasından uzun yıllar sonra bile medreselerdeki eğitime yönelik olumlu yönde bir değişmenin görülmediğini; müderris maaşları için ödenek ayrılmadığı gibi ders verecek müderrisin de olmadığını ifade etmişlerdir. Onlar ayrıca Nizamname ile getirilen yeni derslerin medreseye plansız ve programsız girmesinden dolayı yeterli zaman verilmediğinin ve istikrarın olmadığının üzerinde dumuşlardır. 3.1.1.3. Medrese İmtihanları Medâris-i İlmiye Nizamnamesi ile getirilen yeniliklerden biri de medreseye alınacak talebelere giriş sınavı şartı ile eğitim öğretim yılı sonunda sınıf geçme imtihanı uygulamasının konulması olmuştur.47 Buna göre yapılacak kabul imtihanında talebenin başarılı olma şartı aranmış, yılsonu sınıf geçme ise yapılacak sınavlardaki başarıya bağlanmıştır. Uygulamaya konan bu imtihanlar ile öncelikle eğitim öğretim kalitesinin artması hedeflenmiş; talebelerin disiplin altına alınması istenmiştir. Ancak bu düzeltme çabaları ve girişimleri umulduğu gibi yürümemiş, zaman geçtikçe uygulanamadığı görülmüştür. Bu nedenle İslamcı aydınlar; oluşan sorunları 45 Hafız Mehmed Hilmi, “Medâris Mes’elesi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 251, 3 Temmuz 1913, s. 278. 46 Mehmed Hilmi, a.y. 47 Düstur, Tertib-i Sâni, Nizamname Madde 14-15-16. 199 yazılarında dile getirmeye, talebelerin tâbi olduğu imtihanlarda yaşanan aksamaları yazılarında gündeme taşımaya başlamışlardır. 48 Beyanü’l Hak mecmuasının 14 Ağustos 1911 tarihli makalesinde Nasuhefendizade Ö. Hayri konuyu ele almıştır. O, imtihanlar konusunda Ders Vekâletini eleştirmiş; imtihanlarda kazananlarla kazanamayanların evrakının ortaya konularak açıklanmasını istemiştir.49 Abdurrahman Zeki, yine Beyanü’l-Hak50 mecmuasında 20 Kasım 1911 tarihinde medreseye giriş için yapılan imtihanlarda yaşanan olumsuzluklardan bahsetmiş; talebeden istenen yaş sınırına uyulmadığından şikâyet etmiş; ilmî seviyeye uymayanların dahi sınavları kazandıklarından bahsetmiştir. Bu nedenle o, Ders Vekâletinin bu konuda sorumlu olduğunu dile getirmiştir.51 Benzer bir yazıyı 3 Ekim 1912 tarihinde H. Fevzi, makalesinde gündeme almış ve imtihan usûlünden şöyle şikâyet etmiştir: “…Hele imtihan usûlü her türlü taʻrifin fevkīndedir. Bakınız nasıl: Mümeyyizler, muallimler büyücek bir dershaneye girerek avluda kalan talebeden birini çağırıyor. Sabahtan beri ayak üzerinde ve taşların üstünde duran ve bir an evvel girmezse daha akşama kadar duracak olan talebe koşuşuyor, içlerinden yalnız biri muvaffak oluyor ve böylece devam ediyor. İçerideki temyiz mes’elesini ise hiç sorma. Peki, böyle mi olmalı? Niçin işten anlar müfettişler imtihanlarda dolaşmıyor? Talebenin: ‘Yazık bizim sa’yimize! İmtihan böyle mi olur?’ diye feryadına meydan vermeli mi?..”52 48 M.A., “Tevhid-i Hak”, Volkan, Cilt: I, Sayı: 36, 5 Şubat 1909, s. 3-4. 49 Nasuhiefendizade O. Hayri, “Hakikatten Vazgeçmem: Ders Vekâleti Heyetinin”, Beyanü’l-Hak, Cilt: V, Sayı: 123, 14 Ağustos 1911, s. 2233. 50 Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’nin ilanından önce Beyanü’l-Hak mecmuası imtihan sisteminin getirilmesi için çeşitli makaleler yayımlamıştır. Bunlar: Ömer Fevzi, “Islah-ı Medâris” Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı 15, 11 Ocak 1909, s. 325; Müntesibini İlmiyeden Biri, “Islah-ı Medaris”, Beyanü’l- Hak, Cilt: I, Sayı: 12, 21 Aralık 1908, s. 250-251; “Medâris-i İlmiyye”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 13, 28 Aralık 1908, s. 276-278; Mehmed Fatin, “Tedrisat ve Medâristen İmtihanlar”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 16, 18 Ocak 1909, s. 357-361; “Kurʻa İmtihanları, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 18, 1 Şubat 1909, s. 416; “Müteferrika: Kurʻa İmtihanları”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 20, 15 Şubat 1909, s. 464; “…İmtihanları”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 23, 8 Mart 1909, s. 542-543. 51 Abdurrahman Zeki, “Ders Vekâlet-i Âliyesine Muhik Bir İfade”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VI, Sayı, 136, 20 Kasım 1911, s. 2454. 52 H. Feyzi, “Medreselerin Ahvali”, s. 90. 200 Yazıda imtihana girecek talebelerin uzun süre bekletildiği, ardından sınava alınıp imtihan edildiği ancak hangi usullere göre kazananın belirlendiğinin bilinmediği ifade edilmiş; işin uzmanı kişilerin bunu denetlemesi gerektiği vurgulanmıştır. H.Fevzi’nin bu ifadelerinden yaklaşık 8 ay sonra 17 Nisan 1913 tarihinde Ahmed Vasfi, talebelerin sınavlardan muzdarip olduğunu anlatan başka bir yazı yazmış ve konuyu şöyle belirtmiştir: “…Vaktiyle hücresine, daha doğrusu çilehânesine kapanan bir talebe, okumaya niyeti varsa, yalnız bir şey düşünüyordu: Tahsîl-i ulûm-ı şer’iyye. Bugün ise kur’a imtihânı, dershâne imtihânı, Arabî’nin sınıf imtihânı gibi sıralı sırasız, vakitli vakitsiz imtihânlara hazırlanmak arasında pür-halecân bir hayat-ı derbederâne geçiriyor…”53 Ahmed Vasfi, yapılan sınavların yoğunluğundan bahsettikten sonra bu sınavların bazen haber verilmeden ve zamanı gelmeden yapıldığından dolayı talebelerin zorlandıklarını, perişan bir hayat sürdüklerini ifade etmiştir. Sınavlar konusunda tepkilerini ortaya koyan İslamcı aydınlar, imtihanların şeffaf olmadığını, belli bir usul içerisinde yapılmadığını, yaşı küçük ya da bilgisi az olan talebelerin dahi sınavları kazanabildiğini belirterek uzman müfettişler tarafından imtihanların takip edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Onlar ayrıca imtihanların zamansız, habersiz kısacası plansız yapıldığını ifade ederek yaşanan tüm bu olumsuzluklardan Ders Vekâleti’ni sorumlu tutmuşlardır. 53 Ahmed Vasfi, “Medâris-i İlmiyy”, s. 98. 201 3.1.1.4. Talebelerin Kalacak Yer Sorunu 1910 yılında yayımlanan Nizamname’de talebe odaları konusunda düzenleme yapılmış; 8, 9, 11, 12, 13, 16, 17, 18, 20 ve 22. maddelerinde bu konuya yönelik açıklamalar yapılmıştır. Nizamname’de yer alan bu on maddeye göre medresedeki talebe odaları, mülazımlardan hakkı olanlara dağıtılacak; oda yetmeyenler de sıraya alınacaktır. 54 Taşradan gelenler ve küçük talebeler yakınlarının yanında kalabilecektir. Ayrıca medrese odaları, sadece o medresede okuyan talebeye verilecek; medreselere yapılmış ve “köşk” adı verilmiş muhaddis odaları da medrese öğrencilerine tahsis edilecektir. Bununla medreselerde uzun süreden beri yaşanan barınma sorununa çözüm getirilmesi planlanmış; mevcut oda sayısının en iyi şekilde taksim edilerek değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Amaçlanan bu uygulama istenildiği gibi hayata geçirilememiş, zaman geçtikçe medrese talebeleri için kalacak yer ihtiyacının karşılanmasında da olumsuzluklar yaşanmaya devam etmiştir. Elverişsiz ve sağlıksız şartlar altında barınmak zorunda kalmıştır. Bunun neticesinde talebeler tarafından şikâyetler dile getirilmeye başlanmış; yetkililerden bu konuya çözüm bulunması istenmiştir.55 İslamcı aydınlar medreselerde yaşanan tüm olumsuzlukları dile getirdikleri gibi bu konudaki görüşlerini de basın aracılığı ile yetkililere duyurmaya çalışmışlar ve Ders Vekâlet-i Âliyesine seslenerek talebelerin barınma konusunda yaşadığı aksaklıkları düzeltmeye davet etmeye başlamışlardır. Bu konuda Mustafa Saffet, Beyanü’l-Hak mecmuasında 23 Eylül 1910 tarihinde taşradan İstanbul’a eğitim için gelen öğrencilerin karşılaştıkları yer sorunu hakkında görüşlerini ifade etmiş; bu talebelerin medreseye geldiklerinde yersiz yurtsuz bırakılmamalarını istemiştir. Ayrıca mevcut durumu değerlendirerek bazı odalarda bir iki talebenin kaldığını, bazı odalarda ise dört beş talebenin barınmak zorunda olduğunu belirterek yer sorununun adil bir şekilde çözüme kavuşturulmasını talep etmiştir.56 54 “Talebe-i Ulûm Mahsusatına Dair Nizamname”, s. 129. 55 M.A., “Tevhid-i Hak”, s. 3-4. 56 Şirani, “Talebe-i Ulûm Efendilerden Bir Rica”, s. 3124. 202 Mustafa Saffet’in bu yazısından yaklaşık iki buçuk yıl sonrasında da durumun değişmediği, aynı şikâyetlerin farklı mecmualarda yine İslamcı aydınlar tarafından dile getirilmesinden anlaşılmaktadır. Bu anlamda 8 Mayıs 1913 tarihinde Osman Nuri tarafından yazılan bir yazıda medrese odaları şu ifadelerle anlatılmıştır: “…Anadolu’nun latîf âb u havasına alışan bir talebe İstanbul’a geldikte havadan, ziyadan mahrum bir medrese; vücudu yıpratan, dimâğı küflendiren rutûbetli bir oda görüyor. Zavallı talebe memleketinden, ebeveyninin âguş-ı şefkatinden ayrılırken perverde ettiği âmâl-i mesʻûdeye muhrib-i hayat olan bir kubbe altında nâil olamayacağını derk ve teyakkun ediyor. Fakat tahammülfersa olan bu gibi ahvâle de katlanmak mecburiyetinde bulunuyor. Çünkü fakr u zarûretten ihtiyacât-ı maʻneviyyesini başka türlü tatmin edemiyor…”57 Osman Nuri, bu şekilde İstanbul medreselerine gelen küçük yaştaki talebelerin yaşadıkları hayal kırıklıklarını dile getirmiş; eğitim için katlanmak zorunda kaldıkları durumları anlatmıştır. O, konuyu gündeme taşıyarak hem talebelerin içerisinde bulunduğu durumu tasvir etmeye çalışmış hem de bir an evvel yetkililerin duruma çare bulması gerektiğini gözler önüne sermiştir. Osman Nuri’nin yazısından kısa bir süre sonra 24 Temmuz 1913 tarihinde Haşim Efendi yine aynı konu üzerinde şu sözlerle durmuştur: “…Bir talebe ömrünü on beş yirmi sene medreseye vakfederse sonra ondan bir şey beklenilmez; medreselerin ömür törpüsü olduğu herkesce müsellemdir. Bilhassa İstanbul muhitindeki medârisde yaşamak pek müşkildir; o rutubetlere, murdar havalara karşı mübâreze-i hayatiyede bulunmak her yiğidin kârı değildir. Müşahedât bunu bize pek aʻlâ gösteriyor, nasıl ki ara sıra o rutûbetin kurbanı olarak giden eksik değildir!..”58 Haşim Efendi, özellikle İstanbul medreseleri üzerinde durmuş; oradaki medrese odalarında yaşamanın ne kadar güç olduğunu ifade etmiştir. Odalarda bulunan 57 Osman Nuri, “Artık Sükût Etmeyeceğiz”, s. 147. 58 Haşim, “Islah-ı Medâris ve Esbâb-ı İnhitâtımız”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 254, 24 Temmuz 1913, s. 322. 203 rutubete, kötü havaya her talebenin katlanmasının mümkün olmadığını zira yapılan gözlemlerde odaların kötü şartlarından dolayı hayatını kaybeden talebelerin dahi bulunduğunu belirtmiştir. İslamcı aydınlar genelde tüm medreseler özelde ise İstanbul medreselerinde yaşanan eğitim, imtihanlar, kalacak yer vb. sorunlar üzerinde yukarıda belirtilen görüşleri dile getirmişlerdir. Onlar II. Meşrutiyet’ten sonra Medaris-i İlmiye Nizamnamesi’nin yayımlanması ile Devlet yetkililerinin medreselerin ıslahı için harekete geçtiğine memnun olmuşlar ve yazılarında şükranlarını ifade etmişlerdir. Ancak zamanla getirilen bu yeniliklerin hayata geçirilmediğini, yetkililerin bu konuda gerekeni yapmadığını görmüşler ve yazılarında bunu anlatarak gerekenin yapılmasını talep etmişlerdir. Ancak İslamcı aydınların sorunları ortaya koymasına ve yetkilileri uyarmasına rağmen sonuç alınamadığını M. Satvet’in 22 Mayıs 1913 tarihinde yazdığı makalesinden anlaşılmaktadır. O, II. Meşrutiyet’in ilan tarihini esas alarak medrese ıslahı hakkında şu sözleri kullanmıştır: “…Beş senelik bir zamanda -ki bize bir asır kadar gelmiştir- hiçbir emelimiz, hiçbir matlûbumuz husûl bulmadı. Kemâl-i merâret ve esef ile söyleyelim ki her dâire biraz olsun eser-i faâliyet gösterdiği, Meşrutiyet’ten hisse-i intifâʻ aldığı hâlde merciimiz birtakım esassız işlerle meşgul oldu. Medârisimiz hakīkī ve ciddi teşkilata mazhar olamadı. Pek tabiʻi sathî bir taʻdilat ve bir iki şeyin ilavesiyle medreselerimiz ıslâh edilmiş sayılmaz…” 59 M. Satvet bu sözlerle beş senelik bir dönemde diğer birçok devlet dairesinin az da olsa ıslah edildiğini ancak medreselerin bundan nasibini alamadığını üzülerek belirtmiştir. Ona göre İslamcı aydınlar olarak medreseler için hiçbir düşünceleri gerçekleşmemiş, hiçbir istekleri yerine getirilmemiştir. Yetkili kişiler medreseler için yapılması gereken işler yerine gereksiz işlerle meşgul olmuştur. İslamcı aydınların bu görüşünde İstanbul medreseleri kadar taşra medreseleri de yer almış; taşra medreselerinde yaşanan olumsuzlukları ayrıca dile getirmişlerdir. 59 Satvet, “Islah-ı Medâris Talebi Hakkında, Beyne’t-Talebe Tevhid-i Mesai Lüzumu”, s. 185. 204 3.1.1.5. Taşra Medreselerinde Yaşanan Sorunlar Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’nin 26 Şubat 1910 tarihinde yayımlanması ile yapılan yenilikler İstanbul’da bulunan Tabhane Medresesinde uygulanmaya başlanmış ve daha önce de belirttiğimiz gibi aralarında Süleymaniye, Sultanahmed, Beyazıt ve Şehzade medreselerinin de yer aldığı on bir medrese yeni ders programına göre öğretime açılmıştır.60 Ancak atılan bu ilk adımlarda taşra medreseleri gündeme getirilmemiş, medrese ıslahat hareketi sadece İstanbul medreseleri ile sınırlı kalmıştır. İslamcı aydınlar, Osmanlı Devleti içerisindeki tüm medreselerin ıslaha ihtiyaç duyduğu görüşünde olmuş; bu nedenle yetkililerin taşra medreseleri için de harekete geçmesini istemişlerdir. Bu doğrultuda 14 Mart 1910 tarihinde Beyanü’l-Hak mecmuasında İlmiye-i İslamiyye Cemiyetinin Selanik Vilayeti Heyet-i İdaresi tarafından yazılan bir makalede yeni Nizamname ile medrese ıslahının ilk adımlarının atıldığı yazılmış, bundan sonra hızla ilerleme kaydedileceğinin umulduğu belirtilmiştir.61 Yazıda ayrıca “Şeyhülislam Efendi Hazretleriyle Ders Vekâlet-i Âliyesinin nazar dikkatlerine” denilerek yalnız İstanbul’da birkaç medresenin değil mevcut tüm medreselerin hepsine ihtiyaç duyduğu ıslahatın yapılması istenmiştir. Yazıda asıl belirtilmek istenen, taşra medreselerinin unutulmaması ve gereken yeniliğin bu medreselere de yapılması olmuş; yetkililerin bu konu üzerinde durmaları gerektiği hatırlatılmıştır. Benzer bir istek, 22 Kasım 1910 tarihinde Beyanü’l-Hak mecmuasında yazılan başka bir yazıda M. Saffet’in “…Binaenaleyh Ders Vekâlet-i Âliyesi yalnız kuvvet-i bâzuyı İstanbul’da göstermeye çalışmayarak memalik-i Osmaniyyenin her tarafındaki medreseleri nazar-ı dikkate almalarını rica ederiz….”62 sözleriyle gündeme taşınmıştır. Bu yazıda da aynı şekilde Devletin sadece İstanbul medreseleri için değil taşra medreseleri için de kapsamlı bir ıslah yapması istenmiştir. 60 M. Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri (1908-1914), s. 343. 61 Cemʻiyyet-i İlmiyye-i İslamiyye Selanik Vilayeti He’yet-i İdaresi, “Medreselerimiz” Beyanü’l-Hak, Cilt: II, Sayı: 51, 14 Mart 1910, s. 1078-1080. 62 Ermenekli M. Saffet, “Medreselerimiz”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 92, 22 Kasım 1910, s. 1731- 1733. 205 İslamcı aydınların taşra medreseleri için yazdığı bu makalelerden kısa bir süre sonra Devlet, taşra medreselerinin ele alındığı başka bir nizamnameyi, Medâris-i İlmiye Nizamnamesine ek olarak yayımlanmıştır.63 İslamcı aydınların Devletin medreseler için attığı her adımın öncesinde konuyu gündeme taşımaları ve medrese konusunun takipçisi olmalarından dolayı taşra medreseleri için çıkarılan bu ek nizamnamede katkılarının olduğunu söylemek mümkündür. Nizamname’ye ilave edilen ek maddelerde taşrada bulunan medreselerin ıslahı için mahallî encümenlerin kurulması istenmiş; medrese binalarının onarılması, müderris ihtiyacının belirlenmesi vb. konular üzerinde durulmuştur. Tüm bunların Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’nde hazırlanan programın devamı olacağı ifade edilmiş, yapılan ıslahın taşra medreselerini de içine alması için Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’nin kapsamı genişletilmiştir.64 Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’ne taşra medreseleri için eklenen ve yapılması planlanan yenilikler üzerinden zaman geçmesine rağmen taşra medreselerinde herhangi bir gelişme görülmemiştir. Ders Vekâleti, maddi imkânsızlıklardan dolayı taşrada sayıları 30.000 civarında olduğu tahmin edilen talebe ile de ilgilenememiştir. Burada bulunan öğrencilere verilmesi gereken ödenek de İstanbul medreselerine harcanmıştır.65 Bundan dolayı zaten kötü durumda olan taşra medreseleri daha da kötü bir duruma gelmiş; eğitim öğretim faaliyetleri bazı medreselerde durmuş, birçoğunda da durma noktasına gelmiştir.66 Yetkililerin taşra medreselerini ihmal etmesine İslamcı aydınlar sessiz kalmamış; gazete ve dergilerde konuya ilişkin görüşlerini ve önerilerini yazmışlardır. Bu anlamda Beyanü’l-Hak mecmuasında İlyas Muhtar, 22 Temmuz 1912 tarihinde taşra medreselerinin de üzerinde durulması gerektiğine ilişkin görüşlerini yazdığı yazıda şunları söylemiştir: 63 Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’ne Zeyl Olarak Tanzim Olunan Taşra Medârisi Nizamnamesi, İstanbul, Matbaa-i Amire, 1326, s. 1-6. 64 Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’ne Zeyl Olarak Tanzim Olunan Taşra Medârisi Nizamnamesi, s. 1-6. 65 M. Ergün, II. Meşrutiyet Devrinde Eğitim Hareketleri, s. 344. 66 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 136. 206 “İlan-ı Meşrutiyet’i müteakib, medârisin yeni eser-i hayat göstereceğini herkes ve bilhassa mensubîni ümid ve intizar ederdi. Ne çare ki bütün bu ümidler, intizarlar boşa çıktı. Yalnız İstanbul’daki medârisden bazıları ıslah edilerek bunlara zaman-ı hâzıra terakkiyâtıyla mütenâsib programlar tanzim ve fenni dersler idhal edildi fakat bu, pek mahdud. Yalnız İstanbul’a münhasır kaldı. Taşra medreseleri eski hâlinden de beter bir hâldedir. İçlerinde talebe namına kimse bulunmuyor; medreselerin kapıları, duvarları inleye inleye yıkılıyor. Millet-i İslam’a veda eder…”67 İlyas Muhtar bu yazısında II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle medreseler için yeni bir dönemin başladığını umduklarını ancak tüm ümit ve beklentilerin boşa çıktığını belirtmiştir. Sadece İstanbul medreselerine uygun programlar ile fen derslerinin eklendiğini bunların da sınırlı olduğunu ifade etmiştir. Yazar, taşra medreseleri konusunda da onların eskisinden daha kötü bir hâle geldiğini, içlerinde talebe bulunmadığını ve hatta yıkılma noktasına geldiğini anlatmış; bu konuda duyduğu endişe ve üzüntüsünü dile getirmiştir. M. Satvet, 19 Eylül 1912 tarihinde Sırat-ı Müstakim mecmuasında bir yazı yazarak konuyu gündeme taşımıştır. O, ilan edilen Meşrutiyet’in ardından medreseler için yapılan çalışmalardan dolayı ümitlenmiş olduklarını ancak zamanla bu ümitlerinin kaybolmaya başladığını belirtmiş ve şöyle devam etmiştir: “…İşittiğimize göre İstanbul medârisi ıslâh ve terakkıyât-ı hâzıraya göre programlar ilâve ve tekemmülât-ı nevin-i zamana mutâbık fünûn-ı lâzime idhâl edildiği hâlde taşra medârisi eski hâl-i harâbisinde devam ve asırların indirdiği darbe-i elem-nâk altında inlemektedir….”68 M. Satvet bu sözleriyle İstanbul medreseleri için ıslah çalışmaları yapılmasına rağmen taşra medreseleri için gerekli ıslahatın yapılmadığını; bu nedenle taşradaki medreselerin eski harap hallerinin devam ettiğini dile getirmiştir. Yazısının devamında 67 İlyas Muhtar, “Taşralarda Ahval-i Medâris Ulemaya İntibah”, s. 2961. 68 Satvet, “Medreselerimiz Hâlâ Bir Yoluna Konmadı”, s. 53. 207 ise medreselerin eski ihtişamlı günlerinden bahsetmiş; gelinen bu durumdan rahatsız olduğunu ve yetkililerin harekete geçmesi gerektiğini o da ifade etmiştir.69 Yetkilileri harekete çağıran diğer bir isim olan Mustafa Hakkı, 26 Haziran 1913 tarihli yazısında Ders Vekâletinin taşra medreseleri ile ilgili kayıtsız kaldığını şu sözleriyle açıklamaya çalışmıştır: “…Cümlenin maʻlumudur ki Ders Vekâleti taşra medârisini hatırlarına bile getirmediği gibi beş sene içinde ıslâh nâmına makam-ı Hilafet de bir şey yapamadı. Ancak bir şey yaptı ise o da ‘Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da oldu.’ meselince riyâziyyat yerleştirelim derken ulûm-ı diniyyeyi de baltaladı; esâs olan ulûm-ı edebiyye ziyâa yüz tuttu, usûl ve füruʻ hiçe karıştı…”70 İslamcı aydınların çoğu, medreselerden bahsettikleri yazılarında yetkililere seslenmiş ve onların medreselerle ilgilenmediğinden yakınmıştır. Buna rağmen devlet medreseler için gerekli olan mali desteği vermemiştir. Bu nedenle talebelerin barınak ve bakım ihtiyaçları karşılanamaz, medrese hocalarının maaşları ödenemez hâle gelmiştir. Osman Niyazi, 31 Temmuz 1913 tarihinde yazdığı makalesinde “Bütün üryanlığıyla görülecek ki şu dört beş senedir ıslâh-ı medâris nâmına hiçbir şey yapılmamış, meydanda olan köpükten başka bir şey değilmiş…”71 sözleriyle durumun vehametini açıklamaya çalışmıştır. Zira bu süreçte birçok medrese kaynak sıkıntısı ve bakımsızlık yüzünden harap olmuş, buralarda ders işlenemeyecek duruma gelmiştir. İslamcı aydınlar; yayımlanan ve yaklaşık beş yıl yürürlükte kalan Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’nin oluşturulmasından ilanına, taşra medreseleri için ek nizamname yayımlanmasına kadar yetkililer tarafından atılan bu ilk resmî adımda öncülük görevi yapmış ve yönlendirici olmuşlardır. Onlar Nizamname ile medreselere dair vaad edilen 69 Satvet, a.e., s. 55. 70 Mustafa Hakkı, “Ulema-ı İslamiyye ile Hasbihal”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 250, 26 Haziran 191, s. 260. 71 Osman Niyazi, “ Ümid ve İntizar İçindeyiz!”, s. 340. 208 ıslahatın takipçisi olmuş; bu ıslahata aykırı hareketleri ve aksayan noktaları yazılarıyla gündeme taşımışlardır. Bu konuda talebelerin eğitim, imtihan, barınma vb. konularda yaşadığı sorunların üzerine gitmişler; Ders Vekâleti’nin bu problemlere ilişkin çözüm bulmasını talep etmişlerdir. Onlar ayrıca İstanbul medreselerine uygulanan yeniliklerin taşra medreselerine de yapılmasını istemişler; bu taleplerinin de etkisiyle oluşturulan ek Nizamname’nin de takipçisi olmuşlardır. Ancak onların tüm bu gayretlerine rağmen istenilen gerçekleşmemiş olsa da onların çabalarıyla medreselerin ıslahı için yayımlanan bu ilk nizamnamenin sonraki çalışmalara bir başlangıç ve yeni çalışmalar için bir ilk adım olduğunu söylemek mümkündür.72 3.1.2. Islah-ı Medâris Nizamnamesi ve Uygulamaya Yansıması (1 Ekim 1914) İslamcı aydınlar, medreselerin ıslahı konusunda ısrarlı çalışmalarını sürdürmüş; yayın organları aracılığıyla yapılan ilk resmî ıslahatın bekleneni vermediğini, yeni bir ıslahın gerekli olduğunu belirtmeye devam etmişlerdir. Buna öğrenciler de destek vermiş ve mecmualara gönderdikleri yazılar ile medreselerin içerisinde bulundukları vaziyeti yetkililere ve kamuoyuna duyurmaya çalışmışlardır.73 Islah-ı Medâris Nizamnamesi yayımlanmadan yaklaşık bir yıl önce 23 Ekim 1913 tarihinde M. Salih Vecdi imzasıyla yayımlanan bir makalede, medreselerin beş yıldır düzeltilemediğinden bahsedilmiş ve yetkililerden ümit kesilmeye başlandığı belirtilmiştir. Bu yüzden ıslah için artık şahsi olarak teşebbüse girişmek gerektiği vurgulanmıştır. Yazıda çoğu İslamcı aydın olan kişilerin isimleri verilerek onlardan harekete geçmesi beklenmiş ve şöyle bir öneride bulunulmuştur: 72 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler, s. 94. 73 Talebe mektupları için bkz. Sultanahmed Dershânesi Namına Âsitâneli Niyazi- Akşehirli Mehmed Emin, Eğinli Mehmed Kasım; Sultanahmed Medresesi Nâmına Akşehirli Haşim, Kirmastılı Mehmed, Ankaralı Mehmed Said, “İştirak-ı Efkâr”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, 8 Mayıs 1913, s. 146-147; Osman Nuri, “Artık Sükût Etmeyeceğiz”, s. 148; Edhem Ruhi, “Talebe-i Ulûmun Feryatları”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, 29 Mayıs 1913, s. 201-202; A. L., “Elinden İş Gelir Adamlar İsteriz”, s. 279; M. Salih Vecdi, “Mükalemât ve Temrinât-ı Arabiye Dersi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 261, 11 Eylül 1913, s. 5-6; Sadullah, “Ulema-i Kiram ve Talebe-i Ulum’a Açık Mektup”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 268, 30 Ekim 1913, s. 121; M. Salih Vecdi, “Medreselerin Avâmil-i İnhitâtından: Rağbetsizlik”, s. 12-13. 209 “Memleketimizde Naim Bey, Dârü’l-Fünun Müdür-i sâbıkı İsmail Hakkı Bey, Mahmud Esʻad Efendi, Musa Kazım Efendi, Bereket-zade İsmail Hakkı Bey, Mehmed Akif Bey, Hafız-ı Kütüb İsmail Efendi, Riyazi-i şehir Fatin Efendi, Manisa Mebusu Mustafa Efendi, Şeyh Salih et-Tunusi Efendi, Halim Sabit Efendi, Ali Rıza Efendi, Antalyalı Hamdi Efendi… gibi ilim ve fazlıyla temeyyüz etmiş; taʻlim-i ulûmu kendilerine mukaddes bir vazife bilen birçok nadir simalar var. Bunlar bir araya gelip bir husûsi nümûne medresesi vücuda getirseler; hemen bir program tertib edip teşnegân-ı irfânı, genç talebeleri bu müessesenin âguş-ı feyyâzına davet etseler ilmiyeyi ihya etmiş olacakları gibi dine, vatana da pek büyük hizmet etmiş olurlar.”74 M. Salih Vecdi, ismini zikrettiği bu şahıslardan özel bir medrese kurmalarını istemiş; ardından bu kurumu iyi eğitim verecek bir düzeye getirip gençlerin ilmî yönden faydalanmasını talep etmiştir. Vecdi, Devletin bu konuda kayıtsız kaldığını, bu yüzden ulemanın el ele verip özel medreseler meydana getirmesi gerektiğini düşünmüş ve eğer beş yıl önce böyle bir medrese kurulsaydı şimdi mezun vermeye başlardı, demiştir.75 H. Fevzi de, 11 Aralık 1913 tarihinde yazdığı makalesinde talebelerin içerisinde bulunduğu olumsuzluklardan bahsetmiş ve yine yetkililerin harekete geçmediğinden yakınmıştır.76 Sözlerinin nazar-ı itibâra alınmadığından şikâyet etmiş “…Bizleri hiç düşünen yok. Demek işimiz gücümüz acz-i mutlak içinde çırpınmak…”77 diyerek yetkililerden her şeye rağmen medreselerin ıslahı konusunda yeni bir program beklediklerini ifade etmiştir. Bu da İslamcı aydınların yetkililerden ümit kesmeye başlamalarına rağmen yine de daha geniş ve daha kapsamlı bir ıslah beklentisi içerisinde olduklarını göstemiştir. Nitekim bu yazılardan kısa bir süre sonra medreselerin ıslahına yönelik Meşihat Makamı tarafından yürütülen II. Meşrutiyet 74 Birgili M. Salih Vecdi, “Medâris-i Husûsiyyeye Muhtâcız”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 267, 23 Ekim 1913, s. 105. 75 Vecdi, a.e., s. 106. 76 H. Feyzi, “Ne Doğmaz Günmüş Ey Acizlerin Kudretli Hallak’ı!”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 274, 11 Aralık 1913, s. 213. 77 H. Feyzi, “Ne Doğmaz Günmüş”, a. y. 210 Dönemi’nin ikinci ve en önemli ıslah çalışması olan Islah-ı Medâris Nizamnamesi yayımlanmıştır.78 24 maddeden oluşan Islah-ı Medâris Nizamnamesi, 1 Ekim 1914 tarihinde Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi (ö. 1921) zamanında kabul edilmiştir. Nizamname ile medreselerin ıslahına yönelik köklü yenilikler yapılmak istenmiştir. Nizamname beş başlık halinde ele alınmış; merkeze ait kısım, müderrisin, talebe, suret-i idare ve Medresetü’l Mütehassisin79 kısımlarından oluşmuştur.80 Nizamnamenin “Merkeze ait kısım” başlığı altında yedi madde yer almış ve bununla İstanbul’da eğitim veren bütün medreselerin Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi adıyla tek yönetim altında birleştirildiği,81 eğitimin 12 yıl olduğu ve bunların âli kısım, tâli kısm-ı evvel ve tâli kısm-ı sâni olmak üzere dörder senelik üç kademeye ayrıldığı,82 bu medreselerin her kısmında Ders Vekâleti’ne bağlı birer genel müdür ile her şubede birer müdür bulanacağı ifade edilmiştir.83 Nizamnamenin ikinci kısmı “”Müderrisin“ başlığını taşımış ve medreselere atanacak müderris ve muallimlerin görevlendirilmeleri ve alacakları maaşlar hakkında getirilen yeni esaslar yer almıştır. Buna göre hâlihazırda görev yapan müderrislerin aldıkları maaş ile devam edecekleri belirtilmiş, daha sonra kıdem ve ehliyetlerine göre maaşlarına zam yapılacağı ifade edilmiştir.84 Medreselerde okutulacak yeni derslerin eğitimini verecek muallimlerin ise girdikleri ders saatine göre ödeme alacağı belirtilmiştir.85 Nizamname ayrıca “Talebe” başlığı altında dört madde ile talebelerin durumunu iyileştirecek yenilikler yapmayı amaçlamış; talebelerin medreselere intibakı, kabul edilecek yeni öğrencilerde aranacak şartlar, verilecek burslar, mezun olanların alacağı 78 Islah-ı Medâris Nizamnamesi, Düstur Tertib-i Sâni, Cilt VI, s. 1325-1330. 79 Medresetü’l-Mütehassisin ile ilgili bilgi, çalışmamızın bir sonraki bölümünde “İkinci Meşrutiyet’te Kurulan Medreseler” başlığı altında yer almıştır. 80 Islah-ı Medâris Nizamnamesi, s. 1326. 81 Islah-ı Medâris Nizamnamesi” Madde: 1, Düstur Tertib-i Sâni, Cilt VI, s. 1325-1330. 82 Islah-ı Medâris Nizamnamesi” Madde: 2. 83 Islah-ı Medâris Nizamnamesi” Madde: 5. 84 Islah-ı Medâris Nizamnamesi” Madde: 8 85 Nizamname, Madde 9. 211 belgeler gibi konulara açıklık getirilmiştir.86 Nizamnamenin son kısmı ise “suret-i idare“ başlığı ile medreselerin idari heyetleri beş madde ile açıklanmıştır.87 Buna göre Daru’l-Hilafeti’l-Aliye Medresesi, Ders Vekâleti’nin başkanlığında, Müdür-i Umumiler ve Evkaf-ı Humayun Nezareti Müessesât-ı İlmiye Müdürlerinden teşkil edilen Meclis-i Mesalih-i Talebe tarafından idare edilmesine karar verilmiştir.88 Bu kişilerin haftada iki kez toplanarak medreselerle ilgili meseleleri görüşmeleri planlanmış; medreselerin teftişi için de ayrıca müfettiş tayin edileceği duyurulmuştur. Bu kısımda yer alan son madde ise Daru’l-Hilâfeti’l-Aliyye’nin dışında kalan medreseler için ayrı bir talimatnamenin tanzim edileceği olmuştur.89 Çalışmamız İslamcı aydınların konu ile ilgili görüşlerini daha ayrıntılı ele alabilmek adına Nizamnameyi üç başlık altında inceleyerek, pratikte uygulamaya yansımaları üzerinde durmuştur. 3.1.2.1. İslamcı Aydınların Nizamnameye İlişkin Görüşleri ve Çekinceleri Osmanlı Devleti’nin içerisinde bulunduğu savaşlar nedeniyle Islah-ı Medaris Nizamnamesi’nin (1914) ilanı münasebetiyle; Medaris-i İlmiye Nizamnamesi’nin (1910) ilanı sırasında yapıldığı gibi Devlet ricali tarafından üst düzey bir tören düzenlenmemiş; herhangi bir kutlama yapılmamıştır.90 Bu nedenle İslamcı aydınlar Nizamnamenin ilanı ile ilgili duydukları memnuniyeti ülkenin içerisinde bulunduğu olumsuz duruma atıfta bulunarak yapmışlardır. 11 Mart 1915 tarihinde Sebilü’r-Reşad mecmuasında yapılan açıklamada Nizamnamenin yayımlanması hususunda şu sözlere yer verilmiştir: “Şeyhülislâm Hayri Efendi Hazretlerinin maârif-i İslâmiyyenin ihyâ ve teceddüdü hususundaki himem-i celîleleri cidden şâyân-ı memnûniyyettir. Böyle buhranlı zamanlarda bile sarf-ı mesâʻîden geri durulmuyor. Gerek evkāf 86 Islah-ı Medâris Nizamnamesi” Madde: 10-13 87 Islah-ı Medâris Nizamnamesi” Madde: 14-18 88 Islah-ı Medâris Nizamnamesi, Madde: 14. 89 Islah-ı Medâris Nizamnamesi, Madde: 18. 90 Amit Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, Çev. Bülent Üçpunar, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2013, s. 95 Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, s. 95. 212 mekteplerinin, gerek medreselerin ve tedrîsâtın ıslâhı hakkındaki teşebbüsât ne kadar mühimdir.”91 Yazıda Devletin zorluklar içerisinde olmasına rağmen Şeyhülislam’ın medreselerin ıslahı konusunda yaptığı girişimlerin memnuniyet verici olduğu ifade edilmiştir. Başka bir memnuniyet ifadesi 28 Ekim 1915 tarihinde, Ahmed Hamdi Aksekili tarafından Sebilü’r-Reşad mecmuasında yayımlanmış ve bu konuda Devletin savaş içerisinde olmasına rağmen medreseler için esaslı bir inkılap yaptığından duyulan memnuniyet dile getirilmiştir.92 İslamcı aydınlar Nizamname’den duydukları memnuniyeti ifade etmekle birlikte İttihatçıların genel anlamda dine, özel anlamda İslam’a karşı tutumunun iyi niyetli olmadığını ve ehil olmayan kimseler olduklarını düşündüklerinden Nizamname’ye aynı zamanda ihtiyatlı yaklaşmayı tercih etmişlerdir.93 Bu nedenle onlar medreselerin ıslah edilmesinde Hükûmetin öncelikli rol oynaması gerektiğini ancak bunu yaparken işin ehli ulemadan bir komisyon oluşturarak hareket edilmesi gerektiğini belirtmişlerdir.94 Nitekim Nizamname’nin yayımlanmasından bir ay sonra 29 Ekim 1914 tarihinde Sebilü’r-Reşad mecmuasında yayımlanan bir makalede Nizamname’nin oluşturulmasında medrese eğitimi görmüş ve müderrislik görevinde bulunmuş Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi olduğundan dolayı bu teşebbüse güvendikleri belirtilmiştir. Yazının devamında Meşihat makamının Nizamname konusundaki başarısı ile ilgili yapacakları yorumu zamana bırakacaklarına dair, “…Şimdilik makam-ı Meşihatın millet-i İslamiyyenin yegâne vasıta-i teâlisi olan medreseleri birer menbaʻ-ı irfan hâline ifrağ etmeye müteveccih olan teşebbüslerinde muvaffak bi’l-hayr 91 “Darü’l-Hilafe: Maarif-i İslamiyye’nin İhya ve Teceddüdü”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIII, Sayı: 330, 11 Mart 1915, s. 142. 92 Ahmed Hamdi Aksekili, “Nutuk”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIV, Sayı: 350, 28 Ekim 1915, s. 94. 93 Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti Değişimin Failleri ve Geleneğin Muhafızları, s. 95; M. Salih Vecdi, “Medreselerin Avâmil-i İnhitâtından: Rağbetsizlik”, s. 12. 94 Mehmed Hilmi, “Medâris Mes’elesi”, s. 279; A. Hayri, “Hakikatten Vazgeçmem 6”, BH, s. 1759. 213 olmalarını temenni etmekle iktifâ etmeyi daha münâsib görüyoruz…”95 diyerek sadece hayır dileyeceklerini, Nizamname hakkında yorum yapmayacaklarını belirtmiştir. İslamcı aydınların Nizamname konusundaki tereddütlerine ve medreselerin geleceği ile ilgili endişe duymalarına neden olan birkaç husus bulunmaktadır. Bunlardan ilki, bu Nizamname ile medrese öğrencilerinin sayısına getirilen sınırlama olmuştur. Zira yeni Nizamname’ye göre tâli kısma 2.080, âli kısma 800 öğrenci kontenjanı getirilmiş96; bu da 1910 yılındaki medrese talebe sayısına göre %40’lık bir azalma olacağı anlamına gelmiştir.97 Bu durum gelecekte olabilecek olumsuzlukların bir habercisi olma ihtimaline karşı İslamcı aydınları tedirgin etmiştir. Ancak aynı dönem, I. Dünya Savaşı (1914-1918) dolayısıyla talebelerin çok büyük bir oranda askere alınması, İstanbul’a seyahat etmenin zorlaşması vb. nedenler, bu kontenjanı uzun yıllar Nizamnamenin öngördüğü rakamların üçte birine kadar düşürmüştür.98 İslamcı aydınların endişe duyduğu diğer bir husus da Nizamname ile mevcut medreselerin İttihatçı hükümetin gözetiminde yeterince ilgi göremeyeceği ihtimali olmuştur. Zira o güne kadar yapılan ıslahat teşebbüslerinin hiçbirinin iz bırakmamasını Devletin başarısızlığı olarak görmüşler ve bunun nedeni konusunda “Çünkü teşebbüs esaslı, müteşebbisler azimkâr ve lazım gelen evsâf ile pirayedar değildirler.”99 diyerek devlet hakkındaki düşüncelerini bildirmişlerdir. Musa Kazım, 12 Şubat 1914 tarihinde İslam Mecmuası’nda II. Meşrutiyet’in ilanından sonra devletin içinde ve dışında meydana gelen ihtiraslar nedeniyle ülkenin her tarafında nifak ve ittifaksızlık yaşandığını belirtmiş; bunun da felaketlere yol açtığını ifade etmiştir.100 Devletin içinde bulunduğu bu durum nedeniyle o dönem bazı aydınlar, bu Nizamname hakkında üzerinde çok durulmadan, aceleyle ve medreseliye hiçbir güvence verilmeden ortaya konmuş güvenilmez bir sistem olduğunu düşünmüşlerdir.101 95 “Ders Vekâlet-i Celilesinin Mühim Bir Teşebbüsü: Medresetü’l-Mütehassısin”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 286, 5 Mart 1914, s. 418. 96 Islah-ı Medâris Nizamnamesi, madde: 4, s. 1325. 97 Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, s. 95. 98 Bein, a.y. 99 “Ders Vekâlet-i Celilesinin Mühim Bir Teşebbüsü: Medresetü’l-Mütehassısin”, s. 419. 100 Musa Kazım, “İslam ve Terakki”, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 1, 12 Şubat 1914, s. 2. 101 Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, s. 95. 214 Bu düşünceye sahip Beyanü’l-Hak mecmuasında yazarlık yapmış olan Ahmed Şirani (ö. 1942), görüşlerini Medrese İʻtikatları ve İʻtisam gibi mecmualarda102 belirtmiş ve birçok konuda yapılan yenilikleri eleştirmiştir.103 Medreseleri Osmanlılığın ve halkın bir parçası olarak kabul eden Şirani, bu Nizamname ile medreselerin dinî eğitim ve iʻtikadi anlamda zayıflatılmaya çalışıldığını ileri sürmüştür.104 Nitekim Nizamname’nin eksiklikleri dile getirilmeye başlandığı dönemde Devlet I. Dünya Savaşı’na dâhil olmuş bulunduğundan yapılan ıslahat hayata istenildiği gibi aktarılamamıştır.105 Zira savaş sadece askerî zararlar vermekle kalmamış; aynı zamanda devletin siyasi, mali, içtimai ve eğitim sistemlerini de sarsmıştır. Dolayısıyla tasarlanan reformların kâğıt üzerinde kalmasına sebebiyet vermiştir.106 3.1.2.2. Medreselerin İdari Yapısı ve Eğitimine İlişkin Görüşler Hazırlanan Islah-ı Medâris Nizamnamesi ile medreselerin idari yapısına ilişkin büyük bir adım atılmış; İstanbul’da eğitim veren bütün medreseler Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi adıyla tek yönetim altında bir araya getirilmiştir.107 Bununla medreseler, belli bir nizama tâbi tutulmaya çalışılmış; merkezî bir otorite denetimine alınması amaçlanmıştır. Medreselerin tek çatı altında toplanması düşüncesi, Nizamname yayımlanmadan önce İslamcı aydınların üzerinde durduğu konular arasında yer almıştır. Onlar özellikle dağınık halde bulunan taşra medreselerinin kapatılarak yerine o ilin merkezinde büyük bir medrese inşa edilmesini, talebelerinin orada eğitim almasını önermişlerdir. Ahmet Hamdi Aksekili, bu konuda 11 Aralık 1913 tarihinde Sebil’ür-Reşad mecmuasında 102 Hayatı ve görüşleri için bkz. Mustafa Gündüz, “Ahmed Şirânî ve Medreseleri Hem Eleştiren Hem de Savunan Dergisi: “Medrese İ’tikatları” (İndeks ve Yazı Özetleri), Folklor/Edebiyat Dergisi, Cilt: XII, Sayı: 46, 2006/2, s. 97-130. 103 Mustafa Gündüz, “Ahmed Şirânî ve Medreseleri Hem Eleştiren Hem de Savunan Dergisi “Medrese İ’tikatları” (İndeks ve Yazı Özetleri)”, Folklor/Edebiyat Dergisi, Cilt: XII, Sayı: 46, 2006/2, s. 105. 104 Gündüz, a.e., s. 100. 105 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 154; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin İlmiye Teşkilatı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1965, s. 267; Müftizade, “İstanbul Medreseleri 2”, s. 176. 106 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 160. 107 Islah-ı Medâris Nizamnamesi” Madde: 2. 215 yazdığı makalede, Birgi’de bulunan medreselerin tek çatı altında toplanması önerisinde bulunmuş ve konuyu şöyle açıklamıştır: “Fikr-i âcizâneme kalırsa bugün Birgi kasabasında medrese namına hiçbir şey bırakmamalı, bunların hepsini de ta temelinden yıkarak Birgi’nin en güzel mevkiine büyük bir medrese yapmalı, medreselerin vakıflarını da cemʻ ederek bu medreseye şart etmeli. Birgi’de şimdi birer medrese yakalayan hocaları da o büyük medreseye -şimdilik herkesin iktidarı nisbetinde- muallim taʻyin etmeli. Eğer böyle olursa hem hâl-i hâzırda Birgi’de bulunan ulemanın hem de o medreseye girecek olan talebe-i ulûmun maişetleri te’min edilmiş olur. Binâenaleyh medrese adeta bir darü’l-fünun şeklini alır.”108 Aksekili, Birgi kasabasında bulunan tüm medreselerin yıkılarak o bölgenin en güzel mevkiide büyük bir medrese inşa edilmesi gerektiğini belirtmiş; yıkılacak medreseleri yaptırıp yaşatan vakıfların da bir araya getirilmesini önermiştir. Böylece bir merkezi otorite tarafından idare edilecek olan medresenin bir darü’l-fünun haline geleceğini, daha iyi bir eğitim vereceğini ve talebelere daha iyi hizmet sunacağını düşünmüştür. Aksekili ile aynı görüşte olan Mehmed Emin, 21 Mayıs 1914 tarihinde yani Islah-ı Medaris Nizamnamesinin yayımlanmasından yaklaşık dört ay önce Sebilü’r-Reşad mecmuasında, yetkililere seslenerek medreselerin bulundukları kaza merkezlerinde birleştirilmeleri ve aynı çatı altında toplanmaları gerektiğini ortaya koymuştur.109 Bunun nedenini de açıklayan Mehmed Emin, bu yöntemle muktedir müderrislerin kolay bulunabileceğini, ödeneklerde tasarruf edilebileceğini, eğitim ve öğretim birliğinin sağlanabileceğini, talebelerin ihtiyacı olan ve medreselere ilave edilebilecek hastane, hamam, idman yerleri vb. müesseselerin kolay işletilebileceğini ifade etmiştir.110 Onların bu isteği, Nizamname ile aynı olmasa da benzer bir gaye taşımış; belirli bir bölgedeki tüm medreselerin tek çatı altında, merkezi bir yapı tarafından yönetilmesi 108 Aksekili Ahmed Hamdi, “Birgi Medreseleri”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 274, 11 Aralık 1913, s. 221. 109 Mehmed Emin, “Müslümanlığı Diriltecek Müesseseler II, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı: 297, 21 Mayıs 1914, s. 195. 110 Emin, a.y. 216 gerektiği anlamına gelmiştir. Aradaki fark ise Nizamnameye göre; bir bölgedeki (İstanbul) tüm medreseleri fiziki olarak değil idari yönden tek çatı altında toplamak şeklinde iken; İslamcı aydınlara göre medreseleri hem fiziki hem de idari yönden tek çatı altında birleştirmek şeklinde olmuştur. Bu da İstanbul’da bulunan medrese sayısının, taşra da bulunan medrese sayısına oranla çok daha fazla sayıda bulunmasından kaynaklanmış olması muhtemeldir. İslamcı aydınlara ait bu önerilerin Nizamnamede yer almasında ne kadar etkili olduğu ya da yetkililer tarafından ne kadar dikkate alındığı bilinmemekle birlikte bu düşüncenin taşra medreselerinde olmasa da İstanbul medreselerinde hayata geçirilmesine karar verilmiştir. Zira Nizamname ile İstanbul’da bulunan tüm medreselerin aynı usul ve kaide altında tek bir medrese olduğu kabul edilerek eğitim vermesi planlanmıştır.111 Nizamnamede, taşra medreseleri ile ilgili bir karar alınmamış bu konu hakkıdna daha sonra bir talimatname ile duyuru yapılacağı ifade edilmiştir.112 Ayrıca idari yönden o güne kadar müderrislerin insiyatifinde olan medreseler yeni Nizamname ile Ders Vekâletine bağlı müdürler tarafından idare edilmesine karar verilmiştir. Bu yeni uygulama ile medreselerin hem idari yönden denetleneceği ve hem de müderris ve talebeler bazında gözetim altında tutulacağı anlaşılmıştır.113 Medreselerin eğitimi konusunda da büyük bir adım atılmış; üç kademeye ayrılan eğitimin âli kısmı, yüksek din eğitimi basamağını oluştururken tâli kısm-ı evvel ve tâli kısm-ı sâni, orta öğretimin birinci ve ikinci kademelerine denk gelmiştir.114 Eğitim süresinde bir değişiklik olmamış; bir önceki Nizamname ile eklenen yeni derslerin hakkıyla verilebilmesi için gereken sürenin 12 yıl olması gerektiğine karar verilmiştir.115 Diğer taraftan bu program, oldukça ayrıntılı ve düzenli bir şekilde hazırlanmış; her dersin farklı sınıflarda haftada kaç saat okutulacağı açıkça ifade 111 Mübahat S. Kütükoğlu, “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ve Kuruluş Arefesinde İstanbul Medreseleri” İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt: VII, Cüz: 1-2, 1978, s. 3 112 Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi, Nizamname, 18. madde. 113 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 154 114 Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi, Nizamname, 2. madde. 115 Kütükoğlu, “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ve Kuruluş Arefesinde İstanbul Medreseleri”, s. 4. 217 edilmiştir.116 Yine programda dersler kitap adları ile değil bizzat ihtiva ettiği ilimlerin adları ile verilmiştir.117 Böylece çeşitli derslerin hangi yıllarda okunacağının tespiti kolaylaşmış; eğitim süresi olan on iki yılı mezuniyete kadar okuyamayan talebelerin ilmî seviyelerinin belirlenmesinde netlik sağlanmıştır.118 İslamcı aydınlar, yayımlanan bu Nizamname ile alınan kararlardan hoşnut olsalar da programa alınan derslerin uygulamaya yansımadığını yazılarından anlaşılmaktadır. Sebilü’r-Reşad Mecmuasında 15 Nisan 1915 tarihinde İzmirli İsmail Hakkı müfredata eklenen yeni derslerden biri olan felsefe ile ilgili “…el-yevm felsefe-i cedîde memleketimize dâhil olmuş ve medâris-i İslamiyye ve mekâtib-i umûmiyyemizde tedrîs olunmaya başlamış ise de henüz lâyıkı vechile bir mevki’tutamamıştır…”119 diyerek Nizamnamenin yayımlanmasından yaklaşık yedi ay bir süre geçmesine rağmen ders programına yeni eklenen dersler arasında olan Felsefenin tam anlamıyla okutulamadığını vurgulamıştır. Fıkıh ilmi ile ilgili de benzer bir ifadeyi Elmalılı Muhammed Hamdi, Nizamnamenin yayımlanmasından yaklaşık dört yıl sonra dile getirmiş ve “…Hoş, biz talebemize sathî bir fıkh-ı umûmî gösterecek bir şekl-i tedris de bulamadık ve mebâhis-i fıkhiyyemizi âsâr-ı atîka halinde getridik ya…”120 diyerek fıkıh ilmini verebilecek bir eğitim şekli bulamadıklarını ve bu nedenle de bu ilmin eski eserler arasında kaldığını ifade etmiştir. Nizamname ile ders programına alınan derslerden sadece Felsefe ve Fıkıh ilmi değil diğer dini dersler ile sosyal, fen ve matematik dersleri de okutulamamıştır. Zira o dönem, dersleri verebilecek müderrislerin azlığı, bu derslerin uygulanabileceği mekânların yetersizliği ve tüm bunlar için gerekli olan ödeneğin eksikliği nedeniyle eğitim programı istenildiği gibi uygulanamamıştır.121 116 Ayrıntılı ders cetvelleri için bkz. Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi: nizamname- ders cedveli-surtii tedris ve kitablar-talimatname, İstanbul, Matbaa-i Ahmed Kamil, 1330-1333. 117 Islah-ı Medaris Nizamnamesi” Düstur Tertib-i Sani, Cilt VI, s. 1331. 118 Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi: nizamname- ders cedveli surti-i tedris ve kitablar-talimatname, İstanbul, Matbaa-i Ahmed Kamil, 1330-1333, s. 1; Müftizade, “İstanbul Medreseleri I”, Sebilü’rReşad, Cilt: XXI, Sayı: 540, 28 Haziran 1923, s. 162. 119 İzmirli İsmail Hakkı, “İzah-ı Merâm”, Seblü’r-Reşad, Cilt: XIII, Sayı: 335, s. 176. 15 Nisan 1915. 120 Elmalılı Muhammed Hamdi, “Ulûm-ı İslâmiyyenin Rûhu ve Mizâc-ı Tasnifi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIV, Sayı: 364,8 Ağustos 1918, s. 259. 121 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 154. 218 3.1.2.3. Müderrisler ile İlgili Yapılan Uygulamalara Yönelik Görüşler 1910 Nizamnamesi ile yapılan ıslahın üzerinden 4 yıl geçmesine rağmen medrese hocaları açısından beklenen olumlu değişimin gerçekleşmediği ve yeni bir ıslahata ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır. Zira Sırat-ı Müstakim gazetesinde 12 Mart 1914 tarihli yani Islah-ı Medâris Nizamnamesi yayımlanmadan 6-7 ay önceki bir yazıda medrese hocalarının geldiği durumdan bahsedilmiş, eski zamandaki medrese hocaları ile o günün medrese hocaları karşılaştırılmıştır. Eskiden medrese hocalarının devlet tarafından taltif edilerek kendilerine rağbet gösterildiği, bir kitap yazıp bitirdiği zaman matbaa olmamasına rağmen hemen çoğaltılıp ilim meclislerine gönderildiği ifade edilmiş ve hocalara verilen değer ortaya konmuştur.122 İlim adamlarına ve medrese hocalarına eskisi gibi rağbet gösterilmemesinden rahatsızlık duyan İslamcı aydınlar; bu ilgisizliğin neticesinde onların mesleklerinden uzaklaştıklarını, bu nedenle de nüfuzlarını ehliyetsiz kişilere kaptırdıklarını ifade etmişlerdir.123 İslamcı aydınlar, müderrislerin içerisinde bulunduğu olumsuzluğu yazılarında belirttikten sonra bu olumsuzluğun değişmesi için de teklif ve önerilerini sunmuşlardır. Bunun nedeni onların müderrisleri İslam âleminin başında maddi ve manevi rehberlik vazifesini ifa eden kişiler olarak görmeleridir.124 M. Salih Vecdi; medrese hocaları ile ilgili yazdığı makalesinde müderrislerin medreseler gibi gözden düşmeye başladığını ileri sürmüş; hatta bazı çevreler tarafından müderrisliğin bir meslek, medreselerin de bir ilim yuvası olduğunun kabul edilmediğinden yakınmıştır. O, Sırat-ı Müstakim mecmuasında yazdığı yazısında medreselerin geldiği noktayı şu şekilde özetlemiştir: “…Hatta mekteplerde okunan maʻlumât-ı medeniye kitablarında mülkümüzün kuvvâ-yı ilmiyesinden bahsolunurken ‘İbtidaiyeler, rüşdiyeler, iʻdadiyeler ve 122 M. Salih Vecdi, “Medreselerin Avâmil-i İnhitâtından: Rağbetsizlik”, s.13. 123 Vecdi, “Medreselerin Avâmil-i İnhitâtından: Rağbetsizlik”, s. 14. 124 Ahmed Agayef, “İslam Âleminde Görülen İnhitâtın Sebepleri I, İslam Mecmuası, Cilt: I, Sayı: 2, 26 Şubat 1914, s. 57. 219 mekâtib-i âliyeden ibarettir.’ denilip biçare medreselerin bu memleketin kuvvâyı ilmiyesinden olduğu adeta inkâr ediliyor.”125 Salih Vecdi, bu yazısı ile mekteplerde okunan kitaplarda medreselerin devletin okullarından biri olarak gösterilmediğinden yakınmış; bu durumun değişmesi gerektiğini vurgulamaya çalışmıştır. O, yazısının devamında müderrislerin üzerine düşen vazifeleri belirterek müderrislerden yapmasını istediği üç maddeden oluşan bir teklifi ileri sürmüştür. Teklifi daha iyi ifade edebilmek açısından yazıldığı şekliyle aktarılmıştır: “Durulacak zaman değildir. Şimdi en birinci vazifemiz hiç vakit gāib etmeyerek mesleğimizi esaslı bir programın sâye-i feyz-bârına sokmak, ulûm-ı selefe tevârüsle beraber fünun-ı asriyyeye âşina olmayı te’min etmektir. Sonra yapacağımız umumi imtihanlarda bütün mesâlik-i muhtelife erbâbını daʻvet ederek müktesebât-ı ilmiyemizi tasdik ettirip onlar arasında ihrâz-ı rağbet eylemeliyiz. Saniyen ─ Sırf ilmiyenin terakkisine hâdim kulüpler açmalı. Orada muayyen zamanlarda ulûm ve fünunun fezâiline, mesleğimizin parlak devirlerine dair hitabeler îrâd etmelidir. Bu suretle talebe-i ulûm arasında hiss-i mesleği uyandırıp gayeyi göstermelidir. Salisen ─ Beyne’l-halk irşâdât-ı ilmiyede bulunarak âlem-i İslam’ı vücudumuzdan müstefid kıldığımız gibi bi’l-cümle sunûf ve mesâlikin bekā ve terakkisinin medâr-ı yegânesi olan rağbet-i umumiyyeyi kazanmalıdır. Çünkü biz rağbet ve iltifât-ı umumiye olmaksızın ne kadar çalışsak beyhudedir. Yine pâydâr olamayız.”126 Yazar, ilmiye sınıfının eskiden olduğu gibi rağbet görebilmesi için yapılması gerekenleri üç madde hâlinde açıklamıştır. Bunlardan ilki, müderrislerin zaman kaybetmeden harekete geçmesi gerektiği ve onların müderrislik mesleğini esaslı bir programa tâbi tutarak asri fenleri bilmesi olmuştur. İkinci olarak, sadece ilmiyenin hizmetine sunulacak kulüpler açılmalı; bu külüplerde ilim ve fennin faziletine ve müderrislik mesleğinin yüceliğine dair konuşmalar yapılmalıdır. Böylece talebelerin 125 Vecdi, a.y. 126 Vecdi, a.y. 220 müderrislik mesleği hakkında bilgilenmesi sağlanmalıdır. Üçüncü olarak, halkı irşad ederek onların ilmiyeden faydalanması sağlanmalı ve halk arasında genel bir rağbet kazanılmalıdır. Tüm bunlar yapıldığında yazar, ilmiye sınıfının eskiden olduğu gibi değer kazanacağına inanmıştır. Islah-ı Medâris Nizamnamesi’nin çıkarılmasından yaklaşık beş ay önce, 14 Mayıs 1914 tarihinde Mehmed Emin, müderrisler konusunda bir makale yazmış ve “Bir tarafta binlerce medrese var ki Hükûmetin nazar-ı teftiş ü himâyesinden uzun müddet mehcur olmak yüzünden bugün füyûz-ı sâbıkasını gösteremez olmuştur…”127 diyerek Hükûmetin medreselere ve dolayısıyla orada derslere girecek müderrislere sahip çıkmadığından, bunları uzun süre unutulmaya terk ettiğinden şikâyet etmiştir. Tüm bu yazılanlara ve ortaya konan fikirlere bakıldığında İslamcı aydınların genelde medreseler, özelde müderrisler hakkında da birçok öneri ortaya koyduğu görülmektedir. Bu durum İslamcı aydınların medrese kurumlarına verdikleri önem kadar bu kurumlarda ders veren müderrislere de aynı şekilde değer verdikleri anlamına gelmektedir. Bu nedenden dolayı onlar yeni çıkarılacak nizamnamede müderrisler için de düzenleme yapılması gerektiğini ifade etmişlerdir.128 Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi, aynı yıl Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi sistemi ile ilgili bir teftiş heyeti meydana getirmiş ve bu teftiş sistemi için yirmi beş maddeden oluşan bir talimatname yayımlamıştır.129 Bu talimatnamenin ilk iki maddesine göre teftiş heyeti Meşihat makamına bağlanmış ve bu heyetten; memurların, müderrislerin vazifelerini yapıp yapmadıklarını kontrol etmeleri istenmiştir. Talimatnamenin üçüncü ve dördüncü maddesine göre ise talebelerin ve medreselerin genel durumunun da kontrol edilmesi gerektiği belirtilmiş; müfettişlerden eğitimin, belirtilen programların dışına çıkmadan uygulanmasına dikkat etmeleri istenmiştir.130 Böylece bu talimatname ile her sınıfın ve hatta her şube 127 Mehmed Emin, “Terbiye ve Taʻlim: Müslümanlığı Diriltecek Müesseseler I”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XII, Sayı 296, 14 Mayıs 1914, s. 175. 128 Vecdi, “Medreselerin Avâmil-i İnhitâtından: Rağbetsizlik”, s. 14. 129 Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi Hey’et-i Teftişiyyesine Mahsus Talimatname hakkında bkz. Yasin Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi Medrese Programları, İcazetnameler Islahat Hareketleri, s. 284. 130 Atay, a.y. 221 ve dersin hocasıyla Meşihat makamı tarafından ilgilenilmesi planlanmış; hocaların izinleri veya askerlikleri esnasında yerlerine başkalarının asaleten ya da vekâleten tayin edilmesine karar verilmiştir. Bu şekilde medreselerde eğitimin aksamaması, talebelerin hocasız bırakılmaması amaçlanmıştır. Devlet, Nizamname ile eğitimde yaşanacak herhangi bir aksamanın olmamasına çalışmış ve medreseler 19 Kasım 1914’te yeni sistem ile eğitime başlamıştır. Ancak daha önce belirtildiği üzere Osmanlı Devleti o sırada I. Dünya Savaşı’na dâhil olmuştur. Derslerin başlamasından yaklaşık bir hafta sonra 26 Kasım 1914 tarihinde Şeyhülislam Hayri Efendi ve ilmiye teşkilatının yetkili isimleri İtilaf kuvvetlerine karşı cihad ilan edilmesine karar vermiş ve şu kararı imzalamışlardır: “…Makâm-ı Hilâfet kalemrev-i hükümetinde bulunan tena’a-i Osmaniyye’nin yirmi yaşından kırk beş yaşına kadar olanlarını bilâ-istisnâ taht-ı silaha da’vet ederek bi-havlihî te’âlâ techîz eylediği ordu ve donanma-yı hümayun ile şimdiye kadar ömürlerini neşr-i ilme vakfetmiş bulunan ulemâ-yı müderrisîn ve muallimîn, ümîd ve istikbâl-i dîn ve millet olan bilumum talebe-i ulûm ve fünûn ile kısm-ı a’zam-ı me’murîn, bî-kes âilelerin şeyh-i fânî pederlerin ve vâlidelerin destgîri olan şübbân-ı vatan bugün peyderpey manâtık-ı cihâda tahşîd edilmekle beraber bilumum mü’min işbu cihâd-ı ekberden hissemend-i sevâb olmak için (…) hükmüne ittiba’an bedenen ve mâlen cihâd etmek üzere nefîr-i âm emrini almıştır…” 131 Bu karar ile ulemadan birçok müderris, silahlı kuvvetler içerisinde çeşitli alanlarda görev yapmak üzere seferber edilmiş ya da başka öğretim görevlerine tayin edilmiştir. İmzalanan bu beyannameden yaklaşık iki ay sonra 7 Ocak 1915 tarihinde Sebilü’rReşad Mecmuasında yayımlanan bir yazıda “…Ulema, talebe-i ulûm, muallimîn, me’murîn, müctehidîn-i kirâm bil-cümle sunûf ve tabakâtı-ı İslâmiyye üzerlerine terettüb eden vazife-i cihâdı ifâ etmekle mübahi ve müftehirdirler…”132 denilerek 131 Şeyhülislam Hayri Efendi vd., “Meclis-i Âlî-î İlmi’nin “Cihad-ı Ekber” Hakkıdaki Beyannamesi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIII, Sayı: 315, 26 Kasım 1914, s. 19. 132 S[Sin]. M. Tevfik, “Hilafet-i Uzmâ’nın Şevket ve Kuvveti Tezahüre Başladı”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIII, Sayı: 321, 7 Ocak 1915, s. 70. 222 müderrislerin ve talebelerin savaşa gitmiş olduklarından bahsedilmiştir. Zikredilen bu gelişmeler eğitimin başlamadan aksamalar yaşamaya başladığını göstermiştir. 3.1.2.4. Talebeler ile İlgili Yapılan Uygulamalara Yönelik Görüşler İslamcı aydınlar; talebelerin medrese eğitiminin önemli bir parçası olduğunu düşünmüş ve onların eğitim, yemek, yatacak yer gibi ihtiyaçları üzerinde hassasiyetle durmuşlardır. Bu konuda ecdadı örnek olarak gördüklerini; onların, talebeleri ülkenin her yerinde geniş fedakârlıklarla inşa ettikleri medreselerde barındırdıklarını ifade etmişlerdir. Ayrıca talebelerin her türlü ihtiyacını temin edecek şekilde talebeye önem verdiklerini dile getirmişlerdir.133 İslamcı aydınlar, bu durumun devam etmediğini, medreselerin düştüğü âtıl ve perişan durumun talebeler için birer utanç nişanı hâline geldiğini ifade etmişler; ümmetin kalbinde ananevi bir hürmete sahip olan medreselerin gelinen noktada ayakta durmaya dahi gücünün kalmadığını belirtmişlerdir.134 Onlar ayrıca II. Meşrutiyet’ten itibaren medreseler için zamanın ihtiyacına göre tecdit ve ıslah çalışmalarının yapılmasına rağmen yine de talebeler için uygun bir duruma getirilmediğinden yakınmışlardır.135 Bu nedenle onlar talebelerin içerisinde bulunduğu bu olumsuz şartları yetkililere duyurmak için 1910 Medâris-i İlmiye Nizamnamesi’nden sonra da yazılar yazmaya devam etmiş ve talebelerin görüşlerine de yer veren talebe mektuplarını gazetelerinde yayımlamışlardır.136 Nizamname ile ayrıca talebelerin büyük sorun yaşadığı maddi konulardaki sıkıntılarının giderilmesine çalışılmıştır. Bilindiği üzere talebeler, 1910 Nizamnamesi’nin yürürlükte olduğu dönemde maddi yetersizliklere dikkat çekmiş ve kendilerine 70 kuruşluk bir ödenek verilmesini kabul ettirmişlerdi. Ancak bu miktarın 133 Emin, “Terbiye ve Taʻlim Müslümanlığı Diriltecek Müesseseler”, s. 176. 134 Emin, a.y. 135 Emin, a.y. 136 Talebe mektupları için bkz. Sultanahmet Medresesi Namına Âsitâneli Niyazi, Akşehirli Haşim, Ankaralı Mehmet Seyit, “İştirak-ı Efkâr”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Nisan 1912, s. 146-147; Malatyalı Osman Nuri, “Artık Sükût Etmeyeceğiz”, s. 147-148; Edhem Ruhi, “Talebe-i Ulûm’un Feryatları”, s. 201-202; A. L., “Elinden İş Gelir Adamlar İsteriz”, s. 279; Vecdi, “Mükalemât ve Temrinât-ı Arabiye Dersi”, s. 4-6; Sadullah, Ulema-i Kiram ve Talebe-i Ulûma Açık Mektup”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, s. 121; M. Salih Vecdi, “Medreselerin Avâmil-i İnhitâtından: Rağbetsizlik”, s. 12-13. 223 yetersiz olduğu zamanla ortaya çıkmış ve yeni dönemde talebelerin bu konudaki itirazları kabul edilerek Üsküdar, Nuruosmaniye, Şehzade, Fatih gibi merkezlerde yemekhaneler hazırlanmasına ve ayrıca elbise, çamaşır yardımı yapılmasına karar verilmiştir.137 Nizamname sonrası Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesinin öğretime açılması ile 2.880 talebe alınmış ancak talebeler açısından sağlıklı bir eğitim öğretim yapılamamıştır. Zira I. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle birçok medrese talebesi askere gitmek zorunda kalmış ve cephelere sürülmüştür. Yapılan tespitlere göre medreselerin açılmasından bir yıl sonra 1915-1916 öğretim yılında öğrenci sayısı 1.354’e düşmüştür.138 1916-1917 öğretim yılında bu medreselerde kayıtlı 1.047 öğrenciden 419’u askerlik ve diğer sebeplerden dolayı sene sonu sınavlarına girememiştir. 1917- 1918 öğretim yılında ise kayıtlı 1.082 öğrenciden 469’u askerde olduğu için sene sonu yapılan sınavlara girememiş ve eğitimleri aksamıştır.139 Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi, Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile medreselerde yeni bir başlangıcı ortaya çıkarmayı planlamış; ancak ülkenin savaş içerisine girmesi nedeniyle beklenen sonuç alınamamıştır. Buna rağmen Dârul-Hilafeti’l-Aliyye Medreseleri, tüm medreseler kapatılıncaya kadar varlığını sürdürmüş; dini eğitim sahasında önemli roller üstlenen başarılı mezunlar vermiştir. Bunlar arasında Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen, Ahmed Hamdi Aksekili vb. isimler yer almıştır.140 Şeyhülislam Mustafa Hayri Efendi bir yıl sonra İttihatçı yönetimle yaşadığı anlaşmazlık nedeniyle görevlerinden çekilmiş; 8 Mayıs 2016 yılında Musa Kazım Efendi şeyhülislam olmuştur. 141 Musa Kazım Efendi ikinci kez şeyhülislamlık görevine geldikten sonra medreseler konusunda ıslahatın devam etmesini sağlamış ve reform programlarını sürdürmüştür. Kendisi, medreselerle ilgili ilk ciddi çalışmasını 137 Mustafa Öcal, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi: Mukaddime Kitap, İstanbul, Düşünce Kitabevi Yayınları, 2011, s. 59. 138 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 152. 139 Öcal, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Din Eğitimi, s. 63. 140 Adem Ölmez, “II. Meşrutiyet Devrinde Osmanlı Medreselerinde Reform Çabaları ve Merkezileşme”, Vakıflar Dergisi, Sayı: 41, 2014, s. 137. 141 Ölmez, a.y. 224 göreve geldikten yaklaşık bir yıl sonra 23 Nisan 1917 tarihinde Medâris-i İlmiye Hakkında Kanun’un142 çıkmasına öncülük ederek yapmıştır.143 Hazırlanan bu kanun on altı maddeden oluşmuş ve bir önceki Nizamname’nin, bazı değişiklikler hariç, bir devamı niteliğinde olmuştur. Bu değişiklikler arasında medreselerin derecelerine verilen isimlerin değiştirilmesi yer almış; tâli kısm-ı evvel adı ibtidai hariç adı ile; tâli kısm-ı sâni, ibtidai dâhil adıyla; kısm-ı âli ise sahn adıyla değiştirilmiştir.144 Ayrıca bu Nizamname ile medreselerin eğitim programlarına dair yenilikler yapılmıştır. Bunlar arasında eğitim süreleri yer almış; her kısım dörder yıldan üçer yıla indirilmiş ve ders programlarının Meşihat makamı tarafından oluşturulacağı belirtilmiştir.145 Kabul edilen bu kanun ile medrese hocalarının alacakları maaşların alt ve üst limitleri belirlenmiş; talebeler için Evkaf gelirleri dışında Maliye Nezaretinden de yardım sağlanmıştır. Maliyeden yardım alınmaya gidilmesi medreseler açısından önemli bir adım olmuştur. Zira Tanzimat’tan itibaren Maliye, medreselere olan ilgisini ve desteğini kesmiş durumdaydı ancak bu dönem medreseler için ilmiye bütçesine bir milyon dört yüz bin kuruş ilave gelir ayrılmıştır.146 Bu durum medreselerin mali açıdan rahatlayacağı anlamına gelmiştir. Zikredilen kanun ile taşra medreselerine de önem verilmeye başlandığı görülmüş, bu konuyla ilgili çeşitli hususlar için ayrı bir nizamnamenin çıkarılacağı ifade edilmiştir. Böylece Meşihat, taşra medreseleri ile ilgili yapacağı düzenlemeyi bir sonraki hedef olarak belirlemiştir.147 Medreselere getirilmesi düşünülen bu yenilikler bir sonraki nizamnameye zemin hazırlamaktan ileri gidememiştir. Zira aradan beş ay gibi kısa bir süre geçmesinin ardından 3 Ekim 1917 tarihinde daha geniş kapsamlı Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye 142 Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi: Nizamname- Ders Cedveli- Suret-i Tedris ve KitablarTalimanname, “ 23 Nisan 1333 Tarihli Medâris Kanunu Suretidir.” İstanbul, Matbaa-i Ahmed Kâmil, 1333, s. 21. 143 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 165. 144 Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi: Nizamname, s. 22. 145 Nizamname, 3. ve 4. madde. 146 Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi Medrese Programları, İcazetnameler Islahat Hareketleri, s. 287. 147 Nesimi Yazıcı, “Osmanlı Son Dönemi Taşra Medreseleri Üzerine Bazı Düşünceler”, Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim Milletler Arası Kongresi Tebliğleri, İstanbul, 12-15 Nisan 1999, s. 593. 225 Medresesi ile Taşra Medresesi Hakkında Nizamname hazırlanmış ve Medâris-i İlmiye Hakkında Kanun ile yapılmak istenen yeniliklere açıklık getirilmiştir.148 3.1.3. Dâru’l Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ile Taşra Medresesi Hakkında Nizamname ve Uygulamaya Yansıması (1917) II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreselerin ıslahına yönelik yapılan son düzenleme 3 Ekim 1917 tarihinde hazırlanan “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye ile Taşra Medresesi Hakkında Nizamname” olmuştur.149 Bu Nizamname ile kayda değer bir değişiklik yapılmamış; daha önce üzerinde durulan ve yönetmelikte eksik kalan bazı konular düzeltilmeye çalışılmıştır. Yapılan bu düzeltme ile Nizamname’ye daha teferruatlı yeni bazı maddeler eklenmiştir.150 Ayrıca bu Nizamname, daha önce yapılan diğer iki nizamnameye göre kendi içerisinde bir bütünlük oluşturmuş; Osmanlı Devleti’ndeki tüm medreseleri kapsayacak şekilde eğitimde birliğe gitmiştir.151 Hazırlanan Nizamname, yedi bölümden oluşmuş; birinci bölümde İstanbul Teşkilatı ele alınarak ayrıca alt başlıklar oluşturulmuştur. Bu alt başlıklar; İdare Teşkilatı, Müderrisler, Süleymaniye Medresesi olarak üç fasıl hâlinde ele alınmıştır. Diğer bölümlerde ise Taşra Medreseleri, Hazırlık Sınıfı, Medrese Kabul Şartları, Ders Programları, İcazetname ve Ehliyetname Vesikaları, Mezun Olanların İstihdamları ele alınmıştır.152 Nizamname’nin İslamcı aydınlar tarafından nasıl karşılandığı ve uygulamaya yansımalarını daha iyi ifade edebilmek amacıyla çalışmamız beş alt bölümden oluşmuştur. Bu bölümler; İdare Teşkilatı, Öğrenci İstihdamı, Taşra Medreseleri, Medreseye Kabul Şartları, Talebe Sayısı ve Okutulacak Dersler şeklinde ele alınarak İslamcı aydınların konuya dair görüşleri ve tepkileri incelenmiştir. 148 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 96. 149 Nizamname’nin tam metni için bkz. Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi: Nizamname-Ders cetvelisuret-i tedris ve kitaplar-talimatname, İstanbul, Matbaa-i Ahmed Kamil, 1330, s.22; Düstür, Cilt: IX, s. 745-753. 150 Hamit Er, Medreseden Mektebe Geçiş Sürecinde Darülhilafe Medreseleri, İstanbul, Rağbet Yayınları, 2003, s. 27. 151 Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi Medrese Programları, İcazetnameler Islahat Hareketleri, s. 293. 152 Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi: Nizamname, s. 24-30. 226 3.1.3.1. İdarî Teşkilat Nizamname’nin ilk bölümünde medreselerin idari teşkilatı ele alınmış ve birtakım düzenlemeler yapılmıştır. Her medreseye bir müdürün atanacağı kararlaştırılmış ve bu müdürün Ders Vekâletine bağlı olacağı ancak Meşihat Makamı tarafından atanacağı belirtilmiştir. Ayrıca medreselerdeki tedrisatı denetlemesi ve denetim sonucu oluşan neticeyi Meşihat makamına bildirmesi için dört müfettişin de görevlendirilmesi istenmiştir. Böylece medreselerde idari ve eğitim ile ilgili gerçekleşen bütün işlerin gözetim ve denetim altına alınarak sorunsuz bir şekilde sürdürülmesi düşünülmüş, taşra-merkez arasındaki bağlantının devam etmesi hedeflenmiştir.153 Medrese teşkilatlanmasına getirilen diğer bir yenilik de Ders Vekâletine bağlı “Mesâlih-i Talebe Komisyonu”nun kurulması olmuştur. Bu Komisyonun görevleri arasında şu hususlar bulunmaktadır: Mesâlih-i Talebenin; - Medreselerin ıslahına ve ilerlemesine hizmet edecek tedbirlerin alınması için teklif sunması, - Medrese hocalarının, ders programlarının ve medrese idaresinin muhtaç olduğu yenilikleri takip etmesi ve bunları yetkililere bildirmesi, - Müderrislerin tayin ve görevden alınmaları ile ilgili kararları vermesi istenmiştir.154 Teşkilatlanmaya yönelik atılmış olan bu adım ile Meşihat makamının peyderpey medrese tedrisatını, modern usûllere göre örgütlemeye çalıştığı anlaşılmaktadır. İlk etapta bu uygulama önceki iki nizamnamede olduğu gibi taşra medreselerinde oluşturulmamış olsa da merkez teşkilatı bu gibi uygulamalarla daha iyi hâle getirilmeye çalışılmıştır.155 Nizamname ile getirilen bu yeniliklerden yaklaşık bir yıl sonra 12 Ağustos 1918 tarihinde Meşihat makamı tarafından Şeyhülislam Musa Kazım Efendi öncülüğünde 153 Hasan Yıldız, “Tanzimat’tan Günümüze Maarif Müfettişliği ile İlgili Düzenlemeler Bağlamında Etik İlkeler”, İstanbul Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Türkiyat Mecmuası, Cilt: XXIV, Sayı: 2, 2014, s. 269. 154 Nizamname, Birinci Bab, Birinci Fasıl, 8. Madde, s. 22. 155 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 165. 227 Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyyenin oluşturulmasına karar verilmiştir.156 Bu kurum genel anlamda halkın dinî konularda karşılaştığı problemleri ilmî metotlarla çözmek üzere neşriyat yapmak, sorulan dinî sorulara komisyonlarda görüşülmek suretiyle resmî olarak cevap vermek amacıyla oluşturulmuştur.157 Eğitim açısından ise medreselerdeki ders programlarının yeniden ele alınması, medreselere ait ulûm-ı İslamiyye kitaplarının yeniden gözden geçirilerek revize edilmesi vb. görevleri olmuştur. İslamcı aydınlar Devletin yaptığı bu çalışmaları her yeni ıslahat girişiminin ardından yaptıkları gibi takdirle karşılamış ve duydukları memnuniyeti makalelerinde beyan etmişlerdir. Şerafeddin Efendi 19 Ağustos 1918 tarihinde İslam Mecmuası’nda Musa Kazım Efendi’ye bu oluşum için teşekkürlerini belirtmiş;158 yine aynı gazetede Yaşaroğlu imzalı bir yazıda ise bu oluşuma başarılar dilenmiş ve muvaffakiyetleri için dua edilmiştir.159 Aynı şekilde Sebilü’r-Reşad mecmuası, ders programlarına yönelik alınan bu karardan üç gün sonra “Şeyhü’l-İslam Efendi Hazretlerini böyle bir teşkilat icrasına muvaffakiyetlerinden dolayı cidden şâyan-ı tebrik görüyoruz.” diyerek Darü’l-Hikmeti’l-İslamiyyenin oluşturulmasından duydukları memnuniyeti dile getirmiştir.160 26 Eylül 1918 tarihinde Abdülaziz Çaviş ise Sırat-ı Müstakim mecmuasında Osmanlı Devleti’nin savaş yıllarında olmasına rağmen bu süreci iyi değerlendirdiğini ve dâhilî ıslahata koyularak medreselere yönelik yenilikler yaptığını ifade etmiştir.161 Ancak zamanla istenen ıslahatın gerçekleşmediği görülmüş ve İslamcı aydınlar medreseler için yaşanan problemleri yeniden gündeme taşımaya başlamışlardır. 156 “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi Ders Cetveli”, Ceride-i İlmiyye, Cilt: IV, Sayı: 37, Ağustos 1918, s. 1119-1122; “Darü’l-Hikmeti’l İslamiyyenin Beyannamesi”, Ceride-i İlmiyye, Cilt: IV, Sayı: 38, Ağustos 1918, s. 1126- 1130. 157 Sadık Albayrak, “Dârü’l Hikmeti’l İslamiyye”, DİA, Cilt: VIII, İstanbul, 1993, s. 506. 158 Şerafeddin, “Dârü’l Hikmeti’l İslamiyye Küşâdı Münasebetiyle”, İslam Mecmuası, Cilt: V, Sayı: 61,19 Şubat 1918, s. 1162. 159 Yaşaroğlu, Darü’l Hikmeti’l İslamiyyenin Beyannamesi Münasebetiyle”, İslam Mecmuası, Cilt: V, Sayı: 63, 30 Ekim 1918, s. 1184. 160 “Darü’l Hikmeti’l İslamiyye”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XV, Sayı: 365, 15 Ağustos 1918, s. 19. 161 Çaviş, “İslam ve Medeniyet”, s. 128. 228 İslamcı aydınlar; bu konuda II. Meşrutiyet’in üzerinden on sene geçmesine rağmen hiçbir ilerleme kaydedilmediğini162, devletin medreseleri ıslah etmek yerine peyderpey imhasına çalıştığını163, bazı gazetelerin sürekli medreselerin aleyhine beyanat vererek medreseleri yıpratmaya çalıştıklarını ifade etmişlerdir.164 Ayrıca Darü’l-Hikmeti’lİslamiyyenin oluşturulmasının üzerinden bir buçuk yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra Ömer Rıza, 1 Mayıs 1919 tarihinde yazdığı makalesinde bu Komisyonun görevini yerine getirmediğini ifade ederek şikâyetlerini belirtmiştir.165 İslamcı aydınların makalelerine bakıldığında bu şikâyetlerin her geçen yıl artarak devam ettiği medreselerin Nizamname’de yazıldığı şekilde bir yapılanmaya gidemediği görülmektedir. Zira iki yıl sonra Mehmed Emin, yazdığı makalesinde devletin medreselere özen göstermediğine dair görüşlerini bildirmiş166; üç yıl aradan sonra 1 Nisan 1920 tarihinde ise Sebil’ür-Reşad mecmuasında A. Şükrü, medrese teşkilatının ıslah edilmesi gerektiğini ifade etmiş; Nizamname’ye rağmen devam eden aksaklıklar olduğunu belirtmiştir.167 Yazıda ayrıca medreselerle ilgili bazı eksikliklerin giderilmesi için sekiz maddeden oluşan bir öneride bulunulmuştur. Buna göre: “1- Talebe ibtida-i hâricden çıkıncaya kadar Arapçayı mükemmel bir sûrette tekellüm edebilmeli. Bunun için de taʻkib edilecek usûl pratik olmalı. Müderrisler yeni usûle vâkıf ehl-i lisandan intihab edilmeli. 2- Herhangi bir ders olursa olsun Ders Vekâleti tarafından taʻyin ve tahdid edilmeli. 3- Ulûm-u riyâziye arasında boğulup kalan ibtida-i dâhil talebesini mezkûr ulûm-u taklil ve felsefe gibi ağır dersleri sahn kısmına nakil sûretiyle bulunduğu vaziyetten kurtararak Arapçada meleke hâsıl olacak bir derecede yetiştirilmeli. 4- Her kısımda heyet-i tedrisiyye erbâbı ihtisastan olmalı. İster dersiam olsun ister olmasın. Şu kadar ki ihtisas bulunduğu takdirde dersiam tercih edilmeli. 162 Ali İhsan, “Şeyhü’l-İslam Efendi Hazretlerinin Nazargah-ı Semuhilerine”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVI, Sayı: 396, 13 Mart 1919, s. 73. 163 Ömer Rıza, “İslam Mefkûresine Doğru”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVI, Sayı: 400, 27 Mart 1919, s.107. 164 “Beyanat-ı Meşihat-Penâhi Etrafında”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVI, Sayı: 406, 17 Nisan 1919, s. 151. 165 Ömer Rıza, “Klerikalizm”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVI, Sayı: 410, 1 Mayıs 1915, s. 185. 166 Mehmed Emin, “Tarihçe-i Tarik-i Tedris”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVII, Sayı: 439, 28 Ağustos 1919, s. 184. 167 A. Şükrü, “Medârisin Hayatı ve Mematı Arefesinde: Medreseler Talebe için mi, Yoksa Müderrisler için midir?”, s. 238. 229 5- Medârisin âtisini temin etmeli. 6- Ehliyetli müfettişler vasıtasıyla sıkı bir teftişe tâbi tutulmalı. 7- Bütün nazarlar ibtida-i hâric birinci sınıfına tevcih edilerek birinci terfi-i sınıf eden talebenin ne gibi nekāisi varsa ertesi sene bertaraf etmeye çalışılmalı. 8- Teferruat hakkında ‘Talebe-i Ulûm’ Cemiyetinin bi’l-umum talebenin ârâsına müracaatla husûle getirdiği teşkilat nazar-ı dikkatten dûr tutulmamalıdır…”168 Bu önerilere bakıldığında yapılan Nizamname’nin üzerinden üç yıl gibi bir süre geçmesine rağmen hâlâ yeni usûle tam olarak geçilemediği, derslerin tümünün Ders Vekâleti tarafından belirlenmediği, ağır derslerin talebelerin yaşlarına uygun olarak sınıflandırılmadığı, müderrislerden bazılarının ihtisas sahibi olmadığı anlaşılmaktadır. Ayrıca yine bu yazıya göre medreselerin geleceği ile ilgili kaygıların olduğu, müfettişlerin sıkı bir denetim yapmadığı, talebenin derslerinde noksan olduğu noktaların dikkate alınmadığı ve Talebe-i Ulûm Cemiyetinin talebelerin görüşlerine önem vermediği çıkarımı yapılabilmektedir. Zikredilen aksaklıkları destekler bir yazı da talebe olan Mehmed Hilmi’nin mektubu olarak Sebil’ür-Reşad mecmuasında yayımlanmıştır. Çıkarılan bu son Nizamname’den yaklaşık 6 yıl sonra “Talebenin İstirhâmı” başlığı ile yazılan bu yazıda medreselerin içerisinde bulunduğu durum şu cümlelerle ifade edilmiştir: “…Medreselerimiz, hakīkī ve ciddi bir muâvenete çok muhtaçtır. Biz zavallılar hâlâ rutubetli, mukassi, toprak yığınından başka bir şey olmayan harap, gayr-i sıhhi birtakım eski medreselerin hücra köşelerinde yuvarlanmaktayız. Biz de bu vatanın evladıyız. Maarif İdaresi köylere varıncaya kadar birtakım sıhhi mektep binaları yaptırdığı ve müstevfi maaşlar ile muallimler taʻyin ettiğini kemal-i memnuniyetle görüyoruz. İnşaallah medreseler de bu himayeye mazhar olacaktır…”169 168 Şükrü, “Medârisin Hayatı ve Mematı Arefesinde”, s. 239. 169 Mehmed Hilmi, “Talebenin İstirhâmâtı: Umur-ı Şeriyye ve Evkaf Vekâlet-i Celilesinden”, Sebilü’rReşad, Cilt: XXIII, Sayı: 580, 20 Aralık 1923, s. 124. 230 Mehmed Hilmi’nin bu mektubu, Nizamname’nin üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen medreselerin büyük bir kısmında herhangi bir ıslahın yapılmadığını gösterir niteliktedir. Zira talebe mektuplarında 10 yıl öncesine göre büyük bir değişiklik görülmemekte genel olarak aynı şikâyetlerin devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu da medreselere yönelik yapılan ıslahatın gerçekleşmesi ya da medreselerin daha iyi bir duruma gelmesi için Devletin harekete geçmediği, geçse de kâğıt üzerinde kalmasını engelleyemediği anlamına gelmektedir. 3.1.3.2. Öğrenci İstihdâmı Bu Nizamname ile talebelere yönelik bazı yenilikler getirilmiştir. Buna göre Dâru’lHilâfeti’l-Aliyye Medresesine giren her talebenin sahnın sonuna kadar devam etme zorunluluğu kalkmış; talebelerin daha kısa yoldan hayata atılabilmelerinin önü açılmıştır.170 Böylece medreselerin mezun olunan kısımlarına göre talebelerin alabilecekleri görevler belirtilmiştir. Bu durumda Sahn medresesinden mezun olanlar; Meşihat ve Evkaf Nezaretinde memuriyetlere, müftülüklere, taşra medreselerindeki idarecilik görevlerine ve tabur imamlıklarına tayin edilebilme hakkı kazanacaklardır. Orta derece yani ibtida-i hariç mezunları, köy camilerine imam olarak veya buna denk diğer memuriyetlere girebileceklerdir. İbtida-i dâhil kısmından mezun olanlar ise mahalle camilerine, imamlıklara, ilk mekteplere, din dersi muallimliklerine ve kütüphane görevliliklerine tayin edilebileceklerdir.171 Bu durum İslamcı aydınlar tarafından memnuniyetle karşılanmış; 1917 yılında çıkarılan bu Nizamname’nin medreselerin gayesini, öğrenci istihdamını daha açık ve daha geniş bir şekilde teyit ve takviye ettiğini belirtmişlerdir.172 Cevad Efendi, Sebil’ür-Reşad mecmuasında 4 Mart 1920 tarihinde talebelerin istihdâmı ile ilgili bir makale yazmış ve Nizamname’de geçen ifadeleri şu sözlerle açıklamıştır: “…Bu teşkilatta medârisin aksâm-ı erbaasının füyûzâtı kanun tahtında etrafa bahşediliyordu. Şöyle ki ibtida-yı haricden mezun efendiler herhangi bir sebeple tahsili terk ettikleri sûrette karye imâmet ve hitabetine; ibtida-yı dâhil 170 Kütükoğlu, “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi”, s. 12. 171 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 162. 172 Cevad, “Medrese Tahsilinde Gaye II”, Sebilürreşad, Cilt: XVIII, Sayı: 461, 4 Mart 1920, s. 221. 231 mezunları şehir ve kasabat ibtida-yı muallimlerine; sahn medresesi mezunları Süleymaniye duhûl imtihanında muvaffak olamadıkları takdirde taşra medreselerine; Süleymaniye mezunları imtihan-ı umûmiden sonra mezun oldukları şuʻbede tedris edilen fen hakkında bir risale tahrir ettikten sonra İstanbul Dersiamlığına taʻyin edilecek ve taʻyin edileceği zamana kadar da dört yüz kuruş mülâzemet maaşı verilecek idi…”173 Cevad Efendi bu ifadelerle Nizamname’nin getirdiği yenilikleri belirtmiş ve talebenin okulu bitirdikten sonra alabileceği vazifeleri ifade etmiştir. Ayrıca bu kararın uygulamaya yansıtıldığını ve o yılın eğitim döneminin sonunda Süleymaniye Medresesinden mezun olanlara mülâzemet maaşının verildiğini ve bazı mezunların da dersiam ve şube müdürü olarak tayin edildiklerini belirtmiştir. Ancak yazısının devamında bir sonraki eğitim öğretim yılında Süleymaniye Medresesinin bitirme sınavına girip mezun olan talebelerin kanunen kendilerine verilen bu haklardan yararlanamadıklarını ifade etmiş, on beş yıllık eğitimin semeresini almaya muvaffak olamadıklarını belirtmiştir.174 Zikredilen bu husustan dolayı Nizamname’nin hayata geçirilmesi konusunda yine bazı aksamaların yaşandığı ve uygulamaya tam yansıtılamadığı görülmektedir. Zira Nizamname’de belirtilen haklardan talebelerin sadece bir yıl gibi kısa bir süreliğine yararlandığı bir sonraki yılda uygulanmadığı anlaşılmaktadır. Talebelerin bu durumuna bir çare olabilir düşüncesi ile İslamcı aydınlar, Sebilü’r-Reşad mecmuasında daha önce de bir süreliğine yer verdikleri ancak sonrasında durdurdukları talebe yazılarına 19 Şubat 1920 tarihinden itibaren “Talebe-i Ulûmda Hareket-i Fikriyye” başlığı altında yeniden yer vereceklerini duyurmuşlar ve konuya şu sözlerle açıklık getirmişlerdir: “…Bu kısma gerek medreselerin şekl-i idaresi gerek tedrisâtın tarz-ı icrası hakkında talebe-i ulum tarafından gönderilecek mektublar, makaleler, şikâyetler dercedilecektir. Vaktiyle de biz böyle talebe-i ulûma bir kısım tahsis eylemiş, bu suretle talebe-i ulûmun âmal ve efkârını evliya-yı umûrun nazar-ı 173 Cevad, a.e., s. 222. 174 Cevad, a.e., s. 223. 232 dikkatlerine arza vesâtet etmiştik. O zaman bundan birçok fâideler husûle gelmişti. Bir taraftan talebe-i ulûm arasında ne faʻâl, ne cevval zekâlar olduğu görüldü; diğer taraftan da Ders Vekâlet-i Aliyyesi talebenin bazı ma’ruzat ve mutâlebâtını nazar-ı dikkate almak lütfunda bulundu. Bu suretle mümkün mertebe medrese hayatında bir salah ve intizam husûle gelmeye başladı. Fakat bilâhare Harb-i Umumî’nin zuhûruyla her müessese gibi medreseler de nizam ve intizâmını gāib etmiş, maʻatteessüf bugün pek acınacak derecelere gelmiştir. Bunlara can vermek, bu irfan müesseselerini yeni baştan tanzim ile faʻaliyet ve harekete getirmek için ümid ederiz ki bu kabil neşriyâtın çok fâidesi olur…”175 İslamcı aydınlar bu ifadelerle daha önce talebelerin, medreseler hakkında mecmuaya gönderdikleri mektup, makale ve şikâyet yazılarının yayımlanmasının, Ders Vekâlet-i Âliyesini talebe istihdâmı da dâhil birçok konuda harekete geçirdiğini ve bu durumdan faydalar gördüklerini belirtmişlerdir. Bu nedenle onlar bu yazıları yayımlayacakları bir köşeye tekrar yer vereceklerini ifade etmişler ve mecmuada yer alacak olan bu yazıların medreselerin yeni baştan ıslah edilmesi faaliyelerine öncülük etmesini ummuşlardır. Mecmua aldığı bu kararla söz konusu yazıları yayımlamaya devam etmiş ancak yaklaşık bir yıl içerisinde talebelerin görüşlerini belirttikleri yazılardan sadece birkaç tanesine yer verebilmişlerdir. Sonrasında talebelerle ilgili münferit birkaç şikâyet yazısından başka da yazı yayımlanmamıştır.176 Sonuç olarak talebelerin, istihdam ve maddi olarak daha iyi imkânlara sahip olması için yapılan Nizamname’ye rağmen eskiden olduğu gibi aynı mahrumiyetler içerisinde kalmışlardır. 175 “Talebe-i Ulûmda Hareket-i Fikriyye”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVIII, Sayı: 459, 19 Şubat 1920, s. 202. 176 A. (Elif) Şükrü, “Talebe-i Ulûm Hareket-i Fikriyye, Medarisin Hayat ve Mematı Arefesinde” Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVIII, Sayı: 462, 1 Nisan 1920, s. 238; “Talebe-i Ulûmun Haddi midir?!.. İki Üç Katlı Muntazam Binalarda Oturabilmek!.” Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXIII, Sayı: 576, 22 Kasım 1923, s. 63-64; “Medreselere Dair: Harput Talebe-i Ulûmunun İstirhâmâtı”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXIV, Sayı: 614, 28 Ağustos 1924, s. 249-250. 233 3.1.3.3. Taşra Medreselerinde Yaşanan Sorunlar Taşra medreseleri açısından bakıldığında daha önce yapılan ıslahat çalışmalarında genellikle İstanbul medreselerinin ıslah edilmeye çalışıldığı, tedrisatta sadece merkez teşkilatının dikkate alındığı ve taşra medreseleri üzerinde pek durulmadığı görülmektedir. Ancak bu ıslahat ile taşra medreseleri de düşünülmüş, ayrıca taşra teşkilatı kurulmaya çalışılmıştır. Böylece Meşihat ıslaha, taşra medreselerini de dâhil ederek tüm medreseleri kapsayacak şekilde bir Nizamname hazırlamıştır.177 Nizamname’de ikinci bölüm, taşra medreseleri teşkilatı üzerinde durmuş ve konuyu dört madde hâlinde ele almıştır. Bu şekilde taşra medreselerine yönelik yenilikler yapılmak istenmiştir. Nizamname’ye göre taşrada bulunan medreselere müdür tayin edilecek, ayrıca bu müdür ile mahalli olarak görev yapan evkaf memurlarından halkın hürmetini ve itimadını kazanmış iki kişinden oluşan ve bir yıl süreyle görev yapacak İlmiye Encümeni Teşkilatı kurulacaktır. Nizamname’nin bir sonraki maddesinde bu Teşkilatın görevleri açıklanmış ve o kişilerin bulundukları medreselerin tedrisini ve idaresini ıslah ve tanzim etmeleri; yılsonu yapılan sınavların bitmesinin ardından sınav sonuçlarını bir mazbata ile Meşihat makamına ulaştırmaları istenmiştir.178 Bu şekilde her vilayette öğretimi organize edecek, gerekli düzenlemeleri yapacak ve sınavları kontrol edecek bir teşkilatın kurulması istenmiştir. Nizamname’nin yirminci maddesinde ise Dâru’l-Hilâfeti’l -Medresesine ve taşra medreselerine kayıt olacak talebeler için iki senelik hazırlık sınıfının açılmasına karar verilmiştir. Hazırlık sınıfına altı yıllık iptidailerin dördüncü sınıfına geçen talebelerin kabul edileceği ifade edilmiştir.179 Bu sınıfların kontrolü, İstanbul’da İbtida-i Hâriç Medresesi Müdireti Umumiyesine, taşra da ise medrese müdürlüğüne bağlanmıştır. Hazırlık sınıflarında okutulacak dersler Nizamname’de Kur’an-ı Kerim, ulûm-ı diniye, lugat-ı Arabiye, lugat-ı Farisiye, Türkçe, hesap, hüsn-i hat, Osmanlı tarihi, coğrafya, ulûm-ı eşya, ilahi, terbiye-i bedeniye olarak belirlenmiş ve müfredata konmuştur.180 177 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 164. 178 Nizamname, İkinci Bab, 18-19. maddeler, s. 25. 179 Nizamname, İkinci Bab, 20. madde, s. 25. 180 Nizamname, 20. madde. 234 Zikredilen bu çalışmaların uygulamaya yansıyıp yansımadığına bakıldığında zamanlama açısından ülkenin pek de iyi bir dönemde olmadığı görülmektedir. Çünkü I. Dünya Savaşı ülkenin ekonomik, sosyal, siyasal her alanına etki ettiği gibi eğitim alanına, dolayısıyla medreselerin gelişmesine de olumsuz etki etmiştir. Özellikle taşra medreseleri ülke müdafaası ve cihad için her bölgeden gelen askerlerin ikamet yeri olmak zorunda kalmıştır. O dönem Aksaray vilayetinde bulunan Murat Paşa-i Atik Medresesi müderrisinin, Meşihat makamına yazdığı yazı, medreselerin içerisinde bulunduğu durumun anlaşılması açısından önemlidir. “Müderrisi bulunduğum Aksaray’da Murat Paşa-i Atik Medresesine cihet-i askeriyeden bazı zevat bugün öğle vakti gelerek medrese-i mezkûrede asker ikame ve iskân olunacağından nihayet-i Teşrinievvel’in 5. pazar gününe kadar tahliye edilmesini mevcut talebeye katʻiyyen ihtar ve tenbih eylemişlerdir. Bir kere mevcut talebe nereye yerleştirileceği, sâniyen ashab-ı taşrada bulunan birçok zati eşya bulunduğundan bunlar nereye tevdi edileceği ve bunların nakliye masrafları ne taraftan tesviye edileceği cihetlerini berâ-i istifsar arzla beraber verilen mühlet bayrama kadar ve hiç olmazsa bir hafta kadar te’hiri babında icab eden zevata işʻâr-ı keyfiyet buyurulması hususunda işbu ilmühaber takdim kılındı.”181 Müderrisin bu yazısından devletin, o dönem savaşta olmasından dolayı ülkenin bekasını öncelediği ve medreselerdeki eğitimi ikinci plana almak zorunda olduğu anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra devlet mali anlamda da iç ve dış borç altına girmiş, medreseleri ve ilmiye kurumlarını ıslah edecek ne maddi gücü ne de iradesi kalmıştır.182 İslamcı aydınlar tarafından bu durum savaş yılları boyunca anlaşılır bulunmuş ancak savaşın bitmesinin ardından Devletin medreseler konusunda yine harekete geçmediği görülünce basın yoluyla harekete geçmişler ve konu ile ilgili düşüncelerini beyan etmişlerdir. Sırat-ı Müstakim’de 20 Aralık 1923 yılında çıkan bir yazıda Mehmed Hilmi, vatanın o dönem harpte olmasından dolayı medreseleri ıslah edecek bütçesinin olmadığı ancak 181 Sadık Albayrak, “Birinci Dünya Harbinde İstanbul Medreseleri” İslam Medeniyeti, Cilt: III, Sayı: 29, İstanbul, 1973, s. 28. 182 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 175. 235 aradan geçen uzun yıllar sonrasında harbin galibiyetle sonuçlanmasına rağmen hükûmetin medreselerin ıslahı konusunda bir yenilik yapmadığından bahsetmiştir.183 Bu yazıdan yaklaşık bir ay önce de yine aynı mecmuada yayımlanan bir yazıda medrese talebeleri için büyük bir medrese binası inşa edildiği ancak Maarif Vekâletinin bu binaya el koyarak Darülfünun talebesine tahsis edeceği üzüntüyle anlatılmıştır. Yazıda ayrıca medrese talebesinin bu memleketin evladı olarak görülmediğinden, onların muntazam bir binaya sahip olmaya haklarının olmadığından yakınılmış; nasiplerinin rutubetli, taş hücreler olduğundan şikâyet edilmiştir. Yazıda son olarak Maarif Vekâletinin çok daha iyi binalar yapacak bütçeye sahip olduğundan ve medrese olarak inşa edilen bu binaya ihtiyaç olmamasına rağmen el koyduklarından duydukları üzüntü anlatılmış ve medrese için küçük şeylerin bile çok görüldüğü belirtilmiştir.184 İslamcı aydınlar tarafından bu durum Devlet’in eğitime ayırdığı bütçenin yeterli olduğu durumda da medreselerin ıslahını ikinci plana attığı, mekteplerin eğitimini öncelikli tuttuğu şeklinde yorumlanmıştır.185 Ayrıca makalede yazılanlara bakıldığında taşra medreselerinde hiçbir iyileşmeye gidilmediğinden binaların düzenlenmesi, yemek ve barınacak yer konusuna bütçede yer verilmediği anlaşılmaktadır. Kısacası tüm bunlar hükûmetin medreseleri tamamen gözden çıkardığı ve kendi hallerine bıraktığı anlamına gelmektedir. Bu da İslamcı aydınların medreseler ve din eğitiminin gidişatı konusunda uzun zamandır duydukları endişelerinde haklı olduklarını göstermektedir. 3.1.3.4. Medreseye Kabul Şartları ve Talebe Sayısı Nizamnamenin, medreseye kabul şartlarının açıklandığı bölümünde medreselere alınacak talebeler ile ilgili kayıt şartı ve talebe sayısı konularında bazı yenilikler getirilmiştir. Buna göre Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye ile taşra medreselerinin herhangi bir sınıfına kabul edilecek talebeler için bulaşıcı hastalığı olmaması ve yaşı 13’ten küçük ve 18’den büyük olmamak şartıyla ibtidai mekteplerinden mezun olanlar ile hazırlık 183 Hilmi, “Talebenin İstirhâmâtı”, s. 88. 184 “Talebe-i Ulûmun Haddi midir?!.. İki Üç Katlı Muntazam Binalarda Oturabilmek!.”, s. 63-64. 185 Hilmi, “Talebenin İstirhâmâtı”, s. 88. 236 sınıflarını bitirmiş olanların kabul edilmesi kararı alınmıştır. Bu madde ile bir önceki nizamnamede yer alan 15 yaş sınırı 13 yaşa indirilmiş; yüksek dereceli medrese ve ihtisas medreseleri için azami yaş sınırı konmamıştır.186 Ayrıca mezunların sayısı yeterli gelmediği takdirde belirtilen yaş dâhilinde diğer talebelerden hazırlık sınıfı derslerinden imtihan edilmek suretiyle talebe almasına karar verilmiştir. Nizamnamenin diğer bir maddesinde ise ibtida-i hariç mezunları, ibtida-i dâhile, ibtida-i dâhil mezunları sahn medreselerine alınır; Sahn medresesinden mezun olanlar ise Süleymaniye’ye girebilir, denmiştir. Böylece medreseler için takip edilecek eğitim basamakları, her kısma verilen yeni isimleriyle ifade edilmiştir. Nizamnamede ayrıca kabul edilecek talebenin sayısı Meşihat makamı tarafından belirlenir, ifadesi kullanılmıştır.187 Buna göre orta ve yüksek dereceli medreselere 1.350 talebenin alınmasına karar verilmiş; ancak bu sayı, o yıl 1.047 gibi bir rakamda, beklentinin altında kalmıştır. Bunun nedenleri arasında talebelerde meydana gelen “gelecek” endişesi yer almış zira medrese mezunları diğer mektep mezunları ile aynı haklara sahip olamamıştır. Ayrıca daha önce belirttiğimiz üzere bu Nizamname’de istihdam konusunda yenilikler getirilmesine rağmen uygulamaya yansımada problem yaşandığından medreseliler belirli din hizmetlerinin dışında bir alanda istihdam edilememiş ve bundan dolayı talebeler medreselere rağbet etmemiştir.188 İslamcı aydınlar, medrese talebe sayısında yaşanan düşüşten devlet yetkililerini sorumlu tutmuş; bunun nedeni olarak yetkililerin medrese talebelerini sadece din hizmetlerine ait görevlere atamalarını göstermişlerdir. Hasan Hikmet, Sebilü’r-Reşad mecmuasındaki makalesinde konu ile ilgili şunları ifade etmiştir: “…ve denilir ki: ‘Medreseden çıkanlar tarik-i ilmiyeye intisab etsinler, diğer sınıf-ı içtimaiyemizi mekteplerden yetiştirelim.’ Hâlbuki bu meselede medrese tarzına ait hata tekrar edildi. Bu sefer mekteplerde diniyat ve terbiye-i diniye 186 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 156. 187 Nizamname, Dördüncü Bab, 21-26. maddeler, s. 26. 188 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 157. 237 esası ikinci dereceye bırakılarak ulûm ve fünûna bir mevki bahşedildi. Lâkin bununla mühim bir inkılab yapılmış olmadı. Belki medresede tahsil görenler fünûndan, mekteptekiler de diniyattan matlub derecede malumatdar olamadılar…”189 Hasan Hikmet yapılan tasnifin yanlış olduğunu bunun neticesinde medreselerin fünûndan; mekteplerin dinden habersiz kaldıklarını belirtmiştir. Bu yanlış, talebelerin mezun olduklarında istihdam sorunu ile karşılaşmalarına da neden olmuş; medreseden mezun olan talebeler istihdam konusunda fazla seçeneğe sahip olamamıştır. İslamcı aydınlar, bu nedenle II. Meşrutiyet’in ilanından itibaren mekteplere gösterilen ilginin medreselere de gösterilmesini istemiş; aksi takdirde medreselilerin şevkinin kırılacağı uyarısında bulunulmuştur.190 Yine medreselilere yönelik yapılan son ıslahattan yıllar sonra da aynı problemden şikâyet edildiği görülmektedir.191 Bu da medreselerin daha iyi şartlarda, daha iyi bir eğitim verebilmesi için çıkarılan üç ıslahat nizamnamesine ve aradan geçen yıllara rağmen medreseler konusunda büyük bir değişikliğin olmadığı anlamını taşımaktadır. Bunun sonucunda da medreselere olan ilgi azalmış ve kabul edilecek talebe sayısı belirtilen kontenjanın da altında kalmıştır. 3.1.3.5. Okutulacak Dersler Nizamname’ye göre her eğitim basamağının göreceği dersler adları ile ayrı ayrı belirtilmiştir. Buna göre Sahn Medreselerinde: tefsir-i şerif, hadis-i şerif, fıkıh usûlü, Hanefi fıkhı, kelam, belağat ve edebiyat-ı Arabiyye, edebiyat-ı Türkî, mantık, felsefe, ilm-i ictimai, malumat-ı hakīkīyye, Almanca, Fransızca, İngilizce ve Rusça (bunlardan birinin tahsili mecburidir, denilerek) bu derslerin eğitim öğretim yılında okunması öngörülmüştür.192 189 Hasan Hikmet, “İctimaiyyatta Garpçılık ve Bozgunculuk, s. 126. 190 Antebi Edip, “Talebe İstirhamından”, s. 2076. 191 Mehmed Hilmi, “Talebenin İstirhâmâtı”, s. 124. 192 Nizamname, Beşinci Bab, s. 27; Hasan Yıldız, “Son Osmanlı Medresesi: Dâru’l-Hilafeti’l-Aliyye Medresesinin Müfredât Programlarının Hazırlanma Sürecine İlişkin Bir Değerlendirme”, Milli Eğitim, Sayı: 215, İstabul, Yaz/2017, s. 229. 238 İbtida-i dâhil kısmında ise Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerif, fıkıh kelam, lisan-ı Arabi, mantık, inşa ve edebiyat-ı Türkî, tarih-i İslam ve Osmanî ve Umûmi, malumat-ı hukukiye, ulûm-ı riyaziye (hendese cebir, heyet), tabiat (kimya, hikmet-i tabii, tarih-i tabii), sıhha (terbiye-i bedeniye), Almanca, Fransızca, İngilizce ve Rusça (Bunlardan birinin tahsili mecburidir.) Aynı şekilde ibtida-i hariç kısmında okunacak dersler: Kur’an-ı Kerim, Arapça sarf, lügat ve iştikak-ı Arabi, nahv-i Arabi, ulûm-ı diniyye, Türkçe, Farisî, İslam ve Osmanlı tarihi, riyaziyat (hesap ve hendese), malumat-ı tıbbiye ve sıhhiyye, coğrafya, hüsn-i hat, malumat-ı medeniyye ve hukukiyye, terbiyye-i bedeniyye, Almanca, Fransızca, İngilizce ve Rusça (Bunlardan birinin tahsili mecburidir.) Müfredata eklenen bu derslerle ilgili Nizamname’nin yayımlanmasından bir yıl sonra Elmalılı Hamdi Yazır, Sebil’ür-Reşad mecmuasında görüşlerini belirttiği bir yazı yazmıştır.193 Yazıya İslami ilmin tanımı ile başlamış ve bu ilmin hem ferdi hem de toplumsal olarak insanı dikkate alan ilim olduğunu söylemiştir. Yazısının devamında eskiden beri programda olan İslami ilimler ile yeni eklenen ilimlerin ahenkli olması gerektiğini vurgulamış ve yazısında bu derslerin daha iyi anlaşılabilmesi için medreselerin iki ayrı bölüme ayrılması gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Bu iʻtibar ile medeniyet-i İslamiyye iki nevʻi dârü’l-fünûna, medrese-i küliyyeye arz-ı ihtiyac eder: Birincisi sırf ulûm-ı akliye-i umumiyyenin terakkisine, diğeri ulûm-ı İslamiyyenin terakkisine sâʻi bulunsun. Evvelki medeniyet-i İslamiyyenin anâsır-ı cedidesinin istihsal, ikinci bu anâsır-ı cedidenin âheng-i ittisalini bularak künh-i medeniyete idâl ile meşgul olsun. Usûlün hüsn bahsinde ‘Akl-ı müdrik şerʻi hâkimdir.’ düsturu buna âmirdir.194 Elmalılı Hamdi, yazısının devamında fıkıh ilminin önemi üzerinde durmuş; yapılan ıslah ile fıkıh ilminin geliştirilemediğinden şikâyetçi olmuş ve talebelere fıkhı ilerletebilecekleri bir yol da gösteremediklerinden yakınmıştır. Ayrıca o, ilmî ahengin bozulduğunu belirtmiş; ilerleyebilmek için ilmî anlamda bir adım dahi atacak yol 193 Elmalılı Hamdi Yazır, “Ulûm-ı İslamiyyenin Ruhu ve Mizac-ı Tasnifi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIV, Sayı: 364, 8 Ağustos 1918, s. 257. 194 Yazır, a.y. 239 bulamadıklarını belirtmiştir. Ona göre içtihat isteyenler yüksek sesle bağırmalarına rağmen ortaya kayda değer bir yenilik koyulmamıştır.195 Sebil’ür-Reşad mecmuasında yazılan başka bir yazıda A. Şükrü, medreselerde okutulan dersler arasında önemli bir yeri olan Arapça ile ilgili görüşlerini ifade etmiştir.196 Yazıda Arapça dersinin önemine vurgu yapılmış; bu dili daha kısa bir sürede öğretecek usûllerin araştırılıp medreselerde tatbik edilmesi önerilmiştir. Yazıda ayrıca Arap dilinin öğretilememesi konusunda bir örnek verilerek şöyle denmiştir: “Müsteşriklerden birinin vaktiyle cerâid-i yevmîden birinde intişar eden ‘Türklerin Arapça Okuması’ unvanlı makalesinde: ‘Türkler on beş sene Arapça okurlar. İcazet aldıktan sonra eline İbni Rüşd’ün kitabını verirsek ben bunu okumadım, derler. Arapça da konuşamazlar. Ben dört senede Arapçayı öğrendim ve İbni Rüşd’ü anlıyorum.’ diyor. Bu meskut sözlerin karşısında hangimiz bir şey diyebiliriz?..”197 A. Şükrü bu örnek ile öz eleştiride bulunarak ibtida-i hariç ve ibtida-i dâhil talebelerinin Arapçayı anlamamasının sebebinin teşkilatta aranmaması gerektiğini belirtmiş; asıl sebebin takip edilen usûl yani idaresizlik olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca yazar; çıkarılan tüm ıslahatlara, yapılan yeniliklere rağmen hâlâ eski sistemi inatla sürdürenlerin olduğundan yakınmıştır. İslamcı aydınlar, medreselerde okutulacak derslerin daha verimli ve daha hızlı bir şekilde öğretilebilmesi için bu şekilde görüşlerini belirtmişlerdir. Zira onlar medrese için kaybedilecek zamanın olmadığının farkına varmışlar ve yapılan tüm ıslahatlara rağmen zihniyetin değişmemesinden dolayı ileriye doğru yol alınmadığından şikâyet etmişlerdir. Sonuç olarak II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreselerin ıslahı konusunda İslamcı aydınlar, medreselere yönelik birçok öneride bulunmuş; derslere fen ilimlerinin 195 Yazır, a.e., s. 258. 196 A. Şükrü, “Medârisin Hayatı ve Mematı Arefesinde”, s. 237. 197 A. Şükrü, a.y. 240 eklenmesi, ders programlarının yenilenmesi, yabancı dil öğretiminin yapılması, öğrencilerin maddi olanaklarının iyileştirilmesi ve medreselerin fiziki şartlarının düzeltilmesi vb. taleplerde bulunmuşlardır. Sundukları bu öneri ve taleplerin yetkililer tarafından dikkate alındığını düşünmüşler ve yürürlüğe konan her resmi ıslahat çalışmasının ardından memnuniyetlerini belirten yazılar yazmışlardır. Her Nizamnamenin ardından alınan kararların uygulamaya yansıtılıp yansıtılmadığının takipçisi olmuşlardır. Nizamnamelerin yayımlanmasından sonra takip ettikleri konular arasında medreselerdeki eğitim, talebelerin imtihanları, barınma ve yemek sorunları, taşra medreselerinde yaşanan problemler yer almıştır. Bunun yanı sıra talebe istihdamı; müderris hakları ve taşra medreselerinin bütçesi vb. konular üzerinde de durmuşlardır. Devlet, bu konularda uygulamaya geçmediğinde İslamcı aydınlar eleştirilerde bulunmuş ve yeni ıslahat çalışmaları beklemişlerdir. Bu nedenle hazırlanan Nizamnamelere bakıldığında bir öncekine göre daha geliştirilmiş ve düzeltilmiş olduğu görülmektedir. O dönem Balkan Savaşının ardından I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden kaynaklanan maddi yetersizlikler, müderrislerin sayıca az olması, bazı medrese hocalarının ders usûlünü değiştirip yeni programa adapte olmada yaşadığı sorunlar vb. nedenlerden dolayı bu nizamnamelerin uygulanmasında ve hayata geçirilmesinde beklenen sonuç alınamamıştır.198 Fakat yine de medreseler için hazırlanan tüm bu çalışmalar, Osmanlı tarihi boyunca medreselerin ıslahı konusunda yapılan son köklü düzenlemeler olması açısından önem taşımaktadır.199 198 Talebe-i Ulûm, “Talebe-i Ulûm Cemiyyetinin Layihası”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVIII, Sayı: 462, 1 Nisan 1920, s. 239. 199 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 98. 241 3.2. II. Meşrutiyet’te Kurulan Yeni Medreseler ve İslamcı Aydınların Görüşleri II. Meşrutiyet Dönemi’nde yapılan ıslahat çalışmaları ile İstanbul ve taşra medreselerinin geleneksel ilmî ve idari yapısında düzenlemeler yapılmış; ayrıca bu ıslah çalışmaları kapsamında yeni medreseler kurulmuştur. Bu medreselerin kuruluş amaçları arasında Müslüman halkın özel hukuk davalarına bakacak kadı ve nâip gibi hukukçulara ihtiyaç duyulması ve din hizmetlerinin yerine getirilmesinde istihdam edilecek görevlilerin yetiştirilmesi bulunmaktadır.200 Zikredilen bu ihtiyaçlar sebebiyle kurulan yeni medreseler, daha önce ele aldığımız ve esas amacı çeşitli seviyelerde din hizmetlisi yetiştirmek olan Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medreselerinin dışında bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. Bu medreseler; kadı, vaiz, imam, hatip ve müezzin gibi görevlileri yetiştirmek amacıyla meydana getirilmiş ve bu kurumlarda tamamen meslek derslerine yer verilmiştir. Bu medreseler arasında olan ve şer’i mahkemelerde görev alacak personeli yetiştiren kurum, Medresetü’l-Kudat adıyla yeniden düzenlenmiş; medrese üstü ihtisas yapmak ve medreselere hoca yetiştirmek için ise Medresetü’l-Mütehassısin kurulmuştur.201 II. Meşrutiyet Dönemi’nde ayrıca yeni kurulan medreseler arasında bulunan Medresetü’l-Vâizin, Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba ve daha sonra kurulan Medresetü’l-İrşad ise Tevcih-i Cihat Nizamnameleri ile açılmıştır.202 Zikredilen medreseler çalışmamızın bu bölümünde iki ayrı başlık halinde, İkinci Meşrutiyet’te Kurulan Yeni Medreseler ve Tevcih-i Cihat Nizamnameleriyle Açılan Medreseler şeklinde ele alınacaktır. 200 Zeki Salih Zengin, “Osmanlılar’da II. Meşrutiyet Döneminde Yeni Açılan Medreseler ve Din Görevlisi Yetiştirme Çalışmaları”, İslam Araştırmaları Dergisi, Sayı: 36, İstanbul, 2016, s. 34. 201 Zengin, a.e., s. 35. 202 Zengin, a.y. 242 3.2.1. II. Meşrutiyet’te Kurulan Yeni Medreseler II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra da İslamcı aydınlar, medreseye ve medreselilere duydukları güvenden hiç vazgeçmemişler; bu kurumun halkın din alanındaki ihtiyacını karşılayacak görevlileri ve din âlimlerini yetiştirecek şekilde ihtisaslaşması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bu nedenle İslamcı aydınlar yeni kurulan Medresetü’l-Kuzat ve Medresetü’l-Mütehassısini yakından ve ilgi ile takip etmişler; gazete ve dergilerinde konu ile ilgili görüşlerini belirtmişlerdir. Ayrıca bu medreselerin önemi, okutulacak dersleri, binaları, talebelerin kabul şartları vb. konularda yazdıkları yazılarla fikirlerini açıklamışlar; gerektiğinde eleştirilerde bulunarak yetkililere seslerini duyurmaya çalışmışlardır. Çalışmamızın bu bölümünde yeni medreselerin kurulmasında etkin rol oynayan İslamcı aydınların öneri ve faaliyetleri ele alınmış, yeni medreselerin uygulamaya yansımalarına temas edilmiştir. 3.2.1.1. Medresetü’l-Kuzat Osmanlı Devleti’nde, 1854 yılında Sultan Abdülmecid Devri’nde Şeyhülislam Meşrepzade Arif Efendi (ö. 1858) tarafından adalet sistemine bağlı şeri mahkemelerde görev alacak kadıların yetiştirilmesi için Muallimhane-i Nüvvab Medresesi açılmıştır.203 Süleymaniye’de kurulan ve Meşihat makamına bağlı olan bu medreselerde üç yıl süreyle fıkıh ilmi, ferâiz ve sak usûlü gibi eğitimler verilerek hukuk adamları yetiştirilmiştir. İlk mezunlarını 1856 yılında veren Muallimhane-i Nüvvab, 1885 yılında Mekteb-i Nüvvab ismiyle eğitim vermeye devam etmiş; 1908 yılında yine isim değişikliğine uğrayarak Mekteb-i Kuzat adını almıştır.204Mekteb-i Kuzat adıyla bir yıl eğitim veren bu kurum, 1909 yılından kapatılmasına kadar devam edeceği ismi olan Medresetü’l-Kuzat adını almıştır. Medresetü’l-Kuzat zamanla şeri hukuk alanında önemli bir konuma ulaşmış; Devlet ve Meşihat makamı bu medreseler için yenilikler yapmaya başlamıştır. 3 Ocak 1914 tarihinde hazırlanan Nizamname ile bu medreselerin program ve idaresi yeniden şekillendirilmiş; disiplin ve tedrisatı daha sıkı kurallara bağlamak için düzenleme 203 Mehmet İpşirli, “Medresetü’l-Kudat”, DİA, Cilt: XXVIII, Ankara, 2003, s. 343. 204 İpşirli, a.y. 243 yapılmıştır.205 Neşredilen bu Nizamname, dört bölüm ve yirmi üç maddeden oluşmuş; idari işler, eğitmenler ve talebe kabul şartları gibi konu başlıkları altında açıklamalar yapılmıştır.206 Devlet eliyle yapılan bu düzenleme ve yeniliklere yönelik İslamcı aydınlar da fikirlerini belirtmişlerdir. Konunun iyi anlaşılması adına İslamcı aydınların bu Medreseye ve Nizamnameye, ders programına, medreseye ait yeni binaya ve Sınıf-ı Mahsusa’ya ilişkin görüşlerini birkaç madde hâlinde ele almak mümkündür. 3.2.1.1.1. Medresetü’l-Kuzat ve Nizamname Mekteb-i Kuzat, daha önce belirtildiği üzere 1909 yılından itibaren Medresetü’l Kuzat ismine geçmiş ancak buna rağmen kamuoyu ve basın tarafından bir süre daha mektep ismi kullanılmaya devam etmiştir. Aradan yıllar geçmesine rağmen medrese isminin kullanılmaması İslamcı aydınlar tarafından rahatsızlık verici olarak değerlendirilmiştir. Ahmet Şirani, Beyanü’l-Hak mecmuasında 6 Mayıs 1912 tarihinde yayımlanan bir yazı ile bu ifadenin düzeltilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Yazıda bu medreselere hâlâ Mekteb-i Kuzat denildiğinden şikâyet edilmiş ve “Medârisin tezkirei feyzi ve hatıra-i şerifi olmak üzere de mektep kelimesi medrese kelimesine tahvil edilerek ‘Medresetü’l-Kuzat’ denilmelidir.” şeklinde makale içerisinde bir uyarı cümlesi yazmıştır.207 İslamcı aydınlar bu cümle ile genel anlamda medreselere, özel anlamda Medresetü’lKuzat’a verdikleri önemi ortaya koymuş; medrese isminin hak ettiği şekilde kullanılması gerektiğini belirtmişlerdir. Ayrıca onlar, Medresetü’l-Kuzat’ın çok kıymetli bir kurum olduğunu; millet ve devletin bu medreseden çok istifade edeceğini ifade etmişlerdir.208 Mehmed Emin, Sebilü’r-Reşad mecmuasında bu kurumdan yetişececekleri kadıaskerlik makamına sahip kişiler olarak gördüğünü belirtmiş;209 205 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiye Teşkilatı, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1965, s. 268. 206 Medresetü’l-Kuzat Nizamnamesi, Düstur Tertib-i Sâni, Cilt: VI, Matbaa-i Amire, 1334, s. 146; Medresetü’l-Kuzat Nizamnamesi, Evkaf-ı İslamiye Matbaası, İstanbul, 1338/1340, 13. 207 Ahmed Şirani, “Mekteb-i Kuzzat yahut Medresetü’l Kuzat Bina-yı Cedidi”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 158, 6 Mayıs 1912, s. 2806. 208 Şirani, a.y. 209 Mehmed Emin, “ Tarihçe-i Tarik-i Tedris”, s. 185. 244 Mehmed Fatin ise yine aynı mecmuada yazdığı makalesinde bu görevi üstlenecek kişiler için “umumi başkumandanlık” ifadesini kullanmıştır.210 Ahmed Şirani ise ülkede faaliyet gösteren mahkemelerin istiklalini, dolayısıyla şeref ve haysiyetini ihlal eden kapitülasyonlardan kurtulmanın bu kurumlar vasıtasıyla daha kolay olacağını ifade etmiş; bu siyasi yanlıştan ancak muktedir hâkimlerin yetiştirilmesi ile dönüleceğini belirtmiştir.211 Görüldüğü üzere İslamcı aydınlar, kurulmasından memnunluk duyduğu bu medreseye büyük misyonlar yüklemiş; yetiştirilecek hâkimler ile devletin daha iyi bir konuma geleceğine inanmışlardır. İslamcı aydınlar aynı şekilde Nizamname’nin yayımlanmasından da memnun olmuşlar; bu yolla adaletin işleyeceğini, iltimasın olmayacağını düşünmüşlerdir. Mehmed Münir, Beyanü’l-Hak mecmuasında yazdığı makalede, Medresetü’l-Kuzat’ta yapılan sınavlar konusunu ele almış; II. Meşrutiyet ve öncesini karşılaştırmıştır. Yazıda bu okullara eskiden beri iki sınavla talebe alındığı ancak buna rağmen iltimas yoluyla pek çok talebenin bu okullara girdiğinden bahsetmiş; II. Meşrutiyet öncesi yapılan bu iltimas yüzünden o zamanlar talebeler arasında ehil olmayan kişilerin de bulunduğunu ifade etmiştir. Yazar ayrıca bu medreselere kayıt öncesi yapılacak olan iki imtihanın güvenilir olduğuna inandıklarını belirtmiş; bu sınavlarda tamamen hak edenlerin kazanacağını, bunun da meşrutiyetin bahşettiği bir nimet olduğunu sözlerine eklemiştir.212 Yazının devamında imtihanlarda sorulan soruların konuları ve puanlamaları hakkında yazar tarafından açıklama yapılmış ve kendilerine gelen bilgilere göre sınavların bu hususlarda son derece adilane bir şekilde yapılacağı bildirilmiştir. Bunun için imtihana giriş evrakına bakılırken kimliğin tek başına güvenilir olmadığının düşünülmesinden dolayı talebelere ayrıca şifreler verildiği belirtilmiştir.213 Makalede talebelere, sınavlar hakkında iltimasın olmayacağına dair rahatlatacak sözler de ayrıca yer almış ve şöyle ifade edilmiştir: 210 Mehmed Fatin, “Hilafet ve Vesayet”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XVII, Sayı: 421, 12 Haziran 1919, s. 38. 211 Şirani, “Mekteb-i Kuzat yahut Medresetü’l-Kuzat Bina-i Cedidi”, s. 2807. 212 Mehmed Münir, “Mekteb-i Kuzzat İmtihanı”, Beyanü’l-Hak, Cilt: III, Sayı: 73, 15 Ağustos 1910, s. 1432. 213 Münir, a.y. 245 “…Beş altı zattan mürekkeb olan heyet-i mümeyyize ise bir kimsenin mağduriyetine mahal kalmamak üzere yazılan cevabları kemal-i dikkatle kıraat ederek numaraları vazı’ olunuyor. Ve her sualin ehemmiyetine göre numro iʻtibar edilerek erbab-ı iktidar bi-hakkın tefrik olunuyor. İşte bu sebebe mebni birinci imtihanın neticesi uzayacağından ve ramazan-ı şerifin takribi hasebiyle talebe-i ulûmun taşraya methi ‘azimet bulunduğundan asl-ı duhûl imtihanı şevval-i şerifin on beşine te’hir edilmiştir. Maʻmâfih birinci imtihanın evrakı ale’d-devam tetkik edilmekte bulunduğundan belli ki bir haftaya kadar kazananların esamisi iʻlan edilecek ma’emuldür.214 Yazar, bu şekilde Medresetü’l-Kuzat imtihanına giren talebeye yönelik açıklayıcı bilgiler vererek sınavların bir hafta sonra duyurulacağı belirtilmiş; bir hafta sonra da yine aynı mecmuada sınava girip başarılı olan talebelerin isimleri açıklanmıştır.215 Tüm bu açıklamalar, İslamcı aydınların bu medreseye verdikleri önemi göstermesi bakımından önemlidir. 3.2.1.1.2. Yenilenen Ders Programı Nizamname ile getirilen bir başka yenilik bu medreseler için oluşturulan ders programları konusunda olmuştur. Bunu takdirle karşılayan İslamcı aydınlar, okutulacak derslerin, Mekteb-i Hukuk’ta okutulan derslere benzer olduğunu ve bunun da memnuniyet verici bir gelişme olduğunu ifade etmişlerdir.216 Bu anlamda Medresetü’l-Kuzat’ta okutulacak derslerin isimleri Nizamname’nin diğer bir bölümünde belirtilmiş, derslerin bilgisi paylaşılmıştır. Buna göre: Mecelle, Dürer, sakk-ı şer’i, ferâiz, tatbikat-ı şer’iyye, defter-i kassam, ahkâm-ı evkaf, Arazi Kanunu, kara ve deniz ticareti kanunları, icra, ceza, usûl-i muhakeme-i hukukiyye, usûl-i muhakemat-ı cezaiyye ve sulh, hukuk-ceza ve ticaret tatbikatı, tanzim-i iʻlamat-ı hukukiyye ve cezaiyye, medhal-i ilm-i hukuk, hukuk-ı düvel, hukuk-ı idare, iktisat, kitabet-i resmiyye, hüsn-i hatt-ı taʻlik gibi derslerin tedris edileceği ifade edilmiştir.217 214 Münir, a.y. 215 “Mekteb-i Kuzat İmtihanında Kazananlar”, Beyanü’l-Hak, Cilt: III, Sayı: 74, 22 Ağustos 1910, s. 1447-1448. 216 Münir, “Mekteb-i Kuzzat İmtihanı”, s. 1432. 217 İpşirli, “Medresetü’l-Kudat”, s. 344. 246 Medresetü’l-Kuzat için oluşturulan bu programda yer alan belli başlı derslere ve saatlerine bakıldığında talebelere yönelik hem hukuk formasyonunun hem de İslami temele dayalı hukuk bilgisinin verildiği anlaşılmaktadır. Zira dört yıl boyunca Dürer dersinin haftada beş saat, Mecelle’nin ise üç saat okutulmasına karar verilmiş; ayrıca tatbikat ve kitabet dersleriyle talebelerin pratik hayata hazırlanmaları istenmiştir.218 İslamcı aydınlar, Medresetü’l-Kuzat’ta görülecek tüm bu dersler için Arapçayı iyi bilmek gerektiğini zira eğitim alacakları kanunları, okuyacakları fıkıh kitaplarını anlamaları için talebelerin Arapçaya ihtiyaç duyacaklarını belirtmişlerdir.219 İslamcı aydınlar, bundan dolayı mekteplerin iyi hâkim yetiştiremeyeceklerini çünkü bu kurumlarda medreselerde olduğu gibi Arapça eğitiminin verilmediğini söylemişlerdir. Ayrıca millete muktedir hâkimler yetiştirebilmek için medreselerde okutulan tahsil-i Arabiyeye son derece ehemmiyet verilmesi gerektiğini eklemişlerdir.220 İslamcı aydınlar bu medresenin başarılı olmasının alt kademedeki diğer medreselerin de iyi eğitim vermesine bağlı olduğunu belirtmişler; eğer talebe-i ulûm, medreselerde layıkıyla ikmal-i tahsil etmezse Medrese-i Kuzatta okuyacakları kanunların ne ehemmiyeti olabilir, diyerek medreselerde verilecek eğitimin önemine dikkat çekmişlerdir.221 3.2.1.1.3. Yeni Bina Meşihat makamı Medresetü’l-Kuzat’ın idari, eğitmen ve talebelerine yönelik yaptığı bu yeniliklerin yanı sıra eskiyen binası için de harekete geçmiş; Mustafa Hayri Efendi’nin girişimleriyle yeni bir binanın inşaatına başlanmıştır. İslamcı aydınlar, 1913 yılında tamamlanan bu bina için uzun zaman beklemişler; içerisindeki tüm eksiklikler tamamlandıktan sonra devir teslim merasimi ile açılmasını basın organlarında şöyle duyurmuşlardır: 218 İpşirli, a.y. 219 Şirani, “Mekteb-i Kuzat yahut Medresetü’l-Kuzat Bina-i Cedidi”, s. 2807. 220 Şirani, a.y. 221 Şirani, a.y. 247 “…Epeyce zamandan beri inşa edilmekte bulunan bina-yı cedidin nevâkısı ikmal olunarak geçen çarşanba günü devir teslimi resmi icra kılındı. Hazirun içinde Şeyhülislam Efendi Hazretleri, Müsteşar Said Efendi Hazretleri, Defteri Hâkāni Nâzırı Mahmud Esʻâd Efendi Hazretleri, Evkaf Nâzırı Hayri Beyefendi Hazretleri, Mahkeme-i Temyiz Reisi Ali Haydar Efendi Hazretleri, yine Mahkeme-i mezküre aʻzâsından Kayserili Hamdi Efendi Hazretleri, Ders Vekili Hacı Ali Efendi Hazretleri, el-hâsıl heyet-i muallime ile beraber daha birçok rical-i ilmiyye de bulunuyordu.”222 Yeni açılan bu bina için düzenlenen tören, Şeyhülislam Hayri Efendi’nin yaptığı dua ile tamamlanmış ve Medresetü’l-Kuzat için yapılan bina eğitime başlamıştır. Binanın giriş kapısının üstüne sıra ile önce “İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmediniz (Nisa Suresi 4/58).” mealindeki ayet yazılmış altına Medresetü’l-Kuzat unvanı yerleştirilmiş; en altta da adaletle yönetimin en önemli farzlardan olduğunu belirten bir hadis-i şerif yazılmıştır. İslamcı aydınlar bu ayet ve hadislerin, talebenin bu kapıdan girip çıktıkça bu yazıyı görmeleri ve ona göre hareket etmeleri için yazıldığını ifade etmişlerdir.223 3.2.1.1.4. Sınıf-ı Mahsus Nizamname ile eğitime başlanmasından sekiz ay sonra 3 Eylül 1914 tarihinde bu medreseler için on maddelik ek bir nizamname yayımlanmıştır.224 Buna göre Medresetü’l-Kuzat bünyesinde iki yıllık özel bir sınıf olan sınıf-ı mahsus açılmıştır. Bu sınıf ile şeri mahkemelerin idari ve yazı işlerinde istihdam edilecek memurların yetiştirilmesi planlanmış, bu nedenle ağırlıklı olarak İslam hukukunun çeşitli alanlara ait bölümlerinin okutulmasına karar verilmiştir.225 Yeni oluşturulan bu sınıf için önemli bir de uygulama getirilmiş ve öğrencilerin staj yapmaları istenmiştir. Buna göre talebelerden, her gün ders bitiminden itibaren Bab-ı Fetva Sicil Müdüriyeti tarafından belirlenecek şer’i mahkemelerde ve ilmiye dairelerinde görev almaları istenmiş; bulundukları mahkeme veya dairenin devam 222 Şirani, “Medresetül Kuzat Bina-yı Cedidinin Devr-i Teslimi”, Medrese İtikadları, Sayı: 6, 23 Haziran 1913, s. 50. 223 Şirani, a.y. 224 “Medresetü’l-Kuzat Nizamnamesine Zeyl, Sınıf-ı Mahsus Ek Nizamnamesidir”, İlmiyye Salnamesi, Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye, Matbaa-i Âmire, s. 679. 225 Zeyl Nizamnamesi, s. 679. 248 cetvellerini imzalamaları gerektiği kendilerine söylenmiştir.226 Bu devam belgesi ile birlikte staj yaptıkları mahkeme veya daire yetkilisinden şahsi değerlendirmelerinin yer aldığı bir belgeyi medrese müdürlüğüne iletmeleri istenmiştir.227 Böylece talebelerin tatbikat dersinden geçebilmek için gereken sınav puanının bu şekilde belirlenmesi planlanmıştır. Meşihat makamı, o sene oluşturulan sınıf-ı mahsusa için kayda kabul edilen talebelerin isimlerini ilan etmiş; bu medresenin 30 Ekim 1914 tarihinden itibaren eğitime başlayacağını duyurmuştur.228 Bunun yanı sıra Meşihat; Medresetü’l-Kuzat için de her dönem sınav sonuçlarını, son sınıfta okuyanların imtihanda aldıkları puanları, mezun olan ve mezuniyet belgesi almaya hak kazananların isimlerini ve aldıkları diploma notlarını düzenli bir şekilde yayımlamıştır.229 Sonuç olarak bu medreseler, ilk kuruluşundan itibaren çok sayıda yargıç ve hukukçu mezun vermiş ve bunun yanı sıra mezun olan talebeler; temyiz, istinaf, hukuk ve bidayet mahkemeleri reisi ve azalıklarında bulunmuşlardır.230 İslamcı aydınlar tarafından kurulması memnuniyet verici olarak görülen ve hukuk açısından yeterli sayılabilecek bir programa sahip olan bu kurum, II. Meşrutiyet Dönemi’nde ıslah edilmeye çalışılan diğer kurumlar gibi uzun ömürlü olamamış; Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile hukuk alanında yapılan inkılaplar çerçevesinde kapatılmıştır.231 226 Zeyl Nizamnamesi, 680. 227 Zeyl Nizamnamesi, 680. 228 “Medresetü’l-Kuzat Sınıf-ı Mahsusu”, Ceride-i İlmiye, Cilt: I, Sayı: 6, 1914, s. 431-432. 229 “Medresetü’l-Kuzat Duhul-ı İmtihanında İktisab-ı Muvaffakiyet Eyleyen Zevatın Esâmisi”, Ceridei İlmiye, Cilt: I, Sayı: 2, Haziran 1914, s. 95-96; “1334 Sene-i Hicrisinde Medresetü’l-Kuzat Dördüncü Sınıf Efendilerinin İcra Kılınan İmtihanlarında İhraz Eyledikleri Numro Cedvelidir”, Ceride-i İlmiyye, Cilt: III, Sayı: 24, Nisan 1916, s. 568-571; “1336 Senesinde Medresetü’l-Kuzattan Şahadetname Ahzına Muvaffak Olan Efendilerin Esâmi ve Derecâtı”, Ceride-i İlmiyye, Cilt: IV, Sayı: 36, Mayıs 1918, s. 1089; “Bu Sene Medresetü’l-Kuzatdan Mezun Olan Efendilerin Esâmisi Bir Veceziredir”, Ceride-i İlmiyye, Cilt: VII, Sayı: 60, s. 1931; “Bu Sene Medresetü’l-Kuzattan Çıkan Efendilerin Esâmisi”, Medrese İtikadları, Sayı: 9, 18 Temmuz 1913, s. 74. 230 İpşirli, “Medresetü’l-Kudat”, s. 344. 231 İpşirli, a.y. 249 3.2.1.2. Medresetü’l-Mütehassısin Şeyhülislam Hayri Efendi, 1 Ekim 1914 Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile DarulHilafeti’l-Aliyye Medresesinin yanı sıra yeni bir oluşum olan Medresetü’lMütehassisin’in de kurulmasına öncülük etmiştir. Bir ihtisas medresesi olarak faaliyet göstermesi beklenen bu kurumun dinî ilimler alanında uzman yetiştirmesi planlanmıştır. Medrese ile ilgili 3 madde halinde açıklama yapılmış ve Islah-ı Medâris Nizamnamesi’nin son kısmına eklenmiştir.232 Nizamnamede, medreselerin âlî kısımlarını bitirenler veya dışarıdan bütün sınıfların imtihanını verenler arasından dinî ilimlerde ihtisas yapmak isteyenler için yüksek seviyede bir medresenin oluşturulduğu ve eğitim süresinin iki yıl olacağı ifade edilmiştir.233 Kurumun umumi bir müdür tarafından yönetilmesi planlanmış; medresenin kaç şubeden oluşacağına daha sonra yayımlanacak bir talimatname ile Meşihat Makamının karar vereceği belirtilmiştir. Ayrıca sınıfların kırkar talebeden teşkil edeceği açıklanmış; idaresi hakkında bir talimatname yayımlanacağı duyurulmuştur.234 Talimatname, Nizamnameden yaklaşık bir yıl sonra Eylül 1915 tarihinde, Meşihat Makamınn resmi yayın organı olan Ceride-i İlmiye’de yayımlanmıştır.235 Buna göre Süleymaniye Camii’nde kurulan bu medrese, şu üç ayrı şubeden oluşturulmuştur: a- Tefsir ve Hadis Şubesi b- Fıkıh Şubesi, c- Kelam, Tasavvuf ve Felsefe Şubesi236 Medresetü’l Mütehassısin, talimatname ile bu şekilde yeniden düzenlendikten sonra kuruluşu gerçekleşmiş ve 1915 yılında açılarak öğretime başlamıştır. Bu medrese, 1917 yılında Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin yaptığı “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ile Taşra Medresesi” ıslahatına göre yeniden düzenlenmiş, ismi 232 Islah-ı Medaris Nizamnamesi, Düstur Tertib Sani, Cilt: VI, 19. Madde, s. 1328. 233 Islah-ı Medaris Nizamnamesi, 20- 21. Madde. 234 Islah-ı Medaris Nizamnamesi, 20. Madde. 235 Ceride-i İlmiyye, Sayı: 17, İkinci Sene, Zilkade 1333/ Eylül 1915, s. 216. 236 Ceride-i İlmiyye, a.y. 250 değiştirilmiş ve Medrese-i Süleymaniye adını almıştır.237 Ayrıca Medrese-i Süleymaniye öğrencilerine ayda yüz ellişer kuruş para verilmesi; buradan mezun olanlara icazetnâme ile İstanbul Ruus-ı Hümayunu ehliyetnamesi verilmesine de karar verilmiştir.238 Daha sonra ise eğitim iki yıldan üç yıla çıkarılmış ve bu yeni eğitimin gelecek dönem itibarıyla uygulanmaya başlaması kararlaştırılmıştır. 239 Islah-ı Medâris Nizamnamesi 1914 yılında yayımlanmasından yaklaşık yedi ay önce 5 Mart 1914 tarihinde, Sırat-ı Müstakim mecmuasında eğitim ile ilgili bir yazı yer almıştır. Yazıda mecmua yetkilileri, yeni bir ihtisas medresesinin açılacağına dair duyum aldıklarını belirtmişlerdir. Bu ihtisas medresesinin açılacak olması İslamcı aydınlar tarafından sevinçle karşılanmış ve okuyucuya haber şu şekilde duyurulmuştur: “Ders Vekâletince ıslah-ı medârise esas olmak üzere Medresetü’l-Mütehassısin namıyla bir dâru’l-ulûm küşâd olunacağını maʻa’l-memnuniyye istihbar ettik. Ders Vekâleti tarafından tanzim ve makām-ı muallâ-yı Meşihat-penâhiye takdim olunan esbâb-ı mucibe lâyihasıyla nizamnameden birincisini bu nüshamızda derc ediyoruz…”240 İslamcı aydınlar bununla, Medresetü’l-Mütehassisin’in açılacağını önceden haber aldıklarını ve çok memnun olduklarını ifade etmişlerdir. Onlar, Ders Vekâleti tarafından düzenlenen ve Meşihat Makamına sunulan ihtisas medreselerinin kuruluşunun gerekçelerinin belirtildiği bir yazıyı da yayımlayacaklarını duyurmuşlardır. Ders Vekâleti tarafından Meşihat Makamına sunulan gerekçeli yazı “Makam-ı Muallayı Müftii’l-Enâmiye” başlığını taşımış ve öncelikle medreselerin eski ihtişamlarını kaybettiğinden, asrın ihtiyacına göre yeniden ıslah edilmediğinden bahsedilmiştir. 237 Düstür, Cilt: IX, s. 745-753. 238 Düstür, a.y. 239 Ölmez, “II. Meşrutiyet Devrinde Osmanlı Medreselerinde Reform, s. 138. 240 “Ders Vekâleti Celilesinin Mühim Bir Teşebbüsü: Medresetü’l- Mütehassısin”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XI, Sayı: 286, 5 Mart 1914, s. 419. 251 Ayrıca kitapların güncel hayata cevap vermeyen faydasız ilimlerle dolu olduğundan söz edilmiştir.241 Yazının devamında ise medreselerin ıslahını ısrarla isteyen İslamcı aydınlardan “mütefekkirîn” olarak bahsedilmiş ve onların vesilesiyle bu gelişmelerin yaşandığı şöyle dile getirilmiştir: “İşte medârisin bugünkü hâlini nazar-ı dikkat ve ibrete alan ve bi-hakkın telâşa düşen mütefekkirîn; ıslah-ı medârisin lüzumundan bahisle uzun uzun makaleler, lâyihalar, programlar tertib ederek bu maksad-ı ıslahın saha-ârâ-yı husûl olmasına teemmül ve temenni etmektedirler. Bu emr-i mühim bir vakitten beri meclis-i dâiyanemizce de nazar-ı dikkate alınarak hayli zaman müdâvele-i efkâr edilmiş ve evvelce bu maksadla dershaneler küşâd ve medârise fünûn-ı cedide idhal ile bir esas-ı teceddüd ve teâli gösterilmiş ise de bugün bu dahi kâfi görülmeyerek âti için daha vâsiʻ ve daha esaslı teşebbüsat ve teşkilata lüzûm görülmüştür…”242 Ders Vekâletinin beyan ettiği bu yazıda mütefekkirîn olarak İslamcı aydınlardan söz edilmiş; onların medreselerin ıslahına yönelik gördükleri lüzumdan dolayı uzun makaleler yazdıkları, layihalar hazırladıkları ve programlar düzenledikleri belirtilmiştir. Onların öneri ve isteklerinin Ders Vekâletince daha önce de dikkate alındığı ve medreselere yeni dersler eklenerek yenilenmeye gidildiği ifade edilmiştir. Yazıda ayrıca yenilenmeye devam edileceğinin de üzerinde durulmuş, gelecek için daha geniş ve esaslı teşebbüsler yapılacağı duyurulmuştur. Bu durum İslamcı aydınların medreseler için gösterdikleri çabanın devlet yetkilileri tarafından takdir edildiğini ve onları ıslah için harekete geçirdiğini göstermesi açısından önemlidir. Ders Vekâleti bu nizamname ile alanlarında ihtisaslaşmış ve sadece uzman olduğu derse girecek kişilerin yetiştirilmesini hedeflemiştir. Ayrıca öğrencilerini medrese mezunları arasından almayı planlayan ihtisas medresesinin mezunlarının belli İslami ilimlerde uzmanlaşması ve gelecek neslin önde gelen dinî bilimler uzmanları olması beklenmiştir.243 Bunun da dört yıllık bir eğitimin neticesinde olacağı belirlenmiştir. Beş ayrı şubeden oluşması planlanan bu kurumun Medreseti’l-Mütehassısin adı altında 241 “Ders Vekâleti Celilesinin Mühim Bir Teşebbüsü: Makam-ı Mualla-yı Müftii’l-Enâmiye”, s. 418. 242 “Ders Vekâleti Celilesinin Mühim Bir Teşebbüsü: Makām-ı Muallâ-yı Müftii’l-Enâmiye”, s. 419 243 Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, s. 89. 252 açılması ve faaliyete en kısa zamanda başlaması gerektiği de aynı yazıda ifade edilmiştir.244 Yapılan bu açıklamalardan sonra aynı derginin bir sonraki sayısında yeni nizamname, maddeler hâlinde yayımlanmıştır.245 İslamcı aydınların istihbaratları sonucu edindikleri tüm bu bilgilere rağmen Medresetü’l-Mütehassisin o dönem hayata geçirilememiş ancak 1 Ekim 1914 tarihinde Islah-ı Medaris Nizamnamesi dahillinde yer alarak kurulması resmiyet kazanmıştır. Bu da Medreseti’l-Mütehassisin’in Meşihat Makamı tarafından önce sadece bir ihtisas medresesi olarak açılmak istendiği ancak daha sonra geliştirilerek Islah-ı Medaris Nizamnamesi ile diğer medreseleri de kapsamına alan bir şekle dönüştürüldüğü anlaşılmaktadır.246 I. Dünya Savaşı sebebiyle talebelerin büyük oranda askere alınmaları, İstanbul’a seyahat etmenin giderek zorlaşmaya başlaması ile medreselerin genelinde olduğu gibi ihtisas medreselerine de kayıt olma ve devam etme zorluğu ortaya çıkmıştır.247 Bunun sonucunda öğrenci sayısında sert bir düşüş yaşanmıştır. Örneğin 1918 yılında yapılan bir istatistiğe göre bu medreselerde okuyan talebe sayısı 76 ve daha sonraları 35’e kadar düşmüş; nihayetinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile bu kurum kapatılmıştır.248 3.2.2. Tevcih-i Cihat Nizamnameleriyle Açılan Medreseler Tevcih-i Cihat Nizamnameleri, Osmanlı Devleti’nde din görevlilerinin atanma usûl ve şartlarını belirleyen yasal bir düzenleme olarak oluşturulmuş; 9 Şubat 1870, 9 Nisan 1873 ve 5 Ağustos 1913 yıllarında yayımlanmış üç nizamnameden meydana gelmiştir.249 Bunlar arasında 1870 yılında çıkarılan ilk nizamnamenin amacı, din hizmetleri ile ilgili görevlere hangi usûl ve şartlarda atama yapılacağının belirlenmesi olmuş; üç yıl sonrasında bu nizamnameye bazı yeni değişiklikler getirilerek 1873’te 244 “Ders Vekâleti Celilesinin Mühim Bir Teşebbüsü”, s. 428. 245 Bkz. “Ders Vekâlet-i Celilesinin Faaliyeti: Medresetü’l-Mütehassısin Nizamnamesi”, Sebilü’rReşad, Cilt: XII, Sayı: 287, s. 11-12. 246 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 95 247 Bein, Osmanlı Uleması ve Türkiye Cumhuriyeti, s. 95. 248 Ergin, Türk Maarif Tarihi, s. 133. 249 Mehmet İpşirli, “Cihet”, DİA, Cilt: VII, İstanbul, 1993, s. 546; Umut Kaya, “Osmanlı’da Din Hizmeti Görevlilerinin Atanma ve Çalışma Şartlarını Düzenleyen Tevcih-i Cihât Nizamnameleri Hakkında Bir Değerlendirme” Cumhuriyet İlahiyat Dergisi, Cilt: XXI, Sayı: 1, s. 204. 253 ikinci bir nizamname daha yayımlanmıştır.250 Son çıkarılan ve çalışmamızın konusu içerisinde yer alan 1913 Nizamnamesi ile mesleki olarak çeşitli dinî görevleri yerine getirecek elemanların tanımı, tasnifi yapılmış ve yetiştirilmeleri birtakım esaslara bağlanmıştır.251 Bu esaslar doğrultusunda 1912 yılı Aralık ayının sonunda vaiz yetiştirmek üzere Medresetü’l-Vâizin açılmış; 1913 yılında ise imam ve hatip yetiştirmek amacıyla Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba açılmıştır. Daha sonra 1919 yılında bu iki medrese birleştirilerek Medresetü’l-İrşad adı altında yeni bir medreseye dönüştürülmüştür.252 Çalışmamızda Tevcih-i Cihat Nizamnameleri kapsamında 1913 yılında yayımlanan ve Medresetü’l-Vâizin, Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba ile daha sonrasında Medresetü’l-İrşad adı altında birleştirilip hizmete açılan bu medreselerin faaliyetleri incelenmiş; söz konusu kurumların İslamcı aydınlar açısından önemine değinilmiştir. Ayrıca bu medreselerin uygulamaya yansımaları üzerinde durularak İslamcı aydınların bu konudaki görüşlerine yer verilmiştir. Çalışmamızda İslamcı aydınların yazdıkları makalelerin tarihlerine dikkat edilmiş, bu medreselerin kuruluşundan önce yazılan makaleler ile sonrasında yazılan makaleler konu ile paralel verilmiştir. Zikredilen kurumların açılmasında İslamcı aydınların ne gibi etkileri olduğu sorusu üzerinde durulmuş, yapılan faaliyetlere ve çalışmalara değinilerek konu açıklanmaya çalışılmıştır. 3.2.2.1. Medresetü’l-Vâizin Osmanlı Devleti, kuruluşundan itibaren eğitim kurumlarının yanı sıra vaaz ve nasihat yoluyla halkı aydınlatmaya ve bilinçlendirmeye önem vermiş; vaizler aracılığı ile toplumsal, dinî ve ahlaki konularda halkın eksikliklerini gidermeye çalışmıştır. Bu durum II. Meşrutiyet Dönemi’nde de devam etmiş; devlet, ülke genelinde bulunun camilerin yanı sıra okuma yazmanın sınırlı olduğu ve gazetelerin253 halk tarafından 250 Kaya, a.e., s. 208. 251 Mustafa Öcal, Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba’dan İmam Hatip Liselerine Bizim Okullarımız, İstanbul, Önder ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yayınları, 2011, s. 4. 252 Zekeriya Akman, Osmanlı Devleti’nin Son Döneminde Bir Üst Kurul Daru’l Hikmeti’l İslamiye, Ankara, Dib Yayınları, 2009, s. 62. 253 Sırat-ı Müstakim mecmuasında çıkan bir yazıya göre o dönem neşredilen gazetelerin içeriklerinden ve kullandıkları dilden dolayı köylü milleti tarafından itibar görmediği belirtilmiştir. Ayrıntılı bilgi için 254 itibar görmediği ortamlara da vaaz ve hutbe veren vaizler göndererek halkın eğitilmesini sağlamıştır.254 Devlet, vaaz ve hutbe veren bu vaizlerin yanı sıra medrese talebeleri aracılığı ile de Müslüman halka ulaşmaya çalışmış; bir nevi staj olarak adlandırılan ve recep, şaban, ramazan aylarında çıkılan cer faaliyeti255 ile taşrada bulunan camilerde vaizlik ve imam-hatiplik yapmalarını sağlamıştır.256 Müslüman halka dinî bilgi, tutum ve davranış kazandırmak amacıyla görev yapan bu vaizler medreselerde aldıkları eğitim neticesinde bilgi aktarımında bulunmuşlardır. Ancak son dönemlerde medreselerin gerilemesinin bir sonucu olarak bu kişiler, iyi bir eğitim alamamış; Müslüman halka yarar sağlayacak yeterli ve güvenilir bilgiler verememiştir.257 Halkın zamanla din eğitimi konusunda yetersiz kalmasına ve cehaletin günden güne artmasına İslamcı aydınlar bir çözüm bulunması gerektiği düşüncesindedirler. Yetkilileri harekete geçirmek için konuyu basın yolu ile gündeme taşımışlar, çözüm önerilerinde bulunmuşlardır. Zira İslamcı aydınlar, vaaz ve hutbeler aracılığı ile halkın dinî, ahlaki konularda eğitilmelerinin ve misyonerlerin çalışmaları konusunda aydınlatılmalarının gerekli olduğuna inanmışlardır. Ayrıca onlara göre halkın eğitime rağbet etmesi sağlanmalı ve onlara hurafelerin yanlışlığı anlatılmalıdır.258 Bunun yanı sıra İslamcı aydınlar, halkın ekonomik olarak da bilinçlenmesi gerektiğini düşünmüş; vaaz ve hutbelerde millî serveti arttıracak usûl ve yolların yerel halka anlatılması, özel teşebbüse halkın teşvik edilmesi gerektiği üzerinde durmuşlardır.259 İslamcı aydınlar tüm bu amaçlara ulaşmanın yolunun vaaz ve hutbe veren hocaların bir eğitim kurumunda eğitim görmelerinden geçtiğine inanmışlardır. Bu sebeple de yazı ve makalelerinde bunun gerekçelerini ortaya koyarak nedenlerini açıklamışlardır. bkz. Hasan Basri, “İrşad Meselesi: Matbuat ve İstihbarat Müdürü Bey’e İthaf”, Sebilür’r-Reşad, Cilt: XX, Sayı: 509, s. 171-172. 254 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 149. 255 Cerr: Eskiden medrese talebelerinin üç aylarda dinî hizmetlerde bulunmak ve halkı aydınlatmak için kasaba ve köylere gitmelerini ifade eden tabir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet İpşirli, “Cer”, DİA, Cilt: VII, İstanbul, 1993, s. 388-389. 256 Sarıkaya, Medreseler ve Modernleşme, s. 177. 257 Zengin, II. Meşrutiyette Medreseler ve Din Eğitimi, s. 163. 258 Ahmed Hilmi, İslâm Tarihi Hz. Peygamber’den Zamanımıza Kadar”, s. 646. 259 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 152. 255 3.2.2.1.1. İslamcı Aydınlara Göre Vaiz ve Hatiplere Verilecek Eğitimin Gerekçeleri İslamcı aydınlar vaaz ve hutbe veren hocalara önemli görevler yüklemişler, bu nedenden dolayı da onların halka hizmet için daha etkin ve bilinçli olmalarını istemişlerdir. Sırat-ı Müstakim’de Babanzade Ahmed Naim tarafından 1908 yılında yazılan bir makalede vaiz; ümmetin mürebbisi, muallimi, hikmetli bilgi vereni, nübüvvetin emanet ettiği vazifeyi yerine getireni şeklinde tanımlanmıştır.260 Babanzade Ahmed Naim bir vaizin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini makalesinde şöyle belirtmiştir: “…Bir vaiz âlim olmalıdır. Evâmir ve nevâhi-i ilâhiyyeyi, tekâlif-i şerʻiyyeyi, sünen-i nebeviyyeyi bi’l-cümle dekāıkıyla bilmelidir. Tefâsir-i şerife ile fevkalâde tevaggul etmiş, ehâdis-i nebeviyyeden çok şeyler ezberlemiş olmalıdır. Bir münkiri iskât edebilecek kadar ulûm-ı akliyeden behre-mend olmalıdır. Bir vaiz fâsih ve beliğ bir hatib-i natuk olmalıdır ki delâil-i hitabiyyesi cemâʻati teshir, aheng-i elfâz-ı dil-nişini yüreklere te’sir etsin. Bir vaiz kendi ilmiyle âmil ve cemâʻatine numûne-i imtisal olacak bir zahir-i mücahid olmalıdır. Gözlerini menfaʻat bürüyen, hutâm-ı dünyaya dört el ile sarılan, fiʻli kavlini tekzib eden vaizin sözlerinin te’siri olmaz. Ettiği tehdidat ile kendi kalbi sızlamayan vâizin sözleri muhâtabını ikaz etse de muvakkattir…”261 Babanzade, bu sözlerle bir vaizde olması gereken özellikleri ifade etmiş; yazısının devamında böyle vaizlerin yok denecek kadar az olduğunu belirtmiştir. Bundan dolayı o, Bab-ı Meşihattan o yıl için Ramazan ayında taşraya görevlendirilecek vaiz efendilerin ve cerre çıkarılacak talebenin en zeki ve en açık fikirlileri arasından seçilmesine dikkat edilmesi gerektiğini yazmıştır. Elmalılı Hamdi Yazır da aynı yıl Beyanü’l-Hak mecmuasında Küçük Hamdi imzası ile “Vaaz” başlığı altında bir yazı yazmış ve vaazın kelime anlamını ve önemini 260 Babanzade Ahmed Naim, “Vaizler: Vaiz nedir?”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: I, Sayı: 2, 3 Eylül 1908, s. 23. 261 Ahmed Naim, a.y. 256 vurgulayarak çeşitli konulara değinmiştir. Yazısında dinin ve şeriatın ne olduğunu dahi bilmeyen insanların vaaz verdiklerinden yakınmış ve o kişilerin edepsiz olduklarını belirtmiştir.262 Yazısı başlığında olduğu gibi vaaz formatında olmuş, dualar ile konuya giriş yapılmış ve dönemin siyasi ve sosyal konularına değinmiştir. Elmalılı’nın bu yazısına bakıldığına vaizlere emsal teşkil edecek bir konu bütünlüğü içerisinde örnek bir vaaz vermek istemiş olacağı düşünülebilir. Yine aynı gazetede Temmuz 1912 tarihinde Balıkesri Siretî imzalı bir makalede yazar, halkı eğitmek üzere taşraya giden vaizlerin vazifelerini hakkıyla ifa edip etmediklerinin sorgulanmasını istemiş; bu konu üzerinde öncelikle durulması gerektiğini belirtilmiştir.263 Yazar, köylere giden akıllı uslu, gerçek hocaların hatta büyük kasabalarda da vaizlik görevi yapan ulemanın verdikleri vaazları dinlediğini yazmış; bu hocaların birçoğunun Ben-i İsrail hikâyelerinden, akıl ve mantığa hiç uymayan hurafelerden bahsettiğini anlatmış; buna örnek olarak da dünyanın koca öküzün boynuzu üzerinde durduğuna dair tuhaflıklardan bahsettiklerini yazmıştır.264 Siretî ayrıca yetkililerin görevlerini layıkıyla yerine getirmediklerini belirtmiş; köylere gönderilen hocalara yetkililer tarafından sadece birkaç tavsiye verildiğini bunun dışında gideceği köyün büyüklüğünden, öneminden, gidecek hocanın sahip olması gereken fazilet ve donanımdan bahsetmediklerinden yakınmıştır. Yazar ayrıca bu şekilde vaaz veren hocaların vaazlarının içeriklerinin gözden geçirilmesi gerektiğini belirtmiş ve Meşihat makamını onlara eğitim vermesi hususunda göreve davet etmiştir.265 Sırat-ı Müstakim mecmuasında yine vaizler üzerine yazılmış bir başka yazıda Ahmed Hamdi Aksekili, başından geçen bir olayı anlatmış ve yatsı namazı için gittiği bir camide konuşma yapmak için kürsüye çıkan bir hocadan bahsetmiştir.266 Yazıda bu 262 Küçük Hamdi [Elmalılı Hamdi Yazır], “Vaaz”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı: 2, 12 Ekim 1908, s. 6- 8. 263 Balıkesri Siretî, “Ramazan Vaizleri”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: VIII, Sayı: 203, 25 Temmuz 1912, s. 403. 264 Siretî, a.y. 265 Siretî, a.y. 266 Ahmed Hamdi Aksekili, “Şeriatı Menfaat ve Keyiflerine Alet Eden Vaizler”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: VII, Sayı: 182, 29 Şubat 1912, s. 408. 257 hocanın, yapacağı konuşmada sadece şeriatın emirlerinden bahsedeceğine; hiçbir fırkanın propagandasını yapmayacağına dair yemin ederek söze başlamasına rağmen kısa bir süre sonra sözünde durmadığını ve hatta halkı fırka kavgasına üstü kapalı teşvik ettiğini ifade etmiştir. Yazar, Meşihatın bu hocaları dikkate alması gerektiğini yazmış; bu gibi şahıslara vazifesini bildirmesini istemiştir.267 Beyanü’l-Hak mecmuasında yazdığı makalede Mustafa Hakkı, yine vaizler konusunda benzer olumsuzlukları dile getirmiş; eski zamanlarda görev alan vaizler ile son dönem vaizleri karşılaştırmıştır. Yazıda eskiden vaizlerin, din kardeşlerine maddi ve manevi konularda bilmediklerini öğretmek gibi çok mühim bir vazifeyi yerine getirdikleri anlatılmış; bunun sonucunda da ahlaken güzel bir çığır açıldığı belirtilmiştir. Ancak yazının devamında zamanla bu mukaddes mesleğin suistimale uğradığı ve özellikle yarım asır öncesinde tamamen bittiği ifade edilmiştir.268 Mustafa Hakkı, makalede o dönemde mevcut bazı vaizlerin yaptıkları yanlışlara dikkat çekmiş ve bu yanlışlarda vaizlerin: - Doğruyu yanlışı ayıramadıkları, insanların ihtiyacını araştırmadıkları ve bir cümleyi layıkıyla anlaşılacak şekilde anlatamadıkları, - Müslüman halk ile hiçbir şekilde bir araya gelmedikleri, tasavvufa yeltenerek anlar anlamaz hikâyeler anlattıkları ve millete hizmet ettiklerini düşündükleri, - Kullandıkları kelimelerin ve cümlelerin halk tarafından anlaşılıp anlaşılmadığına dikkat etmedikleri, sözlerini sadeleştirmedikleri ve ara sıra da ne kadar çok şey bildiklerini göstermek için ağır dil bilgisi gerektiren konular ile süslü kelimeler kullandıkları belirtilmiş; halkı felakete sürükledikleri ifade etmiştir.269 Mustafa Hakkı, sorunun ortadan kalkması için yapılması gerekenleri belirtmiş ve şu şekilde çözüm yolları önermiştir: 267 Aksekili, a.e., s. 409. 268 Mustafa Hakkı, “Ulema-yı İslamiyye ile Hasbihal”, Beyanü’l-Hak, Cilt: II, Sayı: 34, 19 Temmuz 1909, s. 795. 269 Hakkı, a.e., s. 796. 258 - Müftü efendilerin başkanlığı altında bir ilmiye heyeti oluşturulmalı ve taşraya gönderilecek hocalar ve talebe-i ulûmdan parlak fikirli, bildiğini anlatmaya yeterli olanlar görevlendirilmelidir. Bunların dışında kalan diğer hoca ve talebelere yalnız müezzinlik ve namaz kıldırma görevleri verilmelidir. - Özellikle şehirlerde görev alacak kişilerden, kendini ifade edemeyen ya da tam anlamıyla konuyu anlatamayanların kesinlikle görev almalarına müsaade edilmemelidir. - Meşrutiyet erkânı, Protestan mezhebinin propagandasını yapmak için dünyanın her yerine giden misyonerlere karşı ilme vâkıf, yabancı dil bilen mahir âlimlerimizden maaşlı birer devriye vaizler grubu oluşturulmalıdır.270 Bu açıklamalara yazar aynı mecmuanın bir sonraki makalesinde devam etmiş ve maddeler halinde vaizlerde bulunması gereken özellikleri açıklamayı sürdürmüştür. Ona göre vaizler: - Vaazlarına uzun girişler yaparak az olan zamanı zâyi etmemeli; konuşma esnasında şiddet ve kabalık içeren sözlerden, gururdan, kibirden uzak durmalı; mütevazı ve şefkatli olmalıdır. - Konuşmayı herkesin anlayacağı bir sadelikte yapmalı, anlatacağı şeylere kendini de katmalı ve bunun için birinci çoğul ekini kullanmalıdır. - Dinimizin mâni-i terakki olmadığını ispat edecek örnekler vermeli; hürriyet, müsavat, adalet, meşveret, ittihat gibi kelimelerin faydalarını anlatmaya çalışmalı; tefrika, ihtilaf, düşmanlık gibi kelimelerin de üzerinde durarak sakıncalarını örneklerle açıklamalıdır. - Milletin ihtiyacını iyi düşünmeli, saatlerce değil günlerce düşünmeli; sahihleri, sünenleri müsnedleri halkın anlayacağı şekilde açıklamalıdır. 270 Hakkı, a.y. 259 - Yapacağı konuşmadan önce araştırma yapmalı ve hazırlıklı olmalıdır.271 Yazar bu özelliklere sahip vaizlerden İslam milletinin çok istifade edeceğini belirtmiş ve meslekte usanmak, yorulmak ve yeise kapılmak olmadığını belirtmiştir. O, son olarak vaizlere anlatacakları konular ile ilgili bir program yapılıp dağıtılması gerektiğini ifade etmiştir. Bununla vaaz verecek ulema ve talebenin vaazlarında bir plan ve program dâhilinde hareket etmelerini istemiştir.272 Beyanü’l-Hak mecmuasında bu konuda çıkan başka bir makalede Mehmet Şükrü “Vaizlerimiz Hakkında Birkaç Söz” başlığı altında görüşlerini ifade etmiş ve Osmanlı Devleti’nde vaaz veren hocaları birkaç seneden beri takip ettiğini belirtmiştir. Yazar bu vaizleri can kulağıyla dinlediğini, söyledikleri sözleri ve fikirlerinin dinleyici üzerinde nasıl etki ettiklerini gördüğünü yazmış; dolayısıyla bu makalesinde vaizler hakkında birkaç söz söylemek ve onlardan bazı ricalarda bulunmak istediğini ifade etmiştir. Yazar, bunu belirttikten sonra vaiz olacak kişilerin uyması gereken şartları dört madde hâlinde şu şekilde sıralamıştır: 1- Vaizlerin, vaaz verirken söyledikleri sözlerin tesirli olması 2- Vaaz verirken değineceği bütün konulara vâkıf olması 3- Kendisini dinleyen halkın ihtiyaçlarını ve seviyesini anlayıp ona göre vaaz vermesi 4- Kulaktan dolma kıssalardan mümkün olduğunca kaçınması, İsrailiyat ve hurafeler ile uğraşmaması.273 Yazının devamında bu kurallara uyan ne kadar vaiz vardır, sorusu sorulmuş ve cevaben uyanların sayısının azlığından bahisle bu özelliklere uymayanların ise çoğunlukta olduğunun inkâr edilemez bir gerçek olduğu belirtilmiştir. Yazının devamında Avrupalı misyonerlerin fedakâr bir şekilde Hristiyanlığı yaymak için çok çabaladıkları bu zamanda ikna kabiliyeti ve iyi bir hatip olan birçok İslam ulemasının 271 Mustafa Hakkı, “Vâizin-i Kiram için Vezâif-i Mühimme”, Beyanü’l-Hak, Cilt: II, Sayı: 37, 9 Ağustos 1909, s. 854-857. 272 Hakkı, a.e., s. 855. 273 Mehmed Şükrü, “Vaizlerimiz Hakkında Birkaç Söz”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 174, 2 Ağustos 1912, s. 3052. 260 lakayt davranarak İslam dinî hakkında yeterince bilgi sahibi olmayan kişilere meydan vermelerine çok teessüf ettiğini yazmış ve şöyle demiştir: “…Evet, ben yine tekrar edeyim ki birçok vâiz efendiler demin saydığım şerâite riayet etmeksizin icra-ı vaaz ve nasihat ediyorlar. Mesela edilen vaazın tesirini muhafaza etmek, sözleri ciddiyetten ayrılmamağa çalışmak lazım gelirken o derece âmiyâne birtakım kelimeler sarf ederler ki insan hakikaten hayret eder.”274 Mehmet Şükrü, yazısını vaizleri eleştirerek devam ettirmiş ve birçok vaizin dinleyenlerin şevkini kıracak, onları yeise düşürecek kadar kesin ve katı sözler söylediğinden bahsetmiştir. Hocaların günahkâr kimselerin yerinin cehennem olduğunda ısrar ettiklerini ancak hemen iki dakika sonrasında Allah’ın affedici olduğundan, af dileyen herkesin günahlarını bağışlayacağından bahsederek yaptıkları tutarsızlıklardan yakınmıştır. Kısacası yazar, vaiz olmak isteyenlerde aranacak şartları ve o günkü vaizlerin durumunu örnek vererek makalesinde anlatmış ve gözlemlerinden bahsetmiştir.275 İslamcı aydınlar, yazılarında sadece tanımlar yapmakla ya da olumsuzlukları ortaya koymakla kalmamış; yayın organlarında vaaz örneklerine yer vermiş hatta konu ile ilgili vaaz kitaplarının nasıl oluşturulması gerektiğini yazmaya başlamışlardır.276 Buna göre İslam Dünyası mecmuasında yayımlanan bir yazıda bu kitapların iki şekilde oluşturulabileceği ifade edilmiştir: Birincisi, Meşihat makamı tarafından düzenlenecek bir yarışma ile kalemine güvenen âlimlerin yazdıkları eserlerden birini seçerek; ikincisi, ulemadan, faziletli kişilerden oluşturulacak bir encümenin araştırmaları sonucu meydana getirilecek bir eser ile olabileceği belirtilmiştir.277 Bu anlamda Beyanü’l-Hak mecmuası hazırlanan bir vaaz kitabının tanıtımını yaparak Alay 274 Şükrü, a.y. 275 Şükrü, a.y. 276 Ebu’l-Kemal, “Mesâil-i Diniyyemiz ve vâizler -II-“, İslam Dünyası, Sayı: 16, t.y., s. 248. 277 Ebu’l-Kemal, a.e., s. 249. 261 Müftüsü Mehmed Şakir Efendi tarafından yazıldığını duyurmuş ve din kardeşlerine ve özellikle talebe efendilere tavsiye etmiştir.278 Tüm bu yazılanlar ile yapılan faaliyetlere ve konu ile ilgili diğer makalelere279 bakıldığında İslamcı aydınların halkın bilinçlenmesine verdikleri önem anlaşılmaktadır. Ayrıca hemen her mahallede yer alan camiler vasıtasıyla Müslüman halk üzerinde etkili olan vaizler ve verdikleri vaaz ve hutbeler üzerinde önemle durdukları ve bu konuda birçok yazı yazdıkları görülmektedir. Yazılan bu makalelerde İslamcı aydınların özellikle değindikleri konular şu şekilde sıralanabilir: 1- Vaizliğin tanımı yapılmıştır. 2- Vaizliğin önemi üzerinde durulmuştur. 3- Vaizde olması ve olmaması gereken özellikler belirtilmiş; olumsuz özellikler için çözüm yolları geliştirilmiştir. 4- Vaizlerin görevlerini hakkıyla yerine getirip getirmedikleri sorgulanmış, bu konuda yetkililerin vaizleri takip etmesi gerektiği belirtilmiştir. 5- Yetkililerin vaizlik konusunda harekete geçmesi ve vaizlerin takip edeceği bir konu programı geliştirmesi istenmiştir. İslamcı aydınlar, vaaz ve hutbe veren vaizlerin neden eğitim alması gerektiğini yazılarında örnekler vererek, vaizlere ricada bulunarak ve eleştirerek açıklamış; yetkililerin bu konuda harekete geçmediği takdirde bu durumun İslam âlemine zarar vereceğini ifade etmişlerdir. Zira onlar vaaz ve hutbeler yolu ile İslam’ın inceliklerinin halka anlatılması ile medeniyet ve terakkinin önünde engel kalmayacağına inanmışlardır. Bunun için de “muktedir hatip ve vaizler” yetiştirilmesi gerektiğini, ehil olmayanların ise uzaklaştırılmaları lüzumunu vurgulamışlardır.280 278 “Reşid Rıza Efendinin Nutkuna Dair: İrşadü’l-Ğafilin”, Beyanü’l-Hak, Cilt: IV, Sayı: 80, 10 Ekim 1910, s. 1544. 279 Örn. “Vaizlere İhtar”, Beyanü’l-Hak, Cilt: II, Sayı: 39, 23 Ağustos 1909, s. 877-879; C. F., “Vaaz ve Vaizler”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VII, Sayı: 175, 9 Eylül 1912, s. 3072-3073; Ali Himmet Aksekili, “Muzır Vaizler”, Medrese İtikadları, Sayı: 15, 29 Ağustos 1913, s. 118-120; Mustafa Naim, “Fena Vaizler”, Hayru’l-Kelam, Cilt: I, Sayı: 1, 21 Kasım 1913, s. 3; İskilipli Mehmed Atıf, “Din-i İslâm’ın Vâzıʻı”, Mahfil, Cilt: I, Sayı: 2, 1920, s. 22; Samizade Süreyya, “Vaʻz ve Vâʻizliğe Dair”, İslam Dünyası, Sayı: 23, t.y., s. 371-378. 280 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 156. 262 3.2.2.1.2. Medresetü’l-Vâizin Nizamnamesi ve İslamcı Aydınların Görüşleri İslamcı aydınlar, hatiplik ve vaizlik görevi yapacak kişileri yetiştirecek özel medreselerin açılmasını istemişler; bu medreselere sadece bu görevlerde eğitim öğretim görecek talebelerin alınmasını yetkililere bildirmişlerdir. İslamcı aydınların bu istekleri ses getirmiş ve Evkaf Nezareti 28 Aralık 1912 tarihinde İstanbul Soğukçeşme’de Medresetü’l-Vâizin Medresesini hizmete açmıştır.281 Bu medreselerin daha iyi eğitim verebilmesi için kuruluşundan yaklaşık on dört ay sonra 19 Şubat 1914 tarihinde, yirmi maddeden oluşan Medresetü’l-Vâizin Nizamnamesi yayımlanmıştır.282 Recai Doğan, bu Nizamname ile açılan Medresenin İslamcı aydınların bir başarısı olduğunu ifade etmiş; onların basın yolu ile bu konuları ısrarla dile getirmelerinin Hükûmetin harekete geçmesinde büyük tesiri olduğunu ifade etmiştir.283 Vaiz yetiştirmek amacıyla oluşturulan Medresetü’l-Vâizin diğer medreseler gibi Meşihat makamına değil, Evkaf Nezaretine bağlı olarak açılmış; açılış amacı ise Nizamname’nin ilk maddesinde şöyle duyurulmuştur: “Ahkâm-ı Aliyye-i Kur’aniye ve sünen-i seniyye-i Nebeviye dairesinde mekârim-i ahlakıyeyi ve din-i mübin-i İslam’ın terakkiyât-ı medeniyeye hâdim hükm-i celile ve mevâiz-i hasene-i ictimâiyesini neşr ve taʻmim edecek erbâb-ı irşad ve duʻât yetiştirmek maksadıyla Evkaf-ı Hümayun Nezareti Müessesat-ı İlmiye Müdiriyetine merbut olmak üzere ‘Medresetü’l-Vâizin’ namıyla bir daru’l-ulûm âli tesis olunmuştur.”284 Buradaki amaç, Kur’an ve sünnet çerçevesinde İslam’ın medeniyet kurup geliştiren bir din olduğunu gösterecek; İslam’ın faziletlerini, güzelliklerini karşısındaki cemaate anlatabilecek vaiz, mürşit ve kâmil insan yetiştirmek olmuştur. Bu amaçla kurulan Medresetü’l-Vâizin ilk önce Vânî Efendi Medresesi binasında öğretime açılmış, daha 281 Öcal, Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba’dan İmam Hatip Liselerine, s. 5. 282 Medresetü’l-Vâizin Nizamname ve Taʻlimatnamesi, İstanbul, Matbaa-i Amire, 1329-1332. 283 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 157. 284 Medresetü’l-Vâizin Nizamnamesi 1. madde. 263 sonra Bayezid Medresesine nakledilmiştir.285 Bu medresede okuyacak talebelerin gündüzlü olarak öğretime başlaması kararlaştırılmış ancak gelecekte yatılı olması planlanmıştır. Ayrıca tahsil süresi dört yıl olarak belirlenen bu medreseye her yıl giriş imtihanı ile kırk talebenin kabul edileceği belirtilmiştir.286 Nizamname’de bu medresede okuyacak talebelerin, devlet okulu öğrencilerinin sahip olduğu aynı hak ve özgürlüklere sahip olacağı duyurulmuş; talebelere aylık yüz elli kuruş verileceği açıklanmıştır.287 Medresede okutulacak dersler Nizamname’ye ek olarak verilmiş, programa yirmi ayrı ders konulmuştur. Bunlar: Tefsir, hadis-i şerif, kelam, fıkıh, usûl-i fıkıh, ferâiz, siyer, tarih, coğrafya, Osmanlı edebiyatı, Arap edebiyatı, Fars edebiyatı, riyaziyat (hesap, hendese, cebir), ilm-i hey’et, tabiiyat (hikmet, kimya, mevâlid-i selâse), felsefe, ictima ve terbiye, hukuk, iktisat ve maliye, hıfzıssıha, hitabet ve beden eğitimidir.288 Programa bakıldığında dinî derslerin yoğun ve ön planda olduğu görülmekte; ancak edebiyat, tarih, coğrafya, hesap, hukuk, sağlık bilgisi vb. derslerin de oldukça geniş bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır. Özellikle beden eğitimi dersinin 20-35 yaş arası talebelere yaptırılacak olması da dersler açısından bir yenilik olmuştur.289 Nizamname’de bu Medresenin Evkaf Nezaretine bağlı bir müdür tarafından idare edileceği ve kurumda gerektiği kadar kâtip, memur ve hademe bulundurulacağı yazılmıştır.290 Ayrıca talebe kabul şartları üzerinde durulmuş ve şu maddeler belirlenmiştir: - 20 ila 30 yaş arasında olmak - Sabıkasız olmak - Mezun olduktan sonra Evkaf Nezaretinin belirlediği yerde dört sene mecburi hizmet yapmayı kabul etmek - Giriş sınavlarında başarılı olmak 285 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 4. 286 Nizamname, 2. madde. 287 Nizamname 3 ve 4. maddeler. 288 Nizamname, “Medresetü’l-Vâizinde Tedris Olunacak Ulûm ve Fünûnu Hâvi Cedvel, s. 5. 289 Öcal, Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba’dan İmam Hatip Liselerine, s. 5. 290 Nizamname, 6. madde. 264 Bu Medreseden mezun olan talebeler için Nizamname’de istihdam olunacakları yerler de açıklanmış ve askerî birliklerin imamlıkları ile vaizlik görevlerine doğrudan atanabilecekleri gibi Zeyl Meşihatleri olarak da adlandırılan selâtin camilerine291 vaiz olarak atanabilecekleri ifade edilmiştir.292 İslamcı aydınlar, yayımlanan bu Nizamname’ye rağmen vaizler konusunda bekledikleri yenilenmeyi ve düzelmeyi görememişlerdir. Nitekim Nizamname’nin yayımlanmasından ve Medresetü’l-Vâizinin açılmasından yıllar sonra İslamcı aydınlara ait yazılarda ilk günkü şikâyet cümlelerinin benzerleri görülmektedir. Bu anlamda Sebil’ür-Reşad mecmuasında Medresetü’l-Vaizin Nizamnamesi’nden yaklaşık 7 yıl sonra çıkan bir yazıda vaizlerin hâlâ zamanın ihtiyacına uyacak konular seçmedikleri, akla mantığa uymayan mevzular arasında olan dünyanın koca bir öküzün boynuzları üzerinde durduğu mevzusunu anlattıkları ifade edilmiştir.293 Sebilü’r-Reşad mecmuasında çıkan başka bir yazıda vaazların ve vaizlere duyulan ihtiyacın öneminden bahsedilmiş; vaizlerin nasıl olmaları gerektiği maddeler hâlinde şu şekilde özetlenmiştir: - Vaiz cemaate örnek davranış ve hareketlerde bulunmalıdır. - Vaiz, şahsi çıkarlardan ve siyasi cereyanlardan kaçınmalıdır. - Vaiz söyleyeceği şeyleri ölçüp tartmalı, konuyu güzelce belirlemeden kürsüye çıkmamalıdır. - Vaiz kullanacağı kelimelere dikkat etmeli; cemaati rencide edecek, onları kıracak sözlerden uzak durmalıdır. - Vaiz, cemaatin psikolojisini ve ihtiyacını konuşma yapmaya başlamadan önce tespit etmelidir. - Vaiz, cemaatin dikkatinin dağılmasını engellemek için çeşitli konulardan bahsetmelidir. 291 Padişahlar tarafından yaptırılan camilere selâtin cami denilir. 292 Nizamname Füyuzat Bölümü, Madde 11, s. 4. 293 Siretî, “Vaazlar, Vaizler” Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIX, Sayı: 481, 3 Haziran 1916, s. 134. 265 - Vaiz, cemaatinde bulunan kişilerin farklı kişilik özelliklerine sahip olduklarını göz önünde bulundurarak konuşmasını yapmalıdır. - Vaiz, üzerinde duracağı konuyu cemaati sıkacak kadar uzun tutmamalı; cemaatin zihnini yoracak şekilde anlatmamalıdır. - Vaiz, sözlerinin tesirini kaybetmemek için vakur bir duruş sergilemeli; cemaati lüzumsuz güldürecek şekilde konuşmamalıdır.294 İslamcı aydınların bu şekilde vaaz ve vaizlerde olmasını istedikleri özellikleri açıkladıkları ve olumsuzlukları belirttikleri yazıların Medresetü’l-Vâizinin kurulmasından on yıl sonra bile devam ediyor olması, bu kurumun yeterince etkili olmadığı ya da yeterince talebe mezun vermediği anlamına gelmektedir. Onlar bunun sorumlusunu Dersaadet’te [İstanbul] Bab-ı Meşihat, taşralarda müftü ve nâib efendiler olarak görmüş; onları İstanbul ve taşralarda bulunan yüzlerce dersiam efendileri ve birçok hakiki âlimleri organize edip görevlendirmek yerine meydanı cahil hocalara bırakmakla suçlamışlardır.295 Ayrıca İslamcı aydınlar yetkililerin vaizleri, dersiamlardan daha aşağı bir mertebeye indirmesinden de şikâyetçi olmuş; bundan dolayı Medresetü’l-Vâizine rağbetin olmadığını ifade etmişlerdir. Tüm bunlara ek olarak ülkenin içerisinde bulunduğu siyasi-sosyal durum ile öğrencilerin askere alınmaları, hoca yetersizliği gibi nedenler de Medresetü’l-Vâizinin açılmasının ardından beklenen hizmeti verememesi ve yeterince talebe yetiştirememesinde etkili olmuştur.296 294 Ömer Nasuhi, “Vaaz ve Vaizler”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXIII, Sayı: 589, 21 Şubat 1924, s. 266- 267. 295 Mehmed Şemseddin, “Vaizler Meselesi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 256, 7 Ağustos 1913, s. 352-354. 296 Doğan, İslamcıların Eğitim ve Öğretim Görüşleri, s. 8. 266 3.2.2.2. Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba (İmamlar ve Hatipler Medresesi) Osmanlı Devleti’nde imamlar297 Müslümanlar için büyük önem taşımış; imamlık görevinde bulunanlar sadece namaz kıldıran kişi olarak değil halkı dinî anlamda bilgilendiren, onlara rehber olan ve ilmî anlamda bilgisi dâhilinde yardım eden şahıslar olarak görev almıştır.298 İmamlar gibi hatipler de Müslümanların toplumsal, dinî ve ahlaki konularda bilinçlenmesi için görev yapmış; cuma ve bayram günlerinde camide toplanan cemaate dünya ve ahiret ile ilgili konularda bilgi vermişlerdir.299 Genellikle medreselerde orta ve yüksek tahsile devam etmeden imam ve hatip olarak atanan bu kişiler, medreselerin bozulmasıyla birlikte ilmî açıdan yetersiz kalmış; zamanla bu görevi yerine getirmede aksaklıklar meydana gelmiştir. Yaşanan bu aksaklıklar II. Meşrutiyet Dönemi’nde halk ve aydınlar tarafından yoğun bir şekilde dile getirilmeye başlanmıştır.300 Özellikle İslamcı aydınlar, halkın ve ülkenin iyi yetişmiş imam ve hatiplere duyduğu ihtiyacın farkında olduğundan birçok alanda olduğu gibi bu alanda da yaşanan aksaklıkların giderilmesini istemiş ve yetkilileri harekete geçirmek için konuya ilişkin görüşlerini gündeme taşımışlardır.301 3.2.2.2.1. İslamcı Aydınların Nizamname Öncesi İmam ve Hatiplere Yönelik Görüş ve Düşünceleri İslamcı aydınlar, imam ve hatiplerin görevleri konusunda eski dönemlerde imamet görevini yerine getirmiş olan kişileri örnek göstererek beklentilerini ortaya koymuşlardır. Zira eski imamlar, Müslüman halka her türlü konuda bilgisi dâhilinde yardımcı olmaya çalışmış; mahalle halkının barış ve ahenk içerisinde olmasından fakir halkın gözetilmesine hatta Arapça ilmini de okutarak müderrisliğe kadar birçok 297 İmam: (Çoğulu eimme) 298 Ergin, Türk Maarif Tarihi, s. 162. 299 Ergin, a.y. 300 Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi Medrese Programları, İcazetnameler Islahat Hareketleri, s. 311. 301 Mehmed Gıyaseddin, “Terakkiyi Temin için Islahı Vacip İki Esas”, s.58. 267 konudan sorumlu olmuşlardır. Buna ek olarak onlar halk için bir rehber ve yol gösterici konumundadırlar.302 İmamlar ve hatipler konusunda bu beklentiler içerisinde olan İslamcı aydınlar, yazdıkları makalelerinde bu konu üzerinde sıklıkla durmuş ve açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu anlamda 1910 yılının başında Sırat-ı Müstakim mecmuasında konuyu gündeme taşıyan Hafız Mehmed Tahir, görev yapan hatip ve hutbeler hakkında bir yazı yazmış ve gözlemlerini paylaşmıştır.303 Yazısında hatiplerin ve hutbelerin çığırından çıktığını, yüce bir vazife olan hatiplik mesleğinin ehil olmayan ellere geçtiğini belirtmiştir. Ayrıca hatiplerin halka hitap ederken hatalı ibareler kullandıklarından, farklı ses ve kıraat ile okuma yaptıklarından dolayı bir karışıklık oluştuğunu; bundan da üzüntü duyduğunu ifade etmiştir.304 Hafız Tahir ayrıca eskiden bu görevin senelerce tahsil görenlere, belagatte uzman olanlara ve söylediği sözde dinleyeni etki altında bırakacak özelliğe sahip kişilere verildiğini belirtmiş; şimdi ise hatiplerin sadece dua lafzını okuduklarını, anlaşılmaktan uzak ifadeler kullandıklarını ve bu görevi suistimal ettiklerini yazmıştır.305 Yazar, hatiplik yapacak kimsenin özelliklerini belirtmiş ve uyanık, cemaati neye teşvik edip nelerden sakındıracağını bilen, memleketin ruhuna ve ihtiyaçlarına vâkıf olan hatiplerin yetkililerce atanmasına dikkat edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. O dönem birçok meslekte görülen iltimas, hatır yolu ile göreve gelmelerden kaynaklanan bozulmaya bu yazıda da vurgu yapılmış; bu yolla gelen hatiplerin yaptıkları konuşmaların sınırlı, anlaşılmaktan uzak ve etkisiz olduğu anlatılmıştır. Yazıda ayrıca hatiplere de seslenilerek hutbe bir çeşit nasihat olduğundan dolayı yapacakları konuşmalarda halkın bilgisini dikkate almaları gerektiği vurgulanmış; aksi 302 Hadimüddin, “Cemâʻat-i İslâmiyye ve Köy İmamları”, İslam Dünyası, Cilt: II, Sayı: 3, t.y., s. 37; Hadimüddin, “İrşad Tarikleri”, İslam Dünyası, Sayı: 1, t.y., s. 10. 303 Edremitli Balcızade Hafız Mehmed Tahir, “Taşralarda Hutbe ve Hatipler”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 73, 27 Ocak 1910, s. 331. 304 Tahir, a.y. 305 Tahir, a.y. 268 takdirde hatalı yapılacak konuşmalardan ülkenin ve insanlığın kötü etkileneceği belirtilmiştir.306 İslamcı aydınlar, Beyanü’l-Hak mecmuası ile konuyu gündeme taşımaya devam etmiş; taşra ve köylerde görev yapan imam ve hatiplerin durumu hakkında bilgi vermişlerdir.307 Ankaravi Rıfat imzalı yazıda, ülkede bulunan imam ve hatiplerden birçoğunun konuşmalarının ilmî anlamda anlaşılmaz oldukları belirtilmiş; irfani seviyelerinin tasvir dahi edilemeyecek kadar kötü olduğu ifade edilmiştir. Yazıda ayrıca imam ve hatiplerin bazılarının söyledikleri ibarelerin anlaşılır olmadığı, bazılarının da okuduğu hutbeyi kendisinin dahi anlamadığı; kıldırdıkları namazların sıhhat derecesinin sorgulanması gerektiği üzerinde durulmuştur.308 Ankaravi Rıfat yazısının devamında müftü ve müderris gibi yetkililere seslenerek öneride bulunmuş; tüm bu sorunların giderilmesi için şehirden ve köyden bu göreve talip olanlara vilayet, liva ya da kazalarda hitabet dersi verilerek tecrübe kazanmalarının sağlanması ayrıca fıkıh, kitabet, hesap gibi ilimleri bilip bilmediğinin sorgulanması gerektiğini beyan etmiştir. Kısacası yazar, imam ve hatiplerin görevleri gereği bilmeleri gereken ilimlerden imtihan edilmesini istemiş; bu imtihanda ayrıca hutbenin anlamını bilip bilmediğine yetkililer tarafından bakıldıktan sonra atama yapılmasının daha uygun olduğunu ifade etmiştir. 309 İslam Dünyası mecmuasında konu ile ilgili yayımlanan başka bir yazıda ise Hadimüddin, mevcut imamların çoğunun cahil, bilgisiz, terakkiden uzak ve sürekli hurafelerden bahseden adamlar olduğunu belirtmiş; bundan dolayı halkın onlara saygıdan yoksun, çirkin ve adi bir kimseye bile davranılmayacak şekilde yaklaştığını anlatmıştır.310 Hatta cemaatin nazarında imamların, köy kâhyası kadar bir değere sahip 306 Tahir, a.y. 307 Ankaravi Rıfat, “Taşra Müftü ve Müderris Efendilerinin Dûş-i Hamiyet ve Fetânetine”, Beyanü’lHak, Cilt: IV, Sayı: 98, 20 Şubat 1911, s. 1830-1831. 308 Rıfat, a.y. 309 Rıfat, a.y. 310 Hadimuddin, “Islah-ı Medâris ve Fünûn-ı Cedide”, s 38. 269 olmadığını belirtmiş; imamların geçimini sağlayacak maaşlarının ancak bir çobanın aldığı ücret kadar olduğunu ifade etmiştir.311 O dönem imamların halkın gözündeki itibarını ve içerisinde bulundukları durumu göstermesi açısından Mehmed Akif Ersoy’un yazdığı bir makale önem taşımaktadır. Makalede bahsedilen olayın gerçekten yaşanıp yaşanmadığının belirtilmemiş olması, anlatılanın kurgu olma ihtimalinin bulunduğu anlamını taşımaktadır. Ancak dönemin önemli bir mecmuasında yer alması ve diğer mecmualarda imamların içerisinde bulunduğu durumu anlatan yazılarla paralellik taşımasından dolayı dikkate alınabilir nitelikte olduğu düşünülebilir. Makalede konu şu ifadelerle anlatılmıştır: “Ramazan mollasının biri; köylüye, geceleri ‘yahu, vehüm, halidun’ duraklı ayetlerle terâvih kıldırmış; gündüzleri de Mızraklı, Kırk Sual, Kara Davud gibi yaşını başını çoktan almış eserlerden vaʻz etmiş. Lâkin bayram gelince heybesini işlemeli çamaşırlarla, kesesini fitrelerle, zekâtlarla doldurmak şöyle dursun, cemaatin fukara-yı şâkirin kısmı yalnız adamcağızın selâmetine dua, ağniyâ-yı sâbirin zümresi ise sadece kendilerini duadan unutmamasını ricada bulunmuş! Belanın büyüğüne bakın ki: Biçare molla o aralık heybesini de çaldırmış! Şu bir ay süren geceli gündüzlü ibâdâtın nezd-i Bârî’de terâküm etmiş ecrini alabilmek için kıyameti beklemeye değil a, gelecek üç ayların vüruduna kadar pineklemeye bile tahammülü olmayan mollacağız bu saygı yoksulu cemaatten öfkesini almak istemiş: ‘Ey köylü dayılar! Beni bütün ramazan çalıştırdınız; bugün on para vermedikten başka heybemi de çaldınız. Lâkin ettiğiniz yanınıza kaldı zannetmeyiniz. Ben Kadir Gecesi terâvih kıldırırken size ayeti mahsus yanlış okudum.’ demiş. Köylüler hep bir ağızdan: ‘Hoca düşündüğün şeye bak! Sen bize ayeti yanlış okudunsa biz de namaza abdestsiz durduk!’ cevabını vermiş.”312 Akif, yazısında bazı imamların geldiği itibarsız ve saygıdan yoksun durumu mizahi bir yolla ifade etmiş ve gelinen noktayı ortaya koymuştur. Yazısında sadece imamların 311 Hadimuddin, a.y. 312 Mehmet Akif Ersoy, “Hasbihal [-X]”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: II-IX, Sayı: 45-227, 16 Ocak 1913, s. 336. 270 durumunu değil Müslüman halkın da bilgiden ne kadar uzak olduğunu yansıtmaya çalışmıştır. Yazılan tüm bu makalelere bakıldığında İslamcı aydınların sadece imamlar ve hatipler ile ilgili görüşlerini paylaşmadığı, bunun yanı sıra öneriler sunarak onlara yol göstermeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Ayrıca hutbelerin nasıl olması gerektiği ile ilgili örnek hutbeler de yayımlamışlar; Müslüman halkın eğitilmesi için çalışmalar yapmışlardır.313 Buna örnek olarak Arpacılar Camii Hatip Vekili Ali Şeyhü’l-Arap’ın camilerde verdiği hutbelerin mecmualarda yer alması gösterilebilir. Zira İslamcı aydınlar yayımladıkları mecmuaların her sayısında bir hutbeye yer vererek değişik konulardan oluşan otuza yakın hutbeyi okurlarıyla paylaşmışlardır.314 İslamcı aydınların tüm bu çabalarının sürdüğü bir dönemde Devlet yetkilileri; 1912 yılının sonunda imamlar ve hatiplerde görülen sayı ve kalite yönünden yetersizliklerin önüne geçmek, onları bilgi ve bilinç açısından daha iyi bir dereceye getirmek amacıyla Evkaf-ı Hümayun Nezaretince Medresetü’l-Eimme ve’l-Hutebanın açılmasına karar vermiştir. Verilen kararda İslamcı aydınların kararlı tutumları ve yazdıkları makalelerin rolünün olduğunu söylemek mümkündür. 3.2.2.2.2. Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba Nizamnamesi ve İslamcı Aydınların Görüşleri Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba iki bölümden oluşmaktadır: İmam ve Hatiplik Bölümü, Ezan ve İlahi Bölümü. 315 Medresenin imam ve hatip yetiştiren kısmında Kur’an-ı Kerim nazariyatı, Kur’an-ı Kerim tatbikatı, malumat-ı kanuniye, ilm-i kelam, nikâh, talak, hitabet-i Arabiye nazariyatı, hitabet-i Arabiye tatbikatı, Türkçe hitabet ve 313 Akşehirli Haşim, “Islah-ı Medâris ve Esbâb-ı İnhitâtımız”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: X, Sayı: 254, 24 Temmuz 1913, s. 322; Trabzoni A. A., “Hayretlerim ve Ümitlerim”, Beyanü’l-Hak, Cilt: VI, Sayı: 132, 23 Ekim 1911, s. 2386-2389; Yusuf Suad, “Hutbe”, Beyanü’l-Hak, Cilt: I, Sayı:10, 7 Aralık 1908, s. 204-207; Halim Sabit, “Hutbelere Dair Hutbeler Hakkında Siret-i Nebeviyye”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: I, Sayı: 12, 12 Kasım 1908, s. 180; Mehmed Ferid, “Hutbeler”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: II, Sayı: 30, 18 Mart 1909, s. 59. 314 Ali Şeyhü’l-Arap, “Hutbeler Nasıl Olmalı”, Sırat-ı Müstakim, Cilt: III, Sayı: 61, 4 Kasım 1909, s. 135. 315 Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba Nizamnamesi, Düstur, Tertib-i Evvel, III, 15 Ağustos 1913, s. 500- 504. 271 ahkâm-ı ibadet derslerinden oluşan bir müfredat programı belirlenmiştir.316 Ezan ve İlahi Bölümünde ise Kur’an-ı Kerim nazariyatı, Kur’an-ı Kerim tatbikatı, ezan ve ilahi nazariyatı, ezan ve ilahi tatbikatı olmak üzere dört dersten oluşan bir müfredat programı uygulamaya konmuştur.317 Bu ders programı ile eğitime başlayıp imam ve hatip yetiştiren bölümden altı kişi imtihana girmiş; üç kişi mezun olmuştur. Müezzinlik kısmında ise yedi kişi imtihana girmiş ve bunlardan altısı mezun olabilmiştir.318 Bu rakamlara bakıldığında yeni açılan bu medreseden mezun olanların sayısının bir kasabanın cami ve mescitlerine dahi yetmeyeceği görülmektedir. Ayrıca yine bu rakamlar, bu medreselere halk tarafından rağbet gösterilmediğini ifade etmektedir. Bunun nedeni o yıllar Devlet’in ekonomik, siyasi ve sosyal buhranlar içerisinde bulunmasıdır. Ayrıca halk, bu mesleklerin bir geleceğinin olmadığını, verilen maaşın yetersiz olduğunu düşünerek çocuklarını bu okullara göndermemiştir. Medresetü’l Eimme ve’l-Hutebanın açılmasından yaklaşık altı yedi yıl sonra bu konuda yazıların yer aldığı dönemin dergi ve gazetelerine bakıldığında bu medreselerin ülkenin geneline pek faydası olmadığının düşünüldüğü görülmektedir. Bu konuda Anadolu’nun birçok kasaba ve köylerinde hocalık yaptığını belirten Yakup Çelebi, imamlar hakkında 27 Kasım 1919 tarihinde bir yazı yazmış ve yaşadığı olayları paylaşmıştır. Yakup Çelebi, İstanbul’un yanı başında bulunan Bilecik iline gittiğini; orada bulunan Küplü nahiyesindeki camilerin hiçbirinde hoca olmadığını ifade etmiştir.319 Ayrıca bu nahiyede ezan dahi okunmadığını ancak pazar kurulduğu günde civardan gelen başka imamların ezan okuyup namaz kıldırdıklarını belirtmiştir. Bu durumun gezdiği diğer yerler için de geçerli olduğunu, imamı olan köy ve kasabalarda ise imamların ancak yüz yüzelli kuruş gibi çok az bir maaş aldıklarını hatta bunların da çoğu zaman verilmediğini anlatmıştır. O ayrıca bazı bölgelerde ahalinin köyünde 316 Kazıcı, Osmanlı’da Eğitim Öğretim, s. 146. 317 Kazıcı, a.e, s. 148. 318 Atay, Osmanlılarda Yüksek Din Eğitimi Medrese Programları, İcazetnameler Islahat Hareketleri, s. 312 319 Yakup Çelebi, “Köy İmamları”, İtisam, Cilt: II, Sayı: 52, 27 Kasım 1919, s. 622-623. 272 imam bulunsun diye dolgun bir maaş vermeye razı olduğunu, o yerlerde de imam bulunmadığını belirtmiştir.320 İslamcı aydınlar Nizamname’nin yayımlanmasından önce yaptıkları önerilerine Nizamname’nin yayımlanmasından sonra da devam etmişlerdir. Zira imamların içerisinde bulunduğu olumsuz durumlarda hiçbir değişiklik olmamıştır. Bu anlamda Mehmed Alim, 1 Ocak 1919 tarihinde yazdığı makalesinde o dönem görev yapan mevcut imamlardan hakkıyla istifade edebilmek için öncelikle onların ilmine ve şahsına hürmet edilmesi gerektiğini; bu sebeple de imamların içerisinde bulundukları sefaletten kurtarılması için maaşlarının iyileştirilmesinin şart olduğunu ifade etmiştir.321 Bunun neticesinde bu denli önemli bir görevi yerine getiren imamların köylünün gözünde eski değerine ulaşmasını, onların baskısından kurtarılmasını hedeflemiştir. O, ayrıca birçok hocanın köylünün elinden geçimini kazandığından dolayı itibarını kaybettiğinden ve köydeki ağaların emrine girdiğinden bahsetmiş; hocaların köylünün hoşuna gitmeyecek şekilde vaaz ve nasihat ettiği takdirde köyden gönderildikleri gerçeğini ortaya koymuştur.322 İmamlar ve hatiplerin maaşları konusunda başka bir yazı Abdullah Edip tarafından 12 Şubat 1920 tarihinde yazılmıştır. Yazısında o, II. Meşrutiyet’ten sonra görev yapan bütün memurların maaşlarına Devlet tarafından zam yapılmasına rağmen imam, hatip ve müezzin gibi dinî görevleri yerine getiren kişilerin maaşlarına zam yapılmamasını eleştirmiştir.323 O ayrıca bazı cami gelirlerinin oldukça yüksek olmasına rağmen bunların oradaki görevlilere yansıtılmadığından bahsetmiş; yetkililerin özellikle taşralarda bulunan din görevlilerini hiç umursamadıklarını, bu görevlilerin sadece İstanbul’dakilerden ibaret olduklarını düşündüklerini belirtmiştir.324 Medresetü’l-Eimme ve’l-Hutebanın istenilen başarıyı yakalaması ve bunun neticesinde imamlar ve hatiplerin eski itibarlarını kazanması ve maaşlarının düzelmesi için İslamcı aydınlar çeşitli önerilerde bulunmuşlardır. Önerilerinin hükûmet 320 Çelebi, a.y. 321 Mehmed Alim, “Köy İmamları”, İtisam, Cilt: II, Sayı: 57, s. 700-701. 322 Alim, a.y. 323 Abdullah Edip, “Taşra İmamlarından Bir Sada”, İtisam, Cilt: II, Sayı: 63, 1 Ocak 1919, s. 792-793. 324 Edip, a.y. 273 tarafından organize edilmesini ve Meşihat makamınca ıslah edilmesini istemişlerdir.325 Buna göre İslamcı aydınlar; Müslüman halkı aydınlatacak, vaaz verecek, onları din ve dünya adına bilgilendirecek imamlar ve hatipler için şu önerilerde bulunmuşlardır: - Görev yapacak hocaların senede bir kez merkeze çağırılıp birkaç ay eğitime tâbi tutulması, - Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesinin taşra şubelerinin açılması, burada imam, hatip, müezzin ve muallim yetiştirilmeye gayret edilmesi, - Müftülere doğrudan yetki verilmesi ve görevini yerine getirmeyen imamları görevden alabilme yetkisi tanınması, - Müftülerin denetimine birkaç köy verilmek suretiyle orada görev yapan imamların takip edilmesi ve denetim sağlanması, - Müftülerin de imamlar ve hatipler gibi denetime tâbi tutulması.326 İslamcı aydınlar, o dönem müftülerden bazılarının köyler ve köylüler ile hiç temasa girmediklerinden bahsetmiş; bu görevi yıllarca yaptıkları hâlde köylerin imam sorunuyla hiç ilgilenmediklerini bunun da denetlenmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Onlara göre bu şekilde yapılacak bir düzenleme ile sorunun ortadan kalacağı ve ileride şeyhülislamlık makamına gelecek kişilerin de yetişebileceği savunulmuştur.327 Bu kurumun açılması o dönem için büyük bir başarı olarak görülmüş; ancak çok az mezun vermesinden ve ülkenin içerisinde bulunduğu sosyal, kültürel ve ekonomik sebeplerden dolayı istenilen başarıyı yakalayamamıştır.328 Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması, ülkenin maddi zorluklar içerisine girmesi ve medrese talebelerinin askere alınması ile sonuçlanmıştır. Medreseden alınan talebeler beş yıl süreyle cephede görev yapmış ve geri döndüklerinde tahsillerine devam edememişlerdir.329 Tüm bu sebepler medreseyi hem maddi anlamda zora sokmuş hem 325 Çelebi, “Köy İmamları”, s. 622-623; Alim, “Köy İmamları”, s. 701. 326 Alim, a.y. 327 Çelebi, “Köy İmamları”, s. 623. 328 Şehabettin, “Köy İmamları Münasebetiyle” İtisam, Cilt: I, Sayı: 49, 9 Kasım 1919, s. 573-576. 329 Şehabettin, a.y. 274 de başarılı olmasını engellemiştir. Daha sonra bu Medrese, Medresetü’l-Vaizin ile birlikte iki ayrı şube olarak Medresetü’l-İrşad çatısı altında birleştirilmiş ve talebe yetiştirmeye devam etmiştir. 3.2.3. Medresetü’l-İrşad Evkaf-ı Hümayun Nezaretine bağlı olarak açılmış olan ve vaiz, imam, hatip gibi görevlileri yetiştiren Medresetü’l-Vâizin ile Medresetü’l Eimme ve’l-Huteba; 1919 yılında Medresetü’l-İrşad330 bünyesinde birleştirilmiş ve yönetimleri şeyhülislama bağlı olan Meşihat makamına bırakılmıştır.331 Farklı şubelere ayrılan bu medrese, biri Vâizin diğeri Huteba ve Eimme adıyla iki kısımdan oluşturulmuş ve eğitim öğretim vermeye başlamıştır.332 Vâizin Şubesinin eğitim süresi üç yıl olarak belirlenmiş ve her yıl on öğrencinin kayıt yaptırmasına karar verilmiştir. Bu öğrencilere her ay 100 kuruş burs verilmesi ayrıca orada eğitim gördükleri süre boyunca yiyecek, giyecek gibi ihtiyaçlarının karşılanması da alınan kararlar arasında yer almıştır.333 Bu durum Vâizin Şubesi talebesinin, medresede yüksek eğitim alan talebelerin yararlandığı haklardan yararlanacağı anlamına gelmiştir.334 Bu şubenin ders programında tefsir, hadis, kelam, fıkıh, usûl-i fıkıh, ferâiz, ahkâm-ı evkaf, mezâhib-i İslamiye ve turuk-ı aliyye, edyan, ilm-i ahlak, siyer-i Nebi ve tarih-i İslam, Türk edebiyatı, Farisî edebiyatı, felsefe tarihi, hıfzı’s-sıhha, hitabet ve meviza gibi dersler yer almıştır.335 Bu dersleri başarı ile verip ruus alma hakkını kazanan talebelere Zeyl Meşihatlerine; Kara ve Deniz Askerî Kıta imamlıklarına; vilayet, liva ve kasaba vaizliklerine tayin olma hakkı verilmiştir. 330 Esasen bu tarih (1919) çalışmamızın sınırlarını aşmakta ise de yapılan düzenleme ile II. Meşrutiyet Dönemi’ndeki medrese ıslahat çalışmalarının devamı olması, ulaşılan son noktayı ortaya koyması ve taşıdığı önemden dolayı ele alınması uygun bulunmuştur. 331 Ersoy Taşdemirci, “Osmanlı İmparatorluğunda Medreselerin Bozulmaları, Medreseleri ıslah etme teşebbüsleri ve Kapatılmaları”, Erciyes Üniversitesi Soasyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 4, Yıl: 1990, s. 539; Öcal, Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba’dan İmam Hatip Liselerine, s. 11. 332 “Medresetü’l-İrşad Teşkilatı”, Ceride-i İlmiyye, Cilt: VII, Sayı: 51, 24 Kasım 1919, s. 1639-1641. 333 “ Medresetü’l-İrşad Teşkilatı”, s. 1639; Ergin, Türk Maarif Tarihi, s. 164. 334 “ Medresetü’l-İrşad Teşkilatı” s. 1640. 335 “ Medresetü’l-İrşad Teşkilatı” s. 1641; Ergin, Türk Maarif Tarihi, a.y. 275 Medresetü’l-İrşad bünyesinde bulunan İmam ve Hatip Şubesinin eğitim süresi ise iki yıl olarak belirlenmiş; burada okutulacak ders programında tertil-i Kur’an-ı Kerim, fıkıh, tevhid, hadis, ahlak, hitabet, malumat-ı kanuniyye, usûl-i inşa ve musiki gibi dersler yer almıştır. Ayrıca bu şubeden mezun olanların imamlık, hatiplik ve müezzinlik gibi görevlere atanmasına karar verilmiştir.336 Medresetü’l-İrşadın faaliyete başlamasından yaklaşık iki yıl sonra Şerʻiye Vekâleti Tedrisat Umum Müdürü olarak görev yapan Ahmed Hamdi Aksekili bu kurumun aksayan yönlerini tespit etmek ve bu doğrultuda bir rapor oluşturmak için 1922 yılında imam ve hatip yetiştiren şubeyi ziyaret etmiştir.337 Bu ziyaret Sebilü’r-Reşad mecmuasında haber olarak verilmiş; Ahmed Hamdi Aksekili’nin sadece İrşad Medresesi için değil daha önce de Daru’l-Hilafe Medresesi için de bir rapor338 hazırlayıp bu kurumların ıslahı için çalıştığı bilgisi paylaşılmıştır.339 Mecmua bu açıklamalardan sonra Şerʻiye Vekâletine sunulmak üzere hazırlanan bu raporun suretini yayımlamıştır. Aksekili, raporun girişine vaizlerin önemini anlatarak başlamış; onların bilmeleri gereken ilimleri telaffuz etmiş ve Hz. Peygamber’in vârisleri olduklarını belirtmiştir. Ancak o günün vaizlerinin çoğunun bu özellikleri taşımadığını, görevlerinin mesuliyetini ve azametini idrak edemediklerini ifade etmiş; bunun önüne geçmek isteyen bazı önemli devlet adamlarının sekiz dokuz sene önce Medresetü’l-Vâizin adında bir müessese açtığını yazmıştır. Aksekili daha sonra bu kurumun Medresetü’l Eimme ve’l-Huteba ile birleştirilerek Medresetü’l-İrşad adı altında eğitime başladığını beyan etmiş ve bu kurumun şubeleri hakkında ayrı ayrı açıklamalarda bulunarak Vâizin Şubesi ile ilgili fikrini şöyle ifade etmiştir: “…Medreseyi bu defaki ziyaret ve teftişimde pek elim bir vaziyette buldum. Vukuʻ bulan tetkikāttan anladığıma nazaran işbu müessese-i İslamiyenin Vâizin kısmına bidâyeten dâhil olan talebenin adedi yüz elliyi mütecâviz olduğu hâlde 336 Öcal, Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba’dan İmam Hatip Liselerine, s. 13. 337 Ahmed Hamdi Aksekili, “Medresetü’l-İrşad”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXI, Sayı: 604, 21 Haziran 1923, s. 142-144; “Medresetü’l-Vâizin Hakkında Layiha”, Mahfil, Cilt: IV, Sayı: 38, 1923, s. 22-26. 338 Ahmed Hamdi Aksekili, “Yeni İslam Medreseleri Hakkında Mühim Bir Rapor”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXI, Sayı: 522, 18 Ocak 1923, s. 11-16. 339 Aksekili, “Medresetü’l-İrşad”, s. 142. 276 bunlardan kısm-ı küllisi devre-i tahsililerini ikmal etmeksizin Harb-i Umûmi bâdiresinde mertebe-i şehâdeti ihraz etmiş ve bu sûretle müesseseye bir durgunluk ârız olmuştur. Hükümet-i sâkıta zamanında şeyhülislam ile Evkaf nâzırının neye müstenid olduğu gayr-ı maʻlûm olan bir emr-i şifâhileri ile medresenin bir sene mesdud kalması da bu müesseseyi büsbütün geriletmiştir…”340 Aksekili raporunda bu şubeden o güne kadar kırk kadar talebenin ruus belgesi aldığını, bunlardan sadece yedi sekiz tanesinin Ders Vekâletince vazifelendirildiğini diğer mezun olanların ise acınacak bir sefalet ve perişanlık içerisinde kaldığını belirtmiştir. Meşihat makamı ise 1919 yılından 1921 yılına kadar devam eden sürede Vâizin Şubesinden on kişinin mezun olduğunu açıklamıştır.341 Bu durumda Aksekili’nin verdiği rakamın, Medresetü’l-Vâizinin başından itibaren verdiği mezun sayısını yansıttığı düşünülebilir. Ancak bu rakamların yine de Vâizin Şubesinden mezun olanların sayısını tam olarak yansıttığını söylemek mümkün değildir. Vâizin Şubesi hakkında bu bilgilerin yanı sıra Aksekili, İmam ve Hatip Şubesi ile ilgili bilgiler de vermiş ve bu şubenin o tarihte çoğunun kapatılmış olduğunu raporunda bildirmiştir. Raporda ayrıca bu dinî müesseselerin yeniden görevlerini yerine getirebilmeleri için idaresinin ve programlarının yeniden esaslı bir şekilde ıslah edilmesi gerektiğini ifade etmiş ve bunu maddeler hâlinde ele almıştır. Bu maddeleri şöyle özetlenmek mümkündür: 1- İstanbul’da bulunan Medresetü’l-İrşad, Anadolu’nun önemli merkezlerinden birine nakledilmeli. Böylece Anadolu’ya gitmek istemeyen dersiamların orada görev almaları; taşra halkı ve talebeleri onlardan istifade etmeleri sağlanmalıdır. 2- Vaizliğin önemi üzerinde durularak programın acilen ıslahına gidilmelidir. 340 Aksekili, a,e., s. 143. 341 “Medresetü’l-İrşad-ı Vâizin ve Eimme ve Huteba Şubelerinden 336 Senesi Bâ-şahâdetname Neş’et Eden Efendilerin Esâmisidir”, Ceride-i İlmiye, Cilt: VII, Sayı: 62, s. 1995-1996; “Medresetü’l-İrşad İmtihan-ı Umumiyyesinde Mezuniyet-i Ruus Alanlar ile Terfi-i Sınıf Eden Efendilerin Esamisi”, Ceride-i İlmiye, Cilt: VII, Sayı: 71, s. 2300. 277 3- Vâizin Şubesine her sene Sahn mezunlarından veya o ölçüde eğitim görmüş kişilerden imtihan edilmek suretiyle burslu yirmi talebe seçilmelidir. 4- Medreselerin eğitimini denetleyecek, dolgun bir maaşla çalışacak bir heyet belirlenmeli ve bu heyetin kalıcılığı için kanun çıkarılmalıdır. 5- Vâizin Şubesinden mezun olan vaizler taşrada gayeye göre tayin edilmelidir. 6- Vâizin Şubesinden mezun olanlar Anadolu’da seyyar vaizler, alay müftüsü, tabur imamı ve tüm sefaretlere imam olarak vazifelendirilmelidir. 7- Anadolu’da görev yapacak seyyar vaizlerin maaşları 1.000-3.000 kuruş aralığında olmalıdır. 8- İrşad Medresesinden mezun olan bir efendiye önce bin kuruş maaş verilmelidir. Bu şekilde maaş alan kişi devlet tarafından uygun görülen yerde vazifelendirilmeli ve en nihayetinde bir vaizin sahip olacağı üç bin kuruş maaşa nail olmalıdır. 9- Vaizlerin görev tanımı yapılmalıdır. Sadece kürsüye çıkıp nasihat etmemeli, her gittiği yerde İslami bir teşkilat oluşturmalı; köyleri dinî ve ahlaki anlamda ihya etmeli; idari, iktisadi, zirai her türlü refahını temin edecek ameli vasıtalarla çalışmalıdır. Bu husus bir talimatname ile tespit edilmelidir. 10- İmam ve hatip yetiştiren şube her sene onar efendi almalıdır. Bu efendiler daha ziyade kendi memleketlerinin ihtiyaçlarını temin etmelidir. 11- Bu iki şubede yüz talebe bulundurulmalı ve bu talebelerin her sene evkaf bütçesinden iaşeleri, vaizlerin maaşları verilmelidir. 12- Taşrada bulunan bütün vakıfların gelirlerini denetleyecek bir komisyon kurulmalıdır. Tüm bu zikredilen hususları tetkik edecek bir ilmî encümen oluşturulmalı ve bu encümen derhal işe başlamalıdır. 13- Medreselere ait vakıflar bir çatı altında toplanmalı, medreseleri asrın gerektirdiği şekilde vücuda getirmeli, yatılı olacak şekilde yeniden ayarlamalar yapılmalı ve özellikle Evkaf tarafından bu çalışmalara layık olan ehemmiyet verilmelidir. 342 342 Aksekili, “Medresetü’l-İrşad”, s. 144. 278 Aksekili bu raporunda medresenin fiziki yapısından talebenin eğitim hayatına ve din görevlilerinin tayin edilmelerinden maaşlarına kadar pek çok konu üzerinde durmuştur. Özellikle medreseler için nicelikten ziyade nitelik üzerinde durduğu görülmüştür. Zira o, İstanbul’da yüz seksen medresenin yerine birçok bölüm ve binlerce talebeyi barındıran bir külliyenin varlığını tercih ettiğini ifade etmiştir.343 Ayrıca Aksekili’nin bu medreseler ile ilgili yazdığı rapora bakıldığında aynı şikâyetlerin hiç değişmeden devam ettiği ve hiçbir gelişme yaşanmadığı anlaşılmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi bunda hem ülkenin içerisinde bulunduğu savaş hâli hem maddi imkânsızlıklar ve hem de medreselere gösterilen ilginin azlığı etkili olmuştur. Bu şartlar içerisinde Medresetü’l-İrşad iki yıl daha eğitim verdikten sonra Devlet tarafından kapatılmıştır. 3.2.4. İslamcı Aydınların Medreselerin Kapanmasına İlişkin Görüşleri Devlet, 3 Mart 1924 tarihinde TBMM’den geçtikten sonra 6 Mart’ta yayımlanarak yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat Kanunu344 ile medreselerin tamamını Maarif Vekâletine devretmiş; bir süre sonra da tüm medreselerin kapatılmasına, yerine İmam ve Hatip mekteplerinin açılmasına karar vermiştir.345 Ancak alınan bu karardan yaklaşık yedi ay sonra İslamcı aydınlara ait yazılara bakıldığında Devlet’in açtığı bu yeni imam ve hatip yetiştiren mektebin de başarısız olduğu anlaşılmaktadır. Zira onlar bu mektebin tamamen bir keşmekeş içerisinde olduğunu belirtmiş; programlarının anlaşılmaz ve uygulanmaktan uzak olduğunu ifade etmişler ve şöyle yorumlamışlardır: “…Şimdiye kadar birkaç defa söylendiği gibi bir daha söyleyelim ki İmam ve Hatip mekteplerinin memlekete imam ve hatip yetiştirmesi imkânı yoktur. Eğer o uğurda para sarf olunursa yazıktır. Eğer memlekete imam ve hatibin lüzumu yoksa o name-i mektep bulundurmak abestir. Lüzumu varsa bir çaresine 343 Aksekili, a.y. 344 Tevhid-i Tedrisat Kanunu (TTK), Düstur Tertip: 3, Cilt: V, s. 322. 345 TTK, 4. Madde. 279 bakmalıdır. Bu hâl böyle devam ederse memlekette imam ve hatip yapacak kimse bulamayacağız…” 346 Yazıda ayrıca o dönem yetkililerin, görev yapan mevcut imam ve hatipleri beğenmediğinden ancak şimdi Maarif Vekâletinin aynı imam ve hatipleri yetiştirmek için gereksiz masraf yapmasına rağmen başarısız olduğundan bahsedilmiş ve bu kurumun başladığı işi bitiremediği anlatılarak eleştirilmiştir.347 Aynı mecmuanın bir sonraki sayısında ise Tire’de bulunan İmam ve Hatip Mektebinin yetkililer tarafından lağvedildiği şu sözlerle duyurulmuştur: “…Bir vakitler büyük âlimler, müellifler yetiştiren Tire’ye bir İmam ve Hatip Mektebini çok gördüler. Mektep lağvedildi. Yirmi beş cesim köylere, edâ-yı salât edilen yirmi büyük cevâmiʻ ve o nisbetde maʻmur mesâcide mâlik olan Tire; bugün bu hususda en katʻi ihtiyaçlarını tatmin edecek, vezâif-i diniyelerini ifâ edecek şahsiyetleri yetiştiren bir daru’l-irfandan mahrum bulunuyor…”348 Bu medresenin kapatılması ile eğitimde merkez konumda olan bu kurumda okuyan elliden fazla talebe okulsuz kalmış, dolayısıyla eğitimlerine son verilmiştir.349 Bundan kısa bir süre sonra da Ödemiş, Edirne, Niğde’de bulunan Medresetü’l Eimme ve’lHuteba lağv edilerek kapatılmıştır.350 Toplamda yirmi dokuz merkezde açılan bu yeni okullar bu şekilde birer ikişer kapatılmış, 1925-1926 öğretim yılında yirmi tane kalmıştır. Bir yıl sonra ise sadece İstanbul ve Kütahya’da birer okul kalmış; 1929-1930 yılında ise tamamen kapatılmıştır.351 346 “İmamsız, Hatipsiz mi Kalıyoruz?”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXIV, Sayı: 620, 9 Ekim 1924, s. 347- 348. 347 “İmamsız, Hatipsiz mi Kalıyoruz?”, a.y. 348 E. F., “Tire İmam ve Hatip Mektebi Lağvedildi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXIV, Sayı: 621, 16 Ekim 1924, s. 366. 349 E. F., a.y. 350 “İmam ve Hatip Mektepleri Lağvediliyor”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXV, Sayı: 627, 27 Kasım 1924, s. 46. 351 Halis Ayhan, “ İmam-Hatip Lisesi”, DİA, Cilt: XXII, 2000, s. 191. 280 Halis Ayhan, bu mekteplerin genelde talebenin rağbet göstermemesinden dolayı kapatılma noktasına geldiği gibi yanlış bir izlenim oluştuğunu ancak bunun başka nedenleri de olduğunu ifade etmiş; bunlar arasında sorumlu makamların ilgisizliği ve mezunlarını gelecek kaygısına itecek şekilde kararlar almış olmalarını göstermiştir. Zira mezun olanlar daha sonrasında yüksek bir okula kabul edilmemiş, 1927 yılından itibaren din görevlilerinin memur statüsü de ellerinden alınmıştır.352 İslamcı aydınlar ise medreselerin kapatılması konusundaki fikirlerini yine yayımladıkları makaleler yoluyla ifade etmişlerdir. Tevhid-i Tedrisat Kanununun yayımlanmasından yaklaşık 9 ay sonra 27 Kasım 1924 tarihinde Sebilü’r-Reşad’da yer alan bir yazıda medreselerin kapatılmasındaki asıl gayenin; hükûmetin ülkede bulunan bütün dinî kurumları kapatıp bitirmek olduğu şeklinde izah edilmiştir. Yazıya göre bu amaçla devlet yönetiminde bulunan kişiler önce Türkiye genelinde bütün medreseleri kapatmış; kısa bir süre sonra da İmam ve Hatip yetiştiren bu kurumların varlığına son verme amacını taşımaktadır. 353 23 Aralık 1924 tarihili Sebilü’r-Reşad mecmuasında yer alan başka bir yazıda ise hükümetin konservatuvar açarak musiki ve tiyatro mektepleri kuracağı duyurulmuş ve medrese yerine bu kurumların faaliyet göstereceğinden bahsedilmiştir.354 Yazıda Maarif Vekâletinin bu mektepleri bütün Anadolu’da kapatmış olduğu üç dört yüz medrese yerine mi açacağı sorusu sorularak konuya ilişkin duyulan rahatsızlık dile getirilmiştir.355 İslamcı aydınlar, medreselerin kapatılmasından sorumlu gördükleri Maarif Vekâleti’ni makaleleri ile eleştirmişlerdir Bu anlamda Sebilü’r-Reşad mecmuasında 6 Kasım 1924 tarihinde yer alan yazıda şu ifadelere yer verilmiştir: “…Herhalde bir Maarif vekilinden beklenen şey, tiyatroculuk cemiyyeti tesisi değildir. Maarif vekili memleketin her tarafında yüzlerce müessesat-ı diniyyeyi 352 Ayhan, a.y. 353 “İmam ve Hatip Mektepleri Lağvediliyor”, s. 46. 354 “Maarif Vekâletinin Tiyatro Mektepleri”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXIV, Sayı: 622, 23 Aralık 1924, s. 381. 355 “Maarif Vekâletinin Tiyatro Mektepleri”, a.y. 281 gayr-i kanuni olarak sed ettikten sonra şimdide tiyatroculuğu himaye için cemiyyet teşkil edenler miyânına dahil oluyor. On altı bin talebenin ulum-ı diniyye tahsil ettiği üç dört yüz medreseyi sed eddiği zaman hayatımın en zevkli günü addettiğini söyleyen bir Maarif Vekilinin tiyatroculuğu himaye etmesi o kadar garib görülmez…”356 Yazıda Maarif Vekili, ülkenin her bölgesinde bulunan yüzlerce dini kurumu kapatmakla; ardından tiyatroculuğu himaye edecek bir cemiyyeti kurmakla itham edilmiştir. Vekilin binlerce talebenin eğitim gördüğü yüzlerce medreseyi kapattığından dolayı zevk aldığını ifade etmesi ise tiyatroculuğu himaye etmesi kadar garip karşılanmıştır. Yazının devamında ise asıl garip olanın Müslüman bir ülkede böyle bir vekilin görev almış olduğu ifade edilmiştir.1 Benzer bir yazı aynı mecmua üzerinden 18 Aralık 1924 tarihinde yayımlanmış ve “Ders Vekili Muhterem Şükrü Bey Efendi” ifadesi kullanılarak tiyatroculuk cemiyyetinin hamisi olduğu hicvedilmiştir.2 Son söz olarak Yahya Afif, medreselerin fâniler zümresine karıştığını belirtmiş; ancak feyz akan kalıcı eserler bırakmış olduğu için yok olup kaybolmayacağını ifade etmiştir. O ayrıca medreselerin geride bıraktığı eserlerin ve bu eser sahiplerinin daima şükran ile yâd edileceğini, hatıralarının millette daima yaşayacağını belirtmiştir.3 İslamcı olarak bilinen aydınlar, ulema, müderris, müellif, muharrir ve münevverler, II. Meşrutiyet dönemi boyunca medreseyi yeniden sistemin merkezine taşımak ve eski etkili günlerine döndürmek için çaba sarf etmişlerdir. 4 Ancak onların tüm bu gayretlerine ve kapanmasına ilişkin itirazlarına rağmen medreseler, 6 Mart 1924 tarihinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kapatılmıştır. 356 “Maarif Vekilinin Tiyatroculuğu Himayesi”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXIV, Sayı: 624, 6 Kasım 1924, s. 411. 349 Maarif Vekilinin Tiyatroculuğu Himayesi”, a.y. 350 “Tiyatroculuk Hamileri”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXV, Sayı: 630, 18 Aralık 1924, s. 94. 351 Yahya Afif, “Fani Medreselerin Baki Eserleri”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XXIII, Sayı: 598, 24 Nisan 1924, s. 413. 352 Çalışmamızın II. Bölüm’ünde İslamcı aydınların medreselerin ıslahı ile ilgili söylemleri, istekleri ve önerileri ayrıntılı olarak incelenmiştir. 282 SONUÇ II. Meşrutiyet Dönemi’nin en önemli fikir hareketleri arasında yer alan İslamcılık akımının doğuşuna etki eden sebeplere bakıldığında sadece aynı coğrafyada değil tüm dünyada yaşanan siyasi ve fikrî gelişmelerin etkili olduğu görülmektedir. Bunlardan biri 1789 yılında meydana gelen Fransız İhtilali olmuştur. Bunun sonucunda bütünleştirici kimlik ve uluslaşma bilinci ortaya çıkmış; bu da milliyetçilik fikrinin doğmasına neden olmuştur. Milliyetçilik fikri hızla yayılmış ve zaman içerisinde çok uluslu imparatorlukların parçalanmasına sebebiyet vermiştir. Osmanlı Devleti de bu hareketten olumsuz etkilenmiş; Avrupalı büyük devletler, bir yandan özellikle Balkan topluluklarının çok geçmeden de Arap toplulukların ulus bilincini uyandırıp onları isyana teşvik ederken diğer yandan da bu toplumların haklarını bahane ederek Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmışlardır. Bunun sonucunda özellikle farklı dinleri ve dilleri içinde barındıran Balkan ve Arap coğrafyalarındaki vilayetlerde isyanlar başlamış; isyancı topluluklar, Batı’nın desteği ile bağımsızlıklarını elde etmek istemişlerdir. Nitekim 1829 yılında Yunanistan, 1878 yılında Sırbistan, Romanya ve Karadağ; 1908’de Bulgaristan, 1912 yılında Arnavutluk Osmanlı Devleti’nden ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Arap coğrafyasında da durum bundan farklı olmamış; milliyetçilik hareketleri Suriye, Lübnan ve Mısır’da yayılmaya başlamıştır. Bölgede açılan yabancı okullar ve Hristiyan misyonerlerin faaliyetleri neticesinde önce Hristiyan Araplar ardından tüm Araplar arasında milliyetçilik fikri uyanmış ve eyleme geçilmiştir. Milliyetçilik hareketlerinin sebep olduğu dış olumsuzlukların yanında Osmanlı Devleti iç sorunlarla da uğraşmaya başlamış; askerî, siyasi, ekonomik konular ile teknolojinin yetersizliği, askerî disiplinin oturtulamaması vb. nedenlerden dolayı problemler giderek artmıştır. Bunun önüne geçmek için III. Selim Dönemi’nde (1789- 1807) olumlu adımlar atılmaya başlanmıştır. III. Selim’in görevlendirdiği ekibin hazırladığı ıslahat programı bilindiği üzere Nizam-ı Cedid olarak adlandırılmıştır. Nizam-ı Cedid, pek çok alanda kapsamlı bir ıslahat hareketi olmakla birlikte özellikle orduyla ilgili olan adımlar öne çıkmıştır. Buna göre mevcut askerî ocakların 283 azaltılması, yenileştirilmesi, Batı tarzında yeni bir yaya ordusunun kurulması, yeni savaş tekniği eğitimi yapacak kurumların oluşturulması vb. konular başta gelmiştir. III. Selim’in ardından padişah olan II. Mahmud (1808-1839), amcası III. Selim tarafından başlatılan ancak Kabakçı Mustafa İsyanı (1807) ile önü kesilen yenilikleri kalıcı olacak şekilde yeniden canlandırmaya çalışmıştır. Bunun için 1826 yılında yeniliklerin önünde en büyük engel olarak gördüğü Yeniçeri Ocağını ortadan kaldırmış; Asâkir-i Mansure-i Muhammediye adlı Batı tarzında teşkilatlandırdığı yeni bir ordu kurmuştur. II. Mahmud, İslam zihniyeti ile Batılı düşünceyi bağdaştırarak modernleşme arayışına girmiş; sadece askerî alanda değil bürokratik yapıda, eğitim kurumlarında, gayrimüslim azınlık ve Batılı yaşam tarzı vb. konularda birçok yenilik ortaya koymuştur. Ayrıca o, şartlarının çoğunu hazırladığı ve olgunlaştırdığı Tanzimat Fermanı’nı uygulamaya koymak istemiş ancak buna ömrü yetmemiştir. Kendisinden sonra tahta çıkan oğlu Sultan Abdülmecid Dönemi’nde (1839-1861), 3 Kasım 1839 tarihinde Tanzimat Fermanı kabul edilmiştir. Babıali, ulema ve yabancı devlet adamları huzurunda okunan fermanda Müslüman ya da gayrimüslim bütün Osmanlı halkının can, mal ve ırz emniyetinin; din, dil, ırk ve soy farkı gözetilmeksizin korunacağı beyan edilmiştir. Tanzimat Fermanı’nın ardından yine aynı hükümdar döneminde, 1856 yılında Islahat Fermanı ilan edilmiştir. Amaç, Tanzimat kanunlarıyla çıkarılmış ancak tam uygulanamamış olan kararların pekiştirilmesi olmuştur. Fermanda, Osmanlı’da yaşayan ve gayrimüslim halka Tanzimat Fermanı ile verilmiş haklar tekrarlanmıştır. Her iki ferman da azınlıklara getirdiği yeni haklarla bu toplulukların devlete bağlılığını artırmak, milliyetçi isyanları önlemek, Batı’nın Osmanlı iç işlerine karışmasını önlemek, diplomatik yalnızlıktan kurtularak toprak bütünlüğünü korumak gibi politik amaçlar taşır. Bu amaçlar arasında özellikle gayrimüslim tebaanın uluslaşma sürecinin önüne geçmek, Fransız İhtilali’nden sonra meydana gelen bağımsızlık hareketlerini önlemek ve Müslümanlarla gayrimüslimleri kaynaştıracak eşitlik prensibini hayata geçirmek öne çıkmıştır. Bu doğrultuda devlet “Osmanlı Milleti” fikrini hayata geçirmeyi hedeflemiştir. Böylece Osmanlı yönetimi altında dilleri, dinleri, ırkları birbirinden farklı olan Arap, Arnavut, Boşnak, Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp, Romen, Yahudi vb. 284 Osmanlı vatandaşı pek çok unsurun; “İttihad-ı Osmânî” (Osmanlı birliği) kavramı altında bir araya getirilmesini hedefleyen Osmanlıcılık fikri hayata geçirilmeye çalışılmış ve bu sayede Devlet’in çöküşten kurtarılması planlanmıştır. Osmanlıcılık fikri Müslümanlar açısından kerhen kabul edilebilir bir hareket olsa da gayrimüslimler açısından durum farklı olmuştur. Osmanlıcılığın onları bağımsızlık hareketlerinden vazgeçirmeye yönelik yapay bir kimlik niteliğinde olduğunu düşündüklerinden onlar için bu hareket fazla anlam taşımamıştır. Tanzimat bürokrasisinin önemli isimleri olan Mustafa Reşid Paşa ile Mehmed Emin Âli Paşa ve Keçecizade Fuad Paşa’nın Osmanlı siyasi bütünlüğünü korumak için tek çare olarak gördükleri Osmanlıcılık projesi, gerek azınlıkların meseleye yaklaşımı gerek 1865’ten itibaren ortaya çıkan Yeni Osmanlılar hareketinin muhalefeti nedeniyle başarılı olamamış ve siyasi sahnede yerini İslamcılığa bırakmıştır. Yeni Osmanlılar Hareketinin temel amacı da aslında Osmanlıcılar gibi Osmanlı Devleti’ni kötü gidişattan kurtarmak, ihya etmek ve eski gücüne kavuşturmak olmuştur. Fakat Babıali bürokrasisi ile olduğu kadar kendi aralarında da derin görüş ayrılıkları meydana gelmiştir. Bu yönüyle mütecanis (homojen) bir kitle görüntüsünden uzak kalmışlardır. Hükûmete muhalefet ettikleri temel konular arasında; yapılan yeniliklerin devletin lehine olmadığı, Müslümanlar açısından yetersiz olduğu, gayrimüslimlere aşırı haklar verildiği, azınlıklara iktisadi ve kültürel sahada tanınan hakların onların bağımsızlık çabalarını kamçılayacağı, kontrolsüz Batılılaşma çabalarının kültürel yozlaşmaya sebebiyet vereceği yönünde hususlar yer almıştır. Osmanlıcılık ideolojisi, azınlık isyanlarının ve ayrılıkların önüne geçemeyince aydınlar da yavaş yavaş İslamcılık fikrine evrilmişlerdir. Özellikle II. Abdülhamid Devri’nden itibaren devlet politikalarına yön veren fikir bu olmuştur. II. Abdülhamid, 1876 yılında tahta çıktıktan sonra devletin birlik ve bütünlüğünün korunabilmesi ve dayanılmaz hâle gelen dış baskıların hafifletilmesi için yeni bir ideolojik temel arayışına girmiştir. O devletin başına gelen tüm bu felaketlerin başlıca sebebini İmparatorluğun din vahdetsizliği olarak kabul etmiştir. Bunun için yeniden 285 İslam’a ve İslamcı düşüncelere dönüş yapmak istemiş ve İslamcılık planını devreye sokmuştur. II. Abdülhamid’in İslamcılık fikrini devletin iç ve dış politikasında etkin unsur hâline getirmesinde: a. Osmanlı İmparatorluğu’nda Müslüman-Hristiyan münasebetlerinin kötüleşmesi, b. Avrupa’nın Osmanlı Hristiyanları lehinde müdahaleleri, c. Hemen bütün İslam ülkelerini sömürgeleştirmiş bulunan Batılı devletlerin Osmanlı topraklarına da sahip olduğu doğal kaynaklar nedeniyle göz koymuş olmaları, d. İslam dünyasında İslam ittihadı lehinde fikir cereyanlarının belirmesi vb. sebepler yer almıştır. Bundan dolayı İslamcılık bir politika olarak II. Abdülhamid Dönemi’nde benimsenmiş, savunulmuş ve çok yönlü olarak yürütülmüştür. O, bu siyaseti yürütürken halife sıfatını ön planda tutmuş, hac faaliyetine ve hacılara ilgi göstermiş; Arap vilayetlerinin gelişmesine katkı sağlamış ve dinî öğretime önem vermiştir. II. Abdülhamid siyasi, sosyal ve ekonomik çalışmaların yanı sıra eğitimin üzerinde önemle durmuş ve bu konuda çalışmalar yapmıştır. Onun döneminde (1876-1908) eğitim teşkilatının yeniden yapılandırılması, mektep binalarının sayılarının artırılması, daha önce açılmış olan okulların yeniden düzenlenmesi vb. konuların üzerinde durulmuştur. Bundan daha önemlisi de okullarda okutulacak ders ve konuların programları yeniden düzenlenmiştir. Aynı uygulamaların benzeri medreseler için tam olarak yapılmamış olsa da 1877 yılında şeyhülislamlıkta oluşturulan İlim Meclisi tarafından talebelerin ders yönetimine dair nizamname meydana getirilmiştir. Ayrıca müderrisler için ileriye dönük birtakım çalışmalar başlatılmış; düzenlemeler ile maaşlarından bir miktar kesinti yapılarak emeklilik ya da ölüm hâlinde ödenmek üzere muhafaza edilmiştir. Bu girişimlerin ardından mektep sayıları ile burada okuyan talebelerin sayılarında büyük artışlar yaşanmıştır. 286 Osmanlı Devleti’nde bu şekilde yeni okulların açılması ve eğitimin gelişmesi neticesinde gazete, dergi, kitap yayımı da çoğalmış ve halk eğitimi alanında önemli gelişmeler yaşanmaya başlanmıştır. Bu gelişmelere devlet eliyle yapılanların yanı sıra bazı aydınların, devlet adamlarının ve kendini sorumlu hisseden insanların kişisel gayretleri de eklenmiştir. Halk eğitiminin bu tarz kişisel gayretler ile bilinçli ve gönüllü olarak ele alınmaya başlaması cemiyet vb. oluşumları da gündeme getirmiştir. Bu cemiyetler, genellikle eğitimi ön planda tutarak halkı bilinçlendirmeyi ve Müslümanlar arasında birlik ve dayanışma anlayışını geliştirmeyi hedeflemiştir. Eğitim yoluyla birlik ve dayanışma anlayışını geliştirmek amacıyla II. Meşrutiyet Dönemi’nde kurulan cemiyetler arasında ilk olarak 1908 yılında kurulan ve bünyesinde Beyanü’l- Hak mecmuasını barındıran Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye gelmektedir. Diğer bir cemiyet olan İttihad-ı Muhammedi Fırkası ise Derviş Vahdeti tarafından 1909 yılında kurulmuş; Volkan mecmuasını çıkarmıştır. Son olarak başkanlığını Musa Kazım Efendi’nin üstlendiği ve bazı tarikat mensupları tarafından 1909 kurulan Cemiyet-i Sufiye gelmektedir. Döneme ait diğer cemiyetlerden farklı olarak bu üç cemiyetin temel özelliği İslami düşünceye sahip kişiler tarafından kurulmuş olmaları ve eğitimi ön planda tutmaları olmuştur. Diğer bir ayırt edici özellik ise İslamcılık akımının teşkilatlanmasına giden yolda ilk adımların bu cemiyetler tarafından atılmış olmasıdır. Bu da İslamcılık akımının kendi yayın organlarını oluşturmasında kolaylık sağlamış; İslamcılık hareketini geliştirmelerinde yardımcı olmuştur. Dolayısıyla İslamcı aydınlar; bir araya gelerek devletin içinde bulunduğu siyasi belirsizlikleri bertaraf etmek, devlete ve millete kurtuluş formülü sunmak için yayıncılık yapmaya devam etmişlerdir. İslamcı aydınlar bu doğrultuda dinî, ilmî, edebî ve siyasi içeriğe sahip olan Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad ve İslam Mecmuası vb. dergileri çıkarmışlardır. Bunlardan Sırat-ı Müstakim dergisi, 1908 yılında Ebu’l-Ûlâ Zeyne’l-Âbidin ve Eşref Edip tarafından yayımlanmaya başlanmış; başyazarlığına Mehmed Akif Ersoy getirilmiştir. Hürriyet ve faziletin savunuculuğunu yapmış olan derginin ana hedefi İslam birliğinin temini için çalışmak olmuştur. Bunu gerçekleştirebilmek için uzun soluklu bir yayın hayatı geçirmiş; halkın itibarını kazanmış saygın ve kuvvetli isimleri çatısı altında toplamıştır. Bu isimler arasında; Manastırlı İsmail Hakkı, Bereketzade İsmail Hakkı, 287 Babanzade Ahmed Naim, Mehmed Akif Ersoy, Hafız Eşref Edip, Bursalı Mehmed Tahir, Kazanlı Halim Sabit, Tahir el-Mevlevi, Ferit Kam, Hasan Basri vb. değerli ilim, din ve siyaset adamları sayılabilir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan ve İslamcı fikre sahip diğer bir dergi de İslam Mecmuası olmuştur. İttihad ve Terakki Hükûmetinin malî anlamda desteklediği gazete 1914 yılında Kazanlı Halim Sabit Şibay tarafından on beş günlük olarak yayımını sürdürmüş; toplamda altmış üç sayı çıkarmıştır. Altmış üç sayılık yayın hayatında din-modernleşme ekseninde oluşan konulardan modern hayata uygun bir İslam yorumu ortaya koymaya çalışmıştır. II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcı aydınların din eğitimi ve öğretimi ile ilgili önemli görüşler ileri sürdüklerini söylemek mümkündür. Onlar özellikle dinî eğitimin yapıldığı en önemli eğitim kurumu olan medreseler üzerinde hassasiyetle durmuş; bu kurumun eksikliklerini tespit ederek sorunlarını gidermeyi ve çağın gerektirdiği yenilikleri içinde barındıracak modern bir yapıya sahip olmasını arzulamışlardır. Zira onlara göre medreseler Osmanlı Devleti’nin yükselmesine olumlu katkıları olmuş; dinin anlaşılmasında, halkın dinî ve ahlaki anlamda eğitilmesinde, Müslümanların birlik ve huzurunun korunmasında uzun yıllar önemli bir rol üstlenmiştir. Bu bağlamda İslamcı aydınlar; medreselerin yeniden inşa, ihya ve modernize edilmesi ile devletin eskiden olduğu gibi güçlü, halkın da bilinçli olacağını ve cehaletten kurtulacağını düşünmüşlerdir. İslamcı aydınlar medreseler ile ilgili fikir ve önerilerini daha çok basın aracılığı ile dile getirmiş; Sırat-ı Müstakim, Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Volkan, İslam Mecmuası vb. dergi ve gazetelerde düşüncelerini paylaşmışlardır. Sadece kendi düşüncelerine yer vermemiş; medrese hocaları ve talebelerinin kendilerine gönderdiği mektup ve yazıları da yayımlamışlardır. İslamcı aydınlar, onlara bu şekilde söz hakkı vererek medreselerin durumunu bizzat bu kurumun içerisinde olan kişilerin bakış açısıyla görmeyi hedeflemiştir. İslamcı aydınlar, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra medreseler için yeni bir hayatın başlayacağı konusunda ümitli olmuşlar; medreselerin iyi bir seviyeye gelmesi için çareler aramaya başlamışlardır. Bunun için öncelikle medreselerin geri kalma 288 sebeplerini tespit etmeye çalışmışlar; bu tespitlerinde devletin Tanzimat Dönemi’nde izlediği ve Müslümanları ihmal edip gayrimüslimleri öncelediğini düşündükleri Osmanlıcılık siyasetinin, yetkili kişilerin görevini yerine getirmemesinin, ulemanın görevini aksatmasının ve Müslüman halkın rağbetsizliğinin medreseleri olumsuz yönde etkilediğini belirtmişlerdir. Bu olumsuz etkileri bertaraf etmek için de medrese ıslahının önemini gerekçeleri ile ortaya koymuşlardır. İslamcı aydınlar medrese ıslahının gerekçeleri arasında ülkenin terakkisi, ülkede misyonerlik faaliyetlerinin önüne geçilebilmesi, halkın cehaletten kurtarılması ve ittihad-ı İslam’ın sağlanabilmesi vb. nedenlere yer vermişlerdir. Zira onlar medreselere önemli misyonlar yüklemiş; medreselerin ıslahı ile zikredilen konularda yaşanan sorunların aşılacağına inanmışlardır. Bu sorunlar hakkında gazete, dergi vb. basın kuruluşlarına yazı yazmanın dışında medreselerin ıslahına yönelik risaleler ve raporlar hazırlamışlar; resmî makamlara ve kamuoyuna yol göstermek amacıyla takdim etmişlerdir. Zikredilen risaleleri hazırlayan dönemin aydınları arasında Vildan Faik Efendi (ö. 1925), Mehmed Ubeydullah Efendi (ö. 1937), Halim Sabit (Şibay) Efendi (ö. 1946) ve Eşref Efendizade Mehmed Şevketî Efendi (ö. 1934) yer almıştır. Vildan Faik Efendi, hazırladığı risalesinde medreselerin eğitim seviyesinin yükseltilmesini, ekonomik açıdan iyileştirilmesini istemiş; talebe ve müderrislerin haklarının korunmasını ve mesleki olarak geleceklerinin teminat altına alınmasını önermiştir. Mehmed Ubeydullah Efendi ise medreselerin yeniden önceki iyi dönemine döndürülmesi için fen bilimlerinin takviyesiyle mevcut ders programlarının günün şartlarına uygun bir şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiği düşüncesinde olmuştur. Bunu yaparken Arapça lisanı üzerinde önemle durmuş; Müslümanların ortak dili olduğunu belirterek bu dilin eğitim dili olmasını istemiştir. Halim Sabit (Şibay) Efendi’nin medreseler için hazırladığı ıslah risalesi ise kırk altı sayfadan oluşmuş; içerisinde öncelikle medreseye, medrese mensuplarına ve bu konuda yetkili kişilere yönelik öneri ve tenkitler yer almıştır. Risalede ayrıca medreselerin ders programı, eğitim metodu ve ders içeriği ile ilgili ıslah yapılmasını istemiştir. Aynı yıl Eşref Efendizade Mehmed Şevketî Efendi de bir ıslah risalesi hazırlamış; resmî makamlara ve kamuoyuna sunmuştur. Risalede üç başlık üzerinde 289 durulmuş; medreselerin kuruluş sistemi ve idare teşkilatı incelenmiş; bu kurumun eğitim muhtevası olan kitap, ders, metot ve programı üzerine fikir beyan edilmiştir. Diğer bir başlık ise mezuniyet sonrası talebe hakları ve istihdamı üzerine olmuştur. Şevketi Efendi bu risale ile eğitimdeki başarı oranının artacağını ve talebenin eski usûle göre çok daha iyi bir eğitim alacağını ifade etmiştir. Zikredilen şahısların yazdıkları risalelerde ortak konular arasında; medreselerin eğitim sürelerinin kısaltılması, ders kitaplarının içeriğinin gözden geçirilmesi, müderris ve talebe şartlarının iyileştirilmesi ve medrese binalarının yenilenmesi vb. konular yer almıştır. Onlar ayrıca medreselerin günün şartlarına uygun hâle getirilmesini arzu etmişler ancak bu yapılırken geleneksel yapının korunmasını dilemişlerdir. İslamcı aydınların hazırladığı risalelerin yanı sıra aynı dönemde basın yayın vasıtasıyla rapor mahiyetinde makaleler yazılmıştır. Makaleleri “Müntesibîn-i İlmiyeden Biri” mahlasını kullanan farklı iki kişi, Ömer Fevzi Efendi ve yine “Nun” mahlasını kullanan diğer bir yazar kaleme almış ve kamuoyuna farklı tarihlerde dört rapor sunulmuştur. Bu raporlarda medrese sisteminden kaynaklanan problemlerin çözümünden, medreselerin genel eğitim içindeki derecesine ve ihtisaslaşmaya kadar pek çok konuda kamuoyuna önerilerde bulunmuşlardır. Bu önerileri medreselerin ıslahında ve iyileştirilmesinde hükûmete yardımcı olmak amacıyla yapmışlar, medreseler için yapılmasını istedikleri ıslah çalışmalarını hızlandırarak bir an evvel medreselerin layık olduğu konuma ulaşmasını dilemişlerdir. İslamcı aydınlar, hazırladıkları ıslah programları ve raporlar dışında süreli yayınlar vasıtasıyla medreselerin ders programı ve derslerine yönelik öneriler de sunmuşlardır. Eğitim öğretim sisteminin yeniden düzenlenmesi gerektiğini, eski sistemin artık yürümediğini ve tıkandığını belirterek öncelikle ders programı üzerinde durmuşlardır. Ders programının değişmesi gerektiğini belirten yazılar yazarak fikirlerini yetkililere ulaştırma gayreti içerisinde olmuşlar ve eğitim öğretim programı ile ilgili şu önerilerde bulunmuşlardır:  Günün ihtiyaçlarına cevap verecek ilimlerin konulması, hiçbir faydası olmayan veya devri geçmiş derslerin programdan kaldırılması, 290  Programa tarih, matematik, yabancı dil, Farsça, mantık, felsefe vb. derslerin eklenmesi,  Medreselerde okutulan fıkıh, hadis, tefsir, kelam vb. derslerin yeniden düzenlenerek haşiyesiz bir şekilde programa alınması,  Medreselerin ders programlarının mekteplerde uygulanan programa yaklaştırılması,  Medreselerin orta ve yüksek olarak iki kısma ayrılıp derslerin buna göre yeniden yapılandırılması,  Merkezde bulunan medreselere uygulanan program değişikliğinin taşra medreselerine de uygulanması. İslamcı aydınlar medrese ders programı konusunda belirttikleri bu önerilerin yetkililer tarafından dikkate alınması durumunda medreselerin İslam ruhuna uygun okullar hâline geleceğine inanmışlardır. Buna göre onlar, XVI. yüzyılda okutulan derslerin değişmeden aynı şekilde okutulmasına itiraz etmiş; yeni eserler yazacak kişilerin yetişmediğine dikkat çekmişlerdir. Bunun için İslamcı aydınlar, kitapların her ilim alanı için yeniden telif edilmesi gerektiğini belirtmiş; bir kitabın yıllarca hiç değiştirilmeden okutulmaya devam edilmesinden duydukları rahatsızlığı dile getirmişlerdir. Ayrıca mevcut ders kitaplarının yeterli olmadığını, yapılan küçük düzenlemelerle medreselere yönelik herhangi bir terakkinin mümkün olmayacağını ifade etmişlerdir. Bunun için mevcut ders kitaplarının tekrar gözden geçirilerek eksikliklerinin giderilmesini veya dersleri daha pratik bir yolla anlatacak, vakit kaybına neden olmayacak kitapların okutulması gerektiğini belirtmişlerdir. İslamcı aydınlar ayrıca medreselerin eğitim öğretim metodu yani ders usûlü ile ilgili düşüncelerini belirtmişlerdir. İslamcı aydınlara göre bir metodun değeri, İslam’ın maksat ve gayesinin gerçekleşmesi yolunda yapacağı hizmetin derecesi nispetinde olmuştur. Ayrıca onlar, İslam gayesi ve maksadı taşımayan eğitim programlarının uygulanması sonucu sorumsuz bir hayatın, amaçsız bir eğitimin ortaya çıkacağına inanmışlardır. İslamcı aydınlar o dönem medresede uygulanan ders metodunun da değiştirilmesi gerektiğini düşünmüşler ve mevcut eğitim metodunu şu şekilde eleştirmişlerdir: 291  Dersler tartışma, eleştiri, soru-cevap vb. yöntemlerle işlenmemektedir.  Ders klasik yöntemle, siyah tahta üzerine notlar yazılarak hocanın tecrübeleri ile izah edilmeye çalışılmakta; talebelerin yaşlarına, kapasitelerine bakılmamaktadır.  Dersler sadece teorik olduğundan pratik yapmaya imkân vermemektedir.  Ders kitaplarında geçen kavramlar çok olduğu, somutlaştırılamadığı için talebe dersi anlamakta zorlanmaktadır. Buna göre İslamcı aydınlar, II. Meşrutiyet’ten sonraki dönemde medreselerde uygulanan eğitim metodunu zaman kaybına neden olduğu, pratik uygulama yapılmadığı ve eğitime yön verecek kişileri yetiştirmediği vb. nedenlerden dolayı eleştirmişlerdir. Onlar eğitim metodunun İslami terbiye vermesi, zamanın ihtiyaçlarına uygun olması ve bilgiyi davranış hâline getirecek şekilde uygulanması yönünde görüş bildirmişlerdir. İslamcı aydınlara göre eğitim sistemini etkileyen diğer bir faktör de eğitmenler ve eğitim gören talebeler olmuştur. Onlara göre medreselerin kaliteli bir eğitim öğretim süreci gerçekleştirebilmeleri için hoca ve talebelerin görev ve sorumluluklarını hakkıyla yerine getirmeleri gerekmektedir. Buna göre onlar müderrisleri hem medreselerin kötü gidişatından sorumlu tutmuşlar hem de bu kötü gidişatı sona erdirecek önemli bir faktör olarak görmüşlerdir. İslamcı aydınlar, müderrislerin daha iyi bir seviyeye ulaşmalarını sağlamak adına onlar hakkında şu eleştirilerde bulunmuşlardır:  Kendilerini yetiştirmemeleri,  Yeni eser yazmak yerine şerhlerle yetinmeleri,  İslam’ın hedef olduğu tehlikeleri görmemeleri,  Tabiatı gereğince araştırmamaları ve tabiat ve fizik ilimlerinin terk edilmesine sebebiyet vermeleri,  Yeniliğe kapalı olmaları. Buna göre İslamcı aydınlar, müderrislerin harekete geçmesi için bu eleştirileri yapmışlar ve onların daha fazla gayret göstermesi gerektiğine inanmışlardır. 292 Müderrislerden kendilerini yetiştirmelerini, güncelliğini kaybetmiş eserleri bırakıp zamanın faydasına olan eserleri okutmalarını, araştırma yapmalarını, yeniliklere açık olmalarını kısacası medreseyi ıslah edecek çalışmalar yapabilecekleri bir seviyeye ulaşmalarını istemişlerdir. Bunu yapmadıkları takdirde ya da harekete geçmede geç kalınması durumunda daha kötü bir hâle gelineceği üzerinde ısrarla durmuşlardır. İslamcı aydınlar, müderrislerin yanı sıra talebeler için de yazılar yazmış ve önerilerde bulunmuşlardır. Bu öneriler arasında: 1- Talebelerin maddi sıkıntı çekmeden eğitim görmelerinin sağlanması, talebeler için medreselerin fiziki şartlarının iyileştirilmesi, 2- Mevcut programın ve metodunun revize edilmesi, talebelerin dinî ilimlerin yanı sıra asrın gerektirdiği fenlerin de eğitimini alması, 3- En az bir yabancı dil bilmeleri, bu dilin Fransızcadan ziyade dünya üzerinde daha çok konuşulan İngilizce olması, 4- Medreseye kabul şartlarının geliştirilmesi ve sınıftaki talebe sayısının otuzun üzerine çıkarılmaması vb. öğrencinin lehinde hususlar bulunmaktadır. İslamcı aydınlar, talebelerin yaşadığı tüm sorunların giderilmesi için vakıfların düzene sokularak gelirlerinden bir kısmının talebelere aktarılmasını, iyi bir eğitim alabilecekleri bir ortamın oluşturulmasını ve medreselerden mezun olan talebelere istihdam sağlanmasını istemişler; bunun için kapsamlı bir medrese ıslahatı yapılması gerektiğini belirtmişlerdir. İslamcı aydınlar bu düşünceler ile medreselerin önemli bir eğitim kurumu olarak yeniden inşa ve ihya edilmesini istemiş; modern bir yapıya kavuşmasının önünü açma çabasında olmuşlardır. Bu anlamda birçok toplantı yapılmış; gazetelerde, mecmualarda makaleler yazılmış; resmî makamlara layihalar, risaleler gönderilmiştir. Yapılan bu girişimler ilk etapta sonuç vermemiş gibi görünse de medrese hocaları, talebeler ve kamuoyunun büyük bir kısmının desteğini alan İslamcı aydınlar ilk ciddi adımın atılmasını sağlamıştır. Neticede Maarif Nâzırlığı, Şerʻiye ve Evkaf Nâzırlığı ile Şeyhülislamlık yapan kişiler harekete geçmiş ve medreselerin ıslahına yönelik dört resmî çalışma yapmıştır. 293 Zikredilen çalışmalardan ilki 26 Şubat 1910 tarihinde yapılan Medâris-i İlmiye Nizamnamesi olmuş; başta İslamcı aydınlar olmak üzere ilmî ve siyasi tüm çevrelerce sevinçle karşılanmıştır. Nizamname’ye göre medreselerde mevcut ders usûlünün ıslah edilmesine ve programa cebir, kimya, tarih, coğrafya, Farsça vb. derslerin eklenmesine karar verilmiştir. Ayrıca idare, öğrenci kabul, imtihanlar, müderris ve talebelerin hak ve sorumlulukları ile okutulacak ders programı vb. konularda yenilenmeye gidilmiş; toplamda 48 madde hazırlanmıştır. Buna göre eğitim süresi on iki yıl olarak tespit edilmiş, bir ders yılı dokuz aya çıkarılmıştır. Bu Nizamname ile medreselerde gerçek bir reforma ulaşılmak istenmiş; medreselerin diğer eğitim kurumları gibi belli kuralları, plan ve programları olan okullar hâline getirilmesi amaçlanmıştır. Ancak program uygulamaya konulduktan bir müddet sonra başta maddi imkânsızlıklardan dolayı aksamaya başlamış; Devlet medreseler için vadettiği mali desteği uygulamaya yansıtmamıştır. İslamcı aydınlar, Devlet’in yeterli desteği vermemesi neticesinde talebelerin barınma ve temel bakım ihtiyaçlarının karşılanmamasına; medrese hocalarının maaşlarının ödenmemesine; Nizamname’de belirtildiği gibi ders içeriklerinin, saatlerinin ve kitaplarının değiştirilmemesine karşı çıkmışlardır. Basın aracılığı ile Ders Vekâlet-i Âlîsi’ne seslenerek bu bozuklukların bir an önce düzeltilmesini istemiş, uzun bir süre boyunca yayın organlarında bunu gündemde tutmuşlardır. Onların bu ısrarcı tutumuna medrese talebeleri de mektuplarıyla destek vermiş; medreselere yönelik Nizamname ile karara bağlanan yeniliklerin uygulamaya geçmediğini yazmışlardır. İslamcı aydınların resmî makamlara yönelik yaptığı bu baskıların etkili olduğu ve yetkili kişileri harekete geçirdiği, Meşihat makamına bağlı Ders Vekâleti Dairesi’nden 5 Mart 1914 tarihinde yapılan açıklamadan anlaşılmaktadır. Açıklamada mütefekkirlerin, medreselerin bugünkü hâlini nazar-ı dikkate aldıklarından ve bundan endişe duyduklarından bahsedilmiş; onların ıslahın lüzumundan dolayı uzun uzun makaleler, layihalar yazdıklarından programlar düzenlediklerinden söz edilmiştir. Yazıda bu durumun bir süredir devam ettiği, kendilerinin de bunu dikkate alarak üzerinde düşündükleri ifade edilmiş; bu doğrultuda dershaneler açtıklarından, medreselere yeni dersler ilave ederek yenilenmeye gittiklerinden söz edilmiştir. Ders Vekâleti ayrıca yapılan yeniliklerin yeterli olmadığını daha geniş ve esaslı 294 teşebbüslere ihtiyaç duyulduğunu ifade etmiştir. Bu açıklamadan yaklaşık yedi ay sonra Meşihat makamı İslamcı aydınların fikirlerini ve önerilerini dikkate alarak medreselerin ıslahı için yeni düzenlemeler yaptıklarını açıklamış ve yeni bir nizamname yayımlamıştır. II. Meşrutiyet Dönemi’nin ikinci ve en önemli ıslah çalışması olan Islah-ı Medâris Nizamnamesi 30 Eylül 1914 tarihinde duyurulmuştur. Bu Nizamname’de yer alan yirmi dört madde ile medreselerin ıslahına yönelik asıl ve köklü yenilikler yapılmak istenmiştir. Buna göre medreselerin idari yapısına ilişkin büyük bir adım atılmış ve İstanbul’da eğitim veren bütün medreseler Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi adıyla tek yönetim altında birleştirilmiştir. Islah-ı Medâris Nizamnamesi ile birbirinden kopuk hâlde bulunan, belli bir nizam ve intizama sahip olmayan medreseler merkezî bir otorite altında birleştirilmiştir. Ayrıca İstanbul’da bulunan tüm medreseler kayıt altına alınmış; şubelere ayrılmış ve her şubenin başına ayrı bir müdür belirlenerek eğitimin aksamadan yürütülmesi hedeflenmiştir. Hedeflenen tüm bu yeniliklere rağmen Osmanlı Devleti o sırada I. Dünya Savaşı’na dâhil olmuş; derslerin başlamasından yaklaşık bir hafta sonra Şeyhülislam Hayri Efendi ve ilmiye teşkilatının yetkili isimleri İtilaf kuvvetlerine karşı cihad ilan edilmesine karar vermişlerdir. Bu durumun neticesinde ulemadan birçok müderris askeriye içerisinde çeşitli alanlarda görev yapmak üzere seferber edilmiş ya da başka öğretim görevlerine tayin edilmiştir. Dolayısıyla yapılan yenilikler hayata istenildiği gibi uygulanamamış; savaş sadece askerî zararlar vermekle kalmamış aynı zamanda devletin siyasi, mali, içtimai ve eğitim sistemlerini de sarsmıştır. Yaşanan olumsuzluklar tasarlanan reformların kâğıt üzerinde kalmasına sebebiyet vermiştir. Medreselerde ıslahata başlamış olan Şeyhülislam ve Evkaf Nazırı Mustafa Hayri Efendi, bir yıl sonra görevinden çekilmiş; yerine 8 Mayıs 2016 tarihinde Musa Kazım Efendi şeyhülislam olmuştur. Musa Kazım Efendi göreve geldikten sonra medreseler konusunda ıslahatın devam etmesini sağlamış ve reform programlarını sürdürmüştür. Musa Kazım Efendi ilk ciddi çalışmasını, göreve geldikten bir yıl sonra Medâris-i İlmiye Hakkında Kanun’u çıkartarak yapmıştır. Hazırlanan bu kanun on altı maddeden oluşmuş ve bir önceki Nizamname’nin, bazı değişiklikler hariç, bir devamı niteliğinde olmuştur. Bu değişiklikler arasında medreselerin derecelerine verilen isimlerin 295 değiştirilmesi yer almış; tâli kısm-ı evvel adı ibtidâi hariç adı ile tâli kısm-ı sâni ismi ibtidâi dâhil adıyla, kısm-ı âli ise sahn adıyla değiştirilmiştir. Kanun ile ayrıca medrese hocalarının alacakları maaşların alt ve üst limitleri belirlenmiş; talebeler için Evkaf gelirleri dışında Maliye Nezareti’nden de yardım sağlanmıştır. Maliyeden yardım alınmaya gidilmesi medreseler açısından önemli bir adım olmuştur. Zira Tanzimat’tan itibaren Maliye, medreselere olan ilgisini ve desteğini kesmişti ancak bununla medreseler için ilmiye bütçesine bir milyon dört yüz bin kuruş ilave gelir ayrılmıştır. Bu da medreselerin mali açıdan rahatlayacağı anlamına gelmiştir. Medreselere getirilmesi düşünülen bu yenilikler bir sonraki nizamnameye zemin hazırlamaktan ileri gidememiştir. Zira aradan geçen beş ay gibi kısa bir sürenin ardından 3 Ekim 1917 tarihinde daha geniş kapsamlı “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ile Taşra Medresesi Hakkında Nizamname” hazırlanmış ve Medâris-i İlmiye Hakkında Kanun ile yapılmak istenen yeniliklere açıklık getirilmiştir. Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi ile Taşra Medresesi Hakkında Nizamname, II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreselerin ıslahına yönelik yapılan son düzenleme olmuştur. Bu Nizamname ile kayda değer bir değişiklik olmamış; daha önce yayınlanan yönetmelikle eksik kalan bazı konular düzeltilmeye çalışılmıştır. Hazırlanan bu Nizamname, yedi bölümden oluşmuş; İstanbul teşkilatı, medresenin idaresi, müderrisler, Süleymaniye Medresesi vb. konular ele alınmıştır. Ayrıca taşra medreseleri, hazırlık sınıfı, medrese kabul şartları, ders programları ve mezun olanların istihdamı üzerinde durulmuştur. II. Meşrutiyet Dönemi’nde medreselerin ıslahı hakkında İslamcı aydınların öneride bulunduğu birçok yeniliğin dikkate alındığı görülmektedir. Bunlar; derslere fen ilimlerinin eklenmesi, ders programlarının yenilenmesi, yabancı dil öğretiminin yapılması, öğrencilerin maddi olanaklarının iyileştirilmesi ve medreselerin fiziki şartlarının düzeltilmesidir. Bu anlamda hazırlanan tüm bu nizamnamelere bakıldığında bir öncekine göre daha geliştirilmiş ve düzeltilmiş olduğu görülmektedir. Ancak o dönem savaşların patlak vermesinden kaynaklanan maddi yetersizlikler, yetkililerin medreselere gereken önemi vermemesi, müderrislerin sayıca az olması, bazı medrese 296 hocalarının ders usûlünü değiştirip yeni programa adapte olmada yaşadığı sorunlar vb. nedenlerden dolayı bu nizamnamelerin uygulanmasında ve hayata geçirilmesinde beklenen sonuç alınamamıştır. II. Meşrutiyet Dönemi’nde yürütülen ancak başarılı sonuç alınamayan medreseleri ıslah çalışmalarının devam ettiği dönemde ıslahat kapsamında bazı yeni medreseler kurulmuştur. Bu medreselerin kuruluş amaçları arasında Müslüman halkın özel hukuk davalarına bakacak kadı ve naip gibi hukukçulara ihtiyaç duyulması ve din hizmetlerinin yerine getirilmesinde istihdam edilecek görevlilerin yetiştirilmesi bulunmaktadır. Bu mesleki medreselerin ilki 1854 yılında açılan ancak 1908 yılında yeni bir nizamname ile ıslah edilmiş olan Medresetü’l-Kuzattır. Medresetü’l-Kuzat, zamanla şeri hukuk alanında önemli bir konuma ulaşmıştır. Devlet ve Meşihat Makamı, 3 Ocak 1914 tarihinde yeni bir nizamname ile bu medreselerin program ve idaresini yeniden şekillendirmiş; disiplin ve tedrisatı daha sıkı kurallara bağlamak için düzenleme yapmıştır. Neşredilen bu nizamname dört bölüm ve yirmi üç maddeden oluşmuş; idari işler, eğitmenler, talebe kabul şartları vb. konu başlıkları altında gerekli açıklamalar yapılmıştır. Yapılan bu düzenlemeler İslamcı aydınlar tarafından memnuniyetle karşılanmış; getirilen yeniliklerin, iltiması ortadan kaldıracağı ve adaleti işleteceği belirtilmişlerdir. Ayrıca onlar medrese eğitimi ile İslami temele dayalı bir hukuk bilgisinin verileceğini düşünmüşlerdir. Gerçekten de bu kurum, hukuk açısından yeterli sayılabilecek bir programa sahip olmuştur. Ancak Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile hukuk alanında yapılan değişiklikler nedeniyle o tarihte kapatılmıştır. Yeni açılan diğer bir medrese ise Medresetü’l-Mütehassısin olmuş; alanlarında ihtisaslaşmış ve uzmanlaşmış ders hocalarının yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Bu şekilde hem mevcut medrese hocalarının yükü hafifletilmek istenmiş hem de eğitimin daha verimli hâle getirilmesi hedeflenmiştir. Dört yıllık bir eğitim süresini kapsayan bu medreseler Tefsir ve Hadis Şubesi; Fıkıh Şubesi; Kelam, Tasavvuf ve Felsefe Şubesi olarak üç bölüme ayrılmıştır. Bu şekilde 1915 yılında açılarak öğretime başlamış; 1917 yılında Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin yaptığı “Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye 297 Medresesi ile Taşra Medresesi” Nizamnamesi’ne göre yeniden düzenlenmiş, ismi değiştirilmiş ve Medrese-i Süleymaniye adını almıştır. I. Dünya Savaşı sebebiyle talebelerin büyük bir oranda askere alınmaları ve İstanbul’a seyahat etmenin giderek zorlaşmaya başlaması ile medreselerin genelinde olduğu gibi ihtisas medreselerine de kayıt olma ve devam etme zorluğu ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda öğrenci sayısında sert bir düşüş yaşanmıştır. 1918 yılında yapılan bir istatistiğe göre bu medreselerde okuyan talebe sayısı 76’ya ve daha sonraları 35’e kadar düşmüş; nihayetinde Tevhid-i Tedrisat Kanunu (3 Mart 1924) ile bu kurum kapatılmıştır. II. Meşrutiyet Dönemi’nde yeni açılan medreseler kapsamında Tevcih-i Cihat Nizamnameleri ile açılan medreseler de hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Bu nizamnameler, Osmanlı Devleti’nde din görevlilerinin atanma, usûl ve şartlarını belirleyen yasal bir düzenleme olarak oluşturulmuş; 9 Şubat 1870, 9 Nisan 1873 ve 5 Ağustos 1913 yıllarında yayımlanmış üç nizamnameden meydana gelmiştir. Son çıkarılan ve çalışmamızın konusu içerisinde yer alan 1913 Nizamnamesi ile mesleki olarak çeşitli dinî görevleri yerine getirecek elemanların tanımı ve tasnifi yapılmış ve yetiştirilmeleri bir takım esaslara bağlanmıştır. Bu esaslar doğrultusunda 1912 yılı Aralık ayının sonunda vaiz yetiştirmek üzere Medresetü’l-Vâizin açılmış; 1913 yılında ise imam ve hatip yetiştirmek amacıyla Medresetü’l-Eimme ve’l-Huteba kurulmuştur. Daha sonra 1919 yılında bu iki medrese birleştirilerek Medresetü’l-İrşad adı altında yeni bir medreseye dönüştürülmüştür. İslamcı aydınlar tarafından büyük önem verilen, yazı ve makaleleriyle üzerinde çokça durulan bu medreseler; sorumlu makamların ilgisizliği, mezunlarının gelecek ve iş kaygısı dolayısıyla yeteri ilgiyi görememiş ve kapatılmıştır. Sonuç olarak, II. Meşrutiyet Dönemi’nin başlaması ile eğitim konusu da dâhil her türlü meselenin etraflıca tartışma imkânı yakalandığı bir zaman diliminde eğitim öğretim konuları ile ilgilenen İslamcı aydınlar, konuya kendi dünya görüşleri çerçevesinde bir yaklaşım tarzı getirmişlerdir. Özellikle medreselerde verilen eğitimin eksik olan yönlerinin neler olduğunun farkında olan İslamcı aydınlar, bu eksikliklerin giderilmesi için yoğun bir çaba içerisine girmiş ve konuyu gündemde tutmaya çalışmışlardır. 298 Medreselerin ıslahı konusunda gösterdikleri bu gayretler yetkilileri harekete geçirmiş; onların resmî çalışmalar başlatmasına vesile olmuştur. Ancak yapılan bu resmî çalışmalar ülkenin içerisinde bulunduğu olumsuz şartlar nedeniyle sonuç vermemiş olsa da İslamcı aydınların gayretleriyle atılan adımlar Osmanlı tarihi boyunca medreselerin ıslahı konusunda yapılan son köklü düzenlemeler olması açısından önem taşımaktadır. 299 KAYNAKÇA Abduh, Muhammed: “Bugünkü Müslümanlar Yahud Müslümanlığa Müslümanlarla İhticac”, Mütercim: Mehmed Akif, Sırat-ı Müstakim, Cilt: I, Sayı: 25, 11 Şubat 1909, s. 393. Abduh, Muhammed: “Ataletin İntac Ettiği Fenalıklar I”, Çev. Mehmed Akif Ersoy, Sırat-ı Müstakim, Cilt: I, Sayı: 26, 18 Şubat 1909, s. 411-413. Abdülvehhab: “Milletin En Büyük İhtiyacı: Münkarız Olan Medreselerin İhyası I”, Sebilü’r-Reşad, Cilt: XIX, Sayı: 462, 15 Nisan 1921, s. 76-77. Abdürreşid: “Talebe Şâkirdan”, İslam Dünyası, Sayı: 8, 19 Mayıs 1913, s. 113-115. Abdürreşid: “Islahata Nereden Başlanabilir?”, İslam Dünyası, Sayı:
 

3 Gedanken zu „Dosyalar

  1. Pingback: #Islamcılık Arşivi | Islamcılık Arşivi

  2. Pingback: #Islamcılık Arşivi (2021 – ) | Islamcılık Arşivi

  3. Pingback: #Islamcılık Arşivi (1993 – 2021) | Islamcılık Arşivi



  4. .
  5. İSLAMCI İDEOLOJİ VE İSLAMCI HAREKETLER EKSENİNDE ORTA DOĞU ACAR, Demet Şefika* TÜRKİYE/ТУРЦИЯ ÖZET İslamcı ideoloji, Orta Doğu’nun sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yapısından beslenerek yirminci yüzyılın ideolojileri arasında yer almıştır. İslamcı ideoloji, İslam ve İslamcılık arasındaki ayrımın kesin çizgilerle belirlenememesi ve tanımlamalardaki çelişkilere rağmen, toplumun birlik, inanç, beklenti, hedef ve amaçlarını sorgulayan, sosyo-ekonomik adaletsizlikleri ve keyfi kuralları protesto eden bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Siyasal bir alana nüfuz etmesi gerektiği savına dayanarak örgütsel bir boyut kazanan İslamcı ideoloji, Orta Doğu’daki İslamcı Hareketlerin felsefi temellerini oluşturmasına rağmen, dinsel ayrımlar (Şii-Sünni, Vahhabilik gibi) ve örgütsel çeşitlilikle (İhvan-ı Müslimin, Hizbullah, El Fetih, Hamas gibi) kendi içinde bütüncül bir ideoloji oluşturamamıştır. Bu bağlamda çalışmada, İslamcı ideolojinin ve İslamcı Hareketlerin Orta Doğu’da nasıl algılandığı ve uygulandığı sorunsalı üzerinde durulmuştur. Anahtar Kelimeler: İslam, İslamcılık, Orta Doğu, İslamcı Hareketler. ABSTRACT Islamist Ideology and Islamist Movement in the Middle-East The Islamist ideology has become one of the 20th century ideologies which was emanated from Middle East’s socio-economic and socio-politic structure. In spite of the contradictions and problems on defining the differences between İslamist ideology, Islam and Islamisizm; the ideology has got a protester point of view on inequalities of the socio-economic structure and normlessness. And it also interrogates the unity, belief and the purposes of the society. The Islamist ideology which depends on the must of ascendance to the political system and so that becomes an organizational dimension; could not compose a holistic structure even though it has constituted the philosophical base of the Islamist movement in the Middle East. In this context the study examines the the perception problematic of the Islamist Ideology and Islamist movement in the Middle East. * Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Araştırma Görevlisi. e-posta: demet_acar @yahoo.com 2 Key Words: Islam, Islamisizm, Middle East, Islamist Movements. GİRİŞ Orta Doğu, kavramsal olarak incelendiğinde, özellikle, öznenin konumuna göre değişen, birbirinden farklı birçok tanımlamanın yapılabileceği bir coğrafyayı ifade ettiği görünmektedir. Orta Doğu çalışmalarında, kavramsal karmaşanın önlenmesi için kavramın içeriğinin, çalışmanın amacına uygun olarak belirlenmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Dolayısıyla, çalışmamızın ana konusunu oluşturan İslam’ın, ideolojik olarak bu coğrafyada nasıl şekillendiğini anlatabilmemiz için coğrafyamızın sınırlarını çizmemiz gerekmektedir. Bu bağlamda çalışmamızda Orta Doğu, dar anlamda, Türkiye, İran, Mezopotamya, Arap Yarımadası, Körfez Ülkeleri ve Mısır’ı içine alacak şekilde tanımlanmaktadır. Orta Doğu sınırları içerisinde İslamcı ideolojinin ortaya çıkış argümanlarından yola çıkılarak bu ideolojiyi anlaşılır kılabilmek ve bir inanç olarak benimsenen İslam’dan ayrıldığını ifade edebilmek amacıyla İslamcı kelimesinin kullanılması uygun görülmüştür. Batılı literatürde de yaygın olarak kullanılan İslamcı kelimesi ile Kur’an ve Sünnet’e dayalı İslamcı ideolojinin, siyasal alana nüfuz ettiği ve ideolojinin çekirdeğini oluşturan İslam’ın siyasal bir sistem olarak benimsendiği ifade edilmektedir. Ancak İslam ve İslamcılık arasındaki ayrımın kesin çizgilerle belirlenememesi, İslamcı ideolojinin Müslüman toplumlar içerisinde (ulema sınıfı, selefiyye akımı gibi) farklı yansımalarla uygulanmasına neden olurken, Batılı zihniyette sürekli bir tehdit olarak algılanan İslamcı ideoloji (ılımlı ya da militan gibi) farklı yansımaları gözetilmeden bir bütün içerisinde yer almıştır. İslamcı ideoloji ana argümanlarını Orta Doğu’nun sosyo-politik kimliği üzerine kurmuştur. İslamcı aydınlar ekseninde oluşturulan İslamcı ideolojinin felsefi temelleri, eğitimli genç insanlarca benimsenmiş ve yirmi birinci yüzyılın modern teknolojisiyle bütünleştirilmiştir. İslamcı ideolojinin devlet ve kurumlara yaklaşımındaki belirsizlik, özellikle emir ve şuranın seçiminde, yetkilerinde ve sınırlarında kesin bir ayrımın yapılamaması ideolojinin en büyük açmazlarından birini oluşturmaktadır. İslamcı ideoloji teorik aksaklıklarına rağmen, ailesel bağlarla sıkılaştırılmış örgütsel bir yapıya büründürülmüş ve işlevsel bir boyuta taşınmıştır. Orta Doğu’da İslamcı ideolojinin eylemsel boyutunu oluşturan, İslamcı hareketlerin felsefi temelleri, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup ve Mevlana Ebu’l Ala el-Mevdûdȋ’nin düşünceleri ile şekillenmiştir. Bu ideologlar ekseninde ortaya çıkan İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) ve Cemaat-i İslami örgütleri, ideolojileri, örgütsel yapıları, ilkeleri ve eylemleri ile Orta Doğu’da sayıları net olarak belirlenemeyen İslamcı hareketlere önderlik etmişlerdir. Batılı literatürde, İslamcı hareketlerin tasniflenmesinde Sünni-Şii ayrımı çok belirgin olmamakla birlikte, siyasal iktidara yönelik eylemleri dikkate alındığında (Şii İslamcı hareketlerin İran devrimindeki etkileri gibi) böyle bir 3 ayrımın gerekli olduğu görülmüştür. Sünni İslamcı hareketler içerisinde yer alan Müslüman Kardeşler ve Cemaat-i İslami örgütünün dışında, siyasal bir meşruiyet kazanmış olan HAMAS ve 11 Eylül saldırılarıyla gündeme gelen ElKaide örgütleri ve Şii İslamcı Hareketler içerisinde Lübnan olayları sonrasında adından sıkça söz edilen Hizbullah örgütü örnekleri bu ayrımı destekler niteliktedir. Üç bölümden oluşan “İslamcı İdeoloji ve İslamcı Hareketler Ekseni’nde Orta Doğu” başlıklı çalışmanın ilk bölümünde, İslam ve İslamcılık arasındaki ayrımdan yola çıkılarak tanımlanan İslamcı ideolojinin Müslüman toplumlardaki yansımalarına ve sosyo-politik kimliğine yer verilmiş ve Batı’nın İslamcı ideoloji algısı üzerinde durulmuştur. İkinci bölümde, İslamcı aydınların felsefesiyle şekillenen İslamcı hareketlerin örgütlenme düzeyleri, devlet ve kurumlara yönelik izledikleri stratejiler dikkate alınarak İslamcı ideolojinin açmazlarına yer verilmiştir. Üçüncü bölümde, Sünni-Şii ayrımı ekseninde İslamcı hareketlerin, ideolojilerinin, örgütsel yapılarının, siyasal ve sosyal eylemlerinin Orta Doğu’yu nasıl şekillendirdiğine dikkat çekilmiştir. A. İslamcı İdeoloji Arapça, S-L-M (sīn-lām-mīm) kökünden türetilen İslam kelimesi, “barış ve güven” anlamında tanımlanmaktadır. Arapça gramerinde, isim-fiil grubunda yer alan İslam, kabul etme, teslim olma ya da boyun eğme anlamında, “al- ‘islām/aslama” olarak fiilleştirilmiştir (Lane, 1893). “İslam” kavramı, Kur’an’da çok çeşitli anlamlarıyla yer almaktadır. Örneğin, bazı Ayetlerin ilgili kısımlarında, İslam, bir iç huzur olarak nitelendirilir (Kur’an, 6/125). İslam ve din arasındaki ilişki, Kur’an’da, sadece Allah’a teslimiyet ve yalnızca O’na ibadet olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlamaya göre İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi tek Tanrılı bir din, bir inanç biçimidir. İslam’ın, Hristiyanlık ve Yahudilikten farklı olarak, din ve devlet olgusuna yaklaşımı, onun siyasal bir boyuta sürüklenmesine neden olmuştur. Hristiyanlık, “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya ver.” deyişiyle, din ve devlet olgusunun birinden farklı fonksiyonlara sahip olduğunu vurgulamıştır. İslam ise din ve devlet ayrımını anlamsız bulmakta ve bir Müslüman için her ikisini de bir bütün olarak kabul etmektedir. İslam, Hz. Muhammed’in, ahlaki ve manevi boyutuyla dini yayarken, İslami bir devlet kurmasından hareketle, İslam’ın başından beri din ve devletle iç içe olduğunu ve birbirinden ayrılmadıklarını ifade etmektedir (Kepel, 1992: 9-12). İslam’ın toplumsal ve siyasal bir bütün olarak kendisini ifade etmesi, aidiyet tanımlamasına da yansımıştır. İnsanların yaşadıkları ülke, millet, ırk, sınıf, dil ve benzeri kriterlerin önceliğinde ifade ettikleri aidiyet tanımlamaları, İslam’da ikincil sırada yer almış ve öncelikli olarak, Müslüman benlik ve kimlik bilinci ön plana çıkartılmıştır. Müslüman kimlikle tanımlanan İslam toplumlarında, devletin algılanışına yönelik, resmȋ-dindarlık ve halkçı-dindarlık şeklinde bir ayrım dikkat çekicidir. Bu ayrıma göre, resmȋ dindarlık; daha çok inanç ve 4 kanunlarla ilgilenmekte ve devleti desteklemektedir. Halkçı dindarlık ise, din ve devleti birbirinden ayıran rejimlere karşı çıkmaktadır (Kepel, 1992: 16). Burada devlet eksenli bir ayrımla İslam’ın siyasi yönünün vurgulanması, İslam’ın bir din olgusunun dışında, ideolojik bir hüviyete bürünmesi, İslam ve İslamcılık kavramları arasındaki ayrımı anlaşılır kılmıştır. İslam’ı ve Müslüman toplulukları inceleyen bilim adamları, incelemelerinde İslamcı kelimesini kullanmaktadırlar. Bir ideoloji olarak kullanılan İslamcı kavramı, bir din olarak tanımlanan İslam kavramından farklı olarak, siyasal bir sistemi ifade etmektedir (“Islam”, http://wordnet.princeton.edu). Dolayısıyla İslamcı ideoloji, toplumun yazılı kanunlarının tamamını kapsayan, İslam hukukunu (şeriat), başlangıçtaki İslam modelini ve onun özgün öğretisini yeniden getirme istediği ile kendisini özdeşleştirmektedir. İslam ve İslamcılık arasındaki ayrımda kesin çizgilerinin olmaması, İslamcı ideolojinin tanımlanmasını zorlaştırmaktadır. İslam ve İslamcılık tanımlamasındaki çelişki, modern dünyanın öğretilerinin nasıl algılandığı, İslami sembollerin nasıl anlamlandırıldığı, toplumun yaşam tarzının nasıl olması gerektiği gibi sorulara verilen farklı cevaplardan kaynaklanmaktadır (“Islamism”, http://en.wikipedia.org). İslam’ı bir bütün olarak, siyasal, sosyal ve ekonomik anlamda, bir yaşam tarzı olarak kabul eden bazı Müslümanlar tarafından bir ayrım gözetilmezken, İslam ve İslamcılık terimlerini irdeleyen bilim adamları bu ayrımı şu sorularla netleştirmeye çalışmaktadırlar. Eğer İslam bir yaşam tarzıysa ve siyasal ve sosyal yaşam alanı, İslami kanunlar çerçevesinde düzenleniyorsa, biz burada Müslüman olmayan halkların da bu kurallara uyması gerektiğini nasıl söyleyebiliriz ya da Müslüman olmayan ülkelerde yaşayan Müslümanların yaşam tarzlarının farklılığını nasıl açıklayabiliriz? Bu yaklaşım tarzı ile İslam’ın, sadece bir inanç olarak algılanması (siyasal alana girmeksizin) ve İslamcılığın da toplumun birlik, inanç, beklenti, hedef ve amaçlarını sorgulayan, sosyo-ekonomik adaletsizlikleri ve keyfî kuralları protesto eden bir ideoloji olarak, siyasal bir alana nüfuz etmesi gerektiği ifade edilmektedir (Jan, www.aljazeerah.info). John L. Esposito ve Fred Halliday gibi bazı bilim adamlarının, “İslam’ın özünde siyasal olduğu” görüşlerine katılan Bernard Lewis ve Robert Spencer, Bat Ye’or ve Andrew Bostom gibi bilim adamları da bir inanç olarak karakterize edilen İslam’ı, İslamcılığın merkezi olarak kabul etmişlerdir (“Islamism”, http://en.wikipedia.org). Dolayısıyla, İslamcılık, çekirdeğini İslam’ın oluşturduğu siyasal bir duruşu ifade etmektedir. Günümüzde İslamcı ideoloji, yirminci yüzyılın büyük ideolojilerinin gölgesinde gelişen ve İslam’ı siyasal bir sistem olarak tanımlamaya çalışan bir düşünce hareketi olarak görülmektedir. Kur’an ve Sünnet’i temel alan İslamcı ideolojinin mantalitesinde, orijinal İslami modelden sapma, cahiliyyeye (cehalet ve çatışmadan oluşan İslam öncesi topluma) geri dönüş olarak nitelendirilmektedir (Dökmeciyan, 1992: 23). İlk 5 isyan gruplarını (Haricî ve Şiiler) temel alan İslamcı ideoloji, gerçek inançtan sapmakla suçladıkları, Müslüman ülkelerdeki iktidarların siyasal başarısızlıklarına karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Toplumun rahatsızlıklarını dile getirmeyi amaçlayan, siyasal İslamı savunan militanlar olarak da nitelendirilen İslamcı hareket, sosyal hayatın, iç politikanın ve uluslararası konjonktürün hemen hemen her yönünü kullanarak, siyasal ideolojisinin alt yapısını oluşturmuştur. İslamcı ideoloji, yaşam standartlarının istenilen seviyede olmaması, işsizlik oranının giderek artması, devlet bürokrasisinin işlevsizliği gibi kilit sorunları temel alarak biçimlenmiştir (Rubin, 2002: 3). İslamcı ideolojiye göre, sosyo-ekonomik ve siyasal sorunların ve geri kalmışlığın nedeni İslami köklerden uzaklaşmanın bir sonucudur. Bu bağlamda İslamcı ideoloji, toplumun ve siyasetin yozlaşmamasının tek çaresinin İslam’ın özünde aranması ve bu arayışın uygulanabilmesi için de İslamcı ideoloji ekseninde devletin ele geçirilmesi gerektiğini savunmaktadır. İslamcıların İslam’ın özüne ilişkin söylemleri onları teoride köktenci olarak nitelese de, İslam’ı yeniden yorumlama çabası içerisinde olmaları onların reformcu kimliğini ortaya çıkarmaktadır (Rubin, 2002: 4). Kur’an’a, şeriata ve sünnete geri dönüşü vurgulayan İslamcı ideoloji, selefiyye teoloji ekseninde, siyasal devrim, şeriat ve kadın sorununa yoğunlaşmıştır. İslamcı ideoloji, İslam’ı bütünsel ve kapsayıcı bir düşünce olması ilkesinden hareketle siyaseti ele alınmakta ve siyasal idealini devrim niteliğine büründürmektedir. Bu bağlamda İslam ve devlet arasında ayrım yapmayan İslamcı ideoloji, toplumun Müslümanlardan oluşmasını yeterli bulmamakta, temelleri ve yapısı itibarıyla de İslami olmasını hedeflenmektedir. Ayrıca, yozlaştığı düşünülen İslami devlete karşı, savaş açma hakkını savunması İslamcı ideolojinin devrimci niteliğini ortaya koymaktadır (Roy, 2005: 56-57). İslamcı ideoloji, şeriatı bir külliyattan çok bir proje olarak görme eğilimindedir. Şeriatın sıradan uygulanmasının yerine, önce toplumsal bağların siyasetten yola çıkılarak yeniden tanımlanmasını ve toplumun dönüştürülmesini öngörmekte ve ardından şeriatın otomatik bir biçimde yerleştirileceğini savunmaktadır (Roy, 2005: 59). İslamcı ideoloji, kadınların eğitimine ve siyasal-toplumsal yaşama katılmalarına olumlu bir yaklaşım sergilemektedir. Eğitim ve çalışma haklarına sahip olan İslamcı kadınları temsil eden dernekler bulunmaktadır (Roy, 2005: 59). Kısacası, İslamcı ideolojinin programı şu şekilde formüle edilebilmektedir: çözüm; İslam, yöntem; Kur’an ve Sünnet’e dönüş, hedef; şeriatla yönetilen bir topluluk, düşman; Müslüman ya da gayri Müslim Allah’a direnen herkestir (Esposito, 2002: 106). Kur’an ve Sünnet’ten yola çıkarak, toplumun sosyal ve manevi anlamda kendi değerlerinden uzaklaşmasını önlemek, yerleşik düzenin olumsuzluklarına karşı, alternatif yolların ve muhalif hareketlerin zeminini oluşturmak ve hem dünyada hem de cennette daha iyi bir yaşamı vaat etmektedir (Dökmeciyan, 1992: 65). İslamcı ideolojinin kitlesi, kendilerini dinî 6 düşünür olarak ifade eden ve her türlü bilgiyi, ilahi ve dinî kabul eden, kimyacı, fizikçi, mühendis, hukukçu, iktisatçı gibi her ilim sahibini din bilgini olarak tanımlayan aydınlar tarafından oluşturulmakta ve gençlere, siyasi hoşnutsuzlara, kırsal alanlara nüfuz etmektedir. İslamcı ideolojinin teorik çerçevesi uygulamada çok çeşitlilik göstermektedir. İslamcı ideoloji taraftarlarınca sergilenen davranışlar, analiz edilirken özellikle siyasal bir aktivizm içerisinde bulunup bulunmadıklarına göre, pasif İslamcı ve aktif İslamcı olarak birbirinden ayırmak gerekmektedir. İslamcı ideolojinin işlevsel olarak pasif ve aktif boyuta yansımasında temel eksen İslamcı ideolojinin çıkış noktasını oluşturan Kur’an ve Sünnet’in yorumlanmasındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Pasif İslamcılık sosyal ve manevi boyutta dinin gereklerini yerine getiren siyasal istikrarsızlıkların dile getirildiği şeriata yönelik uygulamaların yerine getirilip getirilmediğinin sorgulandığı ancak, iktidara egemen olmak gibi bir düşünceyle eylemsel faaliyetler içerisine girmeyen kitleleri tanımlamaktadır. Aktif İslamcılık ise, daha sıkı örgütlenmiş yapılarla, siyasal iktidara karşı muhalif hareketler sergilenen, mevcut iktidarı yönlendirmeyi ya da iktidara egemen olmayı hedefleyen kitleleri nitelemektedir (Dökmeciyan, 1992: 66-67). İslamcı ideolojinin siyasi, sosyal ve ekonomik köklerini ortaya koyabilmek için inanç ve eylemlerin zeminini oluşturan çevrenin incelenmesi gerekmektedir. İslamcı ideolojinin “kendi ideolojik reçetelerine uygun yeni bir toplum ortaya çıkarmak amacıyla yerleşik olanı değiştirme arzusundaki, dini, devrimci ya da dirilişçi hareketlerin yükselişi arasındaki sebep sonuç ilişkisi”nin (Dökmeciyan, 1992: 37) kurulabilmesi için Orta Doğu ülkelerinde kentlerin artan nüfusu ve bu nüfusun beklenti ve ihtiyaçlarının analiz edilmesini zorunlu kılmaktadır. Orta Doğu’da 1950-1980 yılları arasında büyük gelişme gösteren eğitim sistemleri Batılı tarzda (Suudi Arabistan dışında) karma bir öğretim esasına dayanmaktadır. Eğitim sistemindeki gelişmelere bağlı olarak öğrenci sayısının artması, bir yandan okuryazar oranını yükseltirken, bir yandan da diplomalı işsiz kitlesinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Diplomalı işsiz kitlesi, giderek kötüleşen hayat koşullarını, yeni bir devlet hayaliyle ideolojikleştirerek İslamcı ideolojinin tabanını oluşturmuştur. Dolayısıyla Orta Doğu ülkelerinde kırsal alandan kentlere göç oranlarının giderek artması iş imkânlarının giderek azalmasına neden olurken, devletin kentleşme işlevini yerine getirememesi, nüfusun her türlü muhalif hareketlere sürüklenmesine zemin hazırlamıştır (Roy, 2005: 76). Müslüman toplumlarda, Batılı öğrenim veren devlet okullarında yetiştirilmiş ve yeni kentleşen ailelerden gelen genç aydınlar İslamcı ideoloji ekseninde kadrolaşmışlardır. Bu bağlamda İslamcı ideolojinin tabanının aydınlardan oluşması, İslamcılığın, modernliği reddeden geriye dönüşten ziyade, modernleşmenin bir ürünü olduğunu göstermektedir. Ancak, 1970’li yıllardan 7 sonra aydın kelimesiyle ifade edilen eğitimli insanların niteliğinin giderek düşmesi, 1980’li yıllarda, İslamcı kadroların çoğunluğunu orta eğitim seviyesine sahip insanların oluşturması, İslamcı ideolojinin modernleşmesini yavaşlatmıştır (Roy, 2005: 78). İslamcı ideolojinin öncelikle üniversite kampüslerinde yayılmasında ve sonrasında kentlileşmiş kitlelerin içerisinde etkili olmasında, milliyetçi ya da Marksist ideolojilerin nüfuzunu giderek kaybetmesi ve “Arap Sosyalizmi” modelinin başarısız olması etkili olmuştur. Dolayısıyla İslamcı ideoloji, köken ve kimlik kavramlarının yeniden ortaya çıkışı ile geçmişi temel almaktan ziyade, yeniden kazanılmış bir kimlikle modernleşmeyi benimseme arayışı içinde gelişmiştir. İslamcı ideoloji, sanayiden kentleşmeye, kitlelerin eğitiminden, bilimsel üretime kadar her alanda, dışlandıklarını hissettikleri taraftarlarına kalkınma ve tüketim dünyasına girebilme düşünü empoze etmiştir (Roy, 2005: 79). İslamcılar yeni kentleşen yerleri toplumsallaştırmak için, spor kulüpleri, yardımlaşma kooperatifleri, vakıflar, sendikalar kurarak, toplumsal sorunlara duyarlılığını ortaya koyuyordu. Halkın anlayabileceği bir üslupla, popüler değerlerden yola çıkarak İslam’ın toplumsal açıdan yeniden okunmasını amaçlayan İslamcılar, kadının toplumsal hayattaki rolünü kabul etmekte ve kamusal alanlarda kadınlar için özel yerler istemektedirler (Roy, 2005: 87). Kısacası İslamcı ideolojinin sosyo-politik kimliği modernleşme ekseninde oluşturulmaya çalışılmıştır. İslamcı ideolojinin hedef kitlesinin yeni kentlileşen sınıfları oluşturması ve bu kitlenin ihtiyaçları doğrultusunda harekete geçmesi, yeni bir devlet hayaline yönelik siyasi projelerinin de zeminini oluşturmuştur. Orta Doğu’da İslamcı ideoloji kitlelerini oluştururken, Batı’da tarihsel nedenler ve ön yargılar, İslami tehdit algısını güçlendirmiştir. Avrupa’ya daha yakın olan İslam dünyasının, İslam’ı bir din olarak yaymaya başlaması ve Avrupa üzerinde hâkimiyet sağlaması, İslam’ın Batılı zihniyette bir düşman olarak yer etmesine ve tarihsel argümanlarla beslenmesine neden olmuştur (Said, 1981: 4-5). İslam dünyası ve Batı arasındaki sorunlu ilişkiler, Soğuk Savaş sırasında Komünist tehdide karşılık iş birliğinin gerçekleştirilmesi sonrasında ılımlaştırılsa da, Soğuk Savaş sonrasında, komünist sistemin çökmesiyle ortak düşmanın sona ermesi, İslam ve Batı arasındaki iş birliğini giderek zayıflatmıştır. Dolayısıyla, Batılı toplumlar için tehditkâr bir unsur hâline gelen İslam Dünyası, zihinlerde “öteki” olarak yer almıştır. Batı’nın özellikle Cihat kavramını terörist organizasyonların eylemleriyle örtüştürmesi, İslamcılığın Batı algısında komünizmden daha tehlikeli olarak nitelendirilmesine neden olmuştur (Halliday, 2003: 108). Batı dünyasında İslamcı ideoloji, tarihin mirası ve geçen Soğuk Savaş gerçeği altında siyasallaşmış bir ideolojiyi yansıtmaktadır. İslamcı kelimesinin 8 kapsamı değişik yorumlara yol açsa da Batılı literatürde, ılımlı İslamcılar ve radikal İslamcılar bu terim kapsamında ele alınmaktadır. İslamcı terimini kullanan Bernard Lewis’e göre, Müslüman toplumlar içerisinde iki siyasal gelenek vardır: Bunlardan biri her şeyi kabul eden dinginciler/ılımlılar diğerleri de aktif Müslümanlardır (militanlar). Her iki siyasal gelenek, Kuran’ı ve peygamberin söylediklerini ve yaptıklarını temel argümanlar olarak benimsemiştir. Dinginci/ılımlı gelenek, yargıç ve devlet adamı olarak hükümdar olan Hz. Muhammed Peygamber’e dayanmaktadır. Ancak dinginci gelenek, aktif/militan Müslümanlar gibi iktidarı ele geçirmekten ziyade, iktidarı iyileştirmeye yönelik daha pasif bir siyasal tutum içerisinde olmuşlardır. Aktif militan Müslümanlar ise, Peygamberin devletin başına geçmeden önce Mekke’deki pagan oligarşisine karşı muhalefetini temel alarak isyancı kimliklerini ön plana çıkartmışlardır. Hz. Muhammed Peygamberin Medine’ye göç öncesinde, muhalif gücün kurallarını oluşturması ve doğduğu topraklara geri dönerek, Mekke’de, modern dilde sürgün’de Hükûmet olarak ifade edilen, İslamcı devletini kurması, aktif Müslümanların “muhalefet ve reddetme/yadsıma”, “çekilmek ve gitmek/yola çıkmak”, “sürgün ve geri dönüş” gibi kavramları benimsemelerine ve siyasal devrim paradigmasını oluşturmalarına zemin hazırlamıştır (Lewis, 1988). Kısacası, Batı’nın zihniyetinde, teolojik kökenler ve yüzyıllardır süren etkileşim dikkate alındığında, İslamcı ideolojiye ve taraftarlarına yönelik, karşılıklı bilgisizliğin, kategorik bakışın, aşağılamanın ve çatışmanın sürekli canlı tutulduğu görülmektedir. B. İslamcı Hareketlerin Felsefi Temelleri İslamcı hareketler olarak ifade edilen oluşumların zeminini hazırlayan İslamcı aydınlar, İslamcı ideolojinin düşünsel boyutunun eylemsel faaliyetlere dönüşmesinde büyük rol oynamışlardır. İslamcı ideolojinin eylemsel boyuta yansımaları olarak görülen İslamcı hareketler, köken ve yapıları itibarıyla incelendiğinde özellikle iki hareketin –İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) ve Cemaat-i İslami– daha baskın olduğu ve diğer İslamcı hareketlere örnek olduğu bilinmektedir. İslamcı hareketlerin felsefi temellerinin mimarları olarak bilinen Hasan el-Benna, Seyyid Kutup ve Mevlâna Ebu’l Alâ el-Mevdûdî’nin fikir ve yöntemlerinin İslam dünyasının genelinde yankı bulması, İslami uyanış olarak ifade edilmiştir (Esposito, 2002: 223). İslamcı aydınların, Müslüman toplumların sorunlarının temelinde, Avrupa sömürgeciliğinin ve Batılılaşmış Müslüman liderliğin etkili olduğunu düşünmeleri ve bu soruna yönelik çözüm arayışları içerisine girmeleri, düşünsel boyutu eylemleştiren İslamcı hareketlerin kurulmasına ve gelişmesine zemin hazırlamıştır. Orta Doğu’da Batı sömürgeciliği ve toplumsal sorunlara yönelik eleştirilerin, hem din eğilimli hem de daha Batılı ve laik fikirli seçkinler arasında geniş yankı bulduğu bir ortamda, İslamcı ideoloji ekseninde ortaya çıkan İslamcı 9 hareketlerin mimarları, Benna ve Mevdûdî’nin İslami birikimlerini modern Batı düşüncesi ile sentezleyerek bir çözüm üretme içerisine girdikleri görülmektedir. Her iki düşünür, Batı’ya bağımlı olan Orta Doğu toplumlarının, hem siyasal olarak yetersiz hem de sosyo-ekonomik olarak istikrarsızlığa doğru sürüklendiklerini tespit ederek, Müslüman toplumları iyileştirmeye yönelmişlerdir. Benna ve Mevdûdî, 18. yüzyılda Suudi Arabistan’da ortaya çıkan Vehhabi hareketini ve 20. yüzyılda modern İslamcı selefleri örnek alarak sosyo-politik teşkilatlanmanın önemine dikkat çekmişler ve bu teşkilatlanma içerisinde reformist İslamcı bir anlayış geliştirmişlerdir (Esposito, 2002: 224). Benna ve Mevdûdî’nin, Müslüman toplumların İslami geleneğini, 20. yüzyıl şartlarına uygun olarak yeniden yorumlama ve uygulama düşüncesinin temelini, toplumu dinî ve sosyo-politik olarak diriltmek ve gerçek anlamda İslamiyet’i çağdaşlaştırmak oluşturmaktadır. İslam’ın kaynaklarından esinlenen Benna ve Mevdûdȋ, idari sorumluluk, hukuki değişim, popüler katılım ve eğitim reformu tasarruflarının, İslami kaynaklarını veya İslami karşıtlıklarını bularak İslam’ın Batı kökenli kurum ve düşüncelerle uyumlaştırılması olarak ifade edilen İslami modernleşmeden ziyade yeni bir sentez ortaya koymaya çalışmışlardır (Rahman, 1984: 116-118). Dolayısıyla, İslamcı hareketler modern bir İslamcı ideolojinin ürünü olarak, Batılı kurumlara adapte olmak yerine, bu kurumları kendi toplumsal şartlarıyla sentezleyen bir oluşum sergilemektedirler. İslamcı hareketlerin düşünsel boyutu, Batılılaşma’nın, Müslüman kimliğini ve hayat anlayışını tehdit ettiği tezinden hareketle Batı’nın öteki olarak tanımlandığı ve İslam’ın kendi içinde her şeyi kapsayan bir anlayışa sahip olduğu düşüncesi ile Kapitalizme ve hatta Marksizm’e alternatif olarak oluşturulmuştur. Ancak, Batılılaşma’ya karşı oluşturulan olumsuz tepkiler, İslamcı hareketlerin, modern kurum ve örgütler kurmasına, eğitim ve sosyal hizmetler sunmasına, modern teknoloji ve kitle iletişim araçlarını kullanmasına engel olmamıştır (Esposito, 2002: 225). Dolayısıyla, İslamcı hareketlerin, taraftarlarını harekete geçirmek ve mesajlarını yaymak için modern materyalleri kullanması, modernleşmeye karşı olmadıklarının bir göstergesi olarak yorumlanabilmektedir. Benna ve Mevdûdî, İslamcı hareketlerin ideolojini oluşturan ilkelerle, orta sınıf altı ve orta sınıf kentlilerini temsil eden genç meslek sahiplerinden, işçilerden, tüccarlardan ve üniversite öğrencilerinden, modern, eğitimli, İslami yeni bir kuşak yetiştirmeyi hedeflemişlerdir. Ancak, Benna ve Mevdûdî’nin hitap ettiği hedef kitlenin niteliğinin farklılıklar taşıdığı görülmektedir. Benna geniş tabanlı popülist bir kitleyi hedef alırken, Mevdûdȋ daha çok iktidara gelecek liderler yetiştirmek için elit bir kitleyi hedeflemiştir. Benna ve Mevdûdî’nin hedef kitlesi ister geniş tabanlı ister elit bir kesimden oluşsun, temelde İslam devleti ve toplumunu kurabilmek için, İslami bir devrimin gerekli olduğu düşüncesinin İslamcı hareketlere yön verdiği görülmektedir. Ancak burada amaçlanan şiddetli siyasal bir devrimden ziyade toplumsal bir devrimdir (Esposito, 2002: 228). 10 Benna ve Mevdûdî oluşturdukları ideoloji ekseninde toplumu yeniden inşa etmek için kitleleri, İslam’a çağırmakta/davette bulunmaktadırlar. Burada İslam’a yapılan çağrı, hem gayr-i Müslimlerin İslam’ı kabul etmeleri için hem de Müslümanların daha iyi bir Müslüman olmaları için yapılmaktadır. İslamcı hareketlerin çoğunluğu Müslümanlara yapılan çağrıda yoğunlaşmıştır. İslamcı hareketlerin, 1950’li yılların sonu ve 1960’lı yılların başlarında, Batı’ya bağımlı iktidarlarla siyasal çatışmalar içerisine girmesi, Benna ve Mevdûdî’nin ideolojik düşüncelerinin daha radikal bir boyuta taşınmasına neden olmuştur. İslamcı ideolojinin daha radikal bir tutum içerisinde sergilendiği İslamcı hareketlerin, düşünsel ve eylemsel boyutu, yenilikçi, çağdaş ve Batı literatürüne hâkim bir düşünür olan Seyyid Kutup tarafından biçimlendirilmiştir (Abu-Rabi: 92-95). Kutup’un araştırma için gittiği ABD’den, Batı’nın sert bir eleştirmeni olarak dönmesi İslamcı hareketleri, Benna ve Mevdûdî’nin fikirlerinin ötesine taşımıştır. Kutup’un, Batı’nın toplumsal ve kurumsal yapısının örnek alınamayacak derecede ahlaki ve siyasi çöküntü içerisinde olduğu ve Arap toplumlarına karşı ırkçı önyargılı yaklaşımları benimsediğine ilişkin tespitleri, İslamcı hareketlerin radikal bir boyut kazanmasına ve Orta Doğu’da, Batı yanlısı baskıcı rejimlere karşı mücadele içerisine girmesine neden olmuştur. Müslüman toplumların, mevcut baskıcı rejimlere yönelik değişimleri hedefleyerek düzeleceğine inanmayan Kutup, İslami bir düzen sağlamanın tek yolunun Cihad olduğunu savunarak, Benna ve Mevdûdî’den daha radikal bir tavır sergilemiştir. Cihad, adaletsizliklere karşı İslamcı hareketlerin silaha sarılmasını meşrulaştırıcı bir yöntem olmuştur. Baskıcı anti-İslami Hükûmetlerin ve Doğu ve Batı’nın sömürgeciliğine karşı, Kutup’un fikirleri, İslamcı hareketler tarafından iki şekilde formüle edilmiştir. Birincisi, Benna ve Mevdûdȋ’nin fikirlerinde olduğu gibi tabandan gelen reformist süreci vurgulayan evrim sürecini, ikincisi de gayri-İslami yönetim sürecini şiddetle devirme girişimini niteleyen devrim sürecini ifade etmektedir. (Esposito, 2002: 235). Dolayısıyla, İslamcı hareketlerin düşünsel boyutunun mimarları olarak adlandırılan İslamcı aydınların, Müslüman toplumların, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik sorunlarını, ihtiyaçlarını ve Müslüman toplumların modern Batı Dünyası’ndaki algılanışlarını tespit ederek oluşturdukları ideolojik çerçeve, dönemin baskıcı mevcut iktidarların etkisiyle de daha radikal bir boyut kazanmıştır. İslamcı hareketlerin genelinde “Anayasamız Kur’an’dır” sloganı ile hareket edildiği görülmektedir. Bu slogan çerçevesinde, İslamcı teorisyenlerin çoğunluğu, “Yönetici (Emir)” ve “Danışma Konseyi (Şûra)” olarak adlandırılan iki kavram üzerinde durmaktadırlar (Roy, 2005: 66). İslamcı hareketlerde, Emir’in kimler tarafından ve nasıl belirleneceğine dair kesin bir yöntem belirlenmemiştir. İslamcı literatür incelendiğinde, Emir’in iktidarının kapsamı ve sınırlarına ilişkin çok az somut verinin olduğu bilinmektedir. Hiçbir zaman 11 peygamber düzeyinde görülmeyen Emir, dinsel yasanın yorum hakkını içtihad hakkını elinde bulundurmaktadır. Emir’in belirlenmesinde seçim ve oylama sisteminin İslamcı ümmeti zayıflatan, Batılı demokrasiler gibi insan merkezli bir yönetim anlayışına sahip olduğu düşüncesiyle benimsenmemesi dikkat çekicidir. Bu bağlamda Emir’in belirlenmesinde, index sui/kendi kendinin göstergesi olarak, yani ortaya çıkar çıkmaz tanınması, ideal çözüm olarak görülmüştür (Roy, 2005: 67). İslamcı hareketlerin temel çıkış noktasını (ulema ve selefiyyenin aksine) siyasal eylemler içerisinde bulunmak ve iktidarı ele geçirmek oluşturmaktadır. İslamcı hareketlerin genelinde, siyasal parti kavramına ilişkin (ümmet içinde “Allah’ın Partisi’nden başka parti yoktur.” zihniyeti çerçevesinde) olumsuz bir tavır olmasına rağmen, İslamcı hareketlerin siyasal parti tiplerine uygun oluşumlar içerisine girdikleri ve özellikle kadın derneklerine yer verdikleri görülmektedir. Bu bağlamda İslamcı hareketlerin siyasal parti modelleri incelendiğinde, üç farklı model –Leninist, Batılı ve Dinsel-Militan– arasında geçişlerin olduğu tespit edilmektedir. Leninist tipte parti anlayışı, iktidarı hedefleyen ve diğer partilere meşruiyet hakkı tanımayan, kendini öncü parti olarak sunan bir oluşum sergilemektedir (örneğin, Afgan Hizb-i İslami Partisi). Batılı tipte oluşan siyasi partiler ise, programını seçimler ve çok partili sistem çerçevesinde benimsetmeye çalışan İslami değerleri yüceltmeye, toplumu ve anlayışları değiştirmeye çalışan ancak aktif İslamcı hareketler tarafından benimsenmeyen bir oluşum içerisindedirler (Türkiye Refah Partisi). Dinselmilitan oluşumları nitelendiren siyasi partiler ise, dernek tipi hareketler yaratan ve seçkinlerin içine sızarak siyasal amaçlarını gerçekleştirmeye çalışan partileri nitelemektedir (Mısırlı Müslüman Kardeşler, Pakistanlı Cemaat-i İslami) (Roy, 2005: 72). İslamcı hareketlerin genelinde, siyasal partinin işlevi, erdemli Müslümanlar oluşturduktan sonra İslam devletinin kurulmasını sağlamaktır. Ancak, İslam devleti olmadan erdemli Müslüman olunamayacağı döngüsü, siyasal partilerin, taraftarların eğitildiği siyasal eylemle ahlaki eğitimin sentezlendiği bir tarikat gibi çalışmasına neden olmuştur. Bu bağlamda siyasal partilerin örgütsel yapısı, kişisel dönüşüm ve psikolojik içselleştirme ekseninde, sempatizanlardan, üyelerden, yürütme komitesi yardımıyla emir’i ve şurayı seçen merkez üyelerden oluşmaktadır. Siyasi partiye kabul edilmede, taraftarın toplum, tebliğ ve İslami kitaplar hakkında bilgi edinmesi gereken taarruflar (temel bilgiler), partinin ilkelerine mutlak itaati gerektiren tekvin (olgunlaşma) ve tenfiz (resmî onay) aşamasından geçmesi gerekmektedir. İslamcı hareketlerin düşünsel mimarlarının belirlemiş olduğu ideolojik çerçevenin, gerçekle örtüştürülmesinde yaşanan zorluklar, İslamcı hareketlerin eylemlerini başarıya ulaştıramamasına neden olmuştur. Bu bağlamda İslamcı hareketlerin ideolojik açmazlarının ana nedenleri olarak, erdemi sağlayacak olan unsurun birey ve toplum mu ya da İslami devlet mi olduğu sorunsalının yanında, İslami devleti oluşturacak siyasal kurumların niteliği (emir ve şuranın 12 nasıl belirleneceği) gibi sorunların etkili olduğunu söylemek mümkündür. Ayrıca reformist olarak nitelendirilen İslamcı ideolojinin, pasif ve aktif İslamcı hareketler tarafından farklı algılanışı, İslamcı hareketlerin terörizm olarak nitelendirilebilecek eylemler içerisine girmesi ve Batı zihniyetindeki olumsuz yansısı ideolojinin bütüncül yapısını olumsuz etkilemiştir. C. İslamcı Hareketlerin Orta Doğu Politikasındaki Yeri İslamcı Sünni-Şii hareketleri, Orta Doğu’nun toplumsal ve siyasi yapısında önemli değişiklikler gerçekleştirmeyi amaçlayan oluşumlar olarak nitelemek mümkündür. İslamcı hareketlerin bütününe hâkim olan ideolojinin temelinde, Müslüman toplumların yozlaştığı ve bu yozlaşmanın İslami yaşayışı nitelendirecek yeniden diriliş ile giderileceği düşüncesi, siyasal bilinci canlı tutmuştur. İslamcı hareketlerin, özünde Kur’an ve Sünnet’i temel alarak, Hz. Muhammed Peygamber’in devlet geleneğinin ve O’nun takipçileri zamanında benimsenen halife tarafından yönetilen, Birleşik İslam Devleti’nin yeniden oluşturma çabası içerisine girmesi, Orta Doğu politikasına yönelik aktif ya da pasif etkilerini anlaşılır kılmaktadır. İslamcı ideoloji çerçevesinde şekillenen İslamcı hareketler, ulus-devlet gerçeğini göz ardı ederek, İslam’ın yerleşik uygulamalarını kendi istedikleri gibi düzenlemeye çalışmışlardır. Ancak, sınırların oluşumu ile her ülkenin ihtiyaçlarının ve beklentilerinin değişiklik göstermesi, İslamcı hareketlerin bütüncül bir yapı sağlamasına engel olmuş, ülkelerin şartlarına uygun stratejilerin ve yönetim tekniklerinin belirlenmesiyle mevcut baskıcı rejimlere karşı çıkılmaya çalışılmıştır. İslamcı hareketlerin, Orta Doğu siyasetini yönlendirme girişimlerinin başarısız olmasında, İslamcı hareketler içerisinde rejimleri reforme etmeye çalışan daha ılımlı yaklaşımların ve rejimleri devirmeye yönelik daha radikal anlayışlar ve davranışlar sergileyen yaklaşımlar arasında uzlaşmanın sağlanamaması da bir etken olarak yer almaktadır. İslamcı hareketler içerisinde, kutsal değerlerin yorumlanışında ve uygulanışındaki ihtilafların giderilememesi, temelde ortak tehdit olarak algılanan Batı ve Doğu (Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği) düşmanlığına ve yabancı sömürgeciliğine karşı ortak bir politika oluşturulmasına engel olmaktadır. İslamcı hareketlerin iktidara ve topluma yönelik reformist ve sosyalizasyonu amaçlayan talepleri ve eylemleri Arap devletlerince benimsenmemekle ve gerektiğinde hareketlerin dağıtılıp, üyelerinin tutuklatılmasıyla, iktidarlarını koruyan tedbirlere başvurmalarıyla birlikte, dışardan bir tehdit algılandığında, özellikle radikal İslamcı hareketlerin bu tehdide karşı desteklendiği görülmektedir. Bu bağlamda, Orta Doğu siyasetinde etkileyici ancak belirleyici bir fonksiyona sahip olmayan, İslamcı hareketler çalışmada Sünni ve Şii bir ayrıma tabi tutularak incelenmiştir. C.1. Sünni İslamcı Hareketler Müslüman Kardeşler Örgütü: Sünni İslamcı hareketler içerisinde yer alan ve İslamcı hareketlerin temelini oluşturan Müslüman Kardeşler Örgütü, İslami 13 modernleşmeyi savunan, Reşit Rıza ve Muhammed Abdun’un öğretilerini temel alan Hasan el-Benna (1906-1949) tarafından 1928 yılında Mısır’da kurulmuştur. Mısır toplumunun sorunlarını ve Batı sömürgeciliğini temel alarak örgütün ideolojik boyutunu oluşturan Benna, dini-siyasal eylemciliği, toplumsal protesto ve reformist anlayışla sentezleyerek, Orta Doğu’daki İslamcı hareketlerin öncüsü olmuştur (Esposito, 2002: 233). Müslüman toplumların geri kalmasının nedenini İslami hükümlerden uzaklaşılmasıyla bağdaştıran Müslüman Kardeşler Örgütü’nün, etkili bir siyasal güce dönüşmesi, 1936-39 tarihleri arasında, Araplarla Siyonistler arasında yaşanan çatışmalar sonrasında hız kazanmıştır. Benna, siyasallaşan Müslüman Kardeşler örgütünü, “selefi bir mesaj, Sünni bir yöntem, tasavvufi bir hakikat, siyasal bir örgüt, atletik bir grup, bilimsel ve kültürel bir bağ, ekonomik bir girişim ve toplumsal bir fikir olarak tanımlamakta ve Sünni, gelenekçi ve reformcu düşüncedeki en aktif unsurların mirasçısı ve icracısı olduğunu” ifade etmektedir. (Erkilet, 2004: 236) Siyasallaşan Müslüman Kardeşler Örgütü’nün, iktidara yönelik eleştirileri (Batı taklitçiliğinin Müslümanca yaşamaya engel olduğu, kadın erkek ayrımı yapılmayan toplantıların düzenlenmesi, içki, kumar, şans oyunlarına izin verilmesi gibi), özellikle Balfour Antlaşması’nın kaldırılmasına ilişkin talepleri, iktidarın örgütü yakından incelemesine neden olmuştur. Ancak, eleştirel tutumlarına ve cihad söylemlerine karşın, ihtilal düşüncesinden ziyade, ihtilalin kopabileceği uyarılarında bulunan örgüt, Hükûmetin maddi yardımlarını kabul ederek ılımlı bir tavır sergilemiştir. Müslüman Kardeşler Örgütü, İslam dışı Hükûmetleri ıslah etmek ya da devrime çağırmak amacıyla dini ibadetleri kullanmış, özellikle büyük kitlelerin katıldığı hac ibadetine siyasal bir boyut kazandırmışlardır. Eylemlerin giderek artmasıyla, Hükûmete yönelik siyasal tepkilerini arttıran Müslüman Kardeşler aleyhinde propagandalar başlatılmıştır. Müslüman Kardeşler Örgütü’nün ideologu Benna’nın, şiddete karşı olduğu bilinmesine rağmen, örgüt içinde “Ceval” adlı bir gençlik grubunun oluşturularak silah, bomba ve patlayıcı maddelerle, çatışmalara katıldığının ileri sürülmesi, örgütün yasa dışı ilan edilmesine ve birçok üyesinin tutuklanmasına ve Benna’nın bir suikast sonucu öldürülmesine neden olmuştur. Müslüman Kardeşler Örgütü’ne 1953 yılında katılan Seyyid Kutup, toplumun tamamına ağırlık vermekten ziyade İslami düzenlemeyi gerçekleştirebilecek ağırlıklı bir kesimin seçilmesi taraftarı olmuştur. Çünkü Kutup, toplumu bir cahiliye toplumu olarak görmekte ve ancak elitlerin yönetiminde düzelebileceğini savunmaktadır. Bu yaklaşımı ile Benna’dan ayrılan Kutup, yazdığı eserlerde dikkate alındığında, İslam’ı daha evrensel bir boyuta taşıyan, daha çok düşünsel nitelikte bir lider olarak örgütte yer aldığı görülmektedir. 14 Mısır’da, Nasır döneminin sona ermesi ve Enver Sedat döneminin (1971) başlaması ile sosyo-ekonomik ve sosyo-politik sorunların artması, İslamcı hareketlerin şiddet eylemlerinin artmasına zemin hazırlamıştır. Sedat’ın ülkeden Rus danışmanları sınır dışı ederek, Batılı bir yaklaşımı benimsemesi, İsrail ile Camp David Antlaşmalarını imzalaması, Müslüman Kardeşler Örgütü’nün tutuklu üyelerinin yeni bir örgüt arayışı içerisine girmelerine neden olmuştur (Kepel, 1992: 166). Örgütün üyeleri, Salih Seriyye’nin Askerî Akademi grubuna, Şükrü Mustafa’nın Et-Tekfir ve’l-Hicret/Cemaat-i Müslimin grubuna, Abdüsselam Farac’ın Cihad Hareketi’ne dağılarak, yaşadıkları baskı ve şiddetle demokratik sisteme duyulan güvensizliğin bir ürünü olarak şiddet eylemlerine devam etmişlerdir (Rubin, 2002: 44). Bu örgütlerin hiçbirinin Müslüman Kardeşler Örgütü kadar yaygın ve derin bir yapıya sahip olamaması ve daha çok cihada yönelmeleri, halktan kopuk gençlik hareketleri olmalarına engel olamamıştır. Müslüman Kardeşler, Mısır’daki en önemli siyasi muhaliflerden biri olarak hâlen etkinliğini devam ettirmektedir. Mısır ve Orta Doğu’da Sünni İslamcı akımlarda varlığını hissettiren örgüt, 1990’larda farklı siyasal örgütlerle ittifaklar yapmış ve meşru siyasallaşma sürecini hızlandırmıştır. Sivil toplum kuruluşlarının yönetim kademelerini ele geçiren örgüt, bağımsız milletvekillikleri kazanarak meclise girmeyi başarmıştır. Müslüman Kardeşler Örgütü’nün, 1996 yılında başına geçen Mustafa Maşhur ölümüne (2002) kadar geçen sürede, örgütün bütün yönetim kademelerinde bulunmuş ve örgütün siyasal dönüşüm politikasını oluşturmuştur. “Demir Şeyh” olarak da bilinen Maşhur’un ölümü, Örgütü kısa süreli de olsa bir belirsizliğe itmiş ve liderliği kimin alacağı ve gelecekte Örgüt’ün siyasal çizgisinde değişimlerin olup olmayacağı tartışılmaya başlanmıştır. Katı hiyerarşik yapısı ile diğer parti örgütlerinden ayrılan Müslüman Kardeşler, stratejilerinin devam edeceği mesajını vererek, örgüt liderliğine Maşhur’un yardımcısı Mamun El Hubeydi’yi getirmişlerdir. Hubeydi yönetime getirilirken örgüt içerisinde farklı hiziplerin ortaya çıkmasını önlemek amacıyla genç kadronun da üst kademelere getirilmesi hedeflenmiştir. Müslüman Kardeşler Örgütü’nün radikal uzantıları Muhammed Hüsnü Mübarek yönetimince sert önlemlerle bastırılmış olmasına rağmen, sivil kurumlarda giderek daha etkin bir konum almaya devam etmiştir. Hükûmet tarafından hâlen yasal görülmeyen örgüt, ılımlı politikaları sonucunda ülke içerisinde “yarı-yasal” bir konumda varlığını devam ettirmektedir (Kepel, 2001). Siyasi olarak yasaklanmış olmasına rağmen bağımsız adaylarla katıldığı 2005 parlamento seçimlerinde 88 sandalye kazanarak Mısır’daki en büyük muhalefet grubu olmayı başarmıştır (“Müslüman Kardeşler”, http://wikipedia. org). Müslüman Kardeşler, Mısır dışında, Suriye, Filistin, Ürdün, Kuveyt, Sudan ve Yemen’de örgütlenerek, Orta Doğu’da en fazla siyasal ağırlığa sahip kutbu 15 oluşturmuşlardır. Suriye’de genel danışman olarak adlandırılan Mustafa el Sıbai tarafından 1945 yılında kurulan Müslüman Kardeşler kolu, Mısır rehberliğinde, 1982’ye kadar yoluna devam etmiş, sonrasında Adnan Saadeddin’in (Irak) ve İbrahim Ebu Gudde’nin (Suudi Arabistan) liderliğinde bölünmüşlerdir. Sudan’da, 1946 yılında kurulan ve 1985 yılında Hasan el Turabi’nin yönetiminde İslami Ulusal Cephe’ye dönüşen Müslüman Kardeşler askerî rejime aktif olarak katılmışlardır (Bulut, 1994: 133). Ürdün’de, Filistinlilerin de içinde bulunduğu Müslüman Kardeşler Örgütü, Abdurrahman Halife tarafından yönetilmiştir (Roy, 2005: 149). Müslüman Kardeşler Örgütü’nün ne Suudi Arabistan’da (Vehhabi Hareketi’nin güçlü etkilerinden dolayı) ne de Şiiler arasında örgütlenmeye çalışmadıkları görülmektedir. Müslüman Kardeşler, kendi öz kolları dışında, Tunus’ta Gannuşi tarafından kurulan İslami Yöneliş Hareketi (En Nahda Partisi) (Bulut, 1994: 69), Fas’ta Abdüsselam Yasin’in Adalet ve İyilik (el Adl vel İhsan) (Bulut, 1994: 113) örgütü içerisinde yer almış ve Afgan İslamcı hareketlerine öncülük etmiştir (Roy, 2005: 150). Cemaat-i İslami Örgütü: Sünni İslamcı hareketler içerisinde yer alan bir diğer örgütte Cemaat-i İslami örgütüdür. Müslüman Kardeşler Örgütü gibi Cemaat-i İslami örgütü de hem ideolojik olarak hem de örgütsel olarak 20. yüzyıl İslam dünyasında etkin olmuş bir hareket olarak görülmektedir. Cemaat-i İslami Örgütü, Hindistan’da Mevlana Ebu’l Ala el-Mevdûdî tarafından 1941 yılında kurulmuştur. Mevdûdî’nin düşünsel boyutunda şekillenen örgüt, temelinde Müslüman Kardeşler Örgütü’yle benzer bir ideolojiyi paylaşmaktadır. Mevdûdî’nin temel çıkış noktasını, şura tarafından yorumlanan, İslam Hukuku’nun (şeriat) uygulandığı, bir İslam devleti kurmak oluşturmaktadır. Mevdûdî, “İslam’ın Anlaşılmasına Yönelik” (Risalat Diniyat in Arabic) adlı eserinde, sadece muhafazakâr ulemayı ele almamış, liberal modernizasyonları ile modern konsepte İslam’a yer vermiştir. Bu bağlamda, 1941 yılında Cemaat-i İslami’yi kurmuş ve 1972’ye kadar yönetiminde kalmıştır. Mevdûdî’nin ideolojisi, örgütün bütününe yansıyan eserleriyle, ahlaki bilimsel görüş ile İslam’ın uyumlu olduğu vurgusunu ortaya koyarak, Müslüman Kardeşler Örgütü’ne oranla hem daha az devrimci hem de daha az siyasal olarak popülerlik kazanmıştır (“Jamaat-el-Îslami”, http://www.globalsecurtity.org). Mevdûdî, Avrupa sömürgeciliğini ve toplumları birleştirmekten çok bölen, dil, kabile ve etnisiteye dayalı kimliklere ve Batılı bir düşünce olarak gördüğü, modern milliyetçiliğe karşı suçlamalarda bulunarak, evrensel İslam birliğinin (pan-İslamist) ideal olduğunu ve dayanışma için gerekliliğini savunmuştur (Esposito, 2002: 224). Cemaat-i İslami Örgütü’nün ideologu Mevdûdî, Kur’an ve Sünnet’e başvurarak kutsal metinleri yeniden yorumlamış ve Benna’nın Müslüman Kardeşler Örgütü gibi geçmişin devamını, modernite ile sentezleyerek, Örgüt’ün eylemlerinde somutlaştırmıştır. Müslüman Kardeşler Örgütü ile 16 benzer bir örgütlenme yapısına sahip olan Cemaat-i İslami, Allah’ın yasası ile idare edilen bir toplum kurmayı arzulayan insanları bir araya getirmiştir. Müslüman Kardeşler Örgütü, ideolojisini gerçekleştirmek için bir bütün olarak toplumu hedeflerken, Cemaat-i İslami hareketi, daha çok iktidara gelecek liderlerin eğitimiyle ilgilenen daha elit bir kitleye hitap etmektedir (Ameer, http://www. Jamaat. org; Esposito, 2002: 228). Cemaat-i İslami Örgütü, Pakistan siyasinde aktif bir rol oynamış, iktidarı sürekli eleştiren tutumuyla, İslami devlet taleplerini yineleyen siyasal bir parti olarak çalışmıştır. Mevdûdî ve örgüt taraftarları iktidarı eleştiren söylem ve eylemlerinden dolayı zaman zaman tutuklansalar da siyasetin belirleyicisi olmuşlardır. Örgüt, 1977-1978 General Ziyaü’l-Hakk döneminde, uluslararası bir yaygınlık kazanarak, Pakistan ve Hindistan dışında, Bangladeş, Afganistan ve Keşmir’de aktif siyaset içerisinde yer almıştır (Esposito, 2002: 237). Cemaat-i İslami örgütü, Enver Sedat dönemi boyunca, Mısır üniversitelerindeki Marksist solcu akımları etkisiz hâle getirerek, iktidar için bir tehdit unsuru haline dönüşmüştür. Sedat’ın İsrail’le barış politikası içerisine girmesi, örgütün üye sayısının artmasına ve şiddet eylemlerini yoğunlaştırmasına neden olmuştur. 1981 Haziran’ında Al-Zaviye’t-İl Hamra “İdeolojik Fitne” olayı olarak tarihe geçen ve doğrudan doğruya rejimle çatışma içerisine girilen olayda örgüt kapatılmış ve üyeleri tutuklanmıştır. Örgütün çökertilmesine tepki olarak, Enver Sedat, yakalanamayan militanların suikastı sonucunda öldürülmüştür. Dolayısıyla, başlangıçta bir öğrenci hareketi olarak görülen olayın, sınırları aşması ve doğrudan siyasi hayata etki etmesi, Cemaat-i İslamî Örgütü’nün derin köklere sahip olduğunu göstermektedir (Kepel, 1992: 229-238). HAMAS: Sünni İslamcı hareketler içerisinde yer alan, Şeyh Ahmed İsmail Hasan Yasin tarafından 1987 yılında kurulan HAMAS’ın tabanı, Yaser Arafat’ın (Ebu Ammar) önderliğinde, 1959’da kurulan Filistin kökenli direniş örgütü El Fetih’ten ayrılan İslamcı taraftarların, 1986’da Seraya El Cihad El İslami adında bir örgüt kurmalarıyla oluşmuştur. Kudüs’te, İsrail askerlerine yönelik (1986) eylemlerle adını duyuran Seraya El Cihad El İslami Örgütü’nün kitlesel bir karakter kazanmasıyla, Hareket-ül Mukavemet-ul İslamiye-HAMAS (İslami Direniş Hareketi) örgütü Filistin’in Gazze bölgesinde kurulmuştur (“HAMAS”, http://tr.wikipedia.org/wiki/Hamas). HAMAS’ın kurucusu Yasin’in, Şeyh Salah Şehade, Mühendis İsa El Neşşar, Dr. İbrahim El Yezari, Dr. Abdülaziz El Rentisi gibi Filistin İslamcı hareketin öncü isimleriyle görüşmeleri sonucunda, Filistinlilerin İsrail işgaline karşı başlattıkları direniş/intifada ile birlikte eylem planları hazırlanmıştır. Batı Şeria’da da Cemil Hemami’nin başkanlığında örgütlenen HAMAS’ın askerî kanadını, Filistin Mücahitleri, haber alma teşkilatını da Cihad ve Davet Grubu adıyla kurulan birlikler oluşturmaktadır. Şûra Meclis’i tarafından yönetilen HAMAS’ın örgütsel yapısı beş birimden oluşmaktadır. Hareketin güvenliğini 17 korumak ve istihbarat toplamak amacıyla görev yapan Seferberlik, Örgüt ve Asayiş Birimi, askerî eylemlerde bulunan, Askerî Birim, intifadayı izleme görevini üstlenen Olaylar Birimi, hareketin üst düzey siyasetini belirleyen Siyasi Birim ve tutuklu örgüt elemanları hakkında bilgi verip onların dışarı ile bağlantısını kuran Enformasyon ve Cezaevi Birimi (Bulut, 1994: 246). Dolayısıyla, HAMAS, İsrail ve İsrail ile iş birliği yapanlara ve İslami inancı gerektirdiği gibi yaşamayanlara karşı, şiddet içeren eylemler düzenlemeyi amaçlayan bir örgüt olarak kurumsal yapısını tamamlamıştır. HAMAS’ın ideolojisi, Filistin’de İslami bir devlet kurmayı ve İslami toplumu oluşturmayı amaçlayan Filistin İslami Cihad akımı ve öncelikle işgalcilere karşı mücadeleyi öngören ve sonrasında İslami bir devlet kurmayı hedefleyen Şeyh Yasin’in fikirleri çerçevesinde ikili bir yapı sergilemektedir. Bu ideolojik farklılık, HAMAS’ın giderek kitleselleşmesiyle tartışmalara yol açmakta ve hem siyaset hem de zihniyet açısından İslami Cihad akımı taraftarlarından ayrılan radikal bir tutuma dönüşmektedir. Bu konuda HAMAS’ın Ürdün sözcüsü, İbrahim Goşe, Gazze’deki birliklerin Mısır Hareketi’ne, Batı Şeria’dakilerin de Ürdün Hareketi’ne bağlı olduklarını, ancak her iki hareketinde, HAMAS altında birleştirildiğini ifade etmektedir (Bulut, 1994: 247). Ancak HAMAS içindeki ayrılık, İslami Cihad taraftarlarının, Filistin Ulusal Meclisine girmeyi hedeflemeleri, HAMAS taraftarlarının ise, laik ve demokratik bir düzeni savunan bir parlamentoya girmeyi reddetmeleri ile belirginleşmiştir. Körfez Savaşında Batı’ya karşı Saddam’ı destekleyen İslami Cihad taraftarlarına karşı, HAMAS taraftarlarının, Saddam’a karşı çıkarak, Kuveyt ve Suudi Arabistan’ı desteklemesi ile daha da somutlaşmıştır. HAMAS’ın 1990’larda Marksist ve milliyetçi örgütlerle (Habaş, Havatme gibi) iş birliği içerisine girerek, Filistin Ulusal Meclisine karşı zorlayıcı şartlarla parlamentoya girmek istemesi İslami Cihad akımı taraftarlarınca ikiyüzlülük olarak nitelendirilmiştir. HAMAS’ın siyasetinin iki yüzlülük olarak nitelendirilmesinde, İran-Irak savaşı sırasında, İran’ın Filistinlileri tasfiye etmek isteyen Suriye ile iş birliği içerisine girmesi ve Sünni-Şii ayrımının etkisiyle, Filistin-İran ilişkilerinin gerginleşmesi nedeniyle İran’ın, Arafat’ın Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşı HAMAS’ı bir alternatif hareket olarak görmesi etkili olmuştur (Bulut, 1994: 258). HAMAS hareketinin giderek güçlenmesi ve 25 Ocak 2006 tarihinde Filistin’de yapılan seçimleri kazanarak Hükûmeti kurması, hem Orta Doğu ülkelerini hem de ABD ve AB’ni endişelendirmiştir. Özellikle, ABD Dış İşleri Bakanı Condoleezza Rice’ın, terörist bir örgüt olarak ifade edilen HAMAS’ın, Filistin yönetiminde etkili olarak, meşruiyet kazanmasının kabul edilemeyeceğini açıklaması, Orta Doğu’da etkili olmak isteyen Rusya tarafından seçimle iş başına gelen bir Hükûmetin dışlanmasını, Batı demokrasisiyle uzlaştıramamakla eleştirilmiş ve HAMAS ile ikili görüşme girişimlerinde bulunulmuştur (Dağı, 2006: 267). Dolayısıyla, ABD ve İsrail’in 18 memnuniyetsizliğine rağmen, HAMAS’ın meşru bir zeminde, Filistin yönetimi içerisinde yer aldığı görülmektedir. El Kaide: Usame Bin Ladin tarafından 1988 yılında kurulan El Kaide İslami örgütü ise, kitleleri kazanmada gösterilen başarılardan daha çok, bu hedefe bir türlü ulaşamamanın yarattığı panikle ortaya çıkan bir tepkinin ürünüdür. Zengin Suudi Arabistanlı bir ailenin 54 çocuğundan biri olan bin Ladin, Güney Yemen’de Hadramut’ta doğmuştur. Müslüman Kardeşler teşkilatının fikirlerinden etkilenen bin Ladin, 1979 Aralık ayında, Suudi Gizli Servisi Şefi Prens Turki bin Faysal tarafından, Pakistan Peşaver’e gönderilmiştir. Bin Ladin, Peşaver’de, Arap ülkelerinden ve dünyanın diğer bölgelerinden gelen İslamcı gençlerin, birer profesyonel savaşçıya dönüştürüldüğü bir eğitim görmüş ve CIA’nin destekleriyle Sovyet askerlerine karşı El Kaide örgütünü kurmuştur. El Kaide’nin ideolojisinin temelini Sünni ideolog Kutup’un öğretileri oluşturmaktadır. Ancak örgütün, Şii ideolojinin önemli isimlerinden Abu Bakr’ın fikirlerinden etkilenerek 1960’larda kurulan Tekfir val-Hira’dan da etkilendiği görülmektedir (“Al-Qeada”, http://en.wikipedya.org). Bin Ladin ve taraftarları kitlelere ulaşabilmek için Amerikan karşıtlığını kullanmış ve Arap rejimlerinin sempatisini kazanma eğilimi sergilemişlerdir. Ancak, ABD’nin sert tepkisi özellikle, 11 Eylül saldırıları sonrasında, bin Ladin’in İslami düşüncenin radikalleştirilmesinde çok güçlü bir doktrin oluşturması, Arap devletlerinin açıkça sempati göstermelerine engel olmuş ve BM Güvenlik Konseyi ve birçok devlet tarafından terörist örgüt olarak nitelendirilmiştir. El Kaide adını, (“Transcript of Bin Laden’s October Interview”, http://archives.cnn.com) Abu Ebeida El-BanasHri tarafından, Rus teröristlere karşı mücadeleyi amaçlayan eğitim kamplarının genel adından alan örgütün tüzüğü, Abdullah Azzam tarafından 1987-1988 yıllarında hazırlanmıştır. İslam fıkhı alanında uzman olan ve modern cihad hareketlerinin en etkin yorumcusu olarak bilinen Azzam, Ürdün kökenli bir Filistinlidir. Bin Ladin’in görüşlerini şekillendiren Azzam, Afganistan mücahitlerine yardım eden Afgan Gizli Servisi’nin kurulmasında ve Sovyetlere karşı mücadele etmesinde etkin bir rol oynamıştır. 1989 yılında bir suikast sonucu öldürülen Azzam, Bolşevik ideolojinin bir ürünü olan, devrimci bir zihniyetle bütünleşen Kutup’un fikirlerini ve modern Batılı etkileri İslami temalarla örtüştürerek, zıt fikirlerin bir araya geldiği bir ideoloji oluşturmuştur. Bu bağlamda Bin Ladin’le özdeşleştirilen örgütün asıl kurucusunun “Azzam” olduğu söylenmektedir (Gray, 2004: 68). Bu konuda, Rohan Gunaratna, “Inside Al Qaeda Global Network of Terror” adlı kitabında Bin Ladin’i orijinal bir düşünürden ziyade, oportünist etrafında iyi birtakım bulan ve onu iyi idare eden, tam bir iş adamı olarak nitelendirmektedir (Gray, 2004: 68). Dolayısıyla, Bin Ladin’in örgütleyici ve taktikçi kişiliğinin dışında, hakkında çok az şey bilinmekte (Batılılaşmış Lübnan kültürü içinde, seküler değerlere karşı yaşadığı gibi) ve bu bilinenlerin çoğunluğunu da söylentiler oluşturmaktadır. 19 El Kaide örgütü, geniş bir aile modeline göre örgütlenmiş, taraftarlarını güçlü güven bağları ile birbirine bağlayan, özünde modern, finansal olarak küresel düzlemden beslenen (gayri resmî bankacılık sistemlerinden (havale) yararlanmakta), modern teknolojiye hâkim, sabit bir merkezi bulunmayan, dünyanın her yanında (ölüme gitmeye hazır) aktif üyelere sahip, küresel çok uluslu bir yapıya sahiptir (Gray, 2004: 66-69). Dolayısıyla, El Kaide’nin, liderinin ölümü ya da güçsüzlüğü hâlinde bile işlevini koruyabilecek bir örgütsel yapıya sahip olduğu görülmektedir. El Kaide Örgütü’nün Soğuk Savaş dönemine dayanan kökleri, ABD, Suudi Arabistan ve Avrupalı devletlerin güdümünde, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgali (1979) ile gün yüzüne çıkmış, faaliyetleri ve destekçileriyle küresel bir boyut kazanmıştır. El Kaide’nin, Suudi Hanedanını devirmek gibi küresel olmayan stratejik hedefleri, Suudi petrolünde kontrolü sağlayarak endüstrileşmiş dünyadan payını almak ve Amerikan gücünü dünya çapında bir çatışmaya sürükleyerek dengelenmiştir. C.2. Şii İslamcı Hareketler: Hizbullah İslamcı Şii hareketler, Şii Müslümanların sosyo-ekonomik ve sosyo-politik sorunlarını protesto etmek amacıyla siyasallaşan devrimci oluşumlardır. Orta Doğu’da Lübnan topraklarında, daha yaygın olarak görülen Şii hareketlenmelerin, ortaya çıkmasında ülkenin, siyaseti ve toplumsal yapısı etkili olmuştur. Batılıların ve Körfez Şeyhlerinin yatırım yaptıkları ve saraylarını inşa ettikleri, Orta Doğu’nun İsviçre’si olarak görülen Lübnan’ın, Şii radikalizminin yuvası olması, hem Batılı hem de Lübnanlı ve İranlı liderlerce beklenilmeyen bir durum gibi görülmektedir. Lübnan’ın tarihsel seyrinde, Hristiyan unsurlar, ekonomik ve siyasal olarak baskın gücü oluşturmuş, Müslümanlar ve özellikle Şii Müslümanlar ise kendilerini ikinci sınıf vatandaş olarak hissetmişlerdir. Müslümanları rahatsız eden bu oluşum, 1970’li ve 1980’li yıllarda Şii hareketlerde kendisini hissettirmiştir. İran’dan farklı olarak, kırsal, yoksul, dağınık ve etkin dini liderlikten yoksun bir ortamda şekillenen Şii hareketler, Hristiyan, İsrail ve Filistin askerî güçleriyle mücadele etmeye ve statukoya karşı cephe almaya ve dinî sembolleri kullanarak İslam’ı Lübnan siyasetine çıkarmayı amaçlamıştır (“AMAL Movement”, http://en.wikipedya.org; Esposito, 2002: 251). Sömürge ve manda yönetimi altında, Fransızlar tarafından oluşturulan yapay sınırlarla çevrili Lübnan, 1932’de Fransızlar tarafından yapılan nüfus sayımı dikkate alınarak, dinsel temsile göre yönetilmektedir. Bu bağlamda 1943 sözleşmesine göre ülke, Hristiyan bir başkana, Sünni Müslüman bir başbakana, Şii Müslüman bir meclis başkanına ve dini temsil oranlarına göre dağılan bir kabineye sahiptir. Görüldüğü gibi Lübnan, Amerikalı ve Avrupalı yatırımcıların ve diplomatların gölgesinde çağdaş, Batılılaşmış bir yapıya sahip olmakla birlikte, siyasal sistemde din göz ardı edilemeyen bir kimlik unsuru olarak etkisini hissettirmektedir (Esposito, 2002: 253). 20 Lübnan Şii hareketlerinin ideologları olarak bilinen İmam Musa Sadr ve İmam Humeyni, lidersiz ve örgütlenmemiş hareketlerin siyasallaşmasında ve Şii topluluğun dirilişinde etkili olmuşlardır. Lübnan kökenli İran’da doğan Sadr, İslami eğitimin merkezi olan Irak’ın Necef kentinde eğitim almış ve İran ve Irak Şiileri ile Lübnan Şiilerini dini ve kültürel bağlarla etkisi altına alarak, onlara ortak bir Şii kimlik kazandırmıştır. Şii hareketlerini örgütleyen Sadr, dinî liderlerin önderliğinde kurulan İslami Şii Yüksek Konseyi’nin başkanı ve sosyal adalet ve eşitlik amacıyla kurulan, dinî-sosyal bir hareket olan Yoksunlar Hareketi’nin kurucusu olmuştur (Esposito, 2002: 254). Hristiyan, Sünni ve Dürzîlerden farklı olarak Şiilerin siyasi bir partisi olmamasına rağmen modernleşmenin de etkisiyle ortaya çıkan Şii tüccar sınıfının öğrenci kitlesiyle bütünleşmesi toplumsal protestolar için gerekli çoğunluğun oluşturulmasına neden olmuş ve Şii hak ve kuruluşlarını korumak amacıyla Yoksunlar hareketinin askerî kanadını oluşturan EMEL milis örgütü kurulmuştur. Lübnan Mukavemet Taburu’nun (Efvecu’l el-Mukaveme el-Lübnaniyye) baş harflerinden oluşturulan EMEL milis örgütü, sadece askerî bir yapılanma olarak kalmamış sosyo-ekonomik ve sosyo-politik hareketi de içerisine almıştır. EMEL, 1975-1976 yıllarında ortaya çıkan Lübnan iç savaşında, toplumsal farklılıkların daha da belirginleşmesiyle, iktidara yönelik tepkisini sertleştirmiş ve Hristiyan azınlığın yönetimini reddeden ve radikalleşen bir sürece girmiş ve 1978-1982 yıllarında, İsrail’in Lübnan’ı işgali gibi olaylarla daha da hız kazanmıştır. Bu süreçte, Sadr’ın Kaddafi’yi ziyareti sırasında ortadan kayboluşu, Şiilikteki şehitlik ve Gaib İmam öğretisiyle bağdaştırılmış ve Şii siyaseti, kayıp İmamın ülkesi için, bir Cihada dönüştürülmüştür. 1979 yılında İran’da yaşanan devrimin de etkisiyle birçok Arap milliyetçisi ve sol ideoloji taraftarı EMEL’in saflarına katılmıştır. EMEL Örgütü’nün başına, hukukçu kimliği ile tanınan Nebih Berri geçmiş (1982) ve örgütü dinî eğilimden seküler bir eğilime doğru dönüştürmüştür. Milliyetçi Şii bir örgüt niteliğine bürünen EMEL, Şii toplum için siyasal ve ekonomik refahı getirmeye yönelik devrim amacı olmayan reformcu bir örgüttür (“Nabih Berri”, http://en.wikipedya.org). EMEL’in devrimci taraftarları, Berri’nin milliyetçi reformist çizgisini eleştirerek, İslami bir devlet kurmaya gönül verenlerle birlikte örgütten ayrılmışlar ve daha radikal örgütler içerisine dağılmışlardır. İslamcı Şii hareketler, İran Devrimi sonrasında kurulan İslami Devletin etkisinde kalarak, devrimci niteliklerin daha da ön plana çıktığı, oluşumlar içerisine girmişlerdir. 1982’de İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi ve Hristiyan Falanjistlerin, İsrail ile iş birliği içerisine girerek, Müslümanlara yönelik saldırılarda bulunması, aşırı devrimci İslami örgütlerin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Aşırı İslami örgütler içerisinde, İran’ı örnek alarak, ABD’ye ve 21 İsrail’e karşı girişimlerde bulunan ve Lübnan Hükûmetini şiddete dayanarak devirmeyi amaçlayan Hizbullah örgütü önemli bir yer teşkil etmektedir. Allah’ın Partisi anlamına gelen Hizbullah, hem İslami tedrisat hem de militan İslami düşüncenin merkezi olan Necef’te eğitilen İran yanlısı, Şii din adamlarının liderliği altında, genç insanları yönlendiren ve Lübnan’ı aşarak bütün Müslümanları kapsayan bir oluşumdur. Necef’te yer alan eğitim merkezine, Muhsin el-Hâkim ve Bakır es-Sadr’dan sonra Ayetullah Humeyni de katılmış ve öğrencilerine Batı’ya, Komünizme ve Milliyetçiliğe karşı, İslam’ın bir alternatif olduğu ideolojisini aşılamıştır. Humeyni’nin ders verdiği yıllarda pek dikkate alınmayan düşünceleri, İran Devrimi sonrasında Şiilerin rehberi ve ilham kaynağı olmuştur. EMEL’in ideologu Sadr olarak nitelendirilirken Hizbullah’ın ideoloğu da Humeyni olarak lanse edilmiştir (Esposito, 2002: 259). İran, Hizbullah’a askerî operasyonlar için eğitim imkânı, parasal destek ve sosyal hizmetler sağlamakta, yeni konutlar, hastaneler, okullar, eğitim bursları gibi sosyal programlarla taraftar toplamasına yardımcı olmaktadır. Hizbullah’ın gevşek ideolojik örgüt yapısı, EMEL gibi tek bir lider etrafına toplanmaktan ziyade, dağınık grupların konfederasyonu şeklindedir. 1980’lerin sonlarında Hizbullah çatısı altında, amaç birliği etmiş çok değişik sayıda devrimci örgütün bir araya geldiği görülmektedir. Hizbullah adı altında yer alan devrimci örgütlerin temel hedefleri, Allah’ın düşmanları olarak yok edilmelerinin dinî bir görev olduğu inancından hareketle, Lübnan, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi Batı yanlısı Arap Hükûmetlerini devirmek ve Amerika, Fransa, İsrail devletlerine karşı, cihad ilan etmek olarak görülmektedir (“Hezbollah”, http://en.wikipedya.org). Hizbullah birçok liderin iş birliğinde din adamları ve milislerden oluşan Yüksek Danışma Konseyi, Bölgesel Konsey ve Komitelerle yönetilmektedir. Hizbullah içerisinde en etkili olan liderler (Abbas el-Musavi, Subhi et-Tufeyli, Ragıp Harb gibi) içerisinde yer alan Muhammed Hüseyin Fadlallah’ın şöhreti ülke sınırlarını aşan bir boyuta sahiptir. Hizbullah içerisinde daha çok manevi bir lider olarak anılan Fadlallah, Sadr ve Humeyni gibi Necef’te eğitim görmüş ve geleneksel din âlimliğini, siyasal eylemcilik ve sosyal reformu vurgulayacak biçimde, İslam tarihinin yeniden yorumlanması gerektiğinde birleştirmektedir. Siyaseti bir tür ibadet olarak gören Fadlallah, “Mantığın Gücü Olarak İslam ve İslami Direniş” adlı eserlerinde Hizbullah’ın mücadelesini destekleyen mesajlar vererek, İslam devrimini başlatmıştır (Rabi, 227-228). Hizbullah’ın oluşumunun tamamlandığı yıllarda (1989), Lübnan iç savaşını sona erdiren Ta’if Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma kapsamında, devlet kurumlarının rehabilitasyonu ve bütün milis güçlerinin silahsızlandırılması hedeflenmiştir. Hizbullah’ın Güney Lübnan’da İsrail’e karşı mücadele içerisinde olmasına rağmen silah bırakmaya zorlanması ve Suriye’nin desteğiyle 22 Maruni-Sünni düzeninin oluşturulması, Hizbullah’ın şiddet içeren siyasal eylemlerini hızlandırmıştır (Zisser, 2002: 141). Hizbullah partileşme sürecini tamamlayarak 1992 parlamento seçimlerine katılmış ve oluşturulan “Direnişe Bağlılık” listesinden sekiz sandalye kazanmıştır. Hizbullah, Hükûmet koalisyonlarına girmeyi amaçlayan çalışmaları ile 1996 ve 2000 parlamento seçimlerine ve 1998 belediye seçimlerine katılmıştır. Hizbullah’ın seçimlere yönelik çalışması ve koalisyonda yer alma isteği, Lübnan Hükûmetinin ve devlet kurumlarının kabul edildiğini ve örgütün meşrulaştığının bir göstergesi olmaktadır (Zisser, 2002: 141).1 Hizbullah’ın başlangıçtaki, Lübnan devletine bir alternatif olarak sunmaya çalıştığı devrimci, radikal milis yönü, giderek Lübnan Devleti'nin varlığını benimseyen, siyasi düzenin bir parçası olan, sosyal-siyasi bir örgüte dönüşmüştür. Bu dönüşüm de 1992-1996 yılları arasında İsrail-Lübnan Barış Antlaşması’nı kabul etmeye ve silah bırakmaya yönelik genel bir isteğin olması, Mısır ve Ürdün’deki İslamcı hareketlerin de barışa olumlu yaklaşımları etkili olsa da örgütün özellikle İsrail ile olan mücadelede, radikal silahlı bir hareket olarak imajını koruduğu görülmektedir. İsrail-Lübnan sorununda, Birleşmiş Milletlerin de devreye girmesi (2000) ve İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilmesi, Hizbullah’ın İsrail’in boşalttığı yerleri işgal etmesine neden olmuş ve İsrail’e karşı bir zafer olarak yorumlanmıştır. Hizbullah’ın İsrail zaferi olarak yorumlanan bu süreçte örgütün temel amaçlarından -İsrail’le mücadele- birinin ortadan kalkması ve örgütün prestijini sarsmıştır. Lübnan’da daha ılımlı, toplumun bireylerine daha fazla hitap eden ve daha sağlam köklere dayanan EMEL Örgütü’nün, Hizbullah taraftarlarını kendi saflarına çekmesi, Hizbullah’ın varlığını sorgulamasına ve İsrail tehdidini yeniden ortaya çıkarmasına neden olmuştur (Zisser, 2002: 151). İsrail Lübnan’dan tamamen geri çekilmiş ancak Suriye ordusu, Lübnan’daki varlığını devam ettirmiştir. Bu süreç içerisinde, 14 Şubat 2005 tarihinde, eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin suikast sonucu öldürülmesi ve olayda Suriye’nin parmağının olduğu görüşünün ağırlık kazanması, halkın tepkisine yol açmış ve Suriye’yi Nisan 2005’te Lübnan’dan geri çekilmek zorunda bırakmıştır. Hizbullah’ın, Mayıs 2005’te yapılan seçimlerde, oylarını büyük ölçüde arttırması Temmuz 2005 yılında kurulan, Millî Birlik Hükûmeti’nde yer almasını sağlamıştır. Hizbullah ile İsrail arasında sınır bölgelerinde zaman zaman yaşanan çatışmalar, 12 Temmuz 2006 tarihinde, 2 İsrail askerinin kaçırılması ile tekrar alevlenmiş ve İsrail’in Güney Lübnan’ı işgaliyle sonuçlanmıştır. İsrail ve 1 Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrullah, “Hizbullah, üyeleri, liderleri, kararları Lübnanlı olan ve Lübnanlı liderlik tarafından yaratılan bir örgüttür. Hareket Lübnan topraklarını kurtarma ve Lübnan halkının şerefi ve özgürlüğü davasına, Lübnan toprakları üzerine savaşmaktadır… Hizbullah, İslami bir Lübnan hareketidir.” açıklamalarında bulunmuştur. 23 Hizbullah arasında bir aydan fazla süren çatışmalar, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1701 sayılı karar uyarınca durdurulmuş, İsrail birliklerini geri çekmiştir (“Hezbollah”, http://en.wikipedya. org). SONUÇ Orta Doğu’nun sosyo-politik yapısı üzerine kurgulanan İslamcı ideolojinin temel felsefesi Kur’an ve Sünnet’ten beslenmektedir. İslamcı ideoloji tarafından, Orta Doğu’nun mevcut baskıcı rejimlerine ve Batı’nın emperyal politikalarına karşı sindirilen Müslüman toplumların yeniden dirilişinin, Kur’an ve Sünnet’in özünün korunarak İslam Devleti’nin kurulmasıyla mümkün olacağı tezi işlenmiştir. İslamcı ideoloji, Orta Doğu’nun eğitim seviyesinin ve nüfus artışının yüksek oranlara ulaşmasıyla ortaya çıkan diplomalı işsiz kitlesini hedef almış ve prensiplerini bu kitlenin beklentileri doğrultusunda geliştirmiştir. İslamcı ideolojinin üniversite kampüslerinde başlayan serüveni, kentlileşmiş kitlelerce benimsenmiştir. İslamcı ideoloji, milliyetçi ya da Marksist ideolojilerin nüfuzunu giderek kaybetmesi ve “Arap Sosyalizmi” modelinin başarısız olduğu bir ortamda, köken ve kimlik kavramlarının yeniden ortaya çıkışı ile geçmişi temel almaktan ziyade, yeniden kazanılmış bir kimlikle modernleşme arayışı içerisinde gelişmiştir. Modernleşme arayışı, İslamcı ideolojinin, sanayiden kentleşmeye, kitlelerin eğitiminden, bilimsel üretime kadar her alanda, dışlandıklarını hissettikleri taraftarlarına kalkınma ve tüketim dünyasına girebilme düşünü empoze etmesine neden olmuştur. Ancak, Müslüman toplumların siyasal alana yaklaşımlarındaki farklılıklar, İslamcı ideolojinin farklı uygulamalarla bir bütünlük sağlamasını zorlaştırmıştır. İslamcı ideolojinin devlet ve kurumlarına yönelik yaklaşımının belirsizliği ve mevcut rejimler tarafından bazen rejime yakın söylemlerin desteklenmesi bazen de rejime aykırı söylemlerin bastırılmaya çalışılması, iktidarlar tarafında yeterince benimsenmemesine ve ideolojinin kökleşmesine engel olmuştur. İslamcı ideoloji çerçevesinde şekillenen İslamcı hareketler ise, ideolojik boyutta modern bir zihniyette ortaya çıkmış ancak kendi içerisindeki oluşumlarda eski ile yeni arasındaki bağlantıyı sağlayamamıştır. İslamcı hareketler, Batılı zihniyette hem tarihsel argümanlarla hem de düşmanlığı körükleyen eylemleriyle her zaman bir tehdit olarak algılanmıştır. Dolayısıyla, Batı’nın zihniyetinde, teolojik kökenler ve yüzyıllardır süren etkileşim dikkate alındığında, İslamcı ideolojiye ve taraftarlarına yönelik, karşılıklı bilgisizliğin, kategorik bakışın, aşağılamanın ve çatışmanın sürekli canlı tutulduğu görülmektedir. İslamcı hareketler Orta Doğu’nun politikasında etkili olmaya çalışmıştır. Ancak İslamcı ideoloji ekseninde ulus devlet gerçeğinin göz ardı edilerek Büyük İslam Devleti kurma girişimleri, Orta Doğu’nun sömürgeci Batılı güçlerin çizdiği ulus devlet sınırlarına takılmıştır. Orta Doğu devletlerinin İslamcı ideolojiye yaklaşımları ve İslamcı ideolojinin de içinde bulunduğu 24 toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmesi, ideolojinin Orta Doğu’nun tamamına bir bütün olarak nüfuz etmesine engel olmuştur. Dolayısıyla İslamcı hareketlerin Orta Doğu politikasını şekillendirici güçleri sınırlı kalmış, mevcut baskıcı rejimleri devirmek yerine bu rejimlerin sivrilen yönlerini törpülemeye yönelik ıslahatçı yaklaşımlar içerisine girmişlerdir. Ancak, bazı İslamcı hareketler, İran Devrimi’nde olduğu gibi iktidarı ele geçirerek İslam Devleti’ni kurmuş, bazıları da hem Orta Doğu’da hem de Batı’da yaptıkları eylemler nedeniyle terör örgütleri listesinde yerlerini almışlardır. Sonuç olarak modern argümanlarla beslenen İslamcı ideoloji, İslamcı hareketler ekseninde, Müslüman toplumları Batı’ya karşı tek bir çatı altında birleştirememiş ve Orta Doğu’nun politikasının şekillenmesinde yetersiz kalmıştır. KAYNAKÇA Abootalebi, Ali R., (2002), “İslam ve Demokrasi”, Radikal İslam, Der., Barry Rubin, Çev.: Rengin Gün, Avrasya Yayınları, Ankara. Abu-Rabı, Ibrahim M., (1996), Intellectuel Origins of Islamic Resurgence in the Modern Arab World, State University of New York Pres. Ahmed, Khurshid Naib Ameer, (2007), “Jamaat-e-Islami Pakistan”, http://www. Jamaat. org, (11.04.2007). Bulut, Faik, İslamcı Örgütler, Tüm Zamanlar Yayıncılık, İstanbul, 1994. Dağı, Zeynep, (2006), “Orta Doğu Denkleminde “Büyük Güç” Rusya: HAMAS Krizi ve Lübnan Savaşı”, Avrasya Dosyası, C.12, S.2, Ankara. Dökmeciyan, R. Hrair, (1992), Arap Dünyasında Köktencilik, Çev. Muhammed Karahanoğlu, İlke Yayınları, İstanbul. Erkilet, Alev, (2004), Orta Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, Hece Yayınları, Ankara. Esposito, John L., (1988), Islam the Straight Path, Oxford University Pres, New York, Oxford. -----, İslam Tehdidi Efsanesi, (2002), Çev., Ö. Baldık, A. Köse, T. Küçükcan, Ufuk Kitapları, İstanbul. Geay, John, (2004), El Kaide Modern Olmanın Anlamı, Çev.: Zehra Sayan, Everest Yayınları, İstanbul. Gunaratna, Rohan, (2002), Inside Al Qaeda Global Network of Terror, Columbia University Pres, May. Halliday, Fred, (2003), Islam and the Myth of Confrontation, I. B. Tauris, London. 25 Jan, Abid Uallah, (2006), “Wikipedia: Good Intentions, Horrible Consequences”, Al-Jazeerah, February 27, 2006, www.aljazeerah.info (24.03.2007). Kepel, Gilles, (1992), Peygamber ve Firavun, Çev.: İsmail Bendiderya, (Bernard Lewis tarafından yazılan Giriş kısmı), Çizgi Yayınları, İstanbul. -----, (2001), Cihat İslamcılığın Yükselişi ve Gerilemesi, Çev.: Haldun Bayrı, Doğan Kitapçılık, İstanbul, 2001. Lane, Edward William, (2007), Arabic-English Lexicon, Williams and Norgate, London/England, 1893, vol.4, p.1413, http://en.wikipedia.org-IslamWikipedia, (23.03.2007). Lewis, Bernard, (1988), “Islamic Revolution”, The New York Review of Books, Volume 34, Number 21&22 January 21, 1988, http://www. nybooks.com, (01.04.2007). Rahman, Fazlur, (1984), Islam&Modernity, The University of Chicago Pres, London. Roy, Oliver, (1994), Siyasal İslam’ın İflası, Çev.: Cüneyt Akalın, Metis Yayınları, İstanbul. Rubin, Barry, (2002), “İslam’ın Ruhu için Savaş”, Radikal İslam, Der.: Barry Rubin, Çev.: Rengin Gün, Avrasya Yayınları, Ankara. Said, Edward, (1981), Covering Islam: How The Media and The Experts Determine How We See The Rest of The World, Routledge Kegan Paul, London. Zeidan, David, (2002), “Mısır’da Radikal İslam: İki Grubun Karşılaştırılması”, Radikal İslam, Der.: Barry Rubin, ASAM Yayınları, Ankara. Zisser, Eyal, (2002), “Silahlı Mücadele ve İç Politika Arasında: Hizbullah”, Radikal İslam, Der.: Barry Rubin, ASAM Yayınları, Ankara. DİĞER KAYNAKÇA “Al-Qeada”, http://en.wikipedya.org, (11.04.2007). “AMAL Movement”, http://en.wikipedya.org. “fıkıh”, http://tr.wikipedia.org/wiki/F%C4%B1k%C4%B1h (30.03.2007). “HAMAS”, http://tr. wikipedia. org/wiki/Hamas, (14 04.2007). “Hezbollah”, http://en. wikipedya. org, (11.04.2007). “Islam”, http://wordnet. princeton. edu, (11 04 2007). “Islamism”, http://en. wikipedia. org, (11.04.2007). İslam Fıkıh Ansiklopedisi, http://fikih. ihya. org/ans. php, (12.04.2007). 26 “Jamaat-e Islami”, http://www. globalsecurtity. org, (11.04.2007). “Muslim Brotherhood”, http://bartleby.com/65/mu/MuslimBr.html, (11.04.2007). “Müslüman Kardeşler”, http://wikipedia. org, (11.04.2007). “Nabih Berri”, http://en. wikipedya. org, (11.04.2007). “Selefiyye Mezhebi”, http://tr.wikipedia.org/wiki/Selefiyye (30.03.2007). “Şia”, http://tr.wikipedia.org/wiki/%C5%9Eiiler (30.03.2007). “Transcript of Bin Laden’s October Interview”, http://archives.cnn.com,


    .


    İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl Funda Çoban, Aksaray Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, e-posta: fundacoban50@gmail.com Özet Türkiye’de siyasi düşüncenin oluşumunda edebiyatçı fikir ve dava insanlarının önemi büyüktür. Bu izlek içerisinde Osmanlı döneminde Tevfik Fikret’ten Namık Kemal’e, Cumhuriyet döneminde Nazım Hikmet’ten Sezai Karakoç’a dek geniş bir yelpazeyi kapsayan bir “üdeba geleneğinin” varlığından söz etmek mümkündür. Diğer bir ifadeyle şairler Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden günümüze politik ortamla ilgili yazıları, eylemleri ve davranışlarıyla siyasi geleneğin oluşumuna katkı sunmuşlardır. İşte bu gelenekte yer alan ve Türkiye’de siyasal İslamcılık akımı içinde adı saygınlıkla anılan, kendisine sürekli atıflar yapılan Necip Fazıl Kısakürek, savunduğu fikirler ve ortaya koymaya çalıştığı bütünlüklü sistem içinde yeni tartışmaları ve incelemeleri çağıracak denli önemli bir yerde durmaktadır. Potansiyel tartışmalar içinden sadece biri olan bu çalışmada, Necip Fazıl’ın bir “fikir ve aksiyon adamı” olarak Türkiye siyasi düşüncesi içinde edindiği saygın konumun, ortaya attığı fikirlerin özgünlüğünden ziyade onun edebi üslubundan ve reaksiyondaki başarısından kaynaklandığı savunulmaktadır. Bu çerçevede Necip Fazıl’ın siyasal İslam’ın bir ideoloğu değil, taşıyıcısı olduğu iddia edilmektedir. İddiayı açmak üzere çalışmanın ilk ayağında ideoloji kavramının genel tanımından hareketle “ideoloji taşıyıcısı” olmanın anlamı sorgulanmakta, bu çerçevede de bir ideoloji olarak İslamcılığın Türkiye’deki serüvenindeki genel hatlar ele alınmaktadır. Çalışmanın ikinci ayağında Necip Fazıl fikriyatının temel eseri olarak niteleyebileceğimiz “İdeolocya Örgüsü”nün düşünceleri ve sistematiği, kişisel ve politik hayatında geçirdiği dönemeçlerle ilişki içinde serimlenmektedir. Burada şairin “Büyük Doğu İdeali” adını verdiği ülkü, eserden derlenen fikirlerle açıklanmakta ardından da üstadın aktif siyasetçilerle ve siyasetle olan ilişkisi işaretlenmektedir. Son kısım ise, ilk iddianın tartışma zeminini oluşturan bu bilgiler ışığında Necip Fazıl fikriyatının İslamcılık ve milliyetçilik ideolojileri açısından özgünlüğünü sorgulamaktadır. Bu açıdan “ideolocya, komünizma, faşizma” gibi şaire has sözcüklerin bu kavramların içeriğinde değil sadece dilsel şeklinde bir yenilik getirdiği, Büyük Doğu İdeali içinde tasvir edilen devlet düzenininse Hitler Almanya’sı ile Mussolini İtalya’sının İslamcı bir versiyonu olduğu vurgulanmaktadır. Daha genel anlamdaysa “Doğu-Batı” zıtlığının zaten İslamcılık akımının köşebentlerinden biri olduğu, mefkûrenin göndermede bulunduğu “bozulmaya karşı Asr-ı Saadet” idealinin İslamcılığı zaten boydan boya kuşattığı, Necip Fazıl’ın mefkûrenin gerçekleşebilmesi için önerdiği yol haritasının birtakım İslamcı düşünürlerde mevcut olduğu referanslarla desteklenmektedir. Öte yandan, Necip Fazıl’ın İslamcı-milliyetçi kanat içinde edindiği saygın konum bir olguyken, bu saygınlığın nedenleri şairin son derece incelikli 60 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. edebi üslubuna, sağ cenahtan hemen her siyasi partinin sahipleneceği kadar aktif siyasetle haşır neşir olmasına ve Nazım Hikmet ile aralarındaki imgesel-politik zıtlığa bağlanmaktadır. Nitekim örneklendirildiği üzere Necip Fazıl’ın üslubu hayran olunacak denli nitelikli görsel imgelerle, anlaşılmayı kolaylaştıran kavramsal zıtlıklarla ve dilsel akıcılıkla donanmıştır. Edipliğin politik arenadaki karşılığı ise, kitleleri kendine çekmek isteyen siyasiler için bir hazinedir. Nihai aşamada sağ cenahın ikon şairi Necip Fazıl Kısakürek’e karşı sol cenahın ikon şairi Nazım Hikmet’in tuttuğu yer, onun bu ölümsüz yerine katkı sunmaktadır. Anahtar Sözcükler: Necip Fazıl Kısakürek, İslamcılık, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu İdeali, ideoloji. Abstract During the process of forming political thought in Turkey, intellectuals who are originally literary men have played an important role. In this path, it is possible to say there has been a tradition created by poets such as from Tevfik Fikret to Namık Kemal, from Nazım Hikmet to Sezai Karakoç, representing a large scale of political stance respectively from Ottoman Empire to Turkish Republic. In other words, poets contributed to the Turkish political tradition formation by their articles, actions and attitudes. Necip Fazıl Kısakürek, cited and referred in a proper way in political Islamism is an important name calling new polemics and discussions in consideration of his thoughts and his systematic political approach. As one of those potential discussions, this study defends Necip Fazıl’s respected position and his success as an action man originates from his powerful literary style rather than his originality in thought. In this framework, it is claimed Necip Fazıl is not an Islamist ideolog, but a carrier of that ideology. In the first step of the study to reason this claim, it is investigated the meaning of being a carrier of an ideology with the help of the definiton of ideology. Then, the historical path of Islamism in Turkey in general is discussed. Secondly, “İdeolocya Örgüsü” which we can depict as the main work of Necip Fazıl thought and systematic is explained in connection with his life’s and his political experiences’ switchbacks. In this section, Necip Fazıl’s ideal, “Great East Ideal” as he calls, is clarified in light of the thougts from that classic firstly; then the poet’s relations with politicians and institutional politics are pointed out. The last part of the study, however, questions Necip Fazıl’s thoughts’ originality in the light of those information constructing our claim’s discussion base. Hence, it is stressed his supposedly new terms “ideolocya, komünizma, faşizma” don’t refer to any other conceptual framework as those mean “ideology, communism, fascism.” Additionaly, it is defended the state which he depicts in framework of “Great East Ideal” is only the Islamist version of Hitler’s Germany and Mussolini’s Italy. In a more general perspective, however, it is showed by referring to the main Islamist intellectuals that the “East-West” duality has always been Islamism’s main headstones; the nostalgy to Islamic Golden Age in contrast with the degeneration in Islam has already enveloped Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 61 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Islamism throughly; and the roadmap he proposed for putting into action the Idea has already been considered by other esteemed thinkers. However, it is also a fact Necip Fazıl has a very prestigious place in that community. So, the reasons of this situation are counted as: his sophisticated and elegant literary style, his active role in instutional political arena so that almost every right-wing political party can get its hands on him and finally the political image reflecting the polarity between Nazım Hikmet and him. As a matter of fact, Necip Fazıl’s poetic style is equipped with illustrious visional images, conceptional dualities which contribute to understand him easily and literary fluency. Finally the other iconic poet Nazım Hikmet’s place in left-wing eye contributes to Necip Fazıl’s place to be immortal. Keywords: Necip Fazıl Kısakürek, Islamism, Ideolocya Örgüsü, Great East Ideal, ideology. Giriş Türkiye siyasal düşünce tarihinde adı geçen, politik arenada kalem oynatmış ve/veya aktif siyasete meyletmiş kimi figürlere bakıldığında, adı anılabilir kişiler hakkında akla ilk gelecek tespitlerden biri hiç kuşkusuz bu insanların sanatçı kimliklerine dairdir. Örneğin Mehmet Akif Ersoy’dan, Nihal Atsız’a, Mehmet Emin Yurdakul’dan, Nazım Hikmet’e, Sabahattin Ali’den Aziz Nesin’e. Hâlihazırda belli başlı ideolojilerin “ikonlaşmış” temsilcileri olarak görülebilecek bu kişiler, Türkiye siyasetindeki “üdeba geleneğinin” (Bora, 2013) bir parçası olarak zikredilebilirler. Üdeba geleneği, Türkiye siyasal hayatında geçmişten günümüze kalem oynatanlar arasında bir edip zümresinin bulunması olgusuna tekabül eder. Bu geleneğin kökenlerini Bâb-ı Âli’nin himayesinde ya da çevresinde gelişen şiir külliyatında bulmak mümkündür. Diğer bir ifadeyle özellikle İstanbul’da saray erkânının himayesinde/çevresinde gelişen Divan edebiyatının merkezi otoriteyle olan iç içeliği, şiirin siyasetle kaynaşmasının yollarını açmıştır. Sözü edilen geleneğin gerek Tanzimat, gerek Meşrutiyet döneminde devam ettiği rahatlıkla söylenebilir. Nitekim söz konusu dönemlerin en önemli isimleri arasında yer alan Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp gibi şairler, sanatçı kimlikleri ile olduğu kadar siyasetçi kimlikleri ile de bilinmektedirler. Cumhuriyet Türkiye’sine gelindiğinde ise Mehmet Akif Ersoy başta olmak üzere, daha yakın zamanda Nazım Hikmet, İsmet Özel, Sezai Karakoç gibi isimler zikredilebilir. Bu çalışmanın konusunu oluşturan Necip Fazıl Kısakürek de bahsi geçen köklü geleneğin bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışmanın başlığını teşkil eden sıfatlar da bu temsile uygun olarak seçilmiştir. Zira Necip Fazıl şeriatçı bir siyasal-şairdir. Bu aşamada belirtmek gerekir ki bu inceleme, bahsi geçen edipler geleneğinin açtığı yolda, bu sıfatlar paralelinde Necip Fazıl’ın düşüncelerinin özgünlüğünü ve etkisini tartışmaktadır. Bu perspektiften Necip Fazıl’ı Türkiye siyasal hayatında önemli bir figür yapan etkenin onun fikir ve eylemlerinin orijinalliğinden mi, yoksa onun ideolojik ve edebi kişiliğinden mi beslendiği sorusuna yanıt aranmaya çalışılacaktır. 62 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Çalışma bu çerçevede üç ana bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde ideoloji ve ideolog kavramı hakkında genel hatlarıyla bilgi verildikten sonra, İslamcılık düşüncesinin Türkiye’deki serüveni politik konjonktürle bağlantılı olarak anlatılacaktır. İkinci bölümde özel olarak Necip Fazıl’ın hayatı ve Büyük Doğu İdeali hakkında bilgi verilecektir. Üçüncü ve son bölümde ise ilk iki bölüme yapılan anıştırmalarla Necip Fazıl’ın İslamcı ideolojideki özgünlüğü ile Türk siyasal hayatında konumlandırıldığı yer arasındaki mesafe tartışılarak, bu mesafenin nedenleri üzerinde durulacaktır. Siyasal İslam’ın Türkiye Serüveni Bir İdeoloji Olarak İslamcılık1 Vakıa odur ki Necip Fazıl, İslamcı bir siyasi-edip olarak kabul edilir. Bu kabul içinde Necip Fazıl’ın siyasi-edip olarak konumlandığı yeri işaretleyebilmek için öncelikle -en azından bu çalışmanın sınırları itibariyle- ideoloji teriminin çerçevesini çizmek, ardından da İslamcılığın Türkiye serüvenindeki fikirsel ve tarihsel dönemeçleri Necip Fazıl’ın gelenek içindeki yerini belirlemek üzere ortaya koymak gerekmektedir. Bu izleği takiben her ne kadar bir çerçeveye oturtulması güç, “kaypak bir kavram olsa da” (Mardin, 1982: 16) ideoloji en genel anlamıyla “toplumsal yaşamda anlam, gösterge ve değerlerin üretim süreci” (Eagleton, 2005: 18) olarak tanımlanabilir. İdeologlar, bu üretimde payı olan düşünce adamlarıdır. Ne var ki bu tanımdan, bir ideoloğun her durumda açık-seçik ya da bilgiye dayalı düşünce biçimleri geliştirdiği anlamı çıkarılmamalıdır. İdeologlar savundukları fikirlerin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmaktan ziyade onların yeniden üretimi ve genel kabulü ile ilgilenirler. Bir ideolojik söylemin kendini üretmesi de zaten bu döngüsellik sayesinde olmaktadır. Diğer bir ifadeyle toplumsal yaşamdaki “anlam, gösterge ve değerlerin üretimini” (Eagleton, 2005:18) sağlayacak şekilde fikirler ortaya atan ideologlar (bir kişi, zümre ya da paradigma), hem bu anlamlar silsilesi içinde yoğrulmakta hem de yeni fikirler ortaya atacak potansiyele ulaşmaktadırlar. Bu sayede hem ideoloji, hem ideologlar döngüsellik içinde yeniden üretilmektedirler. İdeologların ideoloji kavramı içindeki işlevini tespit ettikten sonra, onları ideoloji taşıyıcılarından da ayırmak gerekmektedir. Zira ideolojik bir dille konuşan her kişi, bir ideolog olarak görülemez. İdeologlar, ideolojilerin üretim sürecine yaptıkları özgün katkılarla tanımlanırlar. Gramsciyen organik aydınlar anlamında ideoloji taşıyıcıları ise, söz konusu ideolojiyi yayan, başkalarına ileten, kendi de bu çerçevede ideolojinin konusu olan kişiler veya sistemlerdir (Gramsci, 2011). Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 63 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. İdeolojiye ilişkin bu çok genel tanımın ardından İslamcılığı bir ideoloji olarak tanımlamak gerekirse,2 İslamcılık, İslami anlam, gösterge ve değerlerin üretim süreci olarak ifade edilebilir. Bu anlamlandırma süreci içinde ahlaktan, siyasete, sanattan, bilime tüm toplumsal kategorilerde belli bir bakış açısı, bir düşünce kalıbı hüküm sürmektedir. Örneğin türban bir İslamcı için bez değil, kamusal alan ile özel alanı ideal olarak bütünleştiren bir aygıttır; çember sakal yüzdeki tüy değil, bir fikrin yandaşlığının göstergesidir; en radikalinden heykel bir sanat dalı değil, puta tapınmadır.3 Anlamların politik dile tercümesi itibariyle Türkiye’de siyasal İslam’ın bir ideoloji olarak ortaya çıkışı ile ilgili olarak ise iki farklı görüş bulunmaktadır: Bunlardan ilkine göre İslamcılık, II. Abdülhamit döneminde bir devlet siyaseti olarak güdülmüş ve bu siyasete konu olan sembol ve uygulamalar zamanla ideolojik bir yapı kazanmıştır. İkinci görüşe göre ise II. Abdülhamit’in İslam birliğini teşvik eden ve İslami unsurları ön plana çıkaran siyasetinin gerisinde, İslam dünyasını bütünleştirme amacı değil, devletin dağılmasını önleme ve Batı emperyalizmine karşı direnç gösterebilme gayesi yatmaktadır (Ocak, 1999: 66-67). Bu perspektiften II. Abdülhamit’i ilk İslamcılık ideologlarından saymak mümkün değildir. Türkiye’de İslamcılık özellikle Sırat-ı Müstakim- Sebillürreşad gazetesi etrafında toplanan bir dizi düşünürün görüşleri çerçevesinde şekillenmiştir. Bu görüşlerden hangisi gerçeğe daha yakın olursa olsun, İslamcı ideolojinin tarihi açısından bakıldığında II. Abdülhamit döneminin özel bir öneme sahip olduğu açıktır. Zira bu dönemde halifelik makamına ve ülkenin dini rengine yapılan vurgu, dinin ideolojikleşmesi yolunu hazırlamıştır. Öte yandan Türkiye’de İslamcılık akımının gelişim çizgisini belirlerken, dünyadaki İslam ideologlarının payını, etkisini hesaba katmak gerekmektedir. Özellikle Mısır ve Hint İslamcılığının etkisi altında gelişen Türk İslamcılığının kökenleri, Cemaleddin Afgani, M. Abduh, Reşid Rıza, Muhammed İkbal, S. Ahmed Han gibi çağdaş İslam fikriyatının temsilcilerine uzanmaktadır. Sırat-ı Müstakim (Sebillürreşad) gazetesi yazarlarının “fikri babaları” da bu kişilerdir. Söz konusu dergiler çerçevesinde ele alınan görüşler “yeniden asıl kaynaklara dönüş, içtihad kapısının açılması, emperyalizme karşı mücadele ve İslam birliği, hükümete karşı vatandaşların haklarının yeniden tespit edilmesi, eğitim-öğretimin ıslahı, cehaletle, bilgisizlikle ve taklitle mücadele” temel başlıklarında sıralanmaktadır (Alper, 1993). Dönemin önemli İslamcı yazarları arasında Manastırlı İsmail Hakkı, Bereketzade İsmail Hakkı, Ahmet Naim, Mehmet Akif, Eşref Edip, Bursa Mebusu Tahir Bey, Kazanlı Halim Sabit, Ahmed Hamdi (Aksekili) yer almaktadır. Sonradan bunlara Musa Kazım, Mehmed Şemseddin Günaltay, Halim Sabit gibi ikinci kuşak İslamcılar da katılmıştır. Bu dönemde Sırat-ı Müstakim dışında İslamcı fikirleri yayan İslam Mecmuası, Beyanu’l-Hak ve Volkan gibi başka İslamcı gazetelerin 64 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. de bulunduğunu belirtmek gerekir. Örneğin Sada-yı Hak geleneksel İslamcılığı savunurken, Ceride-i İlmiye üst düzeyde medrese ilmini yaymakta, Mahfil ise İslam’a tasavvuf açısından yaklaşmaktadır. Dolayısıyla İslami düşünce içinde saf bir bütünlükten söz etmek mümkün değildir. Aslında İslamcı düşünce içinde bu yıllarda başlayan ayrışmanın, Türkiye İslamcılığının tüm tarihine sirayet ettiği söylenebilir. Kur’an ve sünnet emirlerinin değiştirilmeden uygulanmasını, bu emirlerin her çağa uyabilecek nitelikte düzenlendiğini savunan gelenekselciler ile içtihad kapılarının açılması fikrini savunan modern İslamcılar arasındaki ayrılık, İslamcılık içi tartışmaların asıl kaynağını oluşturmaktadır. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise İslamcılık için yepyeni bir dönem başlamıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlamak üzere 1945’e dek devam eden süreçte İslamcılar, fikri mücadeleden çok varolma mücadelesi vermişlerdir. Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, vakıf gelirlerine devletçe el konulması, Latin harflerinin kabulü, “devletin resmi dini İslam’dır” ibaresinin anayasadan çıkarılması, laiklik prensibinin kabulü, ezanın Türkçe okunmasının yasalaşması gibi devrimler bir yandan İslamcı ideologları varolma savaşına iterken, bir yandan da halk ile yönetici kadrolar arasında mesafenin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Aslında yönetici elitin yapmaya çalıştığı bir yandan “dini ıslah projesi ile ulusal İslam” yaratmak (Duman, 1997: 24) bir yandan da din etrafında örgütlenmiş cemaatlerin oluşumunu önlemektir (Aktay, 2005a). Ne var ki yüzyıllar boyunca merkezi bir İslam devleti tarafından yönetilmiş uyrukların gündelik yaşamlarına direkt olarak tesir eden bu köklü değişiklikler yönetici elitin dinsizlikle suçlanmasına, İslam’ı yok etmeye çalışmakla itham edilmesine neden olmuştur. Kemalist devrimlerin dini yaşamın her alanından dışlayıcı tutumu, dönüşümün ülkenin genelinde homojen bir şekilde içselleştirilmesini önlemiştir. Bu dönemdeki İslamcı ideologlar ise hilafetin kaldırılması ile adeta “yurtsuz” kalmışlardır (Aktay, 2005b: 68-95). Zira İslam dünyasını birleşmeye çağırabilecekleri bir merkez kalmamıştır. Bu yurtsuzluğun verdiği psikolojik baskı altında kimileri kendi köşelerine çekilirken -Said Nursi, Mehmet Akif Ersoy- kimileri de Kemalizm’in milliyetçiliği destekleyen siyasetinden beslenen Türkçülük akımının kanatları altında fikri yaşantısına devam etmiştir. Bu dönemde İslamcılar özellikle Türklük ile İslami kimliğin ayrışamaz parçalar olduğu vurgusu üzerine yoğunlaşmışlar, kimi Türkçüleri de bu mecraya çekmeyi başarmışlardır. Tarihin bir cilvesi olsa gerek, II. Dünya Savaşı’na giden süreçte ve savaş yıllarında Türkçülerin yükselen sesleri savaş ertesinde müttefik kuvvetlere bir jest olarak yargı yoluyla kısılmıştır.4 Öte yandan “Sovyet tehdidine” karşı “bir yeşil hat” çizilmesi fikri yaygınlaşmış, böylece zayıflatılan Türkçülüğe karşılık İslami ideoloji yeniden kuvvetlenmeye başlamıştır. İç siyasette ise Demokrat Parti’nin iktidara Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 65 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. gelmesi Türkçülerle İslamcıların ayrışması sürecine, İslamcıların Türkçülerden bağımsız olarak seslerini yükseltmeye başlamasına katkı sağlamıştır –ki bu dönemdeki ayrışmanın nedenleri ideolojik olmaktan ziyade reel politiktir/ konjonktüreldir-. Demokrat Parti’nin siyasal söyleminde dini temalara olan vurgusu ve dini reformlara verdiği ağırlık, CHP iktidarı döneminde baskılanan İslamcı taleplerin yeraltından çıkmasına neden olmuştur. Aslında DP reformları -sözgelimi ezanın yeniden Arapça okunması- bir şeriat düzenini tesis etme amacından ziyade, dine yeni bir rol -demokratik denetimin ölçütlerinden biri olma rolü- biçme gayesiyle yapılmıştır (Mardin, 2007b: 127). Ancak bu durum CHP’nin dinsiz parti olarak damgalanmasına, böylece “dinli-dinsiz parti ayrışmasının gerçekleşmesine” (Tunaya, 2007: 196) engel olamamıştır. Türkiye’nin ekonomik ve sosyolojik yapısı ile yakından ilişkisi olan bu gelişmeler, dinin Türk toplum yapısında önemli bir belirleyici öğe olduğunun da kanıtıdır. Uluslararası konjonktürün yarattığı koşullardan beslenerek, taban desteğini arkasına alan İslamcılık akımı bu dönemde bir ivme kazanmıştır. Demokrat Parti’nin CHP’ye karşı yeterince muhalefet yapmadığı gerekçesiyle DP kadroları içinden çıkan bir grup siyasetçinin kurduğu Millet Partisi ise, belirgin bir dini vurguyla İslamcılığın siyasal bir parti tarafından -üstü kapalı da olsa- temsil edilişinin ilk habercisi olmuştur. CHP ise iktidarda olmadığı dönemde daha önce uyguladığı dine yönelik politikanın bir özeleştirisini yaparak özellikle seçim propagandalarında İslami öğelere daha fazla meyleder olmuştur (Duman, 1997: 45). Ne var ki bu süreç, 27 Mayıs 1960 darbesi ekseninde kesintiye uğramıştır. İslamcılık akımının 1960 darbesi sonrası koşullarda gerilediği söylenemez. “Özgürlükçü bir anayasa” olarak addedilen 1960 Anayasası’nın sağladığı fikir hürriyeti koşullarında çoksesli bir ortamın vuku bulduğu aşikârdır. Muazzam ölçülerde yükselişe geçen sol ideolojinin yanında, ülkücü ve İslamcı akımlar dönemi karakterize eden fikri ayrışmanın köşe taşlarıdır. Bu dönemde İslamcılık ile ülkücülük arasında başlayan flört ise, özellikle MHP’nin seçmen tabanını artırma yöneliminden motivasyon almıştır. Türk siyasi tarihinin garip bir cilvesi olarak, bir zamanlar varolmak için milliyetçilere ihtiyaç duyan İslamcılara karşılık, bu dönemde milliyetçiler İslamcı ideolojinin kitlesine ihtiyaç duymuşlardır. Bu çerçevede Türk-İslam sentezi fikri MHP’nin parti programına girmiş, böylece İslamcılarla ülkücüler aynı platformdan halka seslenir olmuşlardır. Öte yandan 1970’te Necmettin Erbakan önderliğinde kurulan Milli Nizam Partisi daha radikal İslamcıların temsil edildiği bir platform olarak siyasi arenaya çıkmıştır. 1972’de MNP, Milli Selamet Partisi adını alırken, 1977’de Necip Fazıl “Erbakan’dan ümidini kestiğini” açıklayan bir demeç vererek MHP’yi desteklediğini açıklamıştır. Bu olaydan sonra da MHP ile İslamcı ideoloji arasındaki flört ilerlemiş, hatta MHP içinde Muhsin Yazıcıoğlu grubunun 66 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. başını çektiği grup, MHP’nin daha “yeşil” bir siyaset izlemesi için muhalefet eder olmuştur. Türkiye’yi 1980 darbesine sürükleyen ideolojik karmaşa içinde İslamcılık hem fikri, hem de siyasi platformda ses getirir bir güç olarak kendine sağlam bir yer edinmiştir. 1980 darbesi sonrası gelişmeler ise Türkiye’de İslamcılık açısından “altın çağ” olarak nitelendirilebilir. 1979 İran İslam Devrimi’nin uluslar arası arenada yarattığı etkilerle birlikte güçlenen “yeşil hat”, Turgut Özal döneminde liberal politikaların önünün açılması, iktidara mensup ya da talip siyasi kadroların tarikat liderlerine, şeyhlere meyletmesi, İmam-Hatip Liseleri’nden mezun öğrencilerin %40 gibi büyük bir çoğunlukla siyasal bilgiler eğitimi alarak devlet yönetiminin üst kademelerinde önemli görevler alması gibi konunun sınırlarını aşacak pek çok etkenden dolayı giderek güçlenmiştir. Bu durum MSP’nin, 1980 sonrası adıyla Refah Partisi’nin giderek yükselen oylarından, en nihayetinde RefahYol hükümetinin kurucu ortağı olmasından anlaşılabilir. Nihai aşamada Refah Partisi’nin 2002 yılında kapatılmasından sonra, Milli Görüş Hareketi’nden gelen kadroların AK Parti’yi kurarak tek başına iktidara gelmesi ve cumhurbaşkanlığı makamını elde etmesi -her ne kadar parti programında liberal-muhafazakâr bir portre çizse de- İslamcı ideolojinin siyasi arenada, dolayısıyla ekonomi, basın ve kültür alanlarında elde ettiği başarıyı göstermektedir. Aktif siyasi arenadaki Türkiye serüveni kaba hatlarıyla burada resmedilen İslamcılık akımı, fikri özgünlük ve zenginlik bağlamında siyasi platformda gösterdiği başarıyı elde edememiştir. Türk İslamcılığının Hint ve Mısır kaynaklarından beslenen düşünsel temelleri, siyasal konjonktürdeki değişimlere paralel olarak zaman zaman ince manevralar yapsa da, nihai aşamada yaklaşık yüz yıllık tarihinde belli başlı temalara değinmekle yetinmiş, siyasal-kültürelahlaki sorunları da bu temalar ışığında yorumlamıştır. Bu bağlamda genel bir okumayla İslamcılığın kültürcü bir hareket olduğu söylenebilir. Nitekim tüm İslamcılar, “bilinçli Müslümanlar oldukları”nı iddia ederek, henüz Müslüman sıfatını hak etmeyen bir topluma bilinç aşılamaya çabalamaktadırlar (Çınar, 2005:33). Bu bilinçlendirme misyonu veri olmak koşuluyla, Cumhuriyet Dönemi İslamcı düşünürlerinin vurgu yaptığı bazı ana başlıklar mevcuttur. Bu ana başlıklar Türkiye İslamcılığını karakterize etmektedir.5 Öte yandan Türk İslamcılığının milliyetçilik, muhafazakârlık gibi akımlara kolayca eklemlenebilmesinin nedeni olarak onun Sünni karakteri gösterilebilir (Duran, 2005: 130). Nitekim Sünni İslam, muhafazakârlık ve milliyetçilik her dönemde ortak bir paydada, devletin muhafaza edilmesi amacında birleşmektedirler. Devletin bekasına bir tehdit olarak addedilen komünizm de, üç akımın mücadele ettiği müşterek dava olarak belirmektedir. Nihai aşamada sağın katı formu olarak milliyetçilik, gaz formu olarak muhafazakârlık, sıvı biçimi olarak da İslamcılık sürekli hal değiştirmekte, Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 67 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. özellikle İslamcılık “kap değiştirme ve mecra bulma” gücünün yüksekliğiyle göz doldurmaktadır (Bora, 2007: . Onun bu akışkanlığı ve her duruma ayak uydurma kabiliyeti, II. Meşrutiyet’ten bugünlere dek güçlenerek gelmesini sağlayan bir özellik olarak dikkate alınmalıdır. Yine bu özelliğin bir parçası olsa gerek, İslamcılığın kabul görmüş çok genel fikri köşe taşlarından söz etmek mümkündür. Bunlar arasında, nüanslar saklı kalmak koşuluyla; • İslami kaynaklara, inanışlara duyulan büyük güven • Asr-ı Saadet’e duyulan özlem • “Neden İslam dünyası bir zamanlar medeniyetin beşiğiyken, sonradan Batı karşısında gerilemiş ve sömürgeleştirilmiştir?” sorusuna yanıt aranması. • İlerleme fikrine duyulan inanç; ancak Batı tarzı ilerlemeciliğin reddi. • Her sırrın, her hikmetin ve ilerlemeyi sağlayacak olan kaynağın-gücün Kur’an ve Sünnet’te bulunduğuna olan inanç • Söz konusu kaynakların yorum ve uygulamasında sezgi ve inanca olduğu kadar akla verilen önem • Kur’an ve Sünnetin hurafe ve batıl inançlardan arındırılması, onların saf hallerinin açığa çıkarılması • Tasavvufun ıslahı (Kara,1986), • Saflaştırılmış Kur’an ve Sünnet ritüellerinin açacağı yolda İslam dünyasının terakki yoluna sokulması • İçtihad kapısının açılarak İslam’ın gereklerinin günün şartlarına uydurulması • İslami eğitim ve bilinçlendirmeye verilen önem • Kemalist devrimlerin eleştirisi ve onlara karşı muhalefet • İslam dünyasının bir gün yeniden çok güçlü olacağına duyulan inanç • Emperyalizmle mücadele • Dar-ül Harp koşullarındaymışçasına siyaset güdülmesi (Manaz, 2005: 656-679), • Cihadın çok geniş ve kapsamlı şekilde anlaşılmasını sağlamak (Kara, 1986), • Batı’ya karşı İslam ülkeleriyle işbirliği • Nihai aşamada Türkiye merkezli bir İslam birliğinin kurulması, sayılabilir. Cumhuriyet dönemi İslamcılığının bu başlıklar altında sıralanan ana temalarına Sait Halim Paşa da listeye dahil edilirse, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Şemsettin 68 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Günaltay gibi kişilerin fikirlerinde rastlamak mümkündür. Ne var ki bu şahsiyetlerin fikirleri arasındaki nüansları yok saymamak gerekmektedir. Örneğin Gökalp sadece bir İslamcı olarak zikredilemez. Öte yandan dinle devleti ayırma, dinle Doğu’yu ayırma, Batı kültürü ile İslamı sentezleme gibi özel fikirlere de sahiptir (Alperen, 2003: 307). Aynı şekilde Günaltay bir yandan Batılı anlamda moderniteyi savunurken bir yandan da Avrupalı devletleri emek ve toprak sömürgeciliği yaptıkları gerekçesiyle eleştirmektedir (Alperen, 2003: 338-352). Bu sayılan İslamcı düşünürlerin dışında sosyalist İslamcı Nurettin Topçu’yu da ideolojik İslam’ın özgün figürlerinden biri olarak kaydetmek gerekmektedir. Tam da bu noktada, çalışmanın ana konusunu oluşturan Necip Fazıl’ın yukarıdaki ortak paydaları paylaşan, ancak kendine özgü fikirleri de olan bir İslamcı ideolog ve/ veya bir araştırmacı mı yoksa bir ideoloji taşıyıcısı mı olduğu sorusu, hem İslamcılığın Türkiye’deki bu serüveni hem de Necip Fazıl’ın kişisel çalışmaları göz önüne alınarak yanıtlanabilecek bir sorudur. Bu nedenle Türkiye İslamcılığının büyük resmi içinde Necip Fazıl’a özgü olan kare, şaire ait biyografik ve düşünsel dönemeçlerle birlikte bir sonraki bölümde filtrelenecektir. Necip Fazıl ve Büyük Doğu Düşüncesi6 Hayatı ve Büyük Doğu İdeali Siyasal İslam denildiğinde akla gelen isimlerden biri olan Necip Fazıl, bu ününü edebi kişiliğinin yanı sıra, ilginç denilebilecek yaşam öyküsüne ve kendisi ile birlikte anılan Büyük Doğu İdeali’ne borçludur. Bu nedenle Necip Fazıl’ın fikir hayatına geçmeden önce, yaşam öyküsüne kaba hatlarıyla da olsa değinmek onu anlamak açısından yerinde olacaktır. 26 Mayıs 1904’te, İstanbul’da büyük bir konakta doğan Necip Fazıl, birçok şiirinin ana imajını ve ruhî kaynağını teşkil eden “yakıcı bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehşetli bir korku” şeklinde özetlediği ve hastalıktan hastalığa geçtiği ilk çocukluk yıllarını, çocukluk hâtıralarının kaynaştığı bir “tütsü çanağı” olan, büyükbabasına ait Çemberlitaş’taki konakta geçirmiştir. İlk öğrenimini Fransız Papaz Koleji, Amerikan Koleji, mahalle mektebi gibi çeşitli okullarda tamamladıktan sonra, 1916’da Bahriye Mektebi’ne girmiştir. Aldığı bu askeri eğitimin Büyük Doğu İdeali çerçevesinde düşündüğü devlet modelinin tasarımında etkili olduğu söylenebilir. Ne var ki, bu okulu son sınıfta terk etmiş, 17 yaşında, o günkü adıyla “İstanbul Darülfünûnu Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi”ne girmiştir (1921). İlk şiirlerini de bu dönemde Yeni Mecmua’da yayınlayan (1922) Necip Fazıl, aynı yıllarda Sorbonne Üniversitesi Felsefe bölümüne başlamıştır (1924). 1925’te ise ilk şiir kitabı Örümcek Ağı’nı Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 69 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. bastırmıştır. Yurda döndükten sonra Osmanlı Bankası, İş Bankası gibi kurumlarda çalışmıştır. Bu dönem Necip Fazıl’ın tam bir bohem hayatı sürdüğü yıllardır. Fikret Adil’in Beyoğlu, Asmalımescit Sokağındaki pansiyon odasının “kafadar” sakinleri arasında Peyami Safa, İbrahim Çallı, Mesut Cemil, Elif Naci, Eşref Şefik gibi isimler vardır (Çebi, 1987: 22). Bu dönem aynı zamanda onun şiddetli depresyon atakları geçirdiği yıllar olarak zikredilmektedir. Belki de bu bunalım döneminin ürünleri olarak, 1928 yılında Kaldırımlar, 1931’de Ben ve Ötesi adlı şiir kitaplarını yayınlamıştır. Bu kitaplar ona büyük bir şöhret getirmiştir. Onun hayatındaki en ilginç anektodlardan biri hiç kuşkusuz 1934’de bir akşam evine dönmek için bindiği “Şirket-i Hayriye” vapurunda karşısına oturan ve gözlerini ondan ayırmayan, o güne kadar hiç görmediği, bir daha da göremeyeceği bir adamın, ona, Abdülhakîm Arvâsî’nin adresini vermesidir. O ve Ben adlı otobiyografik eserinin de ana teması olan bu tesadüfi olaydan sonra, onu zaman zaman yoklayan sinirsel krizler şiddetlenmiştir. Aynı eserde buhranlarının 1934-1943 yılları arasına yayıldığından söz etmektedir (Kısakürek, 2006). Ne var ki bu sinirsel krizleri olayın “gizemine” bağlamak indirgemeciliktir. Zira Necip Fazıl’ın çocukluktan beri bunalımlı dönemler geçirdiği ve Bergson felsefesiyle yakından tanışık Kaldırımlar şairinin daha önceki dönemlerde de felsefi-psikolojik düşüşler yaşadığı bilinmektedir. Yaşadığı buhranlı günlerden sonra Arvâsi’nin de etkisiyle İslamcı bir şair olarak eserler vermeye başlamış, bu devrinin ilk yapıtı Tohum’u 1935’te kaleme almıştır. Söz konusu değişimle halk şiiri havası ve motiflerinden, bilinmeyen bir âleme kanat açmış, mistik ve metafizik büyü ile sembolleşen şiirler vermeye başlamıştır (Çebi, 1987: 335). 1936’da Celal Bayar’ın temin ettiği ilanlar yardımıyla çıkardığı ve 16 sayı sürdürdüğü Ağaç dergisinde dönemin önde gelen entelektüellerini çatısı altında toplamıştır. 1938 senesinin başlarında Ulus Gazetesi yeni bir milli marş için yarışma düzenlemiş, Necip Fazıl bu müsabakayı “Büyük Doğu Marşı” adlı eseriyle kazanmıştır. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı marş, resmiyet kazanamamıştır. Aynı yıl içinde köşe yazarlığına başlayan Necip Fazıl, Haber, Son Telgraf gibi gazetelerde çalışmıştır. Zamanın Maarif Vekili Hasan Âli Yücel tarafından Ankara Devlet Yüksek Konservatuarına öğretim görevlisi olarak tayin edilmesi, Robert Kolej’inde edebiyat öğretmenliği yapması onun İslami kimliği düşünüldüğünde ilginç anekdotlar olarak göze çarpmaktadır. 1942 yılında yazdığı bir yazı nedeniyle ilk mahkûmiyetini alan Necip Fazıl’ı siyasal bir simge olarak ikonlaştıran önemli özyaşamsal hususlardan biri de, arkası gelecek olan bu fikri/siyasi davalardır. Nitekim bu tarihten ölümüne dek geçen sürede hakkında verilmiş mahkûmiyet kararlarının toplamı 101 yılı bulmuştur. Hakkında açılan bu davaların gerekçeleri genelde “rejime itaatsizlik, neşir 70 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. yoluyla hakaret, dini istismar, anayasa tarafından nitelikleri belirlenmiş rejimi devirmek yolunda propaganda, Türklüğe hakaret” gibi hususlara dayanmaktadır. Necip Fazıl ile birlikte anılan Büyük Doğu İdeali’nin neşriyat organı Büyük Doğu ise, 1943 yılında yayınlanmaya başlamıştır. Gazete dönem dönem kapatmalara rağmen, günlük, haftalık ya da aylık olmak üzere yayın hayatına 36 yıl devam etmiştir. Büyük Doğu’nun çıkmadığı bir dönemde ise 3 sayılık mizah dergisi Borazan’ı çıkarmıştır. 1948’de fikri ideallerini halka yaymak üzere Büyük Doğu Cemiyeti’ni kurmuştur. Yeni İstiklal ile Çetin Emeç’in sahibi bulunduğu Son Posta gazetesi, yazılarını yayımladığı diğer organlardır. 1963 ilkbaharında ise Necip Fazıl’ın hayatında konferanslar dönemi açılmıştır. Yurdun çeşitli yerlerinde konferanslar düzenleyen Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’ndeki fikirlerini halka bire bir anlatma fırsatı bulmuştur. 1976’da, dergi-kitap şeklinde, 1980 yılına kadar 13 sayı sürecek “Raporları,” 1978’de de son devre Büyük Doğu dergisini çıkarmıştır. 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyat Vakfı tarafından “Şairler Sultanı” ve 1982 yılında yayınlanan “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” isimli eseri münasebetiyle de “Yılın Fikir ve Sanat Adamı” seçilmiştir. 1981 yılının başlarında evine, hatta küçücük odasına kapanan edip-siyasetçi, 1983 yılında vefat etmiştir. Halihazırda konuşmaları ve konferansları dâhil basılı 70 (Kısakürek, 1994) kadar eseri bulunmaktadır. Buhranlı bir çocukluktan bohem bir gençlik dönemine geçen, ardından travmatik bir şekilde koyu bir İslam ideologluğuna soyunan Necip Fazıl, İslamcı camiada saygıyla anılmasına neden olan eserlerini, bu son kimliğiyle kaleme almıştır. Özellikle İdeolocya Örgüsü adlı eseri onun siyasal fikirlerini tespit etmek ve çok sayıdaki eserinde dillendirilen düşünceleri derli-toplu bir şekilde özetleyebilmek açısından önemlidir. Zira bu eser, hem Büyük Doğu İdeali’ni ayrıntılı bir şekilde ele alışıyla, hem de kendisinden önce ve sonra Necip Fazıl’ın kaleme aldığı yapıtlara yaklaşımımıza sistematik bir çerçeve çizişiyle merkezi bir önemdedir. Bu itibarla İdeolocya Örgüsü’nün temel meselelerine ve içeriğine değinmek yerinde olacaktır. İdeolocya Örgüsü’nde her şeyden önce, Büyük Doğu kavramının anlamı, içeriği ve aktüel hayata tatbiki anlatılmaktadır. Bu itibarla Büyük Doğu aynı zamanda Necip Fazıl düşüncesinin en önemli anahtar kavramı olarak nitelendirilebilir. Büyük Doğu adının çağrıştırdığının aksine mekândan çok zamanla ilintili bir kavramdır. Necip Fazıl Büyük Doğu’nun bir ideal olduğundan ve bu idealin iç dünyalarımızdan dış çevremize yansıyacak bir dönüşümü karşıladığından Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 71 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. söz etmektedir. Bu nedenle “Doğu” coğrafi bir terim olarak değil, içsel aydınlanmanın yansıttığı ışık ve çağrışımları bağlamında ele alınmalıdır. Bu içsel aydınlanmanın fikri ve içtimai temelleri ise, İslam’da yer almaktadır. Diğer bir deyişle İslam’ı “olması gerektiği” şekilde anlayıp, onu içselleştirmek Büyük Doğu idealinin gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Öte yandan, İslam’ın ve diğer semavi dinlerin coğrafi anlamda Doğu’dan çıkmış bulunması, bölgesel anlamda da Doğu kavramına bir anlam kazandırmaktadır. Diğer bir ifadeyle İslam evrensel bir din olduğu için aslında her yer Doğu’dur; Batı denilen yerler dahi İslam dininin kuşatıcılığında erimektedir. Bununla birlikte Batılıların kavramsallaştırmaları neticesinde ortaya çıkan Doğu/Batı tezadı illa ki alınmak isteniyorsa, aydınlanmanın İslam’ın hayat bulduğu merkezlerden, diğer bir deyişle Doğu’dan başlayacağı anlaşılmalıdır. Ne var ki daha önce belirtildiği üzere Necip Fazıl’ın büyük doğu aydınlanması, Bergsoncu felsefenin izleriyle mekândan çok zamana, tasavvufi düşüncenin etkisiyle de dıştan çok içe doğru bir yolculuk olarak algılanmalıdır. Bu itibarla Büyük Doğu idealini gerçekleştirmek üzere yapılacak seferler ilk etapta sınır ötesine değil, kendi içimize doğru olacaktır. İslam’ı saptırılmamış, bozulmamış anlamıyla kavradığımızda Batılı anlamdaki modernitenin dayattığı kavramsal ikilikler ortadan kalkacak, İslam’ın -dolayısıyla insanlığın- aydınlık dönemine geçilecektir. Zira her türlü hakikatin, gerçeğin, gayenin ve güzelliğin kaynağı Allah’tır ve onun sırrı da İslam dininde yatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Necip Fazıl’a göre milliyet davaları anlamsızlaşmaktadır. İlla bir millet davası güdülecekse, onun adı İslamiyet olmalıdır. Zira ırk, dil, kültür gibi özelliklere göre tasnif edilen milliyetçilik biçimleri şeklidir ve özü değil, kabuğu ifade eder. Necip Fazıl, Büyük Doğu’nun ilk sayısında da ırkçılığa olan karşıtlığını açıkça ifade etmiştir (Koçak, 2002: 603). Bu aşamada belirtmek gerekir ki Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde ve Büyük Doğu’da tarif ettiği İslam milliyetçiliği, düşün yaşamının bütünlüğü ele alındığında pür-i pak olarak kalmamıştır. Diğer bir ifadeyle milliyetçiliği de önemli bir dava olarak benimsediği bilinmektedir. İslamcılık ile milliyetçilik arasında gidip gelen pek çok insan gibi Necip Fazıl’ın İslamcılığı da özellikle 1979 İran devrimiyle Türkçü sınırlarına erişmiştir (Akgün ve Çalış, 2002, 96). Bununla birlikte onun milliyetçiliği ırkın, dilin yanında İslam’ı ikincil bir mesele olarak gören milliyetçiliklerden ayrılmaktadır. Türklük ile İslam’ı ayrışmaz elementler olarak ele alan görüşlere yakındır. Dolayısıyla Necip Fazıl’a göre güdülecek bir milliyet davası ile İslami dava arasında çapraz kesişme yoktur. Öte yandan İdeolocya Örgüsü’nde, milliyet davasını “kabuğun dışı” olarak betimlediği satırlarla ikircikli olarak Türkiye’ye Büyük Doğu İdeali’nin gerçekleşmesinde öncü ülke, Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olması hasebiyle de Türklere özel kavim muamelesi yapmaktadır. 72 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Necip Fazıl, Büyük Doğu İdeali’ni kavramsallaştırdıktan sonra, Batı fikriyatının ve “saptırılmış” İslamiyet’in bir eleştirisini sunmaktadır. Necip Fazıl’a göre, Batı akla verdiği önemle maddeye hâkim olmasını bilmiştir belki ama ruhunu yitirmiştir. Bu nedenle de Batılı toplumlar büyük bir ahlaki krizin eşiğindedir. Necip Fazıl’a göre akla bu kadar değer vermek en büyük akılsızlıktır. Ruhsuz bir beden ona göre hiçbir şeydir. Buna karşılık İslam toplumları maneviyatçı özünü kaybetmemiştir; ancak İslam’ı yanlış yorumlayan kaba softalar, yobazlar, taklitçi “reformizmacılar” yüzünden İslami düşünce içinde barındırdığı potansiyeli gerçekliğe aksettirememiştir. Zira Necip Fazıl’a göre aya gitmenin de, atomu parçalamanın da gerektirdiği bütün fenni ilerlemeye olanak açacak aydınlanmacı düşünce, bizzat Kur’an’ın içinde yer almaktadır. İslam, “komünizma, liberalizma ve faşizmanın” en iyi taraflarını daha bunlar ortada yokken kendi içinde sentezlemiş, iktisadi problemlere zekat ve faiz konusunda getirdiği hükümlerle en kökten çözümü sağlamıştır. İslam böylesi bir cevher ve gaye iken, onu yanlış okuyup, Doğu’yu Batı karşısında aciz duruma sokanlar ise, İslam’a İslam’ın düşmanlarından daha fazla zarar vermişlerdir. Necip Fazıl’a göre, Büyük Doğu Düşüncesi Anadolu topraklarında hayat bulacaktır. Çünkü İslam’ı bütün dünyada hak ettiği şekilde savunacak potansiyele sahip en önemli kavim, tarihçesi ve mirası nedeniyle Türklerdir. Bu nedenle bir İslam toplumu olarak Türklere aynı eserinde ayrı bir yer vermektedir (Kısakürek, 1994: 32,40, 58,168) Yine şaire göre Türk tarihi, Türklerin Müslümanlaştığı 6-7. asırlardan itibaren başlamaktadır. İslamiyet’in şahlanışını da ifade eden Osmanlı İmparatorluğu ise Kanuni dönemine kadar Müslümanların Batı karşısındaki üstünlüğünü ortaya koymuş, onları hak ettiği şekilde taçlandırmıştır. Ne var ki, Kanuni ve sonrasında başlayan süreç İslam dünyası için tam bir yıkım olmuştur. Kanuni, şeyhülislamı divandan çıkarmakla tarihi bir hata yapmış, ardından Rönesans’ı takip edemeyen Osmanlı ve İslam dünyası adım adım gerilemeye başlamıştır. Gerileme, Kanuni’den itibaren olmak üzere 400 senelik bir bekleyişi, büyük bir İslam inkılabı bekleyişini beraberinde getirmiştir. Bu 400 yıllık bekleyiş devresi, 4 bölümlüdür: Sarı Selimden Tanzimat’a kadar 273 sene, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar 69 sene, Meşrutiyet’ten Birinci Dünya Harbi mütarekesine kadar 10 sene, İstiklâl Savaşı’ndan o güne kadar ise 57 sene. Bekleyişin ilk kısmında kabuk, yani İslam mevcuttur, ancak onun özü yitirilmiştir. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet bölümleri ise, kendi benliğimizi resmen kaybetmeye başlayış ve bunu her ân derinleştire derinleştire nihayet son hadde çıkarış safhası olarak görülmektedir. Özellikle Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri kaba bir Batı taklitçiliğinden, özümüzü yitirmekten başka bir şey ifade etmemektedir. Bu gidişe dur diyebilmek ve Batı’nın ilmi gelişmelerini takip edebilmek için onların Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 73 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. kanunlarını, giysilerini, harflerini almak yerine aklı İslam ruhu ile sentezleyip, onu kendi usullerimize göre uygulamamız gerekmektedir. Bu nedenle de dini doğru yorumlamamız, yobazlığa veya taklitçiliğe meydan bırakmadan bir İslam inkılabı gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Bu İslam inkılabı ise özetle “içte tasavvufi, dışta şeriatçıdır.” Eserin genel ruhuna işlemiş bu fikir, Doğu ideali tasavvufi aydınlanmanın şeriatla bütünleştirilmesi yoluyla gerçekleşecek büyük bir insanlık gayesi olarak görülmelidir (Kısakürek, 1994: 58,59). Bu noktada Necip Fazıl, Büyük Doğu mefkûresinin en ince detaylarına kadar topluma uygulanmasını emir-yasaklarla bir takım kurallar çerçevesinde ortaya koymaktadır. Bu idaredeki temel kıstas İslam’dır elbette. Ancak, kuralları saptayıp ortaya koyan Necip Fazıl, yani reistir. Büyük Doğu mefkûresinin temel prensipleri ise; ruhçuluk, keyfiyetçilik (öze, halis olana, hak olana dönme), şahsiyetçilik, ahlakçılık, milliyetçilik, sermaye ve mülkiyete tedbircilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahaleciliktir. Bu açıklamalar ışığında Büyük Doğu’yu; Türkiye merkezli, bütün İslam dünyasını kucaklayan Afro-Avrasya ruhuna vurgu yapan ve beslenme kaynağı İslam olan bir kurtuluş mefkûresi olarak görmek mümkündür. Necip Fazıl, yine İdeolocya Örgüsü adlı eserinde toplumun yönetim mekanizmasını ve bu mekanizmanın yetkili organ ve liderlerini görevde kalma süresi ve vasıflarıyla birlikte zikrederek, detaylandırmaktadır. En önemli kurumlar; “Yüceler Kurultayı, Başyüce ve Başyüce Vekili, Başbuğ, Yüce Din Dairesi, Halk Divanı, Başyücelik Akademyası”dır. Başyücelik makamı devlet başkanlığı makamına denk gelmektedir ve bir yasama organı olan Yüceler Kurultayı arasından, 5 yılda bir, bu meclisin oylarıyla seçilir. Bu devlette hâkimiyet halkın değil Hakk’ındır. Bu ifade de Yüceler Kurultayı sandalyelerinin arkasındaki duvarda yazılıdır. Bunun haricinde bir de Yüceler Hükümeti vardır. Yasama konusunda son söz genelde Yüceler Kurultayı’nın, yürütme konusunda son söz ise Başyüce’nindir. Başbuğ ordu komutanıdır ve Başyüce’ye bağlı olarak çalışır. Bu devlette ordunun siyasette hiçbir söz hakkı yoktur. Bir benzetmeyle, Başyüce devletin beyniyse, ordu onun yumruğu anlamına gelmektedir ve Necip Fazıl’a göre ordunun siyasete karışması, kişinin kendi kendine yumruk atmasına benzemektedir. Öte yandan devletin bu üst kademelerine getirilecek kişiler kişilikleri ve kariyerleri ile göz dolduran çok özel insanlardır. Çocukluklarından göreve gelecekleri yaşa kadar çok titiz bir eğitimden geçirilirler. Bir kişinin Yüceler Kurultayı için aday olabilmesi için en az 45 yaşında olması gerekir. Bu adaylar ise genelde “akademya” adı verilen bir çeşit özel eğitim kurumundan çıkmaktadırlar. Ancak başka okullardan kendini yetiştirerek o mertebeye çıkma yeteneğini gösterebilecek kişilere de bu fırsat tanınmaktadır. 74 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Bu elitist ve oligarşik yapının alt basamaklarına doğru devletin her kademesi İslam kaide ve içtihadlarına göre hiyerarşik bir yapılanma içinde kurumsallaşmaktadır. Yargı, yine çok özel bir eğitimden geçmiş hâkimlerin elindedir. Bu hâkimler “açık çek” denebilecek bordrolarla devlet tarafından maaşa bağlanmıştır. Böylece adalette hâkimlerin ekonomik anlamda bir zafiyete düşmesi engellenmek istenmiştir. Öte yandan uygulanan hukuk şer’idir. Bu kapsamda hırsızlığın cezası kol kesme, adam öldürmenin cezası idam, fuhuş ve zinanın tespiti halinde ceza ağır işkence, alkol ve uyuşturucu kullanmanın cezası ise, 1 yıldan başlayan hapis cezaları olarak ifade edilmektedir. Necip Fazıl cezaların ağırlığını bireylere karşılık toplumsal hayatın korunması olarak nitelendirmekte, onları bu şekilde savunmaktadır. Ayrıca Büyük Doğu İdeali’nin bu örnek devletinde; dans ve heykel yasaktır. Diğer güzel sanatlara devlet kontrolünden geçecek şekilde müsaade vardır. Radyo ve TV yayınları sadece devlet kontrolündedir. Basın ve yayın hürriyeti de bulunmamaktadır. Kadınlar, elleri, yüzü ve ayakları dışında kalan her yerini gizleyecek şekilde örtünmelidir. Bu koşulları yerine getirdiğinde, kadının estetik görünecek şekilde süslenmesine ise hiçbir mani yoktur. Öte yandan İslami geleneğe uygun mahremiyet koşulları saklı olmak şartıyla, kadın çeşitli iş kollarında çalışabilir. Ancak İslami kaidelere göre kadına düşen en uygun görev evinde kocasına ve çocuklarına bakmaktır. Böylece İslami toplum modelindeki görevlerini daha uygun şekilde yerine getirmiş olacaktır. Zira bu toplum modelinin ateşleyicileri genç nesillerdir. Dolayısıyla kadına, söylemin içindeki bir denkleştirmeyle “üreme ve türeme”ye büyük önem verilmektedir. Devlet, çocuk yapmayı teşvik eden önlemler almakla mükelleftir. Türeme ise, İslami devlete katılımları ifade eder. Ancak dönmelerin ve Yahudilerin İslami Devletin vatandaşı sayılması mümkün değildir. Bunlar en kısa sürede mallarına çeşitli şekillerde el konularak sınır dışı edilmelidir. Ermeni ve Rumların, İslam dinini kabul etmeleri koşuluyla İslam Devleti’nin bir parçası olması mümkündür (Kısakürek, 1994: 168). Devletin bu şekilde topyekûn örgütlenebilmesi için güdülecek en önemli davalardan biri köy davasıdır. Köy davası kapsamında eğer ülkemizde 40.000 köy varsa, bu köylere çok iyi yetişmiş, İslam ruhu ve ilmini insanlara çok iyi anlatabilecek, en fazla 25 yaşında 40.000 adet İslam fedaisi göndermek gerekmektedir. Böylece ülke en küçük biriminden itibaren ilmek ilmek İslami düşüncenin esasları dâhilinde örgütlenecektir. Bu anlamda Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu çileli ve meşakkatli bir davadır. Büyük Doğu mimarının ifadesiyle; “sislere batmış bir dağ başına doğru ilerleyen kıvrım kıvrım bir patika örgüsüdür. Bu patika, bir zamanlar dünyanın en muhteşem caddesiyken, zamanla bozulmuş, tahrip edilmiş, yolu işlenmez hale getirilmiştir. Büyük Doğu erine düşen, bu yolu yeniden işler hale getirip tepedeki güneşe ulaşmaya çalışmaktadır” (Kısakürek, 1994: 268-269). Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 75 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Büyük Doğu İdeali’nin tüm bu niteliklerine baktığımızda Necip Fazıl’ın devletinin şu genel özellikleri taşıdığını söylemek mümkündür: Toplumun genel hatlarını tanımlayıcı, talimat ve yön verici, ideolojik ve kültürel anlamları topluma mal edici, kişinin korunmasını sağlayıcı (Mardin, 1969: 72). Bu özellikler çerçevesinde ise Necip Fazıl’ın devletinin totaliter bir nitelik taşıdığı açıktır. Necip Fazıl ve Türk Siyasi Hayatı Necip Fazıl bir fikir ve dava adamı olarak kendi ülküsü ekseninde, son nefesine dek siyasetle iç içe olmuş ve harici olarak da olsa, Türk siyasi hayatındaki kimi parti ve şahıslara destek vermiştir. Bunların başında Adnan Menderes ve Alparslan Türkeş gelmektedir. Özellikle Adnan Menderes, Necip Fazıl için İslam inkılabını gerçekleştirecek o asırlardır beklenilen büyük liderdir. -ilk etapta- Zira “evvala o bir Anadolu çocuğudur, Makedonya istikametinden gelme bir devşirme değildir; sonra tam bir aile reisi tipidir; en sonra ise, babadan oğula meşru ölçülerde zengindir.”7 Necip Fazıl’ın Adnan Menderes’e olan sempati ve güveni özellikle ezanın Arapça okunmasının yasalaşmasının ve DP’nin İslami tonlardaki söylev ve atılımlarının ağırlık kazanmasıyla artmıştır.8 Ne var ki 1954’ten sonra DP siyasetindeki dalgalanmalar ve Menderes’in kendinden beklenen İslami reformları gerçekleştirmemesi, öte yandan kimi alanlarda CHP siyasetine benzer şekilde atılımlarda bulunması Necip Fazıl’ı hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu aşamadan sonra da Necip Fazıl’ın DP’yle olan münasebeti mesafeli olmuş, idamların ardından ise Menderes ve ekibini merhametle anmakla beraber, onlara özel bir önem atfetmekten kaçınmıştır. Necip Fazıl için tahmin edilebileceği gibi, Halk Partisi ise “yalanı ve gerçeği ile inkılâp, Türk’ün çürütülmek istenen ruh kökü, ruhta ve maddede harap bir vatanın mimarıdır. Bu harabeyi ortadan kaldırmanın tek şartı, Halk Partisi rejimini yekûn halinde ele almak ve onu temelinden devirmektir. Demokrat Parti güdücüleri ve Bayar’ın bağlı ve karşı olduğu müspet ve menfi kutuplar ise ruhi anlamda top yekûn bir gözden geçirmeye muhtaçtır.”9 Necip Fazıl’ın ifadesiyle “bir gece baskını”10 olan 1960 darbesi, Türk siyasetinde yeni bir evre açarken bu dönemde ortaya çıkan Necmettin Erbakan ve Süleyman Demirel cephelerine karşı, cepheden muhalif durmaktadır. Demirel’i bir mason olmakla ve Türk’ün ruh kökü İslam’a yabancı olmakla suçlamaktadır. Necmettin Erbakan ise, Necip Fazıl’a göre dava için Demirel’den çok daha fazla zararlı bir şahsiyettir. Her türlü oportünizmi ve fırsatçılığı bünyesinde birleştirmeyi bilmiş olan bu kişiden Türk siyasetinin en kısa zamanda kurtulması gerekmektedir. Nitekim Necip Fazıl’a göre dava yolunda ölçüyü kaçırması nedeniyle MSP’nin kapatılması bir yana, bu ölçüsüzlüğün bedeli olarak asıl aşkla aksiyona sarılmış kişilere verilen müspet zarar bir yanadır. Zira “üstadın” gözünde derin ve ince 76 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. bir İslam stratejisi, yontulmamışlar tarafından müdafaa edilemeyeceği gibi, aynı zamanda bundan zarar görecektir.11 Necip Fazıl’ın siyasi hayatta desteklediği isimlerden biri de Alparslan Türkeş’tir. “Millî Türk Talebe Birliğinin örneklendirdiği fikir ve iman mihrakına milliyetçiliğin hareketli gençliğini oturtmak”12 sırrına, özü İslam’a, tabiliği milliyetçiliğe bağlayan meşhur MHP bildirgesini yayınlamak kemaline erdiği için Türkeş, Necip Fazıl’ın gözünde önemli bir şahsiyettir. İslam davasının önemini anlayan nadir kişilerdendir. MHP, Necip Fazıl’ın son demlerinde, İslami ideolocyayı gerçekleştirmede araç olarak kullanılabilecek bir basamak olarak addedilmektedir. Necip Fazıl’a göre ülkücü gençliğin aksiyoner enerjisi ile MTTB’nin İslami ruhu birleştiğinde, muazzam bir güç ortaya çıkacak ve nihayet 40 yıllık emeğinin semeresini kendisi de alabilecektir. İşte bu siyasal ilişkiler bağlamında Necip Fazıl’ın kafasındaki politik stratejinin hatları kendisi tarafından şu şekilde ifade edilmektedir: 1 – “Aslâ hükûmete girilmeyecek, daima muhalefet safında kalınacak ve bütün icraata karşı “işte bu felâketler bizim idealimizin iş başında bulunmamasından doğuyor!” mânası muhafaza edilecek ve her şey İslâm’ın anti- tezi olmakla suçlanıp, büyük ideal, aks-i dâva yolundan kuvvetlendirilecektir. Bunun için Mecliste kurulan 50 kişilik köprübaşı icra meydanına kapalı bir hisar halinde tutulacak, bunlar yetiştirilecek, geliştirilecek, köy köy, kent kent, meydan meydan, minber minber, kürsü kürsü çalışılacak, millet nazarında bütün hükûmet tecrübeleri iflâsa uğratıldıktan sonra bir hamlede meclis çoğunluğu sağlanacaktır.”13 2 – “Maiyette hükümet olmaya râzı olduktan sonra da, birdenbire rahata kavuşup “bak, onlardan daha iyi idare ederiz!” kabilinden miskin ve cüce verimler aramak yerine, yapının temelinden değişmesi politikası üzerinden gidilecek ve patlak verme noktasına kadar cesaretle “ulvî ve ebedî esasların yolu” tutulacaktır. Patlak noktasında ise mukabele “ey millet, gördün mü, bu memlekette demokrasi var mıymış, yok muymuş?” cevabından ibaret kalacak, her şey göze alınacak veya her felâketin hükûmete girmekten geldiği veya gelebileceği düşünülerek, girdikten sonra bile punduna getirip çıkış geçidi açık bulundurulacaktır.”14 3- Davanın sancağı indirmek ve geminin omurgasını değiştirmek olduğu unutulmamalıdır. Bu davada da, el (fiil), dil (ihtar), kalp (nefsi muhafaza) kullanılacak araçlardır.15 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 77 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. 4- Davayı bu amaçlar doğrultusunda ve araçlarla yürütecek bir partinin teşkiatlandırılması şarttır. Partiye verilecek olan isim, ideolojik manada bir dava sahibi olunmadığını işaret etmelidir (milli güdüm, toplum, hizmet, aydıntürk, hak, milli kök, hürriyet, milli düzen, liberal, milli dava, doğruluş, Anadolu).16 5- “Meclise belli başlı bir kadro ile girdikten sonra orduda ve bilhassa ordunun gençlik kademesinde yetiştirici ve geliştirici bir rol sahibi olmak başta gelir. Bu gençlik kademesini ifade eden rütbeler Yüzbaşı-Albay arasıdır. Ayrıca ve en başta mukaddesatçı ve Anadolucu yüksek tahsil gençliği hedef tutulmalıdır.”17 6- “Mukaddes gayeye erişmek için “El-harbü Hüd’atün” - Harp hiledir” kaidesince her yola başvurmak mubah ve hatta emir olduğuna göre, dış politikada partiyi desteklemek için Amerikan nüfuzunu kullanmak ve bu mağrur, aynı zamanda ahmak filin ağırlığından faydalanmak gerekir. Arap ve İslâm âlemiyle temasta Amerikalıları ve Sovyetleri gocundurmayacak bir edaya bürünmek başlıca hedeftir.”18 1980 ve sonrasında Necip Fazıl’ın siyasi ve ideolojik ümitlerinin boşa çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tespiti bir bıkkınlık ve yılgınlık emaresi de sayılabilecek şu sözlerinden çıkarmak mümkündür: Elimden doğruca, güzelce, iyice bir yazı mı çıkıyor? İğreniyorum! Hâlâ bu memlekette doğru, güzel ve iyi olanı savunma gayretimden, bu gayretin boşluğunu anlayamamak enayiliğinden iğreniyorum! Olanlar ortadayken, hep bugünü yarına erteleyici ve gelmeyecek bir istikbale ısmarlayıcı “cek” ve “cak” edatlarından iğreniyorum! Posayı cevher sanan kabuk milliyetçisinden, çile çekmeden olmaya bakan ezberci medeniyetçiden, hayat ağacını devirmeyi ve nurlu meyveleriyle ateşe atmayı inkilâp sayan devrimbazdan ve bunlara inananlardan, kapılanlardan iğreniyorum! Hâsılı, dil adına dilden, ev adına elden, vatan adına vatandan ve köy, köylü, şehir, şehirli, gazete, dergi, kitap, mektep, talebe, muallim, polis, memur, kanun, nizam, kadın, erkek, dost, ahbap ne varsa bunların gerçekleri adına hepsinden iğreniyorum! (17 Mart 1980).19 Türkiye Siyasetinde Necip Fazıl’ın Yeri ve Fikri Özgünlüğü Türkiye’de İslamcılığın fikri temalarını akılda tutmak kaydıyla Necip Fazıl’ın İslamcı ideoloji içinde taşıdığı/taşımadığı özgünlüğü bu etapta tartışmak, Necip Fazıl’ı “bir isim olmaktan çıkararak bir imza haline getiren” (Derrida, 2008) dinamikleri vurgulamak, böylece İslamcılık ile başta zikrettiğimiz Türkiye siyasetinde üdeba geleneğinin ilişkisini çözümlemek çalışmanın özünü belirginleştirecek son fırça darbeleridir. Bu aşamada Necip Fazıl’ın en başta sunduğumuz tanımlar 78 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. itibariyle bir ideolog mu, bir ideoloji taşıyıcısı mı ve/veya bir araştırmacı mı olduğu sorusunu yanıtlamak anlamlı durmaktadır. Bu perspektiften Necip Fazıl’ın araştırmacı kimliğinin niteliğini soruşturmak kolaylık açısından önemlidir. Soruşturmayı belli bir zemine oturtmak için özellikle araştırma kitabı niteliğiyle yayımladığı bazı eserlerine değinmek elzemdir. Bunlardan ilki Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar adlı eserdir. Necip Fazıl eserinde, Soktates’ten Hz. Hasan ve Hüseyin’e, İmam-ı Malik’ten Hallac-ı Mansur’a, Jeanne d’Arc’a, Cem Sultan’dan G. Bruno’ya, Genç Osman’dan Danton’a, M. Antoinette’ten Romanoflar’a dek geniş bir yelpazede “mazlumkurban” portresi çizmekte, bu eseri yayınlamasının nedeni olarak da 18 Aralık 1961’e dek süren 19 aylık hapishane hayatının ıstırabından aldığı feyzi göstermektedir (Kısakürek, 2002a: 611). Son Devrin Büyük Mazlumları’nda ise İttihat ve Terakki ile başlayıp Cumhuriyet ile yerleşen “İslam nefretinin” zeminini kodlayarak, o “zulüm ortamında” ölenlerin hikâyelerini anlatmaktadır. Necip Fazıl’ın mazlumları arasında II. Abdülhamit, Şeyh Sait, İskilipli Âtıf Hoca, Şeyh Esat, Said Nursi, Süleyman Efendi gibi şahsiyetler bulunmaktadır. Eserde özellikle Said Nursi’yi İslam davasını savunduğu için takdir etmekte; ancak büyük dönüşümü sağlayacak kapsamlı bir “ideolocya örgüsü” ortaya koymaması nedeniyle yetersiz bulmaktadır (Kısakürek, 2002b: 256). Süleymancıları ise yine niyetlerinden dolayı takdir etmekle birlikte, onları bir öğreti ortaya koymamakla eleştirmektedir (Kısakürek, 2002b: 296). Ârvasi’yi ise en büyük mürşit ve âlim olarak takdim etmektedir. Başbuğ Velilerden 33 Altın Silsile adlı eserinde “insan, cemiyet, yol, kâinat ve hakikati ellerinde taşıyan mana kahramanlarını” incelemekte, bu kişilerin hayatlarından ve öğretilerinden parçalar sunmaktadır. (Kısakürek, 2002c). Doğru Yolun Sapık Kolları’nda İslam tarihinde zikredilen Hakem olayı, Sıffin Savaşı, Hz. Ali’nin öldürülmesi gibi olayları ele almakta, bu sayede de “sapık kolların belirmeye başlamasını İslam’ın yozlaşması olarak resmetmek, aşk ve vecdin sönümlenişini betimleyerek hezeyandan küfre giden yolu çizmek” istemektedir (Kısakürek, 2002d). Yeniçeri adlı eserinde ise Genç Osman’dan itibaren Yeniçerilerin yozlaşması, devlet yönetiminde yarattıkları kargaşalıklar anlatılmaktadır(Kısakürek, 2001). Birer araştırma-inceleme kitabı olma iddiasında olan bu yapıtlara toplu olarak bakıldığında genel bir husus karşımıza çıkmaktadır. Bu da bu “inceleme” kitaplarında ne bir atfa, ne bir kaynakçaya rastlanmasıdır. Yalnızca kendi bildiklerini ve düşüncelerini referans alarak hayli iddialı tarih incelemelerinde bulunan Necip Fazıl’ın söz konusu yapıtlarını bilimsel birer referans kaynağı olarak görmek mümkün değildir. Bu haliyle Necip Fazıl’ın inceleme çalışmalarını bilimsel değil, ideolojik yönleriyle değerlendirmek gerekmektedir. Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 79 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Necip Fazıl’ın eserlerinin ikinci silsilesini konferanslar ve makaleler dizisi olarak sınıflandırmak mümkündür. Öznel olmanın hiçbir sakınca taşımadığı konferans metinlerine (Kısakürek, 2002e) karşı makale olma iddiasındaki yazıları, tereddütsüz ideolojik bir dille kaleme alınmıştır. Üstelik Başmakalelerim (Kısakürek, 1999) başlığında üç cilt halinde yayımlanan bu yazıların birçoğu köşe yazılarından ibarettir ve konjonktürel siyasal gelişmelere cevaben günlük olarak kaleme alınmışlardır. Buradan çıkan sonuçla araştırmacı kimliğine kuşkuyla yaklaşmamız gereken Necip Fazıl’ın bir ideolog olup olmadığı sorusu ikinci bir problem teşkil eder. Necip Fazıl’ın eserlerini siyasal bir ideolojinin diliyle yazdığı aşikârdır. Bu uğurda zaman zaman olayları çarpıtmakta, zaman zaman kişileri ve olayları bağlamından kopararak kullanmakta sakınca görmemektedir. Sözgelimi eserlerinde H. Bergson, G. Bruno, Mikelangelo, Cervantes, Charlie Chaplin gibi isimlere övgü dolu göndermelerde bulunmakta ancak bu göndermeleri ya kendi düşüncesi ile bu şahsiyetlerin düşüncelerini kıyaslamak ya da bazı noktaları örnek göstermek amacıyla yapmaktadır. Örneğin Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar isimli filmine, filmin ismini vermeksizin yaptığı atıflarda (Kısakürek, 1970) Chaplin’in yerinde bir modernite eleştirisi yaptığını tespit etmekte ne var ki filmdeki eleştiriyi kendi ideolojisinin Batı eleştirisine bağlamaktadır. Necip Fazıl’ın ideolojik söyleminin özgünlüğü Türkiye’deki İslamcı akımın genel tezleriyle karşılaştırılarak da tespit edilebilir. Birinci bölümde ifade ettiğimiz genel başlıklar, ikinci bölümde ifade edilen İdeolocya Örgüsü argümanlarıyla kıyaslanırsa, Necip Fazıl’ın aynı çerçeveden benzer savları yeniden ürettiğini ve bunları da yeni bir fikir dile getiriyormuş edasıyla kaleme aldığını söylemek mümkündür. İsimler üzerinden gidilecek olursa Sait Halim Paşa’nın Necip Fazıl’dan çok önce İslam dünyasının Batı karşısındaki geriliği hakkında kelam ettiği, dinin yanlış uygulandığını ifade ettiği, Batı taklitçiliğini reddettiği bilinmektedir (Alperen, 2003: 304). Ziya Gökalp halefi Necip Fazıl’dan önce mahalle mescidinden başlayıp, şehir camilerine oradan da tüm memleket geneline yayılacak bir İslami örgütlenmeyi dile getirmiştir (Alperen, 2003: 306). Mehmet Akif’te Necip Fazıl’da karşılaşılan Batı taklitçiliğinin reddi, Japonların örnek gösterilmesi, İslami eğitime vurgu gibi unsurlara rastlanmaktadır. Ayrıca Mehmet Akif “imanlı, sağlam vücutlu, ahlaklı, hassas, irfan sahibi, pozitif ilimlerle donanmış gençliğin Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde memleketi kötü durumdan kurtaracak güç” olduğunu belirlerken (Alperen, 2003: 317), sözünü ettiği genç tipini tüm özellikleriyle adeta öncelemektedir. Öte yandan diğer birçok benzer özellik yanında Ş.Günaltay’ın Bergsoncu anlamda “yaşam mücadelesine” verdiği önem, doğal seleksiyona uyum sağlayamayan her canlının 80 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. hayattan diskalifiye olmaya mahkûm olduğunu ifade ettiği yerler (Alperen, 2003: 328-352), Necip Fazıl’ın yaşam anlayışıyla birebir uyuşmaktadır. N. Fazıl da tıpkı Ş. Günaltay gibi madde ve mananın kuvvetinden, dinin hurafelerden temizlenmesi gerektiğinden söz edip, ruhta İslamcı ve şarklı, şekilde Garplı olan devlet adamlarını eleştirmektedir. Her ikisi de “suçun İslamiyet’te değil, öğretilen Müslümanlıkta” olduğunu dile getirmektedir (Kara, 2005: 88-89). Tüm bu benzerlikler göz önüne alındığında Necip Fazıl’ın özgünlüğü nerede kalmaktadır? Bu aşamada sadece Necip Fazıl’da görülen iki önemli ayrıntıdan söz etmek mümkündür. Bunlardan birincisi “Büyük Doğu” kavramı, ikincisi ise “Başyücelik Devleti”dir. Ne var ki bu iki kavramın Necip Fazıl’a yalnızca ismen bir şeyler borçlu olduğunu söylemek daha yerinde olacaktır. Zira Büyük Doğu İdeali’nin içeriği bize göstermektedir ki, bu ideal bir İslam birliğini işaret etmektedir. Bu fikrin ise, İslamcılık ideolojisinin en temel amaçlarından olduğu zaten bilinmektedir. Öte yandan İdeolocya Örgüsü’nde ayrıntılarıyla betimlediği yönetim modelinin totaliter-şeriatçı bir devlet modeline tekabül ettiğini çıkarsamak zor değildir. Siyaseti insanların hayata atfettikleri anlamın bir uzantısı olarak değil, teknik bir irade mekanizması olarak gösteren anlayışların siyaseti dışladığı yerde otoriter bir bakışın cereyan ettiği söylendiğinde (Mert, 1998: 64), Necip Fazıl’ın tam da böylesi bir görüşün savunucusu olduğu tespit edilebilir. Nitekim söz konusu modelin büyük ölçüde Hitler Almanya’sı ile Mussolini İtalya’sından İslami ritüellere ve amaçlara uydurularak devşirildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Öte yandan bu projenin ne ölçüde sadece Necip Fazıl’ın kişisel görüşlerini yansıttığı tartışmalıdır (Koçak, 2002: 606). Kitabın derinliklerine inildiğinde örneğin komünizma, faşizma gibi isimlendirmelerle ayrı bir ideolojik dil yaratılmaya çalışıldığı görülmektedir. Ne var ki sözcüklerin bu şekilde revize edilmesi onları içerik bakımından pek de değiştirmemektedir. Kabuğa değil öze gösterilecek önemi her defasında vurgulayan Necip Fazıl bu hususta kabuğa itibar eder görünmektedir. Tüm bunlar göz önüne alındığında Necip Fazıl’ı bir ideolog olarak değil, bir ideoloji taşıyıcısı olarak tanımlamak, kavramlar arası mütekabiliyet ilişkisini kurmak açısından daha faydalı olacaktır. Zira yukarıda çizdiğimiz çerçeve esasında Necip Fazıl’ın eklektik İslamcılığının, ideolojiyi oluşturmaktan ziyade onu başkalarına yayma ve yeniden üretme misyonunu ağırlıkla üstlendiği söylenebilir. Ne var ki Necip Fazıl’ı bir ideoloji taşıyıcısı olarak tespit etmemiz halihazırda onun Türk siyasetinde tuttuğu önemi karşılamamaktadır. Diğer bir ifadeyle Necip Fazıl’ın savunduğu fikirlerin özgünlüğü ve İslami ideolojiye düşünsel katkısı netameliyken, özellikle İslamcı ve milliyetçi çevrelerde kazandığı prestijin, genel anlamda ise siyasi mazimizde saygın bir yer edinmiş olmasının nedenlerini sorgulamak gerekmektedir. Fikrimizce Necip Fazıl’ı sıradan bir fikir Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 81 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. taşıyıcısı olmaktan çıkararak onu milliyetçi-İslamcı cenahın deyim yerindeyse ikonu haline getiren etkenler üç noktada toplanmaktadır: Bunlardan ilki Necip Fazıl’ın hemen her kesim tarafından onaylanmış kalem gücüne ilişkindir. Şiirleri, hikâyeleri ve tiyatro oyunları bir yana, diğer alanlardaki eserlerinde görülen edebi üslup onun hem kolayca okunmasına, hem de kolayca benimsenmesine neden olmuştur. Anlatımında kavramlar arasında cömertçe kurduğu ikilikler, okuyucularının zihin dünyasına doğrudan hitap edebilmesini sağlamıştır. Öte yandan sözcükler arasındaki ses ilişkilerinden yararlanarak üslubuna kazandırdığı akıcılık ve ahenk, onun eserlerinde üstünden geçilemeyecek bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Anlamca şiirin veya mısraın temasına uygun düşmeyen kelimeleri değiştirerek yalın ve som mısra yapısına doğru ilerleyen tarzını, temayı en çarpıcı şekilde ifade edecek, kuvvetli, plastik ve ekspresyonist tesirler bırakacak kelimeler seçme yolunda ilerletmiş, açıkkapalı hecelerin yarattığı ses armonisinden yararlanarak fonetik bir bütünlüğe ulaşmıştır (Akay, 1998: 83-84). Necip Fazıl’ın edebi kişiliği siyasi prestijine de böylece zemin hazırlamış, onu geniş kitlelerle buluşturmuştur. Necip Fazıl’ı Necip Fazıl yapan unsurlardan ikincisi ise, fikrimizce, onun aktif siyasal hayatla olan yakın ilişkisi ve eserlerinden her devrin durumuna uygun kıssaların çıkarılabilmesidir. Nitekim Necip Fazıl’ın DP döneminde A. Menderes’le, bir dönem Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’le, son döneminde ise Turgut Özal ile yakın temas halinde olduğu bilinmektedir. Ne var ki bu, Necip Fazıl’ın bir oportünist olduğu anlamına da gelmemektedir.20 İnandığı davaya hizmet edeceğini düşündüğü siyasi liderlerle her fırsatta yakınlaşmış ya da tersi durumda onlardan uzaklaşmıştır. Necip Fazıl’ın Milli Selamet Partisi ve Necmettin Erbakan ile ilişkisi buna tipik bir örnektir. Öte yandan Milli Türk Talebe Birliği ile olan yakın teması onu gençlerle buluşturmuş, böylece hitap ettiği kitleyi daha “aksiyoner bir mecraya” doğru genişletmiştir. Sağ siyasal partiler içinse Necip Fazıl ismini kullanmak İslamcılığın olmasa da dini temaların sahiplenildiği izlenimini özellikle seçmenler üzerinde hissettirmek, böylece oy tabanını genişletmek esasında bir ritüel haline gelmiştir. Bugün itibariyle Ak Parti’den, DP’ye ve MHP’ye pek çok sağ parti Necip Fazıl isminin yarattığı sempatiden beslenmektedir. Böylece Necip Fazıl ismi büyüyerek, her geçen gün daha fazla Necip Fazıllaşmaktadır. Necip Fazıl’ı sağ siyaset için önemli bir figür haline getiren son neden olarak sağ ve sol ideolojiler arasındaki çekişme görülebilir. Özellikle sol cephenin edip ikonu Nazım Hikmet’in anti-tezi olarak Necip Fazıl’ın görülmesi ona kimse tarafından kolay kolay doldurulamayacak bir konum bahşetmiştir. Nitekim iki şairin öz yaşam öyküleri arasında da benzerlikler vardır. Sözgelimi her iki şair de 82 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. bir dönem askeri okulda eğitim görmüş, her iki şair de savundukları fikirlerden dolayı yargılanmış ve/veya hüküm giymişlerdir. İki şairin sanatsal açıdan kıyaslanması bu çalışmanın hem konusu değildir, hem de gereksiz görülmektedir. Öte yandan böyle bir polemiği bizzat Necip Fazıl’ın kendisinin çağırdığı da iddia edilebilir. Zira Nazım Hikmet ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmelerde onun şiirini küçümsemekte, Nazım’ı ise kolaycılık ve “solun montajcı şairi” olmakla itham etmektedir (Kısakürek, 1998: 116-117). Ne var ki polemiğin başlatıcısı ya da genişleticisi kim olursa olsun Nazım ile Necip’in kıyaslanarak değişik perspektiflerden savunulmasının, her iki şairin de sanatçı kişiliklerinin ötesinde siyasal birer sembol haline gelmesine neden olduğu ifade edilebilir. Nihai aşamada genel bir ifadeyle İslamcılığın, özelde ise Necip Fazıl’ın kabul görmesinin arka planında, “toplumun dış cephesinde görülen hareketin, değişimin, gürültü ve patırtının aksine, onun gerisinde kökleri çok derinlere inen bir muhafazakârlık bulunması yatmaktadır (İnsel, 2003: 12). Dolayısıyla Necip Fazıl hakkında söylenecek son söz, onun Türk siyasetindeki yeri ve öneminin düşünsel özgünlükten ziyade, üslupsal farklılığından, edebi kişiliğinden ve siyasal atmosferin yarattığı iklimden beslendiği fikrine varmaktadır. Çalışmanın başlangıcında vurgulanan “üdeba geleneğinin” Türk siyasal hayatındaki önemli temsilcilerinden biri olarak Necip Fazıl bu itibarla özü ne olursa olsun, onu besleyen ideolojik ortam sayesinde, kanımızca, güçlü bir sembol olmaya devam edecektir. Sonuç Necip Fazıl Kısakürek bugün İslamcı ideolojinin en saygıdeğer kalemlerinden biri olarak görülmektedir. İlk gençlik yıllarında son derece bohem bir hayat süren Necip Fazıl’ın Ârvasi ile karşılaştıktan sonra kendini “iman ve aksiyon”a adamış bir şair, bir siyasetçi ve bir şeriatçı olarak dönüşüme uğratması, onun bir dava adamı olarak Türkiye siyasal hayatı içinde önemli bir sembol olarak yer edinmesini sağlayan taşları döşemiştir. Necip Fazıl’ın da içinde bulunduğu Türkiye İslamcılık akımının fikri arkaplanına bakıldığında burada özgün fikirlere rastlamak güçtür. Diğer bir ifadeyle eğer 1908 yılı söz konusu ideoloji için bir dönüm noktası olarak alınırsa aradan geçen yüz yıl içinde, İslamcılığın düşünsel anlamda atılımlar gerçekleştirdiğini söylemek zordur. Ne var ki bu fikri durgunluk, onun siyasal arenada elde edeceği başarıların önüne geçememiştir. İşte Necip Fazıl da hem fikri planda, hem de siyasal partilerle olan yakın diyalogu içinde gerçekleştirdiği çalışmalarla bu başarının mimarlarından biri olarak zikredilebilir. Necip Fazıl siyasal İslamcılığın bugün Türkiye’de geldiği mertebeyi kendi “ideolocyası” esasında değerlendirdiğinde, bu popülariteyi bir başarı olarak nitelendirmeyebilir. Ne Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 83 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. var ki tarih verilen emekleri aynı denklikle ödüllendiren bir adalet dağıtıcısı değil, kendi irademizle kurduğumuz geçmişi bugünden okuma çabamızdır. Bu nedenle Necip Fazıl bunu beğense de beğenmese de Türkiye sağının ortaklaşa sahiplendiği bir kişilik olarak sembolleşmiş, fikri eserlerinin olmasa bile sanatçı kişiliğinin ve konjonktürel siyasal dalgalanmaların sağ ideolojiye kan sağlayan yapısının etkisiyle, sağ cenahın ihtiyaç duyduğu anlam, gösterge ve sembol açığını kapatarak, “bir eksikliği” gidermiştir. Sonnotlar 1 Bu alt bölümde İslamcılıkla ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu şu eserdeki makalelerden derlenmiştir: Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Milliyetçilik Cildi, Ed. Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul. Farklı eserler veya söz konusu derleme içinde özellikle alıntılanan fikirler ise, öngörülen referans sistemi ile belirtilmiştir. 2 Burada belirtmekte yarar var. Bilindiği üzere klasik ideoloji kuramının kurucusu Marx’tır ve bu kuram din eleştirisinden beslenmektedir. Marx ideoloji ile din arasında bir süreklilik varsaymakta bunun ise yanlış bilince tekabül ettiğini iddia etmektedir. Nur Betül Çelik, İdeolojinin Soykütüğü: Marx ve İdeoloji, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2005, s.28. Bu aşamada din ile ideoloji arasında bir sürekliliği konusunda böylesi bir yaklaşım varken, bir ideoloji olarak bir dinden ayrıca söz etmek, dinin ideolojik olmadığı durumların da olduğuna gönderme yapması bakımından ilgiye değerdir. 3 Siyasal İslam ekolleri arasındaki incelikler bu örneklerde atlanmıştır. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta, 80’li-90’lı yıllara kadar İslami harekete mensup olanlardan hiçbirinin İslamcı vasfını kayıtsız şartsız kabul etmemesi, kendilerini Müslüman olarak adlandırmayı tercih etmesidir. İslamcılık bir isim olarak, hareketin dışındakiler tarafından bu fikir silsilesine verilmiş bir addır. Ancak konunun dağılmasını önlemek için bu tarz bir isimlendirme tartışmasına girilmemiş, genel kabul gören İslamcılık deyimi, söz konusu fikir akımını nitelemek için kullanılmıştır. Bu konudaki detaylı bir açıklama için bknz. Y Aktay, “Sunuş”, Modern Türkiye’de Siyasi DüşünceMilliyetçilik Cildi, Ed. Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.16. 4 Görülen Türkçülük davaları sonradan düşmüştür. Böylece Türkçülük davası devlet nezdinde temize çıkmıştır. 5 Aslında bu başlıkların Sebillüreşad gazetesinde işlenen konuların bir tekrarıdır. Dolayısıyla Osmanlı İslamcılığı ile Cumhuriyet İslamcılığını Kemalist rejime karşı muhalefet ettiği noktalar saklı kalmak koşuluyla ayrıştırmak zorlaşmaktadır. 6 Bu bölümde Büyük Doğu İdeali ile ilgili açıklamaların ve fikirlerin özü, Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü isimli eserinden derlenmiştir. Notlarda sadeleşme açısından, aksi belirtilmedikçe onun İslamcılığını tariflediğimiz dayanakların bu kitaba atıfla sunulduğu akılda tutulmalıdır. 84 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. 7 N. Fazıl Kısakürek, “Menderes’e Mektuplar 2”, http://www.t2174a.com/?p=2499, Son Erişim Tarihi: 29.12.204 8 Menderes’in Müslümanlığın icaplarını yerine getirecek reformları yapacağını vazeden bir konuşmasına cevaben Necip Fazıl, “… böyle bir söz karşısında en saf ve halis tarafından azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz…” diye yazmıştır. N.F. Kısakürek, “Başbakana Hitap”, Büyük Doğu, S.48, 16 Şubat 1951. 9 N. F Kısakürek, “Necip Fazıl ve Siyasetçiler”, http://www.t2174a.com/?p=2499, Son Erişim Tarihi: 29.12.204 10 N F Kısakürek, “Süleyman Demirel, http://www.nfk.com.tr/demirel.htm, Son Erişim Tarihi 01.06.2015 11 N F Kısakürek, “Necmettin Erbakan ve Milli Selamet Partisi”, http://www.nfk.com.tr/ erbakan.htm, Son Erişim Tarihi 01.06.2015 12 N F Kısakürek, “Alparslan Türkeş”, http://www.nfk.com.tr/turkes.htm, Son Erişim Tarihi 01.06.2015 13 N F Kısakürek, “Erbakan ve Milli Selamet Partisi”, http://www.nfk.com.tr/erbakan. htm, Son Erişim Tarihi 29.12.2014 14 A.g.e. 15 A.g.e. 16 N F Kısakürek, “Turgut Özal”, http://www.nfk.com.tr/turgutozal.htm, Son Erişim Tarihi: 29.12.2014 17 A.g.e. 18 A.g.e. 19 N F Kısakürek, http://www.antoloji.com/igreniyorum-2-siiri/, Son Erişim Tarihi: 29.12.2014 20 Tabii tam tersini savunanlar da bulunmaktadır. Örneğin Yalçın Küçük Necip Fazıl’ı “tatlısu İslamcısı” olarak nitelendirmektedir. Y Küçük, “Necip Fazıl Kısakürek: Bir Tatlı Su İslamcısı”, Nokta, 6, 22, 1988, s. 68,69. Kaynakça Akay M O (1998). Necip Fazıl Kısakürek. İstanbul:Şule Yayınları. Akgün B ve Çalış Ş H (2002). Tanrı Dağı Kadar Türk, Hira Dağı Kadar Müslüman, Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslâmcı Doz. İçinde: T Bora (der), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Milliyetçilik Cildi, İstanbul: İletişim Yayınları, 584-600. Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 85 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Alper, Ö M (1993).Urvetü’l-Vuska’dan Sırat-ı Müstakime. http://mehmedakifersoy. blogcu.com/urvetu-l-vuska-dan-sirat-i-mustakime/5911706. Son Erişim Tarihi: 28.12.2014 Alperen A (2003). Sosyolojik Açıdan Türkiye’de İslam ve Modernleşme. Adana: Karahan Kitabevi. Aktay Y (2005). Modernleşme ve Gelenek Bağlamında Dini Bilgi ve Otoritenin Dönüşümü. İçinde: T Bora ve M Gültekingil (der), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-İslamcılık Cildi, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 345-394. Aktay Y (2005). Halife Sonrası Şartlarda İslamcılığın Öz-Diyar Algısı. İçinde: B Tanıl ve M Gültekingil (der), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-İslamcılık Cildi, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 68-95. B Tanıl (2007). Türk Sağının Üç Hali. İstanbul: Birikim Yayınları. B Tanıl (2013). Sol-Sağ Şemasında İslamcılık. İçinde: İ Kara ve A Öz (der), Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi, İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 514- 537. Ç Hasan (1987). Bütün Yönleriyle Necip Fazıl Kısakürek’in Şiiri. Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. Çınar M (2005). Siyasal Bir Sorun Olarak İslamcılık. Ankara: Dipnot Yayınları. Derrida J (2008). Nietzschelerin Şöleni. Çev. A Utku ve M Erkan. İstanbul: Otonom Yayıncılık. Duman D (1997). Demokrasi Sürecinde Türkiye’de İslamcılık. İzmir: 9 Eylül Yayınları. Duran B (2005). Cumhuriyet Dönemi İslamcılığı. İçinde: T Bora ve M Gültekingil (der), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-İslamcılık Cildi, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 129-156. Eagleton T (2005). İdeoloji. Çev. M Özcan. İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Gramsci A (2011). Hapishane Defterleri. Çev. E Ekici. İstanbul: Kalkedon Yayınları. İnsel A (2003). Türkiye Toplumunun Bunalımı. İstanbul: Birikim Yayınları. Kara İ (1986). Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi İçin Bir Çerçeve Denemesi. İçinde: İ Kara (der), Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi Cilt I, İstanbul: Risale Yayınları. Kara İ (2005). Din ile Modernleşme Arasında. İstanbul: Dergah Yayınları. Kısakürek N F (1951). Başbakana Hitap. Büyük Doğu. 48, 2. Kısakürek N F (1970). İman ve Aksiyon. İstanbul: Bedir Yayınevi. 86 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Kısakürek N F (1994). İdeolocya Örgüsü. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (1998). Konuşmalar. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (1999). Başmakalelerim 1-2-3. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (2001). Yeniçeri. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (2002). Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek, N F (2002). Son Devrin Din Mazlumları. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (2002). Başbuğ Velilerden 33 Altın Silsile. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (2002). Doğru Yolun Sapık Kolları. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (2002). Sahte Kahramanlar. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (2006). O ve Ben. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. Kısakürek N F (2014). Turgut Özal. http://www.nfk.com.tr/turgutozal.htm, Son Erişim Tarihi: 29.12.2014 Kısakürek N F (2014). http://www.antoloji.com/igreniyorum-2-siiri/, Son Erişim Tarihi: 29.12.2014 Kısakürek N F (2014). Erbakan ve Milli Selamet Partisi. http://www.nfk.com.tr/erbakan. htm, Son Erişim Tarihi 29.12.2014 Kısakürek N F (2014). Necip Fazıl ve Siyasetçiler. http://www.t2174a.com/?p=2499, Son Erişim Tarihi: 29.12.2014 Kısakürek N F (2014). Menderes’e Mektuplar 2. http://www.t2174a.com/?p=2499, Son Erişim Tarihi: 29.12.204 Kısakürek N F (2015). Süleyman Demirel. http://www.nfk.com.tr/demirel.htm, Son Erişim Tarihi: 01.06.2015 Kısakürek N F (2015). Necmettin Erbakan ve Milli Selamet Partisi. http://www.nfk.com. tr/erbakan.htm, Son Erişim Tarihi: 01.06.2015 Koçak C (2002). Türk Milliyetçiliğinin İslam’la Buluşması. İçinde: T Bora (der), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Milliyetçilik Cildi, İstanbul: İletişim Yayınları, 601-613. Küçük Y (1988). Necip Fazıl Kısakürek: Bir Tatlı Su İslamcısı. Nokta, 6, 22, 1988, s. 68,69. Manaz A (2005). Siyasal İslamcılık. Ankara: Ayraç Kitabevi. Mardin Ş (1969). Din ve İdeoloji. Ankara: A.Ü. SBF Yayınları.





    .
SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SOSYOLOJİ ANABİLİM DALI SOSYOLOJİ BİLİM DALI TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK SÖYLEMİ MİLLİ GÖRÜŞ’TEN AK PARTİ’YE 094205001008 Fatma DEMİR YÜKSEK LİSANS TEZİ Danışman Prof.Dr. Mustafa AYDIN KONYA-2012 i ii iii ÖNSÖZ Bu çalışma Türkiye’de İslamcılık söyleminin değişimi ve 1980’de Milli görüş ideolojisi İslamcılık söylemi üzerinden 28 Şubat’la birlikte İslamcı olduğunu ifade etmekte güçlük çeken toplumsal kesimlerin kendini merkez sağ parti olarak muhafazakar demokrasi çizgisinde gören bir partinin 2002 yılında Ak Parti’nin iktidarı ve günümüze kadar olan zamanda İslamcılık tabanında gören bir toplumsal kitlenin kendini tanımlayan insanlar tarafından İslamcı çizgi üzerinden ele alınmasına rağmen muhafazakar demokratlık üzerinden parti kimliğini tanımlamış olmasıdır. Bir parti kimliğinin içerden tanımlanmasıyla dışarıdan ona biçilmiş anlamının farklı olması anlamına gelen bu süreç toplumsal zeminden ayrı bir sürecin varlığını engellemektedir. Bu bağlamda İslamcılık kavramının toplumsal değişim süreciyle yeni bir İslamcılık tasavvurunun muhafazakar demokratlık kimliğine doğru nasıl evrildiği tartışılmıştır. Teorik çerçeve olarak Türkiye’deki İslamcılık söylemi olarak belirlediğimiz çalışmamızda, teorimize somut veriler katması bakımından Ak Parti örnek alınarak İslamcılık söylemi olarak ele alınmıştır. En önemli bulgumuz İslamcılık akımının Türkiye’de meydana getirdiği küresel sivil toplum örgütlerinin faaliyetlerinin yeni bir tür sivil siyasallıkla malul olduklarıdır. Çalışmamızın sonucunda görmekteyiz ki Ak Parti özelinde, yeni İslamcılık kavramsallaştırması yapabilmenin erken olduğu tarihsel perspektife baktığımızda muhafazakarlık çizgisinin İslamcılık alanından uzak görünmesine rağmen Türkiye’de farklılaşmış olan bu tanımlamanın toplumsal tabanda İslamcılığa denk düşen iktidar bir partinin toplumsal değişimle birlikte etkinlikleri ve baskısıyla farklı İslami siyasal tarzı ortaya çıkmıştır. Bu çalışma her ne kadar benim tarafımdan kaleme alınmış olsa, tezin ana temasının oluşmasında çok büyük katkısı olan ve çalışmamın başlangıcından sonuna kadar bana rağmen benim yanımda olan, kaynak temininde yol gösteren, yardımlarını ve anlayışını eksik etmeyen danışman hocam Prof.Dr. Mustafa Aydın’a içten bir teşekkür borcum var. Ayrıca ortaya koydukları yapıcı eleştiriler ve katkılardan dolayı hocam Barbaros Akçakaya teşekkür etmek isterim. iv Desteklerini her zaman yanımda hissettiğim aileme müteşekkirim. Ayrıca benim her zaman ailem kadar yanımda olan ve çalışmamın bitimine kadar desteğini benden esirgemeyen çalışma arkadaşlarım ve ahde vefasızlık edemeyeceğim sosyolojide öğrenimim de yol gösteren tüm hocalarıma ayrıca teşekkür etmeliyim. Son olarak daima yanımda olan, bana inanan ve zamanından çalmama göz yuman değerli dostlarım Emine Dalıcı, Özge Yapıcıoğlu, Cemiyle Aydın ve Gül Çiğdem’e teşekkürü bir borç bilirim. v KISALTMALAR AK PARTİ: Adalet ve Kalkınma partisi FP: Fazilet Partisi LDT: Liberal Düşünce Topluluğu MNP: Milli Nizam Partisi MSP: Milli Selamet Partisi RP: Refah Partisi SP: Saadet partisi ANAP: Anavatan Partisi DYP: Doğru Yol Partisi vi T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü Öğrencinin Adı Soyadı Fatma DEMİR Numarası:094205001008 Ana Bilim / Bilim Dalı Sosyoloji Danışmanı Prof.Dr. Mustafa AYDIN Tezin Adı Türkiye’de İslamcılık Söylemi Milli Görüş’ten Ak Parti’ye ÖZET Siyasal İslam 1980’lerin ortalarından itibaren, onu oluşturan kesimlerden bir kısmının sağcılıkla ve asıl olarak bu geleneğin dışında ama yörüngesinde yepyeni bir İslami çizginin gelişmesiyle oluşmaya başlamıştır. Tanımlanan Siyasal İslam kavramı İran’da İslami geleneği sahip olabileceği güveninin işaretlerini alan Türkiye’de İslamcılık oluşturan ana gövdede, kendine özgü ve toplumsal iddialara cevap veremeyen İslamcı akımlara eklemlenmeyi ve kendini tanımlamanın en iyi yolu olarak görmüştür. İslamcılık siyasal bir ideolojidir ve İslam’ın hemen hemen bütün formlarının, siyasetin içinde ve dışında niteleyen formlarının bile siyasal çözücülüğünü bilfiil üstlenen bir söylem olmaya yüz tutmuştur. Kente göç edenler beraberlerinde getirdikleri kültürlerini ve değerlerini korumaya çalışmak ve bununla birlikte siyasal toplumsallaşmayla kendilerini temsil ettiklerine inanarak sağ partide bulmuşlardır. vii Türkiye’de İslamcılık incelemek için Milli Görüş Geleneğine sahip Parti ve bu anlayış üzerinden kendini ifade eden bu durum İslamcılık’ın yeniden yorumlanmasını ve değişmesini beraberinde getirmiştir. Anahtar Kelimeler: Ilımlı İslam, Radikal İslam, Muhafazakar Demokrat, İslamcılık, Milli Görüş İdeolojisi, Ak Parti viii T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü Öğrencinin Adı Soyadı Fatma DEMİR Numarası:094205001008 Ana Bilim / Bilim Dalı Sosyoloji Danışmanı Prof.Dr. Mustafa AYDIN Tezin İngilizce Adı Rhetoric of İslamism in Turkey from National Visiton to Justice and Development Party ABSTRACT Political Islam, from the mid-1980s, has started to be formed with the development of a new Islamic movement that includes some rightists which are mainly outside of this tradition but at the same circle. The described term of Political Islam states the Islamic tradition in Iran. The main body of this form of Islam in Turkey has been articulated to some Islamic movements which are sui generis and not reply to societal claims. This articulation is the best way to define Islamism in Turkey. Islamism is a political ideology and almost all forms of Islam have in fact begun to undertake the political disintegration role even if characterized by inside and outside of politics. People who migrate to the city have found themselves as trying to protect the culture and values they bring along and believed that rightist party represents them during the political socialization. ix The Party of National Opinion tradition reflects the understanding that the reinterpretation of Islam and the change is required in order to understand the consequences of Islam. Keywords: Moderate Islam, Radical Islam, Conservative Democrat, Islamism, Ideology of National Opinion, Justice and Development Party x İÇİNDEKİLER BİLİMSEL ETİK SAYFASI..............................Hata! Yer işareti tanımlanmamış. YÜKSEK LİSANS TEZİ KABUL FORMU ....Hata! Yer işareti tanımlanmamış. ÖNSÖZ ....................................................................................................................... ii KISALTMALAR......................................................................................................... v ÖZET ......................................................................................................................... vi ABSTRACT............................................................................................................. viii İÇİNDEKİLER............................................................................................................ x GİRİŞ........................................................................................................................... 1 II. BÖLÜM: KAVRAMSAL ÇERÇEVE................................................................. 5 2. 1. İDEOLOJİ OLARAK İSLAMCILIK ............................................................. 5 2. 2.SİYASAL İSLAM NEDİR? ........................................................................... 7 2. 3. SİYASAL İSLAMCILIK HAREKETİ NEDİR? ........................................ 8 2.4.SEKÜLERİZM NEDİR?............................................................................... 11 2. 5. MİLLİ GÖRÜŞ İDEOLOJİSİ.................................................................... 11 III.BÖLÜM :MİLLİ GÖRÜŞ TARİHSEL ARKA PLANI................................. 13 3.1.RP’NİN ÖNCÜLLERİ: MNP ve MSP............................................................. 13 3.1.1.MİLLİ NİZAM PARTİSİ (1970-1971)................................................................. 13 3.1.2.MİLLİ SELAMET PARTİSİ (1972–1981)........................................................... 15 3.2.RP’NİN KURULUŞU ve MUHALEFET DÖNEMİ (1983–1996)................. 18 3.2.1.RP SÖYLEMİ VE SİYASAL ŞEKİLLENME ................................................ 18 3.2.2.RP’NİN İKTİDAR İLE TANIŞMASI.................................................................. 21 3.3.FAZİLET PARTİSİ....................................................................................... 21 3.4.YENİLİKÇİ-GELENEKÇİ AYRIŞMASI................................................... 22 3.5.28 ŞUBAT SÜRECİ ve İSLAMİ SÖYLEM................................................. 23 3.6.SAADET PARTİSİ ........................................................................................ 24 IV. BÖLÜM: İSLAM-DEMOKRASİ BİRLİKTELİĞİ: SİSTEME ENTEGRE OLMA AŞAMALARI............................................................................................... 25 4.1.SİYASET VE DİN SINIRLARININ KAYBOLMASI................................... 25 xi 4.2.MUHAFAZAKAR DEMOKRAT KİMLİĞİ.............................................. 26 4.3.LİBERALLEŞME PROBLEMATİĞİ......................................................... 26 4.4.İSLAMİ VE İSLAMCI YAŞAM TARZI FARKLILIKLARI................... 28 4.5. SEKÜLERLEŞME PROBLEMATİĞİ....................................................... 30 4.6.SEÇKİNLERİN DÜŞÜŞÜ ya da YENİ SEÇKİNLER............................... 31 4.7.İSLAM ANLAYIŞI’NIN İDEOLOJİ HALİNİ ALMASI.......................... 32 4.8.GÖSTERİŞCİ DİNDARLIK......................................................................... 33 4.9.LAİKLİK PROBLEMATİĞİ....................................................................... 36 4.11. KAMUSAL ALAN...................................................................................... 39 4.14.İSLAMİYET’İN KENTLEŞME’YLE İMTİHANI.................................. 45 V. BÖLÜM: İSLAMCILIK AKIM’ININ BİR TEZAHÜRÜ OLARAK YENİ İSLAMCILIK SÖYLEMİ VE AK PARTİ ÖRNEĞİ................................................ 51 5. 1.AK PARTİ KURULUŞU.............................................................................. 51 5.2.AK PARTİ KİMLİĞİ.................................................................................... 53 5.3.AK PARTİ İDEOLOJİSİ.............................................................................. 55 5.4.İSLAMİ HAREKETLER.............................................................................. 56 5.4.1.YENİ İSLAMCILIK ............................................................................................. 60 5.6. İSLAMCILIĞIN TOPLUMSALLAŞMA HALİ ....................................... 68 5.7.AK PARTİ’NİN İSLAMCILIKLA İMTİHANI......................................... 71 5.8.KİTLE PARTİSİ OLMASI........................................................................... 76 5.10.AK PARTİ’NİN DEMOKRASİ TAHAYYÜLÜ....................................... 79 KAYNAKÇA............................................................................................................. 87 ÖZGEÇMİŞ ............................................................................................................. 96 1 TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK SÖYLEMİ MİLLİ GÖRÜŞ’TEN AK PARTİ’YE “Rahatsız olma satırlarımdan cağlar boyu kapalı duran kupu kırdıysam kursun mührü çıkardıysam vicdanımdan kaçtıysam sarayların harem odalarından ölümüme, mezarıma, köklerime ve büyük mezbahaya başkaldırdıysam rahatsız olma keşfettiysem şuurumu” (Nizar Kabbani) GİRİŞ Siyasal İslam 1980’lerin ortalarından itibaren, onu oluşturan kesimlerden bir kısmının sağcılıkla ve asıl olarak bu geleneğin dışında ama yörüngesinde yepyeni bir İslami çizginin gelişmesiyle oluşmaya başlamıştır. Tanımlanan Siyasal İslam kavramı İran’da İslami geleneği sahip olabileceği güveninin işaretlerini alan Türkiye’de İslamcılık oluşturan ana gövdede, kendine özgü ve toplumsal iddialara cevap veremeyen İslamcı akımlara eklemlenmeyi ve kendini tanımlamanın en iyi yolu olarak görmüştür. İslamcılık siyasal bir ideolojidir ve İslam’ın hemen hemen bütün formlarının, siyasetin içinde ve dışında niteleyen formlarının bile siyasal çözücülüğünü bilfiil üstlenen bir söylem olmaya yüz tutmuştur. Türkiye’de siyasetin ve toplumsal değişmenin karşılıklı değişimine baktığımızda kentlileşememe siyasal toplumsallaşmanın artmasına sebep olduğunu görmekteyiz. Kente göç edenlerin beraberinde getirdikleri kültürlerini ve değerlerini korumaya çalışmak ve bununla birlikte siyasal toplumsallaşmayla kendilerini temsil ettiklerine inanarak kendilerini sağ partide bulmuşlardır. İslam hakkında genellemeler yapmak kolay değildir. İlk olarak, sözcük genelde 2 birbiriyle alakalı iki farklı anlamda kullanılır, tıpkı Hıristiyanlık sözcüğünde olduğu gibi, sözcüğün birkaç anlamı vardır. Din, inanç ve ibadet sistemi diğer bir ifadeyle dininin himayesinin altında doğan medeniyeti anlatır, aynı zamanda dinsel ve kültürel geleneğin adı (Lewis,2003:17) olarak ifade etmektedir. Türkiye’de siyasetin kendi kuralları, kadroları ve söylemi ile İslamcılığın; yani Müslüman kalma ve yaşama mücadelesinin de kendi mahiyetine ve amacına uygun kurallar, söylemler, yöntemler ve kadrolarla yapılması gerektiği anlayışına doğru bir gelişmeye neden olmaktadır(Çağlayan,2011:53).İslam ve siyaset ilişkisi siyasete talip olma düşüncesi olarak nakletmektedir. Türkiye’de İslamcılık serencamını anlamak için Milli Görüş Geleneği’ne sahip Parti ve bu anlayış üzerinden kendini ifade eden bu durum İslamcılık’ın yeniden yorumlanmasını ve değişmesini beraberinde getirmiştir. 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra, tüm İslami oluşumlar dağıtıldı. Devlet İslamcı harekete izin vermek şöyle dursun,1930’larda ve 1940’larda gayri resmi kanallardan temel din eğitimi verilmesini bile yasaklamıştı. 1950’lerde ve 1960’larda İslamcılar yeniden cemaatler, gayri resmi gruplar, dergiler, yayınevleri ve radikal siyasi partiler şeklinde örgütlenmeye başladılar. İslamcı bir kitle partisinin çatısı altında kesinlikle gelmeleri, ise 1960’ların sonunda gerçekleşti.1980’lerde ve 1990’larda parti yeni adıyla Refah Partisi olarak bir kez daha müphem bir şekilde ve zımnen hem İslami geleneklere hem de modern sosyal adalet mücadelesine oynuyordu. Partiye İslami Saiklere gelenler bu sözcüğü geleneksel İslami Lügatin bir parçası olarak görülüyordu (Tuğal,2010:14-15).Tarihsel arka plana baktığımızda İslam ve parti ilişkisinin giderek “partide bulunma haliyle” etkileşimle birlikte farklılaşmaya başlıyordu. Günümüze gelindiğinde ise modern paradigmanın dönüşmesiyle İslamcılık algısı azda olsa çözümsüzlük durumundan dolayı, konunun yeniden tahlilinin yapılması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. 3 AK Parti’yi siyasal partiler içerisinde yeni bir parti olmasına karşın Milli Görüş hareketinden gelen bir siyasal parti ve siyasal kimlik olarak incelemek ve AK Partinin ortaya koyduğu siyasal kimliği anlama çabası da yukarıda belirtilen kaygıdan yola çıkılarak ele alınmıştır Beş bölümden oluşan tezimde ilk bölümde kuramsal çerçeve olarak konu, amaç ve önem, yöntem alt başlıklarından oluşmaktadır. İkinci bölümde de kavramsal çerçeve üzerine değineceğim. Kavramlar ve bununla birlikte tanımları ele alınmaktadır. Sekülerizm, siyasal İslamcılık, milli görüş ideolojisi,1980 sonrası ideoloji olarak İslamcılık anlayışının tekâmül ettiği alan ele alınmaktadır. Üçüncü bölümde İslamcılıkta Türkiye seyrini anlamak için Milli görüşün tarihsel arka planını ele almak gerekmektedir. Sistematik olarak ele alınacak bu süreç Partiler üzerinden değerlendirilecektir. Milli Nizam Partisi, Milli selamet partisi, Refah partisinin ideolojisi, siyasi şekillenmesi, iktidar ve muhalefet olduğu süreçleri gösterilmeye çalışılacaktır. Gelenekçi ve yenilikçi ayrılması,28 Şubat süreci ve İslami söylem, Saadet partisini anlatmakla devam edilecektir. Tarihsel bir süreci değerlendirmek için tarihsel arka planı göz ardı etmeden çalışma yapılması hedeflenmiştir. Dördüncü bölüm, İslam demokrasi birlikteliği ve sisteme entegre aşamaları ile ilgili belirlenen noktalar üzerinden değişim ve dönüşümü kategorileştirmeler üzerinden incelenecektir. Siyaset -din sınırlarının kaybolması, muhafazakâr demokrat kimliği, liberalleşme problematiği, İslami kesim ve İslami yaşam tarzı farklılıkları, seçkinlerin düşüşü ya da yeni seçkinler, gösterişçi dindarlık, laiklik problematiği, Türkiye’de laiklik, Türk modernleşmesinin siyasete etkisi, kamusal alanda İslami şiar örtünmeyle çıkmak, İslam’ı cumhuriyetin içine yerleştirmek, Türk Müslümanlığı ve milli din söylemi, İslamiyet’in kentleşmeyle imtihanı alt başlıkları üzerinden sürecin nasıl geliştiğini anlamaya çalışılacaktır. Beşinci bölüm İslamcılık tezahürleri olarak yeni İslamcılık söylemi ve Ak Parti örneği üzerinden Ak Parti’nin kuruluşu, ideolojisi, İslamcı hareketinin 4 otantikliğine vurgu, Türkiye’de Siyasal İslamcılığın dönüşümü, İslamcılığın toplumsallaşma hali, pasif devrim, Ak Parti-İslamcılık ilişkisi, Ak Parti’nin demokrasi kültürü üzerinden yeni İslamcığın oluşumunun nasıl gerçekleştiğini ele almaktır. 5 II. BÖLÜM: KAVRAMSAL ÇERÇEVE 2. 1. İDEOLOJİ OLARAK İSLAMCILIK İslamcılık, Batı’dan gelen ideolojik düşünce biçimi ile geleneksel İslami değerlerin bileşimi neticesinde, İslamiyet’in ideoloji formu içinde yeniden sistemleştirilmesiyle ortaya çıkmaktadır(Türköne, 2003.23). İdeolojik İslam içinde önemini kaybetmekte, din artan oranda dünyevileşmektedir. İslam’ın Türkiye’de mevcut yapısını çözmeye çalışırken altının çizilmesi gereken unsurlardan biri, İslam’ın ideolojiye dönüşümüdür. Bu noktada, etik ortama kısmen ters düşen bir dizi tarihi gelişme saptıyoruz. Bana göre ideoloji basitçe insanları önceden belirlenmiş bir politik hedefe yönlendirmek için hazırlanmış bir dizi düşünceden oluşmaz. İdeoloji toplumsal hareketliliğin ve modern kitle iletişimlerinin çerçevesinde işlemeli ve bir entelijensiya tarafından geliştirilmelidir (Mardin,2010:228).İdeolojinin politik bir hedefe ulaşabilmesi için belirli aşamalardan geçmesi gerekmektedir. İslamcılık, siyasi ideolojilerin sağ ve sol ayrımına uymaz. İdeoloji olarak İslam, bir üst ideoloji olan milliyetçiliğin bir ifadesi olarak geniş ölçüde hizmet eder ve bu haliyle sol kadar sağ, liberal kadar muhafazakâr siyasi eğilimleri de kapsar. Bu nedenle sivil toplum ve demokrasiyle ilgili ideolojik çekişmelerin anlaşılmasının anahtarı, yalnızca laiklik yanlıları ve İslamcılar arasında var olan mücadele değil aynı zamanda ve belki daha da çok İslamcıların kendileri arasındaki mücadele bulunmaktadır (Özdalga, 2007:87-88).İslamcılık farklılıkları öteki kılmanın ötesinde “İslamcı” kimliğin kendi içindeki savaşımından ibarettir. Bütün sosyal ve siyasal hayata uygulanması istenen inanç, fikir ve davranış kurallarını içine alan iki yönlü bir ideolojik formül haline getirilmiştir. Bir yönü ferdi plandadır. İslam dünyasında yaşayan fertlerin, bilhassa Müslümanların tek tek hayatlarına karışır. Onlara bir yaşama yolu çizer. Öteki yönü ile de, kolektif plandadır. İslam dünyasında, henüz milletleşmemiş halk kitlelerine, bağımsızlığa kavuşmamış milletlere, devletlere kurtuluş, kuruluş ve kalkınma yolu çizer, birbiriyle 6 münasebetlerini sağlayan kaideler yaşayan insanların ve toplumların hayat prensibi (Tunaya, 2007:19) olarak ifade etmektedir. İslamcılık aslında Müslüman toplumları laikleştirici bir etkendir, çünkü dinsel alanı, siyaset uğruna geri plana itmektedir. İslamcılığa göre kuşkusuz siyasetin yararınadır. Fakat siyasetin ve toplumsalın gerçek işleyişini dikkate almayı reddedişi, onu iktidarın ve toplumsalın gerçek işleyişi dikkate almayı reddedişi, onu iktidarın ve toplumsal bölünmenin geleneksel uygulamalarının yazılı olmayan kurallarını izlemeye yöneltir. İslam’a geri dönüşten çok söz ediliyor. Fakat bunu açmak gerekir. Kimsenin sokaklarda namaz kıldığına tanık olunmayan İslamcı İran ile namaz kılan insan kalabalıklarının kimi sokaklarda fiilen trafiğe kapattıkları laik cumhuriyetlerin(Türkiye)İslamileştirilmiş mahalleleriyle tezattır(Roy,2005:257) .İran ve Türkiye’de İslam’ın algılanması birbirinden farklıdır. İran’da İslami olan ritüeller daha görünür bir haldedir. Türkiye’de ise laiklikle birlikte görünmeyen alana taşınan İslami ritüeller vardır. İslamcılık, İslam toplumlarında, önceleri belli belirsiz bir takım eğilim, özlem ve arayışlar olarak beliren sosyal kıpırdanmaların 19 yy. sonuna doğru daha bilinçli bir akım olarak şekillenmesine verilen addır. Gerçekte burada bir akımdan bahsetmek doğru olmaz. 19 yy karşımıza çıkan akım, farklı nitelikler taşıyan, fakat gene de amaçlar bakımından bir İslami Nizam kuramında birleşen bir arayışlar kümesidir.(Mardin,2010:23)19-20 yy, İslamı bir bütün olarak yeniden hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürgesinden, zalim ve müstebit, yöneticilerden, esaretten, taklidinden, hurafelerden, kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik, yönleri baskın siyasi, fikri, ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir(Kara,1997:17). İslam’ın sosyal hayata, siyasete dönük esasları, akla uygun biçimlerde yeniden gündeme getirilmektedir. İslamcılık rakip olarak ideolojileri alır, ama aynı zamanda rakip olarak ideolojilerden işine yarayan, sistemine almakta mazur görmediği veya zaruri gördüğü unsurları eklektik biçimde iktibas eder (Türköne, 2003:24-26). 7 İslamcılık ve ideoloji kavramları birbirlerini bulunduğu anlamdan uzaklaştırarak karşılıklı eklemlenmeyle senkretik bir yapıya ulaşır. 1 2. 2.SİYASAL İSLAM NEDİR? İslam, Müslümanların nihai lugatçesinin en ince kavramıdır. Bu incelik rekabeti güçleştirmektedir. Nihayet Müslümanlar için İslam iyiliğin müseccem hale gelişinin diğer adıdır. Böylece İslamcılar en iyi idarenin İslami idare olduğunu söylediklerinde, İslami olan iyiliğin müseccem oluşuna gönderme yapar ve iddia, en iyi idarenin iyiliğin idaresi olduğuna dönüşür. Bu, İslam ‘la iyiliğin müseccemliği arasındaki ilişkiye saldırmadan, doğrudan reddedilmesi güç bir iddiadır. Bu noktada İslam açıkça güçlü gözükür, çünkü Müslümanların çoğunluğu için İslam iyinin tarifi olmalıdır. Bu sebeptendir ki İslamcıların karşı çıktığı İslami hükümetler, İslam ‘ın hakiki iyiliği temsil ettiğini iddia etmekten ziyade, İslamcıların gerçek İslam’ı temsil etmedikleri iddiasıyla karşılık vermişleridir(Sayyid,2000:75-76).Müslümanların zihin haritasında İslam iyiye, İslamcılık ise İslam’ın gerçek temsilinin yapılmadığı alan olarak görülmektedir. İslamcılık için İslam dünyasında “tecdide, ıslah, itihad-ı islam, ihya, Panislamizm, özellikle yeni araştırmalarda “modern İslam(iyet) ,çağdaş İslam düşüncesi, İslamda reformist düşünce…”olarak kullanılmaktadır (Kara,1997:17). İslamcılık, siyasal İslam, din merkezli siyasi söylem, dil ve argümanlar bütünü, özünde toplumsal ve siyasal değişimi öngören bir projenin peşinen bloke edilmesine sebep olduğundan, bunlara başvurulmayacak; bu arada başörtüsü gibi temel sorunlar dahi ön planda tutulmayacaktır (Bulaç, 2010:112). Referans alınacak nokta, halkın zihin haritasında bulunan dindar ile dinci diyalogu ekseriyetinde ifade edilmesidir. İslamcılık, geleneğe bağlılık yerine gerçek İslam’ın ne olduğuna ilişkin bir sorgulamayı, otorite ve hiyerarşiye saygı yerine dinsel hükümlerle hükmetmeyen yöneticiye itaat edilemeyeceği ilkesini, özel mülkiyet vurgusu yerine kamusal çıkarlar doğrultusunda sınırlanabilecek bir teşebbüs anlayışını ve nihayet değişime 1 İslamcılık kavramının sosyoloji teorisinde birçok anlama sahiptir. Bu çalışma boyunca kullanılacak İslamcılık kavramı ideoloji perspektifinden değerlendirilecektir. 8 tepki yerine statükoya İslami ilkeler doğrultusunda değiştirme ve dönüştürme eğilimini koymuş (Erkilet,2004:84) olmaktadır. Türkiye’de siyasal İslam, diğer komşu İslam ülkelerindeki gibi, birlik ve bütünlükten uzaktır. İlgileri öncelikleri, hedef ve duyarlılıkları farklı İslami grup ve platformlar bulunmaktadır. Tüm bu farklı İslami grup ve platformlar bulunmaktadır(Cizre,2005:104).Buna rağmen siyasal ve sosyal alanı açıklamak için siyasal İslam terminolojisi kullanılmaktadır. Dinin normalleşmediği, Toplumun, dini, kültürel bir algıyla değerlendirme niteliğine erişemediği yerlerde Siyasal İslam başarılı olur. Türkiye tam bir inanç hürriyetine sahip olsaydı, bugün siyasal İslam’ın yararlanmayan kalkacağı bir anormallik olmayacaktı. Öte yandan, inanç özgürlüğü yanında, düşünce özgürlüğü de tam anlamıyla hayata geçmiş olsaydı, dindarlar da kendilerine yakın bulmadıkları düşüncelere saygı göstererek, yasakçılığın değil, özgürleşmenin doğal taraftarı olacaklardı(Altan,2010:94-95).Aslında kendi yaşam sınırlarının genişletmenin yolu farklı görüşlerin varlığını anlamaktan geçmektedir. Dinin gündelik hayatla hemhal olması aynı zamanda radikalleşerek yaşam alanından uzaklaşmasının da önünü daraltmış olacaktır. 2. 3. SİYASAL İSLAMCILIK HAREKETİ NEDİR? 1980’lerin ortalarından itibaren, bu geleneği oluşturan kesimlerden bir kısmının sağcılıktan kopması ve asıl olarak bu geleneğin dışında ama yörüngesinde yepyeni bir İslami çizginin gelişmesiyle beraber, bu gün tanımlanan haliyle Siyasal İslam başlamıştır. İran’da İslami bir sahip olabileceği güveninin işaretlerini alan İslamcılar, gerek İslam dünyasından yaptıkları çevirilerle, yayın hayatına girerek toplumsal düzeyde bir varlık mücadelesine girdiler(Ete, 2003:59).Siyasal İslamcılık Türkiye’ye yayınlar ve çevirilerle girmiştir. Siyasal İslamcılık dini kimlikle siyasal alanda faaliyet göstermek, dini değerlerle siyasal alanı revizyona tabi tutmak, içeride ve uluslararası alanda İslamın rolünü artırmak, İslamcılık anlayışını siyaset sahnesinde dile getirmek gibi amaçlara yönelik olabilmektedir(Akdoğan, 2010, 84) .Cılık eki ile İslam’dan ayrıştırılan İslamcığın, İslam’ın değer ve hükümlerin sistem dışına bırakılmasının yarattığı 9 meşruiyet krizine verilen bir cevap olduğu söylenebilir. Bu tanımlamaya göre İslamcılığın, İslami değer ve hükümlerin kendisi olduğudur (Erkilet,2004:88).İslamcılık siyaset ve sosyal alanında şekillendirirken motivasyon olarak bulunmasıdır. Mevcudu sorgulama, geçmişle yüzleşme anlamını taşıyan bu dönem, İslamcılığın içine düştüğü tıkanıklıkları ve yanlışlıkları nazara alarak daha makul bir çizgi üretme çabasını ifade eder(Akdoğan,2010:85).Hızlı sosyal değişme, geleneksel değerlerin karşılayamadığı, açıklayamadığı değişmeler, kitle iletişiminin yaygınlaşması, aydın sınıfının bir fikir imalatçısı gibi yeni unsurları, geleneksel İslam toplumunun değişmesi içinde takip ederek, İslamcılığının doğuşunu açıklayabiliriz. İslam toplumları henüz Batı’daki gibi farklılaşmanın ve değişmenin yaşanmadığı dönemlerde ideolojiyi, bu arada İslamcılığı üretiyorlar (Türköne, 2003:22). İslamcılık toplumsal değişim belli aşamalardan geçmiştir. Türkiye’de İslamcılık oluşturan ana gövdede, özgünlüğü ve kendi iddialarına sahip olmayı imkansız kılan bir eklemlenmeyi mümkün kılarken, ana gövde dışındaki İslamcı akımların gelişiminde bir tepkiselliğe yol açıp ülke gündemini hesaba katmayan, sahih İslam adına yerelliğin evrensele kurban edildiği bir anlayışa yol açmıştır. İslam dünyasındaki İslamcı akımların başardığı toplumsal kabulü Türkiye’de İslamcılığın başaramamış olmasının sebeplerinden en önemlisini, İslamla sağcılık arasında sağlıklı bir ilişki kuramamış olduğunu (Ete, 2003:61) ifade etmektedir. Günümüz siyasal ve ya toplumsal bağlamlarında İslam’la ilgili olarak, bir çeşit istenmeyen muhatap olarak nitelendirdikleri bu bünyeye karşı “kültürel İslam” tipolojisini geliştirmeye çalıştılar. Ancak bir tedbir olarak düşünüldüğü bağlamın zorunlu nitelemesiyle bu İslamda, son kertede, İslam'ın siyasal tezahürlerine gönderme yapmış oluyordu(Aktay,2003:32).İslam ve siyaset ilişkisini baktığımızda kültürel islam hayat alanının daraltılmasına neden olmaktadır. Oliver Roy’un siyasal islam tanımlanmasını yapmış ve kendi yaptığı tanımlanma içinden kriterler kullanarak Siyasal İslam’ın iflas ettiğini ilan etmişti. Tanımlama ve iflas ilanının üzerinden yaklaşık 30 sene geçti, düşüncelerinin 10 hiçbirinin doğrulamadığı açıkça ortaya çıktı. İslam (ve elbette İslamcı akımlar, kimi zaman doğru kimi zaman eksik okumalar yapsalar da zamanın ruhuna uygun olarak)19.yy ikinci yarısından beri başlayan entelektüel, toplumsal ve politik yürüyüşünü başarıyla sürdürüyor. Fakat hala üstelik İslamcı iktidarın olduğu ülkelerde özgürce düşüncelerini dile getiren ve muhalefet yapabilenler siyasal islamın iflas ettiğini söylemektedir(Bulaç,2010:95).Roy’un ifade ettiği siyasal İslamın çöküşünden ziyade farklı varyanslarının bulunduğu, farklı tezahürlerinin oluştuğu bir yapı arzetmekir. Oliver Roy, siyasal İslam’ın iflasından ya da Müslümanların giderek modernizme emilmekte olduklarından söz ederken kastedilen eğer, Müslümanların temelleri vahiyde yer alan ideolojik kültür bileşenlerini, özgün yaşam tarzları, kurumsal modeller ve teknolojiler yaratmakta yeterince kullanmadıkları ise, bu tespitlere katılmak olanaklıdır. Fakat eğer bu bağlamsal başarısızlıktan din olarak İslam’ın kendisi ve potansiyelleri ile ilgili bir çıkarım yapılmak isteniyorsa, o zaman bu tespite katılmamız olanaklı değildir. Çünkü modern toplumsal örüntülerin batıda gelişmesi sürecinin ne kadar uzun zaman aldığı bilinmekte iken, İslam dünyasında düşünsel temelleri ve eylem boyutu henüz yarım asırlık bir tarihe bile sahip olmayan toplum, ekonomi, teknoloji, siyaset projelerinin bağlamsal başarısızlıklarını genelleme ve sonul bir başarısızlık gibi gösterme yönündeki sosyolojik çabalar, olsa olsa bir yeni oryantalizm girişimi olarak nitelendirilebilir. Tarihinin teoloji dışındaki diğer düşünsel alanlarıyla olan ilişkisi koparılmış olan Müslüman toplumların, kültürlerini yeniden üretme yani, ideolojik unsurlarına özgün beşeri ve maddi açılımlar kazandırma potansiyelleri tükenmiş değildir.(Erkilet,2004:69-70)İdeoloji dediğimizde birçok araç kavram ve araçlara taşınabilir ve somutlaşabilir. Siyasal İslam’ın sonu tezinden ziyade, İslamcılığın giderek artan bir şekilde kültürel bir hareketin özelliklerini ifade etmeye doğru dönüştüğünü düşünüyorum. İslamcılık, iktidara gelip gelmemekten ve siyasal stratejilerden bağımsız bir şekilde, İslami tanımları dönüştürmekte, Yeni aktörler yaratmakta, yeni kamusal mekanlar oluşturmakta, benlik ve modernliğin geçerli kültürel programlarını sorgulanmaktadır (Göle,2008:34). İslamcılık kavramına baktığımızda Türkiye’deki seyrinde toplumsal tabana ve bununla birlikte İslami olana denk düşer. İslam olan ve İslami olan ayrımı 11 bize İslam’ın yorumlanmasıdır. İslami olanın yorumlama vahyin hayata indirilmesiyken İslami olmayan vahyin hayat da belirleyiciliğinin azalmasıdır. 2.4.SEKÜLERİZM NEDİR? Sekülerleşme toplumsal bir süreçtir, yani toplumun belirli düzeyine kendini indirgemeden o toplumu derinden etkiler. Her sekülerleşme zorunlu olarak açık seçik laikliği doğurmaz. Toplumu etkiler ama düşünce sistemi değildir(Roy,2010:97- 98).Toplumun anlam haritasında yer almaktadır. Dinsellik insan hayatını merkezi olmaktan çıkınca, hayat pratikleri, insanların dünyaya verdikleri bir anlam olarak dinin ve aşkınlığın iradesine tabi olmayacak. Kamusal alanı düzenleyen devlet tarafından onaylanmıştır. Yalnız devlet, özel alanda zorlama yoluyla dinselliği reddetmekle kalmaz; kamusal alanda zorlama yoluyla dinselliği reddetmekle kalmaz; kamusal alanda zorlama yoluyla dinselliği reddetmekle kalmaz; kamusal alanda onu bütün yönleriyle tanımlar ve kısıtlanmasına neden olmaktadır(Roy,2010:10).Sekülerizim kısıtlı olan kamusal alan algısı oluşturmaktadır. Toplumun sekülerleşmesi, siyasal laiklik ve dinsel reformizm arasında nedensel ve doğrudan bir bağ yoktur. Tersine, dinin sosyolojik temellerinin derinden sarsılması ve bu sarsıntının dinsel düşüncede yansıması geçerlidir. Modernleşme Laiklikten önce değil, sonra başlamış olmasıdır. İslam için de aynı şey geçerli olacak. İslam’ın geçirdiği sarsıntı, dinin sosyal bakımdan gerçekliği yitirmesidir. Bir kültürle bütünleşmesi diğer taraftan saf bir din görüntüsü vermektedir(Roy,2010:147).İslamın dönüşmesi toplumsal dayanakların değişimi dinin sosyal alanda kısıtlanmasını ortaya koymaktadır. 2. 5. MİLLİ GÖRÜŞ İDEOLOJİSİ 1969’da MNP ile başlayan Milli Görüş çizgisi içinde gelişip sonunda tek başına iktidar olan Ak Parti’nin siyasi ve fikri kimliği, tartışmanın odak noktasını teşkil eder. Her ne kadar parti önde gelenleri ve teorisyenleri merkez sağ, muhafazakar demokrat gibi tanımlamalar dışındaki diğer tanımlama ve adlandırmalara karşı çıksalar da, hem parti önde gelenlerinin hem de Ak Parti’yle ilgili yazanların kafasının bir hayli karışık olduğu anlaşmaktadır. Parti içindeki siyasi 12 aktörlerin beyanları önemli olsa da, bu siyasi hareketin, iç kamuoyu ve dış çevreler tarafından nasıl algılandığı önemlidir(Bulaç,2010:94-95).Partilerin kendilerini nasıl tanımladıklarının ötesinde seçmenlerin gözünde nasıl bir yere sahip olduğudur. Milli görüş sloganı, aynı zamanda dış dünyayla ilişkilerinde hakkını arayan, sosyal bütünlüğe sahip bir ulus hedefini yansıttı. Bu slogan, Türkiye’de bir şeyin esas itibariyle yanlış olduğunu ima ediyordu. İddia, ülkenin İslam’a sırt çevirdiği ve bunun sonucunda sosyal bütünlüğün tehdit altına girmesiydi(Özdalga,2007:120).Milli görüş anlayışı İslam’ıda içine alan yeni bir dünya düzeni fikrini benimsemiştir. Erbakan ve yakın çevresinin dili, üslubu ve temel politik tutumları, sertliğe, kutuplaşmaya ve çatışmaya dayandığından, her fırsatta yönettikleri partileri kapatılmaktadır. Milli görüş’ün değişime kapalı çizgisi, dünyanın ve yeni toplumsal gelişmelerin öne çıkardığı gerçeklerden kopmuş bulunmaktadır. MNP, MSP, RP ve en son FP’nin diğer sebepler yanında en başta bu yüzden kapatıldığını söylemek mümkündür. Bu, birinci gerekçe idi ve aynı zamanda yeni siyasi hareketin de ilk parametresi olarak kabul edildi(Bulaç,2010:101).Milli görüş ideolojisi ideolojisisnin halesi içinde olmak aynı zamanda kendiliğinden küçük bir grubun içerinde sıkışıp kalmasına neden olmaktadır. Ak Parti’nin şartların zorlanmasıyla Milli Görüş’ün geleneksel aktörleriyle yollarını ayırdığı, sosyolojik anlamda analiz edilmesi gerekmektedir. Milli Nizam, MSP, RP ve FP ile devam eden çizginin giderek siyasette başat faktör olacağı ve parti kapatmanın, arkasından yeni bir güçlenmeyi getirdiğini çok iyi gözleyen bir takım çevreler, gelecekte statükoyu korumanın tek yolunun, bu hareketi tam ortasından ikiye, gerekirse üçe bölmekten geçtiğini tespit etmiştir (Bulaç,2010:71).Türkiye’de sağ partileri incelediğimizde milli görüş ideolojisi bölünerek iktidar olmanın yollundan geçmiştir. 13 III.BÖLÜM :MİLLİ GÖRÜŞ TARİHSEL ARKA PLANI 3.1.RP’NİN ÖNCÜLLERİ: MNP ve MSP 3.1.1.MİLLİ NİZAM PARTİSİ (1970-1971) 1960’lardan itibaren hızlanan iç-göç ve aşırı kentleşme olgusu; metropollerdeki gecekondulaşma, sınıflar –arası gelir dağıtımında yaşanan eşitsizlikler ve kent yaşamının dayattığı ontolojik güvensizlik ve kültürel kimlik krizleri vb. semptomlarıyla birlikte sağcı partilerinin din sömürüsüne dayanan popülist politikalarıyla birleşince Siyasal İslamcı fikirlerden toplumsal muhalefeti örgütleyebilecek bir vasatın oluşması kaçınılmazdı. Bunlara bir de 12 Eylül askeri darbesinin sol –sosyalist akım, parti ve fikirleri baskı altında tutan, Türkiye’nin siyasal yapısında önemli bir yer tutan merkez partileri parçalayan uygulamaları eklenince Siyasal İslam’ın iktidara uzanma süreci başlamış oldu(Güzel,1998:54). Milli Nizam Partisi 26 Ocak 1970’te kuruldu. Hedefi, sağdaki boşluğu doldurmaktı ve dünyevi bir amaçla birlikte ruhsal bir amaç da benimsendi. MNP programının “Esas Gaye” bölümünde partinin, milletimizin fıtratında mevcut olan yüksek ahlak ve faziletin, kuvveden fiile çıkarılmasını, inkişafını ve cemiyetimizi nizam, huzur, içtimai adalet ve vatandaşlarımıza saadet ve selamet getirmesine gaye edindiği söylenerek milletlimizin geçirdiği büyük tarihi tecrübeler ve kazandığı olgunluk sayesinde, milli ve manevi değerlerimize halel getirmeden demokratik hukuk nizamı içerisinde manevi maddi kalkınma hareketlerinin bir sentezini getireceği, yeniden dünyaya örnek üstün bir medeniyet kuracağı belirtilmektedir(Sarıbay;2011:57) Parti programı belirleyen siyaset kriteri ahlak ve maneviyat olarak temellendirilmiştir. MNP’yi kabaca üç toplumsal katmanın oluşturduğu söylenebilir. 1) Taşra kökenli dindar ailelerden gelip Cumhuriyet’in laik eğitim kurumlarından yetişmiş ve genellikle serbest meslekle iştigal den yeni seçkinler; 2) Taşrada ticaret ve sanayiyle iştigal eden dindar girişimciler; 14 3) Hem taşra hem büyük kentlerde yaşayan dar gelirli Sünni dindarlar(Çakır;2011:545).Parti kadrosu yukarıdaki meslek gruplarından oluşmaktaydı. MNP, liberal sağ partilerden farklı olarak, İslami kaygılarla yola çıkmıştır. Ancak, salt varlığı bile İslam’la demokrasinin uzlaşılabilirliği konusunda mesajlar içermiştir. Müslümanların, demokratik sistemin varlığını tehdit etmeksizin ve onun gereği olan oy haklarını kullanarak vatandaşlık ölçülerini uymasını sağlamıştır. Bu özellikler MSP, RP ve FP için de aynen geçerlidir. Bu çözümleme, söz konusu partilere bağlanan ya da oy veren bütün Müslümanların, sistemik eleştiriler yerine sınırlı reform çabalarına yönelmiş oldukları savını içermez (Erkilet,2004:150).İslam üzerinden şekillenen bu yapı İslam’ın siyaset sahasında daha aklı-selim bir yöntem izlemesini sağlamıştır. Erbakan’ın konuşmaları, savcıların gazabını üzerine çekmek için tasarlanmış gibiydi; zira Cumhuriyetin laik politikalarını ve Atatürk formlarını açıkça eleştiriyordu. Dahası, açıklamaların çok fazla oy cezp etmesi de olası değildi; çünkü iktidara gelindiğinde sinemaları, tiyatroları ve bale okullarını kapatacağını, futbol maçlarını yasaklayacağını vaat ediyordu. Bunlar kapatılma nedeni oldu. MNP Mayıs 1971’de kapatıldı(Ahmad,2007:488) .Sağ kitle partilerinin, baskın liberal eğilimleri nedeniyle ancak seçim zamanları hatırladıkları milliyetçi-muhafazakar talep ve temaları her şeyin önüne çıkaran MNP kısa süre içinde acemiliğin ve tabanındaki heyecanın kurbanı oldu. MNP’nin kapatılmasında belirleyici bir etken olarak o günkü siyasal ortamın, yani 12 Mart döneminin en belirgin özelliği ise bürokrasinin iktidara ağırlığını yeniden koyma denemesi olması ve Kemalist ideolojinin izlerini taşımasıdır. 12 Mart muhtırasındaki ana tema, toplumun içine girdiği bunalımdan kurtuluşun tek yolunun Kemalist ideoloji doğrultusunda getirilecek çözümler oluşudur. Şüphesiz böyle bir ortamdan dinci ideoloji benimseyen bir siyasal partinin etkilenmemesi mümkün olmazdı. Nitekim MNP’nin kapatılması da bunu kanıtlamıştır(Sarıbay,2011:579- 580). Bürokrasi ve iktidar bağlamında bu sürece baktığımızda MNP dayandığı dini 15 ideolojiyi kanıtlama noktasında ikilem yaşamıştır ve bu süreç daima sancılı bir hal almıştır. 3.1.2.MİLLİ SELAMET PARTİSİ (1972–1981) Milli Selamet Partisi (MSP) 11 Ekim 1972’de kuruldu. MSP’ nin tarihi, İslamcılıkta laiklik arasında uzlaşmanın arasındadır. Aslında MSP laikliğe karşı olmamış ama onun Türkiye’deki uygulamalarını eleştirmiştir (Yavuz;2011:594).Laiklik topyekün karşı çıkmayarak yumuşak geçişin sağlanmasını kolaylaştırmıştır. 1970’lerden itibaren daha açıkça İslamcı bir mahiyet taşıyan MSP gibi partileri İslamcılık akımının bir parçası olarak görmek kolay değildir. Bunun birinci sebebi, gene MSP gibi bir partinin ideolojisin İslami felsefeden çok, Batı kültürünün Türkiye’ye geçmesine karşı alınacak pratik tedbirlerde toplanmasındandır. Bu da tipik taşralı İslam davranışıdır (Mardin,2010:32).Kente uyum sürecinde “batılı değerlerin” kabul edilebilirliği entegre olma açısından önemli bir yere sahiptir. MSP’nin liderliğini yapanlar ve onu destekleyenler kimlerdir? Partinin liderliğini elinde tutanların özelliği, Türkiye’deki diğer siyasal partilerden hemen hemen aynıdır. MSP’nin taraftarlarına gelince; bu partinin oylarıyla iktisadi az gelişmişlik arasında bir bağlantı bulunmakla beraber, onun en kuvvetli olduğu iller iktisaden en az gelişmiş olanlar değildir. MSP’nin desteği, gelir seviyesi ortanın altında olan bölgelerden olan, fakat aynı zamanda büyük şehirlerin kenar mahallelerinden gelmektedir(Mardin:2010:135).Kentte siyasal toplumsallaşmanın sağlanabilmesi için parti etrafında toplanmış az gelişmiş bir gelir seviyesine sahip insanlar vardır. Necip Fazıl ilk kuruluşundan itibaren MSP ’yi desteklemekle beraber, 1973 seçimlerinden sonra CHP-MSP Koalisyon Hükümeti’nin kurulmasına ( ve Erbakan’ın izlediği politikaya) karşı çıkarak MSP’den desteğini çekmiştir(Doğan;2011:439). İslami cemaatlerin desteğini almakla birlikte 1974’de CHP ile koalisyonu kamuoyunun gözünde oy kaybetmesine neden olmuştur. 16 1980’lere doğru gelindikçe İslami kesimler arasında iki hususun yükselme trendi gösterdiğini görüyoruz. Bunlardan biri İslam’ın kamusal alana taşınarak kamusal alandaki kurumların İslami bir renge büründürülmesi talebi. İkincisi ise Müslümanlık ufkunun yerel sınırları aşarak “İslam Âlemi” fikrine ulaşılması. Tüm cemaat ve tarikatlarda aynı hissiyat hâkim olmasa da özellikle 1980’lerde bariz biçimde yükselme trendine giren duyarlılığın bu olduğu söylenebilir. İslam âlemi söylemi 1970’li yılların başından itibaren Türkiye'nin siyasal hayatında kilit rol oynamaya başlayan MSP'nin “İslam Ortak Pazarı” projesiyle orta halli siyasete de mal olmuştur (Çaha;2011:477). 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında MSP sıkıyönetim sonucunda beraat etmelerine rağmen rejime muhalefet ettikleri için örgütsel yapıları büyük darbe almıştır. Bazı orta kademeler ise Ahmet Tekdal’ın liderliğindeki Refah Partisi(RP) etrafında toplamaya başladı. Generallerin buna tekâmülü yoktu; vetolarla RP’yi 1983 seçimlerine sokulmadı(Çakır;2002:235).İslam âlemi söylemi halk katında değerli olana denk düşerken, generaller askeri algı bunu bir tehlike olarak görmektedir. 1980’lerin ilk yılları Milli Görüş geleneğinin, her şeyden önce sürekliliğini garanti altına alma çabalarıyla geçti. 12 Eylül MSP’nin mal varlığına el koymuş, önde gelen isimlerine siyaseti yasaklamıştı. Bunlardan daha önemlisi, eski MSP’li İçişleri Bakanı Korkut Özal’ın kardeşi ve kendisi de bir dönem MSP’den İzmir milletvekili adayı olmuş Turgut Özal, “dört eğilimi birleştirerek” kurduğu ANAP’a MSP’den veya ona yakın çevrelerden çok sayıda nitelikli kadro devşirmişti(Çakır,2011:548). Toplumsal alanda İslamcılığın değişimi MSP geleneğinden önde gelenlerinden oluşan ANAP’la birlikte ortaya çıkmıştır. Doğrudan İslami ideolojiyi ön plana çıkarmayan partilerin veya liberal partiler içindeki ideolojiyi ön plana çıkarmayan partilerin veya liberal partiler bu görüşteki bireylerin kendi söylemlerini etkili kılmada başarılı olamadığı vurgulanmaktadır. Gerçekten de ANAP içindeki muhafazakarlık, radikal İslamcıların aşmaya çalıştıkları geleneksellikten çok farklı değildi. Bu açıdan ANAP’la birlikte İslamcılığın gelişmesinden söz edilemez, ancak İslamcılığın gelişmesine katkıda bulunduğu belirtilebilir. Çünkü temelde Turgut Özal’ın yaklaşımı İslamcıların ortaya koyduğu İslam devleti ve ya siyasal İslamın hâkimiyeti anlayışlarından dolayı farklı 17 bir boyut taşımaktaydı. Özal büyük Türkiye idealinde bölgesel ve sosyal şartlar çerçevesinde İslam’ın önemli bir dinamik olduğu düşüncesiyle İslam’a önem atfetmekteydi. Özal’ın pragmatik tutumu bölgesel bir güç olarak islamın önemli bir dinamik olduğu düşüncesiyle İslama önem atfetmekteydi. Özal’ın pratik tutumu bölgesel bir güç olarak İslam’ı gerekli görmekteydi.(Akdoğan,2000:190) İslamcılığın katkısından ziyade sosyal süreçlerde daha sessiz bir siyaset izlemiştir. İran devriminin etkisi, Müslüman’ların yaşadığı dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de hissedildi. Dinsel ve siyasi bilinci yükseltti ve iradenin var olması halinde her şeyin mümkün olabileceğine dair bir inanç yarattı. Hemen ardından İran’dan para ve propaganda Türkiye’ye akmaya başladı özellikle Batı’da, keskin iç sorunları belli olan Türkiye’nin ikinci İran olmasından söz ediliyordu. İki ülke çok farklı siyasi geleneklere ve toplumlara sahip olduğu için, bu olasılığı ciddiye alan çok az kişi vardı. MSP listesinde aday olan ve İslamcı görüşü yansıtan Turgut Özal gibi insanlar, birkaç yıl sonra yeminle söylüyorum, İrtica İran’dan gelmez. Çünkü biz sünniyiz, onlar şii(Ahmad,2007:495)derken toplumsal farklılıkların aynı zamanda kendi İslamcılık anlayışını da oluşturacağını ifade çabasıydı. Benliği ortadan kalkacağına çağdaş parti politikası yoluyla canlandırılıyor. Türkiye’de politikanın dinsel iletişim mekanizmalarını devam ettiren bir örneğinden de bahsedebiliriz. MSP’nin kullandığı iletişim ağı yalnız gazete değil. Bunun yanında, çok muhtemel olarak, MSP eskiden beri devam eden bir haberleşme ağından yararlanmaktadır. Bu ağ dindar kişiler arasında kullanılmasına devam edilmiş iletişimdir, bu ağın içinde tarikatlardan arta kalan unsurlar da bulunacağı muhtemeldir: artan kullanış, böylece sönmeye yönelmiş bir iletişim ağını ayakta tutuyor (Mardin,2009:135). Erbakan,1977’de,kalkınma ve sanayileşmeye daha az vurguyla İslami retoriği daha özgürce kullanıyordu. Haziran 1975’te,Konya halkına, ilin gerçek kurtuluşu olduğunu söyledi sanayi vaat etmişti(Ahmad,2007:492).İslamcı retorikle birlikte kalkınma ve sanayileşme faaliyetlerinin yürütüldüğü bir dönemdir. MSP Konya’da Kudüs’ü kurtarma mitingini düzenledi. Basının anlattığına göre, Kudüs mitinginde cübbe ve feslerle yüründü; yeşil bayraklar taşındı. Ya şeriat ya ölüm, İslam Milleti, Şeriat Devleti, Tek halife, Tek devlet, Tek millet, sloganları 18 atıldı. Bu, İran örneğinin esinlendiği militan MSP’miydi? Yoksa İran yanlısı militanların, ya da hatta provokatörlerin sızdığı bir MSP miydi?(Ahmad,2007:496).MSP’nin kendi ideolojisi doğrultusunda tutarlı davrandığını söyleme olanağımız doğmaktadır: MSP, iktidar ortağı olarak, gerek manevi kalkınma alanlarında gerek maddi kalkınma alanlarında öngördüğü politikaları uygulamaya büyük özen göstermiştir. Koalisyonlarda doğan sürtüşmelerin önemli nedenlerinden biri MSP’nin bu tutumudur. MSP’nin manevi kalkınma alanında İmam-Hatip yorumu, daha önce seçmenleriyle kurmak istediği simgesel iletişim çerçevesinde yapılmaya çalışmıştı. Bu yoruma, bir-iki hususa daha eklemek gerekmektedir. MSP, Türkiye’nin sanayileşmesinde öncülük görevini devlete yüklemekte ve bunu “sanayide devlet” sloganıyla dile getirmektedir. Bunu küçük orta girişimciliğin sözcülüğünü üstlenen MSP’nin, bu kesimin kendi kendini örgütleme olanağından yoksunluğunun bilincinde olduğunun göstergesi saymak akla yatkın görünmektedir (Sarıbay;2011:590).İran etkisinin gözlemlendiği ve bununla birlikte manevi kalkınmanın ön planda tutulduğu görülmektedir. 3.2.RP’NİN KURULUŞU ve MUHALEFET DÖNEMİ (1983–1996) 3.2.1.RP SÖYLEMİ VE SİYASAL ŞEKİLLENME 1970’lerin ilk yıllarında birçok Müslüman-Türk eskiden yasaklanan kimliklerini dile getirmek için yeni açılan fırsat alanlarından yaralanmaya başladı. Laiklik, sanayileşme, kentleşme, bilginin kitlesel eğitim ve iletişim yoluyla popülerleşmesi gibi modern gelişmelerle bu sayede başa çıkacaklarını düşündüler. Bu insanlar yeni oluşan bu bilinci kucaklamak ve ifade etmek için MSP’nin kurulmasını desteklediler. MSP’nin 1980 yılında askeri darbe liderleri tarafından kapatılmasından sonra, aynı sosyal grup RP’yi kurdu.(Yavuz,2008:280)Askeri darbe sonrasında kurulan RP söylemi giderek yaygın bir hale gelmiştir. 1980 sonrasından itibaren sürekli yükselen ve büyüyen Refah Partisi her geçen gün daha fazla kitle partisi görünümüne sahip oluyordu. RP örgütlenmesi sistematik bir hiyerarşi, bunun teminatı olan sıkı bir disiplin ve deneyimli bir kadro üzerinde temellendiğini (Çakır,1996:1266) ifade etmektedir. 19 Refah Partisi, kimi liderlerden destek almasına karşın, ne İslam’ı ve köktenciliğin tek sesiydi, ne de Türkiye’deki bütün dini grupların birleştiği cepheydi. Parti aşırı İslamcıları da, İslam’ı temelde kültür olarak gören pratik zihniyetli ılımlı üyelerini de tatmin edemedi. Erbakan hareketi, temelde, toplumun İslami kimlik ve kültürünün ve Osmanlı geçmişinin bir şekilde resmikabul görmesini arzu eden, buna karşın hilafeti, saltanatı ve ya imparatorluğu geri getirmek gibi bir niyete de sahip olmayan halkın bu özlemlerinden faydalanmaya çalışan kurnaz bir siyasi hareketti. Ne var ki Refah Partisi’nin ve bir çok dini elit mensubunun anlayamadığı ve kabul edemediği şey halkın İslam’ın saygı ve kabul görmesi talebinin bir şekilde laik ve modernist bir siyasal çerçeve içinde hayata geçirilmesi gerektiğiydi(Karpat,2010:193).Refah partisi bu süreci denge politikası güden İslami kültür ve kimlik ile laik ve modernist algıyı harmanlamaktadır. RP, milliyetçi-muhafazakar rotaya girmekle, sağ ile sol dışında İslamcılığı “üçüncü bir yol” olarak tanımlama çabasından vazgeçmiş oldu. RP’nin yeniden sağcılaşma sürecine girişi, bu partinin geliştirmekte olduğu, dünyada olup bitenlere karşı çıkan, mazlumdan yana söylemini rafa kaldırması anlamına da geliyordu. RP’nin yeniden-sağcılaşması, partinin “İslami hareket” olma yönelimini kestiği gibi, Türkiye’de oluşabilecek bir “İslami hareketin” manevra alanını daraltan, en azından orta vadede marjinalliğe iten bir gelişme oldu. RP, ittifakla Kürt sorununda resmi ideolojinin ve devletin kulvarına daha açık bir biçimde girmiş oldu, en azından bu kulvardan çıkma beklentilerini boşa çıkarttı. RP’nin milliyetçi olmayan ümmetçi bir İslamcı politika ufkunu kapatması, Türk İslamcıları ve Kürt İslamcıları arasındaki ilişki ve iletişim zeminini ortadan kaldırmadıysa da, en azından alabildiğine tahrip etti(Çakır;2011:548-549). Necmettin Erbakan, İslami dünya görüşlerini karşılayacak şekilde dönüşmüş, mevcut uluslar arası yapıya dayalı bir dünya düzeni tahayyül etmekteydi. Bununla birlikte, devlet-merkezli reformist (ıslahatçı) bir hareket devlete nüfuz etmek için yeni fırsat alanlarını ele geçirdiğinde, aynı harekete devlet tarafından nüfuz edilmekte ve hareket konumunu ılımlaştırmaya zorlanmaktadır(Yavuz,2008:49).Türkiye’de İslami hareketin partileşmesi ile ortaya çıkan RP’si iç politikada ve dış politikada İslami perspektif odaklı bir siyaset anlayışı sergilemiştir. 20 “Ben Kimin?” ve ”nereye aitim?” Türk milliyetçiliğini İslami kimlik bağlamında tanımlamakla RP, çağdaş Türkiye’de kimlik politikasına ilişkin olarak canlı şekilde hissedilen görüşleri istismar etmeyi başardı. RP’ye oy verenler dindar kişilerdi. Kemalist dönemin şiddetle baskılarıyla daha dirençli hale gelmiş bir İslami kimliği gerçekleştireceğine beyan eden partilerin faaliyetlerine ve kampanyalarına katılarak ve oy vererek kendi kişisel ve kolektif kimliklerini gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. Bu süreç ise diğer alt-ulusal ve ulus-aşırı kimlikler ve mensubiyetlerin bir derece terk edilmesini gerektiriyordu. Erbakan’ın ana kaygısı çoğulcu politika değil, sahiciliktir. Gündelik siyaseti yönetmesi gereken sahici bir Müslüman kimliğinin ve sesinin bulunduğuna inanmaktır(Yavuz,2008:301-304).Refah partisinin ana kaygısı siyaset sahasında Müslüman kimliğin yansımalarını sunmaktır. Refah Partisi, 1990’lı yıllardan itibaren, alt kademelerdeki genç kadrolarının baskısıyla, seçmenin seslendirdiği ekonomik, kültürel eğitime ait talepler cevap veren daha pratik bir fikir platformunu benimsedi. Gerçi parti üstü örtülü olarak inançsız devlettin yerine daha dindar bir düzen getireceğini vaat ediyordu, ama artık halkın geçim sorunuyla da ilgilenmeye başlamış ve siyasal yelpazenin ortasında yer alan yeni ılımlı seçmenin ilgisini çekmeye başlamıştır(Karpat,2010:288-289). Parti seçmenlerinin yönlendirmesiyle halkın ihtiyaçlarına cevap arayan bununla birlikte daha ılımlı seçmeni de siyaset yelpazesine katmıştır. Erbakan’ın önemli temalarından biri seküler ideallerin aile ve toplum hayatını yozlaştırdığı fikridir. Bu temalar, ufak tefek değişiklikler haricinde, Erbakan’ın söyleminde daima varlığını korumuştur(Mardin,2011: 88). İslamcılar 80’li yıllarda savundukları Müslüman aile ve batı uygarlığına dair eşyalara direnç söylemini terk etti. Dolayısıyla günümüz muhafazakarlığı nev-zuhur olduğu söylenemez. Bu süreç İslamcılık perspektifinin dönüşmesi sürecidir. Sağ siyaset geleneğine baktığımızda sağ siyaset sinizm felsefesinden etkilenmiştir. İslamcılık ideolojisi kendi içinde birçok farklılaşmanın yaşanması sürecini girmiştir. Erbakan’ın Türkiye’de demokratik sürece bir katkısı, kitle siyasetine önem vermesidir. RP, diğer birçok Türk siyasi partilerinden farklı olarak, parti üyelerinin 21 büyük bölümü tarafından desteklenen ideolojisi etrafında toplanmışlardır. 3.2.2.RP’NİN İKTİDAR İLE TANIŞMASI RP, MSP’den farklı olarak, 1980’den bugüne gençleri, kadınları ve piyasa ekonomisinden olumsuz etkilenenleri de kapsayacak şekilde tabanını genişletmektedir. RP’nin değişim yanlısı kurmaylarından biri bu geniş kesimlerin kucaklama stratejisinin, partinin kendi devletçi ve statükocu çizgisini aşma çabası olarak yorumlamaktadır(Cizre,2005:102).Siyaset yelpazesinin genişlemesi farklı birliktelikleri ve politikaların da dönüşmesine neden olmuştur. 1983 seçimlerinden sonra, siyasal seçkinler, ekonomik kalkınma hedeflerini gerçekleştirmek ve solun oluşturduğu tehdidi ortadan kaldırmak için, İslamcıların sisteme entegre edilmesi gerektiğine karar verdi. Bu entegrasyonun, ancak ‘Yumuşak bir İslam’ı, yani devlet tarafından titizlikle evcileştirilen ve izlenen bir İslam’ı kabul etmekle gerçekleştirilebileceğine karar verildi. Bunun sonucu olarak, İslamcı gruplar eğitim fırsatlarını geliştirilmesi, ekonomik faaliyetler ve parti politikaları yoluyla sisteme girdi. ‘Evcilleştirilmiş’ İslam’ın, ulusal birliğe güçlendirmeye yardım ettiği eğitim araçları arasında daha fazla imam-hatip okulu açılması ve kuran kurslarını uygulamaya konulması yer alıyordu(Yavuz,2008:288).İslamcıların devlet ile uyumunu sağlamak için eğitim alanı genişletilmeye çalışılmıştır. RP karşısında ‘büyük sermaye’yi de paylaşmış oluyor. Büyük sermaye bir yandan Anadolu Sermayesi’ne karşı çıkarlarının kalkanı olarak laiklik kullanırken öte yandan askeri manipüle etme yeteneği açısından da şimdiye kadar yaşanan tecrübelere göre ‘yeni bir durum’ diyebileceğimiz reflekslere ve melekelere kavuştuğunu göstermiş oldu(Çelik,1998:44-45). 24 Aralık 1995’te genel seçimler yapıldı. Oyların %21 alarak Refah Parti’si 1.parti oldu. 3.3.FAZİLET PARTİSİ Siyasal İslamcıların özeleştiri ihtiyaçlarının üstünü örtmez /örtmemelidir. Siyasal İslamcı gruplar her şeyden önce reel –politikten kopmamalıdır. Türkiye’de 22 siyaset ne kadar sanallaşırsa sanallaşsın onu hala sahih temeller üzerinden yeniden inşa etme imkanı vardır. Hem kadro hem de program itibariyle RP’nin aşikar bir takipçisi olmamasına rağmen eski refahlı milletvekillerinin toplandığı yeni bir adres olarak Fazilet Partisi’nin önceki seçimlerde RP’ye oy veren seçmen kitlesini aynen muhafaza ettiği çeşitli kamuoyu araştırmayla bilinen bir şey. Ancak, halkın bu güveni ve teveccühü asla suistimal edilmemelidir(Güzel,1998:55). Recai Kutan “Türkiye’nin vizyonunu demokratikleşme-sivilleşme doğrultusunda değiştirme başarısını gösteren ve türlü engellemelere rağmen demokratik açılımlara kapı aralayan Turgut Özal’ın misyonunun da” FP’de varlığını sürdürdüğünü söyledi (Çalmuk;2011:572). Dolayısıyla Fazilet partisi, söylem ve icraatlarıyla Refah partisi geleneğini temsil etmektedir. Kapatılan FP’si İkiye bölündü. Adına gelenekçiler denen taraf, kapatmanın üzerinden bir ay geçmeden, 28 gün sonra “Saadet” ismiyle (SP) yeni bir parti kurdu. Bu hareket partisi sırtında kaplumbağa gibiydi. Kaplumbağa ağır yürür ama yürüyüşünde belli bir istikrar vardır. R.Tayyip Erdoğan’ın siyaset yasağının kaldırılmasıyla önlerinde bir engel kalmamıştı. İlk defa merkez sağ ve merkez sol gibi MNP’den bu yana homojen bir şehir izleyen siyaset çizgisi, kendi içinde ikiye bölünmüş oldu. Bu tecrübeden nasıl bir sonucun ortaya çıkacağını ancak bekleyerek görebiliriz.(Bulaç,2010:71).Bu süreç siyaset seyrinin aynen devam etmesini isteyenler ve yeni bir bakış açısı getirmek isteyenler olarak partinin bölünmesiyle sonuçlanmıştır. 3.4.YENİLİKÇİ-GELENEKÇİ AYRIŞMASI 1990’lı yıllarla birlikte RP’nin de değiştiği söylenir oldu. Ve bu değişimin öncüsü olarak “yenilikçi” olarak adlandırılan kanat gösterildi. Yenilikçilerin karşısına ise ”gelenekçi” kanat çıkartıldı. Kaba bir analizle gelenekçilerin İslamcı olarak kalmak istedikleri, yenilikçilerinse liberalleşme arayışında oldukları ileri sürüldü. Yenilikçilerle gelenekçilerin arasındaki en temel ayırım, gelenekçilerin RP’yi ideolojik bir kadro partisi olarak tutmak istemeleri, yenilikçilerin ise onu “ideolojik omurgalı bir kitle partisi” ne dönüştürmeyi hedeflenmeleriydi. Yani yenilikçiler, RP’nin kapılarını herkese açmaktan yanaydılar 23 (Çakır,2011:549).Partililer arasında çıkan bu yol ayrımı değişim isteyip istememe ya da diğer bir ifadeyle gelenekle bağını koparmak isteyenlerin ayrımı olmuştur. Süleyman Karagüle, Arif Ersoy, Süleyman Akdemir gibi kişiler öncülüğündeki bir çalışma grubu tarafından hazırlanan faizsiz, alternatif bir ekonomik sistem projesi 1985’te Erbakan tarafından “ Adil Düzen” diye biçimlendirilerek parti görüşü olarak benimsedi. Ardından Erbakan ve bazı RP’li uzmanlar Akevler çevresiyle birlikte bu projeyi parti programı olarak kaleme aldılar. Erbakan, Adil düzen fikrini yurtdışındaki çeşitli platformlara da taşıdı(Çalmuk,2011:558). Parti görüşü adil düzen fikrinin hayata geçirilmesi üzerinden kurulmuştur. Partide çıkan bu fikir ayrılıkları “Türkiye’ye özgü bir olay değildi. 1990’lı yıllardan itibaren İslami hareketlerde başlayan muhasebe ve özeleştiri süreci sonucunda kimileri İslamcılığı bırakmıştı. Kimileri dillerini ılımlılaştırıp ulusal ve uluslar arası sistemlere entegre olmanın yollarını arıyordu; bu amaca uygun olarak “liberal” bir İslamcı söylem geliştirmişlerdi. Radikal tavırlarda ısrar edenler giderek daha da marjinalleşiyordu; içlerinden bazıları çok uluslu şiddet şebekelerine dâhil olmuştu”.Milli görüş sürekli yükselişte olan değil, sürekli düşüşte olan bir hareketti ve Batı’ya burun kıvırma gibi bir lüksü kalmamıştı. Eskiden Batı’nın Türkiye’ye her türlü müdahalesini bağımsızlığa saldırı olarak gören Milli Görüşçüler bundan böyle bunları teşvik eder olmuşlardı (Çalmuk;2011:572-573). İslamcılık anlayışının kendini sorgulaması süreci kendini ilk olarak gelenekçi-yenilikçi ayrışmasında göstermiştir. Bununla birlikte İslam algılayış ve siyaset dengesinin kurulmaya çalışan partiler bazen siyaset alanında bazen de islam algısı üzerine vurgu yapmıştır. 3.5.28 ŞUBAT SÜRECİ ve İSLAMİ SÖYLEM “Postmodern darbe” olarak tanımlanan ve Cumhuriyet tarihine “28 Şubat süreci” olarak geçen dönemin köşe taşları bu iki MGK toplantısı arasındaki bir aylık sürede döşendi: Erbakan’ın Kayseri’de üniformalı partili gençler tarafından karşılanması; “İslamcılar pompalı tüfeklerle iç savaşa hazırlanıyorlar” söylentileri; 1 Şubat günü Ankara’nın Sincan ilçesinde yapılan Kudüs Gecesi ve 4 Şubat sabahı ilçenin içinden geçmesi… 28 Şubat’la birlikte ellerindekini korumanın derdine 24 düştüler. Mevcut sistem içinde tek başlarına var kalabilmenin bile başlı başına ne kadar zor olduğunu, mutlaka “öteki”lerle ittifaka girmesi gerektiğini (Çalmuk;2011:571-573) ifade etmiştir. 28 Şubat müdahalesi, esas itibariyle, küresel bir sorundur. Seküler küresel güçlerin, sömürü düzenlerinin geleceğini garanti altına almak için girişilen küresel ölçekli bir dizi postmodern operasyonun Türkiye ayağını oluşturan siyonist müdahaledir. Ayrıca Türkiye ‘nin iktidar seçkinleri demek olan elit entellektüel sınıf, sivil askeri bürokrasi ve güvenlik güçleri yapısında bu ülkenin kültür ve medeniyet dinamikleriyle ilişkilerini büsbütün koparacak kadar bir yön ve özgüven kaybı sorunu yaşanmamış olsa, bu arızaya, dış aktörlerin taarruzlarına maruz kalmamız bu kadar olmayacaktı (Akgül, 2011:292). 28 Şubat müdahalesinin iç politika sorunu olmakla birlikte uluslararası siyaset alanının aurasında bulunması sorunun çözülmesini güçleştirmiştir. 3.6.SAADET PARTİSİ FP’nin gelenekçi kanadı, Temmuz 2001’de Kutan’ın liderliğinde Saadet Partisini kurdu. SP’lilerin tüm argümanlarını dini kaynaklara, özellikle de Arapça dini kaynaklara dayandırıyorlardı. Ak Parti’den birinin siyasal ya da entelektüel bir çalışma sırasında Kuran’dan sık sık alıntı yaptığını hiç görmedim, oysa SP’liler arasında bu çok yaygındı. Ak Parti stratejilerinden de dini söylemin rolünü azalttıkça, SP daha da artırıyordu. SP teşkilatlarında, düzenli ibadet konusunda sıkı disiplin vardı. Pasif devrime SP’nin önderliğindeki İslami muhalefet ilçede marjinalleşmişti. SP kendi programını ve stratejilerini yenilemek yerine eski tarz İslamcılığa kısmen geri dönmüş, Türkiye’deki dönüşümünden yararlanamamıştı. Parti hitabet düzeyinde daha saldırgan, daha militarist, daha milliyetçi hale gelmiş ve FP’ye kıyasla dini dogmalara daha fazla yaslanmaya başlamamıştı (Tuğal,2010:185).Saadet Partisinin siyaset algısı Fazilet Partisiyle birlikte yeni bir şekil kazanmıştır. 25 IV. BÖLÜM: İSLAM-DEMOKRASİ BİRLİKTELİĞİ: SİSTEME ENTEGRE OLMA AŞAMALARI 4.1.SİYASET VE DİN SINIRLARININ KAYBOLMASI Sekülerleşme süreçleri hem nesnel sekülerleşme ki bu bağlamda din ve devlet işlerinin ayrışmasından bahsediyoruz, olgularını içerdiği görüyoruz. Sekülerleşme sürecinin içerdiği bu iki olguyu görmek, bize siyasal İslam’ın nesnel sekülerleşmeye karşı bir oluşum olduğunu ama ekonomik kültürel İslam’ın gerekli olarak nesnel sekülerleşmeyle bir çatışma ilişkisi içinde olmayabileceğini gösterecektir (Keyman,2003:121). Foucault’un ifade ettiği toplum, yönetim mantalitesi sekülerleşme devlet tarafından benliğin yönetiminin etkin teknolojisi olarak kullanılan önemli iktidar mekanizması olarak ta tanımlanabilir. Bu anlamda sekülarizm, kimliğe dair dini iddiaların özel ve bireysel alanla sınırlandırılmasını sağlayan, böylece kamusal alanla özel alan arasındaki sınırı çizen ve devletin toplum yönetimine etkili bir temel hazırlayan bir yönetim mekanizması ya da teknolojisidir. Böylelikle de, devlet, sekülerleşme temelinde, dini kimlik ve grup hakları temelinde yapılan kimlik ve tanınma taleplerinin kamusal alana girişini engelleyebilecektir (Keyman,2003:126). Cumhuriyet tarihinin belirlemiş olduğu resmi ideoloji demokrasiyi, çoğulculuğu, muhafazakarlık ve demokrasiyi reddetmesi. İslam dininin toplumsal kültürün temeli olmasını engellemekle birlikte siyasetin malzemesi haline gelmiştir. Siyaset ve din sınırlarının muğlaklaşmasıyla birlikte birbirinin içerisinde eriyip kaybolmaya ya da sekülerizme, laikliğe oluşumunun sebep olmuştur. Seküler Kemalist ideoloji, merkez tarafından geleneksel Anadolu sosyal hayatına büyük ölçüde empoze edilmeye başlanınca, din aşamalı olarak siyasallaştı ve geniş taşranın baskın aykırı kimliği haline geldi. Sonraları seküler kesim içindeki içsel güç mücadelesi, taşradan yardımı zaruri hale getirildiğinde, bu desteği sağlamak için, dinin sınırlı kamusal ifadelerine izin verme (Yavuz,2008:280-281) olarak anlaşılmıştır. 26 4.2.MUHAFAZAKAR DEMOKRAT KİMLİĞİ Dinde reform yapılırken, bir muhafazakarlık sistemi ihya edilebilir ve bu muhafazakarlık bugüne kadar İslam hakkında söylenmiş olanların oldukları gibi ve münakaşasızca kabulü değil, belki İslam’ın esaslarının gerçek ve canlı bir anlamı manasına gelirdi. Vakıa bu, bir felsefi görüş, bir din metafiziği demek olurdu. Lakin felsefi görüş, bir din metafiziği demek olurdu. Laik felsefi düşünüşe dayanmayan hangi fikir hareketinin sağlamlığına inanmak kabil olur? Bu yenileyici hareket, dinin naslarını ezberleyip tekrarlanmaktan başka değeri olmayan kafalardan elbette çıkmazdı; elbette metafizikçi bir düşüncenin, muhafazakârlığımızın temeli olan ilk kaynaklara cesaretle inmesi ve ruhlarımız bu kaynakların tazeliğinde yeniden yıkanması lazımdı(Topçu,2007:169).Muhafazakarlık kavramını Nurettin Topçu muhafazakarlığın temeli olan kaynaklara inmek olarak ifade etmiştir. Muhafazakarlık, radikal düşünce sistemlerinin, kendilerine kılavuz olarak kabul ettikleri, faydacı, akılcı, eşitlikçi ve tekdüzeliğe kaçan, dar görüşlülüğünün reddi anlamına gelmektedir. Hayatın yalnız akılla çözülemeyecek birçok esrarlı ve bilinmeyen yönleri bulunduğuna inanmak düşünce sisteminin tabii bir parçasıdır.(Kaya- Tatar,2008:188)Ak Parti “Muhafazakâr demokrat” tanımını uygun görüyor. Özellikle yabancı medyaysa Ak Parti’yi “Müslüman demokrat, ılımlı İslamcı” gibi kavramlarla tanımlamayı tercih ediyor. Ak Parti için, özellikle Tayyip Erdoğan’ın savunuculuğu yaptığı akım “globalist muhafazakârlık” olarak adlandırılabilir.(Çalmuk;2011:575)Çünkü Erdoğan ve yakın çevresiyle birlikte ,Ak Parti muhafazakarlığa yeni bir anlam katmıştır..Ak parti yeni bir muhafazakarlık algısı oturtmaya çalışmışlardır. 4.3.LİBERALLEŞME PROBLEMATİĞİ Piyasaya dönük liberalizm, farklılığa kendi bünyesi içinde yer bulabileceği ölçüde (ki böyle bir iddiası),küresel dönemin ihtiyaçlarına kendisini rahatlıkla uydurabilir. Türkiye’de, liberal demokrasiyi daha önce reddeden İslamcıların şimdi İslami kimlikleri için liberal demokrasi çerçevesinde bir yer bulmaya dönük çabaları, küreselleşmenin bir yol ayrımına işaret etmektedir (Gülalp, 2002:174).İslami 27 kimlikler için liberal demokrasiyi uyum göstermeyi diğer taraftan küreselleşme anlayışına yeni bir bakış açısı katmıştır. İslamcılık birçok devlette iktidara gelme amacına erişmeyebilir. Buna rağmen İslamcılık yine de; mevcut otoriteryan rejimlerin gayrimeşruluğu, değişim ihtiyacı, liberalisazyon ve demokratikleşme fikirlere öncülük etmek suretiyle, İslam dünyasında değişim ve reformlar yönünde hayati bir hızlandırıcı etki yaratabilir. İslamcılar, bu fikirlerin geniş kamuoyunun gündemine getirilmesinde öteki her organisazyondan daha etkili bir taşıyıcı bant görevi görebilir. Sonunda İslamcılara siyasal bir fayda sağlayıp sağlayamayacağı belli olmayan başka partiler ve siyasal bir fayda sağlayıp sağlamayacağı belli olmayan başka partiler ve siyasal etkinliklerin temelini atabilirler. Bu rolü oynamak kendi hareketlerinin bir amacı olmasa da sadece meselelerin yeni bir anlayış çerçevesine oturtulması suretiyle başarabilecek olan bu iş, İslam dünyasında cereyan eden siyasal süreç üzerinde İslamcılığın en önemli etkilerden biri olabilir(Fuller,2004:123). İslamcılık iktidara ulaştığı noktada değişimi kolaylaştırıcı bir etkisi vardır. İslamcılık kenardaki Müslümanlara siyasal dışavurumunun yeni yolları ve gündelik hayatın idamesi hususunda yeni bir kılavuz sağlamaktadır. Oldukça paradoksal bir şekilde, bu kenar grupların şehir hayatına, liberal bir eğitime ve siyasal arenada kendilerini ifade etmenin modern yollarına ulaşımı ne kadar artarsa, yaşam alanlarını yeniden düzenlemede İslami kaynaklara yönelmeleri de o ölçüde artıyor görünmektedir(Göle,2008:105). Siyasal pratiklerin değişmesi aynı zamanda İslami kaynaklara olan ilginin de artmasına neden olmaktadır. İslamcılık ve İslam’ı kullanıp bürokratik, siyasi ve ekonomik avantayı ve statüyü de ele geçirdikten sonra bu sefer hızla İslam’dan ve İslamcılıktan uzaklaşmaya başlıyor.(Çağlayan,2011:362).Çağlayan’ın ifade ettiği uzaklaşma ekonomik değerlerin sahibinin el değiştirmesi aynı zamanda bulundu hayat tarzından daha farklı bir posizyona gelindiğini göstermektedir. Ekonomik liberalleşmeden yararlanan çok sayıda İslamcı işadamı business piyasasında oynamışlarıdır.(Tesettüre uygun giyim ticareti, İslami finans kuruluşları, ama aynı zamanda hayır işleri ve özel konulara mali kaynak temini),Türkiye’de bile, 28 MÜSİAD adı altında toplanan dinamik bir KOBİ sektörü, laik ve Avrupa yanlısı büyük patronlardan (TÜSİAD)ayırt edilmektedir. Solun etkisi altındaki geleneksel İslamcılarının bazen sosyalizmi andıran söylemlerini bir yana bırakan güncel İslami aktörler, para “namusuyla kazanıldığı” ve sadakalarla zekatlar verildiği takdirde şahsi zenginleşmenin olumlu algılandığı liberalizmden ve devletçilik aleyhtarlığından dem vurmaktadır (Roy,2003:48). MÜSİAD anlayışının çalışmayı ve aynı zamanda mutluluğu sergileyen bir yapısı vardır. Türkiye’de AK Parti’nin merkezdeki çekirdekle uzlaşması dolayısıyla sosyolojik merkezin taleplerini karşılayamaması ve ya başka bir nedenle liberal politikaların önünü açmada başarısız olması halinde globalleşmeyi savunan uluslar arası sistem Türkiye’de kendisine yeni taraftarlar arayacağı söyleyebiliriz. İslamcıların, İslam dünyasının geleceği üzerinde hem olumlu hem de olumsuz rol oynama potansiyeli vardır (Çağlayan, 2011:361).Çağlayan İslamcıları değişim süreci baş aktörü olabileceklerini öngörmektedir. Siyasal partiler içindeki İslami hiziplerin gücü –her grup farklı bir ekonomik gerçeklik peşinde koştuğu için- azalmaya yüz tuttu. Doğru ekonomik politikalar üzerindeki ideolojik kavgalar RP’yi ekonomide devlet müdahalesi konusunda daha önce ortaya koyduğu istekliliğini geri almaya itti. Akıcı bir uluslar arası ekonomi ve huzursuz bir iç toplum arasında sıkışan Türk Devleti, baskılar cevap vermek için kendisini yeniden yapılandırmak zorundaydı. Ekonomik büyüme ve yerinden yönetim, yabancı yatırımlar ve milli sanayi, İslamcılık ve laiklik, yerel ve ulusal çıkarlar, kırsal ve kentsel ihtiyaçlar ile güvenlik ve özgürlük arasında bir denge bulmak zorundaydı(Yavuz,2008:127).Siyasal algılar içerisinde İslamcılık yaşam alanında kendine bir yer bulması gerekiyordu. 4.4.İSLAMİ VE İSLAMCI YAŞAM TARZI FARKLILIKLARI Seküler bilgi kodunun bu yeniden yapılanması kamusal yaşam üzerinde köklü bir etkide bulundu. Bu kamu içindeki görüşlerin, ne denli aldatıcı olurlarsa olsunlar, yine de çok ciddiye alınması gerektiği anlamına geliyordu; çünkü görüntüler 29 maskenin ardındaki kişiye ait ipuçları verebilirdi (Sennett,2010:39).Görüntüler bize görmemiz gereken gerçekleri gün ışığında fark edilir hale getirmektedir. Dini inançlar radikalleştikçe, dünya ve ahiret, gerçekler ve idealler arasındaki çatlak büyüme eğilimi gösterir. Bu aslında rahatsızlık veren bir olgudur. Ama yaşanan bu rahatsızlığa çözümün daha ileri radikallikte, inanç sistemini rasyonellik ve tutarlılık taleplerine çok daha uygun hale getirme çabalarının arandığı görülür. (Özdalga,2007:66) Bu aslında dünya ile ahiret uçurumunun arasında kalır. Müslüman olmak aynı zamanda bir ikilem arasında kalınmasına neden olmaktadır. Mevdudi, Seyyid Kutub, Ali Şeriati ve Murtaza Mutahhari gibi Pakistanlı, Mısırlı ve İranlı Yazarları büyük bir şevkle okumuşlardı. Bu yazarların radikal fikirleri, kendisini bükülmez ve baş eğmez olarak tanımlayan İslamcı bir gençlik yaratmıştı. (Tuğal,2010:117) Bu yazarların etkisiyle daha radikal bir gençliğin oluşmasına sebep olmuştur. Müslümanlıktan İslamcı kimliğe geçiş habitus üzerindeki bu bilinçli çatışmayı zorunlu kılar (Göle,2008:32). Müslümanlık ve İslamcılık varlık sahası olarak birbirinden ayrı iki yaşam tarzını teşkil etmektedir. Ne faizsiz bankacılıkla özdeştir, ne de devletçi ekonomilerle. Bunların her biri, İslami hükümlerin belli bir zaman mekândaki yorumlanışları, gerçekleştirimleri ya da cisimleştirilmelidir. Ya da bu yöndeki çabalardan ibarettir. Oryantalist bakış açısı, bu arayışlarının her birini ayrı bir gerekçe Müslümanların kaçınılmazı olarak sunsa da, sosyolojik anlamda sonuç değişmeyecektir(Erkilet,2004:70).Erkilet İslami ilkelerin yeniden yorumlanmış olması içinde bulunan oryantalist bakış açısından sıyrılmayacağını ifade etmiştir. Müslümanlık iddialarıyla isimlerini hacı lakaplarıyla süsleyen zenginler, Müslüman tüccar ve sermaye sahiplerine, ikbal hırslarıyla yanıp da yoksulları görmeyen kör gönüllerin gafleti ile zenginlerin âlemini kendi iştahlarına lokma sayan duygusuzluklarından utanmayan ruhlar (Topçu,2008:173-176) sermayeye köle olmaktan çekinmeyip takiyyeci dünya görüşlerini pazarladılar. 30 4.5. SEKÜLERLEŞME PROBLEMATİĞİ İslam Türk kimliğinin oluşmasında her zaman etkin bir Türk modernleşmesinin evriminde, İslam hiçbir zaman sadece kişisel inanç düzeyinde kalmamıştır. Aksine İslam, Türkiye’de benlik oluşum sürecinde, dine dayalı grup normlarını ve değerlerini sağlaması temelinde her zaman güçlü toplumsal bir öğe, kültürel kod işlevini görmüştür. İslam topluluklara ya da toplumsal aktörlere, soyut genel idare ya da laik ulusal kimlik düşüncesinin ötesinde ve ondan daha somut bir aidiyet duygusu Türk sekülerleşmesinin taklit etmeye çalıştığı Avrupa ülkelerinden daha katı bir sekülerlik anlayışına sahiptir. Ama aynı zamanda da, Türk modernleşmesi İslam’a dayalı geleneksel bir topluluğa ve kültürel kimliğe yönelik toplumsal bir iradeyle de her zaman yüzleşmek durumunda kalır (Keyman,2003:132).Nesnel ve öznel sekülerleşme arasında kalınmış ve bununla birlikte bir paradoks halini almış olmasıdır. Kişisel İslam inancıyla siyasi anlamda laikliği bağdaştıran geçmişin halk islamı artık ideolojik olarak katılaşmış bir İslam’a dönüştürmüştür (Cizre,2005:105). Bu ifadeyle halkın yaşantısında yer alan tutuculuğun İslami algılayışı sınırlaması dinin hakikat gayesini gündelik hayat normları ile birlikte eritilmesidir. Türkiye ‘de sekülerizm bağlamında bir laiklik var olmuş, laisizm denebilecek bir ilke süregelmiştir. Türkiye’de Kemalist din politikasının asıl amacı inanç ve ibadeti yok etmekten çok denetlemenin ve gözetlemenin kendi inisiyatifinde bir yapı arz etmiştir. Burada asıl tartışılması gereken dinin varlığı ya da yokluğu tartışılmadan dinin ne kadar denetim altında tutulması üzerinden olmuştur. Türkiye’de sekülerizm bağlamında laiklik 1931 yılında parti programında savunulmuş,1937 yılında Anayasada yer almışsa da daha çok dini sosyal hayattan dışlama anlamında sekülerlik olarak işletilmiş, dine kendine özgülüklerde bir örgütlenme imkanı veren bir laiklik anlamını taşımamıştır. Bir başka deyişle Batılı anlamda din-devlet ayrılığı hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Özellikle toplumun kahir ekseriyetinin dini olan İslam hep kontrol altına alınmış ve devlet otoritesini tabi kılınmıştır. Bu, din ve devleti birbirinden ayırma değil, dini devlete tabi kılma niteliğinde bir denetleme ilkesidir.(Davison,2002:215 akt. Aydın,2009:110) 31 Dinin yeniden merkeze konulması gerekmektedir. Bizatihi İslam da, Batı sekülarisazyonunun etkisiyle, dini ilkeyi kıyıya itmiş ve bireysel dindarlıkla bir tuttuğu ibadeti özelleştirme eğilimi göstermiştir. Mevdudi, insan toplumunda dini mutlağı yeniden kurma eyleminin motoru olacak bir ikiliği inşa eder: Tanrı’nın efendiliği ile Tanrı'dan başka hiç kimseye vakfedilmez olan insanın köleliği arasındaki değişmez bağ yeniden oluşturulunca dünya düzeni mükemmeliyete varacaktır. Efendilik ancak Tanrı’ya aittir; insan da, köleliğe geri döndüğünde, karmaşık özne mefhumundan sadece bağlanmasını, kullaşmasını, itaati ve köleleşmesini muhafaza edecektir. Böylelikle dinin toplum ve toplumu oluşturan insanlar üzerinde tam nüfuzu tasarlanır. Demokrasinin, sekülerizasyonun, laikliğin, ulus devletin, yani modern Batı’nın tüm katkılarının kesinlikle gayri meşru olduğu ortaya çıkmaktadır.(Meddeb,2005:106-107).Siyasal İslam’ın popülist söylemi neoliberalizmin karşısında duranların çıkarlarını yitirmelerine sebebiyet vermiştir. Sekülarizm formu Türkiye’de İslam’a öyle çok düzeyde nüfuz etmiştir ki, artık bu ülkede İslam ancak seküler ve dini değerlerin bir nevi sentezi olarak, dolayısıyla da ayrıksıcılık unsurları sergileyen bir inanç olarak tarif edilebilir. Erdoğan’ın hayatı, Türkiye İslam’ında form ile içerik arasında söz konusu olan bu özel ilişkiyi yakalamamızı sağlamaktadır (Mardin,2011:92).Kavramları arasında melezleşme iç içe geçişleri mümkün kılmıştır. Sınırlar birbirinin alanına girerken form ve içerik zamana ve mekana göre değişmektedir. 4.6.SEÇKİNLERİN DÜŞÜŞÜ ya da YENİ SEÇKİNLER Yenilikçiler ve düzen savunucularının arasındaki dengesizlik, yeni üyelerin seçkinlerin arasına serbestçe girişi sağlanarak önlenebilir. Büyük ölçüde düzen savunucularının oluşan seçkinlerin, zeki ve başarılı yenilikçileri aralarına kabul etmeleri özel bir önem taşımaktadır. Bu politikayı sürdürürken başarısızlığa uğrarlarsa bazı zorluklar hatta devrimler bile ortaya çıkar. Devrimler, toplumun yüksek tabakalarında ya sınıf dolaşımındaki yavaşlamadan ya da başka nedenlerden ileri gelen bir birikim sonucu ortaya çıkar. Yüksek sınıfların gerilemiş, çökmüş unsurları, kendilerini güçlü kılacak temel psikolojik etkenlere daha fazla hükmedemezken ve güç kullanmaktan çekinirken; toplumun daha düşük sınıflardaki üstün nitelikli unsurlar sivrilir ve devlet fonksiyonlarını yürütmek için gereken temel 32 güdülere hükmeder ve güç kullanma konusunda da gönüllü olurlar(Pareto,2010:14- 15).Seçkinlerin gücünün el değiştirmesi aynı zamanda kendi seçkin sınıfının oluşmasını sağlamaktadır. Bu seçkinci yönelimler iki farklı doğrultuda gelişebildi: Sadece gelenekselcimuhafazakar ve ya köktenci bir yoldan ya da kitle kültürünün daha çok tahribata uğramış mekanik eğilimlere karşın, geleneksel olmayan kültürel yönelimi destekleyen bir takım yeni seçkin gruplara karşın, geleneksel olmayan kültürel yönelimi destekleyen bir takım seçkin grupları araştırmak yoluyla. Kültürel yönelimin diğer aşırı biçimi, kültürel yaratıcılık alanındaki kimlik düzeylerinin ve popüler formlarının hemen hemen toplam özdeşliğini ve üstünlüğünü vurgulayan bir davranış tarafından karakterize edilen popülerliktir. Bu tür halkçı eğilimler, somut formların çeşitliliğini ele aldı ve paradoksal olarak muhafazakar ve radikal yönelimlerle hareketler içinde dikkatle kendilerine mal edilmeye çalışıldı (Eisenstadt,2007:60).Cumhuriyetçi seçkinlerin kendilerini toplumun sahipleri olarak algılaması ve seçkinlerin yer değişmesi ile birlikte ise merkez sağ bir partiye yeni seçkinlerin nüfuz etmesini sağlamıştır. Milli görüş kökenli kadroların hemen hepsi, 28 Şubat sürecinden itibaren içine girmiş oldukları, İslamcılıktan ve dolayısıyla da Milli Görüşçülükten uzaklaşma, hatta sıyrılma yolunda epey mesafe kat etmiş durumdalar. Örneğin Ak Parti’nin, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Mehmet Ali Şahin gibi önde gelen kadroları değişik vesilelerle İslamcı geçmişleriyle yüzleşip özeleştiri verdiler. Tayyip Erdoğan ise ısrarla kendisinin hiç İslamcı olmadığını söyledi. Fakat partisinin “kırmızı çizgileri”ni da “dincilik, ırkçılık ve bölgecilik” olarak sıraladı. (Çalmuk;2011:575)Seçkinler yeni süreçte eskiden bulundukları siyasal duruşun yerini yenisini koymuş oldukları görünmektedir. 4.7.İSLAM ANLAYIŞI’NIN İDEOLOJİ HALİNİ ALMASI İdeoloji kavramının geçerliliğinin farklı kullanımlarla karşımızda durduğu gerçeğinden hareketle, ideolojisizleştirme söyleminde bir gerçeklik payının olup olmadığını sorgularken, ideolojinin geri plana itilmesinin ardındaki momentlerin ne 33 olduğu tartışılmalıdır. Ayrıca, klasik ideoloji anlayışının egemen olduğu burjuvazi çağında nesnel düşünce biçimlerinin belirleyicisi olan ve Marx tarafından biçim ve içeriğin iç çelişkisi olarak ifade edilen doğru ve yanlış olgularının, günümüzde herhangi bir geçişkenlik gösterip göstermedikleri üzerinde durulmalıdır. Diğer bir ifadeyle, bugün Marx tarafından burjuva toplumu analize bağlı olarak geliştiren ideoloji kavramının toplumsal ilişkilerle bağlantılı olarak yeniden kavramsallaştırılmalıdır (İnce,2010: 27-28). İslamı yeterince algılayamamış hayatına dahil edememiş ve yanlış yaşanmasına sebep olanlar onu ideolojik bir kukla haline getirmiştir. İnsanlar İslamı kendi baktığı yerden anlamaya çalışması ile ideolojik kamplaşmaya dini alet etmişlerdir. Kendi edindikleri bilgileri hakikat çerçevesinde görmektedirler ve dolayısıyla çevrelerinde olup bitenleri de ona göre yorumlamaktadırlar. 4.8.GÖSTERİŞCİ DİNDARLIK Gösterişçi dindarlık ve –dünyevileşme ilişkisi bağlamında önemli nokta da diniliğin dünyeviliğe bağlanmasıdır. Gösterişin olduğu ve ya toplumsal ilişkilere damgasını vurduğu yerdedir ve dinilik ortadan kalkmaz; ama dini olan, dünyevi olana bağlanır. Gösteriş ve gösterişçinin sergilediği gösteri eylemi, dini olanı dünyevi temele bağlayarak gösterişçi dindarlığın oluşum zeminini hazırlamakla kalmaz, ayrıca onun mütemadiyen varlığını sürdürmesini temin edebilir (Okumuş,2002:206-207). Sergilenen dindarlık modeli görünmek üzerinden değil de göstermek üzerinden şekillenen bir dini algının, dünyevi bir paradigma ile yapısının bozulmasına sebebiyet verir. Gösterişçi dindarlığın siyasal boyutları bağlamında; dini bir grup, cemaat, organisazyon ve ya partinin, siyaset alanıyla ve ya devletle, siyasiler ve ya hükümetle ilişkilerinde gösterişi başvurabileceği gibi siyasetin ve ya devletin de dini grup ve ya organisazyonla ilişkisinde dini bir gösterişe müracaat edebileceğine işaret etmek faydalı olacaktır (Okumuş,2002:240). İktidarla bağını sıklaştırmış olan dindarlık mefhumu dinin asli fonksiyonlarının yerine getirilmediği bir anlayışına maruz kalmıştır. 34 Global din algısı Marx’ın ifade ettiği üzere “Din kitlelerin afyonudur” üzerinden temellenmiştir. Katolik kiliseleri ile her milletten hükümdarların, sömürüye ve baskıya boyun eğmeyen halkların her türlü özgürlük isteklerine ve eylemlerine karşı, aralarında kurdukları ittifaktı bu. Sosyal adaletsizliğe boyun eğmeyi vaaz etmek suretiyle, dini ideolojiyi bastırıcı rol oynuyordu. Karl Marx, insanoğlunun hem çaresizlik ifadesi, hem de bu çaresizliği protestosudur. Din protesto ise, demek ki o her zaman ve her yerde bir afyon değildir (Garaudy,2007,139-140).Yaşam alanınını belirlemesi dinin sosyal adaletsizliğe karşı duruşunu göstermektedir. Seküler’in gerçek insan yaşamının din denetleyici gücünden kendisini tedricen kurtardığı ve böylece dinin yeniden konumlandırılmasını sağladığı uzam olarak düşünülmemesi gerektiğini savunuyorum. Tam da bu yüzdendir ki dinin seküler alanı zehirlediğini ya da ilahiyat kavramlarının yapısını sekülerin içinde çoğaltıldığını düşünebiliyoruz. Bugün seküler kavramı sekülarizm denen öğretinin bir parçasıdır. Sekülarizm pratiğinin ve inancın siyasi istikrarı ya da özgür –düşünen yurttaşların özgürlüklerini tehtid edemeyeceği bir uzamla sınırlandırılmasını savunmakla kalmaz. Sekülarizm bu dünya (doğal ve toplumsal dünya ) ve bu dünyanın yarattığı sorunlar hakkında belirli anlayış yükselir. Din sekülere yabancı bir şey olarak görülmesine karşın, sekülerin dini yarattığı da düşünülmektedir. İlerleme tarihçileri modernlik –öncesi geçmişte seküler yaşamın hurafeci ve baskısı bir din yarattığını ve modern bugünde sekülarizmin aydınlanmış ve hoşgörülü bir din ürettiğini aktarırlar. Dolayısıyla dini ve seküler arasında kesin bir ayrım olduğu iddiası bu ikincisinin sürekli birincisini ürettiği şeklindeki paradoksal iddiayla kol koladır (Asad,2006:229-230). Seküler milliyetçiliğin dünyeviliğini, gayet haklı olarak hayali bir ulus alemini de içeren özgül bir ideolojik yapı olarak sunar; bu yapı en az yerini aldığı yapı kadar ideoljiktir. Sekülerizm öğretisi tarafından bu ikiye bölünmüşlüğün, toplumsal varlıklı toplumsal varlıklar olarak gerçekten içinde yaşadığımız kendi kendini sahicileştiren bir dünya ve yalnızca bizim tahayyülümüzde var olan dini bir dünyadır (Asad,2006:231) Türkiye gibi Müslüman bir ülkelerin normatif sekülerleşmeyi başarmaksızın laikleşmeye gittiğine, herhangi bir reforma 35 girişmeksizin basitçe İslam’ı bir yana bırakarak Batılı kanun ve kurumları aldığına hayıflanır (Gencer ,2009:798). Marx’ın ifade ettiği bu söz tartışıla gelmiştir. ”Din kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz bir dünyanın ruhudur.” ifadesini göz ardı etmemek gerekiyor. Din’in konumunu tartışabilmek için ‘dinin dine karşıtlığı’ sorusuna cevap aramak gerekiyor. Ali Şeriatı’nın İslami anlamda sorguladığı bu durumu şöyle açıklamıştır: a)Afyon Dinler b)Afyon dinlere karşı görünen batıl dinler c) Dinsizlik dini son yıllarda ittifak anlayışına girdiler (Şeriati,2005:84). Türkiye’de tartışılan Türk- İslam sentezi giderek din ve dini olmayana doğru kaymış ve din kabul edilmeyen bu akımlar dini misyon edinmişlerdir. Laiklik söylemi dini nedenlerle reddedilirken diğer yandan kendini toplumsal kabule sunarak laiklik ve laisizm üzerinden ele alınmaktadır. Laiklik ve laisizme dayanan seküler yaşam tarzını belli ritüelleri yerine getiren dünya dini olma yolunda ilerlemektedir. Kendisini dünya ve din ayrımının kaosundan kurtararak sekülerizme inanmaya itmektedir. Sekülerizm kapitalizm kaynakları üzerinden dinin ticarileştirilmesi “dinci” anlayışa sürüklemiş. Dinin yeri geldiğinde amaca uygun şekilde ticarileştirilen yobaz bir din algısı ve dini geriletmeye çalışan bir anlayışa sürüklemiştir. Bir öğreti olarak sekülarizm özeli yöneten akıl ile kamuyu yöneltilenlerin arasında bir ayrım yapılmasını gerektirdiği gibi, özeli yöneten akıldaki dini olanın yerine seküler olanın konmasını da talep edecektir (Asad,2006:19). Seküler tahayyül huzur vermeye çalışırken aslında kendisinin verdiği huzursuzluktan haberdar değildir. Sekülarizm sömürgeci bir dayatma, manevi dayatma yerine maddi boyuta öncelik veren bütünlüklü bir dünya görüşü, modern bir yabancılaşma ve dizginsiz haz kültürü müdür? Yoksa evrensel hümanizmi zorunlu bir parçası, tehlikeli bir hoşgörüsüzlük ve kuruntu kaynağının denetim altına alınabilmesi ve siyasi birliğin, 36 barışın, ilerlemenin sağlanması için dini tutkunun bastırılması talep eden akli bir ilke var mıdır?(Asad,2006:34).Belki zor olan soruların belirlenmesi gibi görünürken aslında önemli olan bu sorulara verilen tek bir cevabın olamayacağıdır. 4.9.LAİKLİK PROBLEMATİĞİ Gorm “Laiklik Protestanlığın aksine tamamen farklı bir radikallik ile dini alanı siyasal alandan ayırmayı, inancı ve dini uygulamayı özel hayata ait sayıp, kamusal işlerin yönetimine karışmayı hedefledi. Bu önemli farklılık bugün hızla su yüzüne çıkıyor. Çeşitli dini kimliklerle dinin geri dönüşü bağdaştırma yolunda Fransız usulü laiklik ve Anglo-sakson sekülerleşmenin mukayeseli değerleri tartışmaktadır. İslami ülkenin ikinci dini haline getiren Müslüman toplukların varlığı ve yayılması problemi yer alıyor. Eğer islamda politik olduğu kadar da çeşitli biçimlerdeki dini bunalımlarla çalkalanıyor olmasaydı bu tartışmaların varlık nedeni kalmayacaktı”(2008:170)olarak ifade etmiştir. Göle ise “Laiklik, cinsiyetler arası eşitliğin ve kadını özgürleşmesinin ön koşulu haline geldi. Laiklik sadece siyasetin dinden ayrılıp özerkleşmesiyle değil, aynı zamanda özel yaşam ile kamusal yaşam arasında çizilen yeni bir sınırla, hatta hayat tarzları” (2009:117) olarak tanımlamaktadır. Laiklik sorunu, aynı zamanda, Türkiye’de “siyasal alan” ile “toplumsal alan” arasındaki ilişkisini nasıl düzenleneceği, “toplumsal alan” içinde yer alan hak ve özgürlüklerinin sınırlarının nerede çizileceği ve “devletin kadın bedeni üzerinde denetiminin olup olmayacağı gibi ciddi toplumsal sorunları içermektedir (Keyman,2003:120).Laiklik alanının tanımlamanın ötesinde siyasal alan ve sosyal alanın nasıl düzenleneceğini belirlemektedir. Türkiye’de İslam’ın rolüyle ilgili yorumlar çok farklı şeyler ifade eder. Son yüzyılda ve ya daha öncesinden hem devlet hem de toplum baştan aşağı laikleşmiştir. 1923’ten bu yana Türkiye gerçekten laik bir devlete sahiptir. Anayasası ve yasaları, günümüzde İslami hukuktan ayrılmıştır. Bu İslamcıların siyasetten uzak tutulduğu anlamına gelmez. 1950'de çok partili sisteme geçilmesinden bu yana İslam, önce büyük hükümet partileri Demokrat Parti (1950) ve Adalet partisi 1960’larda ile yakın iş birliği, 1960’ların sonundan bu yana bağımsız bir İslamcı parti yoluyla ana akım 37 politikasına dahil olmuştur. 1970’lerin Milli Selamet Partisi, üç farklı hükümette koalisyon ortağıydı; 1980’lerde 1990’ların Refah Partisi ulusal politikalarla sıkı sıkıya bütünleşmiştir. İslam’ın, devletin laik özelliğini etkilemeden Türk siyasetinin önemli bir parçası olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.(Özdalga,2007: 74)Türkiye’de laikleşen sadece devlet değil aynı zaman da toplumdur. Dinsel kimliğin toplumsal alan içindeki karmaşık, değişken ve dinamik niteliği anlaşılmasından laiklik sorununa siyasal nitelikte çözümler aranmasında, hem de modernleşme-sekülerleşme ilişkisinin dünyanın farklı yerlerinde nasıl yaşandığına ilişkisinin çözümlemeler gerekliliği ortaya çıkmaktadır (Keyman,2003:121). Seküler bir ulus –devletin tepeden inme bir biçimde kurulma projesinin nihai olarak başarısız olması muhtemeldir. Çünkü söz konusu İslamcılar için fazlasıyla seküler, aleviler için fazlasıyla sünnidir. Ve dahası her ne kadar modern seküler anayasal ilkeler temelinde kurulmuş da olsa, bu grupların ortak kimlik ve çıkarlarının kamusal temsil alanı bulamayacağı bir Türk devleti gerçek bir temsili demokratik devlet olamama sorunuyla karşı karşıyadır (Keyman,2003:133).Türkiye ‘de görülen laik demokratik etkileşimler oluşturulan devlet algısının bir sonucudur. Türk Modernistleri Anglo-sakson liberalizmden çok, Fransız jakobenizmin, merkeziyetçi değişim modelini kendilerine referans ve kalıp olarak seçilmişlerdir. Fransız laikliğinde olduğu gibi, çağdaşlaşma her şeyden önce toplum yapısında yaşanacak bir süreçten çok siyasal proje olarak algılanmıştır(Göle,2009:111).Türkiye ‘de laiklik siyasal bir proje olarak görülmüştür. İslami partilerin kapatılması, türban sorunu, İslami sermaye ve yerel kalkınma, tarikatlar, vatandaşlık gibi farklı düzeylerde ortaya çıkarak, Türkiye’de demokratikleşme sürecinin temel sorunlarının en önemlilerinden biri olarak belirdi ve önemini sürdürdü (Keyman,2003:121).Türkiye’de laiklik kendini farklı mecralarda göstermiştir. Laiklik sorununu düşünce çabasının merkezine yerleştirerek başlatılabilir. Başka bir deyişle, Türk laikliğini Fransız laikliğinin ölçülerine göre okuyup 38 değerlendirmek ve böylece bozukluklarını, asimetrilerini, kusurlarına göze sokmak adettendir. Ama olaya bir de tam ters yönden yaklaşıp, Türk laikliğinin incelenmesinden yola çıkıp oradan Fransız laikliğine sıçramak ve onu Türk deneyiminin aynasında sorgulamak farklı düşünce kalıplarını açacaktır (Göle,2009:113).Fransız laikliğini anladıktan sonra Türkiye’deki laiklik sürecini anlamak kolaylaşacaktır. Göle Fransa Laikliğini “Kamusal alanın sekülerleştirilmesi, dinsel simgelerin ve uygulamaların(örneğin okullardan ve mahkemelerden haçın) kaldırılması, Üçüncü Cumhuriyet sırasında yavaş yavaş ve bir demokratikleşme süreci içinde yerleşen Fransız laikliğinin önemli yönleri” (2009:114) böyle ifade etmiştir. Aslında islam’da değişmesini bekleyenlerin laikliğinde sadece özel alana indirgemesi olarak görmesi gerekmektedir.Ama değişim geneldir ve tüm toplumsal gruplarla birlikte sorgulanması gerekmektedir. Modernlik denince genel olarak kabul gören biçimiyle, 17. yy Avrupa ‘da başlayan ve daha sonrasında hemen hemen bütün dünyayı etkisi altına alan toplumsal hayat ve örgütlenme biçimlerine gönderme yapılmaktadır. Bir başka ifadeyle toplumsal hayatın bütün alanlarındaki ölçütlerin rasyonelleşmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımlamalar biçimiyle modern bitmemiş bir deneyimler bütünü olarak görmek onu ülküleştirmekle eş anlamlı olsa gerek. Bu bakış açısıyla yaklaşınca modernliğin egemen olduğu çağdaş dünyada kimsenin dışarıda kalmayacağını ya da artık modern öncesi bir yerin olmadığını söylemiş oluyoruz. Yani bir kuşatılmışlıktır (Sevil;1999:11). Türk modernliğin temel ilkeleri en iyi şekilde ulusal kalkınmayla kadınların özgürleşmesi arasında kurulan zımmi eşitliğin görülmesiyle anlaşılabilir. Türk modernleşmesi vatandaşlık ve insan haklarının getirilmesi ve Kemalist reformların belkemiğini oluşturan kadın haklarının temin edilmesidir. Bu yüzden toplumsal görünürlüğüne ve karşı cinslerin toplumsal kaynaşması kadının kamusal alanda varlığını belirler. Kemalist reformlar kadının ‘iffetin’ ve ’ görünmezliğini’ üzerine kurduğu, özel kamusal alanlar konusundaki tanımlar için radikal bir değişiklik anlamına gelir. Kemalist projeye göre kadınların görünürlüklerini ve erkeklerle 39 kadınların toplumsal kaynaşması kadının kamusal alandaki varlığını belirler (Göle;1998:30).Türk modernleşmesi kadının mahremiyetin kapalı yerlerden açığa doğru kamusala sürdürmesine neden olmuştur. 4.11. KAMUSAL ALAN Kamusal alan demokratik topluma ulaşmada en etkili ve en kısa yollardan bir tanesidir. Yurttaşlar bir biçimde kamusal alanda kendilerini ilgilendiren özel konularda yapıcı ve rasyonel bir biçimde tartışabilirler. Kamusal alanın olmazsa olmazı olan demokrasi bilinci içerisinde eğitimli ve kentli olmak gibi bir kimlikle bireyler kendi çıkarlarını tartışabilir, öncelikli hale getirebilir ve genel çıkarlar üzerinde yoğunlaşan tartışmalara katılabilirler. Yapılan bu tartışmalarda bireylerin statüleri, sahip oldukları bireysel olanaklar göz önünde bulundurulmaz. Burada aslolan fikrini anlamlı bir şekilde aktarması ve kimsenin aidiyetlerine saldırmamasıdır. Ve kamusal alanda kimse kimseden üstün değildir der Habermas (Özbek,2004:24). Modernlik günümüzde şöhretinden başka, çağdaşlık etiketi olarak müspet bir cazibeye sahiptir. Onun geniş ölçekli genelliği bir çok önemli ekonomik ve politik olguyu bir araya getirmeye yakındır; halbuki bu olgular diğer bir çok etiketten ayrı olarak düşünülmektedir. Bu olgular arasında; kapitalizmin ve sosyalizmin, endüstri Ve tarım dışı toplumlar diktatörlük ve demokrasiler, bürokratik hareketler ve bürokratik olmayan örgütlenmeleri sayabiliriz. Modernlik etiketinin kültürel çağrışımları kalkınmadan çok yaşantı üzerinde yoğunlaşma eğilimindedir; bu küresel çeşitliliğe daha kolay yöneltici bir şeydir. Tam tersine modernleşme bünyesinde tek bir süreç, tek bir istikamet ve zorunlu bir son bileşimini içermektedir. Son olarak modernlik hep kültürle ilgilenen sosyologlar için zengin bir bilgi kaynağı sağlayacak hem de sosyolojiye konuyla ilgili katkıları için nitelikli dinleyici kesimi kazandıracak olan beşeri bilimlerdeki kültürel çalışmalara doğal bir bağıntı kurmuştur (Therborn,1996:62). Habermas’a göre kamusal alan özgürlük alanı olarak tanımlanmaktadır. Kamusal alan özel alanı kapsayan sınırlardan kendini ayırarak, oluşturduğu alanda eşit ve katılımcı bir sistem öngörmektedir. Ona göre toplumsal olarak var olan tüm farklılıklar ve talepler kendini ancak kamusal alan içerisinde sivil toplum örgütlenmeleri (2002:33) açığa çıkarmak olarak ifade etmiştir. 40 Örtü kutsallıktan uzaklaştırılan büyüsü çözülen bir dünyada günlük hayatımızın kişisel özelliklerinin değiştirilmesi ve inkâr edilmesi tehlikesini ortaya çıkarmıştır. Bireyin bütün mahremiyetinin, mensubu bulunduğu topluma bütün açıklığı ile göstermektedir, toplumun mahremiyet yitimi ise dinin ve ahlakın hakikatin bölgesinden sürgün edilmesine sebebiyet vermiştir. Mahremiyet, kadın erkek ilişkilerinin alenileşmesi, aile mahreminin kalmaması kılık-kıyafet üzerinden değerlendirilebilmektedir. Ak Parti’li milletvekillerinin türbanlı eşleri cumhuriyetin kuruluşunun kutlanmadığı resmi törene katılamıyorlar. Demek ki kamusal alanın yazılı olmayan laik yasaları var. Ancak kamusal alan aynı zamanda yeni toplumsal sorunların dile getirilebildiği, görünürlük kazandıkları ve tartışmaya dahil oldukları yerdir. Her ne olursa olsun, kamusal alan içindeki İslam mevcudiyeti bu alanın laik ön kabullerinin sorgulanmasına yol açıyor. (Göle,2009:123) Başörtüsü, özel alan ile kamusal alan arasındaki, sınıflar arasındaki eşiği aşarak, bu iki alan arasındaki sınırları bozmakta ve aynı zamanda yeniden çizmektedir. İslamla/dinle/dindarlıkla/maneviyatla kendine ait bir ilişki geliştiren, kendini konuşan, sesini çıkarmaya/duyurmaya çalışan kadına karşı çıkıyoruz. Bu kadın; hem laik kesimi, hem dindar kesimi karşısına alıp, söylemiyle farklı erklerin modellediği bir kadın olmanın içini doldurmaya değil, boşaltmaya, yeni anlamlar kurmaya çalışıyor. Böylelikle, hem modernist, seçkinci, Kemalist projenin çatlaklarını derinleştiriyor, hem de İslamiyetin içinde kadın olmak üzerinden geliştirilen eleştiri alanları kuruyor. Tekil varoluşlar görünür oldukça; bütünsel bir “örtülü kadın” illüzyonu da çözülüyor (Aktaş,2007:32).Mahremiyet batının tam tersine olarak edep ve aşkınlığı ifade etmektedir. Durkheim’e göre, toplumsal bağ, dünyevi alana ilişkin ‘İş Bölümü’nün eseri olduğu kadar kutsal alana ilişkin ‘inanç ‘ birlikteliklerinin de eseridir. Bu da görünürlüğü kutsal olan ve kutsala dayanan bir kimlik görünmesidir. Sosyal kimlik örtü şeklini almıştır. Örtü geleneklerin sınırları içinde kalmış, kuşaktan kuşağa aktarılmış ve kadınlar tarafından edilgence benimsenmiş türban, yaşamın geleneksel alanlarına 41 geçişi ve siyasi bir duruşu içeren, kadınlarca gerçekleştirilmiş etkin bir sahiplenmedir. Kadınların örtünmelerinin sembolizm sayesinde bir kimlik ortaklığı kazanılmakta ve ümmet kavramı ulus ötesi bir düzeyde yeniden kurgulanmaktadır(Göle;1998:16–17). Başörtüsü üzerinde yaşanan gerilimin veya çatışmanın temel nedeni de budur. Daha önceleri genelde kırsal alanlarda görülen ve başörtüsü takan kadınlar, kentleşme ile birlikte evden ve ya kırdan çıkıp kamusal alana yöneldiklerinden ve bu alanda resmi ideolojinin biçimselliğine uygun olmayan bir kıyafetle yer aldıklarından, resmi ideolojinin ve bu ideolojinin taşıyıcısı olan kurumların ve sosyal tabanın öfkesini çekmişlerdir. Türban, özel alan ile kamusal alan arasındaki, sınıflar arasındaki eşiği aşarak, bu iki alan arasındaki sınırları bozmakta ve aynı zamanda yeniden çizmektedir. Türbanlı kızlar varlıklarıyla bir çatışma yaratmakta, çünkü cumhuriyet kazanımlarına ve kurumlarına erişim haklarını saklı tutarken aynı anda İslami farklılığı da görünür kılmaktadır (Göle,2009:122). Kamusal alanda başörtüsü sorunun yaşayanlar, modernite ait olma çabası aynı zamanda laiklik kurallalarınında asimile edilmeyecekleri vurgusunu yapmışlardır. 90’lı yılların başlarından itibaren ve Refah Partisi’nin artan oylarına paralel olarak, dindar insanlar üzerinde topyekün saldırılardan ziyade genç kızlar etkilendi. Kendilerini klişelere uymadıkları için, başörtülü özgür, başörtülü ama pervasız, başörtülü ama elinde sigara dolaşan insanlara neden oldu.90 kuşaklarda bazı başörtülüler kimliklerini ortaya koyma konusunda çok okudular ama 1970 ‘li yıllarda buldukları derneklere ve teşkilatlara sığınan güvenlikli ortamından yoksun kalmışlık, onları bazı konularda saldırgan yaptı. Kendi öteki zincirleri arasında sıkıştırılmışken mahkûmiyetini kendi benzerleri içinde öteki içinde yaratabileceğini hesaplayanlar çıktı(Barbarosoğlu,2005:188).Bu süreç başörtüsü sorununu yaşayan insanların farklılaşmasını hayata bakışlarını etkilemiştir. Türk laiklik yanlıları Fransa’daki durumu izlenmesi gereken bir örnek, Cumhuriyet’in kamusal bir İslam’ın tehdidi altında olduğuna ilişkin kendi kaygılarını doğrulayan bir olay diye gösterdiler. Fransız tarafında ise Türbana yasak getiren yasayı destekleyenler, nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu Türkiye 42 gibi bir ülkede de türbanın sadece ilk ve orta öğretim kurumlarının değil, üniversitelerde yasak olduğunu vurguladılar. Bu örnekler, iki ülke arasındaki karşılaştırmanın kendiliğinden öne çıktığını, yasak konusunda haklı gerekçeler bulma kaygısıyla gelişse ve siyasal kanaatler hesabına kaydedilse de, iki tarafın da karşılıklı bir bilgilenme sürecinden geçtiğini göstermektedir (Göle,2009:115). İki ülke arasında uygulama noktasında yaşanan farklılıklar birinde topyekün kısıtlamayı ele alırken diğerinde ise belli bir alana yani kurtarılmış bir sahaya hapsedilen örtünün kamusal alandaki yansımasını sunmaktadır. İslam’ın ve onun hak talep edici mevcudiyetinin karşısında cumhuriyetin bir ulusal İslam yaratmayı, dolayısıyla denetim altında tutmayı deneyerek gösterdiği tepkidir. Türkiye’deki Diyanet İşleri devlet denetimindedir. Bu nedenle Türk örneğinde dinsel alanın özerkliğinde dinsel alanın özerkliğinden, devletin öteki din ve mezhep tarafsızlığının söz edilemez, çünkü Sünni İslam, örtük biçimde de olsa, ”resmi” dini temsil etmektedir. Türkiye’de Kemalizm en başından itibaren bir Türk İslam’ı, cumhuriyetçi Laiklik ile bağdaşabilecek bir İslam yaratmak istemiştir ve bugün radikal İslamcılık karşısında yeniden güncel bir önem kazanan projedir (Göle,2009:119). Cumhuriyetin içerisinde yer verilen İslam’ın mevcut zihniyetin çelişkilerine maruz bırakılması onu yapısını bozmaktadır. Toplumda kendini ifade etme şekli bulamayan kesimler farklı “cemaat” anlayışlarıyla birlikte toplumdan sıyrılan “İslami getto” oluşmasına sebep olmaktadır. Aynı zamanda bu bir ifade şekli ve içe kapanmaya sebep olan bir yapıya bürünmektedir Akçura’ya göre her Müslüman en küçük yaşında din ve millet birdir kaidesine uyarak bütün Müslümanları, son zamanların millet kelimesine verdiği mana ile bir tek millet haline koymaya çalışmak lüzumuna kani oldular (Akçura,1976:21 Akt. Bora,2009:11).Millet kelimesi Müslümanların din ve devlet sınırlarını kaldığı bir alan olmuştur. 43 Aydın’ın “Milliyetçiliğe içkin bir meşrulaştırma yolu olarak işlemektedir. Bu da genelde bizzat toplumun kendisine nispet etmek demek olan millilik ile gerçekleşmektedir. Buna göre iyi olan millete ait olan bir başka referansa ihtiyaç duymaksızın kabule şayandır. Bunun her şeyin başına bir milli nitelemesi eklemek yeterlidir. Milli ahlak, Milli eğitim, Milli bayram, milli sporcu vb. gibi. Bunların bir kısmı topluma özgülüğü ifade etme anlamında doğru gözükse bile bir yanlışlığı, gerçek dışılığı da anlatır. Mesela bu anlamlı gözükenlere bakalım milli tarih anlayışına bakalım eğer tarih bilimse millisi olmaz, yok eğer milli ise her haliyle bilimsel olması düşünülemez”(Aydın,2006,133) olarak ifade ettiği millet ve milli şekillenmesini ortaya koymuştur. Türkler, İslam’ın bir devlet değil, din olduğunu ve laikliğin dini inkar etmeyip bütün dinleri güvence altına aldığını gördü. İslam, demokrasi ve modernite üzerine düşünce üreten kimi yeni fikir adamlarının da ifade ettiği gibi,1995-1997 yılları arasındaki olaylar, siyasal islamın siyasal laiklik kadar kötü oldu olduğunu göstermiştir. Bunun yanı sıra, Türklerin kendi ulusal devletlerinde “Türk” olarak varlılıkları, hem yeni bir siyasal kimlik hem de Türklük ve İslam arasında bir uyum ve uzlaşma (Karpat,2010:290) alanı yaratmıştır. Türk Müslümanlığı ve milli din söylemi birada sürmektedir. Meşrutiyet dönemiyle birlikte Avrupai giyim ve moda gibi konular dinsel, milliyetçi temalarla sıkı ilişkili bir halde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemde ortaya çıkan Türkçülük akımı, İslâm tartışmalarına yeni öğeler katmıştır. ‘milli din’kavramı bunlardan bir tanesi olmuştur. Ziya Gökalp’ın eserlerinde somutluk kazanmıştır. Din anlayışı batılı değerler eşliğinde Türkçülükle birlikte ele alınmıştır. Batı medeniyeti, Türkçülük ve geleneksel kültürel değerlerden olan din arasında bağ kurulmaya çalışılmıştır. Batıcılık ve İslamcılık uyumlu hale getirilmeye çalışılmıştır. Ziya Gökalp ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak’ sentezini inşa etmeye çalışmıştır. Dini sınırlandırmayarak batıcıların aksine ulusal kültürü savunmuştur. Ulusal kültürü savunan Gökalp ulus kavramını kültürel öğelerle tanımlar. Hars ve medeniyet arasında ayrım yapan bunların müşterek bir hal alabileceğini söyler (Gökalp,2010:18).Medenileşmenin asli unsuru ulusal kültürdür. Türk kültürü Arap – 44 İran geleneklerinden bağımsız ele alınmalıdır. Bu da İslamiyetçi özüne dönmesi olarak görür. yozlaşmış İslam’ın yerine saf İslami ortaya koyar. Ziya Gökalp’in medeniyet projesi Türk Müslümanlığı ve diğer milli din söylemini oluşturmuştur. Milliyetçilik içerisinde özellikle kavgacı olan pek çok tarikat vardır, ama bütün bakımından bir dünya dinine en son yaklaşandır (Asad,2006:224).Milliyetçiliğin esasen (insan tarihine ve toplumuna kök salmış olması anlamında) seküler olduğunu bir kabul edelim. Bu durumda, olaya tersten yaklaşarak, görünüşteki kimi dini hareketlerin milliyetçi diye değerlendirilmesi gerektiğini ve dolayısıyla gerçekten seküler olduklarını söyleyebiliriz? Siyasal İslam’ı inceleyenlerinden pek çoğu bu argümanı benimsemiştir. Fakat sekülerleşme tezinin terimlerini tersine çevirmekten başka bir şey değildir. Milli Görüşün sahip olduğu önündeki “milli”lik sıfatına ve milli bünyemizin kendisini temsil ettiğinin ileri sürülmesine rağmen, milliyetçi görüş olarak adlandırılmaması ilgi çekicidir. Bu durumu açıklayıcı bir neden olarak; Türk toplumunun şanslı bir geçmişe sahip olmasında ve geleceğe dönük olarak yeniden “Büyük Türkiye”nin yaratılmasında en büyük etkenin din olduğunun kabul edilmesi; dolayısıyla ulus bağına önem veren “milliyetçi” deyiminden kaçınılması gerektiği belirtilebilir (Sarıbay;2011:581).İslamcılık alanında değişimi açıkça ifade edilmese bile milli kavramı üzerinden belirleme beklentisi vardır. Geleneksel İslami dünya görüşürünün modern bir siyasal düşünce akımı olarak İslamcılığa dönüşme evresinde, bu geçiş bunalımın aktörleri olan ilk aydınlar, millet ve milliyetçilik meselesiyle boğuşurken millet kavramını İslami anlamıyla kullandılar yani dini cemaat anlamıyla. Etnik anlamda millet, ancak bir toplumsal kimlik unsuru olarak düşünüyordu, toplumu kurmaya ve düzenlemeye esas teşkil edecek siyasal kimlik unsuru ise İslamiyet olabilirdi. (Sait Halim Paşa,1993:210-Akt. Bora,2009:113) Millet kavramını etnik bir ifadeden ziyade toplumsal unsurların bir arada kılınabileceği bir çatı olarak görmüşlerdir. 80’lerin İslamcı dalgasının, MSP geleneğini devam ettiren Refah partisi suları vururken pek çok dalgakıranda kırıldığı biliniyor. Radikal İslamcılığın milliyetçilikle 45 İlgili hayli uç noktalara varabilen sorgulamaları da RP’ye yumuşayarak intikal etti. RP, hem örgüt ve örgüt tabanının bazı sektörleri hem de söylemi itibariyle milliyetçilimuhafazakâr nebuladan topyekün kopmadı, kopamazdı. (Bora,2001:132)Milliyetçilik çizgisinden uzaklaşmadan Refah Partisi kendi muhafazakarlık tanımı oluşturmuştur. Charles Taylor’un doğru bir şekilde vurguladığı üzere, modern seküler bir devletin yurttaşları iletişim araçlarının temin edeceği sağlıklı dozda bir milliyetçi duyguya sahip olmalıdır. Bu durum devleti yoğun duyguların odağı haline getirir ve bu da fiili ve potansiyel olarak yabancılara düşman ulusal bağlılık ve çıkarların sürdürülmesine yardımcı olur (Asad,2006:167).Türk Müslümanlığı cumhuriyetin temel ilkelerinin oluşumunda etkili olmuştur. Cumhuriyetçi anlayış dinin nerede durması gerektiğini bu görüşe dayandırmış. Toplumu referans almayan bu anlayış toplumun biraradalığının dayanağı olarak onun kültürüne ve inancına dayandırmak zorunda kalmıştır. Ve bu anlayış toplumda kendini aklama yoluna onun değerlerini kabul ediğini söyleyerek göz boyamaktan öteye gidememiştir. İslami bilinç, toplumun geniş kesimlerinde cemaat kimliğinin temelinde kaldı, zaman zaman milli bilincin ötesine geçti, ancak asla milli bilince yabancı olarak görülmedi. İslam, özellikle dil ve etnikliğe dayalı bir milliyetçilikten farklı olarak, daha sürekli bir siyasal topluluk ve iletişim dili sundu. Çünkü çevrede yer alan Müslümanların, hoşnutsuzluklarını ve muhalefetlerini seslendirmek amacıyla kolayca kullanabilecekleri, dünyayı yorumlamada aşina oldukları aşkın semboller dizisine sahipti.(Yavuz,2008:83)Müslümanların siyaset alanına katılımı kolaylaştırıcı etkenleri milliyetçilik içinde barındırmaktadır. 4.14.İSLAMİYET’İN KENTLEŞME’YLE İMTİHANI İslam’ın kentsel görünümünün, Türkiye’deki en önemli toplumsal ve siyasal değişim olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. İslam’ın kentsel görünümü derken kastettiğimiz, Müslümanların İslami anlayış ve algılayışlarında meydana gelen değişimdir. Bu bir anlamda Müslümanların modernleşmesini ifade etmektedir. Kadınların örtünmesi geleneklerle başlayıp gittikçe büyüyen, sarsıntısız, tedrici ve aralıksız bir süreç değildir. Tersine, geleneksel popüler inanç ve adetlerden 46 ayrılarak dini modernliğe karşı kolektif kimlik vurgusu olarak siyasallaştırılan kentlileşerek eğitim görmüş olan toplumsal grupların yenilerde İslam’a getirdikleri yeni bir yorumun sonucudur (Göle;1998:17).İslamcı hareketin kentlileşme süreciyle birlikte görünme temelli neşet ettiğini görmekteyiz. Sosyal yaşam dünyalarının farklılıklarını incelerken bunların büyük bir kısmından zaten söz etmiş bulunuyoruz. Burada yorumunuzu bir parça genişletme şansına sahibiz. Şehirleşme, bir yandan kentlerin büyümesi anlamında kullanılabilirken, öte yandan da şehir yaşam biçimlerinin bir yana yayılması anlamında da kullanılabilir ve bugünün modern bilinci olarak düşünülebilir. Modern dünyada şehirleşme olayının gelişimi büyük ölçüde, hem üretim ve hem de ticari anlamlarda ekonomideki gelişmelere bağlı ise de kentleşme kendi içinde nedenlere bağlıdır (Berger, 2000:24).Kentleşmenin aynı zamanda neden olduğu kent ve köy ikilemi ve İslami hayat vurgusu köyden kentte geçiş sürecinde kentin İslamileşmesi olsa da sosyolojik bir süreçte İslamiyet’in köylü, oryantalistlik kaygısıyla algılar tablosunda mefhum bir hal arz etmektedir. İslam kentleşmeyle beraber kendini yeniden üreten bir din haline geldi. Türkiye’de batılılaşma hareketiyle başlayan kamusal alandan çıkarılmaya çalışılan İslam ve İslami semboller ve simgeler kentleşme ile birlikte tekrar görünür olmaya başladı. İslam’ın kamusal alanda görünürlüğünün artması aynı zamanda siyasallaşması kaçınılmazdı. Siyasetin argümanları arasına din üzerinden şekillenmesine neden olmuştu. Daha öncesinden birer resmi alan haline getirilen kentler, büyük göç dalgalarıyla birlikte bu korunaklılığını ve yeknesaklığını kaybetmiştir. Kente göç edenler beraberlerinde getirdikleri kültürlerini ve değerlerini korumaya ve bunu gelecek kuşaklara aktarmaya çalışmışlardır. Ancak aktarma sırasında değerler eski özelliğini yitirdiği gibi, alanlarda artık o eski değerleri olduğu gibi alabilecek bir algıya da sahip değillerdir. Dolayısıyla bu durum İslam’ın yeniden yorumlanması ve değişmesini beraberinde getirmiştir. İslami anlayışı da bu çerçevede düşündüğümüzde algı değişiminin nedenlerini de anlayabiliriz. 47 Kırsal alandan kentlere göç eden ve İslami kimliklerini de beraberlerinde getiren kitleler, kent ortamında, cemaat ilişkilerin yok olduğu bir ortam da, İslam, müminleri yeniden bir araya getiren bir fonksiyonu yerine getiriyordu. Siyasal İslam’ın ortaya çıkışını da burada aramak gerekiyor. Siyasal İslam, dağılmış ve genel itibariyle yoksul olan kitleler için adil bir yeniden paylaşım ideallerini dile getiren bir politik dil kullanmaktaydı. Bu süreç içerisinde gelenek ve geleneksel İslam yeniden inşa ediliyor. Artık İslam köy veya güçlünün İslam’ına benzemeyen bir değişim geçiriyor. Çünkü Müslümanlar geleneksel ortamlarından, kırsal ortamlarından kopup geldiklerinde, beraberlerinde türbe veya kırsal halk pratiklerini değil, sadece Kuran’ı getirmektedirler. Şu şekilde, yani yazılı kaynaklara bir dönüş, geleneği yeniden yorumlamasıdır. Bu bir modernleşme biçimidir ve değişimin ana göstergesidir (Pieters,2005:242–243).İslam’ın veya Müslümanların modernleşmesi dediğimiz durum kitle bazında bu şekilde başlıyor. Çünkü kitleler modernleşmeye yönelik bilinçli bir çaba içerisine girmemişlerdir. Bu çaba ancak elit ve entelektüel seviyede olabilir. Kitlelerin modernleşmesi yaşadıkları çevre ve ilişkiler ile mümkündür. Kentleşme sürecinin pek çok faktörün etkisiyle geleneksel davranış kalıplarını yok ettiği, yerine yenisini getirdiği ve göçmenlerin kent yoluyla başlı başına bir siyasal deney içerisine girdiği ve siyasi havayı yaşadığı ifade edilmektedir. Bu çerçevede kentliler daha katılımcı ve siyasal sitemden daha talepkar olmaya başlamaktadır (Görmez,1997:36). Kentlileşme aynı zamanda siyasal katılım sürecini hızlandırmaktadır. Siyasal özellik bakımından da gecekondu bölgelerinde merkez partilerinden bir uzaklaşmanın olduğunu son yıllardaki seçim sonuçlarına bakarak söyleyebiliriz. Bu bölgelerde belli bir tabanının olduğu söylenebilir (Erkan,2010:143). Gecekondu bölgelerinin de kültürel yapısı hem kentin yerleşik kendi içinde farklılık göstermektedir. Geldikleri yörenin geleneksel ilişkilerini büyük oranda korumaktadır. Görmez “siyasal parti tercihlerini nasıl etkilediği 1980 ‘li yıllarda daha çok merkeze yakın partilere gecekonduların radikal sağ partilere yönelmekte olduğu ortaya çıkmıştır. Özellikle RP’nin (daha sonra anayasa mahkemesi tarafından 48 kapatılmıştır)’nın kentleşme ve kentlileşme düzeyi düşük Mamak gecekondularında diğer merkez sağ ve sol partilerin toplamından daha yüksek oy aldığı görülmektedir”(Görmez,1997:141) olarak ifade etmiştir. Siyasal hareketlenme,kültürlenme ve gecekondulunun marjinalliğinden kaynaklanan etkili güçler tarafından beslenen kentsel bütünleşme sürecinin son aşaması somut siyasal eylemdir. Siyasal partilere üye olma, seçimlerde kampanyalara katılma ve oy verme gecekondu sakinlerine ulusal siyasal cemaatin üyeleriyle eşitlik esasına dayalı olarak iletişim ve bağlantı kurma fırsatı sağlamaktadır.Benlik, toplum içindeki yer ve rol bilinçlerini keskinleştirmek suretiyle parti siyaseti, gecekonduluların kentle bütünleşmesini hızlandırdı; kentsel ve ulusal parti liderleriyle olan iletişimleri de artırdı. Bir tartma yapıldığında, eski bağlılıklarının çeşitli şekillerde sürüp gitmesine rağmen, yeni güçler eski bağlılıklarla baskın gelmektedir(Karpat,2003:292-321).Kentte uyum sürecinde gecekondular halkın siyasete katılımı için bir araç olmuştur. Kentleşmenin siyasal davranış üzerindeki etkisine dikkat çeken siyaset bilimci Karl W.Deutsch’dır. Deutsch, toplumsal hareketliliğin bireyin geleneksel yaşam biçimden, sahip olduğu bağlantılardan kopararak, yeni konum ve durumlara doğru hareket etmek, yeni davranış kalıpları ve gereksinmeler geliştirerek onlara uyum göstermek, yeni bağlantı ve /veya bağlılıklara sahip olmak yolunda bir değişim yarattığını belirtir. Böylece toplumsal hareketlilik eski toplumsal, ekonomik ve psikolojik bağlılıkların demetler halinde aşındığı ve ya kırıldığı, insanları yeni toplumsallaşma ve davranış kalıpları geliştirebilecek hale getiren bir süreç olduğunu ileri sürer ( Deutch,1971:384 Akt. Erkan,2010:237). Huntington, kente göç eden siyasal tercihlerin tutucu olacağı görüşündedir. Çünkü, kentleşmenin yarattığı gecekondu alanlarında, çoğunlukla hizmet kesimlerini oluşturan marjinal toplulukların bireyleri köylerine oranla daha fazla güvence içinde görmekte ve çeşitli belediye hizmetlerinden yararlanma olanağını bulabilmektedir. Bu durumda, bu kitlelerin düzeni değiştirir, devrimci olmaları için neden kalmamaktadır. Bu nedenle, gecekonduların, gıda, iş ve konut gibi en acil ihtiyaçlarını karşılayabilen bir düzene karşı olmamalarını doğal olduğunu ileri 49 sürmektedir (Huntington,1968:28 Akt. Erkan,2010:238).Modernliği reddetmekten çok kucaklamaya ilgi duyan kentlerdeki alt sınıfların özlemleriyle bağdaşan Ak Parti söylemi çevreden iktidar merkezine doğru ilerleyişinde seçmenlerin tercih ettiği yol olacaktır. Kentleşmenin siyasal radikalleşmeye ve yıkıcı davranışlara yol açtığı görüşüdür. Özellikle kentleşme hızının sanayileşme ve gelişme hızından çok yüksek olduğu az gelişme hızından çok yüksek olduğu az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde, hızlı göç hareketi, kentlerin artan nüfusun gereksinmelerine cevap vermemesi birçok sorunu yaratmaktadır. (Erkan,2010:238) Aynı yerleşim yerinde bulunana insanların sosyal taban farklılıkları,geçici işe sahip olmaları ve toplumsal alanda marjinal işlerde çalışmaları siyasette kendini ifade etme tarzının daha radikal olmasına neden olmuştur. Günümüze kadar başörtülülerin nereden geldiği hep sorulmuştur. Kentsel değişimin ve dönüşümün nasıl meydana geldiği sorusu akla kentlileşmenin İslamla bağını, kentlileşmeyle birlikte başörtülülerin türedi olarak görülmesine sebep olmuştur. Kırsal kentsel ayrımın meydana getirdiği bu ayrım toplumsal ayrım olmaktan çok mekansal bir ayrımın tezahürünün ötesinde değildir. Dilipak’ın “köylerde yaygın olan İslami yaşamın yerel adet ve geleneklere dayandığını, entelektüel referanslarının güçlü olmadığı buna karşılık Müslümanca yaşama talebinin (yani İslam’ın kitabı yorumunun)kentlerden kaynaklandığını belirtir.” (1993:12)ifade etmiştir. Son zamanlarda İslamcı hareketin daha çok kent merkezli hale geldiğini ve kırsal kesimin temsilinden,kentli İslamcıların daha önde görünmesine neden olmuştur. Modern kentin yaptığı kolektif düşlerin ortaya çıkması için bir araç, bir hayal odağı sağlamaktı. Kent imajında kentin tüm görünümlerine kolektif anlamlar yüklenir. Yaratılan bir kent halesi vardır; kent alanlarında ‘nesnelerin, insanların ve çevredeki kümelenmelerin varlığı, tüm bunların coşkunluğu ‘iz bırakır’ diyebiliriz.Kent vizyonunu anlamlar ve atmosferlerin birikimi olarak görebiliriz, kolektiflik kente hem anlam yükler, hem de kentte anlam bulur; kolektiflik kenti yaratır kente kolektifliği. Potansiyel bir alanın kurumsallaşması olarak 50 düşünülebilir.( Robins,1996:218-219)Kentin daha karmaşık ve girift dünya görüşlerini bir arada kılabilmektedir. Kentin egemen olmaya başlaması, geleneksel sistemde kent içinde yaşayan insanların, toplumsal sistem içerisinde konumlarının yükselmesine imkan vermiştir. Fakat şu nokta unutulmamalıdır ki, kentin yerlisi olan bu insanlar geleneksel sistemdeki konumlarını değiştirip yeni statülere yükselirken, eski kültürlerini de yeni bir tarzda üretmek durumundadırlar(Bilgin,2010:24).İslamiyet kentsel görünüm tecrübesi içinde, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal değişimin etkisini göz ardı edemeyiz. Kentsel görünüm derken, Müslüman İslami algılayış Müslümanların İslami anlayış ve algılayışlarında meydana gelen değişimdir. Bu bir anlamda Müslümanların modernleşmesini de içinde barındırmaktadır. Daha öncesinden birer resmi alanlar haline getirilen kentler, büyük göç dalgalarıyla birlikte bu korunaklılığını ve yeknesaklığını kaybetmiştir. Kente göç edenler beraberlerinde getirdikleri kültürlerini ve değerlerini korumaya ve bunu gelecek kuşaklara aktarmaya çalışmışlardır. Ancak aktarma sırasında değerler eski özelliğini yitirdiği gibi, alanlarda artık o eski değerleri olduğu gibi alabilecek bir algıya da sahip değillerdir. Dolayısıyla bu durum İslam’ın yeniden yorumlanması ve değişmesini beraberinde getirmiştir. İslami anlayışı da bu çerçevede düşündüğümüzde algı değişiminin nedenlerini de anlayabiliriz. 51 V. BÖLÜM: İSLAMCILIK AKIM’ININ BİR TEZAHÜRÜ OLARAK YENİ İSLAMCILIK SÖYLEMİ VE AK PARTİ ÖRNEĞİ 5. 1.AK PARTİ KURULUŞU 14 Ağustos 2001 ‘de Ak Parti kuruldu. Partinin kuruluşundan sadece on dört ay sonra yapılan seçimin sonuçları herkesi tam anlamıyla şaşkına çevirdi. Ak Parti, açık ve ya zımni olarak, demokrasiyi, moderniteyi, anayasayı, Kemalizmi, cumhuriyetçiliği ve laikliği devletin ilkeleri olarak kabul etmişti. Partini yöneticileri, hem toplumun inanç ve değerlerinin bir parçası hem de bireysel bir tercih konusu olarak gördükleri İslam’la bütün bu ilkeler arasında herhangi bir bağdaşmazlık olamadığını açıkladı. Erbakan ‘ın perde arkasından yönettiği Saadet Partisi’nde yer alan İslamcı ’nin halkın güvenine layık olmayan bir çıkarcı acemiler partisi olduğunu söyledi(Karpat,2010:290-291).Ak Parti, Türkiye tarihinde 2000’li yıllara baktığımızda önemli değişim ve dönüşüm zamanlarına sahne olmuştur. 28 Şubat 1997 yaşanan post-modern darbe sonucunda başlayan siyasi sürecin devamında dönüşümün ve siyasi taşıyıcısı olarak kurulmuştur. İslamcılık görüşünden etkilenen ve 28 Şubat sürecindeki kırılmayı yaşayan insanlardan oluşan toplumsal tabanı temsil etmektedir. Bunun sonucunda yaşanan büyük korkular sonucu kendini İslamcı parti olmaktan uzak tutarak psikolojik bir gerileme yaşayan siyasal kesimin kendini muhafazakar kimliğiyle tanımlamasıyla sonuç bulmuştur. İslamcılığın toparlayıcılık vasfından ziyade bu kırılma diğer siyasal tabanları anlamak zorunda kalan ve siyasal kesimlerin kendini ifade edememesi sonucunu doğurmuştur. Türkiye'de 2002 yılında Ak Parti'nin iktidara gelişi ve belki de birçok göstergeleri itibariyle Türkiye tarihinin belki de en başarılı hükümet dönemi sayesinde 2007 yılında tekrar oyunu artırarak iktidara gelişinin İslam ve siyasallık ilişkisini yeniden düşünmek üzere telkin edeceği hiçbir ders olmamıştır. Bu bağlamda Ak Parti’nin ısrarla İslamcı veya dinsel milliyetçiliğe dair hiçbir iddiası olmayan bir parti olma vurgusunun anlamını tam da düz bir biçimde mi anlamak lazım? Ak Parti'ye kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı ve onun temsil ettiği odaklar belli ki Ak Partinin ne programında ne de siyasal söyleminde 52 hiçbir İslamcı veya İslami vurgu barındırmadığı halde, partinin ve lider kadrolarının bütün yaptıklarını İslamcı bir siyasetle ilişkilendirmekte tereddüt etmemiş görünüyorlar. (Aktay,2009:1258-1280).İslamcı bir siyasetin mümkün olup olamayacağı sorusu gündeme gelmiştir. Ak Parti’nin ortaya çıktığı siyasal toplumu durum bir dizi olumsuzlukla yoğrulmuştur. Koalisyon iktidarlarıyla yıpranan siyaset kurumu, yolsuzluklarla ve kötü yönetimle ortaya çıkan ekonomik darboğaz, ekonomik çöküntünün beraberinde getirdiği sosyal kriz, uluslar arası alanda gerileyen bir ülke imajı, gelecekten ümidi azalan ve tepkileri giderek yükselen sosyal sınıflar Tüm bu olumsuzlukların yanında 28 Şubat Süreci olarak adlandırılan ve siyasi alana yönelik müdahalelerin hayatın farklı alanların da kendini göstermesiyle yaşanan gerilimler giderek siyaset kurumunun etkisini ve güvenilirliğini yitirmesine (Akdoğan,2010:63) sebep olduğunu ifade etmiştir. 2002 seçimlerinden sonra iktidara gelen partinin liderleri, ibadetlerini yerine getiren dindar Müslümanlar oldukları kadar modernist, cumhuriyetçi, demokrat ve laik oldukları iddiasındadır. Türkiye’de yaşanan, demokrat, laik oldukları kadar modernitenin İslam’la, maneviyatın materyalizmle uzlaşması ve bir arada varolmasıdır. Bu durum, çeşitli gruplar, ideolojiler ve halis bireysel amaç ve hayaller arasındaki belli bir etkileşimin ve diyalektin sürecin sonucudur(Karpat,2010:293) .Kendini muhafazakar demokrat ve liberal İslamcı noktasında muğlak bıraktığı kimlikler arasında gitgeller yaşayan siyasi yeküne tabii olmasına neden olmuştur. Türkiye’de İslamcılık tezahürleri sınırların çizilmesini imkansız kılmaktadır. Muhafazakarlığın aynı zamanda İslamcılığa denk düşen bir ifade olarak algılanmaktadır. Bir partinin siyaset alanında nasıl bir yere sahip olduğu kendini nasıl tanımlandığından çok siyasi kitlesini de nasıl bir yere tekamül ettiği önemlidir. Parti’nin muhafazakar yaklaşımının kitleselleşmesini zayıflatan bir engele dönüşmemesinde, muhafazakarlığı katı ideolojik bir karakterden daha ılımlı bir yapıya çekmesi ve kullandığı yöntem ile üslubun kışkırtıcı olmak yerine daha keskin edici olmasına rol oynamaktadır(Akdoğan,2010:65).Kitleselleşme aynı zamanda kullanılan dilin yumuşaklığını belirlemiş ve farklı görüşleri içinde barındırmak için 53 daha geniş bir yelpaze belirlemiştir. Siyasal gelenekler doğası gereği kendine oy veren kitleyi göz ardı etmeden üslup belirlemek zorundadır. Ulusal kimliğine entegre etmek için muhafazakar demokrasi şeklindeki siyasi söylemini zenginleştirmektir zorundadır. Muhafazakâr demokrasi hala belirsiz bir kavramdır ve henüz Türkiye’deki kimlik siyasetine ilişkin taleplerine karşılayacak kadar teoriselleştirilmemiştir.(Duran,2010,354)Ak Parti’nin muhafazakârlık söylemi siyasi meşruiyet kaygısı tarafından belirlenmiştir. Ak Parti’nin muhafazakârlık gibi meşruiyet problemi bulunmayan batılı bir ideoloji dolamasıyla dış kamuoyuna verilen sıcak mesajdır. En önemli adres ise Kemalist merkeze dönük olarak verilemek istenen siyasal İslamcılıkla ilişkimiz yok mesajıdır. Eğer Ak Parti Türkiyeli bir kavram haline getirmeye çalıştığı muhafazakârlığı geçmişte yaşanmış kimi olumsuzluklardan ders alarak yeniden üretebilirse, bu, ülkenin siyasi kültürü açısından da bir kazanım olacaktır. Böyle sorunlu bir kavramı üstlenmesinin doğurduğu olumsuzluklar bulunmakla birlikte, bu kavramın getirdiği kazanımlar ve açılımlar da mevcuttur. Batılıların zihnindeki muhafazakarlığın bazı tarih dilimlerinde olumsuz algılandığı doğrudur, ancak bugünün dünyasında temsil edilen muhafazakarlığın siyasal yapı içinde yerleşik (Akdoğan,2010:67) bir siyasi yapı olarak kabul edilebilir. 5.2.AK PARTİ KİMLİĞİ İslami siyasal kimlik şartlara bağlı ve ilişkisel olarak beliren bir şeydir. ‘Şartlara bağlı’ ifadesiyle, İslami siyasal kimliğin devam ede gelen bir süreç içinde kimlikleri tanımlamaya yardım eden bir ‘öteki’ karşısında farklılığın inşasına bağlı olduğunu vurgulamak istiyorum. ‘ilişkisel’ ifadesiyle de farklılığı inşa etmeye yarayan sosyal güçlerin kapalı sistemler olmadığını, aksine, muhalif olma anlarında kurulduğunu kastediyorum. Başka bir söylemle, her kimlik, tanımı gereği,‘ötekini ‘ kendi içinde kurucu bir unsur olarak taşır. ‘Dikkate değer öteki’ yalnızca muhalif ‘öteki’ olmakla kalmaz, aynı zamanda kimliğin kurucu bir parçasıdır. Hiçbir kimlik, kendi-referanslı bir görüş açısına sahip değildir. İslami siyasal kimlik örneğinde, birbiriyle rekabet içindeki İslami hareketlerle ve dışsal ‘öteki’ mesela laik devlet ya da Batı içinde içsel ‘ötekilerle’ karşılaşılır(Yavuz,2008:39). 54 Ak Parti'nin, bütün karşı söylemlerine rağmen, İslamcı algısından kurtulamıyor olmasını siyasi ilişkiler düzeneğinin oluşumu bağlamında iyi değerlendirmek gerekiyor. Kimliğin sınırlarını çoğu kez bir hareketin kendisi değil o hareket hakkındaki algılar belirler. Özellikle bu algılar söz konusu kimlik karşısında kendi kimliğini oluşturan bir ilişkiselliği de tayin etmeye yönelmişlerse, hareketin kimliğinin kendi artalanından kaçınması mümkün olmaz. Bu durumda bir program veya bir kimlik iddiası olarak terk edilmişse bile "kendinde kimlik" unsurları yine de hareketin ontolojisini belirlemeye devam eder. Bu gerçeği Türkiye'deki İslamcılık örneğine uyarladığımız zaman, ilan edilmiş, ismiyle müsemma bir proje veya programı veya iddiası ve söylemi olmasa da yine de sadece bu karşılıklı ilişki etkileşimleri İslamcı siyasallığın varlığını belirlemeye devam etmektedir. Üstelik bu düzeyden bakıldığında İslam'ın siyasal dahilinin yani İslamcılığın her geçen gün etkisinin daha fazla arttığını bile söyleyebiliriz. Üstelik garip bir biçimde bir İslamcı iddiada bulunmaksızın, herhangi bir rejimi topyekûn değiştirme arayışı içinde olmaksızın, örneğin Kuran'dan çıkardanmış bir rejim modeli önermeksizin veya bir İslami devrim arayışı içinde olmaksızın, neredeyse sade bir demokratik-laik vatandaşlık standardı talebiyle eklemlenerek bu gelişmeyi kaydediyor İslamcılık. Bilinen söylemsel alanlardan çekilerek bir tür görünmezleşerek var olan, ama bunu yaptıkça daha da etkinleşen bir iradeye dönüşüyor İslamcılık (Aktay,2009:1258- 1280) .Partinin yeniden İslamcılığının herhangi bir kategorisinde yer almasının siyasi gerilime dönüş olacağını düşünmekte, bu nedenle kendisini İslamcılıkla ilişkilendirilmek yerine dini değerleri önemseyen kişilerin oluşturduğu bir muhafazakar parti olarak tanımlamayı tercih etmiştir. Ak Parti’nin kimliği ışığa bağlı olarak renk değiştiren bir dokuya benzemektedir. Partini bu eklektik niteliği, meydana getirdiği geniş cazibenin sebebidir. Parti aynı anda Türk, Müslüman ve Batılıdır. Bu çoğulcu boyut ülkedeki muhtelif hayat tarzları göz önüne alındığında aynı zamanda bir siyasal zorunluluktur. Parti, çeşitli grupların barış içinde bir arada yaşayabileceği sivil bir barışın çerçevesini sağlamaya çalışmaktadır. Ak Parti’nin İslamcılığı, Türk-Osmanlı cemaat hayatını ahlaki sistemden beslenen ve parti lideri Erdoğan’a tam bir itaati gerektiren oldukça ağır bir Türk aksanı taşımaktadır(Yavuz,2008:351-352).Ak parti İslamcılığı 55 Türk –Osmanlı dokusunu içinde bulunduran ve ahlak vurgusunun ön planda olduğu bir partidir. Kimlik ‘tabanda sübjektif bir kavram ya da sosyal roldür; çoğu defa değişkendir, birbiriyle örtüşür ve durumsaldır. Biz kısmen onlar tarafından tanımlanır, sosyal bir ortamdaki ilgili öteki, rol seçimini biçimlendirmede merkezi önem taşır. Bu kimlik tanımını kullanarak, İslami siyasal kimliği toplumsallaşma yoluyla farkında olmayarak içselleştiren, arzu edilen amaçlar ve değişen sosyal ortamda ilintili olarak siyalaşan ve nesnelleşen bir referans çerçevesi oluşturmaktır.“Tabanda sübjektif bir kavram ya da sosyal roldür; çoğu defa değişkendir, birbiriyle örtüşür ve durumsaldır… ‘Biz’ kısmen ‘onlar’ tarafından tanımlanır; sosyal bir ortamdaki ilgili öteki, rol seçimini biçimlendirmede merkezi önem taşır. Bu kimlik tanımını kullanarak, İslami siyasal kimliği toplumsallaşma yoluyla farkında olmayarak içselleştirilen, arzu edilen amaçlar ve değişen sosyal ortamla ilintili olarak siyasallaşan ve nesneleşen bir referans çerçevesi (Yavuz,2008:37) sunmakta olduğunu ifade etmektedir. 5.3.AK PARTİ İDEOLOJİSİ İslamcı hareket ciddi bir dönüşümden geçmiştir, halen de geçmektedir. Kökenleri Milli Görüş hareketinde olsa da, ideolojisi ve programında İslamcılığı barındırmayan, milli görüş hareketi iyi bilinen Müslüman kimliğinden kaynaklanan bir bağ taşıyan, ama kendisini liberal demokrasinin normatif değer ve kurallarına bağlı sayan Ak Parti, İslam dünyasındaki yeni eğilimin başarılı olmaya aday, önde gelen bir örneği olarak kabul edilir (Gülalp,2002:182).Ak Parti İslam ve sekülerizm,din ve demokrasinin ,doğu ve batının birbirine uyumluluğunu göstermektedir. Aktay “İslamcı parti ile Ak Parti arasında bir kopuştan İslami olmayı önceleyerek başlamış olan hayat tarzının da giderek dönüşmesine ve yeni tatlar, yeni kimlikler, yeni kişilikleri şekillendirmişti. İslamcılığın Türkiye ‘deki hafızası içinde yargılanmış, aşılmış ve aşağılanmış bir seviye olarak kodlanmıştır. Buna rağmen Ak Parti’nin temsil ettiği kitleye karşı rolünü salt bir temsil düzeyinde bırakmadığı, bu rolü oynarken yarattığı etkiden açıkça anlaşılıyor. Ak Parti, dayandığı kitleyi sadece 56 temsil etmemiş, aynı zamanda ona liderliğe soyunmuş, bu kitlenin kendiliğini gözden geçirmesini gerektiren bir yola girmiş (2005 :62) olduğunu ifade etmektedir. Ak parti diğer partilerden ayıran 2002 seçimlerinde iktidara gelen Ak parti halkın gözünde ortaya çıkan sistemli, bilimin önemine vurgu yapan hoşgörülü Müslüman (Tuğal,2010:10) kesimi temsil etmekte olduğu ifade etmiştir. Türkiye’de İslamcı kitle neye talip olmuşsa Ak Parti bir bakıma onun siyasi bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştır.Türkiye’de İslam’ın çıkarlarını gerçek anlamda gözeten bir siyasal partinin, kendisiyle İslam’ın kendisi arasında dikkatli, verimli ve duyarlı bir mesafe koyabilme başarısının aynı zamanda İslamcılığının da kalitesini sergileyeceği söylenebilir.Muhafazakarlığının çoğu kez onun İslamcılığının siyasal alandaki “mümkün ve meşru tek dilli” olarak ortaya çıkıyor (Aktay,2005:63-75). Ak Parti’nin kurulduğu günden itibaren siyasi kurumsal kimliğini İslamcı ya da siyasal İslamcı olmanın ötesinde ifade etmektedir. Ak Parti kimliğini İslamcı parti, siyasal İslamcı parti olmanın ötesinde Ilımlı İslam, Müslüman demokrat, Merkez sağ tanımlamaktadır. Kavramlar içinde muğlak görülürken aslında kavramların ne kadar kıt olduğunu göstermektedir. Siyasal İslam kavramı İslam dünyasının tamamında olduğu gibi Türkiye’de de problemli bir kullanım alanına sahiptir. Ak Parti’nin icraatlarında ve sembollerinde İslami öğelerle modern öğelerin bir arada olması, gerçek İslamcı kimliğinin gizlemeyi amaçlayan bir takiye değil aynı zamanda alternatif modernlik oluşturmasıdır (Tuğal,2010:30). İslamın açıkça tartışılmaması, partinin açık İslamcı köklerine rağmen ifade ettiği din toplumun çimentosudur (Tepe:2010,176).Kültürel olarak İslam Parti Ak parti’nin siyaset tarzının oluşmasında etken olmuştur. 5.4.İSLAMİ HAREKETLER İslamcılık ve İslami kavramlarının anlamlarına baktığımızda bu sürecin gelişiminden İslam üzerinden şekillenen ve diğer yandan İslami bir görünüme bürünmüş hali hayli zaman almıştır. 57 İslamcı olmak çeşitlilik arz eden kimlikleri de beraberinde getirmektedir ve muhafazakar, radikal İslam, ılımlı İslam kavramları üzerinden şekillenmiştir. Görünüm olarak siyasal temelleri 28 Şubat, 1980 kırılması, partilerin siyasal kopuşları, Milliyetçi muhafazakarlık tanımlamaların sosyolojik anlamının ötesinde toplumun kendini içeriden nasıl tanımladığı ve siyasal anlayışın kırılmalar, kopmalarla birlikte açtığı kanalların toplumda var olan olayların neden –sonuç ilişkisi ve aynı zamanda tarihsel bir kesit sunabilmemize olanak sağlayabilir. Fakat bu olayların ele alınışı, anlık ve tek başına bir süreci ele almayı anlamlı kılmamaktadır. Toplumsal aktörlerin toplumsal değişimde aldığı rolleri de değiştirmektedir. İslamcılık söylemi niteliksel olarak İslami hayatın yaşanması noktasında hem alışkanlık olarak hem de gündelik hayatın pratiklerinde kabul görmüş bir söylem olarak literatürümüzde yer almıştır. Bir yandan bu mevcut kavramsallaştırma yaşanırken; diğer yandan gündelik hayatın içinin boşaltılmış olması, bugünü anlama noktasında yakınlaşmanın yol açtığı görüş alanını daraltmıştır. İslamcılık anlayışının radikal İslam’la ve ılımlı İslam’la tanımlanması, topyekün İslam anlatısının görünümü olarak kabul edilen bu tasavvurları gölge şeklinde nitelenmesine sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla bu gölgenin asıl İslami kaideleri geçtiğinin kabul edilmesi ise gerçek algının önüne geçen puslu gölgelerdir. Yeni olarak tasavvur edilen önekinin aslında toplumsal değişimin ve belki de bu sürecin sonucu olan değişimin aktörlerinin meydana getirdiği bir “yeni düzen” olarak nitelenmesi, bu kavramın aslında “Eski İslamcılık” formu olmaktan öte olmadığı anlamına çağrışım yapmaktadır. İslamcılık düşüncesi çeşitli kategorilerde değerlendirilmiştir. Söylem düzleminde temel vurgunun ümmete ve ya devlete yönelik olması sivil ve siyasal İslam şeklinde bir tasnifi oluşmuştur. Bu ayrımda düşüncenin sosyal ya da siyasal karakteri ön planda tutulmuştur. Siyasal kavramı ise aktüel devletin denetiminde olmayı değil, politik bir özellikte olmayı vurgular. Devlet, siyasal İslam argümanında önemli bir konuma sahiptir(Akdoğan,2000:83).İslamcı hareketleri modernizm karşıtı 58 görmek kolaycılıktır. İslamcı hareketlerin birçok diğer ülkede de modernleşmeci süreçlerin sonucunda ortaya çıktıklarını söyleyebiliriz. Gerçekte, İslami hareketler sonradan ortaya çıkan olgular değildir. İslam, halkın yaşamında ve zihninde zaten mevcut idi. Önemli olan, İslami hüküm ve değerlerin ve bunların hayata aktarılması yaşaması idealinin, sistemin giderek İslami değerlerden uzak düşmesi karşısında çeşitli biçimlerde açığa çıkmış olmasıdır. İslami hareketler reformist ya da devrimci, ılımlı ya da radikal olabilirler, mezhep, tarikat, parti, örgüt ya da dernek biçiminde karşımıza çıkabilirler. Ama bu, sadece dış koşullarla İslam’ın iç dinamikleri, yani anlam kodları arasındaki belirli bir etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkan bir farklılaşmadan, çeşitlemeden ibarettir. Aralarındaki farklılıklar ne kadar çok olursa olsun, yine de bunları belirli bir ortak taban da toplayan iki kaynak vardır: Kur’an ve Sünnettir.(Erkilet,2004:23). İslami hareketlerin temel çıkış noktası Kur’an ve sünnet ışığındadır. Türkiye’de uzun yıllardır gündemde olan MNP-MSP-RP-FP ve çizgisi üzerine çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bunlar arasında Sarıbay’ın Din ve Parti politikası: MSP Örnek olayı (1985) adlı çalışması sayılabilir. Ancak bu incelemeler daha çok modernleşme bazında yapılmış ve toplumsal hareketler temeline oturtulmamıştır. Oysa modernleşmekte olan bir toplumda dinsel bir partinin yeri ve anlamı üzerine yapılacak tartışmalarla, modernizmin topyekün eleştirisini yapan İslami hareketler hakkında yapılacak tartışmalar, şüphesiz birbirinden ayrı olmak durumundadır. Birinci kategorideki partiler, toplumsal hareketlerin cisimleşmiş ifadeleri olarak karşımıza çıkarlar. Toplumsal hareketler partiler halinde örgütlenerek kendilerini kitlelere duyurma yoluna gidebilecekleri gibi; bir hareket tabanına dayanmaksızın da parti kurulabilir. İkinci kategoride ki partiler toplumda sistemin beklentileri doğrultusunda istendik bir değişme meydana getirmek amacıyla kurulurlar. Üçüncü kategoride partiler ise, varolan toplumsal hareketleri sistem içinde tutmak, sistemle çatışma içine girmelerini önlemek amacıyla kurulmuşlardır ya da zamanla tutucu işlevi üstlenmişlerdir(Erkilet,2004:149). İslamcılık gibi bir hareketin birçok faklı söylem veya biçiminin farklı sosyal olgu veya tecrübelerin etkisiyle şekillenmesi ve hepsinin birbirine bir şekilde 59 eklenerek varolmasını bir nebze, belki de geçici olarak açıklayabilen bir kavramsallaştırma bu. Daha geniş bir kavramsallaştırma bu eklemlenmelerin ortaya çıkardığı farklılaşma veya çeşitlenme görüntüsüne göndermelerLE birlikte islacılık (Aktay,2009:1258-1280) kendi yeni tanımlarını oluşturacaktır. İslami hareketler sosyal değişim aktörleri olarak, iç içe geçmiş iki sürecin sonucunda amaçlarını ve taktiklerini değiştirmektedirler. Birinci değişim fırsat alanları daraltan ya da genişleten yeni yapısal şartlardır. Bu durum; İslami hareketin hedeflerini ve stratejilerini siyaset ve piyasada ‘geri çekilme,’ ‘çatışma’ ya da ‘katılım olarak biçimlendirmektedir(Yavuz,2008:46).Fırsat alanınını göre İslami hareket hedef ve stratejisini belirlemektedir. Sayyid’in “İslamcılığın içerisinde İslamcı hareketlerin sayısı kadar varyasyonları vardır. Fakat İslamcı grupları birbirinden ayrı olmaları, birçok yorumcunun çok hızlı bir şekilde sonuca vardıkları gibi, tutarlıktan yoksun olduğu anlamına gelmediği” (2000:202) vurgusunu yapmıştır. Gerçekten de yetmişli, seksenli veya doksanlı yıllardaki söylemiyle İslamcılık bugün imkânsız ihtimallerin kovalandığı anakronik bir siyasallık olarak görülüyor. Buna mukabil bugün İslamcılık adına hareket edenlerin veya ettiği varsayılanların siyasi pratiklerinde İslamcılık adına teşhis edilebilir bir proje sunma konumundan çok uzak oldukları, daha liberal bir yönelim içine girdikleri, siyasal olarak da parlamenter demokrasi bağlamına teslim olmuş oldukları sıkça ifade edilmektedir. (Aktay,2009:1258) .Büyük siyasi kitlelerin etkisin yerine İslamcılık küçülen ve küçüldükçe marjinalleşen bir yapı arz etmektedir. Sosyal hareketler yaklaşımı İslamcı hareketlerin güncel boyutlarına, dolayısıyla oturmamış, dinamik ve değişim içindeki karakterine vurgu yapar. Müslüman kimliğin yeniden tanımlanma ve kolektif olarak talep edilme yollarını teşhis etmeye; din ve geleneğin, laik ve modernleşme yanlısı seçkinlerin kültürel programına karşı koyarak ve bu programla çatışarak nasıl yeniden benimsendiğini ve yorumlandığını görmeye yardım eder.(Göle;2008:21)Sosyal hareketlerle birlikte İslamcı hareketler Müslüman kimliği yansıtılması noktasında tanımlanmasına ön ayak olur. 60 İslamcı hareketleri klasik sosyal hareket teorilerine dayanarak ekonomik ve sosyal krizlere tepki olarak ortaya çıkmış hareketler diye tanımlamanın sonucu günümüz İslamcılığına niteliğini veren kültürel süreçlere gereken önemi vermemek olacaktır. İslamcılığın modernizme bir tepki olarak nitelemek bu hareketin aktörleri tarafından üretilen günlük yaşam pratiklerini görmemizi engellemektedir (Göle,2009:44) .İslami hareketin teorik şizofreniyi aşabilmek için, bu araçların salt araç olmaktan öte bir değerlerinin olduğunu (Çiğdem,2001:123) kabul etmek gerektiğini ifade etmektedir. 5.4.1.YENİ İSLAMCILIK Göle “İslamcılığı güncel bir yeni sosyal hareket olarak ele almak, karşıtlıklar, ortak noktalar ve karşılıklı alışverişler bağlamında düşünmek anlamına geliyor. İslamcılık modern zamanlarda modern aktörlerle gelişen bir olgu. Fakat tabloyu daha da karmaşık hale getirmek istercesine geçmişe yönelik bir değişim projesi geliştirmekte (2008:23) olduğunu vurgulamıştır. İktidarın yolunu açan daha ziyade, radikal İslam bayrağı altında geniş kesimlerin seferber edilmesi, sonrasında radikalizmin yenilgiye uğraması ve yenilginin ardından radikaller 19.yy liberal İslam’ın mirasçıları olabilirler ama modernleşmiş İslamı kitleler arasında doğallaştırmalarını sağlayan etken bu miras değil, önceki radikalizmleri ve popülist hareketlilikle olan geçmiş deneyimleridir. Bu hareketlilik yenilgiye uğramadan, ılımlı İslam bugün ne sadık takipçilerine ne de şevkli önderlerine kavuşabilirdi(Tuğal,2010:12).Mecburi değişim süreçleri İslamı kitlelerin bu alanda tecrübesi neyi yapmamaları gerektiği noktasında bilinçlendirmiş. Gündelik siyaset alanında çözüm bulmalarını kolaylaştırmıştır. Türkiye’de İslamcı yeniden canlanma olarak yorumlayabileceğimiz kavram yalnızca dini değişkenlere dayanarak açıklanamaz; bu toplumun din dışı boyutlarıyla pek çok bağlı olan karmaşık bir süreçtir.(Mardin,2010:217) Bu süreç siyasal, sosyal ve ekonomik aktörlerin de bir araya gelerek oluşturduğu öğelerin topyekün değişimiyle mümkün olmuştur. 61 Ak Parti yalnızca Türkiye’de değil, İslam Dünyasında da reform ve demokrasi ikonu haline geldi. Ancak literatürde çoğunlukla ileri sürüldüğünün aksine, parti bir başkalaşımın ürünü, yani geçmişi olmayan bir nesne yahut tarihte bir kırılma değildir. (Turam,2011:11).Aslında devlet alanı ve İslam’ın yerel siyaset alanından çıkarılıp daha çok dünya konjonktürüne uyarlanmış halidir. İslamcılık ve İslami hareketleri birbirinden ayırmak önemlidir. İslamcılık ve İslami hareketler arasındaki ilişkiyi açık bir biçimde göstermektedir. Bu anlamda İslamcılık, siyasal ve ideolojik bir akım olup, İslami hareketler bağlamında gerçekleştirilecek bir bağlam oluşturmaktadır. İslami hareketler onun gerçekleştiricileri, kuvveden fiile geçmesini sağlayan araçlar durumunda olmaktadırlar (Erkilet,2004:33).Bu bakımdan inceleme konumuzun genel olarak İslami hareket olmaktan çok İslamcılık olduğunu belirtmemiz gerekiyor. İslam’ın yeni kamusal yüzleri işte bu bireyselleşen yüzleri okumaya yöneliyor. İslamcı kolektif hareketle siyasal sahneye çıkan Müslüman kimlik giderek toplumsal ve kültürel alanlara nüfuz etmekte bir yandan da normalleşmektedir. Yani kendini tanımlamak için kolektif bir İslamcılığa başvurmaya artık gerek duymamaktadır. İslami kavramı zaten yumuşayan vurguyu siyasaldan kültürele geçişi ifade eder. İslamcı, İslami Müslüman kavramları arasındaki ortak paydalar artmaktadır. Toplumlarda genel bir değişmeye karşılık gelen bir siyasal değişmede gözlenmektedir. Bu değişme doğa ile diğer toplumların arasında ilişkileri, her bir toplum içerisindeki kümelerin karşılıklı etkileşimi ve eski kuşakların yok olmasına (Aydın,2000:170) neden olmaktadır. İslami hareketlerin modernlik karşısında kalıcı olup olmadığına, bir alternatif oluşturup oluşturmadığına getiriyor. İslami ve modern kesimler arasında karşılıklı etkileşimin, bir arada yaşama deneyiminin başladığını ve bunun eski sınırları zorladığını görüyoruz. Yeni İslami yüzler yerel ve küresel düzeyde kendi cemaatlerini dışına çıkıyorlar, bireyselleşiyor, sınırların ötesine geçiyorlar, farklı kesimlerle diyaloga girerek piyasaya, eğitim, medya, tüketim, politika aracılığıyla güç edinerek, saflıklarını farklılık iddialarını kaybederek melezleşiyorlar. Ancak bir 62 yandan sınırlar aşılırken öte yandan yeni sınırlar çizme ve kimliğin muhafazası da birbirini takip eden ihtiyaçlar olarak ortaya çıkıyor. İslam’ın melezlenmeye başladığı bu süreçte, yeni saflık arayışlarının, yeni sınır muhafızlarının ve yasak tanımlarının oluştuğuna tanık olabiliriz (Göle,2009:16). Sosyolojik olarak, Ak Parti’nin öğretmenler, polisler, tüccarlar ve yeni Müslüman aydınlardan, mütevazi esnaf ve işadamlarına kadar çeşitli arka planlarına sahip insanları etkilediği görülür. Oysa Ak Parti yalnızca ağustos 2001’de kurulmuştu (Yavuz,2008:347). Dolayısıyla İslamcılığın yeni aktörlerin en önemli özelliği eğitimli, meslek sahibi ve kentli orta sınıf oluşlarıdır. Laik entelektüeller aslında dini uyanış diye bir şeyin hiç olmadığını bunun sadece bir grup insanın uzun bir süre saklamak zorunda kaldıkları, ama şimdi açıkça ilan edebildikleri duyguların yeniden teyidinden başka bir şey olmadığını iddia ederek İslami hareketin onu destekleyen kuşakla birlikte ölecekti ve sadece gelip geçici bir öneme sahipti (Lewis,2008:571).Yeni İslamcı aydınlar, kadın ya da erkek, Türkiye’deki eski İslamcı düşünürlerden farklıdırlar. Modern Türk dilini kullanmakta, Batılı düşünürlere atıfta bulunmakta, postmodernizm gibi konuları tartışmakta laik entelektüellerle kamuoyu önünde tartışmakta ve Batı dillerini konuşabilmektedir. Yazılarında alternatif bir İslami kimliği ve toplumu betimleme arayışındılarsa da, sosyal profillerinde, yazış ve iletişim stillerinde ve kitle medyasının kullanımında(Göle ,2008:109).İslami hareketler kültür, eğitim ve ekonomi alanlarına katılarak, bu alanları etkileyerek ya da kontrol ederek kimlikleri, kurumsal yapıları, hayat tarzlarını ve toplumun ahlaki kodunu yeniden inşa etmeye çalışır.(Yavuz,2008:41) Yeni seçkinlerin eğitim,kültür ve ekonomik alanlarında gelişmesiyle birlikte hayat tarzı ve dünyadan beklentileri değişmiştir. Nilüfer Göle : “Bu değişimi Türkiye’de İslami kesimler melezleşiyor” ifade etmektedir. Akman ise “Beyaz Türkler’in de aynı yolu benimsemesi gerektiği görüşünde. Son günlerde iyice şiddetlenen Laikçi ve İslamcı çatışmayı yakınlaşmanın bir tezahürü”(2003:163) olarak ifade etmiştir. İslami sosyal hareketler, kamu ve özel alan arasındaki belirsiz sınır sebebiyle, beşeri hayatın kişisel boyutları üzerinde yoğunlaşır. Günlük hayat alanlarında 63 aralamak, gözetlemek ve kontrol etmek için İslami kullanmaya çabalar; Müslümanlar ne yer, ne içer, ne giyerler, nerelerden hoşlanır ve nasıl davranırlar? İslam hem kişisel hedef ve çıkarları izlemek için ustalıkla idare edebilecek ve şekillendirilebilecek bir kaynak, hem de kimlik ve çıkarları oluşturan disipline edici bir komplekstir. İslam’a kaynak, kişilik ve sosyal sermaye oluşturucu bir blok olarak odaklanmak suretiyle, maddi kaygıların, piyasa İslam’ı ve sosyal devlet İslam’ı gibi farklı İslam’ı hareketleri inşa etme biçimini nasıl etkilediğini görebiliyoruz (Yavuz,2008:44). İslami hareketlerin dışarıdan analizinde bu durum çok açık görünür. Nihayetinde bu hareketler hepsinin de modern olmaktan başka bir yollarının bulunmadığı, zaten kullanmakta oldukları modern iletişim araçları, ekonomik ilişki biçimleri ve bağlandıkları küresel ağlar dolayısıyla bunu yeterince gösterdikleri yönlü analizler, ilginç bir biçimde telaşa mahal olamadığı telkinini içerir.(Aktay,2010:62) Yeni İslam’ın Türkiye’deki tabanı çağdaş materyalist değerlerin soyut İslam ideolojisi içinde kendine sağlam bir yer açmasında etkili olmuştur. Bu tabanı, ikinci sınıf laik kurumlarda eğitim görmüş, kentten ziyade taşra doğumlu, yukarı doğu hareketli, krizden başını alamayan Türk ekonomisinin imkânlarını aşacak şekilde acil kimlik ve ekonomik güvence gereksinimi olan genç insanlar oluşturmaktadır. (Cizre,2005:105)İslamcılık Yeni toplumsal hareketlerde olduğu gibi alt başlıklarınında değiştiği bir süreç arzetmektedir. Aktay “Türkiye’deki İslamcılık için çok daha önemli olmak üzere bütün İslam dünyasında Müslümanların siyasi varoluşları için belirleyici etkiler yapmıştır. Halifesizleşme bir tür siyasal bedensizlik (disembodiment) durumuna denk düşmüştür(2009:1258-1280).” Halifesizleşmenin beraberinde siyasal bedensizliği halini aldığını vurgulamıştır. Müslüman kitlenin dünyanın yeni şartlarında uzun süre bir mağduriyet veya sahipsizlik duygusuyla kendini var etme yoluna gitmesi stratejik bir tercih değil son derece doğal kendiliğinden gelişen bir durumdu. Kendini "öz yurdunda garip öz vatanında parya" gören bu dönemin İslamcıları için aslında durum tam bir fetret halidir. Fetretin bir yanı atalettir. Hiçbir etkinliğin olmadığı, geleneksel bir siyasal ve toplumsal pratiğin tam bir kopuş yaşadığı bir dönemdir bu. Kopuş bir kez 64 yaşandığında bir önceki dönemi bir sonraki döneme ulamanın yolu çok çetrefildir. Her türlü toplumsallaşma zemininin de yok olduğu bir zeminde bireysel veya küçük grup iletişimlerine dayalı hafızaya çok iş düşer, ama hafıza hiçbir zaman o kopuşu tam anlamıyla restore edemez. Genellikle arada bir de fetret boşluğunun bulunduğu iki dönem arasındaki ontolojik fark sanıldığından çok daha fazladır. Arada bir boşluğun bulunduğu iki cemaatin ne zihniyeti ne dertleri ne ufukları birbirinin aynısı değildir (Aktay,2009:1258-1280). Ak Parti’nin muhalefet partisiyken iktidara kayması ve merkez sağ parti olamaya çalışması bir yandan radikal İslamcıları küstürürken diğer taraftan İslamcıların mobilize olması ve değişimin ana aktörü olmasını sağlamıştır. Çağdaş İslamcı hareketler yeniden canlanma hareketiyle İslam’ın bozulmamış ruhunun yeniden keşfedilmesi gerektiğine, ilişkin düşünceyi paylaşılıyor (Göle,2008:25).Radikal siyasi duruştan daha toplumsal ve kültürel bir eğilime taşıyan bir dönüşüm gerçekleşiyor. İslamcılık akımı çağdaş fıkhı Mısır’da Müslümanlar Hasan El –Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi, Raşid Gannuşi, Ali Şeriati ve Ayetullah Humeynidi. Türk İslamcılarının referans aldığı isimler ise Süleyman Hilmi Tunahan, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi isimleri kanaat önderi olarak belirlemişlerdir. Herkesin İslamiyetle ilgili bol bol konuştuğu ama sorunları çözmekteki yetersizlikleri ortaya çıkmıştır. Radikal hareketlerin bu şekilde düzen yanlısı hareketlere dönüşümü genellikle sağlıklı bir evrim, bir öğrenme süreci, uyum sağlama, aklileşme, işbirliği sekülerleşme ve demokratikleşme olarak değerlendirilmiştir.(Tuğal,2010,12) Yeni İslami aktörler Türk devleti arasındaki değişken ilişkiler, kısmen devletle toplum arasındaki uçurumun ortadan kalktığının habercisi oldukları için büyük önem taşır. İlginçtir, bu dönüşüm, kanımca devlet ile İslami aktörler arasında alternatif bağlar ve yakınlıklar gelişmesine sebep olarak kurumsal reformu öncelenmiş, hatta hızlandırılmıştır.(Turam,2011:8) 65 5.5.TÜRKİYE’DE SİYASAL İSLAMCIĞIN DÖNÜŞÜMÜ Türkiye’de siyasal İslamcılık kavramının varlığına bakacak olursak 1978’li yıllardan başlayan bu süreç günümüzde farklı siyaset partilerinin görünümü olarak devam etmektedir. Türkiye’de 1980‘li yıllardan itibaren İran etkisiyle başlayan İslamcılık akımının ilk dönem taşıdığı anlamları, günümüzde farklı bir görünüm olarak temayüz etmektedir. Seksenli yıllara kadar gelen İslamcı söylem o zamana kadar bir dizi unsurun eklemlenmesiyle şekillenmiştir. Sosyolojik anlamda teknik bir terim olarak eklemlenme, belli sosyolojik olguların başka olgularla karşılaştığında tamamen diyalektik bir dönüşüme maruz kalmaksızın, ama mutlaka bir nebze etkilenerek bu olguların veya evrelerin eklenmesiyle yeni bir oluşumu ortaya çıkarmalarını ifade eder. Hiçbir sosyal olgu, kavram, kurum sonuna kadar kendisi olarak kalamaz. Ancak diyalektik düşüncenin varsaydığı gibi her karşılaşmanın sonucunda da başka bir şeye dönüşmez. Bazen eski ve yeni unsurlar az bir değişim geçirmek suretiyle birbirine eklenerek beraber var olmaya devam edebilirler. .(Aktay,2009:1258-1280) İslamcılık eski ve yeninin birleşmesiyle ilk alanda vurgu yapılandan hareketle yeni anlamı da içine alarak eklemlenmeyle birlikte devam edecektir. Tepeye göre “Türkiye’nin merkez sağ hareketine doğru gelişen bir siyasal gelenekle aynı hizada yer alarak laik kamuoyunun endişelerini giderir ve Parti’nin temsil etmeyi amaçladığı ortak değerlerin temelini oluşturduğu savıyla İslam’ın politikalarında temel bir rol oynamaya devam edeceği hususunda çekirdek tabanına güvence verir. Buna rağmen aynı belirsizlikler nedeniyle şu anki haliyle muhafazakar demokrasi çatışmalara yol açmayan bir sosyal dönüşüm projesi için ana değerler sunmaktan uzaktır, İslam’ın siyasal rolünü toplumda kendiliğinden bulunan bir takım geleneksel değerler dizisine indirgemek suretiyle İslami hareketin kendi içinde reform oluşturan ilerlemeci yönünün gücünü azaltmaktadır ve İslam’ın marjinalleşmeden kamusal alana dahil edilebileceği ve sadece muhtemel yolları aramanın gerektiği savıyla, İslamcı çevrelerin başını çektiği, sosyal uzlaşma yaratmada faydalı olacak toplumsal siyasi tartışmaları engellemekte”(2010,141) olduğunu belirtmiştir. 66 İslam’ın Siyasallaşmasını ifade ederken bir taraftan farkında olmadan siyaseti aşağılamakta, onu bulaştığı yerleri bir şey olarak göstermekte, bir taraftan da bir Müslüman’ın yerine göre en naif eylemleri bu siyasallığın içine tıkıştırılmaktadır. Kısacası burada sıklaşan bir şekilde siyasetin aşağılanması dediğimiz bir yere doğru giden bir dil gelişmiştir. Herhangi bir insanın herhangi bir eylemini siyasallıkla suçlamak bir çeşit art niyet affetmek anlamına gelmektedir. Oysa insan eylemi başlı başına siyasal bir içeriğe de sahiptir.(Aydın,2006:165)İslam’ın siyasallaşmasının yanlış bir ifade olduğu insanın ister istemez eylemlerinde siyasal bakış açısının bulunacağı ama bunun ne düzeyde olduğunu niyet okumanın belirleyeceğini belirtmiştir. Siyasal İslam çizgisinin partileri Türkiye’yi Ak Parti gibi dünya sistemiyle entegrasyonu sağlamış, Avrupa Birliği üyesi, yüzü Batı’ya dönük kabullenen, sistemin laik karakterini ve demokratik yapısını savunan Ak Parti ekonomiden siyasete kadar daha farklı bir konumdadır.(Akdoğan,2010,89) Ak Parti’nin hâlihazırdaki yaklaşımı İslam’ı öncelikle özel alana indirgeyerek siyasal rolüyle ilgili tabanından gelen beklentileri, kurumsal olarak açılan alanlarda İslami değerlerin ve İslami grupların daha aktif rol oynamasıyla uzun zamanda siyasi pratiğe dönüştürmeye amaçlayan bir strateji olarak da yorumlanabilir. Bu yaklaşım partinin İslam’la ilgili meseleleri çözme beklentisiyle şu anda sadece bireysel hakların güçlendirilmesine odaklanmasını gerektirmektedir. İlginçtir ki, halen devam etmekte olan İslam’la siyasetin birbirlerisinden ayrılması sürecini daha da güçlendiren işte bu teolojik yaklaşımdır.(Tepe:2010,177)Değişen alan İslamiyet alanı olamaktan çok siyaset alanınıdır. Bu karşılıklı değişim hangisinin daha önce değiştiğinin belirlenmesi gerekmektedir. İslamcı siyasal kimlik geleneksel olarak Batı’ya, Batılı değerlere ve Türkiye’deki Batılılaşma tarihine muhalefet çevresinde kurulmuşken,1990’ların sonlarındaki İslamcı siyasetçiler –ki çoğu Ak Parti’ye katılmıştır- kemalist /laikçi merkezle karşılanmalarında söylem meşruiyeti kazanabilmek için Batı’ya ve hukukun üstünlüğü, insan hakları ve demokrasi modern /batılı değerlere ihtiyaç duyduklarının farkına (Dağı,2010:125) vardıklarını belirtmiştir. 67 İslami köklerine rağmen Ak Parti’nin İslamcılık da dahil tüm ideolojiklerin küreselleşme çağında artık öldüğünü kabul etmesinden de anlaşılacağı üzere, artık gelişti. Parti siyasal İslam’ın yükselmesinin dinin Türkiye’deki toplumsal ve ekonomik etkisine zararlı olduğunu anlayarak, siyasal İslam’ın kendi kendini yenilgiye uğratan başarısından kaçma çabası içinde muhafazakâr demokrat tanımına gittiyse de, bir yandan muhafazakâr demokrat bir parti olma iddiası söz konusuyken, laikçi muhaliflerle beraber bazı İslami çevreler de partinin İslamcı kimliğinde ısrar etmektedir.(Dağı,2010:128)Parti kendisini her ne kadar muhafazakar demokrat olarak tanımlasa da seçmenlerinin nezdinde İslami öğeleri içinde barındıran bir parti olarak görülmektedir. Siyasi profil sorgulamasında Ak Partililer kendilerini sırasıyla muhafazakar demokrat, milliyetçi muhafazakar, sosyal demokrat ve İslamcı şeklinde tanımlamaktadır. İslamcı tanımını kullananlar tüm araştırmalarda %5 ile %10 arasında değişmektedir. Bu oranın siyasal İslam çizgisindeki partilerde %85 civarında olduğunu hatırlamak gerekir. Demokrat partilerde %15 ‘e yakının kendini sosyalist olarak nitelendirilmesi gibi bir durumdur; yani partinin ana gövdesi kendini muhafazakar olarak konumlandırmaktadır.(Akdoğan,2010:90) Anket sonuçlarına baktığımızda %5 -%10 olması İslamcı geleneğin yeni mecra alanı bulduğu ve kendisini tek başına İslamcı bir parti olarak görmeyi güçleştirmektedir.Bu zorluk aynı zamanda muhafazarlık kavramıyla dirsek temasında bulunan İslamcılığın göz ardı edildiğini göstermektedir. Türk siyasal tarihine baktığımızda kendini muhafazakar olarak tanımlayan ve İslamcı olmadığını her ortamda sürekli ifade eden merkez sağın siyasi olarak yeniden yapılandırılması, muhafazakar demokrasi anlayışının geliştirilmesine neden olmuştur. Bu kimliğin aynı zamanda çok seslilik, çok kültürlülük, etnik kimlik sorunlarının çözülmesinde yer almasıyla ve toplumsal tabanında bir anlamı olan dini öğeleri de içinde barındırarak aslında İslamcılık anlayışından uzak görüntüsüyle siyasal alanda meşruluk kazanmaya devam etmektedir. Türkiye'de 2002 yılında Ak Parti'nin iktidara gelişi ve belki de birçok göstergeleri itibariyle Türkiye tarihinin belki de en başarılı hükümet dönemi sayesinde 2007 yılında tekrar oyunu artırarak iktidara gelişinin İslam ve siyasallık ilişkisini yeniden düşünmek üzere telkin edeceği 68 hiçbir ders olmamıştır. Bu bağlamda Ak Parti’nin ısrarla İslamcı veya dinsel milliyetçiliğe dair hiçbir iddiası olmayan bir parti olma vurgusunun anlamını tam da düz bir biçimde mi anlamak lazım? Ak Parti'ye kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet başsavcısı ve onun temsil ettiği odaklar belli ki Ak Parti’nin ne programında ne de siyasal söyleminde hiçbir İslamcı veya İslami vurgu barındırmadığı halde, partinin ve lider kadrolarının bütün yaptıklarını İslamcı bir siyasetle ilişkilendirmekte tereddüt etmemiş görünüyorlar. (Aktay,2009:1258- 1280)Ak parti programında ve diğer demeçlerine baktığımızda kendini İslamcı olarak tanımlamamaktadır. Bu güne kadar açılan davalarda partinin İslamcı geleneğine olan vurgu ön planda tutulmaktadır. 5.6. İSLAMCILIĞIN TOPLUMSALLAŞMA HALİ Ernest Gellner’in kullandığı anlamıyla, kent İslami ve halk İslam’ını kaynaştırabilecek figürler ortada yoktu. Fazlasıyla kitabî ve “İstanbullu” kent İslamcılığı, Osmanlı’nın son döneminde genel olarak Meşruti monarşi yanlısı olduğu gibi; Cumhuriyet döneminde ise monarşist bir Osmanlıcılık hareketi üretmedi.(Taşkın,2009:454)1980 sonrasında ekonomik, siyasal ve sosyal alanda önemli değişimler olmuştur. Türkiye’de 28 Şubat süreci sonrası İslamcılık, siyaset anlayışını temsil eden yenilikçi söyleme ait “yeni, neo” anlayışından hareketle Adalet ve Kalkınma Partisi söylemine dek uzandığı açıkça izlenebilir. Değişimin nispeten toplumsal grupların, topluma aidiyet hislerinden ve toplumdaki konumlarından henüz büsbütün mahrum olmadıkları, ona tamamen yabancılaşmadıkları ve merkezi kurumlarına ve sembollerine bazı olumlu yönetimleri de hala sürdürdükleri böylesi politikaların yerine getirilmesine ve ilkelerine ilişkin kabulü, büyük ölçüde merkezi sembolik alanlarda bazı başkaldırı sembolleri (Eisenstadt,2007:60-61) belirlemelilerine rağmen değişim yeni paradigmaların çıkmasını sağlamıştır. Toplumun çoğunluğu tarafından benimsenen bir aidiyet çerçevesi, yani milli kültür dâhilinde yer almaktadırlar. Çok partili siyaset İslami muhalefeti siyasetin kurumsal çerçevesi içinde tutmaya yaramıştır. İslami sembol ve kimlikler kamusal 69 alanda yeteri kadar ifade imkanı bulamadığında dahi radikal olmayan İslami parti politikaları İslamcı aktörlerin sınırlı da olsa sesi olmuştur. Radikal İslamcıları marjinal bir grup olarak(Turam,2011:59) belirtmiştir. Farklı nitelikteki sağ ideoloji biçimlerini birleştirmeye aday nitelikte olmak, kapitalist düzenden yana olarak; yine bu boyutu verili olarak kabul eden bir liberalizm savunucusu ise muhafazakârlık, milliyetçilik, dindarlık ve otoriterlik olarak ön plana çıkıyor. Belirli bir ülkede sağı tanımlarken, bu niteliklerin çelişkisiz ve tutarlı biçimde var olduğu bir ideal tip aramak neredeyse son derece zor bir tecrübedir. Sağın hegemonyası bu çelişkili bir aralıkta aranmalıdır. Tutarsız yanlarının ve bilinçli olarak tanımsız bırakılan riskli alanlar farklı sağcılıkların hegemonik olabildikleri bağlamlarda dikkati çeken özelliklerini (Taşkın,2009:452) sıralamıştır. Merkez sağ liderleri toplumla kurdukları ilişki dolayısıyla milliyetçilik ,İslamcılık ve liberalizm gibi bütünsel siyasal anlayışlarla bilinçli olarak sahiplenmekten uzak durmaktadırlar. Sosyolojik olarak merkeze taşınmak köylülükten, taşralıktan, geri kalmışlıktan kurtulmak, şehirli, orta sınıf olmak, kültürel dönüşümden geçmek anlamına gelmektedir. Ak Parti’nin yapmaya çalıştığı, çevrenin ihtiyaç, beklenti ve isteklerini merkeze taşıyarak merkezin diline doğru tercüme etmektedir. Ak Parti’nin yapmaya çalıştığı çevrenin ihtiyaç, beklenti ve isteklerini merkeze taşıyarak merkezin diline doğru tercüme etmektedir. Bugüne kadar yaşanan gerilimler çevrenin taleplerinin merkezin diline doğru üslup ve söylemlerle tercüme edilememesinden ve çevrenin merkeze yönelik yıkıcı bir pozisyonda konumlandırılması (Akdoğan,2010,78) olarak ifade etmiştir. Ak Parti'yi anlamak için tarihsel arka planıyla birlikte ele almak gerekmektedir. Fazilet dönemi ayrışmasıyla ön plana çıkan bu ayrışmayı MSP, MNP, Fazilet, Saadet çizgisinde de aramak elzemdir. Bunu anlamak için ANAP ve Milli Görüş ideolojisine sahip partiler içinde nasıl bir yere sahip olduğunu görmek gerekiyor. Milli Görüş’ün bir dönem sosyal adaletçi kavramlarla İslamcılık arasında bağlar kurmaya çalışması; Erbakan’ın Demirel ve daha sonra Özal gibi liderleri de, 70 “renksiz, kokusuz sağcılar veya liberaller” diyerek eleştirmesi de, bu cenahın merkez sağla aralarında ciddi bir fark görme eğilimini güçlendirdi. Yine Milli Görüş, MHP’de temsil edilen milliyetçilerden daha açık ve yoğun biçimde, merkez sağın büyük kent ve uluslar arası iktisadi çıkarların savunuculuğunu yaptığı eleştirisini gündeme taşıdı. Aynı çizginin, daha çok kent yoksulları arasında kök salma uğraşındaki RP’de sahiplenilmesiyle, solun gerilediği bir ortamda sosyal adaletçi taleplerin gündeme getirilmesi ve “yozlaşmış” merkez sağ partilerden açıkça mesafe alınması da, seçim başarılarında etkili olmuştur. Böylece Milli Görüş’ün Sağ ve Sol’dan farklı milli kadrolara, milli görüşe sahip olduğu iddiası, merkez sağ ve solun tarihlerinin en yoğun krizinde olduğu bir dönemde, bu harekete ciddi destek sağlamıştır. Yine Ak Parti’nin, merkez sağ ve solun en ağır yenilgiyi yaşadığı 2002 seçiminde iktidara gelmesi de aynı tükeniş sürecinden istifade etmeye devam edildiğinin göstergesidir(Kanat,2009:465-466).Ak parti 2002 seçimiyle birlikte toplumsal tabanın değişimin siyaset alanına taşınmasını sağlamıştır. Ak Parti’nin İslami muhafazakârlığının omurgası haline getirerek merkez sağı yeniden tanımlama hamlesine girişmesi için gerekli koşullar doğurmuştur. Küreselleşme sürecinin kimlikleri görecelileştirme etkileri karşısında tutunum sunabilme ve özellikle kitlesel korku üretim mekanizmaları aracığıyla pompalanan ölüm ve bitimlilik gibi ontolojik alanla ilintili gerçeklerle giderek daha yoğun yüzleşme zorunluluğuyla baş edebilecek anlam haritaları sağlamak bakımından dinselliğin, merkez sağ ve milliyetçi gelenekler karşısındaki avantajları açık (Kanat,2009:469) olduğunu belirtmiştir. Yaşadıkları coğrafyalarda geçirdikleri travmatik modernleşme deneyiminin; globalleşme ile yaygınlık kazanan post modernitenin sunacağı imkânlarla tedavi edilebileceği fikri, bugün Müslümanlar’a cazip gelmektedir. Ne varki adalet ve ahlaktan arınmış liberal dünya düzeninin öngördüğü kültür ve hayat biçiminin, varsayılanın aksine farklı olana müsaade edemediği gözlerden kaçmaktadır. Bilginin global sirkülasyonuyla market dini haline gelmesi ve her hangi bir farklılığı artık tahammül göstermemekte; üstelik farklı olanı da farklı olanı da trajik bir yerliliğe mahkum etmekte (Arslan,2004:11) olduğunu vurgulamıştır. 71 Liberal demokrasinin siyasal kültürümüzün bir parçası olmadığını, özellikle bireysel haklar boyutunda tepeden inmeciliğin ülkemizdeki hemen hemen her siyasal akımın ortak bir alışkanlığı olduğunu öne sürmüştük. İslamcılar, Müslüman kimliğinin tepeden inme yöntemlerle toplumsal yaşamdan silinmesine karşı çıkıyor, ama buna çözüm olarak tepeden inme yöntemlerle toplumun İslamileştirilmesini söylüyorlardı.(Gülalp,2002:183-184) İnsan hakları vs. gibi meselelerle İslamcı pozisyonları dile getirme girişimleri başarısızlığa mahkumdur, çünkü böyle pozisyonlar ancak sekülerleşme ile mümkündür dolayısıyla Müslüman toplumların yapacakları tek şey sekülerleşmeyi beklemektedir.(Sayyid,2000:177) olarak ifade etmiştir. 5.7.AK PARTİ’NİN İSLAMCILIKLA İMTİHANI Türkiye İslamcılığının tarihi ve ideolojik seyrini anlamlandırmak, onu tüm İslam dünyasında esen rüzgârlarla nerede örtüşüp nerede ayrıştığını daha iyi kavrayabilmek. Türkiye İslamcılığı en başından, ilk çıkış yıllarından itibaren; bir yanıyla, İslam coğrafyasının modernleşme karşısında verdiği genel tepkinin ifadesi, diğer yansıyan Türkiye’nin kendi yakın tarihine ilişkin süreçlerin bir parçasıdır.(Mert,2011:419)Türkiye’de İslamcılık ilk oluşum süreçleriyle birlikte ele alındığından günümüze gelinen noktada İslam’ın modernleşme konusundaki aldığı konum diğer İslam ülkeleriyle benzerlik teşkil etmektedir. 28 Şubat bir kırılma noktasıdır. İslamcı hareket, dünya konjonktürünün ve Türkiye’nin iç siyasetinin etkisiyle 1990’lı yıllardan itibaren yükselişe geçmiştir. Ama milli görüşün iktidara gelmesiyle birlikte sorunları büyüdü. Her ne kadar muhalif bir hareket olsa da iktidara endekslenmişti. Bir yenilmişlik, rövanş psikolojisi ve iktidara gelme hırsı olan bir siyasi hareketti. Tam iktidara geldiğinde sorunlar büyüdü ve Türkiye’yi yönetmesi konusunda ciddi zaafları olduğu ortaya çıktı. Gelenekçi-yenilikçi çatışması da tam bu noktada başladı. Merkez sağ siyasetinde yenilikçilik fikri varolan siyasi geleneğin reddi olmaktan çok “yeni” bir algılayışın benimsenmesine sebep olmuştur. Ak Parti yönetim kadrosu ile halk çoğunluğu tarafından var olan siyasi paradigmaya eleştiri getirilmektedir. 72 Ak Parti’nin İslami yeniden içeriklendirme çabaları ve küresel kapitalizmin derinleşmesiyle, kimi uygarlıkçı veya kültürcü “alternatif” projelerin cazibe kazanması arasında da benzerlikler olduğu iddia edilebilir.(Kanat,2009:471) Ak Parti’nin söyleminde İslamcılıktan geriye, Müslüman bir toplumun Avrupa Birliği’ne üyeliğini bir şekilde meşrulaştıran “İslam Medeniyeti” kavramı kalmıştır, bir de İslamcı geçmişe ve türbanlı eşlere sahip kadrolar. Medeniyetçilik damarının ve İslam medeniyeti söyleminin Türk İslamcılığında hâkim konumda olduğu hatırlanacak olursa İslamcı ethos kaybının eşlik edip etmediği hala netleşmemiştir. (Özdenören;2011:155) Türk İslamcılığın da etken medeniyetçi bakış açısı olmuştur. Bourdieu, İslam’ın mekân-zaman yapılanmasının da İslami kültürün bir parçası olduğuna ve Müslümanların Müslüman bir toplumda nasıl davrandıklarını anlamak istiyorsak bunu yeniden kurmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir. (Mardin,2011:161) Türkiye’nin yeni Müslüman entelektüelleri devlet mevkilerinde konumlanmaktan ziyade, büyük özel şirketlere danışmanlık yapmakta ya da iyi ücretler karşılığında dergi ve gazetelerde yazmaktadırlar. Bu yeni sınıfın oluşumu, tekkeden basılı metne, sözel kültürden yazılı kültüre geçişi temsil etmektedir.(Yavuz,2008:43)Yeni sınıfın entelektüeller kanalıyla Müslüman algı ve tavrı şekillendirdiği bir yapı oluşmuştur. Ak Parti liderlerinin siyasi ve toplumsal geçmişleriyle, yani radikal İslami kökenden ve halkın içinden geliyor olması önemliydi. İslami yaşama şekli olarak kaba siyaset ve dogmatizmden uzak peygamber kelamını hoşgörü ve akıl dilini kullanarak yaşamaya başlamışlardı.(Tuğal,2010:211-232)Ak partiyi İslamcı olarak tanımlamanın yanıltıcı olduğunu kabul etsek bile, partinin geniş kitlelere çekici gelmesinin en azından yöneticilerinin Müslüman kimlik tartışmalarından, İslamcı bir siyaset izlemeseler de bu kimliklerini kamusal yaşamda rahatlıkla taşımak istemelerinden, dolayısıyla Müslüman kimliğin baskı altından kurtarılmasının siyasal bir hedef koymaktadır. Bu durum kendi başına İslamcı yapmadığını Müslüman kimliğin kültürel ve toplumsal olarak geniş kitlelerin gözünde etkin olduğunu söyler (Gülalp,2002182). Gülalp’in ifade ettiği durum, partinin kendini tanımlamasıyla birlikte Ak parti kimlik sürecinde oluşan aktörleri göz ardı etmekten kaynaklanmaktadır. Müslüman kimlik ve İslamcılık bazen iç içe geçmek zorunda 73 kalmıştır. Bu süreci anlamak için tarihsel arka plana bakmak gerekmektedir. Sekülerleşme, Laiklik ve Türk modernleşmesi dönemi toplumsal farklılıkların ortaya koyarken ne derece çetrefilli bir iş yaptığımızı görürüz. Eski radikaller, yani 1980’lerde parti siyasetini reddedenler, kitlesel halde Ak Parti’ye katıldılar. Daha RP döneminde massedilenler ve bu partiye bile mesafeli yaklaşanlarda Ak Parti tarafından özümsendi. Ak Parti bir yandan eski radikalleri sistemle bütünleşirken, diğer yandan sistemin kapılarını bu zamana kadar dışlanan radikallerin (Tuğal,2010:172) sistemin genişlediğini belirtmiştir. Ak Parti’nin kendisini post-İslamcı bir parti olarak görmesi ve ideolojisini muhafazakâr demokrat olarak biçimlendirme çabası, İslamcılığı muhafazakâr bir içerikle tanımlama tercihleriyle çelişen bir yönelim değildir. Bu anlamda AK Parti, sağ cenahtaki diğer geleneklerden çok daha muhafazakâr bir partidir. Yine tam da bu nedenle, öncüllerinden çok daha güçlü bir merkez sağ parti olma potansiyeline sahiptir. Çünkü sağın en temel iddiası olanı “sessiz muhafazakâr/Müslüman kitlenin” otantik temsili iddiasında ciddi bir ikna başarısı elde etmiş görünmektedir.(Kanat,2009:470) Ak Parti kimliğinin muğlaklığı Gülalp’inde dediği gibi “tam anlamıyla liberalizme denk düşmeyen fakat İslamcılık sonrası bir sürece girildiğinin açıkça göstergesi”(2002:184) olarak görülmesine sebep olmuştur. İslamcılık, yüzümüzü Batı medeniyetine dönüşümüzü ve laikliği, bir avuç mutlu azınlığın taklitçi zihniyetin Türkiye’yi geri bıraktıran zulmü olarak eleştirirken, “maddi kalkınmanın temeli manevi kalkınmadır” ifadesiyle hem modernleşme sorununun öncelikle bir kültür sorunu olduğunu, hem de modernleşebilmemiz için uygun olan kültürün “kendi” İslami kültürümüz olduğunu iddia eder. İslamcılığa göre refah, demokrasi, kalkınma, istikrarlı ve düzenli bir toplum gibi bütün “iyi” şeylerin ön şartı İslami olan özümüze dönüştür. Kendini Allah’a teslim etmeyenlerin adaletli olamayacağı, İslami olmayan bir kamu ahlakının mümkün olmadığı, İslam kullanılmadan rüşvet ve yolsuzluk gibi sorunların çözülemeyeceği iddia edilir.(Altun;2011:174) İslamcılık tarafından bu kez de gayri liberal bir İslamileştirmeyi teşvik etmek ve İslam’ın toplumsal rolünü artırmak için devam ettirilecektir.(Altun,2011:176) İslamcı değil, olsa olsa Müslüman kimliklerle 74 yer alabileceklerini fark eden İslamcı partiler (FP; SP ve AKP), kendileri için tek çıkış yolunun liberalleşmek olduğunu görerek, hızla kabuk değiştirmişler ve yeni misyonlarını, Türkiye’de demokrasi kültürünü geliştirmek olarak belirlemişlerdir.(Kurtoğlu;2011:215)Türkiye’de demokrasi kültürü aşamalı olarak şekil değiştirmiştir. Özipek’in “Ak parti’nin seçimlerden hemen sonra, ideolojisini somutlaştırmaya yönelik olarak attığı tek ciddi adım, Liberal Düşünce Topluluğu’nun (LDT) topluluğunun desteğiyle 2004 yılındaki uluslar arası muhafazakarlık ve demokrasi sempozyumu oldu. Muhafazakar düşünce geleneğinin klasik liberal ve demokrat versiyonunun öne çıktığı bu sempozyumu, partinin ideolojisinin somutlaştırmaya yönelik başka bir entelektüel faaliyet izlemedi. Ancak izleyen yıllar içinde, tabandan da yeni seçilen ideolojik kimliğin içinin doldurulması yönünde kayda değer bir talep gelmedi. Bu durum, taban açısından ideolojik etiketin çok da önemli olmadığı şeklinde (2010:672) yorumlamıştır. Ak parti Hükümeti’nin önünde, tıpkı kendisinden önceki çevre partileri hükümetleri gibi, statükoya uymak ve ya onu değiştirmeye çalışmak şeklinde özetlenebilecek tercih vardır. Tarihsel tecrübe, dezavantajlı çoğunluğun içinde bulunduğu ekonomik ve siyasi koşulları değiştirmesi beklentisiyle iktidara gelen siyasi koşulları değiştirmesi beklentisiyle iktidara gelen siyasi partilerinin statükoya uymalarının onlar için olumsuz sonuçlar doğurduğunu göstermiştir. Bir gelecek perspektifi olarak, Ak Partili Hükümeti’nin de, bu ülkenin geleceği, hem de kendi varlığı açısından, reformlara devam etmesinin önemli olduğu sonucuna varılabilir. Bu bağlamda demokratik reformların sürdürülmesi, sivil anayasanın gerçekleştirilmesi, din ve vicdan özgürlüğün Müslümanlar, gayrimüslimler ve diğer bütün inanç grupları için genişletilmesi, bu kapsamda Alevilerin açılımının devam ettirilmesi, ifade hürriyetin önündeki engellerlin ortadan kaldırılması, Kürt sorununun çözümü yönündeki adımların hızlandırarak atılması ve Kıbrıs’ta yürümekte olan müzakerelerin sağlıklı bir şekilde devam etmesi, hem ülkenin, hem de Ak Parti Hükümeti’nin kaderini belirleyecektir. Türkiye, bu değişimi gerçekleştiği ölçüde normalleşecek, gelişecek ve zenginleşecek; Ak Parti de bu tarihsel rolü yerine 75 getirebildiği oranda büyüyecek ya da küçülecektir. (Özipek,2010:686)Değişim sürecinin sonunda Ak parti’nin belirleyeceği vurgusunu yapmıştır. İslamsız İslamcı politika, partinin İslam’ın kamusal rolünü açıkça almadığı taktirde bu konudaki sessizliğin dinle demokrasinin uzlaşması olarak anlaşılamayacağını öne sürmektedir. Başka bir deyişle İslamla açık bir ilişki kurmadan ve ya İslamı tartışmadan kendini İslami eğilimli bir parti olarak ve ülke siyasetinde İslamın rolüne genelde bakıldığında, Ak Parti İslamla ilişkisi (Tepe: 2010, 177) belirlememesi siyasal tabanındaki küçülmeyi göz ardı edemediğini göstermektedir. Ak Parti’nin yeni söylemi dini cemaatler ve gruplardan entellektüellere kadar Türkiye’deki çeşitli İslamcı gruplardaki değişimin sonucu olarak görülmelidir. Söz konusu yeni anlayışla birlikte İslamcılığın köktenci ve dogmatik boyutu törpülendi ve pragmatik yönü muhafazakar demokrasi söylemi tarafından güçlendirilir. İslam devleti ve İslam ideolojisi kavramları Ak Parti’nin söyleminde önemini kaybetti. İslamcılardaki söz konusu ideolojik değişim Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı (1989-1993) sırasında yapılan tartışmalara kadar geri götürülebilirse de, değişimi hızlandıran, 28 Şubat sürecinin etkilerinin (Duran ,2010:355) değişim sürecini etkilediği vurgusunu yapmıştır. İslamcılara toplumsal ve siyasal hayatta daha geniş bir alan tanınırsa, bu onları daha da yumuşatacak, özellikle ikinci kuşakta bu alternatif modernleşme kendisini daha belirgin olarak gösterecekti. Aslında, laik bir dünya görüşüne sahip olan bu kesimler ya liberal bir iyimserlik gibi naif ya da Kemalist siyaset anlayışına karşı konjonktürel bir ittifak arayışı gibi stratejik bir hesapla Ak Parti’yi desteklerini sürdürürler.(Uzgel,2009:23)Farklı paradigmalar ve toplumsal taban ne kadar geniş yelpazeye sahip olursa o kadar içinde toplumun temsil edeceği alanı genişletmiş olur. Ak Parti İslamcı muhafazakar çevrelerin beklentilerini karşılamaktan da uzaktır. Partinin eğitim ve yüksek öğretim Kurumu’na ilişkin reformlar konusundaki çekingen tavrı ve başörtüsü sorununu ilişkin çekingen tavrı ve başörtüsü sorununu çözmedeki isteksizliği bazı İslamcı çevreler tarafından bir kısıtlık psikolojisi olarak (Duran,2010:353) yorumlamıştır. 76 5.8.KİTLE PARTİSİ OLMASI Partilerin doğuş yollarından birisi mevcut partilerin bölünmesiyle ve ya birleşmesiyle oluşmasıdır. Bazı partiler kendiliğinden bazı fikirleri benimsemek zorunda kalabilir.(Aydın, 2006:183) Ak Parti kültürel olarak temellenmiş halk ağlarını, kişiliklerini ve kültürel çevrelerini kullanarak kendisini, seçmenin yüzde 99’u Müslüman olan bir ülkenin partisi olarak sundu. Ülkede destek gruplarının çoğu din kaynaklı olsa da, seksen yıllık Türk deneyiminin bir sonucu olarak laiklik ve Batıcılık söylemiyle aşılanmıştır. Bununda ötesinde, hemen bütün İslami gruplar bir çeşit cemaat hizmeti sunarak, bu tür faaliyeti namaz cemaatlerinden daha yaygın kılmaktadırlar. Bu dinsel gruplar İslami kimliğin sosyal tabanı olarak hareket ederler, sosyal adalet ve yardım programlarına doğrudan katılım konusunda güçlü bir taahhüt içindedirler. Ak Parti bu grupların teveccüh gösterdiği parti oldu ve bu siyasal desteğe dönüştü.(Yavuz,2008:347-348) Ak partinin gelişim sürecini böyle ele alabiliriz. White “Genç popülist liderler, kısmen yerli siyasetin kapsayıcılığından yararlanarak, kısmen de popülizmlerini merkezci partilere atfedilen sınıf küstahlığının karşısına koyarak, hareket içindeki toplumsal sınıf farklılıklarını örtbast etmede eski tarz siyasetçilere oranla daha başarılı olduklarını (2007:211) belirtmiştir. 2002 seçimlerinden sonraki ilk basın toplantısında Erdoğan din merkezli değil muhafazakar ve demokrat olduklarını vurgulamışlardı. Bu Ak Parti’nin kuruluşundan itibaren Necmettin Erbakan’ın liderliğini yaptığı Milli Görüş Hareketinden kendini ayırmak amacıyla geliştirdiği söylemdir. Bir kitle siyasi hareketi olarak muhafazakar, milliyetçi, İslamcı ve demokratik mesaj ve nitelikler taşımakla birlikte özünde İslamcı Milli Görüş Hareketi’nin evirilmesinden ortaya çıkan Ak Parti, İslamcı arka plana sahip bir grup siyasetçinin küreselleşme çağında ve Kemalist laikçi kurumsal ve popüler muhalefet baskısı altında İslamcı siyasetin sınırlarının farkına varmasını yansıtmaktadır. İslamın siyasi temsilinin aslında kendi kendini yenilgiye uğratan bir başarı olduğunun anlaşılmasıyla siyasal İslam’dan 77 sosyal İslam’a doğru bir çekilmeyi sergilemektedir.(Dağı,2010:122-123) İslam ve sosyal İslam arasında ki farklılaşmayı ele almıştır. Duverger’e göre kadro ve kitle partileri olarak ikiye ayrılır. Kadro partileri niteliğe önem verdikleri için üye sayılarını artırmaya yönelik özel bir çabaları yoktur. Kitle partileri ise daha geniş kitlelerin oyunu hedeflerler, üyelerinin mali olduğu kadar siyasal ağırlığına önem verirler. Ancak bizim güncel daha farklı bir anlamda kullanılmıştır. Kitle partisi herkese açık ve dolayısıyla da daha dar bir kesime hitap eden partidir.(Aydın,2006:183) Şerif Mardin Türk siyasal yapısını Osmanlı’dan devralınan mirasa dayalı olarak merkez çevre kuramını ileri sürer.(Mardin,1990:33)Merkezden çevreye geçisin hızlandığı süreç kitle ve kadro partisi arasında ki ayrımı da göz önünde bulundurmaktadır. Dinin yardımıyla farklı ideolojik parçaları tutarlı bir siyasi programa bağlamayı, böylece genç yaşlı, Kürt Türk, kadın erkek, eğitimli eğitimsiz, fakir köylü zengin çiftçi, işçi, işveren, zengin fakir çok farklı toplumsal gruplardan destek almayı başarmıştır. Çok farklı sosyal gruplardan insanlar, bu hareket içinde siyasi eylem için ortak bir zemin bulmuşlardır.(Özdalga,2007:50)Dinle birlikte ideolojik dünyanın şekillenmesinin bir programa bağlanması gerekmektedir. ANAP, DYP, CHP gibi merkez partilerine karşı Mili Görüş geleneğinden gelen partiler genellikle çevre ve ya merkezkaç parti olarak adlandırılmıştır. Ak Parti’nin bu tanımlamalara göre nasıl bir konumda yer aldığının analiz edilmesi de önem taşımaktadır. Çevre partilerinin tepkisel, aşırı, marjinal, fanatik gibi olumsuz kavramlarla birlikte anılması bu tür siyasal hareketlerinin uzun soluklu olamayacağı biçiminde bir algı üretmiştir. Merkez Partileri kendini bir nevi ev sahibi gibi görmektedir. Çevre partilerinin ise sistemin asli unsuru olarak görülen kurum ve anlayışlarla kan uyuşmazlığı yaşadığı gerekçesiyle sistemin dışına itilme riski taşıyacağı düşünülmektedir. Çevre partileri muhalif olmanın dinamizmine sahipken, merkez partilerinin sistemin bekası yönünde güvenilirlik taşıdığı düşünülmekte (Akdoğan ,2010:77) olduğunu ifade etmiştir. 78 Kendisinde gelişmiş bulunan üretici güçler daha sonraki ilerleyici bir devinim için henüz yer buldukları sürece hiçbir toplumsal kuruluş ortadan kalkmaz; toplum kendine çözümleri için gerekli koşulların, vb. oluşmamış bulunduğu görevler saptamaz. Pek doğaldır ki bu ilkelerin ilkin bütün sonuçları içinde eleştirel bir açıdan geliştirilmeleri ve her türlü mekanizm ve yazgıcılık kalıntısından arındırılmaları gerekir. Aynı zamanda ikinci uğrağa ya da siyasal güçler dengesine ve özellikle üçüncü uğrağa ya da politik militer dengeye en büyük değerine vererek bir durum ya da bir güç dengesini belirginleştirme olanağını (Gramsci,2008:139) belirtmiştir. Gramsci’nin Pasif Devrim kavramıyla Ilımlı İslami giderek uzun bir pasif devrim sürecine girdiği bir zamanların radikallerinin ve onların takipçisi olan sekülerizmle ve Batı tahakkümüyle hemhal olduklarını görüşünü ele almıştır.(Tuğal,2010:13) En kritik özelliği kişisel planda dindarlıklarını korurken, sık sık İslamcılardan ne kadar farklı olduklarını vurgulamalarıydı. Başbakan sıfatıyla Tayyip Erdoğan bu farklılığı ‘Milli görüş gömleğini çıkardık’ mecazıyla anlatılıyordu: Ak Parti liderlerinin Refah – Saadet – Fazilet Parti’lerinin İslamcılarıyla farklı bir yol ayrımına girmiştir. Pasif Devrim kavramı tüm dünyada toplumsal değişiklikleri anlamamıza yardımcı olmaktadır. Bu kavram tarihçiler ve siyaset bilimciler tarafından daha önce de kullanılmıştır. Teorik bir değerlendirmeden uzak bir şekilde daha radikal adım atabilen alternatif bir siyaset ortaya konulmasına neden olunmuştur. Machiavelli’nin Prens’inde olduğu gibi yeni devletlerin, yeni ulusal ve toplumsal yapıların kuruluşunu belirgenleştiren tipte bir girişim değil, yaratıcı, özgün, tipte değil, ama savunucu tipte bir girişimdir böyle bir girişim, bir başka deyişle, daha önce varolan kolektif bir istencin gücünü yitirdiği, tehlikeli ve korkutucu, ama ne kesin ne de sonu felaketli olan ağır bir zayıflamaya uğradığı ve güçlerini toplayıp onu güçlendirmek gerektiği tasarlanır.(Gramsci,2008:88-89)Prens algının zamanla değişmesi yerine “modern prens” tanımlamasına bırakmıştır. Modern Prens’in aynı entelektüel ve moral bir reformu uygulamalı ve örgütlemelidir ve bunu yapmadan da edemez. Ulusal kolektif istencin, modern 79 uygarlığın üstün ve bütünsel biçiminin gerçekleştirmesine doğru, gelecekteki bir gelişmesi için ortam yaratmak anlamına gelir bu reform. 1-Modern Prens ‘in aynı zamanda hem örgütçüsü, hem de etkin ve etkili dışavurumu olduğu halksal bir kolektif istencin oluşması ve 2-Entelektüel ve moral reform. Somut platform maddeleri birinci bölüme sokulmalı, yani dramatik olarak söylemden çıkmalı, soğuk ve bilgiç bir kanıtlar sergilemesi olarak (Gramsci,2008:93) özelliklerini sıralayabiliriz. İslamcılar bütünlüklü bir İslami toplum inşa etmek konusunda yalnızca kısmen başarılı olmuşlardı. İslamcı günlük yaşam şekillerine yaymışlar ama İslami siyasal toplumun sivil toplum üzerinde hegemonya kuracağına melez bir hal almıştı. Fakat bu şekiller İslami bir kent uzamı yaratmaya uygundu ve nitekim bu uzam sonrasında Ak Parti’nin muhafazakar projesinin önüne bir zorluk olarak dikilecekti. Son olarak, bazı aktörler 1980’lerin ve 1990’ların dini hareketliliğinin İslami ekonomik ilişkilere varacağını düşünse de, kitle seferberliği İslami yaşam tarzların sermaye birikimi için kullanmasından başka bir sonuç vermemişti. İslami sivil toplum, İslami siyasal toplumdan tamamen kopmuş ve dini ütopyacılığa yabancılaşmıştı. Ak Parti’ye kalan, bu tarihsel ironiyi bir pasif devrime dönüştürmekti.(Tuğal,2010:169)Ak Parti tarihsel perspektiften hareketle bugünü iyi yorumlayabilmiş olması pasif devrimi gündeme getirmiştir. 5.10.AK PARTİ’NİN DEMOKRASİ TAHAYYÜLÜ Liberal demokrasinin koşulları aslen gündelik hayatta İslami aktörlerle devlet aktörlerinin birbirlerini kucaklayacakları ve işbirliğinde bulunacakları bir alan olarak düşünülmüştür. Bu etkileşim sahalarında, evvelce marjinalleştirilen İslami toplumsal güçler, devletle bağlar, periyodik olarak aksayan kurumsal kanallar için bir alternatif sunan bağlantılar kurmuştur. Etkileşim politikasına göre ne İslami aktörler demokrattır ne de Türkiye’de İslam liberaldir. Aslına bakılırsa, antidemokratik güçler de devletlerle etkileşime geçilebilir, hatta İkinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı faşistlerin yaptığı gibi onlarla işbirliğinde bulunabilir. Zubai ifade ettiği gibi “İslamcılıların pek azı ilkeli demokratlardır.”(Turam,2011,39) Demokratlık ve 80 İslamcılığın bir arada bulunmadığı vurgulamış ve kuralsız bir demokratlık olarak ele almıştır. 1980 sonrası dönemde devlet denetiminin gevşemesi İslami aktörlerin gündelik hayatlarını yeniden düzenlemelerini kolaylaştırmıştır. Laikçilerin en büyük korkusu, İslamcıların devlet ile camiyi birbirinden ayıran sınırları ortadan kaldıracaktır. Aslına bakılırsa, Türk İslami aktörler İslam’ın kamusal ve, Türk İslami aktörler İslam’ın kamusal ve Özel yönlerini pragmatik de olsa yaratıcı biçimde çoktan bölümlere ayrılmışlardır. Türk devletinin İslami aktörlerin kendi hayatlarını yeniden düzenlemelerine imkan tanıdığı ölçüde, İslami Aktörler de devletin İslam’a yönelik tutum ve davranışlarını yeniden şekillendirmiştir. Bu dinamiğin ayrıntıları mikro sınırlar da; gündelik hayatta İslam ve devlet arasında kalan bölgeye mahsus minyatür çizgilerle (Turam,2011:46) ifade etmiştir. Ak Parti liderliği Türkiye’de devlet-sivil-toplum kompleksinin dönüşümü gibi kapsamlı bir projeyi yürütecek bilgi, yaklaşım ve donanıma sahip değildi. Özellikle, demokratikleşme ve insan hakları konusunda eski Milli görüşçülerin entelektüel donanımlarının son derece zayıf olduğu, öncelikli siyasal perspektiflerinin demokratikleşme olmadığı ve cemaat-tarikat ilişkisi çerçevesinde hiyerarşik bir kültürel ortam içinde yetiştikleri bilinmektedir.(Uzgel,2009:27) Türkiye’de sessiz bir İslami değişimin yaşandığını düşünebiliriz. Ak Parti yalnızca Türkiye’de değil, İslam Dünyasında da reform ve demokrasi ikonu haline geldi. Ancak literatürde çoğunlukla ileri sürüldüğünün aksine, parti bir başkalaşımın ürünü, yani geçmişi olmayan bir nesne yahut tarihte bir kırılma değildir. Devlet-İslam etkileşiminin son on yılda geçirdiği değişimin izlerini yerel gündelik hayattan makro kurumsal düzeye kadar süren çalışma, devlet aktörleri ile devlet dışı aktörler arasındaki çokça ihmal edilmiş devamlılığı açığa çıkarıyor.(Turam,2011:11)İslam dünyasında değişimi temsil eden Ak parti ülke siyasetinde başarılı olmasının en büyük dayanak noktası olmuştur. İslam yanlısı Ak Parti hükümeti ile devlet, evvelce devlet İslam arasında var olan husumetin yerine yeni bir ortaklık ve diyalog atmosferi getirmiştir. Avrupa Birliği demokratikleşme baskısı karşısında, devletin en dirençli organı olan ordunun 81 dahi İslami aktörlere yaklaşımı değişmiştir.(Turam,2011:164) Türkiye’de meydana gelen yapısal değişimlere paralel olarak İslami kimliklerde değişmek zorunda kalmıştır. Günümüzde Türkiye’de İslami gruplar da, seküler gruplar da demokrasi alanında ortak toplumsal taleplere sahiptir. Etkileşimler kurumsal düzeydeki iktidar dinamiklerini anlık ve düzensiz değişimlere uğrattığı içindir ki, makro düzeydeki tezahürleri de sistematik değil son derece istikrarsız olmuştur. Bu sebeple de kurumsal dönüşümler farklı toplumsal güçler tarafından farklı şekillerde ve derecelerde algılanmıştır ve algılanmaktadır. Ancak ne kadar istisnasız olursa olsun iş aşmaz biçimde laik siyasi kurumlarla evvelce devlete karşı olan İslamcılar giderek karşılıklı tavırlarını gözden geçirmiş ve daha uyumlu hale gelmişlerdir.(Turam,2011:165)İslamcılık kavramının etkileşimle birlikte değişimini ortaya koymuştur. 2005 yılı itibarıyla, Erdoğan’ın Türkiye’de İslam’a nasıl bir rol biçtiği sorusunun cevabı hala belirsizdir. İslam’ın merhum Turgut Özal’dan miras almış olabileceği sıradan insan figürünün nihai sığınağı olduğunu düşünüyor olabilir. Demokrasiye atfettiği anlamda muğlak ve belirsizdir(Mardin,2011:94). Radikal laikçiler ve İslamcılara tercih ettikleri yaşam tarzını ve değerler bütününü dayatmaya son verirlerse ve İslamcılarda laik demokratik devletin temel dayanaklarına el ve dil uzatmazlarsa, İslam ile demokrasi arasında bir tür mantık evliliği gerçekleşebilir.(Turam,2011:198)Kavramlara net bir sınır çizilmemesi melezliği ortaya çıkarmıştır.Recep Tayyip Erdoğan’ın Ak Parti’de daha açık bir demokratik ideali benimsemesinden sonra, Erbakan Türk siyaset sahnesinde geri planda kalmıştır. Ak Partiyi İslamcı olarak tanımlamanın yanıltıcı olduğunu kabul etsek bile, partinin geniş kitlelere çekici gelmesinin en azından yöneticilerinin Müslüman kimlik tartışmalarından, İslamcı bir siyaset izlemeseler de bu kimliklerini kamusal yaşamda rahatlıkla taşımak istemelerinden, dolayısıyla Müslüman kimliğin baskı altından kurtarılmasının siyasal bir hedef koymaktadır. Bu durum kendi başına İslamcı yapmadığını Müslüman kimliğin kültürel ve toplumsal olarak geniş kitlelerin gözünde etkin olduğunu söyler. .(Gülalp,2002182) Gülalp’in ifade ettiği durum 82 Partinin kendini tanımlamasıyla Ak Parti kimlik sürecinde oluşan aktörleri göz ardı etmekten kaynaklanmaktadır. Müslüman kimlik ve İslamcılık bazen iç içe geçmek zorunda kalmıştır. Bu süreci anlamak için tarihsel arka plana bakmak gerekmektedir. Sekülerleşme, Laiklik ve Türk modernleşmesi dönemi toplumsal farklılıkların ortaya koyarken ne derece çetrefilli bir iş yaptığımızı görürüz. Bir siyasal hareketin ideolojisindeki dönüşümü tanımlamak kolay değildir. İdeolojinin dönüşümünden kastedilen, bir siyasal hareketin siyaseti, ekonomiyi, din dahil olmak üzere toplumsal değerleri yeniden tanımlaması, dünya görüşünü uluslararası alandaki değişim doğrultusunda yeniden biçimlendirilmesi ve buna uyumlu hale getirmesidir. Bundan, o hareket içindeki tek tek her bireyin kendi inanç sisteminde değişikliğe (Uzgel,2009:21) vurgu yapmıştır. Erdoğan’ın, bugün geleneksel mücahit figüründen daha etkili olan bir imgeyi yerleştirilmesini sağlayan kuşaklar arası bir eşik olmuştur. Erbakan’la ve büyükleriyle olan mücadelesinde Erdoğan’a yeni ve denenmemiş olanı meşrulaştırma imkanı veren de budur.(Mardin,2011:93). Erdoğan temsil ettiği siyasi gelenekten ayrı olarak denenmeyen bir yolu denemiş uzlaşma ile yeni bir siyasal söylem mecrasının oluşmasına öncülük etmiştir.Türkiye’de İslamcılık Söyleminin mücahit figürünün başkalaşmasıyla daha ayakları yere basan bir ideolojik söylem ortaya koymaya çalışmıştır. 83 SONUÇ Türkiye’de siyasal İslamcılık kavramının varlığına bakacak olursak 1978’li yıllardan başlayan bu süreç günümüzde farklı siyasi partilerin görünümü olarak devam etmektedir. İslamcılık ve İslami kavramlarının anlamlarına baktığımızda bu süreç İslam üzerinden şekillenmiş ancak İslami olandan farklı bir görünüme bürünmüştür. Türkiye’de 1980 ‘li yıllardan itibaren İran etkisiyle başlayan İslamcılık akımının ilk dönem taşıdığı anlamları, günümüzde farklı bir şekilde temayüz etmektedir. Refah Partisi 1980’li yıllarda bazı İslamcı çevrelerin tutarlı ve aynı zamanda, İslamcılığı temsil eden Milli Görüş Geleneğinin adil düzen sloganı olmuştur. Farklı İslamcılık anlayışlarından etkilenen Refah Partisi kısa sürede yaygınlık kazanmıştır. Mahalle çalışmaları, İslami sohbetlerle halkın dindarlaşmasında ve Parti’nin kapı kapı dolaşarak örgütlenmesiyle başarı göstermesinde en önemli etkendir.1990’lı yıllar bu sürecin dönüm noktası olmuştur. İslamcılar belediyecilik ve bununla birlikte hükümeti devralmıştır ve küçük muhafazakar işletmelerse büyük holdingler halini almıştır. Bu tür dönüşümler öncelikli olarak haram ve helal çizgisinin bazı alanlarda melezleşmeye başlamasına sebep olmuştur. İslamcı olma anlayışı çeşitlilik arzeden kimlikleri de beraberinde getirmektedir. Yeni İslamcılık söylemi muhafazakâr, radikal islam, ılımlı islam kavramları üzerinden şekillenmiştir. Görünüm olarak siyasal temelleri 28 Şubat, 1980 kırılması, partilerin siyasal kopuşları, Milliyetçi muhafazakârlık tanımlamaları ile atılmıştır. Bu sosyolojik ifadelerin ötesinde, var olan olayların neden –sonuç ilişkisi göz önünde tutularak, toplumun kendini içeriden nasıl tanımladığını ve aynı zamanda bazı kopmalarla birlikte açtığı kanalları, tarihsel bir kesit halinde sunabilsek bile bu olayların tümünün değerlendirilmesinde anlık ve tek başına genel bir yargıyı ele almayı anlamlı kılmamaktadır. 84 Kendini İslamcı olarak benimseyen toplumsal aktörler toplumsal değişimde aldığı roller bakımından niteliksel olarak İslami hayatın yaşanması noktasında alışkanlıklar ve gündelik hayatın pratiklerinin uygulanmasına yer vermiş ve aynı zamanda bu ifadeyi söylemsel olarak da kabul edilmişlerdir. Bir yandan bu kavramsallaştırma gerçekleşirken diğer yandan gündelik hayatın içinin boşaltılmış olması, bugünü anlama noktasında yakınlaşmanın görüş alanını daraltmıştır. İslamcılık anlayışının radikal İslam ve ılımlı İslamla tanımlanması, topyekün İslam anlatısının görünümü olarak kabul edilen bu tasavvurları ön plana çıkarıp asıl İslamı gölgeleştirerek gerçek algının arka planına itmiştir. Aslında toplumsal değişimin bu yönü belki de bu sürecin aktörlerinin meydana getirdiği bir kavram olarak İslamcılığın zamana ve mekâna göre şekillenen bir ideoloji haline geldiğini göstermektedir. 28 Şubat sonrasında "İslamcı" olduğunu söyleyemeyenler muhafazakar olduğunu söylemek zorunda kalmış ve Milli Görüş ideolojisi daha küçük bir kitleye, Ak Parti ise içinde farklılıkları barındıran daha büyük bir kitleye hitap etmiştir. 2011 seçim sonuçları ile %49,95 oy oranıyla birinci olan Ak Parti İslamcılığın bir politik mecra olmadığını ortaya çıkarmıştır. Modernlik İslam’a bir itiraz olarak doğmuştur. Ama İslam öyle bir din ki modernliği insanları "biz" kılarak kırabilir. İslamcılık politik anlamda kimlik ifadesi olmaktan uzaklaştırılmıştır. Bu bağlamda siyaset alanının değişip dönüşmesine sebep olmuştur. Bu İslamcılığın kendi mecrasında yeniden tanımlanması için bir fırsattır. Tam anlamıyla toptan bir sekülerleşme olmasa bile gündelik hayatın kodları ve ekonomiye bakış giderek değişmeye başlamıştır. Modernliği din algısındaki değişim olarak görmenin ötesinde Ak Partinin aldığı oy da İslamın oyu değil, değişimin oyudur. İslamın siyasallaşmasını yanlış değerlendirmemek gerekiyor, eylem mekânlarındaki protestocu tavrın yerine ötekilerle bir arada yaşamaya çalışan yeni anlayış olarak Ak Parti bu anlamda daha aklı selim bir tavır sergileyerek siyasal İslamı yeni bir forma sokmuştur. 85 Muhafazakârlık, Türkiye’de İslamcılığa denk düşer. Her ne kadar İslamcılık yeni bir form olarak görünse de Türkiye tarihine baktığımızda muhafazakârlık ve İslamcılığın birbirinden keskin sınırlarla ayrılmadığını görürüz. Ak Parti süreci İslami dönüşümlerin temellendirilmesinden daha çok kendini muhafazakâr demokrat çizgide ifade etmesine rağmen bu konuda net bir duruş sergilememiştir. Bunun yerine farklı görüşleri bir arada tutmaya çalışan birçok çerçeveden ele alınmış bir İslamcılık anlayışını ortaya sürmüştür. Ak Parti, Refah Partisi’nden farklı olarak içe kapanmış bir kitleden ziyade kitlenin nasıl artırılacağı üzerine yoğunlaşmıştır. Sonuç olarak bu tez araştırması, Adalet Kalkınma Partisi temel özellikleri, günümüzde gösterdiği başarıyı tarihsel perspektif içinde dergi, gazete, parti tüzüğü, parti programları tarafından desteklenen çalışma, Ak Parti’nin ideolojik kaynakları ve aynı zamanda ideolojik kaynaklarının günümüze yansımasını ele almıştır. Muhafazakâr demokrasi kavramı 28 Şubat sonrası radikal İslamcıların yaşadığı postmodern darbenin sonucunda sığınılan bir siyasal terim olmanın ötesinde İslamcılarda meydana getirdiği modernleşme, farklılaşma, sekülerleşme ve yaşam tarzı değişikliklerini anlamaya yönelik olarak ele alınmıştır. Ak Parti’nin 2000’li yıllara geliş süreci ve bununla birlikte onları iktidara taşıyan ana etken olan dönüşümün nasıl ortaya çıktığını anlamak için tarihsel arka planını anlamaya gerek vardır. İslamcılık tezahürleri içerisinde Ak Parti’nin nasıl konumlandığını görebilmek için İslamcılık hareketinin hangi özelliklere sahip olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Bu özelliklerin içerisinde nasıl bir yere sahip olduğu hangi özellikleriyle farklılaşıp farklılaşmadığının ya da hangi noktalarda aynı olduğunun belirlenmesi gerekmektedir. Ak Parti’nin siyasi kimliğinin tam olarak belirtilmemiş olması siyaset sahasına çıkıldığında bir taraftan milli görüş geleneğinden gelen siyasal tabanın ve diğer taraftan siyaset sahası içerisinde gelenekleriyle hesaplaşan politik yapının bir karışımı olarak algılanabilir. Hem İslamcılık ideolojisine yeni bir perspektif sunmak hem de gelenek üzerinden devşirilmiş kimilerine göre kafa karıştıran kimilerine göre gelenekselliğin üzerinden çıkamamış bir siyasal parti olmaktan sıyrılamamıştır. 86 Türk siyaset geleneğine baktığımızda İslami hareket ve İslamcı hareketin temsilcisi olan Milli görüş ideolojisi diğer siyaset dayanakları açısından siyaset tabanı olarak toplumsal ve ekonomik faktörler olarak iyi bir temele göre sistemli ve örgütlü bir yapıya sahiptir Bu sürecin İslamcılık hareketinde baktığımızda milli görüş ideolojisinde temel alınan görüşlerin devamı niteliğinde olan ifadeleri ve bununla birlikte muhafazakârlık ve demokratikleşme etkisi ile değişim kapısını açmış olmasıdır. Milli görüş ideolojisinin itaat kültüründen kaynaklanan sorgulamama ve eleştirmezlik yönünün farklılaşması, partinin yeni paradigmasını merkez sağ parti içerisinde muhalif bir kanadın doğmasına sebep olmuştur. B u süreçte Ak Parti geleneksel Milli Görüş çizgisindeki oylarla merkez sağ parti oylarının birleşmesiyle ve seçimlere büyük bir avantajla girmiştir. Bu süreçte Ak Partide kendisini İslamcı bir parti olarak değil, bir merkez sağ parti olarak tanımlamaları ve bu kimliğe muhafazakar demokrat vurgusu ön plana çıkmıştır. Siyaset sahası içerisinde gelenekleriyle hesaplaşan kendi İslamcılığının sorgulama alanına sokulmasına ve eleştirilmesine neden olmuştur. 28 Şubat sürecinde sonrasında kendini İslamcı olarak ifade edemeyen insanlar mecburi değişim alanıyla kendini yeniden tanımlamaya ve aynı zamanda varolan kimliğini de taşıyabilmek adına varolan siyasi zorlamalar neticesinde tarihsel kırılmalar ile kendine yeni bir söylem edinmek zorunda bırakmıştır. İslamcılığın rutinleşmesi aynı zamanda bu süreçte İslam’ın önüne çekilen engel olarak Radikal İslamcılık kavramının içerisinde İslam’ın ne kadar varolduğunu sorma çabasıdır. İslamcılık kavramını dönüşümü ve görünürlüğün sekülerleşme ve laikleşme tezahürlerinin ortaya çıkardığı dönemi kavramsallaştırmakla aynı minvalde süreçten bir kesit sunulduğunu akıldan çıkarmamak gerekmektedir. . 87 KAYNAKÇA Adem Çaylak ve diğ.(2010) Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika Bekir Berat Özipek 669-690,Osmanlı’dan İkibinli Yıllara Türkiyenin Politik Tarihi İç ve Dış Politika (2 baskı):Savaş Yayınevi, Ankara. Ahmad, Feroz (2007)Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980):Hil Yayınları, İstanbul. Akdoğan Yalçın(2000) Siyasal İslam, Refah Parti Anatomisi: Şehir Yayınları, İstanbul. Akdoğan, Yalçın(2010)ed. Hakan Yavuz, Ak Parti Toplumsal değişimin Yeni Aktörleri, Muhafazakar-Demokrat Siyasal Kimliğin Önemi ve Siyasal İslamcılıktan Farkı, Kitap Yayınevi, İstanbul. Akgül,Ahmet (2011)Erbakan Devrimi:Togan Yayıncılık,İstanbul. Akman, Haşim(2003)Paşalı yıllara geri döndük Röportajı, Nilüfer göle ile toplumun merkezine yolculuk, Hazırlayan Zafer Özcan:Ufuk Yayınları, İstanbul. Akşin, Sinan(2007)Kısa Türkiye Tarihi:Türkiye İş Bankası, İstanbul Aktaş, Cihan(1995)Mahremiyetin Tükenişi: Nehir Yayınları, İstanbul. 88 Aktay, Yasin (2003)Siyasette İslamiliğinin Sınırları ve İmkanları: Tezkire, Sayı 33. Aktay, Yasin(2009)Halife –Sonrası Durumdan Vatandaşlık Siyasetine, İslamcı Politik Teolojinin Seyir Notları, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Dönemler ve Zihniyetler: İletişim Yayınları, İstanbul. Aktay, Yasin(2010)Türk Siyasi Düşüncesinde Kayıp Halka: Siyasal, Kemalizm, Sosyalizm ve İslamcılık, Türk Sosyoloji Tarihine Eleştirel Bir Katkı: Küre Yayınları, İstanbul. Aktay, Yasin,(2005),Ak Parti’nin Kimlik Sorunu: Tezkire, Sayı 41,KasımAralık-Ocak Altan, Mehmet (2010) Kent Dindarlığı: Timaş Yayınları, İstanbul. Altun Fahrettin, Muhafazakâr Demokrasiye Ne Oldu?, Yeni Şafak Gazetesi, 26 Ocak 2008. Altun, Fahrettin,(2011),M. Şemseddin Günaltay,(160-178),Editör: Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık, (3.Baskı Eylül 2011):İletişim Yayınevi, İstanbul. Arslan, Abdurrahman, (2004),Modern Dünyada Müslümanlar, İletişim Yayınları, İstanbul. Asad,Talad(2006),Sekülerliğin Biçimleri,Hrisyanlık,İslamiyet ve Modernlik,Çev.Ferit Burak Aydar:Metis Yayınları ,İstanbul. Aydın ,Mustafa(2000)Kurumlar Sosyolojisi:Vadi Yayınları ,Ankara. Aydın, Mustafa(2009)Moderniteye Dışarıdan Bakmak:Açılım Kitap,İstanbul. Aydın, Mustafa, (Mart 2006),Bir Sosyal Kurum Olarak Siyaset, Siyasetin Sosyolojisi:Açılım Kitap, İstanbul. Barbarosoğlu, Fatma(2005) İmaj ve Takva:Timaş Yayınları, İstanbul. Bekir Berat Özipek (2010)Adalet ve Kalkınma Partisi Dönemi İç ve Dış Politika- 669-690,Osmanlı’dan İkibinli Yıllara Türkiyenin Politik tarihi İç ve Dış Politika Adem Çaylak ve diğ. (2 baskı):Savaş Yayınevi,Ankara 89 Berger,Peter(2000)Modernleşme ve Bilinç:Pınar Yayınları ,İstanbul. Bilgin,Vedat(2010)Türkiye’de Değişimin Dinamikleri,Köylülükten Çıkış Yolları:A kitap,Ankara. Bora,Tanıl (2009) Türk Sağı’nın Üç hali,Milliyetçilik,Muhafazakarlık, İslamcılık: Birikim Yayınları,İstanbul. Bora,Tanıl(2010)Sol,Sinizm,Pragmatizm:Birikim Yayınları,İstanbul. Bulaç,Ali,(2010),Göçün ve Kentin İktidarı (Milli Görüş’ten Muhafazakar Demokrasi’ye AK Parti:Çıra Yayınları,İstanbul. Cemal, Ahmet,(1994),Düşünmeye Alışmak, Laiklik, Üç Aylık Düşünce Dergisi, Sayı.1:Cogito, İstanbul. Cizre, Ümit(2005)Muktedirlerin Siyaseti, Merkez Sağ, Ordu ve İslamcılık, Cumhuriyet Türkiye'sinde İslam –devlet etkileşiminin parametre ve stratejileri,Çev.Cahide Ekiz:İletişim Yayınları,İstanbul. Crehan, Kete(2006)Gramsci Kültür Antropoloji, Çev: Ümit Aydoğan:Kalkedon, İstanbul. Çağlayan, Selin(2011)Müslüman Kardeşlerden Yeni Osmanlılara İslamcılık:İmge Yayınevi, İstanbul. Çaha,Ömer(2011)Ana Temalarıyla 1980 Sonrası İslami Uyanış(476- 493),Editör :Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık ( 3.Baskı ) :İletişim Yayınları,İstanbul . Çakır, Ruhşen(1996)Refah Partisi, Yüzyıl biterken Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,1244-1246,15.Cilt: İletişim Yayınları,İstanbul. Çakır, Ruşen(2002)Ayet ve Slogan, Türkiye’de İslami Oluşumlar: Metis Yayınevi, Ankara. Çakır, Ruşen(2011)Milli Görüş Hareketi,544-550) ,Editör: Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık (3.Baskı):İletişim Yayınları,İstanbul. Çalmuk, Fehmi(2011)Necmettin Erbakan (550-576),Editör: Yasin AKTAY Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık( 3.Baskı Eylül 2011):İletişim Yayınevi,İstanbul. Çelik, Ömer(1998)Post –Refah, Siyasetin Genetik Epistemolojisi, ,”Büyük Kapatma’nın Ardından Fazilet, Kadın, Demokrasi”,Mart:Tezkire Dergisi, Ankara. 90 Çiğdem, Ahmet (2001)Taşra Epiği, Türk İdeolojileri ve İslamcılık:Birikim Yayınları, İstanbul. Dağı, İhsan(2010)ed. Hakan Yavuz, Ak Parti Toplumsal değişimin Yeni Aktörleri, Adalet ve Kalkınma Partisi: Güvenlik ve Meşruiyet arayışında Kimlik, Siyaset ve İnsan Hakları Söylemi:Kitap Yayınevi, İstanbul. Dilipak Abdurrahman(1993)Sorular, Sorunlar, Cevaplar:Beyan Yayınları, İstanbul. Doğan, Mehmet(2011)Nurettin Topçu,438-452), 2011, Editör: Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık( 3.Baskı) :İletişim Yayınevi,İstanbul. Duman, Doğan (1997)İslamcı Gençliğin Serüveni:Birikim Dergisi, s.95 Mart. Duran, Burhanettin(2010)ed. Hakan Yavuz, Ak Parti Toplumsal değişimin Yeni Aktörleri, Ak Parti ve Dönüşümünün Aracı Olarak Politika:Kitap Yayınevi, İstanbul. Eisenstadt,S.N.(2007)Modernleşme,Başkaldırı ve Değişim, Çev.Ufuk Çoşkun:Doğu –Batı Yayınları,Ankara. Erkan, Rüstem(2010)Kentleşme ve Sosyal Değişme:Bilimadamı Yayınları, Ankara. Erkilet, Alev(2004)Orta Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler:Hece yayınları, Ankara. Erkilet,Alev(2004)Eleştirellikten Uyuma,Müslümanların Kamusal Alan Serüveni:Hece Yayınları,İstanbul. Ete, Hatem(2003)Modernleşme ve Muhafazakarlık:Tezkire, Sayı 33. Fuller, Graham(2005)Siyasal İslamın geleceği, Çev. Mustafa Acar:Timaş Yayınları, İstanbul. Garaudy, Roger,(2007)İslam ve İnsanlığın Geleceği, Çev: Cemal Aydın:Pınar Yayınları,İstanbul. Gencer, Bedri(2008)İslam’da Modernleşme:Lotus Yayınları, Ankara. 91 Gorm, Georges(2008)21.yy Din Sorunu, Çev. Şule Sönmez:İletişim Yayınları,İstanbul. Gökaçtı, Mehmet Ali (2005)Türkiye'de Din Eğitimi ve İmam Hatipler:İletişim Yayınları, İstanbul. Gökalp,Ziya,(2010)İslamlaşmak,Muasırlaşmak,Türkleşmek:Akçağ Kitabevi,Ankara. Göle, Nilüfer (2008)Melez Desenler, İslam ve Modernlik Üzerine, “Yeni Sosyal Hareketler ve İslamcılık” 19-36:Metis Yayınları İstanbul. Göle, Nilüfer(1998) Modern Mahrem (Medeniyet Örtünme):Metis Yayınları, İstanbul. Göle, Nilüfer(2009)İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa:Metis Yayınları, İstanbul. Göle, Nilüfer(2009)İslamın Yeni Kamusal Yüzleri, İslam ve Kamusal Alan Üzerine Bir Atölye Çalışması:Metis Yayınları, İstanbul. Görmez, Kemal(1997)Kent ve Siyaset:Gazi Kitabevi, Ankara. Gramsci, Adorno(2008)Hapishane Defterleri:Aşina Kitaplar, İstanbul. Gülalp, Haldun(2002)Kimlikler Siyaseti, Türkiye’de Siyasal İslamın Temelleri:Metis yayınları, İstanbul. Güzel, Murat(1996)Siyasal İslam Abalı mı?:Tezkire Dergisi, Ankara. Güzel, Murat(1998)Sanal Siyaset,”Büyük Kapatma’nın Ardından Fazilet, Kadın, Demokrasi”,Mart:Tezkire Dergisi, Ankara. Habermas, Jürgen(2002) Kamusallığın Yapısal Dönüşümü ,(Çev: Tanıl Bora, Mithat Sancar):İletişim Yayınları, İstanbul. Heper,Metin(1997) Islam and Democracy in Turkey:Toward Reconciliation?,Middle East Journal Aktaran:Turam,Berna(2011)Türkiye’de İslam ve Devlet ,Demokrasi,Etkileşim ,Dönüşüm,İstanbul:Bilgi Yayınları,İstanbul. Hite, Jenny B (2007)Türkiye’de İslamcı Kitle seferberliği –Yerli Siyaset Üzerine Bir Araştırma, Çev. Esen Türay:Oğlak Yayıncılık,İstanbul. İnce,Onur Hilal,2010,İdeolojisezleşmenin İdeolojisi,Günümüzde İdeolojik Olan Üzerine Düşünceler,Günümüzde Siyasal Yaklaşımlar ,Eleştiriler ,Farklılıklar,Çözüm Arayışları:Doğu –Batı Yayınları,İstanbul. 92 Kanat,Kılıç Buğra (2009)Erol Güngör,460-474, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce,Dönemler ve Zihniyetler:İletişim Yayınları,İstanbul. Kara, İsmail(1997)Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Metinler-Kişiler,1-2,4 baskı İlaveli:Dergah Yayınevi, İstanbul. Karpat, H.Kemal(2003)Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm, Çev. Abdülkerim Sönmez:İmge Yayınları, Ankara, Kaya, Yaşar-Tatar, Taner (2008)Gelenekten Modernliğe Kalıplaşan Yenilik:Doğu Kütüphanesi, İstanbul. Kemal, Karpat (2010) Osmanlı’dan Günümüze Elitler ve Din:Timaş Yayınları,İstanbul. Keyman, Fuat(2003)Türkiye’de Laiklik Sorununu Düşünmek: Modernite, Sekülerleşme, Demokratikleşme, Kimlikler:Doğu-Batı Dergisi, Mayıs-HaziranTemmuz, Ankara. Kurtoğlu, Zerrin(2011)Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset(201- 217), Editör: Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık(3.Baskı) :İletişim Yayınları.İstanbul. Kutlu, Sönmez(2010)Türkiye’de Değişim Sempozyumu,(Sosyal, Kültürel, Siyasal, Ekonomik, Dinsel Açıdan) ,Türkiye’de dinsel değişimin Aktörleri: Katı Laikçiler mi Katı Muhafazakarlar mı Yoksa yenilikçi (Modernist İslamcılar mı?:Gazi Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara. Kuyaş, Nilüfer(2003)Teslimiyet değil Normalleşme Röportajı, Nilüfer Göle İle toplumun merkezine yolculuk, Hazırlayan Zafer Özcan:Ufuk Yayınları, İstanbul. Küçükyılmaz, Mücahit(2011)Siyasal Katılım, Tek Partiden Ak Parti'ye Siyasal İslam:Yarın Yayınları,İstanbul. Lewis, Bernard(2003)İslam’ın Krizi, Çeviren: Abdullah Yılmaz(2.Basım):Literatür Yayınları, İstanbul. Lewis, Bernard(2008)Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev. Boğaç Babür Turna:Arkadaş Yayınları, Ankara. Mahçupyan, Etyen (1996)Türkiye’nin Siyaset Yelpazesi Sağ ve Sol, Yüzyıl biterken Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi,1244-1246,15.Cilt:İletişim Yayınları, İstanbul. 93 Mardin, Şerif(2009)İdeoloji, Bütün Eserleri 3,İletişim Yayınları(13 baskı)İstanbul. Mardin, Şerif(2010)Türkiye’de Din ve Siyaset, Makaleler 3, İletişim Yayınları, İstanbul. Mardin, Şerif(2011)Türkiye, İslam ve Sekülarizm:İletişim Yayınları, İstanbul. Meddeb,Abdelwahab(2005)İslam’ın Hastalığı,Çev.Müge Gürsoy Sökmen,Bülent O.Doğan :Metis yayınları,İstanbul. Gökaçtı,Mehmet Ali(2005)Türkiye'de Din Eğitimi ve İmam Hatipler:İletişim Yayınları ,İstanbul. Meriç, Cemil(2002)Bu Ülke:İletişim Yayınları(17. Baskı)İstanbul. Mert, Nuray(2011)Türkiye İslamcılığına Tarihi Bir bakış (411-420) Editör: Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık (3.Baskı ):İletişim Yayınları:İstanbul. Mollaer, Fırat(2007)Türkiye’de Muhafazalık Üzerine, Neo-Liberal İktidara bakışlar, Toplum ve Bilim dergisi, İstanbul. Morley, David&Robins, Kevin(1997)Kimlik Mekânları, Küresel Medya, Elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar, Çev: Emrehan Zeybekoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul Okumuş,Ejder,(2002),Gösterişci Dindarlık,Pınar Yayınları,İstanbul. Osmanlı’dan İkibinli Yıllara Türkiyenin Politik tarihi İç ve Dış Politika Adem Çaylak ve diğ. (2 baskı):Savaş Yayınevi,2010,Ankara Özbek, Meral(2004), Kamusal Alan:Hil Yayınları, İstanbul. Özdalga, Elisabeth(2007)İslamcılığın Türkiye Seyri, Sosyolojik Bir Perspektif:İletişim Yayınları, İstanbul. Özdenören, Rasim(2011)Necip Fazıl Kısakürek,136-157, Editör: Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık (3.Baskı):İletişim Yayınları,İstanbul. Pareto, Vılfredo, Seçkinlerin Düşüşü ve Yükselişi, Kuramsal Bir Sosyoloji Uygulaması, Çeviren: Merve Zeynep Doğan:Doğu Batı Yayınları(2. Baskı)İstanbul. 94 Pieters, Jan Nederveen (2005) “Göç Sürecinde İslam: Minaresiz Camiler”, Mekân, Kültür, İktidar: Küreselleşen Kentlerde Yeni Kimlikler, Der: Ayşe Öncü-Petra Weyland, Çev: Leyla Şimşek-Nilgün Uygun:İletişim Yayınları, İstanbul. Roy, Oliver(2005)Siyasal İslamın İflası:Metis Yayınları, İstanbul. Roy, Oliver(2010) İslam’a Karşı Laiklik, Türkçesi: Ender Bedisel:Agora Kitaplığı, İstanbul. Roy, Oliver,(2003),Küreselleşen İslam, Çev. Haldun Bayrı:Metis Yayınları, İstanbul. Saktanber, Ayşe(2005)“Bir Orta Sınıf Ethos’unun ve Onun Günlük Pratiğinin Oluşumu: Kentsel Türkiye’de İslam’ın Yeniden Canlandırılması”, Mekân, Kültür, İktidar: Küreselleşen Kentlerde Yeni Kimlikler, Der: Ayşe ÖncüPetra Weyland, Çev: Leyla Şimşek-Nilgün Uygun:İletişim Yayınları, İstanbul. Sarıbay, Yaşar Ali(2011)Milli Nizam Partisi’nin Kurtuluşu ve Programının İçeriği (576-591), Editör: Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık (3.Baskı ):İşetişim Yayınları,İstanbul. Sayyid, Selman(2000)Fundamentalizm Korkusu, Avrupa Merkezcilik ve İslamcılığın Doğuşu, Çev: Ebubekir Ceylan, Nuh Yılmaz:Vadi Yayınları, Ankara. Sennett, Richard(2010)Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev. Serpil Durak – Abdullah Yılmaz,:Ayrıntı Yayınları (3.Basım)İstanbul. Sevil, Muharrem(1999)Türkiye’de Modernleşme ve Modernleştiriciler:Vadi Yayınları, Ankara. Şeriati, Ali (2005)Dine Karşı Din:İşaret Yayınları, İstanbul. Şerif Mardin(1990) “Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Merkez-Çevre İlişkileri”,Türkiye’de Toplum ve Siyaset (Makaleler 1):İletişim Yayınları,İstanbul. Taşkın, Yüksel( 2009)Türkiye’de Sağcılık,451-460, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, Dönemler ve Zihniyetler:İletişim Yayınları, İstanbul. Tepe, Sultan(2010)ed. Hakan Yavuz, Ak Parti Toplumsal değişimin Yeni Aktörleri, İslami eğilimli bir parti olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Değişim ve Vaatleri, Çelişkileri ve Sınırları: Kitap Yayınevi, İstanbul. 95 Therborn, Göran(1996) Modernlik Yoluyla Modernliğe Giden Yollar, Post Modernizm ve İslam, Küreselleşme ve Oryantalizm içinde der: Abdullah Topçuoğlu, Yasin Aktay, Vadi Yayınları,Ankara. Topçu, Nurettin(2007)Yarınki Türkiye, Bütün eserleri:Dergâh Yayınları, İstanbul. Topçu, Nurettin,(2008),Ahlak Nizamı:Dergah Yayınları, Ankara. Tuğal, Cihan(2010)Pasif Devrim, İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi: Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul. Tunaya, Tarık Zafer(2007)İslamcılık Akımı: İstanbul Bilgi Yayınları, İstanbul Turam, Berna(2011)Türkiye’de İslam ve Devlet, Demokrasi, Etkileşim, Dönüşüm: Bilgi Yayınları, İstanbul. Türköne, Mümtaz’Er(2003)Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın doğuşu:Lotus Yayınları, Ankara. Uzgel-İlhan, Duru Bülent(2009) Ak Parti Kitabı, Bir Dönüşümün Bilançosu:Phoenix Yayınları (2.Baskı) Ankara. Yalçın, Soner (2009) Milli Nizam’dan Fazilet’e Hangi Erbakan? :Su Yayınları. Yavuz, Hakan(2011) “Milli Görüş Hareketi: Muhalif ve Modernist Gelenek” 591-604, Editör: Yasin Aktay Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce Cilt 6 / İslamcılık, (3.Baskı) :İletişim Yayınları,İstanbul. Yavuz, Hakan,2008,Modernleşen Müslümanlar, Nurcular, Nakşîler, Milli Görüş ve Ak Parti, Çeviren Ahmet Yıldız:Kitap Yayınevi,İstanbul.




.İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI DOKTORA TEZİ TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK AKIMININ KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI (1980-2002) Abdül Samet ÇELİKÇİ 2502130570 TEZ DANIŞMANI Doç. Dr. Edip Asaf BEKÂROĞLU İstanbul - 2020 ii ÖZ TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK AKIMININ KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI (1980-2002) Abdül Samet ÇELİKÇİ Bu tez, İslamcı perspektiften Kürt sorununun nasıl değerlendirildiğini konu edinmekte ve Türkiye İslamcılığının 1980-2002 arası dönemde Kürt sorununa nasıl yaklaştığını ortaya koymayı amaçlamaktadır. Bu tezde, dini doktrine dayalı bir ideoloji olan İslamcılığın etno-politik içeriğe sahip milli bir mesele olan Kürt sorununu nasıl değerlendirdiğinin analiz ve tespit edilmesi için, din ve milliyetçilik arasındaki ilişki biçimlerinden hareketle oluşturulan bir teorik perspektif benimsenmiştir. Bu teorik perspektif doğrultusunda da, Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa ilişkin 1980-2002 arası dönemi kapsayan değerlendirmeleri, Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimleriyle doğrudan irtibatlandırarak incelenmiştir. Bu çalışmada, Türkiye İslamcılığı, Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimleri açısından ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık şeklinde iki tip olarak kategorize edilmiş ve bu iki tip İslamcılığın Kürt sorununa yönelik değerlendirmeleri karşılaştırmalı bir şekilde analiz edilmiştir. Bu analiz neticesinde, Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın, Kürt sorununu, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlara yönelik yaklaşımları ekseninde şekillenen siyasal-toplumsal tasavvurları doğrultusunda ele aldığı, bundan dolayı da, meseleye yaklaşımları arasında benzerlikler olduğu gibi, anlamlı farklılıklar da olduğu görülmüştür. Ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt sorununa yaklaşımları arasında farklılıkların oluşmasında belirleyici olan temel faktör, ilkinin meseleyi Türkiye merkezli ve Türkiyeci bir perspektifle, ikincisinin ise meseleyi ümmet merkezli ve evrenselci bir perspektifle değerlendirmesi olarak tespit edilmiştir. Bu tezde ana akım ve radikal İslamcılık arasındaki benzerlikler ve farklılıklar, bu iki tip İslamcılığın, Kürt sorununun içerdiği muhtelif konulara ilişkin iii değerlendirmeleri üzerinden ele alınmıştır. Bu çerçevede, ana akım İslamcılığın Kürt sorununun Türkiye’deki müesses nizamdan ve resmi ideolojiden kaynaklandığı fikrine sahip olduğu görülürken, radikal İslamcılığın ise Kürt sorununu ümmet sorunu olarak tanımladığı ve sorunun kaynağını milliyetçiliğin ve ulus devletlerin bizatihi varlığı olarak saptadığı görülmüştür. Kürt sorununun nihai ve kalıcı bir şekilde çözüme kavuşturulması konusunda, ana akım İslamcılığın, Türkiye merkezli ve Türkiyeci bir perspektif çerçevesinde, Türkiye’nin üniter yapısının ve bütünlüğünün mutlaka korunması, ama Türkiye’deki müesses nizamın revize edilmesi, resmi ideolojinin değişmesi ve İslam’ın yeniden devreye sokulması gerektiği fikrine sahip olduğu tespit edilmiştir. Öte yandan, radikal İslamcılığın ise, Kürt sorununun nihai ve kalıcı bir çözüme kavuşturulması için Türkiye’deki müesses nizamın revize edilmesini ve resmi ideolojinin değişmesini yeterli bulmadığı, sorunun nihai çözümünün ümmet sorununun çözümüyle mümkün olacağını savunduğu saptanmıştır. Bu doğrultuda da, radikal İslamcılık için Kürt sorununun nihai ve kalıcı olarak çözüme kavuşturulmasının formülünün, milliyetçiliğe dayalı mevcut ulus devletler sisteminin yerine, uzun vadede ümmet şuuruyla bir mücadele vermek, bu şekilde ümmetin her kavminin kimliğinin tanınacağı ve muhafaza edileceği bir birliğin, yani İttihad-ı İslam’ın tesis edilmesi olarak saptanmaktadır. Anahtar Kelimeler: Ana Akım İslamcılık, Radikal İslamcılık, Kürt Sorunu, Milliyetçilik, Ulus Devlet iv ABSTRACT THE APPROACH OF ISLAMISM TO THE KURDISH QUESTION IN TURKEY (1980-2002) Abdül Samet ÇELİKÇİ This dissertation discuss how the Kurdish question was evaluated from Islamist perspective and aims to demonstrate the approach of Islamism in Turkey to the Kurdish question in the period between 1980-2002. In this dissertation, a theoretical perspective has been adopted based on the forms of relationship between religion and nationalism, in order to analyze and determine how Islamism, an ideology based on religious doctrine, evaluates the Kurdish question as a national issue with an ethno-political content. In accordance with this theoretical perspective, the evaluations of Islamism on the Kurdish question covering the period between 1980-2002, have been examined correlating its forms of relationship with state in Turkey, Turkish nationalism and national identity. In this study, Islamism in Turkey has been categorized as mainstream Islamism and radical Islamism in terms of its forms of relationship with state in Turkey, Turkish nationalism and national identity and the evaluations of these two types of Islamism on the Kurdish question are analyzed comparatively. As a result of this analysis, it has been seen that mainstream and radical Islamism in Turkey handled the Kurdish question with their political and social thoughts, which shaped in accordance wtih their approaches to nation state, nationalism and national identity. Therefore, it has been observed that there are similarities as well as significant differences between their approaches to the issue. The main factor determining the differences between the approaches of mainstream and radical Islamism to the Kurdish question has been determined as; evaluating the issue, with a Turkey-centric perspective of the first and with an ummah-centric and universalistic perspective of second. In this dissertation, the similarities and differences between mainstream and radical Islamism are discussed through the evaluations of these two types of v Islamism on the various topics that the Kurdish question includes. It has been observed that mainstream Islamism sees established order and official ideology in Turkey as the basic reason of Kurdish question; radical İslamism defines the Kurdish question as an ummah question and sees the existence of nationalism and nation state as the basic reason of it. It has been determined that mainstream Islamism, in accordance with a Turkey-centric perspective, wants the protection of integrity and unitary structure of Turkey unconditionally, but the revision of the established order, the change of the official ideology and the reintroduction of Islam in Turkey to be provided a final and permanent solution about the Kurdish question. On the other hand, it has been seen that this solution proposal is not enough for radical Islamism. From a radical Islamist perspective, a final solution of the Kurdish question would be possible with the solution of the ummah question. Accordingly, It has observed that from a radical Islamist perspective, the formula for a final and permanent solution of the Kurdish question is, instead of the existing system of nation states based on nationalism, in the long run, to fight with the consciousness of the ummah, in this way, to establish a union, that is to say ittihad-ı Islam, in which the identity of every nation of the ummah will be recognized and preserved. Key Words: Mainstream Islamism, Radical Islamism, The Kurdish Question, Nationalism, Nation State vi ÖNSÖZ Bu tezi hazırlama sürecinde bana duyduğu güvenden, verdiği destekten ve çalışmanın her safhasında yaptığı değerli katkılardan dolayı tez danışmanım Doç. Dr. Edip Asaf Bekâroğlu’na teşekkür ederim. Bu süreçte, yürüttüğüm çalışmaları takip ederek katkılarını sunan ve bu tezin izleme komitesinde yer alan kıymetli hocalarım Prof. Dr. Haluk Alkan’a ve Prof. Dr. Necmettin Doğan’a; bu tezin savunma jürisinde yer alan kıymetli hocalarım Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın’a ve Dr. Öğr. Üyesi Süleyman Güder’e katkılarından dolayı teşekkür ederim. Ayrıca, lisansüstü eğitimim boyunca bana verdiği destekten dolayı değerli hocam Prof. Dr. Nuray Mert’e teşekkür ederim. Bu tezin hazırlanması sürecinde benden desteğini bir an olsun esirgemeyen sevgili eşim Aynur’a ve tabi ki oğlum Bilal Asaf’a, verdikleri büyük destekten ve gösterdikleri sabırdan dolayı minnettarım. Yine, tüm eğitim hayatım boyunca bana verdikleri desteklerden dolayı kıymetli babam Eyüp Çelikçi’ye, annem Zehra Çelikçi’ye, kardeşlerim Ümran ve Yavuz Bahadır’a teşekkür etmek isterim. Ayrıca, akademiye adım atmama vesile olan değerli amcam İnal Çelikçi’ye de teşekkürü bir borç bilirim. Ayrıca, bu çalışmanın her aşamasında yaptığı ufuk açıcı katkılardan dolayı kıymetli dostlarım ve meslektaşlarım Gökhan Topluk’a, Bahattin Çatma’ya, Yunus Koç’a ve Mustafa Bölükbaşı’na teşekkürlerimi sunarım. Son olarak, bu tez kapsamında yaptığım araştırmalar süresince, bana arşivlerini açan ve çalışma imkanı sağlayan İlmi Etüdler Derneği’ne ve bu derneğin bir bileşeni olan İslamcı Dergiler Projesi Koordinatörlüğü’ne de teşekkür etmek isterim. vii İÇİNDEKİLER ÖZ................................................................................................................................ ii ABSTRACT............................................................................................................... iv ÖNSÖZ....................................................................................................................... vi KISALTMALAR LİSTESİ...................................................................................... ix GİRİŞ .......................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM MİLLİYETÇİLİK, ULUS DEVLET ve İSLAMCILIK 1.1. MİLLİYETÇİLİK ve ULUS DEVLET KARŞISINDA DİN ......................... 10 1.1.1. Din ve Milliyetçilik Arasındaki Ana Akım İlişki Biçimi ........................ 12 1.1.2. Milliyetçilik ve Ulus Devlete Karşı Dini Radikalizm.............................. 26 1.2. İSLAMCILIK ve MİLLİYETÇİLİK: ERKEN DÖNEM TARTIŞMALAR.. 32 1.2.1. İslamcılık: Kavramsal Analiz................................................................... 32 1.2.2. Milliyetçiliğin İslam Dünyasına İntikali ve Erken Dönem Milliyetçilik Tartışmaları ........................................................................................................ 41 1.3. MODERN ULUS DEVLET ve MİLLİYETÇİLİK KARŞISINDA İSLAMCILIK......................................................................................................... 46 1.3.1. İslamcılığın Milliyetçiliği ve Ulus Devleti Benimsemesi: Ana Akım İslamcılık............................................................................................................ 49 1.3.2. Milliyetçiliğe ve Ulus Devlete Karşı Köklü Bir İtiraz: Radikal İslamcılık ............................................................................................................................ 64 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE İSLAMCILIĞI ve ULUS DEVLET-MİLLİYETÇİLİK-MİLLİ KİMLİK İLİŞKİSİ 2.1. CUMHURİYET’İN DEVLET, MİLLET ve MİLLİ KİMLİK İNŞASINDA İSLAM ................................................................................................................... 87 2.2. CUMHURİYET’İN DEVLET, MİLLET ve MİLLİ KİMLİK İNŞASI KARŞISINDA TÜRKİYE İSLAMCILIĞI............................................................ 95 2.2.1. Ana Akım Türkiye İslamcılığı ................................................................. 96 2.2.2. Türkiye’de Radikal İslamcılık ............................................................... 113 viii ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK ve KÜRT SORUNU 3.1. TÜRKİYE’NİN KÜRT SORUNU ............................................................... 127 3.2. TÜRKİYE İSLAMCILIĞININ KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI (1980- 2002) .................................................................................................................... 139 3.2.1. İslamcı Perspektiften Kürt Sorununun Kaynağı ve Niteliği .................. 144 3.2.1.1. Ana Akım İslamcı Perspektif.......................................................... 144 3.2.1.2. Radikal İslamcı Perspektif .............................................................. 163 3.2.2. İslamcı Perspektiften Kürt Sorununun Çözümü .................................... 179 3.2.2.1. Federason-Özerklik ve Bağımsız Kürt Devleti Tartışmaları .......... 181 3.2.2.1.1. Ana Akım İslamcı Perspektif................................................... 181 3.2.2.1.2. Radikal İslamcı Perspektif ....................................................... 184 3.2.2.2. Kürt Kimliğinin Tanınması, Kürt Halkının Sosyo-Kültürel Hakları ve Nihai Çözüm Tartışmaları............................................................................ 192 3.2.2.2.1. Ana Akım İslamcı Perspektif................................................... 193 3.2.2.2.2. Radikal İslamcı Perspektif ....................................................... 206 SONUÇ.................................................................................................................... 223 KAYNAKÇA........................................................................................................... 229 ix KISALTMALAR LİSTESİ AK Parti : Adalet ve Kalkınma Partisi AP : Adalet Partisi ARMHC : Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti BDP : Barış ve Demokrasi Partisi CHP : Cumhuriyet Halk Partisi DDKD : Devrimci Doğu Kültür Dernekleri DDKO : Devrimci Doğu Kültür Ocakları DEP : Demokrasi Partisi DP : Demokrat Parti DTP : Demokratik Toplum Partisi HADEP : Halkın Demokrasi Partisi HDP : Halkların Demokrasi Partisi HEP : Halkın Emek Partisi IDP : Islahatçı Demokrasi Partisi IKDP : Irak Kürdistan Demokrat Partisi KUK : Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları MÇP : Milliyetçi Çalışma Partisi MHP : Milliyetçi Hareket Partisi MNP : Milli Nizam Partisi MSP : Milli Selamet Partisi PKK : Kürdistan İşçi Partisi RP : Refah Partisi SHP : Sosyaldemokrat Halkçı Parti TİP : Türkiye İşçi Partisi TKDP : Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi 1 GİRİŞ “Türkiye’de İslamcılık Akımının Kürt Sorununa Yaklaşımı (1980-2002)” başlıklı bu tez, 1980 sonrası dönemde Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri haline gelen Kürt sorununun, 1980-2002 yılları arasında İslamcı perspektiften nasıl değerlendirildiğini konu edinmektedir. Yani, bu tez, 1980-2002 arası dönemde Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa nasıl yaklaştığı sorusuna cevap aramaktadır. Dolayısıyla da, bu tezin temel amacı, Türkiye İslamcılığının Kürt sorunu karşısındaki yaklaşımını, 1980-2002 arası dönemle sınırlı olarak ortaya koymaktır. Kürt sorununun İslamcı perspektiften nasıl değerlendirildiği meselesini konu edinen bu çalışma, bazı gerekçelerle 1980-2002 arası dönemle sınırlı tutulmuştur. Bu çalışmada, Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa yönelik 1980 sonrası dönemdeki değerlendirmeleri incelenmektedir. Çünkü, her şeyden önce, 1980’li yılların, Kürt sorunu açısından bir milat olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. 1980 sonrası dönemde, Kürt sorununun bir yandan daha da derinleşerek büyüdüğünü, diğer yandan Türkiye’nin siyasal hayatında tartışılan başlıca meselelerden biri haline geldiğini söylemek mümkündür. Bu açıdan, meselenin 1980’ler ve 1990’lar boyunca Türkiye’deki siyasi gündemin üst sıralarında, hatta bazı dönemlerde en üst sırasında yer aldığı görülmektedir. Öte yandan, 1980 sonrası dönem, Türkiye İslamcılığının değerlendirilmesi açısından da önem arz etmektedir. Çünkü, İslamcılığın 1980 sonrası dönemde hem Türkiye’deki hem de İslam dünyasındaki müesses nizama yönelttiği eleştirilerle önemli bir muhalefet söylemi geliştirdiğini ifade etmek mümkündür. Buna paralel olarak, 1980 sonrası dönemde Türkiye’nin düşünce ve siyasi hayatında önemli bir canlılık gösteren İslamcılığın, 1980’ler ve özellikle de 1990’lar boyunca hem fikri anlamda ciddi bir üretkenliğe sahip olduğunu hem de siyaseten daha fazla görünürlük kazandığını söylemek yanlış olmaz. Bu çalışmada, Türkiye İslamcılığının Kürt sorunu yönelik 2002 sonrası değerlendirmeleri incelenmemektedir. Çünkü, 2002 sonrası dönem, hem İslamcılığın Türkiye’deki siyasal sistemin merkezine doğru kaymaya başladığı hem de Kürt sorununda çözüm denemelerinin gerçekleştiği bir dönemdir. Dolayısıyla da, bu meselenin 2002 sonrası dönemi, farklı parametrelerin de dahil edildiği ayrı bir çalışmanın konusu olabileceği gerekçesiyle incelenmemektedir. 2 Literatürde Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa nasıl yaklaştığı meselesini konu edinen bazı çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmalardan ilki Ümit Cizre Sakallıoğlu tarafından kaleme alınan 1998 tarihli “Kurdish Nationalism From an Islamist Perspective: The Discourses of Turkish Islamist Writers” başlıklı makaledir.1 Sakallıoğlu, bu çalışmasında Kürt sorunu konusunda görüşlerine yer verdiği İslamcı yazarları “Kürt olanlar” ve “Türk olanlar” şeklinde sınıflandırmakta ve bu iki grup arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koymaktadır. Meseleye ilişkin benzer bir yöntemle kaleme alınmış 2004 tarihli bir diğer çalışma ise Serdar Şengül’e ait “İslâmcılık, Kürtler ve Kürt Sorunu” başlıklı makaledir.2 Bu çalışmada, Şengül de Sakallıoğlu gibi, Kürt sorununa ilişkin görüşlerine yer verirken İslamcılar arasında “Kürt İslamcılar” ve “Kürt olmayan İslamcılar” şeklinde bir ayrım yapmakta ve böylece iki grup arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları tespit etmektedir. İslamcıların Kürt sorunu konusundaki görüşlerini inceleyen başka bir çalışma da Ömer Vehbi Hatipoğlu’nun 2015 yılında İslamcıların Kürt Sorunu Algısı ismiyle yayınlanan kitabıdır. 3 Hatipoğlu, diğer iki çalışmayla kıyaslandığında daha geniş bir zaman dilimini kapsayan eserde, İslamcılar arasında herhangi bir sınıflandırma yapmamakta ve yer verdiği İslamcıların meseleye yönelik görüşleri üzerinden değerlendirmelerde bulunmaktadır. Bu tez, literatürdeki mevcut çalışmalardan farklı olarak, Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa yaklaşımını, din ve milliyetçilik arasındaki ilişki biçimlerinden hareketle oluşturulan bir teorik perspektif çerçevesinde analiz ve tespit etmeyi amaçlamaktadır. Bu doğrultuda da, bu tez, her şeyden önce, Türkiye İslamcılığının Kürt sorunu karşısında yekpare bir yaklaşım benimsemediği iddiasına sahiptir. Peki neden din ve milliyetçilik ilişkisi? Çünkü, İslamcılık, her şeyden önce, dini doktrine dayalı bir ideolojidir ve İslam’ın siyasal, sosyal ve hukuki alanların tümünü kapsayacak şekilde, hayatın tüm alanlarını kuşatması gerektiğini vaaz eder. Kürt sorunu ise, Kürt kimliğnin ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınması, federasyon-özerklik ve hatta bağımsız bir ulus devlet kurulması gibi tartışmaları 1 Ümit Cizre Sakallıoğlu, “Kurdish Nationalism From an Islamist Perspective: The Discourses of Turkish Islamist Writers”, Journal of Muslim Minority Affairs, C.18, No: 1, 1998, s. 73-89. 2 Serdar Şengül, “İslâmcılık, Kürtler ve Kürt Sorunu”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 6: İslamcılık, Ed. Yasin Aktay, 2. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 525-543. 3 Ömer Vehbi Hatipoğlu, İslamcıların Kürt Sorunu Algısı, Ankara, Elips Kitap, 2015. 3 içerisinde barındıran temelde etno-politik içeriğe sahip milli bir meseledir. Bu durum, Türkiye İslamcılığının Kürt sorunu karşısındaki yaklaşımını analiz ve tespit edilebilmesi için, Türkiye’de İslam-milliyetçilik ilişkisinin nasıl geliştiğini ve bu ilişkinin İslamcı isim ve hareketler tarafından nasıl yorumlandığını merkezi öneme sahip bir hale getirmektedir. Bu noktadan hareketle, bu çalışma, dini doktrine dayalı bir ideoloji olan Türkiye İslamcılığının ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlar karşısında benimsediği yaklaşım biçimleri ile etnopolitik içeriğe sahip milli bir mesele olan Kürt sorunu karşısında benimsediği yaklaşım biçimleri arasında doğrudan bir ilişki olduğu iddiasına sahiptir. Başka bir ifadeyle, bu çalışmada Türkiye İslamcılığının söz konusu yapı, düşünce ve kavramlar karşısındaki yaklaşım biçimlerinin, Kürt sorunu karşısında benimsediği yaklaşım biçimlerinin tespit ve analiz edilmesi için merkezi bir öneme sahip olduğu iddia edilmektedir. Yani, bu çalışma Türkiye İslamcılığının 1980-2002 arası dönemde Kürt sorunu karşısında benimsediği yaklaşım biçimlerinin, Türkiye’deki devlet/ulus devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimleri çerçevesinde analiz edilebileceği ve ortaya konabileceği iddiasına sahiptir. Öte yandan, Türkiye’de İslam ve milliyetçilik arasında nasıl bir ilişki olduğunun, buradan hareketle de İslamcılık ve milliyetçilik arasında ne tür ilişki biçimleri kurulduğunun tespit edilmesi, hem farklı dinlerin bulunduğu coğrafyalarda hem de Türkiye dışındaki İslam dünyasında din ve milliyetçilik arasındaki ilişkinin nasıl geliştiğinin çözümlenmesiyle mümkündür. O halde, din ve milliyetçilik arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Din ve milliyetçilik arasındaki ilişkinin, İslam coğrafyası da dahil olmak üzere, farklı dinlerin bulunduğu farklı coğrafyalarda benzer bir şekilde geliştiğini, bu doğrultuda da, dünya genelinde din ve milliyetçilik arasında iki tip ilişkinin ortaya çıktığını ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, dinin ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan ilişkisi büyük ölçüde bir benimseme ve dahil olma ilişkisi olarak nitelendirilebilir. Din ve milliyetçilik arasında ortaya çıkan iki tip ilişkiden ilki ve yaygın olarak görüleni olan bu benimseme ve dahil olma ilişkisi, aynı zamanda din ve milliyetçilik arasındaki ana akım ilişki biçimidir. Buna göre, en genel anlamıyla dinin, neredeyse tüm millet ve devlet inşa süreçlerinde doğrudan ya da dolaylı, güçlü ve zayıf şekilde 4 yer aldığını ve milli kimliklerin bir parçası haline geldiğini ifade etmek mümkündür.4 Buna karşın, din ve milliyetçilik arasında görülen ikinci tip ilişkinin ise bir reddetme ilişkisi olduğunu ifade etmek mümkündür. Yani, dünya genelindeki dinler içerisinde ulus devletleri, milliyetçiliği ve milli kimlikleri benimsemeyi reddeden radikal gruplar bulunmaktadır. Dinler içerisinde bulunan radikal gruplar, milliyetçilik ve din arasında doktriner bir uyuşmazlık oluğunu savunmakta, bu yüzden de söz konusu yapı, düşünce ve kavramları benimsemeyi reddetmekte ve bunlara kategorik bir şekilde karşı çıkmaktadır. Bununla birlikte, İslam dünyası dışındaki coğrafyalarda din ve milliyetçilik arasında görülen bu ilişki biçimlerinin, yani benimseme ve reddetme ilişkilerinin, daha önce ifade edildiği gibi, İslam dünyası için de anlamlı olduğunu ifade etmek mümkündür. Bu doğrultuda, Türkiye dışındaki İslamcı hareket ve isimlerin en genel anlamda milliyetçilikle büyük ölçüde bir benimseme ilişkisi kurduğu söylenebilir. Yani, Türkiye dışındaki İslamcılığın ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla kurduğu ilişki biçimleri arasında yaygın olarak görülen ya da başka bir ifadeyle ana akım olan durum bunları benimsemek yönündedir. Buna karşın, Türkiye dışındaki İslamcılık içerisinde de ulus devleti, milliyetçiliği ve milli kimlikleri benimsemeyi reddeden, bunlara kategorik bir şekilde karşı çıkan radikal isim ve hareketler bulunmaktadır. Bu çerçevede, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan ilişkisi açısından iki tip İslamcılıktan söz etmek mümkündür: Ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık. 5 4 Modernist milliyetçilik kuramlarının dini ve milliyetçiliği birbirinden ayrı hatta birbirine karşıt kategorilere yerleştiren yaklaşımlarının aksine, din ve milliyetçilik arasında büyük ölçüde bir benimseme ve dahil olma ilişkisinin olduğunun öne sürüldüğü çalışmalardan bazıları şunlardır: Peter van der Veer, Religious Nationalism: Hindus and Muslims in India, California, University of California Press, 1994. Peter van der Veer, Hartmut Lehmann, “Introduction”, Naiton and Religion: Perspectives on Europe and Asia, Ed. Peter van der Veer, Hartmut Lehmann, New Jersey, Princeton University Press, 1999. Anthony D. Smith, Chosen Peoples: Sacred Sources of National Identity, London, Oxford University Press, 2003. Adrian Hastings, The Construction of Nationhood: Ethnicity, Religion, and Nationalism, Cambridge, Cambridge University Press, 1997. Philip W. Barker, Religious Nationalism in Modern Europe: If God Be for Us, London, Routledge, 2009. Geneviebe Zubrzycki, “Religion and Nationalism: A Critical Re-examination”, The New Blackwell Companion to The Sociology of Religion, Ed. Bryan S. Turner, Chichester, Blackwell Publishing, 2010, s. 606-625. 5 Bu çalışmada “ana akım İslamcılık” kavramı, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla belirli biçimlerde benimseme ilişkisi kuran, bu açıdan İslamcılık içerisinde ana akım olan İslamcılık tipine karşılık olarak kullanılmaktadır. “Radikal İslamcılık” kavramı ise, ulus devleti, milliyetçiliği ve milli kimlikleri benimsemeyi reddeden, bunlara kategorik bir şekilde karşı çıkan İslamcılık tipine karşılık olarak kullanılmaktadır. Ayrıca, radikal İslamcılık kategorisinde yer 5 Bu teorik perspektif doğrultusunda, bu tezde, Türkiye dışındaki İslamcılık içerisinde görülen ayrımın Türkiye İslamcılığı için de geçerli olduğu, yani, Türkiye İslamcılığı içerisinde de ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık ayrımı yapmanın mümkün olduğu iddia edilmektedir. Dolayısıyla, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan ilişki biçimleri açısından, Türkiye’de ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık olmak üzere, iki tip İslamcılığın bulunduğunu ifade etmenin, bu noktadan hareketle de, bu çalışmada Türkiye İslamcılığının Kürt sorunu karşısında benimsediği yaklaşımları iki farklı şekilde kategorize etmenin mümkün olduğu iddia edilmektedir.6 Yine bu çalışma, ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt sorununa yaklaşımları arasında belirli benzerlikler olduğu gibi, anlamlı farklılıkların da olduğu iddiasına, bu farklılıkların oluşmasında belirleyici olan temel faktörün de, meseleyi ilkinin Türkiye merkezli ve Türkiyeci bir perspektifle, ikincisinin ise ümmet merkezli ve evrenselci bir perspektifle ele alması olduğu iddiasına sahiptir. Bu tezde iki farklı yöntem benimsenmektedir. Bunların ilki içerik analizi yöntemidir. Çalışmada hem Türkiye dışındaki hem de Türkiye’deki İslamcılık kapsamında yer verilen isim ve hareketlerin gerek ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gerekse Kürt sorunu hakkındaki değerlendirmeleri içerik analizi yöntemi ile incelenmiştir. Hem bu çalışma için merkezi öneme sahip olan ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık kategorilerinin açıklanması hem de Türkiye özelinde her iki İslamcılık tipinin Kürt sorununa yaklaşımlarının izah edilmesi için, çalışmada yer verilen İslamcı isim ve hareketlerin söz konusu meseleler hakkındaki değerlendirmeleri içerik analizi yöntemi ile incelenmiştir. Öte yandan, bu tezde içerik analiziyle birlikte, karşılaştırmalı yöntem kullanılmaktadır. Çalışma boyunca verilen isimlerin İslam dünyasındaki mevcut düzene yönelik köklü itirazlarını fikri düzlemde gerçekleştirdiklerini ifade etmek gerekir. 6 Bu çalışmada “Türkiye’de ana akım İslamcılık” ve/veya “ana akım Türkiye İslamcılığı” kavramları, Türkiye’deki devlet aygıtını, Türk milliyetçiliğini ve milli kimliğini kategorik olarak reddetmeyen ve bunlarla belirli biçimlerde benimseme ilişkisi kuran, bu açıdan Türkiye İslamcılığı içerisinde ana akım olan İslamcılık tipine karşılık olarak kullanılmaktadır. “Türkiye’de radikal İslamcılık” kavramı ise, Türkiye’deki verili ulus devleti, Türk milliyetçiliğini ve milli kimliğini benimsemeyi reddeden ve bunlara kategorik bir şekilde karşı çıkan İslamcılık tipine karşılık olarak kullanılmaktadır. Öte yandan, Türkiye özelinde radikal İslamcılık kategorisinde yer verilen isimlerin Türkiye’deki düşünce ve yayın hayatında boy gösteren entelektüeller olduğunu, dolayısıyla hem İslam dünyasındaki hem de Türkiye’deki mevcut düzene yönelik köklü itirazlarını fikri düzlemde gerçekleştirdiklerini ifade etmek gerekir. 6 hem din ve milliyetçilik arasındaki ilişki biçimleri hem de ana akım ve radikal İslamcılığın önce ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlar, daha sonra ise Kürt sorunu karşısında benimsediği yaklaşımlar karşılaştırmalı bir şekilde analiz edilecektir. Bu tezde karşılaştırmalı yöntemin tercih edilmesinin temel nedeni, öncelikle, daha önce de ifade edildiği gibi, çalışma için merkezi öneme sahip olan ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık kategorileri arasındaki, bu çerçevede nihai olarak ise, Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın 1980-2002 arası dönemde Kürt sorununa ilişkin benimsediği yaklaşımlar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları daha açık bir şekilde ortaya koymaktır. Bu tez üç bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın “Milliyetçilik, Ulus Devlet ve İslamcılık” başlıklı birinci bölümünde, Türkiye İslamcılığının ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan irtibatının ve bu tezin araştırma konusu olan Kürt sorunu karşısındaki yaklaşımının analiz edilebilmesi için teorik bir perspektif oluşturulması amaçlanmaktadır. Söz konusu teorik perspektifin oluşturulması için bu bölümde, Türkiye dışındaki İslamcılığın milliyetçilik ve ulus devletle kurduğu ilişki biçimleri, din-milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde analiz edilecektir. Bu çerçevede, bölüm dahilinde, öncelikle İslam dünyası dışındaki coğrafyalarda İslam dışındaki dinlerin milliyetçilik ile kurduğu ilişki biçimleri incelenecektir. Din ve milliyetçilik arasındaki söz konusu ilişki biçimleri, Hıristiyanlık ve Yahudilik içerisinden örneklerle gösterilecektir. Daha sonra, İslam dışındaki dinlerin milliyetçilikle kurduğu ilişki biçimlerinin İslam dünyası için de anlamlı ve geçerli olduğunu göstermek için Türkiye dışındaki İslamcılığın modern ulus devlet ve milliyetçilikle olan ilişkisi incelenecektir. Bu incelemeyle ulus devlet ve milliyetçilikle ilişkisi açısından, ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık olmak üzere, Türkiye dışındaki İslamcılığın iki tipinin olduğu gösterilecektir. Türkiye dışındaki İslamcılığın ana akım ve radikal çizgileri analiz edilirken Mısır ve Hint altkıtasındaki İslamcı isim ve hareketler arasından örneklere yer verilecektir. Ana akım İslamcılık için tercih edilen temsil isimler Mısır merkezli Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurucu lideri Hasan el-Benna ve Pakistanlı düşünür Muhammed İkbal’dir. Radikal İslamcılık için ise Hindistan merkezli Cemaat-i İslami Teşkilatı’nın kurucusu Ebu’l Ala el-Mevdudi ve Müslüman 7 Kardeşlerin 1950’lerde ve 1960’lar öne çıkan ideoloğu Seyyid Kutup tercih edilmiştir. Çalışmanın “Türkiye İslamcılığı ve Ulus Devlet-Milliyetçilik-Milli Kimlik İlişkisi” ikinci bölümünde Türkiye İslamcılığının Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile olan ilişkisi incelenecektir. Bunun için, çalışmanın teorik perspektifi çerçevesinde, öncelikle Türkiye’deki İslam ve milliyetçilik ilişkisi analiz edilecek, ardından, Türkiye İslamcılığının daha sonra ise devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimleri bu doğrultuda analiz edilecektir. Bölüm dahilinde, Türkiye dışındaki İslamcılığın ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla kurduğu ilişki biçimlerinin Türkiye İslamcılığı için de anlamlı ve geçerli olduğu gösterilecek, yani Türkiye İslamcılığı da söz konusu yapı, düşünce ve kavramlarla kurduğu ilişki biçimleri açısından ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık şeklinde kategorize edilecektir. Ana akım Türkiye İslamcılığı analiz edilirken yer verilecek temsil isimler Eşref Edip (Fergan), Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Sadık Albayrak, Ahmet Davutoğlu ve Yusuf Kaplan’dır. Ayrıca bu isimlerle beraber Milli Görüş hareketine yer verilecektir. Türkiye’deki radikal İslamcılık ise Selahattin Eş Çakırgil, Mehmed Mengüç Yenigün, Hüseyin Okçu, M. İhsan Arslan, Ali Bulaç, Ercüment Özkan, Burhan Kavuncu, Mehmet Pamak, Beşir Eryarsoy, Hamza Türkmen, Ahmet Ağırakça, Abdurrahman Arslan ve Seyfettin Mut isimlerine referansla analiz edilecektir. Çalışmanın “Türkiye’de İslamcılık ve Kürt Sorunu” başlıklı üçüncü ve son bölümünde öncelikle Kürt sorunu ele alıncakatır. Bu doğrultuda sorunun tarihsel gelişimi ve ne gibi tartışmalar içerdiği incelenecektir. Ardından, bu çalışmanın da temel amacı olan Türkiye İslamcılığının 1980-2002 arası dönemde Kürt sorunu karşısında benimsediği yaklaşım biçimleri, Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimlerinden hareketle analiz ve tespit edilecektir. Bu amaca ulaşmak için Türkiye İslamcılığı, çalışmanın teorik perspektifine uygun bir biçimde, ikinci bölümünde olduğu gibi, ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık şeklinde kategorize edilecektir. Bunun yanı sıra, Kürt sorunu da tematik bir şekilde belirli konulara ayrılacaktır. Böylece, Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt sorununa yaklaşım biçimleri, belirli konular üzerinden karşılaştırmalı bir şekilde analiz edilecek ve meseleye yaklaşımları hususunda bu iki tip İslamcılık 8 arasında ne gibi benzerlikler ve farklılıklar olduğu tespit edilecektir. Bu bölüm dahilinde, ana akım Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa yaklaşımının analiz ve tespit edilmesi için yer verilecek isimler Ömer Vehbi Hatipoğlu, Yusuf Kaplan, Fehmi Koru, Rasim Özdenören, Abdurrahman Dilipak, Mehmet Metiner, Ahmet Taşgetiren, Süleyman Arslantaş’tır. Ayrıca, bu isimlerin yanı sıra, Milli Görüş hareketine de yer verilecektir. Türkiye’deki radikal İslamcılığın Kürt sorununa yaklaşımı ise, Hamza Türkmen, Ali Bulaç, Hüseyin Okçu, Burhan Kavuncu, Mehmet Pamak, Seyfettin Mut, M. İhsan Arslan, Atasoy Müftüoğlu, Abdurrahman Arslan, Nurettin Şirin, Zülfikar Eroğlu, Selahaddin Eş Çakırgil, Altan Tan isimleri üzerinden analiz ve tespit edilecektir. Daha sonra ise, “Sonuç” bölümünde yapılacak değerlendirmelerle çalışma sonlandırılacaktır. 9 BİRİNCİ BÖLÜM MİLLİYETÇİLİK, ULUS DEVLET ve İSLAMCILIK 20. yüzyılın ilk yarısında İslam’ın hilafete dayalı geleneksel siyasal sisteminin ortadan kalkmasıyla ve İslam dünyasının ulus devletler sistemine intikal etmesiyle birlikte, İslam ülkeleri daha önce hiç tecrübe etmedikleri yeni bir düzenle karşılaşmıştır. Peki İslamcılığın, ulus devlet gibi bir yapıyla ve milliyetçilik gibi bir düşünce akımıyla ilişkisi nasıl gelişmiştir? Bu ilişki nasıl ele alınabilir? İslamcılığın modern ulus devlete ve milliyetçiliğe yaklaşımı ile İslam dışındaki dinlerin ulus devlete ve milliyetçiliğe yaklaşımı arasında bir benzerlik kurulabilir mi? Yani, İslam dışındaki dinlerde görülen ilişki biçimleri İslamcılık için de anlamlı mıdır? İlerleyen başlıklarda görüleceği gibi, dünya genelindeki birçok din, millet inşa süreçlerinde ulus devletle ve milliyetçilikle oldukça benzer ilişkiler kurmuştur. Bununla birlikte, dinler içerisinden bu millet inşa süreçlerinee benzer tepkiler verilmiştir. İslam da bu durumun istisnası değildir. Bununla beraber, dini doktrine dayalı fikri ve siyasal bir akım olması, İslamcılığın ulus devlet ve milliyetçilikle olan ilişkisini din ve milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde ele almayı mümkün kılmaktadır. Çünkü İslamcılık, her şeyden önce, İslam’ı kalkış noktası yapan ve İslam’ın hayatın her alanını kuşatması gerektiği iddiasına sahip olan bir akımdır. İslamcı isim ve hareketler, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramalara yaklaşımları da dahil, tüm söylem ve eylemlerinde İslam’a referansla hareket etmektedir. Dolayısıyla, İslam dahil birçok dinin söz konusu yapı, düşünce ve kavramalarla olan ilişkisinin benzerlik göstermesi, İslam dışındaki dinlerde görülen ilişki biçimlerini ve bunlara karşı verilen tepkileri İslamcılık için de anlamlı kılmaktadır. Bu çerçevede, bu bölüm dahilinde temel olarak, İslam dışındaki dinlerin ulus devlet ve milliyetçilikle olan irtibatından hareketle teorik bir perspektif oluşturulmaya, bu perspektif doğrultusunda da dini doktrine dayalı bir akım olan İslamcılığın ulus devlet ve milliyetçilikle irtibatının nasıl geliştiği ortaya koyulacaktır. İslamcılığın modern ulus devlet ve milliyetçilik gibi meselelere nasıl 10 yaklaştığını ortaya koyabilmek için, öncelikle İslam dışındaki dinlerin bu yapı ve düşüncelerle irtibatını incelemek gerekmektedir. 1.1. MİLLİYETÇİLİK ve ULUS DEVLET KARŞISINDA DİN Milliyetçiliğe ilişkin kuramsal tartışmaları içeren literatürün daha çok paradigmatik bir değerlendirmeye dayanan ve yaygın olarak kullanılan üçlü bir sınıflandırmadan oluştuğunu ifade etmek mümkündür. Bu yaygın sınıflandırmaya göre, milliyetçilik kuramları “ilkçi”, “modernist” ve “etno-sembolcü” olmak üzere üç temel yaklaşım biçiminden oluşmaktadır.1 İlkçi (primordialist) yaklaşımın en önemli özelliği “milletleri doğal ya da eskiçağlardan beri var olan yapılar” olarak ele almalarıdır.2 Etno-sembolcüler, “milliyetçilik çözümlemelerinde etnik geçmişe (ve kültüre) ağırlık veren kuramcıları” ifade etmektedir.3 Etno-sembolcü yaklaşıma göre, “milletlerin gelişim süreci geniş bir zaman dilimi içinde ele alınmalıdır çünkü modern milletlerin doğuşunu etnik geçmişlerini dikkate almadan açıklamak mümkün değildir. Bugünün milletleri modern öncesi dönemin etnik topluluklarının devamıdır.”4 Modernist yaklaşım ise “milliyetçilik ideolojisinin milletleri yarattığı” temel söylemi üzerine inşa edilmiştir. Modernist olarak nitelendirilen kuramcılar “milliyetçiliğin ve milletlerin kökenlerini son birkaç yüzyıla damgasını vuran modernleşme süreçlerinde (kapitalizm, endüstrileşme, bürokratikleşme vb.)” aramaktadır.5 Modernist yaklaşım aynı zamanda milliyetçilik kuramları içerisinde ana akım bakış açısını temsil etmektedir. Dinin milliyetçilikle ilişkisi ise, milliyetçilik çalışmalarında 1990’lı yıllara kadar ihmal edilen veya önemsenmeyen bir mesele olarak kalmıştır. Kuşkusuz bu durum sekülerleşme paradigmasıyla doğrudan irtibatlıdır. Sekülerleşme paradigması 1 Bu sınıflandırmanın daha çok Anthony D. Smith’in çalışmalarıyla oluştuğunu ifade etmek mümkündür. Bkz.: Anthony D. Smith, Theories of Nationalism, 2. bs., London, Duckworth,1983. Milliyetçilik kuramlarını bu üçlü sınıflandırma doğrultusunda ele alan Türkçe literatürdeki önemli çalışmalardan biri için bkz.: Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları: Eleştirel Bir Bakış, 3. bs., İstanbul, Doğu Batı Yayınları, 2009. 2 A.e., s. 81. 3 A.e., s. 209. 4 A.e., s. 210. 5 A.e., s. 262. 11 içerisinden geliştirilen ve literatüre uzun süre hakim olan modernist milliyetçilik kuramları, dini ve milliyetçiliği birbirinden ayrı hatta birbirine karşıt kategorilere yerleştirmekte ve bu ikisi arasında yalnızca geleneksel dönemden modern döneme geçişte bir yer değiştirme ilişkisi olduğunu ileri sürmektedir.6 Buna karşın, özellikle 1990 sonrası din ve milliyetçilik arasındaki ilişkiye yoğunlaşan çalışmalar, modernist tezleri, özellikle dinle ilişkisi bağlamında geriletmiş, din ve milliyetçilik arasında daha karmaşık bir ilişki biçimi olduğunu ortaya koymuştur.7 Bu çerçevede, en genel anlamıyla dinin, neredeyse tüm millet ve devlet inşa süreçlerine doğrudan ya da dolaylı, güçlü ve zayıf şekilde dahil olduğunu ve milli kimliklerin bir parçası haline geldiğini ifade etmek mümkündür. Bu, aynı zamanda dinin milliyetçilik ve ulus devletle irtibatında yaygın olarak görülen, yani ana akım olan ilişki biçimidir. Başka bir ifadeyle, dini inanç, sembol ve motifler, milletlerin ve devletlerin inşa süreçlerinde belirli düzeylerde etkili olmuş, dini kurum ve gruplar da bu süreçlere destekleyici yönde katkı sağlamıştır. Bununla birlikte, dinler içerisinde ulus devletleri, milliyetçiliği ve milli kimlikleri benimsemeyi reddeden gruplar da bulunmaktadır. Radikal olarak nitelendirilebilecek olan bu dini gruplar, söz konusu bu yapı, düşünce ve kavramların sekülerleştirici ve ayrıştırıcı niteliği olduğunu savunmalarından dolayı, yani dini olanla doktriner bir uyuşmazlığı bulunduğunu düşünmelerinden dolayı, söz konusu yapı, düşünce ve kavramlara yönelik kategorik bir karşı çıkış içinde olabilmektedir. 6 Bu kuramları geliştirenlerin başında Benedict Anderson, Ernest Gellner ve Eric Hobsbawm gibi isimler gelmektedir. 7 Milliyetçiliğin dinle ilişkisini inceleyenler arasında Peter van der Veer, Anthony D. Smith, Adrian Hastings gibi isimler yer almaktadır. Öte yandan, bağlamı farklı olmakla birlikte, din ve milliyetçilik arasındaki ilişkiyi inceleyen yaklaşımlardan biri de işlevselci yaklaşımdır. Söz konusu işlevselci yaklaşıma göre, modern bir din haline gelerek ve geleneksel dinlerin bir zamanlar yerine getirdiği işlevi üstlenerek, milliyetçilik bizzat dinin yerini almıştır. Geneviebe Zubrzycki, “Religion and Nationalism: A Critical Re-examination”, The New Blackwell Companion to The Sociology of Religion, Ed. Bryan S. Turner, Chichester, Blackwell Publishing, 2010, s. 608. Bu yaklaşımın temsil isimlerinin başında Carlton J. H. Hayes gelmektedir. Hayes, Milliyetçilik: Bir Din adlı eserinde modern milliyetçiliğin bir din haline geldiğini ileri sürmektedir. Carlton J. H. Hayes, Milliyetçilik Bir Din: Batı Siyasal Düşüncesinde “Ulusalcılık” Tasavvuru, Çev. Murat Çiftkaya, 2. bs., İstanbul, İz Yayıncılık, 2010. 12 1.1.1. Din ve Milliyetçilik Arasındaki Ana Akım İlişki Biçimi Ulus devletlerin, milletlerin ve milli kimliklerin inşasında dinin rolünün, ya da daha genel bir ifadeyle milliyetçiliğin dinle olan ilişkisinin bir mesele olarak ele alınmasının, milletlerin inşa süreçlerini ve milliyetçiliği inceleyen literatürün gelişim çizgisi göz önünde bulundurulduğunda, daha yakın bir geçmişe sahip olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Kuşkusuz bu durum, modernist kuramların milliyetçilik literatürü içerisinde ana akım olmasıyla alakalıdır. Başka bir ifadeyle, sekülerleşme paradigması içerisinden geliştirilen ve dinle irtibatı ya hiç olmayan ya da son derece zayıf olan modernist milliyetçilik kuramlarının literatürdeki hakimiyeti, milliyetçiliğin dinle olan ilişkisinin yakın döneme kadar göz ardı edilmesine neden olmuştur. Klasik Batı modernitesinin kendine özgü özelliklerinden birisi sekülerleşme paradigmasıdır. Bu paradigmaya göre, sekülerlik dinden ayrı ve çoğu zaman dine karşıt bir kategori olarak kavramsallaştırılmaktadır. Hatta modernleşme-sekülerleşme şemasının en ılımlı versiyonunda bile, nihai moderniteye adım adım ilerledikçe dinin toplumsal ve siyasal rolü kaybolacağı, kamusal hayattan çekileceği ve yalnızca inanan kişi ile yaratıcısı arasındaki ilişkiyi içeren, yani özel hayata ilişkin bir mesele haline dönüşeceği anlatısı işlenmektedir.8 Sekülerleşme paradigması ve onun “dünyevilik-dinsellik” şeklindeki kesinlikle ayrı ve zıt kategorilere dayanan kavramsallaştırması ile Batı modernitesi “din-milliyetçilik”, “Batı-Batı dışı”, “modern-premodern” gibi ikili ayrımlar üretmektedir.9 Modernist milliyetçilik kuramları da, milletler ve milliyetçiliğin ortaya çıkışını ve yükselişini toplumların sekülerleşmesi süreciyle bağlantılı olarak açıklamaktadır.10 Yani modernistlere göre milletler ve milliyetçilik modern döneme ait olgulardır ve “kapitalizm, sanayileşme, merkezi devletlerin kurulması, kentleşme, laikleşme gibi modern süreçlerle birlikte ya da onların ürünü olarak ortaya çıkar.”11 8 Issam Aburaiya, “Islamism, Nationalism, and Western Modernity: The Case of Iran and Palestine”, International Journal of Politics, Culture and Society, No:22, 2009, s. 58. Sekülerleşme kuramı ve bu kuramın tezleri için bkz.: Jose Casanova, Public Religions in The Modern World, Chicago, The University of Chicago Press, 1994, s. 11-39. 9 Issam Aburaiya, “Islamism, Nationalism, and Western Modernity”, s. 59-60. 10 Zubrzycki, “Religion and Nationalism”, s. 606. 11 Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları, s. 105. 13 Milliyetçiliği seküler bir ideoloji olarak tanımlayan bu bakış açısına göre, milli duygular “dini”, “kutsal” ve “aşkın” olandan tamamen bağımsızdır.12 Bu bakış açısının paradigmatik argümanları şu şekildedir: Reformasyon sürecinin başlamasıyla birlikte kilisenin dünyevi meselelerdeki etkisi ciddi bir şekilde azalmıştır. Aydınlanma ve sonrasında Fransız Devrimi, dinin toplumsal örgütlenmeye, siyasal meşruiyete, egemenliğe ve bilgiye kaynaklık etmedeki gücünü oldukça azaltmıştır. Bu sürece bir kez girildiğinde ise rasyonalizm, siyaset ve nihai olarak milliyetçilik artık modern dönemin kutsal ilkeleri haline gelmeye başlamıştır. Sonuçta ise söz konusu sekülerleşme süreçleri, ulus devletler sisteminin ve milliyetçiliğin yeni seküler ortodoksiler haline gelmesine yol açmıştır.13 Bu yaklaşıma sahip en tipik örneklerinden birisi Benedict Anderson’dur. Anderson, “milliyetçiliğin …kendisini önceleyen ve onlardan kaynaklanmış olduğu büyük kültürel sistemlerle ilişkilendirilerek” incelenmesi gerektiğini ifade etmektedir.14 Bu ilişkilendirme geleneksel dönemin dini cemaatlerinin ve patrimonyal sistemlerin yıkılışı üzerine kurulmuştur. Anderson’a göre “Batı Avrupa’da 18. yüzyıl yalnızca milliyetçiliğin doğum çağı değil, aynı zamanda dinsel düşünce tarzlarının da günbatımıdır.”15 Anderson’un tanımında “ulus hayal edilmiş bir siyasal topluluktur – kendisine aynı zamanda hem egemenlik hem de sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaattir.”16 Bu ulusun “tasavvur edilmesi”ni mümkün kılan şey geleneksel dönemin sistemlerinin çöküş sürecine girmesinin yanı sıra “dünyayı kavrama tarzında” gerçekleşen köklü değişimdir.17 Bu değişime etki eden faktörlerin başında zamanı algılama biçimindeki değişim gelirken18, bir diğer önemli faktör kapitalist yayıncılığın gelişimidir.19 Kuramsal açıklaması farklılık gösterse de aynı paradigmatik yaklaşımın bir başka temsilcisi Ernest Gellner’dir. Gellner’e göre “ulusçuluk öncelikle siyasal birim 12 Muhamad Ali, “Nationalism and Islam: Perspective of Egyptian and Syrian Muslim Intellectuals”, Indonesian Journal of Islam and Muslim Societies, C.4, No:1, Haziran 2014, s. 54. 13 Zubrzycki, “Religion and Naitonalism”, s. 607. 14 Benedict Anderson, Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev. İskender Savaşır, 5. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2009, s. 26. 15 A.e., s. 25. 16 A.e., s. 20 17 A.e., s. 37. 18 Detaylı bilgi için bkz.: A.e., s. 37-51 19 Detaylı bilgi için bkz.: A.e., s. 52-62. 14 ile ulusal birimin çakışmalarını öngören siyasal bir ilke”20 olup, ulus ise ancak ulusçuluk çağında ortaya çıkan ve ulusçuluk ideolojisinin meydana çıkardığı bir topluluktur.21 Gellner ulusçuluğu tarım toplumunun gerilemesi ve sanayileşme sürecinin gelişmesiyle ile bağlantılı biçimde açıklar. Buna göre ulusçuluğun en önemli talebi kültürel türdeşliktir. Bu türdeşlik de tarım toplumunun toplumsal örgütlenmesinde mümkün değildir.22 “Sanayileşmeye geçiş çağı beraberinde ulusçuluk çağını da getirmiştir.”23 “Ulusçuluk gerçekten sınai toplum örgütlenmesinin yol açtığı bir gelişme”24 olup “ancak ve ancak bu koşullar altında uluslar aynı anda hem irade hem de kültürle ilişkili biçimde ve gerçekten bu ikisinin siyasal birimlerle birleşmesi olarak tanımlanabilir. Bu koşullarda insanlar yalnızca aynı ortak kültüre sahip olanların tümüyle bir siyasal birlik kurma arzusu gösterirler.”25 Milletler ve milliyetçiliği, farklı kuramsal çerçevede olmakla birlikte, Anderson ve Gellner ile aynı bakış açısıyla açıklayan bir diğer isim Eric Hobsbawm’dır. Hobsbawm için “modern milletin ve onunla bağlantılı her şeyin temel karakteristiği, modernliğidir.”26 Dahası, “‘millet’ ancak belli bir modern teritoryal devletle, ‘ulus devlet’le ilişkilendirildiği kadarıyla bir toplumsal birimdir; bununla ilişkilendirmedikçe milleti ve milliyeti tartışmanın hiçbir yararı yoktur.” 27 Bu doğrultuda, milletlerin oluşumunu açıklarken “yapaylık”, “icat” ve “sosyal mühendislik” kavramlarını kullanmayı tercih ettiğini belirten Hobsbawm’a göre millet “özünde tepeden oluşturulmuş” bir olgudur.28 Anderson, Gellner ve Hobsbawm gibi modernist bakış açısına sahip milliyetçilik kuramcılarının, kuramlarındaki odak noktaları farklılaşmakla birlikte, meseleye yaklaşım tarzları aynıdır. Aynı paradigma içerisinden analiz yapan bu isimler, milletler ve milliyetçiliğin ortaya çıkışını geleneksel yapıların gerilemesi ve 20 Ernest Gellner, Uluslar ve Ulusçuluk, Çev. Büşra Ersanlı, Günay Göksu Özdoğan, 2. bs., İstanbul, Hil Yayın, 2008, s. 71 21 A.e., s.138. 22 A.e., s. 117. 23 A.e., s. 118. 24 A.e., s. 119. 25 A.e., s. 138. 26 Eric Hobsbawm, 1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik, Çev. Osman Akınhay, 4. bs., İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2010, s. 29. 27 A.e., s. 24. 28 A.e., s. 24-25. 15 modernleşme sürecinin yarattığı dönüşümlerle izah etmektedir. Analizlerde değişmeyen en önemli bir noktalardan biri milletleri ve milliyetçiliği ortaya çıkaran temel etkenin modernleşme süreci olduğudur. Bu süreçte de dine yer yoktur. Millet, hayal de icat da edilse, son tahlilde seküler bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Başka bir ifadeyle din, ya geleneksel dönemde kalan arkaik bir unsur ya da modernliğin öngördüğü şekilde özel hayata hapsedilerek zaten pasifize edilmiş bir olgu olarak görülmektedir. Buna karşın, modernist milliyetçilik kuramlarının 1980’lerden ve özellikle de 1990’lardan sonra yapılan çalışmalarda ciddi bir sorgulamaya tabi tutulduğu ve eleştiri süzgecinden geçirildiği görülmektedir. Bu eleştirilerin en önemli odak noktalarından biri modernist kuram ve kuramcıların milletleri ve milliyetçiliği açıklarken dine verdikleri, daha doğrusu vermedikleri yerdir. Bu sorgulamayla birlikte, modernist kuramcıların dini millet inşa süreçlerinin dışında bırakan yaklaşımlarının ve bu yaklaşımlarda ileri sürülen milletlerin ve milliyetçiliğin sekülerliği anlatısının büyük ölçüde aşıldığını ifade etmek mümkündür. Tabi hemen belirtmek gerekir ki, söz konusu isimlerde temsilini bulan modernist kuramlar milliyetçilik çalışmaları arasında kuşkusuz hala en çok başvurulan eserler arasında yer almaktadır. Ancak, 1990’lardan sonra dini milliyetçilik başlığı altında gelişen çalışmalar, modernist kuramları paradigmatik bir sorgulamaya tabi tutarak farklı örnekler üzerinden milliyetçiliğin bir şekilde dinle ilişkili bir fenomen olduğunu ortaya koymuştur. Peter van der Veer, gerek Hartmut Lehmann ile birlikte derledikleri ve hem Avrupa hem de Asya ülkelerinde din ve milliyetçilik ilişkisini inceleyen eserde, gerekse kendisinin bizzat kaleme aldığı ve Hindistan’da din ve milliyetçilik ilişkisini inceleyen eserinde modernist bakış açısını eleştirmektedir. Van der Veer ve Lehmann’a göre Batılı ortak akıl ve sosyal teori milliyetçi ve dini tasavvurlar arasında ideolojik bir apriori ayrıma dayanmaktadır. Buna göre milliyetçilik meşru ve modern siyaset alanına dahildir. Çünkü milliyetçilik, modernleşme ve sekürlerleşme sürecinde geliştiği için, sekülerdir. Öte yandan din, bir zamanlar 16 Batı’da olduğu gibi, ancak ve ancak dünyanın Batı dışı az gelişmiş toplumlarında siyasi bir anlam ifade etmektedir.29 Van der Veer’in hedefinde milliyetçilik kuramlarını modernist paradigma içerisinden geliştiren Gellner, Anderson ve Hobsbawm vardır. Bu isimlerde temsili bulan modernist paradigmaya göre, Batılı ulus devletin ortaya çıkışı genel anlamda birbiriyle ilişkili üç merkezileşme sürecine bağlı olarak gerçekleşmiştir. Bunlar, yerel üstü kimlikler ve kültürlerin, yani “millet”in ortaya çıkışı; kamusal alanda güçlü ve otoriter kurumların, yani “devlet”in yükselişi; üretimi ve tüketimi düzenleyen belirli biçimlerin, yani “ekonomi”nin gelişimidir.30 Ulus devleti modernitenin bir simgesi olarak gösteren bu bakış açısı, geleneksel-modern dikotomisine dayanmakta ve milliyetçiliği ancak dinin ve patrimonyalizmin egemen olduğu geleneksel dönemin yıkılışıyla ortaya çıkan modern bir fenomen olarak takdim etmektedir.31 Van der Veer’e göre son derece hatalı olan bu okuma biçiminin en temel sorunu ise tarih dışı olması ve kültürü ya “geleneksel” ya da “modern” olarak kategorize eden bir bakış açısına dayanmasıdır.32 Oysa modern dünyada dinin yeri, modern millet fikrinin tarihsel olarak ortaya çıkış ve tüm dünyaya yayılış süreci ile ilişkili olmalıdır.33 Modernist milliyetçilik kuramlarına ciddi eleştiriler yönelten bir diğer isim Anthony D. Smith’tir. Smith, modernist milliyetçilik okumalarında kutsala yer olmadığının ve milliyetçiliğin ve modern milletlerin ancak Tanrı’nın yeryüzünden ve toplumdan çekilmesiyle oluşabildiğinin vaaz edildiğini ifade etmektedir. Smith bu okuma biçimi hatalı bulmaktadır. Zira on yıllardır İslam dünyasında –özellikle Hint altkıtasında ve İran’da– ve Amerika kıtasında geleneksel dini liderler seküler milliyetçiliği bertaraf ederek milletlerini kucaklamıştır. Hem İslam dünyasından hem de Hıristiyan dünyadan geleneksel dini liderler daha eski değer, inanç, sembol ve geleneklerini yeniden dirilterek kendi milletlerini Batı asimilasyonundan kurtararak 29 Peter van der Veer, Hartmut Lehmann, “Introduction”, Naiton and Religion: Perspectives on Europe and Asia, Ed. Peter van der Veer, Hartmut Lehmann, New Jersey, Princeton University Press, 1999, s. 3. Öte yandan, Peter van der Veer ve Hartmut Lehmann’a göre “din ve milliyetçilik dikotomisi Batı modernitesinin söyleminde ideolojik bir unsurdur.” Mesela din, dünyanın herhangi bir yerinde politik ifade haline geldiğinde, bu durum “fundamentalizm” olarak kavramsallaştırmaktadır. Bkz.: Ay. 30 Peter van der Veer, Religious Nationalism: Hindus and Muslims in India, California, University of California Press, 1994, s. 13. 31 A.e., s. 15. 32 A.e., s. 16 33 Van der Veer, Lehmann, “Introduction”, s. 4. 17 oluşturmuştur. Bu durum, milliyetçilikle geleneksel dinin stratejik bir ittifakından daha ziyade, milliyetçiliğin yeni bir biçiminin göstergesidir ve milliyetçiliğin seküler olduğu egemen okumasını sorgulanmasını gerektirmektedir. 34 Bu sorgulama Smith’in çalışmalarında yalnızca son yıllardaki gelişmelerden dolayı belirli bir dönemle sınırlı kalmamaktadır. Smith’e göre milli bağlılık, inanç sistemlerinin kutsal dayanakları hesaba katılmadan ve toplumların eski dini inançları, sembolleri ve ritüelleri belirli bir nedensellik içerisinde analiz edilmeden anlaşılamaz. Kutsal dayanak ancak dinin bağlayıcı adanmışlığı tarafından sağlanabilir. Dolayısıyla, milli bağlılığın kaynakları öncelikle din alanında aranmalıdır. Çünkü toplumların söz konusu inanç, sembol ve ritüelleri belirli bir tarihsel süreklilik ve nedensellik içerisinde milli kimliklere ve ideolojilere dönüşmüştür.35 Milliyetçilik kuramlarına ilişkin modernist bakış açısına itiraz eden ve eleştiriler yönelten bir diğer isim Adrian Hastings’tir. Öncelikle, pre-modern–modern şeklindeki keskin ayrımı kabul etmediğini ifade eden Hastings’in eleştirileri de milletlerin ve milliyetçiliğin ancak modern dönemin ürünü ve ancak modern dönemde anlamlı oldukları argümanını savunan Gellner, Anderson, Hobsbawm gibi modernist milliyetçilik kuramcılarına yöneliktir.36 Hastings’e göre bu yaklaşım biçiminin gözden kaçırdığı önemli noktalar söz konusudur. Bu noktalardan biri de dindir. Din, birçok kültürün, etnisitenin ve bazı devletlerin ayrılmaz bir unsurudur. İncil, en azından Hıristiyan dünyaya milletin ilk modelini sağlamıştır. İncil ve İncil’in Hıristiyan yorum ve uygulamaları olmadan bugünkü anlamıyla milletler ve milliyetçiliğin var olabileceği ileri sürülemez. Öte yandan, devletin şekillendirdiği bazı milletlerin ve milliyetçiliklerin egemen karakteri din tarafından üretilmiştir. İncil’e dayalı Hıristiyanlık, belirli örneklerle, belirli milliyet ve milliyetçiliklerin tarihsel gelişimi için çok önemli içerik sağlamıştır.37 34 Anthony D. Smith, Ethno-symbolism and Nationalism: A Cultural Approach, London, Routledge, 2009, s. 75-76. 35 Anthony D. Smith, Chosen Peoples: Sacred Sources of National Identity, London, Oxford University Press, 2003, s. 5. 36 Bkz.: Adrian Hastings, The Construction of Nationhood: Ethnicity, Religion, and Nationalism, Cambridge, Cambridge University Press, 1997, s. 8-13. 37 A.e., s. 4. 18 Hastings, daha çok Avrupa milletlerinin ve ulus devletlerinin ortaya çıkışındaki dini kökenleri araştırdığı çalışmasında, Hıristiyanlığın Avrupa’da milletlerin oluşmasına etki eden faktörleri belli başlıklar altında toplamıştır. Bu başlıklar Katolik, Protestan ve Ortadoksların hepsi için geçerli olup etki eden faktöre göre mezhepler değişebilmektedir. Bu faktörleri “kökenlerin kutsanması ve şekillendirilmesi”, “milli kimliğe dönük tehditleri mitleştirme ve anma”, “ruhban sınıfının toplumsal rolü”, “anadile ait literatürün oluşturulması”, “millet için İncil’e dayalı modelin oluşturulması”, “müstakil milli kiliseler” ve “tek bir milli kaderin icat edilmesi” başlıklarıyla sıralamakta ve Avrupa tarihinden örneklerle açıklamaktadır.38 Hastings’e göre Hıristiyan Avrupa tarihi, bu birbiriyle bağlantılı süreçlerle milletleri inşa etmiştir. 39 Dolayısıyla, din ve milliyetçilik arasındaki ilişki, modernist kuramlarda ileri sürüldüğü gibi doğrudan bir karşıtlık ya da yalnızca bir yer değiştirme ilişkisi ile açıklanamaz. Yani bu ilişki, milliyetçiliğin ancak geleneksel-dini yapıların yok oluşuyla var olabileceği şeklindeki sıfır toplamlı bir oyun değildir.40 Aksine, en genel anlamda din, modern milletlerin ve devletlerin inşa süreçlerinde belirli biçimlerde ve düzeylerde yer almış ve milli kimliklerin önemli bir parçası olmuştur. Bu süreçlerde bir yandan dini inanç, düşünce, anlatı, motif ve semboller milli kimliklerin önemli bileşenleri haline gelirken, diğer yandan dini kurum ve gruplar toplumların milli hareketlerinin oluşumunda ve bağımsızlık mücadelelerinde önemli roller oynamıştır. Bu doğrultuda, dinin ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan ilişkisini büyük ölçüde bir benimseme ve dahil olma ilişkisi olarak nitelendirmek mümkündür. Yaygın olarak görülen bu benimseme ve dahil olma ilişkisi, aynı zamanda din ve milliyetçilik arasındaki ana akım ilişki biçimini oluşturmaktadır. Bu noktada bir hususun özellikle altının çizilmesi gerekmektedir. Dinin ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla irtibatında ana akım olduğu iddia edilen benimseme ve dahil olma ilişkisini ortaya koymak, elbette ki modernist bir bakış açısıyla mümkün değildir, hatta öncelikli olarak modernist 38 Bkz.: A.e., s. 187-196. 39 A.e., s. 196. 40 Zubrzycki, “Religion and Naitonalism”, s. 608. 19 yaklaşımın eleştirisini gerektirmektedir. Ancak, bu ilişkiyi ortaya koymak için din ve milliyetçilik arasında doğrudan bir tarihsel devamlılık olduğunu savunan (perennialist) bir yaklaşımı benimsemek de yeterli değildir. Modernist olarak nitelendirilen kuramlarda problem teşkil eden nokta, daha önce ifade edildiği gibi, bu kuramların dinle zayıf olan ya da hiç olmayan irtibatları, yani dini milli inşa süreçlerinin dışında bırakmaları iken, perennialist bir pozisyon ise din ve milliyetçilik arasında zorunlu bir tarihsel devamlılık olduğu iddiasını taşımaktadır. Her ne kadar geçmiş dini toplulukların, modern milletlerin inşa edilmesi süreçlerine önemli materyaller sağladığı görüşüne sahip olsa da, tarihsel devamlılığı merkeze alan bir yaklaşım biçimi, din ve milliyetçilik arasında hem zorunlu hem de biraz zorlama bir devamlılık ilişkisi kurmaktadır. Milliyetçi söylem ve anlatılarda elbette ki bir devamlılık söz konusu olmakla birlikte, bu devamlılık ilişkisinin geçmişe dönük olarak inşa edildiğini ve pekiştirildiğini ifade etmek gerekmektedir.41 Milletlerin ve milli kimliklerin inşası, ortak toplumsal hafıza, ritüeller ve semboller yaratmayı, bunların kurumsal olarak muhafaza edilmesini ve yeniden üretilmesini, ayırıcı hatıraların seçici bir şekilde benimsenmesini, alternatif kimliklerin ise ortadan kaldırılmasını içermekte ve gerektirmektedir. 42 Buradan hareketle, din ve milliyetçilik arasında zorunlu ve zorlama bir tarihsel devamlılık ilişkisi kurmak yerine, bu ikisi arasındaki ilişkiyi anlamak için yapılması gereken dini motif, anlatı ve sembollerin siyasal alana aktarılmasını ve milletlerin inşa edilme süreçlerinde nasıl kullanıldığını incelemektir. 43 Yani, din ve milliyetçilik arasındaki ilişkiyi anlamak için dikkat edilmesi gereken temel husus, dini fikirlerin milli siyaset alanlarına aktarıldığında nasıl bir dönüşüm geçirdiğini izlemektir. Çünkü milliyetçilik, hem kendi içerisinde mevcut olan hem de belirli biçimlerle kendisine aktarılan sembolik repertuvardan beslenmektedir. 44 Dini ögelerin milliyetçilik, ırk veya bazı özel ırki niteliklerle olan etkileşimi anlamak için 19. yüzyılda geliştirilen bazı kavramlar oldukça dikkat çekici ve 41 A.e., s. 609. 42 A.e., s. 610. 43 Rogers Brubaker, “Religion and Nationalism: Four Approaches”, Nations and Nationalism, C.18, No:1, 2012, s. 6. 44 Van der Veer, Lehmann, “Introduction”, s. 7. 20 önemlidir. Bunların başında “Tanrı tarafından seçilmişlik” düşüncesi gelmektedir.45 Bu seçilmişlik düşüncesi, belirli halkların Tanrı ile olan özel ilişkilerine işaret etmektedir. Buna göre, Tanrı ile özel bir sözleşme yaptıklarına ve Tanrı tarafından seçildiklerine inanan halklar, Tanrı’nın iradesine ve emirlerine sıkı sıkıya bağlı olmaları karşılığında, kendilerinin Tanrı tarafından özel korunduklarına ve dünyanın geri kalan halklarından ayrıcalıklı bir yere sahip olduklarına inanmaktadır. Kendilerinin Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri olduklarına inanan halklar ve bu halkların liderleri, Tanrı tarafından özel bir misyonla görevlendirildiklerine, Tanrı’nın yeryüzündeki planlarını gerçekleştirmek, iradesinin yürütücüsü olmak ve kurtuluş gününün gelişini hızlandırmak gibi yüce rollerinin olduğunu inanmaktadır.46 Bu çerçevede Tanrı tarafından seçilmişlik düşüncesinin, birçok modern milliyetçi hareket tarafından da benimsendiğini ifade etmek mümkündür. Bunun ilk örneği ise Eski Ahit metinlerini formüle eden Yahudilerdir. 47 Bunun yanı sıra, İngiltere, İskoçya ve Hollanda gibi ülkelerin milli hareketleri de püriten nitelikler taşımakta ve bu milli hareketlerin içerisinde de seçilmişlik ya da buna benzer düşünceler görülmektedir.48 Başta seçilmişlik düşüncesi olmakla birlikte, Eski Ahit’ten alınan başka dini motif, anlatı ve semboller bu ülkelerin milli politik hareketlerinin gelişiminde merkezi roller oynamıştır. 49 Öte yandan, seçilmişlik fikri Britanya, Hollanda ve Almanya gibi örneklerde olduğu gibi, bir yandan emperyalist amaç ve eylemleri vurgulamaya ve meşrulaştırmaya hizmet ederken; diğer yandan halkların çektiği acıların ifadesi olmuş, dahası siyasi ve milli özgürlükleri için harekete geçmelerini sağlamıştır. Her iki durumda da seçilmişlik düşüncesinin ırki saflık ve benzersizlik ile iç içe geçtiği görülmektedir.50 Dini ögelerle milliyetçi ögelerin etkileşimine örnek oluşturan bir diğer düşünce, “bir milletin yeniden doğuşu” düşüncesidir. İlk olarak Pietistler ve Metodistler tarafından 18. yüzyıl Protestanlığını yeniden canlandırmak için 45 A.e., s. 6. 46 Smith, Chosen Peoples, s. 48-49. 47 Van der Veer, Lehmann, “Introduction”, s. 6. 48 Smith, Ethno-symbolism and Nationalism, s. 76. 49 Brubaker, “Religion and Nationalism”, s. 6 50 Van der Veer, Lehmann, “Introduction”, s. 6. Tanrı tarafından seçilmişlik, birçok milliyetçi hareket içerisinde oldukça yaygın olarak görülen bir düşüncedir. Bu konuyla ilgili farklı örneklere yer veren bir çalışma için bkz.: William R. Hutchinson, Hartmut Lehmann, Many Are Chosen: Divine Election and Western Nationalism, Minneapolis, Fortress Press, 1994. 21 kullanılan “uyanış” metaforu, daha sonra Hıristiyan milliyetçiler tarafından, Tanrı boyundurluğu altındaki millet fikrine oldukça benzer şekilde, “Hıristiyan bir millet” fikrini açıklamak ve geliştirmek amacıyla kullanılmıştır. Bu milli yenilenme fikrinin Avrupa’daki savunucuları Protestanlar olmakla birlikte, daha özelde Hıristiyan ve Alman ortakyaşamı (sysmbiosis) fikrine inanan Almanlar olmuştur.51 Din ve milliyetçilik ilişkine dair bu iki fikirle bağlantılı olan bir diğer fikir ise, yeni bir “Mesih” inancıdır. Hem seçilmişlik hem de yeniden doğuş düşüncelerinin içerisinde Mesih inancını görmek mümkündür. Mesih, esasen Tanrı tarafından gönderildiğine ve tüm insanlığı yeniden hayata döndüreceğine inanılan bir “kurtarıcı”dır. Buna göre, kutsal seçilmişlik ve şehitlik gibi dini unsurlar, politikacıların hayatlarına ve kariyerlerine yansıtılmaktadır. Milli bir kurtarıcı ruhu ile donatıldıktan sonra, politikacıların gerçekten milli bir kurtarıcı olduklarına inanılmaktadır.52 Bunun dışında, özellikle Hıristiyan dünyasında Protestan reformasyon süreci milliyetçiliğin gelişimine daha dolaylı biçimlerde de katkıda bulunmuştur. Bunlar, yeni toplumsal ve siyasal ilişkiler kurma biçimleri üretilmesi, anadillerin standartlaştırılmasıyla okur-yazarlığın ilerletilmesi, yönetim ve kültürün daha yakın hale getirilmesidir. Reformasyon süreci ile hız kazanan dini topluluğu düşünmeye ve kurumsallaştırmaya dönük yeni yöntemler siyasal topluluk için yeni modellerin oluşmasını sağlamıştır. Örneğin, Tanrı ile inanların arasında doğrudan ve aracı olmaksızın bir ilişki kurma fikri ve bu fikrin kutsal kitaplarda yer aldığına yapılan vurgu, tüm inananlar arasında eşitlik olduğu düşüncesini geliştirmiştir. Bu eşitlikçilik ve aracısızlık düşüncesi tüm bireylerin türdeş ve eşit, doğrudan ve aracısız bir biçimde ait oldukları bir millet fikri ile örtüşmektedir.53 Dinin milliyetçilikle irtibatında yaygın olarak görülen ya da başka bir ifadeyle ana akım olan benimseme ve dahil olma ilişkisini farklı örneklerde görmek mümkündür. Bunun en belirgin örneklerinden biri Protestanlık ve İngiliz milli kimliği arasındaki ilişkidir. Esasen genel anlamda Britanyalı kimliğini Protestanlıktan bağımsız düşünmek mümkün değildir. Protestanlık, İngiltere, İskoçya 51 Van der Veer, Lehmann, “Introduction”, s. 6-7. Almanya özelinde Protestanlık ve milli yenilenme fikri arasındaki ilişkiye dair özel bir çalışma için bkz.: Hartmut Lehmann, “Pietism and Nationalism: The Relationship between Protestant Revivalism and National Renewal in Nineteenth-Century Germany”, Church History, C. 51, No: 1, Mart 1982, s. 39-53. 52 Van der Veer, Lehmann, “Introduction”, s. 7. 53 Brubaker, “Religion and Nationalism”, s. 6-7. 22 ve Galler’i kapsayacak şekilde Britanyalıların, geçmişe ilişkin yorumlarını şekillendirerek ve içinde bulundukları zamanı anlamlandırmalarını kolaylaştırarak hayatlarında her daim merkezi bir öneme sahip olmuştur. Dahası, kendilerini tanımlamalarına ve düşmanlarına karşı koymalarına yardım ederek onlara güven ve umut vermiştir.54 Öte yandan, daha özelde ise ortaya çıktığı 16. yüzyıldan itibaren Protestanlık ile İngiliz milli kimliği arasında son derece sıkı bir bağ ve özel bir ilişki kurulmuştur. Bu dönemden itibaren Protestanlık ve İngiliz milli kimliği arasındaki güçlü ilişkinin gelişiminde iki temel unsurun etkili olduğunu ifade etmek mümkündür. Bunların ilki, İngiliz milli kimliğinin erken modern dönemden itibaren kurucu unsurlarından biri olan “öteki” figürüdür. Bu öteki, Katolikliktir. 16. yüzyıldaki Tudor hanedanı döneminde gerçekleşen Anglikan-Katolik bölünmesiyle başlayan süreç Reformasyon ile devam etmiş ve Roma Katolikliğine olan düşmanlık İngilizler arasında egemen bir konuma ulaşmıştır. Bu süreçte Protestan İngiliz kimliğinin Katolik karşıtlığı üzerinden inşa edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. 55 İngiliz milli kimliği ve 54 Linda Colley, Britons: Forging The Nation 1707-1837, 3. bs., London, Pimlico, 2003, s. 55. 55 Tony Claydon, Ian McBride, “The Trials of Chosen Peoples: Recent Interpretations of Protestanism and National Identity in Britain and Ireland”, Protestanism and National Identity: Britain and Ireland 1650-1850, Ed. Tony Claydon, Ian McBride, New York, Cambridge University Press, 2007, s. 10. Tudor hanedanına mensup VII. Henry, Roma Katolik Kilisesi ile yaşadığı siyasi problemlerden dolayı bu kiliseden ayrılmış ve İngiliz Anglikan Kilisesini kurmuştur. İlk etapta politik nedenlere dayalı bir dini bölünme gibi görünmekle birlikte, bu dini bölünmenin milli bir mesele haline gelmesi Reformasyon süreci ve İngiltere’nin Protestanlaşması ile gerçekleşmiştir. Philip W. Barker, Religious Nationalism in Modern Europe: If God Be for Us, London, Routledge, 2009, s. 52. Yanı sıra, esasen din ve milliyetçilik arasında tarihsel devamlılık olduğunu savunan (perennialist) bir isim olan Hastings, İngiltere özelinde din ve milli kimlik arasındaki kuvvetli ilişkiyi bir adım daha öteye götürmektedir. Temelde İncil’in milliyete katkısı meselesine odaklanan Hastings’e göre İngiltere bir prototiptir. Buna göre İngiliz milliyetçiliğinin kökeni aydınlanma öncesi döneme, anadile ait yazınsal yenilenmenin olduğu ve Fransa ile yüzyıl savaşlarının yapıldığı 14. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Hastings, The Construction of Nationhood, s. 4-5. Hastings, İncil öğretisinin İngiliz milliyetine etkilerinin reform hareketleri ve Protestanlık ile birlikte daha da yoğunlaştığını kabul etmektedir. Bununla birlikte, “millet” kelimesinin orta çağda İngiliz dilinin, dininin ve kültürünün kalbinde yer aldığını ifade etmektedir. A.e., s. 18. İngiliz dili ile İncil’deki ifadeler arasındaki ilişkiye odaklanana Hastings, temel olarak İngiliz milliyetçiliğinin ve milletinin İncil’den, dolayısıyla da dini ögelerden bağımsız olmadığını söylemektedir. Buna göre, “millet (nation)”, bir halktan dil, köken veya devlet unsurları ile farklılaşan başka bir halk anlamına gelmektedir. Esasen 18. yüzyıla ait olan bu tanımın 16. yüzyıldaki İngilizce İncil’de de yer aldığını ifade eden Hastings, millet kelimesinin aynı anlama gelecek şekilde kullanımının ise 14. yüzyıla kadar uzandığını belirtmektedir. Hastings şu noktaya varmaktadır: Millet kelimesi hem 14. hem de 20. yüzyıldaki İngilizce İncil’de yer almakta ve aralarında altıyüzyıllık bir süre olmasına rağmen, her iki İncil’de de aynı anlamı karşılamaktadır. A.e., s. 14-16. İngiliz halkı için millet kelimesinin ifade ettiği anlamın 19. yüzyıl sonrası ile 14. yüzyılda tamamen aynı olduğu göstermek gibi bir amacı olmadığını ifade eden Hastings, dikkat çekmeye çalıştığı hususun, millet kelimesinin kullanımında altıyüz yıldan fazla bir süredir bir 23 Protestanlık arasındaki ilişkiyi pekiştiren bir diğer unsur İngilizlerin “seçilmiş millet” olduklarına inanmalarıdır.56 Reformasyon süreci, İngilizlerde özel bir “milli seçilmişlik” duygusu üretmiş ve seçilmiş bir millet oldukları yönünde bir inancın oluşmasını sağlamıştır. Çünkü bu süreç insanların, hakikate sahip olma anlamında kendilerini benzersiz bir biçimde kutsal olarak görmelerini sağlamıştır.57 İngilizlerin Tanrı’ya hakiki imanla bağlı olan tek millet oldukları yönündeki düşünceleri, Eski Ahit Yahudilerinin mirasçıları ve Tanrı ile ayrıcalıklı bir ilişkiye sahip olduklarına inanmalarını sağlamıştır. Bu durum ise, İngilizlerin, büyük ölçüde Katolik olan Avrupa’daki pozisyonları da düşünüldüğünde, Tanrı’nın seçilmiş halkı oldukları yönünde inancın gelişmesine yol açmıştır. Buna göre İngilizler Tanrı’nın özel sevgi, ilgi ve korumasına mazhar olduklarına inanmıştır. Dahası, ilahi güçlerle özel bir sözleşme yaptıklarını iddia eden İngilizler, buna göre hakikat olarak gördükleri Protestan inancını ayakta tutmak ve devam ettirmek yönündeki çabalarının karşılığı olarak Tanrı tarafından kutsanma şerefini elde ettiklerine inanmaktaydı.58 Dinin milletlerin ve milli kimliklerin inşasındaki rolünü Katolik ülkelerde de görmek mümkündür. Bu konuda Polonya ve İrlanda örnekleri dikkat çekicidir. Bu ülkelerin milli hareketlerinin şekillenmesinde, milli kimliklerinin inşa edilmesinde ve bağımsızlık süreçlerinde Katoliklik son derece önemli bir rol oynamıştır.59 Hem İrlanda’da hem de Polonya’da din, yani Katoliklik, ülkelerini işgal eden güçlere karşı direnişin merkezinde yer almıştır.60 Polonya örneğine bakılacak olursa, bu ülkede Katolikliğin milli kimlikle iç içe geçtiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Polonya milliyetçiliğinin dini niteliğinin Polonya’nın çalkantılı tarihsel süreci içerisinde pekişmiş, Polonya’da, Katoliklik ve Polonyalılık, kilise ile sivil toplum arasındaki ortakyaşam (symbiosis), milli kimliğin Katolikleştiği, Katolikliğinin de millileştiği devamlılık olduğunu, kelimenin 14. yüzyıldaki anlamının açık bir şekilde belirgin bir dil grubuyla ilişkili olduğu ve köklerinin de büyük ölçüde İncil’e dayandığını belirtmektedir. A.e., s. 18. 56 Claydon, McBride, “The Trials of Chosen Peoples”, s. 10. 57 A.e., s.9-10. 58 A.e., s. 10-11. 59 Polonya ve İrlanda’nın yanı sıra Latin Amerika ülkelerinde de Katoliklik bir milli kimlik unsuru olarak son derece belirleyicidir. Brezilya özelinde bir çalışma için bkz.: Casanova, Public Religions in The Modern World, s. 114-134. 60 A.e., s. 92. İrlanda özelinde din ve milliyetçilik ilişkisi için bkz.: John Coakley, “The Religious Roots of Irish Nationalism”, Social Compass, C. 58, No: 1, 2011, s. 95-114. 24 uzun bir sürecin sonunda gerçekleşmiştir.61 Katoliklik ve Polonyalılık kimliği arasındaki sıkı ilişkinin kökleri erken modern dönem Polonyalı kimliğinin inşa edildiği 19. yüzyıla uzanmaktadır. 19. yüzyılda Polonya’da, Polonya’nın tarihsel acıları62 üzerine inşa edilen romantik bir mesihçiliğin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu romantik mesihçi Katolik anlatılara göre Polonyalılar seçilmiş millet ve Polonya da Hıristiyanlığın kalesidir. Böyle bir romantik mesihçiliğin ve milletin Katolik anlatısının ortaya çıkmasında o dönemin romantik şairleri önemli rol oynamıştır. Mesela romantik şairler, Polonya’nın devletsiz kaldığı üçüncü bölüşümünü (1795- 1918) İsa Peygamber’in çarmıha gerilmesi vakasıyla özdeşleştirmiş ve Polonya’yı milletlerin İsa’sı olarak tasvir etmiştir. Buna göre, İsa peygambere olan inançlarındaki gibi, Polonya, dünyanın günahları yüzünden çarmıha gerilmiştir. Bununla birlikte insanlığı tehlikeli siyasetçilerden ve şeytani yöneticilerden kurtarmak için hayata geri döndürülecektir.63 Öte yandan, iki savaş arası dönemdeki kısa süren bağımsızlığın ardından, ikinci dünya savaşıyla birlikte Polonya toprakları yeniden işgal edilmiştir. Önce Almanya tarafından işgal edilen Polonya, savaş sonunda Sovyetlerin kontrolü altına girmiş ve 1989 yılına kadar Sovyet kontrolü altında kalmıştır. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde Sovyetlerin egemenliği altında geçen süre zarfında kilisenin totaliter rejime karşı direnişin sembolü ve merkezi haline gelmesiyle oldukça belirginleşmiştir. Yani, büyük çoğunluğu devletsiz veya komünist rejim altında olduğu gibi meşru bir devletin yokluğunda geçen 19. ve 20. yüzyıllar boyunca, Polonya milletini mobilize eden söylemler daha çok etno-dinsel nitelikler taşımıştır. Daha da önemlisi, bu süreçte Katolik kilisesi, milli değerlerin gerçek koruyucusu ve 61 Genevieve Zubrzycki, The Crosses of Auschwitz: Nationalism and Religion in Post-communist Poland, Chicago, The University of Chicago Press, 2006, s. 49. 62 Polonya toprakları, Rusya, Prusya ve Avusturya arasında 18. yüzyılın ikinci yarısında, ilki 1772’de, ikincisi 1793’te ve üçüncüsü 1795’te olmak üzere, üç defa bölüşülmüştür. 1795 yılındaki son bölüşümden I. Dünya Savaşı’nın sonundaki bağımsızlığa kadar Polonyalılar devletsiz kalmıştır. Bkz.: Barker, Religious Nationalism in Modern Europe, s. 90-91. 63 Zubrzycki, The Crosses of Auschwitz, s. 44-46. Zubrzycki, “Religion and Naitonalism”, s. 611. Yanı sıra, Polonya’nın milletlerin İsa’sına dönüşmesiyle haç işareti de Polonyalılığın merkezi bir sembolüne dönüşmüştür. Bu haç işareti hem Polonya milletinin içerisinde bulunduğu kötü durumu ve hem de özgürlük için verdiği asil mücadeleyi sembolize etmekteydi. Zubrzycki, The Crosses of Auschwitz, s. 46. 25 taşıyıcısı olarak görülmüş ve sivil topluma kurumsal, ideolojik ve sembolik destek sağlayan bir pozisyonda yer almıştır.64 Din ve milliyetçilik arasındaki ana akım ilişkinin en belirgin örneklerinden biri de Yahudi milliyetçiliğidir. Daha önce ifade edildiği gibi, Yahudiler, 19. yüzyılda Eski Ahit metinlerini yeniden formüle eden ve bu doğrultuda “Tanrı tarafından seçilmişlik” başta olmak üzere birçok dini ögeyi milli hareketlerine adapte eden topluluklardan biridir.65 Esasen, 1948’deki kuruluşundan beri İsrail, meşru bir devlet olarak varlığını devam ettirebilmek için Batılı, seküler ve evrensel kodlara dayalı bir devlet olduğu iddiasına sahiptir. Ancak İsrail’in toplumsal düzeninin temel niteliğini belirleyen hegemonik unsur Siyonizmdir.66 Siyonizmin İsrail toplumu üzerindeki hegemonyasının makro planda bakıldığında iki nedenden kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Siyonizm, her şeyden önce, bir din olan Yahudiliği modern milli bir hareket olarak yeniden inşa etmiş ya da başka bir ifadeyle “Yahudi sorunu” olarak adlandırılan sorunu siyasi, milli ve seküler kavramlarla tanımlamıştır. Ayrıca, bağımsız bir politik yapılanma kurmak, yani egemen bir devlete sahip olmak için Yahudileri belirli bir teritoryal çatı altında bir araya getirmiştir. Bu iki “görevi” yerine getirdiği için de İsrail toplumu üzerinde hegemonik bir pozisyona gelmiştir.67 Siyonizm’in bu hegemonyası, İsrail’de Yahudilik dini ile Yahudi milletinin eşitlenmesi ve dahası bu eşitlenmenin toplumun bütün kesimleri tarafından neredeyse sorgusuz sualsiz kabul edilmesi durumunun bir ifadesi haline gelmiştir. Sağcısından solcusuna, zengininden fakirine, kadınından erkeğine veya dindarından sekülerine kadar tüm farklı grupların, milli kimlik söz konusu olduğunda birleştiği görülmektedir. Tüm bu farklı kesimler bu milli kimliği tanımlarken Yahudiliğin sembollerine, kavramlarına, değerlerine ve ortak toplumsal hafızasına 64 Zubrzycki, “Religion and Naitonalism”, s. 611. 65 Van der Veer, Lehmann, “Introduction”, s. 6. Tanrı tarafından seçilmişlik düşüncesi, Yahudilik ve İsrail arasındaki ilişkiye dair bir çalışma için bkz.: Paul Mendes-Flohr, “In Pursuit Normalcy: Zionism’s Ambivalence Toward Israel’s Election”, Many Are Chosen: Divine Election and Western Nationalism, Ed. William R. Hutchinson, Hartmut Lehmann, Minneapolis, Fortress Press, 1994, s. 203-224. 66 Baruch Kimmerling, “Religion, Nationalism and Democracy in Israel”, Constellations, C. 6, No: 3, 1999, s. 340. 67 A.e., s. 342. 26 başvurmaktadır.68 Bu doğrultuda da, Yahudi milliyetçiliği örneğinde, dini ve milliyetçiliği iç içe geçmiş fenomenler olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.69 Hıristiyanlık ve Yahudiliğin dışında, dinin milliyetçi hareketlere dahil olduğunu, bu hareketler tarafından benimsendiğini ve milliyetçi fikirlerin gelişiminde önemli bir yer tuttuğunu birçok farklı örnekte de görmek mümkündür. Hindistan’dan Japonya’ya, Sri Lanka’dan Afrika’ya kadar birçok örnekte bu dahil olma ve benimseme ilişkisi yaygın olarak görülmektedir.70 Bununla birlikte, ilerleyen başlıklarda İslamcılık üzerinden gösterilmeye çalışılacağı gibi, İslam dünyasında da benzer bir durum söz konusudur. 1.1.2. Milliyetçilik ve Ulus Devlete Karşı Dini Radikalizm Dini inanç, düşünce, anlatı, sembol ve motifler, toplumların yaşadığı köklü dönüşüm süreçlerinde yeniden yorumlanarak büyük ölçüde milli siyaset alanlarına aktarılmakla ve yine bu süreçlerde dini kurum ve gruplar bulundukları ülkelerin milli bağımsızlık hareketlerine destek ve dahil olmakla birlikte, modern ulus devlet yapılarına, milliyetçilik düşüncesine, millet oluşumlarına, milli kimliklere ve esasen bir bütün olarak modernliğin getirisi olan yaşam biçimlerine direnç göstermeye çalışan, bunlara itiraz eden ve entegre olmayı reddeden dini topluluklar ve dini düşünceye dayalı politik gruplar ve hareketler de bulunmaktadır. Dinin ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimliklerle olan ana akım ilişkisinin dışında kalan bu dini grup ve hareketlerin radikal niteliğe sahip olduğunu ifade etmek mümkündür. Dini radikalizm, dini geleneğe özgü olmadığı, dinle bağdaşmadığı düşünülen kuşatıcı kültürel yapı ve değerleri reddetmeyi gerektiren düşünce ve eylem tarzı olarak tanımlanabilir. Böyle bir “reddetme” durumunun sürdürülebilmesi de söz 68 A.e., s. 340. 69 Brubaker, “Religion and Nationalism”, s. 9. 70 Hindistan’da din ve milliyetçilik ilişkisi ile ilgili bir çalışma için bkz.: Peter van der Veer, Religious Nationalism: Hindus and Muslims in India, California, University of California Press, 1994. Şintoizm’in Japonya milli hareketiyle ilişkisi ile ilgili bir çalışma bkz.: Fumiko Fukase-Indergaard, Michael Indergaard, “Religious nationalism and the making of the modern Japanese state”, Theory and Society, No: 37, 2008, s. 343-374. Budizm ve Sri Lanka ilişkisi ile ilgili bir çalışma için bkz.: Bruce Kapferer, Legends of People, Myths of State: Violence, Intolerance and Political Culture in Sri Lanka and Australia, Washington, Smithsonian Institution Press, 1988. Güney Afrika’ya ilişkin bir çalışma için bkz: Andre du Toit, “The Construction of Afrikaner Chosenness”, Many Are Chosen: Divine Election and Western Nationalism, Ed. William R. Hutchinson, Hartmut Lehmann, Minneapolis, Fortress Press, 1994, s. 115-140. 27 konusu dini geleneğin belirli temel ögelerinin yeniden canlandırılmasını ve pekiştirilmesini gerektirmektedir.71 Bu doğrultuda dini radikalizm en genel anlamda modernite ile gelenekselcilik arasında açık bir çatışmanın varlığına işaret eder. Radikal dini grup ve hareketler, kendi değerlerini kuşattığını düşündükleri için, çoğu zaman devlet yapılarına ve bu yapıların yarattığı mobilizasyona entegre olmayı reddetmekte, modernitenin ürünü olan liberalizm ve küreselleşmenin dayattığı değerlerin kendi ortak kimlikleriyle uyumlu olmadığını savunmaktadır.72 Dinler içerisinde modernliğin getirdiği yaşam biçimlerine ve kimliklere (sekülerleşme, kapitalizm, milli kimlikler, devlet-din ilişkileri gibi) entegre olmayı reddeden ve radikal olarak nitelendirilebilecek birçok grup ve hareket bulunmaktadır. Ancak bu grup ve hareketlerin modernite ve kuşatıcı kimlikler karşısında ortaya koydukları tavırların ve gösterdikleri tepkilerin biçimi ve düzeyi değişkenlik gösterebilmektedir. Mesela radikal dini grupların ve bunların söylemlerinin her zaman politik bir harekete ve söyleme dönüştüğünü ifade etmek mümkün değildir. Birçok radikal dini grup özellikle modern yaşam biçimlerinden ve kuşatıcı kimliklerden korunmak için kendisine özgü hayat tarzını kapalı topluluklar şeklinde sürdürebilmektedir. Bu gruplar için önemli olan, varlığını devam ettirebilmektir. Buna karşın, modernitenin getirdiği koşullara, ulus devletlerin kuşatıcılığına, milliyetçiliğe ve milli kimliklere itiraz eden, kapalı topluluklar halinde olsun veya olmasın, politik yönü ağır basan ve zaman zaman da doğrudan politik harekete dönüşen radikal dini gruplar da bulunmaktadır. Politize olup olmamalarının yanı sıra, bu grup ve hareketlerin moderniteye ve kuşatıcı kimliklere karşı gösterdiği tepkilerin düzeyi de değişkenlik gösterebilmektedir. Tüm bu değişkenlikler göz önünde bulundurulduğunda ve daha spesifik olarak ele alındığında bu grup ve hareketler “fundamentalist” ve “extremist” gibi kategorilerde de değerlendirilmektedir. Ancak, bu başlık atında ele alınmaya çalışılan temel mesele dini grup ve hareketlerin modern ulus devlet, milliyetçilik, millet ve milli kimliklerle olan ilişkisinde ana akım ilişki biçiminin dışında kalan irtibatını ortaya koymaktır. Dolayısıyla bu dini grup ve 71 Emmanuel Sivan, “Introducton”, Religious Radicalism and Politics in the Middle East, Ed. Emmanuel Sivan, Menachem Friedman, New York, State University of New York Press, 1990. s. 1. 72 Gad Barzilai, Communities and Law: Politics and Cultures of Legal Identities, Michigan, The University of Michigan Press, 2003, s. 209. 28 hareketleri, genel olarak radikal niteliğe sahip olan grup ve hareketler olarak değerlendirmek yeterli olacaktır. Radikal dini grupların Yahudilik içerisindeki örneği Haredi topluluğu olarak da bilinen ultra Ortodoks Yahudilerdir. Harediler, kendi tercihleri doğrultusunda İsrail’de belirli gettolarda geleneksel bir hayat sürdürmektedir. Modern yaşam biçimlerinden korunmak için oluşturulmuş bu Haredi gettolarının sosyo-kültürel sınırları İsrail’in geri kalan toplumundan keskin bir şekilde ayrılmakta ve özenle muhafaza edilmektedir. Bu gettolarda son derece izole bir hayat tarzını benimseyen Harediler, kıyafet tercihlerinden kendilerine özgü dillerine, aile yaşantıları ve evliliklerinden eğitim sistemlerine kadar neredeyse hayatın tüm alanlarında İsrail toplumundan ayrılmaktadır.73 Haredilerin bu gelenekselcilik tercihi, hayatın tüm davranış alanlarını ayrıntılı bir şekilde düzenleyen, bütüncül, kuralcı ve ritualistik bir niteliğe sahip olan Yahudi din hukuku Halaha’ya sıkı sıkıya bağlı olmalarıyla ve Tevrat’a, temel olarak da Talmud’a sadakatleriyle ilgilidir.74 Ancak Haredilerin radikallikleri yalnızca gelenekselcilikle ilgili ve sınırlı değildir. Harediler, modernitenin ürünü olan yaşam biçimlerinin sekülerleştirici etkilerinden korunmak için geleneksel ve kapalı bir hayatı tercih etmekle birlikte, yine inançları doğrultusunda ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlara köklü bir biçimde itiraz eden bir topluluktur. Homojen bir topluluk olmamakla ve çeşitli alt grupları bulunmakla birlikte, radikal Yahudilerin büyük çoğunluğu siyasi bir ideoloji olarak Siyonizmi reddetmekte ve İsrail devletinin varlığını –mecburen uzlaşmak zorunda kalınan bir yapı olması dışında– son derece problemli olarak görmektedir. Hatta bazı daha radikal küçük gruplar, İsrail’i varlığına mutlaka karşı çıkılması gereken şeytani bir yapı olarak görmektedir.75 Neturei Karta, bu küçük ve daha radikal gruplar arasında en çok bilinenidir.76 Bu radikal grup, politik bir yapı olarak İsrail ile uzlaşmayı ve 73 Gideon Aran, Nurit Stadler, Eyal Ben-Ari, “Fundamentalism and The Masculine Body: The Case of Jewish Ultra-Orthodox Men in Israel”, Religion, No: 38, 2008 s. 32. 74 A.e., s. 31 75 Barzilai, Communities and Law, s. 217-218. 76 Yanı sıra, Haredi topluluğu içerisindeki en radikal gruplardan biri olan Neturei Karta’nın da homojen olduğunu ifade etmek güçtür. Haham Amram Blau’nin takipçilerinin oluşturduğu grup Neturei Karta içerisindeki ana gruptur. Bkz.: A.e., s. 220. Neturei Karta ile ilgili bazı çalışmalar için bkz.: Norman Lamm, “The Ideology of The Neturei Karta: According to the Satmarer Version”, Tradition: A Journal of Orthodox Jewish Thought, C. 12, No: 2, Sonbahar 1971, s. 38-53. Motti 29 işbirliği yapmayı kesin bir şekilde reddetmektedir. Sembolik olarak vergi vermeyi ve nüfus sayımına katılmayı reddeden bu grup, İsrail Devleti’nin hukukuna ve ideolojisine açıkça direnmektedir.77 Yani, genel anlamda Haredilerin resmi olarak İsrail’e ve İsraillilere bakış açısını “düşmanca” olmasa bile “negatif” olarak nitelendirmek mümkündür. Ancak, Haredi topluluğu içerisindeki Neturei Karta gibi bazı daha radikal gruplar için İsrail karşıtı tutum, neredeyse itikadi bir durumdur ve bu grupların ortak kimliğinin ve örgütlenmesinin de temeli haline gelmiştir. Öyle ki, bu grupların bazıları, Siyonizm, Yahudiliğin geleneksel dini tanımını siyasi ve milli olarak değiştirdiği için, İsrail’in Arap düşmanlarıyla işbirliği yapmayı savunmaktadır. Bu İsrail karşıtı düşünce biçiminin arka planında hem Halaha’ya dayalı hem de mesihçi bir bakış açısı bulunmaktadır. Buna göre, Siyonistler bir yandan Yahudi inancındaki en büyük günahlardan biri olan domuz eti yemekle, ayrıca mürtet ve zalim olmakla suçlanırken, diğer yandan zamanın sonu için aceleci ve dolayısıyla yanlış bir mesih anlayışına sahip olmakla suçlanmaktadır.78 Harediler için hem din ile milliyetçilik, hem de inançlarında merkezi bir yer tutan mesihçi bir kurtuluş ile seküler araçlara dayalı bir devlet arasında açık bir çelişki bulunmaktadır. Ultra Ortodoks Yahudilerin bakış açısına göre milliyetçilik fikri ve devlet olma durumu dindışı, yıkıcı ve yozlaştırıcıdır. Milliyetçilik, ilkesel olarak Haredilerin eskatolojik mesihçi kurtuluş anlayışıyla çelişmektedir. Çünkü milliyetçilik, Yahudileri dinden uzaklaştırdığı için kurtuluşa da engel olmaktadır. Hatta buna göre, Yahudilerin mesihçi bir kurtuluşa olan özlemi için Yahudi milliyetçiliğinden daha tehlikeli bir şey yoktur. Öte yandan, Haredilerin muhalif pozisyonları yalnızca Siyonizm’e ilişkin olumsuz bakışlarından değil, Yahudilerin herhangi bir devlete sahip olmaları fikrine karşı olmalarından da kaynaklanmaktadır.79 Hıristiyanlık içerisindeki radikal dini hareketlerin en dikkat çekici olanlarından biri Anabaptizm hareketidir. Kökeni 16. yüzyıldaki Protestan reformasyon sürecine dayanan Anabaptizm hareketi, ilk olarak reformasyon Inbari, “The Modesty Campaigns of Rabbi Amram Blau and the Neturei Karta Movement, 1938- 1974”, Israel Studies, C. 17, No: 1 İlkbahar 2012, s. 105-129. 77 Barzilai, Communities and Law, s. 220. 78 Aran, Stadler, Ben-Ari, “Fundamentalism and The Masculine Body”, s. 33. 79 Barzilai, Communities and Law, s. 217-218. 30 sürecinin yavaş ilerlediğini düşünen ve kilisenin devlet kontrolünden bağımsız olması gerektiğini savunan küçük bir muhalif grup tarafından İsviçre’de başlatılmıştır. 80 İncil’in yenilenmiş bir yorumundan hareketle, kiliseye üyeliğin gönüllü olması gerektiğini ve doğar doğmaz vaftiz edilmeyi reddedip yetişkin olduğunda bilinçli bir şekilde vaftiz edilmeyi savunan Anabaptist gruplar, İsa Peygamber’in öğretisinin ve örnek hayatının disipline edilmiş bir cemaat şeklinde tecrübe edilmesinin gerekliliğine inanmaktadır.81 Anabaptist gruplar, esasen çifte bir ayrımın önemine vurgu yapmaktadır. Buna göre kilisenin hem devletten hem de daha büyük kuşatıcı kültürlerin günahlarından ayrılması gerekmektedir. Yani kilisenin mutlak surette hem devlet diktasından kurtulup özgür olması hem de İsa Peygamber’in mükemmeliyetçiliğinin dışında kalan daha geniş toplumsal değerlerden ayrılması gerekmektedir.82 İsviçre merkezli bir hareket olan Anabatizm kısa sürede çevre ülkelere yayılmış, ancak aynı zamanda son derece şiddetli bir zulümle de karşı karşıya kalmıştır. Çünkü, devletten özerk ve özgür bir kilise talebi, kilise ve devletin birlikte yüzyıllar boyunca inşa ettikleri “kusursuz” toplumsal yapıyı ciddi anlamda tehdit etmekteydi. Bu doğrultuda, Anabatist hareketine mensup binlerce insan işkence görmüş ve öldürülmüş, yanı sıra bu hareket sivil ve dini otoriteler tarafından bastırılmaya çalışılmıştır.83 Bu süreçte Anabatist hareketinde de bölünmeler meydana gelmiş ve hareket farklı gruplara ayrılmıştır. Dini olarak Anabatizm hareketinin takipçisi olan ve bugün hala varlığını devam ettiren birkaç grup bulunmaktadır. Bunlar Hollanda’daki Mennonites, Avusturya’daki Hutterites ve İsviçre merkezli Amiş grubudur. Anabatizm hareketinin esasen İsviçre koluna bağlı olarak 16. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan ancak bugün Amerika’nın belirli bölgelerinde (daha çok Pensilvanya eyaletinin kırsalında) hayatlarını devam ettiren Amiş grubu, Anabatist grupların en dikkat çekici olanlarından biridir. Amiş grubunun kurucusu olan Jacob Ammann, diğer Anabatist gruplara göre hem dini geleneklerin muhafaza 80 Donald B. Kraybill, “Introduction: The Struggle to Be Separate”, The Amish Struggle with Modernity, Ed. Donald B. Kraybill, Marc A. Olshan, Hanover, University Press of New England, 1994, s. 1. 81 John Andrew Hostetler, Amish Life, Scottdale, Herald Press, 1983, s. 4. 82 Kraybill, “Introduction: The Struggle to Be Separate”, s. 1-2. 83 A.e., s. 2. 31 edilmesini daha şiddetli savunmuş hem de kilise ve dünyevilik ayrımının daha keskin bir şekilde yapılmasının gerekliliğine dikkat çekmiştir.84 Amişler, “kurtarılmış” bir cemaat şeklinde yaşamanın gerekliliğine inanmaktadır. Çünkü daha önce ifade edildiği gibi, diğer Anabatist gruplar gibi Amişler de Hıristiyan öğretilerine, özellikle de İsa peygamberin örnek teşkil eden hayat tecrübesine bağlı olarak yaşamanın gerekliliğine inanmaktadır. Buna göre, ebedi hayatın hak edilmesi ancak İsa Peygamber örneğinde olduğu gibi alçak gönüllülük, çilekeşlik, bağışlayıcılık, teslimiyet ve dürüstlük gibi niteliklere sahip olmakla mümkündür. Bu niteliklere sahip olarak ebedi hayatı hak etmek için de ancak ve ancak söz vermiş inananların oluşturduğu gönüllü bir cemaat şeklinde yaşamak gerekmektedir. Bu doğrultuda para sevgisinden, kişisel rahatlıktan ve haz arayışından, modaya uygun kıyafetler giymekten, ihtiyacının fazlasından eğitim almaktan uzak durmaya çalışan Amişler, dünyevilikten olabildiğince kaçınma gayretindedirler.85 Bunun yanı sıra, ibadet biçimleri ve sade yaşam tarzları, kıyafet tercihleri, yüksek düzeyde beden diliyle ve sembolik iletişim teknikleri gibi geleneklerini muhafaza edip cemaat hayatlarına aktarma konusunda son derece ısrarcılardır. Amişler için kişisel ilişkileri örgütsel ilişkilerinden daha değerlidir. Ayrıca, evlerinde telefon ve elektrik hattı bulunmayan Amişler, modern teknolojiyi son derece sınırlı olarak kullanmaktadır. İbadet etmek için kendi evlerinde toplanan Amişler, yüksek öğretim görmekten ve devlet görevinde bulunmaktan da kaçınmaktadır. Dolayısıyla, Amişlerin, diğer radikal Anabatist gruplar arasında özellikle modernitenin getirdiği dönüşümlere en büyük direnci gösteren grup olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.86 Görüldüğü gibi, hem Hıristiyanlık hem Yahudilik içerisinde dinin milli alanlara dahil olmasına karşı çıkan radikal dini gruplar bulunmaktadır. Benzer bir durumu, ilerleyen başlıklarda gösterilmeye çalışılacağı gibi, İslam dünyasında görmek mümkündür. 84 Hostetler, Amish Life, s. 4. Kraybill, “Introduction: The Struggle to Be Separate”, s. 2. 85 John Andrew Hostetler, The Amish, Scottdale, Herald Press, 1995, s. 5. 86 Hostetler, Amish Life, s. 4-7. 32 1.2. İSLAMCILIK ve MİLLİYETÇİLİK: ERKEN DÖNEM TARTIŞMALAR Dinin ulus devlet ve milliyetçilikle olan irtibatını İslam dünyasında ve İslamcılık özelinde ele almak için öncelikle çalışmanın merkezi kavramı olan İslamcılığın ne olduğu sorusunun cevaplanması gerekmektedir. Ancak, İslamcılığın modern ulus devlet ve milliyetçilik karşısında ne gibi tavırlar sergilediğini din ve milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde ortaya koymadan önce, ilk kuşak İslamcıların, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle hilafetin ilga edilmesi ve İslam ülkelerinin ulus devletler sistemine intikal etmesine kadar olan süre zarfında, milliyetçiliğe ilişkin yürüttüğü erken dönem tartışmalara yer vermek gerekmektedir. 1.2.1. İslamcılık: Kavramsal Analiz İslamcılık, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir dizi faktörün etkisiyle bir yenilenme hareketi olarak ortaya çıkmıştır. İslamcılığı ortaya çıkaran faktörlerin başında Batılı ülkelerin İslam dünyası karşısında gittikçe daha güçlü bir konuma ulaşması, İslam ülkelerinin Avrupa devletleri karşısındaki üstün pozisyonunu yitirip zayıf duruma düşmesi ve bu süreçte maruz kaldığı sömürgecilik gelmektedir.87 Rönesans, reform hareketleri ve aydınlanma düşüncesinin gelişmesi ile birlikte kilise (ve aslında din) Avrupa’da hakim konumu yitirmeye başlamış, ardından gerçekleştirilen sanayi devrimi ve sanayileşme süreci ile Batı, İslam dünyası karşısında maddi ve teknik üstünlük sağlamıştır. Avrupa’daki bu alt-üst oluş ve hızlı dönüşüm neticesinde başta Osmanlı İmparatorluğu olmak üzere neredeyse tüm İslam dünyası Batı’nın saldırılarına maruz kalmış ve 19. yüzyıl boyunca Hint-Pakistan alt kıtasından Mısır’a, Cezayir’den Tunus’a kadar İslam ülkelerinin büyük çoğunluğu hızlı bir biçimde sömürgeleşmiştir.88 John L. Esposito’nun ifadesiyle “çok az sayıda olay, İslâm’ın Batı ile ilişkisinde Avrupa sömürgeciliği tecrübesinden daha kapsamlı 87 Mohammed Ayoob, The Many Faces of Political İslam: Religion and Politics in The Muslim World, Michigan, University of Michigan Press, 2008, s. 6. 88 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, 2. bs., İstanbul, Dergah Yayınları, 2014, s. 20. Mümtaz’er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, 4. bs., İstanbul, Etkileşim Yayınları, 2014, s. 54. 33 ve etkili olmuştur.” 89 Çünkü, Avrupa sömürgeciliği İslam dünyasına karşı yalnızca siyasi ve askeri değil aynı zamanda dini bir meydan okumaydı ve içerisinde ciddi boyutta Hıristiyan misyonerlik faaliyetlerini barındırmaktaydı.90 Bu misyonerlik faaliyetlerinin yanına oryantalistlerin çalışmalarını da eklemek gerekir. Mevcut biçimiyle İslam’ın “man-i terakki” olduğunu ve Müslümanların bu halleriyle ilerleme kaydedemeyeceğini ifade eden Oryantalistler, dil incelemelerinden teolojiye kadar kapsamlı çalışmalar yapmış; ictihad kapısının kapalı olması, akıl-nakil çatışması, mezhep farklılıkları, din-devlet ilişkileri, hadislerin sahihliği gibi birçok konuyu gündeme getirmiştir.91 Gerek askeri ve siyasi gerekse dini ve fikri açıdan 18. ve özellikle de 19. yüzyıl boyunca Avrupa devletlerinin saldırılarına ve boyun eğdirme tehdidi ile karşı karşıya kalan İslam dünyasında ciddi bir toplumsal çöküntü yaratmış ve Müslümanları içinde bulundukları durumu sorgulamaya itmiştir: “Yanlış yapılan neydi? Niçin Müslümanların kaderi adamakıllı tersine dönmüştü? İslâm'ı başarısızlığa uğratan Müslümanlar ya da Müslümanları başarısız kılan İslâm mıydı?” 92 Kara, Müslümanların cevaplarını aradıkları soruları daha da spesifikleştirmektedir: “İslam dünyası niçin bu hallere düştü, geriledi (inhitat, tereddi, ve inkırazın sebepleri); Müslümanlar özellikle maddeten nasıl kalkınabilir (terakki); Müslümanları birleştirebilmek (ittihad-ı İslam) için hangi çalışmalar yapılmalıdır; bugün batının sahip olduğu ve onlarla kalkınmasını sağladığı değerlere (hürriyet, eşitlik, medeniyet, ilim, fikir hürriyeti, kadın hakları…) İslam sahip midir, nasıl sahiptir, yoksa bunlar yeniden mi kazanılacaktır; ilimle/akılla İslamiyet arasında çatışma var mı; devlet-din ilişkileri nasıl düzenlenecektir; İslam’ın korunması gereken, değişmeyecek yönleri nelerdir, batıdan neler alınabiliralınmalıdır, bu yol nasıl açılabilir (ictihad kapısı)…?.”93 19. yüzyıl boyunca tanıklık edilen gelişmeler İslam dünyasında güçlü bir tecdid dalgası yaratmış ve Müslüman düşünürler İslam’ın asıl kaynaklarına dönüş ilkesi çerçevesinde İslam dünyasının sorunlarına çözüm üretmeye çalışmıştır. 89 John. L. Esposito, İslâm Tehdidi Efsanesi, Çev. Ömer Baldık, Ali Köse, Talip Küçükcan, İstanbul, Da Yayıncılık, 2002, s. 101. 90 A.e., s. 103-104. 91 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 20-21. 92 Esposito, İslâm Tehdidi Efsanesi, s. 104. 93 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 22. 34 İslamcılık da fikri ve siyasal bir akım olarak bu çabaların neticesinde ortaya çıkmıştır. Öte yandan, köken olarak İslamcılığı Cemaleddin Afgani’ye, Yeni Osmanlılar’a veya Müslüman Kardeşler ve Cemaat-i İslami teşkilatlarının kuruluşlarına dayandıran görüşler bulunmaktadır. 94 94 İslamcılığın tam olarak ne zaman ortaya çıktığı ile ilgili bazı tartışmalar bulunmaktadır. İslamcılığı, İslam dünyasının gerek içinden gerek dışından Cemaleddin Afgani ile başlatma yönünde bir eğilim söz konusudur. İslamcılık konusunda gerek Türkiye’den gerek Türkiye dışından araştırma yapan birçok isim İslamcılığı Afgani’nin fikirleriyle başlatmaktadır. Mehdi Mozaffari ve Mohammed, Ayoob (Türkiye dışından); İsmail Kara ve Nilüfer Göle (Türkiye’den) bu isimlerden bazılarıdır. Bu eğilim, Afgani’nin hem İslam düşüncesinin yenilenmesine ilişkin hem de kendisine isnat edilen Panislamist fikirlerinden kaynaklanmaktadır. Afgani, esasen gerek hayatı gerekse ona isnat edilen fikirler hususunda, üzerine birçok tartışma yapılan bir isimdir. Bununla birlikte, tartışmalı hayatı boyunca gittiği İslam ülkelerindeki Müslüman toplumlara verdiği mesajlar ve özellikle talebesi Abduh ile birlikte Paris’te çıkarmış olduğu Urvetu’l-Vuska (13 Mart-16 Ekim 1884) adlı gazetede kaleme aldığı görüşleri nedeniyle İslamcı düşüncenin kurucusu olarak değerlendirilmektedir. Afgani, Urvetu’l-Vuska’da İslam ümmetinin içerisinde bulunduğu gerilemenin nedenleri izah etmeye çalışmış, bu nedenlerden bazılarını dinin esaslarından uzaklaşma, dine bidatların sokulması ve bu bidatların dinin esasının yerine geçirilmesi olarak sıralamıştır. Bu doğrultuda Afgani, İslam’ın aklı hak ile desteklediğini ve ilim ve medeniyeti emrettiğini vurgular. Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Urvetu’l Vuska, İstanbul, Bir Yayıncılık, 1987, s. 97-98. Afgani’ye göre ümmetin içerisinde bulunduğu durumdan kurtulmasının çaresi “ümmetin dini esaslara geri dönmesi, hükümlerini başlangıçta olduğu gibi alması ve yeterince konuşarak kamuoyuna doğru yolu göstermesidir.” A.e., s. 98. Bununla birlikte, İslamcılığı Afgani ile başlatan yaygın eğilime özellikle Türkiye merkezli bazı itirazlar bulunmaktadır. Bu itirazları yapan isimlerin başında gelen Mümtaz’er Türköne İslamcılığın doğuş sürecini 1867-1873 arasına yerleştirmekte ve Yeni Osmanlılar olarak bilinen Osmanlı aydınları tarafından geliştirilen bir ideoloji olduğunu belirtmektedir. Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, s. 36-37. Türköne’ye göre İslamcılığı Afgani ile başlatmak bir yöntem hatası ile ilgili olup İslamcılığın “Klasik Fikirler Tarihi” disiplini çerçevesinde incelenmesinden ve bu doğrultuda bu yeni ideolojiye bir kurucu aranmasından kaynaklanmaktadır. Yaygın yaklaşıma göre bu kurucu Cemaleddin Afgani’dir. Türköne ise İslamcılığın, her ne kadar yeni sorunlarla karşılaşmasına ve bu sorunlara yeni yöntemlerle yaklaşmasına rağmen, kendisini nasslarla sınırladığı ve söz konusu yenilikleri de bu değişmez ilkelerden devşirmesinden dolayı batıdaki “ratio”ya dayalı ideolojilerden temelde ayrıldığı için bu doğrultuda incelenemeyeceğini iddia etmektedir. Şayet bu şekilde ele alınsa dahi İslamcılığın kurucusunun Afgani olamayacağını söylemektedir. Türköne’ye göre Afgani’nin ortaya attığı fikirlerin bir orjinalliği bulunmamaktadır, çünkü bu fikirler daha kapsamlı ve tutarlı biçimde daha önce Yeni Osmanlılar tarafından geliştirilmiştir. Bkz.: A.e,, s. 36-40. Türköne’ye göre Osmanlı toplumunun İslam üzerine inşa ettiği geleneksel dengeleri 18. yüzyıl sonlarında başlayan ve 19. yüzyılda hız kazanan reform çabaları ile kırılmaya başlamıştır. Gerek Avrupa’nın müdahaleleri gerekse reform çabalarıyla Osmanlı toplumunun hakim din merkezli bölünmüş yapısı müsavat politikalarıyla etkisini yitirmeye, hem Müslüman-gayrimüslim eşitliği hem de reform çabalarının gereği olarak laik uygulamalar Müslümanların tepkisini çekmeye başlamıştır. A.e., s. 56-57. Bu çerçevede, Ali Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi Yeni Osmanlılar hareketinin başını çeken isimler, Tanzimat’ı şeriattan uzaklaşmanın miladı olarak görmüş, gerek Avrupa’dayken gerekse İstanbul’a döndükten sonra her fırsatta laik kanunlaştırmaya karşı şer’i hukukun üstünlüğünü savunmuştur. A.e., s. 80. Bununla birlikte, Yeni Osmanlıların Babıali’ye her fırsatta şeriattan uzaklaştığına dair yönelttiği sert eleştiriler sadece bir tepkiden ibaret kalmamıştır, yani İslam Yeni Osmanlılar tarafından yalnızca bir muhalefet aracı olarak kullanılmamış, aynı zamanda onların hürriyet ve meşrutiyet gibi temel taleplerinin dayanağı olan yeni kuramlarının temeli haline gelmiştir. A.e., s. 93. İslamcılığı Yeni Osmanlılar kuşağı ile başlatan bir diğer isim de Ali Bulaç’tır. Bulaç’a göre Tanzimat Fermanı’nın (1839) doğurduğu sonuçlar Islahat Fermanı (1856) ile ortaya çıkmış, yapılan yeni düzenlemeler “İslam ve devletin idari geleneklerinden köklü bir kopuş” şeklinde anlaşılmış ve Yeni Osmanlılar buna ciddi tepkiler vermiştir. Dahası, bu durum sadece bir tepkiden 35 İslamcılık için, 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana kendisi ile çoğu zaman aynı anlama gelecek şekilde farklı adlandırmalar kullanılmıştır. Bu adlandırmalar 20. yüzyılın ikinci yarısının ortalarına kadar ittihad-ı İslam ya da Batı’daki adıyla panislamizm, tecdid, çağdaş ya da modern İslam düşüncesi, ıslah, İslam modernizmi, İslami reform gibi ifadelerle sınırlı iken, 1970’lerden itibaren ve özellikle İran İslam devriminden sonraki süreçte bunlara siyasal İslam, radikal İslam, radikal İslamcılık, fundamentalizm ve neo-fundamentalizm gibi ifadeler eklenmiştir. Bununla birlikte, İslamcılık düşüncesine modern dönemden itibaren yön verdiği kabul edilen hiçbir isim –Cemaleddin Afgani, Hasan el-Benna, Ebu’l Ala el-Mevdudi, Seyyid Kutup bu isimlerin başında gelmektedir– İslamcı ya da İslamcılık ifadesini kullanmamıştır.95 Bu, daha çok dışarıdan yapılan bir adlandırmadır.96 İslamcılığı adlandırma meselesinin 1970’lerden itibaren farklılaşması ya da İslamcılıkla beraber onunla aynı anlama gelecek şekilde siyasal İslam ya da radikal İslam gibi ifadelerin de kullanılması esasen fikri değişimle yakından ilişkilidir. İslamcıların 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan kuşağıyla 20. ibaret kalmamış, Yeni Osmanlılar, bunun yanında, kendi kavramsal çerçevelerinde inşa ettikleri önerileri sunarak İslamcı söylemi geliştirmiştir. Ali Bulaç, “İslam’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslamcıların Üç Nesli”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 6: İslamcılık, Ed. Yasin Aktay, 2. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 52-53. Bu iki görüş dışında, İslamcılık düşüncesinin ne zaman ortaya çıktığına ilişkin üçüncü bir görüş daha bulunmaktadır. Daha çok Oliver Roy’un yorumlarına dayanan bu görüşe göre İslamcı düşüncenin temelinde Mısır’da Hasan el-Benna tarafından kurulan Müslüman Kardeşler, Hint altkıtasında Ebu’l Ala El Mevdudi tarafından kurulan Cemaat-i İslami Teşkilatları bulunmaktadır. Oliver, Roy, Siyasal İslamın İflası, Çev. Cüneyt Akalın, 4. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2015, s. 54. Temel kavramsal çerçevesi bu isimler ve hareketler tarafından belirlenmiş olan İslamcı düşünce, 1940’lı yıllardan bu yana gelişim göstermektedir. A.e., s. 18-19. Bu üçüncü yaklaşımda Afgani ve Abduh isimlerin içerisinde olduğu ilk kuşağın düşünceleri “selefiye reformculuğu” olarak adlandırılmakta, selefiyenin hiçbir zaman siyasal bir harekete dönüşmediğini ifade edilmekte ve bu yüzden de İslamcılık tanımının dışında bırakılmaktadır. A.e., s. 50-53. 95 Mehdi Mozaffari, “What is Islamism? History and Definition of a Concept”, Totalitarian Movements and Political Religions, C. 8, No: 1, Mart 2007, s. 19. Mozaffari bu isimlendirme meselesine geleneksel dönemi de dahil eder ve İslam tarihindeki ulemanın, dört mezhep (Hanefi Şafi, Hanbeli ve Maliki) imamlarının ve düşünürlerin (Buhari, Farabi, Maverdi, İbn-i Sina, Gazali ve Ibn Khaldun gibi) tamamının Kur’an terminolojisine atıfla “Müslüman” ya da “Müslümanlar” ifadelerini kullandığını belirtir. Bkz.: A.y. 96 Buradaki “dışarıdan” ifadesi kastedilen İslam dünyasının dışı ya da Batı değildir. Kastedilen daha çok İslamcılık düşüncesine yön verdiği kabul edilen isimlerin dışındakilerdir. Çünkü, hem ilk dönemlerde hem de daha sonraki süreçte, özellikle İslamcılığın akademik bir araştırma nesnesi haline gelmesiyle birlikte, İslam dünyası içerisinden de bu düşünce akımı İslamcılık olarak adlandırılmıştır. Öte yandan, İsmail Kara, kendi tespitine göre İslamcılık ifadesini ilk kullanan kişinin Ziya Gökalp olduğunu ve Gökalp’in Üç Cereyan adlı eserinde aynı anlama gelecek şekilde “İslamlaşmak” ve “İslamlık” ifadelerini de kullandığını ifade etmektedir. Bkz.: Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 33. “İslamcılık” isimlendirmesi hakkında detaylı bilgi için bkz.: Mozaffari, “What is Islamism?”, s. 17-21. 36 yüzyılın ikinci yarısındaki yeni kuşağı arasındaki en önemli fark, Batı modernliğini algılayış biçimleridir. Modernist olarak nitelendirilebilecek olan ilk kuşak (Afgani, Abduh ve Mehmet Akif gibi isimeler) İslam’ın modernlikle ve demokrasiyle uyumunu tartışmış ve İslam’ı bunlarla bağdaştırmak için çaba sarf etmiştir. Buna karşın yeni kuşağın (Mevdudi, Kutup ve Ali Bulaç gibi isimler) ise baskın kimliği siyasi kurum ve yapılarını, iktisadi sistemini, düşünce ve sosyo-kültürel yapısını ve sekülarizmini de içerecek şekilde bir bütün olarak Batı ve modernlik karşıtlığıdır.97 İslamcılık 19. yüzyılda modernleşme projesinin başlangıcını temsil ederken 20. yüzyılın sonlarına doğru bu projenin sorgulanmasını temsil etmiştir.98 Yani 19. yüzyıl İslamcıları, İslam’ı yeniden yorumlarken Batılı düşünce ve kurumların benimsenmesini kolaylaştırmayı ve bir nevi uzlaşıyı amaçlamıştır. Buna karşın uzun bir modernleşmeci siyaset ve Batılı ulus devlet modelinin benimsenmesi sürecini takiben ortaya çıkan yeni kuşak İslamcılar, hem rasyonalite ve ilerleme gibi modernist kabullere hem de Batılı seküler ulus devlet modeline eleştiriler yöneltmiştir.99 İslamcılığın yüz elli yılı aşkın sürelik uzun bir tarihsel serüveninin olması, genel ve tek bir tanımının yapılmasını güçleştirmektedir. Çünkü İslamcılık hem fikri değişimlere hem de İslam coğrafyasındaki bölünmelere bağlı bir gelişim süreci göstermiştir. Yani, ortaya çıktığı 19. yüzyılın ikinci yarısından bu yana tek bir İslamcılıktan söz etmek mümkün değildir. II. Dünya savaşının ardından yaşanan dekolonizasyon sürecinde bağımsız olan İslam ülkelerinin kökleri modern Avrupa’da olan ulus devlet modelini benimsemesi ve diğer üçüncü dünya ülkeleri gibi ulus devletler sistemine intikal etmesi, İslam coğrafyasındaki İslami hareketlerin çeşitlenmesine yol açtığı gibi, aynı zamanda daha spesifik programlara ve gündemlere sahip olmasına/yönelmesine neden olmuştur. Bu durum ise, her ne kadar farklı İslamcı hareketlerin amaçlarında ve söylemlerinde bazı benzerlikler olsa da, İslamcılığın monolitik bir şekilde ele alınamamasına neden olmaktadır.100 97 Nilüfer Göle, Melez Desenler: İslam ve Modernlik Üzerine, 3. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2008, s. 106-107. 98 Haldun Gülalp, Kimlikler Siyaseti: Türkiye’de Siyasal İslam’ın Temelleri, İstanbul, Metis Yayınları, 2003, s. 26. 99 A.e., s. 39-40. 100 Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 14-15. 37 Bu noktadan hareketle, İslamcılığın, özel olarak herhangi bir İslam ülkesindeki herhangi bir hareketi işaret etmekten daha ziyade, farklı hareketlere temel oluşturan bir düşünce akımı olduğunu ifade etmek mümkündür. Mesela Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve Pakistan’daki Cemaat-i İslami teşkilatlarının birbirinden farklı İslamcı hareketler oluğunu, ancak bu teşkilatların İslamcı olarak nitelendirilmesini mümkün kılan faktörün onların benzer amaç ve söylemlere sahip olmaları olduğunu belirtmek gerekir. Roy, bu durumu “İslamcı etki alanı” ifadesiyle tanımlamaktadır. Roy, kendi aralarındaki uyumsuzluğa rağmen İslamcı etki alanının çağdaş eylemci grupların hepsini kapsadığını ifade etmekte ve İslamcılığı Sünni Arap Ortadoğu, Sünni Hint altkıtası ve İran Arap Şii alanı olmak üzere üç coğrafi ve kültürel kutba ayırmaktadır. Roy’a göre, bu çerçevede ne coğrafi ne de siyasi birlik vardır, dolayısıyla bir enternasyonelden daha ziyade İslamcı etki alanından bahsedilebilir.101 Bu bağlamda, özellikle 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren İslam coğrafyasındaki şartların değişimine, bölünmelere ve çeşitlenmelere karşın İslamcı hareketler için ortak bir sosyoloji ve kavramsal ana kalıptan söz etmek mümkündür.102 Bu da farklı isimler tarafından da olsa İslamcılığın belli bir eksende tanımlarının yapılmasını ve bu tanımlarda ortak söylemler bulunmasını mümkün kılmaktadır. İslamcılıkla ilgili en kapsayıcı tanımlardan biri İsmail Kara’ya aittir. Kara’ya göre “İslamcılık, XIX-XX. yüzyılda, İslam’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlak, siyaset, hukuk, eğitim…) ‘yeniden’ hayata hakim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını batı sömürüsünden, zâlim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenîleştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir.”103 101 Roy, Siyasal İslamın İflası, s. 17-18. Yanı sıra Roy, Türkiye’nin Arap dünyadan kopuk kendine özel bir örgütlenmeye sahip olduğunu ifade etmektedir. A.e., s. 18. 102 A.e., s. 19. 103 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 17. 38 Mehdi Mozaffari’nin tanımına göre, “İslamcılık, İslam’ın bütüncül bir yorumu ile, nihai amacı eldeki tüm imkanları kullanarak dünyayı fethetmek olan dini bir ideolojidir.”104 Guilian Denoeux, İslamcılığı “İslam’ın, siyasi amaçlar güden birey, grup ve örgütler tarafından bir araçsallaştırma biçimi” olarak tanımlamakta ve İslamcılığın, İslami gelenekten ödünç alınan yeniden sahiplenilmiş, yeniden icat edilmiş kavramlara dayanan bir gelecek tahayyül ederek bugünün meydan okumalarına siyasi cevaplar sağladığını ifade etmektedir.105 John L. Esposito’nun İslamcılık tanımı “siyasi ve sosyal eylemleri desteklemek için İslam’ın bir ideoloji olarak yorumlanması” şeklindedir.106 Nilüfer Göle’ye göre “İslamcılık, hem İslam dinin temellerine ve kaynaklarına eleştirel bir geri dönüşle (radikalleşmiş gelenekçilik) hem de Batı modernliği karşısında savunmaya geçmeyi ve asimile olmayı reddeden tutumla yeniden kurgulanmış olan Müslüman kimliğin sorunsallaştırılmasını ifade eder.”107 Ali Bulaç’a göre “İslamcılık, kültürel, politik ve sosyal önderler zümresinin – ki bunlar belli iddia ve taleplerle farklı etkinlik alanlarında ortaya çıkarlar– İslâmiyet’in manevi, ahlaki, kültürel ve sosyal değerlerine uygun bir dünyanın kurulmasını sağlamaya çalışmaları ve bu uğurda çeşitli alanlarda ve düzeylerde cehd göstermeleri olarak tanımlanabilir.”108 Bu tanımları çoğaltmak mümkündür. İslamcılığın tanımları ve bu tanımlardaki baskın karakter, tanımı yapan kişinin bakış açısına ve tanımın yapıldığı döneme göre farklılıklar gösterebilmektedir. Mesela, Kara’nın tanımında İslamcılığın ön plana çıkan özelliği modernist olması iken, Göle tanımında daha çok modernlik karşıtı pozisyonu ve asli kaynaklara dönüşü vurgulamaktadır. Mozaffari İslamcılığı totaliter ideolojiler sınıfına koyarak, tanımında İslam’ın bütüncül bir yorumunun benimsenmesini öne çıkarırken, Denoeux ve Esposito gibi isimler İslam’ın siyasi amaçlar için yorumlanmasını ve araçsallaştırılmasını vurgulamaktadır. 104 Mozaffari, “What is Islamism?”, s. 21. 105 Guilain Denoeux, “The Forgotten Swamp: Navigating Political Islam”, Middle East Policy, C. 9, No: 2, Haziran 2002, s. 61. 106 John L. Esposito, “Is Islamism a Threat? A Debate”, Middle East Quarterly, C. 6, No: 4, Aralık 1999. 107 Göle, Melez Desenler, s. 30. 108 Bulaç, “İslam’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslamcıların Üç Nesli”, s. 50. 39 Öte yandan, tanımlardaki farklılaşmaya rağmen İslamcılığa ilişkin ön plana çıkan temel söylemlerin birçok İslamcılık yazarı için ortak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ortak noktalardan başında İslamcılığın İslam’ın asli kaynaklarına dönüşe yaptığı vurgu gelmektedir. Asli kaynaklara dönüş ile kastedilen “bağlayıcı bilgi kaynağı olarak Kur’an ve sünneti”, “bağlayıcı uygulama olarak asr-ı saadeti” esas almaktır.109 Asr-ı saadet, İslam’ın tüm boyutlarıyla –siyasi, toplumsal ve ahlaki açıdan– en mükemmel biçimde yaşandığı dönem olan İslam peygamberi Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemdir. Kaynaklara dönüş, kuşkusuz 19. yüzyılda ortaya çıkan bir durum değildir. İslam’ın temel kaynakları olan Kur’an ve sünnete başvurmak ve içinde bulunulan dönemin sorunlarına bu kaynaklardan çözüm üretmek İslam düşünce tarihinde oldukça köklü bir gelenektir. Yüzyıllar boyunca İslam alimleri özellikle zayıflık ve çöküş gibi sıkıntılı dönemlerde toplumun yenilenmesi işini üstlenmiştir.110 Kara, bunu “içten içe yenilenme” olarak tanımlamaktadır.111 Ancak Kara’ya göre “XIX. yüzyılda ortaya çıkan İslamcılık hareketinin, –her ne kadar kaynaklara dönüşe çok önem atfetmekte ise de– genel hatlarıyla içten içe doğru bir yenilenmeye uzak kaldığı, hatta ilke olarak bunu benimsemediği, gerçekleşmesini imkânsız gördüğü söylenebilir.”112 İslamcılığın kaynaklara dönüş söylemi yalnızca Kur’an ve İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in yaşadığı dönemle sınırlı değildir. İslamcılık düşüncesi için kaynaklara dönüş Kur’an’a, sünnete, asr-ı saadete ve peygamberi uygulamaların devam ettirildiği raşid halifeler olarak adlandırılan ilk dört halife dönemine (632- 660) dönüş anlamına gelmektedir.113 Lapidus’un ifadesiyle “altın çağ” kavramsallaştırması İslamcılık düşüncesinde son derece merkezi bir yer tutar. Çünkü, altın çağ bugünün toplumsal meydan okumalarına karşı İslamcılara ideal bir toplum düzeni ve bir model sunmaktadır.114 Bu kusursuz model, İslamcılara İslami 109 İsmail Kara, Din ve Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, 4. bs., İstanbul, Dergah Yayınları, s. 87. 110 Esposito, İslâm Tehdidi Efsanesi, s. 104-105. Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 3. Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 18. 111 A.e. 112 A.e. 113 Ira M. Lapidus, “The Golden Age: Political Concepts of Political Islam”, The Annals of the American Academy of Political and Social Science, C. 524, Kasım 1992, s. 14. Roy, Siyasal İslamın İflası, s. 29. Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 3. 114 Roy, Siyasal İslamın İflası, s. 29. 40 kurumların içinde bulunulan dönemin şartlarına göre yeniden uyarlama ve kavramları yeniden icat etme fırsatını vermekte, böylece bugünün sorunlarına siyasi ve toplumsal cevaplar arama ve nihai olarak bir gelecek kurgulama imkanı yaratmaktadır.115 Başka bir ifadeyle, büyük ölçüde gelenek eleştirisine dayanan ve romantize edilmiş bir altın çağ fikri İslamcılara, söz konusu dönemi İslam geleneğinin on dört yüzyıllık geçmişinden ayırarak ve tarih dışı bir bağlam kazandırarak teorik bir malzeme sağlamaktadır. Müslüman toplumların on dört yüzyıl boyunca tecrübe ettiği siyasi, ekonomik ve toplumsal tecrübeyi yok sayan İslamcılar, İslam dünyasının bugünkü problemleri bu “sorunlu tarih”e maletmektedir.116 İslamcıların gelenek eleştirisi ve İslam’ın asıl kaynaklarına dönüş söylemi İslamcılığın bir diğer önemli söylemi olan içtihad kapısının yeniden açılması talebini de beraberinde getirmektedir. Özellikle ilk kuşak İslamcılar İslam dünyasının içerisinde bulunduğu gerileme durumunun nedenlerini izah ederken bir noktaya özellikle dikkat çekmektedir. Bu nokta, 12. yüzyıldan bu yana içtihad kapısının kapalı olmasından, köhneleşmiş ve köhneleştirici bilgi sisteminden dolayı İslam dünyasının gelişmeleri takip edemediği, dinamizmini kaybettiği ve bu yüzden geri kaldığıdır. İslam dünyasının gelişim göstermesi ve ilerlemesi için, ulemanın dini külliyat üzerindeki tekelinin kırılması ve karşılaşılan yeni meselelere yeni cevaplar getirilmesi için de içtihad kapısının yeniden açılması gerekmektedir.117 İslam’ın asıl kaynaklarına dönüş ve içtihad kapısının yeniden açılması talebinden başka ama yine bununla irtibatlı olarak İslamcılığın bir diğer temel söylemi İslam’ın bütüncül bir şekilde yorumlanmasıdır. İslam’ın asıl kaynağına seçici bir geri dönüş, bu kaynağın Müslümanların hayatının tüm yönlerini kapsayacak bütüncül bir yorumunu da beraberinde getirmektedir. İslamcılar için ideal İslam toplumunda dini, hukuki ve siyasal alanların ayrılmazlığı kesinlik arz etmektedir. Bu çerçevede İslam yasası Şeriat, bütüncül bir yorum ile dini, hukuki, siyasal alan veya yönetici, yönetilen ayırt edilmeksizin Müslümanların hayatının her 115 Denoeux, “The Forgotten Swamp”, s. 61. 116 Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 2. 117 Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 55. Roy, Siyasal İslamın İflası, s. 52. 41 alanına tatbik edilmelidir. Şeriat dışında hiçbir yasa (buradaki hedef pozitif hukuktur) İslam toplumunun hayatına kaynaklık edemez 118 Son olarak, birbiriyle doğrudan irtibatlı olan cihad ve ittihad-ı İslam (Panislamizm) İslamcılığın bahsedilmesi gereken söylemlerindendir. İttihad-ı İslam ya da Panislamizm, “Müslümanların hem düşünce ve his hem de siyaset ve devlet anlamında bir birlik vücuda getirmeleri, buna bağlı olarak bu birliği bozucu, engelleyici, geciktirici bütün faktörleri ortadan kaldırmaya çalışmaları” anlamına gelmektedir.119 Buna göre, özellikle sömürgeciliğe karşı koymak ve İslam dünyasına yapılan saldırıları önlemek için dünya genelindeki Müslümanların birliği sağlanmalıdır. Hem İslam unsurlarını bir araya getirmek hem de toplumsal uyanışı gerçekleştirmek için tüm ümmette yeni bir cihad ruhu uyandırılmalıdır.120 Dolayısıyla, her ne kadar monolitik bir görüntüye sahip olmasa ve uzun tarihsel süreç içerisinde dönemlere göre tanımlarda ön plana çıkarılan söylemleri değişkenlik gösterse de, İslamcılığın belirli ortak ve temel niteliklere sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 1.2.2. Milliyetçiliğin İslam Dünyasına İntikali ve Erken Dönem Milliyetçilik Tartışmaları İslam dünyasının milliyetçilik fikri ile tanışması 19. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte birbirinden farklı ama aynı zamanda birbiri ile bağlantılı sömürgecilik, siyasi modernleşme ve iç çözülme gibi süreçlerle gerçekleşmiştir.121 Öncelikle, milliyetçilik fikrinin İslam dünyasında ortaya çıkmasında ve gelişmesindeki en önemli unsurun Avrupa sömürgeciliği olduğunu ifade etmek gerekir. Sömürge idarelerine karşı verilen bağımsızlık mücadeleleri İslam coğrafyasında milliyetçi 118 Mozaffari, “What is Islamism?”, s. 23. Roy, Siyasal İslamın İflası, s. 30. 119 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 38. Yanı sıra bu fikir, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından ve hilafetin ilga edilmesinden sonraki süreçte hem dayanaklarını hem de gerçekleştirilme şansını büyük ölçüde kaybetmiş olmakla birlikte, İslamcı düşünürlerin zihninde farklı biçimlerle de olsa –mesela İslam dünyasındaki egemen devletlerin oluşturacağı bir birlik şeklinde– bir ideal olarak varlığını sürdürmüştür. A.e., s. 39. Elbette, radikal İslamcılık başlığında gösterileceği gibi, klasik anlamıyla Panislamizm fikrini savunan bazı İslamcı düşünürler de olmuştur. 120 Bulaç, “İslam’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslamcıların Üç Nesli”, s. 59-60. 121 Ali, “Nationalism and Islam”, s. 54-55. 42 hareketlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.122 Öte yandan, bu durum, İslam coğrafyasında ortaya çıkan hareketlerin öteden beri modernleşme sürecinde Batı karşısında çelişik duygular taşımasıyla da yakından ilintilidir. Çünkü, bu süreçte Batı karşısında Müslümanların tepkileri hem hayranlığı hem de nefreti içerisinde barındıran ikili bir niteliğe sahipti. İslam dünyası ve özellikle de modernist düşünürler tarafından “gücü, teknolojisi, siyasal özgürlük idealleri, adalet ve eşitliği nedeniyle Avrupa’ya hayranlık duyuldu fakat emperyalist amaçları ve politikalarıyla da çoğunlukla reddedildi.”123 Buradan hareketle, milliyetçiliğin İslam dünyasına Avrupa liberalizmini temsil eden “modern” bir fikir akımı olarak intikal ettiğini ancak 20. yüzyılla birlikte anti-kolonyal bir nitelik kazandığını söylemek mümkündür.124 İslam dünyasında 19. yüzyılda milliyetçilik meselesi Rıfa’a Bedevi Rafı etTahtavi, Cemaleddin Afgani, Reşid Rıza gibi Müslüman düşünürler tarafından tartışılmıştır. Bu tartışmalarda milliyetçilik daha çok sömürge karşıtlığı ve vatanseverlik üzerinden ele alınmıştır. Milliyetçiliğe ilişkin ilk tartışmaları yürüten isimlerden biri olan Tahtavi vatan kavramının önemini şu şekilde ifade etmiştir: “Alemlerin Rabbi’nin hikmeti, bu yurdun evlatlarının konuştukları dil, tek bir hükümdara sadakat ve tek bir ilahi kanuna ve siyasî idareye itaatte her zaman birleşmelerini uygun görmüştür. Bu durum Allah’ın insanlara yurtlarını yüceltmek için hep birlikte çalışmalarını ve birbirlerini tek bir ailenin fertleri gibi görmelerini emrettiğinin bir kanıtıdır. Allah, vatanın insanlar için, benzetme yerindeyse ana-babanın yerini almasını ve ortaklaşa paylaşılan bir mutluluk yuvası olmasını dilemiştir.”125 Tahtavi, vatan kavramını toplumun Allah’ın emrettiği şekilde birleşmesini sağlayan bir unsur olarak ele almaktadır. Tahtavi’ye göre vatan kişinin hem ailesi hem de yuvasıdır ve birleştirici niteliğinden dolayı bunu Allah istemiştir. Gerçek yurtsever ise, hem vatanının kendisine sağladığı tüm haklardan yararlanabilen –ki bu 122 Esposito, İslâm Tehdidi Efsanesi, s. 101. 123 A.e., s. 113. 124 Ali, “Nationalism and Islam”, s. 55. 125 Rıfa’a Bedevi Rafı et-Tahtavi, “Yurt ve Yurtseverlik”, Değişim Sürecinde İslam, Ed. John Esposito, John Donohue, İstanbul, İnsan Yayınları, 1991, s. 19. 43 hakların en önemlisi toplum içerisinde tam özgürlüktür– hem de vatanına karşı olan yükümlülüklerini yerine getiren kişidir.126 Milliyetçilik ile ilgili ilk tartışmaların merkezinde yer alan başka bir isim de Cemaleddin Afgani’dir. İslam dünyasında milliyetçi fikir ve hareketlerin baş göstermesi, sıklıkla Afgani’nin düşünce ve girişimlerine isnat edilmektedir. Nikkie Keddie, Afgani’nin, Mısır’da bulunduğu 1871-1879 yılları arasında ve özellikle siyasi faaliyetler yürütmeye başladığı 1876 yılından itibaren gerek Mısırlılara hitaben yaptığı konuşmalarda gerekse yazılarında milliyetçilik ve vatanperverlik temalarını öncelediği ve Mısırlıları yabancı işgaline karşı bu şekilde harekete geçirmeye çalıştığı ifade etmektedir.127 Mısır’ın ardından gittiği Hindistan’daki faaliyet ve yazılarında da Mısır’daki konuşma ve yazılarına benzer şekilde yerel milliyetçilikleri harekete geçirmeye yönelik fikirlerin olduğunu belirtmektedir.128 Özellikle Hindistan’da ikameti sırasında yazdığı ve İslam dünyasında milliyetçi hareketlenmeleri teşvik ve tavsiye eden “Milli Birlik Felsefesi ve Dil Birliğinin Gerçek Mahiyeti” adlı makalesi, İslam dünyasında milliyetçi hareketlerin ortaya çıkmasında Afgani’ye atfedilen merkezi önemi gösterir niteliktedir. Bu makalede Afgani dil birliği üzerinden milli birliğin önemine vurgu yapmaktadır: “Dil birliği sağlanmadığında milli birliğin gerçek niteliği ve hayat gücü de olmaz. Dil birliği insanlar arasında çok büyük önem taşıyan ve temel bir iletişim yoludur. Dil Birliği, çeşitli mezheplere hizmet eden ve çeşitli arzularla yaşayan kabileleri tek bir millet bayrağı altına çağıran; onların güçlerini birleştirip tek bir amaca yönelten; toplumsal kusurları birlikte yok etmeye, milli zorlukları birlikte ortadan kaldırmaya çağıran, tüm halkı refaha ulaştırmak, felaket ve talihsizliklere kurtuluş yolları arayıp bulmak için herkesi tek ses halinde dayanışmaya davet eden, güzel bir yaşam sunan, yeni bir hayata kavuşturan, vatandaşlarına istiklal kaftanı giydiren gerçek yoldur. İnsanları birbirine bağlayan kuvvet iki önemli unsuru gerektirir; bunlar olmazsa birlik de olmaz. Bunlardan biri dil birliğidir. Buna milli birlik de denebilir, diğeri ise din birliğidir. Hiç kuşku yok ki, dil birliği, yani milli birlik, dini birlikten daha sağlam ve sabittir… Dil birliği temelinde yaratılan bu milli birlik, yavaş yavaş yabancıları da kendi kapsamına dahil eder, bu birlikle birbirine bağlı çeşitli kabileleri kuvvetlendirir, 126 A.e., s. 20. 127 Nikki Keddie, Cemâleddin Efgânî: Siyasi Hayatı, Çev. Alâeddin Yalçınkaya, İstanbul, Bedir Yayınevi, s. 118. 128 A.e., s. 172. 44 kendisinin yanı sıra diğer ırklar arasındaki yeri ve değerini ortaya çıkarır ve açıklığa kavuşturur; böylece şanı ve büyüklüğü başka kabilelerce de kabul edilmiş olur. Bu aşamadan sonra bu kabileler birleşerek dünyada refah denilen üstünlüğü kazanmayı başarırlar.”129 Afgani’nin Hindistan’da kaleme aldığı bu makalede açıkça dil birliği temelinde bir milli birlik oluşumunu desteklediği görülmektedir. Dil ve kabilelerin birliği üzerinden tesis edilecek milli birliğin ise bir millet için hayati bir öneminin bulunduğunu ifade eden Afgani’ye göre milli birlik, milleti özgürlüğe götürecek öneme sahiptir. Öyle ki Afgani, bu uğurda milli birliğin dini birlikten bile daha sağlam olduğunu düşünmektedir. Bununla birlikte, Afgani, milliyetçiliğin tersi yönünde olduğu düşünülen Panislamizm fikri ile de özdeşleşmiştir. Afgani isminin bir karşıtlık teşkil eder gibi görünen hem milliyetçilik hem de Panislamizm fikri ile beraber anılması durumunu iki şekilde izah etmek mümkündür. Birincisi, Afgani’nin İslam dünyasında hem Panislamizm’i hem de milliyetçi hareketleri destekler nitelikteki görüşlerinin, o dönemdeki Avrupa sömürgeciliği ile doğrudan bağlantılı oluşuyla ilgilidir. Keddie, Afgani’nin öncelikli meselelerinden birinin hatta belki birincisinin İslam dünyasındaki yabancı işgali ve bu işgalden kurtulmak olduğunu, bu çerçevede de Afgani’nin mücadelesinin temel niteliğinin emperyalizme karşı bir cevap üretmek olduğunu belirtmektedir.130 Keddie, Afgani’nin, hayatı boyunca yaptığı seyahatlerde, temel söylemlerinden birisi olan anti-emperyalizmi vurgulamak için tercih edeceği görüşü gittiği bölge şartlarına göre değiştirdiğini/uyarladığını ifade etmektedir: “Bir Osmanlı devlet adamına veya uluslararası bir forumda Müslüman dinleyicilere yapılan çağrıda Pan-İslâmik fikirleri dile getirmek faydalıdır, halbuki Hindistan gibi Müslüman-Hindu karışımının bulunduğu bir bölgede, dile dayanan veya kültürel milliyetçilik, Pan-İslam’dan daha uygun olabilirdi.”131 129 Cemaleddin Afgani, “Milli Birlik Felsefesi ve Dil Birliğinin Gerçek Mahiyeti”, Cemaleddin Afgani ve Türk Dünyası, Şamil Kurbanov, İstanbul Doğu Kitabevi, 2011, s. 284-285. 130 Nikki Keddie, An Islamic Response to Imperialism: Political and Religious Writings of Sayyid Jamal Ad-Din "al-Afghani", California, University of California Press, 1983, s. 39. 131 Keddie, Cemâleddin Efgânî, s. 157. Ayoob da Keddie ile benzer görüşlere sahiptir. Ayoob’a göre Afgani için hem Panislamizm hem de milliyetçilik anti-emperyalist mücadelede taktiksel olarak uygulanan birbirine yakın iki fikirdir. Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 134. 45 Bu stratejik görünen tavrı dışında, Afgani’nin çelişkili gibi görünen durumunun ikinci izahı, bu iki görüşün, yani Panislamizm ve milliyetçiliğin, 20. yüzyıla kadar ciddi bir çelişki barındırmadığı şeklindedir. Başka bir ifadeyle, her ne kadar 20. yüzyılda bu iki fikir ciddi çelişkiler barındırsa da Afgani’nin yaşadığı dönem ve şartlar için bu çelişkiler fazla önem arz etmemekteydi.132 O, her iki görüşü de yabancı işgalinden kurtulmaya hizmet edecek anti-emperyalist birer silah olarak kullanmaya çalışmış, yabancı işgalinden kurtuluşu ve yabancılara karşı güçlenmeyi, İslam’a en büyük hizmetlerden biri olarak benimsediği reformist yaklaşımın gerçekleşmesinin adeta bir ön şartı olarak görmüştür.133 Milliyetçilik meselesine ilişkin ilk tartışmalarının diğer bir ismi olan Reşid Rıza da milliyetçiliği yurtseverlik kavramı üzerinden değerlendirmiştir: “Yurtseverlik, çağdaş bir mefhum olarak farklı dinlerden insanların, anavatanlarındaki birliğini, üzerinde bulundukları toprak parçasını ortaklaşa savunmalarını vurgular. İnsanlar, ülkelerinin bağımsızlığını korurlar, kaybettikleri geçmişlerini kazanmaya çalışırlar ve onu geliştirirler (kalkındırırlar).”134 Rıza’nın yurtseverlik kavramını ele alış biçimi de doğrudan anavatanın savunması ve bağımsızlık vurgusu ile ilgilidir. Rıza bunun cahiliye asabiyeti ile karıştırılmamasını özellikle vurgular. Rıza’ya göre yurtseverlik ve asabiyet arasındaki farkın ölçütü hak ile batıl ayrımıdır. Rıza buna delil olarak “asabiyye, bir kimsenin halkını batılda desteklemesidir” hadisini göstermektedir.135 Bu çerçevede, Rıza’ya göre “akrabaları, halkı ve anavatanı uğruna batılı savunmayı yasaklamak İslam’ın gereklerinden” olmakla birlikte, müminlerin kendilerine saldıran düşmanlara kaşı savaşması Allah’ın emirlerindendir. Bu da batılı savuşturmak anlamına gelmektedir ki cahiliye asabiyeti ile açıklanamaz.136 Yurtseverliğe ilişkin olumlu görüşlerinin yanında, Rıza’nın genel olarak milliyetçiliğe yaklaşımında ikili bir tavrının da söz konusu olduğunu ifade etmek 132 Keddie, Cemâleddin Efgânî: Siyasi Hayatı, s. 146. 133 A.e., s. 156-157. 134 Reşid Rıza, “İslam’da Yurtseverlik, Milliyetçilik ve Grup Ruhu (Asabiye)”, Değişim Sürecinde İslam, Ed. John Esposito, John Donohue, İstanbul, İnsan Yayınları, 1991, s. 62. 135 A.e., s. 61. 136 A.y. 46 gerekir. Rıza Hilafet137 isimli en önemli eserinde İslami evrensellik adına hilafet kurumu savunmakla birlikte aynı zamanda hilafet ve Arap milliyetçiliği arasındaki gerilimi de canlı bir şekilde işlemiştir. Rıza, etnik üstünlük fikrini kesin bir dille reddetmekle birlikte Suriye kökenli Arap milliyetçiliğinin de oldukça aktif bir sözcüsü konumunda bulunmuş ve hatta 1920’de Suriye Ulusal Kongresi’nin başkanı olmuştur. Bunu, onun İslami evrensellik ve Arap milliyetçiliği arasında gidip geldiğine işaret eden bir durum olarak değerlendirmek mümkündür.138 İslam dünyasında milliyetçilik fikrinin ve bu fikirle ilişkili kavramların 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Müslüman düşünürler tarafından tartışıldığı görülmektedir. Bunun yanı sıra, I. Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Osmanlı’ya karşı Arap isyanları baş göstermiş olmakla birlikte, İslam coğrafyasında ortaya çıkan İslamcı hareketlerin modern ulus devlet ve milliyetçilik fikriyle gerçek anlamda nasıl bir ilişki kurduğunu görmek için 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonra ermesini beklemek gerekmektedir. Çünkü gerek I. Dünya Savaşı’nın ardından Osmanlı’nın dağılmasını izleyen süreçte (iki savaş arası dönemde) gerekse II. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan dekolonizasyon sürecinde, daha önce Batılı devletler tarafından sömürgeleştirilmiş olan birçok İslam ülkesi bağımsızlığına kavuşmuştur. 1.3. MODERN ULUS DEVLET ve MİLLİYETÇİLİK KARŞISINDA İSLAMCILIK 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan gelişmeler bir bütün olarak düşünüldüğünde, ortaya çıkan durum İslam coğrafyası için oldukça yeni sayılırdı. Hilafet merkezi olan Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nın ardından dağılması ve 1923 yılında kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin yöneticileri tarafından 1924 yılında hilafetin ilga edilmesi ile ortaya çıkan durum, hem iki savaş arası dönemde hem de II. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığına kavuşan İslam ülkeleri için, özellikle bu ülkelerin nasıl bir devlet ve yönetim modeli benimseyeceği hususunda, soru işaretleri barındırmaktaydı. 137 Bkz.: Reşid Rıza, Hilafet: En Büyük Önderlik, Çev. Mehmet Çelen, İstanbul, Mana Yayınları, 2010. 138 Hamid İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, Çev. Yusuf Ziya, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1988, s. 133-134. 47 İslam dünyası, her ne kadar 8. yüzyılın ikinci yarısından sonra, Endülüs Emevilerinin Abbasilerden ayrılması ile başlayan süreçte fiili olarak çeşitli imparatorluk, krallık, ya da beylikler şeklinde bölünmüş olsa da, ümmetin politik birliği fikrinin en azından Sünniler arasında devam ettiğini söylemek mümkündür. Bu birlik fikri, tartışmalı da olsa, 1517’de Osmanlı’nın Mısır’ı fethinden ve hilafetin Osmanlı’ya taşınmasından sonra da 1924 yılına kadar sürdürülmüştür.139 Ancak, hem Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan sonra hem de dekolonizsayon sürecinde bağımsız olan İslam ülkelerinin karşılaştığı yeni durumda neredeyse tek bir seçenekleri mevcuttu: Ulus devlet modeli ve ulus devletler sistemi. Bu çerçevede, son evrensel İslami düzen olan Osmanlı’nın dağılmasını izleyen süreçte ve II. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan dekolonizasyon süreci ile birlikte İslam dünyasının Batılı ulus devletler sistemine intikal ettiğini ve Müslüman halkların peş peşe ulus statüsü kazandığını ifade etmek mümkündür.140 İslam dünyasının ulus devletler sistemine intikali ve yeni kurulan Müslüman nüfusa ve mirasa sahip devletlerin ulus devlet modelini benimsemesi Kuzey Afrika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar İslam coğrafyasındaki İslamcı hareketlerin çeşitlenmesi ve çoğalması anlamına gelmekteydi. Bu durum, aynı zamanda “İslami” kelimesinin ve İslam adına üretilen politikaların siyasi sınırları aşan evrenselliğinin egemen ulus devletlerin sınırları ile kuşatılması anlamına da gelmekteydi.141 Ulus devletler sistemi İslam dünyasının daha önce geleneksel biçimde bölündüğü krallık, imparatorluk ya da beyliklerden kavramsal olarak çok farklıydı ve üstelik milliyetçilik fikrinin İslam’ın ümmet kavramına çok temel teorik ve pratik meydan okuması söz konusuydu. Bu milliyetçilik fikri ile birlikte, kendi üstünde hiçbir üst kuruluş tanımayan ulus devlet, vatandaşlarının bağlılığını sağlayan tek merkez haline gelmiştir.142 Bu süreç içerisinde Müslüman düşünürler arasında, çözüme kavuşturulması hiç de kolay olmayan önemli bir tartışma başlamıştır. Söz konusu tartışmanın odak noktasında “belli bir insan topluğunun ihtiyaç ve vasıflarıyla ilgili zamanla sınırlı 139 Ayoob, The Many Faces of Political İslam, s. 31-32. 140 Bassam Tibi, Arab Nationalism Between Islam and The Nation-State, 3. bs., London, Macmillan Press, 1997, s. 219. İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, s. 209. 141 Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 15. 142 A.e., s. 32. 48 ilkeler bütünü olarak ulusçulukla, mensupları arasında takvadan başka bir ayrım gözetmeyen ebedi ve evrensel bir mesaj olarak İslam arasındaki temel zıtlık” bulunmaktadır.143 Dolayısıyla, modern dönemde, İslam dünyasının bu konuyla alakalı iki önemli siyasi kavramla karşı karşıya kaldığını ifade etmek mümkündür. Bunlardan birincisi ulus devletin meşruiyet dayanağı seküler milliyetçilik, diğeri ise bunun tam aksi yönde, tüm İslam ümmetini evrensel bir düzene davet eden İslami hükümdür.144 O halde, böyle bir gerilim içerisinde İslamcılığın, modern ulus devlet ve milliyetçilik karşısında nasıl bir tavır sergilediği, bu yapı ve düşünceyle ilişkisinin nasıl geliştiği, İslam dışındaki dinlerin milliyetçilikle olan ilişkisiyle İslamcılığın milliyetçilik ile ilişkisi arasında benzerlikler olup olmadığı gibi soruları tartışmak gerekmektedir. İslam dahil dünya genelindeki birçok dinin ulus devlet ve milliyetçilikle ilişkisi benzer biçimde gelişmiş ve yine dinler içerisinden millet inşa süreçlerine benzer tepkiler verilmiştir. İslam dışındaki dinlerin ulus devlet ve milliyetçilikle olan ilişkisi, önceki başlıklarda gösterildiği gibi, büyük ölçüde benimseme ve dahil olma minvalinde gelişmiştir. Bu ilişki biçiminin benzerinin İslamcılık için de geçerli olduğunu ifade etmek mümkündür. Çünkü İslamcılık, tüm söylemlerindeki temel referansı İslam olan bir akımdır ve İslam’ın siyasal, sosyal ve hukuki alanların tümünü kapsayacak şekilde, hayatın tüm alanlarını kuşatması gerektiği iddiasına sahiptir. Dünya genelindeki birçok dinin ulus devlet ve milliyetçilikle ilişkisinin benzer biçimde gelişmesi ve İslamcılığın da dini doktrine dayalı bir akım olması, ulus devlet ve milliyetçilikle olan ilişkisini ele alırken diğer dinlerde görülen ilişki biçimiyle benzerlik kurmayı mümkün kılmaktadır. Yani, İslamcılığın ulus devlet, milliyetçilik, millet ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan ana akım ilişkisini, diğer dinlerde olduğu gibi, bir benimseme ve dahil olma ilişkisi olarak nitelendirmek mümkündür. Bununla birlikte, yine İslam dışındaki dinler içerisinde görüldüğü gibi, İslamcı isim ve hareket arasında da ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlara kuşkuyla yaklaşan, bunlara itiraz eden, entegre olmayı 143 İnayet, Çağdaş İslami Siyasi Düşünce, s. 209. 144 Tibi, Arab Nationalism, s. 220. 49 reddeden radikal isimler ve hareketler bulunmaktadır. Bu isim ve hareketler, diğer dinler içerisinde görülen radikal isim ve hareketlere benzer biçimde, ulus devlet yapılarının, milliyetçilik düşüncesinin, milli kimliklerin İslam’la ve İslam’ın öngördüğü düzenle bağdaşmadığı ve bağdaşmasının mümkün olamayacağını savunmakta ve bu doğrultuda milli siyaset alanlarına dahil olmayı, söz konusu düzeni benimsemeyi reddetmektedir. Dolayısıyla, İslamcılık için de ulus devlet ve milliyetçilikle ilişkisi bağlamında ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık ayrımını yapmak mümkün ve anlamlıdır. Bu ana akım ve radikal İslamcılık ayrımının, Türkiye dahil İslam dünyasının farklı coğrafyalarında 20. yüzyıl boyunca gelişen birçok İslamcı hareket için geçerli olduğu söylenebilir. Türkiye İslamcılığının modern ulus devlet ve milliyetçilik karşısındaki tavrını söz konusu ayrım çerçevesinde ele almadan önce, İslamcılığın hem kendi içerisinde hem de kendi dışındaki isimleri ve hareketleri etkileme açısından güçlü olduğu Mısır ve Hint altkıtasındaki İslamcı düşünürleri ve hareketleri incelemek, bunlarla Türkiye İslamcılığı arasında kurulacak benzerliği göstermesi hususunda faydalı olacaktır. 1.3.1. İslamcılığın Milliyetçiliği ve Ulus Devleti Benimsemesi: Ana Akım İslamcılık Modern ulus devlet ve milliyetçilik karşısındaki ana akım İslamcı pozisyonu, 20. yüzyılın ilk yarısında İslam’ın –her ne kadar tartışmalı da olsa– hilafete dayalı geleneksel siyasal sisteminin ortadan kalkmasını ve İslam dünyasının bir şekilde ulus devletler sistemine intikal etmesini takip eden süreçte, İslamcılığın ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimliklerle kurduğu irtibatta yaygın olarak sergilediği tavırlardan kaynaklanan pozisyon olarak nitelendirmek mümkündür. Daha önce ifade edildiği gibi, söz konusu ana akım İslamcı pozisyonu belirleyen tavrın da söz konusu bu yapı, düşünce ve kavramları benimseme yönünde olduğu görülmektedir. Peki nasıl? Her şeyden önce, milliyetçilik fikrinin İslamcılığın ana akım çizgisini temsil eden düşünürler tarafından kategorik bir şekilde reddedilmediğini ifade etmek gerekmektedir. Bu bakış açısı için milliyetçilik, belirli yorumlar ile İslam’la 50 uzlaştırılabilir ve İslamcı düşünceye adapte edilebilir bir fikirdir. Milliyetçiliği İslam’la uzlaştırmanın en tipik yolu ise müspet ve menfi milliyetçilik ayrımı yapmaktır ki, ana akım İslamcı pozisyonda bulunan düşünürlerin en çok başvurduğu yöntem de budur. Buna göre müspet milliyetçilik İslam’a aykırı olmayan ve İslam’da yeri olan milliyetçilik türüdür. Hatta bazı düşünürlerin yorumlarına göre, milliyetçilik en doğru biçimiyle İslam’da yer almaktadır. Buna karşın, menfi milliyetçilik ise milliyetçiliğin Batılı anlamına tekabül etmektedir ki, bu da seküler ve etno-merkezci özellikleri baskın olan yorumudur. İslamcılar için bu tip bir milliyetçilik esasen ırkçılıktır. Irkçı olduğu için de ayrıştırıcı bir özelliğe sahip olan bu tip milliyetçiliğin İslam’da yeri yoktur. Bu doğrultuda, İslam’a aykırı olmayan müspet bir milliyetçilik anlayışının da mümkün olduğu görüşünde olan İslamcı düşünürler tarafından milliyetçilik daha çok vatanseverlik şeklinde yorumlanmıştır. Kuşkusuz, bu yorum İslam dünyasının sömürge yönetimlerine karşı verdiği bağımsızlık mücadelesi ile de yakından ilişkilidir. Çünkü İslamcı düşünürler, milliyetçilik fikrini İslam düşüncesiyle uzlaştırma yoluna giderken vatan ve vatanseverlik gibi kavramların İslam’da ve İslam tarihinde ne kadar önemli bir yer tuttuğunu ve hatta yabancı işgaline karşı vatan savunmasının İslam’ın emirlerinden olduğunu sıklıkla dile getirmişlerdir. Milliyetçiliğin dışında ama ondan bağımsız olmayarak, İslamcıların yeni düzende karşılaştıkları diğer bir mesele de ulus devlettir. Devlet meselesinin esasen İslamcı düşüncede merkezi bir öneme sahip olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır. Ana akım çizgideki İslamcı düşünürler de, Batı’dan İslam dünyasına intikal eden egemen ulus devletleri İslamileştirilebilecek birer aygıt olarak değerlendirmektedir. Böylelikle İslamcı düşüncede merkezi bir önemi bulunan devlet meselesini de aşabileceklerini düşünmektedir. Öte yandan, ana akım İslamcı düşünürler için ulus devletler sistemi de –tüm eşitsizliklerine ve problemlerine rağmen– belirli ölçülerde kabul edilebilir bir sistem olarak görülmektedir. Hem ulus devleti hem de ulus devletler sistemini –belirli ölçülerde– kabul eden ve İslamcılığın milli alanlarla ilişkisinde ana akımı temsil eden düşünürler elbette ki İslam’ın ümmet tasavvurunu ve bu tasavvurun bir parçası olarak görülen birlik fikrini bir kenara bırakmış değildir. Ancak, böyle bir birlik fikri tüm Müslümanları tek bir siyasal çatı altında toplamayı hedefleyen Panislamizm 51 fikrinden farklıdır. Düşünürden düşünüre göre değişmekle birlikte, söz konusu olan birlik fikri ayrı ayrı egemen Müslüman devletlerin oluşturacağı ve gevşek bir konfederasyon fikrine benzer bir yapılanma gibidir. Ayrıca böyle bir birlik fikri söz konusu düşünürler için öncelik olmayıp, uzun vadeli bir proje niteliği taşımaktadır. Bu çerçevede, milliyetçilik İslam dünyasında tartışılmaya başlandıktan ve özellikle de İslam dünyası ulus devletler sistemine intikal ettikten sonraki süreçte, İslamcılık içerisinde de, İslam dışındaki dinlerde görülene benzer biçimde, dinle meczedilmiş bir milliyetçilik anlayışı gelişmiştir. Başka bir ifadeyle, İslam dışındaki coğrafyalarda görülene benzer şekilde, milliyetçiliğin içeriği dini düşünce, anlatı, motif ve sembollerle doldurulmuş ve milliyetçilik dini nitelik kazanmıştır. Dolayısıyla da, ana akım İslamcılık için milliyetçilik fikrinin, ulus devlet modelinin ve milli kimliklerin ontolojik bir sorun teşkil ettiğini ifade etmek mümkün değildir. İslamcı düşünür ve hareketler için önemli olan bu düşünce, yapı ve kavramların içinin nasıl doldurulacağı ve yorumlanacağıdır. Yani, ana akım İslamcı pozisyonda bulunan düşünür ve hareketlerin temel kıstası bu düşünce, yapı ve kavramların İslami bir içerikle doldurulmasıdır. Ana akım İslamcılığın en önemli temsil isimlerden biri Mısırlı düşünür Hasan el-Benna ve hareketlerinden biri de el-Benna’nın kurucusu olduğu Müslüman Kardeşler Teşkilatı’dır. Mısır’da 1928 yılında kurulan Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın kurucu lideri olan Hasan el-Benna (1906-1949), suikasta uğradığı 1949 yılına kadar bu liderliğini sürdürmüştür. İslam dünyasındaki en eski ve etkili İslamcı hareketlerden biri olan Müslüman Kardeşler, el-Benna liderliğinde, yirmi yıl gibi bir süre içerisinde iki milyona yakın üyeye ulaşmış (Mısır’ın o dönemdeki nüfusunun on dokuz milyon olduğu düşünülürse, bu rakam azımsanmayacak düzeydedir) ve uluslararası bir kitle hareketi haline gelmiştir. Müslüman Kardeşler, diğer Arap ve İslam ülkelerindeki hareketlere de esin kaynağı olmuş ve model oluşturmuştur. Ayrıca, Suriye ve Ürdün gibi ülkelerde aynı isimle teşkilatlar kurulmuştur.145 ElBenna’nın toplumsal düzen kavramsallaştırması İslam’ın Müslümanların hayatlarının her alanını kuşatıcı olduğu total bir düzendir. El-Benna’ya göre bu düzen, Kur’an’ın 145 Paul Brykczynski, “Radical Islam and the Nation: The Relationship between Religion and Nationalism in the Political Thought of Hassan al-Banna and Sayyid Qutb”, History of Intellectual Culture, C. 5, No: 1, 2005, s. 1-2. Müslüman Kardeşler Teşkilatı ile kapsamlı bir çalışma için bkz.: Richard P. Mitchell, The Society of Muslim Brothers, New York, Oxford University Press, 1993. 52 anayasa olması, hükümetin yürütme görevinde İslam’ın şura prensibini uygulaması, yöneticilerin İslam’ın kurallarıyla ve halkın iradesi ile bağlı olması gibi prensipleri içermektedir. Bununla birlikte, İslami düzenin gerçekleştirilmesi için, aşağıdan yukarı doğru bir strateji ile öncelikle toplumun İslamileştirilmesi gerekmektedir.146 Öte yaandan, El-Benna’nın ve Müslüman Kardeşlerin ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimliklerle ilişkisi, bunları benimseme şeklinde gelişmiştir. Bu durum, el-Benna’nın ve Müslüman Kardeşlerin milliyetçilik, ulus devlet ve milli kimlik gibi düşünce, yapı ve kavramlara yaklaşımında kolaylıkla görülebilmektedir. El-Benna, her şeyden önce, Müslüman doğu milletlerinde “İslâmın bu fikirlerden uzak olduğu”, yurtseverliğin ve milliyetçiliğin “İslâmın millet birliğini parçalayacağı”, ve “gençler arasındaki bağları zayıflatacağı” yönünde yer eden düşünceler olduğunu ifade etmekte ve bunu bir “yanlış anlayış” olarak nitelendirmektedir.147 Bu doğrultuda, el-Benna “yurtseverliğin ve milliyetçiliğin İslam dininde; Avrupalıların söyleyip yazdıklarından daha mükemmel, daha temiz, daha üstün, daha muazzam bir şekilde” yer aldığını dile getirmektedir. 148 Öte yandan, bu meseleye ilişkin yanlış anlayışın büyük bir tehlike olduğunu da belirten el-Benna, bunu düzeltmek için Müslüman Kardeşler’in milliyetçilik meselesine karşı tavrını etraflıca izah etmektedir. El-Benna, milliyetçiliği farklı tiplere ayırlmaktadır. Bunlar “ecdat milliyetçiliği”, “akraba milliyetçiliği”, “teşkilat milliyetçiliği”, “ırkçı milliyetçilik” ve “saldırgan milliyetçilik”tir. Bunlardan ecdat milliyetçiliğini şu ifadelerle açıklamaktadır: “Milliyetçilikle şeref duyanlar, şayet bununla ‘nesillerin izzet ve şeref sahibi olmakta atalarının yollarını tutmalarını, bu yönden atalarının kendilerine örnek olmalarını, ecdadının güzel vasıflarına sımsıkı sarılmalarını ve ondan şeref duymalarını’ ileri sürüyorlarsa, biz bunu hoş karşılıyoruz. Bunu teşvik ediyor ve bu fikri kabulleniyoruz.”149 Bu, ifadelerini “İnsanlar madenler gibidir. Cahiliyet devrinde üstün olanlar İslâmiyet devrinde de üstünlerdir. Yeter ki, anlayışlı olsunlar.” hadisiyle destekleyen el-Benna’ya göre “İslâm dini, faziletli ve dürüst olan bu tip 146 Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 70-71. 147 Hasan el-Benna, “Yurtseverlik”, Risaleler 1, İstanbul, Dergah Ofset, s. 224. 148 A.e., s. 224. 149 Hasan el-Benna, “Milliyetçilik”, Risaleler 1, İstanbul, Dergah Ofset, s. 229. 53 milliyetçiliğe mani değildir.”150 Öte yandan, akraba milliyetçiliği için “şayet milliyetçilik ile ‘kişinin yakınlarına ve milletine iyilik etmeyi benimsemesi’ kastedilirse, bu da doğrudur, yerindedir. Kim, aralarında büyüdüğü akrabalarını ve milletini başkasına tercih etmez, akrabaları için elinden geleni yapmaz?..”151 ifadelerini kullanan El-Benna teşkilat milliyetçiliğini ise şöyle izah etmektedir: “Milliyetçilikle ‘hepimizin çalışması, cihad etmesi, her cemiyetin kendine düşen vazifeyi yerine getirmesi ve böylece zafer meydanında birleşmemiz kastediliyorsa, bu fikre biz de katılırız.”152 Bu üç tip milliyetçiliği, yani ecdat, akraba ve teşkilat milliyetçiliklerini olumlayarak izah eden el-Benna, İslam’ın bu tip milliyetçilikleri yasaklamadığını ifade etmekte, kendilerinin de bunları kabul ettiğini ve bunların benimsenmesini teşvik ettiklerini söylemektedir.153 Ancak, el-Benna diğer iki tip milliyetçiliği sert bir şekilde eleştirerek izah etmektedir. Irkçı milliyetçilik için, “şayet milliyetçilikle ‘kaybolmuş cahiliyet adetlerini diriltmek, kokmuş hatıraları anmak, yerleşmiş menfaatli medeniyeti silmek, İslâm inancından sıyrılıp çıkmak, milliyetçilik iddiasıyla ırkçılık gütmek’ kastediliyorsa, bu, felâkete giden bir milliyetçiliktir” 154 ifadelerini kullanan el-Benna şöyle devam etmektedir: “İşte milliyetçilikte kötü olan tip budur. Bu çeşit milliyetçiliğin sonu vahimdir.”155 El-Benna bu tip milliyetçiliği benimseyenlerin “Allah’ın hak dini olan İslama” hiçbir şekilde zarar veremeyeceklerini ifade etmekte156 ve bu görüşünü bir ayetle desteklemektedir: “Eğer İslâmdan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir kavim getirir, sonra da onlar sizin benzeriniz olmazlar. İslâma sımsıkı sarılırlar.”157 El-Benna’nın sert bir şekilde eleştirdiği ve reddettiği diğer milliyetçilik tipi saldırgan milliyetçiliktir. El-Benna’ya göre “eğer milliyetçilikle ‘ırkçılık güdülürse, kendi ırkını yüceltmek için diğer ırkları kurban etmek, izzet ve şerefini yok etmek’ istenirse, elbette böyle bir milliyetçilik 150 A.e., s. 230. 151 A.e., s. 230. 152 A.e., s. 230. 153 A.e., s. 230. 154 A.e., s. 230-231. 155 A.e., s. 231. 156 A.e., s. 231. 157 Kur’an i. 47. 54 insanlıktan çok uzaktır.”158 El-Benna bu tip milliyetçiliğe Almanya’daki Nazizm ve İtalya’daki faşizm örneklerini vermekte ve bunun insanların bazı batıl inançlar için birbirini yok etmesi anlamına geldiğini ifade etmektedir.159 Bununla birlikte, el-Benna, “her milletin, kendine ait birtakım hususiyetleri bulunduğunu, ahlâki meziyetleri olduğunu… az çok fazilet ve ahlâktan nasibi olduğunu… keza fazilet ve ahlâkta birbirinden üstün olduklarını da” bildiklerini ve “Arapların da bu meyanda büyük bir nasipleri olduğuna” inandıklarını dile getirmekte160 ve eklemektedir: “Fakat hiçbir zaman bu meziyet, bu hususiyet başkalarına saldırmak için bir vasıta yapılmamalıdır.”161 El-Benna İslam ümmetinin iki esasa dayandığını ifade etmektedir. Buna göre “bütün insanlar Hz. Adem’den gelmişlerdir. Bu sebeple bütün insanlar kardeştir. İnsanlar birbirinden ancak çalışmakla ve takva ile üstün olabilirler.”162 Bu iki esas çerçevesinde, “Müslüman Kardeşler, ‘düşmanlık güden milliyetçiliği’ reddederler. Biz ne Fir’avunculuk, ne Arapçılık, ne Fenikecilik, ne de Suriyecilik güderiz… Bizce inanç bağı kan ve vatan bağından daha mukaddestir.”163 Görüldüğü gibi milliyetçiliği farklı tiplere ayıran el-Benna, bu tipler arasında müspet ve menfi ayrımı yapmaktadır. El-Benna’ya göre, müspet olan ecdat, akraba ve teşkilat milliyetçiliklerinin hepsinin İslam’da yeri vardır ve hatta bunlar İslam’ın emirleridir. Menfi olan ırkçı ve saldırgan milliyetçilik tiplerinin ise İslam’da yeri yoktur, dolayısıyla da bu tip milliyetçilikler asla kabul edilemez. Daha önce ifade edildiği gibi, ana akım çizgiyi temsil eden İslamcı bir düşünür olarak el-Benna milliyetçilik fikrine kategorik bir karşı çıkış içerisinde değildir. Tipik bir ana akım İslamcı tavrı sergileyen el-Benna, bu fikrin Batılı yani seküler ve etno-merkezci anlamına itiraz etmektedir. Çünkü modern ulus devletleri ortaya çıkaran ve adeta yeni bir “put” yaratan Batılı dar milliyetçilik anlayışı aynı zamanda bir şirk objesi yaratmıştır. Söz konusu dar ve seküler milliyetçilik anlayışı da bu şirkin en büyük suçlusudur.164 Dolayısıyla, el-Benna için önemli olanın milliyetçilik fikrinin İslami 158 El-Benna, “Milliyetçilik”, s. 231. 159 A.e., s. 231. 160 A.e., s. 233. 161 A.e., s. 233. 162 A.e., s. 232. 163 A.e., s. 232-233. 164 Mitchell, The Society of Muslim Brothers, s. 264. 55 bir içerikle doldurup, bu fikre İslami bir nitelik kazandırmak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Böyle müspet bir milliyetçilik anlayışının el-Benna için son derece makul ve makbul olduğu görülmektedir. Zaten el-Benna bunu açık bir şekilde dile getirmektedir: “Müslüman Kardeşler’in milliyetçiliği İslâma dayanır.”165 El-Benna, vatanseverlik ve milli bağımsızlık meselelerinde de benzer düşüncelere sahiptir. Mesela el-Benna için vatan sevgisi İslam’ın emirlerindendir: “Şayet yurtseverliği iddia edenler, bu davalarıyla ‘vatan sevmeyi ve ona karşı merhametli olmayı’ kastediyorlarsa, bu davaları bütün insanların yaratılışında mevcuttur. Hem de İslâm dinince emredilmiş bir hükümdür.” 166 El-Benna’ya göre bu, sevgiye dayalı yurtseverliktir. Milli bağımsızlık için de “şayet yurtseverlik iddia edenler, yurtseverlik ile ‘memleketi düşmanlardan kurtarmak için bütün güçle çalışmayı, memleketi istiklâle kavuşturmayı ve vatandaşlara hür ve aziz olma fikirlerini aşılamayı’ kastediyorlarsa biz onlarla beraberiz”167 ifadelerini kullanan ElBenna, bunu hürriyetçi yurtseverlik olarak tanımlamaktadır. El-Benna bu tip bir yurtseverliğin İslam’a göre çok önemli olduğunu vurgulamış ve bu görüşünü şu ayetlerle örneklendirmiştir: “İzzet ve şeref, ancak Allah’ın, Resulü’nün ve mü’minlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.”168 “Allah, mü’minler aleyhine kâfirlere asla hakimiyet vermeyecektir.”169 El-Benna ve Müslüman Kardeşler’in milli birlik ve milli kimlik meselelerine yaklaşımı da aynı doğrultudadır. Yani bu kavramlar İslami bir niteliğe sahip olmalıdır. Bu çerçevede, Mısırlılığın davalarında ayrı bir öneminin olduğunu ifade etmektedir. El-Benna’ya göre Mısır İslam vatanından bir parçadır ve bu yönüyle Mısırcılık davası gütmenin İslam’a davette bulunan bir düşünceyle uyuşmayan bir yanı bulunmamaktır. Mısır için çalışmak Arap dünyasına, doğuya ve İslam alemine çalışmaktır. 170 El-Benna Mısır konusunda şu şekilde devam etmektedir: 165 Hasan el-Benna, “Müslüman Kardeşler Davası”, Risaleler 1, İstanbul, Dergah Ofset, s. 29. 166 El-Benna, “Yurtseverlik”, s. 224-225. 167 A.e., s. 225. 168 Kur’an i. 63. 169 Kur’an i. 4. 170 Hasan el-Benna, “Müslüman Kardeşler’in Davasında Milliyetçiliğin, Irkçılığın, Şarklılığın ve Cihanşümulluğun Yeri Nedir?”, Risaleler 1, İstanbul, Dergah Ofset s. 384. 56 “Biz eski Mısır tarihine önem verilmesine, eski Mısırlılardan kalan medeniyet eserlerine ve çeşitli ilim ve bilgilere ehemmiyet verilmesine karşı değiliz. Biz, bir tarih, bir ilim vasıtası olarak Mısır’a karşı değiliz. Fakat biz, Allah’ın İslâm nuruna kavuşturduğu, İslâmla izzet ve şerefini artırdığı, İslâm vasıtasıyla putçuluğun kirlerinden temizlediği, şirkin mikroplarından arındırdığı, cahiliyet âdetlerinden kurtardığı bu Mısır’ın; tekrar eski Mısır medeniyeti metodlarıyla idare edilmesine bütün gücümüzle karşıyız.”171 Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, El-Benna’nın Mısır tasviri ve tahayyülü İslam’dan ve İslam tarihinden bağımsız değildir. El-Benna, İslam öncesi Mısır medeniyetini belirli yönleriyle kabul edebileceklerini belirtmektedir. Ancak bu durum Mısır’ın, kendi ifadesiyle “ilim ve tarih vasıtası” olmasıyla sınırlıdır. Söz konusu Mısır’ın yönetimi olduğunda, eski Mısır medeniyetinin İslam dışı yönetim biçimlerine kesinlikle karşı olduklarını özellikle vurgulamaktadır. Bununla birlikte, el-Benna, milliyetçilik hususunda birçok eleştiri aldıklarını, bu husustaki en temel eleştirinin Müslüman Kardeşlerin milliyetçilik anlayışından şüphe edilmesi ve İslami düşünceleri benimsemelerinin samimi milliyetçi olmalarına engel teşkil etmesi olduğu ifade etmektedir.172 El-Benna bu eleştirilere cevap verirken bir yandan İslam yolundan şaşmayacaklarını dile getirmekte, diğer yandan da bu durumun milliyetçi olmalarına engel olmadığı görüşündedir. Hatta gerçek milliyetçilerin kendileri olduğu ifade eden el-Benna’ya göre vatan sevgisi ve vatana hizmet etmek Allah’ın emridir. El-Benna Araplık ve Arap birliği konusundaki görüşlerini ifade ederken öncelikle “Arap” kelimesinin tanımını yapmaktadır. El-Benna kime Arap deneceğini şu hadisle izah etmektedir: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Dininiz birdir. Araplık anne ve babadan Arap olmakla değil, Arapça konuşmakladır. Kim 171 A.e., s. 384. 172 Hasan el-Benna, “Milli Birlik, Arap Birliği ve İslâm Birliği Konularında Müslüman Kardeşler’in Görüşü”, Risaleler 2, İstanbul, Dergah Ofset, s. 45-46. El-Benna’nın söz konusu eleştirilere verdiği cevapların bir kısmı şu şekildedir: “Her Müslümanın bulunduğu hududu koruması ve içinde yaşadığı vatanına hizmet etmesi farzdır. İşte bunun içindir ki, Müslüman kişi en samimi milliyetçi ve vatandaşlarına en faydalı bir insandır. Çünkü böyle olmak alemlerin Rabbi olan Allah tarafından farz kılınmıştır. Müslüman Kardeşler, vatanlarının menfaatini en çok sevenler ve milleti uğrunda kendilerini feda eden kimselerdir. Onlar bu aziz ve şerefli vatanları için her saadeti, izzet ve şerefi, ilerleme ve başarıyı candan dilerler… Müslüman Kardeşler, vatanlarını severler, milli birliği korumaya çalışırlar. Vatanı için samimi, uğrunda kurban olan, onun için her saadeti ve üstünlüğü temenni ve niyaz eden bir insanı asla tenkit etmezler. Bir milliyetçi için böyle olmak kâfidir.” A.e., s. 46-47. 57 Arapça konuşursa o Arabdır.”173 Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, el-Benna Araplığı, ırk ve soy bağlamından koparıp dil üzerinden tanımlamaktadır. Ayrıca bu tanımlamayı İslam peygamberi Hz. Muhammed’e referansla yaparak Arap olmaya İslami bir anlam da yüklemektedir. Daha sonra Arapların İslam açısından son derece önemli olduğunu vurgulayan el-Benna bu önemi “Araplar zelil olunca İslâm zelil olur”174 hadisiyle dile getirmektedir. El-Benna Arap birliği hususundaki düşüncelerini ise şu şekilde dile getirmektedir: “İslâm dini, Araplar biraraya gelmedikçe, gereken kalkınmaya ulaşmadıkça ilerleyemez. Arap vatanının her tarafındaki bir karış toprağı kendi yerimizden ve kendi vatanımızdan sayarız. Ne coğrafi hudutlar, ne de siyasi bölünmeler kalbimizdeki Arap İslâm birliğini parçalayamaz.”175 El-Benna Arapların birleşmesini ve Arap birliğinin tesis edilmesini İslam’ın yeniden eski gücüne kavuşması açısından çok önemli görmektedir.176 Öte yandan, bu birlik aynı zamanda Müslüman Kardeşlerin hedefine ulaşmasında önemli bir merhaleyi de oluşturmaktadır. El-Benna esasen Müslüman Kardeşler’in davasını “cihanşümül” bir dava olarak tanımlamaktadır.177 El-Benna’ya göre “Cihanşümüllüğe ulaşmak için insanların ilk önce milliyetçilik düşüncesi ile birleşmeleri gerekiyordu. Böylece ilk çekirdekler saçılacak ve ilk adımlar atılmış olacaktır.”178 El-Benna daha sonra insanların bu milliyetçilik fikrinden vazgeçeceğini ve büyük cemaatler oluşturacağını ve son olarak ise cihanşümüllüğün gerçekleşeceğini düşünmektedir.179 Yani, söz konusu cihanşümüllük hedefine ulaşmada milli birlik, Arap birliği ve İslam birliği adım adım gerçekleşecek 173 El Benna, “Müslüman Kardeşler’in Davasında Milliyetçiliğin, Irkçılığın, Şarklılığın ve Cihanşümulluğun Yeri Nedir?”, s. 385. 174 A.e., s. 385. 175 A.e., s. 385. 176 Bu konuya ilişkin El-Benna’nın düşünceleri şöyledir: “İslâmın izzet ve şerefini tekrar iade edebilmek için ve yeniden İslâm devleti kurabilmek için, Arapların birleşmeleri kaçınılmaz bir zarurettir. Bunun içindir ki, her Müslümanın Arap birliğini sağlamaya çalışması, yardımda bulunması ona bir vecibedir. Çünkü İslâm, Araplar arasında doğmuş ve onlar yoluyla diğer milletlere yayılmıştır.” El Benna, “Milli Birlik, Arap Birliği ve İslâm Birliği Konularında Müslüman Kardeşler’in Görüşü”, s. 47. 177 El-Benna, “Müslüman Kardeşler’in Davasında Milliyetçiliğin, Irkçılığın, Şarklılığın ve Cihanşümulluğun Yeri Nedir?”, s. 383. 178 A.e., s. 386. 179 A.e., s. 386. 58 merhalelerdir. Bu doğrultuda El-Benna, milli birlik ve Arap birliği meselelerinin ardından İslam birliği hakkında şu ifadeleri kullanmaktadır: “İşte İslam, coğrafi hudutları tanımaz, ırk ayrımını kabul etmez, bütün Müslüman Kardeşler de bu birliğe kalpten inanırlar, Müslümanları bir araya getirmeye ve İslâm kardeşliğini kuvvetlendirmeye bütün güçleriyle çalışırlar. ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedün-resulullah’ diyen her Müslümanın bulunduğu yerin her karışının kendi vatanları olduğunu haykırırlar.”180 Buradan noktadan hareketle, el-Benna İslam birliğinin tesisinin imkanı hakkında şunları söylemektedir: “İslâm gelmezden önce de milletler parça parça idiler. Dilleri, dinleri hisleri, ümitleri ve acıları başka başkaydı. Fakat bunları İslâm birleştirdi ve yek vücut haline getirdi. İslâm aynı İslâmdır. Müslümanlardan yeniden birliğe davet edenler bulunursa, İslâm, eskiden olduğu gibi yeniden de Müslümanları birleştirecektir. Bir şeyi icad etmek onu iade etmekten daha zor olduğuna göre, İslâm birliğinin iadesi daha kolaydır.” 181 El-Benna, milletlerin farklılığını kabul etmektedir. Bununla birlikte, İslam, bu farklı unsurları birleştiren, tek bir çatı altında toplayan ve amaç birliği yapmalarını sağlayan yegane etkendir. Bu yüzden de daha önceki dönemlerde olduğu gibi, İslam dünyasında birliğin yeniden tesis edilebileceğinin mümkün olduğuna inanmaktadır. Peki İslam birliği nasıl bir birlik olmalıdır? El-Benna bu meseleye ilişkin Arap olsun veya olmasın Müslüman ülkelerden oluşan bir “İslâm Ülkeleri Birliği” kurulmasını savunmakta ve eklemektedir: “Böylece bu birlikle –Allah izin verirse– Birleşmiş İslâm Milletleri Teşkilâtının çekirdeğini atmış oluruz.”182 Bu ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, El-Benna İslam birliği için tek bir merkezin mümkün olmadığını düşünmekte ve bir model önermektedir. Böyle bir model önermesi de el-Benna’nın zihninde ve Müslüman Kardeşlerin programında tek 180 El-Benna, “Milli Birlik, Arap Birliği ve İslâm Birliği Konularında Müslüman Kardeşler’in Görüşü”,s. 47-48. El-Benna bu meseleye yaklaşımını yine Müslüman Kardeşler’den bir şairin dizeleriyle özetlemektedir: “İslâmdan başka vatan tanımam, vatanlıkta Şamla Nil vadisi eşittir, Allah’ın ismi yad edilen her ülkeyi asıl vatanım sayarım.” A.e., s. 48. 181 A.e., s. 48-49. 182 Hasan el-Benna, “İslâm Nizamı Işığında Birliğimiz”, Risaleler 1, İstanbul, Dergah Ofset, s.140. 59 bir evrensel İslam devleti fikrinin ya da klasik anlamıyla Panislamist bir düşüncenin olmadığına işaret etmektedir. Bu durum Müslüman Kardeşlerin hilafet meselesine ilişkin görüşlerinde de görülmektedir. Esasen Müslüman Kardeşler, hilafete çok ciddi bir önem atfetmekle ve hilafetin tekrar geri getirilmesinin gerekliliğine inanmakla183 birlikte, hilafetin geri getirilmesine ilişkin şu ifadeleri kullanmaktadır: “Müslüman Kardeşler, halifeliği ve onu tekrar geri getirmeyi programlarının başında bulundururlar. Ancak iadesi için birçok ön hazırlıklar yapılmasının gerekli olduğuna inanırlar. Hilafeti tekrar geri getirmek için şu merhaleleri aşmak gerekir: 1) Bütün İslâm milletleri arasında kültürel, içtimai ve iktisadi yönlerden tam bir yardımlaşma ve işbirliği yapılması gerekir. 2) İslâm devletleri arasında paktlar, sözleşmeler ve toplantılar yapılması gerekir. İslam devletlerinin yaptıkları konferanslar bu hususta atılan güzel adımlardır. 3) Bunlardan sonra ‘İslâm Milletler Birliği’ kurmak gerekir. Müslümanlar, bunları yaptıktan sonra bir halifenin bayrağı altında toplanma imkânına kavuşmuş olurlar. Gerçekten halife, Müslümanların bir araya gelmeleri ve söz birliği yapmaları için en büyük vasıtadır.”184 Görüldüğü gibi el-Benna, genel düşüncelerine paralel olarak, bu meselenin de belirli süreçlerden sonra gerçekleşebileceğini belirtmektedir. Zira el-Benna, Müslüman Kardeşlerin hilafet konusundaki görüşlerini açıklarken hilafetin İslam birliği için çok önemli bir sembol olduğunu ifade etmesine rağmen, hilafetin tekrar geri getirilmesi için birçok ön hazırlık yapılması gerektiğine dikkat çekmektedir. Hilafetin yeniden tesis edilmesi İslam devletlerinin aralarındaki işbirliği ve dayanışmaya bağlıdır. Öte yandan, el-Benna’nın zihnindeki ve ancak belirli aşamalardan sonra tesis edilebilecek olan hilafetin geleneksel İslam devleti anlayışındaki hilafetten farklı olduğu görülmektedir. Bu hilafetin, klasik Panislamizm düşüncesine dayalı ve farklı İslam unsurlarının tek bir devlet çatısı altında toplamayı öngören bir kurumdan daha ziyade bağımsız ve egemen devletlere sahip farklı İslam milletlerini temsil eden bir kurum olması düşünülmektedir. Zaten el-Benna, İslam devletlerinin işbirliği ve dayanışmasıyla birlikte, “İslâm Milletler 183 Hasan el-Benna, “Müslüman Kardeşler’in Hilâfet Hususundaki Görüşleri”, Risaleler 2, İstanbul, Dergah Ofset, s. 50. 184 A.e., s. 50. 60 Birliği” kurulması gerektiğini ifade etmekte ve bu ifaden de anlaşılacağı gibi, farklı İslam milletlerinin bağımsız birer devlet şeklinde örgütlenmeleri gerektiğine inanmaktadır. Bu çerçevede, el-Benna’nın milli olan ile dini olan arasında bir karşıtlık gördüğünü ifade etmek güçtür. Aksine, milli olana dini bir anlam yüklemektedir. Elbette, El-Benna’nın ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlara yönelik yaklaşımında, içinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal şartların etkisini de hesaba katmak gerekmektedir. Çünkü, El-Benna’nın Müslüman Kardeşler’in liderliğini yürüttüğü 1928-1949 arası yıllar, –her ne kadar 1922’de bağımsızlık ilan edilmişse bile– İngiliz askerlerinin Mısır’dan çekilmediği, dolayısıyla da İngiltere’nin sömürge sürecinin halihazırda devam ettiği bir döneme tekabül etmektedir. Bu dönemde Müslüman Kardeşler için, hem fiili hem zihni açıdan sömürge yönetiminden kurtularak tam bağımsız olma düşüncesi siyaseten en önemli gündem maddelerinden biri olmuştur. Yabancı işgaline karşı verilen reaksiyon da doğal olarak hürriyet, bağımsızlık, vatan sevgisi ve vatanperverlik gibi temaların daha fazla ön plana çıkmasına yol açmış, hem bu temaların hem de söz konusu yapı, düşünce ve kavramın İslam’la bir şekilde uzlaştırılması çabasının ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dolayısıyla, el-Benna ve Müslüman Kardeşler’in ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlikle kurduğu benimseme ilişkisinde söz konusu bu şartların etkisi göz ardı edilmemesi gerektiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Ulus devlet ve milliyetçilikle olan irtibatı açısından ana akım İslamcı çizgide yer verilecek bir diğer isim Pakistanlı şair ve düşünür Muhammed İkbal’dir. İkbal (1873-1938), her ne kadar el-Benna gibi müspet ve menfi milliyetçilik ayrımına başvurmasa, hatta belirli bir noktaya kadar Panislamist düşüncelere sahip olsa da, Hindistan Müslümanlarından oluşan egemen bir (ulus) devlet fikrini savunması, hatta bu fikre öncülük etmesi ve bunun yanı sır,a egemen Müslüman devletlerin oluşturacağı bir birlik fikrini formüle etmesi dolayısıyla, ulus devlet ve milliyetçilikle ilişkisi bağlamında ana akım İslamcı kategoride yer verilmesi gereken bir isimdir. Gençlik döneminde Hint milliyetçiliğini içeren bazı politik bazı şiirleri bulunsa da, İkbal Avrupa’da kaldığı 1905-1908 yılları arasındaki dönemde Hint 61 milliyetçiliğinden Panislamizme yönelmiştir.185 İkbal’in Panislamist eserleri 1908’den 1938’deki vefatına kadar devam etmiştir. Bu eserlerinde siyaseti milliyetçilikten ayırıp daha çok din ve kültürle birleştirmiştir ki; bu aynı zamanda Batıdaki kilise ve devlet ikiliğini de reddetmesi anlamına gelmekteydi.186 İkbal’in düşüncesinin merkezinde “tevhid” kavramı yer almaktadır. Bu tevhid kavramı yalnızca Allah’ın kendi doğasına değil aynı zamanda dünyayla irtibatına yöneliktir. Çünkü Allah evrenin tek yaratıcısı, sürdürücüsü ve hakimi olup Allah’ın iradesi veya yasaları yarattıklarına tüm boyutlarıyla hükmeder. Bundan dolayı da bu yasalar hayatın her alanına uygulanmalıdır. İkbal’in bu inancı, onun topluluğu dinisiyasi bir devlet olarak ele almasına ve Müslüman bir toplumda İslami yasaların üstünlüğüne inanmasına temel oluşturur.187 Bu tevhid anlayışına göre İslam kardeşliğini ve İslam toplumunun birliğini sembolize eden merkez Kabe’dir. Bu çerçevede de İslam’ın ideal devleti hiçbir şekilde bölgesel, grupsal ya da etnik bir bağlılık üzerine bina edilemez. Bu ideal devlette kişisel egemenlik reddedilmekle birlikte hilafet de insanlık hizmeti olarak yer alacaktır. İkbal’in tasavvurundaki devlet evrensel İslam toplumunun ait olduğu ideal Müslüman bir devlet olup henüz gerçekleşmemiştir. İkbal, her ne kadar bu ideal devleti çağdaş ideolojilerin kavramlarıyla açıklamaya çalışsa da, genel anlamda Batı demokrasisini, ırksal eşitsizlik ve sömürgecilik üzerine inşa edildiği için eleştirmektedir.188 İkbal’in düşünce dünyasında milliyet(çilik) fikri İslam’ın sonu anlamına gelmektedir. Çünkü, Müslümanlar tek bir ümmetten oluşmaktadır ve ümmet hiçbir şekilde toprağa bağlı olarak sınırlandırılmazdır. Etnik, bölgesel ya da grupsal bağlar İslam toplumunun ortak kimliği olmamakla birlikte Müslümanların birliği ancak ve ancak İslami köklere sahiptir.189 Görüldüğü gibi, İkbal’in İslam’ın siyasal tasavvuruna ilişkin ideal düşünceleri öteden beri sahip olduğu tevhid anlayışı ve Panislamist yönelimleri doğrultusunda 185 Aziz Ahmed, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, Çev. Ahmet Küskün, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1990, s. 173. 186 A.e., s. 191. 187 Carimo Mohomed, “’Islam’ as The National Identity for The Formation of Pakistan: The Political Thought of Muhammad Iqbal and Abu’l ‘Ala Mawdudi”, História, C. 33, No: 1, Ocak-Haziran 2014, s. 322. 188 Ahmed, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, s. 192-194. 189 Amna Afreen, “Iqbal’s Islamic Political Ideas”, Al-Adwa, C. 42, No: 29, 2014, s. 50. 62 gelişmiştir. Ancak, özellikle iki savaş arası dönemde Hindistanlı Müslümanların içerisinde bulunduğu durum, İkbal’i politik gerçekleri kabul etmeye zorlamıştır. İkbal’in milliyetçilik, ulus devlet ve milli kimlik gibi meselelere bakış açısının da bu politik gerçeklik ile belirli bir dönüşüm geçirdiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Esasen iki savaş arası dönemde bir yandan Hindistan İngiliz sömürgesi altında bulunmakla birlikte, diğer yandan Hindistan Müslümanları da kendilerini yönetme hususunda ciddi problemler yaşamaktaydı. Bu dönemde Hindistan’da Müslümanlar için iki temel politik tavır ortaya çıkmıştır. Bu tavırlardan ilki “Hindistan Ulusal Kongresi”ni destekleme yönündedir ki bu parti aktif siyaset yürüten bir siyasi partidir. Yine bu parti, önceliğini İngiliz sömürgesinden kurtulmaya vermiş ve antiemperyalist bir tavra sahiptir. Tüm Hindistan Müslüman Birliği’nde yer alan Hindistanlı diğer Müslüman liderler ise (ki bunların başında Muhammed İkbal ve Muhammed Ali Cinnah gelmektedir), Hinduların egemen olduğu bir Hindistan’da azınlık halinde bulunan Müslümanların durumundan endişe duymakta ve en önemli mesele olarak İngiliz sömürgeciliğine karşı mücadele etmeyi değil Müslümanların en kısa süre içerisinde kendi cemiyetlerinin çıkarlarını korumasını ve geliştirmesini görmektedir.190 İkbal, böyle bir politik atmosfer içerisinde 29 Aralık 1930 yılında, Allahabad’da gerçekleştirilen ve başkan olarak seçildiği Tüm Hindistan Müslüman Birliği’nin 25. yıllık toplantısında yaptığı açılış konuşmasında Hindistan’ın kuzey batı kesiminde, Pencab, Kuzey-Batı Sınırı Eyaleti, Sind ve Belucistan bölgelerini içerisine alacak şekilde, Müslümanlar için bağımsız bir devlet tezini ilk kez ortaya atmıştır. İkbal konuşmasında Batılı ulus devlet modelinin Hindistan’da uygulanamayacağını, bunun mevcut haliyle Hindistan’ın sosyo-politik yapısına uygun olmadığını ve Müslümanlar için bağımsız bir devletin gerekliğini şu sözlerle dile getirmiştir: “Hindistan toplumunun birimleri, Avrupa ülkelerindeki gibi bölgesel değildir. Hindistan, farklı ırklara sahip insan gruplarında farklı dillerin konuşulduğu ve farklı dinlerin açıkça yaşandığı bir kıtadır. Onların davranışları, ortak bir ırk bilinciyle hiçbir şekilde belirlenemez. Hatta Hindular bile homojen bir grup formunda değildir. 190 Mohomed, “‘Islam’ as The National Identity for The Formation of Pakistan”, s. 319. 63 Hindistan’da toplumsal grupların gerçeği dikkate alınmaksızın Avrupa demokrasi prensibi uygulanamaz. Bundan dolayı, Müslümanların Hindistan içinde bir Müslüman Hindistan oluşturma isteği, tamamen haklıdır.”191 İkbal, Hindistanlı Müslümanlar için ayrı bir devlet tezini temellendirirken İslam’ın hukuki, siyasi ve toplumsal boyutlarıyla genelde Müslümanların özelde ise Hindistanlı Müslümanların hayatlarını biçimlendirici bir role sahip olduğunu ya da başka bir ifadeyle İslam’ın Müslümanların toplumsal düzeninin merkezinde yer aldığını vurgulamaktadır. Milli bir politik kurum olarak Hindistan tasavvurunda ise Müslümanlar azınlık pozisyonuna düşeceği için İslam’ın ideal düzenin gerçekleştirme imkanı kalmamasından duyduğu endişeyi dile getiren İkbal, Hindistanlı Müslümanların hayatlarını bu şekilde sürdürmelerinin mümkün olmadığı görüşündedir.192 Bu düşünceleri çerçevesinde de Hindistan’da Müslümanların yoğunlukla yaşadığı bölgeleri içerisine alacak şekilde ayrı bir devlet tezini savunmaktadır. İkbal’in ideal düşünceleri esasen daha Panislamist doğrultuda olmasına karşın, Hindistanlı Müslümanların içerisinde bulunduğu tarihsel ve toplumsal şartlar onun bu düşüncelerindeki İslam’ın ideal siyasal toplum ve devletinin gerçekleşmesine izin vermemiştir. Bununla birlikte, söz konusu süreç onun bu düşüncelerinin dönüşmesine, en azından şartlara göre uyarlanmasına neden olmuştur. Yani, başka bir ifadeyle, bu durum İkbal’in yalnızca Hindistan içerisinde kurulacak ayrı bir devlet fikrine yöneltmekle kalmamış, aynı zamanda, kendi Panislamist yaklaşımının tersi yönde olan ve egemen devletlere dayalı bir sistemin kabulüne götürmüştür: “Şimdilik her Müslüman milletin kendi benliğinin derinliğine inmesi, canlı bir cumhuriyetler ailesi oluşturacak kadar hepsi sağlam ve güçlü oluncaya kadar, geçici bir müddet için herbirinin bakışını sadece kendine çevirmesi gerekir… Bu birliğin gerçekten tezahürü, ortak bir manevi beklentinin birleştirici bağıyla, ırk çatışmaları halledilmiş ve ahenkli kılınmış özgür bağımsız birliklerin çokluğundadır. Bana öyle geliyor ki, Tanrı yavaş yavaş İslam’ın hakikatini bize getiriyor. Bu hakikat ne 191 Muhammad Iqbal, “Presidential Address to the 25th Session of the All-India Muslim League”, 29 December 1930, (Çevrimiçi) http://www.koranselskab.dk/profiler/iqbal/address.htm, 22 Nisan 2018. 192 Muhammad Iqbal, “Presidential Address to the 25th Session of the All-India Muslim League”. 64 milliyetçiliktir ne de emperyalizm, fakat Milletler Cemiyetidir (League of Naitons). Bu cemiyet sun’i sınırları ve ırk farklılıklarını, üyelerinin toplumsal ufkunu sınırlamak için değil, sadece kolay atıfta bulunmak için tanır.”193 İkbal, düşüncelerinin en kapsamlı haliyle yer aldığı İslam’da Dini Düşüncesinin Yeniden İnşası adlı eserinde yer verdiği bu düşünceleriyle farklı ve egemen Müslüman devletlerin oluşturacağı bir milletler cemiyeti fikrini dile getirmiştir. Bu durum, onun klasik anlamıyla Panislamist eğilimlerinden uzaklaştığını ya da uzaklaşmak zorunda kaldığının açık göstergesidir. İkbal’in, elBenna’ya benzer şekilde Batılı anlamıyla, yani seküler ve etno-merkezci bir milliyetçiliği reddettiği daha önce ifade edilmişti. Bununla birlikte, el-Benna’nın yaptığı gibi, milliyetçiliğin içini İslami bir şekilde doldurma yönünde özel bir çabası da yoktur. Ancak el-Benna’ya oldukça benzer şekilde, hem bağımsız egemen bir devletin gerekliliğine hem de esasen ulus devlet formatında olan söz konusu devletin İslami bir yönetim biçimine sahip olmasına inanmaktadır. Ayrıca, bir İslam birliği tesis edilecekse, bu birliğin formatının egemen devletlere dayalı milletler cemiyetine benzemesi gerektiğini düşünmektedir. Dolayısıyla, her ne kadar içerisinde bulunduğu şartlar el-Benna’nın içerisinde bulunduğu şartlara göre daha zorlayıcı olsa da, İkbal’in düşünceleri de İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı yeni düzene, yani milli alanlara bir şekilde dahil olma yönünde olmuştur. 1.3.2. Milliyetçiliğe ve Ulus Devlete Karşı Köklü Bir İtiraz: Radikal İslamcılık İslamcılık içerisinde, daha önce ifade edildiği gibi, ana akım çizginin dışında kalan radikal isim ve hareketler de bulunmaktadır. Söz konusu radikal İslamcı isim ve hareketler, gerek ulus devleti, milliyetçiliği ve milli kimlikleri benimsemeye gerekse modernitenin getirdiği yaşam biçimlerine itiraz etmekte ve bunlara entegre olmayı reddetmektedir. Radikal İslamcı isim ve hareketlerin ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlikleri benimsemeyi reddetmesinin temel nedeni bu yapı, düşünce ve 193 Muhammed İkbal, İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden İnşâsı, Çev. Rahim Acar, 6. bs., İstanbul, Timaş Yayınları, 2017, s. 196-197. 65 kavramların İslam’ın öngördüğü devlet ve toplum düzeniyle uyuşmadığını düşünmeleridir. Buna göre İslam dünyasının özellikle 20. yüzyılla birlikte karşılaştığı yeni düzene egemen olan ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlar İslam’ın ümmet tasavvuru ve İslamcılığın bu tasavvuruna dayalı birlik anlayışı ile taban tabana zıttır. Radikal İslamcılığın söz konusu uyuşmazlığa dayalı fikirlerini ele almadan önce bu uyuşmazlığa temel oluşturan ve İslamcı düşünce içerisinde de önemli bir yer tutan ve birbiriyle doğrudan irtibatlı iki kavramı kısaca açıklamak gerekmektedir. Bunlar ümmet ve Panislamizm kavramlarıdır. Ümmet kavramı, esasen hem Kuran’daki farklı kullanımlarından hem de İslam’ın erken dönemindeki Medine Vesikası örneğinde olduğu gibi, çeşitli etnik ve dini toplulukları nitelendirmek için kullanılmasından dolayı birkaç faklı anlama gelmekle birlikte, sonraki süreçte spesifik olarak Müslüman topluluğu ifade etmek için kullanılır hale gelmiştir.194 Başka bir ifadeyle, Müslüman toplumlar, İslam’ın yayılma süreci ilerledikçe, ayırıcı nitelikleriyle müstakil bir ümmet vasfı kazanmıştır. Yani, yaygın olan kullanımıyla ümmet “‘Hz. Muhammed’e iman edip tâbi olan kitleler’ (ümmet-i Muhammed)” anlamına gelmektedir.195 Bununla birlikte, özellikle modernleşme sürecinde, Müslüman toplumların millet, milliyetçilik ve ulus devlet gibi kavramların meydan okuyuşuyla karşı karşıya kalmaları, Müslümanlar arasındaki birlik ve dayanışma fikrine atıfla ümmet kavramına daha fazla vurgu yapılmasına neden olmuştur.196 Müslümanlar arasında 194 Muhamad Ali, “The Concept of Umma and The Reality of The Nation-State: A Western and Muslim Discourse”, Kultur: The Indonesian Journal for Muslim Cultures, C. 2, No: 1, 2002, s. 42. Ümmet kavramı, esasen “kendilerine peygamber gönderilmiş topluluk, kavim, her kabileden bir grup insan, her canlı cinsi, bütün iyilikleri şahsında toplamış kişi veya kendisine uyulan önder”, “aynı dine inanma, aynı zamanda yaşama veya aynı mekânda bulunma gibi önemli bir unsurda toplanan gruplar” gibi anlamlara gelmektedir. Ümmet kavramı Kuran’da da farklı yerlerde 64 kez bu anlamalara gelecek şekilde geçmektedir. Bununla birlikte, “Hicretten sonra Hz. Peygamber’in Mekke müşriklerine karşı Medine halkının bağlılığını sağlamak için Ehl-i kitap dahil bu şehirdeki bütün gruplarla yaptığı antlaşmada (Medine vesikası) yahudi kabilelerinin müminlerle beraber “ümmet” diye zikredilmesi, bu kavramın kapsamı hakkında farklı görüşlerin ortaya atılmasına yol açmıştır.” Buna karşılık başka bazı yazarlar Medine Vesikası’ndaki ifadenin daha çok “kabilevî” bir beraberliğe işaret ettiği yönünde görüş bildirmiştir. Bu açıdan bakıldığında, “yahudilerin İbrâhimî gelenekten kaynaklanan bir inancı taşımaları dolayısıyla müminlerle bir arada anılıp antlaşmanın tarafı sayılmaları” doğal görünmektedir. Bkz.: Halil İbrahim Bulut, “Ümmet”, İslam Ansiklopedisi Cilt 42, 2012, s. 308. 195 A.e., s. 308. 196 Ali, “'l'he Concept of Umma and The Reality of The Nation-State”, s. 42. 66 birlik ve dayanışmanın güçlendirilmesi yönünde ümmet kavramının giderek önem kazanması da özellikle Batılı milliyetçilik anlayışına karşı yeni bir düşünce ve siyaset biçiminin gelişmesine yol açmıştır. Bu düşünce ve siyaset biçimi Panislamizm ya da ittihad-İslam (İslam Birliği) olarak adlandırılmaktadır.197 Panislamizm “Müslümanların hem düşünce ve his hem de siyaset ve devlet anlamında bir birlik vücuda getirmeleri, buna bağlı olarak bu birliği bozucu, engelleyici, geciktirici bütün faktörleri ortadan kaldırmaya çalışmaları” anlamına gelmektedir.198 İslamcı düşüncenin önemli söylemlerinden birisi olan Panislamizm’in ortaya çıktığı tarih ile ilgili, tıpkı İslamcılık düşüncesinin kendisine ilişkin olduğu gibi, tartışmalar199 olsa da, ortaya çıktığı dönemin 19. yüzyıl, ortaya çıkaran koşulların 19. yüzyıl koşulları olduğu açıktır. Söz konusu koşullarda da Panislamizm’in Batılı milliyetçi hareketlere karşı İslam dünyasındaki farklı etnik grupları bir arada tutmak ve bu doğrultuda ümmetin birlik ve dayanışmasını sağlamak için gelişen bir fikir akımı ve siyaset biçimi olduğunu ifade etmek mümkündür.200 197 Panislamizm ve ittihad-ı İslam kavramlarının esasen aynı düşüncenin iki farklı dildeki ifade ediliş biçimleri olduğunu belirten Türköne, bu kavramlar arasında gereksiz bir ayrımın söz konusu olduğunu, bunun nedenin de Avrupa merkezli yaklaşımla ve dahası Panislamizm’in ittihad-ı İslam’a karşı bir önceliğinin bulunduğunun kabul edilmesi ile ilişkili olduğunu iddia etmektedir. Türköne, İslamcılığın Doğuşu, s. 209-210. 198 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 38. 199 İslamcılığın ortaya çıkışında olduğu gibi Panislamizm’in de ortaya çıkışı Afgani’ye isnat edilmektedir. Bu yaklaşımın eleştirisini yapan Türköne ise, bu fikrin ilk kez Yeni Osmanlıların yayınlarında kullanıldığını, iki ifadenin aynı anlama geldiğini belirtmektedir. Türköne’ye göre Yeni Osmanlılar bu fikri teklif ederken Batılı “pan” hareketlerinden ilham almış ancak Panislamizm’in Türkçe karşılığı olan ittihad-ı İslam ibaresini kullanmıştır. Bunun kanıtı olarak da Osmanlı aydınlarının aynı dönemde “Panslavizm” ve” Pan Cermenizm” kavramları için “ittihad-ı Slav” ve “ittihad-ı Cermen” ibarelerini kullanmasını göstermektedir. Türköne, İslamcılığın Doğuşu, s. 210- 211. Bunun dışında Afgani’ye isnat edilen Panislamizm fikrinin niteliği ve amacına yönelik de tartışmalar mevcuttur. Daha önce ifade edildiği gibi, Keddie, Afgani’nin Panislamiszm fikrinin milliyetçilik ile birlikte emperyalizme karşı bir cevap üretmek amacı taşıdığını belirtmiştir. Keddie, An Islamic Response to Imperialism, s. 39. Albert Hourani, Afgani’nin zihninde evrensel nitelikte tek bir İslam devleti kurmak gibi fikir olmadığını iddia etmektedir. Bkz.: Albert Hourani, Arabic Thought in the Liberal Age: 1798- 1939, Cambridge, Cambridge University Press, 1983, s. 116. Benzer şekilde, Ayoob da Afgani’nin Panislamist fikirlerinin uluslarötesi bir nitelik taşımadığını ifade etmektedir. Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 134. 200 Panislamizm, Osmanlı siyasi hayatında ilk kez Sultan Abdülaziz döneminin son yıllarında kullanılmaya başlanmışsa da, bir politika haline Sultan II. Abdülhamid döneminde gelmiştir. Bu dönemle birlikte, Osmanlı sultanının “halife” ünvanını özellikle kullanması, yanı sıra hilafet makamının itibarının arttırılması ve tahkim edilmesi söz konusudur. Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 28. Bu çerçevede, Sultan II. Abdülhamid Panislamizm politikası doğrultusunda hilafetin bir dış politika unsuru olarak devreye sokulduğunu ifade etmek mümkündür. Panislamizm ile ilgili farklı bakış açıları için ayrıca bkz.: Jacob M. Landau, The Politics of Pan-Islam: Ideology and Organization, New York, Oxlord University Press. 1990. Nikkie Keddie, “Pan-Islam as ProtoNationalism”, The Journal of Modern History, C. 41, No: 1, Mart 1969, s. 17-28. 67 Esasen bu fikir, Osmanlı’nın dağılmasından ve hilafetin ilga edilmesinden sonraki süreçte hem dayanaklarını hem de gerçekleştirilme şansını büyük ölçüde kaybetmiştir.201 Buna karşın, klasik anlamıyla Panislamizm fikrinin, İslam’ın hilafete dayalı geleneksel siyasal sisteminin ortadan kalkmasından sonraki süreçte bazı İslamcı düşünürlerde canlı kalması ve bu düşünürlerin, İslam dünyasının ulus devletler sistemine intikal etmesine rağmen, milliyetçilik ve İslam’ın uyuşmaz doktrinlere sahip olduğunu savunmaya devam etmesi radikal İslamcılığın zeminini oluşturmuştur. Ana akım İslamcılığın milliyetçilikle olan ilişkisinde, daha önce de ifade edildiği gibi, milliyetçiliğin bütünüyle reddedilmediği görülmekteydi. Bunun yerine, müspet ve menfi milliyetçilik ayrımı yapılmış ve milli yapı, düşünce ve kavramların içi İslami bir şekilde doldurulmaya çalışılmıştır. Buna karşın, radikal İslamcılığın milliyetçilikle olan ilişkisinde müspet ve menfi ayrımının söz konusu olmadığı ve milliyetçiliğin bütünüyle Batılı anlamıyla, yani seküler ve etno-merkezci bir fikir akımı olarak ele alındığı görülmektedir. Bu ele alış biçimi de, radikal İslamcı düşünürlerce milliyetçiliğin, İslam’ın Müslümanlar arasındaki birlik ve dayanışmaya dayalı ümmet tasavvuruna aykırı olarak yorumlamasına neden olmaktadır. Yani, başka bir ifadeyle, radikal İslamcı düşünürler milliyetçilik, ulus devlet ve milli kimlikleri benimsemenin İslam’ın birlik ve dayanışmaya dayalı ümmet tasavvuru ile bağdaşmadığını, bağdaşmasının da mümkün olmadığını düşünmektedir. Çünkü bu tüm yapı, düşünce ve kavramlar İslam dünyasını bölücü ve ayrıştırıcı nitelik taşımaktadır. Yanı sıra, Panislamizm düşüncesi doğrultusunda, birlik ve dayanışmayı merkeze alan evrensel bir ümmet anlayışına dayalı bir tasavvura sahip olmasından dolayı, radikal İslamcı düşünürler için mevcut uluslararası sistem de son derece sorunludur. Uluslararası sitemin egemen ulus devletlerin varlığına dayanması zaten başlı başına bir sorun teşkil etmektedir. Ayrıca, seküler hukuk üzerine kurulu verili sitem, İslam dünyasının zaten kötü olan durumunu daha da pekiştirmektedir. 201 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi 1, s. 39. Daha önce de ifade edildiği gibi, Panislamizm fikri sonraki süreçte farklı biçimlerle de olsa, genellikle İslam dünyasındaki egemen devletlerin oluşturacağı bir birlik şeklinde, İslamcı düşünürlerin zihninde bir ideal olarak varlığını sürdürmüştür. A.e., s. 39. 68 Dolayısıyla bu yaklaşıma sahip düşünürlere göre mevcut küresel sistemin radikal bir şekilde değiştirilip, yeninden düzenlenmesi gerekmektedir.202 Milliyetçilik, ulus devlet ve milli kimlik gibi düşünce, yapı ve kavramları benimsemeyi reddeden ve bunlara köklü biçimde itiraz eden radikal İslamcılığın en önemli temsil isimlerinden biri Seyyid Kutup’tur (1906-1966). 1950’li ve 1960’lı yıllarda Mısır’daki Müslüman Kardeşler teşkilatının en önemli ideoloğu ve 1966’da Mısır yönetimi tarafından idam edildikten sonra da İslamcı düşünce üzerinde etkisi en fazla olan isimlerden biri olan203 Kutup’un 1965 yılında hapishanedeyken yazmış olduğu ve İslamcı düşünce ve siyasetin çok daha radikal bir kavramsallaştırmasını temsil eden Yoldaki İşaretler adlı eseri, 20. yüzyılın ikinci yarısında İslam dünyasındaki en marjinal hareketler de dahil birçok İslamcı grubun manifestosu haline gelmiştir.204 Kutup, 1951 yılında katıldığı Müslüman Kardeşlerin kurucusu ve 20 yıl gibi bir süre liderliğini yapan Hasan el-Benna ile aynı kuşaktandır hatta aynı tarihte doğmuştur. Her ikisi de Mısır’ın kırsal kesiminde yetişmiş, seküler üniversite eğitimi almış ve benzer şekilde Mısır hükümeti tarafından öldürülmüştür. El-Benna 1949 yılında suikaste uğramış, Kutup da 1966 yılında idam edilmiştir. Benzer arka planlara sahip olmakla birlikte, Kutup’un siyasi çizgisi el-Benna’dan farklı şekilde gelişmiştir. El-Benna’nın Müslüman Kardeşlere liderlik ettiği 1930’lu ve 1940’lı yıllarda Kutup milliyetçi VAFD Partisinin bir üyesiydi.205 Kutup muhalif VAFD Partisi’nin aktif bir üyesi olmakla birlikte aynı zamanda Mısır Eğitim Bakanlığı’nda görev yapmaktaydı. Bir süre sonra Mısır’daki krallık rejimine muhalif olması nedeniyle bakanlıktaki amirleri ile arası açılmış ve istifanın eşiğine gelmiştir. İstifadan vaz geçirilen Kutup, Eğitim Bakanlığı’nda kalmakla birlikte bu süreçte biraz da hükümetin görevlerinden kurtulmak için –çok uzun soluklu olmasa da– dergi editörlüğü yapmış, edebiyat ve siyasi içerikli dergilerde yazılar yazmıştır. 1948 yılında, Kutup, Eğitim Bakanlığı tarafından, görünürde eğitim için olmakla birlikte, esasen Amerika’yı doğrudan tanımasının 202 Amjad dajani, “Islamic Nationalism vs Islamic Ummatism/al-Ummatya: Conceptualizing Political Islam”, (Çevrimiçi) https://www.soas.ac.uk/lmei/events/ssemme/file67881.pdf, 5 Temmuz 2020. 203 Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 73. 204 Brykczynski, “Radical Islam and the Nation”, s. 3. 205 A.e., s. 1-3. 69 onun resmi politikalara olumlu yönde daha fazla meyletmesini sağlayabileceği ve gitgide daha fazla İslami boyut kazanan muhalif eylemlerden vazgeçmesine ikna edebileceği düşüncesiyle Amerika’ya gönderilmiştir. Ancak beklenilenin aksine Kutup’un Amerika izlenimleri oldukça negatif olmuştur. Kutup, 1951’de, Amerika’dan Mısır’a dönüşünden hemen sonra Müslüman Kardeşlere katılmış ve kısa bir süre sonra, 1953 yılında teşkilatın resmi yayın organında genel yayın müdürü olmuştur. 1952 yılında Mısır’da kendilerini “Hür Subaylar” olarak adlandıran bir grup asker kralı devirerek darbe gerçekleştirmiştir. Darbenin öne çıkan ismi General Muhammed Necip devlet başkanlığına getirilmesine karşın, esasen darbeyi perde arkasından Cemal Abdul Nasır ve onun kontrolündeki Devrimci Komuta Konseyi yönetmiş ve çok geçmeden yönetimi eline almıştır. Müslüman Kardeşler ilk etapta darbeyi olumlu karşılamakla birlikte –ki darbeden üç gün sonra Devrimci Komuta Konseyi’nin şeriat ilan etmesi gerektiğini ifade etmiştir-, konseyin çok geçmeden İslami bir devlet düzeninin aksine seküler bir düzen benimseyeceği belli olmuştur. 1954 yılında konsey, Büyük Britanya ile Süveyş Kanalı’ndaki İngiliz askerlerini çekmesine karşılık Mısır’daki ticari çıkarlarının artıran bir anlaşma imzalayınca Müslüman Kardeşler tarafından hain ilan edilmiştir. 1954 yılında Nasır kontrolündeki Konsey Müslüman Kardeşlerin feshedilmesine karar vermiş, hemen ardından Kutup’la birlikte 4000 kadar Müslüman Kardeşler üyesi tutuklanmış ve bunların birçoğu ölüm cezasına çarptırılmıştır. Kutup da 15 yıla mahkum edilmiştir.206 Kutup’un düşünceleri, el-Benna’dan daha farklı siyasi ve toplumsal şartlar altında gelişmiştir. Kutup’un düşüncelerinin, genel olarak İslamcı hareketlerin daha özelde ise Müslüman Kardeşlerin Hür Subaylar darbesinin hemen ardından kontrolü ele geçiren ve seküler bir Arap milliyetçisi Cemal Abdul Nasır’ın otoriter yönetimi tarafından sert bir şekilde bastırıldığı bir dönemde, söz konusu şartlara bir reaksiyon olarak geliştiğini ifade etmek mümkündür.207 Düşünceleri Nasır’ın zindanlarında ve ağır işkence altında şekillenen Kutup’a göre Mısır’da daha önce eşi benzeri görülmemiş bir zalimlikte bir grup yönetimi ele geçirmiştir. Bu zalim yönetim hem 206 A.B. al-Mehri, “Biography”, Milestones, Ed. A.B. Al-Mehri, Birmingham, Maktabah Booksellers and Publishers, 2006. s. 7-9. 207 Ayoob, The Many Faces of Political Islam, s. 74 70 İslam’a düşmanlık gütmekte hem de İslami olmayan uygulamaları ile toplumu gitgide daha fazla çürüme ve yozlaşmaya götürmektedir. Bu şartlar altında, Kutup için Mısır’ın öncelikli sorunu artık yabancı işgali ya da sosyal adaletsizlik değil tam olarak bu zalim yönetimdir.208 Bu çerçevede, Kutup, hem Mısır yönetimi hem de İslam dünyasındaki diğer tüm yönetimler ile İslam öncesi Arap toplumumun tutumu arasında “cehalet” ve “inkar” gibi kavramlar bağlamında birebir benzerlik kurmuştur. Geçmiş ile yaşadığı dönem arasındaki bu mukayese, İslam öncesi Arap toplumunu tanımlamak için kullanılan ve Kur’an’da yer aldığı şekliyle “cahiliye” kavramının Kutup’un düşüncesinde merkezi bir yer tutmasını sağlamıştır.209 Cahiliye “özel olarak Araplar'ın İslam'dan önceki dini ve sosyal hayat telakkilerini, genel olarak da kişilerin ve toplumların günah ve isyanlarını ifade eden bir terim” olmakla birlikte, “gerek Kur'an-ı Kerim'de gerekse hadislerde Araplar'ın İslam’dan önceki inanç, tutum ve davranışlarını İslami devirdekinden ayırt etmek için kullanılmıştır. Bu sebeple genellikle Araplar'ın İslam'dan önceki dönemine ‘Cahiliye’ veya ‘Cahiliye çağı’” denmektedir.210 Başta milliyetçi ve otoriter Mısır rejimi olmak üzere İslam dünyasındaki diğer tüm rejimleri cahiliye olarak tanımlayan Kutup’a göre bu yeni cahiliye çok derin tarihsel köklere sahiptir. Yeni cahiliyeyi temsil eden modern ve otoriter devlet, baskıcı araçlarıyla cahiliyeyi hem muhafaza etmekte hem de daha da geliştirilmektedir.211 Kutup, cahiliye kavramsallaştırmasını Yoldaki İşaretler’de şöyle açıklamaktadır: “İslâm şu iki toplum türünden başkasını tanımaz: İslâmî toplum ve cahilî toplum. ‘İslâmî toplum’ akide ve ibadet, yasa ve düzen, ahlak ve sülûk olarak İslam’ın uygulandığı toplumdur… ‘Cahili toplum ise İslâm’ın uygulanmadığı, akide ve düşüncesine, değer ve ölçüsüne, düzen ve yasasına, ahlak ve sülûkuna Allah’ın hükmetmediği toplumdur. Namaz kılsa, oruç tutsa, kabeyi haccetseler de bu toplumun 208 Al-Mehri, “Biography”, s. 11. 209 A.e., s.11. 210 Mustafa Fayda, “Cahiliye”, İslam Ansiklopedisi Cilt 7, 1993, s. 17. 211 Al-Mehri, “Biography”, s.11. 71 kanunu İslâm şeriatı değilse, bu insanların kendilerini Müslüman olarak adlandırması, onu İslâm toplumu yapmaz.”212 Kutup, İslam toplumunun ölçüsünü Allah’ın hükümlerinin (şeriatın) hayatın her alanında hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde tam anlamıyla uygulanması olarak belirlemektedir. Bu da Kutup’un düşünce dünyasının merkezinde cahiliye ile birlikte başka bir kavramın daha ön plana çıkmasını sağlamaktadır: “Hakimiyet (hakimiyyah)”. Hakimiyet kavramı, Allah’ın yeryüzündeki egemenliği anlamına gelmekle birlikte, cahiliye kavramından bağımsız değildir. Bu iki kavram, iki karşıt ve çatışan kutbu temsil etmektedir. 213 Kutup’a göre, cahiliye yalnızca bilginin zıddı anlamına gelmemektedir. Cahiliye, İslam’dan önce veya sonra bir dönemle ya da daha özelde bir coğrafya, ırk, toplum ve devletle de sınırlı değildir. Cahiliye, zaman ve mekan fark etmeksizin, Allah’ın en üst idari ve yasal otorite olmadığı herhangi bir durumu nitelemek için kullanılır. Buna göre cahiliye, Allah’ın hakimiyetinin antitezi olarak ortaya çıkmakta ve bu iki kavram hayatın her alanında (siyasi, ekonomik, toplumsal, ahlaki ve entelektüel) karşıtlıklar üzerinden yer almaktadır.214 Bu doğrultuda Kutup, Allah’ın hükümlerinin uygulanmadığı tüm toplumları cahili toplum olarak nitelendirmektedir: “Müslüman toplumun dışında kalan her toplum, cahili toplumdur. Kısaca tanımlamak istersek şöyle diyebiliriz: İbadeti yalnızca Allah’a özgü kılmayan toplumdur. Bu, ibadet, itikat ve kanunlarda tevhidî olmayan bir görüntüye sahip olmadır.”215 Kutup’a göre “bugün yeryüzünde bulunan bütün toplumlar fiilen bu ‘cahili toplum’ tanımına girmektedir.”216 Sosyalist, putperest, Yahudi ve Hıristiyan toplumlarla birlikte kendini Müslüman zanneden toplumlar da cahili toplum sınıfına girmektedir.217 Kutup’a göre cahili toplum tipi Allah’ın yeryüzündeki uluhiyyetini inkar etmekte ve “Gökte de, yerde de ilah olan 212 Seyyid Kutup, Yoldaki İşaretler, Çev. Mustafa Özel, 8. bs., İstanbul, Özgün Yayıncılık, 1999, s. 121. 213 Sayed Khatab, The Power of Sovereignty: The political and Ideological Philosophy of Sayyid Qutb, New York, Routledge, 2006, s. 2. 214 Sayed Khatab, The Political Thought of Sayyid Qutb: The Theory of Jahiliyyah, New York, Routledge, s. 3. 215 Kutup, Yoldaki İşaretler, s. 103-104. 216 A.e., s. 104. 217 A.e., s. 104-107. 72 O’dur”218 ayetini yok saymaktadır. Dahası böyle bir toplum modeli “Egemenlik sadece Allah’ındır. Kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretti. Dosdoğru olan din budur”219 ayeti uyarınca Allah’ın dini üzere olamaz. Bu tip bir toplum “Allah’ın varlığını kabul etse, insanların sinagog, kilise ve camilerde ibadet etmelerine izin verse bile, cahilî toplum olur.”220 Kutup, daha önce de ifade edildiği gibi, Mısır’da yönetimi darbe ile ele geçiren ve seküler bir milliyetçi rejim tesis etmeye çalışan Nasır’ın otoriter politikalarını tecrübe etmiştir. Cahiliye kavramsallaştırmasını da büyük ölçüde bu siyasi ve toplumsal şartlar altında geliştirmiştir. Bu çerçevede de özelde Nasır rejimini olmakla birlikte genel olarak İslam dünyasına hakim olan tüm rejimleri cahiliye olarak nitelendirmiştir. Yani, cahiliye artık Kutup için belirli bir dönem ve coğrafya ile sınırlı değil, Allah’ın yasalarının hakim olmadığı tüm toplumlar için geçerlidir. Kutup’un milliyetçilik, ulus devlet ve milli kimlik gibi düşünce, yapı ve kavramlara ilişkin görüşlerinin de, genel düşünceleri ile bütünlük içerisinde şekillendiğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Her şeyden önce, Kutup’un zihninde milliyetçilik seküler ve etno-merkezci, dolayısıyla da Batılı bir düşünce akımıdır. Ayrıca Batı sömürgeciliğiyle doğrudan bağlantılı, bundan dolayı iki dünya savaşının temel nedeni olan milliyetçilik, aynı zamanda evrenselliği de zayıflatan bir düşünce akımıdır. Çünkü milliyetçilikle şekillenen devletler sömürgeci olduklarından dolayı yalnızca kendi toplumlarına maddi kaynakları akıtmaktadır.221 Oysa İslam’ın tavrı bu konuda nettir: “İslâm, bu bağnaz milliyetçilik fikrini reddetmekle sömürgeciliğin oluşma imkânlarını tâ en başından yok etmiştir.”222 Kutup’un ırkçılık ve milliyetçilik meselelerine karşı İslam’ın tavrının şöyle izah etmektedir: “İslâm doğduğu günden itibaren ırkçılığa ve milliyetçiliğe dayanan her türlü hareketi reddederek, tüm insanlığı tek bir esasa bağlamıştır. Cinslerin ve ırkların birbirlerine üstünlüklerinin bulunmadığını, renk ve dillerdeki farklılıkların insanlar arasındaki 218 Kur’an i. 43. 219 Kur’an i. 12. 220 Kutup, Yoldaki İşaretler, s. 122. 221 Seyyid Kutup, İslam Toplumuna Doğru, Çev. Ahmet Pakalın, İstanbul, Hikmet Neşriyat, 2007, s. 109-110. 222 A.e., s. 110. 73 üstünlük açısından bir önem taşımadığını ilan etmiştir. Allah Teâlâ bu ırk farkını, insanların birbirleriyle tanışıp sevişmeleri için var etmiştir. İslâm’a göre üstünlüğü belirleyen tek meziyet; Allah’tan hakkıyla korkmak, O’nun emirlerine itaat etmek ve O’nun kullarına güzellikle muamele etmektir.”223 Kutup’un ifadelerinden de anlaşılacağı üzere, radikal İslamcı söylemde, ana akım İslamcılıkta, özellikle de Hasan el-Benna’da görülen müspet ve menfi milliyetçilik ayrımına, dolayısıyla da milliyetçiliğin İslamileştirilmesi gibi çabaya ve doğru biçimiyle milliyetçiliğin İslam’da yer aldığı gibi bir argümana rastlanmaz. Çünkü, Kutup’a göre İslam’da doğru milliyetçilik diye bir şey yoktur. Cahili bir düzen düşüncesini temsil ettiği için, Kutup milliyetçiliğe kategorik bir karşı çıkış içerisindedir: “Aşiret, kabile, kavim, milliyet, renk ve toprak asabiyyeti geri kalmışlık, düşüklük belirtisidir. İnsanlığın ruhsal düşüşlere uğradığı dönemlerde ortaya çıkan cahilî bir olgudur. Allah Rasûlu (s.a.v.), yaydığı pis ve iğrenç kokudan dolayı ırkçılığı kokuşmuşluk olarak nitelemiştir.”224 Kutup’a göre İslam dini “insanları Allah’a bağlayan tek bir bağın olduğunu vurgulamak için gelmiştir.”225 Kutup şöyle devam etmektedir: “Allah’a ait çok değil, bir tek hizb (parti, grup) vardır. Diğer hizbler şeytana ve tağuta aittir… Allah’a ulaştıran tek bir yol vardır. Diğer yollar kesinlikle ona ulaştırmazlar… İslâmi olan tek bir düzen vardır. Onun dışındakilerin hepsi cahilîdir… Tek bir şeriat vardır. O da İslâm Şeriatıdır. Diğerleri heva ve hevese dayanan düzenlerdir… Ve meydanda çok değil, yalnızca tek bir hakikat vardır. Diğerleri sapıklıktır… Üzerinde İslâm devletinin kurulu bulunduğu, Allah’ın şeriatının egemen olduğu, hadlerinin uygulandığı Müslümanların birbirlerinin velileri olduğu tek bir dâr (ülke) vardır. O da dar-ül İslâm’dır. Onun dışındakiler dar-ül harptir.”226 Görüldüğü gibi, Kutup’un temelde ilahi hakimiyet ve cahiliye karşıtlığına dayalı keskin ayrımı, birçok meseleye bakışını da belirlemektedir. Bu açıdan kendi içerisinde bütünlük gösteren bu keskin ayrımları, onun vatan ve milliyet kavramlarına ilişkin de oldukça keskin görüşleri benimsemesini sağlamıştır. Kutup’a 223 A.e., s. 107. 224 Kutup, Yoldaki İşaretler, s. 162. 225 A.e., s. 152. 226 A.e., s. 152-153. 74 göre “Allah’ın şeriatınnın hakim olmadığı, onunla mensupları arasındaki ilişkilerin Allah esasına dayanmadığı yer Müslümana vatan olamaz.”227 Dahası, Müslüman kişiyi “İslâm ümmetinin, İslâm ülkesinin bir üyesi yapan akidesinin dışında bir milliyeti de yoktur. Müslümanın Allah’a imandan kaynaklananın dışında bir yakınlık bağı da yoktur.”228 Daha önce ifade edildiği gibi, milliyetçilik düşüncesine kategorik bir karşı çıkış içerisinde olan Kutup için, eğer ille de milliyet, vatan ve ülke gibi kavramlardan söz edilecekse, bunlar yalnızca İslam’la ve İslam’ın tam anlamıyla hakim olması ile anlamlıdır. Vatan ve ülke, doğrudan doğruya Allah’ın hükümlerinin uygulandığı toprak parçası (dar-ül İslam) iken milliyet de yalnızca akidedir. Yani, milliyet, Müslümanın Allah’a olan inancı ve bu inancın gereği olan hayat tarzı dışında hiçbir bağlılığa tekabül etmemektedir.229 Bunun yanı sıra, Kutup’a göre “İslâm toplumu evrensel bir toplumdur. Bu toplum coğrafi sınırlarla bağlanmayan, milliyetçi ve ırkçı görüşlerden uzak olan bir toplumdur.”230 Kutup’un bu noktada evrenselci ve doğrudan ümmet birliğini merkeze alan ya da başka bir ifadeyle Panislamist bir yaklaşım sergilediğini ifade etmek mümkündür. Kutup ümmet tanımını şu şekilde genişletmektedir: “İslâm ümmeti, üzerinde İslâm’ın bulunduğu bir toprak parçası değildir. Tarihin bir kesitinde atalarının, İslâm’a uygun bir sistemle yönetildiği, yaşadığı bir ulus da değildir. İslâm ümmeti, hayatlarını, düşüncelerini, konumlarını, sistemlerini, değerlerini, ölçülerini, kısaca herşeylerini sadece ve sadece İslami yöntemden alan bir insan topluğudur.”231 227 A.e., s. 154. 228 A.e., s. 154. 229 Kutup bunu şu şekilde ifade etmektedir: “İslâm sadece budur. Toprak, ulus, neseb, akrabalık, kabile, aşiret değil, yalnızca odur; Dar-ül İslâm. İslâm, insanları göğe uzansınlar diye toprak bağlarından, yüceler yücesine yükselsinler diye kan prangalarından kurtarmıştır. Müslümanın özlemini çektiği, savunduğu vatan bir toprak parçası değildir. Müslümanın tanıdığı ulus, egemen ulus, değildir. Müslümanın aşireti sığındığı, savunduğu kan bağından ileri gelen aşiret değildir. Müslümanın bayrağı, aziz bildiği, uğruna şehid olduğu bayrak, herhangi bir kavmin bayrağı değildir… Zafer diğer bayrakların değil, akide bayrağının altındandır. Cihad başka amaçlar için değil, yalnızca Allah’ın dini ve şeriatı galib gelsin diyedir. Herhangi bir ülkeyi değil, belirtilen şartlar dahilinde İslâm ülkesini savunmaktır. Ne bir ganimet, ne bir şöhret, ne bir toprak ya da ulus, ne de çoluk çocuk için değil, sadece Allah için… Ülke, Allah’ın koyduğu akidenin, hayat düzeninin, şeriatın hükmettiği yerdir. İnsana layık olan ülke budur. Milliyet, akide ve hayat tarzıdır. Ademoğullarının layık olduğu temel bağ budur.” Bkz.: A.e., s. 161-162. 230 Kutup, İslam Toplumuna Doğru, s. 107. 231 Kutup, Yoldaki İşaretler, s. 10-11. 75 Bu çerçevede “gerçekten Allah’ın seçilmiş milleti, aralarında çeşitli milliyet, kavim, renk ve ülke farkları bulunan Allah’ın (c.c.) bayrağının gölgesinde yaşayan İslâm ümmetidir… ilk safında Arap Ebû Bekir’in, Habeşli Bilal’in, Bizanslı Suheyb’in, İranlı Selman’ın bulunduğu ve sonraki nesillerin izlediği bu muhteşem çizginin hakim olduğu ümmetin milliyeti akide, ülkesi dar-ül İslâm, hakimi Allah, anayasası da Kur’an’dır. Bu yüce ülke, milliyet ve akrabalık anlayışı Allah’a davet erlerinin gönüllerine egemen olması gereken anlayıştır.”232 Kutup’un, Hasan el-Benna ve Muhammed İkbal gibi ana akım İslamcı kategoride yer verilen düşünürlerde olduğu gibi, her İslam ülkesinin öncelikle kendi bağımsızlığını elde etmesi ve sonraki süreçte belirli aşamalardan sonra egemen ulus devletlere dayalı İslam Birleşmiş Milletleri ya da federatif birlikler şeklinde bir birlik oluşturması yönünde bir düşüncesi yoktur. Daha doğrusu, Kutup’un böyle bir gündemi yoktur. Çünkü böyle bir gündem ancak egemen ulus devletlerin kabulüne dayanmaktadır. Oysa Kutup, daha önce de ifade edildiği gibi milli alanlara ait tüm yapı, düşünce ve kavramlara kategorik bir karşı çıkış içerisindedir. Bu yüzden de egemen ulus devletin kendisi olduğu gibi ulus devletlerin varlığına dayalı bir İslam Birliği fikri Kutup için anlamlı değildir. Kutup’un yöntemi farklıdır. Kutup için tek çözüm yolu cahili düzeni devirip yerine Allah’ın hükümlerinin uygulanacağı bir İslam devleti kurmaktır. Bu da, ancak ve ancak uzun vadeli bir ideolojik ve örgütsel çalışmayla ve adanmış öncü Müslümanlar eliyle gerçekleştirilebilir: “Günümüzde kimileri, İslâm’ı sunarken bazen ‘İslâm demokrasisi’ bazen ‘İslâm sosyalizmi’ bazen de dünyada egemen olan ekonomik, siyasal ve hukukî düzenlerin sadece ‘bazı İslâmi düzenlemelere’ ihtiyacı olduğunu söyleyerek İslâm’ın gerçek yüzünü gizlemektedir. Hayır!.. Konu büsbütün farklıdır. Yeryüzüne yayılmış bulunan bu cahiliyeden, İslâm’a geçiş geniş ve uzun bir süreçtir. İslâmi yaşam biçimi, bugünün ve dünün cahiliye yaşam biçimlerinden büsbütün farklıdır. İnsanlığın karşı karşıya kaldığı bu sıkıntılı durum; düzen ve kurumların bazı birimlerinde yapılacak eksik ve yüzeysel düzenlemelerle bir çözüme kavuşturulamaz. İnsanlığın kurtuluşu ancak bu geniş ve uzun süreçle, yaratıkların yöntemlerinden Yaratan’ın yöntemine, beşeri 232 A.e., s. 163. 76 düzenlerden beşerin Rabbinin düzenine, kulların egemenliğinden kulların Rabbinin egemenliğine geçişin sağlandığı süreçle başarılabilir.”233 Kutup, İslam ile modern ideolojilerin sentezinin oluşturacağı bir düzeni kesinlikle reddetmektedir. Ayrıca, verili düzenin İslamileştirilmesi ya da İslami düzenin bazı eksiklerinin giderilmesi gibi bir yöntemi benimsememektedir. Bu da onu evrensel İslam devleti gibi devrimci bir fikre götürmektedir ki bu aynı zamanda Panislamist bir yönelimdir. Bu devrimciliği ve evrenselciliğiyle milli alanlara ait tüm yapı, düşünce ve kavramlara kategorik bir şekilde karşı çıkmıştır, bu tavrı ile de İslamcılık içerisinde radikal çizgiyi temsil etmektedir. İslam’ın milliyetçilikle ilişkisini tartışan ve hem Batılı anlamda milliyetçiliğin hem de Müslüman milliyetçiliğinin reddedilmesi gerektiğini savunan bir diğer radikal İslamcı isim Ebu’l Ala El Mevdudi’dir (1903-1979). Mevdudi, 20. yüzyılda İslam düşüncesini sistematik bir şekilde yorumlayan ve çağdaş ihya hareketlerinin yükselmesinde son derece etkili olan düşünürlerin (Kutup ile birlikte) başında gelmektedir. Onun, İslamcı düşünceye yaptığı en önemli katkılardan biri olan ve “İslam devleti” kavramsallaştırmasında da ifadesini bulan, ihyacı düşünceleri Seyyid Kutup gibi düşünürleri ciddi bir biçimde etkilemiştir.234 Mevdudi, geleneksel bir aileden gelmekle ve ilk eğitimini de geleneksel okullarda almakla birlikte daha sonra modern ilimleri öğrenmek için geleneksel eğitimi terk etmiştir. Kendi çabalarıyla İngilizce öğrenip Batı düşüncesini çalışan Mevdudi 1921-1924 yılları arasında İslam halifeliğini muhafaza etmek amacıyla kurulan Hilafet Hareketi235 içerisinde yer almıştır.236 Mevdudi meslek olarak gazeteciliği tercih etmiş, 1924-1927 yılları arasında Hint Uleması Cemiyeti’nin gazetesi olan el-Camia’nın editörlüğünü yapmıştır. Mevdudi 1932 yılında, esasen başkalarının kurup yürüttüğü TercümanKur’an dergisi ile irtibat kurmuş, 1933 yılında derginin tek sorumlusu haline gelmiş 233 A.e., s. 172. 234 S. Veli Rıza Nasr, Mevdudi ve İslami İhyanın Teşekkülü, Çev. Hasan Aktaş, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 2000, s. 10-11. 235 İslam halifeliğini korumak amacıyla Hindistan’da kurulmuş Hilafet hareketi hakkında. Bkz.: Gail Minault, The Khilafat Movement: Religious Symbolism and Political Mobilization in India, New York, Columbia University Press, 1982. Khursheed Kamal Aziz, Hint Hilafet Hareketi: Belgelerle (1915-1933), Çev. İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul, Mahya Yayıncılık, 2014. 236 S. Veli Rıza Nasr, Cemaat-i İslâmî, Çev. Hasan Aktaş, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1998, s. 16 77 ve kısa dönemli bazı kesintiler dışında kendi görüşlerinin yer aldığı bu dergiyi ömrünün sonuna kadar yayınlamıştır.237 Mevdudi’nin ihyacı düşüncelerinin gelişiminin Hindistanlı Müslümanların iki savaş arası dönemde içinde bulunduğu durumla doğrudan ilişkili olduğunu ifade etmek mümkündür. Mevdudi, başlangıçta ihyacı olamamakla birlikte, Hilafet Hareketi’nin 1924’te dağılmasının ardından 1920’ler boyunca Müslümanların Hindistan’da gitgide felakete dönüşen durumuna tanıklık etmiş ve 1930’larla birlikte bu felaketten kurtulmanın tek çaresi olarak İslam’a yönelmeyi görmüş ve ihyacı bir yaklaşımı benimsemeye başlamıştır.238 İngiliz yönetimindeki Hindistan’da iki savaş arası dönemde Müslüman topluluğun belirginleşen iki temel politik tavrı söz konusu olduğu ve tavırlardan ilkinin İngiliz yönetiminden kurtulmaya çalışan Hindistan Ulusal Kongresi’ni, diğerinin ise Müslümanlar için ayrı bir devlet talebinde bulunan “Tüm Hindistan Müslüman Birliği”ni desteklemek olduğu daha önce ifade edilmişti. 239 Hindistanlı Müslümanların hızla kutuplaşması Mevdudi’nin görüşlerinin daha da netleşmesine neden olmuştur. Mevdudi söz konusu bu iki taraftan hiçbirisinin içerisinde yer almamıştır. O’na göre Müslümanlar söz konusu bu mücadelede güç kazanmak için bozulmamış, saf İslam’a dönmeli ve ayrıca Hint hakimiyetini reddedip bütün bir Hindistan için mücadele etmeliydi. Bununla birlikte, her ne kadar 1940’lara kadar Müslümanların Hindistan’daki siyasi durumunun belirsizliğine son verip bütün Hindistan’ın İslam hakimiyetine girmesi amacıyla çalışmışsa da 1940’lara gelindiğinde Hindistan’ın bölünmesi nerdeyse kaçınılmaz hale gelmiş ve Mevdudi de bunu kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu çerçevede, ilk etapta Mevdudi’nin en sert eleştirileri Kongre’yi destekleyen Müslümanlara yönelik olmakla birlikte bu eleştiriler özellikle 1940 yılında Müslüman Birliği’nin Hindistan’da Müslümanların çoğunlukta olduğu bölgelerde bağımsız devletler kurulmasını öngören Lahor tasarısını kabulünden sonra Cinnah’ın liderliğindeki Müslümanlar Birliğine doğru yönelmiştir.240 237 Charles, J. Adams, “Mevdudi ve İslam Devleti”, Güçlenen İslam’ın Yankıları, Ed. John L. Esposito, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1989, s. 120-121. 238 Nasr, Cemaat-i İslâmî, s. 19. 239 Mohomed, “’Islam’ as The National Identity for The Formation of Pakistan”, s. 319. 240 Nasr, Cemaat-i İslâmî, s. 19-21. 78 Mevdudi’nin 1941 yılında Lahor’da bir grup insanla birlikte kurup lideri olduğu Cemaat-i İslami241, bölünmeyi ve Pakistan’ın kurulmasını kaçınılmaz hale getiren Lahor kararının hemen ardından Müslüman birliğine muhalif bir yapılanma olarak ortaya çıkmıştır.242 Hindistan’da kurulmuş olan Cemaat-i İslami, 1947’de bölünme gerçekleşip Pakistan kurulduktan sonra, her iki ülkede de ayrı örgütler haline gelmiş, Mevdudi de bu süreçte Pakistan’a göç ederek Pakistan’daki örgütün liderliğini üstlenmiş ve 1972 yılına kadar bu liderlik görevini sürdürmüştür. Temel amacı “insan hayatına özgü kapsamlı bir sistemin Allah’a ibadet ve resullerinin yol göstericiliğine dayanarak kurulması” olan Cemaat-i İslami, Mevdudi için Hindistanlı Müslümanların içinde bulunduğu ikilemden kurtulmanın yolu olarak görülen “salih cemaat” kavramına katkı sağlamak gayesiyle kurulmuştur.243 Mevdudi’nin Pakistan hareketine yönelik muhalefeti, 1940’lara gelinceye kadar bölünmeye karşı olması ve tüm Hindistan’ı İslam’ın hakimiyeti altında birleştirmeyi umması ile alakalı olmakla birlikte, 1940 Lahor tasarısıyla Pakistan’ın kurulması kesinlik kazanınca daha farklı bir boyuta taşınmıştır. Bu muhalefetin temel nedeni Mevdudi’nin Müslüman Birliği’nin seküler eğiliminden duyduğu kuşkuyla ilgilidir. Mevdudi, Hindistan’da ayrı bir devlet kurmayı düşünen Müslümanlar için İslam’ın Kemalist Türkiye’de ve Şah Pehlevi İranı’nda düştüğü durum adeta bir uyarı niteliği taşıdığını düşünmekteydi. Bu çerçevede, seküler siyaseti tekfir eden ve kavmiyetçiliği çok sert şekilde eleştiren Mevdudi, aynı zamanda Müslüman milliyetçiliği düşüncesinin de karşısında yer almaktaydı. Çünkü Pakistan hareketinin öncüsü Müslüman birliği esasen seküler ideolojilere dayalı bir hareketti ve kitleleri ancak İslam’a başvurarak yönlendirebiliyordu. Bu da kaçınılmaz olarak milliyetçiliği İslam’a bağlı hale getirmekte ve nitekim Müslüman milliyetçiliği üretmekteydi. Müslüman birliğine çok sert şekilde eleştiriler yönelten Mevdudi, son kertede 1947’deki bölünmenin hemen ardından Pakistan’a geçmiş ve teorize ettiği İslam devletinin Pakistan’da gerçekleşmesi için ömrünün sonuna kadar mücadele vermiştir.244 241 Cemaat-i İslami hakkında özel bir çalışma için bkz.: S. Veli Rıza Nasr, Cemaat-i İslâmî, Çev. Hasan Aktaş, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1998. 242 A.e., s. 21. 243 Adams, “Mevdudi ve İslam Devleti”, s. 125-127. 244 Nasr, Cemaat-i İslâmî, s. 20-22 79 Mevdudi’nin düşünce dünyasında diğer İslamcı düşünürlerde olduğu gibi din ve siyaset ayrılmaz bir bütündür. Mevdudi’ye göre “İslâm’ın baş karakteristiği dini ve dünyevi hayat arasında hiçbir fark tanımamasıdır.”245 Mevdudi’nin sistematik olarak dinle siyaseti, akide ile toplumsal hareketleri bütünlük içerisinde formüle etmesi İslam’ı ideolojiye dönüştürmesine kolaylıkla imkan sağlamıştır.246 Bu çerçevede, Mevdudi’nin politik düşüncelerinin temelinde Kur’an’ın hukukun ve anayasanın tek kaynağı olduğu anlayışı bulunmaktadır. Buna göre her ne kadar insana ilahi hükümlerle sınırlanan belirli bir seçim özgürlüğü verilmişse de hukuk ve anayasaya ilişkin nihai otorite Allah’a aittir.247 Mevdudi bunu şu şekilde izah etmektedir: “İslam’ın temel prensibi şudur: Hiç kimse kendi hakimiyeti adına kanun yapmaya hak kazanmamıştır. Bu hak sadece Allah’a aittir. İnsanlar fert ve cemaat olarak bütün uluhiyet ve yasama haklarından, diğer insanlar üzerine hakimiyet kurma girişimlerinden vazgeçmelidirler. Hiçbir ferdin ve grubun kendince yasa yapma ve emir verme hakkına sahip olmasına izin verilmemelidir. Kendilerini yasa koyucu ve emir verici mevkiine oturtanlara itaat etmek mecburiyeti kabul edilmemelidir. Ve hiçbir fert onlara katlanmaya da mecbur değildir.”248 Bu formülasyonu Mevdudi’yi söz konusu düşüncelerinin hayata geçirilebileceği sistem olan ve hem kendisi ile özdeşleşen hem de İslamcı düşüncenin seyri üzerinde çok ciddi bir etki yaratan kavramsallaştırmaya götürmüştür: “İslam Devleti”. Mevdudi’ye göre temel özelliği dini ve dünyevi hayat arasında tam bir bütünlük arzetmesi olan İslâm’ın siyasete ilişkin iddiasını ortaya koyması, dahası sosyal ilişkileri kendi değer ve öğretiyle biçimlendirmesi gerekmektedir.249 Bu çerçevede İslam’ın siyasete ilişkin iddialarını gerçekleştirebilmesi için İslam devletinin varlığı bir zorunluluktur. İktidar merkezleri kontrol altına alınmadığı sürece İslam’ı tam anlamıyla hayata geçirmek ve İslami dirilişi sağlamak mümkün 245 Ebu’l Ala el-Mevdudi, The İslamic Way Of life, Leicester, Islamic Foundation, 1986, 9. 246 Nasr, Cemaat-i İslâmî, s. 23-24. 247 Ahmed, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, s. 266. 248 Seyyid Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî, İslam’da Siyasi Sistem, Çev. Ahmet Seçkin, 4. bs., İstanbul, Özgün Yayıncılık, 1999, s. 30. 249 Nasr, Mevdudi ve İslami İhyanın Teşekkülü, 174. 80 değildir.250 Mevdudi, İslam’ın yalnızca Müslümanların özel hayatlarını değil aynı zamanda kamusal hayatı da kontrol etmesi gerektiğine inanmakta ve bunun da şeriatın Müslümanların toplumsal hareketleri üzerindeki kontörlünü ve dahası İslam ile siyasetin daha fazla kaynaşmasını güçlendireceğini düşünmektedir.251 Mevdudi, zaruri olduğunu düşündüğü İslam devletinin temel vasıflarını şöyle izah etmektedir: “1- Hiçbir şahıs, sınıf veya grup, hatta bir bütün olarak devletin kapsamı, hakimiyet talebinde bulunamaz. Hakim-i mutlak, sadece Allah’tır. Diğerleri O’nun sadece kullarıdır. 2- Allah, yegane kanun koyucudur. Ve mutlak kanun yapma O’na aittir. İnsanlar tamamen bağımsız olarak kanun yapma yetkisine sahip değildir. Ne de Allah’ın koyduğu herhangi bir kanunu değiştirebilirler. Bu kanun yapmak veya kanunu değiştirmek arzusu ilahî kanunlarla aynı doğrultuda olsa dahi. 3- İslâmî devlet bütün yönleriyle Peygamber (s.a.s.) vasıtasıyla bildirilen Allah’ın koyduğu kanunlara göre kurulmuş olmalıdır. Ancak böyle bir devleti idare eden hükümet, Allah’ın kanunlarını yürürlüğe koyan, siyasi bir faaliyet içinde bulunduğu için itaat edilmeye izinlidir. Bu itaat Allah’ın kanunları yürürlükte kaldığı müddetçe geçerlidir. Hükümette bulunan siyasiler Allah’ın gönderdiği kanunlara uymazlarsa, müslümanlar onların emirlerine itaat etmeyeceklerdir.”252 Mevdudi’ye göre “Kur’anî devletin amacı yalnızca halkın birbirini istismarını engellemek değil, onların özgürlüğünü çok yönlü korumaktır.”253 Bu doğrultuda, en temel özelliği hakimiyetin yalnızca Allah’a ait olması ve hiçbir kulun bunu değiştirme yetkisine sahip olmaması olan İslam devleti, Kur’an’da buyurulduğu şekilde dengeli toplumsal adalet sistemini yaygınlaştırmayı amaçlamaktadır. Dahası, bütün kötülük odaklarını ortadan kaldırmayı ve yine Kur’an’da bildirilen ilahi, rabbani ve adil örnekleri hayatı her alanına hakim kılmayı hedeflemektedir.254 Hiçbir yönetim biçimi ve teori, İslam devletini izah edemez. İslam devleti evrensel ve kuşatıcı bir yaklaşıma sahiptir. Faşist veya komünist yönetim biçimlerine benzetildiği iddia edilse dahi, İslam devletinin, insanın manevi ve ruhsal yönlerine 250 A.e., 175. 251 A.e., 175. 252 Mevdûdî, İslam’da Siyasi Sistem, s. 32. 253 A.e., s. 43. 254 A.e., s. 43. 81 verdiği değer düşünülecek olursa, materyalist felsefeye dayalı bu yönetim biçimleri ile ilgisinin olmadığı aşikardır. Ayrıca, İslam devletinde bireyin hürriyeti kaldırılmamış olup, diktatörlük de yoktur.255 Mevdudi İslam devletinin diğer önemli bir özelliğinin de ideolojik bir devlet olduğunu ifade etmekte ve bunu şöyle izah etmektedir: “Kur’an ve sünnetin dikkatli ve dakik bir değerlendirmesinden anlaşılan, İslâm’da devlet bir ideolojiye dayanır. Onun gayesi dayandığı ideolojiyi kurmaktır. Devlet ıslah hareketidir. Daha iyi duruma getirmek için değişiklik ve düzeltmeleri yapacaktır.”256 Mevdudi’ye göre İslam devleti kurucu bir misyona sahiptir. Yani İslam devleti, İslamlaşmanın nihai sonucu olan bir ütopya değil, aksine İslamlaşmanın başlangıcı ve bu sürecin yürütücüsüdür.257 Mevdudi, İslam devletinin yönetim biçiminin, Kur’an’da tarif ve tasvir edildiği gibi, “hilafet” olduğunu ifade etmektedir. Çünkü her alanda kanuni üstünlük ve hakimiyet yalnızca Allah’a aittir. İslam’da bunun dışında bir hakimiyet biçimi meşru değildir. İnsan, bu devlette İslam’ın siyasi sistemini uygulamak için vekil tayin edilmiştir. Bu vekalet yani halifelik insana gerçek anlamda bir hakimiyet hakkı vermemektedir. Halife, değiştirmesi mümkün olmayan ilahi kanunla sınırlandırılmış bir yetkiyi kullanmaktadır.258 Milliyetçilik, ulus devlet ve milli kimlik gibi meseleler, Mevdudi’nin özellikle Pakistan’ın kuruluşuna kadar süre zarfında en önemli gündem maddelerini oluşturmaktadır. Her ne kadar Pakistan kurulduktan sonra özellikle Cemaat-i İslami sistem içine çekilmişse ve Mevdudi de İslam devleti kavramsallaştırmasını Pakistan’da uygulamak için mücadele etmişse de, Pakistan’ın kuruluşuna kadar olan süreçte Mevdudi bu yapı, düşünce ve kavramların kategorik bir şekilde reddedilmesini savunarak radikal bir tavır sergilemiştir. Gençliğinde bir dönem Hint milliyetçisi olmakla birlikte, bu dönem çok kısa sürmüş ve Mevdudi çok geçmeden milliyetçiliğe ilişkin oldukça olumsuz kanaate varmıştır. Bu süreçte birkaç ana etken etkili olmuştur. Her şeyden önce, Mevdudi, 255 A.e., s. 44. 256 A.e., s. 45. 257 Nasr, Mevdudi ve İslami İhyanın Teşekkülü, s. 177. 258 Ebû’l A’lâ El-Mevdudî, İslâm’da Devlet Nizamı, Çev. Rasim Özdenören, Ankara, Hilal Yayınları, t.y., s. 25-26. Ebu’l Ala el-Mevdudi, Hilâfet ve Saltanat, Çev. Ali Genceli, 3. bs., t.y., İstanbul, Hilal Yayınları, s. 30-31. 82 1924’te hilafetin ilga edilişinin, bir taraftan Batıcı ve milliyetçi Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tezgahları, diğer taraftan Batılı devletlerle işbirliği içerisinde olan Arap milliyetçilerinin Osmanlı’ya karşı ayaklanmalarını neticesinde gerçekleştiğini ve bunun da İslam’a bir ihanet olduğunu düşünmekteydi. Bu durum onun milliyetçiliği ve Batıcılığı ciddi bir şekilde sorgulamasına neden olmuş ve Mevdudi milliyetçilik gibi bir düşüncenin İslam’ı muhafaza etmede asla başarılı olamayacağı sonucuna varmıştır. Bunun yanında, Mevdudi, özellikle 1920’lerle birlikte Gandi liderliğindeki Hindistan milliyetçisi Kongre partisinin yürüttüğü politikaların yalnızca Hinduların çıkarlarını koruyan ve onların faydalarına olan bir istikamete doğru yöneldiğine tanıklık etmiştir. Bu süreç onun Müslümanların Hindistan’daki durumunu düzeltmek için İslam’a ve İslam düşüncesinde ihya anlayışına yönelmesinde etkili olmuştur.259 Bu çerçevede Mevdudi, milliyetçiliği ve İslam’ı birbiriyle uzlaşması asla mümkün olmayan iki sistem olarak ele almaktadır: “Milliyetçiliğin anlam ve özüne şöyle üstünkörü bir bakış atmak bile bir kişinin, ruh ve hedefleri itibarıyla İslam’la milliyetçiliğin birbirine tamamen zıt olduklarını anlaması için yeterli olacaktır.”260 Mevdudi, bu tezatı şu şekilde izah etmektedir: “İslam insanı insan olarak ele alır. Bütün insanlığa iman ve ahlakı esas alan ve hepsini buna davet eden toplumsal bir adalet ve inanç sistemi kurar. Daha sonra da her insanı, bu düzeni kabul eden kim olursa olsun, eşit kabul eder. İster iktisadî veya politik, ister vatandaşlık veya kanunî hak ve görevler alanında ya da başka herhangi bir konuda olsun, İslam’ın ilkelerini kabul eden kişiler, milliyet veya ırkları, sınıf veya ülkelerinden ötürü hiçbir ayrım tarafından bölünmezler.”261 İslam’ın, insanları bölen değil birleştiren ve milli aidiyetlerin dolayı herhangi bir konuda ayrımcılığa tabi tutmayan bir yaklaşımının olduğunu ifade eden Mevdudi’ye göre milliyetçilik ise, “en basitinden milliyetçinin kendi milliyetini diğer bütün milliyetlerin üzerinde tutması” demektir ve “milliyet temeline dayanarak insanı insandan ayırır.”262 Mevdudi, İslam’ın insana sağladığı eşitlik fikrinin 259 Nasr, Mevdudi ve İslami İhyanın Teşekkülü, s. 44-45. 260 Ebu’l-A’la El-Mevdudi, “Milliyetçilik ve İslam”, Değişim Sürecinde İslam, Ed. John Esposito, John Donohue, İstanbul, İnsan Yayınları, 1991, s. 98. 261 A.e., s. 98. 262 A.e., s. 99. 83 milliyetçilikte asla mümkün olamayacağını belirtmektedir. Çünkü milliyetçilik, saldırganlık barındırmasa bile, kendi milliyetini ve bununla ilişkili çıkarları her şeyden üstün tutmayı gerektirmektedir. Bu da milliyetçiliğin ayrımcılık fikrini körüklemesine neden olmaktadır.263 Mevdudi’ye göre, “dışarıdan gelen her şeyi kötüleyip, kendi anayurdunun ürünü olan bütün her şeyi yüceltmek milliyetçiliğin anayasasıdır… Dışarıdan alınan din dahi olsa, tamamen ortadan kaldırılmalı ve bir milliyetçiye kendi milli tarihinin ‘Cahiliye Dönemi’nden miras kalmış bütün dini gelenekler övülmeli ve ululanmalıdır.”264 Mevdudi’nin düşünce dünyasında da Seyyid Kutup’a benzer şekilde, milliyetçiliğin tek bir anlamı vardır. O da Batılı, dolayısıyla seküler ve etno-merkezci milliyetçiliktir. Bu yüzden Mevdudi’nin zihninde de ana akım İslamcı söylemin tipik müspet ve menfi milliyetçilik ayrımına yer yoktur. Çünkü, milliyetçilik ve milli kimlik gibi düşünce ve kavramların İslam’la bağdaşması mümkün değildir. Öte yandan, daha önce ifade edildiği gibi, her ne kadar kavramsallaştırdığı İslam devleti düşüncesini 1948 sonrası Pakistan’da hayata geçirmek için mücadele etmişse de, Mevdudi’nin İslam devleti düşüncesi esasen evrensel bir niteliğe sahiptir. Çünkü, Mevdudi için hem İslam hem de hedeflediği sistem evrenseldir: “İslam’ın nihaî hedefi, ırk ve milliyete dayalı önyargılar zincirinin kırılacağı ve bütün insanlığın herkes için eşit haklar ve eşit fırsatlarla tek bir kültürel ve siyasi sistemde birleştirileceği ve de insanların karşılıklı olarak birbirlerinin maddi ve manevi yararlarına destek olup, katkıda bulunmalarını sağlamak için, düşmanca rekabetin yerini dostça işbirliğine bırakacağı bir dünya devletidir.265 Mevdudi’ye göre İslam’ın hedeflediği sistem milliyetçiliğin dar kalıplarından kurtulmuş, dayanışma ve işbirliği fikrine dayalı evrenselliğin gerçek anlamda hayata geçirildiği bir dünya devletine dayanmaktadır. Bu açıdan Mevdudi’nin, Seyyid Kutup gibi, açık bir şekilde Panislamist bir fikri savunduğu görülmektedir. Bu bölüm dahilinde öncelikle, din ve milliyetçilik arasındaki ilişki analiz edilmiş, dinin millet ve devlet inşa süreçlerinde belirli biçim ve düzeylerde yer aldığı 263 A.e., s. 99. 264 A.e., s. 101. 265 A.e., s. 98. 84 ve bunun da din ve milliyetçilik arasındaki ana akım ilişki biçimi olduğu ortaya konmuştur. Bununla birlikte, modern milliyetçiliğe, ulus devlete ve milli kimliklere köklü şekilde itiraz eden, bunları benimsemeyi reddeden radikal dini gruplar olduğu da farklı örnekler ile gösterilmiştir. Ayrıca, din ve milliyetçilik arasındaki etkileşimin dünya genelindeki birçok din için geçerli olduğu, İslam’ın bunun istisnası olmadığı ve bu etkileşimin dini doktrine dayalı bir akım olan İslamcılık için de anlamlı olduğu iddiasından hareketle, Türkiye dışındaki, özellikle de Mısır ve Pakistan’daki İslamcı isim ve hareketlerin modern milliyetçilik ve ulus devlet karşısında sergilediği tavır din ve milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde ele alınmıştır. Bu doğrultuda da, İslamcılığın modern milliyetçilikle ve ulus devletle olan ana akım ilişkisinin, bu düşünce ve yapıyı benimseme yönünde olduğu belirli isim ve hareketler üzerinden gösterilmiştir. Buna mukabil, modern ulus devlete, milliyetçiliğe ve milli kimliklere köklü bir şekilde itiraz eden, bunları benimsemeyi reddeden radikal İslamcı isim ve hareketlerin de olduğu yine belirli isim ve hareketler üzerinden ortaya konmuştur. Türkiye dışındaki İslamcılığın modern milliyetçilik ve ulus devletle olan ilişkisinin din ve milliyetçilik ilişkisi bağlamında ele alınması, Türkiye İslamcılığının ulus devlet ve milliyetçilik karşısında sergilediği tavrın analiz edilmesi için belirli bir perspektif sağlamıştır. Çalışmanın ikinci bölümde, Türkiye İslamcılığının Türkiye’deki milliyetçilik ve devlet anlayışı karşısındaki tavrı, söz konusu bu perspektif doğrultusunda ele alınacaktır. 85 86 İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE İSLAMCILIĞI ve ULUS DEVLET-MİLLİYETÇİLİK-MİLLİ KİMLİK İLİŞKİSİ Çalışmanın birinci bölümünde, I. Dünya Savaşı’nın ardından İslam’ın hilafete dayalı geleneksel siyasal sisteminin ortadan kalktığı, İslam dünyasının ulus devletler sistemine intikal ettiği ve İslam ülkelerinin daha önce hiç tecrübe etmediği yeni bir sistemle karşılaştığı ifade edilmiş, bu doğrultuda, İslamcılığın, bu yeni düzen içerisinde modern ulus devletle ve milliyetçilikle 20. yüzyıl boyunca kurduğu irtibat, din-milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde ele alınmıştır. Öte yandan, yine bir İslam ülkesi olan Türkiye’nin de diğer İslam ülkeleriyle benzer bir tarihsel tecrübeyi yaşadığını, yani ulus devletler sistemine intikal ederek yeni bir düzenle karşılaştığını, hatta hilafet merkezi olması nedeniyle, bu süreci daha da travmatik bir şekilde geçirdiğini ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, çalışmanın ikinci bölümünde, Türkiye İslamcılığının bu yeni düzen içerisinde ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan irtibatı incelenecektir. Çünkü, çalışmanın üçüncü bölümünde gösterileceği gibi, söz konusu yapı, düşünce ve kavramlarla olan ilişkisi, Türkiye İslamcılığının etno-politik içeriğe sahip milli bir mesele olan Kürt sorununa yaklaşımının analiz edilmesi için merkezi bir öneme sahiptir. Peki, Türkiye İslamcılığının modern ulus devletle ve Türk milliyetçiliğiyle ilişkisi nasıl gelişmiştir? İslam dışındaki dinlerde görülen ve Türkiye dışındaki İslam coğrafyası için anlamlı olan din-milliyetçilik ilişkisi, Müslüman bir nüfusa ve mirasa sahip olan Türkiye için de anlamlı mıdır? Türkiye İslamcılığının modern ulus devletle ve milliyetçilikle olan ilişkisi, din-milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde ele alınabilir mi? Yani, Türkiye dışındaki İslamcı hareketlerin modern ulus devletle ve milliyetçilikle, dinmilliyetçilik ilişkisi çerçevesinde kurduğu ilişki biçimleri, Türkiye İslamcılığı için de anlamlı mıdır? İlerleyen başlıklarda gösterileceği gibi, dünya genelindeki farklı dinlerde benzer bir şekilde gelişen ve Türkiye dışındaki İslam coğrafyası için de anlamlı olan 87 din-milliyetçilik ilişkisi, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle birlikte bir ulus devlet olarak inşa edilme süreci başlayan Türkiye için de anlamlıdır. Yani, tüm sekülerleştirme politikalarına rağmen, Türkiye’de de Cumhuriyet’in ilanından sonra İslam ve milliyetçilik arasında gelişen ilişkinin bir dahil olma ilişkisi şeklinde geliştiğini, İslam’ın Türkiye’deki millet ve milli kimlik inşa sürecinde belirli biçim ve düzeyelerde yer aldığını, özellikle 1950 sonrası dönemde Devlet’in İslam’a açtığı alan büyümesine paralel olarak, Türk milli kimliğinin önemli bileşenlerinden biri haline geldiğini ifade etmek mümkündür. Öte yandan, yine ilerleyen başlıklarda gösterileceği gibi, Türkiye dışındaki İslamcı hareketlerin modern ulus devletle ve milliyetçilikle, din-milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde gelişen ilişki biçimleri, Türkiye İslamcılığı için de anlamlıdır. Bu noktadan hareketle, Türkiye İslamcılığının ulus devletle ve milliyetçilikle olan ilişkisini, İslam’ın Türk milliyetçiliği ve milli kimliğiyle olan ilişkisi çerçevesinde ele almak mümkündür. Bu doğrultuda, İslam ile Türk milliyetçiliği ve milli kimliği arasında gelişen ilişkinin, özellikle Türkiye İslamcılığının ana akım çizgisinin ulus devletle ve milliyetçilikle kurduğu benimseme ilişkisinde belirleyici olduğunu, buna karşın, Türkiye İslamcılığı içerisinde de ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramları benimsemeyi reddeden, bunlara kategorik bir şekilde karşı çıkan radikal İslamcı isim ve hareketlerin olduğunu ifade etmek yanlış olmaz. Yani, Türkiye dışındaki İslamcılıkta olduğu gibi, Türkiye İslamcılığı içerisinde de ana akım ve radikal İslamcılık ayrımı yapmak mümkündür. Bu çerçevede, ikinci bölüm dahlinde öncelikle İslam’ın Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile olan ilişkisinin Cumhuriyet dönemi boyunca nasıl geliştiği ele alınacak, ardından Türkiye İslamcılığının devletle/ulus devletle, Türk milliyetçiliği ve milli kimliğiyle nasıl bir irtibatının olduğu bu ilişki ekseninde ele alıncaktır. 2.1. CUMHURİYET’İN DEVLET, MİLLET ve MİLLİ KİMLİK İNŞASINDA İSLAM Dinin ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan irtibatında görülen ana akım ilişki biçimi, birinci bölümde gösterildiği gibi bir benimseme ilişkisidir. Yani din, doğrudan ya da dolaylı, güçlü ya 88 da zayıf olarak ulus devletlerin ve milletlerin inşa sürecinde yer almış ve milli kimliklerin bir bileşeni olmuştur. Ayrıca, yine birinci bölümde, bu durumun dünya genelindeki birçok din için geçerli olduğu ve İslam’ın da bunun istisnası olmadığı, İslam dünyasındaki çeşitli İslamcı isim ve hareketler üzerinden ortaya konulmuştur. Bununla birlikte, I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasını izleyen süreçteki Kurtuluş Savaşı’nın ardından 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Antlaşması ile resmen bağımsız bir devlet olarak kurulan ve büyük ölçüde Müslüman nüfusa ve mirasa sahip olan Türkiye de bu durumun istisnası değildir. İlerleyen satırlarda da gösterileceği gibi, Türkiye’de Cumhuriyet dönemi boyunca, özellikle de 1950 sonrası dönemde, devletin –laiklik ilkesi sınırları çerçevesinde– İslam’a açtığı alanın büyümesine paralel olarak, İslam da gitgide Türk milli kimliğinin önemli bir bileşeni haline gelmiştir/getirilmiştir. Katı bir laiklik politikası çerçevesinde etno-seküler bir milliyetçilik anlayışının hakim olduğu 1930’lar paranteze alınırsa, genel olarak, Cumhuriyet’in millet ve milli kimlik inşasının İslam’ı dışarıda bırakmadığı görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kurulmasını sağlayan Kurtuluş Savaşı döneminin (1919-1922) itici gücünün esasen İslam olduğunu ve kurtuluş savaşının İslami söyleme dayalı bir zeminde yürütüldüğünü ifade etmek mümkündür. Yine bu dönemde, milletin etnik değil dini eksende tanımlandığını, dolayısıyla da farklı etnik toplulukları kapsayan ve Müslümanlardan oluşan bir millet anlayışının söz konusu olduğunu ifade etmek yanlış olmayacaktır.1 Amasya Genelgesi’nde, Erzurum ve Sivas Kongrelerinde kabul edilen hükümlerin ifadesini bulduğu ve bağımsızlığın temelini oluşturan Misak-ı Milli, “çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu, dinde ve kültürde müttehit yeni Türkiye’nin sınırlarını belirliyordu.”2 Buna göre, söz konusu sınırlar imparatorluğun Osmanlı-Müslüman çoğunluğunun yaşadığı topraklara göre tayin edilirken, Arapların yaşadığı topraklar dışarıda bırakılmıştır.3 Ayrıca, Kurtuluş Savaşı’nın yürütücüsü olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin (ARMHC) nizamnamesinde de Misak-ı Milli 1 Şener Aktürk, “Religion and Nationalism: Contradictions of Islamic Origins and Secular NationBuilding in Turkey, Algeria, and Pakistan”, Social Science Quarterly, C. 96, No: 3, Eylül 2015, s. 788. 2 Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), İstanbul, İletişim Yayınları, 2010, s. 93. 3 A.e., s. 126. 89 ilkeleri onaylanmakta ve millet, İslam’a referansla tanımlanmaktadır.4 Bu çerçevede, genel anlamda kurtuluş savaşının da içerisinde yer aldığı I. Meclis dönemini, milli kimliğin sınırlarının dini eksende oluştuğu bir dönem, bu dönemde bahsi geçen milletin de, içerisinde yalnızca Türklerin değil, Kürtler, Lazlar ve Çerkezler gibi farklı etnik grupların bulunduğu (Arapların dışındaki) Müslüman milleti olduğunu ifade etmek mümkündür.5 Kurtuluş savaşı döneminde hakim olan İslam merkezli millet ve milli kimlik anlayışına karşın, bu dönemin ardından Türkiye’de farklı bir süreç gelişmiştir. 1923 sonrası dönemde Türkiye’de adım adım bir Tek Parti rejimi tesis edilmiş ve bu Tek Parti yönetimi 1950 yılına kadar devam etmiştir.6 Otoriter Tek Parti rejiminin egemen olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Batılı, milli ve seküler bir devlet-toplum olarak inşa edilmeye çalışıldığı bu dönemde, söz konusu Tek Parti yönetiminin siyasi programının ideolojisi “Kemalizm” olmuştur.7 Kemalizm’in kuruluş esasını, “İslâm ve onunla yoğrulmuş geleneğe karşı radikal bir sekülarizm, etnik heterojenliğe karşı etnik olmasa da kültürel homojenliği öneren özümsemeci bir milliyetçilik ve her şeyi içine alıp, hiçbir şeyi dışarda bırakmak istemeyen bir devlet-bürokrasi fikri” oluşturmaktadır.8 Esasen, “Tek-parti rejiminin millet ve milliyetçilik anlayışının” genel itibariyle “kültürel” bir niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkünse de, 1930’lu yıllarla birlikte, “ırkçı” bir nitelik kazandığını ifade etmek gerekir. 9 Bu çerçevede de, 1920’lerin ikinci yarısından itibaren, özellikle de 1930’larda ve 1940’ların ilk yarısında Kemalist kadrolar tarafından katı bir laiklik anlayışının 4 Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, 4. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 90-91. Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, s. 127. Cemiyetin nizamnamesi için bkz.: Mete Tuçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), 7. bs., İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015, s. 349-355. 5 Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, s. 126-128. 6 Tek Parti rejiminin tesis edilme sürecine ilişkin kapsamlı bir çalışma için bkz.: Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015. 7 Mesut Yeğen, “Kemalizm ve Hegemonya?”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 2: Kemalizm, Ed. Ahmet İnsel, 6. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 63-64. 8 A.e., s. 58. 9 “Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi, ‘Vatandaş Türkçe Konuş!’ kampanyaları, askerî okullara girmenin ‘Öz Türk ırkından’ olmak şartına bağlanmış olması, Türk ırkının antropolojik özellikleri konusundaki araştırmaların teşvik edilmesi, 1927 Şark Islahat Planı, 1934 tarihli İskân Kanunu, 1935 tarihli Tunceli Kanunu, Trakya’daki 1934 Yahudi pogromları, 1942-1943 Varlık Vergisi” gibi uygulamalar bu durumun ispatı olarak gösterilebilir. Ergun Özbudun, Otoriter Rejimler, Seçimsel Demokrasiler ve Türkiye, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2011, s. 101. 90 benimsendiği ve bu doğrultuda da etno-seküler bir Türk milli kimliği inşa edilmeye çalışıldığı görülmektedir.10 Bu inşa sürecinde birçok köklü reform yapılmıştır. Bu reformların en önemlilerinden biri kuşkusuz 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat kanunudur. Bu kanun ile dini eğitim veren okullar kapatılmış ve bütün eğitim kurumları Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış, aynı zamanda Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılmış ve hilafet ilga edilmiştir. Böylece, özellikle hilafetin ilga edilmesiyle birlikte, zaten 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasıyla başlayan dinin siyasi meşruiyet kaynağı olmaktan çıkarılması süreci büyük ölçüde tamamlanmıştır. Ayrıca, 1926’da İsviçre medeni kanununun ve İtalyan ceza kanununun kabul edilmesiyle de dinin hukukun kaynağı olmaktan çıkarılması ve Türkiye’nin laik bir devlet haline gelmesi için önemli adımlar atılmıştır.11 Yine bu süreçte neredeyse tamamı doğrudan ya da dolaylı olarak dinle irtibatlı olan birçok reform gerçekleştirilmiştir. Şapka İktisası Hakkında Kanun (1925), Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun (1925), Beynelmilel Erkamın (Rakamların) Kabulü Hakkında Kanun (1926), Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun (1928) kabul edilmiş, bunun yanı sıra, şer’i mahkemeler lağvedilmiş (1924), hafta tatili Cuma gününden Pazar gününe alınmış (1935), alafranga saat kabul edilmiş (1925), takvim değişikliği yapılmış (1926), Arapça ve Farsça okul programlarından çıkarılmış ve anayasadan “Devletin dini din-i İslâmdır” ibaresi çıkarılmıştır (1928). 12 Son olarak ise, 1937’de laiklik ilkesi anayasa koyulmuştur. Bu köklü reformlarla Batılı ve seküler bir ulus devlet inşa çabasına rağmen, Kemalist Tek Parti yönetiminin İslam’ı bütünüyle bastırıp ortadan kaldırmayı amaçladığı söylenemez. Kemalist kadrolarca yapılamaya çalışılan İslam’ı öncelikle siyasi ve hukuki olarak bir meşruiyet kaynağı olmaktan çıkararak kamusal hayatın dışına itmek olmuştur. Bununla birlikte, 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat 10 Bu dönemde, Taha Parla’nın ifadesiyle, “Cumhuriyet’in şefleri ve alt-şefleri, Gökalp’in milliyetçiliğini aşarak, bu tür bir dışlayıcı etnik milliyetçiliğin ideolojisini yapmışlardır.” Taha Parla, Türkiye’de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları Cilt 3: Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP’nin Altı Ok’u, 3. bs., İstanbul, Deniz Yayınları, 2008, s. 201. 11 Aktürk, “Religion and Nationalism”, s. 791. 12 İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam 1, 7. bs., İstanbul, Dergah Yayınları, 2016, s. 31-32. 91 Kanunu kapsamında kaldırılan Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin yerine kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı eliyle de, Kemalist Tek Parti yönetimi, bir yandan İslam’ı kontrol altında tutarken, diğer yandan İslam’dan pragmatik olarak yararlanmaya devam etmiştir. Yani, erken Cumhuriyet döneminde İslam’ın ortadan kaldırılmaya çalışıldığını değil, denetim altına alınarak ve rasyonelleştirilerek, aynı zamanda nüfusu homojenleştirme işlevi görecek şekilde, ulus devlete entegre edildiğini13 ve Tek Parti dönemindeki devlet ve millet inşa sürecinde belirli biçim ve düzeylerde yer aldığını söylemek yanlış olmaz. Bu süreçte İslam’ın belirli bir biçimde yer alması ile kastedilen, Tek parti yönetiminin İslam’ın Sünni yorumuna dayalı, modernleşme sürecine de uygun şekilde, hurafelerden arındırılmış, akılcı bir din anlayışını tercih etmesidir. Belirli bir düzeyde yer alması ile kastedilen ise, İslam’ın siyasi ve hukuki meşruiyet kaynağı olması yerine, millet inşası sürecinde nüfusu homojenleştirme ve türdeşleştirme işlevi görmesidir. Bu çerçevede, nüfusu homojenleştirme ve türdeşleştirme politikalarının en belirgin örneklerden biri erken Cumhuriyet döneminde Türkiye ve Yunanistan arasında geçekleştirilen nüfus mübadelesidir. 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan “Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol” ile “Türk topraklarında yerleşmiş Rum Ortodoks dininden Türk uyrukları ile, Yunan topraklarında yerleşmiş Müslüman dininden Yunan uyruklarının 1 Mayıs 1923 tarihinden başlayarak zorunlu mübadelesine” karar verilmiştir.14 Sözleşmenin 2. maddesi gereği İstanbul’da yaşayan Rumlar ile Batı Trakya’da yaşayan Müslümanlar bu mübadelenin dışında bırakılmıştır. Zorunlu mübadele 1923 Ekimi ile 1924 sonuna kadar devam etmiş, “bu dönemde 130 bin Rum Ortodoks Türk vatandaşı Yunanistan’a göç ederken, 384 bin Müslüman Yunan vatandaşı Türkiye’ye” gelmiştir.15 Türkiye ve Yunanistan arasında gerçekleştirilen bu mübadeleye hangi unsurların dahil edilip hangilerinin dışarıda bırakılacağı konusunda esas alınan kriter her iki taraf için de dil veya ırk değil, din olmuştur. Buna göre, Türkiye’deki 13 Sinem Gürbey, “Islam, Nation-State, and the Military: A Discussion of Secularism in Turkey”, Secular State and Religious Society: Two Forces in Play in Turkey, Ed. Berna Turam, New York, Palgrave Macmillan, 2012, s. 40. 14 Yücel Bozdağlıoğlu, “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Sonuçları”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, No: 180, Ocak 2014, s. 19. 15 Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, s. 132. 92 Ortodoks Hıristiyanlar Türkçe konuşmalarına rağmen Yunanistan’a gönderilirken, Yunanistan’daki farklı etnik kökenlere mensup (Boşnak, Arnavut, Pomak gibi) Müslüman unsurlar Türkçe bilmemelerine rağmen Türkiye’ye gelmiştir. Mesela, Karaman’daki Türkçe konuşan Ortodoks Türkler söz konusu mübadele kapsamında Yunanistan’a zorunlu göre tabi tutulmuş, buna karşın, ısrarlı taleplerine rağmen Moldova’daki Ortodoks Gagavuz Türklerinin Türkiye’ye göç etmesine izin verilmemiştir.16 Mübadelede esas alınan kriterin dil veya ırk değil de din olması, Kemalist Tek Parti yönetiminin millet ve milli kimlik inşa sürecindeki nüfusu türdeşleştirme ve homojenleştirme politikalarında önemli rol oynamıştır. Esasen seküler düzlemde yürütülmeye çalışılan bu süreçte dinin devreye sokulması, elbette hiçbir zaman “de jure” bir niteliğe sahip olmamışsa da, milli hedeflerin gerçekleştirilmesi için pratikte oldukça işlevsel olmuştur.17 Katı laiklik anlayışı ve etno-seküler bir milli kimlik inşa çabalarıyla geçen 1930’lu yıllardan sonra, 1940’ların ikinci yarısından itibaren devletin İslam’a ilişkin politikalarında görece bir yumuşama olduğunu ve özellikle de 1950 sonrası dönemde İslam’la olan ilişkisinin daha fazla geliştiğini ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, 1950-1980 arası dönemde, iktidara gelen merkez sağ partilerin eliyle, devletin İslam’a daha fazla alan açıldığı görülmektedir. Demokrat Parti (DP) döneminde dini alanda gerçekleştirilen icraatlara bakıldığında bu durum kolaylıkla görülmektedir. Söz konusu dönemde, her şeyden önce, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın çok ciddi bir gelişim gösterdiğini ve büyüdüğünü söylemek gerekmektedir.18 Bunun yanı sıra, bu dönemde, ezan yeniden Arapça okunmaya başlanmış, dini radyo programlarına yeniden izin verilmiş, ilkokulların müfredatına isteğe bağlı din dersi konulmuş, laik eğitim sistemine uygun bir şekilde imam-hatip liseleri açılmış ve Ankara Üniversitesi bünyesinde bir İlahiyat Fakültesi kurulmuştur. Elbette, devlet tarafından İslam’a belirli bir alanın açılması, İslam’ın siyasi bir ideoloji olarak kullanıldığı anlamına gelmemekteydi. Zaten, bu icraatların hiçbirinin “laik devleti tasfiye etmeye yönelik” olduğu da söylenemez. DP’nin yaptığı esasen, laiklik 16 Gürbey, “Islam, Nation-State, and the Military”, s. 42-43. Dov Waxman, “Islam and Turkish National Identity: A Reappraisal”, The Turkish Yearbook Turkish Yearbook of International Relations, C. 30, 2000, s. 10. 17 Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene, s. 134. 18 Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakarlık, İslamcılık, 6. bs., İstanbul, Birikim Yayınları, 2009, s. 125. 93 ilkesinin sınırları dahilinde kalarak ve İslam’ı yine kamusal hayatın dışında bırakarak, dini ve kültürel unsurlara alan açmaktı. Bununla birlikte, söz konusu uygulamalarla DP’nin, İslam’a ve geleneksel kültür ögelerine, “ülkenin resmi siyaseti bağlamında” meşruiyet kazandırdığını da özellikle belirtmek gerekir. 19 1960 darbesini takip eden süreçte, Adalet Partisi’nin (AP) de, selefi DP ile benzer bir din politikası izlediğini ifade etmek mümkündür. Genel anlamda, AP’nin politikası da, laiklik ilkesinin sınırlarını aşmamış ve bu açıdan İslam’ın aslında kamusal alandan dışlanması devam etmiştir. Partinin genel başkanı Süleyman Demirel’in “kışla, okul ve caminin siyasete karışmadığı… vatandaşın dinine, inanç ve ibadetine saygılı olan bir Türkiye istiyoruz”20 ifadeleri aslında bu durumu özetlemektedir. Bununla birlikte, Demirel’in “din, devlet mekanizması içinde örgütlendiğinden, Müslümanlar devletin dinî vazifelerini yerine getirmesini beklemektedir”21 ifadeleri aslında AP’nin İslam’a ilişkin politikasının muhafazakar seçmeninin taleplerini karşılamaya yönelik olduğunu göstermektedir. Nitekim, AP, tarikatlarla ve cemaatlerle, özellikle de Nur Cemaatiyle oy eksenli ilişkiler kurmuş, bunun yanı sıra iktidarda olduğu dönemde birçok imam-hatip okulunun açılmasını sağlamıştır.22 İktidarlar eliyle, devlet nezdinde İslam’a 1940’lı yılların ikinci yarısından itibaren daha fazla alanın açılmasının yansımaları, aynı zamanda siyaset ve düşünce planında da kendini fazlasıyla göstermiştir. Devletin İslam’a “daha sistemli ve fazla yatırım” yapmasına paralel biçimde, “siyasi ve ideolojik düzlemde”, İslam’ı “milli kimliğin aslî unsurları” içerisinde gören yaklaşım da ciddi bir gelişim göstermiştir.23 Bu çerçevede, temelleri 1950’lerde atılan ve “İslâmı millî homojenliği kuvvetlendirecek bir unsur olarak değerlendirenlerden birincil milliyet unsuru olarak görenlere kadar uzanan” bir alanı kapsayan “milliyetçi-muhafazakar” söylemin, 1960’larda ve 1970’lerde iyice belirginleştiğini ifade etmek mümkündür.24 Mesela, sağ yelpaze içerisinde Türklük ile İslam’ı buluşturan ve “Türk-İslam sentezi” gibi bir 19 Ümit Cizre, Muktedirlerin Siyaseti: Mekez Sağ-Ordu-İslamcılık, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2014, s. 93-94. 20 A.e., s. 97. 21 A.e., s. 97. 22 A.e., s. 99. 23 Bora, Türk Sağının Üç Hali, s. 125. 24 A.e., s. 127. 94 fikrin oluşmasını sağlayan milliyetçi muhafazakar söylemin ifadesini bulduğu en önemli mecralardan biri 14 Mayıs 1970’de kurulan Aydınlar Ocağı’dır.25 Aydınlar Ocağı tarafından 1970’ler boyunca savunulan “Türk-İslâm sentezi” fikrine göre, “Türklük ve Müslümanlık milli kimliğin eşit derecede iki önemli unsurudur.” Bu yüzden, “eğitimin amacı ‘Müslüman Türk’ü inşa etmektir’.”26 İslam’ın 1950’lerden itibaren özellikle de 1960’lar ve 1970’lerde, milliyetçimuhafazakar söylemin milliyetçilik anlayışında ve milli kimlik kurgusunda, belirli biçim ve düzeylerde yer aldığını ifade etmek mümkün olmakla beraber, aynı durumun resmi milliyetçilik için geçerli olduğu söylemek için henüz erkendir. İslam, 1950-1980 arası dönemde, özellikle de 1960’ların sonlarından itibaren, AP ve diğer sağ partiler tarafından komünizme karşı kullanılan “en etkili silah” olmuştur.27 Yine bu süreçte milliyetçi muhafazakar söylem, resmi ideolojiyi her geçen gün daha fazla “hegemonize” etmiş olmakla birlikte, dinin resmi ideolojiye eklemlenmesi 1980 darbesini izleyen süreçte gerçekleşmiştir.28 Daha önce, 1970’lerde Aydınlar Ocağı tarafından savunulan Türk-İslam sentezi fikri, askeri rejim tarafından da benimsenmiş, devlet merkezli bir Türk-İslam bilinci oluşturmak için desteklenmiştir.29 Mesela, 1960’larda ve 1970’lerde solun yükselişiyle birlikte Marksizm’in üniversitelerdeki artan etkisine önlem olarak, 1980 askeri rejimi, Türkİslam sentezi fikrinin yansıtılacağı öncelikli alan olarak eğitimi tercih etmiştir. İslami değerlerin yeniden kamusal eğitime entegre edilmesiyle milli birliğin güçlendirileceği düşüncesiyle, askeri rejim tarafından 1982 anayasasında ilk ve orta dereceli okullarda din dersleri zorunlu hale getirilmiştir. 30 Yani, İslam’ın, darbeyi gerçekleştirenler tarafından “toplumsal istikrarı ve devlete sadakati güçlendirici bir unsur” olarak resmi ideolojiye eklemlendiğini ifade etmek yanlış olmaz. Buna göre, 25 İbrahim Kafesoğlu başkanlığında kurulan Aydınlar Ocağı’nın kurucu üyeleri arasında, Nevzat Yalçıntaş, Ahmet Kabaklı ve Muharrem Ergin gibi isimler yer almıştır. Etienne Copeaux, Tarih Dersi Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2016, s. 84. 26 Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, 2. bs., İstanbul, Selis Kitaplar, 2007, s. 79. 27 Cizre, Muktedirlerin Siyaseti, s. 98. 28 Bora, Türk Sağının Üç Hali, s. 127. 29 Waxman, “Islam and Turkish National Identity”, s. 18. 30 A.e., s. 19. 95 “dindarlık” resmi milli kimliğin bir dayanağı olurken, dini söylem de “milli birlik ve beraberlik” anlayışının önemli bir parçası haline getirilmeye çalışılmıştır.31 2.2. CUMHURİYET’İN DEVLET, MİLLET ve MİLLİ KİMLİK İNŞASI KARŞISINDA TÜRKİYE İSLAMCILIĞI Çalışmanın birinci bölümünde Türkiye dışındaki İslamcılığın ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan irtibatı, dinmilliyetçilik ilişkisi çerçevesinde ele alınmış ve bu çerçevede iki tip İslamcılığın olduğu ortaya koyulmuştur: Ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık. Öte yandan, Türkiye dışındaki İslamcılığın ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla kurduğu ilişki biçimlerinin Türkiye İslamcılığı için de anlamlı olduğunu ifade etmek mümkündür. Dolayısıyla, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla irtibatı açısından Türkiye İslamcılığı içerisinde de, ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık ayrımını yapmak mümkündür. Türkiye dışındaki örneklerde olduğu gibi, Türkiye İslamcılığının ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan irtibatında yaygın olarak görülen, yani ana akım olan ilişki biçiminin bunları benimsemek yönünde olduğunu ifade etmek mümkündür. Türkiye İslamcılığının ana akım çizgisinin ya da başka bir ifadeyle ana akım Türkiye İslamcılığının Türkiye’deki devlet aygıtıyla, Türk milliyetçiliğiyle ve milli kimliğiyle kurduğu benimseme ilişkisinde belirleyici olan temel faktör, devletin İslam’la kurduğu ilişki ve bu ilişki ekseninde gelişen İslam-milliyetçilik-milli kimlik ilişkisidir. Bir önceki başlıkta gösterildiği gibi, katı laiklik anlayışının hakim olduğu 1930’lar paranteze alındığında, İslam, Cumhuriyet’in millet ve milli kimlik inşa sürecinde belirli biçim ve düzeylerde yer almış, dahası, 1940’lı yılların ortalarından itibaren devletin İslam’a açtığı alanın büyümesine paralel olarak, İslam da gittikçe Türk milli kimliğinin önemli bir bileşeni haline gelmiştir. Bu doğrultuda, devletin İslam’a açtığı alanın büyümesinin ve İslam’la olan ilişkilerinin gelişmesinin, buna paralel şekilde İslam’ın gittikçe Türk 31 Bora, Türk Sağının Üç Hali, s. 127. 96 milli kimliğinin önemli bir bileşeni haline gelmesinin, ana akım Türkiye İslamcılığının devleti, Türk milliyetçiliğini ve milli kimliğini benimsemesinde belirleyici olduğunu ifade etmek mümkündür Öte yandan, yine Türkiye dışındaki İslamcı hareketlerde ve isimlerde olduğu gibi, Türkiye İslamcılığı içerisinde de, özellikle 1970’lerin ikinci yarısından itibaren bir takım faktörlerin etkisiyle ortaya çıkan radikal İslamcı isim ve hareketler bulunmaktadır. 1980’ler ve 1990’larda düşünce ve yayın hayatında önemli bir canlılık gösteren radikal İslamcılık, İslam’la ve İslam’ın öngördüğü siyasaltoplumsal düzenle bağdaşmadığı gerekçesiyle, Türkiye’deki verili ulus devleti, Türk milliyetçiliğini ve milli kimliğini benimsemeyi reddetmekte, dahası bu yapı, düşünce ve kavramlara kategorik bir şekilde karşı çıkmaktadır. 2.2.1. Ana Akım Türkiye İslamcılığı Cumhuriyet’in ilanından sonra başlayan Tek Parti dönemi, Türkiye İslamcılığının durgunluk yaşadığı bir dönem olmuştur. Bununla birlikte, Türkiye İslamcılığı, 1940’ların ikinci yarısından itibaren, özellikle de 1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle oluşan iklimde yeniden yaşam alanı bulmuştur. Yeniden yaşam alanı bulmaya başladığı 1940’ların ortalarından itibaren, Türkiye İslamcılığının ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan ilişkisinde yaygın olarak görülen tavrın, bunları benimsemek yönünde olduğu ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, çok partili siyasi hayatın başlamasından itibaren, Türkiye’nin siyasi ve düşünce hayatında yeniden aktif bir şekilde yer almaya başlayan İslamcılık akımının ana akım çizgisinin ya da başka bir ifadeyle ana akım İslamcılığın milliyetçilikle ve muhafazakarlıkla yoğun bir alış veriş içerisinde olduğu, zaman zaman bu ideolojilere eklemlendiği ve genel itibariyle Türkiye sağı içerisinde konumlandığı söylemek yanlış olmaz. Ana akım İslamcılığın Cumhuriyet dönemi boyunca Türkiye’deki devlet aygıtıyla, Türk milliyetçiliği ve milli kimliğiyle kurduğu benimseme ilişkisinin devlet-İslam ilişkisi ve yine bu eksende gelişen İslam-milliyetçilik-milli kimlik ilişkisi çerçevesinde geliştiğini söylemek yanlış olmaz. Çünkü, daha önce ifade edildiği gibi, Türkiye’de devlet, laik bir niteliğe sahip olmakla birlikte, 97 Cumhuriyet’in ilanından itibaren İslam’la belirli bir ilişki içerisinde olmuş, İslam Cumhuriyet’in millet ve milli kimlik inşasında belirli biçim ve düzeylerde yer almıştır. Dahası, özellikle 1950 sonrasında, devletin İslam’la ilişkisi geliştikçe ve İslam’a açtığı alan büyüdükçe, İslam, Türk milli kimliğinin gitgide önemli bir bileşeni haline gelmiştir. Bu noktadan hareketle, Cumhuriyet dönemi boyunca ana akım İslamcılığın devletle, Türk milliyetçiliği ve milli kimliğiyle olan ilişkisinin, devletin dine açtığı alanla doğru orantılı bir görüntü sergilediğini ifade edilebilir. Yani, özellikle 1950 sonrası dönemde, devlet, siyasi iktidarlar eliyle, İslam’a alan açtıkça/açtığı ölçüde, başka bir ifadeyle İslam’la barıştıkça/barıştığı ölçüde, İslamcılık da devlete yaklaşmış ve devleti daha fazla benimsemiş; bu ilişki çerçevesinde İslam, gitgide milli kimliğin bileşenleri arasında daha başat bir konuma geldikçe/geldiği ölçüde, İslamcılık da Türk milli kimliğini benimsemiş, milliyetçilik ve muhafazakarlıkla eklemlenmiştir. Türkiye İslamcılığının milliyetçilikle olan ilişikisi aslında Cumhuriyet’in ilanından önce başlamıştır. Çalışmanın birinci bölümde gösterildiği gibi, İslam dünyasında milliyetçiliğe ilişkin ilk tartışmalar, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Tahtavi, Afgani ve Reşid Rıza gibi isimler tarafından yapılmıştır. Türkiye özelinde ise, Yeni Osmanlılara kadar geri götürmek mümkün olmakla birlikte, İslamcıların milliyetçilik meselesi üzerine oldukça hararetli tartışmalar yürüttüğü dönemin II. Meşrutiyet yılları olduğunu ifade etmek mümkündür. Birçok “siyasi, sosyal ve kültürel” akımın ortaya çıktığı ve farklı fikirlerin tartışılma imkanını bulduğu bu dönemde, İslamcıların ve Türkçülerin de ilk kez birbirinden “ayrı/bağımsız siyasi/entelektüel gruplar” şeklinde ortaya çıktığı görülmektedir.32 Bununla birlikte, esasen 1912/1913 dönümüne kadar İslamcılar ve Türkçüler arasında, çok ciddi tartışmaların olduğunu söylemek güçtür. Hatta, Türkçülerin İslamcıların yayın organlarına, İslamcıların Türkçülerin yayın organlarına katkı verdikleri görülmektedir. İslamcılar ve Türkçüler arasındaki milliyetçilik tartışmalarının hararetlenmesinin temel nedeni ise Osmanlı İmparatorluğu’nun milliyetçilik eksenli ayrılıkçı hareketlerle karşı karşıya kalması olmuştur. Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşları ve Arnavutluk’un bağımsızlığına kavuşması gibi gelişmeler neticesinde 32 Gökhan Çetinsaya, “İslâmcılıktaki Milliyetçilik”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 6: İslamcılık, Ed. Yasin Aktay, 2. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 420. 98 İmparatorluk dahilindeki siyasi şartların değişmesi, İslamcıların ve Türkçülerin arasındaki milliyetçilik tartışmalarının ayyuka çıkmasına sebebiyet vermiştir.33 1912/1913 dönümüyle birlikte, başta dönemin önde gelen İslamcılarından olan Mehmet Akif (Ersoy), olmak üzere, birçok İslamcı ismin milliyetçiliğe çok ciddi eleştiriler yönelttiği görülmektedir. İslamcı cenahın milliyetçilik özelinde Türkçü cenahla girdiği tartışmaların ve bu eksende Türkçülere yönelttiği eleştirilerin, elbette Kur’an’a ve İslam Peygamberi’nin bazı hadislerine dayanan “teorik/teolojik” boyutları olmakla birlikte, daha önce ifade edilen siyasi şartlardan kaynaklı olarak, daha çok “devletin bekasından duyulan iç ve dış siyasi endişelere” ilişkin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü İslamcılar için, Arnavut ve Arap ayrılıkçı hareketlerinin ortaya çıktığı bir dönemde “Türkçülükle” uğraşmak “yeryüzündeki son İslâm devletini” dağılmaya sürükleyecektir.34 Bu çerçevede, II. Meşrutiyet döneminde meseleye ilişkin en ciddi tartışmalarından biri Babanzade Ahmet Naim tarafından başlatılmıştır. Ahmet Naim’in böyle bir tartışma başlatmasının zeminini ise, Şeyhülislam Musa Kazım’ın İslam dergisinde yayınlanan “İslâm ve Terakki” başlıklı yazısında “uhuvvet” (kardeşlik) meselesini anlatırken İslam’da “iddia-yı kavmiyet ve cinsiyet”in yani milliyetçiliğin ve ırkçılığın kesinlikle yasakladığını ifade etmesi, daha sonra ise o dönemin aydınlarından olan Nüzhet Sabit’in Takib ve Tenkid dergisinde Musa Kâzım’ın söz konusu yazısını gündeme getirerek İslâm dergisinden “Kavmiyet davası ne ölçüde ve hangi şekli yasaklanmıştır?”, “‘Ben Arabım, benden daha Arabı yoktur’ diye bir hadis var mıdır, varsa eğer bu hadisin anlamı nedir?”, “Türkçe veya Çince konuşan bir Müslüman, ‘Türküm, Çinliyim’ demekle kavmiyet davasında bulunmuş olacak mı?”, “Yoksa maksat diğer kavmiyetleri zelil ve aşağı görmemek midir?” gibi bazı sorulara cevap verilmesini istemesi oluşturmuştur. İslam dergisinin bu sorulara cevap vermemesi üzerine Ahmet Naim meseleye dahil olmuş, “İslâm’da Dava-yı Kavmiyet” başlıklı yazısını 23 Nisan 1914 tarihinde Sebilürreşad dergisinde yayınlamıştır.35 Ahmet Naim’e göre “milliyetçilik ve ırkçılık” davası, Müslümanların 33 A.e., s. 421. 34 A.e., s. 420. 35 İsmail Kara, “İslâm’da Dava-yı Kavmiyet’in Esas Meselesi Ne İdi?”, Babanzâde Ahmet Naim: Hayatı-Eserleri-Fikirleri, Ed. M. Cüneyt Kaya, İsmail Kara, İstanbul, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2018, s. 197-199. 99 “cehalet sebebiyle Avrupa’dan ödünç aldığı” son derece “zararlı” ve hatta “İslâm’ın varlığı için kanser kadar öldürücü bir yabancı bidattir.”36 Dahası, “ırkçılık davası… şer’an kötülenmiş ve reddedilmiştir… bir cahiliyet devri davasıdır… İslâmın kıvamı ve devamlılığına, Müslümanların refah ve saadetine en büyük darbedir.”37 Ayrıca, neredeyse “bütün İslâm diyarı küfür diyarına dönüşmüşken buradaki bir avuç Müslümanın ‘ben Türküm, ben Arabım, ben Kürdüm, ben Lazım, ben Çerkezim’ gibi iddia ve sebeplerle birbirine karşı olan sevgi ve dostluk bağlarını zerre kadar gevşetmeleri… cinnettir.”38 Ahmet Naim’in söz konusu yazısı, Nüzhet Sabit’in sorularına verilen cevapları içermekle birlikte, esasen Türkçülere hitaben yazılmıştır. Ahmet Naim, Türkçüleri “halis Türkçü” ve “Türkçü-İslâmcı” olmak üzere ikiye ayırmıştır. Bununla birlikte, Ahmet Naim, “‘yeni bir iman’ ile ‘yeni bir kavim’, ‘yeni bir millet’ meydana getirmek” iddiasında ve “aşılamak istedikleri şey, açıkça dinsizlik mefkûresi” olan halis Türkçülerle tartışmayı “abes” bulduğunu ifade ederek esas muhatabının ise “ne serden, ne yardan geçemiyor” olan Tükçü-İslamcılar olduğunu net bir şekilde belirtmiştir. 39 Bu çerçevede, Ahmet Naim, Türkçü-İslamcıların, “Türklük camiası İslâm camiasını takviye eder”, “asabiyet davası İslâma mugayir değildir” ve “iki mefkure bir diğerine zarar vermez, bir diğerini tamamlar ve vücut bulmasını kolaylaştırır” gibi düşünceleri benimseyerek yanıldığını ifade etmiştir. Ahmet Naim’e göre bu, “dini iman”ın yanında bir de “milli iman” ikame etmektir.40 Ahmet Naim yazısında “kardeşlerimiz” diye hitap ettiği Türkçü-İslamcılara “Allah tarafından yasaklanmış yollardan maksada ulaşmak mümkün değildir”, “İslâm gayesi Türklüğü kurtarır. Türklük gayesi ise İslâm dairesini hiçbir zaman kuşatamaz. Çifte gaye ile de hiçbir iş görülemez” gibi bazı tavsiyelerde bulunmakta ve “Türklerin yüzünü Kâbe’den Turan’a çevirmekten vazgeçiniz”, “iki zıddı birleştirmek hayalinden vaz geçiniz de her şeyden önce şu çifte mefküreyi atınız. Mantıkî bir hareket olmak üzere ya açıktan açığa müfrit arkadaşlarınız gibi ‘halis Türkçü’ olunuz 36 Babanzade Ahmet Naim, “İslam’da Dâvâ-yı Kavmiyyet”, İslâm’da Irkçılık ve Milliyetçilik Yoktur, Babanzâde Ahmed Naim, Haz. Fahrettin Gün, İstanbul, Beyan Yayınları, 2018, s. 48. 37 A.e., s. 50. 38 A.e., s. 50-51. 39 A.e., s. 52-55. 40 A.e., s. 56-57. 100 ki bunu size tavsiye etmek asla hatır ve hayalimden geçmez, yahut dobra dobra “İslâmcı” olunuz” çağrısını yapmaktadır.41 II. Meşrutiyet dönemi boyunca İslamcılar ve Türkçüler arasında milliyetçilik tartışmaları devam etmiş olmakla birlikte, 1916’daki Arap isyanının ve I. Dünya Savaşı sonunda tüm Arap topraklarının yitirilmesinin ardından İslamcı cenahın Türkçü cenaha yönelik eleştirilerinin de son bulduğu ve İslamcılardan “Türkçülüğe/milliyetçiliğe” yönelik “İslâm’ı dışlamadığı takdirde” herhangi bir karşı çıkışın olmadığı ifade edilebilir.42 Aslında, savaş sonunda İmparatorluk dahilinde ortaya çıkan tablo, hem İslamcılar hem de Türkçüler için büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. İslamcıların umutlarını yitirmelerine neden olan temel etken “Arap milliyetçiliğinin gelişimi ve Arap isyanı” olurken, savaş sırasında Rusyanın çökmesiyle “Pantürkizm ya da Panturanizmin”, önce yükselmesi, daha sonra Mondros Mütarekesi ile düşmesi, Türkçülerin hayallerinin sona ermesine neden olmuştur. Mütareke ve kurtuluş savaşı dönemi boyunca, dönemin şartları da göz önünde bulundurulduğunda, İslamcıların “milliyetçilik fikrine” ilişkin herhangi bir eleştirisinin olmadığı görülmektedir. Hatta, İslamcılar, İslam’ın ve milliyetçiliğin birbirini desteklemesi ve güçlendirmesi gerektiğini savunmuştur.43 Tek Parti dönemi nihayete erip çok partili hayat başladığında ise, her ne kadar belirli noktalarda Meşrutiyet dönemi tartışmalarıyla benzerlikler gösterse de, İslamcı cenahtaki milliyetçilik tartışmalarının zemininin farklılaştığı görülmektedir. Meşrutiyet döneminin tartışma zeminini çok uluslu bir imparatorluk oluşturmakta ve tartışmaların merkezinde ise, daha önce ifade edildiği gibi, “hilafet merkezi” olan ve “İslam’ın son kalesi” olarak görülen Osmanlı’yı ayakta tutmak gayesi bulunmaktaydı. Oysa, 1950’li yıllarda söz konusu tartışmaların zemini artık “ulus devlet” olmuş ve İslamcılık da artık “ulus devlet içinden” konuşmaya başlamıştır.44 Bu açıdan, Cumhuriyet döneminde ana akım Türkiye İslamcılığının ulus devlet ile bir ontolojik bir sorunu olduğu ve ulus devlete kategorik bir şekilde karşı çıktığı söylenemez. Ana akım İslamcılık için Türkiye’de resmi ideolojiden kaynaklanan bir müesses nizam sorunu bulunmaktadır. Yani, ana akım İslamcılığa hakim olan 41 A.e., s. 65-68. 42 Çetinsaya, “İslamcılıktaki Milliyetçilik”, s. 420. 43 A.e., s. 431-432 44 Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, s. 123. 101 düşünce, Tek Parti dönemindeki sekülerleştirme politikalarına karşı biriken muhafazakar tepkinin yansıması olarak, “Cumhuriyet’in revizyonu düşüncesi” olmuştur.45 Cumhuriyet döneminde artık ulus devlet içerisinden konuşmaya başlayan ana akım İslamcı çizgi tarafından, daha önce ifade edildiği gibi, milliyetçilik fikrine kategorik bir karşı çıkışın olmadığı, aksine, ana akım İslamcılık için milliyetçiliğin belirli biçimlerinin makbul olduğu görülmektedir. Bu çerçevede, ana akım İslamcılığı da içine alan muhafazakar düşüncenin ve siyasal söylemin, “dini sembollere yer veren alternatif bir milli kimlik ve milliyetçilik” ürettiğini ve “seküler ulus kimlik oluşturmak konusundaki tıkanmanın” önünü açtığını ifade etmek mümkündür. Bu da, genelde muhafazakarlık özelde İslamcılık açısından bakıldığında, “ulus devlete sadakati” pekiştirmiş, tersinden düşünüldüğünde de milli kimliği belirli ölçülerde “dindarlaştırmıştır.”46 Öte yandan, ana akım İslamcılık için makbul bir milliyetçiliğe ulaşmanın yolu müspet ve menfî milliyetçilik ayrımı yapmaktır. Buna göre, menfi yani ana akım İslamcılık açısından kabul edilemez olan milliyetçilik tipi, dini dışarıda bırakan, seküler milliyetçiliktir. Buna karşın, müspet yani doğru olan milliyetçilik tipi ise İslam ile meczedilmiş milliyetçiliktir. 47 İslami unsurları içeren doğru milliyetçilik anlayışı, ana akım İslamcılığın milli kimlik kurgusunda da kilit bir rol oynamakta, İslam’ın önüne geçmemek kaydıyla, ırk ve kavim gibi kavramlara da bu milli kimlik kurgusu içerisinde yer açmaktadır. Bu noktadan hareketle, İslami ögelerle donatılmış doğru bir milliyetçilik anlayışının, ana akım İslamcı çizginin Türk milli kimliğini içselleştirmesini kolaylaştırdığını ve son kertede Türk-İslam sentezi düşüncesini benimsemesini sağladığını ifade etmek mümkündür. Esasen 45 A.e., s. 123. 46 A.e., s. 123. 47 Cumhuriyet dönemi boyunca ana akım İslamcılık içerisinde oldukça yaygın olarak başvurulan bu ayrım, esasen Said Nursi’ye aittir. Said Nursi “fikr-i milliyet”i ikiye ayırmaktadır. Buna göre, milliyetçilik fikrinin “bir kısmı menfîdir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet ve keşmekeşe sebebdir.” Said Nursi’ye göre, İslam, “kat'î bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti” kabul etmemektedir. Öte yandan, Said Nursi’ye göre İslam kardeşliğini pekiştirecek, İslam’a hizmet edecek ve yardımlaşmayı güçlendirecek bir milliyetçilik tipi de bulunmaktadır: “Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhilîsinden ileri geliyor; Teavüne, Tesanüde sebeb-dir; menfaatli bir kuvvet temin eder; Uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.” Bu müspet milliyetçilik fikri, “İslâmiyet'e hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı.. yerine geçmemeli.” Çünkü, “İslâmiyet'in verdiği Uhuvvet içinde bin Uhuvvet” bulunmaktadır.” Bediüzaman Said Nursi, Mektubat, 6. bs., İstanbul, Sözler Yayınevi, 1994, s. 308-310. 102 milliyetçi-muhafazakarlığa ait olan bu sentez içerisinde, ana akım İslamcılık için hakim unsurun İslam olması gerekir. Hatta, İslam, milli kimliğin esas tanımlanma ölçütü olmalı ve Türklük İslam’ın önüne geçmemelidir.48 Milliyetçiliğe ve milli kimliğe ilişkin bu yaklaşıma ana akım İslamcılığın farklı isim, yayın ve hareketlerinde rastlanmaktadır. Mesela, 1950’ler ve 1960’lar boyunca ana akım İslamcılığın en önemli mecralarından biri olan Sebilürreşad dergisinde menfi-müspet milliyetçilik ayrımı ve milli kimlikle dinin iç içe geçişi net bir şekilde görülmektedir. 1948’de dergiyi yeniden yayına çıkaran ve 1966 yılına kadar yayınlamayı sürdüren, aynı zamanda Meşrutiyet dönemi İslamcılığının da temsil isimlerinden bir olan Eşref Edip (Fergan)’ın (1882-1971) menfi-müspet milliyetçilik ayrımı “dinsiz Türkçülük” ve “Müslüman Türkçülük” şeklinde tezahür etmektedir. Buna göre, “dinsiz Türkçülük yerine Müslüman Türkçülük kaim olursa yeni Türkocakları hakikî surette milli bir müessese halini alır, milleti yabancılaştırmağa ve soysuzlaştırmağa değil, hüviyeti milliyesini muhafazaya, manevi varlığını yükseltmeğe cidden büyük hizmet etmiş olur.”49 Eşref Edip, milliyetçilik fikrine değil, milliyetçiliğin dini, yani İslam’ı dışarıda bırakan, seküler biçimine şiddetle karşı çıkmaktadır. Eşref Edip için “hakikî Türkçü olmanın bir neticesi de samimî dindar ve müslüman olmaktır.” Çünkü, çok küçük bir azınlık dışında, Türk milleti Müslümandır. “Bir milletin mukaddesatına bağlananların, o milletin en mukaddes saydığı din duygusuna karşı hissiz ve kayıtsız kalmaları imkansız” olduğu için “hem Türkçü hem dinsiz olmak bir tezad ve tenakuz teşkil eder.”50 Eşref Edip’in düşüncesinde milliyet ve din, yani Türklük ve İslam, bir terkibin de ötesindedir ve adeta iç içe geçmiştir: “Milliyeti vücuda getiren unsurların hepsine din karışmıştır.”51 Yani, genel anlamda, Eşref Edip’in çabasının İslam’ı milli 48 Burhanettin Duran’ın da ifade ettiğ gibi, “İslamcılığın, eklemlendiği ideolojik uğraklarla olan ilişkisini nasıl meşrulaştırdığına bakıldığında, İslâm’ın bu uğraklarda hakim unsur olduğunun düşünüldüğü görülür.” Burhanettin Duran, “Cumhuriyet Dönemi İslâmcılığı: İdeolojik Konumları, Dönüşümü ve Evreleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 6: İslamcılık, Ed. Yasin Aktay, 2. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 136-137. 49 Eşref Edip Fergan, “Dinsiz Türkçülük, Müslüman Türkçülük”, Sebilürreşad, C. 2, No: 44, 1949, s. 401. 50 A.e., s. 402. 51 A.e., s. 402. 103 kimliğin yani Türklüğün tanımlanmasında temel ölçüt haline getirmek yönünde olduğunu ifade etmek mümkündür.52 İslamcılığı milliyetçilikle ve muhafazakarlıkla buluşturan en önemli isimlerden, bu çerçevede de ana akım İslamcı düşüncenin en önemli ideologlarından biri olan Necip Fazıl Kısakürek’in (1904-1983) de menfi-müspet milliyetçilik ayrımı yaptığı açık bir şekilde görülmektedir. Menfi-müspet milliyetçilik ayrımı, Necip Fazıl’ın düşüncesinde, esasında birçok meseleye yaklaşımına sirayet eden “madde” ve “ruh” ayrımı vasıtasıyla, “sahte milliyetçilik” ve “gerçek milliyetçilik” şeklinde ortaya çıkmaktadır. Buna göre, sahte milliyetçilikler, meseleyi yalnızca ırk ve kavim boyutuna indirgeyerek milliyeti “hor ve kaba madde plânında” değerlendirir, Türk’ü yalnızca “fırlak kemikler, çekik gözler, dar alınlar ve kirpi saçlar kadrosunda” arar. Oysa “İslâm inkılâbında milliyet görüşü, kendisini sahte milliyetçiliklerin tersine zarf değil mazruf, kap değil muhteva, madde değil ruh, mekân değil zaman işi telâkki eder.”53 Necip Fazıl için söz konusu ruhun kaynağı İslam’dır. Temel ölçü olarak İslam’ı kabul eden Necip Fazıl, milliyetçiliği de İslam’la sınırlamakta ve bu şekilde “gerçek milliyetçilik”e ulaşmaktadır: “İslâm inkılâbında milliyetçilik görüşü, Müslümanlıkla mahdut, o sınırlı milliyetçiliktir ki, bu sınırın en küçük mikyasına kendisini hudutsuz ve başıboş bilen hiçbir milliyetçilik ulaşamaz, ve böyleleri bizimle uyuşamaz.”54 Necip Fazıl için “milliyetçiliğin, bu ölçü dışında bütün alevli tezahürleri… ham ve yobaz bir putçuluktan başka bir şey değildir.”55 Öte yandan, Necip Fazıl’ın düşüncesinde, madde ve ruh ayrımı ile ulaşılan sahte ve gerçek milliyetçilik ayrımında ırk ve kavmiyet meselesi ötelenmemekte, aksine savunulan gerçek milliyetçilik anlayışında bunlara yer açılmaktadır. Çünkü madde, ancak ruhla anlamlıdır. Ruhsuz bir maddenin hiçbir anlamı ve kıymeti bulunmadığı için, madde planında değerlendirilen ırk ve kavmiyet de, ancak bir ruhla yani İslam’la anlamlı ve sınırlıdır. Necip Fazıl bu konuda İslam Peygamberi’nin “kişi kavmini sevdiği için suçlandırılamaz” anlamına gelen hadisini kalkış noktası yapmakta ve “milliyet görüşü, her şeyi ana vahidine bağlandıktan sonra, o ruh 52 Tanıl Bora, Cereyanlar: Türkiye’de Siyasî İdeolojiler, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2017, s. 439. 53 Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, 16. bs., İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, s. 234. 54 A.e., s. 235. 55 A.e., s. 236. 104 vâhidini en iyi aksettiren yahut en iyi aksettirmeye memur olan zarf, kalıp ve madde ölçüsü olarak da (daima bu kayıt altında) kendi ırkını mecnuncasına sever” ifadelerini kullanmaktadır.56 Necip Fazıl, buradan hareketle, ırkını ve kavmini sevmek noktasında “izinli” bir milliyetçilik anlayışına ulaşmaktadır: “Böylece İslâm inkılâbında milliyet mefkûresi, ırk, kavim ve soy ifadesiyle de Peygamberine lâyık olma cehd ve müsabakasının eseridir ki, her türlü ırk ve kavim sınırını kuşatan ve aşan Müslümanlığı şadedecek; ve ana ölçüye bir kere bağlandıktan sonra en ileri haklara kadar kazanıcı, izinli milliyetçiliğin ta kendisi olacaktır.”57 Necip Fazıl, “gerçek” ve “izinli” olarak nitelendirdiği milliyetçilik anlayışının aynı zamanda “geriye doğru değil”, “ileriye doğru” bir milliyetçilik olduğunu ifade etmektedir: “Biz tarih plânında fışkırışımıza zemin teşkil eden ırk ve toprak şartlarını geride bırakmış; her türlü ırk ve toprak hakikatine ilgili, fakat her türlü ırk ve toprak yobazlığına düşman, ileri bir görüş ve anlayış içinde milliyetçiyiz.”58 Böylece Necip Fazıl, müspet milliyetçilik anlayışını, “gerçek”, “izinli” ve “ileriye doğru” olarak formüle etmektedir. Böyle bir milliyetçilik anlayışı içerisinde ırk ve kavim kavramlarına, aslında daha özelde Türklüğe özel bir yer açan Necip Fazıl’ın milli kimlik anlayışı Türklük ile İslam’ın terkibinden oluşmaktadır. Bu Türk-İslam terkibinin ağır basan tarafı ya da kendi ifadesiyle “ana ruh”u İslam’dır: “Türk, bizim nazarımızda… bellibaşlı bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs, hayal, hatıra, meşrep, eda ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh nescinden ibarettir.”59 Türklük, ana ruha bağlı, yani İslam’a tabidir: “Vâhitlerden ilki, ırk ve kavim seviyesinin üstünde, bütün insanlar çapında ve hâkim; öbürü de yalnız ırk ve kavim kadrosunda ve tâbidir.”60 Necip Fazıl’ın Türk kimliğine ilişkin yaklaşımı en açık bir şekilde “eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lazımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türktür”61 cümlesinde ifadesini bulmaktadır. Necip Fazıl’ın, milli kimlik olarak Türklük ile sorunu olmadığı, aksine bunu desteklediğini ifade etmek yanlış olmayacaktır. Ancak, Necip Fazıl için asıl mesele bu Türk milli kimliğinin nasıl tanımlanacağıdır. Necip 56 A.e., s. 234. 57 A.e., s. 235. 58 A.e., s. 399. 59 A.e., s. 399. 60 A.e., s. 400. 61 Necip Fazıl Kısakürek, Sahte Kahramanlar, 24. bs., İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2017, s. 145. 105 Fazıl’a göre milli kimlik olarak Türklüğün başat ögesi İslam’dır, İslam olmalıdır: “İşte bizim milliyetçiliğimiz; İslâm’a bağlı Türk ruhunun, bu mutlak kadro içinde Türk duygu ve düşünce hususiyetlerinin milliyetçiliği!.. Ve işte cihan ölçüsünde milliyetçilik!...”62 Esasen 1980 öncesi dönemde oldukça belirgin olan ve 1980 sonrası popülerliğini kısmen kaybeden İslam’ın Türk milliyetçiliğiyle meczedilmesi düşüncesine, sonraki dönemlerde de bazı ana akım İslamcı düşünürler arasında rastlamak mümkündür. Sadık Albayrak’ın daha geç bir tarihli “Şu Bizim Türkler” başlıklı yazısı, Türk milliyetçiliğine İslam’da yer açan ve böylece İslam’la Türk milliyetçiliğini buluşturan müspet milliyetçilik anlayışına iyi bir örnektir. Albayrak, başta Pakistanlılar olmak üzere, İslam dünyasının son yüzyılda, Türkiye’ye çok büyük değer verdiğini ifade etmektedir. Öyle ki; “Balkanlar ile Rumeli’den, Kafkaslar ile Kırım’dan kopan Müslüman seli, Anadolu’yu mesken, aslî yurd edinmiş, gelip dam kurmuştu.” Ancak, Türkiye toplumu “ırkçı duygularla… açmazlara ve sağlıksız sapmalara” kurban edilmiş ve sonrasında birçok “etnik ve ırkçı akımlar” ortaya çıkmıştır. Albayrak’a göre bunun temel nedeni “Türk milliyetçiliğinin bir din davası yoktur” düsturunun benimsenmesi, “üniter yapıyı sağlayan; millî, dinî, ahlakî ve töresel bütün değerler”in göz ardı edilmesi ve bu doğrultuda politikaların üretilmesidir.63 1970’lerden itibaren ana akım İslamcılığın Türkiye siyasetindeki en önemli temsilcisi olan Milli Görüş hareketinin milliyetçilik meselesiyle yakından irtibatlı olduğunu ifade etmek mümkündür. Esasen Milli Görüş hareketinin, 1980 öncesi dönemin klasik milliyetçi-muhafazakar çizgisinden farklı bir pozisyonda yer alma iddiasında olduğunu, bu çerçevede de, milliyetçi-muhafazakar çizgiden farklı olarak, İslami tonu daha baskın bir söyleme sahip olduğunu ve “ümmetçi çizgiye” daha yakın olduğunu ifade etmek mümkündür. Ancak, hareketin milliyetçilikten tamamen uzaklaşmış olduğu da söylenemez.64 Hareketin İslam’la milliyetçiliği meczeden söylemi, Milli Nizam Partisi’nin (MNP) kuruluş beyannamesinde açık bir şekilde görülmektedir: “Bugün, daima Hak’ka bağlılıkta, Hak’kı tutmakta, iyiyi destekleyici, 62 Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 400. 63 Sadık Albayrak, “Şu bizim ‘Türkler’...”, Yeni Şafak, 20 Temmuz 2001. 64 Ahmet Ayhan Koyuncu, İslâmcılık ve Demokrasi, İstanbul, Pınar Yayınları, 2018, s. 101. 106 kötüyü men edici hüviyetiyle insanlık tarihinin en ulvi mahreki üzerinde yürüyen Büyük milletimizin… yeniden ulvi ve şanlı tarihi yörüngesi üzerine oturtulması için füzelerin ateşlendiği gündür.” 65 Bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi, hareket bir yandan İslami söylemi merkeze alırken, diğer yandan ise “büyük milletimiz”, “ulvi ve şanlı tarih” gibi ifadelerle milliyetçi referanslara da başvurmaktadır. Öte yandan, Milli Görüş hareketinin milliyetçilik meselesiyle irtibatında millilik söyleminin kilit bir rol oynadığını ifadae etmek mümkündür. Hareketin kurucu lideri Necmettin Erbakan (1926-2011), genel olarak söylemlerinde Türklüğe özel olarak bir vurgu yapmamış ve “milliyetçi” ifadesini tercih etmemiştir, bunun yanı sıra, millet kelimesini, bilinçli bir şekilde, eski anlamıyla yani ümmet ile eş anlamlı olarak kullanmıştır. Bununla birlikte, Erbakan, “bin yıllık tarih” gibi söylemleriyle, Osmanlı geçmişini sahiplenerek etno-kültürel göndermeler yapmaktan da çekinmemiştir.66 Erbakan’ın, “İslâm Birleşmiş Milletleri, İslâm Ortak Pazarı, İslâm Ortak Para Birimi, İslâm Ortak Kültür Birliği ve İslam Birliği kurulması” gibi hedef ve söylemleri kapsayan millilik anlayışı, bir yönüyle “İslami terminoloji bağlamındaki millet kavramına güçlü bir vurgu” yapmaktadır. Erbakan’ın millilik anlayışı, diğer yönüyle ise, “‘İslam milleti’ içerisinde” Türkiye’ye özel bir yer açmaktadır. “Türk vurgusu”, Erbakan için “İslâm’a hizmet etme nispetinde” olup, “bu nispette önem kazanmaktadır.” Bu açıdan da, Erbakan’ın millilik anlayışının sınırlarını “tarihsel olarak Selçuklu ve Osmanlı mirasına sahip Müslümanların geneli oluşturur.” 67 Hareketin milliyetçilikle olan irtibatını siyasetteki tercihlerinde de görmek mümkündür. Milli Selamet Partisi (MSP), 1980 öncesi dönemin sağ-sol kutuplaşmasında, daha önce ifade edildiği gibi, üçüncü yolu temsil etme iddiasında olmuştur. Bunun yanı sıra, komünizm karşıtlığı konusunda diğer sağ partiler kadar hararetli değildir, hatta 1973 seçimlerinin ardından Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile koalisyon kurmuştur. Ancak 1975-1977 arasında 1. Milliyetçi Cephe hükümetinde doğrudan yer alarak ve 1977-1978 arası dönemde 2. Milliyetçi Cephe hükümetine 65 Ruşen Çakır, “Milli Görüş Hareketi: Dün, Bugün, Yarın”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri, Ed. İsmail Kara, Asım Öz, İstanbul, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2013, s. 758. 66 Bora, Cereyanlar, s. 470. 67 Işıl Arpacı, Türk Siyasetinde Erbakan, İstanbul, Kopernik Kitap, 2017, s. 117-118. 107 dışarıdan destek vererek “sağ” kampta yer almıştır.68 1980 sonrası dönemde ise, Refah Partisi (RP) adıyla yeniden siyaset sahnesindeki yerini alan Milli Görüş hareketinin, bu süreçte İslamcılığın da daha müstakil bir akım olarak gelişimine paralel olarak, özellikle 1990’lara doğru, önceki döneme kıyasla daha farklı bir “siyasal-düşünsel söylem” geliştirdiği, milliyetçiliğe daha mesafeli olduğu ve daha İslamcı bir pozisyonu benimsediği söylenebilir.69 Bu süreçte, RP ve Milli Görüş, bir yandan “ümmetçi” perspektifini daha da netleştirirken, diğer yandan “adil düzen” söylemiyle de “dünyada olup bitene karşı çıkan” ve “mazlumdan yana” bir tavra sahip olmuştur. Bununla birlikte, RP, 1991 genel seçimlerinde, Alparslan Türkeş’in liderliğini yaptığı, daha sonra Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını alacak olan Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Aykut Edibali’nin lideri olduğu Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ile seçim ittifakı yapmış ve “yeniden sağcılaşma” sürecine girmiştir.70 Milliyetçilik fikrine paralel olarak, Türkiye’deki ana akım İslamcılığın en önemli ve tipik özelliklerinde biri de Osmanlıcı olması ve bununla doğrudan ilişkili olarak, İslam birliği konusunda Türk ve/veya Türkiye merkezli bir tasavvura sahip olmasıdır. Ana akım İslamcılığın Osmanlı hassasiyetinin, bir yönüyle, Cumhuriyet’in “seküler-Batıcı kültür devrimine” ve Tek Parti dönemindeki “Batılı-seçkinci” politikalara karşı duyulan tepkinin bir tezahürü, diğer yönüyle de “Türkiye’nin Batı karşısındaki yenilgi ve ezikliğini, parlak geçmişle telafi gayretinin” bir parçası olduğu ifade edilebilir.71 Öte yandan, ana akım İslamcılığın Türk ve/veya Türkiye merkezli İslam birliği tasavvuruna göre, Türkiye, “İslam dünyasının ve birliğinin yegâne potansiyel önderi” konumundadır. Hatta, Osmanlı’nın varisi olması nedeniyle 68 A.e., s. 472-474. 69 Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, s. 125-126. 70 Ruşen Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, s. 760. Aslında Erbakan’ın pek sıcak bakmadığı bilinmekle beraber, bazı üst düzey parti yöneticilerinin, eğer ittifaka gerçekleşmezse, RP’nin samimiyetinin sorgulanacağı, mecliste yer alamamasından dolayı daha kötü bir döneme gireceği, dahası, marjinalleşerek “‘Kürt partisi’ durumuna düşeceği” gibi kaygılarla ısrarcı olması neticesinde, söz konusu ittifak gerçekleşmiştir. Fehmi Çalmuk, Erbakan’ın Kürtleri: Milli Görüş’ün Güneydoğu Politikası, İstanbul, Metis Yayınları, 2001, s. 44-45. Öte yandan, bu ittifakın oluşmasında Aydınlar Ocağı’nın ciddi bir etkisi olduğunu ifade etmek mümkündür. A.e., s. 42. 71 Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi s. 127. 108 ve hilafet tartışmaları da hukuki boyutuyla düşünüldüğünde, bu önderlik Türkiye’ye tarihi bir “misyon” olarak yüklenmektedir.72 Osmanlıcı vurgunun en belirgin olduğu ana akım İslamcı hareketlerden biri Milli Görüş’tür. Daha önce de ifade edildiği gibi, hareketin lideri Erbakan’ın millilik anlayışı tarihsel olarak “Selçuklu ve Osmanlı mirasının bileşimini” içermektedir.73 Bununla birlikte, hareketin ilk siyasi partisi olan MNP’nin kuruluş beyannamesinde, partinin kuruluşuna ilişkin yer alan “bugün; bundan bin sene önce şahlanıp haçlı ordularını göğsünde söndüren, beş yüz sene önce gemileri karadan yürüten, dört yüz sene önce Viyana kapılarını zorlayan, yarım asır önce Çanakkale ve İstiklal Harbimizin şaheserlerini meydana getiren Milli ruh yeniden şahlanıyor, coşuyor” ifadelerden de bu durum anlaşılmaktadır.74 Öte yandan, Milli Görüş hareketinin İslam birliği meselesine yaklaşımı ya da başka bir ifadeyle “ümmetçilik” anlayışı, ana akım İslamcılığın bu konuda sahip olduğu tasavvura paralel ve aynı zamanda bu tasavvurun bir parçası olarak, daha önce ifade edildiği gibi, Türk ve/veya Türkiye merkezlidir. Buna göre, Türkiye, İslam dünyasına en görkemli günlerini yaşatan Osmanlı’nın varisidir. Bu yüzden, İslam dünyasının eski görkemli günlerine kavuşup yeniden yükselişe geçmesine liderlik edebilecek ülke de Türkiye’dir.75 Erbakan, “maddi ve manevi kalkınmasını sağlamış, dış politikada ve ekonomide tek taraflı bağımlılık ilişkisinden kurtulmuş, ülke zenginliğinin toplumun tüm katmanlarına adil olarak dağıtıldığı, inanç ve düşünce özgürlüğünün tam olarak temin edildiği, yaşanabilir ve büyük Türkiye öncülüğü ve liderliğinde İslâm Birliğinin kurulmasını” savunmuş ve “bu yolla önce İslâm ülkelerine ardından da bütün insanlığa ‘saadet’ getirmeyi” hedeflemiştir. Yani, Erbakan için “insanlığın saadetini sağlamanın anahtarı, Büyük Türkiye’dir.”76 72 Bora, Türk Sağının Üç Hali, s. 136. 73 Arpacı, Türk Siyasetinde Erbakan, s. 119. 74 Çakır, “Milli Görüş Hareketi”, s. 758. 75 Bora, Türk Sağının Üç Hali, s. 136. Hatta, bazı İslamcı çevreler için İslam dünyası da söz konusu liderliğe vakıf “tek gücün Türkiye olabileceğinin ayırdındadır” ve dünyadaki tüm Müslümanlar “Erbakan’a/Türkiye’ye bakmaktadır.” Bu çerçevede, Erbakan’ın İslam ülkeleri arasındaki işbirliğine yönelik girişimi, “Türkiye kaynaklı olduğu için” son derece önemlidir. Çünkü, “İslam kartı”, Türkiye’nin “bölgesel büyük güç”, dolayısıyla da “etkin” haline gelmesini sağlayacak “bir dış politika stratejisine” sahip olmasını mümkün kılabilir. A.e., s. 136-137. 76 Arpacı, Türk Siyasetinde Erbakan, s. 120. 109 Ana akım İslamcılık içerisinde Osmanlıcı vurgunun en bariz biçimiyle görüldüğü isimlerden biri de kuşkusuz Necip Fazıl’dır. Öyle ki, Necip Fazıl’a göre “biz Osmanlı İmparatorluğundan evvel, dünyanın yaratılışından evvelki fezâ gibi, belki başsız ve sonsuz, fakat kalıpsız ve ifadesiz, hususiyle henüz ruhunu kubbeleştirmemiş mücerret bir hareket kaynaşmasından, helezonvarî bir akıştan başka bir şey değiliz… Osmanlı İmparatorluğuyla yaşamaya başlamış bulunuyoruz.” 77 Öte yandan, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunun “dar mânasıyla yeniden kurulması ve ayağa kaldırılması gereken Müslüman Türkü ve Türkiye’yi (geriye doğru Osmanlıyı)” ifade ettiğini söylemek yanlış olmaz.78 Çünkü, geçmişi “Nuh Peygamber’in oğlu Yafese’e kadar” uzanan Türk ırkı, “Doğu ve Batı hesaplaşmasında topyekûn Doğunun mümessili” olmuş ve “Türk, Osmanlı İmparatorluğu kadrosunda, Doğuyu Araplardan sonra en büyük iş ve hamle plânına” çekmiştir. 79 “Türk… Doğuyu, Araptan sonra İslam’ın bayrağı altında Batının merkezine kadar ulaştırmak cehdi ve hâlâ Doğunun en canlı milleti olmak haysiyetiyle onun baş örnekliğini” elinde bulundurmaktadır. Bu yüzden, Necip Fazıl için “Doğu’ya, iflası ve ihyasiyle önder olmak”, Türk için hem bir haktır hem de tarihi bir sorumluluktur.80 Zaten, “böyle bir zuhur ancak Türkten beklenilebilir, Türkte bozulan ancak Türkte düzelebilir, Türkte düzelince de her yerde düzelir ve her yeri düzeltir.” 81 Ayrıca, “eğer Şarka doğru hepsi adına mutlaka rehber bir millete, Garba doğru da en hâkimleri ve lâyıkları önünde bazı haklarına ve faydalarına inandırmış bir ‘fasl-ı müşterek’ devlete ihtiyaç varsa, bu Türkiye’den başka kim olabilir?”82 Osmanlıcı bir vurguyla beraber, Türk ve/veya Türkiye merkezli İslam birliği düşüncesine sahip bir başka isim Sezai Karakoç’tur. Necip Fazıl ile kıyaslandığında, aslında Karakoç’un milliyetçilik fikrine çok daha mesafeli bir pozisyona ve ümmet merkezli bir bakış açısına sahip olduğu söylenebilir. Karakoç, “İslam’ı milliyetçimuhafazakar” çizgiden çıkaratarak “alternatif medeniyet perspektifine oturtmayı” 77 Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 68. 78 İsmail Kara, Müslüman Kalarak Avrupalı Olmak: Çağdaş Türk Düşüncesinde Din Siyaset Tarih Medeniyet, 3. bs., İstanbul Dergah Yayınları, 2019, s. 131-132. 79 Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, s. 67. 80 A.e., s. 48. 81 A.e., s. 473. 82 A.e., s. 439-440. 110 amaçlamıştır.83 Bu doğrultuda, “medeniyet söyleminde” temellendirdiği “ümmetçi yaklaşımı” ile Karakoç, “milli sınırlar ötesindeki İslam ümmetine” güçlü referanslar yapmış ve “Müslümanların yeni bir devlet modeli geliştirmesi gerektiğini” savunmuştır. 84 Karakoç’a göre, “bu ufak ufak devletçiklerle, bu vaktiyle Avrupalıların, suni olarak, adeta cetvelle çizdikleri uydurma sınırlı devletçiklerle” hiçbir yere varmaları mümkün olmayan “İslam Ülkeleri”, en kısa sürede, “yeni bir devlet, medeniyet, kültür, ülke anlayışı modelini geliştirmek zorundadırlar.” 85 Karakoç’un önerdiği model “Büyük İslâm Konfederasyonu”dur. Karakoç’a göre, “Rusya’da, Çin’de, Hint’te ve ülkeleri işgal edilen her yerde, her haktan mahrum, hor ve hakir durumda” olan Müslümanlar, hemen kendine gelmeli, “Doğu Asya’da Doğu İslâm Federasyonunu, Ortadoğu’da Orta veya Merkez İslâm Federasyonunu ve Afrika’da Batı İslâm Federasyonunu ve daha sonra bu federasyonları sinesinde toplayan Büyük İslâm Konfederasyonu’nu” kurmalıdır. Şayet Müslümanlar bunu başarıp, “buna kültür temeli olarak, geçmişte oldugu gibi, insanlık amaçlı islâm ülküsünü canlandırıp ruhlarda ateşleyemezlerse, bu hayat memat çözümüne eremezlerse, ölüm, yok olma ve esaret, mukadderdir.”86 Bununla birlikte, Karakoç, İslam birliği tasavvurunu Osmanlıcı bir tonda dile getirmektedir. Buna göre “cografî adla siyasî adı, bölge adıyla devlet adını birbirine kanştırmamak gerekir.” Mesela “Lübnan, Suriye, Ürdün, v.b., cografî yerlerdir; böyle olması devlet olmalarına yetmez.” Geçmişte, “Ortadoğu’da bugünkü anlamda bile, devlet denilebilecek devlet, Osmanlı Devleti’ydi.” Eğer, “Ortadoğu’da İslam ülkeleri, hep birleşip yeni bir devlet kurmazlarsa, Babil esaretinden beter ve ne zaman biteceği bilinemez korkunç bir esarete düşmeleri kaçınılmaz olacaktır.” 87 Ayrıca, Karakoç’un tasavvur ettiği İslam Birliği, son kertede Türk ve/veya Türkiye merkezli olup, Türkiye’nin öncülüğünde gerçekleşmelidir. Karakoç’a göre “İslâm Dünyasının, Türklük Âleminin, Ortadoğunun merkezi, tabiî ve tarihi başkenti İstanbul’dur”, dahası, “Şam ve Bağdat, Ankara’yı değil İstanbul’u dinler.” Öte yandan, “Türkiye, var olmak için, büyük atılışlara girmeli, bütün İslâm devletlerini 83 Bora, Cereyanlar, s. 449. Benzer bir değerlendirme için ayrıca bkz.: Duran, “Cumhuriyet Dönemi İslâmcılığı”, s. 150. 84 A.e., s. 143-144. 85 Sezai Karakoç, Çağ ve İlham IV: Kuruluş, 3. bs., İstanbul, Diriliş Yayınları, 2008, s. 105. 86 A.e., s. 106 87 A.e., s. 105. 111 bir çizgide toplamalı, Afrika’nın, Arabistan’ın Pakistan’ın, Endonezya’nın katılacağı bir birliğin içinde, hatta önünde olarak dünya siyasetine belli başlı bir Bölge Lideri sıfatıyla katılmalıdır.” Türkiye’nin dünyadaki bu “gerçek” yerini alma ve “İstanbul’u İslâm ve Asya-Afrika Dünyasının İdare Merkezi yapma işinin başlangıcı” ise “Onu başkent ilân etmek olacaktır.” 88 Osmanlıcı ve Türk ve/veya Türkiye merkezli bakış açısının, 1980 sonrası dönemde de ana akım İslamcı düşünce içerisindeki hakimiyeti devam etmiştir. Mesela, Ahmet Davutoğlu için “Osmanlısızlaşma”, dünya tarihçiliği için “anlamsızlaşma” demek olduğu gibi, Türkiye için de bir çeşit “tarihsizleşme” anlamına gelmektedir. Osmanlı’nın varisi olarak Türkiye’nin Osmanlı’nın mirasını yeniden değerlendirmesi gerek “medeniyet aidiyeti”, gerek “kültürel kimliği”, gerekse de “siyasi/stratejik yönelişi” açısından kaçınılmaz bir zorunluluktur. Davutoğlu’na göre “bizler yeni bir asrın eşiğinde hem medeniyet aidiyeti ve kültürel kimlik konusunda ciddi çelişkiler yaşayan hem de stratejik yöneliş bakımından ciddi bir tıkanıklık yaşayan toplumumuzun önünü açma sorumluluğunu taşıyoruz.” Dolayısıyla, Türkiye’nin her şeyden önce yapması gereken “tarih ve mekan bilinci”ni yeniden kurmaktır. Bu tarih bilincinin ekseninde de Türkiye’nin mirasını devraldığı “Osmanlı” yer almaktadır. 89 Öte yandan, Davutoğlu, toplumları “gelecek muhayyilesi açısından” üçe ayırmaktadır. Bunlar “kendilerini tarihin belirleyici öznesi olarak gören”, “bu öznenin belirlediği tarihi akışın nesnesi olmayı kaçınılmaz bir kader gibi kabullenen” ve “kendilerine tarihin öznesi olma rolünü biçtikleri halde nesnesi olmaktan kurtulamayan” toplumlardır. Davutoğlu’na göre “ilk iki grubun konumları ve psikolojileri anlaşılabilir derecede net ve yalın” olup, asıl “derin bunalımlar” üçüncü grupta yoğunlaşmaktadır. Türkiye toplumu ise bu üçüncü grubun “en çarpıcı misali”dir. Çünkü, Türkiye, iki yüz yıldır Batılılaşma gayretleriyle “öznelerin arasına katılmak” istemekte, ancak, başaramamaktadır. Ayrıca, her seferinde kapıları Türkiye’nin yüzüne kapatanlar Türkiye’ye “sıradan bir pazar ve kültürel bir nesne” olmasını öğütlemektedir. Bununla birlikte, Türkiye’de ise “öznelerce nesne konumuna itilenler… özne oluşun mayası olacak olan toprağın ruhu ve toplumun tarihi genetiği ile bütünleşmek” yerine onu yok etmeye 88 Sezai Karakoç, Dirilişin Çevresinde, 9. bs., İstanbul, Diriliş Yayınları, 2018, s. 213. 89 Ahmet Davutoğlu, “Osmanlı'sız Dünya Tarihi Olmaz”, Yeni Şafak, 27 Ocak 1999. 112 çalışmaktadır. Oysa, Türkiye’nin ruhuna tarihte yeniden “var” olmasının gerekliliği üflenmiştir ve bu “sorumluluğun bunalımını yaşamak”, Türkiye’ye sıradan bir “nesne” oluşu öğütleyen “çağdaşlığın rahatlığından” daha iyidir. Çünkü, “İstiklal Savaşı'nda” Türkiye’nin “var” oluşunu kanıtlayanlar, “Amerikan mandacılığının çağdaşlığına sığınanlar değil, Anadolu topraklarının özne yüklü ruhuna sığınanlar olmuştur.” 90 Osmanlı’ya ilişkin oldukça benzer bir bakış açısına sahip başka bir isim Yusuf Kaplan’dır. Kaplan’a göre, bu toplum, “bu coğrafyaya müslümanlık adına ve müslümanlık için” yerleşmiş, “emperyalist güçlere karşı” bu coğrafyayı, “müslümanlık adına” korumuş ve bu coğrafyaya “Müslümanlığın” bu toluma “bahşettiği ruhla kan ve can” vermiştir.91 Osmanlı, “İslam medeniyetinin tek, en son ve en güçlü temsilciliği” rolünü ve misyonunu üstlenmişti.92 Osmanlı’nın Avrupalı güçler tarafından çökertilmesi ise, “İslam medeniyetinin fiilen yok edilmesi” anlamına gelmekteydi. Her ne kadar erken Cumhuriyet döneminde Osmanlı’nın “iddiaları” ve “misyonu” sahiplenilmemiş olsa da, Türkiye toplumunun “Osmanlı’nın iddialarından ve misyonundan” vazgeçmesi mümkün değildir. Çünkü bu toplumun “kimliğini, kollektif hafızasını, anlam haritalarını oluşturan temel kök paradigmaları”, toplumun “zihin kalıplarına, davranış biçimlerine yön ve şekil verecek kadar” kök salmıştır ve hala canlılığını korumaktadır. Bunu başta ABD olmak üzere, tüm Batılılar gayet iyi bilmekte ve bu yüzden de, Türkiye’nin Osmanlı’nın yaptığı gibi, “bugün veya yarın müslümanlığın iktidar aygıtlarını tanımlayacak ve belirleyecek bir konuma gelmesini önlemek için” Türkiye’yi kuşatmaktadır93 ve dahası, “Türkiye’nin oynaması gereken tarihi rolü oynamasını” engellemek için çalışmaktadır.94 90 Ahmet Davutoğlu, “Tarihte ‘Var’ Oluşun Sırrı ve Sorumluluğu”, Yeni Şafak, 23 Eylül 1998, (Çevrimiçi) https://www.yenisafak.com/yazarlar/ahmetdavutoglu/tarihte-var-oluun-sirri-vesorumlulugu-2027849, 10 Ağustos 2020. 91 Yusuf Kaplan, “İhanet ve Kuşatma Çemberi”, Yeni Şafak, 21 Haziran 1999, (Çevrimiçi) https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/ihanet-ve-kuatma-cemberi-42517, 5 Ağustos 2020. 92 Yusuf Kaplan, “Türkiye’nin ‘Tarihî Rolü’nü Tersine Çevirmek”, Yeni Şafak, 17 Kasım 1999, (Çevrimiçi) https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/turkiyenin-tarih-rolunu-tersinecevirmek-44861, 5 Ağustos 2020. 93 Yusuf Kaplan, “İhanet ve Kuşatma Çemberi”. 94 Yusuf Kaplan, “Türkiye’nin ‘Tarihî Rolü’nü Tersine Çevirmek”. 113 Türkiye İslamcılığının ana akım çizgisinin, muhtelif temsil isimlerin fikirlerinde de görüldüğü gibi, Cumhuriyet dönemi boyunca Türkiye’deki devlet aygıtıyla, Türk milliyetçiliği ve milli kimliğiyle büyük ölçüde bir benimseme ilişkisi kurduğunu, bununla beraber, Osmanlıcı ve Türk/Türkiye merkezli bir tasavvura sahip olduğunu ifade etmek mümkündür. Bir sonraki başlıkta, Türkiye’deki radikal İslamcılığın bu meseleye yönelik yaklaşımı ele alınacaktır. 2.2.2. Türkiye’de Radikal İslamcılık Türkiye’deki ana akım İslamcılığın, bir önceki başlıkta izah edildiği gibi, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla belirli biçimlerde bir benimseme ilişkisi kurduğu görülmektedir. Bununla birlikte, Türkiye İslamcılığı içerisinde de ana akım çizginin dışında kalan radikal İslamcı isim ve hareketler bulunmaktadır. Aslında radikal İslamcılığın Türkiye’deki varlığı çok eski olmayıp, 1970’li yılların ikinci yarısına kadar Türkiye’de radikal İslamcı bir isim veya hareketten söz etmek pek mümkün değildir.95 Radikal İslamcılık, bir takım etkenlere bağlı olarak, 1970’li yılların ortalarından sonra ortaya çıkmış ve şekillenmeye başlamış, 1980’ler ve özellikle de 1990’lar boyunca Türkiye’deki düşünce ve yayın hayatında önemli bir canlılık göstermiştir. Türkiye’deki radikal İslamcılığın ortaya çıkmasında etkili olan faktörlerin başında tercüme eserlerin etkisinin geldiğini ifade etmek mümkündür. 1960’ların ikinci yarısından itibaren İslam dünyasındaki bazı İslamcı isimlerin eserlerinin Türkçe’ye çevrilmeye başlandığı görülmektedir. Bu dönemde bazı eserleri Türkçe’ye çevrilen isimler arasında özellikle Mısır merkezli Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın 1950’li ve 1960’lı yıllardaki ideoloğu olarak ön plana çıkan Seyyid Kutup ve HindistanPakistan merkezli Cemaat-i İslami Teşkilatı’nın kurucusu olan Ebu’l Ala el- 95 Bu durumun tek istisnası olarak Hizbu’t Tahrir hareketi ve bu hareketin 1960’larda Türkiye’deki sorumlu ismi olan Ercüment Özkan gösterilebilir. Kurtuluş Partisi anlamına gelen Hizbu’t Tahrir, 1952 yılında Takiyeddin en-Nebhani tarafından kurulan Ürdün merkezli bir partidir. Hiçbir zaman “resmi bir statü” elde edememiş olan Hizbu’t Tahrir, Müslümanların birleşerek “hilafete dayalı bir İslam devleti” kurmaları gerektiği fikrini savunmaktadır. Alev Erkilet, Orta Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, İstanbul, Büyüyenay Yayınları, 2015, s. 157-159. 1963 yılında Hizbu’t Tahrir ile ilişki kurmaya başlayan Özkan, zaman içerisinde hareketin Türkiye sorumlusu olmuştur. Özkan 1967’de bu yüzden tutuklanmış, dört yıl hapis cezası almış ve cezaevi sürecinden sonra ise Hizbu’t Tahrir hareketinden ayrılmıştır. A.e., s. 178-179. Hizbu’t Tahrir hareketi, hareketin Türkiye kolu ve Ercüment Özkan’ın bu hareketle ilişkisi hakkında detaylı bilgi için bkz.: A.e., s. 157-181. 114 Mevdudi, Türkiye’deki radikal İslamcılık üzerinde en fazla etkili olan iki isim olarak ön plana çıkmaktadır.96 Çalışmanın birinci bölümünde yer verilen Kutup’un Cahiliye-Hakimiye ve Mevdudi’nin İslam Devleti kavramsallaştırmalarının Türkiye’deki radikal İslamcılık üzerinde büyük tesiri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Öte yandan, bu iki ismin dışında, eserleri Türkçe’ye çevrilen isimler arasında Ali Şeriati, Fethi Yeken ve Said Havva gibi isimleri de zikretmek gerekir. Tercüme eserlerden beslenen Türkiye’deki radikal İslamcı isim ve hareketler, 1970’ler 1980’ler dönümü itibariyle “Darül Harb-Darül İslam, cihat, tağut, belami hicret, biat” gibi kavramları tartışmaya97 ve böylece verili sisteme köklü eleştiriler yöneltmeye başlamıştır. Öte yandan, yine bu dönemde Türkiye’deki radikal İslamcılık üzerinde etkili olan bir diğer faktörün 1979’da gerçekleşen İran İslam Devrimi olduğunu ifade etmek mümkündür. İran’daki devrim, İslam dünyasındaki diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de “büyük bir heyecan” yaratmıştır. Bu devrimin gerçekleşmesi, İslamcı çevrelerde “İslâm’ın mevcut iki kutuplu –liberal ve sol– çerçevenin dışında bir alternatif olduğu düşüncesine” neden olmuştur.98 1970’lerin sonuna doğru şekillenmeye başlayan radikal İslamcılığın 1980’lerde ve özellikle de 1990’larda gelişim göstererek Türkiye’deki düşünce ve yayın hayatında önemli bir canlılık göstermesine imkan sağlayan başka bir faktör de, birbiriyle bağlantılı olarak küreselleşme ve postmodernizm tartışmaları ile bu tartışmalara paralel olarak kimlik politiklarının yükselmesi olmuştur. Aslında Soğuk Savaş döneminin sona ermesini takip eden 1990’lı yıllar, yalnızca İslamcılığın değil, genel anlamda moderniteye dönük eleştirileri kapsayan ve “otantiklik” iddiasına sahip kimlik politikalarının dünya genelinde yükselişe geçtiği bir dönem olarak dikkat çekmektedir.99 Bu süreçte, küreselleşmenin hızlanması mevcut üst kimliklerde parçalanmaya, bununla birlikte, etnik ve dini alt kimliklerin yükselmesine yol açmış, böylece İslamcılık da “alternatif bir kimlik” olarak önceki dönemlere göre daha fazla ön plana çıkmıştır.100 Öte yandan, “postmodern dönem” olarak da adlandırılan 96 Bora, Cereyanlar, s. 456. 97 Hulusi Şentürk, İslamcılık: Türkiye’de İslami Oluşumlar ve Siyaset, 2. bs., İstanbul, Çıra Yayınları, 2011, s. 461. 98 Koyuncu, İslâmcılık ve Demokrasi, s. 103. 99 Haldun Gülalp, Kimlikler Siyaseti: Türkiye’de Siyasal İslam’ın Temelleri, İstanbul, Metis Yayınları, 2003, s. 9. 100 Koyuncu, İslâmcılık ve Demokrasi, s. 105. 115 1990’lar, “modernizmin sorgulandığı, modernizmin ortaya attığı kimlikler ve kültürler yerine ‘sahiciliğin’ (otantikliğin) savunulduğu ve çeşitlilik adına ‘geleneksel’ diye bilinen kültürel kaynakların yeniden harekete geçirildiği” bir dönem olmuştur.101 Bu dönemde, modernizmin içerisine girdiği “kriz” hali, “İslamcı eleştiri için elverişli koşullar” yaratmıştır.102 Yani, postmodernizmin modernizme yönelik köklü eleştirilerinin İslamcılık için önemli bir imkan sağladığını ve bu dönemde İslamcıların postmodernizm literatüründen ciddi bir şekilde istifade ettiğini ifade etmek mümkündür.103 Bu çerçevede, radikal İslamcıların 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca “Batı modernizminin eleştirel bir okumasını yaparak modernizme alternatif üretmeye çalışmakta” olduğu görülmektedir.104 Radikal İslamcılık, bu süreçte “alternatif bir İslami model” oluşturmak için “modernlik karşıtı bir tutum” benimsemiş ve “Batı modernleşmesi ve medeniyetinin günahkâr yan ürünleri” olarak gördüğü “tüketime, çürümüşlüğe, milliyetçiliğe ve yozlaşmaya karşı büyük çaplı bir sorgulama” içerisine girmiştir. 105 101 Gülalp, Kimlikler Siyaseti, s. 116. 102 A.e., s. 133. 103 Koyuncu, İslâmcılık ve Demokrasi, s. 105. 104 Nilüfer Göle, Melez Desenler: İslam ve Modernlik Üzerine, 3. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2008, s. 54. 105 A.e., s. 107. Batı’ya ve moderniteye dönük radikal İslamcı eleştirel tavrı ortaya koyan isimlerin en başında İsmet Özel’i zikretmek gerekir. İlk baskısı 1978’de yayınlanan Üç Mesele: Teknik-MedeniyetYabancılaşma isimli eserinde “Gökalpçi medeniyet-kültür ayrımını” reddeden Özel, yalnızca İslamcılığın değil, aslında o zamana kadar Türkiye’de mevcut olan diğer tüm ideolojilerin “modernlik meselesi karşısındaki formüllerini reddeder.” Bora, Cereyanlar, s. 451. Özel’e göre, “Batı’nın maddî yani teknik gücü karşısında yılgınlık”, özellikle “Batı medeniyetinin İslâm ülkelerine baskıda bulunduğu dönemlerde yaygınlık kazanan” ve Müslümanların zihinlerini hala meşgul eden bir “hastalık”tır. Bu “yılgınlık” birçok düşünürün bir “çıkış yolu” olarak “çağın (yani Batı’nın) maddî gücünün esası olan teknolojiyi benimseyelim ama onun ahlâkî ve fikrî değerlerini kendimizden uzak tutalım” şeklinde bir “çözüm” üretmesine neden olmuştur. Oysa “bu yaklaşım, aslında meseleyi hiç anlamamaktan doğan bir ifadedir.” İsmet Özel, Üç Zor Mesele: Teknik-Medeniyet-Yabancılaşma, 10. bs., İstanbul, TİYO Yayıncılık, 2019, s. 95. Özel için “İslâm değerlerinin”, çağın “bilim ve teknik kafasıyla birleşip beraber yaşayacağını ummak bir avuntudan ibarettir.” Çünkü, Özel’e göre, bugüne “hâkim olan bilim ve teknik, Batı’da belli bir dönemde belirlenmiş bir kafa yapısının uzantısı” olup, “belli bir toplumsal yapısının sinesinde gelişmiş, vasıfları İslâm’a taban tabana zıt bir sınıf eliyle gücünü dünya ölçüsünde yaymıştır.” Yani, Müslümanların “açıkça ve şuurla” idrak etmesi gereken husus, “Batı'nın inancı, felsefesi, bilimi ve tekniğiyle bir bütün olduğu ve reddedilecekse tümden, kabul edilecekse yine tümden kabul edilmesi gerekeceğidir.” Bu yüzden, Müslümanların “hem o müesseseleri reddedip hem de o müesseselerin ürünü olan teknik ve bilimsel yapıyı” hayatlarına uyarlamaları mümkün değildir. A.e., s. 95-96. Öte yandan, Batı’ya ve moderniteye yönelik radikal İslamcı eleştirel tavrın kendini gösterdiği önemli bir mecranın da Ali Bulaç ve Abdurrahman Arslan gibi isimler tarafından 1993-1995 yılları arasında yayınlanan Bilgi ve Hikmet dergisi olduğunu ifade etmek gerekir. 116 Bu çerçevede, 1970’lerin sonlarına doğru Türkiye sağından ayrışmaya başlayan Türkiye’deki radikal İslamcılığın, Batı’ya ve moderniteye dönük köklü eleştirilerine paralel olarak, ana akım İslamcı çizginin aksine, verili ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramalara kategorik bir şekilde karşı çıktığı ve bunları benimsemeyi reddettiği görülmektedir. Çünkü, ilerleyen satırlarda da gösterileceği gibi, radikal İslamcı isim ve hareketler, söz konusu yapı, düşünce ve kavramların, İslam’la ve İslam’ın siyasal-toplumsal tasavvuruyla bağdaşmadığını, dahası, bağdaşmasının da mümkün olmadığını savunmaktadır. Başka bir ifadeyle, radikal İslamcılara göre, İslam’ın öngördüğü siyasal-toplumsal düzenle milliyetçiliğe ve ulus devlete dayalı siyasal-toplumsal düzen arasında doktriner bir uyuşmazlık bulunmaktadır. Bu doğrultuda, yine ilerleyen satırlarda da gösterileceği gibi, radikal İslamcılık için Türkiye’nin ve aslında tüm İslam dünyasının içerisinde bulunduğu sorunlu durumdan kurtuluşu, ancak ve ancak bir İslam Devleti kurmak, ümmet toplumu inşa etmek ve nihai olarak İttihad-ı İslam’ı gerçekleştirmek ile mümkündür. Radikal İslamcıların milliyetçiliğe ilişkin görüşlerine yer vermeden önce, meseleyle ilgili anlam ve kavram kargaşasının önüne geçmek adına birkaç hususun altını özellikle çizmek gerekmektedir. Bunlardan biri radikal İslamcıların genel anlamda milliyetçilik meselesini nasıl algıladığıdır. Radikal İslamcıların milliyetçiliği algılama biçimlerinde ön plana çıkan birbiriyle bağlantılı birkaç özellikten söz edilebilir. Buna göre, milliyetçiliğin radikal İslamcılar tarafından genel anlamda Batılı, seküler ve etno-merkezci bir ideoloji olarak ele alındığını ifade etmek mümkündür. Radikal İslamcılar için milliyetçiliğin Batılı olması, hem Batı’da ortaya çıkan, dolayısıyla Batı merkezli ve İslam dünyasına yabancı olan hem de Batılı emperyalist devletlerin İslam ümmetini parçalamak için İslam dünyasına ihraç ettiği bir ideoloji olduğu anlamına gelmektedir. Etno-merkezci olması ise, milliyetçiliğin, ideolojisi olduğu topluluğu, yani milleti, etnik köken merkezli inşa etmesiyle ilişkilidir. Öte yandan, meseleye yönelik bir diğer önemli husus da, bununla bağlantılı olarak, radikal İslamcıların milliyetçiliği nasıl adlandırdığıdır. İlerleyen satırlarda görüleceği gibi, radikal İslamcıların çoğu, millet (nation) ve milliyetçilik (nationalism) hakkında görüş bildirirken ulus, ulusçuluk veya kavim, kavmiyetçilik kelimelerini kullanmaktadır. Esasen, radikal İslamcıların bu ifadelerle kastettiği 117 Türkiye’deki ve Türkçe’deki yerleşik kullanım biçimiyle millet ve milliyetçilik olduğu aşikardır. Ancak, radikal İslamcıların çoğunun ulus, ulusçuluk, kavim ve kavmiyetçilik kelimelerini kullanması, milliyetçiliğin aslında İslam dünyasına ait olmayan Batılı, seküler ve etno-merkezci bir ideoloji olduğunu düşünmeleri ve bunu özellikle vurgulamak istemeleri ile ilgilidir.106 Bu çerçevede, milliyetçiliğe ilişkin böyle bir algıya sahip olan radikal İslamcıların ortaya koydukları fikirlerde ana akım İslamcılık içerisinde yaygın olarak görülen müspet ve menfi milliyetçilik ayrımına rastlanmamaktadır. Radikal İslamcıların, ana akım İslamcıların aksine, milliyetçiliğe kategorik bir karşı çıkış içinde oldukları görülmektedir. Çünkü radikal İslamcılara göre, milliyetçilik ve İslam, daha önce de ifade edildiği gibi, doktriner bir uyuşmazlığa ve zıtlığa sahiptir. Bu uyuşmazlığın ve zıtlığın temel nedeni ise milliyetçiliğin hem Batılı ve seküler, dolayısıyla İslam dünyasına yabancı hem de etno-merkezci özelliklere sahip olan ayrıştırıcı bir ideoloji olmasıdır. Buna karşın, İslam, evrenselliği ve ümmet anlayışı ile etnik birimleri aşan bir kuşatıcılığa ve birleştiriciliğe sahiptir. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren İslami Hareket, Şura, Hicret, Tevhid gibi yayın organları, radikal İslamcılığın eleştirel fikirlerini ortaya koydukları mecralar olmuştur. Mesela, Selahaddin Eş Çakırgil’in milliyetçilik meselesine ilişkin 106 Öte yandan, bazı radikal İslamcı düşünürlerin ise millet ve milliyetçilik kavramlarını nation ve nationalism kelimelerini karşılayacak şekilde kullanmaktan özellikle kaçındıkları, bu yüzden ulus, ulusçuluk, kavim ve kavmiyetçilik ifadelerini tercih ettikleri görülmektedir. Çünkü, bu isimler, Arapça’da din anlamına gelen ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar da Türkçe’de aynı anlamda kullanılan millet kelimesinin, Cumhuriyet döneminden itibaren yanlış bir biçimde kullanılmaya başlandığını düşünmektedir. Selahaddin Eş Çakırgil bu durumun en tipik örneğidir. Çakırgil “Biz Milliyetçiyiz, hem de İslâm Milliyetçisi” başlıklı yazısında millet ve milliyetçilik kelimelerinin yanlış kullanımından yakınmaktadır. Buna göre millet kelimesi zamanla İslami anlamından uzaklaştırılmış ve yanlış bir biçimde “kavim” ve “ulus” (Fransızca “nation”) kelimelerini ikame edecek şekilde kullanılmaya başlanmıştır. Bu da kavmiyetçilik veya nasyonalizmin milliyetçilik zannedilmesine neden olmuştur. Oysa, Çakırgil’e göre millet kelimesi “bir inanç etrafında toplanmış insan kitlesi” anlamına gelmektedir ve Kur’an’daki sınıflandırma gayet açıktır: “Küfür de tek millettir, ehl-i iman da tek millettir! Ehl-i İman, Kur’an ifadesiyle, İbrahim milletidir, İslam milleti’dir.” Selahaddin Eş Çakırgil, “Biz Milliyetçiyiz, hem de İslâm Milliyetçisi”, Şura, 25 Mayıs 1978, s. 13. Çakırgil’e göre “biz kelimemizi koruyamamışızdır ve başkaları bizim kelimelerimizi çalmışlardır. A.e., s. 13. Öte yandan Ali Bulaç da millet kelimesinin yanlış kullanıldığı ifade etmektedir. Bulaç’a göre Kur’an’da millet kelimesinin geçtiği ayetlerde kastedilen aslında dindir. Yani millet kelimesi bir insan topluluğunu ifade etmek yerine –ki bu insan topluluğu için “kavim” kelimesi kullanılmaktadır– dinin kendisini ifade etmektedir. Ali Bulaç, “Kur’an-ı Kerim’de ‘Millet’”, Hicret, No: 13, 17 Aralık 1979, s. 5. Bulaç, benzer şekilde İslam Peygamberinin hadislerinde de millet kelimesinin din anlamında kullanıldığını ifade etmektedir. Ali Bulaç, “Hadis’te ‘Millet 1’”, Hicret, No: 14, 24 Aralık 1979, s. 5. Benzer bir yaklaşım için bkz.: Vahdettin Işık, “Toplumsal Kimlik ve ‘Millet’”, Haksöz, No: 56, Kasım 1995, s. 32-34. 118 yaklaşımı, söz konusu eleştirelliği ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Çakırgil göre Kur’an’daki esas ayrım “İslâm milleti” ve “küfür milleti” şeklindedir.107 Bu yüzden Müslümanlar için kavmiyetçiliğin bütün tezahürleri “kesin bir sapıklık”tır.108 Çakırgil Türk, Arap gibi kavimlerin varlığının bir gerçeklik olduğunu ve bu gerçekliğin asla inkar edilemeyeceğini özellikle vurgulamaktadır. Ancak, Allah kavimleri “insanların daha iyi anlaşabilmeleri için bir vesile olarak” yaratmıştır. Bu doğrultuda da, “temeldeki inanç beraberliğini koruduğu müddetçe” bir insanın kendi kavminden olanları sevmesinin önünde dinen bir engel yoktur. Buna karşın, esas sorun İslam’da yeri olmayan “kavmiyet dâvası gütmek”tir.109 İslami Hareket dergisinde 1979 yılında kaleme aldığı “Doğu Meselesi” başlıklı yazıda Mehmed Mengüç Yenigün, milliyetçiliğin İslam ümmetini parçalayan Avrupalı bir ideoloji olduğunu ve Avrupa’nın “Osmanlı Ümmet Devleti”ni ‘Milliyetçilikle’ parçaladığını ifade etmiştir. Halbuki, Yenigün’e göre Osmanlı’nın “ırk hassasiyeti bulaşır endişesi ile” “Türk” ifadesini bile kullanmadığı dönemlerde, “Türk, her şeyini İslâm’ın potasında eriten bir millet olarak anlaşılıyordu.” 110 Yenigün’e göre milliyetçilik, kendi tercih ettiği ifadeyle “kavmiyetçilik”, “Avrupa burjuvasının kabaran emperyalist iştihasını, egosunu tatmin için” ürettiği bir kavramdır ve bir İslam toprağı olan Anadolu’ya aslında yabancılaşma anlamına gelen bir Batılılaşmanın sonucu olarak sirayet etmiştir. Bu kavram, “1000 yıllık Anadolu insanının” yapısını bozan ve “yabancılaştırılmış” bir aydın tipi yaratan “anlaşılması ve inanılması zor bir Batılılaşma” süreci neticesinde “din kardeşi” ve Muhammed ümmeti” gibi kavramların yerini almış ve söz konusu yabancılaştırılmış aydın tipinin “hastalıkları” arasına girmiştir.111 Hem Çakırgil’in hem de Yenigün’ün milliyetçilik meselesine yaklaşımı aynı doğrultudadır. Her ikisi de milliyetçiliği bütünüyle reddetmekte ve daha “ümmet merkezli” bir pozisyonu savunmaktadır. Öte yandan, 1970’lerin sonlarına doğru yayın hayatına başlayan Şura gazetesi, kendisine yöneltilen “Kürtçülük” iddialarına karşı yaptığı savunmada, söz konusu iddiaları reddetmiştir. Gazeteye göre, 107 Selahaddin Eş Çakırgil, “Türkiye Müslümanlarını Bekleyen Yeni Bir Fitne: Türklük-Kürtlük Sürtüşmesi”, İslami Hareket, No: 6, 1 Temmuz 1978, s. 12. 108 A.e., s. 12. 109 Çakırgil, “Biz Milliyetçiyiz, hem de İslâm Milliyetçisi”, s. 13. 110 Mehmed Mengüç Yenigün, “Doğu Meselesi”, İslami Hareket, No: 19, 1979, s. 4. 111 A.e., s. 4. 119 “lanetlenmiş silah” olan milliyetçiliği benimseyen bazı çevreler tarafından kendilerine yöneltilen bu tip “Kürtçülük” iddiaları, aslında gazetenin “Türkçülük düşmanlığı yapıyor” olmasından kaynaklanmaktadır. Gazete, bu iddiaları asla kabul etmediklerini ve milliyetçiliğin her türlüsünü reddettiklerini açık bir şekilde ifade etmiştir: “Nasıl ki, Türkçülük, Arabçılık Şeriat dışıdır, Kürtçülük de öyle. Kürdün Türke, Türkün Kürde, Arabın Arab olmayana üstünlüğü yoktur!” 112 Öte yandan, yazıda kavmiyetçiliğin ve “katmerlisi” olan ırkçılığın “İslam milletini tehdit eden en yakın bela” olduğu, Allah’ın kavimleri birbirlerine üstünlük iddiasında bulunmaları için değil, yalnızca daha iyi anlaşmaları için yarattığı ve insanların birbirine karşı üstünlüğünün tek ölçüsünün takva olduğu vurgulanarak milliyetçilik net bir şekilde reddedilmiştir.113 1970’lerin ikinci yarısında şekillenmeye başlayan radikal İslamcılık, daha önce de ifade edildiği gibi, Türkiye’de 1980’ler ve 1990’lar boyunca da verili sisteme yönelik eleştirel tavrı ile ön plana çıkmıştır. Bu doğrultuda, 1980’ler ve 1990’larda radikal İslamcıların, milliyetçilik ve bununla ilintili kavramlara yönelttikleri eleştirilerin dozunu yükselttikleri görülmektedir. 1980’li yılların ikinci yarısında yayın hayatına başlayan Girişim dergisinde kaleme aldığı yazısında Hüseyin Okçu, milliyetçiliği reddederken ümmet eksenli bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Buna göre Müslüman toplumlar, sorunlarının çözümünü “ümmet bilincinde” aramalıdır. Çözüm, “asabiyet bilincinde” arandığı müddetçe Müslüman toplumların “zilletten” kurtulmaları mümkün değildir.114 Okçu için milliyetçilik, Batı tarafından Türk, Kürt, Arap, Fars, Arnavut gibi Müslüman toplumların arasına atılan bir “fitne tohumu”dur ve derhal terkedilmesi gerekmektedir. Milliyetçiliğin üstünlük ölçütü ırk iken, İslam’ınki takvadır. İslam, yalnızca milliyetçiliğin değil, “eneternasyonalistliğin” de üzerinde “kuşatıcı bir model” sunmaktadır. Okçu’ya göre kavimlerin adeta bir “mazlumlar kervanı” oluşturduğu Orta Doğu coğrafyası acilen “İslam Ümmet modeline” ihtiyaç duymaktadır. Orta Doğu halklarının yaşadığı acılarının sona ermesi bu “İslam Ümmet anlayışı”nın çabuk yayılmasına ve 112 Şura, “Kürtçülük Çamuru”, Şura, No: 28, 24 Temmuz 1978, s. 15. 113 A.e., s. 15. 114 Hüseyin Okçu, “Kürtlerin Sorunu Ümmetin Sorunudur”, Girişim, No: 37, Ekim 1988, s. 26. 120 uygulanmasına bağlıdır.115 M. İhsan Arslan’ın milliyetçiliğe ilişkin fikirleri de benzerdir. Arslan’a göre bir insanın “kavmi kimliğini” ifade etmesi son derece doğal bir haktır. Ancak “ırkları tayin eden Allah” olduğu için, “kimsenin ırk ve kavmi ile övünmeye hakkı olmamalıdır.” Öte yandan, birinin başka birine de kavim dayatma çabası da “zulüm ve İslamdışılıktır.” Çünkü, İslam, “ırkçı anlayışı –kime ait olursa olsun–“ reddetmektedir. 116 1990’ların önde gelen İslamcı düşünürlerinden biri olan Ali Bulaç, İslam ve milliyetçilik arasında doktriner bir uyuşmazlık ve zıtlık olduğuna vurgu yapmaktadır: “Milliyetçilik, milleti ve milliyeti en yüksek değer kabul eder ki bu, din ve ümmeti en yüksek değer kabul eden İslam’ın ilahi ve evrensel ruhuyla çatışma halindedir.” Bu yüzden, Bulaç’a göre “İslami bir perspektiften bakıldığında milliyetçiliğin hiçbir şekli meşrû değildir.”117 Bir Müslümanın etnik kökeni, asla dininin önüne geçemez. Milliyetçilik, yakın tarihte ümmetin yaşadığı “trajedinin” en temel kaynağıdır ve İslam ümmetinin milletlere bölünmesine neden olmuştur. Müslümanlara “giydirilen” bu “millet elbisesi”, hem dinen hem de tarihsel olarak “sahih bir realite” olmadığı gibi, Müslümanların gelecek tasavvurlarında da milliyetçiğin “hiç yeri yoktur.”118 Ercüment Özkan da milliyetçiliğe karşı çıkan radikal İslamcı isimlerden biridir. Özkan, “Türk-İslam sentezi” üzerine yazdığı bir yazıda, söz konusu düşünce sahiplerinin “milliyetlerini İslâm’dan önce mütalea etmekte” olduğunu ifade etmektedir. Özkan’a göre “İslâm buna izin vermez.” Çünkü insanların anne ve babalarını seçme şansı olmadığı gibi, İslam’da farklı kavimlerin “birbirleriyle yarışması, iyilik yolunda hayır yolunda, Allah’ı razı etme yolunda yarışması, birbirini geçmeye çalışması söz konusudur” ve bu kavimler “tekebbür göstermezler.” 119 Özkan’a göre, insanlar birbirleriyle tanışmak için “kavim kavim, kabile kabile” yaratılmışlardır, yoksa “böyle yaratılmışlıklarını gülünç bir sidik yarışına” çevirmek için değil.120 115 Hüseyin Okçu, “Kürtlerin Sorunu Ümmetin Sorunudur”, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 197. 116 M. İhsan Arslan, Kürd Soruşturması, s. 279. 117 Ali Bulaç, “İslami Bir Perspektiften Kürt Sorunu”, Kürd Soruşturması, s. 101, 1992. 118 A.e., s. 104, 1992. 119 Ercüment Özkan, “Türk-İslam Sentezi Nedir?”, İktibas, No: 149, Mayıs 1991, s. 66. 120 Ercüment Özkan, “Kürdistan mı Kuruluyor Yoksa!”, İktibas, No: 149, Mayıs 1991, s. 7. 121 Burhan Kavuncu’nun milliyetçilik fikrine yaklaşımı da diğer radikal İslamcı düşünürlerle aynı doğrultudadır. Kavuncu’ya göre “kavme mensubiyet duygusundan” güç bulan milliyetçilik, “Müslüman halklar üzerine oynanan oyunların” başında gelen bir “fitne”dir. Esasen, insanların “kavimler ve kabileler halinde” yaratılmış olması Allah’ın takdiridir. Ayrıca, kişinin bir kavme mensup olması ve kendini o kavme ait hissetmesi ya da başka bir ifadeyle “ulusal bilinç” sahibi olması son derece “tabii” ve “fıtri” bir durumdur.121 Ancak, insanlar, “tanışıp anlaşabilmeleri için farklı dillerde, renklerde, kabile ve aşiretlerde” yaratılmış olmasına rağmen, söz konusu farklılıklar nedeniyle “birbirlerini sömürebilmek, üstün olmak, egemen olmak gibi arzularla zulme bulaşmışlardır. İslam’ın “asabiye” adını verdiği ve aslında “insanlık tarihi kadar eski ve ilkel bir duygu” olan milliyetçilik, “gerçekliğin ve olayların, farklı etnik gruplar tarafından, farklı algılanmasına yol açan bir hastalık”, dahası “bir bilinç bozukluğudur.” 122 Mehmet Pamak da milliyetçiliği kesin bir dille reddetmekte ve ümmetçiliğin önemine vurgu yapmaktadır. Pamak için, milliyetçilik meselesine ilişkin Kur’an’ın bir takım ölçüleri vardır. Buna göre, kavimlerin tek fonksiyonu “tanışmaya vesile olmak”tır. “İnsanların farklı dil ve renklerde yaratılması Allah’ın Ayetlerinden” olup, hakiki manada kardeşlik “akide bağı” ile oluşur.123 İslam dini, “kan, kavim, kabile ve aile bağlarını aşarak”, farklı kavimlere mensup tüm Müslümanları “mü’min kardeşliği çerçevesine almakta, tek bir ümmet bilinciyle kucaklamaktadır.”124 Kavmiyetçilik ise “zulümdür ve İslamdışıdır.” Dolayısıyla, İslam Peygamberi’nin “izinde gitmeyi şiar edinmiş, Kur’an ölçüleri dışında tüm beşeri ölçüleri reddederek ‘sırat-ı müstakiym’ üzere olmayı esas almış müm’inler”, kavmiyetçiliğin her türlüsünü reddetmeli ve ayaklarının altına almalıdır.125 Beşir Eryarsoy, milliyetçiliğin hiçbir şekilde kabul edilemeyeceği görüşündedir. Eryarsoy’a göre, İslam’da hiç kimsenin “ırk ve renklerinden dolayı sorumlu tutulacağı” ya da herhangi bir şekilde “ayrıcalıklara sahip olacağı” anlayışına yer yoktur ve İslam Peygamberi bu anlayışı “cahiliye asabiyeti” olarak 121 Burhan Kavuncu, “Müslüman Halklar Üzerine”, Yeryüzü, no:14, Ocak 1992, s. 20. 122 Burhan Kavuncu, Kürd Soruşturması, s. 154-155. 123 Mehmet Pamak, Kürt Sorunu ve Müslümanlar, İstanbul, Selam Yayınları, 1996, s. 59-62 124 A.e., s. 63. 125 Mehmet Pamak, “Kürt Sorunu ve Müslümanlar (Özeleştiri)”, Mazlum-Der Kürt Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 280. 122 nitelendirmiştir. Öte yandan, Eryarsoy için “milliyetçiliğin müsbeti veya menfisi olmaz.” Çünkü, müspetliğin veya menfiliğin ölçüsü İslam’dır. Milliyetçiliğin, İslam’a uygunsa menfisi, değilse müspeti olmaz. Dolayısıyla milliyetçilik, ya tamamen menfidir ya da tamamıyla müspettir. Eryarsoy’a göre bunlar, “kandırmaca kavramlar ve kılıflar”dır.126 Eryarsoy’a göre milliyetçiliği, “bir kimsenin kendi kavmini sevmesi olarak” tanımlayıp, “masumane bir sevgi” olarak takdim etmek bir “kandırmaca”dır. Çünkü, milliyetçilik, “belli bir ulusu belli bir takım nitelikleri ve özellikleri dolayısıyla yükseltmek, ön plana çıkarmak bunun menfaatlerini birinci planda tutmak demek olan bir ideolojidir” ve milliyetçiliğin temelinde “başka kavimleri ezmek ve sömürmek vardır.” Eryarsoy’a göre, Müslümanlar, milliyetçiliğin “masumane bir sevgi” olduğu gibi “aldatmacalara” inanmamalıdır.127 Hamza Türkmen, milliyetçilik meselesinde dikkati milliyetçilik-Batıemperyalizm ilişkisine çekmektedir. Türkmen’e göre “modern Batı'nın oluşumu ve Fransız Devrimi ile birlikte Avrupa ve tüm kapitalist ülkeler için feodal toplum yapısını, kilise ve asillerin hakimiyetini özgürlük ve eşitlik vaatleriyle çözüp, kitleleri, kutsal vatan, ortak hukuk ve tek bayrak temelinde vatandaşlaştırarak burjuvanın ağırlıkta olduğu egemen sınıf kontrolünde ve seküler tarzda yeniden örgütlemek demek” olan uluslaşma, Batı dışı toplumlarda ve bilhassa İslam coğrafyasında “çağdaşlaşma veya toplumsal tarihin sürekli ilerlediği iddia edilen aşamalarına ayak uydurmak adına bir avuç batıcı ve işbirlikçi yöneticinin inisiyatifinde birbirinden ayrışarak ve sun'i düşmanlıklar peydahlanarak gücü ve iradesi zayıflatılan halkların, sömürgecilerin tuzağına düşürülmeleri” anlamına gelmektedir. Öte yandan, sol ideoloji, her ne kadar uluslaşmayı, “evrensel bir aşama” olarak görmekte ve “mazlum halkların sömürgecilerden kurtuluşu için bir araç olarak kullanmak” istemekteyse de, bu boşuna bir uğraştır. Çünkü “ulusal kurtuluş ideali hem emperyalizmin rahatlıkla kuşatabileceği” bir araçtır hem de “mazlum halklara sahte ve fıtrata aykırı bir kimlik kazandırdığı için de zalimcedir.” 128 Türkmen’e göre Batı dışı toplumlardaki “tüm etnik ve ulusal” farklılıkların ve çatışmaların 126 Beşir Eryarsoy, “Ümmet Toplumu Deyince Ne Anlıyoruz?”, Değişim, No: 24, mayıs 1995, s. 35- 36. 127 A.e., s. 36-37. 128 Hamza Türkmen, “Abdullah Öcalan'ın Yeni Tezleri ve Ulusçuluğun Çıkmazı”, Haksöz, No:105, Aralık 1999, s. 25. 123 emperyalist ülkeler tarafından kışkırtıldığı açıktır. Dahası, emperyalistler aslında kendi kışkırtmalarıyla gelişen çatışmaları, yine kendileri yatıştırmak rolüne bürünmekte ve bu sayede de halkları kendilerine bağımlı hale getirmektedir. Bu “oyun” da esasen milliyetçiliğin çıkmazını ortaya koymaktadır.129 Türkiye’deki radikal İslamcılığın köklü eleştirileri ve kategorik karşı çıkışı milliyetçilik ve milli kimlik ile beraber, aynı zamanda milliyetçiliğin siyasal birimi olan ulus devlete de yöneliktir. Radikal İslamcı düşünceye göre, Müslümanların tasavvurundaki ideal devlet modeli ulus devlet olamaz, olmamalıdır. Mesela Bulaç, Müslümanların geleceğe ilişkin tasavvurlarında milliyetçilik düşüncesi gibi, “milli devletlerin” de yeri olmadığını ifade etmektedir.130 Arslan’ın ulus devlet meselesine ilişkin görüşleri benzer şekildedir. Arslan’a göre ulus devlet, her şeyden önce, “emperyalist batının İslam toprağını parçalamak için kullandığı haince bir formül” olup, “ırkçılar” için anlamlı ve savunulabilir bir modeldir. Oysa, “Müslümanların tezi kesinlikle ‘Ulus Devleti’ olmamalıdır.” Müslümanlar için devlet, “nitelik olarak ana unsurlarını” ideolojilerinden yani “İslam’dan alan bir devlet” olmak zorundadır.131 Pamak da, benzer şekilde “bir Müslümanın ulus devletten yana olması”nın ve ulus devlet için “faaliyet göstermesi”nin mümkün olmadığını, dolayısıyla da “ulus devlet anlayışını tüm kavmiyetçilik anlayışlarıyla beraber” reddettiğini açıkça dile getirmektedir. Ancak Pamak’ın reddiyesi bununla sınırlı kalmamaktadır. Pamak’a göre “misak-ı milli sınırları” bir “emperyalizm dayatması”dır. Pamak, “ümmetçi düşünceye” sahip olduğundan ve “emperyalizme ve yaptıklarına karşı” durduğundan dolayı misak-ı milli sınırlarını reddettiğinin altını çizmektedir.132 Ahmet Ağırakça meseleyi “ümmet toplumu” kavramı ekseninde değerlendirmiş, ulus devlet yapısını kastederek “İslâmın nasları dışında herhangi bir sistemi veya bir idari yapıyı” kabul etmenin “İslamın ruhuna, Kur’ana ve sünnete aykırı bir anlayış” olduğunu ve bu yüzden de, “ümmet toplumu dışında hiçbir toplum yapısını” kabul etmek mümkün olmadığını ifade etmiştir.133 129 A.e., s. 26. 130 Bulaç, “İslami Bir Perspektiften Kürt Sorunu”, s. 104. 131 Arslan, Kürd Soruşturması, s. 288. 132 Pamak, “Kürt Sorunu ve Müslümanlar (Özeleştiri)”, s. 295. 133 Ahmet Ağırakça, “Ümmet Toplumu Deyince Ne Anlıyoruz?”, Değişim, No: 24, mayıs 1995, s. 37. 124 Ulus devlet ve ümmetin uzlaşamayacağını savunan bir diğer İslamcı düşünür Abdurrahman Arslan’dır. Arslan’a göre “modern ve Avrupalı” bir oluşum olan ulus devlet, “teritoryal” ve “totaliter” olma, aynı zamanda “demografik” özellikler barındırma ve uluslararası ilişkilerde “çıkar”ı önceleme gibi bazı temel niteliklere sahiptir.134 Bu niteliklere sahip olan ulus devletin İslam’ın ümmet anlayışı ile uzlaşması mümkün değildir. Çünkü, her şeyden önce, “ümmet hâkimiyetin toprakta oluşturulduğu bir topluluk değildir; o iman ettiği için ümmettir ve bu Allah’ın ipine sarılmak” manasına gelmektedir.” Öte yandan, ümmet, belirli bir mekana yani toprağa bağımlı olmadığı gibi, belirli bir nüfusa da bağımlı değildir. Oysa, ulus devlet, belirli bir toprağa olduğu gibi, belirli bir topluluğa yani “ulus”a ve dolayısıyla belirli bir “nüfusa” da bağımlıdır.135 Ayrıca ulus devlet, totaliter olmasından dolayı, farklı kimlikleri tek potada eritmeyi hedefler ve “eşitleştirmeye” ihtiyaç duyar. Buna karşın, dinler tarafından “kutsal temelde” tanımlanmış “bütün kimlikler Allah’ın ayetlerinden” olup, bu kimliklerle olan ilişkiler “adalet üstünde yürütülür.” Uluslararası ilişkilerde ise ulus devletin önceliği “maddi olana” yönelik, yani “çıkar” odaklı iken, İslam’ın önceliği “ilke”dir. İslam, “ideolojik” bir dış politikayı öncelemekle birlikte, bu asla “sömürülme” anlamına gelmemektedir.136 Bu çerçevede, Arslan için söz konusu ulus devletlerin kurulması, kuşkusuz “ümmetin parçalanmasının bir sonucu” olup, bu durum Müslümanlar için önemli bir “eksiklik ve çözümsüzlük” anlamına gelmekteydi. “Ulus devleti ve moderniteyi aşmak” için “ulus-devlet-vatan formülasyonu” dışında, yeni örgütlenme biçimlerinin ve yaşam düzenlerinin ortaya çıkarılması gerekmektedir. Bu ise, ancak yeniden “ümmet tipi bir örgütlenmenin imkânları ile” aşılabilir.137 Özkan da ulus devletin kategorik olarak reddedilmesi ve kavimlerin İslam paydasında birleşmesi gerektiğini savunmaktadır. Özkan’a göre İslam coğrafyasının insanları, “bölgesel ve millî devletlerin” bir asırdan fazla süredir sadece “gözyaşı ve sefalet” anlamına geldiğine tanıklık etmektedir. “Millî devlet hülyaları”, bölge insanlarına her şeyini kaybettiren bir “kumar”dır. Müslümanların istikbali, “İslâm 134 Abdurrahman Arslan, “Peygamber Ümmetinden Ulus’un Devletine”, Bilgi ve Hikmet, No: 3, Yaz 1993, s. 22. 135 A.e., s. 29. 136 A.e., s. 30. 137 A.e., s. 30. 125 üzerinde bütün kavim ve kabilelerin birleşmesindedir” ve tüm kavimler, geçmişte olduğu gibi, gelecekte de “mürüvveti” İslam’da görecektir.138 Seyfettin Mut’un meseleyi ele alırken, “ümmet”in kuşatıcılığına ve kuşatıcı ümmet anlayışının Müslümanlar için bir zorunluluk olduğu kadar, aynı zamanda bir ideal olmasına vurgu yapmaktadır. Mut’a göre Müslümanların içerisinde bulundukları ve memnun olmadıkları siyasal gerçeklik, “ulus devlet formu” olup, “bu formun aşılması talebi ise bir ideal olarak” Müslümanların önünde durmaktadır.”139 Öte yandan, ümmet ise, “bütün sınırlardan, sınıflardan, kültürlerden öte bir iman bağı” ve “bir inanç atmosferi” olduğu için, “inanç bağlamında”, dünyadaki tüm Müslümanlar, “hangi etnik köken, mezhep, meşrep ve siyasal eğilimde olursa olsun”, birbirlerini “dost ve yoldaş bilmek” mecburiyetindedir. Ayrıca, bu mesele “bir tercih sorunu değil, bir akide zorunluluğu” olup, dünyadaki bütün Müslümanların “her zaman ve her şart altında ulaşmak isteyecekleri ideal nokta bu inanç temelinde bir ümmet olma hedefidir.”140 Türkmen’e göre, her şeyden önce, İslam coğrafyasındaki “ümmet karşıtı her sun'i bölünme girişimi” açık bir şekilde “emperyalist bir oyun” olarak ele alınmalıdır. Bu doğrultuda, İslam coğrafyasında bilhassa da I. Dünya Savaşı sonrasında “oluşturulan”, “sınırları belirlenmiş sözde bağımsız devletlerin varlığı”, söz konusu “emperyalist politikaların” sonucudur. Coğrafi sınırlar, Müslümanlar için “kutsal” olmadığı gibi, “İslam coğrafyasında oluşturulan her yeni sun'i sınır, müslümanca ilişkilere getirilen yeni bir vize” anlamına gelmektedir.141 Bu bölümde, öncelikle Türkiye’deki İslam-milliyetçilik ilişkisi incelenmiş, ardından, bu eksende Türkiye İslamcılığının Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimleri ele alınmıştır. Bu çerçevede de ana akım Türkiye İslamcılığının Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile büyük ölçüde bir benimseme ilişkisi kurduğu, radikal İslamcılığın ise bunlara kategorik bir şekilde karşı çıktığı ve bunları benimseyi reddettiği gösterilmiştir. Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde, Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa 138 Ercüment Özkan, “Kürdistan mı Kuruluyor Yoksa!”, s. 7-8. 139 Seyfettin Mut, “Ulusçuluk Fitnesi ve Ümmet İdeali Arasında İslami Hareketin ‘Yurtlanma’ Sorunu”, Değişim, no:30, Mart 1996, s. 27. 140 A.e., s. 28. 141 Hamza Türkmen, “Kürt Sorunu ve Müslümanların Safı”, Haksöz, No: 32, 1993, s. 5-6. 126 yaklaşımı, Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimleri ile doğrudan irtibatlandırılarak incelenecektir. 127 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TÜRKİYE’DE İSLAMCILIK ve KÜRT SORUNU Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde cevabı aranacak temel soru Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa nasıl yaklaştığı ve bu yaklaşımın nasıl analiz edilebileceğidir. Çalışmanın ikinci bölümünde Türkiye İslamcılığının ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan irtibatı, birinci bölümde oluşturulan din-milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde ele alınmış, bu doğrultuda da Türkiye’de iki tip İslamcılığın olduğu gösterilmiştir. Bu iki tipten birincisi ve yaygın olarak görüleni, söz konusu yapı, düşünce ve kavramlarla bir benimseme ilişkisi kuran ana akım Türkiye İslamcılığı, diğeri ise, bunları, İslam’la ve İslam’ın öngördüğü siyasal-toplumsal düzenle bağdaşmadığı gerekçesiyle kategorik bir şekilde reddeden radikal İslamcılıktır. Peki bu çerçevede, çalışmanın önceki bölümlerinde din-milliyetçilik ilişkisi çerçevesinde oluşturulan ana akım ve radikal İslamcılık ayrımı, Türkiye İslamcılığının Kürt sorunu karşısındaki yaklaşımının ortaya konulmasında ve analiz edilmesinde belirleyici olabilir mi? İlerleyen başlıklarda gösterileceği gibi, Türkiye İslamcılığının ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlara olan yaklaşımıyla, temelde etno-politik içeriğe sahip milli bir mesele olan Kürt sorununa yaklaşımı arasında doğrudan bir ilişki söz konusudur. 3.1. TÜRKİYE’NİN KÜRT SORUNU 1980 sonrası dönemde Türkiye’nin siyasal hayatında tartışılan başlıca meselelerden birinin Kürt sorunu olduğunu, bu çerçevede de meselenin yaklaşık kırk yıldır Türkiye’deki siyasi gündemin üst sıralarında, hatta bazı dönemlerde en üst sırasında yer aldığını ifade etmek mümkündür. İlerleyen satırlarda da gösterileceği gibi, kökeni Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki merkezileşme politikalarına kadar uzanan Kürt sorunu, birçok tartışmayı kapsayan ve bu yönüyle farklı boyutları (siyasi, ekonomik, sosyolojik vs.) olan bir meseledir. Hatta, söz konusu tartışmalar, meselenin adlandırılmasında bile görülmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca meseleye yönelik “Şark meselesi”, “Doğu sorunu”, “Güneydoğu sorunu”, “Terör 128 sorunu”, “Kürt sorunu” gibi adlandırmalar kullanılmıştır.1 Bununla beraber, Kürt sorununun, genel itibariyle, Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınması, Kürt halkının anadilde konuşma, yazma, eğitim ve yayın gibi soso-kültürel haklarının anayasal güvence altına alınması; bunların yanı sıra, Türkiye’nin üniter yapısının değiştirilip, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde kurulacak özerk bir Kürt yönetimini içerisine alan federasyona dönüştürülmesi, hatta bağımsız bir Kürt devletinin kurulması gibi tartışmaları içerisinde barındırdığı görülmektedir. Dolayısıyla da, Kürt sorununun temelde “etno-politik” içeriğe sahip “milli bir mesele” olduğunu ifade etmek mümkündür.2 Kürt sorununun kökeni, esasen 19. yüzyıla kadar uzanmaktadır. 16. yüzyıla kadar Mezopotamya ve çevresinde “de facto bir bağımsızlık” yaşayan Kürt beylikleri ve emirlikleri, 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altına girmiştir. 16. yüzyılda Osmanlı ile Kürt beyleri arasında imzalanan bir anlaşmayla, Kürt beyliklerine ve emirliklerine “kapsamlı bir özerklik” tanınmış ve “merkezi iktidar ile yerel emirlikler arasında ‘gevşek’ bir siyasî ve idarî ilişki” garanti altına alınmıştır.3 Bu durumun, yani, “Kürt beyliklerinin ‘özerk’ idarî ve siyasî statülerinin Osmanlı Devleti tarafından hem fiilen hem de hukuken tanınması” durumunun 19 yüzyılın ortalarına kadar devam ettiğini ifade etmek mümkündür.4 19 yüzyılda, özellikle Sultan II. Mahmut döneminde, modernleşme sürecinin bir parçası olarak 1 Hüseyin Yayman’a göre adlandırma sorunu, meselenin içeriğinin belirlenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Yani, meselenin nasıl adlandırıldığı, hangi perspektiften ele alındığını göstermektedir. Mesela, “Güneydoğu sorunu” ifadesini kullananlar, sorunu daha ziyade “iktisadi geri kalmışlık” meselesi olarak değerlendirirken, “Kürt sorunu” ifadesini kullananlar, sorunun “iktisadi boyutu kadar, toplumsal ve siyasi boyutu”nu öne çıkarmaktadır. Ayrıca, adlandırma meselesi, Türkiye’nin siyasi ikliminden de etkilenmiştir. Buna göre, mesele, “özgürlük rüzgârlarının estiği ve toplumsal özgüvenin yüksek olduğu dönemlerde” daha ziyade “Kürt sorunu” olarak adlandırılırken, “askeri kayıpların çoğaldığı dönemlerde” ise, “Güneydığu veya terör sorunu” olarak adlandırılmıştır. Hüseyin Yayman, Şark Meselesinden Demokratik Açılıma Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, İstanbul, SETA Yayınları, 2011, s. 29-30. 2 Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, 4. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2009, s. 21. 3 A.e., s. 226-228. “Beylik” ve “emirlik” olarak adlandırılan örgütlenmeler altında yaşayan Kürt aşiretlerinin Osmanlı’nın egemenliği altına girmesi, 16. yüzyılda Osmanlı ve İran arasında gerçekleşen “bölgesel hakimiyet” mücadelesiyle olmuştur. Bu hakimiyet mücadelesinde “sünni Kürt beylikleri, şii İran Devleti’ne karşı sünni Osmanlı Devleti’ni” desteklemiş ve bu dönemden itibaren Kürt beyliklerinin önemli bir bölümü Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmiştir. A.e., s. 226. Öte yandan, bu noktada söz konusu “özerklik” kavramının, Mesut Yeğen’in de vurguladığı gibi, “modern zamanlara ait siyasi gelenek içerisinde” kazandığı anlamıyla değil, Osmanlı’nın merkezi iktidarı ile Kürt beyliklerinin arasındaki “gevşek” ilişkiyi ifade etmek için kullanıldığını ifade etmek gerekir. A.e., s. 229. 4 A.e., s. 229. 129 başlatılan merkezileştirme politikaları kapsamında, İmparatorluğun, Kürt beyliklerinin de yer aldığı taşra vilayetleri merkeze bağlanmıştır. Bu çerçevede, taşra vilayetlerinin özerk statülerine son verilmiş, Kürt beylikleri ve emirlikleri de ortadan kaldırılmıştır.5 Bu durum, doğal olarak İmparatorluğun merkezi ile taşrası arasında gerilimlere neden olmuş, bu süreçte özellikle Kürt vilayetlerinde ayaklanmalar başgöstermiştir.6 Bununla birlikte, Osmanlı tarafından yürütülen merkezileştirme politikalarının ne yalnızca Kürt beyliklerini hedef aldığı ne de doğrudan etno-politik bir içeriğe sahip olduğu söylenebilir. Merkezi iktidarın hedefinde “taşranın özerkliği” bulunmaktaydı.7 Dolayısıyla, bu dönemde yaşanan ayaklanmaları, Osmanlı’nın merkezileştirme politiklarına karşı, Kürt beylerinin ve emirlerinin eksi statülerini yeniden elde etme amacıyla gerçekleştirdiği ayaklanmalar şeklinde değerlendirmek mümkündür.8 Öte yandan, daha ziyade kültürel özellikler taşıyan bir Kürt milliyetçiliğinin Sultan II. Abdülhamid döneminde ortaya çıktığını, II. Meşrutiyet’in ilk yıllarında gelişim gösterdiğini ve 1914’ten sonra ise gittikçe siyasallaştığını ifade etmek mümkündür. Bununla beraber, Devlet ve Kürtler arasındaki “ittifak” hem I. Dünya Savaşı hem de Kurtuluş Savaşı yıllarında devam etmiştir.9 Çalışmanın ikinci bölümünde de yer verildiği gibi, Kutuluş Savaşı yıllarında millet, etnik bir topluluğa referansla değil, dini eksende tanımlanmıştır. Bu çerçevede de söz konusu dönemde, 5 Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, 9. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2015, s. 110-111. 6 Merkezileştirme politikalarının başlamasından Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen sürede, Kurtuluş Savaşı dönemindeki Koçgiri İsyanı (1921) da dahil, irili ufaklı dokuz Kürt ayaklanması gerçekleşmiştir. Bk.: Yayman, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, s. 54-55. 19. yüzyıldaki Kürt ayaklanmalarının en önemlileri arasında Bedirhan Bey (1843) ve Şeyh Ubeydullah (1878-1881) ayaklanmalarını göstermek mümkündür. 7 Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, s. 232. 8 Bunun tek istisnası olarak 19. yüzyılda gerçekleşen iki önemli Kürt ayaklanmasından biri olan Şeyh Ubeydullah İsyanı (1878-1881) gösterilebilir. Robert Olson’a göre, “Şeyh Ubeydullah’ın idaresi, milliyetçi hedeflerle tanımlanırken Bedirhan’ın idaresi böyle değildi… Şeyh Ubeydullah Bey’in milliyetçi gayeleri ve Bedirhan Bey’in gelenekçi muhtariyet taraftarı tavrı arasındaki en önemli farklılık, Şeyh’in açıkça ilân ettiği müstakil Kürdistan tasavvurudur.” Robert Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı (1880-1925), Çev. Bülent Peker, Nevzat Kıraç, Ankara, Özge Yayınları, 1992, s.18-19. Olson’un kaynağı, Şeyh Ubeydullah’ın Başkale İngiliz Konsolos vekili Clayton’a yazdığı mektuptur. Bkz.: A.e., s. 19. Yine, Olson’un aktardığına göre, “bölgeldeki İngiliz konsolosları da Şeyh’in bütün Kürtler’i ‘kendi hakimiyetindeki bağımsız bir devlet çatısı altında birleştirmek için kapsamlı bir tasarısı’ olduğunu düşümekteydiler”. A.e., s. 19. 9 Hamit Bozarslan, “Kürd Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 4: Milliyetçilik, Ed. Tanıl Bora, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 841. Bu ittifakın tek istisnası 1921 yılındaki Koçgiri İsyanı’dır. 130 İslam’a referansla tanımlanan milleti oluşturan farklı etnik grupların olduğu gibi, Kürtlerin de kavmi varlığının kabul edildiğini ifade etmek mümkündür. Bu durum, hem (ARMHC) nizamnamesinde “bilcümle anasır-ı İslamiye yekdiğerine karşı hürmet-i mütekabile ve hissi-i fedakarî ile meşhun ve vaziyet-i ırkiye ve içtimaiye ve şerait-i muhitiyelerine riayetkar öz kardeştirler”10 ifadeleriyle yer almış hem de bizzat Mustafa Kemal Paşa tarafından dile getirilmiştir: “Suret-i umumiyede prensip şudur ki hududu milli olarak çizdiğimiz daire dahilinde yaşayan anasır-ı muhtelife-i İslamiye yekdiğerine karşı ırki, muhiti, ahlaki, bütün hukukuna riayetkar özkardeştirler. Bianaenaleyh onların arzuları hilafında bir şey yapmayı biz de arzu etmeyiz. Bizce kat’i olarak muayyen bir şey varsa o da hududu milli dahilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesair bütün bu bu İslam unsurlar müşterekülmenfaadır.” 11 Bununla birlikte, yine çalışmanın ikinci bölümünde de yer verildiği gibi, Cumhuriyet’in ilanından itibaren, kurucu kadrolar tarafından adım adım bir Tek Parti rejimi tesis edilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olarak inşa edilme işine girişilmiştir. Bu çerçevede, 1924 yılının ilk yarısında Hilafet’in ilga edilerek yeni bir anayasanın yürürlüğe girmesi, Osmanlı döneminde hakim olan, Kurtuluş Savaşı döneminde de devam eden İslam’a dayalı millet anlayışının terkedildiğini ve “Anadolu toprakların üzerinde siyasî ve idarî birliğin”, artık “milliyet kategorisi üzerine tesis edileceğini” göstermekteydi.12 Bu durum, 1924 anayasasının meclis komisyonu tarafından teklif edilen giriş/gerekçe kısmında “Devletimiz bir devleti milliyedir. Beynelmilel veyahut fevkalmilel bir devlet değildir. Devlet, Türkten başka bir millet tanımaz. Memleket dahilinde hukuku mütesaviyeyi (hukuksal eşitliği) haiz başka ırktan gelme kimseler bulunduğundan bunların ırki 10 Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), 7. bs, İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2015, s. 349 11 Akt. Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, s. 114-115. Ayrıca, aynı yaklaşım Ankara hükümeti tarafından Lozan Konferansı esnasında da sergilenmiştir. Lozan Konferansı’da Ankara hükümetini temsil eden delegeler, “hem Türkleri hem de Kürtleri temsil ettiklerini ve Müslüman oldukları için Kürtlerin azınlık olarak görülemeyeceğini” ifade etmişlerdir. Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), 4. bs, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010, s. 239-240. 12 Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, s. 119. 131 mübayenetlerini (başkalıklarını) manii milliyet tanımak caiz olamaz” 13 şeklinde ifade edilirken, anayasanın 88. maddesinde “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur” şeklinde yer almıştır.14 Buna göre, yeni kurulan rejim tarafından, Kürtlerin ve diğer etnik grupların fiziki varlıkları inkar edilmiyor, ancak “hukuki ve siyasi mevudiyetlerinin” tanınmadığı ilan ediliyordu.15 Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter bir ulus devlet olarak inşa edilmeye çalışıldığı Tek Parti yıllarında, bu inşa kapsamında, Tanzimat’tan beri devam eden merkezileştirme politikalarına, esasen külütrel homojenliği hedefleyen, bununla beraber 1930’larda ırkçı bir nitelik kazanan bir Türk milliyetçiliği ile katı bir otoriteryanizm de eşlik etmiştir. Bu doğrultuda, Devlet tarafından Kürtlerle meskun Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yönelik sıkıyönetim, iskan ve asimilasyon politikalarının yoğunlaştırıldığı Tek Parti döneminde, en büyükleri Şeyh Said (1925), Ağrı (1926- 1930) ve Dersim (1937-1938) ayaklanmaları olmaz üzere, irili ufaklı birçok Kürt ayaklanması çıkmış, bu ayaklanmaların hepsi Tek Parti yönetimi tarafından bastırılmıştır.16 Bu dönemde ortaya çıkan ilk Kürt ayaklanması, 1925 yılının başlarındaki Şeyh Said İsyanı’dır. Şeyh Said İsyanı’nın başlamasına neden olan gelişme, “Kürtlerin devlete sadakatini sağlayan belirleyici unsur”un, yani “halifeliğin kaldırılması” olmuştur. Bununla birlikte, ayaklanmaya katılan tüm grupların motivasyonunun “dini motifler” olduğunu ifade etmek mümkün değildir. Çünkü, söz konusu aykalanma, “milliyetçi bir örgüt” olan Azadi tarafından planlanmıştır.17 Dolayısıyla, Azadi örgütünün planladığı ve yayılmasında ciddi bir rol oynadığı Şeyh Said İsyanı’nın, hem “milliyetçi” bir niteliğe hem de “seferberlik, propaganda ve 13 Akt. Mesut Yeğen, “Yeni Anayasa Eski Vatandaşlık”, Liberal Düşünce, No: 50, İlkbahar 2008, s. 58. 14 Bünet Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), 25. bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2015, s. 309. 15 Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, s. 119. 16 Tek parti döneminde gerçekleşen Kürt ayaklanmaları için bkz.: Yayman, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, s. 55. 17 Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, s. 108. Bruinessen’e göre, “Azadi üyeleri genel bir isyan başlatabilecek kadar kişisel otoriteye sahip olmadıklarının farkındaydılar ve bu sebeple büyük izleyici kitlesine sahip oldukları bilinen aşiret reisleri ve şeyhlere yöneldiler. Temasa geçtikleri ilk kişilerden biri Halit Bey ailesine içgüveysi olarak giren Şeyh Said’di.” A.e., s. 140. 132 sembolleri” itibariyle “dini” niteliklere sahip olduğunu ifade etmek mümkündür. 18 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı, yaklaşık yüz günlük bir askeri harekat sonucunda bastırılmış ve Türkiye’de Takrir-i Sükûn döneminin başlamasına neden olmuştur.19 Ayaklanmanın bastırılmasının ardından, ayaklanmaya katılanlar Takrir-i Sükûn Kanunu kapsamında kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nde yargılanıp cezalandırılmıştır.20 Takip eden süreçte, Tek Parti yönetiminin bölgeye yönelik izleyeceği politikaları ihtiva eden kapsamlı plan, 24 Eylül 1925‘te Bakanlar Kurulu kararı ile kabul edilmiştir: Şark Islahat Planı. 21 Şark Islahat Planı’nın kabul edilip uygulamaya konmasıyla birlikte, Kürtler ve Kürtlerle meskun bölgeler, sıkıyönetim, 18 Olson, Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı (1880-1925), s. 229. Bruinessen’e göre “Şeyh Said ve Azadi üyelerinin ilk hedefi bağımsız bir Kürdistan kurmaktı.” Bununla birlikte, “ayaklanma ne tamamen dini ne de tamamen milliyetçi nitelikteydi. Ayaklanmayı tasarlayanların milliyetçi motivasyonlarından şüphe olamamasına rağmen bunların arasında da halifeliğin kaldırılmasından duygusal olarak etkilenenler vardı. Şeyh Said muhakkak ki çok inançlı bir insandı ve Türkiye’de yapılmakta olan laikleştirici reformlara karşı samimi olarak kızgınlık duyuyordu… ancak aynı zamanda samimi bir milliyetçiydi de.” Martin Van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, Çev. Banu Yalkut, 9. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2015, s. 441-442. Şeyh Said İsyanı’na ilişkin Mesut Yeğen de benzer bir değerlendirmede bulunmaktadır: “Hilafetin kaldırılmasının gayrı-millî bir siyasi uzamı, millî bir devlet vasıtasıyla ve onun mantığına uygun olarak yeniden örgütleme girişiminin son adımlarından birisi olduğuna şüphe yoktu. Bu sebeple hilafetin kaldırılmasına karşı Kürtlerin gösterdikleri direnci, İslâmî bütün dolayımlarına rağmen, şeriatın yeniden tesisi talebinden ziyade, millî devlet mantığının bu son hamlesine karşı gösterilen bir direnç olarak değerlendirmek gerekir. 1925 Kürt ayaklanması, gayrı-millî bir uzamın millileştirilmesine karşı bir direnç ihtiva ettiğinden, aşirete dayalı ve İslâmî olduğu kadar, etno-poliitk bir ayaklanmaydı.” Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, s. 259. 19 Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek-Parti Yönetimi’nin Kurulması (1923-1931), s. 135. Ayaklanma başladığında Fethi Bey (Okyar) başbakanlığındaki hükümet görevdeydi. Bununla birlikte, Fethi Bey, Şeyh Said İsyanı’nın bastırılmasında yöntem değişikliği isteyen İsmet Paşa yanlısı “‘köktenci’” grup tarafından 2 Mart 1925 günü düzenlenen grup toplantısında verilen ve daha fazla “sertlik” talebinin yer aldığı bir önergenin 60’a karşı 94 oyla kabul edilmesinin ardından istifa etmek zorunda kalmıştır. Bunun üzerine yeni kabineyi kurarak 4 Mart 1925’te güvenoyu alan İsmet Paşa (İnönü), TBMM’den Takrir-i Sükûn Kanunu çıkartılmasını ve iki tane İstiklal Mahkemesi kurulmasını sağlamıştır. A.e., s. 145-146. 20 Yargılamaların ardından, Şeyh Said’in de aralarında bulunduğu 48 kişi idam edilmiştir. Bruniessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, s. 144. 21 Şark Islahat Planı, dönemin Meclis Başkanı Abdülhalik Renda, İçişleri Bakanı Cemil Uybadın, Mehmet Esat Bozkurt ve Orgeneral Kazım Orbay tarafından hazırlanmıştır. Yayman, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, s. 76. Söz konusu plan, genel olarak, “bölgenin demografik yapısının değiştirilmesi”, “Kürt nüfusunun Batı bölgelerine iskân edilmesi”, “dağlık bölgelerdeki köylerin boşaltılarak halkın belli yerleşim birimlerinde toplanması”, “karayolu ve demiryollarına ağırlık verilmesi”, “istihbaratın yaygınlaştırılması”, “görkemli hükümet konaklarının kurulması”, “yatılı bölge okullarının yaygınlaştırılması”, “çocukların ailerlerden alınarak Türkçe eğitimle yetiştirilmeleri”, “Türk ocakları aracılığıyla Türklük propagandasına ağırlık verilmesi”, “kadınlara Türkçe öğretilmesine önem verilmesi”, Kürtçenin yasaklanarak insanların Türkçe konuşturulması” gibi öneriler getirmiştir. A.e., s. 81. Öte yandan, Yayman’a göre, “Şark Islahat Planı, sadece Şeyh Sait İsyanı sonrasında yapılan düzenlemeleri değil tüm zamanlarda geçerliliğini koruyan kapsamlı düzenlemeleri içermekte”, bu açıdan da, “devletin Kürt meselesindeki resmi tezlerini oluşturan ana metinlerden biridir.” A.e., s. 77. 133 şiddet, iskan ve asimilasyon politikalarına maruz kalmıştır. Plan kapsamında umum müfettişlik uygulamasına geçilmiş ve Doğu Anadolu bölgesine giriş-çıkışlar izne bağlanmıştır. 22 Bununla birlikte, iskan politikaları kapsamında bölgenin demografik yapısını değiştirme çalışmaları başlatılmış ve bölgede Türkleştirme faaliyetlerine hız verilmiştir.23 Tek Parti döneminde baş gösteren ayaklanmaların bastırılmasının ardından, Kürt sorunu, 1960 darbesine kadar pek gündeme gelmemiştir. Bununla birlikte, 1960 darbesini gerçekleştirenler Kürtleri “önemli bir tehlike” olarak görmeyi sürdürse de, darbenin ardından hazırlanan 1961 anayasasının yürürlüğe girmesiyle oluşan özgürlük ortamında Kürt siyasetçi ve enteleltüeller de kendilerini ifade etme imkanlarına sahip olmuştur. Bu çerçevede 1960’lı yıllarla birlikte hem yayın hem de siyasi faaliyetlerin artmasına paralel olarak, Kürt milliyetçiliğinin de yeniden filizlenmeye başladığı görülmektedir.24 1960’lı yıllarda Kürt siyasetçi ve entelektüellerin, daha çok Türkiye solu, özellikle de Türkiye İşçi Partisi (TİP), bunun yanı sıra, Mustafa Barzani liderliğindeki Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin (IKDP) Türkiye uzantısı olarak 1965’te kurulan ve illegal bir yapılanma olan Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi (TKDP) içerisinde faaliyet gösterdiğini ifade etmek mümkündür.25 Bu dönemde, Kürtlerin en önemli talepleri arasında, Kürtçe’nin eğitim, basın ve radyo dili olarak kabul edilmesi, anayasal özgürlüklerin korunması ve Kürtlerle meskun bölgelerde ekonomik yatırımların yapılması gibi meselelerin yer aldığı görülmektedir.26 Kürtlerin TİP’ten ayrılarak müstakil bir örgütlenmeye gitmesi ise 1960’ların sonunda, 1967 ve 1969’da gerçekleştirilen Doğu Mitinglerinin hemen 22 A.e., s. 77-78. Umum Müfettişlikler, “olağanüstü yönetim uygulamasının” çok önemli bir parçası olup, “günlük işlerden, güvenlik tedbirlerine, iskân düzenlemelerinden hayvan ırkının ıslahına dair birçok konuda olağanüstü yetkilerle donatılmış bir kurum olarak var olmuştur.” A.e., s. 86. Tek Parti dönemindeki umum müfettişkil uygulaması için ayıca bkz.: A.e., s. 82-87. 23 Şark Islahat Planı’nda meseleye ilişkin önerilen çözümlerin başında, Kürtlerle meskun bölgelerin demografik yapısının değiştirilmesi, yani iskan yoluyla asimilasyon gelmektedir. Bunun için, plan kapsamında 1934 yılında İskan Kanunu yürürlüğe girmiş ve uygulamaya konmuştur. İskan kanunu hakkında kapsamlı bir çalışma için bkz.: İsmail Beşikçi, Kürtlerin Mecburi İskanı, İstanbul, İsmail Beşikçi Yayınları, 2013. 24 Bozarslan, “Kürt Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)”, s. 853. 25 Kürt hareketinin önde gelen isimlerinin 1960’larla birlikte Türkiye solu içerisinde yer almasını, sol söylemin, özellikle de Lenin ve Stalin’e referansla, milli meseleye gösterdiği ilgiyle açıklamak mümkündür. Çünkü, Hamit Bozarslan’ın da ifade ettiği gibi, “bu söylem yoluyla Kürd hareketi kendisini ezilen bir milletin temsilcisi olarak algılamakta, kaderini proleterya ve köylülüğün kaderiyle birleştirebilmekteydi.” A.e., s. 853-854. 26 A.e., s. 853. 134 akabinde, Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO) kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Kurucularının çoğunluğunu TİP üyesi Kürtlerin oluşturduğu ve önce 1969’da İstanbul’da ve Ankara’da, ardından 1970 ve 1971 arasında Diyarbakır, Silvan, Ergani, Kozluk ve Batman gibi yerlerde de açılan DDKO, 1965 sonrasında TİP içerisinde yaşanan tartışmaların ve ayrışmaların bir sonucu olarak ve Kürtlerin taleplerini Türkiye kamuoyunda daha fazla dile getirilmesi amacıyla kurulmuştur.27 İçerisinden çıktığı Türkiye solu ile benzer söylemlere sahip olmakla birlikte, Kürt sorunu, DDKO tarafından ağırlıklı olarak vurgulanan konu olmuştur.28 Bu süreçte, bir yandan mesele, DDKO bünyesinde gerçekleştirilen seminerlere katılan İsmail Beşikçi ve Mehmet Emin Bozarslan gibi isimler vasıtasıyla daha fazla ele alınırken, diğer yandan Kürtlerin talepleri, DDKO Aylık Haber Bülteni’nde daha açık bir şekilde dile getirilmeye başlanmıştır.29 1970’li yıllar boyunca, bir yandan Kürt milliyetçiliği gelişimine devam ederken, diğer yandan Kürt hareketi de çeşitli fraksiyonlara ayrılmıştır. TKDP, Rızgarî, Devrimci Doğu Kültür Dernekleri (DDKD) ve Özgürlük Yolu, bu dönemdeki Kürt örgütlenmelerinin önde gelenleri arasında yer almaktadır. Bu örgütlenmeler, legal ve illegal faaliyetleri birarada yürütmekle beraber, Kürt sorununun demokratik bir zeminde çözülmesi gerektiği fikrini taşımakta ve şiddeti dışlamakataydı.30 Bunların yanı sıra, 1970’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan ve Kürt sorununun çözümü konusunda şiddeti seçen örgütlenmeler de bulunmaktadır. Bunlardan biri TKDP’nin 1977’de bölünmesiyle kurulan Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları (KUK) iken, diğeri Abdullah Öcalan’ın çevresinde oluşan grup tarafından 1978 yılında kurulan Kürdistan İşçi Partisi’dir (PKK). Her iki örgüt de 27 Ahmet Alış, “Kürt Etnobölgesel Hareketin Doğuşu, Kitleselleşme Süreci ve Türkiye İşçi Partisi: 1959-1974”, Türkiye Siyasetinde Kürtler: Direniş, Hak Arayışı, Katılım, Ed. Büşra Ersanlı, Günay Göksu Özdoğan, Nesrin Uçarlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 80. 28 Bozarslan, “Kürt Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)”, s. 856. 29 Alış, “Kürt Etnobölgesel Hareketin Doğuşu, Kitleselleşme Süreci ve Türkiye İşçi Partisi: 1959- 1974”, s. 80-81. 30 Kürt hareketinin fragmantasyon sürecinde, Said Kızıltoprak taraftartarı tarafından, 1971 Muhtırasının ardından kapatılan DDKO’nun devamı niteliğinde kurulan DDKD ve Kemal Burkay taraftarları tarafından kurulan Özgürlük Yolu, Sovyetler Birliği yanlısı bir çizgiye sahipken, 1970’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan Kawa Maocu bir söyleme sahiptir. Said Elçi taraftarları tarafından devam ettirilen TKDP ve Mümtaz Kotan etrafında toplanan entelektüellerin kurduğu Rızgarî, Sovyetler Birliği-Çin ayrışmasının dışarısında yer almıştır. Bozarslan, “Kürt Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)”, s. 857. 1970’lerdeki Kürt örgütlenmeleri ve yönelimleri için ayrıca bkz.: Bruinessen, Kürdstan Üzerine Yazılar, s. 306-308. 135 kurulduktan hemen sonra silahlı mücadeleye başlama kararı almıştır. İki örgüt de, özellikle Barzani hareketinin çökmesinin ardından Ortadoğu’da Kürtlüğü temsil ettiğini iddia etmekte ve “birleşik ve bağımsız bir Kürdistan’ın ancak silahlı mücadele ile kurulabileceği” inancını taşımaktaydı.31 Bununla birlikte, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra, PKK dışında, bu örgütlenmelerden hiçbiri varlığını devam ettirememiş, PKK ise bu süreçte Ortadoğu’ya çekilmiş, Türkiye ve Suriye arasındaki gerilimin ve 1982’deki Lübnan Savaşı’nın oluşturduğu imkanlardan faydalanarak askeri temelde yeniden örgütlenmiştir.32 1980’li yılların Türkiye’deki Kürt sorunu açısından bir milat olduğunu ifade etmek mümkündür. 1980 sonrası dönemde, Kürt sorunu bir yandan daha da derinleşirerek büyürken diğer yandan Türkiye kamuoyunun en çok tartıştığı meselelerden biri haline gelmiştir. Kürt sorununun Türkiye gündeminin üst sıralara taşınmasına ve önceki dönemlere göre daha çok tartışılır hale gelmesine neden olan temel etkenin PKK’nın terör saldırıları olduğunu söylemek yanlış olmaz. Daha önce de ifade edildiği gibi, kurulduktan hemen sonra programında nihai hedefinin birleşik ve bağımsız bir Kürdistan kurmak ve bu hedefe ulaşmadaki tek yolun silahlı mücadele olduğunu açıklayan PKK, 15 Ağustos’ta 1984’te Eruh ve Şemdinli’de ilk terör saldırısını gerçekleştirmiştir. Bu saldırıyla, Devlet ve PKK arasında Öcalan’ın yakalandığı 1999’a süren düşük yoğunluklu çatışma dönemi başlamış, on beş yıl süren bu dönemde, PKK terörünün artarak devam etmesi, Kürt sorununun hem daha çok görünürlük kazanmasına hem de daha fazla tartışılmasına neden olmuştur. Bu dönemde Kürt sorununun derinleşmesine ve büyümesine neden olan temel etkenin ise Devlet tarafından meseleye yönelik benimsenen yaklaşım olduğunu ifade etmek mümkündür. Her şeyden önce, 12 Eylül 1980 darbesinin ardından tutuklanan Kürtlere, cezaevlerinde yapılan işkenceler ve milliyetçi propagandalar, bir yandan Kürt milliyetçiliğini tetikleyici bir işlev görürken diğer yandan PKK’ya katılımı da 31 Bozarslan, “Kürt Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)”, s. 858-859. PKK’nın kuruluş kongresinin ardından yayınlanan programında, Kürt sorunu, Irak, İran ve Suriye’deki Kürt bölgeleriyle birlikte, “Kürdistan’ın dört parçasının özgür ve birlikte olması sorunu” olarak tanımlanmış, “Kürdistan” bir “sömürge” olarak nitelendirilmiş ve Kürt halkının amacı “ulusal kurtuluş” olarak belirlenmiştir. A.e., s. 859. Ayrıca bkz.: Bruniessen, Kürdstan Üzerine Yazılar, s. 308-309. 32 Bozarslan, “Kürt Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)” s. 861. Ayrıca bkz.: Bruniessen, Kürdstan Üzerine Yazılar, s. 319-320. 136 arttırmıştır.33 Öte yandan, PKK’nın meseleye dahil olmasıyla birlikte, Devlet’in meseleye ilişkin 1920’lerden itibaren benimsediği güvenlikçi perspektif, 1980’ler ve 1990’lar boyunca da devam ettirilmiştir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde 1978’de başlayan “sıkıyönetim” uygulaması, 1987’de “Olağanüstü Hal” uygulamasına dönüşerek 2002 yılına kadar devam etmiştir. Ayrıca, 1987’de, Tek Parti dönemindeki umum müfettişlik uygulmasının bir benzeri olan “Olağanüstü Hal Bölge Valiliği” kurulmuştur.34 Bu süreçte, bölgede askeri tedbirler üst düzeye çıkartılmış, PKK’nın barınmasına engel olmak amacıyla çok sayıda yerleşim yeri boşaltılmış, bunun yanı sıra, PKK ile mücadelede “‘alan kontrolü’” sağlamak için 1984 yılında “koruculuk sistemi” kurulmuştur. 35 Bu dönemde, benimsediği güvenlik merkezli yaklaşımın bir yansıması olarak meseleyi bir teör sorunu olarak gören ya da başka bir ifadeyle Türkiye’de etnopolitik içeriğe sahip bir Kürt sorunu olduğunu kabul etmeyen Devlet tarafından, doğal olarak, sorunun çözümüne ilişkin herhangi bir somut adım atılması da söz konusu olmamıştır.36 Her ne kadar, 1992 yılında dönemin başbakanı Süleyman Demirel, koalisyon ortağı Erdal İnönü ile birlikte gerçekleştirdiği Diyarbakır ziyareti sırasında “Kürt realitesini tanıyoruz” ifadelerini kullanmışsa da, Devlet’in mesleye yaklaşımında değişen hiçbir şey olmamıştır. Aksine, Devlet tarafından 1980’ler ve 33 İstiklal Marşı’nın tamamının ezberletilmesi, cezaevi duvarlarına “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” gibi milliyetçi sloganlar yazdırılması, bunların yanı sıra “pislik yedirme”, “fare yutturma”, “görüşmecisi Türkçe bilmiyorsa görüş izni vermeme” gibi uygulamar, 12 Eylül döneminde tutuklanan Kürtlerin cezaevlerinde maruz kaldığı “ceza” ve “işkence” türleri arasındadır. Baskın Oran, “Kürt Milliyetçiliğinin Diyalektiği”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 4: Milliyetçilik, Ed. Tanıl Bora, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008. 877-878. 34 Yayman, Türkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, s. 47-48. 35 1980’lerin ortalarından itibaren güvenlik nedeniyle boşaltılan yerleşim yeri sayısı üç binden fazladır. Bu yüzden göç etmek zorunda kalan insan sayısı ise, farklı kurumlar tarafından yapılan araştırma sonuçlarında farklılaşma olmakla birlikte, bir milyonun üzerindedir. Öte yandan, 1984’teki PKK saldırılarının hemen ardından kurulan ve resmi adı “geçici köy koruculuğu” olan koruculuk sistemi, zaman içerisinde daimi hale gelmiştir. Turgut Özal’ın başbakanlığı döneminde kurulan koruculuk sistemi, Tansu Çiller’in başbakanlığı dönemide genişletilmiştir. A.e., s. 58-59. Devlet’in PKK ile mücadelesinin genel bir bilançosu için bkz.: A.e., s. 56-62. 36 Türkiye’de etno-politik içeriğe sahip bir Kürt sorununun varlığı, Devlet tarafından Cumhuriyet tarihi boyunca kabul edilmemiştir. Bu durum 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca da devam etmiştir. Öte yandan, Mesut Yeğen’in de ifade ettiği gibi, “Devlet, Kürdîliğini tanımadığı Kürt meselesi üzerine, saltanat ve hilafet özlemi olarak ‘irtica’, modernlik öncesinin asri zamanlardaki kalıntıları olarak ‘aşiret direnci’ ve ‘eşkıyalık’, başka devletlerin tezgâhı olarak ‘ecnebi kışkırtması’, ya da iktisadî bir bütünleşme sorunu olarak ‘bölgesel gerikalmışlıktan’ oluşan bir kavram seti aracılığıyla” konuşmuştur. Yani, “Kürt meselesi, devlet söyleminde, etno-politik mahiyet arz eden bir toplumsal sorun değil, ‘irticayla’, ‘aşiretlerin ve eşkıyaların modern ve merkezî devlet iktidarına direnciyle”, ‘başka devletlerin kışkırtmasıyla’ ya da ‘bölgesel geri kalmışlıkla’ ilgili bir toplumsal sorundu.” Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, s. 20. 137 1990’lar boyunca yürürlüğe konan uygulamalar, sorunun derinleşerek büyümesine neden olmuştur. Mesela, bölgede arttırılan askeri tedbirlerin ve devam eden olağanüstü hal uygulamasının dışında, 12 Eylül 1980 darbesinden sonra getirilen Kürtçe yasağı, uzun bir süre devam etmiş, Kürt enstitüsü kurulması ve Nevroz kutlaması gibi taleplere izin verilmemiştir.37 Ayrıca, yine bu dönemde, Kürt siyasi hareketinin ciddi bir baskıya maruz kaldığını ifade etmek mümkündür. 1980’li yılların sonuna doğru, önce Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) içerisinde siyaset yapan ve 1990’ların başında ise müstakil örgütlenmeye giderek siyasi parti kuran Kürt hareketinin partileri 1990’lar ve 2000’ler boyunca Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır.38 Çözümsüzlük ile geçen 1990’lı yılların sonua doğru, 15 Şubat 1999’da PKK lideri Öcalan’ın Kenya’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmesinin ardından, PKK tek taraflı bir ateşkes ilan etmiş, böylece Kürt sorununda düşük yoğunluklu çatışma dönemi sona ermiş ve bu durum 2004 yılında kadar devam etmiştir. Öte yandan, Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa yaklaşımının 1980-2002 arası dönemle sınırlı olarak ele alındığı bu çalışmanın kapsamı dışında olmakla birlikte, 2000’li yılların ortalarından itibaren, Devlet tarafından Kürt sorununun çözümüne yönelik bir takım girişimlerin başlatıldığını ifade etmek gerekmektedir. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) Kasım 2002’de tek başına iktidara gelmesinden sonra başlatılan bu girişimlerin miladı olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2005 yılında Diyarbakır’da gerçekleştirdiği konuşma esnasında meseleyi Kürt sorunu olarak adlandırmasını göstermek yanlış olmaz. Erdoğan’ın Diyarbakır konuşmasını izleyen on yıl içerisinde AK Parti hükümetleri tarafından meselenin çözümüne 37 Oran, “Kürt Milliyetçiliğinin Diyalektiği”, s. 878. 38 Kirt hareketinin bu dönemdeki ilk siyasi partisi 1990 yılında kurulan Halkın Emek Partisi’dir (HEP). HEP’in Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının ardından 1992’de Demokrasi Partisi (DEP), DEP’in kapatılmasının ardından ise 1994’te Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) kurulmuş ve 2003 yılına kadar faaliyet göstermiştir. Bu süreç 2000’li yıllarda da devam etmiştir. HADEP’in kapatılmasından sonra 2005’te Demokratik Halk Partisi (DEHAP), ardından aynı yıl Demokratik Toplum Partisi (DTP) kurulmuştur. DTP’nin kapatılmasının ardından ise 2008’de Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) kurulmuştur. Bkz.: Büşra Ersanlı, Günay Göksu Özdoğan, “Engeller ve Fırsatlar: Kürtlerin Türkiye’de Yakın Dönem Siyasi Temsiliyet ve Katılım Mücadeleleri”, Türkiye Siyasetinde Kürtler: Direniş, Hak Arayışı, Katılım, Ed. Büşra Ersanlı, Günay Göksu Özdoğan, Nesrin Uçarlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 27-28. BDP ise, 2014 yılında Halkların Demokrasi Partisi’ne (HDP) katılmıştır. 138 yönelik, önce 2009’un ikinci yarısında Demokratik Açılım Süreci39 , daha sonra 2013’te Çözüm Süreci40 olmak üzere, iki önemli süreç başlatılmıştır. Bu on yıl içerisinde, her ne kadar, son olarak 2013’te başlatılan Çözüm Süreci 2015’te sona ermiş olsa da, meselenin çözümüne yönelik somut adımlar atıldığı görülmektedir.41 Temelde etno-politik bir içeriği bulunan Kürt sorununa ve sorunun çözümüne ilişkin, özellikle 1980 sonrası dönemde yürütülen ve aslında sorunun etno-politik bir içeriğe sahip olmasında belirleyici olan tartışmaları iki ana konu ekseninde sınırflandırmak mümkündür. Daha önce de ifade edildiği gibi, bunlardan birincisi ve en çok tartışılanı Kürt kimliğinin anayasal olarak tanınması, Kürt halkının anadilde konuşma, yazma, eğitim ve yayın gibi soso-kültürel haklarının anayasal güvence altına alınması konusudur. Diğeri ise, federasyon-özerklik ve bağımsız bir Kürt devletinin kurulması tartışmaları konusudur. Her ne kadar 1999’da yakalanmasından sonra başlayan yargı sürecinde, PKK lideri Öcalan bağımsız bir Kürt devleti ve federasyon fikirlerinin geçerliliğini yitirdiğini ifade etmiş ve “demokratik cumhuriyet” söylemini dile getirmişse de, bu konu, bir şekilde gündemde kalmaya devam etmiştir.42 Ayrıca, bu konu, Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa 39 Ak Parti tarafından yayınlanan ve söz konusu sürecin ne anlama geldiğinin ve nasıl yürütüleceğinin izah edildiği bir kitapçık için bkz.: Ak Parti, Sorularıyla ve Cevaplarıyla Demokratik Açılım Süreci: Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, 2010. 40 Kamuoyunda Çözüm Süreci ya da Barış Süreci olarak adlandırılan, PKK’nın Türkiye topraklarını tamamen terketmesi ve silah bırakması da dahil, Kürt sorununun çözümüne yönelik önemli adımların atılmasını öngören süreç, 16 Temmuz 2014’te Resmi Gazete’de yayınlanan 6551 numaralı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun ile resmileşmiştir. Bkz.: “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun”, Resmi Gazete, No: 29062, 16 Temmuz 2014, (Çevrimiçi) https://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2014/07/20140716-1.htm, 16 Temmuz 2020. 41 Büyük ölçüde Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınmasını içeren yasal ve idari düznlemelerin bir kısmı henüz Ak Parti iktidara gelmeden önce gerçekleştirilmiş olmakla birlikte, çoğunluğu Ak Parti hükümetleri döneminde gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede, Mart 2002’de Kürtçe yayına izin verilmesi, Ağustos 2002’de Kürtçe özel kurslara izin verilmesi, Haziran 2003’de Kürtçe kişisel isim yasağının kaldırılması, Ocak 2009’da Kürtçe yayın yapan devlet televizyon kanalının açılması, Mart 2010’da ve Eylül 2013’te Kürtçe seçim kampanyasına izin verilmesi, Ocak 2011’de üniversite düzeyinde Kürt Dili ve Edebiyatı programlarının kurulması, Eylül 2012’de 5. sınıflarda seçmeli Kürtçe derslerine izin verilmesi, Ocak 2013’te mahkemelerde Kürtçe savunma yapmaya sınırlı olarak izin verilmesi, Eylül 2013’te özel okullarda Kürtçe eğitime izin verilmesi, ilkokul öğrencileri tarafından zorunlu olarak okunan Andımızın kaldırılması, bilgisayar klavyelerinde q,w ve x harflerine izin verilmesi ve köy isimlerinin orjünal haline geri dönmesine izin verilmesi gibi düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Güneş Murat Tezcür, “Türkiye’de Silahlı Çatışmanın Med Cezirleri ve Zor Bir Barış”, Çev. Abdül Samet Çelikçi, Çatışma Çözümleri ve Barış, Ed. Murat Aktaş, İstanbul, İletişim Yayınları, 2014, s. 161. 42 Öcalan, mahkeme sürecinde “ayrı devlet ve federasyon tezlerinin geçersiz olduğunu” ifade etmiş, dahası, “artık ‘dil ve kültürel haklardan’dan ibaret bir ‘demokratik cumhuriyet’in Kürtler için yeterli 139 yaklaşımının analiz edildiği bu çalışmanın da incelediği dönem olan 1980’ler ve 1990’lar boyunca Kürt sorununa ilişkin en çok tartışılan konulardan biri olmuştur. 3.2. TÜRKİYE İSLAMCILIĞININ KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMI (1980-2002) Kürt sorunu, bir önceki başlıkta da ifade edildiği gibi, Kürt kimliğinin tanınması, Kürtçe anadilde konuşma, yazma, eğitim ve yayın yapma gibi kültürel hakların verilmesi, federasyon-özerklik ve hatta bağımsız bir ulus devlet gibi tartışmaları içerisinde barındıran, temelde etno-politik içeriğe sahip bir sorundur. Meselenin bu yönüyle, yani etno-politik içeriğe sahip bir sorun olarak, 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye İslamcılığının bazı kesimleri tarafından tartışılmaya başlandığını ifade etmek mümkündür. Meselenin Türkiye İslamcılığının büyük çoğunluğu tarafından tam anlamıyla tartışılmaya başlanması ise 1990’ların başını bulmuş ve bu tartışmalar 1990’lı yıllar boyunca devam etmiştir. Bununla beraber, 1980 öncesi döneme ait tartışmalar bu çalışmanın kapsamı dışında olsa da, esasen Türkiye İslamcılığının Kürt sorunu ile olan irtibatını 1960’lı yıllara kadar geri götürmek mümkündür.43 Meselenin, 1970’lerin ikinci yarısına kadar İslamcılar tarafından yoğun olarak tartışılan bir konu olmadığını, Kürt milliyetçiliğinin gitgide gelişmesine ve müstakil Kürt örgütlenmelerinin sayısının ve faaliyetlerinin artmasına paralel olarak, 1970’lerin ortalarından sonra İslamcı çevrelerin meseleyi daha fazla gündemlerine aldığını ifade etmek mümkündür. Öte yandan, 1980 öncesi dönemde yürütülen tartışmalarda Türkiye İslamcılığının meseleyi etno-politik içeriğe sahip bir sorun olarak değerlendirmediği, dolayısıyla da tartışmalarda Kürt sorunu adlandırmasını kullanmadığı görülmektedir. Aslında, Türkiye İslamcılığı için bu dönemde Türkiye’nin Kürtlerle meskun Doğu ve Güneydoğu Analdolu bölgelerinde bir sorun olduğu açıktır. Ancak, İslamcıların bunu bir Kürt sorunu olarak tanımladığı söylenemez. 1960’lar ve 1970’ler boyunca, ve tek gerçekçi talep olduğunu” savunmuştur. Mustafa Akyol, Kürt Sorununu Yeniden Düşünmek: Yanlış Giden Neydi? Bundan Sonra Nereye?, 6. bs., İstanbul, Doğan Kitap, 2014, s. 144-145. 43 Türkiye İslamcılığının 1980 öncesi dönemde Kürt sorununa yaklaşımını ele alan bir çalışma için bkz.: Bayram Koca, “Türkiye’de Uç Sağ ve Kürtler, 1945-1980: Güvenlik, Kimlik Ve Kalkınma”, Ankara, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi, 2019, 140 Türkiye İslamcılığının ana akım İslamcı çizgisi, meseleyi büyük ölçüde yabancı devletler ve bunların Türkiye’de işbirliği içerisinde olduğu yapılanmalar tarafından kışkırtılan bir Kürtçülük sorunu olarak değerlendirilmiştir. 44 Öte yandan, Türkiye’de 1970’lerin ortalarından sonra şekillenmeye başlayan radikal İslamcı hareketin de meseleyi bir Kürt sorunu olarak gördüğü söylenemez. Radikal İslamcı yayın organlarında yürütülen tartışmalarda, yükselen Kürt milliyetçiliğine dikkat çekilmekle beraber, mesele sadece bir Kürtçülük sorunu olarak değil, Türkçülüğü de kapsayan bir milliyetçilik sorunu olarak değerlendirilmiştir. Öte yandan, radikal İslamcılık için Kürt milliyetçiliği, yabancı devletler tarafından kışkırtıldığı kadar, aynı zamanda hakim Türk milliyetçiliği tarafından da körüklenmektedir.45 Bu 44 Soğuk Savaş şartlarının hakim olduğu 1960’lar ve 1970’ler boyunca, Mehmek Şevket Eygi ve Kadir Mısıroğlu gibi isimlerin yer aldığı ana akım İslamcı çizgi için, bu dönemde Kürtçülüğü kışkırtan yabancı devletlerin başında Sovyet Rusya gelmektedir. A.e., s. 155. Ayrıca, TİP, CHP, DDKO, Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği (TÖB-DER) gibi siyasi partiler ve yapılar, bu dönemde meseleyi kışkırtan “dış” kaynakların güdümünde hareket eden “Kürtçü” yapılanmalardır. A.e., s. 166. Öte yandan, ana İslamcı çizginin Türkiye siyasetindeki en önemli mecralarının başında gelen Milli Görüş hareketinin 1980 öncesi siyasi partileri olan MNP’nin ve MSP’nin Kürt sorununa ilişkin özel bir gündemi ve söylemi olduğu söylenemez. Bu durumun iki nedenden kaynaklandığını ifade etmek mümkündür. Bunlardan birincisi ve en önemlisi 1970’li yılların, meselenin hem Türkiye kamuoyu tarafından “Kürt sorunu” şeklinde “spresifik olarak adlandırıldığı” hem de “etkisinin ülke genelinde hissedildiği” bir dönem olmamasıdır. Ömer Vehbi Htipoğlu, İslamcıların Kürt Sorunu Algısı, Ankara, Elips Kitap, 2015, s. 216. Zaten, kuruluşundan itibaren ağır sanayi hamlesi ve milli kalkınma hamlesi gibi söylemleri ön planda tutan Milli Görüş hareketi, PKK terörünün henüz başlamadığı ve “Kürt kimliği tartışmalarının” yoğun bir şekilde gündeme gelmediği 1980 öncesi dönemde, meseleyi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki “geri kalmışlık” ve “işsizlik” sorunlarından hareketle, “kalkınmacı politikalara” ağırlık vererek çözmeyi planlamıştır. A.e., s. 205-206. Bununla birlikte, Milli Görüş hareketinin 1980 öncesi dönemde Kürt sorununa ilişkin özel bir gündeminin ve söyleminin olmamasının ikinci nedeni olarak, “Necmettin Erbakan ve arkadaşlarının daha işin başında alabildiğine temkinli davranmaya” çalışması gösterilebilir. Çünkü, 1970 yılında kurulan MNP çok kısa bir zaman zarfı içerisinde, 1971’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Ruşen Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisi’ni Anlamak, İstanbul, Metis Yayınları, 1994, s. 150. Bu çerçevede, hareketin, 1980 öncesi dönemde, meseleyi spesifik olarak Kürt sorunu şeklinde adlandırmadığını, dolayısıyla da etno-politik boyutuyla değerlendirmediğini, bununla birlikte, meseleye, hareketin genel çizgisine ve diğer bütün meselelere bakışına da paralel olarak, “‘İslam Kardeşliği, millî ve manevi değerlere bağlılık, millî kalkınma hamlesi” ekseninde yaklaştığı söylenebilir. Ömer Vehbi Htipoğlu, İslamcıların Kürt Sorunu Algısı, s. 216. Elbette ki, meselenin 1980 öncesi dönemde Milli Görüş içerisinde hiç gündeme gelmediği de söylenemez. 1976 yılı başlarında MSP milletvekilleri arasında Kürt sorunu ile ilgili mini bir kriz çıkmıştır. 7 Ocak 1976 tarhili grup toplantısında Milliyetçi Cephe hükümetinin Doğu ve Güneydoğu bölgelerine yönelik milliyetçi yaklaşımından rahatsız olan Erzurum milletvekili Fuat Fırat, MSP’nin bu hükümetten çekilerek CHP ile koalisyon kurması gerektiğini dile getirmiştir. Bunun üzerine başka bir grup milletvekili ise Fuat Fırat’ı Kürtçülük yapmakla suçlayarak MSP Grup Başkanlığına şikayet etmiştir. Bu tartışma hakkında daha fazla bilgi için bkz.: Fehmi Çalmuk, Erbakan’ın Kürtleri: Milli Görüş’ün Güneydoğu Politikası, İstanbul, Metis Yayınları, 2001, s. 16-18. 45 1980 öncesi dönemde radikal İslamcı çizgide yer alan ve meseleyi gündeme alan isimlerin başında Selahaddin Eş Çakırgil gelmektedir. Çakırgil’in mesele hakkında kaleme aldığı birkaç yazı için bkz.: Selahaddin Eş Çakırgil, “Türkiye Müslümanlarını Bekleyen Yeni Bir Fitne: Türklük-Kürtlük 141 çerçevede, radikal İslamcı hareket, 1980 öncesi dönemde, milliyetçilik fikrini kategorik bir şekilde reddetmesinin yansıması olarak, hem mevcut Türk milliyetçiliğine hem de yükselmekte olan Kürt milliyetçiliğine karşı çıkmıştır.46 Bununla beraber, İslamcılar tarafından meselenin Kürt sorunu olarak ele alınmasının, 1980 sonrası dönemde, hatta 1980’lerin ortalarından sonra gerçekleştiğini ifade etmek mümkündür. Bunun birkaç nedenden kaynaklandığı söylenebilir. Her şeyden önce, 1984’de başlayıp gitgide artan PKK’nın terör saldırılarının artmasına paralel olarak, mesele, Türkiye gündeminin üst sıralarına taşınmış, daha fazla görünür hale gelmiş ve yalnız İslamcılar tarafından değil, Türkiye kamuoyunun geniş kesimlerince de yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Bununla beraber, 1980 sonrası dönemde, Türkiye İslamcılığının meseleyi yeniden ve Kürt sorunu olarak tartışmaya başlamasında, doğrudan olmasa da, tetikleyici rol oynayan bir diğer etken daha bulunmaktadır. Bu etken, Irak ordusu tarafından Kuzey Irak Kürtlerine yönelik 1986-1988 yılları arasında gerçekleştirilen el-Enfal Operasonu ve bu operasyon kapsamında 16 Mart 1988 tarihinde kimsaysal gaz Sürtüşmesi”, İslami Hareket, No: 6, 1 Temmuz 1978, s. 12. Selahhaddin Eş Çakırgil, “Bölücülük; İnsan’ı İslam’ın Ölçüsüyle Değerlendirmemektir!”, Tevhid, No: 17, 16 Nisan 1979, s. 2. Selahaddin Eş Çakırgil, “İslam Milleti Bölünmez Bir Bütündür”, Hicret, No: 14, 24 Aralık 1979. Yine bu dönemde radikal İslamcı mecralarda meseleye ilişkin yayınlanan birkaç yazı için bkz.: Şura, “Kürtçülük KGB CIA”, Şura, No: 16, 4 Mayıs 1978, s. 16. Mehmet Mengüç Yenigün, Doğu Meselesi, İslami Hareket, No: 19, 20 Eylül 1979, s. 4. 46 Türkiye’deki radikal İslamcılığın, en tipik özellikleriden biri, çalışmanın ikinci bölümde de gösterildiği gibi, şekillemeye başladığı 1970’lerin ikinci yarısından itibaren milliyetçilik fikrine kategorik bir şekilde karşı çıkması olmuştur. Bu durum 1980’ler ve 1990’lar boyunca da devam etmiş ve ilerleyen başlıklarda da gösterileceği gibi, radikal İslamcılığın meseleyi etno-politik içeriğe sahip bir Kürt sorunu olarak kabul etmesinin ardından, sorunun nihai çözümüne ilişkin yürüttüğü tartışmalarında da belirleyici olmuştur. Öte yandan, radikal İslamcılığın bu tavrı, 1970’lerin sonlarına doğru ülkücü kesim ile ciddi tartışmalara girmelerine neden olmuştur. Mesela, radikal İslamcılığın önemli yayın organların biri olan Şura gazetesi, 1978 yılının Haziran ve Temmuz aylarında arka arkaya yayınlanan ve Türkçülük fikrini eleştiren üç yazı dolayısıyla Türkçülerin hedefi haline gelmiş, Türkçüler tarafından Kürtçülük yapmak ile suçlanmıştır. Gazete, bu suçlamalara oldukça sert bir şekilde tepki göstermiş, öyle ki, 24 Temmuz 1978 tarihli 28. sayısında meseleyi ilk sayfasına taşımış ve aynı sayıda iki savunma yazısı birden yayınlamıştır. Gazete, her iki yazıda da hem söz konusu suçlamaları hem de milliyetçiliği reddettiğini dile getirmiştir. Bkz.: Şura, “Şu Kürtçülük Belâsı”, Şura, No: 28, 25 Temmuz 1978, s. 8-10. Şura, “Kürtçülük Çamuru”, Şura, No: 28, 25 Temmuz 1978, s. 15. Söz konusu suçlamalara neden olan yazılar için ayrıca bkz.: Fatih Selim, “Şu Türkçülük: Temelinde ‘Şeriat Ehlinden Uzaklaşma!..’ Nasihati Bulunan Koskoca Bir Devleti, Kavmiyetçilik Hırsı ile Yıktılar..”, Şura, No: 23, 19 Haziran 1978, s. 8-9. Fatih Selim, “Şu Türkçülük (2): Temelinde ‘Şeriat Ehlinden Uzaklaşma!..’ Nasihati Bulunan Koskoca Bir Devleti, Kavmiyetçilik Hırsı ile Yıktılar..”, Şura, No: 24, 26 Haziran 1978, s. 12-13. Fatih Selim, “Şu Türkçülük (3): Temelinde ‘Şeriat Ehlinden Uzaklaşma!..’ Nasihati Bulunan Koskoca Bir Devleti, Kavmiyetçilik Hırsı ile Yıktılar..”, Şura, No: 25, 3 Temmuz 1978, s. 12-13. 142 kullanılarak yapılan Halepçe Katliamı’dır. Irak ordusunun Kuzey Irak Kürtlerini hedef alması, binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açtığı gibi, çok ciddi bir göç dalgası yaratmış, bu süreçte Türkiye’ye de çok sayıda Kürt sığınmacı gelmiş ve Türkiye’de belirli bölgelede mülteci kampları kurulmuştur. Bu durumun, İslamcılar tarafından zaten bir süredir tartışılmaya başlanan Kürt sorununun, daha fazla ve daha yükses sesle gündeme getirilmesinde tetikleyici bir rol oynadığını ifade etmek mümkündür. 1980’lerin ikinci yarısında, Kürt sorununun gündeme getirildiği İslamcı mecraların başında Girişim dergisinin geldiğini söylemek yanlış olmaz. Derginin birçok sayısında Türkiye’deki Kürt sorununa yer verilmekle birlikte, Halepçe Katliamı ile ciddi trajediler yaşayan ve Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Kuzey Irak Kürtlerinin durumu da sıklıkla dile getirilmiştir.47 1980’lerin sonlarından itibaren ve Türkiye gündeminin en üst sıralarında yer aldığı 1990’lar boyunca ise, Kürt sorununun artık Türkiye İslamcılığının hemen hemen her kesimi tarafından çeşitli platformlarda tartışıldığını ifade etmek mümkündür. Mesele, bir yandan Refah Partisi tarafından Türkiye siyasetinde gündeme getirilirken, diğer yandan İslamcı çevrelerce yayınlanan dergi ve gazetelerde geniş bir şekilde yer almıştır. Bununla birlikte, İslamcılar, konunun etraflıca tartışıldığı forum ve sempozyumlar düzenlemiş, ayrıca farklı grupların platformlarında da meseleye ilişkin görüşlerini dile getirmiştir. Bunların yanı sıra, konuyla ilgili müstakil kitap yayınlayan İslamcılar olduğu gibi, araştırma yürüten ve yayınlayaan İslamcı yayınevleri de olmuştur.48 47 1985-1990 yılları arasında Girişim dergisinde Kürt sorununa ve Halepçe katliamı sonrasında Türkiye’ye gelen Kürt sığınmacıların durumunun değerlendirildiği yazılardan bazı örnekler için bkz.: Kenan Çamurcu, Neşet Günel, “Güneydoğu Olayları”, Girişim, No: 19, Nisan 1987., s. 8-19. Hüseyin Okçu, “Kürtlerin Sorunu Ümmetin Sorunudur”, Girişim, No: 37, Ekim 1988, s. 24-26. Metin Aydın, “Irak’ta Kürt soykırımı ve Bir ‘Uzun Yürüyüş’…”, Girişim, No: 37, Ekim 1988, s. 4-16. Metin Aydın, “Kürt Mülteciler Zor Durumda”, Girişim, No: 38, Kasım 1988, s. 6-7. Hüseyin Öcal, “PKK ve Doğuda Son Gelişmeler”, Girişim, No:48, Eylül 1989, s. 46-49. “Yakın Tarih Kürt Hareketleri ve Milliyetçi Eğilimler”, Girişim, No: 53, Şubat 1990, s. 20-27. Muhammed Derviş, “Güneydoğu Alev Alev”, Girişim, No: 55, Nisan 1990, s. 34-36. Ayrıca, yine bu dönemde, derginin bazı sayılarında Şeyh Said İsyanı işlenmiştir. Dergide mesele bir “kıyam” olarak nitelendirilmiştir. Şeyh Said İsyanı’nın etraflıca incelendiği bir sayı için bkz.: Girşim, No: 47, Ağustos 1989. Bu sayıda yer alan ve meseleyi bir “kıyam” olarak adlandıran bir yazı için bkz.: Hüseyin Okçu, “Şeyh Said Kıyamı”, Girşim, No:47, Ağustos 1989, s. 4-17. 48 İslamcı çevreler tarafından 1980’li yılların ortalarından sonra ve 1990’lı yıllar boyunca yayınlanan ve Kürt sorununa yer verilen birçok dergi olmakla birlikte, Girişim, Haksöz, Müslüman Genç, Yeryüzü, Tevhid, Panel, İktibas ve Değişim gibi dergiler bunların bazılarıdır. Öte yandan, Mazlum- 143 Peki, tüm bu tartışmalar göz önünde bulundurulduğunda, 1980 sonrası dönemde Türkiye İslamcılığı Kürt sorunu karşısında nasıl bir yaklaşım geliştirmiştir? Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa yaklaşımı nasıl analiz edilebilir? Her şeyden önce, Türkiye’deki İslamcı isim ve hareketlerin 1980 sonrası dönemde Kürt sorunu karşısında tek bir bakış açısını benimsemediğini, dolayısıyla da Kürt sorununa yaklaşımını da monolitik bir şekilde ele almanın mümkün olmadığını ifade etmek gerekmektedir. Bu çerçevede, çalışmanın ikinci bölümünde ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla irtibatı açısından yapılan ana akım ve radikal İslamcılık ayrımını, Türkiye İslamcılığının Kürt sorunu karşısında ortaya koyduğu yaklaşım biçimlerini analiz etmek için de kullanmak mümkündür. Çünkü, her ne kadar meseleyi ele alma noktasında aralarında belirli benzerlikler bulunsa da, Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın, ulus devlete, milliyetçiliğe ve milli kimliğe yönelik, 1970’lerin sonlarına doğru şekillenmeye başlayan, 1980’lerde ve özellikle 1990’larda belirginleşen farklı yaklaşımları, ilerleyen başlıklarda gösterileceği gibi, Kürt sorunu konusunda da son kertede farklı yaklaşımlar benimsemesinde belirleyici olmuştur. Yani, Türkiye’deki İslamcı isim ve hareketlerin ulus devlete, milliyetçiliğe ve milli kimliğe yaklaşımları ile, temelde etno-politik içeriğe sahip milli bir mesele olan Kürt sorununa yaklaşımları arasında doğrudan bir ilişki bulunduğunu ifade etmek mümkündür. Başka bir ifadeyle, söz konusu yapı, düşünce ve kavramlarla kurdğu ilişki biçimlerinin, Türkiye’deki İslamcı isim ve hareketlerin Kürt sorunu karşısındaki yaklaşımlarının şekillenmesinde merkezi bir öneme sahip olduğunu söylemek mümkündür. Söz konusu yaklaşım benzerliklerini ve farklılıklarını daha açık bir şekilde gösterebilmek için, bu başlık altında, Kürt sorunu tematik olarak alt başlıklara ayrılacak ve böylelikle ana akım ve radikal İslamcılık arasında meseleye ilişkin yaklaşımları belirli konular üzerinden ortaya koyulacaktır. Der tarafından 1992’de “Kürt Sorunu Forumu” başlığıyla düzenlenen forum, Nûbihar dergisi tarafından 1993’te “Kürt Sorunu nasıl çözülür” başlığıyla düzenlenen sempozyum ve ayrıca Sor Yayıncılık tarafından yürütülen ve daha sonra aynı isimle 1992’de kitap olarak yayınlanan Kürd Soruşturması, Türkiye İslamcığının Kürt sorunu üzerine görüş bildirdiği bazı platformlardır. Bunların dışında, ilerleyen başlıklarda yer verileceği gibi, 1990’lı yıllar boyunca, RP bünyesinde Kürt sorununa ilişkin birçok rapor hazırlanmış, ayrıca mesele genel başkan düzeyinde de dile getirilmiştir. 144 3.2.1. İslamcı Perspektiften Kürt Sorununun Kaynağı ve Niteliği Türkiye İslamcılığının, 1980 sonrası dönemde meselenin etno-politik bir içeriğe sahip olduğunu kabul ettiği ve meseleyi Kürt sorunu olarak adlandırdığı daha önce de ifade edilmişti. Öte yandan, hem ana akım ve hem de radikal İslamcılığın, Kürt sorununun kaynağı ve niteliği meselesine ilişkin değerlendirmelerinin belirli biçimlerde benzerlik göstediğini ifade etmek mümkündür. Bununla birlikte, her iki tip İslamcılığın, ulus devlet ve milliyetçilik gibi yapı ve düşüncelerle kurdukları ilişki biçimlerinden dolayı, Kürt sorununu tanımlarken ve nedenlerini izah ederken temel bir hususta farklılaştığını da belirtmek gerekir. İlerleyen başlıklarda da gösterileceği gibi, meseleye yönelik iki tip İslamcılık arasındaki farklılaşmayı belirleyen temel etken, radikal İslamcılığın ana İslamcılığa göre çok daha ümmet merkezli ve evrenselci bir perspektife sahip olmasıdır. Bu çerçevede, ulus devleti ve milliyetçiliği kategorik bir şekilde reddetmeyen ve bu açıdan ulus devlet içerisinden konuşan ana akım Türkiye İslamcılığı için mesele, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra tesis edilen düzenden, yani müesses nizamdan ve bu doğrultuda benimsenen resmi ideolojiden kaynaklanan bir sorundur. Buna karşın, ulus devlet ve milliyetçilik gibi yapı ve düşüncelere kategorik bir karşı çıkış içerisinde olan radikal İslamcılar için sorun, aslında İslam dünyasının içerisinde bulunduğu çok daha büyük bir sorunun, yani ümmet sorununun bir parçasıdır ve kaynağı da milliyetçiliğin ve ulus devletlerin bizzat varlığıdır. 3.2.1.1. Ana Akım İslamcı Perspektif Ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlara kategorik bir karşı çıkış içerisinde olmayan ana akım Türkiye İslamcılığı, bir önceki bölümde gösterildiği gibi, yeniden yaşam alanı bulduğu 1940’lı yılların ikinci yarısından beri, Türkiye’deki mevcut sorunların neredeyse tamamının Cumhuriyet’in ilanından itibaren benimsenen resmi ideolojiden kaynaklandığı görüşünü savunmuştur. Başka bir ifadeyle, ana akım İslamcı isim ve hareketlere göre, Türkiye’de esasen bir müesses nizam sorunu bulunmakta olup, diğer bütün sorunlar 145 bu müesses nizamdan kaynaklanmaktadır. Bu bakış açısının, ana akım İslamcı isim ve hareketlerin Kürt sorununun kaynağı ve niteliği konusundaki görüşlerinde de doğrudan belirleyici olduğunu ifade etmek mümkündür. Yani, ana akım İslamcılar için, Kürt sorunu, temelde Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra tesis edilen düzenden kaynaklanan bir sorundur. Buna göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları, benimsedikleri resmi ideoloji doğrultusunda İslam’ı dışarıda bırakmış, Türkiye’deki farklı unsurlar arasında İslam kardeşliğine dayalı bir birlikteliği devam ettirmek yerine, aslında laiklik ve milliyetçilik ilkelerinin yanlış yorumuna dayalı etno-seküler bir Türk milliyetçiliği anlayışı benimseyerek böyle bir sorunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Dolayısıyla, Kürt sorununun temel nedeni Türkiye’deki resmi ideoloji, yani Kemalizm’dir. Öte yandan, ana akım İslamcılar için Kürt sorununun, temel kaynağı Türkiye’deki müesses nizam ve resmi ideoloji olmakla beraber, gelinen noktada meselenin hiç de küçümsenmemesi gereken bir nedeni daha bulunmaktadır: Yabancı devletlerin müdahalesi. Ana akım İslamcı çizgide yer alan İslamcı isim ve hareketlerin birçoğuna göre, yabancı devletler, Türkiye’deki kurulu düzenin zaaflarından da yararlanarak Kürt meselesini kullanmakta, bu şekilde Türkiye’yi kontrol altına almaya, zayıf düşürmeye ve Osmanlı’ya yaptıkları gibi, nihai olarak bölmeye çalışmaktadır. Hatta, ilerleten satırda da gösterileceği gibi, bazı ana akım İslamcılar, Kürt sorununa ilişkin gelinen durumdan yabancı devletlerin, en az Türkiye’deki kurulu düzen kadar sorumlu olduğunu savunmaktadır. Ana akım Türkiye İslamcılığının Kürt sorununun kaynağı ve niteliği meselesini nasıl ele aldığını izah etmek için bu başlıkta öncelikle Milli Görüş hareketine ve bu hareketin 1980 sonrası dönemde Kürt sorunu konusunda öne çıkan isimlerinden Ömer Vehbi Hatipoğlu’na yer verilecektir. Daha sonra görüşlerine yer verilecek İslamcı yazarlar Yusuf Kaplan, Fehmi Koru, Rasim Özdenören, Abdurrahman Dilipak, Mehmet Metiner, Ahmet Taşgetiren ve Süleyman Arslantaş’tır. Bu isimlerin tercih edilmesinin temel nedeni, 1980 sonrası dönemde ana akım İslamcılık içerisinde Kürt sorunu hakkında fikir beyan etme açısından ön plana çıkmalarıdır. Öte yandan, ilerleyen satırlarda görüleceği gibi, bu isimlerin meseleye ilişkin en önemli ortak noktaları, Kürt sorununun hem Türkiye’deki 146 müesses nizamdan hem de yabancı devletlerin müdahalesinden kaynaklandığı görüşünde olmalarıdır. Bununla birlikte, bu isimler arasında söz konusu iki nedenden birini ön plana çıkarma noktasında bazı farklılıklar da bulunduğu görülmektedir. Mesela, sorunun kaynağına ilişkin, Süleyman Arslantaş, Yusuf Kaplan ve Ahmet Taşgetiren gibi isimler yabancı devletlerin müdahalesini daha fazla ön plana çıkarırken, diğer isimler Türkiye’deki müesses nizamı daha ön planda tutmaktadır. Bu farklılaşmaya rağmen, son kertede, yer verilen isimlerin tamamı için her iki neden de sorunun kaynağının ve niteliğinin tespit edilmesinde belirli ölçülerde önemlidir. Türkiye’nin siyaset sahnesinde ana akım İslamcı çizgiyi temsil eden hareketlerin başında gelen Milli Görüş hareketinin siyasi partileri Kürt sorununu uzun süre, 1990’ların başına kadar, etno-politik boyutuyla değil, daha çok bir ekonomik geri kalmışlık meselesi olarak değerlendirilmiştir. Bununla birlikte, Milli Görüş hareketi tarafından meselenin etno-politik bir boyutunun da bulunduğunun kabul edilmesi ve Kürt sorunu olarak tanımlanması, ancak 1991 sonlarında RP’nin İstanbul İl Teşkilatı tarafından hazırlanan ve 18 Aralık 1991’de genel başkan Necmettin Erbakan’a sunulan Kürt Sorunu Raporu ile mümkün olmuştur: “Bugün ‘doğu’ veya ‘Güneydoğu sorunu’ olarak adlandırılan sorun, aslında bir ‘Kürt sorunu’dur… Sorun gerçekte ulusal bir sorundur, yani bir Kürt sorunudur. Bugün Doğu ve Güneydoğu olarak adlandırılan bölgeler, tarihin en eski devirlerinde ‘Kürdistan’ olarak adlandırılan coğrafyanın içinde yer alan bölgelerdir… Kürtlerin konuştuğu dil olan Kürtçe, Türkçeyle ilgisi olmayan müstakil bir dildir…”49 49 Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi, s. 151. Raporun tamamı için bkz.: A.e., s. 151-155. Söz konusu rapor, RP’nin o dönemde İstanbul il başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan tarafından, danışmanları Mehmet Metiner, Ali Bulaç, Abdurrahman Dilipak ve Altan Tan’a hazırlatılmış ve 18 Aralık 1991 tarihinde genel başkan Erbakan’a sunulmuştur. Hatipoğlu, İslamcıların Kürt sorunu Algısı, s. 224. Öte yandan, 1991 yılının, Milli Görüş hareketinin Kürt sorunuyla irtibatı açısından özel bir öneme sahip olduğunu ve aslında bir dönüm noktası olduğunu ifade etmek mümkündür. Hareketin hem ana akım İslamcı kategoride yer almasının adeta ispatı olan hem de kuruluşundan itibaren Kürt sorununa nasıl yaklaştığının özeti niteliğinde olan iki önemli gelişme 1991 yılı içerisinde yaşanmıştır. Bu gelişmelerden ilki, RP’nin 20 Ekim 1991 yılında gerçekleştirilen milletvekili genel seçimlerinde MÇP ve IDP ile seçim ittifakı yapması, diğeri ise partinin İstanbul İl Teşkilatı tarafından hazırlanıp 18 Aralık 1991’de genel başkan Erbakan’a sunulan Kürt Sorunu Raporu’dur. Kürt sorununun son derece hararetli olduğu bir dönemde, sistem içerisinde kalmak adına, Kürt üyelerinden ve tabanından gelen tüm itirazlara rağmen, genel seçimlerde MÇP gibi Türk milliyetçisi bir parti ile yaptığı ittifak, sistem içerisinde kalmasının ötesinde, RP’nin bir yandan sistemle bütünleşmesi diğer yandan Kürt halkından ve meselenin çözümünden uzaklaşması anlamına da gelmekteydi. Bununla birlikte, yalnızca elli iki gün süren bu ittifakın dağılmasının ardından, RP’nin, ittifak ile küstürdüğü Kürt üyelerinin ve 147 RP’nin Kürt sorununa yaklaşımında yeni bir dönemin başladığını simgeleyen raporda, Milli Görüş hareketinin geleneksel söylemine paralel olarak, sorunun, iktisadi boyutuna yer verilmekle birlikte, temel kaynağı olarak devletin resmi ideoloji çerçevesinde izlediği politikalar gösterilmiştir: “1985’ten itibaren başlayan PKK saldırıları dolayısıyla bölge bir yanda devlet terörü, öbür yanda da PKK terörü arasında sıkışıp kalmaktadır. Bölge halkı PKK’ye bir biçimde arka çıktığı gerekçesiyle sürekli baskı ve işkence altında tutulmaktadır. Özel Tim’in bölgedeki uygulamaları âdeta hesap dışıdır… Demokratikleşme ve insan hakları noktasında Güneydoğu son derece geridir. Yakın bir zamana kadar anlamsız ve çağ dışı Kürtçe yasağı dolayısıyla bölge insanları hayli baskılarla yüz yüze gelmiştir… Güneydoğu iktisadi bakımdan geri bırakılmıştır. Bölgede doğru dürüst sanayi tesisleri bulunmamaktadır. İşsizlik ve yoksulluk diz boyudur… Devlet, kontrgerillasıyla, özel timiyle, harcadığı trilyonlarca lirasıyla, köy korucularıyla vs. bu sorunun üstesinden gelinemeyeceğini artık anlamış bulunmaktadır. Kemalist devletin geleneksel zora ve silaha başvurma yöntemi artık iflas etmiştir… Resmi ideoloji bütün bu noktalarda artık iflas etmiştir.”50 Kürt sorununun RP bünyesinde genel başkan düzeyinde tanımlanması ise Erbakan’ın 10 Ekim 1993’te partinin dördüncü olağan kongresinde yaptığı konuşma ile gerçekleşmiştir. Erbakan, konuşmasında, öncelikle Türklerin ve Kürtlerin tabanının desteğini yeniden kazanmak için başladığı çalışmaların ilk çıktısı olan Kürt Sorunu Raporu, meselenin adlandırılmasından başlayarak, partinin Kürt sorununa yönelik yaklaşımında ciddi bir değişime gittiğini ve yeni bir sayfa açtığını göstermekteydi. 50 Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi, s. 151-153. 18 Aralık 1991 tarihli bu raporla başlayan ve Haziran 1996’da REFAH-YOL koalisyon hükümetinin kurulup Erbakan’ın başbakan olmasına kadar olan süreçte, RP bünyesinde, ilki 1992, ikincisi 1994, üçüncüsü 1996 yılında olmak üzere, Kürt sorunu konusunda 1991’deki rapor ile benzer tespit ve öneriler içeren üç rapor daha hazırlanmıştır. İlk rapor, Ağustos 1992’de Şırnak’ta gerçekleşen çatışmaların ardından bölgeye giden RP’nin Güneydoğu İzleme Komitesi tarafından, meseleyle ilgili bölgede yapılan incelemeler sonucunda hazırlanmıştır. Söz konusu raporda RP Bingöl milletvekili Hüsamettin Korkutata’nın imzası bulunmaktadır. Raporun içeriği için bkz.: Hatipoğlu, İslamcıların Kürt Sorunu Algısı, s. 241-243. İkinci rapor, 1994’te Lice’de gerçekleşen olayları incelemek amacıyla bölgeye giden RP heyeti tarafından hazırlanmış ve “Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne İlişkin Tespit ve Öneriler” başlığı ile Ağustos 1994’te kamuoyu ile paylaşılmıştır. Bölgeye giden RP heyetine Kocaeli milletvekili Şevket Kazan başkanlık etmiştir. 24 Ağustos 1994’te bir basın toplantısı ile kamuoyu ile paylaşılan raporun içeriği için bkz.: A.e., s. 244- 247. 1996’daki rapor ise, 1995 genel seçimlerinin ardından, Erbakan’ın talimatıyla kurulan ve RP’nin Kürt milletvekillerinden oluşan terör komisyonu tarafından Mart 1996’da hazırlanmıştır. Raporda yer alan temel hususlar için bkz.: Hüseyin Yayman, Şark Meselesinden Demokratik AçılımaTürkiye’nin Kürt Sorunu Hafızası, İstanbul, SETA Yayınları, 2011, s. 363-364. 148 yüzyıllardır devam eden kardeşliğinden bahsetmiş ve bu duruma Malazgirt Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na kadar uzanan tarihsel kesitten bazı örnekler vermiştir. Erbakan’a göre, “tarih boyunca en büyük destek Kürtlerden alındı”, dahası, Türkler ve Kürtler, “asırlar boyu aynı inancın kardeşleri olarak siperde vücutlarını birbirlerine kalkan ettiler.”51 Bununla birlikte, daha sonra, Kürt sorununun güncel durumu hakkında konuşmaya başlayan Erbakan, ortada “bir” değil, aslında “terör”, “Kürt meselesi” ve “Güneydoğu meselesi” şeklinde “üç” ayrı mesele olduğunu ifade etmiştir. Erbakan’a göre, “Kürt meselesi ve Güneydoğu meselesinin çözülmemiş olması, terörün gelişmesine ortam hazırladığı gibi, terör de diğer iki meselenin çözülmesine zorluk çıkartıyor”, bu yüzden, “meseleyi sadece terör meselesi olarak ele alarak çözmek mümkün değildir.”52 Erbakan, Kürt sorununun nedenlerini izah ederken temelde resmi ideolojinin milliyetçilik anlayışını hedefe koymakla birlikte, partinin geleneksel söylemine de paralel şekilde, meselenin ekonomik boyutuna da yer vermekte, bunun yanı sıra yabancı devletlerin meseleye olan dahlini de ihmal etmemektedir. Buna göre, sorunu yaratan ve ağırlaştıran, “son 70 yılda izlenen milliyetçi, materyalist ve ırkçı politikalar” olmuştur.53 Bu çerçevede, Erbakan sorunun temel nedeninin “taklitçi zihniyetlerin yanlış politikaları” olduğunu ve ayrıca meselenin bu noktaya gelmesinde “taklitçi zihniyetli ANAP, SHP ve DYP iktidarlarının yanlış politikalarının büyük payı” bulunduğunu belirtmektedir. Erbakan’a göre, “bunlar yıllardan beri materyalist ve ırkçı bir politika izlemiş” ve benimsedikleri “koyu faizci kapitalist bir ‘Bozuk Ekonomik Düzen”, yani “sömürü düzeni” ile Türkiye’yi ve 51 Necmettin Erbakan, Refah Partisi 4. Büyük Kongre Açış Konuşması, Ankara, 10 Ekim 1993, s. 33-34. 52 A.e., s. 37. 53 A.e., s. 38. Erbakan, 27 Mart 1994 yerel seçimlerinin öncesinde, 25 Şubat 1994 tarihinde Bingöl’de gerçekleştirdiği konuşma esnasında da benzer ifadeler kullanmıştır: “Bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken, besmeleyle başlar. Siz geldiniz, bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine, ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım.’ Sen bunu söyleyince, öbür taraftan da Kürt kökenli bir Müslüman evladı, ‘Ya öyle mi, ben de Kürtüm, daha doğruyum, daha çalışkanım’ deme hakkını kazandı.” Erbakan’a daha sonraki süreçte bu konuşma yüzünden, önce 10 Mart 2000’de bir yıl hapis cezası, daha sonra ise 7 Temmuz 2000’de ömür boyu siyaset yasağı cezası verilmiştir. Bkz: Hatipoğlu, İslamcıların Kürt Sorunu Algısı, s. 238-239. Oldukça benzer ifadeler o dönemde RP milletvekili olan Abdullah Gül tarafından da zikredilmiştir: “Burada 70 yılın çok büyük yanlışları olmuştur. Çukurca’da dağa ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ yazmışsınız. Hala Diyarbakır’ın ortasında bu tür slogalar yazılıdır. Maalesef resmi ideoloji Türk milliyetçiliği şeklinde kendisini, ırkî taassup olarak tezahür ettirmiştir.” Osman Tunç, “Açık Oturum: Kürt Sorununda Şiddet-Siyaset Çekişmesi”, Yeni Zemin, No: 12, Aralık 1993, s. 46. 149 özellikle de “Doğu ve Güneydoğu Anadolu” bölgelerini “aç, işsiz ve geri bırakmışlardır.” Ayrıca, “ülkenin her yerinde” olduğu gibi, “Doğu ve Güneydoğuda” da “insan hakları yeterince tanınmamış, demokrasi ve çoğulcu demokrasi lafta kalmış, ‘Hizmet Devleti’ değil ‘Baskı Devleti’ tatbikatı yapılmıştır.” Yine, “bunlar Milli Menfaatleri” ön planda tutan “bağımsız bir politika uygulayamamış”, “terörü teşvik eden ve Türkiye’yi bölmek isteyen dış güçlerin güdümünde hareket etmişlerdir.” Böylece, “bölgeyi ekonomik bakımdan çökerten Irak Ambargosunu acımasız bir şekilde sürdürmekte ısrarcı olmuşlar” ve “teröristleri açıkça destekleyen, onlara yardımcı olan Çekiç Gücün Türkiye’de üstlenmesine boyun eğmişlerdir.” Bunun yanı sıra, “bölgeye yüksek yetenekli ve bölgeyle kaynaşarak oraya gerçek manada hizmet edecek kadroların tayinini sağlayabilecek çapta teşvikler oluşturulmamış”, bölgenin doğal koşullarının zor olmasından kaynaklı olan “ekonomik kısıtlamaları aşacak güç ve kapsamda bölgesel kalkınma projeleri geliştirilmemiştir.” Dahası, “onbeş yıldan beri Güneydoğu’da örfi idare veya Olağanüstü Hal uygulanmış” ve “adeta ülkenin bu bölgesindeki insanlara ayrı bir rejim uygulayarak ayrıcalık yapılmıştır.”54 Milli Görüş hareketi içerisinde Kürt sorununun dile getirilmesi noktasında öne çıkan İslamcı isimlerden biri de Ömer Vehbi Hatipoğlu’dur. Hatipoğlu’na göre “sorun”, Türkiye’deki “kurulu düzen” ve “bu düzenin dayandığı dünya görüşü ve rejim adına gerçekleştirilen uygulamalardır.”55 Esasen, Osmanlı döneminde “Türkler, Araplar, Kürtler, Arnavutlar, Boşnaklar, Gürcüler Abazalar, Çerkezler ve daha nice değişik ırk bir devletin çatısı altında” birlikte yaşamaktaydı. Bu farklı “etnik grupları” birarada tutan “ortak payda” ise “İslam” idi. Yani, “ırklar, ümmet anlayışı ve şuuru içinde birbirine kenetlenmişti.” Oysa, “TC, bu ortak paydayı reddederek, ümmet amlayışının yerine ulus anlayışı yerleştirmeye çalışarak işe koyuldu.”56 “Kemalist ideoloji”, bu anlayış doğrultusunda “Kürtleri yok sayan, baskıcı, inkar edici bir asimilason politikası uygulamış”, dahası, “Şark Islahat Planıyla, Mecburi İskan Kanunu’yla ve katliam boyutuna varan te’dip harekatlarıyla Kürtler, zulme 54 Erbakan, Refah Partisi 4. Büyük Kongre Açış Konuşması, s. 33-36. 55 Ömer Vehbi Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, 2. bs., Ankara, Mesaj Yayınları, 1992, s. 181. 56 A.e., s. 171. 150 muhatap olmuş, dillerini konuşmaları yasaklanmıştır.”57 Öte yandan, Hatipoğlu, 1990’lı yılların başı itibariyle Kürt sorununda gelinen noktanın sorumlusunun “yalnızca rejimin uygulamarı” olmadığını ve yabancı devletlerin de meselede payı olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, “sorunun tırmanarak bugünkü boyuta ulaşmasında, bugünkü dünya konjonktürü, dış etkiler ve emperyalist güçlerin bölge üzerindeki emellerinin de büyük rolü vardır.” Bu çerçevede, “gerek Türkiye’deki gerekse Kuzey Irak’taki Kürt sorununun bugün vardığı aşamada, Kürtlerin, Türklerin ve Arapların”, aslında “tüm müslümanların ortak düşmanı olan ABD’nin şeytani politikalarının rolü yadsınamaz.”58 Yusuf Kaplan, Kürt sorununu, Tek Parti dönemi politikalarının ortaya çıkardığı yapay sorunlardan biri olarak görmektedir. Buna göre, “Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘durdurulması’ndan sonra, Türk elitleri, Türkiye’de hayalî bir Batılı toplum yaratmak amacıyla bir kültür ve medeniyet değiştirme projesi” başlatmıştır. Bu proje, “hem tarihin işleyiş mantığına ve değişim teorilerine terstir; hem de abesle iştigaldir”, çünkü, “yüzyılların deneyimi, birikimi ve mücadelesiyle oluşan kültür ve medeniyeti, jakoben yöntemlerle tepeden, zoraki olarak değiştirmeye” çalışmıştır. “Toplumu adam etmeyi esas alan” ve aslında bir “‘toplum mühendisliği’” olan bu projenin gerçekleştirilmesi “elbette ki” bir “hayal” olmuştur. Ancak, bu proje, son kertede, “ardı arkası kesilmeyen yapay sorunlar” ortaya çıkartmıştır.59 Bu çerçevede, Kaplan’a göre, “Türkiye’de izlenen yanlış politikalar nedeniyle bölgede ve dolayısıyla ülke genelinde tabansız (saptırılmış) ve uzun vadede tehlikeli etnik kimlikler” icat edilmiştir. “Tüm bunlar, etnik/ırkçı kimlikleri” kışkırtmış, kaşımış ve pekiştirmiştir. Yine bu süreçte, “bölgede hakim olan İslami duyarlık veya hassasiyet, etnik ve de ırkçı bir duyarlığa/hassasiyete” dönüştürülmüştür. Kaplan’a göre “meselenin bu yönü” aslında son derece önemlidir. Çünkü, şayet, “bölgede halkın İslami duyarlıklarını/hassasiyetlerini aşındırmak 57 Ömer Vehbi Hatipoğlu, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 400. 58 A.e., s. 400. 59 Yusuf Kaplan, “Tarihî Dönemeç”, Yeni Şafak, 22 Şubat 1999, (Çevrimiçi) https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/tarih-donemec-40554, 21 Haziran 2020. 151 yerine pekiştirecek bir politika izlenseydi”, Türkiye’nin bugün böyle bir sorunu olmayacaktı.60 Bununla birlikte, Kaplan için meseleye ilişkin daha da önemli olan nokta, Kürt sorunu konusunda dış aktörlerin rolüdür. Çünkü, “Kürt sorunu dış güçlerin gayretleriyle ırkçı bir niteliğe büründürülmüştür.” Dahası, “bunda Avrupa’nın da, ABD’nin de aynı ölçüde etkin bir rolü olduğu” göz ardı edilemez bir gerçektir.61 Gelinen noktada ise, yalnızca söz konusu “bölgede değil, ülke genelinde İslami hassasiyetlerin” bastırıldığı ve Türkiye’yi “içinden çıkılamayacak bir çıkmaza sürükleyecek tabansız, yanıltıcı, yanılsatıcı ve zoraki icat edilen etnik ve ırki hassasiyetlerin veya kimliklerin” ön plana çıkartıldığı görülmektedir. Bu durumun, hem “‘İslam fundamentalizmi tehdidi veya tehlikesi’ gibi küresel bir pojeyi bütün bir İslam coğrafyasında uygulamaya çalışan hegemonik güçlerin işlerini kolaylaştırmaktan”, hem de Türkiye’nin ve İslam coğrafyasının “asli, toplumsal dinamiklerinin etkisiz hale getirilmesinden” başka bir işlevi bulunmamaktadır. Buna karşın, Kürt sorunu Türkiye’de “bu sorunun ortaya çıkmasını hızlandıracak, daha da kışkırtacak ve içinden çıkılmaz hale getirecek bir yaklaşımla ele alınıyor ve tanımlanıyor.” Oysa, Kaplan’a göre söz konusu bu yaklaşımın, “dışardaki aktörlerin hareket ve manevra alanlarını artırmaktan başka bir işe yaramadığını ve yaramayacağını” görmek gerekmektedir.62 Bu noktadan hareketle, Kaplan, Kürt sorununu “nevzuhur, absürt ve zoraki olarak icat edilmiş bir sorun” olarak tanımlamaktadır. Çünkü bugünlerde, Kürt sorunu, Türkiye’ye “AB’ye üyelik meselesi dolayısıyla” tartıştırılan bir meseledir ve “AB de bu kozu kullanarak” Türkiye’yi “köşeye sıkıştırma” peşindedir. Oysa, bu meseleyi tartışmanın “Türkiye’nin temel sorunlarını massetmekten, yani bastırmaktan, örtmekten, gizlemekten ve ertelemekten” başka bir faydası yoktur. Kaplan’a göre, Türkiye’nin esas sorunu “insan hakları, özgürlükleri, demokrasinin işleyemez hale getirilmesi” sorunudur.63 Yani, Kaplan için aslında “bu ülkede Kürt sorunu yok; insan hakları ve özgürlükleri, demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tesis 60 Yusuf Kaplan, “‘Kürt sorunu’ Ne(re)den Zuhur Etti?”, Yeni Şafak, 9 Aralık 2000, (Çevrimiçi) https://www.yenisafak.com/arsiv/2000/aralik/09/ykaplan.html, 21 Haziran 2020. 61 Kaplan, “Tarihî Dönemeç”. 62 Kaplan, “‘Kürt sorunu’ Ne(re)den Zuhur Etti?”. 63 A.e. 152 edilmesi gibi hayati bir sorun vardır.” 64 Dahası, “böylesine asli bir sorun yaşanırken”, Türkiye toplumuna “Kürtçe TV ve eğitim veya ‘Kürt sorunu’nu konuş(turul)uyor” olması son derece manidardır.65 Fehmi Koru, Kürt sorununun doğrudan Türkiye’deki müesses nizamla ilişkili olduğunu ileri sürmektedir. Buna göre, “ülkenin karşı karşıya kaldığı temel sorun”, “terör” ve/veya “farklı bir etnik grubun hak istemesi” değildir. Türkiye’deki temel sorun, “70 yıldır yaşayan ‘sistem’in kendisidir.”66 Yani, “Türkiye’nin meselesi, 1920’lerde biçilen elbisenin”, bugün hala insanlara “zorla giydirilmeye çalışılması, baskıcı ve hakları sınırlayıcı sistemin ne pahasına olursa olsun sürdürülmek istenmesidir.”67 Dolayısıyla, mesele, her ne kadar “‘Kürt Sorunu’” olarak ifade edilse de, “Türkiye’de, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya özel, hatta Kürt sorunu adını hakeden bir sorun yoktur”, mevcut sistemden kaynaklanan “bir hak ve özgürlükler sorunu vardır.”68 Esasen, Türkiye’nin “adı daha Türkiye değilken” ve ülke “bir milletler mozayiği durumundayken”, ülkede “birlik ve beraberliği sağlayan unsur İslamiyet” idi. “İnsanlar, hangi ırktan olursa olsun”, “İslam’ın şemsiyesi altında” iken, “kendilerini güvenilir hissediyorlardı.” Problemler, “İslâm yerine ikame edilen başka görüşlerin ‘resmi tez’ haline gelmesinde sonra” baş göstermiştir.69 Bu çerçevede, meseleye temel oluşturan etken, Cumhuriyet’in kurucularının, İslamiyet’i dışlaması ve devlete ırk merkezli bir bağlılık oluşturmaya çalışmasıdır: “Cumhuriyet’i kuran kadro, rejimin ‘ideolojik’ çerçevesini oluştururken, bilimi ve bilinenleri (Güneş Dil Teorisi’ni hatırlayın) zorlamak pahasına, Türkiye’yi ‘tek ırklı’ bir ülke olarak tasarladılar, herkesi, ‘Türklük’ genel tanımı içine soktular, bunun dışındaki bağlılıkları dışladılar. Bu ülke için zenginlik ve çeşitlilik unsuru olan farklılıkları silmeye çalışıp ‘Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı’ anlamına herkese ‘Türk’ dediler. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ veya ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’, ya da ‘Türk, övün, çalış, güven’ türü içi boş sloganlar ‘milli ülkü’ haline getirildi… Buradan, bizim Türklük konusunda bir tereddüdümüz olduğu sonucu çıkarılmamalı. İçi boş bırakılmasa, insanları sımsıkı bağlayacak bütünleştirici bir muhteva verilebilseydi ‘Türklük’ de 64 Kaplan, “Tarihî Dönemeç”. 65 Kaplan, “‘Kürt sorunu’ Ne(re)den Zuhur Etti?”. 66 Fehmi Koru, Terör ve Güneydoğu Sorunu, İstanbul, Beyan Yayınları, 1992, s. 8-9. 67 A.e., s. 105. 68 A.e., s. 225. 69 A.e., s. 130. 153 yeterince anlamlı bir sıfat olabilirdir. Ancak Cumhuriyet’i kuran kadroların tercihi, Türklüğü, ona bu muhtevayı kazandıracak İslâm’dan koparmak oldu. Cumhuriyet’in ideoloğu Ziya Gökalp’in ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ kelimesiyle ifade ettiği formül, muasırlaşmayı (Batılılaşma’yı) çabuklaştırmak amacıyla değiştirildi: İslamlaşmaktan vazgeçilerek… Bunun adı Kemalizm’dir. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, İslâm’ı denklemden çıkardığımız zaman insanları ‘milli birlik’ içerisinde tutacak temel ölçüyü iptal etmiş oluyorsunuz.”70 Öte yandan, Koru’ya göre de meselenin “dış boyutu” bulunmaktadır. Çünkü, bu çağda, “yerel hareketlerin ve kalkışmaların, dışarının kaşıması, lojistik desteği, silâh ve teçhizat yardımı bulunmaksızın başarılı olması pek görülmemektedir.” Bu açıdan, “Güneydoğu Anadolu bölgesindeki ayrılıkçı güçlerin, aralarında bir büyük devletin de bulunduğu bazı dış mihraklarca tahrik edildiklerini, desteklendiklerini düşünmek yanlış olmaz.”71 Mesela, İsrail’in bölgeyle ilgili çok daha geniş kapsamlı hesapları bulunmaktadır. Bugünlerde, “konuyu kurcalayan” ve “PKK’yı bir kurtarıcı hareket gibi göstermeye çalışan” kişilerin, “Amerika’da Türkiye üzerine yayınlanan eserlerin ve gazete makalelerinin” de birçoğunu kaleme alan “İsrailli veya Mûsevî asıllı Amerikalı yazarlar” olduğu görülmektedir. Dolayısıyla, “devletin zaaflarını, rejimin saplantılarını kullanarak, yarayı kangrene dönüştürecek tarzda kaşıyanın da İsrail (ve tabii Amerika) olduğu” hususunda şüphe yoktur.72 Yani, Koru için, “Güneydoğu Anadolu’daki olaylar”, aslında bir yönüyle “Türkiye’yi ve İslâm Dünyası’nı hedef alan çok daha geniş çaplı bir planın parçasıdır.”73 Koru şöyle devam etmektedir: “Batı, Avrupa ülkelerini kendi içine çekip daha güçlü bir blok haline gelirken, Türkiye’yi de aralarına ittiği Hıristiyan olmayan ülkeleri baskı altına almak niyetindedir. Türkiye içinde terör olaylarının azması, Güneydoğu’daki ‘isyan’ görüntüleri, tehdidin Müslüman komşulardan geldiğinin ilânı hep aynı sonucu almak içindir: İslam Dünyası’nı birbirine düşürüp, olabilirse sıcak çatışma içinde ülkeler haline dönüştürmek…”74 70 A.e., s. 122-123. 71 A.e., s. 104-105. 72 A.e., s. 111. 73 A.e., s. 168. 74 A.e., s. 168. 154 Bununla birlikte, gelinen noktada, Koru’ya göre, “Doğu’daki gelişmeler”, meselenin “gerçek boyutu anlaşılamadığı” veya “ideolojik önyargılardan vazgeçilemediği için” gittikçe büyümektedir. “Devletin bu bölgeyle ilgili son 65 yıllık siyaseti”, insanların arasındaki “birlik ve beraberlik şuurunu güçlendirecek yerde zayıflatmış”, dahası, “resmî tezler iflâs etmiştir.”75 “Irk farkını ortadan kaldırıp tek bir soya geçit vereceği” düşünülen “‘vatandaşlık’ bağı”, “bu amaca” ulaşamamış, “resmen ‘tek ırklı’ olan Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde yaşayan bazı ‘vatandaşlar’” da “farklı talepler” dile getirmeye başlamıştır.76 Rasim Özdenören, Türkiye’de Kürt sorununun ortaya çıkmasının temel nedeninin, mevcut rejim tarafından 1923’ten itibaren benimsenen milliyetçilik anlayışıyla doğrudan ilişkili olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, Türkiye’de 1923’ten sonra Türkiye’de benimsenen “Türk milliyetçiliği” söylemi doğrultusunda 1930’larda “yeni bir tarih görüşü” ve “yeni bir dil görüşü” ortaya konulmuştur. Bu çerçevede de, “Mezopotamya’daki bütün kavimlerin Türklerden” ve “dünyada konuşulan bütün dillerin Türkçeden neşet ettiği gibi garip iddialara yer verilmiştir.” “Bu iddialar”, bugünlerde “safsata” olarak kabul edilmekle birlikte, zaman içerisinde “haliyle tepkilere, yani karşı milliyetçi akımların doğmasına” neden olmuştur. Bu açıdan değerlendirildiğinde, “Kürt milliyetçiliği de” aslında “bir ölçüde” bir karşı milliyetçiliktir.77 Öte yandan, Özdenören’e göre, “milliyetçilik”, aslında “Batı emperyalizmi” tarafından “Osmanlı Devleti” olarak bilinen “İslâm ülkesinin”, “daha doğrusu müslümanların bölünmesi, parçalanması” için “Müslümanlar arasına” “aşılamış” olduğu bir ideolojidir. 78 Dolayısıyla, “Türk, Arap, Kürt vs. milliyetçiliklerinin sahibinin Batı emperyalizmi olduğu” açıktır. Buna karşın, “Müslümanların” da “bu ideolojiyi benimsemeye teşne olacak kadar İslamî şuurlarının zaafa uğramış” olduğunun altının çizilmesi gerekmektedir.79 Bununla beraber, Özdeören’e göre, “terör belki bugün dış kaynaklardan destek alma boyutuna ulaşmıştır” ancak, sorunun yalnızca “dış kaynaklı olduğunu söylemek kolaya kaçmak 75 A.e., s. 129. 76 A.e., s. 137. 77 Rasim Özdenören, “Kürt Meselesinin Sahibi Kim?”, Mazlum-Der Kürd Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 258. 78 A.e., s. 257. 79 A.e., s. 259. 155 olur.” Çünkü terörü “besleyen dahili şartlar” bulunmaktadır. “Rejimin ırkçılığa dönüşmüş milliyetçilik ilk ilkesinin” ve “dine karşı örgütlenmiş devlet mekanizmasının”, söz konusu “terörü besleyen iç şartlar arasında “payı” vardır ve bunları da “hesaba katacak tahliller yapılmalıdır.” 80 Abdurrahman Dilipak, Kürt sorununu tek boyutlu bir sorun olarak ele almanın doğru olmadığını ifade etmektedir. Buna göre, Kürt sorununun Türkiye’deki mevcut “sistemin özünden kaynaklanan yapısal bir yanı” olduğu gibi, “konjonktüre bağlı yönü” de bulunmaktadır. Ayrıca, meselenin “bölgesel ve uluslararası boyutu” görmezlikten gelinemeyeceği gibi, “ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, etnik, dini özellikleri” de görülmelidir.81 Uluslararası boyutta bakıldığında, mesele yalnızca “bir Kürdistan meselesi” değildir. Bugünlerde, “yeni bir dünya düzeni” kurulmaktadır ve bu nokta, “İslam ümmetinin haklarını, statülerini”, “anayasasını” ve “hukuk düzenini” belirleyecek “bir medeniyet kavgasının” “uç” noktasıdır.82 Öte yandan, bölgesel boyutta ele alındığında, Kürt sorunu, yalnızca “Türkiye'de başlayıp biten bir mesele” olmayıp, “Suriye, Irak, İran da bu bölgede ve bu meselenin tarafı durumundadır.” Dolayısıyla, “bölge devletleri ile ortak bir çözümde uzlaşılmadığı sürece mevzi çözümler uzun ömürlü olamaz.” Bu çerçevede, “sorunun çözümü için kapsamlı, uluslararası hukuk, bölge devletlerin hukuku, insan hakları açısından ciddi etütler” yapılmalıdır. Meselenin “açıkça tartışılabilmesi”, tarihsel arka planının incelenmesi ve “sosyolojik, ekonomik açıdan” analizinin “çok iyi yapılması” gerekmektedir.83 Yani, sorunu “sadece Türkiye Kürdlerini tartışarak” çözmek mümkün değildir.84 Bununla birlikte, Dilipak’a göre, Türkiye’de gelinen noktada “hükümetin yanlış ve tutarsız politikası bölgedeki PKK inisiyatifini güçlendirmiştir.” Ortaya çıkan tabloda, “PKK”, Kürt halkıyla “askerden ve devletten daha çok bütünleşebilmektedir” ve “bu yanlış politikalar” yüzünden de “giderek 80 Rasim Özdenören, “Önce Doğru Teşhis”, Altınoluk, No: 94, Aralık 1993, (Çevrimiçi) https://www.altinoluk.com.tr/blog/makale-16790, 21 Haziran 2020. 81 Abdurrahman Dilipak, “Bu Kafa ile Türkiye Sevr’e Mahkum Olabilir”, Altınoluk, No: 94, Aralık, 1993, (Çevrimiçi) https://www.altinoluk.com.tr/blog/makale-16792, 21 Haziran 2020. 82 Abdurrahman Dilipak, “Kavramlar Işığında Kürd Sorunu”, Mazlum-Der Kürd Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 188. 83 Dilipak, “Bu Kafa ile Türkiye Sevr’e Mahkum Olabilir”. 84 Dilipak, “Kavramlar Işığında Kürd Sorunu”, s. 189. 156 güçlenmektedir.” Bugüne kadar, “bölgedeki Kürt gerçeğine gözünü kapatanlar”, “Kürt halkının haklı talepleri ile ilgili her istemini bir PKK propagandası olarak değerlendirenler” ve “bölgedeki her olayın arkasında PKK arayanlar”, bu şekilde “PKK’yı umut haline getirmişler” ve dahası, “PKK’yı büyütmekten ve güçlendirmekten başka bir iş yapmamışlardır.” Yani, “PKK’nın bugün ulaştığı yer, kendi iç dinamiklerinden çok”, aslında “Ankara’nın yanlış politikalarının eseridir.”85 Tüm bunlarla beraber, yabancı devletlerin meseledeki payı konusunda da son derece dikkatli olunması gerekir: Kuklalardan çok kuklacıyı iyi tespit etmek görevi vardır. PKK’yı gözümüze çok yaklaştırırsak, olayın perde arkasındaki bir çok gerçeği gözden kaçırabiliriz. Almanların, Amerikalıların, İngilizlerin, Fransızların, Ermenilerin, Suriye’nin, İsrail’in, Yunanistan’ın, Rusya’nın bu olaylardaki rolünü görmemezlikten gelerek çözüme ulaşmak mümkün değil. Hele hele AT’a girme sevdası ile Yunanistan, İngiltere, Fransa, Almanya ile takışmama adına, borç almak için Amerika ile takışmama, korktuğumuz için Ruslara sataşmama, İsrail’e ve Ermenistan’a dokunmama siyaseti izleyecek olursak, hatta rüşvet vererek, yakın ilişkilerle bunları caydırmak gibi ham hayallerle vakit kaybedecek olursak sorunu çözmek yerine daha da çözümlenmez hale getiririz diye korkuyorum.86 Mehmet Metiner, Kürt sorununun Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde ortaya çıktığını ve Cumhuriyet döneminde izlenen politikalarla da pekiştiğini ifade etmektedir. Metiner’e göre, esasen, klasik dönemde Osmanlı ile Kürtler arasında ciddi bir sorun olduğu söylenemez. Bu dönemde, “Kürt emirlikleriyle, beylikleriyle Osmanlı devleti arasında yapılan bir antlaşma” gereği “Osmanlı, Kürtlerin iç bağımsızlıklarına karışmayacak”, ve “Kürtler de Osmanlıların müttefiği olarak Osmanlı devletinin her türlü savunmasına katkıda bulunacaklardır.” Zaten, Osmanlı, söz konusu dönemde, “başarıda doruğa ulaşmış bir imparatorluk” olduğu için, “Kürdistan’dan gelebilecek olan vergiye de”, “Kürt emirliklerinden gelebilecek askerlere de muhtaç değildir.” Ayrıca, “kozmopolit bir imparatorluk” olan Osmanlı’nın “ümmetçi bir toplum yapısı”, “yönetim tarzı” ve aynı zamanda 85 Abdurrahman Dilipak, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 83. 86 “Bu Kafa ile Türkiye Sevr’e Mahkum Olabilir”. 157 “ulus devlet anlayışını dışta tutan bir yönetim anlayışı” bulunmaktadır.87 Buna karşın, “sorun”, Osmanlı’nın son döneminden itibaren “modern, merkeziyetçi, bürokratik” bir devlet anlayışının benimsenmesiyle baş göstermiştir.”88 Osmanlı İmparatorluğu, “gerilemeye başladığı” dönemde “Avrupa içlerinde peşpeşe yenilgiler” yaşamış ve “daha çok vergiye, askere ihtiyaç duymuştur.” Özellikle “II. Mahmut ile giderek belirginleşen ve gelişen merkeziyetçi devlet politikaları daha çok asker, daha çok vergi toplama gereksinimi” doğurmuş ve bu durum da geçmişte Osmanlı ile Kürtler arasında yapılan “antlaşmanın yürürlükten kalkmasına sebep olmuştur.” Bu süreçte gerçekleşen “Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesi”, ardından “modern bir ordunun teşekkülü” gibi gelişmeler, kaçınılmaz olarak “daha çok askere gereksinim sorununu ortaya çıkarmış” ve “bu durumda da Kürtlerden daha çok vergi ve daha çok asker taleb edilmiştir.” Dolayısıyla, “daha çok vergi daha çok asker toplama ve bu yüzden Kürdistana yüklenme politikaları” neticesinde, “iç bağımsızlık olayına halel gelmiş” ve bölgede bazı “Kürt isyanları” çıkmıştır.89 Metiner’e göre, “İttihat Terakki dönemi ise bu merkeziyetçi modele, merkeziyetçi bürokratik devlet anlayışına, ulusal bir giysi giydirme sürecidir.” Bu dönemde, “İttihat Terakki yönetimi” tarafından benimsenen “Türkçü, şoven uygulamalar” ile sorun “doruk noktalara ulaşmış” ve “yine bir takım isyanlar söz konusu olmuştur.”90 Öte yandan, “Cumhuriyet dönemine geçildiğinde” ise, benimsenen “yok say ve ez” anlayışı doğrultusunda “baskıcı ve asimilasyoncu politikalar” izlenmiş ve “birdenbire, Kürt diye bilinen insanlar, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasından sonra yok sayılmışlardır.”91 Metiner şöyle devam etmektedir: “Çok uluslu, çok kültürlü, çok dinli bir topluluk cumhuriyetle birlikte birden bire kesiliveriyor. Redd-i miras anlayışı geçerlilik kazanıyor. Din, islamiyet tasfiye ediliyor ve devlet kontrolü alınmak suretiyle bir de ulusçuluk temelinde yeni bir söylem geliştiriliyor. Bildiğimiz tehcir kanunları, bir takım asimilasyon politikaları…”92 87 Mehmet Metiner, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, İstanbul, Nûbihar Yayınları, 1996, s. 35. 88 A.e., s. 36. 89 A.e., s. 35-36. 90 A.e., s. 36. 91 A.e., s. 36-37. 92 A.e., s. 37-38. 158 Ahmet Taşgetiren meselenin aslında, “tüm İslâm dünyasının karşı karşıya bulunduğu bir komplonun parçaları” olduğunu ifade etmektedir.93 Yani, mesele, sadece “Türk Kürt meselesi” değil, “Cezayirli, Mısırlı, Iraklı, S. Arabistanlı için de aynı meselenin parçaları” olarak görünmektedir.94 Buna göre, “tümünün ekseni İslâm’dır.” 95 Bugünlerde, dünyadaki “yeniden yapılanmanın motoru” olan “Batı’daki güç odakları”, “Ortadoğu’da islamın yeniden yükselmekte olduğunu gördükleri için”, “Kürt sorununu da”, “bu çerçevede bir zemine oturtmak” istemektedir.96 Öte yandan, Türkiye de, “çağın başında İslâm’ı vererek kurtulacağını” düşünmüştür. Ancak, “‘ver kurtul’ politikası” artık tıkanmıştır. Çünkü, gelinen noktada, “çağın haramileri yeni haraçlar” istemektedir. İslâm dünyasının “en zor sınavı” verdiği bu dönemde, Türkiye’de de “bu sınavın en sancılısı” yaşanmaktadır.97 Bu doğrultuda, Taşgetiren, Kürt sorununun Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından itibaren tesis edilen düzenle ilişkili olduğunu ve “Türkiye’de aslında Türkün de, Kürdün de aynı sorunlarla boğuştuğunu” ifade etmektedir. Buna göre, “Türk meselesi de Kürt meselesi de birbirinden fazla farklı” görünmemektedir. Yani, meselenin “bir Kürt sorunu gibi” değil, “Kürtlerin de Türklerin de birlikte göğüslemeleri gereken bir sistem yapılanması sorunu olarak ele alınması” gerekmektedir. Eğer, “asimilasyonu bir kültür değişimi, dönüşümü olarak algılamak sözkonusuysa”, yalnızca “Kürtlere karşı” değil, “Türkiye’deki tüm insanlar için bir asimilasyonun yürütüldüğü” söylenebilir.98 Taşgetiren, meselenin Lozan Anlaşması’na kadar uzandığını ifade etmektedir. Lozan görüşmelerinde “İtilaf Devletleri Kürtlere azınlık statüsü verilmesinde ısrar etmiş, Türkiye ise ‘Türkiye’de Müslüman azınlık yoktur’ tezini savunmuştur. Taraflar arasındaki “uzun ve çetin” tartışmaların ardından, “Türkiye’nin tezi kabul edilmiş, Kürtler’in Türkiye’nin ‘asli unsuru’ olduğu görüşü benimsenmiştir.” Taşgetiren’e göre, Lozan görüşmelerinde “Türkiye’nin tezine zemin teşkil eden 93 Ahmet Taşgetiren, “Sancı ve Çare”, Altınoluk, No: 94, Aralık 1993, (Çevrimiçi) https://www.altinoluk.com.tr/blog/makale-16779, 21 Haziran 2020. 94 Ahmet Taşgetiren, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, İstanbul, Nûbihar Yayınları, 1996, s. 94 95 Taşgetiren, “Sancı ve Çare”. 96 Taşgetiren, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 95. 97 Taşgetiren, “Sancı ve Çare”. 98 Taşgetiren, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 94-95. 159 hususun ‘Müslümanlık’ olduğu açık” olup “Müslümanlık, Türkiye toplumunun yoğrulduğu ortak tekne olarak tesbit edilmiştir.” Yani, “bir bakıma kavmi bağlılık, din bağlılığının arkasına konmuştur.”99 Dahası, “aslında bu bakış açısı ümmetçi bir bakış açısıdır.”100 Taşgetiren’e göre “bu tez, toplumda ortak değer inşasında İslam’ı hakim bir kültür dokusu olarak görmeyi ve farklı kavmi duyarlılığa sahip kesimleri ‘İslam toplumu’ ortak paydasında buluşturmayı gerektiriyordu” ancak, “laik yapılanış, zaman zaman çok kaba biçimde İslam duyarlılığını geri planlara” itmiş ve “ırk eksenli” bir söylemi ön plana çıkartmıştır.”101 Yani, Lozan sonrası dönemde tesis edilen sistem, “bu bakış açısını terketmiş ve laik bir dünya görüşünü benimsemiştir.”102 “Egemen yapılanış”, böyle yaparak, aslında “İtilaf Devletlerinin Lozan’da savundukları tezin toplumsal zeminini” oluşturmuştur. Bugün “hala Kürt eksenli çözülemeyen bir mesele” olması, “İslam potasında ‘asli unsur’ inşa” edilememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Öte yandan, “tıpkı Ankara’nın zihniyeti gibi, PKK hareketi de, din vakıasını geri plana” itmiş ve böylece Türklerle Kürtler arasındaki “ortak paydalar” zayıflatılmıştır. Bu yüzden bugünlerde, “İtilaf Devletleri’nin çağdaş uzantıları, çok rahat bir biçimde Kürtler için azınlık statüsü ve onlar için özel haklar talep edebiliyorlar.” 103 Süleyman Arslantaş, Kürt sorununun aslında yalnızca Türkiye’yi değil, İran ve Irak’ı kapsayan büyük bir planın bir parçası olduğunu ve dolayısıyla dış kaynaklı olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, “Amerika”, İslam coğrafyasını 1945’teki “Yalta Anlaşmasıyla siyasi nüfuzu altına” almış, 15 Mayıs 1948’de “İsrail hançerini” bu bölgenin insanlarının ve topraklarının “bağrına” saplamıştır. Öte yandan, bu süreçte, Amerika, bölgedeki en eski halklardan olan “Kürt halkını da sürekli tahrik” etmiş ve Kürtleri, “meskun oldukları Türkiye, Irak ve İran’da mütemadiyen harekete geçirerek güçsüz oldukları halde, kendilerinden daha güçlü devletlerle mücadeleye” sürüklemiştir. Söz konusu “mücadele” sürecinde de, Amerika, “Kürt halkına tarihi kimliğini, İslam’la bütünleşen kimliğini” değil, aksine “ırki kimliğini” hatırlatmış ve 99 Ahmet Taşgetiren, “APO Sürecine Hakim Olabilmek”, Yeni Şafak, 3 Aralık 1999, (Çevrimiçi) https://www.yenisafak.com/yazarlar/ahmettasgetiren/apo-surecine-hakim-olabilmek-45110, 21 Haziran 2020. 100 Taşgetiren, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 94. 101 Taşgetiren, “APO Sürecine Hakim Olabilmek”. 102 Taşgetiren, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 94. 103 Taşgetiren, “APO Sürecine Hakim Olabilmek”. 160 “bunu da yaşadıkları ülke yönetimlerine karşı ‘baş kaldırı esası’ olarak” kullanmıştır.104 Bununla beraber, bugün ise, “Körfez Savaşı ile birlikte Amerika Yeni Dünya Düzeni’nin şekillerini ortaya koymaya” başlamıştır. Arslantaş’a göre, söz konusu Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde, “Amerika ve müttefikleri” tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan en önemli amaçlardan biri, Kuzey Irak’ta oluşturdukları “‘Güvenli Kürt Bölgesi’” içerisinde “kendilerine muti bir Kürt devleti” kurulmasını sağlamak ve “Türkiye’ye baskı unsuru oluşturacak PKK terörü” gibi oluşumları canlı tutmaktır. Bunun yanı sıra, “Yeni Dünya Düzeni’nin bir diğer önemli amacı da ‘Siyasi Kimlikli İslam’ı” durdurmaktır. Bu amaç doğrultusunda, söz konusu akımın “hareket merkezi bugün İRAN” olduğu için, “bu ülkenin şahsında bu akımın durdurulması gerekmektedir.” Bunu başarabilmek için daha önce “İran-Irak Savaşı”, sonra “Körfez Krizi” çıkartılmıştır. Bugün ise “bir başka metod” uygulanmaktadır. Bu, “Türkiye, İran ve Irak’ın ortak noktası olan çeşitli etnik faktörleri tahrik metodudur.” Çünkü, “üç ülkenin bünyesinde çeşitli ırklar yaşamakta” olup, “bu ırklardan herhangi birisinin ‘Devlet olma’ girişimi ve bunu gerçekleştirmeleri üç ülkenin de ortak paydalarının bozulmasına” sebebiyet verecektir. Yani, bu ülkeler “parçalanacaklardır.”105 Bu noktadan hareketle, Arslantaş, meselenin Türkiye boyutunu da Yeni Dünya Düzeni kapsamında değerlendirmektedir. Bu çerçevede, Arslantaş’a göre, “Güneydoğu ya da Kürt sorunu”, Müslümanların belirlediği değil, “bir çok konuda olduğu gibi bugün Müslümanların gündemine getirilen ve hemen hemen tüm Türkiye’nin gündem maddesi olan bir sorun” olarak ortada durmaktadır.106 Yani sorun, aslında dış kaynaklıdır: “1984 yılında dış mihraklar ki başta ABD ve Fransa olmak üzere Türk hariciye mensuplarına yönelik başlatılan Ermeni (Asala) saldırılarını (başlangıcı 1979) bıçakla kesercesine durdurduktan sonra aynı yıl PKK saldırıları başladı. Ve bu saldırılar 1984’ten günümüze dozajı gittikçe artarak devam etmekte. Siyasiler de, basında ve bir kısım müslümanlarla beraber yöre halkı da biliyor ki hareket dış kaynaklıdır.”107 104 Süleyman Arslantaş, “Yeni Dünya Düzeni’nin Bölgemize Yansıması”, Mazlum-Der Kürd Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 94. 105 A.e., s. 95-96. 106 Süleyman Arslantaş, “Müslümanlar Nereye?”, Yeryüzü, No: 14, 15 Ocak 1992, s. 19. 107 A.e., s. 19. 161 Meseleyi dış kaynaklı büyük bir planın parçası olarak değerlendiren Arslantaş için, “Yeni Dünya Düzeni açısından Türkiye parçalanmak” istenmektedir ve “Osmanlı sonrası parçalanmış” topraklardan olduğu gibi, “bu kez de parçalanmış Türkiye’den yine başkaları menfaat devşireceklerdir.”108 Arslantaş’a göre, “Türkiye için PKK terörü ayakta tutulmaya çalışılırken, buna hayat veren bir takım unsurlar da sürekli gündeme getirilmektedir.” Bu kapsamda, “‘Bir ulusun diğer bir ulusu boyunduruğu altına alması’ ya da ‘Türk ırkının refahı için Kürt ırkının asimile edildiği ve ezildiği’ tezleri” ileri sürülmektedir. “Hatta daha da ileriye gidilerek Kürtlerin meskun olduğu bölgelerden alınan vergilerin, Türklerin yoğun yaşadığı bölgelere yatırım olarak kullanıldığı gibi tez ve iddialar ortaya atılmaktadır.” Halbuki, “bunlar gerçeği ifade etmekten uzak tezlerdir.”109 Arslantaş, söz konusu tezlerin ve iddiaların gerçeği ifade etmediğini ortaya koymak için, bazı verilere başvurmaktadır: “Adıyaman, Mardin, Muş, Siirt, Van illerine Türkiye Kalkınma Bankası’nın yatırımcılara Kamu Ortaklığı Fonu’ndan verdiği yatırım ve işletme kredisi 1990 yılı için toplam 68.766 milyon iken; Kastamonu, K. Maraş, Sinop, Tokat ve Yozgat için bu rakam 23.382 milyon’dur. Keza 1. dereceden kalkınmada öncelikli yöre kapsamında olan Adıyaman, Mardin, Muş, Siirt ve Van illerinin bütçe giderleri 1.313 milyar iken, bu illerden alınan vergi toplamı, 331.382 milyondur. Diğer beş ilin ise bütçe giderleri 1.093 milyar iken, ödedikleri vergi toplamı 375.673 milyondur (Kalkınmada öncelikli yöreler raporu).”110 Arslantaş, aslında “Türkiye’nin gündeminde böyle bir yoktur” denilemeyeceğini ve “başkalarının gündeme getirmesi nedeniyle” de soruna kayıtsız kalınamayacağını dile getirmektedir.111 Buna karşın, meseleye “ırki tasniflerle” değil, “rejime yandaş olmak veya olmamak şeklindeki tasnif” ile bakmak gerektiğini ifade etmektedir.112 Arslantaş’a göre, meseleye böyle bakıldığında, Türkiye’de Kürt 108 A.e., s. 98. 109 Arslantaş, Yeni Dünya Düzeni’nin Bölgemize Yansıması”, s. 96-97. 110 A.e., s. 97. 111 Arslantaş, “Müslümanlar Nereye?”, s. 19. 112 Arslantaş, Yeni Dünya Düzeni’nin Bölgemize Yansıması”, s. 98. 162 halkının özel olarak bir ayrımcılığa, zulme ve asimilasyona maruz kaldığı söylenemez, zira, “Cumhuriyet Türkiye’sinde ırkların ‘asimile’sinden çok müslümanlığın ve müslümanların ‘asimile’ edildiği vakıası” söz konusudur. Bu çerçevede, Arslantaş, “lâik rejimin ‘Müslüman Türk ırkını kayırarak Kürt ırkına zulmettiği’ iddialarına” da “esefle” baktığını belirtmektedir. Çünkü, “bu ülkede varolan lâik rejim, kendisini kabul eden her ırkın mensubuna her türlü imkanı bahşetmeye” çaba harcamıştır.113 Arslantaş’a göre, Türkiye’deki rejimin, “ister Kürt, ister Türk, ister başka ırktan olsun” ayırt etmeksizin, “laikliği benimseyenlere karşı imkanlarını bahşetmekte hiç mi hiç cimri” davranmadığı ve “Türkiye’deki ekonomik tabloya” bakıldığında, “bunun aksine bir şey” söylemenin mümkün olmadığı görülecektir. Ayrıca, “Şeyh Said Hazretleri hangi gerekçe ile idam edildi ise, Menemen olayı nedeniyle idam edilenler, Şeyh Esat Efendi, İkilipli Atıf Hoca’lar da aynı gerekçe ile idam edilmişlerdir.”114 Ana akım Türkiye İslamcılığının Kürt sorununun kaynağı ve niteği meselesine yönelik değerlendirmelerinde iki nedenin ön plana çıktığı görülmektedir. Bunlardan birincisi Türkiye’deki müesses nizam ve resmi ideolojidir. Buna göre, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra tesis edilen düzen ve bu müesses nizamın İslam’ı dışarıda bırakan, laiklik ve milliyetçilik ilkelerinin yanlış yorumuna dayalı resmi ideolojisi, ülkedeki diğer birçok sorunun olduğu gibi, Kürt sorununun da temel kaynağını oluşturmaktadır. Öte yandan, ana akım İslamcılığın meselenin nedenlerinden biri olarak dikkat çektği bir diğer husus ise yabancı devletlerin müdahalesidir. Buna göre, Kürt sorunu, emperyalist güçlerin Türkiye’yi zayıflatmak, kontrol altına almak ve parçalamak için kullandığı, hatta bazı yorumlar göre icat ettiği bir sorundur. Bir sonraki başlıkta, Türkiye’deki radikal İslamcılığın Kürt sorununun kaynağı ve nitelği meselesine yönelik yaklaşımı incelenecek ve ana akım Türkiye İslamcılığı ile benzerlikleri ve farklılıkları gösterilecektir. 113 Arslantaş, “Müslümanlar Nereye?”, s. 19. 114 Arslantaş, Yeni Dünya Düzeni’nin Bölgemize Yansıması”, s. 97. 163 3.2.1.2. Radikal İslamcı Perspektif Türkiye’deki ana akım İslamcı çizgi, bir önceki başlıkta gösterildiği gibi, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından itibaren bir müesses nizam sorunu olduğu savunmuş, bu doğrultuda Kürt sorununu da Türkiye’deki müesses nizamdan ve resmi ideolojiden kaynaklanan bir sorun olarak tanımlamıştı. Ana akım İslamcılığın bu görüşüne belirli ölçülerde katılmakla birlikte, Türkiye’deki radikal İslamcılığın meseleyi daha geniş bir perspektiften ele aldığını ve meseleye yönelik ümmet merkezli bir bakış açısını benimsediğini ifade etmek mümkündür. Bu çerçevede, radikal İslamcılar için Kürt sorunu, Türkiye’deki müesses nizam sorununu da içerisine alan daha büyük bir sorunun parçasıdır: Ümmet sorunu. Buna göre, İslam dünyası, 19. yüzyılın ortalarında Batılı milliyetçilik düşüncesiyle tanışmış, 20. yüzyılın başında ulus devletler sistemine intikal ederek paramparça olmuş ve neticede İslam ümmeti de uluslara bölünmüştür. Söz konusu devletlerin başında zalim ve işbirlikçi yönetimler bulunmakta ve bu yönetimler, zaten bölünmüş olan İslam ümmetine farklı ülkelerde büyük zulümler yapmaktadır. Yani, İslam dünyasının ve ümmetinin mevcut durumu, içerisinde birçok farklı sorunu barındıran bir sorunlar zinciri, bir sorunlar yumağı gibidir. Bu noktadan hareketle, radikal İslamcıların Kürt sorununu İslam dünyasının karşı karşıya olduğu ümmet sorununun bir parçası olarak gördüğünü ve bir ümmet sorunu olarak tanımladığını ifade etmek mümkündür. Bu açıdan da, radikal İslamcılar için, sorunun kaynağı yalnızca Türkiye’deki müesses nizam ve resmi ideoloji değil, aslında milliyetçiliğin ve ulus devletlerin bizatihi varlığıdır. Öte yandan, radikal İslamcılar için de Kürt sorununda yabancı devletlerin payı bulunmaktadır. Ancak, radikal İslamcılar, bu konudaki değerlendirmesinde de, ana akım İslamcılardan belirli ölçülede ayrılmaktdır. Bir önceki başlıkta ifade edildiği gibi, ana akım İslamcıların birçoğuna göre, gelinen noktada, amaçları Türkiye’yi kontrol altına almak, zayıf düşürmek, hatta bölmek olan yabancı devletler, Kürt sorununu kullanarak bu amaçlarına ulaşmaya çalışmaktadır. Oysa radikal İslamcılar için, yabancı devletlerin kontrol altına almak, zayıf düşürmek ve bölmek istediği yalnızca Türkiye değil, İslam dünyası ve ümmetidir. Buna göre, emperyalist Batılı devletler, İslam dünyasına milliyetçilik düşüncesinin girmesini ve 164 yaygınlaşmasını, dahası, Kürt sorunu gibi birçok sorunun ortaya çıkmasını sağlayarak 20. yüzyılın başında zaten İslam dünyasını uluslara bölmüş ve zayıf düşürmüştür. Gelinen noktada, yapılmaya çalışılan ise Kürt sorununu araçsallaştırarak zaten birçok sorunla boğuşan İslam dünyasını daha fazla bölmek, İslam ümmetinin yeniden ayağa kalkmasına ve bütünleşmesine engel olmaktır. Bu başlıkta, Türkiye’deki radikal İslamcılığın Kürt sorununun kaynağı ve niteleği konusunu nasıl değerlendirdiği Hamza Türkmen, Ali Bulaç, Hüseyin Okçu, Mehmet Pamak, Atasoy Müftüoğlu, Ercüment Özkan, Seyfettin Mut, Zülfikar Eroğlu, Nurettin Şirin, Selahattin Eş Çakırgil ve Altan Tan isimlerine referansla izah edilecektir. İlerleyen satırlarda görüleceği gibi, bu isimlerin hepsi, ana akım İslamcılara benzer şekilde, Kürt sorununun, belirli ölçülerde Türkiye’deki müesses nizamdan kaynaklandığı fikrine katılmakla birlikte, esas kaynağının Türkiye’deki müesses nizamın da dayandığı ulus devletler sistemi, yani milliyetçiliğin ve ulus devletlerin bizatihi mevcudiyeti olduğunu düşünmektedir. Öte yandan, 20. yüzyılın başlarında, İslam dünyasının ve ümmetinin ulus devlet ve milliyetçilik gibi Batılı yapı ve düşünceler vasıtasıyla emperyalist güçler tarafından zaten bölünmüş olduğu, yine radikal İslamcıların hepsinin paylaştığı bir kanaattir. Bununla birlikte, 20. yüzyıl boyunca, Kürt sorunu gibi etno-politik meselelerin, İslam dünyasını daha fazla bölmek ve ümmetin yeniden birleşmesini önlemek amacıyla, emperyalist güçler tarafından araçsallaştırıldığı ve yönlendirildiği düşüncesinin Hamza Türkmen, Nurettin Şirin, Zülfikar Eroğlu ve Altan Tan gibi isimler tarafından vurgulandığı görülmektedir. Hamza Türkmen’e göre Kürt sorununun, temelde birbiriyle bağlantılı iki nedeni bulunmaktadır. Buna göre, Kürt sorunu, bir boyutuyla “ulusal dayatmalara tepki olarak” doğmuştur. İslam coğrafyasında “Batı ile işbirliği esası üzerine kurulan ve tebalaştırdıkları halklara, ulus kimliğini üst bir kimlik olarak dayatan ulus devletlerin icraatı sonucu” olarak ortaya çıkmıştır. Yani, sorunun bir boyutu, “dayatılan ulus kimliğin kapsamı dışındaki dil, kavim, tarih, renk farklılıklarına tahammülsüzlükten ve dolayısıyla Kürt halkı üzerindeki farklı ulusçu eğilimlerin 165 baskı ve zulümleri sonucunda yükselen infialden kaynaklanmıştır.”115 Türkmen meseleyi daha da somutlaştırmakta ve Kürt sorununun bir boyutuyla “Kürt halkının Türkiye'de uygulandığı gibi 1925 ‘Şark Islah Programı’nın 41 maddesi ve 12 Eylül Cuntası'nın 2932 sayılı yasağı ile kendi dilini konuşmasından menedilmesi”, “‘Mecburi İskan Kanunu’nun 11. maddesi a bendine ve 13. maddesinin 3. fıkrasına göre Batı Anadolu'nun muhtelit yerlerine sürülüp ve bu bölgelerde ortak köy ve mahallelerde yaşamalarının yasaklanması” ve “Kürt silahlı hareketleri bahane edilerek Kürt köylerinin boşaltılması, yakılması, seyahat ve haberleşme imkanlarının kısıtlanması ve bütün bunlarla beraber TC’nin kuruluşundan bu yana Türk kimliğinin dayatılması” gibi nedenlerden kaynaklandığını ifade etmektedir.116 Türkmen için Kürt sorunu bir başka boyutuyla “sömürgecilerin yönlendirmek istediği” bir sorundur. Buna göre, Kürt sorununun kaynağı, İslam coğrafyasında “ulus toplumlar oluşturmak” arzusunda olan “İslam karşıtı güçler”in ve “Batıcı aydınlar”ın, “şekli ümmet yapısının zaaflarından” faydalanarak “her ulusa bir devlet idealini yaygınlaştıran modern söylemleri”dir. Söz konusu bu söylem, “Ortadoğu'nun ve tüm İslam coğrafyasının müslüman halklarını mümkün olduğunca İslam ortak paydasından uzaklaştırıp, ‘ulus devletler’ şeklinde bölmeye ve küçük parçalara ayrıştırarak yeniden yapılandırmaya çalışan emperyalist bir plan” olup, “bu ‘ulus kimlik’ ise işbirlikçi kadrolar aracılığıyla dayatılmaktadır.” Bu plan çerçevesinde, “ulus devlet” fikri, “emperyalist devletler tarafından” tarihsel süreç içerisinde “uluslaştırılmayan veya uluslaştırılamamış olan Kürt halkına”, adeta “bir elma şekeri gibi milli bayrak, milli marş, milli tarih, milli iktisat, milli kültür, milli din ve demokrasi aldatmacasıyla sunulmakta” ve böylece “Kürt ulusçuluğu palazlandırılmaya çalışılmaktadır.”117 Yani, “dayatılan ulus kimlikler karşısında ezilen, değişik mağduriyet, mahrumiyet ve katliamlara maruz kalan Kürt halkının tepkisini Kürt ulusçuluğuna kanalize edip, Kürt kimliğiyle modern bir toplum ve ulusal bir devlet oluşturmak arayışlarına” yönlendirilmesi, Kürt sorununu besleyen bir diğer faktördür.”118 Dolayısıyla, Türkmen’e göre Kürt sorunu, “iki boyutuyla da 115 Hamza Türkmen, “Kürt Sorunu’na Çözüm Arayışları ve İslami Tavır”, Haksöz, no: 78, Eylül 1997, s. 41. 116 A.e., s. 42. 117 A.e., s. 42. 118 A.e., s. 42. 166 insanları farklı ve düşman kümeler haline getiren cahili çıkar ve hevesler, vahiy dışı ölçü ve bağlarla beslenmektedir.”119 Oysa, her ne kadar “Kürt ulusçuları ve PKK” meseleyi saptırıyor olsa da, Kürt sorunu, “Kürt halkının ezici çoğunluğunun ‘müslüman’ olması nedeniyle bir ümmet sorunu olarak görülmelidir. Ve sorunun çözümü için ümmeti ilgilendiren her platformda konu gündeme getirilmelidir.”120 Türkmen, Kürt sorununun 1990’ların ortalarına doğru aldığı vaziyet konusunda hem PKK’yi hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni suçlamaktadır. Türkmen’e göre PKK “suçludur”, çünkü, “Kürt sorununu bölücülük ve ırkçılık istikametinde” kullanmaktadır. Öte yandan, Türkiye’deki mevcut rejim, Lozan’dan bu yana izlediği politikalarla “en büyük bölücülük tohumunu, ümmet bilincinden izler taşıyan bir halkın içine ulusçuluk ısırganını dikerek” ürettiği, “ümmet mirasından izler taşıyan” ve “Kürt'ü, Türk'ü, Laz'ı, Çerkez'i ile aynı acıları, aynı umutları, aynı sevinçleri” paylaşan bir toplumu, “etnik farklılaşma noktasına” getirdiği için daha fazla suçludur.” Türkmen’e göre bir yanda “laik-Türk misyonu”, diğer yanda “laik-Kürt misyonu” bulunmaktadır. Kürt sorunu konusunda Türkiye’deki mevcut rejimi daha fazla suçlu gören Türkmen’e göre “eğer bu ülkenin yöneticileri Türkiye halkının birlikteliğini ve ülkenin bütünlüğünü devam ettirmekte samimi iseler ilk olarak T.C.’nin döşediği laikliğe istikametlenmiş ve tek uluslu rayları değiştirmeyi düşünmeye başlamalı” ve sorunun “PKK sorunu değil, Kürt sorunu” olduğunu görmelidirler. Müslümanlar ise, bu tartışma özelinde “öncelikle iki tarafın da haksızlığını ortaya koymalıdırlar.”121 Ali Bulaç, Türkiye’deki Kürt sorununun temelinde “yakın tarihte ortaya çıkan köklü değişimler” bulunduğunu ifade etmektedir. “Tanzimat fermanının ilan edilmesinden sonra devletin merkezileşme isteği ile Cumhuriyet döneminin temsil ettiği kopuş”, Kürt sorununun başlangıcını oluşturmaktadır. Tanzimat ile başlayan Cumhuriyet ile devam eden süreç, “çok dinli, çok etnik gruplu ve çok kültürlü Osmanlı toplum modelinden tek boyutlu milli devlete adım atılması ile mantikî sonuçlarına” ulaşmıştır. Bulaç’a göre “milli devlet, ümmetin birliğini parçalamış, tarih boyunca bir arada, yanyana ve barış içinde yaşayan ümmet’i milletler’e 119 A.e., s. 42. 120 A.e., s. 43. 121 Hamza Türkmen, “Kürt Sorunu ve Müslümanların Safı”, Haksöz, No:32, Kasım 1993, s. 6. 167 bölmüştür.” Bununla birlikte, “milli devlet”, özü itibariyle “bir etnik temelde tekil (üniter) ve totaliter olmak zorunda” olduğu için, “başka etnik toplulukların varlığını yok saymayı ve temel seçilen hakim etnik grup içinde asimilasyonu gerektirir.” Dolayısıyla, “böyle bir proje çoğulcu ve katılımcı olamayacağından kaçınılmaz olarak baskıcı ve totaliter” olmuştur. 20. yüzyılın ilk çeyreğinden bu yana, “Misak-ı Milli sınırlarından ibaret Türkiye’de, İran’da ve daha sonraları siyasi bağımsızlıklarına kavuşan Suriye ve Irak’ta” gerçekleşen durum da budur.122 Meseleye “Türkiye özelinde” bakıldığında, Bulaç, “Kürt halkının maruz kaldığı baskıların” birkaç temel nedeninin bulunduğunu ifade etmektedir. Buna göre, “yeni kurulan üniter ve milli devlet”, “kuruluş ideoloji ve örgütlenme modeli dolayısıyla”, yani doğası gereği, diğer tüm farklı gruplar gibi, “‘Kürt’ fenomenini” de reddetmiş ve “herkesi Türkleştirme politikalarını” benimsemiştir. Kürt halkının şiddetli baskılara maruz kalmasının diğer bir nedeni de, I. Dünya Savaşı sonrası dönemde, “Araplar’ın aksine Türkler yanında yer alan Kürtler’in 1925 yılında Şeyh Sait önderliğinde yeni kurulan Kemalist cumhuriyete karşı isyana” kalkışmış olmasıdır. Şeyh Sait isyanını, Bulaç, “Kürt kimliğinin tanınması talebi yanında ağırlıklı olarak din adına yapılmış bir isyan” olarak değerlendirmektedir.123 Yani, “müslüman ve Kürt olmak, insanı yeni rejim gözünde iki defa ve ölümüne suçlu kılmaya” yetmekteydi.124 Dolayısıyla, “bu yüzyılın başından beri uygulanmakta olan seküler, laik, milliyetçi, şoven, ırkçı ve ayrımcı politikalar” yüzünden, Kürt sorunu, “içinden çıkılmaz hale” gelmiştir. Gelinen noktada, “bölge halklarını (şuub) ve topluluklarını (kabail) bir arada tutan din temelindeki ortak değerler tahrip edildiği için, insanlar bir arada yaşamak için artık geçerli sebepler görmemeye başladılar ve birbirlerini gırtlaklayacak husumetlere düştüler.” 125 Hüseyin Okçu için, bir ümmet sorunu olan Kürt sorununun temel nedeni, milliyetçilik düşüncesinin İslam dünyasına girişi ve ümmet bilincini ortadan kaldırmasıdır. Buna göre, “milliyetçilik akımlarının İslam dünyasına girmesiyle birlikte Müslüman kavimler arasında başgösteren trajik mücadele”, oldukça ağır bir 122 Ali Bulaç, “Kürt Sorunu ile Kafkasya ve Balkanlardaki Etnik Çatışmaların Mukayesesi”, MazlumDer Kürd Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 31-32. 123 A.e., s. 32. 124 Ali Bulaç, “İslami Bir Perspektiften Kürt Sorunu”, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 93. 125 A.e., s. 109. 168 yıkıma neden olmuş ve “milliyetçilik mikrobu”, İslam dünyasındaki “‘ümmet’ bilincini” yok etmiştir.126 Okçu’ya göre esas mesele, “Kürt, Arap, Acem, Türk sorunu”, yani aslında “bir ırk sorunu” olmayıp, “meselenin özünde ‘Ümmet’ anlayışı” bulunmaktadır. “Ümmet sorununun egemen olduğu bir bölgede veya ülkede ırkların hakimiyetinden veya mazlumiyetinden sözedilme imkanı olmaz.”127 Bu çerçevede, Okçu, “Kürtleri, İslami kimliklerinden sıyırarak” değerlendirmenin meseleyi analiz etmek isteyenleri yanlış sonuçlara götüreceğini ifade etmektedir.”128 Çünkü, Okçu’ya göre Kürtler Müslümandır ve dolayısıyla “Kürtlerin sorunu Ümmetin sorunudur.”129 Mehmet Pamak, her şeyden önce, Kürt sorunu konusunda bir takım Müslüman çevrelerin sergilediği tutumunu eleştirmektedir. Pamak, bazı Müslümanların “Türkiye’de tüm müslümanlara zulüm yapılmıştır. Kürdler için bir ayrım söz konusu değildir” diyebildiğini ve bunu diyenlerin sayısının azımsanmayacak düzeyde olduğunu ifade etmektedir.130 Pamak, esasen Türkiye’deki tüm Müslümanlara zulmedildiği fikrine katılmaktadır: “Bu ülkede totaliter, baskıcı, kan dökücü, (Kemalizm dinini topluma dayatan) teokratik, zalim, Kemalist kadroların hakimiyetindeki yönetimler 70 yıldır ideolojik ve ekonomik boyutlu zulümleri tüm ülke insanı ve özellikle Müslümanlar üzerine amansızca hakim kılmışlardır.” 131 Bununla beraber, Pamak’a göre Kürtlere, “hem müslüman hem de Kürd oldukları için diğerleri ile mukayese dahi edilemeyecek derecede” zulmedilmiştir: “Türk ırkçılığı üzerine oturan resmi ideolojinin Kürdleri yok sayan inkarcı, asimilasyoncu, meşru haklarını istedikçe de kan dökücü, militarist politikaları, sağır kulakların dahi duyabileceği, kör gözlerin dahi görebileceği boyutlarda bir gerçeklik olarak 70 yıldır ve inatla müslüman Kürd halkı üzerinde sürdürülmektedir… Bu topraklarda yaşayan pekçok kavimden biri olan Kürdler Türklerden sonra en fazla 126 Hüseyin Okçu, “Kürtlerin Sorunu Ümmetin Sorunudur”, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 193. 127 A.e., s. 196. 128 A.e., s. 192. 129 A.e., s. 192. 130 Mehmet Pamak, “Kürt Sorunu ve Müslümanlar (Özeleştiri)”, Mazlum-Der Kürt Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 276. 131 A.e., s. 276. 169 nüfusa sahip oldukları için özellikle asimile edilmeye çalışılmış ve buna direndikçe de amansız zulüm ve işkencelere muhatap olagelmişlerdir.”132 Pamak’a göre, “Kürdlere, Kürd oldukları ve böyle kalmak istedikleri için yapılan zulüm, işkence ve katliamların” teferruatına girmeye ihtiyaç olmayıp, yalnızca “Allah’ın ayetlerinden olan dil ve kavmi kimliklerinin yasaklanmış olması, asimilasyon için gerçekleştirilen mecburi iskanlar, göçe zorlamalar, ıslahat planları vs. dahi zulmün şiddetini ve farklılığını ortaya koymaya yetecek mahiyettedir.”133 Bununla beraber, Pamak için, Kürt halkının sorunlarıyla ilgilenmek, Müslümanlar için “İslam’ı bırakıp da bu meseleyi dava edinecekler” anlamına gelmemektedir, gelmemelidir. Bu noktada Pamak, Kürt sorununun “başlıbaşına bir dava” olmadığını ve “ana İslam davasının ilgi sahası içinde bir cüz” olduğunu özellikle ifade etmektedir: “Hiç şüphesiz, bir elimize güneşi bir elimize ayı verseler vazgeçmeyeceğimiz davamız İslam davasıdır. Mazlum-mustaz’af kesimlerle ilgilenmek de bu davamızın bir gereğidir. Kürd meselesi ile ilgilenmek, mazlum Kürd halkının haklarından yana zalimlere karşı tavır koymak da, aynen mazlum Boşnaklar için Sırplara, mazlum Azeriler için Ermeni saldırganlara, mazlum Filistin halkı için İsrail’e konulan ve konulması da gereken tavırlar gibi İslam davasının muhtevasında yer alması gereken bir alt başlıktır. Mesele böyle idrak edilmelidir.”134 Dolayısıyla, Pamak, Kürt sorununun Müslümanlar için “müstakil” bir sorun olmadığını, “diğer sorunlar gibi İslam davasının ilgilenmek zorunda olduğu sorunlardan bir sorun” olduğunu ifade etmektedir. Yani, “işçi hakları, gecekondu meselesi, karakollarda işkence görenlerin hakları ile ilgilenmek ne ise, Kürdlerin hakları ile mazlumiyetleri ile ilgilenmek de odur.” 135 Atasoy Müftüoğlu, Kürt sorununun temelinde milliyetçilik düşüncesinin ve ulus devlet politikalarının olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, Osmanlı topraklarının paylaştırılmasının ardından, Kürt halkı, “beş ayrı parçaya bölünmek 132 A.e., s. 276 133 A.e., s. 278. 134 A.e., s. 295-296. 135 A.e., s. 296. 170 zorunda kalmıştır.” Bugün tanıklık edilen “pek çok sorunun kaynağında bu yapay devletler, yapay sınırlar ve yapay kültürler” bulunmaktadır. Cumhuriyet’in ilanının ardından “TC tarihte ilk kez kendisine yeni bir kimlik arama ihtiyacı duymuş”, bunu yaparken “batıdaki kimi tanımlara” başvurmuş, bu doğrultuda, “daha çok ulusal bir pragmatizmle, bir tür pozitivizmle, bir tür romantizmle destekleyen bir tarih görüşünü”, yani “Türk Tarih Tezi”ni “resmi tarih görüşü olarak kurumsallaştırmıştır.” Söz konusu “resmi tarih görüşü” ise, “Türklerin üstünlüğü fikrine dayalı bir siyaseti zorunlu kılmış” ve “bu siyaset Kürdistan’la Kürt halkına da dayatılmıştır.” Bu süreçte, “TC rejimi” tarafından “bütün bir Kürdistan’da dağa taşa ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’, ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ şeklinde şiarlar” yazılmış, “Kürd halkının varlığı inkar edilmek istenmiş”, “Kürd dili inkar edilmiş”, hatta “‘Kürd’” kelimesi bile yasaklanmıştır” 136 Müftüoğlu’na göre, gelinen noktada, “PKK eylemleriyle” ilişkilendirilerek, “Kürd halkına yönelik bir düşmanlık” tahrik edilmeye çalışılmakta ve Kürt halkının tamamı “PKK’lı olarak görülmek” istenmektedir. Bu çerçevede, “iki halkı karşı karşıya getirmeyi amaçlayan bir süreç” hızlıca ilerlemektedir.137 Oysa Kürt sorununun “PKK sorunu olarak” ele alınmaması gerekir.138 Çünkü, “Kürt sorunu”, yalnızca “bu dönemin değil, bütün tarihsel dönemlerin sorunu olarak bugüne gelmiş” bulunmaktadır, dolayısıyla da “İslam ümmetinin içerisinde bulunduğu genel sorunların bir parçasıdır, bir unsurudur.”139 Ercüment Özkan, Kürt sorununun kaynağında milliyetçilik düşüncesi ve ulus devletler bulunmaktadır. Özkan’a göre, “bölgesel ve milli devletler” bölge halklarına “göz yaşı ve sefalet” dışında bir şey getirmemiştir. Bu, “Kürdü ile Türkü ile, Acem’i ile Arabı ile bölgenin müslümanım diyen insanlarının bilmesi gereken, biliyorsa tekrar hatırlaması ve altını çizmesi gereken bir gerçek” olarak ortada durmaktadır.140 Özkan için Türkiye’deki mevcut rejim tarafından benimsenen milliyetçilik anlayışı çerçevesinde yürütülen ve Kürt sorununu da ortaya çıkaran politikaların kabul edilebilir hiçbir yanı bulunmamaktadır. Çünkü, Allah, “insanları kabile ve boylar halinde” yaratmış ve “bu hallerinden ötürü bir boyun diğerine, bir soyun diğer soya 136 Atasoy Müftüoğlu, “Kürd Sorunu Üzerine Genel Bir Değerlendirme”, Mazlum-der Kürt Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 206-207. 137 A.e., s. 208. 138 A.e., s. 206. 139 A.e., s. 205. 140 Ercüment Özkan, “Kürdistan mı Kuruluyor Yoksa!”, İktibas, No: 149, Mayıs 1991, s. 7. 171 üstünlüğünden veya aşağılığından söz etmemiştir.” Kavimler arasında farklılıklar bulunmakla birlikte, “bu farklılıklar bizâtihi üstünlük sebebi sayılamamış” ve “Allah katında üstünlüğün yalnızca ve özellikle ‘takvâ’ya dayalı olduğu belirtilmiştir.”141 Dolayısıyla, “ırklar arasında bir üstünlük bulunmadığı gibi, renler arasında da bir üstünlük yoktur. Diller arasında bir üstünlük bulunmadığı gibi coğrafyalar arasında da bir üstünlük yoktur.”142 Seyfettin Mut için, Türkiye’deki Kürt sorunu dahil olmak üzere, aslında “İslam ümmetinin temel sorunlarından biri ulusal devletlerdir. Buna göre, İslam ümmetinin yenik düşmesinin ardından, “etnik temelde” kurulmuş olan bu “devletçikler”, gerek “siyasal ve iktisadi” gerekse “medeniyet bağlamında” düşünüldüğünde, “ümmetin kısa ve uzun vadeli yeniden inşasının en önemli engelleri” olarak görünmektedir. I. ve II. dünya savaşlarının ardından “dünyayı paylaşan emperyalist güçler”, söz konusu “ulus devletleri” kurmuş, bununla birlikte, “Filistin, Kürt ve Keşmir gibi Müslüman toplulukları belki de bugünkü müdahale edebilme şansını da düşünerek ayrı tutmuş ve civar devletlerin iradesine terk etmişlerdir.” Gelinen noktada ise, sorun, “emperyalist güçlerin”, soğuk savaşın ardından oluşan konjonktürde meseleye müdahil olması ve “bu yanlış paylaşımın dışında kalmanın” yarattığı öfkeyle hareket eden “toplulukların geç kalmış uluslaşma çabalarının tebarüz emesidir.”143 Zülfikar (Ebubekir) Eroğlu da Kürt sorununun temel nedeninin milliyetçilik olduğunu ifade etmektedir. Eroğlu’na göre, Osmanlı’nın yıkılmasının ardından, “T.C. rejimi”, halkların, yüzyıllar boyunca devam etmiş olan ve “İslam’ın birleştirici ümmet anlayışından kaynaklanan birlikteliğini Türk ırkçılığı politikalarıyla yok etmiş” ve “Allah diyen herkesi uyduruk mahkemeler” kurarak katletmiştir. Bu süreçte mevcut rejim, söz konusu “katı ırkçı politikalarını da özellikle Kürt halkı üzerinde yoğunlaştırmış”, “Kürt halkı ve gerçekliğini” inkar etmiştir.144 Yani, Osmanlı’nın ardından kurulan ve “yeni dini Kemalizm” olan “T.C. rejimi”, “İslam düşmanlığı” ve “nasyonalizm” esaslarına göre inşa edilmeye çalışılmış ve bunun “en 141 Ercüment Özkan, “İslam ve İnsanlar”, Mazlum-Der Kürt Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 220. 142 A.e., s. 222. 143 Seyfettin Mut, “Kürt Sorunu: Hala Vakit Var”, Değişim, No:39, Aralık 1996, s. 15. 144 Zülfikar Eroğlu, “Coğrafya, İslâm ve Kürtler”, Müslüman Genç, No: 4, Nisan 1991, s. 14. 172 ağır faturası” da “Kürt halkına” çıkartılmıştır. Bu süreçte ise, “Kürdistan halkı hem yüksek İslami hassasiyetinden ve hem de nasyonalist politikalara karşı geliştirdiği direnişlerinden ötürü katliamlara, sürgünlere ve özel kanunlara kalmıştır.”145 “T.C. rejimi”, izlediği bu politikalarla, “halkların birbirlerine yabancılaşmasını da sağlamış ve İslamın ümmet anlayışına da büyük bir darbe vurmuştur.”146 Eroğlu bu süreçte emperyalist güçlerin de İslam ümmetinin içerisinde bulunduğu durumdan faydalanmaya çalıştığını ifade etmektedir: Bu politikalarla karşı karşıya getirilen İslam ümmetinin halklarının bu durumu emperyalizmin sağ ve sol kanatları tarafından da kışkırtılmış hatta zaman zaman emperyalizmin cepheleri bu halkları daha kolay sömürebilecek bir konuma getirebilmek için birbirlerine kırdırırken bazen birine bazen öbürüne destek vermiştir.”147 Eroğlu için, “emperyalizm”, Kürt sorunu konusunda “masum değildir”, ancak, bölgedeki “egemen rejimlerden daha fazla suçlu değildir.” 148 Çünkü, emperyalizmin yaptığı şey mevcut durumu kullanmaktır: Evet emperyalizm pek çok defa Kürt savaşçılarına umut ışığı verip onları ayaklandırmış ve tüm bu ayaklandırmalarda da onları yarıyolda bırakıp katledilmelerine, sürülmelerine, kırılmalarına sebep olmuştur… Ama şurası açıktır ki emperyalizmin tek yaptığı kökeninde bölge egemen-ırkçı rejimlerinin Kürt halkına dayattığı sömürü amaçlı sindirme, yoketme ve köleleştirme politikalarından kaynaklanan yarayı kaşımaktır. Yoksa bu yara bu bölgenin kendi bünyesindeki anlayışlarda zaten mevcuttur. Emperyalizm var olan bu yarayı bölge devletlerinin istikrar kazanmaması, güçlenmemesi ve bölge müslüman halklarının birliktelik oluşturmaması için elbette ki kaşımaktaydı ve kaşımaya da devam edeceklerdir.”149 Nurettin Şirin, her şeyden önce, İslam dünyasındaki mevcut “ulusal” sınırların “emperyalist irade ile; çok yönlü komplo, saldırı, işgal ve ihanetler 145 Zülfikar Eroğlu, “Coğrafya, İslâm ve Kürtler (2)”, Müslüman Genç, no: 5, Mayıs 1991, s. 19. 146 Eroğlu, “Coğrafya, İslâm ve Kürtler”, s. 14. 147 A.e., s. 14-15. 148 Zülfikar Eroğlu, “Coğrafya, İslâm ve Kürtler (3)”, Müslüman Genç, No: 6, Haziran 1991, s. 23. 149 A.e., s. 23. 173 neticesinde” çizildiğini ifade etmektedir.150 Bununla birlikte, Şirin’e göre, geçmişte, “İslam ümmetini ulusal sınırlarla parçalayıp kukla ulus devletlerini ortaya çıkartan emperyalist irade”, bugün “ABD önderlikli ‘Yeni Dünya Düzeni’nde ulusal sınırlara ilişkin bir ‘re-organizasyon-yeniden yapılanma’ projesiyle yeni bir sömürge hesabı” içindedir. Gelinen noktada, “Kürdistan coğrafyasındaki ulusal sınırlara ilişkin yeni düzenleme girişimleri de”, söz konusu “Yeni Dünya Düzeni’nin köşe taşlarından biridir.”151 Dolayısıyla, Şirin için, Kürt sorununun çözümü hususunda başvurulacak “güç ve irade”, ne “ABD önderlikli emperyalizmin ‘Yeni Dünya Düzeni’” ne de “gasbettiği hakları, mazlum halkalara bir bağış ve ulufe olarak lütfedecek olan zalim faşist rejimler veya ulusalcı Kürd hareketleri” olabilir. Çünkü Kürt sorunu “Müslümanların meselesidir”, “İslami temelli bir mücadele” ve “direniş” ile çözülecektir.152 Selahaddin Eş Çakırgil, Kürt sorununu müstakil bir sorun olarak değerlendirmemek gerektiğini, sorunun İslam dünyasındaki mevcut milliyetçilik sorununun bir parçası olduğunu ve milliyetçiliğin kaynağının da aslında İslam dünyası dışındaki güçler olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, bugün, İslam dünyası, “bütün Müslümanları İslam tarihi boyunca hep ilgilendiren, meşgul eden bir çetin mes’ele olarak ‘nasyonalizm, kavmiyetçilik veya milliyetçilik’ mes’elesiyle” karşı karşıyadır. Esasen, “İslam, böyle bir mes’ele tanımazken” ve geçmişte “bu gibi mes’eleler” karşısında “kesin çözüm yolları göstermişken”, bilhassa son bir kaç yüzyıldan beri “‘şeytani güçler cephesi’ İslam’ın karşısına böyle bir mes’ele çıkarmak için elinden geleni yapmıştır-yapmaktadır.” Kürt sorunu da “bunlardan sadece birisidir.”153 Bu açıdan, Müslümanlar, kendilerine “zorla yüklenmek istenen, sun’î, yapmacık, gayri tabii bir mesele” ile karşı karşıyadır. Öte yandan, yine bu sorun, “İslam topraklarına tahakküm eden gayrimeşru (İslam dışı) rejimlerin” olduğu kadar, bu rejimlere “uşaklık edenlerin” de izlediği politikaların “tabiî ve kaçınılmaz bir neticesidir.”154 Yani, “kavmiyetçilik”, aslında reddedilmesi ve gelişim 150 Nurettin Şirin, “Kürt Sorununun Çözümünde İslamilik ve Tutarlı Tavır Üzerine..”, Mazlum-Der Kürd Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 346. 151 A.e., s. 347. 152 A.e., s. 349. 153 Selahaddin Eş Çakırgil, “‘Kürd Mes’elesi’ İslam’ın İnsana Bakışından Ayrı Düşünülemez!...”, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 171. 154 A.e., s. 178. 174 göstermesine kesinlikle imkan tanınmaması gereken bir “cereyan” olmakla birlikte, “kafir güçler tarafından, şeytani güçler tarafından planlanmış, gündeme getirilmiş”, dahası, “İslam toplumlarının ve onların başındaki idarecilerin de İslam’a tamamen arka çevirmeleriyle daha bir gelişmek imkanı bulmuştur.”155 Dolayısıyla, Çakırgil için Türkiye’deki mevcut rejimi de hedef almaktadır: “T.C. rejimi ‘laik’ (vahy’i reddeden ve ona düşman) bir rejim olduğu için, Anadolu’nun müslüman halkına son 70 yıl boyunca, nice saçmalıkların ve zulümlerin yanı sıra, kavmiyetçilik zulüm ve saçmalığını tattırdı ve hatta bu zulmü geniş kitlelere benimseterek icra da ettirdi ne yazık ki… Laik rejim, İslam’ın karşısına ‘Türk kavmiyetçiliği’ni çıkarmak taktiğine başvurdu. Çünkü, bu silah Türk kavminden olmayan diğer kavimlerin de mukabil kavmiyet davalarına sarılmalarına müncer olabilir ve böylece müslüman toplumların birbirine en azından kuşkuyla bakan bir ‘yamalı bohça’ manzarası sergilemeleri temin edilebilirdir.”156 Çakırgil’e göre, “laik T.C. rejimi, daha kuruluşunun ilk yıllarından itibaren, nasyonalist duyguları takviye etmek isterken”, bunun için gerekli olan “bir başka kavmin ezilmesi”, “bir başka kavme ağalık taşlanması” ve “karşısında efelenilen kavmin alçaltılması” gibi anlayışları “kendi ideoloji için zaruri görüyor ve bu çerçevede, “Kürd halkına uyguladığı tahakküm ve zulmü, tesadüfen değil, bilerek yapıyordu.”157 Esasen, “eskiler, gayet tabii olarak, hiçbir ard düşünceye yer vermeksizin, ‘Afganistan, Arabistan, Lehistan, Gürcistan’ der gibi, Kürdistan da derlerdi.” Hatta, Osmanlı Devleti’nin son ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında da “Kürdistan demek suç değildi”, oysa, “sonra Kürdistan bir anda yok oldu.” Yüzyıllardır var olan “Kürd kavmi tebaruh etti (buharlaştı) sanki”, dahası, “eritilmeleri, terbiye edilmeleri gereken bir ‘dağ Türkleri’ deyimi öne çıkarıldı.” Bu süreçte, “Türk nasyonalizminin, Kemalist tahakküm döneminin baskıları”, herkesin üstüne “bir kurşun ağırlığıyla çöktü.”158 155 A.e., s. 172. 156 A.e., s. 174-175. 157 A.e., s. 181-182. 158 Selahaddin Eş Çakırgil, “Kavmiyet Mes’elesinden Şeyh Said’e ve Bugüne Uzanan Bir Acılı Çizgi Üzerinde…”, Tevhid, No: 19, Haziran 1991, s. 26. 175 Öte yandan, Kürt sorunu konusunda Müslümanların da “suçlu” olduğunu ve yalnızca “laik rejimi suçlayarak bu ağır ve çetin derdin pençesinden” kurtulmanın mümkün olmadığını belirtmektedir. Çünkü Çakırgil’e göre, “müslüman Kürd halkının kendileri adına silaha sarılıp laik rejime karşı mukavemet edenler yanında sahnede görünmesine kadar” neredeyse hiçbir Müslüman, “müslüman Kürd halkının çektiklerini” dile getirmemiş, zulme karşı çıkmamış ve “yapılanları İslam nokta-i nazarından değerlendirmek hassasiyeti” gösterememiştir. Dahası, Müslümanlar, bu tavırlarıyla da “bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek, laik rejimin yanı başında, onun müttefiki ve halk içindeki tabanı ve dayanağı olarak” yer almıştır.159 Müslümanların çoğu, “İslamî” sorumluluklarını “Misak-ı Milli sınırlarının ötesinde” düşünmediği gibi, “Misak-ı Milli (Milli Yemin) diye adeta kutsallaştırılan meşhur prensiplerin” Müslümanları “ancak Türkçü sınırlar içinde düşünmeye ve tavır sergilemeye çektiğini” bilmemiş veya hatırlamak istememiştir.160 Hala birçok Müslüman, “‘Kürt ve Türk arasında bir fark yoktur’ demekte, ancak, “‘tabii biz Türkler daha bir eşitiz’ manasını verecek bir tavır” sergilemektedir. Yine birçok Müslüman, “bugünlerde duyguları iyice rencide olan Müslüman Kürdler’in ‘Kürd’ olarak fazlaca zikredilmesinden rahatsız olduklarını ifade ediyor” ve “bunun sebebi olarak da kendilerinin hiç de Türkçülük yapmadıklarını Kürdler’in ise Kürtçülük yaptıklarını ileri sürüyorlar.” Buna karşın, “aynı yanlışa kendilerinin de düştüklerini kabullenmiyorlar.”161 Oysa, “Osmanlı’nın son döneminde daha bir azgınlaşan kavmiyetçi duygular, İttihad-Terakki’cileri Arab dünyasında, zorla Türkçe konuşturtmak sapıklığına” iterken, “T.C.’de Kürd kavmine karşı yapılanların da aynı mahiyette bir sapıklık olduğu” gerçeğini “iyi müslüman sayılan Türkler” dahi “farkedemedi” ve “o zulümlere karşı çıkmadı.”162 Çakırgil şöyle devam etmektedir: “Nihayet, bir gün, yapılan bu zulümlere karşı direnmeler hatta yanlış şekilde ve yanlış noktalardan patlak vermiş olsa bile, silahlı mücadeleye döndüğü zaman bazılarımız zulmün acı meyvasının nelere mal olmakta olduğunu biraz-biraz anlar gibi oldu. Ama, yine de, Bulgar komünist rejiminin müslümanlara uyguladığı isim değiştirme 159 Çakırgil, “‘Kürd Mes’elesi’ İslam’ın İnsana Bakışından Ayrı Düşünülemez!...”, s. 183. 160 A.e., s. 184. 161 Çakırgil, “Kavmiyet Mes’elesinden Şeyh Said’e ve Bugüne Uzanan Bir Acılı Çizgi Üzerinde…”, s. 25-26. 162 Çakırgil, “‘Kürd Mes’elesi’ İslam’ın İnsana Bakışından Ayrı Düşünülemez!...”, s. 182. 176 mecburiyetine karşı hassasiyeti, laik T.C. rejiminin, müslüman Kürd halkına uyguladığı benzer zorbalıklarda da hissedemedik ve feryad etmedik. Şimdilerde bazıları, zahiren haklı olarak, ‘yahu, bu rejimin Türkiye Cumhuriyeti adını taşımasına bakıp da, onun bir Türk rejimi olduğunu mu sanıyorsunuz? Bu rejim, en azından, Kürdleri ezdiği kadar Türkleri de ezmemiş midir sanki?’ diye sormaktadırlar ama, eğer bu sual, gerçekten de safiyetle soruluyorsa, bunu soranlar, kendi kavimlerinin adına kurulan zulüm rejimine karşı çıkıp, ‘bizim adımıza kurduğunuz bu zulüm düzeninin hele de müslüman Kürd halkına yaptığı zulümlerine seyirci kalamayız’ diye amelî bir direniş gösterebilmişler midir?”163 Altan Tan, Kürt sorununun ortaya çıkışının modern ulus devletlerin kuruluş süreciyle doğrudan ilişkili olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, “her ulusa bir devlet fikri propaganda edildikçe, Osmanlı Devleti’ndeki yenilikçi hareketler bu yeni modeli uygulamaya” çalışmış ve bu doğrultuda da “yüzyıllardan beri kendi müstakil beylikleri halinde iç işlerinde bağımsız yaşayan Kürtlerin” mevcut “özerk yapısına müdahale etmeye” kalkışmıştır. Bu durum da, doğal olarak, söz konusu “yeni anlayıştaki devlet yöneticileriyle, Kürt feodalleri arasında çatışma çıkması” sonucunu doğurmuştur. Bu süreçte, “Kürdistan”, bir yandan “önce Tanzimat sonrasında, daha sonra da I. Cihan Harbi’nden sonra tam olarak Rusya, İran, Türkiye, Irak ve Suriye arasında” paylaştırılırken, diğer yandan, bölgenin “eski özerk yapısı” da bütünüyle sonlandırılmıştır. Dahası, “bununla da yetinilmeyerek bu kavim üzerinde, asimilasyon, inkâr ve şiddete, sömürüye dayalı bir baskı politikası” uygulanmıştır.164 Yani, Tan’a göre, “Kürdistan beş parçaya bölünmüş ve bulundukları coğrafyada Kürtlerin kimlikleri inkar edilmiştir.” Kürtler, “dillerini” konuşamamakta, Kürtlerin “TV kanalları”, bunun yanı sıra “gazete, dergi ve kitapları” bulunmamaktadır. Bazı Fars tarihçiler, Kürtleri “Fars olarak”, bazı Arap tarihçiler “Arap olarak” kabul etmekte, bazı Türk tarihçiler ise “hepten ‘Siz Türksünüz!’” demektedir.165 Tüm bunlar, “Kürt sorununu oluşturan ve bugüne getiren temel unsurlardır.”166 Tan, söyle devam etmektedir: 163 A.e., s. 182-183. 164 Altan Tan, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 113-114. 165 A.e., s. 116. 166 A.e., s. 114. 177 “70-80 senedir Kürt coğrafyası bu yeni düzenlemeyi kabul etmiyor. Sorunun kaynağı budur. İran Şahı varken, Kürt feodaline karışmıyordu. Osmanlı varken Cizre’deki Botan emiri müstakil hareket ediyordu. Ancak modern ulus devletler kurulduktan sonra, 1800’lerden itibaren safha safha, özellikle de 1900’lerden sonra bu devletler tam nüfuz etmeye başladılar. Doğan çocuğa verilecek isimden tutun, gençlerin askere alınmasına kadar her alanda bu devletler tahakkümlerini sürdürdüler. Baskı, inkâr, asimilasyon; ekonomik açıdan sömürü politikaları ile bu halkın kimliği yokedilmeye çalışıldı.”167 Meselenin Türkiye boyutuna bakıldığında, Tan, sürecin benzer şekilde ilerlediğini belirtmektedir. Tan’a göre, “Türkiye Cumhuriyeti”, aslında geçmişte “çok uluslu” ve “çok dinli” bir coğrafya üzerinde bulunmakla birlikte, dünya genelinde “Fransız İhtilali’nden sonra yaygınlaşan Ulus-Devlet teması esaslarına” dayanılarak kurulmuştur. “Demokrat olmayan”, aksine “totaliter olan” bu “Cumhuriyet (TC)” de “İslam dini ve Kürt halkını kendisine düşman olarak” belirlemiştir. Böylece, “Batıcı materyalist ve laik olmanın gereği” olarak “İslamiyet”, “Ulus-Devlet olmanın gereği olarak da Kürtler” tasfiye edilmeye çalışılmış, bu süreçte “Müslüman Kürtler ise hem Kürt hem de Müslüman olmaları nedeniyle daha büyük bir zulme” uğramıştır.168 Bununla birlikte, Tan, Kürt sorunu konusunda İslamcıların da belirli hatalar yaptığını ifade etmektedir. Tan’a göre, “1950’lere kadar Türkiye’deki İslamcılar dünyadaki hakim sisteme ve Türkiye’deki rejime karşı” olmasına rağmen, “Demokrat Parti ile aldatılmaya başladılar.” “Sağcı, hükümetler”, bir takım sosyal, siyasi ve ekonomik taleplerini karşılayarak, “müslümanların desteğini sağladı” ve “bu yolla müslümanlar, muhafazakar hale dönüştürüldü.” Böylece Müslümanlar, “Kürt meselesini, Kürdistan’da yaşanan soykırım, zulüm ve baskıyı görmez bir noktaya getirildi ve zulme karşı gibi önemli ve temel vazifelerini ihmal eder oldular.” Dahası, “Müslümanların bıraktığı bu boşluğu” da “Batıcı aydınlar doldurdu.” Yani, “bugün Kürt halkının meşru taleplerinin savunulmasının laiklere, demokratlara, sosyalistlere, liberallere kalmasında Müslümanların büyük kabahatleri” bulunmaktadır. Gelinen noktada ise, “bu boşluğu doldurma işini PKK iyi organize edebilmiştir.”169 167 A.e., s. 114. 168 Altan Tan, “Güneydoğu’daki Olaylar, Kürt Sorunu, TC, PKK ve Müslümanlar”, Tevhid, No:33, Eylül 1992, s. 71. 169 Tan, Kürd Soruşturması, s. 122-123. 178 Öte yandan, Tan da meselenin emperyalizmle ilişkili bir boyutu bulunduğu dile getirmektedir. Buna göre, bugünlerde “Batı” tarafından “Türkiye’ye” biçilen bir “rol” söz konusudur. Bu “rol de yeni dünya düzeninde Batı’ya, Amerika’ya jandarmalıktır, uşaklıktır, hatta kâhyalıktır.” Yani, “Türkiye’nin yeni görevi, Orta Asya’da, Kafkasya’da, Balkanlarda emperyalistlerin kâhyası, taşeronu olmaktır.” Emperyalistler, “aldıkları ihaleyi, az bir parayla Türkiye’ye yaptıracaklar”, bu doğrultuda da, bir yandan, “bunların öz kaynaklarını Türkiye emperyalistlere peşkeş çekecek”, diğer yandan “Türkiye bunların, ahlâk, kültür ve sistem yönünden İslami bir çizgiye kaymasını önleyecek.” Ayrıca, “Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolü” de “Suriye, Irak, Ürdün ve Arabistan’da gelişen İslami akımlara karşı engel olmak, jandarmalık yapmaktır.” Bu noktada, “Kürtlerin bir talihsizliği de Batının menfaatlerinin Türkiye’de çok fazla olması ve Türkiye’ye Kürtlerin vasiliği rolünün de yüklemiş olması” olarak görünmektedir. Çünkü, “bu halkın bünyesinde İslami dinamikler çok güçlü” olup, “Kürtler, bugün Ortadoğu’da en az batılılaşan halk” durumundadır. Dahası, emperyalistlerin de, Kürt halkının “İslami bir hareketin temel dinamiği olması tehlikesini önlemesi gerekiyor.” Dolayısıyla, “T.C.’nin aracılığıyla, bu coğrafyadaki dini hassasiyet ve kimliği geri plana itip, ulusal bilinci öne çıkarmak ve sonra da kolayca batıya entegre etmek, bu konudaki oyunun esasıdır.”170 Türkiye’deki radikal İslamcılığın Kürt sorununun kaynağı ve nitleği meselesine yönelik değerlendirmelerinin ana akım İslamcılığın değerlendirmeleriyle belirli ölçüde örtüştüğü görülmektedir. Yani, radikal İslamcılık için de Türkiye özelinde Kürt sorununu ortaya çıkaran başlıca neden müesses nizam ve resmi ideolojidir. Bununla birlikte, radikal İslamcılığın meseleyi daha geniş bir perspektiften ele aldığı ve ümmet merkezli bir bakış açısını benimsediği, bu yönüyle de ana akım Türkiye İslamcılığından ayrıldığı görülmektedir. Buna göre, İslam dünyasının, Türkiye’deki müesses nizamı da var eden daha büyük bir sorunu, bir ümmet sorunu bulunmaktadır. Bu sorunun temel kaynağı ise milliyetçilik ve ulus devletlerdir. Bu noktadan hareketle, radikal İslamcılığın Kürt sorununu ümmet sorununun bir parçası olarak değerlendirdiği ve sorunun temel kaynağını da milliyetçiliğin ve ulus devletlerin bizatihi varlığı olarak tespit ettiği görülmektedir. 170 A.e., s. 118. 179 Bu ümmet merkezli ve evrenselci perspektif, radikal İslamcılığı ana akım İslamcılıktan farklılaştıran temel husus olarak dikkat çekmektedir. Öte yandan, oldukça benzer bir tablonun, radikal İslamcılığın Kürt sorununda yabancı devletlerin rolü meselesine ilişkin değerlendirmeleri için de ortaya çıktığı görülmektedir. Esasen Türkiye’deki radikal İslamcılık da ana akım İslamcılık gibi, emperyalist güçlerin Kürt sorununu kışkırttığı ve kullandığı görüşünü paylaşmaktadır. Ancak, ana akım İslamcılıktan farklı olarak, radikal İslamcılık emperyalist güçlerin hedefinde yalnızca Türkiye’nin değil İslam dünyasının ve ümmetinin olduğunu vurgulamaktadır. Yani, radikal İslamcılık için emperyalist güçler, Kürt sorununu kışkırtarak ve kullanarak yalnız Türkiye’yi zayıf düşürmeye, kontrol altına almaya ve bölmeye çalışmamakta, zaten 20. yüzyılın başlarında böldükleri İslam dünyasını ve ümmetini daha fazla zayıf düşürmek, bölmek ve yeniden birleşmesini önlemeye çalışmaktadır. Dolayısıyla, Kürt sorununun yabancı devletler tarafından kışkırtılması ve kullanılması meselesine ilişkin, ana akım Türkiye İslamcılığı, Türkiye merkezli ve Türkiyeci bir bakış açısının yansıması olarak, emperyalist güçlerin hedefinde Türkiye olduğu değerlendirmesini yaparken; radikal İslamcılık ise, ümmet merkezli ve evrenselci yaklaşımının bir tezahürü olarak, emperyalist güçlerin hedefinde tüm İslam dünyasının ve ümmetinin olduğu sonucuna ulaşmaktadır. Bu başlıkta Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt sorununun kaynağı ve niteleği meselesine nasıl yaklaştığı incelenmiş ve iki tip İslamcılık arasındaki benzerlikler ve farklılıklar gösterilmiştir. Bir sonraki başlıkta ise, ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt sorununun çözümüne ilişkin değerlendirmeleri ele alınacak ve yine yaklaşımlardaki benzerlikler ve farklılıklar gösterilecektir. 3.2.2. İslamcı Perspektiften Kürt Sorununun Çözümü Türkiye İslamcılığı, Kürt sorunu tartışmaları kapsamında, 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca değişik platformlarda, devletin meseleyi ele alış biçimi (güvenlikçi yaklaşım), Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yönelik uygulamaları (OHAL, askeri tedbirler, yasaklar, koruculuk sistemi vs.), bölge halkının durumu, PKK terörü, Kürt hareketi ve bölgedeki ekonomik durum gibi birçok konuda değerlendirmelerde 180 bulumuş ve yine Kürt sorununun nasıl çözüme kavuşturulacağı konusunda da çeşitli öneriler sunmuştur. Bununla birlikte, bu başlık altında meselenin çözümüne ilişkin gündeme gelen konuları genel olarak iki alt başlıkta toplanacaktır. Bunlardan biri federasyon-özerklik ve bağımsız bir Kürt devleti kurulmasını içeren tartışmalar iken diğeri, Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınması ve nihai çözüm önerilerini içeren tartışmalarıdır. Öte yandan, ilerleyen başlıklarda gösterileceği gibi, ana akım ve radikal İslamcılığın, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan ilişkilerinden kaynaklanan farklı tasavvurlarının, meseleyi tanımlama biçiminde olduğu gibi, Kürt sorununun çözümüne ilişkin gündeme gelen konuları ele alırken de belirleyici olduğunu ifade etmek mümkündür. Her iki tip İslamcılığın, sorununun çözümü konusunda karşı çıktığı veya desteklediği öneriler benzer, hatta bazen aynı olsa bile, söz konusu önerilere karşı çıkma veya bu önerileri destekleme gerekçelerinin farklı olduğu görülmektedir. Dahası, hem ana akım hem de radikal İslamcıların, meselenin nihai ve kalıcı çözümünün İslami bir yaklaşım çerçevesinde sağlanmasını önerdiği görülmekle birlikte, bu konuda çok daha belirgin bir şekilde farklılaşma yaşadıklarını ifade etmek mümkündür. Mesela, ana akım İslamcılık, Türkiye merkezli ve Türkiyeci bir perpektif ile, Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümünün, Türkiye’deki üniter yapının ve ülke bütünlüğünün korunması kaydıyla, bununla beraber, müesses nizamın revize edilmesi ve resmi ideolojinin değişmesiyle mümkün olacağını savunmaktadır. Buna karşın, radikal İslamcılık, ümmet merkezli ve evrenselci bir perspektif ile, Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümünün ancak ve ancak ümmet sorununun çözümüyle mümkün olduğunu savunmaktadır. Ümmet sorununun, dolayısıyla da Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümü ise, ümmet şuuruyla mücadele etmek, uzun vadede İslam dünyasının ve ümmetinin bütünlüğünü sağlayacak ve aynı zamanda tüm kavimlerin varlığını garanti altına alacak İslami bir düzenin inşa edilmesi ve ittihad-ı İslam’ın tesis edilmesiyle mümkündür. 181 3.2.2.1. Federason-Özerklik ve Bağımsız Kürt Devleti Tartışmaları 1980 sonra dönemde, Kürt sorununun Türkiye gündeminin üst sıralarına tırmanmasıyla birlikte, meselenin çözümüne ilişkin gündeme gelen ve çok ses getiren konulardan biri federasyon-özerklik ve bağımsız bir Kürt devleti tartışmaları olmuştur. Buna göre, federasyon-özerklik tartışmaları kapsamında, Türkiye’nin üniter yapısının değiştirilerek federatif bir yapıya geçmesi ve bu federatif yapı içerisinde de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bir Kürt özerk yönetiminin kurulması öngörülmektedir. Öte yandan, ikinci seçenek kapsamında ise, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerini içerisine alacak şekilde bağımsız Kürt devletinin kurulması öngörülmektedir. İlerleyen başlıklarda da gösterileceği gibi, hem ana akım hem de radikal İslamcılık –federasyon fikrine bazı radikal İslamcı isimlerin kısa vadede sıcak bakması dışında– hem fedarsyon hem de bağımsız Kürt devleti seçeneklerine karşı çıkmaktadır. Bununla birlikte, iki tip İslamcılığın bu seçeneklere karşı çıkış gerekçelerinin birbirinden farklı olduğunu, bu farklılaşmada da belirleyici olan temel unsurun ise milliyetçilikle ve ulus devletle kurdukları ilişki biçimleri arasındaki fark olduğunu ifade etmek mümkündür. 3.2.2.1.1. Ana Akım İslamcı Perspektif Çalışmanın ikinci bölümünde de gösterildiği gibi, ulus devletle ve milliyetçilikle kurdukları ilişkiden kaynaklı olarak, ırkçı olmamakla beraber, temelde Türkiye merkezli ve Türkiyeci bir tasavvura sahip olan ana akım İslamcılar, bu tasavvurun doğal bir yansıması olarak, Türkiye’nin üniter yapısının, yani bütünlüğünün korunması ve Kürt sorununun da bu üniter yapı korunarak çözülmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede, ana akım İslamcı isimler ve hareketler için ne Türkiye’nin federatif bir yapıya geçmesi ve özerk bir Kürt yönetiminin tesis edilmesi ne de bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, her şeyden önce Türkiye’nin bölünmesi anlamına geleceği için, zaten kabul edilebilir seçenekler değildir. Ayrıca, ana akım İslamcılara göre, her iki seçeneğin de pratikte uygulanabilir bir yanı olmadığı gibi, Kürt sorununu kalıcı bir çözüme kavuşturması da mümkün değildir. 182 Bu başlıkta, ana akım Türkiye İslamcılığının 1980 sonrası dönemde Kürt sorununun çözümü konusunda gündeme gelen federasyon-özerklik ve bağımsız bir Kürt devleti tartışmalarına ilişkin yaklaşımı, Milli Görüş hareketinin lideri Necmettin Erbakan’ın, Ömer Vehbi Hatipoğlu’nun, Fehmi Koru’nun ve Mehmet Metiner’nin düşüncelerne referansla ortaya konulacaktır. Bu isimler, meseleye ilişkin görüş beyan etmiş olmuş olmalarından dolayı tercih edilmiştir. İlerleyen satırlarda görüleceği gibi, bu isimlerin hepsi bölünme anlamına geleceği gerekçesiyle, bağımsız bir Kürt devleti kurulması fikrine karşı çıkmakta, Türkiye’nin mevcut üniter yapısının ve bütünlüğünün korunması, Kürt sorununun da bu üniter yapı ve bütünlük içerisinde çözülmesi gerektiğini düşünmektedir. Öte yandan, federasyon-özerklik fikrine yönelik görüş beyan eden Necmettin Erbakan ve Ömer Vehbi Hatipoğlu, Türkiye’nin federatif bir yapıya geçmesine ve bu yapı içerisinde bir Kürt özerk yönetiminin kurulmasına, yine Türkiye’nin bütünlüğünün korunması adına karşı çıkmaktadır. Bununla beraber, Hatipoğlu’nun hem federasyon-özerklik hem de bağımsız bir Kürt devleti kurulması seçeneklerinin, Türkiye’deki demografik dağılımdan dolayı, zaten pratikte uygulabilir olmadığını da ifade ettiği görülmektedir. Mesela Milli Görüş lideri Necmettin Erbakan, “‘federasyon’” ya da “‘ayrı devlet’” fikirlerine çok açık bir şekilde karşı çıkmakta ve bunların “Kürt meselesi” konusunda “fayda” ve “saadet” getirmeyeceğini, kesinlikle “çözüm” olmayacağını ifade etmektedir. Erbakan’a göre “çözüm, yeni milli devletler kurmak, yeni parçalar ihdas etmek değil, parçaları birleştirmek, yeni ve ırkçılığa dayanmayan, büyük bir bütüne doğru yol almaktır.” Ayrıca bu, İslam Birliği fikrinin gerçekleşmesi için de son derece önemlidir. Çünkü, “İslam Birliğinin kurulması görevi, Türkiye’nin öncülüğünü gerektirmekte” olup, “bu görevi yapacak bir Türkiye’nin ise küçülmüş, bölünmüş değil, bütün, sağlam ve güçlü bir Türkiye olması gerekir.” Dahası, “dış güçlerin oyununa aldanıp, onların planlarına hizmet ederek”, Türkiye’yi “bölmeye ve parçalamaya çalışmak”, yalnızca Türkiye’deki insanlara değil, aynı zamanda “yeryüzündeki bütün müslümanlara ve insanlığa en büyük kötülüğü yapmak” anlamına gelmektedir.171 171 Erbakan, Refah Partisi 4. Büyük Kongre Açış Konuşması, Ankara, 10 Ekim 1993, s. 38-40. 183 RP’li bir diğer isim Ömer Vehbi Hatipoğlu da federasyon veya bağımsız bir Kürt devletinin kurulması seçeneklerine açık bir şekilde karşı çıkmakta ve Türkiye’nin bütünlüğünün karunması gerektiğini savunmaktadır. Çünkü, Hatipoğlu’na göre “Kürt sorunu, toprakla ilişkili bir sorun değildir”, daha önce de ifade edildiği gibi, “sorun doğrudan doğruya o topraklar üzerinde uygulanan rejimle, bu rejimin karakteri, niteliği ve uygulanış biçimi ile ilgilidir.”172 Öte yandan, Hatipoğlu için, her iki seçenek de, Türkiye’deki Kürt nüfusun dağılımdan dolayı, zaten pratikte uygulanabilir değildir. Dolayısıyla, söz konusu seçenekler, soruna çözüm değil, aksine çözümsüzlük üretir. Buna göre, “Türkiye’nin Kürt orijinli nüfusunun üçte ikisi”, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin dışında yaşamaktadır. Bağımsız bir Kürt devleti kurulması halinde, “Türkiye’nin diğer bölgelerindeki milyonlarca Kürt, Türk vatandaşı olarak yaşamaya devam edecektir.” Dolayısıyla, “Türkiye’den toprak koparıp bu topraklar üzerinde bağımsız bir Kürt Devleti kurma arzu ve hedefi sorunu çözümsüzlüğe terketmenin ustalıklı bir manevrasından başka bir şey değildir.”173 Hatipoğlu, aynı gerekçe, federasyon seçeneği için de geçerli olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, “böyle bir Federasyon kurulsa bile diğer bölgelerdeki Kürtlerin nasıl bir muameleye tabi tutulacakları çözümsüz bir soru olarak gündemde durmaktadır.” Mesela, “hiçbir kuvvetin Mersin, Antalya, İstanbul veya Ankara’daki Kürt kökenli insanların kolundan tutup onları bu Federasyonun içinde yaşamaya zorlayamayacağı ortada iken, bu çözümü savunmanın mantığını yakalamak mümkün değildir.”174 Türkiye’nin bölünmesinin ve bağımsız bir Kürt devleti kurulmasının meselenin çözümüne hiçbir katkı sunmayacağını düşünene başka bir isim Fehmi Koru’dur. Koru’ya göre, “terörist bir örgüt” olan “PKK”, “Türkiye’nin güneydoğu ve doğusunda ırk esasına dayalı bir yönetim” kurmayı amaçlamaktadır.175 “İçi boş ‘Kürt’ ve ‘Kürtlük’ kavramlarından hareketle bölünmeyi” ve “Kürtler için bir ‘milli devlet’” isteyen “PKK’nın savunduğu, bir tür tersinden Kemalizm’dir.”176 Halbuki, “ayrılıkçılık” veya “bölünmek”, “‘milli çıkarları’ bakımından” Türkiye için de, “o 172 Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, s. 179. 173 A.e., s. 178. 174 A.e., s. 179. 175 Koru, Terör ve Güneydoğu Sorunu, s. 140. 176 A.e., s. 123. 184 bölgede yaşayan insanlar için de yarardan çok zarar getirecek bir gelişme” olup, yalnızca bu nedenden dolayı bile, “bölücü teröre teslim olmamak gerekir.”177 Yani, “ayrılık ve bölünme”, asla “bir kurtuluş değildir.”178 Mehmet Metiner de bağımsız bir Kürt devletinin meseleye çözüm getirmeyeceği görüşündedir. Metiner’e göre, “mevcut ulusal devlet” bu sorunu çözemeyeceği gibi, “bir başka ulusal devlet” soruna çözüm olamaz.179 Zaten, “aslında Kürtlerin taleplerinde ayrılıkçı, bölücü bir yan bulunmamakta” olup, sorunun çözümü “Türkiye’de üniter devletin sınırları içerisinde” mümkündür.180 Ana akım Türkiye İslamcılığının, Kürt sorununun çözümüne yönelik gündeme gelen bağımsız bir Kürt devleti kurulması ve federasyon-özerklik seçeneklerine kesin bir dille karşı çıktığı ve bu konuda benimsediği söylemin Türkiye’nin bütünlüğünün ve üniter yapısının korunması olduğu görülmektedir. Bu durumun büyük ölçüde ana akım İslamcılığın Türkiye merkezli tasavvuru ve milliyetçi eğilimleri ile ilişkili olduğunu ifade etmek mümkündür. Yani, Türkiye merkezli bir tasavvura ve milliyetçi eğilimlere sahip olan ana akım Türkiye İslamcılığı için, Türkiye’nin bölünmesi anlamına gelen her iki seçenek de doğal olarak kabul edilebilir değildir. Bir sonraki başlıkta radikal İslamcılığın meseleye ilişkin değerlendirmelerine yer verilecek ve ana akım İslamcılık ile benzerlikleri ve farklılıkları ele alıncaktır. 3.2.2.1.2. Radikal İslamcı Perspektif 1980 sonrası dönemde Türkiye’deki Radikal İslamcılar, daha önce ifade edildiği gibi, milliyetçiliğe ve ulus devlete kategorik bir karşı çıkış içinde olup, ümmet merkezli bir tasavvuru benimsemiştir. Bu tasavvurun bir yansıması olarak, radikal İslamcı isim ve hareketler, Kürt sorunun çözümüne ilişkin gündeme gelen bağımsız bir Kürt devleti fikrine, milliyetçi bir çözüm olması nedeniyle net bir şekilde karşı çıkmaktadır. Radikal İslamcılara göre, zaten Kürt sorununun kaynağı milliyetçiliktir, bu yüzden meseleye yönelik milliyetçi çözümler hiçbir şekilde kabul 177 A.e., s. 142. 178 A.e., s. 112. 179 Metiner, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 40. 180 A.e., s. 39. 185 edilemez. Bu açıdan, radikal İslamcıların bağımsız bir Kürt devleti fikrine karşı çıkışı, ana akım İslamcıların karşı çıkışından farklılaşmaktadır. Daha önce de ifade edildiği gibi, ana akım İslamcılar, temelde Türkiye merkezli bir tasavvura ve milliyetçi eğilimlere sahip oldukları için, bağımsız bir Kürt devleti fikrine Türkiye’nin bütünlüğünün korunması açısından karşı çıkmaktaydı. İlerleyen satırlarda da gösterileceği gibi, kategorik bir karşı çıkışın yansıması olarak, radikal İslamcıların, ulus devlet fikrine, yalnızca Kürtler için değil, Türkler, Araplar veya Farslar için de karşı çıktığını ifade etmek mümkündür. Bu başlıkta, Türkiye’deki radikal İslamcılığın federasyon-özerklik ve bağımsız bir Kürt devleti tartışmaları konusunda nasıl bir kanaate sahip olduğunu ortaya koymak için yer verilecek isimler Hamza Türkmen, Ali Bulaç, Burhan Kavuncu, Mehmet Pamak, M. İhsan Arslan, Ercüment Özkan, Seyfettin Mut, Zülfikar Eroğlu, Nurettin Şirin, Abdurrahman Arslan, Altan Tan’dır. İlerleyen satırlarda görüleceği gibi, ulus devlet ve milliyetçilik gibi yapı ve düşüncelere kategorik bir şekilde karşı çıkan bu isimlerin hepsi, milliyetçi bir çözüm yöntemi olduğu gerekçesiyle bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına da karşı çıkmaktadır. Bununla beraber, federasyon-özerklik seçeneği konusunda görüş beyan eden yalnızca iki isim olduğu ve bu isimler arasında ise farklılaşma olduğu görülmektedir. Mesela Hamza Türkmen, sonucu bir ulus devlet kurulmasına varacağı ve son kertede yine milliyetçi bir çözüm yolu olduğu gerekçesiyle, federasyon-özerklik fikrine karşı çıkmaktayken, M. İhsan Arslan, Türkiye’de eyalet sistemine geçilmesinin Kürt sorununun kısa vadedeki tek çözümü olduğunu düşünmektedir. Öte yandan, Arslan’ın Türkiye’de eyalet sistemine geçilmesi önerisi, meseleye ilişkin yalnızca kısa vadede benimsenmesi gereken bir çözüm yöntemi olup, Arslan da uzun vadede ümmetin birliği için mücadele edilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Hamza Türkmen’e göre, PKK, Kürtler için öncelikle “federal veya özerk statü” elde etmeyi, ardından da “ulus devlet” kurmayı amaçlamaktadır. Bu açıdan, “PKK Önderliğinin gittiği yol ‘Kemalizm’den farklı değildir.” Ayrıca, “PKK ‘neokemalist’ ve işbirlikçi bir tavırla Kürt halkı arasında ulusçuluğu yaygınlaştırmakta”, dahası, “ümmet bağına ve İslami değerlere ‘Dindarlar Birliği’, ‘Kürdistan İslami Hareketi’ gibi münafık teşekküllerle ciddi darbeler indirmeye çalışmaktadır.” Oysa, “bölgedeki ulus devletlerin ve ulusçu Kürt tepkisinin Kürt sorununa getireceği 186 çözüm, fıtri ve adil değildir.”181 Bu çerçevede, Kürt sorununun çözümü konusunda milliyetçi yaklaşımlara şiddetle karşı çıkan Türkmen’in Kürtlerin bağımsız bir ulus devlet kurması fikrine bakışı da aynı doğrultudadır. Buna göre, “Kürtlerin yaşadığı yer bir yurt, yöre, bölge, dâr olarak Kürdistan’dır.” Ancak bu, “bir ulus devlet tanımı içinde Kürdistan olmamalıdır.” Çünkü, “milliyetçilik, İslami kimliği bulandıran liberallik, sosyalistlik, laiklik gibi cahili duygu ve tavırlardan” olup “ulus kimliğin belirlediği bir Türkiyecilik nasıl bir milliyetçilik ise, Kürdistancılık da aynı cahiliyyedir.” Müslümanların “İslami vahdet anlayışına” ulaşması, “ulus sınırlar üreterek değil”, ancak “bu statüleri aşarak” mümkündür.182 Ali Bulaç, esasen, Kürt halkının kimliğinin tanınmasının ve kimlikle ilişkili haklarının verilmesini son derece önemli görmekle birlikte, bu konuda birkaç noktanın altını özellikle çizmektedir. Bulaç, bu mesele söz konusu olunca, “Kürt aydınları ve elitleri” tarafından Kürt halkının “etnik” kimliğinin ön plana çıkarıldığını ifade etmektedir. Oysa, “bir topluluğun etnik kimliği son tahlilde ontolojik materyalizm” olup, etnik kimliğin “üstüne oturan milliyetçilik ise –hangi türde ve konumda olursa olsun– bir topluluğun kendi kendine tapınması” anlamına gelmektedir. Bu yüzden, “etnik kimliğin ve milletin yüceltilmesini öngören milliyetçilik İslamî bakış açısından kabul edilemez.183 Buna paralel olarak, Bulaç bağımsız bir Kürt devleti fikrine de karşı çıkmaktadır. Bulaç’a göre, Kürt sorununun “milli devletle” çözülmesi mümkün değildir. Çünkü, “Kürtlerin yaşadığı sorunların kaynağında” zaten “milli devlet” bulunmaktadır. Dolayısıyla söz konusu sorunların “yeni bir milli devletle çözülebileceğini düşünmek yanlışın tekrarında ısrar etmek” anlamına gelir.184 Bulaç’a göre, Kürt halkı, İslam ümmetinin “vazgeçilemez” bir parçasıdır. Kürtlerin “kaderleri ve çıkarları, diğer müslümanların kaderlerine ve çıkarlarına bağlı” olup, “kurtuluşları da İslam’a bağlıdır.”185 181 Türkmen, “Kürt Sorunu’na Çözüm Arayışları ve İslami Tavır”, s. 46. Hamza Türkmen tarafından 1990-1993 yılları arasından yayınlanmış olan Dünya ve İslam dergisinde yer alan ve milliyetçiliğin Kürt sorununa çözüm olmayacağının ifade edildiği başka bir yazı için bkz.: İsmail Aksu, “Kürt Meselesi ve Ulusçuluk Üzerine”, Dünya ve İslam, No: 7, Yaz 1991, s. 11-22. 182 A.e., s. 50. 183 Bulaç, “Kürt Sorunu ile Kafkasya ve Balkanlardaki Etnik Çatışmaların Mukayesesi”, s. 36. 184 A.e., s. 36-37. 185 A.e., s. 38. 187 Burhan Kavuncu da milliyetçi çözümlere şiddetle karşı çıkmaktadır. Kavuncu’ya göre “Kürdistan’daki siyasal kutuplaşma laik TC ile laik PKK arasında” olup, “mazlum Kürt halkı” ise iki “zalim, ulusalcı ve laik” ateş arasında kalmıştır. “Kürt halkı ya TC’nin ırkçı, asimilasyoncu, inkarcı politikalarına boğun eğmek veya bunlara karşı direnişin bayrağını elinde tutan laik, komünist ve şovenist PKK’nın saflarında yer almak zorunda bırakılmıştır.”186 Oysa, Kavuncu için “zulmedenin etnik kimliğini, hatta insan olarak varlığını hedef alan ulusalcı anlayışlar, ‘kurtuluşçu’ olamazlar” 187 Mehmet Pamak için meseleye ilişkin gelinen noktada, “laik, solcu, PKK yanlısı” yayın organlarının, Müslümanların, Kürt sorunu konusunda içinde bulunduğu “zillet” durumundan kaynaklanan zaafından faydalanarak, “mazlum müslüman Kürd halkını ümmetten koparma propagandaları” yapması son derece vahimdir. Pamak’a göre, “bünyesinde potansiyel zulmü taşısa da mazlumiyet zemininde ve hak arayışı olarak gelişmeye çalıştığı” için, Kürt milliyetçiliğinin, “emperyalist ve zalim” Türk milliyetçiliğinden farklı olduğu “İslam adaletinin bir gereği” olarak ortaya konmalıdır.188 Buna karşın, Pamak için Kürt sorunu konusunda milliyetçi çözümler hiçbir şekilde kabul edilemez: “Hangi haklı gerekçeye veya tahrik ve baskıya dayanırsa dayansın, kavmiyetçiliğin her hal ve takdirde tehlikeli, zararlı ve insanı İslam dışına götürecek bir bela olarak görülmesi ve reddedilmesi gerekir.”189 Bu çerçevde, Pamak da, diğer tüm radikal İslamcı isimler gibi, bağımsız bir Kürt devleti kurulması fikrine karşı çıkmaktadır. Öte yandan, bu noktada benzer bir karşı çıkışın Müslümanlar tarafından Türkiye devletine de yapılması gerektiğini savunmaktadır. Buna göre, Kürt sorunuyla “yakından ilgilenip Kürd halkının meşru haklarının verilmesinden yana” tavır koymak, “bağımsız bir Kürd Devleti istemek” anlamına gelmemektedir. Zaten, “bir müslümanın ulus devletten yana olması ve bunun için faaliyet göstermesi mümkün değildir.” Kaldı ki, “bugün, PKK’nın bile çok açık olarak bağımsız bir ulus devleti arzuladığı söz konusu değilken, bir müslümanın akidesine rağmen böyle bir arzuyu taşıyabileceği endişesi son derece yersiz ve anlamsızdır.” Bununla birlikte, “tüm müslümanlar şunu iyi bilmelidirler ki, 186 Burhan Kavuncu, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 163. 187 A.e., s. 158. 188 Pamak, “Kürt Sorunu ve Müslümanlar (Özeleştiri)”, s. 280. 189 A.e., s. 280. 188 Kürdiye ulus devletine karşı oldukları kadar Türkiye ulus devletine de karşı olmaları akideleri gereğidir.”190 M. İhsan Arslan, diğer radikal İslamcı isimler benzer şekilde, ulus devlet fikrine kategorik olarak karşı çıktığı ve bunun İslam ümmetinin bölünmesinden başka bir anlam taşımayacağını düşündüğü için, bağımsız bir Kürt devleti fikrine de karşı çıkmaktadır. Buna göre, Kürt sorununun bağımsız Kürt devletinin kurulmasıyla çözüme kavuşacağı anlayışının, Müslümanlar açısından savunulabilir bir yanı bulunmamaktadır: “Savunduğumuz devlet ne ‘Kürd Ulus Devleti’ ne de ‘Türk Ulus Devleti’dir. Biz Müslümanların tezi kesinlikle ‘Ulus Devleti’ olmamalıdır… Bizler için devlet, nitelik olarak ana unsurlarını ideolojimizden (İslam’dan) alan devlet olmalı.”191 Bununla birlikte, Arslan, nihai ve ideal bir çözüm olmadığını düşünmekle birlikte, Kürt sorununun kısa vadedeki tek çözümünün aslında federasyon anlamına gelen eyalet sistemine geçiş ile mümkün olacağını düşünmektedir: Ve son olarak; Özal ile aynı öneride bulunmanın sıkıntısını duymakla birlikte, kısa vadede alınması gereken yegane önlemin (aynı zamanda yegane çözümün) Türkiye’nin tamamına uygulanacak yeni bir ‘Eyalet Sistemi’ olduğunu hatırlatmak istiyorum.”192 Ercüment Özkan da Kürt sorununun çözümü konusunda gündeme gelen milliyetçilik temelinde bağımsız bir Kürt devleti kurulması fikrine net bir şekilde karşı çıkmaktadır. Özkan’a göre, bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, hiçbir şeye çözüm olmayacağı gibi, aynı yanlışın tekrar edilmesi anlamına gelmektedir: “Kürdara azadî ne getirecek.. Türkara, Araba azadî ne getirdi ki Kürdara azadî ne getirebilir. Azadlığın (!) bir koca sıfırdan başka bir şey getirmediğini bölgenin insanı, müslümanları daha göremediyse, bütün kaybettiklerine rağmen bu gerçeği göremiyorsa işin temelinde bir yanlışlık bir duyarsızlık var demektir… Müslümanların Arnavut olanları, Arab olanları, Türk olanları millî devletlere sahib olmuşlar ve inkisara 190 A.e., s. 295. 191 M. İhsan Arslan, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 288. 192 A.e., s. 293. 189 uğramışlardır. Şu günkü gerçek bunun ifadesidir. Millî devlet olmada en sona kalmış ya da aynı yanlışı tekrar etmede en sona kalmış bir başka kavim de aynı yanlışı tekrar etmenin gayretini güdüyor ve düşünüyorsa Allah akıl versin demekten başka ne yapılabilir… Sizden evvelkilerin çukura düştüklerini gördüğünüz halde aynı çizgiyi takib ederek aynı çukura düşmenin, önce düşenlere nisbetle ayıbı iki kat olsa gerektir.”193 Özkan, “kavim isimleriyle anılan bir yeni devlet daha” kurmaya çalışmanın, “yanlış yollar” benimsenmesi anlamına geldiğini ifade etmekte ve Müslümanların “filan ırkın adını veya falan ırkın adını taşıyan değil, İslam’ın adını taşıyan devletten yan” olması gerektiği fikrini savunmaktadır. Özkan’a göre “Türkiye Cumhuriyeti’ne adını Müslümanlar vermemiştir.” Dolayısıyla, yapılması gereken “bu devleti İslam devleti haline getirme için çalışma” olmalıdır ve “bir ulus devlet daha çıkarmaya çalışmanın İslâm kitabında hiç mi hiç yeri yoktur.” Müslümanların “bütün özelliklerini İslam’dan alan devletlerinin, toplumlarının, düzenlerinin de adı elbette ki İslâm” olmalıdır.194 Seyfettin Mut için de Kürt sorununun “halklara da birer devlet kurdurtmakla” çözülmesi mümkün değildir. Çünkü “ulusçuluk, yeni bir halkı ulus yapmaya kalkarak değil, varolan ulus devlet yapılarının değiştirilmeye çalışılmasıyla” aşılabilir.195 Zülfikar (Ebubekir) Eroğlu da, Kürt sorununun milliyetçilik temelinde çözümü mümkün olmadığını ve bu açıdan “Kürt kurtuluş hareketi” sorgulanmaya muhtaç olduğunu ifade etmektedir. Çünkü bu hareketin liderlerinin anlayışları “tevhidi özden ve bilinçten” uzaktır.196 Nurettin Şirin, bugüne kadar “çok yönlü faşist ve militarist baskı ve zulüm” altında kalan, “en doğal insani haklarından bile mahrum” bırakılan ve “şerefi” ve “kültürel kimliği” çiğnenen Kürt halkının içinde bulunduğu “bu durumun ortadan kaldırılıp bu halkın hür ve adil bir ortamda insanca bir hayata kavuşması için tüm Müslümanların mücahede içinde bulunmaları” gerektiğini ifade etmekte ve bu 193 Özkan, “Kürdistan mı Kuruluyor Yoksa!”, s. 7. 194 Özkan, “İslam ve İnsanlar”, s. 223. 195 Mut, “Kürt Sorunu: Hala Vakit Var”, s. 15. 196 Eroğlu, “Coğrafya, İslâm ve Kürtler (3)”, s. 24. 190 duruma karşı sessiz kalmayı “İslam dışı bir tutum olarak” değerlendirmektedir.197 Bununla birlikte, Şirin’e göre, Kürt sorununun çözümü Kürtlerin bağımsız bir devletinin olması ile mümkün değildir. Çünkü zaten, İslam dünyasındaki mevcut olan “ulusal sınırlar, İslam açısından gayrı meşrudur ve elbette ortadan kaldırılmalıdır.” Dahası, “müslümanlar için İslam ümmeti birdir; İslam vatanı, İslam ülkesi ve müslümanların siyasi önderliği de bir olur.”198 Dolayısıyla, “İslam’ın ilkeleri kavim eksenli devletleri, vatanları değil, ümmet eksenli devlet ve vatanı” öngördüğü için, “Kürtlere mahsus bir devlet iddiasında bulunmak” da, “Kürtlerin gerçek kurtuluşunun önünde bir engel ve tehlike” oluşturur. Öte yandan, bu yalnızca Kürtler için geçerli bir durum değildir. Ulus devletin, “Türklere mahsus”, “Araplara mahsus” veya “Farslara mahsus” olması da, aynı şekilde, gerçek yani İslami kurtuluşun önünde engel ve tehlikedir.199 Abdurrahman Arslan, Kürt halkının kültürel haklarının tanınmasını gerektiğini ifade etmekle birlikte, Kürt sorununun “bu tür kavramlarla” çözülebileceğine inanmadığını da dile getirmektedir. Çünkü, daha önce ifade edildiği gibi, kültürel talep meselesine kuşkuyla ve eleştirel bir şekilde yaklaşan Arslan, bu tür taleplerin ulaşacağı “nihai” noktanın, “modern dönemlerin kaçınılmaz sonucu olarak” bir “ulus devlet” talebi olacağının altını çizmektedir.200 Oysa, Arslan’a göre, Kürt sorununun çözümü ulus devlet zemininde aranmamalıdır. Çünkü, “ulus devlet” bugünlerde “yoğun bir tartışma altındadır” ve “İslam’ın ulus devlet, ırkçı devlet anlayışına karşı” olması bir yana, “sadece postmodern dedikleri zemin içinde bile ulus devletin yaşama şansı yoktur.” Bu yüzden, “geleceğin yeni bir toplumsal modelini düşünmek durumunda olan” Müslümanların “bir ulus devlet gibi” örgütlenmemesi gerekmektedir. Aksine, “nihai hedefi” bir “ümmet olma”, bir “ümmet oluşturmak” olan Müslümanlar, “ulus devletin” hem “kavramsal modelini” hem de “örgütlenme biçimini” reddetmelidir.201 Altan Tan’a göre, “PKK”, “özünde Marksist olmakla beraber”, “1984 yılından sonra”, önceliğini “Ulusalcı söyleme” vermiştir. Bu çerçevede, “temelde 197 Nurettin Şirin, “Siyasi İlhad ve İnhiraf Arasında Kürdistan ve İslami Kurtuluş”, Tevhid, No: 9, Eylül 1990, s. 26. 198 Şirin, “Kürt Sorununun Çözümünde İslamilik ve Tutarlı Tavır Üzerine..”, s. 346. 199 Şirin, “Siyasi İlhad ve İnhiraf Arasında Kürdistan ve İslami Kurtuluş”, s. 25-26. 200 Abdurrahman Arslan, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür, İstanbul, Nûbihar Yayınları, 1996, s. 89-90. 201 A.e., s. 90-91. 191 batıcı ve materyalist olan ulusalcılık gereği”, bir yandan, “yüzyıllardır aşiretler halinde dağınık olarak yaşayan Kürtleri bir ulus haline getirme faaliyetleri”, buna paralel olarak, “feodal yapının çözülmesi ve tasfiyesi çalışmaları” ve “geleneksel dini yapının ilk etapta kontrolü”, daha sonra ise “silinmesi çalışmaları” hızlandırılmıştır. Bu açıdan, “dikkatli bir gözle bakıldığında, TC’nin kurucusu Kemalistler’in 1923 öncesi ve sonrasındaki taktik ve davranışları” ile “PKK’nin stratejisi arasında büyük benzerlikler” olduğu görülmektedir. Yani, “Abdullah Öcalan adeta Kürtlerin Mustafa Kemal’i olmak istemektedir.” Dolayısıyla, “özünde İslami dinamiklerin çok güçlü olduğu Kürt halkı”, ilk etapta “ulusal talepler çerçevesinde toparlanmak” ve “İslam’dan soyutlandıktan sonra da Batı kültür ve ahlak sistemine entegre edilmek istenmektedir.”202 Tan’a göre “mesele sadece Kürt sorunuyla sınırlı” olmayıp, sorun “İslam coğrafyası, ümmet coğrafyasıdır.” Bu çerçevede de “mevcut tüm ulus devletler”, Tan için “gayri meşrudur.”203 Kürt sorununun çözümü konusunda gündeme gelen bağımsız bir Kürt devleti kurulması fikrine ilişkin yapılan değrlendirmelerde, Türkiye’deki radikal İslamcılığın da bu seçeneğe kesin bir dille karşı çıktığı ve bu konuda ana akım İslamcılık ile örtüştüğü görülmektedir. Ancak, son kertede ana akım İslamcılık ile aynı görüşü paylaşmasına rağmen, bu meseleye ilişkin radikal İslamcılığı ana akım İslamcılıktan ayıran önemli bir husus olduğu dikkat çekmektedir. Bu dikkat çekici husus, radikal İslamcılığın bağımsız bir Kürt devleti fikrine karşı çıkış gerekçesidir. Radikal İslamcılar, bağımsız bir Kürt devleti fikrine, milliyetçi bir çözüm olduğu gerekçesiyle karşı çıkmaktadır, çünkü radikal İslamcılara göre Kürt sorununun kaynağı zaten milliyetçiliktir. Oysa, ana akım İslamcılık bu fikre, Türk milliyetçiliği ile kurduğu benimseme ilişkisinden ve Türkiye merkezli bir tasavvura sahip olduğundan dolayı karşı çıkmaktaydı. Bağımsız bir Kürt devleti kurulması fikrine karşı çıkışlarının gerekçeleri arasında belirginleşen bu ayrışmanın, her iki tip İslamcılığın ulus devlet ve milliyetçilik gibi yapı ve düşüncelerle kurduğu ilişki biçimleri arasındaki farklılaşmadan kaynaklandığını ifade etmek mümkündür. Öte yandan Türkiye’deki radikal İslamcılığın federasyon-özerklik fikrine ilişkin yaklaşımının da ana akım İslamcılıkla belirli benzerlikler ve farklılıklar 202 Tan, “Güneydoğu’daki Olaylar, Kürt Sorunu, TC, PKK ve Müslümanlar”, s. 72. 203 Tan, Kürd Soruşturması, s. 131-132. 192 içerdiği görülmektedir. Mesela, Türkiye’nin federatif bir yapıya geçmesi ve özerk bir Kürt yönetiminin kurulması seçeneğine ilişkin görüş ifade eden iki isimden biri olan Hamza Türkmen, ana akım çizgideki İslamcı isimler gibi, bu seçeneğe karşı çıkmakla beraber, karşı çıkışının gerekçesi konusunda yine ana akım İslamcılıktan ayrılmaktadır. Çünkü Türkmen’e göre Kürt sorununun çözümü konusunda federayson-özerklik seçeneğinin uygulanmaya konması, bağımsız bir Kürt devleti kurulması ile sonuçlanacaktır ve bu da milliyetçi bir çözümdür. Buna karşın, M. İhsan Arslan ise Türkiye’nin eyalet sistemine geçmesinin Kürt sorununa kısa vadede çözüm getireceğini ve bunun milliyetçi bir çözüm olmadığını düşünmektedir. Arslan’ın bu konuda ana akım İslamcı çizgi için kabul edilemez olan bir seçeneği dile getirdiği görülmektedir. Bir sonraki başlıkta, Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt kimliğinin tanınması, Kürt halkının sosyo-kültürel hakları ve Kürt sorununun nihai çözümü tartışmalarına ilişkin yaklaşımları ele alıncaktır. 3.2.2.2. Kürt Kimliğinin Tanınması, Kürt Halkının SosyoKültürel Hakları ve Nihai Çözüm Tartışmaları Bir önceki başlık kapsamında Türkiye İslamcılığının Kürt sorununun çözümüne ilişkin aslında neyi istemediği gösterilmiştir. Bu başlık altında ise her iki tip İslamcılığın 1980 sonrası dönemde Kürt sorunu konusunda hangi somut adımların atılabileceği, dahası, nihai ve kalıcı çözümün nasıl sağlanabileceği meselesi karşılaştırmalı olarak ele alıncaktır. Bu çerçevede, 1980 sonrası dönemde Kürt sorununun çözümüne ilişkin gündeme gelen ve özellikle 1990’lı yıllar boyunca en çok tartışılan meselelerin başında Kürt kimliğinin tanınması ve bu doğrultuda da Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının anayasal güvence altına alınması gelmektedir. İlerleyen alt başlıklarda gösterileceği gibi, devlet tarafından bu meseleye ilişkin somut adımların atılması, aslında her iki tip İslamcı isim ve hareketlerin başlıca talepleri arasında yer almıştır. Bununla birlikte, yine her iki tip İslamcılığın ayrıldığı temel husus ise sorunun nihai ve kalıcı çözümüdür. İlerleyen başlıklarda gösterileceği gibi, ana akım İslamcılık, genel itibariyle, meselenin, Türkiye’deki kurulu düzenin revize edilerek İslam kardeşliği çerçevesinde bir çözüme kavuşturulması gerektiğini öne sürmekle birlikte, bunun aynı zamanda 193 Türkiye’nin üniter yapısını ve bütünlüğünü koruyacak, yani son kertede Türkiyeci bir çözüm olması gerektiğini de savunmuştur. Buna karşın, radikal İslamcılık, sorunun nihai ve kalıcı bir çözüme kavuşması için, milliyetçiliğe dayalı mevcut ulus devletler sisteminin yerine, İslam ümmetine mensup her kavmin kendi kimliğini koruyabileceği bir birlik modelinin benimsenmesi, yani İttihad-ı İslam’ın tesis edilmesi gerektiğini savunmaktadır. 3.2.2.2.1. Ana Akım İslamcı Perspektif Ana akım İslamcı isim ve hareketlerin, 1980 sonrası dönemde meselenin çözümüne ilişkin yürütülen tartışmalarda, genel itibariyle Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınmasını gerektiğini savunduklarını ifade etmek mümkün olmakla birlikte, sorunun nihai ve kalıcı çözümünü Türkiye’deki kurulu düzenin revize edilmesine endeksledikleri görülmektedir. Buna göre, ana akım İslamcılar için, daha önce de ifade edildiği gibi, Türkiye’deki birçok sorunun temel kaynağı müesses nizam ve resmi ideoloji olduğu için, söz konusu sorunların çözümü için de esas yapılması gereken kurulu düzenin revize edilmesi ve resmi ideolojinin değişmesidir. Bu noktadan hareketle de, ana akım İslamcılara göre, Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümünün sağlanması için, Türkiye’nin üniter yapısı ve bütünlüğü mutlaka korunmalı, bununla beraber, resmi ideolojinin İslam’ı dışlayan anlayışı terk edilerek İslam yeniden devreye sokulmalı, dahası, Türkleri ve Kürtleri, eskiden olduğu gibi birarada tutan, İslam kardeşliği esasına dayalı bir yapılanmaya gidilmelidir. Bunun gerçekleşmesi halinde, zaten, Kürtler başta olmak üzere, hiçbir etnik grup soso-kültürel haklarından mahrum kalmayacaktır. Bu yaklaşımın, meseleye ilişkin görüş beyan eden ana akım İslamcı isimlerin hepsinde görüldüğünü ifade etmek mümkündür. Bu başlıkta, ana akım Türkiye İslamcılığının Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınması, bunların yanı sıra, meselenin nihai çözümü meselesine yaklaşımını ortaya koymak için öncelikle Milli Görüş hareketinin ve Ömer Vehbi Hatipoğlu’nun görüşlerine yer verilecektir. Ardından, meseleye ilişkin düşüncelerine yer verilecek isimler Fehmi Koru, Rasim Özdenören, Yusuf Kaplan, Abdurrahman Dilipak, Mehmet Metiner ve Ahmet Taşgetiren’dir. 194 Milli Görüş hareketi, ortaya çıktığından beri, bir yandan İslami söylemi ön planda tutarken, diğer yandan sistem içerisinde kalıp marjinalleşmemek için büyük gayret göstermiştir. Bu çerçevede, hareketin Kürt sorununa yaklaşımının, aslında tam anlamıyla Türkiye siyasetindeki tavrına paralel bir seyir izlediği görülmektedir. Hareket, her ne kadar milliyetçilikten tam anlamıyla uzaklaşmamış olsa da, hiçbir zaman ırkçı anlamda bir milliyetçi söyleme sahip olmamış, aksine söylemini İslam kardeşliği üzerine inşa etmeye ve ümmetçi bir dil kullanmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda, hareket, her zaman Kürt nüfusun ağırlıkta olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri ile olumlu ilişkiler kurmuş ve bu bölgeler en başından itibaren Milli Görüş partilerinin yüksek oy aldığı yerler olmuştur. Buna karşın, Kürt sorunu, daha önce de ifade edildiği gibi, Milli Görüş partileri tarafından uzun süre etnopolitik boyutuyla ele alınmamış, daha çok bir ekonomik geri kalmışlık meselesi şeklinde değerlendirilmiştir. Öte yandan, ne 1980 öncesi MNP’nin ve MSP’nin ne de 1980 sonrası RP’nin parti programında doğrudan yer alan meselenin nihai ve kalıcı çözümü, ilerleyen satırlarda gösterielceği gibi, sorunun etno-politik boyutuyla kabul edilmesinden sonra dahi, hareketin temel hedefi olan milli kalkınma hamlesinin gerçekleştirilmesine ve adil düzenin tüm Türkiye’de tam anlamıyla tesis edilmesine endekslenmiştir. 18 Aralık 1991 tarihli Kürt sorunu raporuyla, daha önce de ifade edildiği gibi, Kürt sorunu konusunda yeni bir sayfa açan RP, bu yeni dönemde Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt halkının kültürel haklarının verilmesi gerektiğini savunmuştur. Raporda bu durum net bir şekilde belirtilmiştir: “Türkiye’de Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt kültürünün geliştirilmesi için engelleyici tüm yasaların kaldırılması gerektiğini, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürtçenin öğrenilmesi ve öğretilmesi için yasal imkânların hazırlanması gerektiğini, bütün bu hakların Türkiye’de yaşayan diğer halklara da –Laz, Çerkez, Gürcü, Arap vs.– tanınması gerektiğini, bu çerçevede Türkiye’nin kültürel bir çoğulculuğa sahip olması gerektiğini savunmak. Türkiye’de dileyen herkesin kendi ana dilinde eğitim-öğretim yapabilmesini, kitle iletişim araçlarından yararlanmasını savunmak.”204 204 Çakır, Ne Şeriat Ne Demokrasi, s. 153-154. 195 Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt halkının kültürel haklarının verilmesi meselesi genel başkan Necmettin Erbakan tarafından da dillendirilmiştir. Erbakan’a göre, Kürt halkının “tabii hakları” bulunmaktadır. Kürtlerin “kendi dilleriyle konuşmaları, medyayı kullanmaları, eğitim yapmaları onların tabii hakları” olup, Kürtler “zaten tarih boyunca bu haklarını kullanmışlardır.” Bu noktaya gelinene kadar yaşanılan tecrübeler, “bu önemli problemin şiddet ve terörle, ya da zoraki asimilasyon politikalarıyla çözülemeyeceğini göstermiş”, devam etmekte olan “şiddet ve terör bölgenin beşeri, iktisadi ve sosyal hayatını” çökertmiştir. Oysa, “kardeşler arasında tesis edilecek hukuki eşitlik ve işbirliği”, hem “Kürt meselesinde tatminkar bir çözüm” getirecek hem de “bölgenin iktisadi, beşeri ve sosyal entegrasyonu yolunda da önemli bir adım” oluşturacaktır.205 Bu çerçevede, Erbakan, göre, “Kürt meselesi için her çözüm şekli konuşulabilir ve tartışılabilir”, çünkü zaten, “meselenin içinden çıkılmaz hale gelmesinin sebeplerinden biri, bu konunun bir tabu gibi her türlü tartışmanın dışında tutulmasıdır.” Bununla birlikte, her şeyden önce, “teklif edilecek herhangi bir çözüm bölgenin tarihi ve sosyal gerçeklerine uygun olmalıdır.”206 Erbakan için söz konusu gerçeklerin başında İslam gelmektedir: “Tarihten de biliyoruz ki Kürtler’in de bir parçası olduğu bölgemiz büyük devletler ve imparatorluklar tarafından idare edilmiştir. Şüphesiz Kürtler de bu bölgenin, İslam coğrafyası ve İslam dünyasının şerefli bir kavmi ve parçasıdırlar. Elitlerinden bir bölümü, Avrupa, Amerika veya başka bir güce eğilim gösterseler bile, Kürt halkının kalbi İslam dünyasında atar. Bundan hareketle bölgesel her çözüm, İslam faktörünü gözönüne almadan tasarlanamaz ve yaşama şansı bulamaz.”207 Erbakan, son kertede Kürt sorununun kesin çözümünü Adil Düzen’in tesis edilmesine endekslemektedir. Buna göre, Türkiye’deki tüm insanları “birbirinin şerefli kardeşi sayan ve herkese insan hakkı, hatta inancına uygun hukuk sistemi seçme hakkı veren Adil Düzen’i medeni insanlar olarak, kan dökmeden, barış yoluyla, elbirliğiyle kurmak meselenin ana unsurudur.” Çünkü, “Adil Düzen kurulduğunda, bütün ülke fertlerinin, insan hakları ve saadetleri teminat altına 205 Erbakan, Refah Partisi 4. Büyük Kongre Açış Konuşması, Ankara, 10 Ekim 1993, s. 38. 206 A.e., s. 37-38. 207 A.e., s. 38. 196 alınmış olacak, ezen ve ezilen düzeni ortadan kalkacak”, dolayısıyla, “ülkedeki herkesin ve bu meyanda müslümanların dini inançları ve inancına uygun yaşama hakları teessüs edecek.” Bu çerçevede de, “ülke birliği kesinlikle teminat altına alındıktan sonra, ülke evlatları arasında ırk ayrımı yapılmadan muhabbet ve kardeşlik bağları teşkil edildikten sonra ve ülkede Adil Düzen kurulduktan sonra, herkesin dilediği dilde konuşması, dilediği dilde yayın yapması, eğitim yapması en tabii hakkıdır.”208 Ömer Vehbi Hatipoğlu, Kürt sorununun, “doğrudan doğruya o topraklar üzerinde uygulanan rejimle, bu rejimin karakteri, niteliği ve uygulanış biçimi ile ilgili” olduğunu ifade etmektedir.209 Bu yüzden, Hatipoğlu’na göre Kürt sorununun “ciddi ve kalıcı bir çözüme ulaştırılabilmesinin ilk temel şartı, mevcut rejimin ciddi bir sorgulanmaya tabi tutulmasıdır.” Çünkü, “bu rejim tüm kurum ve kuruluşlarıyla sorgulanmadan; adil, eşit ve hakça bir düzen kurulmadan Kürt sorununun çözülebileceğini iddia etmek mümkün değildir.”210 Bununla birlikte, Hatipoğlu, her ne kadar tek başına “bir çözüm olarak” sunulmasının “yalnızca bir aldatmaca olduğunu” vurgulasa da, “herşeyden önce, Türkiye’de yaşayan herkesin her türlü demokratik, kültürel ve sosyal haklarından en geniş biçimde yararlanması” ve “kendi kimliği ile özgürce varlığını sürdürebilme” imkanına sahip olması gerektiğine inandığını ifade etmektdir.211 Bu çerçevede, Hatipoğlu’na göre, çok daha geniş kapsamlı olması gereken bir çözüm kapsamında, “Türkiye’de yaşayan diğer tüm etnik gruplar” için de geçerli olacak şekilde, “Kürtlerin her türlü kültürel, sosyal ve siyasal hakları kabul edilmeli ve bu hakların kullanımı önündeki yasal engeller kaldırılmalıdır.”212 Öte yandan, Hatipoğlu da, meselenin nihai olarak “Adil, Onurlu, Gönüllü, Kardeşçe Birlik” esasına dayalı “İslami Çözüm” ile halledilebileceğini savunmaktadır. Hatipoğlu için “çözüm ümmet şuurundadır.” Çünkü, Hatipoğlu’na göre “ümmet şuuru müslüman halkların ittihadını gerektirir” ve “ittihad” da bu halkların varlıklarının ve haklarının kabulü”, ayrıca “eşit statüdeki farklı unsurlardan 208 A.e., s. 40-41. 209 Hatipoğlu, Bir Başka Açıdan Kürt Sorunu, s. 179. 210 A.e., s. 181. 211 A.e., s. 180. 212 A.e., s. 183. Hatipoğlu’nun Kürt sorununa ilişkin önerdiği geniş kapsamlı çözümler için bkz.: A.e., s. 182-185. 197 bir amaç uğruna birlik oluşturulması” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, “ittihadın olması için bu ittihadı oluşturacak olan halkların her birinin varlıkları kabul edilecek ve kendi kimliklerini koruma hakkına sahip oldukları da peşinen güvence altına alınacaktır.” Yani, “ümmet şuuru ve ittihad, ümmeti oluşturan halkların asimilasyonunu reddeder.”213 Bu çerçevede de, “her ırka ayrı bir devlet ilkesini esas alan ulusal devlet anlayışı yerine, ırkları bir arada, birlikte, barış içinde yaşatabilecek bir ortak değer, bir ortak payda etrafında birleştiren anlayışı ikame etmek, alternatifsiz bir seçenek olarak orta yerde durmaktadır.”214 Hatipoğlu’na göre, “hangi ırka mensup olursa olsun, bütün müslüman halklar birleşmeli ve kelimenin gerçek anlamıyla bağımsız onurlu, islamın izzet ve şerefini temsil edebilen, insan temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir siyasi otoritenin üyeleri olmalıdırlar.”215 Bununla birlikte, Hatipoğlu, bu noktada “gözardı edilmemesi gereken” önemli bir hususa dikkat çekmeketedir. Bu husus, “devletin ulusal niteliği ile üniter yapısının birbirinden tamamen farklı iki konu olduğu gerçeğidir.” Çünkü, “ulusal devlet anlayışının geçersizliğinin kabulü, üniter yapının tartışılmasını zorunlu kılmaz.”216 Fehmi Koru, Türkiye’de esas yapılması gerekenin, “sistemi”, insanları “bir arada tutacak biçimde, onlara lâyık, baskıcı olmayan, şefkatli ve inançlara dayalı bir hâle getirmek” olduğunu ifade etmektedir.217 Bu çerçevede, Koru’ya göre, “devlet 1930’larda üzerine geçirilmiş deli gömleğini yırtarak atmalı ve ülkenin doğusu ve batısında herkesin inanç, ifade, yaşama özgürlüklerinden sonuna kadar yararlanmasını sağlamalıdır.”218 Türkiye’nin “bir ve bütünlük içinde, insanlarının mutlu ve onurlu olarak, gelecek yüzyıla çıkması”, ancak ve ancak “sistemi baştan ayağa değiştirecek radikal adımlar atılması” ile mümkündür.219 Kürt sorunu da bu şekilde ele alınıp, “ülkenin her köşesi, her ırktan vatandaşların mutlu yaşayacağı bir hale getirilmedikçe, PKK’nın köküne kibrit suyu dökülse, APO kazığa oturtulsa da sıkıntı ortadan kalkmayacaktır.”220 Yani, Türkiye’nin, “ırka dayalı üstünlük tanıyan 213 A.e., s. 181-182. 214 Ömer Vehbi Hatipoğlu, “Sorgulanan ‘Ulus Devlet’ Anlayışı, Panel, No: 39, Haziran 1992, s. 5. 215 A.e., s. 5. 216 A.e., s. 4-5. 217 Koru, Terör ve Güneydoğu Sorunu, s. 112. 218 A.e., s. 153. 219 A.e., s. 9. 220 A.e., s. 225. 198 ‘Kemalist’ yapısını” yenilemesi ve “bütünlüğünü koruyacak bir yeni formül” bulması gerekmektedir.221 Koru için bu formül İslam’dır: “Güneydoğu Anadolu’da yaşayan insanlarımızın ‘bizim’ olmaya devamını sağlayacak sihirli formül, 1071 tarihinden beri birlik ve beraberliği sembolü olan inanç esaslarıdır. İslam’ın ırklar üstü yaklaşımı, kaynaştırıcı özelliği, bölgede yaşayan ve kendilerini farklı ırktan gören insanların asırlar boyu barış ve huzur içerisinde yaşamalarını mümkün kılmıştır. Çözüm, yeniden aynı sihirli formüle sarılmaktan geçmektedir. Hem de samimi olarak ve çifte standart uygulamadan…”222 Bu doğrultuda, Koru’ya göre “Türkiye’yi doğusu ve batısıyla bir bütün halinde tutmak isteyenler, birlik ve beraberliğin tek sağlayıcısı olan İslâm’ı dikkate almak zorundadırlar.”223 Çünkü, “birlik ve beraberliği, İslâm’ı devre dışı bırakarak, sağlamak mümkün olamıyor” ve geçmişte “600 yıl birarada yaşamış olan unsurlar, o olmaksızın, darmadağın hale geliyor.”224 Dolayısıyla, “devlet, ülkenin doğusunda yaşayan insanlara karşı uyguladığı politikasını mutlaka gözden geçirmeli” ve somut adımlar atmalıdır. Öncelikle, “Türkiye’nin her tarafında”, “İslam’ın yeniden ‘tutkal’ haline gelebileceği özgür bir ortam” oluşturulmalı, “inanan insanlar, inanç esaslarını rahatlıkla savunabilmeli” ve dahası “doğusu ve batısıyla tüm ülke Allah’ın ipine sarılmaya dâvet edilebilmelidir.”225 Koru’ya göre, sorunun çözümü için Türkiye’deki mevcut “‘vatandaşlık’ kavramını Osmanlı tipi bir İslamî yaklaşımla tâdil etmek”, bunu gerçekleştirirken de, “değişimi engelleyici anayasa maddelerini” ve anayasada “madde olarak” yer alan “çağdışı ‘ilkeleri’ terketmek” gerekmektedir.226 Öte yandan, “terör ve bölge sorunu” arasındaki ayrımın net bir şekilde yapılmalıdır, çünkü, “insanların doğuştan kazanılmış hakları devlet tarafından gaspedilemez.” Bu çerçevede, “devletin, dile, kültürün farklı renklerine, dinî gereklere uygun yaşayışa müdahalesi, kundaktaki bebeye bile ‘potansiyel suçlu’ olarak bakması” son derece “yanlış” olup, “bu yanlış 221 A.e., s. 124. 222 A.e., s. 165. 223 A.e., s. 130. 224 A.e., s. 161. 225 A.e., s. 162. 226 A.e., s. 138. 199 derhal terkedilmelidir.”227 Bunun yanı sıra, “kültürel asimilasyonu hedefleyen çalışmalar” kapsamında “GAP televizyonunun programları, devlet tarafından düzenlenen şölen ve haftalar” gibi son derece “vahim” olan “yanlışlıklar” bulunmaktadır. Ciddi “tepkilere” neden olan “böyle saçmalıklardan vazgeçilmelidir.” “PKK terörü” karşısında “askeri ön planda tutan tedbirler”, hem “yetersiz kalmakta” hem de “orduyu yıpratmakta” olduğu için, “asker bölgeden çekilmeli”, onun yerine “İçişleri Bakanlığı’na bağlı güçlendirilmiş özel birlikler (jandarma ve polis) asayişi, halkı rahatsız etmeyecek biçimde, sağlamalıdır.” Yani, “devlet vatandaşından, vatandaş devletten korkmamalıdır.”228 Rasim Özdenören, şiddete başvurarak Kürt sorununa köklü ve kalıcı çözüm üretilmesinin mümkün olmadığını ifade etmektedir: “Olay bu güne mahsus değil. Olay son on yılın olayı da değil. Cumhuriyetin başlangıç yıllarından günümüze kadar, farklı niteliklerde, farklı boyutlarda hatta farklı mahiyetlerde olsa da Kürt sorunu hep yaşanmıştır. Eğer geçmişte silahla, cebirle bastırılan bu olayların çaresi gerçekten baskıyla, cebirle bulunmuş olsaydı günümüzde böyle bir problemle karşı karşıya gelmiş olunmayacaktı. Gördüğüm kadarıyla şimdiki temayül de olaya şiddet kullanarak gitmeyi öngörüyor. Bunun doğru olduğu yerler olabilir. Fakat Kürt sorunu doğru ve sağlıklı teşhis edilmedikçe bu tür şiddet tedbirleri palyatif olmaktan öteye gidemez… Dün belki sivil ve demokratik tedbirlerle başa çıkılabilecek olan olay giderek silahla da başa çıkılamayacak bir mahiyete dönüşüyor. Dün belki PKK ile kürt sorununu ayırmak ve buna göre tedbirler üretmek daha kolaydı. Bu ayrımın giderek zorlaştığı kanaatini taşıyorum.”229 Özdenören’e göre, “olaya müslümanca bir perspektiften bakılırsa Kürt realitesini tanımanın” ve bu tanımanın “Kürt dilinin serbest bırakılması, yayın ve benzeri hakların verilmesi” gibi “gereklerini yerine getirmenin çok da zor olmadığı görülür.”230 Buna karşın, gelinen noktada, “bu coğrafya üzerinde kurulu rejim” tarafından Kürt halkının “kültürel kimliğinin, kavminin, lisanının ve buna bağlı olarak diğer sosyal, siyasal haklarının inkâr edildiği” görülmektedir. Mesele, bu yönüyle, “kavmiyetçilik boyutunu aşmakta ve Müslümanların sahiplenmesi gereken 227 A.e., s. 157. 228 A.e., s. 162-163. 229 Rasim Özdenören, “Önce Doğru Teşhis”. 230 A.e., 200 bir zemin üzerine oturmaktadır.” Çünkü, eğer Müslümanlar soruna “bu İslamî ve insanî cephesiyle sahip çıkmazlarsa”, meseleyi “emperyalizmin istismarına terketmiş olacaklardır.”231 Bu çerçevede, “Kürtçülük” olarak adlandırılan mesele, her ne kadar “diğer kavimlere telkin edilen milliyetçilik duyguları gibi kökende Batı emperyalizmi tarafından üretilmiş olsa bile”, “bu mahiyetinden çıkartılıp kendi asıl zeminine”, yani “İslamî zemine oturtulmalı” ve meseleye “bu zemin üzerinde” çözüm aranmalıdır. Ayrıca, “Avrupa ülkelerinin veya ABD’nin Kürtlere insan hakları adında arka çıkıyor görünmeleri sahtekarlık” olup, bu güçleri “motive eden güdü bir yandan iktisadî çıkarları, bir yandan da Haçlı zihniyeti şekline tezahür eden dini gayretleridir.” Oysa, “Kürt meselesi ile bu ülkede yaşayan Türklerin, dahası tüm Müslümanların meselesi ortaktır” ve bu da “İslâm konusudur.” Yani, aslında sorunun çözümü “bu topraklar üzerinde yaşayan insanların elinde” bulunmaktadır. Sorunun “başkalarına ihale edilmesinin” hem “yanlış” ve hem de “vebali” olduğunun anlaşılması gerekmektedir. Bu perspektif doğrultusunda, “Orta Doğu coğrafyasında yaşayan müslümanların” yapması gereken, “İslâmî bilince sahip çıkmaları” ve kendi aralarında “müslümanca bir siyaseti yürürlüğe koyabilecek bir ortamın açılmasını sağlamak olmalıdır.”232 Yusuf Kaplan, esasen, “insanın kendi anadiliyle konuşmasından, okumasından, yazmasından, eğitim görmesinden daha doğal bir şey” olamayacağını ve bunun “tartışma götürmez bir gerçek” olduğunu ifade etmektedir. Buna karşın, Kaplan’a göre “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sorunu, salt Kürtçe TV ve eğitim veya ‘Kürt sorunu’na indirgemek”, hatta bunun da ötesinde, “Türkiye’nin AB üyeliği sorununu da salt bu meseleye kilitlemek son derece yanlış, yanıltıcı ve tehlikelidir.” Çünkü, daha önce de ifade edildiği gibi, Kaplan’a göre, Türkiye’nin esas sorunu “insan hakları, özgürlükleri, demokrasinin işleyemez hale getirilmesi” sorunudur.233 Kaplan’a göre, “Kürt sorununu ekonomik ve sosyal tedbirlerle kalıcı olarak çözüme kavuşturabilmek mümkün değildir.” Türkiye “Türk’ü, Kürt’ü Laz’ı, Çerkez’i vesaire ile birlikte müslüman bir ülkedir” ve “Müslümanlık bu toplumun en 231 Özdenören, “Kürt Meselesinin Sahibi Kim?”, s. 259. 232 A.e., s. 260. 233 Kaplan, “‘Kürt sorunu’ Ne(re)den Zuhur Etti?” 201 temel toplumsal gerçekliği ve ortak paydasıdır.”234 Bununla beraber, Türkiye’de Kürt sorununu “zuhur ettiren ve kışkırtan çok ciddi bir yanlış/lık yapılıyor” ve “bu ülkenin tüm kesimlerini, etnik özelliklerini ve kimliklerini bir noktada buluşturacak tek dinamik olan Müslümanlık hayattan her bakımdan uzaklaştırılmaya çalışılıyor.” Oysa bu dönem, “belki de Türkiye'nin siyasi, kültürel, toplumsal ve hatta askeri açıdan müslümanlığa en fazla ihtiyaç hissettiği” dönemdir.235 Kaplan’a göre, “bu ülkenin geçmişi ve geleceği demek olan toplumun temel değerleri, dinamikleri hiçe sayıldığı sürece bu ülkede huzuru, barışı, kardeşliği tesis edebilmek” imkansızdır.236 Dahası, “bu asli dinamik dinamitlendiği sürece”, geliştirilecek olan hiçbir “tavır ve politika”, “‘Kürt sorunu’nu” çözmeyecek, aksine “orta veya uzun vadede ise Türkiye’nin içinden çıkamayacağı bir sorun haline” getirecektir.237 Abdurrahman Dilipak’a göre, Kürt sorununun “resmi ideoloji ve klasik Dersim, Menemen yöntemleri ile” çözülmesi mümkün değildir.238 Bu çerçevede, sorunun “gerçekten” çözümü için, öncelikle “resmi ideolojiden” kurtulmak, bunun yanı sıra, “insan hakları ve hukukun teminatı”, “işkence ve devlet terörünün ortadan kaldırılması” ve “inisiyatifin uluslararası güçlerden ve militarist güçlerden alınıp; sivil iradeye verilmesi” gerekmektedir.239 Bu çerçevede, Dilipak, Kürt sorunu konusunda kısa, orta ve uzun vadede atılması gereken adımlar olduğunu ve Müslümanların da bu konuda sorumluluk alması gerektiğini ifade etmektedir. Buna göre, kısa vadede, “acil olarak”, “Kürd halkının varlığı deklare edilmeli”, bununla birlikte, “dil, kültür, gelenekleri korunmalı ve geliştirilmelidir.” Ayrıca, “insan temel hak ve hürriyetleri” çerçevesinde, “can-mal-namus-akıl-inanç” güvenliğinin sağlanması ve “göçün önlenmesi” gerekmektedir. Bunların yanı sıra, Müslümanların “bütün insanlığın vicdanını” harekete geçirerek “toplumsal inisiyatifi” güçlendirmesi gerekmektedir. Bu kapsamda, Müslümanlar, “siyasî, sosyal, sivil, sağcı-solcu” ayırt etmeksizin, “meselenin tüm taraflarıyla” görüşerek, “hılfu’l füdûl çerçevesinde bir toplumsal inisiyatifi” öne çıkarmalı ve bu konuda hemen bir “izleme komitesi” oluşturulmalıdır. Bu komitenin de “rapor yayınlanması” ve “gerekli 234 Kaplan, “Tarihî Dönemeç”. 235 Kaplan, “‘Kürt sorunu’ Ne(re)den Zuhur Etti?”. 236 Kaplan, “Tarihî Dönemeç”. 237 Kaplan, “‘Kürt sorunu’ Ne(re)den Zuhur Etti?”. 238 Dilipak, Kürd Soruşturması, s. 82. 239 A.e., s. 88. 202 görüldüğü zaman yerinde incelemeler yapması gerekir.”240 Dilipak’a göre, “orta vadede bu sorunun çözümü için”, “anayasal” sorunların halledilmesi ve bunun için de Müslümanların “anayasa tartışmalarına” katılması gerekmektedir. Çünkü, “Halk olma hakkı” açısından değerlendirildiğinde, anayasa meselesi, yalnızca Kürt halkının değil, “Abbasiler”, “Emeviler” ve “Osmanlılar” döneminden beri bölgede yaşayan tüm halkların “hakları” için önemlidir. Öte yandan, “GAP” ve “petrol” dolayısıyla, bölgeye “işçi” nüfusu gelmekte ve böylece bölgedeki “geleneksel yapı” ve “toprağa bağlı kültür” değişmektedir. Tüm bu gelişmelerin “çok iyi bir şekilde tahlil edilmesi” gerekmektedir. Ayrıca, bir yandan, bölgedeki “medreseleri”, yani aslında “dini” yeniden kazanmak ve geri getirmek üzerine tartışmaların yapılması gerekirken, diğer yandan “değişen denge ve ağalık kurumunun bittiği yerde”, yerine neyin “ikame” edileceği üzerine düşünmek gerekir.241 Dilipak, Kürt sorununa ilişkin “Müslümanların sorumluluk” alanının “gayet açık ve net olarak belli” olduğunu ifade etmektedir. Buna göre, Müslümanlar, “zalimlere karşı mazlumların yanında” olmalıdır. “İslam kardeşliği”, Müslümanlar için “belirleyici bir durumu” ifade etmekle birlikte, Müslümanların “fiili safı”, her zaman “haklıdan, mazlum ve muhtaçtan yana olmaktır.” Müslümanlar, “özgürlükçü ve barışçı tercihlere” sahip olmalıdır.242 Bu doğrultuda, Dilipak, “bölgede barışçı, hukuka dayalı tek çözümün İslami bir inisiyatifle” gerçekleşebileceğini belirtmektedir. Dilipak’a göre “bunun için de Müslümanlara büyük görevler düşmekte” olup, Müslümanların “sorunu ayrıntılı bir şekilde” tartışması ve “İslam toplumunda ulus, halk, kavim gerçeğini” sorgulaması gerekmektedir.243 Dilipak, uzun vadede ise, sorunu “yeni bir medeniyet tezine bağlı olarak” çözmeye çalışmak gerektiğini ifade etmektedir. Buna göre, “geleneksel kavram ve kurumlar yeni sorunları açıklamakta yetersiz kalabilir”, bu yüzden, “varolanları” bilmekle beraber, “yeni bir dünya düzenini teklifine” sahip olmak, “yeni kavramlar ve kurumlar”, hatta “daha ötesini” üretmek gerekmektedir. Yani, “her gelişen konjonktüre, gelişmelere 240 Dilipak, “Kavramlar Işığında Kürd Sorunu”, s. 189-190. 241 A.e., s. 190-191. 242 Dilipak, Kürd Soruşturması, s. 88. 243 A.e., s.84. 203 karşı alternatif çözüm planları üretecek çok dinamik bir inisiyatife” sahip olmak gerekmektedir.244 Mehmet Metiner, meselenin geldiği noktanın “son derece trajik” olduğunu ifade etmektedir. Metiner’e göre, Türkiye’deki mevcut “resmi ideoloji artık Türkiye toplumunun hiçbir problemini çözememekte”, bunun yanı sıra, “Kürt sorununun” da başka sorunların” da “çözümü önünde engel teşkil etmektedir.” Her ne kadar “iktidar seçkinleri”, bugünlerde “Kürt realitesini tanıdığını ilan etmiş” olsa da, bunun “içini doldurmamışlardır.” Oysa, “Kürtlerin tüm kimlik, ırkî, harsî yani kültürel ve ulusal hakları” güvence altına alınmalıdır.245 Metiner, sorunun çözümü için, herkesin, her şeyden önce, “bütün bir toplumu denetim altına alacak olan bir yönetim anlayışı” bulunan “merkeziyetçi bürokratik devletin” meseleye “çözüm olmadığına” inanması gerektiğini ifade etmektedir.246 Metiner’e göre sorunun çözümü, “Kürt realitesini tanımaktan”, dahası, Kürt halkının “kültürel haklarını, ulusal haklarını, anayasalara ve yasalara geçirmekten geçmektedir.”247 Kısa vadede bu, “üniter devlet içerisinde, devlet anlayışını değiştirerek, devleti, bireyin ve toplumun devleti haline getirerek”, dahası “resmi ideolojiden arındırarak” ve “ideolojisi olmayan bir devlet haline dönüştürerek” gerçekleştirilebilir. Türkiye’deki herkesi, ancak bu şekilde “eşit haklar temelinde toplumsal sözleşme sonucu oluşacak yeni anayasal bir çerçevede bir araya getirmek mümkündür.”248 Yani, mesele “ideolojisi olmayan”, “demokratik”, “bütün bireylere karşı tarafsız ve eşit davranan, herkese aynı insan haklarını ve özgürlükleri tanıyan bir hukuk devleti” anlayışının benimsenmesi ile çözüme kavuşturulabilir.249 Bununla birlikte, Metiner Kürt sorununun çözümü konusunda İslam’ın kilit bir role sahip olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü, Metiner’e göre, “İslam, özü itibariyle asla totaliter ve otoriter değildir” ve “totalitarizmin karşısındadır.” Bu yüzden de ‘öteki’ne faklılıklarıyla birlikte varolma hakkını tanıyan demokrasiyle” çelişmemektedir.250 Öte yandan, “Türkiye’de yaşayan insanların ortak bir yapıştırıcısı vardır ve kim ne derse desin bu, İslamiyettir.” Bu “gerçekliği gözardı 244 Dilipak, “Kavramlar Işığında Kürd Sorunu”, s. 191. 245 Metiner, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 38. 246 A.e., s. 38. 247 A.e., s. 40-41. 248 A.e., s. 38. 249 Mehmet Metiner, “İslam Dininde Çoğulculuk Anlayışı”, Sözleşme, No:1, Kasım 1997, s. 35. 250 A.e., s. 35. 204 eden hiç kimsenin” “Kürt sorununu” da “Türkiye toplumunun diğer sorunlarını” da çözmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, İslam’ın Türkiye’deki mevcut “halklar” ve “unsurlar” arasında “milli bir vahdet oluşturan tek yapıştırıcı unsur, tek tutkal” olduğu “gerçekliği artık Kürt yurtseverleri” ve “Kürt aydınları” tarafından da kabul edilmelidir. Aksi takdirde, Kürt yurtseverleri ve aydınları “akıntıya kürek çekmiş olurlar” ve “Kürt halkını yeni trajedilerle yüzyüze getirirler.”251 Ahmet Taşgetiren, daha önce ifade edildiği gibi, esasen, meseleyi “tüm İslâm dünyasının karşı karşıya bulunduğu bir komplonun parçaları” olarak değerlendirdiği için, “bu oyun”un, “Türkler, Kürtler, Araplar, Acemler, tüm İslâm milletleri” tarafından, “birlikte” hareket edilerek bozulması gerektiğini ifade etmektedir.252 Yani, bu doğrultuda, Kürt sorununu “Türklerle Kürtlerin, Türklerle Arapların, İranlıların ortaklaşa halletmesi” gerektiğini düşünmektedir. Bunun için “ümmet şuuru” çerçevesinde “İslam’ın öne çıkarılması” ve “Batı’daki güç odaklarının fitnelerine zemin hazırlamayan bir yapılanma” için çaba harcanması gerekmektedir. Türkiye özelinde ise, her şeyden önce, “sistemin yeniden İslam’a göre biçimlenmesi gerekmektedir.”253 Taşgetiren için, Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünde İslam hayati derecede bir öneme sahiptir: “Şimdi şöyle bir soru üzerinde tartışma açılsa nasıl neticelenir, bilinmez: Dense ki, ‘Türkiye’nin şu anda yaşadığı etnik sancıyı besleyen zemin lâik yapılanmadır. Bu sancının çaresi de, Türkiye’nin etnik mozayiğinin harcı olan İslâm’dır. Ülke İslâm’ı üstün değer olarak benimserse bu sancı bitecek. Öte tarafta ise ülkenin bölünmesi gibi bir tehlike var. Acaba bölünme mi İslâm mı?’ Bu soruya lâiklik tabusundan vazgeçemeyenlerin cevabı ne olurdu dersiniz? Bize göre işin bamteli budur. Bu soru, Türkiye’nin kendi derdinin gerçek çaresini arayabilip arayamayacağının turnusoludur. Eğer birileri, kendi tabuları adına, Türkiye’nin hayat iksirini bile tepecek kadar fanatikse, memleketin işi zor demektir. Eğer soru ‘Ülkeyi bırak lâikliğe bak’ diye cevaplanacaksa biz daha Doğu-Güneydoğu sancısını çözmek için çok çabalarız, demektir.”254 251 Metiner, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 38-39. 252 Taşgetiren, “Sancı ve Çare”. 253 Taşgetiren, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 94. 254 Taşgetiren, “Sancı ve Çare”. 205 Taşgetiren’e göre, Türkiye’deki Kürt sorununun tek çözümünün İslam olduğunu aslında mevcut sistem de bilmektedir: “Aslında sistemin, bütünlüğü korumak için İslâm’dan ve din adamlarından yardım istemesi de, şuuraltında gerçeği bildiğini gösteriyor. Neden sosyalistlerden, lâiklerden yardım istemiyor da, doğrudan İslâm’a başvuruyor. Çünkü iki farklı etnik grubu birleştirse birleştirse İslâm birleştirebilir. Çünkü İslâm’ın esası, mü’minlerini ümmet bütünlüğü içinde yoğurmaktır. Doğu’da ayrılıkçılığı en son isteyecek, daha doğrusu buna zorlanmadıkları takdirde istemeyecek olanlar Müslümanlardır. Ayrılıkçı harekete öncülük edenlerin de lâik, sosyalist veya Ermeni gruplar olduğu biliniyor.”255 Bu çerçevede, Taşgetiren’e göre “bugün Türkiye’de herkesin, ‘İslâm olsaydı...’ diye bir ihtimal üzerinde ciddi ciddi düşünmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.” Çünkü, eğer “lâiklik değil de İslâm olsaydı”, “ülkenin Doğusu Batısı İslâmî iklimde eğitilseydi, kardeşleştirilseydi”, “insanlar birbirlerine aynı Allah'a inanmanın müşterekliği ile bağlansaydı” ve “aynı inancın müeyyideleri ruhlara sinseydi, aynı inancın sevgileri ruhları bütünleştirseydi”, “insanlar ekmeklerini ve sevgilerini paylaşsaydı”, “bu toprağa bir ‘İslâm ülkesi’ diye müştereken” sarılırlardı. Eğer böyle olsaydı, insanlar, “Amerikan, İngiliz, Ermeni ajanlarını daha sınırlardayken kovmak için birbirlerine omuz” verip, “şehadet şerbetini birlikte içip”, beraberce “cennete” giderlerdi. Taşgetiren, Türkiye’nin “zor günlerden” geçtiğini ifade etmektedir. Bu yüzden, “ülkede bir aklı selim çizgisi” geliştirilmelidir. “Sisteme hakim olanlar”, soruna “‘kansız’ bir çözüm bulunduğunu ve bunun İslâm tarafından hazırlanabileceğini bir kere, on kere daha düşünmeleri” gerektiğini bilmelidir. “Doğu'daki Müslümanlar” ise, “bu sancılı dönemin aşılıp İslâm’ın inşa edeceği bir sulh iklimini, milyarların kardeşçe kucaklaşacağı bir iklimi bulabilmek için ayrılmaya değil, bütünleşmeye, kardeşçe kucaklaşmaya ihtiyaç” olduğunun bilincinde olmalıdır.256 Ana akım Türkiye İslamcılığının Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyokültürel haklarının tanınması konusunu, Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümünün sağlanmasına endekslediği görülmektedir. Buna göre, Kürt sorununun nihai ve kalıcı 255 A.e. 256 A.e. 206 çözümü, ancak Türkiye’deki müesses nizamın revize edilmesi ve resmi ideolojinin değiştirilmesi ile mümkündür. Öte yandan, Kürt halkının sosyo-kültürel haklarını kazanması da buna bağlıdır. Yani, ana akım İslamcılık için, Türkiye’de, üniter yapı korunarak, yeniden Türkleri ve Kürtleri bir arada tutacak İslam kardeşliğine dayalı bir düzen tesis edilirse, Kürtlerin hiçbir sorunu kalmayacaktır. Ana akım Türkiye İslamcılığının genel itibariyle Kürt sorununa yönelik yaklaşımı konusunda dikkat çekici bir hususa değinmek gerekmektedir. Ana akım Türkiye İslamcılığının Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile olan benimseme ilişkisinin Kürt sorununa yaklaşımına beklenilenden daha az yansıdığını ifade etmek mümkündür. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, Türkiye merkezli ve Türkiyeci bir yaklaşım benimsemekle ve Kürt sorununun belirli konularında son kertede milliyetçi eğilimlere sahip olmakla birlikte, ana akım Türkiye İslamcılığının Türk milliyetçiliğine yakın olduğu ölçüde Kürt sorunundan uzak olmadığı görülmektedir. Bu durum, Türkiye İslamcılığının, 1980 öncesi dönemde kıyaslandığında, 1980 sonrası dönemde, genel itibariyle Türkiye sağından ayrışmaya, daha müstakil bir akım haline gelmeye ve bu anlamda da sağ milliyetçiliğe karşı daha mesafeli durmaya başlaması ile açıklanabilir. Bir sonraki başlıkta bu meseleye ilişkin Türkiye’deki radikal İslamclığın değerlendirmeleri incelenecek ve ana akım İslamcılık ile benzerlikleri ve farklılıkları gösterilecektir. 3.2.2.2.2. Radikal İslamcı Perspektif Türkiye’deki radikal İslamcı isim ve hareketler, daha önce ifade edildiği gibi, İslam dünyasının, Türkiye’yi de içerisine alan bir ümmet sorunu ile karşı karşıya olduğunu ve İslam dünyasının içinde bulunduğu bu sorunlu durumdan kurtuluşunun ancak ve ancak bir İslam devleti kurmak ve ümmet toplumu inşa etmek ile mümkün olduğuna inanmaktadır. Bu ümmet merkezli bakış açısının, Türkiye’deki radikal İslamcılığın 1980’li ve 1990’lı yıllarda Kürt sorununun çözümüne ilişkin yaklaşımında doğrudan belirleyici olduğunu ifade etmek mümkündür. Kürt sorununu ümmet sorununun bir parçası olarak gören ve çözüme yönelik milliyetçi önerileri net bir şekilde reddeden radikal İslamcılar, sorunun gerçek anlamda çözümünün de 207 ümmet sorununun çözümüyle mümkün olacağını savunmaktadır. Buna göre, meseleye ilişkin nihai ve kalıcı çözüm, ancak ve ancak, uzun vadede ümmet şuuruyla verilecek bir mücadeleyle gerçekleştirilecek olan ve ümmetin her kavminin kimliğinin tanınacağı ve bu kimliğinin muhafaza edilebileceği bir birlik ile, yani İttihad-ı İslam ile mümkündür. Öte yandan, bu nihai ve kalıcı çözümün uzun vadede sağlanabilecek olması, radikal İslamcılar için Kürt sorununun çözümüne ilişkin gündeme gelen Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınması gibi meseleleri önemsiz kılmamaktadır. Aksine, ana akım İslamcıların birçoğu ile kıyaslandığında, radikal İslamcıların 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca Kürt kimliğinin ve Kürt hakının sosyo-kültürel haklarının tanınması konusunda daha net bir formülasyona sahip olduğunu ve daha kesin tavır sergilediğini ifade etmek mümkündür. Radikal İslamcılara göre, Allah bütün kavimleri eşit yaratmıştır ve birinin diğerine karşı bir üstünlüğü bulunmamaktadır. Bu yüzden, bütün kavimlerin eşit haklara sahip olması, aslında İslam’ın gerektirdiği bir durumdur. Bu çerçevede de, kısa vadede, diğer bütün kavimlerle birlikte, Kürt kimliği de devlet tarafından tanınmalı ve Kürt halkının bütün sosyo-kültürel hakları güvence altına alınmalıdır. Bu başlıkta, Türkiye’deki radikal İslamcılığın Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınması, bunun yanı sıra, Kürt sorununun nihai çözümü meselesine nasıl yaklaştığını ortaya koymak için yer verilecek isimler Hamza Türkmen, Ali Bulaç, Hüseyin Okçu, Burhan Kavuncu, Mehmet Pamak, Seyfettin Mut, M. İhsan Arslan, Atasoy Müftüoğlu, Abdurrahman Arslan, Zülfikar Eroğlu, Selahaddin Eş Çakırgil ve Altan Tan’dır. İlerleyen satırlarda görüleceği gibi, radikal İslamcıların hepsi, kavimler arasında eşitliğin sağlanmasının İslam’ın gerektirdiği bir durum olduğunu, bu yüzden de Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınması gerektiğini düşünmektedir. Öte yandan, yine bu isimlerin hepsi, Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümünün ancak ve ancak ümmet merkezli bir yapılanma ile mümkün olduğu görüşünü paylaşmaktadır. Hamza Türkmen, birçok radikal İslamcı ismin de benimsediği “Kürt sorunu ümmetin sorunudur” düsturunu kalkış noktası yapmakta ve sorunun çözümünün, 208 “ümmet sorununun çözümü ile içiçe” olduğunu savunmaktadır.257 Türkmen’e göre, “İslam ümmetini yeniden ihya edecek sahih bir anlayış ve mücadele yükseltilmediği, bölgedeki ulusal baskılar, ulusal akım ve kimlikler kırılmadığı müddetçe” Kürt sorununun çözüme kavuşması mümkün değildir. Çünkü, “bölgedeki Kürt, Arap ve Fars ulusçuluk hareketlerinin sonucunda da görüldüğü gibi, ulusal çözümlerin bizzat kendileri sorundur.”258 Türkmen şöyle devam etmektedir: “İslam coğrafyasında yaşanan zulüm ve haksızlıklara karşı tüm statü ve konjonktür değişimlerine rağmen sadece ve sadece İslami hareketler direnişlerini sürdürecekler, egemenlere karşı toplumsal muhalefetin gerçek sesi olacaklardır. Ta ki, tevhid ve adaleti ikame edebilecek Kur’an merkezli toplumsal dönüşümlere tanık olunsun. Ümmet olarak yitirdiklerimizi de ancak o zaman kazanabilmemiz mümkün olacaktır.” 259 Türkmen, “Kürt kavminin diğer kavimler gibi meşru örf ve geleneklerini, etnik özelliklerini ve dilini ümmet yapılanması içinde eşit haklarla ve bir alt kimlik olarak taşıması” gerektiğini savunmaktadır.260 Bununla beraber, Türkmen’e göre, Kürt sorunu meydana gelirken Müslümanlar, “tevhid ve adaletin taşıyıcısı olacak ümmet yapısı ve vahyi ölçülerin şahitliği” esasını kaybetmiş ve “modernitenin –veya emperyalizmin– üretip ihraç ettiği ulusçuluk” ile karşılaşmıştır. Bu yüzden, Müslümanlar, meseleyi ele alırken karşılaştıkları sonuçtan hareket ederek “öykünmeci ve tepkisel bir tutumla değil”, kaybettikleri esaslardan başlamalı, bu çerçevede de Kürt sorununun ancak İslami kimliğin ve neslin “yeniden ihyası çabası içinde çözülebileceğini” idrak etmelidir.261 Türkmen için, “vahyi perspektiften bakıldığında sorumlu bir müslümanın Kürt sorununa ilgisiz kalması hiçbir zaman söz konusu olmamalıdır. Öncelikle Kürt sorunuyla ilgilenilmesi, Kürt realitesini görmek demektir.”262 Bu çerçevde, Müslümanların “öncelikle karşılıklı akan kanın, devlet ve PKK terörünün durdurulması için” kamuoyunu bilgilendirmesi ve uyarması 257 Türkmen, “Kürt Sorunu’na Çözüm Arayışları ve İslami Tavır”, s. 50. 258 A.e., s. 50. 259 A.e., s. 50. 260 A.e., s. 50. 261 A.e., s. 49. Hamza Türkmen tarafından 1990-1993 arasında yayınlanan Dünya ve İslam derginde Kürt sorununa ilişkin milliyetçi çözümlerin reddedildiği ve meselenin nihai çözümü için “İslam Ümmeti’nin Birliği” için çabalanması gerektiğinin ifade edildiği başka bir yazı için bkz.: Dünya ve İslam, “Kürt Sorunu-Türk Sorunu ve Müslümanlar, Dünya ve İslam No: 9, Kış 1992, s. 7-20. 262 Türkmen, “Kürt Sorunu’na Çözüm Arayışları ve İslami Tavır”, s. 49. 209 gerekmektedir. Öte yandan, ortak paydaların tasfiye edilmesi anlamına gelecek “Türk ve Kürt kimliklerinin belirleyici kimlikler olarak birbirlerinden ayrıştırılmaya çalışılmasının”, yalnızca “İslam düşmanlarının ve emperyalizmin işine yarayacağı” Müslümanlar tarafından vurgulanarak ifade edilmelidir. Ayrıca, “bölgenin geri kalmışlığı, yöre adlarına ve halkın kavmi kimliğine yapılan müdahaleler gündeme getirilip eleştirilmeli”, dahası, “resmi ideoloji, bölgedeki 70 yıllık uygulama ve hukuk ihlalleri sorgulanmalıdır.” 263 Ali Bulaç’a göre, “derin bir sarsıntı” geçirmekte olan İslam coğrafyasının “tek, doğru, sağlam ve kalıcı yapıştırıcısı İslamiyet” olduğu “apaçık” bir gerçektir ve geçmişte olduğu gibi, “bugün de din kardeşliği ve ümmet beraberliği olan bu İslami yapıştırıcıya dönmekten başka çıkar yol” bulunmamaktadır.264 Bu çerçevede, Bulaç, Kürt sorununun çözümü konusunda iki aşamalı bir yol izlenmesi gerektiğini belirtmektedir. Öncelikle, “kısa vadede” ve “ivedilikle ele alınması ve çözümlenmesi gereken” husus “Kürtler’in kimliğinin tanınması” meselesidir.265 Bulaç’a göre, Kürt halkının kimliğinin tanınması meselesine ilişkin kısa vadede şu adımların atılması gerekmektedir: “Sorunun özgür bir ortamda tartışılabilmesi ve isteklerin açıkça ifade edilebilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması, mevcut yasakların kaldırılması. Kürt kimliğinin tanınması ve bunun fırsat eşitliğini zedelememesi. Kürtçenin gündelik hayatta, medyada kullanılması ve isteğe bağlı olarak gerek bölgede gerekse Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde Kürtçe eğitime imkan tanınması. Yerel ve tarihsel isimlerin iade edilmesi; köy, kasaba, göl, dağ, nehir, yayla şahıs, aşiret vb. isimlerin Kürtçe orijinal şekilleriyle kullanılması. Bölgeye mahsus özel uygulamalara, baskı, şiddet, tehcir, sürgün vb. politikalara son verilmesi. Bölgenin ekonomik geri kalmışlığına son verilmesi için gerekli sahici tedbirlerin alınması. Diğer ülkelerdeki Kürtler’le her türlü ilişkinin rahatça kurulabilmesi için gerekli düzenlemelerin bir an önce yapılması.”266 Bulaç, Kürt sorununa “uzun vadede sahici, evrensel ve gerçek anlamda İslami çözümler” üretmek ve bunu yaparken de “hareket noktası” oluşturabilecek bir takım 263 A.e., 50. 264 Bulaç, “İslami Bir Perspektiften Kürt Sorunu”, s. 108-109. 265 Bulaç, “Kürt Sorunu ile Kafkasya ve Balkanlardaki Etnik Çatışmaların Mukayesesi”, s. 36. 266 A.e., s. 37. 210 “temel kıstasları” doğru belirlemek gerektiğini ifade etmektedir. Buna göre, öncelikle, meseleye dair üretilen tüm çözümlerin “Kur’an ve Sünnet gibi sahih ve ilahi bir referansa dayanması” gerekmektedir. Bugünkü sorunları “Kur’an ve Sünnet’ten hareketle” ele alırken, söz konusu bu bakış açısının “geçmişteki tecrübe ve kurumların, kısaca Tarihsel ve Reel İslam’ın dışında ve hatta ona aykırı olabileceği” hesaba katılmalıdır. Ayrıca, üretilen çözümler, “başka modellere ait birtakım unsurlarla” “benzerlik” gösterdiği için, “temelde doğru olan birşeyi reddetmek yanlıştır.” Kişi, bu konuda “her bir aşamada” kendisini “Kur’an ve Sünnet’le” test etmelidir. Öte yandan, “herşeyin yeniden yapılandığı bir dünyada, olaylara ve sorunlara Ümmet’in genel bütünlüğü açısından” bakılmalı, “müslüman kimliği” ön plana çıkarılmalı ve “buna bağlı olarak bölgesel, mezhebi ve milli faktörler”, “belirleyici” olarak değil “etkileyici” olarak değerlendirilmelidir. Son olarak, üretilen çözümlerin, “İslami olduğu kadar evrensel” olması, ve “hatta müslüman dünyanın dışındaki insanlık ailesinin sorunlarında da çözümler arayan nitelikler” barındırması gerekmektedir.”267 Bu doğrultuda, Bulaç’a göre, Kürt sorununun “uzun vadedeki çözümü kapsamlı bir İslam Birliği’den” geçmektedir. Bunu “İttihad-ı İslam” ya da “İttihad-ı Anasır-ı İslam” olarak adlandırmak da mümkündür.268 Bulaç, bu birlik projesinin dayanması gereken temel esasları şöyle sıralamaktadır: “Her kavmin kendine özgü güzelliklerine, örf, adet, gelenek ve diline saygı. Her kavmin kendi dilini rahatça konuşabileceği çok etnik gruplu ve çok kültürlü bir toplumsal örgütlenme modeli. Yerel ve yerinden yönetim, bu yönetimlere geniş insiyatif. Her kavmin ve bölgenin kendi doğal ve tarihi sınırları içinde özerk yönetim biçimine veya eyalet sistemine geçilmesi. Gönüllü ortaklık, eşit katılım ve ortak bir İslam havzası oluşturma idealinin hayat geçmesi. Her etnik gruba mensup bir şahsın kendisi için istediği hakları diğer etnik gruplara mensup Müslüman kardeşleri için de istemesi ve bu haklar sağlanıncaya kadar çalışması.”269 Bulaç’a göre, “İttihad”, “çoğulculuk” anlamına gelmektedir, “çünkü farklılığı gerçeklik kabul eder ve her etnik, kültüre unsurun eşit haklar temelinde katılımını 267 Bulaç, “İslami Bir Perspektiften Kürt Sorunu”, s. 103-104. 268 Bulaç, “Kürt Sorunu ile Kafkasya ve Balkanlardaki Etnik Çatışmaların Mukayesesi”, s. 38. 269 A.e., s. 38. 211 öngörür.” Öte yandan, “bölgede yaşayan Müslüman halkların veya kavimlerin kaderleri birbirine bağlıdır.” Çünkü, “halklar birbirini din kardeşi olarak görür, birbirlerine kız alıp verir.” Bölge halklarını “birleştiren unsurlar, ayıran unsurlardan kat kat fazladır.” Yani, “bir Türk ile bir Kürt, bir Arap ile bir Fars arasında asgari müşterekler değil, azami müşterekler” söz konusudur. Bu durum, bölge halklarının “değişmez ve görmezlikten gelinemez” gerçeğidir, dahası “siyasi” ideallerini ve “toplumsal” projelerini şekillendirecektir. Dolayısıyla, “uzun vadedeki çözüm, eşit ve gönüllü ortaklık temelinde, herkesin kendi anadilini rahatça konuştuğu, kendi ana diliyle eğitim yaptığı, etnik kimliğini özgürce ifade ettiği çoğulcu bir modeli” öngörmektedir.270 Bulaç, Kürt sorunu dahil, bölge halklarının tüm sorunları için çare olabilecek söz konusu modelin “en çarpıcı örneğini”, İslam Peygamberi’nin “Mekke’den Medine’ye hicret ettikten sonra Müslümanlar, Yahudiler ve Müşrik Araplarla ortaklaşa imzaladığı ünlü Medine Vesikası’nda” gördüğünü ifade etmektedir. Bulaç’a göre “ne tarihsel uygulama biçimleri ve ne de Batı’dan devşirilen hiçbir çözüm şekli, bu Vesika’dan daha gerçekçi, adil, çoğulcu ve katılımcı olamaz.”271 Hüseyin Okçu, İslam coğrafyasında, bilhassa da Orta Doğu’da İslam’ı devre dışı bırakmanın yolunun “milliyetçiliğin bütün yıkıcılığı ile yürürlüğe konması” olduğunu ve son dönemde bu “illetin Batı dünyası tarafından İslam Ümmeti’ne” yeniden dayatıldığını ifade etmektedir. Okçu’ya göre bu süreçte, Kürtler de “yeni ve büyük bir oyun ile acı bir aldanmaya doğru itilmek” istenmekte ve “iki büyük taarruz altında tercihe” zorlanmaktadır. Bir yandan mevcut rejim tarafından Kürtlerin “kavmi kimliği inkar ediliyor”, diğer yandan, “kavmi kimliğini bulması için”, Kürtlere “kavmiyetçiliğe dayalı bir ideoloji sunuluyor.” Elbette ki Müslümanlar, “bu iki musibetin dışında kalmak zorundadırlar.” Yani, Müslümanların “Kürtlerin kimliğini ve varlığını ilan ederken Kürtçülük batağına saplanmamaya” dikkat etmesi ve aynı zamanda, “Kürtçülük illetine kapılmamaya çalışırken Kürtler’in Allah’ın yarattığı kavimlerden bir kavim olduğu gerçeğini” unutmaması gerekmektedir.272 Okçu meseleye “Kürtlerin sorunu Ümmetin sorunudur” perspektifinden baktığı için, 270 Bulaç, “İslami Bir Perspektiften Kürt Sorunu”, s. 105-106. 271 A.e., s. 106. 272 Okçu, “Kürtlerin Sorunu Ümmetin Sorunudur”, s. 195. 212 “Kürtlerin içinde bulunduğu sorunların çözümünü sağlayacak” tek yaklaşımın “İslami yaklaşım” olduğunu savunmaktadır.273 Okçu’ya göre İslami düşünce üstündür, çünkü “İslam’ın getirdiği çözüm, belli uluslara özgü değil, tüm ulusları kapsamakta” olup, “hem İslam Ümmetine mensup olan kavimlerin hem de gayri müslim kavimlerin kavmi varlığını garanti altına almaktadır.” Hatta bu çözüm, “enternasyonalistliğin de üstünde kuşatıcı bir model sunmaktadır.”274 Dolayısıyla, “İslam’ın ümmet toplumunda herkes kendi dilini konuşur, kendi örfünü yaşar ve istediği dilde öğrenim görür”, dahası, bu durum “sadece müslüman kavimler için değil, Müslüman olmayan kavimler için de geçerlidir.”275 Bu doğrultuda, sorunun çözümü için Kürtlere öncelikle “Ümmet anlayışının kendilerine ne kazandıracağını” anlatmak, “aynı şekilde Ümmet anlayışına sarılmamaları halinde başlarına gelecek maddi ve manevi felaketleri de Kürt halkının bilmesi lazım.” Ancak mesele bununla bitmemektedir, çünkü “bunu başarmanın tek yolu inandırıcı olmak”, daha da önemlisi, “inandırıcı olmanın tek yolu ise sorunun asıl müsebbibi olan rejimle ciddi bir hesaplaşmaya girişmektir.” Öte yandan, “rejime karşı tavır almak düzeltici ve reformcu davranışlarla hedefine varmaz. Devrimci bir söylem gerekir.”276 Türkiye’deki İslami hareketin aslında “yeni” olduğunu düşünen Burhan Kavuncu’ya göre, “İslami hareket, ‘ulusal sorun’a bakışını henüz yeterli bir şekilde ortaya koyamamıştır.”277 Hatta, “Türkiye İslami hareketi geleneksel müslümanlığın, geleneksel müslümanlık da laik ve faşist TC’nin etkisi altında Kürt sorununa yaklaşmıştır.”278 Oysa, “ulus olma hakkı”, “ulusal bilinç” ve “ulusal kimlik” sahibi olmak insanların doğal hakları arasındadır. Bu kavramlar, “sünnetullah gereğince” vardır ve “bunlara getirilen baskı ve kısıtlamaların bir zulüm olarak kabul edilmesi” gerekmektedir. Hatta, “bunların savunulmasının İslami bir vecibe” olup, bunlara karşı çıkmak, “Allah’a ve O’nun sünnetine karşı çıkmak” anlamına gelmektedir.279 273 A.e., s. 192. 274 A.e., s. 197. 275 A.e., s. 196. 276 A.e., s. 198-199. 277 Burhan Kavuncu, “Ulusal Soruna Bakışlar: Cahili Duygulardan Arınalım”, Yeryüzü, No: 13, Aralık 1991, s. 11. 278 Kavuncu, Kürd Soruşturması, s. 162. 279 A.e., s. 153. 213 Kavuncu için sorun, ancak evrensel İslami bir bakış açısı, yöntem ve mücadele ile çözülebilir: “Zulmedenin etnik kimliğini, hatta insan olarak varlığını hedef alan ulusalcı anlayışlar, ‘kurtuluşçu’ olamazlar… Gerçek anlamda kurtuluşu sağlayacak olan ulusal bir çıkış noktası değil, evrensel bir çizgidir… İşte insanlığın, tüm ezilen ulusların ve halkların kurtuluşu, tüm zalimleri ortadan kaldırmaya yönelik evrensel İslami mücadele ile mümkün olacaktır… İslami mücadelenin kurtarıcı çizgisi insanlara gerçek kurtuluşun yolunu gösterir. Başka ırklara düşmen ve geleceğin zalimleri olma potansiyelini içinde taşıyan insanlar yerine, tüm insanlığı Allah’ın kulları olarak gören ve zulmü ortadan kaldırmayı amaçlayan insanlar, ancak İslami hareketin sağlam dünya görüşü içerisinde varolabilirler.”280 Kavuncu’ya göre, Kürt sorununun İslami bir şekilde çözülmesi için, her şeyden önce Müslümanların, Türkiye’deki mevcut rejimin “toplumsal hayatın bütün alanlarında ısrarla yerleştirdiği ırk ayrımı-asimilasyon” politikalarından, “dilleri ve kültürleri yok sayan, suç sayan” uygulamalarından kaynaklanan etkilerden, “İslami ümmet şuuru ışığında” arınması gerekmektedir.281 Mehmet Pamak’a göre Kürt sorununun “kesin ve adil çözümü, hiç şüphesiz Türk ve Kürd ırkçılıklarını ayaklar altına alan ümmet bilinci çerçevesinde İslam kardeşlik hukukunu geliştirmekten geçmektedir.” Ümmet bilincinin “yaygınlaşması” ve “kökleşmesi” de, “ümmetin bir parçası olan Kürdlerin” acısının “diğer parçalarca aynı vücudun uzuvları gibi” hissedilmesi ve paylaşılması ile mümkündür.”282 Dolayısıyla “mazlum müslüman Kürd halkına yapılan bunca zulüm, işkence ve katliamı sağır kulaklar duymuş kör gözler görmüşken”, Müslümanların, “müslüman Kürd” kardeşlerinin yanında olması gerekmektedir. Aksi takdirde, “İslam kardeşliğinden, ümmet bilincinden” bahsetmek mümkün değildir.283 Bu doğrultuda, Pamak, Kürt halkının tüm haklarının verilmesi gerektiğini savunmaktadır. Buna göre, “Kürtlerin… Allah’ın ayetleriyle verilmiş tüm meşru hakları verilmeli” ve “Türk-Kürt eşitliği sağlanacak şekilde bu meşru hakların dağıtılmasında adalet 280 A.e., s. 158-159. 281 Burhan Kavuncu, “Cahili Duygulardan Arınalım”, s. 11. 282 Pamak, “Kürt Sorunu ve Müslümanlar (Özeleştiri)”, s. 299. 283 A.e., s. 279-280. 214 sağlanmalıdır.” Öte yandan, bu “meşru haklarını” istedikleri için, Kürtlere “70 yıldır yapılan ve halen yapılmaya devam edilen tüm zulüm, baskı ve işkenceler” bir an önce sona erdirilmelidir. Ayrıca, “Kürt-Türk çatışması meydana getirmeye çalışan mihrakların üzerine gidilmeli”, bunların, “ifşa edilmeleri sağlanmalı”, dahası “iki halk bu oyun ve provokasyonlara karşı uyanık tutulmalıdır.”284 Seyfettin Mut’a göre esas çözüm, öncelikle mevcut devletlerin “ulusçu, ırkçı ve tahakkümcü yapılarının tasfiye edilmesi” ile, ardından da, “daha büyük çaplı bölgesel entegrasyonlara girmekle” mümkündür. Bu çerçevede, Mut, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” adıyla bilinen “emperyalist” teoriye karşı, Müslümanların tezinin “Müslüman halkların özgür, ortak ve adil bir hukuk devleti bünyesinde entegrasyonu” olması gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü bu tez, “tarih boyunca denenmiş ve Osmanlı döneminde başarısı kanıtlanmış tecrübi ve daha reel bir projedir.”285 Kürt sorununa da bu perspektiften bakan Mut’a göre, Kürt sorununun çözümü “Kürt halkının temel haklarını gözeten, dil, kültür, eğitim vb. haklarını tanıyan, yerel yönetim reformuyla yerinden yönetim imkanlarını genişleten ve hukukla yönetilen özgür ve adil bir İslami yönetimle” mümkündür.286 Çünkü ancak böyle bir İslami yönetim, milliyetçiliğin zeminini ortadan kaldırabilir ve yalnızca Kürt sorununu değil tüm Orta Doğu halklarının sorunlarını çözebilecek bir model oluşturabilir: “Böyle bir yönetim, Türkçülüğe ya da başka bir ırka atıf yapmadığı ve her tür etnisiteyi bir zenginlik görüp, temel icraatlarını etnik kimliğe göre değil, yetenek, bilgi ve ahlaki vasıflara dayanarak yaptığı müddetçe, hiç kimsenin şu veya bu dozajda milliyetçilik yapma zemini kalmayacaktır. Bu nedenle, Kürt sorununun esas çözümü sistemin ırkçı, tahakkümcü ve inkarcı yapısının değişmesi ile mümkündür. Böyle bir ifade tarzı, yalnızca Kürt halkını değil, başta Arap olmak üzere Ortadoğudaki diğer halkları da yönetmeye yeterli ve meşru bir çerçeve sunabilecektir.”287 Öte yandan, Müslümanların, milliyetçilik ve ulus devleti aşarak “ümmetin birliğine dönük projeler” savunması gerektiğinin önemine vurgu yapan Mut, bir 284 A.e., s. 300-301. 285 Mut, “Kürt Sorunu: Hala Vakit Var”, s. 15. 286 A.e., s. 15. 287 A.e., s. 15. 215 yandan ümmetin birliği savunulurken, diğer yandan mevcut sorunlar karşısında “duyarsız” kalmanın, Müslümanlar açısından son derece yanlış olduğunun altını çizmektedir. Çünkü, “ulus devletlerin bünyelerindeki etnik topluluğun gaspedilmiş temel haklarını savunmak” ve “bu hak gasbı bahanesiyle yeni bir devlet kurmaya kalkmak” birbirinden çok farklıdır.288 Bu noktadan hareketle, Mut’a göre, Kürt sorunu konusunda, “sistemin ırkçılığına da, Kürtçü ırkçılığa da karşı çıkan, Devlet ve PKK terörünü de onaylamayan, mazlum ve mahsun Kürt halkının yaralarını sarmaya çalışan ve Müslüman halklar arasında yeni kin ve nefret tohumlarından rahatsız olan bütün duyarlı Müslümanların, daha atak ve etkili politikalarla seslerini yükseltmeleri gerekmektedir.” Müslümanlar, eğer “geleceği sahiplenmek” istiyorsa, bugün “Kürt sorununa “sahip çıkmalı” ve meydanı “Kürt ve Türk oligarklara” bırakmamalıdır.289 Bu çerçevede de, “Kürt ve Türk, bütün halkın en az zarar göreceği bir şekilde bu savaşın bitmesini sağlayacak” her türlü çözümün desteklenmesi gerekmektedir. Yani, her şeyden önce, bu coğrafyanın insanlarını “telef eden”, “ekonomik ve sosyal sorunlara” neden olan, “emperyalist müdahalelere fırsat sunan ve ırkçılık tohumlarını yayan bu savaş” sona ermelidir. Ardından, “anayasal ve yasal düzenlemelerle”, başta “yerel yönetimler” olmak üzere, birçok konuda “gerçekten hukuk devleti standartlarına uygun” düzenlemelerin gündeme getirilmesi, bu doğrultuda da, bütün “temel hak ve özgürlükler”in güvence altına alınması gerekmektedir. Yine bu süreçte, “Müslüman halkların entegrasyonu ve işbirliğine dönük her türlü kurum, kuruluş ve faaliyet” desteklenmeli ve bilhassa “iktisadi ve kültürel ilişkiler için sivil çabalar güçlendirilmelidir.” Sorundan kaynaklanan “yaraların sarılması” gayret gösterilmeli ve bunun için “Müslüman Kürt halkına dönük eğitim, barınma, sağlık, iş ve örgütlenme haklarını temin edecek büyük boyutlu kampanya ve çabalar” desteklenmelidir. Ayrıca, “Kürt ve Türk tartışmalarından” kaçınılmalı ve “etnisiteyi öne çıkaran” söylemler “mahkum edilmeli”, “bu ülkeye, bu coğrafyaya ve bu halka sahip çıkılmalı” ve mevcut “statükolar kendi içinde reforme edilerek daha büyük entegrasyonlara hazırlanmalıdır.” Dahası, “bölücü, parçalayıcı, ulus devletçi, ötekine düşman olucu” tüm söylemler “dışlanmalı” ve “Müslüman kimliğin tarihsel ve toplumsal meşruiyetine dayanılarak birlik ve kardeşlik temaları öne çıkarılmalıdır”. 288 A.e., s. 15. 289 A.e., s. 15. 216 Son olarak, “Kürt halkı üzerindeki ırkçı ve terörist vesayete sahip olan PKK’nın nüfuzunu ve etkisini kırıcı, ideolojik ve kültürel etkinlikler desteklenmelidir.”290 Kürt sorununun kesin çözümünün “mevcut rejim ve yönetimlerle sağlanamayacağına” inandığını belirten M. İhsan Arslan’a göre, eğer taraflar tarafından bir takım önlemler alınırsa, meseleye ilişkin “geçici ve bir ara çözüm” bulunabilir. Bu açıdan, öncelikli adımın “sorunun bu safhaya gelişinin ana sorumlusu ve güçlü taraf” olan devlet tarafından atılması gerekmektedir. Her şeyden önce, “devlet ‘terörist’ olarak tanımladığı bir illegal örgütün yöntem ve anlayışını kendine emsal olarak görmeyip benzer şiddet ve terör eylemlerinden kaçınmalıdır.”291 Arslan, geçici ve ara çözüm niteliğinde olduğunu düşündüğü önerilerini sıralarken, olağanüstü halin ve koruculuk sisteminin kaldırılması, anayasa değişikliği, Kürt halkının kültürel haklarının verilmesi gibi bazı temel meselelere temas etmektedir: “Devlet, geçen 70 yıl boyunca Kürdlere haksızlık yapıldığını açıkça itiraf ederek Kürdlerin sosyal ve siyasal yaşamda kendilerine ifade etmelerine imkan tanımalıdır. Anayasa başta olmak üzere mevcut yasalarda gerekli düzenleme ve değişmeler yapılarak yasal engeller kaldırılmalıdır. Askeri önlemlerin çare olmayacağı düşüncesinden hareketle bölgedeki tüm ilave askeri birlikler geri çektirilmeli, Özel Tim ve Koruculuk Sistemi kaldırılmalıdır. Onüç yıldan beri uygulanagelen sıkı yönetim/olağanüstü hal kaldırılmalıdır. Kürd halkına kimlik, dil ve kültürlerini özgürce ifade etme ve kendi dili ile eğitim hak ve imkanı verilmelidir. Ekonomik açıdan bölgelerarası dengesizlik ve farklılığın ortadan kaldırılması için özel planlar yapılmalı ve ciddi önlemler alınmalıdır.”292 Atasoy Müftüoğlu Kürt sorununun çözümünün de ancak İslami bir yaklaşımla mümkün olduğunu ifade etmektedir: “İslam, etnik toplulukları evrensel varoluşun bir parçası sayar. Bunları tevhidi bir manzume içerisinde bütünleştirir. Dilinizi, kültürünüzü, folklörünüzü, tevhidi gerçekliğe aykırı düşmeksizin kullanabilirsiniz, değerlendirebilirsiniz.”293 290 A.e., s. 16. 291 Arslan, Kürd Soruşturması, s. 292. 292 A.e., s. 292-293. 293 Müftüoğlu, “Kürd Sorunu Üzerine Genel Bir Değerlendirme”, s. 207. 217 Bu çerçevede, Müftüoğlu, Müslümanların “kavim merkezli tarih, kültür ve düşünce anlayışına karşı” son derece dikkatli olması, “İslamın evrensel yapısının özellikleri”ni özellikle vurgulaması ve “etnik farklılıkların çatışma, gerilim ve düşmanlık haline getirilmemesi için sürekli bir iletişim içinde” olması gerektiği ifade etmektedir.”294 Müslümanların, “dünyada ayrıcalıklı hiçbir halk, hiçbir ırk” olmadığının, İslam’ın “hiçbir halkı, hiçbir ırkı özellikle” kayırmadığının, İslam tarafından kayırılanların “sadece takva sahipleri” olduğunun bilincinde olarak “herhangi bir ayrıma” girişmemesi gerekmektedir. Böylelikle, Müslümanlar, “iki halk arasındaki düşmanlıklar konusunda duyarlılık gösterebilir” ve “daha yoğun ilişkilerle bu dayanışmayı güçlendirebilir.”295 Abdurrahman Arslan, insanın “iki kimliği” olabileceğini ifade etmektedir. Bunlardan biri “modernitenin kendilerine sunduğu kimlik”, diğeri ise “dinin kimliğidir.” İlkini, yani “modern kimliği tercih eden, ya da o kavramlarla kendi kimliğini tercih eden” kişi için söz konusu kimlik “sadece bugünlerde geçerlidir.” Oysa Müslümanlar için durum böyle değildir. Müslümanlar, tercih ettikleri kimliğin “öbür dünyada da geçerli olduğunu” düşündükleri için, söz konusu kimlik “ereksel bir kimliktir.” Bu yüzden, Arslan’a göre, Müslümanlar, kimlik tercihlerini “ulus devlet değerleriyle” de “modern dünyanın” kendilerine “empoze ettiği değerlerle” de yapamazlar, dolayısıyla da, “tarihe, coğrafyaya, zamana ve mekana mümkün olduğu kadar dinin gözüyle” bakarlar.296 Arslan’ın Kürt sorununa bakış açısında da bu perspektifin belirleyicini olduğunu ifade etmek mümkündür. Arslan, her şeyden önce, Kürt sorununa çözüm arayışları bağlamında gündeme gelen “kültür talepleri” kavramına, modern dönemde “icad edilmiş” ve “hiç de açıklayıcı olmayan” bir kavram olduğu gerekçesiyle kuşkuyla yaklaşmaktadır. Buna karşın, Arslan’a göre, “kültür kelimesini bir kez icad ettikten sonra, islam ümmeti içerisinde Kürdün de Arabın da Farsın da, Türkün de kültüründen” bahsetmek mümkündür.297 Bu çerçevede de, “her müsülümanın kendi diliyle inandığını anlatma hakkı” bulunduğunu ve bunun “islam dininin getirdiği sorumluluk” olduğunu ifade eden 294 Atasoy Müftüoğlu, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, İstanbul, Nûbihar Yayınları, 1996, s. 116. 295 Müftüoğlu, “Kürd Sorunu Üzerine Genel Bir Değerlendirme”, s. 208. 296 Arslan, Kürd Sorunu Nasıl Çözülür?, s. 88. 297 A.e., s. 89. 218 Arslan’a göre Kürt halkının kültürel haklarının tanınması gerekmektedir.298 Öte yandan, “Türküyle, Kürdüyle” kardeş olan Müslümanlar, Kürt sorununun çözümünü “islamın ve onun öngördüğü toplumsal model olarak ümmet içinde” aramalıdırlar.299 Zülfikar Eroğlu’na göre Kürt sorununun “öncelikle Ortadoğu halklarının (Devletlerinin değil) eşitlik ve adalet temelinde yansımasını bulabilecek bir ümmet düşüncesi çerçevesinde dayanışma içerisinde oluşturacakları devrimci bir İslami hareket geliştirilmeksizin çözülmesi imkansızdır.” Ayrıca, “Orta-doğu müslüman ve mahrum halklarının kurtuluş mücadeleleri de birbirinden bağımsız düşünülemez.” Çünkü, “küfür ve zulüm üzere ittifak eden dünya istikbarına karşı ancak ve ancak özellikle de Ortadoğu’da İslamın Tevhid-Özgürlük cepheleri oluşturması ile savaşım verilebilir.”300 Selahaddin Eş Çakırgil, meselenin İslami bir yaklaşım çerçevesinde ele alınması gerektiğini vurgulamaktadır. İslam’ın insanları temelde, “İslam Milleti” ve “Küfür Milleti” olarak “iki millet halinde” değerlendirdiğini ifade eden Çakırgil, bu çerçevede, kendisinin de inancının gereği olarak, “insanların kavimlerini reddetmeksizin, o kavimlerin zikredilmesinden de korkmaksızın ve bir fıtri tabii olgu olan kavmiyet farklılığı üzerine düşmanlıklar veya dostluklar veya itibarlar da tesis etmeksizin”, temelde bütün insanlığı, “Hakk Cebhesi/Batıl Cebhesi” şeklinde ayırdığını dile getirmektedir. Dahası, dünyaya bakışışının “vazgeçilmez açısı olarak” da “Hakk’ın/haklının yücelmesi ve batıl’ın da yere çalınması, ezilmesi gibi bir hedefi” benimsediğinin altını çizmektedir.301 Bu doğrultuda, Çakırgil’e göre, “İslam Milleti terimi ve mefhumu içinde yer alan kavimlerden hiçbirine” de, “kavimlerinden dolayı” herhangi bir “üstünlük” veya “aşağılık” atfedilemez. Bununla birlikte, “İslam’ın akidevi potasında erimiş ve İslam Milleti’yle bütünleşmiş” olan bir “ferd veya toplumun kan veya dil bağlarıyla coğrafya, tarih veya bir takım folklorik bağlılıklar üzerine” inşa edeceği bir “değerler sistemi”, kesinlikle “İslam’dan üstün ve hatta ona denk” olamayacağı gibi “İslam’ın cihanşümül boyutlu kardeşlik alanında” söz konusu edilemez.302 “Allahu Teala”, Müslümanların “birlik” yani 298 A.e., s. 91-92. 299 A.e., s. 92. 300 Eroğlu, “Coğrafya, İslâm ve Kürtler (3)”, s. 24. 301 Çakırgil, “‘Kürd Mes’elesi’ İslam’ın İnsana Bakışından Ayrı Düşünülemez!...”, s. 173-174. 302 A.e., s. 173-174. 219 “yed-i vâhid” olmalarını, kendi aralarındaki “kalbî bağlılıkları” ve “kardeşlik” duygularını kaybetmemelerini, dahası “Allah’ın dini dışındaki bütün düzenlemelere karşı müşterek bir mücadele” gösterebilmek için de “birliği” korumalarını emretmektedir.303 Çakırgil şu şekilde devam etmektedir: “Bu açıdan bakıldığında, İslam dünyasındaki kavimlerin her birini, bir bağın, bir bahçenin değişik renk, koku ve lezzetteki meyveleri gibi olduklarını düşünsek, mes’elemiz daha kolay hallolacaktır.. Ama, öyle değil de, her bir meyve ağacı, bahçede tek başına kalmasının daha bir iyi olacağı enaniyetine kapılırsa, bu, onları parça parça etmek isteyecek olanların emellerinin gerçekleşmesine daha bir yardımcı olur.”304 Dolayısıyla, Çakırgil, müstakil olarak Kürt sorunu yerine, Kürt sorununu da içeren milliyetçilik meselesine ümmet merkezli bir çözümün aranması gerektiğini savunmaktadır. Bu çerçevede, aslında, “İslam’ın bu mes’eleyi çözmüş” olduğunu, “ancak Müslümanların, o çözüm yoluna” yaklaşamadığını dile getirmektedir.305 Bu açıdan da, “bir Müslüman olarak”, kendisinin “‘Kürd Mes’elesi’” diye bir meselesi olmadığı, bununla birlikte, aynı şekilde “Türk veya Arab veya bir başka kavmin adını taşıyan başka mes’eleleri” de olmadığını vurgulamaktadır.306 Çakırgil’e göre, Müslümanların çözmesi gereken esas mesele, “Kürd Mes’elesi değildir; laik rejimle, putperest rejimle, tağut düzeniyle hesablaşma mes’elesidir.” Müslümanlar “o mücadeleyi verdiği”, “o mes’eleyi çözdüğü” ve “kavimlerin veya diğer gayri meşru zihniyetlerin değil, İslam’ın hakimiyetini tesis ettiği” zaman, bugünlerde birçok Müslümanın “mes’ele zannettiği konular da bertaraf olacaktır.” Önemli olan “hastalığın tedavisi için İslam’ın sunduğu reçetelere” başvurmaktır.307 Altan Tan, Kürt sorununun çözümüne “ümmet toplumundan hareketle” yaklaştığını ifade etmektedir.308 Tan, Türkiye özelinde temel meselenin “rejim sorunu” ve “bütün problemlerin temelinde Kemalist Cunta” olduğunu, dahası “ciddi bir rejim sorgulaması yapılmadan hiçbir problemi” çözmenin imkanı olmadığını, 303 A.e., s. 179-180. 304 A.e., s. 180. 305 Çakırgil, “Kavmiyet Mes’elesinden Şeyh Said’e ve Bugüne Uzanan Bir Acılı Çizgi Üzerinde…”, s. 26. 306 Çakırgil, “‘Kürd Mes’elesi’ İslam’ın İnsana Bakışından Ayrı Düşünülemez!...”, s. 171. 307 A.e., s. 187-188. 308 Tan, Kürd Soruşturması, s. 132. 220 bunun yanı sıra, mevcut şartlarda “sivil toplum, çoğulculuk hukuk devleti, modern küçültülmüş devlet kavramları çerçevesinde yeni bir anayasa ve acilen yeni bir yapılanmaya ihtiyaç” olduğunu dile getirmekle beraber, “nihai anlamda İslam’ı” önerdiğini vurgulamaktadır.309 Bugünlerde gündemde olan “sivil toplum, çoğulculuk, modern devlet yani demokrasi” çalışmalarının ve tartışmalarının hepsi “İslam’a göre dar çözümler” olup, “İslam çok daha geniş çözümler” getirmektedir.310 Tan şöyle devam etmektedir: “Bir coğrafyada yaşayan Hıristiyanın da, Yahudinin de, Yezidinin de hakları var ve siz bu hakları gözetmek zorundasınız. Herkese kendi dilinden eğitim yapmak, kitle iletişim araçlarını kullanmak; bölgeler arası ekonomik dengesizliğe meydan vermemek mecburiyetindesiniz. Özetle devlet mekanizması, insanları renklerine, ırklarına, dillerine göre tasnif etmez. Her bir topluluğun maslahatı/yararları eşit ölçüde önemlidir.”311 Tan’a göre, “Müslümanların nereden gelirse gelsin (ister TC ister PKK) baskı ve dayatmalara karşı onursuzca boyun eğmeleri mümkün değildir.”312 Bu çerçevede, Müslümanların, her şeyden önce, “ciddi bir özeleştiri yaparak sağcı, milliyetçi, Türkiye’deki anlamıyla ‘muhafazakar’ saplantılardan” hızlıca uzaklaşması ve “ciddi bir rejim muhalefeti” yapması gerekmektedir. Ayrıca, “İslam’ın ümmet bilinci ve çözümü”, Müslümanlar tarafından “açıkça anlatılmalı”, bu yapılırken de “tavır ve davranışlar samimi ve güven verici olmalıdır.”313 Tan, özeleştirinin “özellikle Türk Müslümanlar” tarafından yapılması gerektiğini vurgulamaktadır. Aksi takdirde, Tan’a göre “bu fitne bütün İslam ümmetini sarar.” Bu noktada, “haklı ya da haksız olmak da mühim değildir”, “çünkü, neticede milliyetçilik kazanacaksa, İslam kaybedecektir.” Yani, “müstakil olarak Kürt meselesini çözmek” önemli değildir, “Ortadoğu’da aslolan” artık “ümmet fikrini” ve “ümmet devleti düşüncesini” gündeme getirmektir. Şayet, “ümmet devletini ortaya koyan Türk duygusalsa”, Türk’ün kendisini düzeltmesi; “Kürt sapma içerisindeyse” Kürt’ün de kendisini düzeltmesi; “Arap bu işe ilgisizse” Arap’ında bu meseleye ilgi duyması 309 A.e., s. 133. 310 A.e., s. 131-132. 311 A.e., s. 132. 312 Tan, “Güneydoğu’daki Olaylar, Kürt Sorunu, TC, PKK ve Müslümanlar”, s. 73. 313 Tan, Kürd Soruşturması, s. 134. 221 gerekmektedir.314 Çünkü vakit, “Ortadoğu’daki tüm halkların (Kürt, Türk, Arap, Fars vs.) kardeşliğini hedefleyen, Hama’dan Halepçeye’ye kadar tüm mazlumları kucaklayıcı, anti-emperyalist mücadeleye omuz vermek, gerçek sömürü ve bu düzene karşı mücadele bayrağını yükselterek”, mevcut sorunları “elbirliği ile çözmek” ve halkı “aydınlatmak” zamanıdır.315 Kürt sorununun nihai çözümü meselesi, Türkiye’deki radikal İslamcılık ile ana akım İslamcılık arasındaki perspektif farklılaşmasının en belirgin biçimde görüldüğü konulardan biri olarak dikkat çekmektedir. Yani, ana akım İslamcılığın Türkiye merkezli ve Türkiyeci perspektifi ile radikal İslamcılığın ümmet merkezli ve evrenselci perpektifi arasındaki farklılaşma, Kürt sorununun nihahi ve kalıcı çözümü konusunda çok daha net bir şekilde görülmektedir. Bu çerçevede, Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümü konusunda ana akım İslamcılığın Türkiye’deki müesses nizamın revize edilmesi önerisini, radikal İslamcılığın yeterli bulmadığını ifade etmek mümkündür. Çünkü, bu öneri, verili ulus devletler sisteminin, dolayısıyla da son kertede İslam dünyasının ve ümmetinin mevcut bölünmüşlük durumunun devamı anlamına gelmektedir. Oysa radikal İslamcılık için Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümü, ancak ve ancak ümmet sorununun çözümü ile mümkündür. Buna göre yapılması gereken ümmet şuuru ile mücadele vererek, uzun vadede İslam dünyasındaki tüm kavimlerin varlığının garanti altına alındığı İslami bir düzen kurmak ve ittihad-ı İslam’ı tesis etmektir. Öte yandan, Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınması konusunda radikal İslamcılığın, ana akım İslamcılığa göre daha net bir söyleme sahip olduğu görülmektedir. Bunun nedeninin radikal İslamcılığın ümmet merkezli ve evrenselci perspektifine kavimler arası eşitlik düşüncesinin eşlik etmesinin olduğunu ifade etmek mümkündür. Buna göre, Allah tüm kavimleri eşit yaratmıştır ve hiçbir kavmin birbirine üstünlüğü bulunmamaktadır. Dolayısıyla, kavimler arası eşitliğin sağlanması da İslam’ın gerektirdiği bir durumdur. Bu çerçevede, her ne kadar Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümünün uzun vadede mümkün olduğu görüşünde olsa da, Türkiye’deki radikal İslamcılık, devlet tarafından Kürt kimliğinin tanınmasının ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının 314 A.e., s. 132. 315 Tan, “Güneydoğu’daki Olaylar, Kürt Sorunu, TC, PKK ve Müslümanlar”, s. 73. 222 güvence altına alınmasının kısa vadede halledilmesi gereken bir mesele olduğunu savunmuştur. Oysa, daha önce ifade edildiği gibi, ana akım Türkiye İslamcılığı, genel itibariyle, Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınması gerektiğini düşünmekle beraber, bunun gerçekleşmesinin Türkiye’deki müesses nizamın rezive edilmesine ve resmi ideolojinin değişmesine bağlı olduğunu savunmaktaydı. 223 SONUÇ Bu tez, Türkiye İslamcılığının 1980-2002 arası dönemde Kürt sorununa nasıl yaklaştığı sorusuna cevap aramış ve İslamcı perspektiften Kürt sorununun nasıl değerlendirildiğini ortaya koymayı amaçlamıştır. Bu tezde, dini doktrine dayalı bir ideoloji olan İslamcılığın etno-politik içeriğe sahip milli bir mesele olan Kürt sorununu nasıl değerlendirdiğinin analiz ve tespit edilmesi için, literatürde yer alan çalışmalardan farklı olarak, din ve milliyetçilik arasındaki ilişki biçimlerinden hareketle oluşturulan bir teorik perspektif benimsenmiştir. Bu teorik perspektif doğrultusunda da, Türkiye İslamcılığının Kürt sorununa ilişkin 1980-2002 arası dönemi kapsayan değerlendirmeleri, Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimleriyle doğrudan irtibatlandırarak incelenmiştir. Yani, bu tez, İslamcılığın Türkiye’deki devlet aygıtına, Türk milliyetçiliğine ve milli kimliğine yönelik benimsediği yaklaşım biçimleri ile Kürt sorunu karşısında benimsediği yaklaşım biçimleri arasında anlamlı bir ilişki kurmuştur. Bu çerçevede, Türkiye İslamcılığı, Türkiye’deki devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği ile kurduğu ilişki biçimleri açısından ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık şeklinde iki tip olarak kategorize edilmiş ve bu iki tip İslamcılığın Kürt sorununa yönelik değerlendirmeleri karşılaştırmalı bir şekilde analiz edilmiştir. Bu analiz neticesinde, Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın, Kürt sorununu, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlara yönelik yaklaşımları ekseninde şekillenen siyasal-toplumsal tasavvurları doğrultusunda ele aldığı, bundan dolayı da, meseleye yaklaşımları arasında benzerlikler olduğu gibi, anlamlı farklılıklar da olduğu görülmüştür. Çalışmada, öncelikle, dünya genelindeki farklı coğrafyalarda bulunan farklı dinlerin milliyetçilik ile kurduğu ilişki biçimlerinin benzerlik gösterdiği, bu doğrultuda da din ve milliyetçilik arasında iki tip ilişki biçimi olduğu çeşitli örneklerle gösterilmiştir. Buna göre, din ve milliyetçilik arasında yaygın olarak görülen ya da başka bir ifadeyle ana akım olan ilişki biçiminin bir benimseme ve dahil olma ilişkisi olduğu saptanmıştır. Bununla birlikte, dinler içesinde ulus devleti, milliyetçiliği ve milli kimlikleri reddeden radikal dini grupların da olduğu, yani din ve milliyetçilik arasında görülen ikinci tip ilişkinin bir reddetme ilişkisi olduğu tespit 224 edilmiştir. Ardından, farklı dinlerin buluduğu farklı coğrafyalarda görülen bu ilişki biçimlerinin İslam dünyası ve İslamcılık için de anlamlı olduğu, öte yandan İslamcılığın, ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık olarak iki tip şeklinde kategorize edilmesine imkan sağladığı, Mısır ve Hint altkıtasından seçilen temsil isimler üzerinden gösterilmiştir. Çalışmanın ikinci bölümünde, benzer ilişki biçimlerinin Türkiye ve Türkiye İslamcılığı için de anlamlı olduğu gösterilmiştir. Bu çerçevede, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlarla olan ilişkisi açısından, Türkiye İslamcılığı da, Türkiye dışındaki İslamcılık gibi, ana akım İslamcılık ve radikal İslamcılık olmak üzere iki tip şeklinde kategorize edilmiştir. 1950 sonrası dönemde, devlet, siyasi iktidarlar eliyle, İslam’a daha fazla alan açtıkça ya da başka bir ifadeyle İslam’la barıştıkça, İslamcılığın da devlete yaklaştığı ve devleti daha fazla benimsediği; bu ilişki çerçevesinde İslam, gitgide milli kimliğin bileşenleri arasında başat bir konuma geldikçe, İslamcılığın da Türk milli kimliğini benimsediğini, milliyetçilik ve muhafazakarlıkla yoğun bir alış veriş içerisine girdiği görülmüştür. Yani, Cumhuriyet dönemi boyunca, özellikle de yeniden yaşam alanı bulduğu çok partili hayatın başlamasından sonraki dönemde, Türkiye İslamcılığının ana akım çizgisinin Türkiye’deki devlet aygıtıyla, Türk milliyetçiliği ve milli kimliğiyle bir benimseme ilişkisi kurduğu tespit edilmiştir. Buna karşın, Türkiye İslamcılığı içerisinde de 1970’lerin ikinci yarısında radikal bir çizginin ortaya çıktığı ve bu radikal İslamcılığın, ulus devlet, milliyetçilik ve milli kimlik gibi yapı, düşünce ve kavramlara kategorik bir şekilde karşı çıktığı, bunları benimseyi reddettiği görülmektedir. Türkiye’deki radikal İslamcılığın, ulus devlete entegre olmayı, başta hakim Türk milliyetçiliği ve milli kimliği olmak üzere, tüm milliyetçilikleri ve milli kimlikleri benimsemeyi, bunların İslam’ın öngördüğü siyasal ve toplumsal düzenle bağdaşmadığı gerekçesiyle reddettiği saptanmıştır. Çalışmanın üçüncü ve son bölümünde, Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt sorununa yönelik değerlendirmeleri, devlet, Türk milliyetçiliği ve milli kimliği bakışları ekseninde farklılaşan siyasal-toplumsal tasavvurları çerçevesinde ve karşılaştırmalı bir şekilde analiz edilmiş, bu analiz doğrultusunda da bazı sonuçlara ulaşılmıştır. Bu doğrultuda, Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt sorununa yaklaşım biçimleri arasında benzerlikler olduğu görülmüş 225 olmakla birlikte, belirli farklılıklar da olduğu tespit edilmiştir. Öte yandan, ana akım ve radikal İslamcılığın Kürt sorununa yaklaşımları arasında farklılıkların oluşmasında belirleyici olan temel faktör, ilkinin meseleyi Türkiye merkezli ve Türkiyeci bir perspektifle ele alması, ikincisinin ise meseleyi ümmet merkezli ve evrenselci bir perspektifle değerlendirmesi olarak saptanmıştır. Söz konusu benzerlikler ve farklılıklar, Kürt sorununun içerdiği muhtelif konulara ana akım ve radikal İslamcılığın değerlendirmeleri üzerinden gösterilmiştir. Kürt sorununun kaynağı ve niteliği meselesini değerlendirirken, yani sorunun nedenleri izah ederken ve sorunu tanımlarken, her iki tip İslamcılığın belirli noktalarda benzer, belirli noktalarda ise farklı düşündüklerini görülmektedir. Ana akım Türkiye İslamcılığının meseleyi Türkiye merkezli bir sorun olarak ele aldığı, radikal İslamcılığın ise meseleye ümmet merkezli bir perspektifle yaklaştığı ifade edilebilir. Mesela, ana akım Türkiye İslamcılığı için, Türkiye’de aslında bir müesses nizam sorunu söz konusudur ve ülkedeki diğer bütün sorunlar bu müesses nizamdan kaynaklanmaktadır. Kürt sorunu da, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından sonra tesis edilen bu düzenden kaynaklanan bir sorundur. Yani, ana akım İslamcılık için Kürt sorununun temel nedeni Türkiye’deki müesses nizam ve resmi ideolojidir. Radikal İslamcılık ise, Türkiye’deki müesses nizamın sorunlu olduğunu kabul etmekle beraber, Kürt sorununu, aslında daha büyük bir sorun olan ümmet sorununun bir parçası olarak görmekte, bu doğrultuda da, bir ümmet sorunu olarak tanımlamaktadır. Bu açıdan da, radikal İslamcı perspektiften Kürt sorunun temel kaynağı, Türkiye’deki müesses nizamın ve resmi ideolojinin de ötesinde, aslında milliyetçiliğin ve ulus devletlerin bizatihi mevcudiyeti olarak değerlendirilmektedir. Benzer değerlendirmeler, her iki tip İslamcılığın Kürt sorununa yönelik yabancı devletlerin müdahalesi konusu hakkındaki düşüncelerinde de görülmektedir. Ana akım çizgide yer alan İslamcıların birçoğuna göre, yabancı devletler, yani emperyalist güçler, Türkiye’yi kontrol altına almak, zayıf düşürmek, hatta bölmek için Kürt sorununu kullanmaktadır. Oysa radikal İslamcılar için, yabancı devletlerin, yani emperyalist güçlerin kontrol altına almak, zayıf düşürmek ve bölmek istediği yalnızca Türkiye değil, zaten bölünmüş olan İslam dünyası ve ümmetidir. Kürt sorununun kaynağı ve niteliği konusunda olduğu gibi, Kürt sorununun çözümüne ilişkin gündeme gelen seçeneklere yönelik değerlendirmelerinde de 226 Türkiye’deki ana akım ve radikal İslamcılık arasında benzerlikler ve farklılıklar olduğu görülmektedir. Mesela, bir çözüm seçeneği olarak tartışılan bağımsız bir Kürt devleti kurulması fikrine her iki tip İslamcılık da açık bir şekilde karşı çıkmaktadır. Ancak, bağımsız bir Kürt devleti fikrine, ana akım İslamcılık, Türkiye’nin üniter yapısının ve bütünlüğünün korunması adına karşı çıkarken, radikal İslamcılık ise, milliyetçi bir çözüm önerisi olduğu gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. Bu meseleye yönelik değerlendirmelerinde, radikal İslamcıların, yalnızca bağımsız bir Kürt devletine değil, aynı zamanda ulus devlet modeline kategorik bir karşı çıkış içerisinde olduklarını özellikle vurgulamaları dikkat çekicidir. Öte yandan, meselenin çözümüne ilişkin gündeme gelen bir diğer seçenek olan federasyon-özerklik fikrine, ana akım İslamcılığın yine aynı gerekeçeyle, yani Türkiye’nin üniter yapısının ve bütünlüğünün korunması adına karşı çıktığı görülmektedir. Radikal İslamcılığın ise federasyon-özerklik fikrine yönelik homojen bir tavrından söz etmek mümkün değildir. Radikal İslamcılar arasında, bu fikre, milliyetçi bir çözüm seçeneği olduğu gerekçesiyle karşı çıkanın da, bu seçeneğin kısa vadede çözüm getirebileceğini düşünenin de olduğu göze çarpmaktadır. Kürt sorununun nihahi çözümü meselesinde, ana akım İslamcılığın Türkiye merkezli ve Türkiyeci perspektifi ile radikal İslamcılığın ümmet merkezli ve evrenselci perpektifi arasındaki farklılaşmanın çok daha belirgin bir hale geldiği görülmektedir. Mesela, ana akım Türkiye İslamcılığı, Kürt sorununun nihai ve kalıcı bir çözüme kavuşturulması için Türkiye’nin üniter yapısının ve bütünlüğünün mutlaka korunması, ama Türkiye’deki müesses nizamın revize edilmesi gerektiğini savunmuştur. Buna göre, ana akım İslamcılık, Kürt sorununun nihai ve kalıcı bir şekilde çözülmesi için yapılması gerekenleri, resmi ideolojinin İslam’ı dışlayan anlayışı terk edilmesi, İslam’ın tekrar devreye sokulması, dahası, Türkleri ve Kürtleri, eskiden olduğu gibi birarada tutan, İslam kardeşliği esasına dayalı bir yapılanmaya gidilmesi olarak saptamaktadır. Bu bakış açısının, aynı zamanda, ana akım Türkiye İslamcılığının Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının tanınmasına yönelik yaklaşımını da belirlediği görülmektedir. Çünkü, ana akım Türkiye İslamcılığı, genel itibariyle, Kürt kimliğinin ve Kürt halkının sosyokültürel haklarının tanınmasının, Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümünün sağlanmasıyla, dolayısıyla, Türkiye’deki müesses nizamın revize edilmesi ve resmi 227 ideolojinin değişmesiyle mümkün olacağını düşünmektedir. Yani, ana akım Türkiye İslamcılığının, Türkiye’deki müesses nizam revize ediliği ve resmi ideoloji değiştiği takdirde, Kürtler başta olmak üzere, hiçbir etnik grubun soso-kültürel haklarından mahrum kalmayacağı fikrine sahip olduğu görülmektedir. Buna karşın, radikal İslamcılık, Kürt sorununun nihai ve kalıcı bir çözüme kavuşturulması için Türkiye’deki müesses nizamın revize edilmesini ve resmi ideolojinin değişmesini yeterli bulmamaktadır. Kürt sorununu ümmet sorununun bir parçası olarak gören radikal İslamcıların, sorunun çözümünün de ümmet sorununun çözümüyle mümkün olacağını düşündükleri görülmektedir. Buna göre, Kürt sorununun nihai ve kalıcı çözümünün sağlanması için milliyetçiliğe dayalı mevcut ulus devletler sisteminin yerine, İslam ümmetine mensup her kavmin kendi kimliğini koruyabileceği bir birlik modelinin benimsenmesi gerekmektedir. Dolayısıyla, radikal İslamcı perspektiften Kürt sorununun nihai ve kalıcı olarak çözüme kavuşturulmasının formülü, uzun vadede ümmet şuuruyla bir mücadele vermek, bu şekilde ümmetin her kavminin kimliğinin tanınacağı ve muhafaza edileceği bir birliğin, yani İttihad-ı İslam’ın tesis edilmesi olarak saptanmaktadır. Öte yandan, radikal İslamcıların, İslam’ın gereği olarak kavimler arası eşitlik düşüncesini savundukları, bu yüzden de devlet tarafından Kürt kimliğinin tanınmasını ve Kürt halkının sosyo-kültürel haklarının güvence altına alınmasını, herhangi bir şarta bağlı olmaksızın, kısa vadede halledilmesi gereken bir mesele olarak değerlendirdikleri görülmektedir. Bu açıdan da ana akım İslamcı çizgide yer alan isimlere göre daha net bir tavır sergilediklerini ifade etmek mümkündür. Meseleye yaklaşımları arasında belirli farklılıklar olmakla beraber, Türkiye İslamcılığının hem ana akım hem de radikal çizgilerinin 1980’ler ve 1990’lar boyunca Kürt sorununun çözümünden yana tavırlara sahip oldukları görülmektedir. Kürt sorununun bir yandan Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri haline geldiği, diğer yandan ise devlet tarafından varlığının kabul edilmediği bir dönemde, Türkiye İslamcılığının genel itibariyle sorunun çözümünden yana tavır sergilemesinde dönemin siyasi atmosferinin ve bu atmosfer içerisinde Türkiye İslamcılığının pozisyonunun etkili olduğunu söylemek gerekmektedir. 1980 sonrası dönemde, özellikle de 1990’larda, Türkiye sağından ayrılmaya başlayarak daha müstakil bir akım ve önemli bir muhalefet hareketi olarak yükselen İslamcılık, Kürt sorununa 228 benzer şekilde, Türkiye’deki mevcut rejim tarafından bir tehdit olarak algılanmıştır. Böyle bir siyasi atmosfer içerisinde, muhalif bir pozisyonda yer alan, hatta müesses nizama tehdit olarak görülen Türkiye İslamcılığı, mevcut rejimin politikaları karşısında meseleye yakın bir duruş sergilemiş ve Kürt sorununun çözümünden yana bir tavır ortaya koymuştur. Öte yandan, İslamcılık düşüncesinde zaten merkezi bir yere sahip olan devlet meselesinin ne kadar önemli olduğunun, Türkiye İslamcılığının etno-politik bir mesele olan Kürt sorununa yaklaşımı konusunda da görüldüğü ifade edilebilir. Daha önce de sıklıkla ifade edildiği gibi, Türkiye’deki radikal İslamcılık, ulus devlet modeline kategorik bir şekilde karşı çıkarken, ana akım Türkiye İslamcılığı ise ulus devlet içerisinden konuşmaktadır. Türkiye’deki müesses nizam tarafından İslamcılığın bir tehdit olarak görülmesine rağmen, özellikle ana akım Türkiye İslamcılığının, meselenin çözümü konusunda devletin üniter yapısının ve bütünlüğünün mutlaka korunması gerektiğini savunmasının, Kürt sorununa yaklaşımını belirlemesinin de ötesinde, siyasal iktidara, yani aslında devlete sahip olma isteğini gösterdiğini ifade etmek mümkündür. Nitekim, bu durumun, İslamcılığın, özellikle de ana akım çizgisinin Türkiye’deki siyasal sistemin merkezine doğru kaydığı, yani devlete yaklaştığı 2002 sonrası dönemde daha da belirgenliştiğini söylemek yanlış olmaz. Bu açıdan da, Türkiye İslamcılığının devletle kurduğu ilişkinin, Kürt sorununa nasıl yaklaştığı meselesinin 2002 sonrası dönemini inceleyecek çalışmalar için son derece önemli bir gösterge olduğu ifade edilebilir. 229 KAYNAKÇA Aburaiya, Issam: “Islamism, Nationalism, and Western Modernity: The Case of Iran and Palestine”, International Journal of Politics, Culture and Society, No:22, 2009, s. 57-68. Adams, Charles J.: “Mevdudi ve İslam Devleti”, Güçlenen İslam’ın Yankıları, Ed. John L. Esposito, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1989, s. 119-155. Afgani, Cemaleddin, Muhammed Abduh: Urvetu’l Vuska, İstanbul, Bir Yayıncılık, 1987. Afgani, Cemaleddin: “Milli Birlik Felsefesi ve Dil Birliğinin Gerçek Mahiyeti”, Cemaleddin Afgani ve Türk Dünyası, Şamil Kurbanov, İstanbul Doğu Kitabevi, 2011, s. 283-293. Afreen, Amna: “Iqbal’s Islamic Political Ideas”, Al-Adwa, C. 42, No: 29, 2014, s. 37-60. Ağırakça, Ahmet: “Ümmet Toplumu Deyince Ne Anlıyoruz?”, Değişim, No: 24, mayıs 1995, s. 28-37. Ahmed, Aziz: Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, Çev. Ahmet Küskün, İstanbul, Yöneliş Yayınları, 1990. Ak Parti: Sorularıyla ve Cevaplarıyla Demokratik Açılım Süreci: Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, 2010. Aksu, İsmail: “Kürt Meselesi ve Ulusçuluk Üzerine”, Dünya ve İslam, No: 7, Yaz 1991, s. 11-22. Aktürk, Şener: “Religion and Nationalism: Contradictions of Islamic Origins and Secular Nation-Building in Turkey, Algeria, and Pakistan”, Social Science Quarterly, C. 96, No: 3, Eylül 2015, s. 778-806. Albayrak, Sadık: “Şu bizim ‘Türkler’...”, Yeni Şafak, 20 Temmuz 2001, (Çevrimiçi) https://www.yenisafak.com/yazarlar/sadikalbayrak/u-bizim-turkler-53316, 15 Ağustos 2020. Alış, Ahmet: “Kürt Etnobölgesel Hareketin Doğuşu, Kitleselleşme Süreci ve Türkiye İşçi Partisi: 1959-1974”, Türkiye Siyasetinde Kürtler: Direniş, Hak Arayışı, Katılım, Ed. Büşra Ersanlı, Günay 230 Göksu Özdoğan, Nesrin Uçarlar, İstanbul, İletişim Yayınları, 2012, s. 57-90. Ali, Muhamad: “Nationalism and Islam: Perspective of Egyptian and Syrian Muslim Intellectuals”, Indonesian Journal of Islam and Muslim Societies, C.4, No:1, Haziran 2014, s.51-79. Ali, Muhamad: “The Concept of Umma and The Reality of The Nation-State: A Western and Muslim Discourse”, Kultur: The Indonesian Journal for Muslim Cultures, C. 2, No: 1, 2002, s. 37-58. Al-Mehri, A.B.: “Biography”, Milestones, Ed. A.B. Al-Mehri, Birmingham, Maktabah Booksellers and Publishers, 2006. s. 7-19. Anderson, Benedict: Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev. İskender Savaşır, 5. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2009. Aran, Gideon, Nurit Stadler, Eyal Ben-Ari: “Fundamentalism and The Masculine Body: The Case of Jewish Ultra-Orthodox Men in Israel”, Religion, No: 38, 2008 s. 25-53. Arpacı, Işıl: Türk Siyasetinde Erbakan, İstanbul, Kopernik Kitap, 2017. Arslan, Abdurrahman: “Peygamber Ümmetinden Ulus’un Devletine”, Bilgi ve Hikmet, No: 3, Yaz 1993, s. 16-30. Arslan, Abdurrahman: Kürt Sorunu Nasıl Çözülür, İstanbul, Nûbihar Yayınları, 1996, s. 87-92. Arslan, M. İhsan: Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 259-296. Arslantaş, Süleyman: “Yeni Dünya Düzeni’nin Bölgemize Yansıması”, Mazlum-Der Kürd Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 93-99. Arslantaş, Süleyman: “Müslümanlar Nereye?”, Yeryüzü, No: 14, 15 Ocak 1992, s. 19- 20. Aydın, Metin: “Irak’ta Kürt soykırımı ve Bir ‘Uzun Yürüyüş’…”, Girişim, No: 37, Ekim 1988, s. 4-16. Aydın, Metin: “Kürt Mülteciler Zor Durumda”, Girişim, No: 38, Kasım 1988, s. 6-7. Ayoob, Mohammed: The Many Faces of Political İslam: Religion and Politics in The Muslim World, Michigan, University of Michigan Press, 231 2008. Aziz, Khursheed Kamal: Hint Hilafet Hareketi: Belgelerle (1915-1933), Çev. İbrahim Kapaklıkaya, İstanbul, Mahya Yayıncılık, 2014. Barker, Philip W.: Religious Nationalism in Modern Europe: If God Be for Us, London, Routledge, 2009. Barzilai, Gad: Communities and Law: Politics and Cultures of Legal Identities, Michigan, The University of Michigan Press, 2003. Bora, Tanıl: Türk Sağının Üç Hali: Milliyetçilik, Muhafazakarlık, İslamcılık, 6. bs., İstanbul, Birikim Yayınları, 2009. Bora, Tanıl: Cereyanlar: Türkiye’de Siyasî İdeolojiler, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2017. Bozarslan, Hamit: “Kürd Milliyetçiliği ve Kürd Hareketi (1898-2000)”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 4: Milliyetçilik, Ed. Tanıl Bora, İstanbul, İletişim Yayınları, 2008, s. 841-870. Bozdağlıoğlu, Yücel: “Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi ve Sonuçları”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi, No: 180, Ocak 2014, s. 9-32. Brubaker, Rogers: “Religion and Nationalism: Four Approaches”, Nations and Nationalism, C.18, No:1, 2012, s. 2-20. Bruinessen, Martin van: Kürdistan Üzerine Yazılar, 9. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2015. Bruinessen, Martin van: Ağa, Şeyh, Devlet, Çev. Banu Yalkut, 9. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2015. Brykczynski, Paul: “Radical Islam and the Nation: The Relationship between Religion and Nationalism in the Political Thought of Hassan alBanna and Sayyid Qutb”, History of Intellectual Culture, C. 5, No: 1, 2005, s. 1-19. Bulaç, Ali: “İslam’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslamcıların Üç Nesli”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 6: İslamcılık, Ed. Yasin Aktay, 2. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s. 48-67. Bulaç, Ali: “Kur’an-ı Kerim’de ‘Millet’”, Hicret, No: 13, 17 Aralık 1979, s. 5. 232 Bulaç, Ali: “Hadis’te ‘Millet 1’”, Hicret, No: 14, 24 Aralık 1979, s. 5. Bulaç, Ali: “İslami Bir Perspektiften Kürt Sorunu”, Kürd Soruşturması, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 89-110. Bulaç, Ali: “Kürt Sorunu ile Kafkasya ve Balkanlardaki Etnik Çatışmaların Mukayesesi”, Mazlum-Der Kürd Sorunu Forumu, Ankara, Sor Yayıncılık, 1992, s. 25-38. Bulut, Halil İbrahim: “Ümmet”, İslam Ansiklopedisi Cilt 42, 2012, s. 308-309. Casanova, Jose: Public Religions in The Modern World, Chicago, The University of Chicago Press, 1994. Cizre, Ümit: Muktedirlerin Siyaseti: Mekez Sağ-Ordu-İslamcılık, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2014. Claydon, Tony, Ian McBride: “The Trials of Chosen Peoples: Recent Interpretations of Protestanism and National Identity in Britain and Ireland”, Protestanism and National Identity: Britain and Ireland 1650-1850, Ed. Tony Claydon, Ian McBride, New York, Cambridge University Press, 2007, s. 3-29. Coakley, John: The Religious Roots of Irish Nationalism, Social Compass, C. 58, No: 1, 2011, 95-114. Colley, Linda: Britons: Forging The Nation 1707-1837, 3. bs., London, Pimlico, 2003. Copeaux, Etienne: Tarih Dersi Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk-İslam Sentezine, 3. bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2016. Çakır, Ruşen: “Milli Görüş Hareketi: Dün, Bugün, Yarın”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri, Ed. İsmail Kara, Asım Öz, İstanbul, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 2013, s. 755-776. Çakır, Ruşen: Ne Şeriat Ne Demokrasi: Refah Partisi’ni Anlamak, İstanbul, Metis Yayınları, 1994. Çakırgil, Selahaddin Eş: “Biz Milliyetçiyiz, hem de İslâm Milliyetçisi”, Şura, 25 Mayıs 1978, s. 13. Çakırgil, “Türkiye Müslümanlarını Bekleyen Yeni Bir Fitne: TürklükKürtlük Sürtüşme





.ÜRKİYE’DEKİ İSLAMCI DÜŞÜNÜŞTE BİR NEVABİT: İSMET ÖZEL
ONTOLOJİ ÜZERİNDEN İSLAMCILIK
Pamukkale Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Doktora Tezi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi
Anabilim Dalı Programı
Aytaç ODACILAR
Danışman: Prof. Dr. H. Aliyar DEMİRCİ
Haziran 2022
DENİZLİ
i
ii
Bu tezin tasarımı, hazırlanması, yürütülmesi, araştırmalarının yapılması ve
bulgularının analizlerinde bilimsel etiğe ve akademik kurallara özenle riayet edildiğini;
bu çalışmanın doğrudan birincil ürünü olmayan bulguların, verilerin ve materyallerin
bilimsel etiğe uygun olarak kaynak gösterildiğini ve alıntı yapılan çalışmalara atıfta
bulunulduğunu beyan ederim.
Aytaç ODACILAR
iii
TEŞEKKÜR
Lisans projelerinde ya da yüksek lisans tezlerinde teşekkür, ortaya çıkan ürün özelinde,
dar bir zümreye edilebilir. Söz konusu doktora teziyse, ortaya yeni bir kavram ya da
yeni bir kavrayış koyması sebebiyle, teşekkürün tez özeline ve tez süreciyle
sınırlandırılamayacağı kanaatindeyim. Çünkü ilgili yeni şey, kavranışı itibariyle,
tamamen öznel bir tecrübeyle kişinin kendi hayatına ilişik bir şey olarak ortaya çıkıyor.
Günümüzde sosyal bilginin, veri fetişisti olmaya savrulan ortodoks bilimcileri rahatsız
edecek şekilde, edebiyat ve sanata yaklaşmasını bunun tezahürü olarak görüyorum. Bu
sebeple ilk teşekkürlerimi, tez sürecinde teze dair bir bilgi alışverişinde bulunmamama
rağmen, beni tezde ortaya çıkan bilginin frekansına sokan kadim dostum Uygar
ŞİMŞEK ve rahmetli hocam Hüsamettin ARSLAN’a etmek istiyorum. İlgili frekansta
beraber yürüdüğüm ve düşüncelerinden sürekli istifade ettiğim arkadaşım şair Armağan
ALTAY’a da bu kapsamda teşekkür ediyorum.
Tez danışmanım H. Aliyar DEMİRCİ’ye öncelikle beni danışmanlığına kabul ettiği ve
tüm tez sürecinde beni sınırlamamak konusunda gösterdiği hassasiyet için sonsuz
teşekkürlerimi sunuyorum. Yaklaşık altı yıl boyunca tez izleme komitelerinde bana
katlandıkları ve fikirlerinden çokça istifade ettiğim Güney ÇEĞİN ve Ferihan POLAT’a
çok teşekkür ederim. Pamukkale Üniversitesi’nden en büyük kazancım olarak
gördüğüm Tolgahan AYDINER’e hassaten teşekkür ederim. Her ne kadar doktoramı
Pamukkale Üniversitesi’nde yapmış olsam da Arş. Gör. kadrosunda çalıştığım İzmir
Kâtip Çelebi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümündeki huzurun
doktoramı doğrudan etkilediğini düşünüyorum. Böyle bir bölümde çalışmanın nimet
olduğunu hissederek, her bir hocama bu ortamı sağladıkları için minnetlerimi
sunuyorum. Tezin redaksiyon kısmında, yoğunluklarına rağmen, benden desteklerini
esirgemeyen Onur KAZANCI ve Semi ERTAN’a, sekiz yıldır her durumda desteğini
hissettiğim Nisa AKIN’a ayrıca teşekkür ederim.
Şüphesiz en büyük teşekkürü ailem hak ediyor. Eşim Semiha IŞIK ODACILAR’a,
Annem Nevriye ODACILAR’a, babam Besim ODACILAR’a, abim Behlül
ODACILAR’a ve on altı senedir ailemden biri olarak gördüğüm Veli BAŞOĞLU’na en
içten duygularımla şükranlarımı sunuyorum.
Son olarak, bu tezi, içinde düşündüğüm, varlığımı danışıklı olarak ürettiğim, araçsal
olmayan bir ölçüyle kavradığım TÜRKÇE’ye ve bir gün babasının hassasiyetleriyle
ünsiyet kurabilmesi ümidiyle oğlum Atlas ODACILAR’a adıyorum.
Dr. Aytaç ODACILAR
iv
ÖZET
TÜRKİYE’DEKİ İSLAMCI DÜŞÜNÜŞTE BİR NEVABİT: İSMET ÖZEL
ONTOLOJİ ÜZERİNDEN İSLAMCILIK
ODACILAR, Aytaç
Doktora Tezi
Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı
Tez Danışmanı: Prof. Dr. H. Aliyar Demirci
Haziran 2022, VIII+306 Sayfa
Bu çalışma, İsmet Özel’in nevi şahsına münhasır İslamcılığının Türkiye’deki
İslamcı düşünce geleneğindeki ayrıksı konumunu ontoloji üzerinden analiz etmeyi
amaçlamaktadır. Bu kapsamda tezin en temel iki argümanı şu şekilde ifade
edilebilir. Birincisi, modern ontolojik kökleri sebebiyle, içindeki farklılıklara
rağmen, Türkiye’deki İslamcı düşünce geleneği dünyayı aynı tarzda kavramıştır.
İkincisi, düşüncelerinin yükseldiği ontolojinin farklı olması sebebiyle İsmet Özel’in
İslamcılığı başka bir dünya kavrayışını ihtiva eder.
Çalışmanın birinci bölümünde modernliğin tarihi, modernliğin modern
karakterinin ontolojik anlamını açığa çıkaracak şekilde bir okumaya tâbi
tutulmuştur. Bu kapsamda modernitenin pozitif olarak bir ontolojisi olmasa da,
varsayım seviyesinde ontolojisi ‘insanın şeyleri bilebilmesi ve bunu aktarabilmesi’
olarak ortaya konmuştur.
Çalışmanın ikinci bölümünde, Türkiye’deki İslamcı düşünce geleneğinin modern
karakteri modern ontolojik varsayım üzerinden ortaya konmuştur. Bu kapsamda,
ilgili ontolojik karakter geleneğe hâkim iki tavır üzerinden serimlenmiştir:
‘muhafazakâr tavır’ ve ‘modernist tavır’.
Üçüncü bölümde, İsmet Özel’in İslamcılığı kendi ontolojisi üzerinden ortaya
konulmuştur. İsmet Özel’in dayandığı ontolojinin İslamcılık düşüncesi ile sürekli
ilişki halinde olması sebebiyle bu ayrıksı İslamcılık tarzı ‘ontolojik İslamcılık’
olarak adlandırılmıştır. Ontolojik İslamcılık, tezin amacı doğrultusunda, hem
modern olan her şeyin radikal bir eleştirisi hem de modern olmayan alternatif bir
varlık kavrayışı olarak sunulmuştur.
Anahtar Kelimeler: İsmet Özel, İslamcılık, ontoloji, Modern
v
ABSTRACT
A SALIENT FIGURE IN ISLAMIC THINKING IN TURKEY: ISMET OZEL
ISLAMISM THROUGH ONTOLOGY
ODACILAR, Aytac
PhD Thesis
Department of Political Science and Public Administration
Consultant: Prof. Dr. H. Aliyar DEMİRCİ
June 2022, VIII+306 Pages
This study aims to analyze the distinctive position of İsmet Özel's sui generis
Islamism in the tradition of Islamist thought in Turkey through ontology. In this
context, the two main arguments of the thesis can be expressed as follows: Firstly,
due to its modern ontological roots, the Islamic tradition of thought in Turkey has
grasped the world in the same way, despite the differences within it. Secondly,
İsmet Özel's Islamism includes a different understanding of the world, since the
ontology in which his thoughts are raised is different.
In the first part of the study, the history of modernity is read in a way that reveals
the ontological meaning of the modern character of modernity. In this context,
although modernity does not have a positive ontology, its ontology at the
hypothetical level is put forward as 'man's ability to know things and convey this'.
In the second part of the study, the modern character of the Islamic thought
tradition in Turkey is revealed through the modern ontological assumption. In this
context, the related ontological character is given through two attitudes that
dominate the tradition, as follows: ‘conservative attitude’ and ‘modernist attitude’.
In the third chapter, İsmet Özel's Islamism is unfolded through his own ontology.
Because the ontology on which İsmet Özel is based is in constant contact with the
thought of his Islamism, this distinctive style of Islamism has been called
'ontological Islamism'. For the purpose of the thesis, ontological Islamism is
presented as both a radical critique of everything modern and an alternative
conception of being that is not modern.
Key Words: Ismet Ozel, Islamism, Ontology, Modern
vi
İÇİNDEKİLER
TEZ ONAY SAYFASI.…………………………………………………………………I
BİLİMSEL ETİK SAYFASI…………………………………………………………...II
TEŞEKKÜR………………………………………………………………….………..III
ÖZET…………………………………………….……………………………………IV
ABSTRACT………………………………………...………………………………….V
İÇİNDEKİLER……………………………………………….…….…………………VI
SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ……………………………...………………VIII
ÇALIŞMANIN METODOLOJİSİ……………….……………………………………...1
GİRİŞ……………………………………………………………………….……………5
1.BÖLÜM
BİR HEGEMON OLARAK BATI DÜŞÜNCESİ
1.1. Batı Tanımlaması.……………..……………………………………….………….23
1.1.1. Coğrafi Olarak Batı…………………………..……….…..……………...24
1.1.2. Siyasal Olarak Batı………………………..……….…………………….27
1.1.3. Söylem Olarak Batı…………….………………………….......................28
1.2. Modernite, Modernlik……………………………………….………..…...……….31
1.2.1. Dünyanın Büyüsünün Bozulması, Sekülerlik………….………...………35
1.2.1.1. Fiziksel Dünya Tasavvurunun Değişimi………..………..…….39
1.2.1.2. Kurumsal Otoritelerin Sarsılması Olarak Rönesans ve
Reformasyon……………………………………………………………………44
1.2.1.3. Bir Sekülerlik Olarak Hümanizma (16. Yüzyıl)…………...…..52
1.2.2. Kesinlik Arayışı Olarak Rasyonalite (17. Yüzyıl)……………………….59
1.2.2.1. Descartes’in Mirası…………………………………...……......68
1.2.2.2. Özne Olarak İnsanın Kurulumu………………………..…....…74
1.2.3. Aydınlanma ya da Aydınlanmalar……………………………..………...78
1.3. Modernizm ve Oryantalizm……………………………………..………..…….….85
1.3.1. Beyaz Adamın Yükü (White Man’s Burden) Olarak Modernizm…...…..88
 1.3.2. Otantikliğin Sonu Olarak Oryantalizm…………….……………………..92
2.BÖLÜM
SİYASAL İSLAM VE TÜRKİYEDEKİ İSLAMCILIĞIN ANA HATLARI
2.1. İslamcılığın Anlamı ve Başlangıcı Üzerine Değerlendirme……………………...102
2.1.1. İslamcılığın Dili…………….……………………...……………….......108
2.1.1.1. Dil'in Ne'liği Üzerine……….. …………..…….……………..108
2.1.1.2. Siyasal İslam ya da İslam + cılık (İslam + ism) Terkibinin
Anlamı………………………………………………………………………...116
2.2. İslamcılığın Sınıflandırılması………………………………………...…………..122
2.2.1. Tavır Üzerinden Sınıflandırma………………………...………...…….125
2.2.1.1. Muhafazakâr Tavır……………………………………….…...127
2.2.1.2. Modernist Tavır…...………………………………..……..….131
2.2.2. Dönem Üzerinden Sınıflandırma……………………………..…….…..135
2.2.2.1. Başlangıç Dönemi (1856 – 1924)………….………….……...135
2.2.2.2. İslami Hareket Dönemi (1950 – 2000)….……………….…...142
2.2.2.3. Siyasal İslam (2000 - )…………..………………………….……...…150
vii
2.3. Türkiye'deki İslamcılığa Hâkim Temalar……………………………..………….160
2.3.1. Din Tasavvurunun Seküler Konumlandırılması………………………..160
2.3.2. Üstünlük Düşüncesi……………………………………………...……..165
2.3.3. Geri Kalmışlık Düşüncesi ve İlerleme Fikri…………...……….………166
2.3.4. Anti-Emperyalizm…………………………………….….....………….168
2.3.5. Laiklik Tartışması…………………………………..……………...…...173
3.BÖLÜM
İSMET ÖZEL’İN ONTOLOJİSİ VE İSLAMCILIĞI
3.1. İsmet Özel’in Görüşlerinin Ele Alınması Hususu………....……………………..183
3.2. İsmet Özel’i Bilmek ya da İsmet Özel’in İstemesi……………..……………...…188
3.3. İsmet Özel’in Hayat ve İnsan Tasavvuru………………………………………...192
3.3.1. İsmet Özel’in Hayatına/Masalına Dair…………………………………192
3.3.2. İsmet Özel’de İnsan………………………………………….………....197
3.3.2.1. Tevarüs Edilmemiş Asalet…………….……………….……..204
3.3.2.2. Kadirşinas İtaatsizlik…….…………………..………………..210
3.3.2.3. Güçlü İnsan………….……...………………………..…….…212
3.4. İsmet Özel'in Dil Görüşü ve Poetikası…………………………….………...……215
3.4.1. İsmet Özel ve Dil………………………………..……………….……..215
3.4.2. İsmet Özel’in Poetikası……………………….…………………..…….221
3.4.3. İsmet Özel ve Şiir……………………………...……………...………..224
3.4.3.1. Şiir Politika İlişkisi……...………………………..……..…….231
3.5. İsmet Özel’in Bilgi Tasavvuru………………………………………..………….233
3.5.1. İsmet Özel’de Yaşam Zemini Olarak Bilgi ve Bilim………...……...…234
3.5.2. İsmet Özel’de Dil ve Bilginin Yolu Olarak Üç Kelime: Ben, Sen, O….242
3.5.3. İsmet Özel’de Dünya Sistemi…………………...…………………...…245
3.5.3.1. Dünya Sisteminin Temel Dayanakları Olarak Kavramlar ve
Tanımlar……………………………………………………………………………….249
3.5.3.1.1. Ekonomi…………………………………….……....252
3.6. Müslüman Türk Şair İsmet Özel………………….…………………………..….254
3.6.1. İsmet Özel’de Tümel Bilgi ve İslam……………………………………255
3.6.2. Kalın Türk……………………….………………………………...……263
3.6.3. Türkçe……….…………………………………………………...……..270
SONUÇ…………………………………….…………………………………...……..277
KAYNAKLAR………………………….………………………………………….…286
ÖZ GEÇMİŞ…………………………………………………………………...……...306
viii
SİMGE VE KISALTMALAR DİZİNİ
Age: Adı geçen eser
Agm: Adı geçen makale
Akt: Aktaran
AKP: Adalet ve Kalkınma Partisi
Bkz: Bakınız
Der.: Derleyen
Edit. Editör(ler)
FP: Fazilet Partisi
İMD: İstiklal Marşı Derneği
MGH: Milli Görüş Hareketi
MNP: Milli Nizam Partisi
MSP: Milli Selamet Partisi
ÖFK: Özel Finans Kuruluşları
RP: Refah Partisi
SCF : Serbest Cumhuriyet Fırkası
TCF: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası
Vb. : Ve benzeri
Vd. : Ve diğerleri
Yay. Haz. : Yayına hazırlayan
1
Çalışmanın Metodolojisi
Çalışmamızda nitel araştırma yöntemlerinden yararlanılmış olup, nitel araştırma
desenlerinden gömülü teori (Grounded theory) araştırmanın yaklaşımı için ana strateji
olarak belirlenmiştir. Araştırma deseni olarak gömülü teoriyi seçme sebeplerini şöyle
açıklamak mümkündür. İlk sebep, ortaya koymak istediğimiz düşüncelerin sahibi İsmet
Özel’in İslamcılık düşünündeki kendine özgü/nevi şahsına münhasır konumuyla
alakalıdır. Bu konum Özel’in görüşlerini açıklarken tümdengelimci metod ve
stratejilerin eksik kalacağını dikkatlere sunmaktadır. Bununla alakalı da olan ikinci
neden, İsmet Özel’in, ona söylenenin aksine, her dönem aynı adam olduğunu
söylemesidir. İsmet Özel’in bu söylemi, Özel’in düşüncelerinin ortada daha önceden
tanımlanmamış bir kuram içinde anlamlı olduğunu düşündürtmektedir. Üçüncü sebep
olarak, İsmet Özel’in şair olması ve poetikasıyla düşünceleri arasında doğrudan bir
bağlantı olduğunu ifade etmesidir. Türk düşünce dünyasında birçok şairden bahsetmek
mümkündür. Ancak poetikasını ortaya koyan ve hayatı bunun üzerinden algılayan bir
şair olarak İsmet Özel’in yeri farklıdır. Çünkü burada şairliğin bilfiil düşünceyi
belirlemesinden bahsedebiliriz. Nitekim İsmet Özel’in Türkçülüğünden bahsederken,
Özel’in (2017: 246) Türklerin şiir ile fikrettiğini söylemesi, toplumsal
değerlendirmelerde/tasniflerde de poetikanın etkisini açıkça göstermektedir. Bu sebeple,
poetika üzerinden ortaya konulan düşünceler için ön-kabul kalıpların/kavramların
araştırmada ortaya çıkarılması istenen şeyin önüne geçeceği açıktır. Bu bakımdan, önkabullerin minimize edildiği, esnek veri toplama tekniklerinin kullanıldığı, veri ile
analizin eş zamanlı yapıldığı gömülü teori, poetikanın hâkim olduğu görüşlerin
analizinde daha elverişli araştırma deseni olarak karşımıza çıkmaktadır. Poetik temelli
düşüncelerin incelenmesinde gömülü teoriyi daha işlevsel kılan bir diğer neden,
araştırıcıyı araştırmanın dışında konumlandırmamasıyla açıklanabilir. Çünkü söz
konusu sanat ise, Özel’in poetikası açıklandığında üzerinde durulduğu üzere, bunun
ortaya konmasında bir nesnellikten bahsetmek imkansızdır. Sanat eseri ile kurulan bağ,
nesnel aparatların aksine, ünsiyet temelli bir tutunmaya bağlıdır. Mezkûr bağın da
poetik temelden çıkan düşüncelerin anlaşılması ve açıklanması bakımından etkili
olacağını söylemek de zor bir çıkarım değildir. Gömülü teorinin araştırma deseni olarak
seçilmesinin dördüncü nedeni, doğrudan doğruya, İsmet Özel’in İslamcılığı ile alakalı
görebiliriz. İsmet Özel’in İslamcılığının modern bilimlerin de temelini oluşturan
modern ontolojiye dayanmaması, araştırmanın, farklı bir varlık dayanağı (ontoloji)
bakışını da içermesine imkân tanıyan araştırma stratejisini gerekli kılmaktadır. Örneğin,
2
modern ontolojide varlıkların ne olduklarının ortaya çıktığı ana cevher, insan olarak
tespit edilebilir. Bu, insanın varlıkları/şeyleri bilebileceğine dönük iman olarak
düşünülebilir. Modern ontoloji bu imanı, bilgiyi ikna, tespit, uzlaşının konusu haline
getirir. Dolayısıyla modern ontolojinin kabul edildiği herhangi bir araştırma deseni bu
sınırlar içinde konuşmak durumundadır. Ontolojik temel farklı olduğu için, mezkûr
sınırlar İsmet Özel’in İslamcılığının ortaya çıkarılmasında yetersiz kalmaktadır. Bu
durumu en açık şekilde modern bilme sınırları içinde tariflenmiş ve tasniflenmiş ırkların
ele alınmasında görebiliriz. İsmet Özel ‘kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk’
derken bahsettiği, bir kavmin ismi değil fakat tarihi bir rol ve bir karakterdir (Özel,
2012: 52). Bu karakter de anlamını/varlığını insandan temellenmeyen bir varlık
düşüncesinden alır. Bir başka deyişle, varlığın tasnifi ve şeylerin isimlendirilmesi
konusunda insanın muktedir olmadığına inanan bir imana dayanan ontolojinin
ürünüdür. Bu bakımdan, kuramı, verilerin kendi içinde araması (kendi kabullerine
dayanarak) sebebiyle, gömülü teorinin İsmet Özel’in ontolojik İslamcılığının ortaya
konulmasında işlevsel olduğunu söyleyebiliriz.
Seçilen araştırma deseni sebebiyle tezin yazımına, son bölüm olan, ‘İsmet
Özel’in Ontolojisi ve İslamcılığı’ kısmından başlanmıştır. Bu kısım yazılırken ele alınan
ilk üç alt başlık, İsmet Özel’in düşüncesi ortaya konulurken oluşturulacak kategorilerin
zeminine hazırlık olarak düşünülmüştür. Bu kısımlar kapsamında, sonrasında
oluşturulan diğer üç alt başlığın kendini anlamlı bulacağı açıklayıcı bir çerçeve sunması
hesaplanmıştır. Araştırma stratejimiz ve ortaya çıkarmayı hedeflediğimiz gömülü
teorinin mahiyeti gereği1
, bu bölümdeki herhangi bir alt başlık bir başka alt başlık
içinde anlaşılabilir. Başka bir deyişle, bu bölümdeki her başlık başka bir başlığın daha
iyi anlaşılmasına vesile olabilmektedir. Bunu, araştırma stratejimizin sürekli ilişik
kurarak anlamı inşa etmemize yardımcı olmasının doğal bir sonucu olarak görebiliriz.
Bu bakımdan üçüncü bölümün tamamını İsmet Özel’in İslamcılığının ortaya konulması
olarak düşünebiliriz. Söz gelimi, İsmet Özel’in hayatın mânâsına ilişkin görüşüyle ya da
kendini ifade ederken kullandığı ‘kadirşinas itaatsizlik’ ve ‘tevarüs edilmemiş asalet’
kavramlarıyla İslamcılığı arasında bir bağlantısızlık yoktur. Tam tersine bunlar,
birbirlerinin daha iyi anlaşılmalarını sağlamak suretiyle, hepsi birden, İsmet Özel’in
ontolojik İslamcılığını ortaya koymaktadırlar.
1 Bunun sebebini, insanın dile tabiiyeti kaynaklı trajedisine dayalı bir kuram olması olarak ifade
edebiliriz. İsmet Özel’in insanın bu trajedisini sahiplenmiş ve bununla sürekli ilişki içinde olması, alıntı
yaptığımız cümlenin yargısını mümkün kılmaktadır.
3
İsmet Özel İslamcılığı, ontolojik temellerindeki farklılık sebebiyle, İslamcı
düşünce içinde ayrıksı bir konuma sahiptir. Bu ayrıksılık, genel olarak varlığı
temellendirişten kaynaklandığı için uzlaşı alanları tıkalı bir iletişimi işaret eder. Bu
sebeple, İsmet Özel İslamcılığının açık bir şekilde ortaya konulması için, ayrıksı olduğu
düşünce geleneğinin İsmet Özel temellendirmeleri ile tekrardan anlamlandırılması
gerekli görülmüştür. Bu kapsamda, tezimizin ikinci bölümü olan ‘Siyasal İslam ve
Türkiye’deki İslamcılığın Ana Hatları’ kaleme alınmıştır. Araştırmanın tamamında
olduğu gibi burada da temel analiz birimimiz anlamdır. Tezimizin ana bölümü olan
üçüncü bölüm ile beraber düşünülerek bir anlam bütünlüğü yakalanmaya çalışılmıştır.
İkinci bölümümüzün ilk alt başlığı, bu kapsamda, yeniden değerlendirmenin tarihsel ve
teorik zeminini oluşturmak için tasarlanmıştır. Bu alt başlığı (ve onun altında yer alan
üç alt başlığı) ele alırken, İsmet Özel’in meseleyi ele alışına uygun ve insan trajedisine
içkin bir seviye tutturulmaya çalışılmıştır. Ontolojik olarak farklı bir bakış açısı
üzerinden tekrardan ele alınan bir düşünce geleneğine iki farklı teknik ile yaklaşmak
mümkündür. Birincisi, daha önceden kullanılmamış yeni kavramlar ile geleneği
tekrardan yazmak olarak karşımıza çıkmaktadır. İkincisi, daha önce kullanılmış
kavramların yeni ontolojik temel çerçevesinde yeniden anlamlandırmaya tabi tutmak
şeklinde özetlenebilir. Biz, çalışmamızda, ikinci tekniği benimsedik2
. Bu kapsamda ilk
olarak, literatürde çokça birbirlerine karşıt olarak kullanılan modern ve muhafazakâr
sıfatlarının ortak zeminlerini ortaya çıkarıcı şekilde yeniden değerlendirmeye tabi
tuttuk. Tavır olarak nitelendirdiğimiz bu iki sıfat, İsmet Özel İslamcılığının bakış
açısından bakıldığında, aynı kökten temellenen yaklaşımlar olarak ortaya konmuştur.
Sonrasında kaleme aldığımız başlıklar, analiz birimi olarak kullandığımız anlamın hem
tarihsel olarak hem de tematik olarak ortaya çıkarılmasına matuftur.
İkinci bölümde, yeniden değerlendirilmesini yaptığımız İslamcılık düşünce
geleneğiyle, İsmet Özel İslamcılığının düşün içindeki ayrıksı konumu daha da
belirginleştirilmiş oldu. Ancak, Türkiye’deki İslamcılık düşüncesi gerek ontolojik
kabulleri gerekse de temel bilme varsayımları itibariyle otantik bir mahiyete sahip
değildir. İslamcılığın, konu hakkında yazar çizerlerce mutabık olunan, modern
karakteri, modernliğin de İsmet Özel düşüncesi kapsamında yeniden yorumlanarak ele
alınması ihtiyacını doğurmuştur. İkinci bölümde yapılan, esas itibariyle, birinci bölüm
2 Bu stratejiyi benimsememizin ana sebeplerinden biri, İsmet Özel’in 1978 yılında yayınladığı en
önemli eserlerinden kabul edilen ‘Üç Mesele: Teknik, Medeniyet ve Yabancılaşma’ kitabında bu tekniği
benimsemiş olmasıdır.
4
olan ‘Bir Hegemon Olarak Batı Düşüncesi’nin İslamcılık düşüncesi süzgecinden geçmiş
halinin yeniden yorumlanması olarak görülebilir. Bu bakımdan, birinci bölümde
yaptığımız herhangi bir süzgeç olmaksızın modernliğin İsmet Özel’in İslamcılığı noktai nazarından değerlendirilmesini içermektedir. Bir başka deyişle, ikinci bölümde
İslamcılık düşünce geleneğinin modern karakteri sorunsallaştırılırken, birinci bölümde
bizatihi modernlik, ana konumuzla bağlantılı olarak, sorunsallaştırılmıştır. Modernliğin
Batı’nın hegemonik gücü olarak ele alındığında birinci bölümde, konunun genişliği
düşünülerek, veriler eksenli ve seçici kodlamaya tabi tutulmuştur. Bunu yaparken,
analiz birimi olarak metnin meramına dönük anlamdan, başlık tasarımlarında
yararlanılmıştır. Bu kapsamda, İsmet Özel’in ontolojisinin tersi olacak şekilde,
sözün/kelamın düşüşü düşüncesinden yola çıkarak Batı modernleşmesi tasnif edilmiştir.
Tezin diğer iki bölümde ortaya çıkartılan anlamın nezaretinde, hümanizma sözün
düşüşü olarak; rasyonalite ve aydınlanmaları sözün seküler yükselişi olarak; modernizm
de seküler sözün hegemonik kullanımı olarak serimlenmiştir. Batı’nın modern olma
sürecinin belirtildiği şekliyle eksenli ve seçici kodlanması, konunun bir bütünlük içinde
aktarılmasına tarihsel derinlik sağlamıştır. Son olarak, metin hem okuma kolaylığı
sağlaması hem de düşüncelerin sürekliliğinin görülmesi amacıyla yazılış sırasının tersi
olacak şekilde sıralanmıştır.
5
GİRİŞ
Türkiye’deki İslamcılık üzerine yapılan bir çalışma, büyük oranda, Türkiye’nin
varlığına ve bu varlığın paradokslarına ilişkin bir çalışma olmak durumundadır. Çünkü
Türkiye’nin tarihi, modernleşen (görece yeni bir ifadeyle gelişmekte olan) bir ülkenin
tarihidir ve İslamcılık pre-modern (modernlik öncesi) ile modern arasında salınan bir
düşünceyi ifade etmesi sebebiyle tam da böyle bir tarihin anlamına sahiptir. Mezkûr
arada olmaktan kaynaklı olarak hem pre-modernlikle hem de modernlikle tarif ve bazen
de tahkir edilmiştir. Hâlbuki her arada olan şey gibi, belirli bir tanımdan ziyade, gergin
bir olgu olarak ifade edilebilir. Bu gerginlik, öncenin (tevarüs edilen) ve sonranın
(olmak istenen) arasında vuku bulan bir gerginliği de ifade eder. Burada önemle
belirtmek gerekir ki, bahsedilen ‘önce’ geçmiş bir şey olmadığı gibi ‘sonra’ da mutlak
anlamda varılacak bir yeri/şeyi ifade etmemektedir. Çünkü gerek geçmiş gerekse de
gelecek, geçmişte ya da gelecekte olan şeylerden ziyade şimdinin içinde gerilim halinde
olan kurguları ifade etmektedir3
. Bu bakımdan, bizatihi olarak ele alındığında, İslamcı
düşünce ya da İslamcılık düşüncesi Türkiye’nin iki yüzyıldır süren içsel (kendi içinde
yaşadığı) gerilimi olarak düşünülebilir. Nitekim iki yüz yıldır gündemdeki yerini
korumasıyla bunu kanıtlamaktadır. Yakın gelecekte de ‘yeni’ diye tabir edilebilecek
olguların alımlanışlarında/anlamlanmalarında İslamcılık düşüncesinin etkili olacağını
söyleyebiliriz. Bu bakımdan İslamcılık üzerine yapılan her çalışma, bir anlamda,
Türkiye’nin dünyayı alımlayışı ile alakalı görülebilir. “Türkiye’deki İslamcı Düşünüşte
Bir Nevabit4
: İsmet Özel; Ontoloji Üzerinden İslamcılık” isimli bu doktora tezi de en
temelde, Türkiye’nin dünyayı kavrayışı ile alakalı bir doktora tezidir.
İslamcılık düşüncesi gerek İslam’ın Türkiye’deki öneminden gerekse de
modernleşme düşüncesi ile sürekli ilişki halinde olan bir tarihe sahip olmasından dolayı
3 Geçmiş kurgusu ve gelecek kurgusu, kurgu olmaları sebebiyle, birbirinden üstün olmayan olguları işaret
ediyor gibi gözükebilir. Ancak gelecek kurgusunun, Schopenhauerci anlamda, isteme ve tasarım olarak dünyayı
kuran insan içinde etke(i)n kurgu olması sebebiyle, geçmiş kurgusuna göre daha belirleyici konumda bulunduğunu
düşünebiliriz. Bu durum, insanın, geleceğe doğru var olmasının doğal sonucu olarak görülebilir. Geçmiş kurgusu,
çoğu zaman, gelecek kurgusunun içinde tekrardan kurulan bir kurgu olarak karşımıza çıkar. Bir başka deyişle,
geçmişin kendini ifade etme şansının ancak geleceğe doğru var olan insanda olması, gelecek kurgusunu, geçmiş
kurgusuna karşı üstün bir yere konumlandırır. Geleceği kurma düşüncesinin içsel olarak bulunduğu modern dünyada,
bu üstünlük bir zaruret olarak karşımıza çıktığı için daha barizdir. İslamcılık düşüncesinin modern ve modernleştirici
bir düşünce/ideoloji olarak ele alınmasının sebebi de esas olarak, gelecek kurgusunun belirtilen belirleyiciliği ile
açıklanabilir.
4 Nevabit kelimesi, ayrıksı ot anlamında, metaforik olarak İsmet Özel’in Türkiye’deki İslamcı
düşünce geleneğindeki konumunu tarif etmek için kullanılmıştır. Düzenlenmemişliği, başka bir amaca
(metaforik olarak peyzaja) bağlı olmaması, varlığının düzenlenmiş bir peyzajı rahatsız etmesi gibi imaları
içermesi sebebiyle tercih edilmiştir. Özel’in poetikasının ve bizatihi dil kavrayışının ilgili nevabitliği
ürettiğini söylemek mümkündür.
6
Türkiye’de çokça çalışılan bir konu olmuştur. İslamcı düşüncenin ortaya çıkmasına
vesile sorunların (modern okulların açılması, kâfiri taklit etmenin caiz olup olmaması,
yabancı dilde eğitim ve yabancı hocaların caiz olup olmaması gibi) tarihi her ne kadar
on dokuzuncu yüzyılın başlarına götürülebilirse de İslamcılık kavramının müstakil
olarak ifade edilmesi, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde olmuştur. Yusuf Akçura’nın
Kahire’de 1904 yılında Türk isimli gazetede yazdığı 32 sayfalık ‘Üç Tarz-ı Siyaset’
makalesini İslamcılık kelimesinin zikredildiği ilk metin olarak belirlemek mümkündür.
İsminden de anlaşılacağı üzere, Akçura bu metinde İslamcılığı ‘devlet nasıl kurtulur(?)’
sorusunun yedeğinde ‘Osmanlıcılık’ ve ‘Türkçülük’ siyaset tarzları ile kıyaslayarak
pratik bir değerlendirmeye konu etmiştir. İslamcılık kavramının kullanımını,
Akçura’dan sonra, bir başka Türkçü yazar Ziya Gökalp’te görürüz. Gökalp, İslamcılığı,
1913 ve 1914 yıllarında ‘Türk Yurdu’ ve ‘İslam’ mecmualarında ‘Türkleşmek,
İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ üst başlığı altında yayınladığı yazılarında ele almıştır.
Gökalp, bu yazılarda İslamlaşmayı modern dünyada var olmak için kurduğu terkibin
önemli bir parçası olarak değerlendirmiştir. Gerek Yusuf Akçura’da gerekse de Ziya
Gökalp’te İslamcılık/İslamlaşma düşüncesinin, pratik amaçlara matuf, toplumsal önem
ve işlev açısından ele alındığını söyleyebiliriz. İslamcılık kavramını İslamcı düşünürler
arasında müstakil olarak ele alıp değerlendiren ilk kişiyi, 1921 yılında kaleme aldığı
‘İslamlaşmak’ yazısı ile Said Halim Paşa olarak tespit etmek mümkündür. Said Halim
Paşa İslamlaşmayı müstakil ve sistematik olarak ele alıp, yukarıda bahsi geçen
Türkçülerin kullanımlarının aksine, (inanışının da gereği olarak) hakikat olarak sunmuş
ilk düşünce adamı olarak görülebilir. Paşa’nın (2015: 157, 158, 160) ‘İslamlaşma’
metninden sırasıyla alıntılanan şu ifadeler İslamlaşmayı nasıl ele aldığını daha iyi
anlamımızı sağlayabilir:
“İslam, kendine özgü bir inanç sistemi, bu inanç sistemi
üzerine kurulan bir ahlak sistemi, ahlak sisteminden kaynaklanan bir
toplum sistemi ve toplum sisteminden doğan bir siyaset sistemini
ihtiva etmesi bakımından, en mükemmel ve yetkinliğin en üst düzeyine
ulaşmış insani bir dindir.”
“Bu nedenle bizim için “İslamlaşmak” demek, İslam’ın inanç,
ahlak, toplum ve siyaset sistemlerini, sürekli, zaman ve çevrenin
ihtiyaçlarına en uygun biçimde yorumlayarak bunlara gereği gibi
uymak demektir.”
7
“Sözün kısası, İslam’ın akidesi, açık (zahir) ve gizli (batın)
olan yüce gerçekliğe inanmaktır.”
İslamcılık kavramının tarihi, müstakil kullanım olarak, yirminci yüzyılın ilk
çeyreğinde başlatılabilirse de modern anlamda İslamcılık düşüncesinin tarihi
modernleşme tarihi ile eş kabul edilmektedir (Kara, 2013 vd.). Modernlik ile insanın
kendini ve şeyleri (genel olarak dünyayı) yeni bir kavrayışla ele aldığı düşünüldüğünde,
İslam üzerinden dünyayı ve kendini kavrayan Müslümanların modernlikle kurdukları
ilişkide, otantik kavrayışlarının sorunlaşacağı açıktır. İslamcı düşünüşün başlangıcını,
bu sorundan kaynaklı bilişsel dalgalanmanın durultulmasına dönük bir çaba olarak
gördüğümüzde, İslamcılık düşüncesi ile modernleşme düşüncesinin biraradalığını
algılamamız daha da kolaylaşabilir. Bu olgusal gerçek İslamcılık düşüncesi ile ilgili
çalışmaları, İslamcılık kavramının müstakil olarak kullanılmasından, tarihsel olarak bir
yüzyıldan fazla önceye götürür. Nitekim, İslamcılıkla alakalı literatür dediğimizde
modernleşme hareketleriyle ilişkili bir literatürden de bahsetmiş oluruz. Bir başka
deyişle, modernleşmenin alımlanmasına dokunmayan İslamcı düşünceye ait bir metin
bulmak çok zordur5
. Bununla birlikte, İslamcı düşünüşün temellerinde olan hissiyatı
yansıtsa da İslamcı düşüncenin tespit edilebilir başlangıcı olarak modernleşmeye verilen
ilk tepkileri vermek doğru gözükmemektedir. Çünkü bu ilksel tepkiler bir
değerlendirmeye (critic) dayanmaktan uzaktır6
. Bu sebeple, Islahat Fermanı (1856)
sonrası oluşan modern değişimi değerlendirerek ortaya modern olarak bir şeyler
koymaya çabalayan Yeni Osmanlıları İslamcı düşünüşün ilk temsilcileri olarak
düşünebiliriz. Literatürde Yeni Osmanlıların ön-İslamcılık ya da İslamcı düşüncenin
başlangıcı olarak kullanılması yaygınken (Gencer, 2013: 77; Gencer, 2017: 322-27;
Mardin, 1996: 342; Kara, 2013: 22-23), sadece İslamcı kimlikleri üzerinden ele alan
çalışma sayısı çok azdır. Bu konuda, 1990 yılında Sina Akşin danışmanlığında
Mümtaz’er Türköne tarafından yazılmış, daha sonra kitaplaştırılmış (Türköne, 2011),
‘Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu (1867-1873’ isimli doktora tezi literatürde
tek örnek olarak görülebilir. Bununla birlikte Fazlı Arabacı’nın (2004) ‘Yeni
Osmanlıların Dini ve Siyasi Görüşleri’ isimli telif eserinin, Yeni Osmanlıların
5 Hatta İslamcı olsun olmasın İslam’ı hesaba katmayan modernleşme argümantasyonlarına
rastlamak da güçtür. Radikal bir örnek olarak biyolojik materyalist Dr. Abdullah Cevdet’in şu sözleri bu
olgunun gerçekliğini ifade etmektedir: “Müslümanlar terakkiyat-ı medeniyeyi ancak Müslüman bir
menba’dan istinbad ve kabul ederler.” Dönemin bakış açısı ve mezkûr olguyu destekleyici örnekler için
bkz: M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak: Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi, 1981, İstanbul, s.
131.
6 Tezin tümünde vurgulanan bir düşünce olarak, insanın doğrunun/gerçeğin ne olduğuna dair
değerlendirme yapabilme varsayımı önemli bir ayrımı ifade etmektedir.
8
modernlik ile dini düşünceleri nasıl uyumlaştırdıklarını doğrudan göstermesi bakımın
önemli bir eser olduğunu söylemek gerekir. Yeni Osmanlıların gerek niyetleri gerekse
de çabaları göz önünde bulundurularak İslamcı düşünce ile ilişkilendirilmeleri normal
gözükmektedir. Çünkü bu çaba, aynı zamanda, İslamcı düşüncenin en temel çabası
olarak ortaya konulabilir. Bu çabayı, modern bir dünya içinde kendini (yani gelenekten
ve dinden tevarüs ettiklerini) modern olarak açığa çıkarma çabası olarak ifade etmek
mümkündür. Arabacı ( 2004: 125) bu çabayı şöyle özetlemiştir:
“Bu gerçeğin daha da netleşmesi bakımından Yeni
Osmanlıların siyasi problemlerini çözmek için müracaat ettikleri
Şeriat’ın siyasi yönden içeriğini sorguladığımızda, onun bizzat nassın
kendisiyle değil, kelamcıların, İslam filozoflarının, siyasetnamecilerin
ve fıkıhçıların nass’dan anladıklarıyla mevcut değişen şartlar
arasında bir uyumun ya da sentezin sağlanmasına çalışılarak
oluşturulduğunu görürüz.”
Islahat Fermanı’ndan Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar olan dönem İslamcılığın
ilk dönemi olarak ifade edilebilir. Bu dönem literatürünün en temel özelliği ve amacı,
İslam’ın modern dünyada da geçerliliğinin ortaya konulması olarak ifade edilebilir. Bu
amacı gerçekleştirmeye çalışırken, İslamcı düşüncenin sonraki dönemlere de miras
bırakacağı, iki temel yaklaşımın oluştuğunu söylemek mümkündür. Bunlardan ilkini,
modernliğin anlamına ilişkin geliştirilen ‘muhafazakâr tavır’ olarak vermek
mümkündür. Bu tavrı, modernliği ve modernlikle alakalı yenilikleri İslam içinden
anlamlandırma tavrı olarak özetlemek mümkündür. Bu tavrı, en açık biçimde, dönem
metinlerinde modernlikle gelen bazı kavramları ifade ederken kullanılan kelime
tercihlerinde görebiliriz. Demokrasi yerine “usul-ü meşveret” ve “hükümet-i meşruta”;
seçim yerine ‘biat’ ya da ‘bey’at’, parlamento yerine ‘şura’ kavramlarının kullanılması
bunun en yaygın örnekleridir (Tekin ve Akgün, 2014: 652-653). Endülüs üzerinden,
antik Yunan çevirileri kapsamında, modernliğin mimarlarını Müslüman olarak görmek
de bu tavır ile açıklanabilir. Bu tavrı, modernliğin meşruiyeti kapsamında oluşabilecek
teolojik boşluğun doldurulması olarak düşünmek de mümkündür. İkinci temel
yaklaşımı, modernlikle ilişki içinde İslam’ın yeniden anlamlandırılması/netleştirilmesi
olarak ‘modernist tavır’ olarak verebiliriz. Modernliğin muhafazakâr okumaya tabi
tutulması, genel olarak dinin, özel olarak Kur’an’ın da modern okunmasını beraberinde
getirmiştir. Nasıl ki modern dünya okuması müphemden (ambiguity) kesinliğe
9
(certainty) doğru bir okumayı niteliyorsa (Bauman, 2003), modern bir din okumasının
da dinin müphemlikten arındırılmasına dönük bir bakışı nitelediğini söyleyebiliriz
(Bauer, 2021). İslamcı düşüncenin en temel yönelimi olarak belirtebileceğimiz
Kaynaklara Dönüş Hareketini bu kapsamda örnek olarak verebiliriz. İslamcılığın
İslamlaşma ya da ‘yeniden İslamlaşma’ olarak ifade edilmesini de modernist tavır
kapsamında İslam’ın modern bir okunması sonucu yeniden anlamlanması olarak
düşünebiliriz. Belirtilen iki tavrın da dönemin ana özelliği olarak ortaya koyduğumuz
“İslam’ın modern dünyada da geçerliliğinin ortaya konulması” kapsamında İslam’la
modernliğin bir arada sunulması çabasına hizmet ettiğini gözlemleyebiliriz. Dönemin
İslamcı düşünürleri olarak zikredilebilecek isimlerin yazdıklarına bakıldığında
literatürün de bu doğrultuda oluştuğu gözlemlenebilir. Şehbenderzade Filibeli Ahmet
Hilmi’nin (2014b) ‘İslam’da Fikir Hürriyeti’ yazısı; Şeyhülislam Musa Kâzım’ın
(2014; 2014c; 2014d) ‘İslam ve Terakki’, ‘Medeniyet Din İlişkisi’, ‘Hürriyet, Eşitlik (ve
Kadın Hakları)’ yazıları, Mehmet Seyyid (Bey)’in (2014) ‘İctihad ve Taklit’ yazısı;
İskilipli Mehmed Atıf’ın (2014) ‘Batıyı Taklit Etmek ve Medeniyet Meseleleri’;
Babanzade Ahmed Naim’in (2014) ‘İslam’ın Dünü ve Bugünü’ yazısı; Elmalılı
Muhammed Hamdi Yazır’ın (2014) ‘Müslümanlık Mani-i Terakki Değil, Zamin-i
Terakkidir’ yazısı bu kapsamda değerlendirilebilir. Bu dönem literatürü hakkında
yapılabilecek bir diğer önemli tespit, modern bir şekilde yapılmış din
yorumlarına/değerlendirmelerine karşı yazılmış tenkitlerin literatürde önemli bir yer
doldurduğudur. Yukarıda örnek olarak verilen ‘İslam’da Fikir Hürriyeti’ yazısı gibi
(Celal Nuri’nin Tarih’i İstikbal yazısının tenkididir) bu dönem literatüründeki birçok
metin başka bir metinde yer alan bir yanlışın ya da tespitin değerlendirilmesi
maksadıyla kaleme alınmıştır. İslamcı düşünüşte en çok tenkid edilen ve sorusuyla,
sonraki dönemler dahil, bütün bir literatürü etkileyen Ernest Renan’ın Sorbonne
Üniversitesi’ndeki “L’Islamisme et la science” konferansı da bu dönemde (29 Mart
1883) gerçekleşmiştir. Renan’ın modern kavrayışın imanı olarak ilerlemenin İslam için
uygun olmadığı, aksine İslam’ın ilerlemeye engel olduğu yönündeki tespiti/iddiası
İslamcılık literatüründe sürekli hesaplaşılan bir düşünce olmuştur. Literatürde ilerleme
ile ilişkilendirilebilecek her yeniliğin İslam içinden açıklanmaya çalışılmasını da bu
hesaplaşma kapsamında değerlendirilebiliriz. Renan’a münhasıran yapılan reddiyeleri
ele alan Dücane Cündioğlu’nun (1996) “Ernest Renan ve reddiyeler’ Bağlamında
İslâm-bilim Tartışmalarına Bibliyografik Bir Katkı” makalesinin, bu kapsamda,
İslamcılık literatüründe önemli bir yer doldurduğunu söylemek gerekir.
10
İslamcılık düşüncesinin ilk dönemini, modern devlet olarak Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile bitirebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti ile İslamcı düşünüşte
ontolojik dayanakları değişmese de epistemolojik olarak uyarlanması gereken yeni bir
devlet yapısı ortaya çıkmıştır. İslamcılık düşüncesi, ortaya çıktığı dönem itibariyle,
meşruiyetini din olarak İslam’dan alan bir devlet içinde ortaya çıkmış, düşüncesini de
mevcut devletin kurtulması ve yine o devletin en güçlü dönemlerine geri dönme amacı
içinde şekillendirmiştir. On dokuzunca yüzyıl sonlarında ortaya çıkan, bilhassa
sömürgecilik karşıtlığında kullanılan, İslam’ın ‘din ve-davla’ (din ve devlet) olduğu
sloganı (Bauer, 2021: 328) da düşüncenin ortaya çıkış döneminde devletle olan otantik
ilişkisini ortaya koyar. Bu sebeple, meşruiyetini insanların iradesinden
(egemenliğinden) alan bir devlette İslamcı düşünüşün epistemolojisini yeniden kuracağı
açıktır. Buna karşın, insanın, genel olarak, dünyayı bilebilme imkânında temellenen
modern ontolojinin bu dönemde de devam ettiğini söyleyebiliriz. İnsanın bilmesine
yönelik ve rasyonellik temellinde ortaya atılan ibadetin Türkçeleştirilmesi7
düşüncesinin
cumhuriyetten önce de tartışılmış konular olması, ontolojik sürekliliği göstermesi
bakımından dikkate değerdir. Cumhuriyet dönemiyle beraber girilen yeni dönemin
İslamcı düşünüşe etkilerini ve İslamcı düşüncenin cumhuriyet döneminde uğraştığı
meseleleri cumhuriyet öncesi ile mukayeseli ele alan İsmail Kara’nın (2016-2017)
‘Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesele Olarak İslam 1-2” kitab(lar)ı, ontoloji temelli bir
analizi içermese de İslamcı düşüncenin cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki sürekliliğini
göstermesi bakımından literatürde önemli bir kaynak olarak zikredilebilir. Cumhuriyet,
bir rejim olarak, iradeleri ile devlet kuran bir topluluğu işaret etmiş olsa da Türkiye gibi
modernleşen ülkelerde cumhuriyetin kurulmasından ziyade ilan edilmesinden söz etmek
mümkündür. Bir başka deyişle, Türkiye’de Cumhuriyet ilanı, olanı gösteren bir olgudan
ziyade olması gereken bir ideali işaret etmektedir (Okutan, 2006). Bu bakımdan
Cumhuriyetin kuruluşundan İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar olan dönemini, ideal
olarak ortaya konan hedefin olgusal bir gerçekliğe dönüştürme çabası olarak
7
İbadetin Türkçeleştirilmesi konusu açıldığında akla gelen ilk meselenin Türkçe ezan meselesi
olduğunu söyleyebiliriz. Türkçe ezan konusu da bu Türkçeleştirme düşüncesinin bir parçasıdır. Tezimiz
özelinde, Türkçe ezan tartışması, herhangi ontolojik bir sorunsallaştırmaya dayanmadığı için, münhasıran
ele alınması gereken bir konu olarak görülmemektedir. Yazarın bu tercihinin altında, bu konunun özel bir
önemle ele alınmasının meselenin özünün kaçırılmasına sebep olduğunu düşünmesi yatmaktadır. İbadetin
Türkçeleştirilmesi, esas olarak, Türkçe Kur’an, Türkçe hutbe, Türkçe namaz alt başlıkları kapsamında
değerlendirilebilir. Bu alt başlıklardan ilk ikisine dönük bir sorunsallaştırmadan bahsedemeyeceğimiz gibi
Türkçe namaz konusunda da mesele, genel olarak, ontolojik olmayan çeviri sorununa
dayandırılmamaktadır. İbadetin Türkçeleştirmesi konusu için bkz: Dücane Cündioğlu, Meşrutiyet’ten
Cumhuriyete Din ve Siyaset, 2017, İstanbul, S. 17-67
11
değerlendirebiliriz. Bu çabaya modernizmin ilerlemeye ve kesinliğe duyduğu imanı da
eklemek gerekir. Bu dönemde, ‘Devlet nasıl kurtulur (?)’sorusu, yerini ‘yeni devlet
nasıl güçlendirilir (?)’ sorusuna bırakmış gibidir. Bu bakımdan, yeni devleti/rejimi
zaafa uğratabilecek düşünceler ya da kişilerin kamusal olarak kendilerine çokça yer
bulamadığını söyleyebiliriz. Örneğin, 4 Mart 1925’te kabul edilen Takrir-i Sükûn
Yasası’nı belirtilen soru kapsamında atılan bir adım olarak görebiliriz. Benzer
sebeplerle, İslamcı düşüncenin Cumhuriyetin bu ilk döneminde sessiz bir dönem
geçirdiğini söylemek mümkündür. Otuzlu yılların sonlarına doğru yeni rejimin
pozitivist ve materyalist radikal reformlarına eleştirilerden doğan cumhuriyetçi
muhafazakârların (İrem, 2013), cumhuriyet dönemi içinde İslamcılığın epistemolojik
imkânlarını da ortaya çıkaracak yeni bir değişime sebep olduğunu söylemek
mümkündür. Nitekim 1943 yılında Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Büyük Doğu’ dergisiyle
birlikte İslamcılık düşüncesinin yeni devlet içinde kendini ifade etmeye başladığını
söyleyebiliriz. İster Mardin’nin (1998: 142) dediği gibi etik bir boşluğu doldurulmasına
matuf olsun; isterse de Bora’nın ifade ettiği şekliyle rejimin dini-kültürel bir restorasyon
talebini ifade etsin (Bora, 2008), İslamcılık düşüncesi, söylemlerini, temel ontolojik
kabulleri değişmeden, yeni devlete epistemolojik olarak uyarlayarak İkinci Dünya
Savaşı’nın sonu itibariyle tekrardan ortaya çıkmıştır. Bu dönem İslamcıları da tıpkı
kuruluş dönemi İslamcıları gibi, modernlikle ve modern kurumlarla düşünceleri
arasında bağlantı kurmaya önem göstermişlerdir. Kuruluş döneminde meşrutiyetin
İslamiliğini dile getirirken şura ile meclis arasında kurulan denkliğin, bu dönemde
cumhuriyet ile şura arasında kurulmasını buna örnek olarak verebiliriz (Duran, 2014:
133). İslamcı düşüncenin, bu dönemde, muhafazakâr düşünce ile birlikteliğini de bahsi
geçen uyarlanma gerekliliği üzerinden anlamlandırmak mümkündür (Mert, 1998; Güzel,
2000; Bora, 2008). Bu dönem literatüründe, Necip Fazıl Kısakürek’in 1968 yılında
yazdığı ‘İdeolocya Örgüsü’ (2002) İslam’ın modern anlamda bir ideoloji olarak ortaya
konulması bakımında sembol bir eser olarak belirtilmelidir. Bu eser, İslamcıların
eserlerinde sıkça görüldüğü şekilde, modernliğin batılı yorumlarının karşısına “İslam’ı
sosyal, siyasal ve inkılapçı yanlarıyla dünyayı kurtaracak bir nizam/ideoloji olarak
sunmaktadır” (Duran, 2014: 139). Modernliğin Batı yorumuna karşısına konulan İslam
düşüncesinin mümeyyiz vasfının bir İslam medeniyeti düşüncesinde temellendiğini
söylemek de mümkündür. Literatürde, İslam medeniyeti düşüncesi deyince akla gelecek
ilk isim olan Sezai Karakoç’un 1975-1976 yıllarında yazdığı bazı yazılardan müteşekkil
‘Diriliş Neslinin Amentüsü’ kitabı, İslam medeniyeti söyleminin sembol metinlerinden
12
biri olarak zikredilebilir. İki sembol eserden de görüleceği üzere, bu dönemin misyonu
ilk dönemi niteleyebileceğimiz misyondan farklılık göstermektedir. Nasıl ki İslamcılığın
ilk döneminde gerek devletin gerekse de modern kavrayışla yıpranan İslam
düşüncesinin kurtarılması kapsamında kurtarıcı misyondan bahsedebilirsek; İslamcılığın
ikinci döneminde modern bir yapılanma ile kurulmuş yeni devletin ve insanların
İslamileştirilmesi amacına matuf kurucu misyondan bahsedebiliriz. Bu dönemi ifade
eden İslami Hareket düşüncesinin de böyle bir amaca dönük bir hareket olduğunu
söyleyebiliriz. Bu dönemde kurulan İslamcı olarak düşünebileceğimiz Milli Nizam
Partisi (MNP), Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP), Fazilet Parti’lerini (FP)
de ilgili hareketin partileri olarak görebiliriz. Bu partilerin amaçlarının modernliğe halel
getirecek amaçlar olmadığını söylemek gerekir. Gerek Millî Görüş düşüncesi altında
modern devletin başat figürü milliyetle bağını vurgulaması şeklinde olsun gerekse de
ağır sanayi hamleleri ve ekonomik refah amaçlarını manevi kalkınma ile birleştirmesi
şeklinde olsun, İslamcı partilerin modern ontolojiden temellenen modern karekterini
sürdürdüğünü söyleyebiliriz8
. Hatta köyden göç alan şehirlerin taşrasındaki
vatandaşlarla yapılan örgütlenmeler dolayımıyla modernleştirici bir karakter
sergilediğini de bu kapsamda ifade etmek mümkündür. Dönemin literatürünün Hareket,
Büyük Doğu, Serdengeçti, Diriliş, Edebiyat, Mavera gibi dergilerde dönemin
İslamcılarının yazdıklarının yanı sıra, Müslüman ülkelerde benzer konuları işleyen
yazarlardan yapılan çevirileri de kapsadığını belirtmek gerekir. Bu yazarlar bazıları,
Ebulala Mevdudi, Seyyid Kutub, Fazlur Rahman, Muhammed Taha, Muhammed
Arkoun, Abdallah Laroui olarak ifade edilebilir. Bunların haricinde, o zamana kadar ki
literatür tarzından farklı olarak, İslamcılık düşüncesi, ilk defa, 1962 yılında Tarık Zafer
Tunaya tarafından İslamcılık Cereyanı (2007) adı altında bir düşünce tarzı olarak kendi
tarihsel süreci içerisinde ele alınmıştır. Bu eserin, İslamcılığın mezkûr tarz içinde ele
alınması bakımından benzerlerine göre oldukça erken bir dönemde yazılması ilgi çekici
gözükmektedir. Örneğin, benzer ve literatürde önemli bir eser olarak, İsmail Kara’nın
İslamcılık düşüncesinin belirli9
önemli isimlerinin seçilmiş bazı eserlerini biraraya
8 Mehmed Said Çekmegil çevresinde oluşan Malatya okulunu (Kriter dergisini) ve Ercümend
Özkan’ın Hizbü’t Tahrir’i radikal olmaları hasebiyle modernlik karşıtı İslamcı düşünüş örnekleri olarak
ele alan yazarlar vardır (Bkz: Tanıl Bora, Cereyanlar: Türkiye’de Siyasi İdeolojiler, İstanbul, 2017, s.
455). İlgili bölümde belirteceğimiz üzere, bu çalışmada bu kişiler hakikatin insan tarafından bilinebilmesi
ve aktarılabilmesi varsayımı olarak modern ontoloji içerisinde radikal modernler olarak kabul edilmiştir.
9
İsmail Kara’nın belirtilen kitaplar kapsamında yer verdiği isimleri sorunlu bulan ya da
eserlerine yer vermediği isimler sebebiyle İslamcı düşünceyi eksik verdiği yönünde eleştiriler de vardır.
(Bkz: Cündioğlu, Dücane Cündioğlu, Türkiye'de İslamcılık/Mehmet Akif'ten İsmet Özel'e, 2021, Youtube
yayını: https://www.youtube.com/watch?v=dHHMI__lR6w)
13
getirerek bir düşünce geleneği kapsamında değerlendirdiği Türkiye’de İslâmcılık
Düşüncesi (I, 1986; II, 1987; III, 1994) kitapları yaklaşık 25 yıl sonra yayınlanmıştır.
İslamcılık düşüncesi tarihsel olarak tasnif edildiğinde, üçüncü ve son dönem
şüphesiz 2000’ler ile başlatılabilir. Bu dönem diğer iki dönemden siyasete açılan alan
itibariyle net bir şekilde ayrılır. Bunu, modernlikle ilişkideki çatışmalı alanların siyasete
verilen önem kapsamında ortadan kalkmasına müteakip davranış ve düşünüş
biçimindeki tereddütlerin ortadan kalkması olarak da ifade edebiliriz. Bu farklılığı,
İslamcılığın ilk dönemindeki zaruret olarak modernlik ile hakikat olarak İslam’ın
birleştirilmesi kaygısından ve İslamcılığın ikinci dönemindeki hakikat olarak İslam
düşüncesi kapsamında ‘tebliğci’ bir karakterle modern devleti islamileştirme
kaygısından arınma olarak düşünebiliriz. Bu bakımdan, bu dönemde siyasete verilen
önemin artması ya da tebliğci karakterin dönüşümü ile kastedilen, hakikat iddialarından
beslenen mutlak düşünme tarzının dönüşmesidir. Genel olarak siyasetin özel olarak
demokrasinin gerçeklik düşüncesinde önemli bir ölçüt yapılması, İslamcı düşüncenin
argümantasyonlarının da tereddütsüz olarak seküler kaynaklara yaslanmasının yolunu
açmıştır. Söz gelimi başörtüsünün dini bir vecibe olarak temellendirilmesinden ziyade
anayasal hak ya da insan hakkı kapsamında ele alınması buna örnek olarak verilebilir.
Tabii ki bu dönüşümü modernliğin hakikat iddialarının post-modern düşünceyle
yıpranması ve ulus-devletlerin bu yıpranma ile kendilerini yeniden üretme çabalarıyla
birlikte okumak gerekir. Bu dönem, modernliğin hakikat iddiaları çerçevesinde önceleri
kendine yer bulamayan görüşlerin kendine yer bulabilmesi olarak siyasetin çok
çeşitlendiği bir dönemi ifade eder. Bu çeşitliliğin hakikatlik iddialarının yerini
yorum/kültür/yaşam tarzı mesabesine bırakmasıyla mümkün olduğunu önemle
belirtmek gerekir. Siyasetin alanının genişlemesinin tam da bu anlama geldiğini
söyleyebiliriz. Bu bakımdan, İslamcı düşünce için başlangıçtan beri var olan hakikat
(her şeyin yegâne hakikati) olarak İslam düşüncesinin yerini yorumlara teşne bir
medeniyet / bir yaşam tarzına bıraktığını söyleyebiliriz. Söz gelimi İslamcılık
düşüncesinin ilk döneminde gerek yabancı mektepler gerekse de gâvur hocalar için bir
tereddütün sonucu olarak işletilen “Zaruretler, memnu olan şeyleri mübah kılar”
(Mecelle 21) ilkesi, İslamcılığın ilgili son döneminde boş gösterendir. Bu süreçte, İslam
üzerinden kendini ifade eden kesime gerek yasalarla gerekse de devletin gücünü
kullanarak kamusal alanı sonuna kadar açan Adalet ve Kalkınma Partisi’ni hem
değişimin simgesi hem de katalizörü olarak görmek mümkündür. Çünkü 80’li yıllardan
14
başlayarak dini yapıların işleyişindeki aşkınsallık yerini bir dünyevilik referansı olarak
siyasete bırakırken, bunun en başarılı örneğine 2000’li yıllarda AKP ile ulaşılmıştır.
İslami finans kurumları, İslami hoteller, İslami moda, İslami tatil vb. gibi bir tarz olarak
İslami uyarlamalar, modernlikle çatışma alanlarının sündürüldüğü bir Müslüman
dünyası yaratmıştır. Bu dünya, tereddütlerin ortadan kalktığı ikame bir modern dünya
olarak görülebilir. Akademik literatürün de bu dönemde zirve yaptığını söylemek
mümkündür. 1990 ile 2000 yılları arasında İslamcılıkla alakalı 6 doktora tezi
yazılmışken, 2000’li yıllarda 36 doktora tezi yazılmıştır. Bu durum sadece doktora
tezleri için geçerli değildir. Bu döneme kadar, birkaç istisna dışında, İslamcı olarak
görülen kişilerin yazılarından oluşan bir literatürden bahsetmek mümkünken, bu
dönemle birlikte bu sınırlılık ortadan kalkmıştır. Bu dönemden önceki İslamcılıkların
iman temelli hakikat iddiasının, bu dönemde düşünce ve yaşam tarzına dönüşmesi gerek
mezkûr sınırlılığın ortadan kalkmasının gerekse de literatürün hızla büyümesinin nedeni
olarak görülebilir. Çünkü İslam’ın bir düşünce ve tarz olarak ifşasının, İslami
gerekçelerle ortaya konan bir iradenin yaslandığı bilgiyi imanın dolayımından kurtaran
bir yapıya kavuşturduğu söylenebilir.
Bu dönem literatürü için İslamcılık düşüncesinin her döneminin, hemen her
dergisinin ve hatta her düşünürünün ele alındığı makaleler, kitaplar, derlemelerden
bahsetmek mümkündür. Örneğin, Kemal H. Karpat’ın 2001 yılında basılan, Osmanlı
devletinin son yüzyılındaki İslam ve modernite çatışmasının ideolojik şekillere nasıl
sokulduklarını anlattığı ‘The Politicization of İslam: Reconstruction and Identity, State
Faith and Community in the Late Ottoman State (İslam’ın Siyasallaşması: Osmanlı
Devleti’nin son döneminde Kimlik, Devlet, İnanç ve Cemaatin Yapılandırılması)
başlıklı eseri; İsmail Kara’nın 2002’de yayınlamaya başladığı 1877-1923 yıllarını
kapsayan, İslam dünyasının değişik coğrafyalarında yayınlanan hilafetle alakalı
metinleri derlediği 6 ciltlik ‘İslâm Siyasi Düşüncesinde Değişme ve Süreklilik-Hilafet
Risâleleri’; Bedri Gencer’in 2008 yılında yayınlanan, İslam ve modernite arasındaki
ilişkiyi kavramlar sosyolojisi veya tarihi semantik üzerinden ele aldığı ‘İslam’da
Modernleşme (1839-1939)’ adlı eseri bu dönem içinde İslamcılığın ilk dönemine ilişkin
yayınlardan bir kaçını oluşturur. Bu dönemde, İslamcı düşünce geleneğinin bir bütün
olarak olarak ele alındığı ve bu konuda düşünen yazan insanların büyük çoğunluğunun
15
katkı verdiği iki eseri10, önemle, zikretmek gerekir. İlki Tanıl Bora ve Murat Gültekingil
editörlüğünde 2004 yılında yayınlanan Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce serisi
kapsamında yayınlanan İslamcılık cildidir. Bu cilt kapsamında İslamcılık düşünce
geleneğinde öne çıkan yaklaşımlar, partiler, akımlar, cemaatler, dönemler, kişiler vb.
konular 76 makale altında incelenmiştir. Diğeri, 2014 yılında Zeytinburnu
Belediyesi’nin düzenlediği ‘Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi
Sempozyumu’nda sunulan bildirilerden oluşan İsmail Kara ve Asım Öz’ün
editörlüğünde yayınlanan tebliğ kitabıdır. Bu kitapta da İslamcılık düşüncesi geleneğini
7 üst başlık altında 44 makale üzerinden etraflıca ele alınmıştır.
Türkiye’deki İslamcı düşüncenin tarihi gerek dönemsel gerekse de
argümantasyon farklılıkları üzerinden yukarıdaki gibi ifade edilebilirken, farklı
İslamcılıkların ortak özelliği genel olarak modern karaktere sahip olmasıyla ifade edilir.
Gerçekten de İslamcılık düşüncesi üzerine yazılmış metinlerde ilk karşılaştığımız tespit
İslamcılığın modern bir düşünce olduğudur (Aktay, 2014; Bora, 2008; Bulaç, 2014;
Çiğdem, 2014; Kara, 2014; Kurtoğlu, 2014; Mert, 2014; Tunaya, 2007; Türköne, 2011;
Ülken, 2015). Bu tespit çeşitli gerekçelendirmelere dayandırılabilir. Örneğin, İslamcılık
modern bir düşüncedir; çünkü modern dönemlerde ortaya çıkmış bir düşüncedir. Ya da
İslamcılık modern bir düşüncedir; çünkü ilerleme, medeniyet, kalkınma, gelişme gibi
modern kavramlar üzerinden kendini ifade eder. Bu tanımlamalar yanlış olmasalar bile
söylenmeyen varsayımları sebebiyle sorunludur. Örneğin modern dönemde ortaya çıkan
modern olmayan düşünceden bahsetmenin imkânı yok mudur (?) ya da ilerleme,
medeniyet, kalkınma, gelişme gibi kavramlara karşı olmak kişiyi modern olmaktan
çıkarır mı (?). Ya da modern ideolojiler olarak ifade edilen Liberalizm, Marksizm,
Milliyetçilik, Faşizm, Anarşizm ve Feminizm gibi düşüncelerle İslamcılık düşüncesinin
modern olarak paylaştığı şey nedir (?). Bu sorular İslamcı düşüncenin kişileri ya da
İslamcı düşüncenin tarihsel dönemleri için de şöyle formüle edilebilir: Birbirlerinden
farklı ve bazen birbirlerine karşıt olarak tasnif edilen İslamcılarda ya da belirli
dönemlerde birbirinden farklı görülen İslamcılık dönemlerinde ortak olan nedir? Bu
gibi soruların cevabı ve İslamcı düşüncenin modern karakterinin ne olduğunu açıklama,
modernliğin ne olduğunun ortaya konulmasını gerekli kılmaktadır. Modernliğin ne
10 Bu iki eser dışında çeşitli dergilerde İslamcılıkla alakalı sayılar olmuştur. Sina Akşin
editörlüğünde 2017 yılında çıkan Historia 1923 dergisinin ‘İslamcılık: Asrın İdeolojisi Olabilir mi?’
sayısı buna örnek olarak verilebilir. Bizim iki eseri öne çıkarmamızın sebebi, geleneğin tarihsel sürecini
en kapsamlı şekilde sunmalarından kaynaklanmaktadır.
16
olduğunun açıklanmasının, bu çalışma özelinde, iki bağlantılı öneminden bahsedebiliriz.
İlk olarak, İslamcılığın modern karakterinin neyi ifade ettiğinin ortaya çıkarılmasıyla
ilişkilendirilebilir. İkincisi, İsmet Özel’in İslamcı gelenekten nasıl ayrıştığını göstermesi
sebebiyledir. Bir başka deyişle, modernliğin ne olduğu, İslamcı geleneğin neye
yaslandığını, İsmet Özel İslamcılığının neye yaslanmadığını göstermesi bakımından
önemlidir.
Modernlik meselesi yaklaşık yedi yüzyıldır Avrupa’nın, son birkaç yüzyıldır da
dünyanın geri kalanını etkileyen önemli bir bir olgudur. Etkinin alanı ve kapasitesi
sebebiyle bugüne kadar üzerine sayısız yayın yapılmış bir fenomendir. Her çalışmada
çalışmanın konusu ile bağlantılı ve konuyu anlamlı kılacak şekilde tekrar tekrar
yorumlanmıştır. Bizim çalışmamızda, İsmet Özel İslamcılığının Türk İslamcılık
düşünündeki ayrıksılığının gösterilmesi amacıyla, (modernlik) insanın kendi dahil
şeyleri kavrayışındaki ontolojik değişimin sebebi olarak yorumlanmıştır. Çünkü mezkûr
ayrıksılıktaki en temel fark, varlığın varlık olarak anlaşılma tarzı olarak ontolojik
kabullerde yatmaktadır. Bununla birlikte modernliğin pozitif olarak bir ontoloji
kurduğunu söyleyemeyiz. Modernlik daha çok ontoloji meselesini ya da varlık sorusunu
unutmuş bir geleneğin son halkası (aşırılaşmış hali) olarak görülebilir (Zimmerman,
2011). Bu aşırılığı, varlığın ne olduğu konusunda ortaya konulacak açıklamaların insan
ve fizikle sınırlanması olarak düşünebiliriz. Açıklamaların metafizikten arındırılması ya
da fizikle sınırlandırılması, zamanla, insanı bilebilir, açıklayabilir, aktarabilir hatta
kurabilir özne olarak merkeze yerleştirmiştir. Modernliğin, varlığın ne olduğunun tespiti
konusundaki bu ontolojik varsayımı, çalışmamızda hem Batı düşüncesinin hegemonik
karakteri olarak hem de Türkiye’deki İslamcılık düşününün üzerinde yükseldiği zemin
olarak ele alınmıştır. Modernliğin bu karakteri, modernlik dünyanın meselesi haline
geldikten sonra hem Batı’nın modernlik pratiğinin tahkir edilmesinde hem de bu
pratikten ayrı modernliğin evrenselleştirilerek müspet olarak ele alınmasında süren bir
karakterdir. Hatta modernlik karşıtlarının da mezkûr hegemonik ontolojik zeminden
konuştuğunu söyleyebiliriz. Çalışmamızda, bu ontolojik zemin, İsmet Özel’in
İslamcılığının da ne olmadığını göstermesi bakımından elverişli olan, sözün düşüşü
metaforu kapsamında ifade edilmiş, modernliğin tarihi bu odak etrafında serimlenmiştir.
Sözün düşüşü ya da Weber’in tabiriyle dünyanın büyüsünün bozulmasını,
dünyanın ve genel olarak şeylerin anlamının kutsalca belirlenmemesi olarak
düşünebiliriz. Bu sebeple, gerek kutsal içinden olmayan insanın keşfi olarak Rönesans
17
ve hümanizma gerekse de kutsal bilginin otoritesi olarak Kilise’ye dönük Reformasyon
hareketleri modernleşme sürecinde önemli olaylar ve fenomenler olarak karşımıza çıkar.
Kutsal’ın belirleyiciliğinin ortadan kalkması (imanın ortadan kalkması) ya da kutsalın
(ve ona ait bilginin) fani varlık olarak insanın kapasitesi ile sınırlanması (imanın başka
bir şeye tabi olarak sürmesi) sürecini sekülerleşme süreci olarak görebiliriz.
Modernliğin belirtilen seküler karakteri o kadar temeldir ki, ilgili dönemde modern
olarak görülen her şeyin başında bir sıfat gibi kullanılmıştır (Chadwick, 1990: 263).
Seküler sanat, seküler bilim, seküler yönetim, politikanın sekülerizasyonu gibi kelime
grupları bu kapsamda örnek olarak verilebilir. Önemle ayırt edip vurgulanmalıdır ki,
sekülerizasyon yapıların, alışkanlıkların, âdetlerin bir değişimi değildir. Çok daha özsel
bir farklılığa yol açan aydınlanma ve modernitenin dinamiklerini içinde barındıran bir
dönüşümün adıdır. Sekülerlik, İslami terminolojiyle anlatmak gerekirse, kalbiyle gören
insanın yerini aklıyla görecek insanı ortaya çıkaracak dönüşümü ifade eder. Kurumsal
yapıların sekülerize olması, yine aynı özsel rasyonel dinamikler çerçevesinde
kurumların dönüşümüdür. Örneğin siyaset kurumunun dönüşümü modern siyaset
biliminin öncülleri/kurucuları olarak görülen Machiavelli ve Hobbes’un düşüncelerinin
ortaya konulmasıyla başlamıştır. Modern siyaset ve seküler siyaset ya da siyaset bilimi
öz olarak aynı şeyi gösterir, bu da siyasetin teolojik anlamından arındırılmasıdır. Teorik
olarak, sekülerleşme ile meşruiyet ve ölçüt sorunun da ortaya çıkacağını düşünebiliriz.
Nasıl ki kutsal bilginin ya da düsturun meşruiyeti totolojik olarak kendinden
sağlanıyorsa, seküler bir kavrayışın meşruiyetini sağlacak bir ölçüt de gereklidir. Bu
gerekliliğin akıl fenomenini evrensel bir ölçüt olarak ortaya çıkardığını söyleyebiliriz.
Modernlik tarihinde ortaya çıkacak bu akla dünyayı ikiye bölen (düalist felsefe)
Descartesçı şüpheciliğin eşlik ettiğini söylemek gerekir. Bu şüphecilik madde ve zihin
arasında daha önce olmamış şekilde bir yarığın açılmasıyla sonuçlanmıştır. Mekânda
yer kaplayan madde olarak, katışıksız bir biçimde mekanik olan bir maddi dünya
modeli, özünde cisimleşmemiş ve maddesiz bir şey olarak bir zihin resmiyle bir araya
getirilir (West, 2008 : 34). İnsan’ın modernlik kapsamında merkeze yerleşmesinde, bu
kapsamda, Descartes’ın çok önemli bir aşamayı temsil ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü
Descartes’in ‘ben’i hem modernliği muğlaklıktan kurtaracak hem de varlığı
tanımlamanın, kurgulamanın epistemolojik temelini oluşturacaktır. Akıl yoluyla her
şeyden şüphe eden Descartes, düşünülenden yola çıkmak suretiyle düşünen olarak
‘ben’i tek şüphe edilemez şey olarak bulmuştur. Bilgi için şüphe edilemez bir temel
olarak ‘ben’, artık varlığa anlam verecek bir orijin oluşturmaktadır. Orijin sıfır
18
noktasıdır, başlangıçtır. Bu ‘ben’ düşüncesinin modernlikle ilişkilendirilen her
kavramda içerili olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin tarihe, geçmişe, geleceğe
anlam verecek, modernliğin temel kabullerinden ilerleme düşüncesinin de asıl olarak bu
‘ben’e mündemiç bir düşünce olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü teolojinin ve onunla
bağlantılı dünyevi iktidarın baskısından kurtulup, pozitif gelecek tasavvuruyla cenneti
dünyada inşa etmek amacı olarak ilerleme düşüncesi ‘ben’ tasavvurunda içkin olarak
vardır (Lezsek, 1990: 96). Bu bakımdan ‘ben’ kavramlaştırmasında, şeylerin bilgisine
ulaşabilen, bu bilgiyi aktarabilen ve bu bilgiye dayanarak bir şey kurabilen bir ben
olarak özneyi modernliğin ontolojik varsayımı olarak kabul edebiliriz. Yirminci
yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bilen ‘ben’ düşüncesinin ‘Dile Dönüş’ (Linguistic
Turn) hareketi kapsamında çözüldüğünü söylemek mümkündür. Dile dönüşün,
açıklayanın da açıklananın da öznenin de dilin içerisinde olması olarak, ‘akıl’dan,
‘deney’den, ‘olgu’dan ‘dil’e dönüş olduğunu söyleyebiliriz. Seküler sözün hakikat
iddiları olarak modernliğin evrensellik iddialarının dayanaklarının dile dönüş hareketi
kapsamında yara aldığını söyleyebiliriz. Bununla birlikte, modernliğin ontolojik
varsayımı olarak ortaya koyduğumuz öznenin hâlâ, gerek post-modern ve post-truth11
düşüncede radikalleşerek gerekse de Habermas’ın iletişimsel eylem kuramı
(communicative action theory) kapsamında ileri sürdüğü iletişimsel rasyonalite’nin
kurulumunda fail olarak varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.
Türkiye’deki İslamcı düşünüşün ontolojik varsayımı sebebiyle modern olduğunu
ve İsmet Özel’in bu varsayımı paylaşmaması sebebiyle düşün içinde nevabitlik
gösterdiğini söyleyebiliriz. Ancak bu sadece çalışmamızın başlığındaki ‘Türkiye’deki
İslamcı Düşünüşte Bir Nevabit: İsmet Özel’ kısmının açıklamasını verir. İsmet Özel’in
İslamcılığını nitelemek için kullandığımız ‘Ontoloji Üzerinden İslamcılık’ kısmının
açıklanması için Özel’in İslamcılığının bizatihi ele alınması gerekir. Bu yapılırken
modern ontolojinin getirdiği yazma tarzından sakınmanın zorluğunu en büyük zorluk
olarak ortaya koymak gerekir. Çünkü söz konusu ontolojinin ‘bu …. budur’ kalıbıyla
ifade edebileceğimiz hâkim tarzı, İsmet Özel’in İslamcılığının ve diğer görüşlerinin
tamamen ters şekilde anlaşılmasına sebep olabilir. Özel’in İslamcılığını ele aldığımız
üçüncü bölüm, bu tarz yanlış anlaşılmanın önünce geçilmesini de dikkate alarak
tasarlanmıştır. Bu kapsamda yazdığımız her başlık hem diğer başlıkların daha iyi
11 Post-truth kavramını Türkçe’ye gerçeklik-ötesi ya da hakikat-sonrası olarak çevirmek
mümkündür. Kavramın görece yeni olması ve oturmuş bir çevirisinin olmaması sebebiyle, çalışmamızda
orijinal haliyle kullanılmıştır.
19
anlaşılmasını hem de diğer başlıklardan sonra daha iyi anlaşılmalarını sağlayacak
şekilde yazılmıştır. Böyle yaparak, modern bilmenin bir sabitleme olarak bilme
tarzından ziyade İsmet Özel’in düşüncelerine nüfuzu kolaylaştırıcı bir tarz
oluşturduğumuzu söyleyebiliriz. Bu bakımdan, İsmet Özel’in ontolojisi ‘…. budur’
şeklinde ifade olunmamıştır. ‘…. budur’ tarzında bir bilmeyi mümkün kılan ontolojik
varsayımlara kökten karşı olan İsmet Özel’in ontolojik varsayımları bir oluş içinde tüm
düşüncelerinde tespit edilebilir şekilde ortaya konmuştur. Bu bakımdan üçüncü
bölümün tamamı İsmet Özel düşüncesinin üstünde yükseldiği ontolojisini ortaya
koymaktadır. Varlıkların varlık olarak ifade edilmesi sürecinde farklı ontolojik
bakışların birbirlerini anlayamayacağı öngörülebilir bir sonuç olarak düşünülebilir. Bir
başka deyişle, farklı ontolojik kabulleri olan birinin söylediklerini anlamak için sözlerin
içinden çıktığı ontolojinin kavranılması bir zorunluluktur. İsmet Özel üzerine yazılmış
literatüre bakıldığında, genellikle, bu zorunluluğun ihmalinden kaynaklı insicamı
sıkıntılı metinlerle karşılaşılmaktadır. İsmet Özel literatüründe kolayca saptanabilen,
Özel’in görüşlerinin, her şeyin içinde anlamlı olduğu ontolojisinden ayrılarak, Özel’in
şiirleri, Türkçülüğü, İslamcılığı, komünistliği, poetikası vb. şekilde, modern tarzda,
kompartımanlara ayrılarak ele alınmasını bu kapsamda değerlendirebiliriz12. İsmet
Özel’in ‘ben hangi sebeplerle sosyalist olduysam aynı sebeplerden Müslüman oldum’
diyerek ‘aynı adam’ olduğunu söylemesini de her şeyin anlamlı olduğu bir ontolojiyi
işaret etmesi olarak düşünebiliriz. Bu çalışma da esas olarak bu ontolojinin ortaya
konulması olarak ifade olunabilir. Bu yapılarak, İsmet Özel’in ‘insan’ görüşü, ‘hayat’
varsayımı, ‘varlık’ anlayışı, her zaman karakterini açığa çıkardığını söylediği ‘tevarüs
edilmemiş asalet’ ve ‘kadirşinas itaatsizlik’ ifadeleri, genel olarak ‘sanat’ özel olarak
‘şiir’ görüşü, ‘dil’ tasavvuru, ‘bilgi’ ve ‘bilim’ yorumları, ‘dünya sistemi’ düşüncesi,
‘Türk’ ve ‘Müslüman’ kavrayışları, ‘Türkçe’ hassasiyeti gibi İsmet Özel’in yaşamı
boyunca ortaya koyduğu düşüncelerinin merkez kavramlarının birbiriyle ilişkileri de
ortaya çıkarılmış olacaktır.
Özetle, Türkiye’deki İslamcı düşününün bahsi geçen modern ontolojik
varsayıma yaslanarak kendini ifade eden bir düşün olduğunu ortaya koyan bu çalışma,
12 Bugüne kadar İsmet Özel ile alakalı 18 yüksek lisans tezi 3 tane de doktora tezi yazılmıştır. Bu
tezlerin umumunda bu sorun gözlemlenmiştir. Çalışmamız İslamcılık literatüründe ifade olunan
düşüncelerle hesaplaşmayı amaçlamadığı gibi İsmet Özel literatürü ile de bir hesaplaşmayı kendine amaç
olarak belirlememiştir. Bu sebeple metinlerde tespit edilen sıkıntılara burada tek tek yer verilmemiştir.
Bununla birlikte çalışmanın, ilgili diğer metinlerin yazılmayan fakat dayandıkları kabulleri ortaya
çıkaracağı umulmaktadır.
20
İslamcılık düşüncesinin içindeki farklılıkların da argümantasyondan kaynaklanan
farklılıklar olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Bunun akabinde İsmet Özel’in
İslamcılık düşünündeki nevabit karakterinin mezkûr varsayımın Özel tarafından
paylaşılmamasından kaynaklandığını ileri sürmektedir. İsmet Özel’in İslamcılığını da
farklı bir ontoloji üzerinden serimleyerek, İslamcılık literatürü için bambaşka bir
kanalın varlığını da ortaya koyan bu çalışmanın literatüre iki açıdan büyük katkı
yapması beklenmektedir. Bunlardan ilki Türkiye’nin dünyayı kavrayışı ile
ilişkilendirdiğimiz İslamcılık düşüncesinin kavrayışlarının sınırlılıklarını göstermesi
bakımından literatürün total bir çerçevesinin ortaya konulması olarak ifade edilebilir.
Literatüre yapılması beklenen ikinci önemli katkı da İsmet Özel’in İslamcılığı üzerinden
tefekkür ederek başka bir İslamcılık literatürünün ve dolayısıyla başka bir dünya
kavrayışının imkan dahiline sokulmasıdır.
21
1. BÖLÜM
BİR HEGEMON OLARAK BATI DÜŞÜNCESİ
Çalışmamızın bu ilk kısmında, Batı düşüncesinin kendisini hegemon bir varlık
olarak ortaya koyması açıklanmaya çalışılacaktır. Öncelikle üzerinde durulacak kavram
olan Batı’yı, modernite, aydınlanma ve modernizmi içinde barındıran bir üst kavram
olarak ele aldığımızı belirtmek gerekir. Bu çalışma özelinde, Batı’nın bu şekilde ele
alınarak açıklanmasının bir gereklilik olarak ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Çünkü
araştırma figürü olarak ele aldığımız İsmet Özel’in de içerisinde nevabit olarak
bulunduğu (ya da bulunmadığı) İslamcılık düşüncesi, modernleşme süreçleri içerisinde
ortaya çıkmış, modern bir düşüncedir. Bu bakımdan, genel olarak, Batı düşüncesinin
serimlenmesi, tezin ikinci kısmında ortaya konulacak olan İslamcılık düşüncesinin
ontolojik kabulleri ile epistemolojik dayanaklarının açıklığa kavuşturulması bakımından
önemlidir. Bunun yanı sıra, üçüncü kısımda ele alacağımız İsmet Özel’in görüşlerinin
hem İslamcılık düşüncesinin içerisinde hem de Batı düşüncesinden ayrıksılığının
kavranılabilmesi bakımından da bu, bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu
noktada Batı düşüncesinin, İsmet Özel’in düşüncelerinin anlamlı olduğu yegâne alan
olmadığının belirtilmesi gereklidir. Bir başka deyişle, İsmet Özel’in görüşleri Batı
düşüncesinin olmadığı zamanları ve egemen çerçeveleri (söz gelimi Orta Çağ ve Antik
Mısır dönemlerini de) de kapsayan anlam içeriklerini barındırır. Bu bakımdan, Özel’in
görüşleri modern bir gelenek olan İslamcı düşünce geleneği ile karşılaştırılarak
verileceği için Batı düşüncesinin hassaten serimlendiğini söyleyebiliriz. Özetle, Batı
düşüncesinin ortaya koyulmasının iki açıdan önem arz ettiği söylenebilir. Birincisi, batı
düşüncesi içerisinde ele alınan İslamcılık düşüncesinin neliğinin ortaya konulması
bakımından önemlidir. İkincisi, Batı düşüncesi hegemon bir düşünce olarak, tüm
dünyaya yayılıp, bütün düşünce süreçlerimize hâkim bir tarzı barındırdığı için, neyi
niçin düşündüğümüzün ortaya konulması bakımından önemlidir.
Bu bölümün amacının, Batı düşüncesini her yönüyle ele almak olmadığının
belirtilmesi gerekir. Böyle bir amaç, çalışmanın sınırlarını aşacak ve dolayısıyla
meramını da belirsizleştirecektir. Bizim yapmaya çalışacağımız, hemen yukarıda da
belirttiğimiz üzere, Batı düşüncesinin hegemonik kökleri üzerine bir çerçeve ortaya
koymakla sınırlı olacaktır. Bu çerçeve ontolojik bir çerçevedir. Bu çerçevenin bize, Batı
düşüncesinin Batı dışındaki dünyada oluşturduğu hegemonik kökleri görmek
22
bakımından da yardımcı olacağını söyleyebiliriz. Daha açık bir ifadeyle, Batı
düşüncesini ortaya koyarken elde edeceğimiz çerçeve, İslamcılık düşüncesinin ortaya
çıkışında ve temel dayanak kullandığı argümanlarında Batı düşüncesine ne ölçüde bağlı
olduğunu göstermesi bakımından bize yardımcı olacaktır. İsmet Özel’in ayrıksılığını
gösterirken de bu çerçevenin bize yardımcı olacağını, önemle, belirtmek gerekir. Bu
amaçla, ilk olarak, Batı kavramlaştırmasının ne anlama geldiği ortaya konulacaktır.
Sonrasında, Batı düşüncesinin dünyada hegemonik bir güç olarak ortaya çıkmasında
önemli olan modernite düşüncesi ele alınacaktır. Modernite ve modernlik konusu,
birbirlerinden keskin şekilde ayrılamayacak olan ‘Dünyanın Büyüsünün Bozulması:
Sekülerlik’, ‘Kesinlik Arayışı Olarak Rasyonalite (17. Yüzyıl) ve ‘Aydınlanma ya da
Aydınlanmalar’ şeklinde, üç alt başlık üzerinden kurgulanmıştır. Bu kurguyu ‘sözün
düşüşü13’ne nispetle açıklamak, yapılan tasnifi anlamımıza bir kolaylık sağlayabilir. Bu
kapsamda, ilk alt başlığı ve onun altındaki üç alt başlığı (Fiziksel Dünya Tasavvurunun
Değişimi; Kurumsal Otoritelerin Sarsılması Olarak Rönesans ve Reformasyon; Bir
Sekülerlik Olarak Hümanizma (16. Yüzyıl) ) sözün düşüşüne sebep olan tarihsel olgular;
ikinci alt başlığı ve onun altındaki iki alt başlığı (Descartes’in Mirası; Özne Olarak
İnsanın Kurulumu) yeni bir sözün oluşturulması için gerekli zeminin inşası; üçüncü alt
başlığı da yeni sözün oluşturulması ve kurumsallaştırılması çalışmaları olarak
görebiliriz. Bu tasnifin keskin bir ayrımı işaret etmediğini önemle belirtmek gerekir.
Örneğin modernite içerisinde, 16. Yüzyılda ortaya çıkan hümanizma ve 17. Yüzyılda
ortaya çıkan rasyonalite, Batı hegemonyasının ortaya çıkışında etkili olan hem iki
özellik olarak hem de pre-modern dönemden bir kopuş olarak pekâlâ ele alınabilir.
Aydınlanma düşüncesi ile ideolojileşen modernite düşüncesi olarak modernizm,
sonrasında ele alacağımız bir başka alt başlık olacaktır. Modernleş-tir-me projesi olarak
modernizmin, Batı’nın modernleşmediği/modernleştirilmediği göz önüne alınınca14
,
Batı’dan ziyade Batı dışı ülkeler ile ilgili olduğu söylenebilir. Bu kapsamda ele
alacağımız modernizm kavramı, Batı dışı ülkelerin modernleştirilmesi kapsamında
değerlendirileceği için, oryantalizmle birlikte ele alınacaktır. Bu doğrultuda Modernizm
ve Oryantalizm alt başlığı ‘Beyaz Adamın Yükü (White Man’s Burden) Olarak
13 Burada geçen ‘sözün düşüşü’ metaforu konu anlatılırken açıklanmıştır. Kavram içindeki söz ,
kabaca, ‘hakikat’i ifade ederken, ‘sözün düşüşü’ hakikatin, fani ve dünyevi bir varlık olarak insana
bağlanmasını ifade etmektedir.
14 Burada ortaya koyduğumuz tanımlama, Batı’nın, hem modernleşme amacı ile hareket
etmemesi bakımından, hem de kendi tarihselliği içinde modern olması sebebiyle, modernizm ile
bağlantısını sınırlı görmektedir. Modernizmin bir örnek kapsamında (Batı), bir amaç ve hedef
doğrultusunda hareket etme olarak düşünmemiz bu sınırlılığın sebebi olarak karşımıza çıkmaktadır.
23
Modernizm’ ve ‘Otantikliğin Sonu Olarak Oryantalizm’ şeklinde iki kısımda
aktarılacaktır.
1.1. Batı Kavramının Tanımlanması
Çalışmamızın ilk bölümünü oluşturan ‘Bir Hegemon Olarak Batı Düşüncesi’ni
ortaya koyarken, hiç kuşkusuz, ilk yapılması gereken şey Batı kavramlaştırmasının
açımlanmasıdır. Bu açımlanmanın gerekliliği, kavramın, her daim savunmanın veya
yadsımanın konusu olarak tartışmalarda yer bulmasıyla alakalı görülebilir. Çünkü Doğu,
Batı, Doğulu, Batılı gibi ifadeler, ilk bakışta değerden bağımsız (yöne ilişkin) gibi
gözükse de üzerine birçok anlam yüklenmiş, güç ilişkisini belirten, kurgulanmış kültürel
yapıları ifade ederler (Durukan, 2010:12-13). Bunun dışında ve buna paralel olarak, Batı
kavramının yüklendiği anlamın, genelde, kullananın ona yüklediği anlam olduğunu
söyleyebiliriz. Bu anlamın, Batı’yla hiç alakası olmadığı da söylenemez. Ancak diğer
taraftan, Batı kavramını tamamen karşıladığını söylemek de güçtür. Değinildiği üzere,
bunun ana sebebi Batı kavramının hegemonik özelliği sebebiyle, nötr olarak ele
alınmasının zorluğudur. Bunun dışında, birtakım indirgemeciliklerin de buna sebep
olduğunu ifade edebiliriz. Daha açık bir ifadeyle, Batı hakkında konuşan kişi, Batı’yı
Batı yapan özelliklerden birini ya da birkaçını, Batı’nın tamamen ne olduğu ile
özdeşleştirmesi sonucu, Batı’ya bir anlam yükleyebilmektedir. Söz gelimi, post-modern
düşünceyle birlikte Batı’nın düşünsel hegemonyasının biteceğini düşünen biri, Batı’yı
18. Yüzyıl Aydınlanma düşüncesi ile eşleştirmektedir. Bir başka örnek olarak,
küreselleşme ve kültür politikalarının artmasıyla ulus-devletlerin çözüldüğünü görüp
‘Modern Batı düşüncesi çöküyor’ diye düşünen biri, modern ulus-devletler ile Batı
arasında bir eşleşme kurmaktadır. AB’nin dağılmasına ilişkin bir emare görüp ‘Batı
çöküyor’ diye düşünen birinin de Batı’yı ulusüstü siyasal bir organizasyon olan AB ile
eşleştirmesi de bir önceki örneğe zıt örnek olarak ortaya konulabilir. Örnekleri daha da
çoğaltmak mümkündür. Bu bakımdan, bu bölümde yapmak istediğimiz şey, Batı’yı Batı
yapan15 ve hegemonik bir örnek olarak kanonlaştırılan özelliklerini ortaya koymak
olarak sınırlandırılabilir. Mutlaka, her boyutuyla, her derinliğiyle ve katkı yapan her
isim dikkate alınarak bu açımlamanın yapılması, bu çalışmanın sınırlarını aşmaktadır.
Burada dikkat edeceğimiz husus, Batı’nın tikel, lokal, tarihsel tecrübelerinden ziyade,
15 Burada bahsedilen özellikler bir uyumu ima etmemektedir. Söz gelimi 16. Yüzyıl
hümanizması ve doğru anlayışının temelini oluşturan retorik de 17. Yüzyıl rasyonalizmi ve doğru
anlayışının temelini oluşturan mantık da Batı’dır. Bu kavramların kendi arasındaki çatışmanın neden ve
nasıllığı da Batı’dır.
24
Batının Batı-dışı ülkelere düşünce olarak ihracının nedenini oluşturan, tümel, genel ve
evrensel olarak ortaya koyduklarıdır. Bu bakımdan Batı’nın esas olarak bir söylem
olduğu ifade edilebilir. Bir başka deyişle, hegemonik olarak ortaya koyduğumuz Batı,
esas itibariyle, belirli bir söylemin getirdiği hegemonyaya sahiptir. Bu söylemi, insanın
dünyada anlama, bilme ve yapmada fail konuma geçmesinin anlamı olarak, modern
söylem olarak ifade etmek mümkündür. Batı’nın, esasen, bir söylem olarak ele
alınmasında, önce, Batı’nın kelime anlamı itibariyle coğrafik tanımlanmasının zorluğu
ve Batı-dışı ülkelerce çokça ele alındığı üzere siyasal olarak tanımlanmanın
handikapları ortaya konulmalıdır. Bunun ortaya konulması, Batı’nın dilsel ve düşünsel
zemin üzerinden kurduğu hegemonyasının belirli bir mekân ve sisteme
indirgenemeyeceğini göstermesi bakımından önemlidir.
1.1.1 Coğrafi Olarak Batı
Batı kavramının tanımlanması sürecinde yapılacak ilk tespit, şüphesiz, Batının
tek başına bir anlama sahip olamayacağıdır. Batı kavramsal olarak bir yönü işaret ettiği
için, bir karşıtı, doğal olarak, bulunmalıdır. Bu bakımdan, Batı kavramı, tanımlanırken,
bir başka kavram olan Doğu kavramı ile ilişkili halinde bulunduğunu16 söyleyebiliriz.
Bu bakımdan, Doğu-Batı ayrımının coğrafi bir haritalandırma ile yapılıp
yapılamayacağı aklımıza gelebilir. Ancak coğrafyaları gösteren haritalara yakından
bakıldığında, haritalar, Batı kavramının sınırlarını bize göstermemektedir. Çünkü harita
üzerinden yapılan bir ayrım, haritaların ilk ortaya çıkışları ve kullanım pratiklerinin
askeri olması sebebiyle bu tür bir anlamı işaret ettiğini (içinde barındırdığını)
söyleyebiliriz. Bu kapsamda da yön tayin edici bir anlama sahiptirler. Doğu anlamına
gelen ‘Orient’ kelimesinin bir anlamının yönlendirmek17 olmasının da bu durumu
açıkladığı değerlendirilebilir. Bu yönlendirmenin, bir merkezi de (yönlendiren olması
sebebiyle) içinde barındırdığı önemle belirtilmelidir. Bununla birlikte, bir merkezin
kabul edilmesiyle alakalı da birtakım sorunlar ortaya çıkmaktadır. Çünkü askeri
amaçları/pratikleri içerisinde barındıran haritalandırmalar derinlikten mahrum şekilde
iki boyutluyken, dünya bir boyut fazla olarak küre şeklindedir. Yani, hem belirli bir
16 Batı’nın kendinde (thing in itself) bir zihniyet olmaktan kendi için (thing for self) bir zihniyete
dönüşmesi sonucunda, Batı ve Doğu karşıtlığı ve bu karşıtlık üstünden tanımlanmaları, Batı ve diğerlerine
(West and the rest) dönüşmüştür diyebiliriz. Gelişmiş ülkeler- az gelişmiş ülkeler, gelişmiş ülkelergelişmekte olan ülkeler gibi tasnifleri de West and the rest kapsamında ele alabiliriz.
17 Yön tayin ederken yapılan, güneşin doğduğu yeri sağımıza almaktır. Bu bakımdan,
haritacılıkta, güneşin doğan özelliği itibariyle merkeze alınıp yönlerin belirlenmesi söz konusudur,
diyebiliriz.
25
merkez alınmaksızın doğu ve batı ayrımını yapmak mümkün gözükmemektedir hem de,
haritanın (iki boyutlu) merkezi ile küre olarak dünyanın (üç boyutlu) merkezi arasındaki
farktan kaynaklı, merkez kabulüyle ortaya çıkan …tezatlıkların varlığından
bahsedilebilir. Örneğin, Bering Boğazı, dünyanın mevcut haritalandırmalarında,
Doğunun en doğusunu ve Batı’nın en batısını temsil etmektedir. Karşıt kavramların en
uç temsillerinin aynı olması bir …tezatlık olarak değerlendirilebilir. Bir başka örnek
olarak, Türkçe’de, bir bölgeyi ifade etmek için kullanılan Orta Doğu kavramı verilebilir.
Türkiye’nin sınır komşularını ifade etmek için kullandığı bu kavram, esas itibariyle,
Türkiye için Orta Doğu olmaktan ziyade Yakın Doğu özelliğini taşımaktadır. Bu
tanımlamanın Batı düşüncesinden çıktığı ve merkez olarak Roma’yı aldığı düşünülürse,
Türkiye’nin komşu ülkelerinin, ancak bu ülkelere Roma üzerinden bakıldığında Orta
Doğu olma vasfını taşıdığını değerlendirebiliriz. Bu yüzden, harita üzerinden yapılan
tanımlamaların böyle bir tezatlığı içinde barındırdığını göz önüne almak gerekir. Bu
tezatlığa ek olarak, haritaların masumiyetleri de kuşkuludur18. Durukan (2010: 9-10)’ın
sorusunu bu kuşku kapsamında ele alabiliriz: “Eldeki haritaların ezici çoğunluğunda
niye Avrupa merkezdedir? Bu haritalarda, Afrika gerçek büyüklüğünden oransal olarak
daha küçük resmedilirken, Avrupa ve Kuzey Amerika neden daha büyük gösterilir?”
Batı kavramının coğrafi merkezli olarak bir tanıma kavuşturulmasındaki
zorluklar, kavramın en önemli özelliklerinden birini bize vermesi bakımından
önemlidir. Bu özelliği Kılıçbay (2004: 58-59) şu şekilde ifade etmiştir:
“Oysa problemin can alıcı noktası burada yer almaktadır.
Uzayda yön yoktur. Yön, kişinin kendi konumuna göre belirlediği
itibari adlandırmadır, gerçek bir tabanı yoktur. Yani her yer Doğu
veya Batı olabilir veya aynı yer farklı kişilere göre, hem Doğu, hem de
Batı olabilir. Mutlak bir Doğu veya Batı konumlandırmasının
olanaksızlığı, bizi bunların ancak birbirine nazaran ve karşılıklı kabul
halinde varlık kazanabilecekleri noktasına götürmek zorundadır.
Daha açık bir söyleyişle, bu adlandırmanın yegâne gerçekliği,
18 Thongchai Winichakul’un Tayland üzerinden yazdığı “Siam Mapped: A History of the Geobody of a Nation” isimli kitabı bu kuşkunun haklılığını gösterici mahiyettedir. Bkz: Thongchai
Winichakul, Siam Mapped: A History of the Geo-body of a Nation, 1997, Hawaii. Craig Calhoun’un da
milliyetçilik üzerinden haritaları sorguladığı çalışmasını da bu kapsamda değerlendirmek mümkündür.
Bkz: Craigh Calhoun, Nationalism, 1997, Minneapolis.
26
Doğu’nun Doğu, Batı’nın Batı olmayı istemiş, kabullenmiş ve diğerini
kendi aynasında üretmekten tat almış olmasıdır.”
Kılıçbay’dan yapılan alıntıdan da görüleceği üzere, bir coğrafi yön bildiren
bölge olarak Batı, kendini coğrafyadan yola çıkarak kurmuş; ve daha önemlisi,
karşıtıyla farklı oldukları konusunda ortak bir kanıya sahip olunması sonucunda
oluşmuş bir kavramdır19
.
Doğu ve Batı kavramlaştırmalarının ortak bir kanıya dayanması bakımından
kurgusal bir mahiyete sahip olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu kavramların bu
özelliği sebebiyle, kavramın ilk ortaya çıkış tarihinden bahsetmekten ziyade, belirli
dönemlerde gerçekleştiği düşünülen farklılık kabullerini ortaya koymanın daha doğru
olduğu ifade edilebilir. Bu kabuller ve sınırların bir dönemden bir döneme değişmesi ve
hatta, bir dönemde yapılan ayrımın diğer dönemle çatışması ayrımın coğrafi olarak
yapılmasının zorluğunu da ortaya koymaktadır. Örneğin, Roma imparatorluğunun doğu
ve batı olarak ikiye ayrılmasını, kavramlaştırmaların doğuşu olarak görenler olabileceği
gibi (Kılıçbay, 2004: 59); bu zıtlaşmayı antikite döneminde Persler’le Yunanlılar
arasında meydana gelen Med Savaşları’na götürenler de olabilir (Armağan, 2004: 90).
Söz konusu ayrımlar, modern Batı’nın kökenlerini İyonya’ya, yani Anadolu’ya,
dayandırmasıyla daha karmaşık ve çatışık bir hal alabilmektedir. Bu ayrımları ortaya
koyarken, önemle belirtmek gerekir ki, çoğu ayrım retrospektif olarak yapılmaktadır.
Söz konusu ayrımlar retrospektif olarak yapıldığı için, reel zamanda yapılan bazı
değerlendirmelerin sonucu olarak görülebilir. Bu da coğrafik tanımlamaları imkânsız
hale getirecek bir belirsizliğe yol açmaktadır. Örneğin Alev Alatlı (2004: 98-99),
ayrımın retrospektif özelliği sebebiyle, El Kindi, Türkistanlı Farabi, İbn-i Sina ve El
Biruni, Harezmi gibi alimleriyle Batı’nın modern düşüncesi arasında bir bağlantı
kurarak şunu söylemiştir: “Ortadoğu, en az Batı Avrupa kadar Batılıdır. İslamiyet bir
Batı dinidir.20” Thierry Hentsch (1996) Hayali Doğu kitabında bu karşıt kurgu olarak
iki kavramın 15. Yüzyıl’dan günümüze kadar kurgulandığını anlatır. Hentsch bu
kurgusallığı şu şekilde ifade etmektedir (Akt. Armağan, 2004: 90):
19 Rudyard Kipling Doğu ve Batı karşıtlığını bir şiirinde şu şekilde vermiştir: East is East West is
West / And never the Twain shall meet. (Doğu Doğu’dur, Batı da Batı / Ve bu ikisi hiçbir zaman
birleşemeyecektir.) Bkz: Mustafa Armağan, Hayali Doğu’dan Hayali Batı’ya, Doğu Batı Dergisi, 4/ 89-
96, Ankara 2004, s. 89
20 Bu tarz bir yaklaşımı 19. yüzyılda Batı karşısında İslam’ın savunulması ve İslamcılığın
doğuşunda da göreceğiz.
27
“Doğu bizim kafamızda. Bizim Batılı kafalarımızın dışında
Doğu yok. Hatta Batı’nın kendisi de yok. Batı, karşıt terimiyle aynı
nedenlerle içimizde var olan bir düşünce. Ama biz onu tanımlamaya
hiç gerek duymayız: O bizim kendimizdir.”
Doğu-Batı kavramları, yön bildiren ve birbirleriyle ilişki içinde kendilerini
kuran iki kavram olsa da karşılaştırma zemininin ya da farklı olduklarını düşündükleri
zeminin uygarlık olduğu söylenebilir. Bu bakımdan, bir kavram olarak Batı ya da Doğu
denildiği zaman, her şeyden önce, bir uygarlıktan21 bahsedildiği anlaşılmaktadır. Alatlı
(2004: 97) bu durumu şu şekilde ifade etmiştir: “‘Doğu’- ‘Batı’ şeklindeki bir ayrımın
gerekçesi/dayanağı, bu iki kümenin düşünce sistemlerindeki, yani parametrelerindeki,
doğru-yanlış cetvellerindeki, yadsınamaz farklılık olmalıdır.” Doğu – Batı
kavramlaştırmalarının bu özelliği, farklıların, belirli bir zaman ve mekânda çıksa dahi,
coğrafi tanımlamalarla sınırlandırılamayacağını bize göstermesi bakımından önemlidir.
Bununla birlikte, coğrafya, mutlaka, bir şey göstermektedir. Çünkü bugün Batı olarak
ortaya koyduğumuz coğrafi olarak Batı Avrupa’nın tarihi içinde ortaya çıkmış bir şey
olarak, pek âlâ, düşünülebilir. Ancak Hall’ın da isabetle belirttiği gibi “bugün Batı
yalnızca Avrupa değil, tüm Avrupa da Batı değil”dir (Hall’dan akt. Kahraman ve
Keyman, 2004: 78). Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, Amerika ve Kanada Batılı bir
ülke olarak kabul görürken, doğu Avrupa ve Latin Amerika ülkelerini batılı olarak
sayamamamız, tanımın belirli bir coğrafya ile sınırlandıramayacağına örnek oluşturur.
1.1.2. Siyasal Olarak Batı
Batı’nın siyasal olarak tarif edilmesinin, en az coğrafi olarak tanımlanması kadar
güç olduğunu söyleyebiliriz. Söz konusu tarif, siyasalın cisimleşmiş (embodiment) hali
olarak devlet benzerlikleri üzerinde de yapılsa, siyaseten ortak kararlar almak
bakımından da yapılsa sorunludur. İki için Avrupa’nın en önemli üç ülkesinin (İngiltere,
Fransa, Almanya) devlet formasyonlarına bakmak yeterlidir. Örneğin, Fransa modern
devletliğe Jakoben modelden (topluma rağmen, toplumu kurtarma düşüncesi
kapsamında hareket etme) geçerken, İngiltere katılımlı ve müzakereli (liberal) bir
yoldan geçmiştir. İkincisi için ise, birbirleriyle savaştıkları yüzyıllar, ortak karar alma
21 Doğu ve Batı, yön bildirmelerine rağmen, bir uygarlığı taşımaları sebebiyle de uygarlıklar
tarihinde özel bir yere sahiptirler. Bu iki uygarlık dışındaki uygarlıklar için, bir bölgeyi işaret eden
uygarlıklardan bahsetmek mümkünken (İnka, Maya uygarlıkları vs.), yön ile ifade edilen başka
uygarlıktan bahsetmek mümkün değildir. Bkz: Mehmet Ali Kılıçbay, Fakir Akrabanın Talihi, Doğu Batı
Dergisi, 4/ 57-64, Ankara 2004, s. 58.
28
kabiliyetlerinin düşüklüğü hakkında bize bilgi verebilir. Batı’yı Avrupa Birliği
kapsamında düşünmek de Batı düşüncesini çerçevelemekten uzak gözükmektedir.
Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, Avrupa Birliği oluşumu gereği tamamlanmış bir
birlik değildir. Üye devletlerin Avrupalılık ya da Batılılık üzerinden üye oldukları
kuşkuludur. Avrupa Birliği, bir batılılar birliğinden çok, bir çıkar ve konjonktürel
hesapların birliği gibi görünmektedir. Örneğin, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya,
Çekya gibi ülkeler 35 yıl önce doğu ülkeleri arasında sayılırken, şu an birer batı ülkesi
olarak görülmektedirler. Bunun yanı sıra, İngiltere’nin birlikten ayrılması da AB’nin bir
çıkar yapılanması olduğunu ortaya koyan bir başka veri olarak değerlendirilebilir. Diğer
taraftan, Amerika Birleşik Devletleri ve Japonya gibi ülkeler de, AB üyelikleri söz
konusu olmasa da, Batı düşüncesi içinde önemli yer tutan ülkelerdir. Bu bağlamda Batı
kavramının ne spesifik bir siyasal formasyon özelliği ne de bir birlik belirtmediğini
söyleyebiliriz.
1.1.3. Söylem Olarak Batı
Bir hegemon olarak ifade ettiğimiz Batı düşüncesi, modern dönemle ortaya
çıkmış bir olguyu ifade etmektedir. Hegemon kavramı, klasik tanımı itibariyle, özel
olarak devletlerarası ilişkilerde, genel olarak bütün ilişkilerde hükümranlık ve tahakküm
ilişkilerini ifade etmektedir. Bu çerçeveden değerlendirirsek, hegemonya kavramı Batı
hegemonyasına kadar Dünya tarihinde görülmemiş bir şey olarak söylenemez. Söz
gelimi, bu tanım çerçevesinde, Roma hegemonyasından da bahsetmek mümkündür.
Ancak, ‘Coğrafi Olarak Batı’ ve ‘Siyasal Olarak Batı’ başlıklarında yaptığımız
değerlendirmelerde, hegemonyanın klasik tanımının modern dönemle beraber ortaya
çıkan Batı hegemonyasını açıklamakta yetersiz kalacağını göstermiş olduk. Çünkü
Batı’nın belirlenmesi hususu klasik tanım itibariyle sıkıntı oluşturmaktadır. Bunun
dışında, tahakkümün pejoratif olarak algılanmasındaki muğlaklık batı hegemonyasının
açıklanmasında başka bir yetersiz alanı oluşturmaktadır. Bu yetersizliği, en açık olarak,
Batı dışı toplumlarda ortaya çıkan ‘Batıya rağmen Batı’ söylemlerinde görmek
mümkündür. Modernlikle beraber ortaya çıkan hegemonyada, öncekilerinin aksine,
hegemonyanın gücü tahakküm edenden kaynaklanmaz22. O, gücünü, daha çok, dünyayı
kavrayış ya da varlıkların varlık alanına getiriliş tarzından almaktadır. Bu kavrayışın ve
tarzın temel özelliği, dünyanın ve genel olarak şeylerin anlamlandırılmasında insanın
22 Gücü tahakküm edenin gücünden kaynaklı ilişkinin adı, bu dönemde, sömürüdür.
29
merkeze alınması olarak ifade edilebilir. Burada insanın merkeze alınmasıyla
vurguladığımız şey “söylem”in fiil olarak mahiyetidir. Tülin Akşin’in (2005: 9) Oxford
Dictionary of Current English’ten alıntılayarak belirttiği üzere, “söylem”in fiil işlevini
şu şekilde özetlemek mümkündür: “söylem söylemek (utter): bir konu üzerine, içinden,
hakkında kişilerin görüşlerini ‘sözlü’ veya ‘yazılı’ olarak açıklaması, geliştirmesi,
yorumlaması, ileri sürmesi23”. Söylemin fiil mahiyetinden de görüleceği üzere,
modernlikle Batı’nın geliştirdiği söylem, insan sözünün varlıkların varlık olarak açığa
çıkarılmasındaki rolü ile alakalıdır. Bir başka deyişle, modern söylem
sözün/kelamın/hakikatin yeryüzünde kurulması ile başlatılabilir. Batı dışı toplumların,
batının modern olma tecrübesinden, amasız, aldıkları en önemli şeyin modern söylem
olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan bakıldığında Batı’nın hegemonik özelliği modernlik
söylemi olarak da ifade edilebilir. Bu söylem, insanın doğru, yanlış ve gerçeğin
ifşasında merkez ya da yetkili olarak belirlenmesiyle temellendirilirse, Batı söyleminin
çok geniş bir söylem havuzuna temel oluşturduğunu söyleyebiliriz. Bu bağlamda Batı
karşıtlığını içeren düşünceler, insanı özne olarak kuran düşünce, insanın özneliğini
tarihsellikle tahkir eden düşünce akımları, her türden ideoloji, İslamcılık düşüncesi ve
benzer düşünceler mezkûr temel üzerine inşa edil(miş)en düşünceler kapsamında
değerlendirilebilir.
İnsanın şeylerin anlamlandırılması konusunda merkezi bir konuma gelmesi, dili,
insanın dünyayı onun dolayımıyla anladığı için, önemli bir fenomen olarak gelişmenin
konusu haline getirmiştir. Reformasyon hareketleri kapsamında İncil’in Latince’den
diğer dillere çevrilmesi; fiziğin dili (evrenin dili) olarak matematiğin ortaya konulması;
Türkiye özelinde Türkçe hutbe, Kur’an, ibadet tartışmaları bu kapsamda
değerlendirilebilir. Umberto Eco’nun (2009) Avrupa’nın modern dönemini, bir
anlamda, kusursuz dil arayışının ya da Tanrı’nın Adem’le cennette konuştuğu dil
arayışının tarihi olarak ifade etmesini de bu kapsamda değerlendirebiliriz. Burada dil ile
hakikat arasında kurulan bağ, dilin hakikatin taşıyıcısı olması sebebiyle mükemmele
ulaşması durumunda hakikatin de mükemmel olarak bilinebilmesi üzerinden
kurulmuştur. Keza İslamcılık düşüncesinin ana gövdesini oluşturan kaynaklara dönüş
hareketi İslami dilin mükemmelleştirilmesi arayışı olarak okunabilir. Tüm bunların
merkezinde, insanın hakikati bilebileceği, anlayabileceği ve bu yüzden ifade edebileceği
23 İleri sürmek kısmı, alıntıdaki diğer birkaç kelime ile vurgulanan kelimelerden. Tezin anlamı
ile doğrudan bağlantılı olması sebebiyle, bold yazılarak özellikle anlam olarak vurgulanmak istenmiştir.
30
bir varsayımın olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan, modern dönemde dile ve dil
bilimine yapılan her vurgunun, insanın anlama sahip olabilme (anlama ulaşabilme)
varsayımı üzerinden merkezi bir konuma gelmesinin de vurgusu olduğunu
düşünebiliriz. Bunun da söylem olarak Batı hegemonyasının temelini oluşturduğunu
ifade edebiliriz. Söz gelimi, Batı’nın modern bilimle dünyanın geri kalanına gösterdiği
şey, ‘dünyanın bilim diliyle daha doğru tasvir edildiği’ düşüncesi olarak ifade edilebilir.
Edward Said’in (2016: 142-143) Renan’a atıfla belirttiği aşağıdaki ifadeler modernlik
ile dil arasındaki bağı ortaya koymaktadır:
“Renan, 1848’de yazılan, ama 1890’a değin yayımlanmayan
L’avenir de la science’da (Bilimin Geleceği) “modern düşüncenin
kurucuları filologlardır” der. Bir önceki tümcede de, modern düşünce
“(hepsi birden) filolojiyle aynı gün kurulan akılcılık, eleştirellik,
liberalizm değilse” nedir peki, diye sorar. Filolojinin, hem yalnızca
modernlerin sahip olduğu karşılaştırmalı bir disiplin hem de
modernliğin (ve Avrupa’nın) üstünlüğünün bir simgesi olduğunu
söyleyerek sürdürür sözlerini; on beşinci yüzyıldan beri insanlığın
gerçekleştirdiği her ilerleme, filolojik diye nitelenebilecek bir
düşüncenin sahiplerine mal edilebilir.”
Hegemonik bir kavrayış tarzı olarak ifade edebileceğimiz modern söylem, esas
itibariyle, varlıkların varlık olarak belirlenmesini ifade etmesi sebebiyle, aynı zamanda,
modernliğin ontolojisini de ortaya koymaktadır. Bu ontoloji üzerinden üretilen
modernlik-karşıtı görüşlerin de modern olduğunu düşünürsek, hegemonyanın derinliği
hakkında fikir sahibi olabiliriz. Bu hegemonyayı, modern düşüncenin amiral gemisi
olarak bilimin yıllar içinde kendini tarif ederken yaşadığı dönüşümde de bilimin içinde
yeni olarak ortaya çıkan alanların içinde de takip etmek mümkündür. Söz gelimi,
modern bilimin doğuşunda etkili olan ve hâlâ bilimde etkisini sürdüren ‘dışarıda gerçek
bir dünyanın olduğu’, ‘bu dünyanın bizim incelemelerimizden bağımsız olarak varlığını
sürdürmesi’ ve ‘bu dünyanın düzenli bir dünya olması’ varsayımlarına dayanan
natüralist ontoloji (Moses ve Knutsen, 2020: 196) zaman içinde sosyal bilimler özelinde
sorunsallaştırılmıştır. Bu sorunsallaştırmanın neticesinde, Immanuel Kant (d. 1704 -
ö.1804), William Dilthey (d. 1833 – ö. 1911), Wilhelm Windelband (d. 1848 – ö. 1915)
gibi yazarların ayrımında belirleyici olduğu iki bilimsel akıl ortaya konulmuştur:
Naturwissenschaften (Doğa Bilimleri) ve Geisteswissenschaften (Tin Bilimleri).
31
Bunlardan ilki genellemelere imkân tanıyan nomotetik bir akıl iken24; ikincisi, olumsal,
kendine özgü ve çoğunlukla da öznel olguların anlamını kavrama çabası olarak
idiyografiktir (Moses ve Knutsen, 2020: 199). Yirminci yüzyılda ortaya çıkan ve
modern bilimin ontolojik varsayımlarını sorunsallaştıran düşünceler (eleştirel teori,
Antonio Gramsci’nin hegemonya kavramı, genel olarak post-modern düşünce gibi) bu
idiyografik akılla ilişkilendirilebilir. Bilimin belirtilen tarihsel süreci içinde, bilginin
ortaya konulmuş bütün epistemolojik kurulumları eleştiriye tabi tutulmuş, bu
eleştirilerden yeni epistemolojik kurulumlar ortaya çıkmıştır. Aşağıda ayrıntılı olarak
ele alınan oryantalizmi ve bunun karşısında ortaya çıkan eleştirileri bahsi geçen
kurulumlara örnek olarak verebiliriz. Ancak gerek eleştirilerde gerekse de eleştirilerden
çıkartılan yeni düşüncelerde insanın bir şeyi bilip aktarabilme varsayımına dayanan
modern ontolojiden kopuş yaşanmamıştır. Bu da söylem olarak Batı’nın hegemonik
gücünün bir delili olarak ileri sürülebilir.
1.2. Modernite / Modernlik
Modernite ile ilgili söylenecek ilk şey, kavramın Batı kavramı gibi bir kurgusal
yapıya sahip olduğudur. Yine Batı kavramı gibi retrospektif bir şuurla vardır25
,
diyebiliriz. Bir başka deyişle, modern zamanların başlangıcı olarak kabul edilen
dönemlerde yaşayan insanlar modern bir dönemde yaşadıklarını bilmiyorlardı.
Kumar’ın da belirttiği gibi (2004:91) on yedinci yüzyılın sonuna dek kavramın bugünkü
anlamına yakın bir kullanımı olmamıştır. Modernite’nin Batı ile paylaştığı bir başka
özellik ise, Batı’nın Doğu’dan farklı bir şey olduğunu ortaya koyarak var olması gibi,
modern kavramının da kendisinin bir şeyden farklı olduğunu belirtmek için kullanılmış
olmasıdır. Örneğin, Latince ‘modernus’ kökünden türeyen modern kavramı ilk olarak
Roma’nın resmen Hıristiyan olduğu dönemini öncesi pagan dönemden ayırmak için
kullanılmıştır (Dellaloğlu: 2012). Kullanım amacı dini bir içeriğe sahipse de, Modo’dan
(son zamanlar, tam şimdi) gelen modernus, hodiernus (hodie’den: Bugün) modelinden
hareketle kurulmuş bir kavramdır (Kumar, 2004: 88). İlk olarak milattan sonra beşinci
yüzyılda antiquus26’un karşıtı olarak kullanılan modernus’un, özellikle onuncu
yüzyıldan sonra, modernitas (modern zamanlar) ve moderni (bugünün insanları)
24 Kuantum fiziği ile bu aklın da sorunsallaştığını belirtmek gerekir. Ayrıntılı bilgi için Bkz:
Werner Heisenberg, Fizik ve Felsefe: Modern Bilimde Devrim, 2021, İstanbul.
25 Kelimenin tarihte geriye götürülen ilk kullanımı bunu kapsamamaktadır. Burada retrospektif
olarak gördüğümüz Modernite, Batı’nın Rönesans ile başladığı düşünülen bir süreci ifade etmek için
kullanılan modernitedir.
26 Günümüzdeki karşılığı olarak antika verilebilir.
32
kelimeleri ile daha yaygın olan anlamına kavuştuğunu söyleyebiliriz. Kavramın
bahsedilen dönemler içinde kullanılan anlamları, Habermas’ın (1994: 31) Rönesans’la
birlikte Avrupa’da ortaya çıkan (yeni) düşünce dünyasını Orta Çağ ve Kadim
Yunan’dan ayırmak için kullandığı modern kavramının içeriğini bize vermemektedir.
Çünkü kavramın bize verdiği, sadece farklılığı ima eden/gösteren formel bir ifadeden
ibarettir. Bu tarz bir etimolojik açıklama ise, Batı Avrupa’da tarihsel bir gerçeklik
olarak ortaya çıkan ve zamanla tarihselliği evrensel iddialara dönüşecek bir düşünceyi
açıklamaktan uzaktır27. Çünkü kavram beşinci yüzyılda kullanıldığında, pagan dünyanın
yerini Hıristiyan dünyanın aldığını işaret etmekteyken, bin yıl sonra ve günümüzde
kullanıldığı anlam itibariyle Hıristiyan dünya düşüncesinin aşınmaya başladığı bir
dönemi işaret etmektedir. Rönesans ve Reformasyon döneminde yaşayan insanlar,
birtakım değişikliklerin, dönüşümlerin farkındaydılar. Ancak ele alacağımız zihni,
felsefi, sosyal bir fenomen olarak modernite/modernlik kavramı anlam içeriğine ve
tanımlanmasına on sekizinci yüzyıl aydınlanma düşüncesi ile retrospektif olarak
kavuşmuştur.
Krishan Kumar (2004: 88) modernite/modernlik terimini kullanırken neyi
hesaba kattığını şu şekilde belirtmiştir: “Modernlik terimini modern dünyayı doğuran
değişimlerin hepsini –düşünsel, toplumsal ve politik değişimler- kapsamlı bir şekilde
tarif etmek üzere kullanıyorum.” Kumar’ın modernite/modernlik kavramını anlayış
şekli, kavramın retrospektif ve söylemsel bir kurgu (construct) olduğunu bize açıkça
göstermektedir. Kumar’ın ifadelerinden de anlaşılacağı üzere modern dünya düşüncesi
algılanış ve kurgulanış olarak modernlik terimine önceldir. Bir başka deyişle, önce
modern dünya tanımı ortaya konulmuştur, sonrasında onu oluşturan değişimler ve
olaylar modernite/modernlik olarak belirlenmiştir28. Nasıl ki modernlik düşüncesi ile on
sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda yakın ilişki içinde olacak uygarlık (civilization)
kavramı, uygarlaştırmak (civilize ve civiliser) kavramından sonra kullanıldıysa
(Williams, 2012: 70), modernite/modernlik kavramı da anlam içeriğine modernizmin,
modern dünya algısının ortaya çıkmasından sonra sahip olmuştur. Dellaloğlu’nun
(2012: 28) ifadesiyle, modernite/modernlik somut bir şey olmaktan ziyade, bir ethos, bir
proje, belirli bir amaç doğrultusunda kurgulanmış bir ideadır. Burada, önemle belirtmek
27 Türkçede modernleşme yerine, zaman zaman kullanılan çağdaşlaşma kavramı bu etimolojik
anlama yakın bir anlamı içerdiği söylenebilir.
28 Anlamın tarih içerisinde retrospektif temellendirilmesi olarak ifade edebileceğimiz bu
yaklaşım biçimi 19. Yüzyıl boyunca ortaya çıkan bütün lineer dünya yorumlarında kendisine yer
bulacaktır. İslamcılığı da, kısmen, bu yorumlar içinde zikretmek mümkündür.
33
gerekir ki, modernleştirme ya da modernizm modernitenin kurucusu olarak
anlaşılmamalıdır. Bu doğrultuda, modernizmin modernite içinde, sadece, bir eğilimi
ifade ettiğini söylemek gerekir (Bauman, 2003).
Yukarıda belirtildiği üzere, modernite kavramı, geriye yönsemeci bir bakışla
kurulmuştur. Bu bakımdan tarihsel ya da kronolojik bir açıklama, ancak, belirli bir
modern dünya algısından yola çıkılarak mümkündür. Bu algının da tarih seçimlerini ona
göre kullanacağı düşünülebilir. Özel’in ifadeleriyle (2012: 92) “tarih, kendi geleceğimiz
için lazım olan şeyin geçmişten tedarikidir. Nasıl bir gelecek istiyorsak, geçmişten o
geleceğimize uğrayacak malzemeyi çıkarırız.” Kavramın söz konusu kurgusal özelliği,
kavramın ortaya konuluşundaki muğlaklığı da beraberinde getirir. Çünkü modernliği
kavrayış biçimimiz modernite sürecini başlatma uğraklarımızı dönüştürür. Söz gelimi
modernliği dünyayı rasyonel olarak yeniden yorumlamak ve oluşturmak olarak anlarsak
(Giddens, 2012; Bauman, 2003), moderniteyi “aklın gerçekleştirilmesini gerektiren
rasyonalitenin algısal birikimi” olarak yorumlayarak (Çiğdem, 2012: 51), 17. yüzyıldan
başlatabiliriz. Burada dikkat edilmesi gereken husus, modernitenin retrospektif
özelliğidir. Çünkü modernlik bilgisi modernliği getiren gelişmeleri de belirler. Söz
gelimi, insanın eski dünya tahakkümlerinden kurtulması ile bilginin yayılması; bilginin
yayılması ile modernlik arasında bir bağlantı kuran kişi, 1436 yılını, Gutenberg’in oynar
matbaayı icadını, pek âlâ, modernitenin başlangıcına oturtabilir. Ya da, dünya
tasavvuruna bir ontoloji vermesi bakımından, kapalı (!29) dünya algısının yıkılmasına
vesile olan gökbilimsel çalışmalar bir başlangıç olarak okunabilir. Ya da, modernite
kavramını politik bir dönüşüm, bir güç değişimi, politiğin kurumsal olarak inşası olarak
gören biri için 1520 Luther’in Kilise otoritesine isyanı ya da Otuz Yıl Savaşları (1618-
1648), 1776 Amerikan Devrimi ya da 1789 Fransız Devrimi önemli ve başlangıç
olabilecek tarihler olarak karşımıza çıkar (Toulmin, 2002: 13). Kavramın bu
muğlaklığına rağmen, modernliğin belirsiz bir kavram olduğu söylenemez. Sadece
modernlik kavramına dayanarak bazı özellikler çıkarmak suretiyle, bu özelliklerin
tarihsel arketipleri modernlik süreçlerinin öncüleri olarak yerleştirilir. Buradan da
anlaşılacağı üzere, modernitenin ilişik konu olarak ele alındığı çalışmalarda,
moderniteye ilişkin tespitler, modernlikle bağlantılandırılacak konuya ilişkin
yönlendirmeli tarih okumaları/değerlendirmeleri olarak değerlendirilebilir. Çünkü
29 Burada Orta Çağ dair düşünülen kapalılık düşüncesi yaygın bir düşünce olup, Orta Çağ’ın
kozmos düşüncesine atfen kullanılmaktadır. Bkz: Jacqueline Russ, Avrupa Düşüncesinin Serüveni: Antik
Çağlardan Günümüze Batı Düşüncesi, 2011, Ankara, s. 104.
34
Çiğdem’in de belirttiği üzere (2012: 68), modernitenin tarihi, bir anlamda, tarihsel
bugünün tarihidir.
Çalışmamızın tartışma zemini olan İslamcılık, her şeyden önce modern bir
akımdır. Bu bakımdan, İslamcılığın hangi açılardan modern olduğunun tespitinin
kolayca görülebilmesi bakımından, yukarıda belirtilen bir tarzda, modernitenin
anlamının ortaya konulması zaruri gözükmektedir. Şüphesiz, modernitenin özellikleri
bağlamında tarihsel olarak ortaya koyacaklarımız, modernitenin bütün özellikleri
olmayacaktır. Ancak (ya da bununla birlikte) diğer özelliklerinin de olduğu gibi birlikte
olmazsa olmaz özellikleri olacaktır.
Modernite, her şeyden önce değişimi ima eden bir süreci işaret eder. Bu
doğrultuda, modernlik de yeni bir zihniyeti ya da hayata belirli yeni bir tarzda bakmayı
ifade eder (Bumin, 2010: 7), Bu değişim, varlığın yorumlanışına ilişkin bir değişim
olarak okunabilir. Varlığa bakışın değişim noktası/merkezi, kuşkusuz, insanın anlamına
ilişkindir. Bu çalışma özelinde, modernitenin başlangıcı, insanın anlamındaki değişime
sebep olacak gelişmeler olarak kabul edilmiştir. Modernlik de, başta insanın anlamında,
sonrasında ise dünyayı (fiziksel ve toplumsal) yorumlama tarzında ve en nihayetinde
dünyada gerçekleşen değişimleri ortaya koyan bir süreç olarak ifade edilebilir. Bu
değişimler, birbirlerini etkileyen, tetikleyen süreçler olduğu kadar, aynı zamanda,
birbirlerini tenkit eden süreçleri de içerir. Örneğin, 17. yüzyıl rasyonalistleri ile uyumlu
18. yüzyıl aydınlanmacıları ne kadar modernite içinde sayılabilirlerse, 17. yüzyıl
rasyonalistleri ile karşıtlık30 içinde bulunan 16. Yüzyıl hümanistleri de bir o kadar
modernite içinde değerlendirilebilir. Tetikleme, etkileme ve tenkit etme süreçlerini
barındıran modernitenin bir başka özelliği, yorumla, yaratma ve yeniden-üretme
kapasitesidir. Söz gelimi 18. yüzyıl Aydınlanması romantik modernizm olarak
yorumlanabilirken, 19. yüzyıl endüstrisi radikal modernizm olarak yorumlanabilir.
Çoğunlukla 19. yüzyılda ortaya çıkan modern politik ideolojiler, tarihi, kendi okumaları
doğrultusunda, tekrardan yaratırlar. 20. Yüzyılda ideolojilerin neo ve post eklerle
yeniden üretilmesi de bu kapasitenin sonucudur. Bu bakımdan bu süreçlerin tamamını
30 Bu karşıtlık, hususi olarak ele alınabilir bir karşıtlık olup, modernitenin temel zıtlığını
oluşturduğu düşünülebilir. Metodolojik olarak retorik ve mantık zıtlaşması olarak da ele alınabilecek bu
zıtlaşma, zaman içinde türlü hallerde karşımıza çıkmaktadır. Örnek olarak, modernitede bir eğilimi temsil
eden modernizm ile başka bir eğilimin temsilcisi olarak okunabilecek post-modernizm, bu çatışma
özelinde okunabilir gözükmektedir. Bunun dışında, 21. Yüzyıl projeksiyonları olarak, Fukuyama’nın
“Tarihin Sonu” tasavvuru ile Huntington’ın “Medeniyetler Çatışması” düşünceleri de bu karşıtlık
içerisinde yorumlanabilir.
35
modernliğin anlam içeriğinde yer alan yorumlama ve yeniden üretme tarzları olarak
görebiliriz.
Modernite’nin yukarıda verilen özellikleri kapsamında, ilk olarak, insanın
anlamının değişimini etkileyen süreçlerin ele alınması gerekmektedir. Orta Çağ insanı,
Tanrı’nn yarattığı bir varlık olarak varken, modernlik sürecinde bizatihi ele alınabilir bir
varlığa dönüşmüştür. Bu değişimde etkili olan tarihsel olaylar/olgular arasında,
Rönesans’ı, bazı gökbilimcilerinin çalışmalarını, Reformasyon hareketlerini ve 16.
yüzyıl hümanizmasını sayabiliriz. Tüm bunlar, esas itibariyle, insandan bağımsız bir
hakikatin/sözün hâkim konumundan düşmesi ile açıklanabilir. Başka bir deyişle, sözü
geçen değişimlerle, dünyayı değerlendirme ve anlamlandırma ölçüsü sekülerleşmiştir.
Bu yüzden söz konusu olgular/olaylar Dünyanın Büyüsünün Bozulması: Sekülerlik altı
başlığında ele alınacaktır.
Sonrasında, modernite içerisinde bir kırılma ve hatta karşı Rönesans olarak
ortaya çıkan, 17. Yüzyıl rasyonalitesi ve özne olarak insanın ortaya çıkışı Kesinlik
Arayışı Olarak Rasyonalite başlığında ayrıca ele alınacaktır. Kesinlik arayışını sözün
insan üzerinden anlamının bir üst otoriteye yönelimi olarak ifade edebiliriz. Bu
yönelimin, bir anlamda ileri durumu sayılabilecek, sözün tekrardan büyülenmesi olarak,
aydınlanma ve aydınlanmalar konusu bu başlığımızın son konusu olarak belirlenmiştir.
1.2.1. Dünyanın Büyüsünün Bozulması: Sekülerleşme
Sekülerlik ya da sekülerleşmenin modernleşme süreçlerinde neden merkezi bir
yer tuttuğu, modern tanımının bir değişimi anlatması mânâsıyla doğrudan alakalıdır
diyebiliriz. Modernleşme bir değişimi (shift) ifade ediyorsa, sekülerleşme
(secularization) Batı’yı Batı yapan modernleşme sürecinde bu değişimin içinden gittiği
yolu ifade etmektedir. Seküler kavramı zaman ve mekân olmak üzere iki31 gönderime
sahiptir. Kavramın zamana ilişkin gönderimi modern kavramına çok benzerdir.
Etimolojik olarak secular kavramının türediği Latince saeculum kelimesi, bir anlamıyla,
modern kelimesinin kökünden geldiği modernus kelimesi gibi “şimdiki zaman”ı ve “bu
çağ”ı işaret etmektedir (Berkes, 2010: 18)32. Bununla birlikte, seküler kavramının
31 Seküler kavramı tarih içinde, bu iki anlamın dışında, halkın içinde yaşayan din adamlarını
ifade eden olgusal bir anlama da sahiptir. Bu anlam, uhrevi olan ile dünyevi olan arasında, dünyevinin
lehine bir melezleşmeyi ortaya koyduğundan ayrı bir anlam gönderimi olarak ele alınmamıştır.
32 Berkes adı geçen eserde modernlik ve sekülerliği çağdaşlık olarak birbirlerinin yerine
kullanılabileceğini de söylemiştir. Bu Berkes’e özgü bir yanlış kullanım değildir. Doktora tezini laiklik
36
mekâna ilişkin gönderimi, kavramın ayırıcı ve belirleyici sıfatına ilişkin boyutunu
vermektedir, diyebiliriz. Bu boyutu, dünyevilik, dünyaya ilişkin olmak olarak
özetleyebiliriz. Buradaki dünyevilik ve dünyaya ilişkinlik bir yaklaşım tarzını ifade
etmektedir. Bu yaklaşım tarzı, olayların ve olguların açıklanmasındaki dini referansların
azalmasını ifade etmektedir (Ertit, 2014: 106). Bu bakımdan, seküler kavramı, aynı
zamanda, herhangi bir açıklamada, açıklamanın uhrevi ve dine ait olmaması olarak bir
değillemedir. Bu durumu, kelimenin ilk olarak ortaya konulduğu duruma bakarak daha
iyi anlayabiliriz. Secular sözcüğü ilk olarak din savaşlarından hemen sonra sivil hukukla
kilise hukuku arasındaki farkı ortaya koymak için kullanılmıştır. Benzer şekilde
Hıristiyan din adamları da saeculum’a “Günah ve Tanrı’nın reddi ile karakterize olmuş
yaşadığımız bu dünya” olarak anlam vermişlerdir (Ertit, 2020: 100). Cevizci (2005:
560), bu durumu sekülerleşmeyi aşağıdaki gibi tanımlayarak net olarak vermiştir:
Dünyevileşme olarak sekülerleşme
“dini inançlarla uygulamaları, yalnız kişisel değil, fakat
toplumsal karar alma ve eylemde yol göstericiler olarak
değerlendirmeme tavrı ya da sürecini; Dini düşünce, uygulama, inanç
ve kuralların toplumsal anlam ve önemini yitirmesi sürecini;
Sunduğu yaşam tarzı ve eylem anlayışında, Tanrı düşüncesine,
ölümsüzlük fikrine ya da öte dünya kavramına başvurmadığı, dini
hiçbir şekilde işe karıştırmadığı için, dinden bağımsız olmak
durumunda olan bir hareketi ifade eder.”
Bu noktada önemle belirtmek lazım gerekir ki, sekülerleşme din karşıtlığından
oluşmuş bir düşünce biçimi değildir. Yani, dine karşı bir mücadelenin sonunda ortaya
çıkmış bir şey değildir. Dinle alakalı boyutu, dini değerlendirmek şeklinde olmayıp,
tamamen, dikkate almama üzerinden kurulan bir bağ ile açıklanabilir. Hatta denilebilir
üzerine yapan akademisyen de (Nuray Mert), gazetelerin köşelerini dolduran yazarlar da (Özdemir İnce)
bu aynılaştırmayı yapmışlardır. Geniş kapsamlı felsefe sözlüğü yazarı Ahmet Cevizci (2005: 560-561) de,
benzer şekilde, secularisation ve laicisation kavramlarını dünyevileşme başlığı altında ele almıştır. Bu iki
kelimenin birbirlerinin yerine kullanılması zamana dönük ortak anlamları sebebiyle olduğu kadar;
modernleşmenin dünyaya dönüklük anlamını çağrıştırdığı ve sekülerliğin dünyaya ilişkin anlamının bir
davranış olarak kavramlaşmasıyla alakalıdır diyebiliriz. Türkiye özelinde bunun daha farklı olduğunu
söylemek mümkündür. Dellaloğlu, Türkiye’de sekülerliğin laikliğin gölgesinde kalmasının (ve
birbirlerinin yerine kullanılmasının) sebebinin Türkiye’nin modernleşme öyküsünde yattığını düşünür.
Dellaloğlu’na göre “Türkiye’nin modernleşme hikâyesinde egemen olan, dindarlığın toplumsal süreç
içerisinde sekülerleşmesi değil, daha çok laikliğin bir ideolojiye dönüşerek toplumsallaşmasıdır.” Bkz:
Fatih Besim Dellaloğlu, (2020), Volkan Ertit Ne Yapmaya Çalışıyor (Sunuş), 2020, Ankara, s.37.
37
ki, ateizmle de en az dinle olduğu kadar mesafeye sahiptir (Cevizci, 2005: 560). Seküler
kavramı bireyi ya da toplumu nitelemek için kullanılabilecek sosyolojik bir kavramdır.
Dellaloğlu’nun (2020: 38) da belirttiği gibi, sekülerlik bireylerin ve toplumların dini
inanışlarını nasıl yaşadıkları, uhrevi olanla nasıl bağlantıya geçtiklerini de ifade
eden/edebilecek de bir kavramdır33
.
Sekülerleşmenin tanımı ya da tespiti yapılırken bakılacak tek şey dini referanslar
değildir. Bir dine ait olmayıp sekülerleşme kapsamında ele alınabilecek birçok referans
bulunabilir. Bu durum bize sekülerliğin geniş anlamını vererek, onu din karşıtlığı olarak
algılama sığlığından kurtarır. Ertit (2020), bu kapsamda aranan referansları doğaüstü
alan üst başlığında toplar. Bu doğrultuda, kavramın tüm kapsayıcılığı hesaba katılarak,
Ertit’in (2020: 47) yaptığı sekülerleşme ve de-sekülerleşme tanımları şu şekildedir:
“Sekülerleşme, belli bir toplumda belli bir zaman dilimi
içerisinde doğaüstü alanın, yani dinin, dinîmsi yapıların, halk
inançlarının ve diğer tüm doğaüstü öğretilerin bireysel ve toplumsal
düzeydeki prestijlerinin ve gündelik yaşamı şekillendirme güçlerinin
azalması demektir. De-sekülerleşme ise, sekülerleşme sürecinin
tersinin yaşandığı, yani doğaüstü alanın süreç içerisinde gündelik
yaşamı şekillendirme gücünün arttığı dönemler için kullanılmaktadır.”
Ertit yukarıda yapmış olduğu tanımla, sekülerleşmeyi hem dine dayalı
tanımlanmasının sınırlarından dışarı çıkarmış, hem de her topluma dönük
uygulanabilir/yorumlanabilir bir karakter vermiştir. Ertit’in ortaya koyduğu doğaüstü
merkezli sekülerleşme kavramında din, doğaüstü alanın içinde dinîmsi yapılar, halk
inançları, Astroloji (Fal, Burç, Büyü, vb.), doğaüstü anlatısı olan tüm oluşumlar gibi bir
kategoridir (Ertit, 2020: 48). Bir başka deyişle din, doğa bilimlerinin yaptığının aksine,
gözlem, deney gibi yöntemlerle sebep sonuç ilişkisi içinde açıklanamayan her şeydir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, gerek yaşayışın üzerinde temellendiği düşünceler,
gerekse hayatı/olayları/olguları anlamlandırma pratiklerinde geçerli olan dünya içinde
açıklanabilirlik, sekülerleşmenin ana karakteri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bununla
birlikte, önemle belirtmek gerekir ki, sekülerlik ya da büyülü açıklamalar birbirinden
keskin şekilde ayrılmazlar. Aşağıda göreceğimiz, modernleşme serüveni içinde Batı’nın
33 Bu bakımdan, inanışların sekülerleşmesinden de bahsedilebilir. Esasen, bu konunun, bu tezde,
önemli bir başlık olarak ele alınması da, ikinci bölümde ele alınacak Türkiye’de İslamcılık bahsinin bu
çerçevede ele alınması sebebiyledir.
38
sekülerleşmesi bunun örnekleriyle doludur. Bu kapsamda, açıklamalarda ortaya konan
referansların dine ya da dinîmsi yapılara ait olması, açıklamayı yapanın doğrudan
doğruya anti-seküler olduğunu ortaya koymamaktadır34
.
Yukarıda verilen hem dar hem de geniş tanımlarına bakılarak diyebiliriz ki,
sekülerleşme bir büyü35den arınma süreci olarak karşımıza çıkmaktadır. Batı’nın özgün
bir merkez olarak ortaya çıkması ve tüm dünyanın bu Batı’dan etkilenmesinin
sebeplerinden biri olarak, dünyanın büyüden arındırılmış olarak algılanmasını
görebiliriz. Dünya’nın büyüsünün bozulması (Entzauberung der Welt /disenchantment)
tabiri, Max Weber tarafından ortaya atılmış bir kavramdır. Bu kavram, rasyonalizasyon
süreci ile birlikte, Weber sosyolojisinin temeli olarak görülmektedir (Çiğdem, 2012:
120). Weber bu kavramla, esasen, insanın yüzünü dünyaya çevirmesi olarak
modernitenin Orta Çağ’dan farkını ortaya koymaktadır. Weber (1993: 248) için
dünyanın büyüsünün bozulması, tarihsel olarak, Yahudilikte başlamıştır. Yahudilerin
dünyaya bakışı ile tanrısalın tarihselleştirilmesi ve rasyonelleştirilmesi36,Weber’e göre
ilk büyü bozumu olarak okunabilir. Weber’in söz konusu Batı modernitesini böyle bir
büyü bozumundan başlatması, sürecin devamında ortaya çıkacak rasyonalizasyon
sürecinin temel dinamiklerini göstermesi bakımından önemlidir. Çünkü dinsel kavrayış
olarak büyünün bozulması, modernlik sürecinde rasyonelleşme ile dünyanın yeniden
yorumlanmasında merkezi rol alan kapitalizmin geliştirdiği ruhu da hazırlamıştır.
Weber bu durumu şöyle ortaya koymaktadır (Weber’den akt. Çiğdem, 2012: 120-121):
“Buna göre, rasyonalizasyon süreci, tarihsel-dinsel büyü kaybolması sürecinin kalbinde
yatar ve rasyonalizasyonun tarihindeki aşamalar ve uğraklar birliklerini bu büyü
kaybolması sürecinden türetirler.” Weber’e (2001) göre, kapitalizmin ilk olarak ortaya
çıkması, sonra da yaşayabilmesi için dünyayı geçici ve önemsiz gören öte dünya
anlayışına bağlı bir inancın değişmesi gerekliydi. Bir başka deyişle, zaman duygusunun
dünyasallaşması gerekmekteydi (Kumar, 2004: 92). Seküler kavramı tam da bu
değişikliğin merkez temasını oluşturmaktadır. Charles Taylor’dan (2007: 55, Ertit,
2020: 100) yapılan şu alıntı bu durumu daha net ortaya koymaktadır:
34 Sekülerliğin bu boyutu, okunulan literatürde bir açık olarak tespit edilmiştir. Bir sonraki alt
başlıkta, Kepler özelinde ortaya konan dinin ya da dinîmsi referansların sekülerleşmesi kapsamında
kişilerin sekülerleşmesi hususu örneklenmiştir.
35 Burada kullanılan büyü kelimesi, nedenselliğin zorunlu olarak açıklanması gerekmeyen ya da
açıklanmayan usullerin keyfiliğini ifade etmek için kullanılmıştır.
36 Hz. Musa’nın Tanrı ile ahitleşmesi bu kapsamda okunabilir. Bu ahitleşme, sekülerliğin dinlere
inanılış tarzlarını da nitelemek için kullanılabileceğini göstermesi bakımından önemli bir örnek olarak
karşımıza çıkmaktadır.
39
“Kendisini sonsuzluğa yöneltmiş insanlara kıyasla seaculumda
yaşayan insanlar sadece sıradan zamanı yaşıyorlardır. O nedenle
sıradan kavramını yüce kavramının karşıtlığı olarak kullandım. Buna
paralel bir ayrım geçici/ruhani ayrımı yapılarak da ortaya
konulabilir. Biri sıradan zaman içindeki şeyler37 ile ilgilenirken,
diğeri sonsuzluk, ölümden sonraki yaşamla ilgilenir.”
Buradan da anlaşılacağı üzere, Weber bu tabiriyle, aslında, Batı modernitesinin
başlangıcından ya da moderniteye etki eden olaylardan ziyade modernitenin üzerinde
aktığı zemini tespit etmiş gibidir (Çiğdem, 2012: 121). Bu bakımdan, modernitenin
temel zeminini (varoluş zemini) anlamak için büyü bozumunun nasıl gerçekleştiğini
ortaya koymak gerekir.
Dünya’nın büyüsünün bozulmasının merkez üssünün, dünyayı yorumlayışı ve bu
yorum içinde kendini üretmesi/yaratması bakımından insan olduğunu söyleyebiliriz. Bu
bakımdan dünya, kavrayış olarak, Schopenhauerci manada, insan(d)a mündemiçtir. Bu
noktada, tasavvur olarak dünya ile fiziksel olarak dünya arasında bir ayrım ve bağlantı
kurmak gerekir. Tasavvur olarak dünya, ya da insanda mündemiç olan dünya, metafizik
bir mahiyete sahiptir. Aydınlanma sürecinde özne olarak ortaya çıkan bireyin
tasavvurundaki dünya, büyüsü bozulmuş bir dünya iken; dünyaya ilişkin fiziksel yeni
keşifler dünyanın büyüsünün bozulması sürecine etki eden fenomenler olarak
görülebilir38. Bu kapsamda, büyüsü bozulan bir dünyanın sıfatı olan sekülerliği
hazırlayan etkenler olarak sırasıyla, fiziksel dünya algısının değişimine sebep olan
gökbilimsel keşifleri; insanın tasavvur olarak dünyasını belirleyen kurumsal otoritelerin
sarsılması olarak Rönesans ve Reformasyon hareketlerini; başka bir şey üzerinden
olmaksızın insanı bizatihi ele alan hümanizmayı (16. Yüzyıl Hümanizması)
gösterebiliriz. Bunların ortaya koyulması, modern dünyanın üzerinde aktığı zemini
görmemiz bakımından önemlidir.
1.2.1.1. Fiziksel Dünya Tasavvurunun Değişimi
Modernite, yukarıda belirtildiği üzere ve her şeyden önce, kendini Orta Çağ’dan
farklılaşma olarak ortaya koymaktadır. Bu farklılaşmanın temel dayanaklarından biri de
37 Metnin Türkçesi Volkan Ertit’in Sekülerleşme Teorisi (2020) kitabından alınmakla birlikte altı
çizili yazılarak vurgulanması tarafıma aittir.
38 Fiziksel dünya görüşünün değişmesi ile metafizik dünya görüşünün (büyüsü bozulmuş dünya)
kurulması arasında yaklaşık 300 yıl vardır denilebilir.
40
kuşkusuz fiziksel dünyaya verilen anlamın değişmesidir. Orta Çağ’da fiziksel dünya
tasavvurunun teolojik bir zemine yaslandığı düşünüldüğünde, bu değişimin, esasen,
teolojik tasavvurun belirleyiciliğinin ortadan kalkması olarak görmek de mümkündür.
Çünkü Orta Çağ’da dünyanın anlamını kendi içinde veren Hıristiyan görüşüne göre,
Tanrı dünyayı yoktan var etmiştir ve dünya bir anlam (teolojik) üzerine vardır39 (Russ,
2011: 69). Kolayca anlaşılacağı üzere, Orta Çağ’da dünyanın bizatihi yorumundan ya da
nesne olarak ele alınmasından bahsetmek güçtür. Bu dönemde dünyanın, tarihin, insanın
anlamı birarada olup, Eski Ahit’in yaratılış kısmıyla40 anlamlandığını söylemek
mümkündür. Fiziksel dünya görüşü, teolojik görüş zemininde, başka her şey gibi
anlamlanan bir şeydir. Bu bakımdan, fiziksel dünya tasavvurunun değişiminin, bir
bakıma, ona anlamı veren teolojinin sorgulanmasının payandası olarak kullanılabilecek
bir şey olarak bizatihi önemli olduğunu söyleyebiliriz. Bununla paralel olarak, teolojik
zeminin sorgulanmasının, dünya tasavvuru gibi, anlamlanan diğer kavramların da başka
türlü ele alınmasının da önünü açtığını söylemek mümkündür.
Orta Çağ’ın hâkim kozmolojisinin İskenderiyeli, Yunan kökenli astronom,
coğrafyacı ve matematikçi Batlamyus’un (M.S. 2. Yüzyıl) kozmolojisinin olduğunu
söyleyebiliriz41. Batlamyus’un kozmolojisinde dünya, eskatolojik Hıristiyan görüşü ile
paralel şekilde, yer merkezli (jeosantrik), evrenin merkezinde bulunan ve sonlu bir
yapıya sahiptir. Dünyanın bu sonluluk özelliği, sonsuzluk olarak var olan tanrı
düşüncesinden anlam bulan bir özellik olarak karşımıza çıkar. Cohn (Cohn’dan akt.
Russ, 2011: 85) bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
“Ortaçağ’da dünya tamamen kapalı bir küredir ve yeryüzü bu
kürenin merkezinde bulunur. Bu sonlu bir dünyadır. Dünyanın
yaratıcısı olan Tanrı’nın sonsuzluğu karşısında dünya küçük ve
değersiz bir şeydir. En önemli kilise adamlarına ve özellikle en
katılarına göre, dünya zaman olarak da sınırlı bir yapıdır. Dünya
39 Burada ifade edilmek istenen doğanın kutsallaşması, kesinlikle, değildir. Tersine, Russ’un da
belirttiği gibi (2011: 70) “Ortaçağ insanı, kutsallık niteliğini yitiren doğanın, toprağın ve hayvanların
efendisi olma iradesine sahiptir”. Bu bakımdan, doğanın kutsal üzerinden anlamlanması, bağımlı bir
anlama sahip olmasını ifade etmektedir.
40 Eski Ahit’in Yaratılış kısmı "Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı." diyerek başlar.
Yaratılışın altıncı günü Tanrı insanı yaratır ve ona doğa üzerinde hâkimiyet kurma yetkisi verir. Bu
bakımdan, doğa insan için yaratılmış bir flora ve fauna olarak anlamlanmış bir şeydir, diyebiliriz.
41 Bu noktada Batlamyus’un yanına Aristotales’i de yazmak mümkündür. Çünkü yer merkezli
sistem Batlamyus’un bulduğu bir şey değildir. Yer merkezli sistemi ilk ortaya koyan kişi Aristotales’tir.
Ayrıntılı bilgi için bakınız: Aristotales, Gökyüzü Üzerine, 1997, Ankara.
41
yaratıldı; dünyanın zamanda bir başlangıç anı oldu ya da zamanla
birlikte başladı ve aynı şekilde sona erecektir.”
Görüldüğü üzere, Orta Çağ’da dünyaya ilişkin bilgi, bizatihi dünyanın nesne
olarak kabul edilmesine bağlı olmayıp, sonsuz bir varlık olarak Tanrı ile
ilişkilendirilerek anlamlanan bir tasavvurdur. Böyle bir anlamlanmada, Tanrı’nın
sonsuzluğu ile dünyanın sonluluğu arasında birbirlerini onaylayan bir ilişki vardır. Bir
başka deyişle, Tanrı’nın varlığının, doğal olarak sonsuzluğunun, dayanaklarından biri
de dünyanın bu tarz sonlu varoluşudur. Dolayısıyla, dünyanın fiziksel olarak
gezegenlerden biri olarak algılanması, dünyanın, bir bakıma, teolojik ve eskatolojik
sınırlarından kurtulması anlamına gelecektir. Bu durum, Alexandre Koyré’nin (1998)
kitabının da ismi olan “Kapalı Dünyadan Sonsuz Evrene” geçişi işaret etmektedir.
Cusalı Nicolas ve Giordano Bruno ile birlikte tanrıya atfedilen sonsuzluğun evrene
atfedildiği yeni bir dünya algısına geçildiğini görülür. Cusalı Nicolas piskoposluk ve
kardinallik görevi yapan bir din adamı olmasına rağmen42 Hıristiyanlığın, genel olarak
paylaştığı, Orta Çağ’ın kozmos anlayışında bir gedik açar. Nicolas’ın açtığı gediği ve
yaptığının dine karşı bir saldırı olmayıp, inançlı bir insanın arayışı olduğunu şu alıntıdan
anlayabiliriz (Nicolos’tan akt. Koyré, 1998: 17-18; Nicolas’tan akt. Russ, 2011: 104-
105):
“Dünyanın belli bir çevresi yoktur, zira bir çevresi ve bir
merkezi olsaydı, kendi içinde başlangıcı ve sonu olurdu; dolayısıyla
dünya diğer şeylere göre tamamlanmış bir şey olurdu; dünyanın
dışında başka bir şey ve başka bir yer bulunurdu, oysa bütün bunların
hiçbir gerçekliği yoktur. O halde, dünyanın maddi bir merkez ile bir
çevre arasında hapsolması mümkün olmadığından, dünya akılla
42 Cusalı Nicolas’ın mesleği ile ilgili verilen bilginin gizli muradı şudur: Hıristiyanların o
zamana kadar sahip olduğu dünya tasavvurlarının değişiminde Hıristiyanlık karşıtı kişilerden ziyade
inançlı kişilerin etkileri olduğunu söylemek gerekir. Bölümün ilerleyen sayfalarında da göreceğimiz
üzere, Avrupa’nın Batı olarak ortaya çıkmasına sebep olan değişimlerin ana aktörleri (Kopernik, Kepler,
Martin Luther, Erasmus, Descartes vd.) din adamları ya da din ile arası açık olmayan insanlar olmuşlardır.
Batı dışı ülkelerde, daha sonra modernleşme olarak anılacak bu sürecin daha sert
geçmesinin/geçememesinin bir sebebini de Batı gibi bir tecrübeden geçmemesi olarak görülebilir.
Osmanlı’da başlayan yenilik/modernleşme hareketleriyle İslamcılığın at-başı gitmesinin de böyle bir
tecrübeden anlamlı geleceği açıktır. Her ne kadar, Hıristiyan din adamları değişimlerin nereye gideceğini
öngörmeleri, 19. Yüzyılda bu değişmelerle karşılaşan insanlara göre daha zor olsa da, bu adamların
varlığının değişimde önemli oldukları söylenmelidir. 15. Yüzyılda Cusalı Nicolas sonsuz evren
tasavvuruyla kendi teolojisi arasında bir kopukluk görmezken, 19. Yüzyıl İslamcıları teolojik görüşlerini
korumak için sonsuz evren tasavvuruna dayanan/güç alan evrim ve sosyal darwinizm gibi konularla da
mücadele etmek zorunda kalmışlardır.
42
kavranabilir bir şey değildir; dünyanın merkezi ve çevresi Tanrı’dır.
Bizim dünyamız sonsuz olmamakla birlikte, onu sonlu olarak tasavvur
etmemiz de doğru değildir, dünkü dünyanın içinde hapsolduğu
herhangi bir sınır yoktur.”
Görülebileceği üzere Nicolas, Tanrı’nın sonsuzluğu ve gerçekliği üzerinde bir
değişiklik yapmamıştır. Bununla birlikte, sonsuz evren ile sonsuz Tanrı mefhumları ayrı
değerlendirilmiş, dünya, devinimi gereği, (artık) evrenin merkezliği özelliğini
yitirmiştir. Gerek dünyanın merkeziliğinin gitmesi gerekse de değişim düşüncesinin
dinamik bir öğe olarak ortaya konması bakımından Cusalı Nicolas fiziksel dünya
tasavvurunun değişiminin öncüsü olmuştur.
Cusalı Nicolas’ın açtığı gedikten çağdaşları Kopernik (1473-1543) ve Giordano
Bruno (1548-1600) da geçerek, fiziksel dünya tasavvurunun değişimi yönünde yazılar
yazmışlardır. Bruno çok sayıda dünyanın varlığını savunur. Ama onu hem ölüme
götürecek hem de fiziksel dünya tasavvurunun değişiminde ve nihayet kendisi modern
olmamasına rağmen (Koyré, 1998: 47) modern dünyanın kurulumunda önemli bir yere
koyacak görüşü, Tanrı’ya atfedilen sonsuzluk sıfatını doğaya atfetmesidir. Cusalı
Nicolas’ta gördüğümüz sonsuzluk sıfatını içeren kozmoloji anlayışının evrenin bir
niteliği haline gelişini Bruno’da şöyle görmekteyiz (Nicolas’tan akt. Russ, 2011: 108) :
“Şundan eminim ki […] somut Evrenin bir sınırı olabileceğini
düşünen az veya çok gerçekçi bir mantıkla karşılaşmamız imkânsızdır;
bunun bir sonucu olarak, evrensel uzamda yer alan yıldızların neden
sınırlı sayıda olması gerektiğini açıklayabilecek bir mantığın olması
da imkânsızdır.”
Polonyalı gök-bilimci Kopernik (1473-1543) de Batlamyus’un dünyayı merkez
olarak ortaya koymasına sebep olan hesapların sorunlu olduğunu ileri sürerek43, fiziksel
dünya tasavvurunun değişimini etkileyecek şekilde jeosantrik (yer-merkezci) dünya
görüşünü yerinden etmiştir. Nicolas ve Bruno’nun aksine Kopernik sonlu bir kozmoloji
anlayışına sahiptir. Bu bakımdan Batlamyus kozmolojisinin içinde yer aldığı
söylenebilirse de mevcut dünya tasavvurunun yıpranmasında etkili olmuştur (Kuhn,
2007: 175-80). Çünkü Kopernik, her ne kadar dünyayı sonsuz olarak görmese de,
43 Batlamyus’un hesaplarının tamamen geçersiz olabilmesi için Kepler’in yaptığı keşifler
gerekecektir. Bu yüzden bu cümlede “ileri sürmek” fiili kullanılmıştır.
43
ölçülemez (immensum) olarak görmüştür (Koyré, 1998: 49-50). Bu ölçülemezlik
görüşü, Russ’un da belirttiği gibi (2011: 105) mevcut düşüncelerin şüpheli, zorlu,
sorunlu ve düzensiz hale gelmesinde önemli bir rol oynar. Kopernik’in etkisini, esasen,
eskinin belirleyiciliğini devre dışı bırakması olarak okuyabiliriz. Kopernik’in
kozmolojisini ortaya koyduğu yazıların Kilise tarafından yasaklanmasından (1616) altı
yıl önce İngiliz şair vaiz John Donne’un Dünya’nın Anatomisi (Anatomy of the World)
adlı şiirindeki şu ifadeler, Kopernik’in düşüncelerini ortaya koyduğu dönem hakkında
bilgi verebilir (Donne’dan akt. Russ, 2011: 106):
“Yeni felsefede her şey müphem artık, şüpheli…
Güneş kayıp ve Yeryüzü; bugün artık kimse
Söyleyemez nerede aramalı, yeryüzü nerede.
[…]
Her şey paramparça artık, kalmadı tutarlıktan eser.
Gerçek nedenler yok artık, uyuşmuyor hiçbir şey.”
Bu bakımdan, Kuhn’un da belirttiği gibi (2007), Kopernik’in yaptığı, bugüne
gelen süreç göz önüne alındığında bir devrim olarak görülebilir. Çünkü Kopernik,
başlığımızın başında önemle belirttiğimiz üzere, sadece fiziksel bir gerçeklik olarak
jeosantrik görüşün değişmesine sebep olmuyordu. Bunun dışında ve daha önemli
olarak, egemen görüşün temsilcisi Kilise’nin jeosantrik görüşe eklemlediği antroposentrik evren algısının da yıkılması yönünde bir başlangıca sebep olmuştur. Bu
noktadan bakıldığında, dünyanın fiziksel tasavvurunun değişiminde devrimci bir role
sahip olan Kopernik, ortaya koyduklarıyla, dünya içinde insanın eylemlerinin en geniş
kapsamlı belirleyicisi olan “antropik ilke”yi yerinden edilmesinde öncü olmuştur
(Weinert, 2009). Kopernik’le yıpranan teolojik dünya tasavvuru, Kepler’in Gezegensel
Hareket Yasalarının keşfetmesi ile yıkılmıştır. Çünkü Kepler’in Gezegensel Hareket
Yasaları teolojik görüşe dayanak olan Batlamyus modelinin geçerliliğini ortadan
kaldırmıştır (Russ, 2011: 106).
Fiziksel dünya tasavvurunun değişimi, modernlik kavramının temellerinden biri
olarak okumamız gereken sekülerliğin ortaya çıkmasında çok önemli bir yer
kaplamaktadır. Burada önemle şunu da belirtmek gerekir. Teolojik tasavvurun
değişiminde etkili olan astronom ve matematikçiler ilgili değişimi amaçlayarak ya da
teolojiyi ortadan kaldırmak için düşünce geliştirmemişlerdir. Aksine, görüşlerinin içine,
inançları gereği, teolojik ifadeleri koymuşlardır. Örneğin, Batlamyus modelini,
44
geçerliliğini ortaya koyduğu Gezegensel Hareket Yasaları ile kaldıran Kepler’e göre,
Tanrı dünya ve doğayı tanrısal zekâya göre yaratmıştır. Kepler’in teolojik tasavvuru
ortadan kaldıran görüşünün Gezegensel Hareket Yasalarından daha çok bizatihi
Kepler’in teolojik görüşüyle alakalı olduğu söylenebilir. Kepler’in teolojik görüşü,
dünyanın tanrısal zekâya göre yaratılmasını ve bu yaratılışın insan düşüncesi ile ortaya
çıkarılabileceğini kapsamaktadır (Barker ve Goldstein, 2011: 112-113). Sekülerliği
dünyada olan şeylerin ve olguların yine dünya içinde kalarak açıklanması olarak ortaya
koyduğumuzda, Kepler’in insanı tanrısal zekânın ortaya konulması hususunda muktedir
görmesi, doğrudan, sekülerleşme olarak okunabilir. Dünyanın Büyüsünün Bozulması,
Sekülerlik başlığında değindiğimiz üzere, dini referanslar, dinin seküler olarak ortaya
konması (bir başka deyişle dünyaya / dünyevi açıklamaya tabi olması) durumunda kişiyi
anti-seküler yapmamaktadır. Kepler özelinde söylemek gerekirsek, Tanrı’ya ilişkin bir
yaratımın, kesinlik içerisinde, zamana ve mekâna tabi tarihsel bir varlık olan insan
tarafından ortaya konulabileceğini düşünmesi bakımından Kepler’in anti-seküler olarak
adlandırılamayacağını söyleyebiliriz. Bilakis Kepler, hem fiziksel dünya tasavvurunun
değişiminde, gezegenlerin hareketine dair keşfiyle önemli bir yeri doldurmasıyla, hem
de büyülü (teolojik) açıklamadan seküler açıklamaya geçilmesini örneklemesi
bakımından Batı’nın sekülerleşmesinde ve modernleşmesinde önemli bir eşiği temsil
etmektedir.
1.2.1.2.Kurumsal Otoritelerin Sarsılması Olarak Reformasyon ve Rönesans
Bugüne kadar, modernite ile ilgili olarak, Reformasyon hareketleri ile Rönesans
birçok şekilde ele alınmıştır. Bunun sebebi olarak, bu iki tarihsel olgunun Orta Çağ’dan
belirgin bir sapmayı ya da modernliğin bir başlangıcını temsil etmesi verilebilir. Bir
başka deyişle, Avrupa toplumlarında cereyan etmiş bu iki olgu, sonraları
kavramlaştırılan Orta Çağ’dan bir kopuş olarak modernite mefhumu için bir temel teşkil
etmiştir (Ağaoğulları ve Köker, 2008: 151). Bu yüzden, söz konusu modern bir olgunun
tarihinin ya da modernliğin anlatıldığı her anlatıda bu iki olguya değinmek vaka-i
adiyeden olmuştur. Ancak ilgili döneme dair bir çalışma yapıldığında, modernlik
kavramını karşılayan moderni ve modernitas kelimelerinin küçültücü bir anlama geldiği
görülecektir (Kumar, 2004: 94)44. Bir diğer vaka-i adiyeden sayılabilecek davranış ise
44 Orta çağ’da kavramın ilk dile geldiği yıllardan Rönesans’a kadar bir aşağılama olarak
kullanılan modern kavramı bu anlamını Rönesans’ta da sürdürmüştür. En kolay bulunabilecek örneklerini
45
bu iki kavramın birbirleriyle bağlantılı ve tamamlayıcı olarak birlikte ele alınmalarıdır.
Bunun sebebi de benzer şekilde, modernlik mefhumu içerisinde bireyin iki özgürleşme
alanını temsil etmeleridir. İlgili temsile göre, Reformasyon ile kurumsallaşmış bir din
tahakkümden kurtulan insan, Rönesans ile kendi sınırlarını çizen toplumdan farklı bir
varlık olarak anlaşılmaya başlamıştır (Ağaoğulları ve Köker, 2008: 157). Ancak bu
noktada da bir tezatlıktan bahsetmek mümkündür. Çünkü Reformasyon’un önderleri
(Luther ve Calvin) dini bir tahakkümden kurtulmaktan ziyade “Doğru Din” arayışında
olan insanlar olarak Reformasyon hareketlerini sürdürmüşlerdir45. Reformasyonu bir
özgürlük hareketi, öncüllerini ise özgürlükçü olarak görmek ayrıca sorunludur. Çünkü
Reformasyon dönemine bakıldığında özgürlükten; Reformasyon öncülerine
bakıldığında ise özgürlükçülükten bahsetmek mümkün değildir. Örneğin Luther, küfür46
için ölüm cezasını savunurken; Calvin yöneticilerin sapkınları öldürme haklarının
olduğunu, yalnızca Protestan mezhebinin sapkın olmadığını ileri sürmüştür (Smith,
2009: 179-180). Benzer şekilde, Rönesans da bir özgürlükçülük hareketinden ziyade
kendi tarihselliği içinde olan bir oluş olup, saf bir özgürlükçülük hareketi olarak
adlandırılmaktan uzaktır. Bu durumu Brinton, Christopher ve Wolff ( 1982: 39) şu
şekilde özetlemiştir: “Rönesans, maddeci olduğu kadar dinci, kuşkucu olduğu kadar
inançlı, bireyci olduğu kadar da kast bilinçliydi”. Bunun dışında, Rönesans ile ortaya
çıkan, toplumdan ayrık olarak algılanabilen birey görüşü ile din üzerinden tanımlanan
bir insan görüşünün zıtlığı da bu iki kavramın birbiriyle olan ilişkisi hakkında bir fikir
verebilir.
Reformasyon hareketlerinin de Rönesans düşüncesinin de nelere kapı açtığı,
genel itibariyle Aydınlanma sonrasının yorumlarıyla ortaya çıkmıştır47. Ağaoğulları ve
Köker (2008: 151) bu durumu şu şekilde özetlemiştir:
“Aydınlanma Felsefesi, Rönesans ile başlayan yeni ve ‘geçmişbugün-gelecek’ evrelerine bölünmüş doğrusal bir zaman anlayışını
esas alarak, insanlığın böyle anlaşılan bir zaman içinde, aşama
aşama ileriye gittiğini, ‘insan aklı’nın sürekli kendini geliştirdiğini
Shakespeare’de görebiliriz. Örnek oyun olarak “Size Nasıl Geliyorsa” verilebilir. Bkz: William
Shakespeare, (2002). Size Nasıl Geliyorsa, 2002, İstanbul.
45 Hatta Smith’e göre reform sözcüğü gerçekte olup bitenlerden ziyade dönemin önderlerinin
yapmak istedikleri şeyi gösterir. Bkz: Preserved Smith, Rönesans ve Reform Çağı, 2009, İstanbul, s. 233
46 Luther’e göre küfür “İncil’de açıkça yer alan ve tüm Hıristiyanlarca inanılan, imanın belirgin
unsurları”nı reddetmektir.
47 Burada ifade edilen, kavramların, etkileyen olarak, anlamlı bir dizgeye sokulmasıdır.
İsimlendirilmesi kastedilmemektedir.
46
kabul etmiş; bu kabul esnasında Rönesans’ı, ‘Aydınlanma’ya giden
yolsa, ‘karanlık çağ’ın sonunu belirleyen bir hareket olarak
değerlendirmiştir.”
Bu noktada modernlik kavramını ele alırken ortaya koyduklarımızı hatırlamak,
yukarıda ortaya konan tezatlıkların anlamlandırılması hususunda bize yardımcı
olacaktır. Çünkü modernite kavramının anlamlandırılmasına benzer bir
anlamlandırmanın burada da etkin olduğunu görmekteyiz. Modernite
kavramlaştırmasını ortaya koyarken tespit ettiğimiz üzere, modern insan, tarihin bir
döneminde Avrupa’da belirmiş bir insan değildir. Modern insan Avrupa tarihi içerisinde
oluşmuş ve yine aynı tarih içerisinde kavramsallaştırılmış bir insandır (insan tanımıdır).
Bu doğrultuda, modern insanın oluşumunu ortaya koymak için yapılan okumalarda
(yorumlarda) okunan tarihsel olgular kendi gerçekliğinden ziyade modern insan için
okunan şeyler olarak okunmaktadır (yorumlanmaktadır). Bu doğrultuda, Aydınlanma
felsefesi için ya da modern olguların tarihsel açımlanmalarında uğranılan özgürleştirici
bir uğrak olan Reformasyon hareketleri ile Rönesans düşüncesinin, bu anlamlarının
retrospektif olarak oluşturulmuş anlamlar olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan, geriye
yönsemeci olarak oluşturulan modern insanın, onun oluşumunda etken olan olguların
birbiriyle çatışmasından etkilenmeyeceğini söyleyebileceğimiz gibi, olguların bizzat
modernlikle çatışmalarından da etkilenmeyeceğini de söyleyebiliriz. Bununla birlikte,
tanım, bir zamandan geriye giderek yapıldığı için, insan (sonuç olarak ortaya konan)
tanımının oluşumuna ilgili olguların nasıl etkide bulundukları üzerine bazı tespitler
yapmak mümkündür. Bu bakımdan denilebilir ki gerek Reformasyon hareketleri
gerekse de Rönesans, sonucu aydınlanmaya varan amaçlar hedeflemiş oluşlar
değillerdir. Bununla beraber, söz konusu iki düşünce de modern insanın oluşumuna
sebep olan bazı sonuçlara sebebiyet vermişlerdir. Bu yüzden, modernitenin ve onun
taşıyıcısı ve kurucusu olan özgür insanın ortaya çıkmasında gerek Rönesans
düşüncesinin gerekse Reformasyon hareketlerinin ne gibi etkilerinin olduğunu ortaya
koymak gereklidir.
Yeniden doğuş anlamına gelen Rönesans kelimesi 15. ve 16. yüzyılda48 Batı’nın
(bilhassa İtalya’da) antik Yunan eserleriyle tanışmasına müteakip sanat, felsefe,
48 Kavram 19. Yüzyılın başından itibaren kullanıldığı için, ilgili döneme atfedilen özelliklere
göre, erken Rönesans, geç Rönesans gibi çeşitli tasniflere tutulabilmektedir. Bunun dışında konuyu ele
alan disipline göre de bu değişmektedir. Örneğin sanat tarihçilerine göre, 13. Yüzyıldaki bazı eserlerle
47
mimarlık ve bilimde olan gelişmeleri içine alan bir dönemi belirtir. Rönesans, aynı
zamanda, gerek bazı icatlar ve keşiflerin etkisi ile gerekse de antikite ile geçilen ilişki
sonucu gerçekleşen bir geçişi simgelemektedir. Bu geçiş Orta Çağ’dan bir çıkış olarak
da okunabilir (Johnson, 2005: 15). Bir başka deyişle, Batı tarihinin bilinen üç döneme
ayrılan kronolojisinde – antik, ortaçağ ve modern- Rönesans ikinci ve üçüncü
dönemlerin sınırında yer alır (Toulmin, 2002: 37). Bu dönemin en temel özelliği olarak,
sonraları modern insana dönüşecek, yeni bir insan ve yeni bir dünya görüşünün ortaya
çıkmasını gösterebiliriz. Toulmin (2002: 38) bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Rönesans apaçıktır ki Modernite’nin tohumlarının olgunluk noktasına veya daha
doğrusu Ortodoks siyasi toplum yapılarına ulaşmaksızın filizlenerek boy verdiği bir
geçiş dönemidir.” Nitekim kavramının ilk kullanıcısı Jules Michelet, Rönesans’ı
dünyanın ve insanın keşfi olarak kullanmıştır (Brotton, 2006: 18). Bir başka deyişle bu
dönem, dünya ve insanın teolojik belirlenimleri dışında bir anlama
kavuştuğu/kavuşmaya başladığı bir dönemdir. Bu yüzden Rönesans,” modern insanı
nitelemek için kullanılan “evrensel insanın” ortaya çıktığı dönem olarak görülmüştür
(McClinton, 2006: 10). İster dünyanın ve insanın keşfi olsun, isterse de evrensel insanın
ortaya çıkışı olarak ifade edilsin, Rönesans, hem insanın insandan referans ile
anlaşıldığı hem de dünyanın fizikten referansla anlamlandırılmaya başlandığı bir
dönemi ifade eder. Tanilli’nin de belirttiği (2006: 82) üzere, Rönesans’ın temel
özellikleri “dinsel konularda bile insanı merkez olarak almak; dünyayı ve dünya
gerçeklerini değerlendirmek”tir. Bu bakış açısından, dünyayı ve dünya gerçeklerini
değerlendirmek, teolojik bilgi dışında bir bilginin gelişimini işaret eder. Sonraları bu
bilginin gelişimi “bilimsel gelişmeler” olarak ifade edilecektir. İnsanın insandan
referans ile anlama kavuşturulması ise, insanın kendi eylemiyle kendini gerçekleştiren,
kendi tarihini kendi yapıp ettikleriyle oluşturan bir varlık olduğu anlayışını ifade
etmektedir (Ağaoğulları ve Köker, 2008: 156). Bu yeni oluş tarzı, sonraları ortaya
konduğu ismiyle Rönesans hümanizmasıdır49. Hümanist düşüncenin merkezinde yer
alan şey, esas olarak, böyle etkin yaşayış süren bireydir (Russ, 2011:113).
Rönesans başlar, 16. Yüzyılın sonları Michelangelo’nun eserleriyle son bulur. Bkz: Jerry Brotton,
Rönesans, 2006, Ankara, s. 17-18. Bununla birlikte, önemle eklenmelidir ki, her ne kadar
kavramlaştırmalar yüzyıllar sonra da olsa, Panofsky gibi düşünürlere göre (2018) Rönesans insanı içinde
yaşadığı çağın yeni bir çağ olduğunu, Orta Çağ’dan farklı olduğunu biliyordu. Bkz: Erwin Panofsky,
Renaissance and Renascences in Western Art, 2018, Londra.
49 Bir sonraki başlıkta hümanizma konusu müstakil ele alınmıştır.
48
Reformasyon ‘asıl biçimini geri vermek; yeni bir biçim vermek’ anlamına gelen
Latince ‘reformare’ fiilinden türeyen isim olarak (Williams, 2012: 318), 16. Yüzyılda
gerçekleşen hareketlenmeyi ifade etmektedir. Bu isimlendirme Fransa’dan (Calvinizm)
İngiltere’ye (Anglikanizm), Almanya’dan (Luthercilik) İsviçre’ye (Zwinglianizm),
Macaristan’dan Çekoslovakya’ya kadar gerçekleşen, Papa’dan başlayarak en alt
seviyedeki rahip ve keşişlere kadar uzanan Hıristiyan birliğinin kurumsallığına dönük
eleştirilerin ortaya çıkardığı bir hareketlenmenin tamamını kapsamaktadır
(Hançerlioğlu, 2002: 169). Bu hareketlenmenin sebepleri, Kurumsal Hıristiyanlık’a
(Papalık ve hiyerarşisi) ilgili dönemde yöneltilen şu ifadelerle özetlenebilir (Stauffer,
1993: 30; Ağaoğulları ve Köker, 2008: 91; Smith, 2009; Williams, 2012: 318; Russ,
2011: 109-110; Heaton, 1995:198):
-Kurumsal Hıristiyanlığın her kademesinde bir başıbozukluğun olması
-Kilise’nin dünyevi güce vurgusunun artması
-Finansal güç merkezi haline dönüşmesi ve dolayısıyla dini tasavvurun
maddileşmesinin artması (endüljans)
-Kilise’nin Büyük Ayrım’dan (11. yüzyıl, Doğu Kiliseleri’nin ayrılması) sonra
baş gösteren bunalım
-Köylüler arasında baş göstermiş hoşnutsuzluklar
-Bu eleştiriler doğrultusunda evrensel kilisenin (Katolik Kilisesi/Papalık)
kendine çeki düzen vermesi ve doğru dine yeniden dönmenin gerekliliği
Reformasyon Hareketleri’nin sebepleri feodalizmin yaşadığı krizler üzerinden
okunabilir. Ama bu okuma, hareketlenmeleri belirli bir sosyo-ekonomi ve iktidar
mücadelesi şeklinde ele alacağından, Reformasyon Hareketleri’nin sebep olunan
değişim gerçekleştikten (Kabaca 1648 Westphalia Barışı) sonraki etkilerini görmeyi
engelleyebilecek bir yüzeysellik içerir. Bizim burada dikkat çekmek istediğimiz esas
durum, Reformasyon hareketlerinin seküler bir insanın oluşumunda Reformasyon
dönemini de geçen/aşan etkileridir. Bu etki, şüphesiz, teolojik amaçların ve anlamların
gölgesinde varolan insanın teolojiyi de dönüştürerek var olması hadisesidir. Bunu da
kendini edilgen kılan teolojik kabulleri yıkarak yapmıştır. Reformasyon’un en temelde
yaptığı, Rönesans ile paralel şekilde, insanın üzerinde ve insandan bağımsız bir şekilde
var olan gerçeklerin50 sorgulanması ve sonunda, hakikatlerin insana bağlı51 bir nitelik
50 Buradaki gerçeklik ile söylenmek istenen dünyevi kurumlar ve makamlardır.
49
kazanmasına yardımcı olmasıdır. Bu bakımdan, Reformasyon’un yaptığının önemi,
kilisenin öneminin azalması ya da yeni kurumsal yapıların ortaya çıkması üzerinden
okunamaz. Reformasyon’un önemi, hakikat algısında gerçekleşen dönüşüme
ilişkindir52. Bu dönüşüm, dinin insana bağlı bir şeye dönüşmesi üzerinden okunabilir.
Reformasyon hareketlerinde önemli bir talep olarak ortaya konan İncil’in başka dillere
çevrilmesi de bu dönüşüm üzerinden anlamlıdır. İncil’in başka dillere çevrilmesine
müteakip milli kiliselerin ortaya çıkması da bununla alakalı olarak okunabilir. Çünkü
kutsalın halk diliyle halkın içinde dolaşıma girmesi halkın yaşamıyla anlamlanması53
sonucunu beraberinde getirmiştir. Luther İncil’inin (Authorised Version) edebi
Almanca’nın temelini teşkil etmesi, 1611’de basılan King James Nüshası’nın tüm
İngiliz edebiyatındaki en büyük tesire sahip olması çeviri meselesinin etki kapasitesini
ortaya koyar (Cündioğlu, 2011: 132-156). İngiliz edebiyat tarihçisi Halide Edip Adıvar,
mezkûr tercümenin, dil’in insan ve millet üzerindeki belirleyiciliği kapsamında etkisini
şu şekilde ifade etmiştir: “İngilizlerin, hatta İngilizce konuşan bütün milletlerin edebiyat
ve harslarındaki vahdeti temin eden başlıca amil, Kitab-ı Mukaddes’in İngilizce
Tercümesidir (Adıvar’dan akt. Cündioğlu, 2011: 138).”
Modern toplumda hakikat (ister inanç temelli olsun isterse bilim temelli) insanın
hakikati haline gelen gerçekliğe dayanması koşuluyla kabul gören bir anlama
dönüşmüştür (Ellul, 2004). Hakikatin bu anlamı, esasen, hakikatin gerçeklikle yer
değiştirdiğini ifade etmektedir. Bu bakımdan modernlik sürecinde düşen, esas olarak,
kelam olarak hakikat54 olarak sözdür. Sözün düştüğü yer ise seküler dünyanın
51 İnsan’a bağlı olmakla söylenmek istenen, yeryüzünde ve belli bir zaman diliminde yaşayan
dünyaya bağlı bir canlı olarak insandır. İnsana bağlı olmak, aynı zamanda, insanın üstünde bir anlamı
âdeme mahkûm etmeyi ima etmektedir.
52 Burada önemle belirtmek gerekir ki Reformasyon sürecine değin birçok benzer ayaklanma
olmuştur. Daha önemlisi, ilgili değişimi önceleyen niteliksel olarak benzer kabul edilebilecek birçok
görüş paylaşılmıştır. Bunların en önemlilerinden biri, kuşkusuz, Roscellinus Compendiensis (D.1050 -
Ö.1125)’in ortaya attığı nominalist görüştür. Nominalist görüşe göre tümeller, gerçek olmayıp sadece
isim olmalarından bahsedebileceğimiz bir yapıya sahiptirler. Bu görüş tüm gerçekliği tümel olan
Kilise’nin temellerine saldırıdır. Hatta bu eleştiri, daha sonradan anlaşılacağı üzere, toptan dine yönelik
bir saldırı demektir. Çünkü din ve dine konu olan bütün soyutlamalar esas itibariyle tümeldir.
Roscellinus’un en önemli takipçisi Ockhamlı William (D.1285 - Ö.1347) Tanrı ya da diğer
kanıtlanamayan varlıklar, bu dünyadaki sorunların çözümlenmesinde ya da kanıtlanmasında birer ölçü
olarak kullanılamayacağını dile getirerek, din ile dünya arasına net bir çizgi çekmiştir. (Ağaoğulları ve
Köker, 2008: 77). Bu bakımdan, bilginin güvencesi olarak görülen tanrının aşamalı olarak dünyadan
çekilmesinin köklerini üç yüz yıl geride bulunabilir. Bkz: Mehmet Ali Ağaoğulları ve Levent Köker,
Tanrı Devletinden Kral Devlete, 2008, Ankara, s. 77
53 Bunu tek taraflı olarak düşünmemek gerekir. Kutsalın da halkın yaşamına etkisinden söz
etmek mümkündür. Buradaki en önemli nokta, tüm bunların insanın dünyasının sınırları olarak dil içinde
vuku bulmasıdır.
54 Burada bahsedilen hakikat bir varsayımı ifade etmektedir. Bu varsayım her şeyin nihai
anlamına ilişkin bir kesinliğin varsayımıdır.
50
kurulduğu alandır. İster insandan bağımsız bir hakikati işaret etsin, ister başka bir
şeyden (bilim, matematik, akıl) güç alsın, bilgi tamamen insandan referansla anlam
kazanan bir mahiyete kavuşmuştur. Bir başka deyişle, bilginin güvencesi olan tanrı
anlayışı yerini her şeyin güvencesi olan bilgi anlayışına bırakmıştır. Bu durumu, insanın
sekülerleşmesi ya da bilginin dünyalılaşması olarak okuyabiliriz. Modern insana dair
Ellul’un (2004: 21) şu söyledikleri bu durumu açıklamaktadır: “…sözlere (words)
yalnızca, kendilerini destekleyen bir görsel (visual) delile sahip iseler inanma
eğilimindeyiz. İmajlarla dile getirilemeyen şey, her ne olursa olsun, bize göre ciddi
öneme veya hatta varlığa sahip değil gibidir.” Reform hareketleri, doğrudan doğruya bu
insanı yaratmasa da, bireysel imanı ortaya çıkararak insanı kurumsal teolojik
baskıdan/belirleyicilikten kurtarmıştır. Protestan önderleri Luther ve Calvin’in yalnızca
İncil’in otoritesini tanımaları, kutsal metinlere dönüş vurguları, mümin insan ile İsa’yı
doğrudan buluşturmaları kurumsal otoriteyi sarsmalarının çerçevesini bize vermektedir
(Russ, 2011: 110). Bu doğrultuda, reformun, Hıristiyanlık düşüncesini bireysel iman ile
yeniden yorumlayarak birey düşüncesinin oluşumuna katkıda bulunduğunu
söyleyebiliriz. Reformun ortaya çıkardığı, toplumsala indirgenemeyen ahlaki varlık
olarak bireydir. Weber’in Protestan Ahlak ve Kapitalizmin Ruhu’nda ortaya koyduğu
“çalışan-varlık-olarak-mümin” kavramının da reformun oluşturduğu bireyin devamı
olduğu söylenebilir. 19.yüzyıldan geriye bakarak reform hareketlerinin, modernitenin
sürdürücüsü ve öznesi olan, özgür bireyin oluşumundaki etkisini Guizot şu şekilde
vermiştir (Guizot’tan akt. Smith, 2009: 246):
“Reform, insan soyunun özgürlüğe kavuşma amacıyla
harcadığı büyük bir çabaydı; bu, o zamana dek Avrupa’nın antik
dönemden devraldığı tüm düşüncelerden ve fikirlerden bağımsız
olarak düşünme ve özgürce yargıya varma yönünde yeni bir arzunun
doğmasıydı. İnsan aklını zincirlerden kurtarma ve her şeyi doğru
isimlerle adlandırma55 yönünde büyük bir girişimdi. İnsan zihninin
tinselliğin mutlak iktidarına karşı isyanıydı.”
55 Vurgu bana aittir. Doğru isimlerle adlandırma söz öbeğinin bilerek seçildiği düşünülebilir.
Bunun için iki sebep gösterilebilir. Birincisi, Reformasyon Hareketleri her şeyden önce dini bir harekettir,
bu yüzden kutsal metinlere referanslarla ifade edilen bir harekettir. Ad koyma meselesi İncil’in Yaratılış
bölümün 2. Kısmında şöyle geçer: “RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların tümünü topraktan
yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse,
o canlı o adla anıldı.” İkinci olarak, modernitenin sürdürücüsü, eyleyicisi özne olarak insandan
bahsettiğimiz zaman, esasen, ad koyan, tanımlayan, tanımlayarak tahakküm kuran bir insandan bahsetmiş
51
Rönesans ve Reformasyon Hareketleri ile dünyayı verili olarak yorumlayan
teolojik yorumun yavaşça terk edildiğini görmekteyiz. Bu dönemde dünya, seküler bir
biçimde ele alınmaya başlanmıştır. Gerek bir oluş ve insanın yeniden yorumlanışı
olarak Rönesans, gerekse dinin algılanışının ve dolayısıyla insanın algılanışının
değişimine etki eden bir şey olarak Reformasyon Hareketleri, başka birçok şeyi
etkiledikleri gibi başka birçok şeyden de etkilenmişlerdir. Rönesans ve Reformasyon
hareketlerini etkileyen gelişmelerin başında da matbaanın icadı gelmektedir. Bununla
birlikte, matbaa modern insanın oluşumunda da, dünyanın sekülerleşmesinde de çok
önemli bir yere sahiptir. Bunun genel geçer sebebi olarak, matbaanın bilginin kolayca
yayılmasını mümkün kılması gösterilebilir. Bu sebep doğru olmakla birlikte, sadece,
yüzeysel bir gerçekliği gösterir. Matbaanın icadının, Rönesans ve reform hareketlerine
etkisi işlevsellik kategorisinde ele alınabilir. Bu, yukarıda bahsedilen genel geçer sebebi
oluşturur. Ancak, matbaanın icadının, Rönesans ve reform hareketlerini mümkün
kılarak/etkileyerek moderniteye katkısı çok daha derindir. Bu etki Rönesans ve reform
hareketleri bitse bile devam eden bir etkidir. Arslan’ın isabetle belirttiği gibi (2004: 11)
“Modernite’nin tarihi söz56’ün fiilen düşüşünün de tarihidir”. Bu açıdan, matbaanın
icadının asıl etkisi olarak söz’ün düşüşünün katalizörü olması verilebilir. Bu doğrultuda,
matbaanın hem Rönesans ile insanın söz sahibi olmasında hem de reform hareketleri
kapsamında sözün merkeziliğinin sarsılmasında merkezi bir role sahip olduğu
söylenebilir.
Matbaanın yanısıra dünyanın seküler olarak yorumlanmaya başlanmasında
teknik alanda yaşanan bazı gelişmelerin etkileri de yadsınamaz. Örneğin haritacılığın
gelişmesi ve bilinen dünyayı genişleten coğrafi keşifler buna örnek olarak verilebilir.
Haritacılığın gelişmesi, pusulanın kullanımının artması, gemi yapım tekniğinin
gelişmesi verili dünyanın ötelerine gidecek maceracı bir ruh halini beslemiştir.
Haritacılığın ve gemiciliğin gelişmesi ile yeni-dünyanın keşfi, edilgen insandan aktif
insana geçişte önemli bir yer tutmaktadır. Bir başka örnek olarak Peter Henlein
tarafından yapılan “Nürnberg yumurtası” olarak bilinen cep saati verilebilir. 15.
oluruz. Bu bakımdan 18. ve 19.yüzyıldan bakılarak reform hareketleri değerlendirilirken, iki çağ arasında
bir ortaklık kurmada doğru-isimlerle-adlandırmanın önemli bir ima olduğunu dikkate almak gerekir.
İslam’da isimlerin Allah tarafından öğretilmesi de Hıristiyanlıkla İslam arasındaki önemli farklardan
birini oluşturduğunu da not etmek gerekir.
56 Hüsamettin Arslan bu ifadeyi, Jacques Ellul’un ‘The Humiliation of the Word’ kitabının
Türkçe tercümesinin önsözünde ifade ediyor. Burada geçen söz’ün, pek âlâ kelam olarak da
okunabileceğini eklemiştir. Söz’ün düşüşü, bu bakımdan, kelamın düşüşünü; yani hakikat iddiasının
düşüşünü ve nihayet tanrının ölmesini ima ettiğini söyleyebiliriz.
52
yüzyılda saatçilik mesleğinin gelişmesiyle beraber, Rönesans insanı zaman kavramına
hâkim olmanın yoluna girer. Bu aynı zamanda, dünyada geçen zamana dair bir
bilinçlilik getirmiştir. Zamana ilişkin bu gelişmenin etkilerini aydınlanmada zamanın
lineer algılanmasında57 ve günümüzde de verimlilik düşüncesinde görmek mümkündür.
Modern zaman düşüncesi saate tabidir. Saat de hem dünyanın fiziksel hareketine tabi
olmak bakımından hem de dünyevi verimlilik bakımından seküler bir bakışı ihtiva eder.
Tüm bu değerlendirmeler ışığında, Rönesans ve Reformasyon Hareketleri o
zaman (-a kadar) geçerli olan düşünce için ciddi bir krizi göstermektir. Bu krizin
sebepleri, yukarıda verildiği gibi, çok kapsamlı ve birbirleriyle ilişkili olarak muhteliftir.
Rönesans’ın kısa vadeli sonucu, kurumsal otoritelerin ve sözlerin aşınmasına müteakip,
insanın başka bir anlama kavuşmasıyken; Reformasyon hareketlerinin kısa vadede
sonucu, kurumsal otorite olarak Kilisinin evrenselliğine halel getirecek yeni kiliselerin
(Protestan) ortaya çıkması olmuştur. Bu iki olgunun, bizim de önemli gördüğümüz
nokta olarak, uzun vadeli etkisi insanın her anlamda merkezde bir figür olarak ortaya
çıkmasıdır. İnsanın merkeziliğinin önemi, sözün sekülerleşmesi ya da yere indirilmesi
ile alakalı bir şey olarak, ilerleyen yüzyıllarda daha çok anlaşılacaktır.
1.2.1.3. Bir Sekülerlik Olarak Hümanizma
Batı’nın hegemonik gücü olmasında önemli olan modernitenin ve onun
yürütücüsü olarak modern insanın oluşumunda, görüleceği üzere, 15. ve 16. yüzyılın
çok önemli bir yeri vardır. Başlık olarak ayrı ayrı ele alınsa da seküler bakışa temel olan
dönüşümler lineer bir çizgi izlemeyip birbirlerini de etkileyerek eş zamanlı olarak
ortaya çıkmıştır. Daha açık söylemek gerekirse, fiziksel dünyaya dönük algının
değişmesi ve Rönesans ile insanın keşfi, Reformasyon hareketleri ile edebiyat üzerinden
dinden bağımsız bir insanı ortaya koyan bir şey olarak hümanizma birbirinden çok
bağımsız şeyler değildir. Söz gelimi Galileo’yu tarih içerisinde Rönesans ile bağlantısı
olmayan bir kümeye koymak mümkün müdür? Ya da hümanist akımın en önemli
temsilcilerinden Desiderius Erasmus’un dogmatizmle alay ettiği ‘Deliliğe Övgü’
kitabını yazmasını ya da Reform Hareketlerinin simgesi Martin Luther’in en değerli
yazışma arkadaşlarından biri olmasını nasıl açıklayabiliriz? Bu bakımdan diyebiliriz ki,
bir dönemde gerçekleşen bazı olayları ve akımları etkileyen şeyler diğerlerini de
doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemiştir. Burada esas olan, önemli bulduğumuz
57 Teolojik zamanın çevrimsel olduğunu belirtmek, değişimi göstermek bakımdan önemlidir.
53
modernite ve modern insanın ortaya çıkışında bu kavramların ve olayların nasıl-neden
önemli olduğunun ortaya konulmasıdır.
Modernitenin temellerinden biri olarak ortaya koyduğumuz Rönesans döneminin
bir ürünü olan hümanizmaya dair söylenecek ilk söz, Rönesans ve modernite kavramları
gibi, atfedilen zamanda, hümanizmanın kavram ve ifade olarak gerçek anlamda mevcut
olmadığıdır. Russ’un belirttiği üzere (2011: 113) kavram, on sekizinci yüzyıla ait
sözlüklerde, 1765 tarihinden itibaren “ortak insanlık değeri ve sevgisi”; 1845 yılları
civarında “insanı ve onun aydınlanmasını hedefleyen öğreti”sini; 1877 yılından itibaren
de “Rönesans hümanistleri tarafından temsil edilen entelektüel hareketi”ni ifade
etmektedir. Görüleceği üzere, bağımsız bir kavram olarak on sekizinci ve on dokuzuncu
yüzyılda ortaya konan hümanizma, Rönesans dönemine özgü olan, insan kavramının
keşfi (insanın yeniden tanımlanması) ile ilişkilendirilerek anlam verilen bir kavramdır.
Rönesans hümanistleri olarak da anılan hümanistler, bu bakışı açısını doğrular biçimde,
başvuru kaynakları olan metinleri ‘İnsanlık Eserleri’ olarak adlanmışlardır (Russ, 2011:
112-114).
Rönesans ele alınırken belirttiğimiz üzere, Rönesans’ın ortaya çıkmasında ilkçağ
dönemi eserleriyle kurulan temas çok önemlidir. Bu önem, Rönesans’ın bir ürünü olarak
görülen hümanizma için daha merkezidir. O kadar ki, hümanizm58 deyimi, ilkin ve dar
anlamıyla, ilk çağ edebiyatı üzerindeki –daha çok filolojik nitelikte olan- çalışmalara
verilen bir isimdir (Tanilli, 2006: 83). Burada önemle belirtmek gerekir ki gerek Antik
Yunan, gerekse Latin bilgisinin kayda değer bir kısmı Orta Çağ bilginleri ve
hukukçuları tarafından daha önceden de bilinmekteydi (Toulmin, 2002: 42). Hatta, bu
bilginlerin, hukuki yükümlülük ve ahlaki sorumluluk problemlerini ele alırken,
Aristoteles’in Ethik, Politika ve Retorik öğretilerinden yararlandığı da bilinen bir
gerçekti (Toulmin, 2002). Dahası, Rönesans döneminde, bilhassa 13. ve 14. yüzyılda
ruhban sınıfına mensup bilginler yine bu eserler üzerinden hukukta, mantık ve retorikte
ve felsefede geliştirilmiş bazı düşünceleri yeniden kurmuşlardır (Toulmin, 2002: 42-43).
Bu bakımdan, hümanizmayı doğuran şey, hiç bilinmeyen bir şeyin keşfi değildir.
Hümanizmayı doğuran şey, daha çok, Rönesans ile antik dönemdeki edebiyat ve bilgiye
dair kitapların ruhban sınıfı dışındaki okuyucular için ulaşılabilirliği ile alakalıdır.
58 Hümanistler ise Humanistı şeklinde, yani studia humanitatis ile ilgilenenler olarak
kullanılıyordu. Studia humanitatis ise antik düşünce veya insana dair çalışmaları ifade etmekteydi.
Ayrıntılı bilgi için bkz: J. Russ, Avrupa Düşünce Serüveni, s. 113
54
Antikite eserleri ile temas özelinde, hümanizmaya kapı açan gerçek; eserlerin, bir gruba
kapalılığının aksine, ulaşılabilirliğinin artması ile ve eserlerin ele alınış biçimlerindeki
farklılıklar üzerinden kendini göstermektedir.
Hümanizmanın ortaya çıkışında etkili olduğunu düşündüğümüz sebepler
(eserlerin [bazı temel metinlerin] toplumdaki farklı gruplara ulaşılabilirliğinin artması
ve eserlerin alınış/algılanış biçimlerinde ortaya çıkan farklılık), en temelde, birbirlerini
destekleyen olgular olarak ele alınabilir. Tersten söylemek gerekirse, metinlerin belli bir
grup –ruhban- içinde bilinmesi, bilginin ele alınışındaki sabitlerin (günah, sevap, itiraf
vs.) aynı olması sebebiyle metinlerin sesini tek tipleştirmiştir. Burada vurgulanmak
istenen nokta, herhangi bir konunun ele alınışında, konuyu anlamlı kılacak grup
kavramlarına ilişkin tek frekanslılıktır. Bu kavramlar üzerinden düşünmek grubun varlık
koşullarını oluşturmaktadır. Grup içindeki her bir üyenin farklı düşünebilme sınırlarını
belirleyen, yine bu kavramlardır. Örneğin, Augustine’in (2010) ‘İtirafları’, form olarak
otobiyografik bir eserdir. Eserin otobiyografik olması sebebiyle çok kişisel bir eser
olmasına rağmen, günah ve günah çıkarma sınırları içinde ortaya konmuş bir eser
olmuştur. Eserin anlamlı olduğu frekans Hıristiyanlığın anlamlı olduğu frekanstır. Bu
bakımdan, metinlerin farklı olarak ele alınmaları ile metinleri dikkate alan grupların
farklılığı arasında bir ilişki kurmak aşırı bir yorum gibi durmamaktadır. Aynı
doğrultuda, bilginin merkeziliğinin ortadan kalkması ile bilginin
kesinliğinin/keskinliğinin azalması arasında bir korelasyondan bahsetmek de mümkün
gözükmektedir. Bu bakımdan, ruhban dışı kültürün oluşması59 bilginin merkeziliğini
sorgulayan bir şey olarak ele alınabilir. Nitekim Rönesans hümanistlerinin, ruhban dışı
kültür ürünü olarak, kilisenin teolojik iddialarını aşırı ve dogmatik bulmaları buna örnek
gösterilebilir (Toulmin, 2002: 41).
Ruhban dışı kültürün güçlenmesinin öncüleri olarak hümanistler, ruhbanın
bilgiye form verme tekeline son vermişlerdir. Bunu da gerek Rönesans’ın gerekse de
Reform hareketlerinin vurguladığı şey olarak insanı merkeze çekerek yapmıştır. Burada
merkeze çekilen insan, Aydınlanma ile tanımı yapılan hegemonik60 modern insanın
oluşmasında önemli bir yere sahiptir. Merkeze çekilen bu insan hem kendine ilişkin
59 Ruhban dışı kültür, sıradan halkın kültürü olarak da okunabilir. Rönesans döneminde bu
kültürdeki canlanmanın farklılığını ortaya koymak için güçlenmesi fiili yerine oluşması fiili tercih
edilmiştir.
60 Buradaki hegemonik tabiri, Batı dışı modernleşmelerde örnek alınan insanı nitelemesi
sebebiyle kullanılmıştır.
55
bilgiyi hem de dünyaya ilişkin bilgiyi sekülerleştiren bir figür olmuştur. Çünkü insanı
merkeze almak, bilginin özelliklerini değiştiren sonuçları doğurmuştur. Ruhban’ın
bilgisinin özellikleri soyut, zaman-dışı, evrensel ve genel iken; hümanistler, insanı
merkeze alarak, bilgiyi somut, zamana özgü, lokal ve tikelleştirmiştir. Bunu yaparken
antik döneme ait edebi eserlerin insanları ele alış biçimi oldukça etkili olmuştur61. Antik
dönemin edebi eserleri, bilhassa şiir ve tiyatro, insanın davranışlarını zaman ve durum
temelli değerlendirme düşüncesini hümanistlere kazandırmıştır. Montaigne bu etkiyi
“Klasiklerin düsturlarını öğrenmek yerine onların ruhunu özümsemeliyiz. Klasikleri
okumaktan sağladığım pratik bir fayda var: karakterin yaşamın gereklerine göre
biçimlendirilmesi” diyerek ortaya koymuştur (Smith, 2009: 118). Bu bakımdan, modern
dünyanın edebiyata, modern edebiyatın da bu dönemde çevrilen klasiklere çok şey
borçlu olduğu söylenebilir. Önemli hümanistlerin edebiyatla ilgilenmelerini de bu
açıdan değerlendirmek daha aydınlatıcı olabilir. Hümanist hareketin öncüsü Francesco
Petrarca bir şairdir. Dönemin en önemli eserlerinden Decameron, bir öyküler
topluluğudur. Yine dönemin yaygın değerlerine eleştiriyi içeren ve ilk roman olan Don
Quijote de la Mancha (Don Kişot); dönemin önemli hümanisti Erasmus’un yazdığı,
yüzyıllarca bilgelik olarak kabul edilen erdemleri sorguya açtığı, Deliliğe Övgü;
modernitenin kanonu kabul edilen oyun yazarı Shakespeare’in oyunları; Fransa’da
Rabelais’nin Gargantua’sı insanın merkeze bir gerçeklik olarak gelmesinin tarzları
olarak okunabilir. Toulmin (2002: 58) insanın merkezde ele alınış tarzını,
Montaigne’nin Denemeler kitabı üzerinden, Augistine’nin İtiraflar’ı ile zıtlık kurarak
şöyle anlatmaktadır:
“Bu noktada Augistine’nin İtiraflar’ı Montaigne’nin
Denemeler’i ile çelişir. Montaigne kendi gündelik davranışı ile ilgili
61 15.yüzyılın son çeyreği ve 16.yüzyıl, antik Yunan ve Latin yazarların eserlerinin hızlı bir
şekilde yayınlanıp okunduğu yüzyıllardır. 16. Yüzyıla gelindiğinde Latin yazarlarının hemen hepsinin
eserleri basılmıştı. Tacitus’un Annales’i (Yıllıklar) 1515’te yayınlandı. 1487-1500 arasında Yunancadan
çevrilen/basılan eserler ilk basım tarihleri göre şöyle sıralınabilir (Smith, 2009: 115-116): Aisopos
(Ezop), Homeros, Isocrates, Theokritus derlemesi, Euripides’in dört oyunu, Aristoteles, Theognis ve
Aristophanes’in dokuz oyunu. 16.yüzyıla gelindiğinde hümanistlerin kendi eserlerinin yanı sıra Yunan
eserleri yayınlanmaya devam etmiştir. 16.yüzyılda çevrilen ve yayınlanan eserleri de kabaca şöyle
toplamak mümkündür: Thukydides, Sophocles, Heredots (1502); Euripides (18 oyun), Ksenophon’un
Hellenica’sı (Helen Oyunları) (1503); Demosthenes (1504); Plutarkhos’un Ethica’sı (1509); Pindaros,
Platon (1513); Aristophanes, Yeni Ahit, Ksenephon, Pausanias, Strabo (1516); Plutarkhos’un Bioi
Paralleloi (Paralel Hayatlar) (1517); Septuagint, Aiskhylos (4 oyun) (1518); Galenos, Ksenophon’un tüm
eserleri (1525); Epiktetos (1528); Polybios (1530); Aristophanes (11 oyun); Eukleides, Ptolemaios
(1533); Josephus (1544); Aiskhylos (7oyun) (1552), Marcus Aurelius (1558); Sicilyalı Diodoros (1559);
İzmirli Bion, Moschus (1565); Plutarkhos’un tüm eserleri (1572). Bir kısmını yazabildiğim, geneli şair ve
tiyatro yazarı olan bu kişilerin çevirileri dönemin edebiyat düşüncesinin ne kadar yoğun olduğunu
göstermek bakımından önemlidir.
56
olumsuz yorumlarda bulunur: dilini, hatta parmaklarını ısıracak
kadar sağlıksız oburca yeme alışkanlığı üzerine. Fakat, o, her ne
kadar bu alışkanlık onun günahlarını alenen itiraf etmesini
gerektirmişse de dövünmez ya da yakınmaz. Tam tersine amacı,
bahaneyi, yapmacıklığı, böbürlenmeyi bir kenara atmak ve kendi
hayat tecrübesinin ve zihin durumlarının çıplak resmini vermektir.”
İnsana bakışın değişimini temsil eden hümanist düşünceyi, Rönesans sanatında
da görmek mümkündür. Smith (2009: 207) dönemin ressamlarının kabul ettikleri ilkeyi
şöyle ifade etmektedir: “Dönemin ressamlarının Luther’in Kitab-ı Mukaddes’i gibi,
onların da insanlara telkin etmek için, kendilerince o derece kutsal öğretileri vardı: Bu
dünyada62 neşe ve zevkin eşlik ettiği şeyler, yani insan yaşamının ihtişamı, güzelliği,
kerameti ve yüceliği”. Dönemin ressam ve heykeltıraşlarını önceki dönemden ayırırken
söylenmesi gereken önemli bir fark da, dönemin sanatçılarının insan bedenini iğrenç
değil, güzel kabul etmeleridir (Smith, 2009). Bu fark, insanın etiyle kemiğiyle bir şey
olarak tanınmasını göstermesi bakımından önemlidir. Bu durum, Rönesans sanatının
dünyevi konulara daha çok önem vermesi ile de açıklanabilir. Dönemin ünlü sanatçıları
Michelangelo ve Leonardo da Vinci’nin eserlerine bakıldığında insanın formuna yapılan
vurguyu/yetkinliği görebiliriz. Sanat tarihçisi Gombrich’in (1972) ifade ettiği gibi, bu
dönem, gelişen tekniklerin de yardımıyla, insan vücudunun zamana bağlı anatomik
tasvirleri yapılmaya başlandığı dönemdir. Dini sanatın bile bundan etkilendiğini
söylemek gerekir. West (2008: 30) ‘Rönesans dini sanatı bile, insani tecrübe ve
duyguya daha büyük bir yer verdi’ diyerek bu gerçekliği ortaya koymaktadır.
Rönesans dönemi içinde değerlendirilen hümanizma kavramının ortaya koyduğu
sekülerliğin anti-dini bir amaçsallık taşımadığı söylenmelidir. Aksine, hümanizma
düşüncesinin önemli temsilcilerinin birçoğunun kendini dindar olarak gördüğünü
söyleyebiliriz (Tanilli, 2006: 83-84). Örneğin Montaigne kendini iyi bir Katolik olarak
görürken; Hıristiyan Hümanist olarak anılan Erasmus Katolik bir papaz eğitiminden
geçmiş biridir63. Fundamentalist Hıristiyanların dönemin hümanistlerini nitelemek için
kullandıkları “seküler hümanistler” tabirini (Toulmin, 2002: 41) bu açıdan ele alırsak,
niyetleri açısından yanlış, sonuçları açısından doğru kabul edebiliriz. Çünkü, dönemin
62 Vurgu bana aittir. Burada bahsedilen ‘bu dünya’ seküler bir anlam olarak öteki dünyanın zıttı
olarak algılanmalıdır. Böyle algılanması, konunun bütünlüğünü göstermesi bakımından önemlidir.
63 ‘Hıristiyan Şövalye’nin El Kitabı’nın da yazarı olan Erasmus’a göre İsa kusursuz insanı temsil
etmektedir.
57
hümanistlerinin din düşmanlığından ya da dindarlık karşıtlığından bahsetmek güç iken;
dinin dünyadaki yerinin aşınmasında önemli bir yer tutmuşlardır. Hümanizma
düşüncesinin sekülerliği, tıpkı Rönesans ve hatta Reformasyon hareketlerinde de
görülebilen, insanı önceleyen bir düşünceyi ortaya koymasından kaynaklanır.
Heidegger’e göre (2013b: 11) hümanizm “insanın insanca olması ve gayri insani,
‘inhuman’ olmaması”dır. Kilise ve ruhban sınıfına göre insan ‘günahkâr ve suçlu’
olarak Hıristiyan metafiziğinin içinde belirli bir şey iken (Toulmin, 2002: 42), Rönesans
hümanizmasında insan, çeşitli durumlarda olabilen bizatihi değerlendirilebilir bir şeye
dönüşmüştür. Bir başka ifade ile söylemek gerekirse, Kilise’ye göre insan, Tanrı’nın
çocuğu olarak bu dünyadan değilken (Heidegger, 2013: 11-12); on beşinci ve on altıncı
yüzyıl hümanizması Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” düşüncesine yakın olarak
(Russ, 2011 : 113) insanı tekrardan yorumlar. Ünlü hümanistlerden Pico Della
Mirandelo (D.1463- Ö.1494) Rönesans’ın manifestosu denilen “İnsanın Değeri Üzerine
Söylev” (Oratio de Hominis Dignitate)’inde (2006: 17) bu yeni insanı şöyle ifade
etmiştir:
“Ey adam!64 Biz sana ne hazır bir yüz ne de özgün, doğuştan
gelen bir özellik verdik, ta ki kendi yerini, biçimini, yeteneklerini
kendin seçesin, onları kendi yargın, kendi kararın ile edinebilesin.
Bütün öteki yaratıkların doğası bizim koyduğumuz yasalarla
sınırlanmıştır. Oysa senin önünde böyle sınırlamalar yok, kendi
yüzünün çizgilerini sana koruma görevini verdiğimiz özgür isteğinle
çizebilirsin. Seni dünyanın tam ortasına koyduk, baktığın yerden
dünyadaki her şeyi daha kolay görebilesin diye. Seni ne yersel ne
göksel, ne ölümlü ne ölümsüz olarak yarattık; özgür, olağandışı65 bir
yontucu gibi kendini, kendi seçiminle biçimleyebilesin diye. Aşağıya,
yaşamın kaba biçimlerine inmek de tanrısal yaşam sürenlerin
düzenine çıkmak da senin elinde.”
Tanilli (2006: 82) insanın bu yeniden yorumlanmasını, bireyin doğumu olarak
görüp, Protestanlığı da hümanizmin içinde değerlendirdiği bireyciliğin dindeki
başkaldırışı olarak değerlendirir. Şüphesiz bu yorum retrospektif bir yorumdur ve genel
64 Bu hitabı, Mirandelo Tanrı’nın ağzından yapar. Alıntılan yeri işaret eden önceki ifade şu
şekildedir: “Tanrı insanı, bu belirlenmemiş imgeyi aldı onu dünyanın ortasına yerleştirerek şunları
söyledi:”
65 Olağan yaratıcı Tanrıdır.
58
olarak 18. ve 19. yüzyılların tarihi yorumlama tarzını içinde barındırır. Esasen
hümanizma kavramlaştırmaları da bu dönemde yapıldığı için bu yorumlama tarzı ayrıca
önemlidir. İlgili yüzyılların düşünsel belirleyicisi olan Fransız İhtilali insanlara, tüm
tarihi, zorbalığa karşı bir özgürlük mücadelesi olarak yorumlamayı öğretmişti (Smith,
2009: 245). Buradan yola çıkarak, Smith 18. ve 19. yüzyıllarda yaşayanların gözünden
bakarak Reformasyon hareketlerini şu şekilde değerlendirmiştir: “Doğaldır ki Reform
Hareketi bu daimi savaş (zorbalığa karşı özgürlüğün savaşı) halinin gözde
örneklerinden biriydi; o, bir önceki çağın devrimi, Luther de zorbalığa karşı insan
haklarını66 savunan büyük bir özgürlük savaşçısıydı.”
İnsancılık ya da insanın merkeziliği olarak özetleyebileceğimiz hümanizma
kavramının bahsi geçen 15. ve 16. yüzyıllarda, Reformasyon hareketleri ve teknik
buluşlar gibi bir diğer etkilendiği şey coğrafi keşiflerdir. Coğrafi keşifler sonucunda
karşılaşılan insanlar, kültürler, yaşam tarzları, yepyeni bir insanlık tanımı için
hümanistleri heyecanlandırmıştır. Bir başka deyişle, Avrupalı kâşiflerden gelen bilgiler,
halihazırda insana yönelmiş, insani eğilimlere ve eylemlere ilgili duyan hümanistlerin
merakını derinleştirmiştir. 18. yüzyılda daha bilinçli yapılacak olan sınıflandırmalar,
arketiplerini hümanistlerin değerlendirmeleri kapsamında, bu dönemde görülmeye
başlanmıştır. Bu durumu Toulmin (2002: 45) şu şekilde ifade etmektedir:
“Egzotik halklar primitif, yabanıl veya ikinci sınıf insan olarak
düşünme ve yaşam tarzları heretik, pagan ya da kaotik yaşama
tarzları olarak görülebilirdi: bu tercih zihinleri önceden oluşmuş
olanlar için daima mevcuttu. Biz bunun yerine, alternatif olarak bu
yeni ve egzotik keşifleri insanlık ve insani hayatla ilgili deliller
havuzuna ilave edilebilir ve sempatimizi Ortodoks anlama
çerçevemizin etnografinin zenginliklerine katkıda bulunabileceği bir
noktaya ulaşacak ölçüde genişletebilirdik: bu ikinci tercih onaltıncı
yüzyıl Avrupa’sındaki ruhban sınıf dışındaki hümanistlerin tipik
özelliğiydi.”
66 Vurgu bana aittir. Gerek hümanist düşünürler gerekse Reformasyon Hareketleri’nin öncüleri
için insanın öneminin/önceliğinin ve belirleyiciliğinin hareketlerine yön verdiğini söyleyebiliriz. Ancak
bunu insan hakları gibi metafiziksel bir temelden hareketle yapmamışlardır. Bu bakımdan Dünyanın
Büyüsünün Bozulması, Sekülerlik başlığı kapsamında ele aldığımız her tarihsel olay ve olgu, çağındaki
niyetleri üzerinden değerlendirilmeyip 18. ve 19.yüzyılda hegemonik olarak ortaya konan gerçekliğe
etkileri bakımından değerlendirilmiştir.
59
Hümanizma, 18.yüzyılda adı konmuş bir kavram olarak, modern insanın
tarihinde bir ara dönemi ifade etmektedir. Bu ara dönem genel olarak Orta Çağ
düşüncesinden, özel olarak kilisenin kontrolündeki teolojik anlamdan kopuşa götürecek
sürecin başını ifade etmektedir. Ara dönem olması sebebiyle kurucu bir yapıdan ziyade
eski yapıyı yıpratıcı bir işlev görmüştür. Bir başka deyişle, esas olarak 15. ve
16.yüzyılda ortaya konan hümanist tavır otorite oluşturacak kesinlik arayışından ziyade
mevcut otoriteyi sorgulayıcı bir şüpheciliği içinde barındırmıştır. Bu bakımdan, 17.
yüzyılda Descartes’in kesinlik arayışı kapsamında uyguladığı sistematik şüphecilikten
temelden farklı olan hümanist kuşkuculuk tolerans ve açık-fikirlilikle ile anlaşılacak bir
kavramdır. Bu tarz bir kuşkuculuk, bir mutlaklık arayışının tersine, hakikate ve mutlak
kesinliğe ulaşmak konusunda insanın eksikliğini/sınırlılığını ortaya koymaktadır.
Hümanistlerin, dindar olmalarına rağmen, 16.yüzyılda derinleşmeye başlayan din
savaşlarını onaylamamalarının ya da önlemeye çalışmalarının (Toulmin, 2002: 41)
arkasında bu kuşkuculuğun olduğunu söylemek mümkündür. Batı tarihi içinde 17.
yüzyıla gelindiğinde, hümanizmanın yerini, rasyonel düşüncenin gelişmeye
başlamasıyla, kesinlik arayışı ve mutlaklık iddialarına bıraktığını görmekteyiz.
1.2.2. Kesinlik Arayışı Olarak Rasyonalite (17. Yüzyıl)
Rasyonalite, kavramsal olarak, akla uygunluk anlamında kullanılan bir
sözcüktür. Bu kavram, her şeyden önce, modernitenin kendini ortaya koyduğu ve
dünyayı yorumladığı bir tarzı belirtir. Modern dünyadan bahsedildiğinde, esasen,
rasyonalitenin hâkim olduğu bir dünyadan bahsederiz. Bu bakımdan, modernleşme
süreçlerine ve girişimlerine bakıldığında, esasen modernleştirilmek istenen ne ise o
şeyin rasyonalizasyonu ile modernleşmesi aynı şeyi ifade etmektedir. Daha önce
belirttiğimiz gibi, modern dünya büyülerinden arınmış, sekülerleşmiş bir dünyadır.
Ancak, hegemonik modern Batı’dan bahsettiğimiz zaman, sadece sekülerleşmiş bir
dünyadan bahsetmeyiz. Rasyonelleşmiş bir sekülerleşme sebebiyle67 hegemonik bir
güce sahip Batı’dan bahsederiz. Bu doğrultuda, rasyonaliteden bahsettiğimiz zaman,
hem sorunların ele alınış tarzı olarak hesaplayıcı düşünme biçiminden hem de dünyada
problemlerin akıl yoluyla anlaşılıp çözüme kavuşturulabileceğine dair inançtan
67Batı’nın modern oluş tasvirlerine bakıldığında, sekülerleşme ile bir rasyonelleşmeden
bahsedilir. Modernleşme ile rasyonelleşme Giddens gibi önemli sosyologlarca da birbirlerinin yerine
kullanılmaktadır. Bkz: Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, 2012, İstanbul, s.9. Bizim burada
vurgulamak istediğimiz nokta, modernleşme teorilerine konu olan ülkelerde görülen ‘Batının bilimini
alalım, kültürünü almayalım” tarzı yaklaşımların kültür dediği şeyin kurucu özelliğini ortaya koymaktır.
60
bahsederiz. Bu bakımdan, Rasyonelleşme hem bir tarz hem de bir mit68 olarak Batı’nın
hegemonyasının ortaya konulmasında önemli bir yer tutmaktadır. Bu bakımdan
rasyonalitenin bir kesinlik arayışı olarak ortaya çıktığı dönemin ve genel özelliklerinin
ortaya konulması moderniteyi ele alanlar için kaçınılmazdır.
Batı düşüncesi içerisinde kurucu bir yeri olan rasyonalite, ilk olarak, antik
yunanda kullanılan logos69 kelimesinin Latince tercümesi olan ratiodan türemiştir.
Logos, en geniş anlamıyla, kelam ya da varlığı ortaya çıkaran şeydir. Bu bakımdan
antik dönemde logos bir ontolojiyi içerir. Modern dönemde logosun tercümesi olarak
ratio, olayların ve olguların hesaplayıcı düşünme yoluyla ortaya konulması bakımından
bir tarzı ifade etmektedir. Bu bakımdan, antik dönemde kullanıldığı anlamda logos,
şeyleri anlamlı kılan, var eden şey olarak ontolojik bir anlama sahipken; modern
dönemde, logosun tercümesi olarak merkezi yer tutan, ratio, epistemolojik bir içeriği
işaret eder. Zimmerman ( 2011: 35) bu farkı şu şekilde ortaya koymuştur:
“Logos bir zamanlar entiteleri bir araya getiren ve onları
varolmaya yetkili kılan bir güç olarak anlaşıldığı halde, Romalılar
onu ratio’ya, akla, insanın doğru yargılarda bulunma, bir şeyin neden
olduğu gibi olduğunun doğru/makûl nedenlerini bulma fakültesine
indirgediler. Modern insanlık için bir şey onun için bir neden
gösterilmedikçe, yani onun tatminkâr bir açıklaması yapılmadıkça
“varolamaz.” Bu antropomorfize etme süreci aklın (“hakikat”in)
68 Mit, başka anlamlarının yanı sıra, ahlakileştirici içeriğe sahip bir açıklamadır. Bu açıklama,
dünyanın işleyişine ilişkin iç-görülerle donatan bir açıklamadır (Bkz: F.E. Peters, Antik Yunan Felsefe
Terimler Sözlüğü, 2011: 6). Bu ispatı mümkün olmayan şeyleri barındıran bir açıklamadır. Bu yüzden
inanç statüsünde değerlendirilebilir. Mit antropomorfik (insan-biçimcilik) ilkede temellenir. Bu insanbiçimcilik amaçsal bir eylem olmaktan ziyade insanın eksikliğine matuf bir gereklilik olarak okunmalıdır.
Zira insan bir şeyi insanın anlayabileceği gibi anlar.
69 Logos kelimesi antik Yunan düşüncesi içinde çok merkezi yer tutan, fakat anlamının netliği
konusunda bir o kadar zor bir kavramdır. Logos’u, tam anlamıyla, ortaya koymak başlı başına bir metin
gerektirdiği için bu dipnotta antik dönemde kullanılan belli başlı anlamlarına değinilecektir. Logosun en
geniş anlamı, kuşkusuz, kelam, bizzat aklın kendisi anlamıdır. Bunun dışında, hesaplayıcı düşünme
anlamında Latince tercümesi olan ratio kavramı ile ilişkili anlamlarını şöyle verebiliriz: Sermek, kural,
düstur, müzakere, akıl, düşünüp taşınma, açıklama, irdeleme, hesab, hesaplama, derleyip toparlama, ayırd
etmek, konuşma ayrıcalığı, hem söz hem akıl, oran, bağıntı, benzerlik, akılsal temel, koşul. Kavramı,
Herakleitos ‘oran’ anlamıyla bağıntılı, evrenin temelde yatan düzenlenmiş ilkesi (evrendeki meydana
getirici güç) olarak kullanırken; Platon’da hakiki, doğru, analitik bir açıklamayı işaret eder.
Aristotateles’te çoğu kez ‘akl-ı selim’ tamlamasında (orthos logos) ortaya çıkan akıl, akılsallık olarak
kullanılırken; Philon’da akıl için kavranılır olan evren formu olarak yaratım formlarından (Modelin
yaratıcısı Tanrı’dır) biridir. Ayrıntılı Bilgi için: Peters, Francis E., Antik Yunan Felsefesi Terimler
Sözlüğü: Tarihsel Bir Okuma, 2004, İstanbul, S. 206-2011
61
enstrümantal zihin statüsüne, insanî amaçlar için gerekli alet
statüsüne indirgenmesine yol açtı.”
On yedinci yüzyılda bir kesinlik arayışı olarak ortaya koyduğumuz rasyonaliteyi,
en iyi, mücadele içinde olduğu 17.yüzyıl öncesinde var olan kavramlarla karşılaştırarak
anlayabiliriz. Bu kavramları reason ve reason’dan türeyen reasoning, reasonable,
reasonableness olarak verebiliriz. Reason’ın, genel anlamda, bağlantılı düşünce ve
kavrama yetisini ifade etmektedir (Williams, 2012: 305). Reason kavramı çok uzun
süredir var olan bir kavram olup, çok değişik anlamlara gelmiştir. Williams reasonın bu
durumunu şu şekilde ifade etmiştir:
“En genel anlamıyla, yani insan yetisi, Reason her zaman var
olmuştur, fakat o kadar çeşitli şekillerde kullanılmıştır ki, tek başına
ele alınamaz: salt ‘bedensel akla’ karşıt olarak ‘Tanrı’nın lütfuyla
bilgilenmiş’ şeklinde anlaşılan reason’dan tutun, bağlantılı ve
serimlenen tartışma yetisi anlamındaki reason’dan farklı olarak bir
grup evrensel ilke şeklinde anlaşılan reason’a değin bir dizi anlama
sahiptir.”
Williams’ın söylediklerinden çıkaracağımız sonuç, reason’ın bir kabul olarak
aklı ifade ettiğidir. Bu tarz bir akılda, aklın oluşmasına sebep gerekçenin
formulasyonuna ilişkin bir içerik yoktur. Rasyonalite (rationality) kavramı ise, akıl
sahibi olmaklık ya da bir düşüncenin, bir fiilin bir tarz olarak akıl ile nitelenmiş olması
anlamında kullanılır. Ratio ve ratio’dan türemiş rationalist, rationality gibi kavramların
17. yüzyıldaki kullanımlarına baktığımızda, hem yerleşik yasa anlamında reason,
reasoning gibi kavramların söz konusu olduğu tartışmalarda hem de aklın (insan
aklının) ötesine başvurma ile alakalı konularda kullanıldıklarını görürüz (Williams,
2012). Benzer şekilde rational kelimesi de reason’dan farklı olarak, aklın kullanım
formulasyonunu işaret etmek için kullanılmıştır. 17. yüzyılda rasyonaliteyi oluşturan
temellerin yeni yeni atılmasından kaynaklı70 anlamın net olarak ortaya konmadığını da
söylemek gerekir. Bu dönemde rasyonalitenin kullanımı, ilgilendikleri meseleleri ele
70 Bunun yanında, bu temeli atan Descartes ve Francis Bacon gibi isimlerin dindar oluşları da bu
netliğin olmamasında etki etmiş olabilir. Çünkü akıl için belirlenen bir arşimed noktası olan Descartes’in
cogito’su tanrı düşüncesi ile uyumlu bir formül olarak ortaya konmuştur. Örneğin Bacon Novum Organon
Scientiarum’un sonuç kısmında bilimin şeylerin doğru adlandırması bakımından dine yardım ettiğini
savunur. Keza Descartes’e göre bilim, yapmak Hıristiyanlığın ’hayır’ ilkesine uymak, Tanrı’ya hizmet
etmek demektir. Bkz: Tülin Bumin, Tartışılan Modernlik, 2010, İstanbul, s. 35. Ama ilgili temeli
atanların takipçileri teolojik akıl ile eleştirel bir ilişki yürüteceklerdir.
62
alırken vahiy ya da dini bir rehberliği üst otorite olarak kabul etmemek olarak ortaya
çıkmıştır (Williams, 2012). Kullanım olarak teolojik açıklamalardaki ifadelerin karşıtı
olarak kullanılan rasyonalite, aynı zamanda, duygu ve heyecandan ayrılmışlığı da ifade
etmekteydi71. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde bu formulasyonun nereye vardığı, neyi
içerdiği daha açık ve net olarak ortaya konmuştur. Williams (2012: 307) 19.yüzyılda
kelimenin kullanımını şu örnekle vermiştir:
“the rationalist… makes the whole subject of Religion and
Revelation… a matter of sensible evidence or intelectual
demonstration” (Rasyonalist… tüm din ve vahiy konusunu… akla
uygun [duyulara dayalı] bir kanıt ya da entelektüel [zihinsel]
kanıtlama meselesine dönüştürür.)
Rasyonalitenin de yüzyıllar içerisinde ondan türeyen rasyonelleştirme, irrasyonel
gibi kavramların da yönlendirmesiyle dönüştüğünü (hem algısal hem de değersel)
görmek mümkündür. Bu dönüşümün 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyıla denk geldiği
düşünülürse, bunun, esasen, modernite eleştirisi ile bağlantılı olduğu görülebilir. Öyle
ki, 20. yüzyılda ratio modernliğin temel taşını oluşturduğu gerekçesiyle modernlikle
beraber mahkûm edilmeye çalışılmıştır (Yılmaz, 2009: 5; Toulmin, 2002: 22). Bu
bakımdan, kavramın 17.yüzyılda bir kesinlik arayışı kapsamındaki kurulumu, ana konu
olarak ele aldığımız modernitenin temellerinden biri olduğunu göstermektedir.
Rasyonalite, incelediğimiz Batı düşüncesi içinde merkezi bir yer işgal eder.
Çünkü Batı düşüncesi içerisinde insan, her şeyden önce, ratio sahibi bir varlık olarak
animal rationaledir (Yılmaz, 2009: 17). İnsanın ratio sahibi bir varlık olması, insanı
diğer canlılardan ayırmaya yönelik bir belirlemeden ziyade tarihsel bir retoriğin meşru
zeminini işaret etmektedir. Çünkü bu tanım, insan üzerinden dünyanın
rasyonelleştirilmesinin temelini oluşturmuştur. Bu sebeple, Batı düşüncesinin
hegemonik yapısı ile rasyonalite arasında bir bağlantı kurulabilir. Yılmaz’a göre (2009:
1), ratio sahibi olarak nitelenen insan bu niteliğiyle diğer canlılardan ayrışmakta, hem
onları ve hem de kendisini inceleyebilmekte, bütün bunları da ilgili niteliği sayesinde
yapabilmektedir. İnsanı ratio sahibi varlık olduğunu aksiyom olarak kabul etmek, insanı
71 Burada ifade edilen duygu ve heyecandan ayrılmışlığın ifadesi, esas olarak, insanın dünyayı
bütünsel kavrayışının çözülmesi bakımından Kartezyen ayrımı ima etmektedir. Çünkü kavram, 17.
Yüzyılın sonlarına doğru rasyonalistlere yapılan eleştirilerde “Gerçek olana karşıt ‘sadece zihinsel veya
rasyonel’” olarak kullanılmıştır. Bkz: Raymond Williamsi Anahtar Sözcükler, 2012, İstanbul, s. 308.
63
“doğanın hâkimi ve efendisi” yapan bir görüşün yolunu açmaktadır (Russ, 2011: 134).
Rasyonalitenin bu anlamı, daha sonraları Batı’nın örnek alınan bilimine de pratik bir
erek sağlamıştır. Toulmin’in (2002: 18) dediği gibi ‘rasyonellik’ ideali yüklemiştir.
Modernite ideasının rasyonalitenin gerçekleşmesi olarak anlaşılması gerektiğini
söyleyen Çiğdem de (2012: 76), esas itibariyle, modernitenin temel ayırıcılığının (ya da
yeni bir dönem olarak kodlanmasının) buradan kaynaklandığını düşünür. Bu sebeple,
17.yüzyıla değin moderniteyi doğuran unsurlardan bahsederken, 17. Yüzyılla birlikte
modernliğin başladığından bahsedilmektedir. Böyle olmasının sebebi, modernitenin,
esas itibariyle, bilginin elde edilmesi hususunda rasyonel yöntemlere bağlı kalınması ile
tanımlanmasıdır. Rasyonaliteye bağlılık da bu bakımdan, ele alınan her ne ise onu
değerlerden sıyrılmış bir şey olarak ele almak olarak karşımıza çıkmaktadır. Modernlik
ve rasyonellik arasındaki ilişki göz önünde bulundurularak, siyaseti kutsallıktan
arındırarak ele alan Machiavelli’yi modern siyaset biliminin kurucusu; deney ve gözlem
üzerinden fizik ve astronomiye dair eserler kaleme alan Galileo’yu modern fizik ve
astronominin kurucularından biri; bilimi bir yöntem olarak tüme-varıma dayandıran
Francis Bacon’ı da modern bilimin kurucusu olarak görmek mümkündür. Benzer
şekilde, Descartes de felsefeyi teori-merkezli bir stile dönüştürmesi sebebiyle modern
felsefenin, insan/zihin, zihin/doğa ayrımını ortaya koymasıyla da modern
epistemolojinin kurucusu olarak görülür. Bu bakımdan, Çiğdem’in de belirttiği üzere
(2012: 66), modernite rasyonalitenin özbilinci olarak görülebilir. Tersten söylemek
gerekirse de rasyonalite moderniteye özbilincini kazandıran şeydir.
Genel olarak rasyonaliteyi, özel olarak 17. yüzyılı ele alırken kendinden önceki
yüzyıllara göre konumlandırmak, konuyu iyi anlamak bakımından işlevsel olabilir.
Çünkü geriye yönsemeci olarak 18. yüzyılda kurulan modernite düşüncesi, 12.
yüzyıldan 17. yüzyıla kadar olan süreci moderniteyi hazırlayıcı yüzyıllar olarak
görürken; 17. yüzyılla beraber modernliğin başlangıcından bahseder. Rönesans ve
içerisinde ortaya çıkan hümanizma, insanı merkeze alarak, insanı başka bir şeye ilişik
olarak anlamlandıran kurumsal yapıları yıpratmıştır. Bu yıpranma, insan dışı bir
kesinliğin yıpranması olarak da okunabilir. Hümanizm, bu bakımdan, alternatif bir
kesinlik iddiasından ziyade bir kesinlik karşıtı zeminden konuşmalardır. 16. yüzyıl
hümanistlerinin, yüzyıl boyunca sürekli mücadele içinde olan, mezhep savaşlarını
önlemeye çalışmalarını da Montaigne’in teolojik kesinlik iddialarını aşırı dogmatik
olmakla suçlamasını da bu kesinlik karşıtı zemin ile açıklayabiliriz (Toulmin, 2002: 41,
64
64). Bu kapsamda, 16. yüzyıl aslında bir çözülüş ve arayış dönemi olarak ele alınabilir.
Lenoble’nin 17.yüzyılı hazırlayan yüzyıl olarak 16. yüzyılı değerlendirirken kurduğu şu
sözler yıpranmanın mahiyeti hakkında bize daha iyi bilgi verebilir (Lenoble’dan akt.
Bumin, 2010: 13): “16. yüzyıl Rönesans’ı doğayı düşünmeden önce duymuştur ve bu
duyuşun gücü, duymak yerine düşünmek isteyen akla Skolâstiğin zorla kabul ettirdiği
çerçeveleri yıkmıştır”. Erken Rönesans (12. yüzyıl) ile başlayan 17. yüzyıla kadar
devam eden bu durum (yıpranma) 17. yüzyılla birlikte yerini akıl (ratio) temelli bir
kesinliğe bırakmaya başlamıştır (Kovel, 1994: 58). 17. yüzyıla kadar olan süreç içinde,
seküler düşünce, hümanizmayla, edebiyatla, sanatla, Reformasyon hareketleriyle
şekillenmiştir. 17. yüzyılla birlikte ise seküler düşüncenin kendini, meşru düşünce
biçimi olarak, yeni bir akıl ile ortaya koymasına şahit olunmaktadır. Bu noktada,
17.yüzyılın sekülerliğini, hümanist bir sekülerliğin zıttı olarak, doğayı mekanistik
olarak algılayan bir gayri insaniliğe dayandığını söylemek de mümkündür. Çünkü,
kesinlik düşüncesi, ilk olarak, herkes için geçerli olmayı içerisinde barındıran bir
kavramdır. Bu bakımdan, hümanizmanın ortaya koyduğu sekülerliğin tikel olarak insanı
dış kesinliklerden koruduğunu söyleyebiliyorken; rasyonele bağlı sekülerliğin tikel
insanı biat edebileceği tümel bir insana (ratio sahibi) ya da genel bir ratio kavramına
yönlendirdiğini söyleyebiliriz. Heidegger’in sözleriyle, bu dönem ortaya çıkan Ratio,
doğruluk ve kesinlik olarak hakikat nosyonunun parçasıdır (Heideggerden akt.
Zimmerman, 2011: 304).
Genel olarak 17. yüzyılı, özel olarak ratio temelli bir kesinlik arayışını dört
farklı eğilimle ele alabiliriz. Birbirlerinden net çizgilerle ayrılamayan bu dört eğilimi
şöyle özetleyebiliriz:
a- Sözel yerine yazılı ifade
b- Tikel yerine evrensele ilgi
c- Lokal yerine genele ilişkin bilgi arayışı
d- Zamana özgülüğün yerine zamana tabi olmayan hakikatler
Sözel, tikel, lokal ve zamana özgülük kavramları, muhtelif durumlarda birbiri
yerine de kullanılabilecek kavramlar olup, 17. Yüzyılın kesinlik arayışı ile neleri geride
bırakmak istediğini göstermektedir. Sözel yerine yazılı ifadeye eğilim duyan 17.yüzyıl,
esasen, 16. yüzyılda yan yana ve çelişmeden durduğu düşünülen retorik ve mantığın
birbirinden ayrılmasını ifade etmektedir. Bu dönemde, duruma göre kullanılan ve
65
geçerlilikleri de yine ona göre olan retorik ifadelerden ziyade yazılı önerme dizgeleri
(Descartes, 2019: 126) ve bunların mantıksal analizleri üzerinden bir kesinlik ve
doğruluk aranması söz konusudur. Toulmin (2002: 49) bu geçişi şu ifadelerle belirtir:
Descartes’ın başlattığı felsefi tartışmada herkes
“argümanların” doğruluk veya geçerliliğini belirli izleyiciler grubu
önünde ortaya konulan kamusal (açık) ifadelere atıfta bulunarak
değil, geçerlilikleri kendi iç çelişkilerine dayanan bir yazılı önermeler
zincirine atıfta bulunarak okur. Modern filozoflar için, “Bu argümanı
kim kime hangi forumda ve hangi örnekleri kullanarak yöneltti?”
şeklindeki retorik sorusu artık bir felsefe sorunu değildir.
Bir başka eğilim olarak ortaya koyduğumuz tikel yerine evrensele dönük eğilim,
ahlak alanında görülebilecek bir eğilimdir. Descartes’e göre aklın nihai otorite olarak
kabul görmesi ve iradenin akla dayalı olarak ortaya konması ‘iyi’nin doğasını ve
evrenselliğini oluşturmaktadır. O dönemde aklın özgürlük organı olduğunu ve bu
yüzden iyiliğin irademizin özgür kullanımından başka bir şey olmadığını belirtmek,
aklın bugünkü anlamlarını düşünerek yanılgıya düşmememizi sağlar ve evrenselden ne
anlamamız gerektiğini daha iyi ortaya koyar. Tikel, bedenin manipülasyonlarına ve
yanılsamalarına açık bir şey iken, akıl yanılsamaları ortadan kaldırıcı yol gösterici
olarak vardır (Descartes, 2020: 74-88). Burada yapılan akla vurgu, ‘evrensel hakikat
aydınlatıcısı olan’ akla vurgudur. Descartes’in ölümünden sonra yayınlanan Dünya ya
da Işık Üzerine Deneme (2016) kitabında ışığı saf/salt akıl olarak kullanması da bunu
göstermektedir.
17. yüzyılda kesinlik arayışında bir diğer eğilim, lokal ve ayrık bilgiden genel ve
ilişkisel bilgiye dönük eğilimdir. Bu eğilim, 16. yüzyıl hümanistlere alternatif veri ve
bilgi sağlayan tarih, coğrafi keşifler ve etnografya ile alakalı olarak anlaşılabilir.
Descartes (2019: 34-35) yöntem üzerine konuşmalarda 16. yüzyıla hâkim olan bu
alternatif veri ve bilgi kanallarını şöyle tenkit etmiştir:
“… tarihin anlattığı olaylar hiçbir zaman gerçeği olduğu gibi
yansıtmaz, dolayısıyla tarihsel kaynaklardaki örneklere göre
kendilerine davranış kalıpları çıkarmaya çalışan insanlar, geçmiş
çağların kahramanlarının çılgınlıklarına kapılır ve boylarından büyük
işlere kafa yormaya başlarlar.
66
Başka insanların âdetleri hakkında bir şeyler öğrenmek kendi
âdetlerimizi daha sağlıklı değerlendirmemize olanak tanır, böylece
kendi ülkesinin bir adım dışına çıkmamış kişilerin hep yaptığı gibi
bizimkinden farklı olan her şeye hemen tuhaf ve mantıksız yaftasını
yapıştırmamış oluruz72. Ama şu da bir gerçek ki, bir insan ömrünü
seyahatlere harcadı mı, sonunda kendi memleketinde bir misafire, bir
yabancıya dönüştürüverir.”
Descartes diğer iki eğilimde olduğu gibi bir rasyonaliteyi bu tarz bilgiler için de
ister. Toulmin’inde belirttiği gibi (2002: 52), rasyonalite talepleri felsefeye, lokal
bilgilerin birbirine bağlanabildiği soyut, genel ilkeler telkin eder. Bu bakımdan lokal
bilgileri içeren somut farklılıklar aksiyomatik soyut ilkelere bağlanmadıkça önemsizdir
ve bilgi özelliği taşımamaktadır.
17. yüzyıl düşüncesinden çıkartabileceğimiz son eğilim zamana ilişkindir.
Zamana tabi geçerlilikler/gerçekler, esasen, pratik felsefe ya da retoriğin ortaya
koyduğu bir gerçekliği işaret etmektedir. Bu bakımdan, 17. yüzyılda, zamana bağlı
retorik yerini zaman-dışı mantık kurgusuna sahip teorik felsefeye bırakmaktadır.
Zamana dönük hakikatlerin yerini zaman-dışı ya da zaman-üstü hakikatlere bırakması
dünyayı mekanik gören bir tasavvurun yedeğinde mümkündür. Nitekim modern
felsefenin ve modern bilimin kurucuları arasında zikredilen Descartes’in doğa düşüncesi
mekaniktir. Descartes’e göre “Âlem bir makinedir ki, onda kısımlarının şekil ve
hareketlerinden başka bir şey dikkate alınmaz” (Descartes’den akt. Sena, 1993: 520).
Bu, aynı zamanda, olayları/olguları/sorunları zamana tabi bağlamlarından
koparabileceğimiz varsayımını içermesi bakımından evrenselci/kesinlikçi anlayışın
önemli bir işaretidir.
Mekanik anlayışın getirdiği ve 17. Yüzyılın 16. yüzyıl ile kesin bir biçimde
ayrıldığı bir fark da bu ‘yeni tasavvur’un gayrı-insaniliğidir. Bu gayrı-insanilik, esas
olarak, ratio ile duygunun birbirinden ayrılmasına müteakip, duyguların bir nedensellik
üzerinden ratioya tabi kılınması ile alakalıdır. Toulmin (2002: 63) bu durumu şu şekilde
ortaya koymuştur: “Duyguları yalnızca bir nedensel sürecin sonu olarak ele almak
onları elimizden alır ve sorumluluğumuzu azaltır”. Bu yeni kurulan tasavvurda
sorumluluk rationun doğruluğunda, bir başka deyişle, doğru şekilde düşünmektedir
72 Descartes, bu noktaya kadar hümanizmaya sebep olan ve kurumsal otoritenin yıpranmasının
sebeplerinden biri olarak coğrafi keşifleri ve etnografi alanındaki keşifleri olumlar.
67
(Toulmin, 2002: 63). Bu gayrı-insanilik aynı yüzyıldaki bilimsel devrim ile anıldığında
bir ayrıcalık, bir ilerlemişlik göstergesi iken, sosyal konulardaki kullanımları sebebiyle,
20. yüzyıla gelindiğinde modernite eleştirilerinin merkezine oturtulmuştur. Bunun açık
sebebi, mekanik dünya tasavvurunun yönlendirdiği eylem kesinliği ile insan haklarının
askıya alınma örnekleridir. Gayri-insaniliğe modernite içerisinden cevap ya da yama,
modernitenin 16.yüzyıldaki temellerinden gelmiştir demek çok iddialı bir cevap olmaz.
Çünkü meta-anlatıların sonu olarak kendini takdim eden post-modern düşünce ile metaanlatı olarak teolojik anlatının kesinliğine karşı kendini ortaya koyan 16.yüzyıl
hümanizması arasında rahatlıkla bir ilişki kurulabilir. İki dönemde de teorik felsefe
yerine pratik felsefenin önemli olması, ilgili dönemlerdeki düşüncelerin dayandıkları
temellerin benzerliğini göstermek bakımından önemlidir.
17. yüzyıl, bilimsel ve felsefi olmak üzere, modernitenin temelini oluşturacak iki
devrimin gerçekleştiği yüzyıldır. Bu yüzyıl, bilim, metot ve doğa tasviri bakımından
modernliğin beşiğidir (Bumin, 2010: 12). Ancak, diğer başlıklarda da dikkat çektiğimiz
gibi, önemle belirtmek gerekir ki, 17. yüzyılın değerlendirilip modernite içerisindeki
yerine yerleştirilmesi bir yüzyıl sonra gerçekleştirilmiştir. Bir başka deyişle, 17. yüzyıl,
18. yüzyıl/Aydınlanma konteksti üzerinden tekstleştirilmiştir. Modernleşme sürecinin
en iyi ve en bilindik formülasyonlarından olan Aydınlanma için akıl nihai otoritedir.
Aklın nihai otorite olduğu yerde ise rasyonellik ve sekülerlik birbirini tamamlayan
şeyler olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda, 17. yüzyılın değerlendirildiği kontekstler,
rasyonel ve seküler kontekstlerdir. Ancak, devrim olarak görülen sıçramaları yapanları
kendi kontekstlerinde değerlendirdiğimizde durum farklı gözükebilmektedir. Teolojiyi
ve teolojik olanın irrasyonel (hesaplanamazlık olarak) ve bu yüzden önemsiz olduğunu
düşünen Aydınlanmacı sekülerlerin ve rasyonalistlerin, devrimci olarak selamladıkları
17.yüzyıl bilim adamları ve Descartes, ilgili devrimleri yaparken dini olanı değersizlik
alanına itmemişlerdir. Toulmin ( 2002: 34-35) bu ilgi çekici karşıtlığı şu şekilde dile
getirmiştir:
“Modern bilimin kurucuları, ateist olmak bir yana, teolojiye
ilgisiz ya da agnostik bile değildiler. Isaac Newton, fiziğinin insanlar
için “bir Tanrıya inancı göz önünde bulundurarak çalışabilmesini”
sevindirici buluyordu. Fakat o, bunu yalnızca çalışmasının sözlü bir
yorumunu yaptığı için değil, entelektüel projesinin amaçlarından biri
teolojideki Ariusçu görüşleri meşrulaştırmak olduğu için yaptı: yani
68
Üçleme doktrinini dördüncü yüzyılda İznik Konsülünde
Ortodokslaştıran Athanasius’un büyük muhalifi Arius tarafından
düşünülmüş bir şey olarak “Arianism” (Aryanizm) ini meşrulaştırmak
için. O, bu bakımdan, onyedinci yüzyıl bilim adamları arasında istisna
değildi. Keza, Gottfried Wilhelm Leibniz fizikteki açıklama tarzlarına,
Ortaçağ teologlarından herhangi birinin talep edebileceği ölçüde katı
teolojik sınırlamalar getirirken, Robert Boyle de bilimsel
çalışmalarını Tanrı’nın Doğadaki Eylemini göstermek suretiyle dini
amaçlara hizmet eden çalışmalar olarak düşünmeyi severdi.”
Bunlara, dinin toplumun başlıca birleştiricisi olduğunu düşünen ve bilimle
alakalı olarak Kutsal kitaptan alıntılar73 kullanarak uyarılar yapan, Francis Bacon’ı
(2008: 31, 33) da eklemek mümkündür. Bu bakımdan söz konusu bilimsel devrim ve
felsefi devrimi, modernliğin kendini ortaya koyarken dayandığı temeller olarak ve
kendini önceki dönemlerden ayırdığı bir ayrım noktası olarak ele almak gerekir.
1.2.2.1. Descartes’in Mirası
Modernliğin her şeyden önce bir zihniyet, dünyaya yeni bir bakış tarzı olduğunu
söyleyebiliriz. Bu tarz insanın bilebilmesi, tespit edebilmesi ve bilgiyi aktarabilmesi
bakımından mutlak bir şekilde otorite sahibi olduğu bir tarzdır. Söz konusu zihniyet
değişimi önceki başlıklarda belirtildiği üzere uzunca bir zaman dilimine yayılmıştır.
Zihniyet değişiminin toplumsal olarak kabulü, zaman olarak, uzun sürebilir. Ancak,
yine de yeni zihniyet, üzerinde yükseleceği kavramlara, metotlara ve düşünce
biçimlerine, olguları değerlendirme pratiklerine sirayet eden ilkelere bakılarak tespit
edilebilir. Söz konusu değerlendirmeler, olguların ve kişilerin modernite bağlamında
geldiği anlamlar bakımından değerlidir. Kendi bağlamında anlamı ve amacı farklı olsa
da bu durumun modernite bağlamındaki anlama halel getirmediğini önemle belirtmek
gerekir. Tüm bu tekst-kontekst ilişkisi göz önünde bulundurularak, Descartes’ın gerek
Batı’nın hegemonik gücünün oluşmasında, gerek otantik Avrupa tarihi içerisinde çok
önemli bir figür olduğu söylenebilir. Descartes’in önemli olmasının nedeni, modernliğin
başlangıcını temsil etmesiyle alakalıdır. Gerek modernite savunucuları gerek modernite
eleştirmenleri için bu durumun aynı olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, Hegel’e
73 İlgili alıntı: “Devita profanas vocum novitates, et oppositiones falsi nominis scientae” (Bayağı
sözler kalabalığından, düzmece bilimin karşı çıkışlarından sakın). Kutsal Kitap, I. Timotheus VI, 20.
69
göre Descartes, fırtınalı dönemlerden sonra ulaşılan bir ada ve ilerleme düşüncesinin
ayaklarının bastığı yer olarak görülürken; Heidegger için varlığı unutmanın, doğa
üzerindeki teknik tahakkümünün modern başlangıcını ifade eder (Bumin, 2010: 9).
Farklı bir zihniyet olarak anlamlanan modernitenin anlamları (moderniteye yüklenen
anlamlar) ne kadar farklı olursa olsun, herkes için Descartes bu çağın ilk gerçek
ürünüdür (Bumin, 2010). Umumun hem fikir olduğu üzere, bir başlangıcı temsil eden
Descartes’in neden böyle görüldüğünün ortaya konulması, ilgili konumuz olan
modernliğin daha iyi anlaşılması bakımından önemli görünmektedir.
Erken Rönesans’tan başlayarak, bilimsel alanda yapılan çalışmaların kurumsal
teolojik bilgiye bağlı kalınmaksızın gerçekleştiği söylenebilir. Bu süreçte matematik ve
astronomide önemli gelişmeler sağlanmıştır. Bu çalışmaları yapanların, bu çalışmaların
özgürce yapılmasını savunduğu, zımnen, kabul edilebilir. Bu savunmayı zımnen
yaparken, bu savunmanın belli ilkeler doğrultusunda yapılmadığını, bu yüzden de bütün
bilimlerde uygulan(a)madığını da açıkça söyleyebiliriz. Descartes’in önemi de tam
olarak bu noktada ortaya çıkar. Descartes, bu yeni dönemin aklını biçimsel olarak inşa
eden kişidir. Bu yeni akıl, gerçeklik ve bu gerçekliğe ait bilginin sorumluluğunu akla ve
dolayısıyla bu akla ulaşabilme kapasitesine sahip olan insana vermiştir. Bir başka
ifadeyle, Descartes, daha önce geçerli olan, otorite, gelenek ya da kanaatlere müracaat
temelindeki bilgiyi ortadan kaldırarak, kendi kendini de açıklayan bir şüpheyle, akıl
üzerinden yeni epistemolojik bir sistem kurmuştur. Bu sistem, modern Batı’nın dünyayı
ve kendini yorumlayış tarzıdır. Bumin’in de ifade ettiği gibi (2010: 7), bu yeni tarz
kendini evrenselci ve akılcı olarak tanımlar. Descartes’ten günümüze bilginin ele alınış
tarzları değişse de bilginin, seküler74 mümkünlüğünün temeli bakımından, Descartes’e
borçlu olduğu bir kısım her zaman olmuştur. Bu bakımdan Descartes’in bilgi teorisini,
Descartes’in mirası olarak ele almak gerekir.
Descartes’in modern dünyanın kurulmasında etkili olacak düşüncelerinin
temelinde, bir Arşimet noktası bulma arzusu yatar. Bu bir sonuç olmaktan ziyade,
başlangıç olarak gerekliliğin bulunması olarak görülebilir. Aradığı şeyin bu özelliğini,
Descartes (2020: 33) şu şekilde belirtmiştir: “Arkhimedes’in tek isteği, tüm dünyayı
yerinden oynatacak sağlam ve hareketsiz bir dayanak noktasıydı. Demek ki şöyle kesin
74 Burada kullanılan sekülerlik, bir bölüm önce de belirtildiği üzere, insan tarafından ortaya
konulabilen ve dünya içinde açıklanabilen bir şeyi işaret etmektedir. Bir başka deyişle, herhangi
teolojik/metafizik bir yetkiyle donatılmamış insanların ‘……… dır’ ya da ‘…..yüzündendir’ tarzı
cümlelerindeki kabul edilebilirliği ifade etmektedir.
70
ve sağlam minicik bir şey bulsam, benim de daha büyük keşifler için bir umudum
olabilecek.” Descartes arayışını böyle ortaya koyduktan sonra, bugüne kadar öğrendiği
bütün bilgilerden vazgeçerek arayışına başlar. Meditasyonlar kitabının girişinde bu
başlangıcı şöyle vermiştir Descartes (2020: 23):
“Bundan birkaç yıl önce, gençliğimden bu yana ne çok yanlışı
doğru olarak kabul ettiğimi, dolayısıyla bu yanlışların üzerine
temellendirdiğim şeylerin ne kadar kuşku götürdüğünü fark ettim ve o
günden itibaren bilimlerde sağlam ve kalıcı bir şey inşa etmek
istiyorsam, hayatımdaki her şeyi bir kerede kökünden söküp atmam ve
meseleye tekrar en başından başlamam gerektiğini anladım.”
Hayatındaki tüm bilgileri ya da edinimleri boşaltan Descartes, başlangıç noktası
olarak şüpheyi belirler. Şüphe, her bilgi için geçerli olan (geçilmesi gereken) bir test
işlevi olarak kurulur75. Descartes’te şüphe bir yöntem olarak vardır. Bir başka deyişle,
şüphe, en şüphe edilemeze gitmek için bir araçtır (Musgrave, 2013: 26). Descartes,
şüpheyi de şüpheye tabi tutarak, apaçık bir gerçek olarak ele alınabileceğini kanıtlar. Bu
kanıtlamada, şüpheyle düşünmek arasında bir ilişki kurulur. Descartes’e göre şüphe
etmek demek, düşünmek demektir. Başka bir deyişle, düşünme olmaksızın şüphe etmek
mümkün değildir (Sena, 1993: 510). Bu “kanıtlama gereği düşünme”, apaçık kabul
edilmesi gereken bir gerçek olarak ortaya konur. Çeşitli duyu ve zihin örnekleri
verdikten sonra, beden ile ‘ben’ arasında bir denkliğin olmadığına karar veren Descartes
(2020: 32-36), düşünme üzerinden modern düşüncenin eyleyen öznesi olarak res
cogitansı ‘ben’ olarak kurar. Descartes’e göre ‘ben’ düşüncenin/düşünmenin genel
içeriğinde zorunlu olarak vardır. Çünkü düşüncenin doğruluğuna yanlışlığına
bakılmaksızın bir düşünen olması gerekir. Bu bakımdan ‘ben’, ego cogito içerisinde, res
cogitans olarak zorunlu olarak vardır. “Düşünüyorum” ile kesinliğe ulaşan subjectum,
“Cogito ergo sum (Düşünüyorum, o halde varım)” ile ayırt edici özneye (Subjectum)
dönüşür (Yılmaz, 2009: 18). Bu formülasyonla birlikte, Modern Batı Düşüncesinin
dünya tasavvuru biçimsel olarak kurulmuş olur. Bu bakımdan dünya, bilen bir şey
75 Descartes’in şüpheciliği, tarihte, ilkeleri Sextus (2010) tarafından ortaya konan ve hiçbir
bilginin olamayacağını savunan şüphecilikten farklıdır. Hatta kimi yazarlara göre şüpheciliğin tam
karşısında yer alır. Bkz: Jesus Navarro-Reyes, “Scepticism, Stoicism and Subjectivity: Reappraising
Montaigne’s Influence on Descartes”, Contrastes: Revista Internacional de Filosofía, 15/(1-2), 2010,
s.255-258. Metodolojik şüphecilik olarak kullanılan Descartesci şüpheciliğin esas amacı kesinliğe
ulaşmaktır.
71
olarak res cogitans ve bilinen şey olarak res extensa olarak iki ayrı töz benzeri
76 şeyden
oluşan bir olgu olarak kurulur. İnsan da bu bölümleme ile hem res cogitans olarak bilgi
içerisinde özsel bir yere sahip olur hem de öznellik alanına girmiş olur (Heidegger,
1990: 41).
Descartes’in modern düşünceye bıraktığı mirasının bir kısmını, yukarıda nasıl
oluşturulduğu belirtilen bilgi teorisi yardımıyla anlatmak mümkündür. İlk miras olarak,
dünyanın özne (res cogitans) ve nesne (res extensa) olarak ikiye ayrılmasını
söyleyebiliriz. Zaman içerisinde bilgi ve gerçeklik arasındaki ilişki değişse de her
kullanan aynı anlamları vermiyor olsa da (Bernstein, 2009: 167) özne-nesne dikotomisi
bilgi konusunda varlığını sürdürmüştür. İkinci miras olarak, bilgi olarak bir şey elde
etmek için şüpheyi metot olarak kullanmasıyla, objektiflik düşüncesinin oluşumunu ve
bilgi öncesi sahip olduğumuz yargıların77 bilgiye ulaşmayı engelleyici faktörler olarak
ortaya koymasını söyleyebiliriz. Descartes’e göre apaçık olan ve doğası gereği objektif
olan bilgilere ulaşmak için üç tür yanılmadan kurtulmamız gerekir. Bunlar, soğuk, sıcak
ve karanlıkların nesnel olarak varlığına inanmak gibi çocukluk ön-yargıları; eşyayı saf
olarak bir zihnin konusu gibi kabul eden fikirlerin bulanıklığından doğan fikir
yanılgıları; dilin kötü kullanımından kaynaklı yanılgılar olarak ifade edilebilir (Sena,
1993: 508-509). Bu bakımdan, kişinin açık ve müstakil bilgiye ulaşması için gerekli
olan öznenin entelektüel arınması koşulu (Bernstein, 2009: 168), bilimin iddiası olan
nesnellik düşüncesinin temelini oluşturması bakımından Descartes’in bıraktığı çok
önemli bir miras olarak görülmelidir. Descartes’in üçüncü mirası olarak, insanı, varlık
olarak sonlu görmesine rağmen, bilgi(ler) edinmesi konusunda noksan görmemesini
söyleyebiliriz. Bu, bilginin kümülatif algılanması bakımından modern dünyada
bilimden eğitime, teknolojiden gelecek algısına her şeyi etkilemiştir. İdeolojik bir
tasavvur olarak ilerleme düşüncesi ile arasında bir ilişki kurmak da mümkündür. Çünkü
ilerleme düşüncesi, genel olarak, bilginin elde edilmesi, arttırılması ve geliştirilmesine
76 Descartes’e göre töz tanımı gereği kendi kendinin sebebi ve başka hiçbir şeye muhtaç olmayan
bir şey olarak tanımlanır. Bu tanıma uyan tek töz Tanrıdır. Descartes düşüncesinde tanrı kuşatıcıdır.
Descartes için hem res cogitans olarak ‘ben’ sonlu varlık olarak sonsuz varlığa bağlıdır; hem de res
extensa olarak doğa Tanrı’nın yaratılmış şeyler olarak kurduğu düzeni ifade eder. Bkz: Cemal Sena,
Filozoflar Ansiklopedisi, Cilt I: A-D, 1993, İstanbul, s.515. Tanrı tek töz olarak Descartes’in bilgi
teorisine karıştığı için töz benzeri şeyler ifadesini kullanma ihtiyacı duyduk. Burada belirtilmek istenen
asıl şey, birbirlerinden ayrı ve bağımsız iki farklı yeterliliktir.
77 Descartes’e göre bilgi hiç şüphelenilemez şeye bağlı olduğu için, bilginin yanlışlığından
bahsedilemez. Yanlışlar yargıların yanlışlığı olabilir. Şüphe edilemezden türemeyen ya da şüphe
edilemeze kadar götürülememiş irade olarak yargılarımız yanlış olabilir (Sena, Filozoflar Ansiklopedisi I,
1993: 505-25).
72
müteakip ulaşılan göreceli bir kıyas ölçütü olarak ifade edilebilir. İlerleme düşüncesinin
en temel varsayımının, insanın bunu gerçekleştirecek donatıma sahip bir canlı olarak
görülmesi olduğunu söyleyebiliriz. Descartes (2020: 66) bilginin artması ve insanın
noksan olmayışını şu şekilde ifade etmiştir:
“… ben artık tecrübelerimle bilgimin yavaş yavaş arttığını
biliyorum ve böyle sonsuza değin gitgide artmasına engel olacak
hiçbir şey de görmüyorum. Dahası bilgim arttıkça, onun sayesinde
Tanrı’nın bütün yetkinliklerine erişmemem için de bir sebep
göremiyorum.”
Descartes’in bilgi teorisi kapsamında ortaya koyabileceğimiz dördüncü miras,
mutlak sübjektivitenin ontolojisine ilişkindir. Bilimsel rasyonalitenin de temelini
oluşturacak bu mirası, Descartes’in yanlışın yargılara has bir yanılsama olabileceğine
dair inancının bir sonucu olarak görebiliriz. Bu, aynı zamanda, bilginin nesnelliğinden
bahsederken insani yargıların ve dolayısıyla insanın dışlanması olarak da okunabilir
(Sena, 1993: 512-513). Descartes’in yöntemine göre, sezgi ile apaçık bir şey olarak
kavranmış bilgi, dedüksiyon ile genişletilir. Bu genişletme sürecinde doğrulama ve
reddetme yargı gücü olarak kendindedir. Bu bakımdan, yanlışları yargılar alanı ile
sınırlamak, doğru metodun varlığına ilişkin bir inancı da göstermektedir. Bir başka
deyişle, metodun varlığı ve gerekliliği tartışılmazken, insanın her müdahil hareketi
bilginin mahiyetinde bir yanılsama ihtimalini doğurabilmektedir. Bernstein (2009: 169)
ilgili mirasa ilişkin Descartes’in düşüncelerini şu şekilde anlatmıştır:
“Descartes ‘fikirlerin maddi yanlışlığı’ndan söz etse de, açık
ve belirgin şekilde anlamadığım bir şeyi doğrulama ya da reddetme
iznini kendime verdiğimde, hatanın ve yanlışlığın kaynağı aslında
hatalı yargının kendisidir. Ve yargılama, istemin bir faaliyeti
olduğundan, yargıda bulunmamak her zaman benim iktidarım
dâhilindedir. Her ne kadar ‘eylemin zorunlulukları’ ve doğamın
‘kusurları’ndan dolayı, hata yapmaktan tamamen kaçınmayı
umamasam da, yine de hatalı yargılarda bulunma sorumluluğu bana
aittir.”
Descartes, her ne kadar doğruyu yanlıştan ayırt etme yetisi olarak aklı temel ilke
olarak kabul ediyorsa da aklın doğru kullanılmaması ihtimalini ortadan kaldıran bir
73
gereklilik olarak “metot”u sistemine sokar. Aklın Yönetimi İçin Kurallar kitabında
metoda dair inancını ve metodun gerekliliğini şu şekilde açıklamaktadır (Descartes’ten
akt. Russ, 2011: 146) :
“Metot sözcüğünden kesin ve basit kuralları anlıyorum; bu
kurallar sayesinde, gerektiği gibi bunlara riayet eden hiç kimse yanlış
bir şeyi doğru olarak görmez; gereksiz çabalar içerisine girip
yorulmadan, bilgilerini sürekli arttırarak, ulaşabildiği her şeyle ilgili
gerçek bilgiyi de elde eder.”
Descartes’ın Batı düşüncesine katkısı, sadece metodik şüpheciliğin geliştirdiği
bilgi teorisi kapsamında olmamıştır. Descartes’in töz düşüncesi ve mekanistik doğa
düşüncesi de modern düşüncenin içerisinde önemli bir yer doldurmuştur. Descartes’e
göre tözü olduğu gibi tanıyamayız. Her töz kendini bilinebilir kılan temel bir yükleme
sahiptir. Bu yüklem res cogitans için düşünce, res extensa için uzamdır. Bir başka
ifadeyle, ruh (ben) düşünme eylemi olmaksızın bilinebilir değilken, maddenin bütün
bilinebilir durumları uzamı gerektirir. Sena (1993: 518-519) bu durumu şu şekilde
açıklamıştır:
“Düşünceyi gerektirmeyen ve hatta düşüncenin başka bir
biçimde değişkeye uğramasından ibaret olmayan bir ruh olayı mevcut
olmadığı gibi, maddenin bütün özelliklerini ve bütün olayları da uzamı
gerektirir. Bütün bu olay ve özellikler, uzamın değişkeleri veya
yüklemlerinden başka bir şey değildir. Uzam dışında madde hiçbir şey
değildir. Düşünce devam etmediği sürece, ruh nasıl ki edilgin bir
tözden ibaret kalırsa, madde de sadece uzam olarak kaldığı sürece
pasif bir tözdür.”
Descartes’in maddeyi uzama indirgemesi fiziğin matematikleşmesini
doğurmuştur. Çünkü maddenin ne olduğuna ilişkin (tanımlanmasına ilişkin) incelenmesi
ve ortaya konulması gereken kavramlar sadece hareket ve uzama indirgeniyorsa, madde
ancak matematiksel olarak ortaya konulabilir demektir. Maddenin hareket ve uzam
üzerinden açıklanmasıyla birlikte egemen Aristocu fizik anlayışı tamamen yıkılmıştır.
Çünkü niteliksel olarak açıklanan doğa görüşü matematiksel olarak niceliğe
indirgenmiştir artık. Galileo’nun aşağıda verilen iktibasta söylediği teorik olarak
kanıtlanmıştır. Doğa matematik diliyle yazılmıştır:
74
“Felsefe gözümüzün önünde daima açık duran bu devasa
kitapta, yani Evren’de yazılıdır. Fakat bu kitabı anlayabilmemiz için,
öncelikle kitabın dilini anlamaya ve kitabı yazmak için kullanılan
harfleri tanımaya çalışmalıyız. Bu kitap matematik diliyle yazılmıştır
ve içinde kullanılan karakterler üçgenlerden, dairelerden ve diğer
geometrik şekillerden oluşmuştur. Bu karakterlerin yardımı olmadan,
karanlık bir labirentin içinde boşu boşuna dolaşıp dururuz
(Galileo’nun II Saggiatore kitabından alıntılayan Russ, 2011: 138).”
Descartes’in maddeyi uzamsal görmesinin doğal çıkarımı olarak ortaya çıkan,
doğanın devasa bir mekaniğe dönüşmesinin (indirgenmesinin) insanı doğanın hâkimi
olma yolunda motive ettiğini söyleyebiliriz. Çünkü doğanın dilini bilmek doğaya hâkim
olmak demektir. Dolayısıyla doğaya hâkimiyet, esas olarak, gerçeğe hâkimiyet
demektir. Çok geçmeden, 1687 yılında Isaac Newton modern dünyanın fizik
düşüncesini ortaya koyduğu Philosophiae Naturalis Principia Mathematica (Doğa
Felsefesinin Matematiksel İlkeleri) kitabını yayınlar. Bu kitapta göreceğimiz üzere,
Descartes’in ifade ettiği fiziğin matematik olarak ifade edilmesinin yanı sıra,
hareketlerin doğasına ilişkin söyledikleri ile de fizik düşüncesini etkilemiştir78
.
Son olarak, Batı’nın hegemonik bir güç olarak ortaya çıkmasında önemli bir
kırılmayı temsil eden ve maddi olarak da gelişmişliğinin zuhuru olarak görebilecek
Sanayi Devriminin (1760-1840) temelinde de Descartes’ın mirasını görmek
mümkündür. Descartes bu etkiyi, antik Yunanlıların eski Mısır’dan alarak geliştirdikleri
geometri ile Müslümanların geliştirdiği (Harezmi) cebiri birleştirmek suretiyle analitik
geometriyi (cebirsel geometri) kurarak yapmıştır (Kocabaş, 2017: 153). Çünkü Sanayi
Devrimi’nde çok önemli yeri olan fonksiyonlar matematiği ve yüksek matematiğin
gelişmesi ancak analitik geometri ile mümkün olmuştur.
1.2.2.2. Özne Olarak İnsanın Kurulumu
Özne Yunanca ‘dayanak’ ve ‘temel’ anlamına gelen hypokaimenon
kelimesinden yüzyıllar içerisinde değişerek günümüze gelen bir kavramdır (Cevizci,
78 Burada bahsedilen etki, Descartes’in hareketlerin sabitliğine ilişkin ortaya koyduğu düşünceler
(Hiçbir hareket kaybolmaz, hiçbir hareket yoktan var olmaz gibi) ile Newton’ın Hareket Yasalarından ‘bir
cisim üzerine dengelenmemiş bir dış kuvvet etki etmedikçe, cisim hareket durumunu (durağanlık ya da
sabit hızlı hareket) korur’ olarak ifade edilen eylemsizlik yasası arasında gördüğümüz benzerliğe
dayanmaktadır.
75
2005: 1308). Özne kavramının tarihi iki bin yıl geriye götürülebilirse de modern
felsefenin başlangıcıyla (Descartes), anlam olarak, köklü bir değişime uğrar. Kavram,
Antik dönemde, bir karakteristik, bir özellik ya da ilgili özelliğin taşıyıcılığını ifade
etmek için kullanılırken, metafizik anlamda, ilk ve orta çağ felsefelerinde, töze yakın bir
anlamı ifade etmek biçiminde, zihinden bağımsız, fiilen var olan şey olarak
tanımlanmıştır (Cevizci, 2005: 1308). Hatta modern dönemlerde özneden kesin bir
ayrıma tabi tutulan nesne, antik dönemde özne kavramıyla ifade edilen bir şeydir
(Özlem, 1997: 19-20). Özlem (1997), bunun sebebini Greklerin kendilerini gerçekliğin
içinde görmeleriyle alakalı olarak değerlendirmiştir79. Modern dönemle birlikte eskiden
beri kullanılagelen özne anlamı dönüşmüştür. Modern dönemde, Descartes ile beraber
özne kavramı, düşüncenin dayanağı ve şüphe edilemez bir şey olarak insan üzerinden
ortaya konulmaya başlanmıştır. Bu özne, düşünen80 ve bir şeylerin bilincine
varabile(n)cek bir şey olarak, modern dünyada, insanın dayanak noktasını
oluşturmuştur. Bu durum, kavramın Orta Çağda kullanılan, dayanağı ve
gerekçelendirilmesi dışarıdan olan statik anlamından niteliksel kopuşunu işaret
etmektedir. Çünkü daha önce nesnenin içinde bir özelliğin taşıyıcısı olarak anlamlı olan
kavram, nesneden ayrı ve nesneyi belirleyici bir konuma geçmiştir. Göçmen (2009: 3)
bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
“O, düşünen tözden (Ben) ve genişliği veya çapı olan tözden
bahsetmekle ortaçağ felsefesinin kategoryal yaklaşımını tersine
çevirmekte ve böylelikle, özne ve nesne kavramlarının yerlerini
değiştirip yeniden tanımlamaktadır. Descartes’ın sergilemiş olduğu
yeni felsefi yaklaşıma göre, töz kavramı bundan böyle varlığı değil,
kendi düşünsel etkinliklerinin ve isteklerinin doğrudan bilincinde olan
beni, nesne ise, ya bilincin yönelimsel içeriğini, ya da temsili sunulan
şeyi betimlemektedir. Şüphesiz, skolastik felsefeye özgü kategoryal
ilişkinin tersine çevrilmesiyle birlikte, bireyin, onun üstündeki
kurumlar karşısında gerçeği bilebileceği düşüncesi ve bu konuda
iddia ileri sürme hakkı gerekçelendirilmiş olmaktadır.”
79 Özne (subject), Latin anlamında da object olarak görülen insanın karşısında duran nesne olarak
tercüme edilmiştir. Modern dönemde, Latin anlamlarıyla object ve subject, tam anlamıyla, terse
çevrilmiştir. Özne’nin tarihinin münhasır ele alınması gereken bir konu ve ebatta olduğunu
düşünmemizden, burada ayrıntılarıyla ele alınmamıştır.
80 Burada kullanılan düşünen kelimesi, Descartes’in yanılsamalardan uzak, tek şüphe edilemez
şey olarak ortaya koyduğu düşünmenin faili olarak kullanılmıştır.
76
Modernitenin yarattığı insanın belirleyici tanımı, genel olarak, özne dolayımı ile
verilir. İnsan tanımının özne üzerinden verilmesinin sebebi, modern felsefenin kurucusu
Descartes’in, özne – nesne ayrımı üzerinden, şüphe edilemez bir şey olan ‘ben’i ortaya
koyması olarak düşünülebilir. Böylelikle modern düşüncenin birikimleri özne üzerinden
insana yüklenir. Önceki başlıklarda da belirttiğimiz üzere, moderniteyi oluşturan
süreçlerde bilginin daha önceki kurumsal dayanakları insan lehine yıpratılmıştır. Akıl
üzerinden insanın özneleştirilmesi süreciyle de bilginin dayanak noktası “akıl sahibi
insan”a dönmüştür. Özne bu anlamda akıl sahibi modern insan olarak düşünülebilir.
Ricoeur’ün, “Latincede “subjektum” anlamına gelen “özne”nin her şeyi kendisinde bir
araya getiren, üstünde toplayan zemin veya dayanak anlamlarını karşılayan bir sözcük
olduğuna” işaret etmesini de bu kapsamda değerlendirebiliriz (Ricoeur’den akt.
Kahraman, 2013, s. 9). İnsanın şüphe edilemez bir şey olan ‘ben’ şeklinde kurulması,
insanın, özne olarak kurulumunda bir boyutunu verir. Bunu içsel boyut olarak
değerlendirmek mümkündür. Çünkü Descartes’in de ortaya koyduğu üzere, bu boyut
içsel bir sürecin sonunda ulaşılabilen bir kazanım olarak karşımıza çıkar. Diğer boyutu
genel olarak “akla sahip olma” olarak düşünebiliriz. Bu boyut, umumiyetle, dünyaya ve
öteki insanlara karşı eylemlerimizde ‘ben’in kendini gösterme tarzı olduğu için, dışsal81
boyut olarak değerlendirilebilir. Modern akıl olarak ortaya koyduğumuz şey hem
öznenin özelliğidir hem özneyi biçimlendirici bir şeydir82, hem de özneden yola çıkarak
dünyayı biçimlendirici bir imkânı83 içinde barındırır. Aklın bu biçimlendirici yapısı
sebebiyle, öznenin, aynı zamanda, ilgilendiği şeyleri kendine mâl etme özeliğine sahip
olduğunu söyleyebiliriz. Öznenin akıl yardımıyla ve akıl üzerinden tanımlama, anlama
gibi çevresini (nesneleri) edilgenleştirerek var olması, özneyi ontolojik ve epistemolojik
bir karaktere büründürmüştür. Bir başka deyişle, genel olarak öznenin ya da özel olarak
aklın, varlığı/varlıkları nesneleştirebilirliğinden bahsetmek mümkündür. Bu
nesneleştirmenin, esas itibariyle, bir isim koyma, adlandırma ve anlamlandırma hareketi
81 Burada kullanılan dışsal sıfatının paradoksal çağrışımlarını belirtmek gerekir. İnsanın dünya ve
diğer insanlarla ilişkisinde, benin kendini gösterme tarzı olarak, öznel bir çağrışıma sahipken; benin
herkesce bir ve aynı anlama gelme isteği olarak da nesnel çağrışıma sahiptir. Bu durum, esas olarak, 16.
Yüzyıl hümanizmasını yedekte tutan 17.yüzyıl kesinlik iddiasını ifade eder. Bu durum, çelişik gibi duran
şu iki davranışın birleşimiyle açıklanabilir. İlkin, insan, insanın üzerinde, onu sınırlayan, ona anlam veren
kurumsal bir otoriteyi kabul etmez. İkincisi, insan, bahsi geçen otoriteler dışında, gücünü tamamen
insandan ve onun kurduklarından alan bir otoriteyi benimseyebilir.
82 Foucault’un özneyi, özneleştirilmiş bir şey olarak, bir bağıntıya tabi olarak okumasını da bu
anlamda değerlendirebiliriz. Ayrıntılı bilgi için Bkz: Michel Foucault, Özne ve İktidar, 2014, İstanbul.
83 Bu imkânı büyük anlatıların dayandığı bir zemin olarak düşünebiliriz. Post-modern
düşüncenin de esas olarak, öznenin bu boyutunun sonunu ilan ettiğini bu noktada belirtmek gerekir.
Nietzsche’nin üst-insan’ını (übermensch) da bu imkânlardan kurtulmuş (!) biri olarak okuyabiliriz.
77
içerisinde anlam bulması Özne’nin modern dönemdeki ontolojik ve epistemolojik
boyutunu ortaya koymaktadır. Öznenin adlandırma ve anlamlandırması, bu bakımdan,
öznenin nesneyi kendine mâl etmesi olarak düşünülebilir. Bu anlamda nesne, öznenin
kendine mal ettiği şeyleri ya da mâl edebileceği şeyleri ifade eder. Bir başka deyişle,
aklın içkin olduğu öznenin kendine mâl ettiği/edebileceği şeyler nesnelerdir.
Heidegger’in (2004: 247) söyleyişi ile “Şeyler öyledir, çünkü öyle oldukları söylenir.”
Öznenin adlandırmasını ya da şeyleri (thing) adlandırdığına tabi kılmasını öznenin
bahsedilen ontolojik yönünün görünürlüğü olarak düşünebiliriz. Bir başka deyişle,
öznenin bu özelliği modern yapılanmanın epistemik-ontik temelini oluşturmaktadır. Bu,
Foucaultcu anlamda, kendine mâl etme girişimidir ve özünde bir iktidar mücadelesini
barındırır. Bu adlandırma fiilinin hegemonik bir güç oluşturması oryantalizm,
kolonyalizm, post-kolonyalizm gibi çalışma alanlarında önemli bir yer tutmaktadır.
Loomba (2000: 82-83) bilimin bile, tanımlayan/açıklayan doğası gereği bu hegemoninin
içinde olduğunu söylemesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Foucault da aynı
doğrultuda, gerek Hapishane’nin Doğuşu (2013) gerekse Deliliğin Tarihi (2020)
kitaplarında, insanın sistemler ve söylemler üzerinden nasıl normalize edilip tahakküm
altında tutulduğunu ortaya koyar. Said (2016: 30-31) de benzer şekilde, adlandırma ve
anlamlandırma ile alakalı dilin gücünü anlattığı şu satırlarda, öznenin yaratma imkânını
gözler önüne sermektedir:
“Dilin son derece iyi örgütlenmiş, şifrelenmiş bir dizge
olduğunu bir kez daha tanıtlamak gereksiz. En azından yazılı dilde,
hiçbir durumda, mevcut bir varlık yoktur, yeniden var olma ya da
temsil edilme vardır.”
Özne olarak insandan bahsettiğimizde, esas olarak, Batı düşüncesinin ve bu
düşüncenin ayırıcı özelliği olarak modernite düşüncesinin ürününden bahsediyoruz. Bu
bakımdan, özne olarak insanı oluşturan temel özelliklerin, modern düşüncenin
özelliklerinden ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bunları, yukarıda belirttiğimiz üzere,
sekülerlik ve kesin bilgiye ulaşılabilmesine dair inanç olarak özetleyebiliriz. Başka bir
ifadeyle, özne olarak insanın en temel özellikleri, bilginin, metafizik anlamları dâhil,
insanın anlatabilme kapasitesi içerisinde olması ve mutlak bilgiye ulaşabilmeye dönük
inançlar olarak özetlenebilir. Özne’nin en önemli özelliklerinden biri olarak ortaya
koyduğumuz akıl, ister bilgiye empirik deneylerle ulaşacağını düşünsün, ister bilginin
kaynağını düşüncede ve zihinde görsün, isterse de bilginin sezgiden kaynaklandığına
78
inansın, her varyantta yukarıda belirtilen iki özellik içinde yer almaktadır. Bu anlamda,
modern özne olarak insandan bahsettiğimiz zaman, bilgiye hâkim olabilmesinin (hem
anlatabilme hem de ulaşabilme bakımından) imkânı olarak dünyaya karşı hâkimiyet
iddiasında bulunan bir akıldan bahsetmekteyiz. Bu bakımdan, Aydınlanma, ilerleme,
gelişme, kalkınma gibi modern politik siyasaların ontolojisini oluşturan modern özne
düşüncesi, aynı zamanda, hegemon olarak Batı düşüncesinin de merkezinde yer
almaktadır.
1.2.3. Aydınlanma ya da Aydınlanmalar
Aydınlanma ya da Aydınlanmalar84, esas itibariyle, Batı’nın on sekizinci yüzyıla
değin geçirdiği otantik dönüşümün bir hikâyeye oturtulmasını ve bu hikâyenin
tarihselliğinden kopartılması sonucu oluşan evrensellik iddiaları ile ihraç edilebilecek
formların oluşması bakımından, modernitenin modern olma tarzlarını göstermektedir.
Aydınlanma deyince, esas olarak, on sekizinci yüzyılda85 insanın, aklı en üst otorite
yaparak eskiden kalma vesayetlerden kurtulmasını ifade eden bir hareketi anlamamız
gerekir. Bir başka deyişle, Aydınlanmanın, eskinin otoritelerinden, akıl yardımıyla,
kurtulmayı ifade ettiğini söyleyebiliriz. Benzer doğrultuda, Cevizci (2005: 175-176)
Aydınlanmayı insan yaşamında aklın yönetici ve yönlendirici olma sürecini ifade eden
bir hareket olarak tanımlar. Bununla birlikte, Aydınlanma, genel olarak, otorite karşıtı
bir hareket olarak nitelendirilmez. 16. Yüzyıl içinde bahsettiğimiz hümanizma ile de bu
noktada ayrılır. Çünkü Aydınlanmada kilisenin ve İncil’in otoritesine karşı olunurken,
akıl, tabiat, deney, kültür gibi seküler otoriteler makbul ve meşru görülür (Becker,
2003). Bu bakımdan, kendinde ya da pasif bir savunmanın aksine bir amaç
doğrultusunda eylemi öngören bir hareketi nitelediğini söyleyebiliriz. Bu hareketin
amacını Çiğdem (2013: 13-14) şu şekilde vermektedir:
“Bu hareketin amacı, insanları, esasta “kötü”, bu nitelikle
“kötüleştirici” olduğuna inanılan mit, önyargı ve hurafenin
(dolayısıyla da bunları üreten ve kurumsallaştırdığı varsayılan kurulu
dinin) temsil ettiğine inanılan “eski düzen”den kurtararak, yine esasta
84 Burada bahsedilen aydınlanmalar esas itibariyle Fransız Aydınlanması, İngiliz
Aydınlanması/İskoç Aydınlanması, Alman Aydınlanmasıdır. Bunlara kısmen, adı geçen
Aydınlanmalardan ödünç aldıklarını kamusal kılan Amerikan Aydınlanmasından da eklenebilir. Bkz:
Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, 2013, İstanbul. s. 75.
85Buradaki tarihleme genel bir tarihleme olup, spesifik olarak 1700 ile başlayıp 1800 ile biten bir
tarihsel aralığı göstermemektedir. Yaygın kanı olarak kabul edilen, Aydınlanmanın 1688 Devrimi ile
başlayıp 1789 Fransız Devrimi ile bitmesi de bunu göstermektedir.
79
“iyi” ve “özgürleştirici” olduğu çekincesiz kabul edilen “aklın
düzeni”ne sokmaktır.
Aydınlanma yüzyılının birleştirici ve merkezi bir yerini dolduran akıl (Cassirer,
2009: 3-4), tevarüs edilmiş bir şeyi temsil etmemekteydi. Akıl, bir kazanım olarak ve
dünyanın yeniden kurgulanmasında/anlamlandırılmasında/keşfedilmesinde kullanılan
bir ifşa etme tarzı olarak vardı (Cassirer, 2009). Aklın bu tarzının doğal sonucu olarak
aydınlanma, eylemde ve yeniden düzenlenmede görünür kılınan bir dönüşüm ve
hareketi ortaya koymaktaydı. Aklın bir kazanım olarak anlamlandırılması ve kazanım
olarak aklın hayata uygulanması kapsamında Aydınlanma, bize, birden çok
aydınlanmanın imkânını vermiştir. Aydınlanmalar olarak ifade ettiğimiz şey de esasen,
budur. Akıl, ister Fransız Aydınlanmasındaki rasyonalistler gibi kullanılsın, ister tam
tersi olarak düşünülen İngiliz Aydınlanmasındaki empiristler gibi deneyden çıksın,
isterse de Alman Aydınlanmasındaki gibi gerçek olanın rasyonel kılınmasına hizmet
etmek için motive edilsin (Hampson, 1991), her durumda, Aydınlanmaların temel
özelliği olarak bir otorite şeklinde merkezde kurulmaktadır. Aklın merkezde kurulması,
bireye hem özel amaçları için bir yol hem de tümel insanlık kavramına ait sorumlu bir
entite olma hakkı vermektedir. Bu bakımdan, Aydınlanma aklın bu tarz kullanımını
mümkün kılacak toplumsal bir dönüşümü imlemektedir. Foucault’nun (1986: 37-38)
Aydınlanmayı insanlar arasında aklın bu tarz konumlandırılmasının ve kullanılmasının
içselleşmesi/makul bulunması86 olarak görmesini de bu kapsamda değerlendirebiliriz.
Bu bakımdan aklın merkeze alınması, esas itibariyle, aklın kelamdan kopmasının
meşruiyeti olarak bir anlama sahip olması demektir.
Batı’da yaşanan bir akıl çağı olarak Aydınlanma, toplumsal olarak değerlerin ve
sistemlerin dayanaklarının akıl ve insan lehinde değişmesi olarak tanımladığımız
Modernite kavramının batılı örneklerini oluşturmaktadır. Batı dışı toplumların
modernleşmelerini bu tarzların ilgili toplumların kendi içinde yeniden üretilmeleri
olarak görebiliriz87. Önceki başlıklarda da aktarıldığı üzere, modernitenin ortaya
86 Foucault’nun bahsettiği esas olarak içselleşme ya da kabul etme gibi niteliksel bir
onaylamadan ziyade, formal bir şey olarak, iki fiilin ortasına denk gelecek bir kavrama denk düşmektedir.
Bu yüzden ilgili metinden yapılan alıntıyı da buraya eklemek istedim: “There is Enlightenment when the
universal, the free, and the public uses of reason are superimposed on one another.”
87 Devletlerin ilgili tarzları bir bütün olarak ithal ettiğini söyleyemeyiz. Örneğin Türkiye
özelinde, Cumhuriyeti kuranlar için Fransız aydınlanmasının baskın olduğunu söylenebilirken,
muhafazakâr olarak adlandırabileceğimiz Dergâh mecmuası çevresine (Yahya Kemal, Şekip Tunç,
İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, sonraları Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurettin Topçu gibi isimler) Bergsonculuk
üzerinden (sezgicilik) Alman aydınlanmasının baskın olduğunu söyleyebiliriz.
80
çıkmasını etkileyen her şeyin Aydınlanmaları da etkilediğini söyleyebiliriz. Bu
bakımdan, Aydınlanma, daha geniş açıdan bakıldığında, Avrupa’da 15. Yüzyıldan
itibaren gerçekleşmekte ve Avrupa’yı dönüştürmekte olan gelişmeleri takip eden
olayların 18. Yüzyıla gelindiğinde entelektüel, kültürel ve felsefi zirveye ulaşmasına
işaret eden bir durumdur (West, 2008: 25). Bu bakımdan, Batı Modernitesi’ni oluşturan
süreçler, aynı zamanda, modernite tarzları olarak Aydınlanmaları etkileyen süreçler
olarak ele alınabilir. Zaten, öz olarak, moderniteyi oluşturan süreçleri sekülerlik ve aklın
belirleyiciliği/merkeziliği yedeğinde özneleşme süreçleri olarak düşünürsek,
Aydınlanma düşüncesi ile modernite düşüncesinin iç-içeliğini ortaya koymuş oluruz.
Aydınlanmanın, modernitenin oluştuğu sürecin zirvesini temsil etmesi, esas
itibariyle, aydınlanmayla beraber Batı modernliğini görünür kılan değişimlerin
gerçekleşmesi ile alakalıdır. Bu zirve, diğer bütün süreçleri anlamlı kılacak
değişimlerin, kurumsal dönüşümlerin gerçekleşmesini ifade etmektedir. Bu değişim ve
dönüşümü Aydınlanma dönemi içinde gerçekleşen devrimlere (1688 Muhteşem
Devrim, Amerikan Devrimi, Fransız İhtilali) bakarak da görmek mümkündür. Bu
değişim ve dönüşümü niteleyen, Diderot’un 1760’larda kullandığı, ‘Aydınlanmış
Despotizm’ kavramını da aydınlanmaya mündemiç yönelimi göstermek bakımında
örnek olarak verebiliriz. Diderot, bu kavramı Prusya, İspanya ve Avusturya gibi
ülkelerdeki liderlerin toplumu Aydınlanma felsefesi ilkelerine yaslanmış bir zeminde
dönüştürmeye çalışmalarını ifade etmek için kullanmıştır (Çiğdem, 2013: 28).
Copleston’un (1989: 11-12) Fransız Aydınlanması’nın, kurumsal otorite olarak kilise ve
politik kurumları deviren ve devrime giden yolu oluşturduğunu söylemesini de bu
kapsamda değerlendirmek gerekir88. Batı dışı toplumların modernleşmesini de
modernleşmenin otantik sürecinden kopmuş aydınlanma girişimleri olarak düşünmek de
bu zaviyeden makul gözükmektedir. Çünkü gerek modern devleti oluşturma ve
yapılandırma girişimlerine gerekse (hatta) dinin tekrardan ele alınma tarzlarına
bakıldığında aklın yol göstericiliğinde belirli bir ilerleme amacının batı-dışı
modernleşmelerin ana çizgisini oluşturduğunu söyleyebiliriz.
88 Bununla birlikte önemle belirtmek gerekir ki Aydınlanma düşünürlerinin, esas olarak
eleştirdikleri ve değişime uğratmak istedikleri şey kurumların meşruiyet kaynaklarıydı. Nitekim aklı,
dünyayı ‘iyi’ doğrultusunda dönüştürmek için seküler olarak kullanan bu düşünürler, farklı politik
sistemleri savunabilmişlerdir. Örneğin, Voltaire’i kraliyet yanlısı, Montesquieu’yu parlamentarist,
Rousseau’yu cumhuriyetçi olarak görmek mümkündür (A. Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İstanbul,
2013, s. 36).
81
Kant 1784 yılında yazdığı ‘Aydınlanma Nedir?’ adlı ünlü makalesinde
Aydınlanmayı “insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumu”dan
kurtulma olarak tanımlamıştır. Bu ergin olmayış durumunu ise, “insanın kendi aklını bir
başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışı” olarak açıklamıştır. Söz
konusu ergin olmayıştan çıkışa içkin toplumsal, ekonomik, kültürel dönüşüm, daha
sonraları, Batı’nın özbilinç olarak ortaya koyduğu modernleşme kavramıyla iç içe
görülebilir. Yaşamın içinde gerçekleşen, göreli olarak planlanmamış, ajandası olmayan
bu gelişmelerin, sadece değişme olarak değil de modernleşme süreci olarak anılmasının
sebebi aklın bir başkasının kılavuzluğundan kurtulma sürecinde rasyonalitenin oynadığı
rolle ilişkilendirilebilir. Bunu, en iyi, Weber’in Batı toplumunun gelişimini “formal
rasyonalizasyon” süreci olarak değerlendiren sosyolojik yaklaşımında görebiliriz
(Whimster ve Lash, 2014). Benzer şekilde, Kant’ın ilgili makalesinde ve aydınlanma ile
alakalı diğer metinlerinde de aydınlanmanın akıl temelli yeni bir kavrayışı/algılayışı
ifade ettiğini ortaya koyar. Bu bağlamda, modern dönemde ilke olarak sadece tek doğru
bir hayat biçimi bulunmaktadır; o da aklın ortaya koyduğu doğru hayat olarak ifade
edilebilir. Dolayısıyla her insanın tek bir amacı vardır o da rasyonel yöndedir. Bütün bu
rasyonel varlıklar neticede tek bir evrensel uyumda biraraya gelecektir. Bütün
çatışmalar ve trajediler ise, aklın irrasyonel ile olan çatışmasının neticeleridir. İnsanın
tümüyle rasyonel hale gelmesi neticesinde bu meselelerin kökten çözülebileceğine
inanılmıştır (Arslan, 2015: 50, 272). Aydınlanma, bu bakımdan, dünyanın her anlamda
yeniden yaratılması/üretilmesi demektir. Bu açıdan rasyonalizasyon süreci olarak
aydınlanma her alanda kendini gösterecek bir değişimi de işaret eder. Bu bakımdan,
rasyonalizasyona dayanan aydınlanmanın, Weber’in “büyünün bozulması” dediği şeyin
meşru zeminini oluşturduğu söylenebilir.
Felsefi hümanizmayı da içine katarak evrensel hakikat iddialarında bulunmaya
başlayan modern düşünce, aydınlanma ile aklı her yerde meşru otorite olarak görme
talebi geliştirmiştir. Bunu bilginin meşruiyeti zemininde şöyle belirtmek mümkündür.
Her ne kadar şu anda modern bilim olarak gördüğümüz, yönteme ve değerden yoksun
sistematik bir çalışmaya dayanan bilimler ilk olarak Bacon gibi filozoflar tarafından 16.
Yüzyılda dillendirilmiş olsalar da ancak Aydınlanma ile Bacon’ın geleneksel ahlak ve
dini bilgeliğe karşı “bilgi” dediği şeyin meşrulaştırılması mümkün olmuştur (Oakeshott,
1962: 15). Meşruiyetini kendi üretim yolundan ve akıldan alan bu “bilgi”, bulgularını,
artık ne vahye dayalı dinle ne de kurumsallaşmış bir otoriteyle uzlaştırma
82
zorunluluğunda hisseder. Modernleşme’nin Batı’nın hikâyesi olmaktan çıkıp (çıkarılıp)
insanoğlunun hikâyesine dönüşmesinin (dönüştürülmesine) en önemli iletkenini de
bilginin bu tarzda kabul edilmesi olarak görebiliriz. Bu bilgi tarzı, gelişmişlikle illiyet
kurulacak bilim ile yeni dünyanın değişim dinamizmasını oluşturmuştur. Yeni bilgi tarzı
temelinde akla artarak yapılan vurgu, geleneksel meşruiyet kurumlarını her alanda
yıpratmış ve akıl merkezinde yeniden üretilmeye zorlamıştır. Dünya artık ahlaki ve dini
manayla dolu olan anlamlı bir düzen değil, fakat Charles Taylor’un (1975: 4) sözleriyle,
“Son tahlilde, çerçevesi empirik gözlem yoluyla ortaya konulacak olumsal
bağlantıların” olduğu bir dünyadır. Bu, dünyanın insan tarafından tanımlanmasının ve
dolayısıyla ele geçirilmesinin meşruiyetini işaret etmektedir.
Aydınlanma ve etkileri üzerine düşünürken kaçınılmaz olarak tarihin anlamı
üzerine de düşünmek icap eder. Aydınlanma düşüncesi, ihraç/ithal edilirken ya da zorla
kabul ettirilmeye çalışılırken de her zaman tarihin ilerlemeye dönük zemini üzerinden
kendine anlam bulur. Kadim Grek ve Roma’nın genellikle ilerleme fikrine yabancı
oldukları kabul edilir ve tarih üstüne düşünceleri çevrimsel bir mahiyete sahiptir
(Arslan, 2015: 52-55). Olumlu olmaktan ziyade bozulmaya dönük bir zaman algıları
vardır. Hıristiyanlıkla beraber, tarihsel anlam bakımından, tarihe müdahaleci bir
hususiyet taşıyan ve mesihçi-kurtuluşçu öğretiye geçildiği söylenebilir (Arslan, 2015:
54, 56). Bir başka deyişle, Hz. İsa’nın gelişiyle tarih kavrayışı Hz. İsa merkezli ve
amaçsal bir şeye dönüşmüştür. Hıristiyanlığın önerdiği tarih ve kozmoloji de
modernleşme süreçleri denilen 15. Yüzyıldan başlayarak, çeşitli yıpranmalara maruz
kalmış ve insanın tasavvurundaki eski gücünü kaybetmiştir. Nasıl ki çevrimsel ve yer
yer olumsuz olan kadim Grek ve Roma’ya ait olan tarih anlayışı, Hıristiyanlığın ortaya
çıkışıyla beraber yerini teolojik amaçsal bir anlayışa bıraktıysa; Hıristiyanlığa ait tarih
tasavvuru da Aydınlanma’yla beraber teolojiden uzak, doğrusal, ilerlemeci bir anlayışa
yerini bırakmıştır (Arslan, 2015: 58). Bir başka deyişle, modernlikle beraber, Hıristiyan
tarih anlayışı sekülerize edilerek, insanın, kurtuluşunu kendi eline aldığını
söyleyebiliriz.
Aydınlanma düşüncesi beraberinde ilerleme düşüncesini ve tarihin bu şekilde
kavranışını getirmiştir. Bu noktada ilerleme düşüncesinin yıprattığı/sorgulattığı/ve hatta
yıktığı şeyler, modernitenin kaosa sebebiyet verdiği batı-dışı toplumların analizinde
önem arz etmektedir. İlerleme düşüncesi batı-dışı toplumlarına modernitenin giriş
yüzüdür. Bu kavramın anahtar görüntüsünü Türkiye/Osmanlı modernleşme süreci
83
örneğinde çok rahat bir şekilde görebiliriz. Osmanlı’nın Batı’dan daha güçsüz konuma
geldiğini anlaması, önceleri naif biçimde askeri açıdan geri kalındığını düşünmekle
başlamıştır. Bu düşünce naiftir, çünkü basitçe galiplerin daha güçlü olduğunun tespitiyle
alakalı bir şeydir. Ancak, bununla bağlantılı ilerlemenin Batı’nın örnek alınarak
yapılacağını düşünmek ve bu doğrultuda ilerleme reçeteleri uygulamak konusu
naiflikten çıkılan bir durumu işaret eder. İttihad ve Terakki bir örgütlenme olarak bunun
en açık örneğidir. İlerleme düşüncesi her düşünce gibi varlık alanına çıkarken bir dolu
kavramın, kabulün omuzlarında yükselmiştir. Varlık dünyası Batı’nın tarihsel
tecrübesiyle alakalıdır. Bu bakımdan, varlık dünyasını din aracılığıyla anlayan bir
toplumda bu yeni kabullerin anlamsal kaosları beraberinde getireceği açıktır (Arslan,
2015: 40). Bu iki dünyanın karşılaşması her alanda sorunlu olmaya mecburdur. İki
dünyanın da sözcüleri, kurumları, yapılanmaları farklıdır. Örneğin, modernleşme ve
ilerlemenin anlamını değerlendirenler/geliştirenler modern bir sınıf olarak entelektüeller
iken, varlığı din üzerinden anlamlandıran toplumlarda bu görevi din adamları yapar. İki
grubun sözcüleri de içinde bulundukları varlık alanının açık, kapalı kabullerini varsayar
ve meşruiyetini bu kabullere göre değerlendirirler. Muhataplarına da bu kabuller
üzerinden düşünmeyi salık verirler. Bu bakımdan, modern dönemle beraber ortaya çıkan
entelektüeller, selefleri din adamlarına göre, bağlı oldukları belirli bir metin, belirli bir
sınıra sahip değillerdir. Descartesçı ‘ben’ gibi her şeye şüpheyle bakıp, aklın yol
göstericiliğinde geniş bir alana sahiplerdir. Bu bakımdan, din adamları gibi Tanrı’nın
gönderdiklerini tefsir etmek görevi üstlenmemiş bizzat Tanrı’yı ikame etmişlerdir
(Johnson, 1990: 4). Entelektüellerin sorumlulukları akla karşı olduğundan batı-dışı
toplumlarında gerçekleşen modernleşmenin öncüleri her zaman ‘topluma karşı yabancı”
suçlamasıyla karşılaşmışlardır. Akıl dışında toplumda geçerli olan değerlerle
ilgilenmeyerek yeni bir özgürlük/özgürleşme tanımı yapmışlar, ilerleme düşüncesi
marifetiyle tarihi insanın ders alacağı bir “tecrübeler müzesi” olmaktan çıkartmışlardır.
Tarihselcilik bir yöntem olarak bu düşüncenin en tipik yaklaşımlarından biri olarak
görülebilir. Lowentha’nın sözleriyle, “ilerleme insanın geçmişini yabancı bir ülkeye
dönüştürmüştür” (Lowentha’dan akt. Arslan, 2015: 59). İlerleme düşüncesi beraberinde
geçmişe menfi geleceğe ise müspet bakar. Modernitenin değiştirici unsurunu da tam
olarak burada taşıdığı söylenebilir. Olumsuz olarak baktığı geçmiş, gizlisinde bir
arkaiklik perspektifi taşırken, bu dönemin oluşturduğu kurumlar
değiştirilmesi/düzeltilmesi gereken şeyler olarak ele alınır.
84
İlerleme düşüncesi saklı/açık modern düşünürlerin teorilerinde de kendini
gösterir. Aydınlanma düşünürleri, modern sosyal bilimlerin kurucu babaları bu
kapsamda toplum/tarih teorilerini, modern bilimin bilme biçimi olarak, tarihi mezkûr
ilerleme fikri doğrultusunda bölerek kurarlar. Bu durum, toplumun/tarihin
anlamlandırılmasına/sınıflandırılmasına teleolojik fikirlerin yansıması olarak da
okunabilir. Bu kapsamda örnekler şu şekilde verilebilir:
• Max Weber: Geleneksel toplum (geleneksel duygusal eylem) ➔
Rasyonel toplum (rasyonel eylem)
• Saint-Simon: Tanrıcılık etrafında şekillenen kölecilik ➔ teizm
etrafında şekillenen feodalizm ➔ pozitivizm etrafında şekillenen sanayi
• Auguste Comte: Teolojik evre ➔ metafizik evre ➔ pozitif evre
• Herbert Spencer: homojenlikten/basitlikten/askeri düzenden➔
heterojenliğe/karmaşıklığa/sanayi düzeni
• Emile Durkheim: Mekanik dayanışmacı toplumlardan ➔ organik
dayanışmacı topluma
• Karl Marx: İlkel/komünal toplum ➔ köleci toplum ➔ feodalizm
➔Kapitalizm ➔ sosyalizm ➔ komünizm
Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Burada ortaya konulması gereken şey, bütün
bir tarihin tanımlama eliyle, sahip olunan ve hüküm verilebilen bir nesneye
dönüşmesidir. Bununla beraber, buradaki bir diğer önemli kısım, geçmişten fışkıran ve
insanın kökleri olan varlık telakkisinin kaosa gebe biçimde kopmasıdır. Geçmişten
fışkıran hakikatler ise tarihselleşir. Tarihselleşen şeyin hakikati ise kendi tarihinin
hakikati olarak sınırlandırılır. Bu durum her zaman geçerlilik iddiasında bulunan
dinler/inanışlar söz konusu olduğunda çok ciddi cedelleşmeleri doğurur.
Aydınlanmanın, yukarıda da belirtildiği üzere, her şeye şüpheyle bakan ve dini
angajmanlarından arınmış insanı/öznesi için hakikatin verililiği söz konusu
olmadığından, bu durum onların mutsuzluğuna sebep olmaktan ziyade, mutsuz olanları
mesele (!) olarak görmelerini doğurmuştur. Denilebilir ki, aydınlanmaya içkin
öznenin/bireyin/insanın mutluluk anlayışı ihtiyaçlarına, arzularına mündemiç değiştiği
için, insan geçmişinden kurtulabilmek ve bu mutluluğu elde edebilmek için bulabileceği
bütün iyileri ve iyimserliği ilerleme fikrine yerleştirmiştir (Arslan, 2015: 63). İlerleme
düşüncesinin insanların tasavvurunda meşruiyetini fen ve dini referanslarla kader olarak
85
bilinen hastalıkların tedavisinde elde edilen buluşlardan aldığı eklenmelidir. Teknolojik
yenilik ile ilerlemenin beraberliğinde ilk akla gelen örnek matbaanın icatıdır. Daha
sonra ateşli silahlar, buharlı motor ve elektriğin icadı da bunlara örnek olarak verilebilir.
Her yeni teknolojik icat hem ilerlemenin bir kanıtı olarak görülmüş hem de bunun
insanı bulunduğu durumdan daha iyi bir üst duruma taşıyıp götürmekte olduğuna
inanılmıştır (Arslan, 2015: 50). Bu bakımdan Ellul’ün (1980: 202) modern devlet biçimi
olan ulus-devletin aynı zamanda teknolojiye dayalı bir toplum ya da teknolojik bir
toplum olduğu düşüncesi anlamlıdır. Türkiye özelinde bunu görmek çok daha kolaydır.
Osmanlı devleti modernleşme sürecine askeri mağlubiyetlerin önüne geçilmesi
arzusuyla modern Batı’nın gerisinde kalındığını kabul ederek başlamıştır. Burada
ilerleme düşüncesinin konumlandığı yer teknolojik gelişmelerdir. Nitekim hâlihazırda
insanların kabul ettiği ilerleme düşüncesi de teknolojik yeniliklerle doğrudan
bağlantılıdır.
Sonuç olarak, Aydınlanma ve modernleşmeyi, Batı’nın aklı referans alması, aklı
referans alan özne-bireyin oluşması, özne-bireyin dünyaya bakışı ve varlığı farklı
şekilde yorumlaması, zamanın tarihselleştirilerek ilerleme düşüncesinin hâkim
paradigma olması, insanın bu bakışının mevcut kurumları sekülerleştirerek
dönüştürmesi ve bunlarla ilişkili 15. Yüzyıldan itibaren Batı’nın tecrübe ettiği dönüşüm
olarak özetleyebiliriz. Yukarıda bahsedildiği üzere, bu dönem içerisinde öne çıkan
kavramlar, kavramsal olarak modernite/aydınlanma sürecinde ortaya çıkan kavramlarla
etkileşim içinde ve onlarla anlamlı olan kavramlardır. Bu bakımdan, bu kavramlara
ilişkin kavrayış epistemolojik; bu kavramlar vasıtasıyla varlığa gelen şeylere ilişkin
kavrayış da ontolojik bir bakışı zorunlu tutar. Bu kapsamda Batı-dışı toplumlarda bu
bakışların eksikliklerinin, modernleşmeyle ilgili sorunların dinamiğini oluşturduğunu
söylemek mümkündür.
1.4. Modernizm ve Oryantalizm
Modernite kavramı, Batı’nın kendi tarihi içinde ortaya çıkmış otantik ve
ajandasız89 bir değişimi ifade ederken, modernizm, modernleşme bilinci ve
modernleşme amacıyla değişimin gerekliliğini içeren bir anlama sahip bir kavramdır.
Modernizm bu bakımdan, modernlik bilincinin evrenselleştirilmesi yönünde bir hareket
89 Burada kullanılan ajanda, kısmi amaçlar için yapılan ajandalar dışında, modernlik ajandası gibi
bir ajandanın yokluğunu ifade etmektedir.
86
olarak okunabilir. Bir başka deyişle, modernizmin, Batı’nın otantik dönüşümünün
dünyadaki diğer değişimlere temel ve meşruiyet sağladığına/sağlayacağına dair
gizli/açık bir inancı taşıdığı söylenebilir. Bu bakımdan modernizm idealler ve kabullere
dayanan bir düşünce biçimidir. Bu ideal ve kabuller, genel olarak, batı modernliğinin
zirvesini temsil eden aydınlanma ile irtibatlandırabileceğimiz ideal ve kabullerdir.
Cevizci (2005: 1185) modernizmin bu muhtevasını şu şekilde ortaya koymaktadır:
“Modernizm Aydınlanmayla birlikte gerçekleşen entelektüel
dönüşümün ortaya çıkardığı dünya görüşünü, hümanizm,
dünyevileşme ve demokrasi temeli üzerine yükselen bilimci, akılcı,
ilerlemeci ve insan-merkezci ideolojiyi ifade eder.”
Modernite/modernlik düşüncesinin, önceki başlıklarda ortaya koyduğumuz,
sekülerleşme, hümanizm, ilerleme ve akılcılık gibi kavramları, modernizmin ideal ve
kabullerini oluşturmaktadır. Bu kavramlar, esas olarak, Batı düşüncesi içinde insan
bilgisinin yapısındaki değişimini işaret eder. Bu bakımdan, modernizm, hedef ülke ve
toplum için mevcut yapıların bu ideal ve kabuller ışığında yeniden biçimlendirilmesini
amaçlayan bir ideoloji olarak tanımlanabilir. Modernizmin, Batı-dışı toplumların
değerleri ile girdiği çatışma da esasen, bu biçimlendirmeye karşı bir direnç olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu doğrultuda, bu ideolojinin dünyayı, kabaca, Batı ve diğerleri (West and
the Rest) olarak ikiye böldüğünü söylemek de mümkündür. Çünkü ideal ve aydınlatıcı
değerleri temsil eden bir merkez ile bu ideallere ulaşması beklenen bir çevre bu
ideolojide içkin olarak bulunmaktadır. Bahsi geçen merkez ve çevrenin değişik yüzleri
vardır. Bu yüzler gerek müspet (evrenselleştirerek) gerekse de menfi (lokalleştirerek)
anlamlarda iki yüzyılı aşan bir süredir batı dışı toplumlarda ana tartışma konularını
oluşturmaktadır. Örneğin bazı durumlarda, modernizmin salık verdiği değişimler
evrensel olarak ele alınıp çağdaşlaşma, medenileşme, gelişme, ilerleme, kalkınma gibi
adlarla olumlanıp, benimsenme yoluna gidilmiştir. Bazı durumlarda ise, Batılılaşma,
alafrangalaşma, çürüme, yabancılaşma, emperyalizm, kolonyalizm gibi menfi kavramlar
modernizmin anlamına iliştirilerek modernizmin mücadele edilmesi gereken bir ideoloji
olarak anlaşılmasına sebep olmuştur. Bu durumu ortaya koyar biçimde, Hanioğlu (1992:
148) modernizmle alakalı kavramların ele alınış tarzlarına ve bizatihi kavram
tercihlerine hâkim olan psikolojiyi şu şekilde ifade etmektedir:
87
“Bazı araştırmacılar Batılılaşma kavramı yerine çağdaşlaşma
veya modernleşme kavramlarını kullanmayı uygun görüyorlarsa da
çağdaşlaşma Doğu-Batı farkı olmaksızın bütün toplumlar için geçerli
bir harekettir ve farklı toplumların birbirlerinden bazı sosyal ve
kültürel müesseseleri alması şeklindeki bir hareketi anlatmaktadır.
Ayrıca modernleşme ve çağdaşlaşma kavramları Batılılaşma
kavramında olduğu gibi kültürel ve sosyal değer ifadelerinden daha
çok teknik, teknolojik, prodoktif, rantabl, rasyonel gibi ilk bakışta
herhangi bir mânevî değer ifade etmeyen, nisbeten nötr ve daha çok
maddî gelişmelere yönelik bir anlam taşımaktadır. Bu anlamda
çağdaşlaşma veya modernleşme kavramları, yenileşme ve değişme
hareketlerinin vazgeçilmez olanıdır; bütün milletler için söz konusu
olup tarihin bütün devirlerinde görülen bir olgudur.”
Hanioğlu’ndan yapılan iktibastan da çıkarabileceğimiz üzere, modernizmin
ortaya koyduğu değerler ve bu değerlere ilişkin dönüşümler ‘ya - ya da’ zihin
zemininden ziyade ‘hem - hem de’ zihin zemininde anlam bulmuştur. Bu bakımdan,
teoride iki farklı uçtan bahsetmek mümkünse de toplumsal kabul edişlere bakıldığında,
bahsi geçen zeminde melez inanışların daha yaygın olduğu görülür. Böyle durumlarda
Batı düşüncesinin ürettiği bazı düşünceler ve somut bazı şeyler olumlanırken, bazı
düşünceler ve bazı somutluklar eşzamanlı olarak olumsuzlanabilmektedir. Bu kabul ediş
ve reddedişlerin içeriklerine bakıldığında, bunların ilkeselliğinden ziyade
tarihselliğinden bahsetmemiz daha doğru gözükmektedir. Söz gelimi, İslamcılar ya da
Müslümanlık hassasiyeti ile hareket eden kişiler 19. yüzyılda açılan modern okulları
‘Zarûretler memnu olan şeyleri mubah kılar” ilkesi kapsamında kabul etmişlerken;
günümüzde, modern okulları memnu (sakınılması gereken bir şey) olarak gören
Müslüman’a rastlamak zordur (Kara, 2001: 43). Modernizmin ideallerinin ve
değerlerinin alımlanışında ortaya çıkan görelilik sebebiyle, modernizmi batı merkezli
bir kurulum olarak analiz etmek daha doğru gözükmektedir. Bu yüzden modernizm
“Beyaz Adamın Yükü (White Man’s Burden) Olarak Modernizm” başlığı altında, batı
merkezli bir düşünce olarak ele alınacaktır.
Modernizm gibi oryantalizm de tanımının içerisinde, merkez ve çevreyi
bilen/belirleyen ve bilmesi gereken/belirlenen şeklinde kurduğu için modernizm ile
düşünülmesi gereken bir kavram olarak karşımıza çıkar. Yine modernizm gibi
88
oryantalizmin de Batı’nın müstakil tecrübesinin Doğu için de anlamlı olmasına dönük
bir dizi çalışmanın ürünü olduğunu görüyoruz. Modernizm ile oryantalizm
derinlemesine incelendiğinde, iki kavramın da dayandığı temeller bakımından benzer
olduğunu görürüz. Fark ise, esas olarak, anlamlandırılan şeye dönük vurgudan
kaynaklanır. Oryantalizm, esas olarak, doğunun (Batılı olmayan dünya) nesneleştirilip
özne olarak Batı tarafından anlamlandırılmasına ve tanımlanmasına dönük bir vurgudan
ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu vurgu, söz konusu eylemin tahakküm ve iktidar kurucu
olması sebebiyle sorunsallaşmıştır. Batı’nın kendini merkeze alarak tanımlayan bir özne
olma durumunun oryantalizmle ilgili sorununu Cevizci (2005: 1279) şu şekilde
vermiştir:
“Kendisindeki bu merkeze yerleşen Avrupa bundan sonra
kendisinin, Doğu’yu, yani Batı ya da daha doğrusu Batılı olmayan
bütün dünyayı bir nesne olarak – akademik çalışmalar yoluyla, politik
arşivler, dini ve felsefi araştırmalar, dil ve tarih incelemeleri yoluyla –
bilebilen ve dolayısıyla onun üzerinde güç uygulayabilen bir özne
olduğunu iddia etmiştir.”
İnsan bilgisinin yapısının değişimi, esas olarak, moderniteyi ortaya koymuş ve
modernizm bu yapıya dayanarak dünyadaki değişime anlam ve ajanda vermek amacını
gütmüştür. Böyle bir girişimin, değişime konu toplumları ve o toplumlara ilişkin
değerleri tanımlama/tasnifleme/değerlendirme zorunluluğu da yeni oluşan bilme tarzı
sebebiyle, açıktır90. Bu yüzden, oryantalizmi ‘Otantikliğin Sonu Olarak Oryantalizm’
başlığı altında ele alarak, durumun basit bir egemenlik ilişkisi olmadığını göstermek
istedik. Görüleceği üzere, merkezleri itibariyle benzer kökün farklı dalları olarak
modernizm ve oryantalizmin birbirleriyle ilişkili olarak ele alınması (aynı üst başlığa
sahip olması bakımından) her iki konunun da daha iyi anlaşılması için gerekli
görülmektedir.
1.3.1. Beyaz Adamın Yükü (The White Man’s Burden) Olarak Modernizm
Başlığımızda geçen Beyaz Adamın Yükü ifadesi, İngiliz şair, roman ve hikâye
yazarı Joseph Rudyard Kipling’in (d.1865-ö.1936) 1899 yılında yayınlanan ‘The White
90 Burada saf tahakküm ve egemenlik kurma niyetlerinden bağımsız olarak da bu durumun
gerekliliğini belirtmek gerekir. Bir yerden bakmanın gereği oryantalizmin fıtri boyutunun göz ardı
edilmesinin, meselenin politik yüzeyselliklere savrulmasına sebep olduğunu söyleyebiliriz.
89
Man's Burden: The United States and the Philippine Islands’ şiirinden, modernizmin
içerik ve motivasyonunu konsantre halde yansıttığı düşünülerek alınmıştır. Kipling bu
şiirinde, özel olarak ABD’nin Filipinler’i işgal etmesinin meşruluğu ve askerlerin
motivasyonlarını, genel olarak da modern/medeni bir toplum olarak medeni olmayan
halklara karşı bakışı ortaya koymuştur. Kipling, şiirinde kolonileştirmeye giden
askerlere, medeni/aydınlanmış modernler olarak aydınlatıcı bir misyon yükler. Söz
konusu aydınlanması gereken insanları da yarı şeytan yarı çocuk olarak görür (Half
devil and half child). Şeytanilikleri toplumsallıklarından ve yerleşik kültürlerinden ileri
gelirken, çocuksuluklarının çocukluktan çıkartılabileceklerine, erişkinliğe
ulaştırılabileceklerine dair inançtan kaynaklandığı söylenebilir91. Genel olarak, geri
kalmış toplumları/insanları Batı’nın modern düşünceleri ile aydınlatacak insanlara
seküler anlamda (barış92, refah93, demokrasi vb.) kutsal bir yük yükleyen Kipling, aynı
zamanda modernizmin psikolojik hareket ettiricisini de ortaya koymaktadır.
Modernizmi modernlik ya da moderniteden ayıran şeyi, kabaca, inanç olarak
değerlendirmek mümkündür. Bu kısma kadar, bir hal olarak modernliğin, modernitenin
nasıl oluştuğunu ele aldık. Bunu ele alırken, modernliğin içeriğini oluşturan kabullerin
Batı’nın kendi tarihi içinde ola-gelen birtakım olaylara/olgulara/kişilere dayandığını
gördük. Bu sebeple Batı’nın modern oluş tarzının biricik olduğunu söyleyebiliriz. Bu
biricikliğin evrenselleştirilerek yayılma (dünyaya ihraç) düşüncesi, modernizmin ve
buna bağlı modernist düşüncenin özünü oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bu
doğrultuda, modernizmin özünün, oluşmuş ve kavranılmış bilinçli bir modernite inancı
olduğunu söyleyebiliriz. İronik bir şekilde açıklamak gerekirse, Batı
modernleşmemiştir, fakat modern olmuştur. Menfi anlamda kullanılan batılılaşma
kavramı da esas olarak, olmak ile benzemek ayrımını ortaya koymaktadır. Bu anlamda
söylemek gerekirse, batı batılaşmamıştır.
91 Aynı dönemde, Indiana Senatörü Albert J. Beveridge aynı hareketi nitelemek için bu yorumu
destekleyici ifadeler kullanmıştır. Kendi rızaları dışında bir topluluğu yönetmenin meşruiyetini sorgulayan
muhaliflere, söz konusu halkın kendi kendilerini yönetme yeterliliği olmadığını, modernleştirici
yönetimlerin hâlihazırdaki vahşi yağmacı yönetimleri geliştireceği ve bunun çocukları yönetmek gibi
olduğunu söylemiştir. Ayrıntılı cevap için Bakınız:
https://history.msu.edu/hst327/files/2018/05/beveridge-March-of-the-Flag.pdf
92 Şiirde ilgili ülkede ilgili insanlarla yapılacak mücadeleyi ‘The savage wars of peace’ (Barışın
vahşi/uygarlaşmamış savaşları) olarak adlandırılmıştır.
93 Şiirde beyaz adamın, refahı kıtlığı ortadan kaldırarak ve hastalıkları dindirerek
gerçekleşeceğini ifade eden şu mısralar vardır: Fill full the mouth of Famine / And bid the sickness cease.
90
Modernizm, Batı’da gerçekleşen modern olmanın değerlerine inanç besleyerek,
modern olmayan toplumların bu değerler ölçüsünde değişmesi gerektiğini düşünen bir
ideolojidir. Böyle bir düşüncenin, dünyaya dair bilgi ve denetimi imkân dâhilinde
görmesi de açıktır. Bauman’ın da belirttiği gibi (2003b: 10) bu düşünce, zorunlu olarak,
dünyanın düzenli bir bütünlüğe sahip olduğunu kabul eder. Bu düzenlilik düşüncesi
otomatik olarak düzensizliğin ne olduğu kavrayışını da beraberinde getirir. Bu
bakımdan, düzensizliğe müdahalenin altında bir denetim ve egemen olma fikrinin
(doğaya egemen olma, toplumun planlanması ya da tasarımlanması gibi) yattığını
söylemek güç değildir. Modernizmin belli bir bilgi ve bu bilginin dünyadaki denetimine
ilişkin varsayımı, doğal olarak, dünyada düzensiz olarak dağılmış olasılıkların
oluşturduğu örüntüleri tasniflemesine, bazı toplumları üstün, bazılarını ise aşağı olarak
görülmesine sebep olur (Bauman, 2013b). Modernizmin özünü böyle bir denetim/bilgi
sendromu olarak gören Bauman (2003b: 10) hareketin yönünü ve algılanışı da şöyle
vermektedir:
“Denetim/bilgi sendromunca ölçülen pratikler hiyerarşisinde
yukarı doğru çıkmak, aynı zamanda evrenselliğe doğru ilerleme ve
‘dar görüşlü’, ‘kısmi’, ‘sınırlandırılmış’ pratiklerden uzaklaşmak
demektir.”
Modernizmi, modernliğin değerlerine ve ilkelerine dayanarak toplumu
değiştirme inancı olarak gördüğümüz zaman; buraya kadar ortaya koyduğumuz, Batı’yı
oluşturan düşüncelerin de hegemonyaya dönüşmesinden bahsetmek mümkün
olabilmektedir. Çünkü söz konusu değerler ve ilkeler Batı’yı oluşturan düşüncelerdir.
Bu değerleri de dünyanın seküler olarak anlaşılması ve seküler anlaşılmaya başlanan bu
dünyanın akıl ile bilinebilmesi olarak iki üst başlıkta değerlendirmek mümkündür.
Demokrasi, bürokrasi, özgürlük, insan hakları, insanın özneleşmesi, ilerleme düşüncesi,
aydınlanma, kalkınma, modern bilimler, hümanizma, ulus devletler, bürokrasi gibi
modernizmin dayanak kavramlarının/olgularının hepsini bahsedilen iki üst başlık içinde
değerlendirmemiz mümkündür. Örneğin sosyal bilimler özelinden örnek vermek
gerekirse, Thomas Hobbes’un hikâyeleştirdiği, birarada yaşamayı teolojik
anlamlarından arındırdığı doğa durumu düşüncesinin bütün toplum bilime temel teşkil
ettiğini söylemek mümkündür. Ünlü sosyolog Talcott Parsons’ın (2015) tüm toplum
bilim tarihini bu doğa durumu düşüncesinin gündeme getirdiği sorunlarla olan
mücadelenin tarihi olarak görmesini de bu kapsamda düşünebiliriz. Bu bakımdan
91
modernizmin ve modernistlerin üzerlerine aldıkları yük, ilgili toplumların ve bütün
olarak dünyanın seküler olarak anlaşılacağı ve akıl yoluyla kavranılacağı düzenlemeleri,
değişimleri yapmak olarak karşımıza çıkmaktadır.
Modernizmden ve modernistlerden bahsettiğimiz zaman belli bir coğrafyanın
insanlarından bahsetmiş olmalıyız. Yukarıda bahsettiğimiz üzere, modernizmi
modernizm yapan ya da modernistleri modernist yapan, esas olarak, modernliğin
evrenselliğine ya da ‘daha iyinin kapısı olduğu’na dair olan inançtır. Bu bakımdan, bu
inanç gereği, değişimi arzulayan herkes, modernizm savunucusu ya da modernist olarak
isimlendirilebilir. Buradan yola çıkarak, farklı coğrafyalardaki insanların ortak yanını
yine paylaşılan bir inançla ortaya koyabiliriz. Bu inanç, kendi yaşamlarının ve dünyayı
kavrama tarzlarının, dünyanın olağan tarihinde ciddi bir kopma olarak görmelerine
dayanmaktadır. Bu kopmayı yetkinleşme/özneleşme/aydınlanma olarak görülebilir. Bu
inancı, Aydınlanmanın ilk filozofu Immanuel Kant’ın Aydınlanmayı “insanın kendi
suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumu”dan kurtulma olarak ifade etmesinde
görebiliriz. Bu tanım üzerinden yola çıkarak diyebiliriz ki, modernist insanlar ipleri
kendi ellerine alan, aklını kendi kullanmaya başlayan, aydınlanmış, erginlenmiş
insanlardır. Kant ilgili metinde94 insanı hem bu erginleşme için muktedir hem de bu
ergin olmayışın sorumlusu olarak ortaya koyar. Kant, insanın bu muktedirliğini ve
suçluluğunu, modernistlerin de kullanacağı bir mottoyla şu şekilde bağlamıştır:
“İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun
nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu
ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini
gösteremeyen insanda aramalıdır. Sapare Aude! “Aklını kullanma
cesaretini göster!” Sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.”
Modernizmin ve modernistlerin farklı coğrafyalarda yaşasalar bile
erginleşmeye/özneleşme/aydınlanmış olmalarına dair paylaştıkları inancın, tarihsel
olarak, ötekilere (erginleşmemiş/aydınlanmamış/özneleşmemiş) etkisinin iki şekilde
olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, bahsi geçen psikolojide insanlar öteki
insanlarla iki farklı şekilde ilişkiye geçmişlerdir. Bunlardan ilkini, yukarıda Kant’tan
yapılan alıntıların da düşündürdüğü üzere, aydınlanmamış olanların aydınlatılmasına,
94 Çok ünlü ve ulaşımı kolay bir metin olduğu için spesifik bir kaynak verilmedi. Metnin tamamı
için bknz: https://www.istabip.org.tr/site_icerik/2017/haberler/kasim/aydinlanma_nedir_kant.pdf
92
ergin olmayanların erginleşmesine dönük eylemler olarak ifade edebiliriz. Bu ilişki,
genel olarak batı-dışı toplumlarda ortaya çıkan aydın zümresinin kendi toplumlarıyla
kurduğu bir ilişkiyi ifade eder. Bu bakımdan Beyaz Adam’ın Yükü sadece Batılı
insanların batılı olmayan insanlara karşı ya da genel olarak dünyaya karşı
sorumluluklarını ifade eden bir kavram değildir. Bu yük, modernizme temel teşkil eden
modernlik değerlerine inanç ve kendi tarihi içinde modern sıçrayışı yaptığını düşünen
batılı olmayan insanların da üzerinde olan bir yükü işaret etmektedir. Diğer ilişki türü
ise, modernitenin sağladığı bilginin kendi çıkarları doğrultusunda ötekilerini terbiye
etme, sömürme, kolonize etmek amacıyla kullanılması sonucu ortaya çıkan bir ilişkiyi
ifade eder. Bu ilişki türü ile ilk ilişki türünün kabulleri ve inançları, insanların bilgi
temelli değiştirilip dönüştürülebilmesi ve denetlenebilmesi bakımından, ortaktır. İlk
ilişki türünde istendik kavrayışın geliştirilmesi/oluşturulması için, ikinci ilişki türünde
söz konusu sömürünün meşru ve sürdürülebilir olması açısından, tarihin
özneleşerek/yetkinleşerek/aydınlanarak toplumsal tarih içinde sıçrayış yapmış insanlara
bir yük yüklediğine inanılır. Bu yükün anlamının bağlantılandırıldığı ya da dayanak
olarak belirlenen noktanın modernizm olması sebebiyle, bu durum, pek âlâ, beyaz
adamın yükü olarak modernizm şeklinde ifade edilebilir.
1.3.2. Otantikliğin Sonu Olarak Oryantalizm
Batı Batılılaşmamıştır. Batılılaşma/modernleşme/aydınlaşma ile ilgili Batı-dışı
toplumlarda ortaya çıkan sorunların çözümüne ilişkin, başlangıçta bunun kavranması
gereklidir. Şöyle ki, Batı bir ajanda ve ilkeler doğrultusunda yaşamını, kültürünü ve
değerlerini yönlendirmemiş, bir süreç içerisinde deneye-yanıla, üretile-uygulanıla bir
dönüşüm yaşamıştır. Sorunları bu süreç boyunca kendi sorunlarıdır. Bu bakımdan
Batılılaşmaya içkin olan sorunlar gibi eklektik ve dayatılan sorunlar değildir. Bu
kavramlarla ilişkili sorunlar Batı dışı toplumlarda kurgu üzerinden yaratılan sorunların
çözümü olarak ortaya konduklarında işlevselliğini özsel olarak yitirmişlerdir. Bu
bakımdan bizzat sürece karşıtlar ve destekleyiciler yaratmıştır. Özsel olmayan ya da
toplum içinde yaşamayan sorunlar olmaları hasebiyle karşıtlıklar donmuştur. Edward
Said’in ortaya koyduğu oryantalizmi oluşturan tanımlama sorununu, bu bakımdan,
otantiklik üzerinden ele almak, meselenin değerden bağımsız ele alınması noktasında
bize yardımcı olabilir.
93
Oryantalizm kavramı, genellikle, kolonyalizmin, sömürgeciliğin ve
emperyalizmin bir aparatı olarak ele alınan bir kavramdır. İlişkilendirildiği diğer
kavramlarla bir ilişkisinin olmadığı söylenemese de oryantalizmin nereden temellendiği
ve hâlâ devam eden boyutlarını sakladığı söylenebilir. Bu sebeple, oryantalizmin
döneminde (18.yüzyıldan 20.yüzyılın ortalarına kadar olan süre) temellendiği ve
günümüzde hâlâ devam eden unsurlarını görmek amacıyla oryantalizmi otantikliğin
sonu olarak ele almanın daha doğru olacağını düşünebiliriz. Çünkü oryantalizm her
şeyden önce bir değerlendirme, bir tanımlama, bir sınıflandırmadır. Bir başka deyişle,
oryantalizm bir doğu kritiğidir (critic). Her kritik gibi, dayandığı belli bir kuram ya da
hakikat inancı vardır. Oryantalizmi ele alırken dikkate alınan 18.yüzyıl ve 19.yüzyıla
bakıldığında bu kuram ya da hakikat inancını modernizm olarak vermek mümkündür.
Daha doğru bir ifadeyle, doğunun bir kritiği olarak ortaya konulan oryantalist görüşlerin
temellendiği inanç modernliğin inancı olarak modernizmdir. Oryantalizmin bir sorun
olarak ele alınmaya başlandığı yılları düşündüğümüzde bu durum daha net olarak
karşımıza çıkar. Oryantalizm, Edward Said’in Şarkiyatçılık kitabı ile birlikte 1978
yılında, kavramın bugünkü ele alınış tarzında, dolaşıma girmiştir. Bu tarih Lyotard’ın,
modernizmin sonunu ilan ettiği, Postmodern Durum kitabının basılmasından bir yıl
öncedir. Bu bakımdan, genel olarak, modernitenin ve modernizmin sorgulanmaya
başlandığı İkinci Dünya Savaşı sonrasını, oryantalizmin sorunsallaşarak var olduğu
dönem olarak verilebiliriz. Bir başka deyişle, modernite ve modernizmin
sorunsallaştırıldığı dönemle oryantalizmin sorunsallaştırıldığı dönem iç içedir. Bu
durum bir tesadüften ziyade, oryantalizmin modernizme bağlılığı ile açıklanabilir bir
şeydir.
Oryantalizmin en geniş manada iki anlamı olduğu söylenebilir. Birincisi, genel
olarak, doğu kültürüne, doğu dillerine ve tarihine dair araştırmaları ifade ederken;
ikincisi, Edward Said’in 1978 yılında yayınlanan Şarkiyatçılık kitabı sonrasında ortaya
çıkan, Batı’nın kendisini ifade etmesinin, kendi dışındakilere yönelik eylemlerinin
meşrulaştırılmasının ideolojik ve kültürel yolu olarak ifade edilebilir (Cevizci, 2005:
1279). Bu iki anlamın birbirinden ayrı olarak ortaya çıkan şeyler olarak düşünmemek
gerekir. Örneğin, Said’in (2016: 52) belirttiği gibi Ernest Renan’ın 1848 tarihinde
yayınladığı Sami dilleri araştırması, otoritesini çağdaş karşılaştırmalı dilbilgisi,
karşılaştırmalı anatomi ve ırk kuramından almıştı. Burada yapılmak istenen ayrım esas
itibariyle şudur. İlk anlamın, ikincinin tahakküm oluşturucu unsuru haline gelmeden bir
94
sorun teşkil etmeyeceğine dair bir inanç vardır. Nitekim oryantalizm adıyla olmasa da
bu tarz çalışmaların yapıldığı (Ortadoğu çalışmaları, Asya çalışmaları, Afrika
çalışmaları) kürsüler dünyada birçok üniversitede hâlâ aktif olarak vardır95. İkinci anlam
ise oryantalizmin sorunlu doğasını oluşturur. Bu anlam, bizzat batının kendini ve doğu
üzerindeki ideolojik tahakkümünü kurmak amacıyla üretilen bir söylemdir. Bu anlam,
ilk anlamın konusuna girecek çalışmaları da kendi amaçları için kullanabilen bir boyutu
da içerir. Bu bakımdan, ilk anlam, evrensel bir bilme iddiası olarak, naif ve müspet
olarak görülürken, ikincisi menfi olarak genellenmiştir. Derinlemesine bir incelemede
ve modernizm içerisinden yapılacak bir okumayla ilk anlamın naifliğine ve
müspetliğine halel gelebilir. Bu halel, otantikliğin sonu olarak oryantalizm dediğimiz
şeyi anlatır. Bilmenin tarzından ya da bilmeyi mümkün kılan ontolojik kabullerden
kaynaklanan bu sorunu Batı hegemonyasından bağımsız düşünmek güçtür. Bunun en
açık ifşalarını gerek Asya’nın gerekse Afrika’nın kolonyalizme ve emperyalizme karşı
mücadelesini yine Batı’dan alınan programlar, şablonlar ve kavramlar üzerinden
vermesinde görebiliriz96 (Özel, 2009b: 98, 99). Özel’in (2011: 75) egemenlik altına
girmişler üzerine söylediği şu sözler bu durumu daha açık bir şekilde ortaya
koymaktadır:
“Egemenlik altına alınmış olmayı sızlanma konusu yapanlar
ancak egemenlerin kendi üzerlerinde egemenlik kurmalarına imkân
veren ilkeler yardımıyla uğradıkları zulümden kurtulabileceklerine
akıl erdirebiliyorlar.”
Oryantalizmi, belirli dönemler içinde (genel olarak 18.yüzyıl ve 19. yüzyıl)
Batı’nın Doğu üzerine yaptığı tetkikler olarak değerlendirdiğimizde, kuşkusuz,
açıklanması gereken ilk şey verilen tarih aralığıdır. Bu tarih aralığı, ilgili kavramın
vurgusunun nereye yapılacağını göstermesi bakımından önemli gözükmektedir. Çünkü
söz konusu iki kavramlaştırma birbirlerini, sadece, belirtilen aralıklarda tetkik ve
anlamlandırmaya tabi tutmamıştır. Söz gelimi, 15. ve 16. yüzyıllarda ortaya konan
seyahatnamelerde de toplumların yiyecek alışkanlıklarına, dinsel inançlarına, giyim
tarzlarına, toplumsal örgütlenmelerine dikkat çekilerek toplumlar tarif edilmiştir
95 Birçok üniversitede oryantalist çalışmalar başlığı altında da kürsüler bulunmaktadır. Hatta,
radikal bir örnek olarak, Londra’da SOAS (School of Oriental and African Studies) adında bir üniversite
vardır. İsminden de anlaşılacağı üzere, varlık sebebini bu çalışmalardan almış bir kurumdur.
96 Burada verilmek istenen şey, Söylem Olarak Batı alt-başlığında belirttiğimiz üzere, Batı’nın
tarif ve tasnif tarzıyla hegemonik olan Batı dilidir.
95
(Loomba, 2000: 81). Ya da menfi bir tabir olarak kullanılan barbar kelimesinin tarihi,
oryantalizmden çok daha eskiye dayanır. Aynı sebeple, Oryantalizmi, basitçe, Batı’nın
Doğu üzerinde hâkimiyet kurmaya dönük bir söylem oluşturma hareketi olarak da
göremeyiz. Bahsi geçen yüzyıllardan asırlar önce, “İslam’ın teolojik / entelektüel
araçlarla fethedilebileceğine ve sahte bir din olduğunun kanıtlanabileceğine dönük
inançlar Batılı Hıristiyan dünyasının arayışlarının temel karakteri” olarak ifade
edilebilir (Arlı, 2014: 19). Bu bakımdan, Oryantalizmin 18. ve 19.yüzyıllarda Batı’nın
Doğu üzerine yaptığı tetkikleri yüzyıllar öncesinde yapılan
tetkiklerden/değerlendirmelerden ayırmak gerekir. Bu ayrım içerikten daha çok tarzla
alakalıdır. Bu tarz, modern bilme ile alakalı bir tarzdır. Bu tarzın dili, metafizik
varsayımlardan ziyade, nesnel ve bilimsel bir dil içerisinde ortaya çıktığı için metafizik
mevzileri devre dışı bırakıcı bir özelliğe sahiptir. Arlı’nın (2014: 20-21) bu tarzın
dayanağına ilişkin yaptığı şu değerlendirme, bu bakımdan, anlamlıdır:
“Bugünkü kavrayış sorunlarının odağındaki politik Doğu-Batı
sorununu siyasal ve ontolojik bir krize dönüştüren düşünce, tüm varlık
ve var-olma sorununu bilinç ve düşünen öznede temellendiren
Kartezyen rasyonalizme çok şey borçludur.
….
İnsan öznesi artık temelde kendi bilincinin varlığının
kesinliğinden emin olduktan ve öznel bilinci önceledikten sonra,
bilinç-dışı bir varlık alanı olarak beliren dış dünyanın varlığından
emin olabiliyordu.”
Oryantalizme konu olan Batı’nın Doğu üzerine
değerlendirmelerinin/söylemlerinin Batı’nın, öz-bilincine sahip hegemonik bir güç
olarak ortaya çıktığı dönem içinde, dünya hakkındaki değerlendirmeleri ile paralellik
gösterdiğini ortaya koymak önemlidir. Çünkü söz konusu değerlendirmelere hâkim dil,
esas itibariyle, modern Batı’nın dünyayı yeniden tanımlama sürecinde ortaya çıkardığı
dildir. Bu dili, bilimin dili olarak, evrenselci iddialara sahip seküler dayanakları olan bir
dil olarak düşünebiliriz. Sosyal bilimlerin de ilgili dönemde ortaya çıkması, bu dilin
insani/toplumsal alanı açıklamak için de dolaşıma sokulduğunu göstermesi bakımdan
önemlidir. Bu dönemde ortaya çıkan toplumları açıklamak için yapılan tasniflere
bakıldığında bunu rahatça görebiliriz. Weber’in, toplumları geleneksel otorite ile
rasyonel otorite üzerinden tasnifi de Tönnies’in Gemeinschaft-Gesellschaft ayrımını da
96
ilgili dilin kullanımına örnek olarak verilebiliriz. Modernlik öncesi ile karşılaştırmalı
bir örnek olarak da barbar ve vahşi insan tanımlarındaki ayrım verilebilir. Modern
öncesi dönemde ilk olarak ortaya çıkmış barbar kavramı, genel olarak, yabancı bir
toplumsal sistemin parçası olarak kabul edilirken; vahşi insan ya da gelişmemiş insan
muhayyel bir insanlık ve medeniyet tarihi içerisinde bir anlama sahiptir (Loomba, 2000:
82). Bu açıdan, öz itibariyle, Batı’nın Doğu değerlendirmeleri, (Doğu’nun zaman içinde
ve toplumsal olarak tasnifi dahil) Batı’nın dünyayı yeniden
yorumlama/adlandırma/bilme hareketi içinde değerlendirilebilir. Zaten, oryantalizmin
genel olarak, Batılı olmayan ülkelerin kültür, dil, gelenek ve dinlerine dair meraktan ve
bazen de zaruri haber alma ihtiyacından doğan araştırma ve incelemelerden çıktığı da
bilinen bir gerçektir (Soykut, 2002: 42). Bu bakımdan, oryantalizmi, genel olarak özne
düşüncesinin, özel olarak özne olarak insan düşüncesinin dünyayı bilebilme, dünyanın
anlamına ulaşabilme ontolojik kabulüne dayanan epistemik bir tahakkümü ifade ettiğini
söyleyebiliriz. Başka bir deyişle, oryantalist düşüncenin tahakkümünü epistemik
egemenlik (Arlı, 2014: 10) olarak ifade edilebiliriz.
Oryantalizm, yukarıda bahsettiğimiz gibi, epistemik bir egemenlik anlayışını
yansıtıyorsa, epistemenin varsaydığı ontoloji ayrı bir önem kazanmaktadır. Çünkü aynı
ontolojiye yaslanmayan bir epistemenin egemenliğinden bahsetmek mümkün değildir.
Bir başka deyişle, söyleme dayalı egemenlik, ancak, ilgili söylemi varlık sahasına
taşıyan ontolojik kabulün ortaklığı ile mümkündür. Farklı ontolojiye dayanan
söylemlerin birbirleri için anlamsız olduğunu söyleyebiliriz. Aynı olgu üzerinde
konuşulsa bile, temelden, farklı şeyler hakkında konuşulduğunu düşünebiliriz. Söz
gelimi, ibadet kapsamında oruç tutan birini, başka biri, seküler anlamda, imsak vakti ile
akşam vakti arasında aç kalıyor diye tarif edebilir. Ancak ibadeti yapan açısından aç
kalma gibi bir durum söz konusu değildir. Bu yüzden, oryantalizm meselesini ele
alınırken, tahakküm altına alan Batı ile tahakküm altına alınan Doğu’nun aynı ontoloji
üzerinden konuşup konuşmadığı önemli bir tetkik olarak karşımızda durmaktadır.
Said’e (2016: 105) göre, Doğu, 18. ve 19.yüzyıllarda, suskundur, “girişilen ve ama asla
doğrudan yerli halka karşı sorumlu olunmayan tasarıların gerçekleştirilmesi için
Avrupa’nın elinin altındadır; kendisi için geliştirilen tasarılara, imgelere ya da düpedüz
betimlemelere direnç” gösterememiştir. Doğu’nun konuşmalarının modernite eleştirileri
ile başladığını söyleyebiliriz. Oryantalizmin bir sorun olarak ortaya konulması da
modernite eleştirileri içerisinde değerlendirilebilir. Doğu’nun modernlik eleştirilerine
97
baktığımızda, eleştirilerin seviyesinin epistemik olması ilk karşımıza çıkan öğe
olmaktadır. Oryantalizm çalışmalarının da modernizmi sorunsallaştırdığı seviyeyi
epistemik olarak belirlemek mümkündür. Genel olarak, oryantalizm eleştirilerinin ana
argümanları, bilginin kötüye kullanılması, Avrupa merkezcilik, indirgemecilik,
egemenlik ilişkisini sağlayan söylemsel kalıpların üretilmesi gibi kategorilerde
toplanabilir. Oryantalist yazarlarda, tarihsel ve toplumsal bir özcülük ve siyasi bir
indirgemeciliğe denk gelen, “dünya ölçeğindeki yeri itibariyle herhangi bir kültürel
veya kolektif öznenin kendi tarihsel sürekliliği ve bağlamı içinden ele alınıp
araştırılmaksızın başka bir tarihsel formasyonun tecrübesinin merkeziliği ve
belirleyiciliği etrafında diğer tüm sosyolojik gerçeklikleri merkezleme, bu yapı
etrafındaki ötekileri yine bu merkeze tabi kılma yaklaşımı (Arlı, 2014: 32)”,
eleştirilmektedir. Bu çerçevede seyreden oryantalist eleştirilerden, bizatihi modernitenin
ontolojisi olarak özne düşüncesine, özne olarak insanın dünyayı
anlama/bilme/anlamlandırabilme/bilebilme varsayımlarına bir eleştiri çıkarmak güçtür.
Eleştiriler daha çok, Batı’nın ilgili ontolojiden ürettiği epistemik söyleme ilişkindir. Bu
doğrultuda, ‘Batıya rağmen Batılılaşma’, ontolojiyi kabul edip Batı merkezli epistemik
söylemlere karşı olmanın ifadelerinden biri olarak okunabilir. Batı-dışı ülkelerdeki
modernleşme hareketleri kapsamında ortaya çıkan, Çoğul Modernlikler, Alternatif
Modernlik, Yerel Modernlik, Batı-dışı Modernlik, Eş Zamanlı Modernlik, Ekstra
Modernlik gibi kavramlar (Göle, 2012; Asad, 1993; Wallerstein, 1999; Habermas,
1991) da modernliğin ontolojisini kabul edip farklı epistemik söylemler üzerinden
modernleşmenin imkânlarını yoklayan kavramlar olarak okunabilir.
Oryantalizmin sorunsallaştırılması ya da oryantalistlerin eleştirilmesi, yukarıda
da bahsedildiği üzere, Batı’nın genel olarak Doğuyu, özel olarak Doğuluları tarif ve
tasnif etmesi sebebiyledir. Ancak, Batı’nın Doğu ile 18. ve 19. yüzyıllardaki
temaslarında, sadece Doğu ve Doğuluları bu tarzda açıklama yoluna gitmemiştir.
Batılılar, aynı zamanda, dünyayı da bu tarzda açıklama yoluna gitmişlerdir. Bu tarz
açıklamaların, esas olarak, modernliğin özünü oluşturan seküler ve özne düşüncesine
dayanan, dünyadaki başka tarz varlık algılarını pasifize eden bir bilme tarzından
kaynaklandığı söylenebilir. Doğu ve doğulu tasvirleri eleştirilirken dünya/gelecek
tasvirleri sorunsallaştırılmamış hatta hedef ve ideal olarak seçilmişlerdir97 (Özel, 2011c:
74). Bu durum, batıdaki tecrübesine benzer şekilde, Doğuya dünyayı yeniden
97 Özel bu durumu ‘deruni kolonyalizm’ olarak ifade etmiştir.
98
görme/bilme imkânı yaratmıştır. Bu tarz bir bilme, başlı başına varlığın yeniden
tanımlanması bakımından yeni bir ontolojiyi içeren bir bilme olarak ifade edilebilir. Arlı
(2014: 15) bu durumu şu şekilde açıklamıştır: “Oryantalizm, gündelik hayat
söyleminden edebi ve bilimsel bir söyleme taşınıp kurumsallaşıncaya kadarki serüveni
içerisinde, dünyanın kavranışına ilişkin temel bir ontolojik ön-kabulün dilde ve
toplumsal yaşamda işlevselleştirilmesiyle hayatiyet bulmuştur.” Bu tarzın kabulü, yeni
ontolojinin de kabulü sebebiyle, Doğu’nun otantik olarak var oluşunu askıya alan bir
sonuç doğurmuştur. Nasıl ki on altıncı yüzyıl Avrupa’sından bahsederken, insanın
yavaş yavaş her şeyin ölçüsü olmasından bahsediyorsak, Doğu için de bunun imkânı
açılmıştır. Bu bakımdan, bugün Doğu, Batı ile aynı98 ontolojik kabuller üzerinden
oluşturduğu epistemelerle Batı epistemeleri ile mücadele eden bir düşünce olarak
açıklanabilir. Bir başka deyişle, bugün Doğu, Batı’nın oryantalist geçmişinden tevarüs
ettiği görünmeyen belirleyici olan ontoloji sebebiyle, otantikliğini kaybetmiş bir
düşünce olarak okunabilir.
98 Burada bahsedilen aynılık birebirlik demek değildir. Hâlâ otantik var olan bireyler olabileceği
gibi otantikliğin modern tercümelerine de rastlanmaktadır.
99
2. BÖLÜM
SİYASAL İSLAM VE TÜRKİYE’DEKİ İSLAMCILIĞIN ANA HATLARI
İslamcılıkla alakalı herhangi bir çalışma (İslamlaşma, Siyasal İslam, İslami
Hareket vb.) yaparken karşılaşılan en büyük sorunun, kavramın muğlaklığına ilişkin
olduğunu söylemek mümkündür. Bu yüzden, İslamcılık ile ilgili her çalışmada,
kavramın neye taalluk ettiği, açıklanması gereken bir zorunluluk olarak kendini
dayatmaktadır (Tunaya, 2007: 13; Türköne, 2011: 19-47). Çünkü İslamcılık, bir din
olarak İslam’ı da kavramsal olarak içerdiği için, dinin teorik ve pratik imkânları bu
kavramın anlaşılmasında önemli bir yer tutmaktadır. Bir başka deyişle, bir dini içeren
bir düşünce hareketi ya da bir ideoloji, dinin bir99 anlamını, kendi ideolojisinin içinde
tutmak durumundadır. Düşünce içerisinde bir dinin içerilmesi, birçok bakımdan,
içerilen dinin, bir yorumu olarak da okunabilir. Bu durum, bu tarz ideolojilerde ya da
düşünce hareketlerinde ileri sürülen fikrin ne kadarı Tanrı’nın, ne kadarı ileri sürenlerin
kendi fikirleri olduğu konusunda başka bir sorunu da beraberinde getirir100. On
dokuzuncu ve Yirminci yüzyılda dil ve insan arasındaki ilişkiyi konu alan çalışmalar
bize göstermiştir ki (Heidegger, 2011; Wittgenstein, 2011; Gadamer, 2002), mezkûr
sorunlar, dilsel ifadelerin ve metinlerin anlaşılabilecek bir anlamının olduğunu, dilin de
araç olarak bunları taşıyabileceği varsayımına dayanmaktadır. Dil ile varlık olarak insan
ilişkilerini ele alan çalışmalar, bize bu varsayımların doğru olmadığını göstererek,
hakikat iddialarını yorumlar mesabesine indirmiştir. Bu kapsamda dil, bir hakikatin
sadece aktarıcısı değil, aynı zamanda hakikatini kendi içinde yaratan bir
zemindir/kaynaktır. Gadamer (2002: 67) bu durumu şöyle dile getirmiştir: “Dil, bilincin
dünya ile ilişkiye girdiği araç değildir. Bizatihi bu ilişkiyi mümkün/zorunlu kılan bir
zemindir.” Bu bakımdan, İslamcılık tartışmasının zeminini belirlemek için, tezin bu
ikinci kısmına başlarken, ilk olarak, İslamcılığın anlamına ve başlangıcı üzerine bir
değerlendirme yaparak, kavramın içinden konuştuğu dilin çerçevesini ortaya koyacağız.
Bu çerçeveyi ortaya koyarken, esas olarak alacağımız ilişki din-siyaset ilişkisi olacaktır.
Bir din olarak İslam ile varlığı pratik bir alana denk düşen (Spinoza: 2012) siyasetin bir
99 Burada vurguladığımız bir anlam, tamamen, ideolojiye mensup kişilerce kabul edilen bir
anlamdır. Aynı dine mensuplarca başka anlamların olabileceğini ima etmek için, ideolojiye mensup
kişilerce kabul edilen anlam, bir anlam olarak ifade edilmiştir.
100 Bu sorunu dini düşünce hareketlerine ya da ideolojilere has bir sorun olarak görmemek
gerekir. Söz gelimi İslam’ı, herhangi bir düşünce hareketi ya da ideoloji içerisinde yaşamadan, gelenekten
tevarüs ettiğince yaşayan insanlar (Halk İslam’ı genel olarak bu manada kullanılır) için de bu bir
sorundur, ancak gömülü olarak vardır. Dini yaşam böyle toplumlarda/gruplarda bir literati olduğu için
sorun yüzeye çıkmamaktadır. Bir başka deyişle, sorun, bir dinin literati dışı anlatımlarında ortaya çıkar.
100
birleşimi olarak Siyasal İslam ya da genel adı ile İslamcılık, bir teori ve pratiğin
birleştiği bir zemini ima etmektedir101. Bu bakımdan siyasal olan ve bir din olarak
İslam’ın nasıl birleştiğinin ortaya konulması da konunun ortaya konulması bakımından,
ayrıca, önem arzetmektedir.
İslamcılıkla alakalı çalışma yaparken karşımıza çıkan bir diğer sorun, aynı
dönemde farklı düşüncelere sahip İslamcıların sınıflandırılmasında ortaya çıkar.
Kuşkusuz, insanlar belirlenen kategorilere göre düşünüp görüşlerini açıklamadıkları
için, mutlak kategorik sınıflandırmalardan bahsetmek güçtür. Çalışmamızda,
İslamcılığın Türkiye’deki serüveni, sınıflandırmanın bahsedilen zorluğunu aşmak için,
iki farklı sınıflandırma özelinde serimlenecektir. Bunlardan ilki, İslamcıların, Modernist
ve Muhafazakâr olmak üzere, iki tavır özelinden ele alınması şeklinde olacaktır. İkinci
sınıflandırmada ise, dönemleme tekniği kullanılarak, İslamcılık, sırasıyla Başlangıç
Dönemi (1856 – 1924), İslami Hareket Dönemi (1950 – 2002), Siyasal İslam (2002 - )
olmak üzere, üç dönem üzerinden ortaya konulacaktır.
İslamcılık olarak ortaya konulan düşünce/hareket/ideoloji, esas itibariyle,
modernleşme ile yüzleşme ve onunla uyumlaşma ya da ona bir cevap olarak ele
alınabilir. Bu durum İslamcılık içinde modern olan ile modern olmayan arasındaki
gerginliği görebileceğimiz alanların varlığını işaret etmektedir. Tezin bu bölümünün
geri kalan kısmında, İslamcılık düşüncesine hâkim temalar kapsamında, İslamcılık
düşüncesi içerisinde bu gerilimleri görebileceğimiz belirli konular münhasıran ele
alınacaktır. Bu konulardan ilki, dinin seküler konumlandırılması olarak belirlenmiştir.
Bir başka ifadeyle, bu alt başlıkta, modern düşüncenin de temeli olan sekülerleşmenin,
İslamcılık içinde nasıl konumlandığı ortaya konulacaktır. İslamcılık düşüncesine hâkim
temalar kapsamında ele alacağımız ikinci konu İslamcıların üstünlük düşüncesi
olacaktır. Bu konu, İslamcı düşüncede sıkça görülen terkipçiliğin102 özünü oluşturması
bakımından önemli gözükmektedir. Üçüncü olarak, İslamcılık düşüncesinin içinde,
modernlik düşüncesinin temel varsayımlarından ilerleme fikrinin varlığı ortaya
konulacaktır. Tarihi kavrayış tarzı olarak ilerleme fikrinin otomatik olarak ortaya
koyduğu geri kalmışlık düşüncesi de bu kapsamda verilecektir. İslamcılığın
düşüncesinde hâkim temalar kapsamında, dördüncü tema olarak İslamcılığın anti101 Burada İslam’ın politik olmadığı kastedilmemektedir. Bahsedilen, dinin tüm zamanlar için
geçerli olan hakikat söyleminin belirli bir zaman ve mekânda geçerli olan politika ile birleşme imkânıdır.
102 Terkipçiliği de bir gerilim yatıştırma tarzı olarak okumak mümkündür.
101
emperyalizm ile ilişkisi seçilmiştir. Müslüman ülkelerin modern devletlere sahip
olmaları, genellikle, emperyalizmle yapılan bir mücadelenin sonucu olması sebebiyle,
modern kurulumlarında ya da modern dünyayı kavrayışlarında emperyalizmin bir etki
bıraktığı söylenebilir. İslamcıların modernlik içinde konumlanmalarında ve bu konumun
hem Müslümanlara karşı hem de Müslüman olmayanlara karşı savunulmasında antiemperyalist kimliğin önemi de bu başlık altında verilecektir. Son olarak ele alacağımız
konu, birbirleri yerine kullanılan, ancak anlamlarının farklı olarak ortaya konulmasının
İslamcılık düşüncesinin modern köklerini ve davranışlarını açığa çıkaracağını
düşündüğümüz sekülerlik ve laiklik kavramlarının kullanımları olacaktır. Günümüzde
(de) İslamcılık denildiği zaman akla gelen ilk tartışmanın laiklik olması, bu konunun
münhasıran ele alınmasının önemini göstermektedir.
Bir düşüncenin kamusal alanda, ülkeye veya dünyaya daha iyi bir öneri olarak
söylem geliştirdiği anda politik bir mahiyet kazanacağı açıktır. İslamcılığın da, bu
kapsamda politik bir içeriğinin olduğu açıktır. İslam ile siyaset birleşiminin hangi
şartlarda ve ne şekilde olduğuyla alakalı olarak, tarih içinde çeşitli örneklerden
yararlanılabilir. Örneğin, İslam şeriatı ile yönetildiği söylenen ya da nüfusunun büyük
bir çoğunluğu Müslüman olan devletlerin dinle kurdukları ilişkiler, dinin politika ile
birleşim alanlarının tespiti için önemli olabilir. Ancak, bu noktada temel bir ayrımı
ortaya koymak gerekir. Tarih içinde İslami gerekçelerle kurulmuş, İslam’ı ve şeriatı
meşruiyet zemini olarak görmüş devletlerin ve bu ülkelerdeki insanların İslam ile
ilişkisi, modern zamanlarda (19. yüzyıl) ortaya çıkmış İslamcılık/İslamlaşma
düşüncesinden temelden farklılık göstermektedir. Bu farklılık, öz olarak, şöyle ifade
edilebilir: Modern dönemlerde İslam’la devletin ve insanın ilişkisinde vurgu daha çok
kul olarak insandan ziyade özne olarak insandadır. Pasif insandan/pasif toplumdan aktif
insana/aktif topluma geçiş kapsamında, dinin geleneksel yaşanışına ilişkin tenkitleri bu
vurgu değişimi içinde değerlendirebiliriz (Kara, 2014: 39). Mehmet Akif’ten alınan
aşağıdaki ifadeler, dinin toplumsal kavranışına dönük eleştiriyi göstermesi bakımından
önemlidir (Mehmet Akif’ten akt. Kurtoğlu, 2014: 203) :
“Çalış dedikçe şeriat çalışmadın, durdun/ Onun hesabına
birçok hurafe uydurdun/ Sonunda bir de tevekkül sokuşturup araya/
Zavallı dini çevirdin onunla maskaraya/ Bırak çalışmayı emret
oturduğun yerden/yorulma, öyle ya, Mevla ecir-i hassın iken! […]
102
Hudayı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda/utanmadan da tevekkül
diyor bu cür’ete, ha.”
Bu yüzden, modern dönemlerdeki insan ve devletin din ile ilişkisi, dinin
şeriatına uygun ilkelerini bulmak amacına dönük değildir. Bunun yerine, dünyada
varlığını korumak ve seküler bir güç olarak kuvvetlenmenin gereklerinin dinsel
metinlere dayanması ya da dinsel metinlerden çıkarılması amacına dönüktür. Sırasıyla
Çiğdem (2014: 26) ve Kara (2014: 40) bu durumu şöyle açıklamıştır:
“Türkiye’deki İslamcılığın modern tarihindeki ana eğilim,
kavram nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ‘şeriat’ ilkelerinin
uygulanabileceği bir siyasal ve toplumsal düzenin kurulması
olmamıştır. Bu amaçla hareket edenler umumiyetle marjinal
kalmıştır.”
“Bu hattın tipik göstergelerinden biri de ‘Düşmanlarınıza
karşı elinizden geldiği kadar kuvvet hazırlayın’ ayetinde geçen
‘kuvvet’ kelimesinin çağdaş tefsir ve yorumlarının bıktırıcı
denebilecek derecede maddi kuvvet, teknolojik donanım ve siyasi
iktidar vurgularıyla dolu olmasıdır.”
Tezin bu ikinci bölümü, temel olarak, İslamcılığın Türkiye tecrübesinin, ne
ölçüde, birinci bölümde ortaya koyduğumuz Hegemon Olarak Batı Düşüncesi içinde ele
alabileceğimizi kapsayan değerlendirmelerden oluşmaktadır. Tezin bu bölümünün
önemi, İsmet Özel’in Ontolojik İslamcılığının İslamcılık geleneğinden farkının, esas
olarak, bu bölümde ortaya konulan İslamcı geleneğin kabulleri ve kavrayışlarından
farkını ifade etmesinde ortaya çıkar. Bir başka deyişle, bu bölüm, İsmet Özel’in
İslamcılığında olmayan, fakat İslamcılığın Türkiye tecrübesinin, birinci bölümde ortaya
konulan Batı düşüncesinden tevarüs ettiği kabulleri göstermesi bakımından önemlidir.
2.1. İslamcılığın Anlamı ve Başlangıcı Üzerine Değerlendirme
İslamcılık kavramının İslamlaşmak olarak kullanımını, her ne kadar, yirminci
yüzyılın ilk çeyreğine götürsek de kavramın içerdiği anlamı ilk kullanımından itibaren
düşünerek anlamak güçtür. Çünkü kavramın ortaya çıkmasına sebep sorunların tarihi
yaklaşık bir buçuk asır önceye dayanmaktadır. Başlangıcı, Osmanlı Devleti’nin
yenileşme hareketleri ile bağlantı kurarak III. Selim ve II. Mahmut dönemleri olarak
belirleyebiliriz. İslam’la ve dolayısıyla İslamcılıkla alakalı orta çıkan sorunları da
103
“Kafiri taklit, bilim-din çatışması, kıyafet, yabancı hoca, yabancı dil, yeni mektep”
olarak belirlemek mümkündür (Kara, 2013: 22). Bu sebeple, yirminci yüzyılın ilk
çeyreğine değin, İslamcılık kavramı ile ilişki kurulabilecek birçok kavramın/ifadenin
kullanımından bahsetmek mümkündür. İslamcılık kavramının kullanımından önce,
İslamcılık kavramı ile benzer anlamlara sahip ifadeleri şöyle vermek mümkündür (Kara,
2013: 17): “İttihad-ı İslam”, “Vahdet-i İslamiye”, “Tevhid-i İslam”, “İslam Birliği (Panİslamizm), “Fikr-i İslamiyet”, “İslamiyet politikası/siyaseti”, “İslamlık meslek-i
mahsusu”, “İslamlık fikri”. Bu ifadelerin yanı sıra, kullanımları daha da eskiye
götürülebilen, “İhya”, “Islah”, “Tecdid”, “İntibah (uyanış)”, “Necat (kurtuluş)” gibi
kavramlarla da benzer anlamların paylaşıldığını söylemek mümkündür (Kara, 2013:
17). İhya, ıslah ve tecdid gibi kavramların diğer ifadelerden kullanım olarak ayrı
düşünülmesinin sebebi, İslamcılık düşüncesinin/hareketinin dışsal dinamiklerden
ziyade, tarih içinde her daim yaşamış, içsel dinamiklerin bir ürünü olmasını ima etmesi
dolayısıyladır. Bir başka ifadeyle ilk grup ifadeler, daha dışa dönük etkenlere ve
dolayısıyla da daha politik103 algılanışa sahipken; diğer grup daha içsel bir muhakemeye
dönük bu yüzden de daha dini algılanışı çağrıştırmaktadır. Bu bakımdan, gerek başka
kavramlarla/ifadelerle paylaştığı anlamlar gerekse de bir dinle ilişkili olması, İslamcılık
kavramının çerçevelenmesinde bir takım muğlaklık sorununu beraberinde getirmektedir.
Bu yüzden, İslamcılıkla alakalı yapılan çalışmalarda ilk olarak yapılması gereken şey,
tanımın içerdiği anlamın muğlaklığından arındırılması ya da muğlaklıkların ortaya
konulması olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu başlık da, esas itibariyle, böyle bir amaca
matuftur.
İslamcılık kavramını ortaya koyarken karşımıza çıkan ilk muğlaklık/sorun,
kavramı sahiplenen bir grubun olmamasından kaynaklanmaktadır (Aktay, 2014: 16). Bu
adlandırma, genel olarak, bu grup dışındaki insanların belirli insanları bu isim altında
tanımlamasıyla alakalı bir adlandırmadır. Bu adlandırmadan rahatsız olmayan İslamcılar
olduğu kadar, adlandırmayı kabul etmeyip kendini sadece Müslüman olarak gören ve
fakat İslamcı olarak görülenler de vardır (Şentürk, 2011: 19-20). Aktay’a göre (2014:
17), Müslüman kavramının İslamcı kavramına tercih edilmesinin altında yatan
sebeplerden biri, İslam’ın ve Müslümanlığın bütünsel olarak bir anlam ifade ettiğine
dair inançtır (Bora, 2017: 415). Esasen, kendilerini sadece Müslüman olarak görenlerin,
kendilerini böyle görmelerinin altındaki neden, İslamcı olarak görülen bütün insanlar
103 Politik ifadesiyle, ben-öteki ilişkisinin daha görünür olmasına dikkat çekilmek istenmiştir.
104
tarafından da kabul edilir. Genel olarak bu nedeni şöyle açıklayabiliriz: Müslümanların
amacı İslam’ı değiştirmek değildir, amaçları İslam’ı daha iyi anlayıp ona göre
yaşamaktır. İslamcıların kendilerini sadece Müslüman olarak görmeleri, ya da
kendilerini sadece Müslüman olarak görenlerin başkalarınca İslamcı olarak
sınıflandırılmaları, İslamcılığın temel bir özelliğini ortaya koymaktadır. Bu temel
özellik, İslamcı olarak görülen insanların hayatlarında vazgeçilmez öğenin İslam
olmasıdır104. İster, bizim 19. Yüzyıldan itibaren temellendiğini düşündüğümüz
İslamcılık olsun, isterse günümüzde İslamcı olarak nitelendirilen olsun, bu öğeyi
içlerinde barındırırlar. Bu durum, genel olarak, modern dünyanın yürütülmesi sırasında
tabi olunan kurallar ve yasalar ile daha da görünür olmuştur/olmaktadır. Osmanlı
Devleti’nde modernleşme hareketleriyle İslamlaşma hareketlerinin aynı anda
yürütülmesi (Kara, 2016), İslam’ın hakikat olarak bellenmesi ile açıklanabilir. On
dokuzuncu yüzyılda modern dünyanın kurumlarını ve düşüncelerini iktibas etmeye
çalışırken İslamcılarca ortaya konan analojilerde de günümüzdeki İslamcıların katılım
bankacılığı ile bankacılık sistemine dâhil olmalarında da aynı hassasiyeti görürüz.
Müslüman olunduğu için İslam’ın vazgeçilmez olmasını temel öğe olarak belirlesek de
İslamcılığın tanımını netleştirmiş olmayız. Çünkü İslam’ın bir din olarak ortaya
çıkışından itibaren, münferit ya da organize olarak, bu öğe üzerinden hareket eden
birçok insana ve gruba rastlamak mümkündür. Bu bakımdan, bugüne kadar yapılmış
tanımları yoruma tabi tutmak, tanımın netleştirilmesi ve konunun serimlenmesi
bakımından önem arz etmektedir.
İslamcılığın tanımlanması, her ne kadar on dokuzuncu yüzyılda olsa da
retrospektif olarak ve tanımların içerdiği anlama binaen, İslam’ın doğuşuna kadar
götürülebilir. Hatta Mert (2014: 411), tartışmanın ele alınma tarzına göre ilk insana
kadar da götürülebileceğini düşünür. S. Sayyid’in (Sayyid’ten akt. Aktay, 2014: 18)
“Bir Müslüman olarak ilişkilerini İslam’ın tarihsel formasyonu ve geleneklerinin içinde
konumlandırarak bunu kendine bir davranış ufku kılma projesine İslamcılık diyebiliriz.
İslamcı da İslami sayılan metinlere dayalı bir dili veya değişik şekilleriyle İslam
örneğinden esinlenilmiş bir dili kullanarak tasvir edilmiş bir ütopya doğrultusunda
hareket eden kişidir.” tanımı, bu geniş tarihselliği vurgulayan ve bu tarihsellik içerisinde
gerçekleşen her hareketi İslamcılık adı altında tanımlamayı uygun görmektedir. Bu
104 Burada ‘olmasıdır’ ifadesi, ‘iddiasıdır’ şeklinde de ifade edilebilir. Öyle olması ya da iddia da
kalması konusunda ayırıcı olanın niyetler olması, bizi bu konuda kesin konuşmaktan alıkoymaktadır.
105
tanım, pek âlâ, yorumun gücü de kullanılarak Hz. Muhammed dönemine kadar
götürülebilir (Türkmen, 2011: 141). Sonuçta, amaçlanan ufkun kurucusu ve
yönlendiricisi Hz. Peygamberdir. Sayyid’in tanımını daha da radikalize etmek
mümkündür. Öyle ki söz konusu amaçlanan hedef önceki İbrahimi dinlerin de
hedeflediği amaçlardır. Tanım gereği bir örgütlü hareketten de bahsedilmemektedir. Bu
bakımdan, İslamiyet öncesi İbrahimi dinlerdeki hanîfler de bu kapsamda İslamcılığın
konusu olabilir. Bu yorumun radikalliği ne kadar açık olsa da İslamcılığa karşı girişilen
her tanımın olabilecek sınırlarını göstermesi bakımdan önemlidir. Sınırların
muğlaklığının en temel sebebi, tanıma konu olan şeyin bir din ile ilişkili olmasıdır.
Çünkü söz konusu bir din ise, sadece o din üzerinden bir tanımlama yapılacaksa, dinin
ortaya çıkışına kadar; söz konusu dinin mesajı ve salık verdiği hayat ise, o düşüncenin
rastlanılan ilk pratiklerine kadar geriye götürülebilir. Bu sorun sadece akademik olarak
araştırma konusu yapılan İslamcılığın tanımlanmasında karşımıza çıkmaz. Bizzat pratik
alanda kendini İslamcı olarak tanıtan/gören/görülen kişilere yapılan eleştirilerde de
karşımıza çıkar ve İslamcılara bir sorun olarak dayatılır. Örnek vermek gerekirse,
“Gerçek İslam bu değil!” cümlesine konu olan her şey, esasen, İslamcılığın sınırlarını
muğlak yapan sebeplere gönderme yapmaktadır. Çünkü ‘gerçek İslam bu değil’
cümlesi, İslam’ın ne’liğine ilişkin bir bilgiyi tarihsel ya da mesajsal (İslam’ın mesajı)
olarak içerisinde barındırır. İçinde Müslümanın nasıl davranması gerektiğini de
barındıran bu söylem, İslamcılığın anlamı ve başlangıcı konusundaki muğlaklığı ortaya
çıkaran bir söylemdir.
İslam’ın başı ya da İslami düşüncenin anlamı ile bir çerçevelemeye giren
tanımlar da kendi içlerinde tarihi ve toplumu paranteze alma bakımından sorunludur. Bu
sorun, insanın, dil vasıtasıyla, hakikate tarihselliği ve toplumsallığı aşarak ulaşacağı
varsayımına dayanır. Al-Azmeh (2017: 119), İslam’ın başka kültürlerde/toplumlarda
kullanımlarını örnek göstererek şu sonuca varır: “Bir dinin belirli varlığı, her zaman
tarihseldir: Belli bir toplumsal mekânda, toplumsal ve siyasal diyalektik içerisindeki
belli bir toplum için ve o toplum tarafından yaratılmış ‘les biens religieux’ olarak
adlandırılan şeyin özgül üretimi ve dolaşımıdır.” Mardin’in (1991: 56), dini rabıtayı ön
milliyetçilik olarak ifade etmesi, Azmeh’nin yukarıda belirtilen dinin toplumsallaşması
açısından düşünülebilir. Benzer şekilde, Türkiye özelinde, Bora’nın (2008: 112),
Osmanlı Devleti’nin son yıllarında görülen “millet inşasına ve milliyetçiliğe sezgisel
yönelimin dini ihya etme gayretiyle birleşmesi” tespitini de Mert’in (1996: 137-138),
106
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan İslamcılığı kültürel bir restorasyon talebi
olarak yorumlamasını da bu açıdan değerlendirebiliriz.
İslamcılığı refleksif bir hareket olarak görmek de bir başka tarz olarak karşımıza
çıkar. Eğer İslamcılığı İslam’a karşı yapılan saldırılar sonucu refleksif olarak ortaya
çıkan bir düşünce pratiği olarak ele alacaksak (Aktay, 2014: 20), muğlaklık sorunu yine
çözümlenemez. Refleksif hareket üzerinden yapılan tanımlar, yukarıda belirtilen
sorunları hafifletse de bir başlangıcı ve buna müteakip İslamcı tanımını netleştirmez.
Örneğin, dokuzuncu yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar Antik Yunan akılcılığıyla
düşünsel zeminde mücadele etmiş Ortodoks İslam mücadeleden zafer ile ayrılmıştır
(Ceylan, 2005:107). Eğer refleksif bir düşünce pratiği olarak ele alınırsa, Gazali ile
biten bu süreçte, Yunan aklına karşı çıkan mütefekkirleri birer İslamcı olarak
selamlamak mümkündür. Ancak bu selamlama, on dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde
netameli bir hal alır. Çünkü on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan İslamcılığın, batının
ilerlemesine sebep olarak gösterilen, antik Yunan düşüncesini, batıya bu düşüncelerin
aktarılması bakımından, sahiplendiğini görürüz. Görüldüğü üzere, on dokuzuncu
yüzyılda ortaya çıkan İslamcılıkta bolca görülen, Batı’nın ilerlemesini örnek almaya
dönük her düşünce, bir sonraki adımında, on üçüncü yüzyıldaki galibiyetle zıt bir
anlama dönüşebilmektedir. Ceylan (2005) on üçüncü yüzyıldaki zaferin on dokuzuncu
yüzyıldaki hezimetin sebebi olarak görerek bu durumun trajikliğini ortaya koyar.
Aktay’ın da belirttiği gibi (2014: 17), İslamcılık üzerine yazılmış yazıların büyük bir
çoğunluğunun, içerikteki muğlâklık karşısında, kendi işle(v)msel (operational)
tanımından yola çıktığını söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, İslamcılık tanımları ya da
İslamcıların neyi içerdiği/içermediği konuları bir değerlendirme (bir vaziyet alış)
meselesi olarak da alınabilir. Örneğin, Kara (2016b) bazı çevrelerin, İslamcılık
düşüncesini, modern kabullerin üzerini örtme düşüncesiyle, İslamiyet tarihi içinden
süzülerek gelen bir düşünce olarak tanımlandığını belirtir. Bu bakımdan, söz konusu
çalışmaları yapanların değerlendirmeleri ile olguların konuştuğu dil arasında bir
eşleşmeyi değerlendirme ölçütü olarak ortaya koymak gerekir. Bu doğrultuda,
İslamcılık kavramının ele alınmasında ortaya çıkan muğlaklıkları/sorunları da göz
önünde bulundurarak, değerlendirmemize ölçüt oluşturacak bir tanımlamayı yapmak,
çalışmanın anlaşılması bakımından ön-gereklilik olarak karışımızda durmaktadır. Bu
doğrultuda, Kara’nın (2014b: 17) geniş kapsamlı şu tanımı, amacımıza uygun olarak
belirlenmiştir:
107
“İslamcılık, XIX.-XX. Yüzyılda, İslami bir bütün olarak (inanç,
ibadet, ahlak, felsefe, siyaset, hukuk, eğitim…) “yeniden” hayata
hâkim kılmak ve akılcı bir metodla Müslümanları, İslam dünyasını
batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten,
taklitten, hurafelerden… kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve
kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri
baskın siyasi, fikri ve ilmi çalışmaların, arayışların, teklif ve
çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket olarak tarif edilebilir.”
Kara’nın yukarıda verilen tanımı, literatürde yapılmış en kapsamlı tanım olarak
karşımıza çıkmaktadır. Diğer akademisyen ve yazarların tanımlarını, bu tanımın içinden
çıkarmak mümkündür. Örneğin, Said Halim Paşa’nın (2015: 158) “İslamlaşmak demek
İslam’ın inanç, ahlak, toplum ve siyaset sistemlerini, sürekli, zaman ve çevrenin
ihtiyaçlarına en uygun biçimde yorumlayarak bunlara gereği gibi uymak” olarak
İslamcılık tanımını; Tunaya’nın (2007: 19) “İslamcılık akımı, Kur’an, Sünnet gibi İslam
esaslarına dayanmakla beraber, bunların yorumlanmasında, ferdin ve toplumun
yaşayışlarını düzenleyecek kaidelerin İslam kaynaklarından çıkarılıp uygulanmasında
aklı ve ilmi esas tutar” değerlendirmesini; Mert’in (2014: 412) “İslamcılık modern bir
siyasal düşünce akımı olarak, bir “kurtuluş” ideolojisi olarak doğmuştur” tespitini;
Gencer’in (2013: 69) “İslamcılık 19. Asırda küresel bir güç haline gelen Batı’nın
etkisiyle İslam dünyasında başlayan modernleşmenin getirdiği sekülerleşme sürecinin
ürünü bir ideolojidir” tanımını, Kara’nın yukarıda verdiğimiz tanımından çıkarmak
mümkündür.
Başat tanım olarak aldığımız İsmail Kara’nın bu tanımı, İslamcılığı siyaset alanı
ile sınırlandırmayıp bütünsel ele alması bakımından da önemlidir. Çünkü İslamcılık
düşüncesini, sadece, politik söylemler, yapılanmalar üzerinden ele almak, konunun
ontolojik kısmının gözden kaçmasına sebep olmaktadır. Sözgelimi İslamcılığın bütün
politik ya da entelektüel iddiaları çokça ele alınıp yorumlanmasına karşın; mezheplerin
ve Kur’an yorumlarının birleştirilmesi konusu, nadiren ele alınmıştır. Ya da İslamcılık
ve İslamcılar için vazgeçilmez olan “kaynaklara dönüş” fikrinin özgüveni105 üzerine
105 Burada ortaya koyduğumuz özgüven, esas itibariyle, Descartes’in cogito’su ile ortaya çıkan
bir özgüvene öykünen bir özgüveni ima etmektedir. Burada kaynakların nasıl yorumlanacağından daha
önemli olan, kaynaklara geri dönenlerin, doğru yorumu bulacaklarına dönük inançlarıdır. Bu inanç, esas
itibariyle, varlığını özne olarak tanıyan ve var-olanları varlık olmak bakımından ele alıp sınıflayan
ontolojik akla dayanır.
108
düşünülmemiştir. Bu yüzden, Kara’nın tanımı, esas itibariyle, İslamcılık fikrinin, neden
ortaya çıktığı ve bütünlüklü olarak nerelerde ma’kes bulduğunu göstermesi bakımından,
çalışmamız için yol göstericidir.
2.1.1. İslamcılığın Dili
İslamcılık araştırmaları kapsamında yapılan çalışmaların genelinde, bazen açıkça
belirtilerek, bazen de örtük olarak İslamcılığın dili ortaya konulmuştur. Örnek olarak
vermek gerekirse, İslamcı düşüncenin mütemmim cüzü olarak görülen ‘kaynaklara
dönüş’ düşüncesi, örtük biçimde, İslamcılığın dilini işaret etmektedir. Ya da açıkça,
İslamcıların modernist bir dil kullandığı söylenebilmektedir. Bunların dışında da,
literatüre bakıldığında, birçok farklı şekilde İslamcı söylemin dilini işaret eden ifadeler
ve değerlendirmelere rastlayabiliriz. Bununla birlikte, ne kadar farklı şekilde olursa
olsun, bu ifadelerin ve değerlendirmelerin, esas itibariyle, epistemolojiyle sınırlı
olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka ifadeyle, literatürdeki değerlendirmelerde,
İslamcılığın dili, İslamcılık kavrayışı/düşüncesi zemininde bir dil analizi şeklinde ele
alınmıştır. Bu tarz bir ele almanın önemsiz olduğunu söylemeksizin, bu teze göre,
İslamcılık dilinin ortaya konulmasının önemi, İslamcılıktan ziyade dilin ne olduğuyla
alakalı bir şeyden kaynaklanmaktadır. Başka bir deyişle, İslamcılığın dilinin ortaya
konulmasının önemi (bu çalışma özelinde), belirleyici olanın dil olduğunun
kavranılması ile ortaya çıkar. Çünkü İslamcılık kavrayışı üzerinden dil analizi
epistemolojik bulgular sağlarken, dil kavrayışı üzerinden İslamcılık analizi meselenin
ontolojik bir seviyeden ele alınışını sağlamaktadır. Bu seviye dolayısıyla, İsmet Özel’in
İslamcılık düşüncesindeki nevabitliği ve İslamcılığının ontolojik boyutu daha açık bir
şekilde ortaya konulacaktır. Bu sebeple İslamcılığın dili ortaya konulurken, ilk olarak
dilin bizatihi neliğine ilişkin bir değerlendirme yaptıktan sonra Siyasal İslam veya İslam
+ cılık (İslam + ism) terkibini ele alacağız.
2.1.1.1. Dil’in Ne’liği Üzerine
Dil nedir (?) sorusu, mesafesizlik sebebiyle zor bir sorudur. Çünkü soruya konu
olan dile dair cevap yine dil yordamıyla dil içinden verilecektir. Modern bilmeyi
sorunsallaştırarak söylemek gerekirse, özne ve nesnenin iç içe olması sebebiyle bu soru
bizatihi bir sorundur. Bu yüzden, modernitenin bilgiye dönük temel iddiasını (öznenesne ayrımı) sorunsallaştırması sebebiyle, hakikat olarak ideolojileştirilen modern –
izmlere ve genel olarak modernizme en radikal kritikler, her zaman, dil sorunu
109
üzerinden gelmiştir. Modernitenin Ortodoks dilinden arınması olarak post-modern
düşünce de post-modern düşüncenin radikalleşmesi olarak post-truth düşüncesi de
gücünü dil hakkında yapılan açıklamalardan almaktadır. Bir başka deyişle, yirminci
yüzyıl ve yirmi birinci yüzyıl, dil düşüncesinin (dil hakkındaki düşüncelerin)
belirleyiciliğinde gerçekleşen anlamlanma arayışlarının olduğu yüzyıllardır. Yirminci
yüzyılın ilk yarısında, dilin merkezi bir konuma gelişini işaret eden “dile dönüş”
(Linguistic turn) hareketi de bu arayışların başlangıcını ifade etmektedir. Dile dönüş
hareketi, esas olarak, modern bilmenin başvuru noktaları olarak ‘akıl’, ‘deney’ ve genel
olarak ‘olgu’dan dil’e dönüşü ifade etmektedir. Bir başka deyişle, anlamın ortaya
konulmasında dil, aklı ve deneyi (hatta olguyu) önceler. Bu bakımdan, anlam, dile
ilişkin bir şey olup, anlaşılan şey de, esas olarak, dildir (Gadamer, 2009: 3-12). Dilin
olguya öncel olması, olgunun anlamdaki belirleyiciliğini yıkması bakımında modern
düşüncede bir kırılmayı temsil eder. Çünkü modernitenin motivasyonu olarak ileri
sürülebilecek ‘dünyanın keşfi’ düşüncesi, bu kırılma ile, yerini, keşfedilecek şeyin
keşfedende hazırlandığı düşüncesine bırakır. Wittgenstein (2011: 47) bu durumu şu
şekilde ifade eder: “Dil düşünceyi örter. Öyle ki, örtünün dış biçiminden, örtülen
düşüncenin biçimi konusunda sonuç çıkarılamaz, çünkü örtünün dış biçimi tamamıyla
başka amaçlar için kurulmuştur; gövdenin biçimini belli etmek için değil.” Dile ilişkin
böyle bir kavrayışın düşünceyi nasıl dönüştürdüğü, tarih içerisinde dilin ne olduğuna
dair kavrayış ve tarih içerisinde düşüncenin dile bağlılığının nasıl olduğu ortaya
konularak daha iyi anlaşılabilir.
Dil üzerine yapılmış sistematik düşüncelerin tarihini antik Yunan’a kadar
götürebiliriz. Antik dönemdeki dil üzerine düşüncelerin ana aksı dil ile gerçeklik
arasındaki ilişkide temellenir. Bu ilişkinin ortaya konulmasında da yararlandıkları iki
farklı kavramdan bahsetmek mümkündür. Bu kavramlar: phúsis (doğa) ile thésis
(âdet/uylaşım)106. Greklerin dili bu kavramlarla ele alışları, esas itibariyle, düzen
kavrayışlarının dil-gerçeklik ilişkisine uyarlanması olarak da düşünülebilir (Demir:
2007: 10). Çünkü bu iki karşıt kavram, özsel olarak, iki farklı düzeni işaret etmektedir.
Bunlardan phúsis (doğa) “dolayımsız olarak içinde var olduğu şeylerin hareketinin ve
sükunetinin ilkesi (arkhé) ve nedeni (aitia) olarak” tanımlanırken (Peters, 2004: 301);
“bir şeye dışarıdan keyfi olarak empoze edileni thésis diye adlandırdılar” (Demir: 2007:
106 Kavramlarla ilgili, ayrıntılı bilgi için bakınız: F. E. Peters, Antik Yunan Felsefesi Terimler
Sözlüğü: Tarihsel Bir Okuma, 2004 s. 298-302, 379-380
110
10). Dilin bu zeminde ele alınması, dilin epistemolojik değeri ile ele alınması olarak
okunabilir. Law’a göre bu iki düzen anlayışında, dilin gerçeklikle ilişkisi, aşağıdaki
gibi, iki farklı şekilde yorumlanmıştır (Demir, 2007: 10-11):
“Sofistlerden Eflatun’a ve Stoacılara kadar Grek filozofları
objelerin adlarından bilgi elde etme imkânını tartıştılar. Bazı
filozoflara göre kelimelerin “doğası gereği” anlamı vardır (phúsei);
yani, fiziksel dünya ile dil arasında korelasyon vardır. Karşıtlarına
göreyse kelimeler keyfi anlam sembolleridir (thései) ve bu yüzden
doğal dünya hakkında bize herhangi bir şey söyleyemezler.”
Dilin (Greklerde görülen) gerçekliği yansıtması, gerçekliği taklid etmesi olarak
ortaya konulan mimetik107 açıklaması, bir bakıma, dilin yirminci yüzyıla kadar sürecek
ortodoks anlamını vermiştir. Dil, bu anlama göre, bir anlamın taşınmasını sağlayan
araçtır. İster, doğası gereği, anlamı kesin olarak versin; isterse, doğası belirsiz olarak
kabul edilerek, anlamı konvansiyonel olarak versin; bu ortodoks görüşe göre dil, bir
anlam taşıyıcısı olarak vardır. Dilin anlam taşıyıcısı olarak var olması, dinlerin yazı ile
dünya tarihi içerisine girmesiyle daha önemli konu olmasına sebep olmuştur. Katolik
Kilisesinin (Vatikan’ın) resmi dilinin ölü bir dil olan Latince olması, Reformasyon
hareketlerinin ana konularından birinin İncil’in tercümesi meselesi olması, İslamiyet’te
kendi dilinde ibadet meseleleri, Türkiye özelinde başlı başına mesele olarak zaman
zaman gündeme getirilen Ezanın Türkçeleştirilmesi meselesi, Arapça dışında bir
tercümenin Kur’an olarak kabul edilip edilemeyeceği tartışmaları, dilin teolojiyle
birlikte önemli bir konu olarak görülmesinin örnekleri olarak verilebilir. Dilin bu
önemli konumu, bir yüzüyle, dillerin çoğulluğu sorunu demektir. Dilin çoğulluğu
sorunu ile modern düşünce arasında da doğrudan bir bağlantı olduğunu söylemek
mümkündür. Dillerin çoğullaştığı döneme ilişkin bir mite dayanan varsayım bu
bağlantıyı daha açık bir şekilde göstermektedir. Babil kulesi efsanesine göre, Tanrı’yı
hiçe saymanın bir ürünü olan Babil Kulesi’nin inşasından önce, Âdem’in Tanrı’yla
konuştuğu ve Âdem’in torunlarının kullandığı kusursuz bir dil vardır; ancak confusio
linguarum (dillerin karışması) ile birlikte dillerin çoğulluğu doğmuştur (Eco, 2009: 31).
Dillerin tanrı tarafından karıştırılması, insanların şeyleri oldukları gibi görmelerinin
107 Demir mimetik dil görüşünü şöyle özetlemektedir: “Mimetik dil görüşü, dilin gerçekliği tasvir
ettiği ve bu tasvirin de gerçekliğin bir taklidi olduğu düşüncesine, yani, dil ile gerçeklik arasında tam bir
mütekabiliyet olduğu varsayımına dayanır: ad, objenin fonetik mimesis’idir.” Bkz: Gökhan Yavuz
Demir, (2007). Sosyal Bir Fenomen Olarak Dilin Belirsizliği, 2007, Bursa, s. 11.
111
(şeylerin hakikatlerini bilmelerinin) yasaklanması olarak okunabilir. Dillerin karışması
hakikatin göreceleşmesi ya da (başka deyişle) hakikatin ortadan kalkması anlamına
gelmektedir. Bu açıdan bakıldığında, dil bilginin iletim aracı olmasının aksine bizzat
bilginin önünde bir engel olarak kurulur. Locke’un (1999) dilin doğası ve bilgi üreten
kullanımından emin olmadan, ileri sürülen bilgiden emin olunmaması gerektiği
düşüncesini de bu doğrultuda düşünebiliriz. Kültürler ve en büyük gelenek olarak dil,
hakikate ulaşmada aşılması gereken bir şey olarak karşımıza çıkar. Modern dönemin
açıklamaya ve ispata dayanan nedensellik düşüncesi, bir bakıma, dilin hakikati
taşıyışındaki hataları budamaya dönüktür. Bilgiye ulaşmak için metod olarak deneyi
ileri süre Bacon’ın ‘zihin putları’ olarak ifade ettiği düşünce, bu budamaya ilişkin bir
tespittir (Russ, 2011: 141). Eco (2009) insanlığın bütün arayışının esasında bu kusursuz
dilin yeniden bulunmasına dönük olduğunu belirtir. Galileo’nun evrenin dilinin
matematikle yazılmış olduğunu düşünmesi de esas olarak, dilin geleneksel tortuları ile
hakikatten uzaklaştıran (karmaşıklaştıran) yapısını bilgi ediniminde devre dışı
bırakmaya dönük bir hamle olarak görülebilir (Russ, 2011: 137). Ansiklopedistleri ve
ideoloji düşüncesinin ortaya çıkışını da bu dil yorumu üzerinden okuyabiliriz. Bununla
birlikte, doğanın, tabiatın dayandığı ilke olarak matematiğin sunulması ve matematiğin
bütün bilimlere boca edilmesi de bulunduğu düşünülen şeye (hakikatin dili) ilişkin
güven ile ilgili görülebilir. Bir başka şekilde, modern düşüncenin meşruiyet sağlayıcı bir
kurumu olarak bilimin her şeyden çok metodla ilişkilendirilmesinin ya da nesnelliğin ve
bilimselliğin aurasının böyle bir dil düşüncesine dayandığı söylenebilir. Bilimsel
metinlerdeki öznesizlik, bu bakımdan, insanın hakikatin aktarılışındaki olumsuz
etkisinin kırılması olarak, modern dilin kullanışı ile alakalıdır. Bu anlayışta metod,
modern bilimsel dildir. Bilim adamı da, esas itibariyle, metodu uygulayandır. Bu
sebeple, bilimsel bilgi de hakikatin tarifsiz elde edilişi olarak metodlu bilgidir.
Modernliğin bu dilini modern düşüncenin ve modernleşmenin krizlerinde daha açık bir
şekilde görebiliriz. Çünkü modernliğin krizleri, esas itibariyle, yine bu dilin
sorgulanması ya da güvenini kaybetmesi ile alakalı krizlerdir.
Yirminci yüzyıla gelindiğinde, dilin araçsal olarak ele alınması, yerini dilin
bizzat ele alınmasına bırakmıştır. Dile dönüş hareketi de esasen böyle bir dönüşü işaret
etmektedir. Heidegger, Wittgenstein, Davidson, Derrida, Gadamer, Foucault gibi
düşünürlerin düşüncelerini inşa ettikleri merkezi nokta dildir. Bu düşünürlerin dile
ilişkin sorunsallaştırdıkları ilk şey mükemmel dilin varlığıdır (ön-varsayımıdır).
112
Nietzsche, dilin doğasıyla ilgili incelemelerinde, bilgi arayışımızın kendisini metafor
oluşturmaya yönelik temel insani güdüde temellendirir (Schrift, 2002: 6). Bu doğrultuda
dil de kendini, insani varlıkların metafor yaratma kapasitesinde temellenen bir şey
olarak ifşa eder (Schrift, 2002). Başka bir deyişle, insanın dil ile yaptığı, esas olarak,
başka bir dünya yaratmaktır. Buradan bakıldığında modernizmin temellendiği
Descartes’in bilen-bilinen ayrımı, yerini bilen’e, bilenin de içkin olduğu dile,
bırakmıştır. Nietzsche (2010: 327) modern bilmenin temeli olan Descartes’in
cogitosunun, esas itibariyle, bir gerçeklikten ziyade, gerçek tasarımına davet bir
varsayım (bir dil tarzı) olduğunu şu şekilde ortaya koymuştur:
“ “Düşünme var: öyleyse düşünen bir şey var”: Descartes’nin
bütün argümanlarının neticesi budur. Hâlbuki bu, madde anlayışımıza
inancımızı ‘a priori gerçek’ olarak katmak demektir – düşünce varsa,
‘düşünen’ bir şey var demek, her eyleme bu eylemi gerçekleştiren
birini ekleyen dilbilgisel alışkanlıklarımızın bir oluşumudur. Kısacası,
bu sadece bir gerçeğin kanıtlanması değil, bir mantıksal metafiziksel
varsayımdır – Descartes’ın takip ettiği çizgiler boyunca insan mutlak
kesinlikte olan bir şeye değil, sadece çok güçlü bir inanç gerçeğine
rastlar.
Bu öneriyi ‘Düşünme var, öyleyse düşünce var’ şeklinde
kısaltırsak, sadece bir gerginlik yaratmış oluruz: ve sorgulanan şeye,
yani “düşüncenin gerçekliğine” – düşüncenin “görünürdeki
gerçekliğinin” bu şekliyle inkâr edilemeyeceğine hiç temas edilmemiş
olur. Hâlbuki Descartes’in istediği, düşüncenin görünürde bir
gerçeklik değil, kendi içinde bir gerçekliğe sahip olmasıydı.”
Dilin bu şekilde kavranışı, hakikati imkânsız (ulaşılmaz) kılmıştır. Bunun
yanında, doğru ve yanlış da sadece, dilin içinde izah edilebilir bir alana sokulmuştur.
Aynı sebeple, anlam ve bilinen dil içindedir. Martin Heidegger’in ‘insan konuşmaz, dil
konuşur’ şeklindeki ünlü cümlesi de bu durumun özlü ifadesi olarak anlaşılabilir. Dile
dair bu tarz düşüncenin birçok sonucu olmuştur ve olmaktadır. Örneğin, modernizme
bir karşı koyuş olarak kendini “meta anlatıların sonu” olarak tanımlayan post-modern
düşünce, pekâlâ, “mükemmel dil yoktur” diye okunabilir. ‘İnanıyorum o halde doğru’
olarak kısaltılabilecek post-truth düşüncesi de radikal bir hakikat dili eksikliği olarak
yorumlanabilir. Hakikat dilinin teorik bir varsayım olarak silinmesi, politika alanı içinde
113
birçok konuda görünür olmuştur. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan medeniyetlerin
çokluğu, etnisite sorunlarının dünyada ulusal politikaları fazlasıyla meşgul etmesi,
radikal demokrasi talepleri, temsil krizleri, meşruiyet krizleri bu konulara örnek olarak
verilebilir.
Yirminci yüzyılda dile dair yapılan çalışmalar, yalnızca dünyaya ve şeylere olan
bakışı değiştirmemiştir. Dilin başlı başına sorunsallaştırılması ile alakalı yapılan
çalışmalar, aynı zamanda, bizatihi insan kavrayışını da dönüştürmüştür. Antik Yunan’da
gerek politik hayvan gerekse de logos sahibi varlık olarak insan tanımı, modern
düşüncede animal rationale’e (düşünce kapasitesine sahip canlı) dönüşmüştür. Yirminci
yüzyıla gelindiğinde, Heidegger gibi filozoflar logosun asıl anlamının dil olduğunu ileri
sürerek, temel insan düşüncesinin Ortodoks tanımlarını değiştirmişlerdir (Gadamer,
2002: 66). Herder ve Wilhelm von Humboldt’un tabiriyle insan temelde lingüistik/dilsel
bir varlıktır. Burada, dilin insandan ayrı bir araç olarak görülmesi ve insanın ona sahip
olması gibi (o döneme kadar yaygın olan) bir düşüncenin değişmesiyle insan
kavrayışının da dönüştüğünü görürüz. İnsanın lingüistik/dilsel bir varlık olması, dili,
insanın sahip olduğu bir şey olarak değil de, insanın ait olduğu bir şey olarak
tanımlamaktadır. Bir başka deyişle, dil insandan ayrı bir ürün olarak sahip olunabilecek
bir şey değildir. Humboldt’un ifadesiyle (1999: 49), “Dil bir ürün (ergon) değil,
faaliyettir (energia)”. Bu yüzden de “dil bitmiş, tamamlanmış bir ürün olarak değil, bir
aktivite, etkinlik ve oluş olarak görülmelidir” (Demir, 2007: 26). Bu yeni kavrayış dilin
araç olmasına halel getirmemektedir. Dil şüphesiz bir araçtır. Fakat dil daha önemli
olarak insanın varlığı ve varoluşu (dünyayı) anlamasının merkezidir (Akarsu, 1998: 19-
20). Dilin düşünceyi belirlemesi, dile ilişkin bu yeni kavrayışın (dile dönüş hareketinin
de) en önemli vurgu noktasıdır diyebiliriz. Hamman, Humboldt, Heidegger, Ferdinand
de Saussure gibi düşünürler, bu doğrultuda, akıl ve dilin birbirinden farklı şeyler
olmadığını ve düşüncenin dilden kaynaklandığını ileri sürerler (Altınörs, 2003: 18). Bu
bakımdan, her dilde bir dünya tasavvuru (onun içinde anlam kazanan bir insan) vardır.
Humbodlt’a göre dil ile o dili konuşan halk arasında varlık bağı vardır. Wittgenstein da,
dil ile o dili konuşan toplumun kültürel kavramları ve hayata bakışları arasındaki
ilişkiye “dil oyunları108” ve “hayat formları” gibi kavramlar aracılığıyla dikkat çeker.
108
 Wittgenstein dil oyunu tabirini şu şekilde açıklamaktadır: “ ‘ dil-oyunu’ terimi, dili
konuşmanın, bir etkinliğin ya da bir yaşam biçiminin parçası olduğu olgusunu öne çıkartma anlamına
gelir”. Bkz: Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar, 1998, İstanbul, s. 24
114
Goethe Renkler Kuramı Tarihi kitabında, dil ile düşünce arasındaki belirleyici illiyet
bağını şöyle örnekleyerek ifade eder (Goethe’den akt. Hadot, 2009: 91) :
“Eğer Yunan dili canlı kalsaydı ve Latin dili yerine o
yayılsaydı, evrenin bilimsel görünüşü ne kadar farklı olurdu. Yunanca
çok daha naif, doğal, ışıltılı, akıl dolu, estetik bir sunuma çok daha
yakındır. Bu fiillerle, özellikle de sıfat-fiillerle ve mastarlarla konuşma
tarzı her ifadeyi esnekleştirir; doğrusu hiçbir şey kelime tarafından
belirlenmiş, mıhlanmış, sabitlenmiş değildir; nesneyi muhayyile de
canlandıran şey sadece bir imadır. Tersine, Latin dili, adları
kullanarak, karar verir ve buyurur. Kavram kelimede katı biçimde
mimlenmiştir, kendini, bundan böyle sanki söz konusu olan gerçek bir
varlıkmış gibi hareket edebileceğimiz kelimede pekiştirir.”
Yirminci yüzyılda yukarıda örneklenen görüşlerle dil, bir bakıma, içinden
kendimize ve başka şeylere anlam verdiğimiz dinamik bir zemine dönüşmüştür. Bir
başka deyişle, dile ilişkin bir bakış hayata bakışımızın kendisine ilişkin bir kavrayışa
dönüktür. Bu yüzden, kodlamaların (anlamların) çok değişken olabildiği sosyal
bilimlere konu olan her şey bir dil çalışması gerektirir diyebiliriz. Çünkü her olay
kendini, anlamlı olarak ortaya konulmasının gerekliliği olarak, bir dil ile ifşa eder.
Nermi Uygur’un (1997: 82-83-86) da belirttiği gibi “dil dünya kavrayışıdır.
Yadsınamayan bir doğru varsa, bu kavrayışın dilden dile değiştiğidir.” Dil, bu
bakımdan, söylenenin söylenmeyen varsayımları/kabulleridir. Bu noktada, milletler ile
dillerin bağlantılarını kurmak bakımından, millet isimleri ile dillerinin aynı olduğunu
söylemek aydınlatıcı olacaktır. Örneğin, İngiliz dilinde Türkçe ve Türk aynı şekilde
“Turkish” olarak söylenir. Buna mukabil Türkçe Türk ismine ce-ca yapım eki
eklemlenmesiyle oluşan bir isimdir. Manası şüphesiz Türk’e göre demektir. Başka bir
deyişle bir şeyin Türkçe’si o şeyin Türk’ün tasavvurunda karşılığı olarak okunabilir.
Dilin yukarıda bahsedilen belirleyiciliği hemen her alan için geçerlidir. Bir şeyin
açıklanmasına ilişkin her şey, açıklanma dilinin içinden anlamlanacağı için, dile
bağlıdır. Örneğin, genel olarak, insanın gerçekliği anlayıp aktarabileceğine
(öğretebileceğine) inanan tamamen seküler olan modern dilden bahsedebileceğimiz
gibi, modern düşüncenin/dilin içinde kendine özgülük barındıran liberal ve komünist
dilden bahsedebiliriz. Bunların yanı sıra, siyasetin dilinden bahsedebileceğimiz gibi, bu
115
dili belli dönemler için tasnifleye de biliriz109. Din’e ilişkin konular bu zaruretten
münezzeh midir? Bu soruya cevap, dinlerin öğretilerini açıklama iddialara dayandırması
halinde (bir metne bir söylemeye dayanması bakımından) hayırdır. Bir metin ya da
tercümeye110 konu olan her şey, dilin tahakkümünde görülebilir. Belirttiğimiz gibi, her
anlama, dünya algılayışı toplumların dilinde saklıdır. Başka deyişle, dillere göre olayı
kavrayışlar buna müteakip yaklaşımlar farklılık gösterir. Örneğin Kur’an’da bahsedilen
cennet tasvirlerinde sürekli gölge veren, tatlı sulardan oluşan nehirlerden, her türlü
yiyecek ve içeceklerden bahsedilmesi Arapça konuşulan bölgelerde yaşayan insanların
hayat tasavvurları ile doğrudan alakalı görülmüştür (Hamidullah, 2010: 22). Benzer bir
şekilde karla ilgili tek bir kelime kullanılmaması savunduğumuz tezi destekler
niteliktedir (Gezer, 2008: 27). Sadece İslam özelinde bu böyle değildir, Hıristiyanlık
tarihinde bunun daha çarpıcı örnekleri mevcuttur. Örneğin, Hıristiyan misyonerler,
İncil’i Kızılderililer için çevirdiklerinde, İsa’nın deniz yerine bir bataklık üzerinden
geçtiğini söylemek zorunda kalmışlardır. Bu zorunda kalış, kendi dillerinde anlamlı
olan fakat söylenilen kişide anlamsız olan şeyi, anlama yani dile taşıma sebebiyledir.
Burada dilin anlamadaki merkeziliğini görmek mümkündür. Yine, Eskimolar için
yaptıkları tercümelerde “Tanrım! Bugünkü ekmeğimizi ver bize…” yerine “Tanrım!
Bugünkü balığımızı ver bize…”; Hz. İsa için kullanılan “Tanrı’nın kuzusu” yerine
“Tanrı’nın foku”; insanın yaratılışıyla ilgili olan “insan balçıktan yaratıldı.” yerine -
Eskimolar balçığı bilmediğinden- ‘’insan buzdan yaratıldı.’’ manalarını tercih
etmişlerdir (Göktürk, 1994: 69). Bu tercihlerin sebebi, bizim (insan/dasein) varlığı
“mevcut varlık” ve “olmayan varlık” olarak bir fiil ile anlamamızdır. Ama varlık esasen
devinim içinde olandır. O oluş halindedir. Bizi ilgilendiren ve bize temas eden, bize
konuşan ondaki devam edişin zaman ve mekânsal bir yönüdür. Bu noktada dile dair bir
fiil olarak varlık arayışı en fazla yakınsanır. Bu yakınsama dile yakınlaşılmaya çalışılan
varlığın dili üzerinden olur. Bu yüzden pratikte en fazla yakınsama olarak dilin varlığı
varlığın dilidir (Gadamer, 2002: 38-42).
Dilin yukarıda verilen kavranışı özelinde, modern bir düşünce olarak ortaya
çıkmış İslamcılık düşüncesinin/hareketinin iki açıdan dilsel analizinin ortaya konulması
İslamcılığın anlam alanını göstermesi bakımından önemli olacaktır. Bunlardan ilki
modern olması hasebiyle modern dil açısından analizidir. İkincisi siyaset ile bağlantısı
109 Örneğin, Machiavelli ile başlatılan modern siyaset düşüncesi, esas itibariyle, modern dil
içinden ifade edilen siyaset düşüncesinden başka bir şey değildir.
110 Önemle belirtilmelidir ki her anlama bir tercümenin ürünüdür.
116
özelinde siyaset dili açısından değerlendirilmesidir. Aşağıdaki “Siyasal İslam ya da
İslam + cılık (İslam + ism) Terkibinin Anlamı” başlığı böyle bir amaca matuftur. Bunun
dışında, tezin bu ikinci kısmında yer alan her başlık altında yazılanların yukarıda verilen
dil kavrayışı ile beraber düşünülmesi İslamcılığın bilhassa Türkiye’deki anlamını ve
tarihini anlamak bakımından açıklayıcı ve önemli gözükmektedir.
2.1.1.2. Siyasal İslam ya da İslam + cılık (İslam + ism) Terkibinin Anlamı
Siyasal İslam ile İslamcılığın, siyasal olan ile din olarak İslam’ın birleşimini
ifade etmesi bakımından aynı anlama geldiğini söylemek mümkündür. Mehdi
Mozaffari’ye (2007: 21) göre, bu birleşim, kabaca, İslam ve –cılık (‘İslam’ and ‘ism’)
olarak iki kısımdan oluşur. Bunlardan ilki, bir dine ve dolayısıyla kutsala ilişkin bir şey;
ikincisini ise kutsala eklenen kutsal olmayan eklentiler olarak ifade edilebilir. Bu
yüzden, siyasal İslam kavramı ya da İslamcılık, kutsal olan ile kutsal olmaya olarak
siyasetin bir araya gelmesi gibi sorunlu bir alanı işaret eder. Kutsal olan ile siyasetin
biraraya gelişinde, iki tarafta ortaya çıkan törpülenmeler ya da birinin diğeri üzerindeki
hâkimiyet ilişkisi, ortaya konulması gereken, sorunlu alanın özelliklerindendir. Bu iki
kavramın biraraya gelmesinin tartışılmadığı her tanım, anlam bakımından eksiktir.
Çünkü bu biraraya gelişin şekli/tarzı/kavranışı, bu biraraya gelişe yaslanarak yapılan
tüm anlamları belirleyeceği gibi, bizzat, bir araya gelen kavramların da anlamlanmasına
etki edecektir. Örneğin, yukarıda kavrama dair yapı-sökümü yapan Mozaffari
(2007:21), bu birleşimden, nihai amacı, eldeki tüm imkânları kullanarak dünyanın
fethedilmesi amacı taşıyan bir din ideolojisi çıkarır. Tunaya (2007: 1) da benzer şekilde,
İslamcılığın Türkiye tecrübesinin din ile siyasalın bir tarz birleşime girdiğini ve
birleşimin şu gerekçelerle siyasal ve ideolojik doğduğunu belirtir: İslamcılık
“ideolojiktir çünkü müesseseler kuracak bir fikir ve inanç sistemi olduğunu iddia,
gerçekleşmek için de sosyal bir hareketi davet etmektedir. Siyasaldır, çünkü topluluğa,
yani Osmanlı Devleti’ni blok halinde muhafaza ve bütünlüğünü sürdürmek için de onu
belli bir amaca yöneltmek istemektedir.” Said Halim Paşa (2015: 158) da İslamlaşmak
olarak tarif ettiği bu birleşimi, benzer biçimde, şu şekilde tanımlamıştır: “Bu nedenle
bizim için “İslamlaşmak” demek, İslam’ın inanç, ahlak, toplum ve siyaset sistemlerini,
sürekli, zaman ve çevrenin ihtiyaçlarına en uygun biçimde yorumlayarak bunlara
gereği gibi uymak demektir.” Gerek Said Halim Paşa ve Tunaya’nın tanımları gerekse
de Mozaffari’nin tanımı, nihai amacın seküler belirleyiciliği kapsamında, seküler bir
117
kavrayışın sonucu olarak okunabilir111. Bu tarz tanımlamalarda ya da kavrayışlarda,
kutsalın tamamen devre dışı kalmasından ziyade, seküler kavrayışın gereklilikleri
sonucunda şekillendirilebilmesi ya da paranteze alınabilirliğini söylemek daha doğru bir
ifade olacaktır. Bu da bizi, örnek olarak verdiğimiz tanımlarda olduğu gibi, kutsal
amaçlar için (olsa dahi) kutsal inançların paranteze alınabilmesi, kavrayış olarak seküler
kavrayışın kutsal kavrayıştan daha öncelikli olduğu sonucuna pek âlâ götürebilir. Bu
sebeple, iki kavramın biraraya gelişleri üzerinden yapılacak bir değerlendirme
birleşimin anlamı belirleyecek zeminini ortaya koyması bakımından gereklidir.
Dilin yukarıda belirttiğimiz merkezliliği hesaba katılırsa, İslamcılığın ne anlama
geldiği, her şeyden önce, İslamcılığın dilinin ortaya konulması ile mümkündür. Bu, aynı
zamanda, İslam ile siyaset birleşimine yol göstermesi bakımından da önemlidir.
İslamcılığın dili ortaya konulurken, İslamcılığı içinde düşünebileceğimiz iki dilden
bahsetmek mümkündür. Bunlardan ilki modernliğin dilidir. Çünkü İslamcılık, muhtelif
kısımlarda belirttiğimiz üzere, modern bir düşüncedir / harekettir. Başka deyişle,
İslamcılık modern bir düşünüş, bir hareket olması sebebiyle, modern dil üzerinden ele
alınıp ortaya konulabilir. Dahası, Türkiye örneği özelinde, İslamcılığın, aynı zamanda,
modernleştirici misyona sahip bir hareket olarak da görülmesi (Bulaç, 2014: 51)
sebebiyle, modernliğin dili üzerinden düşüncenin takibi daha anlaşılır gözükmektedir.
İslamcılığı içinde düşünebileceğimiz ve analizini yapabileceğimiz bir başka dil, bir
toplumsal kurum olarak, siyasetin dilidir. İslamcılığın ortaya çıktığı dönem göz önünde
bulundurduğumuzda bu dil, şüphesiz, modern siyasetin dilidir. Bununla birlikte,
yirminci yüzyılda yapılan dil-varlık (insan) ilişkisi üzerine yapılan çalışmalarla beraber,
modern siyasetin gerekçelendirme ve kavrayış seviyesi olarak (sekülerliğin bilincinde
olma), modern olmayan dönemlere göre bir farklılığından bahsetmek mümkünse de
siyasetin kendini zorunluluk olarak ortaya koyuşunun tarzı bakımından farklılıktan
bahsetmek güçtür112. Bu yüzden modernliğin dili ve siyasetin dili içerisinden
111Mozaffari’nin orijinal metindeki tanımı şu şekildedir: “ ‘Islamism’ is a religious ideology with
a holistic interpretation of Islam whose final aim is the conquest of the world by all means.” Bu tanımın
modern siyasetin dilini kullandığı dolayısıyla seküler bir kavrayış ifade ettiği, modern siyasetin doğasını
işaret eden ‘end justifies means’ (amaçlar araçları mübah kılar) ifadesiyle benzerliği üzerinden kolayca
anlaşılabilir.
112 Bu durumu, esas itibariyle, kutsal siyasetin veya kutsal referansların (insan ve onun dünyasına
bağlılığının zorunluluğu olarak) imkânsızlığı olarak da okuyabiliriz. Çünkü Wittgenstein’ın ifadesiyle:
“Bir önermenin sonradan yanlış çıkıp çıkmayacağı, o önerme için nelerin belirleyici olmasına karar
verdiğime bağlıdır.” Bkz: Ludwig Wittgenstein, Kesinlik Üstüne + Kültür ve Değer, 2013, İstanbul, s. 12.
Burada modern düşünce ile değişmeyen şey, insanın kutsaldan konuşurken, aslında, kendine bağlı
(kendine anlamlı gelecek şekilde var olan) bir kutsaldan konuşuyor olması olarak ortaya çıkar. Yani
kutsal olan insanda çözülmeden ya da insanca olmadan varlığını sürdüremez.
118
İslamcılığın analizini yapmak, aynı şeyi iki farklı açıdan ele almaktan fazlasını ifade
etmektedir. Bu açıdan, İslamcılığın dili üzerine yapılacak bir irdelemede, modern dil
içinden ele alacağımız İslamcılıktan önce, modern olmayan dönemlerde İslami devletler
ya da İslami hassasiyetlerle hareket eden oluşumların dilini de gözden geçirmek,
meselenin derinlikli bir sorundan temellendiğini görmek bakımından öğretici olacaktır.
İslamcılığın başlangıcına ilişkin değerlendirmemizde belirttiğimiz üzere, ele
aldığımız İslamcılık 19.yüzyılda modern bir düşünce olarak ortaya çıkan bir düşünce
tarzıdır / hareketidir. Bununla birlikte, modern öncesi dönemlerde de benzer
hassasiyetler ile hareket eden devletler ve ekollerin olduğunu belirtmiştik. Bu
dönemlerde de dinin siyasetle ilişkisinden bahsetmemiz mümkündür. Öyle ki İslam
tarihi üzerine yapılan sınıflandırmalar, genel olarak, İslam devletleri tarihi ile aynıdır.
On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan modern İslamcılık düşüncesi / hareketi de gerek
kaynaklara dönüş düşüncesi ile gerekse de İttihad-ı İslam (Hem dini yorumların
birleştirilmesini hem de İslam devletlerinin birleşimi) fikriyle, modern öncesi
devletlerin bu ilişkisini İslam’dan uzaklaştıran bir şey olarak tahkir ederek kendini
kurmaya çalışır. Tahkir edilen, esas itibariyle, peygamber ve dört halife döneminde
geçerli olan113 politik yöntemlerden kopuşa paralel, varsayılan ‘gerçek’ dinden
kopuştur. Bu kopuşu, basitçe, peygamber dönemindeki uygulamalardan vazgeçilmesi
olarak ele alırsak soruna temas etmemiş oluruz. Sorun, peygamberin ölümüyle doğan
boşlukla alakalı olarak okunabilir114. Peygamberden sonraki dönemde Müslümanların
içine düştükleri boşluk, birbirleriyle ve dünyayla olan ilişkilerini, eminliği yaratıcı
(Allah) tarafından tescil edilen bir insanın kontrolünde115 yaşarken, böyle bir eminlikten
mahrum duruma düşmenin ortaya çıkardığı boşluktur (Özel, 2011. 145-146). Bu
boşluğu, Peygamber’in eminliğinden şüphe etme durumunda dinden de çıkılan bir
ortamdan, dinden çıkılmaksızın şüphe etmenin mümkün olduğu bir ortama geçiş olarak
da ele alabiliriz. Bir başka deyişle, “Peygamberin hayatında müminler tereddüde
düştüğü konuları doğrudan Peygamber’e açar ve ondan aldığı cevap ile problemlerini
çözerler”ken (Yeprem, 2008: 124); Peygamber sonrası dönemde, benzer tereddütlerin
113 Bazı kaynaklar, politik sayılabilecek ihtilafların (halife seçimi gibi) peygamberin hemen
ölmesiyle başladığını ileri sürerler. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Muhammed Mescidi Camii, Ehli Sünnet ve
Şia'da Siyasi Düşüncenin Temelleri, 2012, İstanbul.
114 İslamcılık ya da benzer hassasiyetlerle yapılan tüm eylemler esas olarak bu boşluğu
doldurmaya dönük eylemler nazarından okunabilir. Bu boşluğun hâlâ devam ettiğini söylemek yanlış
olmayacaktır.
115 Buradaki kontrol, olası anlaşmazlıklarda adaletsiz olabileceğini düşünmedikleri ‘emin’ olunan
bir insanın nezaretinde olmak anlamında kullanılmıştır.
119
çözüm yerine ilişkin sorunlar ortaya çıkmıştır. İslami ilimlerin bu dönemden itibaren
çıkması da böyle sorunlu bir alanı işaret etmektedir. Josef van Ess’in (Josef van Ess’ten
akt. Alexander Treiger, 2020: 58) Kelam ilminin çıkışına ilişkin yaptığı şu
değerlendirme bu durumu net olarak ortaya koymaktadır: “Kelam, ilk dönemlerin
özgüvenli duruluğu özellikle siyasi gelişmeler sebebiyle gitgide zayıfladığında İslam’ın
iç bünyesindeki bir tartışma olarak neşvünema buldu.” Bu bakımdan, Peygamberin
ölümüyle birlikte ortaya çıkan boşluğu otorite (meşru güç) boşluğu olarak görebiliriz.
Dinin zatına ilişkin konularda mezkûr boşluk, İslami ilimler ile doldurulmaya
çalışılmıştır. Siyasi açıdan ise, tarihsel tecrübe116 ve kurumlarla doldurulmuştur ya da
doldurulmaya çalışılmıştır. Siyasi açıdan bu boşluğun doldurulmasının referansları dini
olsa bile, ele alınışı ve sürdürülebilirlikleri politik olarak mümkün olmuştur. Emeviler
(661-750) ve Abbasiler (750-1258) dönemleri bu boşluğun doldurulmasında başlangıç
kabul edilebilir. Bu dönemlerde siyasal yapılar hanedanlık şekilde örgütlenerek otorite
boşluğunu doldurmuşlardır. Her ne kadar kurulan devletler dini akaidin getirdiği yapılar
olmasa da Müslümanların devletleri olarak kabul edilmesiyle, devletin varlığı ile ilgili
referanslar mecburen teolojik olmuştur. Devlet’in varlığı ile ilgili referansların dini
olması, devletin bekasının doğrudan teolojik bir amaca dönüşmesine ve bu sebeple dini
olmayan yöntemlerin ve uygulamaların teolojik bir zırh elde etmesini kolaylaştırmıştır.
Türköne’nin (1994: Emevi devletini, İslami esaslardan ziyade, zamanın ihtiyaçlarını
içermesi sebebiyle Sasani ve Bizans devlet modellerine benzetmesini bu doğrultuda
değerlendirebiliriz. Benzer bir davranışı, Türklerin İslam’ı din olarak
benimsemelerinden sonra kurdukları devletlerde gözlemlemek mümkündür. İnalcık
(2016) bu durumu Türk-İslam devletlerinin genel olarak Hind-İran ve Eski Türk siyaset
teorilerinden çok etkilendiğini söyleyerek belirtmiştir. Benzer şekilde Karpat (2002: 13)
Osmanlıların, erkan-ı Erbaa (sosyal tabakalar) teorisini ve millet sistemini, Orta
Asya’dan getirdikleri siyaset geleneklerine olduğu kadar, Bizans’ın bazı uygulamalarına
da dayanarak sosyal ve kültürel-dini özelliklerine uyarladıklarını belirtmiştir. Yine
önemli bir Osmanlı tarihçisi Nikolae Iorga eserinin başlığına yansıttı üzere (Byzance
Apres Byzance - Bizans’tan sonraki Bizans) Osmanlı Devleti’ni Bizans’ın bir kopyası
olduğunu düşünür. Bu noktada dini müesseselerde değişime uğramıştır. Din dışı
geleneklerin devlet içindeki belirleyiciliklerini hesaba kattığımızda, hâkimiyetin
siyasalın dilinde olduğu gözükmektedir. Dinin bu noktada genel olarak işlevi,
116 Burada geçen tarihsel tecrübe ifadesi, Spinozacı manada, tecrübeler sonucu öğrenilmiş ve
dayanakları tecrübeler olan şey olarak pratik aklı ifade etmektedir.
120
Osmanlıların kendini Allah’ın kılıcı olarak görmelerinde olduğu gibi117 (İnalcık, 2016:
35), meşruiyet sağlayıcı olarak görülmektedir. Karpat’a göre de (2002: 30) din, İslam’ın
özünden sapan siyasal sisteme meşruiyetini vermiştir. Bununla birlikte, Osmanlı
Sultanları hukuki kurallar koyarken, hatta önemli politik kararlar alırken fakihlere
danışmışlar; daha sonra aynı amaç için şeyhülislamlık makamını kurmuşlardır. Örneğin,
bir Hıristiyan devlete kapitülasyon verilirken veya verilmişlerde bir madde
değiştirilirken mutlaka şeyhülislam fetvası alınmıştır (İnalcık, 2016:4). Bununla birlikte
denilebilir ki, Osmanlı Devleti’nde, esas itibarıyla, şeriatın üstünlüğü ilkesini
benimsenmesine rağmen, bazı özel alanlarda Şeriat ya da dogmatik yorum, çeşitli kamu
kurumlarını açıklamakta yeterli görülmemiştir (İnalcık, 2016). Bu sebeple, bu
alanlarda, devlet sultanlara dini otoriteye dayanmayan bağımsız olarak kanun yapma
yetkisini tanımıştır. İnalcık (2016: 6) bu yetkinin gerekçesini şu şekilde belirtmiştir:
“Sultan tarafından verilen hükümler, bazen Şeriat’le uyumlu görünmese bile, sivil
otoritenin devamı nihai olarak Müslümanların hayrı için zorunlu kabul edilerek,
uygulama alanına konulmuştur.”
Osmanlı Devleti örneğinde de görüleceği üzere, Peygamber sonrası dönemde
ortaya çıkan boşluğun ana konusu, din dışında bazı kuralların ve kurumların meşruiyeti
olarak ele alınabilir. Nitekim Allah’ın emirleri (şeriat) dışında bir gücün/hukukun
varlığı sorunu, peygamber sonrası çeşitli dönemlerde dönemin fakihlerinin kitaplarında
yer bulmuştur. El-Maverdi (ö. 1058),şeriatın uygulanmasını teminat altına alan bir araç
olarak ve Müslüman toplumunun iyiliği ve bekası için, dinden kaynaklanmayan bir
kuvvetin (Kuvvetu’s-saltana veya emara) gerekliliğini belirtmiştir (İnalcık, 2016).
Benzer şekilde 14. yüzyılda Ziyaeddin Barni (Ö. 1357) İslam devletinde hükümdarın
bağımsız olarak kanun yapma yetkisine sahip olma gereğini açıklarken, bunu düzenli
dini bir toplum hayatının ön koşulu olarak kabul ederek kadir-i mutlak bir devlet
teorisinden hareket etmiştir. Müslüman halkın bekası ve şeriatın uygulanabilmesi için,
mutlak güce sahip bir yöneticinin zorunlu olduğu savunulmuştur (İnalcık, 2016). Din
dışı kuralların varlığı İslam’ın ve halkın yararı prensibi (istislah) ile meşrulaştırılmıştır.
Bu meşrulaştırmalar akaidden ziyade fıkıh üzerinden olduğu için, inanışı güvenceye
alan bir alanda gerçekleşmiştir. İstislah prensibi, açık olarak, fukuha tarafından da
uygun bulunan, şeriatın yanında sivil otorite (hukuk) alanı oluşturmuştur (İnalcık,
117 Osmanlı hükümdarlarının Orhan’dan itibaren gaziler sultanı (Sultanu’l-guzatva’l-mucahidin)
unvanını benimsemeleri de buna örnek verilebilir. Bkz: Halil İnalcık, Osmanlı Tarihinde İslamiyet ve
Devlet, 2016, İstanbul, s. 36.
121
2016). Bu sivil alan ya da hukuk da kendini dini olanın ön-gerekliliği olarak sunmuştur.
15. yüzyılda yaşamış tarihçi ve devlet adamı Tursun Bey de din dışı otoritenin din için
olmazsa olmaz olduğunu şu sözlerle dile getirmiştir (Tursun Bey’den akt. İnalcık, 2016:
8-9):
“Her insan toplumu, İslam toplumu da dâhil olmak üzere,
bekası için sivil bir otoriteyi kabul etmelidir… Padişahın (sivil
otoritenin) varlığı her çağda zorunluluktur. Dünya işlerine (maşlaha)
her çağda ilgi gösterilmesi gerektiği için bu dünyanın gündelik işlerini
yürütmede mutlak bir yetki (vilaye) sahibi bulunmalıdır. Onun
otoritesinin yürümesi kesintiye uğrarsa, insanlar en iyi koşullarda
yaşamayı sürdüremezler ve belki de hepsi yok olur.”
Tursun Bey’den yapılan alıntıdan da görüleceği üzere, sivil otorite ya da devlet
dinin muhtaç olduğu bir şey olarak kurumsallaştırılmaktadır. Bu kurumsallaşmanın
doğal sonucu olarak, devlet adamları ulü’l-emr olarak itaat edilmesi gereken insanlara
dönüşmüş; devlet ise yaşaması / yaşatılması gereken dini bir kurum olarak anlaşılmıştır.
Bu sebeple, nizam-ı âlem için kardeş katli caiz görülmüştür118. Yine, 19.yüzyılda devleti
kurtarmak, dini kurtarmak olarak anlaşılmıştır. Modern devlet olarak kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nin 1921119 ve 1924 Anayasalarında da bu algı, “devletin dini din-i
İslamdır” ibaresiyle ifade olunmuştur. Örnekleri her dönem için çoğaltmak mümkündür.
Burada önemli olan, peygamber sonrası dönemden günümüze kadar olan süreçte, dinin
din-dışı bir kurum olarak siyasetle ilişkisinin bir gereklilik ilişkisi üzerinden
kurulduğudur. Siyasete bu tarz bir bağlılığın siyasetin tarihsel doğasından etkilenmesi
de doğal bir sonuçtur120. 19.yüzyılda ortaya çıkan İslamcılık hareketi kaynaklara dönüş
düşüncesi ile tarihsel din dışı eklentileri ortadan kaldırmak istemiştir. Bu bakımdan,
peygamber sonrası dönemde, İslam siyaset ilişkisinde hâkim dilin siyasetin dili olduğu,
19.yüzyılda, bu dilin değiştirilmesi amacıyla kaynaklara dönme düşüncesini merkeze
alan İslamcı düşünce tarafından kabul edilmiş bir tespittir. Nitekim devletin dinden
bağımsız gerekçelerle hareket edebilir düşüncesinin hâkim olduğu devletlerde, dini
118 Fatih Kanunnamesi’nde şu şekilde ifade edilmiştir: ‘‘Ve her kimseye evlâdımdan saltanat
müyesser ola, karındaşların Nizâm-ı Âlem için katl eylemek münasiptir. Ekser ûlema dahi tecviz etmiştir.
Anınla amil olalar.’’
119 Bu madde, 29.10.1339 (1923) tarihinde - 364 S. Kanun ile eklenmiştir.
120 İnsan’ın tarihsel bir varlık olması düşünüldüğünde, tarihsel olmayan bir kavrayışın
olamayacağını belirtmek gerekir. Nitekim tarihsel İslam eleştirileri altında İslam’ın kaynaklarına yapılan
her keşif, kâşifin tarihselliğinde anlam bulmuştur. Bu bakımdan, Asrın idrakine söyletilen İslam, İslam’ın
asrı-saadet değerlendirmesinden ziyade asrın İslam’a verdiği anlam çerçevesini ifade etmektedir.
122
müesseselerin devlet içinde yer bulması, din ile siyaset arasındaki (teorik) (varsa)
gerilimin siyaset lehine çözüldüğünün göstergesi olarak görülebilir121
.
Modern dönem öncesi, Din (İslam) ile siyasetin birleşimini, peygamberin
ölmesinden kaynaklı oluşan boşluğun siyaset kurumu tarafından doldurulmasıyla alakalı
genel bir anlam üzerinden okunabilirken; modern dönemle birlikte, bu birleşimin
modernlik inancı içinde ve kapsamında gerçekleştiğini söylemek mümkündür. Bir başka
deyişle, modern inanç/motivasyon, modern dönemde siyaset ve dinin birleştiği alana
anlam veren şeydir. Modern inancın/motivasyonun, çalışmanın birinci kısmında
ayrıntılı olarak belirttiğimiz üzere, şeylerin hakikatinin insan tarafından
bilinebilmesi/ifade edilebilmesi, bilginin ilerlemeyi ve gelişmeyi doğurması, insanın
bilginin dayanağı ve genel olarak özne olması gibi modern düşüncenin özbilincini
oluşturan özellikleri ifade ettiğini söyleyebiliriz. Modern düşüncenin siyasete sirayeti
Machiavelli (Ö. 1527) ile başlatılabilirse de modern bir inanca sahip siyaset fikrinin
Thomas Hobbes’un (Ö. 1679) doğa durumu düşüncesi ile başladığını söyleyebiliriz.
Çünkü doğa durumu inancı122, hem seküler bir başlangıç noktası vermiştir, hem de
modern düşüncenin dayanağı olan özne olarak insanı bu tarih içerisinde ortaya
çıkarmıştır. Bu bakımdan, doğa durumu düşüncesinin ve buna bağlı anayasa fikrinin
modern dönemde siyaset içerisindeki yerinin merkezi123 olduğunu söyleyebiliriz. Bu
merkezilik, siyasetin modern düşünce içerisinden yeniden üretildiği yer olarak da
okunabilir. Bir başka deyişle, modern siyaset modernite dilinin içinden/üzerinde var
olur.
2.2. İslamcılığın Sınıflandırılması
İslamcılığın sınıflandırılması, bir noktada, İslamcıların sınıflandırılması olarak
görülebilir. Nitekim tarih içinde yapılan İslamcılık tasnifleri İslamcılar arasındaki bazı
metod ve düşünce ayrılıkları söz konusu edilerek yapılmıştır (Kara, 2014b: 35-36). Söz
konusu tasniflerin birbirleriyle ortak yanları olmasına rağmen, tasniflerin değerlendirme
121 Kemal Karpat bu durumun gerçekliğini, bu duruma tepki olarak ortaya çıkan Halk İslam’ı ile
ortaya koyar. Karpat, halk İslamı’nın yükselişini ve pek çok tarikatın özellikle Anadolu ve Balkanlarda
yaygınlaşmasını, büyük ölçüde, ulemanın üst katmanlarının bürokratik hiyerarşiye dâhil olmasına ve dini
kurumun devletin bir parçası haline gelmesine tepki olarak görür. Bkz: Kemal H. Karpat, Osmanlı
Modernleşmesi: Toplum, Kuramsal Değişim ve Nüfus, 2002, Ankara, s. 30
122 Doğa durumu ne bilimsel bir tespit ne de tarihsel bir olguyu işaret etmektedir. Doğa durumu
düşüncesi, dünyanın seküler algılanışı sürecinde insanların politik olarak biraraya gelişlerine dönük bir
varsayımı ifade etmektedir. Varsayımı da, temel dayanak olarak, eylemleri düzenlenmesi durumunda
inanç ile özdeşlik kurulabilecek bir şey olarak düşünebiliriz.
123 Başta Amerikan Devrimi ve Fransız devriminde anayasalar ve bildiriler olmak üzere, modern
bir devletin inşası sürecinde en önemli mesele, her zaman, anayasanın hazırlanması olmuştur.
123
ölçütleri kapsamında niceliksel ve niteliksel farklılıklara sahip olduğunu da belirtmek
gerekir. Örneğin, Hilmi Ziya Ülken Türkiye’deki İslamcıları dörde ayırırken, Erol
Güngör ve Enver Ziya Karal ikiye ayırabilmektedir. Ya da, bir grupta modernistler
olarak ele alınan grup bir başka grupta liberal, müfrit gibi isim altında
toplanabilmektedir (Kara, 2014b:36). Bu bakımdan, herkesçe kabul gören bir
sınıflandırmadan ziyade, sınıflandırmayı yapanların farklı hassasiyetlerinden bahsetmek
mümkündür. Bu metinde yapılan tasnifleme ise tamamen farklı bir amaçla
yapılmaktadır. Tezimizin amacı İslamcı hareketi içerisinde İsmet Özel’in diğer
İslamcılardan farkını ortaya koymak olduğu için, İslamcıların ayrımlarından ziyade
ortak noktalarını koymak önemli gözükmektedir. Bu bakımdan aşağıda yapılan Tavır
Üzerinden Sınıflandırma ve Dönem Üzerinden Sınıflandırma, esas itibariyle, bir
ayrımdan ziyade İslamcı geleneği kendi içindeki farklılıklarına rağmen bütünsel ele
alma (İslamcılarının olabildiğince içine girebileceği gruplandırma) girişimidir. Bahsi
geçen iki sınıflandırma birbirlerinin açıkta bırakabileceği alanları kapsayacağı
düşünerek bilinçli olarak tercih edilmiştir. Tavır üzerinden yapılacak
değerlendirmelerle, düşünce belirli döneme ait olma prangasından kurtarılırken; dönem
üzerinden yapılan sınıflandırma ile düşüncenin belli spesifik dönemlerde nasıl
şekillendiği ortaya konulacaktır.
Modern bir düşünce olan İslamcılık düşüncesi içerisinde görebileceğimiz
İslamcılar bazı metod farklılıkları ile birbirlerinden ayrılabilirken, varlık ve varlığın
algılanışına ilişkin konularda birleşmektedirler. Bir başka deyişle, İslamcılar arasındaki
farklar epistemoloji124 üzerinden ortaya konulabilirken; birleştikleri nokta, bilgileri
temellendiren şey olarak ontoloji (Heidegger’den alıntılayan Cevizci: 2005: 1267)
üzerinden olmaktadır. Bu ontoloji, Batı’nın modernite sürecinde ortaya çıkmış, varlığını
özne olarak tanıyan ve dünyayı, bahsedilen özneye dayanarak (özneden yola çıkarak)
bilebileceğine inanan ontolojik akılda temellenir. Bunu, var-olan şeylerin yine var-olan
başka şeylerce (öznelerce) bilinmesi ya da yaratılması olarak görebiliriz. Bu, aynı
zamanda, şeylerin seküler olarak kavranılmasının ifşası olarak okunabilir. Çünkü
insanın özne olarak kabul edildiği bir yerde her şey, her şeyin bilgisinin özneye göre
olması sebebiyle, sekülerdir. Buradaki öznenin ana niteliği, yaratıcı ya da yaratılmışın
referans merkezi olmak bakımından sekülerliğin ontolojik merkezini oluşturmaktadır.
124 Epistemoloji, bilişsel süreçlerin oluşumlarından ziyade, bilginin kaynağını, doğasını,
doğruluğunu, sınırlarını inceleyen felsefe dalı. Bkz: Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 2005, İstanbul,
s.616
124
Bu ontolojinin kategorileri de kendine göredir. Birbirleriyle bağlantılı olan bu
kategoriler epistemolojik olarak birbirinden ayrı olsalar da ontolojik seviyede bir
ayrılıktan bahsedemeyiz. Bir başka deyişle, insanın bilgiye ulaşma/ulaşabilme ve bunu
ifade edebilme varsayımının aynılığından söz edebilirken; bilginin deneyle, akıl
üzerinden ya da sezgi yoluyla elde edilebilmesi farklılığından bahsedebiliriz. Tezin bir
önceki bölümünde, modernliği, esas itibariyle, böyle bir ontolojinin ortaya çıkışı ile
ilişkilendirmiştik. Bu bakımdan, İslamcıların, modern oldukları göz önünde
bulundurulduğunda, ontoloji seviyesinde aynılıklarından bahsetmek mümkündür. Kara
(2014b: 36), İslamcıların modernliğini ve bilgiye dair kullanılan referansların aynılığını
gösterir biçimde, şu tespiti yapmıştır:
“Mesela hiçbir İslamcıda “batı da kim?”, “İslamiyet bugünkü
manasıyla bir terakki anlayışına temelden karşıdır”, “batı
medeniyetiyle İslam medeniyetinin kaynakları, ilkeleri ve yolları ayrı
ayrıdır, telifleri mümkün değildir”, “batıda gelişen rasyonalist
hareketlerle İslam’ın akla verdiği önem kıyaslanamaz”… türünden
muhafazakâr olarak vasıflandırılabilecek fikirlere, çıkışlara kolay
kolay rastlayamayız.”
Yukarıda yapılan alıntının bize gösterdiği, esas itibariyle, İslamcılık düşüncesi
tarafından Batı düşüncesine karşı ontolojik bir alternatifin ortaya konulmadığıdır. Bir
başka deyişle İslamcılık modern görme/bilme tarzlarına dayanan bir düşünce
hareketidir. Bu bakımdan, İslamcıların modernliğe bakışlarını temel alarak yapılan
tasnifler sorunlu gözükmektedir. Bir başka deyişle, modernlik karşıtı ve modernist
Müslümanlar gibi bir ayrım sorunlu gözükmektedir. Erol Güngör’ün (1986: 214), bu
tarz bir ayrıma tabi tutulan Müslümanların temel niyetlerini gösterdiği, aşağıda verilen
alıntı bu durumu daha aydınlık kılmaktadır:
“Radikal muhafazakâr dediklerimiz hakikatte muhafazakâr
olmaktan ziyade reaksiyonerdirler, yani bunlar mevcut bir geleneğin
muhafazasını değil, mazinin derinliklerinde kalmış, gelenek olarak
bugüne geçmemiş birtakım görüş ve uygulamaları ‘diriltmek’
istemektedirler. Modernistlere gelince, onlar da İslam açısından
dünyaya bakacak yerde Batı medeniyetinin prensiplerine göre İslam’ı
değerlendirmek, yeniden yorumlamak ve onunla Batı medeniyeti
arasında bir uzlaşma bulmak niyetindedirler.”
125
Güngör’ün modernist Müslümanların karşısında konumlandırdığı radikal
muhafazakârlar yeniden yorumlayarak yaratan özne olma yerine dirilterek yaratan özne
olmayı tercih etmişler gibidir. Diriltmeye mündemiç bütün tarzların modern özne ile
ilişkilendirilebileceği açıktır. Modernliğe bakış üzerinden yapılan tasniflerin eksikliğini,
modern ontolojiden neşet eden ilerleme düşüncesinin geçerliliği üzerinden de
görebiliriz. Müslüman düşüncesinde, modern zamanlara değin, ileri ve geri kavramları
üstünlüğü işaret eden bir anlama sahip değildir. Modern öncesi dönemde üstünlük
takvadadır. Diğer bir deyişle, dinde tek değer ölçüsü takvadır. Ancak modernleşme
süreciyle üstünlük ile ilerleme arasında ilişkiler kurulmaya başlanmıştır. İslamcılar da
yeni ontolojiden temellenen bu ilişkiyi kabul etmişlerdir. 19. yüzyılın sonu ve 20.
yüzyılın ilk çeyreğinde, İslamcıların hem fikir olduğu konulardan biri, İslam dünyasının
19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başı itibariyle inhitat (gerileme) halinde olduğudur (Tunaya,
2007: 7). Bu bakımdan, İslamcılığın sınıflandırılmasını, farklı modern yaklaşımların
sınıflandırılması olarak görmek, İslamcıların zemininin aynılığını görmek bakımından
önemlidir. İslamcıların zemininin aynılığını görmek de, tezimizin ana amacı olan İsmet
Özel İslamcılığının ayrıksılığının özünü görmek bakımından önemlidir.
2.2.1. Tavır Üzerinden Sınıflandırma
İslamcılık, ortaya çıktığı dönem itibariyle, büyük bir krizin içinde ortaya çıkmış
bir ideolojidir / düşünce-hareketidir. Bu krizi, modernleşme süreci olarak ifade etmek
mümkündür. Modernleşme süreci, her şeyden önce, nesneleri, kurumları, insanları ve
hatta insanın kendisini kavrayışındaki bir dönüşüme işaret eden bir meseledir. Bu
dönüşümün sancılı bir süreç olduğunu ve halen devam ettiğini söyleyebiliriz. İslamcılık
bu dönüşümün başından itibaren125 süreçle ilişkisini sürdürmüştür. Çünkü gerek
Osmanlı Devleti’nde gerekse bir İslam Cumhuriyeti olarak kurulan Türkiye
Cumhuriyeti’nde (Kara, 2016: 14), umumun dünyayı (nesneleri, kurumları, insanları ve
hatta insanın kendisini) kavrayışındaki bilginin meşruiyeti İslam inancından
kaynaklanmaktadır. Bora’nın (2008: İslamcılığı “Türk Sağının lügatçesi olarak,
imge, değer, ritüel kaynağı” olarak görmesini ve her kalıba girebildiğini düşünmesini
böyle bir meşruiyet kabulü üzerinden düşünmek gerekir. Çünkü İslamcılar için İslam’ın
125 ‘Gavuru taklit etmek caiz midir’, ‘yabancı mektepler ve yabancı okullar caiz midir’ gibi
sorularla İslamcılık arasında bağ kurulduğu takdirde, İslamcılık bu değişimin en başında ortaya çıkmış bir
düşünce hareketi olarak da ortaya konulabilir. Ancak, İslamcılığın soru sormaktan fazla olarak, “bir şey
söyleme”, “bir şeyi izah etme” ve nihayet modernleşme içinden konuşarak modern bir ideoloji olarak
ortaya çıkması bakımından Islahat Fermanından sonrasını, Yeni Osmanlılar dönemini, bir başlangıç
olarak düşünmek daha uygun gözükmektedir.
126
hakikatliği üzerine düşünmek imanı zedeleyebileceği için126, gerçekleşen değişimin
gerekleri üzerine İslam içinden kanıt bulmak vaka-i adiyeden olmuştur. Bu bakımdan
İslamcıları, en geniş temelde, modernlik kapsamında gerekli olan değişimin, İslam
içinde gerçekleşmesini isteyen kişiler olarak düşünmek yanlış olmayacaktır. Bu
noktada, İslamcıların modernlik içerisindeki tavrının, baktığınız yere göre zıtlık
oluşturacak şekilde hem muhafazakâr hem de modern tavır kapsamında ele
alınabileceğini görürüz. Muhafazakârdır, çünkü modernlik için gerekli meşruiyeti, eski
meşruiyet ve anlam alanı dinden çıkarmak gayesindedir. Bununla birlikte bu tavır,
“dinin, İslam’ın hususen bu topraklarda kapladığı alanı ve ifade ettiği manayı bir başka
şeyle/şeylerle (diyelim ki ırkla, dille, toprakla, iktisadi menfaatla …) ikame etmenin
imkânsızlığı” sebebiyle (Kara, 2014c: 234-235), Osmanlı-Türk modernleşmesinin
muhafazakâr karakterini de ortaya koymaktadır127. Hanioğlu (1981: 134) da
modernleşme hareketleri kapsamında istenen değişimlerin dini bir dilden nasıl vaz
edildiğini şu şekilde örneklemiştir:
“Mevcut yönetimi devam ettirmenin sonucu ise halka toplumun
ussallaşma düzeyine varışını geciktirebilecek bir durum olarak değil
“… Peygamberi (S.A.), Kur’anı ma’azallah tahkir …” etmek olarak
anlatılacaktır. Delil de hazırdır: “… Çünkü Peygamber-i Zişan…
istişareden istiğna ederek rey-i hodseranesiyle hareket-ı
müstebidanede bulunanlar benim nübüvvetimi tahkir ederler
buyururlar…” Benzer şekilde kız çocuklarının eğitimi için bunun
“Taleb-ül ilm farizet-ül küll Müslim ve Müslime” hadis-i şerifi icabı
olarak halka anlatılması gerekmektedir.”
İslamlaşmanın/İslamcılığın modernleşme düşüncesi içinde muhafazakâr bir tavrı
temsil ettiğini söylerken, aynı zamanda, Kur’an’ın ve hadislerin (genel olarak İslam’ın)
126 İnancın, her ne kadar seküler ifadeleri yaygınlaşsa da inançla nedensel bağ kurulan dile pek
rastlandığı söylenemez. Buradaki ayrım, Kur’an’nın rasyonel olarak yorumlanması ile dine neden
inanıldığı ile ilgili bir ayrımdır. Çeyrek asırdır bunun da istisnalarının çıktığını belirtmek gerekir. Caner
Taslaman’ın “Allah’ın Varlığının 12 Delili”, “Neden Müslümanım: İslam’a İnancın Delilleri” kitapları bu
istisnalara örnek olarak verilebilir.
127 Osmanlı-Türk modernleşmesinin din ile ilişkili bu karakteri çok önemlidir. Bu karakterin
gözden kaçması ya da göz ardı edilmesi hem dinle hem de modernlikle alakalı ortaya çıkan sorunların
çözümsüzlüğünün ana sebeplerinden biri olarak düşünülebilir. İsmail Kara bu karakterin önemini şu
şekilde ortaya koymuştur: “Osmanlı-Türk modernleşmesinin din ekseni ihmal edildiği veya ağırlığı
gözetilmeyerek ele alındığı zaman bu sadece din-modernleşme ilişkisinin tetkik etmek konusunda zaaflar
ortaya çıkarmakla kalmayacak, İslam dünyasında modernleşme denen şeyin bizzat kendisini anlamak ve
açıklamayı da imkânsız kılacaktır.” Bkz: İsmail Kara, “İslam Düşüncesinde Paradigma Değişimi: Hem
Batılılaşalım Hem de Müslüman Kalalım”, 2014c, İstanbul, s. 234.
127
İslamlaşma/İslamcılık kapsamında, daha önce ele alınmadık şekilde, modern bir tavır ile
yorumlandığını da söylememiz gerekir. Bir başka deyişle, İslamcılık, modernleşme
zaviyesinden bakıldığında muhafazakâr bir tavır içerisinden ele alınabilirken; geleneksel
din zaviyesinden bakıldığında modern bir tavır içerisinden ele alınabilmektedir.
İslamcılığın modern tavır üzerinden okunması, esas itibariyle, İslam’ın nasıl, İslamcılık
vasıtasıyla, modern bir okumaya tabi tutulduğunun ortaya konulmasıdır. Kara (2013:
18) İslamcılığın modern tavrını şu şekilde ortaya koymuştur:
“İslamcılık modern dönemde ortaya konmuş, bütünlüğü olan
yeni bir din ve İslam yorumudur. Çünkü itikadi alan dahil olmak
üzere, kaynaklar (Kur’an ve sünnet), ibadetler, muamelat (hukuk ve
mevzuat), ahlak, sosyal hayatın düzenlenmesi, eğitim, kadın meselesi
merkezli olarak aile, harici Müslümanlarla münasebetler, cihad, ev,
şehirleşme, mimari, edebiyat, tarih, felsefe …. Konuları, bütünüyle
İslami ilimler ve İslami kültür unsurları, kurumlar …. Bu yeni(likçi)
din ve İslam yorumuyla irtibatlı olarak yeni veçheler almış, yeni
unsurlar kazanmış, buna paralel olarak da hiyerarşiler, tarifler ve
üsluplar değişmiştir. En geniş mânâ da gelenekle İslamcılık
arasındaki gerilim alanları buralardan çıkacaktır.”
İslamcılığın bütünlüklü kavranışı için, yukarıda gösterilen iki boyutu sebebiyle,
muhafazakâr ve modern tavırlar üzerinden ortaya konulması gereklidir. Çünkü
İslamcılık, hem modernliği muhafazakâr bir tavır ile dinileştirendir; hem de dini,
modern bir tarzla okuyarak, modern bir hale sokma girişimidir. Bu sebeple, bu tavırları,
İslamcılığın Sınıflandırması başlığında da belirttiğimiz gibi, İslamcıları keskin bir
şekilde ayıran tarzlar olarak görmekten ziyade, İslamcılığı bütünsel ele almaya imkân
veren tarzlar olarak düşünmek gerekir. Çünkü söz konusu tavırlardan birini benimsemiş,
diğeri ile temas etmemiş İslamcılardan bahsetmek güçtür.
2.2.1.1. Muhafazakâr Tavır
İslamcılığın Sınıflandırılması ana başlığında belirttiğimiz üzere, bu başlıkta
değerlendireceğimiz muhafazakâr Müslümanlar, modern kavrayışa ve buna müteakip
modern fikirlere sahip olmayan Müslümanlar değillerdir. Muhafazakâr Müslümanlar,
muhafazakâr sıfatını ya kendilerinden daha radikal modernistlere karşı eleştirilerinden
ya da yaşayış ve davranışlarından almaktadır (Kara, 2014b: 36). Bunun dışında,
128
dönemsel olarak da muhafazakâr Müslümanlığın göreli olan ölçütleri değişebilmektedir.
Bunun nedeni, kavramın müphem “daha” belirteci üzerinden ifadesi olabileceği gibi,
dönemlerin kendine has koşulları ve düşünüş biçimlerinin farklılığı da olabilir. Karpat
(2017: 29) bu durumu şu şekilde belirtmiştir:
“Toplumu yenilemek ve yabancı işgaline karşı çıkmak
amaçlarını güden 19.yüzyıl uyanışçı ve köktendinci hareketleri,
bugünün köktendinci hareketlerinden çoğunun tersine, değişen sosyoekonomik ve siyasal ortama intibak araçları olarak görülebilir. Çoğu
çağdaş köktendinci hareketler, eski dönem İslam ‘reformlarını’
eleştirirler ve toptan ‘modernizasyon’larını İslam’ın bütünlüğüne ve
saflığına zarar verici olarak görürler. Aslına bakılırsa, çağdaş
köktendinci hareketlerden birçoğunun kökleri uyanışçılıktan çok iç
siyasal nedenlerde yatar.”
İslamcılığın ortaya çıktığı dönem düşünüldüğünde, İslamcılık, esas olarak,
Tanzimat Fermanının gömülü sonuçlarının Islahat Fermanı ile ortaya çıkmasına
tepkiden doğmuştur (Bulaç, 2014: 52-53). Bu tepki, Tanzimat bürokratlarının, gelinmek
istenen seviyeyi temsil eden, Avrupa ile Osmanlı arasındaki farkları iktisadi, teknik,
teknolojik gibi harici şartlar üzerinden değerlendirip, din, zihniyet ve ilmi gelenek gibi
dâhili farklar göz ardı etmesi sebebiyledir (Aydın, 1995). Tanzimat aydınlarına göre,
devletin kurtulması da örnek alınan Avrupa toplumu gibi bir topluma ulaşmak da halkın
zihniyetini ve dinini değiştirmeden mümkündür (Çetinsaya, 2014: 59). Avrupa’daki gibi
güçlü bir devlet ve topluma ulaşmak, evrensel olan medeniyete ulaşmak olarak,
medenileşmekle mümkündür. Medenileşmek de esas olarak, bazı siyasi ve idari
reformların yanı sıra bazı kurumların oluşturulması ile kendiliğinden mümkün olacaktır.
Tanzimat bürokratlarınca medenileşme kapsamında yapılan düzenlemeler, Islahat
Fermanı’ndan sonra, yeni yeni oluşmaya başlayan Osmanlı kamuoyunda tepkilere sebep
olmuştur. İslamcılığın modern bir düşünce ve hareket olarak ortaya çıkmasının
temelinde de bu eleştirileri görmek mümkündür. Yakından bakıldığında, devlet nasıl
kurtulur (?) sorusuna verilen bir cevap, bir eylem olarak okuyabileceğimiz Tanzimat
zihniyetine karşı yapılan İslamcı eleştiriler aynı soruya, temel olarak, aynı cevabı
vermişlerdir. Bora’ya göre (2017: 24) Islahat Fermanı sonrasında kullanılan kurtuluş
dili (devlet nasıl kurtulur sorusuna cevapların dili) İslami referans sistemi içinden
konuşulan İslami bir dildir. Diğer yandan bu dil, aynı zamanda, modern siyaset
129
felsefesinin kavramlarıyla yeniden anlamlandırılan bir dildir (Bora, 2017). Devletin
gerilemesini durdurmak ve terakki için “usul-i atikayı bütün bütün tağyir ve tecdid”e ve
hatta geçmişle ilgiyi keserek yeni gelişme ufuklarına yönelmek (Fuat Paşa’dan akt.
Çetinsaya, 2014: 55; Akarlı, 1978: 1-2) gerektiğini savunan Tanzimat düşüncesine
karşın İslamcı düşünce terakki için gerekliliklerin İslami geçmişten çıkartılmasını
savunmuştur. Bu tavır, modernleşmenin muhafazakâr yolu olarak görülebilir. Nitekim,
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu tavrı ‘muhafazakâr terakkiperverlik’ olarak tanımlamıştır
(Tanpınar’dan alıntılayan Bora, 2017: 25).
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1997: 152) Tanzimat’ın “ilk ideolojisi” olarak ortaya
koyduğu bahsi geçen medeniyetçilik, esas itibariyle, Osmanlı-Türk modernleşmesinin
ana ayağıdır. Bir başka deyişle, modernleşme ile yüzleşme kapsamında üretilen
düşünceler ya da devleti kurtarma kapsamında ileri sürülen hemen her ideoloji, esas
olarak, medeni dünyada yer alma gayesi gütmüştür. İdeolojilerin birbirlerine yaptıkları
eleştirilerin konusu da genel olarak, ileri sürülen düşüncelerin/ideolojinin medeni
dünyada devleti kurtarmayı başarıp başaramayacağı ile ilgili değerlendirilmektedir. Bir
başka deyişle, ileri sürülen fikirlerde hakikat iddialarından çok işlevsellik ve pratiklik
ön plandadır. Mardin’in (2014: 24) de belirttiği gibi, bu dönemde ileri sürülen
düşüncelerden hiçbiri “derin bir teori, özgün bir siyasi formül veya zihinleri devamlı
uğraştırmış bir ideoloji ortaya konulmamış”tır. Bu yüzden, Mardin (2014: 18), Osmanlı
modernleşmesine ilişkin 19.yüzyıl değerlendirmelerinin, düşünce tarihinin konusu
olmasından ziyade ‘düşünce sosyolojisi’nin konusu olmasının daha uygun olduğunu
söylemiştir. İslamlaşma düşüncesi, düşünce sosyolojisi içinde değerlendirebileceğimiz
on dokuzuncu yüzyıl ve hatta yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki diğer tüm düşünceler
arasında farklı bir öneme sahiptir. Kara (2014c: 235) bu önemi “dinin, İslam’ın hususen
bu topraklarda kapladığı alanı ve ifade ettiği manayı bir başka şeyle/şeylerle (diyelim ki
ırkla, dille, toprakla, iktisadi menfaatla …) ikame etmenin imkânsızlığı, modernleşme
teşebbüslerinin aktörleri tarafından üst düzeyde hissedilmiş ve idrak edilmiş” olmasıyla
açıklamaktadır. İslam’ın toplumdaki bu önemi, İslami hassasiyetleri olsun olmasın,
toplumun ve devletin geleceği hakkında fikir yürüten herkesin düşüncelerini
temellendirmesi gereken bir İslamlaşma düşüncesini beraberinde getirmiştir. Örneğin,
Osmanlı-Türk Modernleşmesinin en uç örneklerinden olan, biyolojik materyalist Doktor
Abdullah Cevdet İslam’ın bu topraklardaki merkeziliğini şu sözlerle dile getirmiştir
(Abdullah Cevdet’ten akt. Hanioğlu, 1981: 130-131):
130
“Uzun tecrübelerimizle biz, Müslüman kafasının, doğrudan
doğruya Hıristyan âleminden geldiği takdirde aydınlığa bütün
girişleri kapayacağını müşahede etmiş bulunuyoruz. Binaenaleyh
bizler, Müslüman damarlarına yeni bir kan nakletme görevini
üzerlerine alan bizler İslamiyet’te çok miktarda bulunan terakkiperver
prensipleri arayıp bulmalıyız.
Müslümanlar terakkiyat-ı medeniyeyi ancak Müslüman bir
menba’dan istinbad ve kabul ederler. Bu dedikayı (adanmışlığı)
anlamayan bizim mülahazamızı abes görür. Fakat âlem-i İslamın itila
(yükselme) ve inkiraz-ı (tükenme) hikmetine muttali olan (meseleyi
bilen) vakıfin-i kiram isabet-i fikrimizi tasdikde tereddüd etmezler ve
bizden razı olurlar.””
İslam’ın toplum içindeki yeri ve önemi sebebiyle, İslamlaşma Osmanlı-Türk
modernleşmesinin muhafazakâr olan dilini oluşturmuştur. Bir başka deyişle, On
dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan İslamlaşma düşüncesi, modernleşme
hareketi içerisinde muhafazakâr bir tavır olarak ortaya çıkmış ve farklı ideolojiler de bu
muhafazakâr tavırdan yararlanmışlardır. Bu dilin topluma hâkimiyetinden ve diğer
düşünce akımları içerisindeki geçerliliğinden dolayı, Osmanlı-Türk modernleşmesi
‘İslami Modernizm’ olarak adlandırılabilir (Wielandt, 2021: 910). İslami Modernizm,
iki dünya savaşı arası döneme kadar geçerliliğini korumuş bir muhafazakâr
modernleşme tarzıdır128. Bu tarzın muhafazakârlığı modernleşmenin gerektirdiği
yeniliklerin İslam düşüncesi içerisinden bulunup ortaya konulmasından kaynaklıdır.
İslami gerekçelerden ziyade modern gerekçelerin isimlendirmelere öncel olması
sebebiyle, Özel (2011: 150-151) bu durumu kitaba uymanın aksine kitabına uydurmak
olarak ifade etmiştir. Bora (2017: 25) bu dönemde yapılan yeniliklerin İslam dilinden
nasıl geçtiğini şu şekilde açıklamıştır:
“İslami danışma ilkesi meşveret = demokrasi haline geliyordu
bu lügatta, meşveret meclisi demek olan şura parlamentoydu;
fakihlerin mutabakatını belirten icma, demokratik rızaya
dönüşüyordu. İslam’da hükümdarın meşru olabilmesi için halktan
128 Modernleşmenin bahsedilen muhafazakâr tarzının hâlâ bazı söylemlerde yerini koruduğunu
söyleyebiliriz. Modern bilimin ortaya çıkışında etkili olan Müslümanların çeşitli vesilelerle dile
getirilmesi bu tarzın en bilindik örneği olarak zikredilebilir.
131
aldığı bağlılık sözü anlamındaki biat, demokratik temsil/yetki devri
oluyor, İslami hukuk çerçevesinde yorum getirmeyi ifade eden içtihat,
parlamenter yasamayla denkleştiriliyordu. İnsanoğlunun Allah’ın
rabliğini kabulünü anlatan ahd u misak, toplum sözleşmesi kavramına
‘eş koşuluyordu’. İslami siyasal meşruiyet nomos’unu oluşturan
Daire-yi Adalet döngüsü, modernleştiriliyordu: Tebanın bağlılığını
kazanmanın, dolayısıyla asker ve vergi toplamayı güvence altına
almanın koşulu olarak devreye giren ilim-fen, medeniyet ve terakki,
refah ve saadet, boş gösterene dönüştürdükleri adalet ve şeriatın yeni
muhtevaları haline geliyordu.”
2.2.1.2. Modernist Tavır
Modernite, şüphesiz, bir değişimin adıdır. Bir başka deyişle, modern şey, her
şeyden önce, değişmiş bir şeydir. Modern değişmenin, dünya tarihi içinde modernliğe
değin gerçekleşen değişimden farkı, değişmenin tarzı ile alakalı olarak görülebilir.
Ortaylı (2006: 15) da bu doğrultuda, modern değişmenin, esas itibariyle, değişmenin
değişmesi olarak bir farklılık oluşturduğunu ifade etmiştir. Çalışmamızın birinci
kısmında ortaya koyduğumuz üzere, modernite, insanın dünyayı seküler bir tarzda
kavrayışını ve bilgisini yine bu tarz içinde anlamlı olan özneye dayandıran bir özbilinci
ifade etmektedir. Modernlik, bu bakımdan, dünyanın ne olduğunun bilinebileceğine ya
da dünyanın adlandırılmasına ilişkin bir cüretin adı olarak görülebilir129. Aynı
doğrultuda, modern değişme, insanın bu cüretinin sonucu olarak elde ettiği kavrayışın
getirdiği değişmeyi ya da bu kavrayışa göre kendini ve dünyayı değiştirmesini işaret
etmektedir. Mousnier 1745 yılında Fransız Akademisi adına yaptığı açıklamada,
modernleşmenin Avrupa’yı dünyanın diğer bölgelerinden ayrıksılaştırdığını bu tarz bir
değişimle açıklayan şu ifadeleri kullanmıştır: “Paris Akademisi, Avrupa’nın devamlı
değişmiş ve halen değişmekte olan bir kıta olduğunu açıklar. Bu değişim, bizim gelişen
bilgi ve bilincimizin bir eseridir. Akademiye göre dünyanın diğer bölgeleri durgunluk
129 Kant’ın, modernliğin özbilinci olarak görebileceğimiz Aydınlanmaya ilişkin yazdığı,
“Aydınlanma Nedir?” isimle makalede parola olarak ileri sürdüğü “Sapare Aude!” (Bilmeye cüret et) tam
da bu cüreti ortaya koymaktadır. Heidegger Batı’nın modernlik ile geldiği noktayı Batı metafiziğinin son
hali olarak görmesi itibariyle, bu cüreti esas olarak Platon’un idealar üzerinden her şeyi ve her şeyi
yaratan bir metafiziği tanımlamasıyla başlatır. Heidegger’in bu tespiti, Platon’un dünyaya ilişkin insani
yaratımın ya da hakikatli tespitlerin başlangıcı olması sebebiyle doğru kabul edilebilir. Ancak bu konu,
yapılabilecek başka bir çalışmanın konusu olabilecek derecede etraflı olduğu için burada girilmemektedir.
Ayrıntılı bilgi için bkz. Micheal E., Zimmerman, Heidegger: Moderniteyle Hesaplaşma / Teknoloji,
Politika, 2011, İstanbul.
132
içindedir (Mousnier’den akt. Ortaylı, 2006: 15).” Modernleşmenin, esas itibariyle, bu
tarz bir değişimi içermesi sebebiyle, modernleşme ve modernlik içinde ortaya çıkan
bütün düşüncelerin/ideolojilerin/hareketlerin içerisinde bu değişmeyi merkeze alan bir
modernist tavırdan bahsetmek mümkündür. İslamcılığın da modern bir düşünüş ve
hareket olması sebebiyle, modern bir değişmeyi mümkün kılacak, modernist bir tavra
sahip olduğu söylenebilir. İslamcılığın ilgili modernist tavrı, genel olarak, İslami
kaynakların modern okumalara tabi kılınmasına giden yolda (niyet) ve sonrasında buna
bağlı yapılan eylemlerde gördüğümüz bir özelliktir. Nasıl ki, İslamcılığın muhafazakâr
tavrı, modernleşmenin gerektirdiklerine karşı İslam içinde bir anlam bulmayı/vermeyi
işaret ediyorsa, İslamcılığın modernist tavrı, hâlihazırda toplumda anlam zeminini
oluşturan, İslam’ın sözünün modern okunmasını ifade etmektedir. Söz gelimi, yabancı
dilde bir eğitim ‘ilim Çin’de olsa alınız’ hadisi ile meşrulaştırılıyorsa, orada,
İslamcılığın muhafazakâr tavrından bahsedebiliriz; ‘geri kalmamızın sebebi İslam’ı tam
olarak anlamamamız, bu yüzden İslam’ın doğduğu zamana gidip, anlamı bulup, bugüne
getirmemiz gerekir’ diyerek İslam’ı yeniden ele alma davranışı ise bize İslamcılığın
modernist tavrını gösterir. İslamcılığın dili başlığında da belirttiğimiz gibi, bu, modern
dilin kurulumudur. Bu bakımdan, İslamcılık, Müslüman toplumlarda meşruiyet ve
anlam kaynağı olan dini, modern dil ile yeniden okuması/yorumlaması sebebiyle
modernleştirici bir düşünce olarak da görülebilir.
İslamcılığa ilişkin muhafazakâr tavırla, modernleşme kapsamında gerekli
değişimlerin ya da çağın gereklerini kabul sürecinde karşılaşılırken, modernist tavırla
bizatihi gelenek ve değerler zemininin (yeniden) ele alınması sürecinde karşılaşılır130
.
İslamcılık düşüncesinde modernist tavrı en iyi görebileceğimiz yer, kuşkusuz,
kaynaklara dönüş düşüncesidir. Kaynaklara dönüş düşüncesinin, İslamcılık düşüncesi
içinde merkezi bir yeri vardır. Hatta Tunaya’ya göre (2007: 2 ) İslam’ın ana ilkelerine
dönüş, “İslamcı” adı verilen fikir akımının ana tezidir. Kaynaklara dönüş hareketi, her
şeyden önce, ‘gerçek İslam’, ‘öz İslam’ gibi kavramları içinde varsayım olarak taşıyan
bir düşüncedir. İlgili iki kavram İslamcıyı kâşif, İslam’ı da bulunması gereken şey
olarak kodlar. Abdurrahman Arslan’ın (2015: 9) da belirttiği gibi, İslamcılık, bu
bakımdan, “İslami mesajın “özgün” anlamının yeniden “keşfi” için yapılmış bir davet
olarak” da görülebilir. Gerçek İslam ya da öz İslam kavramlarını, modern dünyanın
130 Bu iki tavrı birbirinden tamamen farklı alanlar içinde gözlemleyebileceğimiz tavırlar olarak
da görmemek gerekir. Söz gelimi muhafazakâr tavır, modern bir tavırla değerlendirilmiş dini bir söylemi
kendine referans olarak alabilir.
133
dilinde ve göstergelerinde ortada olan başarısızlığı paranteze alan kavramlar olarak da
okumak mümkündür. Çünkü İslam’ın başarısızlığı gibi bir durumu, asla, düşünmeyen
İslamcılar için, başarısızlık, aksine, İslam’dan kopulduğu için başa gelmiş bir durumdur.
Bir başka deyişle, mağlubiyeti getiren, “yanlış anlaşılan/yaşanan” İslam’dır (Mertoğlu,
2013: 146). Kara (2014: 36) İslamcıların kaynaklara dönüş düşüncesinin altında yatan
mantığı şu şekilde belirtmiştir:
“İslam, tabiatı ve tebliği icabı mağlubiyetin, gerilemenin,
tefessühün, ahlaki çöküşün sebebi ve menşei olamaz (oryantalistler
İslam’ın bunların da sebebi ve menşei olduğunu söylüyorlardı); İslam
akıl, mantık ve ilim dinidir; Müslümanların gavur çizmesi altında
ezilmeleri, İslam diyarının küfrün istila, işgal ve saldırılarına maruz
kalması da “gerçek” Müslümanlıktan ve İslam’dan doğmuş olamaz. O
halde “kabahat İslam’da değil Müslümanlardadır.”
Kaynaklara dönüş düşüncesinin modern motivasyonlarının (modern olarak
dünyanın ve her şeyin insanca anlaşılabilirliği ve bunun aktarılabilirliği) belirleyiciliği
sebebiyle İslamcılık/İslami hareket, her zaman, bu düşünce ile ilişkilendirilebilmektedir.
Örneğin, Şentürk’e göre (2011: 18) “İslamcılık, İslam’ın temel kaynaklarına dönüş,
zamanın gereklerine göre dinin yeniden yorumlanmasını ve İslam‘ın özüne uymayan
kavram ve güçlerle mücadeleyi amaçlamaktadır.” Bu tanımda ortaya çıkan İslamcılık,
kendini, Müslümanları hurafe ve bidatlerden kurtarmak olarak gösterirken; esas olarak,
çağın paradigması olan modern paradigmayı merkeze alan bir anlayışı da ortaya
koymaktadır. Bu bakımdan, yepyeni bir dünya tasarımı refakatinde, yapılan (yapılması
planlanan) esas itibariyle, restorasyondan ziyade rekonstrüksiyondur (yeniden inşa)
(Gencer, 2017: 357). Çünkü, bu durum İslam’ın ilk kaynaklarından bir şey bulmaktan
ziyade, modern temeller üzerinden, çağın güçlü fikirleri kapsamında, İslam’ı yeniden
yaratma girişimidir. Bu bakımdan, ilk dönem İslamcılarından Şehbenderzade Filibeli
Ahmed Hilmi (1865-1914) (2014: 69-73) kurtuluşu131, “ancak tabii ilimleri ve maarifi,
bütün ilerleme ve terakki meyvalarını, dinimize ve dolayısıyla içtimai saadet ve
refahımıza yararlı etmekle” mümkün görüp; bunun için de “eski tefsir usulünden ve o
zamana kadar muhkem zannettiği delillerden vazgeçerek … dini his ile fenni düsturları
bağdaştırmak” gerektiğini düşünürken, bir bakıma modern dünyada dini yeniden
131 Filibeli Ahmed Hilmi burada kurtuluşu, hem dinin söylem gücünün kurtarılması hem de
devletin yıkılmasının önüne geçilmesi olarak kullanmaktadır.
134
kurmanın yolundan bahsediyordur. Filibeli’de gördüğümüz, bu bakımdan, dini modern
dönemlerde yaşatmak ve bazen de savunmak için, onu güçlendirecek çağın gereklerini
dine dahil etme düşüncesidir132. Demirli (2013: 184-185) de, aynı sebeple, kelam ilmini
akideyi savunma (genel olarak dini savunmayı) refleksini temsil eden bir alan olarak
görüp, İslamcılığı, İslam’ın modern zamanlarda savunusu olarak bir kelam hareketi
olarak görür. Demirli (2013: 185), bu doğrultuda, İslamcılığın amacını da “İslam’ı
hayatın her alanında yol göstermeye salahiyetli yeterli ve hatta zorunlu bir ‘ilke’ olarak
savunulmasını esas ittihaz etmiş bir hareket” olarak ifade eder.
Kaynaklara dönüş düşüncesini, motivasyonlarıyla birlikte merkeze alırsak, bu
düşüncenin sorunsallaştırdığı ve tartışmaya getirdiği bir dizi kavramı ve düşünceyi da
ortaya koymak gerekir. Bunlar da esas itibariyle birbirleriyle bağlantılı, modernist tavrın
talep ve görünümleri olarak okunabilir. Bu kavram ve düşünceleri şöyle özetlemek
mümkündür: ‘gerçek İslam’, ‘tarihsel İslam’, ‘halk İslam’ı’, ‘Kur’an Müslümanlığı’
gibi kavramlar, taklit karşıtlığı, içtihad kapılarının açılması meselesi, mezheplerin
birleştirilmesi (ittihad, vahdet-i İslamiye, telfik, tevhid-i mezahib, takrib-i mezahib,
kanunlaştırma vb.), tasavvufun ıslahı, yaşayan ahlakın değiştirilmesi, Kur’an’ın
Türkçe’ye çevrilmesi133 vb. Bu kavramları ve meseleleri, bir boyutuyla modern dünya
içinde (tekrar) güçlü konuma gelme arzusuyla açıklamak mümkünken, bir başka
boyutuyla hissedilen geri kalmışlığın tespitleri olarak da okumak mümkündür. Örneğin,
‘gerçek İslam’ düşüncesi İslamcılarca insanları ileriye134 götürecek en doğru yol olarak
hakikati temsil ederken; ‘tarihsel İslam135’ ise İslam’ın doğuşundan itibaren bu gerçek
İslam’dan uzaklaşmayı ve bu sebeple geri kalmışlığın mümessili olarak görülür. Bir
132 Tabiki bu düşüncenin altında, bu tarz bir eylemin esası ve meşruiyeti olarak “İslam’ın inanç
ve ibadet hayatının değişen dünyanın ihtiyaçları karşısında yeterliliğini koruduğu ve canlılığını muhafaza
ettiği kabulü” vardır. Bkz: Ekrem Demirli, “İslamcılık ve Tasavvuf: Tasavvuf ve Tarikatların Modern
Dünyadaki Durumu Hakkında Bazı Değerlendirmeler”, 2013, İstanbul, s. 185.
133 Bu mesele, Türkiye’de ezanın Türkçe okunması meselesinin gölgesinde kalmıştır. Ancak,
tercüme ile ilgili bütün meselelerde, asıl sorunsallaştırılan Kur’an’ın tercümesinin Kur’an olup
olmadığıdır. Bu tartışmanın hâlâ güncel olduğunu görmek için bakınız:
https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya55433477#:~:text=Diyanet%2C%20Kuran'%C4%B1n%20terc%C3%BCmelerinin%20Kuran,%22Caiz%
20de%C4%9Fildir%22%20ifadeleri%20kullan%C4%B1ld%C4%B1.
134 Burada kullanılan ileri kelimesi modern dünyadaki karşılığı olarak ilerlemedir (terakki).
135 Tarihsel İslam düşüncesi 19.yüzyılın sonu ile 20.yüzyılın ilk çeyreğinde ‘gerçek’ İslam’ın
dekadansı olarak vardır. Yoksa, anlamın tarihsel bulunuşuna dair bir fikrin yol açtığı ve kaynaklara
dönüşü gerekli kılan sistematik bir düşünüş değildir. 20.yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’de böyle
sistematik bir düşünce geliştirildiğinde ise tepkiler çok farklı olmuştur. 1990’larda Fazlur Rahman’ın
Türkiye’ye etkisi kapsamında değerlendirebileceğimiz tarihselcilik düşüncesi, tarihsel olanın
kaçınılmazlığı düşüncesiyle İslam’ın ana kaynaklarını da tarihsel ele almayı önererek tarihsel olan ile
sapma/yozlaşma eşitliğini tartışmaya açmıştır. Tarihselcilik düşüncesinin Türkiye’deki kısa bir hikayesi
için bakınız: Mustafa Öztürk, Tarihselcilik ve Fazlur Rahman, 2013, İstanbul. sayfa: 193-210
135
başka deyişle, ilk dönem Müslümanlar (selef) dini doğru anladıkları için inanılmaz
başarılara imza atarken, sonradan gelenler (halefler) gerek dine yabancı unsurların
girmesine sebep olarak gerekse de İslam’ı yanlış anladıkları için ‘gerçek’ İslam’ın
terakki ettiren unsurlarını engellemişlerdir (Tunaya, 2007: 14-15; Mertoğlu, 2013: 146).
Mehmet Akif (Ersoy), Ahmed Hamdi (Akseki), Mehmed Şemseddin (Günaltay) gibi
İkinci Meşrutiyet Dönemi İslamcılarının yazılarında ve Sırat-ı Müstakim ve
Sebilürreşad gibi İslamcı dergilerde kaynaklara dönüş fikri çokça işlenmiştir (Mertoğlu,
2013: 150).
2.2.2. Dönem Üzerinden Sınıflandırma
İslamcılığı modern bir düşünce ya da tam tersi şekilde, modern düşünceye karşı
oluşturulmuş bir düşünce olarak ele almak, İslamcılığın başat özelliğinin tarihsel
olduğunu ortaya koymaktır. Tarihselliğin, esas itibariyle, nedensellik ya da
düzenlenebilir anlamlılıklar olduğu düşünülürse (Elliott, 2005), tarihsel bir olgu olarak
İslamcılık kronolojik bir anlatı olarak ifade edilebilir. Bu kronolojik anlatı, ele alanının
zihnindeki konuşlanmalara/kategorilere göre dönemlere ayrılabilir. Nitekim İslamcılığın
hikâyesi de çeşitli tarihsel dönemlere ayrılarak çalışılmıştır. Bizim yapacağımız
dönemleme, tezimizin amacına uygun olarak, dönemler içinde farklılıkların ortaya
konulmasından ziyade, dönemler arasındaki farklılıklara rağmen aynı kalan şeyin
belirleyiciliğinin ortaya konulması amacını taşımaktadır. Bu sebeple, dönemleme en
geniş şekilde yapılmıştır. Bu doğrultuda, dönem üzerinden sınıflandırma kapsamında
İslamcılık anlatısı, sırasıyla, Başlangıç Dönemi (1856 – 1924), İslami Hareket Dönemi
(1950 – 2000), Siyasal İslam (2000 - ) başlıkları üzerinden ele alınacaktır.
2.2.2.1. Başlangıç Dönemi (1856-1924)
İslamcılığın başlangıcı, modernite ile yüzleşme ve bu yüzleşmeye karşılığın
İslami hassasiyetler içerisinde verilmesi olarak alınabilir. Bu durumda başlangıç,
Osmanlı modernleşmesinin temellerini atan padişah olan II. Mahmut (ö.1839) dönemine
ve hatta modern yapılanmaların başladığı III. Selim (ö. 1808) dönemine kadar geriye
götürülebilir. Ancak, bu dönemlerde modernleşme ile temas, ya geleneksel devletin
yapısı içerisinden çıkan yeni uygulamalar olarak vardır ya da halk nezdinde yeniliklerin
menfi kabul edilip yeniliklerin sahiplerine pejoratif anlamda ad takma (II. Mahmut için
söylenen Gâvur Padişah ya da Gâvur Paşa gibi adlandırmalar) ile sınırlıdır. Yani bir
kritik olarak ortaya çıkmış bir düşünceden bahsetmek güçtür. Bir başka deyişle, farklı
136
alanlarda devlet tarafından yapılan bazı düzenlemelerin yarattığı değişimler, geleneksel
duruma aykırı görüldükleri için, kendi içinde değerlendirilmeksizin, dini olarak bid’at
kabul edilmiştir (Arabacı, 2004: 53). Osmanlı gibi dinin toplum içerisindeki
düzenlemelerinin çok olduğu (Sarıbay, 1985: 29) devletlerde, dinle doğrudan alakalı
olsun olmasın, hayatın içindeki değişikliklerin doğrudan doğruya dine yönelik
anlaşılması doğal görülebilir. İlgili dönem geleneksel düşünce terk edilmeden modern
bazı yeniliklerin uygulandığı temas dönemi olarak görülebilir. Ortaylı’nın (2014: 38),
bu dönemi, değişimin adı konulmadan zaruret olarak yaşandığı dönem olarak nitelemesi
de böyle bir teması doğrular. İslamcılık, bu açıdan bakıldığında, bu temasa bir bilincin
eşlik etmesi olarak ifade edilebilir. Bu bakımdan, İslamcılığı modernite ve devletle
(siyaset) alakalı bilinçli bir düşünce (bir akıl yürütme tarzı) ve hareket olarak ele
aldığımızda, başlangıç, Islahat Fermanı olarak belirlenebilir. Tezimizde, ilk dönemin
başlangıcı olarak Islahat Fermanını almamız, esas itibariyle, iki sebebe dayanmaktadır.
Birincisi, Islahat Fermanı, Osmanlı devletinin devletin meşruiyet kaynağı olarak dinden
ve bu meşruiyet kapsamında kendini ortaya koyduğu idari geleneklerinden vazgeçişini
ifade etmektedir. İkincisi, ilkiyle de alakalı olarak, Islahat Fermanı hem Osmanlı iktidar
elitinde hem ulemada hem de genel olarak Müslümanlarda, devletin formasyonunu ve
modernleşmeyi bizatihi düşündürtecek bir etki bırakmıştır. Çünkü devletin, bu Fermanla
gittiği yeniden yapılanma, devlet ve toplum içindeki güç ve üstünlük düşüncelerini de
değiştirici bir mahiyete sahiptir (Eraslan, 1985: 51). Islahat Fermanı ile İslam’ın toplum
içindeki üstünlüğünün, modern yurttaş eşitliği ve özne olarak insan lehine yıprandığını
söyleyebiliriz. Bu yıpranmanın iki boyutundan bahsetmek mümkündür. İlki, devlet
boyutudur. Devlet, İslam’ın üstünlüğünden vazgeçtiğinde (İslam’ı, devleti açıklama
referansından çıkararak) raison d'être (varlık sebebi) sorunu ile karşılaşmıştır. Bu sorun,
on dokuzuncu yüzyıl ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, devlet nasıl kurtulur (?)
sorusunun yedeğinde sürekli olarak ele alınmıştır. Bir başka deyişle, on dokuzuncu
yüzyılda ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde ‘devleti kurtarmak’ gayesiyle ortaya atılan
üç siyaset tarzını (Osmanlıcılık, İslamcılık136 ve Türkçülük) bu sorunun çözümüne
ilişkin arayışlar olarak düşünebiliriz137. İkincisi, Müslümanları kapsayan toplumsal ve
136 Burada bahsedilen İslamcılık, II. Abdülhamit politikalarında kendini gösteren devleti birarada
tutma düşüncesi ile ortaya konmuş pratik siyasettir. Bkz: Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset;
Makaleler 3, 1993, İstanbul, s. 16. Çalışmamızda, İslam’ın modernlik yorumu ve İslam’ın modern
yorumu olarak ele aldığımız İslamcılık düşüncesinden farklıdır.
137 Şerif Mardin, belirtilen siyaset tarzlarını, felsefi spekülasyonlardan uzak olarak devleti
kurtarma amacıyla pratik yönelimler olarak ortaya koymuştur. Bkz: Şerif Mardin, Jön Türkler’in Siyasi
Fikirleri, 2014, İstanbul. Bu tespiti doğru bulmakla birlikte, ‘devlet nasıl kurtulur (?)’ sorusunun mezkûr
137
bireysel boyuttur. Bu boyut, Müslümanların modernleşme ve onun dili ile doğrudan
yüzleştikleri alanı işaret eder. Müslümanlar için İslamiyet, hem şeyleri (genel olarak
dünya) anlamlandırmada hem de kendilerini anlamlandırmada merkezi (ve bu yüzden
güvenli) bir alanı ifade ettiği için, ontolojik güvenlik alanı olarak ifade edilebilir.
Şeyleri ve insanı tekrardan tanımlayan modern düşünce, bu bakımdan, Müslümanların
ontolojik güvenlik alanına dair bir meydan okuma olarak görülebilir. Tüm bunlar
düşünüldüğünde, Islahat Fermanı ile gerek bireysel ve toplumsal boyutta gerekse de bu
boyutun bir göstereni olarak devlet boyutunda, Müslümanların toplum içindeki
konumlarına ve İslamiyet’in hakikat iddiasına halel getirecek bir konjonktürden
bahsetmek mümkündür. İslamcılık da Bulaç’ın (2014: 48) ifadesiyle, “tümüyle olmasa
bile, bu yönüyle Islahat’la birlikte doğan aleyhteki konjonktüre karşı bir tepki olarak
ortaya çıkmıştır.”
Islahat Fermanına ilişkin rahatsızlığın ortaya çıkardığı ve İslamcılık
düşüncesinin nüvelerini görebileceğimiz ilk grup Yeni Osmanlılardır (Namık Kemal,
Ali Suavi, Ziya Paşa). Yeni Osmanlılar için modernleşmeye verilen sistemli bir
tepkiden bahsedemesek de İslamcılık için de geçerli olan, modernleşmenin tarzına
ilişkin bir düşünce formülasyonundan bahsetmek mümkündür. Bu formülasyon, genel
anlamda, modernlikle geleneğin harmanlanması olarak ifade edilebilir. Bu formülasyon
sebebiyle, Yeni Osmanlıları ‘telifçi’ olarak da görmek mümkündür (Rosenthal, 1996;
Tunaya, 2016). Rosenthal’ın ifadesiyle (1996: 12, 42): “Dönemin Müslüman kimliğiyle
düşünce üreten insanlarının ana amacı, dünyayı farklı kavrayan iki hayat tarzının bir
sentezini ortaya koymaktır”. Modern kavramlara dini referans verilmesini mezkûr
telifçilikle açıklamak mümkündür. Namık Kemal ve Ali Suavi’nin Ali İmran Suresi
159. ayette ve Şura Suresi 38. ayette geçen bazı kelimeleri (danışmak ve şura gibi) delil
alıp, parlamentonun dinsel bir gereklilik olarak savunulmasını (Tekin ve Akgün, 2014:
653) bu kapsamda değerlendirmek mümkündür. Kara’nın (2014: 234) tabiriyle,
modernleşmenin, Müslüman ülkelerde hem dini bir hareket hem de dinin yeninden
yorumlanması çabasının bir parçası olarak görülmesini böyle bir amacın ürünü olarak
siyaset tarzlarında ‘devlet neden kurtulsun’ sorusu ile ele alındığını ifade etmek buradaki muradımızı
daha iyi anlatacaktır. Söz gelimi devletin İslam temelinde var olması iddiası olarak İslamcılık, devletin
meşruiyet kaynağını İslam ile doldurur. Türklük temelinde bir devlet anlayışı meşruiyetini modern ve
muhayyel bir Türk ulusu üzerinden kurarken; Osmanlıcılık geleneksel devlet anlayışının modern
kodifikasyonlara tabi tutulmuş şeklinden meşruiyet oluşturmayı ifade etmiştir. Devlet neden kurtulsun (?)
sorusunun bir meşruiyet ve bir iddia olduğu düşünüldüğünde, Mardin’in ifade ettiği, pratik amaca
bahsettiğimiz derinliğin katılabileceğini düşünebiliriz.
138
kabul edebiliriz138. Bu bakımdan, Yeni Osmanlılar tarafından, Islahat Fermanı
üzerinden yapılan şey, modernleşme eleştirisinden çok modernleşme tarzı eleştirisidir.
Eleştirilen tarz, daha sonra da birçok düşünce hareketinde de eleştirilecek olan hem
form hem de içerik olarak taklitçiliğe139 dayanan modernleşme tarzıdır. Gerek
modernliğin gelenek ile harmanlaması gerektiğine ilişkin inanç, gerekse de modernliğin
taklit üzerinden alınmasına dönük eleştiri, İslamcılığın modern ve muhafazakâr
boyutlarının ilk ifadeleri olarak önemlidir. Bu bakımdan, İslamcılığın muhafazakâr
boyutu modernliğin gelenekle harmanlanması olarak ifade edebilirken, İslamcılığın
modern boyutunu geleneğin modernlikle harmanlanması olarak ifade edebiliriz.
Dönemin yaygın kullanımları ile bu durum şöyle ifade edilebilir: İslamcılar, “âlem-i
İslam’ın inhitat halinde olduğunu” (Tunaya, 2007:15) kabul ederek, ilerleme düşüncesi
üzerinden, modern düşünceyle temas kurarlarken; inhitatın gerekçesini dini yorumlarla
(dinden uzaklaşma, içtihat kapılarının kapalı olması vb.) açıklayarak da gelenekle
temasa geçmişlerdir. Bu temaslardan hareketle, İslam’ın mâni-i terakki olmadığını,
tersine, amir-i terakki (ileriliği emreden) olduğunu ifade eden argümanlar140 İslamcılığın
muhafazakâr boyutunun membaını oluştururken; Müslümanların “esatiri hurafelerin,
138 Müslüman ülkelerde, İslamiyet’in toplumdaki önemi ve değerinden dolayı, İslami
hassasiyetlere sahip olmayan kişiler için de bu durumun geçerli olduğunu yeniden hatırlatmak gerekir.
Müslüman ülkelerde modernleşmenin böyle bir anlama sahip olması, modernleşme kapsamında istenilen
değişikliğin yapılabilmesi için tek imkânın bu olduğunun düşünülmesidir. Hanioğlu’nun Osmanlı-Türk
modernleşmesinin uç örneklerinden Abdullah Cevdet’ten yaptığı şu alıntı bu durumu açıkça ortaya
koymaktadır: “Uzun tecrübelerimizle biz, Müslüman kafasının, doğrudan doğruya Hıristiyan âleminden
geldiği takdirde aydınlığa bütün girişleri kapayacağını müşahede etmiş bulunuyoruz. Binaenaleyh bizler,
Müslüman damarlarına yeni bir kan nakletme görevini üzerlerine alan bizler İslamiyet’te çok miktarda
bulunan terakkiperver prensipleri arayıp bulmalıyız.” Bkz: Şükrü M. Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür
Olarak: Dr. Abdullah Cevdet ve Dönemi, 1981, İstanbul, s. 130-131. Napolyon’un 1798’de Mısır’ı işgal
ederken yayınladığı bildiride geçen (akt. Bardakçı, 2015) “Buraya gasp edilmiş haklarınızı iade için
geldim. Ben, Allah’a Mısır’ın başında olan Memlükler’den daha fazla inanıyorum. Hazreti Muhammed’e
ve hayran olduğum Kur’an-ı Kerim’e büyük hürmet gösteriyorum” ifadelerini de bu kapsamda
değerlendirmek mümkündür.
139 Çalışma konumuzla alakalı olarak literatürde dikkat çeken bir özellik olarak şunu belirtmek
gerekir. Taklitçilik kavramının pejoratif olarak kullanıldığı bir yerde bu kullanıma halel getirebilecek
‘sünnet’ olgusunun taklitle olan ilgisinin açıklanmaması çok ilginçtir. Bu bakımdan taklit bizatihi kötü bir
şey midir (?) yoksa Batı’nın taklidi münhasır olarak kötü müdür (?) sorusu cevaplanmamış bir sorudur.
140 Bu argümanlar çok kapsamlıdır. Gerek, Müslümanların Rönesans düşüncesinin Batı’da ortaya
çıkmasındaki etkisinin köpürtülmesi, gerekse de Batı’yı Batı yapan değerlerin İslam içinde karşılıklarının
arketip olarak ileri sürülmesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Tunaya’nın şu ifadeleri, İslamcıların
modernliği muhafazakâr olarak algılayışlarına örnek olarak verilebilir: “Müslümanlık asırlarca evvel
bugün Batı’nın benimseyip pek yeni saydığı devrimci toplum esaslarını koyduğu için, adeta inkılaplardan
tasarrufu temin etmiştir. Avrupa’nın yeni esaslar saydığı ilkelere dayanan toplum ve devleti yüzyıllarca
evvel kurmaya muvaffak olmuştur. İslamiyet’te, akıl ve tabiat dışı hiçbir hurafe yoktur. Tam anlamıyla
sosyal bir din olan Müslümanlık halka müracaat, hürriyet, adalet, eşitlik, kardeşlik düşmana kuvvetle
mukabele, ruhaniliğe (ruhban sınıfına yer olmaması) ve baskıya yer verilmemesi, istibdat ve zulme karşı
huruç (isyan) gbi sosyal ve siyasal prensipleri kabul etmekle çağdaş medeniyet seviyesinde bir devlet ve
hayat vücuda getirmek kabiliyetine de, , kudretine de sahiptir.” Bkz: Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık
Akımı, 2007, İstanbul, s. 16.
139
uydurulmuş bida’atlerin esiri oldukları” ve bu yüzden “kabahatin Müslümanlıktan
ziyade Müslümanlarda olduğu” gibi düşünceler de (Tunaya, 2007), İslam’ın modern bir
zihinle ele alınmasına imkân tanıması sebebiyle, İslamcılığın modern boyutunun
kaynağını oluşturmuştur.
Başlangıç dönemi olarak ele aldığımız 1856-1924 yıllarını, İslamcılığın, var
kalabilmek için, modernleşmenin gerekliliğini kabul ettiği fakat yöntemi konusunda
eleştiriler ürettiği bir dönem olarak düşünebiliriz. İlgili dönemde, modern anlamda
İslamcılık fikriyatı bu iki boyut içerisinde kendini kurarken, olmazsa olmaz kabul ettiği
din konusu üzerinden de eleştirilere tabi tutulmuştur. Bu eleştiriler, genel olarak,
modernleşmenin iddialarının yürütücüsü bilim ile dinin karşılaştırılması şeklinde
gerçekleşmiştir. İslam terakkiye mâni midir (?) ya da din bilim ile çatışır mı (?) gibi
sorular bu dönemde yapılan eleştirilerin ve cevapların üst sorusu olmuşlardır. İlgili
dönemde, dine, mezkûr sorular üzerinden getirilen eleştiriler, İslami hassasiyetleri göz
önünde bulundurarak yazan/düşünenler için yeni bir aşamayı işaret etmektedir. Bu
aşamayı, modernliğin bir kavrayış biçimi olarak hesaba katılması gerekliliği olarak
düşünebiliriz141.Bu hesaba katma gerekliliği iki farklı inancın çatışmasının
kaçınılmazlığını da ortaya koymaktadır. Çünkü modern kavrayış biçimi, dünyanın ne
olduğuna, özne insan temelinde, bilimin yönlendirmesiyle ulaşılacağına içkin bir
inancı142 içermektedir. Pozitivizmin kurucusu Auguste Comte, 1849 yılında, gerek
Doğu gerekse Batı için fikri ve ahlaki organizasyonlarda metafizik ve dini kabullerin
çıkarılması gerektiğini söylese de (Comte, 1986); Müslümanlar, dinleri ile bilimin (ve
dolayısıyla modern düşüncenin) çatışmasıyla alakalı bir sorun(y)la 1883 yılında
Sorbonne Üniversitesinde ‘İslam ve Bilim’ ismiyle verilen bir konferansla
tanışmışlardır. Bu konferansta, yine bir pozitivist olan Ernest Renan, Müslüman
memleketlerin geriliğini İslam’la açıklayarak (Renan, 1946: 184) mezkûr soruları (İslam
terakkiye mâni midir (?) ya da din bilim ile çatışır mı (?)) İslamcıların gündemine
sokmuştur. Renan, ilgili konuşmasında, İslam’ın Müslümanların zihnini prangaya
vurduğunu ve ilerleme amacı taşıyan Müslümanların öncelikli olarak bu prangadan
kurtulmaları gerektiğini ileri sürer (Cündioğlu, 1996: 5,7; Renan, 1946: 210). Renan’ın
141Yukarıda bahsedilen ontolojik güvenlik alanı, bu aşamanın ana sorunudur. Bu aşamanın ve bu
sorunun, bugün dahi, aşıldığını söylemek güçtür. Bu tez, İsmet Özel’in bu sorunu aşan bir İslamcılığa
sahip olması iddiası ile kaleme alınmıştır.
142Bilimin bir bilme tarzından ziyade bir inanç olarak kavranmasını, pozitivizmin kurucusu Auguste
Comte’un kendini insanlık dininin kurucusu olarak nitelendirmesinde görebiliriz.
140
1883 yılında yaptığı konferans hem kendi döneminde hem de sonraki dönemlerde
İslamcı olarak kabul edilebilecek birçok kişi tarafından konu edinilmiştir. Daha önemli
olmak üzere, İslamcılığın çağ ile ilgili tüm iddialarının arkasında, ismi zikredilmese de,
Renan’a bir cevap vardır diyebiliriz. Çünkü İslamcılar kendi içlerinde ‘koyu şeriatçi’,
‘ılımlı’ ya da ‘müsamahalı’ olarak bölünebilirlerse de İslam’ın ilerlemeye engel
olmadığı konusunda hem fikirlerdir (Turhan, 1994). Ernest Renan ve ona yapılan
reddiyeleri bizatihi konu edinen makalesinde Cündioğlu (1996: 7-8), ilgili dönemde
yapılan Renan reddiyelerinde hâkim olan argümantasyon formulasyonunu şu şekilde
belirtmiştir:
“a- İslam dünyasının her bakımdan bir inhitat (gerileme) hali
yaşadığı doğruydu, fakat bunun müsebbibi İslam değildi.
 b- Müslümanlar daha çok yakın zamanlara kadar büyük bir
medeniyetin bânileriydiler ve bu medeniyetin temel harcı da
İslamdı.
c- O halde İslam’ın akla, tefekküre, gelişmeye, fenne ve
bilim’e karşı olduğunu söylemek azim bir bühtandır/karaçalmadır.
Binaenaleyh İslam asla terakki-şiken değildir.
d- Bu bakımdan Müslümanları içinde bulundukları çöküşten
kurtaracak olan da yine İslam’dır, İslam’dan uzaklaşmak değil!”
İslamcıların yukarıda belirtilen argümantasyon formülasyonu İslamcıların ana
temalarından kaynaklara dönüş düşüncesinin de temelini oluşturmuştur. Kaynaklara
dönüş düşüncesi ile ele alabileceğimiz tahrif edilmemiş İslam, mezheplerin
birleştirilmesi, tarihsel olmayan İslam, gerçek İslam, Kur’an Müslümanlığı ya da selef-i
salihin (es-selefu’ş –şalih) olarak selefilik, pasif Müslümanlıktan aktif Müslümanlığa
geçiş gibi düşünceler de temelde yukarıdaki ifadelerin devamı niteliğindedir. Bunlara,
özellikle İkinci Meşrutiyet sonrası yaygınlaşan, İslami yayıncılığı da ekleyebiliriz143
.
Çünkü hepsinin temelinde, bilgiyi modern bir anlamla sahiplenen ve yine bilgiyi lojistik
143Sebilürreşad, Sırat-ı Müstakim, İslam, Beyan’ül Kelam, İslam Dünyası, Mahfil, İkdam,
Hikmet, Hayr’ül-Kelam, Bilgi mecmuaları belirtilen yayıncılığın önde gelenlerini oluşturmaktaydı. Bu
mecmualara ilişkin çokça çalışma yapılmış olup, malumat bakımından geniş bir literatürden bahsetmek
mümkündür. Bizim çalışmamızda bizatihi yayıncılığın ontolojik anlamı üzerinde durulmuştur. Bu
ontolojik anlam, dönemin bahsettiğimiz paradigması içinde, bilginin lojistik imkânında temellenmektedir.
Bir başka deyişle, tezimizde, İslamcı yazarların yazdıklarından daha çok, dergi ve gazete formatları içinde
İslam’ı ikna ve anlam temelli ifadeyi tercih etmeleri önemli bulunmuştur.
141
içinde değerlendirmeye meyilli özne-Müslümanlık kabulü/anlayışı yatmaktadır144
.
Örneğin, 1908 yılında İttihad-ı İslam dergisini çıkaran Şehbenderzade Filibeli Ahmed
Hilmi (2014: 69), Islahat ve İstikbal yazısında Alman oryantalist Dozy’nin şu tespitini,
çok haklı bularak, yazısında kullanmıştır: “Ulema, hazırlanmakta olan değişiklikleri,
İslam imanının menfaatlerine göre tanzim etmek için, geniş ölçüde Avrupa âlimlerinin
İslam hakkında yazdıkları araştırmaların neticelerini okumaktan istifade edebilir.”
Bilginin ve genel olarak her şeyin nasıl bilinebileceğini varsayım olarak öznede
temellendiren bu meyil, modern düşüncenin de temel varsayımı olduğu için,
İslamcılığın bu ilk dönemi, İslami modernizm145 olarak adlandırılabilir durmaktadır. Bu
durumun Hindistan’dan (Seyyid Ahmed Han) Mısır’a (Cemaleddin el-Efgani ve
Muhammed Abduh), Pakistan’dan (Muhammed İkbal) Rusya’ya (Musa Carullah
Bigeyev) bütün Müslüman dünyası için geçerli olduğunu söylemek mümkündür
(Wielandt, 2021). Bu bakımdan, Osmanlı-Türk İslamcılık düşüncesi içinde başlangıç
dönemi olarak ele aldığımız Islahat Fermanı (1856) ile başlayan hilafetin kaldırılmasına
(1924) kadar olan süreç İslami modernizm adı altında dünyanın geri kalan Müslüman
yazarlarca da benzer olacak şekilde şu özellikleriyle özetlenebilir (Wielandt, 2021:
910):
“İslam’ın rasyonelliğine yönelik güçlü bir vurgu; hurafe
addedilen halk inançları ve dini uygulamalara yönelik eleştiri; geçmiş
nesillere mensup ünlü âlimlere ait görüşlerin körü körüne kabulünü
(taklid) reddetme ve özgür bir şekilde akıl yürütmek suretiyle çözüm
yollarını aramanın (içtihad) savunuculuğunu yapma; yeni bilgiyi ve
kültürel ilerlemeyi takdir; İslam inancının bütünüyle modern bilimle
ve modern Batı medeniyetinin diğer değerlerinin büyük bölümüyle
uyumlu olduğunu, hatta İslam’ın bilimsel ilerlemenin ardındaki itici
güç olduğunu göstermeye matuf çaba; insan merkezci dünya görüşüne
ve kişinin kendi potansiyellerini geliştirmesini, eğitsel ve sosyal
144Nakilcilik bu meyilin dışında görülse de, nakledilene –dir, –dır, -imek (zero capula) ile form
verildiğinde özne-Müslümanlık kabulünün devreye girdiğini söyleyebiliriz. Dini söz, a priori (analitik) ya
da a posteriori (sentetik) kabul edilse de bu durum geçerlidir. Çünkü anlamak ve anlaşılan şeyin
anlamıyla aktarılabilir olması bilginin beşerileştirilmesi olarak düşünülebilir. Bunu, zamandan ve
mekândan azade hakikatin/sözün, zaman ve mekâna tabi bir alanda dile getirilmesinin imkânsızlığında
anlayabiliriz.
145 Bu kavramlaştırma 1920’lerden itibaren Ignaz Goldziher (ö. 1921), Charles Clarence Adams
(ö. 1955), Sir Hamilton Alexander Rosskeen Gibb (ö. 1971) gibi oryantalistlerce kullanılmıştır.
142
reformu ve bu dünyada üst seviyede müreffeh bir gelecek tanzim
etmeyi kapsayan aktivist zihniyete doğru bir görüş.”
2.2.2.2. İslami Hareket Dönemi (1950 – 2000)
İslamcılık düşüncesi meşruiyetini din olarak İslam’dan alan bir devlet içinde
ortaya çıkmış, düşüncesini de mevcut devletin kurtulması ve yine o devletin en güçlü
dönemlerine geri dönme amacı içinde şekillendirmiştir. İster modernliğin gelenek
içinden inşası şeklinde olsun isterse de dinin modern akılla yorumlanması şeklinde
olsun, İslamcılığın başlangıç dönemi kurtarıcı misyon etrafında şekillenmiş bir düşünce
ile diğer dönemlerden ayrılabilir. Çünkü diğer dönemlerdeki söz konusu devlet,
İslamcıların kurtarmak istedikleri devletin yerine, farklı inançlarla146 kurulmuş bir
devlettir. Bu durum da doğal olarak, düşüncenin/hareketin misyonunu etkilemiştir.
Çünkü seküler meşruiyetlere yaslanan modern devletlerde din ana belirleyiciliğini
yitirmiştir (Özdenören, 2014: 138). Dinler için bu yeni dönem, Gouchet’in tabiriyle
(2000: 13), “dinlerin hâlâ var oldukları ama kendilerinin belirlemedikleri bir siyasal
biçim ve kolektif düzene katıldıkları bir dünyaya geçiş”i ifade etmektedir. Türkiye’de bu
geçiş, çok partili hayatla olmuştur. Bulaç’a göre (2014: 49), çok partili hayata geçişle
başlayan bu dönem İslamcılarının misyonu, “kurucu misyon”, “yeni bir toplum ve devlet
tasarımı” olarak ifade edilebilir. Bu doğrultuda, İslamcıların dönem içindeki fikirlerini
ve etkinliklerini anlatacak en iyi ifade “İslami hareket” olarak karşımıza çıkmaktadır
(Bulaç: 2014: 49). İslami hareket devletin İslamileştirilmesi kadar milleti de bu
doğrultuda hedef alan bir harekettir. Bu döneme damgasını vuran Milli Görüş Hareketi
ya da Erbakancılığın ilk partisi Milli Nizam Partisi’nin (MNP) parti programında yer
alan “Esas Gaye” kısmında bu hareket, açıklayıcı biçimde, şu şekilde tarif edilmiştir:
“Partimiz, milletimizin fıtratında mevcut olan yüksek ahlak ve faziletin, kuvveden fiile
çıkarılmasını, inkişafını ve cemiyetimize nizam, huzur, içtimai adalet ve
vatandaşlarımıza saadet ve selamet getirmesini gaye edinmiştir.147” Özdenören bu
146 Burada kullanılan inanç kelimesi, özel olarak bilimin, genel olarak modernliğin yeni
Cumhuriyet gramerindeki kullanımları sebebiyle tercih edilmiştir. Aydın’ın belirttiği gibi “Hayatta en
hakiki mürşit ilimdir” ifadesi, ilmin tasvir edici konumdan irşad edici bir konuma geçirildiğinin temsili
ifadesi olarak kabul edilebilir. Mehmet S. Aydın, İçe Kritik Bakış: Din, Felsefe, laiklik, 1999, İstanbul,
s.199. Din ve bilimin gramer bakımından kullanımlarının kıyaslanarak ele alındığı metin için bakınız:
Şakir Kocabaş, İfadelerin Gramatik Ayrımı, 2019, İstanbul.
147 Parti programında yer “Esas Gaye” kısmı üç kısımdan oluşmaktadır. Yukarıda alıntı yapılan
kısım ilk kısmıdır. Detaylı program için bkz:
https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/bitstream/handle/11543/799/197600503.pdf?sequence=1&isAllowe
d=y
143
dönemdeki hareketi, başlangıç dönemiyle kıyaslandığında, hedef kitlenin değişimi ile
açıklar. Özdenören’e göre (2014: 136) umhuriyet öncesi dönemde İslami düşünceleri
dile getirenlerin hedef kitlesi kendini zaten Müslüman olarak tanımlayan kitle olduğu
için Müslümanlaştırma kavramı anlamsızdır. Ancak, tek parti dönemi sonrasında İslami
hassasiyetle düşünen ve yazan kişiler için hedef kitle, İslam’la alakasını kesmiş bir
düzenin üyesi haline getirilmiş insanlardır. Hedef kitlenin değişimi İslamcı gözünden
Özdenören’in yorumladığı gibi ele alınabileceği gibi, İslamcılığın politik hedeflerini de
hesaba katarak, bir sistem olarak demokraside halkın seçimler üzerinden öneminin
artmasıyla da açıklanabilir. Çünkü gerek tek parti döneminde ortaya çıkan partilerde
(TCF ve SCF) gerekse de çok partili hayata geçişle ortaya çıkan partilerin ana muhalefet
damarları ekonomide liberal politikalar ve sosyal alanda da dine ilişkin yaklaşımlar
olmuştur. Milli Görüş olarak ifade edilen İslamcı hareket de kendi için bu iki damarı
“ağır sanayileşme (adil toplumun kurulması için ekonomik bağımsızlık) ve manevî
kalkınma (otantik İslam kimliğinin inşası ve korunması)” olarak temel kabul etmiştir148
(Yavuz, 2005: 591). Bu bakımdan kitlelerin niteliksel tariflerini göz ardı ederek,
kitlenin değişimi ve hareketin sebebi ile çok partili hayata geçiş arasında bir bağın
olduğunu söylemek olgusal olarak daha doğru kabul edilebilir.
İslami hareket dönemi olarak ifade ettiğimiz bu dönemde, hareket ifadesi,
kuruluş döneminden taktiksel açıdan olmasa da strateji açısından bir değişikliği ifade
etmektedir. Taktik ve argümantasyon tekniği olarak gerek modernliğin muhafazakâr
okunması bakımından gerekse de İslam’ın çağdaş ve hakiki yorumlarının (!) sunulma
iddiası bakımından başlangıç dönemi ile aynı kabul edilebilir. Dinin daha iyi
anlaşılması amacıyla yazılmış Risale-i Nur külliyatının, İslam’ı bilimle ve akılla
bağdaştırarak Batılılaşmadan modernleşmeyi mümkün göstermesi (Mardin, 1999) bu
aynılık için örnek olabilir. Bir başka örnek olarak, dinin çağ içinde yorumlanmasında ve
dini hakikat iddialarının aktarılabilir bir formata dönüştürülebilme inancı olarak
dergiciliği görebiliriz. Bu bakımdan, modern kabuller temelinde, Beyanül Hak (1908),
Sirat-i Müstakim / Sebilürreşad (1908), Hikmet (1910), İslam Mecmuası (1914)
dergileri ile Hareket (1939), Büyük Doğu (1943), Serdengeçti (1947), Diriliş (1960)
dergileri arasında taktiksel olarak aynılık görmek mümkündür. Buna mukabil, İslami
148 Hatta çok partili hayatta kurulan İslamcı olarak söyleyebileceğimiz ilk parti olan MNP’nin
kuruluşu, Erbakan’ın Türkiye Odalar Birliği başkanlığında yaşanan süreç göz önüne alındığında, dini
gerekçelerden ziyade sosyo-ekonomik gerekçelere dayanmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz: Ali Yaşar
Sarıbay, “Millî Nizam Partisi’nin Kuruluşu ve Programının İçeriği”, 2005, İstanbul. Sayfa: 576-590
144
Hareket döneminin kullandığı strateji, başlangıç dönemine göre, önemli ölçüde farklılık
gösterir. Başlangıç dönemi için, teorik olarak devlet seviyesinde modernliğin ve dinin
izahından bahsedilebilirken, İslami hareket döneminde hem devletin hem de toplumun
İslamileştirilmesi, strateji olarak belirlenmiştir. Bu stratejinin belirlenmesinin de çeşitli
sebeplerinden bahsetmek mümkündür. Devletin İslamileştirilmesi düşüncesi için,
dönem içinde ortaya çıkan modern İslam devleti olarak Pakistan’ın kurulmasını önemli
bulabilirken; topluma dönük bir İslamileştirme düşüncesinde köyden kentlere göçün
başlamasını belirleyici etkenlerden saymak mümkündür (Bulaç, 2014: 49). Pakistan’ın
varlığı modern devletin İslami olarak da kurulabileceğini göstermesi bakımından bir
örnek teşkil etmiştir. Köyden kente yaşanan göç ise, ülkede yaşayan nüfusun kitlesel
olarak modernlikle, modernliğin yerleşim yerleri olan, kentlerde buluşmasını ifade
etmektedir. Tıpkı yüz elli iki yüzyıl önce geleneksel devletin modernlikle yüzleşmesi
gibi geleneksel nüfus da bu göç ile modernlikle yüzleşmeye başlamıştır. Bu döneme
ilişkin İslami hareket kapsamında hareket ettiğini söyleyebileceğimiz cemaat tipi
oluşumlar149, esas olarak, bu yüzleşmeden faydalanmış yapılar olarak da okunabilir.
Dünyayı geleneksel gören insanlar için bu tarz oluşumlar, kültürel karmaşanın, ahlaki
belirsizliklerin çok olduğu, egoizmi, ferdiyetçiliği ve yalnızlık duygusunu tetikleyen
dünyanın seküler algılanışının hüküm sürdüğü kentlerde korunacakları yapılar
olmuşlardır (Aydın, 2014: 309). İslamcı partileri de, cemaatlerle ilişkilerini de göz
önünde bulundurduğumuzda, bu duygu durumunun politik tüketicileri olarak
görebiliriz. Keyder (1989: 171), İslamcı partilerin “İslami düsturlara göre yaşanan
ahlaklı bir hayat vaadi”ni “kendi kabuklarına çekilmek isteyen yeni şehirleşmiş gruplar
için bir sığınak” olduğunu söyleyerek bu olguyu ortaya koymuştur. Milli Görüş
Hareketi (MGH) kapsamında ifade edebileceğimiz İslamcı partilerin gelenekçi muhalif
olmaları sebebiyle sığınak olmaları yanısıra; modernist söylemleri sebebiyle de
modernleştirici bir özelliğe sahip olduğunu söylemek gerekir (Yavuz, 2014: 591). Bu
bakımdan, İslami hareket döneminin stratejisi, gerek politik sistemin (çok partili hayat)
buna imkân vermesi gerekse de toplumun modernlikle temasında aracı olabilme
kapasitesi sebebiyle, devletin ve milletin İslamileştirilmesi yönünde olmuştur.
Çok partili hayatla birlikte dinin görünürlüğünün ve söylemsel kabiliyetinin
arttığını söyleyebiliriz. Bora (2008: 125) bu durumu, genel olarak, devletin din
149 Bu durum modern anlamda kamusal otoritelerin kurulması süreci olarak da adlandırılabilir.
Bu bakımdan memleket dernekleri de bu kapsamda ele alınabilir.
145
politikası150nda yeni bir safhaya geçmesi olarak yorumlar. Bu bakımdan, dinin bu
dönemle birlikte söylem olarak yeniden görünür/kullanılır olması, hem dine bakış açısı
itibariyle yeni bir şey değildir hem de cumhuriyetin sosyal bir ethos yaratma zayıflığı ile
alakalı olarak görülebilir (Bora, 2008). Bir başka deyişle, bu dönem, hiçbir zaman,
sosyal bir bağ olarak gücü yadsınmayan dinin, resmi milli ideolojinin önemli bir açığını
(ethos) kapatma arayışı olarak da okunabilir. Ancak bu okumayı, devletin (?151) İslamcı
yazarlara bir amaç doğrultusunda müsaade etmesi olarak ele alması bakımından,
yetersiz olarak görebiliriz. Zira bu okuma, İslamcı yazar/düşünürlerin görüşlerini,
meseleyi daha büyük bir okuma içinden ele aldığını iddia ederek, tamamen edilgen
biçimde değerlendirir. Din ve ona ilişkin söylemlerin, çok partili hayatla birlikte, arttığı
olgusal bir gerçek olarak kabul edilebilir. Ancak bu durum, devletin İslami değerlerle
kendini tahkiminden daha fazla bir şeyi ifade etmektedir. Çünkü Müslümanlar için
devletin önemi kısa sürede oluşturulmuş bir algıdan ibaret değildir. Peygamberin
ölümüne müteakip ortaya çıkan kadim otorite sorunu ile başlatabileceğimiz devletin
süfli ve ulvi bir şey olarak varlığı, günümüze kadar gelmiştir. İkinci Meşrutiyet
Döneminin ünlü İslamcı yayınlarından Sebilürreşad dergisini yayınlayan Eşref Edib bu
durumu şu şekilde açıklamıştır:
“İslamiyet’te ruhaniyet olmadığı için Müslümanların Allah ile
aralarındaki vasıtaları, hocaları değil hükümetleridir. Müslümanlar
gerek menaat-i dünyeviyelerinin, gerek menfaat-i uhreviyelerinin
ancak devlet ve hükümetle kaim bulunduğunu bildikleri için onun
uğrunda feda-yı can etmeyi en büyük fazilet ve sevap addederler.”
(Eşref Edib’ten akt. Duran, 2014: 132)
İslamcıların her dönem modern bir karakterde olduğunu söyleyebileceğimiz gibi,
modern devletle de barışık olduklarını söylemek mümkündür. Modern devleti,
modernliğin siyasal yapılanması olduğunu düşündüğümüzde bunda şaşılacak bir durum
yoktur. Modernliğin kendini bir değişim gerekliği olarak sunduğu batı dışı toplumlarda,
düşünce farklılıklarını modernleşme yolunda meşrep farklılıkları olarak görmemiz
mümkündür (Berkes, 2015; Türköne, 2012; Ülken, 2015). Bu bakımdan, İslamcılar
açısından asıl problem modern devletin kendisi değildir. Sorun onu yönetenlerden
150 Din politikası terkibi, dinin bir hakikat olarak anlamından ziyade işlevselliğinin vurgulanması
sebebiyle kullanılmaktadır.
151 Bu tarz değerlendirmelerde devlet isminin neyi işaret ettiği belirsiz olduğu için soru işareti ile
kullanılmasının daha doğru olduğunu düşünüyorum.
146
kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan, çok partili hayata geçişle beraber ortaya çıkan İslami
hareketlerin hedefi olan yönetimin ve halkın İslamileştirilmesi, ilerleme ve kalkınma
yolunda bir yöntem alternatifi olarak okunabilir. Bir başka deyişle, devletin amaçları
konusunda bir ortaklık olması durumunda (kalkınma, ilerleme, refah, zenginlik vs.)
İslami hareketin diğer düşüncelerden farkı, amaçların İslami meşruiyetlere bağlanması
olarak görülebilir. Pakistan kuruluşu itibariyle, İran da İslam devrimi ile ilgili amaçların
meşruiyetleri bakımından bunu başarmış örnekler olarak verilebilir. Modern devlet ile
İslamcı düşünce arasında sorunun, teoride, modern devletin ulus üzerinden
yapılanmasından kaynaklı çıkacağını düşünebiliriz. Ancak gerek devletin kuruluşu
aşamasında gerekse de çok partili hayat içerisinde böyle bir sorunla, büyük ölçüde,
karşılaşılmamıştır. Bunun nedenlerinden birkaçını şöyle açıklamak mümkündür:
Modern devletin bir İslam cumhuriyet olarak kurulması; ülke içindeki ötekilerin ya da
azınlıkların din üzerinden tanımlanması; ulusun, dini bir anlamı da içinde barındıran,
millet kavramı ile ifade edilmesi; dini birincil değer olarak kabul etmeyen bir
ulusçuluğun/milliyetçiliğin büyümemesi; İslamcı görüşle milliyetçi görüşün milliyetçi
mukaddesatçı çizgide biraraya gelmesinin kolaylığı.
İslami düşüncenin ortaya konulmasında sözün ulemadan üdebaya (edipler) ve
kısmen politikacılara geçmesi, İslami Hareket dönemi olarak gördüğümüz 1950-2000
yıllar arasının en önemli özelliklerinden biri olarak verilebilir152. Ellilerde Sezai
Karakoç ile başlatabileceğimiz ilk gruba Cahit Zarifoğlu (1940d.-1987ö.), Alaaddin
Özdenören (1940d.-2003ö.), Rasim Özdenören (1940d.), Nuri Pakdil (1934d.-2019ö.),
Atasoy Müftüoğlu (1942d.) gibi isimler dahil edilebilir. Bahsi geçen isimler, ilgili
dönemde, düşüncelerini edebi eserleri üzerinden dolayımla ortaya koydukları gibi
çıkardıkları dergilerle (Diriliş, Edebiyat, Mavera vb.) doğrudan da ifade etmişlerdir.
Gerek dünyayı liberal ve komünist dünya olarak algılayıp üçüncü bir yolun imkânını
savunmak şeklinde olsun gerekse de İslam medeniyeti uğruna ‘kendi Rönesansını’
aramak şeklinde olsun, bu dönemde ortaya konulanlar da “Türk ideolojileri”nin
modernlik meselesi karşısındaki (Bora, 2017: 449, 451) ve modernliğin içindeki
meseleleri kapsamında ele alınabilir durmaktadır. Zaten, üdebanın bu konumunu
152 Ulema kavramı hem geleneksel eğitime tabi olmak hem de dini bilgiye vukufiyette
görülebilecek farkları ortaya koymak için kullanılmış bir kavramdır. Sözgelimi, İslamcı düşüncenin
kuruluş döneminde zikredilen isimler şeyhülislam olmasa bile dine hakimiyetleri bakımından
kendilerinden sonraki dönemlerdeki isimlerden daha ileride görülebilir. Örneğin ilk dönemden üdeba
kabul edilebilecek Mehmet Akif, ulemaya verdiğimiz anlam bakımından ulema kabul edilebilir. Mehmet
Akif’e Kur’an’ın tercümesi görevi verilmesi de ulema kavramının neyi gösterdiğine örnek olarak
verilebilir.
147
tarihsel olarak İslamcı düşünüşün ilk döneminin devamı ve tarihsel koşulların getirdiği
bir zorunluluk olarak görmek de mümkündür. Bora (2017: 448) bahsi geçen geçişi ve
bu dönemde (özellikle 60lı yıllar) İslamcı düşünüşteki üdebanın konumunu şu şekilde
belirtmiştir:
“Bu kuşak, hikemi şairler diye de adlandırılmıştır. Uyaran, yol
gösteren edipler olarak kabul edilirler. Yitik bilgelikle bağ kurmak
gibi bir misyonu üstlendirilmişlerdir; ulemanın yerini udeba (edipler)
almıştır böylece. Ulemanın bastırılmasının ve uğradığı profil kaybının
açtığı boşluğu doldurmak, şairlere ‘görev’ çıkarmıştır. Şiir, hem
dünyevi ve soğuk bilimsel dile alternatif hem iç güvensizliklerini de
aşamamış bir fikrin örtülü-dolaylı terennümüne uygun değil midir
zaten?..”
İslami hareket dönemi içerisinde yukarıda bahsi geçen üdebanın kültürel ve bu
yüzden ılımlı görüşünün aksine radikal bir grubun varlığından da bahsetmek
mümkündür153. Bu gruba “İman Anlayışımız”, “İbadet Anlayışımız”, “Siyaset
Anlayışımız”, “İktisat Anlayışımız” ve “İnsanlık Anlayışımız” gibi eserlerin sahibi M.
Said Çekmegil önderliğinde Malatya okulunu örnek verebiliriz. İslamcı düşüncede
köktendinci olarak ifade edilebilecek radikal gruplarda olduğu gibi, bu grubu da
kaynaklara dönüş hareketi şemsiyesi altında almak mümkündür. Bora’nın (2017: 455)
bu grup tarafından 1976-1984 yılları arasında çıkarılan Kriter dergisinin ne yaptığına
ilişkin kullandığı şu ifadeler, pek âlâ, kaynaklara dönüş düşüncesi kapsamında da ileri
sürülebilir durmaktadır: “… ‘akla muhalif zalim yobazlığın tasallutuna, hurafenin
hamakatine, dünyacının menfaatine, putçuluğun bağnazlığına’ meydan okuyarak,
Kur’an ve hadislerin yerleşik-muhafazakâr yorumların sorgulanmasının kapısını
açtılar.” Benzer bir yaklaşımı Türkiye Hizbü’t Tahrir’inde de görebiliriz. Hizbü’t Tahrir
ve radikal İslamcılığın önde gelen ismi Ercümend Özkan’a göre İslam, “geleneksel din
yoluyla sokulmuş olan ve dinde yeri olmayan görüşlerden ve modern/Batılı/laik
ideolojiler tarafından sokulmuş olan görüşlerden arındırılmalıydı” (Özkan’dan
alıntılayan Erkilet, 2014: 688). Görüleceği üzere, İslamcılığın ilk döneminde İslam’ın
153 Bir hareketin toplumsal değişimi amaçlayan hedeflerine ve idari mekanizmaların meşruiyet
kaynaklarının değişimine ilişkin, ılımlı ve radikal olarak iki tutumundan bahsetmek mümkündür. İslami
hareket içinde de belirttiğimiz ılımlı ve radikal tutumu bu kapsamda belirttiğimizi söylemeliyiz.
Çalışmanın ana amacı kavrayışa öncel ontolojik seviyeden bir tahlil olduğu için tutum farklılıkları büyük
farklılıklar olarak ele alınmamıştır. Bu konuda yapılan tartışma için bknz: Alev Erkilet Başer,
Ortadoğu’da İslamcı Hareketler, 2000, Ankara.
148
üzerinden gelenek ve hurafeleri çekmek için kaynaklara dönüş düşünülürken, modern
devletlerde ortaya çıkan radikal İslamcılıklarda gelenek ve hurafelerin yanısıra modern
tasallutlardan kurtulmak da eklenmiştir. Bu tarz radikal oluşumlar, ontolojik olarak,
insanın hakikati hakikat olarak kavrayıp aktarabileceği varsayımının pratiğe geçirilme
girişimleri olarak ele alınabilir. Bu bakımdan, hakikatin çerçeve halinde ifade
edilebilmesinin imkânı bakımından rubūbiyyet iddialarına varabilecek bir zemine sahip
olduğunu belirtmek gerekir. İslami cemaatlerde, dinin geneline teşmil edilemeyecek,
ruhbanlık benzeri oluşumları da bu kavrayışın sonucu olarak yorumlayabiliriz. Bu
bakımdan, yukarıda belirtilen üdebaya nazaran, bu grubun politik angajmanları,
kavrayışlarının gereği, çok daha belirli/belirgin ve totaliterdir. Çekmegil’in (1998)
yaratılmışları çobanlar ve sürüler olarak sınıflaması bu durumu örnek olarak
gösterilebilir. Dini anlamda tebliği bir açıklama, partiyi ise bu açıklamayı kitlesel ve
örgütlü olarak yapmanın bir yolu olarak gören Ercümend Özkan’ın aşağıda verilen
İslami siyasi parti düşüncesi, radikal grupların politik angajmanlarının nasıl belirli ve
totaliter olduğunu göstermesi bakımdan önemli gözükmektedir (Özkan, 2014: 1109):
“Bir siyasi partinin de İslami bir siyasi parti olabilmesi ancak
tüzük ve programının Kur’an ve Sünnet’ten çıkarılmış sağlıklı
anlayışa dayanması ve o partiyi oluşturanların düşünce ve
davranışlarının aynı esaslar üzerinde birleşmesi halinde mümkündür.
Başkası değil. Bu Hizbin Allah’ın hizbi olması, bu partinin Allah’ın
Partisi olmasının en belirgin örneğini Resullullah (s.a.) Mekke’de
kendisine vahiy geldiğinden itibaren oluşturduğu (aynı zamanda
siyasi) birliktelikte görmek mümkündür, ki Onun önderliğinde ve
İslam fikrin (vahyin) liderliğinde oluşan bu siyasi parti, Allah’ın
partisi (İslami bir parti) idi. Zira üzerinde bulunduğu esasların tümü
Vahye dayanıyordu. Resullullah’ın Allah’ın her an düzeltmesine
maruz olan uygulamalarına dayanıyordu. Bu sebeple İslami bir Parti
idi.”
İslami hareket döneminin bir diğer önemli özelliği olarak, çeviri faaliyetlerinin
hareket üzerindeki etkileri verilebilir. Bu dönemde çeviri üzerinden etkilenmelerin
İslami camiaya has olmadığını, bu dönemde gerçekleşen çeviri furyasının her ideolojiye
benzer etkiyi yaptığını söylemek, İslami düşüncenin diğer ideolojilerle paylaştığı
ortaklığı göstermesi bakımından önemlidir. Bu ortaklığı, bilginin lojistik mahiyetine
149
ilişkin kabul olarak verebiliriz. Bu kabul, insanın hakikati/doğruyu bilebilir/bulabilir ve
bunu aktarabilir kapasiteye sahip olduğunu varsayan modernist geleneğe yaslanan bir
kabulü ifade etmektedir. Dünyanın çeşitli yerlerindeki bazı isimlerin İslami görüşlerle
modernlik meselesini çözme girişiminde bulunma çabalarının alımlanması (reception),
aynı zamanda, İslamcı düşüncenin modern anlamda sürekliliğini göstermesi bakımından
da önemlidir. Nasıl ki, yarım yüzyıl önce Afgani’nin ve Abduh’un modernlikle İslami
görüşleri uyumlaştırma çabaları modernlik içinde var olmaya çalışan Türk aydınları
tarafından alımlandıysa, İslami hassasiyetlerle kurulmuş modern devletin (Pakistan)
düşünce temsilcisi Ebulala Mevdudi modern devletin İslamileştirilmesini hedefleyen
İslami hareketin üyelerince alımlanmıştır. Bu dönemde çevirileri ile İslami hareketi
etkilemiş düşünürlere örnek olarak Mısırlı Seyyid Kutub, Pakistanlı akademisyen Fazlur
Rahman, Sudanlı düşünür Muhammed Taha, Cezayirli Filozof Muhammed Arkoun,
Faslı düşünür Abdallah Laroui verilebilir.
Seksenli ve doksanlı yılları İslami hareketin son dönemi olarak görebileceğimiz
gibi, 2000li yılları ifade etmek için kullandığımız siyasal İslam döneminin hazırlayıcısı
dönem olarak da ele alabiliriz. Çünkü, gerek modern düşüncenin Ortodoks
değerlerini/kabullerini yıpratan post-modern düşünce, gerekse de post-modern
düşüncenin yardımıyla modernliğin Ortodoks değerlerine sahip olmadan da dünyanın
birleşebileceği düşüncesi olarak küreselleşme, seksenli yıllarda ülkeye girmiştir. Gerek
post-modern düşünce gerekse de küreselleşme hem İslami hareket düşüncesini hem de
İslami hareket düşüncesinin mücadele içinde olduğu aydınlanmacı laik cumhuriyet
savunucularını etkilemiş/dönüştürmüştür. Sonuçlarını 2000li yıllarda görsek de seksenli
ve doksanlı yılları bu dönüşümün başlangıcı olarak kabul edebiliriz. İslamcılığın,
seksenlerin başında milliyetçilikten ayrılarak özerkleşmesi buna örnek olarak verilebilir
(Bilici, 2014: 802). Müslüman kitlelerin şehirlileşmeleri, “yeşil” denilen sermayenin
ortaya çıkışı, Müslüman iş adamlarının girişimleri ve yatırımları, İslami eğitim
kurumlarının güçlenmeleri gibi olguların da bu dönemde olmaları, 80’li ve 90’lı yıllarda
meydana gelen değişimi (ve 2000’li yılların hazırlayıcısı olduğunu) göstermesi
bakımından önemlidir (Erkilet, 2014b: 690-691). Bu kapsamda, post-modern düşünce
aydınlanmacı elitin elinden iktidarı teorik meşruiyet savunularını yıkarak alırken,
İslamcıların da totaliter görüşlerini demokratikleştirmiştir. Bir başka deyişle, İslami
düşünceler ve değerler başka büyük hikayeler (meta-anlatılar) gibi hakikatlik
iddiasından düşünce seviyesine gelerek kamusal ortamda haklar temelinde bir yer
150
kaplamaya başlamıştır. Belirtilen değişimi göstermesi bakımdan, doksanlı yıllarda Ali
Bulaç tarafından başlatılan Medine Vesikası tartışmaları önemlidir. 19.yüzyılın son
çeyreğinde Alman oryantalist Julius Wellhausen tarafından keşfedilen Vesika, İslam
devletinin ilk anayasası olmasından daha az önemli olmayacak şekilde, dünyanın
modern manada ilk anayasası olarak ortaya koyulmuştur. Bulaç’ın (2014: 507, 508)
vesikanın ortaya çıktığı ortamı tarif ederken kullandığı şu ifadeler modern siyasal
örgütlenmenin temelinde yer alan doğa durumu (state of nature) varsayımının, adeta,
gerçekleşmiş bir örneğini ortaya koymaktadır:
“Hz. Muhammed’in karşılıklı görüşmeler sonucunda ve
oydaşma esasına dayalı hazırladığı bu toplumsal sözleşmenin
kabulünü sağlayan esaslı faktörlerden biri, 120 yıldır savaş ve
düşmanlıklarla yorgun ve bitkin düşen Medine’nin bizzat içinde
bulunduğu kaotik ve güvensiz durumdur. Medine adeta kendine bir
kurtarıcı beklemektedir. Kendi başına ve varolan sosyal güçlerle barış
ve istikrar sağlayacak siyasal ve toplumsal bir formül bulunamıyor.
İşte tam da böyle kritik bir dönemde yabancı kökenli biri çıkıp
bütün gruplara birlikte ve ortak yaşamanın yollarını gösteriyor,
herkesi hukuk temelinde, “kendi beyanı esasına neysen osun” ilkesine
göre varolmaya çağırıyor.”
Vesika sebebiyle ortaya konulan en önemli çıktı, çoğulculuğun da temeli olan,
toplumsal biraradalığın teminatı olarak toplumsal sözleşmenin bütün dini ve sosyal
blokların üstünde yer almasıdır (Bulaç, 2014: 510). Bu, bir anlamıyla, siyasetin,
diyaloğun, demokrasinin dinden bağımsız olarak değerinin dini dayanaklar üzerinden
verilmesidir. Bu değerler 2000’li yıllarda İslami düşüncenin takip ettiği değerler
olacaktır.
2.2.2.3. Siyasal İslam (2000 - )
İslamcılık düşüncesi/hareketi kendi içerisinde tasniflenirken 2000’li yıllardan
günümüze değin geçen dönemin, davranış bakımından, diğer dönemlerden kolayca
ayrıldığını söyleyebiliriz. Bu dönemi diğer dönemlerden ayıran şey, davranış ve
düşünüş biçimindeki tereddütlerin ortadan kalkması olarak ifade edilebilir. Bu
tereddütleri, modernliğin İslami anlamının olup olmaması ya da Müslümanca bir
151
modernliğin varlığı ve dünyaca kabul edilebilirliği gibi konular üzerinden vermek
mümkündür. İslamcılığın habitusundaki, diğer dönemlerden farkını açıkça gösteren, bu
değişikliğin sebeplerini mutlakiyetçi modern paradigmanın tahrifi ile açıklamak
mümkündür. Bu bakımdan, bahsi geçen tereddütlerin, modernliğin tekçi ve mutlakiyetçi
iddialarından vazgeçmesi ya da mezkûr iddiaların post-modern düşünce kapsamında
aşınması ile ortadan kalktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bilici’nin ifadeleriyle
(2014: 801) “post-modern eleştiri, Aydınlanmacı akılcı modernliği sert bir dille
eleştirerek alternatif bilgi ve yaşam tarzları karşısındaki kibirli tavrını meşruiyetten
yoksun hale getirmiştir.” İslamcılığın da post-modern düşüncenin, modernitenin
mutlakiyetçi tavırlarından koruyan, şemsiyesi altında rahatlayarak tereddütlerinden
arındığını söylemek mümkündür. Bu sebeple, İslamcılığın ilk döneminde baskın olan
İslam’ın modernite içinde okunmasını ya da modernliğin İslam içinden karşılıklarının
bulunması gibi teorik arayışlar, bu dönemin belirleyici düşünme biçimini
oluşturmamaktadır154. Yine, mutlakiyetçi düşünce eleştirisinin saçağında bulunmaktan
mütevellit, ikinci dönemi kavramlaştırırken kullandığımız hareket düşüncesine
mündemiç devletin ve milletin İslamlaştırılması da bu dönemin İslamcı habitusu için
baskın özellik olmamıştır. Bu dönemin özellikleri, önceki iki dönemle yer yer tezat
oluşturacak şekilde, bireyin, çoğulcu toplumun ve sivil inisiyatiflerin öne çıkartılması
olarak verilebilir. Bulaç (2014: 49) bu dönem İslamcılarının görüşlerine ilişkin temel
argümanlarını şu şöyle özetlemektedir:
“Temel argüman politik merkeziyetçilik değil, ancak politik ve
kurumsal olanın önemi ve gerekliliği yanında asıl bireysel tercihler,
yeni ve iradi cemaat yapıları, birden fazla kimliğin ifade ve temsiline
açık çoğulcu kamusallık, sivil inisiyatif kullanımı ve buna paralel
olarak aşağıdan yukarıya doğru gelişen bir İslamlaşma sürecinin dini
hayatın (Hayatu’d-din) bizzat kendisini ve kendi hatırına bir amaç
olarak öne çıkarmasıdır.”
154 Bu dönemde de Kur’an içinden bazı keşif amaçlı çalışmalar yapılmıştır. Ancak bu çalışmalar
İslami bir metodun oluşturulmasından ya da Kur’an’ın tek yol göstericiliğinden ziyade ‘Kur’an’ın
mucizeliğini (!) ortaya koyma amaçlıdır. Buradaki mucize kavramının, yıllar önceye ait bir metnin yıllar
sonra ulaşılmış bir hakikate uygunluğunu göstermesi yerine kullanıldığını söylemek gerekir. Bulaç,
Kur’an’ın belirtilen yöntemle talileştirilmesini şu şekilde belirtmiştir: “Kur’an’ın bilgisayara yüklenip
ondan bugüne kadar hiç keşfedilmemiş sırlar elde etmeye kadar vardı ki, bunun anlamı matematiğin
hakemliğini kabul etmek ve Kur’an’ı matematik veriler ışığında bir tür teste tabi tutmak demektir.” Bkz:
Ali Bulaç, İslam’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslamcıların Üç Nesli, 2014, İstanbul, s. 63.
152
İki binli yılların başından günümüze kadar olan dönemdeki İslamcılık
düşüncesinin siyasal İslam adı altında verilmesinin sebebi, siyasete, dolayısıyla diyaloğa
ve demokrasiye olan vurgu ile açıklanabilir. Bir başka deyişle, bu dönem, hakikat
iddiaları yerine çok sesliliğe imkân tanıyan, siyaset düşüncesine vurgu yapılan bir
dönemdir. İslami düşünce de bu siyasal alanı olumlayan ve içinde kendini ifade eden bir
oluşa yöneldiği için siyasal İslam olarak ifade edilmiştir. Siyasete olan bu vurguyu, bir
ölçüde, modernist düşünceyi yıpratan post-modern düşünce ve onunla
düşünebileceğimiz küreselleşme olgusu ile açıklayabiliriz. Post-modern düşünce
modern düşüncenin tekçi ve totaliter yapısına yaslanan ulus-devletlerin politikalarındaki
tek sesliliğin meşruiyetini yıkarken; küreselleşme, post-modern düşüncenin teoride
yaptıklarının pratikte de uygulanabilirliğinin imkânlarını yaratmıştır. Post-modern
düşünce ve küreselleşmeyi, ilgili dönemde, tamamlayıcı öğeler olarak görmek
mümkündür. Bilici (2014: 801) “eğer küreselleşme ulus-devlet sonrası dünyanın
güçlerini açığa çıkarttıysa, post-modernizm bu yeni durumun adını koydu” diyerek postmodern düşünce ile küreselleşme arasındaki tamamlayıcı ilişkiyi ortaya koyar155. Bu iki
kavram demokrasiyi de çok sesliliği de beslemiş ve desteklemiştir. Bu desteği sadece
politik alana ilişkin görmemek gerekir. İslamcı düşünce için çok önemli bir yer tutan
Anadolu sermayesinin (yeşil sermaye ya da Anadolu kaplanları) teşekkülünde önemli
bir yer tutan faizsiz özel finansal kurumları (ÖFK) doğrudan politik olmayan desteklere
örnek olarak gösterebiliriz. Müslümanlar özelinde söyleyecek olursak, Müslümanlar,
haram kabul edilen bir şeyin haram içermeyen versiyonu olarak ÖFK aracılığıyla
küresel ekonomik sisteme dahil olmuşlardır. Bu dahil oluşu Demir (2014: 873) şöyle
ifade etmiştir: “Faiz duyarlılığı nedeniyle bankalardan kredi almayan, çek gibi ödeme
araçlarını bile kullanmaktan çekinen birçok girişimci, özel finans kurumlarının cari ve
fon kullandırma hesaplarını kullanarak bankacılık sektörüne ısınmış, ardından kendi
maliyetlerine göre tüm kredi araçlarını kullanır hale gelmiştir.”
Seksenli yıllardan itibaren İslamcılığın milliyetçilikle olan ilişkisinin
çözülmesini de söz konusu paradigmanın değişimi kapsamında değerlendirebiliriz. Bu
çözülmeyi, İslamcı düşüncenin, modern ulus-devlet düşüncesinde İslamcı düşüncenin
mümkün hali olarak kendini dayatan milliyetçilikle kurduğu ilişkiye artık ihtiyaç
155 Bize göre küreselleşme post-modern düşünceyi takip etmiştir. Bir başka deyişle
küreselleşmenin bu dönemdeki yükselmesinin teorik temelini post-modern düşünce vermiştir. Ancak
kimin önce olduğu, konunun anlatımı bakımından, önemli gözükmemektedir. Önemli olan, söz konusu iki
kavramın tamamlayıcı ve birbirlerini destekleyici bir ilişkiye sahip olmalarıdır.
153
duymaması olarak düşünebiliriz. Özerk bir ifadeye kavuşmasına rağmen MG (Milli
Görüş) geleneğinin dönüşmesi ya da gücünü kaybetmesi de aynı sebeple açıklanabilir.
Bu durumu, Akdoğan (2014: 621) MG içinden çıkan AKP’nin kuruluşuna temel teşkil
eden düşünceyi açıklarken şöyle dile getirmiştir: “Devlet kavramının anlam kaybına
uğradığı küresel dönemde, siyasal İslamcılık anlayışının artık çok şey ifade etmediğine
ilişkin yeni tartışmalar da başlamıştır.” Bu durum da “21.yüzyılda daha canlı, daha
diri, hayatın gerçeklerini kavramış ama temel hassasiyetlerini de yitirmemiş, kendi
değer sisteminden kalkarak hayatın tüm alanlarına ortak olmaya çalışan yeni bir
arayışa kapı açmıştır.” Nitekim AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın, tek başına
iktidara geldikleri 2 Kasım 2002 tarihinden iki gün sonra kamuoyuyla paylaştığı 6
güvenceden ikisi “AB ile tam üyelik sürecine hız vereceğiz; Dünya ile entegrasyonu
güçlendireceğiz” olarak doğrudan küreselleşme içeriklidir (Hürriyet, 4.11.2002). Geri
kalan dört maddeden üçü de (Kimsenin hayat tarzına müdahale etmeyeceğiz; Türkiye'yi
germeyeceğiz, yeni 28 Şubat yaşanmaz; Başörtüsü birinci sorunumuz değil) topluma ve
devlete ilişkin tasavvurlarının ve dolayısıyla amaçlarının değiştiğine ilişkindir. Bu
bakımdan, bu yeni dönemi totaliter düşüncelerden ziyade diyaloğun ve ılımlılığın öne
çıktığı bir dönem olarak nitelendirilebilir. Bunu da pek âlâ siyasetin alanının
genişlemesi olarak yorumlayabiliriz.
İki binli yıllarda İslamcı düşüncenin seyrini ve diğer dönemlere göre değişimini
2001 yılında kurulmuş, 2002 genel seçimlerinde tek başına iktidara gelmiş ve yaklaşık
20 yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) üzerinden vermek
mümkündür156. Bunun sebebi olarak seksenli yıllardan başlayarak cemaat ve dini
yapılar içerisinde gerçekleşen değişim verilebilir. Mardin’e göre (2005), seksenli
yıllardan itibaren, dini yapıların işleyişinde ve ilişkilerinde hesaba katılan aşkınlık yerini
dünyevilik olarak siyasete bırakmıştır. Dönmez (2011: 43) de “Özal’dan itibaren
156 AKP’yi siyasal İslam kapsamında değerlendirmeyen yazarlar vardır. Örneğin Yalçın
Akdoğan bu konuda şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Refah/Fazilet Partisi geleneğinin ayrışmasıyla
ortaya çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi bugünkü pozisyonu ve söylemiyle siyasal İslam kategorisinde
değerlendirilemez. … Adalet ve Kalkınma Partisi İslamcı bir hareketin siyaset düzleminde devam
ettirilemeyeceği kanaatiyle kendisini merkez sağa çekmeye çalışmaktadır.” Bkz, Yalçın Akdoğan, “Adalet
ve Kalkınma Partisi”, 2014, İstanbul, s. 630. Ancak bu değerlendirmeler, AKP’nin İslami bir düşünceye
sahip olmamasından ziyade İslami düşüncenin sistem içindeki mümkün imkânına gönderme yapmaktadır.
Dolayısıyla, AKP ile gerçekleşen İslami düşüncenin merkezden gitmesi olmayıp, İslami düşüncenin
dünyayı ve siyaseti yeniden yorumlayıp kendini de ona göre konumlamasıdır. AKP genel başkanı Recep
Tayyip Erdoğan 2003 yılında bir kitaba yazdığı önsözde AKP’nin amacını da benzer doğrultuda şu
şekilde belirtmiştir: “AKP kendi düşünce geleneğimizden hareketle yerli ve köklü değerler sistemimizi
evrensel standarttaki muhafazakâr siyaset çizgisiyle yeniden üretmek amacındadır.” Bkz: Yalçın
Akdoğan, Muhafazakâr Demokrasi, 2003, Ankara, s.6.
154
cemaatin bağlarının içeriği ve yapısı değişmiş; siyasal alan ve siyaset, cemaat içinde
teşkilatlanma yapısını belirleyen bir etmen olmuştur” diyerek bu değişimi ortaya koyar.
Dini cemaatlerdeki bu değişim dikkate alındığında, İslami düşünce içinde yaklaşık 20
yıldır tek başına iktidarda olan AKP’nin nasıl bir öneme sahip olduğu anlaşılır. Çünkü
AKP dindar kesimi yönlendirme ve temsil gücü bakımından başka herhangi bir grupta
olmayan politik bir güce sahip olmuştur. Bu güce, kendi dışında İslami hassasiyetlerle
oluşturulmuş cemaatlerle ve tarikatlarla olan koordinasyon kapasitesi de eklendiğinde,
AKP’nin İslamcılık düşüncesinin dinamizmasının belirleyici merkezini nasıl
doldurduğu anlaşılabilir.
AKP Milli Görüş (MG) düşüncesinin içinden çıkan insanların ‘gömlek
değiştirerek’ kurduğu bir partidir. Bu gömlek bir önceki dönemi anlatırken
kullandığımız, devleti ve toplumu İslamileştirmeyi amaçlayan milli görüş gömleğidir.
İslami hareket dönemini ele alırken belirttiğimiz üzere, bu dönemde siyasetin, bir
anlamıyla, beraber yaşamanın imkânı olmaktan ziyade, siyasete öncel bir amacın
gerçekleştirilmesi için araç olarak görüldüğünü söyleyebiliriz. MG için çokça söylenen
‘tebliğci’ karakteri de böyle bir siyaset anlayışını ifade eder. AKP öncesinde de MG
içinde yenilikçiler olarak bilinen bu grup, 90’lı yıllardan başlayarak geleneğin ‘tebliğci’
davranışı yerine liberal eğilimleri ile siyasal propagandayı öne çıkartanlar olarak
bilinmektedir (Yılmaz, 2014: 612; Akdoğan, 2014: 624). Doksanlarda MG içinde ortaya
konulan yenilikçi düşüncelerin/eylemlerin partileşmesi olarak AKP, devleti ve milleti
İslamileştirme amacı güden (tebliğci) İslami hareket döneminin de bitişini temsil
etmektedir. Partinin ileri gelenlerinden Abdullah Gül “Din partisi olmadığımızı
vurguladık. Biz siyasi partileri bir tebliğ aracı, bir fikri yayma aracı olarak
görmüyoruz.” diyerek bunu açıkça deklare etmiştir (Bila, 2001). AKP iktidarında
başbakan yardımcılığı da yapmış Yalçın Akdoğan (2014: 620) AKP’nin nasıl bir siyasal
çizgiye oturduğunu anlamlandırabilmek için siyasal sistemde tutunamayan157 MG
çizgisindeki partilerden ne tür farklılıkları içerdiğini analiz etmek gerektiğini söyleyerek
İslamcılık düşüncesinin partili geleneğinde yaşanan bu değişimi ifade etmektedir. AKP,
bu doğrultuda, kendini tanımlamak için, İslamcılık yerine gerek sistemde tutunmak için
gerekse de küresel paradigma değişimine uygun olarak daha ılımlı bir kimlik olarak
muhafazakâr demokratlığı seçmiştir (Bulaç, 2010: 17). Söz konusu muhafazakâr
demokrat kimliğin post-modern düşünce ve küreselleşme ile bağlantısına ya da daha
157 Vurgu bana aittir.
155
genel olarak yeni paradigma içindeki yerini görmek için söz konusu iki kavrama daha
yakından bakmak gerekir. AKP’nin 2002 seçim beyannamesinde bu kavramlar ayrı ayrı
tanımlanmasına karşın aynı amacın negatif ve pozitif anlamlarını göstermektedir. Ana
amacın siyaset alanını genişletilmesi olduğunu söylersek, muhafazakârlık, siyaset
alanını daraltan düşüncelere sahip olmamak olarak negatif anlamı; demokratlık ise
siyaset alanının nasıl olması gerektiğini ifade eden pozitif anlamı ifade etmektedir.
Beyannameye bakıldığında, muhafazakârlığın, Türkiye’de çağrıştırdığı anlamıyla, bir
değerler savunusu olmayıp siyasetin önünü tıkayan bir şey olarak konumlandırdığı
ideolojinin bertaraf edilmesine dönük bir anlama sahip olduğu görülür. Beyannamede
(2002: 10) ‘Ak Parti Muhafazakârdır’ başlığının altında yer alan şu ifadeler bu anlamı
ortaya koymaktadır:
“PARTİMİZ, toplumun kendi tecrübesiyle oluşturduğu kurum
ve değerlere devletin müdahale etmesinin kargaşa ve huzursuzluk
doğuracağına inanır. Bu nedenle, AK PARTİ, maceraperest
siyasetçilerin, toplum gerçeklerinden kopuk ideolojik projelerle sivildemokratik kazanımların tahrip edilmesine yönelik girişimlerine karşı
en büyük teminattır.”
Muhafazakârlığın bu tanımı, siyasetin önünü açmak adına anti-ideolojik bir
anlam içeriği ile negatif bir tanımdır. Bu aynı zamanda, yerel/kültürel değerlere yönelik
spesifik pozitif bir iradenin (ve pozitif ayrımcılığın) olmamasıdır. Aynı beyannamede
geçen “PARTİMİZ, Türkiye’nin yerli değerlerini korumak adına, çağdaş dünyaya sırt
dönülmesine karşıdır.” cümlesiyle bu durum net olarak ifade edilmiştir. Bu bakımdan,
kimlik olarak bahsi geçen muhafazakârlık, Fransız Devrimi’ne müteakip ortaya çıkan
aydınlanmacı modernizmi ideolojik ve aşırılık olarak gören modern muhafazakâr
düşünce (Quinton, 1993, Öğün, 2011: 11) geleneği içinde bir yere oturmaktadır. Bir
başka deyişle, bahsi geçen kimlik olarak muhafazakârlık, en temel anlamda, radikallik
karşıtlığını ifade eden klasik muhafazakârlığın post-modern halidir. Bu bakımdan,
Öğün’ün (2011: 24) post-modern muhafazakârlık hakkında söylediği aşağıdaki ifadeler,
pek âlâ, post-modern dönemde muhafazakâr kimlik üzerinden kendini ifade eden AKP
için de söylenebilir:
“Muhafazakârlığın tasavvurları, dünyayı kendisine müjdelenen
insana eşit ve onurlu bir şekilde kazandırmayı hedefleyen bir
156
ütopyadan değil, reel politikaya akıl erdirmiş bir sözde olgunluktan
hareket eder. Bu muhafazakâr olgunlaşmada yakıcı, hata yaptıran
duygusal ahlakçılıktan, ‘ilkeler’, ‘reel politik gerçekçilik’ ve ‘iktisadi
akılcılığın’ çerçevelediği soğuk ama güvenli iklime girilir. Postmodern muhafazakârlaşmanın üzerinde yükseldiği üç ana sütundur
bunlar.”
AKP’nin muhafazakârlıkla nitelenen diğer kimliği de demokratlık olarak
belirtilmiştir. Demokrasi, bu dönemde, hakikat iddiasına sahip ideolojilerden arınmış
siyasetin doldurulduğu bir değer olarak savunulmuştur. AKP’nin demokratlığı
muhafazakâr kimliğinin uygulaması olarak tanımlanmıştır. Nasıl ki muhafazakâr kimlik
gereği, hakikat iddiası taşıyan ideolojilerden arınmak gerekliliği savunulduysa;
demokrasi savunusu ile her sesin, her rengin, her inancın dışlanmadan siyasal alanda yer
alması savunulmuştur. Seçim beyannamesinde (2002: 9-10) bu durum şu şekilde
belirtilmiştir:
“Demokrasi, millete hizmet için yapılan bir siyasi yarış ve
hoşgörü rejimidir. Bu rejimde, kimsenin diğerlerine göre daha üstün
hak ve imtiyazı yoktur. Farklı inanç ve kültürleri ülkemiz için bir
zenginlik kabul eden PARTİMİZ, değişik dil, din, soy ve sosyal
statüden insanın kanunların eşit koruyuculuğu altında özgürce
yaşamasını ve siyasete katılmasını gerekli görür.”
AKP demokratlığı ya da siyaset alanını genişletme çabaları sadece dinle alakalı
konuları kapsamamaktadır. Modernlik düşüncesinin değişiminin Türkiye ayağı olması
ya da yıpranmış modernlik düşüncesi üzerinde duran devletin siyaset alanının yeniden
belirlendiği/kurulduğu döneme denk gelmesi sebebiyle, AKP bir değişim partisi olarak
görülebilir. Bu özelliği sebebiyle de ulus-devletin tabularına dokunan bir parti olmuştur.
Muhafazakâr ve demokrat karakterin bu hamlelerin tümünde içkin olduğunu belirtmek
gerekir. Ermenistan ile ilişkilerin düzelmesine yönelik 2008 ve 2009’da atılan adımlar,
Başbakan Erdoğan’ın 1915 olaylarının 99'uncu yıldönümü vesilesiyle yayınladığı taziye
mesajı158, okullarda okutulan öğrenci andının kaldırılmasını, Çözüm Süreci’ni ya da
158 1915 olaylarına ilişkin geliştirilen politikada diyaloğa açıklık çok belirgindir. Meselenin inanç
zaviyesinden ele alınmasının diyaloğu tıkadığı düşüncesiyle, tarihçilere ve bilim adamlarından oluşan
ortak konsorsiyumlara bırakılması gerekliliğine ilişkin argümantasyon diyalog kanallarının açılması
isteğini ortaya koymaktadır.
157
Barış Süreci’ni bu karakterle açıklayabiliriz. Çözüm Süreci zamanında Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın (2013) Mardin Midyat’ta yaptığı şu açıklamalar belirtilen
muhafazakâr demokrat karakteri açıkça göstermektedir: “Bizim siyasetimiz hizmet
siyasetidir, biz ideolojilerle bu yola çıkmadık. … Bu süreçte kimse bizim karşımıza
Kürtlükle de Türklükle de çıkmasın. Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış
bir iktidarız.”
AKP’nin demokrasi savunusu, post-modern düşüncenin dolaylı olarak getirdiği
bir meşruiyet alanı içinden de okunabilir. Hakikat iddiaları ile bezeli ideolojilerin
meşruiyeti totolojik olarak kendilerinde bulunabilirken, ideoloji sonrası dönem olarak
2000’lerde meşruiyet demokrasi/seçim gibi olgulara kaymıştır. Siyasetin
meşruiyetindeki bu değişiklik siyaset alanını olabildiğine genişletmiştir. Bu meşruiyet
değişimi olurken yapılan vurgu insan hakları, temel haklar ve özgürlükler hukuk devleti
gibi tamamen seküler olgular üzerine olmuştur. Bu meşruiyet değişimi ve değişimi ifade
ederken vurgulanan olgular da İslami söylemi dönüştürmüştür. İslami referanslar yerine,
seküler dünyanın seküler referansları olarak İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Paris
Şartı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Helsinki Nihai Senedi ilkelerine göre
düzenlemelerin yapılmasını böyle bir dönüşümle açıklamak mümkündür. Bu geçişin
uzantılarını iç ve dış politikalardaki argümantasyonlarda da görmek mümkündür.
Örneğin iç politikada tek parti döneminin eleştirisi, Adnan Menderes’in idamlarından
bahsederken ‘seçilmiş başbakan’ tamlamasının vurgulanması, Yassıada’nın Demokrasi
ve Özgürlükler Adası’na çevrilmesi, 2009’da başlatılan açılım süreci, 15 Temmuz’un
Demokrasi ve Milli Birlik Günü olarak kutlanması; dış politikada BM’nin yapısındaki
anti-demokratikliği belirtmek için söylenen ‘dünya beşten büyüktür’ söylemi, Mısırda
Mursi’nin darbe ile devrilmesine verilen tepkinin (hem Batı’ya hem iç politikada ses
çıkarmayanlara) demokrasi içeriği söz konusu meşruiyetin değişimi ile
ilişkilendirilebilir. Bu değişimle açıklanabilecek bir başka olgu, geçmiş dönemlerde
İslami düşünce ile devlet arasında sorunlu bir alan olan laiklik kavramının
yorumlanmasında olmuştur. Laiklik kavramı 2002 yılında AK Parti’nin yayınladığı
Kalkınma ve Demokratikleşme Programı’nda (2002: 14) temel hak ve özgürlükler
kapsamında şu şekilde tanımlanmıştır:
“Partimiz, dini insanlığın en önemli kurumlarından biri,
laikliği ise demokrasinin vazgeçilmez şartı, din ve vicdan hürriyetinin
teminatı olarak görür. Laikliğin, din düşmanlığı şeklinde
158
yorumlanmasına ve örselenmesine karşıdır. Esasen laiklik, her türlü
din ve inanç mensuplarının ibadetlerini rahatça icra etmelerini, dini
kanaatlerini açıklayıp bu doğrultuda yaşamalarını ancak inançsız
insanların da hayatlarını bu doğrultuda tanzim etmelerini sağlar. Bu
bakımdan laiklik, özgürlük ve toplumsal barış ilkesidir.”
Yeniden yorumlanan laiklik kavramı kapsamında dinlerin hakikat iddiaları
yerine kültürel bir kimlik olarak yorumlandıklarını söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, bu
tanım kapsamında dinlerin sivilleştiğini ya da sosyalleştiğini söylemek mümkündür
(Akyüz, 2017: 161). Dinlerin sivilleşmesi ya da sosyalleşmesi olgusu aynı zamanda
dinlerin demokratikleşmesi olarak düşünülebilir. Dinlerin hakikat iddialarını totaliter bir
tarzda sunmamaları ve diyalog kanallarını açık tutmaları olarak ılımlı sıfatı ile ifade
edilmeleri de; din gereği oluşan taleplerin demokratik haklar kapsamında ele alınmaları
da bu demokratikleşmenin göstergeleri olarak düşünülebilir. Bu dönemde zaman zaman
gündeme gelen dinler arası diyalog tartışmalarını da bu kapsamda değerlendirebiliriz159
.
Bu dönemde, Alevilerin sorunlarının çözümüne ilişkin atılan bazı adımları, Vakıflar
Kanunu’nda yapılan değişikliklerle azınlıkların taşınmaz mallarının bir kısmının iade
edilmesini, uzun yıllar kapalı tutulan bazı kiliselerin restore edilip ibadete açılmasını,
Nüfus Kanunu değişiklikleri ile nüfus kağıtlarındaki din hanelerinde yapılacak
değişikliklerin kolaylaştırılmasını, devlet yetkilileri ile gayrimüslim cemaat liderlerinin
çeşitli vesile ile bir araya gelip sorunlarını paylaşmalarını yukarıda verilen laiklik tanımı
ve dinin demokratikleşmesi uyarınca yapılan eylemler olarak kabul edebiliriz (Akyüz,
2017). Laikliğin bu tarzda yorumlanmasını, doğrudan doğruya, post-modern düşüncenin
paradigmayı dönüştürmesiyle ilişkilendirilebilir. Laikliğin bu tarzda yorumlanması
özelinde, yeni paradigmanın İslamcı düşünceyi paradoksal bir zeminde var olmaya ittiği
de ileri sürebilir. Çünkü modernleştirici ulus-devletin, modernist düşüncenin aşınmasına
müteakip çözülmesi, İslamcı düşünceleri konuşulabilir/savunulabilir yaparken, aynı
zamanda, İslam’ın bir hakikat iddiası olarak ileri sürülmesini ortadan kaldırarak beşerî
bir düşünce (dinlerden bir din, düşüncelerden bir düşünce) seviyesine indirmiştir. Bu
durum, modernleştirici paradigmadan kurtulurken özgürleştirici olan görüşlerin, dine
ilişkin görüşlerin açıklanması sırasında, açıklamanın şeklini belirleme gücü sebebiyle,
kısıtlayıcı olması olarak özetlenebilir. İlgili kısıtlayıcılığın, post-modern düşüncenin
159 Dinler arası diyaloğun amaçları ve gerekçelerini gösterir kaynak olarak bkz: Niyazi Öktem,
Diyalog Yazıları: Dinler Arası Diyalog ve Hoşgörü, 2001, İstanbul.
159
meta anlatı olarak modernlik eleştirisinin aynı ölçüde meta anlatı olarak din eleştirisi de
olmasından kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, nasıl ki modernite teolojik
hakikat iddialarının geçerliliklerini aşındırdıysa, post-modernite bu aşındırmanın
çevresini, insan düşüncesinin ürünü düşüncelerin hakikat iddialarını da hesaba katarak,
genişletmiştir. Post-modernitenin ileri modernlik olarak anlaşılmasının da modernlikle
paylaştığı bu çizgiden ileri geldiğini söylemek mümkündür.
İki binlerin başından günümüze kadar gelen süreçte İslamcıların homojen bir
düşünce yapısına sahip olduğunu söyleyemeyiz. Bu dönemdeki geçerli/yaygın/baskın
İslamcı görüşü ortaya koyarken AKP’yi ana öğe almamız, İslamcıların homojen
olduğunu göstermekten ziyade İslamcılar için ihtimalleri ve imkânları göstermesi
sebebiyledir. Zira AKP de 20 yıl içinde değişmiştir. Ancak, AKP’nin kuruluştaki liberal
demokrasi anlayışının, 2010’lu yıllarda otoriterleşerek illeberal demokrasi anlayışına
dönüşmesi de koyduğumuz belirleyici çerçeve içinde anlamlıdır. Söz gelimi, demokrasi
ve siyaset, anlamları ne kadar dar yorumlanırsa yorumlansın, hâlâ meşruiyet alanını
ifade etmektedir. Bir başka deyişle, seçimleri devre dışı bırakacak bir hakikat söylemi
yirmi yıldır meşruiyet dışıdır160. Döneme hâkim İslamcılık görüşünü post-modern ve
küresel düşünce ile ilişkili vermemiz de esas olarak, kişilerden daha çok paradigmaya
vurgu yapmamızdan kaynaklanmaktadır. Bu dönemde, İslami hassasiyetlerle AKP ve
benzer şekilde değişen paradigma içinden İslami görüşlerini savunan İslamcıları
eleştiren kişiler ve gruplar olmuştur. Az gelişmişlik üstünlüktür diyen Lütfi Bergen; sol
bir İslamcılık olarak ‘adalet devleti’ni öneren İhsan Eliaçık; tek kaynak Kur’an
temelinde ‘arınmacı reformizi’ savunan Edip Yüksel; İslam’ı “Müslümanların
menfaatine indirgeyen” yaygın ve baskın İslamcılığın (AKP ve birçok cemaat tarafından
kabul edilen İslam yorumu) eleştirisini yapan Mücahit Bilici; İslamcılığın liberalmuhafazakarlıkla, küresel kapitalizme eklemlenmesini eleştiren Ankara Okulu hocaları
İlhami Güler ve Hayri Kırbaşoğlu; “kula kulluğu ve sömürüye karşı” olmayı merkeze
almış Emek ve Adalet Platformu; Kapitalizm karşıtlığını merkeze almış Antikapitalist
Müslümanlar ya da Kapitalizmle Mücadele Derneği; dindarlığı ileri sürenlerin önemli
ve güçlü olanı değerli olana tercih ettiklerini söyleyen Dücane Cündioğlu; Türk halkının
Allah ile aldatıldığını söyleyen Yaşar Nuri Öztürk; İslam’ı milliyetçilikle beraber
okuyan ve Atatürk vurgusu ile öne çıkan Bağımsız Türkiye Partisi kurucu Başkanı
160 2018’de kurulan Cumhur İttifakıyla birlikte artan yerlilik ve millilik söylemi siyaset üstü bir
söylemin kurulma çabası olarak düşünülebilir. Ancak bu söylemin ad hominem tartışmalarla çerçevesinin
konulamaması ve seçimlerin hâlâmeşruiyeti sağlaması bu kurulumun gerçekleşmediğini göstermektedir.
160
Haydar Baş bu isim ve gruplardan bir kısmını oluşturur (Bora, 2017: 486 - 498). Bu
kişiler, geçerli olan paradigmaya eleştiri getirmişlikleriyle, bu dönemde İslami düşünce
içinde bir farklılığı temsil etmektedirler. Ancak bu farklılığın ontolojik olduğunu
söylemek güçtür. Bir başka deyişle, bu dönemin de varlığı, bilgiyi, dünyayı algılayışı ve
temellendirmesi modern kabul ve temellendirmelere yaslanmaktadır. Aynı temellere
dayanan ve fakat farklı yollar öneren düşünceler gibi, dönem içinde ileri sürülen İslamcı
fikirler de birbirlerinden en fazla epistemolojik seviyede farklılık göstermektedir. Başka
bir ifadeyle, bu dönemde geçerli olan İslamcı düşünceler ne kendi içinde ne de
kendinden önceki dönemlerde geçerli olan İslamcı düşüncelerden ontolojik kabuller
bakımından farklılık gösterir.
2.3. Türkiye'deki İslamcılığa Hâkim Temalar
Türkiye özelinde İslamcılık düşüncesinin özellikleri hem modernist ve
muhafazakâr tavır kapsamında hem de tarihsel dönemlemeler üzerinden verilebilir.
Çalışmanın bu kısmına kadar böyle bir değerlendirme yolu izlenmiştir. İlgili
değerlendirmelerin hem daha iyi kavranılabilmesi hem de Türkiye özelinde İslamcılık
düşüncesi tartışmalarında tutamak noktaları verebilecek olmaları sebebiyle, İslamcılık
düşüncesinin bazı haslet ve temalarının münhasıran ele alınmasının yararlı olacağı
düşünülebilir. Bu doğrultuda, ‘Din Tasavvurunun Seküler Konumlandırılması’,
‘Üstünlük Düşüncesi’, ‘Geri Kalmışlık Düşüncesi ve İlerleme Fikri’, ‘AntiEmperyalizm’ ve ‘Laiklik Tartışması’ başlıkları altında beş özellik ve konu Türkiye'deki
İslamcılığa hâkim temalar kapsamında verilecektir.
2.3.1. Din Tasavvurunun Seküler Konumlandırılması
İslamcılık düşüncesi/akımı/hareketi, her şeyden önce, bir hamle, bir meydan
okuma ya da bir alternatif iddiası olarak görülebilir. Bu anlamda İslamcılığı, Arslan’ın
(2015: 9) da belirttiği gibi, modern dünyada yaşamak zorunda olan Müslümanların
modern dünya içinde geliştirmeye çalıştıkları entelektüel ve pratik tavırlar olarak
görmek mümkündür. Bu hali, bir uyarlanma ve uyumlaşma olarak da görmek
mümkündür. Bu bakımdan, İslamcılığın, dinin asli sıfatı olan “öğüt”ten farklı bir içeriğe
sahip olduğunu düşünebiliriz. İslamcılık da diğer ideolojiler (Türkçülük, Faşizm,
Komünizm vb.) gibi, dünyayı ya da insanları muhayyel bir doğru için dönüştürmeyi
doğrudan ya da dolaylı olarak hedefler. Burada kullandığımız muhayyel doğru ve
dönüştürme, hakikatin insan tarafından bilinerek ortaya koyulabilmesini varsayması (ve
161
ona müdahaleye imkân vermesi) bakımından sekülerdir. Bir başka ifadeyle, İslamcıların
görüş ve söylemlerinin yükseldiği zemin, dünyaya-dönüklük161 olarak formüle
edilebilir. Bu noktada İslamcılığın dikkat çeken özelliği, pratik dilin teolojik dili
içerecek şekilde genişletilmesidir. Bunu yaparken çağın egemen paradigması akla
yaslanması ayırıcı bir özelliktir. Bu durum, İslamcılığın, belirttiğimiz, muhafazakâr ve
modern tavrının açılımlarıdır. Türköne’nin (2011: 19-36) de belirttiği gibi İslamcılık
düşüncesi bir taraftan dini hassasiyetlerin farklı sunumlarla topluma yeniden
vazedilmesini sağlarken; bir yandan da içinde yaşanılan dünyada dolaşımda olan
düşüncelerin/akımların tesiriyle, İslam’ın klasik davranış biçimlerinden (tevekkül, itaat,
kader rıza …vb.) ziyade, insan aklını ön plana çıkaran ve eyleme dönük nassları,
davranışlara rehber olarak esas almıştır (Gencer, 2017: 230). Bu durumun ana
sebeplerinden biri, İslam’ın modern dünyadaki yerine ilişkin açıklamaların ya da İslam
hassasiyeti ile hareket edip liderlik eden kişilerin klasik ulema dışında kimseler olmaları
gösterilebilirse162 de ulemanın kavrayışının bundan farklı olmasını ima etmesi
bakımından, durumun yanlış anlaşılmasına vesile olabilir. Çünkü gerek İslamcılığın
başlangıç evresinde ulemanın ve üdebanın din konusuna beraber eğilmeleri, gerekse de
cumhuriyet döneminde ulema diye bahsedebileceğimiz kişiler ve onları yetiştiren
örgütlenmelerin holdingleşen seküler yapıları, durumun üdeba ile açıklanamaz
olduğunu ortaya koymaktadır. Bu sebeple, din tasavvurunun seküler
konumlandırılmasını bir yönlendirmeden ziyade bir kavrayışın sonucu olarak ele almak
daha doğrudur. Bir başka deyişle, özel olarak ulema ile üdebanın, genel olarak
Müslümanların dünyayı ve şeyleri kavrayışındaki aynılık/benzerlik dinin seküler
konumlanmasının nedeni olarak okunabilir.
161 Dünyaya-dönüklük tabiri Heidegger felsefesinde dünya-içinde-varolma (In-der-Welt-sein)
kavramı ile benzer kullanılmıştır. Heidegger tarafından nasıl kullanıldığını görmek için Bkz: Kaan H.
Ökten, (2008), Varlık ve Zaman’ı Anlama Kılavuzu, 2008, İstanbul, s.167. Dini jargonla ifade etmek
gerekirse, Tanrı katındaki hakikatin ya da genel olarak kutsalın, dünyada insan tarafından bilinebilir ve
aktarılabilir bir şey olarak var olabilmesi, dil, zaman, mekân ve anlam ilişkileri dolayısıyla sıkıntılıdır. O
ancak insanca dile gelebilir. Bu durum, kutsalın dünya içinde tahrifli varlığını işaret eder. Bu bakımdan
hakikat iddiasıyla insanlarca dünyada ifade edildiği söylenen kutsal şeyler, anlamın ontolojik doğası
gereği, kutsal değillerdir. Bir başka deyişle, insan en fazla kutsala ilişkin bir şey söyleyebilir ve kutsala
ilişkin söylenen şey kutsal değildir.
162 Burada İslamcılığın başlangıç dönemini istisna olarak belirtebiliriz. Başlangıç dönemi olarak
adlandırdığımız dönemde (1856-1924 arası) modernlik düşüncesi ile karşılaşıp onu belirli bir şekilde
tanımlayıp kabul etme noktasında ya da İslam’ın modernlik içindeki yorumunda üdeba ve ulema birlikte
hareket etmiştir. Söz gelimi din adamı Ali Suavi ve Namık Kemal, Türkçü düşünür Ziya Gökalp ve
Yerebatan Camii İmamı Mehmet Ubeydullah ve hafız Tüccarzade İbrahim Hilmi, Yusuf Akçura ve
şeyhülislam Musa Kâzım İslam’ın yeniden yorumlanması konusunda benzer dayanakları ileri
sürmüşlerdir. Bu birliktelikleri spesifik bir konu üzerinden gösteren çalışma için bakınız: Fahri Özteke,
“İbadet Dilinin Sadeleştirilmesine Din Adamlarının Verdiği Refleksler”, 2019 Ankara. Ss. 253-281
162
İslamcılık, türlü başlıklarda da belirttiğimiz üzere, teorik bir benlik ifşasından
ziyade modernlikle İslam’ı bir araya getirmeye çalışması olarak telifçi bir düşünce
olarak ortaya çıkmıştır. Burada önemle belirtmemiz gereken nokta, bu düşüncenin
ortaya çıkmasına sebep, reel dünyanın durumu olmuştur. Bir başka deyişle, böyle bir
telifi imkân dahiline sokan modernlikle reel dünya üzerinden gerçekleşen temastır.
Modernlikle savaş meydanlarında tanışan Osmanlı için modernlik, her şeyden önce, reel
dünyanın bir zaruretidir. İslamcılık düşüncesini de bu zarurete ilişik bir şey olarak
düşünebiliriz. Bu yüzden İslamcılığın ilk meseleleri, bu zaruretleri elde etmek için
gerekli olan modern mektepler (askeri okulların kuruluşuna kadar da götürülebilir) ve
başka bir dilde eğitim gibi konular olmuştur (Kara, 2016). Reel dünyanın ya da
zaruretlerin önemli kabul edilmesi ve önem derecesinde onunla uyumlaşma düşüncesi
İslamcı düşünce tarihi boyunca etkili olmuştur. Bora’nın (2008:8) İslamcılığı Türk
Sağ’ının sıvı hali olarak görmesini de ‘kap değiştirme ve mecra bulma gücünü
modernlik kadar yüksek’ bulmasını da bu kapsamda değerlendirebiliriz. Bunu
zaruretlerin ve reel dünyadaki önemli olan şeylerin İslamcılığa, İslamcılığı da
dönüştürerek, eklemlenmesi olarak da görebiliriz. Seksenlerde ortaya çıkmaya başlayan
faizsiz bankacılık sistemini bu kapsamda örnek verebiliriz. Bir tür “İslam Kapitalizmi”
savunması ve kurgusu olan, İslam ekonomisi çalışmalarının ve fıkıh hocalarının
desteğine, fetvalarına mazhar olan faizsiz bankacılık çabalarının İslamcı çevreleri
zihnen ve fiilen liberal bir siyaset ve ekonomi dünyasına taşıdığı söylenebilir (Kara,
2013:37). Bu eklemlemeyi fıkıhçı modernleşme olarak ifade edenler de vardır (Gencer,
2013). Fıkıhçı modernleşmeden kasıt, modernleşme sürecinde amellerin şerri
hükümlerini sorarak, fetva alarak davranma tutumudur (Gencer, 2013: 86). Bu
bakımdan, nasıl ifade edilirse edilsin, reel ile metafizik arasındaki bir uyumun
yakalanması olarak dinin seküler konumlandırılması, Müslümanların tamamını
ilgilendiren ve etkileyen bir kavrayışı ifade etmektedir.
İslamcılık düşüncesi ister zarureti dini düşüncelere bağlasın isterse de dini
kaynaklardan reel dünyadaki zaruretlere ilişkin anlamlar çıkarsın, her durumda, anlamın
failinin insan olması sebebiyle din tasavvurunu seküler konumlandırmaktadır. Bilimi bu
tasavvurun mevzii olarak görmek mümkündür. Çünkü bilim, reel dünyadaki
zaruretlerin, pek âlâ, nedeni ve sürdürücüsü olarak ileri sürülebilir. Bu yüzden, ilgili
konumlandırma için net bir başlangıç olarak, Renan’ın İslam ve Bilim konferansı
verilebilir. Çünkü Cündioğlu’nun da belirttiği gibi (1996), konferanstan bugüne İslam
163
ile bilim arasında ilişki kurulan her metinde direkt ya da dolaylı olarak tartışılmıştır.
Reel dünya zaruretleri ile din arasında bir uyum gözetmenin doğal sonucu olarak din
tasavvurunun seküler konumlanması dinin temel kavranışını da etkilemiştir. İmanın
bilimsel nedensellik ile tahkimini böyle bir etki olarak düşünebiliriz. İkinci Meşrutiyet
İslamcılarından Ferid Kam’ın Celal Nuri Bey’in Tarih-i İstikbal yazısında “Hakikate
ulaşmak için bir tek vasıtamız vardır: İlim. Ulaşılması mümkün olmayan hakikatin
varlığından bizi haberdar eden veya onu sembolik bir şekilde gösteren vasıta ise dindir.
Kâinatın muammasından bahseden, bunu şehre çalışan her ne nazariye, ilim ve fen,
felsefe varsa cümlesi boştur.” olarak ifade ettiği dinin konumunu hedef alarak yaptığı
şu açıklamayı böyle bir etkiye örnek verebiliriz (Kam, 2014: 573):
“Müellifin bu sözleri bir iddiadır. Her iddianın delile
dayanması lazım gelir. Delile dayanmayan iddialara mücerret söz
denir. Mücerret sözün de ilmi konular şöyle dursun, sıradan
meselelerde bile zerre kadar kıymeti yoktur. Fikir fikirle reddedilir.
Delil delil ile iptal edilir. Eğer Tarih-i İstikbal müellifi bu iddiasını
isbat edecek delillere sahip ise onları getirmeli, değilse mücerret
sözlerin zerre kadar ilmi kıymeti olmadığını bilip böyle büyük
iddialara kalkışmamalı idi.”
Ferid Kam’dan alınan yukarıdaki alıntının, İskoç Aydınlanmasının büyük
filozofu David Hume’un (1976: 135) aşağıda verilen sözlerine ne kadar benzediği
görülürse, mezkûr etki daha iyi anlaşılabilir:
“Elimize bir cilt söz gelişi bir din, bilim ya da okul metafiziği
kitabı aldığımızda, soralım: İçinde nicelik ve sayı üzerine deneysel
akıl yürütme mi var? Yok. Peki, olgu sorunu ve varoluş üzerine
deneysel akıl yürütmeler? O da yok. Atın öyleyse onu ateşe; çünkü
içinde safsata ve kuruntudan başka bir şey olamaz.”
Din tasavvurunun seküler konumlandırılması, dinin anlamı ile devletin gücü
arasında doğrudan bir bağ kurulmasına da sebep olmuştur. Her ne kadar Peygamberin
ölümünden sonra otorite olarak devlete dinî bir anlam yüklendiyse de gücün bizatihi
dinîleşmesi ve dünyanın bu seviyede talep edilmesi, İslamcılık tarihi ile eştir.
Şeyhülislam Musa Kâzım’ın (2014b: 133) ‘iyi ama bu dünyaya bu kadar ehemmiyet
verilir mi’ sorusuna verdiği şu cevap bu durumu örneklendirebilir: “Evet verilir. Çünkü
164
verilmezse mahvoluruz. Bahusus bu asır asr-ı terakkidir. … Bir de dünya mamur
olmazsa memleket batar. O vakit ne din kalır ne namus, ne iman”. İsmet Özel’in ilk
1977 yılında Yeni Devir’de köşe yazısında sorduğu, sonrasında 1978 yılında ‘Üç
Mesele- Teknik, Medeniyet, Yabancılaşma’ kitabında dile getirdiği “Güçlü bir topluma
ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun
güçlendirilmesine mi çalışacağız?” sorusu bu bakımdan anlamlıdır. Çünkü bu soru dinin
seküler konumlandırılmasıyla reel dünyaya iliştirilmiş konumunu hem sorguya açar
hem de dini bizatihi ele almayı önerir.
İslamcılık düşüncesinin temellerinden biri olarak ortaya koyduğumuz kaynaklara
dönüş düşüncesini de din tasavvurunun seküler konumlandırmasında merkeze koymak
mümkündür. Kaynaklara dönüş düşüncesinin temel varsayımları bu merkezi tespit için
yeterli gözükmektedir. Kaynaklara dönüş düşüncesi, ilk olarak, İslam devletlerinde bir
geri kalmanın olduğu ve bu geri kalmanın İslam yerine Müslümanlardan kaynaklandığı
varsayımına; ikinci olarak da Müslümanların, kültürün ve tarihin sebep olduğu
sapmaları ayıklayarak dinin modern dünyada da geçerli olan özlerine ulaşabilme
imkanına inanır. Bu kabuller doğrultusunda kaynaklara yönelen İslamcıların temayülü
modern bir zihne içkindir. Kara (2014b: 53) bu durumu şöyle göstermiştir:
“İslamcıların kaynaklara dönüş temayülü modern görüntüler taşımaktadır. Onların
nasları oldukları gibi kavramaya niyetli olmaktan çok kafalarında kurdukları veya
kuracakları dünyayı, fikirleri destekleyecek şekilde algılamaktan, en azından
aklileştirmekten yana oldukları ve bu konuda tefsirle, şerhle içiçe geçmiş olan “te’vil”i
-tenkit ettikleri bilginler kadar- sıkça kullandıkları biliniyor.” Bu eğilimi dinin modern
seküler dünyaya eklemlenmesi olarak görebiliriz. İslamcıların mucizelere ya da
kerametlere olan yaklaşımında bunu görmek daha kolaydır. Kara’ya göre (2014b)
İslamcılar mucizeleri inkâr ederek (hadislerde geçenleri) ya da aklileştirerek,
kerametleri de tasavvuf özelinde hurafeler olarak görerek seküler dünyaya
eklemlenmeye çalışmışlardır. Çünkü seküler bir kavrayışın temelinde kurulan modern
dünyanın temel özelliği dünyanın ve dünyada gerçekleşen olayların akıl yoluyla ya da
determinist şekilde dünya sınırları içinde açıklamak olduğu için, mucizeler ve
kerametler açıkça bunun dışında kalmaktadır. Mezkûr eklemlenmeye dair geliştirilen
aklileştirilmelerin birkaçı şu şekildedir (Kara, 2014b: 53-54):
• Fil suresinde geçen ebabil kuşlarının Ebrehe ordusuna attıkları
ateş taşlarının çiçek mikrobuna benzetilmesi (Abduh);
165
• Cinlerin bir tür mikrop olarak açıklanması (Abduh)
• Hz. Musa’nın karşısındaki dağın erimesinin volkanik patlama ile
açıklanması (Seyyid Ahmed Han)
• Bakara Suresi 60. Ayette geçen “Asânı taşa vur!” cümlesindeki
aşanın santrafuj aleti olarak yorumlanması
2.3.2. Üstünlük Düşüncesi
İslamcılık düşüncesi/hareketi kapsamında söylenebilecek en temel kabullerden
biri de İslam’ın ve dolayısıyla İslamcıların üstünlüğüne ilişkin kabuldür. Bu kabul
İslamcıların hareket ettiricisi olarak görülebilir. Çünkü İslamcılık, başlangıcı itibariyle,
bu üstünlük düşüncesinin örselenmesine müteakip tepki olarak ortaya çıkmış bir
düşünce ve harekettir. İslamcılık kapsamında ortaya koyduğumuz iki tavır olan modern
ve muhafazakâr tavrın ana amacı, bu bakımdan, mezkûr üstünlük düşüncesinin tahkim
edilmesi olarak ifade edilebilir. Muhafazakâr tavır bunu, müspet yeniliklerin İslam’ın
içinde ve tarihinde var olduğunu göstererek yaparken; modern tavır bunu, gerçek İslam
okumaları (modern akıl ile yapılan) yaparak ortaya çıkarır. Türk modernleşmesinin bir
tür İslamlaşma olarak ifade edilmesini (Kara, 2014) de yine mezkûr üstünlük kabulü ile
açıklamak mümkündür. Çünkü müspet olan üstün olan içinde olması gerekir. Tersten
ifade etmek gerekirse, bir gerilikten bahsedilecekse, bunun sebebi üstün olandan yapılan
bir sapma sebebiyledir. İslamcıların, İslam âleminin gerileme içinde olduğuna ilişkin
kabullerinin arkasında yatan gerileme sebebi de tam da böyledir: İslam üstündür; İslam
âlemi gerileme halindeyse bunun sebebi İslam’dan sapma gösteren Müslümanlarda
aranmalıdır; ilerleme, modernleşme müspetse ya da gerekliyse bu İslamlaşma ile
mümkündür. Modernleşme hareketleriyle koşut gelişen İslamcılık düşüncesinin ihya
hareketi olarak da görülmesi böyle bir kabulün sonucu olarak okunabilir.
İslamlaşmayı/İslamcılığı modern zamanlarda ortaya çıkan yeniden İslamlaşma olarak
gören Yıldırım (2013: 103) İslamlaşmanın, İslam’ın üstünlüğü kabulünü işaret eden, şu
iki şeyi çağrıştırdığını ifade eder:
“İslam geleneği içindeki ihyayı çağrıştırır ve böylece İslam’ın
yeniden ortaya çıkan yorumunun tarihsel devamlılığı belirginlik
kazanır. (burada öne çıkan tema, İslam’ın çeşitli sapkın düşünce ve
hareketlerle karşılaşması sonucunda aslından uzaklaşmaya yönelmesi
166
ve buna karşı mücadele etmek amacıyla yeniden İslam’ın aslına
dönmedir.)
Modernleşmeyle gelen İslami alanın yitimi karşısında,
İslamlaşarak ya da yeniden Müslümanlaşarak cevaplar geliştirmektir.
Başka bir anlatımla, çeşitli entelektüel ve politik tehditler karşısında
İslam’a sarılarak çeşitli cevaplar geliştirmek ve böylece İslam
düşüncesini yeniden yapılandırarak savunmaktır.”
2.3.3. Geri Kalmışlık Düşüncesi ve İlerleme Fikri
Batı düşüncesi içerisinde dünyayı algılayış ve mevcut durumu lineer bir
düzlemde değerlendiriş genel olarak modernlikle özel olarak aydınlanma düşüncesiyle
birlikte ortaya çıkmış bir şeydir. Bunun altında gerek tarihe gerekse de bilgiye hâkim
olabilecek özne-insanın ortaya çıkışı etkilidir. Hatta modernliğin temeli olarak ortaya
koyduğumuz bilginin ölçütü olarak özne-insan, kendini, en açık olarak, tarihin ve
toplumların adlandırılmasında/sınıflandırılmasında gösterir. Çünkü özne-insanın
anlamlı hareketleri ile anlam bulacak bir dünyanın bu tarz bir
konumlanmaya/konumlandırmaya ihtiyaç duyacağı açıktır. Bu noktada önemle
belirtmek gerekir ki odak noktası gelecektir. Eylemin amaçlarına dayanak olarak bir
geçmişin kurgulanması yeni olmasa bile modern düşüncede daha açık ve belirleyicidir.
Geçmiş, geleceğe doğru var olan özne-insanın, mevcut halini bilmesi (anlamlı bir varlık
alanına giriş) ve varacağı hedefi olumlaması için konumlandırılan bir şey gibidir. Söz
gelimi, geri kalmış bir ülke, ‘geri kalmışlık’ sıfatını kabul ettiğinde bir yere geç kalmış
hissi ile donatılırken aynı zamanda anlamlı bir yola da davetiye almış gibidir. Bu yol,
kuşkusuz, modernlik yolu olarak okunabilir. Bu bakımdan, modern düşüncenin içinde
düşünmenin alamet-i farikaları olarak, genel olarak dünyanın özel olarak toplumun ve
insanların bu tarzda algıla(n)ması (lineer bir düzlemde) ve ilerlemeye dönük, farklı
tarzlarda olsalar da, inançlar verilebilir (Özel, 2009b: 104). Modern bir ideoloji olarak
ortaya koyduğumuz İslamcılık düşüncesi de modernliğin bu özelliğini taşımaktadır.
Tüm İslamcıların hem fikir olduğu konulardan biri İslam dünyasının 19. yüzyıl ve 20.
yüzyılın başı itibariyle inhitat (gerileme) halinde olduğudur (Tunaya, 2007: 7).
İslamcılığın modern bir ideoloji olarak ortaya çıkmasının altında bu algının yattığı
muhtelif metinlerde ve entelektüellerce kabul edilen bir gerçektir. Dünyada-muzafferolma’ya içkin yetersizlik hissi ve buna müteakip kendinden şüphenin ortaya çıkardığı
167
kavramlar olarak beka ve kurtuluş (Necat ve Felah) bu hissi/algıyı ortaya koymaktadır
(Gencer, 2017: 260-82; Kara, 2014: 20). İlk İslamcılar olarak ifade edebileceğimiz Yeni
Osmanlılar içinden Namık Kemal İstikbal başlıklı yazısında bu durumu şu şekilde
belirtmiştir (Namık Kemal’den akt. Kara, 2014b: 19):
“Layıkıyla düşünülsün, insanın hayatı yalnız istikbalden ibaret
değil midir? Mazi nedir? Bir mevt-i ebedi. Hal nedir? Bir nefs-i
vapesin. Gerek fert için gerek cemiyet için mazi mesud imiş, şanlı
imiş, bugüne ne faydası görülür? Hal rahat imiş, emin imiş, yarına ne
lütfu kalır? “istikbalimiz emindir, çünkü ‘zamanların değişmesiyle
hükümler de değişir’ (metinde Arapçası var İ.K.) kaide-i fıkhiyesi
hükmünce âlemin her cihetinden zuhur eden asar-ı terekkiyatı
telakkiye memur olduğumuz için bize göre maziye avdet veya halde
tavakkuf (geçmişe dönme veya halde durma) caiz değildir.
Haddizatında dahi maziye avdet nasıl kabil olsun, hiç maduma
yeniden vücud verilebilir mi? Halde tavakkufa ne suretle imkân
tasavvur olunabilsin, hiç saatin rakkasını tevkif ile ömr-i beşer
yolundan kalır mı?”
Tarihi, toplumu ve insanları lineer bir çizgide kavramak ya da ilerlemeye dönük
inanç çok farklı meselelerde de merkezi bir yer tutmaktadır. Yeni Osmanlılardan
günümüze Türk İslamcılığında en fazla tesiri olan medeniyet-çilik düşüncesi de
bunlardan biridir. Ellias’ın (2000: 73) tabiriyle, medeniyet (Sivilizasyon) kavramı,
Batının kendini bir özbilinç olarak önceki hallerinden ve diğer toplumlardan
ilerlemişliğini ya da aynı çağdaki ‘ilkel’ tabir edilen toplumların geleceği ya da gelmesi
gereken aşamayı ifade bir anlama sahiptir. İslamcılar da bu kavramı, ilerlemenin
simgesi ve göstergesi olan şehir (Medine) kelimesinden yola çıkarak bir üstünlük
düşüncesi olarak temeddün ya da medeniyet formunda karşılığını üretmişlerdir (Duran,
2014: 146). Cevdet Paşa’nın Tarih’ini medeniyet ve bedavet (göçebelik) hallerini
mukayese ile başlatması da (Tanpınar, 1997: 152), bu bakımdan, anlamlıdır. Modern
dönem öncesinde hiç kullanılmayan (Ortaylı, 2006), İkinci Meşrutiyet İslamcıları
tarafından kullanılmaya başlanan, Cumhuriyet İslamcıları arasında önemini arttırarak
varlığını sürdüren İslam medeniyeti kavramı, ilerleme inancı kapsamında, Batı
medeniyetinin de ilerisini ifade eden bir anlama sahip olduğunu düşünebiliriz. Bu ileri
aşamayı Kısakürek (1999: 182-183) şu şekilde belirtmiştir: “Yeryüzünü kam(i)l şifaya
168
ulaştırıcı gerçek medeniyet (sembolü) olan ezeli ve ebedi medeniyet kadrosu, bulunmak
için aranmaya muhtaç değildir. Onun adı İslamiyettir.” İslam medeniyetini hakikat
medeniyetinin en üstün aşaması olarak okuyan Sezai Karakoç (1986) için de insanlık,
Batı medeniyetinden sonra son medeniyete ulaşacaktır ve bu dirilmiş İslam
medeniyetidir. Bu bakımdan, İslamcılığa hâkim medeniyetçiliğin, insanlığın gelişimini
bir çizgide görme temelinde, hem modernliği Batı medeniyeti kapsamında bir yere
koymaya hem de İslam medeniyeti kavramsallaştırması ile onun ötesinde
konumlanmada etkili olduğunu söyleyebiliriz.
İslamcılık düşüncesinin temel tekliflerini yeni bir ahlak anlayışı, yeni bir yaşama
üslubu ve bunlarla beraber düşünülebilecek yeni bir sosyal ilişkiler düzeni olarak
belirtilebilir. Bu tekliflerin gerekçesi olarak geri kalışın sebeplerinden biri olarak
mevcut ahlak anlayışı ve yaşam tarzını görmelerini söyleyebiliriz (Kara, 2013: 41).
Dönemde üst başlık olarak tartışılan pasif Müslümanlıktan aktif Müslümanlığa geçişi bu
açıdan anlamlandırmak mümkün gözükmektedir. Bunu Abdülhamid döneminde
tedavülde olan İslam’a ilişkin düşüncelerde de görmek mümkündür. Abdülhamid
döneminde İslami konulara getirilen yorumların aydınlanma ile beraber düşünüldüğünü
söyleyebiliriz (Gencer, 2013: 76). Yine, ilgili devir, Müslümanlar için de taklit yerine
tahkik, aydınlanma devri olarak tasavvur edilebilir durmaktadır. Bu bakımdan da
İslamiyet’i dönüşüme zorlayan modern çağın, İslam’ın aslını bilmeyi de hayati kıldığını
iddia edilebilir gözükmektedir (Gencer, 2013). Bu aslın, mutlak ilerlemeyi ya da
Müslümanları çağdaşlarının ilerisine götürecek anlam varsayımını içinde taşıdığını
söylemek zor değildir.
2.3.4. Anti-Emperyalizm
İslamcılığın on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkışındaki en önemli etken,
şüphesiz, modern devletlerle kurulan ilişkilerdir. Müslümanların ya da Müslüman
devletlerin bu ilişkinin sonuçlarını ifade ederek, kendi aralarındaki bağların
kuvvetlendirilmesine (safların sıklaştırılması) dönük söylemleri, İslamcılık
düşüncesinde önemli bir yer tutmaktadır. Birçok araştırmacı için (Karpat, 2017; Ayoob,
2008; Türköne, 2011; Kara, 2014b; Al-Azmeh: 2017 vd.) İslamcılığın bir kenetlenme
tarzı, bir birliktelik söylemi olarak ortaya çıkmasında Batı ile kurulan ilişkinin sonuçları
etkilidir. Bu ilişkinin adı sömürgecilik ya da emperyalizm olarak adlandırılabilir.
Kurtoğlu (2014: 201) da İslamcılığı, bu ilişkiyi merkeze alarak, şu şekilde
169
tanımlamıştır: “İslamcılık, On dokuzuncu yüzyılda İslam coğrafyasında ortaya çıkan,
Batı’nın sömürgesi haline gelen Müslüman devletleri bağımsızlığa kavuşturmak
amacıyla geliştirilmiş bir siyasal kurtuluş ideolojisi, bir siyasal projedir.” Esposito
(2002: 101) da benzer şekilde, İslam ve Batı ilişkisini belirleyen en önemli olayın
sömürgecilik olduğunu söyleyerek bu gerçekliği ortaya koyar. Çiğdem (2014: 27) de
İslamcılığın tarihsel bir oluşum olarak ele alındığında, bu tarihselliğin “emperyalizm ya
da kolonyalizm gibi olguların toplumsal sonuçlarına, bu sonuçlara karşı direnmeye
veya bu sonuçları İslam toplumlarının da yararına olmak üzere dönüştürmeye”
dayandığını söyleyerek, bu ilişkiyi İslamcı düşüncenin doğuşunda merkezileştirir. İslam
dünyasına göre Batı, modernleşme hareketlerinin etkisiyle doğu karşısında maddi ve
teknik üstünlük kazanmıştır. Yine İslam dünyasına göre Batı, bu üstünlüğü, İslam
dünyası dâhil, dünyanın geri kalanı ile sömürü ilişkisi kurarak tahkim etmiştir (Kara,
2014b: 20). Gerçekten de on dokuzuncu yüzyıl boyunca, Hint-Pakistan alt kıtasından
Kuzey Afrika’ya kadar İslam dünyasının hemen tamamı modern Batılı devletlerce
sömürgeleştirilmişlerdir (Ayoob, 2008: 6). On dokuzuncu yüzyıldaki bu sömürge
durumu, Müslümanlar için, kurtulunması gereken ilk şey olarak ortaya konulmuştur.
Henüz millet kavramının modern anlamının oluşmadığı toplumlar için, bu kurtuluş
kendini, çoğu zaman, dini bir kurtuluş olarak göstermiştir. On dokuzuncu yüzyılın son
çeyreği ve yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, Müslüman nüfusun olduğu merkezlerde,
Müslümanların birleşmesi (Pan-İslamist düşünce) ve sömürgelerinden kurtulması büyük
bir kamuoyuna sahip olmuştur. Pan-İslamizm kavramı/düşüncesi, genel olarak, böyle
bir kamuoyunun oluşturulması ve desteklenmesini ifade etmektedir. Bu bakımdan, panİslamizm İslamcılık olmamasına163 rağmen döneme hâkim sömürgecilik olgusunu
mesele etmesi ve geniş kamuoyu oluşturması sebebiyle daha niteliksel bir dönüşümü
ifade eden İslamcılığı etkilemiştir. Aydın (2013: 47) Pan-İslamizmin, İslamcılığın da
ortaya çıktığı dönemdeki, nedenini ve kamuoyu gücünü şu şekilde belirtmiştir:
“1870’ler ile 1920 arasındaki yarım asır boyunca Avrupa ve
Amerika basınından, Kahire, Bombay, İstanbul veya Singapur gibi
163 Pan-İslamizm İslam birliği demek olup, İslam devletlerinin birleştirilmesi ya da
Müslümanların bir devlet altında birleşmesi anlamında doğrudan İslamcılık düşüncesi içinde yer almaz.
Ancak, İslam birliği düşüncesi mezheplerin birleştirilmesi, Kur’an’ın ya da Müslümanlık tarzlarının
birleştirilmesi kapsamında değerlendirilmesi durumunda doğrudan doğruya İslamcılık düşüncesi içinde
yer alır. Çünkü ikincisinde, modern bir varsayım olarak, insanların mezheplere ayrılmasının doğru okuma
yoluyla aşılabileceği varsayımı vardır. Müslüman devletlerin birleşmesi ya da Müslümanların bir tek
devlet altında birleşmeleri bu dolayımla ifade edilmeleri durumunda da İslamcılık düşüncesi içerisinde
değerlendirilebilir.
170
Müslüman matbuatının olduğu yerlerde çokça tartışılan Müslüman
Birliği meselesi, birincil olarak emperyal dünya düzenini meşruiyet
tartışması ile Oryantalizm-Müslüman modernizmi tartışmasının
doğurduğu bir mesele olup, Pan-İslamist dünya düzeni vizyonuna
sahip olanlar, sosyal hayata yönelik İslamcılık hassasiyetine sahip
kesimlerin ötesinde çok yaygın bir Müslüman kamuoyunu temsil
ederlerdi.”
Müslümanların yaşadığı toprakların sömürgelikten kurtuluşu için yapılan
mücadelenin dini amaçla harmanlanması, bu bakımdan, on dokuzuncu yüzyılda ortaya
çıkmış İslamcılığa anti-emperyalist anlamını vermiştir. On dokuzuncu yüzyılda
İslamcılığı anlam olarak ifade eden kelimelerden birinin necât (kurtuluş) olması da
İslamcılığın (doğuşu itibariyle) anti-emperyalist kimliğiyle alakalı olarak okunabilir
(Kara, 2013: 17). Bu durum, İslamcılığın, Batı’nın ortaya koyduğu değerler
doğrultusunda din yorumunu uyumlaştırırken, Batı’nın siyasi ve askeri tahakkümüne
karşı koyma karakterini de taşımasını ifade eder. Batıya karşı (siyasi ve askeri
tahakkümüne karşı) ve batı ile (modern değerlerle birlikte) olma durumu olarak ifade
edilebilecek bu durum, farklı konularda hâlâ güncelliğini sürdürmektedir. Bunlara örnek
olarak, Batının politikalarında insan haklarını dikkate almamasını eleştiren söylemler ile
insan haklarını aşan İslam yorumlarını ‘gerçek İslam bu değil’ kapsamında eleştiren
söylemler verilebilir.
İslamcılık içinde ortaya koyabileceğimiz bir özellik olarak anti-emperyalizm,
pan-İslamist düşünceden farklı olarak, makbul modernlik tasavvurunun İslamcılık
içinde yerleşmesine sebep olan özelliklerden biri olarak görülebilir. Bu bakımdan, antiemperyalizmi örtük bir modernlik tanımı içinden okumak mümkündür (Özel, 2009b:
104-105). Nasıl ki, modernliğin temelini, tercüme faaliyetleri yoluyla, Müslümanlar
atmalarına rağmen, türlü sebeplerle, geri kalmışlarsa; Batı da modernliği ve modernliğin
nimetlerini yanlış amaçlar için kullanarak modernliği sakatlamıştır. İslamcılıkla alakalı
olarak söylenebilecek anti-emperyalist özellik, bu bakımdan, modernliği
evrenselleştirerek, modernliğin batı tarzını tahkir eden bir anlama mündemiçtir. Batı’nın
modernlik tarzının eşitsizlik ve sömürü düzeni oluşturduğu yerde İslamcılar İslam dinini
“her türlü dünyevi imtiyazları, fertler arasında hukuk açısından üstünlük taslamayı
sahasından ebediyen tardetmiş kardeşlik ve çeşitlilik dini olarak (Naim, 2014: 339)”
alternatif olarak sunarlar. Bu bakımdan, anti-emperyalizm özelliğinin olduğu yerde,
171
Batının modern olma tarzının ve modernliğin alternatif tarzlarının da olduğunu
düşünebiliriz. Bu aynı zamanda, Müslümanların kendilerini modernlik içinde batılı
olmayan bir tarzda konumlanmalarının da ifşasıdır. Medeniyetçilik kapsamında İslam
medeniyeti söyleminde açıkça gördüğümüz modernlik içinde alternatif bir tarzda
kendini ifade etme, anti-emperyalist karakterde daha gizli olarak bulunur. Bu anlamda,
anti-emperyalizm modern İslam yorumu olarak İslamcılık düşüncesinin övündüğü bir
özellik olarak okunabilir.
İslamcılık içinde ortaya koyulabilecek anti-emperyalist karakter, modern
dünyanın İslam içinde yorumlanmasını kolaylaştırdığı gibi, İslam içinde kabulü zor olan
ve fakat modern dünyada var olmak için gerekli görülen şeylerin kabulünü de
kolaylaştıran bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Anti-emperyalist karakter bunu,
Kur’an’dan çıkarılan kuvvet hazırlama (İ’dad-ı Kuvvet) esasına yaslanarak yapar. Bu
esas, Kur’an’ın Enfâl Suresinin 60. ayeti164nden çıkarılmış olup, anti-emperyalist
düşünce ile İslam düşüncesinin modernleşme önündeki dâhili bütün engellerini ortadan
kaldırıcı bir mahiyete sahip olmuştur165. İlk dönem İslamcılarından Şeyhülislam Musa
Kazım (2014: 127) 1901 yılında İslam Mecmuasında yazdığı İslam ve Terakki yazısında
bu durumu şu şekilde belirtmiştir:
“İslamiyet’in mühim esaslarından biri de kuvvet hazırlamadır.
Bu esas Kur’an-ı Kerim’in “Düşmanlarınıza karşı gücünüzün yettiği
kadar kuvvet hazırlayınız” (Enfal, 8/60) mealinde olan bir ayet-i
kerimesiyle bütün Müslümanlara farz olmuştur ki bütün terakkilerin
vücut bulmasının sebeplerini temin etmeye yeterli bir esastır. Zira bir
şey farz olunca onun gerektirdiği ve bağlı olduğu şeylerin de tabii
olarak farz olması lazım geldiğinden, kuvvet hazırlamanın farz oluşu
onun bağlı olduğu servet kazanmanın farz oluşunu, servet kazanmanın
farz oluşu da onun bağlı olduğu bilgi, sanat, ticaret, ziraat, çiftçilik
gibi şeylerin hepsinin farz oluşunu ihtiva etmektedir. Şu halde İslam
dini düşmana karşı kuvvet hazırlamayı bütün Müslümanlara farz
164 Diyanet çevirisi: “Allah’ın ve sizin düşmanlarınızı ve onların gerisinde olup sizin
bilmediğiniz, ama Allah’ın bildiklerini korkutup caydırmak üzere, onlara karşı elinizden geldiği kadar
güç ve savaş atları hazırlayın. Allah yolunda harcadığınız her şeyin karşılığı, zerrece haksızlığa
uğratılmadan size tastamam ödenecektir.” Ayrıntılı yorum için de bkz:
https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Enf%C3%A2l-suresi/1220/60-ayet-tefsiri
165 Bu durum, Mecelle’nin “Zaruretler Memnu Şeyleri Mübah Kılar” kaidesinin geniş yorumu
olarak okunabilir.
172
kılmış olmasıyla onun bağlı olduğu servet, bilgi, sanat, ticaret, ziraat
vs. gibi şeylerin hepsini de farz kılmış oluyor demektir. İnsan
saadetinin temini için gelmiş olan semavi bir dinin insanlar hakkında
yapacağı iyilik de bu kadar olabilir. Bu sağlam esası tatbik etmek ve
icraya koymak ise insanların kendi gayret ve faaliyetine kalmış bir
keyfiyettir.”
İslamcılık düşüncesi içinde yer alan anti-emperyalist karakterin ve bu karakterin
ortaya koyduğu düşünce biçiminin tarih içinde emperyalizm düşüncesinin değişimine
bağlı olarak değiştiğini söylemek mümkündür. Örneğin, anti-emperyalist karakter, On
dokuzuncu yüzyıl ve Yirminci yüzyılın ilk yarısında, daha çok, Müslüman ülkelerin
sömürge olmaktan kurtulmaları olarak somut hedeflerde anlam bulurken; somut
sömürgeciliğin ortadan kalktığı yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra, daha çok,
soyut hedeflerde anlam bulmuştur. Bu değişim, oryantalistlere dönük bakış açılarının
farklılaşması üzerinden de görülebilir. Örneğin, İslamcılığın ortaya çıktığı yüzyıl olan
on dokuzuncu yüzyılda, mevcut biçimiyle İslam’ın “man-i terakki” olduğunu ve
Müslümanların bu halleriyle ilerleme kaydedemeyeceğini ifade eden Oryantalistler, dil
incelemelerinden teolojiye kadar kapsamlı çalışmalar yapmış; ictihad kapısının kapalı
olması, akıl-nakil çatışması, mezhep farklılıkları, din-devlet ilişkileri, hadislerin
sahihliği gibi birçok konuyu gündeme getirmişlerdir (Kara, 2014b:20-21). Bahsi açılan
hiçbir konu oryantalistlerin varlıklarına ilişkin bir anlama yaslanarak bertaraf
edilmemiştir. Fakat oryantalizmin, hegemonya çalışmaları ve özellikle Edward Said’in
sorunsallaştırmasından sonra oryantalistler zihnin sömürgeleştirilmesinin yürütücüleri
olarak düşünülmektedir. Bu sebeple, bahsi geçen dönemde ve sonrasında,
oryantalistlerin düşünceleri ‘oryantalist ifadeler’ olarak bizatihi pejoratif bir anlama
sahip olmuş ve anti-emperyalizm alanına dahil edilmiştir. Hatta yerlilik ve millilik (ya
da daha genel bizim medeniyetimiz) söylemi içinde, mezkûr düşünceleri dile getirenler
sömürgeleşmiş insanlar olarak kabul edilmiştir. Bu bakımdan, İslamcı düşünce içindeki
anti-emperyalist karakterin, bu dönemde, bize ilişkin bir şeyin (söz gelimi İslam
medeniyeti) inşasında dışarıdan gelen sömürücü fikirlerden korunma olarak karşımıza
çıktığını söylemek mümkündür. Bu, aynı zamanda, bize ilişkin bir şeyin inşasının
hareket ettiricisi olarak da görülebilir. İslam temelli bir medeniyeti amaçlayan
173
Medeniyet Tasavvuru Okulu166’nun (2021) neden kurulduğunu da zımnen içeren şu
durum değerlendirmesi, oryantalizmin yeni anlamı üzerinden kendini ortaya koyan cari
anti-emperyalist karakteri de ortaya koymaktadır: “Kendi medeniyet ruhunu kaybetmiş,
Batı’yı da derinlemesine kavrama melekelerini yitirmiş epistemik kölelere dönüşen
celladına âşık tasmalı çekirgeleri andıran seküler entelijansiya ile uçuruma
yuvarlanıyoruz sadece...”
2.3.5. Laiklik Tartışması
Laiklik tartışması, modern Türkiye Cumhuriyeti’nde İslamcılar ve karşıtları
arasındaki, şüphesiz, en tartışmalı konulardan biridir. Esas itibariyle Cumhuriyetin
özelliklerinden olan laiklik ilkesini, paradigmatik olarak devletin temel niteliklerinden
biri olarak ele alındığında, sorun da çözüm de çetrefilleşmektedir. Çünkü bu durumda,
laiklik meselesinin, bizatihi devletin kendisinin tartışıldığı, sorunlu bir zeminde cereyan
etmesi kaçınılmaz olmaktadır167. Nitekim Milli Nizam Partisi (MNP), Milli Selamet
Partisi (MSP), Refah Partisi (RP) gibi İslamcı partilerin kapanma sebebi, her zaman, bu
kavramla ilişkilendirilmiştir. En son 2008 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi’ne (AKP)
kapatılma isteği ile dava açılmasının sebebi “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline
gelmek” olarak ifade edilmiştir. Özellikle Cumhuriyet dönemine baktığımızda,
İslamcılar ve İslamcı siyasi partiler için laiklik kavramını ya da cumhuriyetin bir ilkesi
olarak laikliği, Demokles’in Kılıcı olarak görmek mümkündür. Bu bakımdan, İsmet
Özel’in İslamcılığını ortaya koymak için tekrardan yorumladığımız Türkiye’deki
İslamcılık düşüncesi içinde önemli bir tartışma konusu olan “laiklik”, bu yeniden
yorumlamaya uygun biçimde ele alınması gereken bir konu olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bir başka deyişle, laiklik tartışmasını da modernlik düşüncesi içerisinde bir
yere koyarak anlamlandırmak, mezkûr yeniden yorumlama için gerekli gözükmektedir.
Çünkü laiklik tartışması ya da laikliğe karşı söylemler, çalışmamızı yürüttüğümüz
seviyeden ele alındığında, modern düşünce olan İslamcılığın modern devlete karşıtlığı
166 İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, İpekyolu Medeniyetleri Araştırma ve Uygulama
Merkezi bünyesinde 2009’da kurulan bir programdır. İslamcı düşüncesi içinde değerlendirilebilecek en
yeni hareket olarak kabul edilebilir. Ayrıntılı bilgi için bkz: https://www.izu.edu.tr/medeniyet-tasavvuruokulu/hakkimizda
167 Durumun böyle bir içerikle tartışılması, laikliğin tartışılmasını savunan kimi İslamcılar
açısından kabul edilmese de olgusal bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Anayasa
Mahkemesinin 7 Mart 1989 tarihli ve 1989/12 sayılı kararında bu durum açıkça belirtilmiştir. İlgili karara
göre, Türk devrimlerinin (kurulan modern devletin) temelini oluşturan öğelerden biri olarak görülen
Laikliğin mesele edilmesi, devlet içinde bir mesele olmaktan ziyade devlete karşı bir mesele olarak kabul
edilmiştir.
174
olarak paradokslar oluşturmaktadır. Bu bakımdan, laiklik tartışmasının yeniden
yorumlanması hem modern devletin hem de İslamcıların modern dünyada nasıl
konumlandıklarını göstermesi bakımından açıklayıcı olacaktır.
Modern Batı düşüncesinin doğuşu olarak ifade edilen Rönesans, kelimenin
etimolojik anlamıyla, yeniden doğuşu ifade etmektedir. Bu yeniden doğuşu, politik
olarak, Hristiyanlığın tarih sahnesine çıkmasıyla yerini homo credens’e bırakan,
“siyasal aktivitelerle erdemini ve varlığını kanıtlayan homo politicus’un” ya da benzer
anlamdaki homo rhetor’un yeniden doğuşu olarak görebiliriz (Held, 1998: 38; Okutan,
2006: 67). Bu bakımdan, Klerikos’un (ruhban) karşıtı olarak kullanılan laikos’tan
türeyen laik kavramının bu yeniden doğuşun merkezinde yer aldığını söylemek
mümkündür. Çünkü, modern dünya, tezimizin birinci bölümünde ayrıntılı ortaya
koyduğumuz üzere, kilisenin anlamlandırdığı bir dünya olmayıp, laikos’un anlamını
verdiği bir dünyadır. Anlam vermek ile meşruiyeti vermek arasındaki bağı düşünerek168
,
modern dönemin meşruiyetinin klerikostan değil de laikos’tan kaynaklandığını
söyleyebiliriz. Okutan (2006: 79) modern siyaset biliminin kurucularından
Machiavelli’nin laiklik görüşünü ortaya koyarken, bahsedilen geçişin olduğu dönemde
laikliğin işlevini ve anlamını şu şekilde belirtir:
“Laiklik, Machiavelli’nin kaygıları çerçevesinde ortaya
konduğunda, siyasal iktidarın ya da yönetsel yapının meşruiyet
zeminlerinin dünyevi değerlerle oluşturulmasına karşılık gelen bir
içeriğe bürünmektedir. İlerde de görüleceği gibi bu durum, arzuladığı
yönetsel yapının oluşturulmasının önündeki en büyük kurumsal engeli
oluşturan Kilise’nin aşılmasına yönelik bir tercihtir. Zira kilise
iktidarının yıkılabilmesi için, öncelikle sorgulanması gerekliydi.
Ancak dayanağı, rasyonel aklın erişemediği aşkın dünyalarda olan bir
kurumun toplumsal meşruiyeti yıkmanın da güçlüğü ortadaydı. İşte
laiklik tam da bu bağlamda, kurumsal bir varlık olan Kilise’ye
yönelmekte ve onu dışlayarak dünyevi değerlerin üzerinde bir iktidar /
168 Bu durumu iki şekilde ele almak mümkündür. Birincisi, dini temsil eden ve paradigma olduğu
ölçüde dünyaya anlam veren klerikos dışında, laikosların da dine ve tüm dünyaya anlam verebilme
potansiyel gücüne kavuşması, anlam vermeye bağlı olarak meşruiyeti de belirleme imkanını ortaya
çıkarmıştır. İkincisi, dünyanın insanın kavrayışına bağlı/bağımlı bir anlamının olduğuna, kesin anlamlara
yine dünya içinde ulaşabileceğine dair inanç, yaratıcı ile kul arasında kurulan anlamı ontolojik olarak
değiştirip yeni bir meşruiyet alanını doğurmuştur.
175
yönetsel yapı yaratmaya odaklanmaktadır. Dolayısıyla Machiavelli’de
laiklik, en özlü anlatımıyla bir “dünyevileşme”yi ifade etmektedir.”
Modernite kavramlaştırmasını açıklarken belirttiğimiz üzere, modernlik, esas
itibariyle, kavrayışta gerçekleşen dünyevileşmenin kurumsallaşması üzerinden var
olmuş bir olgudur. Laik devlet düşüncesini de bu doğrultuda dünyevileşmiş gerekçelerle
kurulmuş ve işleyen bir devlet olarak düşünebiliriz. Kuçuradi de (2001: 216-217) laik
devleti “diğer özellikleri ne olursa olsun örgütlenmesinin ve işleyişinin, bir dinin
inançlarıyla ilgili anlayışlar ve normlar tarafından belirlenmediği; örgütlenmesi
yapılırken, hukuku oluşturulurken ve işletilirken, herhangi bir dinin dünya görüşüne
ilke ve kurallarına uyup uymadığına bakılmadığı” bir devlet olarak tanımlarken bu
dünyevileşmeye vurgu yapmıştır. Bu noktada, devletin örgütlenmesi ve işleyişini
nelerin belirlememesi gerektiğini göstermesi bakımından laikliğin negatif olarak
tanımlandığını düşünebiliriz (Swatos ve Christiano, 2002). Bu da insanların laik
olamayacağı fakat kurumların/kanunların laik olabileceği doğal sonucunu doğurur. Bu
bakımdan, insanların ve halkın (res) malı (publica) olarak devlet anlamında cumhuriyet
(respublica) (Gözler, 1999), varlığını teolojik olarak gerekçelendirmiyorsa laik bir
özelliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz169. Örneğin, modern siyaset bilimine temel
oluşturan doğa durumu ve güvenliğe dayalı sebeplerden devletin ortaya çıkma anlatısı
laik devlet için uygun bir anlatı olarak ifade edilebilir. Keza bu anlatıyı temel alan
toplumsal sözleşme düşüncesinin laik bir temelde anlamlandığını söyleyebiliriz
Gerek Batı düşüncesi ile ilişkilendirdiğimiz modernite düşüncesinde gerekse de
modern bir düşünce olarak ortaya çıktığını söylediğimiz İslamcılık düşüncesinde,
kavramları ve karşıtlıkları epistemolojik düzlemde analiz edebiliyorken; belirleyici olan
aynılıkları, ancak, düşüncelerin ontolojilerini ortaya koyduğumuzda görebiliyoruz. Bu
durumun, laiklik savunucuları ve karşıtları için de geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Bir
başka deyişle, dünyayı kavrayış ve şeylerin adlandırılmasının temeli bakımından,
tartışmanın iki kutbu da aynı temelden beslenmektedir. Bu temeli, seküler kavrayış
temelinde ortaya çıkan cumhuriyet anlayışı üzerinden göstermek mümkündür.
Cumhuriyet, her şeyden önce, insanların örgütlenme konusunda belirleyici olduğu bir
rejimi işaret eder. Bir başka deyişle, cumhuriyet insanların bir devleti kurabilme
169 Burada anlamı ortaya çıkaran bir nüans vardır. İnsanlar kurdukları devlete bir kutsallık
atfedebilir ya da kurduktan sonra anayasalarını ve yasalarını belirli bir dine referansla oluşturabilir.
Bunlar varlığın teolojik gerekçelendirilmesi olmayıp, varlığa getirenlerin teolojik referansları olarak ifade
edilebilir.
176
varsayımına dayanır. Bunu, insanların yasa yapabilme ya da belirli bir yasayı belirleme
ve ona uyma iradesi olarak da görebiliriz. İnsanın, içinde yaşadığı örgütlenme açısından,
belirtilen yaratıcı konumu, insanın dünyayı algılamak bakımından seküler kavrayışının
bir sonucudur. Hatta seküler bir kavrayışın sonucu olarak oluşturulan her cumhuriyet
öncelikle laik olarak ifade edilebilir. Cumhuriyetin kuruluşundaki bu zorunlu anlam,
‘cumhura özgü şeyler’ olarak ‘cumhuri’den türetilen ve ‘halka ait olan devlet’
anlamındaki (Gözler, 2000: 92; Gözler, 1999) cumhuriyet kavramının bizatihi
kendisinden kaynaklanmaktadır. Debray’ın (1997: 17-18) laikliğin kilit taşını
demokrasiden ziyade öyle olmak zorunda olan cumhuriyette bulması da bu sebepledir.
Bu durum, insanların biraraya gelerek bir devlet (ya da herhangi bir örgüt) kurup ve bu
devletin meşruiyetini bir dine dayandırmaları halinde de geçerlidir. Bulaç’ın (2014b)
tarihteki ilk anayasa olarak ifade ettiği Medine Vesikası, bahsedilen ilk anlamın
zorunluluğuna radikal bir örnek oluşturmaktadır. Burada önemli olan, insanın dünyada
olan bir şeyi kavrayışı ve bu kavrayış sonucu oluşacak devletin kuruluşundaki
konumudur. Söz gelimi, İran’da 1979 yılında gerçekleşen devrim sonucu ortaya çıkan
devlet, modern anlamda insanların kurduğu bir cumhuriyet iken yasalarını İslami
esasları referans alarak oluşturmaları, onları İslami bir cumhuriyete dönüştürmüştür.
Keza, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslam cumhuriyeti olarak ortaya çıkması170; Lozan
antlaşmasında azınlıkların din üzerinden tanımlanması ve bunun bir uygulaması olarak
evde Rumca konuşsa da Müslüman olanların Türkiye’ye, evde Türkçe konuşsa da
Ortodoks Hıristiyanların Yunanistan’a gönderilmesi (Gülalp, 2009: 678); 10 Nisan
1928’deki değişikliğe kadar, anayasada bulunan ‘Türkiye Devletinin dini, Dini
İslâmdır’ ibaresi Cumhuriyete halel getirici olgular olmamıştır. İslamcı düşüncesinin
doğduğu on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında savunulan meşrutiyet fikrini de bu
kapsamda bir geçiş olarak değerlendirmek mümkündür. Çağın gerekliliği olarak kendini
ifade eden meşrutiyet de seküler bir temeli kendine dayanak yapmıştır. Bu seküler
temeli ‘tarihin gidişatına’ ayak uydurmak olarak özetlemek mümkündür (Mert, 2011:
199). İkinci Dünya Savaşı sonrasıyla başlattığımız İslami hareket dönemi de esas
itibariyle, devletin ve toplumun İslamileştirilmesi amacını anti-cumhuriyet bir şemsiye
altında yürütmemiştir. Gerek liberal düşünce ile birlikteliği gerekse de söylemlerini
170 Türkiye’de cumhuriyet, ilan edilmesinden başlayarak çok sorunlu bir anlama sahiptir. Bunun
en temel sebebi, cumhuriyetin bir olgu olarak var olmasından ziyade ideoloji olarak var olması
gösterilebilir. Bu konunun ayrıntılı olarak verilmesi konunun dağılmasına sebebiyet vereceği düşünülerek
kısa tutulmuştur. Ayrıntılı çalışmalar için bknz: Cevat Okutan, Cumhuriyetçi Paradigma: Paradigmatik
Cumhuriyet, 2006, İstanbul ve İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam 1, 2016,
İstanbul.
177
halka yaslanarak yapması171 buna kanıt olarak gösterilebilir. Bu dönemde laiklik
kapsamında söylenen sözlerin (örneğin 1945 yılında tekrardan yayın hayatına başlayan
Sebilürreşad Dergisi’nde) ‘demokrasi’ ve ‘din hürriyeti’ kapsamlarında
değerlendirilmesi de Müslümanların, devleti seküler bir şekilde kavradığına örnek
olarak verilebilir (Mert, 2011: 207). Siyasal İslam dönemi olarak verdiğimiz dönemde
halkın egemenliği söyleminin başat söylemlerden biri olması da seküler kavrayış
zeminde ortaya koyulan cumhuriyet düşüncesinin içselleştirilmesi olarak ifade
edilebilir. Tereddütlerin ortadan kalktığı, teorik arayışların çok olmadığı dönem olarak
belirttiğimiz siyasal İslam dönemi, laiklik tartışmalarını, laikliğin cumhuriyetle alakalı
temelini vurgulayarak aşmaya çalışmıştır172. Bunu yaparken Anglosakson laiklik
anlayışı öne çıkarılırken, Fransız laiklik anlayışı laiklikle alakalı yapılan tartışmaların ve
anlaşmazlıkların müsebbibi olarak yerilmiştir (Şan, 2012; Akyüz, 2017). Bu kapsamda,
tarihsel olarak süre gelen laiklik tartışmasında laiklik savunucularına, laikliğin dini
özgürlüklerin garantisi olduğu yönünde bir argümanla yaklaşılmıştır. Buna mukabil,
mezkûr savunucuların karşısındaki mütedeyyin gruba, laiklik uygulamalarının dinsizliği
dayatan Fransız modelinin temel alınmasından kaynaklı olduğu ve laikliğin dinsizlikle
alakalı olmadığı yönünde bir argümanla yaklaşılmıştır. Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın 2011 yılında Mısır’da verdiği bir röportajdaki, iktidara gelmesi muhtemel
olan Müslüman Kardeşler’e bir uyarı niteliği de taşıyan, şu sözleri, laiklik kavramının
Siyasal İslam döneminde nasıl anlaşıldığını açıkça ortaya koymaktadır (Sabah,
15.9.2011):
“Matematikte iki kere iki dörttür. Ama sosyal kavramlara
geldiğimiz zaman, tanımlara geldiğimiz zaman bunun değişik
olduğunu görürüz. Şimdi laikliğin Anglosakson toplumlarda farklı
tanımlandığını görürüz. Avrupa'ya geldiğimizde farklı tanımlandığını
görürüz. Hatta hatta Türkiye'de de bunu farklı tanımlama gayreti
içinde olanlar da vardır. Bunun da bedeli bu ülkede çok ağır
ödenmiştir aslında.
171 Burada bahsedilen, söylemin siyaset ve tarih dışı metafizik bir alana dayandırmamasıdır.
Dolayısıyla tabiiyet ilişkisinden ziyade yönetime katılımın imkânları üzerinden ilerlenmiştir. Buradaki
ayrım en açık şekilde din ile insan ilişkisinin devlet ve yurttaş ilişkisi üzerinden verilebilir. Din ile insan
arasındaki ilişki yaratan ve kul arasındaki ilişkiyi ifade etmekle birlikte yaratıcılık özelliği tanrının
tabiiyet özelliği insanın rolü olarak ortaya çıkar. Devlet yurttaş ilişkisinde yaratıcılık/oluşturuculuk
yurttaştadır.
172 Bu söylemin Siyasal İslam Döneminde ortaya çıktığını söyleyemeyiz. Ancak 2000li yıllarda
olan şey, bu vurgunun paradigmatik bir hal almasıdır. Altmışlı yıllarda, bu doğrultuda yapılan tartışma
için bkz.: Osman Turan, Türkiye'de Manevi Buhran Din ve Laiklik, 2018, İstanbul.
178
Mısır bu geçiş döneminde ve sonrasında inanıyorum ki bu
değerlendirmesini en güzel şekilde yapmak suretiyle özellikle
demokrasi noktasındaki bu geçişte şunu görecektir. Yani laik bir
devlet yapısı dinsizliği değil, herkesin dinini inandığı gibi yaşamasının
teminatıdır. Böyle görecek, böyle görmesi lazım. Bundan hiç endişe
etmesin ve anayasayı hazırlayacak olanlar da bunu orada teminat
altına alması lazım. Demesi lazım ki; 'Devlet tüm inanç gruplarının
inancını teminat altına alır. Hepsine eşit mesafededir. Asla sizi
dininizi yaşamaktan alıkoymayacaktır'. Bunu böyle söylemesi lazım.
Bu şekilde başlar ve bu şekilde devam ederse o toplum huzur
bulacaktır. Müslüman'ıyla, Kıpti'siyle hepsi, hatta daha ileri
gidiyorum dinsizin bile, ateistin bile inancına devlet saygı duyacaktır.
Onu da güvence altına alacaktır. Laik devlet budur. Ama kişi laik
olmaz. Tayyip Erdoğan laik değildir, Tayyip Erdoğan bir
Müslüman'dır. Ama Tayyip Erdoğan laik bir devletin başbakanıdır ve
bunun gereğini de dört dörtlük yapmanın gayreti içindedir."
Laiklik anlayışının Fransız yorumunun 2000’li yıllara değin Türkiye’de geçerli
olduğunu söylemek mümkündür. Laiklik kavramının Fransız yorumu, esas itibariyle,
eğitim sistemi üzerinden kendini ifade eden bir yorumdur. Bu yorumu, modernlikle olan
ilişkinin inanç seviyesinde algılanmasından kaynaklı bir sorun olarak görmek
mümkündür. Bu bakımdan bu tarz bir yorumun, insanı kul olarak konumlandıran klasik
din anlayışına karşı olduğu söylenebilir. Çünkü Fransız laiklik savunucuları, laik eğitim
sistemiyle, esas itibariyle, kul olmayan özerk birey yetiştirmeyi amaçlamışlardır.
Vincent (2011: 27) laikliğin Fransız yorumundaki ‘özerklik’ kavramının önemini şu
şekilde belirtmiştir: “‘Özerklik’, Cumhuriyetçilerin ve laik eğitim yanlılarının Kant’tan
aldıkları bir kavramdır. İnsan olmanın önkoşulunun temelinde, Tanrı’nın, elçisi olduğu
varsayılan kişilere itaat edilmesini buyurduğu, başkalarının söylediklerine tabi bir ‘kul’
olmak olduğunu varsayan tüm eğitim ‘projelerine’ karşı çıkılması, işte bu özerkliğin
sağlanması içindir.” Böyle bir inanca yaslanan laikliğin en temel sorunu, özerkliğin
devletin kendi amacı tarafından tahrif edilmesine kapı açması olarak görülebilir. Örnek
içeren bir ifadeyle, Papanın yanılmazlığı dogması yerine bilimin yanılmazlığı dogması
mı geçmektedir (?). Bu bakımdan, Fransız laiklik yorumu devletin yeni bir dogmatik
iktidarı üstlenmesi olarak görülebilir (Vincent, 2011: 25). Bu yorum, son tahlilde,
179
bireyin özerkliğinin sınırlarını gösteren bir laiklik yorumu olarak, bireyin kamusal
alanda kendini ortaya koymanın en önemli aracı olan siyasetin de önünü tıkayan bir
yorum şeklinde Türkiye’de de geçerli olmuştur. Özerkliğin, cumhuriyet kavramı
özelinde anlamını ve önemini korumasına rağmen, başka her şeye sirayet etmesi olarak
paradigmatik gücünün post-modern düşüncenin yaygınlaşması ile azaldığını söylemek
mümkündür. Siyasal İslam döneminde gerçekleşen İmam Hatip Okullarının
çoğaltılması, kamuda türban yasağının kaldırılması, bazı mesleklerde ve olaylarda dini
simgelerin yaygınlaşması173 gibi olgular bu paradigmatik geçişi ortaya koyan olgular
olarak düşünülebilir.
Modernliği ortaya koyarken, ontolojisinin merkezinde insanın olduğunu ifade
etmiştik. Bu merkezi insanın ölçütlüğü olarak hümanizma ve buna dayanan dünyanın
kavranışı olarak sekülerlikle açıklamaya çalıştık. Bu temelde, İslamcılığın ya da İslamcı
düşünürlerin modern olduklarını söylemenin, esas olarak, bahsedilen ontolojik temeli
paylaşmalarını ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bu bakımdan, modern zamanlarda kurulan
her devlet gibi, laik karakterde olan devleti böyle bir ontolojiden çıkaracak
argümanların İslamcılar tarafından kullanılmadığını da söyleyebiliriz. Ontolojik açıdan
bakıldığında, laik anlayışın temellendiği nokta dünyanın kavranış tarzı olduğu için,
modern devletin dininin olması ya da devletin yasalarının dine referansla ortaya
konulması dahi modern ontolojiden bir kopuşu temsil etmemektedir. Bu bakımdan,
devletin bir din üzerinden tanımlanması ya da milletin dini üzerinden devletin karar
mekanizmalarının etkilenmesi epistemolojik meseleler olarak değerlendirmek
mümkündür. Ontolojik olan, yani şeylere verilen anlamın belirleyicisi olan, seküler
kavrayıştır. Bu manada, Müslümanların, Peygamberin ölmesi ile birlikte oluşan
ontolojik boşluğu, modern dönemlerde, insan temelinde kendini ortaya koyan modern
ontoloji ile doldurduğu ve bunun hilafına gibi görünen laiklik tartışmalarının, esas
itibariyle, epistemolojik bir mahiyetinin olduğu söylenebilir.
173 Hâkim, savcı, polis ve askerler arasında türbanlı vatandaşların olması; şehit cenazelerinde
Chopin’in Funeral March’ı (Cenaze marşı) yerine Salât-ı Ümmiyye’nin söylenmesi bunlara örnek olarak
verilebilir.
180
3. BÖLÜM
İSMET ÖZEL’İN ONTOLOJİSİ VE İSLAMCILIĞI
İsmet Özel kendi ontolojisini ve İslamcılığını bir kitabında ya da söyleşilerinde
dile getirmemiştir. Ancak ontolojik bakış açısının bütün düzyazı metinlerinin ve
şairliğinin temeli ve destekleyicisi olduğunu söyleyebiliriz. Bütün düşünsel
faaliyetlerin, temelde, en azından varsayılmış bir ontolojiye dayanması her yazar için
geçerliyken Özel’de bu daha belirgindir. Bu belirginliği şöyle belirtmek mümkündür.
Belirtildiği gibi, ontoloji bir gereklilik olarak kabul edilse dahi 20. yüzyıla değin, genel
olarak, varsayılmış, üzerine çok düşünülmemiş bir kavramdır. Buna rağmen, varsayım
olarak varlık üzerinden büyük epistemolojik sistemler, düşünceler üretilmiştir. İsmet
Özel’in görüşlerini ne epistemik sistemler ne de ilgili epistemik sistemlerin varsayılan
ontolojileri üzerinden anlayabiliriz. Epistemeyi, bilgiyi mümkün kılan paradigmalar
olarak düşünürsek (Yakupoğlu, 2005: 83), İsmet Özel’in İslamcılığı, tam da bu yüzden,
İslamcılık düşüncesi içerisinde ayrık ve istenmeyen bir noktaya düşer. Onun İslamcılığı
ontolojik bir varsayıma dayanmaz ya da bilgiyle beraber tevarüs edilmez. Bilakis
söylenilen her şey bu ontoloji seviyesinden anlamlıdır. Özel’in genel olarak varlık
görüşü, özel olarak bir varlık olarak insan (Dasein) görüşü, varlığın ontolojik zeminini
imleyen, işaret eden bir şey olarak Özel’in hem sanatının hem de düşüncelerini aktardığı
düz yazılarının anlam zeminini oluşturur diyebiliriz. Yirminci yüzyılın varlık düşünürü
Heidegger ile benzerliğini de bu zemin üzerinden ortaya koymak mümkündür. Özel,
Heidegger ile benzer konumlanışını 2006 yılında Gerçek Hayat dergisine verdiği bir
röportajda şu şekilde belirtiyor:
“Heidegger “Modern felsefe varlık problemini unuttu” der.
Bence Evet İsyan’da ciddi bir şekilde varlık problemine dönüş çağrısı
vardır. Mesela Partizan şiirini düşünelim. “Gırtlağımda bir harf
büyüyor” diye başlar… Yani varoluşumuzun algılanabilir kısmı baş
edilebilir kısmıdır aynı zamanda. Gırtlağında bir harf büyüse de buna
dayanabilirsin. “Sarp bir güvercin düşüyor yamacımdan”… Güvercin
niye sarp, niye yürekten düşüyor, bunlar ayrıca konuşulabilir, ama
varoluşumuzun bir tasarıma doğru yönelen kısmı, tadılması gereken,
tadıldığı takdirde ancak varlığı anlaşılan bir alandır. Yani bir
tasarıma doğru kendini fırlatmanın varlık kazanma endişesiyle olan
181
bağı, bu kitabın ontolojik boyutunu teşkil ediyor. Bunun aslında
insanlık tarihiyle de, Türkiye tarihiyle de çok yakın bir bağı var174
.”
Bir ideoloji olarak İslamcılık, esasen, modern zamanlarda ortaya çıkmış modern
bir düşünce üzerine temellenmiş bir düşünüştür. Bu bakımdan İsmet Özel’in
nevabitliğinin nereye düştüğü esas olarak modern zamanların düşünüşünde nereye
düştüğü ile alakalıdır diyebiliriz175. Bauman’ın (2003: 34) da dediği gibi, modern
dönemin en önemli özelliklerinden biri, modern öncesi dönemi akıl dışı, yabani ve
terbiye edilmemiş bir kaos ortamı olarak değerlendirip; dünyayı akıl
hakemliğinde/otoriterliğinde yeniden düzenlemektir. Modern devleti özelinde,
moderniteyi bahçıvan metaforuyla açıklayan Bauman, akıl otoriterliğinde, denetim
altındaki toplumları ise işlenmiş (belirlenmiş, tanımlanmış) topraklara benzetir. Tezin
önemi ve Özel’in İslamcı çevreler gözetilerek ortaya konulan nevabitliğinin bir sebebi
de tam olarak burada yapılan bahçıvan iktidar – sürülmüş toplum tanımlamalarıyla
ortaya çıkar diyebiliriz. Çünkü Türkiye’de İslamcılık 19. yüzyılda modernite ve onun
ilişik düşünceleri ile gerek uyumlaşma gerekse mücadele kapsamında “devlet nasıl
kurtulur” sorusu etrafında ortaya çıkmış bir düşüncedir. Gerek uyumlaşma gerek
mücadele gerekse bir soru olarak “devlet nasıl kurtulur” sorusu ontolojik olarak
modernite ile aynı ontolojiyi paylaşmaktadır176. Özel daha önce varsayılmış bir ontoloji
üzerinden şekillenen/yükselen İslamcılık düşüncesine farklı bir ontoloji ile yaklaşarak
İslamcılıkta soru(n)yu değiştirmiştir. Bu değişimin temel kaynağı ontolojik farklılıktır.
Bu ontolojik farklılık sebebiyle İsmet Özel İslamcılığı, modern düşünce kapsamında
sürülemeyen bir toprak olma özelliğine sahiptir. Genel olarak Müslümanlar ile
arasındaki bu fark sebebiyle başarılı biraradalıklar geliştirememiştir. Özel (2014b: 316)
174 İsmet Özel, özellikle, varlık olarak insanın dünyadaki oluşumu süreciyle alakalı olarak
Heidegger’den çok yararlanmıştır. Yararlanılan konuların çoğunluğunun ontolojiden olması, diğer
konuların zeminini oluşturması bakımından bazı eleştirilere kapı aralamıştır diyebiliriz. Örneğin, varlık
olarak insanın hayatla ilişkisini de yine Heidegger’in terminolojisinden alıntı yaparak “dünyaya gelmek
bir saldırıya uğramaktır” şeklinde ele alan Özel’in İslamcılığı Hamit Bozarslan tarafından Kur’ani
olmaktan çok Heidegerci olmakla itham edilmiştir (Bozarslan, 1990: 91-96 ya da Özel, 2014b:255-263).
Bknz: Hamit Bozarslan, ‘İsmet Özel Üzerine’, Defter, 1990, 15/91-96. Burada önemle belirtmek gerekir
ki, Özel Heidegger’in varlık olarak insanın dünyadaki oluşuna dair açıklamalarına katılmakla beraber,
genel olarak, insanın varlığını oluşun ötesinde bir kul olarak konumlandırabilmesi, özel olarak, İslam’a
kalbin rehin bırakılması olarak Müslümanlığıyla Heidegger’den net olarak ayrılmaktadır. İsmet Özel’in
insan tasavvuru kısmına bakılarak, ayırım daha net görülebilir. Tezin konusu Heidegger İsmet Özel
kıyaslaması olmadığı için bu ayırımın münhasıran ele alınmaması uygun görülmüştür.
175 Buradan İsmet Özel’in modernite olmaksızın tanımlanamazlığı düşünülmemelidir. Ancak
içinde yaşanılan çağda neden nevabit olarak ele alınabileceğini ortaya koymak için bu yardımcı olacaktır.
176 Buradan ontoloji üzerine düşünüldüğü sonucu çıkarılamaz. Zaten modernitenin üzerinde
şekillendiği/yükseldiği ontoloji de varlık sorusunu etraflıca ele almış değildir. Varlık sorusunun tekrardan
ele alınması 19. Yüzyılda Martin Heidegger’in Varlık ve Zaman kitabıyla olacaktır.
182
bu durumu şöyle açıklıyor: “Müslümanlıkla ilgili aşkın gerçekleri bir müslümanla
konuşamıyorum. Onun İslam anlayış biçimini ben aşamıyorum, o benim İslam’ı anlayış
biçimime ulaşamıyor.” Özel’e göre Özel’in İslamcılığına ve genel olarak görüşlerine
dönük eleştiriler bir yanlış anlamadan değil; yanlış algılamadan kaynaklanmaktadır. Bu
bakımdan, Özel’in görüşlerinin köklendiği ontolojik zeminin ortaya konulması hem
ayrıksı otluğunun neliğini ve niteliğini hem de Özel’in neyi niçin düşündüğünün ortaya
konulması ile aynı anlama gelecektir. Bu kapsamda, tezin bu ana bölümünde ilkin
Özel’in görüşlerini ele alınırken gidilecek yola ilişkin bir başlıkla, genel bir ele alış
gerçekleştirilecektir. Bunun akabinde, Özel’i bilmek meselesi Özel’in istemesini bilmek
olarak ortaya konulacaktır. Sonrasında Özel’in hayata ve insana bakış açısı ontolojik bir
konu olarak ele alınacaktır. Özel’in hayat ve insan görüşleri ortaya konulurken, Özel’in
kendisini tanımlarken kullandığı Tevarüs Edilmemiş Asalet ve Kadirşinas İtaatsizlik
kavramları ayrı alt başlıklar olarak münhasıran ele alınacaktır. Özel’in kendini
tanımladığı bu kavramların dışında, insan düşüncesi paralelinde, Güçlü İnsan alt
başlığında, Özel’in insan ve hayat görüşünün dinsel bağlantısı ortaya konulacaktır.
Daha sonrasında, hem ele alınan şahsın bir şair olmasından hem de sanatın genel olarak
ortaya konulan ontolojideki yeri bakımından Özel’in poetikası serimlenecektir. Özel’in
poetikası ortaya konurken, Özel’in de önem verdiği bir mesele olarak dil hakkındaki
görüşleri ayrı bir başlık olarak ele alınacaktır. Bunların dışında, Özel’in hayatında
sığındığı alanlar olarak şiir ve politika ilişkisi İsmet Özel'in Dil Görüşü ve Poetikası
başlığı altında münhasıran bir başlık olarak ele alınacaktır. Özel’in poetikası ortaya
konulurken, kendiliğinden sorunsallaşan bilgi kavramı, Özel’in dil görüşü ve
poetikasının arkasından Özel’in bilgi kuramı başlığı altında ele alınacaktır. Bu başlık
altında bilgi, ilk olarak mevcut varlığı üzerinden değerlendirilirken, sonrasında Özel’in
bilgi düşüncesi kapsamında alternatif bir imkân olarak ele alınacaktır. Özel’in bilgi
tasavvuru ile modern dünyanın nasıl bir yere oturduğu, çokça politik analizlere kurban
edilen, İsmet Özel’in Dünya Sistemi kavramlaştırması ile ele alınacaktır. Dünya
sisteminin anlatıldığı alt başlığın altında dünya sisteminin ihdasının temel dayanakları
olarak kavramlar ve tanımlar ayrıca ele alınacaktır. Buna müteakip, verilen bilgiler
ışığında, bir kavram kullanımı örneği olarak ekonominin modern dünyadaki kullanımı
tatil ve ihtiyaç gibi ilişik kavramlarla beraber ortaya konulacaktır. Son olarak,
Müslüman Türk Şair İsmet Özel kısmında, tüm önce verilen bilgiler refakatinde,
Özel’in İslam ile ilişkisinin dayanakları, tarihin yarattığı bir karakter ve kâfirle
çatışmayı göze alan Müslüman olarak Türk kavramı ele alınacaktır. Türk kavramı Kalın
183
Türk alt başlığında ele alınması, Özel’in kendini tanımlarken kullandığı sıfatlardan biri
olması sebebiyledir. Konu anlatırken de belirtileceği üzere, Kalın Türk, esasen,
Türklüğünün farkına varmış biri olarak Özel tarafından Türklüğün anlam içeriğine
vurgu için dile getirilmiş bir tabirdir. Bu kısmın son alt başlığı olarak Türkçe
düşünülmüştür. İsmet Özel’in dil üzerinde önemle durması ve kendini Müslüman Türk
şair olarak görmesini Türkçeye dayandırması sebebiyle, Türkçe özel olarak ele alınması
gereken bir konu olarak karşımıza çıkarmıştır. Türkçenin önemini her platformda dile
getiren Özel, görüşlerini ortaya koymak için kurduğu İstiklal Marşı Derneği’nin ana
amaçlarından biri olarak da Türk alfabesini (yazımızı177) geri almak olarak belirlemiştir.
Türkçe’nin bizatihi ele alınması hem dilin ontolojik belirleyiciliği sebebiyle hem de
İsmet Özel’in Türklük ve İslamcılık düşüncesinin dil üstüne/üstünden bir kavrayışın
sonucu olmasından dolayı tezin meramını anlatmada tamamlayıcı bir özelliğe sahip
olacağı düşünülmüştür.
3.1. İsmet Özel’in Görüşlerinin Ele Alınması Hususu
İsmet Özel’in görüşlerinin ortaya konulması iki ihtimalle mümkün
gözükmektedir. Bunlardan birincisi, mevcut değerlendirme formları/kıstasları üzerinden
dışarıdan analiz edilerek eleştirilebilirlik/olumlanabilirlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tezin adından ve söz konusu İslamcı camiada benimsen-me-mesi ve önemsenme-mesinden anlaşılacağı üzere, görüşleri bir nevabitlik arz eden İsmet Özel’in düşüncelerinin
anlamlı olarak ortaya konulması için bu yol pek uygun gözükmemektedir. Çünkü İsmet
Özel’in uyumluluk göstermeyen görüşlerinin temellerinde, üzerinde düşüncelerin
yükseldiği, varsayımlar yatmaktadır. Eğer bu yol Özel’i anlamak için seçilirse, belirli
varsayımların üzerinden yükselen bir takım düşünce kalıplarına indirgenmeye ya da bu
kalıplar üzerinden anlamlanmaya varabilir. Bu durumda Özel’in düşüncelerinin anlamlı
ve saçma kısımları bu kalıplar tarafından belirleneceği gibi merkeze aldığımız şey Özel
olmayıp bu düşünce kalıpları olacaktır. İsmet Özel’e yapılan eleştirilerin birçoğunun bu
yol ile ortaya konulduğunu belirtmek gerekir. Örneğin, Özel hakkında yapılan
değerlendirmelerin birçoğu Özel’i klasik Türk-İslam sentezcisi olarak
değerlendirmektedir (32. Gün Programı, 2008). Böyle değerlendirmeler, kavramların
herkesçe aynı şekilde algılanması gerekliliği düşüncesini içinde barındıran varsayımlara
177 Dil devriminden önce kullanılan alfabeyi Osmanlıca olarak görmeyen Özel, bu alfabeyi Türk
alfabesi olarak görüp, dil görüşüyle paralel, Türkçenin ancak o harflerle yazılabileceğini düşünür. Türkçe
başlığında bu konu münhasıran ele alınmıştır.
184
dayanıp, Özel’in kurduğu düşünce zeminini analiz etme zahmetinden kurtulmaya
dönüktür. Bu tarz bir analiz, dışarıdan bir analiz olup, Özel’in düşüncelerine temas edile-memişliği göstermektedir. Öyle ki, Türklüğü bizatihi bir sentez olarak gören Özel’in
düşünceleri bu sathi değerlendirmelerin ötesindedir. Örneğin, dışarıdan analiz dediğimiz
bu tür tahlil Özel’in (2017: 411) “Müslüman olup da ben Türk değilim diyerek, mesela ‘
I am an American Muslim’ diyerek kavmiyet davası güdenler İslam davasını terk
etmiştir.” ifadesini çelişik bir ifade olarak görüp kenara koyacaktır. Özel, Türklüğe dair
yaptığı her konuşmasında ısrarla “Türklük bir karakterin adıdır, isim değil sıfattır.”
demesine rağmen Özel’i isim (noun) olarak Türk’e atfen Türkçülükle değerlendirmek,
Özel’in görüşlerini ele alırken kategorilerimizi bir kenara koymanın zorunlu olduğunu,
bize ve tüm onu değerlendirenlere gösterir. Bu yol ile yapılan değerlendirmelerde
aşılması gereken bir başka zorluk, dünyayı ve düşünceleri değerlendirmede
kategorilerimizin belirleyiciliği olarak öne çıkmaktadır. Hepimiz kategoriler yardımıyla
hayata bakarız. Ancak, kategorilerin kategoriler olduğunu unuttuğumuzda, hayatı ve
olguları bu kategorilerle çekiçlemeye başlayıp, olgulardan çıkabilecek diğer anlamları
örseleriz. Yorumlarımız da bu çekiçlemenin bir ürünü olarak ortaya çıkmaya başlar.
İsmet Özel’in görüşlerine dayandırılarak yapılan yaygın tasnife göre, İsmet Özel önce
Komünist, sonra İslamcı ve nihayet Türkçü olmuştur (2008). Birbirinden ayrı telakki
edilen bu üç kategoriye ait tasnif Özel için bir anlam ifade etmemektedir. Özel’in
muhtelif yerlerde dile getirdiği üzere, Özel kendini bir yol üzerinde görmektedir ve ona
göre, bu yoldan hiç çıkmamıştır. Bu manada, Özel’in görüşleri indirgemeci
yaklaşımlarla anlaşılabilecek ve mevcut kategorilerle anlamlandırılabilecek bir görüş
muhtevasına sahip değildir. Tez adında ortaya konulan nevabitlik, hem bir
cemaatin/grubun (İslamcılık) üyesi olmaması/sayılamaması hem de tutamak (İnsan,
Türk, Müslüman, medeniyet, teknoloji vb) kavramlara kavramların otantik kabulünden
farklı anlamlar vermesini içermektedir. Bu noktada, Walter Biemel’in (2010:183), İsmet
Özel’in görüşleriyle benzerlik kurulan düşünür, Heidegger’i anlamak konusunda
yaşanılan zorlukları gösteren alttaki ifadeler, İsmet Özel için de söylenebilir
durmaktadır:
“Biz içinde bulunduğumuz Batı metafiziği geleneğinin bakış
açısından Heidegger’e ulaşmaya çalışıyoruz. Bu gelenek tarafından
öyle koşullandırılmışız ki, Heidegger’in bu gelenekten tam olarak ne
şekilde uzaklaştığını göremiyoruz. Bu uzaklaşma dilsel ifadesini
185
‘metafiziğin üstesinden gelme’ [ overcoming of metaphysics]
teriminde bulmaktadır”
İsmet Özel’in sanattan politikaya, insan görüşünden Türkçe’ye, bilgi
düşüncesinden medeniyet karşıtlığına bütün görüşleri arasında bir bağlantı olduğu, bu
tezin iddialarından biridir. Tezin bu iddianın gereği, herhangi bir konu diğerinden
bağlantısız ele alınamayacağı da alt bir iddia olarak ele alınabilir. Çünkü her konu başlı
başına belli modellemelerle (dikatomik modelleme, ideolojik modelleme vb.) ele
alınabilecek konular olarak durmaktadır. Ama bu ele alışlar ele alınan modelin
kavramlarına tabi olacağı için Özel’in görüşlerinin anlaşılmasında bakımından bir
sonuca ulaşması güç bir yol olarak gözükmektedir. Örneğin, Özel’in İslamcılığı ele
alındığında, Özel’in kendisinin de ifade ettiği gibi (Özel, 2018: 29), Özel’in yaptığı
olayları/olguları, daha önce burjuva, Marksist, yapısalcı vb. bakış açılarının yaptığı gibi,
İslam noktasından ele almak değildir. Özel’in yapmaya çalıştığı, bir varlık düşüncesi
üzerinden, İslam’ın kendisine dönük okumalar ve yeni bir yaşam tarzı için bu
okumalardan yararlanmaya dönüktür. Özel için İslamcılığın başlangıcından itibaren
modern temellerden güç alarak modernlik eleştirisi yapması, İslamcılığı modernlikten
çok farklı bir yere götürmemiştir. Çünkü Özel’e göre mevcut modern ve modern karşıtı
görüşler, aynı logos üzerinden anlamlı olduğu için, İslamcılığın moderniteden en uzak
konumlanışı post-modernitenin moderniteden ayrı konumlanışı kadardır. Bu bakımdan,
modern dünyada yaşayan Müslümanlar için yazılmış, Özel’in Magnum Opus’unun Üç
Meselesi yabancılaşma, medeniyet ve teknik/teknoloji178dir. Özel için (2018: 29)
belirtilen üç mesele, birçok mesele içinden seçilmiş üç mesele değildir. Bu üç mesele,
Özel’in varlık tasavvuru ve sorusu kapsamında ele alınan Neyim (?), ne yapıyorum (?),
ne ile yapıyorum (?) sorularına karşılık olarak ele alınmıştır. Bu çağın sorunlarına
ilişkin ortaya konan eleştirel düşünceleri kapalı sistem olarak gören Özel, bu sorunlara
ilişkin çözümün sadece Müslümanlardan gelebileceğini şu şekilde dile getirir (Özel,
2018: 29):
“Bu meselelerin doğru formüle edilmeleri ve varsa bunlara
çözüm getirilmesi imtiyazı sanırım Müslümanlara mahsustur. Çünkü
“bu çağda”179 ve “bu yerde” yeni bir yaşama biçiminin, yeni bir
178 Kitabın isminde Teknik olarak geçer ama bu tekniğin teknoloji ile bağlantısı gerekçesiyle
kitap içerisinde birbirlerinin yerine ya da birlikte kullanıldığını söylemek gerekir.
179 Vurgular İsmet Özel’e aittir.
186
kavrayış tarzının başlatıcısı olma imkânı Müslümanlardadır. Bize
imkân olarak verilmiş olan Allah’ın Kitabı ve Peygamberin
Sünnetidir.”
İsmet Özel’in görüşlerinin ortaya konulmasında birçok zorluğu ve imkânsızlığı
barındıran yukarıda belirtilen yolun aksine, içeriden yürünebilecek ikinci bir yol vardır.
Bu yol bir düşünceyi mevcut genellemelere ve kategorik düşüncelere sapmadan içeriden
çaba sarf ederek anlamayı içerir. Çünkü kategoriler ve mevcut anlamlar tarafından öyle
kuşatılmışızdır ki, (örneğin) Özel’in İslam ve Türk dediği zaman mevcut İslam ve Türk
anlamından ne kadar uzaklaştığını görememekteyiz. Bu yüzden tez boyunca uygulanan
gömülü teori yöntemi de bu amaca uygun seçilmiştir. Böyle yapılarak, Özel’in saçma
(!) (alışılmışın dışında) bulunan görüşleri, bazı kavramların anlamlarındaki
kırılmaların/değişmelerin Özel’in görüşlerinde nereye oturduğu rahatça takip
edilebilmektedir. Özel’in görüşlerini açıklarken kullandığı bazı kavramlar
(yabancılaşma, medeniyet, özne, Türk gibi) otantik anlamlarıyla yer almamaktadır.
Daha doğru ifadeyle, bu anlamlar ya çok farklı şekilde kullanılmaktadır ya da yaygın
değildir. Bu kavramları titizlikle ele alan bir düşünür, bu kavramların yaygın kanılarına
karşı bir eleştiri yapıyorsa, bu kavramların kullanıldığı dili aşamalı olarak terk etmek,
zaten, düşünürün ne dediğinin anlaşılması bakımından mecburi gözükmektedir.
Düşünürün bu kavramlara yeni bir anlam vermesi, bu kavramları yeniden anlamaya
dönük bir hareket olarak nitelendirilmelidir. Bu bakımdan bizim konuyu ele alışımız, bu
görüşlerin anlamının üretildiği zemini, yani ontolojiyi ortaya koymak üzerinedir. Bunu
yapmaktaki amacımız, Özel’in düşüncelerini yorumlamaktan ziyade, Özel’in
düşüncelerinin neye dayandığı ve buradan yola çıkarak hangi boyutlara açıldığını
kavramaktır. Bu bakımdan, tezde asıl yapılan, Özel’in değişik konulardaki bakışlarının
derlemesi ve değerlendirmesinin ötesinde, Özel’in belirttiği her konunun güç ve destek
aldığı bir temelin olduğu ve asıl ayırıcı bir unsur varsa bunun o temel olduğunun ortaya
konulmasıdır. Söz gelimi, Özel’in hayata bakışı ve insan tasavvuru ile “kâfirle çatışmayı
göze alan Müslüman” olarak tanımladığı Türk’ün; dünya sistemi düşüncesi ile bilgi ve
bilim tasavvurunun; poetikası ile İslam’a bakışının temellendiği, ilişkide bulunduğu
ortak bir zemin vardır. Bununla birlikte belirtmek gerekir ki, bu kavramların hangisinin
hangisine temellendiği, desteklediği net çizgilerler ayrılması zordur. Ancak Özel’in
şairliğini ve estetik algısını, kafasını ilk taktığı şey olarak, öncelemek de hata değildir.
Özel (2013b) 21 Kasım 2013 tarihinde Bilkent Üniversitesinde “Kalın Türk” isimli
187
konuşmasında Andre Gide’in “etik estetiğin bir şubesidir” sözünü alıntılayarak
ahlakın180 güzelin bir parçası olduğunu söylemesini de bunun sağlamasını yapan bir
kanıt olarak düşünebiliriz. Çünkü Özel burada kullandığı ahlak sözcüğünü insanın
yaratılış özelliği, yaratılışından gelen özellik olarak açıklamıştır. Bu bakımdan, Özel’in
poetikası ele alınırken genel olarak sanat görüşünün, özel olarak şairliğinin diğer bütün
görüşlerinin anlam bulduğu alan olarak ele alınacaktır. Eğer, İsmet Özel’in İslamcılığı
ortaya konulacaksa, ortak zeminden çıkan bu konuların hepsinin birleşimi bir
İslamcılıktan bahsetmek gereklidir.
Özel’in görüşlerini ele alırken akılda tutulması gereken temel şey, Özel’in
çözüm önerileri vermekten ziyade bir çözümün imkânları üzerine düşünmesidir. Özel’in
bu noktada yaptığı şey, olguları ve genel olarak dünyayı başka kurmak bakımından
şairliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Özel’in herhangi bir konu hakkında yazarken
gözettiği şey kendisidir. Özel (2014b: 119) toplumsal sorunlara ilişkin çözüm önerileri
vermemesini bir röportajında şu şekilde açıklamıştır: “öteden beri toplum meseleleri söz
konusu olduğu zaman daima bir çözüm önermekten kaçındım. Bunun çok kasti, çok
bilerek seçilmiş bir tarafı var. Ben çözümsüz meselelerin bulunduğunun farkına
varmakla, çözümün ancak meseleleri olan insanlar tarafından bulunabileceği
görüşündeyim.” Esasen, Özel düz yazı181 ya da şiir yazarken ki amacı, kendi sorunları
kapsamında yürüdüğü yolları anlatmak ve benzer kaygılarla boğuşan insanlarla bir
yakınlık kurmaktır. Bu bakımdan, Özel’in Faydasız Randevu182 (Özel, 2018d:19)
kitabının nasıl ele alınması gerektiği ile ilgili sorulan soruya “kendi aydınlanması
peşinde giden bir adamın tasalarını paylaşıma açması” olarak verdiği cevabı, İsmet
Özel’in söylediklerinin ele alınması hususunda genel bir özellik olarak düşünebiliriz. Bu
noktada, Özel’in toplumsal kurtuluşları, bireysel bazı yönelimlerin toplamının bir
sonucu olursa gerçekleşecek bir kurtuluş olarak gördüğünü de söyleyebiliriz. Bu
durumu Özel’in politik olarak konumlanışlarında da görmek mümkündür. Özel, 6 Mart
1988’de Nokta dergisinde Ruşen Çakır’a verdiği röportajda bu konumlanışı şu şekilde
180 Özel konuşmasında etik ile ahlakın aynı şey olmadığını açıklamasına rağmen, ahlakın güzelin
parçası olduğu tezini ileri sürmüştür. Bu görüşünü de şöyle ileriye taşımıştır: “Bugün neler olup bittiğini,
geçmişte neler olup bittiğini ve gelecekte neler olacağını düşünürken, bizim bir etik değil estetik temelimiz
olması lazım… Bu bizim ahlaki davranışlarımızı tayin edecek bir şeydir.”
181 Düz yazılarında da olayları şairane (kullanılan kavramları farklı algılama ve kullanma gibi)
algılaması, düz yazılarının da ana özelliği olarak görülebilir. Özel, yazdığı denemeler (düz yazı) ve şiirleri
arasındaki ayrımı ise şu şekilde koymaktadır: “Şiir hayat meselesidir, denemeler ise sorumluluktur.” Bkz:
İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, 2014b, İstanbul, s. 150.
182 Bu kitap ve içindeki yazıların çoğunluğu Faydasız Yazılar ismiyle 1986 yılında, Tavşanın Randevusu
ismiyle 1996 yılında, Bilinç Bile İlginç ismiyle 2000 yılında basılmıştır.
188
dile getirmiştir (Özel, 2014b: 158) “Leninist yaklaşımlara karşıyım: ‘İnsanlar bilmez,
onlara öğretilmelidir, partimiz bu iş için vardır’ gibi…” Bu bakımdan, Özel’in de
belirttiği gibi (2014b: 174-175), İsmet Özel’in kitapları bir şeyin ispatına dönük
akademik metinler olmayıp, belli bir tarz düşünme yönünü, belli bir düşünme biçimini
okurla paylaşmayı hedeflemektedir183. Bunun altında yatan sebebin, Özel’in genel
düşüncesi içerisinde, bizatihi önemli bir yer kapladığı düşünülmelidir. Özel’de bu
davranış iki sebebe dayanır diyebiliriz. İlkin, Özel insanı bir muamma olarak görüp
bütün gerçeği/doğruları söyleyemeyeceğini düşünür. Çünkü insan doğası gereği bir
olaya bir yerden184 bakmak zorundadır. Bu bakımdan, Özel, kendini, hiçbir zaman,
insanın doğasının bu yönünden azade görmemiştir. Tersine, “ben hayatım boyunca
alelade bir insan olmaya çalıştım. Sanatçı oluşumda da bu çok önemliydi ve olabildiğim
kadarını başardım” diyerek insanın bu halini sahiplenmesinin önemini vurgulamıştır
(Özel, 2014b: 208). İkincisi, Özel (2018: 45) insanların “ne yapmam gerekiyor söyle”
sorusunun içinde gizli emir olarak “söyleyeceğin şey zaten benim yapmak istediğim
olmalıdır” yargısı olduğunu düşünür. Özel bu sebepleri gözeterek, söylediklerinin bir
reçete olmadığı konusunu çeşitli yazılarında işlemiştir. Bu bakımdan Özel’in iddiası,
sadece, kendisini yazdığı ve kendi yerinden bakarak söylediklerinin yalan olmadığıdır
(Özel, 2014b: 181). Bir başka deyişle, Özel’in tek söylediği: ‘Ben böyle bakıyorum, sen
de böyle bakabilir misin?’dir (Özel, 2018: 39). Özel bu tavrını Goethe’nin işe yarayan
adam kimdir (?) sorusuna verdiği cevap üzerinden daha net ortaya koymuştur.
Goethe’ye göre işe yarar adam, itaat eden ve itaat ettiren kişidir. Özel bu cevabı kabul
edip, kendini ne itaat eden ne de itaat ettiren kişi olarak görerek işe yaramaz adam
olarak niteler (Tüzer, 2016: 35).
3.2. İsmet Özel’i Bilmek ya da İsmet Özel’in İstemesi
Sosyal bilimlerin bilimliği konusu her ne kadar tartışmalı bir konuysa da sosyal
bilimlerin doğa bilimlerine benzer bir bilme arzusu içinde kurulduğunu açıkça
söyleyebiliriz. Bu bakımdan, iki bilimin de ortak noktasının bilmek olduğunu
söyleyebiliriz. Bilmek konusu da, bilhassa 20. Yüzyıldaki gelişmelerle, netameli bir
konuya dönüşmüştür. Modern bilimin babası olarak görülen Aristoteles (2019: 9)
‘Fizik’ kitabına şöyle başlar:
183 Yeni Devir gazetesinde yazarken, köşesinin başlığının da “Konuşmak” olması, bu doğrultuda bilinçli
olarak seçilmiş bir isim olarak düşünülmelidir.
184 Burada “bir yerden bakmak”tan kasıt, belirli bir tarih ve mekâna bağlı varolan olarak insanın, olaylara
bunlarla ilişkili bir zihin dünyasından bakmasıdır.
189
“İlkeleri, nedenleri ya da temel öğeleri olan araştırma
alanında bilmek ve kavramak bunları anlamakla söz konusu olduğuna
göre (çünkü ilk ilkeleri, ilk nedenleri, temel öğeleri bildiğimizde her
bir nesneyi bildiğimizi düşünürüz), şu açık: doğa biliminde de ilk
olarak ilkeler üzerine belirleme yapmaya çalışmak gerekiyor.”
Aristotales’in, bir şekilde, modern bilimin bilme tarzını gösteren ifadesinden
görüleceği üzere, bilme, bir şeyin ilkesini ve temel öğelerini bilmek anlamına
gelmektedir. Bu durum, doğa bilimlerinde, bilinenin iradesizliği göz önüne alındığında,
tutarlı bir bilmeye işaret ettiği açıktır. Ama söz konusu irade sahibi bir canlı olarak
insansa, tanım çetrefilleşmektedir. Schopenhauer (2012: 79) bu durumu şöyle özetler ve
irade ve istemeyi de bilme konusu içerisine dâhil eder:
“…her türlü bilginin temel formunu, özne ile nesne, bir bilen
ve bilinen ayrımını kendi içinde taşıyan bilen birisi olmadıkça,
bilinçsiz olmayan bir durumu zihnimizde bile canlandıramayacağımız
varsayımına dayanır. Fakat şunu aklımızdan çıkarmamalıyız: Bu
bütün bilen ve bilinen formu sadece bizim hayvani dolayısıyla ikincil
ve türemiş doğamız tarafından belirlenir ve bundan dolayı hiçbir
surette her türlü varlık ve varoluşun asli durumu değildir ki bu
sonuncusu bu sebepten ötürü bütünüyle farklı ama bilinçten yoksun
değildir. Bununla beraber mevcut varlığımızı en iç özüne kadar takip
edebildiğimiz kadarıyla o bile safi iradeden ibarettir, fakat bu kendi
başına bilgiden yoksun bir şeydir.”
Schopenhauer’in burada ortaya koyduğu, mantığın imkânsızlığı ya da ilkelerin
yokluğu olmayıp, iradenin ve istemenin bilgiye öncel olduğu ve bilmenin tamamen
insanın bir üretimi olduğudur. Bu bakımdan, bilmeye temel teşkil eden görü ile anlama
yetisi birbirinden ayrı/farklı şeyler değildir diyebiliriz. Schopenhauerci manada
düşünürsek, insanın yaşaması, dünyayı algılaması ve hayatı kurması bakımından varlık
şartı olan bilmek istemede temellenir (Kuçuradi, 2013:37). Burada tartışmanın bu tezin
sınırlarını aşacağını düşündüğümüz, sosyal bilimlerin bilimliği konusu da, bir bakıma,
bunun ortaya konulması olarak görülebilir.
Bilmenin yukarıda bahsedilen hususları dikkate alındığında, bir şeyi bilmenin,
esasen, o şeyin istemesini bilmek olduğu ortaya konulabilir. Bu durumun, söz konusu
190
bilinecek olan bir kişinin/yazarın/düşünürün görüşleriyse daha açık olduğu söylenebilir.
Schopenhauercu bir bakışla bakarsak, İsmet Özel’i bilmek, bir bakıma, İsmet Özel’in
dünyaya ve insanlara baktığı/değerlendirdiği açıyı bilmek demektir. İsmet Özel’in, ona
yapılan bir mahalleden (komünist/solcu) bir diğer mahalleye (İslamcı, Türkçü, sağcı)
geçiş suçlamalarına karşı, kendisinin sürekli aynı yolda olduğunu söylemesinin
anlamını da burada bulmak mümkün gözükmektedir. Özel’i bir mahalle/ideoloji
içerisinde ele alan makalelerde yapılan en büyük hatanın da yine buradan kaynaklandığı
söylenebilir (Aktay ve Özensel, 2014; Yıldırım, 2013). Yoksa Özel’in görüşlerinde
ontolojik temelde bir sapmadan söz etmek güç gözükmektedir. Özel’in görüşleri, ancak
bu tezde olduğu gibi, ontoloji seviyesinde ele alınınca bu ölçüt/özellik görünür
olmaktadır.
Özel, bilme ile ilgili olarak, şiir üzerine yazdığı “Şiir Okuma Kılavuzu” kitabında
(Özel, 2016b: 97) nakledilen hadis-i şerif “Kendini bilen –doğrusu- Rabbini bilir.” (Men
arefenefsehu –fekad- areferabbehu.) ile Sokrates’in (Apollon’a isnad edilen) öne
sürdüğü motto “Kendini bil” (gnothi seauton) arasında bir bağlantı kurmuştur. Burada
nefs kendi olarak çevrilmektedir. Ama esas sözcük nefs’tir185. Buradaki nefs etimolojik
sözlükte verilen iki anlamı186 da içinde barındırır. Bu iki anlamı bir araya getiren bir
kelime olarak Schopenhauercu manada ‘isteme’ ve “istem”i kullanabiliriz. İstem (will),
var olan şey olarak insanın en temel güdüsüdür. Her anlamda, dünya bir isteme ve
tasarım olarak var olur (Schopenhauer, 2009). İlke olarak sunulanlar ve hatta bir
medeniyet, belirli bir isteme üzerinde-n- var olur. Bu durum bilimler için de geçerlidir.
Örneğin, sosyal bilimler dediğimiz zaman, bunun gizli sıfatının Batı olduğunu içine
girdiğimiz de anlarız. Siyasal düşünceler tarihi dediğimizde de gizli özne yine aynıdır.
Bu örneklerin içinde Batılı olmayan örneklerin olması bu gizli öznenin niteliğini
değiştirmez. Çünkü esas olan isteme tarzı yani bilme tarzı olarak nefs’tir. Şöyle ki,
(Batı) siyasal düşünceler tarihi, anlam itibariyle, Batı istemesi üzerinden kurulan bir
siyasal düşünceler tarihini niteler. Bu bakımdan, İslam felsefesi de pek âlâ batı istemesi
üzerinden yükselebilir. Kavram ve okuma olarak absürtlük, bu bakımdan, isteme
farklılığı olarak okunabilir. Absürt, Foucaultcu manada, bir anormalliktir. Her
anormallik gibi belirli bir normalin altında inşa olan bir kategoridir. Bu bakımdan, İsmet
185Karaca Ahmet mezarlığının kapısında da Kur’an’daki ayetlere atfen (bk. Âl-i İmran, 3/185;
Enbiyâ: 21/35; Ankebut, 29/57) yazan “Her nefs bir gün ölümü tadacaktır.” yazılan ifadedeki nefstir.
186Ar nafsسْفَن] #nfsfaˁl ] 1. ruh, benlik, can, kişi, 2. felsefede ruhun maddeye yönelen veya
hayvani düzeyi (appetitus veya spiritusappetens)
191
Özel’in söylediklerine absürt sahasında hüküm verilmesini, Özel’in farklı bir isteme
tarzına sahip olmasından kaynaklı olarak görmek mümkündür.
Esas olarak, İsmet Özel, bir isteme tarzını savunur. Bu bakımdan Özel’in
görüşlerinin, ancak, isteme tarzı bir zemin olarak kabul edildiğinde absürtlükten
çıkacağı düşünülebilir. Bu seviyede, Özel’in kendini bilmeyi, yani nefsini bilmeyi,
istemeyi bilmek olarak algıladığı düşünülebiliriz. Benzer bir algılamayı İsmet Özel’in
Türkçe’nin kuruluşunda merkeze koyduğu Türk Şairlerinden Yunus Emre’de de
görebiliriz. Yunus Emre’nin: “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendin
bilmezsen / Bu nice okumaktır.” dörtlüğü, bu doğrultuda, pek âlâ şu şekilde de
okunabilir/anlaşılabilir: Bilmek bilmeyi bilmektir / Bilmek istemi/nefs’i bilmektir / Sen
istemi/nefsi bilmezsen / Bu nice/miktar okumaktır.
İstem(ey)i bilmek, aynı zamanda, isteme ve tasarım olarak yaratılan dünyayı
bilmek olarak da ifade edilebilir. İsteme ve tasarım olarak dünyayı bilmek, bunun
inşasına sebep olan olarak insanın kendisini bilmesini de içinde barındırır. Bu durumun
insanın gerçeklik algısının zeminini ortadan kaldıran bir duruma işaret ettiğini
söyleyebiliriz. Öyle ki, insanın bu durumu algılaması beraberinde bir insan tanımını
getirir. Bu tanımın, istem merkezinde olduğu müddetçe, İsmet Özel’in ve Heidegger’in
insan tanımlarına benzer olacağını düşünmek zor değildir. Özel ve Heidegger’e göre
insan, dünyaya fırlatılmış/bırakılmış, ölüme doğru var olan varlıklardır. Her ne kadar
Özel ve Heidegger benzer tanımları yapsalar da, Özel’in tanımına yüklediği anlam
Heidegger’in anlamından farklılık gösterir. Çünkü Özel, Heidegger gibi, insanı
fırlatılmış olarak görmesine rağmen, insanı (kendi kendine) bırakılmış, salıverilmiş bir
varlık olarak görmez. Bu salıverilmemişlik inancı, insanın doğası gereği ilk istemesi
olan “yaşamak istemesi187”nin ötesinde bir istemeye kapı açar. Çünkü yaşama istemesi,
fıtri (doğası gereği) bir isteme olup, insanı dünyaya bağlayan bir istemedir. Diğer bütün
istemeler bu ilk istemeyi temel kabul edip, bu doğrultuda kuruluyorlarsa, insan dünyaya
bağlı ve bağımlı bir varlık olarak var olur. Bu bakımdan İsmet Özel’in istemi,
poetikasında da, insan görüşünde de, İslam ve Türklük görüşünde de net olarak
görüleceği üzere, istemenin fıtriliğinin bilincinde, istemeye karşıt bir istemedir. Özel’in
(2016: 146) “İnsan aklı ancak dünyayı hor görecek düzeye ulaştığı zaman imana ayak
uydurabilir.” sözü, tamamen, bu istemeyle alakalı bir cümle olarak okunabilir. Bir
187Yaşamak istemesi bu ilk isteme olarak ‘yaşamı sürdürme isteği’ anlamında Spinoza’da
‘conatus’ olarak, Gazalî’de ‘devam-ı vücud’ olarak tanımlanmıştır.
192
başka deyişle, insanın dünyaya dönük her istemesi bir yaratım ürünüdür ve insan bunun
insan(lar) tarafından kurgulanıp, yaratıldığını unuttuğu zaman, insanın yaradan ile
bağlantısı zayıflar. İsteme ve tasarım olarak dünyanın algılanmasının getirdiği
farkındalık, esasen, acizliğini fark eden insanın yaradanı ile temasa geçmesine vesile
olmasıdır. Bunun da dünyanın istemeler ve insanın belirleyiciliği üzerinden
tanımlanmaması, tarif edilmemesi, tasnif edilmemesi olarak modern ontolojiden bir
kopuş olduğunu söyleyebiliriz.
3.3. İsmet Özel’in Hayat ve İnsan Tasavvuru
İsmet Özel’in farklı bir ontolojiye dayanan istemesi, farklı bir hayat ve insan
tasavvurunu beraberinde getirmektedir. Bu hayat ve insan tasavvuru, İsmet Özel’in,
genel olarak gerçekliği özel olarak hayatı kavrayışını ifşa eder. Bu kavrayışların ortaya
konulması, Özel’in yaşadığı dünyanın ona hangi filtreden geçerek geldiğini de gösterir.
Her zaman ‘aynı adam’ olduğunu iddia eden İsmet Özel’in bu iddiasının oturduğu yerin
tespiti için de mezkûr kavrayış temelinde dönemleri aşan bazı kavrayışların ortaya
konulması için de böyle bir ele alınış gerekli gözükmektedir. Bu kapsamda, öncelikle
Özel’in hayata yaklaşmayı mümkün kılan iki bakış açısı temelinde (manalı hayat versus
hayatın manası) kendi hayatını nasıl yorumladığı ele alınacaktır. Sonrasında, ilgili hayat
kavrayışının getirdiği insan düşüncesi, Özel’in İslam’la kurduğu bağı gösterecek şekilde
ele alınacaktır. İsmet Özel’in kendini tarif ettiği ve karakter özellikleri olarak gösterilen
tevarüs edilmemiş asalet ve kadirşinas itaatsizliğin küçük yaşlardan itibaren mezkûr
hayat kavrayışı ile uyumu gösterilecek bir başka konu olarak belirlenmiştir. Bu
özelliklerin ortaya konulması, Özel’in ‘aynı adam’ olduğunun tespiti açısından çok
önemlidir. Son olarak, Özel’in dünyaya bırakılmış varlık olarak gördüğü insanın
gücünün ne olabileceği, önceki başlıklarda da ele alınan özelliklerle, ortaya
konulmuştur. İnsan tasavvurundan çıkan güçlü insan düşüncesinin ortaya konulmasının,
Özel’in Müslüman ya da Türk’e ilişkin görüşlerinde de geçerli olması sebebiyle önemli
bir boşluğu dolduracağını düşünebiliriz.
3.3.1. İsmet Özel’in Hayatına/Masalına Dair
Tezimize konu oluşturan görüşlerin arka planında, şüphesiz, İsmet Özel’in
hayatının etkisi vardır. Bununla birlikte, İsmet Özel’in görüşlerinin salt olgusal birtakım
olaylara dayandırılması da dünyaya erek-bilimci (teleolojik) bir modelden bakmak
olarak sorunlu görülebilir. Arslan’ın da isabetle belirttiği gibi (2016: 9), 19. yüzyıla
193
gelene kadar farklı olmasına rağmen, 19. Yüzyılda Comte ve Hegel’in etkisiyle,
herhangi bir tarih (bireysel tarih de buna dâhil edilebilir) a priori birtakım şemaların
veya mantıkların tarihi olarak yazılmaya başlanmıştır. Önce gelenin sonrayı açıkladığı
bir tarih anlayışının basit bir mantığının olmadığını kabul etmekle birlikte, zorunluluk
ilkesini, anlamanın önünde bir engel olarak görmekteyiz. Barnes’in de dediği gibi
(1983: 12) “Bir düşünürün ancak tarihsel arka planıyla anlaşılabileceği sözü,
basmakalıp bir sözdür. Ancak bütün basmakalıp sözler gibi o da en fazla yarı-doğruyu
ifade eder. Felsefe (düşünce) uzay ve zaman sınırlarının ötesinde göksel bir hayat
yaşar. Filozoflar küçük uzaysal-zamansal yaratıklarsa da onların küçük uzaysalzamansal ilgilerine özel dikkat, felsefelerini aydınlatmaktan çok engeller.” Özel (2016:
16-17) bu durumun sanatçılar ve eserleri için de geçerli olduğunu, bilimsel buluşlarla
kıyaslayarak, şu şekilde vermektedir:
“Sanat eserlerinin onları doğuran şartlarla bağları ne kadar
sıkı olursa olsun, o eseri ortaya koyan sanatçının özel, özgün, kasıtlı
ve iradi biçim verme katkısı olmadığı zaman doğmayacaklarını
hatırda tutmamız lazım. Sanat eserlerinin iki sahibi birden olamaz. Bu
şartlarda nasıl olsa böyle bir sanatçı çıkacaktı diyemeyiz. Sanat eseri
keşfedilmek üzere bir yerde bekliyor değildir. XVII. Yüzyılın son
çeyreğinde Leibniz ve Newton birbirlerinden habersiz infinitesimal
hesaplamayı bulmuşlardı. Sanat alanında böyle yakınlıklar
gerçekleşmemiştir.”
Bu bakımdan, Özel’in hayatındaki birtakım olayların Özel’in görüşleri
çerçevesinde, zorunluluk ilkesi olmaksızın, lineer bir cetvel halinde olmadan, gerektikçe
verilmesinin daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Özel, otobiyografik sayılabilecek “Waldo Sen Neden Burada Değilsin” (2016: 7)
kitabını, varlığa ilişkin düşüncesini özetleyen, Güney Carolina dağlıların bir atasözü ile
açmıştır: “We ain’t What we want to be, and we ain’t What we’re going to be, but we
ain’t What we wuz.”
188Dünyaya gelmeyi bir saldırıya uğramak; yaşamayı ise savaşıyor
olmak olarak gören Özel (2016: 9), dil vasıtasıyla hayatın anlamlandırılması sürecinde
bazı “danışıklık”ların insanı koruyan masalları yarattığını ileri sürer. Burada söz konusu
188 Özel’in kendi tercümesiyle: Ne olmak istiyorsak, (şu anda) o değiliz ve ne olacak isek (henüz)
o değiliz ama (bir zamanlar) ne idiysek (artık) o değiliz.).
194
olan masallar, insanın yaşıyor olmak itibariyle karşılaştığı saldırılar karşısında kendini
güvende hissettiği cepheler olarak anlam bağlarıdır. Bu anlam bağları içinde olmak ile
korunmaya müstahak olmak eş anlamlıdır denilebilir (Özel, 2016). Masallar, özleri
itibariyle, bir inanışı ortaya koyarlar. Bu bakımdan inanışlar belli süreçler sonucunda
sorgulanabilirler. Kritik/bunalımlı dönemlerde inanışların üzerinde yükselen masallar
kişiler için konforlu olmaktan çıkar. Ancak, bu dönemler, insanın masallardan
kurtulması manasına gelmemelidir. Özel’in de belirttiği gibi (Özel, 2016: 13), “her
bunalımlı (kritik) durumda, bizleri o sorgulamayan insanların kendilerini içinde rahat
hissettikleri (yeni) masallar bekler. Her zaman düşünme yeteneğimizi dumura
uğratmak, araştırma gücümüzü kırmak için uydurulmuş masallar vardır.”
Cündioğlu’nun da benzer şekilde belirttiği gibi (2006), bir hurafe, bir gerçeklik
tarafından yerinden edilmez. Ancak bir hurafe, bir hurafeyi yerinden edebilir. Özel’e
göre, bu masallara kanıldığı kadar insanlığımız irtifa kaybeder. İnsanın irtifasını
koruyabilmesi, kurulan anlam bağının o bağa götüren niyetlerle, şartlarla ve ortamla
beraber anlamlandırılması halinde bir yol olarak mümkün olabilir (Özel, 2016). Bu, bir
şeyin açıklanmasında, neden o şekilde açıklandığının da en az açıklama kadar önemli
olduğunu işaret eder. Özel, bu süreçte tek danışmanın dil olduğunu düşünür.
Danışmanın bir tanışmaya dönüşmesini de insanlık seviyesinin nişanesi olarak görür.
Bu, Özel’e göre, gerçeğin parlamasıdır. Bu danışma ilişkisinden, tanışma yerine
danışıklık çıkarsa, masalların oluşması/kabulü ve irtifa kaybı kaçınılmazdır. Bu
bakımdan, her insanın, gerçeklik için kendi masalını yıkması gerektiğini düşünen Özel,
kendi masalını şu şekilde vermektedir (Özel, 2016: 15):
“Bir varmış bir yokmuş. Bir şair İsmet Özel varmış. İyi şiirler
yazarmış. Nasıl olmuşsa bu İsmet Özel bir gün komünist olmuş.
Derken efendim, bir komünist olarak da iyi şiirler yazmayı başarmış
ve hatta böylelikle yıldızı parlamış. Gel zaman git zaman, İsmet
Özel’in duyguları, düşünceleri, inançları değişmiş (masalın her
varyasyonunda bu değişmenin sebepleri muhtelif) ve Müslümanlığı bir
hayat yolu olarak benimsemiş. Ama işe bakın ki adam iyi şiirler
yazmaya devam etmiş. Eh, o erdiyse muradına, biz de çıkabiliriz
kerevetine.”
Özel’in de belirttiği üzere, Özel’in hayatını açıklayan üç önemli kelime vardır:
Şair, komünist, Müslüman. Bu üç kelimeye, son zamanlarda algılarda yer ettiği şekilde,
195
bir de Türkçülüğü biz ekleyebiliriz. Özel, hayatının masalını açıklarken, şairliğini
hayatının bütün dönemlerine yapıştırdığı açıkça görülmektedir. Bu, boşuna yapılmış bir
yapıştırma değildir. Çünkü bu üç sıfat arasında şairlik, Özel’in bütün hayatının
zeminidir denilebilir. Özel’in şairliği, sadece, şiir yazması sebebiyle değil, ayrıca
Hölderlin’in (Akt. Özel, 2016b: 84) “bu yeryüzünde insanoğlu şairane mukimdir.”
sözünde içerilen, insanın anlamına ilişkin bir şuura sahip olması sebebiyledir. Öyle ki,
şairlik, onun kendinde bir komünist ya da otantik bir Müslüman olmasının önüne
geçmiş bir sıfattır. Şairliği ve genel anlamıyla poetikası189 Özel’in başka tüm sıfatlarının
üzerinde izi olan ve haysiyetinin yuvalandığı yerdir. Bu bakımdan, esas itibariyle, İsmet
Özel’den bahsetmenin, onun şairliğinden ve poetikasından bahsetmek olduğu
söylenebilir. Şairliğini bir maliyet meselesi olarak açıklayan Özel (2016: 19), maliyeti
şu şekilde açıklamaktadır: “Yüksek maliyetler sadece parayla ölçülebilen cinsten
sayılmaz. Asıl belirleyici o olmakla birlikte, bana çok yüksek gelen maliyet, bu
alanlarda kendi yolumu bulmak için çok erken yaşlarda birilerine, kimilerine
“eyvallah” etme mecburiyetiydi.”. Bu maliyet hesabının, Özel’i yürüdüğü yolda, onu
her daim hazır tutan, iki özelliğe götürdüğü söylenebilir: Kadirşinas itaatsizlik ve
tevarüs edilmemiş asalet. “Ömür boyu atalardan medet ummayı reddettim.” diyen Özel
(2010: 11), kadirşinas itaatsizliğini, çocuk yaşlarından itibaren, çevresinde olan kişileri
kayıtsız-şartsız teslim olunabilecek yeterlilikten uzak görmesiyle başlatır. Tevarüs
edilmemiş asaletini ise, babasının taşrada devlet memuru olmasından kaynaklı, tevarüs
edilen asalet duygusunu reddiyle başlatmaktadır (Özel, 2016:19). Kadirşinas itaatsizliği,
Özel’i, her dönem, desteğe karşılık severek hizmete, fakat asla itaat etmemeye; sonu
itaate varacaksa sunulan yardımı reddetmeye götürmüştür. Tevarüs edilmemiş asaleti de
onu bile isteye seçtiği “iyilerin” savunmasını gözüpek ve tavizsiz bir tarzda yapmaya
götürmüştür (Özel, 2016: 22).
Özel’in hayatı hakkındaki bilgilerin bize kendilerini açmaları için, Özel’in hayat
hakkındaki düşüncelerinden yardım almak gerekli olduğunu söyleyebiliriz. Özel, çeşitli
gazete yazılarının birleştirilmesiyle oluşan “Hayatın Mânâsı versus Mânâlı Bir Hayat”
kitabında, hayatın iki farklı açıdan bakılarak, iki farklı şekilde ele alınabileceğini ileri
189 Okay Poetikayı şu şekilde ifade etmiştir: “Batı dillerinden Türkçeye girmiş olan ‘Poetika’
kelimesinin aslı Yunancadır ve bu manasıyla ilk defa Aristo tarafından kullanılmıştır. Türkçede ‘şiir
sanatı’ gibi bir terkiple ifade etmek mümkündür bizce. Fakat poetika, bugünkü kullanılışıyla bizzat bir şiir
sanatı değil, şiir sanatı üzerine teoriler demektir.” Bkz: Orhan Okay, Poetika Dersleri, 2011, İstanbul. s.
18.
196
sürer. Bunlardan ilki mânâlı bir hayat sahibi olmaktır. Mânâlı hayatı, hayatın ona
başkalarınca atfettiği mânâ ile uyuşma sonucunda elde edilebilecek bir şey olarak
tanımlayan Özel (2010), herkesin hayata yüklediği mânânın, insana mânâlı bir hayat
kazandıracağını, böylelikle moda ne ise mânânın da o olacağını düşünmektedir. Özel,
bunun karşısına hayatın mânâsını konumlandırır. Hayatın özgül (specifik) mânâsının
olduğunu ileri süren Özel, bu tanımın, dünyada var olan varlık olarak insanın yaşamını
etkileyişini şu şekilde açıklamaktadır (Özel, 2010: 12): “Modanın dışında bir arayışınız
varsa ve aradığınız yeni bir moda akımı değilse (modadan sıkılmak da modaya
dâhildir) hayatın mânâsını, hayatın özgül mânâsı mukabilinde elden çıkaracaksınız.
Hayatın mânâsı sizi eyleme sürükleyecek ve dünya hayatına mahsus sigortalarınızı
mahvedecektir.” Özel’e göre, hayatın mânâsı ve mânâlı bir hayat birarada olamaz.
Çünkü Özel’in tanımlaması üzerinden, mânâlı bir hayatın varlığı, doğası gereği, hayatın
özgül mânâsının peşine düşülmesinden alıkoymaktadır. Özel’in burada belirttiği, özü
itibariyle, masallar ve bu masallar içindeki kısmi uzlaşmalar sonucu ortaya çıkan
mânânın, dünyaya ve hayata ilişkin özgün anlamı örttüğüdür. Bu anonim üretilen
anlamı, dünyada bir yer kapmanın/tutmanın kapısı olarak gören Özel, “İpimi ikbal
düşkünlerinin eline hiçbir şart altında teslim etmedim. Pozitivizme pabuç bırakıp da,
görünenin ötesinde bir anlam saklı olduğuna iman etmemiş olsaydım, şimdiye kadar
hiçbir şey öğrenemeyecektim.” diyerek (Özel, 2010: hayatın özgül mânâsının peşine
düşüp, bu doğrultuda hareket etmeye çalıştığını belirtmektedir. Bu bakımdan, Özel’in,
hayatı dünya içinde üretilen anlama dolayısıyla dünyaya bağlılık karşısında
konumlandırdığını söyleyebiliriz (Özel, 2009: 65).
Bununla birlikte önemle belirtmek gerekir ki, Özel, toplumsal olarak var olan
insanın, kabuller üzerinde mümkün olan kamu hayatı ile sürekli ve külliyen bir çatışma
içinde yaşanamayacağını bilir. Özel’in burada önemsediği, esasen, bu iki hayat (özel
hayat-kamu hayatı) arasındaki dengeyi kurmaya dönük bir uyanıklık halidir. Bu
dengeleme mücadelesini hikmete götüren bir yol olarak benimseyen Özel (2010), “ne
zaman ki ikisinden biri lehine muvazeneyi küçümsemeye kalkışırız, işte o zaman hikmetli
olmanın düşmanları arasına gireriz” diyerek bu çatışmanın fıtrat gereği ve hayatın
manasının aranışında bir yeri olduğunu ortaya koyar. Hayatın özgül mânâsının peşine
düşen biri için bütün mânâlar (varılmış yollar anlamında) bir sorun olarak karşıda durur
denilebilir. Bu bakımdan İsmet Özel’in bir felsefesinden bahsedilecekse, kendisinin de
atıf verdiği üzere (Özel, 2010: 25) Ludwig Wittgenstein’ın “Felsefe, kavrayış
197
gücümüzün dil aracılığıyla büyülenmesine karşı verilen bir mücadeledir.” tanımına
uygun bir felsefe, Özel’in felsefesini tanımlamaya uygun düşecektir. Bu bakımdan
felsefesinin amacı da, Özel’in Alfred North Whitehead’den alıntıladığı gibi,
konuşmanın görünürdeki sarahatini eşelemektir. İsmet Özel’in felsefesine zemin
oluşturan bu felsefe tanımı ve amacı, Özel’in İslamcılığının da ontolojik zeminini
oluşturmaktadır. Çünkü bu tanım bir varlık olarak insanın dünyada nasıl bulunduğunu
ve hangi düzlemde dünyayı kavradığını göstermektedir. Bu bakımdan, Özel’in insanı
içkin gördüğü dil üzerine görüşlerinin ve buradan yola çıkarak, insanın dünyada nasıl
bir ontolojik konuma sahip olduğunun açıklanması, konunun ortaya konulması için
gereklidir.
3.3.2. İsmet Özel’de İnsan
İsmet Özel poetikasına bakıldığında görülür ki, Özel’de belirliliğe/katılığa,
bilhassa beşerin oluşturduğu, beşerle alakalı belirliliğe, karşı bir hal hâkimdir. Bunu,
belirsizliğin savunulmasından ziyade, belirliliğin oluşum tarzına istinaden ona bel
bağlamayı reddetmek olarak görebiliriz. Özel bu durumu Tahrir Vazifeleri (2013: 17)
kitabında şu şekilde belirtir: “Nasıl olur da insan birkaç kelimeyi seçerek yan yana
getirir ve onları sabit kılma cesaretini gösterir.” Bununla derinden ilgili olarak,
poetikasının ve şairliğinin bütün görüşlerine zemin oluşturduğu düşünülünce, böyle bir
zeminden imkân olarak nasıl bir eylem, nasıl bir insan çıkacağı temel bir sorunsal olarak
karşımıza çıkar. Özel, bu soru-n-dan bizzat sorunsalın/sorunun kendisini
sorunsallaştırarak çıkar. Özel’e göre, bu soru-n, oluşumu itibariyle, modern bilgiye
temel oluşturan diyalektik düşüncenin dışavurumudur. Çünkü dünyanın
belirliliğine/katılığına aynı şekilde cevap verilmeyecekse, yumuşaklık gösterilerek
ezilmek mi olumlanacaktır (?). Özel’e göre bahsi geçen sorun bu tarz bir düşüncenin
dışavurumudur ve bu, diyalektiğin insanı içine çektiği bir tuzaktır. Yine Özel’e göre,
insanın insanlığını sürdürmesi bu diyalektikten kaçtığı kadar mümkün bir şeydir. Başka
bir deyişle, insanlar, bu tarz düşünmenin içine itilmesiyle insanlığından uzaklaşıyordur
günümüzde (Özel, 2013: 13). Çünkü Özel’e göre dünyayı zıt kutuplar olarak algılamak
ve bu kutuplarda yer almak, insanı olmak için engel teşkil eden bir düşüncedir.
198
Özel (2013: 13), insanı, kelimenin etimolojik kökeniyle de ilişkilendirerek,
ünsiyet sahibi olabilen, ünsiyet kurabilen bir yaratık190 olarak tarif eder. Özel’in
düşüncesinde insan, ünsiyetlerinin ürünüdür. İslam Ansiklopedisine göre (2017)
“alışmak, uyum sağlamak” anlamına gelen üns, insanın her zaman aradalık içinde
olduğunu işaret eder. Özel (2013, 13) buradan yola çıkarak, insanı yer ile gök, akılla
şehvet arasında bir şey olarak telakki eder ve bu ikililerden biriyle ifade edilebilecek
yaratığın, artık, insan olarak adlandırılamayacağını düşünür. Bu zıtlıklara dünyevi ve
uhreviyi de eklemek mümkündür. Özel’e göre insan, ikisini de unutmadan yaşadığı
müddetçe insan kalabilir.
Ünsiyet sahibi bir varlık olarak insan her şeye alışabilir, uyum gösterebilir. Söz
konusu insansa, uyum sağlamak yaşamak ve var olmak için gereklidir. Bu uyum, doğal
olarak, bilgi yoluyla elde edilen bir şeydir. Burada insan için uyum, topluluk halinde
yaşamak; bilgi ise insanın topluluk bağlantısını sağlayan anahtar/bağlaç olarak
görülebilir. Uyum ve buna müteakip bir arada yaşamanın aleladeliğinin, insanın insan
olarak varlığını sürdürmesinin önünde bir engel olabileceği endişesini taşıyan Özel,
ortama uymanın bir suça ortak olmakla aynı anlama gelebileceğini düşünür (Özel,
2013: 19). Çünkü insanın birarada yaşama zorunluluğuna istinaden, insanın bilgisiz
yaşayamayacağını söylemek, aynı zamanda, insanın “iyi”, “kötü”, “doğru”, “yanlış”
ayrımı yapmaksızın yaşayamayacağını söylemektir (Özel, 2016b: 26). Bu bakımdan,
insanın insan olarak var olması için ilk olarak yapması gereken şey, varlık olarak
insanın neye taalluk ettiği üzerine düşünmesidir. Bu kapsamda elde edeceği bilgi,
esasen, insanlığının da bilgisidir. Özel’e göre (2014b:195), bu açıdan, insan olmak,
tamamen, bu tarz bilgiyle, insanın anlayış alanıyla ve kavrayış gücüyle alakalı bir
şeydir.
Burada da, Özel’in görüşlerinin sanatı üzerinden şekillendiğini görebiliriz.
Çünkü Özel’in ortama uyumsuzluğu, başka bir tarz muhalifliğin aksine, poetikasındaki
sanatın içinde taşıdığı belirlilik karşıtlığıyla temelden bağlantılıdır. Bu belirlilik,
aslında, insanın bir zihin ülkesinde yaşadığını düşünmeksizin zihin ülkesinde yaşıyor
olmasını ima eder. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak, bir zihin ülkesinde yaşar ve bu
zihin ülkesi her şeyi tanımadaki ölçüleri insana verir. Bu, esasen, insanın bir dile
190 İsmet Özel’de yaratık kelimesi yaratılmış (Allah tarafından) bir şey olarak ele alınmaktadır.
Bütün her şey yaratılmış olarak vardırlar. İnsan da beşer olarak yaratılmış bir şey olup, bu yaratılmışlığın
farkında olan beşer anlamında kullanılır.
199
doğmasıdır ve Heidegger’in dediği gibi “Bir insanın doğar doğmaz ölmeye yetecek
kadar yaşlanmış olması” demektir (Özel, 2013:59). Yani insan, doğar doğmaz verili bir
dünya olarak dile doğar. Bu, içinde yaşayacağı ve yaşayarak var olacağı dile, bir başka
deyişle, “doğru”, “yanlış”, “iyi”, “kötü” gibi sınıflandırmalarını gelenek içinde
oluşturmuş bir dile doğmaktır. İnsanın dil ile bu bağlantısının kavranılmaması
durumunda, insanın mekanik bir şeye dönüşeceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Çünkü Özel’in de belirttiği gibi (2016b: 26), insanın “iyi”leri ve “kötü”leri, sözlü dilin
onun üzerinde bıraktığı etkiyle, sözlü dil dolayısıyla yaratılan dünyayla bağlantılıdır.
Bu noktada, Özel, insanın dünyaya salıverilmeyip bırakıldığını düşündüğü için,
zamandan zamana, mekândan mekâna, toplumdan topluma değişmeyecek ölçüler
arayışı içinde din ile bağlantı kurar. Özel’in din ile kurduğu bağlantıyı, şu sırayla
gösterebiliriz: (1) İnsan dünyaya gelir gelmez, içerisinde doğrunun ve yanlışın verili
olduğu bir dile maruz kalır. (2) Bu dil, içindeki iyi, doğru, güzel değerleriyle,
davranışları yönlendirici bir yapıya sahiptir. (3) İnsanın dilin bu özelliğini görmesi,
insanın, aynı zamanda, aczini görmesidir. (4) İnsanın aczi, insanın muhtaç bir canlı
olarak varlığını tanımasına sebebiyet verir. Çünkü “insan “ne yapacağını” bedeninde
hazır bulunan bir teçhizattan çıkaramaz (Özel, 2016b: 25).” İnsan, bu bakımdan, dile
muhtaçtır, ancak dilin bu inşa edilmişliği de insanı belirli zaman ve mekâna hapseder.
Çünkü dil tam olarak orada-dildir191 ve insan o dile mahpustur denilebilir. Bu bakımdan
insan dil ile varlığı arasındaki ilişkiyi hesaba katmazsa, bilmediği bir hapishanede
yaşıyor gibidir. Bunu, insanın varlık olarak oluş tarzı olarak görebiliriz. Heidegger’in
(2011: 179) de belirttiği gibi, insan (Dasein192) ölüme doğru varolan (Geworfenheit) ve
böyle varolan olarak, her zaman tamamlanmamış bir vakıadır. İsmet Özel’in de
muamma olarak gördüğü bu nitelikteki insan, varlığının ne olduğunu bazı diller ve
oluşumlar içinde sabit kılarak bir örtük bir mahpusluğu193düşebilir. Bu tarz bir oluşta,
varlık olarak insan, oluşa fırlatılmış bir varlık olduğunu unutur. Varlık olarak kendi
üzerine düşünmesi, örtülmüş olan varlıklığını tekrardan gün yüzüne çıkarma girişimi
olarak okunabilir. Bu hapishanenin açıkça ortaya konulması, aynı zamanda sanatın da
191 Burada kullanılan orada-dil kavramı, Heidegger’in orada-varlık olarak kavramlaştırdığı
‘dasein’ kelimesinin anlam kurgusuyla benzerdir. Orada-dil, dilin anlamlı olduğu kontextin sınırları
olduğunu göstermek için kullanılmıştır.
192 Dasein Heidegger terminolojisinde varlık olarak ele alınan varlığı imlemektedir. “Başka
varlık imkânlarının yanı sıra, soru sorma varlık imkânına da sahip olup, hep, bizzat bizler olan bu
varolana, terminolojik olarak Dasein diyoruz” (K. Ökten, Varlık ve Zaman’ı Anlama Kılavuzu, 2008, s.
163).
193 Buradaki mahpusluk, belirli bir dil içerisine girmek olmayıp, varlık olarak insanın zorunlu
oluş tarzını işaret etmek için kullanılmaktadır.
200
başlangıç sorusu olarak ortaya koyduğumuz, “ben neyim” sorusu ile bağlantılıdır. Ben
neyim (?) sorusu, ya dil içerisinde dili düşünmeden bir cevap bulur, ya da dil ile
varlığının bağlantılı olduğu bir cevaba doğru gider. Dil ile varlığı arasında bir ilişki
kurduğunda ise, ortak noktası ve amacı özgürlük olan, iki kaçış ihtimali belirir. Biri
hiçlik, diğeri ise yaratılmış bir şey olarak kulluk. Hiçlik, dilin içerisinde var olan
şeylerin önemini ve geçerliliğini sorgular. Ben neyim sorusunu ortaya koyan kaygının
bizi yüz yüze bıraktığı hiçlik duygusu, aynı zamanda, Dasein olarak insanın zemini
bakımından, hiçselliği (nihilizm) de ortaya çıkarır (Heidegger, 2011: 213-221, 322-
328). Dilin uzlaşımsal bir yaratım olmasının farkında bir bilinci içeren hiçlik, bu
uzlaşımların uzlaşım olduklarının unutulup hakikat seviyesine yükseltilmeleri karşısında
uyanıktır. Bu bakımdan, uzlaşımların sürekli olmamaları gerektiği düşüncesi üzerinden
kendilerini ifade ederler. Nihilistlere göre, ölçü dile içkin bir şey olmayıp, süreklilik
arzetmeyen, her vakıa karşısında tekrardan ortaya konulması gereken bir şey olarak
vardır. Böyle bakıldığında, nihilizm, dil içindeki hapishaneden çıkmaktan ziyade, bağlı
olunan zincirlerin inceltilmesi yönünde bir stratejidir diyebiliriz. Kulluk olarak
hapishaneden çıkış ise, yine dilin bir uzlaşım olduğunu ortaya koyar. Ancak, kulluk,
dilin ötesinde, her şeyi yaratan bir yaradanın varlığını kabul eder. İnsan, bu doğrultuda,
inandığı şeyin emirleri ve yasakları kapsamında, dildeki uzlaşımı esneten, gerektiğinde
yok sayan bir yol üzerinden hapishaneden çıkar. Bu yol, uzlaşımsal ve dünyevi bir
yaratım olmadığı/görülmediği için ölçüleri ve geçerliliği tüm zamanları ve insanları
kapsayıcı mahiyettedir. Özel’in tabiriyle (2018: 14) bu dil “İlk insan, ilk peygamber
Âdem aleyhisselamın sulbünden gelişimiz dolayısıyla hangi şahsiyetin namzediyiz”
sorusundan destek almıyorsa, ya da başka deyişle, insanın yaratılmışlığını hesaba katıp
oradan temellenmiyorsa, tamamen dünyevi bir yaratım olmakta ve ebed-müddet bir ölçü
olmaktan uzak olmaktadır. Bu söylediklerimizi, şu şekilde formüle etmek mümkündür:
1. Beşer: bu kavramı, insan olabilme özelliklerini içinde
barındıran bir varlık olarak düşünebiliriz. Beşer kavramı, Heidegger’in
söylediği ve İsmet Özel’in katıldığı (2015) gibi, “Yalnızca insanlar ölür;
diğerleri telef olur” sözüne tabi, esasen insan olamamış, fakat insan
olabilme ihtimali olan varlıklar olarak anlaşılabilir. Özel’e göre (2012:
66) hayatı “sadece canlı kalabilmek için yürütüyorsak, bu insan hayatı
değildir, hayvan hayatıdır.” Kavramı açıklarken kullandığımız ‘insan
olamama’ tabiri, esasen, ölüm ile varlığı arasında bağlantı kur-a-
201
mamaya ilişkin bir şeydir. Bu da, özünde, varlık olarak beşerin, kendini
varlık olarak düşünmemesi olarak düşünülebilir. Beşer için düşünme
denilen eylem, dil içinde yapılan ve hatta dilin yaptığı bir şeydir. Beşer
bu bakımdan, dilin yönlendirme kapasitesiyle eyleyen, düşünen canlıdır.
Bu bakımdan, beşerin en temel özelliğini dil hapishanesinde olup,
hapishanede olduğunu farketmeme olarak düşünebiliriz.
2. Ben neyim (?), ben nasıl varlığım(?) sorusu: Bu soru
insanın neliği üzerine sorduğu ontolojik bir sorudur. Bu sorunun
ontolojik olması, varlık olarak kendisi ile verili ve içinde düşünülen dil
arasında bağlantı kurulması yüzündendir. Bu bakımdan, sorunun bizi
yönlendirdiği yer, betimleyici cevaplara doğrudur. Bu cevaplar, insan
nasıl bilir, davranır, düşünür vb. soruları içine alan cevaplardır. Bu
cevaplar, varlık olarak insanı ele alan cevaplardır. Bu sorulara verilen
cevaplar, mahiyeti bakımından, insanı iki sonuca götürür denilebilir:
a) Nihilizm: İnsan ‘ben neyim(?)’ sorusuna verdiği
cevaplarda, insanın yaşamak için bilmeye muhtaçlığını; bu bilme
dediklerinin beşer ürünü olması sebebiyle, mekân ve zaman ile
gerçekliğinin çakışık olduğunu; hepsinin esasen dilde gerçekleştiğini
görürse, (insanın) dünyasında kurduğu gerçeklik algıları güçlerini
kaybeder. Bu insanlar için, bütün gerçeklikler, esasen, bir uzlaşım olarak
görülmeye başlanacağı için, gerçeklikler, zaman ve mekâna göre tekrar
tekrar kurulması gereken şeylere dönüşür. Varlık sorusuna böyle cevap
verenler için, gerçek kurulumsaldır, ebed-müddet gerçeklikler yoktur ve
her şey insan ürünüdür. Nihilistler için tek gerçek, gerçekliğin böyle inşa
edilmiş olması, ebed müddet bir gerçek olmayacağıdır. Temsillerin
üretimi sürecinde, özne ile nesne arasında hiçbir nedensellik, hiçbir
doğruluk/kesinlik, hiçbir anlam ilişkisi yoktur; Nietzsche’nin
(Nietzsche’den akt. Schrift: 2002: dediği gibi, en iyi durumda,
estetik/yaratıcı bir ilişki vardır. Bir başka deyişle, Wittgenstein’ın da
belirttiği gibi (Wittengeistein’dan akt. Hadot, 2009: 31), temsillerin özü
keyfiyettir194.Bu bakımdan, Nietzsche’nin (2010) de tespit ettiği gibi,
varlık olarak insana dair yorumlanmaların bir sonucu olarak ortaya çıkan
194 Burada kullanılan keyfiyet kelimesi kemmiyet kelimesinin karşıtı olan nitelik olarak
kullanılmamıştır. Burada kullanılan anlamı ile keyfilik kelimenin bir nedene dayanmamasıdır.
202
nihilizm, insanlığın yaşaması ve başına gelmesi gereken bir şeydir. Bu
durum, Nietzsche’nin (2010) aktarımı ile anlam arayışında bir türlü
istediği sabiteyi bulamayan kişinin, bütün cesaretini yitirip; gücünü uzun
süre boşuna harcamasının bilincidir, “boşunalığın kahrıdır.”
b) Kulluk: Kulluk kavramı da ‘ben neyim(?)’ sorusuna
verilecek cevapla mümkündür. Nihilistlerin anlama ilişkin çıkarımları ile
kulluk bilincinin anlama ilişkin çıkarımları hemen hemen aynı olduğunu
söyleyebiliriz. Kulluk bilinci ile hareket edenler de insanın bilgiye
muhtaçlığını, bu bilginin uzlaşımsal özelliklerini kabul ederler. Bununla
birlikte, cari olan bilginin uzlaşımsal karakterinin unutulmasının ya da
kulluğunu kabul etmeyen birine duyulan itaatin kula kulluk doğuracağını
düşünürler (Özel, 2009: 62, 63). Özel (2015c: 27) İslam’a girerken
söylenen “La ilahe illallah”nın, esas itibariyle, böyle bir kaygıya
yaslandığını düşünür. Nihilistlerden ayrıldıkları nokta ebed-müddet ölçü
olabilecek hakikatin varlığı konusundadır. Bu hakikat, yaradanın varlığı
ve her şeyin ona tabi olması bakımından, onun birliğidir.
Yukarıda verilen tasnif doğrultusunda, İsmet Özel’in Müslüman olduktan sonra
‘ben neyim (?)’ sorusuna kulluk üzerinden cevap verdiğini ve vahyi esas ölçü olarak
kabul ettiğini söyleyebiliriz. Ancak bu durumun Müslüman’a bir üst-insan
(Übermensch) vasfı kazandırmadığını önemle belirtmek gerekir. Üst-insan varlık olarak
insan için bir imkânsızlıktır195. İnsanın kendisini kulluk ile tarifi, yaratılmış bir şey
olarak kendini yaratılmışlar içinde konumlandırmasından müteşekkil bir şeydir. Nitekim
Özel, 1974 yılında yazdığı ‘Amentü’ şiiri ile İslam’a ihtida ettiğini söylemiştir.
İsminden de anlaşılacağı üzere, Özel bu şiir ile ‘ben neyim(?)’ sorusu üzerinden geçişini
ortaya koymuştur. Özel bu şiire: “İnsan eşref-i mahlûkattır derdi babam” diyerek başlar
ve “gövdemi âlemlere zerk ederek/ Varoldum kayrasıyla Varedenin/ Eşref-i mahlûkat
Nedir bildim.” diyerek bitirir. Şiirin verilen başı ile sonu arasındaki kısım tamamen
Özel’in bu yol üzerindeki tecrübesi olarak görmek mümkündür. Bir başka deyişiyle,
bunu Özel’in kulluğa geçiş sürecinin poetik ifadesi olarak görebiliriz.
195 Burada kullanılan imkânsızlığın, modern dildeki yaygın kullanımının aksine karamsar bir
anlamı yoktur. Özel, bu imkânsızlığı ve insan kullukla elde ettiğini şu şekilde tanımlamıştır:
“Müslümanlara imkânsızlık bir teselli olarak verilmiştir. Allah bizi bizim üzerimizden üstün-insan olma
beklentisi yükünü kaldırarak eğer bir türden bahis olunacaksa her hal ve şartta Allah’tan korkan ve yine
her hal ve şartta Allah’tan ümit eden hayat dolu, hayatın hareket gücüyle dolu bir insan türü ile
imkânıyla donatmıştır.” İsmet Özel, Tekne Kazıntısı, 2022, İstanbul, s. 26.
203
İsmet Özel, insanın eylemlerinde bir ölçü araması gerektiğini ve bu ölçü arayışı
nispetinde yaratıcısına yaklaşacağını düşünür. İnsanın cahiliye döneminden çıkışı ve
özüne yabancılaşmaması için, bu ilişkinin kurulması zorunludur. Burada Özel’in
Cahiliye dönemini adlandırışı da önemlidir. Özel (2018: 14) bu kavrama yüklediği
anlamı şu şekilde belirtiyor: “Modern zamanlarda merakımızı ‘cahiliye devri’ tabirinin
yerinde bir adlandırma olup olmadığı çekmelidir. Burada bahsi geçen cehalet insan
oluşun şartlarına dair cehalettir.” Anlaşılacağı üzere, Özel için cahiliye, malumata
ilişkin bilginin edinilmesi ile çıkılabilecek bir şey değildir. Yukarıda belirttiğimiz
şablonda ortaya koyduğumuz üzere, malumat ‘ben neyim(?)’ sorusundan önce bir yerde
konumlanır ve kapalı sistem anlamlarla var olur. Ama cahiliyeden çıkaracak bilgi, bu
anlamda, dünyada uzlaşımsal ortaya konmuş bilginin nasıllığından ziyade bilginin
neliğinde temellenir. Özel (2018: 13) bu durumu da şöyle özetlemiştir: “Cahiliye
devrinde insanlar Francis Bacon’ın yücelttiği anlamda birçok şey biliyordu. Ne var ki,
bilginin cahiliye devrinde aldığı şekil malumatfuruşluktan öteye geçemezdi. Kur’an
nazil oldu ve neyi bilmenin, insana ne yüklediği ortaya İslam’la çıktı.” Burada Özel’in
vurguladığı şey, değişmeyen, önemini yitirmeyen bilginin mümkünlüğüne ilişkindir.
Özel’e göre, ‘ben neyim (?)’ sorusu ile karşılaşmış herkesin karşılaşacağı bir sorundur.
Bu soruya verilen cevap, farklı da olsa, soru ve bu soruya ilişkin kaygı ortaktır. İnsan bu
soruya, insanın dile mahkûmiyeti ve bilginin dünya üzerinde nasıl üretildiğini
kavraması nispetinde, çapına göre cevap verip kulluğuna girebilir. Özel’e göre bu aynı
zamanda, başka ölçütlerin fani/tarihsel olması bakımından varlıkların mevcudiyeti
üzerindeki belirsizliği de kaldırır (Özel, 2019b: 56).
Özel’e göre (2018:13) gerçek sorumluluk yaradana karşı olan sorumluluktur ve
insan sorumluluktan uzaklaştıkça özüne yabancılaşır. Bu sorumluluk, algılarımız ve
davranışlarımızla alakalı bir durumu içinde barındırır. Bu sorumluluk gereği, insan, her
durumda, yaratılmışlığının bilinciyle algılamalı, düşünmeli ve eylemelidir. Bu
yaratılmışlık bilinci, bir kere kabul edilip, kenara bırakılacak bir şey değildir. Bu bir
varoluş tarzı olarak süreklilik arzetmektedir. Özel (2018: 15) bu gerekliliği şöyle ortaya
koymuştur: “Oysa “atalarımızın dini” bize önümüzde bahusus yaklaşılması gerekli
mesele olmadığını, atalarımızın neyi, nasıl görüyor idiyse, bizim de onu öyle görmemiz
gerektiğini telkin ediyor. Müslüman olarak “atalarımızın dini”ni ilgi alanımızın dışında
tutmakla vazifeliyiz.” Burada, Özel’in insan görüşü ile İslam arasında doğrudan bir bağ
kurduğu gözlemlenmektedir. İnsan bir dile ve kültüre doğan canlıdır. Doğrular ve
204
yanlışlar, dilde ve kültürde verili olmaları nedeniyle, insanın, doğrudan, yaşarken aldığı
şeylerdir. Özel, bu noktada, insanın reşitliğinin anlamı üzerinden İslam ile bağlantı
kurmaktadır. Doğrunun ve yanlışın bireysel olarak ayırt edilebilirliğini kodlayan
reşitlik, insana sorumluluk verir. Bu sorumluluk, kültürün ve dilin ötesinde, dinsel bir
sorumluluktur. Bu bakımdan, reşit birey mazur değildir. Özel’in burada reşitlikten
anladığı, dünyayı anlama ve insanın aczinin farkına varıp yaradanı ile temasa
geçebilmesiyle alakalı bir durumdur. Çünkü reşit insan, yaratılmışlığının sorumluluğunu
alabilecek insandır. Burada, yine, insandan, zamana ve mekâna tabi tarihsel
sorumluluklardan ayrılıp özüyle ve varoluşuyla alakalı sorumluluklara geçmesinin
beklendiğini söyleyebiliriz. Özel’in burada ortaya koyduğu şey, diğer İslamcıların
genelinin aksine, gelenekçi olmayıp geleneğe şüpheyle bakmasıdır (Yıldırım, 2013:
333). Bir başka deyişle, Özel’in, zamanla, mekânla ve kültürle değişebilecek emir ve
yasaklar yerine, değişmez yasalara karşı sorumluluğu, insanın ödevi olarak gördüğünü
söyleyebiliriz. Özel (1977) 1977’de Yeni Devir dergisindeki “Miras Almak ve Miras
Bırakmak” yazısında bunu şu şekilde ifade etmektedir:
“İslam savaşçısı geleneği değil, değişmez emir ve nehiyleri
savunuyor. Eğer gelenek bu emir ve nehiylere uygun unsurları içinde
barındırıyorsa onları kendine mâl ediyor ve eğer gelenek içinde bu
emir ve nehiylere aykırı davranış ve düşünceler yer almışsa onları
reddediyor. Reddetmekle kalmayıp onları sinsi ve en yakın düşmanlar
olarak karşısına alıyor.”
3.3.2.1. Tevarüs Edilmemiş Asalet
İsmet Özel’in insan görüşü kapsamında ele alınması gereken hususlar arasında
Özel’in kendini tanımladığı ya da eylemlerinin dayandığı özellikleri de açıklamak
gerekir. Bunun önemi, Özel’in düşünceleri ile karakteristik özellikleri arasında niteliksel
bir bağlantının kurulması dolayısıyla karşımıza çıkar. Bu bağlantı, Özel’e yapılan
döneklik suçlamalarına karşı, Özel’in ‘ben hep aynı yerdeyim’ savunusunun içsel
özelliklerini vermesi bakımından da önemlidir. Özel, mutlak hakikatlerden ya da reçete
yerine kullanılacak düşüncelerden bahsetmez. Her zaman, kendi ile milleti arasında bir
bağ kurarak yaşadığını ve yazdığını söyleyen Özel için, yazdıkları tamamen kendisidir.
Bu bakımdan, yazdıkları tamamen kendisi olan birini tanımak, anlamlandırmak ve
açıklamak için, kişisel özellikler ve değerler ayrı bir önem arzetmektedir. Özel’e göre,
205
öğrenilmeye değer bir insan varsa, bu insan karakteristik özellikleri sebebiyle
öğrenilmeye değerdir. Özel (2016: 101), bu durumu şöyle açıklamaktadır: “İnsanın yüce
bir tarafı varsa bu, şartların gereğini yerine getirdiği için değil, şartlar ne olursa olsun,
sahip olduğu temel doğrular gereğince tercihler yapabilmeyi elden bırakmadığı için
belirginlik kazanabilmektedir.” Bir başka deyişle, amacı mesaj vermek yerine mesaj
olmak olan birini tanımak için, kişisel değerlerinin anlaşılması çok önemlidir.
Özel (2016: 19) ‘beni ayakta, aklı başında tutan hazırlığımın özelliği ikidir:
Kadirşinas itaatsizlik ve tevarüs edilmemiş asalet’ diyerek, düşüncelerine dayanak
olarak bu iki temel karakteristik özelliğini göstermiştir. Özel’in kendini tanımlarken
kullandığı bu iki özelliğinin yanında, doksanlı yıllarda ortaya çıkan bir başka özellik
olarak, kalın Türklük ’ten de bahsetmek mümkündür. Kalın Türklük, Özel’in Müslüman
olmasına müteakip geliştirdiği düşünceler sonucu, doksanlı yıllarda adını koyduğu bir
özelliktir/değerdir. Her ne kadar Özel’in insan görüşüyle bağlantılı da olsa, Özel’in
Müslümanlığa geçişinden sonra kavramlaştırılması ve dine mensubiyetle direkt
bağlantılı olması sebebiyle, Özel’in kendini tanımladığı özellik olarak kalın Türklük,
‘Müslüman Türk Şair İsmet Özel’ başlığında, Müslümanlık ve Türklük ilişkisi
kapsamında ele alınacaktır.
Özel’deki tevarüs edilmemiş asalet duygusu/arayışı, temeli/başlangıcı toplumsal
olan bir karakteristiktir. Temelinin toplumsal olmasının sebebi, toplumda gördüğü
tevarüs edilmiş sahte bir asaletin varlığı sebebiyledir. Özel’deki tevarüs edilmemiş
asalet duygusu, Özel’in, toplumda bulunan bu sahte asalete karşı durmasıyla başlamış,
bir arayışı ifade etmektedir. Özel (2016: 19-21) otobiyografik eseri ‘Waldo Sen Neden
Burada Değilsin’de bunu şu şekilde açıklamaktadır:
“Asalet hissi benim içimde taşıdığım değil, bana çevreden
telkin edilmiş bir değerdir. Sebebi de çok yalın: Taşrada bir devlet
memurunun çocuğu olmak.
Türkiye Cumhuriyeti, bürokrasiye tanıdığı zabitçe bir yetkiyle
bütün toplumu kuşatmıştı. Cumhuriyet rejiminin temsilcisi olmak,
kişinin, toplum içinde geçerli bir unsur olduğu duygusunu
güçlendiriyordur. Buna bir de yerli halkın memurlara karşı mesafeli
tutumunu eklerseniz, ortaya sahte bir soyluluk manzarası çıkıyordu.”
206
Özel’e göre (2016), toplumda olan ve toplumun (ve devletin) oluşturduğunu
düşündüğü bu asalet, vasıfsız, temelsiz, sahte bir üstünlüğü ifade etmekteydi. Bu
asaletin, Özel tarafından, vasıfsız, temelsiz ve sahte görülmesinin sebebi, gerçekliğin,
Özel için, mutlak gerçeklik olarak kabul edilmemesiyle alakalıdır diyebiliriz. Tüzer’e
göre (2016: 32), İsmet Özel’in bu karakteristik özelliği, hem Özel’in zihinsel ayıklığına
vesile olmuş, hem de toplumsal olarak inşa edilmiş şeyleri, inşa edilmişliğinin
unutulması bakımından gerçekliği saklayan, bir nevi, zihinsel uyku hali olarak
görmesine sebep olmuştur. Özel, gerçekliği mutlak gerçeklik olarak kabul etmemesinin
ya da hayat içinde kurulmuş hiyerarşilerin temelini sorgulayıcı tutumda bulunmasının
sebebini açıklamak için, biri şiirin doğası ile ilgili, diğeri ailesi ile ilgili olmak üzere,
çocukluğundan iki örnek vermiştir. Bu konuda ailesinden öğrendiği şeyi, Özel şu
şekilde ifade etmiştir: “Ben, seferberlik ve İstiklal Harbi içerisinde bulunmuş bir
adamın çocuğuyum. Onlar bana, bugün yaşadığımız dünyanın dışında sahici bir dünya
olduğu fikrini verdiler ve bunu içime yerleştirdiler. Dolayısıyla ben dünyayı verili
olarak kabul etmedim. Veri olarak almadım (Tüzer, 2016: 33) .196” Özel’in ailesinden
öğrendiği, dünyayı verili olarak kabul etmeme durumu, verili dünyadaki asaleti kabul
etmemesi ile aynı yere düşer diyebiliriz. Özel’in dünyayı verili almama ve kesin veri
olarak almama durumu, Özel’in, mecburen, kendi düşüncelerini kurarken konuşacağı
daha güvenilir/sağlam temel arayışı ve şairlik düşüncesiyle çakışmıştır. Özel (2016: 36,
Tüzer, 2016: 30-31) bu durumu şu şekilde ifade etmiştir:
“Şiiri kendim için esas uğraş edinmeye karar verdiğim
zamanda düşünceme bir dayanak arama, sağlam bir temel bulma
isteğine kapıldım. Düşüncenin şiirini yazacak değildim elbet.
Düşündüklerimi yazmaya da niyetim yoktu. Yine de şiir yazan birinin
ne olduğu, kendine hangi yeri seçtiği önemli olsa gerekti. Şiir bir
sayıklama gibi dışa vurmayacaksa şairin de bile isteye durduğu bir
yer, ayık olduğunu anladığı bir alan olmalıydı. Sağlam bir
196 Özel İbrahim Tüzer ile yapmış olduğu söyleşide, babasından almış olduğu en önemli mirası
şu şekilde açıklamaktadır. Bu miras, yukarıda verilen örneğin praksisi olarak görülebileceği için, burada
vermeyi uygun buldum: “Şimdi ben diyorum ki babamdan bana kalan en büyük miras nedir? Şudur: Bir
gün, babam henüz komiser muaviniyken Van’da telefon çalar ve Van Valisi der ki ‘gazetelerim
gelmemiş.’ Babam da cevaben ‘Baş üstüne efendim. Bekçi gelir gelmez gazetelerinizi göndereceğim’ der.
Vali buna cevaben ‘Bekçi demek ne demek. Al kendin getir!’ der. Bunun üzerine babam ‘Ben sizin şahsi
hizmetçiniz değilim’ diye cevap verir. Bu lafı duyan vali ağzına ne gelirse, küfürleri savurmaya başlar.
Babam da gayet sakin ‘Aynen iade ederim efendim’ deyip telefonu yüzüne kapatır. Bu tavır, benim
babamdan aldığım en büyük mirastır.” Bkz: İbrahim Tüzer, İsmet Özel: Şiire Damıtılmıș Hayat, 2016,
İstanbu, s. 33.
207
dayanağım, sarsılmaz bir temelim olmazsa yazdıklarım neyle
değerlendirilebilir?”
Şiirini bu düşüncelerle kurmaya çalışırken, Özel’in gözettiği şeyin ne olduğunu,
asaletin doğuştan gelmediği düşüncesine dayalı olarak, asaletin dünyadan alınacak bir
şey olarak görmesinde bulabiliriz (Tüzer, 2016: 34). Bu bakımdan, Özel’in tevarüs
edilmemiş asaleti, ilk başta, tevarüs edilen asaletin sahteliğinin ortaya konması
bakımından topluma dayanırken; sonrasında, asaleti elde etmek amacıyla kişiselleşip
‘iyi’197nin yanında gözüpek ve tavizsiz bir şekilde durmaya yönelmiştir (Tüzer, 2016:
35). Tüzer’in gözüpek ve tavizsiz olarak ifade ettiği şeyin, Özel’in ön yargılardan
kaynaklı değerlendirmelerin sahteliğinden emin olup, değerli şeylerin bu yargıların
içinden çıkmayacağına ilişkin duyduğu inanca dayanan, Özel’in hareket tarzı olduğu
söylenebilir. Özel hiçbir zaman dinsiz198 olmamıştır. Buna rağmen, komünist ve dinsiz
olarak yaftalanma riskini göze alarak, sosyalist199 olmasını ‘iyi’ye karşı duyduğu
inançla açıklayabiliriz. Özel (2016: 41) bu durumu şöyle açıklıyor :
“Dinsizlik ve komünistlik eşleşmesi karşısında solcuların bir
kısmı rahatsızdı denilebilir. Bu insanların doğru bildikleri yolda
sıkıntıya katlanıyor olmaları, rizikoyu göze almaları benim için
önemli ve değerli bir şeydi (hâlâ öyledir). Bu sıkıntıları aşmama
yardımcı olan iki unsur, ruhumda yer etmiş bulunan kadirşinas
itaatsizliğim ve tevarüs edilmemiş asaletimdi.”
Burada Özel’in ortaya koyduğu tevarüs edilmemiş asaletin her ne kadar bireysel
bir belirlenim sonucu olarak ortaya çıktığı görülse de, Özel’in her daim kendini topluma
197 Vurgu İbrahim Tüzer’e aittir.
198 Burada söz konusu olan din, Uluğ Nutku’nun, Özel’in tevarüs edilmemiş asalet duygusu ile
paralel duran, inanç düşüncesi ile açıklanabilir. Nutku’ya göre, “İnsanın var olanları ‘öyle oldukları gibi’
bilmeye yönelmesi, bilimlerin yolunu açarken, var olanları ‘öyle olmadıkları gibi’ bilmeye yönelmesi de
inançlara yol açar.” Bkz: Uluğ Nutku, İnsan Felsefesi Çalışmaları: Varoluş ve Tarihsellik, 2016, Ankara,
s. 41.
199 O dönem düşünceyi savunanlarca sosyalistliğin nasıl anlamlandığını Özel şu şekilde
belirtmektedir: “Pozitivist önyargılarla yüklü bir eğitimin ürünü bir kafa yapısıyla, 60’lı yılların
başlarında bir gencin sosyalizan düşüncelere meyletmesi kadar olağan bir şey düşünülemezdi. Her ne
kadar adına sosyalizm desek ve görüntüsünü modernlikle bezesek bile o günlerde ben yaşlardaki
gençlerin temel eğilimleri yurtsever, memleketçi ve giderek milliyetçi bir karakter sahibiydi. Yine de bu
kelimeleri anmak kimsenin hoşuna gitmezdi. Çünkü bu kelimelerle birlikte modernlik, ilericilik,
Avrupalılık elden gidiyordu sanki.” Bkz: İsmet Özel, Waldo Sen Neden Burada Değilsin, 2016, İstanbul,
s. 40.
208
karşı borçlu hissettiği söylenmelidir. Özel (2016: 41), toplumla çatışık gözüken200
düşüncesinin öyle olmadığını şu şekilde ifade etmiştir: “İçinde yaşadığım topluma
borcumu ödemenin yolunun, bu toplumun önyargılarına itaatten geçmediğini peşinen
kabul etmiştim zaten. Şair, ressam veya müzisyen de olsam toplumun hazır kalıplarıyla
zıtlaşmayı göze alarak işe başlayacağımı biliyordum.” Özel’in görüşlerinin yükseldiği
karakter özelliklerindeki toplumcu kaygının tespiti önemlidir. Zira Özel’in karakterini
ortaya koyan kadirşinas itaatsizlik ve tevarüs edilmemiş asalet fikri, pek âlâ, liberal201
bir bireyin yaslandığı karakter yapıları olarak da okunabilir. Bu bakımdan Özel’in tüm
bu karakterlerinin temelinde bir toplumculuk202 görmek, görüşlerine temas bakımından
önemli bir ayrımı göstermektedir. Nitekim sosyalistlerin bölündüğü203 yıllarda, Özel
(2016: 50-51) bu toplumcu yanını şöyle ortaya koymuştur: “Bir toplumun beklentileri, o
toplumun imkânları ve potansiyeliyle bağlantılı olabilirdi ve o toplumun yönü hakkında
düşünenlerin ilk öğrenmeleri gereken hangi insanların geleceği hakkında
düşündüklerini gözden uzak tutmamaktı.” Özel, toplumcu olmasına rağmen, kurumsal
kabullere karşı konuşma cesaretini kadirşinas itaatsizliğinden ve tevarüs edilmemiş
asaletinden alır (Tüzer, 2016: 36). Sosyalist ya da komünist olarak isimlendirilen
isimlerle kurduğu ünsiyet de, Özel’in onları (komünist ve sosyalistleri) da asaleti elde
etmek amacıyla riske girmekten çekinmeyen insanlar olarak görmesiyle açıklanabilir
200 Özel’in düşüncesinde topluma bir karşıtlık olmadığını en açık olarak 1970’te yayınlanmaya
başlayan ‘Halkın Dostları’nı gösterebiliriz. Derginin amacında bu durum çok açık bellidir. Derginin
amacı (İ. Tüzer, Şiirle damıtılmış hayat, 2016, s. 113) : “ ‘Halkın Dostları’ dergisi emperyalizme ve tüm
gericiliğe karşı bir kültür cephesi kurmak istiyor. Ülkemizde yürütülen devrimci kavganın edebiyat ve
kültür alanındaki uzantısını ortaya koyacak bir hareketi başlatmış oluyoruz böylece. Edebiyat, müzik,
resim, sinema ve öteki sanat ve kültür dallarında yürütülmek istenen devrimci mücadelenin bir
toparlayıcısı olmaya çalışacağız. Türkiye halklarına yaraşan devrimci sesi bir vurucu güç haline sokmak
zorundayız. Halkımızın değerlerini yaşatmak, yaymak, ileri götürmek, yüceltmek dileğindeyiz. Bu amacı
benimseyen her devrimcinin saflarımızda yeri vardır.”
201 Burada Özel’in liberal düşünceye denk düşen özellikleri olmadığı söylenmemektedir.
Ayrımlanmak istenen, Özel’in, liberalizmin kabulleri ve inançları seviyesinde bir liberal olmadığıdır. Bir
ideolojinin kabulleri ve inançları olmaksızın, eylem tarzları itibariyle o ideolojiye sahip insanların eylem
pratiklerine benzemek de, esasen, o ideolojiye sahip olmama olarak ifade edilebilir. Özel için bu durum,
ilişik kurulduğu diğer ideolojiler için de geçerlidir.
202 Özel’in sosyalist düşüncelerle kurduğu ilişki halkı ile; halkı ile kurduğu ilişki de bütün ülkesi
ile kurduğu ilişkiyi doğurmuştur. Özel (Waldo, 2016, s. 70) bu durumu şöyle açıklamıştır: “Sosyalist
olmak bana yurtseverliği, yani toprağı ve insanıyla kendi ülkemin benimsenişini getirmişti. Kendi
ülkemde tehlikede olmamak, kendi ülkemi tehlikeye atmamak fikri belli bir psikolojik rahatlık sağlıyordu
bana.”
203 Özel ( Waldo, 2016, s. 47) bu bölünmeyi şu şekilde vermiştir: “Türkiye’ye sosyalist bir
müdahale isteyen aydınlar sonradan ikiye bölünmüşlerdi. Bir kısmı (ki ana tez buydu) müdahalenin
Tanzimat’tan itibaren bütün yenileşme hareketlerinin yöntemi kullanılarak gerçekleştirilmesini
savunuyordu. Bunlara tepeden inmeciler, ara tabakaların öncülüğünü benimseyenler (askeri darbeciler)
denirdi. Bunların karşısında halkın desteğini talep edenler yer alıyordu. İkinciler demokratik
örgütlenmenin, kaçınılmazlığını savunuyorlar ve harcanan çabalar sonucunda varılması gereken yer
sosyalizm ise halkın katılımının vazgeçilmezliğini öne sürüyorlardır.” Özel bu ayrımda kendisini ikinciler
olarak isimlendirdiği halkın desteğini öngören gruba dâhil ediyordu.
209
(Tüzer, 2016). Benzer şekilde, Ataol Behramoğlu’nun partiye (TİP) girmesi için ‘Zayıf
tarafta savaşa gir! Ucunda ganimet yok bu işin. Sadece zahmet ve tehlike var’
sözlerinden sonra, aynı asalet arayışı ve cesareti ile 7 Aralık 1963 yılında TİP’e
(Türkiye İşçi Partisi) kaydolmuştur (Tüzer, 2016: 37, Özel, 2016: 45-47). Özel (2016:
46) bu kayıdı ‘komünist olmak başka, müseccel komünist olmak başka’ diyerek
cesaretinin ve asalet arayışının bir tescili olarak görmüştür.
Özel’in hayatının her döneminde, kişisel özellikleri olarak gördüğü, kadirşinas
itaatsiz ve tevarüs edilmemiş asaletin izlerini görmekteyiz. Yukarıda belirttiğimiz gibi
solcu, komünist ve sosyalistlerin arasına nasıl bu karakter özelliklerinin yönelimi ile
girdiyse, o gruptan kopuşu da yine aynı sebepten olmuştur. Bilgiyi bir açılım, dünyadaki
varlığını anlamlandırma imkânı olarak gören Özel (2016: 78) için, sosyalist ve komünist
oluşumlar, ilk etapta, kısıtlamalara ve sınırlamalara karşı olmaları bakımından, Özel’in
asalet düşüncesini celbetmişlerdir. Özel’in, Marksist olmanın her tarz dogmatizme karşı
durma ve yeniliklere açık olma imkânını sağladığını düşünmesini de bu kapsamda
değerlendirebiliriz. Ancak, Özel bu oluşumların içine girince anlamıştır ki,
kısıtlamalardan kaçmak için beraber olduğu kişiler ve düşünceler, kendi kısıtlarını,
karşıt oldukları şeye benzer şekilde, içinde barındırmaktadır. Özel (2016: 78) bu
durumu şöyle özetlemiştir:
“Ben bilgiye bir açılım, bir genişleme ve öğrendiklerimle
dünya üzerindeki varlığımı anlamlandırma imkânı olduğu için rağbet
ediyorum. Fakat bilgi olarak karşıma çıkan dünya görüşleri önce yeni
bir ufuk gibi göründükleri halde, sonradan sadece kendi kanallarında
seyretmek şartıyla yararlanılacak bilgiler sunduklarını itiraf eden
diktatörler haline dönüşüyorlardı.”
Bunun yanı sıra, Özel’in benzer asalet arayışı düşüncesiyle hareket ettiğini
düşündüğü arkadaşlarının, aslında, onun gibi düşünmediklerini öğrenmesi de bu
oluşumlardan ayrılmasını tetiklemiştir. Tüzer ile yapılan söyleşi de, Özel bu durumu
şöyle örneklemiştir (Tüzer, 2016: 41):
“Ben Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin bana yaptıracağı şeyden
korktum ya da onu reddettiğim için okulu bıraktım. Ben mesela,
sosyalist arkadaşlarımın yaptıkları tahsili, Siyasal fakültesi mezunu
olmayı önemsiyor olmalarından çok olumsuz etkilendim. Hepimiz
210
sosyalisttik, birçok riski göze almıştık falan ama onlar alacakları
diplomaya fittiler.”
Özel’in sosyalist arkadaşlarından düşünce bakımından, niteliksel olarak,
ayrılmasını, Özel’in ‘mutlu azınlık’ kavramına verdiği anlamda daha iyi görebiliriz.
Özel, sosyalist arkadaşları tarafından pejoratif olarak kullanılan, ya da sosyalist
terminolojide suçlayıcı bir ifade olarak kullanılan ‘mutlu azınlık’ kavramını kendi
içinde ters çevirmiştir. Esasen, bu ters çevirme, tevarüs edilmemiş asalet anlayışı
çerçevesinde yaptığı bir şeydir. Bu ters çevirme kapsamında, Özel (2016: 65-66) mutlu
azınlığın “iyi şeyleri seven, ancak iyi şeyleri sadece iyi olmaları yüzünden sevebilen
kişilerden oluşabilir” bir şey olarak görürken, kendinin bu azınlıkla ilgisini “kadirşinas
itaatsizliğim ve tevarüs edilmemiş asaletim beni böyle bir azınlığın içinde yer almaya
adeta zorluyordu” diyerek açıklamıştır.
3.3.2.2. Kadirşinas İtaatsizlik
İsmet Özel’in karakterini ifade etmek için kullandığı bir diğer kavram kadirşinas
itaatsizliktir. Esasen, Özel’in kendisini ifade etmek için kullandığı diğer kavramlarla
ilintili olan bu kavram, yine çocukluğunda ve ilk gençlik yıllarında, çevresi hakkında
görüşleri ve onlara karşı takındığı tutumla oluşmuş bir özelliği belirtmektedir. Özel için,
tevarüs edilmemiş asaletinin oluşmasında toplum değerlerinin ne kadar önemi varsa,
kadirşinas itaatsizliğinin temelinde de, bir o kadar, kişisel değerlendirmelerinin
belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. Özel’in kadirşinas itaatsizliğinin, öncelikle,
etrafında bulunan insanlarla kurduğu bağlılık ilişkisine istinaden, çevresindeki insanlara
karşı olduğu da belirtilmelidir. Bu özelliğinin, ilk baştaki durumunu belirtmek, ilerleyen
süreçte, durumundaki değişikliği görmek bakımından önemlidir. Çünkü tevarüs
edilmemiş asaleti, nasıl ki ilerleyen süreçte, devletin kurumlarından ve toplumun
kabullerinden kişiselliğe dönmüştür; kadirşinas itaatsizliği de, çevresindekilere karşı
kişisel değerlendirmelerden başlayıp, ilerleyen süreçte, toplum kurumlarına yönelmiştir.
Bu senkronik dönüşüm, Özel’in kendini açıklarken kullandığı özelliklerin birbirleriyle
uyum içinde olduğunu göstermektedir. Bu uyum da, şairin, ilkesel ve içsel, bütünlüğünü
korumasını göstermesi bakımından önemlidir.
Özel (Özel, 2016: 19-20) kadirşinas itaatsizliğinin başlangıcını ifade etmek için
şu cümleyi kullanır: “Çocuk yaşlarımda hayatımı çekip çeviren büyüklerin zekâ, bilgi ve
ahlak bakımından kendilerine kayıtsız şartsız teslim olunabilecek yeterliği
211
gösteremediklerini kavramıştım.” Buradan da anlaşılacağı gibi, kadirşinas itaatsizlik,
esas olarak, çevresinde otorite olarak görülen kişilerin meşruiyetine dönük bir
kavrayışın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Özel’in otoriteye bakışı, tevarüs edilen asalet
olarak sahtelikle kurduğu ilişkiyle de doğrudan ilgilidir. Tevarüs edilmemiş asalet
başlığında da dile getirildiği üzere, kabullere dayanan bir asalet ve buradan kaynaklı bir
otorite, Özel için sorunludur. Daha küçük bir çocukken, ebeveynlerinin,
öğretmenlerinin ve çevresindeki büyüklerin yetkinliğini, otoritesini sorgulayan Özel,
büyüdükçe sorgulamasını kurumsal otoritelere çevirmiştir. Özel’in küçükken,
çevresindeki insanlara bakarak ortaya koyduğu düşüncenin, büyüyünce kurumlara
yönelmesi bu bakımdan olağandır204. Özel’in, gençlik yıllarıyla beraber, tevarüs
edilmemiş asalet arayışı doğrultusunda toplumla karşı karşıya gelmesinin bir boyutunu
da kadirşinas itaatsiz karakterinin oluşturmakta olduğunu söyleyebiliriz. Özel bu
durumu şöyle ifade etmektedir: “ Ben toplumun bana verdiği şeyin kadrini biliyorum,
fakat bu bana verildi diye boyun eğmeye hiç niyetim yok (Kalkan, 2010: 223).” Bu
bakımdan, Özel’in, Goethe’nin ‘işe yarayan adam itaat eden ve ettiren adamdır’
sözünden yola çıkarak, söylediği ‘işe yaramaz adamım’ çıkarımı, büyük ölçüde,
kadirşinas itaatsiz karakteriyle alakalı olarak düşünülebilir.
Özel’in kadirşinas itaatsizliğinin temelinde, gerçeklikle kurulan ilişkiyi de
görmek mümkündür. Özel’e göre, gerçek, algılanan demek değildir. Böyle bir gerçeklik
düşüncesi ile Özel’in genel olarak sanat, özel olarak şiir düşüncesinin beraber
yürüdüğünü düşünebiliriz. Çünkü sanat için de geçerli bakış olan, gerçeğin (hakikatin)
avuçlanamaz olmasına binaen sınırlandırılamaz olması, Özel’in hayata bakışının da
temelinde durmaktadır. Özel (2006) 2006 yılında verdiği bir mülakatta bu durumu şöyle
açıklamıştır:
“Gerçekle olan ilişkimi, hiçbir zaman gerçeğin sınırları
dolayısıyla kurmadım. Bence, ‘karar vermek’ esastı. Nitekim Kant da
‘estetik yargı’dan söz eder. Yani ‘algı’ ile sıkı sıkıya bağlı saymadım
kendimi. Başkalarının tercihleri, kararları, telkinleri “Dur bakalım
bir de biz gözden geçirelim, elden geçirelim” şeklinde bir etki
uyandırdı bende.”
204 Burada ortaya konan olağanlık, kişinin sosyalizasyonu sürecinde kurumları tanıyışı çevresini
tanımasına göre daha sonra olmasıyla alakalıdır.
212
Özel’in davranışına temel teşkil eden bu hassasiyet, esasen, özgürlüğe karşı bir
hassasiyet olarak da algılanabilir. Hakikati ele geçirilemez bir şey olarak gören biri için,
hakikat iddiası ile söylenen şeylerin özgürlüğü kısıtlayıcı bir davranış olarak görülmesi
de bu bakımdan doğaldır. Yıllar sonra, İslam’a ihtida ettiğinde de bu itaatsizliğin, aynı
sebeplerle, ontolojik bir güvenliğe dönüştüğü görülecektir.
Kadirşinas itaatsizlik ve tevarüs edilmemiş asalet şeklinde ifade edilen karakter
özellikleri, Özel’in ömür boyu içinde taşıdığı özelliklerdir. Çocuklukta, “verilen desteğe
karşılık severek hizmet, fakat asla itaat etmemek; sonu itaate varacaksa sunulan
yardımı reddetmek” diyerek geliştirdiği kadirşinas itaatsiz kavramının, Müslüman
oluşuyla da İslamileşerek devam ettiğini görmekteyiz (Özel, 2016: 20). Örneğin Özel
(2010b, 10-12), Müslüman olduktan sonra yayınladığı ‘İyi Şeyleri Kabul Etme, Kötü
Şeyleri Reddet’ yazısında iyi şeyleri neden reddetmemiz gerektiğini şu şekilde
açıklamıştır:
“İyi şeyleri kabul etme diyorum. Çünkü sunulan iyi şey tuzağa
konulmuş yemden başka bir şey olamaz. Sana iyi şey veriyorum veya
vereceğim diyenler öncelikle bizim zaaflarımızı istismar etmek
niyetiyle yola çıkmışlardır. Bir kere neyin kötü, neyin iyi olduğuna
dair değerlendirmeyi bize bırakmamış; ya ortalama insanın iyi
tanımını bizim de kabul ettiğimizi varsayarak yahut kendi yaptığı iyi
tanımına bizi de dâhil etmeye çalışarak bizi belli bir harekete davet
etmektedir. İyi şeyleri kabul etmekle sevk olunmayı kabul etmiş
oluruz.”
Özel’in ihtida ettiği bir dönemden iktibas edilen bu pasajda, dikkatimizi iyi ve
kötü kavramlaştırmalarına çevirdiğimizde, Özel’in hakikat ( ve dolayısıyla iyi ve kötü)
görüşünün, kendine küçük yaşlardan beri yol gösteren kadirşinas itaatsiz özelliğiyle
doğrudan ilişkili ve bu özelliğe uygun olduğunu görürüz.
3.3.2.3. Güçlü İnsan
Bir düşünceden bahsederken, kaçınılmaz olarak, o düşüncenin gücü üzerinden
bir değerlendirmeye de gideriz. Güç tahlili yaparken, genel olarak, tesir alanı ve
geçerlilik süreci üzerinden bir değerlendirmeye gidilebilir. Akademik/bilimsel hayatta
213
bir fikrin gücü, teorik olarak ve/veya olguyu açıkladığı sürece205 geçerli olurken;
paradigmatik fikirlerin gücü, tesir alanında geçerli olduğu sürece206 geçerlidir
diyebiliriz. Söz konusu bir din ise, bu güç kendini hem teorik olarak (yaslandığı zemini)
hem de tesiri itibariyle göstermek zorundadır. Burada dikkat edilmesi gereken husus,
güç değerlendirmesi yapılırken, dinin araştırılma nesnesi olarak ele alınamayacak
olmasıdır. Bu bakımdan, dinin gücünün ele alınması ile bilimsel ya da paradigmatik bir
fikrin gücünün ele alınması birbirinden farklı bir içeriğe sahiptir. Bunun sebebi, bilim,
dünyevi ve bir dil içerisinde var olurken; din ile ilişki, ‘İsmet Özel ve Dil’ başlığı altında
belirtildiği üzere, insanın, varlığını varlık olarak ele almasına (değerlendirmesine)
müteakip, varlığını dilin önüne koymakla mümkündür. ‘İsmet Özel ve Dil’ başlığı
altında da verilen şu alıntı, Özel’in bu konudaki bakışını ortaya koymaktadır: “Bu gözle
bakıldığında anlaşılması umulur ki Kur’an-ı Kerim hükümlerine uyulmasının, kişinin
kendi varlığını dilin önüne koymasıyla yakın bir ilgisi vardır ve bunu ihmal ederek
yapmaya yeltendiğimiz işlerin bereketine bel bağlamak, maddiyata bel bağlamaktan
kolay kolay ayırt edilemez (Özel, 2013: 160).” Maneviyat alanında tezahür eden, dilin
önüne geçme durumunun bir usulü, bir metodu olmadığı (olamayacağı) için aktarılmaz
(Özel, 2013). Çünkü dünyada açıklanabilen şeyler dil içinde olur. Bir başka deyişle, dil
içinde açıklanabilen şeyler dile tabidir ve bu bakımdan, tarihsel, kültürel,
konjonktüreldir. Her zamanı ve her dönemi kapsayan bir hakikatin, belirli bir dil ile
ifadesinin imkânsızlığı da bu sebepledir. Dil içinde olmayan bir tecrübe olarak, din
için, Abdülhakim Arvâsi’ye atfen söylenen şu söz açıklayıcı olabilir: "Allahü teâlâ
sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez...."
İsmet Özel’in “Dil ile İkrar” kitabında (2017) topladığı benzer yazılarda
yapmaya çalıştığı, esasen, Müslümanın Müslüman olarak varlık alanında bir yer tutma
girişimidir. Bu, dolayısıyla, bir söz sahibi olmak ya da özgürleşmek manasında bir yer
tutmadır. Özel (2017: 9) sözlerin işleri döndürdüğünü ve sözlerin insanları
yönlendirdiğini söyleyerek, bizatihi sözün bu yer tutmada önemli olduğunu belirtiyor.
Yine Özel (2017: 9) “Aklımızın, zıddına gidişi reddettiğini hesaba katmadan devam
edemeyiz” diyerek bu yer tutmanın bir hegemonya meselesi olduğunu ortaya
koymaktadır. Bu yüzden, Özel’e göre, dil ile ikrar derdi taşıyan birinin, dilin ikrar
ettiğiyle münasebeti fevkalade önemlidir. Bu yer tutmanın mahiyetini, Michael
205 Einstein fiziğinin Newton fiziğinin yerini alması buna örnek olarak verilebilir.
206 18. Yüzyılda ortaya çıkan aklın önderliğinde, ilerlemeyi ve sürekli gelişmeyi öngören
aydınlanma düşüncesinin 2.Dünya Savaşı ile inandırıcılığının ortadan kalkması da buna örnek verilebilir.
214
Foucault’daki özne ve iktidar ilişkisi üzerinden anlamak daha kolay olabilir.
Foucault’ya göre (2011), özne özneleştirilmiş olandır. Özne, özü itibariyle, bir eylemde
aktif eyleyen olarak kabul edilse de, bu yorum gereği, aynı zamanda tabi olan demektir.
Foucault, bu durumu açıklamak için, kelimelerin Fransızcaları üzerinden bir ilişki kurar.
Fransızca “sujet” hem özne demektir, hem de bağlı/maruz/yükümlü anlamlarına
gelmektedir. Yine özne anlamına gelen “sujet” kelimesinden türetilen özneleştirme
olarak kullanılan “assujettir” fiili, tabi kılmak, egemenliği altına almak demektir.
Foucault, bu yüzden, özneyi kurulmuş bir şeyler olarak görür. Buradan yola çıkarak,
Foucault, öznenin (herhangi bir) tutumunu nedensel bir bağ üzerinden okur. Buna
paralel şekilde, bu bağ üzerinden kendini adlandırmayı da kimlik ve benlik olarak
tanımlar. Binaenaleyh, özneyi, benliğini ve kimliğini bağ ile kuran bir varlık olarak,
üretilmiş tarihsel bir mod olarak görür. Bağın soyutluğu ve gizliliği, sinsice, özneyi
iktidara tabi kılıp “assujetti” (tabi) yapar. Foucault, bu iktidar-özne ilişkisini ikili
konuşmalara kadar indirir. Ona göre, içinde bulunduğumuz bu çağda, olgusal bütün
süreçlerde, yöneliş/yönlendirişlerde, esasen, mantık süreçlerinde modern akıl aktör ve
eyleyendir. İsmet Özel de bu bağın varlığını ikrar kelimesi ile ortaya koymaktadır. İkrar
kelimesi iki anlamda (TDK) kullanılır. Bu anlamlardan biri, açık açık söylemek,
saklamayıp doğruca söylemek iken; diğer anlamı kabul etmektir. Kabul etmek
söylenilene tabi olmak, yani kabul görmesi bakımından, zihinde makbul olan olarak da
görülebilir. İsmet Özel, bu noktada, İslam’a geçişle de bağlantılı olarak, ikrarı
kendinden başka bir yere bağlar. Özel’e göre Müslümanın ettiği ikrar, Foucault’nun
modern akla atfen söylediği, yöneliş/yönlendirilişlerde eyleyen ya da üzerinde inşa
olunan bir zemin değildir. Zemin ikrarın bağlandığı yerdir. Özel’in ikrarı bağladığı yer
kalptir (2013d: 70). Bir tutumun ortaya çıkmasında, dil ile ikrarın yetmeyeceğini, kalp
ile tasdikin şart olduğunu söyleyen Özel için, kalp doğrunun ve yanlışın yargıya
çekildiği bir mercii olarak dini bir merkezdir. Özel, özne ve özneleştirme arasındaki
bağı, kurucu başkanlığını yaptığı İstiklal Marşı Derneği’nin kuruluşunun 7. Yılı
münasebetiyle verdiği, “Türk Kullanma Kılavuzu; Kullanma Türk Kılavuzu; Kullanma
Kılavuzu Türk” başlıklı konuşmasında (2014) açıkça dile getirmiştir. Bu konuşmasında,
araç-gereçlerin nasıl kullanılacağına ilişkin hazırlanan kılavuzların, esasen, onların
sınırlarına tâbi olmak manasında anlaşılması gerektiğini ve bunun Türkçedeki
karşılığının, kul olma / kul edinme olarak, kullanma olduğuna dikkat çekmiştir. Özel’in
bu konuşmada yaptığı, tabiî ki de kullanma kılavuzlarına ilişkin bir değerlendirme
olmayıp, bir tutumun/yaklaşımın ortaya konulmasıdır. Burada ifade edilen kul ile ilah
215
arasındaki ilişkide, tabi olma, sınırlama özellikleri belirginleştirilmiştir. Özel, bu
ilişkinin temel özelliklerinin ortaya koyarak, bir bakıma, kulun kulluğunun yönünün
tahrif edilmesinin önüne geçmeyi hedeflemektedir. Özel’in bu yaklaşımını,
özneleştirilmiş öznenin, Foucaultcu iktidarın üzerine kurduğu hâkimiyet tuzağından
kurtulma arayışı olarak görebiliriz. Özel’e göre insan, bu yaratılışının üstüne çıkma
potansiyelini içinde barındırır. Özel için güç, Foucault’ya benzer bir şekilde, burada
yuvalanır. Özel, bu özgürleşmeyi güç olarak görmesinin yanında, bu tuzağın farkına
varmayı, bizatihi, dine açılan bir kapı olarak değerlendirir (Özel, 2014f: 7-9). İslam’da
geçerli olan insanın eşref-i mahlûkat olması da Özel’e göre, burada temellenir
diyebiliriz. Çünkü Özel’e göre (2016b: 226) “insan dediğimiz şey ünsiyet sahibi olan
şeydir. İnsan yerle gök arasındaki kıstaktır, berzahtır. İnsan dediğimiz zaman ulvi ile
süfli arasındaki alanı dolduran varlığa diyoruz.” Ulvi ve süfli arasındaki alanı dolduran
insan için, Özel’e göre (2017: 303), “gerçek bilgi, gerçekten öğrendiklerimiz bize ulvi
makamların öğrettikleridir. Bildiğimiz vehmine kapıldıklarımız ise süfli âlemin
tabiatında olan her şeydir.” Bu noktada, Özel (2017: 324) aklı değil ve nakli esas
alarak, güçlünün gücünü dünyaya ilişik kurmacalar yerine nakil yoluyla, din aracılığıyla
aldığını söyler. Burada ifade edilen nakilde, insanın bir şeyi bilip aktarabilmesi olarak
modern bilginin lojistik karakteriyle bir ortaklığının olmadığını söylemek gerekir.
Buradaki nakil, insanın insana bir şey öğretebilmesinden daha çok insanın her zaman
geçerli olan bilgiye ancak Allah’ın hidayeti ile ulaşabileceğini ifade eder. Bir başka
deyişle, bilginin böyle mümkün olduğuna inanıp yola koyulan insanın nakle inandığını
söyleyebiliriz. Bu bakımdan üstün ve güçlü olan bu yolda olandır.
3.4. İsmet Özel’in Dil Görüşü ve Poetikası
İsmet Özel’in bizatihi (itself) dil üzerindeki görüşlerinin, düşüncesinin membaını
oluşturduğunu söylemek mümkündür. Bunu her ne kadar poetik zemin üzerinden de
yapsa o zeminin harcının mezkûr dil kavrayışından oluştuğunu söyleyebiliriz. Bu
kısımda bu ilişki ortaya konulacaktır. Bu kapsamda, sırasıyla, Özel’in dil kavrayışı, bu
dil üzerinden kurduğu poetikası, bu poetikanın içinden çıkan şiir şuuru ve son olarak şiir
politika ilişkisi ayrı ayrı ele alınacaktır.
3.4.1. İsmet Özel ve Dil
İsmet Özel’in İslamcılığının ve diğer bütün görüşlerinin temellendiği poetikası
üzerine konuşmadan önce, bu poetikasına temel oluşturan, dil hakkında görüşlerinin
216
verilmesi gereklidir. Öyle ki, Özel için dil, varlık olarak insanın varlığa gelişinin ve
kendinin ne olduğunu anlamasının kapısıdır. Dil hakkında düşünmek, esasen, insan
üzerine düşünmek demektir. Özel (2019b: 253-254) bu gerekirliği şu şekilde
belirtmiştir: “Âdem aleyhisselamdan şimdiye kadar insanoğlu insanlığını konuşma
haricinde bir usulle gösterecek bir beceri edinebilmiş değil. İnsanlaşmanın yegâne yolu
söylemek, söyleşmek, sözlü bir vasatın imkânlarını kullanmaktır. Var olmak dili olmak,
dille olmak, dilde bulunmaktır.” Yukarıda belirtildiği gibi, dil üzerine düşünmek,
mânâlar üzerine düşünmenin radikal bir yönü olarak da görülebilir. Çünkü insan doğaya
mânâlı bakar. Bir başka deyişle, mânâ, doğadan ziyade, insandadır. Mânâların ortaya
çıkışının nedenleri ise birtakım niyetlere/istemeye bağlıdır/bağımlıdır diyebiliriz.
Nihayet, bu niyetler de bir dil içinde anlamlıdır. Örnek vermek gerekirse, Osmanlı
modernleşmeleri kapsamında, Batılı bazı kurumlara ihtiyaç duyulmasına binaen,
Kur’an’dan ve peygamber döneminden bazı karar alma şekillerine bakılarak iktibas
edilen Meşveret kavramı buna örnek olarak verilebilir. Meşveret kavramı, belli bir
niyete istinaden, mezkûr dönemde yeniden mânâlandırılmıştır. Bu bakımdan, manası,
batılı bazı kurumların ihtiyaçlarına cevaz vermesi amacıyla, yeniden üretilmiştir.
Yeniden t-üretilmiştir de denilebilir. Çünkü mananın ve manaya temel teşkil eden
niyetin anlamlı olduğu dil modernite (modernleşme) dilidir. Bu bakımdan dil üzerine
düşünmek, esasen, meselenin özü üzerine düşünmektir. İslamcılığından bahsettiğimiz
Özel’in düşünme biçimi ve düşünmenin belirtilen radikal boyutuyla en derinden
bağlantısı, verilen şu tecrübeyle (Özel, 2016: 36):
“Evde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın üç cilt halinde yayınladığı
Kur’an-ı Kerim meali vardı. Büyük bir samimiyetle onu okumaya
koyuldum. Okumaya başlamadan önce abdest alıyor, Kitab’ı
göbeğimin üstünde tutmaya özen gösteriyordum. 1961 yılında, dini
düşüncenin nitelikleri hakkında hiçbir temel bilgilenme sağlamamış,
genel olarak düşüncenin hangi meseleler çevresinde döndüğü
konusunda donanımı olmayan bir lise son talebesinin ‘Bakalım bizim
temel dini metnimizde neler var?’ merakıyla giriştiği okumadan nasıl
bir sonuç doğabilirdi? Olacak olan oldu: sonuç büyük bir düş
kırıklığıydı.”
ve (yıllar sonra) çıkarılan şu sonuçla (Özel, 2016: 37):
217
“Acaba ne bekliyordum ve hangi beklentilerim boşa çıkmıştı?
Bugün için bana açıklayıcı görünen husus, Cumhuriyet’in okullarında
eğitim görmüş herkesin, İslami metinlere yaklaşırken ister istemez
elverişsiz bir konumda bulunduklarıdır.”
daha net ortaya konulabilir. Özel’in, burada, elverişsizlik kavramıyla belirtmek
istediği, esasen, ilgili dönemdeki dil ve bu dilde anlam bula(cak)n, metne yaklaşımı
mümkün kılacak niyetlerin Kur’an’a yaklaşmak207 için elverişsiz olmasıdır. Bir başka
deyişle, Özel, çağının içinde düşünen bir kişi olarak kutsal kitabı okumaya
koyulduğunda, içinde yaşadığı dünyayla uyumlu bir şeyler bulamadığı için, Kur’an’da
anlamlı bir şeyler bulamamıştır. Çağın dili içinde düşünen insanın, çağın niyetleri
üzerinden düşündüğü kabul edildiğinde, bu sonuç Özel’e şaşırtıcı gelmemiştir.
İsmet Özel için dil, ontolojik bir temelde konumlanışın ilk basamağıdır. Muhtelif
konuşmalarında (2008) “Allah insanları dilleri üzerinden yaratır.” diyerek varlık olarak
insanın varlığa gelişini dil ile ilişkilendirmektedir. Özel’de dil, insan için sadece
yaşamını idame ettirmek için kullanılan bir araç olarak görülmez. Özel’e göre (2013:
152-153) insan, dil yoluyla insanlaşır. İnsanlaşmanın ne demek olduğunu ve insanlığın
mertebesini de dilden öğrenir insan. Öyle ki, Özel (2013), insanın hayatını insanın
sahiplendiği dile indirgemekten çekinmez. Heidegger’in “insan konuşmaz, dil konuşur.”
aforizması ile paralel şekilde Özel, insanın gücünün dilin kaynağını bilmeye
yetmeyeceğini ileri sürer. Özel’e göre (2013: 159)“Dil öyle bir donanım ki insan olarak
onu kullanmıyoruz. İçindeyiz dilin208, onun içinde yüzüyor, onunla belirginlik
kesbediyoruz. Dilin kaynağına doğru hareket edebilmek için bir kalkış noktası
bulamayız. Dile doğru bir yön tutabiliriz ancak ve varacağımız yer olsa olsa dildir;
dilin kaynağı veya çıktığı yer değildir.” Özel’in “Dilin kaynağına varılamaz, dile
ulaşabiliriz.” fikri, bize, Özel’in fikirlerinin ortaya çıktığı zemin hakkında bilgi
vermektedir. Dile ulaşmak kavramını açıklarken, dilin iki yanından bahseder Özel
(2013: 158-160):
207 Özel’in dine bakış açısı, burada anlatılmak istenenin açıklığa kavuşturulması bakımından
önemlidir. Özel için din herkes için bir fenomen değildir. Bu bakımdan, araştırılması da herkes için
mümkün değildir. Özel için din, inanıldıktan sonra kendini hissettiren bir hakikat olarak bilimin konusu
değildir.
208 Heidegger’in ünlü “dil varlığın evidir.” sözüyle birlikte düşünülebilecek bir yargı olarak
söylendiğini düşünebiliriz.
218
a- İnsanın insanla bağlantısına hizmet eden yan: Bu özellik, en genel özellik
olup, gündelik yaşantımızdaki bütün iletişimlerde açığa çıkan dilin özelliklerindendir.
Dilin, genellikle, araç muamelesi görmesine sebep olarak da bu özellik gösterilebilir.
Gündelik yaşantının dışında, özgün sanatçının ve yeni bakış açıları sunan filozofların da
kendine has farklı bir dili olabilir. Bunu da dilin bu özelliği kapsamında ele almak
gerekir.
b- Dilin kendisiyle temasımıza imkân veren yan: İsmet Özel’in dile ulaşmaktan
kastettiği, dilin bu yanıdır. Dilin bu yanı, münferit olarak tecrübe edilebilecek bir
alandadır. Dil ile temas, ancak, onun yoğun varlığını ayırt edebilecek kadar dilin önünde
durabilmemizle mümkündür (Özel, 2013: 160). Dilin önünde durmakla bahsedilen şey,
dile direnmek değildir. Dilin önünde durmak, kişinin kendi varlığını dilin önüne
koyması demektir. Birinci özelliğin aksine, dil ile temas, ancak, kişinin kendi varlığını
dilin önüne koymasıyla mümkün olduğundan, aktarılabilir değildir.209
Özel’in dilin bu iki yanını açıklığa kavuşturmaktan muradı, kendi İslamcılığının
ontolojik zeminini ortaya koymak olarak da görülebilir. Özel’den, daha önce de
aktarılan şu alıntı (2013: 160), zeminin bu bağlamda ortaya konulduğunu
göstermektedir:
“Bu gözle bakıldığında anlaşılması umulur ki Kur’an-ı Kerim
hükümlerine uyulmasının, kişinin kendi varlığını dilin önüne
koymasıyla yakın bir ilgisi vardır ve bunu ihmal ederek yapmaya
yeltendiğimiz işlerin bereketine bel bağlamak, maddiyata bel
bağlamaktan kolay kolay ayırt edilemez.”
Özel’in bu temeli, esas itibariyle, ulvi/göksel bir iletişimin, ancak, dilin bu
yanıyla açılacağını düşünmesinden ileri gelmektedir. Bu ayrımın, bu bakımdan, maddi
alan ile maddi alanı da aşan hakikat ile bağlantılı bir karşılaştırmayı içermekte olduğu
söylenebilir. Bu durumu, İsmet Özel’in peygamberin ölmesiyle ortaya çıkan ontolojik
boşluğun ortadan kaldırılması olarak düşünebiliriz. Bir başka deyişle, Özel’in dile
ilişkin bu tasnifi hakikatin fani olan insanda dile gelmesi olarak hakikat tahrifini ortadan
kaldıran bir düşüncedir. Dilin ikinci yanı insanın uhrevi alanla iletişime geçeceği alanı
209 Burada Özel’in yaptığı dil ile temasın aktarılması değildir. Dil ile temas konusunun
aktarılmasıdır. Dil ile temas konusu iletişimin imkânları (dilin birinci yanına tabi) dâhilinde olduğu için
başka birine aktarılabilir.
219
işaret ederken, ilk yan olarak ifade ettiğimiz otantik yan fani ve maddi alanla bağımlı
ilişikliği ifade etmektedir. Özel (2013: 159), dili ilk yanıyla anlayıp hareket etmenin,
maddiyat alanı ile ilgili/ilişik olduğunu şu şekilde anlatmaktadır:
“Dilin içinde yüzerken sadece dil içinde yüzen öteki
yaratıklarla ve hassaten insanlarla temasımızı gözetir ve başka bir şey
yapmazsak bütün kazancımız ve kaybımız maddiyat alanı içinde kalır.
Maddiyat alanı çağımızın “para ile ölçülebilir değerler” alanıyla
sınırlı değildir. Eğer dilin ifade ettiği mânâ, gönderme yaptığı şeyde
tamamlanıyorsa (velev ki bu şey ruh gibi bir şey olsun) maddiyat alanı
içinde kalmış demektir.”
İsmet Özel için bu alanda kalan dil, iletişimi mümkün kılar, ancak kendi
varlığını ele vermez. Dilin kendini vermesi, bir başka deyişle, dilin bizatihi konuşması,
dilin, ancak, iletişim sağlamadan öte bir işlevi olduğunu bildiğimiz zaman ve
varlığımızdan aldığımız hazzı sonumuz saymadığımız zaman mümkündür (Özel, 2013).
Bu durumda (dil konuştuğu zaman) bile dilin kaynağını bilmeyiz. Ancak, dilin
kaynağının en hissedilir olduğu hal, bu haldir. Özel’in teolojiye açılan kapısı, esas
itibariyle, burası olarak görülebilir. Çünkü Özel (2013), dilin konuşmasından, dilin neyi
niçin gösterdiğini ve kâinatta olup biten her şeyin yalnızca kendi varlığıyla
açıklanamayacağını öğreneceğimizi düşünür. “Giderek varlıkların birbiriyle bağlantısı
hakkında edindiğimiz bilgiler de istediğimiz açıklamayı sunmaz bize. Dilin açılışı ve
bizim dile açılışımız varlığın önünde varoluşumuzun cereyanını bize sağlar (Özel, 2013:
160).” İsmet Özel, tüm bu ilişkiyi ve dilin konuşmasını maneviyat olarak görür. Burada,
maneviyat ile Özel’in ortaya koyduğu (bir) hakikattir.
Defaatle belirtildiği üzere, Özel’in ortaya koyduğu tüm görüşlerin teolojik ve
ontolojik temelleri dil ile ilgili/ilişik görüşleri üzerinedir. Özel (2013: 211) bunu şu
şekilde ifade etmektedir: “İnsan bilgisiz, bilgi düşüncesiz, düşünce dilsiz tecelli etmez.
Dilden düşünceye, düşünceden bilgiye, bilgiden insana gideriz.” Daha sonra ele
alacağımız, tezimizin asıl konusu olan Özel’in İslamcılığı da bu çizgidedir. Öyle ki,
Özel’in insanı yaşadığı müddetçe muamma olarak görmesi; insanın istikamet üzere olup
olmadığı hakkında Allah’tan başka hiç kimsenin kesin bilgiye sahip olmadığını
düşünmesi, aktarılamaz kesinliğe ve dilin önüne varlığın koyulması ile doğrudan
bağlantılı görülebilir (Özel, 2016: 136). İsmet Özel’in bir şair olarak varlığını (ya da
220
poetikası) da bununla alakalı görmek mümkündür. Poetikasında ayrıntılı olarak
verileceği gibi, şiir yabancılığı üstlenir, çünkü geçerli dil ulaşılacak hiçbir menzil
bulunmadığı görüşünü haklılaştırmak üzere kullanılmaktadır. Barbar yabancılığı
üstlenir, çünkü geçerli insan ilişkileri insan türünü şerefinden yoksun bırakmaktadır
(Özel, 2016b: 82). Özel’in şiiri, insan haysiyetinin yuvalandığı yer olarak tanımlamasını
da bununla bağlantılı görebiliriz. Şöyle ki, haysiyet, şeref anlamında, insanı eşref-i
mahlûkat yapan şeydir. Haysiyet kelimenin oluşumu itibariyle bir yerde konumlanmayı
gerektirir210. Özel’e göre bu yer şiirle ilişkili bir yerdir. Şiirle ilişkilidir, çünkü şiir bütün
dünyevi kurulum olarak manalardaki (manalı hayatlardaki) konforu bozan bir yapıya
sahiptir. Bu anlamıyla dilin konuşması ve varlığın dilin önüne koyulmasıyla da
yakından alakalıdır.
Tezimizde, esasen, nevabit olarak gördüğümüz İsmet Özel ile diğer İslamcıların
ayrıldığı nokta olarak burasını göstermek yanlış olmayacaktır. İsmet Özel bir programda
söylediği üzere (32. Gün Programı, 2008) “Allah insanları dilleri üzerinden yaratır”
diyerek dilin, yani varlığın tabi olduğu zaruret olarak dilin, aşılamayacağını ortaya
koyar. Bunun devamında, yine bunu ileriye götürür biçimde “biz Kur’an’ı anlamakla
mükellef değiliz” diyerek kendine kadar olan bütün İslamcılarla bağını, Kur’an’a
yaklaşımı ontolojik düzeye çekerek, ayırır. Bu söylemin dile dair veya ontolojik bir
kavrayış olmadan anlaşılması çok zordur. Kısaca Özel’in tutunduğu yeri belirtmek
gerekirse, dil anlama tahakküm eder ve anlama bir sabitlemedir. Sabitleme bir şeyin bir
dilde anlam bulması demektir. Sabitleme başka türlü anlamaları imkânsız kılar. İsmet
Özel’in tefsiri, tefsirin başka türlü anlamaların önüne geçilmek üzere yapıldığını
söyleyerek, menfi bulmasını da bu kısıtlayıcılıkla açıklayabiliriz. İnsanın fani oluşu ve
dil içinde varoluşu, ileri sürdüğü hakikat iddialarını sakatlar. Bu noktada, Özel’in dile
doğmuş insanların dilin üstünde var olan hakikat olarak dini, ancak, dilin kendisini
ortaya koyar şekilde dinlenmesi ile ortaya çıkan bir hissediş olarak konumlandırdığını
söylemek mümkündür. Modernliğin kesinliğe duyduğu inanç düşünüldüğünde (Bauer,
2021; Bauman, 2003), modern zamanlarda ve modern temellere sahip olarak ortaya
çıkan İslamcılık düşüncesinden İsmet Özel’in nasıl bir kopuş sergilediği daha açık bir
şekilde görülür.
210~ Ar ḥayṯiyya(t) ةّحيثي] y. msd.] ilgi, itibar, şeref, kalite < Ar ḥayṯ حيث] #ḥys̠] yer veya neden
belirten bağlaç, nerede, nasıl ki, bundan ötürü +īya(t) (Nişanyan Sözlük: Haysiyet maddesi). Heidegger
de, varlık olarak ortaya konan dasein kelimesinin tercümesi orada-varlık olarak Türkçeye tercüme
edilmiştir. Haysiyet kelimesi ile kopan bağlarımız düşünüldüğünde, haysiyet kelimesi pek âlâ orada-şeref
olarak çevrilebilir.
221
3.4.2. İsmet Özel’in Poetikası
Öncesinde de belirttiğimiz gibi, İsmet Özel’in, tezin konusu olan İslamcılığı da
dahil, tüm görüşlerinin temelinde yatan şeyin, genel olarak Özel’in sanat görüşü, özel
olarak onun şairliği olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Özel (2021b: 12) “İslam’ın
bünyesi tıpkı bütün büyük sanat eserlerinde olduğu gibi insanlığın yani insan olma
yolunu tutmuşluğun her merhalesinde anlaşılmaya müsaittir” diyerek İslam’la büyük
sanat eserleri arasında kıyas kurmaktan çekinmez. Özel’in böyle bir kıyas
yapabilmesini, sadece bir sanatçı ve şair olmayıp, aynı zamanda sanatın ne’liği ile
uğraşan bir düşünür olmasına bağlayabiliriz. Özel, sanat hakkındaki görüşlerine çeşitli
paneller ve yayınlanan, hemen hemen, bütün kitaplarında belirli yerler vermiştir.
Özellikle İsmet Özel ile yapılan röportajlarda211, bu konu hakkındaki görüşleri, ayrı bir
konu olarak sürekli işlenmiştir. Bununla birlikte, doğrudan bu konuyla alakalı
sayabileceğimiz iki kitabı mevcuttur: Şiir Okuma Kılavuzu ve Çenebazlık212. Özel, bu
iki kitabında, genel olarak sanat, özel olarak şiir üzerine düşüncelerini yazmıştır. Bu
kitaplarda açıkça ortaya koyduğu düşünceler sebebiyle, denilebilir ki, sanat/şiir Özel’in
üzerinde konuştuğu zemindir. Bu zemini Özel’in ortaya koyduğu tüm düşüncelerde
tespit etmek mümkündür. Örneğin, Özel’e göre Türk’ün ayırıcı özelliklerinden biri şiir
ile düşünmesidir (Özel, 2017: 246). Türk milletinin menşeinin de şiir olduğunu düşünen
Özel’e göre, Türk milleti, şiiri var olmanın asli vasıtası olarak seçmiştir (Özel, 2019b:
57). İslamcılığı özelinde de bir örnek vermek gerekirse, Özel’e göre (2019: 39)
“Allah’ın kendisine kelimeleri öğrettiği Âdem ahfadı olarak dünyadaki yerimizin bize
nazmın ve şiirin açtığı yer kadar”dır. Bu bakımdan, Özel’in poetikası, Özel’in
düşüncelerinin köklendiği alan, konuştuğu zemin olarak görülüp, ortaya çıkarılması
önem arzetmektedir.
Özel (2013b), değer yargısı üretmek için, kalitemizi belirleyen şeyin sanat
olduğunu düşünür. Özel’e göre, önce sanata dair (sanatın neye değdiği konusunda) bir
terbiyeden geçmiş olunmalı ki, toplum düzeni ve tek tek bireylerin bu hayattaki manası
konusunda bir fikre sahip olunabilsin. Bu sebeple, Özel (2013b), tüm söylediklerinin
okunabileceği bir yer olarak estetik alanı işaret eder. Bu alan içinde okunacak
211 Özel’in birçok röportajını “Sorulunca Söylenen” isimli bir kitap halinde yayınlamıştır. Biz de
ulaşabildiğimiz röportajlara birinci kaynağından, ulaşamadığımız röportajlara bu eser vasıtasıyla temas
ettik. Bkz: İsmet Özel, Sorulunca Söylenen, 2014b, İstanbul.
212 Şiir okuma Kılavuzu kitabının 4.Baskısında bu iki kitabı tek kitapta birleştirmiştir. Biz de, tek
kitap kolaylığı sebebiyle bu baskıdan yararlandık.
222
görüşlerinin de estetik endişenin etik yansımaları olarak görülmesini ister. Özel’e göre
sanatın temel sorusu, ontolojik bir konumlanışı da içeren, “Ben neyim?” sorusudur.
Sanatın dalları çeşitliyse de sanatçıların hepsi için, bu sorunun ortak soru(n) olduğunu
düşünen Özel, ömür boyu bu soru üzerinde yürüdüğünü söylemektedir (2014b: 9). Bu
sorunun manası, Özel’e göre, aslı aramak olarak ifade edilmiştir. Bu aslı, tüm
değişenlerin içinde değişmeyen şey, varlık olarak insanın hakikati, dünyada insanın
neliği olarak görebiliriz. Tüm bunları hesaba katarak, Özel (2014b: 18) şiiri
vazgeçilemez bir şey olarak görür. Bu düşünceyle paralel olarak da insanın şiirden
vazgeçmesi durumunda, bu vazgeçişin, esasen, kendinden vazgeçişi olarak
okunabileceğini düşünür. Çünkü Özel’e göre (2019: 106) insani faaliyetin hududu şiirle
çizilir. Özel (2014g: 12) şiirin bu özelliğini şiirin mayası üzerinden şu şekilde vermiştir:
“Dünya’da insanın hangi sebepten dolayı şiir söylediği ve kendi (insanın)
mevcudiyetiyle bundan sonra gireceği şekil, bundan sonra başına gelecekler sebebiyle
temas ettiği hususlar, … şiirin mayasını teşkil eder.”
Özel, sanatı ve sanatlardan şiiri seçmesini, maliyet meselesi olarak görürken,
yukarıda bahsedilen maliyetin dışında, şiirin ekonomik olarak da en uygun sanat
olduğunun altını çizmiştir. Burada bahsedilen iki maliyet şu şekilde özetlenebilir: İlkin,
sanat, insanın insan kalması olarak canlılığını koruyan bir içeriğe sahiptir. Bu
bakımdan, sanatsızlığın maliyeti, canlılığın sona ermesi bakımından çok maliyetlidir.
İkincisi, şiir, sanatla temas kurulurken, maddi olarak, en az maliyete ihtiyaç duyulan
sanattır. Özel’in, bu noktada, maliyet ve sanat/şiir üzerinden kurduğu ilişkiden
çıkarılacak en önemli bilgi, Özel’in sanat düşüncesi ile kurduğu kişilik bağlantısıdır. Bu
sebeple İsmet Özel’in poetikası, Özel’in konumlandığı yeri ve bu yerden ürettiği
düşüncesini göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim düz yazılarının isimlerinden
düzenlediği konuşmaların başlıklarına, kitap isimlerinden onursal başkanı olduğu
İstiklal Marşı Derneği’nin çıkardığı dergi isimlerine kadar dahil olduğu bütün işlerdeki
adlandırmalara bakıldığında görülebilir ki, Özel’in şairliği Özel’in tüm görüşlerine
hâkimdir. Şiir ve sanat üzerinden kurduğu düşünceyi, dünyada olan her şeyi
değerlendirmede bir zemin olarak gören Özel, Türkiye’de gördüğü sakatlıkların, (Özel,
2017: 346) “ Türk milletinin has şiirle, şiirin hasıyla bağını koparmış bulunmasından”
doğduğunu ileri sürer. Hatta Özel (2017 : 428), dünya ile ahiret arasındaki gerginliğin
çoğu kez düzyazı ile şiir arasındaki gerginliği andırdığına dikkat çekmektedir.
223
Bugüne kadar sanat üzerine çok şey söylenmiştir. Özel’e göre (2016b, 43), bu
alanda en iyi sözü Picasso söylemiştir: “Sanat hakikat değildir, sanat bize hakikati
anlamayı öğreten yalandır213
.” Özel için de, Picasso gibi, hakikate sanat alanında
yönelinir (Özel, 2017: 143). Bunun sebebi olarak, vücudumuzu hakikat karşısında
hassas hale sadece sanat eserlerinin getirdiğini gören Özel, felsefe ve bilimsel çabaları
bunu gerçekleştirmeye muktedir görmemektedir (Özel, 2017). Hakikat dışarlıklı bir şey
değildir. O tam olarak, varlık olarak insanın varoluşuyla alakalıdır. Özel’e göre (2016b:
32), “Bilim ve felsefe insana kendi hakkında bilgi vermezler. Çünkü bilim ve felsefe
insanın incelenmesini ve açıklanmasını, inceleyen ve açıklayan sanki insan değilmiş
gibi yapmak iddia ve isteğindedirler.” Bu yüzden sanat, insana dair şeyleri, bir yöntem
kullanarak, dışarlıklayarak insana vermez. Özel’in de belirttiği gibi (2017: 143), “Sözle,
sesle, görüntüyle, renkle, hacimle hangi araçlarla ortaya konulursa konulsun sanat
eserlerinin insan zihnine, insan ruhuna katkısı bazı şeyleri doğrudan kavramaya
yardımcı oluşlarından doğar. Doğrudan kavrayış, kuralları bilinen anlama ve akıl
yürütme yollarının ötesinde bir “edinme” yoludur.” Özel’in sanata ilişkin bu tanımları,
bizi, onun poetikasını anlamaya dönük, iki soruya yönlendirir:
1- Sanat eserinin sanat eseri olduğunu nasıl biliriz?
2- Sanat eseriyle nasıl iletişime geçilir?
Özel (2017: 143) birinci soruya cevabını, sanat eserinin sanat eseri oluşunu,
tamamıyla, sanatçıya bağlayarak vermektedir. Sanatçı sanat eserinde bir hal, bir yöneliş
olarak bulunur. Bu yöneliş, tamamen, bir çelişki, bir sorun, bir boşluk üzerin(d)edir. Bir
çelişki, bir soru(n), bir boşluk üzerin(d)e, bir yönelişin, bir hâllenişin sonucu olarak var
olan sanat için sanatçı, sanat eserinden emin olmamızın sebebidir. Özel, ikinci soruya,
sanatçının neliği üzerinden yola çıkarak, şu şekilde cevap vermektedir (2016: 24) :
“Sanat eseri dediğimiz ürün sanatçıyı ele vermek, sanatçıyı
ifşa etmek üzere orada değildir. Hatta diyebiliriz ki sanat eseri
sanatçıyı olduğu gibi değil, olduğu kadarıyla değil; oluşa yönelişiyle,
olma yönünde bir istikamet tutuşuyla bize açar. Sanatçının açtığı
213Yalandır, çünkü sanat, sahteliği tümden saf dışı edemez. Çünkü sanat, mahiyeti gereği suni’dir
(Özel, 2016A: 59). Bu suniliği kurgu olarak görmemek gerekir. Kurgu imkânlarla sınırlıdır ve akıl her
daim kurgunun merkezindedir. Sanat, aklın bizatihi kendisini de sorunsallaştırdığı için kurgunun
ötesindedir. Bu bakımdan, sanat için, dünyadaki gerçekliklerle aynı seviyede olup hakikati söylememesi
bakımından sunidir diyebiliriz. Özel (2014b: 205) sanatın bu durumunu bir mülakatında şu şekilde
açmıştır: “Sanat dünyası dedikleri şey, fiktif dedikleri bir dünya değildir bence. Yani art is artificial.
Aslında sanat eseri, alınabilir olmak için bu yapaylığa muhtaçtır.”
224
bizim için de bir açılım olduğu zaman, sanatçıyı açan şey bizi de
açtığı zaman eserle bağlantı kurarız. Eserle kurduğumuz bağlantı bizi
sanatçıya götürmez, kendimizi tanımaya götürür.”
Özel’in yukarıda verilen sanat üzerine düşünceleri hesaba katıldığında, sanat
eserini ve genel olarak sanatı bizim için gerçek yapanın, sanat eseriyle iletişime
geçmemizi sağlayanın, esas itibariyle, onun güzelliği, ahengi ve kompozisyonu
olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü eğer sanat eseri bir hünerden ibaret olsaydı, biz sadece
o hüneri tanıyacak ve temas kurduğumuz üründen dolayı kendimizi yoklama
girişiminde bulunmayacaktık (Özel, 2016). Bu bakımdan, özel olarak sanat eserini,
genel olarak sanatı bizim için gerçek yapanın ona tutunma tercihimiz olduğunu
söyleyebiliriz. Özel’in sözleriyle (Özel, 2016: 24) “Sanat eseri sanatçının ‘nasıllığını’
değil, ‘niçinliğini’ düşündürür ve ifşa edilen bir şey varsa o bizim de kendimizin,
kendimize, kendimiz hakkındaki ifşaatını içine alır.” Dünyada, bugüne kadar,
gerçekleşmiş büyük dönüşümlere sanatın öncülük etmesi, konunun anlaşılması
bakımından, dikkat edilmesi gereken bir göstergedir. Sanat, olağan gündelik hayattaki
gerçeklikleri bükerek hayatın konforunu bozarken, aynı zamanda, artık konforun
olmadığı dönemlerde de bir ihtimalin olabileceğini hissettirerek, insanların ihtiyaç
duydukları nefes olabilmektedir. Özel (2014b: 130) bu nefes ile ilgili olarak, sanatın
bazı dönemlerde çok aktif, bazı dönemlerde daha suskun olması arasında bağ kurarak
şöyle bir açıklama sunar:
“Bana kalırsa sanat eserlerinin büyüklüğü ya da önemiyle,
içinde yaşanılan toplumun insana kendini hissetme imkânı vermede
daha cimri davranması arasında bir bağlantı var.
…. Yani insan ne kadar halislikten uzaklaşmışsa sanat eserleri
de halisliğe varmak için o kadar büyük bir gayretin, daha büyük bir
çapın ihtiyacını duyuyor ve bunu gösterenler de hakikaten büyük
sanatçı dediğimiz insanlar oluyor.”
3.4.3. İsmet Özel ve Şiir
İsmet Özel “Waldo Sen Neden Burada Değilsin” isimli otobiyografik eserini,
çağımızın ve bütün çağların belasından kaynaklı intihar eden birkaç arkadaşına ve
paranoyadan, şizofreniden mustarip birçok arkadaşına ithaf ederek açar (Özel, 2016: 7).
Özel (2014b: 195-196) bunun sebebini, 4 Temmuz 1988’de Milli Gazete’ ye verdiği
225
röportajda, şu şekilde dile getirmiştir: “İnsan olmak bilgiyle, insanın anlayış alanıyla,
insanın kavrayış gücüyle temelden ilgili bir şeydir. Dünyayı yerli yerine oturtmak
çabasıdır, bizim bütün yaptığımız insan olarak budur. Paranoyadan ve şizofreniden
mustarip olan insanlar bu çabayı göstermiş bulunan, yani dünyanın neliği, dünyanın
mahiyeti konusunda endişe duyduklarını göstermiş olan insanlardır.” Özel (2016), bu
arkadaşlarınla aynı kaderi paylaşmama sebebini, muhtelif demeçlerinde ve aynı
kitabında söylediği üzere, şiirin saçağı altında bulunmasıyla açıklar. İsmet Özel’in
burada şiiri saçak olarak mutlaklaştırdığını düşünmemeliyiz. Zira Özel’e göre (2014b:
178), “sanat sığınak olma özelliğini mutlaklaştırırsa marazi bir hal alır.” Özel, şiiri
benzettiği saçak/sığınık kavramının ne anlama geldiğini, Girişim dergisine Haziran
1988’de verdiği röportajda, şu şekilde açıklayıp, şiir düşüncesini ve şiirle ilişkisini de,
bu vasıtayla, açıklığa kavuşturmuştur:
“Şimdi, yağmurdan bir saçağın altına sığındığınız zaman,
aslında, yağmuru farketmez değilizdir. Yani farkındayız. Önümüze
düşer yağmur. Sığınak, sadece bizim zatürre olmamızı önler.
Ben şiiri bir sığınak olarak gördüğüm zaman, hiçbir zaman,
şiire kaçmak manasında almıyorum. Şiirin varlığını ve problemlerini,
hayatın diğer saldırıları karşısında kullanabilme gücü, yani böyle bir
imkân olarak alıyorum. Ve aynı şekilde bunun marazi olması da
kaçtığın yerde uyur kalırsan ya da kaçtığın yerden çıkmazsan o zaman
hasta oldun demektir. Yani yağmur geçene kadar sığınır insan. Yoksa
‘oh ne güzel! Sığınak buldum.’ diye orda yaşamaz (Özel, 2014b: 178-
179).”
İsmet Özel’in hayatına ve tutumlarına yön veren bir alan olarak sanattan ve
şiirden bahsetmek mümkündür. Bununla birlikte, Özel’in düşünce ve davranışlarının
anlamlı olduğu alan olarak da sanat ve şiirden bahsetmek mümkündür. Özel için şiir,
hayat içinden hayata karşı bir söz olduğu kadar, aynı zamanda, hayatiyeti korumak için
ortaya atılan bir şeydir (Özel, 2014b : 20). Özel’e göre, yaşayan insanın yaşadığı, onun
nefes alıp vermesine ya da canlı varlıklara özgü işlevleri yerine getirmesine bağlı
değildir. Yaşayan insan, hayatının mânâsını değişime uğratmaya dönük veriler
üretmekten geri durmayan insandır Özel’e göre (2016:136). Özel’in insanı muamma
olarak görmesi de, tam olarak, buradan kaynaklanır. Şiir, bu bakımdan, içinde
226
bulunduğumuz, bizi edilgenleştiren, kalıpları/gerçekleri bükmesi ve yeni ihtimalleri
haber vermesi bakımından hayatiyetin sürdürülmesine vesile olan bir şeydir.
Hayatiyetin sürdürülmesi, makine gibi bir sistem olmaktan öte, insanlaşmak ve insan
kalabilmek ile alakalı bir şey olarak düşünülebilir. Şairin şiirle insanlaşma yolunda
hamleler yaptığını düşünen Özel, bu ilişkiyi şöyle ifade etmektedir (Özel, 2014b: 300):
“İnsan daha çok insanlaşmak için şiire döner. İnsan, insan
olmanın nasıl bir ağırlığı olduğunu bilmek için şiire yönelir. Şairler
en çok insan olmak isteyenlerdir. İnsanın tamamlanmamış bir proje
olduğunu düşünüyorum. Özü ve sınırları tespit edilmiş değil. Şiir de,
‘hep olan’ bir şeye ulaşmak için yazılıyor.”
İnsanlaşma bahsinin açıldığı her konunun beraberinde ahlak konusunu gündeme
getireceği açıktır. Nitekim, Eagleton (2015: 58) şiiri şöyle tanımlamaktadır: “Bir şeye
şiir demek onu genel dolaşıma sokmak demektir. Malzemeleri ne kadar özel olursa
olsun bir şiiri yazma ediminin kendisi, kendisine verilecek tepkinin kısmi
toplumsallığından ötürü ‘ahlaki’dir.” Özel de bir tür ahlak üzerinden şiirini kurar.
Özel’e göre (2016b: 32) “şiirin yüklendiği yalnızca insanın kendi olmayı
önemsemesidir. Kendi olmayı önemsemeyen insan, dünyadaki yerini alma onuruna da
kavuşamaz. İnsanın kendi olmayı önemsemesi ancak kendisi hakkında bir bilgi, bir
bilinç hem içkin (immanent) hem aşkın (transcendant) bir kavrayış elde etmesiyle
mümkün olur. Bu bilgiyi, bu bilinç ve kavrayışı elde etmenin yolu, insan hayatında şiire
gereken yeri vermekten geçer.” Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Özel için şiirle
meşguliyet, insanın dünyayı kavrayışı ve dünyadaki yerini belirlemesi ile alakalı bir
meseledir. Özel’in, çok sonraları, Türklerin şiirle fikrettiğini (Özel, 2017: 246)
söylemesi ile Türklüğün bir ahlakı nitelediğini ifade etmesini (Özel, 2016d: 93-94) de
bu nokta-i nazardan bakarak beraber anlamak/anlamlandırmak mümkündür. Çünkü
Özel’e göre (2019b: 42) “tarih içinde Türklerin bir milli varlık sahibi olma
müessiriyetini dosta düşmana göstermesinin arkasında şiir vardı.”
Muhtelif başlıklarda belirtildiği üzere, Özel’in düşünceleri, yaşamı, şairliği
arasında, bir bağlantısızlığın tersine, bir bütünlükten bahsedebiliriz. Bu bakımdan,
Özel’in İslamcılığında da şiire ilişkin ortaya konan bu ahlakın izlerini görmek
mümkündür. Şöyle ki, Özel, (2016: 198) insanı, düşmeyi içine sindirememiş bir yaratık
olarak görür. Bu bakımdan, Özel, açıkça, Heidegger’in insanın ne’liği üzerine yapmış
227
olduğu başlangıcı kabul eder. Heidegger’in insanı dünyaya fırlatılmış bir şey olarak
görmesi, bir anlamda, insanı dünyaya bağlı bir şey olarak ve bu ölçüde çaresiz olduğunu
görmesidir. Çünkü Heidegger’e göre, insanın kaçınılmaz yolu fırlatıldığı imkânlarla
kendini tasarlamasıdır (Ökten, 2008: 173). Heidegger (2011:179), insanların (Dasein)
ancak bir şeylere neden olarak, yani fırlatılmış biçimde var olabileceğinden, her zaman
imkânlarının gerisinde kalacağını düşünür. Özel, bu çaresizliği görmekle beraber, vahiy
kanadıyla bu çaresizliğin ortadan kalkması ihtimali üzerinden ahlak düşüncesini kurar.
Özel’e göre, insan Dünya’ya (alçak olana) fırlatılmıştır ya da düşmüştür. Bunu
gerçeklik olarak almakta bir sakınca yoktur. Bu düşmekten ya da fırlatılmaktan yola
çıkarak insanın eksikliği ve anlam verme bakımından dünyaya bağımlılığı varoluş
olarak zaruridir. Ancak, Özel, iradenin vahiy üzerinden kullanılarak, insanın
bağımlılıktan kurtulup mutlak hakikat düşüncesine bağlanabileceğine inanır. Bu,
Heideggerci anlamda, insanın bir yer tutması, bir alanda bulunması ve (paralel olarak)
açıklık (Lichtung214)alanına müdahale edip bağımlılıktan kurtarılması demektir.
İslam’ın teslimiyet anlamı bu bakımdan dünyaya teslimiyetin zıttı şeklinde okunabilir.
Buradaki iki teslimiyet muhteva bakımından farklıdır. Dünyaya teslimiyet, assujetire
mekanizması üzerinden, insanın eksikliğini örtmek (küfür215) olarak gerçekleşirken,
Allah’a teslimiyet, kulluk üzerinden, insanın eksikliğini apaçık koyarak gerçekleşir. Bu
bakımdan, kâfir kelimesi, küfür manasına içkin, insanın eksikliğini ve varlık olarak oluş
şeklini örten anlamına sahiptir denilebilir. Bütün semavi dinlerde ilk insan olarak kabul
edilen Âdem’in anlamının “yok idi, eksik idi” olduğu düşünülürse, küfürü bunun
örtülmesi, kâfiri ise bunu örten olarak görülebiliriz. Özel’in yazılarında geçen kâfir
kelimesi genel olarak bu anlamda kullanılmaktadır. Tüm bunlar hesaba katılarak,
Özel’in şiir sanatı Nietzsche’nin Şen Bilimi216’ne benzerdir denilebilir. Şen Bilim
(İnam, 2011: 7) “yoksunluğun ve güçsüzlüğün deneyiminden gelir. Yaşanan dünya
karşısında yetersizliğin, güçsüzlüğün, uyumsuzluğun ardından gelir. Derdi, sıkıntısı
olanların, egemen görüşten rahatsız olan, onun yaşamı engelleyici boyutuna
214 Heidegger’in kullandığı insandaki Lumen naturale’den bahseden ontik figüratif söz, aslında
söz konusu varolanın eksistensiyal-ontolojik yapısından başka bir şeyi dile getirmez: İnsanın var olma
tarzı kendi buradalığı olarak var-olmaktır.
215 Burada bahsedilen eksikliğin örtülmesi iki şekilde yorumlanabilir. Birincisi, insanın
eksikliğidir. İkincisi, yine insanın eksikliğine bağlı olarak, dünyada olan şeylerin hakikatine ilişkin
söylenen şeylerin eksikliğidir.
216Nietzsche’nin şiir üzerine kullandığı bir terim. Nietzsche Orta Çağ Provence kültürünün
ozanları Traubadourların kendi şiir sanatlarına verdiği La Gaya Scienza (Şen Bilim) adını, Almanca’da
“Fröhliche Wissenschaft” olarak felsefe gündemine taşımıştır.
228
başkaldıranların tavrıdır.” Bu bakımdan, Özel’in hayata, insana ve sanata bakışının, bu
doğrultuda, İslamcılığı ile de paralellik arz ettiği gözlemlenebilir.
İsmet Özel ve İnsan başlığında dile getirildiği gibi, İsmet Özel için bir şey
söylemek217 büyük bir cesaret işidir ve genelde iyi bir niyetin ürünü değildir. Çünkü
Özel (2013: 27), insanın bir şeyi açıklamasını, bir yol göstermesini, Foucaultcu iktidara
gönderme yaparak, birilerini gütmeye çalışmanın bir başlangıcı olarak görür. Nitekim
Özel (2013) hiçbir düzyazısını da bu amaçla yazmadığını Tahrir Vazifeleri kitabının
son sözlerinde dile getirmiştir. Özel (2013: 17-18) şiirin bir tanımını da bu zorluk
üzerinden şöyle vermektedir: ““Pencereden kuş uçtu” cümlesini yazmak bana zor gelse
de, “Pencereden kuş uçtu/Yandı yürek tutuştu” türküsünü kolaylıkla söyleyebilirim.
Çünkü böylece şiire bulaşıyorum.” Bununla Özel’in demek istediği, şairlerin
söyledikleri şeyleri tam olarak bilmedikleri ve şiirin insanlık durumunun kaçınılmaz
ihtiyacından doğan bir söz fışkırması olduğudur (Özel, 2013: 18). Şiirin bu tanımının
sağlamasını da şiir okuru üzerinden yapan Özel, şiire yönelen insanların beklentilerinin
de olayların/olguların belirliliğinin (düz yazıların temel dürtüsü olan) tecrübe edilmesi
olmadığını söyler (2013: 18). Şiiri, bu bakımdan, düzyazıdan da ayıran Özel, kendini
düz yazılar, ilkeler ve bazı belirlilikler üzerinden kuran ideolojilere sahip şairleri nasıl
değerlendirir? Nitekim kendisinin de sosyalist, Marksist, İslamcı şair denilerek bir
ideoloji ile ilişkilendirildiği bir vakıadır. Özel (2014b: bu durumu şöyle
açıklamaktadır: “şair ideolojik kalıpları birer bahane kabul ederek aslında insanın
özünde varolan, … ruha dayalı bir bakış söz konusu olursa eğer, yani şair ideolojik
kalıpları sadece bahane kabul edip aslında kendi ruhunun bir aynası olması görevini
şiire yüklerse, o zaman bir şairin aslında, birbirinden farklı çok sözü olmadığını da
iddia etmek mümkün.” Özel’in bu sözlerinden anlaşılacağı üzere, şairin bir ideolojiye
sahip olmasının ya da şairin şiirini bir ideolojinin düşünce aparatları üzerinden
kurmasının Özel’in poetikasıyla çelişen bir tarafı yoktur. Ama şurası da ima edilmiştir
ki, şair ideoloji ile anlamlandırılamaz. Ezcümle, Özel’e göre, şair bir ideolojiye sahip
olabilecekken, şairin bir ideolojiye ait olması düşünülemez. Şiirin ideoloji ile olan bu
ilişkisine, aynı niteliksel ayrılık temelinde, başka konuların şiirle olan ilişkilerinde de
rastlamak mümkündür. Özel’e göre (2014b: 142), bir şiirin şiir olduğuna kanaat
getirdikten sonra, o şiire siyasi şiir, ideolojik şiir, ekonomik şiir, sosyolojik şiirdir
217 Burada “söylemek” ile kastedilen bir şeyin net bir çerçeve içinde anlamla donatılması işidir.
Düz yazının bütün türleri bu kapsamda dile getirilebilir. Burada da görülebileceği üzere, Özel’de
belirlilik, üzerine bir ihtimam gösterilmedikçe çok dikkat edilmesi gereken bir şeydir.
229
demek saçma bir şeydir. Şiir, şiirsel soru(n) ve kavrayış özelliklerini sağlaması
ölçüsünde, ancak şiir olup-olmamakla değerlendirilebilir. Şiirin gerek ideoloji ile
gerekse ekonomiyle, siyasetle, sosyolojiyle ilişkisi olgular arası ilişkileri açıklayıcı bir
mahiyette değildir. Şiir, Özel’e göre (2014b: 17), hiçbir zaman, olgular arasındaki
ilişkileri açıklamak üzere harekete geçmez; şiir, sadece, varlığın kendinden hareket
eder. Şiirin bu özelliği, onun, belli bir düşüncenin sözcüsü ya da bir teorinin temsilcisi
olmasının önüne geçer. Şiir özgürdür218 ve bu anlamda, Özel’in aforizmatik ifadesiyle,
şiirin özgürlüğe değil, özgürlüğün şiire ihtiyacı vardır (Özel, 2014b: 182).
Şiirin varlık sorusundan hareket etmesi, Özel’in sanat görüşünde de belirttiğimiz
üzere, “ben neyim?” sorusundan hareket etmesi demektir. Özel’in (2014b:16) “İnsan
varlık içindeki yeri konusunda kaygıya kapıldığı zaman şiire yaklaşır” ifadesi, bu
durumu özetler niteliktedir. Şair için de aynı kaygı geçerlidir. Bununla birlikte, şair bu
kaygıyı aktarabilmek için şiiri kullanırken, bunu aktaracak, tutunacak bir yer arar. Bu
tutunacak yer ekonomik219, sosyolojik220, siyasi221 ve başka her şey olabilir. Asıl olan,
ele geçmez bir şey olarak var iken; aslı/gerçekliği arayan şair için, bu tutunacak yerler
bir uğraktır. Şair için şiir, asla/gerçekliğe dönük bir arayıştır. Bu tarz bir arayışı
olmayan sanatı ve şiirleri, sahte sanat ve şiir olarak gören Özel için, sahte bir sanat
eseri, yani sanat eseri kılığına bürünmüş bir sahtekârlık ancak sahte insanların rağbet
edebilecekleri bir şeydir (Özel, 2014b: 143)222. Bununla birlikte, şiirin bahsettiğimiz ana
özelliği kapsamında şiir, asla varılacak yerle ilgili olmayıp, arayış içindeki yol ile ilgili
bir şeydir. Özel (2014b: 18) bu durumu şöyle özetlemektedir: “Gerçekliğe doğru insan
atılımıdır şiir. O yola girilebileceğini gösterir, ama oraya götürmez. Şiirle gerçekliğe
varılacağını söylemek safsatadır. Şiir bizi donatır, cesaret verir gerçeklik arayışımızda,
ama bize gerçekliği göstermez.” Bir başka yazısında, şiirin bize temin ettiği şeyi ‘taze
hayal’ olarak ifade eden Özel (2021: 91), ‘taze hayal’in de ancak çağın beklentilerine
tasallut ederilerek çıkarılacağını söyleyerek şiirin varış yeri olmadığını vurgulamıştır.
Şiire ilişkin bu tanımlamaları kabul edersek, şiirin tarihsel olarak varlığını her zaman
sürdürmüş olmasının nedenini de açıklığa kavuşturmuş oluruz. Bu doğrultuda, Özel’in
218 Özel’in şiir üzerine ana tezi, ‘doğası gereği özgürdür’ şeklinde özetlenebilir. Örneğin, 1965
yılında yazdığı ünlü şiiri “Partizan” bu duygu düşünceler ile yazılmış bir şiirdir. Özel, bu şiiri, özgürlük
için, isyanın yüceltilmesi olarak görür. (Özel, Waldo, 2014b, s. 183).
219 Örnek olarak, İsmet Özel’in “John Maynard Keynes’ten Nefretimin Yirmi Sebebi” şiiri.
220 Örnek olarak, İsmet Özel’in “Of Not Being a Jew” şiiri.
221Örnek olarak, İsmet Özel’in “Savaş Bitti” şiiri.
222 Özel’in “Şiir ve bütün sanat eserleri insanın neresinden koparsa ona muhatap olan kimsenin
de orasına ulaşır” sözü de bu konuyu açıklayıcı bir ifade olarak ele alınabilir.
230
de ifade ettiği gibi (2014b: 22), şiirin her zaman varlığını ve önemini sürdürmesi,
insanın gerçekliğe karşı bitmeyen açlığından kaynaklanmaktadır.
İsmet Özel farklı vesilelerle şiirin ne olduğuna dair görüşlerini ortaya koyarken,
birçok olay ve benzetmeden yararlanmıştır. Bunlardan biri de çocuklarla şairler arasında
kurduğu bağlantıdır. Çocuklar ile şairlerin ortak bir yanı vardır223.Özel’e göre (2013:
35) çocuklarla şairlerin ortak yanı, çocukların konuşmalarında, şairlerin de şiirlerinde
gözümüze çarpan tedbirsizlikleridir. Çocuklar, toplumsal yaşamın içinde dil vasıtasıyla
kurulan mutabakata henüz üye olmadıkları için, mantıksız (!224) sorular sorarlar. Bu
mantıksızlık ve zorluk, konuşmayı mümkün kılan mutabakatı zorlayıcı/sorgulayıcı
sorular olmalarından ile gelir. Şairlerin de mezkûr toplumsal/dilsel mutabakatlarla
aralarının iyi olduğu söylenemez. Bir başka ifadeyle, şiirlerin, düzyazının aksine,
gerçekliği kurmadığını, olduğu gibi bıraktığını söyleyebiliriz. Heidegger de bu durumu
şöyle ifade ederek, sanatın özünde şiirin olduğunu söylemiştir: “olduğu gibi var olanın
doğruluğunun meydana gelişini olmaya bırakmak olarak, tüm sanatın özünde şiir vardır
(Biemel, 2010: 190).” Kur’an’da (Şuara: 224-227) da şairlerden, her vadide dolaşan,
şaşkın şaşkın dolaşanlar olarak bahsedilmesi, bununla ilişkilendirilebilir.
Toplumsal/dünyevi/dilsel mutabakat, güvenli bir zemin olduğu için, toplumun işleyişi
için gereklidir. Fakat bu mutabakat, yaşanılan sorunların çözümü için bütün aparatlara
sahip değildir. Bunun sebebi, olguların ve algıların dilsel belirlenimlerinin zamana ve
mekâna bağlı olmalarıdır. Bu yüzden, mutabakatın işlevsizleştiği ve bir şeylerin eksik
kaldığı düşünüldüğü zaman, insan şiirle temas eder. Böyle durumlar için, şairler ile
tedbirli olanlar olarak diğer insanlar, şairlerin tedbirsizliğinde buluşurlar denilebilir.
Şairler ile çocuklar arasındaki ortak yan tedbirsizlikleriyken, ayrıldıkları yan,
çocukların hazırlıksız olmaları, şairlerin de hazırlıklı olmalarıdır. Çocuklar,
eylemlerinde ve sözlerinde bir aklın çizdiği sıralamaya gerek duymaksızın hareket
ederlerken; şairler, bir şey söylerlerken, bir sıraya göre söylemenin söylediklerini
sıradanlaştıracaklarını bilirler. Bu, aklın devre dışına atılması demek değildir. Şairler
akıl yürütme yöntemi olarak vecde gelmeyi ve imgelemi seçmişlerdir (Özel, 2013: 39).
Bu akıl, şairin Allah’a ram olduğunu, bir başka deyişle, kendi eseri olmayan bir
223 Bu ikiliye bir de delileri eklemek mümkündür. Peygamberlerin delilikle suçlanması bu
bakımdan ayrı bir bakış açısının açılmasına vesile olabilir.
224 Buradaki mantıksızlık asla önemsiz demek değildir. Heidegger ve Karl Jaspers’in muhtelif
metinlerde, felsefeye atfederek, söyledikleri “zor sorular çocuk sorularıdır” ifadesi, mantıksız
kelimesinden kastedileni daha iyi anlatabilir.
231
mekâna, seçimine katılmadığı bir zamanda konulmuş olduğunun şuuruna sahip bir
akıldır (Özel, 2013: 40).
3.4.3.1. Şiir Politika İlişkisi
İsmet Özel’in genel olarak görüşleri, özel olarak İslamcılığı ortaya konulurken,
şiir ve politika ilişkisi münhasıran ele alınması gereken bir konu olarak karşımıza çıkar.
Çünkü, şiirin yaşam kavrayışı ve ahlak üzerine olan varlığı, yaşamdaki pratik akıl olan
politika ile olan ilişkisinin nasıl olduğu sorusunu akla getirir. Özel’in, belirttiğimiz
üzere, genel olarak “ben neyim (?)” sorusu üzerinden kurduğu sanat düşüncesi ve bu
düşünce ile bağıntılı olarak oluşturduğu şiir görüşü politik görüşüyle doğrudan
bağlantılıdır. Özel’e (2014b: 142) göre, şiir bizatihi politik bir şey olup, politik olmayan
şiir absürt bir ifadedir. Özel (2014b: 142-143) şiirle politika arasında kurduğu ilişkiyi şu
şekilde belirtmiştir:
“Ben siyaset kelimesini asıl anlamına tamamen bağlı bir
şekilde kullanıyorum. Siyaset bir anlamıyla idam cezası demektir. Şiir
de insanın en hayati yönüyle ilgilenen bir alandır. Bu yüzden, insanın
kurtuluşuyla doğrudan bağ kurması yüzünden şiir hayatidir. Ölümkalım meselesinin olduğu yerde şiir vardır. Eğer ölüm-kalım meselesi
yoksa şiir de sönüktür veyahut pörsümüştür, çürümüştür.”
Özel’in yukarıda verilen alıntısında görünen şey, esas itibariyle, Özel’in
hayatının kompartımanlara ayrılmamış olduğudur. Şiir ile kurduğu ilişkide ölüm nasıl
bir yer kaplıyorsa politika ile kurduğu ilişkide de ölüm aynı yerini korur. Bu bakımdan,
bir röportajında belirttiği gibi, İsmet Özel, hem şiirin hem de siyasetin değerlendirme
ölçüsünün ölüm olduğuna inanan bir şairdir (Özel, 2014b: 160).
Özel’e göre (2014b:196) çağımızın ve bütün çağların en büyük belası, insanın
dünyadaki neliğini anlamlandırması ile ilgili düşünüşüdür. İsmet Özel bu belayla başa
çıkarken iki dayanaktan bahsetmiştir. Bunlardan ilki şiirdir. İsmet Özel ve Şiir
başlığında dile getirdiğimiz gibi, Özel, mezkûr beladan şiir ile korunduğunu söylemiştir.
Şiirin bizatihi politik olduğunu düşünmesinin yanı sıra, Özel için politik bağlanma,
hayatın saldırısına karşı bir başka dayanağı oluşturur. Özel, 4 Temmuz 1988 tarihinde
Milli Gazete’ye verdiği röportajda, belirtilen beladan korunmada politik bağlanmanın da
etkisini şu şekilde dile getirmiştir (Özel, 2014b: 197):
232
“….yalnız şiir değil, politik bağlanma da dün olduğu gibi
bugün de benim için büyük dayanaktır. Bunların dışında bazı insanlar
gerçek savunma araçları elde etmeye çalışırlar. Para gibi. Hatta
yalan gibi başka savunma araçları geliştirirler, hayatlarını devam
ettirebilmek için. Benim için bu savunma araçları şiir ve politik ilgi
şeklinde tecelli etmiştir. Dünyada kendimi yer sahibi hissetmeme
imkân veren yahut da içine girdiğim zaman nefes alabildiğim alanlar
bunlar olmuştur.”
Özel’in burada dayanak olarak ele aldığı politik bağlanma, şiirde de tutunduğu
benzer bir içeriğe sahiptir. Özel’in, geniş anlamda, ölüm kalım meselesi olarak ele
aldığı politika için, bu meselenin hayatiyetine uygun kaldığı derecede Özel’in
dayanaklarından biri olduğu söylenebilir. Çünkü söylediklerinin ve yazdıklarının
hepsini estetik bir kaygı ile gerçekleştirdiğini söyleyen Özel için, bir esere, sanatçı veya
bilgin kendisinde bulunan en değerli şeyleri koyar, bundan dolayı, bir eser ortaya
koymak bizatihi siyasettir (Özel, 2018: 181). Örneğin, Özel (2014b: 234-236) bir
röportajında, halihazırda otobiyografik eser olarak ele alınan Waldo Sen Neden Burada
Değilsin kitabını, Müslüman gözüyle yazmayı planladığı, siyasal düşünceler tarihinin
ön hazırlığı olarak gördüğünü söylemiştir. Çünkü Özel’e göre, dünyada ve Türkiye’de
epistemik cemaate mündemiç bir baskı vardır. Özel’in görüşünde, bu baskı ve şiddet,
insanları bir kalıba sokarak, sabit bir yerden bakmaya zorlar. Özel, siyasal düşünceler
tarihi üzerine yazmak için bu kalıpların ve baskının yıkılması gerektiğini düşünür.
Özel’in kendi hayatı üzerinden bunu yapması, insanlara başka bir okumanın
mümkünlüğünü göstermesi olarak düşünülmelidir. Kendi hayatı üzerinden bunu
yaparken, en önemli temel olarak, genel isimle sanatı, özel isimle şiiri kullanması,
siyaset ve sanat arasındaki ilişkinin yakınlığını göstermesi bakımından önemlidir.
Özel, ilgili kitapta ne yapmaya çalıştığını anlatırken, kültürümüzün, biri
dünyadaki bütün toplumlarla diğeri ise halkı Müslüman olan ülkelerle paylaşılan, iki
karakteristiğinden bahseder. Bunlar, sırasıyla, yapısal şiddet ve dikey bölümlenmedir.
Özel, yapısal şiddeti, içinde yaşanılan sistemin yaşaması için gerekli olan, kurumlara
bağlılık olarak açıklarken225; dikey bölümlenmeyi ise, yapısal şiddeti de okşayıcı şeyler
225 Özel (Waldo, 2014b, s. 225-226) bu özelliği şöyle açıklar: “Yapısal şiddet dediğim zaman,
içinde yaşadığımız hayatın yapısının insanlara yönelttiği bir şiddet var. Okullara, hastanelere gidiyoruz,
otobüslere biniyoruz, gidenler plajlara gidiyor. Ama hepsi, bu yapısal şiddetin uygulamaya konulduğu
233
olarak, zevkler, alışkanlıklar, etnik kökenler içinde ortaya çıkan gruplaşmalar ve
birliktelikler şeklinde açıklar. Özel, bu iki karakteristiğin de insanlığı duyuşumuzu
engellediğini düşünür. İçinde yaşadığımız kurumların da kendi tercih ettiğimiz
oluşumların da insanın arayışından ziyade, kendilerine dönük bir nedensellik içinde var
olduğunu düşünen Özel, otobiyografik eserini yazma nedenini şöyle açıklar (Özel,
2014b: 226): “Ben Waldo’da aslında, insanlığı duyuşumuzu engelleyen bir takım kurum
ve oldu-bittilerle savaşmak gerektiğini, en azından buna karşı uyanık olmak gerektiğini
vurgulamak istedim.” Özel (2016: 51), “Şiirlerimle yüz yüze gelenler dünya ile olan
ilgilerinde yeni bir açılımı, gerekirse bir rahatsızlığı fark etmeliydiler.” diyerek de,
politik olan ile şiiri arasındaki ilişkiyi net olarak ortaya koymaktadır.
3.5. İsmet Özel’in Bilgi Tasavvuru
İsmet Özel için bilgi, insan olma hasletleri ile yakından bağlı bir olguyu işaret
eder. Nasıl ki, insan olma ile bilgi arasında bir bağlantı varsa, insanın insan ol-amamasında da bilginin mahiyeti önemli bir yere sahiptir. Bu bakımdan Özel’in bilgi
hakkındaki görüşleri hem diğer görüşlerini desteklenmesi hem de içinde bulunduğumuz
modern çağın Özel tarafından hangi seviyeden sorunsallaştırıldığını göstermesi
bakımından önemlidir. Bilginin anlamlı eylemlerde içerili olduğunu söyleyebiliriz. Her
anlamlı eylem bir bilgiyle ilişki içinde olmak durumundadır. Çünkü anlam bir bilginin
içinde ve çevresinde ikamet etmek zorundadır. Bilginin bu tarz ele alınması bilginin
neliği üzerine bir düşünmedir. Bilginin bu yapısı bilginin bir yaşam zemini olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu yaşam zemininin değerlendirilmesi bilginin neliğinden
nasıllığına bakmayı zorunlu kılar. Bu kapsamda, İsmet Özel’in bilgi tasavvuru ortaya
konulurken, ilk olarak, ‘İsmet Özel’de Yaşam Zemini Olarak Bilgi ve Bilim’ başlığında,
çağın yaşam zemini olarak bilimsel bilme sorunsallaştırılmıştır. Bu sorunsallaştırma,
sonrasında İsmet Özel’in bilgi tasavvurunu doğrudan ele aldığımız ‘İsmet Özel’de Dil ve
Bilginin Yolu Olarak 3 Kelime: Ben, Sen, O’ başlığı için, farklılığın tam olarak
anlaşılması bakımından, bir temel olarak da düşünülebilir. Bu iki başlığa müteakip,
Özel’e göre modern bilmenin ortaya çıkardığı dünya sistemi görüşü hem modern
alanlar aslında. Yani bu yapı içinde olmanın şiddetini yaşıyoruz. Bunun da üzerimizde iki tezahürü var.
Birincisi bu yapı içinde yaşamak suni bir mahrumiyet hissine beraberinde getiriyor. Örneğin ‘niçin
uçakla gidemedim’ gibi. İkincisi de fiziksel acıyla duyduğumuz hakaret. İşsiz kalabiliyoruz. Onurlu
olmayı seçtiğimiz yolda hakarete uğruyoruz. Yani sistemin bizi mecbur ettiği şeyleri reddettiğimiz yerde
bakıyoruz ki bunu kabul edenler tarafından bir kayıp olarak değerlendiriliyoruz. Biz kendi içimizde
kendimizi ne kadar donatımlı saysak bile, bu hakaret yüzümüze çarpıyor. Karşı karşıya kaldığımız bela
bakımından Batı’yla müştereğiz.”
234
dünyanın küfürle kurduğu sistematik ilişkiyi göstermesi hem de İsmet Özel’in bunun
karşısında durduğu yeri belirlemek açısından yine bu bölümde ayrı bir başlık olarak ele
alınmıştır. Dünya sistemi görüşünün dayanakları olarak ortaya konulan kavramlar ve
tanımlar bu başlığa müteakip modernlik ve aydınlanma ile ilişki kurularak ‘Dünya
Sisteminin Temel Dayanakları Olarak Kavramlar ve Tanımlar’ alt başlığında ele
alınmıştır. Son olarak, ekonomi kavramının İsmet Özel’in bakış açısından ele alınması,
pratik hayatla düşünce arasındaki buluşmanın bir örneği olarak ortaya konulmuştur.
3.5.1. İsmet Özel’de Yaşam Zemini Olarak Bilgi ve Bilim
İçinde yaşadığımız çağı, modern çağ226olarak adlandırmak mümkündür. Modern
çağın varsayımları, gündelik yapıp etmelerimizde ve daha önemlisi, düşüncelerimizin
çerçevesinin belirlenmesinde en aktif otoritedir. Modern çağın bu otoritesinin en
işlevsel aparatı, bilgi ve bir tarz olarak bilmedir. Bilgi/bilme, her eylemin hareket
ettiricisi olarak, düşünme dâhil, bütün eylemlerde içerilidir. Neyin bilinebileceği, neyin
bilgi olarak kabul edilebileceği, bir bakıma, insanı, kendi için (für sich/for itself) bir dile
mahkûm eder. Bu, başka bir deyişle, ontolojik bir kavrayış şeklidir. Neyi neden
yaptığımız belirtilirken, kıstasların zemininde bulunan bu gizli özne, çağın yeniden
üretilmesinde de, karşı geliştirilecek argümanlarda da Truva atı olarak her zaman
bulunur. İslamcılık özelinde, moderniteye ya da özel anlamıyla Batı’ya karşı geliştirilen
argümanlarda da bunu görmek mümkündür. Bu yüzden, gerçek anlamda bir karşıtlık ya
da eleştiri, esas olarak, bilme/bilgi üzerinden başlatılabilir. Çünkü bilgi/bilme üzerinden
yapılmayan her tartışma, bilgi ve bilme tarzıyla çizilen sınırları onaylayıcı/kalınlaştırıcı
bir mahiyete sahiptir. Bu bakımdan denilebilir ki, dil içinde var olan varlık olarak insan,
içinde düşünülen dilin bilme tarzının mahkûmudur. İsmet Özel’de rastlanan, bilgi/bilme
tarzına karşı gösterilen hassasiyet, Özel’in dünyayı algılayışının önemli bir özelliği
olarak karşımıza çıkmaktadır. Özel’in poetikasından insan görüşüne kadar etkili olan bu
hassasiyet, Özel’in İslamcılığı için de geçerlidir. Özel (2018: 39) bu durumla alakalı
görüşlerini şu şekilde özetlemiştir:
“Yorumların kendilerinden çok o yorumlara bize götüren zihin
işleyişi önemlidir. Yorumlar şu veya bu yönde olabilir. Niçin belli bir
yönde yorum yaptığımız yorumların kendisinden daha önemlidir. Öte
226Post-modern olarak adlandırılsa da ontolojik kabulleri, varsayımları, vurguları bakımından
modernitenin devamı niteliğinde görülebilir. Ayrıntılı tartışma için: Jurgen Habermas, Bölünmüş Batı,
2007, İstanbul.
235
yandan yalnızca kullanılmak üzere edinilmiş bilgiler insanı nesne
durumuna sokar. Bilgi aygıt olarak anlaşılınca o aygıtı kullanan da
kendini onun etki çemberi içinden kurtaramaz. Bilgi alet olursa insan
da nesne olur. Bilgi edinme bir mekanizmadan başka bir şey değilse
insan da makinadan başka bir şey değildir. Böyle bir durum ise
Müslümanların Allah’ın yürüyen ayetleri olduğu görüşüyle çelişir.”
İslamcılık düşüncesinin modern bir düşünce olması sebebiyle, İsmet Özel’in
ilgili alandaki nevabitliği ile bilme tarzına karşı göstermiş olduğu hassasiyet arasında
yakından bir bağlantı olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden, Özel’in bilgi/bilme
hakkındaki görüşlerinin ortaya konulması, alandaki derinliğini ve diğer konular
hakkında görüşlerinin temelinin açıklanması bakımından birincil önem arz etmektedir.
Özel, bilme meselesini, hâlihazırdaki bilmenin getirdiği sonuçlar üzerinden
yorumlayarak ele alır. Hâlihazırdaki bilme, batı medeniyetinin temeli olarak
görülebilecek, modern bilmedir. Bu bilme, aynı zamanda, bilimsel bilmenin de
temelidir. Modern bilme, birinci bölümde modernite ve Batı analiz edilirken, bir
bütünün parçaları olarak ortaya konulan özne, sekülarite, birey, öznellik gibi
kavramların işaret ettiği bir bilme tarzıdır. Özel, bununla alakalı olarak, iki önemli şahsı
sıkça zikrederek, bu bilmenin temellerini işaret eder: Rene Descartes ve Immanuel
Kant. Bu doğrultuda, Özel, Descartes’in, Kartezyen düşüncenin temelini oluşturan,
“Cogito ergo sum” aforizması ile Kant’ın felsefesini oturttuğu “Neyi bilebilirim?”, “Ne
yapmalıyım?”, “Ne ümit etmeme izin verilmiştir?” sorularının anlamı üzerine düşünür.
Bu düşünürlerden yola çıkarak da şu yargıya varır (Özel, 2013: 191): “klasik Batı
felsefesinde “kendini bilmek” öncelikli bir mesele olmamış ve öncelik bir şeyi bilmeye,
karşıda duranı ob-je’yi bilmeye verilmiştir.” Kendini objeleştirerek bilmek dahil,
insanın bir şeyi karşısına alarak bilmesi (bilebileceğinin varsayılması) modernitenin
insanı bilme konusunda aktif hale getiren yapısını da ortaya koymaktadır. Bu durum,
‘İsmet Özel’in Hayat ve İnsan Tasavvuru’ başlığında da belirttiğimiz üzere, hayatın
manası görüşünden manalı hayatlara geçişi göstermesi bakımından önemli bir sapmayı
ifade etmektedir.
Özel’e göre, kendini bilmek yerine, önceliğin nesneye verilmesi, Batı
düşüncesinde bilgiden iki tarzda kopuşa sebebiyet vermiştir. Bunlardan ilki, bilginin
mevcudiyetle alakalı olarak ortaya konulmasıdır. Bu durum teolojinin, bir bilme tarzı
236
olarak, ortadan kalkması ile ilişkilidir. Bir başka şekilde belirtmek gerekirse, bu durum,
bütünsel bir bilgi (dini/teolojik) üzerinden ulaşılan parçanın bilgisinden, parçanın
bilgisinin bizatihi bir şey olarak ele alınmasına geçişi işaret etmektedir. Özel’e göre
(2013), bizi teknolojinin boyunduruğuna iten, bu tarz bir bilmedir. Bu bakımdan, Özel,
teknolojiyi bir kategori olarak ele almaz. Bunun yerine, onu (teknolojiyi), ortaya
çıkışında etkili olan bilme tarzıyla ve buna müteakip taşıdığı değerlerle anlam kazanan
bir olay olarak ele almayı önerir (Özel, 2014). İkinci kopuş, insanın kendi
mevcudiyetini en üst değer ve en şüphe edilemez şey olarak görerek, bağımsızca değer
üretebileceği sanısıyla ortaya çıkan kopuştur (2013:192). Burada, ikinci kopuş olarak
ortaya konulan bilme tarzı, pek âlâ, aydınlanmanın, umutlarını üzerinde inşa ettiği,
temel değerlerini mümkün kılan varsayımlar olarak da okunabilir. Bilhassa 2. Dünya
Savaşı sonrasında, modern bilmenin boyutlarından biri olarak bu boyuta dikkat
edilmeye başlanmıştır denilebilir. Buna sebep olarak da Batı Medeniyetinin, düşünce ile
gerçek arasında çıkan uyuşmazlıklarda, hareket kabiliyetinin sınırlı olduğunun tecrübe
edilmesi gösterilebilir227. Özel’in modern düşünceyle İslami düşünceyi ayırmasının
temel zemini de burada bulunur, diyebiliriz. O’na göre (2014: 55) Batı’yı Batı yapan
şey “insanın varoluşunu, bilgi ve görgü tarzını ilahi kaynağından koparmış” olan
modernliktir. Bu tarz bir bilmeden farklı olarak, İslami düşüncede, oluş halindeki
şeylerin anlamı, Kur’an ve Sünnet’e bağlı olarak ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle,
İslam’da şeylerin/olguların anlamı zatlarından dolayı belirli halde bulunmazlar. Bunun
yerine, hayatın bir228 anlamının olduğu varsayımına/imanına göre referanslanır.
Buradaki fark, tezin konusuyla direkt bağlantılı olacak şekilde (nevabitlik hususu),
İslamcı söylemin referansları ile modern düşüncenin referansları arasındaki farktır.
Özel’in deyişiyle (1998:122), “Modern zamanlarda kendine Müslüman diyen çok
sayıda insan hayatlarına anlam veren ilke veya ilkeleri İslam’dan almaksızın
yaşayışlarını düzenlemektedirler.”. Özel’e göre (2016: 150), Müslümanların İslami
bilgiden yararlanamayışları, modern çağların başlangıcından itibaren dünyaya yayılan
ve yayıldığı ölçüde tahakküm kuran “epistemik” (bilgilenmeye ilişkin) “şiddet”
sebebiyledir. Bunu da bilginin insan tarafından elde edilebilirliğine (kurulabilirliğine)
dair inanca müteakip, neyin bilgi olup olmadığı konusunda, vahyin fani insan aklına
tâbi kılınmasında görebiliriz.
227 Bu konuda örnek olabilecek bir metin olarak Bkz: Hannah Arendt, Eichmann in Jerusalem: A
Report on the Banality of Evil, 2004, UK.
228 Bir anlam, hayatın anlamı varsayımının manalı bir hayata karşı tercih edildiğini göstermek
içindir.
237
İsmet Özel, bilimi doğuran temel motivasyonun, büyük dinlerin amaçlarıyla
benzerlik gösterdiğine inanır. Özel, bu durumu şöyle ifade eder:
“bilimi doğuran temel motivlerden birisi de İslamiyet gibi,
Hıristiyanlık gibi, Yahudilik gibi bugünkü çağa en yakın dinlerin ön
kabullerinden doğmuştur. Mesela kâinatta sarsılmaz bir düzenin
varolduğu inancı Hıristiyanlıkta da, İslamiyet’te de baskın bir
inançtır. Bu bilimin doğmasında önemli etkenlerden biridir.”
Burada Özel’in ifade ettiği benzerlik, anlaşılması gereken bir düzen olduğu önkabulüdür. Bilimin, dinlerden farklı, ön-kabulü ise, insanı da diğer şeyler gibi ele alır
şekilde, dünyanın maddi olarak anlaşılması ile düzenin anlaşılacağının düşünülmesidir.
Bilme tarzı olarak modern bilme, zaten, bilimsel bilmenin yöntemi için gerekli zemini
hazırlamıştır. Bu bakımdan şöyle ifade edilebilir ki, bilimsel bilme, modern bilmenin
teolojikleştirilmiş ve teleolojikleştirilmiş bir halidir. Özel’e göre modern dünya, bir
yönüyle, bilginin dünyasını yıkarak ve bilginin dünyasının yıkıldığı her yerde
hâkimiyetini kurarak, insanların hayatını yönetmeye başlayan bilimin dünyasıdır (Özel,
2013: 206-217). İsmet Özel’in “bilim dünyası içinde yaşamak” diyerek ifade ettiği şey,
bilgimizin ve buna müteakip hareketlerimizin kökenine ve meşruiyetine ilişkin
sorgulama girişimidir. Burada, bilimsel bilmeyi bağımsız değişken, bilinen şeyleri, bu
değişkene göre konumlanan, bağımlı değişken şeyler olarak görebiliriz. Bu doğrultuda,
bilim/bilimsel bilgi, içinde yaşadığımız bilim dünyasında en muteber şeydir, denilebilir.
Bu muteberliğin sebebi, bilimin, insanların saygı duydukları başka şeyleri ve
kavramları, bilimsel bilmenin araştırma konusu yaparak, saygı değer olmadığını(!229)
gösterebilme kabiliyeti/inisiyatifi olarak verilebilir. Özel’e göre (2013: 202) “bilim
inceleme alanına aldığı konuları saygı konusu olmaktan çıkarır, incelediği nesnenin
dokunulmazlığını kaldırır. Böylece insanlar için tek dokunulmaz olan, tek saygıya konu
olan bilimin mevcudiyetidir.”. Burada şunu da belirtmek gerekir, yaşadığımız dünyadaki
en kapalı dünya bilim dünyasıdır (Arslan, 2002). Bilim dünyasında yönlendirici
olanların ya da merkezinde olanların, sayıca az da olsalar, etkileri ve söylediklerinin
yayılma gücü geniştir. Bu bakımdan, içinde yaşanılan bilim dünyası, çekirdek bir
dünyayı ifade etmemektedir. Bu dünya, daha çok, içine girilmesi güç bir çekirdekten,
229 Burada kullanılan ‘saygı değer olmama’ olarak belirtilen ifade, değersel bir ifade olmaktan
ziyade, hissedilen bağlılığın tersine bir hareket kabiliyetini göstermek için kullanılmıştır.
238
yani bilim dünyasından, dalga dalga yayılan etkinin meydana getirdiği paradigmatik
dünyayı işaret etmektedir (Özel, 2013).
Bilimsel bilme, bir bilme tarzı olarak, içinde yaşadığımız modern dünyanın,
bilim dünyasının temelidir denilebilir. Bilme ediminin değişimi, en temelden, bir
kavrayış değişimine sebep olduğu için, modern bilmenin inşa ettiği bilimsel bilmenin
incelenmesi, modernite düşüncesinin de ele alındığı ontolojik bir inceleme için,
zaruridir. Çünkü insanın şeylerin bilgisinin belirleyicisi/tasdikleyicisi olarak merkeze
gelmesinden sonra, bu temele göre şekillenen bilme, yeni ontolojinin praksisini
oluşturmaktadır. Bunun yeni ontolojinin zeminini teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Özel de,
bu doğrultuda, düşüncelerini ortaya koyarken, ifade ettiklerinin anlaşılmasındaki en
büyük zorluk olarak insanların yaşam zeminlerinin bilimsel bilme/bilgi olmasını görür.
Bu bakımdan, bilmeye ilişkin bir kavrayışın ortaya konulması, içinde bulunulan
düşünme/bilme zeminin ne olduğunun anlaşılması bakımından önemlidir. Özel (2013:
206-208), bu doğrultuda, bilimin dünyasında yaşamayı şu şekilde belirtir:
“Bilimin dünyasında yaşamak <quantite>, kemmiyet
dünyasında yaşamak demektir. Kendimizle veya başkalarıyla ilgili her
şeyi sayılar, sıralamalar, birbirinin yanına konulan, birbiriyle
karşılaştırılabilen nesneler aracılığıyla kavrıyoruz. İnsan olarak
bilincimizi <quantification>ler(lar) belirlediği için, bugünün
insanları olarak bizler kemiyet hâkimiyeti altında yaşamayı olağan,
yerinde ve hatta isabetli, kaçınılmaz saymayı uygun görüyoruz.…
Sayılabilir hayatımız aynı zamanda sıralanabilir ve büyüklüğü,
ağırlığı, yoğunluğu, biri diğeriyle karşılaştırılabilir hayattır.
Kemmiyet hâkimiyeti altındaki bilimin dünyasında yirmi bir yıl
yaşamış herkese bir oy hakkı tanımak <rationnel>dir. …. Bilimin
dünyasında ırk ayrımı yapmak <rationnel>dir. Bilimin dünyasında ırk
ayrımı tanımamak da <rationnel>dir.”
Bir şeyin anlamlı olarak ortaya çıkması, bir referanslar temelinde, müşterek
kabulleri gerekli kılar. Anlam, belirli-açık veya kapalı- bir anlaşmanın ürünüdür. Bu
bakımdan, konuşmanın ve anlaşılır olmanın ön koşulu, önermelerin dayanakları olan
ön-kabullerdir diyebiliriz. Bilim dünyasının çekirdeğinin küçük olmasına rağmen
dünyaya yayılması, düşünceyi anlamlı kılan ön kabullerinin insanlar tarafından kabul
239
edilmesinin sonucudur. Özel’in, yukarıda alıntılanan yazıda, belirttiği ırk ayrımı
yapmanın da yapmamanın da rasyonel olmasının sebebi, ön-kabullerin değişmemesi
olarak okunabilir. Buradan çıkarımla, bilimin kendi içindeki karşıtlıklarının, ön-kabuller
değişmedikçe, bilime katkı sağlayacağı söylenebilir. Bu durum 20.yüzyıldaki dil
felsefesi çalışmaları kapsamında daha net ortaya konulup, değerlendirilebilir. 20.
Yüzyılda dile ilişkin ana soruları, kabaca, iki soruda ortaya koyabiliriz:
1- Dil ile dünya arasındaki ilişki nedir? →Klasik soru.
2- Dilsel davranışın yapısı nedir? →Yeni-post-modern soru.
Yukarıda bahsedilen ön-kabullere ilişkin İsmet Özel’in yorumu, esasen, ikinci
sorunun içinde bir düşünce olarak ele alınabilir. Bu soruya ilişkin 21. yüzyılda yapılan
yorumlarda, dilde dünyayı betimleme işlevinden daha fazlasını gören bir bakış
bulunmaktadır (Aysever, 2018: 288). Bu bakış, dilsel olarak ortaya konan söylemin
anlamını, araçsal olarak gösterdiği şeyden ziyade, söylemi yöneten kurallarda arar
(Aysever, 2018)
230. Örneğin, Newton fiziğinin yerini alan izafiyet teorisi zaman, mekân
ve madde gibi konularda birçok farklı görüşlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Ama
bunların hiçbiri, bilimi mümkün kılan ön-kabullerin sorgulanmasına sebep
olmamışlardır. Kullanılan dilin mantığına ve kabullerine sahip çıkarak söylem üzerinde
yapılan eleştiriyi dilsel genişleme231 imkânı olarak ele alabiliriz. Her dilsel genişleme,
dilin ve hâkim olan mantığın hâkimiyet alanını genişletir ve güçlendirir. Bu durumu
açıklamak bakımından, “parçaların bütünden önce var olmadığını ve niteliklerini
bütünün yapısından aldığını savunan” Gestalt232 psikolojisini örnek verebiliriz (Smith,
2000: 313, Cevizci, 2005: 763). İsmet Özel’in dünyayı kavrayışı bu tarz bir düşünce
üzerindendir, diyebiliriz. Özel, bu sebeple, içinde yaşadığımız bilim dünyasının önkabulleri üzerine düşünür. Muhtelif kitaplarında bunu açıkça belirttiği gibi, İslamcılık
başta olmak üzere, modernizmin yerli/milli eleştirmenlerini bu doğrultuda eleştirir.
Özel, bu eleştirilerini, modernite karşıtlarının, hemen hepsinin, varsayımları itibariyle
modern ve modern bilme tarzlarına tabi oldukları sonucuna vardırır. Bu bakımdan,
230 Bu bakış açısından türemiş ilgili kuram söz edimleri kuramıdır. Bunun için bknz.: John L.
Austin, Söylemek ve Yapmak: Harvard Üniversitesi 1955 William James Dersleri, 2017, İstanbul.; John
Searle, Söylemek ve Anlatmaya Çalışmak, 2011, Ankara.
231 Mevcut literatürde böyle bir kavram yoktur.
232Gestalt kavramı düzenli, organize bütün, form anlamına gelen Almanca terimdir. Cevizci
(Felsefe Sözlüğü, 2005, s. 763) bu kavramı şöyle açıklamıştır: “Metafizikte, organizma türünden, düzenli
etkinlik içinde bulunan parçaları olan, fakat parçalarının yalın bir toplamından daha fazla bir şey olup,
parçalarına doğrudan etki edebilen ve parçalarının karşılıklı etkileşim ve etkinliğinin üstünde ve ötesinde
tözsel bir varoluşa sahip bulunan birlikli bütün. Metafiziksel olmayan bir anlam içinde, bir algının
sergilediği bütünlük duygusu.”
240
Özel’e göre, eleştirseler dahi, modern düşünme biçiminin, bilimsel bilginin öneminin ve
değerinin genişlemesine katkıda bulunurlar. Özel’in modernite ve onun bağlantılı
düşüncelerine karşı yapılan eleştirilerde gördüğü çelişkiyi şu şekilde ifade etmek
mümkün gözükmektedir: Bilimsel bilgiyi mümkün kılan bir düşünüş biçimi olarak
moderniteyi, bilimsel yöntemlerle eleştirme çabası. Bir başka deyişle, bilimsel bir bilme
tarzına dayanan bir eleştiri, ön kabulleri itibariyle, modern düşünce ile doğrudan ilgili
ve ilintilidir. Özel, moderniteyi ve bilimsel bilgiyi eleştirenleri bile modern/bilimsel
yapan ön kabulleri üç başlık altında toplamıştır. Özel’e göre (2013: 208-215) bilimin üç
ön-kabulü şu şekildedir:
A- İrade dışı bir dış dünyanın kabulü
Her insanın düşüncelerini ve duygularını barındırdığı bir iç dünya varken, bir de
sayılamayacak kadar çok varlığı içinde barındıran ben’e dışarlıklı bir dış dünya vardır.
Özel burada, çok net bir şekilde, Descartesci Kartezyen düşünceyi bir ön-kabul olarak
ortaya koyar. Bu kapsamda bilim, kendine ben diyen kişinin dış dünya hakkındaki
bilgilerinden meydana gelen bir şeydir.
B- Her insanın diğer insanlarla aynı yapıda olduğunun kabulü
Bu ön-kabule göre, insan kendini diğer insanlar gibi, diğer insanları da kendi
gibi aynı yapıda görür. Bunun bilgi ile bağlantısı, bilgiye konu olan nesnenin/şeyin
başkalarınca da aynı şekilde algılanır ve anlaşılır olmasıdır. Yukarıdaki ön kabulle
ilişkili olarak da, bir dış dünya varsa sadece ben’im için değil, herkes için vardır,
sonucuna varılabilir. Özel’e göre, bilim, ancak, bütün insanların müştereken yer
alabileceği bir çizgide mümkündür. Bu, bilginin herkes tarafından anlamlı olması için
gerekli olan, herkes tarafından kabul edilmiş bir zeminin oluşmasını sağlar.
C- Bilgiye ulaşmak için zihni kullanma zorunluluğu
Bu kabul, bilginin usulüne ilişkin bir kabuldür. Bu da Descartes’in
şüpheciliğinden yola çıkarak oluşturulmuş bir kabuldür. Descartes, şüphe edilemez tek
şey olarak gördüğü ben’i bilginin merkezine koymuştur. Bu durumda, gerçek ve bilgi,
ben’in/zihnin imkânlarıyla ulaşılabilir bir şeydir. Özel, bu durumu, “….doğruyu ve
gerçeği zihni-mi-n işleyişinden başka hiçbir kaynak gösteremez.” şeklinde özetlemiştir.
Bilimin bu üç ön-kabulünü şöyle özetlemek mümkündür (Özel, 2013: 209): “Dış
dünyadan kendini ayırmış ‘ben’ varım. Kendine ‘ben’ diyen başka ‘benler’ var. ‘Ben’ ve
241
‘benler’ aynı usulle bilmekteyiz.” İsmet Özel’e göre, bunlar, insanların bilim dünyası
içinde yaşama sebepleridir. Yine Özel’e göre,bu ön-kabuller bilimi mümkün kılan
sebeplerdir. Özel (2013: 210-211) bunu üç yargı ile şöyle ortaya koymaktadır:
➢ Eğer dış dünyadan bağımsız bir ‘ben’e sahip olduğumuzu
düşünmeseydik, bilim olmayacaktı.
➢ Eğer başka insanların kendimiz gibi olduğunu düşünmeseydik
bilim olmayacaktı.
➢ Eğer zihnimizin de başka insanlarınki gibi çalıştığını
düşünmeseydik, bilim olmayacaktı.
Bilimi mümkün kılan önyargıları, esasen, bilimin sağladığı bilgilerin evrensel
düşünülmesinin sebepleri olarak da görebiliriz. Bilimin bu esaslar üzerine oturtulması,
bilimi, spesifik bir grubun bilgisi olmaktan çıkartıp, herkesin bilgisi olması yolunu
açmaktadır. Bu, başka bir deyişle, bilginin yersiz yurtsuzlaştırılması233 olarak
görülebilir. Özel’e göre, böyle bir amaca matuf bilgi hegemonik bir araç olarak
görülebilir. Çünkü bir yerde çıkmış bilginin, başka bir yerde kullanılması iki ihtimalle
mümkündür. O bilgiyi alan, ya o bilgiyi, aslını bozarak, kendine mâl edecek ya da kendi
aslını inkâr ederek, o benimsediği düşünce içinde eriyecektir (Özel, 2018: 57). Özel,
bunu ileri sürerken, gerçek bilginin ilişkiselliğini göz önünde bulundurarak, bilginin
taşınamazlığını düşünmektedir. Özel (2018: 57) bu durumu şöyle açıklamaktadır:
“Yer ve zamanı hesaba katmaksızın düşüncelerin doğru ve
yanlışlığını, geçerli veya geçersiz olduğunu tartışmak abestir. Öyleyse
düşüncenin zaman ve yer itibariyle “taşınması”, ithali mümkün
değildir diyebiliriz. Düşünce ancak yerinde ve zamanında, kendi derin
kaynaklarından toprağın yüzüne çıktığında yerli yerine oturabilir,
sağlıklı bir işleyiş gösterebilir, onunla bağ kuranları sağlığa
kavuşturur ve ancak o zaman anlamlı ve önemlidir.234
233 Özel’in, bu bakımdan, bilimin herkesin kabul ettiği bir din gibi anlaşıldığını söylemesi;
bilimin de esas amacının bu olduğunu düşünmesinin sebebi olarak belirtilen yurtsuzlaşma görülebilir.
234 Özel’in bu alıntı da ima ettiği şeyin hermeneutik ya da fenomenoloji olmadığını belirtmek
gerekir. Hermeneutik ve fenomenoloji, insanı aktif bir anlam ulaşıcısı ve taşıyıcısı olarak
konumlandırması sebebiyle olanın ifşası bakımından modern yöntemlerdir. İsmet Özel’in belirtmek
istediği taşın-a-mazlık ‘olmak’ ve ‘oldurmak’ arasındaki kapanmaz boşluğu işaret etmektedir.
242
3.5.2. İsmet Özel’de Dil ve Bilginin Yolu Olarak 3 Kelime: Ben, Sen, O
Dilin İsmet Özel’in tüm görüşlerinin merkezinde yer aldığını söylemiştik.
Özel’in dile olan bakışı, ontolojik bir bağ ile olaylara bakışının temelini oluşturur.
Özel’in dile karşı gösterdiği bu hassasiyet, dönemsel olmayıp, Özel’in hayatında her
zaman canlı bir hassasiyet olarak görülebilir. Özel için bu, yaratıcı ve belirleyici bir
hassasiyettir. Nitekim Özel, 2008 yılında katıldığı 32. Gün programında (Özel, 2008) bu
düşüncesini “Allah insanları dilleri üzerinden yaratır.” diyerek net bir şekilde ifade
etmiştir. Yine, Özel ‘I. Bilginin Dünyasında Değil, Bilimin Dünyasında Yaşıyoruz’
(Özel, 2013:211) yazısında dilin merkeziliğini şu şekilde ifade etmektedir: “İnsan
bilgisiz, bilgi düşüncesiz, düşünce dilsiz tecelli etmez. Dilden düşünceye, düşünceden
bilgiye, bilgiden insana gideriz. İnsana ulaşmak için dilden yola çıkmak mecburiyettir.”
Bu vurguyu, kıta Avrupası felsefesi üzerinden yapılan dil çalışmalarında da görmek
mümkündür. Heidegger’in, dili varlığın evi olarak görmesi, buna örnek olarak
gösterilebilir. İsmet Özel ile Heidegger arasında kurulan düşünsel bağlantıları da esasen,
bu hassasiyet üzerinden okumak mümkündür. Bununla beraber, Heidegger ve İsmet
Özel’e ilişkin kurulabilecek birçok benzerlik, esas itibariyle, Almanya ile Türkiye’nin
tarihsel olarak karşılaştıkları ve karşı karşıya olduklarını düşündükleri şeyler üzerinden
de yapılabilir, gözükmektedir. Almanya’nın modernite ile karşılaşması, Osmanlı ve
Türkiye’nin modernleşme serüveni ile benzerlik arz etmektedir. Bunu, modernite ile
kurulan ilişkilerde, konumlanışlarda da görmek mümkündür diyebiliriz. Almanya’da
Alman Geist’ı ile ilgilenen reaksiyoner modernist olmayan yazarların moderniteye
bakışı, birçok açıdan, Türkiye’de modernite ile ilişki kuran aydınlara (muhalif olsunolmasın) teşmil edilebilir gözükmektedir. İsmet Özel’in Türk düşünündeki ayrıksılığı da
temelde buraya dayanır diyebiliriz. Özel, Heidegger’in de Varlık ve Zaman’da yaptığı
gibi, duruma temelden vaziyet alıp, tartışmayı varlığın neliği (Allah’a kulluğu)
üzerinden yürütür. Heidegger ve Özel, paradigmatik bir dönem içinde konuşmaktan
ziyade, paradigmalar üstünden, paradigmaları da içine alan bir izlek doğrultusunda
söylemler üretmeye gayret göstermişlerdir. Bununla beraber, Heidegger’in Varlık
telakkisi Özel’de teolojik bir boyut kazanmıştır denilebilir. Örneğin, Özel’in varlık
anlayışını özetleyebilecek cümlelerden biri olan ‘Allah insanları dilleri üzerinden
yaratır.” sözü ‘insan düşünmez, dil düşünür’, ‘dil varlığın evidir.’ gibi Heidegger’in
sözlerinin teolojikleştirilmiş hali olarak okunabilir.
243
Özel’e göre dil, bilgimizin mahiyetini belirleyici olarak vardır. Bu bakımdan dil,
bir araç olmaktan ziyade, kurucu ve belirleyici bir şey (thing) olarak vardır. Buradan
hareketle, Heidegger’in de ortaya koyduğu gibi, dili insana ait bir şey olarak
tanımlamaktan ziyade, insanı dile ait bir varlık olarak tanımlamak daha doğrudur,
diyebiliriz. Özel’e göre, belirleyici olan dil, her/bir şeyi anlatabilmek ve anlayabilmek
için üç kelime üzerinden konumlanıyor: Ben, Sen, O. Bu kelimelerin kavranılış olarak
önceliği ve sonralığı, anlamın ontolojik konumlanışını belirlemektedir. Özel’e göre,
yukarıda verilen (Ben-Sen-O) dilbilgisinin sunduğu sıralama, yan-ı-lışın başladığı
yerdir. Çünkü insan, doğası gereği, ‘ben’den önce ‘sen’i bilir. Özel, bunu çocukların
büyürken geçtiği süreci temel alarak ortaya koyar. Çocuk, hem kendinin, hem annesinin
varlığı konusunda kesinliğe varmadan, aralarındaki ilişkiye bağlı olduğunu anlar (Özel,
2013). Yani ‘ben’ düşüncesi ortaya çıkmadan önce ‘sen-ben’ bütünü vardır. Çocuğun
büyüme sürecinde bu bütünlük ayrışır. Bu ayrışmada ilk fark edilen ‘sen’dir. Burada
bahsedilen süre, ilk göstermelerin235 olduğu andır. Göstermeyi, yapılan ilk anlamlı
hareket olarak düşünebiliriz. Bu anda gösterme, mutlaka, ‘sen’e doğru, ‘sen’ için
yapılabilir (Özel, 2013). Yani, çocuk ister kendisiyle ilgili, isterse ‘sen’ ve ‘ben’
dışındaki bir şeyle ilgili bir şeyi göstersin, bu ‘sen’ hesaba katılarak yapılan bir şeydir.
Çünkü insan olarak bir algılayan olduğunu anlamadan, hiçbir şeyi, kendimizi bile,
kesinleştiremeyiz (Özel, 2013). Yani, süreç şöyle özetlenebilir. Öncelikle ‘sen-ben’
birlikteliği vardır; sonrasında ‘sen’ bilinir; sen ve ben ayrıştıktan sonra ‘O’ ortaya çıkar.
Özel’in sıralaması, bu yüzden, ‘sen’, ‘ben’, ‘o’ şeklindedir.
Özel, ‘ben’, ‘sen’ ve ‘o’ ortaya çıktıktan sonra, bunların sıralanışı ve
istikametlerine göre bilim ve bilgiyi ayırır. Özel’e göre (2013:212-213) “ ‘ben’,
‘sen’den uzaklaştıkça ‘ben’, ‘Sen’i ve ‘o’yu aynı uzaklıktan görmeye başlar. Ben→Sen
ya da Ben→O şeklinde burada kesin bir yol ayırımı vardır. Ben-Sen-O ortaya çıktıktan
sonra Ben→O yönünde giden ‘Bilime’; Ben→Sen yönünde giden ‘Bilgiye’ ulaşır.”
Buradaki ‘O’, bilimin diliyle konuşulacak olursa, nesnel dünya, yani objektif olandır.
Duygulardan, ikili ilişkilerden azade olan ‘O’, üzerinde deney yapılabilir olandır. ‘Ben’
‘O’ ilişkisindeki ‘ben’ Descartes’in Cogito ergo sum’undaki şüphesiz olan ve dışarıdaki
her şeye şüpheyle bakıp tahakküm ilişkisini kurandır. Özel’e göre kendinden başkasını
‘O’ olarak görmek, her şeyi ve bir süre sonra kendi ‘ben’ini de ‘O’ yapar. Özel (2013:
212-213) bilimin burada konumlanışını ve gerçekliği tek boyuta indirişini, şu şekilde
235 Burada bahsedilen ‘gösterme’, herhangi bir şeyi gösterme olarak göstermedir.
244
açıklamaktadır: “Ben-O ilişkisinin ortaya çıkardığı gerçek, yalnızca ‘O’nun gerçeğidir
ve insanın zihninin ancak tek boyutta, tek boyutuyla kavradığı gerçektir. Eğer
‘müdrike’nin, ‘intellect’in bize verdiği değer ölçüsü, hakikati (herhangi bir şeyin
doğruluğunu) ölçmenin nihai miyarı değilse bütün bilim çöker.” Bilimin, burada,
kendini tek otorite olarak dayatmasının yegâne sebebi olarak, bilimin inceleme alanına
aldığı (‘O’ olarak ele almak) konuları saygınlıklarından arındırabilmesi ve
dokunulmazlıklarını ortadan kaldırabilmesi, gösterilebilir.
Özel’e göre, bilimden farklı olarak, bilgi, ben-sen ilişkisinin ortaya çıkardığı bir
şeydir. Özel’in tabiriyle, bilgi, ‘ben’in ötesinde ‘sen’i bulmak, ‘sen’de ‘o’nu
doğrulamaktır. ‘Ben-sen’den bağımsız bir ‘o’ yoktur. Dolayısıyla, bilgi ilgiyle
mukayyettir. Bilginin bu özelliğini Türkçemizde kullanılan bir ifade ve bir atasözü ile
gösterebiliriz. Bunlardan ilki bir kişi için söylenebilen ‘O, Allah bir dese inanmam’
ifadesidir. Burada, anlam için gerekli olan müşterekliğin müşterek anlam çıkartılacak
kişiden bağımsız olamayacağı ifade edilmektedir. Bu ifade de bu durumun Türkler için
mutlak kabul edilen (bu yüzden radikal) bir örnek üzerinden ifadesi olarak okunabilir.
Bu ifade, anlamın ‘sen’den bağımsız ‘o’ olarak imkânsızlığını içerir. İkinci ifade,
anlamın ‘o’ olarak bulunmasının güvenilmezliğini ortaya koyan bir atasözümüzdür:
Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Bu atasözü, eğer bilgi ‘ben’ ve ‘sen’den
bağımsız birtakım şeylere bağlı olursa ya da ‘ben’ ve ‘sen’in ilişkiselliği dışında
nesnel(!) şeylere bağlanırsa, gerçek saklanabilir ya da bilgi aldanma olarak kullanılabilir
demektedir. Daha açık bir anlatımla, Müslüman olmayan ve bizi aldatmak isteyen biri
bizim güvenimizi kazanmak için Müslüman olduğunu söylerse, biz de Müslümanlığı
ben-sen ilişkisi dışında birtakım bilgilere/formlara bağlarsak, onun bu bilgileri rahatlıkla
taklit edip bizi kandırması mümkündür. Müslüman taklidi yapan birinin Müslüman gibi
yatsıyı kılmadan yatmadığını göstermek için ışığını açık tutabileceği atasözünce
(Yalancının mumu yatsıya kadar yanar) bize söylenen bir uyarı olarak düşünülebilir.
Bilimin temeli olarak ortaya konan bu konunun, siyaset bilimi literatüründeki en
açık yansımalarından biri, egemenlik ilişkilerinde gözükür. 20. yüzyılda karşımıza
çıkan, egemenlik ilişkilerini irdeleyen, oryantalizm düşüncesi, tam olarak, bu bilme
tarzının eşitsizliği üzerinde temellenir. “Krizdeki Oryantalizm” adlı çalışmasında
Abdülmelik (1998: 13-14) oryantalizm düşüncesinde meselenin, Doğu’nun bilen Batılı
öznelerce bilinme tarzının kanıksanmasında yattığını ifade ederken, esas olarak böyle
bir eşitsizliği ortaya koyar. Çünkü doğu ve doğulu araştırma nesnesi olarak tanımlanan
245
ve tanımlandığı şekliyle varlığı kabul edilen bir şeydir. İsmet Özel (2013: 214) de, bu
durumu, benzer şekilde, şöyle ifade eder:
“Eğer bilme işi yalnızca ‘ben’ tarafından yapılacaksa, ‘ben’ ve
‘o’ bilişmeyeceklerse barışık da olmayacaklardır. ‘Ben’ bilir, ‘o’
bilinir. Bu ancak bir egemenlik yoludur. Egemen olan ile egemen
olunan arasında dostluk ilişkisi kurulamaz.”
Bu noktada Özel’de bilgi, bu tahakküm ve egemenlik ilişkisinin dışında, ilgi
temelli, ilişkisel bir birlikteliğin sonucudur diyebiliriz. Burada, akılda tutulması gereken
bir fark olarak, şunu da açıkça belirtmek gerekir. Bilimdeki ‘ben’, bilimi mümkün kılan
ön-kabullerden ikincisi olarak ortaya koyduğumuz ‘ben’in diğer insanları aynı yapıda
bir ‘ben’ olarak görmesi (Her insanın diğer insanlarla aynı yapıda olduğunun kabulü)
sebebiyle, bilginin ortaya çıkmasına vesile olan ‘ben’ den niteliksel olarak farklıdır.
Bilimdeki ‘ben’, bir sınıflandırma öznesi, derecelendirilmiş bir şeydir. Karşısındaki
hiçbir zaman ‘sen’ değildir, her zaman ‘o’dur236. Bilgideki ‘ben’ ise, bir bağlantı
ortamını ifade etmektedir. Buradaki ‘ben’, yalıtılmış bir ‘ben’ değildir. Bu ‘ben’, daha
çok, dünyada şairane mukim olan insanın olma tarzıdır. Dünyanın ve ‘ben’in anlamının
sabit olmadığı bir tarzdır. ‘Sen’de kendini bulması ve tersini mümkün kılması
bakımından, ilişkisel bir bağı işaret etmektedir. Özel, bu barışıklık ve bilişimden ortaya
çıkan bilgiyi ‘o’ hakkındaki bilgi olarak düşünür.
3.5.3. İsmet Özel’de Dünya Sistemi
İsmet Özel düşünce yazılarında, bir dünya sisteminden bahseder. Bu sistemi
özellikle ele alan bir kitabı ya da bir panel konuşması yoktur. Bununla birlikte, dünya
sistemi teorisi üstünde İsmet Özel kadar duran bir başka İslamcı da yoktur (Yıldırım,
2013: 315). Yazdıkları içerisinde, dünya sistemi konusu, görece, az bir yere sahip
olmasına karşın, İsmet Özel’i okuyanlara, Özel’i konumlandırmak için bir mevzi
sağlamıştır, diyebiliriz. Gerçekten de İsmet Özel’in görüşlerinde dünya sisteminin
önemli bir yer tuttuğu söylenebilir. Ancak bu önem, karşıt olduğu dünya sisteminden
kaynaklı değil, görüşlerinin bütünlüğü içerisinde dünya sistemine verdiği anlam
sebebiyledir. Nasıl ki, Özel’in komünistliği ile İslamcılığının içsel nedenleri benzerse,
236 Bu metni yazan da metnin bilimselliğine halel getirmemek için üçüncü tekil şahıs, yani ‘O’,
olarak metni kaleme almaktadır. Bu durum, ‘Ben’in ‘o’ istikametinde gidişinin, bir süre sonra zorunlu
olarak, ‘ben’i ‘o’ya dönüştürmesine örnek olarak verilebilir (diyebilirim).
246
Özel’in Türk, Müslüman, insan kavramlarına verdiği anlamlar ile dünya sistemi
kavramlaştırmasının arasında da bir bağlantı/benzerlik vardır, diyebiliriz. Özel için, dini
dışlayan her hayat, mânâ hayat237 içinde değerlendirilebilecek bir hayatı işaret
etmektedir. Bir başka deyişle, dinin belirleyici olmadığı mânâlı bir hayat,
Schopenhauercu tabirle, isteme ve tasarım olarak vardır. Bu bakımdan, İsmet Özel’in,
diğer başka konulardaki görüşlerinde olduğu gibi, dünya sistemi hakkındaki görüşleri de
İsmet Özel’in Schopenhauercu istemesi üzerinden anlaşılacak bir konu olarak
anlaşılabilir. Bu isteme göz önüne alınmadan yapılacak yorumların, tamamen yanlış
anlaşılacak okumalar üzerinden olmasa da, seyreltilmiş algılar üzerinden olacağı bir
gerçektir238. Söz konusu seyreltilmiş algılar, “İsmet Özel’in Görüşlerinin Ele Alınması
Hususu” başlığında dile getirdiğimiz, İsmet Özel’i anlama ve yorumlamada karşımıza
çıkan birinci zorluktan ileri gelmektedir, diyebiliriz. Yani, İsmet Özel’in anlaşılmasında
ortaya çıkan seyreltilmiş algılar sorunu, Özel’in, bugüne kadar çokça yapılarak
paradigmalaşmış, belli tanımlar eşliğinde yorumlanması ve tanımlamasından kaynaklı,
tahrifli ele alınması ile alakalı görülebilir. Dünya Sistemi özelinden belirtmek gerekirse,
dünya sistemi, kavramsal olarak, birçok düşünürce dile getirilmiştir. Bu dile getirilişten
kaynaklı, dünya sistemi kavramına karşı daha önceden bildiklerimiz239, Özel’in dünya
sistemi düşüncesini algılamamızda seyreltici bir işlev görür240. Bu bakımdan, sorun bir
bilgi sorunu olarak, pek âlâ, okunabilir. Çünkü dünya sisteminin anlamı belirli bir bilgi
ve ilişkili birçok şeyle beraber anlamlıdır. Bunun dışında, bizim anlama tarzımız da
dünya sistemini belli bir tarzda anlamamıza sebep oluyor olabilir. İsmet Özel’in
ontolojik olarak farklı konumlanması, bizi, ona ait düşünceleri bütünlüklü olarak yine
onun kavramlaştırmaları yardımıyla ele almaya itmektedir. Bu yüzden, İsmet Özel’deki
dünya sistemi tasavvurunu, İsmet Özel’in poetikasından ve dolayısıyla İslam düşüncesi
üzerinden anlam kazanan bir kavramsallaştırma olarak ele almak gerekir. Bu bakış
açısıyla bakılırsa, İsmet Özel’deki dünya sistemi tasavvurunu, küfrün sistemleşmesini
içerecek şekilde, küfür sistemi olarak yeniden adlandırmak yanlış gözükmeyecektir.
237
“3.3.1. İsmet Özel’in Hayatına/Masalına Dair” başlığında bu konu açıklanmıştır.
238 Bu ihtiyatlı yorum, bu metnin yazarına aittir. Özel’e göre bir şey biraz doğru ya da biraz
yanlış olmaz. Ya doğrudur ya yanlıştır (Özel, Küfrün İhsanı Olmaz, 2016c, s. 169-177). Dücane
Cündioğlu’nun “Kötünün iyisi (ehven-i şerr), sanılanın aksine, kötünün en kötüsüdür, çünkü gerçeklik
kazanmış kötüdür…” görüşü de bu kapsamda daha sert bir yorum olarak değerlendirilebilir
239Dünyanın ne olduğuna dair sahip olduğumuz görüşleri de seyreltici unsurlar olarak görmek
gerekebilir. Söz gelimi, dünyanın gezegenlerden bir gezegen olması görüşü ile dünyanın insan için
yaratılmış özel bir gezegen olması görüşü, dünyaya ilişkin bir hususun farklı yorumlanmasına, pek âlâ,
vesile olabilir.
240 Benzer bir durum tezde ele alınan Özel’in Yabancılaşma kavramına verdiği anlamda gözükür.
247
Özel (2018b: 54), bu durumu şöyle ifade etmiştir: “Bir dünya sisteminden veya
düzeninden söz ediyoruz. Aynı zamanda biz Müslümanlar bir küfr düzeninden, küfrün
dünya üzerinde kurduğu sistemden sözediyoruz. Dünya sistemi/küfr sistemi, biz
Müslümanlar için bu iki tamlama kolaylıkla biri diğerini ifade etmek üzere
kullanılabiliyor.” Burada dikkat edilmesi gereken husus, küfrün herhangi bir sistem
dışında var olup, olmadığıdır. Bu husus, günümüz Müslümanların karşısına çıkan
küfr/dünya sistemi içindeki küfrün, önceki zamanlarda var olan küfrden nasıl
ayrılacağını görmek bakımından önemlidir. Çünkü iman-küfr çatışması insanlık kadar
eski bir çatışmadır. Özel, bu noktada, düzen kelimesini de daha iyi anlaşılmak için
yardıma çağırır. Küfr düzeni ile dünya sisteminin aynı olmadığını ileri sürer (Özel,
2018b). Bu ayrımı da şu şekilde örnekleme yoluna gider: “Firavun düzeni yeryüzünde
yürürlükte iken bir dünya sisteminden söz etmek mümkün değildi. Nemrut’un,
Kayser’in, Kisra’nın düzenlerini birer küfr düzeni diye nitelendirmek doğru olduğu
halde bu zamanlarda henüz bir dünya sisteminin ihdas edilmediği de doğrudur (Özel,
2018b: 55).” Özel’in bu karşılaştırması, küfrün sistemleştirilmesi bakımından,
dünya/küfr sistemi anlamamızı daha kolaylaştırır, diyebiliriz. Özel (2018b: 55), küfr
düzenini içinde bulunduğumuz dünya sisteminden şu şekilde ayırır : “Geçmişte
rastlanılan düzenler ve sistemler baskı altında tuttukları insanlardan tecrit edilmiş
sistemlerdi. Bu sebeple de kâfirlerin küfrünü görülebilen bir mevzide teşhis etmek
mümkün ve kolaydı.” Bu bakımdan denilebilir ki, küfr düzeninde küfrün konumu (teşhis
edilebilirliği), kültür içinde ya da yaşanılan dünya içinde yeniden üretilmediği için,
dünya sisteminden farklı olarak, apaçıktır. Bu apaçıklık, küfürle ilişkide olmama
yollarının ve yaşamda küfürden uzak durma pratiklerinin çokluğunu da işaret eder.
Şöyle ki, küfr düzeninde baskı altında tutulan insanların küfr ile ilişkisi bir zorunluluk
ilişkisi değildir. Dünya sisteminde ise insanların sistem dışında bir pratik düşünmeleri
imkânsızdır, diyebiliriz. Düzende bahsedilen ayrışıklık, sistemde yoktur. Sistem, her
şeyin birbiriyle ilişkilendirildiği ve yine her şeyin bu ilişki üzerinden anlamlı kılındığı
bir yapıyı işaret etmektedir. Bu bakımdan, sistem üyesi için, sistem dışı yoktur ya da
anlamsızdır, diyebiliriz. Özel (2018b: 55), bu durumu şu şekilde ifade eder :
“Sistemi ayakta tutan, bir üretim tarzı, bu üretim tarzının
ortaya çıkardığı piyasa mekanizması ve nihayet para hareketleri veya
paranın yerini tutan ilişkiler zinciridir. Sistemin dayattığı sosyal
ilişkiler vardır ve bu sosyal ilişkileri kaim kılmak üzere (daha doğrusu
248
bu sosyal ilişkilerin bekçiliğini yapmak için) getirilen siyasi rejimler
vardır. İnsanlar hayatlarının sistemin işlemesine sıkı sıkıya bağlı
olduğuna inandırılmışlardır.”
Özel’in bu açıklanmasında da açıkça görüleceği gibi, sistemin en önemli gücü,
kutsandığı maddi imkânlar ya da gelişmeler değildir. Sistem, asıl gücünü, sisteme olan
inançtan alır. Bu inanç, ortaya çıkan bilginin nasılını da belirler. Modernlikle ortaya
çıkan, insanın hakikatin ortaya konulmasında merkeze yerleşmesinden kaynaklı bir
ontoloji bunun kaynağı olarak görülebilir. Bu inanç, yaratan kavramının üzerine örter.
Küfrün241 kelime anlamı da tam olarak budur. Bu yüzden, İsmet Özel’in tasavvurundaki
dünya sistemi, bu örtmeyi genel özellik olarak bünyesinde barındırdığı için, küfr sistemi
olarak, mücadele edilecek bir şeydir. Özel’e göre (2014b: 30), dünya sisteminde,
çağdaş/modern olarak ortaya konan bütün değerler (insan hakları, ifade özgürlüğü,
demokrasi, ilerleme vb.) bir din işlevi görerek dünyada hüküm sürmektedir. Özel,
İslamcıların, bu kavramların meşruiyetlerini sağlamak için, İslam’ın kaynakları
içerisinden belli karşılıkları bularak, bu kavramları/değerleri kullanıma sokmalarını,
küfrün yeşile bulanması olarak görür. Bu doğrultuda, Özel, İslamcıların pek de kafa
yormadıkları, ontolojileri ile hesaba katmadıkları mezkûr kavramları ve değerleri yeşile
boyayarak batılın hamakatından kurtulunamayacağını düşünür.
Yıldırım (2013: 315), Özel’in dünya sistemi görüşünü/teorisini, Özel’in 1978’de
bastığı ve İsmail Kara’nın tabiriyle İslamcılıkta soruyu değiştirdiği “Üç Mesele:
Medeniyet, Teknik ve Yabancılaşma” kitabının genişletilmiş, somut ve sistematize
edilmiş hali olarak görür. Özel’in en önemli eserlerinden biri olan bu kitabın ön
sözünde, kitabın baskıya verilirken adının “Müslümanca Düşünmeye Giriş” olduğu dile
getirilmiştir. Yukarıda verilen bilgiler ışığında denilebilir ki, Özel’in dünya sistemini,
İslam merkezli olarak, küfr kavramı üzerinden okuduğunu anlamak, İsmet Özel’deki
dünya sistemini anlamada birinci gerekliliktir. Bu tarz bir sistem okuması, pek tabii
olarak, teolojik bir dünya okuması olarak görülebilir. Çünkü sistemin sakladığı ve devre
dışı bıraktığı temel şey, dinin en açık görünür olduğu yer olarak, ölüm ve ötesine ilişkin
düşüncelerdir. Özel’e göre de, dünya sistemi denilen şeyin başlangıç noktası, ölümün
insan hayatındaki yerini yıkan bu tarz bir zındıklık düşüncesidir. Özel (2018b: 55) bu
durumu şu şekilde ifade etmektedir:
241~ Ar kufr كفر] #kfrfuˁlmsd.] dini inkâr ve reddetme <? Ar kafara كفر örttü, (dini) inkâr etti ≈
Aram kəphar inkâr etmek, silmek. Nişanyan Etimolojik Sözlük, Küfr maddesi.
249
“Dünya sisteminin tarih içinde gücünü arttırma seyri de onun
bir iktisadi-sosyal-politik sistem olarak değil bir inanç (yani zındıklık)
sistemi olarak doğup büyüdüğünü bize gösterebilir. Fiili üstünlük
kurmadan önce fikri kabul görüyor. Dünya sistemi Avrupa’daki
doğuşunu Orta Çağ Hıristiyanlığı karşısında bir güç haline gelmeye
borçludur. Yani insan hayatının anlamının ölümden sonraki hayatla
birlikte kavranılmasına karşı çıkan hareketler dünya sisteminin
başlangıç noktasıdır.”
Bu bakımdan denilebilir ki, genel olarak Özel’in dünya sistemi görüşü, özel
olarak “Müslümanca Düşünmeye Giriş” olarak tasarlanmış “Üç Mesele: Medeniyet,
Teknik ve Yabancılaşma” kitabı, Özel’in Müslümanlarla diyaloğa girme girişimleridir.
Çünkü Özel’e göre safdil Müslümanlar sistem gereği küfre alet olmaktadır. Bu alet
oluş, Müslümanı, görünüşte sosyo-ekonomik ve siyasal bir düzen olarak tebarüz eden
ama asıl olarak batıl bir dine inanışa götürmektedir (Özel, 2018). Çünkü sistemi asıl
ayakta tutan şey, din karşıtı bir inanç olmasıdır. Vahyin belirleyiciliğini bile insanın
bilincine bağlayan modern ontoloji, bu bakımdan, dünya sisteminin katalizörüdür. Bu
ontolojinin nasıl işlediğini tespit etmek, biraz olsun açıklığa kavuşturmak için sistemin
aparatları olarak kavramlara ve tanımlara bakmak gerekir.
3.5.3.1. Dünya Sisteminin Temel Dayanakları Olarak Kavramlar ve
Tanımlar
Bilindiği üzere, Batı’nın aydınlanmasında, Endülüs Müslümanları üzerinden,
antik dönem filozoflarının eserlerine ulaşılması çok önemli bir yer tutar. Bu durum,
tarihsel birtakım gelişmelerin başlangıç noktalarını görmek bakımından önemlidir.
Ancak, felsefenin ne olduğu (nasıl algılandığı) bilinmemesi durumunda, bu belirlenimin
güdük bir belirlenim olarak kalacağını söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, felsefe
metinlerinin tercümelerinin, (neden) Batı aydınlanmasında önemli bir yer tuttuğu
felsefenin ne olduğuyla (nasıl algılandığıyla) doğrudan ilişkilidir. Felsefenin algılanışına
göre felsefenin etkilerinin değiştiğini söyleyebiliriz. Bu doğrultuda, tezin ikinci
bölümünde tartıştığımız, ilgili eserlerin Müslümanlardan alınması sebebiyle
Müslümanları aydınlanmanın kurucusu olarak gören görüşün de; ‘eserler ilk sizdeydi,
ama aynı ilerlemeyi neden gösteremediniz’ (Ernest Renan) şeklindeki düşüncelerin de,
felsefenin algılanışının hesaba katılmadığı durumlarda güdük kaldığını söyleyebiliriz.
250
Felsefenin ne olduğuna dair Gilles Deleuze ile Felix Guattari’nin tanımı,
aydınlanma ile antik dönem eserleri arasındaki bağı en iyi şekilde verecek tanım olarak
gözükmektedir. Deleuze ve Guattari’ye (2019: 12) göre, felsefe kavramlar oluşturmak,
icat etmek, üretmek sanatıdır. Felsefenin tanımını bu şekilde alırsak, aydınlanma ile
nasıl bir bağlantı kurmuş oluruz? Bu bağlantıyı, aydınlanmanın mottosu “Sapare Aude!”
(Aklını kullanma cesaretini göster!) ile ilişkilendirerek kurabiliriz. Bu bağlantıyı
kurabilmek için, mezkûr mottonun geçtiği, Immanuel Kant’ın meşhur “Aydınlanma
Nedir?” yazısına bakmak gerekir. Kant ünlü yazısında şöyle diyor242:
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin
olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise,
insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın
kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile
düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını
başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını
ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır Sapare Aude!
“Aklını kullanma cesaretini göster!” Sözü şimdi Aydınlanmanın
parolası olmaktadır.”
Bu alıntıdan yola çıkarak diyebiliriz ki, antik dönem eserlerinden Batı’nın aldığı
ve geliştirdiği şey cüret etmektir. Zaten bakıldığında görülebilir ki, Batı, Antik dönem
eserlerinden herhangi birini ya da birilerini reçete olarak alıp, uygulamış ve aydınlanmış
değildir. Burada cüret edilen şey, dünyayı tanımlamak, yorumlamak ve hatta
sınıflandırmak kapsamında değerlendirilebilir. Cüret etmenin yukarıda belirtilen
eylemler kapsamında yaratmak olduğu da açıktır. Bu cüreti, dar anlamda, sadece felsefe
özelinde de değerlendirmemek gerekir. Deleuze ve Guattari’nin de haklı olarak belirttiği
üzere (2019: 15)
“…..dar anlamda kavram yaratmak yalnızca felsefeye ait olsa
da, bilimler, sanat ve felsefeler, hepsi birden yaratıcıdır. Kavramlar,
gök cisimleri gibi önceden tamamlanmış olarak bizi beklemezler.
Kavramlar için ayrı bir gökyüzü yoktur. Onlar icat edilmeli,
242 İlgili metin çok bilindik ve çevrimiçi birçok kaynakta mevcut olduğu için spesifik bir kaynağa
atıf verme gerekliliği görülmemiştir.
251
üretilmeli, ya da asıl, yaratılmalıdırlar ve yaratıcılarının imzasını
taşımadıkça bir şey olmazlar.”
Deleuze ve Guattari’nin söylediklerinden yola çıkarak diyebiliriz ki, aydınlanma
yaratma cüretinin, hemen her alanda, dünyaya yayılmasını ihtiva eden bir anlam
içeriğine sahiptir. Bu yaratmaya ilişkin cüretin tüm dünyaya yayılmasının sebebini,
Nietzsche’nin kavram yaratıcıları olarak filozofların vazifelerini anlattığı şu iktibasın
son cümlesinden anlayabiliriz: “Filozoflar, kendilerine verilen kavramları, yalnızca
onları temizleyip cilalamak üzere kabullenmekle yetinmemelidirler, ama onları üretmek,
yaratmak, ortaya koymakla işe başlamalı ve insanları bu kavramlara başvurmaya ikna
etmelidirler (Deleuze ve Guattari, 2019: 15)”. Bu alıntıda kalın yazılmış kısma, ayrıca,
dikkat etmek gerekir. Çünkü kavramların özüne ilişkin, çok önemli, bir bilgiyi
barındırdığı söylenebilir. Bu bilgiyi şöyle özetlemek mümkündür: Kavramlar, olaylar ve
olgulardan ziyade kendilerini açıklarlar ve bu yüzden iknaya muhtaçtırlar. Bu şu
demektir: “eğer onları (kavramları) daha önceden, yani onlara özgü bir görü içinde
yaratmamışsanız, onlarla karışmayan, ama onların nüvelerini ve onları yetiştiren
kişilikleri saklayan bir alan, bir düzlem, bir yer içinde inşa etmemişseniz, kavramlar
aracılığıyla hiçbir şey bilemezsiniz. Konstrüktivizm, her yaratının, ona özerk bir varoluş
veren bir düzlem üzerindeki yapılandırma olmasını öngörür (Deleuze ve Guattari, 2019:
16-17)”. Bu durumun daha net anlaşılması için İsmet Özel’in, 22 Kasım 1978 tarihli,
Yeni Devir gazetesindeki “Niçin Sağcı Değiliz” başlıklı yazısında söylediği “Müslüman
olarak bizler sağcı değiliz, çünkü solcu değiliz” sözünü örnek olarak verebiliriz. Özel’in
burada ifade ettiği şöyle açıklanabilir. Müslüman olarak sağcı değiliz ve bunun sebebi
solcu olma ihtimalimizin de olmamasıdır243. Çünkü Özel’e göre (2014b: 14) Türkiye’de
sağ ve sol ortak bir elden çıkmış hareketlerdir.
Dünya sistemi diye bir sistemin olduğuna inanan Özel, bu sistemin işleyişinin,
bir cismani baskıdan ziyade, bilginin modern üretim şeklinden türeyen hayatın
işleyişine hâkim bazı temel kabuller/kavramlar üzerinden olduğuna inanır. Bu temel
kabuller Özel’e göre, tarihi süreç içerisinde ince hesaplarla ortaya konulmuş olup,
dünya sisteminin hâkimiyetinin pekiştirici unsuru olarak sürekli tahkim edilir. Aşağıda
münhasıran ele aldığımız ekonomi başlığı, tanımların kullanımı ile sistem arasındaki
organik bağın gösterilmesi bakımından, buna örnek olarak verilebilir.
243Buna benzer düşünsel yapıyı başka bir şair Attila İlhan’ın Batı’nın Deli Gömleği kitabında
görebiliriz. Bkz: Attila İlhan, Batı'nın deli gömleği: deneme,2005, İstanbul.
252
3.5.3.1.1. Ekonomi
İsmet Özel ekonominin yerini, dünya sistemi içerisinde, çok büyük ve önemli
bulur. Özel’in burada önem verdiği, ekonominin spesifik işleyişi değildir. Özel’in önem
verdiği ve aynı sebeple eleştirdiği, ekonominin sistemin işleyişini mümkün kılan,
insanlarca kabul edilen, kabulleri/tanımlarıdır, diyebiliriz. Ekonomi biliminin ne
olduğuna bakarsak, karşımıza genel olarak şöyle bir tanım çıkar: İnsan
ihtiyaçlarını244karşılamak için kıt kaynakların yönetimini düşünen sosyal bir bilimdir
(Salvatore ve Diulio, 1988: 3). Özel bu tanımdaki en etkin ve büyülü kelime olarak
“ihtiyaç”ı görür. Özel’e göre (2013: 52), insan isteklerinin yerine insan ihtiyaçlarını
tercih etmek, ihtiyaç kelimesinin büyüsünden yararlanmaktan başka bir sebeple değildir.
Çünkü ihtiyaçlar temelli ve vazgeçilmez olarak görülürken, istekler aynı zorunluluk
hissiyatı içinde anlaşılan bir anlamı içermez. Özel’e göre (2013: 53-54), kimin ihtiyaç
içinde olduğunu söylüyorsak, o artık elimizin altındadır. Özel’in insan tasavvurunda,
hayat sondan, yani, ölümle başladığı için, ihtiyaçları merkezi alan bir görüş, insan oluşla
bağlantılarını koparmış bir görüştür. Bu noktada, İsmet Özel, ihtiyaçların yerine,
isteklerin hayatları anlamlı yerlere götürecek şeyler olarak görür. Bir başka deyişle,
isteklerimiz, davranışlarımız dâhil, herhangi bir istikamete yönelişimizin praksis245ini
oluşturur, diyebiliriz. Çünkü “isteklerimiz, istencimizin (irademizin) harekete geçmiş
(kinetik) halidir” (Özel, 2013: 54). Bu yüzden istekler söz konusu olduğunda, bir
değerlendirme ve önleme söz konusu (ihtimal dâhilinde) olabilirken; ihtiyaçlar söz
konusu olduğunda, bir hakka dayalı olma, bir gereklilik bizi zapturapt altına alır,
diyebiliriz. Gerçeklik ile gerekirlik arasında kurulması kolay ilişki ile kavramın
gerçeklik kavrayışlarını doğrudan etkilediğini söyleyebiliriz. Özel (2022: 27) belirtilen
ihtiyaç kavramı ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi şu şekilde ortaya koymuştur:
“Gerçekliğin esrarı binlerce yıl öncesinin geçim sıkıntısından doğdu. Nedreti modern
çağ tahtından indirdi. Yerine koyduğu şey ‘ihtiyaç’ oldu. Çünkü ne türden olursa olsun
gerçeklik geçim şartımızla iç içe geçmiştir.” Özel’e göre, bu yüzden, kavram tercihleri,
esasen, olguları karşılamaktan ziyade, harekete geçirici özellikleri sebebiyle
yapılmaktadır.
244 Günümüzde, ihtiyaç kelimesinin revize edildiği birçok tanıma rastlanabilirse de, insanların
tükettikleri şeylere ihtiyaç demelerinin yaygınlığı düşünülerek, bu tanımın hâlâ paradigmatik olarak
geçerli olduğunu kabul etmek mümkündür.
245 Burada kullanılan praksis kavramı, Aristoteles’teki anlamıyla ‘kendisi bizatihi kendi içinde
bir amaç veya başka bir amacın aracı olan eylem’ olarak, Kant’taki kullanımıyla ‘olması gerekeni
içerisinde taşıyan eylem’ olarak ve nihayet Marx’ta ideal olanla gerçeklik arasındaki ayrığı kapatan şey
olarak kullanılmıştır (Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 2005, s. 1379).
253
Dünya sistemi içerisinde yaratılan ekonomi tabirinin, tamamen, modern bir
kavram olduğunu, öncelikle, ortaya koymak gerekir. Her ne kadar, geriye yönsemeci bir
bakışla (retrospektif) ekonominin tarih boyunca olduğunu söyleyebilirsek de,
derinlemesine bile bakmadan söyleyebiliriz ki, bugün içinde olduğumuz ekonomi çok
farklıdır. Geçmişteki iktisadi faaliyetler ile bugünün ekonomik faaliyetleri, ancak,
analoji yaparak benzetmek mümkündür. Hatta böyle bir geçmiş bulma görüşüyle
bakıldığında, Aristoteles’in Oikonomika (ekonomi) adlı eserini ilk eserlerden zikretmek
mümkündür. Ancak üç bölümden oluşan bu metne bakıldığında, tabirin oikos’a ilişkin
bir şey olduğu anlaşılır. Ev yönetimi olarak Oikonomika ile modern zamanların
ekonomisinin aynı şeyi işaret etmediği açıktır. Modern zamanların ekonomisi, bütün
soyut ve somut şeylerin birbirine bağlandığı, onsuz herhangi bir değerlendirmenin,
anlamlandırmanın çok zor olduğu, din benzeri bir kavrama işaret eder, diyebiliriz246
.
Özel, ekonominin bu dini boyutunu ‘tatil’ kavramı üzerinden gösterir. Özel’e göre tatil
kavramı, modern zamanların ekonomiyle bağlantılı bir ürünüdür. Kadim dünyada ya da
İslamiyet’te tatil diye bir kavram yoktur. Bir başka deyişle, Müslümanların, yaşamda
geçirilen zamanın bir sınıflandırması olarak, tatil kavramlaştırmaları yoktur. Özel
(2014b: 38) bu kavramı, kapitalist üretim biçiminin dikte ettiği bir hadisenin parçası
olarak görür ve özel hayat ve sorumlu (iş) hayat olarak, yaşamın ikiye bölünmesinin bir
aparatı olarak kullanıldığını düşünür. Özel’e göre (2014b: 39) “modern çalışma ve
yaşama biçimi, insanı bir sene çalıştırıyor ve derhal tatil veriyor. Aslında bu dinin
yerine geçmek isteyen yeni bir dinin –hümanizmanın-iddiasıdır. Kendi kutsalını
yaratma çabasıdır.” Burada zikredilen kutsal, tatil kavramının çalışma kavramı ile
hayatta doldurduğu, doldurmaya çalıştığı yer ile alakalı bir şey olarak algılanmalıdır.
Kelimenin yabancı kökeni bakarsak, “vocatio” kökünden türediği ve hürriyet, muafiyet
anlamlarına geldiği görülür. İngilizce247’de “holiday” kelimesinin, kutsal gün gibi bir
anlama sahip olduğu da bir anekdot olarak ifade edilebilir. Türkçe tatil kelimesi de
atalet kökünden gelip, bir çeşit “işsizlik” (işe gitmeme, iş yapmama) anlamına sahiptir.
246 Çağımızda, insanı tarif için kullanılan kavramlardan biri olan ‘homo economicus’ tabirini de
bu kapsamda değerlendirmek mümkündür.
247 Ekonominin dilinin İngilizce olduğu söylenebildiği için, bilhassa İngilizce kelimenin diğer
dillerdeki kelimelere göre daha büyük anlamı vardır denilebilir. Ekonominin dilinin İngilizce olma sebebi
günümüz ekonomisinin büyük devrimlerinin (endüstri devrimi, finans devrimi, elektronik ve internet ile
ilgili gelişmeler gibi) İngilizce konuşulan ülkelerde cereyan etmesi dolayısıyladır. Bir dilin bir konuda
gelişmesi, o konuyla ilgili başlangıçların ve buna müteakip sorunların ve çözümlerin o dilde üretilmesi ile
alakalı görülebilir. Radikal bir örnek vererek konuyu açıklığa kavuşturmak gerekirse, dünyada en önemli
şey develer ve develerle ilgili şeyler olsaydı, tartışmasız dünyanın en önemli dili Arapça olurdu,
diyebiliriz.
254
Algı ve kullanım olarak istirahat kelimesi de Türkçe’de geçmektedir, diyebiliriz.
Türkçedeki tatil kavramını, algı ve kullanım olarak istirahat ile aynı olarak düşünürsek,
Hz. Ali’nin “Namaz müminin istirahatıdır” sözü, namazı tatil ile eş-anlamlı yapabilir.
Özel’e göre (2014b: 43), bu uyumsuzluk, İslami zaman anlayışı ile hümanizmanın
zaman anlayışı arasındaki farktan kaynaklanır. Buradan yola çıkarak da, Özel, çalışma
zamanı sorumluluk zamanı olarak kutsallaştırılmadan, tatil kavramının olamayacağını
savunur.
3.6. Müslüman Türk Şair İsmet Özel
İsmet Özel, en son olarak, Müslüman Türk Şair olarak kendini tanımlamaktadır.
Diğer kısımlarda defaatle belirttiğimiz üzere, İsmet Özel’in birbirinden bağımsız
düşünceleri yoktur. Bunu gözetir şekilde, kendini tanımlarken de düşüncelerinin hepsini
içeren sıfatlar olarak, üç sıfatı kullanır: Müslüman, Türk, Şair. Bu kelimelerin, gramer
olarak, yaygınlık bakımından isim (noun) olarak kullanıldığını söyleyebiliriz. Ancak
İsmet Özel, bu üç kelimeyi, düşüncelerini yansıtmaları sebebiyle, birer sıfat, birer
davranış biçimi olarak kullanır. Bir başka deyişle, Özel’in terminolojisinde, sıfat olarak
kullanılan bu üç isim de tanımlarını eylemlerinden, oluş tarzlarından almaktadır. Sıfat
olarak kullanılma sebebi olarak da bu üç kelimenin anlamlarını verili ve belirli çerçeve
içinde sınırlanmış tanımlardan almamaları olarak gösterilebilir. Özel’in bunları, aynı
anda, kendini ifade etmek için kullanması da bu kavramların birbirleriyle yakından
ilişkili olmalarıyla açıklanabilir. Bir başka deyişle, bu üç sıfat da Özel’in hayatı
yorumlaması özelinde, birbirlerinin anlam kazanmasına yardımcı olmaktadır. Özel’in
çeşitli kitaplarından alınan şu alıntılar bize bu ilgiyi gösterebilir:
“Dünyada vecibeleri ve mükellefiyetleri sebebiyle bulundukları
şuurunu kuvveden fiile dilleriyle, edebiyatlarıyla, şiirleriyle geçirmiş
millet Türk milletidir. Türk milleti aleyhine her şey İslam aleyhinedir
(Özel, 2017: 32).”
“Müslümanlığı gündemime sokan yine şiir olmuştur
diyebilirim. Şiir kendim için esas uğraş edinmeye karar verdiğim
zamanda düşünceme bir dayanak arama, sağlam bir temel bulma
isteğine kapıldım (Özel, 2016: 36).”
255
“Şiirle keşfedilmiş yerlere taşınmadığımız takdirde Türklük
yaşayan bir gerçeklik olmaktan tecrit edilip bir ansiklopedi maadesi
haline gelmekten öteye geçemeyecektir (Özel, 2021:100) .”
“Biz şiirin milletiydik. İstiklal Marşı’nın hâsıl ettiği millet,
Türk milleti idik (Özel, 2017: 194).”
Müslüman Türk Şair İsmet Özel’in ilgili sıfatlarının ne anlama geldiklerini, daha
önceki başlıklarda ortaya koyduğumuz düşüncelerin de yardımıyla, bu kısımda üç başlık
altında ele alacağız. Bu kapsamda ele alınacak başlıklar, sırasıyla, şöyledir: ‘İsmet
Özel’de Tümel Bilgi ve İslam’, ‘Kalın Türk’ ve ‘Türkçe’.
3.6.1. İsmet Özel’de Tümel Bilgi ve İslam
İsmet Özel’in bilgi tasavvuruna ilişkin söylenebilecek ilk özellik, Özel’in bilgisi
ile klasik modern bilgi düşüncesinin çakışmadığıdır. Bilakis, Özel’in bilgisinin, modern
bilgiye alternatif sunan bir mahiyete sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bilgi/bilgilenme
konusuna özel önem veren İsmet Özel, birçok konuşmasında ve yazısında bu konudaki
görüşlerini dile getirmiştir. Bilhassa spesifik felsefi yazılarından oluşan, yazmayı bir
vazife addederek kaleme aldığı Tahrir Vazifeleri (2013) kitabı, Özel’in bu konuları
etraflıca ele aldığı bir kitap olarak ortaya konulabilir. Özel, mezkûr kitaba ‘Sen ve Ben’
isimli bir yazı üzerinden, okuyucusu ile kurduğu ilişkiyi açıklayarak başlar. Bu yazı,
kitabın yazıldığı zemine ve okumanın birincil amacına ilişkin bir tahlili bünyesinde
barındırır. İsmet Özel bu yazısında, genel olarak bilginin modern moduyla, özel olarak
kitap okumanın yaygın/modern birincil amacıyla ters bir ilişki kurar. Özel, modern
zamanlarda, okumanın birincil dürtüsünü, Descartesci Kartezyen mantık zemininde,
bilen olarak öznenin dış dünyanın (bilinecek olarak görülen) bilinmesine dönük bir
hareketi olarak görür. Bu durum, doğası gereği, bilgiyi dışarıda konumlandırır ve bu
özellik yüzünden, donuk olarak nitelendirilebilir. Bu bakımdan, bilgi edinme süreci de
lineer/doğrusaldır. Ezcümle, bilen/bilecek olan, bilinecek olanı belirlenmiş kanal
(eğitim/öğretim/kitap) yoluyla elde eder diyebiliriz. İsmet Özel, belirtilen girizgâh
mahiyetindeki yazı ile bunun böyle olmayacağını; okuyucuyla bir ilişki sonucunda
ulaşılabilecek bir bilginin imkânına talip olduğunu belirtir. Özel’e göre modern bilgi,
insanın varlığını konumlandırışında temel bir yönelişin merkezini oluşturmaktadır.
“İsmet Özel’de Dil ve Bilginin Yolu Olarak 3 Kelime Ben, Sen, O” başlığında da
açıklandığı üzere, insan, modern bilme yoluyla ya da modern bilgi tasavvuruyla,
256
kendini nesneleştirme suretiyle metalaştırır. Bu yüzden, sadece insan üzerine değil,
başka her şey üzerine yapılan okumalarda, insan bir meta, bir araç olarak verili bulunur,
diyebiliriz. Bu temelde edinilen bilginin, insanı, insan olmaktan ziyade, nesne gibi bir
şeye dönüştürdüğünü düşünen Özel, bunu şu şekilde ifade eder (Özel, 2013: 12): “Sözün
gelişi bir tüzük yazmak veya okumak gerektiğinde varlığımı insan olarak değil, aygıt
olarak ele almak zorundayım.”
Yirminci yüzyılda, Descartesci bilme olarak özetleyebileceğimiz, bilinen
üzerinden var olan bilgi, yerini, bilen üzerinden bilgiye bırakmıştır. Genel olarak, postmodern düşünce, bu bilmenin meşruiyetini sağlayıcı bir ekol olarak varlığını
sürdürmektedir. Özel’in bilgi düşüncesinde bu tarz bilme de sıkıntılı olup, insanın
varoluşuyla bağlantılı değildir. Modern bilginin radikalize edilmiş hali olarak ortaya
konan post-modern bilgiye, Özel (2018: 40-41), sözü (bilginin ifşasındaki araç olarak)
radikalize ederek şu şekilde karşı çıkar:
“Farklı bakış açılarında, farklı zaman ve yerlerde değerini
veya önemini kaybeden düşünceler esasa ilişkin değillerdir. Bu yüzden
söz ile “lafzi delillerle” kendini haklılaştıran, doğrulayan düşünceler
birer doktrin olma yolundadırlar. Bunun da varacağı yer
“dogma”dır. Dogmalar her türlü araştırmadan kaçar ve korkarlar.
Bir düşüncenin “sağlamlaştırılması” eğer sözlü delillere dayalıysa,
bu düşüncenin donmuş olduğunu, zorbalaştığını söyleyebiliriz. Ama
eğer bir düşünce zaman farklılığına, bakış açılarının çeşitliliğine
rağmen değerini ve önemini koruyabiliyorsa, o düşüncenin (daha
doğrusu o düşünme yolunun) insan varoluşundaki temellerle
bağlantılı olduğunu anlayabiliriz.”
Özel’den yapılan bu iktibastan yola çıkarak, Özel için post-modern bilginin
modern dönem bilgisinden farklı bir bilgi olmaktan çok, bilginin imkânını korumaya
dönük bir strateji olduğunu düşünebiliriz. Çünkü bilen-bilinen ayrımı modern bilmenin
zeminiyse, bu zemin ortadan kalkmamıştır. Sadece bilmenin ilişkisel yönü değişmiştir,
diyebiliriz. Ancak günümüzde bu stratejinin de yetmediğini söyleyebiliriz. 2016 yılında
Oxford sözlüğü tarafından yılın kelimesi olarak seçilen Post-Truth248 kelimesi, bilene
248 Post-Truth kelimesi ilk olarak 1992’de, Amerikalı Oyun Yazarı Steve Tesich’in The Nation
dergisinde yayımlanan yazısında geçiyor. Ancak kelimenin şu anki yaygın kullanımı Ralph Keyes’in
(2004) 2004’te basılan kitabı The Post-Truth Era ile olmuş. Bu kitaptaki kullanımı doğruların,
257
nispetle bilgiyi radikalize edip bilginin imkânını ortadan kaldırmıştır. Post-Truth
kavramı ile bilgi imkânı “bilgi=algı=inanç” denklemine dönüşmektedir. Bu durum,
modern bilmenin sonunu işaret etse de, Özel’in bilgi düşüncesine ilişkin bir hasar
verdiği söylenemez.
Özel için bilgi, tümel içeriğe sahiptir. Bilgi esasen tümelin bilgisidir. Bu bilgi,
aynı zamanda, varlık olarak insanın cahiliye döneminden çıkışını sağlayan bilgidir. Bu
bilgi, Allah’ın var olduğuna ilişkin bir bilgidir. Özel’e göre, Kur’an nazil olmadan
önceki dönemi ifade etmek için söylenen cahiliye dönemi, esasen, Allah’ın, varlığını
Peygamber vasıtası Kur’an aracılığıyla ortaya koymasıyla bitmiştir. Özel, bu durumu
gerçek olarak kabul etmeyenler için cahiliye döneminin devam ettiğini düşünmektedir.
Çünkü Kur’an tarihsel ve kültürel bir kelam olmadığı için doğru için bir ölçüt olarak
vardır. Bu ölçüt olmaksızın bütün bilgiler, belirli bir zaman ve mekâna bağlı olmaları
hususiyetleri dolayısıyla, her zaman geçerli olacak ölçütten mahrumdur. Zaman ve
mekâna dayalı olmuş/oluşmuş beşerî bilgilerin kendi içinden salık verdiği yan(ı)lışlar da
ölçeğin zamana ve mekâna bağımlılığı sebebiyle konjonktürel yanlışlar olarak
tanımlanabilir. Bu bakımdan, konjonktürel olmayan yanlışlardan ya da doğrulardan
bahsetmek için, ölçüt olarak, zamandan ve mekândan bağımsız bir ilkeye ihtiyaç
olduğunu söyleyebiliriz. Bu doğrultuda düşünen Özel için, modern zamanlarda ortaya
konan bilgilere ilişkin hissedilen yanlışlar, bir yanlıştan ziyade, bir uyumsuzluktur
(Özel, 2014b: 203). Bunu, bilginin ifade ettiği şeyin, zaman ve mekân koşulları ortadan
kalktıktan sonra muhataplarınca kabul edilmemesinden doğan uyumsuzluk olarak da
görebiliriz. Bir başka deyişle, dünyanın algılanmas (ve bunun doğurduğu bilgi) ile olgu
arasındaki uyuşmazlıktır. Özel (2014b: 204) bu durumu örneklemek için, Birinci Dünya
Savaşı sonunda ortaya çıkan bunalımın, esasen, savaşın canavarca olması ile ilgili
olmadığını söyler. Özel’e göre, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bunalım,
tamamen, XII. yüzyıldan bu yana büyüyen umutların (modernitenin) iflası ile ilgili bir
uyumsuzluktan kaynaklanır.
Özel’in bilgiyi tümel olarak ele almasını ve doğrunun ölçütü olarak sadece bu
bilgiyi kabul etmesini, kültürle çatışmayı göze alan bir düşünceye içkin olarak da
okuyabiliriz. Çünkü Özel’in düşüncesinde, doğrunun doğruluğu, doğruyu savunanın
hakikatlerin, olguların önemini yitirdiği bir çağ olarak kullanılmıştır. Brexit sürecinde ve ABD
başkanlığına Donald Trump’ın seçilmesi sürecinde en çok kullanılan kelime olarak tespit edilmiştir.
Cambridge Dictionary’de tanımı şu şekilde verilmektedir: “relating to a situation in which people are
more likely to accept an argument based on their emotions and beliefs, rather than one based on facts”.
258
kim olduğuna ya da onu savunanların sayısal çoğunluğu ile alakalı değildir. Bu
bakımdan, İsmet Özel düşüncesinde doğrunun referansı olarak bir kültürden bahsetmek
imkânsızdır. Tüzük örneğinden gördüğümüz gibi, modern bilginin insanı
aygıtlaştırdığını düşünen Özel, kültür konusunda Wittgenstein’ın (2013: 218) “kültür
bir içtüzüktür ya da en azından bir içtüzük varsayar” sözüne yakın bir yerde durur.
Çünkü kültürler dünya içinde yaşayanlarca oluşturulan bir yaşam tarzı, bir uzlaşım
olduğu için, bireyler gibi doğrunun ölçütü konusunda yanılabilir. Kültürler, bizatihi,
doğrunun referansı olmaları durumunda gerçek ölçütün unutulmasına sebebiyet
verebilirler. Özel (2018: 237) bu durumu şu şekilde ifade etmiştir:
“… toplumda herhangi bir yetke, kaynağını Kur’an ve
Sünnet’e dayandırmıyorsa, insanlar Kur’an ve Sünnet’in işaret
ettiğinin dışında güçlere itaat ediyorlarsa, toplumdaki düzen, düşünce
ve davranışların mahreçleri İslam kaynakları değilse, o toplumda
cezayı ve ödülü veren dinin ilkeleri değilse o toplumun bütün bireyleri
kendilerini Müslüman kabul etseler bile o toplumun İslami bir toplum
olduğu, orada milli kültürün yerini İslam’ın aldığı söylenemez.”
Verilen alıntıdan da görüleceği üzere, Özel’in kültürle ilişkisi de doğrunun
ölçütünü gölgelememe ya da görmezden gelmemeye bağlıdır. Özel’in kültür ile kurduğu
bu ilişki, Özel’e ilişkin yapılan sathi milliyetçilik yaftalarını da boşa çıkarması
bakımından önemli gözükmektedir. Kalın Türk kısmında da ayrıntılı olarak belirtileceği
üzere, Özel’in sıfat olarak kullandığı Türk isminin de Özel’in kültürle ilişkisine şart
koştuğu mezkûr ilkelere yaslandığı söylenebilir.
Özel’in kültürle çatışması, belirttiğimiz üzere, bilgiye bir ölçüt ararken
karşılaştığı bir çatışmadır. Şüphesiz, onun bu arayışı tevarüs edilmeyen asalet arayışı ile
doğrudan çakışır. Özel’in arayışı, esasen, her zamanı ve her mekânı kapsayan, insanın
varoluşuna içkin bir ahlak arayışıdır. Bu bakımdan Özel’in kültürle olan potansiyel
çatışması, her zaman geçerli olan bir bilgiye dayanan (ve) herkes için, her zaman geçerli
olan bir ahlak arayışında, kültürün buna engel olabileceği düşüncesi ile alakalıdır.
Çünkü bizatihi kültür referansı, esasen, belirli bir zaman ve mekânda meydana gelebilen
dünyevi oluşumun referansı demektir249. Bu da, evrensel manada geçerli olabilecek bir
249 Bu noktada akla gelen potansiyel sorunlardan biri şudur: Ya İslami davranışları kültür haline
getirmiş bir kültür, içinde erinebilecek bir şeyi mi işaret eder?
259
ahlaka karşı epistemik bir üstünlük ve önceliği işaret etmektedir. Özel (2016: 82-83),
kültür ve ahlak zıtlaşmasını, bununla bağlantılı olarak İslam’a geçişini otobiyografik
eserinde şöyle özetlemiştir:
“Kültür “doğru”nun referansı olarak alınacaksa, ahlak iflas
ederdi. Farkettiğim kadarıyla, ahlakı dışarıda bırakmak, insani olan
her şeyi açıklamasız bırakmak demekti. Ahlaksız olmak insani olanın
içine dâhil edilse bile böyle bir katılımı ancak mantıklı kalarak
başarabilirdik. Ahlaksız olanı insani olan içine katan mantık, bir
başka ahlakı (diyelim ki sosyal ve fiziki zaruret fikrini) esas kabul
etmek zorundaydı. Hangi ahlak? Bu soruyu “yaratılışı, varlığı
mümkün kılan ahlak” diye cevaplandırabildim. Yeniden doğmayı,
dirilmeyi mümkün kılan ahlak, ancak yaratılmayı mümkün kılan ahlak
olabilirdi. Varlığımı borçlu olduğum, doğru mu eğri mi davrandığımı
karara bağlayan olabilirdi ancak. Böylece öteden beri sahip olduğum
ve beni kendimi kandırmaktan alıkoyan deusotiosus250 inancı, içimde
İslam itikadının Allah, Kadir-i Mutlak inancına inkilab etti. Ateşten
uzak kalmayı, Bahçe’ye girmeyi isteyen biri olma güvenine (belki de
safiyetine) sahip oldum. Elhamdülillah.”
Özel’in tümel bilgisi olarak Allah’ın varlığı (var olduğu düşüncesi), insanı,
sadece, kültürün kendine referansla kurduğu doğrularına karşı uyanık tutmayı sağlamaz,
aynı zamanda kültür üstü belirli bir paradigma içinde251, insanlarla olan ilişkilerinde de
insanı uyanık tuttuğu söylenebilir. Söz gelimi, her paradigma, kendi içinde, iyi ve kötü
kavramını belirlemiştir. Bu bakımdan, kendisine iyi şeyler sunulan kişi, tekin bir
konumda olmadığını bilmelidir. Çünkü paradigmaya ait iyi ve kötü kabulüne dahli
sağlanarak muhakeme yeteneği zayıflatılmıştır (Özel, 2010b: 11). Özel’in İslam
tasavvurunda, güvenli bir liman arayan varlık olarak insan anlayışı252 temel olduğu için,
iyi ve kötünün uzlaşma temelli kurulmuş olup olmaması, her zaman, akılda tutulması
gereken bir şeydir. Bu durum, Özel’in karakter özelliklerinden kadirşinas itaatsizliği ve
tevarüs edilmemiş asalet arayışı ile de uyumludur. Bu doğrultuda, Özel (2010b: 11-12),
250 Yarattığı dünyadan elini eteğini çekmiş Tanrı anlayışına dayanan inançtır. Bkz: Mircea
Eliade, Arayış, 2017, Ankara, s.70.
251 Burada söz konusu olan ‘kültür üstü belirli bir paradigma’ olarak modern dünya ve
aydınlanmayı örnek verebiliriz.
252 Ayrıntılı açıklama için 3.3.2. İsmet Özel’de İnsan başlığını bakınız.
260
tümel bilginin sağladığı eylem alanını, kendi karakter özellikleri ile uyumlu bir şekilde,
şöyle ortaya koymaktadır:
“Bize sunulan iyi şeyleri kabul etmiyoruz, çünkü iyi şeylerin
yalnızca kazanılmış şeyler olduğunu; hazırda bulunamayacağını
biliyoruz. Bu kadarla da kalmıyor, iyi şeylerin gasp edilemeyeceğini
ve yağmalanamayacağını da düşünüyoruz. Başka türlü söylersek:
Neyi hazır bulmuşsak, neyi gasp edebilir, neyi yağmalayabilirsek onun
kendiliğinden ‘iyi’ vasfı yok.
Neden böyle? İnsan hayatı bitkilerin ve hayvanların hayatı gibi
türün verili yaşama imkânları içinde cereyan etmiyor ve meleklerin
hayatı gibi Allah’ın emirlerinden hiç sapmamak güvencesi altında
değil. İnsan hayatı her belirli durumda ‘iyi’nin ne olduğunun
hissedilmesi, kavranılması, bilinmesi esası üzerine kurulmuş.
Dolayısıyla insan olduğumuz kadar bizler iyiye ulaşabiliyoruz. İyiyi
bir başkasının elinden alamayız, bir başkası iyiyi bize sunamaz. Eğer
başkasının sunduğu veya elinde tuttuğunu iyi sayarsak başkasının
çizdiği çerçevenin esiri veya kurbanı oluyoruz.”
Yukarıdaki alıntıdan da anlayabileceğimiz üzere, kişinin Müslüman olması, bir
isimden ziyade, İslam’a bağlı olarak eyleyen insan anlamında, sıfat olarak düşünülebilir.
Bu bakımdan, Müslüman mesajını bizatihi mesaj (being message) olarak verir. Bu
bakımdan, İslam’ın Müslümanda zuhurunu, eylemde görmek mümkündür. Bu
yüzdendir ki, Özel (2008) Kur’an ve Sünnet ayrımından bahsedilemeyeceğini şöyle
belirtmiştir: “yani dünyada bir insan var mıdır ki "Kur'ân ve Sünnet" demeden
Sünnet'ten bahsetsin. Dünyada bir insan Sünnet'ten bahsettiği zaman, mücerret olarak
Sünnet, diye bir şeyden nasıl bahseder!” Özel’in Kur’an ve Sünnet’in ayrılamayacağını
düşünmesini, İslam’ı tümel bir bilgi kaynağı olarak görmesi ile ilgili görebiliriz. Çünkü
Özel (2008), ilgili mülakatın devamında, modernist İslamcıların düştüğü hatayı, bu
noktadan, şöyle vermiştir:
“İslam modernistleri bilhassa, Müslümanların kâfir köpeği
olmalarını temin gayesiyle, Kur'ân ve Sünnet arasında bir "hat" icat
ettiler. Böyle bir hat yok! Hz. Âişe validemiz ne dedi: ‘O'nun ahlakı
Kur'ân idi yani O yürüyen bir Kur'ân'dı’. Ama yine gâvurlar bize,
sanki Kur'ân'la İslam arasında bir hâkimiyet ilişkisi teşekkül
261
edebilirmiş gibi (bir şey sunmaya çalıştılar.) Tarih içinde Mutezile de
‘Kur'ân mahlûktur’ diye, bizi bir türlü içinden çıkamayacağımız bir
yere sevk etmek istemişti.”
Görüldüğü üzere, İsmet Özel’in İslam düşüncesi Özel’in insan, dil ve bilgi
teorisiyle temelden bağlantılıdır. İnsanın, her şeyden önce, dünyada konumlanışı, dile
bağımlılığı ve bilgi edinme yolları hakkında bir bakışa sahip olmadan, Özel’in hakikat
olarak gördüğü din ile iletişime geçmesi ve buna göre eylemesi imkân dâhilinde
değildir. Bu bakımdan, Özel’e göre (2018: 65) İslam’a yaklaşmak için kabul edilmesi
gereken üç ön şartı kabul etmeliyiz:
i. İslam, insanın nisbi değerlendirmelerine göre bir ‘yer’e sahip
olamaz.
ii. Sadece belirli bir zaman ve mekânda anlamlı olduğu
düşünülemez.
iii. Bir kavmin kültürel varlığının mütemmim cüzü olarak
anlaşılamaz.
Özel’in İslam’a yaklaşırken dikkate almamız gerektiğini söylediği bu üç unsur,
esasen, Allah’ın dilin ötesinde ve mutlak bilginin sahibi olarak var olduğunun ortaya
konulmasıdır. Özel’e göre (2018: 65-66), İslam’ı insanlık tarihi içerisinde bir evre ya da
uğrak olarak görmek, ona zaman içerisinde bir sınır koyma teşebbüsüdür. Hâlbuki din,
mutlak bilginin de sahibi olarak, tüm zamanları kapsayan, tarihsel olmayan bir
mefhumu ima eder. Dinin tarihsel kavranılması, modern zamanlara özgü olup, modern
insanın, sadece, birbirine bağlı olarak gelişen düşünceleri ya da birbirleriyle
karşılaştırılabilen düşünceleri kavrayabilmesi sebebiyledir (Özel, 2018: 66). Özel, bu
sebeplerle, sadece birbirine bağlı olarak anlaşılabilen, ya da karşılaştırmalar sonucu
ortaya çıkan bilginin ölçütlüğünü sorunlu görürken; mutlak bilginin, hareketlerimize
ölçü(t) olabilecek, tek bilgi olduğunu düşünür. Bu bakımdan, Özel’e göre (Özel,
2014d), İslam dinlerden bir din değildir. Hakikat olması gereği, her şeyin hâkimi olarak
Allah’ı gören Özel (2014d), İslam’ın bu durumunu şöyle ifade etmiştir: “Allah uhrevi
hayatın hâkimi, ama dünyevi hayatın hâkimleri vardır şeklindeki anlayışın reddiyle
başlayan bir çalışma alanıdır İslâm.”
İslam’ın bilgisi ile dünyada ortaya konulan bilgiler arasındaki fark, Özel’in
eyleminin merkezinde de yer alan, temel bir farktır. ‘İsmet Özel’de İnsan’ başlığında
262
ortaya koyduğumuz üzere, insanın, dünyaya fırlatılmışlığı ve yaşamak için bilgiye
muhtaçlığı sebebiyle, edindiği bilgiler ile tümel bilgi olarak din bilgisi bambaşka
niteliktedir. Örneğin, Platon’un Sokrates’in Savunması’nı anlamak için, elimize alıp
okuyabiliriz. Bu durumu ortaya koyan ilişkiyi, belirli zaman ve mekânda yaşamış
birinin yazdıklarını, belirli zaman ve mekâna tabi olan birinin anlamasını içeren bir
ilişki olarak okuyabiliriz. Bu ilişkiden çıkacak anlamın-tefsirin mahiyeti, bilginin
özünün ne olduğunu görmek bakımından önemlidir. Bu ilişkide anlamın kurucusu,
Heideggerci mânâda, okuyucudur. Heidegger’in (2011: 157) de belirttiği gibi,
okuyucunun anladığı kendine mâl ettiğidir253. Yani okuyucu, Platon’un Sokrates’in
Savunması’nı okurken, sahip ve içinde olduğu dil imkânlarınca metne yaklaşabilir. Bu
imkânlar ve dilin içeriği, metni kendine mâl etmek suretiyle, metni kendine göre
tekrardan yazar. Bu bakımdan, anlam, esasen, bir anlaşılma olarak vardır ve anlamasal
açımlama254 içinde dile getirilebilir olan olarak anlamdan bahsedebiliriz (Ökten, 2008:
157). Bu doğrultuda, Heidegger’in de belirttiği (2011: 157) gibi, zaten anlaşılmış olan
tefsir edilebilir. Platon’un Sokrates’in Savunması üzerinden bu durumu örneklemek
gerekirsek, Sokrates’i düşünce özgürlüğü için şehit düşmüş biri olarak görmek (Sarton,
2010: 130), özgürlüğün kelime ve terim olarak bulunmadığı bir dönemi, özgürlük
düşüncesi üzerinden yeniden yaratmak olarak okunabilir. Bir başka deyişle, burada
olan, Sokrates’in ölümünün anlamsal olarak, özgürlük kavramının bulunduğu bu
dönemde, özgürlük kavramı üzerinden yeniden yaratılmasıdır (anlanmasıdır). Dünyada
ortaya konulan bilgilerin her türlüsü, böyle bir ilişki sonucu var olurken, Özel’in iddia
ettiği tümel bilgi olarak İslam bilgisi, böyle bir ilişki sonucu var olmaz. Din bilgisi ya da
bir inanış olarak İslam’a yöneliş, insanın, sadece dil içinde üretilen anlamların ötesinde,
hakikat arayışına mündemiçtir. Bu bakımdan, Özel’in düşüncesinde İslam, dile tâbi
olmayan bir bilginin imkânını içerir. Kur’an, böyle bir bilginin ortaya
konulmasıdır/iddiasıdır. Bu noktada, şu soru(n)ların ortaya çıkması muhtemeldir:
Kur’an Arapça indirilmiştir, bu dil dünyada daha önceden olan bir dildir, bu durumda,
253 Heidegger’in teknik terminolojisinin zorluğunu aşmak için Kaan H. Ökten’in hazırladığı
(Varlık ve Zamanı Anlama Kılavuzu, 2008, s. 16-17) ‘Varlık ve Zamanı Anlama Kılavuzu’ kitabında bu
durum şöyle açıklanmıştır: “Anlamanın bir hali olarak tefsir, daha önce anlaşılan bir şeylerin daha sonra
teslim alınması demek değildir. Aksine tefsir, anlamanın tasarladığı imkânların ifade edilmesi demektir.
Tefsir, ‘şu veya bu olarak’ tarafından tesis edilmektedir ki, bu, anlamanın eksistensiyal konstitüsyonudur.
Tefsir etmek demek, bir şeyi bir şey olarak anlamak demektir esas itibariyle.”
254 Burada bahsedilen ‘anlamasal açımlama’ terimi, Heidegger terminolojisinde varlık olarak
insanın hali hazırda dünyayı algıladığı kavramlar ve kelimeler vasıtasıyla yeni bir şeyi anlamak için o
şeye yönelmek olarak açılmayı ifade etmektedir. Heidegger’e göre, anlam zaten bu kelimeler ve
kavramlar içinden üretileceği için, anlamlı olan hâlihazırda bilinebilecek olarak bilinendir.
263
dil ötesinde bir kelam, mevcut dünyadaki bir dil üzerinden nasıl anlamlı olabilir?
Anlamlı olursa, anlamlı olduğu yer bir dil içinde meydana gelmiş olmayacak mıdır?
Özel’in (2014e) bu sorulara cevap verdiği yer, yine aynıdır: “Kur’an’ı anlamakla
mükellef değiliz, işitmekle mükellefiz.” Bir başka deyişle, Özel’e göre, Kur’an,
anlaşılmak için inmemiştir. Özel’in buradaki yaklaşımının, önce belirttiğimiz
yaklaşımlarla aynı hizada olduğu söylenebilir. Özel’in Kur’an’ı anlamayı
sorunsallaştırması, bilme ile anlamanın birbirinin yerine kullanılmasıyla alakalı olarak
düşünülebilir. Çünkü insanın anlaması, insanın yaşaması ve hayatını sürdürmesi için
gerekli olan bir şey olarak, doğasının bir parçasıdır. Bilmek ise, anlamadan bağımsız
aktarılabilir bir şeyi ifade etmesi bakımından, bir netlik barındırır255. Özel’in bilgi
görüşünde ortaya koyduğumuz üzere, bilgi ben-sen ilişkisi sonucunda ortaya çıkan ‘O’
olarak vardır. Ben-O ilişkisinden çıkan bilginin aksine, ben-sen ilişkisinden çıkan bilgi,
aktarılamaz bir bilgidir. Özel (2017: 40) “Allah’tan ümit kesmek de, Allah’tan emin
olmak da küfürdür.” derken, aslında aynı sebeple, genel olarak din, özel olarak İslam’a
ilişkin aktarılabilir bilginin imkânsızlığını ima etmektedir. İslam dünyasında, bu
hakikatin, hayatın her yerinde söze yansıdığını görmek mümkündür. Modern bilimlerin
babası olarak da görülen Müslüman İbn Haldun ünlü eseri Mukaddime’de (2013: 1042)
bunu şöyle ifade etmiştir: “Bilmek lazımdır ki gerek nazım gerek nesir olsun kelam
sanatı, manalarda olmayıp ancak lafızlarda (kelimelerde, söyleyişte ve deyişte)dır. Bu
husus lafızlar asl olup manalar sadece ve sadece O’na tâbi durumdadır.256
3.6.2. Kalın Türk
İsmet Özel bu kavramı ilk defa 1993 yılında yaptığı bir konuşmada kullanmıştır
(Özel, 2013b). Bu konuşma, Sovyetler Birliği çöktükten sonra, dünyada Soğuk Savaşı
mümkün kılan Marksist izahatların prestij kaybettiği bir zamanda, ABD’nin milli
siyasetinin paralelinde neşriyat yapan bazı insanların, önce Tarihin Sonu (Fukuyama,
1999) ve akabinde Medeniyetler Çatışması (Huntington, 2002) gibi argümanları ortaya
255 Özel’in Kur’an’ın anlaşılmak için indirilmediğini düşünmesi, Kur’an’ın tamamen anlaşılmaz
bir şey olduğu sonucunu doğurmaz. Bu bakımdan, Özel’in burada, aslında, aktarılabilir bir bilgi olarak
bilinemeyeceğini işaret ettiği yazdıklarının tamamı düşünülünce ortaya çıkmaktadır. Çünkü Kur’an’ın
muhtelif ayetlerinde belirtildiği üzere, Kur’an inananlara bir yol gösterici bir rehberdir (Neml 27, Araf 7,
vb.). Bu bakımdan, Kur’an’ın anlaşılmak için inmemiştir demek ile Kur’an inanmayanları ikna etmek için
inmemiştir demek aynı şeydir.
256İbn Haldun’da pozitivist öğeleri öne çıkaran insanların ortak noktası olarak, İbn Haldun’un
kitap bölümlerini “İlim ancak Aziz ve Hâkim olan Allah’ın katındandır (Haldun, Mukaddime, 2013, s.
1090)” gibi cümlelerle bitirmesini dikkate almamalarını verebiliriz. Hâlbuki İbn Haldun’un yazdığı
hemen her bölümü böyle bitirmesi, onun bilme hakkındaki görüşünün nişanesi olarak okunabilir. Bu
bakımdan modern bilimlerin babası olarak da gösterilebilen İbn Haldun’u, modern bilimlerle temelden
çatışan biri olarak, modern bilimlerin karşısında konumlandırmak da mümkündür.
264
attıkları zamanda yapılmıştır. Bu konuşma, Huntington’ın Medeniyetler Çatışması
kitabında ortaya koyduğu argümanların asılsızlığını ortaya koymak için yapılmıştır. Bu
konuşma, daha sonra, Kalın Türk (Özel, 2016d) adı altında yayınlanmıştır. Tarihin Sonu
ve Medeniyetler Çatışması gibi kavramlarla beraber, insanların (başka) bir kaba
sokulduğunu düşünen Özel için bu kitap ve kitabın başlığı olan ‘Kalın Türk’ kavramı,
kendisini ‘eyyamcılık’257belasından koruyan bir vesikadır (Özel, 2016d: 13). Aynı adı
taşıyan, Bilkent Üniversitesi’nde verdiği konferansta (Özel, 2013b) Özel, Türk’ün ne
anlama geldiğini ne anlama gelmediklerini söyleyerek açıklamıştır. Özel’e göre Türk
diye bir kültür ya da bir kavim yoktur. Burada Özel’in vurguladığı şey, esasen,
Müslümanlık gibi Türk kelimesinin de bir isim (noun) olmadığıdır. Müslüman gibi Türk
de sıfat, bir karakter tarzı olarak anlamlı bir kelimedir. Özel’e göre (2013b), Türk
kelimesi aslı török, töre kelimesinden gelen, töresi olan258 demektir. Bu okumadan
anlaşılacağı üzere, Özel için Türk, bir inanç gereği259 belirli bir karakter ortaya
koymanın adı olarak vardır. Bu bakımdan, bu ad belirli bir izahatın sonucu olmayıp, bir
adlandıramama olarak oluşun adıdır. Adlandıramama inanca dair olarak da
okunabilmektedir. Çünkü inanç, ancak, inananlar için anlaşılırdır. Bu bakımdan, inanca
objektif yaklaşılamayacağı gibi, inanana da objektif yaklaşılamamaktadır260. Türk’ü bu
nokta-i zaviyeden anlayan Özel için, Türklüğe girilebilir veyahut Türklükten çıkılabilir.
Bu durumu, Özel 25 Şubat 2013 yılında katıldığı Öteki Gündem programında, bir
insanın Türklükten istifasını vermesi konusu konuşulurken, “Ne zaman girmiş ki”
diyerek ifade etmiştir. Konuşmasının devamında, Türk olduğunu söyleyen birisine de
“neresinden belli (?)” diye sorulması gerektiğini ifade ederek, Türk’ü bir karakter olarak
gördüğünü ortaya koymuştur.
İsmet Özel, Türklüğün ne olduğuna ilişkin görüşlerini ortaya koyarken, insanın
neliği üzerinden bir tanıma varmaya çalıştığı söylenebilir. Özel (2012), 19 Aralık 2012
257 Tırnak içine alınması ve vurgu İsmet Özel’e aittir.
258 Çağdaş Türkçe’nin etimoloji sözlüğünü hazırlayan Sevan Nişanyan da, Türk kelimesi için,
Özel tarafından verilen anlama benzer bir sonuca varmıştır: “Sözcüğün kökeni meçhul olmakla birlikte
"ortak yasaya uyanlar" gibi bir anlam, etnonimlerin genel mantığına uygundur.” Ayrıntılı bilgi için
bakınız: https://www.nisanyansozluk.com/?k=t%C3%BCrk
259 Türk’ün din üzerinden tanımlanması İsmet Özel’e has bir şey değildir. Söz gelimi Ziya
Gökalp eski Türklerin kendilerini nasıl tanımladığını şu şekilde ortaya koymuştur: “Türk’ün “Türk, din
nokta-i nazarından kendisine benzemeyenlere ...’tat’ adını veriyordu. O halde, tat olanlar, Türk’ten
lisanca (dil bakımından) farklı olanlar değil, belki dince ve törece ayrı olanlardı. Farsîlere tat denildiği
gibi, o zaman Buda dininde olan Uygurlara da tat deniliyordu.” Bkz: Ziya Gökalp, Türk Töresi, 1976,
Ankara, s. 14-15. İsmet Özel’in Türk tanımı da dine bağlı olmakla birlikte, vurgusu eylem alanında olan
bir tanımdır.
260 Burada söz konusu edilen ‘objektif yaklaşma’ durumu, modern bilme içinde, değerlendirme
yapılabilmesi için gerekli olan nesneleştir-ebil-meyi ifade etmektedir.
265
tarihinde SKYTÜRK360 kanalında yayınlanan ‘Şimdi Söz Sizde’ programında bu
durumu açıklamaya ve açmaya çalışmıştır. Özel’e göre insan, doğduğu yere göre
tanımlanan bir varlık değildir261. Bu tanımlama, bitki ya da hayvanlar için geçerli olan
bir tanımlama tarzıdır. Özel bu durumu, kertenkelenin yumurtadan çıkar çıkmaz
kertenkele olduğunu ve ölünceye kadar kertenkele olarak kaldığını söyleyerek
açıklamaya çalışmıştır. Hâlbuki insan böyle bir şey değildir. Bu bakımdan, insan diye
mücerret bir varlıktan söz etmek mümkün değildir. İnsanı kendi tercihleriyle var olan
bir varlık olarak gören Özel için insan, dünyadaki en plastik varlıktır. Bir başka deyişle,
insan değerleri olduğu için insandır. Burada, Özel’in insan tanımından da yola çıkarak,
Türk’ün bir insana isim olarak verilmesinin, ancak belirli bir tercih ve değerlere göre
yaşayan insan ile mümkün olduğunu görürüz. Daha doğru bir ifadeyle, Özel’e göre
kelime olarak Türk, ancak belirli değerler üstünde hareket eden, varlık olarak, insanı
göstermesi durumunda bir anlam ifade edebilir. İsmet Özel’e göre, millet kavramı da
Türklük gibi ele alınması gereken bir şeydir. Sabit ve doğuştan kazanılan bir şey
değildir. Söz gelimi, Türk milleti dendiği zaman, Türklerin oluşturduğu bir toplum
anlaşılmalıdır. Bu bakımdan denilebilir ki, Türk Milletine ya da spesifik bir millete
girmek, bir karakter üzerinde var olmak olduğundan, bir tercihle ilişkilidir. Özel’in
2007 yılında kurduğu İstiklal Marşı Derneğinin tanıtımında bu husus şu şekilde
belirtilmiştir: “Her kim bir millete, bu millet hangisi olursa olsun, mensup olmanın bir
tercih konusu olmadığını iddia ediyorsa, söz konusu ‘millî varlık’ hususunda ya gaflete
veya hıyanete düşmüş demektir.262” Özel’in tekil bireylere has bir yönelişi ifade etmek
için kullandığı ırk ve milliyet kavramları, Batı’nın toplum tasniflerine ilişkin kullandığı
millet ve ırk tanımlarından niteliksel olarak ayrılmaktadır. Özel’e göre, modern
bilmenin tahakkümü altında yapılan tanımlamalar, tanımlananlardan ziyade
tanımlayanları gösteren bir işaret olarak okunmalıdır. Bu bakımdan modern dünyayı
merkeze alırsak, diğer tüm dünya, periferi ve merkeze ulaşmayı arzulaması istenen
olarak yaratılmış fenomenolojik terimlerdir. Bu terimlerin içinde/kabulünde, tercih
zaruri gözükmektedir. Periferide bulunan milletlerin tercihleri, otantik milletlik
özelliklerini gelişmemiş (undeveloped) ya da gelişmekte olan (developing) görüp,
gelişmiş olmayı (developed) istemekle sınırlandırılmıştır, denilebilir. Muhtelif
261 Özel’in burada yapmaya çalıştığı açıklama, bilginin ve bilmenin doğası hakkında söylediği
görüşlerle yakından ilgilidir. Bitki ve hayvanlar tanımlama yeteneğine sahip olmamaları sebebiyle
tanımlama da edilgendirler. İnsanı insan yapan özelliklerden bir şeyi tanımlamadan doğan zihni dünya
kurma yeteneği insanları bu yaratılmışlardan ayırmaktadır.
262 İlgili içerik için bkz: http://www.istiklalmarsidernegi.org.tr/Sayfa.aspx?SID=10
266
başlıklarda ısrarla dile getirildiği üzere, Özel’in dışarıdan maruz kaldığı tanımlamalarla,
belirlemelerle arası hiçbir zaman iyi olmamıştır. Söz konusu içinde olmayı istediği şey
millet ve ırk olunca da bu durum böyledir. Bununla bağlantılı olarak, Özel’in ‘of not
being a Jew’ şiirinden, aşağıda verilen kısım263 da konunun estetik açıdan ifadesi
olarak, Özel’in tanımlamalara karşı bakışını gösterir şekilde okunabilir/yorumlanabilir:
…..
Evet, ilmektir boynumdaki ama ben
Kimsenin kölesi değilim
Tarantula yazdılar diye göğsümdeki yaftaya
Tarantulaymış benim adım diyecek değilim
Tam düşecekken tutunduğum tuğlayı
Kendime rabb bellemiyeceğim
Razı değilim beni tanımayan tarihe
Beni sinesine sarmayan
Tabiattan rıza dilenmeyeceğim.
…..
Özel’e göre (2018: 55), her milletin bir karakteri vardır. Her millet, uygun
zamanlar oluştuğu zaman, karakterini ve onun temsilcilerini ortaya çıkarır. Söz gelimi,
Thomas Hobbes’un İngiliz, Descartes’in Fransız, Hume’un İskoç, Heidegger’in Alman
olması boşuna, tesadüfi ve anlamsız değildir (Özel, 2018). Bunu, aynı zamanda, aynı
milletten çıkmış karşıt görüşlü insanların yakınlaştığı yerde görmek de mümkündür.
Özel’in dediği gibi (2018: 55), Marx’ı, Hitler’i ve Goethe’yi bir sosyalist, bir faşist, bir
burjuva olarak görebiliriz. Ancak, bu üçünün Alman duygusalcılığıyla
(sentimentalisme) ile olan bağlarının, onları birbirine yaklaştırdığı da söylenebilir (Özel,
2018). Buradan hareketle, Özel, milleti, ulus devletlerin ortaya çıkmasıyla, yeni düzenin
anlaşılması için ortaya çıkan ulus kavramından farklı olarak anlamaktadır ve
tanımlamaktadır. Özel’in millet anlayışını, sırasıyla, düşünme, dünyayı algılama tarzı,
hayata karşı bir yorum getirme kabiliyetleri benzer olanların oluşturduğu toplum olarak
düşünülebiliriz. Özel, bu anlayıştan yola çıkarak, yukarıda zikredilen kişilerin de
Avrupa düşüncesi dikkate alındığında, görünürdeki çatışmalarına rağmen, derinlerde
birleştikleri bir düşünce damarının olduğunu düşünür. Özel (2018: 56), millet
263 Bu metnin yazarınca, bir şiirden yapılacak çıkarımlar sübjektif olarak görülebilir. Bu
bakımdan, tezde yapılan bütün şiir alıntıları, net olarak bir belirlenimi göstermekten ziyade, bir okuma
imkânı olarak aktarılmıştır.
267
anlayışının paralelinde, farklılıkların kaynaklandığı yerleri şu şekilde tespit etmiştir:
“düşüncedeki farklılığın ilk belirleyicisi olarak yaşama biçimini anabiliriz. Çünkü
yaşama biçimimiz dünyayı algılama ve hayata yorum getirme tarzımıza doğrudan etki
eden ve onlardan doğrudan etkilenen tavrımızdan başka bir şey değildir. İkinci
belirleyici, dile bağlı olarak tarihe ve kültürel geçmişe ilişkindir.” Özel, farkın düşünme
temelinde azaldığını, yaşama biçimleri temelinde arttığını ileri sürer. Bu düşüncesini
örneklemek için de Katolik olmalarına rağmen Polonya, Fransa ve İtalya’daki yaşama
biçimlerinin farklılığını gösterir. Müslüman bir örnek olarak da, Sünni olmalarına
rağmen Arap, Hintli, Türk Müslümanlarının yaşama biçimlerindeki farklılığını
göstererek verir. Özel (2018: 57) bu benzerlik ve farklara ilişkin görüşünü, yine,
ontoloji seviyesinde ele alarak şu sonuca varır: “Günümüzün “modern” Avrupalısı ister
Kanada’da ister Yeni Zelanda’da yaşasın aynı ırk264tan sayılması gerekecek ölçüde
yakınlaşmıştır.” Bunun sebebini, ‘Söylem Olarak Batı’ başlığında da belirttiğimiz üzere,
hakikatin tespitinde/adlandırılmasında/ifadesinde insanı merkeze çekmesi olarak,
modernliğin ontolojisini kabullenilmesinden kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Özel,
buradan yola çıkarak, günümüzde, dünya üzerinde en temelden ayrılan iki yolun
olduğunu söyler (Özel, 2018c: 102-106): “Türkleşmek yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü
Bir Yol Yok”. Özel’in burada ortaya koyduğu iki yol, esasen insan düşüncesi ve İslam
düşüncesi çerçevesinde, insanın dünya ve diğer her şeyi değerlendirme ölçütleri ile
alakalı bir meseledir. Özel’e göre (2018c: 103), değerlendirmesini insan hakları,
demokrasi, piyasa ekonomisi ölçülerine uygun yapanlar dünyadaki en kalabalık grup
olan Amerikanlaşma grubudur. İnsan değerlendirmesini insanın eşref-i mahlûkat
olmasından yola çıkarak yapıyorsa ise bu Türkleşme grubudur. Özel (2018c: 105) bu
durumu şöyle ifade eder:
“Herkesin muhatap olduğu soru şudur: Hayat para hâkimiyeti
gölgesinde sürdürülmek zorunda kalınan bir zillet midir; yoksa hayat
insan şerefinin korunmasını mümkün kılan bir alanda pekâlâ
sürdürülebilir mi? İnsan şerefinin korunmasını mümkün kılan alan
Türkleşme alanıdır. Para hâkimiyeti gölgesindeki alan
Amerikanlaşma alanıdır.”
264 Burada geçen Irk kelimesi et ve kemik özellikleriyle tanımlanan bir anlam içermez. Özel
(Mannheim'daki konuşması, 2013c), bu durumu açıklarken, et ve kemik üzerinden biyolojik olarak
yapılan ırk tanımının hayvanlara özgü olduğunu belirtir. Özel, insanlar için bu tabir kullanıldığı zaman,
bunun birlikte yaşama tercihini ifade ettiğini dile getirmiştir.
268
Özel’in dünya için önerdiği iki yoldan biri olan Türkleşmek yolu, Türklüğün
içerdikleri ortaya konulursa daha iyi anlaşılabilir. Bu bakımdan, ilk olarak kendini
tanımlamak için kullandığı Kalın Türk tabirinin, esasen, kullandığı Türk teriminden bir
farkı olmadığını söyleyebiliriz. Konunun en başında bahsettiğimiz üzere, Kalın Türk
tabiri, dünyaya bakmadaki tek yönlülüğe (Tarihin Sonu) ve dünyada bundan sonra
olacak çatışmalara ilişkin tasnife karşı (Medeniyetler Çatışması) kullanılmış bir tabirdir.
Özel, bu noktada Kalın Türklüğü, zoka olarak gördüğü bu kavramlaştırmaları yutmayan
ve karşı hamle yapan bir Türk olarak kullanmıştır. Bir başka deyişle, İsmet Özel
Türk’ün verili kullanımlardan farkını ortaya koymak üzere, böyle bir tabiri kullanmıştır.
Özel’in Türk tanımı ortaya konulduğunda bu daha net anlaşılabilir. Özel, kâfirle
çatışmayı göze alan Müslüman olarak tanımladığı Türk için, olmazsa olmaz olarak
kâfirle uzlaşmamayı görür. Özel’in tanımına ve olmazsa olmaz olarak gördüğüne
bakıldığında, ilk fark edilen şey, Türk’ün bir isimden ziyade bir eylem üzerinden
tanımlanan karakter olduğudur. Türkler Orta Asya’dan gelen bir kavim değildir (2015b:
19)265. Özel’e göre Türklük tarih içinde ortaya çıkmış bir vakıadır. Bu bakımdan,
Türkler Türklüğü bilmeden Türklüğü oluşturmuşlardır (Özel, 2018c: 105). Özel’in
burada ortaya koyduğu öncelik vurgusunu, Türklüğün eylem olarak olgusal
gerçekliğinin kavramsal olarak isminden önce gelmesi olarak okuyabiliriz. Bu önceliğin
belirleyiciliği kavramın ortaya çıkmasından sonra daha iyi anlarız. Kavram kavramın
ortaya çıkmasına vesile davranış biçimine tabidir. Örneğin, Türklerin İslam’ı bir din
olarak benimsediklerinden bahsedemeyiz. Hâlbuki modern düşünce ve dilde, Türkler
eylem üzerinden temellenmediği için mezkûr ifade mümkündür.
Özel, bir ırk ya da bir isim yerine, bir karakter olarak ortaya koyduğu Türklüğün
başlangıç noktasını, çeşitli konuşmalarında ve yazılarında, üç tane davranış örneği
vererek açıklamaya çalışmıştır. Bunların hepsi, inanç temelli bir harekette mündemiçtir.
Bunlardan ilki, Türklüğün Bezm-i Ezel266’den başladığına ilişkin görüşüdür. Özel, bu
düşüncesini 2012 yılında Haber Türk kanalında Murat Bardakçı’yla yaptığı tartışmada
şöyle dile getirmiştir: “Allah’ın ruhları yarattıktan sonra ‘Ben sizin rabbiniz değil
265 Zorunlu olarak gelinen bir yer arayanlara Özel’in cevabı “Türkler İslam âleminin Bağdat-Şam
mihverindeki gözde sahasını kendi yaşadıkları ve hüküm sürdükleri bölgeye çekmiş olmanın fiili
gücünden geşenlerdir” diyerek vermiştir.
266“mîsâk”, “kālû belâ”, “ahid”, “belâ ahdi”, “rûz-i elest” ve “bezm-i elest” gibi çeşitli adlar
verilmiş Cenâb-ı Hak ezelde ruhları yarattığında, "Ben Rabbiniz değil miyim?" şeklindeki soruya bütün
ruhların, "Evet Sen Rabbimizsin" diye söz verdikleri ân.
269
miyim(?) dediğinde ‘evet’ diyenler Türktür .
267” Özel (2013b) ikinci olarak, Büyük
Selçuklu Devleti’nin kuruluşuyla birlikte Türk’ün dünya siyasetine girişi arasında
bağlantı kurmuştur. Özel’e göre bu başlangıç eyleme dönük şu tarz bir sözle başlamıştır:
“Mekke ve Medine’yi kendi devlet sınırları içine almadığı halde bütün dünyaya şunu
ilan etmiştir: Bu iki şehre zarar veren kim olursa, bunların cezasını ben veririm.”
Özel’in üçüncü olarak, doğrudan doğruya, Peygamber’in bir olaya karşı tavrından
hareketle, bir karakter üzerinden Türklüğü başlatır. Özel (2006b) Gerçek Hayat
dergisinde Murat Menteş’e verdiği “İncelmiş Türkler ‘Çıt’ Diye Kırılıyor” başlıklı
mülakatında bu başlangıcı şöyle aktarmıştır:
“Allah Resulü, cihada gitmeyip de onun masrafıyla mescit inşa
edenlerin mescidine hiç gitmedi ve o mescit sonunda yıkıldı: Mescid-i
Dırar. Ben diyorum ki, Türk olmak, İslamiyet’in ortaya çıkışından bu
yana, kâfirle çatışmayı göze almakla mukayyettir. Allah Resulü,
cihada gitmedikleri için o insanlara ne münafık dedi, ne kâfir dedi.
Ama mescitlerine girmedi. Yani biz insanların Müslümanlığına bir şey
demiyoruz. Herkes Müslüman. Ama Türk olmak başka bir şeydir.
Müslüman olmak Türk olmak demek değildir. Fakat Müslüman
olmadan Türk olunmaz.268
Özel’in Türk ile kastettiği şey, her durumda, hakikatle (yani İslam’la) kurulan
ilişkinin sonucunda var olunan ve hakikat tasavvurunun pratikte uygulanışı ile alakalı
bir temele yaslanmaktadır. Türklerin içinde 22 yıl tutsaklık hayatı yaşayan George
267 Özel’in burada ortaya koyduğu başlangıç, her şeyi yaradan ve her şeye kadir hakikat olarak
bir inanca sahip olmanın gereği, başka her şeyi reddetmenin başlangıcıdır. Nitekim Özel konuşmasının
devamında İslam’ı 7. Yüzyılda başlangıcı olan bir din olarak görmediğini, Bezm-i Ezel’den başladığını
öne sürer. Türk milletinin milli mutabakat metni olarak gördüğü İstiklal Marşı’nda, Akif’in ‘Ben ezelden
beridir, hür yaşadım hür yaşarım’ derken Bezm-i Ezel’den beri hür yaşadığını söylediğini ve bu
başlangıcı ima ettiğini savunur. Buradaki hür yaşamak, bağlılığının her zaman Allah’a olduğunu ve
dünyadaki hiçbir şeyin hükümranlığı altına girmemeyi işaret eder. Özel’in bu başlangıcı diğer
başlangıçları kadar net değildir diyebiliriz. Kafirle uzlaşmamak olarak tanımladığı Türklük gereği bu
başlangıç eksik olarak ortaya konulabilir. Çünkü ‘Evet, Rabbimizsin’ demek ile ‘bunun karşısında
olanlarla mücadele edeceğim’ demenin kastedildiği, her ne kadar Özel’in düşüncelerinin tamamı hesaba
katıldığında çıkarılabilecek bir anlamsa da net değildir.
268 Özel, Türklüğü burada başlattığını söyleyerek, Müslümanlık ile Türklük arasında bir denklik
kurar. Ancak, 2012 yılında Murat Bardakçı ile yaptığı tartışmada, bundan önceki Türklüğü de şöyle dile
getirmiştir: “Âdem aleyhisselam’dan beri gelen Töröklerin töresidir.” Özel’in ortaya koyduğu bütün
başlangıçlar tarihsel olarak bakıldığında sıkıntılı görülebilir. Ancak, İslam’ın 7. yüzyılda başlayan bir din
olarak kabul etmeyip Bezm-i Ezel’e dayandırması; küfrü hakikatin örtülmesi olarak ele alıp bütün
zamanlarda olan bir mesele olarak düşünmesi; bütün zamanların insanda mündemiç olduğunu söyleyerek
zaman kavramını çok farklı anlaması, Özel’in başlangıçları arasında tutarlılığı sağlamaktadır. Yine de
belirtmekte fayda var ki, bu tutarlılıklar birebir Özel’in ortaya koymasından ziyade, Özel’in görüşlerinin
bütününden çıkarılarak yorumlanmaktadır.
270
Tractatus’un 1480 yılında basılan hatıratında kullandığı şu ifadeler bu temelin tarifi
gibidir (Tractatus’tan akt. Fazlıoğlu, 2017: 59): “Türkler dini, doğal bir görev olarak
görür ve yaparlar. Öyle yaşarlar ki, insan onların mülksüzlüğü sevdiğini sanır.” Bu
bakımdan Türklük, Türk-İslam sentezi gibi iki farklı kavramın bir terkibini ifade
etmediği gibi, içine girme ve çıkma gibi olgulardan da bahsetme imkânı veren bir
davranışı/ahlakı ifade etmektedir. Özel (2011b: 110) Türklük ile İslam’ın
ayrıştırılamazlığını yazdığı köşe yazısında şöyle ifade etmiştir: “‘Hıristiyan Arap’
Araplığından fazla bir şey kaybetmiş gibi algılanmaz; ama dün olduğu kadar bugünde
‘Hıristiyan Türk’ dediniz mi Türklerin tarafını değil; hem Türklere ve hem de Türklüğe
husumet besleyen ‘karşı tarafı’ işaret etmiş olursunuz”. Bu bakımdan, İslam’dan
arındırılabilecek bir Türklüğün olmadığını düşünen Özel için Türklerin mümeyyiz vasfı,
kâfirle uzlaşmamaktır. Dolayısıyla, Özel için Türklüğün İslam içinde gayri-müslimlerle
mücadele içinde olmayı ifade eden bir sıfat olarak bir anlama sahip olduğunu
söyleyebiliriz. Türklüğün İslam içinde bir sıfat olarak var olduğunun örneği olarak,
Türklerin Türk ismini, gayri-Müslim kişilerin onları ifade etmek için kullandıklarından
daha az kullanmaları verilebilir (Fazlıoğlu, 2017: 56-58).
3.6.3. Türkçe
İsmet Özel’in gerek hayatı kavrayışında gerekse de kendini anlama sürecinde
bizatihi dil üzerinde düşünmesinin önemli bir yeri olduğunu önceki bölümlerde
söylemiştik. Özel’in dil görüşü de yukarıda (İsmet Özel’in Dil Görüşü ve Poetikası
başlığında) münhasıran ele alınmıştı. Orada da belirttiğimiz üzere, Özel için dil, insanın
ontolojik açıdan konumlandığı ilk basamaktır. Bir başka deyişle, insanın insan
olabilmesi de hakikat olarak din ile teması da dile kökten bağlıdır. Dilin ontolojik
konumu, dünyanın dil içinden ve dil üzerinden anlamlandırılması ile alakalıdır. İnsan
için dilin dışı olmadığından, insanın da başka her şeyden çok dile tabi olduğunu
söyleyebiliriz. Bu bakımdan, Martin Heidegger’in ünlü ‘insan konuşmaz dil konuşur’
aforizmasının, insanın dile mezkûr tabiiyetini ifade ettiğini söyleyebiliriz. Bir başka
deyişle, dil ile açıkça söylenilebilen (ikrar edilen) yalnızca dilin onadığıdır. İnsanın dil
içindeki aksi mümkün olmayan bu konumunun, dilin kapasitesi, kalitesi ve özellikleri
ile insanın kapasitesi, kalitesi ve özellikleri arasında bağlantı olduğunu düşündürtmesini
doğal bir çıkarım olarak ifade edilebiliriz. Bunu şöyle açıklamak mümkündür. İnsan
başkalarını (hatta kendini) ve dünyayı doğrudan/dolaysız anlayamaz. Anlam dil
sayesinde, anlama dil dolayımıyla mümkün olduğu için, dilin yaşamlar üstündeki
271
belirleyiciliği ontolojiktir. İsmet Özel’de dil, gerek dilin insanın var olmasındaki bu
konumu gerekse de din-yaşam biraradalığı düşünüldüğünde, insanın itikadi konumunu
da belirleyen bir şey olarak karşımıza çıkar. Bu durum, İsmet Özel’in İslamcılığı ile
Türkçe arasındaki bağın itikatla alakalı bir bağ olduğunu da ortaya koyar. Bununla
birlikte, Türkçe’nin ‘Türk’e göre’ anlamı göz önünde bulundurduğumuzda, Türkçe,
Türk ve İslam arasındaki ilişkiyi de ortaya koymuş oluruz. Özel (2017: 72) bu
bağlantıyı kısaca şu şekilde ifade etmiştir:
“Allah milletleri lisanları üzerinden yaratır. Her birine
Allah’a yakınlıkları nispetinde bir lisan bahşeder. Bu sebeple Türkçe
menşei Kur’an olan İslam dili şekline girmiştir. Aynı sebepten ötürü
Allah Türkleri diğer milletlerden daha yüksek bir mevkie
yerleştirmiştir.”
Allah’ın milletleri dilleri üzerinden yarattığını söyleyerek Özel, olmuş bitmiş bir
şeyi ifade etmemektedir. Bu bakımdan ifade edilen anlam, ‘yaratıyor’dur. Bu ayrım,
bilme-yi tespitten tecrübeye/yaşama bağlaması bakımından önemli bir ayrımı ifade eder.
Bu ayrım, dilin araçsal anlamını ontolojik anlamının yedeğine alan bir ayrımdır. Bu
ayrım kapsamında Türkçe’nin nasıl bir dil olduğu ele alınırken, bir dili konuşmak ile o
dilin içinde yaşamanın aynı şey olduğu ve bu yüzden Türkçe konuşabilmek için Türk
olunması gerekliliği, bir sonuç olarak karşımıza çıkar. Türkçe ile Türk’ün ayrılmazlığını
Özel (2017: 72) şu şekilde belirtmiştir: “Ben Türküm diyorsanız şunu aklınıza sokmak
ve oradan asla çıkarmamak zarureti altındasınız: “Türk kimdir; Türkçe nedir?”
sualinin doğru cevabına kâfir aklı şimdiye kadar ulaşamamıştır.” İsmet Özel’in
kurduğu İstiklal Marşı Derneğinin Başkanı Durmuş Küçükşalak da (2018: 7), Türkçe
hakkında neşredilen bir kitap için yazdığı takrizde, Evliya Çelebi’ye de dayanarak, bu
durumu ‘batıl Türkçe’ metaforu ile şu şekilde ifade etmiştir:
“Dün Müslüman olmayan hiçbir topluluk bırakın Türkçeyi,
Türkçeye benzer (Türkik) bir dil bile konuşamadı. Bugün gayri-i
Müslim olmasına rağmen Türkçe ya da Türkik konuştuğunu
zannettiğimiz her topluluk en meşhur istihbaratçımız Evliya
Çelebi’nin tabiriyle ‘batıl Türk Lisanı üzere kelimat ederler’. Bugün
Türkiye’de gayr-i Türk unsurlar ve onların ağızlarına bakanların
konuştukları Türkçe batıl Türkçedir. Butlanla maluldür, yarını yoktur.
272
Gayr-i Müslim’in, itikat dili Türkçe üzerinde mütehassıs olması
Türkçenin tabiatı gereği imkânsız. Türkçede kullanılan herhangi bir
kelimenin kökenini, hangi dilden Türkçeye girdiğini bilmek Türkçe
bilmek manasına gelmez. O kelimeyi yerli yerinde kullanan bir Türk
bilir ancak o kelimenin neye değdiğini, ne söylediğini.”
Özel’in görüşüne göre, Türkçe’nin ne olduğu ile Türk’ün ne olduğu arasında
doğrudan bir bağ vardır. Türk nasıl ki tarihsel bir karakterin adı olarak ortaya çıkmışsa
ve bu tamamen Müslümanlıkla alakalı bir şeyse, Türkçe de bu karakterin dünya
üzerinde ve içinde yaşadığı bir dil olarak ortaya çıkmış bir şeydir. Türklük bir karakterin
adı olarak ifade edildiği için karakterin temsil edildiği olaylar ya da rivayetler
Türklüğün başlangıcı olarak gösterilmişken, söz konusu dil için bu söz konusu değildir.
Söz gelimi, Türklük ruhların yaratılmasıyla ya da peygamberin savaşa gitmeyip mescit
yapanların mescidine girmemesi ile karakter olarak başlatılırken, ilgili dönemlerde
Türkçe’nin varlığından henüz bahsedilmez. Özel’e göre Türkçe itikadi esaslarla tam bir
uyum içinde kurulmuş269bir dildir. Daha radikal bir ifadeyle, Türkçe bir kavmin dili
olmayıp (İstiklal Marşı Derneği, 2013), müminlere mahsus bir dildir (2019b: 53).
Türkçe’nin itikadi amaçlarla kurulmuş bir dil olması gerek İsmet Özel için gerekse de
kurucusu olduğu İstiklal Marşı Derneği (İMD) için Türkçe’yi bizatihi amaç haline
getirmektedir. Özel’in ifadesiyle, “Türkçe iletişim için değil, Türk olmak için doğmuş
bir dil”dir (Parlar, Küçükşakalak ve diğerleri, 2013: 32). Bu amaç kapsamında İMD,
İsmet Özel’in himayesinde270, gerek kolektif gerekse de üyeleri üzerinden birçok
çalışma yayımlamıştır. Bu eserleri, İstiklal Marşı derneği Konya Şubesinin yayınladığı
“Türkün Dili Kur’an Sözü”; Muammer Parlar’ın derlediği “Rasulü Ekrem Söyledi İşiten
Türk Oldu (4 Cilt)”; Lütfi Özaydın’ın, sırasıyla, “Söyleyen Bilmez Bilenler Söylemez”,
“İltifat Ağyaredir Dost Acı Söyler”, “Çatallı Dil Yılana Mahsus Değil, Yılmazın Da Dili
Çatallı Olur” serisi; Gökhan Göbel’in “İspirto Türk” kitabı şeklinde sıralamak
mümkündür. Bunların yanına, hedeflenen Türkçe’nin ne olduğunu göstermesi
bakımından, Asmai Yusuf Samih’in din, millet, modernleşme kavramları üzerinden
1927 yılında yayınladığı “Yazımız” kitabının yeniden basımını; dil ve itikat ilişkisini
temel alan “Sınıf Bilinci” dergilerini ilave edebiliriz. Bu eserlerin hepsinin, “Türkçe’den
269 Kurulmak edilgen fiili, dile müdahalenin olduğunu göstermek için bilinçli olarak
kullanılmıştır.
270 İsmet Özel bahsi geçen çalışmalarda bizzat katılmamasına rağmen, neşriyatın genel çerçevesi
ve kitapların isminin belirlenmesinde ana figür olarak hep etkin olmuştur.
273
İslam’a Giriş” üst başlığının altında yayımlanmaları, Türkçe’nin nasıl itikadi bir dil
olarak anlaşıldığı konusunda bize fikir vermektedir. Nitekim bahsi geçen eserlerin
yayımlanmasından önce ortaya konan manifesto niteliğindeki “Türkçe’den İslam’a
Giriş” yazısından yapılan aşağıda verilen alıntılar bunu net olarak ortaya koymaktadır
(İMD, 2013) :
“Türkçe, Müslümanlığı üzerindeki titizliği ve
Müslümanlığından duyduğu memnuniyeti elden bırakmayanlara, bu
karakterinin mükâfatı olarak verilmiş bir lisan olarak doğdu.
Türkçe doğarken Türk Milleti oluşmuş, tekevvün etmiştir.
Bunun müşahhas yanı, Türkçe dediğimiz şeyin bilhassa Yunus
Emre’den önce tekkeler, zaviyeler ve medreselerde; Yunus Emre’den
sonra da yine Kur’an ve Hadis bilgisi ışığı altında doğmuş olan dil
olmasıdır. Türkçe dediğimiz dil Arap sarf ve nahvini bilen insanların
hayatlarını itikatlarına uygun bir şekilde idame ettirme gayretleriyle
kavuştukları dildir. Bizim XIII. asırdan itibaren dilimizin teşkilinde
neye inandığımız, niçin amel ettiğimiz tayin edici olmuştur ve buradan
Türkçe doğmuştur. Türkçe dediğimiz dil ahalinin, avamın dili
değildir; avam, bilenlerden o dili öğrenmiştir. Yani bu Türkçe, -tıpkı
Latince gibi- yüksek tabakanın kendi aldığı eğitim ve terbiye gereği
kelimelere yüklediği mânâ ile vücut bulmuş bir lisandır. Bizim dilimiz
içine Arapça, Farsça doldurulmuş bir Türkçe değildir. Tam tersine
Arapça ve Farsça bilen insanların bir ifade imkânı üretmesi
sonucunda doğmuş bir dildir.
Türklükten vazgeçmek Türkçeden vazgeçmekle eş anlamlıdır,
diyoruz.
Türkçenin hali ile Türkiye’nin hali birbirinden kopuk şeyler
değildir. Bu topraklar üzerinde yaşamış insanların vaktiyle ehil ve
mühim insanlar olarak konuştukları Türkçenin bugün geldiği vaziyet,
yine bu topraklar üzerinde halen yaşamakta olan insanların
ehliyetlerinin ve ehemmiyetlerinin geldiği vaziyetle murtabıttır. Kötü
Türkçe konuşanların Türkçenin kendilerine ne kattığını bilmeyen
insanlar olduğunu söylüyoruz. Bizler “olmamış olmaz; olmuş,
olmamış olmaz” düsturunca, kavlimize sahip çıktığımız takdirde bu
274
toprakların ruhuyla yeniden buluşabileceğimizi, elimizden türlü
yollarla alınmış olan lisanımızı geri kazanabileceğimizi biliyoruz.
Türk'ün tarihi bir rol olduğunu bilerek işe başladığımız takdirde
“Türk-çe” konuşmanın, yani “Türk’e yakışan şekilde” konuşmanın
ancak bu rolü benimsemekle mümkün olduğunu göstermiş olacağız.
Türkçemizi geri kazanmamız, Müslüman olarak, kâfirle çatışmayı
göze alma tavrımızı elden bırakmayışımızla mümkündür. Türkçe
konuşmak sadece gramer ve kelime dağarcığı meselesi değildir.
Türkçe konuşmak aynı zamanda Türkiye’de ve dünyada olup biten
şeyler hakkında doğru bilgilenmeyi de kapsar.
Dilimize doladığımız şeyi başta da söyledik, sonda da söylüyor
olacağız ki Türkçe bir kavmin dili değildir. Türkçe İslâm dilidir.
Müslüman olmadan Türkçe konuşulamaz, konuşulan şey Türkçe
olamaz.”
İsmet Özel’in Türkçe hakkındaki görüşlerinde, dili ve genel olarak hayatı
kavrayışını ortaya çıkarıcı bir yanın olduğunu söyleyebiliriz. Bu yan, Türkçe ile Arapça
arasında yapılan bir değerlendirme ile kendini gösterir. İsmet Özel’e göre Türkçe,
Arapçadan daha çok bir İslam dilidir (Parlar, Küçükşakalak vd., 2013 : 31; Özel, 2019b:
253). İslam’ı hayat biçimlerinden biri olarak görmeyip, yegâne hayat biçimi olarak
gören Özel (Parlar, 2015: 14), nasıl olur da Türkçe’yi Kur’an’ın indiği Arapça’dan
itikadi olarak daha elverişli görür (?). İsmet Özel’in buna cevabı, Türkçe’nin kaynağının
Kur’an ve hadisler olmasıdır. Arapça için bu söylenemez. Özel’ göre (2022: 56) Türkçe,
“Arapça ifadelerin görünenden daha yüksek bir mânâ taşımasının yolunu açarak
edinilmiş” bir dildir. Türkçe, tamamen, Müslümanca yaşama gayesi ile kurulan,
öğrenilen bir dil olarak görülürken; Arapça İslamiyet öncesinde de var olması sebebiyle
Türkçe kadar İslami kabul edilmemektedir. İsmet Özel’in bu kabulü, dil görüşü ve
hayatı anlamlandırışı ile doğrudan ilişkilidir. Dil, insanın içinde var olduğu bir şey
olarak, insana yaşam içinde anlamı vermesi hasebiyle insanın tabi olduğu bir
organizmadır. Dil içinde dil üstü bir hakikatin ifadesi mümkün olmasa bile, temeli
Kur’an ve hadislere dayalı olan Türkçe’nin hakikate yakınsamak olarak daha itikadi
olduğunu düşünmek, Özel’in görüşünün izahı olarak ifade edilebilir. Özel, bu iddiasını
desteklemek için, Türkçe’ye Arapçadan değil, Kur’an ve hadislerden geçişler olduğunu
vurgular. Bir başka deyişle, Kur’an ve hadiste olmayıp da Türkçe’ye geçmiş bir tek
Arapça kelimenin olmadığını ileri sürer. Nitekim İstiklal Marşı Derneği’nin, yukarıda
275
da zikredilen, ‘Türkün Dili Kur’an Sözü’ kitabı, Kur’an’da geçen kelimelerin Türkçe’de
nasıl bulunduklarını gösteren bir sözlük çalışmasıdır. Bu çalışmada, Kur’an’da geçen
1738 kök kelimenin Türkçe’ye 12448 (kelime ve terkib) kelimelik katkısı ortaya
konulmuştur (Parlar, Küçükşakalak vd., 2013: 8-9). Yine Muammer Parlar’ın dört
ciltlik “Resulü Ekrem Söyledi, İşiten Türk Oldu” eseri, aynı çalışmayı hadisler üzerinden
yapmıştır. Parlar (2015: , bu çalışmasında, hadislerde geçen 7574 kelimenim telaffuz
edildiği şekliyle aynen Türkçe’de yer aldığını, çekimlerle ve türemiş sözcüklerle bu
sayının 26642’ye çıkartılabileceğini ortaya koymuştur. Bu eserin giriş kısmında,
Durmuş Küçükşakalak “Kur’an’dan köken alan her müştak kelime değil de
Resullullah’ın kullandığı müştak kelimeler Türkçe’de yer alıyor. Yani Arapça kaidelere
istinaden türetilmiş her kelimeyi değil de Rasullullah’ın kullandığı kelimeleri kahir
ekseriyetle dilimize aktarmışız” diyerek (Parlar, 2015: 9), Özel’in Türkçe’yi Müslüman
olarak düşünmenin ürettiği bir dil olarak görmesini desteklemektedir. Özel, Türkçe’nin
Arapça’nın değil de Kur’an’ın okunuş tarzına uygun olmasını da, Arapça’da aynı
anlama gelmeyen Arapça kelimelerin Türkçe’de Kur’ani olarak nasıl yer aldıklarını da
iddiasını desteklemek için kullanır. Örneğin, Özel’e göre Türkçede cümlenin sonunun
aşağı doğru olması ile Kur’an tilavetlerinde ayetlerin ve surelerin okunuşu uyumludur.
Bir başka örnek olarak, Türkçe’deki fena kelimesinin kullanımını vermiştir (Özel,
2021b: 325). Kötü olanın fâni olanla ilişkilendirilmesiyle ortaya çıkan fena kelimesinin
Arapçada böyle bir anlamının olmaması, Özel’e göre Türkçenin hem Kur’aniliğini hem
de Arapçadan daha İslami bir dil olduğuna örnek teşkil etmektedir. Önemle belirtmek
gerekir ki, Özel, Türkçe’yi, bir dil olması sebebiyle, diğer bütün diller gibi, mutlak bir
anahtar olarak görmez. Türkçe’yi gerek Kur’an ve hadis kökenleri gerekse de şiiri emri
altına alması sebebiyle irtifası yüksek bir dil olarak düşünür (Özel, 2017: 221).
Özel’in Türkçe ve şiir arasında kurduğu bağlantı da önemlidir. Bu bağlantı hem
Türkçe’nin diğer dillerden ayrıldığı noktayı belirtmesi hem de Özel’in görüşleri
arasındaki bağlantıların derinliğini göstermesi bakımından önemlidir. Türkçe her ne
kadar Kur’an ve hadis temeline sahip olsa da dünyada kullanımı gerekliliği nedeniyle
bilincin himayesinde canlılığını kaybedebilirdi. Bu durum, dünyada bulunmakla bilinç
arasındaki ilişkinin doğal bir sonucu olarak görülebilir. Özel’e göre (2017: 197) şiir
bilinçteki (bu) yamukluğa itiraz ederek Türk konuşmasından kabalığı almıştır. Şiirin
itirazı, esas itibariyle, bir sabitleme itirazı olarak düşünülebilir. Özel’e göre Türk şiir ile
düşünür. Özel (2017: 246) ‘şiir ile düşünme’yi modern anlamda düşünmenin zıddına
276
gelecek şekilde kullanmaktadır. Bu nokta aynı zamanda İsmet Özel’in ontolojik zemin
farklılığının da görünür olduğu yerdir. Çünkü modern ontoloji (varlıkların var kılan
şey/dayanak) nasıl insana bağlandıysa ya da insanın nasıl bildiğine bakılmaksızın bir
şeyi bilebileceğine iman edildiyse, şiir bunun imkânını sorunsallaştıran bir şey olarak
var olmaktadır. Bu bakımdan, Özel’de şiir hem Türkçe’nin kaynağı olarak görülmüş
hem de insanın yeryüzünde bulunuşu ve yeri ile ilgili durumunu (kulluk) tahkim ederek
Türkü canlı tutan bir şey olarak algılanmıştır (Özel, 2021b: 324-346). Bu yüzden,
‘Türkler için tarih boyunca istinadın harcı şiir olagelmiştir’ (Özel, 2017: 494).
Özel’den (2017: 213, 233, 283, 494, 495) yapılan aşağıdaki alıntılar, şiirin bunu nasıl
yaptığını ortaya koymaktadır:
“Cehaletten ancak Allah’tan başka ilah olmadığına inanarak
değil, Allah’tan başka ilah olmadığını fehmederek kurtulabiliriz.
Anlama işinde şiir gıda temin edebildiğimiz yegâne alandır.
Şiirin bize bilmemiz gereken her şeyi temin edemeyeceğini yine
şiirden öğreniriz. İşte bu noktanın ehemmiyeti hiçbir şey uğruna feda
edilmemelidir. Zira nasibini şiirle (şiirde değil) aramayanlar kolayca
bilmeleri gereken her şeye kavuştuğuna inanır.
Şiirden alınan, şiir okumakla elde edilen terbiye ikna ile tatmin
olmanın insanı acınacak duruma düşürdüğünü fark etmeğe yarar.
Kimin kiminle zıtlaştığını anlamayanlara acıyacak anlayıcı
zümreyi şiir tedarik eder.
Şiirin gücü havf ve reca arasında bulunduğumuzu bize tembih
edecektir.
Şiire mutlaka bir tema yakıştırmak istiyorsanız bu minval üzere
tembihattan daha iyisini asla bulamazsınız.
Şiir insanı hatadan arındırır mı? Hiçbir zaman. Şiir insanı
hatadan arındırmak şöyle dursun, hatada derinleşme yollarına sokar.
Derinleşme yollarının cazibesine şiirle kapıldığımız kadar yücelme
yollarının da imkân dahilinde olduğunu şiirden öğreniriz.
Türk milletinin şiiri kılıç olarak kullandığı fikrine bir değer
biçmeden kapitalizmin bizi hapsettiği yerden kurtulmamızı sağlayacak
çıkış yolunu görmemize imkân yok.”
Tüm bu görüşlerin ışığında, Özel’e göre Türkçenin, İslami amaçlarla Kur’an ve
Sünnet temelinde oluşmuş, bu sebeple itikadi bir özelliği de içinde barındıran; pratik
hayatta belirtilen itikadi özelliklerini şiirle düşünmeyi mümkün kılarak koruyan;
mümeyyiz vasfı kâfirle uzlaşmamak olan Türkün içinde yaşadığı ve var-oluşunu
mümkün kıldığı bir dili ifade ettiğini söyleyebiliriz.
277
SONUÇ
Bu çalışma bir doktora tezi olarak yazılmıştır. Sonuç olarak ortaya koyulacak
her ne varsa öncelikle bu zemin üzerinden açıklanması gerekir. Bu öncelik, bu tezin
neden bir doktora tezi olduğunun cevabı olarak da görülebilir. Bu soruyu, ilişkisellik
katarak, şöyle sormak da mümkündür. Bu çalışma neden bir makale ya da yüksek lisans
tezi değil de bir doktora tezidir? Bu soruda vurgunun tez kelimesinden ziyade doktora
kavramında olduğunu söyleyebiliriz. Doctor Of Philosophy’nin kısaltılması olan
PHD’nin karşılığı olarak doktora, kelime anlamı ile felsefe doktoru olarak çevrilebilir.
Buradaki felsefeyi, metin içinde de ele aldığım şekliyle, Deleuze ve Guattari’nin
tanımladığı gibi (2019: 12) alıyorum: felsefe kavramlar oluşturmak, icat etmek, üretmek
sanatıdır. Bu bakımdan doktorasını yapmış bir kişi yeni bir kavram oluşturmuş, icat
etmiş, üretmiş bir kişi olarak düşünülebilir. Bunun dışında, belli kavramların alımlanış
ya da algılanışlarında yapılacak değişimler de bu kapsamda düşünülebilir. Her iki
durumda da konunun kavramlar üzerinden düşünen akademinin kavrayışının
genişletilmesi noktasında belirginleştiği söylenebilir. Ben de çalışmamda bu tanıma
uygun olarak bir kavram oluşturdum ya da icat ettim. Bu kavramı “ontolojik İslamcılık”
olarak belirtmek mümkündür. İsmet Özel’in İslamcılığını belirten bir kavram olarak
kullanılmışsa da bu kavram İsmet Özel’in İslamcılığı üzerinden oluşturulmuş tamamen
yeni bir kavramdır. Bu bakımdan, esas itibariyle, bu kavramın gerek İsmet Özel’in
görüşleri ile uyumluluğu gerekse de İslamcı düşünce geleneği içindeki yeniliğinin
ortaya konulması tezin serimlenmesindeki ana amaç olarak düşünülebilir. Daha doğru
bir ifadeyle, bunu başardığı ölçüde bu çalışma, doktora tezi olduğu iddiasında
bulunabilir.
Ontolojik İslamcılık, her kavram gibi, bir olguyu nitelemek ya da bir sorunu
çözmek için; çözemiyorsa başka bir şekilde düşünmenin imkânını ortaya koymak için
oluşturulmuştur. Bu bakımdan, İsmet Özel’in İslamcılığını nitelemek için kullanılan
ontolojik İslamcılık, İslamcılık düşüncesini kendi içinde tekrardan değerlendiren ve
kendine yer açan bir kavram olarak düşünülebilir. Meselenin ele alınış seviyesinin
ontoloji olması sebebiyle, çalışmamızın, geleneğin içindeki literatür ile hesaplaşmadan
ziyade, literatürün üzerinde durduğu zeminle bir hesaplaşmayı ifade ettiğini
söyleyebiliriz. Bu kapsamda literatürün de genel olarak sorunsallaşacağı açıktır.
Literatürde her metin tek tek ele alınmasa da literatüre hâkim temalar, bakış açıları ve
kavramsallaştırmalar literatürün zemininin değişimine müteakip yeniden anlamlan-dırıl-
278
mıştır. Çünkü ontoloji temelinde yapılan bir değerlendirme, literatürdeki argümanlarda
gözlemlenebilen epistemolojik farklılıkları da içine alan küme hakkında bir
değerlendirme olduğu için ilgili kavram ve kavrayışların varlığa gelişlerini ortaya
çıkarıcı mahiyettedir. Başka ontolojik varsayımlara dayanan düşüncelerin gelenek
(literatür) içinde sorunsallaştırdığı da bu varlığa geliş tarzları üzerinden okunabilir.
Çünkü kavramlar ve olgular aynı olsalar bile, mezkûr tarzlar ve bu tarzlar yoluyla açığa
çıkan diğer ilgili kavramlarla kurulan ilişkiler üzerinden anlamlar farklılaşmaktadır.
Ontolojik temelleri farklı olan bir İslamcılığa sahip olduğunu ileri sürdüğümüz İsmet
Özel’in İslamcılığına bu zaviyeden bakıldığında bu İslamcılığı farklı bir küme olarak
(kavramların ve düşüncelerin anlamlarının yine aynı küme içindeki anlamlarla rabıtalı)
resmetmek mümkündür.
Bir düşünce geleneği kapsamında, ontolojisi farklı bir düşüncenin ele alınıp
gösterilmesinin önündeki en büyük zorluk, farklı düşüncenin ve düşünce kapsamındaki
şeylerin anlamlarının literatürün ontolojisi içinde anlaşılmasından kaynaklı zorluk
olarak ifade edilebilir. Çünkü şeylerin anlamı ontolojik kabullerine (ortaya çıkışlarına)
göredir. Bir başka deyişle mezkûr zorluğu ifade etmek gerekirse, ontoloji üzerine bir
düşünce geliştirmeksizin farklı bir ontolojiye yaslanan olguyu ancak kendi ontolojik
temellerimize yaslanması durumunda, yaslandığı kadar ya da zorla yaslayıp tahrif
ederek bilebiliyoruz. Bu bakımdan, farklı ontolojik varsayımları (ve dolayısıyla bu
ontolojiye dayanan düşünceleri) sebebiyle İslamcı düşünce içinde nevabitlik gösteren
İsmet Özel’in İslamcılığı ortaya konulurken iki hedefin kendiliğinden ortaya çıktığını
söyeleyebiliriz. Birincisi, İslamcı literatürün söylem-e tarzında belirleyici olan modern
ontolojik varsayımın ne olduğunun ortaya konulması ve bu tarzın literatür üstündeki
belirleyiciliğinin gerek literatürün ana meseleleri üzerinden gerekse de tarihsel süreç
içinden alınacak örneklerle ortaya konulmasıdır. İkinci hedefi, İsmet Özel’in
İslamcılığının birinci hedef kapsamında ifade edilen tarzın içinden olmayacak şekilde
ortaya konulması şeklinde belirtmek mümkündür. Bu aynı zamanda, farklı bir ontolojik
temele yaslanan İslamcılığın da ortaya konulmasıdır.
Tezin yukarıda belirtilen birinci hedefi kapsamında iki bölüm yazılmıştır.
Bunlardan ilki “Bir Hegemon Olarak Batı Düşüncesi” başlığına sahip çalışmanın birinci
bölümüdür. Bu bölümde modernlik, Batı’nın hegemon bir bilme tarzı olarak
serimlenmiştir. Bu kapsamda, Batı’nın hegemon bir güç olarak, öncelikle, ne bir
coğrafyayı ne de bir siyasi birliği fakat bir söylem tarzının ifade ettiği ortaya
279
konulmuştur. Sonrasında, bu söylemin ortaya çıkmasında etkili olan olaylar, olgular ve
söylemler Batı’nın kendi tarih içinden verilmiştir. Bu kapsamda izlek, sekülerlik,
rasyonalite ve aydınlanma kavramları üzerinden oluşturulmuştur. İlgili izleği, metaforik
olarak, sözün düşüşü (sekülerlik), beşerî sözün temelinin ortaya çıkması (rasyonalite) ve
beşerî sözün yükseltilmesi (aydınlanma) şeklinde isimlendirmenin de mümkün olduğu
bu bölümde gösterilmiştir. Batı’nın bahsettiğimiz hegemonisini oluşturan söylem
tarzının derinliği ortaya konulurken, birbirine karşıt düşüncelerin de aynı ölçüde bu
söylem tarzına tabi olduğu, bu kapsamda, ortaya konuldu. Dahası Batı’nın hegemon
söylemi olarak ifade ettiğimiz modernliğin oluşum sürecinde, belirtilen zıtlıklar benzer
oluşturucu nitelikler üzerinden serimlendi. Sözgelimi 16. yüzyıl hümanizması ile 17.
yüzyıl rasyonalitesi pek çok açıdan birbirine karşıt olarak konumlandırılabilirken,
batının hegemonik söyleminin oluşmasında karşıtlıklarına rağmen oluşturucu ögeler
olarak ortaya konulmuştur. Oryantalizm eleştirileri ile oryantalizmin paylaştığı
ortaklıklar da bu kapsamda açığa çıkarılmıştır. Hegemoninin, varlıkların varlığa geliş
tarzının kabulünden kaynaklandığının açıkça gözükmesini sağlamak için oryantalizm
konusu otantikliğin sonu olarak ele alınmıştır. Çalışmanın odak düşüncesi olarak
İslamcılık düşüncesi özelinde, radikal İslamcıların radikal bir tarzda modernlik karşıtı
olmalarının aksine radikal modernler olarak ortaya konulması da mezkûr ontolojik
temelli ele alışın bir sonucu olarak ifade edilebilir. Bu noktada Batı’nın modernlikle
ortaya koyduğu şeyin, en temelde, varlıkların varlık olarak ortaya konuluşlarıyla ilgili
hâkim bir tarz olduğu açığa çıkarılmıştır. Bu tarzın da beşerin bir şeyi bilebilme ve
aktarabilme varsayımında, bu yüzden de beşerin ve/veya fiziksel alemin bu süreçte ölçüt
olarak ortaya çıkmasında temellendiği ortaya konulmuştur.
Belirtilen birinci hedef kapsamında yazılan ikinci bölüm, Türkiye’deki İslamcı
düşünün modern tarzda varolduğunun açığa çıkarılmasını hedeflemiştir. Bu amaçla
yazılan ‘Siyasal İslam ve Türkiye’deki İslamcılığın Ana Hatları’ başlıklı ikinci bölümde,
ilk olarak İslamcılığın anlamının ve olası başlangıç noktaları üzerine bir değerlendirme
yapılmıştır. Bu değerlendirme kapsamında İslamcılığın temellerinin muğlaklığı ve
tarihselliği serimlenmiştir. Her ne kadar odağımız 19. yüzyılda ortaya çıkan bir düşünce
olarak İslamcılık da olsa, düşüncenin ana bileşeninin bir hakikat (din) iddiası olması ve
bu iddianın da sıfırdan üretilmiş bir şey olmaması sebebiyle bu derinliğe ihtiyaç
duyulmuştur. Bunu yaparken, bilgi arayışında dilin bizatihi kendisinin araştırma konusu
haline getirilmesi gerektiğini işaret eden ‘dile dönüş’ düşüncesinden faydalanılmıştır.
280
Bu kapsamda, İslamcılık literatüründe çokça görülen İslamcı bir düşüncenin tikel dilsel
analizi yerine dil’in neliği üzerinden dini söylem/iddialarının dayanaklarına dair bir
değerlendirme yapılmıştır. İnsanın dil içinden ve dilin müsaade ettiği imkanları
kullanarak anlaması/konuşması bakımından dilin tarihselliğinin dini söylemleri sorunlu
hale getirdiği tümel değerlendirme ile ortaya konmuştur. Bu noktada, İslami iddia ve
söylemler tarihi içinde, peygamberin ölmesinin ortaya çıkardığı ontolojik boşluğun
İslami olan herşey için bir mesele olduğu ifade edilmiştir. Bu meseleyi, tarih ve dil üstü
bir hakikatin tarihsel ve dile tabi bir insan tarafından nasıl kavranacağı ile ilgili bir
mesele olarak ifade etmek mümkündür. Bir başka deyişle, mesele hakikat konusunda
tarihsel olmayan bir ölçütün varlığı meselesidir. Modernliğin hegemonik karakteri
olarak ortaya koyduğumuz söylem tarzı bu ölçütü, içsel olarak, insanların anlayabileceği
ve aktarabileceği bir seviyede ortaya koymuştur. Çalışmamız kapsamında, İslamcılık
düşüncesinde bu modern karakterin iki tavır üzerinden kendini gösterdiği tespit
edilmiştir. Bunlardan ilki müspet bir şey olarak kabul edilen modernliğin esas itibariyle
İslami köklere dayandığı (ya da İslamın böyle bir şeyi salık verdiği) argümanına
yaslanan muhafazkar tavır olarak belirtilmiştir. İkincisi dinin tarihselliğinden
arındırılmasına matuf modern bir bakış açısıyla dinin yeniden yorumlanmasını ifade
eden modernist tavır olarak isimlendirilmiştir. Türkiye’deki İslamcılığı ele aldığımız üç
dönemde de İslamcı düşünün modern karakterinin iki görünümü olarak ifade ettiğimiz
bu tavırlar, çeşitli örnekler ve davranış biçimleri üzerinden ortaya konulmuştur. Bu
bölümde son olarak, Türkiyedeki İslamcılığı kuşatabileceğini düşündüğümüz ‘AntiEmperyalizm’ ve ‘Üstünlük Düşüncesi’ gibi bazı temalar üzerinden modernliğin dili
açığa çıkarılmıştır.
Çalışmamızın ‘İsmet Özel’in Ontolojisi ve İslamcılığı’ başlıklı son bölümü,
çalışmanın ikinci amacı olarak belirtilen İsmet Özel’in ontolojik İslamcılığının
serimlenmesi maksadıyla hazırlanmıştır. Bunun, aynı zamanda, İslamcı düşün içinde
İsmet Özel’in İslamcılığının ayrıksı karakterinin ortaya konulması olarak ifade
edilebilir. Bu bölüm ele alınırken, ilk olarak, farklı ontolojik varsayımlara dayanan
düşüncelerin ortaya konulmasındaki zorluğun bertaraf edilmesi maksadıyla Özel’in
Görüşlerinin Ele Alınması Hususu başlıklı İsmet Özel’in düşüncelerine nasıl
yaklaşılabileceğine ilişkin bir bölüme yer verilmiştir. Bu bölümde ortaya konulanın,
genel olarak, İslamcılık düşünce geleneğinin ifade edildiği ve Özel’i de bu gelenek
kapsamında değerlendirirken kullanılabilecek kategorilerin Özel’in düşüncelerini ortaya
281
çıkarmak hususunda neden yetersiz kaldığının gösterilmesi olduğunu söyleyebiliriz. İlk
bölümde modern hegemonyayı oluşturan şey olarak ifade ettiğimiz, ikinci bölümde
İslamcılık düşünce geleneğinin de buna tâbi olduğunu gösterdiğimiz modern söylem
tarzının İsmet Özel tarafından paylaşılmadığını, İsmet Özel’i Bilmek ya da İsmet Özel’in
İstemesini Bilmek alt başlığında, Schopenhauer’un dünyayı bir istemenin ve tasarımın
sonucu olarak gören görüşünden de yararlanarak ortaya koyduk. Modern söylemi, istem
(ve buna bağlı olarak tasarım üzerinden) kavramı ile sorunsallaştırıp Özel’in farklı bir
istem üzerinde olduğunu ileri süren bu başlıktan sonra, Özel’in hayat ve insan tasavvuru
mezkûr istemle ilişkili olarak münhasıran ele alındı. Bu başlıkların hayatla alakalı
kısmında Özel’in mânâlı-bir-hayatı, modern düşüncenin anlama/bilme ölçütünü beşerî
ve fiziki alana sıkıştırmasıyla da ilişkilendirerek, modern istemle bağlantılandırması
ortaya konulmuştur. Özel’in kendi hayat görüşü de, insanın aczi ve buna bağlı kurduğu
kulluk düşüncesiyle birlikte, hayatın-(bir)- mânâsı olduğu düşüncesi üzerinden
verilmiştir. Hayatın-(bir)-mânâsı düşüncesi mânâlı-bir-hayat düşüncesiyle karşıtlık
kurularak değerlendirildikten sonra, Özel’in bu hayat kavrayışı içinde insanın insan
olarak var olma süreci ‘beşer olma hali’ → ‘varlık sorusu’ → ya ‘nihilizm’ ya ‘kulluk’
şeklinde serimlenmiştir. Özel’in kendi karakter özellikleri olarak ifade ettiği ‘tevarüs
edilmemiş asalet’ ve ‘kadirşinas itaatsizlik’ de insan tasavvuru kapsamında analiz
edilmiştir. İslamcı geleneğin içinde düşündüğü dilden (modern dil) bakıldığında
kırılmalar olarak görülen Özel’in komünistliği, İslamcılığı ve Türkçülüğü, Özel’in hayat
ve insan tasavvuru kapsamında mezkûr karakter özelliklerinin ortaya konulmasıyla,
‘aynı düşüncenin’ (ya da ‘aynı adam’ın) farklı tezahürlerine dönüşmüşlerdir. Bir başka
deyişle, İsmet Özel’in komünist olma sebebiyle kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman
olarak Türk’ü merkeze almasının nedenleri arasındaki ortaklık ortaya konmuştur.
İsmet Özel her şeyden önce bir şairdir. Bu bakımdan, İsmet Özel gibi hayatını ve
düşüncelerini kompartımanlara ayırmamış birini değerlendirirken şiir ve şairliğin
hassaten ele alınması zaruri gözükmektedir. Çalışmamızda İsmet Özel’in poetikası
onunla doğrudan ilintili dil görüşüyle beraber verilmiştir. Ahlâkı estetiğin alt-alanı
olarak gören Özel için, poetik kavrayışının tüm görüşlerinin üstünde yüklendiği zemin
olduğunu söyleyebiliriz. Var olmayı “dili olmak, dille olmak, dilde bulunmak” olarak
gören biri için bu zeminin harcının dil görüşüyle karıldığını söylemek de yanlış
olmayacaktır (Özel, 2019b:253-254). Özel’in ontolojik temellendirmelerinin de
poetikasına ve dil kavrayışına yaslandığını söyleyebiliriz. Özel’de sanat, ‘insan nedir’
282
ve ‘gerçeklik nedir’ sorularını merkeze alan bir şey iken, dilin bizatihi kendisi bu
soruların (bütün soruların) cevabını belirleyen şey olarak sorunsallaştırılır. Poetikasını
da bu sorunsallaştırma üzerinden kuran Özel’de şiir, dilin sabitleyici ve bu ölçüde
donuklaştırıcı özelliğine karşı yaşamın imkân sağlayıcısı olarak ortaya konur. Bu
bakımdan Özel’in dil kavrayışında, yaşam içinde üzerine düşünülmeden kullanılan
otantik dil, insanı edilgenleştiren bir fenomendir. Dile dönüş hareketi kapsamında ifade
edilen düşüncelerle paralellik arz eden bu görüşe göre insan, dil içinde, dilin imkân ve
sınırları dâhilinde var olur. Bu bakımdan varlıkların ne olduğuna ilişkin görüşlerimizin
istemlerimize uygun olan (içinden düşündüğümüz) diller tarafından belirlendiğine dair
ontolojik bir tespite ulaşan Özel için, beşerî olarak üretilen hakikat iddiaları güvenilir
değildir. Bu tarz iddialar tarihsel ve uzlaşımsaldır. Şiiri de bu doğrultuda mezkûr
uzlaşmanın hakikiliğine ilişkin bir saldırı olarak düşünmek mümkündür. Özel’in
poetikası ve dil görüşüne müteakip ele aldığımız “Özel’in Bilgi Tasavvuru” alt-başlığı
da, aynı doğrultuda, modern dilin analizi olarak bilime bağlı bilginin mahiyetini ortaya
koyan bir bölümle başlatılmıştır. Bu analizi, modern bir düşünce geleneği olarak ortaya
koyduğumuz İslamcı düşüncenin içinden düşündüğü dilin analizi olarak da düşünmek
mümkündür. Modern düşünceye hâkim olan bilgi kavrayışını Ben, Sen, O (bilgi)
zamirlerinin konumları üzerinden veren Özel için modern bilgi, Ben’den ve Sen’den
ayrı (modern) ya da kopartılabilecek bir şey (post-modern) olarak vardır. Özel’in kendi
bilgi tasavvurunda O olarak bilgi ise Ben’in ve Sen ile kurduğu ilişkiden çıkan ve bu
ilişkiden kopartılamayacak bir şey olarak vardır. Bu, modern düşüncenin üzerinde
yükseldiği bilginin lojistik mahiyetine bir saldırı olarak okunabilir. Bu bakımdan
Özel’in bilgi tasavvuru, Özel’in düşüncesinin, insanın şeyleri bilebilme ve bildiklerini
aktarabilme varsayımı olarak ortaya koyduğumuz modern ontolojik varsayımın dışında
konumlanmasının ifşası olarak görülebilir.
İsmet Özel’in İslamcılığı Özel’in karakter özelliklerinin, hayat kavrayışının,
varlık olarak insan tasavvurunun, dilin insan hayatındaki ontolojik rolüne ilişkin
düşüncelerinin bir devamı niteliğindedir. “Müslüman Türk Şair İsmet Özel” başlığı
altında bu devamlılık üç alt başlık ile ortaya konmuştur. Bu üç alt-başlıktan ‘İsmet
Özel’de Tümel Bilgi ve İslam’ alt başlığında Özel’in beşerî alanda kurulmamış bir
hakikat olarak dini, dile tabi olmayan bir alanda konumlandırışı gösterilmeye
çalışılmıştır. ‘Kalın Türk’ alt-başlığında, Özel’in kâfirle çatışmaya göze alan Müslüman
olarak tanımladığı Türk’ün nasıl isimden çok bir sıfatı nitelediği serimlenmiştir.
283
Türk’ün Türkçe ile Türkçe’nin Türk ile ilişkisi Özel’in poetikasıyla da bağlantı
kurularak ‘Türkçe’ alt-başlığında ele alınmıştır.
Özel’e göre dilin içinde var olan insanının tarih-üstü bir hakikati
üretebileceği bir yanılsamadır. Varlıkların ne olduklarının belirlenmesi hususunda
dayanılan ontolojik varsayım güvensizdir. Dilin ve bu yüzden anlamın tarihsel olması,
dilin içinde var olan insanı da anladıklarını da tarihselleştirir. Bu bakımdan Özel’in
İslamcılığı, hem yeryüzünde bulunan insanın ontolojik güvensizliğinin ortaya
konulmasına hem de bu güvensizliği giderici bir şey olarak din düşüncesine dayanır.
Belirtilen dine dayanma, nedensel bir argümantasyona ya da dinin içeriğine ilişkin
açıklamalara bağlanmaz. Bunun sebebi, yine dil görüşüyle bağlantılı olarak ifade
edebileceğimiz, tarihsel olmayanın tarihsel olanda anlam bulmasının imkânsızlığı olarak
görülebilir. Özel’e göre dil kavrayışı ile ilişkilendirdiğimiz Müslümanlık, bu bakımdan,
ontolojik olarak güvenliğin tahsis edildiği bir alanı işaret eder. Bir başka deyişle,
Özel’in İslam’la kurduğu bağ, Özel’in dil tasavvuruyla doğrudan alakalı olan mezkûr
ontolojik güvenlik kaygısı üzerinden anlaşılabilir.
Özel’in mümeyyiz vasfını kâfirle uzlaşmamak olarak gördüğü Türklüğü ortaya
koyarken de poetikası bize bir açıklama zemini sunar. Her ne kadar poetik görüşü dil
düşüncesiyle, Türklük anlayışı Müslümanlıkla rabıtalı olsa da eyleme tarzları açısından
şairlikle Türklük arasında büyük bir benzerliğin olduğunu ileri sürebiliriz. Özel için şiir,
dilin hakikatimsi kurulumlarına karşı bir başkaldırı olarak varken, Türklük de hakikatin
örtülmesi manasında küfürle ve hakikati örten olarak kâfirle çatışmayı göze alan tarihsel
bir karakter olarak vardır. Bu noktada Özel’in, modern dünyada çoklukla isim olarak
kullanılan Müslüman, Türk, şair, insan gibi kelimeleri sıfat olarak kullandığını
belirtmek gerekir. Söz gelimi, Özel, Türklüğü Peygamber’in cihada gitmeyip de onun
masrafıyla mescit inşa edenlerin mescidine (Mescid-i Dırar) girmemesiyle başlatarak bu
kavrayış ve kullanımını açıkça ortaya koyar. Nasıl ki modern ontolojik varsayım olarak
ortaya koyduğumuz ‘insanın şeyleri bilebilmesi ve bildiğini aktarabilmesi’ modern
olarak görülen bütün düşüncelerde tespit edilebilirse; ‘insanın hakikati bilme
konusundaki aczi’ farklı ontolojik varsayım üzerinden düşüncesini kuran Özel’in her
görüşünün içinde tespit edebilecek ontolojik varsayım olarak zikredilebilir. Bu aczi
Özel’in ontolojisini gösteren bir işaret olarak ele alıp, Özel’in istemesinin, hayatı
anlamlandırma tarzının, insan tasavvurunun, bilginin ortaya çıkmasına ilişkin
formülasyonunun, poetikasının, bizatihi dil kavrayışının, hakikat olarak dini
284
konumlandırdığı yerin, kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman olarak Türk tanımının
merkezine koyabiliriz. Böylelikle, mezkûr acz üzerinden kurulan her türlü bağ ile
Özel’in ontolojik İslamcılığının kapsamı da tespit edilebilir.
Son olarak, İslamcılık düşüncesinin, Türkiye özelinde, konulardan bir konu
olmadığını söyleyebiliriz. İslamcılık düşüncesi, Türkiye’nin kavrayış meselesi olarak
ele alınabilir. Çünkü İslamcılık, Türk modernleşmesinde modernliğin kavranışı,
uygulanışı olarak modernleşme kodeksi gibi düşünülebilir. Bir başka deyişle, modern
bir kavramın, yeni bir düşüncenin ve hatta yeni bir aletin İslami açıdan
değerlendirilmesi her zaman kendine kamusal düşüncede yer bulmuştur. Bu durumun,
İslamcı düşüncenin ortaya çıktığı 19. yüzyılın ortalarından günümüze kadar sürdüğünü
söyleyebiliriz. Bu olguyu İslam’ın bu topraklardaki önemi ile açıklamak mümkündür.
Bu öneme karşın İslam’ın bu topraklarda dönüştürücü özelliğinden bahsetmek güçtür.
Bilakis yaklaşık yüz yetmiş yıllık İslamcı düşünüş tarihi bir anlamda İslamcı
düşüncenin çözülüş tarihi olarak okunabilir. Bu çalışma İsmet Özel’in İslamcılığını
merkezine alarak yapılmış bir çalışma olsa da Özel’in İslamcılığının ontolojik
farklılığından kaynaklanan ayrıksılığı sebebiyle İslamcı düşünce geleneğini bütünsel
olarak ele alan bir çalışma olarak da tasarlanmıştır. İslamcılığın modernitenin ontolojik
varsayımı üzerinden bütünsel olarak ele alındığı ilk çalışma olması sebebiyle,
İslamcılığın modern karakteri konusunda literatüre bir açıklık getirdiği ileri sürülebilir.
İslamcı düşünce geleneğinin tamamını, aynı kökten beslenen iki tavır üzerinden ortaya
koymasını da literatürde çokça yapılan tasniflemeye orijinal bir katkı olarak görmek
mümkündür. Dil ve varlık ilişkisi kapsamında peygamberin ölmesinin ortaya çıkardığı
ontolojik boşluğun sorunsallaştırılmasını bir başka tali katkı olarak ifade etmek
mümkün gözükmektedir. Çalışmanın şu ana kadar belirtilen katkılarını, getirmesini
umduğu ana katkının yanındaki tali katkılar olarak belirtmek mümkündür. Çalışma ana
katkısı, İsmet Özel’in İslamcılığı özelinde ortaya koyduğu, şu ana kadar literatürdeki
İslamcılık tarzlarının tamamından farklı olarak düşünebilecek, ontolojik bir İslamcı
düşüncenin ortaya çıkarılmasında belirginleşmektedir. İsmet Özel’in İslamcılığı
literatürde modern olmayan tek İslamcı düşünce olarak ileri sürülebilir. Varlıkların ne
olduklarını belirleyici kaynak olarak farklı bir ontoloji içinden düşünen Özel, bu
ontoloji kapsamında başka bir dünya tasavvurunun mümkün olduğunu ortaya
koymaktır. İsmet Özel’in nevabitliğinin sebebi olan bu farklı ontolojiye dayalı
İslamcılık, anti-modern bir karaktere sahip olsa da varlığını modernlik karşıtlığından
285
almadığı için değerlendirdiği zaman aralığı modern dönemle sınırlı değildir. Tüm İslam
tarihi ve hatta metafizik tarihini ele alabilecek değerlendirmelere sahip olması
çalışmanın uluslararası sunabileceği katkı olarak zikredilebilir. Bu yeni tasavvur
refakatinde bilgi de yeni ontolojiye göre yeniden tasarlanmış bir formatta sunulur. Bu
bilgi tasarımını yeni kabul edemesek de modernlik tecrübesiyle beraber yeniden
düşünmenin, eğitim başta olmak üzere muhtelif alanlar için bir düşünme kanalı
açabileceği düşünülebilir. Dünyanın poetik olarak algılanması ile, Türklere atfen ortaya
konan şiirle fikretme düşüncesinin, dilin doğası gereği belirli zaman aralıklarıyla
yaşanan temsil krizlerine bir çözüm kapsamında değerlendirilebileciğini ifade edebiliriz.
286
KAYNAKLAR
Abdülmelik, E. (1998). Krizdeki Oryantalizm, Krizdeki Oryantalizm:
Eleştiriler (İçinde), (Derleyenler) Tibawi, A. L., Abdülmelik, E., Algar, H.
Yöneliş Yayınları, İstanbul, s. 7-49
Adalet ve Kalkınma Partisi (2002). Kalkınma Demokratikleşme
Programı. Ankara. Açık erişim:
https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/bitstream/handle/11543/926/200205071.pd
f?sequence=1&isAllowed=y
Ağaoğulları, M. A., Köker, L. (2008). Tanrı Devletinden Kral Devlete, 5.
Basım, İmge Yayınları, Ankara.
Akarlı, E. D. (1978). Belgelerle Tanzimat: Osmanlı Sadrazamlarından
Ali ve Fuat Paşaların Vasiyetnağmeleri, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları,
İstanbul.
Akdoğan, Y. (2003). Muhafazakâr Demokrasi, AKP Yayınları: Ankara.
Açık erişim: https://acikerisim.tbmm.gov.tr/xmlui/handle/11543/2633
Akdoğan, Y. (2014). “Adalet ve Kalkınma Partisi”, T. Bora, M.
Gültekingil (editörler), Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce: İslamcılık, İletişim
Yayınları, İstanbul, s. 620- 631.
Akşin, T. (2005). “Söylem Üstüne Söylem’lere Dair”, Doğu Batı Dergisi,
9, 9-14.
Aktay, Y. (2014). “Sunuş”, T. Bora, M. Gültekingil (editörler), Modern
Türkiye'de Siyasi Düşünce: İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 13-26.
Aktay, Y., Özensel, E. (2014). “İsmet Özel: Dostların Eşiğindeki
Diaspora”, T. Bora, M. Gültekingil (editörler), Modern Türkiye'de Siyasi
Düşünce: İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 782-798.
Akyüz, İ. (2017). “Türkiye’de uygulanan Din Politikaları İçin Bir
Tipoloji Denemesi”, Siyaset, Ekonomi ve Yönetim Araştırmaları Dergisi, 5 / 1,
143-164.
Alatlı, A. (2004). “Doğu-Batı: İçi Boş Bir Tasnif”, Doğu Batı Dergisi, 4,
97-100.
Al-Azmeh, A. (2017). İslamlar ve Moderniteler, (Çev. E. Gen), İletişim
Yayınları, İstanbul.
Arabacı, F., (2004). Yeni Osmanlıların Dini ve Siyasi Görüşleri, Platin
Kitap, Ankara.
Arendt, H. (2004). Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of
Evil, Penguin, London.
Aristotales, (1997). Gökyüzü Üzerine, (Çev. S. Babür), Dost Kitabevi,
Ankara.
Aristotales, (2019). Fizik, (Çev. S. Babür), 7. Baskı. Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul.
287
Arlı, A. (2014). Oryantalizm-Oksidentalizm ve Şerif Mardin, Küre
Yayınları, İstanbul.
Armağan, M. (2004). “Hayali Doğu’dan Hayali Batı’ya”, Doğu Batı
Dergisi, 4, 89-96.
Arslan, H. (2002). Epistemik Cemaat: Bir Bilim S





.ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA İstanbul, 2014 2 Orta Doğu’da İslamcı Siyaset: Değişim Sürecinde Müslüman Kardeşler ve Nahda Raporu M. Tahir Kılavuz, M. Hüseyin Mercan, Süleyman Güder tarafından yürütülen araştırma neticesinde kaleme alınmıştır. Muhammet Tahir Kılavuz, Lisans eğitimini 2011 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamlamıştır. Ayrıca 2010–2011 yılı içerisinde Sciences Po Paris’de değişim öğrencisi olarak bulunmuştur. Yüksek lisans derecesini Koç Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden almış ve 2011-2013 yılları arasında aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak çalışmıştır. Akademik ilgi alanları otoriter rejimler, demokratik teori, rejim değişimi, Ortadoğu’da toplum ve devlet, Siyasal İslam, Avrasya enerji politikaları ve toplumsal değişim kavramıdır. Kılavuz, hâlen Notre Dame Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde doktora çalışmasını sürdürmektedir. Muhammed Hüseyin Mercan, 2011 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı bünyesinde “Suriye Dış Politikası ve Ulusal Çıkar: 1990– 2010” başlıklı teziyle yüksek lisansını tamamladı. Hâlihazırda İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı’nda doktorasına devam etmektedir. Erciyes Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır. Süleyman Güder, Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler’de “A Comparative Analysis of the Foreign Policy Perspectives in Two Latin American States: Brazil and Venezuela in the Twenty-First Century” başlıklı teziyle yüksek lisans derecesi aldı. Latin Amerika siyaseti, Türk dış politikası, güncel Ortadoğu siyaseti ve sosyal hareketler konularında araştırmalar yapan Güder, hâlen Yıldız Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora çalışmasını sürdürmektedir. Yayın Editörü: Lütfi Sunar Tasarım ve Uygulama: Furkan Selçuk Ertargin Baskı ve Cilt: Limit Ofset Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi ZA13 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 567 45 35 İLKE YAYINLARI: 2 ARAŞTIRMA RAPORLARI: 2 ©İLKE İlim Kültür Eğitim Derneği Orta Doğu’da İslamcı Siyaset: Değişim Sürecinde Müslüman Kardeşler ve Nahda İstanbul 2014 (2. Basım) ISBN 978-605-65233-0-4 Elektronik ISBN 978-605-86375-0-4 İLKE İlim Kültür Eğitim Derneği Sultantepe Mah. Selmanipak Cad. No:63/1 Üsküdar PK:34674 / İstanbul T: +90 216 532 6370 F: +90 216 532 6371 e-posta: bilgi@ilke.org.tr www. ilke.org.tr 3 ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 5 İÇİNDEKİLER Takdim.............................................................................................................................................7 Önsöz...............................................................................................................................................9 Yönetici Özeti................................................................................................................................13 Giriş................................................................................................................................................21 Amaç, Kapsam ve Yöntem ..........................................................................................................................................23 Arap Orta Doğusu’nun Lideri: Mısır ........................................................................................................................25 Kuzey Afrika’nın Kapısı: Tunus ...................................................................................................................................27 Değişim Sürecinde Müslüman Kardeşler....................................................................................29 Kuruluşundan Devrime Müslüman Kardeşler’in Macerası ..............................................................................30 Toplumsal Aktör Olarak Müslüman Kardeşler’in Doğuşu .....................................................................30 Hür Subaylar Darbesi: Siyasetin Kıskacında Müslüman Kardeşler.....................................................31 Enver Sedat Dönemi: Görece Serbestlikten Baskıcı Yıllara Dönüş ....................................................33 Muhammed Hüsnü Mübarek: Uluslararası Toplumun Baskısı ve Aktif Siyasete Dönüş.............35 Mısır’daki “Mübarek” Devrim ve Müslüman Kardeşlerin İktidarla İmtihanı ...............................................38 25 Ocak 2011 Devrimi ve Sonrası ..................................................................................................................38 Demokrasiye Bakış ve Hareket İçindeki Gerilim ......................................................................................40 Dış Politika ve Küresel Sistem .........................................................................................................................43 Din ve Devlet İşleri Gerilimi/Ayrımı ..............................................................................................................45 Yeni Dönemde Kadın Meselesine Bakış ve Kadının Rolü.......................................................................46 Müslüman Kardeşlerin Dönüşü(mü): Genel Bir Değerlendirme....................................................................47 Değişim Sürecinde Nahda Hareketi ............................................................................................49 Tunus’ta Siyasal Hayat ve İslami Hareket...............................................................................................................50 Burgiba ve Bin Ali Dönemlerinde Tunus’ta Siyasal ve Toplumsal Hayat...........................................50 Tunus’ta İslami Hareket .....................................................................................................................................54 Nahda Hareketi’nin Fikri Temelleri ................................................................................................................57 Nahda Hareketi’nin Temel Fikirleri ..........................................................................................................................58 İslam’ın Siyasetteki Konumu............................................................................................................................59 Demokrasi ve İnsan Hakları..............................................................................................................................61 Batı Dünyasıyla İlişkiler......................................................................................................................................64 Laiklik, Modernite ve Sivil Toplum.................................................................................................................65 Toplumda Kadınların Konumu ve Hakları...................................................................................................69 Yeni Dönemde Tunus ve Nahda................................................................................................................................73 Yeni Rejim ve Hükûmet Sonrası Tunus’un Durumu.................................................................................73 Nahda Hareketi’nin Geleceği ve Önündeki Engeller...............................................................................76 Sonuç: Yol Ayrımındaki Mısır ve Tunus.......................................................................................81 Kaynakça .......................................................................................................................................89 Mülakatlar.....................................................................................................................................94 DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 7 Takdim Geçmişten gelen köklü bir çabanın 2010 yılında vücut verdiği İLKE İlim Kültür Eğitim Derneği, kuruluşundan bu yana içinde bulunduğu toplumdaki değişim ve dönüşümü anlama, tahlil etme ve bunları hayra yönelik olarak etkilemeye çalışan bir kurum olmuştur. Bununla birlikte, İLKE ümmet olmanın bilinciyle yakın coğrafyamız Orta Doğu’daki değişim ve dönüşüme bigâne kalınamayacağını düşünmektedir. Kabul etmeliyiz ki, uzunca yıllar Orta Doğu’ya dair algılarımız/bilgilerimiz belirli kaynaklardan “işlenmiş” şekilde gelmekteydi. Bu coğrafyaya yönelik algılar da bu istikamette işlenmiş ve belirlenmiş oluyordu. Yine bu kaynaklara göre dünyanın bu bölgesi uzak durulması gereken “bataklık” bölge olarak nitelendirilmekteydi. Ancak gelinen noktada, umut verici bir durum olarak, bu yaklaşımın son on yılda değiştiği görülmüştür. Artık Türk akademisyenlerinin de bölgeyle “doğrudan” ilgilenmesinin yanı sıra buralara dair alan araştırmaları yaptıklarına şahit olmaktayız. 2011 yılı Orta Doğu için önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıl olmuştur. 2010 yılında küçük bir ülke olan Tunus’un küçük bir kasabasında patlak veren hayırlı vaka sonuçları itibarıyla da bölge insanının hayrına olmuştur. Bundan sonraki sürecin her ne kadar bugün kısmen Mısır’da şahit olunduğu gibi netameli ve sancılı bir süreç olacağı tahmin ediliyor olsa da, bölgede bir defa taşlar yerinden oynamış ve sonraki süreçte oluşacak yeni düzenin/durumun eskisinden daha kötü olamayacağı aşikârdır. Aslında birçok kişi olaylar patlak verene kadar bölgede gelir eşitsizliği ve zulmün hâkim olduğunu ve daha da önemlisi meşruiyeti olmayan liderlerin kalıcı olmayacağını bilmekteydi; fakat müstebit devlet adamlarının siyaset sahnesinden “aniden” düşeceğini en iyi istihbarat kaynaklarına sahip olanlar da dâhil kimse tahmin edemezdi. Bununla birlikte Müslüman dünyanın istemediği hâlde nasıl İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 8 oldu/oluyor da yıllarca bu istibdat rejimlerine boyun eğdikleri, yeni dönemde toplumsal refahın ve istikrarın devamı için ayrıca araştırmaya ve üzerinde düşünmeye muhtaç bir mesele olduğu bir kenara not edilmelidir. Yaşanan bu süreç sonucunda istibdat rejimlerinin geri çekilmesiyle iktidar olmaları gündeme gelen İslami hareketlerin rolü, baskıcı rejimler sonrası bir dönemde siyaset yapacakları için önemlidir. Bu bağlamda, mensubu oldukları İslam medeniyetinin yönetim ahlakı ve siyaset tecrübesinden beslenerek kuracakları “dünya” sadece kendi ülkeleri için değil, tüm Müslümanlar için yeni bir bakışı, kavrayışı, fırsatı ve umudu beraberinde getirecektir. İLKE olarak elinizdeki raporu bu gaye ve beklentiler doğrultusunda hazırlatmış bulunmaktayız. Orta Doğu’daki İslami hareketlerden Mısır’daki Müslüman Kardeşler ve Tunus’taki Nahda hareketlerini konu edinen bu eser, 2011 sonrası “Arap Baharı” olarak tabir edilen Arap ve Berberi dünyasındaki dönüşümler ışığında, İslam coğrafyasında yakın gelecekte yaşanabilecek muhtemel değişimlerin seyrine dair bir gelecek projeksiyonu sunmaktadır. Araştırmaya konu olan Mısır, herhangi bir Arap ülkesi, Müslüman Kardeşler hareketi de her hangi bir hareket değildir. Hilafetin ilgasından sonraki dönemde İslami dinamizmi sürdürerek var olan birçok İslami hareketin doğuşuna “anayurt” olmuş; 2011 Hüsnü Mübarek rejimi sonrasındaysa Orta Doğu ülkelerinin umut kaynağı olmuştur. Araştırmanın diğer sacayağı olan Tunus da bizim için artık Kuzey Afrika’dan herhangi bir ülke değildir. 2011 yılında tüm bölgeyi kasıp kavuran olaylara beşiklik etmiş bu ülke, yıllar yılı yaşamış olduğu katı ve jakoben modernleşme tecrübesiyle Türkiye’ye ne kadar da çok benzemektedir. Bunu anlamak için Tunus’ta senelerce cereyan eden tartışmalara ve yaşananlara bakmak kâfidir. Elbette ki Orta Doğu’ya dair meselelerimiz irdelenecek birçok yön barındırmasına rağmen raporda bunlardan sadece bir tanesine temas edilmiştir. Çalışmanın bu yönüyle yeni çalışmalara vesile olması bile amacına ulaşması için yeterli olacağını düşünmekteyiz. Bu vesileyle araştırmayı büyük bir gayret ile yürüten M. Tahir Kılavuz’a, M. Hüseyin Mercan’a ve Süleyman Güder’e teşekkür eder, araştırma raporunun alanında önemli katkılar sunan bir çalışma olmasını temenni ederim. Yakında sizlerle paylaşacağımız bir sonraki araştırma raporumuzda buluşmak üzere… Davut Şanver İLKE Yönetim Kurulu Başkanı 9 Önsöz On dokuzuncu yüzyılın sonu ve yirminci yüzyılın başlarında İslam dünyasının yaşamış olduğu siyasi, iktisadi, kültürel ve toplumsal sıkıntılar ile Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması, daha önceki yüzyıllarda sahip olunan refahın kaybı ve belki de bunlardan daha önemlisi işgal tecrübelerinin yaşanması, bunlara birer cevap niteliğinde çözüm arayışlarını beraberinde getirmiştir. İlk etapta ilmî ve siyasî düzeyde var olan bu çözüm arayışları zamanla halk nezdinde de karşılık bulmuş; İslam dünyasında yönetimi ellerinde bulunduran Batılı güçlere ve onların “içerdeki” halefleri olan “Batıcı” liderlere karşı “uyanış” hareketleri olarak belirginleşmiştir. Bu süreçte Müslümanlar, önceleri silaha dayalı şekilde belirginleşen mücadele stratejileri/çabaları yanında zamanın getirdiği değişikliklere paralel olarak modern anlamda toplumsal hareketler çerçevesinde de faaliyet göstermeye başlamışlardır. İslami veya İslamcı hareketler diye adlandırılan bu hareketlerin kimi bir âlimin; kimiyse bir münevverin önderliğinde vücut bulmuştur. Ancak bu hareketler arasında etkileri bakımından belki de en önemlisi, bir öğretmenin girişimiyle ders ve sohbet halkaları şeklinde Mısır’ın İsmailiyye kentinde ortaya çıkmıştır. Hasan el-Benna isimli öğretmenin 1928’de mütevazı bir topluluk olarak kurduğu Müslüman Kardeşler hareketi, kısa sürede tüm Mısır’a yayılmış ve hareket zamanla tüm İslam dünyasına yayılarak birçok ülkede ciddi anlamda etkili olmuştur. Öyle ki etkisi sadece Bilad-ı Şam’a değil, kısa sürede Mağrip’e, Anadolu’ya, Hint alt kıtasına ve Balkanlar’a kadar ulaşmıştır. Mısır’daki Müslüman Kardeşler tecrübesi, etkili olduğu ülkelerin tamamında, bu ülkelerin kendi toplumsal ve siyasal yapıları ve dâhili sıkıntılarından dolayı örgütlü bir hareketin başlamasına yol açmasa da, Tunus’taki Nahda Hareketi’nin de aralarında bulunduğu birçok harekete ilham kaynağı olmuştur. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 10 İslamcı hareketlerin ortaya çıkışı, nasıl ki birer siyasal ve toplumsal hareket olarak zamanın getirdiği değişikliklerle paralellik göstermiş -bir anlamda Müslüman toplumların mevcut düzene kendi fikir ve eylemlerini terk etmeksizin adapte olmaları sonucunda gerçekleşmişse- ilerleyen yıllar içerisinde de yaşanan değişimlere karşı yeni tavır alışlar söz konusu olmuştur. Bu bağlamda, her ne kadar temel tezlerinde ve amaçlarında ciddi benzerlikler barındırsalar da on dokuzuncu yüzyılın sonundaki bir İslami hareketle, yirminci yüzyılın ortasındaki veya sonundaki İslami hareketler arasında zaman faktörü nedeniyle bazı farklılıklar olacaktır. Arap toplumlarının kendilerini yıllardır baskıya maruz bırakan istibdat rejimlerine ve bu rejimlerin liderlerine karşı gerçekleştirdikleri bir ayaklanmanın, bu toplumlarda önemli roller üstlenen İslamcı hareketler için de çok ciddi sonuçları olmuştur. Halkın desteğine sahip olsalar da otoriter rejimlerin baskısı altında temsil ettikleri kesimlerin sesi olmaları engellenen bu hareketler için, 2011 sonrası “Arap devrimleri” hem bir fırsat hem de bir imtihan olmuştur. Fırsat olmuştur; zira ilk defa serbest ve demokratik seçimlerin yapıldığı bu ülkelerde, yani Tunus, Mısır ve Libya’da, İslamcı hareketlerin temsilcileri hükûmet konumuna gelmişlerdir. Fakat bu durum, İslami hareket temsilcileri için aynı zamanda bir imtihandır; zira bugüne kadar hep muhalefette olan, üstelik sağlıklı bir şekilde muhalefet yapma imkânı dahi bulamayıp zor şartlar altında bunu gerçekleştirmeye çalışan bu kişiler, tarihlerinde ilk kez ülke idaresinin resmî temsilcileri olmuşlardır. İlk etapta bu, fırsat gibi gözükse de bir bakıma bu hareketlerin güç ile sınanmasıdır. Dolayısıyla Arap devrimleri, Orta Doğu’daki İslamcı hareketler için hem umutlu yarınların hem de zorlu bir sürecin başlangıcı olmuştur. Geçmişte İslamcı hareketler nasıl ki İslami fikrin yeniden inşasını gerçekleştirmek için, zamana ve onun getirdiği siyasal, toplumsal ve iktisadi zorluklara çözüm bulmaya çalışmışlarsa, müstebit idarecilerin yönetimi halka devrettiği bugünlerde de çözüm arayışlarına devam etmektedirler. Özellikle de bu hareketler, sahip oldukları fikirler açısından ülke idaresine ve toplumun tamamını kuşatıcı konumuna geldikleri bugünlerde, belki de önceki dönemlerden çok daha yoğun bir çözüm arayışı içinde olmuşlardır. Bunun doğal bir sonucu olarak sahip oldukları bazı fikirlerinde, yer yer tartışmalara da yol açacak şekilde bazı değişimlerin, daha doğru bir ifadeyle söylem farklılaşmalarının söz konusu olması muhtemeldir. İşte İslamcı hareketlerin, özelde ise devrimler sonrası büyük fırsat ve imtihanlara muhatap olan iki hareketin, yani Müslüman Kardeşler ve Nahda’nın, önündeki zorluklar ve yaşamış olduğu değişim-süreklilik ikilemi, bizleri bu hareketleri hem fikrî hem de eylemsel yönden 11 ÖNSÖZ inceleyecek bir çalışma yapmaya zorlamıştır. Zira tarihî bir vâkıanın söz konusu olduğu bu coğrafyaya kayıtsız kalamazdık. Henüz neticelenmemiş bir süreci/vâkıayı incelemenin zorluklarının farkında olmamıza rağmen, topluma karşı sorumluluk duygumuz gereği olayların sonuçlanmasını da bekleyemezdik. Bu ülkenin sakinleri olarak, bulunduğumuz konum itibarıyla olayları anlama, anlamlandırma ve sonrasında analiz etmek durumundayız. Bu sebeple, Müslüman Kardeşler ve Nahda hareketlerinin geçmişten günümüze yaşadıkları süreçleri ve çeşitli konulardaki yaklaşımlarını ortaya koyarak, hem bu hareketlerin daha iyi anlaşılması hem de fırsatlar kadar önlerindeki zorlukların da ortaya çıkarılması için bu çalışmayı gerçekleştirmiş bulunmaktayız. Literatür taraması, tarihsel arka plan incelemesi, sıklıkla değişen güncel olayların takibi ve Mısır ile Tunus’a gerçekleştirilen bir araştırma gezisi esnasında yapılan mülakatlar sonucunda hazırlanan bu rapor yaklaşık bir yıla yakın bir sürede tamamlanmıştır. Öncelikle, çalışmanın her aşamasında araştırmaya yaptığı katkılarla bize destek olan ve araştırmanın editörlüğünü yapan Yrd. Doç. Dr. Lütfi Sunar’a teşekkürlerimizi sunuyoruz. Ayrıca rapor yazım aşamasında hazırlanan taslak metinleri inceleyerek görüş ve önerilerini bizlerle paylaşan Yrd. Doç. Dr. Süleyman Elik’e, İsmail Yaylacı’ya, Vahdettin Işık’a ve İLKE araştırmacılarına; Mısır ve Tunus’ta yapılan görüşmelerin ayarlanmasında bizlere yardımcı olan Beşir Eryarsoy’a, Ömer Faruk Korkmaz’a, Yrd. Doç. Dr. Ramazan Yıldırım’a, Aydoğan Kalabalık’a, Hamdi Yıldız’a, Sena el Benna’ya, Ömer Faruk Tokat’a, Muhammed Emin Saraç’a, İbrahim Buizzi’ye, Enver Mısırlı’ya ve Anadolu Ajansı’nın Kahire ve Tunus temsilciliklerine bu vesileyle şükranlarımızı sunuyoruz. Son olarak, bu Araştırma Projesi’nin tamamlanması ve sizlerle paylaşılması esnasında bize vermiş oldukları her türlü destek için İLKE Mütevelli Heyeti ve Yürütme Kurulu’na teşekkürü bir borç biliriz. M. Tahir Kılavuz, M. Hüseyin Mercan, Süleyman Güder Aralık 2012 DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 13 Yönetici Özeti Orta Doğu’daki değişim rüzgârlarının hâkim olduğu günlerde, toplumsal hareketlerin bölge siyasetindeki etkisi ve bu etkinin mahiyeti hakkında yoğun tartışmalara şahit olunmuştur. Bununla birlikte, Orta Doğu siyasal yaşamında toplumsal hareketlerin rolü, siyasetin aktörlerinin çeşitlendiği 1990’lı yıllardan beri dünyadaki gelişmelere paralel olarak artmıştır. İslami hareketler de bu konuda diğer toplumsal hareketlere benzer bir seyir izlemiştir. İslami hareketlerin son dönemde, özellikle de 2010 sonu ve sonrasında otoriter rejimlere karşı gerçekleştirilmiş kitlesel hareketlerin sonucunda, siyasi düzeyde elde ettikleri yeni faaliyet alanlarıyla daha geniş bir manevra sahası kazanmaları dikkat çekmektedir. Günden güne önemi artan Orta Doğu’daki İslami hareketlere dair durumu doğru tespit edebilmek için bölgesel, toplumsal ve siyasal dinamiklerin yakından incelenmesi gerekmektedir. Bugün gelinen nokta itibarıyla bölgesel, toplumsal ve siyasal dinamiklerin yakından incelendiği ve anlama eksenli bir çalışmanın ihtiyacı hissedilmektedir. Bu çalışma, böyle bir ihtiyacı karşılamak üzere ortaya çıkmıştır. Bu araştırma raporu, Orta Doğu’daki İslami hareketlerden Müslüman Kardeşler (Mısır, 1928) ve Nahda Hareketi’ni (Tunus, 1989; daha önce İslami Yöneliş Hareketi, 1981) değişim ve süreklilik bağlamında ele almaktadır. Mısır’da Müslüman Kardeşler ve Tunus’ta Nahda hareketleri Orta Doğu’da iki önemli İslamcı harekettir. Bu iki hareket “Arap Baharı” veya “Arap Uyanışı” olarak adlandırılan süreç sonrası, yerleşik siyasi otoritelere karşı toplumsal bir isyan sonucunda kısmi demokratikleşme ve serbest seçim neticesinde ülkelerinde hükûmet olmuşlardır. Bu sebeple bu iki hareketin kendi dönüşümlerinin anlaşılmasının bölgede ve İslam dünyasında gelecekte yaşanabilecek değişimleri kavramak için önemli bir imkân sunacağı kabul edilmektedir. Bu iki ülkenin/hareketin örnek olay seçilmesin- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 14 deki en önemli iki etkenden birincisi, Orta Doğu Arap coğrafyasına açılan bir kapı olarak Mısır’ın ve Kuzey Afrika’ya açılan bir kapı olarak da Tunus’un bölgedeki gelişmeleri etkilemede önemli konumlarının olmasıdır. İkincisiyse her iki ülkede yeşeren iki İslami hareket olarak Müslüman Kardeşler ve Nahda hareketlerinin tarihsel ve mevcut birikimleriyle Orta Doğu’da ve özellikle de ülkelerinde yüksek bir temsil gücüne sahip olmasıdır. Dolayısıyla Orta Doğu’da yaşanan değişimleri takip etmek için bu iki ülke ve hareket önemli veriler sunmaktadır. Konuyla ilgili Arapça, Fransızca, İngilizce ve Türkçe kaynakların incelenmesi ile Mısır ve Tunus’tan konu hakkında uzman birçok kişi ile yapılan mülakatlara dayanan bu Araştırma Raporu, Müslüman Kardeşler ve Nahda hareketlerini değişim ve süreklilik bağlamında ele almaktadır. Orta Doğu’da İslamcı siyasetin önemli iki hareketinin günümüzde izlemiş oldukları siyasette ve bununla paralel olarak kullanmış oldukları siyasi üslupta değişim olup olmadığı sorusu araştırmanın en önemli sorunsalıdır. Araştırmada şayet varsa izlenen siyasetin ve üslubun değişimine neden olan yerel, bölgesel ve küresel amillerin etkisi üzerinde durulup, Orta Doğu’daki yönelimlere dair tespitlerde bulunmak hedeflenmektedir. Mısır’da ortaya çıkan ve bazı Orta Doğu İslam ülkelerinde de faaliyet gösteren dinî-siyasi bir teşkilat ve hareket olan Müslüman Kardeşler (bundan böyle “Kardeşler”) 1928’de Mısır’ın İsmâiliyye kentinde Hasan el-Benna tarafından kurulmuştur. Benna’nın 1949 yılında uğradığı suikast sonrasında hayatını kaybetmesinin ardından hareketin sonraki yıllardaki temsilcileri teşkilatın temel prensipleri dâhilinde hareket etmeye çalışmış ve hem siyasi yapı ile mücadele içinde olmuş hem de Mısır toplumunun İslami bir anlayış dâhilinde tanzim edilmesi için tebliğ ve eğitim faaliyetlerine devam edilmiştir. Cemal Abdünnâsır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek dönemlerinde Kardeşler mensupları türlü zorluklarla yüzleşmek zorunda kalmış ve özellikle teşkilatın yönetici kesiminin çoğunluğu defalarca ve uzun yıllar boyunca hapislerde kalmış ve sürgüne gönderilmiştir. Kardeşler’e yönelik uygulanan baskı ve şiddet politikaları hareket içinde bazı değişikliklerin de meydana gelmesine yol açmıştır. Kardeşler’in 1990 sonrasındaki seyri incelendiğinde Benna’nın inşa ettiği temel ilkelerden sapma olmamakla birlikte, teşkilat içinde bir Islah (düzeltme/gözden geçirme/yenile(n)me) Projesi başlatılmıştır. Islah Projesi çerçevesinde siyasi otorite ile kurulan ilişkileri yeniden gözden geçirme durumu ve rejime karşı yürütülen açık siyasetin çeşitli şekillerde dönüşüm geçirmesiyle uzlaşının da ön plana çıktığı bir anlayış hareket içinde meydana gelmiştir. Bu durum hareketin son yıllardaki liderlerinin açıklamalarında görülmektedir. Ayrıca Kardeşler’in aslından kopmadan açılımlar yapması ve yerel, bölgesel ve küresel boyutta çeşitli ilişkiler geliştirmesi gerektiği hususu da bu dönemde sıkça tartışılmaya başlanmış- 15 tır. Aynı şekilde bu dönem teşkilat içindeki yenilikçi ve gelenekçi tartışmasının da ortaya çıktığı bir döneme rastlamaktadır. Mehdi Akif’in mürşitliği döneminde (2004–2010) atılan adımların ürünleri özellikle devrim sonrası Mısır’da Kardeşler’in hareket alanını genişletmiştir. Son yıllarda hareket içindeki tartışmalar Mübarek rejiminin sona ermesinin ardından Mısır’ın yeni bir döneme girmesiyle birlikte pratiğe de doğrudan yansımıştır. Uzun yıllardır Batı ile kurulacak olan ilişkilerden kavramların yorumlanması ve uygulanmasına kadar teorik düzlemde tartışılan birçok konu bu yeni süreçte pratiğe dönüştürülebilmiştir. Bu nedenle Kardeşler içindeki açılımlar, tartışmalar ve gerilimler yeni bir sürece de evirilmiştir. Zaten Mübarek rejiminin son yıllarda halk nezdinde meşruiyeti önemli ölçüde sarsılmışken, Mısır’da 2011’in başında ayaklanmaların başlaması ve özellikle gençler eliyle bu işin sürüklenmesi rejimin sonunun habercisi olmuştur. Ancak Tahrir Meydanı’nda Mübarek rejimine karşı aynı tonda muhalefet sergileyen gruplar arasında, Mübarek’in gitmesinin ardından problemler tezahür etmeye başlamıştır. Özellikle Selefi ve Hristiyan gruplar arasında yaşanan çatışmalar, kazanılan başarıya görece gölge düşürürken devrim sonrası sürecin nasıl şekilleneceği noktasında da büyük soru işaretlerinin oluşmasına neden olmuştur. Mübarek sonrası yönetimi ele alan ordu, ülke içindeki konumunu korumaya çalışmış ve iktidarı devretmek istememiştir. Geçiş sürecinde Kardeşler’in başını çektiği İslamcıların bazı stratejik adımları, yeni Mısır’ın onlar tarafından şekillendirilmesine imkân sunmaktadır. Müslüman dünyadaki İslami hareketlere ilham kaynağı olmuş Kardeşler, Mısır’da Mübarek rejiminin sonra ermesiyle yeni bir sürecin içine girmiştir. Fikri, siyasi ve sosyal bakımdan yerel, bölgesel ve küresel düzlemde değişim ve dönüşüm sarmalı içine girildiği bu dönemde Kardeşler’in çeşitli krizlerle yüzleştiği görülmektedir. Gelenekçi ve yenilikçi gruplar arasında anlaşmazlığın arttığı, nesil çatışmasının meydana geldiği, iktidar ve yönetimle imtihan olunduğu, Batılı kavramlarla daha fazla yüzleşilen bu süreçte Kardeşler’i farklı sıkıntılar beklemektedir. Öncelikle eski rejimin kalıntılarına karşı verilecek mücadelede kalıcı ve kararlı adımların atılması yeni sürecin inşasında son derece önemli olacaktır. Mursi’nin bugüne kadar başta askerî kanadın önde gelen isimleri olmak üzere Mübarek rejiminin kalıntılarına karşı verdiği mücadele Mısır’ın geleceğine dair bazı ipuçları vermektedir. Ayrıca iç siyaset ve ekonominin birçok düzenlemeye ihtiyaç duyan yapısı ve reform alanlarının genişliği ülkenin hızla kalkınabilmesi yönünden önemli bir fırsattır. Mısır’daki yeni süreçte Kardeşler’in ülke gerçekleri ışığında sadece cemaat refleksiyle hareket eden bir yapılanmadan öteye gidip siyasi parti olarak kurduğu Hürriyet ve Adalet Partisi kendini yeniden formüle etmesi gerekmektedir. Özetle, şu an için Kardeşler’in kuruluşundan bugüne kadar temel ilkelerinden büyük bir kopuş göstermediği görülmektedir. Bununla birlikte çeşitli meselelerde ayrıntıya inildiğinde ise harekette ciddi değişimler YÖNETİCİ ÖZETİ İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 16 yaşanmış ve yaşanmakta olduğu da gözlemlenmektedir. İktidar olduktan sonra kurulacak ilişki biçimlerinin temel ilkelerin varlığını ne kadar süre daha devam ettirebileceği ise belirsiz bir durum olarak ortada durmaktadır. Bugünün Kardeşler Hareketi’nin 1930 ya da 1940’ların Mısır’ındaki hareket olmadığı son tahlilde ifade edilebilir. Bununla birlikte hareketin önde gelenlerinin açıklamalarında tedrici bir ilerleme ve değişim ile muhafazakâr bir tavrın benimsenmeye çalışıldığı göze çarpmaktadır. Tunus’taki İslami hareketin şekillenmesi, beslendiği kaynaklar ve rejim tarafından gördüğü baskılar yönünden Mısır’daki Kardeşler tecrübesiyle benzerlikler gösterse de nizami yapılanma, baskının boyutu ve bazı siyasi yaklaşımlar yönüyle ondan ayrışmaktadır. Nahda Hareketi’ni değerlendirirken Tunus’un sosyal ve siyasal yapısını göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Tunus, Fransız sömürgesi altında yaşamasının yanı sıra bağımsızlıktan sonra kurulan modern ve laik düzeni ile Arap dünyasının geri kalanından ciddi anlamda farklılaşmaktadır. Özellikle dinin sosyal hayat içerisinde ciddi yere sahip olduğu Mısır, Suriye, Lübnan gibi ülkelerin aksine, Tunus’ta dinî hayatın devlet eliyle yapılan tanımlamalarla sınırlandırıldığı ve yapılan reformlarla toplumda Batılı bir hayat tarzının yayıldığı görülmektedir. Bağımsızlık sonrası (1956) Tunus’un ilk devlet başkanı olan Habib Burgiba, siyasi olarak Fransa’dan bağımsız ancak Batı dünyası ve Batılı değerlerle uyumlu bir devlet ve toplum kurmayı amaçlamıştır. Eğitimini Fransa’da tahsil etmiş olan Burgiba, Aydınlanma düşünürlerinden aldığı ilhamla, Tunus’ta Fransız Devrimi ve Aydınlanma fikirlerini hayata geçirmek istemiş ve bu doğrultuda hızlı ve radikal Batılılaşma hamleleri yapmıştır. Böylelikle Nahda Hareketi’nin sahip olduğu ılımlı (mutedil, vasati) yaklaşımların gelişmesinde, Tunus rejiminin ve toplumsal yapısının ciddi etkisi olduğu iddia edilebilir. 1987 yılında Tunus kansız bir darbe yaşamış ve Burgiba’nın yerine kısa bir süre önce hükûmete dâhil ettiği eski komutan Zeynelabidin bin Ali gelmiştir. Bin Ali esasında darbeyi tamamen anayasal düzlemde gerçekleştirmiştir. Uzun Burgiba yıllarından sonra gelen Bin Ali yönetimi Tunus halkı ve dünyada demokratikleşme yönünde ciddi umutlar oluşmasına yol açmıştır. Gerek Burgiba dönemindeki sekülerleşme ve modernleşme hamleleri, gerek Bin Ali döneminin zirveye varan baskıcı politikaları ve gerekse de hareketin son 20 yılını yasaklı olarak bir anlamda yeraltında geçirmiş olması, hareketin tutumunun belirlenmesinde ciddi rol sahibi olmuştur. İslami hareketin Tunus’ta doğuşunun temel sebebi olarak bağımsızlık sonrası Burgiba reformları ve dinin yeniden tanımlanması ön plana çıkmaktadır. Tunus dinî hayatının temel direği olan Zeytune Camii ve Zeytune Üniversitesinden ikincisinin kapatılması ile ilmî faaliyetler yara almış, hızlı Batılılaşma reformlarıyla da Arap-İslam kültüründen hızlı bir kopuş başlamıştır. Bu sebeple özellikle genç Müslümanlar kendilerini bir kimlik bunalımı 17 YÖNETİCİ ÖZETİ içerisinde bulmuştur. Gannuşi’nin de belirttiği gibi, Tunus’un Arap-İslam kültürü içerisinde yetişmiş olan genç kesimi, hızlı bir Batılılaşma içine giren ülkede kendilerini birer yabancı gibi hissetmeye başlamışlardır. Lider Gannuşi gibi Nahda hareketi de farklı kanallardan beslenerek bugünkü fikri yapısını geliştirmiştir. 2011 Yasemin Devrimi sonrası Nahda Hareketi’ne baktığımızda İslam’ın siyasetteki yeri konusundaki fikirlerinde önceki görüşleriyle ciddi benzerlikler kadar bazı farklılıklar da görmek mümkündür. Ekim 2011’deki seçimler öncesinde hazırlanan Nahda Partisi Programı’nda “Tunus’un dini İslam’dır.” ibaresi geçmektedir. Bu ibare hareketin ılımlı söylemi içerisinde farklı yerlerdeki kullanımlarından biraz farklı bir anlama işaret etmektedir. Hareketin yetkilileri bunun Suudi Arabistan ve İran’daki gibi şeriat kanunlarının doğrudan uygulanacağı bir rejim kurulacağı anlamına gelmediğini belirtmektedirler. Onlara göre Nahda, İslami bir devlet tesis edecek veya doğrudan şeriat kurallarıyla yönetecek bir hareket değil, kendine kaynak olarak İslam’ı ve onun emirlerini alan bir harekettir. Bu bağlamda Nahda yetkililerinin söylemlerinde dikkat çeken noktalardan biri “şeriat” kelimesinin kullanımından çekinmemeleridir. Batı’da “şeriat yasaları” denildiğinde bunun İran, Suudi Arabistan veya Afganistan’daki rejimlerle ilişkilendirilmesine rağmen yetkililer “şeriat” terimini kullanmakta ve bunu Gannuşi’nin de geçmişte tanımladığı üzere hayatı düzenleyen genel prensipler şeklinde geniş bir anlamda tanımlamaktadırlar. Hareketin geçmiş dönemle karşılaştırıldığında en ciddi farklılaşma noktası fikirlerin eyleme geçirilme aşamasında görülmektedir. Hareket geleneksel olarak demokrasi yanlısıdır ve Müslüman toplulukların kendi miraslarından hareketle bir demokrasi modeli tesis edebileceklerini savunur. Bugün Nahda, geçiş süreci olmasının da etkisiyle bazı eksiklikleri olsa da, kurulmakta olan demokratik düzenin en büyük taşıyıcısı konumundadır. Ancak yıllardır kullandıkları söylemin aksine bugün savundukları ve destekledikleri demokratik düzen klasik anlamda bir liberal demokrasidir, “İslami demokrasi” veya “Müslüman demokrasi” diye adlandırılabilecek kendi hususiyetleri olan bir demokratik model tesis etmiş olmaları gibi bir durum söz konusu değildir. Muhtemel bir başka farklılaşma alanı ise laiklik ve farklı kesimlerin ortak yaşaması mevzularıdır. Laiklik kavramını eski rejimin otoriter ve sert Batılılaşmacı yapısıyla bir arada görüp eleştirmiş olan Nahda, bugün toplumun seküler kesimlerinin taleplerine cevap vermek durumuyla karşı karşıyadır. Zira her ne kadar Nahda temsilcileri söylemlerinde her kesimin özgürce yaşamını sürdürebileceği bir Tunus toplumu olacağını belirtseler de seküler kesimler gelecekleri ve özgürlük alanlarının daralması konusundaki endişelerini sıklıkla dile getirmektedir. Ayrıca Nahda’nın söylem düzeyindeki toplumu İslamileştirme Projesi’nin de yeterince somut tanımlanmamış olması toplumda bazı soru işaretleri oluşturmaktadır. Dolayısıyla laiklik kavramının geçmiş dönemden farklı İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 18 olarak tanımlanmakta ve toplumsal yapının yeniden belirlenmekte olduğu bu süreçte bazı değişimlerin olması neredeyse kaçınılmaz görünmektedir. Genel olarak bakıldığında Nahda’nın ve Tunus’un şu anda içinde bulunduğu süreç bir geçiş sürecidir. Tıpkı başka devrim ve reform süreçlerinde de görülebileceği gibi bu sürecin kısa bir şekilde tamamlanabilmesi oldukça zordur. Bu bakımdan geçişin en az 5 ya da 10 yıl sürmesi doğal karşılanmalıdır. Bu sürece genel olarak bakıldığında Nahda Hareketi uzun yıllardır beklediği büyük bir şans yakalamıştır. Şu anda eski rejimin organlarının da gücünü kaybetmesi sonucu, siyasi düzeyde en büyük söz sahibi konumuna gelmiştir. Bu fırsat iyi değerlendirilerek hem kendi amaçlarına hizmet edip hem de Tunus siyasetini geliştirilmesine hizmet edilebilir. Ancak Nahda’nın bu fırsatı değerlendirebilmesi, özellikle kendisiyle ilgili bazı engeller ve soru işaretlerinin giderilmesiyle alakalıdır. Başka bir deyişle, Nahda’nın önündeki en büyük engellerden biri yine kendisidir. Eğer somut adımlar atarak siyaset yapar ve toplumu ikna etme yönünde başarılı olursa bu, hem Nahda’nın hem de Tunus’un geleceği açısından fırsatların değerlendirilmesi ve başarıya ulaşılması şansını doğurur. Gelinen nokta itibarıyla “Arap Baharı” sonrası Orta Doğu’da İslami hareketlerin reel siyasete etkisi artmıştır. Fakat bu etkinin “normal” bir etki olmadığı, orantısız bir etki olduğu düşünülmektedir. Buna rağmen yıllardır bu ülkelerdeki yönetim biçimlerinin insan onuruna uygun olmaması bunu meşrulaştırmaktadır. Kardeşler ve Nahda’nın ilgili ülkelerde en etkin aktör olmaları onların yetersiz de olsa örgütlü bir yapı olmalarından kaynaklanmaktadır. Orta Doğu’da İslamcı siyasetin teveccühe mazhar olması halkların tek başına çok fazla dindar olması veya başlarında dinî bir yönetim görmek istemesiyle açıklanamamaktadır. Bunun dışında bölgedeki değişimlerin oluşmasını bir anlık öfkeyle veya gösterilerle açıklamak da doğru değildir. Bu duruma çoğunlukla bölge ülkelerinde olduğu gibi siyasal meşruiyet sorununun yanı sıra gelir eşitsizliğindeki ciddi uçurum da etkili olmuştur. Bu şekilde bakıldığında Tunuslu pazarcının kendisini yakması sadece bardağı taşıran son damla olduğu şeklinde anlaşılmalıdır. Her iki ülkenin kendi bünyelerindeki farklılıklardan ötürü farklı değerlendirme süreçlerine tabi tutulması, bu iki hareketin daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracaktır ve doğası itibarıyla tedrici çözüme muhtaç olan bu sorunların hemen çözülemeyeceği aşikârdır. Mısır ve Tunus’un farklılıklarından ötürü ayrı ayrı değerlendirme süreçlerine tabi tutulması, bu iki hareketin daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Her iki hareket için önemli bir husus da partileşme sürecindeki hareket-parti birlikteliği veya ayrımıdır. 2011 “devrimleri” sonrasında her iki ülkedeki İslami hareketin içinden çıkan Hürriyet ve Adalet Partisi ile Nahda Partisinin kurulması çok belirgin olmasa da bir “ikiliği” veya “çift başlılığı” beraberinde getirmiştir. Ayrıca parti ve hareket arasındaki ilişki ile başbakan ile hareket lideri arasındaki ilişkinin nasıl olacağı konusu önemini korumaktadır. 19 YÖNETİCİ ÖZETİ Kardeşler ve Nahda hareketlerinin partileşme süreci araştırmanın odaklandığı değişime/ dönüşüme dair önemli bilgiler sunacaktır. Özetle, her iki hareketin üslubunda bir yumuşama olduğu doğrudur, fakat bu bizce onların daha önceki iddialardan vazgeçmeleri olarak değil, yeni duruma uygun siyasi içtihatlar yapmaları anlamına gelmektedir. Önceki süreçlerde de ılımlı bir söylemi temsil eden Nahda’ya oranla, Kardeşler Hareketi için bu yumuşamanın daha ciddi bir ölçüde olduğu söylenebilir. Ancak bu yumuşamanın yeni süreçle açıklanması veya meselenin siyasi, kültürel, toplumsal yönleri dikkate alınarak yapılması gerekmektedir. Ayrıca Kardeşler ve Nahda’daki değişimi başka açılardan değerlendirmek gerekirse her iki hareketin de otoriter rejimler sonrası İslamcı bir hareket olmalarının yanında, siyasi bir partiye sahip olmaları da değişimin yerel dinamiğini oluşturmaktadır. Değişimin bölgesel ve küresel amili olarak, her iki hareketin de devrim sonrası süreçte ülke içi politika yapmanın dışında dış politika amacı güdüyor olması gösterilebilir. Her iki hareket de toplumun belirli bir kesimine hitap etmenin ötesinde, “toplumsal açılım” politikalarıyla iç politikada hedef kitleyi genişletme amacındadır. Ayrıca, küresel aktörlerle doğrudan muhatap olmaları da siyaseten bir değişimi gerekli kılmıştır, dolayısıyla bu durum stratejik kaygılardan (ideolojik değil) kaynaklanan bir hamledir. Tüm bunlara rağmen, Kardeşler ve Nahda hareketlerine dair bilinmesi gereken noktaların başında her iki hareketin de toplumsal oldukları kadar birer siyasi hareket oldukları realitesi gelmektedir. Netice olarak, Mısır ve Tunus belki de bundan sonraki yüzyılını belirleyecek son derece kritik bir dönemeçten geçmektedir. Bu dönemde kendi kültürel kodlarından esinlenerek bir siyaset yapmaları durumunda hem kendi ülkelerinde hem de bölgelerinde kritik olduğu düşünülen meselelerde farklı bir bakış/kavrayış katmaları muhtemeldir. Kardeşler ve Nahda geçmişin kirli siyasetine bulaşmadıkları için bu potansiyeli bünyelerinde barındırmaktadırlar. Uygun bir bağlamda sunduklarında, toplumsal projeleri için kendilerini destekleyecek halkları her zaman arkalarında bulma şansları da yüksektir. GİRİŞ 21 Giriş Tarihler 17 Aralık 2010’u gösterdiğinde, Tunus’ta Arap dünyasındaki değişim beklentilerini harekete geçirecek bir kıvılcım çaktı. Öyle ki bu kıvılcım, Arap tarihinde müstesna bir olayın tetikleyicisi, sonrasında Orta Doğu’da meydana gelen önemli olayların habercisi olmuştur. Tunuslu bir seyyar satıcı olan Muhammed Bouazizi, kendisine tokat atan polis memuresini protesto etmek amacıyla kendini yaktığı zaman, Orta Doğu siyasi haritasının yeniden şekillenmesine sebep olacağını nereden bilecekti. Doğrusu hiç kimse Tunus’un küçük Sidi Bouzid şehrindeki bu tarihî ana şahitlik ettiğini, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı kasıp kavuracak yangının fitilinin ateşlendiğini tahmin edemezdi. İstibdat rejimleri altında ezilmiş Arap halklarının birikmiş öfkesi 2010 yılında bir sokak satıcısının parmakları ucunda bir kıvılcım olarak somutlaşmış, bu kıvılcım bölgede geri dönüşü olmayacak bir değişim sürecini başlatmıştır. Böylelikle Arap dünyasında hâkim olan beklentilerin somutlaştığı ilk yer Tunus olmuş, Orta Doğu’daki tüm dengeleri altüst eden değişim Arap ülkelerine buradan yayılmıştır. Şüphesiz ki bu etki, Arap dünyasının kalbi Mısır’a da ulaşmış ve buradaki değişimlerin tetikleyicisi olmuştur. Nasıl ki yıllar önce İslami hareket fikri Arap dünyasının büyük kardeşi Mısır’da doğup küçük kardeşlerden biri olan Tunus’a ulaştıysa bu sefer de küçük kardeş Tunus’tan büyük ağabeyi Mısır’a “uyanış” fikri olarak geri dönmüştür. Her ne kadar günümüzde sınırlar dolayısıyla farklı devletlere ayrılmış olsalar da, bu olay göstermektedir ki Arap dünyasından herhangi bir ülkede gerçekleşen bir toplumsal olay, sadece o ülkeye has ve etkileri yönünden o ülkeyle sınırlı değildir, bilakis gerçekleşen toplumsal olaylar tüm bölgeyi derinden etkilemektedir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 22 Orta Doğu’daki büyük değişim rüzgârlarının estiği günlerde, toplumsal hareketlerin bölge siyasetindeki etkisi ve bu etkinin mahiyeti hakkında yoğun tartışmalara şahit olunmuştur. Bununla birlikte, Orta Doğu siyasal yaşamında toplumsal hareketlerin rolü, siyasetin aktörlerinin çeşitlendiği 1990’lı yıllardan beri dünyadaki gelişmelere paralel olarak artmıştır. Bir toplumsal hareket türü olarak İslami hareketlerin de diğer toplumsal hareketlere benzer bir seyir izlediği görülmektedir. İslami hareketlerin son dönemde siyasi alanda elde ettikleri yeni faaliyet alanlarıyla manevra sahası kazandıkları dikkat çekmektedir. Buna rağmen, İslami hareketlerin soğuk savaş sonrası Orta Doğu’da toplumsal hareket olarak önemine nispeten yeterince ilgi gösterilmediği veya araştırma konusu olarak incelenmediği görülmüştür. Bunun için birçok neden ileri sürülse de en temelde, İslami hareketlerin literatürde toplumsal aktör olarak görülmemesinden, terör örgütü ve şiddet yanlısı fundamentalist yapılar olarak görülmesinde ileri gelmektedir. Örneğin, Alain Gresh, Tarık Ramazan’ın “İslami yenilenmenin kökenleri Afgani’den el-Benna’ya kadar İslam ıslahatçıları” başlıklı kitabına yazmış olduğu ön sözde The New York Times’tan yapmış olduğu alıntıda “Müslüman Fundamentalizmi, hızlı bir şekilde genel barışın ve güvenliğin temel tehdidi haline gelmiştir […]. Bu tehdit otuzlu yılların nazizmine ve faşizmine, elli yılların komunizmine benzemektedir” der (alıntı Gresh, aktaran Ramazan, 2005: 21).1 Bu durum, literatürde ağırlıklı olarak anlama eksenli yaklaşım yerine yargılama eksenli yaklaşımın tercih edildiğini göstermektedir.2 Bu ve benzeri analizlerin incelendiği metinlerin salt akademik metinler olmadığı aynı zamanda politik bir gayeye matuf olduğu bilinmektedir. Bu yaklaşımın oluşmasında küresel aktörlerin bölgeye yönelik siyasetlerinin doğrudan etkisinin olduğu düşünülmektedir. Durum böyle olunca Orta Doğu’daki İslami hareketlere dair durumu doğru tespit edebilmek için bölgesel, toplumsal ve siyasal dinamiklerin yakından incelenmesi ve yukarıda belirtildiği gibi anlama eksenli olması gerekmektedir. Böylelikle yukarıda bahsedilen illetli durum izale edilmiş olacaktır. Gelinen nokta itibarıyla bölgesel, toplumsal ve siyasal dinamiklerin yakından incelendiği ve anlama eksenli bir çalışmanın ihtiyacı hissedilmektedir. İşte bu çalışma, böyle bir ihtiyacı karşılamak üzere ortaya çıkmıştır. Bu araştırma raporu, Orta Doğu’daki İslami hareketlerden Müslüman Kardeşler (Mısır, 1928) ve Nahda Hareketi’ni (Tunus, 1989; daha önce İslami Yöneliş Hareketi, 1981) değişim ve süreklilik bağlamında ele almaktadır. Bu iki ülkenin/hareketin örnek olay seçilmesinde bazı gerekçeler bulunmaktadır. Öncelikle, Orta Doğu Arap coğrafyasına açılan bir kapı olarak 1 Ayrıca İslami fundamentalizm hakkında kapsamlı bir araştırma için bkz. Watt (1989). 2 Steven A. Cook “Müslüman Kardeşler Hakkında 3 Efsâne” başlıklı makalesinin ilk miti olarak örgütün “Şiddet dolu bir tarih?” konusundaki yaftalanmasını inceliyor. Ayrıntılı bilgi için bkz. Cook (2012) ve Emre (2012a). GİRİŞ 23 Mısır’ın ve Kuzey Afrika’ya açılan bir kapı olarak da Tunus’un bölgedeki gelişmeleri etkilemede önemli bir konumları vardır. Her iki ülkede yeşeren iki İslami hareket olarak Müslüman Kardeşler ve Nahda Hareketi tarihsel ve mevcut birikimleriyle Orta Doğu’da yüksek bir temsil gücüne sahiptirler. Dolayısıyla Orta Doğu’da yaşanan değişimleri takip etmek için bu iki ülke ve hareket önemli veriler sunmaktadır. Ayrıca, Müslüman Kardeşler ve Nahda hareketleri, Arap Baharı veya Arap Uyanışı olarak adlandırılan yerleşik siyasi otoritelere karşı toplumsal bir isyan sonucunda kısmi demokratikleşme ve serbest seçim neticesinde ülkelerinde hükûmet olmuşlardır. Bu sebeple bu iki hareketin kendi dönüşümleri bölgedeki ve İslam dünyasındaki gelecekte yaşanabilecek değişimler için önemli bir anahtar sunacağı düşünülmektedir. Amaç, Kapsam ve Yöntem Bu çalışmanın amacı, Orta Doğu’da İslamcı siyasetin önemli iki hareketi, Müslüman Kardeşler (İhvan’ul-Müslimîn - ) ve Nahda (Hareket’ün-Nahda - ) hareketlerinin günümüzde izlemiş olduğu siyasette ve bununla paralel olarak kullanmış oldukları siyasi üslupta yumuşama olup olmadığının incelenmesidir. Araştırmayla, şayet varsa izlenen “ılımlı” siyasetin ve üslubun değişimine neden olan yerel, bölgesel ve küresel amillerin etkisi üzerinde durulacaktır. Ayrıca siyasi üslupta değişim ve dönüşüm fark ediliyorsa bunun ne kadarı zorunluluklardan (küresel/yöresel baskılar sonucu) ötürü; ne kadarı bahsolunan İslamcı hareketlerin hür iradeleriyle gerçekleştiği araştırma boyunca irdelenecektir. Müslüman Kardeşler’in ve Nahda’nın kuruluşundan günümüze izlemiş oldukları siyasetin inceleneceği bu araştırma projesiyle, üzerinde asıl olarak hedeflenen husus; bu iki hareketin geçmiş yıllarda sergiledikleri siyasi duruşlarından hareketle gelecekte nasıl bir siyasi çizgi izleyeceklerine dair bazı öngörülerde bulunmaktır. Ayrıca, bu iki hareketin yıllar içinde, baskıcı siyasi rejimler altında olduğu yıllardan görece serbestliğin sağlandığı günümüze kadarki süreçte kullanmış oldukları siyasi üslup ve izlemiş oldukları siyaset çalışmanın sınırlarını oluşturacaktır. Müslüman Kardeşler ve Nahda hareketlerindeki siyasi üslubun ve izlemiş oldukları siyasetin izleri, bu iki hareketin yetkili organlarının/kişilerinin açıklamalarında ve kendileriyle yapılmış olan mülakatlar ve görüşmelerde aranacaktır. Bununla birlikte her iki hareketin yayımlamış oldukları her türden basılı materyallerde de değişimin ve dönüşümün yansımaları izlenecektir. Elinizdeki rapor, Arapça, Fransızca, İngilizce ve Türkçe kaynaklarındaki literatür taramasının yanı sıra, zikrolunan hareketlerin broşür, basın açıklamaları, propaganda materyalleri vb. birincil kaynakların ve mülakat görüşmelerinin harmanlanarak de- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 24 ğerlendirilmesi sonucunda hazırlanmıştır. Söz konusu amaca ulaşmak için rapor yazarları, 17–25 Temmuz 2012 tarihleri arasında Mısır ve Tunus’a araştırma ziyaretlerinde bulunmuşlardır. Mülakatlar süresince, toplumların farklı kesimlerinden toplam 13 kişi ile önceden belirlenmiş soru protokollerine uygun olarak görüşmeler yapılmıştır.3 Karşılaştırma metoduyla ele alınan Kardeşler ve Nahda’nın tarihsel, toplumsal, siyasal ve iktisadi alandaki yerel farklılıkları dikkate alınmıştır. Bu yüzden, normal şartlarda bu yöntemde iki hareket arasındaki karşılaştırmalar aynı temalar üzerinde olması beklenirken, Mısır ve Tunus’a ait yerel dinamikler raporda ele alınan konulardaki odak farkının sebebi olarak görülmüştür. Bununla birlikte araştırma boyunca sıklıkla kullanılacak ve çalışmanın değişim, dönüşüm ve süreklilik gibi diğer anahtar kavramlarını doğrudan etkileyen yumuşama (moderation) kavramının altının çizilmesi gerekmektedir. Kardeşler ve Nahda’daki değişim, diğer bir deyişle yumuşama tartışması birçok araştırmacı için çalışma konusu olmuştur. Schwedler, birçok Batılı yazarın iddia ettiği gibi, siyasi gruplar ve kişiler çoğulcu siyasal sürece (sisteme) katıldıklarında söylemlerinde yumuşama olacağını söyler(Schwedler, 2011: 351). Bu tespit kısmen doğru olsa da meselenin Mısır ve Tunus özelinde ve oradaki özel durumu açıklamakta yetersiz kalacaktır. Schwedler’ın radikal (radical) ile ılımlı (moderate) kavramlarını tasvirine göre; ılımlılık, liberal demokrat reformlara saygılı olmak, onu savunup, desteklemek olarak tanımlanırken; radikallik ise sistemde önemli yapısal değişiklikler yapmak ve statükoyu değiştirmeyi talep etmektir. Fakat yine de yumuşama Schwedler’e göre, alenen (veya zımnen) çoğulculuk, iş birliği, liberal anlayış ve yönetişim ılımlı olmanın tek koşulu değildir (2011: 350–351). Bu bakış açısıyla meseleye yaklaşıldığında Kardeşler ve Nahda’nın sistem içi muhalefetle, Mısır ve Tunus siyasal hayatında siyasi değişim ve sınırlı reform istemesinin bu kategoriden dışarı tutulması gerektiği anlaşılır. Ayrıca Schwedler aynı makalesinde, kişiler ve gruplardaki yumuşamanın bir davranışsal bir de ideolojik boyutundan bahseder. Onun “grupların davranışsal yumuşaması” (the behavioral moderation of groups) tasnifine göre daha önceleri sistem dışında kalan gruplar sisteme dâhil olduğu zaman radikal taktikleri bırakır ve “oyunu kurallara göre oynar” (Schwedler, 2011: 352). İşte bu ve benzeri yaklaşımlardan yola çıkılırsa Müslüman Kardeşler ve Nahda hareketlerinin bundan sonraki süreçte iddialarından ve siyasi üsluplarından rahatlıkla taviz verecekleri iddia edilebilir. Fakat aşağıdaki bölümlerde görüleceği gibi meselenin anlaşılabilmesi daha fazla çabaya muhtaçtır. 3 Bu çerçevede mülakatlardan dokuzu Mısır’da, dördü ise Tunus’ta gerçekleştirilmiştir. Mısır’daki görüşmeler Müslüman Kardeşler (3), Hürriyet ve Adalet Partisinin temsilcileri (2), aktivist (2) ve akademisyenlerle (2) gerçekleştirilmiştir. Tunus’taki mülakatlar gazeteci (1), iş adamı (1) ve Nahda Partisi temsilcileri (2) ile yapılmıştır. GİRİŞ 25 Araştırma temelde iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Mısır’dan Müslüman Kardeşler ele alınmıştır. Bu bölümde üç alt kısımdan oluşmaktadır. İlk alt kısımda hareketin kuruluşundan 2011 devrimine kadarki serencamı anlatılmaktadır. İkinci alt kısımda hareketin Mısır’daki liderler, yani sırasıyla Cemal Abdünnâsır, Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek ile girmiş olduğu ilişki ortaya koyulmaktadır. Sonrasında ise hareketin temel bazı konulara bakışıyla devrim sonrası tutumu incelenmiştir. İkinci bölüm ise Tunus’tan Nahda Hareketi’ne ayrılmıştır. Yine üç alt kısma ayrılan bu bölümün ilk alt başlığında öncelikle Habib Burgiba ve Zeynelabidin bin Ali yönetimleri altındaki Tunus’un siyasal ve sosyal hayatı, sonrasında ise tıpkı Kardeşler örneğinde olduğu gibi hareketin filizlenmesi ve kuruluşundan günümüze izlediği serüven anlatılmıştır. Bunlara ek olarak Nahda’nın fikri kaynaklarının da üzerinde durulmuştur. Nahda bölümünün ikinci kısmında yine Kardeşler örneğinde olduğu gibi hareketin farklı konulara bakışı, devrim öncesi ve devrim sonrası dönemler bağlamında ele alınmıştır. Bunu takiben ise Nahda ve Tunus’un önündeki süreçte nasıl zorluklarla karşı karşıya olduğu belirtilmiştir. Çalışma, iki hareketi potansiyel değişim ve sürekliliği ve hareketlerin önlerindeki zorlukları ele alan bir bölüm ile sonlandırılmıştır. Arap Orta Doğusu’nun Lideri: Mısır Dünya tarihi boyunca “Mısır’daki değişimler ve gelişmeler niçin önemli olmuştur?” sorusu, üzerinde durulması gereken önemli bir sorudur. Soru önemini bugün için de korumaktadır. Bununla beraber bu soruya yanıt olarak birçok gerekçe ileri sürülmüştür. Gerekçelerin farklılaşması, meseleyi analiz eden araştırmacının meseleyi hangi bakış açısıyla ele aldığı ve hangi perspektiften baktığıyla doğrudan alakalıdır. Gerçek şu ki, cevap ne olursa olsun köklü tarihsel ve kültürel mirasa sahip olan Mısır’ın, ülkenin bulunmuş olduğu jeo-stratejik konum itibarıyla değişikliğe neden olan herhangi bir ekonomik ve siyasi değişim/dönüşüm sadece bu toplumun sorunu olmamıştır. Bu durum daha çarpıcı bir biçimde ifade edilecek olursa, Mısır Mısırlılara bırakılmayacak kadar önemlidir denilebilir. Bu sebeple ülkede izlenen siyasette herhangi bir değişiklik, küresel ve bölgesel aktörleri kendi amaçları doğrultusunda yakın olarak ilgilendirmektedir. Bu yönü itibarıyla Mısır, belki de Orta Doğu ülkeleri arasında üzerine en fazla araştırma yapılan ülkelerin başında gelir. Bu durum, geçmişte böyle olduğu gibi bugün de aynı ölçüde önemini korumaktadır. Hatta bu çalışmanın yapılmış olması bile bir yönüyle bunun bir tezahürü olarak okunabilir. Tüm bunlar ifade edilirken ülke içindeki dinamiklerin yok sayıldığı ve ülkedeki değişimlerin dışarıda aranması ve mevcut değişiklerin oraya hamledilmesi gerçekçi ve geçerli bir iddia olmadığı vurgulanmalıdır. Bu cihetin aksine, kanaatimizce son kertede belirleyici olan etmen iç di- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 26 namikler sonucu ortaya çıkan durumdan kaynaklanan gelişmelerdir. Kısaca, Sorokin’in belirttiği gibi sosyokültürel sistemdeki herhangi bir değişim, sistem içinde aranmalıdır. Ona göre çevresel/harici (environmental) faktörler göz ardı edilemez, lakin onların değişimdeki rolü hızlandırma/yavaşlatma; güçlendirme ve zayıflatma olabilir (Sorokin, 1957: 645). İşte bu çalışmanın ana iki bölümünden biri, Mısır toplumunda birçok yönden iç dinamiklerini etkileme tecrübesine ve potansiyeline sahip önemli bir sosyal hareketine ayrılmıştır. Aynı zamanda, Orta Doğu’daki İslamcı siyasetin en önemli aktörlerinden (biri) olan ve İslam’ın örgütlü bir siyasi yapıya bürünmesine neden olan Müslüman Kardeşler hareketi çalışmanın konusu olacaktır (Zubaida, 2000: 66). Çalışmanın özellikle odaklanacağı nokta, bölgede gerek entelektüel gerekse siyasi temsil gücü yüksek olan İslamcı siyasetin bu önemli hareketi, Müslüman Kardeşler’in Mısır toplumuna etkisi tartışılacaktır. Bu amaca ulaşmak için, hareketin yıllar içinde baskıcı siyasi rejimler altında olduğu yıllardan görece serbestliğin sağlandığı günümüze kadar ki süreçte kullanmış olduğu siyasi üslup ve izlemiş olduğu siyaset, çalışmanın ana konusu olarak mütalaa edilecektir. Bu çalışma ile ayrıca “Arap Baharı” diye bilinen süreçten sonra hareketin siyasi tavrı incelenmeye tabi tutulacaktır. Bu hareketin yıllar içinde izlemiş olduğu siyasette ve bununla paralel olarak kullanmış olduğu siyasi üslupta yumuşama olup olmadığı olgusu araştırılacaktır. Bu bağlamda, Müslüman Kardeşler’in araştırılmasının önemli sebebi yukarıda belirtilen bölgede temsil gücünün yüksek olması ve bu hareketin Orta Doğu Arap coğrafyasına açılan kapı olması dışında hareketin Mısır siyasal hayatının yakın geleceğinde belirleyici etkisinin olacağının düşünülmesidir. Tüm bunlara ilaveten, Kardeşler Sünni dünyadaki İslami hareketler için bir “okul” görevi görmüş, yakın coğrafyası için ilham kaynağı olmuştur (Erkilet Başer, 1999: 234). Kısaca Akif Emre’nin “Arap kimliğinin oluşturan kültürel kodlarının harmanlandığı” havza olarak, Erkilet’in “Orta Doğu’nun en fazla İslami hareketi barındıran” ülke olması açısından önemlidir (Emre, 2012b; Erkilet Başer, 1999: 13). Bunun için Müslüman Kardeşler’in, içinde yaşadığı toplumun önemine binaen gelişen/gelişmekte olan olaylara karşı tavırlarını anlamak hatta gelecekte ne tür bir tavır sergileyeceğini ön görebilmek için hareketin bugüne dek izlemiş olduğu siyaset ve söylemin analizini yapmak bu konuda çalışma yapan araştırmacıya birçok fayda sağlayacaktır. Özetle belirtmek gerekirse, Kardeşler’in olmadığı bir Mısır’ın siyasi geleceğini tahmin etmek ve kaderinin tayin edilmesini bundan bağımsız ele almak mümkün gözükmemektedir. Bu amaç doğrultusunda yazılan çalışmanın bu kısmı, Orta Doğu siyasetinde önemli yer işgal eden bu İslami hareketin, Müslüman Kardeşler’in siyasi gelişimini eleştirel bir bakış açısıyla analiz etmeyi hedeflemiştir. Bu çalışmanın sonucunda birtakım kazanımlar elde edilmesi düşünülmektedir. Öncelikle, Orta Doğu’daki yeni gelişmelerin arka planına dair bir perspektif kazanıp, GİRİŞ 27 tutarlı ve güvenilir analizler yapmak mümkün olacaktır. İkinci olarak, Orta Doğu’da cereyan eden siyaset hakkında doğru ve tarafsız bilgi edinmek ve (özel olarak) Müslüman Kardeşler’in bölgesinde (Orta Doğu) gerçekleşen olaylardaki rolünün etkinliğini ve yeni Mısır siyasal hayatında üstlenebileceği rolün sınırlarını tam olarak saptamak mümkün olacaktır. Hareketin yıllar içinde izlemiş olduğu siyasette ve bununla paralel olarak kullanmış olduğu siyasi üslupta yumuşama olup olmadığı tespit edilip, eğer siyasi söylemde bir yumuşama varsa, izlenen “ılımlı” siyasetin ve üslubun değişimine neden olan yerel, bölgesel ve küresel etkenlerin etkisi belirlenecektir. Böylece, Mısır’ın gelecekte nasıl bir siyaset izleyeceğine dair birtakım öngörülerde bulunmak kolaylaşacaktır. Kuzey Afrika’nın Kapısı: Tunus Kuzey Afrika bölgesinde tarihsel farklılığın dışında Tunus’un modernleşme ve Batılılaşma projesi tecrübesi açısından komşuları arasında farklılıklar gösterdiği bilinmektedir. Bu farklılaşmanın önemli bir kısmı, 20. yüzyıl Tunus siyasal hayatının kaderini çizen siyasetçilerin güdümünde/önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Bu siyasetçilerin başında, aşağıda genişçe tartışılacağı gibi Tunus siyasal hayatının son yarım asrına damgasına vuran Habib Burgiba (1957–1987) ve Zeynelabidin bin Ali (1987–2011) gelmektedir. Burgiba ve Bin Ali’nin izlemiş oldukları Batılılaşma ve sekülerleşme reformlarıyla diğer Mağrip ülkelerinden4 radikal bir kopuş gerçekleştirmişlerdir. Bu yapısıyla Tunus, “Tarihte liderlerin rolü ne kadar önemlidir?” sorusu için iyi bir laboratuvar görevi görmektedir. Tunus, halkına ve ülkenin asırlardır barındırmış olduğu gelenek ve değerlere rağmen bugün itibarıyla Tunus liderlerinin çağdaşlaşma projesine maruz kalmış olduğu için toplumsal çatışmanın yoğun olarak yaşandığı bir Kuzey Afrika ülkesi olarak tarihteki yerini almıştır. Tunus’un laiklik uygulamalarına tepki olarak ve gündelik hayatta dinin etkin olmasını savunmak amacıyla, 1981 yılında İslami Yöneliş Hareketi (Hareket’ül-İtticâh’il-İslâmî -اإلسالمي اإلجتاه حركة (adıyla kurulan Tunus’taki İslami hareket, 1989 yılında adını Nahda-Uyanış Hareketi- (النهضة حركة (olarak değiştirmiştir. Kurulmuş olduğu zemin ve ortam itibarıyla Nahda Hareketi İslam dünyasındaki İslami hareketler arasında iddialarını en sofistike bir üslupla dillendiren, yani iddialarını dillendirirken Batılı kavramları kullanan onlarla daha barışık bir İslami harekettir. Hareketin bu konudaki duruşunu siyasal alandaki söylemlerinde de görmek mümkündür. Bunun dışında yukarıda Müslüman Kardeşler için sayılan (yerel fark4 Mağrip ülkeleri; Tunus, Cezayir, Fas ve Batı Sahra’dan müteşekkildir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 28 lılıklar dışındaki) genel gerekçeler Nahda hareketi için de geçerlidir. Kuzey Afrika’ya açılan önemli bir ülke olan Tunus’un baskıcı siyasi rejimler altında (Burgiba ve Bin Ali) olduğu yıllardan görece serbestliğin sağlandığı günümüze (Arap Uyanışı sonrası) kadar ki süreçte kullanmış olduğu siyasi üslup ve izlemiş olduğu siyaset birtakım farklılıkları bünyesinde barındıracaktır. DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 29 Değişim Sürecinde Müslüman Kardeşler Özellikle 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl’ın başında diğer İslam coğrafyalarıyla beraber Mısır’da da yükselen İslami uyanış fikri zaman içerisinde toplumda da karşılık bulmuştur. Bunun en önemli göstergesi olan Müslüman Kardeşler Hareketi bir toplumsal hareket olarak modern Mısır tarihinin en önemli aktörlerinden biri olmuştur. Küçük bir cemiyet olarak kurulan yapı kısa zamanda tüm Mısır’a yayılmıştır. Krallık dönemi sonlarına doğru yalnızca toplumsal bir hareket olmaktan çıkıp siyasallaşmaya başlamıştır. Hür Subaylar Darbesi sonrasında ise dönemin Mısır siyasal hayatının en önemli muhalefet hareketi olmuştur. Kardeşler Hareketi siyasal düzeyde bir temsiliyet sağlamakla birlikte toplum içerisinde de faaliyetlerine devam etmiş ve adıyla müsemma olarak bir beraberlik ve kardeşlik birliği tesis etmeye çalışmıştır. Kardeşler, bir yandan Mısır’da bu kadar yaygınlaşır ve derinleşirken, diğer taraftan örgütsel ve fikrî yapısı açısından diğer Müslüman topluluklara yayılmıştır. Bu bakımdan İslamcı bir hareket olarak Müslüman Kardeşler tecrübesi sadece Mısır için değil tüm İslam dünyasına mal olan çok önemli bir tecrübe olarak karşımıza çıkmaktadır. Müslüman Kardeşler’i inceleyen araştırmanın bu bölümü üç alt kısımdan oluşmaktadır. Bu bölümde öncelikle tarihsel süreç içerisinde Kardeşler’in izlediği serüven ele alınacaktır. Bu bağlamda hareketin kuruluşu ile Abdünnâsır, Sedat ve Mübarek dönemleri ayrı ayrı değerlendirilecektir. Bunu takiben hareketin geleneksel olarak sahip olduğu iddialar ve fikirler ile 25 Ocak 2011 Devrimi sonrası savunulan görüşler üzerinden karşılaştırmalı bir inceleme yapılacaktır. Bu inceleme ile hem süreç içerisinde ortaya çıkan bazı değişiklikler işaret edilecek hem de bir anlamda bu yeni dönemde hareketin karşılaşacağı en önemli meselelere değinilecektir. Son olarak ise Kardeşler ile ilgili bir genel bir değerlendirme yapılacaktır. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 30 Kuruluşundan Devrime Müslüman Kardeşler’in Macerası Yıllarca otoriter rejimler altında yaşayan Arap toplumlarının gerçekleştirdiği değişim hareketlerinin Tunus’tan sonraki en önemli ayağı olan Mısır’dır. Bu ülkede yapılan ilk özgür seçimlerden sonra mecliste çoğunluğu ve cumhurbaşkanlığı koltuğunu kazanan Kardeşler hareketi, geçmişte olduğu gibi yakın gelecekte de Mısır siyasal hayatının çok önemli bir parçası olacaktır. Ancak Abdünnâsır, Sedat ve Mübarek dönemlerinden farklı olarak Kardeşler, bu yeni dönemde muhalefetin önemli bir parçası değil, bizzat ülke idaresinin resmî temsilcileri olmuşlardır. Tartışmasız, Kardeşler’in bugün yönetimde sergileyeceği performans, geçmiş dönemde yaşanmış süreçlerin getirdiği zorluklarla yakından ilişkili olacaktır. Bu sebeple de Mısır toplumsal ve siyasal hayatının yakın geleceğini anlamak için ülkenin en canlı ve dinamik hareketi olan Müslüman Kardeşler’i iyi anlayabilmek son derece önemlidir. Toplumsal Aktör Olarak Müslüman Kardeşler’in Doğuşu Mısır’da kurulan ve bazı Orta Doğu İslam ülkelerinde de faaliyet gösteren dinî-siyasi bir teşkilat ve hareket olan Müslüman Kardeşler5 1928’de Mısır’ın İsmâiliye kentinde Hasan elBenna tarafından Cemiyyetü’l-ihvâni’l-müslimîn (Müslüman Kardeşler Cemiyeti) ismiyle kurulmuştur. 1932 yılına kadar Süveyş Kanalı civarındaki şehirlerde ilgi gören Cemiyet, birçok şube açmıştır (Zahid, 2010). 1932’de idari merkezini Kahire’ye taşıyan Cemiyet, çalışmalarını Mısır sathına yayarak şube sayısını hızlı bir biçimde arttırmıştır. Kısa bir süre sonra ülke dışında Suriye, Lübnan ve Filistin’e de temsilciler göndererek yurt dışında bürolar açmaya başlamıştır. 1928–1931 yılları arasında cemaat olarak kalan Kardeşler, 1931–1936 yılları arasında dinî bir cemaatten harekete evrilmiştir. Hareketin siyasi parti gündeminin olması ve Mısır’da güçlü siyasi etkisi olan bir aktör olarak ortaya çıkması 1936–1942 yılları arasında gerçekleşmiştir. Bu tarihten itibaren Kardeşler artık güçlenerek toplumda etkili olabilen bir kitle hareketine dönüşmüştür.6 Hatta günümüzde modern İslamcı hareketlerin öncüsü olarak görülmektedir (Hia, 2000: 15). Daha sonraki süreçte doktor, mühendis, eczacı, diş hekimi, tüccar, öğretim üyeleri, öğrenci dernekleri gibi meslek odaları şekline örgütlenen hareketin toplumda bilinirliği hızlıca artmaya başlamıştır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında 5 Bundan sonra Kardeşler olarak anılacaktır. 6 Daha sonra Dağı (2011), Kardeşler’in bu durumundan bahsederken “modern siyasal değerleri benimseyen bir İslami hareketin demokrasi içinde neleri başarabileceğini temsil ediyor” şeklinde tanımlamıştır. Bkz. Dağı (2011). DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 31 (hatta savaşın başlamasıyla) Kardeşler, Mısır’daki en önemli politik muhalefet merkezini oluşturmuştur (Mitchell, 1969: 12). Daha sonraları görüleceği gibi Mısırlı bu İslamcılar, reformcu yapılarıyla dipten gelen dalgayla “pasif devrimi”7 öngörmüşlerdir. Hareket’in liderlerinden Mustafa Meşhur cemaatin kuruluş yıllarındaki amacını şöyle ifade etmiştir: “tüm isteğimiz şeriata dayalı bir İslam devleti. Bu bir asır sürebilir. İlkemizde sapma olmamalıdır.” (Mitchell, 1969: 195). Kullanmış olduğu üslup ve retorik nedeniyle Kardeşler genelde tasavvufi bir hareket, yani yalnızca toplumsal ıslahı amaçlayan ve bireysel terbiyeyi önemseyen bir hareket olarak algılanır. Fakat Mısır’ı yabancı işgalinden kurtarmak (anti-emperyalizm) gibi bir amaçla kurulan hareketin asıl toplumsal amacı, Mısır’da İslam’ın emrini hükümran kılıp, “gerçek İslam’ı” arayarak içtimai nizamın tatbikini sağlamaktır.8 Bu yönü itibarıyla Benna’nın öncülüğünü yaptığı bu hareket, Beyyumi Gânim’in de dediği gibi, toplumun her kesimine ve yerine nüfuz eden kapsamlı bir sosyal harekettir (el-Beyyûmi Ganim, 1992: 149–150). Ayrıca, İslami bir hareket olarak düşünülen bir örgütlenmenin siyasi bir amacı, hedefi olmadığı düşünülemez. Bu durum İzzetbegoviç’in şu cümlelerinde tebellür etmiştir: “Tarihte var olan hiçbir hakikî İslami hareket yoktur ki aynı zamanda siyasî hareket olmasın. Bunun sebebi İslam’ın bir din olmakla beraber aynı zamanda da onun bir felsefe, ahlak, düzen, tarz, atmosfer, tek kelimeyle hayatın tamamını kuşatan bir şey olmasındandır.” (İzzetbegoviç, 2010: 173). Bununla birlikte bu dönemde Kardeşler’in önemli faaliyetlerinden biri, hareketin aktif olarak Filistin meselesine ciddi anlamda müdahil olup destek vermesidir. Hatta siyonizm tehdidine karşı 1948 yılında Filistin’de savaşmaları için en-Nizâmü’l-hâs adıyla silahlı mücahit birlikleri oluşturmuşlardır.9 Hür Subaylar Darbesi: Siyasetin Kıskacında Müslüman Kardeşler Kuruluşundan 2000’li yılların başına kadar örgütsel işleyiş ve söylem açısından Kardeşler’de radikal bir değişiklik görülmemiştir. Bununla birlikte bu sürece gelene kadar Kardeşler birtakım önemli kavşaklardan geçmiştir. Bunların ilki, hareketin kurucu liderinin Benna öl7 Pasif devrim kavramından Gramsci’nin kullandığı anlam, yani önemli değişiklilerin zamana yayılarak ve tedrici olarak hayata geçirilmesi kastedilmektedir. 8 Müslüman Kardeşler’in 2010’a kadarki süreçte tarihsel gelişimini özlü bir şekilde anlatan bir çalışma için bkz. Zahid (2010). 9 Benna’nın kendi notlarına göre bu rakam 10. 000 mücahitten oluşmaktadır (Lütfü, 2012). İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 32 dürülmesinden bir müddet sonra, 1951 senesinde, Hasan el-Hudaybî’nin yeni lider olarak göreve başlamasıyla Kardeşler’in içinde oluşan çalkantılar sonlanmıştır.10 Bu hareketin geleceği açısından önemli bir aşamayı, Ramazan’ın deyişiyle “yeni siyasi gerçeklerin sınavının verildiği yılları” temsil etmiştir (Ramazan, 2005: 397). Bununla birlikte yeni liderin, Hür Subaylar Hareketi’nin 23 Temmuz 1952’de iktidarı kansız bir darbeyle ele geçirmesinde Kardeşler’in yayımladığı bir belge ile Hür Subaylar Hareketi’ni “mübarek eylem” olarak ifade etmesinin önemli katkıları vardır. Kardeşler böylece önemli ve de tehlikeli bir dönemece girmiştir. Zira hareket ilk defa siyasi otoritelerle eş güdüm ve uyum içinde hareket etmiştir. Ülkedeki tüm siyasi yapılanmalar yasaklanırken, Kardeşler’in çalışmalarına izin verilmiştir. Yıllardır baskı ve kovuşturmaya muhatap olan Kardeşler bu “mübarek eylem”in örgütün İslam öğretilerine sadık bir ortam yaratacağını düşünmüştür. Darbeden kısa bir süre sonra (1 Ağustos 1952) dönemin Kardeşler lideri Hudeybi tarafından yayımlanan bir bildiride bu durum şu şekilde dillendirilmiştir: “Allah, Mısır ulusumuzun yeniden doğuş umuduna, zaferinin canlanmasına ve Allah ve hakikât için mücadelemizde engellerin kaldırılmasına kapıları açan bu kutlu darbeyle büyük Mısır ordusuna zafer vermiştir[…].” (Ramazan, 2005: 417). Fakat bu umutlu durum kısa sürmüştür. Aralık ayında darbe yönetiminden İslami anlamdaki bazı somut adımlar atılması ve iktidarın sivillere devredilmesi gibi isteklerde bulunan Kardeşler’in talepleri reddedilmiştir (Ramazan, 2005: 77–78). Bundan sonra Kardeşler’in askerlerle ilişkileri gittikçe kötüleşmiştir. 1954’te Cemal Abdünnâsır’ın başa geçmesiyle Kardeşler için zor bir dönem başlamıştır. Abdünnâsır, iktidarı ele geçirdikten kısa bir süre sonra güçlü bir muhalefet olarak gördüğü Kardeşler’i bastırarak gücünü pekiştirmeye çalışmıştır (Zahid, 2010: 78–79). Böylelikle, Kardeşler ile Hür Subaylar (Konseyi) arasındaki II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve I. Arap-İsrail Savaşı’yla güçlenen ilişki tam anlamıyla bitmiş oldu. Zaten sosyalist bir anlayışı benimseyen Abdünnâsır ile İslamcı bir görüşe sahip Kardeşler’in aralarındaki geçici ittifak iktidar mücadelesini/gerilimini kaçınılmaz kılmıştır (Dalar, 2012: 52; Hüseyin, 1990: 196). Hür Subaylar ile Kardeşler’in ilişkisinin bu şekilde kopması, yeterince mevzi kazanmadan açıkça taraf tutan hareketin sonraki yıllarda izleyeceği ihtiyatlı siyasetin başlangıcını oluşturmaktadır. 1954’te Abdünnâsır’a yapılan başarısız bir suikast, Kardeşler’in tarihinde başka bir kritik noktayı oluşturmaktadır. Her ne kadar bir tertip olduğu alenen bilinse de bu başarısız suikast sonucunda, Kardeşler illegal bir örgüt olarak ilan edilmiştir (Bradley, 2008: 50; Roussillon, 1998: 341). Bu yeni durum Kardeşlerin uzun bir süre yasal olmayan yollarla varlığını 10 Müslüman Kardeşler’in bu çalkantılı dönemini anlatan önemli bir çalışma için bkz. Zollner (2009). DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 33 sürdürmesinin başlangıcı olmuştur. Bu uzun dönem Kardeşler mensupları tarafından “büyük sınav” (El- Mihnet’ül- Kübrâ الكربى املحنة (olarak adlandırılır. Kardeşler’in bu büyük sınavı atlatıp siyasal sisteme katılmaları ancak 2000’li yıllardan sonra başlayan süreçle mümkün olmuştur. Bu dönemin en önemli şahsiyeti tartışmasız 1953’te harekete katılan ünlü düşünür Seyyid Kutub’dur. Kurucu lider Benna’nın benimsediği toplumun tamamını kapsayan kuşatıcı bir metod ve ılımlı bir tavır yerine, Kutub daha radikal ve seçkinci (elitist) bir fikir ve metot benimsemiştir (Erkilet Başer, 1999: 234–291; Ramazan, 2005: 433-447). Kutub’un hareket içindeki yerine dair kesin bir şey söylemek çok zor gözükmektedir. Erkilet’in ifade ettiği gibi Müslüman Kardeşler’e yeni bir bakış, kavrayış getirmiş; kimilerine göre hareketi farklı bir yöne evirmiştir (Erkilet Başer, 1999: 266). Sonuç ne olursa olsun, bu dönem için harekette ciddi bir ideolojik atılım gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda Kutub’un yazdığı ve idamına sebep olan Yoldaki İşaretler kitabı, sadece Mısır’da değil tüm Orta Doğu hatta kısmi olarak Türkiye’de İslami hareketlerin başvuru kitabı olmuştur. Kutub’un görüşlerinden özellikle İslami hareketler hakkında söyledikleri dikkate şayandır. Kendisine çıkış noktası olarak “Gerçek İslam nedir?” sorusunu alan Kutub’a göre, Kardeşler de dâhil olmak üzere İslami hareketlerin hepsi siyasallaşmıştır. Ona göre, “…İslami hareketleri Mısır’da hükümetten İslam Nizamını, İslam şeriatının uygulanmasını istemekle kendini oyalamıştı… İslam nizamını tatbike koymak ve Allah’ın emirleriyle hükmetmek asıl olan ilk hedef değildir…” Çünkü bu amacın gerçekleşmesi için, toplumun önce İslam’a dair inanca (akidesine) sonra da İslam nizamına dair sahih bilgiye ulaşması gerekmektedir (Kutub, 1992: 267–268). Kutub bu kanaate daha çok Nâsır’ın Kardeşler’i siyasi amaçları doğrultusunda kullandığını düşündüğü için varmıştır. Mısır’ı cahiliye toplumu olarak niteleyen Kutub sonrası, İslami hareketlerin üslup ve uygulamalarında ciddi bir radikalleşme görülmektedir. İşte Enver Sedat, böyle Kardeşler’i karşısında bulmuştur. Enver Sedat Dönemi: Görece Serbestlikten Baskıcı Yıllara Dönüş Mısır’ın otoriter lideri Abdünnâsır’ın 1970’te ölümü sonrasında görevi devralan Enver Sedat ile Müslüman Kardeşler farklı bir evreye girmiş bulunmaktadır. Yeni lider Nâsır sonrası Mısır’da, onun karizmatik kişiliği ve yandaşlarının devlet kademelerindeki etkisini kırmak ve kendi gücünü tesis ve tahkim etmek adına birtakım müsamahakâr girişimlerde bulunmuştur (Hinnebusch, 1985: 51). Bunların başında, ülke sathında ilan edilen genel af ile zindanlardaki Kardeşler mensuplarının serbest bırakılması gelmektedir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 34 Sedat, İsrail karşısında Kardeşler’in desteğine ihtiyaç duyduğu için müsamaha göstermekteydi. Bu sebeple, kendisinin gençlik yıllarında Kardeşler üyesi olduğunu söylemekten çekinmemiş11 ve namazları halkla birlikte kılarak dindar bir Cumhurbaşkanı imajı çizmeye özen göstermiştir (Hopwood, 1993: 117). Nâsır sonrası geçici olarak sağlanan bu serbestiyet döneminde hareket içinde önemli yarılmalar görülmüştür. Özellikle hapis hayatı sonrası birçok Müslüman Kardeşler mensubu, Kutub sonrası keskinleşen/sertleşen hareketin üslubu ve işleyişinde bazı reformlar yapmak istemişlerdir. Dana önce sıkça eleştirdikleri hükûmeti eleştirmede yumuşama göstererek sistem içi araçlar ve yöntemler ile siyaset yapmaya soyunmuşlardır. Nâsır sonrası dönem için önemli bir yenilik olan bu durum, hareket içinde rahatsızlıklara neden olmuş ve hareketten bazı kopuşlara sebep olmuştur. Bunlardan bazıları İslami Kurtuluş Örgütü, Cihad, Cemaat el Müslümin, Tekfir el Hicre’dir. Sedat’ın fiiliyattaki müsamahası resmiyete yansımamıştır. Bu dönemde de hareketin resmî olarak yasal bir zemine kavuşmasına izin verilmemiştir (el-Ghobashy, 2005: 377; Hinnebusch, 1985: 76). Dolayısıyla bu müsamahakâr tutum Nâsır döneminde olduğu gibi, çok uzun sürmedi. Özellikle 1970’li yılların ikici yarısından sonra, Sedat ve Kardeşler arasında ayrışmalar ortaya çıkmaya başlamış, Sedat hareketi devlet içinde devlet kurmakla suçlamıştır (Hinnebusch, 1985: 76). İslam’a muhalif birtakım medeni kanun düzenlemeleri vb. Batılılaşma yönündeki adımların yanı sıra, İsrail ile 1979 yılında Camp David Barış Anlaşması’nı imzalaması sebebiyle Kardeşler de tekrar iktidara karşı muhalif bir tavır almıştır (Ahmed, 1989: 44). Bunun sonucunda hareket için tekrar kovuşturma, baskı, işkence ve yasaklı yıllara geri dönülmüştür. 1981 yılına gelindiğinde ülke genelinde hareket üyelerine yönelik geniş çaplı operasyon yapılmıştır. Bu baskılara karşılık olarak Sedat, 6 Ekim 1981’de Kardeşler’in de destek verdiği, Arap-İsrail Savaşı kutlamalarının tertip edildiği bir askeri geçit töreninde düzenlenen bir suikast sonucu öldürülmüştür. Hareket içindeki eleştirilerin artmasına ve bölünmelerin başlamasına rağmen, özellikle Genel Murşid Hasan El-Hudaybi’nin iktidara yönelik muhalif açıklamaları sebebiyle, hareket bu dönemde artık Mısır siyasal yaşamında önemli bir konum elde etmiştir. Kardeşler, artık sadece sosyal bir hareket gibi değil aynı zamanda yoğun bir şekilde siyasi bir parti gibi hareket etmeye başlamıştır (Dalar, 2012: 61; el-Ghobashy, 2005: 374). 11 Enver Sedat, otobiyografisini yazmış olduğu eserde, hareketin kurucu lideri Benna’nın meşhur Salı Sohbetleri’ne birkaç defa katıldığını belirtmektedir. Detaylı bilgi için bkz. el-Sadat (1978: 22). DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 35 Muhammed Hüsnü Mübarek: Uluslararası Toplumun Baskısı ve Aktif Siyasete Dönüş Sedat’ın öldürülmesi sonrasında, Mübarek sıkıyönetim kanunları uygulama başlamıştır. Bu dönemin önemli özelliklerinden biri, hareketin tüm bu baskılara ve engellemelere rağmen sistem içi muhalefet etmesidir. Özellikle 1990 sonrası hareketin siyasi ideolojisini tahkim ettiği yıllar olarak anılmaktadır (el-Ghobashy, 2005: 373–395). Bu yıllardan sonra yasaklı olmasına rağmen, Kardeşler üyeleri bağımsız adaylarla seçimlere katılarak parlamentoya girmiş, sistem içi muhalefet yapmaya başlamıştır. Kardeşler, 2005 yılında gerçekleşen parlamento seçimlerinde bağımsız adaylarla % 20’lik bir başarı elde etmiştir. Bu, Mısır siyasi hayatında politik bir depreme neden olmuştur (Arafat, 2009: 171). Böylece Kardeşler, Mübarek’in otoriter idaresine karşı cılız da olsa muhalefet konumuna gelmiştir (Bradley, 2008: 50; Dalar, 2012: 56). Mübarek yönetimi, seçimlerde yasaklı olan örgütün önünü kesmek adına Anayasa’nın 5. maddesinde birtakım değişiklikler yapmıştır (Al-Awadi, 2005: 170–192). Bu maddedeki, “Mısır’ın çok partili siyasal sisteme dayandığını, vatandaşların yasalara uygun olarak partileri kurup onlara üye olabileceklerini, fakat partilerin dini referansla kurulamayacağını, etnik, dinsel, cinsiyet ve ırk ayrımına dayanan partilerin yasa dışı olduğunu hükme bağlamaktadır.” şeklindeki düzenlemeyle Kardeşler’in önü kapatılmaya çalışılmıştır. Ancak 454 kişilik Ulusal Meclise Kardeşler’den 88 milletvekili seçilmesi engellenememiştir (Dalar, 2012: 56; Gürseler, 2007). Bu dönem için altı çizilmesi gereken husus Batı’nın Kardeşler karşısındaki tavrıdır. Batılı ülkeler tarafından sürekli bir tehdit unsuru olarak görülen Kardeşler, bu dönemde Mübarek rejimi tarafından yoğun olarak baskı ve yasaklamalara maruz kalmıştır. Bunun en önemli sebebi Batı’nın Mübarek rejimini Mısır’daki statükonun sigortası olarak görmesidir. Benna’nın 1949 yılında uğradığı suikast sonrasında hayatını kaybetmesinin ardından hareketin sonraki yıllardaki temsilcileri teşkilatın temel prensipleri dâhilinde hareket etmeye çalışmış ve hem siyasi yapı ile mücadele içinde olmuş hem de Mısır toplumunun İslami bir anlayış dâhilinde tanzim edilmesi için tebliğ ve eğitim faaliyetlerine devam edilmiştir. Enver Sedat ve Hüsnü Mübarek dönemlerinde ise Kardeşler mensupları türlü zorluklarla yüzleşmek zorunda kalmış ve özellikle teşkilatın yönetici kesiminin çoğunluğu defalarca ve uzun yıllar boyunca hapislerde kalmış ve sürgüne gönderilmiştir. Aynı şekilde birçok teşkilat mensubu idama mahkûm edilmiş ve birçoğu da suikastlar yoluyla öldürülmüştür. Kardeşlere yönelik uygulanan baskı ve şiddet politikaları hareket içinde bazı değişikliklerin de meydana gelmesine yol açmıştır. 1990’lı yılların değişen uluslararası siyasi ortamı nedeniyle teşkilatın yönetimle ilişki düzeyinde görece bir dönüşüm meydana gelmiştir. Mübarek’in bir yandan teşkilata yönelik İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 36 baskısını devam ettirmesine ve Müslüman Kardeşler mensuplarının siyasi faaliyetlerde bulunmasına kısıtlamalar getirmesine rağmen teşkilatın toplumsal alandaki faaliyetleri Müslüman Kardeşler’in ülkede her şeye rağmen etkinliğini korumasına neden olmuştur. Bu çerçevede, Müslüman Kardeşler Teşkilatının Davet ve Tebliğ Biriminde görev yapan elEzher Üniversitesi Hocası Dr. Ahmed Muhammed Zaid, Müslüman Kardeşler’in karşılaştığı tüm engellere ve kısıtlamalara rağmen Mısır toplumunda her daim güçlü olduğunu, yönlendirici ve mobilize edici bir etkiye sahip olduğunu ifade etmektedir (A. M. Zaid, mülakat, 18 Temmuz 2012). Bu açıklama teşkilatın Mısırlıların yanında nasıl bir yere sahip olduğunu göstermesi açısından da önem taşımaktadır. 1990’lı yıllarda teşkilat içinde başlayan ıslah hareketi yerel ve küresel düzlemde nasıl tavır takınılması gerektiği hususunda önemli tartışmaların meydana gelmesine yol açmıştır. Bu dönemde demokrasi, sekülerizm, adalet, kadın hakları ve özgürlüğü, diyalog, insan hakları, özgürlük ve uluslararası hukuk gibi kavramlar etrafında çeşitli tartışmalar meydana gelmiş ve özellikle sekülerizm ve demokrasi tartışmalarında kayda değer ilerleme gösterilmiştir (Ramadan, 2006). Demokrasi hususunda Müslüman Kardeşler kendi içlerinde tartışmaları sürdürdükleri gibi ayrıca ülkedeki diğer gruplarla da ortaklık yapmaya çalışmışlardır. Ülke iktidarını elde etmenin ancak demokratik yöntemlerle, yani seçimlerle gerçekleşeceğine inanan Kardeşler, 1991 yılında ülkenin muhalif diğer partileriyle birlikte iş birliği yaparak “demokratik ilkeler” konusunda üzerine düşen vazifenin yerine getirileceği konusunda ortaklarına teminat vermiştir. Bu ilk etapta, Mübarek rejimi için pragmatik iş birliği gibi gözükse de Kardeşler’in daha sonra paylaştığı görüşler dikkate alındığında bunun büyük bir sapmaya yol açmadığı görülmektedir. Bu iş birliği çerçevesinde İslam hukukunun ve uluslararası hukukun öngördüğü insan hakları ve kamusal hak ve özgürlüklerin verilmesi, olağanüstü hal (state of emercency) ile sıkıyönetim uygulamalarının nihayete erdirilmesi, siyasi partileri kurmanın önündeki engellerin kaldırılması, serbest ve demokratik seçimlerin yapılması, ülkenin yürütme erkinin bakanlar kurulu şeklinde çalışmalarını sürdürecek parlamenter yapının benimsenmesi, Şura Konseyine yasama ve denetim yetkisinin sağlanması, cumhurbaşkanının iki dönemi aşmaması kaydı şartıyla doğrudan halk tarafından belirlenmesi gibi konular üzerinde anlaşmaya varılmıştır (Harnisch ve Mecham, 2009: 192). Hareketin son 20 yılı incelendiğinde Benna’nın inşa ettiği temel ilkelerden sapma olmamakla ya da en azından hareket mensuplarının böyle bir sapmanın olmadığını ifade etmesiyle birlikte, teşkilat içinde bir ıslah (düzeltme/gözden geçirme/yenile(n)me) projesinin başlatıldığı göze çarpmaktadır. Hareket içindeki ıslah çerçevesinde siyasi otorite ile kurulan ilişkileri yeniden gözden geçirme durumu ve rejime karşı yürütülen açık siyasetin DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 37 çeşitli şekillerde dönüşüm geçirmesiyle uzlaşının da ön plana çıktığı bir anlayış meydana gelmiştir. Son yıllardaki genel mürşitlerin açıklamalarında ve uygulamalarında bu durumun izlerini sürmek mümkündür. Özellikle 2004–2010 yılları arasında Genel Mürşitlik görevini yürüten Muhammed Mehdi Akif döneminde hareketin faaliyetlerinde çeşitli yumuşamalar meydana gelmiştir. Akif, daha kapsayıcı açıklamalarda bulunarak Kardeşler’e yeni bir vizyon oluşturmaya çalışmıştır. Dolayısıyla hareketin aslından kopmadan açılımlar yapması ve yerel, bölgesel ve küresel boyutta çeşitli ilişkiler geliştirmesi gerektiği hususu da bu dönemde sıkça tartışılmaya başlamıştır. Aynı şekilde Akif dönemi, teşkilat içindeki yenilikçi ve gelenekçi tartışmasının da ortaya çıktığı bir dönemdir. Akif dönemindeki atılan adımların nüveleri özellikle devrim sonrası Mısır’da Kardeşler’in hareket alanını genişletmiştir.12 Son yıllarda hareket içindeki tartışmalar Mübarek rejiminin sona ermesinin ardından Mısır’ın yeni bir döneme girmesiyle birlikte pratiğe de doğrudan yansımıştır. Uzun yıllardır Batı ile kurulacak olan ilişkilerden kavramların yorumlanması ve uygulanmasına kadar teorik düzlemde tartışılan birçok konu bu yeni süreçte pratiğe dönüştürülebilmiştir. Bu nedenle Kardeşler içindeki açılımlar, tartışmalar ve gerilimler yeni bir sürece de evirilmiştir. Bu tartışmalara ek olarak 2000’li yıllarda Müslüman Kardeşler mensupları siyasi sahada da yeniden ve daha fazla gözükmeye ve teşkilat bağımsız milletvekilleri yoluyla mecliste sandalye edinme siyasetini hayata geçirmeye başlamıştır. Böylece Kardeşler mensupları bir yandan mecliste yer almaya başlarken diğer bir yandan da hareket alanlarını daha fazla genişletmeye çalışmışlardır (Shehata ve Stacher, 2006: 32–39). Mübarek döneminin sıkıntılarını sonuna kadar hisseden teşkilat mensuplarının toplumun farklı kesimleriyle birlikte Mübarek karşıtı bir dönemin tesisi için çeşitli çalışmalar yapması ve oluşumlar içinde olması Mısır’ın yeni bir döneme doğru evirildiğini ortaya koymaktaydı. Tüm bu gelişmeler yaşanırken teşkilat içinde ortaya çıkan “Nesil Çatışması” durumu ve hareketin içinden yeni seslerin yükselmesi Mısır toplumu ile birlikte Müslüman Kardeşler Teşkilatının da bir değişim/dönüşüm sarmalının içine girdiğinin sinyallerini vermekteydi. Nitekim Tunus’ta başlayan Arap halklarının liderlerine karşı ayaklanmaları süreci ve 25 Ocak devrimiyle Mısır toplumunda Mübarek’siz yeni bir dönemin başlaması Kardeşler’in kritik bir dönemin eşiğine gelmesine sebep oldu. 12 Mehdi Akif’in Genel Mürşitlik döneminde izlediği siyasetle ilgili verdiği bir röportaj o dönemi ve Akif’in genel mürşitliğini anlamak açısından yararlı bir kaynak olarak başvurulması gereken bir konuşmadır. Detaylı bilgi için bkz. Hasen, S. (2011). Hivar mea Muhammed Mehdi Akif. In Cemaa’ fi ezme: Hivarat mea kade ve mütemerridiin (pp. 19–32). Kahire: Mektebet Medbuli. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 38 Mısır’daki “Mübarek” Devrim ve Müslüman Kardeşlerin İktidarla İmtihanı 25 Ocak 2011 Devrimi ve Sonrası Mübarek rejiminin son yıllarda halk nezdinde meşruiyeti önemli ölçüde sarsılmıştı. Mübarek’in özellikle yerine oğlu Cemal’i hazırlıyor oluşu toplumun birçok kesimi tarafından hoş karşılanmamaktaydı. Devlet başkanlığı seçimlerine doğru giden sürecin büyük bir rekabet içinde geçiyor oluşu 2010 yılında Mısır’da farklı tarzda eleştiri ve gösterilerin ortaya çıkmasına neden olmuştu. Sadece muhaliflerden değil aynı şekilde rejim yanlılarından da Cemal Mübarek’in devlet başkanlığına karşı çıkanlar mevcuttu. Böyle bir durumun ardından Mısır’da 2011’in başında ayaklanmaların başlaması ve özellikle gençler eliyle bu işin sürüklenmesi Mübarek’in sonunun habercisi olmuştur. Bununla beraber, Mısır’daki geçiş süreci Tunus’taki kadar sessiz ve rahat olacak gibi gözükmemektedir. Tahrir Meydanı’nda Mübarek rejimine karşı aynı tonda muhalefet sergileyen gruplar arasında, Mübarek’in gitmesinin ardından problemler tezahür etmeye başlamıştır. Özellikle Selefi ve Hristiyan gruplar arasında yaşanan çatışmalar kazanılan başarıya gölge düşürürken devrim sonrası sürecin nasıl şekilleneceği noktasında da büyük soru işaretlerinin oluşmasına neden oldu. Mübarek’in gitmesinin ardından yönetimi geçici süreliğine (!) ele alan ordu, bu tür çatışmaları fırsat bilerek ülke içindeki konumunu korumaya çalışmış ve iktidarı devretmek istememiştir. Mübarek’in ardından Mısır halkı iktidarın tamamen sivillere devredilmesi için yeniden protestolara başlamıştır. Bu süreçte serbest seçimlerin yapıldığı ve yeni bir anayasa hazırlık sürecine girilen Mısır’ın siyasi yapısının nasıl şekilleneceği en önemli sorunu teşkil etmekteydi. Mısır gibi büyük ve özellikle de Arap Orta Doğu’su üzerinde son derece etkili bir konuma sahip olan bir ülkenin yeniden yapılanması esnasında taşların yerine oturması için zamana ihtiyaç olduğu aşikârdı. Bu geçiş sürecinde Kardeşler’in başını çektiği İslamcıların doğru adımları yeni Mısır’ın onlar tarafından şekillendirilmesinin de kapısını araladı. Devrim sürecini toplumsal sahada iyi yöneten ve bu başarısını daha sonrasında siyasi düzeyde de göstererek Mısır’ın yeni yönetiminde kurucu rol üstlenen Kardeşler, geçmiş birikiminin sayesinde ve teşkilatçı mekanizması ve mensupları ile Mübarek sonrası Mısır’da hızlı hareket ederek yeni bir parti kurmayı başardı. Kardeşler’in kurulduğu tarihten beri doğrudan siyasete katılamaması Mübarek rejimi sonrasında kendi yasal partisini kurmakla ülke siyasetinde rol alma konusunda istekli olduğunu göstermiştir. Hareket resmî olarak 30 Nisan 2011’de, Hürriyet ve Adalet Partisini kurduklarını ve Parlamento seçimlerine katılacaklarını açıkladı (“Muslim Brothers form Egypt party,” 2011). Partinin kurulmasıyla Kardeşler, tüm Mısır halkını kucaklayıcı bir dil kullanmaya başladı. Böylece halkı harekete DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 39 geçirerek meclis seçimlerinden zaferle çıktı ve hareketin adayı olarak Mısır cumhurbaşkanlığı seçimine katılan Muhammed Mursi’nin devlet başkanı olmasını sağladı. Demokrasi, şeffaflık ve özgürlük gibi kavramlar üzerinden yürütülen siyaset Kardeşler’in Mısır seçimlerinden zafer kazanmasını pekiştiren en önemli unsur oldu. 2010 yılında Muhammed Mehdi Akif’in ardından Genel Mürşit olarak seçilen Muhammed Bedii’nin göreve seçilmesinin ardından yaptığı konuşmada (“Translation: Muhammad Badie’s acceptance speech,” 2010) demokrasi ile ilgili ifadeleri Hürriyet ve Adalet Partisinin demokrasi vurgusunun neden çok fazla öne çıktığının ipuçlarını vermektedir. Bedii ilgili konuşmasında, demokrasinin (danışma) kendileri için en önemli araç olduğunu ve bunu güçlendirmek için çaba sarf edilmesi gerektiğini ifade etmişti. Siyasal erkin bireysel hak ve özgürlükler ile demokrasiyi (istişareyi) sürdürmesi ve meşru otoritenin halk tarafından tanınması gerektiğini belirterek İslam’a en yakın sistemin bu olduğu gerekçesiyle güçler ayrılığının (yasama-yürütme-yargı) sağlanmasını talep etmişti. Bedii, demokrasiyi (veya istişareyi) hareketin kendisi için temel yöntem olarak benimsediğini açıkça vurgulayarak Kardeşler’in kurum ve kuruluşlarının en tepeden aşağıya kadar demokrasiye dayalı bir organizasyon olduğunu belirtmişti (“Translation: Muhammad Badie’s acceptance speech,” 2010). Bu açıklamadan anlaşılacağı üzere Kardeşler teşkilatı kendisini demokrasiyle yüzleşmeye hazır bir hâle getirmiş ve Mübarek sonrası gerek meclis seçimlerinde gerekse cumhurbaşkanlığı seçiminde alınan zaferle uygulamada da demokrasi anlayışı ekseninde bir nizam inşa edeceğinin sinyallerini vermiştir. Mübarek sonrası dönemde Kardeşler Teşkilatının Mısır’ın yeniden kuruluşunda başat rol oynayacak olması gerek teşkilat gerek parti içinde farklılıkların ortaya çıkmasını ve farklı kavramlara farklı yaklaşımların getirilmesini beraberinde getirdi. Kuruluşundan bu yana muhalefette olan ve siyasi partinin ötesinde Benna’nın çizdiği ilkeler dâhilinde İslami bir nizamı tesis etmek için çaba sarf eden bir “dava” hareketi olan Kardeşler, bu yeni dönemde siyasi bir parti aracılığıyla yerel ve küresel düzlemde siyaset üretmeye başladı. Bu nedenle bugüne kadar yapılan tartışmaların pratik sahaya nasıl yansıtılacağı oldukça önem arz etmekteydi. Nitekim Hürriyet ve Adalet Partisinin programında iktisadi alanda kalkınmayı ve uluslararası sisteme entegrasyonu öne çıkaran yaklaşım ve dış politikada bölgesel liderliğin vurgulandığı, ulusal çıkarlar etrafında aktif ve etkin bir politika anlayışının altının çizilmesi (“Bernamecü Hizb al-Hurriya ve’l-Adale,” 2011), hareketin temel ilkeleri ile bir çatışma yaşayıp yaşamayacağı hususunda soru işaretleri taşımaktadır. Bu bağlamda Kardeşler’in devrim sonrası yeni dönemde karşılaştıkları değişim, dönüşüm ya da muhafaza sorunsalını demokrasi, dış politika, rejimin kalıntılarıyla mücadele başlıkları dâhilinde incelemek, hareketin değiştiği ya da dönüştüğü sorusuna belirli düzeyde cevap verebilecektir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 40 Demokrasiye Bakış ve Hareket İçindeki Gerilim Demokrasi söylemi “Arap Baharı” olarak nitelendirilen Arap dünyasındaki değişim sürecinde en fazla kullanılan kavramların başında gelmektedir. Kardeşler ile Hürriyet ve Adalet Partisinin de bu kavrama söylemlerinde sıklıkla yer verildiği görülmektedir. Partinin Medya ve İletişim Sorumlusu Hasan Abdulgani, demokrasinin Batılı bir kavram olmakla birlikte aslında İslami bir değere sahip olduğunu ve bunun şura yoluyla gerçekleştiğini belirtmektedir (H. Abdulgani, mülakat, 19 Temmuz 2012). Kardeşler mensuplarının sıklıkla başvurduğu demokrasinin şura olarak anlaşılması hususu çeşitli soruları da ortaya çıkarmaktadır. Dr. Zaid, yapılan görüşmede demokrasinin nazari ve pratik olmak üzere iki zaviyesinin olduğunu, Kardeşler Teşkilatının ise uygulamaya dair olan yönünü benimsediğini belirtmektedir. Ayrıca bu durumun Batı düşüncesinden etkilenmeye sebebiyet vermeyeceğini ve bu kavrama sıklıkla başvurmanın Mısır toplumunda Batı tipi bir demokrasi anlayışının inşa edileceği anlamına gelmeyeceğini vurgulamaktadır (A. M. Zaid, mülakat, 18 Temmuz 2012). Bu açıklamadan da görüleceği üzere Kardeşler, İslami bir nizamın tesisi için hareketin ilk günlerinden itibaren benimsenen ilkelere uygun bir söylemi dönemin şartları dâhilinde oluşturmaya çalışmaktadırlar. Mısırlı Akademisyen Dr. Kemal Habib, Kardeşler’in bugüne kadar muhalif bir hareket olarak iktidara ve yönetime karşı direnişin ve muhalefetin kaidelerini başarılı bir şekilde oluşturduğunu fakat yönetim ve iktidarın kaidelerini ise henüz oluşturmadığını belirtmektedir (K. Habib, mülakat, 21 Temmuz 2012). Bu nedenle bugüne kadar toplumsal alanda aktif bir biçimde faaliyet gösteren ve İslam dünyasının genelinde önemli bir etki alanına sahip olan Kardeşler’in ilk defa geldiği yönetimde ciddi sorunlarla karşılaşması muhtemel bir durumdur. Şura’yı ön plana çıkaran bu vurgunun Cemaat ve Parti ayrımının yaşandığı bir Hareket’e ne şekilde yansıyacağı ciddi bir meseledir. Özellikle Teşkilatın bazı kesimlerinde Parti’nin Hareketin bir alt parçası olduğuna dair kanının aksine diğer kesimin Parti’nin Kardeşler’in ilkelerine bağlı müstakil bir yapı olduğu iddiası önemli bir tartışma konusudur. Kardeşler’in kurucusu Benna’nın oğlu Seyful İslam el-Benna ile yapılan görüşmede hareket ile parti arasında hiçbir farkın olmadığı ve partinin harekete tamamen bağlı bir alt organ olduğu yönündeki ifadesi, Kardeşler teşkilatı içindeki geleneksel söylemin önemli bir yansımasıdır (S. İ. el-Benna, mülakat, 22 Temmuz 2012). Bunun aksine özellikle genç kesimde bu duruma yönelik bazı eleştiriler gelmektedir. Siyaset bilimci ve aktivist Doha Samir, parti ile hareket arasındaki organik bağın büyük bir hata olduğunu ve bu nedenle bazı yöneticilerin partiden ayrıldığını ifade ediyor (D. Samir, mülakat, 21 Temmuz 2012). Bu iki açıklamaya genel olarak bakıldığında teşkilat içinde uzun süredir yaşandığı belirtilen nesil çatışmasının da izleri görülmektedir. DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 41 Kardeşler’in demokrasi söylemine sıkıca sarılmalarının altında yatan en önemli nedenlerden birisi şüphesiz Mısır’daki rejimin uygulamalarıdır. Halkın bugüne kadar tam bağımsız seçimlerde oy kullanmamış olması, baskı ve takibin had safhada olması, düşüncelerin ifadesine ve siyasi davranışlara dair önemli kısıtlamaların olması demokrasiyi yeni Mısır’da halka sunulacak en kolay söylem yapmaktadır. Bununla birlikte Kardeşler’in yüzleşeceği en önemli krizin teori ve pratik arasında demokrasinin nereye tekabül edeceği konusunda ortaya çıkacağı öngörülmektedir. Demokrasiyi özünde İslami bir değer olarak kabul etmek ve şura müessesi üzerinden olgun ve tam bir demokratik İslami sistem inşa etme girişimi önemli bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Abdulgani demokrasiyi daha öncesinde hiçbir şekilde olumsuz biçimde kullanmadıklarını ifade ederek İslam şeriatıyla çatışmayacak, İslam’a muhalif olmayacak sivil ve demokratik bir devlet arzuladıklarını belirtmektedir. Bunu gerçekleştirme yolunda geçmişten önemli dersler çıkardıklarını ve özellikle Türkiye’de meydana gelen Erbakan ve Erdoğan tecrübesinden çok şey öğrendiklerinin altını çizen Abdulgani, Erbakan’ın fikri düşüncesinin önemli olduğunu ve uygulamada sıkıntılarla karşılaştığını ve oldukça teorik kaldığını söyleyerek, Erdoğan tecrübesinde pratik unsurların ön plana çıktığı ve tedrici bir ilerlemeyi kabul eden bir anlayışın benimsendiğini ifade etmektedir. Bu çerçevede Abdulgani, kendi toplumlarına bu iki tecrübeden uygun olanı aldıklarını yani tedrici bir ilerlemeyi benimseyen ve toplum içinde çatışmadan ziyade farklı kesimleri de kucaklayacak şekilde Erdoğan tecrübesinin ağır bastığını işaret etmektedir (H. Abdulgani, mülakat, 19 Temmuz 2012). Bu bağlamda demokrasinin benimsenen bir husus olması ve buna ek olarak kadın hakları, bireysel özgürlükler ve sekülerizm gibi konularda da görece ılımlı bir tavrın sergilenmesi Müslüman Kardeşler’in çeşitli değişimler yaşadığını ama hareketin temel ilkelerini de mümkün mertebe sadık kalarak bu değişim sürecini devam ettirmeye çalıştıklarını göstermektedir. Sadece şura mantığı dâhilinde ve harici faktörleri gözetmeksizin özgün bir demokrasi ya da benzeri bir yönetim inşasının şu an için hareketin doğrudan gündeminde olmadığı ve bu süreçte demokrasi kavramı ve İslam dininin bazı kavramlarını mecz ederek bir anlayış biçimi ortaya çıkarmak istedikleri görülmektedir. Şura müessesinin işletilmesi hareketin en önemli unsuru olmakla birlikte, Hürriyet ve Adalet Partisinin siyasi bir kurum olarak ve özellikle de Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin devletin en tepesindeki isim olarak Kardeşler’in genel yapısı dâhilinde ne kadar hareket edeceği ve teşkilatın en üstteki ismi olan Genel Mürşite ne kadar bağlı olacağı sorusunun cevabı ilerleyen zamanda daha açık bir şekilde görülecektir. Dr. Habib, Cumhurbaşkanı Mursi’nin Genel Mürşite tam olarak bağlı olmayacağını ifade etmesinden yola çıkarak yeni dönemde cemaat içinde önemli kırılmaların doğal olarak yaşanacağını çünkü bir devlet başkanının ya da bir kabinenin bir İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 42 cemaatin üst düzey organına bağlı olarak çalışmasının mümkün olmadığını belirtmektedir (K. Habib, mülakat, 21 Temmuz 2012). Buradan da görüleceği üzere yeni dönemde Kardeşler Teşkilatının yapısında önemli değişim unsurları ortaya çıkacak ve siyasi yapı cemaatin geleneksel davranış biçiminden önemli ölçüde ayrılacaktır. Temel ilkelerin cemaatin genel algısı dâhilinde olması siyasilerin cemaate bağlı olacakları anlamına gelmemektedir. Kardeşler’e bugün bakıldığında hareketin kendisini sürekli yenileme ve yeni arayışlar içinde olma eğilimini benimsediği görülmektedir. Abdulgani, hareketin kuruluşundan bu yana kullandığı araçlarda önemli değişimlerin olduğunu, bu bağlamda yeni değişimlerin de gerçekleşmesi için bir AR-GE birimi oluşturduklarını beyan etmektedir. Ayrıca, Müslüman Kardeşler’in bugüne kadarki en büyük sorunu olan kısıtlı bir toplumsal açılımın aşıldığı ve tüm Mısır’ı kucaklayacak bir vizyon ve yaklaşım ile açılım gerçekleştirme içinde olduklarını belirtmektedir (H. Abdulgani, mülakat, 19 Temmuz 2012). Yeni dönemde Kardeşler’in cemaat olarak davet ve tebliğ faaliyetlerini toplumsal sahada sürdürmekle beraber, Hürriyet ve Adalet Partisinin ve Cumhurbaşkanı Mursi’nin seçilmiş siyasiler olarak tüm ülkenin çıkarını gözetecek ve tüm kesimleri kapsayacak bir siyasi eğilim içine girecekleri öngörülmektedir. Kardeşler içinde bulunduğu bu değişim süreci hareketin yönetim kadrolarında da bazı kırılma ve ayrışmalara sebebiyet vermiştir. Özellikle Abdulmunim Ebu’l-Futuh’un hareketten ayrılması ve cumhurbaşkanlığı seçiminde Kardeşler Teşkilatının aday olarak gösterdiği Muhammed Mursi’ye karşı seçime girmesi cemaat içinde de farklı gerilimlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Ebu’l-Futuh, hareketin son yıllarda önemli ölçüde değişim gösterdiği ve siyasi sahada aslına uygun davranışlar göstermediğinden yola çıkarak öze dair bazı sorunların olduğunu belirtmekte ve “Kardeşler’in özüne dönmediği takdirde hayatta kalamayacağını” ifade etmektedir (Hasen, 2011). Ebu’l-Futuh gibi önemli ve etkin bir ismin son süreçte teşkilat ile yollarını ayırması cemaat içinde uzun zamandır bahsedilen krizin dışa vurumu açısından önemli bir örneklik teşkil etmektedir. Abdulgani, Ebu’l-Futuh ile ilgili düşünsel farklılıkların çok eskiye dayandığı ve devrim sonrası süreçte ise Ebu’l-Futuh’u bazı hususlarda çok aceleci davrandığı ve sabretmediği, cemaati şurasına önem vermediği gerekçesiyle eleştirmektedir (H. Abdulgani, mülakat, 19 Temmuz 2012). Doha Samir ise Ebu’lFutuh’un ılımlı bir İslamcı olduğu ve gençlere daha çok şey vaat ettiğini ifade etmektedir (D. Samir, mülakat, 21 Temmuz 2012). Ebu’l-Futuh üzerinden giden bu iki örnek hareket içinde bir gerilimin olduğu ve Kardeşler’in ilerleyen dönemde cemaat içi ya da parti içi başka türlü gerilim ve ayrışmalarla da yüzleşmek durumunda kalabileceğini göstermektedir. Cemaatteki bu ayrışma şu an için Mısır’daki yeni inşa sürecini doğrudan etkilemese de ilk meclis seçimlerinde Hürriyet ve Adalet Partisinin bazı sıkıntılarla karşılaşabileceği düşünülmektedir. Özellikle Ebu’l-Futuh’un aktif bir şekilde yürüteceği siyaset Kardeşler mensupları kadar diğer Mısırlıların da siyasi tercihini önemli ölçüde etkileyecektir. DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 43 Dış Politika ve Küresel Sistem Mısır’daki değişimin ardından tüm dünyanın gözü büyük ölçüde Mısır’a doğru çevrildi. Arap Orta Doğu’sunun en büyük ve güçlü devleti olan Mısır, aynı zamanda Afrika kıtasının da merkez ülkelerinden birisi olarak yeni dönemde izleyeceği siyaset ile bölgenin yeniden şekillenişinde büyük rol oynayacaktır. Sahip olduğu tarihî, askeri, iktisadi, siyasi ve entelektüel birikim ve potansiyel ülkeyi bölgesinin kurucu devletlerinden birisi hâline getirmektedir. Nüfusunun kalabalık olması ve sayıca kalabalık bir ordusunun olması Mısır’ın farklı açılardan da oldukça önemli bir devlet olduğunu göstermektedir. Nâsır döneminde Sovyetler Birliği’ne yakın olan ve Bağlantısızlar oluşumunun başını çeken Mısır, Sedat döneminde ABD’nin başını çektiği Batı Blokunun pasif bir parçası olmuş ve Mübarek döneminde ise tamamen ABD’nin yönlendirici etkisi altında bölgesel ve küresel siyasetini oluşturmuştu. Sahip olduğu potansiyelin aksine oldukça etkisiz bir dış politika benimseyen Mısır’da yeni dönemde en fazla tartışılan başlıklardan birisi de uluslararası ilişkilerde Mısır’ın elde edeceği konum oldu. Bu konu sadece Mısırlıların değil aynı zamanda Mısır’ı yakından takip eden tüm dünyanın da temel meselelerinden birisi hâline geldi. Çünkü bu yeni süreçte Mısır’ın üstleneceği rol hem kendi kaderini belirlerken aynı zamanda başka devletlerin de Orta Doğu’ya yönelik politikalarını ve bölgedeki kaderlerini tayin edecektir. Uzun yıllar boyunca tüm dünyadaki İslami hareketlere ilham kaynağı olmuş ve bir sivil inisiyatif ya da toplumsal hareket olarak Kardeşler’in ajandasının da başlıca unsurlarından birisi dış politika sahasıdır. Mısır’ın sahip olduğu potansiyel çerçevesinde ülkenin hak ettiği yere gelmesi ve uluslararası ilişkilerde etkin ve aktif bir rol üstlenmesi Müslüman Kardeşler mensupları tarafından sıklıkla dillendirilmektedir. Bölgesel liderlik amacı dâhilinde yeni bir dış politika vizyonu oluşturmaya çalışan Müslüman Kardeşler, dış dünya ile kurduğu sivil ilişki tecrübesini diplomatik sahaya da aktararak güçlü bir ülke kurmayı hedeflemektedirler. Cumhurbaşkanlığı seçimi esnasında Mursi’nin üzerinde en çok durduğu ve Başkanlık Programı’nın önemli sacayaklarından birisi olan dış politika bölümü cemaatin temel hedefleri ve hareket sahasını görmek açısından önem taşımaktadır. Mursi’nin başkanlık seçimleri öncesindeki programı üzerinden hareket ettiğimizde temelde üç dış politika dairesi belirlendiği göze çarpmaktadır. Birincisi Arap âlemi, ikincisi Afrika kıtası ve sonuncusu da İslam dünyası olan dış politika vizyonunda öncelikler tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu üç daire arasında dengenin oluşturulması, küresel düzeyde dış politika açılımı ve uluslararası hukuka saygı yeni dönemin dış politikasının temel ilkelerini oluşturmaktadır (“El-Bernamic er-Riasi li’d-Doktor Muhammed Mursi,” 2012: 139–143). Bu ilkeler dâhilinde Mısır, yeni dönemde tüm dünya ile ilişkiler kuran, bölgesel ve küresel entegras- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 44 yonlara önem veren, aktif ve merkezî bir rol üstlenen bir ülke olmayı amaçlamaktadır. Bu yeni dış politika anlayışı dâhilinde ülke ve cemaat içinde tartışılan en önemli husus ise ABD ve İsrail ile olan ilişkilerin konumudur. Camp David Anlaşması’nın ardından Mısır ile İsrail arasında tüm Arap ve İslam dünyasını rahatsız eden bir barış anlaşması imzalanmış ve o tarihten sonra Mısır ve İsrail çeşitli alanlarda müttefiklik ilişkisi içine girmişlerdi. Aynı şekilde ABD’nin doğrudan yönlendirmesi altında olan Mısır’ın bu yeni dönemde her iki devlete karşı izleyeceği siyaset merak edilen konuların başında gelmekteydi. Özellikle, Kardeşler’in seçimlerden zaferle çıktıktan sonra ABD’nin İsrail ile ilgili olan bazı tereddütlerini dile getirerek Mısır’ın yeni yönetimini dolaylı şekilde uyarması bir tartışma konusu olurken uzun yıllar boyunca İsrail muhalifliği yapmış Kardeşler’in İsrail ile olan ilişkileri görece devam ettireceğini açıklaması birçok soru işaretinin oluşmasına neden olmuştur. Hasan Abdulgani, İsrail meselesinin Mısır’ın uluslararası ilişkilerde karşılaşacağı ilk sorun olduğunu belirterek ilk etapta İsrail ile yapılan anlaşmaya sadık kalacaklarını belirtmiştir. Sonraki dönemde ise farklı uygulamaların hayata geçirilmesinin mümkün olabileceğinden bahsetmektedir (H. Abdulgani, mülakat, 19 Temmuz 2012). Bu durum göstermektedir ki Mursi liderliğindeki yeni Mısır, İsrail ile kuracağı ilişkiler nedeniyle çeşitli sıkıntılarla karşılaşabilecektir. Bununla birlikte Abdulgani, bölgede kurulacak güçlü bir birliktelik sayesinde bu sorunun kolaylıkla izole edilebileceğini belirtmektedir. Mısır’ın güçlü olması hâlinde tüm Arapların güçlü olacağını çünkü Mısır’ın Arapların anası olduğunu vurgulayan Abdulgani, İslami bir dayanışmanın Batı dünyasına karşı bir cephenin oluşmasında önemli olduğunu ve bu nedenle Mısır, Türkiye, İran, Suudi Arabistan gibi devletlerin bir araya gelmesinin büyük bir zorunluluk olduğunu dile getirmektedir (H. Abdulgani, mülakat, 19 Temmuz 2012). Buna ek olarak Müslüman Kardeşler’in Dış İlişkiler Birimi Sorumlusu Walid Haddad kendilerinin dış politika vizyonunda Arap dünyasına yönelik açılımın oldukça önemli olduğunun ve Arap dünyası ile ilişkilerin geliştirilmesinin öncelikli mesele olduğunun altını çizmektedir. Hz. Peygamber’in (sav) de tebliğe öncelikli olarak kendi çevresinden başladığını belirten Haddad, Mısır’ın da bu yeni süreçte Arap kardeşleri ile yakın ilişkiler kuracağını ve bunun üzerinden yeni bir dış politika inşa edeceğini ifade etmektedir (W. Haddad, mülakat, 20 Temmuz 2012). Bu açıklama, öncelikle Mısır’ın Arap dünyasının lideri olma düşüncesinin önemli bir dışa vurumu olarak karşımıza çıkmaktadır. İkinci olarak da yeni dış politika vizyonunda İslam dünyasının diğer coğrafyalarının ve sorunlarının yeni yönetimin ne kadar gündeminde olacağına dair bazı soru işaretlerini beraberinde getirmektedir. Ayrıca hareketin önemli kadrolarında yer alan bu iki ismin görüşmelerde “ulusal çıkar”a özel vurgu yapmaları yeni dış politikanın amaçları ve imkânlarına dair bazı risklerin olduğunu göstermektedir. Uluslararası ilişkilerde ulus devlet mantığı çerçevesinde şekille- DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 45 nen “çıkar” algısının yeni süreçte ne kadar etkin olacağı ya da farklı bir deyişle ulusal çıkar hangi saikler üzerinden belirleneceği önemli bir tartışma konusudur. İslam dünyasındaki İslami hareketlerin çoğuna ilham olmuş Kardeşler’in siyaset sahnesinde uluslararası bir aktör olarak takip edeceği rota ve bu rotada kullanacağı argümanların teorik arka planı hareketin geleceğine dair önemli ipuçları vermektedir. Dış politikada dayanışmayı öne çıkaran Mursi’nin Afrika kıtasına yönelik özel bir önem verdiği seçim programından açıkça görülmektedir. Yurt dışına ilk seyahatini Suudi Arabistan’a yaptıktan hemen sonra Afrika Birliği toplantısına katılan Mursi’nin bu adımı, sadece Arap dünyasında değil aynı zamanda Afrika kıtasında da merkez ülke olmak isteyen bir Mısır imajı çizmektedir. Özellikle ekonomik anlamda Afrika ile ilişkilerin önemsendiği görülmektedir. Yıllardır göz ardı edilen Afrika kıtasının yeni dönemde daha büyük bir pazar hâline geleceği zikredilmektedir. Bu durum açıkça göstermektedir ki, Orta Doğu’nun ve Arap dünyasının asli unsuru olan Mısır, yeni süreçte kendisini Afrika kıtasının da asli unsuru saymaya başlayacaktır. Buna ek olarak Mursi’nin Çin, İran ve İtalya ziyaretleri de dış politikada daha aktif ve saldırgan bir ülkenin olduğunun işaretlerini vermektedir. Bölgesel liderliği ve merkez ülke olmayı temel prensibi hâline getiren yeni Mısır’ın uluslararası alandaki varlığı geçmişe kıyasla çok daha fazla hissedilecektir. Bu çerçevede Mısır’ın bölgesel düzeyde gerçekleştireceği ittifaklar hem ülkenin kalkınması hem de bölgenin kalkınması açısından hayati bir rol üstlenecektir. Din ve Devlet İşleri Gerilimi/Ayrımı Modern dönemde İslami hareketlerin karşılaştığı büyük sorunlardan birisi iktidarın din ile kurduğu ilişki biçimidir. Kardeşler bünyesinde de ilk günden itibaren Mısır yönetimine karşı yapılan başlıca eleştiriler İslami bir nizamın yansıması olmayan ve dini devletin idaresinden dışlayan bir anlayışın benimsenmesine yöneliktir. Teşkilatın kuruluşundan itibaren hareketin geleceğine yön veren ve fikirleri her daim öncü kabul edilen Benna’nın dinin devletten ayrılmasına yönelik sert itirazı hareketin bu alana dair tutumunun temelini oluşturmaktadır. Benna meşhur risalelerinde din ve devletin birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını özellikle vurgulamış ve “dini hayatın bütün dallarından uzak tutarak onu vicdanlara ve mabetlere hapsedilmesinin” kabul edilemez olduğunu vurgulamıştır (el-Benna, 2008: 41–42). Benna din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunanlara yönelik eleştirilerinde onların İslam’ı doğru tarafıyla anlamadıklarını belirtmektedir. Bu kimselerin “İslam’ın hem din hem cemiyet, hem cami hem devlet, hem dünya hem ahiret olduğunu” anlayamadıklarını ve “bu mukaddes dinin dünya hayatı ile ilgili meselelere iba- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 46 detle ilgili meselelerden daha fazla temas ettiğini öğrenemediklerini” (el-Benna, 2008: 42) vurgulamaktadır. Müslüman Kardeşler’in kuruluşundan itibaren uzun zaman geçmesine rağmen ana iskeletin Benna’nın oluşturduğu çizgide ilerlediği ve kurucu prensipler etrafında devam ettirilmeye çalışıldığı gözlemlenmektedir. Ebu’l-Futuh’un ifadesiyle “Müslüman Kardeşler’in benimsediği temel fikir hala Benna’nın oluşturduğu akımdır. Hareketin mensupları onun fikirlerini hala taşımaktadırlar.” (Hasen, 2011: 50). Bu çerçevede hareketin bugününde de din ve devlet idaresi arasındaki ilişkilerde Benna’nın çizgisine yakın bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Öncelikle Kardeşler’in siyasi alandaki temsilcisi olan Hürriyet ve Adalet Partisinin programında ve Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin seçim programında dine özel bir atfın olduğu görülmektedir. Devletin temel prensiplerinin demokratik ve çağdaş olmasının yanı sıra İslami bir referansa da sahip olması gerektiği dile getirilmektedir (“ElBernamic er-Riasi li’d-Doktor Muhammed Mursi,” 2012, “Mucez Bernamec’il Hizb al-Hurriya ve’l Adale,” 2012). El-Merci’iyye el-İslamiyye olarak formüle edilen ve İslam’ı referans alan bir yönetim biçiminin benimsenmesi yeni Mısır’da laiklik olgusuna yönelik farklı bir durumun ortaya çıkacağını göstermektedir. Dinin yeni siyasal yaşamın merkezinde yer alacağı yeni Mısır’da kiliseye de özel bir önemin verildiği görülmektedir. Cumhurbaşkanı Mursi’nin programında “dini kurumların itibarlarının iade edilmesi ve serbest olmalarına” dair fikirlerden bahsettiği bölümde dinî kurumlar olarak el-Ezher ve Mısır Kilisesi zikredilmektedir (“El-Bernamic er-Riasi li’d-Doktor Muhammed Mursi,” 2012: 15). Mısırlıların tamamının sesi olmayı hedefleyen Mursi’nin ve diğer görüşlerin tamamını içine almaya çalışan Hürriyet ve Adalet Partisinin yeni süreçte İslam’ı merkeze alan ama diğer din ve görüşleri de kucaklayan bir siyasi çizgiyi benimseyeceği ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte Benna’nın da benimsediği temel prensipleri muhafaza ederek dini devlet idaresinden ayrı görmeksizin bir politika izleyecekleri öngörülmektedir. Yeni Dönemde Kadın Meselesine Bakış ve Kadının Rolü Kardeşler Teşkilatının kuruluşundan itibaren değer verdiği en önemli müessesinin aile olduğu ve kadınların gerek İslami bir yaşam için gerekli olan eğitim ve terbiyenin verilmesinde gerekse teşkilatın büyüme ve gelişmesinde hayati bir role sahip olduğu açık bir biçimde görülmektedir. Benna’dan itibaren kadının Kur’an ve sünnet çerçevesinde sosyal hayat içerisinde yer alması ve faaliyetlere katılması Kardeşler tarafından benimsenmiş ve kadınlara teşkilat bünyesinde özel bir önem verilmiştir. Benna’nın İslam nizamının inşasın- DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER 47 da aileye büyük bir rol biçmesi ve bu çerçevede kadınların ve çocukların en iyi şekilde eğitilmesi gerektiği yönündeki düşüncesi kendinden sonraki dönemlerde de önemsenmiştir. Bu çerçevede Kardeşler bünyesinde kadınlara en fazla değer veren ve kadınların en çok faaliyet alanına sahip olduğu İslami hareketlerin başında geldiği söylenebilir. Son yıllardaki süreçte ve Islah Projesi bağlamında Kardeşler; teşkilat bünyesinde “Kadın meselesi” ile ilgili çeşitli tartışmalar gerçekleştirmiş ve modern dünyada kadının konumuna dair önemli açılımlar sağlamıştır (Hasen, 2011: 50). Teşkilatın genel prensipleri ve çizgisi dâhilinde incelendiğinde Mısır’ın yeni sürecinde de kadına benzer bir şekilde önem verildiği hatta daha ileri seviyelere taşınması hedeflendiği görülmektedir. Mursi’nin programında “Kadın” başlıklı özel bir kısmın olması ve bu bölümün İslam hukukuna göre genel yükümlülüklerle ve kanun önünde kadın ve erkek eşitliğinin olduğunu vurgulayarak başlaması kadının sosyal ve siyasi konumuna verilen önemi göstermektedir. Programda kadının annelik vasfına özel bir vurgu olmakla birlikte sosyal ve siyasi hayatın diğer sahalarında da kadınların yer almaları ve onların her türlü katkıyı sağlamaları gerektiği ifade edilmektedir (“El-Bernamic er-Riasi li’d-Doktor Muhammed Mursi,” 2012: 37). Mursi’nin cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından bir kadın yardımcı ataması yeni Mısır’da Kardeşler’in dönüşüm biçimini göstermektedir. Ayrıca Kardeşler’in önemli kadın aktivistlerinden Sabah es-Sakkari’nin Mursi’den boşalan Hürriyet ve Adalet Partisi başkanlığına aday olması yeni dönemde yaşanacak değişimlere de ışık tutmaktadır. Bu bakımdan Kardeşler içinde yeni dönemde kadınların daha etkin bir rol üstleneceği ve hatta yönetici kadro içinde yer alacakları düşünülmektedir. Kuruluşundan itibaren kadınların rol aldığı, davet, tebliğ, eğitim ve terbiye faaliyetlerinde önemli roller üstlenen kadınların teşkilatın yönetici kadrolarına talip olmaları hâlinde geleneksel yapının bunu nasıl karşılayacağı ve bunun farklı bir krize yol açıp açmayacağı da ilerleyen zamanda ortaya çıkacak önemli bir sorudur. Müslüman Kardeşlerin Dönüşü(mü): Genel Bir Değerlendirme Müslüman Kardeşler kuruluşundan itibaren Mısır toplumunun şekillenmesinde İslami bir nizamın tesisi amacı çerçevesinde etkili olmuş bir harekettir. Siyasi tavrı nedeniyle dünya genelindeki İslami hareketlere ilham kaynağı olmayı başarmış olan Kardeşler, Mısır’da Mübarek rejiminin sona ermesiyle yeni bir sürecin içine girmiştir. Fikri, siyasi ve sosyal bakımdan yerel, bölgesel ve küresel düzlemde değişim ve dönüşüm sarmalı içine girildiği bu dönemde Kardeşler’in de çeşitli krizlerle yüzleştiği görülmektedir. Gelenekçi ve yenilikçi bir grubun ortaya çıktığı, nesil çatışmasının meydana geldiği, iktidar ve yönetimle imti- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 48 han olunduğu, Batılı kavramlarla daha fazla yüzleşilen bu süreçte Kardeşler’i farklı sıkıntılar beklemektedir. Öncelikle eski rejimin kalıntılarına karşı verilecek mücadelede kalıcı ve kararlı adımların atılması yeni sürecin inşasında birçok kolaylık getirecektir. Mursi’nin bugüne kadar başta askerî kanadın önde gelen isimleri olmak üzere Mübarek rejiminin kalıntılarına karşı verdiği mücadele Mısır’ın geleceğine dair olumlu ipuçları vermektedir. Ayrıca iç siyasette ve ekonomide atılan ilk adımlar ülkenin hızla kalkınabileceğinin ilk işaretleridir. Cumhurbaşkanı Mursi’nin ortaya koyduğu siyaset Mısır’a yeni bir soluk getirirken bir yandan da Kardeşler’in bağımsız siyasi kanadı oluşmaktadır. Cemaate doğrudan bağlı ve Genel Mürşitin kararları dışında bir adımın atılmayacağı anlayışının temel ilke olarak benimsenmesi Hürriyet ve Adalet Partisi kanadında mümkün gözükmemektedir. Ayrıca Mursi’nin de tüm Mısır’ın cumhurbaşkanı olarak böyle bir lüksünün olmadığı açık bir durumdur. Bu yeni süreçte Kardeşler’in bu gerçekler ışığında sadece cemaat refleksiyle hareket eden bir yapılanmadan ziyade kapsayıcı bir siyasi parti mantalitesi çerçevesinde kendisini yeniden formüle etmesi gerektiği düşünülmektedir. Kardeşler’in kuruluşundan bugüne kadar benimsenen temel ilkelerden büyük bir kopuşun olduğu şu an için görülmemektedir. Bununla birlikte iktidar olduktan sonra kurulacak ilişki biçimlerinin bu ilkelerin varlığını ne kadar süre daha devam ettirebileceği ise belirsiz bir durumdur. Bugünün Kardeşler’in 1930 ya da 1940’ların Mısır’ındaki hareket olmadığı son tahlilde açıkça ifade edilebilir. Bununla birlikte tedrici bir ilerleme ve değişim ile muhafazakâr bir tavrın benimsenmeye çalışıldığı hareketin önde gelenlerinin açıklamalarında göze çarpmaktadır. Bu bağlamda Mısır’da yeni bir dönem inşa edilirken Kardeşler’in de dönüşmesi büyük bir ihtimal dâhilindedir. DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 49 Değişim Sürecinde Nahda Hareketi Tunus’taki İslami hareketin şekillenmesi, beslendiği kaynaklar ve rejim tarafından gördüğü baskılar yönünden Mısır’daki Kardeşler tecrübesiyle benzerlikler gösterse de nizami yapılanma, baskının boyutu ve bazı siyasi yaklaşımlar yönüyle ondan ayrışmaktadır. 1960’larda camilerdeki halkalar ile temelleri atılan bugünkü hareket, önce İslami Yöneliş Hareketi (Hareket’ül-İtticâh-il’İslâmî - اإلسالمي اإلجتاه حركة( 13 ve sonrasında da Nahda Hareketi (Hareket’ün-Nahda - النهضة حركة( 14 çatısı altında gerçekleşmiştir. Nahda Hareketi’nin içinden çıkan Nahda Partisinin (Hizb’ün-Nahda - النهضة هزب (Ocak 2011’de Zeynelabidin bin Ali’nin ülkeyi terk ederek Suudi Arabistan’a kaçmasının ardından gerçekleştirilen ilk özgür seçimlerde çoğunluğu elde etmesi ve koalisyon hükûmetinin en büyük katılımcısı olmasıyla beraber hareket, uzun muhalefet yıllarından sonra ilk yönetim tecrübesini yaşamaktadır. Hareketin ve Tunus’un geleceğini anlayabilmek için hem hareketi hem de Tunus siyasetini 13 İslami Yöneliş Hareketi’nin Fransızca ismi olan Mouvement de la Tendance Islamique’e istinaden literatürde yaygın olarak MTI kısaltması kullanılmaktadır. Bu sebeple, çalışmanın kalan bölümünde aynı kısaltma kullanılacak ve İslami Yöneliş Hareketi’ni ifade edecektir. 14 Nahda kelimesi Arapça’da uyanış, canlanma ve yenilenme anlamlarına gelmektedir. Kelime 19. yüzyıl’da özellikle kültürel düzeyde bir Arap uyanışını temsilen kullanılmıştır. Çıkış yeri Mısır olan nahda fikri çerçevesinde, Arap kimliğinin vurgulanması ile kültür, sanat, edebiyat ve siyaset alanlarında bir yenilenme, başka bir deyişle bir rönesans amaçlanmıştır. Mısır’dan sonra Bilad-ı Şam ve Mağrip’e de yayılan bu fikir hem seküler hem de İslamcı kesimlerde farklı anlamlar yüklenerek kullanılmıştır. Hristiyan Arapların başını çektiği seküler kesimler nahda fikrini daha Arapçılık merkezli ele almıştır. Bu bakımdan nahda fikri bağımsızlık hareketlerine ve Arap milliyetçiliğine temel oluşturmuştur. İslamcılar ise nahda fikrini tecdid hareketinin temeline koyarak Arap-İslam kimliği üzerinden dinî, kültürel ve siyasi bir yenilenme arayışı içerisine girmişlerdir. Nahda Hareketi ve Müslüman Kardeşler’in kuvvetli bir şekilde beslendiği Afgani-Abduh-Rıza çizgisi nahda fikrinin o dönemde özellikle Mısır’daki en önemli temsilcilerinden olmuştur. Bu çerçevede bakıldığında Arap-İslam mirası üzerinden bir uyanışı amaçlayan Tunus İslami hareketinin de isim olarak “Nahda” kelimesini seçmiş olması oldukça anlamlıdır. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 50 dikkatli bir şekilde irdelemek gerekmektedir. Çalışmanın ikinci bölümü, bu amaca hizmet etmek için tarihi süreci içerisinde Tunus’taki İslami hareketin gelişimini, temel fikirlerini ve günümüzdeki söylemlerini ele almaktadır. Nahda Hareketi’ni değerlendirirken Tunus’un sosyal ve siyasal yapısını göz önünde bulundurmak çok önemlidir. Tunus, Fransız sömürgesi altında yaşamasının yanı sıra bağımsızlıktan sonra kurulan modern ve laik düzeni ile Arap dünyasının geri kalanından ciddi anlamda farklılaşmaktadır. Özellikle dinin sosyal hayat içerisinde ciddi yere sahip olduğu Mısır, Suriye, Lübnan gibi ülkelerin aksine, dinî hayatın devlet eliyle yapılan tanımlamalarla sınırlandırıldığı ve yapılan reformlarla toplumda Batılı bir hayat tarzının yayıldığı görülmektedir. Nahda Hareketi’nin sahip olduğu ılımlı (mutedil, vasati) yaklaşımların gelişmesinde, Tunus rejiminin ve toplumsal yapısının ciddi etkisi olduğu iddia edilebilir. Gerek Burgiba dönemindeki sekülerleşme ve modernleşme hamleleri, gerek Bin Ali döneminin zirveye varan baskıcı politikaları ve gerekse de hareketin son 20 yılını yasaklı olarak bir anlamda yeraltında geçirmiş olması, hareketin tutumunun belirlenmesinde ciddi rol sahibi olmuştur. Araştırmanın bu bölümü üç alt kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda Burgiba ve Bin Ali dönemlerinde Tunus sosyal ve siyasal hayatının temel yapısı ile Tunus’ta İslami hareketin yükselişi ve bastırılması süreçleri ele alınacaktır. İkinci kısım hareketin fikri boyutunu değerlendirecek ve İslam’ın siyasetteki yeri, demokrasi, laiklik, Batı ile ilişkiler, kadın hakları, sivil toplum gibi konularda hareketin tutumunu ortaya koyacaktır. Bu kısımda, hareketin oluşumu ve gelişimi sürecindeki fikirlerin yanı sıra bu konularda devrim sonrası savunulan yaklaşımlar ve dile getirilen söylemlerin de üzerinde durulacak ve tarihsel süreç içerisinde hareketin seyrinde bir değişim/dönüşüm olup olmadığının anlaşılabilmesi için zemin hazırlanacaktır. Son kısımda ise Yasemin Devrimi sonrası Tunus’ta siyasal hayatın şekillenişi ve Nahda Hareketi’nin önünde bulunan kritik konular ile sorunlar üzerinde durulacaktır. Tunus’ta Siyasal Hayat ve İslami Hareket Burgiba ve Bin Ali Dönemlerinde Tunus’ta Siyasal ve Toplumsal Hayat Tunus, İslam medeniyeti içerisinde gerek yoğun ilmî geleneğiyle gerekse de siyasi gelişmeleriyle önemli bir yere sahip olmuştur. Tunus Beyliği uzun bir süre Osmanlı İmparatorluğu’na vergi veren, yarı bağımsız bir statüye sahip idi. Tunus’taki ilk modernleşme faaliyetlerinin mimarı 19. yüzyıl’ın ikinci yarısındaki reformlarıyla Hayreddin Paşa olmuştur. Baş vezirliği döneminde (1873–1877) Tunus’un eğitim ve iktisadi sistemini düzenleyen Hayreddin DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 51 Paşa, aynı zamanda Tunus’un ilk anayasasını da hazırlamıştır. 1881’de Fransa kontrolüne giren Tunus’ta bu tarihten itibaren kuvvetli bir Fransız etkisi görülmüştür. Fransız sömürgeci anlayışının temelindeki “medenileştirme misyonu” (mission civilisatrice) doğrultusunda, eğitim reformları, idari değişiklikler ve kültürel düzenlemelerle Tunus’ta kuvvetli bir Frankofon kültürü tesis edilmiştir. Tunus’un Fransız yönetiminden kurtulması 20. yüzyılın ikinci yarısının başında Habib Burgiba’nın başını çektiği bağımsızlık hareketiyle gerçekleşmiştir. Burgiba, 1934 yılında Yeni Düstur Partisini (el-Hizb’ul-Hurr ed-Düstûrî el-Cedîd - اجلديد الدستوري احلر احلزب (kurmuş ve Fransızlara karşı bağımsızlık hareketini başlatmıştır (Ulutaş ve Torlak, 2011: 6). II. Dünya Savaşı sonrasında uluslararası siyasette yaşanan dönüşümler neticesinde sömürge yönetimlerinin çözülüşünün hızlanması ve Fransa’nın diğer sömürgelerinde yaşadığı problemlerin de etkisiyle Tunus’ta 1956 yılında bağımsızlık ilan edilmiştir. Bağımsızlık sonrası Tunus’un ilk devlet başkanı olan Habib Burgiba, siyasi olarak Fransa’dan bağımsız ancak Batı dünyası ve Batılı değerlerle uyumlu bir devlet ve toplum kurmayı amaçlamıştır. Kendisi de eğitimini Fransa’da tahsil etmiş olan Burgiba, aydınlanma düşünürlerinden aldığı ilhamla, Tunus’ta Fransız Devrimi ve aydınlanma fikirlerini hayata geçirmek istemiştir (Boulby, 1988: 592). Burgiba için İslam ve İslami yaşam, geçmişi temsil etmekteydi ve Batılılaşma ise modern bir Tunus’un doğması için tek umuttu (Esposito ve Voll, 2001: 92). Bu yüzden, bağımsızlığın hemen ardından hızlı ve radikal Batılılaşma hamleleri yapılmıştır. Bu bağlamda Burgiba’nın Atatürk’ü örnek aldığı belirtilmekte ve devrimleri Kemalist devrimlere benzetilmektedir (Lee, 2008: 170). Hatta Gannuşi’ye göre Burgiba devrimleri Türkiye’deki Kemalist devrimlerin daha radikal bir uyarlamasıdır (Ghannouchi, 2000a: 105). Burgiba’nın laiklik reformlarında eğitim konusu kritik bir rol oynuyordu. Bu çerçevede Tunus’taki İslami eğitimin temelinde yer alan Zeytune Üniversitesi kapatıldı (Esposito ve Voll, 2001: 92). Aynı şekilde ülkedeki şeriat mahkemeleri de kapatıldı ve bunların yerini modern mahkemeler aldı. Zeytune’nin ve mahkemelerin kapatılmasıyla da ulemanın etkisi ciddi anlamda azaltıldı (Belloumi, 2007). Burgiba’nın sekülerleşme reformlarının en önemli adımlarından biri 1957’de Medeni Kanun’un kabulü oldu. Bu kanunla beraber ilk defa bir Arap ülkesinde çok eşlilik yasaklandı ve kadınlara boşanma gibi konularda erkeklerle eşit haklar tanındı (Maddy-Weitzman, 1997: 177). Bunların yanı sıra, Burgiba’nın küçük düşürücü tanımlamalarına paralel olarak kamuya açık alanlarda başörtüsü yasaklandı, (Ghannouchi, 2010a: 186) üretkenliğe ve ekonomik gelişmeye zarar verdiği düşüncesiyle devlet memurlarının Ramazan ayında oruç tutmalarına yasak getirildi ve vakıf arazileri tasfiye edildi (Ayubi, 1991: 85–86) Tüm bunların sonucunda bir yandan Burgiba’nın amaçladığına benzeyen ve diğer tüm Arap toplumlarından farklı olan görece Batılılaşmış bir Tunus top- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 52 lumu oluşurken, bir yandan da daha sonra ortaya çıkacak olan İslami hareket için zemin hazırlayacak olan rahatsızlıklar baş göstermiş oldu. Öyle ki oruç yasaklarını haklı göstermek isteyen Burgiba’nın ramazan ayı içerisinde kamuoyu önünde yemek yemiş olması daha sonra İslami hareketin ortaya çıkması sonucunu doğuran önemli bir sembolik olay olmuştur. Burgiba dönemi Tunus siyasal hayatının en önemli yönlerinden biri 1960’lı yıllarda hayata geçirilen sosyalist ekonomik politikalardır. 1964 yılında Yeni Düstur Partisinin adı Sosyalist Düstur Partisi (el-Hizb’ül-İştirâkî ed-Düstûrî - الدستوري االشتراكي احلزب (olarak değiştirilmiş ve Finans ve Planlama Bakanı olarak atanan Ahmed Ben Salah önderliğinde, o dönem pek çok Arap ülkesinde de benzerleri görüldüğü üzere, sosyalist ekonomik politikalar uygulanmıştır. Bunların ilk ayağı olarak Fransız sömürgecilerin elinde olan topraklar millîleştirilmiş ve kolektivist bir ekonomi oluşturulmuştur. Bu politikalar ekonomide hareketlenme, endüstriyel gelişme gibi kısa vadede olumlu sonuçlar doğursa da 1960’ların sonunda sorunlar ortaya çıkmış ve sosyalist ekonomik politikalar yıkılmıştır. Burgiba’nın popülaritesine de zarar veren (Shahin, 1997: 64-70) bu politikaların en büyük etkilerinden biri Tunus’taki işçi hareketleri üzerinde olmuştur. Bu süreç öncesinde de zaten güçlü olan sendikal hareketler daha da güçlenmiş ve Tunus toplumsal ve siyasal hayatının en önemli muhalif seslerinden biri hâline gelmiştir. 1978 yılında Tunus Genel İşçi Sendikası (el-İttihâd’ül-Âm et-Tûnisî (اإلحتاد العام التونسي للشغل - Şuğul-ş’li 15 tarafından büyük protesto gösterileri gerçekleştirilmiş, hükûmet ise bu gösterileri sert bir şekilde bastırarak birçok sendika üyesini tutuklamıştır (Allani, 2009: 259). Sosyalist ekonomik politikalar ve işçi hareketlerini izleyen süreçte kentlere göç artmış ve zayıf da olsa ekonomik liberalleşme politikaları uygulanmıştır. Burgiba Tunus’un bağımsızlığıyla beraber sömürge yönetimine ve Hüseynî Hanedanı’na son verip Cumhuriyeti ilan etse de bağımsızlık sürecinde oynadığı liderlik rolünün de etkisiyle ülke içerisinde Yeni Düstur Partisi çevresinde kuvvetli bir tek adam rejimi kurmuştur. Bu durum 1975 yılında kendisini ömür boyu devlet başkanı olarak ilan eden yasanın hazırlanmasıyla daha da güç kazanmıştır. Ancak sosyalist politikaların başarısız olmasını takip eden ekonomik açılım bazı siyasi açılım taleplerini de getirmiş, buna bağlı olarak 1981’de Tunus’un tek parti sisteminde görece rahatlama gerçekleşmiştir (Esposito ve Voll, 2001: 101). Ancak sonradan ortaya çıktığı üzere bu süreçte alınan kararların vakıada ciddi karşılığı olmamış ve Burgiba’nın tek adam rejimi 1987’ye kadar sürmüştür. 15 Sendikanın ismi Fransızca ismine (l’Union Générale Tunisienne du Travail) istinaden UGTT olarak bilinmekte ve literatürde de bu şekilde kullanılmaktadır. Bu yüzden metnin geri kalanında UGTT olarak kullanılacaktır. DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 53 1987 yılında Tunus kansız bir darbe yaşamış ve Burgiba’nın yerine kısa bir süre önce hükûmete dâhil ettiği eski komutan Zeynelabidin bin Ali gelmiştir. Bin Ali esasında darbeyi tamamen anayasal düzlemde gerçekleştirmiştir. Devlet başkanının sağlık sebepleriyle görevden alınabileceğini belirten anayasa maddesine dayanan Bin Ali, son yıllarda Tunus’taki İslami hareketi bastırma amacı çerçevesinde idaresini iyice sertleştiren ve artık 84 yaşına gelmiş olan Burgiba’yı devirerek ülke idaresinin başına geçmiştir (Murphy, 1997: 117; Tiruneh, 2004: 16; Ware, 1988: 592). Uzun Burgiba yıllarından sonra gelen Bin Ali yönetimi Tunus halkı ve dünyada demokratikleşme yönünde ciddi umutlar oluşmasına yol açmıştır (Hochman, 2007: 67). Sosyalist Düstur Partisi yerine Anayasal Demokratik İttifak (et-Tecemmu’ ed-Düstûrî ed-Dimukrâtî - الدمقراطي الدستوري التجمع( 16 Partisini kuran Bin Ali’nin ilk eylemleri arasında siyasi hükümlülerin salıverilmesi, Devlet Güvenlik Mahkemesinin ve ömür boyu devlet başkanlığının ilgası gelmiştir (Alexander, 1997: 35). Ayrıca çok partili hayata geçileceği yönündeki vaatleri ve Tunus’un Arap-İslam geleneği üzerine yaptığı vurgular, Burgiba rejimi altında ezilen İslami hareket üzerinde de ciddi heyecan uyandırmıştır. Bu süreçte gerçekleştirdiği ve medyada çok ses getiren umre ziyareti, Zeytune’yi tekrar açması ve ramazan ayında resmî olarak oruca izin verilmesi Burgiba döneminin hem siyasi hem de kültürel yönden sona erdiği fikrinin oluşmasını sağlamıştır (Kefi, 1999: 38–40). Bu bağlamda Bin Ali’nin idareyi ele aldığı süreç, başta İslamcılar olmak üzere tüm muhalefet için bir “balayı” şeklinde görülmüştür (Halliday, 1990: 25). Ancak vaat edilen dönüşümün gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması çok uzun sürmemiştir. 1989 seçimleri sonucunda Bin Ali’nin partisi seçim yasası gereği parlamentoda ezici bir çoğunluğa ulaşsa da muhalefetin ve özellikle de bağımsız olarak seçimlere katılan İslami hareket üyelerinin beklentilerin çok üzerinde oy alması hükûmetin baskı politikasına başlamasına yol açmıştır. Bunun sonucunda özellikle Nahda Hareketi’ne karşı art arda baskılar ve yargılamalar gelmiş ve hareket resmen yasaklanmıştır. Doğrusu Nahda’ya karşı gerçekleştirilen hükûmet eylemleri, Bin Ali yönetiminin otoritesini kurmak için yaptığı ve esasında Nahda üzerinden tüm muhalefete karşı gerçekleştirdiği eylemler olarak değerlendirilebilir. Zira, diğer muhalif seslerin de susturulduğu bu süreçte hangi kesimden olursa olsun muhalefetin yükselmesi ve demokratik dönüşüm, Bin Ali rejimi için bir tehdit olarak görülmüştür. Burgiba parti elitleri içerisinde ince hesaplarla süregiden bir siyasi ortamda uzun süre idarede kalmış ve her şeye rağmen halk üzerinde ciddi bir popülarite sahibi olmuş iken, ordudan gelen Bin Ali siyasette görece yeniydi (Alexander, 1997: 37–38). Bu yüzden 16 Partinin ismi Fransızca isminden (Rassemblement Constitutionnel Démocratique) hareketle kaynaklarda RCD olarak geçmektedir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 54 rejimini sürdürmek için siyasi açılıma gitmiş olan Burgiba yönetiminden bile daha sert bir otoriter rejim kurmuştur. Bunun sonucu olarak 1987’de umutla bakılan Bin Ali rejimi 90’ların sonunda durağanlık ve baskıyla tanımlanmaya başlanmış (Khiari ve Lamloum, 1999: 106), güvenlik düşüncesi çerçevesinde tehdit kabul edilen siyasal İslam bastırılmış ve başörtüsü konusundaki yaptırımlar gibi bazı Burgiba dönemi baskı unsurları geri dönmüştür (Geisser ve Gobe, 2007). Wikileaks belgeleriyle de ortaya çıktığı üzere Bin Ali, siyasi alanda baskı oluşturmanın yanı sıra hazineden ailesine ciddi anlamda para aktarmıştır. Toplumun ciddi ekonomik sıkıntılar çektiği bir dönemde bunların ortaya çıkması sonucu halk özellikle Bin Ali’nin eşi Leyla Trabelsi’yi nefret edilen bir figür olarak tanımlamıştır (Anderson, 2011). 14 yıl süren ve siyasi baskılar ile ekonomik sıkıntılar arasında geçen rejimi, 2011 yılı Ocak ayında Yasemin Devrimi’nin sonucu olarak Bin Ali’nin ironik bir şekilde çok eleştirdiği Suudi Arabistan’a kaçmasıyla sona ermiş, böylece Tunus’ta yeni bir dönem başlamıştır. Tunus’ta İslami Hareket Tunus’ta İslami hareketin doğuşu Mısır ve Suriye gibi bazı diğer Arap ülkelerinden görece sonra gerçekleşmiştir. Temellerinin 1960’larda ders halkalarıyla atıldığı hareket, 70’li yıllarda teşkilatlanmaya başlamış, 1981’de İslami Yöneliş Hareketi’nin kurulmasıyla da ciddi anlamda örgütlü bir yapıya ulaşmıştır. İslami hareketin Tunus’ta doğuşunun temel sebebi olarak bağımsızlık sonrası Burgiba reformları ve dinin yeniden tanımlanması ön plana çıkmaktadır. Tunus dinî hayatının temel direği olan Zeytune Camii ve Zeytune Üniversitesinden ikincisinin kapatılması ile ilmî faaliyetler yara almış, hızlı Batılılaşma reformlarıyla da Arap-İslam kültüründen hızlı bir kopuş başlamıştır. Bu sebeple özellikle genç Müslümanlar kendilerini bir kimlik bunalımı içerisinde bulmuştur. Gannuşi’nin de belirttiği gibi, Tunus’un Arap-İslam kültürü içerisinde yetişmiş olan genç kesimi, hızlı bir Batılılaşma içine giren ülkede kendilerini birer yabancı gibi hissetmeye başlamışlardır (Jackson, 2006: 234). Tunus’taki İslami hareketten bahsetmeden önce Raşid Gannuşi’ye değinmek gerekir. Hareketin ilk ve tek kurucusu olmasa da gelişimi sürecinden itibaren çok önemli rol almış ve sonrasında, fasılalarla da olsa, bugüne dek hareketin liderliğini yapmış olan Gannuşi’yi anlamak, hareketin yapısını anlamak açısından çok önemlidir. Zira dönem dönem farklı sesler çıksa da hareket büyük ölçüde Gannuşi’nin fikrî temelleri ve eylemleri üzerinde şekillenmiştir. 1941 yılında Gabes kentinin kırsalında doğan Gannuşi eğitimine görece geç başlamış, ailesinin şehre taşınmasıyla orta seviyeli okullar olan Zeytune medreselerinden birinde okumuştur. Zeytune mezunları Tunus’ta ancak öğretmen veya din adamı olarak iş bulabildikleri için üniversite eğitimine devam etmek amacıyla önce Mısır’a sonra da felsefe DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 55 eğitimi almak üzere Şam’a gitmiştir. Mısır’da olduğu sürede dönemin pek çok Arap genci gibi Nâsırizm’den etkilenen ve Arap sosyalizmine kendini yakın hisseden Gannuşi, Şam’da bulunduğu süre boyunca Arap milliyetçiliği ve sosyalizminin Arap dünyasında temelleri olmayan, doğrudan Batı’dan alınmış fikirler olduğu kanaatine vararak bu fikirlerden uzaklaşmıştır. Şam’daki eğitimi sırasında farklı İslami gruplarla bir arada olmuş, onlarla fikri tartışmalara girmiş ve bu süreç sonucunda daha İslamcı bir fikre sahip olmuştur (Tamimi, 2001: 20). Gannuşi’nin hayatındaki dönüm noktalarından biri de Sorbonne’da yüksek lisans yapmak için Paris’e gidişi olmuştur. Burada hem Batı dünyasını daha yakından görmüş, hem Batılı düşünürlerin seminerlerini takip etmiş hem de Pakistan kökenli Tebliğ Cemaatine katılarak Paris’teki Kuzey Afrikalı Müslümanlara yönelik dersler vermiştir (Jackson, 2006: 233). Gannuşi bir röportajında Paris’te geçirdiği süreyi hayatının en zor dönemi olarak değerlendirmiş, ancak bu zorlukların da kendi gelişimindeki önemini vurgulamıştır (Geisser, 2011). Gannuşi, Paris’ten ailesini görmek için Tunus’a yolculuk yaptığı bir seferde başkent Tunus’taki ders halkalarından birine katılmış, buradaki telkinler sonucu Fransa’daki eğitimini bırakarak Tunus’a yerleşmiş ve felsefe öğretmenliği yapmaya başlamıştır. Gannuşi, MTI ve Nahda’nın temellerinin atıldığı bu ders meclislerinde Abdülfettah Moro, Hemida en-Neyfer ve Salahaddin el-Curşî gibi diğer genç İslamcılarla tanışmış ve bu ekip zaman içerisinde camilerde dersler vermeye başlamıştır (Shahin, 1997: 70). Bu derslerle ilgili olarak Gannuşi çerçevenin çok geniş olduğunu, İslami derslerin yanı sıra Marxism, varoluşçuluk gibi konularda da dersler yaptıklarını belirtmiştir (Geisser, 2011). Gannuşi bir felsefe öğretmeniydi, hareketin ilk dönemlerindeki bir diğer lideri olan Moro da bir avukattı. Bu bağlamda, Tunus’taki İslami hareketin lideri olan İslamcılar, 19. yy’ın sonu ve 20. yy’ın başındaki İslamcılarından farklılık göstermektedirler ve tıpkı bazı diğer ülkelerdeki tertipleri gibi ulema kökenli değildirler. Hükûmetin harekete görece tolerans gösterdiği 1960’lı yıllardan sonra, Tunus’ta başta solda muhalif seslerin yükselmesiyle beraber İslami hareketin de bazı faaliyetleri kontrol altına alınmaya başlanmıştır. İslami hareket başta Burgiba’nın otoriter rejimini dinî ve kültürel konular üzerinden eleştirirken, sosyal politikalar konusundaki eleştirileri ikinci plana atıyordu (Alexander, 2000: 466–467). Bu sebeple 1978’de büyük işçi gösterileri başladığı sırada destek verme konusunda yeterince hızlı olamamış ve ancak bir süre sonra işçi hareketlerini de desteklemeye ve işçi örgütleri içinde yer almaya başlamışlardır (Tamimi, 2001: 50). 1978’deki grevler ve bir sene sonra gelen İran Devrimi, Tunus’taki İslami hareket üzerinde ciddi etkiye sahip olmuştur. Bu zamana kadar faaliyetlerini daha toplumsal düzeyde ger- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 56 çekleştiren ve cılız eleştiriler haricinde siyasi düzeyde pek yer almayan hareket daha örgütsel ve siyasi bir yapı kazanmaya başlamıştır (Esposito ve Voll, 2001: 99). Bu bağlamda önce Cemaat-i İslami ismiyle bir yapılanma oluşturulmuş, ancak asıl ciddi örgütsel yapı 1981’de İslami Yöneliş Hareketi’nin kurulmasıyla gerçekleşmiştir. MTI Kuruluş Beyannamesi’nde İslam dünyasının özünden uzakta, gurbet içinde yaşadığı belirtilerek hareketin Tunus’a İslami şahsiyet kazandırmak, toplumda İslam fikrini ve ahlakını tekrar tesis etmek, toplumu her türlü kültürel ve siyasi dış hâkimiyetten kurtarmak, çoğulculuğu tesis etmek ve sosyal adaleti sağlamak için kurulduğu açıklanmıştır (Ghannouchi, 2000b: 286–288). Bu süreçte hareket UGTT’nin sosyal adalet konusundaki taleplerini de desteklemiş (Vandewalle, 1988: 611) ve demokratikleşmenin gerçekleşmesi taleplerini dile getirmiştir. Hareket ilk aşamadan beri yasal bir parti olmak talebi içerisindeydi ve bu amaçla taleplerini hükûmete iletmiştir (al-Madani, 2001: 332). Ancak İslami Yöneliş Hareketi’nin modernleşme, laiklik ve Batıcılık fikirlerini karşısına alarak kurulmuş olması hükûmet düzeyinde ciddi rahatsızlığa sebep olmuştur. Bu yüzden, Burgiba hükûmeti hareketin parti kurma talebini reddetmenin yanı sıra, İran destekli illegal bir örgüt olduğu iddiasıyla harekete karşı bir operasyon başlatmıştır (Esposito ve Piscatori, 1991: 431; Jones, 1988: 20). Başta Gannuşi ve Moro olmak üzere pek çok hareket üyesi tutuklanmış ve çeşitli cezalara çarptırılmıştır. Bunu izleyen yıllarda hareket içerisinde fikrî ayrılıklar gerçekleşmiş ve siyasi aktivitelerin daha çok azaltılmasını savunan Abdülfettah Moro hareketten ayrılmış, böylece Gannuşi hareketin tek lideri olarak kalmıştır. 1981’de başlayan baskı politikasından Bin Ali’nin kansız darbesine kadar birçok MTI üyesi yargılanmış, hapse atılmış ve yasaklanmıştır. 1984’te Başbakan Muhammed Mzali ile yapılan görüşmelerde bir miktar yumuşama görülse de beklenen sonuçlar alınamamış ve baskı devam etmiştir. Bin Ali’nin 1987’de idareye gelmesi tıpkı muhalefetin diğer parçaları gibi İslamcılar üzerinde de heyecan yaratmıştır. Başa geldikten sonra bazı dinî yasakları kaldırması, muhalefetin parti kurmasına ve partilerin yayılmasına izin vermesi ve tutuklu MTI üyelerini salıvermesi, hareket içerisinde gelecek için umutları arttırmıştır. Bu süreçte, 1989 yılında hareket hükûmetin de uzun süredir süregelen isteği doğrultusunda ismindeki “İslam” ibaresini kaldırmak amacıyla bir isim değişikliğine gitmiş ve “Nahda Hareketi” ismini almıştır. 1989 yılında yapılan seçimler hem Bin Ali rejimi hem de Nahda Hareketi için çok kritik olmuştur. İsim değişikliği gerçekleşse ve muhalefetin diğer parçaları parti kursalar da Nahda’nın parti kurarak seçimlere girmesine izin verilmemiştir. Buna karşılık bağımsız adaylarla seçime giren Nahda, beklenenden daha iyi bir sonuca ulaşarak % 15’in üzerinde oy almış; Tunus, Gabes, Sûse gibi şehirlerde % 30’a yaklaşmıştır (Esposito ve Piscatori, DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 57 1991: 431; Halliday, 1990: 25–26). Nahda üyeleri seçim sisteminden dolayı mecliste sandalye sahibi olamasalar da bu başarı hükûmet üzerinde ciddi etkiye sahip olmuştur. Yanı başlarında, Cezayir’de, İslami hareketin seçim yoluyla güç kazanması örneğinin de etkisiyle, seçim sonrasında Nahda üzerindeki baskı politikaları arttırılmıştır. Aynı günlerde bir hükûmet binasının bir grup İslamcı tarafından bombalanması olayı Nahda’ya karşı başlatılan baskıcı siyaseti daha da hızlandırmıştır. Her ne kadar bazı araştırmacılar ve gözlemciler bu süreçte ortaya atılan iddiaların doğruluğu konusunda ciddi şüpheler olduğunu dile getirseler de (Jones, 1988: 19; Willis, 2006: 140) gerçek henüz ortaya çıkmamıştır ve bu olayların etkisiyle Tunus toplumunun özellikle seküler kesimlerinde Nahda şiddet eylemleriyle bir arada zikredilmeye başlanmıştır. Hareket üzerindeki yargı süreci devam ederken Gannuşi Tunus’un mevcut vaziyetinde siyaset yapmanın mümkün olmadığına karar vererek Londra’ya gitmiş ve devrim sonrasına kadar da burada sürgünde yaşamıştır (Girardon, 1993; Shahin, 1997: 101). Nahda üyelerinin bir bölümü Gannuşi gibi yurt dışına kaçmış; Fransa, İngiltere, İsviçre ve Körfez ülkelerine yerleşmişlerdir. Geride kalan Nahda önde gelenlerinin büyük bir bölümü yargılanarak hapse gönderilmiş ve hareketin yurt içindeki idari yapısı ortadan kaldırılmıştır (Allani, 2009: 265). 1990’ların başından sonra hareket yeni bir idari yapıya geçmiş, faaliyetlerine büyük ölçüde Tunus dışında devam etmiş ve özellikle Avrupa’daki sivil toplum kuruluşlarıyla bir araya gelerek siyasi ve fikrî faaliyetler üzerine fikir alışverişlerinde bulunmuştur. Nahda Hareketi’nin Fikri Temelleri Tıpkı lideri Gannuşi gibi Nahda Hareketi de farklı kanallardan beslenerek bugünkü fikrî yapısını geliştirmiştir. Nahda Hareketi’nin fikrî yapısının temelinde Mısır’daki Müslüman Kardeşler tecrübesi ve fikri vardır. Benna ve Kutub’un kitapları özellikle 1970-1980’li yıllarda çokça okunmuş ve fikrî altyapıyı kurmuştur. Ancak fikrî düzeyde Kardeşler’e ciddi bir yakınlık olsa da örgütsel yapılanma olarak farklılıklar görülmektedir. Gannuşi’nin ve hareketin beslendiği ikinci kanal Malik bin Nebî’dir. Uzun yıllar Fransa’da yaşamış ve Batı felsefesiyle yakından ilgilenmiş olan Cezayirli düşünürün medeniyet kavramı üzerine düşünceleri Gannuşi üzerinde etkili olmuştur. Kutub’un temsil ettiği daha selefi eğilimleri olan İslami hareketin Mağrip bağlamına uyumlu olmadığını savunan Malik bin Nebi, daha sonra Gannuşi’nin Tunus’un hususiyetleri doğrultusunda bir siyaset izlemesinde önemli rol oynamıştır (Tamimi, 2001: 31–33). Tunus İslami hareketinin beslendiği bir diğer kaynak İran Devrimi olarak değerlendirilebilir. İran Devrimi, İslami prensipler üzerine bir rejimin kurulmasıyla sonuçlandığı için, İslam İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 58 dünyasının pek çok yerinde olduğu gibi Tunus’ta da heyecanla karşılanmıştır. Bu bağlamda İran’da yaşananlar Tunuslu İslamcılara devrim heyecanı ve siyasi aktivizm fikrini aşılamıştır (Allani, 2009: 259). Hareketin örgütlü bir hal almasında İran Devrimi’nin ciddi bir rolü vardır. Ayrıca Humeyni’nin siyasi düşüncesinde yer alan ezen ve ezilen (müstekbir ve mustazaf) gibi kavramlar Gannuşi tarafından da kullanılmıştır (Geisser, 2011). Ancak İran Devrimi ile kurulan bu gönül bağı örgütsel bir bağ değildir. Muhtemelen içinde bulundukları siyasal ortam dolayısıyla Tunus İslami Hareketi İran’daki gibi bir rejim konusunda çok talepkâr olmamıştır. İran Devrimi ilk aşamada büyük heyecan yaratıp Nahda’nın gelişiminde rol oynasa da ilerleyen yıllarda devrim, sonrasında kurulmuş olan rejimin taşıdığı baskıcı unsurlar dolayısıyla Gannuşi tarafından hayal kırıklığına uğratıcı bulunmuştur. Gannuşi, İslami devletin tek bir yolu olmadığı, demokratik süreçler gibi başka yollarla da amaçlarına ulaşabileceklerini vurgulamıştır (Ghannouchi, 1984a, 1984b). Tunus’ta İslami hareketi etkileyen kaynakların bir diğeri olarak da Batı dünyası gösterilebilir. Tunus İslami Hareketi’nin temsilcileri genelde ya başta Fransa olmak üzere Avrupa’da ya da Tunus’taki modern okullarda eğitim almışlardır. Bu yüzden Tunus’un Batılılaşan/Batılılaşmış ortamında yetişmişlerdir ve savunduğu bazı noktalara karşı eleştirel olsalar da Batı düşüncesi ile onun günümüz toplumları için oynadığı role vâkıf durumdadırlar. Ayrıca rejimle aralarında çıkan ilişki hızlı ve özden koparıcı Batılılaşma yönünde gerçekleştiğinden diğer Arap ülkeleriyle farklılıklar göstermektedir. Tüm bunlar Tunus İslamcılığının Batılı kavramlarla görece barışık ve daha ılımlı bir yol tutturmasında önemli bir rol oynamıştır. Nahda Hareketi’nin Temel Fikirleri Nahda Hareketi Müslüman Kardeşler, İran Devrimi ve Batı gibi farklı kaynaklardan beslenerek farklı siyasi ve toplumsal konulardaki problemlerle uğraşmış, bunlara çözüm üretmeye çalışmıştır. Çalışmanın bu kısmıyla, Tunus siyaseti açısından önem arz eden bazı meselelerde hareketin yaklaşımları ortaya konulmaktadır. Ancak bu noktada unutulmamaktadır ki Tunus’taki İslami hareket, lideri olan Gannuşi ile özdeşleşmiş bir harekettir. Hareket içerisinde tabii ki farklı dönemlerde farklı sesler çıkmış olsa bile, ana akım siyaset ve fikrî tavır Gannuşi’nin eylem ve fikirleri çerçevesinde oluşmuştur. Bununla doğru orantılı olarak da Nahda Hareketi üzerine yazılmış kaynaklar temelde Raşid Gannuşi’nin temel fikirlerini ortaya koymaktadır. Bu yüzden, bu kısımda hareketin görüşleri ele alınırken de büyük ölçüde Gannuşi’nin yazılı ve sözlü olarak ifade ettiği fikirleri üzerine odaklanılmıştır. DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 59 İslam’ın Siyasetteki Konumu Gannuşi’nin ve Nahda Hareketi fikrinin temelinde İslam dünyasının bir parçası olarak geri kalmış olma durumu ve Tunus toplumunun bağımlılıktan kurtulmasının yollarını bulmak vardır (Filali-Ansary, 1996). Gannuşi’ye göre modern dönüşüm ve ilerlemeyi sağlamak farklı yerlerde farklı yollarla olabilir. Tunus için en iyi yol kendi Arap-İslam mirasından hareket etmektir. Ona göre Müslümanların kendilerine ait bir paradigmaları ve çözüm üretmek için başvuracakları değerleri, tarihleri ve kimlikleri vardır (Esposito ve Voll, 2001: 107). Bu sebeple Tunuslu Müslümanların Arap-İslam kimlikleri üzere kendi özlerine dönmeleri geri kalmışlık ve bağımlılıktan kurtulmanın yoludur. Ancak Nahda temsilcileri bu görüşü savunurken, MTI’ın Kuruluş Beyannamesi’nde belirttikleri gibi, hükûmetin iddia ettiğinin aksine Tunus’taki İslam kimliğinin tek temsilcisi oldukları iddiasından kaçınmışlardır (Ghannouchi, 2000b: 287-288). Nahda siyasi ve sosyal faaliyetler yoluyla İslami değerlerin toplum içerisinde tekrar yaygınlaşması için çalışmıştır. Gerektiğinde bu amaçla daha pratik ve aktif politikaya yönelik faaliyetlerde bulunmuşlardır (Khan, 2001: 222). Gannuşi genel manada İslami hareketlere karşı öz eleştirel bir tavır sergilemiş ve o güne dek yapılan hatalara bakarak İslami hareketlerin önceliklerini yeniden belirlemeleri gerektiğini söylemiştir (Ghannouchi, 2010b). Bu çerçevede Gannuşi ve dolayısıyla hareketin şeriatı tanımlama şekli de önemlidir. Gannuşi şeriat kurallarını tam olarak uygulayacak bir sistem kurmanın mevcut Tunus şartlarında uygun olmadığını düşünmektedir. Bu sebeple şeriatın genel İslami prensipler olduğunu ve bu şekilde hayatı düzenlediğini belirtmiştir (Abu-Rabi‘, 2004: 207). Bu doğrultuda Gannuşi’ye göre Sudan örneği ortaya çıkardığı bazı özgürlüklerle başarılı bir örnek olsa da, Suudi Arabistan örneği Tunus için bir model olarak kabul edilemez (Girardon, 1993). Zira Gannuşi, İslam düşüncesi üzerine içtihadın önemini vurgulamaktadır ve ona göre yönetim şekli gibi konularda tek bir doğru veya gerçek yoktur. Farklı içtihatlarla farklı yerlerde farklı sistemler kurulabilir (Esposito ve Voll, 2001: 108). Bu yüzden de Tunus’taki İslami hareket bir İslam devleti kurmaktansa ahlaki ve sosyal yönden İslam’a uygun bir sistemi savunma yolunda gayret göstermiştir (Ayubi, 1991: 86). Gannuşi, İslami hareketlerin önceliklerini sıraladığı bir makalesinde İslami hareketlerin hem siyasi hem de toplumsal faaliyetlere ağırlık vermeleri gerektiğini ancak ikisinin çelişmesi veya bir tercih yapılması durumunda sosyal faaliyetlerin öncelenmesi gerektiğini belirtmiştir (Ghannouchi, 2010b: 132–133). Bu çerçevede Tunus’taki İslami hareket siyasi faaliyetlerine başladığı andan itibaren her türlü şiddeti kötüleyerek çoğunluğun idaresinin, özgür seçimlerin, azınlık haklarının ve sivil toplumun var olduğu bir rejim için muhalefet yapmıştır. Tasvir edilen bu sistemde İslam’ın rolü sisteme düşünsel ve ahlaki altyapıyı sunmasıdır (Wright, 1996: 73). İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 60 Devrim sonrası Nahda Hareketi’ne baktığımızda İslam’ın siyasetteki yeri konusundaki fikirlerinde önceki görüşleriyle ciddi benzerlikler görmek mümkündür. Ekim 2011’deki seçimler öncesinde hazırlanan Nahda Partisi programında “Tunus’un dini İslam’dır.” ibaresi geçmektedir (“Bernamecü Hareketi’n-Nahda,” 2011: 7). Bu ibare hareketin ılımlı söylemi içerisinde biraz farklı anlamlara yol açsa da yetkililere sorulduğunda bunun Suudi Arabistan ve İran’daki gibi insanlara tercih bırakmayacak bir rejim kurulacağı anlamına gelmediğini belirtmektedirler. Nahda Hareketi Yürütme Kurulu Üyesi ve Kültür Komisyonu Başkanı Ajmi Lourimi’ye göre Nahda, İslami bir devlet tesis edecek veya doğrudan şeriat kurallarıyla yönetecek bir hareket değildir, ancak kendisine kaynak olarak İslam’ı ve onun emirlerini alan bir harekettir. Yani İslam, hareket için siyasi ve toplumsal olaylara çözüm üretme konusunda bir kaynaktır. Lourimi’ye göre de siyasetin nasıl tatbik edileceği yönünde farklı içtihatlar vardır ve İran ile Suudi Arabistan’ın uyguladıkları siyaset bu içtihatlardan sadece birer örnektir, Tunus’ta aynı modelin uygulanması yönünde bir zorunluluk olamaz (A. Lourimi, mülakat, 23 Temmuz 2012). Bu bağlamda gerek Lourimi’nin gerekse de diğer yetkililerin söylemlerinde dikkat çekici noktalardan biri “şeriat” kelimesinin kullanımından çekinmemeleridir. Batı’da “şeriat yasaları” denildiğinde bunun İran, Suudi Arabistan veya Afganistan’daki rejimlerle ilişkilendirilmesine rağmen yetkililer “şeriat” terimini sıklıkla kullanmakta ve bunu Gannuşi’nin de geçmişte tanımladığı üzere hayatı düzenleyen genel prensipler şeklinde geniş bir anlamda tanımlamaktadırlar. Lourimi’nin yaptığı şeriat tanımıyla beraber mülakatta hareketin “ılımlı” bir görüşü olduğunu tekraren vurgulaması dikkat çekici bir nokta teşkil etmektedir. Son dönemde Gannuşi’nin açıklamalarına ve röportajlarına bakıldığında da benzer söylemlere rastlamak mümkündür. Kendisine “Bin Ladin’den Erdoğan’a kadar bir yelpazede Nahda’yı nerede tanımladığı” sorulduğunda Gannuşi; Türkiye, Endonezya ve Malezya modelleri gibi kendilerini çok daha iyi tanımlayan ve kendilerine yakın gördükleri rejimler varken Taliban ve Suudi rejimleri gibi kendilerinden farklı rejimlerle karşılaştırmanın yersiz olduğunu belirtmiştir (Aneja, 2011). Foreign Policy Magazine’da yayımlanan bir başka röportajında ise Nahda Hareketi üyelerinin radikal fikirlerden uzak, diğer insanları tekfir etmekten kaçınan ve şiddeti eleştiren kişiler olduklarını belirtmiştir. Aynı zamanda Gannuşi, hareket üyelerinin selefi fikirlerden de uzak olduklarını ve Tunus’ta ciddi anlamda azınlık olan Selefilerin de Nahda tarafından temsil edilmediğini belirtmiştir (Lynch, 2011b). Her ne kadar hareketin önde gelen isimleri ılımlı İslam’ı temsil ettiklerini belirtse ve yeni dönemde bireylerin haklarını kısıtlamayacaklarını ifade etseler de Tunus’taki seküler kesimler içerisinde ciddi eleştiriler mevcuttur. Seküler kesimler, özellikle 1980 ve 1990’lardaki yargılama süreçlerinde Nahda Hareketi İran rejimi ve şiddet olaylarıyla ilişkilendiril- DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 61 diği için kurulan rejimin söylemlerinde samimi olmadıklarını belirtmektedirler (Chrisafis, 2011). Hatta Abdul Rahman al-Rashid’in Londra merkezli Asharq Alawsat’ta yayımlanan makalesine göre bu söylemler yalnızca Batı’ya karşı meşruiyet sağlamak amaçlı yapılan yorumlardan ibarettir (Al-Rashid, 2011). Keza eski bir Nahda üyesi olan ancak 1990’ların başında hareketten ayrılan, daha sonra Tunus hükûmetine karşı yumuşak muhalefet yaptığı için eleştirilerek kurduğu partisiyle 2011 seçimlerinde başarısız bir sonuç alan Mohamed Elhachmi Hamdi’ye göre de Gannuşi söylemlerinde demokrasi kartını kullanarak Batılı araştırmacıların gözünde olumlu bir imaj oluşturmaktadır (Hamdi, 1996: 84). Nahda’nın söylemleriyle ilgili gelen bir diğer eleştiri de söylemlerindeki belirsizliklerdir. Buna göre Arap-İslam kimliğinden ve toplumu İslamileştirmekten bahsetseler de bundan tam olarak neyi kastettikleri ve bunu nasıl gerçekleştirecekleri belirsizdir (Lee, 2008: 157). Demokrasi ve İnsan Hakları Önce MTI ve sonrasında da Nahda Hareketi, Tunus’taki rejimin demokratik ögeler kazanması gerektiğini daima savunmuştur. Bu bakımdan Tunus’taki hareket, Arap dünyasındaki diğer başat İslami hareketlerle kıyaslandığında, demokratik prensipleri savunma konusunda onlara öncülük etmiştir. Hareketin lideri Raşid Gannuşi de yakın dönem İslamcı düşünür ve aktivistleri arasında demokrasi ve özgür çok partili seçim sisteminin önde gelen savunucularındandır. Gannuşi’ye göre Arap dünyasında yaygın olan otoriter ve baskıcı rejimler, İslam dünyasının siyasal ve toplumsal gelişiminin önündeki en büyük engellerdir. Bu bağlamda “Putperestlikten sonra İslam’ın en büyük düşmanı despotizmdir.” diyerek otoriter rejimlerin İslam dünyasına ne kadar zarar verdiğini vurgulamıştır (Abu-Rabi‘, 2004: 215). Bu çerçevede Gannuşi kendilerine İslami etiket yapıştıran otoriter rejimlerin de İslami rejim kavramının yanlış anlaşılmasına sebep olduğundan şikâyet etmektedir (Derviş, 1994: 104–105). Ona göre çoğulculuk, hukukun üstünlüğü ve insan haklarının korunması da zaten İslam’da olan şeylerdir ve bunların korunduğu, hayata geçirildiği bir rejim tercih edilmelidir. John Esposito ile yaptığı bir mülakatında Gannuşi “Eğer demokrasi ile kastedilen Batı toplumlarında hâkim olan, insanların özgürce kendi temsilci ve liderlerini seçtikleri, gücün nöbetleşe el değiştirdiği ve özgürlükler ile insan haklarının korunduğu bir yönetim modeli ise, Müslümanlar kendi dinlerinde demokrasiye karşı gelecek hiç bir şey bulamazlar, hatta bu yolu izlemekte çıkarları vardır.” diyerek demokrasi ile İslam’ın birbirleriyle uyumlu olduğu düşüncesini vurgulamıştır (Esposito ve Voll, 2001: 114). Gannuşi, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Hayreddin Paşa gibi 19. yüzyıl İslamcılarından da faydalanarak bu düşüncesini desteklerken, Medine Vesikası ile İslam’da çoğulculuğun İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 62 temellerinin atıldığını (Abu-Rabi‘, 2004: 214) ve İslami yönetimin özünde olan şuranın ancak demokratik bir sistemde hayata geçirilebileceğini vurgulamıştır (Derviş, 1994: 91). Gannuşi’ye göre İslam’da demokrasi fikrine karşı çıkan bazı düşünürler yalnızca demokratikleşme değil aynı zamanda gelişmenin de önündeki en büyük engellerdendir. Zira o, bu düşünürlerin modern dünya konusunda yeterince bilgi sahibi olmadıklarını ve yeni bir düşünce üretmeksizin var olan literatüre göre hareket ettiklerini düşünmektedir. Bu yüzden de kavramları tanımlama konusunda farklılıklar göstermektedirler. Demokrasiye karşı olan İslamcıların eleştirilerinden biri olan, demokrasinin Allah’ın hükmü değil halkın hükmüne tekabül etmesi eleştirisine karşılık Gannuşi, Allah’ın hükmünün kendisinin bizzat yeryüzüne inip insanları yönetecek olması şeklinde anlaşılamayacağını belirtmiş ve Allah’ın hükmüyle kastın zenginlik, güç ve yasa yapma hakkını tekelleştiren despotlardan özgürleşme olduğunu belirtmiştir. Bu yüzden esasında, demokrasinin tesisi ile Allah’ın hükmünün gerçekleştirilebileceğini belirtmiştir. Bu şekilde fikrî üretimin devam ettirilebilmesi için de içtihada bir kez daha vurgu yapmış ve halife Hz. Ömer dönemini örnek göstermiştir. Buna göre Hz. Ömer dönemi de birçok farklı kültürden âdet ve fikirlerin alındığı bir dönem olması yönüyle Batı’yla yakın ilişki hâlinde olunan günümüze benzemektedir. Hz. Ömer bu yenilikler çerçevesinde içtihatta bulunarak topluma faydalı olanları uygulamaya başlamıştır. İşte bu yüzden Gannuşi’ye göre, aynı şekilde yeni fikirlerin faydalı olanlarının uygulanması için bugün de içtihat çok önemlidir (Tamimi, 1998). Fakat aslında Gannuşi demokrasiyi de itirazsız bir şekilde kabul etmemektedir. Batı demokrasilerinde, özellikle işleyiş yönünde problemler olduğunu kabul etmekte, bu yüzden realitede var olan bir modelin uygulanmasını değil, demokrasinin temel prensiplerine dayanan bir modelin uygulanmasını savunmaktadır (Esposito ve Voll, 2001: 115). Ancak bunları söylerken net bir ideal demokrasi modeli çizmemekte, muğlak tanımlaması içinde dahi ideal bir demokratik modelin hayata geçirilmesinin çok gerçekçi olmadığını kabul etmekte ve mümkün olan en iyi seviyeyi amaçlamaktadır (Tamimi, 2001: 102). Gannuşi ayrıca Müslümanların seküler demokratik rejimlerde yaşaması konusuna da vurgu yapmıştır. Ona göre İslami bir rejimin kurulması dinî bir vazifedir ve bu yüzden bu yolda çaba sarf etmek gerekir (Ghannouchi, 1998: 89). Ancak böyle bir durumun mümkün olmaması durumunda Müslümanlar demokratik olan seküler bir rejim altında da yaşayabilirler. Hatta Gannuşi, eğer özgür bir İslami sistem kurulamıyorsa özgürlüklerin sağlandığı seküler bir ülkede yaşamanın şeriatın resmî yasa ilan edildiği ancak özgürlüğün olmadığı bir ülkede yaşamaya tercih edilecek bir durum olduğunu belirtmektedir (Abu-Rabi‘, 2004: DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 63 210). Gannuşi’ye göre seküler bir toplumda yaşayan Müslümanlar o toplum içerisinde güç paylaşımını talep etmelidir. Mevcut seküler sisteme aktif bir şekilde katılmalı, bu sistem içerisinde kendi yaşamlarını sürdürebilecekleri özgürlükleri talep etmelidirler. Gannuşi, bu ortak yaşam tezini destekleyecek örnekler vermektedir, bunların başında gelen örnek ise Hz. Yusuf’un Firavun’un yönetimi altında yaşayarak vezirliğe kadar yükselmesidir (Ghannouchi, 1998: 91-93; Khan, 2001: 224). Bu yorumlarından da anlaşılacağı üzere Gannuşi özgürlükler ve insan hakları üzerinde oldukça çok durmaktadır. Özellikle İslam’da İnsan Hakları (Hürriyât’ül-Âmme) isimli kitabında İslam düşüncesi içerisinde özgürlüğün ve insan haklarının korunmasının ne kadar temelde olduğunu belirtmektedir (Ghannouchi, 1993: 37–44). Buna göre insan hakları yalnızca birer ehliyet değil aynı zamanda korunması devlete vazife olan emanetlerdir. Korunması en önemli olan insan hakkı da özgürlüğün sağlanmasıdır. Gannuşi’ye göre demokrasinin var olması İslam şeriatı tarafından koruma altına alınan seçme hürriyetinin hayata geçirilmesinin bir yoludur (Tamimi, 2001: 76). Ayrıca Gannuşi demokrasiyle insan haklarının korunduğu bir İslami rejimde, ateistler dâhil herkesin inanç hürriyetinin korunacağını ve farklı fikirlerin ses bulabileceğini iddia etmektedir (Derviş, 1994: 201). Devrim sonrası Tunus’una baktığımızda toplum genelindeki temel talebin özgürlüklerin tesisi ve demokratikleşmenin sağlanması olduğunu görmekteyiz. Bu süreçte Nahda Hareketi de tıpkı diğer muhalif hareketler gibi özgür seçimlerin en kısa sürede yapılmasını savunmuş ve demokratik sistemin kurulmasını talep etmiştir. Bu bağlamda Nahda Partisinden Tunus Kurucu Meclisinde milletvekili olan Amîr el-Arîdh’e göre demokrasinin ülkede başarıya ulaşması İslam toplumuna da hizmet edecektir. Bu çerçevede Nahda Hareketi ve Partisi yeni dönemde de demokrasinin tesisi konusundaki taleplerini daima dile getirmiştir (A. el-Arîdh, mülakat, 23 Temmuz 2012). Tabii ki seçimlerin yapılması ve hükûmetin kurulması demokratik dönüşüm sürecinin sadece bir aşamasıdır. Tam anlamıyla sağlıklı çalışan bir demokrasinin oluşması zaman alan ve bu konuda ülkenin farklı kesimlerinin ciddi kararlılığını gerektiren bir süreçtir. Bu açıdan bakıldığında Nahda Hareketi’nin demokratikleşme talebinde bulunması önemlidir ancak geçiş sürecinin sıkıntıları baş göstermeye devam ettikçe ve süreç uzadıkça aynı kararlılığın gösterilmesi de Tunus toplumunun amaçları doğrultusunda gereklidir. Bu süreç tıpkı Tunus’un diğer siyasi grupları gibi Nahda Hareketi için bir imtihan süreci olacaktır. Hareketin takınacağı tavır ve eylemleri, demokratik bir sisteme olan inançlarının boyutunun anlaşılmasını sağlayacaktır. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 64 Batı Dünyasıyla İlişkiler Nahda Hareketi’nin Batı ile ilişkilerini fikri düzeyde ve siyasi düzeyde olmak üzere iki seviyede incelemek doğru olacaktır. Fikri düzeyde incelemekten kasıt Gannuşi ve Nahda üyelerinin Batı toplumlarında kabul görmüş olan kavramlara bakışlarını anlamaktır. Siyasi düzeyde ise Batılı devletler ve toplumlarla kurulacak ilişki temeldedir. Bazı İslamcı kesimlerde, özellikle Selefilerde ve İran tarafından temsil edilen Şii İslamcılığında Batılı kavramlara karşı genel manada bir direniş vardır. Zira Batılı kavramların Batı felsefesinin savunduğu değerlerle birlikte geleceğini, böylece de İslami değerlerin zarar göreceğini savunurlar. Bu yüzden Batı’da yaygın olan modern kavramlar genelde kötü olarak karşılanır ve İslam medeniyetinin kendine has değerlerine bağlılık savunulur. Ancak Gannuşi’nin düşüncesindeki İslami değerlere bağlılık Batı düşüncesinin tamamen reddini gerektirmez. Gannuşi tıpkı laiklik savunucusu Arapların Batılı fikirleri sorgusuz, eleştirisiz kabul etmelerine karşı çıktığı gibi, bunları mutlak olarak reddeden yorumlara da karşı çıkmıştır (Tamimi, 2001: 36). Batı düşüncesi ve toplumlarıyla ilişkinin bir değerlendirmeye tabi tutulması yoluyla fikir alışverişi sağlanabilir. Yani İslami prensiplere ters düşmeyen şeyler Batı toplumlarından gelmiş dahi olsa bunların kabulünde bir engel yoktur, bu tam tersine olumlu bir durumdur. Burada en önemli şart Batı’dan fikir, metot ve kavramları alma sürecinin bir bağımlılık ilişkisi yaratmasından kaçınmaktır (Esposito ve Voll, 2001: 107). Zaten önceki bölümde de görüldüğü gibi demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi kavramlar İslam’a aykırı olmadıkları için kabul edilmişlerdir. Ayrıca Nahda Hareketi Tunus’ta muhalefette olduğu süre boyunca çoğunluk yönetimini, özgür çok partili seçimleri, azınlık haklarını ve sosyal adaleti savunmuştur. Bu bağlamda Nahda düşüncesinde amaç moderniteyi reddetmek değil, bir anlamda onu İslamileştirmektir (Jones, 1988: 21). Toplumsal ve siyasi düzeyde Batı ile ilişkilerde en önemli konulardan biri çatışma-diyalog dikotomisi olmuştur. Bu kapsamda Gannuşi Huntington’ın medeniyetler çatışması tezine karşı çıkarak, kültürel ve dinî farklılıkların çatışma olması durumunu kanıtlayamayacağını savunmuştur (Wright, 1996: 74). Buna karşılık Batı ve İslam medeniyetleri arasında diyaloğun mümkün ve gerekli olduğunu, bu yolla fikir alışverişinin olumlu sonuçlar doğurabileceğini savunmaktadır (Maddy-Weitzman, 1997: 178). Zira İslam tarihine bakıldığında diğer dinlerin tanındığını ve bunlarla iyi ilişkilerin de kurulduğunu vurgulamaktadır. Bu yüzden de Batı’yla savaşmak isteyen tutucu bir Müslüman ordusu görüntüsünün hatalı olduğunu belirtmektedir (Ghannouchi, 2010a: 206-208). Bu çerçevede İslam ve Batı toplumlarının despotizm gibi ortak düşmanlara karşı birlikte hareket etmeleri gerektiğini vurgulamaktadır (Ghannouchi, 1998: 89). DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 65 Devrim sonrası süreçte Nahda Hareketi’nin önem verdiği konulardan biri de muhalefet yılları boyunca Batı dünyası ile kurulan görece iyi ilişkilerin devamı olmuştur. Nahda üyeleri devrim sonrası faaliyetlerinde “Batı’yı korkutmama” amacı gütmektedir. Bu yüzden de Gannuşi uzun sürgün yıllarından sonra Tunus’a dönüşü sırasında destekçilerinden havaalanına gelip büyük gösteriler yapmamalarını talep etmiş, Humeyni’nin dönüşü gibi bir imaj oluşturmaktan ısrarla kaçınmıştır (Lynch, 2011a). Bir röportajında Batı ile ilişkiler sorulduğunda Gannuşi, Batı’yla aradaki kapının açık olmaya devam edeceğini, ancak aynı zamanda başka kapılar da açmaya çalışacaklarını belirtmiştir (al-Turki, 2011). Milletvekili Amîr el-Arîdh ise Batı’yla ilişkiler sorulduğunda Avrupa Birliği (AB) ile olan ticari ilişkilere vurgu yapmaktadır. AB’nin Tunus’un en büyük ticari ortağı olduğunu hatırlatan el-Arîdh hem fikri düzeyde hem de pratik düzeyde ilişkilerin bozulmasının mümkün olmadığını belirtmektedir. Ancak Nahda üyelerinin Batı’yla ilişkilerde üzerinde durdukları bir diğer önemli nokta da bağımlılık konusudur. Her ne kadar Batı’yla iyi ilişkilerin devam edeceğini belirtseler de bu ilişkinin Batı’nın tek taraflı hâkimiyeti şeklinde olmayacağını, kendi bağımsız karar alma mekanizmalarını işleteceklerini belirtmektedirler (A. el-Arîdh, mülakat, 23 Temmuz 2012). Nahda temsilcileri tarafından bağımlılık meselesine vurgu yapılması hareketin bulunduğu konumu tasvir etmesi ve savunması açısından önem taşımaktadır. Hareketin bir yandan mutedil olduğu belirtilir ve bu Batılı kavramlarla olan ilişki ile desteklenirken, diğer taraftan bağımlılık vurgusu yapılarak hem diğer İslamcı grup ve hareketlere hem de Batı dünyasına bir mesaj vermeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Bu vurgu bir yandan Nahda’yı Batılı kavramlara kendilerini kaptırarak özden uzaklaştıkları iddiasıyla eleştiren Selefi hareketlere bir mesaj niteliği taşırken, bir yandan da Batı dünyasına kurulacak ilişkide bir sınır çizmektedir. Hareket mensuplarının söylemlerinde dikkat çeken önemli bir diğer unsur ise diğer ülkelerle iyi ilişkileri savunurken ve bunu dış politikanın çok önemli bir parçası olarak görürken İsrail’i dışarıda bırakmalarıdır. İsrail tutumunu değiştirmediği sürece iyi ikili ilişkiler yürütülemeyeceği vurgulanmaktadır (A. Lourimi, mülakat, 23 Temmuz 2012; al-Turki, 2011). Laiklik, Modernite ve Sivil Toplum Alaya Allani’ye göre modern dönemde Tunus siyasetinin en önemli meselelerinden biri -ve hatta birincisi- İslam ve siyaset arasındaki ilişki, yani laiklik mevzusudur (Allani, 2009: 257). Daha önce de belirtildiği gibi Tunus bağımsızlığını kazandıktan sonra Burgiba’nın Batılılaşma yönünde gerçekleştirdiği reformların temelinde Tunus’un Arap-İslam kültüründen kopuşunu sağlamak vardı. Bu yüzden de, daha sonra İslami hareketin de doğuşunda İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 66 büyük rol oynayacağı üzere, ülkede laiklik yönünde radikal reformlar gerçekleşmiştir. Tunus’taki İslami hareketin otoriter rejimin varlığı, insan haklarına riayet edilmemesi gibi en temel eleştirilerinden biri de Tunus’un Batılılaşarak modernleşmiş, laik siyasi ve toplumsal yapısıdır. Ancak, Gannuşi ve Nahda’nın laiklik eleştirisinde dikkat çeken önemli bir nokta muğlak yorumlar yapılmış olmasıdır. Gannuşi, laiklik, modernleşme, Batılılaşma gibi kavramları kimi zaman birbirinin müteradifi kavramlar olarak kullanmıştır (Tamimi, 2001: 107). Bu sebeple laikliğin Nahda’nın gözünde Batı modelinde modernleşme ile aynı manaya geldiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Gannuşi, Batı’da özellikle de Fransız Devrimi’ni takip eden süreçte, gerçekleşen modernleşme ve laiklik tecrübesini yalnızca kabul edilebilir bir tecrübe değil, üstüne üstlük kendi içinde olumlu yönleri olan bir tecrübe olarak değerlendirmektedir. Zira, ona göre bu hareket, Avrupa bağlamında monarşi ve kilise ortaklığından oluşan ve halkı göz ardı eden rejimlere karşı ortaya çıkmıştır, dolayısıyla da Avrupa devletlerinde gelişim ve başarı ile sonuçlanmıştır (Ghannouchi, 2000a: 105; 2010a: 172). Ancak Gannuşi’nin laiklik eleştirisi temelde Avrupa ile Arap dünyası ve özelde Tunus’un farklılığı noktasından başlamaktadır. Buna göre Avrupa’daki modernleşme ve laikliği Arap dünyasına taşımak isteyen liderler, Avrupa’dan farklı olan bu siyasal ve toplumsal yapıya ancak Avrupa’dakilerin başarısız bir kopyasını getirebilmişlerdir. Bunu yaparken de Avrupa’daki laiklik anlayışının gelişimi ve insan haklarının korunmasını sağlayan olumlu yönlerini göz ardı edip, bunun yerine dine karşı yıkıcı özelliğe sahip yönlerini alarak bir sahte laiklik düzeni oluşturmuşlardır (Ghannouchi, 2000a: 98-99; Tamimi, 2001: 112-114). Bu sahte laiklik düzeninde amaç kutsal olanla dünyevi olanı ayırmak veya değer ve inançları koruma altına almak değil, bunun yerine dinî kurumlar ve semboller üzerinde tam kontrolü sağlamaya çalışmak olmuştur. Bu sayede Arap devletleri din üzerindeki yorum -ve hatta içtihathakkını tekelleştirerek tıpkı Orta Çağ’da kilisenin oynadığı rol gibi din üzerinde tanımlama yapma, tasarrufta bulunma ve yorumlama yetkisini yalnızca kendinde görme durumuna gelmiştir. Tüm bunlar doğrultusunda da geçmişten kopuş ve sahte laiklik ile modernleşmeyi getiren liderler kendi otoriter rejimlerini kurabilmiş ve bunu da dinî kendi yorumladıkları -veya taraftarlarına yorumlattıkları- için rejimlerini haklı çıkararak yapmışlardır. Burgiba’nın kurduğu Tunus toplumu içerisinde bir yandan Batı modelinde modernleşmeyi sağlarken öte yandan Avrupa modelinden farklılıklar gösteren bir laiklik modeli tesis etmesi; bunu da kimi zaman ulemadan biri gibi çıkış yaparak, örneğin çalışanların performanslarını düşürmesi sebebiyle ramazanda oruç tutmalarının yanlış olduğunu belirterek gerçekleştirmesi, bunun en belirgin örneklerindendir. Böylece Tunus’ta Avrupa laikliğinin geçmişten kopuş yönü alınmış olsa da özgürleştirme ve hakları koruma yönleri göz ardı edilmiş, bunlar yerine geçmişten kopuk ve otoriter bir sistem kurulmuştur (Ghannouchi, 2010a: 182). DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 67 Otoriter Arap rejimlerinin gerçekleştirdiği eksik aktarıma karşı çıkan ve doğal farklılıklardan dolayı da hiçbir zaman Batı toplumlarında olan şeylerin doğrudan aktarılamayacağını savunan Gannuşi, eğer bir değişim ve modernleşme olacaksa bunun Tunus’un kendi mirasından, yerel dinamiklerinden ve Arap-İslam kültüründen hareketle gerçekleşmesi gerektiğini belirtmektedir (Jackson, 2006: 235). Buna göre Tunus toplumu akıl için mutlak hürriyet, ilmî faaliyetlerde hürriyetin tesis edilebilmesi, demokrasi, halk egemenliği ve sivil toplumun oluşabilmesi için moderniteyi talep etmektedir. Ancak bu modernleşme sürecinin Batı üzerinden değil, toplumun kendi iç üretiminden çıkmasını istemektedir. Gannuşi her ne kadar sekülerizmin tam olarak nasıl uygulanacağı üzerinde durmasa da daha geniş çerçeveden modernleşme sürecine bakarak, hiçbir Müslüman’ın modern siyasi ve iktisadi araçları kullanma, fikirlerden faydalanma konusunda modernleşmeyi reddetmeyeceğini iddia etmektedir. Böylece, bir etkileşim olsa da Müslümanlar kendi kültür ve geleneklerinden hareketle modernliği tanımlayabileceklerdir. Bu tanımlamadan amaçlanan şey, o mirasa ve geçmiş günlere geri dönmek değil, bilakis İslam toplumlarını modern dünyada yeniden inşa etmektir. Tüm bu alımlı ve etkileyici ifadelere rağmen, Gannuşi modernliğin inşası konusunda yerel miras ve kültüre dönmek şeklinde bir öneride bulunmakla beraber bunun nasıl ve hangi yollarla yapılacağı konusunda somut bir reçete sunamamaktadır. Gannuşi’nin laiklik ve modernleşme bağlamında üstünde durduğu konulardan biri de sivil toplum konusudur. Otoriter Arap rejimlerinde sivil toplumun zayıf olmasının sebebi olarak yine sahte laiklik ve modernleşme tecrübelerini gösteren Gannuşi, aynı zamanda Batı’daki laiklik anlayışı sonucunda ortaya çıkan sivil topluma da bir dizi eleştiri getirmektedir. Ona göre din, toplumsal hayatın dışına çıktıkça, onun savunmuş olduğu toplumsallık, diğerkâmlık gibi değerler de yerini bencilliğe ve bireyselliğe bırakmaktadır. Bunun sonucu olarak laiklik ve modernleşmeyle beraber bireyselcilik yükselirken insanlar çok daha atomize hayatlar yaşamakta, böylece de toplumsal yaşam büyük ölçüde göz ardı edilmektedir. Bu yüzden her ne kadar Batı’da sivil toplumun gelişmesi mümkün olsa da eksik bir yapı oluşmuştur (Ghannouchi, 2000a: 119–120). Öte yandan Gannuşi, Müslümanların kendi içinde üreteceği bir modern toplumda sivil toplumun da kuvvetli olacağını savunmaktadır. İslam toplumlarının özünde bulunan ümmet fikri böylece ihya edilebilecek ve devletten bağımsız olarak insanlar için hizmet sağlanabilecektir. Bu yüzden de Gannuşi’ye göre sivil toplumu kurmak ve güçlendirmek İslami hareketlerin önceliklerinden biri olmalıdır. Daha önce de tartışıldığı üzere siyasal ve toplumsal faaliyetlerin çakışması durumunda önceliğin toplumsal faaliyetlere verilmesi gerektiğini düşünen Gannuşi, sivil toplumu kurma ve geliştirme faaliyetlerinin devlet kurulsa da kurulmasa da devam ettirilmesi gerektiğini belirtmektedir (Ghannouchi, 2010b: 133-134). İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 68 Tıpkı modern Tunus tarihinde laiklik mevzusu önemli bir yere sahip olduğu gibi, devrim sonrası süreçte de laiklik meselesi önemli bir yer işgal edeceğe benzemektedir. Hükûmet toplumu İslamileştirme amacında iken ve bunun için bazı faaliyetler gerçekleştirirken, Tunus’un laik kesimi bu durumu modern Tunus’tan bir geriye dönüş olarak değerlendirmektedir. Dolayısıyla da laikliğin tesisi sürecinde büyük ölçüde koparılmış olan din unsurunun tekrar dile getirilmesi, Batılılaşma ve modernleşme gayretlerinin ters çevrilmesi olarak görülmektedir. Her ne kadar Nahda temsilcileri söylemlerinde toplumu İslamileştirme faaliyetlerinin özgürlükleri hiçbir şekilde kısıtlamayacağını, Tunusluların eskiden olduğu gibi yaşamlarına devam edebileceklerini söyleseler ve bunu bireysel özgürlüklerin korunması ilkesine dayandırsalar da laik kesimler bu konuda ikna edilememektedir (Lister, 2011). Öte yandan laiklik konusunda Nahda ile ilgili en büyük soru işareti, bunu tam olarak nasıl gerçekleştireceklerinin bilinememesidir. Bir yandan toplumu İslamileştirmekten bahsederken öte yandan bundan kastın tam olarak ne olduğunu ve bunun nasıl gerçekleştirilebileceğini belirtmemektedirler (Y. Skanderani, mülakat, 23 Temmuz 2012). Bunun en belirgin sebebi olarak, uzun yıllardır fikrî olarak savundukları toplumu İslamileştirme fikrini tatbik edebilecekleri gerçek bir fırsatlarının olmamış olması ve buna bağlı olarak da teorik düzeyde çizdikleri model veya modelleri somutlaştıramamaları ön plana çıkmaktadır. Ancak, bu fikirleri eyleme dökme sürecinde izleyecekleri yolun belirsiz olması ve sonuçta ideallerindeki toplumsal yapının tesis edilip edilemeyeceğinin kestirilememesi, özellikle laik kesimlerin kafasında Nahda’ya karşı belirsizliğin daha da büyümesine sebep olmaktadır. Devrim sonrasında Tunus’ta laiklik mevzusu tartışılmaya devam ederken, bu konuda sıcak bir tutuklama olayı gerçekleşmiştir. Bin Ali’ye karşı en ciddi eleştirilerden birini getirmesiyle ünlenen barış ödüllü Tunuslu gazeteci ve aktivist Sofiane Chourabi 2011 Ramazan’ında kamuya açık alanda içki içtiği gerekçesiyle tutuklanmıştır (Ltifi, 2012). Her ne kadar Chourabi çok kısa bir süre sonra serbest bırakılmış olsa da tutuklama olayı, laik kesimlerin korkularının daha da artmasına sebep olmuş ve tepkilerini Nahda hükûmetine yönelterek laik düzenin tehdit altında olduğu gerekçesiyle bu kişilerin gösteriler yapmalarına yol açmıştır. Chourabi’nin arkadaşı bir başka Tunuslu aktivist Marwan Maalouf’un tutukluluk süresinin bittiği gün verdiği demeçte aslında bu yasanın eski rejimden kaldığını belirterek yasayı Nahda hükûmetinin çıkarmadığını belirtmiştir. Bu tutuklamayı Chourabi gibi muhalif gazetecilerin bastırılması amacıyla gerçekleştirilmiş bir eylem olarak değerlendiren Maalouf’un asıl eleştirdiği nokta Nahda’nın din ve devlet ilişkileri konusundaki düzenlemeleri değil, bunun yerine eski rejime ait bazı yasaların hâlâ daha değiştirilmemiş olması dolayısıyla devrim reformlarının eksik kalması olmuştur (Activist Marwan Maalouf Reacts to Sofien Chourabi Arrest, 2012; Ghribi, 2012). Yani bir yandan laiklik tartışması alevlenirken öte yandan demokratikleşmeyle ilgili eksiklerin olması sebebiyle hükûmete tepki gelmektedir. DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 69 Bu çerçevede, hem Nahda Hareketi ve Partisinin hem de Tunus’taki laik kesimlerin Tunus toplumsal yapısının şekillenmesi konusundaki söylemlerine baktığımızda, sadece fikrî düzeyde bile bir uzlaşının sağlanması çok da kolay görünmemektedir. Daha önce de vurgulandığı üzere, Nahda Hareketi Arap-İslam kimliğinin ön planda olduğu, daha “İslamîleşmiş”, aynı zamanda da herkesin bireysel özgürlüklerine saygının sağlanabileceği bir toplumsal yapı fikrini savunurken; laik kesim, Türkiye gibi bazı diğer Müslüman toplumlardaki laik kesimlerin söylemlerinde de görüldüğü gibi, Nahda’nın zaman içerisinde sıkı bir şekilde İslam şeriatına bağlı, Tunus’un alışık olduğu “Batılı” yaşam tarzının ve buna bağlı olarak da hak ve özgürlüklerin sınırlandığı bir yapının tesis edileceğinden korkmaktadır. Tüm bunların yanında, başkent Tunus sokaklarındaki duvar yazılarında da “Ne laik ne de İslamcı!” gibi söylemlerle ifade edilen,17 iki ucun da kendisini temsil etmediğini düşünen bir kesim mevcuttur. Böyle bir fikrî ayrılık mevcut iken, sadece söylemlerle bir kesimin diğer kesimleri ikna etmesi çok da kolay bir durum gibi görünmemektedir. Bu yüzden de eğer Nahda Hareketi, Tunus toplumunun farklı kesimlerini, herkesin haklarını temsil edeceğine, savunacağına ve muhafaza edeceğine ikna etmek istiyorsa çok vakit kaybetmeden, söylemlerindeki toplum projesi konusunda somut adımlar atmak durumundadır. Söylemler somut bir şekilde farklı kesimlerin önüne sunulduğunda, bu toplumsal projenin hayata geçirilmesi mutlak bir sonuç olmasa da daha muhtemel bir sonuç olacaktır. Toplumda Kadınların Konumu ve Hakları Tunus, kadın hakları konusunda da diğer Arap ülkelerinden farklı bir yapıya sahip olduğu için kadının toplumdaki yeri hakkındaki mütalaalar hem Tunus siyasetinde hem de İslami hareket içerisinde çok önemli olmuştur. Tunus’ta laiklik ve modernleşme yönünde atılan en önemli adımlardan biri olan Medeni Kanun’un ilanı kadınlara da ciddi haklar sağlamıştır. Geleneksel İslam hukukunda var olan aile ile ilgili kurallar yerine Batı modelinde bir medeni hukuk getirilmiştir. Bunun sonucunda da Tunus çok eşliliğin yasaklandığı ilk Arap ülkesi olmuştur. Ayrıca medeni hukukla birlikte kadınlara miras hukukunda yeni haklar getirilmiş, boşanma konusunda da erkeğin elinde olan yetkinin eşiti kadınlara da vermiştir. Aynı zamanda kadınlar daimi olarak toplum içerisinde rol almaya ve çalışmaya teşvik edilmiştir. Esasında bu reformların yapıldığı süreçte, Batılı ülkelerdekilerin aksine Tunus’ta özgürlük talebinde bulunan ciddi bir kadın hareketi olmadığı belirtilmektedir. Dolayısıyla 17 Bu ifade başkent Tunus’un en büyük caddesi olan ve devrim sürecinde büyük yürüyüşlere ev sahipliği yapan Avenue Habib Bourguiba’da bir duvara yazılmıştır. ( ) İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 70 bu hareketler toplumdan gelen bir talebe cevaben değil, hükûmetin reformcu politikalarından dolayı tepeden inme bir proje olarak gerçekleştirilmiştir. Yine de geliş şekli itibarıyla yukarıdan inmeci bir reform olsa da bu değişiklikler sonrası Tunus’ta diğer Arap toplumlarının aksine kadın-erkek arası eşitliğin görece yüksek olduğu bir düzen tesis edilmiştir (Dalmasso ve Cavatorta, 2010: 221). Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırladığı 2010 yılı İnsani Gelişmişlik Raporu’na göre, Tunus cinsiyet eşitliği endeksinde dünyada 56. sırada yer almış, ayrıca Rapor’da kadın konusundaki başarılarına istinaden başarı hikâyelerinden biri olarak anılmıştır (United Nations Development Programme, 2010: 54). Bin Ali döneminde de kadın hakları siyasi söylemde ön planda tutulmuştur. Her ne kadar rejim sokaklarda demokratik kadın hakları için yapılan gösterileri bastırsa da Batı’yla ilişkilerde İslamcılara karşı daimi olarak Tunus’taki özgür kadınların durumu vurgulanmıştır. Bunların yanı sıra, daha önce de bahsedildiği üzere şu anda bir nefret figürü olarak görülen Bin Ali’nin eşi Leila Trabelsi uluslararası kadın hakları toplantılarında boy göstermiş ve hatta ödüller kazanmıştır (Chrisafis, 2011). İslami hareketin kadın konusunda eleştirisi hem Tunus rejimine hem de kendilerine yöneliktir. Gannuşi özellikle İslam’da kadının konumunu tartıştığı kitabında bu konuyu doğrudan ele almıştır. Öncelikle Tunus rejimini kadın haklarını tesis ederken aile kurumuna da zarar vermekle eleştirmektedir. Buna göre kadınlarla ilgili reformlar diğer reformlar gibi eskiyle kopuşu sağlarken olumsuz yönleri ortadan kaldırdığı gibi kuvvetli aile yapısı gibi olumlu yönleri de ortadan kaldırmıştır. Tamamen Batılı olan ve Tunus kültürüne tam anlamıyla uymayan bu model kadın-erkek ilişkilerinde ciddi farklılaşmaya yol açmış ve bunun sonucu olarak da Tunus’taki boşanma oranları ciddi bir yükseliş göstermiştir (Ghannouchi, 2011: 84–85). Öte yandan Gannuşi İslami hareketlerin en büyük eksikliklerinden biri olarak da kadın hakları mevzusunun büyük ölçüde göz ardı edilmiş olmasını göstermektedir (Ghannouchi ve Jones, 1988: 23-24). Buna göre özellikle İslam dünyasında hem toplumsal hem de siyasal alanlarda kadının konumu hakkında yanlış bir anlayış oluşmuştur. Tıpkı cahiliye döneminde olduğu gibi kadınlar hor ve hakir görülmüş, onlara hep erkeğe itaat eden ve yumuşak başlı, hakları olmayan birer birey rolü biçilmiştir. Böylece de kadının özellikle toplumsal hayattaki rolü iyice kısıtlanmıştır. Bu anlayışın bir uzantısı olarak da Burgiba’nın kadınlar konusunda yaptığı reformların hemen ardından biraz heyecanlı ve dikkatsizce tepkiler verilmiş, İslam’ın özüne uygun olan şeylerle olmayanları ayrıştırmaksızın eleştiri yapılmıştır (Ghannouchi, 2011: 80-85). Bu öz eleştirileri yapan hareket kadın konusunda diğer birçok İslami harekete göre de daha farklı bir tutum takınmaktadır. İnsanlar arasındaki üstünlük ölçütünün cinsiyet veya ırk değil yeterlilik, ahlak ve çalışkanlık olduğu düsturundan hareketle kadınlar ve erkekler DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 71 arasındaki ilişkilerin ve kadının konumunun belirlenmesini savunan Gannuşi, kadının da tıpkı erkekler gibi tam bir birey olduğunu söylemektedir. Bu yüzden kadınların toplumun siyasal, ekonomik ve sosyal problemlerinin çözülmesinde erkeklerle beraber ve eşit bir şekilde rol almasının sadece bir hak değil aynı zamanda vazife olduğunu belirtmektedir (Esposito ve Voll, 2001: 111). Bu bağlamda İslami hareketler iyi kadın liderlere de ihtiyaç duymaktadır. Gannuşi’ye göre kadının en önemli görevi çocuk yetiştirmek ve gelecek nesilleri oluşturmaktır. Bunları yerine getirdiği takdirde de kadınların çalışmasında hiçbir sakınca olmadığını vurgulamaktadır. Kadının ev dışında herhangi bir işte çalışmaması durumunda bunun iş sahibi olmama anlamına gelmeyeceğini düşünen anlayışa da karşı çıkmaktadır. Buna göre ev hanımlığı da bir çalışma olarak görülmelidir, zira bu kadınlar da toplum için bir hizmette bulunmaktadır. Bu yüzden de gerekirse ev hanımlarına da maaş bağlanmasının doğru olacağını vurgulamıştır. Böylece gerek evde bulunsa gerekse de dışarıda bulunsa topluma hizmet etmiş olacağı için kadının çalışması mümkün ve doğru bir durumdur (Ghannouchi, 2011: 91-96). Kadın konusu süregelen süreçte önemli olduğu ve Tunus, İslam dünyası içerisinde Batı’ya daha yakın bir yapıya sahip olduğu için devrim sonrası süreçte de bu mevzu en fazla merak edilen konulardan biri olmuştur. Nahda üyeleri ve Gannuşi için de kadın konusu sıklıkla işaret edilen ve vurgulanan bir konudur. Nahda Hareketi Kültür Komisyonunun toplantısının hemen akabinde komisyon üyelerinin de bulunduğu ortamda yapılan mülakata başlarken komisyon başkanı Ajmi Lourimi komisyonun neredeyse yarısını oluşturan kadın üyeleri işaret ederek, Nahda’nın her faaliyetinde kadınların yer aldığını ve hem devrim sürecinde hem de sonrasında Nahda’nın kadın üyelerinin çok aktif olduğunu belirterek bu konuya çok ihtimam gösterdikleri mesajını vermiştir (A. Lourimi, mülakat, 23 Temmuz 2012). Tıpkı bunun gibi parlamento seçimleri sonrası medyanın ve halkın karşısına çıkan Gannuşi’nin iki tarafında Nahda’nın bir grup kadın üyesiyle poz vermesi de aynı şekilde mesaj vermeyi amaçlayan bir durum olarak nitelenebilir. Son dönemde Gannuşi ile yapılan röportajların neredeyse tamamında kadın konusu üzerinde durulan bir konu olmuştur. Gannuşi kadın hakları konusu sorulduğunda, hareketin 30 yılı aşkın bir süredir zaten kadın-erkek arası eşitliği savunduğunu, şimdi hükûmete geldikleri süreçte de bu konuda bir değişiklik olmayacağını söylemiştir (al-Turki, 2011). Kadınların herhangi bir şekilde toplum hayatından dışlanmasının kesinlikle adaletsiz bir durum olduğunu belirten Gannuşi (Sami, 2012) çok eşlilik, evlilik ve boşanmada kadınlarla erkeklere eşitlik verilmesi gibi meseleleri belirleyen kanunların değişimi ile ilgili herhangi bir yasa değişikliği önermeyeceklerini belirtmiştir (Lister, 2011). Ayrıca kadınların da erkekler gibi kendi hayat tarzını belirleme hakkı olduğunu belirten Gannuşi başörtüsü meselesiyle İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 72 ilgili olarak, başörtüsünü laiklik ve modernlik adına yasaklamakla İslam adına başörtüsünü zorunlu hâle getirmek arasında bir fark olmadığını söylemiş, bu yüzden de başörtüsünün Suudi Arabistan veya İran’daki gibi zorunlu hâle getirilmesinin mümkün dahi olmadığını belirtmiştir (Moshiri, 2011). Gerek hareket temsilcilerinin kadın konusuna vurgu yapmaları gerekse de Gannuşi’nin bahsedilen tutumları bir hareket/parti politikası olarak anlaşılabilir. İslami hareketler ile ilgili olan literatürde ve Batı entelektüel dünyasında bu hareketlere getirilen en ciddi eleştiri konularından biri de kadın konusudur. Bu yüzden, Nahda temsilcilerinin bu konuyu bu kadar ön plana çıkarması, diğer bazı İslami hareketlerden ayrıştıkları bu konudaki Batı toplumlarına görece yakın olan tavırlarını ısrarla kanıtlama yolu olarak değerlendirilebilir. Nahda üyeleri ve Gannuşi’nin kadın haklarına ve mevcut yaşayışa sınırlama gelmeyeceği yönündeki açıklamalarına rağmen Tunuslu kadınlar arasında farklı görüşler ve endişeler mevcuttur. Louise Loftus imzalı New York Times makalesine göre bazı Tunuslu kadınlar son dönemde giyinişleri ve görünüşleri sebebiyle sözlü saldırılara uğradıklarını belirtmektedirler. Ancak aynı makaleye göre geleceğe olumlu bakmak için sebepleri olan kadınlar da vardır. Buna göre artık kadınlar Bin Ali dönemindeki gibi “talep etme hakkına sahip olmaksızın, yöneticilerin verdiği ile yetinmek” zorunda kalmak yerine artık istediklerine ulaşmak için savaşma fırsatına sahip olmuşlardır (Loftus, 2011). Tunuslu kadınların bu karışık görüşleri arasında ise bazı gerçeklere dikkat etmek gerekir. Devrim sonrası oluşturulan Tunus parlamentosu % 27’lik oranla Arap dünyası içerisinde en fazla kadın milletvekiline sahip olan parlamento konumundadır. Bu oran aynı zamanda Fransa ve ABD’nin de içinde bulunduğu birçok Batılı ülkeden daha yüksek bir orandır. Mevcut parlamentoda 217 milletvekilinin 58’i kadındır (Sedghi, 2012). Dolayısıyla kadının devrim öncesi konumunun en azından ilk parlamentoya da taşındığı söylenebilir. Ancak mecliste bu kadar yüksek bir oran mevcut olsa da aynı durumun Tunus’un yeni dönemdeki ilk hükûmeti için geçerli olduğunu söylemek zordur. Mevcut kabinede yalnızca bir kadın bakan vardır ve o da Cumhuriyet için Kongre Partisi (el-Mu’temer min ecl’il-Cumhuriyye - اجلمهورية أجل من املؤمتر(,18 üyesi Kadın İşleri Bakanı Sihem Badi’dir. Dolayısıyla söylenebilir ki pek çok diğer ülkede de görüldüğü üzere kadınların siyasete katılımı, karar alma mekanizmasının üst kademelerinde alt kademelerde olduğu kadar etkin değildir. 18 Bundan sonra metinde CPR (Literatürde kullanılan Fransızca adı: Congrès pour la République) kullanılacaktır. DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 73 Yeni Dönemde Tunus ve Nahda Yeni Rejim ve Hükûmet Sonrası Tunus’un Durumu Muhammed Bouazizi’nin kendini ateşe vermesi, başlayan gösteriler ve son olarak Bin Ali’nin 14 Ocak 2012’de Suudi Arabistan’a kaçması ile Arap devrimlerinin ilk ayağı olan Tunus, eski rejimin beklemediği bir hareketin gerçekleşmesi ve buna karşı önlem alarak karşı koyma imkânı bulamaması sebebiyle diğer ülkelerden görece kolay bir geçiş yaşamıştır. Bu süreçteki en önemli noktalardan biri de ordunun devrime verdiği destek olmuştur. Her ne kadar devrim ilk aşamada eski rejimin esas kökü olan Anayasal Demokratik İttifak Partisine değil de Bin Ali ve ailesine yönelmiş olsa da hem farklı kesimlerin değişim yönündeki ortak inisiyatifi hem de ordunun bu süreçte halkın yanında yer almasıyla görece kolay bir geçiş gerçekleşmiştir (Joffé, 2011: 518–519). 23 Ekim 2011 tarihinde gerçekleşen seçimler yeni Tunus’un inşası açısından son derece önemlidir. Zira bu kurucu meclis eski anayasanın yerine yeni dönemdeki siyaseti belirleyecek olan yeni anayasayı yazacaktır. Bu seçimlerin önemi, Arap devrimleri sonrası gerçekleşen ilk seçimler olması yönünden daha da artmıştır ve bu sebeple hem bölge hem de dünya seçimleri yakından takip etmiştir (Ulutaş ve Torlak, 2011: 7). Seçimler sonucunda gözlemcilerin raporları seçimlerin meşru olduğunu ve özgür bir ortamda gerçekleştirildiğini işaret etmiştir (Coleman, 2011). Seçim sonuçlarına göre meclisteki sandalyelerin yaklaşık % 40’ını kazanan Nahda Partisi birinci olmuş, onu sırasıyla Cumhuriyet için Kongre Partisi (CPR), Halkın Talebi Partisi (el-Arîdat’üş-Şa’biyye -الشعبية العريضة (ve et-Tekettul Partisi (et-Tekettul ed-Dimukrâtî - الدميقراطي التكتل (takip etmiştir. (“et-Tevzi’ Haseb’ül-İntimâi’l-Hizb,” 2012) Seçimlerde Nahda Partisinin galip gelmesi, diğer muhalif partilerin de onu takip etmesi otoriter rejimden uzaklaşarak demokratikleşme yönünde radikal bir değişimin gerçekleşebileceği yönünde umutları yeşertmiştir (Ghani, 2011). Tunus’ta Bin Ali döneminde muhalefet ciddi anlamda bastırılmış olduğu için, 23 Ekim seçimleri partilerin tam olarak hazırlanıp, teşkilatlanmaları bakımından görece erken bir tarih olmuştur. Zira kimi partilerin çok ciddi teşkilatları bile olamamıştır. Ancak diğerleriyle karşılaştırıldığında muhalefet zamanlarında da görece daha oturmuş teşkilatları ve tabanı olan Nahda seçimlere daha avantajlı bir şekilde girmiş ve seçim sonuçlarının da gösterdiği üzere rakiplerinin zaafından kazançlı çıkmıştır. Gazeteci Adel Thabti’ye göre Tunus’ta hiçbir parti seçime hazır değildi. Ancak partiler arasında hazır olmaya en yakın olan parti ise Nahda’ydı, bu da onlara bir avantaj sağladı (A. Thabti, mülakat, 24 Temmuz 2012). Bu seçimleri takiben 12 Aralık’ta Munsif Marzûkî, Tunus Cumhurbaşkanı olarak meclis tarafından seçilmiştir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 74 Meclis seçimlerinden sonra hükûmetin kuruluşu da yeni dönem için çok önemli adımlardan biri olmuştur. Hükûmetin kurulması öncesinde bir koalisyon hükûmeti yönünde talep oluşmuş, aynı durum Nahda temsilcileri tarafından da dile getirilmişti. Seçimler sonrasında gerçekten de Nahda’nın önderliğinde CPR ve et-Tekettul’un da katılımıyla Hamadi Jebali başbakanlığında bir koalisyon hükûmeti kurulmuştur. Kabinenin Dışişleri Bakanı Refik Abdüsselam her ne kadar koalisyon hükûmetinin zorlukları Tunus’ta da yaşansa bile bu durumun demokratikleşme için daha iyi olduğunu ve rejimin bir tekelin elinde olmasındansa koalisyon hükûmetinin tercih edileceğini belirtmektedir (Özhan, Davutoğlu ve Abdessalem, 2012: 5). Kurulan kabineye bakıldığında esasında biri İslamcı, biri merkez sol ve diğeri sol olmak üzere üç partinin yer aldığı görülmektedir; bunun da ilk bakışta siyasi çeşitlilik bakımından iyi olduğunu söylemek mümkündür. Aynı zamanda kabine içerisinde yer alan partilerin tamamının eski rejimden sonra bir değişimi sağlamak için istekli olması da önemlidir (Tanrıverdi Yaşar, 2012: 108–110). Ancak tabii ki her koalisyon hükûmetinde olabileceği gibi, farklı fikirlerin olduğu konularda çözüm üretmede sıkıntı yaşamaları da muhtemeldir. Tunuslu iş adamı Yezid Skanderani’ye göre yeni dönemde Tunus’un önünde iki ciddi problem vardır; bunlar ekonominin canlandırılması ve bir toplumsal proje oluşturulmasıdır (Y. Skanderani, mülakat, 23 Temmuz 2012). İlk halk hareketinin başlamasında da büyük rol oynayan ekonomik sıkıntılar Tunus’ta önümüzdeki dönemde de kritik konulardan biri olacağa benzemektedir. Sanayi bakımından çok kuvvetli olmayan Tunus, ciddi turizm gelirlerine ve ticari faaliyetlere dayalı bir ekonomiye sahiptir. Bunun yanı sıra son yıllarda ciddi artış gösteren bir işsizlik problemi mevcuttur.19 Jebali hükûmetinin yeni dönemde, özellikle de sokaklara dökülüp haklarını arayan ve Bin Ali’nin gitmesini sağlayan halkı memnun etmek için, ülkeye ciddi ekonomik yatırımlar çekmesi ve yeni iktisadi açılımlar bulması gerekmektedir. Burada bahsedilen toplumsal proje oluşturulması meselesi genel anlamda Tunus toplumu içerisindeki farklı kesimlerin bir arada yaşamasını sağlayacak bir model geliştirilmesini kastetmektedir. Bu da esasında temelde Tunus siyasetinin temel anlaşmazlık noktalarının başında gelen laiklik meselesine dayanmaktadır. Zira Tunus içerisinde ciddi bir etnik veya dinî azınlık meselesi yoktur. Diğer birçok Arap ülkesiyle karşılaştırıldığında milliyetçiliğin de zayıf olduğu söylenebilir. Sol görece kuvvetli olsa ve geçmişte ciddi anlamda aktif olsa da eski etkinliğinde değildir. Bu durumda temel ayrım dindar/muhafazakâr kesimle laik 19 Dünya Bankasının verilerine göre 2000 sonrası Tunus’ta işsizlik oranları % 15 civarında seyrederken, aynı oran gençlerde % 30’lara ulaşıyordu (World Bank, 2012). DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 75 kesim arasındaki ayrımdır. Yakın zamanda yapılmış bir araştırma Tunus genelinde yarıdan biraz fazla olan bir kesimin seküler hükûmeti desteklediğini, kalanların ise buna karşı çıktığını işaret etmiştir (Pickard, 2011: 642). Tunus’ta Nahda Hareketi’nin ve Partisinin temsil ettiği ve Tunus toplumunun İslamileşmesini talep eden kesim ile laik olarak süregelmiş Tunus’taki Batılı modern ortamı otoriter rejim boyunduruğundan çıkması durumunda tercih eden kesimin uzun vadede nasıl bir toplumsal yapı içerisinde uzlaşacağı ve bir arada yaşayacağı en kritik sorulardan biridir. Seçimler, yeni kurulan hükûmet ve bu sorunlara bakıldığında, Tunus’un demokratikleşme yönünde ciddi bir adım attığı söylenebilir. Tunus’ta da tıpkı diğer devrimci Arap ülkelerinde olduğu gibi eski rejim tam anlamıyla temizlenmiş değildir. Hâlâ daha güvenlik güçleriyle, eski rejim döneminin ticari zenginleri ve bürokrasiyle yaşanan problemler mevcuttur. Ancak hem farklı kesimlerin değişim konusundaki istek ve kararlılıklarına bakıldığında hem de seçimin yapılması ve hükûmetin kurulması aşamalarının beklentinin üzerinde başarılı geçirildiği göz önünde bulundurulduğunda eski rejimden kopuş sürecinin tahmin edilenden hızlı olduğu söylenebilir. Otoriter kopuşla beraber başarılı bir şekilde seçimlerin yapılması ve hükûmetin kurulması demokratikleşme açısından çok önemli bir gelişme olmuştur. Bu bağlamda, eski rejimden büyük ölçüde kopuşun sağlanmasıyla demokratikleşmenin en zorlu aşaması da gerçekleştirilmiş olmuştur. Dolayısıyla demokratikleşme talebinin öncelikli kısmına olumlu bir cevap verilmiştir. Bu yüzden de, her ne kadar daha yapılması gereken çok iş olsa da, rayına girmiş olarak giden demokratikleşme konusu en ciddi engellerden biri olarak görülmeyebilir. Ancak demokratikleşme gelecek konusundaki temel kaygılar arasından çıkmış olsa da ekonomik problemlerin çözümü ve laiklik meselesi Tunus siyasetinin geleceği için son derece belirleyici olacaktır. Tabii ki öncelikle hükûmetin bu konular ile ilgili söylemleri bir kenara bırakıp somut projeler sunması gerekmektedir. Bu bağlamda söylenebilir ki Bin Ali rejiminden büyük ölçüde kurtulmuş olan Tunus’ta, Mısır’daki gibi yeni rejimi geriye çeken unsurlar çok değildir. Bunlar yerine siyaseti geliştirmek için de ciddi imkânlar doğmuştur. Yani değişim için ortam büyük ölçüde hazır durumdadır. Bu aşamada Tunus’un başarısı, başta Nahda olmak üzere hükûmet üyeleri ile muhalefetin ciddi ve başarılı çalışmasıyla gerçekleşebilecektir. Tabii ki en büyük soru işareti de devrimi takip eden bu hareketli ve görece karışık ortamda hükûmet üyelerinin istekli ve başarılı bir şekilde düzenlemeler yapıp yapamayacağıdır. Bu sağlandığı takdirde Tunus’taki yeni rejimin güçlendirilmesi mümkün olacaktır. Ancak devrimlerin çetrefilli süreçler olduğunun ve değişimin zaman alacağının göz önünde bulundurulması da sürecin takibi sırasında son derece önemlidir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 76 Nahda Hareketi’nin Geleceği ve Önündeki Engeller Tunus’taki İslami hareketin tarihî seyrinden de görüldüğü gibi 1970’li yıllarda hareket ilk yükselişini yaşarken ve sonrasında İran Devrimi’nin yarattığı heyecanın etkisiyle bazı konularda sonraki dönemlere göre sert görüşlere sahip olmuştur. Ancak özellikle 1980’lerle beraber hareketin esas kimliğini bulması sürecinde ılımlı İslam yönündeki söylemleri yerleşmiştir. Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren hareketi takip etmek oldukça zor olmuştur. Her ne kadar Gannuşi gibi hareketin ileri gelenleri röportajlar vererek ve çeşitli toplantılara katılarak hareketin uluslararası toplumdaki tanınırlığını sürdürmeye çalışmış olsalar da, 20 yıla yakın bir süredir yasaklı ve sürgünde olan, ancak Mart 2011’de resmî olarak faaliyet izni alan hareket başta gençler olmak üzere birçok Tunuslu için de soru işaretleri taşımaktadır (Usher, 2011). Bu bakımdan Yezid Skanderani, Nahda ile Tunus toplumu arasındaki ilişkiyi yeni evli bir çifte benzeterek, hem Nahda’nın Tunus’u hem de Tunus’un Nahda’yı yeni yeni tanımaya, keşfetmeye başladığını belirtmektedir (Y. Skanderani, mülakat, 23 Temmuz 2012). Her ne kadar bu tespit Nahda’nın örgütsel olarak var olmasa da halk düzeyinde devam eden etkisini göz ardı etse ve Nahda’yı büyük ölçüde sürgünden gelen temsilcileri üzerinden değerlendirse de, uzun süren ayrılık sonrası gerçekleşen yeni birliktelikle ilgili haklı bir noktaya vurgu yapması yönüyle doğruluk payı taşımaktadır. Ekim 2011 seçimlerinden zaferle çıkan Nahda Partisi, hareketin genel sekreteri ve bir anlamda ikinci adamı olan Hamadi Jebali başbakanlığında kurulan hükûmetin de en büyük katılımcısı olmuştur. Bu durumda Nahda’nın hem Tunus hem de Orta Doğu siyaseti için önemi daha da artmıştır. 1980’li yıllarda hareketin görece heyecanlı genç kesimini oluşturan grupta bulunan Jebali, bu dönemlerden itibaren idari görevlerde bulunmuştur. Bin Ali dönemindeki yargılamalar sonucu 1990’da hapse giren Jebali 2006’da tekrar özgür olmuştur. Güneş enerjisi alanında mühendis olan Jebali, hareket içerisinde daha pragmatik yaklaşımları savunan, bu yüzden de Gannuşi ile bazı eylemsel farklılıklara sahip olan bir isim olarak değerlendirilmektedir (Ben Yunis, 2012: 98–100). Nahda’nın geleceği ile ilgili en önemli soru işaretlerinden biri süreç içerisinde tek ses olarak devam edip edemeyecekleridir. Özellikle Mısır’da Müslüman Kardeşler örneğinde muhafazakâr ve reformcu kesimler arasında bir farklılaşma olması ve bunun cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde Abdulmunim Ebu’l-Futuh’un ayrılması ile daha da gün yüzüne çıkması, Nahda için de benzer soruları akla getirmektedir. Ancak Adel Thabti’nin de vurguladığı gibi Nahda içerisinde mevcut durumda genç ve yaşlı kesimler arasında bu konuda ciddi bir ayrılık yoktur. Thabti’ye göre farklı düzeylerde fikrî ve eylemsel farklılıklar söz konusu olsa da mutlak noktada ortak hareket etme iradesi söz konusudur (A. Thabti, DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 77 mülakat, 24 Temmuz 2012). Bu çerçevede, yirmi yıllık bir süreçte faaliyetleri büyük ölçüde askıda bulunan hareketin idareyi şu anda sahip olan orta yaşlı ve yaşlı kesimden genç kesime bırakacağı zaman ortaya bir soru işareti çıkabilir. Çünkü baskı döneminden geçmiş şu andaki ekiple, yasaklı dönemde ve devrim sonrasında yetişmiş ekip arasında farklılıkların çıkması doğal bir durum olacaktır. Günümüzde Nahda içerisindeki en potansiyel ayrım noktası idare konusudur. Şu anda genel çerçeve organizasyonu olan Nahda Hareketi ve aynı zamanda seçim sürecinde kurulmuş olan ve siyasi ayağı temsil eden Nahda Partisi vardır. Bu ikisi arasındaki ilişkinin yanı sıra hareketin lideri olan Gannuşi ile hükûmet arasındaki ilişkinin nasıl olacağı da merak edilmektedir. Gannuşi Tunus’a dönüşü sonrasında cumhurbaşkanlığına aday olmayacağını ilan ederek siyasi bir görev almayacağı yönündeki düşüncesini ortaya koymuştur (“Tunisie : l’islamiste Rached Ghannouchi ne sera pas candidat à la présidence,” 2011). Gannuşi gerçekten de mecliste ya da hükûmette yer almamıştır ancak kendisinin Tunus siyasi hayatından tamamen soyutlanmış olduğunu düşünmek de mümkün değildir. Resmî görevi olmasa da hâlâ daha siyasi meselelerin kalbinde yer almaktadır. Bu yüzden de Gannuşi’nin hükûmet ve meclis kararlarında ne kadar etkin olacağı, hareketin liderliği ile hükûmetin liderliği arasında hiyerarşik bir ilişkinin bulunup bulunmayacağı demokratik süreçler için önemli noktalar olacaktır. Bu dikotominin bir uzantısı olarak hareket ve partinin ilişkisi de bir soru işareti oluşturmaktadır. Nahda Kültür Komisyonu toplantısında bu soru Ajmi Lourimi’ye yöneltildiğinde, komisyon üyeleri kendilerinin de bu soruya cevap arayışında olduklarını belirtmişlerdir. Lourimi de mevcut aşamada hareket ve parti arasında bağımsızlığın sağlanamadığını kabul etmektedir. Ona göre hem hareketin yasaklı olması, hem partinin yeni oluşması, hem de sürecin çok hızlı gelişmesi bu konu üzerine odaklanmaya çok imkân vermemiştir. Ancak genel çerçevede bakıldığında hareketin daha geniş kapsamlı, partinin ise daha siyaset odaklı bir yapı olduğunu belirten Lourimi, bu bağlamda Nahda Hareketi’nin toplumun her kesiminin, siyasetle ilgili olsun olmasın sorunlarıyla ilgilendiğini söylemektedir. Parti ise daha dar bir alanda faaliyet gösterip siyasi alana odaklanmaktadır. Ancak tabii ki hareketle bağlantısından dolayı parti de meseleleri salt siyasi olarak ele alamamakta, toplumun meseleleri olarak görmekte ve diğer partilerin aksine seçimlerde kazanmak için değil hizmet etmek için çalışmaktadır. Yine de bunun önemli bir soru işareti olduğunu kabul eden Lourimi normalde 4 senede bir yapılan kongrenin temelde bu sorunu tartışmak üzere 2 sene sonra vaktinden erken yapılacağını belirtmiştir (A. Lourimi, mülakat, 23 Temmuz 2012). Lourimi’nin de kabul ettiği gibi parti ile hareket arasındaki ilişkinin yapısı, Gannuşi’nin meclisin ve hükûmetin karar alma sürecindeki rolü gibi mevzular önümüzdeki dönemde Nahda’nın Tunus demokratikleşmesinde rolü bakı- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 78 mından ciddi önemi haizdir. Hareket temsilcilerinin açıklamaları ve mülakatlardaki ifadeleri de bu konunun kendileri açısından da sonucu merakla beklenen bir konu olduğuna işaret etmektedir. Bölüm boyunca birkaç kez ifade edildiği gibi Nahda’nın önündeki en büyük engellerden biri Nahda’ya muhalif olan Tunusluların ve bazı Batılı medyanın Nahda’nın söylemlerini inandırıcı bulmamasıdır. Onlara göre Nahda’nın kullandığı ılımlı söylem hegemonyaya ulaşmak yolunda kullanılan bir maskedir ve bu yüzden de söylemlerinde samimi değillerdir. Bu çerçevede, yeterli halk desteğine ulaşıp otoritelerini kurdukları takdirde ülkenin Avrupalı turistlerden mahrum bırakıldığı, kadınların örtünmeye zorlandığı ve sosyal hayattan dışlandığı bir Tunus inşa edecekleri yönünde söylemler kullanılmaktadır (Lister, 2011; Lynch, 2011a). Özellikle Tunus’un laik kesimi zihinlerinde oluşturdukları İslami hareket tipolojisi üzerinden Nahda yönetimindeki bir Tunus resmi çizmekte, bu resim çerçevesinde de kendi özgür yaşam alanının kısıtlanacağını düşündüğü için Nahda’ya karşı tepkiyle yaklaşmaktadır. Bu noktada Nahda’nın üzerine düşen görev, eğer gerçekten söylemlerinde samimi iseler eylemleriyle bu endişeli kesimi samimiyetlerine ikna etmektir. Tabii ki başka örneklerde görüldüğü üzere, derin farklılıklardan doğan önyargıların sonucu oluşmuş endişeler, söylemler eylemlere dönüştüğü zamanlarda bile tam olarak izale olunamıyorsa da Tunus içerisindeki endişeli laik ve liberal kesimler ile ilişkilerini düzenlemek ve mümkün mertebe endişelere yanıt verebilmek Nahda’nın önündeki en büyük testlerden bir diğeri olacaktır. Nahda’nın önündeki belki de en büyük zorluklardan biri, diğer devrimci Arap ülkelerinde de görülen, geçişi idare edebilme ve yeni koşullara uyum sağlayabilme meselesidir. Tunus’taki İslami hareket kuruluş sürecinden itibaren hep otoriter bir rejime karşı muhalefette olmuştur. Özellikle de bu muhalefetin yaklaşık son 20 yıllık döneminde yasaklı olduğu için çok aktif bir muhalefet sergileyememiştir. Her ne kadar siyasi faaliyetler için tek belirleyici olmasa da aktif olarak siyasetin içinde bulunulması yoluyla siyasi öğrenme diye adlandırılan süreçler önemlidir. Zira fikrî düzeyde olan görüşlerin pratikte karşılıklarının olup olmayacağı, ne kadarının olabileceği, aktarımın nasıl gerçekleşebileceği mevzuları bu öğrenme sürecinin sonucunda anlaşılabilir. Bir anlamda bu öğrenme süreci, siyasi aktörlerin idealleri ile gerçeklikler arasında kurmaya çalışacakları dengeyi tespit etmelerine imkân sağlar. Nahda’nın 20 yılı aşkın bir süreyle aktif bir şekilde Tunus’ta siyaset yapamamış olması bu yönden bir dezavantaj oluşturmaktadır. Yine de her ne kadar çok aktif olmasa da Nahda Hareketi siyasetin muhalefet tarafında rol almıştır. Ancak bugüne kadar hiçbir zaman yönetime geçemediği için idari tecrübesi yoktur. Siyasi öğrenme süreci genel bir süreç olmakla beraber muhalefet yapmayı öğrenme, yönetimi öğrenme gibi alt sü- DEĞİŞİM SÜRECİNDE NAHDA HAREKETİ 79 reçler de düşünülebilir. Her ne kadar hepsi aynı siyasal ortamın içinde olsa da, muhalefet oyunu ile yönetim oyununun taşları ve kuralları birbirinden farklılık gösterir. Dolayısıyla muhalefetten sonra ilk defa yönetime geçen her siyasi oluşumun zorluk yaşaması doğal bir durumdur. Nahda özelinde düşünürsek de aynı problemin olduğunu görebiliriz. Nahda her ne kadar muhalefet yapsa ve bir anlamda sokaktaki Tunus’u tanıyor olsa da, yönetim konusunda tecrübesizdir ve Tunus’un yüksek bürokratik ve siyasi oluşumlarından uzaktadır. Bu geçiş süreci de çetrefilli bir süreç olacaktır. Nahda’nın faaliyetleri ve özellikle de fikri altyapısına bakıldığında pek çok siyasal ve toplumsal meseleye çözüm arayışı olduğu görülür. Ancak bu çözüm arayışları büyük ölçüde eleştiri üzerine inşa edilmiştir. Hareketin temel çıkış noktası otoriter Tunus yönetimini yıkmak olduğu için eleştiri üzerine kurulu bir yapının olması gayet doğaldır. Ancak muhalefette eleştiri çok önemli bir silahken, yönetim noktasında bu silah önemini kaybeder, bunun yerine yapıcı faaliyetlerin olması gerekir. Eğer bu olmazsa hem eleştirilen unsurun ortadan kalkmış olmasından hem de beklenen sonuçların alınmamış olmasından dolayı eleştiriler kendi içinde fikir ayrışmasına gidilmesine sebep olabilir. Dolayısıyla Nahda’nın bu geçiş sürecinde klasik olarak takınmış olduğu eleştirel tavrın yanına Tunus’un idaresinde bulunduğu sürece ihtiyaç duyacağı inşa faaliyetlerini de eklemesi gereklidir. Ancak bu ekleme Nahda için çok kolay olmayacaktır. Zira her ne kadar Nahda toplumsal ve siyasi sorunlara çözümler üretse de bu üretimler hep fikrî düzeyde olmuştur. Yani bir anlamda teori mevcuttur ancak bunun pratikte karşılığı belirsizdir. Örneğin 1980 ve 1990’lı yıllarda Nahda Hareketi Tunus’ta demokratik muhalif konumunda ve demokratikleşme talebi konusunda Tunus toplumunun önderleri arasında idi. Özellikle sürgün yıllarında, mağduriyetlerinin de etkisiyle bazı Batılıların gözünde ciddi meşruiyet kazandılar. Şimdi demokratikleşme yönünde eskiye göre zayıflamış bir direnç varken, fikrî düzeyde savundukları Müslüman demokrat kimliklerini ne kadar yansıtacakları henüz bir soru işaretidir. Nahda›nın teoride sahip olduğu bu fikirleri reel siyasete aktarıp aktaramayacağı durumu bu süreci nasıl geçireceğini belirleyecek çok ciddi bir imtihan olacaktır. Nahda şu anda yönetimde en büyük söz sahibi olduğu için, bu imtihan aynı zamanda Tunus için de büyük bir imtihandır. Gerek laik kesimlerin endişelerinin giderilmesi gerekse de muhalefette savunulan değerlerin yönetimde de desteklenmesinin kanıtlanması için Nahda’nın somut adımlar atması gerekmektedir. Teorik düzeyde sahip oldukları fikirlerin öncelikle somut bir toplumsal proje olarak sunulması, sonra da bu yönde faaliyetler yapılması gereklidir. Ancak, bugüne kadar büyük ölçüde teorik zeminde faaliyet gösteren bir hareket olarak Nahda’nın öncelikle kendisi için fikirlere somut karşılıklar oluşturması gerekmektedir. Zira Nahda yetkililerine toplumu İslamileştirmenin nasıl olacağı, İslam ve demokrasinin nasıl bir arada yürütüle- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 80 ceği, din-devlet ilişkisinin nasıl düzenleneceği sorulduğunda çok net ve spesifik cevaplar verememekte, bunun yerine teorik düzeydeki savlar çerçevesinde geniş kapsamlı cevaplar vermektedirler. En basitinden Tunus’ta demokrasi ile Nahda’nın İslami fikirlerinin uyumu sorulduğunda, Gannuşi’nin savunduğu fikirler doğrultusunda bir uyumun olacağını belirterek, demokratik süreçler sonucunda çıkabilecek kürtaj, eşcinsel hakları, feminist talepler gibi mayınlı arazilere girmekten kaçınmaktadırlar. Aynı şekilde toplumu İslamileştirme söylemini savunurken bunun metodunun nasıl olacağı, bu gerçekleştirilirken direniş gösteren kesimlere karşı nasıl bir yol izleneceği, İslamileştirme kavramından kastın tam olarak ne olduğu gibi noktalarda somut cevaplar vermemektedirler. İşte bu sebeplerden ötürü Nahda hareketinin hem kendi taraftarları hem de muhalif sesler için, fikrî düzeyde bulunan görüşlerini somut düzeye aktarması ve bu yönde faaliyetler gerçekleştirmesi son derece gereklidir. Genel olarak bakıldığında Nahda’nın ve Tunus’un şu anda içinde bulunduğu süreç bir geçiş sürecidir. Tıpkı başka devrim ve reform süreçlerinde de görülebileceği gibi bu sürecin kısa bir şekilde tamamlanabilmesi oldukça zordur. Bu bakımdan geçişin en az 5 ya da 10 yıl sürmesi doğal karşılanmalıdır. Bu sürece genel olarak bakıldığında Nahda Hareketi uzun yıllardır beklediği büyük bir şans yakalamıştır. Şu anda eski rejimin organlarının da gücünü kaybetmesi sonucu, siyasi düzeyde en büyük söz sahibi konumuna gelmiştir. Bu fırsatı iyi değerlendirerek hem kendi amaçlarına hizmet edip hem de Tunus siyasetini geliştirebilir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi Nahda’nın bu fırsatı değerlendirebilmesi için, özellikle kendisiyle ilgili bazı engeller ve soru işaretleri söz konusudur. Yani bir anlamda, Nahda’nın önündeki en büyük engellerden biri yine kendisidir. Eğer somut adımlar atarak siyaset yapar ve toplumu ikna etme yönünde başarılı olursa bu, hem Nahda’nın hem de Tunus’un geleceği açısından fırsatların değerlendirilmesi ve başarıya ulaşılması şansını doğurur. SONUÇ: YOL AYRIMINDAKİ MISIR VE TUNUS 81 Sonuç Yol Ayrımındaki Mısır ve Tunus “Arap Baharı” sonrası Orta Doğu’da İslami hareketlerin reel siyasete etkisi artmıştır. Bununla birlikte bu etkinin “normal” bir etki olmadığı, orantısız bir etki olduğu çok net bir şekilde görülmektedir. Diğer taraftan yıllardır bu ülkelerdeki yönetim biçimlerinin insan onuruna uygun olmaması yukarıda bahsedilen İslami hareketlerin etkisini meşrulaştırmaktadır. Bu hareketlerin toplumdaki en etkin aktör olmaları, onların yetersiz de olsa örgütlü bir yapı olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu durum Orta Doğu’daki tüm ülkeler için geçerli olduğu gibi, söz konusu Mısır ve Tunus’ta da Kardeşler ve Nahda hareketleriyle kendini izhar etmektedir. Bu hareketlerin, içinde yaşadıkları toplumda kendilerinin bile beklemediği çok kısa bir süre zarfı içerisinde siyasal hayatın merkezine yerleşmeleri onlara ulusal meclislerde mutlak çoğunluk olma hakkı tanımıştır. Sürecin etkin kullanılması durumunda her iki hareket de gelecek yıllarda çok büyük kazanımlar elde edebilecektir. Bu çerçevede Kardeşler’in Hürriyet ve Adalet Partisi (% 47, 2) ve Nahda Hareketi’nin Nahda Partisi (% 40) yapılan ilk serbest seçimde geçerli oyların önemli bir kısmını elde etmişlerdir. Bunda bu iki hareketin halk tarafından siyasi aktörler arasında ülke yönetimi için uygun bulunmaları ve örgütlü yapılarının olmasından kaynaklanmaktadır. Elde ettikleri bu fırsat yeterince değerlendirilmediği takdirde gelecek yıllarda her iki partinin de oyları ve popülaritelerinde önemli düşüşler yaşanması mümkündür. Mısır ve Tunus’ta “devrim” sonrası siyasal hayatın muhalefete elverişli bir ortam oluşturması yeni ve alternatif siyasi aktörlerin hazırlıklı ve alternatiflerle toplumun karşısına çıkmasını sağlayacaktır. Aslında soğuk savaş sonrası dünya sistemine bakıldığında gerek İslami hareketlerin yükselişi gerekse Orta Doğu bölgesindeki bu yoğun gerilim kısmen tefsir edilebilmektedir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 82 Soğuk savaş sonrası dönemde, dünyanın farklı bölgelerinde de bölgedeki bu gerilime benzer durumlar gerçekleşmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında Orta Asya bölgesinde (demir perde ülkeleriyle birlikte) oluşan otorite boşluğu bir anda dünyanın ilgisini bu coğrafyaya çekmiştir. Bunun dışında yine 2000’li yıllar boyunca dünyanın farklı bir bölgesinde, Latin Amerika’da da benzer bir durumdan söz edilebilir. Latin Amerika’da yükselen sol ve sosyalist liderler bir anda dünya siyasetinde akis buldurmuştur. Orta Doğu’daki bu kaynayışın bir bakıma dünya siyasetinde soğuk savaş sonrası için bir sürekliliğin devamı olduğu söylenilebilir. Orta Doğu’da İslamcı siyasetin teveccühe mazhar olması halkların tek başına çok fazla dindar olması veya başlarında dinî bir yönetim görmek istemesiyle açıklanamaz. Bunun dışında bölgedeki değişimlerin oluşmasını bir anlık öfkeyle veya gösterilerle açıklamak da inandırıcı değildir. Örneğin, Tunuslu Muhammed Bouazizi kendi yakmasaydı bölgede bir ayaklanma olmayacağı söylenemez. Veya ABD ve Avrupalı güçler bu değişimi istemeseydi de bu değişimin olmayacağını söylemek pek mümkün değildir. Her iki unsur da sürecin hızlandırılması veya yavaşlatılmasından öte bir fonksiyon icra edememektedir. Geriye dönük bir okuma yapılırsa aslında bölge ülkelerinde, siyasal meşruiyet sorununun yanı sıra gelir eşitsizliğindeki ciddi uçurum da bu durumun uzun süre devam edemeyecek olduğunu göstermektedir. Bu şekilde bakıldığında Tunuslu pazarcının kendisini yakması bardağı taşıran son damla olduğu rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Zaten birikmiş olan enerji Bouazizi hadisesi olmasa bile çok başka bir olayda çakılacak bir kıvılcımla da bugün olduğu gibi bir alev topuna dönüşebilirdi. Bu karşılaştırma yapılırken İslamcı partilerin başarılarına gölge düşürülmek istenmemektedir. Bu başarının kendisi önemli olmakla birlikte meselelere daha yapısal bir bakışla/tavır alışla yaklaşılmaması durumunda, eski rejimlerden arta kalan sorunların ortadan kalkması mümkün değildir. Ayrıca Mısır ve Tunus toplumları ile bu hareketlerin yaşadığı dönüşüm gerçekleştirilirken en önemli unsurun zaman unsuru olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Mevcut problemlerin yılların biriktirdiği sorunlar olduğu göz önünde bulundurulmadan, sırf seçimler veya birtakım siyasi menfaatler edinmek için çaresiz halklara “umut” dağıtmak, işin vahametini kavramadan çabuk sonuçlar elde etmek için acele etmek, sürdürülebilir ve kalıcı bir sonuca engeldir. Buna rağmen, her iki ülkede de zaman zaman bu hataya düşüldüğü görülmektedir. Devrim süreci ve psikolojisinin etkisiyle bugünün idarecileri halklarına gerçekleştiremeyecekleri vaatlerde bulunmakta veyahut otoriter kurumların tamamen temizlenememiş olması sebebiyle daha gerçekleştirilebilir olan vaatlerini de yerine getirememektedirler. Örneğin Kardeşler mensubu Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, göreve geldikten sonra Mısır’ın temel sorunlarını (güvenlik, trafik, yakıt, temizlik) çözmek için “100 Gün Projesi’ni” ilan etmişti. Vadenin SONUÇ: YOL AYRIMINDAKİ MISIR VE TUNUS 83 dolmuş olduğu bu günlerde, eskiye oranla ilerlemenin sınırlı olduğu görülmektedir. Sorun olan nokta ise yukarıda bahsedilen yaklaşımdan kaynaklanmaktadır. Özü itibarıyla tedrici çözüme muhtaç olan bu sorunların, hemen çözülemeyeceği aşikârdır. Meseleyi daha geniş bir bakışla ele alırken ülke içindeki dinamikler göz ardı edilmemelidir. Çalışmanın başında da belirtildiği gibi asıl belirleyici olanlar işte bu dinamiklerdir. Bu yönden Mübarek sonrası Mısır’a ve Bin Ali sonrası Tunus’a bakıldığında bir takım noktaların öne çıktığı görülmektedir. Bunların önemli olanları çalışmanın bu kısmında değerlendirilecektir. Her iki ülkenin kendi bünyelerindeki farklılıklardan ötürü farklı değerlendirme süreçlerine tabi tutulması, bu iki hareketin daha iyi anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Elbette ki birçok farklılık bulunmasına rağmen bunlardan bazıları daha fazla dikkat çekmektedir. Özellikle Nahda değerlendirmeleri için unutulmaması gereken en önemli unsurların başında, Tunus’un Batı dünyası ve Batılı düşünceyle (Batılılaşma) daha içli dışlı olan bir yapısı gelmektedir. İlhamını Kardeşler’den alsa da Tunus’a özgü bu şartların Nahda’nın fikri ve siyasi oluşumunda ciddi tesirleri olmuştur ve bundan sonraki süreçte de olacaktır. Buna karşılık, hilafetin ilgasından hemen sonra Mısır’ın modern Batı düşünce kalıplarıyla yeterince kaynaşmadığı bir dönemde kurulan Kardeşler, görece daha steril bir ortamda doğup ülke sathına yayılmıştır. Devrim öncesinde Tunus rejimi Burgiba ve Bin Ali dönemlerinde sadece otoriter bir yapıda olması ve dinden uzak olması yönüyle değil; aynı zamanda rejimin kamusal alanda dinî yaşamı sınırlayıcı faaliyetleriyle de Nahda’nın doğuşunda önemli rol oynamıştır. Kardeşlerin doğuşunda, dışarıdan bir baskı/sınırlamadan ziyade Benna’nın sıkça vurguladığı gibi yıllar içinde sokulmuş yanlış yorum, bidat ve hurafelere karşı Mısırlı Müslümanları bilinçlendirme amacı etkili olmuştur. Ayrıca, Kardeşler’in doğuşunda Mısır’daki İngiliz işgaline karşı direnişin de etkileri vardır. Bu yönüyle toplumsal ıslahı önceleyen Kardeşler daha serbest bir ortamda doğmuştur. Bu sebeple, her iki hareketin doğmuş oldukları toplumsal zemin sonraki dönemlerde hareketin yönelimlerinde ciddi tesirlerde bulunmuştur. Nahda’nın ilk ortaya çıktığı 1970’lerde bazı konularda söylemleri görece sert idi. Ancak 1980’lerde hareketin asıl kimliğini bulma sürecinde “ılımlı İslam” diye tabir edilen yöndeki söylemleri geliştirmişlerdir. Örneğin ilk zamanlarda İran Devrimi’nin vermiş olduğu heyecanla Nahda, İran rejimine yakınlık gösterse de sonrasında İran rejiminin hataları vurgulanmış, şeriat kurallarının uygulanması için illa da İran’daki gibi bir rejime gerek olmadığı belirtilmiştir. Hareketin üslubundaki bu yumuşamanın çok öncelere dayanması, devrim sonrasında kurmuş olduğu siyaset için zorluklar çıkarmamıştır. Bu sebeple Nahda, Kardeşler için sıklıkla yapıldığı gibi farklı ajandalara sahip olma ithamlarıyla çok fazla karşılaş- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 84 mamıştır. Zira Kardeşler, Kıptiler, kadınlar vb. konularda geçmişte söyledikleri ile bugün sıklıkla yüzleşmek durumundadır. Özellikle 1990’ların başında Nahda resmen kapatılıp Gannuşi dâhil önde gelen isimleri sürgüne gönderildiği zamanlarda hareket Tunus içerisinde neredeyse tamamen yeraltında hareket etmeye devam etmiştir. Bunun yanı sıra Nahda yurt dışında faaliyetler yapmaya çalışmıştır. Bu bakımdan Mısır’da Kardeşler rejim tarafından illegal bir örgüt olarak tanınsa da hareket sosyal ve iktisadi sahada kendi yaşam alanını oluşturabilmiştir. Uluslararası toplumun baskısı ile 2000 sonrasında aktif siyaset yapılmasına kısmen müsaade edilene kadar Kardeşler sosyal alanda devletin üstlenmesi gereken birçok hizmeti Mısır halkına sunmuştur. Böylece hem yönetim bazında hem de halk nezdinde varlığını sürdürmesine imkân oluşturmuştur. Bu itibarla, Kardeşler Mısır’da kurumsal varlığını sürdürmüşken Nahda, Bin Ali yönetimindeki Tunus’ta kurumsal olarak neredeyse tamamen yok olmuştur. Ülkelerdeki geçmiş tecrübe itibarıyla, Tunus’ta Mısır’ın aksine otoriter rejimden kopuş ve demokratik yaşama geçiş daha hızlı bir şekilde ilerlemektedir. Mısır’da yakın zamana dek olduğunun aksine Tunus’ta ilk aylardan itibaren eski rejimin güç odaklarının kontrolü ele alması gibi bir korku büyük ölçüde ortadan kalkmıştır. Örneğin, devrimden sonra Tunus’taki serbest seçimlerde eski rejim temsilcileri önemli bir oy elde edememiş ve seçim sonrasında eski rejim yanlılarıyla yeni rejim taraftarları arasında önemli bir gerilim oluşmamıştır. Buna bağlı olarak da Nahda’nın kendine biçmiş olduğu asıl görevi demokratikleşmeyi başlatmanın yanı sıra onu daha da derinleştirmek yönünde olmuştur. Mısır’da ise demokrasi süreci çok hassas dengeler üzerinde kurulmaya çalışılmıştır. Her şeyden önce askeri vesayetin varlığı, rejim üzerinde demoklesin kılıcı gibi sallanmaktadır. 13 Ağustos 2011 tarihinde Mısır Devlet Başkanı Mursi’nin cesur bir hamleyle Yüksek Askeri Konsey Başkanı Hüseyin Tantavi ile Genelkurmay Başkanı Sami Annan’ı emekliye sevk etmesi önemli bir adım olarak kabul edilebilir. Fakat Mısır’daki askerî vesayet sorunu hâlâ önemini korumaktadır. Buna paralel olarak Kasım 2011’in sonunda Mursi’nin yargı ve ordunun ortaklığıyla bir darbe gerçekleştirilip anayasa referandumunun engelleneceği gerekçesiyle yargı reformu yapması ve üzerine kuvvetli yetkiler alması, eski rejim ile yeni rejim arasındaki gerginliğin devam ettiğini göstermesi bakımından önemlidir. Aynı zamanda bu olay, sonrasında tırmanan gerginlik ve Mursi’nin bir anlamda geri adım atmak zorunda kalması, mevcut hükûmetin bazı politikalarındaki tecrübe eksikliğine işaret etmektedir. Laiklik meselesi Nahda’nın geleceği için en büyük mesele olarak gözükmektedir. Bugüne kadar zaten laiklik konusu Tunus siyasal ve toplumsal hayatı için hep çok kritik bir mesele olmuştur. Ancak, baştan beri Nahda’nın laiklik anlayışı epey muğlak kalmış, bugün bile bu SONUÇ: YOL AYRIMINDAKİ MISIR VE TUNUS 85 konuda net bir pozisyon alınamamıştır. Mesele, geçmişte özellikle otoriter rejimle bağdaştırılarak rahatlıkla eleştirilirken son dönemdeki yeni şartlar sonrasında otoriter rejim kontrolünde olan bir baskıcı laiklik ortadan kalkmışken, “laik” Tunuslularla “dindar” Tunuslular arasındaki ilişkinin nasıl şekillendirileceği meselesi önemini korumaktadır. Nahda, söylem düzeyinde her kesimin hakkına saygı duyacağını söylüyor olsa da, ülkedeki “laik kesim”in yeni düzen hakkında ciddi korkuları ve endişeleri olduğu tespit edilebilmektedir. Ancak bu konuda her iki yöne de çekilebilecek somut bir gelişme olmamıştır. Yine de, Nahda’nın laik kesimlerin endişelerini izale etmesi -ki bu endişe zaman zaman abartıldığı düşünülse degelecek yönelimlerine dair vereceği en temel testlerden biri olacaktır. Bu yönüyle aralarında bazı farklılıklar bulunmakla beraber Nahda’yla 2002 yılında Türkiye’de iktidara gelen AK Parti arasında birçok paralellik vardır. Benzer bir durum Mısır için pek geçerli değildir. Her iki ülkenin mevcut anayasasında devletin dini İslam’dır ibaresi yazılmış olsa da, Tunus’un aksine Mısır’da bu ibare toplumun önemli bir kısmı tarafından içselleştirilmiştir ve yakın gelecekte bu konuda Tunus’takine benzer bir tartışmanın olmayacağı tahmin edilmektedir. Üstelik Müslüman Kardeşler temsilcileri ve hareketin siyasi kanadı Hürriyet ve Adalet Partisi yetkilileri ısrarla teokratik bir devlet kurmayacaklarını, birçok platformda ifade etmişlerdir. Buna karşılık, yeni anayasanın en önemli mesele olduğu bugünlerde, ülkedeki toplumun farklı kesimleri arasında ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır. Her iki hareket için önemli bir husus da partileşme sürecindeki hareket-parti birlikteliği veya ayrımıdır. Bilindiği gibi 2011 “devrim”leri sonrasında her iki ülkedeki İslami hareketin içinden çıkan Hürriyet ve Adalet Partisi ile Nahda Partisinin kurulması ilk etapta çok belirgin olmasa da bir “ikiliği” veya “çift başlılığı” beraberinde getirmiştir. Tunus için, Nahda’nın gelecekte tek ses olarak devam edip edemeyeceği belirsizliğini korumaktadır. Parti ve hareket arasındaki ilişki ile başbakan ile hareket lideri arasındaki ilişkinin nasıl olacağı konusu önemini korumaktadır. Benzer bir durum Kardeşler için daha da ciddi bir ölçüde geçerlidir. Hareketin içinden çıkan parti, kurulduğundan çok kısa bir süre sonra seçimlere girip kazanmıştır. Bunun hareketin kurumsal yapısı ve örgütün tecrübesinden kaynaklandığı bilinmektedir. Ancak kuruluş aşaması için anlaşılması güç olmayan bu durumun sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri mevcuttur. Henüz buna dair önemli bir adım atılmadığı bilinse de, eğer hareket-parti birlikteliği sağlıklı bir zeminde tanımlanamazsa gelecek dönemde birtakım zorluklarla karşılaşılabilir. Evvela, hareketler doğal olarak değer eksenli bir siyaset izlerken, parti daha çok siyasi mücadele eksenli bir yaklaşım benimseme eğilimindedir. Her iki parti de başarılı olup olmadıklarını serbest seçimler sonucuna göre tayin edecekleri için, daha önce daraltmış oldukları hedef kitlede, bir açılım yaparak toplumun geniş kitlelerine hitap etmek için siyasi üslupta bazı değişimler/yumuşamalar yapmak zo- İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 86 rundadır. Bu yöndeki ikinci bir çatışma alanı da hareket ve bünyesindeki parti arasındaki otorite meselesidir. Örneğin, Kardeşler’in adayı olarak seçilen Cumhurbaşkanı Mursi’nin hareketin lideri Muhammed Bedii ile ilişkisinin bir ast-üst ilişkisi şeklinde sürdürülemeyeceği aşikârdır. Tüm bunlara rağmen yukarıda tartışılan bu iki hareketin partileşme süreci araştırmanın odaklandığı değişime/dönüşüme dair önemli bilgiler sunacaktır. Dönüşümün en iyi okunacağı noktalardan biri de bu konu olacaktır. Bundan sonraki süreçte hareketlerin toplum nezdinde güvenirliklerini korumaları için hareket-parti ilişkisinin net bir şekilde belirlenmesi gerekmektedir. Aksi durumda bu ülkelerde gerekli olan siyasi istikrar sağlanamayacaktır. Bunun için hareket ile parti arasındaki bağ sürdürülse bile angaje bir yapının devamı zor gözükmektedir. Zira bu durum hareket mensupları arasında da önemli ihtilaflara neden olmaktadır. Tüm bunlarla beraber, değişim ve yumuşama konusuna tekrar dönülürse her iki hareketin söylemlerinde, girişte Schwedler’in özet olarak betimlediği Batılı terimler ve bakış açısından bir yumuşama olduğu doğrudur. Fakat bu, bizce onların daha önceki iddialardan vazgeçmeleri olarak değil yeni duruma uygun siyasi içtihatlar yapmaları anlamına gelmektedir. 1970’lere oranla şeriat vurgusunda bir yumuşama olduğu vakıadır, ancak her iki harekette de zaten 1980’lerin başından itibaren başlayan bir değişim gözlemlenmektedir. Dolayısıyla hem Kardeşler hem de Nahda için söylemde bir yumuşama olduğu aşikârdır. Önceki süreçlerde de ılımlı bir söylemi temsil eden Nahda’ya oranla, Kardeşler Hareketi için bu yumuşamanın daha ciddi bir ölçüde olduğu söylenebilir. Ancak bu yumuşamanın yeni süreçle açıklanması veya meselenin siyasi, kültürel, toplumsal yönleri dikkate alınmadan açıklanması yetersiz kalmaktadır. Bununla birlikte Kardeşler ve Nahda hareketleri şeriat kavramını daha geniş bir anlamda kullanmaktadırlar. Bu doğrultuda, her iki hareketin de söylemleri uzun süreçlerde okunduğu zaman “İslam’a uygun toplum” oluşturulmak istendiği görülecektir. Ayrıca Kardeşler ve Nahda’daki değişimi açıklamak gerekirse her iki hareketin de otoriter rejimler sonrası İslamcı bir hareket olmalarının yanında, siyasi bir partiye sahip olmaları değişimin yerel dinamiğini oluşturmaktadır. Değişimin bölgesel ve küresel amili olarak, her iki hareketin de devrim sonrası süreçte ülke içi politika yapmanın dışında dış politika amacı güdüyor olması gösterilebilir. Belki de bu sayede Kardeşler ve Nahda’daki birtakım değişliklerin nedeni daha rahat anlaşılabilir. Özetle her ikisi de toplumun belirli bir kesimine hitap etmenin ötesinde, “toplumsal açılım” politikalarıyla iç politikada hedef kitleyi genişletme amacındadır. Ayrıca, küresel aktörlerle doğrudan muhatap olmaları da siyaseten bir değişimi gerekli kılmıştır. Dolayısıyla bu durum kanaatimizce, stratejik kaygılardan (ideolojik değil) kaynaklanan bir hamledir. Tüm bu mülahazalara rağmen, Kardeşler ve Nahda hareketlerine dair yapılan eleştirilerde (bilinçli ya da bilinçsiz) gözden kaçırılan SONUÇ: YOL AYRIMINDAKİ MISIR VE TUNUS 87 en mühim nokta; her ikisinin de toplumsal oldukları kadar birer siyasi hareket oldukları gerçeğidir. Bunların yanı sıra, diğer İslami hareketlerde olduğu gibi Kardeşler ve Nahda hareketlerini tartışırken önemli başka bir noktayı da göz önünde bulundurmak gerekir. Her iki hareket de 2011 yılına kadar hep muhalefette yer almıştır. Üstüne üstlük daha önce de belirtildiği gibi, Nahda son yirmi yıl içerisinde yer altına çekilmek zorunda kalmış; Kardeşler ise kendilerine bırakılan siyaseten oldukça dar bir muhalefet alanı içerisinde faaliyet göstermiştir. Dolayısıyla iki harekette de teorik düzeyde önemli çıktılar olsa da hareket temsilcilerinin hiçbir zaman bunları tatbik için yeterli imkânları olmamıştır. Hareket temsilcilerinin fikrî ve ilmî yönden donanım sahibi olmaları, siyasi tecrübelerinin entelektüel birikimlerine oranla yeterli seviyede olduğuna doğrudan işaret etmez. Esasında Kardeşler ve Nahda için tatbik eylemi günümüzde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla hareket temsilcileri, sahip oldukları nazari bilgilerinin uygulanabilirliğini şimdi göreceklerdir. Bu aşamada kaçınılmaz olarak bazı fikirlerinin uygulanabilir olmadığı zamanla görülüp, değiştirme yoluna gidilebilir. Bu sebeple, yeni politika uygulamalarının henüz devam ettiği bu aşamada yapılan değerlendirmelerin daha çok bir ön değerlendirme kabilinden olduğu ifade edilmesi gerekmektedir. Son olarak, Mısır ve Tunus belki de bundan sonraki yüzyılını belirleyecek son derece kritik bir dönemeçten geçmektedir. Otoriter rejimler sonrası bu kritik dönemde kendi kültürel kodlarından beslenerek bir siyaset izlemeleri durumunda hem kendi ülkelerinde hem de içinde bulundukları bölgelerde kritik olarak addedilen meselelerde farklı bir bakış/kavrayış katma şansları yüksektir. Ayrıca Kardeşler ve Nahda geçmişin kirli siyasetine bulaşmadıkları için bu potansiyeli bazı diğer hareketlerden/girişimlerden daha fazla bünyelerinde barındırmaktadırlar. Uygun bir bağlamda sunduklarında, toplumsal projeleri için kendilerini destekleyecek halkları her zaman arkalarında bulma şansları da yüksektir. KAYNAKÇA 89 Kaynakça Abu-Rabi‘, I. M. (2004). Contemporary Arab thought: Studies in post-1967 Arab intellectual history. London: Pluto Press. Activist Marwan Maalouf reacts to Sofien Chourabi arrest. (2012). Retrieved August 12, 2012, from http://www. youtube.com/watch?v=BQ_Gu7SCp84&feature=youtube_gdata_player Ahmed, R. S. (1989). İslami direniş haritası: Benna’dan İslambuli’ye (çev. C. Ağaç). İstanbul: İşaret Yayınları. Al-Awadi, H. (2005). In pursuit of legitimacy: The Muslim Brothers and Mubarak, 1982-2000. London; New York: I. B. Tauris. Alexander, C. (1997). Back from the democratic brink: Authoritarianism and civil society in Tunisia. Middle East Report, 205, 34-38. Alexander, C. (2000). Opportunities, organizations, and ideas: Islamists and workers in Tunisia and Algeria. International Journal of Middle East Studies, 32(4), 465-490. Allani, A. (2009). The Islamists in Tunisia between confrontation and participation: 1980-2008. The Journal of North African Studies, 14(2), 257-272. al-Madani, T. (2001). el-Muârada et-Tunisiyye: Neş’etuha ve tatavvuruha [Tunus Muhalefeti: Ortaya Çıkışı ve Gelişimi]. Şam: İttihadu Kitab’il-Arab. Al-Rashid, A. R. (2011, July 21). Al-Ghannushi, alcohol and the bikini. Asharq Alawsat. Retrieved June 30, 2012, from http://www.asharq-e.com/news.asp?section=2&id=25966 al-Turki, N. (2011, December 26). A talk with the ennahda movement’s Rachid Ghannouchi. Asharq Alawsat. Retrieved June 24, 2012, from http://www.asharq-e.com/news.asp?id=27849 Anderson, L. (2011). Demystifying the Arab Spring: Parsing the differences between Tunisia, Egypt, and Libya. Foreign Affairs, 90(3), 2-7. Aneja, A. (2011, October 12 ). From Arab Spring to Post-Islamist Summer. The Hindu. Retrieved June 30, 2012, from http://www.thehindu.com/opinion/lead/article2529040.ece Arafat, A. A. D. (2009). The Mubarak leadership and future of democracy in Egypt. New York: Palgrave Macmillan. Ayubi, N. N. (1991). Political Islam: Religion and politics in the Arab world. London, New York: Routledge. Belloumi, H. (2007, 4 Nisan). Bourguiba et l’Islam [Burgiba ve İslam]. Islamiqua. http://islamiqua.canalblog.com/ archives/bourguiba_et_l_islam/index.html adresinden 12 Temmuz 2012 tarihinde edinilmiştir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 90 Ben Yunis, K. (2012). el-İslamiyyun ve’l-ılmaniyyun fi Tunis [Tunus’ta İslamcılar ve Laikler]. Tunis: Bark en-Neşr ve’tTevzi’. Bernamecü Hareketi’n-Nahda [Nahda Hareketi Programı]. (2011, Eylül). Tunis. Bernamecü Hizb al-Hurriya ve’l-Adale [Hürriyet ve Adalet Partisi Programı] (2011). Kahire. http://www.hurryh.com/ Party_Program.aspx#%D8%A7%D9%84%D8%AA%D9%86%D9%85%D9%8A%D8%A9_%D8%A7%D9%84%D 9%85%D8%AA%D9%83%D8%A7%D9%85%D9%84%D8%A9 adresinden 12 Mart 2012 tarihinde edinilmiştir. Boulby, M. (1988). The Islamic challenge: Tunisia since independence. Third World Quarterly, 10(2), 590-614. Bradley, J. R. (2008). Inside Egypt: The land of the pharaohs on the brink of a revolution. New York: Palgrave Macmillan. Chrisafis, A. (2011, October 20). Tunisia’s women fear veil over Islamist intentions in first vote of Arab Spring. The Guardian. Retrieved August 14, 2012, from http://www.guardian.co.uk/world/2011/oct/20/tunisia-electionswomen-grow-anxious Coleman, I. (2011, October 25). Democracy in development: Tunisia’s election results. Council on foreign relations. Retrieved June 24, 2012, from http://blogs.cfr.org/coleman/2011/10/25/tunisias-election-results/ Cook, S. A. (2012, 27 Haziran). Three myths about the Muslim Brotherhood. Council on Foreign Relations. Retrieved July 12, 2012, from http://blogs.cfr.org/cook/2012/06/27/three-myths-about-the-muslim-brotherhood/ Dağı, İ. (2011, 15 Şubat). AK Parti modeli: “Üçüncü yol”. Zaman gazetesi. http://www.zaman.com.tr/ak-partimodeli-ucuncu-yol/1093563.html adresinden 28 Mayıs 2012 tarihinde edinilmiştir. Dalar, M. (2012). Mısır’da Müslüman Kardeşler Hareketinin demokrasi anlayışı ve sisteme etkisi. Alternatif Politika, Özel Sayı 1, 48-73. Dalmasso, E., & Cavatorta, F. (2010). Reforming the family code in Tunisia and Morocco - the struggle between religion, globalisation and democracy. Totalitarian Movements and Political Religions, 11(2), 213-228. Roussillon (1998). Republican Egypt interpreted: revolution and beyond (Volume 2). In M. W. Daly (Ed.), The Cambridge History of Egypt (pp. 334- 393). Cambridge: Cambridge University Press. Derviş, K. S. (1994). Raşid Gannuşi ile İslami Hareket Üzerine Söyleşiler (çev. İ. Akbaba, R. Yıldırım). İstanbul: Birleşik Yayıncılık. el-Benna, H. (2008). Risaleler (cilt 2). İstanbul: Nida Yayınları. El-Bernamic er-riasi li’d-Doktor Muhammed Mursi [Dr. Muhammed Mursi’nin Liderlik Programı]. (2012). Dar etTevzi’ ve’n-Neşr. el-Beyyûmi Ganim, I. (1992). el-Fikr es-siyâsi lil İmâm Hasan el-Bennâ [İmam Hasan el-Benna’da Siyasi Düşünce]. Kahire: Dâr et-teviz ve’neşr el İslamiyye. el-Ghobashy, M. (2005). The metamorphosis of the Egyptian Muslim Brothers. International Journal of Middle East Studies, 37, 373-395. el-Sadat, A. (1978). In search of identity: An autobiography. New York: Harper and Row Publishers. Emre, A. (2012a, 16 Şubat). Orta Doğu’nun şiddet sabitesi. Yeni Şafak gazetesi. http://yenisafak.com.tr/yazarlar/ AkifEmre/ortadogunun-siddet-sabitesi/31097 adresinden 28 Şubat 2012 tarihinde edinilmiştir. Emre, A. (2012b, 26 Mayıs). İstanbul-Kahire ekseninde seçimler. Yeni Şafak gazetesi. http://yenisafak.com.tr/yazarlar/AkifEmre/istanbul-kahire-ekseninde-secimler/32555 adresinden 15 Mayıs 2012 tarihinde edinilmiştir. Erkilet Başer, A. (1999). Orta Doğu’da modernleşme ve İslami hareketler. Ankara: Hece Yayınları. Esposito, J. L., & Piscatori, J. (1991). Democratization and Islam. The Middle East Journal, 45(3), 427-440. KAYNAKÇA 91 Esposito, J. L., & Voll, J. O. (2001). Makers of contemporary Islam. New York: Oxford University Press. et-Tevzi’ Haseb’ül-İntimâi’l-Hizb [Partilere göre dağılım]. (2012). El-Cumhuriyye et-Tunisiyye el-meclis el-vatani ette’sisi [Tunus Cumhuriyeti Kurucu Ulusal Meclisi]. http://www.anc.tn/site/main/AR/docs/compos_partis.jsp adresinden 14 Ağustos 2012 tarihinde edinilmiştir. Filali-Ansary, A. (1996). The challenge of secularization. Journal of Democracy, 7(2), 76-80. Geisser, V., & Gobe, É. (2007). La question de “l’authenticité Tunisienne’’: Valeur Refuge d’un régime à bout de souffle [“Tunuslu orijinallik” meselesi] L’Année du Maghreb, 3, 371-408. Geisser, V. (2011, 30 Ocak). Interview inédite de Rached Ghanouchi, leader historique du mouvement Tunisien « Renaissance » [Tunuslu Nahda Hareketi lideri Raşid Gannuşi’nin yayınlanmamış mülakatı]. Oumma. http://oumma.com/Interview-inedite-de-Rached. adresinden 12 Haziran 2012 tarihinde edinilmiştir. Ghani, M. (2011, 29 Aralık). Les Tunisiens fondent leurs espoirs de reprise sur Ennahda [Tunuslular yenilenme ümitlerini Nahda üzerinde birleştiriyor]. Magharebia. http://magharebia.com/cocoon/awi/xhtml1/fr/features/ awi/features/2011/12/29/feature-01 adresinden 12 Ağustos 2012 tarihinde edinilmiştir. Ghannouchi, R. (1984a). el-İslam ve’l-unf [İslam ve şiddet]. el-Makalât içinde (s. 171-180). Paris: Karavan li’t-Tab’ ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’. Ghannouchi, R. (1984b). es-Sevratü’l-İraniyye sevra İslamiyye [İran Devrimi, İslam Devrimidir.]. el-Makalât içinde (pp. 75-84). Paris: Karavan li’t-Tab’ ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’. Ghannouchi, R. (1993). el-Hürriyât el-âmme fi’d-devle İslamiyye [İslamî devlette genel özgürlükler]. Beyrut: Merkezü Dirasat el-Vahdetü’l-Arabiyye. Ghannouchi, R. (1998). Participation in non-Islamic government. In C. Kurzman (Ed.), Liberal Islam: A sourcebook (pp. 89-95). New York: Oxford University Press. Ghannouchi, R. (2000a). Secularism in the Arab Maghreb. In A. Tamimi & J. L. Esposito (Eds.), Islam and secularism in the Middle East. New York: New York University Press. Ghannouchi, R. (2000b). Min tecrübeti el-Hareket’ül-İslamiyye fî Tunis [Tunus’taki İslami hareketin tecrübesi]. Londra: el-Merkez el-Meğaribî l’il-Buhus ve’t-Terceme. Ghannouchi, R. (2010a). Laiklik ve sivil toplum (çev. G. Topçu). İstanbul: Mana Yayınları. Ghannouchi, R. (2010b). Islamic movements: Self-criticism and reconsideration. In I. M. Abu-Rabi’ (Ed.), The contemporary Arab reader on political Islam (pp. 130-134). Pluto Press. Ghannouchi, R. (2011). Kur’an ve yaşam arasında kadın (çev. M. Coşkun). İstanbul: Mana Yayınları. Ghannouchi, R., & Jones, L. G. (1988). Rashid al-Ghannoushi: “Deficiencies in the Islamic movement”. Middle East Report, 153, 23-24. Ghribi, A. (2012, August 6). Tunisian journalist Sofiene Chourabi’s lawyer says arrest was without legal basis. Tunisia-Live. Retrieved August 12, 2012, from http://www.tunisia-live.net/2012/08/06/tunisian-journalist-sofienechourabis-lawyer-says-arrest-was-without-legal-basis/ Girardon, J. (1993, 29 Nisan). Rached Ghannouchi: “Pour quoi je suis islamiste” [Raşid Gannuşi: Ben neden İslamcıyım?]. L’Express. http://www.lexpress.fr/actualite/monde/afrique/rached-ghannouchi-pour-quoi-je-suisislamiste_605310.html adresinden 12 Haziran 2012 tarihinde edinilmiştir. Gürseler, C. (2007, 22 Mart). Mısır Anayasası’ndaki değişiklikler ve Müslüman Kardeşler Örgütü. Hürriyet. http:// hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=6372106 adresinden 16 Temmuz 2012 tarihinde edinilmiştir. Halliday, F. (1990). Tunisia’s uncertain future. Middle East Report, 163, 25-27. Hamdi, M. E. (1996). The limits of the Western Model. Journal of Democracy, 7(2), 81-85. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 92 Harnisch, C., & Mecham, Q. (2009). Democratic ideology in Islamist opposition? The Muslim Brotherhood’s “civil state”. Middle Eastern Studies, 45(2), 189-205. Hasen, S. (2011). Hivar mea Abdulmunim Ebu’l-Futuh [Abdulmunim Ebu’l-Futuh ile söyleşi]. Cemaa’ fi ezme: Hivarat mea kade ve mütemerridiin [Cemaat krizde: Yöneticiler ve karşı gelenlerle söyleşiler] içinde (pp. 49-70). Kahire: Mektebet Medbuli. Hia, B. (2000). Müslüman Kardeşler’in doğuşu (çev. İ. Toker). İstanbul: Yöneliş Yayınları. Hinnebusch, R. A. (1985). Egyptian politics under Sadat: The post-populist development of an authoritarian-modernizing state. Cambridge: Cambridge University Press. Hochman, D. (2007). Divergent democratization: The paths of Tunisia, Morocco and Mauritania. Middle East Policy, 14(4), 67-83. Hopwood, D. (1993). Egypt: Politics and society, 1945-1990. London: Routledge and Kegan Paul. Hüseyin, A. (1990). Orta Doğu’da devlet ve terör (çev. T. Cevdet). İstanbul: Pınar Yayınları. İzzetbegoviç, A. (2010). İslam deklarasyonu (çev. R. Ademi). İstanbul: Fide Yayınları. Jackson, R. (2006). Fifty key figures in Islam. London: Routledge. Joffé, G. (2011). The Arab Spring in North Africa: Origins and prospects. The Journal of North African Studies, 16(4), 507-532. Jones, L. G. (1988). Portrait of Rashid al-Ghannoushi. Middle East Report, 153, 19-22. Kefi, R. (1999). Comment les Islamistes ont été vaincus [İslamcılar nasıl yenildi]. Jeune Afrique, 2000-2001, 34-44. Khan, M. (2001). The political philosophy of Islamic resurgence. Cultural Dynamics, 13(2), 211-229. Khiari, S., & Lamloum, O. (1999). Tunisie: des Élections en trompe-l’oeil [Tunus: Sahte seçimler]. Politique Africaine, 76, 106-115. Kutub, S. (1992). Son sözler: Beni niçin idam ettiler (çev. B. Bezirci). İstanbul: Nehir Yayınları. Lee, R. D. (2008). Tunisian intellectuals: Responses to Islamism. The Journal of North African Studies, 13(2), 157-173. Lister, T. (2011, October 28). After the Arab Spring: Islam, democracy, bikinis and polygamy. CNN. Retrieved June 30, 2012, from http://articles.cnn.com/2011-10-28/opinion/opinion_analysis-libya-islam_1_nessma-tv-rachidghannouchi-islam-and-democracy?_s=PM:OPINION Loftus, L. (2011, November 21). Mixed messages for Tunisian women. New York Times. Retrieved August 12, 2012, from http://www.nytimes.com/2011/11/21/world/middleeast/mixed-messages-for-tunisian-women.html Ltifi, A. (2012, Agust 5). Press freedom prize winner arrested on claims of drinking alcohol in public. Tunisia-Live. Retrieved August 12, 2012, from http://www.tunisia-live.net/2012/08/05/press-freedom-prize-winner-arrestedon-claims-of-drinking-alcohol-in-public/ Lütfü, S. (2012). Şehid İmam Hasan el-Benna ve Filistin meselesi. Hasan el Benna ve Müslüman Kardeşler Sempozyumu kitabı içinde (s. 175- 236). Ankara: Artus Basım. Lynch, M. (2011a, June 29). Tunisia’s New al-Nahda. Foreign Policy. Retrieved June 30, 2012, from http://lynch. foreignpolicy.com/posts/2011/06/29/tunisias_new_al_nahda Lynch, M. (2011b, December 5). Rached Ghannouchi: The FP interview. Foreign Policy. Retrieved June 30, 2012, from http://mideast.foreignpolicy.com/posts/2011/12/05/ghannouchis_advice Maddy-Weitzman, B. (1997). The Islamic challenge in North Africa. In B. Maddy-Weitzman & E. Inbar (Eds.), Religious radicalism in the greater Middle East (pp. 171-188). London: Frank Cass. Moshiri, N. (2011, February 7). Interview with Rachid Ghannouchi. Al-Jazeera. Retrieved June 30, 2012, from http://www.aljazeera.com/news/africa/2011/02/2011233464273624.html KAYNAKÇA 93 Mitchell, R. P. (1969). The society of the Muslim Brothers. London: Oxford University Press. Mucez Bernamec’il Hizb al-Hurriya ve’l Adale [Hürriyet ve Adalet Partisi programının kısa özeti] (2012). Kahire. Murphy, E. C. (1997). Ten years on Ben Ali’s Tunisia. Mediterranean Politics, 2(3), 114-122. Muslim Brothers form Egypt party. (2011, April 30). BBC. Retrieved July 14, 2012, from http://www.bbc.co.uk/ news/world-middle-east-13249434 Özhan, T., Davutoğlu, A., & Abdessalem, R. (2012). Arab Spring, Tunisia and Turkey (SETA Policy Debate No. 7). Ankara: SETA. Pickard, D. (2011). Challenges to legitimate governance in post-revolution Tunisia. The Journal of North African Studies, 16(4), 637-652. Ramadan, H. (2006). el-Fikri el-liberali ve müstakbel et-teharrükat el-ictimaiyye zat el-merciiyyeed-diniyye: elBahsani’l adale [Liberalizm fikri ve dini kaynağı olan toplumsal hareketlerin geleceği]. el-Harekat el-ictimaiyye fi el-alem el-Arabi [Arap dünyasında toplumsal hareketler] içinde ((pp. 373–407). Kahire: Mektebet Medbuli. Ramazan, T. (2005). İslami yenilenmenin kökenleri Afgani’den el-Benna’ya kadar İslam ıslahatçıları. İstanbul: Anka Yayınları. Sami, S. (2012, 11 Nisan). Réflexions d’un islamiste éclairé [Aydınlanmış bir İslamcının düşünceleri]. Al-Ahram Hebdo. http://hebdo.ahram.org.eg/arab/ahram/2012/4/10/livr1.htm adresinden 30 Haziran 2012 tarihinde edinilmiştir. Schwedler, J. (2011). Can Islamists become moderates? Rethinking the inclusion-moderation hypothesis. World Politics, 63(2), 347-376. Sedghi, A. (2012, March 7). International women’s day 2012: Women’s representation in politics. The Guardian. Retrieved August 12, 2012, from http://www.guardian.co.uk/news/datablog/2012/mar/07/women-representationin-politics-worldwide Shahin, E. E. (1997). Political ascent: Contemporary Islamic movements in North Africa. Boulder: Westview Press. Shehata, S., & Stacher, J. (2006). The brotherhood goes to parliament. Middle East Report, 240. Retrieved January 12, 2012, from http://www.merip.org/mer/mer240/brotherhood-goes-parliament Sorokin, P. A. (1957). Social and cultural dynamics: A study of change in major system of art, truth, ethics, law, and social relationships. New Brunswick, N.J.: Transaction Publishers. Tamimi, A. (1998). Democracy: The religious and the political in contemporary Islamic debate. Encounters, 4(1), 35-64. Tamimi, A. (2001). Rachid Ghannouchi: A democrat within Islamism. New York: Oxford University Press. Tanrıverdi Yaşar, N. (2012). Tunus’ta demokratikleşme sürecinin kavramsal değerlendirilmesi. Akademik Orta Doğu, 6(2), 99-114. Tiruneh, G. (2004). Democratic development in Botswana and Tunisia: A comparative analysis. Journal of Contemporary African Studies, 22(1), 13-28. Translation: Muhammad Badie’s acceptance speech. (2010, January 17). Ikhwanweb. Retrieved July 14, 2012, from http://www.ikhwanweb.com/article.php?id=22674 Tunisie : l’islamiste Rached Ghannouchi ne sera pas candidat à la présidence [Tunus: İslamcı Raşid Gannuşi başkanlığa aday olmayacak]. (2011, 30 Ocak). Le Monde.fr. http://www.lemonde.fr/afrique/article/2011/01/30/ tunisie-l-islamiste-rached-ghannouchi-ne-sera-pas-candidat-a-la-presidence_1472796_3212.html adresinden 12 Ağustos 2012 tarihinde edinilmiştir. İLKE ORTA DOĞU’DA İSLAMCI SİYASET: DEĞİŞİM SÜRECİNDE MÜSLÜMAN KARDEŞLER VE NAHDA 94 Ulutaş, U. ve Torlak, F. (2011). Devrimden demokrasiye Tunus’un seçimi (No. 46). Ankara: SETA. United Nations Development Programme. (2010). Human Development Report 2010. New York: Palgrave Macmillan. Usher, G. (2011, April 30). The reawakening of Nahda in Tunisia. Middle East Report Online. Retrieved June 30, 2012, from http://www.merip.org/mero/mero043011?ip_login_no_cache=e433a8450cc6979bcbf93e738c3422 40 Vandewalle, D. (1988). From the new state to the New Era: Toward a second republic in Tunisia. The Middle East Journal, 42(4), 602-620. Ware, L. B. (1988). Ben Ali’s constitutional coup in Tunisia. The Middle East Journal, 42(4), 587-601. Watt, W. M. (1989). Islamic fundamentalism and modernity. London, New York: Routledge. Willis, M. J. (2006). Containing radicalism through the political process in North Africa. Mediterranean Politics, 11(2), 137-150. World Bank. (2012 World Development Indicators (WDI). Retrieved August 12, 2012, from http://databank.worldbank.org/ Wright, R. (1996). Two visions of reformation. Journal of Democracy, 7(2), 64-75. Zahid, M. (2010). The Muslim brotherhood and Egypt’s succession crisis: The politics of liberalisation and reform in the Middle East. London; New York: I. B. Tauris. Zollner, B. H. E. (2009). The Muslim Brotherhood: Hasan Al-Hudaybi and ideology. London, New York: Routledge. Zubaida, S. (2000). Trajectories of political Islam: Egypt, Iran and Turkey. The Political Quarterly, 71(1), 60-78. Mülakatlar Dr. Ahmed Muhammed Zaid ile mülakat. (2012, 18 Temmuz). Kahire. Hasan Abdulgani ile mülakat. (2012, 19 Temmuz). Kahire. Walid Haddad ile mülakat. (2012, 20 Temmuz). Kahire. Doha Samir ile mülakat. (2012, 21 Temmuz). Kahire. Dr. Kemal Habib ile mülakat. (2012, 21 Temmuz). Kahire. Seyful İslam el-Benna ile mülakat. (2012, 22 Temmuz). Kahire. Ajmi Lourimi ile mülakat. (2012, 23 Temmuz). Tunus. Amîr el-Arîdh ile mülakat. (2012, 23 Temmuz). Tunus. Yezid Skanderani ile mülakat. (2012, 23 Temmuz). Tunus. Adel Thabti ile mülakat. (2012, 24 Temmuz). Tunus.




.Ali Bulaç, Mümtazer Türköne ve Yasin Aktay’ın Üzerine Tartışması Derleme 1 1 850’li yıllarda tarih sahnesine çıkan İslamcılık üçüncü neslin tecrübesiyle yürüyüşüne devam ediyor. Benim kronolojik tasnifime göre birinci nesil İslamcılık 1850-1924; ikinci nesil İslamcılık 1950-2000; üçüncü nesil İslamcılık 21. yüzyılın ilk yıllarıyla başlayıp halen sürüyor. Modern İslamcılık’ta Osmanlı-Türkiye, Mısır, İran ve Hind yarımkıtası havzaları belirleyici konumda rol oynamışlardır. En derin etkiyi Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin kuruluşu yapmış; bu Mısır, Türkiye ve İran İslamcılarının politik tasavvur ve projelerini dönüştüren “ilk modern olay”dır. Ancak politik tasavvurda meydana getirdiği köklü değişimin ötesinde Pakistan’ın ulusal politik bir coğrafya (ulusal varlık-aygıt) olarak şekillenmesi Hind yarımkıtası İslamcılığını diğer havza İslamcılığından bir ölçüde koparmaya sebep olmuştur. Zaman içinde “azınlık” konuma düşmeleri dolayısıyla Hind Müslümanları kendi içlerine çekilip bir tür bağımsız veya özerk politik iddialarından vazgeçmek durumunda kalırken, Pakistan bütün İslam hareketleri derinden etkileyen kurucu ideolojisi yüzünden asla altından kalkması mümkün olmayan sorunlar girdabına girmiş, derin bir kaosun içine sürüklenmiştir. Halen Pakistan’da kurucu ideolojisi İslam olan ulus devlet formu, can yakıcı sorunlarla çaresiz ve umutsuz olarak boğuşmaya devam etmektedir. Bunun kritiğini ayrıca yapmak gerekir. Bizim şimdilik üzerinde durmamız gereken Türkiye, Mısır ve İran tecrübesi ile bunca zaman yaşananlardan sonra geldiğimiz nokta ve bundan sonrası ise gelecek kestirimi olmalıdır. İran İslamcılığı, “mezhep ve ulusal çıkar” handikabıyla karşı karşıya bulunuyor; gelecekte İslam devrimini, devrimin ilham kaynağı ve referans çerçevesini oluşturan İslamcılık, bu iki negatif faktörle daha çok yüzleşecek, gerilim yaşayacak gibi görünüyor. Türkiye İslamcılığı entelektüel hayatiyetini ve iddiasını kaybetmemekle beraber aktif politik formu “muhafazakârlık”a dönüşüyor, “liberal felsefe ve dini hayatın bireyselleştirilmesi, cinsiyetçiliğe prim vermesi dolayısıyla kendi içinde sekülerleşme ve Protestanlaşma” eğilimi içine giriyor. Müslüman Kardeşler’in seçimleri kazanması Mısır’ı yeniden tarih sahnesine çıkartıyor. Mısır’da İhvan’ın üzerine oturacağı eksen, bütün Arap âlemini ve İslam dünyasını ciddi manada etkileyecek, dönüştürecektir. Zira hemen hemen her Arap ülkesinde ve Müslüman bölgede İhvan’ın uzantısı partiler, aktif akımlar ve hareketler var. Bu açıdan eğer İslam, modern dünyada ontolojik, epistemolojik ve ahlaki çerçevede sosyo-politik referans olma iddiasını devam ettirme başarısını gösterebilirse, yeni bir bölgesel entegrasyonun birleştirici gücü ve ilham kaynağı da olacaktır. Ama İran Şiiliğe, Mısır Sünniliğe ve Türkiye Laik muhafazakârlığa evrilirse; İran, Türkiye ve Mısır ekseninde şekillenecek olan ulusal politikalar ve ulusal çıkar hesapları bölgeyi yeni bir çatışma sürecine sokacaktır. Üçüncü nesil İslamcılar pek de erken bir zamanda üç gerilim alanı içinde ciddi bir sınavla karşı karşıya gelmiş bulunuyorlar: 1) Hiç kuşkusuz küresel hegemonik güçler ve onların açık ya da örtülü desteğine sahip politik-askeri rejimlere karşı mücadele verip lojistik destek arayışına çıkarken, söz konusu desteğin onları düşman oldukları rejimleri devirdikten sonra hangi sosyo-kültürel ve politik-askeri angajmanlara sokacağı konusu. Suriye örneği bunun en somut ve can yakıcı örneği olmaya aday görünmektedir. Suriye’de ister Esed’i destekleyen İran’ın bölgesel ve küresel olarak Rusya ve Çin’le birlikte hareket etmesinin kendisine getireceği maliyet ile muhaliflerin karşıt konumda küresel ve bölgesel ABD, İngiltere, S. Arabistan, Katar ve Türkiye angajmanlarının onlara getireceği maliyet. 2) İslamcılar içeride ittifak arayışına çıkarken liberal, sol ve kısmen milliyetçi aydın ve güçlerle kurdukları politik ittifakın onların paradigmalarını, akaidlerini, toplum ve siyaset tasavvurlarını hangi yönde ve hangi derinlikte dönüştürdüğü konusu. Türkiye bu tecrübenin en somut -ve yer yer en trajik- örneğidir. Mısır’ı da bu sorun beklemektedir. 3) Ve elbette Müslümanların kendi aralarındaki ilişkileri hangi politik ve toplum tasavvuruna göre belirleyecekleri konusu. y İslamcılığın Seyri Ali Bulaç | 19 Temmuz 2012, Zaman 02 Bundan sonra bölgenin ve dünyanın gündeminde daha çok yer alacağı anlaşılan “İslamcılık” konusunda yaygın belirsizlik tanımda ortaya çıkan zorluktan kaynaklanmaktadır. Üzerinde mutabakata varılan bir tanım olmadığından, esas itibarıyla “İslamcı” sayılan birçok kişi ve grubu, İslamcı ismini almaktan uzak tutar. Kimine göre liberalizm, sosyalizm veya milliyetçilik gibi bir “ideoloji”, kimine göre belli bir yoruma ve doktrine indirgenmiş bir “siyaset veya siyasallaştırma” biçimidir. “Dinin siyasette istismarı” şeklinde görenlerin sayısı da az değildir. Karışıklığı tümüyle gidermek mümkün olmasa da ana çerçeveye işaret edecek bir tanım yapmak mümkündür. Zaten tanım (tarif) sınırlar çizmek (tahdit)tir. Benim tanımım şudur: İslamcılık, İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle “yeni” bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği’ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir. Başka bir deyişle İslam’ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam’a göre yeniden kurulması ideali ve çabasıdır. “Ed Din” olan İslam bakış açısından bu tanımsal çerçeve her Müslüman’ın farz-ı ayn hükmünde daveti, davası ve duasıdır. Bu manada her Müslüman potansiyel, bittabi ve bizzarure İslamcıdır. Değilse bu Müslüman’ın “din algısı”nda sorun var demektir. Gayet açık ve tartışmasız ilahi hükümler hayatta uygulanmak için indirilmiştir; hükümler illetlerine mebni olarak değişebilirler, ama ne maksatlarına aykırı değiştirebilirler ne ebediyen yürürlükten kaldırılabilirler. Salt inanç, ahlak ve ibadete indirgenen din, “Allah’ın bizim için seçtiği ve kemale erdirdiği din” (5/Maide, 3) olmayıp muamelatı ve ukubatı ya iptal eden veya etkisizleştirmek suretiyle bilfiil nesheden bambaşka bir telakki olup buna dinin “diyanet”e indirgenmesi denir. Din’in kendine çizdikleri özerk sınırlar içinde siyasete, iktisadi hayata, devletler arası ilişkilere, toplumsal ve kamusal politikalara karışmayacağını/karıştırılmayacağını; hayat alanlarının düzenlenmesinde dinin referans alınmayacağını savunanlar, hakikatte dini kendi içinde reforme uğratanlar, Kur’an’ın açık ifadesiyle “Kitab’ın bir kısmını kabul edip bir kısmını reddeden kimseler”dir: “Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların dünya hayatındaki cezası aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.’’ (2/Bakara, 85). Bu yüzden diyebiliyoruz ki, İsrailoğulları gibi ‘Kitabın bir bölümüne inanıp bir bölümünü inkar etmeyi’ göze alamayan her Müslüman bittabi ve bizzarure İslamcı’dır. Elbette kendini ‘İslamcı’ olarak isimlendirmek zorunda değildir, ama dininin hayatla, insanla ve toplumla ilişkilerini bu çerçevede ele almak durumundadır. 19. yüzyılın ikinci yarısından önce İslamcılık yoktu. Olmaması doğaldı, çünkü zaten Osmanlı Devleti, kurucu ideolojisi ve iyi-kötü meşruiyet çerçevesi İslam olan bir devletti; zaaflarına rağmen Osmanlı Daru’l İslam’dı. Var olan şey istenmez. Osmanlı’nın Batı karşısında askeri, ekonomik ve politik yenilgilere uğraması, iktidar seçkinlerini yeni arayışlara sevk edince Batıcılığa paralel olarak İslam’ın ana kaynaklarına dönerek yeni düzenleme yapma ihtiyacı ortaya çıkmış oldu. İslamcılığın içinde aktığı mecra da söz konusu tarihsel ve toplumsal durumda ortaya çıktı. Bu anlamda: 1) İslamcılık modern bir akımdır, aynı zamanda modernliğe bir cevap ve meydan okumadır. Ancak bu durum tespiti bizi yanıltmamalıdır: a) İslamcılık modern menşe’li hegemonik söylem ve sistemlerin teyidi, uzantısı veya meşrulaştırıcı çerçevesi değildir. b) Marksizm-sosyalizm gibi sistem-içi muhalefet biçimi değildir. c) Retçi-entegrist değildir. 2) İslamcılık ‘müteal/aşkın olan’a ‘var olanı aşmak’ suretiyle uruc etme çabasıdır. Onu ortaya çıkartan şartlar dolayısıyla zamansal/yatay olarak rucu’ değil, ahlaki/dikey olarak urucdur. İslamcılığın urucu, modern durumda Allah’a rucu’dur, bu açıdan Aydınlanma’nın domine ettiği zamanın ruhuna, hegemonik modernliğe eleştirel bakar; epistemolojisi ve politiği diri, işlevsel, değişimci ve dönüştürücüdür. 3) Belli başlı meşru versiyonları ıslah, ihya ve tecdittir. y İslamcılık Nedir? Ali Bulaç | 21 Temmuz 2012, Zaman 03 İ slamcıların üç ana dönemde üç nesil olarak birbirlerini takip ettiklerini düşünüyorum: Birinci nesil İslamcılar 1850-1924; ikinci nesil İslamcılar 1950-2000 yılları arasında rol oynadılar. 21. yüzyılın ilk yıllarından başlamak üzere üçüncü nesil İslamcılar yakın tarih sahnesine çıkmış bulunuyorlar. Söz konusu kronolojinin kendine özgü bir mantığı var, uzun uzadıya anlatmanın yeri burası değil. Yakında yayınlanacak “İslamcıların Üç Nesli” adlı kitapta bunu anlatmaya çalışacağım, inşallah. Anlaşılır olması bakımından her neslin diğeriyle ilişkisini ve kendi içindeki fikri ve politik konumunu ortaya koyabilmek için bazı kriterlere ihtiyacımız var. Ben söz konusu kriterleri “referans çerçevesi; politik tema-yönelim; önderlik profili” şeklinde belirleyebileceğimizi düşünüyorum. Buna göre: 1850-1924 yılları arasında rol oynamış bulunan birinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “Kur’an ve Sünnet’e dönüş”tür. Bununla bağlantılı olarak ilk nesil İslamcılar “içtihad kapısının açılması” ve “cihad ruhunun uyandırılması” hedeflerini öne çıkarıyorlardı. Onların bakış açısından içinde bulunduğu zayıf durumdan kurtulması için Osmanlı devleti reform yapacaksa ulemanın Kur’an ve Sünnet’e dönüp “içtihat yapma” zarureti var. İçtihat yapılmadığı zaman Batı’dan gelen reformlar olduğu gibi kabul edilecek, bu da laikliğe zihni ve hukuki müsait zemin hazırlayacaktır ki, aynen böyle olmuştur. “Cihad ruhunun uyandırılması”ndan anladıkları şey sömürgeciliğe karşı fiili savaş ve sosyo-ekonomik kalkınma hamlesinin manevi motivasyonu idi. Birinci nesil İslamcıların politik tema ve yönelimleri “devletin kurtarılması” idi ki, söz konusu olan devlet kurucu ideolojisi ve meşruiyet çerçevesi İslam olan ve başında Müslümanların halifesi bulunan Osmanlı devleti idi. Devlet zaafa uğramıştı, onu Batı’yı olduğu gibi taklit ederek kurtarmak mümkün olamazdı, kurtuluş İslam’ın asli kaynaklarına dönmekte yatıyordu. İlk nesil İslamcıların entelektüelleri, kanaat önderleri ve politik sözcüleri “ulema-aydın profili”ne sahipti. Hemen hemen hepsi İslami ilimlere, İslam tefekkürüne ve İslam tarihine vâkıf kimselerdi. Bunun yanında Batılı eğitimden geçmişlerdi. Her iki dünyayı az çok tanıyan bu insanlar hem Emevi-Abbasi uleması gibi kamusal alanda mücadele ediyor hem de Osmanlı resmi ulemasından farklı olarak “sivil karakterleri”ni koruyabiliyorlardı. Bu yüzden Osmanlı devlet yöneticileri ve resmi uleması onlardan hazzetmiyordu. İlk nesil İslamcılar Çanakkale savaşının mağduru oldular, 1925 Takrir-i Sükun ve tek parti diktasıyla tasfiye edildiler. Söz konusu radikal tasfiyeden sonra İslamcılık 1950’ye kadar derin bir uykuya yattı. 1950-2000 yılları arasında sahneye çıkan ikinci nesil İslamcıların referans çerçevesi “modern-ulus devlet” oldu. İnsiyaki olarak meşruiyet krizini aşma kaygısıyla Batılı sosyo-politik yapıları İslamileştirme çabasına büyük önem verdiler. Bu dönem İslamcılarının zihin evreninde bilgi, eğitim, toplumsal kurumlar, siyaset ve ekonomik gündem esas itibarıyla Batılı karakterde teşekkül etti. Ancak bu ya “İslami renge büründürüldü” ya da yan tarafa “icad edilmiş ahlaki-manevi/imani-metafizik özerk alanlar” ilave edildi. İkinci nesil İslamcılarda ana politik tema ve yönelim “İslam devleti ve İslam toplumu”dur. Bu dönemde Türkiye, İran ve Afganistan’da totaliter-baskıcı rejimler İslam’a karşı tasfiye politikalarını “devlet merkezli” yürüttüler. Bu üç ülkenin dışındaki Arap ve İslam coğrafyası ise sömürgeciliğe karşı fiili mücadele vermekle meşguldür, sömürgecilikten kurtuluşun arkasından gelecek olan “yeni ulus devlet”ten başkası olmayacaktır. Bu zihni ve pratik konjonktürde hem hilafet ilga edilmiş hem baskı ve sömürgecilik altında inleyen Müslümanlar, ilk Hıristiyanların Roma’yı zihinlerinde yüceltip onu “dini Vatikan’da tecessüm ettirmeleri” gibi, modern ulus devleti İslamileştirme sürecine girmişlerdir. Bu nesil İslamcılarının önder profili İslami ilimlerden habersiz, İslam tefekkürünü bilmeyen, İslam tarihiyle teması zayıf; ancak Batılı eğitimden geçmiş bilim adamı, mühendis, doktor, hukukçu, gazeteci gibi mesleklerden gelme “aydınlar, akademisyenler ve modern iktidarı hedeflemiş siyasetçiler”dir. y İslamcıların Üç Nesli Ali Bulaç | 23 Temmuz 2012, Zaman 04 Ali Bulaç’ın İslâmcılık üzerine peş peşe yazdığı üç yazı, uzun soluklu bir tartışmanın işaret fişeği gibi görünüyor. Peşinden bir kitap geleceğini de haber verdiğine göre, yeni bir merhaleye geçebiliriz. Mevzunun, imal-i fikr etme potansiyeli yüksek. Zira aklı erenlerin beynini kemiren, ama üstü kalın bir örtüyle kaplı varoluşsal bir meseleyi gün yüzüne çıkartma fırsatı veriyor. Necdet Subaşı Hoca’nın Açık Görüş’te yer alan bilgeliğin alacakaranlığında kaleme alınmış özgül ağırlığı yüksek yazısı, aynı sorunu ele almakla beraber Bulaç’ın açtığı yolda ilerlemiyor. Yine de İslamcılığın geçirdiği köklü değişime dair zengin hükümler barındırıyor. Subaşı, “Cumhuriyet İslâmcılığının rota ve içeriğinin yeniden biçimlendiğini” söylerken, çoğullaşmaya dikkat çekiyor ve İslâmcı potansiyelin ahlakî ve entelektüel olarak kayda değer bir etki ve sonuç hasıl edemediğini teslim ediyor. Mevzû derin ve çok yönlü. Türkiye’nin bugün geçirdiği değişimi anlamak için geniş bir görüş açısı veriyor. Türkiye değişti. “Kim değiştirdi?” sorusuna, mütevazı sınırlar içinde failler arıyorsak, ilk sırayı bir zamanlar kendilerini “İslâmcı” olarak tanımlayanlara vermemiz lâzım. Bugün sorsanız, çoğu yüzüne yayılan masum bir tebessümle gençlik yıllarına ait unuttuğu çocuksu şeylerden dem vuracaktır. Dünün keskin devlet karşıtları bugün devlet adına konuşuyorlar. “Devlet adına” lafı hafif kaldı; doğrudan “devlet olarak” konuşuyorlar. Kolay mı, koskoca devlet. İslâmcılar devleti değiştirdi mi? Devleti ele geçirdiler, ama devlet de onları değiştirdi. Hangisi daha çok değişti? Elbette İslâmcılar; değişmek ne kelime bambaşka bir boyuta taşındılar. İslâmcılık adına çantalarında siyasî bir projeleri var mı? Yok. Uygulayıp mı tükettiler? Hayır. Tamamıyla unuttular ve vazgeçtiler. Bu iş gömlek çıkartmaktan farklı. Gömlek çıkartmak, yelpazeyi geniş tutmak için siyasî bir tercihti. İslâmcılıktan vazgeçmek ise, demokrasi ile yola devam edebilmek için bir mecburiyetti. Tarih İslâmcılara bu şansı verdi. Galiba bu zengin ve sancılı geçmişten geride “İslâmcı” sıfatını şerefle taşımaya devam eden bir tek Ali Bulaç kaldı. İslâmcılık bir ideoloji. Bu söz tek başına İslâmcılığın temel ayırt edici özelliğini fark etmek için yeterli. İslâmcılık liberalizm, sosyalizm, Marksizm gibi bir ideoloji. İslâmcılık sistemini, diğer ideolojiler gibi bu dünyada kuruyor. Sadece bu sistemi kurarken İslâmiyet’i referans alıyor. Ali Bulaç’ın “her Müslüman bizzarure İslâmcıdır” hükmü, neden iki farklı sıfatın var olduğunu açıklamıyor. “Müslüman” sıfatı neden İslâmcılara yetmiyor? Çünkü din, modern dünyanın sorunları ve kurguları arasında bambaşka bir kalıba dökülüyor. Ortaya “hakikat” için diğer dinlerle değil dünyevî ideolojilerle savaşan bir “izm” çıkıyor. İslâmcılar hesabı ahirete bırakmak yerine cenneti bu dünyada kurmaya girişiyorlar. Nitekim, İslamcılığın bugünkü versiyonlarından “anti kapitalist İslâmcılar”ın pirinin, oruç hakkında verdiği fetva, bu dünyadaki zorlukları azaltma mantığına dayanıyor. Bulaç, İslâmcılığı lügatlere girecek sarahatle, “İslâm’ın ana kaynaklarından hareketle ‘yeni’ bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslâm birliğini hedefleyen entelektüel, ahlâkî, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası hareket” olarak tanımlıyor. Tanım sadece sarih değil, bir zamanların çok gürültülü tartışmalarını hatırlattığı için zihin tazeleyici. Evet bir zamanlar böyle bir misyon yüklenen İslâmcılar vardı. Özellikle 80’lerin sonunda ideolojik alanda hegemonik bir üstünlük bile sağlamışlardı. Peki şimdi neredeler? Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar. Bu arada İslâmcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor. Ali Bulaç, aksi görüşte ama müzeye kaldırılmış bir obje olarak yeterli saygıyı görüyor. Büyük Doğu dergisinin tıpkı basımları bir gazetemizin eki olarak elimize ulaşırken, saygıda kusur edildiğini söyleyebilir miyiz? y İslamcılığa Ne Oldu? Mümtazer Türköne | 24 Temmuz 2012, Zaman 05 T ürkiye ve İran’da üçüncü nesil İslamcıların dönemi 21. yüzyılın ilk yıllarında başlar. Kesin tarih 1997’dir. Bu tarihte Türkiye’de 28 Şubat postmodern darbe, İran’da çapraz olarak Muhammed Hatemi cumhurbaşkanı oldu. Mısır’da üçüncü neslin sahneye çıkışı Tahrir Meydanı’dır. Modern tarihte Türkiye, İran ve Mısır arasındaki ana kırılmalar birkaç sene ara ile ama zamansal olarak paralel vuku bulur. “Referans çerçevesi, parametreler ve ana idealler” sabit olmak kaydıyla İslamcı yürüyüşte tarihsel ve toplumsal durumlara paralel değişimlerin yaşanması doğaldır, hatta olması gerekendir. Eğer bir hareket tarih içinde kendi kaynaklarına ve hedefine sadakat gösterip akıyorsa, kendi asli mecrasını, yani geleneğini koruyup değişiyor demektir. İslamcılığın tarihinde ikinci nesilden üçüncüsüne geçişin, kendi geleneği içinde kaynaklara ve hedefe tam sadakati gösterip göstermediği sorulmaya değer. Bu satırların yazarının da içinde aktığı mecrada hem şahit hem aktör olarak bir parçası olduğu ikinci nesil İslamcılar, kendilerini ciddi bir öz eleştiriye tabi tutabilselerdi şu zaaf noktalarının üçüncü nesle miras olarak devredilmemesi gerektiğini de tespit edebilirlerdi: 1) İkinci nesil İslamcılar, birinci nesilden “gelenek düşmanlığı”nı kötü bir miras olarak devralmışlardı. Kendini tarih içinde köklerine bağlı kalarak üreten ve sürdüren “ümmetin örfü ve sahih gelenek” ile “gelenekçilik ve bunun ürünü entegrizm” arasında gerekli ayırımı yapmadılar. Bu onları tarihte birer bid’at hareketler şeklinde algılanmalarına, zaman zaman da “radikalizm”e sürüklenmelerine yol açtı. Batı modernizmi oryantalist ve hegemonik varlığını “gelenek düşmanlığı” üzerinden yürütür ki, bunun en erken İslamcıların farkında olması beklenirdi. 2) İslamiyet’i aşırı bir biçimde politize ettiler; tarihte iyi kötü kurulmuş bulunan “sivil İslam-resmi İslam” arasındaki dengeyi kendi faaliyet gösterdikleri coğrafyalarda gösteremediler. 3) Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigane kaldı. Bu yüzden Aydınlanma felsefesine yeterli düzeyde entelektüel, felsefî ve fikrî cevap verilemedi. Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı. 4) Tanzimat ve Türk modernleşmesinin derin etkisinde İslamcı söylem de, genellikle şair, hikâyeci ve edebiyatçıların inhisarında kaldı. Oysa Abbasi modelinde sanat, edebiyat ve şiirin çevre felsefe, bilgi ve hikmet havzalarıyla kurulan temasta ve sağlanan alışverişte sıfır etkisi söz konusudur. Bugün de özellikle Türkiye İslamcılığının en büyük handikapı ve zaafı hâlâ şairlerin, öykücü ve edebiyatçıların blokajı altında olup kelami ve usuli temeli olmayan, gerçek entelektüellerden ve alimlerden yoksunluğudur. Söz konusu konularda gerekli kritiği yap(a)mayan İslamcılar, bir anda önlerine çıkan iktidar fırsatıyla karşılaştılar. Bu, onların iktidara olan aşırı talepkârlığı dolayısıyla iktidarın modern, eşitliksiz yapısını sorgulamadan kabullenmelerine yol açtı. Böylelikle: a) İslamcılık modernliğe sahici bir cevap geliştiremedi; “birey, sekülerlik ve ulus devlet” parametrelerini veri kabul edip muhafazakârlaştırmakla yetindi. İslamcıların, iktidarla beraber devletçi ve milliyetçi, reel politikçi ve küresel ittifakçı kesilmelerinin gerisinde böylesine zihnî bir zaaf yatmaktadır. b) Bununla bağlantılı olarak Kur’an ve Sünnet’e dönüş ideali gündemden düşürüldü; içtihat kapısına uğranılmadan AB yol haritası ve liberal politikalar benimsendi; kötü ve sahte örneklerin de etkisiyle “cihad” neredeyse “terör” addedilip unutturuldu. c) İnsan-aile, cemaat-toplum ilişkileri ve sosyo-politik kurumlar İslamî çerçevede yeniden tanımlanmadı. Bunlar “olması gerekenler”di. Yeterince olmadı. “Olan” şudur: Beklenmedik başarı iktidarı ayağa getirdi, ama özü ve modern yapısı üzerinde yeterince imal-i fikr edilmediği için “iktidar için iktidar” ilkesi benimsendi. Küresel ve ulusal güçler, bunu memnuniyetle dünün İslamcıları-bugünün muhafazakârlarına devrettiler. Yeni bir dünya tahayyülünün mimarları olma potansiyeline sahip entelektüller ulus devletin memurları ve küresel stratejilerin analistleri oldular. Toplumu sosyal ve ahlakî bakımdan takviye etmesi beklenen sivil cemaatler iktidar mücadelesinin bir parçası oldular. y Üçüncü Nesil İslamcılar Ali Bulaç | 26 Temmuz 2012, Zaman 06 İ slâmcılık, tam bir buçuk asırlık bir ideoloji. Doğum tarihini 1860’lı yıllar, doğum yerini de İstanbul olarak gösteren, sağlam delillere dayalı bir doktora tezi var. Bu tez bana ait. 1991 yılında ilk yayımladığım tarihten bugüne kadar alternatif bir tarih önerisi ne Türkiye’de ne de dışarıda çıkmadı. İslamcılık var olanlara alternatif bir toplum ve siyaset projesi olarak İslâm dünyasında ideolojik yelpazede başat bir konum edindi. Vahyi esas alan ve modern dünyanın bütün sorularına ve sorunlarına müteal hakikate bağlı kalarak cevaplar-çözümler getiren bu ideoloji, İslâm toplumlarında hep ana siyasî gövdeyi oluşturdu. Hep ana gövdeyi oluşturmasına rağmen, 150 yıllık bütün tarihi boyunca bu ideoloji hep muhalif bir hareket olarak kaldı. Bu güçlü siyasî akım, sistematik olarak hep iktidarın uzağında tutuldu. İslâmcılık, -Abdülhamid dönemi de dâhilhiçbir zaman devlet katında resmî bir koruma ve himaye görmedi. Bizim tarihî bir özgünlüğümüz var. İslâmcılık bizim dışımızdaki İslâm toplumlarında hep yabancı işgaline karşı bir direniş hareketi olarak yükseldi. Yabancı işgaline son vermek aslî mesele olunca, bu anti-emperyalist ideoloji bir cihat doktrinine indirgendi. Biz ise yabancı işgali altında değildik. Bir devletimiz vardı ve muhtemel bir yabancı boyunduruğunu engellemenin yegâne yolu, devleti daha güçlü ve mukavim hale getirmekti. Türk İslâmcılığının başından itibaren cihat doktrini yerine demokratik tezlerle uyuşan bir modernleşme projesi olarak gelişmesi bu gerekçeye dayanır. Toplumu modernleştirmek, Batı ile rekabet edebilmenin ön şartıydı. Devlet aynı şekilde modernleştirilecek ve güçlü İslâm-Batı sentezleri ile bir sel gibi gelen Batı karşısında aşılmaz setler oluşturulacaktı. Bizim dışımızdaki İslam toplumlarında şiddet yüklü cihat hareketlerinin, bizde ise ortak paydalar etrafında toplumu tahkim etmeye çalışan uzlaşmacı-uyumlu sentezlerin üretilmesi bu farklı tarihî tecrübelerin eseridir. O kadar ki, 1918’e kadar Osmanlı yönetiminde kalan Ortadoğu ülkelerinde Arap milliyetçiliğinin (Baas hareketi), daha erken tarihte Batı sömürgesi haline gelmiş ülkelerde ise İslâmcılık damarının daha güçlü kalması bile bu tarihsel tecrübe içinde anlam kazanır. İslâm ile Batı arasında sentezler geliştirme yeteneğine yakın bir örnek: Cumhuriyet tarihi boyunca baştan aşağı pozitivist muhakeme ve argümanlarla örülü iki ideolojik program üretildi. Bunlardan biri Kemalizm, diğeri ise Milli Görüş’ün Adil Düzen projesidir. Ama asıl refleks, her durumda çok esnek ve uzlaşmacı tutumlar geliştirme yeteneğidir. Türkiye İslâmcılığı, zaman zaman askerî vesayetin gadrine uğrasa da demokratik bir iklimde gelişti. Cemaat-i İslâmî’den, İhvan-ı Müslimîn’den, yani Mevdudî ve Kutup gibi dışarıda ana akımların önemli isimlerinden aktarılanlar “tecdid” için kullanıldı, ama siyasî projeler hep “millî” kaldı. İslâmcılığın zengin entelektüel ve toplumsal potansiyelini demokratik siyasete kanalize eden Millî Görüş’ün “millî” sıfatını seçmesi, bu yerliliğin işaretlerinden biridir. Soğuk Savaş’ın keskin ideolojik kamplaşmalarında İslâmcıların tereyağından kıl çeker gibi, yaygın şiddet ortamının dışında kalmayı tercih etmeleri de, bu güçlü tarihî tecrübe ile bağlantılıdır. İslâmcılığı güçlü kılan ana yapının; entelektüel donanım, fikrî orijinallik, teori zenginliği gibi nitelik göstergeleriyle hiçbir ilişkisi olmadı. İslâmcılık sadece, toplumsal muhalefetin temsilini hakkıyla üstlenme becerisi gösterdi. Bu beceri İslâmcılarla toplum arasındaki geniş ortak paydaya dayanır. Bu ortak payda ise soy İslâmcı akımlarda var olan keskinlik değil, dinî sembollerle kendini ifade eden sade dindarlıktır. Bütün kurgusunu muhalefete göre yapmış bir hareketin, iktidara gelmesi onun bütün savunma sisteminin çökmesi demektir. İslâm toplumlarının Müslüman kalarak modernleşmesi ve geri kalan dünya ile yan yana veya karşı karşıya var olabilmesi için üretilen İslâmcı ideoloji; kendisine yabancı bu dünyanın dizginlerini ele geçirince, yani iktidar olunca geriye toplumla ortak paydayı oluşturan dinî semboller ve dindarlık kalır. İdeoloji, artık işlevini tamamlamış ve emekliye ayrılmıştır. AK Parti’nin dindarane gündemlerinin tamamı -Çamlıca’ya cami, kürtaj, dindar nesiller yetiştirmek, kesintili eğitim- aynı zamanda İslâmcılığın buharlaşıp yok olmasının göstergeleri değil mi? y İslamcılığın Mirası Mümtazer Türköne | 26 Temmuz 2012, Zaman 07 İ bn Haldun’un hadarîler ve bedevîler arasındaki rekabete dayandırdığı siyasî değişim nazariyesini, 1996’da Refah Partisi iktidarını analiz etmek için kullanmıştım (“Refah İktidarda”, Türkiye Günlüğü, sayı 41, Temmuz-Ağustos 1996) Refah Partisi’ni “Bedevîlerin partisi” olarak nitelemiş ve nihaî olarak kazandıkları zaferin onları hadarîleştireceğini öne sürmüştüm. Bu analizin hem geçen 16 yılda doğrulandığını hem de bugün, çağdaş bedevîleri temsil eden İslamcılığın ortadan kayboluşunu açıkladığını düşünüyorum. Önce İbn Haldun’un kavramlaştırmasını hatırlayalım. Bir tarafta zor şartlarda yaşayan, kıt kanaat geçinen bedevîler, öbür tarafta şehirlerin kalın duvarları arkasında lüks ve ihtişam içinde yaşayan hadarîler. Hadarîler, zenginliğin getirdiği âdetlerle dünya menfaatlerine yönelmiş, nefisleri kirlenmiş, davranışlarındaki “haşmet ve hürmet” kaybolmuştur. Bedevîler ise zor şartların getirdiği fedakârlığa ve iyiliğe yakın dururlar. Daha cesur ve dayanıklıdırlar. “Hadarîler, huzur ve rahatlık döşeğine sereserpe uzanmışlar, nimet ve canlarını savunma işini, kendilerini sevk ve idare edenlere, koruma görevi üstlenen hamilerine ve bekçilere havale etmişler; kendilerini kuşatan surların ve koruyan kale duvarlarının arkasında yatıp uyumuşlardır.” Bedevîler ise... açık arazide vahşi ve yabanî bir duruma geldikleri, hami ve koruyucudan mahrum oldukları, surlarla muhafaza edilen yerlerde yaşamadıkları için kendilerini müdafaa işi ile bizzat kendileri meşgul olurlar... Kuvvet ve yiğitliklerine dayanarak ve kendilerine güvenerek ucu bucağı olmayan arazilerde tek başlarına bulunabilirler. Metanet huyları ve cesaret seciyeleri haline gelmiştir. İbn Haldun’un bu tasvirlerini o zaman bir tarafta ANAP-DYP-DSP ve CHP’ye, öbür tarafta da RP’ye uyarlamıştım. Hadarîler kendi aralarında çekişmelere dalmışken RP surda bulduğu aralıktan içeri girdi ve şehre hakim oldu. Tabii hadiseler böyle cereyan etmedi. Araya 28 Şubat girdi. Ama aynı bedevîler toparlanıp püskürtüldükleri surlara daha güçlü bir şekilde geri döndüler. On yıldır şehri yönetiyorlar. İbn Haldun’un bedevî-hadarî ayırımı bu kadarla bitmiyor; benim bu nazariyeyi kullanmamın asıl sebebi vardığı sonuç. Mağripli büyük düşünür bu uzun tasvirleri ve mukayeseleri şehre hakim olan bedevîlerin akıbetini göstermek için kullanır. Bedevîler, hadarîler üzerinde hakimiyet kurduktan sonra hızla hadarîleşmeye başlarlar. “Bütün himmetleri, rahata ve huzura ulaşılacak derecede devletin gölgesinde sükun, bol geçim imkânları, kazanç, nimet içinde yaşamaktan, konak yapma, pahalı elbiseler edinme, bunları çoğaltma hususunda mülk sahiplerinin yolunu tutmaktan ve onları takip etmekten ibaret olur. Kendileri için hasıl olan refah ve imkânlar ölçüsünde parlak bir hayat yaşarlar, bolluğa ve nimete konu cazip şeylere önem verirler. Bunların neticesinde bedevîlikten gelen sertlikleri ortadan kalkar, dayanışmaları ve kahramanlıkları zayıflar.” İbn Haldun’un altı asır öncesine ait bu sosyolojik çözümlemesi, bedevîlerin eninde sonunda hadarîleşeceği ve en nihayetinde yeni bir bedevî grubun güçlenerek surlara dayanacağı ve şehri ele geçireceği hükmü ile sona erer. Tarihin hızlı aktığı modern çağlarda bu süreç elbette hızlı işliyor. Dünün bedevîleri bugün şehrin hakimleri. On yıllık AK Parti iktidarı, aşağıdan yukarıları zorlayan yeni elitlerin hakimiyetini getirdi. Sade, sıcak ve samimi dindarlığa bir iktidar projesi eklediğiniz zaman ortaya İslâmcılık çıkıyor. Kimsenin dindarlığını sorgulayamazsınız; ama İslâmcılığın demokratik rekabet içinde bir iktidar talebi olduğu ortada. Bu talep karşılanınca İslâmcılığın buharlaşıp yok olması doğal. Geride sadece dindarlık kalıyor. Sınıf farklılıkları büyümüş bir dindarlık ise kendi içinde yeni gerginliklere konu oluyor. Ali Bulaç’ın İslâmcılığı idealize ederek giriştiği iktidar eleştirileri, bir ifsad olma sürecini aktarıyor. Halbuki siyaset özünde zaten bir paylaşım savaşıdır. Bu yüzden tartışmaya dahil olan Etyen Mahçupyan’ın saydam analizleri, İslâmcılık dışında da tartışılması gereken önermeler içeriyor. İktidarı ele geçirmek için seferber edilen İslâmcılık, iktidarda ne işe yarar? Bu sorunun bir yığın karşılığı arasında en çok üzerinde durulması gerekeni şöyle: Devlete meşruiyet kazandırmaya. Bu tartışmanın açtığı kapılar oldukça fazla olduğuna göre devam etmemiz gerekiyor. y İslamcılar Şehri Düşürdükten Sonra Mümtazer Türköne | 27 Temmuz 2012, Zaman 08 Batı modernizminden belirgin etkiler almış olsa bile, bu dünyaya, İslam âlemine/bu topraklara ve Müslümanların tarihte geçirdiği sosyo-politik tecrübeye dayalı yegane akım İslamcılıktır. Batı modernizminden belirgin etkiler almış olsa bile, bu dünyaya, İslam âlemine/bu topraklara ve Müslümanların tarihte geçirdiği sosyo-politik tecrübeye dayalı yegane akım İslamcılıktır. Referansını Batı Aydınlanması’ndan alan liberalizm, sosyalizm-Marxizm ve bütün versiyonlarıyla milliyetçilik ile İslamcılık arasında bariz fark bu noktada belirginleşir. İslamcılık, “İslam’ın ana referans kaynaklarından hareketle İslam’ın ve Müslümanların yeniden ayağa kalkması, İslamî hükümlerin uygulanması, birlik kurması” ise (bkz. 21 Temmuz tarihli ‘İslamcılık nedir?’ yazısı), İslam’ın iki kaynağı Kur’an ve Sünnet hafızalardan tümüyle silinmedikçe; Müslümanlar tümüyle Allah’ın iradesine teslim olma davasından vazgeçmedikçe; vazgeçseler bile yeryüzünde tek bir Müslüman kendini İbrahim aleyhisselam gibi “tek başına ümmet” gibi gördükçe; İslamcılık da gündemde kalmaya devam edecektir. Bu manada İslamcılık bir tercih değil, dinî bir vecibe, akaide ilişkin bir zorunluluktur. İlk iki neslin tecrübesinden ve üçüncü nesil İslamcıların geldiği nokta, bizi İslamcılığın öncelikle kendi paradigması, kurucu bilgisi ve fikriyatıyla yüzleşmesi gerektiğini göstermektedir. Hangi cemaat, grup veya mezhep içinde yer alırsa alsın veya kendine “İslamcı” desin demesin, her Müslüman, İslam’ın dünya ve ahiret mutluluğunun, kurtuluş yolunun Allah’ın iradesine teslim olmaktan geçtiğini bilir. Şu var ki, biz soyut manada Allah’ın iradesinin ne olduğunu bilemeyiz, söz konusu iradeye teslim olmamızı garantileyen şey O’nun vahy aracılığıyla indirdiği hükümlerdir. Münzel hükümler, ilahi iradenin ete kemiğe bürünmüş formlarıdır. Şu halde samimi ve ihlaslı bir Müslüman bir yandan Kitap’ta yer alan hükümlere karşı çıkıp öte yandan Müslüman olduğunu iddia edemez. Geçmiş toplumlarda “Allah’a ortak olma” suçunu işleyenler ateist veya agnostik kimseler değildi. Allah’ın varlığına inanıyorlardı ve O’nun yaratıcı sıfatını da inkâr etmiyorlardı: “Andolsun onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?’ diye soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” (29/Ankebut, 61.) Onların itirazı sosyo-politik ve ekonomik hayat alanlarını düzenleyen ilahi hükümlere idi. Yasaları biz belirleriz, servet ve malları biz taksim ederiz, bizim irademiz ve aklımız hükmünü icra eder, tabiat ve toplumda bizim sözümüz geçer, diyorlardı. Üçüncü nesil İslamcılığın önünde üç önemli gündem maddesi var: a) Her Müslüman’ı kendi diniyle ciddi manada tutarlı olmaya, yüzleşmeye çağırması; b) Bölge ve İslam dünyasının yeniden yapılandırılması için mümkün çözümler ve modeller geliştirmesi; c) Yeryüzü ölçeğinde modernliğin sebep olduğu krizi aşma konusunda söyleyecek sözünün olduğunu somut olarak göstermesi. Her Müslüman kendi inancıyla tutarlı olmak gibi itikadi-entelektüel ve vicdanî bir sorumluluğa sahiptir. Tutarlılığın ölçüsü Kitap ve Sünnet’teki hükümlere ilişkin zihnî tutumdur: 1) “Hükümlerin tarihsel ve toplumsal olduğu” fikri bugün dünya ölçeğinde akademik çevrelerin sistematik çabasıyla “hermönetik veya tarihselcilik” olarak Müslüman zihne zerk edilen küresel bir projedir. (Geniş eleştirisi için bkz. dunyabulteni.net’teki konuyla ilgili yazılarıma.) 2) “Hükümlerin bir bölümünün geçen ve değişen zamanda uygulama şansını kaybettiği” fikri, Allah’ın zamanmekân bağımlı bir bilgi ve öngörüye sahip olduğunu ima eder ki, bu Müslümanların Allah inancı değildir. 3) “Hükümler ağırdır, uygulamak zor veya imkânsızdır” fikrinin gerisinde zımnen “istek ve tutkularımıza, güç ve iktidar hırsımıza, servet toplama, bedensel arzuları engelsiz karşılama, helal-haram demeden yaşamamıza, sömürme özgürlüğümüze din engeldir” diyen nefsin direnci yatmaktadır. Zaman, tarih ve soyut toplumsal kurallar kaderimizi belirleyemez. Bir hüküm Kitap’ta yer almışsa, o hükmü uygulayıp uygulamamak muhataplara kalmıştır. Zaman, çoğunluk veya siyasilerin hükmü tatil etmesi o hükmün maksatlarıyla yürürlükten kalktığı anlamına gelmez. Bir nesil uygulamaz, başka bir nesil gelir uygular. İslamcılıktan kopmuş muhafazakarlar, “ben dindarım, ama İslamcı değilim” diyenler ayrı bir fasıl. Üçüncü nesil İslamcılığın ilk sorunu şudur. İslam konusunda iç dünyamızda ne kadar tutarlıyız? Biz sahiden Allah’ın iradesine teslim olmak; yani adaleti tesis etmek, birlik olmak, iyiliği hakim kılmak ve yüksek bir ahlakî hayata ulaşmak istiyor muyuz? y Tutarlılık Sorunu Ali Bulaç | 28 Temmuz 2012, Zaman 09 Ali Bulaç’ın İslâmcılıkla Müslümanlık arasında gri tonlara bulayıp belirsizleştirdiği alanda yaptığı arınma çağrılarının siyasî bir karşılığı yok. İslamcılığın siyasî karşılığı yoksa kendisi de yoktur. Şunlar, 90’ların başlarında çok duyduğumuz, neredeyse artık unuttuğumuz sözler: “Zaman, tarih ve soyut toplumsal kurallar kaderimizi belirleyemez”. Ali Bulaç, “bir hüküm kitapta yer almışsa uygulanır” demiş oluyor. Peki bu hükümlerin muhatapları neredeler? Bulmak için gözünüzü devletin tepelerine veya akşam haberlerine dikmeniz yeterli. Elimde “İslâm ve Batı medeniyetlerinde meşruiyet ve çoğulculuk meselelerinin değer boyutu” başlıklı kısa bir makale var. Makale 1991 yılına ait ve Dergâh dergisinde yayımlanmış. Tezi kuvvetli. İslâm medeniyeti “değer bağımlı”dır; Batı medeniyeti ise “mekanizma bağımlı”dır. İslâmî şûra/icma prensipleri ile Batı medeniyetinin parlamenter geleneği bu yüzden birbiriyle çatışır. İslâm medeniyet tarihi içinde ortaya çıkan sosyal mekanizmalar meşruiyetini bu değerler sisteminden almaktadır. “Bu değerler sistemi ise son derece etkili ve geniş kapsamlı bir tutarlılık içinde bir bilgi disiplinine bağlanmış, bilgi disiplini de özel bir varlık telakkisine istinad ettirilmiştir. Dolayısıyla sosyal mekanizmaların gerçek meşruiyet zemini varlık-bilgi-değer sistemleri arasındaki bağımlılık ve tutarlılık ilişkisi içinde oluşmuştur.” Bu türden derin felsefî-entelektüel metinlere nüfûz edemeyenler için yazarın sözlerini basitleştirelim. Yazar Batı’nın gayrî şahsî ve demokratik süreçlere dayandırdığı siyasî düzeninin tam karşısına, doğru ve yanlışı va’zeden bir değerler sistemini, yani vahiy düzenini yerleştiriyor. İslâmcılık tam olarak böyle bir şeydi. Batılı kavramlar, teoriler ve kurumlarla karşılaştırarak ve bu dünyaya ait birikimi kullanarak İslâmiyet’i en geniş cephede savunmak. Sadece savunmak değil siyasîsosyal hatta ekonomik bir düzen olarak önermek ve bu önermelerden bir medeniyet projesi geliştirmek. Bu makalede kendini gösteren vukuf ve derinlik, 90’lı yılların başında İslâmcı kanatta zirveye çıkmıştı. O yılları ve arkasındaki nesilden nesile aktarılan zengin birikimi hatırlayalım. Yılların emeği ve çilesi. Horlanan, aşağılanan, küçümsenen toplum kesimleri dinine diyanetine sahip nesiller yetiştirmek için büyük fedakârlıklara katlandılar. O nesiller de kendilerine harcanan emeğin, donanımları nispetinde İslâmcı siyaset projeleri geliştirerek karşılığını ödediler. Başarılı oldular. Yukarıda iktibas ettiğim makalenin yazarı bugün kabinede çok önemli bir bakanlığın başında bulunuyor ve devlet politikasını tayin ediyor; ama bugünkü devlet politikasında bu makaledeki tezlerin en küçük izi bile yok. İslâmcılar nereye gittiler? O kadar tez, o kadar teori, o kadar birikim nereye kayboldu? Şairane bir benzetme yapalım. Gül ile bülbülün meşhur hikâyesi: Bülbül gül ağacının dalına konar, kalbini dikenine yaslayıp hazin hazin sabaha kadar öter. Sabaha karşı diken bülbülün kalbini deler, zavallı can verip yere düşer. Ama yukarıda kan kırmızı bir gül bütün ihtişamı ile açmıştır. Fizik kuralı: Var olan hiçbir şey yok olmaz. İslâmcılığın büyük enerjisi ve birikimi yok olmadı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugün kullandığı meşruiyet kaynağına dönüştü. Devlet derin bir meşruiyet krizi içindeydi. İslâmcılar, devraldıkları iktidar hakkı karşılığında bu devasa meşruiyet açığını kapattılar. Ekonomi için bütçe açığını kapatmak ne ise, siyasî sorunlar karşısında meşruiyet açığını kapatmak aynıdır. İkisi de bünyeye güç ve etrafa güven verir. Kürt sorununu hâlâ çözemedik; ama AK Parti iktidarı yerine Türkiye askerî vesayet curcunası ile bugünlere gelmiş olsaydı, hâlâ umutlu olabilir miydik? Dış politika eleştiriliyor; peki bugün bölgede sahip olduğumuz araçları kısır Kemalist politikalarla elde edebilir miydik? İslâmcılık bugün devletin meşruiyetine bütün varlığını adayarak bambaşka bir kalıba, iktidar gücüne dönüştü. Dünün İslâmcı bugünün iktidardaki politikacı kadrolarını var eden toplumsal dinamiğe dönüp bakalım. Dünün ateşli İslâmcı gençlerine burs veren, yurtlarının, çıkarttıkları dergilerin masraflarını karşılayan hayır-hasenat sahipleri, bugün iktidardaki hallerine bakıp ne düşünüyorlardır? İslamcıların derin sessizliğini açıklayacak olan asıl bu sorunun cevabı. Durumdan son derece memnun olmalılar. Yükselen zümrelerin, yeni sermaye sınıflarının durumdan şikayetçi olmaları mümkün mü? İslâmcılık bugün devlet tarafından hazmedilmiş, meşruiyet enerjisine dönüştürülerek tüketilmiş bir ideoloji. İktidarı teslim aldı ve ona can vererek görevini tamamladı. Bugünün dindarane gündemleri -Çamlıca’ya cami, imam- hatipler, dindar nesiller, kürtaj- bu yokoluşun bir özrü veya telafisi değil mi? İslâmcılık öldü. Hâlâ yaşadığını düşünenler, varlığına dair bir işaret bulabilirler mi? y İslamcıların Hazin Nağmesi Mümtazer Türköne | 29 Temmuz 2012, Zaman 10 Burada ele alacağımız “diyanet” devletin resmi kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığı değildir. İnsanın manevi duygularını, heyecanlarını, coşkularını, ama ağırlıklı olarak işlediği suç ve günah fiillerinin doğurduğu pişmanlıkları gidermeye yöneldiği ikame ve telafi etme mekanizması; somut hükümlerden tecrit edilmiş sonu gelmez ritüeller, seremoniler gösterisidir. Müslümanlar arasında eğer “diyanet” aşırılaştırılmış söylem, retorik ve ritüeller şeklinde tezahür ediyorsa, orada “din” zayıflamış demektir. Dini hüküm ve kuralların işlememesi dolayısıyla ortaya çıkan manevi boşluğu insanlar diyanet’le telafi etmek isterler. Tabii ki din ile diyaneti birbirinden ayırmak o kadar kolay değildir. Ama diyanet, temelde aksayan, koruyucu fonksiyon görmeyen maddi-somut hayat pratiklerinin açtığı boşlukta çıkar. Diyanetin kitlesel gösteriye ve tüketime konu olmasının başka bir sebebi de var: Medya ve kitle çağında yaşıyoruz, küreselleşme ile her şeyi gösteriye dönüştüren, içini boşaltan tüketim kültürü ve liberal piyasa da sahte kutsallıklar yanında dini hayatı diyanete çevirmektedir. Bu apayrı bir fasıldır. Bu başlıkta “din”den kastettiğim İslamiyet’in muamelat ve ukubata ilişkin hükümler mecmuası; adalet, özgürlük ve yüksek ahlaki hayattır. Mesela hüküm olarak sömürü, emeksiz kazanç; güvencesiz çalışma hayatı; rüşvet, yolsuzluk haramdır. Bunların kazanç elde etme ve yükselme yolunun seçildiği; herkesin “hak” olarak kendi “şahsi, ailevi, zümresel veya ulusal çıkarı”nı merkeze aldığı, sermaye ve statü bölüşümünde hakkaniyetin gözetilmediği bir ülkede, başaranlar vicdanlarını rahatlatmak üzere bol bol iane dağıtır, her sene umreye gider. Dinde aslı astarı olmayan kutsal geceler, kandiller, kutlu doğum haftaları icad edilir; Kur’an’da ve Sünnet’te karşılığı olmayan ritüeller ibadetmiş gibi abartılmış gösteriler eşliğinde televizyon ekranlarına, futbol stadyumlarına taşınır. Kısaca ritüeller dini hükümlerin yerini alır. Müslüman kitlelerin diyanete yönelmesi hem “din” yerine “diyanet”i ikame eder, hem günah duygusunu telafi eder, bu sayede liberal piyasanın çarkları işler. Böyle bir düzende vicdanlar, hükümetler ve küresel kapitalizm durumdan memnundur; çünkü diyanet, dinin üstünü örtmüştür. Bu arada bir noktanın altını çizmeliyiz: Dinini ciddiye alıp dünyaya İslam bakış açısından bakanların (İslamcıların) AK Parti kurucularına ve teorisyenlerine şükran borcu var. Kuruluşta yetkililer “Biz gömlek değiştirdik, İslamcı değiliz, dini referans alarak siyaset yapmayacağız; paranın, ekonominin dinle ilgisi yok; AB ve IMF yol haritasını takip edeceğiz” deyip bunu içeride askerîsivil bürokratlara, büyük sermayeye ve dışarıda küresel güçlere taahhüt ettiler. Teorisyenleri, yeni seçtikleri “muhafazakâr demokrasi”nin referans çerçevesini Anglo Sakson ve Amerikalı teorisyenlerine dayandırdıklarını; Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı, Nurettin Topçu, Peyami Safa, Ali Fuad Başgil gibi milliyetçi-muhafazakâr yazarlara yaslandıklarını beyan ettiler (Bkz. Yalçın Akdoğan, Muhafazakâr Demokrasi, 2003-Ankara, s. 25 vd.) Bu deklarasyon, dört büyük imamdan Gazali’ye, Muhammed İkbal’den Mehmet Akif’e, Mevdudi’den Seyyid Kutup’a uzanan tarihi ve çağdaş İslami/İslamcı referans çerçevesinin değiştirilmesi demekti. Bunu beyan etmeleri iyi de oldu. Ama “muhafazakâr AK Parti”yi eleştirenler, partinin her nedense reddettiği İslamcılıklarını, referans almadığı dini temel alıp eleştiriyorlar. Mümtaz’er Türköne’ye ilk sorum: Bu hem AK Parti’ye hem İslamcılığa büyük haksızlık, İslam’a karşı işlenmiş ‘büyük günah’tır. Eğer AK Parti, Kürt sorununu çözemiyorsa; Alevilerin cemevini kabul etmiyorsa; gayrimüslimlerin hâlâ vakıf mallarına el koyup okullarını açmıyorsa; vesayet rejimini tasfiye edecek reformları kesintiye uğratıyorsa; Ortadoğu ve Suriye konularında Türkiye’yi trajik noktaya getirdiyse; takip ettiği iktisat politikalarıyla zengin sınıfları semirtip orta sınıfı zayıflatıyor, yoksul kesimleri dağıttığı ianelerle doyuruyorsa; toplumu ve aileyi çözüyorsa; kibre kapıldıysa; bir telefonla televizyon programlarını iptal ediyorsa bu “dini referans aldığı” veya “İslamcı olduğu” için değil, tam aksine öyle olmadığı, “muhafazakâr ve milliyetçi-devletçi” olduğu içindir. Dini sembollere vurgu yaparak diyanete sığınma çabası, sağcı-muhafazakârmilliyetçiliğe özgü siyaset yapma yöntemidir. Bunun dinle, İslamcılıkla uzaktan yakından ilgisi yoktur. y İslamcıların “Din”i Muhafazakarların “Diyanet”i Ali Bulaç | 30 Temmuz 2012, Zaman 11 Mübarek Ramazan ayında bize de İslâmcılığın gaybubeti hakkında fikir yürütmek düştü. Eyüp Sultan’a gidip tövbe-istiğfar edenler arasında, kendi geçmişleriyle hesaplaşan bir zamanların keskin İslâmcıları var mıdır acaba? Normal şartlarda hitama erdireceğim tartışmayı, biraz Ramazan’ın uhrevî havasından, biraz da Ali Bulaç’ın soramadığı soruları ortada bırakmamak adına takip etmem gerekiyor. İslâmcıların bakmaya cesaret edemedikleri aynayı yüzlerine tutmak bize düştü. Baksınlar ve yüzleşsinler: Hayâl âleminde avunmak onlara da, cürümleri nispetinde ülkeye de zarar verir. Bir konuda Ali Bulaç ile hemfikiriz. İkimiz de İslâmcılığın sırra kadem bastığını teslim ediyoruz. Fark, bu kayboluş hakkındaki değer hükümlerimizde. Ali Bulaç, bu duruma “Son İslâmcı” sıfatıyla isyan ediyor. Köşesine çekilen veya iktidar koltuğuna çıkan ve hatıralarıyla avunan İslâmcıları “titreyip kendine dönmeye” çağırıyor. Ben ise bu durumu son derece normal bir süreç olarak görüyorum. İslâmcılık bir iktidar projesi idi, gerçekleşti ve ömrünü tamamladı. Başı göğe değdikten sonra, gökyüzüne çıkmak için yollar inşa etmenin anlamı var mı? Din özü itibarıyla siyasîleşmez; siyaset kendisine iktidar yolu ararken dini imdada çağırır. İslâmcılık, siyaseti dinîleştirmenin en rafine ve en keskin ve tabii en iddialı yollarından biriydi. Bir Müslüman’ın çevresi hep Müslüman olsa da dininin müntesibidir. Bir İslamcıya ise karşında bir rakip olmadan hiçbir yerde tesadüf edemezsiniz. Yusuf Kaplan, Yeni Şafak’ta dünkü yazısında İslâmcılığı tam da böyle tarif ediyor: “İslamcılık, (Batı Merkezciliğin) dünyaya çekidüzen vermesine karşı başlatılmış bir direniş, bir diriliş ve bir varoluş hareketidir.” Neyse ki Batı, eski Batı değil; dolayısıyla İslamcılık da. İslâmcılar bugün yeniden dünyayı keşfe çıkabilseler yeni düşmanlar ve karşıtlıklar bulmaları gerekecek. Gelelim “diyanet” meselesine. “Diyanet”in tam karşılığı “dindarlık”tır. Osmanlı döneminde pek merkezî olmayan bu tabir, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurulması ile güçlü biçimde tedavüle sokulmuştur. Halk, manasını bilmediği için “dinayet” diye kullanır. Halbuki “dinayet”in zorlandığında kötü bir anlamı vardır. Kelimelerin karşılıkları yerli yerine oturduğu zaman anlam değişiyor. Diyanet İşleri Başkanlığı’nı, Dindarlık İşleri Başkanlığı olarak okuduğunuz zaman Ali Bulaç’a hak vermemek mümkün değil. Devlet “din işleri” ile değil, “dindarlık işleri” ile meşgul oluyor. Yani kendince bir “dindarlık” anlayışı ve sınırları var. Diyanet İşleri Başkanlığı “cemevleri ibadethane değildir” dediği zaman, demek ki devlet adına aslî görevini yerine getirmiş oluyor. Yargıtay, aynı yönde karar verdiği zaman devletin egemenlik hakkının bir parçası olan dini ve dindarlığı tanımlama yetkisini kullanmış oluyor. Bu devlet bir din devleti değil, ama dindarlık üzerinde tekel oluşturan bir devlet. Ali Bulaç’ın bana soramadığı soruların (“ilk sorum” diye başlayıp, soru işareti ile sona eren bir cümlesine rastlayamadığım için böyle diyorum) hepsinin cevabı işte bu “dindarlık işleri”nde. İslâmcılık kestirmeden dindarlığa dönüştü. Böylece AK Parti ile devletin imtizacı tamamlandı. Devlet, cahil ve dinozorlaşmış laik elitler eliyle kaybettiği meşruiyeti AK Parti ile yeniden kazandı. Koskoca devlet iktidarı öyle kolay ele geçer mi? Muhafazakârlaşma, aynı zamanda sağcılaşma, statükoya sahip çıkmak demek. Devlet, AK Parti’nin sağladığı taze kanla halkı nezdinde meşru bir otoriteye dönüşmedi mi? Meşruiyet krizi bu şekilde çözüldükten sonra, AK Parti’nin dindarlığı en uç noktalara taşımasının devlet nezdinde ne sakıncası var? Ali Bulaç’tan farklı olarak ben bu süreci eleştirmiyorum, sadece anlamaya ve açıklamaya çalışıyorum. Kalıcı olan fani kişiler değil, devlettir. Devlet için vazgeçilmez olan milli birlik ve bütünlüğü, uluslararası gücü ve itibarı, ekonomik refahı; zirve yapan bu meşruiyet halesi içinde AK Parti iktidarından daha etkili sağlayacak bir alternatif var mı? Şu kronik “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü” sorununa çare olmaktan bahsediyoruz. Peki İslamcılığı tartışmak ne anlama geliyor? Ellerini iki yana açmış, geri dönenlere “gittiğiniz yol yanlış” diyen Ali Bulaç gibi azizler olmadan, hayatın her şeyi önüne katıp sürükleyen güçlü akışını hissetmek mümkün mü? y Din, Diyanet ve İslamcılık Mümtazer Türköne | 31 Temmuz 2012, Zaman 12 İ slamcılık konusu entelektüel bir meşgale değil. Ortadoğu’da süren derin toplumsal ve siyasî patlamalar tıpkı geçen yüzyılın ilk çeyreğinde olduğu gibi İslamî çıkış yolu konusunu bizzarure gündeme getiriyor. Tarihin en yoğun hac ziyaretleri Hilafet’in ilga edildiği 1924 ve sonraki birkaç yılda olmuştur; zira dünyanın her tarafından Müslümanlar Hacc’da buluşup “Hilafetin olmadığı bir İslam dünyası nasıl olacak?” sorusunun cevabını aradılar. Kimsenin kuşkusu olmasın, hiçbir şey eskisi gibi kalmayacak; ne eski siyasî rejimler ve yöneticileri, ne haritalar. Ya geçen yüzyılı tekrar edip birbirimizi ifna edeceğiz ya da yeni bir çıkış yolu bulacağız. Mümtaz’er Türköne, meselenin bu yönüyle ilgili değil, hatta bir miktar üstünü örtmeye, mümkünse bu toprakların yegane orijinal akımını tarihin müzesine göndermeye çalışıyor. Belirtmek gerekir ki, bu ülkede ben “son Mohikan reisi” misali tek başına kalmış değilim. Bugün de yegane en güçlü entelektüel akım İslamcılıktır. İslamcı entelektüellerden farklı şeyler söyleyen de yok. Hayrettin Karaman Hoca kendine “İslamcı” denilmesinden onur duyan saygıdeğer bir alimimiz ve fakihimiz. Abdurrahman Arslan’ın kitaplarını okumamış bir Türkiyeli, dünyayı ve moderniteyi anlamış değil. Mustafa İslamoğlu ve Akif Emre hiç eğilmeden bükülmeden İslamcı bir perspektiften bize ufuklar çiziyorlar. Yusuf Kaplan sınırsız bir enerji ve gayret harcıyor. Müfit Yüksel ve Ömer Lekesiz daha doğru dürüst sahneye giriş yapmadılar bile. Ve yer darlığından isimlerini sayamadığım onlarca seçkin entelektüel. Bunlar müzelik isimler değil, devlet aydını olmadılar, stratejik hokkabazlıklarla da uğraşmıyorlar. Yol gösteren yıldızlar. Eski İslamcıların kolayca “muhafazakârdemokrasi”ye evrilmeleri onların tercihi ve sorunu. Onlara şükran borcumuz “Bizim çabamız iktidar olmaktır, bunun İslamcılıkla olmayacağına karar verdik, İslamiyet’i referans almıyoruz” demeleridir. Soru işaretini unuttuğum cümlede Mümtaz’er Türköne’ye sorum şuydu: İslamcılığı reddeden muhafazakâr AK Parti iktidarından niçin İslamcılığı sorumlu tutuyorsunuz? Bütün iyiler liberalliğe ve muhafazakârlığa, bütün kötülükler İslamcılığa. Bu adil değil. Hayatımız tercihimizdir, hepimiz seçimlerimizin ürünüyüz. Onlar “bir zamanlar İslamcı”ydı, vazgeçtiler ve iktidar oldular. Onların yapıp ettiklerini İslam’a ve İslamcılığa niçin fatura edelim ki? Onların galaksi değiştirmesi İslamcılığın bittiğinin mi göstergesi oluyor? Böyle bir çıkarsama olabilir mi? Türköne’nin eleştirileri, İslam’ın ve toplumun asıl can yakıcı sorunlarıyla yüzleşmekten kaçanları rahatlatıyor. Bu sayede “Demek ki İslamî önermelerin uygulanabilirlilik şansı yokmuş, bir zamanlar iyiydi, zamanı geçti. Ne iyi! Bıraktık, iktidar olduk” diyebiliyorlar. Adına “meşruiyet krizini çözme” dediğimiz bu işlemi Y. Nuri Öztürk 28 Şubat’tan bu yana başörtüsü ve rahat hayat adına yapıyor. Üç neslin kronolojisi içinde birbirinden farklı İslamcılıklar söz konusu. 1998’de Aksiyon Dergisi benimle yaptığı konuşmada “İslamî hareket devlete talip değil” demiştim (Sayı: 205). Konu “İslamcılık bitti” diye yansıtıldı. Hayrettin Karaman Hoca, “Bir İslamcılık biter diğeri başlar” diye bunu tashih ve tasrih etmişti. Elhak doğruydu. Benim kastım İslamcılığın bittiğini ilan etmek değil, kendi formülasyonuma göre “İkinci nesil İslamcılığın belirgin vasfı olan İslamî hareketin miadını doldurduğunu ve artık “ilk neslin devleti kurtarma” veya “ikinci neslin devlet kurma” çabasının “Üçüncü nesil İslamcılarda yerini küresel ve toplumsal konjonktürde devlet kavramının kendisini İslamî referanslardan hareketle devleti ve iktidarı dönüştürme çabası”na bırakması gerektiği konusuydu. AK Parti olarak ortaya çıkan “yenilikçi kanadı” bu yüzden destekledim, ama onlar modern krizi doğru analiz edemediler; ulus devletin, klasik politik kültürün, eski üretim biçiminin zamanını doldurduğunu fark edip yeni bir politik kültür, yeni bir örgütlenme modeli üzerinde yeni bir iktidar tanımı yapamadılar; verili devleti “iktidar için iktidar” arzusuyla temellük ettiler, iç ve dış hegemonik güçlerle “uzlaşma doktrini” geliştirip aynen Türköne’nin dediği gibi sıkışmış-kabz haline girmiş devlet iktidarına dini meşruiyet sağladılar, milyonlarca insanı bu söylemle mobilize ettiler ve sonraları kendilerini devletin sahipleri, derken devletin kendisi zannettiler ki geldiğimiz nokta ortada. y Eleştiri Adil Değil Ali Bulaç | 02 Ağustos 2012, Zaman 13 Herkes yarasından muzdarip. Bu yüzden tartışma, iki farklı eksene savruluyor. İslâmcılık tartışmasını bir “AK Parti eleştirisi” olarak üzerine alınıp, İbrahim Kiras gibi siyasî savunma hattına yerleşenler çoğalıyor. “İslâmcılık ölmedi” diyerek ve “çıkış yolu” arayarak tartışmayı başlatan ve ilkelerinden taviz vermeden sürdüren Ali Bulaç’a destek olanlar da öyle. Tartışma doğal olarak, bugünün üniversitelere ve Çamlıca’ya cami gibi dindar gündemleriyle de buluşuyor. Mevzu gerçekten önemli. Uzun zamandır tarafların etrafından dolaştığı, üstünü örttüğü veya yok saydığı canalıcı sorun, tam da kitabın ortasından konuşuluyor. Bir siyasî duruşu savunmak söz konusu olunca, kavramın müphemiyetinin oluşturduğu çatlaklar savunma mevziine dönüşüyor. Kiras’ın AK Parti’yi savunurken sığındığı İslâmcılık kavramının belirsizliğini gidermek için ansiklopedi karıştırdım. İSAM’ın İslâm Ansiklopedisi’nde kapsamlı “İslâmcılık” maddesi şu tanımla başlıyor: “İslâmcılık: İslâm’ı inanç, düşünce, ahlâk, siyaset, idare ve hukuk bakımından hayata hâkim kılmak, Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek İslâm ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarma amacına yönelik bir çözüm arayışı.” Maddeyi sonuna kadar okudum. Müphemiyeti bütünüyle gidermemekle beraber oldukça derli-toplu bir metindi. Beni şaşırtan, maddenin müellifi sıfatıyla yer alan isim oldu. Aradan 12 sene geçmiş, insan nereye ne yazdığını gerçekten unutuyor. Ali Bulaç’ın üç evreye ayırdığı İslâmcılığın ilk evresi konusunda uzmanım. Bu uzmanlığa, bir düşüncenin doğuş evresindeki saflığı ve berraklığının bütün tarihini aydınlatacağı varsayımı ile başlamıştım. Aradığımı buldum (Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu, Nesil Yayınları, İstanbul 2011). 19. yüzyıl ikinci yarısı, Müslümanların Batı karşısında her alanda mağlubiyetlerine sahne oldu. Müslüman toplumlar -Osmanlı ve İran hariç- Batı hâkimiyeti altına girdiler. Her yerde aşağılandılar, horlandılar. Bu zelil durumdan kurtulmak için ellerinde kalan son güçlü kaleye kapandılar. Ekmel din İslâmiyet’e sığınarak, onu bir kurtuluş ideolojisine dönüştürdüler; kendi izzetlerini İslâm’da aradılar. İslâmcılık, Müslüman toplumların İslâmiyet’e (sağlam kulp) tutunarak içine düştükleri düşkün durumdan kurtulma, yeniden dirilme ve güçlenerek Batı ile rekabet etme çabalarının ifadesidir; ve elbette çok boyutlu kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasî bir harekettir. Çok önemlidir, çok değerlidir; ama İslâmiyet’i değil, Müslümanları kurtarma hareketidir. Müslümanlar İslâmiyet’in tarihinden süzülen izzetine sığınarak kendileri için bir çıkış arayışına girmişlerdir. Tarihsel, yani dönemseldir. İslâmiyet’in değişmez hakikatleriyle değil, mutlaka kendi şartları ve çağın getirdikleriyle ölçülüp-tartılmalıdır. Ali Bulaç haklı: İslâmcılık konusu entelektüel bir meşgale değil. Ben de bir oryantalist değilim. 1890’da Bombay limanına demir atmış Ertuğrul Zırhlısı’nda görev yapan Türk bahriye zabitinin tam olarak durduğu yerdeyim. Haftalar öncesinden Halife’nin savaş gemisinin geleceğini öğrenip Bombay’ı mesken tutan Hint Müslümanlarının, “Müslüman toprağında iki rekât namaz kılmak” maksadıyla birbirlerini çiğneyerek güverteye çıkmalarını gözlerim dolarak seyrediyorum. Aynı anda bu eski geminin Japonya’ya ulaşması için hesap yapıyorum. Ve bugün de hesap yapmaya devam ediyorum. Dünün hesapları kadar karışık olmasa da... Elbette mesele, -AK Parti’yi bu tartışmada müdafaa edenlerin yaptığı gibi- bir partinin, demokratik rekabet içinde inşa ettiği alçak duvarları arasına hapsedilmemeli. Üstelik İslâmcılığı bitiren AK Parti değil. AK Parti’yi iktidara taşıyan dinamikler, aynı zamanda İslâmcılığı da tarih dışına itti. İslâmcılığı var eden Batı’nın yükselen yıldızı şimdilerde sönmek üzere. İslâmcılardan bugünün dünyasını değiştirecek ölçekte güçlü ve sarsıcı bir tez geldi de, uygulanması mı eksik kaldı? İslâmcılık gibi anti-tez olarak gelişen tedafüî hareketler, tezini kaybedince anlam kaybına uğrar. İktidar, eskinin İslâmcılarını emekliye ayırdı, İslâmcılığın tezlerini ise değişen dünya sona erdiriyor. Yeni tezler lâzım. Üstelik, Ertuğrul Zırhlısı’nın güvertesi gibi, dalgalı ve sisli bir denizde, çürük bir geminin üzerinde size önünüzü gösterecek tezler. y AKParti mi, İslamcılar mı? Mümtazer Türköne | 03 Ağustos 2012, Zaman 14 Vaktin birinde, köyün birinin boş bulunan imam kadrosuna müracaat eden iki kişiden biri bizzat köylüler tarafından seçilecekmiş. Köyün ahalisi ilk defa başına gelmiş bu işlem için bir yöntem tespit etmeye çalışırlar. İstişareler sonucunda adayları imtihan etmeye karar verirler. Bu iş için önce bir jüri tespit edilir. Jüri adayları ilk etapta okuma-yazma imtihanına tabi tutar. Tutar tutmasına ama jürinin kendisi okuma yazma bilmemektedir. Yine de kulaklarına çalışan bir tarzı takip ederek adaylarden bir tahtaya ‘öküz’ kelimesini yazmalarını isterler. Adaylardan biri hemen çok bilmiş müsthezi bir edayla ‘öküz’ diye yazar. Ne beklersiniz? Okuma yazma bilmeyen köylü bir şeye benzetemez tabi. Diğerinin yazmasını isterler. O da belki bilmediğinden belki de köylüdeki zaafı hemencecik farkettiğindendir, tahtaya kelimeyi yazmak yerine hızla ve üstünkörü bir öküz resmi çizer. Köylü resmi görür görmez ‘aha işte bu!’ der. Mümtaz’er Türköne ile Ali Bulaç arasında İslamcılık üzerine cereyan eden ve Necdet Subaşı’nın bir yazısı üzerine yeni bir hal alan tartışmayı izledikçe bu darb-ı mesel gelip zihnimin bir yanına yerleşti. Zira bana öyle geldi ki, Türköne önünde İslamcılık olarak gerçekleşen hiç bir şeyi görmüyor ama Ali Bulaç’ın ona çizdiği İslamcılık resmini gördükçe ‘işte bu!’ diyor. Türköne’nin okur-yazarlığı olmadığını söyleyemeyiz tabi ama İslamcılık tanımının ısrarla İslamcılığı ıskaladığını söylemek zorundayız. Şimdi İslamcılığın tarihi üzerine yazdığı doktora teziyle İslamcılık literatürüne önemli katkıda bulunmuş Türköne’nin İslamcılığın elif-bâsını bilmediğini söylemek biraz ayıp karşılanabilir. Türköne’nin hoşgörüsüne güvenerek açtığı tartışmaya bu sert noktadan girmek istiyorum. Evet Türköne’nin İslamcılık tanımı ve tahlilleri belki İslamcılığın çok dar bir tezahürü için geçerli ama bu haliyle de İslamcılığı sınırlayan, toplam gerçekliğini ıskalayan ve ıskalatan bir işlev görüyor. İşin ilginci bir siyaset bilimci olarak Türköne’nin benimsediği İslamcılık tanımında siyasetin tanımı da çok sorunlu. Aslında İslamcılığın hakikatini ıskalamasının bir sebebi de siyaset tanımının sorunlu veya çok dar olması. Veya belki ona cevap yetiştirmeye çalışan Ali Bulaç’ın İslamcılığı tarif etmek için çizdiği resim üzerinden gidince oraya kaçınılmaz olarak ulaşıyordur. Belki Ali Bulaç okuma-yazma bilmediğini düşündüğü Türköne’ye anlayacağı şekilde hitap etmeyi tercih ediyordur. Ama doğrusu Ali Bulaç’ın tarif ettiği ve bu haliyle kaçınılmaz olarak yasını tutmaya koyulduğu İslamcılığın cenaze namazını kılmak da Türköne’ye düşüyor. Peki yıllarını İslamcılık ilmi yaparak ve bunun mücadelesini vererek geçirmiş olan Ali Bulaç’ın da daha kapsamlı bir İslamcılık tanımına sahip olmadığını söyleyebilir miyiz? Burada işin biraz daha karışması pahasına, Bulaç’ın da tarif ettiği veya mücadelesini verdiği İslamcılığın kendi hayatı içinde de dönem dönem anlaşılmaz iniş-çıkışlar yaşadığını görünce, bunu işin tabiatı gereği kabulleniyoruz. Çünkü gerçek İslamcılık tanımı gereği beşeri bir yorumdur, bu yoruma sahip insanların yorumlarında bilgileri, tarihsel ufukları ve tecrübeleri muvacehesinde değişimler yaşanmasında şaşılacak bir şey yok. Ama Bulaç’ın söylemlerinde İslamcılık neredeyse vahyedilmiş bir mutlak otorite diliyle ifade edilince ona karşı çıkmak da ilahi bir otoriteye karşı çıkmak gibi algılanıyor ve konu tartışmaya Bulaç’ın noktayı koymasıyla kapatılmış oluyor. Bu haliyle Bulaç’ın İslamcılık tanımı resmin aktardığı dolaysız anlamın mutlaklık iddiasına yaklaşıyor. Ama işin garip tarafı, Türköne’ye aktardığı resim Türköne’nin İslamcılığın sonunu ilan etmesini daha da kolaylaştırıyor. Eee, Bulaç’ın çizdiği resimdeki İslamcılık hakkaten ölmüştür, çünkü gerçek bir şey değil, hayatla, insanla, tarihle, dahası en geniş anlamıyla, Ebu Hanife’nin tanımladığı şekliyle fıkıhla bağı olmayan bir İslamcılık, metafizik bir İslamcılık ne kadar yaşayabilir? Allah rahmet eylesin, ama bu arada biz de Bulaç ile Türköne’nin bu diyalogda ne kadar iyi anlaşabiliyor olduğuna dikkat kesiliyoruz. Allah bu diyaloglarını artırsın, daha da verimli kılsın? Bu diyalog bana nedense İslamcılığı anlatmak için resme ihtiyaç duymayacak, yazıyı ve yazının avantajlarını devreye sokacak bir elif-bâya ihtiyaç duyduğumuzu söylüyor. İslamcılığın Elif-Bâsı Yasin Aktay | 04 Ağustos 2012, Yeni Şafak 15 Madem elif-bâdan gideceğiz ilk etapta Türköne ile Bulaç’ın arasındaki elif mesabesindeki bir tartışmadan yola çıkarak başlayabiliriz. Bulaç’ın benim de katıldığım ama sonradan Bulaç’ın zihninde neye dönüştüğüne emin olamadığım bir önermesi var. ‘Her Müslümanın bizzarure İslamcı olduğu’ önermesi bana göre de doğrudur, ama Türköne bu önermeye karşılık neden iki ayrı sıfata ihtiyaç duyulduğunu Müslüman sıfatının İslamcıya neden yetmiyor olduğu sorusunu soruyor. Belli ki, bu soru, Türköne’nin takıldığı temel ve gayet basit bir soru, aslında cevabı da son derece basit, hatta alfabe düzeyinde bir cevap. Cevabı yine basit bir soru: Müslümanın Müslümandan başka bir isminin veya vasfının olamayacağı hükmünü nerden çıkarıyorsunuz? Kur’an’da Müslüman (Müslim) aynı zamanda mümin, aynı zamanda muhlis, aynı zamanda, muhsin olarak ve daha bir sürü başka vasfıyla niteleniyor. Müslim sözcüğü bunların hepsini bir bakıma içeriyor, ama bu isimlerin her biri Müslim olanın başka özelliklerine, vasıflarına işaret eder. Müslim sözcüğü Müslümanın her yanını anlatıyor olsa bütün bu vasıflara neden ihtiyaç duyulsundu? Kur’an’ın kendisi bizzat Müslümanın vasıflarını çoğaltmışsa biz kullara ne düşer?Yyeter ki bu vasıflandırma Kur’an’ın çizgisinin dışında olmasın. Peki İslamcı Müslümanın hangi vasfını işaret ediyor ve bu vasfı ne kadar geçici, ne kadar aslî, ne kadar modern, ne kadar siyasal? Siyasal olan aynı zamanda modern olmak zorunda mıdır? İslamcılık sadece bir muhalefet söylemi midir? Öyle olsa Abdülhamid’in İslamcılığı veya Mehmed Akif’in Osmanlı’nın beka sorunsalına ve ittihad-ı İslam idealini hedeflemiş İslamcılığı hangi iktidara muhalif bir söylemdir? Bunlar çok basit ve arkası gelecek sorular, cevabı da basit sorular aslında. Ama madem elifbâdan gidiyoruz, bu basitliği de göze alacağız. Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne’nin başlatmış oldukları, bu verimli tartışmaya Star’dan Murat Güzel ve İbrahim Kiras ile Yeni Şafak’tan Ömer Lekesiz ile Yusuf Kaplan çok değerli katkılar yaptılar. Ama ben biraz farklı bir kulvar deneyereek tartışmaya devam edeceğim. Şimdilik Elif üzerindeki temrinlerimizi sürdürelim. y 16 İ slam “teoloji (ilahiyat)” değildir; çünkü beşeri idrakin üstünde olan Zat’la uğraşmaz; Zat’ın bilgisi ve tabiatı üzerinde tartışma Hıristiyanlığa aittir. “Tanrı’nın tabiatı” araştırmaya konu olmadığına göre, bu manadaki “tanrı bilgisi (teoloji)” de olmaz. İslam bakış açısından epistemoloji ve bilme eyleminin anahtar terimleri olan “El ilm” Allah’tandır; Allah “Hayy” olduğu için biz hayat sahibiyiz ve bizim dışımızdaki varlıkların (melekler, cinler, hayvanlar, bitkiler) hayatı vardır. Allah “El âlim” olduğu için biz “biliriz”, bilmek isteriz. Ama O’nun bilgisi mutlaktır, varlık âleminin bütününü -Meşşailerin iddia ettiklerinin aksine herhangi bir cüz’ü veya ufak bir alanı dışarıda bırakmamak üzere- ihata etmektedir. Bize sınırlı alanda tanınan imkânlar dâhilinde bilebildiğimiz O’nun vahy ile gönderdikleri ışığında “âlem”in “ilmi”dir. İkinci anahtar terim olan “ma’rifet”in konusu ise isimler, sıfatlar ve fiillerdir. Her bir bilmeyi yerli yerinde kullandığımızda Ma’rifetullahı hâsıl eder. Bu türden bilmenin veya daha doğru deyişle anlama ve tanımanın öncesinde iki bilme çabasının daha başarıyla yürütülmesi gerekir ki, bunlar da nefsin bilgisi olan Ma’rifetünnefs ve varlık âleminin, yani maddi tabiatın, gözlem-deney ve çok yönlü bilimsel araştırmanın konusu olan Ma’rifetulhalk vardır. Mümtaz’er Türköne soruyor: “Müslüman” sıfatı neden İslamcılara yetmiyor? Çünkü din, modern dünyanın soruları ve kurguları arasında bambaşka bir kalıba dökülüyor. Ortaya ‘hakikat’ için diğer dinlerle değil dünyevi ideolojilerle savaşan bir ‘izm’ çıkıyor. İslamcılar hesabı ahirete bırakmak yerine cenneti bu dünyada kurmaya çalışıyorlar.” Bu soruyu kurgulayan zihnin “dini dışarıya çıkaran seküler” veya kiliseyle özdeşleşmiş dine nazaran “dindışı laik” alana hakikat değeri tanıdığı anlaşılmaktadır. Bu, Kur’an’ın tashih etmeye çalıştığı temel bir yanlıştır. İslam’ın sahih inancına göre: 1) Allah’ın müdahil olmadığı toplu iğne ucu kadar alan yoktur. Zira varlık âleminin bütününü O yaratmıştır, varlık “Nefesürrahman”dır. Hangi alan veya şey Allah’ın yaratması dışında kendi kendine var olabilmiştir ki, “din-dışı alan” olsun? 2) El Hayy O ise, hayatın kaynağı da O’dur; “O göklerin ve yerin nurudur.” Varlık âleminde bir zerreciğin katrilyonda biri kadar enerji, hayat belirtisi varsa, hayatını Hayy isminden alır. Hayata hayat veren O olduğuna göre, nasıl biz insanlar, O’nun iradesi, emri ve hükmü dışında kendimizin arzularına, öngörmelerine ve keyfine göre özerk/otonom hayat alanları var edebiliriz? Bu iki önerme “seküler olan”ın İslam içinde mümkün olmadığına işaret eder. Ama buna rağmen insanlar kendilerine ait, yani ilahi irade ve dini düzenlemenin dışında alanlar var ediyorlar ve dünyayı bu alanlar üzerinde kurguluyorlarsa, bunu Allah’a rağmen yapıyorlardır ki, bütün peygamber mesajlarının ana teması budur. “Hakikat” için İslamiyet tabii ki dinlerin teolojisini sorgular. Örneğin sıkça üçleme (teslis) inancının varsayımlarını çürütür, fakat mukabil bir teoloji kurmuyor. İslamiyet’in tarihte diğer dinlerin teolojilerine karşı geliştirdiği akli burhan ve hüccetler “teoloji/ilahiyat” değil, “Kelam”dır. Kelam ise, Nefha-i ruh’un türevi olan aklın vahy ışığında varlığı, hayatı, insanı, mebde’ ve meadı, ahlaki tutum ve fiillerimizi kavrama, anlama, düzenleme ve açıklama çabasıdır. Kelam ile teoloji arasında uçurumlar vardır. Ve bazı geç kalmış mutezili modernistlerin iddia ettiklerinin aksine İslam kelamı kendini tüketmiş değildir. Özellikle Eş’ari kelamı -ki Maturidi kelamı da ondan büsbütün kopuk değildir- pozitivizmin ve determinizmin çöktüğü bir dünyada fizik, biyoloji ve epistemolojinin gelip dayandığı ürkütücü belirsizliğe karşı bize bir bilgi ve zihin hazinesi sunmaktadır. “İslamcı” terimini de ilk kullanan İmam Eş’ari’dir (öl. M. 935) ki kitabının ismi “Makalatu’l İslamiyyin”dir. İslamiyet’in işi “teoloji” değildir; hayat alanları dinden kopuk “dindarlık veya diyanet” de değildir. Bu dünya ile mesela adalet, özgürlük, sömürü, zulüm ve yoksullukla uğraşmaktır. Türköne, bize diğer dinlerin teolojisiyle uğraşın, “dini hükümleri” bırakıp “dindarlık veya diyanet”le yetinin demeye getiriyor. Üçüncü nesil İslamcılar, “teoloji”den-ilahiyatlardan uzak durup İslam Kelamı’nı bu dünyayı yeniden anlamak ve açıklamak üzere ihya etmelidirler. y İslamcılık Bir Teoloji mi? Ali Bulaç | 06 Ağustos 2012, Zaman 17 Önce bir tasrih: Mümtazer Türköne, benim verdiğim darb-ı meselden çıkarılabilecek en son (yani aslında asla çıkarılamayacak) anlamı çıkarmış. Gerçi üstüne alınmadığını söylemiş, ama ben bu sözden Türköne veya başkasına bir hakaret imasında bulunmaktansa yazı yazmayı tamamen bırakmayı yeğlerim. Hem Türköne hem de Ali Bulaç çok değer verdiğim her zaman yazılarını büyük bir ilgiyle, çok şeyler öğrenerek okuduğum iki değerli mütefekkirdir. Bu her sözlerine katılmak anlamına gelmez. Açtıkları ve başkalarını da davet ettikleri tartışmaya ‘küçük kardeş samimiyeti havasında’ icabet ederken tartışmadaki konumlarını ‘resmetmek’ üzere bir darbı mesel verdim. Mesel, aslında sadece bir iletişim sorununa işaret eden boyutuyla önemliydi, orada geçen ‘öküz’ yerine başka bir şey (aslan, kedi, ev) konularak de maksat hasıl olabilirdi, ama böyle bir ima ihtimali görmediğimden duyduğum-öğrendiğim şeklini tahrif etmek aklıma bile gelmedi. Maksat konuşulan kavramlar üzerindeki uzlaşmazlığı anlatmaksa aslında bu durum bile beni, çok üzülmem pahasına, teyid etmiş oldu. Bundan sonra verdiğim darb-ı meseli geri çekerek mümkün mertebe metaforsuz konuşmaya devam edeceğim. Allah sürç-ü lisan ettirmesin, hayır umarak başladığımız şu tartışmayı bize başka bir fitne kılmasın. * * * Müslüman vasfının neden yetmediğini soran Türköne’ye Ali Bulaç’ın da bir önermesine katılarak İslamcılığın Müslümanın bir vasfına işaret ettiğini söyledik. Kur’an’da Allah Müslümanlar için bir kimlik olarak ‘Müslim’ ismini seçmiş ve onlara başka bir kimlik üzere ölmemeyi de buyurmuş, ama bu Müslimin aynı zamanda mümin, muhsin, muhlis, muvahhid gibi başka boyutlarına yeri geldiğinde değinilmiştir. Müslümanın ‘İslamcı’ vasfı da aslında onun siyasal boyutuyla ilgilidir ve bu boyutuyla onun ayrılmaz bir vasfıdır. Çünkü siyasallık genelde insanın, özelde tabii ki Müslümanın da özünde olan bir şeydir. Siyasallık çok büyük projelere sahip olmaya gerek olmaksızın da en temel düzeyde taraf olmakla ilgilidir. Baştan itibaren İslam’ın bütün söylemleri Müslümanı bir taraf olmaya zorlar. Adem’in yaratılışıyla ilgili hikayeden başlayarak Kur’an Müslümanı şeytana ve insanlardan dostlarına karşı Allah’ın yanında durmaya davet eder. Siyasalın en temel tanımı budur ve bu tanım şu veya bu projeye sahip olmaktan önce de Müslümanın siyasallığını belirleyen bir şeydir. İslam’ın özü olan tevhid baştan sona bu tarafı belirlemeyle ilgilidir. Başka ilahları reddetmek, işe bir ret ile başlamak ve kendisine evvelinde ahirinde uyulacak yegane otorite olarak Allah’ı tanımak. İnsanlara ilahlık taslayan güçlere karşı reddiyeci bir duruş sergilemeden Müslüman olunmadığına göre, ve ilahlık taslayanlar her dönem ve bağlamda var olduğuna göre, siyasallık Müslümanın varoluşunun en temel düzeyidir. İslamcılık Müslümanın bu haline işaret eder ki, bu isimlendirmeye hiç ihtiyaç duymadan da Müslümanın bu boyutu anlatılabilir. Kur’an bu kavrama müracaat etmemiş mesela. Yeni bir kavrama ihtiyaç duymak biraz da kavramların toplumdaki iletişimi sağlayabilmesiyle ilgilidir. İslamcılık kavramı, belli bağlamlarda Müslüman kavramındaki işlev daralmasının bir sonucu olarak devreye girmiştir ki, bizzat kavramın ortaya çıkışı 19. Yüzyıl’dan çok daha gerilere gider. ilk dönemlerde de bizzat bu kavrama müracaat edilmiştir. İmam Eşari’nin meşhur eseri Makâlâtu’l-İslamiyyîn ve İhtilafu’l Musallîn (İslamcıların Sözleri ve Musallilerin İhtilafları) başlığını taşıyor ki İslamcılardan kasıt tam da İslam’ı doğru anlayıp yaşayan ve mücadelesini verenlerdir. Zaman zaman ortaya çıkan mücahit, murabıt gibi kavramlar da dönemlerinde İslamcılığın ifade etmek istediği anlamları ifade etmiştir. Türköne’nin yazılarında sorunlu bulduğumu söylediğim siyasal tanımı, siyaseti sadece projeler düzeyinde alan yaklaşım. İslam Ansiklopedisi’nde 12 yıl önce yine kendisinin yazmış olduğu ve bu tartışmada dayandığı İslamcılık tanımı da dünyayı topyekun özel bir siyaset çabasıyla değiştirme projesini anlatıyor. Bu tanıma göre İslamcılık bir tarihsel (19. Yüzyıl ve sonrası) ve coğrafi (Batı karşıtlığı) bağlamla sınırlı ve diğer siyasal ideolojiler gibi bir hayata hakim olma projesidir. Böyle bakınca İslamcılığın başarılı veya başarısızlığını ölçmek ve değerlendirmek gayet basittir. Batı’nın maddi ve kültürel üstünlüğü hala devam ettiğine göre ve İslam’ı hayata hakim kılamadığına göre İslamcılık haİslamcılık, Devlet ve İktidar Yasin Aktay | 06 Ağustos 2012, Yeni Şafak 18 len başarılı olamamış hatta Türköne’ye göre başarısız olmuştur. Ama Türköne bu başarısızlığı bir yerde şu ifadelerle anlatmayı tercih ediyor: ‘İslâmcılık bir iktidar projesi idi, gerçekleşti ve ömrünü tamamladı’ Şimdi bu sözü bir başarısızlık öyküsü olarak nasıl yorumlayacağız? Hemen akla gelen basit soru şu: İslamcılık hedeflediği şeye ulaşmışsa onu neden başarısız saymamız ger - ekiyor? Tabii ki, İslamcılığın ulaştığı hedefin baştaki iddialarıyla ilgisi olmadığını söylemeye çalışıyor Türköne. Ya o İslamcıların bugünkü halini beğenmiyor (ki, beğenmeyebilir sonuna kadar hakkıdır) veya eski İslamcıların iktidar(daki) performansını İslamcılıklarına değil, yine devletin kendi iç fonksiyonuna bağlıyor ve bence asıl paradigmatik duruşunu burada sergiliyor. İslamcıların iktidara ulaşması ve iktidarda yaptıkları kendi performanslarıyla değil, Devlet’in duyduğu ihtiyaçla görevlendirilmeleriyle ilgilidir. O Devlet bir meşruiyet krizine girmiştir ve o meşruiyet krizini en iyi İslamcılarla çözebilirdi. Onun için İslamcılardan daha iyi bir enstrüman yoktu elinde. O İslamcıların iktidardayken Kürt sorununa yaklaşımları, askeri vesayet düzenini geriletmeleri, in - san haklarını geliştirmeleri, refah düzeyini artırmaları, sosyal devlet uygulamaları, uluslararası alanda da Müslüman halklar arasındaki ilişkileri artırmalarının kendileriyle ilgisi yok da sadece o müteal devletin ta - lepleriyle ilgisi var. Türköne’nin İslamcılığın şu spesifik örneğine (AK Parti) dair yaptığı analizde bile büyük sabit, cevher, öz devlettir geriye kalan herkes gibi İslamcılar da bu özün arazlarıdır. Bu devleti bir yerden tanıyoruz tabi. Biraz Hıristiyan siyaset felsefesi biraz Hegel’den. Murat Güzel de Star-Açık Görüş’te ‘İslamcılığa uygun görülen rol: Türbedarlık’ başlıklı yazısında bence çok iyi bir yerden yakalamış bu noktayı ve sormuş ‘peki bu esnada o İslamcılar devlete hiç mi etki etmemişler? Onda hiç mi bir değişikliğe yol açmamışlar?’ İslamcıların kendiler - ine ait hiç bir varlıkları ve rolleri olmamış mı? Böyle mi okuyacağız olan biteni? Buraya kadar, Türköne’nin dar siyaset tanımının veya algısının İslamcılığı değerlendirmeye yetmediğini, İslamcılık diye ancak çok özel şartlarda ve zamanlarda ortaya çıkan spesifik projeleri değerlendirebildiğini an - latmaya çalıştım. Doğrusu bu tarz bir siyaset tanımının siyasal bilinci genel anlamda olumsuz etkileyen bir yanı da var. İnsanın bütün faaliyetlerinin devlet, tarih, süper güçler, merkez, sistem gibi metapolitik aktörler tarafından belirlendiği düşüncesine kapılanlar nasıl bir siyaset üretebilir ki? Tam ısınmışken, yerimiz bitiyor, demek ki devam edeceğiz. y 19 Bedeviler şehri ele geçirdikten sonra kapıya nöbetçiler diktiler. Zaman zaman Ali Bulaç gibi badiyede yaşayan biri çıkıp, “ey içeridekiler, zarardasınız!” diye seslendiği zaman, nöbetçiler ayaklanıyor. İçeridekilerin umurunda değil; lakin nöbetçiler biraz da fırsattan istifade kendilerini göstermek için işlerini gürültülü şekilde ifa ediyor. Olan söylenen söze oluyor; gürültüde kaynayıp gidiyor. Bu sefer kaynamadı. Dünkü yazısı ile Ali Bulaç sözü yeniden mecraına yerleştirdi. İtiraz ederken bile aydınlanıyoruz. Hûşû içinde Ramazan’ı geçirirken, memleketimiz alnı secde gören emir sahiplerinin taht-ı nezaretindeyken Müfrit Âlim bizi uzak sınırlara götürüyor. Her şeyi yeni baştan düşünmemizi ve yeniden kapsamlı bir ihya hareketine girişmemizi öneriyor. “Müfrit Âlim”, Bediüzzaman’ın Ali Suavi için kullandığı bir tabir. Ali Suavi gibi kabına sığamayan, yerinde duramayan ve hep uçlarda dolaşan gerçek bir âlimi niteleyecek en doğru sıfat. İslâmcılığı modern çağlara özgü ve Batı ile rekabet eden bir İslâmî düşünce birikimi ve bir siyasî hareket olarak kabul edersek, bu düşüncenin ilk öncüsü ve kurucusu sıfatını hak eden iki kişiden biri Ali Suavi’dir (1839-78). Uzun bir izahata girmeden özetleyeyim: Modern İslâmî düşüncenin içine, Batı’nın demokrasi ve özgürlükler dünyası ile rekabet etmek kastıyla “Hâkimiyet Allah’ındır” düsturunu bir anahtar olarak koyan odur. Fıkıh ve fetvayı, Batılı kanunların karşısına sağlam argümanlarla yerleştiren de odur. Egemenlik tabirinin Latincesini kullanarak soruyor: “Souverain kimdir?” Cevap “El Hakimu Huvallah”tır. Yeterli mi? Modern zamanlarda İslâmcı düşünce, Batı’da üretilmiş sorulara verilen cevaplar etrafında oluştu. Bundan önce İslâmî Medeniyeti, Yunan, Roma ve Yahudi-Hıristiyan üçgeninde gelişen birikime vâkıftı ve İslâm felsefesi, tasavvufî düşüncesi, Kadim Yunan felsefesinin her türü ile diyaloğa girerek (İşrakî ve Meşşaî felsefesinden, Kelamcıların uğraştıkları problemlere kadar) ve zaman zaman içselleştirerek gelişti. Üstelik Batı’yı Yunan felsefesi ile tanıştıranlar da Müslümanlar olmuştu. 18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında gelişen ve günümüze kadar Batı’nın dünya üzerindeki hâkimiyetinin maddî ve fikrî temellerini oluşturan modernlik, aynı zamanda geleneksel İslâmî birikimin bir anti tez olarak diyaloğa girdiği dünyanın adıdır. Kısaca Batı modernliğini referans alan modern çağlara özgü bir İslâm düşüncesi ortaya çıkmıştır. Şayet bu düşünceyi, kitleleri peşine takıp sürükleyen, acil siyasî sorunlara çözüm getiren ve modern dünyanın sorularına cevap olarak İslâm’ı topluma ve siyasete yeniden hâkim kılmayı amaçlayan bir ideolojiye dönüştürürseniz, bunun adına İslâmcılık diyoruz. Ali Bulaç’ın “İslâmcılık bir teoloji mi?” sorusuna verdiği cevap, Mevdudi ve Kutup ekolüne uygun. Peki, yine modern İslâm düşüncesi içinde Suruş ve Arkun’u referans alıp başka cevaplar verilemez mi? Bulaç, “İslâm teoloji değildir” cevabını verirken “Zatın bilgisi ve tabiatı üzerine tartışma Hıristiyanlığa aittir” hükmüne ulaşıyor. Ya Kelamcıların ve İslâm filozoflarının ciltler dolusu tartışmaları? Ali Bulaç’ınki sadece bir rey. Pekâlâ, Teolojiyi de içeren bir İslâm düşüncesinden bahsedilebilir. Bizim kadim geleneğimizle, modernliğin etkisindeki İslâmî düşünce veya İslâmcılık arasındaki fark burada ortaya çıkıyor. Kadim zamanların âlimi verdiği benzer hükmü; “doğrusunu Allah bilir” diye bitirirdi. İslâmcılar, modernliğin ezici tahakkümü altında tek ezeli ve ebedi hakikate sahip olduklarına inandıkları için, böyle bir ihtiyat payı bırakmazlar. Modernliğin içinde tonlarca birbiri ile rekabet eden düşünce ve ideoloji vardır. Her biri tek hakikat olduğunu ve o hakikatin de onların tekeline girdiğini iddia eder. İslâmcılar da öyle. Ali Bulaç, “İslâmiyet’in işi bu dünya ile, mesela adalet, özgürlük, sömürü, zulüm ve yoksullukla uğraşmaktır.” diyor. Ben de tam olarak bu iddiayı kastederek, İslâmcılığı “cenneti bu dünyada inşa etmek” olarak tanımlamış ve kaynağının Batılı ideolojiler olduğunu söylemiştim. “Bu dünya bir imtihan yeridir” sözü, Bulaç’ı çürütmek için yeterli mi? Elbette hepimize düşen görev adaleti tesis etmek, zulmü engellemek. Peki nasıl? Bütün sorunlara tek ve mutlak cevaplar bulursanız modernliğin ve dolayısıyla İslâmcılığın dar sınırlarına hapsolursunuz. Yeryüzünde tek hakikatin sahibi olarak kibirle ve azametle dolaşan küçük ilahlardan birine dönüşürsünüz. Hâlbuki söz nasıl bitmeliydi? “Allahu’l âlim bi’ssavab”. Peki, bu sözü İslâmcılardan duyma ihtimaliniz var mı? y “Müfrit Âlim” Mümtazer Türköne | 07 Ağustos 2012, Zaman 20 İ slamcılık üzerine açılan tartışma, hızla ve yayılarak devam ediyor. Bu esnada tartışmaya yazılarıyla bir çok değerli isim katılıyor ve her biri birbirinden ufuk açıcı katkılar yapıyor. İslamcılığın bir tartışma nesnesi olması, özellikle kendi üzerinde düşünmesi, hayra alamet. Bu bir muhasebe hareketine dönüşebilir. Bu muhasebeye şiddetle ihtiyacımız var. Ben tartışmama daha önce belirlediğim hat üzerinden gitmeye çalışacağım. Mümtazer Türköne İslamcılığı belli bir dönem için İslam’dan yola çıkılarak geliştirilmiş Marksizm veya liberalizm ile aynı kulvarda rekabet etmeye çalışan bir siyasi proje olarak görüyor ve bu haliyle iktidara geldiği halde hedeflerini gerçekleştiremediğini anlatıyor. Neden? Çünkü ona göre İslamcılığın asıl yeri muhalefettir o yüzden bir muhalefet söylemi olarak cazip sayılabilen İslamcılığın iktidara gelmiş olması onun bizatihi başarısızlığının tek başına bir göstergesi sayılabilir. İktidarı her zaman İslamcılığın ötekileştirdiği bir konum olarak görmek bana göre Türköne’nin İslamcılık hakkındaki asıl yanılgılarından biridir. 1. Türköne bunu yer yer “normatif bir ilke” olarak, yani “İslamcılık sahici olacaksa hep muhalefet olarak var olmalıdır” mealinde, yer yer de “olanı betimleyici bir tespit” olarak ortaya koyuyor. Öncelikle bir durum tespiti olarak yapıyorsa, doktora tezi olarak çalıştığı 19. yüzyıl İslamcılığının nasıl bir konumdan hareket ettiğini iyi düşünmek gerekiyor? 150 yıllık bütün tarihi boyunca hep muhalif bir hareket olarak kaldığını söylediği “bu ideoloji” Abdülhamid’in zamanında da mı bir muhalefet ideolojisiydi? Ya Mehmet Akif’in ve ilk dönem Sebilürreşad çevresininki? Türköne “Bu güçlü siyasî akım, sistematik olarak hep iktidarın uzağında tutuldu. İslâmcılık, -Abdülhamid dönemi de dâhil- hiçbir zaman devlet katında resmî bir koruma ve himaye görmedi” diyor. Bizatihi iktidarın şu veya bu amaçla benimsediği bir ideoloji nasıl iktidardan uzak tutulmuş olabilir ki? İktidardakilerin siyasetlerine yön veren bir anlayış, bir duruş, içte ve dışta ittihad-ı İslam stratejisi bizatihi İslamcılık değil miydi? Bu haliyle bir iktidar ideolojisi olarak mevcudiyetini ayrıca “himaye ve koruma” çerçevesinde düşünmeye gerek var mı? Bu dönemde İslamcılık adına ortaya konan söylemin devletçiliği sonraki İslamcı söylemlerin ayıklamayı bir türlü başaramadığı sağcı muhafazakar unsurlarının da kaynağı değil miydi? Esasen Cumhuriyet öncesi ve sonrası İslamcılığın iktidar-muhalefet ilişkisi açısından farklı halleri üzerinde çokça duruldu. 2. İslamcılık için muhalefetin normatif bir ilke olarak varsayımına gelince, hatırlatalım ki, İslam’ın öyle bir ilkesi yok. Sürekli ve her halükarda kinik bir muhalefet güzellemesi ile İslam’ın sorumluluğu önplana çıkaran siyaset felsefesinin bağdaştırılabileceğini hiç düşünmüyorum. Nesnel olarak iktidar şansı olmayanların ürettiği muhalefet teolojileri ile İslam’ın işi olmaz. Esasen İslamcı siyasete sadece muhalefet rolünün yakıştırılması kanımca yine onun tabiatını yeterince iyi değerlendirememekle ilgili bir durum. Bu konu aslında İslam’ın siyasal-ilahiyatının da ayırd edici bir yanı. Ernest Gellner’in (yakın zamanlarda Kabalcı Yayınevi tarafından Müfit Günay’ın başarılı çevirisiyle yayımlanmış ) Muslim Society isimli eserinde diğer dinlerle karşılaştırmalı olarak İslam’da işaret ettiği bir özellik, İslam’ın dünyada hızlı bir başarıyı ve kitabının bütünlüğünü sağlamış tek din olduğudur. Hıristiyanlık zayıf kaldığı için Sezar’ın hakkını Sezar’a teslim etmek zorunda kaldı, güçlendiğinde de onu sahiplenmeye cüret edemedi. Yahudiliğinse durumu daha da karışık. Peygamberleri Hz. Musa zamanında vaadedilmiş topraklarına girememiş, girdiklerinde bile rahat edememiş ve hiç bir zaman sürgünden kurtulamamış, dünyadaki emellerini gerçekleştirememiş bir topluluk. Sürekli diaspora halinin ulaştırdığı yerin siyonizm olması Yahudiliğin bedelini bütün insanlığa ödettiği bir siyasal teoloji. Oysa Müslümanlar, Gellner’e göre, Mekke’deki 13 yıllık ağır tecrübenin ardından Medine’ye hicret etmiş orada hızla iktidarı kurmuş, kitapları ve hayat modelleri uygulamalı olarak tamamlanmış ve bunun teolojik söylemini de bütün zamanlar için üretmişler. Bu karşılaştırmaya, proleteryasını hiç bir zaman istediği yere ulaştıramamış olan Marksizmin tecrübesini de katarak baz alırsak, Müslümanlar bir hayat içinde olabilecek her türlü siyasal konumu yaşamış ve her türlü durum için bireysel ve toplumsal bir fıkıh üretme tecrübesine sahip oldukları gibi, hayatı dinamik bir süreç olarak algılayıp bunun siyasal fıkhını da üretebilmiş bir topluluk. Bunun onlara çok özel bir nitelik kazandırmadığını söyleyemeyiz herhalde. Farklı fıkıhlar arasındaki geçişliliklerde kuşkusuz bir bütünlük ve tutarlılık aranır. Süreç menzilden kopuk değildir çünkü. Şu kadarını rahatlıkla söyleyebiliriz ki, siyasal teolojileri bütün bir süreç fıkhını ihata edebiliyor olmak diğer dinler ve siyasal ideolojiler arasında bir tek Müslümanlara nasip olmuştur. Ancak burada da şu ihtiyat payını elden düşürmeden: İslam’ın bütün boyutlarıyla dünyada “tamamlanmış”, ideallerini bir dönem için gerçekliğe aktarabilmiş bir din olması bütün Müslümanların her zaman bu bütünlüğü kurabildikleri anlamına gelmiyor. O yüzden Müslümanların iktidarına yine Müslümanların muhalefeti hem teorik olarak mümkün hem de bunun sayısız tarihsel örneklerine rastlarız. Bugün de bunun böyle olmasının önünde hiç bir teorik engel yoktur. Yani daha açıkçası İslamcı özellikleri de olan bir iktidara muhalefet etmek esas itibariyle İslam’a muhalefet etmek demek değil. Bu, adı öyle konulsun veya konulmasın, İslamcılığın ne kadar hegemonik (Foucaultcu anlamda iktidar) olduğunun başka bir işaretidir sadece. y İslamcıların İktidar ve Muhalefet Halleri Yasin Aktay | 08 Ağustos 2012, Yeni Şafak 21 Tabii ki İslamcılar vahy almıyor, zamanı okumaya ve vahyle belirlenmiş temel ilkeleri/nassları yorumlamaya, tarihsel ve toplumsal durumlara cevap vermeye çalışıyorlar. İslamcıların vahyle ilişkileri, “metluv veya gayri metluv vahy”in ışığında, bize bağışlanmış düşünme melekesini, akletme yetisini kullanarak içinde yaşadıkları toplumun, dünyanın sorunlarına çözümler arama çabasından ibarettir. Akıllarını vahyin ışığında kullananlar vahyin ve aklın nimetlerinden istifade edebilen kimselerdir. Bu açıdan bakıldığında İslamcılık -yapılacak tanıma ve özellikle siyasetle ilişkilendirildiği forma göre- bir ideolojidir. Yasin Aktay’ın günün ayak oyunları ve atraksiyonları dışında siyaseti “bir fikrin tarafı olmak” şeklindeki tanımı doğrudur. Bu manada İslam’ın ilk siyasi fırkası Hz. Ali taraftarlığı olarak ortaya çıkmış bulunan Şia’dır. İslam tarihinde teşekkül etmiş bulunan mezheplerin aynı zamanda birer siyasi tercih ve bir siyasi fikir ve gruba taraf olmak olarak ortaya çıkmaları, siyasetin tarih açısından meşruiyetine önemli vurgudur. İdeolojiyi de, siyasi bir tercih ve tarafın akli huccet ve burhanlar desteğinde ifade edilmesi olarak görebiliriz. “İdeolojiler”in ölen kötü ruhlar olduğu zannediliyor. Oysa (kendisi dışında kalan) ideolojilerin tümünün ölümünü ilan eden liberalizmdir. Liberalizm yayınladığı ölüm ilanıyla bizatihi kendisi ruhu dogmatizm olan bir ideolojiye dönüşmüş bulunmaktadır. Ben “ideoloji”ye şöyle bir tanım getirilebileceğini düşünüyorum: “İdeoloji” Grekçe iştikakına uygun olarak “fikrin bilgisi”dir sadece. İslam açısından bir ideolojiden söz etmek icap ederse bu, tersinden “bilgi ve haberin fikri” olur ancak. Vahy aracılığıyla bize bildirilen bilgi ve haberlerin beşeri içtihadı, tefsiri, yorumu ve tevili demek olan entelektüel, sosyal, politik formları bizim ideolojimizdir. Fıkıh usulü kavramlarıyla isimlendirmek icap ederse bir İslamcı’nın ideolojisinin hüküm değeri “beşeri içtihat”tan ibarettir. Ama bu, Kantçı zihnin vahyi kendi bireysel süzgecinden geçirerek işine geleni alıp işine gelmediği şeyi dışarıda bıraktığı “eleştirel aklın işlemi” değildir. Bu manadaki bireyselliğin ve birey olmanın değeri yoktur. İslami epistemoloji içinde olup biten etkinlik vahyin ışığında aklın dünyayı kavraması, anlaması ve yorumlamasıdır. Bu içtihat çabasında “görecelik” yoktur, İslamcıların da bilgileri ve fikirleri doğaları gereği mutlak değil zannidir, Mağrip’ten Endonezya’ya, Yemen’den Kırım’a Müslümanları içinde tutan bir ana çerçeve, sabit hudutlar (Hududullah), hükümler var. İçtihat ve yorumlar ana çerçeveyi, nassları buharlaştırmaz. Bu işlemde hakikat parçalanmaz, postmodern “ne olsa gider” veya liberal “kişisel tercihe veya bireysel akla göre”ye de yer yoktur. Beşeri içtihatları “belirleyen “ Kur’an ve Sünnet (nass), “etkileyen “ tarihsel ve toplumsal durumlar, akan zaman ve buna paralel hükümlerin illetlerine göre değişen karakteridir. İslamcılar “Kur’an’a ve Sünnet’e dönüş” sabitesinin altını çizerlerken, Nesefi’nin “Hakaiku’l eşya-ı sabitetün: Eşyanın hakikati sabittir” ilkesini hatırlatıp nassların muhkemliğine işaret ediyorlar. İslamcılık kendi içinde çoğulcudur. Totalitarizm, monarşi, dogmatizm ve mutlakiyetçilik türü zihni ve politik sapmalar Batı’ya aittirler; bu doktrinler ve sistemler Hakikat’e meydan okuma biçimleridir; bunlar İslam mirasına yabancıdır. Mümtaz’er Türköne’nin içi rahat olsun, İslamcılarla ilgili yargılarını tashih etsin. Tarihselcilik, hermönetik veya modernizm gibi paradigma ve yöntemlerin dışında kendi asli ve sahih usulü içinde birbirinden hayli farklı İslamcılıkların olması tabiidir, zenginliktir. İslamcılık “dikey (tarihsel)” ve “yatay (çağdaş)” olarak da çoğulcudur ve farklılığa açıktır. Ebu Hanife’nin politik iktidar karşısındaki tutumu ile öğrencisi Ebu Yusuf’unki aynı değildir. Ehl-i Rey ile Ehl-i Hadis de öyledir. Bana göre Selefilerle Sufiler arasındaki farkın da hükmü budur. Modern zamanlara geldiğimizde Cemalleddin Efgani ile Muhammed Abduh’un, Seyyid Kutup ile Malik Binnebi’nin, Nedvilerinki ile Mevdudi’nin aynı zeminde farkları ne kadar meşru ise Türkiye ölçeğinde Milli Görüş, Nakşibendi, Nurcu veya Süleymancı İslam anlayışları da öylece meşrudurlar. Her biri birer ırmak gibi İslam’ın büyük nehrine akar. Biri biter, diğeri başlar ama İslam’ın iddiası, daveti, davası ve duası olan İslamcılık tarih içinde akmaya devam eder. y İslamcılık ve İdeoloji Ali Bulaç | 09 Ağustos 2012, Zaman 22 Müslümanlar tarih boyunca her türlü siyasi konumu veya tecrübeyi yaşamıştır. Çünkü tamamlanmış bir kitapları ve muhalefetten başlayarak iktidarla devam etmiş, oradan başarılı bir raşit hilafet dönemi geçirmiş bir kurucu (constitutive) referans tecrübeleri var. Bu kurucu tecrübenin kendi içindeki bütünlağa ve çok boyutluluğu tarih boyunca ister iktidarda ister muhalefette, ister daru’l-İslam’da ister daru’l-küfür veya daru’l-harpte yaşayan sayısız İslam topluluğunun İslamcı arayışına ışık tutmuştur. Buna Kur’an-ı Kerim’de kıssaları anlatılan ve her biri için Müslümanlara örnek teşkil eden peygamberlerin tecrübelerindeki model çeşitliliğini de ekleyebilirsiniz. Musa ile mazlum-köle bir kavmin özgürleştirilmesi mücadelesi var mesela. Bu mücadelenin ilk aşamalarında İsrailoğullarının Tevhidi bir çizgiye doğru eğitiminin bütün meşakkkatleri bir hayat dersi olarak anlatılır. Yine önceden belli bir siyasal kültür ve gelenek üzere kurulmuş ve işlemekte olan bir sistemin başına dürüst ve başarılı yöneticilik vasfıyla getirilen bir Yusuf’un kendi halkını kıtlık felaketinden başarılı yönetimi sayesinde çıkarması var. Bu esnada sergilediği İslami mücadele performansı ile diğer işi arasındaki ilişki çok öğreticidir. Yine Davut ve Süleyman ile neredeyse tam bir iktidar hikayesi olduğu gibi, İbrahim, Lut, Salih, Şuayb, Ashab-ı Uhdud ve daha bir çok muhalefet veya mazlumiyet örneğinde Tevhidi duruşun hayatla karşılaşarak çeşitlenmesinin, farklı mücadele pozisyonlarının zengin bir temsili var. Bu çeşitlilik hayatın bizatihi kendisinin dinamik ve çeşitli olmasından ve İslam’ın da gerçek anlamda bir hayat ve dünya dini olmasından ileri gelir. Dolayısıyla İslam’ın kurucu referansından yola çıkan İslamcılığın sadece tarihsel ve konjonktürel bir muhalefete sıkıştırılması İslamcılık hakkındaki yeni ve dışsal bir kurgudan başka bir şey değil. Mümtaz’er Türköne, “Türkiye değişti. “Kim değiştirdi?” sorusuna, mütevazı sınırlar içinde failler arıyorsak, ilk sırayı bir zamanlar kendilerini “İslâmcı” olarak tanımlayanlara vermemiz lâzım” diyor ama İslamcıların bu değişimi yaptıktan sonra görevlerini tamamladıklarını, ve onları bu işe koşan devlette fenâ bulduklarını söylüyor. Bunu böyle görebilmek bir yerde bir bakış açısı meselesi tabi. Böyle gördüğü için de İslamcıların artık dindarlıkla-diyanetle, cami yaptırmakla meşgul olmaya yöneldiklerini, sevgili Murat Güzel’in deyimiyle bir tür türbedarlığa razı olduklarını söylüyor. Ne olmaları beklenirdi İslamcıların? Veya cami yaptırmak, dindarlık ile İslamcıların aralarına neden mesafe koymaları gereksindi ki? Aslında daha gerçekçi bir siyasal tanımına sahip olsaydı, siyaset ile dindarlık arasında bu kadar naif bir ayırıma gitmez, bütün bu işlerin de İslamcılığın (doğru veya yanlış ayrı hesap ama) farklı hallerine denk düşen işlerden olduğunu da görürdü. Aynı yanlışa Ali Bulaç da düşüyor burada. Bir yandan Diyanet İşleri’ne eleştirel bir yaklaşımla yüklediği apolitik anlama karşılık, bir yandan da İslam’ın politikleştirilmesinden şikayet ediyor. Bu iki şikayetin aynı anda mümkün olabilmesinin ilginçliğini şimdilik kaydederek yetinelim. O fasla sonra geçelim. Devam edecek olursak,Türköne “Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar, İslâmcılık politikada yukarılara tırmanmak için kullanılmış ve işi bitmiş bir uçan halı olarak, özenle çerçevelenip duvara asılıyor” İslamcı Tercih: Metropolitiğe Karşı Siyaset Yasin Aktay | 09 Ağustos 2012, Yeni Şafak 23 diyor. Bu sözün önermesel içeriğinden çok aşağılayıcı üslubu daha ilgi çekici. Ama yine de anlam içeriğinden hareket edelim. İki soru geliyor akla. Birincisi, İslamcılık zaten tanımı ve tabiatı itibariyle politik bir şeyken nasıl ancak eski İslamcılar politikacı oluyor? Eski İslamcılar zaten politikanın ta göbeğinde değiller miydi? Politik olan ne zannediliyor? İkincisi, İslamcılara bunu kim yapıyor? Eski İslamcılardan kim politikacı üretiyor, kim onları halı gibi asıyor? Bu İslamcıların kendi tercihleri yok mudur? Eski İslamcıların belli ki bir çizgi değişikliği bu tür analizlere sebep oluyordur. Bunu birileri zorla mı yaptırdı İslamcılara yoksa ne olduysa İslamcıların kendi tercihleriyle mi oldu? Bir tercih ise bu tercihe dair kendilerine göre bir açıklamaları var mıdır yoksa herşey ilkesizce bir vazgeçişle mi olmuş? O açıklamalara hiç yer vermeden bu hükme nasıl varılabiliyor? Bunlar ciddi ciddi sorulması gereken sorular. Türköne’nin daha önceden tespit ettiğimiz asıl tercihi, dünyada bu işlerin aslında metapolitik düzeyde belirlendiği ve bizim tercihlerimizin hiç bir kıymetinin olmadığı yönündedir. Metapolitik yaklaşımı “Türk Siyasi Düşüncesinde Kayıp Halka: Siyasal” başlıklı bir makalemde (Divan Dergisi, sayı 19, 2005) eleştirmiştim. Bu yaklaşımın bir akrabası bütün komplocu düşünceler, bir başka akrabası ne olup bitiyorsa herşeyin aslında büyük kapitalist güç oyunlarının bir epifenomeni olduğunu savunan Marksist düşünce, asıl büyük kaynağı da bütün bu düşünce biçimine metafizik bir referans oluşturan Hegel’dir. Her üç durumda da siyasal düzey iptal edilir, geçersiz hale getirilir. İşte bu düşünceye karşı İslamcı düşünce ve amel, doğrudan “irade” kavramı ile karşı çıkar. Bugün için İslamcılığın en önemli mesajı nedir diye soracak olursanız, acizane, insanın kendi kaderini kendisinin çizdiği, dolayısıyla insanın eylemlerinden birinci dereceden sorumlu olduğu mesajıdır derim. Esasen kaderciliğe karşı irade çağrısı yapmak sadece bugünün değil İslam’ın ilk yüzyılından itibaren tarih boyunca bütün İslami tecdit hareketlerinin, cihad hareketlerinin, murabıt hareketlerinin üzerinde en çok durdukları konu olmuştur. İnsanların başlarına gelenleri bir şekilde ilahi bir kaderle ilişkilendirdikleri doğrudan teolojik durumlara karşı irade davası teolojik bir muhteva, sadece bir spontane, kendiliğinden ideoloji olarak işlediği durumlarda va’zu nasihatin konusu cehd ve sorumluluk olmuştur. Çağdaş İslamcılığı (görüyorsunuz böyle bir niteleme bir çok şeyi çözüyor: “Çağdaş İslamcılık”, bu bugün üzerinde konuştuğumuz İslamcılığın da daha özel yanları üzerinde durmamıza imkan veren bir niteleme) kadim İslamcı hareketlerle hemen irtibatlandıran ana temalardan biri de budur. y 24 Okura Not | Bu derleme, Yeni Şafak ve Zaman Gazetelerinde yayımlanan köşe yazılarından oluşmuştur. İslamcılık üzerine yapılan tartışmanın bütününe kolayca ulaşılabilmesi amacıyla hazırlanmıştır. 25 Gri Düşünce Topluluğu, Aralık 2010’da Gediz Üniversitesi’nde kurulan öğrenci merkezli sivil toplum örgütüdür. Türkiye’nin her alanında uzlaşı kültürünün hakim olması arzusu çevresinde bir araya gelen topluluk genel olarak Siyaset Bilimi, Hukuk ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğrencilerinden oluşmaktadır. Sosyal Bilimler odaklı mevcut fikirleri analiz edip bunun sonucu olarak yeni bir fikir üretme eğiliminde olan öğrenciler olarak kurduğumuz bu topluluk bir “düşünce topluluğu”dur. “Nasıl bir düşünce?” sorusunun cevabı ise şu şekilde: Fikirlerin özgür bir biçimde ifade edilebilmesi taraftarı olduğumuz ve bizi ancak farklı fikirlerin geliştirebileceğine inandığımız için topluluğumuz tek bir ideolojiye dayalı olamazdı. Bu durum bizi ara ve merkez bir nokta bulmaya doğru itti. Biz durduğumuz nokta itibariyle kucaklayıcı ve kapsayıcı bir hal içinde olmalıydık, bu sebepten renk skalasının ortasında bulunan Gri bizim düşüncemize sıfat oldu. Siyaha da beyaza da eşit yakınlıkta olan Gri Düşünce, tüm fikirlerin özgür olarak ifade edilmesinin bir platformu olarak faaliyet göstermektedir. Türkiye’de sağlıklı tartışma ortamı oluşturmak, farklı fikirlerin aynı çatı altında kavgasız bir şekilde ifade edilebileceğini göstermek ve sorgulama bilincini geliştirmek amaçlarına sahip olan topluluğumuz tüm etkinliklerini bu kapsam içerisinde sürdürmektedir.

.



.


.İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DİNİN SİYASALLAŞMASI TÜRKİYE ÖRNEĞİ (İSLAMIN SİYASALLAŞMASI) SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Dünyamin AKAN Tez Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Sezer Ayvaz ATEŞ İstanbul–2017 TEZ TANITIM FORMU ADI SOYADI : Dünyamin AKAN TEZİN DİLİ : Türkçe TEZİN ADI : Dinin Siyasallaşması Türkiye Örneği (İslam'ın Siyasallaşması) ENSTİTÜ : İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ANABİLİM DALI : Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler TEZİN TÜRÜ : Yüksek Lisans TEZİN TARİHİ : 14 /11/ 2017 SAYFA SAYISI : 72 TEZ DANIŞMANI : Yrd. Doç. Dr. Sezer Ayvaz ATEŞ DİZİN TERİMLERİ : Din, Toplum, Devlet, İslamcılık, Abdülhamit Dönemi, Cumhuriyet Dönemi. DAĞITIM LİSTESİ : 1. İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 2. YÖK Ulusal Tez Merkezine. Dünyamin AKAN T.C. İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DİNİN SİYASALLAŞMASI TÜRKİYE ÖRNEĞİ (İSLAMIN SİYASALLAŞMASI) SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASU İLİŞKİLER ANABİLİM DALI SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASU İLİŞKİLER BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Dünyamin AKAN Tez Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Sezer Ayvaz ATEŞ İstanbul–2017 BEYAN Bu tezin hazırlanmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğu, başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygun olarak atıfta bulunulduğu, kullanılan verilerde herhangi tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir kısmının bu üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez olarak sunulmadığını beyan ederim. Dünyamin AKAN 14 /11/ 2017 T.C. İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Dünyamin AKAN’ın ‟Dinin Siyasallaşması Türkiye Örneği (İslam'ın Siyasallaşması)” adlı tez çalışması, jürimiz tarafından Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler anabilim dalında Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir. Başkan Üye Üye ONAY Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım. ... / … / 2017 Prof. Dr. Nezir KÖSE Enstitü Müdürü vii ÖZET Tezin amacı; din olgusunun zaman içinde nasıl bir değişim gösterdiği ve din devlet ilişkilerinin nasıl şekillendiğini açıklanma istemesidir. Dini değerlerin yok olmaması amacıyla toplumsal birlikteliğin sağlanarak dinin siyasallaşmasının önüne geçilmesi gerektiğinin vurgulanmak istenmesi de olmaktadır. Dinin siyasallaşması uzun yıllar boyunca devam etmektedir. Tezimizde, İslamcılığın siyasi yönünün göstermiş olduğu gelişim ve toplum hayatında edinmiş olduğu yer hakkında bilgi verilmek istenmektedir. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi yapısında İslam olgusunun devlet üzerindeki algılanış biçimi, tezin de konusu olan İslam’ın siyasallaşmasının temel çerçevesini oluşturmaktadır. Çalışmada bu kapsamda Din, Devlet, Toplum İlişkisi ve Kavramsal Çerçeve başlığı altında; din ve siyaset ilişkisi, ilişkiyi belirleyen unsurlar; dinin, birey ve toplum üzerindeki etkileri, diğer sosyal kurumlarla ilişkisi, hukuki ve sosyal kurallarla ilişkisi ve dinin meşrutiyet aracı olarak kullanılması gibi konulara yer verilmiştir. İslamcılık, İslami değerlerin benimsenmesini amaç edinmektedir. Çalışmada bu kapsamda İslamcılığın Gelişimi başlığı altında; İslamcılık, İslamcılığın tarihsel gelişimi, siyasallaşması, geleneksel ve siyasal İslam ile İslamcılığı tetikleyen etmenler gibi konulara yer verilmiştir. Çalışmada İslamcılık Fikri Dönemi İslam Dünyası başlığı altında; İstanbul ve Anadolu, Hindistan ve Güneydoğu Asya, Uzakdoğu, Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Orta Asya konularına yer verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu gelişip merkezileştikçe, İslam kanunlarından daha fazla yararlanmaktadır. Osmanlı İslam kanunlarından yararlansa da kontrolü hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Osmanlı 1402-1413 yılları arasında Fetret Devri’ni yaşamaktadır. Çalışmada bu kapsamda Osmanlı İmparatorluğunda Din ve Siyaset İlişkisi başlığı altında; Osmanlı kuruluş dönemi, Fetret dönemi, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemi din ve devlet ilişkilerine yer verilmiştir. Abdülmecid döneminde yapılan önemli gelişmelerden birinin de Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilan edilmesi olmaktadır. Islahat Fermanı’nın, gayrimüslimlerin haklarının korunması amacını güttüğü söylenebilir. Çalışmada bu kapsamda Tanzimat ve Islahat Fermanlarının din üzerine ve Osmanlı’ya Etkileri başlığı altında; Tanzimat Fermanı ve Osmanlı’ya etkileri, Islahat Fermanı ve bu fermanların benzer ve farklı yönlerine yer verilmiştir. Abdülmecid’den sonra tahta çıkan Sultan Abdülaziz, hükümeti yerinde bırakarak bir Hatt-ı Hümayun yayınlamıştır. Çalışmada bu kapsamda Sultan viii Abdülaziz Dönemi başlığı atlında; Abdülaziz döneminde yapılan ıslahatlar, ortaya çıkan ekonomik olaylar ve yaşanan mali bunalımlara yer verilmiştir. Çalışmada Abdülhamit Dönemi İslamcılık başlığı altında; Mali, siyasi, sosyal durum; Hürriyetin ilanı, İttihad-ı İslam düşüncesi, eğitim politikası ile siyasi ve mali politikalar incelenmiştir. Abdülhamit döneminde ortaya çıkan bu hareketler; İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçilik olarak sıralanabilir. Çalışmada bu bağlamda Abdülhamit Dönemi Fikir Hareketleri başlığı altında; İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçilik konuları ele alınmıştır. İttihatçıların, Abdülhamit döneminde 2. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte istedikleri düzene kavuştukları, fakat acemi ve tecrübesiz olmalarından dolayı da iktidarlığı ellerinde tutamadıkları söylenebilir. 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan 31 Mart Vakası, yıllarca biriken gerilimin boşalması olmakta ve günümüzde hala siyasi tartışmalarda gündemde yer almaktadır. Çalışmada bu kapsamda İkinci Meşrutiyet dönemi İslamcılığı ve 31 Mart Vakası başlığı altında; İkinci meşrutiyetin önemi, İslamcılığın genel durumu ve 31 Mart Vakası analiz edilmiştir. Çalışmada cumhuriyet dönemi İslamcılık hareketleri başlığı altında; Jön Türklerin, İttihat ve Terakki Dönemi, Birinci Dünya Savaşı dönemi siyasal İslam ve Milli Mücadele döneminde din ve siyaset ilişkisi irdelenmiştir. Cumhuriyet döneminde, dönemin din anlayışını gösteren en önemli örneklerinden birisi Birinci Meclis olmaktadır. 3 Mart 1924’te de yeni rejime engel olabilecek olayların yok edilmesi yolunda atılan ilk adımın Halifeliğin kaldırılması olduğu ifade edilebilir. Çalışmada bu kapsamda Cumhuriyet Dönemi Devlet, Din ve Toplum İlişkisi başlığı altında; Cumhuriyet’in ilanı ve ortaya çıkan İslamcılık hareketleri, Birinci Meclis dönemi siyasi İslam, Cumhuriyet dönemi din, devlet ve toplum ilişkisi ve Halifeliğin kaldırılması konuları ele alınmıştır. Halifeliğin kaldırıldığı gün kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, Müslümanların ibadetlerini özgürce yapmalarını amaçlamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığının görev ve yetkilerinin belirlenmesinde devlet, dinin ibadet ve imanla alakalı hizmetlerini kendi yetki alanında görmektedir. Çalışmada bu kapsamda Diyanet İşleri Başkanlığı Çerçevesinde Din, Toplum ve Devlet başlığı altında; Halifeliğin kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığına geçiş, başkanlığın yapısı, görev ve yetkileri, siyasi iktidar ile ilişkisi ve din ile siyasetin ayrılmazlığı gibi başlıklara yer verilmiştir. Anahtar Sözcükler: Din, Toplum, Devlet, İslamcılık, Siyasal İslam, Diyanet İşleri. ix SUMMARY The aim of the thesis; it is reluctant to explain how the phenomenon of religion has changed over time and how religion and state relations are shaped. In order to prevent religious values from being destroyed, it is wanted to emphasize that the socialization of religion should be prevented and the politicization of religion should be prevented. The politicization of religion continues for many years. In our Tezimiz, it is aimed to give information about the development that Islamism has shown to the political direction and the place that it has acquired in public life. In the Ottoman and Republican era, the perception of the Islamic state on the state constitutes the basic framework of the politicization of Islam, which is also the subject of the thesis. Under this scope, the work is under the heading of Religion, State, Society Relativity and Conceptual Framework; religion and politics relation, elements determining relationship; religion, the effects on individuals and society, relation with other social institutions, relation with legal and social rules, and use of religion as a means of constitutionalization. Islamism aims to adopt Islamic values. Under this scope, in the study, under the title of Development of Islamism; Islamism, the historical development of Islamism, politicization, traditional and political Islam, and the factors that trigger Islamism. Under the heading of Islamicism in the study, Islamic World; Istanbul and Anatolia, India and Southeast Asia, Far East, Arabian Peninsula, North Africa and Central Asia. As the Ottoman Empire develops and centralizes, it makes more use of Islamic law. Nevertheless, the Ottoman Islamic law has never let go of its control. The Ottoman Empire survived the Fetret Revolution between 1402 and 1413. In this context, in the study, under the heading Religion and Politics Relation in the Ottoman Empire; Ottoman foundation period, Fetret period, Fatih Sultan Mehmet and Yavuz Sultan Selim period religion and state relations were included. One of the important developments made during the reign of Abdülmecid was the declaration of Tanzimat Fermanı in 1839. It can be said that the Islahat Fermanı is aimed at protecting the rights of non-Muslims. Under this scope, the work of the Tanzimat and Islahat Fermans under the title of Religion and the Effects of the Ottoman Empire; Tanzimat Fermanı and its effects on the Ottoman Empire, Islahat Fermanı and similar and different aspects of these fermans. After Abdulmecid, Sultan Abdulaziz left the government in place and published a Hatt-i Humayun. In this context, the title of Sultan Abdülaziz period in the study; The reforms, economic events and financial crises that occurred in the period of Abdulaziz were included. x Under the heading of Abdülhamit Dönemi Islamism in the study; Financial, political, social situation; Hürriyetin's proclamation, the idea of İttihad-i Islam, education policy and political and financial policies were examined. These movements that emerged during the period of Abdülhamit; Islamism, Ottomanism, Turkism, Westernism and decentralization. In this context, under the heading of Abdülhamit Period Idea Movements; Islamism, Ottomanism, Turkism, Westernism and Adam-i Centralism were discussed. It can be said that the Unionists were able to keep their promises together with the declaration of the 2nd Constitutional Monarchy during the reign of Abdulhamit, but because they were novice and inexperienced. After the declaration of the Second Constitution, the March 31, Vakasi, has been releasing tension for many years and is still on the agenda in political debate today. Under this scope, the second Constitutional Period Islamism and the title of March 31, The importance of the Second Constitution, the general situation of Islamism and the March 31st Cause were analyzed. Under the heading of republican Islamic movements in the study; Jon Turks, the period of Union and Progress, the period of the First World War, political Islam, and the period of National Struggle. In the Republican period, one of the most important examples of the understanding of religion in the period is the First Parliament. On March 3, 1924, it can be stated that the first step taken on the road to the destruction of events that may prevent the new regime is the abolition of the Halifax. Within this scope, the study is under the title of Republican Periodical, Religion and Society Relevant; The Islamic movements that emerged from the Republic, political Islam in the First Assembly period, religion, state and society relations in the Republican period, and the removal of the Caliphate. The Presidency of Religious Affairs, established on the day of the removal of the Halifax, aims to make Muslims worship freely. In the determination of the duties and authorities of the Presidency of Religious Affairs, the state sees its services related to religious worship and faith in its own jurisdiction. Within the scope of this study, under the title of Religion, Society and State under the Presidency of Religious Affairs Department; The move to the Presidency of Religious Affairs, the structure of the presidency, the duties and authorities, the relationship with political power and the inseparability of religion and politics were included in the titles. Key Words: Religion, Society, State, Islamism, Political Islam, Religious Affairs. xi İÇİNDEKİLER SAYFA ÖZET......................................................................................................................vii SUMMARY..............................................................................................................ix İÇİNDEKİLER..........................................................................................................xi KISALTMALAR LİSTESİ ......................................................................................xiv ÖNSÖZ...................................................................................................................xv GİRİŞ....................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM ..................................................................................................... 5 İSLAMCILIĞIN GELİŞİMİ, OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ, ARASI DÖNEMDE OSMANLI’NIN GENEL DURUMU VE DİN ANLAYIŞI (1299-1876)............................................................................................................. 5 1.1. DİN DEVLET TOPLUM İLİŞKİSİ VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE ................... 5 1.1.1. Tarihsel Süreç İçerisinde Din ve Siyaset İlişkisi .................................. 5 1.1.2. Din ve Devlet İlişkilerini Belirleyen Unsurlar........................................ 6 1.1.3. Dinin, Birey ve Toplum Üzerindeki Etkileri .......................................... 6 1.1.4. Dinin Diğer Sosyal Kurumlarla İlişkisi.................................................. 7 1.1.5. Dinin İçtimai Yapısı ile Dinin, Hukuki ve Sosyal Kurallarla İlişkisi ........ 8 1.1.6. Dinin Meşruiyet Aracı Olarak Kullanılması ve Araçsallaştırılması ....... 9 1.2. İSLAMCILIĞIN GELİŞİMİ ............................................................................11 1.2.1. İslamcılık Kavramı .............................................................................11 1.2.2. İslamcılığın Tarihsel Gelişimi (Geleneksel İslamcılık).........................12 1.2.3. Geleneksel ve Siyasal İslam..............................................................13 1.2.4. İslamcılığın Siyasallaşması (Siyasal İslam)........................................14 1.2.5. İslamcılık Akımını Tetikleyen Etmenler ..............................................15 1.3. İSLAMCILIK FİKRİ DÖNEMİ İSLAM DÜNYASI...........................................16 1.3.1. İstanbul ve Anadolu ...........................................................................17 1.3.2. Hindistan ve Güneydoğu Asya...........................................................17 1.3.3. Uzakdoğu (Japonya ve Çin)...............................................................19 1.3.4. Arap Yarımadası (Basra, Hicaz ve Yemen) .......................................20 1.3.5. Kuzey Afrika (Mısır, Tunus, Fas ve Trablusgarp)...............................22 1.3.6. Orta Asya ..........................................................................................22 xii İKİNCİ BÖLÜM.......................................................................................................24 OSMANLI’DA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ, ABDÜLMECİD DÖNEMİ, TANZİMAT VE ISLAHAT FERMANLARININ DİNE VE OSMANLI’YA ETKİLERİ İLE SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ............................................................................................24 2.1. OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ (1299-1922) ............................................................................................................................24 2.1.1. Osmanlı Kuruluş Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1299-1453) ............24 2.1.2. Fetret Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1402-1413).............................25 2.1.3. Fatih Sultan Mehmet Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1451-1481)......26 2.1.4. Yavuz Sultan Selim Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1512-1520)........27 2.2. SULTAN ABDÜLMECİD DÖNEMİ, BATILILAŞMA HAREKETLERİ VE DİN ANLAYIŞI (1839-1861).......................................................................................27 2.2.1. Abdülmecid Dönemi ve Osmanlı’nın Genel Durumu ..........................27 2.2.2. Batılılaşma Hareketi ..........................................................................28 2.2.3. Batılılaşmanın Nedenleri....................................................................29 2.2.4. Abdülmecid Dönemi’nde Yapılan Yenilik Hareketleri .........................30 2.3. TANZİMAT VE ISLAHAT FERMALARININ DİN ÜZERİNE VE OSMANLI’YA ETKİLERİ (1839-1856) ......................................................................................31 2.3.1. Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839) ....................................................31 2.3.2. Tanzimat Fermanının Osmanlı’ya Etkileri ..........................................32 2.3.3. Islahat Fermanı’nın Yayımlanması (28 Şubat 1856) ..........................33 2.3.4. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının Benzer ve Farklı Yönleri..............33 2.4. SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ (1861-1876)..............................................34 2.4.1. Abdülaziz Döneminde Yapılan Islahatlar ...........................................34 2.4.2. Sultan Abdülaziz Döneminde Ortaya Çıkan Ekonomik Olaylar ..........35 2.4.3. Abdülaziz Döneminde Yaşanan Mali Bunalım ...................................35 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ..................................................................................................37 ABDÜLHAMİT, 2. MEŞRUTİYET DÖNEMİ............................................................37 3.1. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ İSLAMCILIK (1876-1909).....................................37 3.1.1. Mali Durum ........................................................................................37 3.1.2. Siyasi Durum .....................................................................................37 3.1.3. Hürriyetin İlanı ve Seçimler................................................................38 3.1.4. Sosyal Durum....................................................................................38 3.1.5. İttihad-ı İslam Düşüncesi (1877-1878) ...............................................39 3.1.6. Eğitim Politikası .................................................................................40 3.1.7. Siyasi Politikalar ................................................................................41 3.1.8. Mali Politikalar ...................................................................................42 xiii 3.2. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ FİKİR HAREKETLERİ (İDEOLOJİLER) ………....42 3.2.1. İslamcılık Akımı .................................................................................42 3.2.2. Osmanlıcılık Akımı.............................................................................43 3.2.3. Türkçülük Akımı.................................................................................43 3.2.4. Batıcılık Akımı ...................................................................................45 3.2.5. Adem-i Merkeziyetçilik .......................................................................46 3.3. İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİ İSLAMCILIĞI VE 31 MART VAKASI (1908- 1922)...................................................................................................................46 3.3.1. İkinci Meşrutiyetin Önemi...................................................................46 3.3.2. İkinci Meşrutiyet Döneminde İslamcılığın Genel Durumu ...................47 3.3.3. 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) ........................................................47 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM.............................................................................................49 CUMHURİYET DÖNEMİ VE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ...............................49 4.1. CUMHURİYET DÖNEMİ İSLAMCILIK HAREKETLERİ...............................49 4.1.1. Jön Türklerin Siyasi Söylemleri (1866-1923)......................................49 4.1.2. İttihat Terakki Dönemi Siyasi İslam Söylemi (1889-1912) ..................49 4.1.3. Birinci Dünya Savaşı Dönemi Siyasal İslam (1914-1918) ..................51 4.1.4. Milli Mücadele Döneminde Din ve Siyaset İlişkisi (1919-1923)...........52 4.2. CUMHURİYET DÖNEMİ DEVLET, DİN VE TOPLUM İLİŞKİSİ ...................52 4.2.1. Cumhuriyetin İlanı (1923) ..................................................................52 4.2.2. Cumhuriyetin İlanı ile Ortaya Çıkan İslamcılık Hareketleri..................53 4.2.3. Birinci Meclis Dönemi ve Siyasal İslam Söylemi (1920-1923) ............53 4.2.4. Cumhuriyet Dönemi Din, Devlet ve Toplum İlişkisi.............................54 4.2.5. Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924).................................................55 4.3. DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ÇERÇEVESİNDE DİN, TOPLUM VE DEVLET..............................................................................................................56 4.3.1. Halifeliğin Kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığına Geçiş Süreci...56 4.3.2. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yapısı (3 Mart 1924) .............................57 4.3.3. 1932 Yılına Kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Görev ve Yetkileri.....57 4.3.4. Diyanet İşleri Başkanlığı Çerçevesinde Siyasi İktidar İlişkisi ..............58 4.3.5. Din ve Siyasetin Ayrılmazlığının Gerekçeleri .....................................58 4.3.6. Osmanlı Dönemi ile Cumhuriyet Dönemi Karşılaştırması...................59 4.3.7. Diyanetin Önemi ve Araçsallaşması ..................................................60 GENEL DEĞERLENDİRME...................................................................................61 KAYNAKÇA...........................................................................................................67 xiv KISALTMALAR LİSTESİ A.G.E : ADI GEÇEN ESER İ.İ.B.F : İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ S : SAYFA SS : SAYFALAR VB : VE BENZERİ VD : VE DEVAMI xv ÖNSÖZ Yüksek Lisans eğitimlerimi tamamlamam konusunda katkılarından dolayı İstanbul Gelişim Üniversitesinde ders aldığım hocalarıma; tezimin tamamlanabilmesi için değerli tecrübe ve desteklerini esirgemeyen tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Sezer Ayvaz ATEŞ hocama şükranlarımı sunuyorum. Dünyamin AKAN 1 GİRİŞ Tezde, dinin siyasallaşması Türkiye örneği konusunda araştırılan hususlar; - Din, devlet ve toplum ilişkisi, dinin topluma etkileri, İslamcılık kavramının ne olduğu, İslamcılığın tarihsel gelişimi, İslam’ın siyasallaşması, siyasal İslam ve İslamcılığı tetikleyen unsurların neler olduğu, İslam coğrafyasında gelişmelerin nasıl olduğu konusunda özellikle İstanbul ve Anadolu, Hindistan ve Güneydoğu Asya, Uzakdoğu, Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Orta Asya ülkeleri araştırılmıştır. - Osmanlı dönemi, Fetret Devri, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemi din ve devlet ilişkileri, Osmanlı Devleti’nin Sultan Abdülmecid dönemindeki genel durumu, Batılılaşma hareketleri ve nedenleri ile Abdülmecid’in yapmış olduğu yenilikler, Abdülmecid’in ilan ettiği 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları, Sultan Abdülaziz dönemi gelişmeleri araştırılmıştır. - Abdülhamit dönemi İslamcılık başlığı altında Osmanlı mali, siyasi ve sosyal durumu, 2. Abdülhamit’in yapmış olduğu politikalar, Abdülhamit döneminde etkili olan fikir hareketleri, İkinci Meşrutiyet’in önemi ve 31 Mart Vakası araştırılmıştır. - Jön Türklerin, İttihat ve Terakki’nin, Birinci Dünya Savaşı Dönemi’ndeki siyasal İslam söylemi; Milli Mücadele dönemindeki din ve siyaset ilişkisi; Cumhuriyet dönemindeki devlet, din ve toplum arasındaki ilişki; Cumhuriyet’in ilanı, Cumhuriyet’in ilanı ile ortaya çıkan İslamcılık hareketleri, Birinci Meclis dönemi siyasal İslam, Halifeliğin Kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının geçiş süreci, yapısı, 1932 yılına kadar ki görev ve sorumlulukları ile Başkanlığın siyasi iktidarla ilişkisi araştırılmıştır. Din olgusu ile siyaset kavramları birbirinden farklı olsalar da aynı zamanda ortaya çıktıkları bilinmektedir. Din olgusu, dönemden döneme farklılık gösterdiği gibi aynı dönem içindeki kurumlar arasında da farklılık göstermektedir. Din, siyaseti etkilemesinin yanında insan yaşamını da etkilemesi sonucunda yaşama yön vermektedir. Bireylerin dünyevi yaşamlarına yön veren sosyal, ahlaki ve hukuki kuralları da içeren din, yalnızca inançtan ibaret olmamaktadır. Dinin araçsallaştırılması da din olgusunun siyasal ve sosyal bir amacın gerçekleştirilmesi bakımından ara bir basamak görevi görmektedir. İslam dininin tekrar canlandırılarak hüküm ve emirlerinin yeniden uygulanması için İslamcılık akımının ortaya çıkarıldığı bilinmektedir. İslamcılık akımı aynı anda pek çok coğrafyada etkili olan bir akım olmaktadır. Ortaya çıkan İslam düşüncesi, Müslümanların birlikte hareket ederek sömürüye karşı çıkmalarını engelleyecek pek çok olumsuz durumu ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Siyasal İslam düşüncesi de dönemde etkili olan iktidarlara göre değişiklik gösterebilir. 2 Osmanlı Devleti’nde din-devlet ilişkisi devletin konumu, gücü, idari yapısı ve aynı zamanda çevresinde gelişen olaylarla bağlantılı olarak bir gelişme ve değişme göstermiştir. Din ve devlet arasındaki ilişkinin bu değişim ve gelişmelere rağmen özündeki temel esası Cumhuriyet Türkiye’sine kadar devam ettirmiştir. Ancak Osmanlı Devleti merkezileştikçe politikalarını ve kendini halkına izah etmekte zorlanmaya başlamıştır. Bir merkez çevre sorunu olarak din-devlet ilişkisi çeşitli aşamalardan ve safhalardan geçerek günümüze kadar ulaşmış ve halâ güncelliğini korumaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli padişahlardan bir kaçı olan Sultan Abdülmecid, Abdülaziz ve 2. Abdülhamit dönemlerinde gerçekleşen olayların neler olduğuna vurgu yapılmaktadır. Abdülmecid’in yapmış olduğu Batılılaşma hareketleri ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun, Batı devletlerinin düzeyine getirilmesi amaçlanmaktadır. Abdülmecid bu bağlamda 1839’da Tanzimat Fermanı’nı ve 1856’da da Islahat Fermanı’nı yayımlamıştır. Osmanlı’nın yapmış olduğu Batılılaşma hareketleri ilk başlarda yalnızca Osmanlı’yı ilgilendiren bir sorun olmakla birlikte daha sonraları bütün Avrupalı devletleri ilgilendirir duruma gelmiştir. Sultan Abdülaziz’in, hükümete dokunmadan bir Hatt-ı Hümayun çıkardığı bilinmekle birlikte Osmanlının bu dönemde açık bir pazar haline dönüştüğü ifade edilmektedir. Abdülaziz’in, devletin içinde bulunduğu mali bunalımdan kurtulmak amacıyla pek çok girişim yaptığı bilinmekle birlikte bu girişimlerin Osmanlı hazinesinin iflas etmesini hiçbir şekilde engelleyemediği de söylenebilir. İslamcılık ve siyasal İslam aynı düşünceye mi sahip hakkındaki sorular, geçmişten günümüze kadar hala devam etmektedir. Ancak siyasal İslam'ı İslamcılık düşünce sisteminden ayıran en büyük farkın, Siyasal İslam'ın kendisini tek doğru olarak kabul etmesi ve kabul etmediği düşünce sistemlerine karşı ölesiye bir mücadeleye girişmesi olduğu ifade edilmektedir. Burada ki en büyük sıkıntı ise, artık dinin ve dini değerlerin siyasetin veya siyasilerin amacı için bir araç haline gelmesi olmaktadır. Yalanların ve yanlışların üzerinin kapatılması ve muhalefetin susturulması için din, tamamen baskı aracı haline gelmiştir. Siyasal İslam, 2. Abdülhamit döneminde de önemli bir araç olarak varlığını devam ettirmektedir. Abdülhamit dönemi, diğer padişahlara oranla bir hayli hareketli geçmiştir. Ekonomik olarak dışa bağımlı hale gelen Osmanlı’nın mali alanda uygulamış olduğu politikalarla alınan dış borçların zamanında ödenmeye başlandığı söylenebilir. Ülkenin siyasi durumunu düzeltmek amacıyla pek çok politika uygulanmış ve bu bağlamda ülkede yer alan kurumlarla dış ülkelerde yer alan temsilciliklerde, dindar kesimden bireyler çalıştırılmaya başlanmıştır. 2. Abdülhamit, 1869’da eğitim alanında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile eğitimin modernleşmesini amaçlamaktadır. 3 Osmanlı’da Abdülhamit döneminde 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edildiği ve 1925 yılında da 31 Mart Vakasının yaşandığı ifade edilmektedir. 31 Mart Vakasının, o döneme kadar yaşanan olaylar sonucunda bir patlama olduğu ve günümüzdeki etkilerinin hala devam ederek zaman zaman tartışma konusu yapıldığı söylenebilir. 2. Abdülhamit döneminde ayrıca, Osmanlı aydınlarında Avrupa'nın siyasi, sosyal, iktisadi düşünce yapısı çok etkin bir biçimde hissedilmektedir. Aydınların büyük bir bölümü, Avrupa’da eğitimini tamamlamış ve o dönemin siyasi düşünürlerinden etkilenmişlerdir. 2. Abdülhamit'in açtığı modern okullarda okuyan eğitimli ve dünya da ki gelişmeleri yakından takip eden Osmanlı Aydınları, söylem ve eylemleri ile İslamcılık fikrini tam olarak resmi bir ideoloji haline getirmese bile İslamcılık fikrini kullanmaktan geri kalmamışlardır. Aydınlar, İslamcılık fikrini hedeflerine ulaşmak için kullanılması gereken bir araç olarak görmüşler ve muhalif gördükleri fikirlere karşı İslamcı söylemlerle halkında desteğini sağlamışlardır. 2. Abdülhamit döneminden sonra da siyasal İslamcılık, Cumhuriyet yönetiminde de etkin olmaya çalışmış ve Cumhuriyetin değerleriyle çatışmaya girmeden onun içerisinde var olmaya önem vermiştir. Bu siyasal İslam'ın özelliğinden değil Cumhuriyet dönemi yönetim anlayışının düşünce yapısı ve politikalarından kaynaklanan bir durum mu olduğu üzerinde açıklamalar yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde bu bağlamda İslamcılık açısından pek çok atılımların yapılması söz konusu olmaktadır. İslamcı hareketler üzerinden İslam kavramı benimsetilmeye çalışıldığı söylenebilir. Cumhuriyet’in ilan edilmesi ve Cumhuriyet döneminde Halifeliğin kaldırılması ile laikleşme yani dinsizleşme sürecinin başladığı düşünülmektedir. 1924’te Halifeliğin kaldırıldığı gün de Müslümanların ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Araştırmada mümkün olduğunca ulaşılabilen kaynaklardan yararlanılmış ve tümdengelim yöntemi de kullanılarak konular açıklanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda tez dört bölüm olarak planlanmıştır. Tezin bölümleri, İslamın siyasallaşmasının söylemsel evrimi göz önünde bulundurularak izah edilmeye çalışılmaktadır. Tezin bölümlerin başlıklarını, alt başlıklarını ve kapsamını aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür. Tezin ilk bölümünde; din olgusu, kendi yapısı itibariyle toplumun bütün kesimlerinde varlığını hissettirmektedir. Bu bağlamda din, devlet ve toplum ilişkisi kavramsal çerçevede ele alınarak dinin etkileri ve diğer unsurla ilişkileri incelenmektedir. Ardından din olarak İslam’ın temel referans kaynaklarından hareket eden İslamcılık kavramının ne olduğu üzerinde durulmakta; İslamcılığın tarihsel gelişimi, İslamın siyasallaşması, siyasal İslam ve İslamcılığı tetikleyen unsurlara yer verilmektedir. Birinci bölümün sonunda ise İslamcılığın etkili olduğu dönemdeki İslam 4 coğrafyası ele alınmaktadır. İslam coğrafyasında, bağımsızlığını kaybetmemek için savaşan ülkeler olduğu gibi sömürgecilikten kurtulmak için mücadele veren ülkelere de rastlanmaktadır. Bu bağlamda; İstanbul ve Anadolu, Hindistan ve Güneydoğu Asya, Uzakdoğu, Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Orta Asya İncelenmektedir. İkinci bölümde; Osmanlı İmparatorluğu’nda din ve siyaset ilişkisi başlığı altında, Osmanlı dönemi, Fetret Devri, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemi din ve devlet ilişkileri ele alınmaktadır. Osmanlı Devleti, bir kanun devleti olma özelliğini hiçbir zaman yitirmemiştir. Merkezileştikçe gelişme gösteren Osmanlı Devleti’nin Sultan Abdülmecid dönemindeki genel durumu, Batılılaşma hareketleri ve nedenleri ile Abdülmecid’in yapmış olduğu yeniliklere de yer verilmektedir. Abdülmecid döneminin ardından Abdülmecid’in ilan ettiği 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarına yer verilmiştir. İkinci bölümün sonunda Sultan Abdülaziz döneminde yapılan ıslahatlara, ortaya çıkan ekonomik olaylara ve yaşanan mali bunalım açıklanmaktadır. Üçüncü bölümde; Abdülhamit dönemi İslamcılık başlığı altında Osmanlı mali, siyasi ve sosyal durumu ile Hürriyetin ilanı ve İttihad-ı İslam düşüncesi yanında eğitim, siyasi ve ekonomik alanda 2. Abdülhamit’in yapmış olduğu politikalar incelenmektedir. Politikaların akabinde Abdülhamit döneminde etkili olan fikir hareketleri olan İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçiliğe yer verilmiştir. Üçüncü bölümün son konusu olarak da İkinci Meşrutiyet’in önemine ve bu dönemdeki İslamcılığın genel durumu açıklanmakla birlikte son olarak 31 Mart Vakasının tanımına ve etkilerine yer verilmektedir. Dördüncü bölümde ise; Cumhuriyet dönemi İslamcılık hareketleri olarak görülen Jön Türklerin, İttihat ve Terakki’nin, Birinci Dünya Savaşı Dönemi’ndeki siyasal İslam söylemi ile Milli Mücadele dönemindeki din ve siyaset ilişkisi açıklanmaktadır. Bununla birlikte Cumhuriyet döneminde devlet, din ve toplum arasındaki ilişkilere yer verilmektedir. Bu kapsamda Cumhuriyet’in ilanı, Cumhuriyet’in ilanı ile ortaya çıkan İslamcılık hareketleri, Birinci Meclis dönemi siyasal İslam, Cumhuriyet dönemi din, devlet ve toplum ilişkileri ele alınmakla birlikte son olarak 3 Mart 1924’te Halifeliğin Kaldırılması konu ele alınmıştır. Akabinde Halifeliğin kaldırıldığı gün kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının geçiş süreci, yapısı, 1932 yılına kadar ki görev ve sorumluluklarına yer verilmektedir. Dördüncü bölümün sonunda Başkanlığın siyasi iktidarla ilişkisi ile din ve siyasetin ayrılmazlığının ele alındığı ifade edilmektedir. 5 BİRİNCİ BÖLÜM İSLAMCILIĞIN GELİŞİMİ, OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ, ARASI DÖNEMDE OSMANLI’NIN GENEL DURUMU VE DİN ANLAYIŞI (1299-1876) 1.1. DİN DEVLET TOPLUM İLİŞKİSİ VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE 1.1.1. Tarihsel Süreç İçerisinde Din ve Siyaset İlişkisi “Din ve siyaset ilişkisi, insanın tarihsel serüveniyle birlikte ortaya çıkan ve uzun bir süre içinde değişik boyutlar kazanan bir olgudur. Çünkü din, doğası gereği toplumun bütün katmanlarında, toplumun oluşturduğu bütün kurumsal yapılarda kendini bir şekilde hissettiren bir olgudur.” 1 Din ile siyasetin arasındaki ilişki, insanlığın tarihi serüveniyle birlikte ortaya çıkmakta ve ilişki var olduğu süreç boyunca da farklı anlamlar kazanmaktadır. Siyasetin, din ile arasında bulunan ilişkinin göz ardı edilmesi ile meydana gelen siyasal alandaki ilişkilerin, yetersiz olduğu ifade edilmektedir. Politik sosyolojinin; ekonomi, aile, eğitim, ekonomi, kültür vb. gibi temel kurumları arasında bulunan siyasetle din arasındaki ilişkinin, toplumla ve diğer kurumlarla da bir etkileşim içinde olduğu söylenebilir. Din ve siyasetin, birbirini dışlayarak görmezlikten gelmeleri ve kesin olarak birbirlerinden ayrılmaları mümkün olmamaktadır. İnsanlığın başlangıcından bu yana toplumsal dayanışma ya da kaynaşmayı sağlayacak, toplumların üstünde değerler ve ilkeler aranmaktadır. “Din ve siyaset kavramları, birlikte ya da ayrı ayrı ele alınsınlar da insanlık tarihiyle birlikte meydana gelen sosyal birer olgu olmaktadırlar.” 2 En eskisinden en yenisine, en basitinden en karmaşığına kadar tüm toplumların yapı ve sistemlerinde din ve siyaset ilişkisi yer almaktadır. Toplumların yapı ve kurumlarında din ve siyaset ilişkisinin bulunmasından dolayı toplumda, siyaset-devlet ya da din adını taşıyan kurum ve kavramlara rastlandığı da ifade edilmektedir. Din ve siyasetin, insanlık tarihinin birbirinden ayrılmaz iki temel sosyal kurumu olduğu söylenebilir. Siyaset ve din olgusunun, kurumlardaki temel özelliklerden birini diğerine yönlendirerek ayrılmaz bir ilişki içinde olmalarını sağladığı ifade edilmektedir. Meşruiyetin sağlanmasında dinin büründüğü rolün; yönetme ve gücü elinde bulundurma aşamasında ise siyasetin büründüğü rolün, bu iki kurum arasındaki ilişkiyi anlaşılmasında yardımcı olacağı vurgulanmaktadır. Dini çevrelerin, bu dünyada daha rahat hareket edebilmek ve 1 Halis Çetin, “Devlet, İdeoloji ve Eğitim”, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 2001, Cilt: 25, No: 2, 201- 211, s. 207. 2 Ejder Okumuş, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003, s. 114. 6 güçten bir pay alabilmek için siyasete; siyasetin ise, kendisi için kesin anlamda ihtiyaç duyduğu meşruiyeti elde edebilmek için dine yöneldiği de söylenebilir. 1.1.2. Din ve Devlet İlişkilerini Belirleyen Unsurlar “Din ve devlet ilişkileri, işlevsel ve ilişkisel açıdan değerlendirildiğinde, dinin, siyasal hareketlerin, kurum olarak devletin yapısını ve faaliyetlerini meşrulaştırma fonksiyonu bulunduğunu, bununda zaman zaman dinin istismarına yol açtığı ortaya çıkmaktadır.” 3 Hedeflerine ulaşmak isteyen siyasi hareketlerin, dinin esas referanslarını kullanma yoluna gittikleri söylenebilir. Din olgusunun toplum üzerindeki etkilerinin büyüklüğünü fark eden devlet yöneticileri, konumlarını güçlendirmek amacıyla dini kullanmaktadırlar. Yöneticiler, gerçekleştirdikleri eylemlerini yasal olarak göstermek amacıyla dini söylemler geliştirmekte ve halkı da bu söylemlerle etki altına almayı amaçlamaktadır. Din ve devlet arasındaki ilişkiye bakıldığında ilişkinin, karmaşık bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. “Devletin işleyiş tarzını belirleyen ve devleti tüzel bir varlık olarak ortaya çıkaran birtakım faktörler bulunmaktadır.” 4 Devlet bu yönüyle, birleşik bir bütün olmasından ziyade farklı unsurların ve kurumların meydana getirdiği bir aygıt görevini üstlenmektedir. Din, ilk çağlardaki toplumların yaşam alanlarının bütününde fazlası ile kendini hissettirmektedir. Dinin bir inanç sistemi olmasının dışında birey, toplumsal yaşantısıyla ilgili belirli normlar ile sosyal sistemin meydana gelmesinde etkin rol alarak merkezi konuma yükselmektedir. Etkisi ve toplumsal konumu ile din, insanların bir arada kalmasını sağlayan bir çimento görevi de görmektedir. Dini kurallar, yazılı olmayan anayasa olarak hayatımızda yer almaktadır. Siyasi mekanizmanın en üst noktasında din adamlarının yer aldığı görülmekte ve din adamlarının tüm sosyal hayatı, dini kurallara göre belirledikleri bir sistem meydana getirdikleri söylenebilir. 1.1.3. Dinin, Birey ve Toplum Üzerindeki Etkileri “Din, insanlık tarihi kadar eskiye uzanır. Bireysel olarak dine inanmayanlara rastlanmıştır. Fakat bir toplumun tümüyle ateist olduğu görülememiştir. Din günümüzde de yükselen bir değer olmaya devam etmektedir.” 5 Toplum üzerinde dinin etkisinin yoğun olduğu kadar toplumun da din üzerinde etkileri bulunmaktadır. Din 3 Okumuş, a.g.e., s. 111. 4 Niyazi Akyüz ve İhsan Çapcıoğlu, Din Sosyolojisi El Kitabı (Selim Eren, Din Devlet Siyaset), Grafiker Yayınları, Ankara, 2013, s. 572. 5 Abdurrahman Güneş, “Sosyolojik Olarak Din ve Toplum İlişkileri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014, Cilt: 24, Sayı: 1, 153-164, s. 153. 7 sosyolojisinin dinin içyüzü ile ilgilenmediği ve din sosyolojisinin temel alanını, dinin topluma yansımakta olan yönü oluşturduğu ifade edilmektedir. Dinin, ortaya çıktığı kültürel ve sosyal ortam göz önünde bulundurulmadan incelendiğinde, sosyolojik açıdan gerçek bir tespit yapılamamaktadır. “Devletin sosyal olgusu olarak, büyük siyasal bir topluluk şeklinde toplum yaşamının içerisinde yerini aldığı söylenebilir. Toplumun derinine kadar nüfus eden devleti, toplum ve bireyden ayrı düşünmek mümkün olmamaktadır.” 6 Günümüzde dinin, toplum ve birey üzerindeki etkilerine bağlı olarak devlet ve diğer kurumsal aygıtlarla ilişkilerinde birtakım değişiklikler meydana gelmektedir. Din ve devlet işleri, her ne kadar birbirinden farklı gibi görünse de kimi zaman birbiri ile çatışmakta, kimi zaman ise birlikte hareket etmektedirler. Devlet ve din ilişkilerinin, ne tam mücadele ne de tam birliktelik şeklinde olduğu söylenememektedir. Etkin bir şekilde dinin varlığını devam ettirebilmesi için devlete, devletin varlığını devam ettirebilmesi için ise dine ihtiyaç duymaktadır. “Devlet ile dinin, çatışma içinde oldukları düşünülse de devletin, kendi siyasal sistemini oluşturmak ya da kendisini güven altına almak amacıyla birçok sosyal kurumla ve özellikle de din ile sıkı ilişkiler içinde olduğu ifade edilebilir.” 7 Dinden aldıkları tavsiye ve emirlerle hareket etmekte olan inançlı insanlar, sergiledikleri davranışları ile sosyal hayatın bütün alanlarında bunu uygulamak istemektedirler. Bireylerin sosyal hayatında dini düşüncenin etkinliği, kendini ağır bir biçimde hissettirmektedir. Din ve devlet arasındaki mücadelenin başlama noktası da burası olmaktadır. Devletin, kurumlardan oluşan bir tepe örgütlenmesi olduğu ifade edilebilir. Devletin, kendisini oluşturan kurumların işlevleri ve yetki sahalarının bir kısmı, dinin talep ve örgütlenme alanına dahil olduğu edilmektedir. 1.1.4. Dinin Diğer Sosyal Kurumlarla İlişkisi “Genel olarak baktığımız zaman sosyal ve siyasi kurumlar varlıklarını sürdürebilmek için az veya çok olsun dini meşrulaştırmadan bir şekilde istifade etmişlerdir.” 8 Dini meşruiyetin, siyasi ve sosyal düzenin sürekliliğini sağladığı ifade edilmektedir. Din olgusunun toplum üzerinde bırakmış olduğu etkilerle kaosun ve toplumsal kargaşanın önüne geçilebilir. Meşruiyeti sağlayan bir düzene karşı 6 Aristoteles, Politika, (Çeviren: Mete Tuncay), Remzi Kitapevi, İstanbul, 1990, s. 7. 7 Akyüz ve Çapcıoğlu, a.g.e., s. 574. 8 Mircae Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, (Çeviren: Mehmet Aydın), Din Bilimleri Yayınları, Konya, 1995, s. 67. 8 çıkılması ve dinin yasallaştırılması, büyük ya da zor problemlerin çıkmasının göze alınmasını gerektirmektedir. Dinin toplumdan topluma değişiklik göstermesi, meşruiyet üzerindeki etkisinin de farklı düzeylerde olmasına neden olmaktadır. Meşruiyet aracı olarak yalnızca dini ve din adamlarını kullanmayan devletin, pek çok sosyal kurumdan da yararlandığı ifade edilebilir. Günümüzde toplumun çıkarlarının ve menfaatlerinin, meşruiyetin en önemli araçlarından biri olduğu belirtilmesinden dolayı dinin etkisinin olmadığının da düşünülmemesi gerekmektedir. Dini anlamak ve yaşamak için çaba gösteren bireylerden oluşan toplulukların, dini hayatlarına yardımcı olacağını düşündükleri hareketlere daha yakın durdukları söylenebilir. Toplumlarla din arasında, karşılıklı işbirliğine ve çıkarlara dayalı olan bir ilişki bulunmaktadır. “Devletin ya da siyasi iktidarın süreklilik kazanması, meşruiyetinin toplum katında göstermiş olduğu sürekliliğe bağlı olmaktadır.” 9 Toplumu meydana getiren sosyal kurumlara genel olarak bakıldığında, bütün sosyal kurumlar bir meşruiyet sağlayıcı tarafından desteklenmektedir. Toplum katında meşruiyet sağlayıcının etkisinin derecesi ne kadar büyükse kurumların varlığının da o kadar uzun olabileceği ifade edilmektedir. Toplumlarda meşruiyet sağlayıcının değerinin büyük olması sonucunda meşruiyet de o denli sağlam olmaktadır. Meşruiyet sağlayıcının geçici olması meşruiyetin zamanla etkisini yitirmesine neden olmaktadır. 1.1.5. Dinin İçtimai Yapısı ile Dinin, Hukuki ve Sosyal Kurallarla İlişkisi “Dinin hukuk üzerindeki etkisi ant içme, ilahi tecelli vb. şekillerde kendini gösterirken, hukukun din üzerindeki etkisi de dini birliğin örgütlenmesinde ve başkalarıyla ilişkilerinin tanziminde ağırlığım hissettiriyor.” 10 Farklı dini kültürlerin din olgusunu açıklamakta kullandıkları yöntemler, değişiklik göstermektedir. Din olgusu, kabul edilme yoluyla kendisine bağlanan ve inanan bireylerin toplum yaşantılarına da nüfuz etmektedir. Ahlak, amel ve inanç sistemleri bulunan dinlerin bir de cemaatleri, toplumsal yönleri ve teşkilatları da bulunmaktadır. Din olgusunun toplumsal yapısı, bu sistemlerin vazgeçilmez birer değer olarak görülmesi ve pratikliğe dökülmesi ile mümkün olmaktadır. Bireylerin dünyevi yaşamlarına yön veren sosyal, ahlaki ve hukuki kuralları da içeren dinin, yalnızca inançtan ibaret olmadığı söylenebilir. Din adına ortaya çıkan kuralların, yaptırımları ve bağlayıcı özellikleri de yer almaktadır. 9 Musa Taşdelen, Siyaset Sosyolojisi, Kocav Yayınları, İstanbul, 1997, s. 31. 10 Joachim Wach, Din Sosyolojisine Giriş, (Çeviren: Battal İnandı), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2006, s. 5. 9 “Dinin, sosyal bir kurum olarak en önemli işlevlerinden birisi, meşruiyet kazandırma yani yasallaştırma olmaktadır.” 11 Din olgusu, toplumsal tüm faaliyetler başta olmak üzere bireyin iç dünyasından başlayarak toplumsal ve siyasal düzeni kutsal referanslar çerçevesinde yasallaştırmaktadır. Meşruluğu sağlamak amacıyla dinden bir araç olarak yararlanılması, dinin siyasal alandaki en yoğun kullanılma biçimi olmaktadır. Hâkimiyetin yasallaştırılmasına dair bütün literatürde, din kavramına mutlaka yer verilmektedir. Kendine has bir mantığı olan dinin, beşeri olayları etkilemede de büyük bir gücü bulunmaktadır. “Meşruiyetin kökenlerine bakıldığında; dine ve ilahi emre uygun olan, yasal, kabul gören, dinin, toplumun ve kamu vicdanının doğru, geçerli ve haklı bulduğu eylem, davranış ve kuralı ifade eden meşru kelimesinden yapılmış olan ve kelime yönünden yasallık vb. anlamlarına geldiği söylenebilir.” 12 İfade edilen bu kavramlar çerçevesinde meşruiyetini oluşturamamış siyasi bir yönetimin mevcut olması ve yönetiminin sürekliliğini sağlaması mümkün olmamaktadır. Yönetimi elinde bulunduranların güçlerini mutlaka bir meşruiyet zeminine dayandırmaları gerekmektedir. 1.1.6. Dinin Meşruiyet Aracı Olarak Kullanılması ve Araçsallaştırılması “Meşruiyet, siyasal iktidarın varlık sebebi ve devam etmesinin tek güvencesidir. Siyasal iktidarın yasa, emir ve eylemlerinin birey ve toplum nezdinde kabul görüp uyulmasının tek dayanağıdır.” 13 İnsanlık tarihi boyunca dini, meşruiyet aracı olarak kullanmayan bir iktidardan söz edilememektedir. Dinden kendisini soyutlayan iktidarların dahi toplumsal birlik için dinin ritüellerini kullanmaktan kaçınmadıkları söylenebilir. Günümüze kadar gelen iktidarların bazıları, kendi dini ritüellerini oluşturarak bunları temel almaktadır. Dine siyasal iktidarı kutsayıcı bir özelliğin yüklenmesi, din olgusunun çok büyük bir meşruiyet kaynağı olmasının nedeni olmaktadır. Kutsallaştırıcı bir özelliği bulunmasından dolayı, siyasal iktidarların neredeyse tamamının dini bir meşruiyet aracı olarak kullandıkları ifade edilebilir. “Dinin araçsallaştırılması dinin, başka bir sosyal ve siyasal amacı gerçekleştirmek için bir ara kademe gibi kullanılması olarak ifade edilebilir.” 14 11 Yusuf Tekin, “Türk Demokrasi Tarihinin Vazgeçilmez Unsuru: Din (İslam)-Siyaset İlişkisi”, Demokrasi Platformu, 2008, Yıl: 4, Sayı: 14, s. 51. 12 Okumuş, a.g.e., s. 31. 13 Ejder Okumuş, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003, s. 98. 14 Yavuz Yılmaz, “Dinin Araçsallaştırılması”, http://www.ufkumuz.com/, (Erişim Tarihi: 27.04. 2016). 10 Toplumda meydana gelen bütün sosyal hareketlerde dinin bir yorumu esas alınarak ona göre bir ideoloji oluşturulmaktadır. Tarihsel süreç dinin, çeşitli düzeylerde başka ideolojileri temellendirmek için kullanıldığını göstermektedir. Dinin verdiği mesajın yıpratılmadan iyilik yönünde kullanılması, normal olmaktadır. Din insanlara, karşılarına çıkan sorunlarda hangi yöntemin takip edileceği ve hangi ahlaki ilkelere uyulması gerektiği konusunda yol gösterici olmaktadır. Toplumda sorun olarak görülen şey, iktidar kavgasında ve sosyal hareketlerde Allah rızasının önemsenmeyerek dinin başka amaçlar için kullanılıp araçsallaştırılması olmaktadır. Dinin araçsallaşmasını eleştiren bireylerin hepsinin, başka bir araçsallaştırmanın eşiğinde durdukları da bir gerçek olmaktadır. Dinin bir araç olarak kullanılması, yalnızca günümüzde geçerli siyasal bir davranış şekli olmamaktadır. Tarihin birçok döneminde din, amaca ulaşmak için araç olarak kullanılmaktadır. “Araçsallaştırmanın ilk adımı, dinin inanç kurallarının içerikleri boşaltılarak mevcut düzene uygun hale getirilmesidir.” 15 Ortaya çıkan bu durum, hangi amaç için uygulanırsa uygulansın sonuç değişmemektedir. Dinin yaşamda egemen olması ve araç olarak kullanılması arasındaki ince çizgiyi yalnızca ahlak ve niyetin belirlediği ifade edilmektedir. Dinin araç olarak kullanılması ve hayata hakim olması düşüncesi, dine ait olanla hareket etmektedir. İfade edilen bu düşüncelerden biri Allah rızasını, diğeri ise dünyalık için amaç edinmektedir. Kişiler tarafından din ve dine ait değerlerin çıkar sağlamak amacıyla kullanılması, durumun vehametini ortaya koymaktadır. Dinin araçsallaştırması, aslında dinin özüne de çok büyük zararlar vermekte ve dine yapılmış en büyük kötülük olarak nitelendirilmektedir. Yöneticilerin halkın kendilerine uymaları için dini kullandıkları ifade edilmekle birlikte kendilerine itaat etmelerinin, dinin bir emri ve gereği olduğunu savunmaktadırlar. İfade edilen bu anlayışın oluşmasında, din adamlarının ortaya koyduğu fikirlerin de etkisinin bulunduğu söylenebilir. “Dini değerleri araçsallaştıran; siyaset, kurumların iktidarlarını, kendilerini, yaptıklarını ve yapacaklarını yasallaştırmak için dine başvurmaları, dini bir araç olarak kullanmalarının ahlaki anlamda iyi bir şey yapıldığını göstermemektedir.” 16 Ortaya çıkan bir olgu, durum vb.nin meşru olması, ahlaki olarak da iyi olduğu anlamına gelmemektedir. Yasallaşmış olan bir durumun, ahlaki anlamda kötü olabileceği söylenebilir. Dinin, devlet veya siyaset için araçsallaştırılabildiği söylenebilir. Hükümetler, devletler ve hatta en diktatör yöneticiler dahi görevlerini sürdürebilmek 15 Yılmaz, a.g.e. 16 Okumuş, a.g.e., s .177. 11 için dini araç olarak kullanmaktadırlar. Dinin bu şekilde araç olarak kullanılmasında sosyal konumu itibari ile en iyi meşrulaştırma aracı olması büyük önem taşımaktadır. Dinin, belli kurum ya da gruplar tarafından araçsallaştırılması, kısa dönemde o grup veya kurumlara fayda sağlayabilir. Grupların ya da kurumların yaptığı araçsallaştırma, uzun dönemde hem dinin temel kurallarına zarar vermekte hem de zamanla dinin bozulmasına ve çatışma ortamı oluşturmasına neden olmaktadır. 1.2. İSLAMCILIĞIN GELİŞİMİ 1.2.1. İslamcılık Kavramı “İslamcılık; ibadet, ahlak, siyaset, İslami inanç, felsefe ve eğitim görüşü ile yeniden bir bütün olarak hayata hakim kılma arzusunu tanımlanmaktadır.” 17 İslamcılık, İslam toplumlarını karşılaşacakları her türlü sömürüden kurtarmak ve bir araya gelmelerini sağlamak amacına yönelik bir mefkure de olmaktadır. Fikri, ilmi ve siyasi çalışmaların teklif ve çözümlerinin bütününden oluşan bir hareket olarak ifade etmek de mümkün olabilir. “İslam’ın temel referans kaynaklarından hareket eden İslamcılık, yeni kavramı adı altında yeni bir insan, siyaset, dünya tasavvuru ve toplumu ile bunlara bağlı olarak evrensel bir İslam Birliği’nin oluşturulmasını hedefler.” 18 İslamcılığın ahlaki, ekonomik, entelektüel, devletlerarası, toplumsal ve politik bir hareket olduğundan da bahsedilmektedir. İslamcılık akımı, İslam’ın yeniden hayat bularak emir ve hükümlerinin uygulanmasını, aynı zamanda dünyanın toplumsal ve tarihsel durumunun İslam dinine göre yeniden yapılandırılmasını amaçlamaktadır. Modern bir akım olarak bilinen İslamcılığın, modernliğe bir cevap ve meydan okuma şeklinde de hayatımızda yer edindiği ifade edilmektedir. “Müslümanları ve İslam'ı inceleyen Avrupalı bilim adamları, yaptıkları incelemelerle İslamcılığın tanımını yapmaktadırlar.” 19 Kitle iletişiminin gerçekleştiği, eğitimin batıdaki gibi sınıfsal farklılaşmanın ortaya çıkmamasına rağmen 17 Mehmet Hanefi Bostan, "Said Halim Paşa: Hayatı ve Fikirleri", Yeni Hafta Dergisi, 1992, 25- 46, s. 32. 18 Ali Bulaç ve Yasin Aktay, “İslamcılık”, https://serdargunes.files.wordpress.com/2014/08/alibulac-mc3bcmtazer-tc3bcrkc3b6ne-ve-yasin-aktayin-islamcilik-tartismalari.pdf, (Erişim Tarihi:12.06.20 17). 19 Mümtaz Er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 36-37. 12 yaygınlaştığı, okur-yazar oranının arttığı, aydın zümresinin doğduğu kültür ortamında dönüşüme uğrayan İslam fikrinin, İslamcılık olduğunu ifade etmektedirler. “İslamcılık fikrinin bir ideoloji haline gelmesi 19. yüzyılın sonlarında olmuştur. Tanzimat Fermanı'yla resmî olarak başlayan Batılılaşma hareketine ve Batıcı yazarların İslamiyet aleyhine yazmış oldukları yazılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.” 20 19. yüzyıla kadar Osmanlı Dönemi’nde uygulanan kanunlarda ve kurulan kurumlarda, İslami temeller esas alınmaktadır. İslamcılık akımının temsilcilerinin; M. Akif Ersoy, Ahmed Naim, Said Halim Paşa ve Abdülhak Bağdadi olduğu bilinmektedir. Akımın temsilcilerinin, İslamcılık akımına bağlı olarak pek çok yayınları bulunmaktadır. Yayınlarının; Sırat-ı Müstakim daha sonrasında Sebilürreşad, Beyanü’l Hak, Livai İslam, Volkan vb. dergiler olduğu ifade edilmektedir. 1.2.2. İslamcılığın Tarihsel Gelişimi (Geleneksel İslamcılık) “İslamcılık akımı, geleneksel İslam toplumunun şartlarının olgunlaşma aşamasındayken Batılı bir düşünce tarzı olan ideoloji ile temasa geçilme sürecinde ortaya çıkmıştır.” 21 İslamcılık, İslami değerlerin benimsenmesini amaç edinmekte ve İslami düşüncedeki aydınların ideolojisi olarak da karşımıza çıkmaktadır. Batı'daki ideolojilerle etkileşime geçilmesi ile geleneksel İslam değerlerinin birleşmesi sonucunda İslamcılık; İslam'ın, ideolojik yapı içinde sistemli bir şekil alması ile oluşturulan düşünce sistemi olarak da tanımlanabilir.”22 İslamcılık, farklı ideoloji ve fikirlerle etkileşim içinde olmaktan kaçınmamaktadır. İslamcılığı diğer ideolojilerden ayıran en önemli özellik, Batı ile düşünce temasında her konuda İslamiyet'in ve Kur’an ile sünnetin temel kabul edilmesi olmaktadır.”23 Akım, diğer fikir ve ideolojileri kendi bakış açısı değerlendirmekle birlikte esas anlayışlarına uymayan görüşlerin değeri olmadığını vurgulamaktadır. “İslamcılık; 19. yüzyılla başlayan İslam düşüncesini, bir bütün olarak hayatın her alanına hakim kılmak, Müslümanları sömürülmeye karşı birlikte hareket etmeye sevk etmek, İslam dünyasını birleştirmek için çağın modern sistemlerini dini değerlerle yorumlayan fikri ve siyasi bir düşünce sistemi olmaktadır.” 24 İslamcılık fikrinin 20 Ercüment Kuran, "Siyasî İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu", İslami Araştırmalar Dergisi, 1993, Cilt: 7 Sayı: 1, 85-106, s. 96. 21 Türköne, a.g.e., s. 36. 22 Türköne, a.g.e., s. 29. 23 Mümtaz Er Türköne, "Cemalettin Afgani Meselesi", Bilgi ve Hikmet Dergisi, 1993, Sayı: 2, 75- 96, s. 91. 24 Türköne, a.g.e., s. 32. 13 doğması, İttihad-ı İslam düşüncesine dayandırılmaktadır. Küçük Kaynarca Antlaşmasının ortaya çıkardığı siyasi ve coğrafi tablo, Müslüman coğrafyasının içinde bulunduğu genel durum vb. gibi olayları ifade eden düşünce sistemine, İttihadı İslam denilmektedir. İslamcılık fikrinin, iki temel faaliyet üzerine inşa edildiği söylenebilir. Birincisinin, Müslümanların siyasal birliği düşüncesi yani İttihad-ı İslam olduğu bilinmektedir. İkincisinin ise çağı yakalamayı, tecdidi yenilenmeyi, ekonomi, eğitim, hukuk ve sanat gibi alanlarda ilerlemeyi ifade ettiği söylenebilir. 1.2.3. Geleneksel ve Siyasal İslam “Geleneksel İslam anlayışında devlet çok önemlidir, devlet çökerse millet de, din de yok olur. O yüzden bu devletin bir şekilde kurtarılması, yeniden ayağa kaldırılması gerekiyordu.” 25 Geleneksel İslamcı anlayışın, Osmanlı’nın son dönemlerinde Türkiye’de bulunan; Batıcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık ve Siyasal İslamcılık gibi akımlarının arayışlarına yön veren bir düşünce sistemi olduğu da ifade edilmektedir. Siyasal İslam kavramı, devletin yönetim yapısında İslami öğelerin bulunması olarak tanımlanabilir. İslam dinini merkeze alan devlet yönetimlerindeki anlayış, sadece teokratik bir yönetim olduğunu ifade etmemektedir. Demokratik ülkelerin yönetim sistemlerinde de İslami öğelerin varlığından bahsedilebilir. Günümüzde Siyasal İslam, siyasi yaşamın merkezinde yer almaktadır. Ortaya çıktığı günden bu yana siyasal İslam anlayışı, gelişme gösterdiği süre boyunca ülkemizin ekonomik ve sosyo-kültürel durumlarından da etkilenmektedir. Siyasal İslam’ın içinde bulunduğu bu etkilenme süreci, onun hem sosyal hem de siyasi hayatını da etkisi altına almaktadır. Geleneksel İslamcılığın, toplumun açıklanmasına yönelik yapmış olduğu taraflı savunmalar ideolojik olarak görülmekte ve geleneksel İslamcılık, toplumdaki olumsuzlukları yapay gerilimler olarak değerlendirmektedir. Geçmiş, hal ve geleceği bir bütün olarak gören geleneksel İslamcılık anlayışıyla toplumlarda çatışma unsuru olarak görülen gerilimler, kendiliğinden yok olmaktadır.”26 “Türk muhafazakârlığının karşısına çıkarılabilecek olan oluşumun, kuşkusuz Siyasal İslamcılık olacağı düşünülmektedir.” 27 Cumhuriyetle siyasal İslamcılık 25 Hacı Hasan Saf, “Türkiye'de Yükselen Siyasal İslam'ın Postmodern Nedenleri”, Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 2016, Cilt: 3, Sayı: 12, 104-119, s. 108. 26 Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Muhafazakarlığının Açık İklimleri Üzerine”, Doğu-Batı Dergisi, 1998, Sayı: 3, 77-84, s. 75. 27 Ahmet Çiğdem, Taşra Epiği: Türk İdeolojileri ve İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 58. 14 arasındaki ilişki, Geleneksel İslamcılıkla modernitenin arasında bulunan ilişkiyle aynı yapıya sahip olmaktadır. Siyasal İslamcılık, bir cumhuriyet ideolojisi olmakla birlikte kendi varlığını da bu süreçte oluşturduğu söylenebilir. Fransız İhtilalı’na gerici bir tepki veren Geleneksel İslamcılıkta olduğu gibi Siyasal İslamcılık aydınları da Cumhuriyetle bir hesaplaşma yoluna gitmemişlerdir. 1.2.4. İslamcılığın Siyasallaşması (Siyasal İslam) “İslamcılığın siyasallaşma düşüncesi, II. Abdülhamit döneminde benimsenmeye başlamıştır. Öte yandan bu, İttihat ve Terakki siyasetini de etkileyen bir düşünce sistemidir.” 28 Osmanlı’nın meşruiyet zemininin aranması çalışmalarına yanıt vermek amacıyla siyasal İslam’ın, zamanla panislamist bir düşünceye doğru kaydığı söylenebilir. 2. Abdülhamit zamanında siyasal İslam düşüncesinin, iç ve dış politikada etkili olabilecek bir araç konumuna getirilmeye çalışıldığı ifade edilmektedir. İç politika uygulamalarında, Araplara yakınlık gösterildiği ve hilafetin üstün bir değer olarak görülmesi için çaba sarf edildiği söylenebilir. Dış politikada ise Arap ülkeleri ile hacca değer verildiği, Hicaz demiryolu için planlanan projenin uygulamasına geçildiği ve mülki amirlerin maaşlarına zam yapıldığı ifade edilmektedir. İslamcılık, ideolojik ve siyasal bir hareket olarak postmodernizmle pek çok noktada birleşmekte, ancak pek çok noktada da karşı karşıya gelmektedir. Modernizmin eleştirisinin yapılması noktasında postmodernizm ve İslamcılık anlayışı, ortak bir paydada birleşmektedirler. İslamcılık, modernizme karşı yapmış olduğu eleştirileri ile karşıt bir modernleşme kültürünü ortaya koymak istememektedir. Modernizme karşı yaptığı eleştirilerinde İslamcılık, bu nedenle ahlaki yozlaşma ya da maddecilik kavramları üzerinde durmakla birlikte buna karşı alternatif bir siyasal ve toplumsal proje de ortaya atmaktadır. “19. yüzyıl boyunca Osmanlı aydınları farklı platformlarda yer alarak, bunalımı atlatmak için çözüm yolları aramışlardır.” 29 Aydınların basında, birbirlerine zıt görüşleriyle ciddi çekişme ve tartışma içine girdikleri de söylenebilir. Ortaya attıkları düşünceleriyle de zaman zaman devlet idarecilerine etkilemekte ya da yönetim mekanizmasında görev alarak fikirlerini uygulama fırsatı bulmaktadırlar. Osmanlı’da bu anlamda yapılan ilk ciddi ıslahat programının, devlet eliyle 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı olduğu ifade edilmektedir. Yapılan bu teşebbüs, Osmanlı’nın Avrupa'nın temsil ettiği medeniyet seviyesine ulaşmak istemesi ve imparatorluk 28 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Risale Yayınları, İstanbul, 1986, s. 94. 29 Mehmet Saffet Sarıkaya, “Osmanlı Türkiye’sindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış Arayışlar”, İnsan Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 1999, Cilt: 1, Sayı: 1, 97-111, s. 104. 15 içerisinde bulunan halkları bir arada tutacak dayanışmanın sağlanmasını amaçlamaktadır. “Tanzimat Fermanı’yla Osmanlı Devleti yeni bir değişimin ifadesi olarak yapılan düzenlemelerin şer-i şerife uygunluğunu savunmasına rağmen, bunu kamuoyuna anlatmakta zorlanmıştır.” 30 1850 Ticaret Kanunnamesi ve 1858'de Fransa'dan ithal edilen Ceza Kanunnamesinin, Ulul-Emrin yetkisine verilen örf ve tazir sahasına ait olduğu kabul görmektedir. Tanzimat Fermanı’yla birlikte İslam, siyasi bir muhalefet aracı olarak politik ve ideolojik bir söylem haline gelmektedir. Osmanlı devlet yöneticilerinin Avrupa’yı yakalamak için ortaya koydukları yenilenme hareketlerinin iyi anlaşılamamasından ve halkın eğitim seviyesinden dolayı, İslamcılığın siyasallaştığı ifade edilmektedir. İslamcılığın tepkisel bir anlayışa dönüşerek, siyasi bir söylem ve simge haline geldiği söylenebilir. "Bu söylemler, 1860‟lı yıllardan itibaren giderek artan gazete yayımcılığıyla kamuoyuna sunulmuş, resmi ideolojiden farklı yeni siyasi söylemler dile getirilmeye başlanmıştır. Tercüman-ı Ahval, Muhbir, Basiret, İbret, Hürriyet, ‘Ulûm gibi gazeteler siyası sürecin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu dönemdeki yazılarıyla dikkati çeken Ali Suavi (1878) ve Namık Kemal (1888) Siyasal İslamcı (Yeni Osmanlıcı) düşüncenin ilk temsilcileri olarak gösterilebilmektedir."31 1.2.5. İslamcılık Akımını Tetikleyen Etmenler “Geleneksel bilgi kaynaklarına dönülmesi ile birlikte devletin birliğinin sağlanmasını amaçlayan İslamcılık akımı, Batılılaşmaya ve Batı’ya karşı yapılan bir eleştiri olmaktadır.” 32 İslamcılığın, geleneksel kaynaklara gönderme yapılmasıyla beraber İslam dininin yapmış olduğu yanlış uygulamaları da eleştiren bir reform hareketi de olduğu söylenebilir. İslamcılık, siyasal bir proje olmakla birlikte devleti, Batı’nın elinde bulundurduğu askeri teknolojisi ve bilimi ile güçlendirmeyi amaçlamaktadır. İslamcılık aynı zamanda, devleti tekrar düzenleyerek içte ve dışta kaybetmiş olduğu bütün saygınlığını geri kazandırmayı da amaçlamaktadır. Dinsel bir proje olarak ise İslamcılık, devleti yasallaştıran İslam dinini, Batılı kalkınma ve ilerleme kavramları ile İslami meşruiyetini sağlayacak biçimde tekrar yorumlamayı ve 30 Taha Akyol, Medine’den Lozan’a, 1. Baskı, AD Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 30. 31 Sarıkaya, a.g.e., s. 3. 32 Zerrin Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset- Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 202. 16 yenilemeyi de planlamaktadır. İslamcılık akımı, Batı’nın karşısında gerilemenin engellenmesi ve İslam aleminin eski gelişmiş dönemlerine dönebilmesi açısından ortaya çıkarılmıştır. “İslamcılık, 19 ve 20. Yüzyıl şartlarında dini ve siyasi düşünce akımı olarak ortaya çıkıp; İslamiyet ve Müslümanları yeni bir tecdid, ıslah, ihya hareketi içinde şuurlanmayı gaye edinen bir hareket olarak nitelenebilir.” 33 Çağdaş İslam düşüncesi, modern çağın ve sanayileşmenin de etkisiyle ortaya çıkan gelişmelerle birlikte yayılmaya başlamaktadır. İslamcılar, Müslüman halktan oluşan ülkelerde İslamiyet’i egemen kılarak İslam alemini, ortak düşünce ve duygular çerçevesinde birleştirmeyi amaçlamaktadırlar. İslamcılığı hazırlayan ve ortaya çıkmasını sağlayan pek çok etmen bulunmaktadır. İslamcılığı ortaya çıkaran etmenlerin en önemlisi, Osman Devleti’nin dağılma ile karşı karşıya olması olmaktadır. Parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya olan Osmanlı’nın aydınları, birçok yeni arayışa yönelmiştir. Osmanlı aydınlarının aynı zamanda, Batı’ya benzer ideolojilerin de etkisi ile İslam’dan taviz vermeden toplumu bir arada tutmayı sağlayacak İslamcılık fikrinin doğmasına neden oldukları söylenebilir. 1.3. İSLAMCILIK FİKRİ DÖNEMİ İSLAM DÜNYASI “İslamcılık anlayışını benimseyen aydınları belirli bir çerçeve içerisine alarak bu fikri belirli kişilere mal etmek mümkün olmamaktadır.” 34 Müslümanların farklı fikirlere sahip olması, doğal bir durum olmaktadır. Müslüman coğrafyalarda yaşayan halklar, farklı dönemlerde farklı düzeylerde zorluklar yaşadıkları yaşamaktadırlar. Yaşanan farklı yaşam ve sıkıntılar, farklı sorunları ve yeni çözüm önerilerini de beraberinde getirmektedir. İslam coğrafyasında bağımsızlık mücadelesi veren ülkelere rastlandığı gibi sömürgecilikten kurtulmak amacıyla mücadele veren ülkelere de rastlanmaktadır. İslam coğrafyasındaki ülkeler arasında tek istisna olarak, Osmanlı Devleti yer almaktadır. Osmanlı Devleti’nin istisna olarak ele alınmasındaki sebep, tek bağımsız İslam Devleti konumunda yer alması olmaktadır. Osmanlı Devleti’ndeki İslamcılık hareketlerinin, devletin parçalanmasını engellemek ve Avrupa Devletleri karşısında güçlü konuma getirmek amacıyla ortaya atıldığı ifade edilmektedir. Bu bölümde de İslam coğrafyasında yer alan bazı ülkelerin genel durumları incelenecektir. 33 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991, s. 326. 34 Davut Dursun, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, Beta Basım Yayın, İstanbul, 1992 s. 67. 17 1.3.1. İstanbul ve Anadolu “2. Abdülhamit dini düşüncelerini sadece merkezden uzak eyaletlerde değil, her noktada ve her alanda kullanmak istemiştir. Bilhassa İstanbul ve Anadolu’daki faaliyetlere daha fazla itina göstermiştir.” 35 Dini kurumlara sağlanan imkânlar arttırılarak, din adamlarının vaziyetlerinin iyileştirilmesi amaçlanmaktadır. Mevlevi, Halveti, Rufai ve Kadiri gibi tarikatlara alaka gösterilerek, toplum üzerinde saygınlıklarının arttırılması da amaçlanmaktadır. Abdülhamit döneminde ayrıca; medrese, cami ve tekkelerden başka çeşme vb. yerlerin de onarımı yoluna gidildiğinden söz edilmektedir. 2. Abdülhamit’in, dini alanlar üzerinde yaptığı yenilikler sonucunda halk tarafından çok sevildiği ve desteklendiği ifade edilmektedir. Çalışma hayatında da ibadetlerin rahatça yapılabilmesi için mesai saatlerinin düzenlendiği ve bununla da çalışanların ibadetlere teşvik edilmesinin amaçlandığı söylenebilir. Abdülhamit döneminde ayrıca, ülke genelinde dini kitapların basımına özen gösterildiği ve İstanbul’un bazı mahallelerinde içki satışları da yasaklanmıştır. Birlik ve İslam düşüncesinin halka doğru şekilde aşılayabilmek için Osmanlı’nın merkezi konumunda olan İstanbul ve Anadolu’da yapılan uygulamalara daha çok özen gösterilmektedir.”36 1.3.2. Hindistan ve Güneydoğu Asya “Osmanlı Devleti'nin Güneydoğu Asya ile olan ilişkisi Kanuni döneminde Hint Okyanusuna düzenlenen seferlerle başlamış ve daha sonra yaşanan gelişmelerle bir süre devam etmiştir.” 37 19. yüzyılda sömürgecilik ve işgal faaliyetleri, pek çok alanda kendini göstermektedir. İşgal ve sömürgecilik faaliyetleri Hindistan’ın; Singapur, Sumatra, Cava, Seylan ve Borneo gibi coğrafyalarında da etkilerini sürdürmektedir. Osmanlı Devleti’nden Batı’nın baskısı ve gücü karşısında yardım isteyen bölge Müslümanlarının, ilk dönemlerde istedikleri yardımı alamadıkları ifade edilmektedir. 2. Abdülhamit daha sonraki dönemlerde gelişmeleri yakından takip ederek, Müslüman halktan gelen yardım talebine olumlu yanıt vermiştir. 35 Cezmi Eraslan, Doğruları ve Yanlışlarıyla II. Abdülhamid, Nesil Yayınları, İstanbul, 1996, s. 771. 36 Azmi Özcan, İttihad-ı-ı İslam, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 2001, s. 472. 37 Mahmut Akpınar, “Emperyalizmle Mücadelede İç Ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 36, Sayı: 2, 79-119, s. 103. 18 “Güneydoğu Asya'daki Müslümanlara ilişkilerini geliştirmekte kararlı olan Osmanlı yönetimi işe şehbender tayinleri ile başlamıştır.” 38 Müslüman halkın yoğunlukta olduğu bilinen Singapur’a yerel halkın içinden bir konsolosun seçildiği bilinmektedir. 2. Abdülhamit’in, Güneydoğu Asya’da önem verdiği bir diğer konu da bayram, doğum günü vb. özel günlerde karşılıklı tebrikleşmeye itina göstermesi olmaktadır. Osmanlı Devleti’ni bu bölgelerde temsil eden memur sınıfının, İslam’a aykırı şekilde davranmalarına müsaade edilmeyerek görevlerinden alındıkları ve yerlerine, İslami duyarlılığı yüksek olan memurların getirildiği ifade edilmektedir. Güneydoğu Asya’da yaşayan Müslüman halkın bilinçlenmesi adına, Kur’an-ı Kerim ile birlikte pek çok dini içerikli kitap da dağıtılmıştır. “İngiltere'nin zengin bir coğrafyaya sahip olan Hindistan üzerindeki etkisi 19. yüzyılla birlikte artmış ve nüfuzu gün geçtikçe güçlenmiştir.” 39 Hindistan’da yer alan Babür Devleti'nin yıkılmasıyla birlikte hilafeti elinde bulunduran Osmanlı Devleti’ne karşı Hıristiyan bir devletin idaresine giren Müslümanların, ilgilerinin artarak bir gönül bağına dönüştüğü ifade edilmektedir. İngilizlerin, 1870'lerin sonlarına doğru Osmanlı politikalarının değişmeye başlaması üzerine 2. Abdülhamit’in Hindistan’da bulunan Müslümanlarla yakından ilgilenmeye başladığı söylenebilir. 2. Abdülhamit, eline geçen bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmekte tereddüt yaşamamaktadır. Hindistan’da yaşayan Müslümanların Osmanlı'ya verdikleri desteği ve gösterdikleri yakınlığı İngilizlere karşı kullanan Abdülhamit’in, ilk önce diplomatik kanalları tercih etmektedir. Padişah, Bombay'da kurduğu başkonsolosluğun yapmış olduğu çalışmalarla bölgedeki temsilciliklerini de arttırmayı amaçlamaktadır. Abdülhamit’in bu sayede bölgedeki faaliyetlerini ve Hindistan’da bulunan Müslüman halk üzerindeki etkinliğini de artırmayı amaçlamaktadır. Osmanlı padişahının amacına yönelik olarak, Madras Karaçi ve Kolombo gibi önde gelen ticaret merkezlerinde fahri konsolosluklar açtığı söylenebilir. "Seylan'ın Kolombo ve Gal şehirlerine ve Endonezya'daki Müslümanların haklarını korumada onlara yardımcı ve yol gösterici olmak için Cava Adası'nda şehbenderlik kurulmuştur.” 40 Kurulan bu konsolosluklar, bölgede yaşayan Müslüman halk ile temaslarda bulunarak halkın Müslümanların halifesinden beklentilerini, sıkıntı ve sorunlarını ortaya çıkarmayı amaçlamaktadırlar. Halkın isteklerini belirleme sürecinde Müslümanların maneviyatının arttırılması ve halifeye bağlılıklarının da 38 İsmail Hakkı Göksoy, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı Devleti’nin Güneydoğu Asya Bölgesi İle İlişkileri, Devr-i Hamid, III, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011, s. 47. 39 Akpınar, a.g.e., s. 103. 40 Akpınar, a.g.e., s. 105. 19 sağlanması amaçlanmaktadır. Konsolosluklar için halkın ileri gelenlerinden kişilerin seçilmesi, halkın daha çok ilgi göstermesine ve bağlanmasına neden olmaktadır. 1.3.3. Uzakdoğu (Japonya ve Çin) “1867 devriminden sonra büyük bir çıkış yapan Japonya ile Osmanlı Devleti'nin ilk münasebetleri Japon Dışişleri Bakanlığı Kâtibi Fukuchi Genichiro'nun 1871'de İstanbul'a gelmesiyle başlamıştır.” 41 Genichiro’nun ziyaretinden yedi yıl sonra Japon savaş gemisi olduğu bilinen Seiki, Avrupa’ya yapmış odluğu seyahati sırasında İstanbul’u da ziyaret etmek istemektedir. Seiki’nin yapmış olduğu bu talep üzerine, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden canlandırılması yolunda adım atıldığı söylenebilir42 . Osmanlı ve Japonya arasında, 1896 yılında yapılması amaçlanan ticaret anlaşması için müzakereler başlamıştır. Osmanlı’nın, Japon yetkililerin istemiş oldukları bazı adli konulardaki taleplerini kabul etmemesi üzerine anlaşmanın sağlanamadığı ifade edilmektedir. Japonya ile ticaret anlaşmasının yapılamadığı ancak bir süre sonra konsoloslukları ilgilendiren bir anlaşmaya varıldığı ifade edilmektedir. Japonya’nın, Kore ve Mançurya bölgelerinde Rusya ile savaştığı ve Rusları büyük bir yenilgiye uğratarak bütün dünyanın dikkatini çektiği söylenebilir. Japonya’nın bu galibiyeti, Osmanlı hükümeti ve basını tarafından da büyük bir sevinç içinde karşılanmaktadır. Osmanlı’nın bu olayda büyük sevinç yaşamasının nedeni, 2. Abdülhamit’in Rusya’nın kuvvetlerinin pek çoğunu Uzak Doğu’ya göndermesinin, Karadeniz’deki savunma gücünü azaltacağını düşünmesi olmaktadır43 . “Ertuğrul adlı Osmanlı firkateyni Asya'da bazı Müslüman kentlerini de ziyaret ederek Japonya'ya gidecekti. Gemi uğradığı limanlarda Müslüman halkın yoğun ilgisiyle karşılanmış, bazı Müslümanlar bağımsız Müslüman toprağı diye Ertuğrul gemisinde namaz kılmışlardır.” 44 Uğradıkları limanlarda Ertuğrul Fırkateyni ve mürettebatının sevgi ve coşku ile karşılanması, 2. Abdülhamit'in uyguladığı politikalarının işe yaradığının kanıtı olarak değerlendirilebilir. Ertuğrul Firkateyni, 16 Eylül 1890 tarihinde dönüş seyahati sırasında tayfuna yakalanarak Kıshu Kashinozaki Burnu'nda battığı ifade edilmektedir. Japonlar, kazaya maruz kalan yolcuları kurtarmak için çok çaba sarf etmektedirler. Osmanlı Devleti, yardım eden Japon haklına şükranlarını sunarak onları ödüllendirmiştir. İki Japon savaş gemisiyle 41 Hee Soo Lee, İslam ve Türk Kültürünün Uzak Doğu’ya Yayılması: Kore’de İslamiyet’in Yayılması ve Kültürel Tesirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1988, s. 208. 42 Tadahisa Takahashi, “Türk-Japon Münasebetlerini Kısa Bir Bakış”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1982, Sayı: 18, 124-148, s. 128. 43 Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 463. 44 Akpınar, a.g.e., s. 108. 20 gazilerin daha sonra İstanbul'a getirildiği ve şehit yakınları için de yardım kampanyalarının düzenlendiği söylenebilir. “Çin'e "1842 Nankin Antlaşmasıyla Batılı güçler tarafından nüfuz alanlarına bölünmüş ve sömürüye açılmıştır.” 45 Osmanlı Devleti de buna bağlı olarak hilafetin gücünü kullanarak, Avrupa’nın en büyük sömürge alanı olan Çin’den yararlanmayı amaçlamaktadır. Osmanlı’nın bu bağlamda, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Çin hükümeti ile ilgilendiği söylenebilir. Çin’de Müslüman halkın milyonlarla tanımlanması ve halife adına da hutbe okutulması, Osmanlı’nın İslam Birliği düşüncesini tetikleyerek devleti bir beklenti içine soktuğu ifade edilmektedir. Çin hükümetinde, 20. yüzyılın ilk yıllarında Batı’daki güçlere karşı tepkiler meydana gelmeye başlamıştır. Kısa zamanda örgütlenen Çin halkının, sömürgeci devletlere karşı mücadeleler verdiği ve pek çok kanlı cinayete de yol açtığı ifade edilmektedir. Müslüman halkın da Çin’de gerçekleşen bu eylemlere katılmasından endişe duymakta olan Almanya’nın, Osmanlı halifesinden yardım talebinde bulunduğu da söylenebilir. 1.3.4. Arap Yarımadası (Basra, Hicaz ve Yemen) “Müslümanların kutsal bölgesi Hicaz, doğunun fatihi Yavuz Sultan Selim döneminde Mercidabık ve Ridaniye seferleri sonucunda Osmanlı topraklarına dâhil edilmiştir.” 46 Osmanlı, kutsal şehirler olarak bilinen Mekke ve Medine’nin Hicaz bölgesinde yer almasından dolayı bu bölgeye ayrı bir ilgi duymaktadır. Gösterilen bu ilginin, devletin yönetiminin bozulmasından sonra ihmal edildiği söylenebilir. Devlet yönetiminin bozulanından sonra, İngilizlerin faaliyette bulunmalarına neden olacak derecede siyasi boşluklar meydana gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin Hicaz bölgesinde yapmış olduğu düzenlemelerin arasında; asayişin sağlanması, güvenliğin arttırılması ve hacıların gidiş gelişlerinin kolaylaştırılması yolunda önlemlerin alınması gibi pek çok olay yer almaktadır. Alınan önlemlerle; Rus, Fransız, İngiliz ve Hollandalıların, Hicaz’a gelen Müslüman hacılara yapacakları saldırılar önlenmektedir. Hicaz’da salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı karantina bölgeleri oluşturularak, Hicaz’a doktor ve eczacıların gönderilmesi planlanmaktadır.”47 45 Mahmut Akpınar, “Emperyalizmle Mücadelede İç Ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 36, Sayı: 2, 79-119, s. 110. 46 Akpınar, a.g.e., s. 92. 47 Mehmed Şakir Bey, Halife II. Abdülhamit’in Hac Siyaseti, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 83. 21 “2. Abdülhamit döneminde 1895 yılına değin pek düzenli olmasa da bazı önlemler alınmıştır”48 . Bölgede karışıklık ve huzursuzluk çıkarmayı amaçlayan İngilizlerin yaptıkları propagandalara karşı güvenlik en üst seviyede tutulmaya çalışılmaktadır. Sömürge altında bulunan ülkelerden gelen Müslümanlardan fazla ücret alınmamaya dikkat edilerek çok fakir olanlara da devletin yardımda bulunduğu ifade edilmektedir. Hicaz’da bulunan tarikat şeyhlerine ve kabile şeflerine aba, nişan, hilat, rütbe ve saatler ihsan edilerek devlete sıcak bakmalarının sağlanması amaçlanmaktadır. “2. Abdülhamit'in faaliyetleri sadece bunlarla sınırlı değildi. Padişah, hacla ilgili düzenlemelerin yanı sıra Hicaz Demiryolu projesini gündeme getirmiştir.” 49 İslam Birliği siyaseti bünyesinde 2. Abdülhamit'in gerçekleştirdiği en önemli ve en dikkate değer çalışma olarak vasıflandırılan Hicaz Demiryolu projesinin, umulanın aksine çok kısa bir sürede sonuca kavuşturulduğu söylenmektedir. Projenin ortaya çıkarılma aşamasında; dini, askeri, ekonomik ve siyasi sebepler etkili olmaktadır. Hicaz Demiryolu hattının, tamamen yerli sermaye ve teknoloji ile inşa edildiği öne sürülmektedir. Yerli teknoloji ve sermaye için bütün Müslümanlardan bağış talep edilmekte ve bu talep de muazzam bir karşılık görmektedir. “Hicaz Demiryolu Hattı’nın hizmete açılması, İslam dünyasında çok büyük bir coşkuya sebep olmaktadır.” 50 Dünyada çeşitli bölgelerde yaşayan Müslüman halkın telgraf, mektup ve hatta şiirler yoluyla padişaha şükranlarını sundukları ifade edilmektedir. Halkın da yararlanabileceği bu tarz hizmetlerin ortaya çıkarılması, yönetime bağlılığı sağlayarak minnettarlık duygusunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ortaya çıkarılan hizmetler de yönetim ile halk arasındaki bağlılığın artmasını ve ilişkilerinin gelişmesini sağlamaktadır. İslam topraklarının büyük bir kısmı, Hicaz demiryolu vasıtası ile birbirine bağlanmaktadır. Bu başarı tüm Müslüman toplumlarda olumlu bir atmosferin oluşmasına katkı sağlayabilir. Devletlerde otorite boşluğu ve adaletsiz uygulamalar, dış devletlerin işine gelmektedir. Dış devletler, yaptıkları propaganda faaliyetleriyle devletlerin itibarını sarsmaya çalışmaktadırlar. İngilizler bu doğrultuda faaliyet göstermekte, 2. Abdülhamit’in devletin gücü ölçüsünce gerekli önlemleri almakta ve birçok alanda da başarılı olmaktadır. 48 Eraslan, a.g.e., s. 339. 49 Gökhan Çetinsaya, İsmi Olup da Cismi Olmayan Kuvvet: II. Abdülhamit’in Pan-İslamizm Politikası Üzerine Bir Deneme, Osmanlı, VI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 380. 50 Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 271. 22 1.3.5. Kuzey Afrika (Mısır, Tunus, Fas ve Trablusgarp) “2. Abdülhamit İslam beldelerini tamamen yitirmemek ve Osmanlı’yla olan bağlarını yeniden tesis etmek ve daha güçlü hale getirmek için büyük gayret sarf etmiştir.” 51 Osmanlı, hem Mısır’da tam anlamıyla devre dışı kalmamak hem de İngilizlerin Mısır’ın boşaltılması konusunda kamuoyunun oluşturulmasına önem vermektedir. 1892 yılında Tevfik Paşa’nın yerine sadrazamlık görevine gelen Abbas Paşa’nın, Osmanlı idaresine daha samimi davrandığı ve Mısır’ı Osmanlı’ya yaklaştırmaya çalıştığı ifade edilmektedir. Trablusgarp’ta gerek Şazeli tarikatının gerekse Senusilerin de etkilerinin olduğu söylenebilir. Senusilerin lideri olarak bilinen El-Mehdi, halifeye saygı duyduğunu dile getirse de bulunduğu bölgeye yönelik kişisel planları da bulunmaktadır. “Bölgede statükoyu korumaya çalışan 2.Abdülhamit, El-Mehdi'nin çalışmalarından rahatsızlık duyduğu için bu bölgede de Şeyh Zafiri ile beraber hareket etmeyi uygun görmüştür Padişahın otoritesini güçlendirmek adına bölge için yaptığı reform ve düzenlemeler El-Mehdi ile aralarındaki soğukluğun sürmesinde etkili oldu.” 52 Osmanlı, Medeniye tarikatı tarafından İstanbul’dan yürütülen faaliyetlerde, Müslüman dayanışmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Medeniye tarikatıyla çok yakın ilişkiler içinde olan 2. Abdülhamit, İslam’ın varlığının önemini de düşünerek Sesunileri desteklemektedir. 2.Abdülhamit, İtalya ile yapılan mücadelelerde Sesunilere silah yardımında bulunmuştur. Kuzey Afrika’dan geriye kalan toprakların, Abdülhamit tahttan indirildikten sonra elde tutulamadığı söylenebilir. 1.3.6. Orta Asya “2. Abdülhamit'in İslam Birliği politikasında ilgilendiği önemli bölgelerden birisi de Orta Asya'dır. Ancak buradaki faaliyetlerin çok basit kaldığı ortadadır.” 53 Türkistan’da din adamları ve yerel liderlerin aracılığıyla İslam Birliği düşüncesine dikkat çeken 2. Abdülhamit, İngiliz ve Rus baskısını hafifleterek onları tedirgin etmek istemektedir. İngiliz ve Rusları tedirgin etmek adına, Türkistan’dan gelen Müslüman hanedanlığının üyelerinin iyi bir şekilde ağırlandığı ve taleplerinin karşılanması için çaba sarf edildiği söylenebilir. Orta Asya’dan gelen hacılara manevi ya da maddi anlamda kolaylıklar sağlanarak, ülkeye gelen din ve ilim adamları en iyi şekilde ağırlanmıştır. 51 Hayrettin Yücesoy, Senusilik Sufi Bir İhya Hareketi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1985, s. 152. 52 Eraslan, a.g.e., s. 114. 53 Çetinsaya, a.g.e., s. 386. 23 “Rus yönetimi altında bulunan bazı Müslümanlar, Osmanlı’ya sığınmak istemektedirler.” 54 Osmanlı da kendine sığınmak isteyen bu Müslümanların haklarını ve mallarının güvenliğini sağlamak için hiçbir girişimden kaçınmamaktadır. Türkistan’dan gelen göçmenlerden çiftçilik kurmak isteyenlere; tohum, hayvan ve toprakların dağıtılmıştır. Osmanlı Devleti, kendine sığınan Müslümanlara elinden gelen desteği esirgememektedir. Osmanlı’nın din anlayışını ön planda tutarak gerçekleştirdiği siyasi yaklaşımlarının, uluslararası platformda belli bir zaman etkili olduğu ifade edilebilir. 54 Alaaddin Yalçınkaya, Sömürgecilik ve Panislamizm Işığında Türkistan 1856’dan Günümüze, Timaş Yayınları İstanbul 1997, s. 183. 24 İKİNCİ BÖLÜM OSMANLI’DA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ, ABDÜLMECİD DÖNEMİ, TANZİMAT VE ISLAHAT FERMANLARININ DİNE VE OSMANLI’YA ETKİLERİ İLE SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ 2.1. OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ (1299-1922) 2.1.1. Osmanlı Kuruluş Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1299-1453) “Osmanlı Devleti bir imparatorluk durumuna ulaşmasında en büyük payı gaza geleneğinin öncüsü durumdaki Alperenlere borçludur.” 55 Alperenler, Ahmet Yesevi’nin öğretisi ile birlikte Anadolu’daki uç beyliklere oradan da Balkanlara kadar olan kesimin hem İslamlaşması hem de Türkleşmesi açısından çok büyük bir rol üstlenmektedirler. İmparatorluğun mihenk taşı konumunda olan bu dervişler, beylerin de en büyük destekçisi olmaktadırlar. Alperenlerin yanında Türk beyliklerinin kuruluşunda etkili olan Sufi İslam anlayışı, Osmanlı’nın kuruluşunda da etkili olmaktadır. Osmanlı döneminde ayrıca, Babailerin ve Ahilerin etkisinin yoğun olduğu söylenebilir. Osmanlı’nın kurulma aşamasında kökleri atılırken, büyük oranda Ahi reislerinden ve Ahilikten yararlanılmıştır. Osman Bey’in kayın pederi olan Şeyh Edebali’nin, Ahiliğin en büyük reislerden biri olduğu ifade edilmektedir. Osmanlı’nın kurulduğu yıllarda dini yapılardaki en önemli özelliğinin, dini yapıların kelam veya fıkıh üzerine değil de gaza ruhuna uygun olarak göçebe asabiyetine daha kolay cevap verebilen, ağırlıklı olarak ahlaki ve tasavvufi bir temele dayandırılmış olması olduğu söylenebilir. “Fakat bir kanun devleti olma hüviyetini hiçbir zaman kaybetmeyen Osmanlı beyleri devlet geliştikçe ve merkezileştikçe İslam’ın fıkhından, yani kanun alanından daha çok yararlanmayı uygun görmüşler ancak kontrolü de elden bırakmamışlarıdır.” 56 Osman Bey ve Orhan Gazi’nin Türkmen gelenekleri ile harmanladığı Sünnilik ile diğer dönemlerde işlenerek medrese kültürüyle meydana getirilen Sünnilik aynı olmamaktadır. Osmanlı Devleti’nin ilerleyen yıllarında Medrese İslamı, etkisini arttırmaktadır. Medrese İslamı’nın etkisini arttırmasından dolayı, Osmanlı’nın ilk başlarda sergiledikleri hoşgörülü yaklaşım, yerini daha kuralcı bir Ulema İslam anlayışına terk etmektedir. Yaklaşımlarında meydana gelen değişimlerin sebebinin de Osmanlı’nın, gelişen ve değişen olaylar karşısında dine bakış açısında meydana gelen farklılıklar olduğu söylenebilir. Merkezileşme süreci yaygınlaştıkça, fıkhi taraf daha ağır basmaktadır. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllara nazaran Heterodoks 55 Taha Akyol, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1999, s. 27. 56 Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 6. 25 İslam’ın etkilerinden uzaklaşması, devletin Türk geleneklerinden edinmiş olduğu hukuk ve kanun anlayışına verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Heterodoks İslam anlayışının kural tanımayan ve mistik bir özellik taşıdığı ifade edilmektedir. Osmanlı’nın büyük önem verdiği kanun ve hukuk, Heterodoks İslam anlayışında çok fazla yer almamaktadır. 2.1.2. Fetret Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1402-1413) “1402 Ankara Savaşı’nın sonuçları hem Osmanlı hem de Anadolu açısından yıkıcı olmuştur. Moğol İstilası toplumun inanç sistemini temelden etkilemiş ve devlet otoritesiyle beraber milletin kendine olan inancıda dibe vurmuştur.” 57 Toplumun inanç sisteminin yerle bir olması ile birlikte toplum, dünyayla değil manayla ilgilendiği düşünülen mistik âlemde aranmak istemektedir. Toplumun; millet, dergah ve tekkelerde toplanarak oluşan bu olumsuzluğa çare aradıkları söylenebilir. Osmanlı Devleti’nde meydana gelen olumsuz şartlara rağmen veliler artış gösterse de devlet geleneğine olan bağlılık dolayısıyla medreselerin üstünlükleri korunmaya devam edilmektedir. Devlet geleneğine bağlı olan Osmanlı halkının bu bağlılığından dolayı devlet ile din arasındaki ilişkiler, Arap ve İran ülkelerindekinden çok daha farklı şekillenmektedir. Devlet ve din arasındaki ilişkilere bakıldığında, Şeyh Bedreddin olayı ile Osmanlı’daki merkezileşme hareketlerinin hız kazandığı söylenebilir. İmparatorluğun yapısında meydana gelen Şeyh Bedreddin olayı ile birlikte ortaya çıkan şehzadeler arasındaki mücadeleler, devletin koyulan kuralları tavizsiz uygulaması gerektiğini göstermektedir. Şeyh Bedreddin’in kitaplarının, Osmanlı medreselerinde okutulduğu ve öldürülme gerekçesinin de tamamen siyasi olduğu ifade edilmektedir. Heterodoks inançların da devlete meydana okuduğu düşüncesi, devlet yöneticileri tarafından kabul edilebilir bir durum olmamaktadır. Osmanlı Devleti geleceği için her şeyin yapabileceğini ifade etmekte ve hatta gerek örfi gerekse şer-i kanunlara bile aykırı davranmayı göze alabilirler. “1402-1413 yılları arasında yaşanan Fetret Devri’nin, Yıldırım Beyazıt’ın oğulları arasında yaşanan üstünlük mücadeleleri ile geçtiği ifade edilmektedir.” 58 Kardeşler arasında gerçekleşen mücadelelerde; İsa Çelebi, Musa Çelebi, Çelebi Mehmet ve Emir Süleyman, bir anlamda buyruğu altında çalıştırdığı Müslümanların da karşı karşıya gelmelerine neden olmaktadırlar. Haneden içinde yaşanan 57 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 409. 58 Eyüp Baş, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Din Kültürü ve Hayatı (Tarih Yazarı Neşrî’nin Anlatılarına Göre)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: 52, Sayı: 2, 55-84, ss. 64-65. 26 mücadelelerin tarihen sabit oldukları düşünülmekle beraber hoş karşılanmayan ve istenmeyen bir durum olarak tarihte yer almaktadır. 2.1.3. Fatih Sultan Mehmet Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1451-1481) “Fatih döneminin en belirgin özelliği bu döneme kadar İslam devletlerinde var olan din-devlet birlikteliğinden, dinin devlet kontrolü altına alındığı din-devlet özdeşliği haline gelinmiş olmasıdır.” 59 Fatih Sultan Mehmet dini otorite olarak kabul edilen şeyhülislamlığı, Bizans’ta yer alan patriklik mertebesinin yapısına benzeterek kendine bağlamaktadır. Sultan, kendisini “Zıllullah fi’l arz” yani Allah’ın gölgesi olarak tanımlamakta ve bununla birlikte hükümdarlığın elinde bulundurduğu ilahi kaynağa dikkat çekmektedir. Devlet yapısında daha önce var olan devlet-din ikizliğinin, artık devletin kontrolünde bulunan Osmanlı İslamı’na dönüştüğü ifade edilmektedir. Devlet yapısında bulunan şeyhülislam, ilmiye sınıfının başında yer almasına rağmen Divanı Hümayun’da yer almamaktadır. Devlet yapısında bulunan nişancının, Divan-ı Hümayundaki varlığının önemi üzerinde durulmaktadır. Şer’i kanunlar için şeyhülislam yani müftü nasıl algılanıyorsa örfi kanunlar için de nişancı o şekilde algılanmaktadır. Örfi kanunlarda önemli bir yeri olan nişancı, bu sebeple Müft-İ Kanun ismiyle anılmaktadır. Örfi ve şer’i olarak ortaya çıkan kanunnamelerde en çok dikkati çeken, kardeş katlinin yasallaşması olmaktadır. I. Beyazıt’ın Kosova Savaşı’nın devam ettiği süreçte kardeşi Yakup’u ortaya çıkabilecek bir iç savaşı önlemek amacıyla vezirlerin de onayını alarak idam ettirmesi, bu duruma örnek olarak verilebilir. II. Murat’ın da kendisine karşı gelen devletlerle bir olan kardeşi Mustafa’yı yakalatarak idam ettirdiği ifade edilmektedir. Osmanlı Devleti’nde, Fatih dönemine kadar herhangi bir isyana kalkışmadan kardeş katlinin gerçekleşmediği söylenebilir. İlk olarak isyana kalkışmadan öldürülen şehzadenin, çocuk yaşta öldürülen Fatih’in kardeşi Ahmet’in olduğu bilinmektedir. Fatih çıkarmış olduğu kanunnamede kardeş katlini, “Karındaşların nizam-ı âlem için katl etmek münasibidir, ekser ulema dahi tecviz etmiştir.” şeklinde savunmaktadır. Fatih Sultan Mehmet, ortaya çıkardığı kanunların daha sonra iyileştirilebileceğini “Bu kadar ahval-ı saltanata nizam verildi, şimdiden sonra gelen evlad-ı kiramımda dahi ıslahına sa’y etsinler” sözleriyle ortaya koymakta ve bu açıklaması da onun hukuk görüşü açısından önemli olmaktadır. Fatih, her alanda devletin geliştirilmesinin gerekliliğini, kendisinden sonra devletin başına geçecek olan padişahlara vasiyet etmiştir. 59 Eyüp Baş, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Din Kültürü ve Hayatı (Tarih Yazarı Neşrî’nin Anlatılarına Göre)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: 52, Sayı: 2, 55-84, ss. 64-65. 27 2.1.4. Yavuz Sultan Selim Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1512-1520) “Yavuz sultan Dönemi’nde “Devlet İslam’ı” ile “Ulema İslam’ı” devletin bekası için yeni bir tehdide karşı tam bir dayanışma içinde olmuştur.” 60 Devletin doğu sınırında yer alan İran’ın, Anadolu Türkmenlerini Şah İsmail’in tamamen Şiileştirdiği düşünülmekte ve devlet de buna karşılık olarak heterodoks gruplar üzerindeki baskısını arttırmaktadır. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde ehl-i küfre karşı mücadeleler veren ve gazayla uğraşan devlete karşı Türk Beyliklerinin yapmış olduğu başkaldırılar da Müslümanları sırtından vurmak ya da kafirlik olarak değerlendirilmektedir. Şah İsmail’in de yapmış olduğu telkinler, Türk Beyliklerinin yapmış olduğu başkaldırılarla aynı şekilde değerlendirilmektedir. Osmanlı’ya karşı pek çok araştırmacının yapmış olduğu yorumların aksine devletin yapmak istediğinin, Alevilik mezhebini ve buna inanan Müslümanları ezmek olduğu düşünülmemektedir. Devletin ortadan kaldırmak istediği, milleti için tehdit olarak algıladığı Şah İsmail ve kurmuş olduğu Safevi Devleti olmaktadır. Osmanlı, fethettiği yerlerin hiçbirinde zorla Müslümanlaştırma yoluna gitmemekte ve tehdit oluşturmadıkları sürece onları korumaktadır. 2.2. SULTAN ABDÜLMECİD DÖNEMİ, BATILILAŞMA HAREKETLERİ VE DİN ANLAYIŞI (1839-1861) 2.2.1. Abdülmecid Dönemi ve Osmanlı’nın Genel Durumu “II. Mahmut’un Bezmialem kadın efendiden doğan oğludur.1823’te doğdu 16 yaşında padişah oldu. İyi bir eğitim görmüştü, babası onu Avrupalı prensler gibi yetiştirdi.” 61 Osmanlı Devleti’nde Batılı dil bilen ilk padişahın da Abdülmecit olduğu vurgulanmaktadır. Abdülmecid, merhametli ve kibar olduğu kadar sefaya da düşkün biri olarak nitelendirilmektedir. Osmanlı’nın ilk dış borcunu, Abdülmecid döneminde meydana gelen Kırım Savaşı sırasında aldığı söylenmektedir. Abdülmecid’in, 1854 yılında kızı Fatma Sultan’ın düğünü için 2 milyona yakın altın harcaması ve 500 milyon altın harcayarak da Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmış olması, Abdülmecid’in devletin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara rağmen tasarruf etmek için alınan tedbirlere uymadığını göstermektedir. Abdülmecid’in de 39 yaşındayken babası gibi veremden hayatını kaybettiğinden bahsedilmektedir. Abdülmecid’in tahtta olduğu süre boyunca pek çok ıslahatın yapıldığı, özellikle hukuk ve eğitim alanında yapılan ıslahatların da önemli olduğu vurgulanmaktadır. Osmanlı Devlet yapısının iki ayrı sınıftan oluştuğu ve bunların yönetenler ile yönetilenler sınıfı olduğu ifade edilmektedir. Yönetilen sınıfı 60 Mehmet Fuad Köprülü, İslam Medeniyet Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, s. 144. 61 Roderic Davıson, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, (Çeviren: Osman Akınhay), Papirüs Yayınları, İstanbul, 2006, s. 67. 28 yani reaya; zanaatkârlardan, köylülerden, tüccarlardan ve göçebe topluluklarından meydana gelmekte, aynı zamanda da üretimle uğraşarak devlete vergi vermektedirler. Devlet yapısında bulunan yönetenler ise üretim yapmamakta ve reayanın vermiş olduğu vergiden de muaf olmaktadırlar. Yöneten sınıfı, padişahın temsilcisi olma vasfıyla padişah ve kendileri adına vergi toplama yetkilerini kullanmaktadırlar. Yöneten sınıfı aynı zamanda, devletin her alanında yani mali, adli, idari alanlarda ve askeri örgütlenmenin sürekliliğini sağlamakla yükümlü olmaktadır. 2.2.2. Batılılaşma Hareketi “Batılılaşma, yalnız günlük yaşamın değişimi değil, toplumsal sınıfı ve statüyü de belirleyen bir kavram dizini hâline gelmiştir.” 62 Batılılaşmanın, sadece günlük hayatı değiştirmeyi amaçlamadığı söylenebilir. Batılılaşma aynı zamanda, toplumsal statüyü ve sınıfı da belirleyen kavramlar dizisi haline gelmektedir. Sanayileşme sürecine girmemiş olan Osmanlı’nın Batılılaşma çabalarının da toplumun tüm kesimlerine yayılmadığı, Batılılaşmanın yüzeysel kaldığı ve radikal bir değişimin yaşanmadığı söylenebilir. Osmanlı’da Batılılaşma, evlerin mimarisinden sokakların görüntüsüne kadar kentin fiziki çevresinde radikal değişimlere neden olmaktadır. Batılılaşmaya uğrayan kentlerde üst gelirli gruplar ve eğitimli genç bürokratlar da kendi aralarında farklı mekanları tercih etmektedirler. “Batılılaşma çalışmalarına Tanzimat’ın ilanıyla hız verildiği görülmektedir.” 63 Tanzimat’ın ilan edilmesinde öncülük eden bireylerin, Batı’yı ve sömürü olayını tam olarak anlayamadıkları ileri sürülmektedir. Öncü kişiler, Batı’yı gelişigüzel algıladıkları ve kendi kültürlerinin de gelişmesine engel oldukları düşüncesi ile Yeni Osmanlılar tarafından eleştirilmektedirler. Yapılan eleştiriler, Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi ile birlikte giderek artış göstermektedir. Batı tipi eğitim kurumlarının giderek ortaya çıkması ile birlikte kültürel alanda batılılaşma faaliyetleri de giderek kendini göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin bölünmesine sebep olan nedenlerden birisinin, Tanzimatçıların okullarda Batı eğitim sistemini yaymak ve kültürel-toplumsal alanlarda eğitimin modernleşmesini sağlamak istemeleri olduğu ifade edilebilir. Osmanlı’da medreselerde geleneksel Osmanlı eğitimi alan kişiler ile Batı tipi eğitim alan kişiler arasında çatışmalar yaşanmaktadır. 62 Mehmet Şükrü Hanioğlu, Batılılaşma, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 5, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992, s. 148. 63 Yusuf Akçura, “Emel”, Türk Yurdu Dergisi, 1912, Cilt: 2, Sayı: 16, 484-491, s. 487. 29 “Batılılaşma yolunda atılan adımların en önemli basamağı olduğu düşünülen askeri eğitimin Batılı bir tarza dönüştürülmesi düşüncesi, Batılı tarzda resim sanatının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.” 64 1793’te 3. Selim döneminde açılan Mühendishane-i Berr-i Hümayun ve Mühendishane-i Bahr-i Hümayun gibi askeri mühendislik okullarında, Fransa’da yer alan askeri okulların eğitimlerine benzer bir eğitim uygulanmaktadır. Batılılaşma hareketleri sonucunda ortaya çıkan Batılı tarzda resim yapan ilk Türk sanatçılarının da askeri okullarda okuyan öğrenciler olduğu bilinmektedir. Batılı tarzdaki bu askeri okullarda resim dersleri, daha çok askeri amaçlı verilmektedir. Okullarda; ışık-gölge ve perspektif gibi tekniklerle nesnelerin iki boyutlu yüzeylerde nasıl üçüncü boyut yanılması ile gösterileceği de öğretilmektedir. 2.2.3. Batılılaşmanın Nedenleri “Batılılaşmanın nedenleri, Batı ülkelerine göre geri kalmış ülkelerin; siyasî, sosyal, ekonomik, teknik, eğitim, hukuk vs. gibi alanlarda Batı seviyesine çıkmak için kullanılmaktadır.” 65 Batı’daki ülkelerin huhuk, sosyal vb. alanlarda üst düzeyde yer almalarından dolayı Batılılaşma; asrileşme, gelişme, yenileşme ve modernleşme gibi ifadelerle aynı anlamda kullanılmaktadır. Batılılaşma yolunda emek harcayan ülkelerdeki bazı aydınlar bu süreci, Batı’nın olduğu gibi alınması şeklinde algılamaktadır. Ülkelerde bulunan aydınların bazıları ise Batı’yı, Batı medeniyeti ve Batı kültürü şeklinde bir ayırmakta, Batı’nın sadece maddi yönünün alınmasının yeteceğini düşünmektedirler. Batılılaşma hareketleri Osmanlı yapısında ilk olarak; askeri, eğitim ve idari alanlarda kendini göstermekle birlikte diğer alanların bunları takip ettiği ifade edilmektedir. Tanzimat Fermanı ile Batılılaşma, hukuki-siyasi bir yapıya bürünmektedir. İslam dünyası ise Batı’da meydana gelen olayları, çok farklı şekilde bünyesine almaktadır. İslam aleminde, Abbasiler zamanında Yunancadan bazı eserlerin tercüme edilmesi için devletin destek vermediği, hatta kimi zaman engellediği bile söylenebilir. Osmanlı Devleti’nde ise İslam dünyasının tam aksine Batı’ya açılma girişimleri devlet desteğiyle gerçekleşmektedir. Tanzimat bu nedenle, “zamanımıza kadar devam edip gelen mecburi veya güdümlü dediğimiz değişmelerin başlangıcı” olarak tanımlanmaktadır. Tanzimat’ın, Cumhuriyet döneminde de Osmanlı’da olduğu gibi Batılı olma yolunda önderlik yaptığı ifade edilebilir. 64 Aytül Papila, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılaşma Döneminde Resim Sanatının Ortaya Çıkışı ve Osmanlı Kimliğinin Resimsel Anlatımı”, Sanat ve Tasarım Dergisi, 2008, Cilt: 1, Sayı: 1, s. 120. 65 Pınar Artıkoğlu, “Batılılaşmanın Osmanlı Aile Yaşamındaki İzleri”, Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, Ankara, 2011, Cilt: 1, Volume: 1, 47-58, s. 53. 30 “1839 yılında yayımlanan Tanzimat Fermanı, Batılılaşmanın nedenlerine yeni bir boyut kazandırmaktadır. Batılılaşma, Tanzimat Fermanının yayımlanmasına kadar sadece Osmanlı’nın sorunu olmaktadır.” 66 1839’dan sonra ise Batılılaşma, Avrupa’daki devletleri de ilgilendiren ve bu devletlerin de gerektiğinde girişimlerde bulundukları bir sürece doğru kaymaktadır. 1839 yılından sonra Tanzimat’ı izleyen 1856 Islahat Fermanı, 1877 1. Meşrutiyet ve 1908 2. Meşrutiyet, Osmanlı’da uygulanan reform hareketlerinin geçtiği aşamaları göstermektedir. Osmanlı bünyesinde yapılan bu reform hareketleriyle; devlet içyapısının demokratikleştirilmesi ve değiştirilmesi ile yıkılış sürecinin önüne geçilerek uluslararası arenada Avrupalıların desteğini almak amaçlanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin tebaasına karşı bakış açısı “kul”dan, özgürlük ve hakları yasal olarak tanımlanmış olan “birey”e doğru dönüştürülmek için çaba harcanmaktadır. Osmanlı her ne kadar kuldan bireye doğru bir adım atılması için çabalasa da bu çaba, içyapıda yer alan geleneksel unsurlar tarafından engellenmektedir. 2.2.4. Abdülmecid Dönemi’nde Yapılan Yenilik Hareketleri Abdülmecid’in 31. Osmanlı padişahı olduğu ifade edilebilir. Sultan Abdülmecid döneminde pek çok yenilik yapılarak Tanzimat ve Islahat Fermanları da ilan edilmiştir. Ülkemizde etkilerinin hala hissedildiği köklü reform hareketlerinin yapıldığı, Dolmabahçe Sarayı başta olmak üzere İstanbul ve ülkenin diğer bölgelerinde önemli tarihi eserlerin inşa edildiğinden bahsedilmektedir. Abdülmecid döneminde, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri ve modernleşme açısından pek çok önemli gelişmenin ortaya çıktığı söylenebilir.”67 “Abdülmecid Han, Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana kullanılmakta olan Topkapı Sarayı’nı bırakarak Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır.” 68 Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırması ile birlikte Abdülmecid, yeni ufuklar açan sultan olarak tanımlanmaktadır. Abdülmecid’in saltanat yıllarında, pek çok ilkler yaşanmaktadır. Abdülmecid döneminde; ilk banka, telgraf, Batı üsluplu saray, tiyatro, opera, kağıt para olan kaime-i mutebere, dış borçlanma, devlet yıllığı vb. gibi yeniliklerin yapıldığı ifade edilmektedir. Abdülmecid, hem olumlu hem de olumsuz anlamda ilklerin adamı olmaktadır. Osmanlı padişahları arasında ilk Avrupa nişanlarını takan ve fotoğrafını çektiren ilk padişah olma özelliğini de elinde bulundurmaktadır. Avrupa’da yetenekli 66 Papila, a.g.e., s. 123. 67 Köprülü, a.g.e., s. 156. 68 Mahmut Sami Şimşek, “Yeniliklerin ve İlklerin Sultanı Abdülmecid Han”, Yeni Şafak Gazetesi, 20 Kasım 2011, http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/yeniliklerin-ve-ilklerin-sultani-abdulmecidhan-352046 (Erişim Tarihi: 11.09.2017). 31 çocukların eğitim alabilmeleri amacıyla Sultan Abdülmecid, Paris’te Mekteb-i Osmani’yi açmıştır. 2.3. TANZİMAT VE ISLAHAT FERMALARININ DİN ÜZERİNE VE OSMANLI’YA ETKİLERİ (1839-1856) 2.3.1. Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839) “Tanzimat Fermanı, 3 Kasım 1839 yılında ilan edilmiştir. Dönemin padişahı olan Sultan Abdülmecid fermanı imzalamış, Hariciye nazırı Koca Mustafa Reşit Paşa ise Topkapı Sarayı’nın, Gülhane parkında fermanı ilan etmiştir.” 69 Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesi sırasında Gülhane Parkı’nda halkın yanı sıra pek çok Avrupalı devlet adamının da bulunduğundan bahsedilmektedir. Ferman, Osmanlı tarihinde yer alan ilk demokratik anayasal süreç olma niteliğini göstermekte ve fermanın, çok büyük bir ilgi gördüğü de söylenmektedir. Tanzimat Fermanı, Gülhane Parkı’nda okunması sebebiyle Gülhane Hatt-ı şerif ve Tanzimat-ı Hayriye gibi pek çok isimle anılmaktadır. Tanzimat, geri kalan Osmanlı Devleti’ni tekrar ileri seviyelere taşımayı amaçlamakta ve fermanın en önemli özelliklerinden biri de halkın iradesiyle değil padişahın iradesi ile hazırlanması olmaktadır. 1839 yılında fermanın ilan edilmesi ile birlikte, pek çok alanda düzenlemeler yapılmıştır. Devlet yapısında yapılan değişikliklerin yanında, il yöneticisi olan valilerin görev ve yetkilerinde de değişiklikler yapıldığı ifade edilmektedir. Valilerin yetkilerinde kısıtlamalar yapılarak, mali işlere doğrudan karışmalarına izin verilmemektedir. Osmanlı’da, yeni yönetim anlayışının uygulanmaya başladığı eyaletlerde maliye işleri, vergi toplamakla yükümlü olan muhassıllara verilmektedir. Tanzimat’ın ilk başlarda belirli eyaletlerde uygulanmaya başlamasından dolayı da Muhassıllık Meclisleri kurulmaktadır. 17. yüzyıldan bu yana durdurulamayan gerileme aşamalarını takip eden tehlikeli safhada, devletin yeni ortaya çıkan sorunlarını çözmesi amacıyla hazırlanan Tanzimat Fermanı, yeni bir yenilik halkası olarak da ifade edilmektedir. Tanzimat Fermanı, daha önce ortaya çıkmış olan yenilik hareketlerine oranla daha başarılı kabul edilmekle birlikte, esaslı bir hareket ya da önlem olarak da görülmemektedir. Tanzimat Fermanı’nın aynı zamanda, bir inkılap olduğunun düşünülmemesi gerekmektedir70 . 69 Selda Kılıç, “Tanzimat'ın İlanından 1864 Düzenlemesinin Uygulanmasına Kadar Geçen Dönemde Valilik Kurumu”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, 2009, Cilt: 28, Sayı: 45, 43-57, s. 44. 70 Ahmet Hamit Öngünsu, “Tanzimat ve Amillerine Umumi Bir Bakış”, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s. 36. 32 2.3.2. Tanzimat Fermanının Osmanlı’ya Etkileri “Ferman, Fransız Devrimi’nin “İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi” örnek alınarak hazırlanmıştır.” 71 Osmanlı devlet yapısında vatandaşlık haklarının ilk kez Tanzimat Fermanı ile belirtildiği de söylenebilir. Ferman, Hıristiyanların Osmanlı Devleti’ne karşı işbirliği yapmasını önlemek ve devleti Hıristiyan alemi ile birleştirmek amaçlarını gütmektedir. Batılı düşünürlerin Tanzimat Fermanının, toplumun ve devletin geri kalmışlığına neden olduğu düşünülen İslam’ın tesirinden kurtarmayı amaçladığını düşündükleri söylenebilir. Batıda yer alan bazı düşünürlerin de idari ve medeni açıdan Tanzimat’ın, Avrupa’ya karşı yenilişin onayı olduğunu ifade ettikleri söylenebilir. “Osmanlı Devleti’nin mali yapısında; 1831’de Mısır valisi olan Mehmet Ali Paşa’nın çıkarmış olduğu isyan, 1838 yılında Osmanlı-İngiltere arasında imzalanan Balta Limanı Antlaşması ve 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile yeni bir döneme girildiği söylenebilir.” 72 Özellikle Balta Limanı Antlaşması ve Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesinden sonra ortaya çıkan olaylar, Osmanlı’nın mali yapısını daha derinden etkilemektedir. Avrupa’da uygulanmakta olan ticari yöntemlere uyum sağlanması için gümrük tarifeleri tamamıyla değiştirilerek yeni ticari bir anlayışın oluşturulması amacıyla yeni düzenlemelerin ortaya koyulduğu da ifade edilmektedir. Osmanlı yapısında uygulanan yeni düzenlemeler, yerli tüccarlardan çok yabancı tüccarların çıkarlarına daha çok uymaktadır. İmparatorluğun pazarlarında uygulanmaya başlayan ticari tekel, yabancı sermayedarların işine daha çok yaramaktadır. “1838 yılında yapılan Ticaret Antlaşması ile birlikte İngiltere’ye tanınan imtiyazların benzerinin yakın tarihte Fransa’ya da tanındığı söylenebilir. Batılı devletlere verilen imtiyazların, İngiltere ve Fransa ile sınırlı kalmadığı, 1839-1846 yılları arasında Avrupa’daki diğer devletlere de aynı hakların tanınmasının kaçınılmaz olduğu vurgulanmaktadır.” 73 Diğer devletlere hakların tanınması, yabancı tüccarlarla işbirliği içinde olan gayrimüslim halkın da Osmanlı’nın iç ticaretinde önemli bir yer edinmesine neden olmaktadır. Osmanlı coğrafyasının, yabancı ürünler ve yabancı tüccarlar için adeta açık bir pazar haline ifade edilmektedir. Devlet yapısında 71 Edouard Philippe Engelhardt, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri Tanzimat, (Çeviren: Örgen Uğurlu), Örgün Yayınları, İstanbul, 2006, s. 54. 72 Metin Hülagu, “Sultan II. Abdulhamid Dönemi ve Demiryolu Politikası (1876-1909)”, http://www.metinhulagu.com/images/dosyalar/20.120.302.112.500_0.pdf, s. 6 (Erişim Tarihi: 05.05.2016). 73 Gökhan Çetinsoy, II. Abdülhamit Döneminin İlk Yıllarında İslam Birliği Hareketi (1876- 1878), Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1988, s. 67. 33 meydana gelen düzensizliklerden kısa süre sonra mali yapısı bozulan Osmanlı’nın ekonomik dengesi de bozularak dış ticaret açığı giderek artış göstermektedir. Dış ticaret açığının artması sonucu 1838 yılında Ticaret Antlaşmasını imzalayan Osmanlı, kredi alabilmek amacıyla Avrupalı bankerlerin kapılarını çalmaktadır. Kırım Savaşı’nın getirmiş olduğu problemler ile birlikte ilk dış borçlanmaya gidilerek, 1853 yılında Fransa ve İngiltere’den nakit temin edildiği söylenebilir. İlk dış borçlanmanın gerçekleşmesi ile birlikte diğer yıllarda da yeni borçlanmalara gidildiği ifade edilmektedir. 2.3.3. Islahat Fermanı’nın Yayımlanması (28 Şubat 1856) “18 Şubat 1856’da Müslüman olmayan tebaanın haklarını korumak ve imtiyazlarını artırmak düşüncesiyle ilan edilen Islahât Fermânı, hükümlerinden de anlaşılacağı gibi İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletlerinin uzun yıllar süren baskıları ve çabaları sonucu Bâb-ı Âlî’nin kabul etmek zorunda kaldığı bir ıslahât programıdır.” 74 Islahat Fermanı, Osmanlı’da daha önce ilan edilen ferman, takrir, adaletname vb. belgelerden ve Tanzimat Fermanı’ndan bile farklı bir yapıda bulunmaktadır. Devletin yapısında daha önce ilan edilen belge ve fermanların devletin iradesi ile yapıldığı bilinmekle beraber bu fermanın ortaya çıkması için pek çok dış ve iç sebebin olduğu ifade edilmektedir. 1853-1855 yılları arasında gerçekleşen Kırım Savaşı sonrasında 25 Şubat 1856 yılında toplandığı bilinen Paris Kongresi, Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi için en temel sebeplerden biri olmaktadır. Kırım Savaşı’nın temel sebebinin ise, Rusya’nın başında olduğu diğer Avrupa devletlerinin Osmanlı üzerinde yürüttükleri politikalar ve Osmanlı’da bulunan azınlıkları alet olarak kullanmaları olmaktadır. Avrupa’daki durum Kırım Savaşı’ndan önce Osmanlı için pek de iç açıcı bulunmamaktadır. Avrupa’da Osmanlı topraklarının paylaşılması amacıyla farklı mihraklarla toplantıların yapıldığı da söylenebilir. Batı’da yer alan bazı devletler ise toprak bütünlüğünü koruyacak ve kendi çıkarları için hizmet edecek bir Osmanlı Devleti istemektedirler. 2.3.4. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının Benzer ve Farklı Yönleri “Gülhane Hatt-ı Hümayunu da Islahat Fermanı da Osmanlı İmparatorluğu’nun buhranlı devirler geçirdiği sıralarda hazırlanmıştır.” 75 Osmanlı ve Mısır arasındaki savaştan sonra Tanzimat Fermanı’nın, Kırım Savaşı’ndan sonra da Islahat 74 Gazi Erdem, “Islahât Fermânı’na Yeniden Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, Cilt: 51, Sayı: 1, 327-348, s. 334. 75 Zafer Gölen, “Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Tanzimat”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1999, Sayı: 118, 109-111, s. 110. 34 Fermanı’nın kaleme alındığı ifade edilmektedir. Fermanların temel amacının, değişik alanlarda Batı’daki bazı kurum ve düşüncelerin benimsenmesi veya uyarlanmasını da içine alabilecek iç düzenleme önlemleri alınarak devletin yeniden canlanmasını sağlamak olmaktadır. Fermanların hazırlanmasında Batı’da yer alan devletlerin de etkisinin olduğu yadsınamaz bir gerçek olmaktadır. Tanzimat Fermanı’nda inisiyatifin elden tamamen bırakılmaması, iki ferman arasındaki en önemli özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanzimat ve Islahat Fermanları, kanun ya da anayasa olma özelliği taşımamakla birlikte padişahın tebaası ile ilgili haklar üzerinde iyileştirmeler yapacağını belirttiği birer beyanname olmaktadır. Fermanlarda ayrıca can, mal, namus emniyetinin önemli derecede vurgulandığı görülmekte ve bu özelliklerin Islahat Fermanı’nda daha geniş yer aldığı ifade edilmektedir. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının her ikisinin de kaynaşmış bir Osmanlı toplumu meydana getirmeyi amaçladıkları söylenebilir. “1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı, Türk halkına modernleşmek düşüncesi ile Batı’da yer alan devletler tarafından dayatılmakta olan birer anlaşma niteliğinde olmaktadır.” 76 Fermanlar, Türk Devleti’nin kendi yurttaşları ve ülkesi üzerindeki egemenlik haklarını kısıtlamayı ve aynı zamanda Avrupalıların yerli temsilcisi olduğu inanılan azınlık gruplara ayrıcalıklar verilmesi verilmesini hedeflemektedir. Fermanlarla verilen ayrıcalıklar, ilerleyen süreçlerde Türk kültürünü Hıristiyan kültürünün istilasına maruz bırakmaktadır. Tanzimat Fermanı’nın o dönemlerde ulusal Türk kültürünün ve ulusal teşkilatının bozulup dağılmasına neden olduğu düşünülmektedir. 2.4. SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ (1861-1876) 2.4.1. Abdülaziz Döneminde Yapılan Islahatlar “Padişah II. Mahmut’un Pertevniyal Valide Sultan’dan olan oğlu Sultan Abdülaziz, 25 Haziran 1861’de Sultan Abdülmecit’in ölümü üzerine Osmanlı tahtına çıktı.” 77 Osmanlı halkı da padişahın değişmesi konusunu memnuniyetle karşılamaktadır. Abdülaziz’in şehzade olduğu dönemlerde, Tanzimat ile birlikte ortaya çıkan Batılı yaşam tarzına karşı olduğu ifade edilmektedir. Abdülaziz’in batılı yaşam tarzına karşı olması da tutucu kesimlerin yeniden umutlanmasına neden olmaktadır. Sultan Abdülaziz’in, hükümeti yerinde bırakarak bir Hatt-ı Hümayun yayınladığı ifade edilmektedir. Yayınladığı Hatt-ı Hümayunda, halkın refahının sağlanması amacıyla 76 Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2010, ss. 90-91. 77 Hüseyin Cevizoğlu, Osmanlıda Çağı Yakalama Çabaları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2011, s. 124. 35 çıkarılan kanunları onaylamaktadır. Abdülaziz bu Hatt-ı Hümayun ile ayrıca, tasarruf edilmesine de boyun eğerek maliyenin düzene konulması gerektiğini, donanmaya ve orduya büyük önem verileceğinin sözünü de halkına vermektedir. Abdülaziz, halkına verdiği sözü tutarak ilk başta sarayda fazla maaş alan memurları işten çıkarmıştır. Sarayda gümüş, altın vb. değerli eşyaların kullanılmasını yasaklayarak, Hassa hazinesinin gelirlerinin üçte birinin de devletin hazinesine ekleneceğini duyurmaktadır. Rüşvet alan kişilerin ağır cezalara çarptırılmasını öngören padişah, siyasi mahkumlar için genel af ilan ettirmiştir. 2.4.2. Sultan Abdülaziz Döneminde Ortaya Çıkan Ekonomik Olaylar “Sultan Abdülaziz tasarruf tedbirlerine önce kendi hane halkında ve sarayında uygulayarak bürokrasiye örnek olmaya çalışmıştır.” 78 Sultan, Hassa gelirlerinin üçte birinin devlet hazinesine eklenmesini öngörerek, devletin gelirlerinin arttırılmasını sağlamayı amaçlamakta, sergilediği bu davranışlar ile de halkın gözünde itibarını ve sevgisini arttırmaktadır. Abdülaziz dönemi, devlet yönetiminin yeni bir düzene koyulmak istenmesi amacıyla yapılan çalışmaların çok yoğun odluğu bir dönem olarak kayıtlarda yer almaktadır. Tanzimat döneminin en önemli padişahlarının başında, Sultan Abdülaziz gelmektedir. Abdülaziz, tahtta kaldığı 16 yıl boyunca Osmanlı’nın pek çok alanında, Tanzimat’ın yeniliklerini hayata geçirmeye çalışmaktadır. Sultan Abdülaziz, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ve Vilayet Nizamnameleri çıkararak, eğitimde ve vilayet yönetimlerinde radikal değişikliklere imza atmaktadır. Padişah, Osmanlı’nın hak ettiğini düşündüğü zenginliğe ve güce kavuşmasını istemektedir. Abdülaziz’in devletin, bunları yapabilecek mali yeterliliğinin bulunmamasından dolayı dış borçlanmaya giderek kamu harcamalarının karşılandığı ve devletin, içinde bulunduğu mali bunalımın daha da derin bir hal almasına neden olunduğu söylenebilir. 2.4.3. Abdülaziz Döneminde Yaşanan Mali Bunalım “Tanzimat’tan sonra devletin tekrar organize edilmesi kapsamında, yönetim ve kurum kültüründe hızlı bir değişim yaşanmaktadır.” 79 Osmanlı’nın Abdülaziz döneminde sanayisi, ekonomisi ile açık bir pazar haline geldiği, yeni finansal kaynakların bulunması ile de mali bunalımının arttığı ve devlet hazinesini iflasa sürüklendiği söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda içinde bulunduğu mali 78 H. Roderic Davision, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, (Çeviren: Osman Akınhay), Papirüs Yayınları, İstanbul, 2006, s. 35. 79 Ebubekir Keklik, Osmanlı Devleti’nde Sultan Abdülaziz Devri ve Anadolu Islahatları, Gazi Kitabevi, Ankara, 2009, s. 57. 36 bunalım sebebiyle ortaya çıkan ekonomik yetersizliklerin yanında, devletin merkez yapısında da meydana gelen güçsüzlükler, kriz ortamının derinleşmesine neden olmaktadır. Vergi gelirlerinin çoğunluğunu, merkez devletin zayıflamasını fırsat bilen taşradaki ayanlar ve diğer yerel güçlü kesimler el koymaktadır. 18. yüzyılın son yıllarından bu yana yapılan savaşların uzaması ya da sıklaşarak kaybedilmesi, savaş gelirlerinin hazineye girmemesine, toprak ve insan kaybına neden olmaktadır. Askeri alanda yapılan harcamaların artması ile tımar sisteminde meydana gelen bozukluklar, Osmanlı’nın hem askeri hem de ekonomik alanlarda zor zamanlar geçirmesine yol açmaktadır. Abdülaziz döneminde, verimli tarım arazilerinin de kaybedilmesi ile birlikte vergi ve üretim gelirlerinde de ciddi bir düşüş yaşanmaktadır. Rumeli’de kaybedilen topraklarda yaşayan halk, Anadolu’ya göç etmesi sonucu işsizlik oranlarında ciddi artışlar yaşanarak halkın fakirleşmesine de sebep olunmaktadır. 37 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ABDÜLHAMİT, 2. MEŞRUTİYET DÖNEMİ 3.1. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ İSLAMCILIK (1876-1909) 3.1.1. Mali Durum “Osmanlı devletinin yönetiminde uygulanmaya çalışılan ıslahat hareketlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, mevcut mali, idari, siyasi ve askeri durumu daha da içinden çıkılması zor bir hale getirmiştir.” 80 Osmanlı Devleti’nin, ekonomik anlamda kendini geliştiremediği ve dışa bağımlı hale geldiği bilinmektedir. Osmanlı’nın, dış ve iç siyasetinde tam istediği seviyeye gelemediği de söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin maliyesinin tam anlamıyla iflasının gerçekleşmesi, devleti çok zor bir duruma sokmaktadır. Meydana gelen bu sıkıntıları aşmak için Osmanlı, zor olsa da genel tedbirlerin alınması amacıyla çaba göstermektedir. Ekonomik anlamda dışa bağımlı olan bir devletin bağımsız politikalar üretmesi çok zor olmaktadır. 3.1.2. Siyasi Durum “Sultan Abdulhamid bir taraftan Balkan devletlerine karşı ılımlı davranarak onlarla iyi ilişkiler içerisinde olmayı sürdürmeye çalışırken, diğer taraftan ise Osmanlı ordusunu modern bir tarz üzere yeniden organize etmeye çalışmıştır.” 81 Abdülhamit’in Balkan devletlerine karşı ılımlı tutum sergilemesine rağmen gerçekte bu devletlere karşı düşmanlık, rekabet vb. duygular beslemekte olduğu söylenebilir. Abdülhamit’in, iyi ilişkiler kurma arayışlarının politik birer esasa dayandırılması doğru olabilir. Osmanlı ordusunun yeniden teşkilatlandırılması arayışları, merkezi idarenin gücünü hissettirme arzusuna bağlı olarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. 2. Abdülhamit’in politik temellere dayandırılan uygulamalarında, Karadağ Prensi olan Nikola ile olan ilişkilerinin de gündeme getirilmesi gerekmektedir. Abdülhamit döneminin, dış devletlerin baskısının ve iç siyasetin yoğun olarak hissedildiği dönemlerden biri olduğu düşünülmektedir. Sultan 2. Abdülhamit’in sergilemiş olduğu sert ve baskıcı tutum, muhalefetlerin birleşerek birlikte hareket etmelerine yol açmaktadır. Abdülhamit’e karşı oluşturulan muhalefetin en örgütlü ve aktif yapıda olanının, İttihat ve Terakki Cemiyeti olduğu ifade edilmektedir. Dönemin baskıcı tutumuna karşı olan muhalefetler, Abdülhamit’in kurmuş olduğu yönetimi yıkmak amacıyla bu cemiyetin 80 Tahsin Paşa, Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, Sultan Abdülhamid, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1990, s. 121. 81 Nurşen Gürboğa vd., Türk Siyasal Hayatı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2013, s. 3. 38 kanatları altında toplanmaktadırlar. İttihat ve Terakki içinde her görüşten bireylerin bulunduğu, İslam Birliği yani İttihadı-ı İslam’ı savunan kişilerin dahi bu cemiyette yer aldığı söylenebilir. 3.1.3. Hürriyetin İlanı ve Seçimler “İkinci meşruiyet, 24 Temmuz 1908'de 2. Abdülhamit'in 1876 Kanuni Esasi'yi yürürlüğe koyması ile parlamento tekrar açılmıştır.” 82 Abdülhamit döneminde yer alan bazı basın ve yazarlar yapılan bu harekete, Hürriyetin İlanı ismini vermektedirler. Meşruiyeti savunanlar, Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe girerek parlamentonun yeniden toplanması ile birlikte Osmanlı’nın çıkmazdan hemen kurtulacağını düşünmektedirler. Meşruiyeti savunan bu kişiler aynı zamanda Osmanlı’nın uzun yıllar planladığı ıslahatlarının eyleme geçirileceğini ve aynı zamanda da politik ıslahatların da gerçekleşebileceğini düşünmektedirler. Meşrutiyetin ilanının üzerinden çok uzun zaman geçmeden meşrutiyetin savunucuları, genel durumun istedikleri gibi olmadığının farkına varmaktadırlar. Kapitülasyonlar ve yabancı devletlerin baskısının ağır gelmeye başlaması ile birlikte devlet yapısında hiçbir değişiklik meydana gelmeyerek her şey aynı şekilde kalmıştır. 3.1.4. Sosyal Durum “1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanları ile gayrimüslimlere sağlanan ayrıcalıklar fiili uygulamada, Müslümanlar aleyhine, Hıristiyan üstünlüğü şeklinde tecelli edince devletin Müslüman-Hıristiyan tebaası arasındaki uçurum giderek açılmıştır.” 83 Ayrıcalıkların bu şekilde kendini göstermesi, devlet bünyesinde yer alan Müslüman ve Hristiyan halkı arasındaki uçurumun giderek artmasında neden olmaktadır. Osmanlı içinde bulunan gayrimüslimlerin, Osmanlı’nın sanayisini ve ticaretini ellerinde bulundurduğu bilinmektedir. 1838 yılında yapılan Balta Limanı Antlaşması ile gayrimüslimler, Batılı devletlerin Osmanlı yapısında yer alan ticari temsilcileri gibi girişimlerde bulunmaktadırlar. Uyguladıkları bu girişimler, gayrimüslimlerin hem maddi açıdan güçlenmelerini sağlamakta hem de milli ve dini duygularının da güçlenmesine neden olmaktadır. Gayrimüslim halkın bu denli güçlenmesinin yanında, Müslüman halkın sosyal ve siyasi düzeylerinin gittikçe gerilediği ifade edilmektedir. 2. Abdülhamit döneminde Müslüman halkın içinde bulunduğu durumun en gerçekçi halinin, Osmanlı’da yer alan yabancı konsolosların raporlarında yer aldığı söylenebilir. İngiltere’nin Trabzon Konsolosu olduğu bilinen 82 Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 41. 83 Eraslan, a.g.e., s. 45. 39 Palgra’nın yazmış olduğu 1868 tarihli raporunda, Müslümanların başkentte dertlerini anlatabilecekleri kimsenin olmadığına vurgu yapılmaktadır. Raporda aynı zamanda imparatorluğun her alanına Hıristiyan tebaa yayılma göstermekte ve devlet yapısında yetkili yerlere başvurarak haklarını aramaktadırlar. “19. yüzyılın getirmiş olduğu siyasal ortamda, sosyal refah anlayışının tüm dünyada değişmeye başladığı ifade edilmektedir.” 84 Batıyı da etkisi altına alan bu değişime, Osmanlı da ayak uydurmak zorunda kalmaktadır. Osmanlı Devleti’nde görülen bu değişimin gerekliliği, devletin yıkılış sürecine karşı son çare olmaktadır. 2. Abdülhamit’in, sosyal refahın kurumlaştırılması için yaptığı uygulamalar ve yeniliklerle sosyal yardım uygulamaları, Osmanlı tarihinde önemli bir yer edinmektedir. Osmanlı’da başlayan modernleşme süreci, merkezi devleti güçlendirerek devam etmektedir. Merkezileştirme yolunda izlenen politikalar yanında Avrupa’daki genel duruma uygun sosyal refah uygulamalarının da kurumsallaştırıldığı ifade edilebilir. 3.1.5. İttihad-ı İslam Düşüncesi (1877-1878) “İttihad-ı İslamın Batı dillerindeki karşılığı ‘Unity of İslam’ veya ‘İslamîci Union’; ‘Unian İslamîque’; ‘Vereinung des Islam’ gibi farklı şekillerde ifade edilmektedir.” 85 Pan hareketlerinin hepsinin, Batı kökenli politik gelişmeler olduğundan söz edilmektedir. Osmanlı aydınları pan hareketlerinden etkilenerek yapmış oldukları ilk birleştirici pan hareketlerinde pan düşüncelerinde atıfta bulunmaya başlamışlardır. Osmanlı aydınları, pan kavramının yerine İttihat kavramını kullanmanın daha doğru olacağı düşüncesi ile İttihad-ı İslam kavramını kullanmaktadırlar. İslam Birliği anlamına gelen İttihad-ı İslam kavramının geçtiği bilinen ilkyazının, 1869 yılına ait olduğu ifade edilmektedir. Panislamizm ve İttihad-ı İslam kavramlarına hem Osmanlı topraklarında hem de Batı’da çıkarılarak yayınlanan pek çok gazete ya da dergide, bu kavramlarla ilgili haberler ve makaleler yer almaktadır. “2. Abdülhamit devrinde İttihadı İslam düşüncesi, dışta ve içte büyük etkileri olan bir fikir hareketi halini almaktadır.” 86 Osmanlı Sultanının aynı zamanda halife olması İttihadı İslam yani İslam Birliği düşüncesinin en önemli dayanak noktasını meydana getirmektedir. Karpat, 2. Abdülhamit'in önem verdiği İslam Birliği kavramını, Osmanlı toprakları üzerinde bulunan Avrupa’nın emperyalist tutkularını dizginlemenin bir aracı 84 Esra Demirci Akyol, “Sultan II. Abdülhamid Döneminde Sosyal Politika Uygulamaları”, Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, 2013, Yıl: 13, Cilt: 7, Sayı: 31, 33-47, s. 36. 85 Alma Wittlin, Abdul Hamid, John Lane the Badley Hiad, London, 1911, p. 147 86 Karpat, a.g.e., s. 284. 40 olarak görmektedir. 2. Abdülhamit’in başka bir ifadeyle Müslümanları birleştirme, tek devlet ve bayrak haline getirme gibi düşüncesi bulunmamaktadır. Onun amacı, dış politikada Müslüman topluluklarla iyi ilişkiler kurarak iletişimi sağlamak, iç politikada ise Müslüman tebaayı kaynaştırarak onlar arasında birliği sağlamak olmaktadır.”87 İslam'ın birleştirici gücünü kullanan 2. Abdülhamit’in bu gücü kullanarak Osmanlı’yı dışta ve içte güçlü kılmak istediği söylenebilir. “2. Abdülhamit döneminin sosyal ve siyasi koşulları göz önüne alındığında dünyanın pek çok bölgesinde yaşayan Müslümanların tek bayrak altında toplanması mümkün görülmemektedir.” 88 Dünyada bulunan bütün Müslümanlar umudunu İstanbul'a bağlamaktadır. 2. Abdülhamit yanmış olduğu; "Dindaşlarımın yaşadığı memleketlerin, büyük devletlerin elinde olması çok acıdır. Osmanlı Devleti'ne 20 milyon Müslüman katılmıştır. Buna rağmen Müslümanların gözü İstanbul'dadır. Düşmanlarımız maddi kuvvetimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi, manevi kudretimiz baki kalacaktır." açıklama ile birlikte Müslümanların tek bayrak altında toplanması hakkındaki düşüncelerini açıkça ortaya koymaktadır. 3.1.6. Eğitim Politikası “II. Abdülhamid'in otuz üç yıl kaldığı padişahlık döneminde bayındırlık yanında eğitimin yayılmasını sağlayacak bazı tedbirlere de başvurulmuştur.” 89 2. Abdülhamit döneminde eğitim ve öğretim, eğitim kurumları arasında ve merkeziyetçi yapıya dayandırılan bir siyaset izlemektedir. Modern eğitim anlayışının Abdülhamit döneminde yerleşmesinden dolayı devlet, eğitim alanındaki vazifelerinin de farkına varmaktadır. Yeni açılan okullara maddi bakımdan destek çıkılması ve tekrar Darülfünun eğitimine geçilmek istenmesi, Abdülhamit döneminde eğitim alanında yapılmak istenen faaliyetlerden birkaçı olmaktadır. Eğitim alanında yapılan yeniliklerin özellikle Anadolu ve Türklerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerde yoğunlaşması, bilinçlenmenin göstergeleri olarak ifade edilebilir. 2. Abdülhamit döneminde ayrıca yabancı ve azınlık okullarının az da olsa kontrol altına alınması ile birlikte bu okullara Türk öğretmenlerin atandığı söylenebilir. “2. Abdülhamit döneminin, Tanzimat kararlarının da uygulandığı dönem olma özelliğini taşıdığı ifade edilmektedir.” 90 Eğitim sistemi, 1869’da Maarif-i Umumiye 87 Karpat, a.g.e., s. 285. 88 Ali Vehbi, Sultan Abdülhamit (Siyasî Hatıratım), Hareket Yayınları, İstanbul, 1974, s. 86. 89 Yaşar Baytal, “Tanzimat ve II. Abdül Hamid Dönemi Eğitim Politikaları”, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi OTAM, 2000, Cilt: 11, Sayı: 11, s. 28. 90 Baytal, a.g.e., s. 29. 41 Nizamnamesi ile modernleştirilmeye çalışılmakta ve bu sistemin düzene sokulması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. 1876 da ortaya çıkan Kanun-i Esasi ile birlikte eğitimle ilgili düzenleme gerekliliğinin tekrar gündeme geldiği söylenebilir. Maarif merkezi teşkilatının, II. Abdülhamit döneminde düzenlemeyle son şeklini aldığı söylenebilir. Maarif Nezareti bünyesinde böylece her öğretim derecesi için genel müdürlükler ve müfettişlikler oluşturularak her vilayet merkezinde birer maarif müdürlüğü ve meclisinin kurulduğu ifade edilmektedir. Kaza ve sancaklarda ise Maarif Meclisi şubeleri açılarak vilayetlerde müfettiş kadrolarının arttırıldığı da bilinmektedir. Maarif Nezareti bünyesinde ayrıca İdadi ve Rüştiye müdürlükleri de tesis edilmiştir. Kurulan bu teşkilat sayesinde ilköğretim, ortaöğretim ve öğretmen okullarının bu dönemde taşraya götürüldüğü söylenebilir. Maarif merkez teşkilatının temelleri, öğretim basamaklarına göre ayarlanarak 1879’da belirlenmektedir. “Abdülhamit döneminde eğitimde önemli gelişmeler kaydedilerek birçok sanat ve meslek okulunun açıldığı ifade edilmektedir.” 91 2. Abdülhamit döneminde ortaya çıkan en önemli gelişmelerin başında eğitim alanı gelmektedir. Ortaokulların sayısının katlanarak arttığı, lise ve askeri okul sisteminin yaygınlaştığı ve birçok yeni yüksekokulun açılırken var olan okulların da geliştirildiği söylenebilir 3.1.7. Siyasi Politikalar “Yeniçeri Ocağı’nın 2. Mahmut tarafından kaldırılmasından sonra, otokrat bir yönetim anlayışının varlığını sürdürdüğü ifade edilmektedir.” 92 Otokrat yönetim anlayışı ile birlikte 2. Mahmut, Osmanlı’nın eski geleneklerinden olan örf ve hükümlerinde devletin iyiliği için otoritenin de ele alınması gerektiğini savunmaktadır. 2. Mahmut’un sahip olduğu otoritenin meşruiyetini, hiçbir zaman İslami kurallarda aramadığı söylenebilir. 2. Mahmut, otoritesinin meşruiyetini İslami kurallarda aramamasına rağmen yaptıklarının İslam’a uygun olduğu görüşünü ileri sürmektedir. “2. Abdülhamit dönemi Devlet siyaseti genelde devletlerarası dengeye dayalı bir biçimde devam etmiştir.” 93 Abdülhamit’in hem yurt içinde hem de yurt dışında uygulamış olduğu politikalarında İslami değerlerin ön planda olduğu ifade edilmektedir. Abdülhamit’in aynı zamanda dış ve iç siyasette Halifelik makamının bütün olanaklarından yararlandığı da söylenebilir. Halifelik makamının, Batılı devletler 91 Erik Jan Zurcher, Turkey (A Modern History), I.B. Tauris Press, London, 1994, p. 90. 92 Esra Atalı, 1905 Rus Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı İncelemesi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2002, s. 101 (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). 93 Eraslan, a.g.e., s. 239. 42 tarafından ne kadar tedirgin edici olduğunun farkında olan 2. Abdülhamit bu makamı, bir tehdit unsuru olarak kullanmaktan da çekinmemektedir. Abdülhamit, iç siyaseti uygularken İslamcı politikaları da uygulamaktan çekinmemektedir. Tarikat şeyhlerine ve tarikatlara 2. Abdülhamit döneminde değer verilerek halka ulaşmak amacıyla din adamlarından da yararlanılmaktadır. Abdülhamit döneminde dış temsilciliklere daha çok dindar kesimden kişiler gönderilerek dini yönü ağır basan yöneticiler daha çok görevlendirilmektedir. 3.1.8. Mali Politikalar “Osmanlı Devleti, 1875 yılına gelindiğinde dış borçlarının faizini bile ödeyemeyecek duruma düşmüş ve mali iflasını ilan etmişti.” 94 2. Abdülhamit, kendisinin geliştirmiş olduğu Osmanlı sisteminin daha çok mali konulara ağırlık verdiği ve bu sistemin bütününü kapsayan programını da 1879’un başlarından itibaren uygulamaya koyduğu ifade edilmektedir. Abdülhamit, ortaya çıkardığı bu programla birlikte devletin bütçesini denkleştirmek ve oluşan hazine açığını kapatmak için çaba sarf etmektedir. Merkezi açıdan yapılacak olan mali bir denetim için yeni düzenlemeler de Abdülhamit döneminde ortaya çıkarılmıştır. İlk başlarda, tasarruf yapılması yolunda önlemler alınarak memurların maaşlarında da azaltılma yoluna gidilmektedir. 2. Abdülhamit döneminde izlenen mali politikalarla birlikte, mali alanda reformların yapıldığı ve alınan dış borçların zamanında ödendiği söylenebilir. Devletin bu dönemde mali durumları elverdiğince yeni politikalar belirleyerek hareket ettiği de ifade edilmektedir. 3.2. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ FİKİR HAREKETLERİ (İDEOLOJİLER) scgl 3.2.1. İslamcılık Akımı “İslamcılık akımı, dünya Müslümanlarını tek çatı altında ve Hilafet merkezi etrafında toplamak istiyorlardı. Bu sebeple değişik İslam toplumları ile bu dönemde irtibat kurulmuş ve Müslümanların önderi olarak halife (padişah) tanıtılmaya çalışılmıştır.” 95 Türkiye’deki dinin işlevlerinin tebarüz ettirilmesi, İslamcılığın gelişmesi ve doğuşundan daha fazla önem arz etmektedir. B. Lewis Osmanlı Devleti’nin dinsel yapısını, İmparatorluğun kuruluşundan çöküşüne kadar İslam’ın inancının ve gücünün ilerlemesine ya da savunmasına kendisini inandıran bir devlet olarak özetlemektedir. Osmanlılar, öncelikle İslami yönetimle altı asırdır Avrupa’nın büyük bir kısmına hakim 94 Ercüment Kuran, Küçük Said Paşa, İslam Ansiklopedisi (İA) , Cilt: 10, İstanbul, 1967, s. 82. 95 Şaban Sitem Bölükbaşı, Türkiye ‘de İslam’ın Yeniden İnkişafı (1950-1960), Ankara, 1995, ss. 6-7. 43 olarak büyük oranda başarı elde ettikleri söylenebilir. Osmanlı diğer taraftan da Batının acımasız saldırılarını geciktirmek ya da durdurmak için Hıristiyan âlemiyle daima savaşarak kendilerini savunmaktadırlar. Asırlarca süren bu uzun mücadelelerin, Türk toplumu ve kuruluşları üzerinde büyük etki bıraktığı ifade edilmektedir. Devlet demek, Osmanlı için İslam’ın kendisi demek olduğu söylenebilir. İmparatorluğun topraklarının, Osmanlı vakayinamelerinde İslam toprakları; Hilafet ordusunun İslam’ın askerleri; dini liderin de Şeyhü’l-İslam olarak yazıldığından söz edilmektedir. Osmanlı halkı, kendini her zaman Müslüman olarak görmektedir. Osmanlı Devleti’nin adalet temeli üzerine kurulduğu ifade edilmekle birlikte din ve devlet ya da İslam ve siyasetin birbirinden ayrışmayan bir bütün olduğu üzerinde durulmaktadır. Osmanlı Devleti’nin dine dayalı bir yapıya sahip olamaması durumunda bu durum, İslam’ın özüne ters düşmektedir. 3.2.2. Osmanlıcılık Akımı “Osmanlıcılık, padişahın gözetimi altında yaşayan milletlerin, din ve ırk farkına göre bakılmaksızın idari, dini, hukuki ve siyasi haklardan eşit faydalanmasıydı.” 96 Osmanlıcılık başka bir ifadeyle, Osmanlı Devleti’nin idaresi altında bulunan farklı etnik kökenleri bir arada bulundurmak şeklinde de tanımlanmaktadır. Osmanlı Devleti’ni meydana getirmek amacıyla bütün etnik kökenlerin içerisinde üst köken olarak seçilen düşünce hareketine de Osmanlıcılık ismi verilmektedir. İslamcılık düşüncesine tek eşdeğer ideolojinin, Osmanlıcılık ideolojisi olduğu söylenebilir. Osmanlıcılık, ilk siyasi doktrin olarak kabul edilmektedir. Osmanlıcılık düşüncesinin başarısızlıkla neticelenmesi ve diğer milletlerin de kendine has milliyetlerini öne çıkarmaları, Türkçülüğe ait düşüncelerin Osmanlı liderleri arasında ön plana çıkmasına neden olmaktadır. Osmanlıcılık düşüncesinin temel amacı, devletin bekası ve mevcut durumun devletin faydasına dönmesi için toplumsal uyumu sağlamak ve devleti kalkındırmak olmaktadır. İdeolojiler çağında Osmanlı Devleti'nin ilk siyasi ideolojisi olan Osmanlıcılık, bir devlet siyaseti tarzında Tanzimat'tan Cumhuriyet' e kadar değişik şekillerde varlığını korumuş, hatta genel olarak Cumhuriyet'e de intikal etmiştir. 3.2.3. Türkçülük Akımı “Osmanlı Devleti’nde, her çeşit cemiyet kurmanın zorluğu üzerinde durulmaktadır. Milliyeti temel alan bir cemiyetin kurulmasına ise asla müsaade 96 Mümtaz Er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 277. 44 edilmemektedir.” 97 Türk ve Müslüman olmayan kesimlerin milliyet temellerine dayalı edebi ve Hayri maskeler altında bulunan pek çok cemiyet bulunmaktadır. Türk milliyetçiliği hareketi, 1908 yılında gerçekleşen Osmanlı Devrimi’nden sonra daha çok derinleşerek genişlemiştir. Meşrutiyet döneminin, Türkçülüğün teşkilatlı yapıya bürünmesine ve Türk cemiyetlerinin kurulmasına olanak sağladığı söylenebilir. Türkçülük akımının, dünyada bulunan bütün Türkleri kültür ve siyaset bakımından birleştirerek kaynaştırmayı amaçladığı ifade edilmektedir. Ülke dışında bulunan Türklerle de ilişkiler kesilmemekte, aynı kültürle harmanlanan Türklerin tek medeniyete sahip olması istenmektedir.”98 Türkçülük akımının, ortaya çıkan diğer akımlardan daha geç ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Türkçülük akımı, Milli Mücadele’nin başarıya ulaştırılmasında ve Cumhuriyetin teşkilatlanmasında diğer akımlara nazaran geç ortaya çıkmasına rağmen önemli bir yer teşkil etmektedir. Türkçülük fikir akımının çıkmasına neden olan faktörler.”99 1) Avrupa’da yaşayan Türklere uygulanan baskılar ve yapılan kışkırtmalar, 2) Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan halk arasında Batılı devletlerin istekleriyle de milliyetçilik hareketinin yayılarak ortaya çıkan isyanlar, 3) Avrupa’ya yabancı dil eğitimi için giden Türk aydınlarının, Avrupalıların Türklere yönelik çalışmalardan haberdar olmaları ve bu durumdan duymuş oldukları rahatsızlıklar, 4) Müslüman olmayan toplulukların Batılı devletlerin kışkırtmalarıyla Osmanlı devletinden kopmaya başlamaları, 5) Büyük ülkelerde yaşayan Hıristiyan halkın bağımsız ve özerkliğe kavuşması neticesinde bu ülkelerde yaşayan Müslüman halkın Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmasına ve arkasından felaketlerin doğmasına neden olması şeklinde sıralanabilir. “İttihat ve Terakki Cemiyeti bir siyasal teşkilât olarak Türkçülük akımını temel felsefe kabul ediyordu. Başlarında Ziya Gökalp olmak üzere önemli bir çekirdek aydın 97 Yusuf Akçura, Türkçülük-Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, İlgi Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2007, s. 208. 98 Hüseyin Tuncer, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990, s. 497. 99 Remzi Oğuz Arık, Türk İnkılabı ve Milliyetçiliğimiz, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, s. 10. 45 kadro, bu akımın düşünce sistemini yaymaya çalışıyorlardı.” 100 Türkçülük akımını, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yer alan İsmail Gaspıralı’nın başlattığı bilinmekle birlikte Azerbaycan’dan kaynaklanan bu akımın yandaşlarının da olduğu söylenebilir. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Mehmet Emin gibi isimler, Türkçülük akımının önemli yandaşlarından birkaçı olmaktadır. 1911 yılında Türk Ocağı’nın kuruluşunu hızlandıran nedenlerden birinin de İttihat ve Terakki yönetiminde Türkçülük akımının gelişme göstermesi olduğu söylenebilir. Türkçülük akımının odak noktasını, Türk Ocağı’nın günümüze kadar gelen Türk Yurdu dergisi oluşturmaktadır. Türkçülük tarihine bakıldığı zaman siyasal bir tez olarak Türkçülüğün, ilk olarak Ahundzade ile sonrasında ise 1904’te Yusuf Akçura’nın yayımladığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı eseri ile başlatıldığı söylenebilir. 3.2.4. Batıcılık Akımı “Türk tarihi genel olarak değerlendirildiğinde Türklerin daima Batı yönünde hareket ettiği ve yüzünü sürekli batıya döndüğü görülmektedir.” 101 Osmanlıların, XVI. yüzyılda büyük bir güce sahip olduklarından dolayı daha sonraları, eski gücünden ve ihtişamından çok şey kaybettiğinin farkına varamadıkları söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin aynı zamanda Batı’nın hızla ilerlemesine ve gelişmesine önem vermediği de ifade edilmektedir. Osmanlı devlet yapısındaki bu bozulmanın Kanuni zamanında yapılan kanun-u kadimden ayrılmayla meydana geldiği ileri sürülmektedir. Kanun-u kadimin tekrardan kurulması durumunda ise, her şeyin yeniden düzeleceğine inanılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu için Karlofça Antlaşması’nın bir geçiş noktası oluşturduğu söylenebilir. Karlofça Antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti çok büyük toprak kayıpları vererek artık Batının gücünü kabul etmek zorunda kalmaktadır. Batılı yönde yapılan ıslahatlar da diğer ıslahatlar gibi düşmanın gücüne sahip olunmasına ve bu düşmanla başa çıkabilme esasına dayanmaktadır. Batı dünyasındaki gelişmeleri özellikle de teknoloji ve bilim alanında ortaya çıkan gelişmeleri, en ince detayına kadar anlayacak ve uygulayacak ne bilim adamı ne de bilimsel kurumlar Osmanlı’da yer almamaktadır. Tanzimat’tan sonra Batılı gibi yaşamayı heves eden Osmanlı aydınları ve üst gruplar, sadece taklitçilikten ileri gidememektedirler. Alt yapısı oluşturulmadan gelişi güzel yapılan batılı anlamdaki ıslahat hareketlerinin, sonuçsuz kaldığı ifade edilmektedir. Batılılaşma düşüncesi ciddi anlamda bir grup aydın tarafından ortaya atılan İçtihat Mecmuasının yayınlanmasıyla ortaya çıktığı belirtilmiştir. Batıcılar Dr. Ahmet Cevdet’in önderliğinde iki gruba bölünmüşler, bir grup 100 Rıdvan Akın, “İkinci Meşrutiyet Türkçülüğünün İdeolojik ve Politik Boyutları”, İstanbul Üniversitesi Dergisi, 2003, Sayı: 3, 15-47, s. 26. 101 Tufan Gündüz, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara, 2012, s. 79. 46 bilim, teknik ve uygarlık alanlarında Batılılaşmayı savunurken; diğer bir grup ise, uygarlığın bir bütün olduğunu, böylelikle olumlu olumsuz tüm yönleriyle kabul edilmenin şart olduğunu savunmuştur. 3.2.5. Adem-i Merkeziyetçilik “Adem-i merkeziyetçilikte, hükûmet merkezince tayin edilip millî müdafaa, diplomasi, adalet ve sair işlere bakan memurların yanında, merkezî hiyerarşiye dâhil olmayan merciler vardır.” 102 Makamlar, geçici olarak köy, kasaba ve şehir halkı tarafından seçilmekte, makamların seçmiş olduğu bir heyet tarafından tayin edilmekte ve birtakım yürütme kararlarının da bunlar tarafından alındığı ifade edilmektedir. Verilen yetkilerin onlara merkez tarafından verildiğinden ve geri alınması mümkün olmadığından da söz edilmektedir. Tarihe bakıldığında devletlerin, ilk etapta merkeziyetçilikle yönetildiği sonrasında adem-i merkeziyetçi bir yapıya sahip olunduğu ve bunun ardından yeniden merkeziyetçi yapıya dönüldüğü ifade edilmektedir. Adem-i merkeziyetçiliğin ortaya çıkışının genellikle İlkçağdan Ortaçağa geçiş sürecinde gerçekleştiğinden bahsedilmektedir. Merkeziyetin eski nüfuzunu ve kudretini devam ettirememesinin nedeni olarak merkezi imparatorlukların yıkılması gösterilebilir. Adem-i merkeziyetçiliğin de etkisini sürdürdüğü Ortaçağ’da iktidarlık müessesi, derebeyi ve kral arasında bir paylaşıma gidilmektedir. 3.3. İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİ İSLAMCILIĞI VE 31 MART VAKASI (1908- 1922) 3.3.1. İkinci Meşrutiyetin Önemi “Meşrutiyetin ilanı ile İttihatçılar arzuladıkları düzene kavuşmuşlardı belki ama Akşin’in de kaydettiği gibi ittihatçılar o zamanın anlayışıyla tecrübesiz ve toy göründükleri için iktidarı bir an da ellerine alamadılar.” 103 İttihat ve Terakki cemiyetinin bu nedenle orduya bağlı bir gizli bir komite niteliği taşıdığı bilinmekle birlikte devlet yönetiminin de Said ve Kamil Paşa gibi Osmanlı Paşalarına bırakıldığından söz edilmektedir. İttihatçıların eski otoritesi ve ağırlığını yitirmiş olan Abdülhamid ile meydanın tekrar kendilerine kalacağını umut ederek yönetimi eski sahiplerine bırakmaktadırlar. Osmanlı’nın devlet yapısında bütün bunlar yaşanırken diğer taraftan İttihat ve Terakki Cemiyetinin, hangi paşaların idarede yer alacaklarını 102 Ekrem Buğra Ekinci, “Osmanlı İdaresinde Adem-i Merkeziyet ve İmtiyazlı Eyaletler”, http://w ww.ekrembugraekinci.com/pdfs/osmanli_idaresinde_ademi_merkeziyet_ve_imtiyazli_eyaletler.pdf, (Erişim Tarihi: 17.06.2017). 103 A.L. Macfie, Osmanlının Son Yılları 1908-1923, (Çeviren: Damla Acar ve Funda Soysal), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003, s. 50. 47 kararlaştırmaya ve bu paşaların ne yapıp ne yapmaması gerektiği konusunda talimat vermeğe çalıştıkları da ifade edilmektedir. Akşin, 1908-1913 yılları arasında cemiyetin, denetleme iktidarı olduğunu söylemektedir. İttihatçılar, Kanun-u Esasi’nin ilan edilmesi ile birlikte kendilerine yeni bir yol çizememelerinden dolayı idareyi eski rejimin deneyimli idarecilerine bırakmak zorunda kalmışlardır. İttihatçıların bu nedenle doğrudan iktidara el koyamadıkları söylenebilir. İktidarlığın yeniden ele geçirilmesi ile düzenin tekrardan bozulacağı endişesine kapılan İttihatçıların, bir süreliğine idareyi paşa ünvanına sahip üst düzey subay ve sivil memurlara bırakmaya karar verdikleri açıklanmaktadır. İttihatçılar bu olayların yanında Said Paşa başkanlığında kurulan devlete karşı da herhangi bir davranışta bulunmamaktadırlar. 3.3.2. İkinci Meşrutiyet Döneminde İslamcılığın Genel Durumu “İslam’ın Türkiye coğrafyasında kurtuluşunu ve hilafet makamının esaretten kurtarılması olarak görmektedirler. Ancak Meşrutiyet İslamcılığının din ve devletin işleyişine ilişkin meşruiyet algısı, ikinci gruba taşınmıştır.” 104 Açıklaması yapılan bu özelliklerle birlikte bürokrasideki kadrolaşma üzerinden Sünni-Hanefi inancının özel mezhep olarak kabullenilmesine vurgu yapılmaktadır. Bürokrasinin kadrolaşmasının aynı zamanda şeriatın Osmanlılaştırılması veya dinin devletleştirilmesi, saygınlık ve diplomatik hareket alanı elde etmek için “geleneğin icadı” yöntemiyle halifelik müessesinin sağlamlaştırılması, sosyal yardımlaşma veya eğitim gibi alanlarda İslami öğelerin ağırlık kazanmasıyla birlikte somut bir hal almaktadır. Bürokratik yapılanmadaki İslami kadrolaşmanın, II. Abdülhamit döneminde daha etkili olduğu ifade edilmektedir. Abdülhamit, tarikatların toplumsal hayattaki rollerinin farkında olarak bu tarikatlardan yararlanmayı da ihmal etmemektedir. 2. Abdülhamit’in aynı zamanda; Nakşibendi, Rıfai, Medenni, Kadiri, Halveti, Ticani ve Sazeli tarikatları ile de iyi ilişkiler içinde bulunmaktadır. 3.3.3. 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) “13 Nisan 1909 sabahı Avcı Taburları’nın başını çektiği asker Ayasofya Meydanı’nı doldurmaya başlamış ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçecek olan olaylar zinciri başlamıştır.” 105 31 Mart Vakasının tek başına değerlendirildiğinde, layıkıyla tanımının yapılamadığı söylenebilir. 31 Mart 1925’te ortaya çıkan olayın 104 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s. 51. 105 Ahmet Turan Alkan, “31 Mart Vakası ve Sonuçları”, http://www.ata.boun.edu.tr/faculty /Nadir Ozbek/Courses/HTR_311_2013/21_Alkan,%20Ahmet%20Turan_Ordu%20Siyaset%20Iliskisinin%20T arihine%20Dair%20Bir%20derkenar%2031%20Mart%20Vakasi%20ve%20Sonuclari.pdf, (Erişim Tarihi: 16.07.2017). 48 yıllarca biriken gerilimin boşalması olduğu, yeni gerilimlerin de doğmasına sebep olarak günümüzde hala siyasi tartışmalarda zaman zaman gönderme yapılan bir konu olarak ele alındığından söz edilmektedir. 31 Mart olayının başlama sebeplerini, II. Abdülhamit döneminin içinde ve bu dönemde Abdülhamit’in yaptığı çalışmalarda görmek mümkün olmaktadır. II. Abdülhamit, Meşrutiyet’i ilan edilmesi maksadıyla tahta çıkarılmıştır. Abdülhamit’in sözünü tutması ile birlikte 23 Aralık 1876’da Kanuni Esasi’yi yürürlüğe koyduğu ifade edilmektedir. Yeni Osmanlıların bununla birlikte yönetimdeki güçleri, en üst seviyeye çıkmaktadır. 49 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM CUMHURİYET DÖNEMİ VE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI 4.1. CUMHURİYET DÖNEMİ İSLAMCILIK HAREKETLERİ 4.1.1. Jön Türklerin Siyasi Söylemleri (1866-1923) “Jön Türkler: Osmanlı Devleti içinde 19. yüzyılın ikinci yarısında Meşrut! bir temele dayalı bir sistem kurmak, Kanun-i Esasi ilanıyla da serbest seçimlere gitmek ve böylece oluşturulacak meclise, ülke geleceğini teslim etmek gibi fikirlerle yola çıkan, hedef olarak batı örnekliğini seçen Osmanlı aydınlarının ortak adıdır.” 106 Jön Türklerin aynı zamanda, Batı’yı örnek alan Osmanlı aydınlarından meydana geldiği de ifade edilmektedir. Jön Türkler isminin, ilk olarak Mustafa Fazıl’ın yayınladığı bir arzda kullanıldığı, ancak sonradan Ali Suavi ve Namık Kemal tarafından Yeni Osmanlılar kavramının benimsendiği söylenmektedir. Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemlerinde yer alan bütün ihtilalciler için de Yeni Osmanlılar ismi kullanılmaktadır. Jön Türk hareketinin, Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan en önemli siyasal ve sosyal bir hareket olduğu ifade edilmektedir. Jön Türklerin, başlangıç ve kuruluş noktaları dolayısıyla ortaya çıkan belirtileri, farklı sonuçların ortaya çıkmasına neden olarak hem felaket hem de geleceği etkileyen bir kargaşa olarak nitelendirilmektedir. “Jön-Türklük, Osmanlı Devleti’nde modern gereksinimlere göre değişiklik yapmak isteyen inkılapçıları veya ihtilalcileri kapsamaktadır.” 107 Jön Türkler, Siyasi ve fikri işlevlerini İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde bulunduğu ifade edilen ve özel ilkelere ile belli bir politik programa bağlı olarak sistematik faaliyetleri sürdüren kişiler olarak da tanımlanmaktadırlar. Amaçları, kuruluşları, yönetimi, cemiyetin teşekkül biçimleri, teşkilat içinde yer alan kişilerin kendi durumlarına göre rol almaları vb. kurallara dayandırılan bu hareketin, siyasi eylem ve 'muhalefet' düşüncesi bakımından önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir.”108 Jön Türklerin, kendilerine özgü bir yapılanma içine girdikleri ve politik yaşamda önemli etkiler oluşturdukları ifade edilmektedir. Osmanlı yapılanması içinde Jön Türkler, yenilikçilerin toplandığı bir hareket haline gelmişlerdir. İfade edilen bu hareket ayrıca muhalefetin ana merkezi konumunda bulunmaktadır. 4.1.2. İttihat Terakki Dönemi Siyasi İslam Söylemi (1889-1912) 106 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 1996, 107 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye' de Siyasi Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1988, s. 19. 108 Tunaya, a.g.e., s. 45. 50 “İttihat ve Terakki 1908 devrimi ile II. Abdülhamit’e Meşrutiyet’i ikinci defa ilan ettirmiş, 1909’da ise 31 Mart Vak’asının hemen ardından Abdülhamid görevden tamamen uzaklaştırılmıştır.” 109 2. Abdülhamit döneminin en önemli siyasi hareketlerinden biri olarak Pan-İslamcılık görülmekle beraber, İttihatçılarla birlikte bir dönem gerilemiş olsa da daha sonraları etki ve önemini devam ettirmektedir. İttihat ve Terakki içinde İslamı savunanlar da yer almakta, ancak gerçek İslamcı topluluğu, muhalifler oluşturmaktadır. Batıcılık ve Türkçülük akımları, İttihat ve Terakki’nin resmi ideolojisi olsa da İslam’dan gelen İslamcılık akımını da hiçbir zaman reddetmemektedirler. Modernist ve Batıcı olarak adlandırılan yenilikçi İslamcıların tam karşısında, muhafazakar İslamcıların yer aldığı söylenebilir. Modernistler, İslamı tamamen reddetmeyerek söylemlerini Kur’an’a dayandırmaya çalışmakta ve tarihi tecrübelerden de faydalanarak İslami gelenek ile Batı kültürü arasında bir sentez oluşturma çabası içine girmektedirler. Modernistler amaçlarını, gelişmekte olan bir kültürün var olmasına ve dünyanın da bundan büyük oranda etkilenmesi düşüncesine dayandırmaktadır. Muhafazakar kesim ise İslami değerlerine fazlasıyla bağlanarak, Batıcılıkla arasında herhangi bir sentezin olamayacağını savunmaktadır. “Ahmet Rıza grubunun İttihat ve Terakki Cemiyetinin devletçi ve merkeziyetçi kanadını oluşturduğu bilinmekle birlikte 1908 darbesini gerçekleştirerek etkinliğini arttırdığı da söylenebilir.” 110 Osmanlı’nın merkeziyetçi yönetim anlayışının, İttihat ve Terakki cemiyeti tarafından daha da köklü hale getirilerek kabul edildiği bilinmektedir. Osmanlı’nın merkeziyetçi anlayışının bir anlamda da İttihat ve Terakki gelenekselliğine dönüştüğü söylenebilir. Fransız Devrimi’nin önce Batı'da sonra da Rusya ve Osmanlı’nın içinde milliyetçilik akımlarını tetikleyerek İttihat ve Terakki'nin aynı zamanda milliyetçi bir çizgiye kaymasına da yol açtığı da ifade edilmektedir. Meşrutiyet, 23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edilerek İstanbul'da 24 Temmuz tarihli Padişah iradesi ile resmiyete konulduğu söylenebilir. İttihat ve Terakki Cemiyeti, merkezlerinin gizlilikten çıktıktan sonra faaliyete geçmişlerdir. 1908 devriminin halktan temellenmediği ve bu nedenle de halka bir dönüşünün olmayacağı düşünülmektedir. Halkın 1908 devrimini büyük umut ve sevinçlerle karşıladığı ve halkın en büyük beklentisinin de o dönemin deyişiyle hürriyet yani özgürlüğün gelecek olması beklentisi olmaktadır. Sosyal düzeyin geriliği, siyasi yapının eksiklikleri ve yabancı baskısı, Meşrutiyet'in de muvaffak olamayacağı inancını kuvvetlendirmektedir. Gerçeklerle ideallerin bazen çeliştiğini söylemek mümkün olabilir. İstibdat’a karşı 109 İhsan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s. 79. 110 Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 45. 51 meydana gelen yapı, yönetime gelince bu doğrultuda bir anlayışa sarılmaktadır. Halka anlatılan özgürlük ve gelecek vaatlerinin, tersi uygulamalarla da hayal kırıklığı oluşturduğu ifade edilmektedir. 4.1.3. Birinci Dünya Savaşı Dönemi Siyasal İslam (1914-1918) “I. Dünya Savaşı İttifak Devletleri ve İtilaf Devletleri arasında 1914-1918 yılları arasında gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu İttifak grubu savaşı kaybetti. Bu büyük savaş sonrasında dünyanın siyasal İslam haritası değişti.” 111 Savaşın etkili olduğu her coğrafyada, cephede ve cephe gerisinde yer alan insanların; hastalık, ölüm, açlık vb. problemlerle başa çıkmaya çalıştıkları söylenebilir. 1. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı’nın da maddi ve manevi bütün varlıklarını bu savaş için seferber ettiği ifade edilmektedir. Osmanlı bu savaş ile hem sivil hem de askeri vatandaşlarıyla bir sınava tabi tutulmaktadır. Osmanlı’da ekonominin de bozulması ile birlikte çözülmelerin meydana geldiği ve savaşın etkili olduğu yıllarda temel tüketim ürünlerinin temin edilmesinin halk için imkansız bir hal aldığı da ifade edilebilir. 1. Dünya Savaşı’nın etkilerinin ve sonuçlarının savaşa katılan tarafların savaşçı güçleri bakımından değerlendirmeye alındığında 1. Dünya Savaşı, dünyanın o güne kadar yaşanmış en büyük savaşı olduğundan söz edilmektedir. Savaş ile birlikte dünyada yer alan savaş tarihi içinde yeni bir çağın başladığı, toplu savaş kavramının da hafızalarda yer edindiği söylenebilir. Osmanlı savaş süresince pek çok cephede savaşmıştır. Devlet aynı zamanda milyonlarca insanı savaş için askere aldığı ve birer savaşçı olarak da cephelere gönderdiği ifade edilmektedir. “İslam dünyasının, I. Dünya Savaşı'ndan sonra en büyük desteğini kaybettiği görülmektedir.” 112 Avrupalıların amaçlarına ulaştıkları ve Osmanlı’yı parçaladıkları belirtilmekte ve aralarında yaptıkları gizli antlaşmaları yürürlüğe koymak için aceleci tavır sergilemektedirler. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile yeni bir Türk devleti kurulmuş, ancak İslam ülkeleri de hala sömürge ve işgal altında olmaya devam etmiştir. İslamcı ve Osmanlıcı tutumu, Müslümanlar arasında dini-milli kimliğin gelişmesi açısından önemli olmakta ve bağımsızlık düşüncesinin de meydana gelmesinde büyük bir katkısı bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ile birlikte İslam alemi de en önemli destekçisini kaybetmektedir. Müslüman toplulukların yaşadıkları kimlik sorununun yanında Osmanlı aydınlarının yapmış oldukları 111 Alev Gözcü, “I. Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin Gündelik Hayatından Kesitler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2016, Cilt: 8, Sayı: 32, 133-169, ss. 133-135. 112 Abdünnasır Yiner, “Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi”, Köprü Dergisi, 1997, Sayı: 59-60, 74-86, s. 75. 52 Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasetlerinin de düşünsel anlamda olumlu bir etki yaptığı ifade edilebilir. 4.1.4. Milli Mücadele Döneminde Din ve Siyaset İlişkisi (1919-1923) “Milli Mücadele yıllarında Mustafa Fehmi Efendi Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndedir.” 113 Fehmi Efendi ve meclise üye olan diğer din adamlarının Milli Mücadele döneminde yapmış oldukları en önemli faaliyetlerinin, İstanbul-Ankara arasında gerçekleşen fetva savaşında üstlenmiş oldukları rol olduğu söylenebilir. Dini ve din unsurlarının, ister batıl ister hak ister doğulu isterse de batıda isterse de doğuda yer alsınlar, bireyleri harekete geçirmek amacıyla bütün ülkelerde kullanıldığı ifade edilmektedir. Belirtilen düşünce ile birlikte Milli Mücadele yıllarında başarılı olabilmek için; dini unsurlara, din adamlarına, dine ve dini duygulara önem verilerek başvurulmaktadır. Milli Mücadele yıllarında ayrıca dini değerler, birer basamak olarak da kullanılmaktadır. Dini öğeler ile dinin, askeri ve siyasi alanda kullanılmasından dolayı bu mücadeleye dini bir savaş ya da cihat ismini vermek doğru olmamaktadır. Milli mücadele döneminde dinin manevi gücünden, dinden, din adamlarından ve kutsal değerlerden büyük ölçüde faydalanılmaktadır. Dini faaliyetlerin de bu dönemde desteklenerek teşvik edildiği söylenebilir. 4.2. CUMHURİYET DÖNEMİ DEVLET, DİN VE TOPLUM İLİŞKİSİ 4.2.1. Cumhuriyetin İlanı (1923) “25 Ekim 1923 günü aynı anda hem Başbakanlık hem de İçişleri Bakanlığı görevlerini yürüten Fethi Bey, İçişleri Bakanlığını bıraktığını açıkladı.” 114 Boşalan iki koltuk için yapılan oylamaları, Mustafa Kemal’e muhalefet olan milletvekillerinin kazandığından söz edilmektedir. Meclisin İkinci Başkanlığına Rauf Bey’in, İçişleri Bakanlığı koltuğuna da Sabit Bey’in geçtiği söylenebilir. Meydana gelen durumdan hoşnutsuz olan Mustafa Kemal Atatürk, 26 Ekim 1923 yılında dönemin Başbakanı olan Fethi Bey’den, Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili olan Fevzi Paşa dışında bütün hükümetin istifa etmesini istemektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu hareketinin, yeni bir hükümet krizine neden olduğu ifade edilmektedir. Yeni oluşturulacak Bakanlar Kurulu’nun 29 Ekim günü seçileceği de duyurulmuştur. Cumhuriyeti ilan ederek işi kökünden çözmeyi amaçlayan Atatürk’ün, 28 Ekim 1923 gecesinde İsmet Paşa ve bazı kişilerle birlikte Çankaya’da yaptığı toplantıda “Yarın 113 Metin Hülagü, “Milli Mücadele Dönemi İslamcılık Politikası (1919–1923)”, http://www. metinhulagu.com/images/dosyalar/20120301002554_0.pdf, (Erişim Tarihi: 17.06.2017). 114 Nurettin Güz, “Cumhuriyetin İlanına Basının Bakışı”, İletişim Fakültesi Dergisi, 1999, Cilt: 1, Sayı: 1, 3-12, s. 7. 53 Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” ifadesine yer verdiği söylenmektedir. 29 Ekim’de Halk Fırkası Meclis Grubu’nda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması ile ilgili tartışmalar yaşandığı dile getirilmektedir. Atatürk, oluşan bu bunalımın Anayasanın değiştirilmesi ile ortadan kaldırılacağını savunmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk, Anayasa değişikliği ile alakalı raporu kurulun onayına sunarak 29 Ekim 1923’te “Yaşasın Cumhuriyet” nidaları eşliğinde Cumhuriyet’in ilan etmiştir. İlanın ardından Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılan 158 milletvekilinin de oyları ile birlikte Gazi Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. 4.2.2. Cumhuriyetin İlanı ile Ortaya Çıkan İslamcılık Hareketleri “Cumhuriyet öncesi dönemde yani Milli mücadele döneminde İslamcılık ve İslam dini birleştirici bir ideoloji olarak benimsenmiştir. Aynı zamanda bu dönem Milli mücadelenin başarıya ulaşması adına İslam dininin araç olarak kullanıldığı bir dönemdir.” 115 Milli Mücadele döneminin din unsuruna bakış açısını anlamak için Mustafa Kemal Atatürk’ün Balıkesir’de yer alan Paşa Camisi’ndeki konuşmasının irdelenmesi gerekmektedir. Milli Mücadele döneminin din anlayışını gösteren en önemli örneklerden birisi, 23 Nisan 1920 tarihinde kurulan Birinci Meclis olmaktadır. Birinci Meclis, halifelik makamının ve şeriatın korunmasını amaçlamaktadır. İslam, Cumhuriyet döneminde ilk olarak gelecek olan tepkileri azaltmak ve insanları daha kolay kontrol edebilmek amacıyla kullanılmaktadır. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra işin iç yüzünün değiştiği, Atatürk ve mecliste yer alan muhalefetlerin de istekleri doğrultusunda yeni bir meclis açılmasına karar verildiği ifade edilmektedir. Yeni meclis kurulmasındaki amacı da eski meclisin Lozan Antlaşmasını onaylamayacak olmasına bağlamaktadırlar. M. Kemal Atatürk Lozan Antlaşması’nı kabul ettirmek amacıyla yeni bir meclis kurulması için 1923’te yeni bir seçime kalkışmış ve Birinci Meclis’te yer alan kişilerin de işine son vermiştir. Yapılan bu seçimden sonra, din olgusuna tamamen yüz çevrilmiş ve yeni reformlarla İslam dininden tamamen uzaklaşılmıştır. 4.2.3. Birinci Meclis Dönemi ve Siyasal İslam Söylemi (1920-1923) “Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine geçişte yer alan en önemli kurum, faaliyetine 23 Nisan 1920’de başlayan ve Nisan 1923’e kadar sürdüren Birinci 115 Mepa Haber Merkezi, “Cumhuriyet ve Geçiş Döneminde Din Algısı”, http://www.mepanews. com/tarih/5592-cumhuriyet-e-gecis-doenemi-ve-cumhuriyet-doenemi-din-algisi.html, (Erişim Tarihi: 21.07.2017). 54 TBMM’dir.” 116 1. TBMM aynı zamanda Birinci Meclis ismiyle de anılmaktadır. Birinci Meclis’in devletin politikası haline gelen batılılaşma süreci, önemli bir aşamayı oluşturmakta ve aynı zamanda da ülkenin düşmanlar tarafından işgal edilmesine karşı verilen mücadelede önemli bir rol üstlenmektedir. Meclisin oturumlarında gruplar arası çekişme konularının, milletvekilleri arasında yaşanan kavgaların, çatışmaların hatta gündem maddelerinin ortaya çıkma sebeplerinin ve sonuçlarının bilinmesi, Cumhuriyet dönemindeki yasal, siyasal, ekonomik ve sosyal süreçlerin doğru algılanabilmesi açısından önem arz etmektedir. İfade edilen konuların önem arz etmesinin nedeni ise ilerleyen yıllarda ortaya çıkan siyasal, toplumsal, ekonomik ve sosyal hadiselerin köklerinin Birince Meclis’e kazar uzanması olmaktadır. 4.2.4. Cumhuriyet Dönemi Din, Devlet ve Toplum İlişkisi “Din ve devlet arasındaki ilişkiler, bütün çağlar boyunca siyasal ve toplumsal hayat içinde etken olan ya da tarihin değişik dönemlerinde o dönemin toplumsal yapısına göre farklı şekillerde meydana gelen bir nitelik taşımaktadır.” 117 Cumhuriyet döneminin gelişim evresinde devlet ve din arasındaki ilişkilerde, Türkiye’nin önemli bir yeri bulunmaktadır. Cumhuriyet döneminde de Osmanlı’nın dini yapısının laik bir yapıya dönüştürülerek laiklik ilkesi yeni Türkiye'nin temel ilkesi olarak kabul edilmektedir. Kabul edilen laiklik ilkesinin, Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmış olduğu devrimler altındaki değişimlerin temel öğesi sayılması, din ve devlet arasındaki ilişkilerin ülkemiz yönünden etkilerini ortaya koymaktadır. “Cumhuriyetin ilanı toplumda büyük bir tepkiyle karşılanmamış tersine halk arasında istenen bir durum olarak görülmüştür.” 118 Toplumun yüzyıllarca padişahlık devri yaşamasının ardından bu durum, halk için bir olgunluk örneği sayılabilir. Toplumsal hayatta meydana gelen sorunlar, dini değerlere yönelik olan karşıt tavırlardan kaynaklanmaktadır. Meydana gelen muhalif tutumlar da devlet ve toplum arasında bir güvensizlik, çatışma ve ayrışmanın oluşmasına neden olmaktadır. Günümüzde de varlığını sürdüren bazı cemaatleşmelerin ve dini hareketlerin köklerinin o devirlere kadar dayanıyor olması, güvensizlik ya da çatışma ortamının kanıtları olarak gösterilebilir. Devletin, dini yapıya karşı sergilemiş olduğu olumsuz tavırlar sonucunda sosyal hayattan kopma, devletle ilişkilerin en aza indirilmesi ve içe kapanıklık gibi tepkili davranışların ortaya çıktığı söylenebilir. Devlet yönetimine yakın 116 Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 69. 117 Enes Sanal, “Demokrasi Kavramı Açısından Devlet ve Din İşleri”, Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara, 2014, s. 1. 118 Güz, a.g.e., s. 7. 55 olan kişiler ise uygulanan bu yeni toplumsal dönüşüm siyasetini, kendileri için olumlu görmektedir. Yönetime yakın olanlar ve dönüşümü destekleyenler, devletin sunmuş olduğu bu hizmetlerden yararlanarak sosyal, siyasal ve ekonomik birer güç haline gelmektedirler. “Toplum ve devlet arasındaki ilişkiye bakıldığında Cumhuriyetin kurulmasını izleyen yıllarda devletin temsilciliğini yapan vali, kaymakam vb. gibi yöneticilerin devletten halka arzularını dile getiren ve emirler yağdıran aktarma organları olarak görev yaptıkları ifade edilmektedir.” 119 Cumhuriyetin ilk yıllarında, suya sabuna dokunmayan ve içine kapalı bir toplum yapısının olduğu görülmektedir. Toplum, devletin emir ve isteklerini istisnalar hariç kabul etmekte ve kamusal alanda alınan kararları ya onaylamakta ya da onaylar gibi davranmaktadır. Toplumun kararları onaylaması ya da onaylar gibi yapması ile devlet ve toplum arasındaki bağın kopukluğunun gözler önüne serildiği söylenebilir. Toplumun devletten herhangi bir beklentisinin olmadığı görülmekle birlikte toplum devleti, kendisini ve değerlerini değiştiren bir aygıt olarak algılayarak savunmaya geçmektedir. Belirtilen bütün düşünceler sonucunda devlet ve toplum arasındaki bütünleşme tam anlamıyla sağlanamamıştır. 4.2.5. Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) “Cumhuriyetin ilanı sonrası gerçekleştirilen inkılâplarla rejimin yerleşmesini önleyecek her türlü engel ortadan kaldırıldı. Bu konuda atılan en önemli adım 3 Mart 1924’te kabul edilen kanunlarla oldu.” 120 Yeni rejime engel olabilecek olayların yok edilmesi yolunda atılan ilk adımın da 3 Mart 1924 yılında Halifeliğin kaldırılması olduğu söylenebilir. Halife kavramı, Hz. Muhammed’in vefatından sonra O’nun yerini alacak kişiye verilen isim olmaktadır. Dört halife devrinden sonra halifelik, hanedanlık sistemine dönüşmüştür. Osmanlı’ya kadar pek çok devletin elinde bulundurduğu halifelik makamın Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethetmesi ile Osmanlılara geçtiğinden bahsedilmektedir. 2. Abdülhamit dönemi ve 1. Dünya Savaşı yıllarında halifelik makamı, bir siyaset meselesi olarak kullanılmakta ve bu dönemlerde çok fazla etkisi bulunmamaktadır. Halifelik makamı, Milli Mücadele döneminden sonra Türkiye Cumhuriyet’ine muhalif olanlar tarafından desteklemektedir. Halifenin, bunun yanında bazı dış grupların da ilgisini çektiği ifade edilmektedir. Halife olarak Abdülmecid, kendini ön planda tutan davranışlar sergileyerek devletin iki başlı görünmesine yol 119 Göküş, a.g.e., s. 236. 120 Mahmut Goloğlu, Halifelik Ne İdi? Nasıl Alındı? Niçin Kaldırıldı?, Tarihçi Kitabevi, Ankara, 1973, s. 79. 56 açmaktadır. Hindistan’da bulunan İsmailiye tarikatının liderleri de Başbakan İsmet Paşa’ya gönderdikleri mektuplarla halifeye bağlılıklarını dile getirmişlerdir. Abdülmecid’in sergilediği davranışlar ve İsmailiye tarikatının girişimleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin iç işlerine karşı bir girişim olarak görüldüğü için tepki toplamaktadır. Ortaya çıkan bütün bu meselelerin, halifeliğin kaldırılması için bir zemin hazırladığı söylenebilir. Mustafa Kemal Atatürk de toplumun tepkisini ölçmek amacıyla üniversite, basın vb. çerçevesinde girişimler yapmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti yapısında meydana gelen bütün bu olaylar ve tartışmalar çerçevesinde, halifenin görevlerinin Cumhuriyet yönetimi altında yürütüleceğinin vurgulanması ile birlikte halifeliğin kaldırıldığı ifade edilmektedir. Türkiye'nin laikleşme macerası, halifeliğin kaldırılması ile hız kazanmaktadır. Halifeliğin kaldırılarak Cumhuriyet'in modernleştirilmek istenmesine rağmen 1924 Anayasası'nın ikinci maddesi olan “Türkiye devletinin dini İslam'dır.” ibaresinin 1928 yılına kadar dini vasfını koruyarak yoluna devam ettiği de vurgulanmaktadır. 4.3. DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ÇERÇEVESİNDE DİN, TOPLUM VE DEVLET 4.3.1. Halifeliğin Kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığına Geçiş Süreci “Hilafetin kaldırılmasını içeren kanunun Meclis Bakanlığına verilmesinden sonra, saltanatın kaldırılmasına benzer bir şekilde uzun müzakerelere gerek duyulmaksızın 631 sayılı kanun ile halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Soyunun (kadınlar da dahil) Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkarılmasına karar verildi.” 121 Halifeliğin 3 Mart 1924’te kaldırılmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin laikleşme yani diğer bir ifadeyle dinsizleşme sürecinin hız kazandığı ifade edilmektedir. Halifeliğin kaldırılmasından sonra 1924 Anayasası’nda yer alan “Türkiye devletinin dini İslam’dır.” ibaresi, 1928 yılında tamamen kaldırılmıştır. Halifeliğin kaldırılmasının ardından dini eğitim veren medreselerin de kapatılarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir. Devletin bu bağlamda Şer’iyye ve Evkaf Vekaletlerini de kaldırarak Diyanet İşleri Başkanlığını kurduğu ve bu kurumun da Başkanlığa bağlı bir kurum olduğu ifade edilmektedir. Cumhuriyet ile birlikte toplumun modernleşmesi yoluna gidildiği ancak o dönemdeki topluma hakim olan klasik din anlayışı ve bu anlayışa bağlı din adamlarının, modernleşmenin önündeki en büyük engel olduğu ifade edilmektedir. Cumhuriyeti kuran kişilerin, dini yapıyı oluştururken yeni dini 121 İsmail Kara, "Din ile Devlet Arasında Sıkıştırılmış Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı", M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2000, Cilt: 18, 29-55, s. 43. 57 yapılanmanın Cumhuriyetin felsefesini benimsemesi ve dinin toplumsal yapı içindeki fonksiyonunun en iyi şekilde yerine getirilmesi çaba göstermesi amaçlanmaktadır. 4.3.2. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yapısı (3 Mart 1924) “Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğundan itibaren kendisine biçilen yere ve sınırlara sadık kalarak Müslümanların din işlerine bakmaktan çok ‘devletin din işlerine bakan’, devletin çıkarlarını korumak için, zaman zaman devletin baskıları doğrultusunda dini yorumlar yapan, halkın din anlayışını dönüştürmeyi amaçlayan bir kurum olagelmiştir.” 122 Başkanlık ayrıca, devletin çıkarlarının korunması amacıyla devletin de baskısı sonucu dini yorumlarda bulunan bir kurum haline gelmiştir. Tarih boyunca bu kurumun yapmış olduğu her türlü faaliyet sonucunda, Cumhuriyet düşüncesinin din-devlet ayrımında laiklikten daha çok kamu-siyaset alanındaki tezlerin soyutlanması ve dinin dünyevileşmesi yolunda bir tavır sergilenmektedir. 3 Mart 1924’te Şer’iyye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması ile birlikte kurumun Eğitim Genel Müdürünün, Bakanlığın teşkilat yapısı konusunda kişisel düşüncelerini bildiren bir yazı gönderdiği söylenmektedir. Şer’iyye Vekâleti Eğitim Genel Müdürünün, göndermiş olduğu yazı ile birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı yapısı hakkındaki düşüncelerini rapor halinde sunduğu söylenebilir. 4.3.3. 1932 Yılına Kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Görev ve Yetkileri “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevleri belirlenirken devlet, dinin iman ve ibadet ile ilgili konularında hizmetleri, kendi görev alanı içerisinde görmekle birlikte, kurumu siyasi karar merkez ve biriminin dışında tutmuştur.” 123 Politikanın karar birimlerinde ya da merkezlerinde, İslam’ın ibadet ve iman temellerine bakılarak iş görülmeyeceği vurgulanmaktadır. Dinin, aynı zamanda siyasetin dışında da başıboş bırakılmadığı söylenebilir. Din olgusunun siyasette yer alan karar mekanizmalarının dışına çıkarılması ile beraber devletin, bütün Müslüman Türk halkının dini gereksinimlerini karşılama görevini üstlendiği ifade edilmektedir. Osmanlı’nın yıkılmasının sebeplerinden biri olarak görülen ve hurafelere dayandırılan din anlayışının değiştirilmesi hedeflenmektedir. Din olgusundan çıkar elde etmek isteyen grupların ya da kişilerin engellenmesi amacıyla devlet, Diyanet İşleri bünyesinde din hizmetlerini, yetki ve görevleri arasına almaktadır. Güvenlik, sağlık vb. alanlarda iş uzmanlarının yetiştirildiği gibi din alanında da uzmanların yetiştirilerek görevlendirildiği ifade edilmektedir. Din adamlarının, dini kurumlar ya da tekkeler ile Diyanet İşleri 122 Nail Arslanpay, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluşu, Çalışması ve Birimlerinin Tanıtılması, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 79. 123 Kara, a.g.e., s. 36. 58 Başkanlığı’na bağlandığı ve denetiminin de bu şekilde yapılacağı belirtilmiştir. Başkanlık, politika ile uğraşmayacağı için din adamlarının ve kurumlarının İslam dininin ibadet veya iman konularında yeterliliğinin denetlenmesini yapmaktadır. 4.3.4. Diyanet İşleri Başkanlığı Çerçevesinde Siyasi İktidar İlişkisi “Cumhuriyet’in kurulmasıyla Müslümanların özgür bir biçimde ibadetlerini yapmalarını sağlayacak Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun kuruluş ilkelerini gözden geçirmek olacaktır.” 124 Başkanlığın kurulması ile Müslüman halkın ibadetlerini özgür, rahat ve güvenilir bir şekilde yapmalarının sağlanması amaçlanmaktadır. Cumhuriyet döneminde, Müslümanların özgürce ibadetlerini yapabilmeleri amacıyla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, sonraki dönemlerde bazı İslamcı iktidarlar tarafından İslamcı hareketlerin toplumu İslamlaştırma siyasetleri kapsamında ideolojilerinin meşruiyetini güvence altına almayı amaçlayan bir kurum haline dönüşmüştür.”125 Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, devletin karar merkezinin yakınında ancak dışında konumlandırıldığı ifade edilmektedir. Başkanlık, siyasi iktidarın yasalaştırdığı devrimleri hayata geçirdiği için siyasi irade ile olan yakın ilişkisinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. 4.3.5. Din ve Siyasetin Ayrılmazlığının Gerekçeleri “Din olgusunun siyasal tutum ve davranışları etkilemesi bakımından karmaşık bir ilişki düzeni yarattığı söylenebilir.” 126 Siyasi iktidarlar tarih boyunca, egemenliklerini ve siyasi otoritelerini yasallaştırmak amacıyla din faktörünü kullanmaktadırlar. Din ve siyaset ilişkileri arasındaki ayrılmazlık da bu yüzden her dönemde dikkat çekmektedir. Din ve siyaset ayrılmazlığının kazanmış olduğu içeriğe göre din olgusu, siyasal hayatın hem nesnesini hem de öznesini meydana getirmektedir. Siyasal inançlara duyulan bağlılık ile dinsel inançlara duyulan bağlılık, bu bağlamda birbirine benzer durumlar ortaya çıkarmaktadır. 124 Bahriye Üçok, “Diyanet İşleri ve Anayasa İlkeleri”, Halkevleri Dergisi, Sayı: 109, 1975, 1-10, ss. 6–7. 125 Ali Bulaç, “Medine Vesikasıve Yeni Bir Toplum Projesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, (Editör: Yasin Aktay), İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 509. 126Erol Turan ve Mehmet Temizel, “Din ve Siyaset İlişkisi Bağlamında Oy Verme Davranışı: Niğde Bölgesinde Bir Araştırma”, Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2015, Sayı: 7, 86-99, s. 90. 59 4.3.6. Osmanlı Dönemi ile Cumhuriyet Dönemi Karşılaştırması “İslam’da dinî ve ruhânî bir otorite olmadığından, din hizmetleri, toplumda bunları yerine getirebilecek bilgi ve meslekî donanıma sahip kimselere bırakılmıştır.”127 Tarih boyunca din adına yapıla bütün hizmetler, devlet tarafından yerine getirilmektedir. Türk halkının dini anlamda yaşamış oldukları tecrübeler, hem devletten devlete hem de dönemden döneme farklılık göstermektedir. Osmanlı’da dini alanda eğitim ve hizmetlerin Şeyhülislam eliyle Şer’iye ve Evkaf Vekaleti tarafından yürütülmektedir. Osmanlı’da Şeyhülislam tarafından yürütülen bu hizmetler, son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. Cumhuriyet döneminde kurulan DİB köken bakımından Osmanlı’daki dini kurumlara bağlansa da yerine getirilen sorumluluk ve vazifeler bakımından aynı işlevi görmemektedir. “Osmanlı Devleti'nde din işleri Meşihat Makamlığı'nca Şeyhülislam eliyle yürütülürdü.”128 TBMM’de 1920 yılında Şeyhülislamlık makamı, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti adı altında Bakanlık olarak devam etmektedir. 1924 yılında Halifeliğin kaldırılarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulana dek de bu kurum varlığını sürdürmüştür. 3 Mart 1924’te din adına yapılan hizmetlerin siyasetin hem dışında hem de üstünde tutulması gerektiği gerekçesiyle Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırıldığı belirtilmektedir. Sözü edilen kurumun kaldırılmasının ardından 429 sayılı kanunla birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. “Cumhuriyet döneminde kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, din istismarlarının önlenmesi ve ulus-devlet kimliğinin güçlendirilmesi için kurulan bir kurum özelliği taşımaktadır.” 129 Başkanlık; laikliğin korunması, dinin kontrol altında tutularak politika dışında tutulması, din adına yapılan işlerin tek elden yürütülebilmesi amacı gütmektedir. DİB’nin, dinin korunmasından daha çok din adına yapılan bütün işlerin ve hizmetlerin devlet tarafından kontrol altına alınması, denetlenmesi ve laik sistemin korunması için kurulduğu, araştırmacılar tarafından dikkat çekilmektedir. 127 Ali Bardakoğlu, “The Stucture, Mission and Social Function of the Presidency of Religious Affairs”, Religion and Society New Perspectives from Turkey, Presidency of Religious Affairs, Ankara, 2006, ss. 9-20, s. 9. 128 Hasan Taşkın, “Diyanet Niye Oldu Diyanet?”, Diriliş Postası Günlük Siyasi Gazete, 2016, http://dirilispostasi.com/a-4886-dinayet-niye-oldu-diyanet.html, (Erişim Tarihi: 15.11.2017). 129 Sönmez Kutlu, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar) İlişkileri”, Dini Araştırmalar Dergisi, 2009, Cilt: 12, Sayı: 33, 107-127, s. 108. 60 4.3.7. Diyanetin Önemi ve Araçsallaşması “Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet’le aynı yaşa sahip ülkemizin nadide kurumlarının başında gelmektedir.” 130 Milli mücadelenin yaşandığı dönem boyunca din adına hizmet eden kişilerle birlikte Diyanet, din konusunda halkın bilinçlendirilmesi adına pek çok hizmette bulunmuştur. Din adına yapılan eğitimlerin 1930-1950 arasında geri plana atılması, Diyanet İşleri Başkanlığını da etkileyerek işlev göremez hale gelmesine neden olmaktadır. Sözü edilen yıllar arasında her ne kadar işlevini yitirmiş olsa da 1950’den sonra önem kazanmaya başlamıştır. 1950’de önem kazanan DİB, 1990’lara kadar önemini arttırarak, hukuki anlamda kendisine verilen yetkiler çerçevesinde faaliyetlerine devam etmektedir. 28 Şubat 1997’de gerçekleşen darbe döneminde din adına kısıtlamalar getirildiği belirtilmektedir. Darbenin neden olduğu bu kısıtlamalar, DİB’nin de yapısında pek çok değişikliğe gidilmesine neden olmaktadır. Demokratikleşme adına 2002 yılından sonra atılan adımlar DİB’yi, hem önem açısından hem de bulunduğu konum açısından olumlu etkilemektedir. 130 Yusuf Alpaydın, Türkiye’de Din Eğitiminin Dönüşümü (1997-2012), Nakış Ofset, İstanbul, 2012, s. 109. 61 GENEL DEĞERLENDİRME Tezde, dinin siyasallaşması Türkiye örneği konusunda araştırılan hususlar şu şekildedir; - Din ve devlet arasındaki ilişkiler incelendiğinde, dinin siyasal alandaki hareketlerinin, devletin yapısını meşrulaştırma görevi üstlendiği tespit edilmiştir. Dinin meşrulaştırma işlevinin, din istismarına da olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Din bağlamında hedeflerine ulaşmak isteyen siyasi hareketlerin, dinin esas referanslarını kullanma yoluna gittikleri gözlemlenmiştir. Dinin toplum üzerindeki etkilerini fark eden devlet yöneticileri, konumlarını güçlendirmek amacıyla dini kullandıkları belirlenmiştir. Dinin yapısı üzerinde İslamcılığın ortaya çıkmasını sağlayan pek çok etmenin olduğu ve bu etmenlerin en önemlisinin de Osman Devleti’nin dağılma ile karşı karşıya olması olduğu gözlemlenmiştir. Müslümanların farklı fikirlere sahip olması, doğal bir durum olduğu, Müslüman coğrafyalarda yaşayan halkların da farklı dönemlerde farklı zorluklar yaşadığı sonucuna ulaşılmıştır. Müslüman halkın yaşamış olduğu İslam coğrafyasında bağımsızlık mücadelesi veren ülkelere rastlandığı gibi sömürgecilikten kurtulmak için çabalayan ülkelere de rastlandığı belirlenmiştir. Osmanlı’nın da bu ülkeler arasında tek istisna olduğu ve bunun sebebinin de tek bağımsız İslam Devleti konumunda yer alması olduğu gözlemlenmiştir. - Osmanlı’nın ilk başlarda sergilediği hoşgörülü tutumun, yerini daha kuralcı bir Ulema İslam anlayışına terk ettiği ve bunun sebebinin de Osmanlı’nın, ortaya çıkan olaylar karşısında dine bakış açısında meydana gelen farklılıklar olduğu gözlemlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllara nazaran dinin etkilerinden uzaklaşması, devletin Türk geleneklerinden edinmiş olduğu hukuk ve kanun anlayışına verdiği önemden kaynaklandığı sonucuna ulaşılmıştır. Osmanlı’nın Abdülmecid döneminde ilk dış borcunu aldığı, devletin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara rağmen tasarruf etmek için alınan tedbirlere uymadığı da tespit edilmiştir. Ancak Abdülmecid’in tahtta olduğu sürece de pek çok ıslahat gerçekleştirdiği ifade edilmiştir. Abdülmecid döneminde ayrıca Batı’da yer alan ülkelerin ekonomik, siyasi, eğitim, hukuk, sosyal vb. alanlarda seviyelerine ulaşmak amacıyla Batılılaşma yoluna gidildiği sonucuna da ulaşılmaktadır. Aynı zamanda bu dönem içinde 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarının da yayımlandığı, Türk halkına modernleşmek düşüncesi ile Batı’da yer alan devletler tarafından dayatılmakta olan birer anlaşma niteliğinde olduğu belirlenmiştir. Fermanların; Türk Devleti’nin kendi yurttaşları ve ülkesi üzerindeki egemenlik haklarını kısıtlamayı ve aynı zamanda Avrupalıların yerli temsilcisi olduğu inanılan azınlık gruplara ayrıcalıklar verilmesi yolunda pek çok amacının olduğu da tespit edilmiştir. 62 - Osmanlı’nın yönetiminde uygulanmaya çalışılan ıslahatların başarı elde edememesinin; mevcut mali, idari, siyasi ve askeri durumu daha da içinden çıkılması zor bir hale getirdiği gözlemlenmiştir. Abdülhamit döneminde ayrıca İslamcılık, Osmanlıcık, Türkçülük, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçilik gibi fikir hareketlerinin de büyük bir önem taşıdığı tespit edilmiştir. 31 Mart olaylarının da başlama sebeplerinin de II. Abdülhamit döneminin içinde ve bu dönemde Abdülhamit’in yaptığı çalışmalarda yer aldığı belirtilmiş ve II. Abdülhamit’in de Meşrutiyet’i ilan ettirmek amacıyla tahta çıkarıldığı sonucuna ulaşılmıştır. - Jön-Türklüğün Osmanlı Devleti’nde modern gereksinimlere göre değişiklik yapmak isteyenleri içinde barındırdığı belirlenmiştir. Jön Türklerin amaçları, kuruluşları, yönetimi, cemiyetin teşekkül biçimleri, teşkilat içinde yer alan kişilerin kendi durumlarına göre rol almaları vb. kurallara dayandırıldığı tespit edilmiştir. Cumhuriyet döneminin gelişim döneminde din ve devlet ilişkilerinde Türkiye’nin önemli bir yeri olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra ortaya çıkan pek çok inkılabın yeni ortaya çıkmış olan rejimin yerleşmesine engel olabilecek her şeyin ortadan kaldırıldığı gözlemlenmiştir. Bu yeni rejime engel teşkil edebilecek her şeyin yok edilmesi için atılan ilk adımın da Halifeliğin kaldırılması olduğu izah edilmiştir. Halifeliğin kaldırılmasının ardından Diyanet İşleri Başkanlığının kurulduğu ve başkanlığın Müslüman halkın din işleri yerine daha çok devletin din işleriyle ilgilendiği, ayrıca devletin çıkarlarını korumak için devletin baskısıyla dini yorumlarda bulunan bir kurum haline geldiği sonucuna ulaşılmıştır. Siyaset ve din, birbirinden farklı kavramlar olsalar ve ayrı ayrı ele alınsalar da iki kavram insanlık tarihi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Devletler, hedeflerine ulaşmak amacıyla dini referans olarak kullanırlar. Din, siyaseti etkilediği gibi toplumları da etkilemekte ve bunun yanında toplumun da din üzerinde etkileri bulunmaktadır. Din olgusu, hem toplumlar hem de kurumlar arasında farklılık gösterir. İnsanların dünyevi hayatlarını yönlendiren hukuki, sosyal ve ahlaki kuralları da içeren din, yalnızca inançtan oluşmamakla aynı zamanda hukuki ve sosyal kuralları da içerisinde barındırır. Dinin araçsallaştırılması, din açısından sosyal ve siyasal bir hedefin gerçekleştirilebilmesi için ara bir basamak görevi görür. İslamcılık, İslam dinine yeniden can vererek koymuş olduğu emir ve hükümlerin tekrar uygulanması amacıyla ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılla birlikte hayat bulan İslam düşüncesi, Müslümanların hep birlikte hareket etmelerini, sömürüye karşı çıkmaları vb. gibi oluşabilecek negatif durumları ortadan kaldırmayı amaçlar. Geleneksel İslamcılık da ülke yapısında bulunan Türkçülük, Batıcılık, Osmanlıcılık vb. akımların arayışlarına yön veren düşünce sistemidir. İslamcılığın siyasallaşması girişimi, 2. 63 Abdülhamit döneminde benimsenmeye başlanmıştır. Siyasal İslam aynı zamanda, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin politikasını da etkiler. İslamcılık akımı pek çok evreden geçerek bugünkü konumuna gelmiştir. İslamcılık akımının etkili olduğu dönemde İslam coğrafyasındaki bazı ülkelerde, bağımsızlık mücadelesi verildiği gibi bazı ülkelerde de sömürgecilikten kurtulmak amacıyla mücadele verilmektedir. İslamcılık akımının etkisini sürdürdüğü dönemde İslam coğrafyasında ülkelerin bazıları önem arz eder. Ülkeler; Anadolu, Hindistan ve Güneydoğu Asya, Uzakdoğu Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ile Orta Asya’dır. Osmanlı Devleti, İslamcılık akımının etkisiyle birlikte ifade edilen bu ülkelerle bir şekilde ilişki içindedir. Osmanlı Devleti, İslam dünyası içinde yerinin nasıl algılandığı ve bu ülkelerle ilişkilerinin nasıl olduğunun anlaşılması açısından ülkelerin ve Osmanlı’nın tarihi incelenmelidir. Osmanlı döneminde din ve devlet ilişkileri, dönemin padişahlarının din anlayışlarına göre değişiklik gösterir. Osmanlı’nın kuruluş yıllarında devlet merkezileştikçe İslam kanunlarından daha çok yararlanılmakla birlikte kontrol de elden bırakılmamıştır. Fetret Devri’nde de önemli olan din ve devlet ilişkilerinin yanında daha çok Yavuz Sultan Selim’in çocukları arasında yaşanan taht kavgaları ön plana çıkar. Fatih döneminde ise dinin kontrol altına alınmasıyla din-devlet özdeşliğinin meydana gelmiştir. Pek çok alanda önemli görülen din ve devlet ilişkileri, Yavuz Sultan Selim döneminde de önemini kaybetmemiştir. Meydana gelebilecek dış tehditlere karşı devlet ve ulema İslamı dayanışma içinde girmiştir. Osmanlı döneminde devlet işleri yanında din olgusu da önem arz etmektedir. Dolayısıyla, Osmanlı dönemindeki din ve devlet arasındaki ilişkinin boyutunun anlaşılması açısından Osmanlı padişahlarının dine bakış açıları incelenmelidir. Osmanlı Devleti, Sultan Abdülmecid döneminde yaşanan Kırım Savaşı ile ilk dış borcunu almıştır. Abdülmecid döneminde Batılılaşma bağlamında pek çok ıslahat yapılmıştır. Batılılaşma, sadece günlük hayatı etkilemek amacıyla değil toplumsal sınıfları belirlenmek amacıyla da kullanılır. Batılılaşmaya neden olan olaylar, 1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte farklı bir şekil kazanmaktadır. Batılılaşma, Tanzimat Fermanı’na kadar sadece Osmanlı’nın sorunu olarak görülürken Tanzimat’ın ilanından sonra Avrupa’daki devletleri de ilgilendirir konuma gelmiştir. Abdülmecid, Batılılaşma yolunda yapılan çalışmaların yanında Türkiye’nin Avrupa ile arasındaki ilişkiler ve modernleşme yolunda pek çok adım atmıştır. Abdülmecid, her ne kadar dış borçlanmaya gitmiş olsa da devletin, Avrupalı devletlerden geri kalmaması adına pek çok girişimde bulunmuştur. Sultan Abdülmecid’den sonra tahta çıkan Sultan Abdülaziz, hatt-ı hümayun yayımlamış, ancak eski hükümete dokunmamıştır. Hatt-ı hümayunla birlikte halkın 64 refahı için çıkarılan kanunlar onaylanmış, maliyenin düzenlenmesi düşünülmüş, donanma ve orduya da gerekli önemin verileceği bildirilmiştir. Abdülaziz döneminde Osmanlı, adeta bir açık pazar halini alır. Bu dönemde yaşanan mali bunalımlar, devlet hazinesinin iflas etmesine bile yol açabilir. Sultan Abdülaziz’in, ekonomi alanında pek çok girişim yaptığı, devleti içinde bulunduğu mali bunalımdan kurtarmak amacıyla da pek çok girişimler gerçekleştirdiği ancak bu girişimler iflası engelleyemediği aksine bunalımı daha çok yol açar. Abdülaziz’den sonra yaptığı girişimlerle adından çokça bahsettiren 2. Abdülhamit tahta çıkar. Osmanlı bu dönemde, ekonomik olarak dışa bağımlı hale gelir. Devletin aynı zamanda ordunun yeniden teşkilatlandırılması çabaları, merkezi yönetimin gücünü hissettirme isteğiyle de gerçekleştirmek için uğraş verilir. Abdülhamit zamanında ayrıca 2. Meşrutiyet’in de ilan edildiği ve bazı kesimler, buna Hürriyetin ilanı adını vermiştir. Osmanlı’nın içyapısında ilan edilen fermanlarla birlikte gayrimüslimlere tanınan ayrıcalıklarla fiili uygulamalarda Hıristiyanlığın üstün olması biçiminde kendini göstermektedir. Sultan Abdülhamit’in aynı zamanda halife de olması, İslam Birliği (İttihad-ı İslam) düşüncesinin dayanak noktasını ortaya çıkarmaktadır. 2. Abdülhamit’in, pek çok alanda yapmış olduğu politika bulunmaktadır. Eğitim alanında 1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlanarak eğitim sistemini modernleştirme yoluna gitmiştir. Siyasi açıdan da dış ülkelerdeki temsilciliklere dindar kesimden kişiler gönderilmiş ve devlet yapısında, dini kesimden bireyler daha çok görevlendirilmiştir. Eğitim ve siyasi politikaların yanında yapmış olduğu mali politikalar da önem arz etmektedir. Mali anlamda pek çok reform yapılmış ve böylelikle ilk olarak Abdülmecid’in almış olduğu dış borçlar zamanında ödenmeye başlanmıştır. Abdülhamit’ten önceki padişahlar devlet yapısında pek değişiklik yapmaya çalışmış ancak 2. Abdülhamit devlet yararına daha çok girişimde bulunmuştur. 2. Abdülhamit döneminde ayrıca etkili olan pek çok fikir akımı bulunmaktadır. İslamcılık akımı, İttihad-ı İslam düşüncesini savunarak Müslümanları bir çatı altında toplamayı amaçlamakta, Osmanlıcılık ise Osmanlıyı meydana getirmek amacı ile bütün etnik kökenlerin içinde en üst köken olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkçülük akımı, dünyadaki bütün Türklerin kültür ve siyaset bakımından birleştirilmesini savunur. Batıcılık akımı, devletin Batı’da yer alan devletlerden geri kalmasını önlemek istemekte ve Adem-i merkeziyetçilik ise diplomasi, adalet vb. işlerle uğraşmakta olan memurların yanında merkezi hiyerarşiye dahil olmayan makamlarda da kendini göstermektedir. Bu dönemde ayrıca 2. Meşrutiyet ilan edilmiş ve sonrasında da 31 Mart Vakası meydana gelmiştir. 2. Abdülhamit döneminin özelliklerinin ayrıntılı bir 65 şekilde anlaşılabilmesi için Abdülhamit’in yapmış olduğu politikalar ve ortaya çıkan akımlar incelenmelidir. Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet Dönemi’nde de pek çok İslamcılık girişiminde bulunulmuştur. Osmanlı son döneminde ortaya çıkan Jön Türkler, Cumhuriyet döneminde de etkili olan en önemli sosyal ve siyasal hareket olma özelliğini taşır. Jön Türkler, ülkeyi hem felakete sürükleyecek bir adım hem de geleceği etkileyecek bir kargaşa olarak görülmektedir. Aynı dönemde yer alan İttihat ve Terakki, Batıcılık ve Türkçülük akımları resmi ideolojileri olsa da İslam düşüncesinden gelen İslamcılık akımını reddeder. 1. Dünya Savaşı’ndan önce büyük bir destek gören İslam dünyası, savaşın kaybedilmesinin ardından en büyük desteğini kaybetmiştir. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Milli Mücadele döneminde ise dinin manevi gücünden, din adamlarından ve din olgusundan oldukça yararlanılmıştır. Milli Mücadele döneminde din faaliyetleri oldukça destek görmüştür. Cumhuriyet dönemindeki din, devlet ve toplum yapısının anlaşılması için ilk olarak Cumhuriyet döneminin iyi algılanması gerekmektedir. Cumhuriyet, Mustafa Kemal ve yandaşları tarafından 29 Ekim 1923’te kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde yer alan İslam anlayışının ortaya konulmasında en önemli örnek, Birinci Meclis’tir. Birinci Meclis, halifeliği ve şeriatı korumayı amaçlamakla birlikte Batılılaşma sürecinin önemli bir basamağını oluşturur. Bu dönemde toplum ve din arasındaki ilişki, Cumhuriyet’in kurulmasından sonraki yıllarda devleti temsil eden vali, kaymakam vb. gibi yöneticilerle aktarılmıştır. Cumhuriyet döneminde din ve devlet ilişkileri bağlamında 3 Mart 1924’te Halifelik kaldırılmış ve bu da yeni rejime giden yolda engel oluşturabilecek olayların önlenmesi bakımından yapılmıştır. Halifeliğin kaldırılması ile birlikte bazı kesimler, Türkiye Cumhuriyeti’nin laikleşme adı altında dinsizleşme yoluna girdiğini düşünmektedir. 1924’te halifeliğin kaldırılması ile birlikte 1924 Anayasası’nda yer alan “Devletin dini İslam’dır.” maddesi kaldırılmıştır. Halifeliğin kaldırıldığı gün, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Kurum, Müslüman halkların din işlerinden daha ziyade devletin din işlerinden sorumludur. Kurulduğu 1924 yılından 1932 yılına kadar Başkanlık, siyaset ile uğraşmamasından dolayı din kurumlarının ve din adamlarının, İslam dininin gereklilikleri hususunda ne kadar yeterli olduklarını denetler. Siyasi iktidarlardan bazıları bu kurumu, İslamcı hareketlerin toplumu İslamlaştırma siyasetleri bakımından ideolojilerinin meşruiyetlerini güvence alınmasında kullanmaktadır. Din olgusu, açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi içinde her zaman birbirini etkiler. Bu nedenle din olgusunun, politik yaşamın hem öznesini hem de nesnesini meydana getirdiği düşünülmektedir. Cumhuriyet döneminde kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, 66 din ve devlet üzerindeki etkilerinin belirlenebilmesi için Cumhuriyet dönemindeki İslamcı anlayışın ortaya konulması gerekir. Sonuç olarak dinin siyasallaşması, dinin özüne de zarar vermektedir. Siyaset kurumu veya siyasetçi yalan yanlış konularda dini referans göstererek inanç sisteminin zaman içerisinde deforme olmasına sebep olmaktadır. Devletin ve din adamlarının bu konuda gerekli hassasiyeti göstermesi ve gerekli tedbirleri alması şarttır. Siyasal İslam'ın kendi yaptıklarını meşru hale getirmek için fetva kurumunu kullanmaları halkın gözünde din adamlarının da sıkıntı yaşamasına ve güvenilir bulunmamasına sebep olmuştur. Bunun neticesi ise toplumda kamplaşmanın artması olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumda birleştirici olan dinin çatıştırıcı hale gelmesine sebep olmaktadır dolayısı ile buda dinin amacına ve özüne çok terstir. 67 KAYNAKÇA KİTAPLAR AKÇURA Yusuf, Türkçülük-Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, İlgi Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2007. AKDAĞ Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010. AKYOL Taha, Medine’den Lozan’a, 1. Baskı, AD Yayıncılık, İstanbul, 1996. AKYOL Taha, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1999. AKYÜZ Niyazi ve İhsan Çapcıoğlu, Din Sosyolojisi El Kitabı (Selim Eren, Din Devlet Siyaset), Grafiker Yayınları, Ankara, 2013. ALPAYDIN Yusuf, Türkiye’de Din Eğitiminin Dönüşümü (1997-2012), Nakış Ofset, İstanbul, 2012. ARIK Remzi Oğuz, Türk İnkılabı ve Milliyetçiliğimiz, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981. Aristoteles, Politika, (Çeviren: Mete Tuncay), Remzi Kitapevi, İstanbul, 1990. ARSLANPAY Nail, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluşu, Çalışması ve Birimlerinin Tanıtılması, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006. Azmi ÖZCAN, İttihad-ı-ı İslam, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 2001. BARDAKOĞLU Ali, “The Stucture, Mission and Social Function of the Presidency of Religious Affairs”, Religion and Society New Perspectives from Turkey, Presidency of Religious Affairs, Ankara, 2006, ss. 9-20. BÖLÜKBAŞI Şaban Sitem, Türkiye ‘de İslam’ın Yeniden İnkişafı (1950-1960), Ankara, 1995. BULAÇ Ali, “Medine Vesikası ve Yeni Bir Toplum Projesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, (Editör: Yasin Aktay), İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. CEVİZOĞLU Hüseyin, Osmanlıda Çağı Yakalama Çabaları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2011. ÇETİNSAYA Gökhan, İsmi Olup da Cismi Olmayan Kuvvet: II. Abdülhamit’in Pan-İslamizm Politikası Üzerine Bir Deneme, Osmanlı, VI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999. ÇETİNSOY Gökhan, II. Abdülhamit Döneminin İlk Yıllarında İslam Birliği Hareketi (1876-1878), Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1988. 68 ÇİĞDEM Ahmet, Taşra Epiği: Türk İdeolojileri ve İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul, 2001. DAVISON Roderic, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, (Çeviren: Osman Akınhay), Papirüs Yayınları, İstanbul, 2006. DEMİREL Ahmet, Birinci Mecliste Muhalefet İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999. DURSUN Davut, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, Beta Basım Yayın, İstanbul, 1992. ELİADE Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, (Çeviren: Mehmet Aydın), Din Bilimleri Yayınları, Konya, 1995. ENGELHARDT Edouard Philippe, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri Tanzimat, (Çeviren: Örgen Uğurlu), Örgün Yayınları, İstanbul, 2006. ERASLAN Cezmi, Doğruları ve Yanlışlarıyla II. Abdülhamid, Nesil Yayınları, İstanbul, 1996. ERASLAN Cezmi, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995. GOLOĞLU Mahmut, Halifelik Ne İdi? Nasıl Alındı? Niçin Kaldırıldı?, Tarihçi Kitabevi, Ankara, 1973. GÖKSOY İsmail Hakkı, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı Devleti’nin Güneydoğu Asya Bölgesi İle İlişkileri, Devr-i Hamid, III, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011. GÜNDÜZ Tufan, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara, 2012. GÜNGÖR Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2010. GÜRBOĞA Nurşen vd., Türk Siyasal Hayatı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2013. HANİOĞLU Mehmet Şükrü, Batılılaşma, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 5, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992. İNALCIK Halil, Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi, Eren Yayınları, İstanbul 2009. KARA İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Risale Yayınları, İstanbul, 1986. KARAL Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996. KARPAT Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 1996, KEKLİK Ebubekir, Osmanlı Devleti’nde Sultan Abdülaziz Devri ve Anadolu Islahatları, Gazi Kitabevi, Ankara, 2009. KÖPRÜLÜ Mehmet Fuad, İslam Medeniyet Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004. KURAN Ercüment, “Küçük Said Paşa”, İslam Ansiklopedisi (İA), Cilt: 10, İstanbul, 1967. 69 KURTOĞLU Zerrin, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset- Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. LEE Hee Soo, İslam ve Türk Kültürünün Uzak Doğu’ya Yayılması: Kore’de İslamiyet’in Yayılması ve Kültürel Tesirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1988. MACFİE A.L., Osmanlının Son Yılları 1908-1923, (Çeviren: Damla Acar ve Funda Soysal), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003. Mehmed Şakir Bey, Halife II. Abdülhamit’in Hac Siyaseti, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009. OCAK Ahmet Yaşar, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014. OKUMUŞ Ejder, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003. ÖNGÜNSU Ahmet Hamit, “Tanzimat ve Amillerine Umumi Bir Bakış”, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940. SANAL Enes, “Demokrasi Kavramı Açısından Devlet ve Din İşleri”, Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara, 2014. SUNGU İhsan, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940. Tahsin Paşa, Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, Sultan Abdülhamid, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1990. TAŞDELEN Musa, Siyaset Sosyolojisi, Kocav Yayınları, İstanbul, 1997. TUNAYA Tarık Zafer, Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004. TUNAYA Tarık Zafer, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991. TUNAYA Tarık Zafer, Türkiye' de Siyasi Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1988. TUNCER Hüseyin, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990. TÜRKÖNE Mümtaz Er, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2011. VEHBİ Ali, Sultan Abdülhamit (Siyasî Hatıratım), Hareket Yayınları, İstanbul, 1974. WACH Joachim, Din Sosyolojisine Giriş, (Çeviren: Battal İnandı), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2006. WİTTLİN Alma, Abdul Hamid, John Lane the Badley Hiad, London, 1911. YALÇINKAYA Alaaddin, Sömürgecilik ve Panislamizm Işığında Türkistan 1856’dan Günümüze, Timaş Yayınları İstanbul 1997. 70 YÜCESOY Hayrettin, Senusilik Sufi Bir İhya Hareketi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1985. ZURCHER Erik Jan, Turkey (A Modern History), I.B. Tauris Press, London, 1994. MAKALELER AKÇURA Yusuf, “Emel”, Türk Yurdu Dergisi, 1912, Cilt: 2, Sayı: 16, 484-491. AKIN Rıdvan, “İkinci Meşrutiyet Türkçülüğünün İdeolojik ve Politik Boyutları”, İstanbul Üniversitesi Dergisi, 2003, Sayı: 3, 15-47. AKPINAR Mahmut, “Emperyalizmle Mücadelede İç Ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 36, Sayı: 2, 79-119. AKPINAR Mahmut, “Emperyalizmle Mücadelede İç Ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 36, Sayı: 2, 79-119. AKYOL Esra Demirci, “Sultan II. Abdülhamid Döneminde Sosyal Politika Uygulamaları”, Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, 2013, Yıl: 13, Cilt: 7, Sayı: 31, 33-47. ARTIKOĞLU Pınar, “Batılılaşmanın Osmanlı Aile Yaşamındaki İzleri”, 38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, Ankara, 2011, Cilt: 1, Volume: 1, 47-58. BAŞ Eyüp, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Din Kültürü ve Hayatı (Tarih Yazarı Neşrî’nin Anlatılarına Göre)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: 52, Sayı: 2, 55-84. BAYTAL Yaşar, “Tanzimat ve II. Abdül Hamid Dönemi Eğitim Politikaları”, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi OTAM, 2000, Cilt: 11, Sayı: 11, 23-32. BOSTAN Mehmet Hanefi, "Said Halim Paşa: Hayatı ve Fikirleri", Yeni Hafta Dergisi, 1992, 25-46. ÇETİN Halis, “Devlet, İdeoloji ve Eğitim”, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 2001, Cilt: 25, No: 2, 201-211. ERDEM Gazi, “Islahât Fermânı’na Yeniden Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, Cilt: 51, Sayı: 1, 327-348. GÖLEN Zafer, “Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Tanzimat”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1999, Sayı:118, 109-111. GÖZCÜ Alev, “I. Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin Gündelik Hayatından Kesitler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2016, Cilt: 8, Sayı: 32, 133-169. 71 GÜNEŞ Abdurrahman, “Sosyolojik Olarak Din ve Toplum İlişkileri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014, Cilt: 24, Sayı: 1, 153-164. GÜZ Nurettin, “Cumhuriyetin İlanına Basının Bakışı”, İletişim Fakültesi Dergisi, 1999, Cilt: 1, Sayı: 1, 3-12. KARA İsmail, "Din ile Devlet Arasında Sıkıştırılmış Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı", M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2000, Cilt: 18, 29-55. KILIÇ Selda, “Tanzimat'ın İlanından 1864 Düzenlemesinin Uygulanmasına Kadar Geçen Dönemde Valilik Kurumu”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, 2009, Cilt: 28, Sayı: 45, 43-57. KURAN Ercüment, "Siyasî İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu", İslami Araştırmalar Dergisi, 1993, Cilt: 7 Sayı: 1, 85-106. KUTLU Sönmez, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar) İlişkileri”, Dini Araştırmalar Dergisi, 2009, Cilt: 12, Sayı: 33, 107- 127. ÖĞÜN Süleyman Seyfi, “Türk Muhafazakarlığının Açık İklimleri Üzerine”, Doğu-Batı Dergisi, 1998, Sayı: 3, 77-84. PAPİLA Aytül, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılaşma Döneminde Resim Sanatının Ortaya Çıkışı ve Osmanlı Kimliğinin Resimsel Anlatımı”, Sanat ve Tasarım Dergisi, 2008, Cilt: 1, Sayı: 1, 117-134. SAF Hacı Hasan, “Türkiye'de Yükselen Siyasal İslam'ın Postmodern Nedenleri”, Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 2016, Cilt: 3, Sayı: 12, 104-119. SARIKAYA Mehmet Saffet, “Osmanlı Türkiye’sindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış Arayışlar”, İnsan Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 1999, Cilt: 1, Sayı: 1, 97-111. TAKAHASHİ Tadahisa, “Türk-Japon Münasebetlerini Kısa Bir Bakış”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1982, Sayı: 18, 124-148. TEKİN Yusuf, “Türk Demokrasi Tarihinin Vazgeçilmez Unsuru: Din (İslam)-Siyaset İlişkisi”, Demokrasi Platformu, 2008, Yıl: 4, Sayı: 14. TURAN Erol ve Mehmet Temizel, “Din ve Siyaset İlişkisi Bağlamında Oy Verme Davranışı: Niğde Bölgesinde Bir Araştırma”, Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2015, Sayı: 7, 86-99. TÜRKÖNE Mümtaz Er, "Cemalettin Afgani Meselesi", Bilgi ve Hikmet Dergisi, 1993, Sayı: 2, 75-96. ÜÇOK Bahriye, “Diyanet İşleri ve Anayasa İlkeleri”, Halkevleri Dergisi, Sayı: 109, 1975, 1-10. 72 YİNER Abdünnasır, “Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi”, Köprü Dergisi, 1997, Sayı: 59-60, 74-86. TEZLER ATALI Esra, 1905 Rus Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı İncelemesi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2002 (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İNTERNET KAYNAKLARI ALKAN Ahmet Turan, “31 Mart Vakası ve Sonuçları”, http://www.ata.boun.edu.tr /faculty/NadirOzbek/Courses /HTR3112013/21Alkan,%20 Ahmet%20TuranOr du%20Siyaset%20Iliskisinin%20Tarihine%20Dair%20Bir%20derkenar%2031 %20Mart%20Vakasi%20ve%20Sonuclari.pdf, (Erişim Tarihi: 16.07.2017). BULAÇ Ali ve Yasin Aktay, “İslamcılık”, https://serdargunes.files.wordpress. com/2014/08/ali-bulac-mc3bcmtazer-tc3bcrkc3b6ne-ve-yasin-aktayin-islamci lik-tartismalari.pdf, (ErişimTarihi:12.06.20 17). EKİNCİ Ekrem Buğra, “Osmanlı İdaresinde Adem-i Merkeziyet ve İmtiyazlı Eyaletler”, http://www.ekrembugraekinci.com/pdfs/osmanli_idaresinde_ademi_ merkeziyet_ve_imtiyazli_eyaletler.pdf, (Erişim Tarihi: 17.06.2017). HÜLAGU Metin, “Sultan II. Abdülhamid Dönemi ve Demiryolu Politikası (1876-1909)”, http://www.metinhulagu.com/images/dosyalar/20120302112500_0.pdf (Erişim Tarihi: 05.05.2016). HÜLAGÜ Metin, “Milli Mücadele Dönemi İslamcılık Politikası (1919–1923)”, http://www.metinhulagu.com/images/dosyalar/20120301002554_0.pdf, (Erişim Tarihi: 17.06.2017). ŞİMŞEK Mahmut Sami, “Yeniliklerin ve İlklerin Sultanı Abdülmecid Han”, Yeni Şafak Gazetesi, 20 Kasım 2011, http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/yenilik lerin-ve-ilklerin-sultani-abdulmecid-han-352046 (Erişim Tarihi: 11.09.2017). TAŞKIN Hasan, “Diyanet Niye Oldu Diyanet?”, Diriliş Postası Günlük Siyasi Gazete, 2016, http://dirilispostasi.com/a-4886-dinayet-niye-oldu-diyanet.html, (Erişim Tarihi: 15.11.2017). YILMAZ Yavuz, “Dinin Araçsallaştırılması”, http://www.ufkumuz.com/, (Erişim Tarihi: 27.04. 2016).











.




.PDF

İslamcılığın Doğuşu

10 sonuç Boyut Önizleme İndirme
Ali Bulaç, Mümtazer Türköne İslamcılık Ve Yasin Aktay’ın …

İslamcılığın içinde aktığı mecra da söz konusu tarihsel ve toplumsal durumda ortaya çıktı. Bu anlamda: 1) İslamcılık modern bir akımdır, aynı zamanda mo-dernliğe bir cevap ve meydan okumadır. Ancak bu durum tespiti bizi yanıltmamalıdır: a) İslamcılık modern menşe’li
Kaynak: https://serdargunes.files.wordpress.com/2014/08/al … 3b6ne-ve-yasin-aktayin-islamcilik-tartismalari.pdf
415
KB
Önizle İndir
Osmanlı Türkiyesindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış

İslamcılığın doğuunu hazırlayan sebeplerle direkt ilikili olup İslamcılar da ie, bu nedenleri irdelemekle balarlar. Osmanlı Devletinin gerileme sebepleri olarak da mütalaa edilebilecek bu konuyu iç ve dı nedenler eklinde ikili bir tasnifte hülasa etmek mümkündür. Osmanlı Devleti, X/XVI.

Kaynak: http://www.msaffets.com/wp-content/uploads/islamcılık.pdf
212
KB
Önizle İndir
De İslamcılık Sempozyum Programı

İslamcılığın Doğuşu – Dinden İdeolojiye İslam Metin Karabaşoğlu / Araştırmacı – Yazar Bediüzzaman Said Nursi Doç. Dr. Alev Erkilet / Kırklareli Üniv. Fen Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi II. Dünya Savaşı Sonrası Şartlarda İslamcılık Saat 11:00 – 11:15 Ara / İkram 19 Mayıs Pazar Saat 10:00 – 12:00 VI.
Kaynak: http://www.zeytinburnu.istanbul/document/sempozyum/gorsel-galeri1.pdf
1341
KB
Önizle İndir
Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi Hakemli Dergi

Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, İletişim Yay., İstanbul 1994; Bayram Ali Çetinkaya, lzmirli İsmail Hakkı Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsım’ Yay., İstanbul 2000. 251 Tanzimat sonrası farklı bağlamlarda oluşan ve gelişen Osmanlı
Kaynak: http://isamveri.org/pdfdrg/D00018/2003_19/2003_19_BEKIRYAZICIE.pdf
1593
KB
Önizle İndir
İslâmcılık Kitabı

kronolojik bir çalışmadır. Mümtaz’er Türköne’nin İslamcılığın Doğuşu (1994), Yeni Osmanlı Düşüncesi, Hilafet ve İttihad-ı İslam açısından önemlidir. Ancak İslamcılığın köklerini salt Yeni Osmanlıcılar’a indirgemek ne kadar doğru, üzerinde durulmaya değer bir konudur. İsmail
Kaynak: https://www.iletisim.com.tr/kitaplar/mtsd/pdfs/hk/abulac.pdf

KB
Önizle İndir
Esra-dini Tarikat Ve Cemaatlerin Toplumdaki Yeri

Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde Dini Tarikat ve Cemaatlerin Yeri Müslüman alimler ve aydınlar bir taraftan bu geri kalmışlığın sebeplerini ve çözüm yollarını araştırıp, bu çözümleri uygulamak için siyasi teşebbüslerde bulunurlarken, diğer taraftan Batı’da yeni gelişen felsefi ve ideolojik doktrinlere karşı İslam’ı müdafaa gayretine düşmüşlerdir.
Kaynak: http://isamveri.org/pdfdrg/D01673/1998_3/1998_3_SARIKAYAMS.pdf
617
KB
Önizle İndir
3. İslamcı Dergiler Sempozyumu

da 44 tebliğ sunuldu ve bu tebliğlerde İslamcılığın doğuşu, o dönemlerde ne tür meseleleri gündeme aldığı, güncel siyasi, ekonomik, toplumsal vb. meselelere karşı nasıl yaklaştığı kar-şılaştırmalı olarak incelendi. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte
Kaynak: http://idp.org.tr/yapim-asamasi/pdf/ozet_kitapcigi_web_.pdf
1761
KB
Önizle İndir
Iii – Cdn.islamansiklopedisi.org.tr

rak İslamcılığın Doğuşu, İstanbul1991, s. 266-270; Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Mil­ …
Kaynak: https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/19/C19006304.pdf
2841
KB
Önizle İndir
Yayımlanmış Bilimsel Makaleleri

YAYIMLANMIŞ BİLİMSEL MAKALELERİ: 1. Özyurt, C., “İnsan Haklarının Küreselleşmesi”, İnsan Hakları Araştırmaları Dergisi, Yıl 2, Sayı, 2, ss. 65-84 …
Kaynak: https://aybu.edu.tr/insanvetoplum/sosyoloji/contents/files/CEVAT ÖZYURT YAYIN LİSTESİ (1).pdf
381
KB
Önizle İndir
!il M – Cdn.islamansiklopedisi.org.tr

iRŞADÜ’I-AKLi’s-SEUM ra tezi (bk. bibl.) bunların ilk örneklerin­ den birini teşkil eder.Bedriyye bint Salih b. GadGn. ed-Da{ıil fiteisiri Ebi’s-su<ud e1-müsemma (bi-)İrşadi'1-<a1):1i's-se1im ila mezaya'1-Kur'ani'1-Kerim adıyla bir yüksek lisans tezi hazırlamıştır ( 1409/ 1989, Külliyyetü't-terbiye li'l-benat 1 Ri­ yadl).
Kaynak: https://cdn.islamansiklopedisi.org.tr/dosya/22/C22007446.pdf
1598
KB
Önizle İndir
 

Kitap başlığı

Boyut

bağlantı

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara okumak itibaren EasyFiles

5.8 mb. İNDİR KİTAP

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara indir itibaren OpenShare

5.6 mb. İNDİR ÜCRETSİZ

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara indir itibaren WeUpload

3.3 mb. OKUMAK KİTAP

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara indir itibaren LiquidFile

3.7 mb. İNDİR

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara kitap PDF, Mobi tam sürüm

İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl Funda Çoban, Aksaray Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, e-posta: fundacoban50@gmail.com Özet Türkiye’de siyasi düşüncenin oluşumunda edebiyatçı fikir ve dava insanlarının önemi büyüktür. Bu izlek içerisinde Osmanlı döneminde Tevfik Fikret’ten Namık Kemal’e, Cumhuriyet döneminde Nazım Hikmet’ten Sezai Karakoç’a dek geniş bir yelpazeyi kapsayan bir “üdeba geleneğinin” varlığından söz etmek mümkündür. Diğer bir ifadeyle şairler Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden günümüze politik ortamla ilgili yazıları, eylemleri ve davranışlarıyla siyasi geleneğin oluşumuna katkı sunmuşlardır. İşte bu gelenekte yer alan ve Türkiye’de siyasal İslamcılık akımı içinde adı saygınlıkla anılan, kendisine sürekli atıflar yapılan Necip Fazıl Kısakürek, savunduğu fikirler ve ortaya koymaya çalıştığı bütünlüklü sistem içinde yeni tartışmaları ve incelemeleri çağıracak denli önemli bir yerde durmaktadır. Potansiyel tartışmalar içinden sadece biri olan bu çalışmada, Necip Fazıl’ın bir “fikir ve aksiyon adamı” olarak Türkiye siyasi düşüncesi içinde edindiği saygın konumun, ortaya attığı fikirlerin özgünlüğünden ziyade onun edebi üslubundan ve reaksiyondaki başarısından kaynaklandığı savunulmaktadır. Bu çerçevede Necip Fazıl’ın siyasal İslam’ın bir ideoloğu değil, taşıyıcısı olduğu iddia edilmektedir. İddiayı açmak üzere çalışmanın ilk ayağında ideoloji kavramının genel tanımından hareketle “ideoloji taşıyıcısı” olmanın anlamı sorgulanmakta, bu çerçevede de bir ideoloji olarak İslamcılığın Türkiye’deki serüvenindeki genel hatlar ele alınmaktadır. Çalışmanın ikinci ayağında Necip Fazıl fikriyatının temel eseri olarak niteleyebileceğimiz “İdeolocya Örgüsü”nün düşünceleri ve sistematiği, kişisel ve politik hayatında geçirdiği dönemeçlerle ilişki içinde serimlenmektedir. Burada şairin “Büyük Doğu İdeali” adını verdiği ülkü, eserden derlenen fikirlerle açıklanmakta ardından da üstadın aktif siyasetçilerle ve siyasetle olan ilişkisi işaretlenmektedir. Son kısım ise, ilk iddianın tartışma zeminini oluşturan bu bilgiler ışığında Necip Fazıl fikriyatının İslamcılık ve milliyetçilik ideolojileri açısından özgünlüğünü sorgulamaktadır. Bu açıdan “ideolocya, komünizma, faşizma” gibi şaire has sözcüklerin bu kavramların içeriğinde değil sadece dilsel şeklinde bir yenilik getirdiği, Büyük Doğu İdeali içinde tasvir edilen devlet düzenininse Hitler Almanya’sı ile Mussolini İtalya’sının İslamcı bir versiyonu olduğu vurgulanmaktadır. Daha genel anlamdaysa “Doğu-Batı” zıtlığının zaten İslamcılık akımının köşebentlerinden biri olduğu, mefkûrenin göndermede bulunduğu “bozulmaya karşı Asr-ı Saadet” idealinin İslamcılığı zaten boydan boya kuşattığı, Necip Fazıl’ın mefkûrenin gerçekleşebilmesi için önerdiği yol haritasının birtakım İslamcı düşünürlerde mevcut olduğu referanslarla desteklenmektedir. Öte yandan, Necip Fazıl’ın İslamcı-milliyetçi kanat içinde edindiği saygın konum bir olguyken, bu saygınlığın nedenleri şairin son derece incelikli 60 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. edebi üslubuna, sağ cenahtan hemen her siyasi partinin sahipleneceği kadar aktif siyasetle haşır neşir olmasına ve Nazım Hikmet ile aralarındaki imgesel-politik zıtlığa bağlanmaktadır. Nitekim örneklendirildiği üzere Necip Fazıl’ın üslubu hayran olunacak denli nitelikli görsel imgelerle, anlaşılmayı kolaylaştıran kavramsal zıtlıklarla ve dilsel akıcılıkla donanmıştır. Edipliğin politik arenadaki karşılığı ise, kitleleri kendine çekmek isteyen siyasiler için bir hazinedir. Nihai aşamada sağ cenahın ikon şairi Necip Fazıl Kısakürek’e karşı sol cenahın ikon şairi Nazım Hikmet’in tuttuğu yer, onun bu ölümsüz yerine katkı sunmaktadır. Anahtar Sözcükler: Necip Fazıl Kısakürek, İslamcılık, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu İdeali, ideoloji. Abstract During the process of forming political thought in Turkey, intellectuals who are originally literary men have played an important role. In this path, it is possible to say there has been a tradition created by poets such as from Tevfik Fikret to Namık Kemal, from Nazım Hikmet to Sezai Karakoç, representing a large scale of political stance respectively from Ottoman Empire to Turkish Republic. In other words, poets contributed to the Turkish political tradition formation by their articles, actions and attitudes. Necip Fazıl Kısakürek, cited and referred in a proper way in political Islamism is an important name calling new polemics and discussions in consideration of his thoughts and his systematic political approach. As one of those potential discussions, this study defends Necip Fazıl’s respected position and his success as an action man originates from his powerful literary style rather than his originality in thought. In this framework, it is claimed Necip Fazıl is not an Islamist ideolog, but a carrier of that ideology. In the first step of the study to reason this claim, it is investigated the meaning of being a carrier of an ideology with the help of the definiton of ideology. Then, the historical path of Islamism in Turkey in general is discussed. Secondly, “İdeolocya Örgüsü” which we can depict as the main work of Necip Fazıl thought and systematic is explained in connection with his life’s and his political experiences’ switchbacks. In this section, Necip Fazıl’s ideal, “Great East Ideal” as he calls, is clarified in light of the thougts from that classic firstly; then the poet’s relations with politicians and institutional politics are pointed out. The last part of the study, however, questions Necip Fazıl’s thoughts’ originality in the light of those information constructing our claim’s discussion base. Hence, it is stressed his supposedly new terms “ideolocya, komünizma, faşizma” don’t refer to any other conceptual framework as those mean “ideology, communism, fascism.” Additionaly, it is defended the state which he depicts in framework of “Great East Ideal” is only the Islamist version of Hitler’s Germany and Mussolini’s Italy. In a more general perspective, however, it is showed by referring to the main Islamist intellectuals that the “East-West” duality has always been Islamism’s main headstones; the nostalgy to Islamic Golden Age in contrast with the degeneration in Islam has already enveloped Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 61 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Islamism throughly; and the roadmap he proposed for putting into action the Idea has already been considered by other esteemed thinkers. However, it is also a fact Necip Fazıl has a very prestigious place in that community. So, the reasons of this situation are counted as: his sophisticated and elegant literary style, his active role in instutional political arena so that almost every right-wing political party can get its hands on him and finally the political image reflecting the polarity between Nazım Hikmet and him. As a matter of fact, Necip Fazıl’s poetic style is equipped with illustrious visional images, conceptional dualities which contribute to understand him easily and literary fluency. Finally the other iconic poet Nazım Hikmet’s place in left-wing eye contributes to Necip Fazıl’s place to be immortal. Keywords: Necip Fazıl Kısakürek, Islamism, Ideolocya Örgüsü, Great East Ideal, ideology. Giriş Türkiye siyasal düşünce tarihinde adı geçen, politik arenada kalem oynatmış ve/veya aktif siyasete meyletmiş kimi figürlere bakıldığında, adı anılabilir kişiler hakkında akla ilk gelecek tespitlerden biri hiç kuşkusuz bu insanların sanatçı kimliklerine dairdir. Örneğin Mehmet Akif Ersoy’dan, Nihal Atsız’a, Mehmet Emin Yurdakul’dan, Nazım Hikmet’e, Sabahattin Ali’den Aziz Nesin’e. Hâlihazırda belli başlı ideolojilerin “ikonlaşmış” temsilcileri olarak görülebilecek bu kişiler, Türkiye siyasetindeki “üdeba geleneğinin” (Bora, 2013) bir parçası olarak zikredilebilirler. Üdeba geleneği, Türkiye siyasal hayatında geçmişten günümüze kalem oynatanlar arasında bir edip zümresinin bulunması olgusuna tekabül eder. Bu geleneğin kökenlerini Bâb-ı Âli’nin himayesinde ya da çevresinde gelişen şiir külliyatında bulmak mümkündür. Diğer bir ifadeyle özellikle İstanbul’da saray erkânının himayesinde/çevresinde gelişen Divan edebiyatının merkezi otoriteyle olan iç içeliği, şiirin siyasetle kaynaşmasının yollarını açmıştır. Sözü edilen geleneğin gerek Tanzimat, gerek Meşrutiyet döneminde devam ettiği rahatlıkla söylenebilir. Nitekim söz konusu dönemlerin en önemli isimleri arasında yer alan Namık Kemal, Tevfik Fikret, Ziya Gökalp gibi şairler, sanatçı kimlikleri ile olduğu kadar siyasetçi kimlikleri ile de bilinmektedirler. Cumhuriyet Türkiye’sine gelindiğinde ise Mehmet Akif Ersoy başta olmak üzere, daha yakın zamanda Nazım Hikmet, İsmet Özel, Sezai Karakoç gibi isimler zikredilebilir. Bu çalışmanın konusunu oluşturan Necip Fazıl Kısakürek de bahsi geçen köklü geleneğin bir parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Çalışmanın başlığını teşkil eden sıfatlar da bu temsile uygun olarak seçilmiştir. Zira Necip Fazıl şeriatçı bir siyasal-şairdir. Bu aşamada belirtmek gerekir ki bu inceleme, bahsi geçen edipler geleneğinin açtığı yolda, bu sıfatlar paralelinde Necip Fazıl’ın düşüncelerinin özgünlüğünü ve etkisini tartışmaktadır. Bu perspektiften Necip Fazıl’ı Türkiye siyasal hayatında önemli bir figür yapan etkenin onun fikir ve eylemlerinin orijinalliğinden mi, yoksa onun ideolojik ve edebi kişiliğinden mi beslendiği sorusuna yanıt aranmaya çalışılacaktır. 62 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Çalışma bu çerçevede üç ana bölüme ayrılmıştır. Birinci bölümde ideoloji ve ideolog kavramı hakkında genel hatlarıyla bilgi verildikten sonra, İslamcılık düşüncesinin Türkiye’deki serüveni politik konjonktürle bağlantılı olarak anlatılacaktır. İkinci bölümde özel olarak Necip Fazıl’ın hayatı ve Büyük Doğu İdeali hakkında bilgi verilecektir. Üçüncü ve son bölümde ise ilk iki bölüme yapılan anıştırmalarla Necip Fazıl’ın İslamcı ideolojideki özgünlüğü ile Türk siyasal hayatında konumlandırıldığı yer arasındaki mesafe tartışılarak, bu mesafenin nedenleri üzerinde durulacaktır. Siyasal İslam’ın Türkiye Serüveni Bir İdeoloji Olarak İslamcılık1 Vakıa odur ki Necip Fazıl, İslamcı bir siyasi-edip olarak kabul edilir. Bu kabul içinde Necip Fazıl’ın siyasi-edip olarak konumlandığı yeri işaretleyebilmek için öncelikle -en azından bu çalışmanın sınırları itibariyle- ideoloji teriminin çerçevesini çizmek, ardından da İslamcılığın Türkiye serüvenindeki fikirsel ve tarihsel dönemeçleri Necip Fazıl’ın gelenek içindeki yerini belirlemek üzere ortaya koymak gerekmektedir. Bu izleği takiben her ne kadar bir çerçeveye oturtulması güç, “kaypak bir kavram olsa da” (Mardin, 1982: 16) ideoloji en genel anlamıyla “toplumsal yaşamda anlam, gösterge ve değerlerin üretim süreci” (Eagleton, 2005: 18) olarak tanımlanabilir. İdeologlar, bu üretimde payı olan düşünce adamlarıdır. Ne var ki bu tanımdan, bir ideoloğun her durumda açık-seçik ya da bilgiye dayalı düşünce biçimleri geliştirdiği anlamı çıkarılmamalıdır. İdeologlar savundukları fikirlerin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmaktan ziyade onların yeniden üretimi ve genel kabulü ile ilgilenirler. Bir ideolojik söylemin kendini üretmesi de zaten bu döngüsellik sayesinde olmaktadır. Diğer bir ifadeyle toplumsal yaşamdaki “anlam, gösterge ve değerlerin üretimini” (Eagleton, 2005:18) sağlayacak şekilde fikirler ortaya atan ideologlar (bir kişi, zümre ya da paradigma), hem bu anlamlar silsilesi içinde yoğrulmakta hem de yeni fikirler ortaya atacak potansiyele ulaşmaktadırlar. Bu sayede hem ideoloji, hem ideologlar döngüsellik içinde yeniden üretilmektedirler. İdeologların ideoloji kavramı içindeki işlevini tespit ettikten sonra, onları ideoloji taşıyıcılarından da ayırmak gerekmektedir. Zira ideolojik bir dille konuşan her kişi, bir ideolog olarak görülemez. İdeologlar, ideolojilerin üretim sürecine yaptıkları özgün katkılarla tanımlanırlar. Gramsciyen organik aydınlar anlamında ideoloji taşıyıcıları ise, söz konusu ideolojiyi yayan, başkalarına ileten, kendi de bu çerçevede ideolojinin konusu olan kişiler veya sistemlerdir (Gramsci, 2011). Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 63 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. İdeolojiye ilişkin bu çok genel tanımın ardından İslamcılığı bir ideoloji olarak tanımlamak gerekirse,2 İslamcılık, İslami anlam, gösterge ve değerlerin üretim süreci olarak ifade edilebilir. Bu anlamlandırma süreci içinde ahlaktan, siyasete, sanattan, bilime tüm toplumsal kategorilerde belli bir bakış açısı, bir düşünce kalıbı hüküm sürmektedir. Örneğin türban bir İslamcı için bez değil, kamusal alan ile özel alanı ideal olarak bütünleştiren bir aygıttır; çember sakal yüzdeki tüy değil, bir fikrin yandaşlığının göstergesidir; en radikalinden heykel bir sanat dalı değil, puta tapınmadır.3 Anlamların politik dile tercümesi itibariyle Türkiye’de siyasal İslam’ın bir ideoloji olarak ortaya çıkışı ile ilgili olarak ise iki farklı görüş bulunmaktadır: Bunlardan ilkine göre İslamcılık, II. Abdülhamit döneminde bir devlet siyaseti olarak güdülmüş ve bu siyasete konu olan sembol ve uygulamalar zamanla ideolojik bir yapı kazanmıştır. İkinci görüşe göre ise II. Abdülhamit’in İslam birliğini teşvik eden ve İslami unsurları ön plana çıkaran siyasetinin gerisinde, İslam dünyasını bütünleştirme amacı değil, devletin dağılmasını önleme ve Batı emperyalizmine karşı direnç gösterebilme gayesi yatmaktadır (Ocak, 1999: 66-67). Bu perspektiften II. Abdülhamit’i ilk İslamcılık ideologlarından saymak mümkün değildir. Türkiye’de İslamcılık özellikle Sırat-ı Müstakim- Sebillürreşad gazetesi etrafında toplanan bir dizi düşünürün görüşleri çerçevesinde şekillenmiştir. Bu görüşlerden hangisi gerçeğe daha yakın olursa olsun, İslamcı ideolojinin tarihi açısından bakıldığında II. Abdülhamit döneminin özel bir öneme sahip olduğu açıktır. Zira bu dönemde halifelik makamına ve ülkenin dini rengine yapılan vurgu, dinin ideolojikleşmesi yolunu hazırlamıştır. Öte yandan Türkiye’de İslamcılık akımının gelişim çizgisini belirlerken, dünyadaki İslam ideologlarının payını, etkisini hesaba katmak gerekmektedir. Özellikle Mısır ve Hint İslamcılığının etkisi altında gelişen Türk İslamcılığının kökenleri, Cemaleddin Afgani, M. Abduh, Reşid Rıza, Muhammed İkbal, S. Ahmed Han gibi çağdaş İslam fikriyatının temsilcilerine uzanmaktadır. Sırat-ı Müstakim (Sebillürreşad) gazetesi yazarlarının “fikri babaları” da bu kişilerdir. Söz konusu dergiler çerçevesinde ele alınan görüşler “yeniden asıl kaynaklara dönüş, içtihad kapısının açılması, emperyalizme karşı mücadele ve İslam birliği, hükümete karşı vatandaşların haklarının yeniden tespit edilmesi, eğitim-öğretimin ıslahı, cehaletle, bilgisizlikle ve taklitle mücadele” temel başlıklarında sıralanmaktadır (Alper, 1993). Dönemin önemli İslamcı yazarları arasında Manastırlı İsmail Hakkı, Bereketzade İsmail Hakkı, Ahmet Naim, Mehmet Akif, Eşref Edip, Bursa Mebusu Tahir Bey, Kazanlı Halim Sabit, Ahmed Hamdi (Aksekili) yer almaktadır. Sonradan bunlara Musa Kazım, Mehmed Şemseddin Günaltay, Halim Sabit gibi ikinci kuşak İslamcılar da katılmıştır. Bu dönemde Sırat-ı Müstakim dışında İslamcı fikirleri yayan İslam Mecmuası, Beyanu’l-Hak ve Volkan gibi başka İslamcı gazetelerin 64 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. de bulunduğunu belirtmek gerekir. Örneğin Sada-yı Hak geleneksel İslamcılığı savunurken, Ceride-i İlmiye üst düzeyde medrese ilmini yaymakta, Mahfil ise İslam’a tasavvuf açısından yaklaşmaktadır. Dolayısıyla İslami düşünce içinde saf bir bütünlükten söz etmek mümkün değildir. Aslında İslamcı düşünce içinde bu yıllarda başlayan ayrışmanın, Türkiye İslamcılığının tüm tarihine sirayet ettiği söylenebilir. Kur’an ve sünnet emirlerinin değiştirilmeden uygulanmasını, bu emirlerin her çağa uyabilecek nitelikte düzenlendiğini savunan gelenekselciler ile içtihad kapılarının açılması fikrini savunan modern İslamcılar arasındaki ayrılık, İslamcılık içi tartışmaların asıl kaynağını oluşturmaktadır. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise İslamcılık için yepyeni bir dönem başlamıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlamak üzere 1945’e dek devam eden süreçte İslamcılar, fikri mücadeleden çok varolma mücadelesi vermişlerdir. Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, vakıf gelirlerine devletçe el konulması, Latin harflerinin kabulü, “devletin resmi dini İslam’dır” ibaresinin anayasadan çıkarılması, laiklik prensibinin kabulü, ezanın Türkçe okunmasının yasalaşması gibi devrimler bir yandan İslamcı ideologları varolma savaşına iterken, bir yandan da halk ile yönetici kadrolar arasında mesafenin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Aslında yönetici elitin yapmaya çalıştığı bir yandan “dini ıslah projesi ile ulusal İslam” yaratmak (Duman, 1997: 24) bir yandan da din etrafında örgütlenmiş cemaatlerin oluşumunu önlemektir (Aktay, 2005a). Ne var ki yüzyıllar boyunca merkezi bir İslam devleti tarafından yönetilmiş uyrukların gündelik yaşamlarına direkt olarak tesir eden bu köklü değişiklikler yönetici elitin dinsizlikle suçlanmasına, İslam’ı yok etmeye çalışmakla itham edilmesine neden olmuştur. Kemalist devrimlerin dini yaşamın her alanından dışlayıcı tutumu, dönüşümün ülkenin genelinde homojen bir şekilde içselleştirilmesini önlemiştir. Bu dönemdeki İslamcı ideologlar ise hilafetin kaldırılması ile adeta “yurtsuz” kalmışlardır (Aktay, 2005b: 68-95). Zira İslam dünyasını birleşmeye çağırabilecekleri bir merkez kalmamıştır. Bu yurtsuzluğun verdiği psikolojik baskı altında kimileri kendi köşelerine çekilirken -Said Nursi, Mehmet Akif Ersoy- kimileri de Kemalizm’in milliyetçiliği destekleyen siyasetinden beslenen Türkçülük akımının kanatları altında fikri yaşantısına devam etmiştir. Bu dönemde İslamcılar özellikle Türklük ile İslami kimliğin ayrışamaz parçalar olduğu vurgusu üzerine yoğunlaşmışlar, kimi Türkçüleri de bu mecraya çekmeyi başarmışlardır. Tarihin bir cilvesi olsa gerek, II. Dünya Savaşı’na giden süreçte ve savaş yıllarında Türkçülerin yükselen sesleri savaş ertesinde müttefik kuvvetlere bir jest olarak yargı yoluyla kısılmıştır.4 Öte yandan “Sovyet tehdidine” karşı “bir yeşil hat” çizilmesi fikri yaygınlaşmış, böylece zayıflatılan Türkçülüğe karşılık İslami ideoloji yeniden kuvvetlenmeye başlamıştır. İç siyasette ise Demokrat Parti’nin iktidara Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 65 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. gelmesi Türkçülerle İslamcıların ayrışması sürecine, İslamcıların Türkçülerden bağımsız olarak seslerini yükseltmeye başlamasına katkı sağlamıştır –ki bu dönemdeki ayrışmanın nedenleri ideolojik olmaktan ziyade reel politiktir/ konjonktüreldir-. Demokrat Parti’nin siyasal söyleminde dini temalara olan vurgusu ve dini reformlara verdiği ağırlık, CHP iktidarı döneminde baskılanan İslamcı taleplerin yeraltından çıkmasına neden olmuştur. Aslında DP reformları -sözgelimi ezanın yeniden Arapça okunması- bir şeriat düzenini tesis etme amacından ziyade, dine yeni bir rol -demokratik denetimin ölçütlerinden biri olma rolü- biçme gayesiyle yapılmıştır (Mardin, 2007b: 127). Ancak bu durum CHP’nin dinsiz parti olarak damgalanmasına, böylece “dinli-dinsiz parti ayrışmasının gerçekleşmesine” (Tunaya, 2007: 196) engel olamamıştır. Türkiye’nin ekonomik ve sosyolojik yapısı ile yakından ilişkisi olan bu gelişmeler, dinin Türk toplum yapısında önemli bir belirleyici öğe olduğunun da kanıtıdır. Uluslararası konjonktürün yarattığı koşullardan beslenerek, taban desteğini arkasına alan İslamcılık akımı bu dönemde bir ivme kazanmıştır. Demokrat Parti’nin CHP’ye karşı yeterince muhalefet yapmadığı gerekçesiyle DP kadroları içinden çıkan bir grup siyasetçinin kurduğu Millet Partisi ise, belirgin bir dini vurguyla İslamcılığın siyasal bir parti tarafından -üstü kapalı da olsa- temsil edilişinin ilk habercisi olmuştur. CHP ise iktidarda olmadığı dönemde daha önce uyguladığı dine yönelik politikanın bir özeleştirisini yaparak özellikle seçim propagandalarında İslami öğelere daha fazla meyleder olmuştur (Duman, 1997: 45). Ne var ki bu süreç, 27 Mayıs 1960 darbesi ekseninde kesintiye uğramıştır. İslamcılık akımının 1960 darbesi sonrası koşullarda gerilediği söylenemez. “Özgürlükçü bir anayasa” olarak addedilen 1960 Anayasası’nın sağladığı fikir hürriyeti koşullarında çoksesli bir ortamın vuku bulduğu aşikârdır. Muazzam ölçülerde yükselişe geçen sol ideolojinin yanında, ülkücü ve İslamcı akımlar dönemi karakterize eden fikri ayrışmanın köşe taşlarıdır. Bu dönemde İslamcılık ile ülkücülük arasında başlayan flört ise, özellikle MHP’nin seçmen tabanını artırma yöneliminden motivasyon almıştır. Türk siyasi tarihinin garip bir cilvesi olarak, bir zamanlar varolmak için milliyetçilere ihtiyaç duyan İslamcılara karşılık, bu dönemde milliyetçiler İslamcı ideolojinin kitlesine ihtiyaç duymuşlardır. Bu çerçevede Türk-İslam sentezi fikri MHP’nin parti programına girmiş, böylece İslamcılarla ülkücüler aynı platformdan halka seslenir olmuşlardır. Öte yandan 1970’te Necmettin Erbakan önderliğinde kurulan Milli Nizam Partisi daha radikal İslamcıların temsil edildiği bir platform olarak siyasi arenaya çıkmıştır. 1972’de MNP, Milli Selamet Partisi adını alırken, 1977’de Necip Fazıl “Erbakan’dan ümidini kestiğini” açıklayan bir demeç vererek MHP’yi desteklediğini açıklamıştır. Bu olaydan sonra da MHP ile İslamcı ideoloji arasındaki flört ilerlemiş, hatta MHP içinde Muhsin Yazıcıoğlu grubunun 66 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. başını çektiği grup, MHP’nin daha “yeşil” bir siyaset izlemesi için muhalefet eder olmuştur. Türkiye’yi 1980 darbesine sürükleyen ideolojik karmaşa içinde İslamcılık hem fikri, hem de siyasi platformda ses getirir bir güç olarak kendine sağlam bir yer edinmiştir. 1980 darbesi sonrası gelişmeler ise Türkiye’de İslamcılık açısından “altın çağ” olarak nitelendirilebilir. 1979 İran İslam Devrimi’nin uluslar arası arenada yarattığı etkilerle birlikte güçlenen “yeşil hat”, Turgut Özal döneminde liberal politikaların önünün açılması, iktidara mensup ya da talip siyasi kadroların tarikat liderlerine, şeyhlere meyletmesi, İmam-Hatip Liseleri’nden mezun öğrencilerin %40 gibi büyük bir çoğunlukla siyasal bilgiler eğitimi alarak devlet yönetiminin üst kademelerinde önemli görevler alması gibi konunun sınırlarını aşacak pek çok etkenden dolayı giderek güçlenmiştir. Bu durum MSP’nin, 1980 sonrası adıyla Refah Partisi’nin giderek yükselen oylarından, en nihayetinde RefahYol hükümetinin kurucu ortağı olmasından anlaşılabilir. Nihai aşamada Refah Partisi’nin 2002 yılında kapatılmasından sonra, Milli Görüş Hareketi’nden gelen kadroların AK Parti’yi kurarak tek başına iktidara gelmesi ve cumhurbaşkanlığı makamını elde etmesi -her ne kadar parti programında liberal-muhafazakâr bir portre çizse de- İslamcı ideolojinin siyasi arenada, dolayısıyla ekonomi, basın ve kültür alanlarında elde ettiği başarıyı göstermektedir. Aktif siyasi arenadaki Türkiye serüveni kaba hatlarıyla burada resmedilen İslamcılık akımı, fikri özgünlük ve zenginlik bağlamında siyasi platformda gösterdiği başarıyı elde edememiştir. Türk İslamcılığının Hint ve Mısır kaynaklarından beslenen düşünsel temelleri, siyasal konjonktürdeki değişimlere paralel olarak zaman zaman ince manevralar yapsa da, nihai aşamada yaklaşık yüz yıllık tarihinde belli başlı temalara değinmekle yetinmiş, siyasal-kültürelahlaki sorunları da bu temalar ışığında yorumlamıştır. Bu bağlamda genel bir okumayla İslamcılığın kültürcü bir hareket olduğu söylenebilir. Nitekim tüm İslamcılar, “bilinçli Müslümanlar oldukları”nı iddia ederek, henüz Müslüman sıfatını hak etmeyen bir topluma bilinç aşılamaya çabalamaktadırlar (Çınar, 2005:33). Bu bilinçlendirme misyonu veri olmak koşuluyla, Cumhuriyet Dönemi İslamcı düşünürlerinin vurgu yaptığı bazı ana başlıklar mevcuttur. Bu ana başlıklar Türkiye İslamcılığını karakterize etmektedir.5 Öte yandan Türk İslamcılığının milliyetçilik, muhafazakârlık gibi akımlara kolayca eklemlenebilmesinin nedeni olarak onun Sünni karakteri gösterilebilir (Duran, 2005: 130). Nitekim Sünni İslam, muhafazakârlık ve milliyetçilik her dönemde ortak bir paydada, devletin muhafaza edilmesi amacında birleşmektedirler. Devletin bekasına bir tehdit olarak addedilen komünizm de, üç akımın mücadele ettiği müşterek dava olarak belirmektedir. Nihai aşamada sağın katı formu olarak milliyetçilik, gaz formu olarak muhafazakârlık, sıvı biçimi olarak da İslamcılık sürekli hal değiştirmekte, Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 67 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. özellikle İslamcılık “kap değiştirme ve mecra bulma” gücünün yüksekliğiyle göz doldurmaktadır (Bora, 2007: . Onun bu akışkanlığı ve her duruma ayak uydurma kabiliyeti, II. Meşrutiyet’ten bugünlere dek güçlenerek gelmesini sağlayan bir özellik olarak dikkate alınmalıdır. Yine bu özelliğin bir parçası olsa gerek, İslamcılığın kabul görmüş çok genel fikri köşe taşlarından söz etmek mümkündür. Bunlar arasında, nüanslar saklı kalmak koşuluyla; • İslami kaynaklara, inanışlara duyulan büyük güven • Asr-ı Saadet’e duyulan özlem • “Neden İslam dünyası bir zamanlar medeniyetin beşiğiyken, sonradan Batı karşısında gerilemiş ve sömürgeleştirilmiştir?” sorusuna yanıt aranması. • İlerleme fikrine duyulan inanç; ancak Batı tarzı ilerlemeciliğin reddi. • Her sırrın, her hikmetin ve ilerlemeyi sağlayacak olan kaynağın-gücün Kur’an ve Sünnet’te bulunduğuna olan inanç • Söz konusu kaynakların yorum ve uygulamasında sezgi ve inanca olduğu kadar akla verilen önem • Kur’an ve Sünnetin hurafe ve batıl inançlardan arındırılması, onların saf hallerinin açığa çıkarılması • Tasavvufun ıslahı (Kara,1986), • Saflaştırılmış Kur’an ve Sünnet ritüellerinin açacağı yolda İslam dünyasının terakki yoluna sokulması • İçtihad kapısının açılarak İslam’ın gereklerinin günün şartlarına uydurulması • İslami eğitim ve bilinçlendirmeye verilen önem • Kemalist devrimlerin eleştirisi ve onlara karşı muhalefet • İslam dünyasının bir gün yeniden çok güçlü olacağına duyulan inanç • Emperyalizmle mücadele • Dar-ül Harp koşullarındaymışçasına siyaset güdülmesi (Manaz, 2005: 656-679), • Cihadın çok geniş ve kapsamlı şekilde anlaşılmasını sağlamak (Kara, 1986), • Batı’ya karşı İslam ülkeleriyle işbirliği • Nihai aşamada Türkiye merkezli bir İslam birliğinin kurulması, sayılabilir. Cumhuriyet dönemi İslamcılığının bu başlıklar altında sıralanan ana temalarına Sait Halim Paşa da listeye dahil edilirse, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Şemsettin 68 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Günaltay gibi kişilerin fikirlerinde rastlamak mümkündür. Ne var ki bu şahsiyetlerin fikirleri arasındaki nüansları yok saymamak gerekmektedir. Örneğin Gökalp sadece bir İslamcı olarak zikredilemez. Öte yandan dinle devleti ayırma, dinle Doğu’yu ayırma, Batı kültürü ile İslamı sentezleme gibi özel fikirlere de sahiptir (Alperen, 2003: 307). Aynı şekilde Günaltay bir yandan Batılı anlamda moderniteyi savunurken bir yandan da Avrupalı devletleri emek ve toprak sömürgeciliği yaptıkları gerekçesiyle eleştirmektedir (Alperen, 2003: 338-352). Bu sayılan İslamcı düşünürlerin dışında sosyalist İslamcı Nurettin Topçu’yu da ideolojik İslam’ın özgün figürlerinden biri olarak kaydetmek gerekmektedir. Tam da bu noktada, çalışmanın ana konusunu oluşturan Necip Fazıl’ın yukarıdaki ortak paydaları paylaşan, ancak kendine özgü fikirleri de olan bir İslamcı ideolog ve/ veya bir araştırmacı mı yoksa bir ideoloji taşıyıcısı mı olduğu sorusu, hem İslamcılığın Türkiye’deki bu serüveni hem de Necip Fazıl’ın kişisel çalışmaları göz önüne alınarak yanıtlanabilecek bir sorudur. Bu nedenle Türkiye İslamcılığının büyük resmi içinde Necip Fazıl’a özgü olan kare, şaire ait biyografik ve düşünsel dönemeçlerle birlikte bir sonraki bölümde filtrelenecektir. Necip Fazıl ve Büyük Doğu Düşüncesi6 Hayatı ve Büyük Doğu İdeali Siyasal İslam denildiğinde akla gelen isimlerden biri olan Necip Fazıl, bu ününü edebi kişiliğinin yanı sıra, ilginç denilebilecek yaşam öyküsüne ve kendisi ile birlikte anılan Büyük Doğu İdeali’ne borçludur. Bu nedenle Necip Fazıl’ın fikir hayatına geçmeden önce, yaşam öyküsüne kaba hatlarıyla da olsa değinmek onu anlamak açısından yerinde olacaktır. 26 Mayıs 1904’te, İstanbul’da büyük bir konakta doğan Necip Fazıl, birçok şiirinin ana imajını ve ruhî kaynağını teşkil eden “yakıcı bir hayal kuvveti, marazi bir hassasiyet, dehşetli bir korku” şeklinde özetlediği ve hastalıktan hastalığa geçtiği ilk çocukluk yıllarını, çocukluk hâtıralarının kaynaştığı bir “tütsü çanağı” olan, büyükbabasına ait Çemberlitaş’taki konakta geçirmiştir. İlk öğrenimini Fransız Papaz Koleji, Amerikan Koleji, mahalle mektebi gibi çeşitli okullarda tamamladıktan sonra, 1916’da Bahriye Mektebi’ne girmiştir. Aldığı bu askeri eğitimin Büyük Doğu İdeali çerçevesinde düşündüğü devlet modelinin tasarımında etkili olduğu söylenebilir. Ne var ki, bu okulu son sınıfta terk etmiş, 17 yaşında, o günkü adıyla “İstanbul Darülfünûnu Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesi”ne girmiştir (1921). İlk şiirlerini de bu dönemde Yeni Mecmua’da yayınlayan (1922) Necip Fazıl, aynı yıllarda Sorbonne Üniversitesi Felsefe bölümüne başlamıştır (1924). 1925’te ise ilk şiir kitabı Örümcek Ağı’nı Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 69 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. bastırmıştır. Yurda döndükten sonra Osmanlı Bankası, İş Bankası gibi kurumlarda çalışmıştır. Bu dönem Necip Fazıl’ın tam bir bohem hayatı sürdüğü yıllardır. Fikret Adil’in Beyoğlu, Asmalımescit Sokağındaki pansiyon odasının “kafadar” sakinleri arasında Peyami Safa, İbrahim Çallı, Mesut Cemil, Elif Naci, Eşref Şefik gibi isimler vardır (Çebi, 1987: 22). Bu dönem aynı zamanda onun şiddetli depresyon atakları geçirdiği yıllar olarak zikredilmektedir. Belki de bu bunalım döneminin ürünleri olarak, 1928 yılında Kaldırımlar, 1931’de Ben ve Ötesi adlı şiir kitaplarını yayınlamıştır. Bu kitaplar ona büyük bir şöhret getirmiştir. Onun hayatındaki en ilginç anektodlardan biri hiç kuşkusuz 1934’de bir akşam evine dönmek için bindiği “Şirket-i Hayriye” vapurunda karşısına oturan ve gözlerini ondan ayırmayan, o güne kadar hiç görmediği, bir daha da göremeyeceği bir adamın, ona, Abdülhakîm Arvâsî’nin adresini vermesidir. O ve Ben adlı otobiyografik eserinin de ana teması olan bu tesadüfi olaydan sonra, onu zaman zaman yoklayan sinirsel krizler şiddetlenmiştir. Aynı eserde buhranlarının 1934-1943 yılları arasına yayıldığından söz etmektedir (Kısakürek, 2006). Ne var ki bu sinirsel krizleri olayın “gizemine” bağlamak indirgemeciliktir. Zira Necip Fazıl’ın çocukluktan beri bunalımlı dönemler geçirdiği ve Bergson felsefesiyle yakından tanışık Kaldırımlar şairinin daha önceki dönemlerde de felsefi-psikolojik düşüşler yaşadığı bilinmektedir. Yaşadığı buhranlı günlerden sonra Arvâsi’nin de etkisiyle İslamcı bir şair olarak eserler vermeye başlamış, bu devrinin ilk yapıtı Tohum’u 1935’te kaleme almıştır. Söz konusu değişimle halk şiiri havası ve motiflerinden, bilinmeyen bir âleme kanat açmış, mistik ve metafizik büyü ile sembolleşen şiirler vermeye başlamıştır (Çebi, 1987: 335). 1936’da Celal Bayar’ın temin ettiği ilanlar yardımıyla çıkardığı ve 16 sayı sürdürdüğü Ağaç dergisinde dönemin önde gelen entelektüellerini çatısı altında toplamıştır. 1938 senesinin başlarında Ulus Gazetesi yeni bir milli marş için yarışma düzenlemiş, Necip Fazıl bu müsabakayı “Büyük Doğu Marşı” adlı eseriyle kazanmıştır. Ancak çeşitli nedenlerden dolayı marş, resmiyet kazanamamıştır. Aynı yıl içinde köşe yazarlığına başlayan Necip Fazıl, Haber, Son Telgraf gibi gazetelerde çalışmıştır. Zamanın Maarif Vekili Hasan Âli Yücel tarafından Ankara Devlet Yüksek Konservatuarına öğretim görevlisi olarak tayin edilmesi, Robert Kolej’inde edebiyat öğretmenliği yapması onun İslami kimliği düşünüldüğünde ilginç anekdotlar olarak göze çarpmaktadır. 1942 yılında yazdığı bir yazı nedeniyle ilk mahkûmiyetini alan Necip Fazıl’ı siyasal bir simge olarak ikonlaştıran önemli özyaşamsal hususlardan biri de, arkası gelecek olan bu fikri/siyasi davalardır. Nitekim bu tarihten ölümüne dek geçen sürede hakkında verilmiş mahkûmiyet kararlarının toplamı 101 yılı bulmuştur. Hakkında açılan bu davaların gerekçeleri genelde “rejime itaatsizlik, neşir 70 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. yoluyla hakaret, dini istismar, anayasa tarafından nitelikleri belirlenmiş rejimi devirmek yolunda propaganda, Türklüğe hakaret” gibi hususlara dayanmaktadır. Necip Fazıl ile birlikte anılan Büyük Doğu İdeali’nin neşriyat organı Büyük Doğu ise, 1943 yılında yayınlanmaya başlamıştır. Gazete dönem dönem kapatmalara rağmen, günlük, haftalık ya da aylık olmak üzere yayın hayatına 36 yıl devam etmiştir. Büyük Doğu’nun çıkmadığı bir dönemde ise 3 sayılık mizah dergisi Borazan’ı çıkarmıştır. 1948’de fikri ideallerini halka yaymak üzere Büyük Doğu Cemiyeti’ni kurmuştur. Yeni İstiklal ile Çetin Emeç’in sahibi bulunduğu Son Posta gazetesi, yazılarını yayımladığı diğer organlardır. 1963 ilkbaharında ise Necip Fazıl’ın hayatında konferanslar dönemi açılmıştır. Yurdun çeşitli yerlerinde konferanslar düzenleyen Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü’ndeki fikirlerini halka bire bir anlatma fırsatı bulmuştur. 1976’da, dergi-kitap şeklinde, 1980 yılına kadar 13 sayı sürecek “Raporları,” 1978’de de son devre Büyük Doğu dergisini çıkarmıştır. 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyat Vakfı tarafından “Şairler Sultanı” ve 1982 yılında yayınlanan “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” isimli eseri münasebetiyle de “Yılın Fikir ve Sanat Adamı” seçilmiştir. 1981 yılının başlarında evine, hatta küçücük odasına kapanan edip-siyasetçi, 1983 yılında vefat etmiştir. Halihazırda konuşmaları ve konferansları dâhil basılı 70 (Kısakürek, 1994) kadar eseri bulunmaktadır. Buhranlı bir çocukluktan bohem bir gençlik dönemine geçen, ardından travmatik bir şekilde koyu bir İslam ideologluğuna soyunan Necip Fazıl, İslamcı camiada saygıyla anılmasına neden olan eserlerini, bu son kimliğiyle kaleme almıştır. Özellikle İdeolocya Örgüsü adlı eseri onun siyasal fikirlerini tespit etmek ve çok sayıdaki eserinde dillendirilen düşünceleri derli-toplu bir şekilde özetleyebilmek açısından önemlidir. Zira bu eser, hem Büyük Doğu İdeali’ni ayrıntılı bir şekilde ele alışıyla, hem de kendisinden önce ve sonra Necip Fazıl’ın kaleme aldığı yapıtlara yaklaşımımıza sistematik bir çerçeve çizişiyle merkezi bir önemdedir. Bu itibarla İdeolocya Örgüsü’nün temel meselelerine ve içeriğine değinmek yerinde olacaktır. İdeolocya Örgüsü’nde her şeyden önce, Büyük Doğu kavramının anlamı, içeriği ve aktüel hayata tatbiki anlatılmaktadır. Bu itibarla Büyük Doğu aynı zamanda Necip Fazıl düşüncesinin en önemli anahtar kavramı olarak nitelendirilebilir. Büyük Doğu adının çağrıştırdığının aksine mekândan çok zamanla ilintili bir kavramdır. Necip Fazıl Büyük Doğu’nun bir ideal olduğundan ve bu idealin iç dünyalarımızdan dış çevremize yansıyacak bir dönüşümü karşıladığından Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 71 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. söz etmektedir. Bu nedenle “Doğu” coğrafi bir terim olarak değil, içsel aydınlanmanın yansıttığı ışık ve çağrışımları bağlamında ele alınmalıdır. Bu içsel aydınlanmanın fikri ve içtimai temelleri ise, İslam’da yer almaktadır. Diğer bir deyişle İslam’ı “olması gerektiği” şekilde anlayıp, onu içselleştirmek Büyük Doğu idealinin gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Öte yandan, İslam’ın ve diğer semavi dinlerin coğrafi anlamda Doğu’dan çıkmış bulunması, bölgesel anlamda da Doğu kavramına bir anlam kazandırmaktadır. Diğer bir ifadeyle İslam evrensel bir din olduğu için aslında her yer Doğu’dur; Batı denilen yerler dahi İslam dininin kuşatıcılığında erimektedir. Bununla birlikte Batılıların kavramsallaştırmaları neticesinde ortaya çıkan Doğu/Batı tezadı illa ki alınmak isteniyorsa, aydınlanmanın İslam’ın hayat bulduğu merkezlerden, diğer bir deyişle Doğu’dan başlayacağı anlaşılmalıdır. Ne var ki daha önce belirtildiği üzere Necip Fazıl’ın büyük doğu aydınlanması, Bergsoncu felsefenin izleriyle mekândan çok zamana, tasavvufi düşüncenin etkisiyle de dıştan çok içe doğru bir yolculuk olarak algılanmalıdır. Bu itibarla Büyük Doğu idealini gerçekleştirmek üzere yapılacak seferler ilk etapta sınır ötesine değil, kendi içimize doğru olacaktır. İslam’ı saptırılmamış, bozulmamış anlamıyla kavradığımızda Batılı anlamdaki modernitenin dayattığı kavramsal ikilikler ortadan kalkacak, İslam’ın -dolayısıyla insanlığın- aydınlık dönemine geçilecektir. Zira her türlü hakikatin, gerçeğin, gayenin ve güzelliğin kaynağı Allah’tır ve onun sırrı da İslam dininde yatmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Necip Fazıl’a göre milliyet davaları anlamsızlaşmaktadır. İlla bir millet davası güdülecekse, onun adı İslamiyet olmalıdır. Zira ırk, dil, kültür gibi özelliklere göre tasnif edilen milliyetçilik biçimleri şeklidir ve özü değil, kabuğu ifade eder. Necip Fazıl, Büyük Doğu’nun ilk sayısında da ırkçılığa olan karşıtlığını açıkça ifade etmiştir (Koçak, 2002: 603). Bu aşamada belirtmek gerekir ki Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde ve Büyük Doğu’da tarif ettiği İslam milliyetçiliği, düşün yaşamının bütünlüğü ele alındığında pür-i pak olarak kalmamıştır. Diğer bir ifadeyle milliyetçiliği de önemli bir dava olarak benimsediği bilinmektedir. İslamcılık ile milliyetçilik arasında gidip gelen pek çok insan gibi Necip Fazıl’ın İslamcılığı da özellikle 1979 İran devrimiyle Türkçü sınırlarına erişmiştir (Akgün ve Çalış, 2002, 96). Bununla birlikte onun milliyetçiliği ırkın, dilin yanında İslam’ı ikincil bir mesele olarak gören milliyetçiliklerden ayrılmaktadır. Türklük ile İslam’ı ayrışmaz elementler olarak ele alan görüşlere yakındır. Dolayısıyla Necip Fazıl’a göre güdülecek bir milliyet davası ile İslami dava arasında çapraz kesişme yoktur. Öte yandan İdeolocya Örgüsü’nde, milliyet davasını “kabuğun dışı” olarak betimlediği satırlarla ikircikli olarak Türkiye’ye Büyük Doğu İdeali’nin gerçekleşmesinde öncü ülke, Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olması hasebiyle de Türklere özel kavim muamelesi yapmaktadır. 72 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Necip Fazıl, Büyük Doğu İdeali’ni kavramsallaştırdıktan sonra, Batı fikriyatının ve “saptırılmış” İslamiyet’in bir eleştirisini sunmaktadır. Necip Fazıl’a göre, Batı akla verdiği önemle maddeye hâkim olmasını bilmiştir belki ama ruhunu yitirmiştir. Bu nedenle de Batılı toplumlar büyük bir ahlaki krizin eşiğindedir. Necip Fazıl’a göre akla bu kadar değer vermek en büyük akılsızlıktır. Ruhsuz bir beden ona göre hiçbir şeydir. Buna karşılık İslam toplumları maneviyatçı özünü kaybetmemiştir; ancak İslam’ı yanlış yorumlayan kaba softalar, yobazlar, taklitçi “reformizmacılar” yüzünden İslami düşünce içinde barındırdığı potansiyeli gerçekliğe aksettirememiştir. Zira Necip Fazıl’a göre aya gitmenin de, atomu parçalamanın da gerektirdiği bütün fenni ilerlemeye olanak açacak aydınlanmacı düşünce, bizzat Kur’an’ın içinde yer almaktadır. İslam, “komünizma, liberalizma ve faşizmanın” en iyi taraflarını daha bunlar ortada yokken kendi içinde sentezlemiş, iktisadi problemlere zekat ve faiz konusunda getirdiği hükümlerle en kökten çözümü sağlamıştır. İslam böylesi bir cevher ve gaye iken, onu yanlış okuyup, Doğu’yu Batı karşısında aciz duruma sokanlar ise, İslam’a İslam’ın düşmanlarından daha fazla zarar vermişlerdir. Necip Fazıl’a göre, Büyük Doğu Düşüncesi Anadolu topraklarında hayat bulacaktır. Çünkü İslam’ı bütün dünyada hak ettiği şekilde savunacak potansiyele sahip en önemli kavim, tarihçesi ve mirası nedeniyle Türklerdir. Bu nedenle bir İslam toplumu olarak Türklere aynı eserinde ayrı bir yer vermektedir (Kısakürek, 1994: 32,40, 58,168) Yine şaire göre Türk tarihi, Türklerin Müslümanlaştığı 6-7. asırlardan itibaren başlamaktadır. İslamiyet’in şahlanışını da ifade eden Osmanlı İmparatorluğu ise Kanuni dönemine kadar Müslümanların Batı karşısındaki üstünlüğünü ortaya koymuş, onları hak ettiği şekilde taçlandırmıştır. Ne var ki, Kanuni ve sonrasında başlayan süreç İslam dünyası için tam bir yıkım olmuştur. Kanuni, şeyhülislamı divandan çıkarmakla tarihi bir hata yapmış, ardından Rönesans’ı takip edemeyen Osmanlı ve İslam dünyası adım adım gerilemeye başlamıştır. Gerileme, Kanuni’den itibaren olmak üzere 400 senelik bir bekleyişi, büyük bir İslam inkılabı bekleyişini beraberinde getirmiştir. Bu 400 yıllık bekleyiş devresi, 4 bölümlüdür: Sarı Selimden Tanzimat’a kadar 273 sene, Tanzimat’tan Meşrutiyet’e kadar 69 sene, Meşrutiyet’ten Birinci Dünya Harbi mütarekesine kadar 10 sene, İstiklâl Savaşı’ndan o güne kadar ise 57 sene. Bekleyişin ilk kısmında kabuk, yani İslam mevcuttur, ancak onun özü yitirilmiştir. Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet bölümleri ise, kendi benliğimizi resmen kaybetmeye başlayış ve bunu her ân derinleştire derinleştire nihayet son hadde çıkarış safhası olarak görülmektedir. Özellikle Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemleri kaba bir Batı taklitçiliğinden, özümüzü yitirmekten başka bir şey ifade etmemektedir. Bu gidişe dur diyebilmek ve Batı’nın ilmi gelişmelerini takip edebilmek için onların Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 73 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. kanunlarını, giysilerini, harflerini almak yerine aklı İslam ruhu ile sentezleyip, onu kendi usullerimize göre uygulamamız gerekmektedir. Bu nedenle de dini doğru yorumlamamız, yobazlığa veya taklitçiliğe meydan bırakmadan bir İslam inkılabı gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Bu İslam inkılabı ise özetle “içte tasavvufi, dışta şeriatçıdır.” Eserin genel ruhuna işlemiş bu fikir, Doğu ideali tasavvufi aydınlanmanın şeriatla bütünleştirilmesi yoluyla gerçekleşecek büyük bir insanlık gayesi olarak görülmelidir (Kısakürek, 1994: 58,59). Bu noktada Necip Fazıl, Büyük Doğu mefkûresinin en ince detaylarına kadar topluma uygulanmasını emir-yasaklarla bir takım kurallar çerçevesinde ortaya koymaktadır. Bu idaredeki temel kıstas İslam’dır elbette. Ancak, kuralları saptayıp ortaya koyan Necip Fazıl, yani reistir. Büyük Doğu mefkûresinin temel prensipleri ise; ruhçuluk, keyfiyetçilik (öze, halis olana, hak olana dönme), şahsiyetçilik, ahlakçılık, milliyetçilik, sermaye ve mülkiyete tedbircilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahaleciliktir. Bu açıklamalar ışığında Büyük Doğu’yu; Türkiye merkezli, bütün İslam dünyasını kucaklayan Afro-Avrasya ruhuna vurgu yapan ve beslenme kaynağı İslam olan bir kurtuluş mefkûresi olarak görmek mümkündür. Necip Fazıl, yine İdeolocya Örgüsü adlı eserinde toplumun yönetim mekanizmasını ve bu mekanizmanın yetkili organ ve liderlerini görevde kalma süresi ve vasıflarıyla birlikte zikrederek, detaylandırmaktadır. En önemli kurumlar; “Yüceler Kurultayı, Başyüce ve Başyüce Vekili, Başbuğ, Yüce Din Dairesi, Halk Divanı, Başyücelik Akademyası”dır. Başyücelik makamı devlet başkanlığı makamına denk gelmektedir ve bir yasama organı olan Yüceler Kurultayı arasından, 5 yılda bir, bu meclisin oylarıyla seçilir. Bu devlette hâkimiyet halkın değil Hakk’ındır. Bu ifade de Yüceler Kurultayı sandalyelerinin arkasındaki duvarda yazılıdır. Bunun haricinde bir de Yüceler Hükümeti vardır. Yasama konusunda son söz genelde Yüceler Kurultayı’nın, yürütme konusunda son söz ise Başyüce’nindir. Başbuğ ordu komutanıdır ve Başyüce’ye bağlı olarak çalışır. Bu devlette ordunun siyasette hiçbir söz hakkı yoktur. Bir benzetmeyle, Başyüce devletin beyniyse, ordu onun yumruğu anlamına gelmektedir ve Necip Fazıl’a göre ordunun siyasete karışması, kişinin kendi kendine yumruk atmasına benzemektedir. Öte yandan devletin bu üst kademelerine getirilecek kişiler kişilikleri ve kariyerleri ile göz dolduran çok özel insanlardır. Çocukluklarından göreve gelecekleri yaşa kadar çok titiz bir eğitimden geçirilirler. Bir kişinin Yüceler Kurultayı için aday olabilmesi için en az 45 yaşında olması gerekir. Bu adaylar ise genelde “akademya” adı verilen bir çeşit özel eğitim kurumundan çıkmaktadırlar. Ancak başka okullardan kendini yetiştirerek o mertebeye çıkma yeteneğini gösterebilecek kişilere de bu fırsat tanınmaktadır. 74 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Bu elitist ve oligarşik yapının alt basamaklarına doğru devletin her kademesi İslam kaide ve içtihadlarına göre hiyerarşik bir yapılanma içinde kurumsallaşmaktadır. Yargı, yine çok özel bir eğitimden geçmiş hâkimlerin elindedir. Bu hâkimler “açık çek” denebilecek bordrolarla devlet tarafından maaşa bağlanmıştır. Böylece adalette hâkimlerin ekonomik anlamda bir zafiyete düşmesi engellenmek istenmiştir. Öte yandan uygulanan hukuk şer’idir. Bu kapsamda hırsızlığın cezası kol kesme, adam öldürmenin cezası idam, fuhuş ve zinanın tespiti halinde ceza ağır işkence, alkol ve uyuşturucu kullanmanın cezası ise, 1 yıldan başlayan hapis cezaları olarak ifade edilmektedir. Necip Fazıl cezaların ağırlığını bireylere karşılık toplumsal hayatın korunması olarak nitelendirmekte, onları bu şekilde savunmaktadır. Ayrıca Büyük Doğu İdeali’nin bu örnek devletinde; dans ve heykel yasaktır. Diğer güzel sanatlara devlet kontrolünden geçecek şekilde müsaade vardır. Radyo ve TV yayınları sadece devlet kontrolündedir. Basın ve yayın hürriyeti de bulunmamaktadır. Kadınlar, elleri, yüzü ve ayakları dışında kalan her yerini gizleyecek şekilde örtünmelidir. Bu koşulları yerine getirdiğinde, kadının estetik görünecek şekilde süslenmesine ise hiçbir mani yoktur. Öte yandan İslami geleneğe uygun mahremiyet koşulları saklı olmak şartıyla, kadın çeşitli iş kollarında çalışabilir. Ancak İslami kaidelere göre kadına düşen en uygun görev evinde kocasına ve çocuklarına bakmaktır. Böylece İslami toplum modelindeki görevlerini daha uygun şekilde yerine getirmiş olacaktır. Zira bu toplum modelinin ateşleyicileri genç nesillerdir. Dolayısıyla kadına, söylemin içindeki bir denkleştirmeyle “üreme ve türeme”ye büyük önem verilmektedir. Devlet, çocuk yapmayı teşvik eden önlemler almakla mükelleftir. Türeme ise, İslami devlete katılımları ifade eder. Ancak dönmelerin ve Yahudilerin İslami Devletin vatandaşı sayılması mümkün değildir. Bunlar en kısa sürede mallarına çeşitli şekillerde el konularak sınır dışı edilmelidir. Ermeni ve Rumların, İslam dinini kabul etmeleri koşuluyla İslam Devleti’nin bir parçası olması mümkündür (Kısakürek, 1994: 168). Devletin bu şekilde topyekûn örgütlenebilmesi için güdülecek en önemli davalardan biri köy davasıdır. Köy davası kapsamında eğer ülkemizde 40.000 köy varsa, bu köylere çok iyi yetişmiş, İslam ruhu ve ilmini insanlara çok iyi anlatabilecek, en fazla 25 yaşında 40.000 adet İslam fedaisi göndermek gerekmektedir. Böylece ülke en küçük biriminden itibaren ilmek ilmek İslami düşüncenin esasları dâhilinde örgütlenecektir. Bu anlamda Necip Fazıl’ın Büyük Doğusu çileli ve meşakkatli bir davadır. Büyük Doğu mimarının ifadesiyle; “sislere batmış bir dağ başına doğru ilerleyen kıvrım kıvrım bir patika örgüsüdür. Bu patika, bir zamanlar dünyanın en muhteşem caddesiyken, zamanla bozulmuş, tahrip edilmiş, yolu işlenmez hale getirilmiştir. Büyük Doğu erine düşen, bu yolu yeniden işler hale getirip tepedeki güneşe ulaşmaya çalışmaktadır” (Kısakürek, 1994: 268-269). Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 75 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Büyük Doğu İdeali’nin tüm bu niteliklerine baktığımızda Necip Fazıl’ın devletinin şu genel özellikleri taşıdığını söylemek mümkündür: Toplumun genel hatlarını tanımlayıcı, talimat ve yön verici, ideolojik ve kültürel anlamları topluma mal edici, kişinin korunmasını sağlayıcı (Mardin, 1969: 72). Bu özellikler çerçevesinde ise Necip Fazıl’ın devletinin totaliter bir nitelik taşıdığı açıktır. Necip Fazıl ve Türk Siyasi Hayatı Necip Fazıl bir fikir ve dava adamı olarak kendi ülküsü ekseninde, son nefesine dek siyasetle iç içe olmuş ve harici olarak da olsa, Türk siyasi hayatındaki kimi parti ve şahıslara destek vermiştir. Bunların başında Adnan Menderes ve Alparslan Türkeş gelmektedir. Özellikle Adnan Menderes, Necip Fazıl için İslam inkılabını gerçekleştirecek o asırlardır beklenilen büyük liderdir. -ilk etapta- Zira “evvala o bir Anadolu çocuğudur, Makedonya istikametinden gelme bir devşirme değildir; sonra tam bir aile reisi tipidir; en sonra ise, babadan oğula meşru ölçülerde zengindir.”7 Necip Fazıl’ın Adnan Menderes’e olan sempati ve güveni özellikle ezanın Arapça okunmasının yasalaşmasının ve DP’nin İslami tonlardaki söylev ve atılımlarının ağırlık kazanmasıyla artmıştır.8 Ne var ki 1954’ten sonra DP siyasetindeki dalgalanmalar ve Menderes’in kendinden beklenen İslami reformları gerçekleştirmemesi, öte yandan kimi alanlarda CHP siyasetine benzer şekilde atılımlarda bulunması Necip Fazıl’ı hayal kırıklığına uğratmıştır. Bu aşamadan sonra da Necip Fazıl’ın DP’yle olan münasebeti mesafeli olmuş, idamların ardından ise Menderes ve ekibini merhametle anmakla beraber, onlara özel bir önem atfetmekten kaçınmıştır. Necip Fazıl için tahmin edilebileceği gibi, Halk Partisi ise “yalanı ve gerçeği ile inkılâp, Türk’ün çürütülmek istenen ruh kökü, ruhta ve maddede harap bir vatanın mimarıdır. Bu harabeyi ortadan kaldırmanın tek şartı, Halk Partisi rejimini yekûn halinde ele almak ve onu temelinden devirmektir. Demokrat Parti güdücüleri ve Bayar’ın bağlı ve karşı olduğu müspet ve menfi kutuplar ise ruhi anlamda top yekûn bir gözden geçirmeye muhtaçtır.”9 Necip Fazıl’ın ifadesiyle “bir gece baskını”10 olan 1960 darbesi, Türk siyasetinde yeni bir evre açarken bu dönemde ortaya çıkan Necmettin Erbakan ve Süleyman Demirel cephelerine karşı, cepheden muhalif durmaktadır. Demirel’i bir mason olmakla ve Türk’ün ruh kökü İslam’a yabancı olmakla suçlamaktadır. Necmettin Erbakan ise, Necip Fazıl’a göre dava için Demirel’den çok daha fazla zararlı bir şahsiyettir. Her türlü oportünizmi ve fırsatçılığı bünyesinde birleştirmeyi bilmiş olan bu kişiden Türk siyasetinin en kısa zamanda kurtulması gerekmektedir. Nitekim Necip Fazıl’a göre dava yolunda ölçüyü kaçırması nedeniyle MSP’nin kapatılması bir yana, bu ölçüsüzlüğün bedeli olarak asıl aşkla aksiyona sarılmış kişilere verilen müspet zarar bir yanadır. Zira “üstadın” gözünde derin ve ince 76 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. bir İslam stratejisi, yontulmamışlar tarafından müdafaa edilemeyeceği gibi, aynı zamanda bundan zarar görecektir.11 Necip Fazıl’ın siyasi hayatta desteklediği isimlerden biri de Alparslan Türkeş’tir. “Millî Türk Talebe Birliğinin örneklendirdiği fikir ve iman mihrakına milliyetçiliğin hareketli gençliğini oturtmak”12 sırrına, özü İslam’a, tabiliği milliyetçiliğe bağlayan meşhur MHP bildirgesini yayınlamak kemaline erdiği için Türkeş, Necip Fazıl’ın gözünde önemli bir şahsiyettir. İslam davasının önemini anlayan nadir kişilerdendir. MHP, Necip Fazıl’ın son demlerinde, İslami ideolocyayı gerçekleştirmede araç olarak kullanılabilecek bir basamak olarak addedilmektedir. Necip Fazıl’a göre ülkücü gençliğin aksiyoner enerjisi ile MTTB’nin İslami ruhu birleştiğinde, muazzam bir güç ortaya çıkacak ve nihayet 40 yıllık emeğinin semeresini kendisi de alabilecektir. İşte bu siyasal ilişkiler bağlamında Necip Fazıl’ın kafasındaki politik stratejinin hatları kendisi tarafından şu şekilde ifade edilmektedir: 1 – “Aslâ hükûmete girilmeyecek, daima muhalefet safında kalınacak ve bütün icraata karşı “işte bu felâketler bizim idealimizin iş başında bulunmamasından doğuyor!” mânası muhafaza edilecek ve her şey İslâm’ın anti- tezi olmakla suçlanıp, büyük ideal, aks-i dâva yolundan kuvvetlendirilecektir. Bunun için Mecliste kurulan 50 kişilik köprübaşı icra meydanına kapalı bir hisar halinde tutulacak, bunlar yetiştirilecek, geliştirilecek, köy köy, kent kent, meydan meydan, minber minber, kürsü kürsü çalışılacak, millet nazarında bütün hükûmet tecrübeleri iflâsa uğratıldıktan sonra bir hamlede meclis çoğunluğu sağlanacaktır.”13 2 – “Maiyette hükümet olmaya râzı olduktan sonra da, birdenbire rahata kavuşup “bak, onlardan daha iyi idare ederiz!” kabilinden miskin ve cüce verimler aramak yerine, yapının temelinden değişmesi politikası üzerinden gidilecek ve patlak verme noktasına kadar cesaretle “ulvî ve ebedî esasların yolu” tutulacaktır. Patlak noktasında ise mukabele “ey millet, gördün mü, bu memlekette demokrasi var mıymış, yok muymuş?” cevabından ibaret kalacak, her şey göze alınacak veya her felâketin hükûmete girmekten geldiği veya gelebileceği düşünülerek, girdikten sonra bile punduna getirip çıkış geçidi açık bulundurulacaktır.”14 3- Davanın sancağı indirmek ve geminin omurgasını değiştirmek olduğu unutulmamalıdır. Bu davada da, el (fiil), dil (ihtar), kalp (nefsi muhafaza) kullanılacak araçlardır.15 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 77 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. 4- Davayı bu amaçlar doğrultusunda ve araçlarla yürütecek bir partinin teşkiatlandırılması şarttır. Partiye verilecek olan isim, ideolojik manada bir dava sahibi olunmadığını işaret etmelidir (milli güdüm, toplum, hizmet, aydıntürk, hak, milli kök, hürriyet, milli düzen, liberal, milli dava, doğruluş, Anadolu).16 5- “Meclise belli başlı bir kadro ile girdikten sonra orduda ve bilhassa ordunun gençlik kademesinde yetiştirici ve geliştirici bir rol sahibi olmak başta gelir. Bu gençlik kademesini ifade eden rütbeler Yüzbaşı-Albay arasıdır. Ayrıca ve en başta mukaddesatçı ve Anadolucu yüksek tahsil gençliği hedef tutulmalıdır.”17 6- “Mukaddes gayeye erişmek için “El-harbü Hüd’atün” - Harp hiledir” kaidesince her yola başvurmak mubah ve hatta emir olduğuna göre, dış politikada partiyi desteklemek için Amerikan nüfuzunu kullanmak ve bu mağrur, aynı zamanda ahmak filin ağırlığından faydalanmak gerekir. Arap ve İslâm âlemiyle temasta Amerikalıları ve Sovyetleri gocundurmayacak bir edaya bürünmek başlıca hedeftir.”18 1980 ve sonrasında Necip Fazıl’ın siyasi ve ideolojik ümitlerinin boşa çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu tespiti bir bıkkınlık ve yılgınlık emaresi de sayılabilecek şu sözlerinden çıkarmak mümkündür: Elimden doğruca, güzelce, iyice bir yazı mı çıkıyor? İğreniyorum! Hâlâ bu memlekette doğru, güzel ve iyi olanı savunma gayretimden, bu gayretin boşluğunu anlayamamak enayiliğinden iğreniyorum! Olanlar ortadayken, hep bugünü yarına erteleyici ve gelmeyecek bir istikbale ısmarlayıcı “cek” ve “cak” edatlarından iğreniyorum! Posayı cevher sanan kabuk milliyetçisinden, çile çekmeden olmaya bakan ezberci medeniyetçiden, hayat ağacını devirmeyi ve nurlu meyveleriyle ateşe atmayı inkilâp sayan devrimbazdan ve bunlara inananlardan, kapılanlardan iğreniyorum! Hâsılı, dil adına dilden, ev adına elden, vatan adına vatandan ve köy, köylü, şehir, şehirli, gazete, dergi, kitap, mektep, talebe, muallim, polis, memur, kanun, nizam, kadın, erkek, dost, ahbap ne varsa bunların gerçekleri adına hepsinden iğreniyorum! (17 Mart 1980).19 Türkiye Siyasetinde Necip Fazıl’ın Yeri ve Fikri Özgünlüğü Türkiye’de İslamcılığın fikri temalarını akılda tutmak kaydıyla Necip Fazıl’ın İslamcı ideoloji içinde taşıdığı/taşımadığı özgünlüğü bu etapta tartışmak, Necip Fazıl’ı “bir isim olmaktan çıkararak bir imza haline getiren” (Derrida, 2008) dinamikleri vurgulamak, böylece İslamcılık ile başta zikrettiğimiz Türkiye siyasetinde üdeba geleneğinin ilişkisini çözümlemek çalışmanın özünü belirginleştirecek son fırça darbeleridir. Bu aşamada Necip Fazıl’ın en başta sunduğumuz tanımlar 78 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. itibariyle bir ideolog mu, bir ideoloji taşıyıcısı mı ve/veya bir araştırmacı mı olduğu sorusunu yanıtlamak anlamlı durmaktadır. Bu perspektiften Necip Fazıl’ın araştırmacı kimliğinin niteliğini soruşturmak kolaylık açısından önemlidir. Soruşturmayı belli bir zemine oturtmak için özellikle araştırma kitabı niteliğiyle yayımladığı bazı eserlerine değinmek elzemdir. Bunlardan ilki Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar adlı eserdir. Necip Fazıl eserinde, Soktates’ten Hz. Hasan ve Hüseyin’e, İmam-ı Malik’ten Hallac-ı Mansur’a, Jeanne d’Arc’a, Cem Sultan’dan G. Bruno’ya, Genç Osman’dan Danton’a, M. Antoinette’ten Romanoflar’a dek geniş bir yelpazede “mazlumkurban” portresi çizmekte, bu eseri yayınlamasının nedeni olarak da 18 Aralık 1961’e dek süren 19 aylık hapishane hayatının ıstırabından aldığı feyzi göstermektedir (Kısakürek, 2002a: 611). Son Devrin Büyük Mazlumları’nda ise İttihat ve Terakki ile başlayıp Cumhuriyet ile yerleşen “İslam nefretinin” zeminini kodlayarak, o “zulüm ortamında” ölenlerin hikâyelerini anlatmaktadır. Necip Fazıl’ın mazlumları arasında II. Abdülhamit, Şeyh Sait, İskilipli Âtıf Hoca, Şeyh Esat, Said Nursi, Süleyman Efendi gibi şahsiyetler bulunmaktadır. Eserde özellikle Said Nursi’yi İslam davasını savunduğu için takdir etmekte; ancak büyük dönüşümü sağlayacak kapsamlı bir “ideolocya örgüsü” ortaya koymaması nedeniyle yetersiz bulmaktadır (Kısakürek, 2002b: 256). Süleymancıları ise yine niyetlerinden dolayı takdir etmekle birlikte, onları bir öğreti ortaya koymamakla eleştirmektedir (Kısakürek, 2002b: 296). Ârvasi’yi ise en büyük mürşit ve âlim olarak takdim etmektedir. Başbuğ Velilerden 33 Altın Silsile adlı eserinde “insan, cemiyet, yol, kâinat ve hakikati ellerinde taşıyan mana kahramanlarını” incelemekte, bu kişilerin hayatlarından ve öğretilerinden parçalar sunmaktadır. (Kısakürek, 2002c). Doğru Yolun Sapık Kolları’nda İslam tarihinde zikredilen Hakem olayı, Sıffin Savaşı, Hz. Ali’nin öldürülmesi gibi olayları ele almakta, bu sayede de “sapık kolların belirmeye başlamasını İslam’ın yozlaşması olarak resmetmek, aşk ve vecdin sönümlenişini betimleyerek hezeyandan küfre giden yolu çizmek” istemektedir (Kısakürek, 2002d). Yeniçeri adlı eserinde ise Genç Osman’dan itibaren Yeniçerilerin yozlaşması, devlet yönetiminde yarattıkları kargaşalıklar anlatılmaktadır(Kısakürek, 2001). Birer araştırma-inceleme kitabı olma iddiasında olan bu yapıtlara toplu olarak bakıldığında genel bir husus karşımıza çıkmaktadır. Bu da bu “inceleme” kitaplarında ne bir atfa, ne bir kaynakçaya rastlanmasıdır. Yalnızca kendi bildiklerini ve düşüncelerini referans alarak hayli iddialı tarih incelemelerinde bulunan Necip Fazıl’ın söz konusu yapıtlarını bilimsel birer referans kaynağı olarak görmek mümkün değildir. Bu haliyle Necip Fazıl’ın inceleme çalışmalarını bilimsel değil, ideolojik yönleriyle değerlendirmek gerekmektedir. Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 79 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. Necip Fazıl’ın eserlerinin ikinci silsilesini konferanslar ve makaleler dizisi olarak sınıflandırmak mümkündür. Öznel olmanın hiçbir sakınca taşımadığı konferans metinlerine (Kısakürek, 2002e) karşı makale olma iddiasındaki yazıları, tereddütsüz ideolojik bir dille kaleme alınmıştır. Üstelik Başmakalelerim (Kısakürek, 1999) başlığında üç cilt halinde yayımlanan bu yazıların birçoğu köşe yazılarından ibarettir ve konjonktürel siyasal gelişmelere cevaben günlük olarak kaleme alınmışlardır. Buradan çıkan sonuçla araştırmacı kimliğine kuşkuyla yaklaşmamız gereken Necip Fazıl’ın bir ideolog olup olmadığı sorusu ikinci bir problem teşkil eder. Necip Fazıl’ın eserlerini siyasal bir ideolojinin diliyle yazdığı aşikârdır. Bu uğurda zaman zaman olayları çarpıtmakta, zaman zaman kişileri ve olayları bağlamından kopararak kullanmakta sakınca görmemektedir. Sözgelimi eserlerinde H. Bergson, G. Bruno, Mikelangelo, Cervantes, Charlie Chaplin gibi isimlere övgü dolu göndermelerde bulunmakta ancak bu göndermeleri ya kendi düşüncesi ile bu şahsiyetlerin düşüncelerini kıyaslamak ya da bazı noktaları örnek göstermek amacıyla yapmaktadır. Örneğin Charlie Chaplin’in Modern Zamanlar isimli filmine, filmin ismini vermeksizin yaptığı atıflarda (Kısakürek, 1970) Chaplin’in yerinde bir modernite eleştirisi yaptığını tespit etmekte ne var ki filmdeki eleştiriyi kendi ideolojisinin Batı eleştirisine bağlamaktadır. Necip Fazıl’ın ideolojik söyleminin özgünlüğü Türkiye’deki İslamcı akımın genel tezleriyle karşılaştırılarak da tespit edilebilir. Birinci bölümde ifade ettiğimiz genel başlıklar, ikinci bölümde ifade edilen İdeolocya Örgüsü argümanlarıyla kıyaslanırsa, Necip Fazıl’ın aynı çerçeveden benzer savları yeniden ürettiğini ve bunları da yeni bir fikir dile getiriyormuş edasıyla kaleme aldığını söylemek mümkündür. İsimler üzerinden gidilecek olursa Sait Halim Paşa’nın Necip Fazıl’dan çok önce İslam dünyasının Batı karşısındaki geriliği hakkında kelam ettiği, dinin yanlış uygulandığını ifade ettiği, Batı taklitçiliğini reddettiği bilinmektedir (Alperen, 2003: 304). Ziya Gökalp halefi Necip Fazıl’dan önce mahalle mescidinden başlayıp, şehir camilerine oradan da tüm memleket geneline yayılacak bir İslami örgütlenmeyi dile getirmiştir (Alperen, 2003: 306). Mehmet Akif’te Necip Fazıl’da karşılaşılan Batı taklitçiliğinin reddi, Japonların örnek gösterilmesi, İslami eğitime vurgu gibi unsurlara rastlanmaktadır. Ayrıca Mehmet Akif “imanlı, sağlam vücutlu, ahlaklı, hassas, irfan sahibi, pozitif ilimlerle donanmış gençliğin Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nde memleketi kötü durumdan kurtaracak güç” olduğunu belirlerken (Alperen, 2003: 317), sözünü ettiği genç tipini tüm özellikleriyle adeta öncelemektedir. Öte yandan diğer birçok benzer özellik yanında Ş.Günaltay’ın Bergsoncu anlamda “yaşam mücadelesine” verdiği önem, doğal seleksiyona uyum sağlayamayan her canlının 80 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. hayattan diskalifiye olmaya mahkûm olduğunu ifade ettiği yerler (Alperen, 2003: 328-352), Necip Fazıl’ın yaşam anlayışıyla birebir uyuşmaktadır. N. Fazıl da tıpkı Ş. Günaltay gibi madde ve mananın kuvvetinden, dinin hurafelerden temizlenmesi gerektiğinden söz edip, ruhta İslamcı ve şarklı, şekilde Garplı olan devlet adamlarını eleştirmektedir. Her ikisi de “suçun İslamiyet’te değil, öğretilen Müslümanlıkta” olduğunu dile getirmektedir (Kara, 2005: 88-89). Tüm bu benzerlikler göz önüne alındığında Necip Fazıl’ın özgünlüğü nerede kalmaktadır? Bu aşamada sadece Necip Fazıl’da görülen iki önemli ayrıntıdan söz etmek mümkündür. Bunlardan birincisi “Büyük Doğu” kavramı, ikincisi ise “Başyücelik Devleti”dir. Ne var ki bu iki kavramın Necip Fazıl’a yalnızca ismen bir şeyler borçlu olduğunu söylemek daha yerinde olacaktır. Zira Büyük Doğu İdeali’nin içeriği bize göstermektedir ki, bu ideal bir İslam birliğini işaret etmektedir. Bu fikrin ise, İslamcılık ideolojisinin en temel amaçlarından olduğu zaten bilinmektedir. Öte yandan İdeolocya Örgüsü’nde ayrıntılarıyla betimlediği yönetim modelinin totaliter-şeriatçı bir devlet modeline tekabül ettiğini çıkarsamak zor değildir. Siyaseti insanların hayata atfettikleri anlamın bir uzantısı olarak değil, teknik bir irade mekanizması olarak gösteren anlayışların siyaseti dışladığı yerde otoriter bir bakışın cereyan ettiği söylendiğinde (Mert, 1998: 64), Necip Fazıl’ın tam da böylesi bir görüşün savunucusu olduğu tespit edilebilir. Nitekim söz konusu modelin büyük ölçüde Hitler Almanya’sı ile Mussolini İtalya’sından İslami ritüellere ve amaçlara uydurularak devşirildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Öte yandan bu projenin ne ölçüde sadece Necip Fazıl’ın kişisel görüşlerini yansıttığı tartışmalıdır (Koçak, 2002: 606). Kitabın derinliklerine inildiğinde örneğin komünizma, faşizma gibi isimlendirmelerle ayrı bir ideolojik dil yaratılmaya çalışıldığı görülmektedir. Ne var ki sözcüklerin bu şekilde revize edilmesi onları içerik bakımından pek de değiştirmemektedir. Kabuğa değil öze gösterilecek önemi her defasında vurgulayan Necip Fazıl bu hususta kabuğa itibar eder görünmektedir. Tüm bunlar göz önüne alındığında Necip Fazıl’ı bir ideolog olarak değil, bir ideoloji taşıyıcısı olarak tanımlamak, kavramlar arası mütekabiliyet ilişkisini kurmak açısından daha faydalı olacaktır. Zira yukarıda çizdiğimiz çerçeve esasında Necip Fazıl’ın eklektik İslamcılığının, ideolojiyi oluşturmaktan ziyade onu başkalarına yayma ve yeniden üretme misyonunu ağırlıkla üstlendiği söylenebilir. Ne var ki Necip Fazıl’ı bir ideoloji taşıyıcısı olarak tespit etmemiz halihazırda onun Türk siyasetinde tuttuğu önemi karşılamamaktadır. Diğer bir ifadeyle Necip Fazıl’ın savunduğu fikirlerin özgünlüğü ve İslami ideolojiye düşünsel katkısı netameliyken, özellikle İslamcı ve milliyetçi çevrelerde kazandığı prestijin, genel anlamda ise siyasi mazimizde saygın bir yer edinmiş olmasının nedenlerini sorgulamak gerekmektedir. Fikrimizce Necip Fazıl’ı sıradan bir fikir Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 81 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. taşıyıcısı olmaktan çıkararak onu milliyetçi-İslamcı cenahın deyim yerindeyse ikonu haline getiren etkenler üç noktada toplanmaktadır: Bunlardan ilki Necip Fazıl’ın hemen her kesim tarafından onaylanmış kalem gücüne ilişkindir. Şiirleri, hikâyeleri ve tiyatro oyunları bir yana, diğer alanlardaki eserlerinde görülen edebi üslup onun hem kolayca okunmasına, hem de kolayca benimsenmesine neden olmuştur. Anlatımında kavramlar arasında cömertçe kurduğu ikilikler, okuyucularının zihin dünyasına doğrudan hitap edebilmesini sağlamıştır. Öte yandan sözcükler arasındaki ses ilişkilerinden yararlanarak üslubuna kazandırdığı akıcılık ve ahenk, onun eserlerinde üstünden geçilemeyecek bir unsur olarak göze çarpmaktadır. Anlamca şiirin veya mısraın temasına uygun düşmeyen kelimeleri değiştirerek yalın ve som mısra yapısına doğru ilerleyen tarzını, temayı en çarpıcı şekilde ifade edecek, kuvvetli, plastik ve ekspresyonist tesirler bırakacak kelimeler seçme yolunda ilerletmiş, açıkkapalı hecelerin yarattığı ses armonisinden yararlanarak fonetik bir bütünlüğe ulaşmıştır (Akay, 1998: 83-84). Necip Fazıl’ın edebi kişiliği siyasi prestijine de böylece zemin hazırlamış, onu geniş kitlelerle buluşturmuştur. Necip Fazıl’ı Necip Fazıl yapan unsurlardan ikincisi ise, fikrimizce, onun aktif siyasal hayatla olan yakın ilişkisi ve eserlerinden her devrin durumuna uygun kıssaların çıkarılabilmesidir. Nitekim Necip Fazıl’ın DP döneminde A. Menderes’le, bir dönem Necmettin Erbakan ve Alparslan Türkeş’le, son döneminde ise Turgut Özal ile yakın temas halinde olduğu bilinmektedir. Ne var ki bu, Necip Fazıl’ın bir oportünist olduğu anlamına da gelmemektedir.20 İnandığı davaya hizmet edeceğini düşündüğü siyasi liderlerle her fırsatta yakınlaşmış ya da tersi durumda onlardan uzaklaşmıştır. Necip Fazıl’ın Milli Selamet Partisi ve Necmettin Erbakan ile ilişkisi buna tipik bir örnektir. Öte yandan Milli Türk Talebe Birliği ile olan yakın teması onu gençlerle buluşturmuş, böylece hitap ettiği kitleyi daha “aksiyoner bir mecraya” doğru genişletmiştir. Sağ siyasal partiler içinse Necip Fazıl ismini kullanmak İslamcılığın olmasa da dini temaların sahiplenildiği izlenimini özellikle seçmenler üzerinde hissettirmek, böylece oy tabanını genişletmek esasında bir ritüel haline gelmiştir. Bugün itibariyle Ak Parti’den, DP’ye ve MHP’ye pek çok sağ parti Necip Fazıl isminin yarattığı sempatiden beslenmektedir. Böylece Necip Fazıl ismi büyüyerek, her geçen gün daha fazla Necip Fazıllaşmaktadır. Necip Fazıl’ı sağ siyaset için önemli bir figür haline getiren son neden olarak sağ ve sol ideolojiler arasındaki çekişme görülebilir. Özellikle sol cephenin edip ikonu Nazım Hikmet’in anti-tezi olarak Necip Fazıl’ın görülmesi ona kimse tarafından kolay kolay doldurulamayacak bir konum bahşetmiştir. Nitekim iki şairin öz yaşam öyküleri arasında da benzerlikler vardır. Sözgelimi her iki şair de 82 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. bir dönem askeri okulda eğitim görmüş, her iki şair de savundukları fikirlerden dolayı yargılanmış ve/veya hüküm giymişlerdir. İki şairin sanatsal açıdan kıyaslanması bu çalışmanın hem konusu değildir, hem de gereksiz görülmektedir. Öte yandan böyle bir polemiği bizzat Necip Fazıl’ın kendisinin çağırdığı da iddia edilebilir. Zira Nazım Hikmet ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmelerde onun şiirini küçümsemekte, Nazım’ı ise kolaycılık ve “solun montajcı şairi” olmakla itham etmektedir (Kısakürek, 1998: 116-117). Ne var ki polemiğin başlatıcısı ya da genişleticisi kim olursa olsun Nazım ile Necip’in kıyaslanarak değişik perspektiflerden savunulmasının, her iki şairin de sanatçı kişiliklerinin ötesinde siyasal birer sembol haline gelmesine neden olduğu ifade edilebilir. Nihai aşamada genel bir ifadeyle İslamcılığın, özelde ise Necip Fazıl’ın kabul görmesinin arka planında, “toplumun dış cephesinde görülen hareketin, değişimin, gürültü ve patırtının aksine, onun gerisinde kökleri çok derinlere inen bir muhafazakârlık bulunması yatmaktadır (İnsel, 2003: 12). Dolayısıyla Necip Fazıl hakkında söylenecek son söz, onun Türk siyasetindeki yeri ve öneminin düşünsel özgünlükten ziyade, üslupsal farklılığından, edebi kişiliğinden ve siyasal atmosferin yarattığı iklimden beslendiği fikrine varmaktadır. Çalışmanın başlangıcında vurgulanan “üdeba geleneğinin” Türk siyasal hayatındaki önemli temsilcilerinden biri olarak Necip Fazıl bu itibarla özü ne olursa olsun, onu besleyen ideolojik ortam sayesinde, kanımızca, güçlü bir sembol olmaya devam edecektir. Sonuç Necip Fazıl Kısakürek bugün İslamcı ideolojinin en saygıdeğer kalemlerinden biri olarak görülmektedir. İlk gençlik yıllarında son derece bohem bir hayat süren Necip Fazıl’ın Ârvasi ile karşılaştıktan sonra kendini “iman ve aksiyon”a adamış bir şair, bir siyasetçi ve bir şeriatçı olarak dönüşüme uğratması, onun bir dava adamı olarak Türkiye siyasal hayatı içinde önemli bir sembol olarak yer edinmesini sağlayan taşları döşemiştir. Necip Fazıl’ın da içinde bulunduğu Türkiye İslamcılık akımının fikri arkaplanına bakıldığında burada özgün fikirlere rastlamak güçtür. Diğer bir ifadeyle eğer 1908 yılı söz konusu ideoloji için bir dönüm noktası olarak alınırsa aradan geçen yüz yıl içinde, İslamcılığın düşünsel anlamda atılımlar gerçekleştirdiğini söylemek zordur. Ne var ki bu fikri durgunluk, onun siyasal arenada elde edeceği başarıların önüne geçememiştir. İşte Necip Fazıl da hem fikri planda, hem de siyasal partilerle olan yakın diyalogu içinde gerçekleştirdiği çalışmalarla bu başarının mimarlarından biri olarak zikredilebilir. Necip Fazıl siyasal İslamcılığın bugün Türkiye’de geldiği mertebeyi kendi “ideolocyası” esasında değerlendirdiğinde, bu popülariteyi bir başarı olarak nitelendirmeyebilir. Ne Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. 83 Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. var ki tarih verilen emekleri aynı denklikle ödüllendiren bir adalet dağıtıcısı değil, kendi irademizle kurduğumuz geçmişi bugünden okuma çabamızdır. Bu nedenle Necip Fazıl bunu beğense de beğenmese de Türkiye sağının ortaklaşa sahiplendiği bir kişilik olarak sembolleşmiş, fikri eserlerinin olmasa bile sanatçı kişiliğinin ve konjonktürel siyasal dalgalanmaların sağ ideolojiye kan sağlayan yapısının etkisiyle, sağ cenahın ihtiyaç duyduğu anlam, gösterge ve sembol açığını kapatarak, “bir eksikliği” gidermiştir. Sonnotlar 1 Bu alt bölümde İslamcılıkla ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu şu eserdeki makalelerden derlenmiştir: Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-Milliyetçilik Cildi, Ed. Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul. Farklı eserler veya söz konusu derleme içinde özellikle alıntılanan fikirler ise, öngörülen referans sistemi ile belirtilmiştir. 2 Burada belirtmekte yarar var. Bilindiği üzere klasik ideoloji kuramının kurucusu Marx’tır ve bu kuram din eleştirisinden beslenmektedir. Marx ideoloji ile din arasında bir süreklilik varsaymakta bunun ise yanlış bilince tekabül ettiğini iddia etmektedir. Nur Betül Çelik, İdeolojinin Soykütüğü: Marx ve İdeoloji, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2005, s.28. Bu aşamada din ile ideoloji arasında bir sürekliliği konusunda böylesi bir yaklaşım varken, bir ideoloji olarak bir dinden ayrıca söz etmek, dinin ideolojik olmadığı durumların da olduğuna gönderme yapması bakımından ilgiye değerdir. 3 Siyasal İslam ekolleri arasındaki incelikler bu örneklerde atlanmıştır. Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta, 80’li-90’lı yıllara kadar İslami harekete mensup olanlardan hiçbirinin İslamcı vasfını kayıtsız şartsız kabul etmemesi, kendilerini Müslüman olarak adlandırmayı tercih etmesidir. İslamcılık bir isim olarak, hareketin dışındakiler tarafından bu fikir silsilesine verilmiş bir addır. Ancak konunun dağılmasını önlemek için bu tarz bir isimlendirme tartışmasına girilmemiş, genel kabul gören İslamcılık deyimi, söz konusu fikir akımını nitelemek için kullanılmıştır. Bu konudaki detaylı bir açıklama için bknz. Y Aktay, “Sunuş”, Modern Türkiye’de Siyasi DüşünceMilliyetçilik Cildi, Ed. Yasin Aktay, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.16. 4 Görülen Türkçülük davaları sonradan düşmüştür. Böylece Türkçülük davası devlet nezdinde temize çıkmıştır. 5 Aslında bu başlıkların Sebillüreşad gazetesinde işlenen konuların bir tekrarıdır. Dolayısıyla Osmanlı İslamcılığı ile Cumhuriyet İslamcılığını Kemalist rejime karşı muhalefet ettiği noktalar saklı kalmak koşuluyla ayrıştırmak zorlaşmaktadır. 6 Bu bölümde Büyük Doğu İdeali ile ilgili açıklamaların ve fikirlerin özü, Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü isimli eserinden derlenmiştir. Notlarda sadeleşme açısından, aksi belirtilmedikçe onun İslamcılığını tariflediğimiz dayanakların bu kitaba atıfla sunulduğu akılda tutulmalıdır. 84 Çoban F (2015). İslamcılığın Fikri Taşıyıcısı Olarak Türkiye Siyasi Hayatında Necip Fazıl. Mülkiye Dergisi, 39 (3), 59-87. 7 N. Fazıl Kısakürek, “Menderes’e Mektuplar 2”, http://www.t2174a.com/?p=2499, Son Erişim Tarihi: 29.12.204 8 Menderes’in Müslümanlığın icaplarını yerine getirecek reformları yapacağını vazeden bir konuşmasına cevaben Necip Fazıl, “… böyle bir söz karşısında en saf ve halis tarafından azat kabul etmez köleliğimizi kabul buyurunuz…” diye yazmıştır. N.F. Kısakürek, “Başbakana Hitap”, Büyük Doğu, S.48, 16 Şubat 1951. 9 N. F Kısakürek, “Necip Fazıl ve Siyasetçiler”, http://www.t2174a.com/?p=2499, Son Erişim Tarihi: 29.12.204 10 N F Kısakürek, “Süleyman Demirel, http://www.nfk.com.tr/demirel.htm, Son Erişim Tarihi 01.06.2015 11 N F Kısakürek, “Necmettin Erbakan ve Milli Selamet Partisi”, http://www.nfk.com.tr/ erbakan.htm, Son Erişim Tarihi 01.06.2015 12 N F Kısakürek, “Alparslan Tür

Kitap başlığı

Boyut

bağlantı

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara okumak içinde djvu

5.5 mb. İNDİR DJVU

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara indir içinde pdf

3.4 mb. İNDİR PDF

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara indir içinde odf

5.7 mb. İNDİR ODF

Türkiye'De İslamcılık Düşüncesi 1-İsmail Kara indir içinde epub

4.3 mb. İNDİR EPUB


.



TRAKYA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TARİH ANA BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE TÜRKÇÜLER VE İSLÂMCILIK SERHAT DEMİR TEZ DANIŞMANI Doç. Dr. Mehmet Kaan ÇALEN EDİRNE 2020 I ÖZET II. Meşrutiyet devri ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nde çok mühim bir yeri olan Türkçülük ve İslâmcılık akımlarını mukayeseli okumak ve Türkçülük ve İslâmcılık düşüncesinin temsilî isimleri olan Ziyâ Gökalp, M. Fuad Köprülü, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Babanzâde Ahmed Naim, M. Akif, Said Halim Paşa başta olmak üzere, devrin Türkçülerine ve İslâmcılarına ait yine temsilî metinleri hem yeniden ele almak hem de milliyetçilik, din, gelenek, modernizm bağlamında yeniden okumak bu çalışmanın omurgasını oluşturmaktadır. Anahtar Kelimeler: Türkçülük, İslâmcılık, Gelenek, Modern, II. Meşrutiyet, Din Tezin Adı: II. Meşrutiyet Döneminde Türkçüler ve İslâmcılık Hazırlayan: Serhat DEMİR II ABSTRACT To read comparatively Turkism and Islamism movements that have very important place in II. Constitutional Period and the young Republic of Turkey and particularly Ziya Gokalp, M. Fuad Koprulu, Yusuf Akcura, Ahmet Agaoglu, Babanzade Ahmet Naim, M. Akif, Sait Halim Pasha which the names of the representative of Islamism and Turkism thoughts, both tackling the representative texts of the Turkists and Islamist of the period and rereading in the context of nationalism, religion, tradiation and modernism constitute the backbone of this study. Keywords: Turkism, Islamism, Tradition, Modern, II. Constitutional, Religion Name of Project: Turkists and Islamism in the II. Constitutional Era Prepared by: Serhat DEMİR III ÖNSÖZ Osmanlı’nın son devrinde –bilhassa II. Meşrutiyet devri- büyük bir ivme kazanan Türkçülük düşüncesi, yeni kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’nde de ivmesini artırarak siyasî, sosyal, kültürel, iktisadî ilh. pek çok alanda etkisini göstermiştir. Türkçülüğün o gün bıraktığı izler bugün bile el’an yaşanmakta ve tartışılmaktadır. İslâmcılık ise yine meşrutiyet döneminde önemli bir düşünce akımı olmasına karşın genç Cumhuriyet’e Türkçülüğe nazaran zayıflayarak girmiştir. Bu meyanda, işleyeceğimiz konu yani Türkçüler ve İslâmcılık, sadece Son Osmanlı ve Genç Türkiye Cumhuriyeti devirlerine ışık tutmak ve günümüze kadar tartışılagelen bazı konulara da mütevazı bir katkı sağlamak niyetiyle kaleme alınmıştır. Örnek vermek icap ederse Genç Türk Devletinin çıkardığı ve uyguladığı Tevhid-i tedrisat Kanunu, Tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi tarihe damga vuran ve Türk siyâsî ve sosyal hayatında önemli yeri olan olayların yanı sıra, Türk-İslâm sentezi, Türk-İslâm ülküsü gibi düşünce ve aksiyon hareketlerinin kökeninden geldiği noktaya aldıkları halleri araştırmaktır. Bunun yanında din tasavvuru, din politikaları gibi Türklerin hayatında çok mühim bir yeri olan “din/İslâmın” Türkçülük ve İslâmcılık düşüncesine mensup olanlarca nasıl anlaşıldığı, bu konuda ne tür çalışmalar yapıldığı, bu çalışmaların gelenekle uyuştuğu yahut çatıştığı noktalar var mı? Varsa nelerdir? Türkçülük ve İslâmcılık düşüncesinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin dinî siyasetine söylediği ve söyleyeceği şeyler var mı? Bu düşüncelerin aralarındaki farklar nelerdir? Gibi sorulara cevaplar arayıp bu soruları mütavazı şekilde yanıtlamaya çalışmıştır. Bütün bunların yanında bu çalışmanın belki de merkezî konumdaki amacı, Türkçülerin İslâmcılıkla irtibatıdır. Türkçülük merkezli bir İslâmcılık olarak da tanımlanabilecek bu hal, Türkçülerin, millet, milliyet, milliyetçilik teorilerinde ve devletin toplum projelerinin hemen hepsinde muhakkak yeri olan din/İslâmın yansımalarının neler olduğunu anlatmaya çalışacaktır. Dile getirilen ve işaret edilen doneleri de kullanarak Türkçülerin din tasavvurunu ve Gökalp’ın tabiriyle Türkçülerin İslâmcılığını tartışmaya açmak, konuyu daha sıhhatli bir tartışma ortamına çekmeyi amaçlamaktadır. Bugünden geçmişe veya geçmişten bugüne her ne şekilde gidilirse gidilsin, Türk Milliyetçiliği içinde az veya çok İslâmcı doz gözlenmektedir iddiası pekala yapılabilir. Bahsi edilen bu ve buna benzer konuların ekserisi bu çalışmada IV konu edinmiştir. Buna rağmen, bu çalışmanın pek çok eksiği de bulunmaktadır. (Hatta, eksiği fazlasından daha fazla bulunmaktadır.) Bir misal vermek iktiza ederse, İslâm mecmuasından tam manasıyla yararlanamamak veya bu çalışmaya tam manasıyla yansıtamamak bu eksikliklerin başında gelmektedir… Yaklaşık 6 yıllık bir hazırlık evresi olan ve 1 yıllık yazma dönemi olan bu çalışmanın oluşmasında katkısı bulunan, bana hocalıktan daha ziyade ağabeylik yapan; fikirleriyle, yorumlarıyla ve dijital kütüphanesiyle beni sürekli destekleyen ve öğrencisi olmaktan gurur duyduğum tez hocam Mehmet Kaan Çalen’e, tez yazım sürecinde teknik bilgi ve desteğiyle bana birçok yardımı dokunan kardeşim Fatıma’ya okumam için hep destek olan, borç harç aldığım kitaplarıma, daracık evlerinde bir oda ayıran ve bir vakit olsun bana “of” bile demeyen Muhterem Validem ve Babam’a, varlığıyla mutlu olduğum ve beni her an motive eden nişanlım ve müstakbel eşim Edanur’a, Gaziantep’te sınıf öğretmenliği görevini icra eden ve fakat yüzlerce vakıf ve derneğin yapamadığını yapan; Türkiye’nin dört bir yanındaki gençleri hediye ettiği kitap, dergi ve hediyelerle okuma ve yazmaya teşvik eden; benim de okuma ve yazma serüvenimde büyük katkısı olan Oğuzhan Saygılı’ya ve üzerimde emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. Serhat Demir Çorlu-2020 V İÇİNDEKİLER ÖZET .................................................................................................................................... I ABSTRACT ........................................................................................................................... II ÖNSÖZ ............................................................................................................................... III KISALTMALAR .................................................................................................................... VI GİRİŞ................................................................................................................................... 1 Tarihî Tecrübe veya Gelenek ........................................................................................... 3 1.MİLLİYETÇİLİK................................................................................................................... 6 1.1. Türkçülük................................................................................................................. 8 1.1.1. Türkçülerde Milliyetçilik Anlayışı...........................................................................12 1.2. İslâmcılık.................................................................................................................23 1.2.1. İslâmcılığın Kökenleri ve Etkileri ............................................................................26 II. BÖLÜM...........................................................................................................................31 2. TÜRKÇÜLÜK VE DİN....................................................................................................31 2.1. Türk Milliyetçiliğinde Din Yahut Türkçülerin Din Algısı .........................................31 2.1.Ziya Gökalp...............................................................................................................34 2.1.1.Yeni Hayatı Oluşturan Kavramlar........................................................................41 2.2.Yusuf Akçura ............................................................................................................48 2.3.Ağaoğlu Ahmed........................................................................................................53 2.4.Fuad Köprülü............................................................................................................59 III. BÖLÜM..........................................................................................................................66 3. AYRIŞAN VE BENZEŞEN YÖNLERİYLE TÜRKÇÜLÜK VE İSLÂMCILIK.....................................66 3.1. Şiir, Milliyetçilik, İslâmcılık: Ahmed Muhiddin ve Döneme Dair Tespitleri.............66 3.2. Türkçüler ve İslâmcılar Arasında “Dava-yı Kavmiyet” Tartışmaları........................70 3.3. Türkçülük ve İslâmcılığın Dinî Fikirlerinin Kaynağı: Cemaleddin Efganî .................83 3.4. İslâmlaşmak........................................................................................................90 SONUÇ YERİNE YAHUT II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE TÜRK MÜSLÜMANLIĞINI ARAMAK ....99 KAYNAKÇA/BİBLİYOGRAFYA .............................................................................................103 İNDEKS.............................................................................................................................111 VI KISALTMALAR C. :Cilt S. :Sayı Y. :Yıl B. :Baskı s. :Sayfa A.g.e. :Adı Geçen Eser A.g.m. :Adı Geçen Makale Çev. :Çeviren Haz. :Hazırlayan Bkz. :Bakınız V.b. :Ve Benzeri 1 GİRİŞ Tarih; şahıs, toplum ve devletin sıklıkla başvurduğu bir alan olma özelliği taşımaktadır. Tarihin sürekli olarak aktüel olmasının belli başlı noktalarının mevcut olduğu söylenebilir. Bu çalışmanın konusu çerçevesine, birey ya da toplumun hafızasını şekillendirmek, birtakım “şeyleri” meşru hale getirmek mevzuları sığdırılabilir. Bu meyanda, Türkiye’de son dönemde siyâset, eğitim ve günlük hayatın hemen her katmanına kadar tarihten getirilen argümanların kullanıldığı gözlenmektedir. Bilhassa yakın tarihin –son 150 yıl- hemen her konusu gündem olabilmektedir. Türkçülük, İslâmcılık, Milliyetçilik, Din, Gelenek, Modernleşme ve daha da çoğaltılabilecek yakın tarihin bir yığın konusu –bahsedildiği üzeregüncel(lenen) konu başlıklarından bazılarıdır. Fakat yakın tarihe ait bu konuların gündeme getirilişinde bazı temel donelerin eksik olduğu gözlenmektedir. Gündeme getirilen yakın tarihe –hatta bütün tarihî dönemler- ait konuların kahir ekseriyeti ilmî hassasiyet ve akademik titizlikten uzaktır denebilir. İlmî hassasiyet ve akademik titizlik, yerini günlük siyâsetin kotarılması ve kamuoyuna mal edilmeye çalışılan bazı fikirlerin meşrulaştırılması mevzusuna bırakır gözükmektedir. Buna ideolojik bakış açısıyla oluşturulan tarih algısı da eklenebilir.1 Bütün bunların yekûnu ise ideolojik, yanlı, anakronik, vigist, popüler ve sığ kelimelerinde toplanabilecek bir tarih algısıdır. Bu durum karşısında ilmî ve akademik olarak diğer tüm konular gibi yakın tarihin mezkur konuları da az olmakla birlikte yine de bazı gelişmeler göstererek ilerlemektedir tespiti yapılabilir. Bahsi edilen bu durumun, fertleri ve toplumu algı sapmalarına götüreceği ve uzlaştırmaktan ziyade uzaklaştıracağı da pekala öne sürülebilir. Buraya kadar işaret edilen durumlardan hareketle, bu çalışmanın amacı, bütün bunların, yani yukarıda anlatılan olumsuz hallerin dışında, yakın tarihin mezkûr konularını anlamaya ve anlamlandırmaya yönelik bir gayrettir. Bu çalışmada bahsi 1 Sosyal Bilimcilerin ve özellikle tarihçilerin bir kısmının da bahsi edilen halden uzak kalamadığı gözlenmektedir. 2 edilecek olan bazı hususlara ait sorular hülâsaten şöyledir: Zaman zaman şiddeti artan ve azalan fakat yaklaşık bir asırdır aktüalitesini kaybetmeyen, Türk Modernleşmesinin bir neticesi olan Türkçülük ve İslâmcılık nedir? Türkçülük ve İslâmcılığın birbirinden ayrışan ve benzeşen yönleri var mıdır, varsa nelerdir? Gelenek nedir? Bu iki modern cereyânın gelenekle olan bağlantısı nedir ve nereye kadardır? Bu iki cereyânın, millet, milliyet, milliyetçilik ve din algıları nelerdir? İslâmcılıktan ziyâde, Türkçülük merkezli okumaların ağır bastığı bu çalışma, Türkçülüğün İslâmcılığı ve Türkçülüğün din/İslâm algısının ne olduğunun cevabını aramaktadır. Bu sorular hem geçmişi hem de bugünü anlamada ve anlamlandırmada kilit noktadadırlar denebilir. Bu çalışma, ana kaynaklardan ve araştırma eserlerden –çapraz okumalar eşliğinde- ziyadesiyle faydalanmaya çalışmıştır. Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Fuad Köprülü, Mehmed Akif, Said Halim Paşa, Babanzade Ahmed Naim gibi II. Meşrutiyet devrinde yaşamış kişilerin kaleme aldıkları ana kaynak eserler ve Şerif Mardin, Niyazi Berkes, İsmail Kara, Kemal Karpat, M. Kaan Çalen gibi daha da çoğaltılabilecek akademisyen ve araştırmacıların eserleri bu nevidendir. Düşünce tarihi alanında ekseriyetle, felsefe, sosyoloji, ilahiyat gibi disiplinler boy göstermektedir. Tarih disiplinine mensup kişiler de son dönemde bu alana – düşünce tarihine- yöneliş göstermeye başlamışlardır. Bu çalışma da, bir tarih öğrencisinin düşünce tarihi alanında yaptığı bir çalışma olmasının yanında, sıklıkla tartışılıp bir türlü neticeye bağlanmayan meseleleri ele almaktadır. Türkçülerin din/İslâm’la olan irtibatları, İslâmcıların Türklük ve milliyetçilikle olan irtibatları ve yukarıda da sorulan sorularla birlikte halen bir neticeye bağlanamamış gözükmektedir. Belli bir metot dahilinde doğru sorular sorarak bu sorulara cevap aramak bu çalışmanın merkezî yapısını oluşturmaktadır. Üç bölümden oluşan bu çalışmaya geçmeden evvel, konuyla kâh doğrudan kâh dolaylı olarak ilgili bazı mevzuları burada anlatmak icap edecektir. 3 Tarihî Tecrübe veya Gelenek Gelenek kavramı, hem kadîm olanı hem yeni olanı; hem iç içe geçmişliği hem de modernleşme içinde üretilen şeylerin devamlılığının sağlanması gibi pek çok noktaya temas eder. Geleneğin yeniden üretilmesi veya icâdı dikkat çeken bir yöndür. Hobsbawm’ın deyimiyle “eski gibi görünen ya da eski olma iddiasındaki ‘gelenek’lerin kökenleri sıklıkla oldukça yakın geçmişe dayanır.”2 Bunun devamında Hobsbawm şöyle der: “İcat edilmiş gelenek, alenen ya da zımnen kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir özellik sergileyen, geçmişle doğal bir süreklilik anıştırır şekilde tekrarlara dayanarak belli değerler ve davranış normlarını aşılamaya çalışan bir pratikler kümesi anlamında düşünülmelidir. Aslında, mümkün olan her yerde bu pratikler, hemen kendilerine uygun düşen bir tarihsel geçmişle süreklilik oluşturmaya girişirler.”3 Bu hususta Cemal Kafadar’ın söyledikleri de, Hobsbawm’ın söyledikleriyle paraleldir: “Oysa tarih, bir şey gösterirse eğer, her düzenin, her sömürü biçiminin, her kurumun, her kavramın, her hiyerarşinin, her karşı çıkış imkânının ve söylemin, insanlar eliyle başka başka biçimlerde inşâ edildiğini, usul usul da olsa tekrar tekrar dönüştürüldüğünü, yapılıp bozulduğunu gösterir.”4 Modernliğin karşıtı olarak nitelenebilecek ve fakat -görülebildiği kadarıylakimi zaman modernle iç içe geçmiş, hatta içerisinde bulunan öğelerle modernliği sahiden meşrulaştıracak veya meşru hale getirme potensiyeli taşıyan birçok şeye malik olan geleneğin esnek olması ve kaygan bir zemine sahip olması sebebiyle istenilen 2 Bkz: Eric J. Hobsbawm, Terence Ranger, Geleneğin İcadı, Çev: Mehmet Murat Şahin, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006, s.1. 3 Eric J. Hobsbawm, Terence Ranger, a.g.e, s.2. 4 Cemal Kafadar, Kim var imiş biz burada yoğ iken, Metis Yayınları, İstanbul, 2009, s.17. 4 yönlere çekilebileceği görülür. Yani gelenek, geçmişte oluşturulan zihniyet ve tecrübelerle tarihîdir/ tarihî tecrübedir. Yeniden yorumlanması/ icat edilmesi ve istenilen tarafa sevk edilmesi itibariyle moderndir. Modern Türk düşüncesinin metodunun da bu mantıkla işlediği görülür.5 Modern Türk düşüncesi, hadiseleri kendi tecrübelerinden hareketle okumak ve uygulamak yerine, kendi tecrübesi dışındaki bir başka göz ve tecrübeyle okumak ve uygulamak usulüyle hareket eder. Ahmet Çiğdem, Türkler gibi köklü geleneklere sahip olan milletlerin Batılılaşma serüvenlerine yönelik şunları söyler: “Türkiye, Rusya, İran ve Japonya başka bir medeniyeti ‘tercüme edebilecek’ bir tarihin sahipleridir ve bu nedenle Batılılaşmayı kendi varoluşlarını takviye edebilecek bir ‘vasıta’ olarak değerlendirmelerini hep meşru saymışlardır. Bu meşruiyetin sağladığı, Batılı, Avrupalı, Fransız ya da İngiliz –gibi- olmayı isterken, kendisini her ne olarak kuruyorsa, o olarak kalmayı vaat eden bir başkalık talebidir… Başka bir ortaklık, geleneğin ve millî kimliklerin üretilmesinde Batılılaşmanın kurucu rolüdür. Türkiye, İran, Rusya, ve Japon toplumları, Batılılaştıkça kendilerini ve kendilerini ifade eden geleneklerini üretmişlerdir. Batıcılık, karşıtlık ya da uzlaşma olarak gelenekçiliğin anlaşılmasında bu nedenle vazgeçilmez bir kavram olmak durumundadır.’’ 6 5 Bu çalışmanın kapsamını aşacağından dolayı sadece kısaca değinilen modernlik ve Türk Modernleşmesi’nin farklı yönlerini ele alan şu eserlere bakılabilir: Ahmet Hamdi Tanpınar, 19.Yüzyıl Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul, 2016, s.55-86. Bernard Lewis, Modern Türkiyenin Doğuşu, Ankara, 2017. Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma, Haz: Ahmet Kuyaş, İstanbul, 2016. İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, İletişim Yayınları İstanbul, 2017. Kemal H. Karpat, İslâmın Siyasallaşması, çev: Şiar Yalçın, Timaş Yayınları, İstanbul, 2017. Kemal H. Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Etnik Yapılanma ve Göçler, çev: Bahar Tırnakçı, İstanbul, 2017. Kemal H. Karpat, Osmanlıdan Günümüze Elitler ve Din,Timaş Yayınları, çev: Bahar Tırnakçı, İstanbul, 2014. Lewis ve Berkes gibi isimlerin, eserlerini Kemalist ideolojinin etkisiyle oluşturduğunu dile getiren ve tezlerinin bir çoğunun mealen çürüdüğünü dile getiren şu eser için bkz: Zürcher, Erik Jan, Savaş, Devrim ve Uluslaşma- Türkiye Tarihinde Geçiş Dönemi (1908-1928), İstanbul Bilgi Yayınevi, İstanbul, 2005. 6 Ahmet Çiğdem, ‘’Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon’’, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, – Modernleşme ve Batıcılık, C.3, İstanbul, 2008, s. 69. 5 Anlatılmaya çalışılan yahut gelenekten murad edilen şeyler, modern zamanlarda farklı hallere bürünür. Geleneğin çevresi daralır ve dolayısıyla etki alanı kısıtlanır. Gelenek denilen şey(ler) romantik-idealist olarak kullanılmakla beraber genel olarak aktüel ve reel olana pek yansımaz. “Geleneksizleşme” başlığı altında Göle’nin serdettiği şu tespitleri kayda değerdir: “Batı-dışı toplumlarda gelenek ve modernlik arasında özel bir kopukluktan, süreksizlikten söz etmek mümkündür. Geleneksel toplum klişesinin aksine, bu toplumların geleneksizleştirildikleri söylenebilir. Gönüllü otoriter modernizasyon projelerinin (Türkiye, Çin) etkili olduğu durumlarda geçmişten ve gelenekten kopuş, sömürgeci modernizasyondan (Hindistan) daha radikal olmaktadır… Türkiye ve Çin gibi ülkelerde ise, geçmişin radikal biçimde reddi, ’yenilikçilik’ ideolojinin, ‘yeni hayat’ arayışlarının temelini oluşturmuştur.” 7 7Nilüfer Göle, ‘’Batı Dışı Modernlik: Kavram Üzerine’’, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, – Modernleşme ve Batıcılık, C.3, İstanbul, 2008, s. 65. Vurgular bize aittir. Batı dışı modernlik anlatılarının ve bir takım sorunlar yumağının özel hallerini sunan şu eserler de dikkat çekicidir: Ranajit Guha, Dünya-Tarihinin Sınırında Tarih, Çev. Erkal Ünal, İstanbul, 2016. Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç, Çev: Haldun Bayrı, İstanbul, 2018. 6 I.BÖLÜM 1.MİLLİYETÇİLİK Modern devirlerin en büyük hadiselerinden biri olan ve aktüalitesini hemen hemen hiç kaybetmeyen milliyetçilik, “ideolojik, sosyo-politik ve sembolik yönleri bulunan ve bu üç unsura göre farklı biçimlerde tanımlanabilen bir olgudur. O, her şeyden önce insanlığın tarihî açıdan milletlere bölündüğünü ileri süren ve bu milletlerin nasıl tanımlanması gerektiğini ele alan soyut bir ideolojidir. Merkezine “milletin” yerleştiği ve milleti savunan milliyetçiliğin üç ana amacının olduğu söylenebilir: Millî birlik, bağımsızlık ve kimlik. 8 Milliyetçilik “kendinden önceki kutsallarının seküler bir mega anlatıyla yeniden inşasından ibarettir. Daha doğrusu, literatüre de yansıdığı ve konu üzerine düşünen bir kısım yazarların da yaptığı gibi, “milliyetçilik Anderson ve Bauman’a göre zaman zaman bir tahayyül, Smith ve Hobsbawm’a göre zaman zaman bir yeniden keşif veya bir icat, Gellner’e göre zaman zaman bir inşâ sürecinin ve Jaffrole ve Özkırımlı’ya göre hepsinin bir ürünü, uzantısı olarak teorize edilebilir.” 9 Tarihî, coğrafî, iktisâdî, dinî, kavmî pek çok farklı yahut iç içe geçmiş âmili hâiz olan milliyetçiliğin farklı türevlerinin/kuramlarının olduğu görülür.10 Türkiye’de geçmişten bugüne milliyetçilik denince genel olarak akla ilk gelen belirli bir zümredir. Fakat yukarıda da sunulmaya çalışıldığı üzere, daha ayrıntılı bakılınca milliyetçiliğin farklı tanımlarının ve buna bağlı olarak farklı türevlerinin 8 Yahya Kemal Taştan, "Millî Veli Yaratmak: Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar Üzerine Farklı Bir Okuma Denemesi," Ege Üniversitesi Türk Dünyası İncelemeleri Dergisi, Sayı.16, ss.33-73, 2016, s.34. 9 B. Akgün-Şaban H. Çalış, “Türk Milliyetçiliğinin Terkibinde İslâmcı Doz’’, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce –Milliyetçilik, C. 4, İstanbul, 2008, s.584. İsimleri geçen milliyetçilik teorisyeni ve araştırmacıların alıntılarına dair künyelerini, bu dipnottaki makalenin kaynakçasından ulaşmak mümkündür. 10 Milliyetçilik kuramları ve tartışmaları ile alakalı geniş bilgi için bkz: Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları, Doğu Batı Yayınları: İstanbul, 2019, s.20. 7 olduğu görülür. Dolayısıyla milliyetçilik, yaygın bir kanı olarak sadece belli bir zümreyi tanıtmak kabilinden kullanılan dar bir kavram yahut vakıa değil, hemen bütün zümre/akımları tanımlayabilecek bir “hamûle”dir. Üst ve alt kimlik oluşturmaya çalışan her türlü akımın milliyetçilik dairesine alınması yanlış olmasa gerektir. Kökenleri 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar götürülebilecek olan ve II. Meşrutiyet devrinin etkili akımlarından Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük üst kimlik yaratma çabalarının ve milliyetçiliğin bir ürünüdür. Bu üç akımın iç içe geçmişliğinin yanında birbirlerinden ayrılan pek çok yönünün olduğu da bir hakikattir. Osmanlıcılık akımının, olayların sevkiyle gündemden düşmesi Türkçülük ve İslâmcılık hareketlerinin ivme kazanmasına yol açar. Her iki akım da üst kimlik oluşturmak için yoğun mesai harcar. Türkçülük akımı, Türklük merkezli bir milliyetçiliği ön plana çıkarırken İslâmcılık ise din/İslâm merkezli bir milliyetçiliği ön plana çıkarır. Fakat İslâmcılığa ait pek çok konu tartışılırken onun milliyetçilik boyutu pek gündeme getirilmemiştir. “Nitekim İslam’ın, Osmanlı İmparatorluğu’nun oldukça ücrâ bölgelerinde bir çeşit sosyal kimlik ve bir çeşit dayanışma meydana getirmede geniş bir etkisi olduğu görülmüştü. Fakat bugün bile, İslâmî rabıtanın bir proto-milliyetçilik biçim olarak doğası anlaşılamamıştır.”11 Somutlaştırılacak olursa, Türkçülük cereyânı nasıl milliyetçi bir akımsa, İslâmcılık cereyanının da milliyetçi akımlar dairesine girecek kadar mebzul miktarda verisi mevcuttur. Milletin kimliğini oluşturmada -yukarıda belirtildiği üzere- birbirine benzer metotlar kullanan Türk milliyetçiliği (Türkçülük) ve İslâm milliyetçiliği (İslâmcılık), burada anlatılan konu itibariyle Türkiye’deki milliyetçiliğin iki merkez koludur denebilir. 11 Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyâset, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998, s.55-56. 8 1.1. Türkçülük “II. Meşrutiyet döneminin önemli fikir ve ideolojilerinden birisi -hatta bazı siyâset bilimcilere göre en önemlisi- Türkçülüktür. Osmanlı İmparatorluğu’nda, özellikle II. Meşrutiyet sonrasında gelişen Türk milliyetçiliği konusundaki düşünce akımına Türkçülük denilmektedir.”12 Türkçülüğün ne zaman ortaya çıktığını ve ne olduğunu açıklamaya çalışan Türkçülüğün iki büyük “babası” yahut ideoloğu Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın yanı sıra, Ağaoğlu Ahmed ve Köprülüzâde M. Fuad gibi isimler Türkçülüğün ilkin lisan çalışmalarıyla ortaya çıktığı konusunda -bazı değişik nüanslarla- ittifak etmiş gibidirler.13 Akçura’ya göre Türkçülüğün, lisan, târih, terbiye ve siyâset cepheleri vardır.14 Gökalp’a göre Türkçülük üç umdeden doğmuştur. Bunlar “ilimcilik, sanatçılık ve ahlakçılıktır.”15 Akçura, Türkçülüğü ve Türkçüleri Osmanlı coğrafyası ve Osmanlı coğrafyası dışındaki Türkçülük olarak iki kısımda inceler. Osmanlı coğrafyasındaki -Garp Türklerindeki- Türkçülüğü de üç devreye ayırır. Osmanlı Türkleri arasındaki Türkçülük devresini 1865-1870 tarihlerine raptederek ilk mümessillerini çeşitli başlıklar altında şu şekilde sıralar: Şinasi için “lisan ve edebiyat sahasında Türkçülüğü ilk sezmiş bir Osmanlı Türkü” derken Ziya Paşa için “lisan ve edebiyat Türkçülüğü Şinasi’den daha sarihtir” der. Ahmet Vefik Paşa’dan da “bazılarına göre, Osmanlı Türklerinin ilk Türkçüsüdür,” diye bahseder. Tanzimat döneminin bu meşhur isimlerini lisân ve edebiyatta ilk Türkçüler olarak dile getiren Akçura, Leh asıllı Mustafa Celaleddin Paşa’yı, “Filolocya ve Tarihte Türkçülük” başlığı altında değerlendirir. Garp Türklerinde Türkçülüğün ikinci devresini 1876- 12 Mustafa Gündüz, II. Meşrutiyet’in Klasik Paradigmaları İçtihad, Sebilü’r-Reşad ve Türk Yurdu’nda Toplumsal Tezler, Lotus Yayınevi, Ankara, 2007, s.29. 13 Ziya Gökalp, “Türkçülük Nasıl Doğdu?”, Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, Haz: M. Kaan Çalen-Haluk Kayıcı, Bilgeoğuz Yay. İstanbul, 2014, s.143-149. Not: Aynı kitap içinde başka bir Gökalp makalesi için bkz: Gökalp, “Türkçülüğün Tarihi’’, ss.135-142; Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, Haz: Erol Kılınç, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2016, s.31. Not: Bu değişik nüans Gökalp’ın lisanın yanına tarih, Akçura’nın ise edebiyat çalışmalarını eklemesidir. 14 Yusuf Akçura, a.g.e, s.61. Gös. Yer. 15 Ziya Gökalp, “Türkçülük Nasıl Doğdu?”, a.g.e, s.143. 9 1880 senelerine tekabül ettiren Akçura, 16 lisanî ve terbiyevî sahada Süleyman Paşa; lisan, halkiyât ve amelî siyâset sahalarında Özbekler Şeyhi Süleyman Efendi; milliyet hakkındaki düşüncesi tekâmül ede ede nihâyet Türkçülüğe vâsıl olan, ‘Hâce-i evvel’ pedegocya, lisan, târih ilâhiyat ve siyâsiyât sahalarında tamamen Türkçü olan Rumelili Ahmed Midhat Efendi ve hiç değilse lisanî ve siyâsî cihetlerden Türkçülük ve ‘bütün Türkçülükle alakalı bazı nazarları olan Ahmed Cevdet Paşa’yı ikinci devre Türkçülüğün mümessilleri olarak niteler. 1897-1908 tarihleri arasındaki Türkçülüğün üçüncü devresinin mümessilleri, “Şemseddin Sâmi Beğ, Necib Âsım Beğ, Veled Çelebi Efendi, Bursalı Tahir Beğ, Raif Paşa-zâde Mehmed Fuad Beğ, Ahmed Hikmet Beğ, şair Emin Beğ, Tunalı Hilmi Beğ, İkdam sâhibi Ahmed Cevdet Beğ, Emrullah Efendi ve Necib Beğ”dir. Akçura bu bahsin devamını, Türkçülüğün siyâsîleşmesi ve kurumlaşması başlıkları altında değerlendirir. Tunalı Hilmi Beğ, Hüseyinzâde Ali Beğ ve kendisini “Siyâsî Türkçülük” başlığı altına koyarken Türk Derneği, Türk Yurdu, Türk Ocağı, Genç Kalemler adlı dergi ve kuruluşları Türkçülüğün kurumlaşma evresi başlığı altında toplar. Yine bu başlık altında Hamdullah Subhi ve Ziya Gökalp’a da değinir. Akçura daha çok Ziyâ Gökalp’ın ön ayak olmasıyla çıkan bazı neşriyatı buraya almaz. Yeni Hayat, Millî Tetebbûlar Mecmûası, İslâm Mecmûası ve İktisadiyat Mecmûası gibi ilmî Türkçülüğün yapıldığı, Türkçülerin farklı disiplinlerde çıkardıkları mecmuaları da ilave olarak zikretmek gerekir. Ziyâ Gökalp farklı makalelerinde bazı farklı yollarla Akçura’nın zikrettiği pek çok isme ve tarihlere işaret eder. Gökalp’a göre Türkçülüğün memleketimizde zuhurundan evvel Avrupa’da Türklüğe dair iki hareket vücuda gelmiştir. Bunlardan ilki “Turquerie” denilen “Türkperestlik”tir.17 İkinci hareket ise Rusya, Almanya, Macaristan, Danimarka, Fransa ve İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde zuhur eden Türkiyât (Türkoloji)’tır. 16 Türkçülüğün ne zaman doğduğuna dair yapılan bir dönemleştirme çalışmasının yer aldığı şu esere bakılabilir: Mehmet Kaan Çalen, Osmanlıcılık ve İslâmcılık Karşısında Türkçülük, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2017, s.17-24. 17 Ziya Gökalp, “Türkçülüğün…”, (Gökalp “Turquerie” akımını Türkiye’de yapılan ipekli ve yün dokumalar, halılar, kilimler, çiniler, demirci ve marangoz işleri, teclidler, tezhiblerin vs. Türk sanat eserlerinin Avrupa’da dikkat celbettiğini kaydeder. Gökalp’ın bahsettiği Türkperestlik akımının bilhassa Fransa’da büyük ilgiyle karşılandığını farklı eserler kaydederler.) 10 Şark Türklüğü, Dış Türkler gibi kavramlaştırmalar yapılan Tatar, Kafkas, Azerbaycan ve Türkistan coğrafyalarındaki millî intibah veya Türkçülük hareketi konusunda da Akçura, Gökalp ve Ağaoğlu hemen hemen aynı isim, olay ve coğrafyalara temas ederler. Hasan Beğ Zerdâbî ve Ekinci, Gaspıralı İsmail Bey ve Tercüman gazetesi, Ünsî-Zâdeler Matbu’âtı, Şehabeddin Mercânî, Ahund-zâde Mirzâ Feth-Ali,18 Rızaeddin Bin Fahreddin, Cemaleddin Afganî19 gibi daha da ilâve edilebilecek şahsiyetlere ve bunların çalışmalarına yer verirler. Özetlenecek olursa Türkçülük, lisandan tarihe, edebiyattan sosyolojiye, dinden felsefeye kadar genişleyen yönleriyle, entelektüel/ilmî alanda filizlenmeye başlayıp zaman içinde kendini siyâsî boyutta da gösteren bir cereyandır. Modern bir akım olan Türkçülük, genel tabirle farklı cepheleri olan, gelenekle arasına mesafe koyan, tarihten gelen birtakım şeyleri eksilten/törpüleyen, yaşanılan ân ve istikbâl için yeni şeyler “ithâl ve inşâ” eden, -iddia edildiği üzere- şuurlu bir Türklük siyâsetidir. Modern bir cereyan olan Türkçülük, yukarıda da bahsedildiği üzere ilkin entelektüel uğraşılarla ortaya çıkar. Süreç içerisinde teşkilatlanarak ve farklı kollara nüfuz ederek siyâsîleşir ve II. Meşrutiyet ve Genç Cumhuriyet devrinde ana ideolojik cereyan olarak güçlü bir şekilde yoluna devam eder. Bahsi geçen bu şuurlu Türklük siyâseti gün geçtikçe etki sahasını ve nüfuzunu artırarak farklı hallere evrilir. Türkçülüğün siyâsileşmesinin ön hazırlıkları, yüzyılın ilk çeyreğinde başlar. Tanzimat’la başlayan süreç Yeni Osmanlılar ve Jön Türklerin faaliyetleriyle devam eder. 1902 yılında gerçekleşen Hürriyetperveran Kongresi’nin ardından Şûrâ-yı Ümmet (Ahmet Rıza taraftarları tarafından kurulan koalisyonu tarafından basılmaktaydı), giderek Türkçü bir çizgiye evrilmekteydi. Siyâsi Türkçülüğün ilk ve en önemli ürünleri, Mısır Jön Türkleri tarafından ortaya konulmuştu. Süleyman Vahid ve Tarsusîzâde Münif tarafından basılan Anadolu dergisi Türkçülüğün ilk yazılı 18 Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, s. 88, 89,90,92,107,55. 19 Yusuf Akçura, “Türklük’’, Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, s.157; Ziya Gökalp, “Türkçülük Nasıl Doğdu? Yeni Mecmua, Haz.: Salim Conoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018, s.318. Not: Bu makalede Gökalp Mısırlı Muhammed Abduh’u da Cemaleddin Afganî vesilesiyle anar. Ayrıca Türkçülüğün Tarihi’nde Yusuf Akçura da Afganî’ye bir bölüm ayırarak perestişle yâd eder. Bununla alakalı bkz: Yusuf Akçura, a.g.e., s.81-86. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi almak için şu eserin ilgili sayfalarına bakılabilir: Jacop M. Landua, Pantürkizm, Çev: Mesut Akın, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1999, s.20,21-48-66. 11 kaynaklarındandır. Siyâsi Türkçülük ideolojisini tanıtmak maksadıyla çıkarılan ilk gazetenin ismi Türk adını taşıyordu. Hanioğlu bu dergi ile alakalı şu bilgileri vermektedir: “Şerefeddin Mağmûmî, Necmeddin Ârif, Celâleddin Ârif, Ali Kemal ve Esad beyler tarafından 5 Kasım 1903 tarihinde yayımlanmaya başlanan derginin ilk sayısındaki ‘Türk’ makalesi mecmuanın ‘Türkler’in muhâfaza-i hukūku, tehzîb-i ezhânı, tenşît-i efkârı için te’sis olunduğu’nu belirttikten sonra Türkler’in Macarlar gibi kavimlerle akrabalığını ve diğer Doğu kavimlerine üstünlüğünü vurguluyordu. Dergiye gelen çok sayıda mektup, Türk’ün yayımının Rus müslümanları arasında da ilgiyle karşılandığını ortaya koymaktadır. Yazarlarının Oğuz, Özbek, Tuğrul, Turgut, Kuneralp, Uluğ gibi takma adlar kullandığı dergide diğer Osmanlı anâsırı için kaleme alınan açık mektuplarda Türkler’in ırkî üstünlüklerini belirten ifadelere yer verildi… Derginin siyasî Türkçü tezleri ve bilhassa İslâmiyet’in Türkler’in gerilemesine yol açtığı anlamı çıkarılabilecek yorumlar, 1905 yılı Kasım ayında İslâmiyet ile Türkçülüğün sentezini yapmaya çalışan bir grubun dergiyi daha radikal Türkçülüğü benimseyen milliyetçilerden tasfiyesiyle sonuçlandı. Ancak Hüseyin Âlî Bey liderliğindeki yeni idareciler 1906 yılının Haziranında dergiyi yeniden eski neşir heyetine bırakmak zorunda kaldı. Dergi 1907 Kasımında kapanıncaya kadar siyasî Türkçülüğün gelişmesine büyük katkı sağladı.”20 Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocakları21 gibi kurumların yanı sıra, Genç Kalemler Dergisi ve mezkûr kurumlardaki Türkçülerin -ilerleyen sayfalarda görüleceği üzere- devlet ve toplum için yaptıkları tekliflerin yanı sıra, kâh ferdî kâh 20 Şükrü Hanioğlu, “Türkçülük”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (DİA), C.41, İstanbul, 2012, s.551-554. 21 Türk Derneği, Türk Ocakları gibi kurumlar hakkında geniş bilgi alabilmek için bkz: Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları (1912-1931), İletişim Yayınları, İstanbul, 2017. İlgili sayfalar için: s.5-41, 51-110. 12 toplu olarak İttihat ve Terakkî Cemiyeti’yle olan ilişkileri de bu siyasileşmenin ilerleyen safhalarındaki diğer yüzüdür. 1.1.1. Türkçülerde Milliyetçilik Anlayışı II. Meşrutiyet devri tartışmalarının en önemli ve en çok tartışılan konularından, son bir asır zarfında “gına getirecek kadar tekrarlanmış gibi görünen”22 mevzularından biri de milliyetçiliktir. Milliyetçilik tartışmaları bilhassa “milliyetçilik nedir?” sorusuyla başlar. Bu soruya cevap arayan hemen herkes, milliyetçilik içinde birbiriyle bağlantılı sorular sorarak cevap verirler. “Milliyet, milliyetçilik, millet, milletçilik, halk, halkçılık başlıkları altında bunları oluşturan etmenler nelerdir?” gibi sorulara verilen cevaplarla devam eder ve netice itibariyle mikrodan makroya bir tanımlamalar zinciri ortaya çıkar. Türkçülerin milliyetçilik tanımlamaları muhteva bakımından benzerlikler ve farklılıklar gösterdiğinden yekparelik arz etmez. Yusuf Akçura bu mevzûyu -Alman ekolünden hareketle- lisan ve ırkla açıklar.23 Bunu Akçura’nın şu ifadelerinde görmek mümkündür: “Zamanımızda ittihadı muhtemel Türklerin büyük bir ekseriyeti Müslümândır. Bu cihetle dîn-i İslâm büyük Türk milliyetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir, milliyeti tarif etmek isteyenlerden bazıları, hâlâ dîne bir âmil (facteur) gibi bakmaktadırlar. İslâm, Türklük ittihâdında şu hidmeti ifâ edebilmek içün, son zamanlarda Hıristiyanlıkda oldığı gibi, içinde milliyetlerin tahaddüsüne kabul edecek veçhile tahavvül eylemelidir. Bu tahavvül ise hemân mecburidir de: Zamanımız târihinde 22 Mustafa Şekîb, “Milliyet Mefkûresi Nedir?’’ Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, s.45, 54. 23 Akçura’nın birbirini itmam eden ve farklı tarihlerde yazılan bazı makaleleri şunlardır: Yusuf Akçura, “Avrupa’da Milliyet Fikrine ve Milliyet Cereyânlarına Dâir,” Türk Yurdu, Y.3, C.6, S.67, 15 Mayıs 1330, s.321-325; Yusuf Akçura, “Milliyetçilik, Halkçılık’’, Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, s.100-102. Akçura, “Türklük’’, s.157-167. (Akçura bu noktada sabitkademdir. Yıllar sonra bile bu makalesini genişleterek “1928 Türk Yılı’’ eser içinde yeniden işler. Bu eserin bazı bölümleri alınarak oluşturulan eser için bkz: Yusuf Akçura, Türkçülüğün… , s.17.) 13 görülen cereyân-ı umûmî ırklardadır. Edyân, edyân olmak haysiyetiyle gitdikce siyâsî ehemmiyetlerini, kuvvetlerini zâyi’ idiyor, ictimâî olmakdan ziyâde şahsileşiyor, cem’iyyetlerde serbestî-i vicdân, vahdet-i edyân yerine kaim oluyor, edyân cem’iyyetlerin munazzam-ı umûr-ı umuru olmakdan ferâgatle kalblerin hâdî ve mürşidliğini deruhde idiyor. Ancak hâlik ile mahlûk arasındaki râbıta-i vicdaniyye haline geçiyor. Binâberîn edyân ancak ırklarla birleşerek, ırklara muâvin ve hattâ hâdim olarak ehemmiyet-i siyâsiyye ve ictimaiyyesini muhafaza idebiliyor.” 24 Akçura, “Türklük” adlı makalesinde, Türklerde marifet-i kavmiyenin çıkışını Avrupa’da gerçekleşen ve milliyetlerin teessüsünde küllî tesir ve hizmetleri olan Rönesans ve Reform arzusuna ve Avrupa medeniyetinin tesiri neticesine bağlar ve ekler:“İskolastikten kurtulmak ihtiyâcı Müslüman mektep ve medreselerini, Müslüman kitaplarını Araplıktan Türkleştirdi, Türkçeleştirdi, millileştirdi; hutbelerin, Kur’an-ı Kerîm’in Türkçe’ye tercümesini icâp ettirdi.”25 Akçura, bunları söyledikten sonra Türklerde marifet-i kavmiye’nin husûlünün fikrî olmaktan daha çok iktisâdî olduğunu söyler. Akçura bu tezini daha çok Şimâl Türklüğüne yani Kırım, Kafkas, Kazan Türklüğüne uyarlar. Verdiği bir dipnotta “Osmanlı ve Şark Türklerinin ictimâî tekâmülünü iyice takip edemediğini” söyler fakat pek az da olsa Osmanlı Türklerinin haline hayıflanan bir hissiyâtla hâmil şeyler ilâve etmeyi de ihmal etmez: “Müphem ve nakıs malûmâta göre, Osmânlı Türkleri arasında yabancıların veya Osmânlı gayrı Türklerin rekâbet-i iktisâdiyesi, şimdiye kadar mahkûm Türk memleketlerinde olduğu derecede Türklere tesir icrâ edemediğinden, Osmânlı Türklerinin fikir ve hiss-i millîleri daha az uyanık olduğuna zahibim. Memâlik-i Osmâniye’de, dört sene evvel bütün tebaaya bahşolunan siyâsî ve içtimâî müsavât-ı hukuk, gayr-i Türklerin iktisâdî rekâbetini Türklere daha şedîd hissettirmeye başlamıştır; günden güne 24 Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2016. s.38-39. 25 Yusuf Akçura, “Türklük’’, s.160. 14 daha bâriz bir surette görmekte olduğumuz hiss-i millî feveranlarının menba-i hakîkîsi, zannımca, iktisâdî rekâbetin duyulmasından başka bir şey değildir.26 Türk milliyetçiliğinin manifestosu olarak nitelenen ve Akçura tarafından erken sayılabilecek bir tarihte kaleme alınan Üç Tarz-ı Siyâset metninde (1904) serdedilen fikirlerin daha sonraki tarihlerde de süreklilik arz ettiği görülür. Akçura’nın -bahsi geçen metinde dönemin şartları göz önüne alındığında- “apaçık ve cesur” bir şekilde tartıştığı meselelerin başını çeken şeyin ve milleti oluşturan ana etmenlerden birinin ırk olduğunu söyler. Bu hususta Georgeon’un şu tespiti yerinde görünmektedir: “Akçura’nın Üç Tarz-ı Siyaset’te en sık kullandığı ırk sözcüğü Arapça bir sözcüktür ve ilk anlamı ‘köken’dir. Daha sonra kanın saflığını da ifade etmek üzere soy sop anlamına da kullanılır olmuştur. Daha az sık olmakla birlikte cins, kavim, neseb gibi terimleri de kullanıyordu. Osmanlıların, her şeyden önce dinsel farklılıkların söz konusu olduğu bir sosyo-politik sistemde, Türk unsurunu Arap unsurundan ayırmak için kullandıkları sözcükler, başta cins ve kavim olmak üzere, bu su sözcüklerdi. Ünlü milliyetçi şair Mehmed Emin, Türkçe Şiirler’inde (1897), Yunanlıları yenen Türk ‘ırk’ının yüceliğini anlatırken cins sözcüğünü kullanıyordu. Irk sözcüğünün, Akçura’nın kendisine yüklemek istediği anlamda kullanılması, görece yeni bir gelişme gibi görünmektedir. Aslında, Akçura bu yeni terimle yeni bir gerçeği ifade etmek istiyordu. Türk unsurunu ayırt etmek için geleneksel olarak kullanılan terimler, Türkleri İslami ümmet bütününün parçası olarak tanımlayan cins, kavim gibi sözcüklerdi. Akçura ırk sözcüğüyle, İslam’ın yardımı olmaksızın kendi kendisini tanımlayan etnik bir Türk bütününü ifade etmeye çalışıyordu.”27 26 Yusuf Akçura, “a.g.m’’, s.162. 27 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin Kökenleri Yusuf Akçura (1876-1935), Çev: Alev Er, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1996, s.43. 15 Akçura, “Milliyet ve Maîşet”28 ve “Milliyet Fikrinin Suret-i Tezâhürü”29 gibi dikkat çeken makalelerinde de benzer fikirleri farklı misallerle destekler. O, hemen hemen her yazısında Türk ve dünya tarihinden misallerle tezi(leri)ni açıklamaya çalışır. Derinlemesine gözlemleri ve dikkati yerindedir. Tarihe adeta perestiş eder. Gözlem ve tespitlerinin delillerle desteklenmesine dikkat eden Akçura’nın, tarihi ve getirdiği delilleri fikirlerinin emrine verdiği de gözden kaçmaz. Bu meyanda tarih ilmini zaman zaman kendi fikirlerini desteklemek ve onları haklı göstermek adına kullandığı ve dolayısıyla anakronizme kaçtığı da görülür. 1910’lu yıllarda verdiği bir dizi konferans ve seminerin yanı sıra yazılarında da Osmanlı tarihçilerini ve tarihçiliğini eleştiriye tâbi tutan Akçura’nın yola çıktığı düşünce - Georgeon’un tespitiyle- “tarihin Türklüğün ufuklarına doğru açılması gerekliliğidir. Etnopolitik bir kavram olarak doğan Türklük, içerik, perspektif ve yönelim olarak yeni bir tarihe karşılık gelmelidir.” Akçura, bu karşılığı, Türk tarihinde dönemleştirme yaparak bulur. Buna göre hülâsaten: “Kurûn-ı ûlâ, Türklerin garba hücumlarına kadar olan vakayi-i tarihiyleri ihtiva eder. Ta ezmine-i esâtiriyeden 450 miladî senelerine kadar devam eder. 2. Kurûn-ı vustâ, ki kurûn-ı ûlânın nihayetinden ibtidaen Timuçin’in Cengiz Han ilân olunmasına kadar olan vakayii iştimal eder. 3. Kurûn-ı ahire, ki kurûn-ı vustânın sonundan ibtidaen Aksak Timur’un zuhuruna ve han ilân olunmasına (Yahut Ankara Muharebesi’ne) kadar olan vakayii içerisine alır. 4.Kurûn-ı inhitat, ki Ankara Muharebesi’nden itibaren intibah-ı milliyenin kat’i tezahüratından saydığımız meşruiyetin ilânına kadar vakayii havidir. Bu devre, Türk tarihinin en müellim bir devresidir.” 30 28 Yusuf Akçura, “Milliyet ve Maîşet’’, Hilali Ahmer Gazetesi, Mayıs 1339, s.248-250. Benzer görüşler için bkz: Yusuf Akçura, “Düşünülecek Meselelerimizden’’, Türk Yurdu, C. S.75, s.40-41. 29 Yusuf Akçura, Türkçülüğün… , s.18-19. 30 Akçura telkinleriyle, Nuşirvan Efendi nam öğrencisinin Türk tarihini dönemleştirdiğini ve bunun “dikkate şâyan’’ olduğunu dile getirdikten sonra sözü öğrencisine verir. Ve netice olarak böyle bir taksimat çıkar. Kanaatimizce ve Georgeon’un işaret etmesiyle bu dönemleştirme Akçura’nın bir eseri olsa gerektir. Bu makale Türk Yurdu’nun 82 ve 83. sayılarında iki kısım halinde yayınlanmıştır. Bkz: Yusuf Akçura, “Türk Tarihinin Devirlere Taksimi’’, Türk Yurdu, Y.5, S.83, 12 Mayıs 1331 (25 Mayıs 16 Görüldüğü üzere Cengiz Han merkezli bu dönemleştirme ve bunun da ötesinde Türkçülerin bazı cenahlarda Cengiz Han üzerine yaptıkları programlar ve yazdıkları metinler tepkiyle karşılanır. Bilindiği gibi Cengiz Han’ın karşılığı İslâm dünyasında pek de müspet değildir. Özellikle Akçura’nın Cengiz’i gündemine alması kalem kavgalarını da beraberinde getirir.31 Ayrıca Akçura’nın Cengiz merkezli Türk tarihi taksimi, Selçuklu ve Osmanlı’yı paranteze alan bir mahiyeti de haizdir.32 Akçura’nın milliyetçilik açıklamalarının -yukarıda hülaseten anlatılmaya çalışıldığı üzere- bazı ağırlık noktaları mevcuttur. Bu ağırlık noktalarından ilki tarih ve dil, diğeri ise iktisattır. Ziyâ Gökalp fikriyatında ise milliyetçilik kavramının daha başka yerlere tekabül ettiği görülür. Gökalp, “Millet Nedir?”33 adlı makalesinde milletin ne olduğunu tayin için evvelen ırk (race), kavim (ethne), ümmet (eglise), halk (peuple), devlet (etat) kavramlarını açıklar. Fakat Gökalp’a göre bu kavramların bâzılarının millet kavramıyla ilgisi yoktur. Diğer bazıları ise târihî süreçte uğradıkları olumsuz haller sebebiyle millet kavramına dâhil edilemez. Gökalp’ın bu mevzûda anlaşılması bakımından yazdıklarına göz atmak yerinde olacaktır. 1915), s.123; François Georgeon, a.g.e., s.80-81. (Georgeon’nun bu makaleden hareketle 4 madde halinde yaptığı sınıflandırmanın sorunlu olduğunu düşünüyoruz. Bu sorun tercüme kaynaklı da olabilir.) 31 Babanzade Ahmed Naim, “İslâm’da Da’vâ-yı Kavmiyyet’’, Sebilürreşad, C.12, S.293, ss. 114-119, 10 Nisan 1330. İctihad dergisinin 71 numaralı ve 11 Temmuz 1329 tarihli sayısında yayınlanan şu yazı: Süleyman Nazif, “Darü’l- Fünûn-i Osmânî Türk Tarih-i Medeniyeti Muâllimi Ahmed Agâyef Beyefendiye, Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, haz: M. Kaan Çalen-Haluk Kayıcı, s.275. Daha sonra kitaplaşan şu eser: Tahir’ül Mevlevi, Cengiz ve Hülâgû Mezalimi, Haz: Tahir Galip Seratlı, Kardelen Yayınları, Konya, 2011. 32 Yahya Kemal bir yazısında Akçura’yla ilgili “Türkçülüğün âbâ-i kenîsâ’sından bir havârî gibi görünür; ilmî tasnif ıstılahlariyle karışık, berbad bir şeyler söyler, köpürür, bu memleketin biz zavallı çocuklarına Bizans bakıyesi gibi sıfatlar savurur. Bizans dedim de hatırıma geldi. Yusuf Akçura Bizans düşmanıdır ve Osmanlılığı onun bakiyesi sayar, bizi Türk görmez, Rum devşirme piçleri gibi bir kemiyet bilir.’’ Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler, Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 2014, s. 124-125,127. Buna benzer bir tepkiyi de Erol Güngör dile getirir: “Bu iki şahıs Ağayef ile Akçora, bizim Meşrutiyetten müdevver Cumhuriyet münevverleri arasında müstağriblerin en şiddetli numunesidirler.’’ Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Haz. R. Güler-E. Kılınç, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2011, s.183,184,185. 33 3 Haziran 1917 tarihli İçtimâiyât Mecmûasında yayınlanan makale aynı zamanda şu eserin içindedir: Ziya Gökalp, “Millet Nedir’’, Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, s.19,27. 17 Gökalp’a göre ırk, hayvanlarla ilgili biyolojik bir kelimedir. Bir diğer mânası da, kumral, esmer ve sarı ırklardır ki bir kavmin dâhilinde bu üç enmûzec bulunduğu gibi… içtimâî bir zümre olan milletin teşriî bir enmûzec olan ırk ile zârurî bir münâsebeti yoktur. Lisânda ve teâmüllerde müşterek kavim ise müntehâ-yi kemâli kavmî bir dine, kavmî bir devlete, kavmî bir medeniyete mâlik olmaktır. Fakat bu özelliklere mâlik kavimler çok azdır. Gökalp burada açıklama içinde açıklama yaparak en sonunda neticeye varır. Buna göre, ümmet fıkhî ve beynelmilel bir dine mensup fertlerin mecmuûdur ve kavimlerin “karabetinin” büyük zümrelerindendir. Halk ise güzidelerin haricindeki kısma denir. Kendine mahsus bir hükümete ve bir ârâziye malik olan devlet ise kavmî (ethnique), sultanî (imperial) ve millî (national) olarak üçe ayrılır. Millet (nation) ise şahsiyetini uzun müddet kaybettikten sonra tekrâr ihyaya çalışan bir kavimdir. Gökalp bu kavramları tek tek açıkladıktan sonra bazı misallerle varmak istediği yeri açıklar: “Bir kavmin husûsî şahsiyetini kaybetmesi bu üç müşterek hayatın tesirine dûçâr olmasından neşet eder. Kavmî şahsiyetin zevâlini nasıl anlayabiliriz? Bu hususta bize en iyi rehber olacak unsur, lisândır.34 Bir kavim lisânını bu üç âmilin tesiri altında kaybetmeye başladığı ândan itibaren şahsiyetini de kaybetmeye başlamış demektir.” Kavmin bu üç tesirle birlikte lisânını ve dolayısıyla şahsiyetini kaybetmesinin ardından dirilmesi oldukça zor hale gelir. Fakat bu kayıplardan sonra diriliş de mümkündür. “Millî lisânın doğması, saltanatların ve ümmet dinlerinin inhilaliyle başlar” diyen Gökalp, tıpkı Akçura gibi reform hareketine atıf yaparak millî lisânların doğuşunun milliyetleri ortaya çıkardığını söyler. Kavim bu üç unsurdan kurtularak millet namıyla meydana çıkar. Kavmin millet namıyla ortaya çıkması ise eski hüviyetini kaybetmiştir, oldukça değişmiştir ve mâziye rücu etmeyi gâye ittihaz edemez. Milletin teşekkülüyle birlikte artık sultanî devlete ihtiyaç yoktur. Dinde reform yapmak iktiza eder ve din millî lisana nakledilmelidir, millî hayat suretinde yaşanılmalıdır. Ayrıca ümmet, asrî medeniyete nispetle inhisarcıdır. 34 Bu üç unsur hemen yukarıda açıklandığı üzere, ‘’kavmî din, kavmî devlet ve kavmî medeniyet’’tir. Ayrıca vurgu bize aittir. 18 Buna benzer şekilde kavmin inhisarcılığı ise milletle kavmi ayıran en bariz özelliktir ve dolayısıyla bu inhisarcılık milletle uyuşmaz. Hülâsa olarak millet coğrafî bir zümre değildir. Saniyen ırk ve kavmiyet demek de değildir. Çünkü tarihte ırken saf ve kavmiyetçe hâlis bir cemiyet yoktur. Dolayısıyla ırkların millî seciye nokta-i nazarından hiçbir rolü yoktur. Millet bir imparatorluk dâhilinde müşterek bir siyâsî hayât yaşayanların mecmuu da değildir. Millet “bir adamın kendisini keyfine ve menfaatine tebean mensûp addettiği herhangi bir cemiyet de değildir.” 35 Millet buralarda değil, içtimâiyât ilminden hareketle, terbiyede ve harsta; yani duygularda iştirâkte aranır. Millet ne coğrafî ne ırkî, ne siyâsî ne de irâdî bir zümre değildir. Millet, lisânen müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan harsî bir zümredir. Dolayısıyla milliyet haricî bir şeniyettir. İnsan milliyetini taharri ve tahkik ile keşfedebilir. Gökalp’ın bu tezi ise şu şekilde eleştirilir: “Gökalp çok önemli bir gerçeğin, Türklerin etnik bir kimliğe sahip oldukları fakat millî bir siyasi kimliğe sahip olmadıkları ve bu siyasi kimliğin ancak 19. Yüzyılın ikinci yarısı içinde Osmanlıcılık ve İslâmcılık çerçevesinde oluştuğu gerçeğinin ya farkında değildi ya da bununla uğraşmak istemiyordu. Gökalp siyasi milliyetçiliği millî-etnik kimlik ve vatanseverlikten ayrı bir şey gibi kabul ediyordu. Fransız sosyolog Gabriel Tarde’a dayanarak milliyetçiliği millî kimliğin ve egonun manipülasyonu sonucu olarak kabul ediyordu.” 36 Ağaoğlu Ahmed de milliyetçiliğin ne olduğunu tarif ettiği yazılarda şu hususları belirtir: “Milliyet (nation) fenn-i içtimâiyâtın son ve muhtasar tarifine göre, aynı surette hisseden bir kütle-i efrâda denir… Müşterek hissiyâtın tevellüt, 35 Bu hususta farklı zamanlarda, aynı veya farklı başlıklarla kaleme alınan makaleler benzer fikirlerle doludur dolayısıyla bu yönüyle fikri bir süreklilikten bahsedilebilir. Aynı adla başka bir dergide yayınlanan şu makale için: Ziya Gökalp, “Millet Nedir?’’ Küçük Mecmûa, Haz: Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018. s.141-147. Ayrıca: Ziya, Gökalp, “Milletçilik’’, Yeni Mecmua, Haz: Salim Conoğlu, İstanbul, 2018, s.290, 297. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Haz: Salim Conoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2017, s.32-39. 36 Kemal H. Karpat, İslâm’ın Siyâsallaşması, Timaş Yayınları, İstanbul, 2013, s.614. 19 intişâr ve taammümü de iki âmilin tesiri ile oluyor: Lisân ve din! Bunlardan sonra ırk, tarih, anane, âdât, edebiyât, vesâire de geliyor. Fakat biraz teemmül olunduğu hâlde bu amillerin kısm-ı azamı da o iki âmilin neticesi olduğu tezâhür eder.”37 Ağaoğlu’na göre milliyet kavramının asabiyet kavramıyla karıştırılmaması gerekir. Çünkü asabiyet: “… ber-vech-i malûm bir kişinin babası tarafından merbût olduğu efrâd-ı aileye, ecdâda denir. Asabiyet insanı maddî ve mahdut bir dâireye rabt ve o dâirenin hayâtı, nâmsunu, ananesini gütmeye, taşımaya sevk eyler. Milliyet ise insanı dâiresi bazen pek vâsi ve gayr-i kâbil-i tecessüs manevî bir kütleye rabt eyler.” “Millî Cereyân”38 adlı makalesinde millet kelimesini milliyet kelimesiyle karıştırmamak lazım geldiğini belirterek milliyet teorilerinin tanımını yapan Ağaoğlu, bazılarının milliyeti ırkta, bazılarının dinde ve bazılarının lisânda aradıklarını dile getirir. Irk yalnız başına milliyet değildir. Aynı ırka mensûp olan ve tamamen başka başka milletler hâlinde yaşayan cemaatleri örnek gösterir. Aynı dine mensûp olanlar başka başka milletler teşkil ederler. Kavi olan lisân meselesi hususunda ise onun tek başına yeterli bir amil olmadığı görüşündedir. Zira aynı lisânı konuşan farklı toplulukların varlığı söz konusudur. O halde hakîkât ona göre şudur: “Milliyetin esâslarını evvelâ lisân ve lisânın bütün tecelliyât-ı muhtelifesi -edebiyat, sanâyi, musiki ve ilâ âhire- saniyen din ve dinin tecelliyât-ı muhtelifesi ve sâlisen ırkın bırakmış olduğu izler teşkil eder.” Fakat milliyet (nationalite) henüz millet (nation) değildir. Ağaoğlu milliyetin içinden millet çıkması için gerekli olan şeylerin, “Zikrolunan âsır-ı teşkiliyenin ahenkdâr ve şuûrî bir surette imtizâç etmeleri, lisân da, 37 Ağaoğlu Ahmed, “İslâm’da Dava-yı Milliyet”, Türk Yurdu, Yıl:3, Cild:6, Sayı:70, 10 Temmuz 1330, s.372-376. Bu makale şu eserde de mevcuttur: Mehmet Kaan Çalen, Haluk Kayıcı, Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, s.323. Ağaoğlu’nun bu makaleden daha evvel kaleme aldığı ve benzer fikirler serdettiği bir başka makale için bkz: Ağaoğlu Ahmed, “Türk Âlemi’’, Türk Yurdu, s.12-17. 38 Ağaoğlu Ahmed, “Millî Cereyân’’ Türk Yurdu, Y.5, , C.8, S.80, 19 Mart 1331, s. 92-93. 20 din de, anane-i ırkiye de şuur ve vicdân-ı millîde yaşamadıkça millet teessüs etmez,” şeklinde açıklar. Ağaoğlu da kavmiyet cereyânının yahut milliyetçilik düşüncesinin modern zamanlara tekabül ettiğini mealen dile getirir. Ağaoğlu’na göre kavmiyet cereyanı Avrupa’dan ithal bir cereyandır ve bu alışveriş büyük ölçüde 19. yüzyılda gerçekleşmiştir.39 Türkçülüğün genç kalemlerinden Köprülüzâde Mehmed Fuad da bu alanda fikirlerini serdeder. Köprülüzâde “Türklük, İslâmlık ve Osmânlılık”40 adlı makalesinde bir tarihçi olması ve dayanak noktalarını tarihî verilerden oluşturması hasebiyle yukarıdaki isimlerle -bilhassa Gökalp’la- benzer metodu uygular. Köprülüzâde’ye göre millî intibah tarihî zorunlulukların ortaya çıkardığı bir vakıadır. O bu hususta şunları söyler: “Hristiyan âleminin millî intibahından sonra, İslâm dünyasının milliyet esâslarına uzun müddet lâkayd kalması mümkün olamazdı. Asrın beyne’lümem münâsebâtı maddî ve manevî birçok revâbıtla o iki âlemi birbirine bağlıyordu. Binaenaleyh dâhilî âmillerin bütün muhafazakârlığına rağmen hâricî müessirlerin tazyiki mutlaka uzak veya yakın bir zamanda kendini gösterecekti. İşte tarihin bu basit zarureti nihayet meydana çıktı ve İslâm milletlerinde yavaş yavaş kavmiyet uknumu teşekküle –yahut diğer bir telâkkiye göre- şuurlu bir hâl almaya başladı.” Milleti oluşturan unsurlar konusunda ise Köprülü’nün görüşü; ortak bir lisân, tarih, temayüller ve hissiyatın olması gerektiği yönündedir. Milleti oluşturanlar bunlardır. Ona göre kavimler, çeşitli siyasi yapılar altında, henüz dinlerin manevi tesirinin ve milli vicdanın henüz görülmediği zamanlarda bile mevcuttur. Ancak günümüze uzanan süreçte kavimlerin maddi ve manevi gelişimi ve inanç sistemleri, 39 Geniş bilgi için bkz: Ağaoğlu, Ahmed, “Türk Âlemi’’, s.12-17. 40 Mehmed Fuad Köprülü, “Türklük, İslâmlık, Osmânlılık’’, Türk Yurdu, Y.2, S.25(45) 25 Temmuz 1329, s.692-702. Ayrıca: Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, s.185-195. 21 ortak ırka ve lisâna sahip olan söz konusu kavimlerin manevî bir birlik oluşturmalarına zemin hazırlamıştır. Görüldüğü üzere Köprülüzâde de milliyet mevzuna böyle bir açıklama getirir. Bu meyanda Türk milliyetperverlerinin maksatlarını şu şekilde özetlemiştir: “Osmanlı bayrağı altında şuursuz bir hayat geçiren Türklere millî bir vicdan vermek ve bu suretle İslâm beynelmileliyeti’ne kavî bir unsur idhâl etmekle beraber Osmânlı saltanatının mütezelzil istinatgâhlarını yeniden takviye etmektir. Bu maksadın husûlü takdirinde Osmânlı hududu hâricinde bize revâbıt-ı diniye ve lisâniye ile manen merbut olan milyonlarca kardeşimiz millî bir vicdân kazanacak, medeniyet ve insaniyet yolunda ilerlemiş olacaktır. Şuur ve terakkî demek olan milliyetin en büyük iki unsuru millî lisân ve millî tarih, yani dil ve ananedir.” Yukarıda Türkçülüğün temsilî isimlerinin mezkûr konu hakkında hülâsa edilmeye çalışılan görüşleri, Türkçülerin fikrî benzerlik ve farklılıklarının kendiliğinden ortaya çıkmasına imkân verir mahiyeti haizdir. Türkçülüğün temsilî isimleri arasında, konu hakkında farklılık arz eden en bariz isim Gökalp olarak görünmektedir. Gökalp’ta, lisâna ve harsa müstenit milliyetçilik, kavmî, ırkî, tarihî, coğrafî ilh. pek çok hamuleden sıyrılır. Ağaoğlu ve Köprülü belli noktalarda Gökalp’tan ayrılsa da umûmî mânada Gökalp’la aynı noktadadır. Bu üç ismin de bu konu hakkındaki formasyon ve fikirlerinde Fransız ekolünün etkilerinin olabileceği gözlenir. Akçura ise belirtildiği üzere daha çok Alman ekolüne yaslanır. Türkçülüğün milliyetçilik tanımlamalarının çoğu bu temsilî isim ve metinler bağlamında okunabilir. Türkçülük cereyanına mensup intelijansiyanın kavramlaştırmalarındaki benzerlik ve farklılıklara bakılacak olursa, hülâsaten şunlar söylenebilir: Türk milliyetçiliği modern zamanların bir cereyânı olup, tıpkı Reform ve Rönesans benzeri bir şuurlanma; diğer bir tabirle millî bir intibâhtır. Lisân unsuru bu intibâhın en önemli unsurudur. Millî tarih de en az lisân kadar önemli bir yer tutar. Irkî yönler, tesir icrâ etmekle birlikte tek başına etkili değildir. Irk hususunun ağırlığı, ısrarla ve önemle vurgulanması başlı başına Akçura’ya aittir. 22 Serdedilen fikirler/tanımlar ve ulaşılmaya çalışılan nokta açısından Türkçülük, bazı mühim noktalarda tasfiyeci bir karakteri haizdir. Her ne kadar Türklük siyâsetinin yahut Türkçülük fikrinin mümessilleri, bu cereyânın Osmanlı ve İslâm’a dayanak teşkil edeceği ve bu unsurları da koruyup/takviye edip “terakkiye” tâbi tutacağını söyleseler de41 kendi fikirlerini meşru hale getirecek birtakım törpüleme faaliyetlerine de girerler. Akçura’nın bir “Osmanlı” olmaması -kuvvetle muhtemel- onun Osmanlı yahut Şark Türklerine bakışındaki “soğukluğu” oluşturur. Yine kuvvetle muhtemel Osmanlı olmaması, yetiştiği ortamın ve aldığı eğitimin de katkılarıyla Türkçülük hareketi içinde ilk kez bazı tezleri açıkça ve cesurca beyan etmesine sebebiyet verir. Akçura’nın 1904’te neşrettiği Üç Tarz-ı Siyâset adlı meşhur makalesi, sanki on beşyirmi yıl sonraki Türkiye’nin resmini çizer mahiyettedir. Bu makale sadece Osmanlı Devleti’nin Osmanlıcılık ve İttihad-ı İslâm (İslâmcılık) politikalarının birçok tarihî veri ve misalle açıklanıp akamate uğraması ve yeni bir siyâset yolu tutulması gerektiğini anlatmaz. Adeta bir kabuğa çekilme ve hakikatlerden hareketle daha derli toplu, daha realist ve homojen bir yapıyı da önerir. Bu hususa diğer Türkçülerde daha geç tarihlerde rastlanır. Gökalp’ın yazı hayatının başlarında Osmanlıcılık/İslâmcılık/Türkçülük kavramları noktasında bilhassa Balkan Savaşları yıllarına kadar henüz net bir ayrım olmadığı müşahede edilir. Her ne kadar bazı “Türkçü/milliyetçi” motifli söylemler olsa da bunlar bu iddiayı çürütecek mahiyeti haiz değildir. Kurtuluş Savaşı’nın ardından Türk devletinin sınırları ortaya çıkmıştı ancak bu devlette homojen bir yapı oluşturmak mümkün değildi. Oysaki Türk milliyetçiliğinin kuruluşu, türdeşlik savı temeline dayanmaktaydı. Türk milliyetçiliğinin sembol isimlerinden olan Gökalp, İslamcılık ve Osmanlılık gibi modası geçmiş ideolojilerin yeni realitelere uygun olmadığını anlayarak bir imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecindeki manevi boşlukta, yayılmacı ve 41 Akçura ve Gökalp bu tasfiyeyi alenen yaparken Ağaoğlu ve Köprülü ihtiyatî şerhler koyarak yaparlar. Mezkûr isimlerin eserlerine bu nazarla bakılırsa göze pek çok husus çarpar. Bu hususta bkz: Ağaoğlu Ahmed, “İslâm’da Davâ… ’’, aynı yazar’ın bir başka metni için: Ağaoğlu Ahmed, “Sâbık Trabzon Valisi Süleymân Nazîf Beyefendiye’’, Türk Yurdu, Y.2 , C.4, S.21, 25 Temmuz 1329, s.702-714. Bahsettiğimiz tasfiye hareketine dikkat çeken bir eser için bkz: Mehmet Kaan Çalen, Osmanlıcılık ve İslâmcılık…., s.132. 23 saldırgan amaçlar taşımayan bir Türkçülüğü savunmuştur. 42 Gökalp için söylenenler, Köprülü ve diğer Osmanlı Türkçüleri için de söylenebilir. Hem tarihin sıkıştırmasını, hem aktüel hadiselerin birtakım şeylerinin kabulünü ve birtakım şeylerin de terkini getirmesini çok net gördüğünü müşahede ettiğimiz Türkçüler, kendi fikirlerine meşruluk kazandırma noktasında da tarih, edebiyat, içtimaiyat, iktisadiyat gibi disiplinleri kullanarak ilmî temelli icatlara girişmişlerdir. Gökalp ve Akçura’nın bilhassa tarihî verileri kullanarak oluşturdukları yorumların anakronizme ve vigizme kaçan yönleri ve Türkçülerin bu bakış açısı, onları adeta yeni hayata hazırlanmaya itmiştir. Sanıyoruz bunun da önemli katkısıyla Türkçülük yeni doğan devlet ve rejimde en önemli fikir akımı olarak arz-ı endâm etmiştir. 1.2. İslâmcılık Kimlik oluşturmak siyâsetinin önemli akımlarından biri olan İslâmcılığın, geçmişten bugüne yahut bugünden geçmişe birçok açıklaması mevcuttur.43 Özü itibariyle İslâmcılık, “19. ve 20. yüzyılda İslâm’ı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlâk, siyâset, eğitim, toplum…) yeniden hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla 42 Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, Metis Yayınları, İstanbul, 2009, s.22. 43 Geçmişten günümüze hem entelijansiya hem de umumî efkâr’ın ekserisi, İslâmcılık kavramını kullanırken teorik içerikten yoksun ve hedeften sapan bazı açıklamalarla çok fazla kafa karışıklığına sebebiyet vermektedir. Bu durum konunun sıhhatli anlaşılamamasını beraberinde getirir. Bu karmaşıklığın belki de en mühim sebebi, İslâmcılığın istinat ettirildiği noktalardır. İslâmcılığın modern bir kavram ve cereyan olduğu artık kabul görmüş gibidir. Ve bu tezin en ciddi savunucusu olan İsmail Kara, İslâmcıların genelinin geleneğe ve bilhassa geleneğin mühim bir cüz’ü olan tasavvufa karşı tasfiye mekanizmasını harekete geçirdiklerini çeşitli yazılarında vurgular. Bu tanımlamadan hareketle, İslâmcıların tasavvufa neyzen baktığı anlaşılır. “Tasfiye’’ye uğrayan tasavvuf’un mukadderatını hemen hemen benzer ölçülerde mezhepler de yaşar… Çelişkili gibi görünen bir diğer mevzu da İslâmcılık cereyânı sınırları içinde ele alınan Tarikatlar ve ehl-i tariklerin durumudur. Tarikatların ve ehl-i tariklerin “Modernist İslâm yorumu/İslâmcılık’’ gibi fikirlerle bir bağlantısı var mıdır? Varsa bu bağlantı nasıl bir bağlantıdır? Bu bağlantının sınırları nerede başlayıp nerede biter gibi girift sorularla hâmil yapılar silsilesinin anlamlandırılması gerçekleşmemiştir. (İleride künyesini vereceğimiz makalede bu sorulara kısmen de olsa yanıt bulduğumuzu eklemek isteriz) Fikirler arası kesişme/benzeşme olabileceği ve farklı fikriyattaki bir şahsın karşıt görüşleri bünyesinde barındırabileceğini hesaba katarsak bu tamamen o’dur demek yerine daha esnek tanımlarla ifade etmek sıhhat bakımından daha iyi olacağı kanaatini taşıyoruz. İ. Kara’nın bahsini ettiğimiz konuların tartışıldığı eserleri için bkz: İsmail Kara, Din İle Modernleşme Arasında Çağdaş Türk Düşüncesinin Meseleleri, Dergah Yayınları, İstanbul, 2014, s.345-370. 24 Müslümanları ve İslâm dünyasını Batı sömürgesinden, zalim ve müstebit yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden… kurtarmak, medenileştirmek, birleştirmek… uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik yönleri baskın siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir harekettir.”44 Hülasa olarak tekrar edilecek olursa, entelektüel, siyâsî ve ideolojik olarak farklı kollara ayrılması mümkün olan İslâmcılığın45 en kısa ve basit tanımı, “öz”e yani kaynağa dönüştür. İslâm beldelerinin kötü ve bedbin durumunun müsebbibi İslâm değil bizatihi Müslümanlardır. Peygamber ve sahabe sonrası yaşanılan din, İslâm’ın özüyle birçok çelişki içindedir. Halbuki İslâm özü itibariyle mükemmel bir dindir, -devrin moda tabiri ile- “terakkiye/ilerlemeye mâni değildir”. O’nu tekrardan diriltmek ve yeniden yaşanılabilir hale getirip medeniyet hamlesi yapabilmek için selefi salihin’e dönmek ve hurafeleri ayıklamak iktiza eder. Mealen dercedilen bu görüşün geleneği karşısına almak gibi bir durumu vardır. Tarihî tecrübeyi hiçe sayan veya tarihî tecrübenin en mühim unsurlarını diskalifiye eden görüşün kaynak noktaları hem Doğu (yahut Batı menşeli Doğulu fikirler) hem Batı kaynaklı bazı fikirlere çıkar. İslâmcılık, ilk bakışta kendi camiasına “İslâm” adına makul şeyler söyler gibi görünse de İsmail Kara bu hususta şöyle der: “Doğrusu İslâmcılık hareketiyle şu veya bu ölçüde ilgisi olan bütün fikir ve siyâset adamlarının, Müslüman ülkelerde yaşayan aydınların altında ezildikleri, tedirgin, ümitsiz, güvensiz ve yılgın hayatları boyunca cevaplandırmakla kendilerini âdeta yükümlü saydıkları konular, sorular, problemler bunlar; yani batılıların önlerine sürdüğü konular oldu: İslâm dünyası niçin bu hallere düştü, geriledi (inhitat, tereddi ve inkırazın sebepleri); Müslümanlar özellikle maddeten nasıl kalkınabilir (terakki); Müslümanları birleştirebilmek (ittihad-ı İslâm) için hangi çalışmalar yapılmalıdır; bugün batının sahip olduğu ve onlarla kalkınmasını sağladığı değerlere (hürriyet, eşitlik, medeniyet, ilim, fikir hürriyeti, kadın 44 İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi Metinler/Kişiler, 2 cilt, Dergah Yayınları, İstanbul, 1986, C.1, s.15. 45 Biz daha çok entelektüel İslâmcılıktan bahsedeceğiz. 25 hakları…) İslâm sahip midir, nasıl sahiptir, yoksa bunlar yeniden mi kazanılacaktır. 46” İslâmcılık çalışmalarında akla ilk gelen isimler Tarık Zafer Tunaya47 ve İsmail Kara’dır.48 Tunaya, herkesçe bilinen meşhur eserinde, İslâmcılığı daha çok gericilik/irtica boyutunda ele alır. İslâmcılık hususundaki açıklamaların bazıları da başka yönlere işaret ettiğinden dolayı İslâmcılık kavramının tek bir açıklamasının olmaması, zihinlerde nereye tekabül ettirileceğinin kestirilememesi ve peşin hükümlerin gölgesi altında kalması gibi sebeplerden karmaşıklaşmaktadır. Fakat bu kötü manzara karşısında yine de elde olan bazı ipuçları bu kavramın nerelere tekabül ettirileceğinin bilgisini verir. Modern bir cereyan ve kavram olan İslâmcılık için İslâm dünyasında “tecdid, ıslah, ittihad-ı İslâm, ihya…”; Batı’da “Panislamizm, özellikle yeni araştırmalarda “modern İslâm(iyet), İslâmda reformist düşünce…” gibi kelime ve terkipler kullanılmaktadır.’’ 49 46 İsmail Kara, a.g.e., s.XX-XXI-XXII. Gös. Yer. 47 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı, I-II-III Cilt, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 1998. İslâmcılık üzerine ilk ciddi çalışmayı gerçekleştiren ve daha çok Türkiye İslâmcılığını anlatan Tunaya’nın eseri bu cereyanı daha çok “gericilik’’ yahut “irtica’’ eksenine oturtarak verir. Eserin içeriğiyle bizim kütüphanemizde bulunan Cumhuriyet Gazetesi neşrinin kapak kısmı her üç ciltte de irticayla müsemma olmuş fotoğraflarla neşredilmiştir. Birinci cildin kapağında sakallı ve başı takkeli erkekler, hemen altında çarşaflı ve eli silahlı bir kadın; ikinci cillte İran mollalarını andıran sakallı ve cübbeli adamlarla yine kara çarşaflı bir kadın, üçüncü cildin kapağında ise Türk bayrağı önünde, sakallı, takkeli ve cübbeli bir adam bulunmaktadır. Meşrutiyet devrinin, Tunaya’nın ihtisas alanı olduğunu göz önüne aldığımızda ve kullandığı kaynaklar ve bazı tespitlerine baktığımızda eserde ideolojik yargıların hâkim olduğunu görürüz. Bu durumun da ilmîliği elbette izahtan varestedir. 48 Kara’nın hemen her çalışması İslâmcılık cereyanı üzerinedir. Kara, kendisiyle gerçekleştirilen bir röportajda İslâmcılıkla ilgili şöyle der: İslâmcılık yerine ‘Yeni İslâm Düşüncesi’ de diyebiliriz. Yalnız burada bir vurguda bulunmak lazım. Çağdaş İslâm Düşüncesi ya da İslâmcılık, klasik İslâm düşüncesinin normal bir uzantısı değil. Burada bir kırılma, hatta yer yer bir sapma var. Bu kırılmayı ve yer yer sapmayı vurgulayabilmek için bir kavramsallaştırma yapma zarureti var. Bugün buna İslâmcılık diyoruz. Yeni İslâm düşüncesi veya çağdaş İslâm düşüncesi bunun daha yumuşak ifadeleri. Arapça’da ‘ihya’, ‘Islah’, Tecdid’ hareketi gibi kavramlar da kullanılıyor.’’ Bu ifadeler için bkz: İ. Kara, Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye, Dergah Yayınları, İstanbul, 2014, s.219. 49 İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık… , giriş kısmı s.XV,. 26 Şerif Mardin, İslâmcılık cereyanını ikili bir okumaya tâbi tutar. Ona göre İslamcılık ideolojisi, bu ideolojiyi bir hayat rehberi olarak sunan aydınların fikirlerinden oluşmuştur. Ancak İslam kültürünün baskın olduğu yerlerde, toplum nezdinde benimsenen ikinci bir İslamcılık algısı ve ideolojisi vardır. Bu ikinci tür kesin ifadelerle tanımlanamamakta ve yazıya aktarıldığı zaman teorik konulardan çok, bir İslâmî nizam gerçekleştirmeye çalışma arayışıdır. 50 Mardin, bu iki “eksenin” birbirleriyle iç içe geçmesine rağmen anlaşılması babından zaman zaman ayrıldığını da ifade eder. İlaveten de üçüncü bir yol olarak tasavvufun İslâmcılık içinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusunda çekimser kalır.51 1.2.1. İslâmcılığın Kökenleri ve Etkileri 19. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan İslâmcılık düşüncesinin kökenleri mevzubahis olduğunda akla gelen ilk isim Cemaleddin Efgani’dir.52 Efgani yahut Afgani adıyla müsemma zât, bilhassa talebesi olan Mısırlı Muhammed Abduh’la birlikte birçok izler bırakmış etkili bir karakterdir.53 Muhammed Abduh, Cemaleddin Afgani’nin daha çok İslâm devletlerinin güçlenmesiyle ilgili olarak ortaya attığı 50 Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve …, s.11-12. 51 “İslâmî hassasiyeti’’ olan her Müslümanı yahut grubu/ekolü İslâmcı olarak nitelemek, bu cereyanla ilgili 10 numaralı dipnotta bahsettiğimiz şeylere tekabül eder kanaatindeyiz. Sanıyoruz ki, bunun yerine en azından bazı noktalarda daha titiz davranmak adına “İslâmın Siyâsileş(tiril)mesi’’ kavramı daha uygun düşer ki İslâm’ın siyâsileşmesi, İslâm’ın çıkış evresine kadar tekabül eder. Çıkış evresinden tarih içindeki “aktivizimlerin’’ serencamına kadar “siyâsileşme’’ kavramı içinde ve belki de birbiriyle bağlı ve bağlantılı daha anlaşılabilir alt kavramlarla, İslâm’ın Müslümanlar arasında geçirdiği değişim ve dönüşümlerin açıklanması daha sağlıklı neticelere ve daha yerinde kavram oluşturmaya yardımcı olabilir. (Vurgular bize aittir.) 52 Afgani hakkında bilgi almak için bkz: Hayrettin Karaman, “Efgânî Cemaleddin”, DİA, Cilt 10, İstanbul, 1994, ss.456-466. Ayrıca, çalışmamızın 3. bölümünde de mezkûr isim hakkında bir başlık mevcuttur. 53 Bir başka karşıt tezde ilk İslâmcıların Yeni Osmanlılar olduğu dile getirilir: “Fazlur Rahman Namık Kemâl’i de dâhil ettiği (diğerleri Afganî, Seyyid Ahmed Han, Seyyid Emir Ali, Muhammed Abduh) beş büyük İslâm modernistinin tezleri arasında şaşırtıcı benzerlikler olduğuna dikkati çeker. Bu hükümler doğrudur, ancak Yeni Osmanlılar diğerlerine takaddüm ederler. Bu benzerliğin sebebi aynı saiklerle yola çıkmaları ve aynı kaynaklara başvurmalarıdır.’’ Bkz: Mümtaz’er Türköne, Siyasî İdeoloji Olarak İslâmcılığın Doğuşu, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s.108. 27 fikirleri bir ‘İslâm dini düşüncesi Rönesansı’ kalıbına sokmuştur(r).54 Bu iki ismin yanı sıra Seyyid Ahmed Han, Reşid Rıza gibi zikredebileceğimiz bazı isimler mevcuttur. İslâmcılık, görüldüğü üzere Osmanlı coğrafyası dışında gelişen bir akım olmasının yanında Osmanlı bünyesinde de hemen hemen aynı tarihlerde görülmeye başlanmıştır. 1870’lerde İstanbul’da neşredilen ve İslâm beldelerinin birçoğuna ulaşan, farklı konular işleyerek ve yeni yaklaşımlarla “İslâmî bir bilinç” uyandırmaya çalışan Basiret55 gazetesi, II. Meşrutiyet devrinde -muhteva itibariyle İslâm dünyası ve sorunlarını ele alan- Sırat-ı Müstakim-Sebilü’r- Reşâd56 dergileri, Osmanlı’da vücut bulan İslâmcılığın matbuat/efkâr koludur.57 Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r- Reşad etrafında “Eşref Edip (yönetmen), Manastırlı İsmail Hakkı, Babanzade Ahmed Naim, Halim Sabit (Şibay), Ömer Ferit (Kam) Mehmet Akif, Şemsettin Günaltay, Ebü’lûla Mardin gibi ciddi din bilginleri”58 vardır. Bunun yanı sıra, Aksekili Ahmed Hamdi, Elmalılı Hamdi Yazır ve Tahir’ül Mevlevi gibi farklı formasyona mensup şahıslar da bu dergilere yazılarıyla katkıda bulunmuşlardır. “Sebilü’r-Reşad “din bilginlerinin ‘entelektüel’ İslâm’ın bir ifadesi olarak ortaya çıkmıştı(r). Sebilü’r-Reşad’çılar, ‘içtihat’ kapısının yeniden açılmasına taraftardırlar. Bu özellik, önemli bir düşünce yeniliğidir. İslâm’da gerek kamu hayatının gerekse siyaset hayatının meşrulaştırıcı kaynakları Kur’an ve Sünnet’tir (Peygamberin ya da daha geniş anlamda dinin yolu). İslâm’da önceleri bu konularda bağımsız olarak kararlar verilirken zamanla ulemanın toplanmış olan görüşleri bu kararlarda esas alındı. 10. yy’dan beri birikmiş çözüm yolları kullanıldı ve özgürce ana kaynakların kullanımına son verildi. Buna ‘içtihat kapısının kapanması’ 54 Şerif Mardin, Türkiye’de Din…, s.18. 55 Kemal Karpat, İslâm’ın Siyâsallaşması, s.17-25,29. 56 II. Meşrutiyet’in bu mühim İslâmcı dergileri Latinize edilerek ilk cildi 2012’de Bağcılar Belediyesi’nce neşredildi. Takip edebildiğimiz kadarıyla, bazı ciltleri yayımlanan ve bir proje halinde devam eden bu neşrin hazırlanması halen devam ediyor. Bkz: Proje Yürütücüsü: M. Ertuğrul Düzdağ, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Yakın Tarihimizin Belgesi Sırâtımüstakim Mecmuası, Bağcılar Belediyesi, 2012. 57 Gökalp, bu dergileri İslâmcı dergiler sınıfında tanımlar. Fakat Akçura Türkçü dergiler arasında zikreder. 58 Şerif Mardin, Türkiye’de Din… , s.18. 28 adı verildi. Şimdi Sebilü’r-Reşad’çılar, bu kapının yeniden açılmasını istiyorlardı.”59 Yukarıda zikredilen II. Meşrutiyet devri İslâmcı fikriyatın matbuat kolu olan mevkutelerinde, Efganî ve Abduh ayrı bir yer işgal eder. Ayrıca İslâmcıların ekser fikirlerinin arka planının bu iki isimden hareketle oluştuğu görülür.60 İslâm memleketlerinin hemen her köşesinde -Tunus’tan Mısır’a, Hindistan’dan Arabistan’a, İran’dan Türkiye’ye kadar- farklı isimlerle arz-ı endam eden İslâmcılık düşüncesinin bir reaksiyon olarak ortaya çıktığı da iddia edilebilir. Bu reaksiyon, İslâm memleketlerinin, Türkiye haricinde hemen hepsinin birer sömürge konumunda olmasının yanı sıra Türkiye’de de kötü gidişatın önüne geçilmesi, devletin devamı ve milletin sıhhati olarak nitelenebilecek hamlelerin yapılması ve bundan mütevellit reçetelerin61 yazılmasına sebebiyet verir.62 İslâmcılar tarafından önerilen teklifler ve bu teklifleri oluşturan fikriyatın arka planına bakıldığında, içten dışa doğru bir yol bulmak yerine dıştan içe doğru bir yolla şeklini alan fikirler silsilesi göze çarpar. Başka bir tabirle kendi tarihî tecrübelerini göz ardı eden ve oryantalizmin noktai nazarından hareket ederek oluşturulan fikirlerin yoğunluğu kendini kesif bir şekilde hissettirir.63 Bununla bağlantılı olarak günümüzde de tartışılan bir konuya işaret etmek yerinde olacaktır. İslâmcılık denince yabana 59 Şerif Mardin, a.g.e., s.20-21. Gös. Yer. (Türkçülerin de bu konuda İslâmcılarla benzer şeyler söyledikleri müşahede edilir.) 60 Abduh ve Efganî mevzubahis olduğunda akla ilk gelen isimler Mehmed Akif ve Şemseddin Günaltay’dır. Said Halim Paşa’nın ve diğer bazı mühim İslâmcı entelektüellerin fikirlerinde –pek vurgulanmasa da- bu iki ismin etkileri mevcuttur. Çalışmamızın muhtelif yerlerinde ve bilhassa 3.bölümde bu konuya değinmeye çalıştık. 61Bahsini ettiğimiz bu mevzuya muhtasar bir not aktarmak, konunun sarihliği bakımından elzem olsa gerektir: “İslâmiyet, Müslüman Osmanlıların hayatlarının bütün noktalarına nüfuz etmiştir. Toplumu ilerletmek, aydınlatmak, Batının sahip olduğu medeniyet seviyesine çıkarmak isteyen bir sosyal mühendis, İslâmın bu kapsayıcı niteliğini göz ardı edemez. Bu yüzden İslâm, toplumun kalkınmasında, yeni fikirleri benimsemesinde güçlü bir manivela olarak hizmet görebilir. Bunun için İslâm’ın genel prensiplerinden ilerlemeye açık hükümlerini ele alarak işlemek ve geliştirmek yeterlidir.’’ Bu ifadelerin geçtiği eser için bkz: Mümtaz’er Türköne, a.g.e, s.107. 62 Şerif Mardin’in Jön Türkler için söylediği söz meramı anlatmak bakımından açıklayıcıdır: ‘Devlet hastaysa, devlet adamı onu iyileştirecektir. Jön Türkler, bu açıdan “ictimaî tabip’’ rolüne kolayca oturabiliyorlardı.’ Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasî Fikirleri 1895-1908, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s.20. 63 Bu hususta hem bölümün başında hem de eserin muhtelif yerlerinde misaller verdiğimizden burada konuyu kısa tuttuk. 29 atılamayacak olan ve işaret edilmek istenen bir başka cereyan da tarihî seyir içinde bilhassa 19. yüzyıl kavşağında farklılaşarak meydana çıkan Selefîliktir. 64 Bu hususta dikkate değer olduğu düşünülen bir görüşü -biraz uzunca olsa da- buraya aktarmak konu açısından da uygun olacaktır: “19. yüzyılın sonlarına doğru Osmanlının çöküş sesleri duyulmaya başlandığında entelektüel dünyada da Vehhabiliğin izinden gidilerek, İslami düşüncenin geleneğin ağırlığından ve mezheplerin taklidiciliğinden kurtarılması fikri yeşermeye başladı. Islahat ya da yenileşme fikrinin ilk öncüleri Cemalettin Afgani (ö. 1838-1897), Muhammed Abduh (ö. 1849- 1905) ve Reşit Rıza (ö. 1865-1935) oldu. İslami hareketler ya Afgani gibi siyasi yolla devrim yaparak İslami canlanma ve ıslahatlar yoluyla İslam ülkelerini Avrupalıların iktisadi ve siyasi nüfuzundan kurtarma yolunu seçtiler ya da Abduh gibi eğitim yoluyla devrim yapmayı kendilerine hedef olarak belirlediler. İslam’ın anlaşılmasında mezhep sistematiğini reddeden ve hurafeden temizlemek adına da geleneği aradan çıkaran bu ıslah hareketleri teolojik olarak Vehhabilikle birçok açıdan benzer özellikler taşımaktadırlar. Böylece Vehhabilik entelektüel Selefiliğe evirilmeye başladı. Vehhabiliğin Selefiliğe evirilmesiyle, 20.Yüzyılın başlarından itibaren İslam dünyasında Sünnilik bir orta yol görüşü olmaktan çıktı ve mezhep sistematiği tamamen terk edildi. Buna karşılık İslamcı gruplar ve Tasavvufi gruplar Selefiliğin çevresinde alan kazandı. Dolayısıyla bu gün İslam dünyasında ve Türkiye’de Müslümanların zihin dünyasında Sünniliğin ve mezheplerin oldukça dar bir etkisi vardır. İslami amel, pratik ve inanç alanlarını mezhepler değil bunun yerine modern İslamcı gruplar, 64 “Selefilik nedir” sorusuna cevap için bkz: Mehmet Kubat, “Selefilik İle Neo-Selefiliğin Ayrılan ve Kesişen Yönleri’’, İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 6, Sayı 2, (2017) ss.124-142; Hilmi Demir, “Osmanlı’ya Karşı Neden Selefilik?’’ Türkiye Gazetesi, 20.04.2018 https://www.turkiyegazetesi.com.tr/yazarlar/hilmi-demir/601830.aspx. (Erişim Tarihi: 10.10.2019). Not: Biz burada selefiliği uzun uzadıya anlatmayacağız. Konumuz gereği bazı yönlerini değerlendireceğiz. 30 cemaatler, tarikatlar ve büyük oranda da Selefi düşünce doldurmaktadır. Bu gün Sünniliğin içerisi, Mezhepler tarafından doldurulan bir kavram olmaktan çıkmıştır. Sünniliğin içi daha çok Selefilik tarafından doldurulmaktadır.”65 Hem tekrar hem de hülâsa mahiyetinde yeniden bir çerçeve çizilecek olursa, İslâmcılık modernitenin bir ürünü olarak reaksiyoner mahiyette doğan, farklı şartlar ve coğrafyalarda ortaya çıkıp farklı kollara ayrılan ve fakat zaman zaman bu kolların iç içe geçmesiyle ve aynı zamanda farklılıklar arz etmesiyle kâh karmaşıklaşan kâh spesifikleşen bir cereyandır. Bu meyanda, sivil ve resmî İslâmcılık tesmiyesiyle iki başlıkta incelenebilir. II. Meşrutiyet dönemi Türkiye İslâmcıları için bu çerçevede ne söylenebilirin cevabı ise şöyle olabilir: Yetiştikleri ortam vesilesiyle büyük ölçüde gelenek içinden gelirler. Geleneği bildikleri kadar aldıkları eğitim ve okudukları neşriyatlar vesilesiyle de Batı’yı tanıyan/tanımaya çalışan kişilerdir. İdrak ettikleri dönemin bir buhran devri olması hasebiyle yapılması gereken pek çok acil şeyler olduğuna inanırlar. Bu vesileyle beyan ettikleri fikirler ve yaptıkları işler arasındaki ilişkiye bakıldığında, sorunların çözümünü fikrî muhitlerinden daha başka ve uzak yerlerde ararlar. (Bu konuda Türkçüler, Batıcılar ve Osmanlıcılar da İslâmcılarla benzerlik göstermektedir.) Diğer bir tabirle geleneği/tarihî tecrübeyi mahkûm eden zihnî formasyonu temel alarak fikirlerini oluştururlar.66 65 Hilmi Demir, “Selefiler Kimdir, Selefilik Nedir?’’, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 2014 https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/teostrateji-arastirmalarimerkezi/selefiler-kimdir-selefilik-nedir (Erişim Tarihi: 15.10.2019) 10 no’lu dipnotta sorduğumuz sorulara kısmen de olsa cevap bulabildiğimizi söylediğimiz çalışmadır. Makalenin tamamı konunun anlaşılması bakımından kayda değerdir. 66 T. Zafer Tunaya, İslâmcılık cereyanını tasnife tâbi tutarken gelenekçi İslâmcılar kavramını da kullanır. O, bu kavramlaştırmanın içine Mustafa Sabri Efendiyi alsa da biz daha çok Elmalılı Hamdi Yazır, Babanzâde Ahmed Naim gibi İslâmcılığın temsilî isimlerini bu kategoride değerlendirebiliriz. Eğer İslâmcılık dairesine alınması mümkünse, Tahir’ül Mevlevî de bu kategoriye dahil edilebilir. Elmalılı’nın “Hak Dini Kur’an Dili” adlı meşhur tefsiri, Babanzâde’nin Buharî Tercümesi, Tahir’ül Mevlevî’nin Mesnevî Şerhi metod itibariyle, klasik Sünnî –ve hatta Hanefî- zihniyetin derin izlerini taşır. 31 II. BÖLÜM 2. TÜRKÇÜLÜK VE DİN Türkçülük ve İslâmcılık, temas ettikleri konu ve teklifler itibariyle iki ayrı cereyandır. Ve bu iki cereyan üzerine yapılan çalışmalarda genel olarak daha çok farklılıkların ön plana çıkarıldığı görülür. Fakat bu iki ayrı cereyanın kalın çizgilerle ayrılan yönleri olduğu gibi, iç içe geçmiş pek çok benzer yönünün olduğu da bir hakikattir. Dikkatli bir gözle bakıldığında, Türkçülüğün tarihî ve fikrî kökenleriyle birlikte din ve kimlik adına serdettiği fikirlerin arka planında İslâmcılığın etkileri görülür. Türkçülüğe benzer bir şekilde İslâmcılığın tarihî, fikrî yönüne ve netice itibariyle geldiği yere bakıldığında da Türkçülüğün sunduğu tekliflere yaklaştıkları müşahede edilir. Diğer bir tabirle, Türkçülerin İslâmcılığı ve İslâmcıların Türkçülüğünden söz edilebilir. Bu iç içe geçmişlikler ve farklılıklar bazı yönleriyle ilerleyen sayfalarda anlatılacaktır. 67 2.1. Türk Milliyetçiliğinde Din Yahut Türkçülerin Din Algısı Milliyetçilik mevzusu bahis konusu olduğunda –sözlü ya da yazılı-, onun ne olduğuna ve ne zaman ortaya çıktığına dair açıklamaların muhakkak yapıldığı görülür. Bu açıklamalarda milliyetçilik kimi zaman tarihin ilk dönemlerinden beri vardır ve bugüne kadar devam edegelmiştir. Kimi zaman bu teorinin karşıtı bir görüş yani milliyetçilik modern bir cereyan olup, tarihin ilk devirleriyle ilgisi yoktur mealinden açıklamalar yapılır. Bir diğeri ise her iki görüşü de alarak diğer bir teoriyi ortaya çıkarır. Bu tartışmaların yanı sıra, milliyetçilik tartışmalarının olmazsa olmazı gibi 67 Bkz: 3. Bölüm. 32 görünen din de yerini alır. Milliyetçiliği oluşturan en esas amillerden biri ve belki hatta birincisi dindir diyenlerin yanında dinin milliyetçiliğin bir yardımcı unsuru olduğu ve hatta milliyetçiliğin yeni bir din olduğu da söylenegelmiştir.68 Fakat hülâsaten ve derli toplu olarak şunlar söylenebilir: “Millî devletlerden ve milliyetçilik akımlarından önce, sahip olunsun yahut olunmasın bir grubun özel bir yurtla, tarihî bir mekânla ilişkilendirilmesi, dinî bilinçle beslenerek sürekli canlı tutulmuştur. Bir toprak parçasında ikâmet etmek yahut onunla özdeşleşmek, aidiyet duygusunu beslemiştir. Başlangıçta bir kutsal mekân olan coğrafya, modern öncesi zamanlarda dinin, modern zamanda ise milliyetçiliğin etkisiyle kimlik belirleyicisine dönüşmüştür… Denilebilir ki, ‘tek ülke, tek dinî otorite’ gibi dinî içerikli kanonik toprak, milliyetçilik çağında yerini ‘tek ülke, tek dil, tek millet’ gibi seküler bir söylemle vatana terk etmiştir.”69 Dinin, artık klasik devirdeki manasından başka anlamlara geldiği modern dönemde milliyetçilik, dini de kapsayan bir hâkimiyete sahiptir.70 Milliyetçiliğin, yeni bir toplum ve bu topluma ait yeni bir kimlik oluşturmadaki en önemli etkenlerden biri olarak gördüğü din, sınırları ve etkisi daraltılarak yaşamaya devam eder. “Milliyetçiliğin şayet başarılı olmak istiyorsa bir şekilde müspet olarak ele alması gereken gerçeklikler… Bu itibarla Milliyetçilik, kendisini İslâm zeminine yerleştirmiştir. Şimdi yapılması gereken, onu (İslâm’ı) Batı’nın metotlarıyla uyumlu olarak millî ihtiyaçların gereklerine göre şekillendirmekti. Müslümanlar arasındaki buhran, İslâm’ı millî-Türk düşüncesinin taleplerine göre şekillendirme fırsatı sunuyordu. Umumî dinî buhranın ortadan kaldırılması vazifesi, 68 Bahsi edilen kuramlarla ilgili geniş bilgi için: Umut Özkırımlı, Milliyetçilik Kuramları, Doğu Batı Yayınları: İstanbul, 2019. Ayrıca, Hayes, Carlton J., Milliyetçilik Bir Din, Çev: Murat Çiftkaya, İz Yayınları, İstanbul, 2011. Kieser, Hans Lukas, Türklüğe İhtida: 1870-1919 İsviçre’sinde Yeni Türkiye’nin Öncüleri, Çev: Atilla Dirim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008. 69 Yahya Kemal Taştan, Balkan Savaşları ve Türk Milliyetçiliğinin Doğuşu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2017, s.22-23. 70 Milliyetçiliğin bir din olduğu tezine yönelik bazı çalışmalar için bkz: Hans Lukas Kieser, Türklüğe İhtida, 1870-1919 İsviçre’sinde Yeni Türkiye’nin Öncüleri, Çev: Atilla Dirim, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008; Carlton J. Hayes, Milliyetçilik Bir Din, Çev: Murat Çiftkaya, İz Yayınları, İstanbul, 2011. 33 millî düşünceleri dinî olanla irtibatlandırma ve bu yolla içselleştirme fırsatı temin ediyordu.”71 II. Meşrutiyet devrinde Türk milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapan Türkçülerin faaliyetleri de tamamen bu meyandadır. Türkçülük akımının ilmî/entelektüel boyutunda yer alan ve konunun merkezinde bulunan din hususu, hem tarihî hem itikadî hem ictimâî, hülasa-i kelâm Türk hayatının her yönüne etkisiyle, Türkçülerin gündemlerinden çıkarmadığı ve ısrarla dikkate aldıkları bir vakıadır. Basit bir tabirle Türkçülerin programlarında din/İslâm –yukarıda söylenilenler doğrultusunda- mühim bir yer tutar. Bu meyanda birer ideoloji olmalarından mütevellit milliyetçilik ve din arasında, imgelerden simgelere, törenlerden ayinlere ve yortulara, kutlardan, totemlere, tabulara kadar pek çok alanda birbirini kapsayan ilişkinin mevcut olduğu görülür. 72 Yukarıda milliyetçiliğin açıklanmasında din hususunun bazı donelerine temas edilmişti. Türkçülerin dinî görüşleri de -her ne kadar zıt kutuplar gibi görünseler deİslâmcılara benzer bir mahiyeti hâizdir.73 Skolastikten kurtulmak, bir Rönesans veya Reform gerçekleştirmek kabilinden okunabilecek bu görüş Türkçülerin İslâm modernizmi hareketinde isimlerinin anılmalarına sebebiyet vermiştir.74 İttihat ve Terakkînin destekleriyle Türkçü ve Türkçü-İslâmcı isimler tarafından neşredilen, Dinli Bir Hayat, Hayatlı Bir Din mottosuyla çıkan İslâm Mecmuası75 , yapılan ve yapılacak olan reformlarla din/İslâm’ın hurafelerden ve her türlü yabancı unsurdan temizlenmesi gerektiği ve bu sağlanırsa İslâm’ın özü ve hakiki veçhesinin yeniden anlaşılıp “elde edileceğini” savunmuştur. İslâm Mecmuası çevresine göre İslâm, “Hz. Muhammet 71 Ahmed Muhiddin, Şiir, Milliyetçilik, İslâmcılık, Modern Türklükte Kültür Hareketi, Tercüme: M. Suat Mertoğlu, Küre Yayınları, İstanbul, 2019, s.140. 72 B. Akgün- Şaban H. Çalış, “a.g.m’’, s.584. 73 Bu konuya ilerde değineceğiz. 74 Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İş Bankası Yayınları, İstanbul, 2013, s.399. 75 İslâm Mecmuasının yakın bir zamanda latinize edilip Zeytinburnu Belediyesi Kültür yayınları tarafından kamuoyunun faydasına sunulan şu neşrine bakılabilir: İslâm Mecmuası 1914-1918, Yay. Haz.: İlhami Danış- Mustafa Göleç, Ömer Faruk Köse, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, 3 Cilt, İstanbul, 2019. 34 devrindeki saflığına yeniden kavuşabilirdi.”76 İstitrat kabilinden söylenecek olursa Türkçülerin bu yayın organının İslâmcı düşünce ve mevkuteleri olan Sıratı MüstakimSebilürreşad’la aynı temelden hareketle fikir ürettikleri de bir bahsi diğerdir. Türkçülüğün temsilî isim ve eserlerinde görüldüğü veçhile milliyetçilik tanımlamalarındaki gibi benzerlikler ve farklılıklar göze çarpar. Din, Türkçü düşüncede Türklük çatısının altında kimliği ve ahlâkî yapıyı oluşturan önemli amillerden biri iken İslâmcılıkta ise çatı yapıdadır. Fakat her iki düşüncede de -ister çatı isterse çatı altında bir amil olsun- din/İslâm, tasavvur olarak benzerlik gösterir. Bu mevzuyu somutlaştırabilmek için Türkçülüğün temsilî isimleri üzerinden gitmek konuya biraz daha açıklık getirecektir. 2.1.Ziya Gökalp “Tasavvuftan gelen ve Türklere Doğu yoluyla Batı’yı getiren” 77 “Entelektüel bir mistik”, hepsinden ziyâde 20. asrın Sokrates’i olarak ululanan Gökalp orta halli bir ailenin çocuğu olarak Diyarbakır’da dünyaya gelir. Geleneğin metot ve argümanlarıyla yetişen, “zamanının ekseri Müslümanları gibi, sünnî bir terbiye alan ve ilk hissî ve fikrî davranışları dine dayanan” 78 Gökalp, toplumunun bir prototipi ve devrin ikiliğinin yahut arada kalmışlığının en güzel örneğini yansıtan bir ailenin çocuğudur. Babası, Gökalp’ın âlim olmasını arzular ve bunun için oğlunu Avrupa’ya göndermek ister. Fakat gâvur olur korkusuyla bu arzusu akim kalır. Memlekette kalıp eğitimine burada devam ederse de eşek olur endişesiyle79 oğluna kendini iyi yetiştirmesini salık verir. 76 Masami Arai, Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği, Çev: Tansel Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016, s.141. Türkçülüğün diğer yayın organları ve özellikle burada çokça temas etmemiz gereken fakat edemediğimiz İslâm Mecmuası ile ilgili ayrıntılı bilgi künyesini verdiğimiz bu eserde mevcuttur. 77 Bu nitelemeyi Ruşen Eşref, Gökalp için yapar. 78 Uriel Heyd, Ziya Gökalp’in Hayatı ve Eserleri, Terc.: Cemil Meriç, Sebil Yayınevi, İstanbul, 1980, s.59. 79 M. Emin Erişirgil, Bir Fikir Adamının Romanı Ziya Gökalp, Atlas Kitap, 2007, s.28. 35 Döneminin ve mensup olduğu Türkçülük cereyanının diğer entelektüelleri gibi hayatının dönüm noktalarını ve fikriyatını birtakım kırılmaların yahut değişim/dönüşümlerin oluşturduğu bilinen Gökalp, takdir edileceği üzere, içinde bulunduğu dönem ve mekândan hâlî değildir. Gökalp’ın hayatını üç merhalede gözlemek mümkündür. Bunlardan ilki, Diyarbakır’dan Selanik’e uzanan muhataralı yoldur. Bu ilk dönemde Gökalp’ta henüz Durkheim sosyolojisi ve Türkçülük fikri baskın değildir. Gökalp, Batı sosyoloji ve felsefesini tanımakla meşguldür. Aynı zamanda İslâm ve Osmanlı dünyasının meşhur filozoflarını gündemine alan Gökalp’ın, dinî/tasavvufî fikriyâttan ciddi anlamda etkilendiği müşahede edilir. Yine bu dönemde Müslüman bir Osmanlı Türk’ü profili çizen Gökalp’a Osmanlıcı demek yanlış olmayacaktır. İkinci dönem, Selanik’te çıkan Genç Kalemler Mecmuası ve çevresinde şekillenmeye başlayan fakat kemaline meşhur Balkan Savaşları ve bozgunu ile ulaşan dönemdir. Bu devir artık yeni bir devirdir. Yeni hayatın umdelerinin belirginleşip tebellür etmeye başladığı devir bu devirdir.80 Üçüncü dönem ise mütareke ve Genç Cumhuriyet devirleridir ki, Gökalp bu dönemde bazı fikirlerini yeniden gözden geçirme isteği duyar. Bu son dönemdeki yazıları birtakım şeyleri tespite yöneltse de erken ölümüyle bir o kadar şeyin havada kaldığı da bir gerçektir. Bu kısa izahat ve dönemleştirmeden sonra konunun asıl odak noktası olan Meşrutiyet dönemine dönülecek olunursa, siyâsî birtakım söylemler yüzünden yükseköğretimden atılıp memleketi Diyarbakır’a sürgüne gönderilen Gökalp, İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin bir delegesi olarak Selanik’e gider. 1908’de İttihat ve Terakkî’nin devlet ve cemiyet üzerinde etkisini artırması birtakım politikaların da uygulanmasını beraberinde getirir. İttihat ve Terakkî’nin hissedilir derecedeki etkileri altında ilk olarak uygulanan ittihad-ı anâsır politikasının getirdiği kısa süreli barış ve kardeşlik ortamı, yerini yıllardır kaynayıp taşmaya meyyal ve hazır olan sorunlar silsilesinin adeta patlayıp taştığı bir ortama bırakır.81 Bahsi geçen tarihte devletin 80 Ziya Gökalp ve Yeni Hayat’ı aşağıda ayrıntılı olarak incelemeye çalıştığımızdan burada ayrıntıya girmiyoruz. Ayrıntılı bilgi için oraya bakılabilir. 81 Bu konuyla ilgili daha geniş bilgi almak için bkz: Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2017 36 kurtuluş reçetesi olarak görülen Osmanlıcılık, Balkan Savaşları ile birlikte etkisini yitirmeye başlamış ve bu düşünce yerini, kademeli olarak İslamcılık ve Türkçülük düşüncesine bırakmaya başlamıştır. Bunların ideolojik ve teorik çerçevesi Gökalp tarafından çizilmiştir. İyi yetişmiş bir sosyolog ve samimî bir Durkheim takipçisi olan Gökalp, İttihat ve Terakki Merkez Komitesi’nde yer alabilmiştir.”82 Gökalp, İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin dikkate alınan ve sözü dinlenen saygın kişilerinden biri olur. “Daha Selanik’te iken âzaları arasında bir iş bölümü yapan İttihat ve Terakki Merkezi, Ziya Gökalp’i gençlik işleri bürosuna şef yapmış; Gökalp burada çalışkan, kültürlü ve ahlâklı gençleri tanımak ve onların gelişmesine yardım etmek vazifesini üstüne almıştır.” 83 Başta hükûmetin ve pek çok entelektüelin inanç ve düşüncesine göre, devletin ve toplumun en önemli ihtiyacı reform yahut yeniliktir. Gökalp, hem vazifesi itibariyle hem ideolog ve hem de hoca kimliğiyle içtimâî değişim ve dönüşümün adeta reçetesini yazar. Gökalp, Türkiyat, iktisadiyat ve din gibi pek çok alanda teşebbüste bulunur ve mecmualar etrafında bir ekol kurmaya çalışır. Gökalp üzerine yazılan eserlerin pek çoğunda görüleceği üzere onun din hususundaki fikirlerine sürekli bir temas vardır. Bu temaslarda ekseri olarak pozitivizm84 ve Durkheim85 etkisine temâs edilir. Gökalp’ın Fransız Sosyolog Durkheim’dan oldukça etkilendiği genel kabul görmüş gibidir. Peki Durkheim felsefesi nedir ve bu felsefenin Gökalp üzerindeki etkileri nelerdir? Bunu Erol Güngör şu şekilde açıklar: “Durkheim sosyolojisinin iki ana çizgisini bir daha hatırlatmak istiyoruz. Birincisi, Durkheim’a göre cemiyet hayatının temeli din hayatıdır; bütün sosyal müesseselerin, hattâ düşüncemizdeki mantık kalıplarının temeli 82 Yahya Kemal Taştan, “a.g.m.’’, s.38. 83 Yahya Kemal Taştan, “a.g.m.’’, s.39. 84 Pozitivizmle ilgili şu esere göz atılabilir: Murtaza Korlaelçi, Pozitivizmin Türkiye’ye Girişi, Kadim Yayınları, Ankara, 2014. 85 Gökalp öldükten sonra kaleme alınan ve ilmî olmaktan ziyâde daha çok rövanşist duygularla ve yer yer hakaretâmiz bir üslûpla kaleme alınan şu eserin ilgili sayfalarına da bakılabilir: Hüseyin Kazım Kadri, Ziya Gökalp’in Tenkidi, Haz: İsmail Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2018. 37 dinde bulunur. İkincisi, Durkheim, Comte’dan gelen bir pozitivist zihniyete sahiptir; o da Comte gibi kendi devrindeki batı dünyasının artık din birliği yoluyla ayakta tutulamayacağını, cemiyetin son tekâmül merhalesinde pozitivist düşünceye ulaşmış bulunduğunu, bu düşüncenin cemiyet tarafından benimsenmiş olmakla tıpkı din gibi kutsal bir mahiyet kazandığını düşünüyordu. Ziya Gökalp’ın yazdıklarını okurken bu iki noktayı daima hatırda tutmak gerekir. Şu farkla ki, Gökalp bütün hayatında dinî ve mistik inaçların tesiri altında kalmış bir insandır; Durkheim’in pozitivist bir kafa ile sadece bir sosyal realite olarak incelediği din onun vicdanında daima akisler ve çatışmalar yaratmıştır.”86 Parla da Güngör’e benzer yaklaşımlarla bu konuyu değerlendirir. Gökalp için “özgün olamamış bir Durkheim takipçisi” kanaatinin aksini iddia eden Parla, Gökalp’in analitik toplumsal-siyasal kuramını büyük ölçüde Durkheim’dan aldığını kabul etmekle birlikte, “normatif toplumsal-siyasal felsefede Rousseau ve Kant’tan da etkilendiğini” belirtir. Ayrıca Gökalp’in sentezi bir sacayağına oturur dedikten sonra, “Durkheim solidarizmi bu temellerden sadece biridir. Diğerleri kültürel Türkçülük ve ahlakçı tasavvuftur” diye ekler. Bu metottan hareketle Gökalp’ın “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak” programında da görülebileceği üzere din bilhassa içtimâî felsefe nazarıyla ele alınır ve farklı yönlere olan etkisiyle kâh daralıp kâh genişleyerek yeniden yorumlanır. Netice itibariyle telifçi yahut uzlaştırmacı bir anlayışla “muâsır bir İslâm Türklüğü” 87 meydana getirmek amaçlanır. Gökalp hemen her makalesini bir silsile yahut daire şeklinde oluşturur. Genelden özele veya dıştan içe doğru bir kavramlar yumağı göze çarpar. Bu meyânda fikirlerin sürekliliğini takip etmek ve anlamlandırmak zaman alır. Konu üzere bu takibin yapılabileceği en derli toplu yer “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak” programıdır. Dolayısıyla odak noktası -zaman zaman taşmak suretiyle- burasıdır. 86 Erol Güngör, a.g.e., s.59-60. Bu makalenin ilk yayınlandığı yer için bkz: Erol Güngör, “Ziya Gökalp ve Türkçülükte Din Meselesi’’, Atsız Armağanı, Haz: Erol Güngör, Mustafa Kafalı, Osman F. Sertkaya, Altınordu Yayınları, Ankara 2017, s.315. 87 Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak, Haz: Mustafa Özsarı, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014, s.20, 38 Gökalp’ın diğer makale ve eserlerine nazaran bu eser ve program daha derli toplu olmasının yanında okuru net yargılara götürmesi bakımından mühimdir.88 Gökalp’ın din hususunda söyledikleri de dıştan içe doğru ve içten sonuca doğru olarak sınıflandırılabilir. Gökalp’a göre: “… bir müddetten beri asrî aletlerle fenlerin inkişafından doğan asrî medeniyet müspet ilimlere müstenit yeni bir beynelmileliyet husule getirmektedir. Gittikçe, dine müstenit olan beynelmileliyetler yerine ilme müstenit hakiki bir beynelmileliyet kaim olmaktadır.” 89 Bu anlayışıyla “Türkiye’nin Avrupa milletleri arasına girmesi lâdinî bir mahiyet verdiğinden, gittikçe beynelmileliyet dairesiyle ümmet dairesi de birbirinden ayrılmaktadır.” Görüldüğü üzere, İslâm’ın –klasik nazarla- beynelmileliyeti, yerini - yeni nazarla- “müspet ilimlere müstenit muasır ve din dışı/seküler bir dünyaya” bırakılarak din, bir daralmaya tâbi tutulur. Din, beynelmileliyetten sıyrılarak hars halini alır. Böylece Türk-İslâm Harsı vücut bulur. Bu husus bahsedilen dairenin en dışını oluşturur. Dairenin içine doğru bakıldığında bir iç daireyi milliyetçiliğin de ana unsuru olan lisândan hareketle din yorumu oluşturur. Gökalp bu hususta şunları söyler: “İslâm lisanları ıstılahlarını Arabî yahut Farisî’den almakla ümmet vahdetine ait vazifelerini ifa etmiş olmaz… Bundan dolayıdır ki diğer İslâm lisanlarının kabul etmiş olduğu yahut kabul edebileceği tabirleri arayıp bulmak lâzım gelir. Bu maksadı temin için İslâm ümmetine mensup her lisanda ıstılah vaz’ıyla meşgul cemiyetler teşkil etmeli, bu cemiyetler muayyen zamanlarda ıstılah kongreleri suretinde toplanmalıdır.” 90 Lisânda ümmetin umumî lisanına mebni bir ıstılahlar kâmusuna malik olduktan sonra Arabî ve Farisî’den içtinap etmek gerekir. Yeni kavramlar muasırlaşmanın, “ıstılahlar ümmet’in, lügatler milletin natıkasıdır” diyerek “klasik 88 Gökalp’ın Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı meşhur eserinden başka, bu programa atfolan diğer makaleler ve muhtevası da ileriki sayfalarda zikredilecektir. 89 Ziya Gökalp, Türkleşmek…, s.20. 90 Gökalp, Türkleşmek…, s.23. 39 dünya”nın ve fikriyat, jargon ve lisanıyla, tamamen olmasa da kalın çizgilerle araya bir set çeker. Kendine dönmenin kendi içinden bir üretime geçmeye çalışmanın ve belki de Türk Müslümanlığı fikrinin en önemli sacayağı burada hissedilir. Bir iç daire olan tarih ve anane dairesinde Gökalp: “İslâmlığa ait müesseselerimizin ananalerini, tarihini tefahhus etmeliyiz. Kelâmın, tasavvufun, fıkhın tarihlerini bilmeliyiz. Bu müesseselerin nasıl tekâmül ettiğini, muhtelif muhit ve zamanlarda ne yolda intibak eylediği malum olursa bu asırda hangi terakkilerin kabul edeceği ve istikbalde ne şekilde bir tekâmül takip eyleyeceği de anlaşılabilir” diyerek “Türk’ün ma-bâ’de’t-tarihini dinin bu ma-bâ’de’t-tabiasına raptederek İslâmTürk tarih felsefesi”nin oluşabileceğini söyler. Gökalp’ın terbiye, mefkûre, Turancılık umdelerinde de din/İslâm kendine farklı şekillerde ve fakat diğer konularla mütemmim bir yer bulur. Tutukluluk ve sürgün hayatından kurtulup Malta’dan geri dönen Gökalp, memleketi Diyarbakır’da çıkardığı ve “Diyarbakır’dan ülkenin entelektüel gündemine yön veren Küçük Mecmua”daki musahabelerinden biri de “Dine Doğru”91 makalesidir. “Din, ahlâktan daha yüksek bir ahlâktır. Ahlâk insanı ancak fazilete din ise evliyalık makamına kadar çıkarır” diyen Gökalp, burada da tasnifler ve bu tasnifleri açıklayan misallerle açıklama yapar. Buna göre dinin “ahlâk üstü ve estetik üstü bir tabiatı vardır. Dindeki bu tabiat insanların ruhlarına hitap eden güzelliklerdir. Edebiyatın tasavvufla olan samimi alakası; tasavvufta zevk, hal, mükâşefe adlarıyla bilinen görüş yahut tadışın gerçekleştiği idrak vasıtasını, mantığı ve usulü aşan durumlar işte bu iki umdeye tekabül eder. Dindeki bu ikili ferde bir şahsiyet ve tekâmül kazandırır. Bunlarla birlikte dindeki bu iki tabiatın yanında bir de üçüncüsü vardır: “Mantık üstü” tabiatı. Bu umde ise, rasyonel ilme tekabül eder. Gökalp’a göre din yalnızca fertlere değil cemiyetlere de şahsiyet verir. Fakat din mürşitleri veya evliyalar 91 Ziya Gökalp, “Dine Doğru’’, Küçük Mecmua, Haz: Ali Duymaz, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018, s.41-47. 40 fertlere şahsiyet verebilirken cemiyetlere şahsiyet vermek onların işi değildir. Evliyaların her biri peygamberlerden birisine tabidir. 92 Gökalp zihnindeki program ve felsefeden hareketle sonuca varır. Cemiyet hayatının ferdî yaşantıdan daha ön planda olduğuna inanan Gökalp, Hz. Muhammed’in çöl Araplarını derin bir cehaletten kurtarıp bir hars ve medeniyete yükselttiğini söyleyerek “içtimaî ve ferdî bir mürebbi” oldu diye ilave eder. İşte âlimler de tabir caizse bir nevi peygamber görevi üstlenerek cemiyeti kurtarmaya çalışırlar. Burada bir hususu daha ilave etmek gerekir. Gökalp makalesinde tekrardan ümmete temas eder. Diğer dinlerle İslâm’ı teşkilat yönünden mukayese eden Gökalp, Müslümanlarda ümmet teşkilatının bir “hükümet şeklinde değil”, “darülfünun” şeklinde ortaya çıktığını söyler. Bundan dolayı Müslümanların dinî teşkilatları medrese olarak teşekkül etmiştir. Dolayısıyla burada ruhaniliği olmayan, akıl ve hürriyet esasına istinat eden; aklî delillerle ikna etmeden hiçbir kimseye bir hakikati kabul ettirmeye çalışmayan müderrisler vardır. Nihâî itibarla Gökalp, “İslâm ümmeti, Buda’nın ümmeti gibi bir tekkeler konfederasyonu değil, bir medreseler müttehidesidir. Bütün İslâm âlemi büyük bir konfederasyondur,” diyerek dinin “ilmî bir velayete” müstenit olduğunu söyler. Yahut daha geniş bir tabirle Gökalp’ta din, rasyonel kaynaklardan oluşan, ilim ve mantığa aykırı öğelerden izole edilmiş, toplumsal ahlakın en önemli kaynağı ve toplumsal dayanışmanın unsurlarından biridir.93 Gökalp’ın bu düşüncesi Ortodoks yahut klasik sünnî görüşten hareketle değil tasavvuf ve akılcı görüşlerin tesiriyle hareket ettiği görülür.94 Gökalp, diğer eserlerine nazaran sanki çok acele bir şekilde hazırlanmış izlenimi veren Türkçülüğün Esasları’nda, “Dinî Türkçülük” başlığıyla din hususuna birkaç sayfa ayırır ve sadece lisâna indirgeyen bir tavırla yer verir. Bu hususun yeni siyasî yapı ve konjonktürle doğrudan ilgisi olduğu kuvvetle muhtemeldir. Bu başlıkta, “İbadetlerden zevk almak, dinin hakikî mahiyetini öğrenmek için hutbeler ve vaazlar 93 Taha Parla, a.g.e, s. 65. 94 Taha Parla, a.g.e. s.65; Uriel Heyd, a.g.e. s.59. 41 Türkçe olmalıdır,” ifadelerini kullanarak İmâm-ı Â’zam’ın verdiği cevazla “sureler bile millî lisanda okunmalıdır,” der ve ekler: “Çünkü din, millî lisâna nakledilmez ve millî hayat suretinde yaşanılmazsa ümmet hayatı devam ediyor demektir. Müşterek medeniyetten millî hars ayrılmadığı takdirde de henüz millet hayatı başlamamış demektir.” 95 “İslâmiyetin esasa taalûk etmeyen kısımları içine karışmış Arap gelenekleri, İslâm Dini’nin geniş bir tasfiyesi için nazarî bir temel sağlıyabilir.”96 2.1.1.Yeni Hayatı Oluşturan Kavramlar Modern Türk düşüncesi, modern İslâm düşüncesi, II. Meşrutiyet dönemi ve yakın tarihin sosyal, siyâsî, iktisâdî ilâahir hemen her alanında etkisi ölçüsünde ismi zikredilmeden geçil(e)meyen Ziya Gökalp’ın fikriyatıyla ilgili yukarıda birtakım izahatlar verildi. Gökalp’ın Yeni Hayat çatısı altında kurduğu Muasır bir İslâm Türklüğü programının içerisinde pek çok kavramlar yumağı olduğu da dile getirildi. Gökalp sistemindeki bu kavramların, dar açıdan bakıldığında pek çok yöne, geniş açıdan bakıldığında ise tek bir yöne evrildiği söylenebilir. Kullanılan kavramlar ekseriyetle birbirinin mütemmim cüzleridir. Sistem ve içerisindeki kavramların nerelere tekabül ettiğini muhtasar bir surette izah etmek yararlı olacaktır. Gökalp, 1911 yılında Genç Kalemler’de kaleme aldığı “Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler” serlevhalı makalede, “Biz siyâsî inkılâbı yaptıktan sonra ikinci bir vazifenin önünde kaldık: İçtimaî inkılâbı hazırlamak!” diyerek işin kolayını başardıktan sonra asıl zorlu meseleyle karşı karşıya kaldıklarını ilave eder. Bu tarihlerde henüz Durkheim sosyolojisine aşina olmayan Gökalp, Alfred Fouillée’nin 95 Ziya Gökalp, “Millet Nedir?’’, s.26. 96 Uriel Heyd, a.g.e. s.74. 42 tesiri altındadır ve kuvvet-fikir ve kuvvet-his kavramları ile iş görür. 97 Gökalp kuvvet fikirden maksadın “siyâsî inkılabın icrası için kâfi olan hürriyet, müsavat, uhuvvet” umdelerinin olduğunu söylerken, kuvvet-hislerden muradının ise “asırlarca süren içtimaiyatların izlerini taşıyan ve kolayca değişmeyen hisler” olduğunu dile getirir. Bunun için ise çok güç ve uzun bir çalışma mücahedesi gereklidir. Gökalp’a göre “eski hayatı beğenmeyerek yeni bir hayat ibdâ etmek” demek olan içtimâî inkılâb, yeni hayat demektir. Yeni hayat ise “yeni iktisat, yeni aile, yeni bedaat, yeni felsefe, yeni ahlâk, yeni hukuk, yeni siyâset demektir.” Bir diğer tabirle eski hayatı değiştirmek demek olan bu durum “yeni bir yaşayış yaratmakla kâbil olabilir.” “Biz eski hayatı ve eski kıymetleri beğenmiyoruz” diyen Gökalp, eski hayata dair olan şeylerin yerini yenilerinin almasını çok net ifadelerle dile getirir.98 “Yeni hayatı gaye ittihaz edenler bu hakikî kıymetleri arayanlar gençlerdir.” Gökalp, yeni hayattan bahseder fakat yeni hayatın tam olarak neye tekabül ettiğini söylemez. Yeni hayat “müphem ve mütenevviç bir harekettir. Gayesi malûm değil, programı yoktur. Fakat muntazam bir usulü vardır” diyerek şimdiden bilinemeyeceğini ve hangi hedeflere ulaştıracağını kestirmenin güç olduğunu ifade eder.99 Bu usûl “hayatın her safhasına ait kıymetlerin iş bölümü yapılmak suretiyle araştırmacılar tarafından farklı dallarda araştırmalar yapması demektir.” Gökalp bu makalesinde yeni hayatın ayrıca “bugünkü insaniyeti milliyet mefhumunda mütecelli gördüğü için her tekâmül ilimdedir ve ilim vatan içindir” diyerek yeni hayatın materyalist bir yaşayış değil millî bir yaşayış olduğu hükmünü verir. “Yeni hayat taklîdî değil yaratıcı olacaktır. Bu millî irfanlar sayesinde Osmanlıların millî medeniyeti, Avrupa medeniyetlerine gıptalar ilham edecektir”100 diyerek Avrupa’ya karşı bir tutum sergiler. Hülâsa-i kelâm yeni hayat “ibda ve inşâ hareketidir.” “Türkler her asrın yeni insanlarıdır. Bundan dolayıdır ki, yeni hayat 97 Zafer Toprak, Türkiye’de Popülizm, Doğan Kitap, İstanbul, 2013, Aktaran: Mehmet Kaan Çalen, “Yeni Hayattan Millî Hayata, İntihardan Terkîbe Ziya Gökalp’’ Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 16/2, Aralık 2016. 99 Ziya Gökalp, “Türkçülük Nedir? 1”, Yeni Mecmua, Haz.: Salim Conoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018, s.241,251. 43 bütün gençliklerin anası olan Türklerden doğacaktır” ifadeleriyle makalesini hitama erdiren Gökalp, Cenap Şahabettin’in verdiği bir röportajda Genç Kalemler hakkında söylediği birtakım müstehziyâne sözler üzerine bu meseleyi tekrar gündeme alarak Yeni Mecmua’da Türkçülük Nedir? başlıklı üç makale neşreder. 1917 yılında kaleme aldığı Türkçülük Nedir? -1 101 başlıklı makaleyi Cenap Şahabettin’in iddialarını sunarak 1911 yılındaki makalesini yeniden hatırlatıp iddiaları cevaplamaya hasreder. 1918 yılında kaleme aldığı dizinin ikinci makalesinde ise, Yeni Hayat ve Yeni Kıymetler makalesindeki fikirlerinin bazısını terk ettiği, bazısını değiştirdiği görülür. Gökalp yıllar evvel serdettiği “Hakiki medeniyet ancak yeni hayatın inkişafıyla başlayacak olan Türk medeniyetidir” cümlelerini şovence bularak fikirlerini değiştirdiğini yahut tadil ettiğini gösteren ilk adımı atar.102 Ondaki bu değişim hakkında Çalen şunları söylemektedir: “1911 yılında henüz meşhur kültür-medeniyet ayrımını sistemleştirmemiş olan Gökalp, 1918 yılına gelindiğinde beynelmilel medeniyet ile millî kültürün sınırlarını kesin çizgiler ile tayin etmektedir. Bu bağlamda hem Avrupa medeniyeti hakkındaki, hem de bir Türk medeniyeti yaratmak emeli etrafındaki düşünceleri çoktan değişmiştir. Artık Avrupa’nın medeniyetini değil, kültürünü çürük bulmaktadır. Medeniyet beynelmilel olduğu için Avrupa medeniyetine dâhil olmakta bir sakınca yoktur. Kültür ise millîdir ve Avrupa’dan kesinlikle kültür unsurları ithâl edilmemelidir. Kültür ve medeniyet kavramlarındaki bu radikal değişim, Yeni Hayatın da yeni bir Türk medeniyeti inşâ etmek şeklinde değil, bir kültür [hars] cereyânı olarak tarif edilmesini beraberinde getirir.” 103 Gökalp’ın ilk makalesinin üstünden geçen yıllar içinde değiştirdiği yahut tadil ettiği diğer bir mesele de “eski hayatı kat’i surette reddetmek” mealindeki görüşleridir. 101 Ziya Gökalp, “a.g.m.”, s.241,251. Gös. Yer. 102 Ziya Gökalp, “Türkçülük Nedir? 2”, Yeni Mecmua, Haz.: Salim Conoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018, s.252. 103 M. Kaan Çalen, a.g.e., s.49. 44 Yeni hayat “Millî Hayat” demektir. Millî Hayat yaşanılan hayattan ibaret ise, bunu derin derin aramaya lüzum yoktur. Mevcut bir şey keşfolunmasa da mevcuttur. “Şuursuz bir surette yaşanılan mefkûreler şuurlu bir halde meydana çıkmasa da hayata müessirdir. Filhakika biz aradığımız millî hayatı, milletin vicdanında şuursuz surette mevcut telakki ediyoruz. Bu şuursuz vicdanı şuurlu hale getirmeye ‘Türkçülük’ namını veriyoruz,”104 diyen Gökalp kafasındaki meseleyi başka yerlerde aramaya başlar. Millî vicdanın böyle şuursuz uyumasının mühim bir sebebi de gayrımillî olan “tanzimat ve ümmet irfanları”dır. Gökalp, “millî hars üzerinden yeni bir yapı kurarak hem bu iki irfânın birbirleri arasındaki uyumsuzluğu, hem de ikisinin de ayrı ayrı millî kültür ile olan çelişkilerini aşmaya çalışır. Kültür ve medeniyet ayrımını burada devreye sokarak kendilerini birer beynelmilel medeniyet olarak takdim eden bu iki irfânın aslında öyle olmadıklarını ortaya koyar ve bir yandan İslâm dini ile millî kültür, diğer yandan da asrî medeniyet ile millî kültür arasında bir çelişki olmadığını gösterir. Gökalp önce, millî hars ile ümmet irfânı arasındaki çelişkiyi aşmak ister. İslâmiyet ile ümmet irfânını birbirinden ayırır. Ümmet irfânı içinden dinî hayatı çekip alır, millî kültürün içine sokar. Millî kültürün sahte mümessili addettiği ümmet irfânının, dinî hayat dışında millî kültüre verebilecek başka bir şeyi olmadığını ve aslında en önemli ve kurucu unsuru olan dinî hayat itibariyle zaten millî kültürün bir parçası olduğunu ifade eder. Buradaki ölçüsü halka inebilmektir. Gökalp bir makalesinde, bu hususta şöyle der: “Ümmet irfânı sadece Arapça ve Farsça bilen elitlere münhasır kalmış, halka mâl olamamıştır. Bu sebeple ümmet irfânının dinî hayat dışındaki unsurları millî kültürün içine girebilecek mahiyeti haiz değildir. Din millî kültürün kaynağını teşkîl ettiği ve Türk milleti de Müslüman olduğu için İslâm dini, yani ümmet irfânının dinî hayat kısmı millî kültürün mühim bir unsuru olarak daima kalacaktır. Bu yeni yapı içinde Ümmet irfânı ile millî kültür arasında çelişik değil, dayanışmaya dayalı bir ilişki 104 Ziya Gökalp, a.g.m., s.252-253. Gös. Yer. 45 oluşmaktadır. Ayrıca bu sayede İslâmiyet’in sadece millî kültürle değil aynı zamanda Avrupa medeniyeti ile de uyumlu olduğu bir yapı kurulmaktadır’’ 105 Tanzimatçıların millî harsı teşkile çalışmadan Avrupa medeniyetini almaya çalıştıkları için muvaffak olamadıklarını, Türkçülerin ise bu hâlden ders alıp milletin önce harslılaşması (kültür sahibi olması) ardından medenîleşmesi lazım geldiğini anladıklarını beyan eden Gökalp, bunların tamamlanmasıyla birlikte “kuvvet-fikirler kuvvet hislere diğer bir tabirle beynelmileliyet millî harsa aşılanacaktır,” 106 ifadelerini kullanır. Buraya kadar olan kısım toparlanacak olursa, 1911 yılında Gökalp’ın fikirlerinin henüz tam sistemleşmediği, çeşitli sebeplerden dolayı değiştiği yahut fikirlerini geliştirip tadil ettiği söylenebilir. (Gökalp’ı eleştirenlerin bir kısmı, onun fikrî değişimlerinden dolayı tutarsızlık içerisinde olduğunu dile getirerek eleştirirler.) Gökalp bu yıllarda henüz Durkheim’le tanışmamıştır.107 “Gökalp, bu dönemde artık daha ziyâde Durkheim sosyolojisinin maşerî vicdan, kıymet hükümleri gibi kavramlarını kullansa da bu bağlamda 1911’de yaptığı gibi yine Fouillée’nin “kuvvet his” ve “kuvvet fikir” kavramlarına atıfta bulunur ancak yeni bir yorum getirir. Önce Fouillée’ye bu kavramların içtimâî olduklarını anlayamadığı eleştirisini yöneltir ve kültür ve medeniyet ayrımını kuvvet his-kuvvet fikir kavramlarına uygular.”108 Sistemin çatısı: Yeni Hayat=Millî Hayat’tır. Çatının alt birimlerini kuvvet hisler ve kuvvet fikirler oluşturur. Kuvvet-hisler=hars, Türklük–İslâm, kuvvet fikirler=beynelmileliyet/muasırlık Avrupalılıktır. Gökalp’ın kaleme aldığı bu dizi makaleler birbirinin tadili olduğu gibi aynı zamanda mütemmimidir. Her makalede sistemin farklı ayakları işlenir ve maksadı hâsıl eden, özelden genele, genelden özele fikir ve ifadelere yer verilir. 105 M. Kaan Çalen, a.g.e., s.51; Ziya Gökalp, “a.g.m.,’’ s.253-254-255. Gös. Yer. (Vurgular bize aittir.) 106 Ziya Gökalp, “a.g.m.’’ s.258. Gös. Yer. 107 M. Kaan Çalen, a.g.e., s.45. 108 M. Kaan Çalen, a.g.e., s.55 46 Dizinin üçüncü makalesi mezkûr sistemdeki fikirlerin daha özel alanına inerek tamamlanır. Ahlâk, lisan, sanat buhranı ilh. tetkik eden Gökalp, anlatımızın da ana konusu olan din merkezli fikirler beyân eder. Buna göre, “din buhranın doğmasına sebep bir taraftan mekteplerde din terbiyesi verenlerin hakikî İslâmiyeti bilmemeleri, diğer cihetten de müspet ilimleri okutan muallimlerin ilimlerin künhüne vakıf olamamaları yani feylosof bulunmamalarıdır.” Bu haller bir ikilik yaratmakta ve gençlerin kafasında “dinle akıl ve dinle örf’’ arasında uyuşmazlığa sebep olur. “Din, akıl, örf: Ruha hâkim olan bu üç kuvvet, gençlerin kafasında birbiriyle imtizaç edemez bir hale gelince gençlik buhranı doğar.”109“İnsanın inanacağı bir hüküm ya bir kıymet hükmü yahut bir şeniyet hükmü’’ dür. “Kıymet hükümlerinde hâkim örf şeniyet hükümlerinde ise hâkim akıldır.” Dolayısıyla “ne örfe muhalif bir kıymet hükmüne, ne de akla mübayin bir şeniyet hükmüne inanmak mümkün değildir.”110 İslâm fıkhındaki hüsn ü kubh (iyilik ve kötülük) hükümlerini İmam Ebu Yusuf’tan hareketle örfe irca eden Gökalp, bu hükümlerin bugünkü ıstılaha göre kıymet hükümleri yani örf olduğunu söyler. “İslâmiyet’in bu hakikatte müspet içtimaiyatla birleşmesi dinimiz için gayet ehemmiyetli bir mazhariyettir” diyerek Kur’an-ı Kerim’de “örfü emrediniz” “Marufu emr ve münkeri nehyediniz” emr-i katilerinden hareketle şu açıklamayı yapar: “İslâmiyet’in bu iki kaidesi bize gösteriyor ki bu din yalnız bugünkü akıl ile örfe muvafık olmakla kalmıyor. Belki kıyamete kadar vücuda gelecek her türlü içtimaî hayatların doğuracağı müspet ilimler ve içtimaî örflerle hem-ahenk kalacağını da temin etmiştir. Hiçbir din, İslâmiyet kadar, bütün zamanlara ve bütün milletlere kabil-i tatbik değildir. Çünkü şeniyet hükümlerinde zamanın aklını, kıymet hükümlerinde ise milletlerin örfünü esas olarak kabul eden yalnız İslâmiyet’tir.”111 109 Ziya Gökalp, “Türkçülük Nedir? 3’’, Yeni Mecmua, Haz.: Salim Conoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018, s.260-261. 110 Ziya Gökalp, “a.g.m.’’, s.261. Gös. Yer. 111 Ziya Gökalp, “a.g.m.’’, s.263. 47 Gökalp görüldüğü üzere, şeniyet hükümleri/akıl=beynelmileliyet/muasırlık, kıymet hükümleri/örf=millîlik/hars’a irca eder. Kıymet hükümlerini haiz olan din/İslâm’ın belli cephelerden olaylara nasıl baktığını açıklamaya çalışan Gökalp, fikir ve sisteminin meşruluğunu kanıtlayacak ayetleri ve fıkhı kullanır. Gökalp, makalenin ilerleyen kısımlarında: “Hristiyanlık, ancak İslâmiyet’teki esaslarını taklit ederek Protestanlık namıyla yeni bir şekil aldıktan sonra asrî medeniyetle itilaf edebilmiştir. Bundan dolayıdır ki Avrupa milletleri içinde –halk sınıfıyla münevver sınıfı beraber olarak- asrî bir millet hayatı yaşayanlar yalnız Protestan milletler yani İslâmlaşmış olan cemiyetlerdir. Çünkü bu cemiyetlerde, münevverler halk gibi dindar, halk da münevverler gibi hürriyetperverdir,” 112 diyerek hem İslâm dininin özünde asrileşmek olduğunu belirtir hem de “İslâm mani-i terakki değildir” klişesini yansıtır. Muasır bir İslâm Türklüğünün en önemli amillerinden biri “münevverlerin dindar ve dindarların hürriyetperver olması” şartıdır. Bunun sağlanabilmesinin en önemli şartı da “İslâmiyet’in doğru bir gözle görülmesidir.” Bu şartlar sağlandığı takdirde yani doğru duyuş ve düşünüş başladığı anda gençler arasında din buhranına artık yer kalmayacaktır. Doğru duyuş ve düşünüş şartı sağlanırsa görülecektir ki İslâmiyet ne beynelmilel olan akılla (şeniyet hükümleriyle) ne de millî olan örfle (kıymet hükümleriyle) ihtilaf halinde olamaz. Çünkü bu ihtilaf İslâmiyet’te yoktur. Bu hususta Gökalp’ın şu satırları dikkate değerdir: “… dikkat edilirse görülür ki bizde dinî tetkiklerin başladığı günden beri vaktiyle İslâmiyet’e karşı lakayt bir vaziyet alan gençler, şimdi ekseriyetle İslâmiyet’in muhibb ü ihtiramkarı olmuşlardır. Bir millette münevver tabakanın dindarlığa meyletmesi gayet ehemmiyetli bir hadisedir. Çünkü bu hâl, milletin birbirine karşı lakayt iki tabakaya ayrılmasına mani 112 Ziya Gökalp, “a.g.m.”, s.264. 48 olacağı gibi bir taraftan halkın ilme doğru, diğer taraftan Halka Doğru gitmelerini de intaç edecektir.”113 Gökalp, İslâm dinini “akıl ve örfe istinat” ettirdikten sonra “din buhranına” ilaç temin etmekle kalınmadığını aynı zamanda beynelmileliyet fikrinin, diğer cihetten milliyet mefkûresinin dinî bir kıymet iktisap etmesine de sebep olduğunu söyler. “Mademki akıl ve müspet ilimler (şeniyet hükümleri) beynelmileldir, o halde biz müşterek bir dine malik olan İslâm cemaatinden başka, bir de müşterek bir akla malik bulunan beynelmilel bir medeniyet zümresine mensubuz” diyerek yine Avrupa medeniyetine raptolur. Gökalp’ın zihnindeki bu sistem, bahis mevzu ettiği hemen her konunun iskeletidir. Yeni Hayat, ilk başlarda müphem ve programsız olsa da daha sonraki süreçte farklı sebeplerin sevkıyle sistemleşir ve nihayetinde “Avrupa Medeniyetindenim, İslâm Ümmetindenim, Türk Milletindenim’’ klişesine benzer aynı içeriği muhtevi başlık ve fikirlerle dile getirilir. Burada Gökalp’ın bazı makalelerinin uzunca anlatılmasının bir nedeni de farklı misallerden hareketle, kavramların birbiriyle olan bağlantısı ve nerelere tekabül ettiğini gösterme çabasıdır. Gökalp’ın sisteminde sürekli eleştiriye tabi tuttuğu bazı noktalar vardır. Bunlar genelde buhrana, zihin karmaşasına, iple sapın birbirine girmesine sebep olan ve saymakla tükenmeyecek ikiliklerdir.114 2.2.Yusuf Akçura Yusuf Akçura, malûmu veçhile Türkçülük cereyânı içindeki ana karakterlerden biridir. Kamuoyunda ve Türkçülük cereyânı içinde daha çok Üç Tarz-ı Siyâset adlı eseriyle bilinen Akçura’nın, takip ettiği usûl ve fikirlerinin derinliği bakımından 113 Ziya Gökalp, “a.g.m.’’, s.265. Gös. Yer. 114 Ziya Gökalp, ‘’Medeniyetimiz 2’’ Yeni Mecmua, Haz.: Salim Conoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018, s.499-506. 49 devrinin mühim şahsiyetleri arasında ismi zikredilebilir. O, ait olduğu ve doğduğu yer bakımından Rusya Türklerinin/ Müslümanlarının, hicret ettiği, hayatının kısm-ı âzamını geçirdiği ve son nefesini verdiği yer bakımından son Osmanlı ve Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önde gelen şahsiyetlerindendir. Bu meyanda Akçura’nın fikrî tekâmülü de zaman ve muhitten hâlî değildir. Akçura 1876 yılında İdil Nehri kenarındaki bir şehir olan Simbir'de doğar. Ailesi fabrikatör olan Akçura daha küçük yaşlarda hem zenginliği hem de servetlerinin yok oluşunu müşahede eder. Henüz çok küçükken ailesinin işleri bozulur ve bu sebeple 1883’te İstanbul’a göçerler. Bir Şimal Türkü olan Akçura, bu göç ile Osmanlı Türklüğünün de bir parçası haline gelir ve hayatı bu iki coğrafya arasında şekillenir. Osmanlı topraklarında eğitim alır ve terbiye görür. Bir dönem Fransa’da yaşar. Her ne kadar Osmanlı eğitim ve terbiyesi görmüş olsa da aile muhiti vesilesiyle Şimal Türklüğüne ait hatıraları, düşünce yapısı diri kalır ve bunların tesirini üzerinde taşımaya devam eder.115 Akçura’nın ele aldığı konuların kahir ekseriyetinde din/İslâm’a dair, ne Gökalp, ne Ağaoğlu ne de Köprülü kadar pek fikir serdetmediği görülür. Yine de yazdıklarından hareketle elde olan malzemeler onun din/İslâm hakkındaki fikirlerine ışık tutabilecek niteliktedir. Akçura’nın fikrî serüvenine bakıldığında bazı değişiklikler ve bazı ihtiyatî durumlar haricinde fikirlerinin sabit kadem olduğu görülür. Ne Ağaoğlu ve ne de Gökalp kadar keskin dönüşleri olmadığı kesine yakın bir katiyetle iddia edilebilir. Akçura, devletin ve toplumun çıkarlarını, kendi ideolojisine kurban etmeyecek kadar realist ve akılcı olduğu gibi, kendi ideolojisini zerketmek adına yazılarında, serinkanlı ve yine akılcı bir yol tuttuğu gözlenir. Milliyet ve din hususunda da –genel manada ve yukarıda bahsedildiği üzere- hem sabit kaldığı hem de birçok hususta devletin ve toplumun çıkarlarını kendi ideolojisine kurban etmediği müşahede edilir. Bahsi edilen bu hususların hepsinin bir arada görülebileceği nadide yerlerden biri Üç Tarz-ı Siyâset adlı eserdir. 115 Mehmet Kaan Çalen, “Parçalanmış Adam: Yusuf Akçura”, Devlet Dergisi, Mayıs-Haziran 2014, s.4. 50 Akçura, Osmanlıcılık, İslâmcılık ve Türkçülük siyâsetlerini ele aldığı bu eserinde her bir politikanın yarar ve zararlarını misalleriyle ortaya koymaya çalışır. Osmanlı Milleti ve Osmanlıcılık siyâsetinin akıbetinin daha en başta hüsran olduğunu mealen dile getiren Akçura, Osmanlıcılık politikasının artık bir faydadan hâli olduğunu kabul ederek bu politikayı kenara ayırır.116 Osmanlıcılık siyasetinin başarısızlığı ve akamete uğramasının ardından İslâmcılık veya İttihad-ı İslâm politikası gündeme gelir. İttihadı İslâm veya İslâmcılık hususunda Akçura’nın bu metinde yazdıklarını üç hususta toplayan ve dikkat çeken Mehmet Kaan Çalen’e göre ilk olarak Akçura, “İttihad-ı İslâm’ı Cemaleddin Afganî ve Muhammed Abduh ile Ceditcilere değinmeden, Osmanlı merkezli ele alır. Genç Osmanlılar mezkur siyâsetin fikir babalarıdır. Çünkü Osmanlıcılık fikrinin yararsızlığının görülmesi ve yeni bir yol çizilmesi gerekmektedir. Bu da, Avrupa’ya giden yeni neslin, buradaki yeni fikirleri yakından tanımaları, din ve ırkın önemini kavramalarıyla mümkün olmuştur.” Bu sebepten ötürüdür ki, Osmanlılık siyasetinden vazgeçip, yeni bir fikir ve bilinçlenme eseri olan ittihad-ı İslâm fikrine sarılmışlardır. İkinci olarak Akçura, “Osmanlı’nın ittihad-ı İslâm siyâsetini seçmesiyle, Osmanlıcılık devriyle veya Tanzimat’la birlikte girdiği laikleşme sürecinden vazgeçmek ve tekrar devlet-i diniyye şeklini almak olarak dile getirir.” Üçüncü olarak Akçura, “İslâmcılığı, Osmanlıcılık gibi, milliyetçilik örneğine göre kurgulanmış bir ideoloji olarak değerlendirir. Akçura’ya göre bu siyâsetin esası, dünya üzerindeki bütün Müslümanları, hiçbir ayrıma tabi tutmaksızın bir olan dinden istifade ederek, Müslümanları yeniden din ve millet birdir kaidesi etrafında birleştirmek ve modern manada yeni bir millet inşa etmektir.”117 Akçura’ya göre, İslam ve Türklük siyâsetinin ya da başka bir tabirle Müslümanların ve Türklerin birleştirilmesine yönelik siyâsetin henüz yarar ve zararları eşit ölçüdedir. İki siyâsetin uygulanması da yine aynı cihettedir. Kaleme aldığı yazılarda gayet serinkanlı olan ve kendini ele vermemeye azami gayret gösteren Akçura’nın bazı yerlerde kendi fikirlerini yansıttığı ve ya satır aralarına asıl maksadını serpiştirdiği müşahede edilir. Akçura, “birleşmesi muhtemel Türklerin” kahir ekseriyeti Müslümandır. Bu yönüyle din/İslâm, “Türk milliyetinin 116 Geniş bilgi için bkz: Yusuf Akura, Üç Tarz-ı Siyâset, s. 75-78. 117 Mehmet Kaan Çalen, Osmanlıcılık ve İslâmcılık…, s.146, 147, 148. 51 teşekkülünde en mühim bir unsur olabilir” der. Burada Akçura modernize edilmiş bir din ve bu dinin içinden doğan milliyetlerin oluşmasının gerekliliğinin teklifini sunar: “Milliyeti tarîf etmek isteyenlerden ba’zıları, hâlâ dîne bir âmil (facteur) gibi bakmaktadırlar. İslâm, Türklük ittihâdında şu hidmeti ifâ edebilmek içün, son zamânlarda Hristiyânlıkda oldığı gibi, içinde milliyetlerin tahaddüsünü kabul edecek veçhile tahavvül eylemelidir.”118 Akçura’nın kafasındaki din modernizasyonunun ana umdelerinden biri budur: Din, milliyetçiliğin teşekkülünde ona yardımcı olan bir destek kuvvet ve bunun yanında onu meşrulaştıracak önemli bir silahtır.119 Öğrencilere verdiği bir nasihatta Akçura, “Türklerin, medenî, millî varlıklarını korumak için, milliyetlerini kuvvetlendirmeye, batı medeniyetini temsil etmeye, dinlerini ıslah etmeye, bid’atlardan kurtarmaya, yani aslına döndürmeye, özetle Musa Carullah Bigiyef ve dostlarının açtıkları nurlu ve geniş yola girip, onu daha da genişletmeye mecburdurlar” demektedir.120Bu ve buna benzer dile getirilen fikrin kökenleri de Hristiyanlık tecrübesinde yatmaktadır. (Bilhassa Martin Luther ve Reform hareketi merkezi konumdadır) Gökalp da, Ağaoğlu da Akçura da Hristiyanlığın reform tecrübesini ödünç alarak, kendi tecrübelerine eklerler. Türkçülerin genelini şâmil bir anlayışla -her ne kadar bâzı çevrelerce “şamanlıkla” yahut “dinsizlikle” ve bu minvalde suçlamalarla karşılaşsalar dadin/İslâm önemli bir âmildir. Bir Türkçü olarak Akçura’nın dinî görüşleri milliyet ve millet kavramlarının temelinde ve millî intibâhın gerçekleşmesinde yatar. O, bir makalesinde şunları söyler: “Şimâl Türklüğü mıntıkasının millî intibâhı, hiç şüphe yok ki câmi ve medreselerden, yâni rûh itibariyle Müslüman ve Arap olan müesseselerden çıktı. Burjuvazi bu ibâdethâne ve medreselerle, din 118 Yusuf Akçura, a.g.e., s.38. 119 Akçura’nın bu konuyla ilgili yazdığı metinlerin bazıları ve yine bu konuyla ilgili bazı bahisler yukarıda dile getirilmişti. Bkz: Türkçülerde Milliyetçilik Anlayışı başlıklı bölüm. 120 Yusuf Akçura, Suriye ve Filistin Mektupları, Haz: İsmail Türkoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2016, s. 35-36. 52 sâyesinde muhtâriyet-i milliyeyi muhafazaya çalışıyordu; sadakâtının bir kısm-ı mühimmini bu müesseselere veriyordu. Bu müesseselerdir ki, şimâl Türklerine millî lisânla fünûn-ı cedîde mukaddematını öğretmek isteyen Şehâbeddin ile Kayyûm’u yetiştirdi…”121 Akçura’nın kanaatince Türklük şuuru ve millî intibâhın etkin olarak görüldüğü yer yukarıdaki satırlarda da görülebilecek üzere Şimal Türklüğüdür. Cedidizm hareketi namıyla bilinen ve kadimcilerle birçok noktada çatışma içinde olan bu grup Türkçülüğün de mühim hareket noktasıdır. Cedidizmin bazı noktalarına bakıldığında reformist bir hareket olduğu görülür. Akçura da bu hareket içinde olanlarla sürekli irtibat halinde olup farklı aksiyon ve fikrî hareketlere girmiştir. “Saygın bir oryantalist dergi olan ve Paris’te çıkan ‘Revue du Monde Musulman’ Akçura’nın, ünlü İslam düşünürü ve savaşçısı Cemalettin Afganî kadar ünlü biri olduğunu duyurmuştur.” 122 Bu konuda Georgeon’un dikkati yerindedir: “Her şeyden önce, edindiği fikir, İslam’da reform konusunda iki ayrı tutumu karşı karşıya getirmek klasik bir bakış açısı olmuştur: 18. Yüzyılda Arabistan Vahabileri’nde çizgisini bulan ve İslam’ın ilk haline dönülmesini, sonraki yozlaşmalardan arındırılmasını öğütleyen ‘asla dönüş’ (fondamentalisme) akımı ile ‘İslamiyeti esâsat itibariyle asrı-ı saadete, tatbikât itibariyle asr-ı hazıra ircâ ve Tevfik etmek’ biçiminde dile getirilen modernleşme akımı. Bu son reformculuk eğilimi Arap ve İslam dünyasında özellikle Cemaleddin el Afgani ve izleyicisi Muhammed Abduh tarafından savunuluyordu. Yusuf Akçura’nın bu fikirlerini Tatar reformculuğunun önderleriyle olan ilişkilerine borçlu olduğudur.123 Akçura henüz Osmanlı Türklüğünü modern manada Milliyetçilik için yeterli görmez. Çünkü Osmanlı dünyasında halen hâkim olan ve geçerliliğini koruyan şey İslâm Milleti düşüncesidir. Bundan hala sıyrılmak, Osmanlı dünyası için kabil olmamıştır. İktisadî yapı da buna müsaade etmemektedir. Osmanlı Devleti ve 121Yusuf Akçura, “Türklük’’, Modern Türk Düşüncesinde…, s.163. 122 Jacop M. Landau, Pantürkizm., s.66. 123 François Georgeon, Türk Milliyetçiliğinin…., s.25. 53 Türklerinin İslâm’a karşı olan hürmetkârâne tutumları, en ufak tehditte gösterecekleri reaksiyonu çok iyi bilen Akçura, Osmanlı devleti’nin tarihten silinmesine kadarki kaleme aldığı yazılarında İslâm’a karşı çok büyük bir titizlikle hareket eder. Dinsizlik suçlamaları ve İslâmcıların saldırıları karşısında bile diğer Türkçüler gibi – Gökalp, Ağaoğlu ve Köprülü gibi- bu nazik durumunu korumuş ve ne İslâm’a ne de İslâmcılığa karşı aşırı bir karşı tutumda bulunmamıştır. Akçura, meşrutiyet devrinde, dinin, milliyetin teşekkülünde ve meşru hale gelmesinde yardımcı bir unsur olduğunu düşündüğü gibi, devletin ve toplumun zora düştüğü –bilhassa savaşlarda- zamanlarda, din-ü devlet ve ittihad-ı İslâm unsurlarını da harekete geçirmek adına fikirler serdeder. Verdiği bir konferansta124, haçlı olarak nitelediği Hristiyan dünyasına karşı sadece Türklüğü ve Türk dünyasını değil, İslâmlığı ve İslâm dünyasını da harekete geçirmek ister. Burada kullanılan argümanlar hem Türklüğün hem İslâm’ın ve Hem Türkçülüğün hem de İslâmcılığın argümanlarının bir bileşimidir.125 Akçura’nın din hakkındaki tasavvuru her ne kadar böyle olsa da din onun zihninde çatı yapıda değildir. Onun zihnindeki yapıda, din ırka müstenit homojen bir toplumun vicdanında yer alan seküler bir yapıyı haizdir. Ayrıca din ve dinî ögeler, zor zamanlarda, farklı milliyetlerdeki Müslümanların “müşterek hafızasını” ortaya çıkarması bakımından mühimdir ve tehlike anlarında her türlü milliyetin üstüne çıkar denebilir. 2.3.Ağaoğlu Ahmed Rusya Türkçüleri arasındaki en meşhur simalardan biri olan Azerbaycanlı Ağaoğlu Ahmed Bey, farklı alanlarda giriştiği mücadelelerle; aksiyoner ve 124 Yusuf Akçura, Türk, Cermen ve İslavların Münasebât-ı Tarihiyeleri, Haz: Eyüp Can-Barış Yılmaz, İstanbul, 2018. 125 Mehmet Kaan Çalen, Modern Türk Düşüncesine Bir Derkenar Yusuf Akçura ve Ziya Gökalp, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018, s.115. 54 entelektüelliğinin yanı sıra rol değişikliğiyle dikkat çeken bir karakterdir. Ağaoğlu’nun fikirleri tıpkı hayatı gibi, tabir yerindeyse bir kalp grafiğini andıran dalgalı çizgileri haiz bir yapıdadır. Ağaoğlu’nun hayatını ve fikirlerini yekpare bir çizgi ve bütünlük içerisinde incelemenin imkânsızlığı, araştırmacıları, mezkûr şahsın hayatının farklı dönemlerini incelemeye yöneltmiştir. Ağaoğlu’nun kimliği, çeşitli zaman dilimlerinde ve sırasıyla ikamet ettiği Çarlık Rusyası, Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Türkiye’si ekseninde oluşmuştur. “Kısa sayılamayacak zaman dilimleri içinde Çarlık Rusyası, Fransa, Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet Türkiye’sinde yaşayan Ağaoğlu’nun kimliği, farklı çevreler içinde, karmaşık ve çeşitli etkenler altında biçimlenmiş ve çarpıcı bir değişim göstermiştir. Aile çevresinde Şii geleneğiyle yetişen Ağaoğlu, Rus okullarında üyesi olduğu cemaatin değerlerine eleştirel bir tutum takınmaya başlamış ve Paris’te oryantalist ve pozitivist bir formasyon kazanmıştır. Kafkasya’ya döndükten sonra Cedid hareketine katılarak geleneksel değerlere karşı mücadeleye girişmiş, bir mülteci olarak geldiği Türkiye’ye yerleştikten sonra, sırasıyla İttihatçı kadrolar arasında Pantürkist, Kemalist kadrolar arasında Türkçülük ve hayatının muhalif evresinde liberalizm gibi birbiriyle çelişen siyasal eğilimlere bağlanmıştır. Özetle Ağaoğlu, yakın tarihin kritik geçiş dönemlerinde gerçekleşen değişmelerde önemli roller üstlenen ve bu pratik içinde kendi kimliği de değişime uğrayan bir aydındır.”126 Ağaoğlu’nu farklı yönleriyle kapsamlı biçimde ele alan Ufuk Özcan, yukarıda da özetlendiği üzere Ağaoğlu’nu üç ayrı dönem ve mekânda inceler. Özcan’a göre Ağaoğlu’nun ilk dönemi, “Rusya ve Fransa’daki yıllarını içine alan yetişme evresidir. Bu evrede Azeri Şii kimliğine yabancılaşmakla kalmamış, hiçbir zaman etkisinden büsbütün kopamayacağı Batılı akademik bir formasyon da kazanmıştır. Kafkasya’da, Cedid hareketi127 içindeki faaliyetleri de bu dönemde yer alır.” 126 Ufuk Özcan, Yüzyıl Dönümünde Batıcı Bir Aydın Ahmet Ağaoğlu Ve Rol Değişikliği, Donkişot Yayınları, İstanbul, 2002, s.2. 127 Rus işgali altındaki Türk topraklarında ortaya çıkan bu hareketin, mahiyet itibariyle yekpare bir cereyan olmadığı dikkati çekmektedir. Cedit hareketinin en bilinen simalarından Gaspıralı İsmail Bey, Ağaoğlu Ahmed ve hemen bir çırpıda sayılabilecek bazı isimlerin hayatı ve fikirlerine göz atıldığında 55 Ağaoğlu’nun ikinci dönemi “Osmanlı İmparatorluğu tabiiyetine girdiği ve İttihatçı kimliği benimsediği evredir. Pantürkist siyâsete bağlandığı bu evrede önemli bir konum kazandığı gibi, tartışma gündemine sunduğu düşünceleriyle de etkili olmuştur.” Ağaoğlu’nun üçüncü dönemi ise “siyasi görüşlerini köktenci bir tarzda değiştirdiği, Mütareke ve Malta sürgünü evresidir.”128 Hayatının safhalarına bakıldığında mevcut duruma ve reel-politiğe göre hayatını şekillendiren Ağaoğlu’nun Türkçülük saflarına katılması Türkiye’ye gelmesiyle başlar. Ağaoğlu, Rusya’dan gelen Türkçüler içerisinde hem Osmanlı hem de Cumhuriyet Türkiye’sinde mühim görevlere getirilen nadide muhacirlerdendir. “İttihat ve Terakkî genel merkez üyeliği, politikacılık, akademisyenlik, profesyonel gazetecilik maarif müfettişliği gibi çok sayıda vazifede bulunmuş, Cumhuriyet döneminde de matbuat ve istihbarat genel müdürlüğü ve yeni anayasa tasarılarını hazırlamaktan sorumlu kurullarda üyelik yapmıştır. Osmanlı döneminin seçkin memurları arasındadır. Bu seçkinlik, siyasi erkin kendisine verdiği görevlere bağlılığından ileri gelmektedir. Onun için kendisine verilen resmi görevler önceliklidir ve bazı durumlarda ideolojiler, bu görevler karşısında önceliğini kaybedebilir. Bu minvalde Ağaoğlu’nun herhangi bir ideoloji gözetmeksizin, resmi görevi icabı çeşitli dergilerde yazılar yazdığı görülmüştür. Bu dergiler arasında İslami konulara ağırlık veren dergiler olduğu gibi, Türkçülükle hiçbir ilgisi bulunmayan ve Siyonistlerce finanse edilen Le jeunne Turc gibi dergiler de bulunmaktadır.” 129 Ağaoğlu, Osmanlı ülkesine geldiğinde Türkçülük cereyânı ve bu cereyânın yayın organları içinde bulunmuştur. Osmanlı ülkesine gelmeden evvelki fikirlerinin pek çoğunun burada yeni bir aldığını söylemek mümkündür. bu durum göze çarpar. Somutlaştıracak olursak, Gaspıralı İsmail ve Ağaoğlu Ahmed bazı tezlere göre İslâmcıdır bazı tezlere göre Türkçüdür. Fakat bu isimleri ve Cedit hareketini tek bir noktaya sabitlemek kafa karışıklığına yol açmaktadır. Ufuk Özcan’ın Cedit hareketiyle ilgili şu tespiti yerindedir: “Hiçbir zaman saf bir nitelik göstermeyen Cedid Hareketi, modern Rus sosyalizminden İslâmcılığa, anayasal reformizmden Avrupalılşma idealine ve Jön Türk etkilerine kadar geniş bir yelpazeye yayılan çeşitli modernist eğilimleri içinde barındırır.” Bkz.: Ufuk Özcan, a.g.e., s.5. 128 Ufuk Özcan, a.g.e., s.2-3. 129 Ufuk Özcan, a.g.e., 88,89,90. 56 II. Meşrutiyet döneminde Türkçüler, din/İslâm’ın toplum üzerindeki değiştirici ve dönüştürücü etkisinin yanında, toplumun en büyük müştereğinin yine din olduğunu gayet iyi bilmektedirler. Bu durum serdettikleri fikirlerden anlaşılmaktadır. Din/İslâm mevzubahis olduğunda, Türkçüler son derece dikkatli bir şekilde hareket ederek gayet nazik bir üslûp kullanırlar. Türklüğü ve Türkçülüğü ve dolayısıyla milleti ve milliyetçiliği meşru kılmak adına en büyük desteği din/İslâm’dan alırlar. Fakat satır aralarında asıl maksatlarının dinin vicdanlara çekilmesi yani sınırlarını daraltması gerektiği fikri göze çarpar. Ağaoğlu Ahmet Bey, din/İslâm hususunda Türkçüler içinde en çok yazıyı kaleme alanlardan biri ve belki hatta birincisidir. Bu dönemde yazdığı hemen her yazıda muhakkak din/İslâm’a bir atıf vardır. Bu atıf yazılarından en önemlilerinden biri Ağaoğlu’nun Türk Yurdu’nda seri olarak kaleme aldığı Türk Alemi130 adlı yazılarıdır. Bu yazı dizisinin ilkinde Ağaoğlu, Türklerin coğrafyası nerelere tekabül eder? Ve tespit edilen coğrafya(lar)daki Türkler neden ayrıdırlar? Gibi sorular etrafında döner ve üç cevap verir. Bunlar: 1-Mezhepler ihtilâfı, 2- Siyâsî infirâk ve muhite esâret, 3- Marifet-i Kavmiyenin yokluğu. Ağaoğlu, Türk’ün fıtratında ve seciyesinde diyanet bulunduğunu ve mütedeyyin olduğunu dile getirir. Türkler, din, diyanet ve ahlâkî açıdan dünyanın sayılı kavimlerindendir. Ağaoğlu bunu dile getirdikten sonra: “Fakat Türk şu faziletinde belki müfrittir: sanki Türk’ün kalbinde iki his, iki muhabbet birleşmiyor!” serzenişiyle devam eder. Ağaoğlu’na göre bu ifrat Türk’ün hastalığıdır. Bu sadece Osmanlı Türkleri için değil, bütün Türklere hâkim bir hastalıktır. Hemen hemen gençliğinden bu yana, yetiştiği ve içinde bulunduğu geleneğe ve mezhebe muhalif olan Ağaoğlu, bu tutumunu burada da sürdürerek devam eder: “İşte şu hâlet-i ruhiyedendir ki, İslâm âleminde zuhur edegelmiş olan birçok mezhep ve tarikâtların müessis ve mübeşşirleri başkaları olduğu ve şu başkalar tarafından o mezhep ve tarikâtlar bil’âhire Türkler arasında neşrolunduğu halde, Türkler arasında onlar için kemâl-i şidddet ve kuvvet ile münâzara ve münâzaalar devâm edegelmektedir. Yine bu sebeptendir ki, Türkler arasına sokulmuş olan mezhep ve tarikât ihtilâf ve 130 Bahsi geçen yazı dizisinin künyesi sırasıyla verilecektir. 57 iftirâkı bunların yekdiğerinden ayrılmasına, yekdiğerine karşı hatta adâvet ve buğz beslemeğe sebep olmuştur.”131 Arap ve Farisîlerde de mezhep ve tarikat ihtilafı olmasına rağmen, onlar Türkler gibi kendi Araplık ve Farisîliklerini yani kendi kavmiyetlerini unutmamışlardır. Türkler, İslâmlaşma ile birlikte, İran ve Arap medeniyetinin tesiri altına girdi diyen Ağaoğlu, ayrıca kurulan pek çok teşekkülün siyâsî açıdan ayrılık doğurduğunu da ekler. Ve bu iki sebebin bir sonucu olarak da okunabilecek olan kavmiyet şuurunun yokluğunun ne büyük felaketler doğurduğunu dile getirir. Yazı dizisinin bir diğerinde Ağaoğlu, Türk Aleminde iki esaslı cereyân olduğunu söyler. Bunlardan ilki, İslâmiyet kaygısı diğeri ise Türklük kaygısıdır.132 Kavmiyet cereyanının Avrupa’dan alındığını söyleyen Ağaoğlu, İslâm dünyasının bunu tam manasıyla anlayamadığını dile getirir. İslâmiyet ve Türklük cereyânları kâh uyuşup kâh uyuşmazlık içinde olarak “aynı saha üzerinde yürümektedir” diyen Ağaoğlu devamında şunu ekler: “gaye ve netice itibariyle müştereklere rağmen şu iki cereyânın hâdimleri arasında ihtilaflar epeye fazladır.” Ağaoğlu, bu ihtilaflar giderilemez mi ve birliktelik sağlanamaz mı? Gibi sorular sorarak yazısını bitirir.133 Bu sorunun cevabını serinin 5. Yazısında cevaplar. Dizinin 5. Yazısında Ağaoğlu, İslâmiyet cereyânından maksadının “ihyâ, tecdit ve tesisini”, Türklük cereyânından maksadının ise “Türk tarzı ve yaşam biçimine uygun her hal” olarak açıklar.134 Devamında, İslâmiyet ve Türklük cereyânları arasındaki ihtilafların birincisinin “kavmiyet meselesi” olduğunu söyler. İslâmcıların, kavimler üstü bir yapı olan “İslâm Milleti” düşüncesinin bir hayalin gölgesinde “pek yüksek ve pek tatlı” olmakla birlikte “fennin ve tarihin tecrübelerine zıt” olduğunu belirten Ağaoğlu, “en tesirli ve bir amil olan din-i İslâm’ın çeşitli kavimler arasındaki kavmiyet ve cinsiyete olan meyli 131 Editörlüğünü Murat Şefkatlinin, Yayın kurulu başkanlığını Arslan Tekin’in yaptığı ve Tutibay Yayınları’nca neşredilen Türk Yurdu’nun 17 cilt olarak latinize edilen ilgili kısımlarından yararlanılmıştır. Türk Yurdu, 17 Cilt, Tutibay Yayınları, Ankara, 1998. Bu eser içinde: Ahmed Ağaoğlu, “Türk Alemi-1’, Türk Yurdu, Y.1 S.10, 17 Teşrinisani 1327, s. 15-17. Ayrıca Ağaoğlu’nun kısaltılarak latinize edilmiş kısımları için: Mehmet Kaan Çalen- Haluk Kayıcı, Modern Türk Düşüncesinde Milliyetçilik, s.168-184. 132 Ahmed Ağaoğlu, “Türk Alemi-3’, Türk Yurdu, Y.1 S.10, 17 Kânunievvel 1327, s.46-47. 133 Ahmed Ağaoğlu, “Türk Alemi-4’, Türk Yurdu, Y.1 S.10, 12 Kânunisani 1327, s.80-82. 134 Ahmed Ağaoğlu, “Türk Alemi-5’, Türk Yurdu, Y.1 S.7, 9 Şubat 1327, s.111-113. 58 kaldıramamıştır” der. “İslâmiyet buna muvaffak olamadığı gibi hangi kavim içine girmişse esasını muhafaza etmek kaydıyla, oranın adet, gelenek, görenek ve toplum yapısına uygun bir hâl almıştır. Bu İslâm’a has özellik en dikkat çekici, en faziletli ve aynı zamanda esneklik (elastikiyet) kuvveti bulunan bir özelliktir. Bu özelliği sayesinde İslâmiyet çok kısa zamanda geniş coğrafyalarda etkisini artırmış ve yayılmıştır” diyen Ağaoğlu İslâm’ın bu özelliklerinin kavmiyete muhalif değil bilakis onu destekleyen nitelikler olduğunu söyler. Buradan çıkarılacak şey, diğer pek çok Türkçü gibi Ağaoğlu da, İslâmcılarla Türkçüler arasındaki en büyük ihtilaf olan “milliyetçilik-kavmiyetçilik” meselesinin İslâm’a mugayir olmadığını ve hatta İslâm’ın bu durumu desteklediğini birçok yolla kamuoyuna ve en mühimi de muhatapları olan İslâmcılara kabul ettirmeye çalışır bir mahiyete bürünür.135 Belki de kavmiyet meselesinin İslâmcılar tarafından kabulü ile bütün pürüzler ortadan kalkacaktır. Türkçülerin ve özelde Ağaoğlu’nun İslâmcılarla en büyük ve belki de tek büyük problemi budur denebilir. Daha evvel İslâmcıların yayın organı Sırat-ı Müstakim’de fikrî yazıları neşredilen Ağaoğlu, ilerleyen süreçte, değişen şartların tazyiki ve iki cereyan arasındaki kamplaşmanın tebellür etmesiyle daha önce yazıları yayınlanan yayın organına Türkçülük adına cevaplar yazmakla meşgul olur.136 Bu yazılar, Ağaoğlu’nun din/İslâm adına fikirlerinin görülebilmesinin yanında Türkçülük cereyanının din/İslâm fikirlerinin bir kısmını yansıtması açısından da önemlidir. Dinde reformcu bir fikriyata sahip olan Ağaoğlu, derin tarih bilgisi ve gazeteciliğin getirdiği polemikçi ve akıcı üslûbuyla yazılarında dine büyük yer ayırır. Gençlik döneminde, yetiştiği Şiî geleneği eleştiriye ve tasfiyeye tabi tutan Ağaoğlu, ustaca bir metotla geleneği ve dinî argümanları ön plana çıkararak açıkça olmasa da satır aralarında inceden inceye reformist yönünü sergiler. Özcan, Ağaoğlu’nun din algısı için şunları söyler: 135 Ahmed Ağaoğlu, “Türk Alemi-6’, Türk Yurdu, Y.1 S.10, 22 Mart 1327, s.161-163. 136 Babanzâde Ahmed Naim ve Süleyman Nazif’e yazılan cevabî yazıların künyelerini muhtelif yerlerde zikrettik. Ayrıca bu husus için Türkçüler ve İslâmcılar Arasında Dava-yı Kavmiyet Tartışmaları başlıklı bölüme bakılabilir. 59 “Din, Ağaoğlu’nun milliyetçi yorumunda asli değil, stratejik bir öğe olarak ortaya çıkar. Onun düşüncesinde dinin değil, milliyet kategorisinin ayrıcalıklı bir yeri bulunmaktadır. Buna rağmen Ağaoğlu –en azından Meşrutiyet dönemi yazılarında- din bağlılığını milliyet bağlılığıyla gölgelememeye özen göstermiştir… Din, milliyetin ayrılmaz ve organik bir parçasıdır ona göre. Bu demektir ki din, milliyetçi akımın yedek gücüdür.”137 2.4.Fuad Köprülü Türk tarihinin hemen her alanında kalem oynatan, birçok ana kaynağı ilk kez ilim âlemine tanıtan, modern Türk tarihçiliğinin mütebahhir müverrihlerinden kabul edilen Fuad Köprülü, Türkçülük cereyanının da en mühim simâlarından biridir. Genellikle tarihçi kimliğiyle tanınan Köprülü’nün milletçi ve idealist yönü, tarihçiliğinin gölgesinde kalmıştır. Ama Türk millî tarih yazarlığının (historiyografisinin) babası sayılır.138 Bir döneme adını veren meşhur Köprülüler’in soyundan olan Fuad Köprülü burada bahsedilen konu açısından en mühim simalardan biridir. Köprülü, temel eğitiminin ardından İstanbul Hukuk Mektebi’nde yüksek eğitimine devam etmiştir. Ancak buranın akademik seviyesini yeterli bulmadığı için kendi kendisini yetiştirmeyi uygun görür. Ailesinin, kendisini iyi bir şekilde yetiştirebilmesine olanak veren zengin 137 Ufuk Özcan, a.g.e., s.136. Ağaoğlu’nun mütareke ve sürgün yıllarındaki keskin değişim ve dönüşümü anlatan en iyi eser kendi kaleminden çıkmış olsa gerektir. Ağaoğlu’nun fikir dünyasında din, artık giderek daha az yer kaplar. Ve meşrutiyetteki din hususundaki âteşin ve tartışmacı üslûbu yerini, dinden vazgeçmeye kadar varan bir üslûba bırakır. Daha geniş bilgi için bkz: Ahmet Ağaoğlu, Üç Medeniyet, Haz. Erhan Eğribel-Ufuk Özcan, Doğu Kitabevi, İstanbul, 2013. 138 Kemal H. Karpat, İslâmın…, s.639. 60 bir kütüphanesi bulunmaktadır. Farsça, Arapça ve Fransızca öğrenen Köprülü 1905’te daha on beş yaşındayken saygın yazı yayın hayatına atılır. 139 Genç yaşta fikir hayatı ve kalem mesaisine başladığı bilinen Köprülü kendi çabalarıyla, Batı edebiyatı ve tarihinin yanı sıra yine Batı sosyolojisini de yakından tanıma imkânı bulur. İlk zamanlarında tam bir ‘”Osmanlı” olarak arz-ı endam eden Köprülü, hayatı boyunca sabitkadem olarak sürekli geleneğe ve tarihî devamlılığa yaptığı atıf ve çalışmalarla dikkat çeker. Entelektüel hayatının bahis konusu olduğu bu ilk evrede Köprülü, elitist ve kozmopolit genç bir Osmanlı aydını olarak nitelenebilecek biridir. Onun ilk dönem yazılarında bu durumu müşahede etmek mümkündür. Henüz Gökalp’la tanışmadan ve Türkçü muhitte bulunmadan evvelki bu dönemde, Türkçü yayın organlarından biri olarak kabul edilen ve lisanda sadeleşme hareketinin temsilcisi olarak nitelenen Genç Kalemler Mecmuası’nı hedefine alması Köprülü’nün Osmanlıcı kimliği ve geleneğe verdiği kıymet bakımından dikkate şayandır. Ömer Seyfettin, lisanda sadeleşmeyi savunduğu bu makalesinde, Türkçe’nin sadeleştirilmesi yanında millî bir edebiyatın oluşabilmesi için millî bir dil politikasının hayata geçirilmesi gerektiği fikrini ileri sürer. Köprülüzâde’nin bu yeni ve yabancı fikirlere karşı kaleme aldığı mezkûr eleştiri şu şekildedir:140 “Lisanımızın tekâmül-i tarihîsini takib edecek olursak Mütercim Asım zamanından ve en ziyade Şinasî’den beri lisanın mütemadiyen sadeleştiğini görürüz. Bugünün hatta üdebâsı arasında “Nef‘î”nin muhteşem kasidelerini layıkıyla anlayanlar pek azdır: Namık Kemal’in “Barika-i Zafer”i, Ziya Paşa’nın “Terci-i Bend”i bile “Rübâb-ı Şikeste” gibi sühûletle anlaşılmaz. Bugünkü nesilde her zamankinden daha vazıh bir şekil alan sadelik mesela “Harap Mabedler”de bütün güzelliğiyle görünürken “Veysî”ye doğru bir hareket-i ric‘iyye icrâsına kalkışmak 139 Kemal H. Karpat, a.g.e., s.640. Gös. Yer. 140 Abdülkerim Aslısoy, Türk Modernleşmesi Öncülerinden Fuad Köprülü: Hayatı, Eserleri ve Fikirleri, (Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi) İstanbul, 2008, s.31. 61 tabiî kimsenin hatırına gelmeyecektir. Ben kendi hesabıma, lisanın sadeliğine, “Nergisî”den müntakil zannolunabilecek acemâne müfrit terkiblerin adem-i isti‘mali lüzûmunu yeni bir ahenkten mahrum ve gayr-i me’nûs kelimelerin tamamıyla terk edilmesine taraftarım. (…) Fakat fena kullanılmış, yerinde isti‘mâl olunamamış birkaç terkîbi vesile ittihaz ederek, bazen hatta zarurî olarak kullanılması îcâb eden terkîblerin de lağvını istemeyi bî-manâ bir hareket addediyorum.’’141 Fuad Köprülü’nün fikir ve yazı hayatı başından sonuna kadar incelendiğinde, geleneğin onun dünyasında mühim bir yeri olduğu görülür. Verdiği eserler bunun en büyük kanıtıdır. Abdülkerim Aslısoy’un dikkat çektiği ve bu satırların yazarının da evvelden beri düşündüğü bu husus Köprülü’nün yazısının devamında da görülür: “…‘Aruz vezni’ denilen usûl-i nazm, Araplarla Acemlere has ve Türkçe’nin bünye-i asliyesine tamamıyla yabancı bir usûl-i nazmdır; Acemlerin tesiriyle bu usûl-i nazmı kabul etmeden evvel, şairlerimiz millî olan hece vezinleriyle ittiba‘ etmekte idiler; hatta ‘Kutadgubilig’, ‘Miraçnâme’, ‘Divan-ı Hikmet’ gibi eski Türk eserleriyle Yunus Emre’nin mutasavvıfâne şiirleri hep bu usûl-i nazma mütâbe‘aten yazılmıştır; Türkçe şiirlerin aruz vezniyle yazılmasının, lisan-ı sanatımızın o usûl-i nazm ile ülfet etmesini başlıca sebebi, tekibler ile mâ-lâ-mâl bir halde bulunmasıdır. (…) Altı yüz senelik bir mecrâ-yı tekâmülü takib ederek, Sinan Paşa, Ahmed Paşa, Bakî, Galib, Şinasî, Üstad Ekrem gibi müceddidlerin dest-i ihtimamından geçtikten sonra, Tevfik Fikret’in tahayyülât ve ihtisasâta mer’î ve tirâşîde bir şekl-i nefâset veren elinde bugünkü âheng-i ihtişâmını bulan lisan-ı nazmımız, Selanik gençleri bir Makber, bir Zemzeme, Rübab-ı Şikeste, bir Fani Teselliler vücûda getirmedikçe meşy-i hâzırını değiştiremez. Tekrar ediyorum, lisanın mecrâ-yı tekâmülünü çizenler büyük ediblerdir, sanatkârlardır…”142 141 Fuad Köprülü, “Tahassüsât-ı Sanat: Yeni Lisan’’, Servet-i Fünûn, Cilt XLII, 11 Rebiülevvel 1330. Aktaran: Abülkerim Aslısoy, a.g.e., s.52. 142 Geniş bilgi için bkz: Abülkerim Aslısoy, a.g.e., s.52. 62 Balkan Harbi neticesinde elden çıkan Osmanlı’nın Balkan toprakları memleketin pek çok noktasına nasıl etki ettiyse, Köprülü’nün üzerinde de büyük tesirler bırakır. Merkezi Selanik olan Genç Kalemler Dergisi’nin İstanbul’a taşınması ve Köprülü’nün Ziya Gökalp’la tanışması bu değişikliğin adeta milâdıdır. Gökalp’ın, yukarıda vurgulanarak izah edilmeye çalışılan ictimaî inkılap, yani “Yeni Hayat”ta bahsettiği “Yeni Hayat’ı gaye ittihaz edenler ve bu hakikî kıymetleri arayan gençler”den biri, belki de birincisi Köprülü’dür. Yusuf Akçura, Ağaoğlu Ahmed, Mehmed Emin Yurdakul gibi meşhur simaların kuruculuğunu yaptığı ve Selanik’ten gelen Genç Kalemler ekibinin dâhil olduğu Türk Yurdu Cemiyeti’nde etkin görevler üstlenen Köprülü, bu cemiyetin mevkutesi olan Türk Yurdu Mecmuası’nda, daha sonra kendini haklı bir şöhrete eriştirecek olan edebiyat tarihçiliği ve ideolog yönlerinin ilk yazılarını kaleme alır. Köprülü, henüz genç yaşta bilhassa Batı dünyasında ses getirecek olan “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”143 adlı meşhur eserinin denemelerini bu dönemde bahsi geçen mecmuada neşreder. Gökalp’ın tilmizi ve Yeni Hayat felsefesinde bahsedilen güzidelere iyi bir misal olan Köprülü, Osmanlıcılıktan ve yer yer görülen kozmopolitlikten Türkçülüğe ve Türkçülüğün halkçılık yönüne geçiş yapar. Artık yeni dönemde Türk tarihinin derinliklerinde, halkın edebiyatını araştırmakla meşgul olan bir güzidedir. Gökalp’ın tilmizi olarak nitelenen ve onunla mürid-mürşid ilişkisi olduğu yazılarından ve metodundan anlaşılabilecek olan Köprülü, formasyonunu mürşidi Gökalp’ın telkinleriyle, Türk tarihi ve folkloruyla ilgilenmeye adar. Çünkü Gökalp’a göre Türklük şuurunun uyanması yahut millî intibâhın gerçekleşmesi için sosyal bilimlerin yeni yöntemleriyle, tarih, edebiyat, hukuk, din gibi hayatî önemi haiz konuların incelenmesi gerekir. Bu hususta Y. Kemal Taştan şunları söylemektedir: 143 M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Alfa Yayınları, İstanbul, 2016. 63 “Dil ve edebiyat geleneğin kaynağından başlayarak, uğradıkları geçici ve hastalıklı devreler anlaşılmalıdır. Türk hukukunun tarihi, töreleri, yasaları, tüzükleri incelenerek diriltilmelidir… Türklüğün kelimelerde, atasözlerinde, masallarda, destanlarda izleri kalmış bir millî mefkuresi vardır. Bunları bulup çıkarmak ve içine yerleşmiş etnik tarih ötesini keşfetmek en büyük görevdir.”144 Gökalp, gelinen noktada kavmin kaybettiği ruhu, öncelikle dilin millileşmesi ve ardından tarihinin en kadim menbalarına çıkarak millî hayatın ilk inkişaf hamlelerini duymasıyla yeniden bulacağını söyler. Gökalp’a göre işte o zaman, “Tarihten aldığı feyzlerle halkın derinliklerinden çıkardığı efsaneleri, menkıbeleri, me’sûreleri ilave ettikten sonra millî maneviyeti tamamıyla teessüs eder. O zaman şiir ve sanatının mevzularını, istiârelerini, telmihlerini hep bu millî sânihalardan iktibas ederek edebiyat ve bediiyatına şahsiyet verir.”145 Türk tarihinin parçalara bölünmüş, bir kısmının reddedilmiş bir kısmının öne çıkarılmış tarih anlayışına karşı, bütünlükçü ve devamlılık esasını şamil tarih anlayışına sahip olan Köprülü, Gökalp’ın 1913’te ortaya koyduğu ve âdeta Türkiyat çalışmalarının kılavuzu olarak sayılabilecek programını, hemen hemen bütün akademik çalışmalarında kullandığını ileri sürmek yanıltıcı olmayacaktır. Köprülü, Gökalp-Durkheim sosyolojisi ve yöntemini Türk edebiyatı tarihine, hukuk ve iktisat tarihine uygulayarak Gökalp mektebinin en yetkin ve güçlü temsilcisi olmuştur. Gökalp ile aynı çizgide olan Köprülü, millî kimliğin, fikrî gelişmenin ve millî maneviyatın, bunlar için anahtar hükmünde gördüğü mukayeseli Türk edebiyatı sistemi içinde gelişebileceğini savunmuştur.”146 Siyâsî yapıya bakılınca Balkan Savaşları’ndan sonra İttihatçılar, Türk kimliğini esas alan bir millî devlet projesi geliştirmişlerdir. Din, bu kimliğin en belirleyici unsurlarından birini teşkil etmiştir. Onlar, pozitivizmin etkisiyle yeni bir İslâmî yoruma ihtiyaç duymuşlardır.147 “Gökalp’in Köprülü’ye yüklediği ödev, bir 144 Yahya Kemal Taştan, “Milli Veli Yaratmak…” s.42. 145 Yahya Kemal Taştan, “a.g.m.” s.42. 146 Yahya Kemal Taştan, “a.g.m.”, s.42-43. 147 Yahya Kemal Taştan, “a.g.m.”, s.47. 64 entelektüel olarak Köprülü’nün halkta bulacağı kültürü inşa ve gerektiğinde icat etmesi, ortaya Türk millî kültürünün özünü koruyarak bugünü o özün evrimci bir devamı olarak sunmasıdır. Gökalp, Köprülü’yü bu özü nerede ve nasıl bulacağı konusunda da yönlendirmiş ve ona İslâm öncesi dönemi işaret etmiştir. Dolayısıyla Köprülü’nün araştıracağı dönem İslâm öncesi olmakla birlikte, araştıracağı konu da millî kültürün en çok keşfedilebileceği alan olan halk edebiyatı olmuştur. Bu yüzden Gökalp’in yirmi üç yaşındaki Köprülü’yü Edebiyat Fakültesi hocalığına önererek bu kuruma girmesini sağlaması hiç de tesadüfi bir durum değildir”148 Köprülü’nün bizim mevzumuz açısından merkeze alınacak en önemli eseri, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’dır. Bu eserin ilk nüveleri kısım kısım olmak üzere Türk Yurdu’nda neşredilir. 1918 yılında kitap halini alan eser, Hoca Ahmed Yesevî ve Yunus Emre’nin menkıbevi ve gerçek hayatlarını ilmî metotlarla anlatma iddiasını taşır. Geleneğin/tarihî tecrübenin tartışıldığı ve tasfiyeye tâbi tutulduğu bir dönemde kaleme alınması da hayli ilginçtir. Köprülü’nün eserinde ilmî delillerle anlattığı Hoca Ahmed Yesevî ve Yunus Emre, Hanefî mezhebine mensup, Türk mutasavvıflarıdır. Bu iki Türk derviş, kendi tecrübelerinden hareketle oluşturdukları sade bir hayat ve konuştukları yalın Türkçe ile çekiciliklerini artırırlar. Onların sisteminde kafa karıştıran bir mistik hayat yoktur, hayatın gerçeklikleri vardır. İşte böyle bir hayat bir Türk hayatıdır ve bu hayat içindeki din/İslâm, Türklerin kendi tecrübelerini duyuşlarını, yaşayışlarını yansıtan, sade ve samimi bir Türk Müslümanlığıdır. Eserde yansıtılan hülâsa olarak bunlardır. Tasfiye hareketinden en çok nasibini alan tasavvufun, Türkçülük cereyanının genç ideoloğu ve tarihçisi tarafından yeniden gündeme getirilmesi adeta bir paradokstur. Bir yandan yeni bir hayat kurulmaya çalışılıp eski hayat ve kıymetleri tasfiye edilirken diğer yandan eski hayatın kıymetleri yeni hayatın kıymetleri tarafından yeniden gündeme getirilir. Köprülü’nün, en çok eleştiriye ve tasfiyeye maruz kalan tasavvufu böyle üst perdeden dile getirmesi, onun aslında doğrusunu pekâlâ bildiği halde güçlü Türkçü ideolojisinin sebebiyet verdiği bazı çarpıtmalarla 148 Alpay Yalın,“Fuat Köprülü’nün Muhafazakâr Ulusal Tarih Tezi Kurgusu”, Muhafazakar Düşünce, Cilt. 10, Sayı. 8, 2013. Aktaran: Yahya Kemal Taştan, “a.g.m.”, s.51 (Vurgular bize aittir.) 65 alakalıdır. Mesela Ahmed Yesevî ve Yesevîlik konusu gibi Anadolu Müslümanlığında çok da önemi olmayan bir konuyu, sırf söz konusu ideolojinin bir gereği olarak yaratılmak istenen Türk İslam’ına tarihsel bir zemin olarak kullanmak üzere bilerek seçmesi, ciddi bir sorgulama konusudur. Yesevîliği Anadolu halk tasavvufunun tek kaynağı olarak takdim etmesinin, bu sanal bağlantıyı ispata yönelik olarak Yunus Emre’yi hiç ilgisi olmadığı halde Ahmed Yesevî’nin Anadolu’daki takipçisi gibi göstermesinin, bilerek yapılan manipülasyonlar olduğunu uzunca bir zamandan beri artık iyi biliyoruz.”149 Fuad Köprülü’yü Gökalp’tan ve diğer Türkçülerden ve belki döneminin bütün entelektüellerinden ayıran şey ise, fikrî serüveninde modernist İslâm anlayışına dair pek bir şey bulunmamasıdır. Eserleri ve yazdıklarına bakıldığında geleneğe daha yakın -pozitivist bir gözle baksa da- modernist İslâm görüşüne uzaktır iddiasını öne sürmek zor olmayacaktır. 149 Ahmet Yaşar Ocak, Selçuklular Osmanlılar ve İslam, Timaş Yayınları, İstanbul, 2017, s.256 66 III. BÖLÜM 3. AYRIŞAN VE BENZEŞEN YÖNLERİYLE TÜRKÇÜLÜK VE İSLÂMCILIK Türkiye İslâmcıları veya İslâm milliyetçileri ve Türkiye Türkçüleri veya Türk milliyetçileri bilhassa din tasavvuru ve geleneğe bakış noktasında önemli benzerlikler göstermektedirler. İslâm’da ihya/tecdid/terakkî gibi modernizasyon ve tasfiyeci mahiyeti haiz bu fikriyat her iki cereyanda bulunan bir fikriyattır. Her iki cereyanın İslâm modernizasyonu fikriyatının arka planını ve etkilendikleri yerlere bakıldığında benzer birçok noktalar görülür. İslâmcılar devletin devamının ve toplumun kimliğinin oluşmasında İslâm’ın modernize halini merkeze alırlarken, Türkçüler ise İslâmcılara nazaran daha homojen bir yapı olan Türklüğü merkeze alırlar. Fakat İslâmcılar tarafından merkeze alınan modernize edilmiş İslâm, Türkçüler tarafından daha dar bir manada; yani devletin, milletin ve milliyetçiliğin oluşmasında önemli bir etken olarak Türklük merkezli ve modernize edilmiş İslâm olarak yerini alır. 3.1. Şiir, Milliyetçilik, İslâmcılık: Ahmed Muhiddin ve Döneme Dair Tespitleri II. Meşrutiyet devrindeki fikrî hareketlerin göbeğinde bulunmuş ve yakından müşahede etmiş olan Ahmed Muhiddin, 1921 yılında Almanya’da Modern Türklükte Kültür Hareketi150 adında bir tez hazırlar. Ahmed Muhiddin’in tezi daha sonra Türkçe’ye tercüme edilerek kitap olarak neşredilir. Bu esere göz atıldığında, erken dönemde yazılmasına rağmen hem titizlikle hazırlanmış akademik bir çalışma 150 Ahmed Muhiddin, a.g.e. 67 izlenimi vermesi hasebiyle hem de bugün bile geçerliliği olabilecek olan tespitler yapması sebebiyle şaşırtıcıdır. Ahmed Muhiddin eserinde, Batıcılar, Milliyetçiler ve Reformasyoncuları (dinî akımı-İslâmcılığı- tarif ettiği kavram) merkeze alarak hem tek tek izahatlar yapar hem de aralarındaki benzerlik ve farklılık ilişkisini yansıtmaya çalışır. Ahmed Muhiddin’in eserindeki bazı bölümler, bu çalışmanın da kapsamına girdiğinden, buralara değinmenin farklı bir bakış açısı için yararlı olacağı düşünülmektedir. Ahmed Muhiddin’e göre Batıcıların kendi değerlerine olan “laübaliliği” ve tamamen Avrupalılaşma isteklerine bir tepki olarak doğan milliyetçilik, ortaya çıktığında “Türklüğün kucağında birbiriyle mücadele eden iki akım bulmuştu: Batıcılık ve dinî-İslâmî hareket. Onun (milliyetçiliğin) bu akımlarla mücadele etmesi gerekiyordu. Böylece yukarıda bahsi geçen ideal grupların diğer iki kısmı olan muasırlaşmak ve İslâmlaşmak doğmuş oldu” der. Ahmed Muhiddin’e göre Batıcılık iflas etmiş ve dağılmıştı. Ne var ki halkın yaşamında önemli bir faktördü ve kolaylıkla ortadan kaldırılamayacak derin izler bırakmıştı. Milliyetçilik Batıcılığa, bütün hedeflerini yeniden yorumlayarak ve değerlendirerek muasırlaşma şeklini vermişti. Avrupalılaşmak, milliyetçilik için bir ideal değildi. Ancak ondan tamamen vazgeçmek ve Batılı kültüre karşı düşmanca bir tavır takınmak zamanın ruhuna pek uygun olmazdı; çünkü halkın en muhafazakar unsurları bile Batı’nın maddî kültürünün üstünlüğünü tabiî görmekteydiler. Ahmed Muhiddin, milliyetçilerin Avrupalılaşmak veya muasırlaşmak hedeflerini Ziya Gökalp’tan hareketle açıklar. Buna göre “muasırlaşma ihtiyacı Türklere Avrupa’dan, ilmî ve teknik aletleri ve bizzat tekniği almayı emreder. Ancak Türklerin manevî ihtiyaçları ve gayeleri de vardır. Bunlar - aynen Avrupa’da vuku bulduğu gibi- kendi din ve milliyetlerinden oluşturulmalı ve Batı’dan alınmamalıdır.” “Milliyetçilik, “muasırlaşma” idealini Batıcılık’tan aldı diyen Ahmed Muhiddin, Avrupalılaşmanın bu farklı yorumunun Reformasyon akımınca da müspet karşılandığını hatta bu akım tarafından talep edildiğini şu şekilde dile getirir: 68 İslâmlaşma idealinin de, Batıcılıkla mücadele içinde olan dinî hareketten kaynaklandığını söyler ve ekler: Ancak burada da yoğun mukavemetlerle karşılaşan yeni yorumlar ve hedefler ortaya koymuştur… Dinî –belirtildiği gibi- geleneksel hali içinde muhafaza etmeye yönelik bir mücadele hareketiydi; yani esas olarak menfi idi. Ancak Batıcılık yoluyla çifte mesele ortaya çıkmıştı: Dinin mutlak olarak yerinin sarsılmasıyla ortaya çıkan bir umumî din meselesi ve tarihî İslâm’ın tenkidiyle ortaya çıkan bir Müslümanlar arası din meselesi. Şimdi Milliyetçilik tarafından temsil edilen İslâmlaşma, bu çifte meseleye, zamanın ihtiyaçlarına uygun bir çözüm bulma çabası içindeydi. –Dinî hareketin dışında benzer çabalar tamamen eksik olmasa da- dinî meselenin yapıcı ve müspet tarafını şu ana kadarki dinî hareket hemen hemen hiç anlamamıştır.”151 Ahmed Muhiddin iki cereyan arasındaki etkileşim(ler) ve hemfikir oldukları noktalar üzerine yaptığı tespitlerde şunları söyler: 1. “Her ikisi de ahlâkî bakış açısını ön planda tutar. Bu, itikat/niyet dinine ve amelin takdis edilmesini aşmaya giden yoldur…” 2. “Her iki akım da tarihî İslâm’ı reddeder ve Asr-ı Saadet İslam’ına (Urislam) dönülmesini talep eder… Dinî literatür takip edilirse “İslam’ın başlangıcı”, İslâm’ın ilk dönemleri vb. vurgularla sık sık karşılaşılır. Ben idealize edilen bu aslî İslâm’ı Asr-ı Saadet İslâmı ve bilahare asırlar süren gelişmelerle teşekkül eden İslâm’ı, tarihî İslâm şeklinde adlandırıyorum. Bu kavramların tam olarak zamanını tespit etmek çoğu durumda kolay değildir… Milliyetçiliğin Asr-ı Saadet İslâmı’ndan anladığı şunlardır: 1- Şüphesiz daha tafsilatlı izahlarla sınırlandırılan Kur’an ve hadis İslâmı. 2- İctihad İslâmı. Reformatörler kendilerini daha müphem bir şekilde ifade ederler. Anlaşıldığı kadarıyla onlar Asr-ı Saadet İslâmı’nın sınırlarını 151 Ahmed Muhiddin, a.g.e., s.131, 132. 69 Emevîlerin hâkimiyetinin başlarına kadar götürürler. Ancak onlar için de içtihadın serbest şekilde icra edildiği sadece bir İslâm söz konusudur.”152 Ahmed Muhiddin konu hakkındaki tespitlerine devam eder. Ona göre: “Milliyetçilerin tarihî İslâm’ı reddetmelerinin sebepleri, reformatörlerinkinden farklıdır. Milliyetçiler onu, kendisinde bugün artık geçerliliği olmayan zaman ve mekân ilişkilerinin sonuçlarını gördükleri için reddederlerken, Reformasyon mensupları onda, bir donuklaşma ve gerçek İslâm’dan uzaklaşma gördükleri için reddederler.” 153 3. “Her iki akım da şeriatın günümüz için geçerliliğini reddederler. Bu, onların tarihî ilâm karşısında takındıkları tavırla yakından alakalı olup, bu tavrın sonucu olan hususî bir durumu teşkil eder.” 4. “Her iki akım da içtihadın serbest olmasını talep eder. Bu madde de 2. madde ve ayrıca 3. madde ile yakından alakalıdır. Tarihî İslâm ve tarihî şeriat reddedilince, İslâm’ın reforme edilmesine, kanunun (hukukun) yeniden oluşturulmasına giden yolun açılmasının gerekli olacağı tabiîdir…” 5. “Nihayet her iki akım, halk için her halükârda yeni temeller üzerine bina edilmesi gereken bir din eğitimini talep etmektedir. Bu talep, dinî buhranı ortadan kaldırma amacı gütmektedir. Milliyetçilik, işbölümü esasına göre bilim ve hukukun geliştirilmesini devlete bırakarak meşihatı bir dinî eğitim dairesine dönüştürmek isterken, reformatörler aynı amaçla bugünkü Şeyhülislâmlığın içinde bir ‘Dârü’l-Hikmeti’l İslâmiyye’ organize etmek istemektedirler.” 154 Ahmed Muhiddin, milliyetçi akımı neden reformasyonla tavsif etmediğini açıklar. İki akımın mukayesesi bakımından buradaki tespitler de dikkate değerdir: 152 Ahmed Muhiddin, a.g.e., s.135. 153 Ahmed Muhiddin, a.g.e., s.135-136. 154 Ahmed Muhiddin, a.g.e., s.136, 139. 70 “Milliyetçiliğin temel yaklaşımı nihaî kertede siyasîdir. Yani bu kimselerin merkezî meselesi din değildir. Din meselesinin onlardaki çözümü, dinin gücü ve anlamına nazaran zarurî olan bir itilaf, bir taviz, bir uzlaşma karakteri taşır. Milliyetçiliğin bu alandaki icraatı ne kadar büyük olursa olsun, bu akım için din bizatihi amaç olmayıp, millî prensiplere göre şekillendirilmesi gereken bir faktördür. Diğer bir ifade ile dinî hareket, Milliyetçilik için içkin bir zorunluluktan hâsıl olmaz.” 155 3.2. Türkçüler ve İslâmcılar Arasında “Dava-yı Kavmiyet” Tartışmaları Türkçülük ve İslâmcılık cereyanının mümessilleri, yayın organları ve muhtelif kuruluşları arasında başlarda ciddi bir zıtlaşma olmamıştır. Türkçülerin İslâmcı yayın organlarında, İslâmcıların da Türkçü yayın organlarında yazıları neşredildiği gibi, fikrî olarak da cedelleşmenin olmadığı, bu devrede zaman zaman pek çok noktada fikirlerin örtüştüğü görülür. İki cereyanın müntesiplerini ayıran çizgi, bilhassa Balkan Harbi’nin kesif yıkıntıları ve Büyük Cihan Harbi’nin arifesinde belirecektir. Bu belirgin çizgi ise “kavmiyet” yahut “milliyet” meselesidir. Türk milliyetçilerinin yayın organı olan Türk Yurdu ve İslâm milliyetçilerinin yayın organı Sebilürreşad dergilerinde yapılan kalem savaşları yahut tartışmalarının en meşhuru Babanzâde Ahmed Naim’le, Ağaoğlu Ahmed arasındadır. Türkçü cenahtan Gökalp, Köprülü, Akçura ve İslâmcı cenahtan, Mehmed Akif, Said Halim Paşa, Hüseyin Kâzım Kadri gibi isimler de farklı zamanlarda dermeyan ettikleri fikirlerle bu tartışmaya katılırlar. Fakat Babanzâde ve Ağaoğlu bu tartışmaların temsilî iki ismidir. 155 Ahmed Muhiddin, a.g.e., s.151. 71 Nüzhet Sabit, Takib ve Tenkid mecmuasında, Türkçülerin bir yayın organı olan İslâm Mecmuası’na bazı sorular yöneltir156: 1. ‘’İddia-yı kavmiyet ne derecede memnudur ve hangi sureti memnudur?’’ 2. “Ben Arabım ve benden daha Arabı yoktur’’ diye bir hadis-i şerif vardır deniliyor. Bu hadis-i şerifden -eğer mevzu (uydurma hadis) değilse- maksûd nedir?” 3. “Türkçe yahut Çince konuşan bir Müslüman, Türküm, Çinliyim demekle iddia’yı kavmiyet etmiş olacak mı?” 4. “Yoksa maksad-ı aslî diğer kavmiyet ve milliyetleri zelil görmemek midir?” İttihat ve Terakkî Hükûmetinin destekleriyle çıktığı bilinen ve Türkçü İslâm Mecmuası’na yöneltilen bu sorular Babanzâde tarafından İslâmda Dava-yı Kavmiyet –Takib ve Tenkid Mecmûası Sâhibi Nüzhet Sâbit Beyefendi’ye157 başlıklı yazıyla cevaplandırılır. Babanzâde’ye göre, “Dîn-i İslâm’ın kat’i surette men ettiği; nifâk, şikâk, tefrika, fitne ve fesâda yol açması kuvvetle muhtemel olan ve şiddetle men edilmesi gereken; kavmiyet ve cinsiyet dâ’vâsı’nın, tâ’bîr-i diğerle asabiyet-i kavmiyye ve cinsiyye çeyrek asırlık bir mevzuysa da ziyadesiyle belirginleşmesi Meşrutiyet devrine tekabül eder. Âteşin bir cehaletle ‘Avrupa’dan devşirilen bu zararlı fikir, bid’at-i ecnebiyyedir. Şer’i ta’bir’le bir cahiliyyet davası olan bu fikir İslâm’ın kıvâm ve bekâsına, müslîminin refâh ve saadetine en müdhiş darbedir. İslâm diyarları, küfür karşısında zor zamanlar geçirirken ’ben Türküm, ben Arabım, ben Kürdüm, ben Lâzım, ben Çerkesim gibi dâiyelerle yekdiğere karşı muhabbetin zerrece gevşemesi cinnettir.” 156 İsmail Kara, Din ile Modernleşme… , s.277. (Nüzhet Sabit’in sorduğu soruların iktibası da bu kaynaktan alıntılanmıştır.) 157 Ahmed Naim, “İslâm’da Da’vâ-yı Kavmiyyet’’, Sebilürreşad, C.12, S.293, ss. 114-119, 10 Nisan 1330. 72 Babanzâde’nin makalesinin ekserisinde birtakım rûhî haller hissedilir/göze çarpar. Bunlardan biri saldırgan tutumu ve duygu yönünden ağır basan ifadeleridir. Bu ifadeler içinde tebellür eden diğer bir hâl ise, bir büyüğün küçüklere yer yer sert ve yer yer yumuşak şekilde yaptığı nasihatler gibidir. Babanzâde sanki bütün Türkçüleri karşısına alır ve “Türkçülerle beş senelik münâzarâ ve münâkaşâ mesâîsi’ne rağmen hâlâ kendilerine sağlam bir gâye ittihaz etmediklerini ve nereye, niçin gittiğini idrâkten âciz ve bütün yaygaraları uydum kalabalığa demekten ibâret” sayarak bu zümrenin ikiye bölündüğünü; bunlardan ilkinin “Halis Türkçüler diğerinin Türkçüİslâmcılar” olduğunu dile getirir. Babanzâde’ye göre Halis Türkçülerin gayesi eski ananelerle ve birtakım fikirlerle, “yeni bir iman ile yeni bir kavim, yeni bir millet” meydana getirmektir. Halis Türkçüler, kendilerini kavmiyet gayesine iten şeylerin, Türklerin birtakım iç ve dış şeylere maruz kalması olduklarını dile getirirler. Bunca dağdağalar, bunca gaileler neticesinde zayıf düşen Türk unsuru, “artık kendini toplayıp biraz da kendine bakması fedakârlıklarını diğer akvâma karşı biraz kısarak kendine hasretmesi zaruridir.” Bu hal ise yeni bir mefkûre “Türklük esasına müstenid” bir mefkûre ile mümkündür. Ona göre: “Râbıta-i İslâmiyye ise ancak ikinci derecede kalır. Kavmiyet cereyânı Avrupa’dan bir sel gibi akıp gelirken bunun önünde durulamaz. Muâsırlaşarak terakkî edeceksek Avrupa cemaatinden ayrılamayız. Avrupa’da din ehramlarıyla tahdîd-i hudûd modası çoktan geçmiştir. Biz de böyle antika mefkûrelerden vazgeçmezsek müzelerdeki antikalar gibi nâmımız yalnız târih sahifelerinde okunur. Binânealeyh bu halk evvelâ Türk, sonra Müslüman olmalıdır.” Halis Türkçülerin fikirlerinin böyle bir hülâsasını sunan Babanzâde, Türkçüleri ciddiye almaz ve hatta alay eder bir tavırla onları “parlak bir mantık ve tatlı bir hülyâ” olarak niteler. Halis Türkçülerle münakaşayı abes görür. Çünkü onların yaptıkları apaçık “dinsizlik” mefkûresidir. Bu sebepten, asıl ciddiye aldığı ve ne serden ne yardan geçemeyen Türkçü- İslâmcılardır. 73 Babanzâde, Türkçü-İslâmcı cenahı ciddiye aldığını söylemekle beraber onların birtakım tenakuzlar yaşadığını dile getirir. Buna göre: “Türklük câmiâsı, câmiâ-yı İslâmiyyeyi takviye eder. Dâ’vâ-yı asabiyyet Din-i İslâm’a mugayir değildir. Biri diğerini itmam eder. İslâm’dan ve iman’dan nasipsiz birçok gençleri hamiyyet-i vatanniye ve kavmiyye nâmına İslâm’a ısındırabiliriz’’ diyen bu zevat, ‘’imân-ı dinin yanına iman-ı kavim” ikâme ederler. “Arnavudlar, Arablar bizden evvel bu da’vâya kalkıştılar. Biz müdâfaa-i nefs mevkkindeyiz. Bu müdafaamızdan Müslümanlara bir zarar terettüp ediyorsa kabahat bizde değil, ilk başlayanlarda, taarruz edenlerdedir diyen Türkçü-İslâmcılar, Türklere kuru bir enâniyyetten, fazla olarak da biraz öteki kardeşleriyle bozuşmaktan başka ne kazandırmıştır? Gaye itibariyle Halis Türkçüler’le birleştirilemeyen ve ne dedikleri tam olarak anlaşılmayan Türkçüİslâmcıların ne demek istediği avâm-ı kavim tarafından anlaşılamamaktadır.” Babanzâde Türk kavminin hayrına çalışmanın, kötü huylarını düzeltmenin lisanlarına ve birtakım faziletlerine hizmet etmenin takdire şayan olduğunu fakat bunların cahiliyyet davası olan kavmiyet/asabiyet/cinsiyete taallük ettirilmemesi gerektiğini “Ey Türk demek yerine ey Müslüman” diye hitap etmek gerektiğini söyler. Bu meyânda Türk’ün tarihini İslâm’ın tarihinden ayırmamaları, çocuklarına “müşrik atalarının isimlerinin koyulmaması” gibi ağır sataşmalarla pek çok noktaya değinir. “Kişi kendi kavmini sevmekle diğer Müslümanları niçin sevmesin” denilmemesini zira bu itirazın çok su götüreceğini de deklare eder. Uzunca yazılan bu makale bu meyanda devam eder. Fikirler ayet, hadis ve İslâm tarihinden birtakım anekdot ve hikâyelerle desteklenir. Babanzâde nazarında sadece Türk milliyetçiliği değil, sair Müslüman kavimlerin de milliyetçilikleri muzırdır. Yani herhangi bir kavmin milliyetçiliğini savunmayıp bütün milliyetçilikleri bir potada değerlendirir. Bu yönüyle Ahmed Naim klasik millet sistemini vurgular gibi görünmektedir. Dolayısıyla burada belli yönleriyle bir Osmanlıcılık damarı mevcuttur. 74 Ağaoğlu Ahmed, “İslâm’da Davâ’yı Milliyet”158 adlı makalesiyle Babanzâde’nin yazdıklarına cevap verir. Ağaoğlu cevap vermeden evvel Babanzâde’nin yazısının üç noktada toplanabileceğini söyler. Bunlar: 1. “Din-i Mübin İslâm, kavmiyet cereyânlarını tasvip etmiyor. Bu gibi cereyânlar onun esâs ve ru-ûhna, ahkâm ve kavâiden muhaliftir.” 2. “Milliyet cereyânları muzırdır.” 3. “Milliyet cereyânları Müslümanlar içinde Avrupa’yı taklitten mütevellit olduğu için gayr-i tabiî ve masnû’dur.” Ağaoğlu, Babanzâde’yi öncelikle “kendi fikirlerine îmân etmiş” olarak niteler ve ardından Halis Türkçüler ve Türkçü-İslâmcılar ayrımını eleştirir. “Acaba hangi Türkçü nerede dinsizliği telkih eylemek istemiştir? Hangi Türkçü nerede İslâmiyet’le dinsizlik arasında mütereddit bulunduğunu ve bunlardan hangisini tercih edeceğini bilmediğini söylemiştir?” Bu suallere cevap verilmedikçe ve “verilen cevâplar, senetler ve vesikâlar üzerine istinat ettirilmedikçe yapılan taksimatın indî, keyfî ve gayr-i vârid kalacağı tabiîdir’’ diyen Ağaoğlu, “dört beş sene evvel dine karşı büyük ilgisizlik, İslâmiyet hakkında açıkça lakaytlık gösteren Türk gençleri bugün dine yakınlaşmışlar, dindar olmuşlardır!.. Din, kavmiyetin en mühim esâs ve erkânından olduğu için kavmiyet cereyânını anlayarak, bilerek takîp edenler için dinden uzaklaşmak kâbil bile değildir” diyerek Babanzâde’nin kullandığı birtakım kavramlara açıklık getirip farklılıklarını dile getirir. Bir yazısında konuyla alakalı şu ifadeleri kullanır: “Milliyet (nation) fenn-i içtimâiyatın son ve muhtasar tarifine göre aynı surette hisseden bir kütle-i efrada denilir. Bu müşterek hissiyât da iki âmilin tesiri ile olur: Lisan ve din! Dolayısıyla milliyet kavramı asabiyet kavramıyla aynı manaya gelmez. Çünkü asabiyet vahdet-i milliyesini duymamış, kendini bilmez, nereye doğru yürüdüğünü anlamaz, muhitlere mahsustur. Resûl-ü Ekrem’e karşı çıkmış olan en şedit kuvvetlerden biri 158Ahmed Agayef, “İslâm’da Davâ-yı Milliyet’’ Türk Yurdu, Y.3, C.6, S.70, 10 Temmuz 1330, s.372- 376. 75 de bu asabiyettir. Asabiyeti kavmiyetle, milliyetle karıştırmak, İslâmiyet’in düşman-ı canı olan kabile ve aşiret hâllerini yine İslâmiyet için istinâtgâh teşkil etmiş olan milliyet ve kavmiyeti aynı zannetmek, İslâmiyet nokta-i nazarından bile azîm bir hatadan başka bir şey addedilemez.” Ağaoğlu bu yazısının hitamından sonra aynı başlıkta kaleme aldığı ikinci cevâbî yazıda, “İslâmiyet Türk’ün dinidir, din-i millîsidir, kavmîsidir. Türk, İslâmiyet’i cebren, mahkûm, mağlûp olarak değil, hâkim, galip olarak kabul etmiştir. Bin seneden beridir ki İslâmiyet’in en ağır yüklerini omuzuna alarak taşımaktadır. İslâmiyet yolunda Türk her şeyi unutmuştur. Lisânını, edebiyâtını, iktisâdiyâtını ve hatta bazen mevcudiyet-i kavmiyesini bile!” Ağaoğlu Türkçülerin, İslâm içindeki bu vasıf ve kahramanlıklarından bahsettiklerinde övündükleri için itiraz edenlerin, İslâm öncesi Türk tarihinden bahsedince “Şamanizme avdet ediyorlar” diye bağırmaya başladıklarını dile getirir. Ağaoğlu, “Türk tarihinin en şanlı sayfaları İslâmiyet’le yazılmışken ve Türklük o medeniyetin sayesinde bakî kalırken, bir Türkçü nasıl eskiye dönmek ister? İmr’ül Kays’tan, Âd ve Semûd’dan, Hübel, Lât ve Menât’ttan bahseden bir Arap, ne kadar putperestliğe avdet ediyorsa, Oğuz Han’dan, Cengiz’den, Tanrı’dan ve perilerden bahseden bir Türk Şamanizm’e o nispette avdet eder!” diyerek hırçın bir şekilde cevabına devam eder. Babanzâde ve Ağaoğlu arasındaki bu tartışma İslâmcı ve Türkçülerin hemen hepsinin bu konudaki fikriyatını tebellür ettirmesi bakımından dikkate değer temsilî metinlerdir. Bu tartışmalar, zihin açıcı ve okuyanları ikna edici olduğu kadar, Ağaoğlu’nun tabiriyle “fikirlere iman” olunması hasebiyle de tarafların birbirlerini anlamalarının önündeki en büyük engeldir. Bu tartışma bir nevi “çıkmaz sokak”tır. “Ahmet Naim milliyetçilik konusu(nu) büyük ölçüde dinî bakımdan, Müslümanlar açısından, en azından dinî endişelerle ele alırken Ağaoğlu sosyal bir vakıa olarak konuya yaklaşıyor. Bu önemli usul farkı İslâmcılarla Türkçüler-Batıcılar arasındaki tartışmaların netice vermemesinde çok etkili olmuştur.’’159 159 İsmail Kara, a.g.e. s.281. 76 Bu tartışma, tabir yerindeyse bir fitilin ateşlenmesi gibidir. Her iki cenahtan “kavmiyet” yahut “milliyet” konusuna dair kalemler çekilir ve adeta kalem savaşları vuku bulur. İslâmcılar Ahmed Naim’in kaleme aldığı makaledeki fikirlerin benzerlerini sürdürürken, Türkçüler de, Ağaoğlu’nun fikirlerinin benzerlerini farklı yollarla dile getirirler. Bu meyanda İslâmcı cenahtan Mehmed Akif şunları söyler: “Müslümanlık ırk, renk, lisan, muhit, iklim i’tibârıyle birbirine büsbütün yabancı unsurları aynı milliyet altında cem’eden yegâne râbıta iken; hele biz Osmanlılar için dünya-da bu râbıtaya dört el ile sarılmaktan başka selâmet yolu yokken; şu son senelerde meydana çıkardığımız kavmiyet, asabiyet gürültülerine şaşmamak elden gelmez! Bu kadar hükûmât-i İslâmiyye hep tefrika yüzünden mahvoldu; hem birçoğu gözümüzün önünde kaynayıp gitti de biz hâlâ intibâha gelmiyoruz; hâlâ milleti nâmütenâhi parçalara ayıracak bir siyaset güdüyoruz! Ey cemâati müslimîn, aklınızı başınıza alınız; gayret-i kavmiyyeyi bir tarafa bırakınız. Râbıta-i dîni biraz daha ihmâl edecek olursanız, iyi biliniz ki, târumâr olur gidersiniz. Hem o perişanlıktan sonra bir daha dünyada cem’iyet yüzü göreceğiniz olmadığı gibi, ferdâ-yı kıyâmette de huzûr-ı Rabbü’l-âlemîn’e çıkacak yüzünüz kalmayacaktır.” 160 Akif nesirlerinde dile getirdiği fikirlerini şiirleri vasıtasıyla da tekrarlar. Süleymaniye Kürsüsünde başlıklı şiirinde: Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam, Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlıyamam, Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize? Fikr-i kavmıyyeti şeytan mı sokan zihninize? Birbirinden muteferrik bu kadar akvamı, Aynı milliyetin altında tutan islam'ı, 160 Mehmed Âkif Ersoy, “Başlıksız’’, Sebilürreşad, C.9, S.212, 15 Şevval 1330. Akif’in bu yazısı ve bu konuya dair alıntılayacağımız bazı şiirleri, İsmail Kara’nın Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi’nin birinci cildinde dikkatimizi çekmişti. 77 Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir. Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir... Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez.. Son siyasetse bu! Hiç böyle siyaset yürümez! Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan; Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan. Siz bu davada iken yoksa, iyazen-billah, Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah. Diye dursun atalar: 'Kal'a içinden alınır.' Yok ki hiç bir kişiden... Millet-i merhume sağır!161 Hakkın Seslerinde: “Hani milliyetin İslâm idi? Kavmiyyet ne? Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine! Arnavutluk ne demek? Var mı şeriatta yeri? Küfr olur, başka değil kavmini sürmek ileri. Arab'ın Türk'e, Laz'ın Çerkez'e yahud Kürd'e, Acem'in Çinliye rüçhanı mı varmış, nerede? Müslümanlıkta anasır mı olurmuş? Ne gezer? Fikrî kavmiyyeti tel'in ediyor Peygamber. En büyük düşmanıdır rûh-u Nebî tefrikanın, Adı batsın onu İslâm'a sokan kaltabanın. 162 Akif bu husustaki şiir ve nesirlerini hadis ve ayetlerle destekler. Onun için kavmiyet yahut milliyet İslâmlar arasına sokulmuş bir tefrikadır. Mehmed Fahreddin, Sebilürreşad’da milliyet hususunda üç farklı başlık altında tartışmaya katılır. “Son Darbe Karşısında Milliyet Kavgaları”163 başlıklı polemik yazısında duygu yüklü ifadelere yer verir. M. Fahreddin’e göre, “Avrupa’yı taklîden fırkalar teşkiline, millet içinde milliyetler, kavmiyetler, unsuriyetler icadına kalkışılması birer cezadır.” Çünkü yaşanılan bunca eza, cefa, kaybedilen bunca topraklar hülâsa-i kelâm bütün felaketleri ‘’kendi şımarıklığımızla, kendi 161 Mehmed Akif Ersoy, Safahat, Haz: Ömer Rıza Doğru, İnkılap Yayınevi, İstanbul, 1974, s.178. 162 Mehmed Akif, a.g.e, s.205. 163 Mehmed Fahreddin, “Son Darbe Karşısında Milliyet Kavgalar -1’’, Sebilürreşad 11 Muharrem 1332, C.11, S.274, S.210-2011. 78 azgınlığımızla celb ettik!” diyerek milliyetçilere çatar. M. Fahreddin ikinci yazısı olan “İslâm’da Kaç Milliyet Var?”164 adlı yazısında, “Diyânet milliyetin ta kendisidir. Milletleri vücuda getiren dindir. İnsanın kavmiyet ve unsuriyeti ne olursa olsun îmân ettiği dînin milletindendir. Dîn-i Celîl-i İslâm, şa’şaa-i âlem-ârasıyla çeşm-i cihânı kamaştıran bir mihr-i münîr-i milliyettir. Kavmiyetler, unsuriyetler de onun deryâ-yı envârına müstağrak yıldızlardır. Hiç güneş varken yıldızlar ona rekâbet edercesine kendi varlıklarından bahsedebilirler mi?” diyerek fikir serdetmekten ziyâde kendi fikirlerinin haklılığını kanıtlamak ve söz dalaşı yapmak maksatlı yazıldığı aşikar olan satırlarına devam eder. Bu husustaki “İslâm’da Bir Milliyet Var? -3-“ adlı yazısı da diğer iki yazıyla da benzerlik taşır. Bu yazıların ortak teması, millet dine merbuttur. Dolayısıyla millet denilen şey buradan isim alır ve her yönüyle buranındır. İslâmların milleti, Millet-i Muhammedî’dir. Milliyet ve milliyetçilik, din merkezlidir. Bunun dışındaki millet, milliyet, milliyetçilik söylemleri, ruhsuz, kuru, mukallid ve tefrik edici birçok olumsuzluğu taşır. Köprülüzâde Fuad, “Türklük, İslâmlık, Osmanlılık”165 adlı makalesiyle tartışmaya katılan bir diğer Türkçü’dür. İslâmcıların, kavmiyet hususunda Türkçülere takındığı tavırlara karşı bu yazının daha ilk paragrafı şöyledir: “Gürültüler, tehditler, tahkirler, parlak ve müstehzi cümleler, tabiî cereyânlar karşısında miskin ve âcizdir. Eski ve meşhur bir sözü tekrar ederek diyeceğiz ki hakikat dâimâ galebe etmektedir; beşeriyet sahasındaki en büyük hakikat ise, içtimâî ve tarihî zaruretlerin galebesinden başka bir şey değildir.” İslâm milletlerinde yavaş yavaş görülmeye başlanan “kavmiyet uknumu”nun artık şuurlu bir hal almaya başladığını söyleyen Köprülü, “onu sahte bir mahsul gibi 164 Mehmed Fahreddin, “İslâm’da Kaç Milliyet Var? -2-’’, Sebilürreşad, C.11 S.277, s.262-263. 165 Köprülüzâde Fuad’ın Türk Yurdu’nda yayınlanan yazısının künyesini yukarıda vermiştik. 79 filân şahsa, filân zümreye atfetmek gülünç ve hakâyık-ı ilmiyeye muhaliftir” der. Köprülü, Türkçülere yöneltilen tenkitlerin hiçbirinin ilmî ve ciddî olmadığını ve yazılanların “manasız” olduğunu söyledikten sonra, “biz ne mürteci, ne hayalperver, ne de iftirâkçıyız; Osmanlılığın, İslâmlığın muhâfaza-i mevcudiyetini ancak Türklüğün intibâh ve terakkisi hâlinde mümkün görüyoruz” diye ekler. Köprülü’nün savunması yahut İslâmcılara yönelik tenkidi daha önce de belirtildiği üzere, tarihten misallerle ve ilmî noktalarla mücehhez; dinin sosyal ve tarihî yapısına işaret eden noktalarıyla bilhassa Ağaoğlu’nun makalesini andırır. Bununla birlikte pozitivizm ve Durkheim etkisi de gözden kaçmamaktadır. Başta Babanzâde olmak üzere, İslâmcı cenaha yazılan cevâbî nitelikteki bu yazıda, Türklüğün, Osmanlılık ve İslâmlık üzerinde ne derece icrâyı tesir ve hizmetleri olduğunu söyler. Ayrıca, Köprülü bu yazıda her ne kadar sivri bir dil ve yer yer saldırgan bir üslûp kullansa da, bu “üç cereyanın” birbiriyle çatışan değil, uzlaşan taraflarını dile getirmesi bakımından Gökalp’ın uzlaştırmacı yönüne benzer. Ziya Gökalp, İslâmcılarla adeta polemiğe girmekten kaçındığı gibi daha ılımlı ve orta yolcu bir dil kullanır. “Üç Cereyân”166 adlı makalesinde “İslâmlaşmak fikrinin mürevvici, Sırât-ı Müstakîm- Sebilürreşat, Türkleşmek fikrinin mürevvici Türk Yurdu mecmualarıdır. Dikkat olununca bu üç cereyanın da hakiki ihtiyaçlardan doğmuş olduğu görülür” diyerek İslâmcılığın da bir ihtiyaç olduğunu müspet bir dille dile getirir. “Türklerin Başına Gelenler” 167 adlı makalesinde sitemkâr bir dille “Türklerde milliyet hissi uyanmaya başlayınca Türk kelimesi başka türlü hücumlara maruz oldu. Hülâgu’nun vahşiyane zulümleriyle Türkçülük arasında bir münasebet varmış gibi hücum hileleri yapıldı. Bir taraftan da Türkçülük İslâmcılığa muhalefetle itham edildi” dedikten sonra cevâbî mahiyette açıklamalarda bulunur: “Türkçülerin millet mefkûresi Türklükse, ümmet mefkûresi de İslâmlıktır. Bence Türkçülerin ayrıca bir ümmet programları da olmalı…” diyerek beş madde halinde bir program sıralar. Sonrasında ise bu programdan hareketle: “Bu umdelerden anlaşılır ki Türkçülük aynı zamanda İslamcılıktır. Yalnız Türkçüler İslâm ümmetçisi olmak suretiyle kendilerini İslâm milliyetçilerinden ayırt ederler” diyerek, İslâmcılarla Türkçüler 166 Ziya Gökalp, Türkleşmek…., s.13-20. 167 Ziya Gökalp, a.g.e. s.39-47. 80 arasına –kuvvetle muhtemel son tartışmanın da tesiriyle- kalın bir çizgi çeker. İslâm Mecmuası’nın da bu tavırdan hareketle çıktığı ve Türkçülerin, yol ayrımında, kendi İslâmcılıklarına dair attıkları bir adım olarak görülebilir. Bu tartışmaların yaşandığı zamandan biraz daha geç bir tarihe tekabül eden ve artık Cihan Harbi’nin bitmesine yakın zamanlarda, “Son Sadrazamlar”dan ve İslâmcılık düşüncesinin siyâsî ve entelektüel boyutunu temsil eden mühim bir şahsiyet olan Said Halim Paşa da bu mevzuda kalem oynatır. Paşa’ya göre “dünyadaki İslâm topluluklarının en mükemmel teşkilâtı, milletlere ayrılmış şeklidir. Ayrıca İslâm gerçeklerinin en parlak bir tarzda meydana çıkması ve tatbik olunmasına müsait olan şekil de budur” diyerek milliyet ve millet hususunda daha esnek bir söylemle fikirlerini beyan eder. Paşa’ya göre: “İslâm, insanlar arasında mevcut olan ırk ve menşe farklarına ehemmiyet vermeyerek, insanı ırka bağlı bir unsur değil, ictimaî ve siyasî bir unsur olarak kabul etmesi, milliyeti istediğini ve kabul ettiğini gösterir. Zira millet, birbiri ile kaynaşabilen birtakım ictimaî ve siyasî unsurların birleşmesidir. Bu unsurlar uzun müddet bir arada yaşamış, aynı lisanla konuşmuş, müşterek his ve fikirlere sahip olmuş, kendilerine mahsus bir sanat ve edebiyat meydana getirmişlerdir. Kısacası millet, öteki insan topluluklarından ayrılmalarına sebep olacak ahlâkî ve ruhî bir kültür meydana getirmiş fertler toplumudur. Şu halde, İslâm esaslarının milliyeti inkar ettiğini veya zayıflattığını iddia etmeye imkân yoktur. İslâmın hücum ettiği, bugünkü ırkçılığın sapıklığı, hurafeleri, taassubu ve bencilliğidir. Çünkü İslâmî gerçeklerin tek hedefi, insanların hakikati görmelerine mâni olan evham ve zan perdelerini ebediyen yırtmaktır. İnsanlık, İslâm esasları sayesinde bir gün gelecek, en doğru ve faydalı milliyetçiliğin nasıl olacağını anlayacaktır.” 168 168 İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık … ,1. cilt , s.128-129. Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Haz: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul, 2015, s.207-208. 81 Türkçülerin milliyet hususunda neler düşünüp söylediklerine yukarıda değinilmişti. Yusuf Akçura haricinde hemen hemen bütün Türkçüler, milliyette ırkî bir damar olmasına rağmen bunun tamamen milliyete irca edilemeyeceğini, milliyet sadece ırka istinat ettirilirse bunun eksik kalacağı ve hem ilme hem de çağa aykırı olduğu mealindeki tezleri de dile getirilmişti. Bilhassa Gökalp ve çevresinin “milliyeti” nerelere tekabül ettirdiğine bakılınca, Said Halim Paşa’nın geç bir tarihte söylediği şeylerin, Türkçülerin milliyet nazariyeleriyle birçok yönden örtüştüğü görülür. Gökalp ve Said Halim Paşa, fikir ve söylem bakımından birbirlerinden çok da uzakta olmadıkları gibi esneklik, uzlaştırma ve orta yolculuk bakımından da birbirlerine birçok noktada benzerler denebilir. 169 Yine geç bir tarih de olsa bu mesele hakkında Elmalılı Hamdi Efendi’nin satır aralarında söyledikleri de kayda değerdir: “Milliyet, bir heyet-i ictimaiyede kendisiyle bir araya gelinen ictimaî bir nefs ve vicdan demektir. Irk ve kan milletin gerçek değeri, kıymeti, gerçek tarifi değil, tezahür eden vasıtaları ve âletleridir. Her milletin genişleme kabiliyeti o vicdanın şümul ve küllilik derecesine göredir. Dil dahi ırk ve kandan ziyade bu vicdanın bir ifadesidir. Din bu vicdanın en şümullü ilkesini, hareket noktasını, en büyük arzu ve maksadını bünyesinde barındırır.” 170 Bu konuyla alakalı değinilmesi gereken bir diğer nokta da şudur: İslâmcılar, milliyetçilik hususunda Türkçülere, savunmacı bir üslûpla ağır ithamlarda bulunurlarken ve milliyetçiliğin Batı menşeli olup bize uygun olmadığını dile getirirlerken bazı çelişkilere düştükleri görülür. İslâmcıların umumi olarak mühim bazı fikirlerinin Batı menşeli oluşu bir diğer tabirle oryantalizmden etkilenmeleri bu çelişkinin mühim bir ayağıdır. Bir diğeri ise milliyetçiliğe karşı aldıkları tavırdır. Milliyetçiliği bir diğer milliyetçilikle karşı koymaya çalıştıklarının muhtemelen farkında değildirler. Farkında oldukları ve odaklandıkları tek nokta ise, Türkçü 169 Gökalp ve Paşa’nın bazı fikirlerinin mukayeselerini ilerleyen sayfalarda yazmaya çalıştık. 82 cenahın milliyetçilik fikrinin mevcut yapıya -toplum ve devlete- mühim zararları dokunacağı düşüncesidir. Şerif Mardin’in deyişiyle, “M. Şemsettin Günaltay gibi yazarlar, Batı’nın iktisadî ve sosyal kurumlarını almakta bir mahzur olmadığı görüşündedirler. Tunaya’ya göre ‘Batılı İslâmcılığı’ temsil etmektedirler. İslâm konusunda yeni fikirler ileri sürenlerin Batı ile ilgili görüşleri arasında en önemlilerinden biri, ‘milliyetçilik’ konusundaki tutumlarında belirir. Bu tutum bazen saklı kalır, bazen de Cemaleddin Afgani’nin tesiriyle milliyetçiliği destekleyici şekilde ortaya çıkar; ancak bir yönüyle İslâmcılık akımı milliyetçilik aleyhtarıdır. Bu karşıtlığın hedefi, o sıralarda gelişmekte olan Türkçülüktür… Buna rağmen İslâmcıların bir kısmının örneğin Mehmet Akif’in Osmanlıya dayalı milliyetçiliği inkar edilemez. İslâmcılara göre en azından Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısı korunmalı, imkân görüldüğü oranda İslâm birliği kurulmaya çalışılmalıdır.” 171 Elbette her iki cenahın bu husustaki fikirlerini devrin siyâsî otoritesi olan İttihat ve Terakkî Hükûmetinin politikalarından bağımsız okumak mümkün değildir. Şerif Mardin’e göre “…milliyetçilik-İslâmcılık konusunu daha da çapraşık bir biçime sokan yapı unsurlarından biri, üstünde durduğumuz yazarların düşüncelerini hâlâ egemenliğin kaynağı olan bir ‘Osmanlı Devleti’nin toprakları üzerinde şekillendirmiş olmalarıdır. Böylece Müslümanlığın nerede bitip Türklüğün ve Osmanlılığın nerede başladığı İslâmiyetçi aydınlar için devamlı olarak bir sorun yaratmıştır.”172 171 Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyâset., s.19. 172 Şerif Mardin, a.g.e., s.28-29. Mardin’in bahsettiği bu durum kısmen Türkiye Türkçüleri için de geçerlidir. Gökalp, Köprülü gibi Türkçüler İmparatorluk coğrafyasının insanları olduğu için bu noktada Rus coğrafyasından gelen Türkçüler kadar rahat fikir beyan edememişlerdir. 83 3.3. Türkçülük ve İslâmcılığın Dinî Fikirlerinin Kaynağı: Cemaleddin Efganî İslâm modernleşmesi, modernist İslâm yahut İslâmcılık denince akla ilk gelen isimlerden biri olan Cemaleddin Efganî, doğumundan ölümüne kadar yaşamı hakkında pek çok spekülatif ve aydınlatılması gereken bilginin mevcut olduğu “menkıbevi bir şahsiyettir”. 173 Araştırmacılar, “Efgānî’nin Şâban 1254’te (Kasım 1838) doğduğunu görüş birliği halinde belirtirler. Nerede doğduğu hususu ise onun hem milliyeti hem de mezhebiyle ilgili bulunduğundan sonu gelmez tartışmalara konu olmuştur.”174 Öyle ki taraftarları nisbesinden dolayı Kabil yakınlarındaki Esedabad’da yani Afganistan’da Sünni olarak, karşıtları ise Hemedan yakınlarındaki Esedabad’da yani İran’da ve Şii olarak doğduğunu iddia ederler.175 Kimine göre Sünnî, kimine göre Şiî, kimine göre Afganistanlı kimine göre İranlı, kimine göre Fars-Arap kimine göre Türk kabul edilir. Hülâsa itibariyle pek çok hususta üzerinde mutabık olunamayan bir isim olan Cemaleddin Efganî’nin üzerinde mutabık olunan en bilindik yanları, onun aksiyoner kişiliği ve fikirleriyle İslâm Dünyası’nda pek çok entelektüeli etkilemiş olduğu gerçeğidir. Gençliğinde dil, din, tarih, felsefe, matematik ve siyâset gibi pek çok alanda dersler alan Efganî, yine genç yaşında devlet yöneticiliğinde bulunur. Fakat birtakım eylem ve söylemleri yüzünden şüphe duyulan ve istenmeyen adam olan Efganî, coğrafyalar ve başkentler arasında ölümüyle bitecek sergüzeşt hayatına başlar. Hindistan, Mısır, Fransa, İngiltere, Türkiye, Rusya gibi geniş bir rotayla ömrü boyunca seyahat eder. Sergüzeşt ve aksiyoner kişiliğinin ve fikirlerinin etkisiyle namı Sultan Abdülhamid’e kadar ulaşan Efganî, Sultan tarafından İstanbul’a davet edilir ve burada misafir olarak ağırlanır. Fakat kısa süre içerisinde dikkatleri üzerine çeken ve tehlikeli bir şahıs olduğu düşünülen Efganî adeta göz hapsine alınır. Efganî her ne kadar İstanbul’dan ayrılmak 173 Hayreddin Karaman, “a.g.m.’’, s.456 174 Hayreddin Karaman, “a.g.m.’’, s.456 175 Albert Hourani, Çağdaş Arap Düşüncesi, Çev. Latif Boyacı, Hüseyin Yılmaz, İnsan Yayınları, İstanbul, 1994, s. 128. Aktaran: İnci Yelda Şafakçı, “Cemaleddin Efgani’nin İstanbul Yılları’’, https://www.academia.edu/5836938/Cemaleddin_Efganinin_%C4%B0stanbul_Y%C4%B1llar%C4% B1 84 üzere Sultan’dan izin istese de bu dileği geri çevrilir ve ölünceye kadar İstanbul’da mecburî bir ikâmete tâbi tutulur. Seveni olduğu kadar sevmeyeni de olan Efganî, “büyük bir Müslüman/ büyük Şarklı veya mücahit” olarak selamlanırken İngiltere, Fransa ve Mısır’da gerçekleştirdiği faaliyetlerden dolayı “Mason ve İngiliz casusu” olarak da anılır. Fikirlerini neşrettiği basılı eserlerinde, İslâm dünyasının sosyal, siyâsî, iktisâdî, askerî, fikrî ilh. yönden içinde bulunduğu kötü durumu tespit eden ve bu kötü durumlardan kurtulmanın yollarını arayan Cemaleddin Efganî, Müslüman milletler için kurtuluş yolunu ararken önce dinin etkisini araştırmış, ilk asırlardaki büyük hamleyi, gelişmeyi, fetihleri, ilim, kültür ve medeniyet alanlarında kat edilmiş mesafeleri örnek göstererek doğru anlaşılan ve yaşanan dinin gerilemede etkili olmadığını tespit etmiş, sonra da duraklama ve gerilemenin sebeplerini bulmaya çalışmıştır. H. Karaman’ın maddeleştirmesiyle, Efganî’ye göre bu sebepleri şöyle sıralamak mümkündür:  Hilâfetin saltanata dönüşmesi, sözde halifelerin ilim ve ictihaddan uzaklaşarak isim ve merasimle yetinmeleri, Müslümanların birden fazla halife tarafından yönetilmesi suretiyle bölünmeleri  Din ve milliyet bir toplumu ayakta tutan iki önemli güç olduğu halde her ikisinin de zayıflaması, halifelerin yabancıları devlet hizmetinde istihdam etmeleri.  III ve IV. (IX-X.) yüzyıllarda zındıkların ve Bâtınilerin yaydığı bâtıl inançlar ve safsatalar.  Cebir inancının yaygınlaşarak Müslümanların heyecan ve hamlelerini durdurması.  Hz. Peygamber’e nispet edilen uydurma hadislerin ve İsrâiliyat’ın din kisvesine bürünmüş hainler tarafından kitaplara sokulması ve böylece Müslümanların temiz inançlarının kirletilmesi.  Eğitim ve öğretimin bu olumsuz, durdurucu ve geriletici etkileri ortadan kaldıracak güçte ve yaygınlıkta olmaması. 85  Doğu’dan Moğol, Batı’dan Haçlı istilâlarının getirdiği zararlar, tahribat ve bezginlikler.  İlim ve amel bakımından İslâm’dan uzaklaşan Müslümanların bölünüp dağılması, âlimlerin birbirinden kopması, toplulukların kardeşlik duygusuna bağlı dayanışma ve yardımlaşmayı terk etmeleri (elʿUrvetü’l-vüskā, s. 28, 30 vd.; Hâtırât, s. 239, 296, 351)… 176 Batı’yı taklit etme gibi arayış ve uygulamalar ya yanlış sonuçlar doğurmuş veya yetersiz kalmıştır. Hastalık Müslüman toplumların zihniyet, inanç ve ahlâkında olduğuna göre çare de zihniyette, inançta ve ahlâkta, Müslümanları dünyaya örnek ve hâkim kılan çağlara yani saf İslâm’a ve Kur’an’a dönmektedir. Bu dönüş kadın ve aileden başlamak üzere yaygın bir eğitimle mümkün olacak ve bu eğitim de hasbî, fedakâr kişiler ve kurumlarca yürütülecektir. İyi yetişmiş anneler çocuklarının ilk öğreticisi ve eğiticisi olabileceklerdir. Genellikle resmî okulların programları güdümlü ve yetersiz olduğundan, bu okullar ruh ve beden açısından sağlıklı insanlar yetiştirecek şekilde yeniden şekillendirilinceye kadar Müslüman çocukları gerekli niteliklere sahip özel okullarda eğitilmelidir.”177 Niyazi Berkes, Efganî’den bahsederken yukarıda dile getirilen fakat bazı araştırmacılarca hala belirsizliğini koruduğu dile getirilen bazı hususlara kesin yargılarla hüküm verir. Bununla birlikte Cemaleddin Efganî’yi ciddiye almayan bir üslûpla: “Bu, sonradan fikirlerini ve eylemlerini önce Bâtı’da İslâm ülkeleriyle ilgilenen bilginlerin, sonra da Mısır ve Hindistan’da din yenilenmesi yanlısı gözüken kişilerin şişirerek ün kazandırdıkları Cemalettin Afganî’dir. İstanbul’da kendini Afganlı olarak tanıtan bu zat, aslında İranlı ve Şiî idi. Atılgan, sokulgan, maceracı, fakat son derece geçimsiz 176 Hayreddin Karaman, “a.g.m.”, s.460. 177 Hayreddin Karaman, “a.g.m.”, s.461-462. 86 ve iddiacı, büyük fikirler ve davalar peşinde koşan bir kişi olduğu anlaşılan Cemalettin…”178 “Afganî üzerine Batı ve Doğu dünyasında yapılan iddiaların çoğu ya asılsızdır, ya çarpıtılmıştır, ya da muhayyele yardımı ile uydurulmuştur. Bunun başlıca nedeni bu adamın her iki dünyada da bir efsane olmasıdır. Kendi kendine büyük işlerin içine karışan sahte İngiliz casusu Lawrenc’ın efsaneleşmesi gibi, Afganî’nin efsaneleşmesi de ölümünden yıllarca sonra meydana gelen bir efsane ihtiyacı yüzünden olmuştur. Afganî, kimliğini (gerçek adını, doğum yerini, milliyetini, dinini) saklamaya, ya da bunlar üzerine çok kişileri yanıltmaya muvaffak olduğu için, Hindistan’dan Londra’ya, Paris’ten Kahire’ye, Petersburg’dan İstanbul’a kadar geniş bir alanda görünüp kaybolan, model bir ‘köksüzleşmiş’ olduğu için, Abdülhamit dönemi İslâm ve Türk dünyasının örnek adamı olmuştur. Goldziher, Browne, Gibb ve Jaeschke gibi ciddî Batı bilginleri Afganî efsanesine ciddî olarak inanmışlardır!”179 sözleriyle “Afganî balonu”nu söndürdüğünü ifade eder. Her ne kadar efsanevî bir karakter ve yine her ne kadar seveni olduğu kadar sevmeyeni olsa da öldükten sonra bile fikirlerinin tesirlerini açıkça görebilmek mümkündür. “Batıcı, Türkçü, İslâmcı olarak farklı ideolojilere mensup birçok Osmanlı münevveri de onun sohbet ve yazılarından doğrudan veya dolaylı olarak faydalanmıştır. Bazı Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu gibi Türkçüler, Mehmed Âkif, Ahmet Hamdi Akseki, Said Nursi gibi İslâmcılar, Seyyid Bey, Şemseddin Günaltay gibi kişiler bunlar arasındadır.”180 Türkçülerle İslâmcıların ortak referanslarından biri olan Efganî, her iki cereyânın temsilî isimlerini etkilemesiyle maruftur. Türkçülerin yayın organı Türk 178 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2016, s. 239. 179 Niyazi Berkes, a.g.e.., s.251. Gös. Yer. 180 Hayreddin Karaman, “a.g.m.”, s.463. 87 Yurdu’nda, Efganî’nin çeviri yazılarının yanında hâl tercümesi ve fikirlerinin etkisi doğrultusunda pek çok yazı kaleme alınır. “Merhum Şeyh Cemaleddin Afganî, şarkın pek ileri düşünen mütefekkir dâhilerindendir. İslâmiyet âleminde milliyetin ifâ edeceği vazifeyi daha çok zaman evvel anlamış ve anlatmaya çalışmıştır. Türk Yurdu merhum-ı mülarünileyhten birkaç kere bahsetmiş ve Türk mütefekkirlerinden olduğunu göstermiştir. Makalât-ı Cemaliye ünvanıyla Farisî olarak Hindistan’da neşrolunan mecmua-i makalâtından lisan ve milliyete dair olan âtîdeki makaleyi ehemmiyet-i fevkalâdesine binaen tercüme ediyoruz” diyerek Efganî’nin “Vahdet-i Cinsiye (Irkiye) Felsefesi ve İttihad-ı Lisanın Hakikiyesi”181 başlıklı makalesini neşreden Türk Yurdu, bir diğer sayısında Şeyhin “Saadetin Altı Köşeli Kasrı”182 adlı makalesinin tercümesine de yer verir. Yine Türk Yurdu’nda neşredilen Efganî’nin hal tercümesinde, “Ondokuzuncu asrın nsıf-ı ahirinde efkâr-ı İslâmiye üzerine icra-yı nüfuz etmiş olan eâzim-i mütefekkirîn arasında Şeyh Cemâleddin Efganî, mümtaz ve yüksek bir mevki ihraz etmiştir… ulûm-ı şarkıye ile ulûm-ı garbiyeyi kendisinde cem eylemişti. Bununla beraber gayet yüksek ve keskin bir zekâya mâlik olduğundan iki medeniyeti tahlil ve her birine ait fezâil ve nekâizi temyiz edeek kadar istidadı da hâizdi. İslâmın teâlisi uğrunda bu kadar mücahede ve gayretlerde bulunmuş ve din-i mübînin esaslarına nüfuz etmiş olan fâzıl-ı müşaruniley…”183 181 Cemaleddin Efganî, “Vahdet-i Cinsiye (Irkiye) Felsefesi ve İttihad-ı İslâm Hakikiyesi” Türk Yurdu, Mütercim: Resulzâde Mehmed Emin, Y.2, S.26, 14 Kasım 1912, s.38-42. 182 Cemâleddin Efganî, “Saadetin Altı Köşeli Kasrı” Türk Yurdu, Mütercim: Resulzâde Mehmed Emin, Y.2, S.27, 28 Kasım 1912, s.51-53. 183 T.Y, “Tercüme-i Hâl: Şeyh Cemalettin Efganî” Türk Yurdu, Y.3, S.68, 11 Haziran 1914,s.344-346. 88 gibi perestişkâr ifadelerle anılan Efganî, daha sonra Gökalp ve Akçura’nın184 da makalelerinde “millî intibah”ı gerçekleştiren isimler arasında yer alırken, Ağaoğlu ve M. Emin Yurdakul’un fikirleri üzerindeki etkisiyle de kendini gösterir. Türkçülerin Efganî’ye olan perestişkâr ifadeleri, İslâmcıların temsilî isimlerinde ve İslâmcı düşüncenin süreli yayını olan Sırat-ı Müstakim’de de kendini gösterir. Sırat- Müstakim’in çeşitli sayılarında Cemaleddin’e ait makalelerin tercümesine ve biyografik metinlere yer verilir. “Şarkın yetiştirdiği fıtratların en yükseği olmasa bile en yükseklerinden biri olduğu şüphe götürmeyen merhum Cemâleddin Afgânî… işte merhumdan ne zaman bahs olunsa ‘İlmine, fazlına, siyasetine söz yoksa da maatteessüf mülhid idi, nübüvvete inanmazdı’ derler ki anlamadan, dinlemeden söylenen şu sözlerin nereden çıktığı görülüyor.”185 Mezkûr neşriyatın bir başka sayısında: “Ve milel-i müslimenin ittihâd ve hürriyete doğru olan hareketlerinde Seyyid Cemâleddîn kadar sarîh bir rol oynamış kimse yoktur. O Cemâleddîn Afganî ki büyük bir kuvvet-i tab’i’câz-bahş bir vüs’at-i ilm, yorulmaz bir faâliyet-i şedîde, yenilmez bir azim ve cesâret, hitâbet ve kitâbette hârikulâde bir fesâhat, manzara-i hâriciyyesinde muazzam olduğu kadar kavî bir câzibe sahibi bir zâttır; o aynı zamanda feylesof, muharrir, hatîb, gazeteci, fakat hepsinin fevkinde, siyâsî idi: Meftûn-ı kemâlâtı olan temâşâ-gîrânı nazarlarında büyük bir vatan-perver ve siyâset-şinâs hilâf-gîrânı arasında da tehlikeli bir muharrik addolunurdu.”186 184 Yusuf Akçura, Türkçülüğün… , s.81-86 (M. Emin Yurdakul – Efganî ilişkisini de Akçura’nın bu eserde anlattığı bilgilerle öğreniyoruz.) 185 Mehmed Akif Ersoy, “Cemâleddin Afgânî”, Sırâtımüstakîm, C.4, S.90, 26 Mayıs 1910, s.210. 186Mehmed Ragıb, “İnkılâb-ı İran’dan Mücâhid-i İslâm Seyyid Cemâleddin Afganî Hazretleri”, Sıratımüstakîm, C.5, s.117, 1 Aralık 1910, s.194-197. 89 Bir bölümünü vermekle yetinilen Mehmet Ragıb’ın yazısının diğer sayıdaki devamında İngiliz bir bürokrat olduğu anlaşılan Mister Wilfrid Scawen Blunt’un, Efganî üzerine bazı notları tercüme olarak verilir.187 Enteresan gözlem ve bilgiler içeren bu notlarda, Efganî’nin İngiliz hükûmetiyle “İngilizlerle İslâm’ın arasında bir aracı” olması isteğiyle görüşmeler yaptığı dile getirilir. İstitrat kabilinden eklenilen bu bilginin aktarılmasının sebebi, yukarıda Efganî için dile getirilen “İngiliz Ajanı, mason” gibi ithamlara neden maruz kaldığını dair birtakım işaretler taşıdığı düşünüldüğündendir. Türkçüler ve İslâmcıların Efganî’ye olan ihtiramları ve perestişkâr ifadeleri birçok misalle desteklenebilir. Fakat burada dile getirilmeye çalışılan ve asıl dikkati mûcip olan, iki cenâhın din ve milliyetçilik, gelenek ve modernlik gibi konularda zihnî arka planını oluşturan, Efgâni başta olmak üzere, Abduh, Reşid Rıza ve “Türkiye hareket-i ıslâhiyyesi” 188 mensuplarından Namık Kemal gibi modernist İslâm yorumunun ve temsilî isimlerinin metot ve etkilerini taşımalarıdır. Efganî etkisinin mühim bir yönünü, Rusya’dan gelen Türkçülerin Türkiye’ye ilticasından evvel mensup oldukları Cedit Hareketi içerisindeki modernist/ıslahatçı - İslâmcı yorum oluşturur. Tasavvufla modernist İslâm yorumunu kaynaştırmaya çalışan ve devrin ileri gelen isimlerinin –Musa Carullah, Rızaeddin Bin Fahreddin gibi- etkileri bu meyandadır. Aynı zamanda, Yeni Osmanlılardan tevarüs edilen modernist/ıslahatçı İslâm fikirleri de bir diğer etkili yöndür. Türkçülerin Efganî’yi zikrederken ısrarla dile getirdikleri husus, onun İslâm dünyasının milletler şeklinde tefrikine müsaade eden vaazlarıdır. Türkçüler zihinlerindeki milliyetçilik teorilerini, İslâm dünyasının hemen her yerini gezmiş ve nâmı olan Cemaleddin’in söylem ve nazariyelerini baz alarak oluşturmakla meşruluk ve kitlelere yayılmak adına bilinçli olarak kullanırlar denebilir. İslâmcılar ise Efganî’nin ittihad-ı İslâm söylemlerini kullanarak bir “İslâm milliyetçiliği” veya Pan-İslâmizm oluşturma gayreti içerisindedirler iddiası öne sürülebilir. İki cenahı modernist İslâm yorumunda 187 Mehmed Ragıb, “a.g.m.”, s.210-212. 188 Tabir, Mehmed Ragıb’ın künyesini verdiğimiz eserinde geçmektedir. 90 birleştiren Cemaleddin Efganî, milliyetçilik hususunda ayrıştıran bir isim olarak arzı endam eder. 3.4. İslâmlaşmak Osmanlı İmparatorluğunun son sadrazamlarından Said Halim Paşa, bilindiği üzere İttihat ve Terakkî Partisi’ne mensup olup, sadrazamlık görevi yapmış entelektüel bir siyâsîdir. Sadrazamlık görevini bırakmasının ardından yurtdışına giden Paşa, burada çeşitli konulardaki fikirlerini risaleler halinde neşrederek hem temsil ettiği İslâmcılık cereyânının bazı yönlerini ele vermesi hem de diğer İslâmcılara nazaran konu ve olaylara farklı nokta-i nazarlardan bakması açısından dikkat çeker. Paşa’nın “İslâmlaşmak” adlı risaleyi bahsi edilen dönemde kaleme aldığı bilinmektedir. Bu risaleye geçmeden evvel risaleyle ilgili bir tanıtım yazısı kaleme alan Mehmed Âkif’in bazı görüşleri, özellikle Gökalp’a ve Türkçülere sataşması ve risalenin bazı yönlerini vurgulaması bakımından kayda değerdir: “Yüzlerce sayfayı hakkıyle işgâl edebilecek kadar geniş olan mevzuun, büyük bir ustalıkla otuz sayfaya sığdırılmış olduğunu söylersek bu büyük eserdeki bahislerin daha fazla hülâsa edilemeyeceği kabul edilir… Avrupalılaşmak, asrileşmek, Türkleşmek, Osmanlılaşmak gibi mânâları meçhul mastarlar gördük. Fakat sohbet toplantılarındaki konuşmalara, basındaki makalelere mevzu olarak alınan bu tâbirlerin hakkıyle izah edildiğini görmedik. Bu sebeple de bunları ileri sürmek isteyenlerin ne demek istediklerini bir türlü anlayamadık. Bazıları bunu bizim anlayışımızın kıt olmasına veriyorlardı. Şimdi iyice gördük ki, ortada anlayamamaktan çok, anlatamamak felâketi varmış. İşte Said Halim Paşa hazretleri tarafından “İslâmlaşmak” mevzuuna dair ileri sürülen fikirleri pek güzel anlıyoruz. Çünkü bu fikirler sağlam, sâbit ve hakikî bir inancı müdafaa etmek için tam bir samimiyetle ileri 91 sürülüyor. Yazar, başkasının kanaatlerini değil, kendininkileri yazıyor. Duyguları, düşünceleri tamamiyle kendisinin. Ortada iğreti, sahte hiçbir şey yok. Halbuki yukarıda saydığımız diğer tâbirlerin altında ileri sürülenleri bu mâhiyette görmüyoruz. Çünkü sahibinde bile inanç şeklini almamış bir fikir, başkaları tarafından hakikî bir kanaat gibi müdâfaayı başarabilmek için ileri sürülecek düşüncelerin ne derece açıklık taşıyacağı pek kolay tahmin edilebilir.”189 Gökalp’ın karmaşık gibi görünen sistemine Akif tarafından yöneltilen bu eleştiriler, Paşa ile Gökalp mukayesesinin yanında bir farklılığı da vurgulamaktadır. Fakat Paşa’nın ve Gökalp’ın farklı gibi görünen İslâmlaşmak teklifleri benzer birçok noktayı da haizdir. Mensup olunan partinin yanında, işlenen konular, serdedilen fikirler ve kullanılan kavramlar açısından birçok benzerlikler bulunur. Said Halim Paşa da Gökalp gibi İslâmlaşmak ve medeniyet/beynelmileliyet hakkında kaleme aldığı yazılarında, her ne kadar Gökalp eleştirisi yapmak havası taşısa da kayda değer benzerliklerin önüne geçememiştir.190 Paşa’ya göre, “Müslüman milletlerin kurtuluşu ve saadeti onların tam olarak İslâmlaşmalarıdır.” Peki İslâmlaşmaktan kasıt nedir? “İslâmiyetin kendine has bir inancı, bu inanç üzerine kurulmuş ahlâkı, ahlâkından doğan içtimaî hayatı ve netice olarak bu hayatın gerekli kıldığı siyaset kaideleri vardır. Bu bütünlüğün tabiî bir neticesi olmak üzere, yine tamamen kendine has olan birtakım siyaset kaidelerine sahiptir. İslâmiyet kusursuz bir bütün teşkil eden bütün bu esasları dolayısıyla, en mükemmel ve en olgun insanlık dînidir… O bir beşeriyet dinidir. İnsan vicdanının en tabiî dayanağı, rehberi ve mahiyetinin açıklayıcısıdır. Bir vicdan gibi o 189 M. Ertuğrul Düzdağ, bu tanıtım yazısını, Buhranlarımız adlı kitapta yayınlamıştır. Biz de buraya aynen naklettik. Bkz: Said Halim Paşa, a.g.e., s.31-32. 190 Gökalp’la ilgili muhtelif yerlerde pek çok bilgi ver yoruma yer verdiğimizden burada tekrardan alıntılamayacağız. 92 da, tecrübeye dayanan maddî ilimler ile metafizik inanç ve nazariyeleri, yani insan idrakine sığan ve sığmayan bütün hakikatleri bütünüyle kendinde toplamıştır… “Bizim için İslâmlaşmak, İslâmiyetin inanç, ahlâk ve siyâsete ait esaslarının tam olarak tatbik edilmesi demektir. Bu uygulama, o esasların, her vakitte, zaman ve muhitin ihtiyaçlarına en uygun bir şekilde tefsir edilmesinden sonra yapılacaktır.” 191 Said Halim Paşa, bu ifadelerle din/İslâmı bütün yönleriyle kavramaktan, kabul etmekten gittikçe uzaklaşan ve onu bir “kültür birimi, kültür unsurlarından biri, halkın inancı (halkın dini), hatta kalkınma ve ilerlemeye katkıda bulanabilir bir kurum olarak değerlendirmeye yönelen o dönemin Batıcı ve bir ölçüde milliyetçi Türk aydınlarına tenkitler yöneltmektedir.” 192 Diğer bir yönle de “Batı’yı taklit etme gibi arayış ve uygulamalar ya yanlış sonuçlar doğurmuş veya yetersiz kalmıştır. Hastalık Müslüman toplumların zihniyet, inanç ve ahlâkında olduğuna göre çare de zihniyette, inançta ve ahlâkta, Müslümanları dünyaya örnek ve hâkim kılan çağlara, yani saf İslâm’a ve Kur’an’a dönmektir” fikriyatıyla örtüşen bu fikirler Efganî’nin İslâmcılar üzerindeki tesiri üzerine kaydedilmesi gereken bir noktadır. Paşa, İslâmlaşmanın ne demek olduğunun teorik kısmını dile getirdikten sonra hem ne olmadığını açıklar hem de isim zikretmeden eleştiri oklarını hedefindekilere fırlatmaya başlar. Paşa’ya göre: “Bir Kant’ın yahut Spencer’in ahlâk görüşüne inanan, sosyal hayatta Fransız, siyâsette İngiliz usulünü kabul eden bir Müslüman, ne kadar bilgili olursa olsun, ne yaptığını bilmeyen bir kimseden başka bir şey değildir. Bir adamın zihninde uyuşmaları imkânsız bunca zıt fikirler bulunur ve çatışıp dururlarken, o adamın kafası ve vicdanı nasıl bir şey olur, tasavvur edilsin!” 193 Paşa’nın tarif ettiği hususlar üzerine yaşayan İslâm cemiyeti ise, Müslümana kabul ettiği din ve rehber tanıdığı ahlâk tarafından verilmiş bir vazife olan hürriyet, 191 Said Halim Paşa, a.g.e., s.185-186. 192 İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık… , s. XXXVII. 193 Said Halim Paşa, a.g.e., s.186. 93 eşitlik ve yardımlaşma esasları üzerine kurulu bir hayata mâliktir.194 Böyle bir ortama malik cemiyet iki kısımdan oluşur. Bunlar: “Demokrat olan ve zayıfların hakkını koruyan ve içinde yaşadıkları maddî manevî hal ve şartları ıslah ederek ortak saadeti temin eden yüksek tabakalarla, aristokrat hisler taşıyan aşağıdaki tabakalardır.” 195 “Üstünlüğün temsilcisi birincilerle üstünlüğün namzedi olan ikinciler İslâm ahlâkının meydana koyduğu cemiyet nizamıdır.” İslâmın siyâset esasları da bu cemiyet kaidelerinden doğduğu için, kin, rekabet ve husumet gibi hislerden tertemizdir. 196 Siyasî müesseselerin kurulmasının da tek mantığının, İslâmî ahlâk ve cemiyet nizamının daha mükemmel şekilde tatbik etmek olduğunu söyleyen Paşa, bu müesseselerin ve dolayısıyla İslâmî ahlâk ve cemiyet nizamının korunması için de siyasî hâkimiyetin gerekliliğini dile getirir. Hâkimiyet makamındaki “başkan” her kim ise hakların hepsini kendisinden toplar ve herkes ona tam bir itaat gösterir. Aynı zamanda yaptığı bütün işler sıkıca takip ve kontrol edilir. Başkanı/reisi, hak ettiği takdirde o makama getiren millettir. Makamdaki, milletin menfaatine halel getirirse bu görev elinden derhal alınır.197 Demokrasiye yakın ve fakat monarşiden olabildiğince uzak fikirler öne süren ve yine seküler dünyanın argümanlarını kullanan ya da dünyevî saadetin ideal yönlerini yansıtan Said Halim Paşa, buraya kadar anlattığı siyâsetin koruyucusunun bir diğer vasfının da, şeriata göre hareket etmesi gerektiğini söyler. Şeriat ise “kâinatı kucaklayan yüce hakikatın, insanlığa ait olan kısmıdır. Ebedi saadetimizi temin etmek için Cenab-ı Hak tarafından, muhterem Peygamber’i vasıtasıyla bizlere bildirilmiştir. Millî hâkimiyet iradesine, tezahürlerinde ilham veren, onu sevk ve idare eden bu ilâhi hakikattir.” 198 Said Halim Paşa, risalenin ilerleyen safhalarında, Müslümanların neden geri kaldığına dair cevaplar arar ve bazı izahlarda bulunur. Paşa bu konuda şunları söyler: 194 Said Halim Paşa, a.g.e., s.187. 195 Said Halim Paşa, a.g.e., s.188 196 Said Halim Paşa, a.g.e., s.190 197 Said Halim Paşa, a.g.e., s.190 198 Said Halim Paşa, a.g.e., s.190 94 “İslâm âleminin geriliğini yanlış din yorumlarına, yanlış din yorumlarını da Müslüman milletlerin İslâm öncesinden taşıdıkları geleneklerine bağlar. Bu itibarla, İslâmiyet’i kabul eden milletlerin, eski ve köklü medeniyetleri, tarihî tecrübeleri, kendilerine mahsus âdet ve gelenekleri, ahlâkî ve felsefî inançları, karakterleri ve ruh halleri, içtimâî ve siyâsî esasları vardı. İslâm’ı kabul ettikten sonra Müslüman milletler İslâm öncesi hayatlarına bir sınır çekememişler, eski geleneklerini İslâmî döneme aktarmışlar, bu geleneklerin etkisiyle İslâm’ı doğru yorumlayamamışlar ve hayatı İslâmî ilkelerle yeni baştan kuracak saf bir İslâmlaşma yaşayamamışlardır. Paşa, Müslüman milletlerin tarihlerini sorunlu bir miras telakki eder ve bu istenmeyen miras için Müslüman milletlere bir tür tarihsizleşme, hafızasızlaşma, unutma anlamında red-i miras teklif eder. Fakat İslâm milletleri, hafızalarını boşaltıp hayata sıfırdan başlayamadıkları için eski gelenekleriyle yeni dinin esaslarının yan yana yaşadığı karmaşık bir yapı ortaya çıkar. Bu yapı İslâm’ın ahlâkî, içtimaî ve siyasî esaslarının uygulanmasında bir zaaf yaratır. Her ne kadar İslam’ın ilk asırlarında yeni dinin etkisiyle medeniyette ilerlemiş olsalar da eski gelenekleri onları dinlerinin sevk ettiği ilerleme yolundan alı koyar ve İslâm’ın inhitâtı başlar. Anlaşıldığı üzere Said Halim Paşa için İslâm âleminin gerileme sebebi, Müslüman milletlerin tarihî mirası ile ilişkilidir. Yaşadığı dönemdeki aktüel İslam dünyasına baktığında da bu milletleri hâlâ İslâm öncesi hayatları içerisinde görür.” 199 Tarih’ten getirdiği argümanlarla, geri kalmışlığın veya o günkü İslâm dünyası ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumu açıklamaya çalışan Paşa adeta tarihte yaşanan ve yaşanmayan bir takım şeylerden -kuvvetle muhtemel- oryantalizmin de etkisiyle ve kesin yargılarla serzeniş ederek bahseder. Osmanlı Türklerinin Müslümanlıktan uzaklaşmasına özel bir yer ve başlık ayırır. Türkler, İslâm’dan evvel 199 Mehmet Kaan Çalen, “Türk Müslümanlığı Fikriyâtı Tarihine Bir Katkı: Said Halim Paşa’da Türk Müslümanlığının İmkânı’’ Millî Mecmûa Türk Müslümanlığı Özel Sayısı, S.2, Y.1, ss.85-96, MartNisan 2018, s.91; Said Halim Paşa, a.g.e, s.195. 95 medeniyetçe az geliştiklerinden, İslâm’ı kabul ettikten sonra “bu dinin esaslarını daha kolay kabul ettiler ve başarı ile tatbik ettiler” der ve ekler: “İran ve Arap tesirlerinin altında kalmasıyla, Türkler hiç farkına varmadan Müslümanlıktan uzaklaşmaya başladılar.” 200 Osmanlı Türkleriyle ötekileri ayıran tek farkın istiklâllerini muhafaza etmek olduğunu söyleyen Paşa, “Avrupa ile temaslar neticesinde düşmüş oldukları bu uyuşukluktan silkinip uyanmak isteyen Osmanlı Türklerinin mazilerindeki büyüklüğü meydana getiren kuvvetin İslâm olduğunu unutarak, bu kuvvetin Batı’dan gelebileceğini zannettiler” diyerek ikinci bir tehdide işaret eder. Osmanlı Türkleri “birincisinde Doğulu milletlerin, ikincisinde Batılı milletlerin tesiri ile” İslâm’dan uzaklaşmıştır. Paşa ile Gökalp’ın ve diğer Türkçülerin Osmanlı’nın ilk devirleri hariç, hemen her dönemine farklı argümanlarla serzenişi ve günahların, tarihin belli dönemlerine yüklenmesi anlayışı benzeyen bir diğer yöndür. Modern devrin en çok kullanılan sistemlerinden biri, fikirleri meşru hale getirmek için birtakım tarihî argümanların fikirlerin emrine verilmek adına “geçmişin icadı” olduğu yukarıda çeşitli vesilelerle belirtilmişti. Tarihin belki en büyük zaafı, içerisinde bulunan argümanların istenilen yere çekilebilmesi kolaylığıdır. Fikriyâtı meşru hale getiren tarih yorumu, Said Halim Paşa’da da görülür. Modern cereyanların hemen hepsinin ve özellikle İslâmcılar ve Türkçülerin ortak yanlarından biri de budur. İslâmlaşmanın ne demek olduğunu ve olmadığını böylece izah eden Said Halim Paşa, daha kısa olmak suretiyle beynelmilelciliğe de değinir. İslâm beynelmilelciği “sosyalizmin kurmak istediği beynelmilelciliğe benzese de ondan daha mükemmel ve son şeklidir.” Paşa’ya göre ilmî gerçekler gibi İslâmî gerçeklerin de vatanı yoktur. Bir İngiliz matematiği, bir Alman astronomisi bir Fransız kimyası olmazsa, ayrı ayrı Türk, Arap, Acem yahut Hint Müslümanlığı da olamaz” diyerek fen ve tecrübeye dayanan, bütün insanlığın “ortak tecrübelerine” dikkat çeker. Fakat buna rağmen bu “ilmî gerçekler nasıl millî kültürlerin doğmasına sebep oluyorsa; İslâmî gerçekler de ahlâk ve sosyal yapısı bakımından tamamen İslâmî fakat millî olan birtakım kültürlerin 200 Said Halim Paşa, a.g.e., 202. 96 meydana gelmesine imkân tanırlar’’ dolayısıyla bunların vatanı yoksa da ‘’izah ve tatbik edildikleri’’ muhitler vardır: “Millet esası üzerine kurulan bir cemiyetin ilerlemesinin ferdinkine bağlı olduğu açık bir gerçektir. İslâm nizamı da evvelâ ferdin gelişmesine dikkat eder. Bu fert, Türk, Arap, İranlı yahut Hintli olsun… Kendi millî dayanışmasına verdiği ehemmiyet kadar, İslâm milletleri arasındaki dayanışmaya da önem verirse, ancak o zaman iyi bir Türk, iyi bir İranlı veya iyi bir Hintli olacaktır… Kendisi de bilecektir ki, millî ve İslâmlararası yardımlaşmalar, birbirinin tamamlayıcısıdır.”201 Milleti ictimaî ve siyâsî bir unsur olarak telâkkî eden Paşa, bu meyanda yine Gökalp’la benzeşir. Aynı zamanda, İslâm anasırını milletlere ayırarak İslâm beynelmileliyetini bir çatı olarak kurar. Gökalp’ın sisteminde Avrupa beynelmileliyeti çatı hükmünde olsa da Türkçülüğün ümmet anlayışındaki yapının Paşa’nın zihnindeki çatı yapı hükmündeki İslâm beynelmileliyeti yapısıyla benzeşen yönlerinin mevcut olduğu görülür. Her iki ismin de ırka farklı sebeplerden ötürü yer vermedikleri de gözden kaçmaz. Gökalp’ta milliyeti oluşturan unsurlardan biri olan din/İslâmın dâhil olduğu hars ve medeniyet umdeleri göze çarpar. Paşa ise, “İnsanlık, İslâm esasları sayesinde bir gün gelecek, en doğru ve faydalı milliyetçiliğin nasıl olacağını anlayacaktır. İslâmiyeti bütünüyle milliyetçiliğe muhalif görmek çok büyük bir hatadır” diyerek, İslâm merkezli ve İslâmın karşı olmadığı bir milliyetçilik tarifi yapar. Gökalp da yukarıda izah edildiği şekilde cemiyetin nizâm ve düzeninde, dinî ahlâkçılık en önemli âmillerden biridir demekte ve Paşa ile aynı noktayı paylaşmaktadır.202 “Milletlerin ilerlemesinde en mühim âmil, fikir adamları, bilgin ve aydın tabakalar ile umumi efkârı idare edenleri”i gören Paşa, bu eşhasın İslâmî ahlâk ve değerleri gözden düşürüp unutturmaya çalışacaklarına, iyice öğretmeye çalışmaları gerektiğini söyler. Gökalp’ın “Yeni Hayat” içerisindeki münevver yahut 201 Said Halim Paşa, a.g.e., s.207. 202 Ziya Gökalp’ın “Dine Doğru” adlı makalesi iddiamız için güzel bir misaldir. 97 “güzideler”ine benzeyen bu kişi yahut kişilerin görevleri Paşa’ya göre şunlar olmalıdır: “Bütün bilgi ve zekâlarını, İslâma ait inanç, ahlâk ve cemiyet nizamlarını, hakiki mahiyeti ile delillerle ve açık olarak kurmaya hasretmektir. Bu ise, o nizamları ilme yakışır bir tarafsızlıkla, akıl ve hikmet dairesinde izah ve mukayese edip, haklarında hükümler vermekle olur. Böylece ferde İslâmî esaslardan doğan ahlâkî, ictimâî ve siyâsî ne gibi vazifelerle mükellef olduğu anlatılmalıdır. Bizim siyasî ve ictimaî haklarımız ve vazifelerimiz nelerden ibarettir? Bunu bilmek için, her şeyden önce şunu anlamalıyız: İslâm cemiyeti insanlar arasındaki hürriyet, adalet, ve yardımlaşma gibi temel esaslar üzerine kurulmuştur. Bu sebeple ferdin ictimaî ve siyasî bütün faaliyetlerini; ‘’Bu hürriyet, adalet ve yardımlaşmadan doğan ve ahlâkî, ruhî, ictimaî ve siyasî bütün olgunlukları ihtiva eden bir gayeye mümkün olduğu kadar yaklaşmaya çalışmaktır.”203 Esaslarını doğrudan doğruya İslâm’dan alarak terbiye ve ahlâka müstenit bir cemiyet hayali kuran Paşa, bu vazifeyi üzerine alanların genç ruhlara sağlam bir ahlâk ve yüksek bir gaye vermelerini ve bu vazife ile memleketlerine karşı pek büyük bir mesuliyet yüklendiklerini söyleyerek işin ağırlığını ve ne derece büyük olduğunu dile getirir. Paşa’nın sık sık dile getirdiği cemiyetin bahis mevzu olan vasıfları kazanması için fert fert eğitilerek buradan cemiyete doğru uzanan ve netice itibariyle cemiyet ve memleket hayatının ön planda olduğu bir yapı ortaya çıkar. Bu da ferdî gelişmeyi tek başına yeterli bulmayan, bunun ancak cemiyete bir katkısı olduğu ölçüde değeri olan ve her defasında cemiyet/millet hayatını ön plana çıkaran Gökalp’la benzeşen diğer bir yöndür. Berkes’e göre Paşa “politik, moral ve toplumsal sorunların hepsinde İslamlığın Hristiyanlık’tan üstün olduğu sonucuna varır. Bundan ötürü, geriliği önlemenin gerçek yolu Batılılaşmada değil, İslâmlaşmadadır. Bu, bir cahillik ve taassup değil, İslâmlığın 203 Said Halim Paşa, a.g.e., s.209-210. 98 mantıkî bir sonucudur. Sait Halim’in bu düşüncesinin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi en çok Mısır’da etkili olarak gelişen görüşten ileri gelmekte olduğu açıkça görülmektedir.”204 İslâmcıların ekserisinde görüldüğü üzere, “İslâm mani-i terakkî değildir. Bilakis o mükemmel bir dindir. Eğer geri kalmışlık varsa bu Müslümanların suçudur’’ mealinde özetlenebilecek görüş ve Müslümanlara tekrardan “tebliğ ve irşad”ı bir vazife telakki eden anlayış, her ne kadar merkezine İslâm’ı koysa da sürekli eleştiriye tabi tuttukları Batı anlayışının da renklerini taşıması açısından çelişkili bir durumdur. Görülebildiği kadarıyla, İslâmcılar içinde entelektüel derinlik sahibi birkaç isimden biri ve belki hatta birincisi olan Said Halim Paşa’nın temsil ettiği İslâmcılık cereyanın klasik görüşlerini yansıttığı gibi buradan ayrılan bazı mühim yönleri de vardır. En başta klasik İslâmcı görüşleri, yüksek bir mahiyette tartışması hem benzeyen hem benzemeyen yönleridir. Fakat bazı konularda sergilediği esneklik, diğer İslâmcılardan ayrılan bir yönüdür denebilir. Mehmet Kaan Çalen’in de belirttiği üzere: “temel kaygısı ve arayışı, hayatı ilkeler üzerinden yeniden kurarak İslâm dünyasına mahsus bir medeniyet tasavvuru inşa etmek olan Paşa’nın, ana hatlarıyla kendi içerisinde tutarlı ve bütünlüklü bir düşünce örgüsüne sahip olduğu söylenebilirse de, eserleri bir bütün olarak okunduğunda bazen bir muhafazakâr, bazen modernist bir İslâmcı, bazen Türk-İslâm sentezi çizgisinde bir Türkçü, bazen koyu bir Batı karşıtı, bazen seçmeci bir Batıcı gibi farklı izlenimler verdiğini, yerlilik/millilik ile beynelmilelcilik arasında gidip gelen bir profil çizdiğini, düşünce ve tespitleri arasında da bazı boşluklar ve çelişkiler bulunabildiğini, terminolojisinin de çeşitli sıkıntılar taşıdığını söylemek mümkündür. Bazen tek bir eseri içinde bile fark edilebilen bu hususlar, eserleri bütün hâlinde dikkate alınınca daha da belirginleşmektedir.”205 204 Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, s.414. 205 Mehmet Kaan Çalen, “Türk Müslümanlığı…’’ s.91. 99 SONUÇ YERİNE YAHUT II. MEŞRUTİYET DÖNEMİNDE TÜRK MÜSLÜMANLIĞINI ARAMAK İnsanlığın ilk zamanlarından günümüze kadar dinin –ilâhî olsun olmasınne denli etkili bir âmil olduğu ve her yönüyle insanlığa yön veren mühim bir unsur olduğu izahtan varestedir. Umumî Cihan tarihinin özel bir parçası olan Türk tarihinin derinliklerine göz atıldığında da hem İslâm öncesi devirde hem de İslâmlaşma devrinden günümüze kadar dinin, hayatın hemen bütününü kuşattığı görülür. Din aklî olduğu kadar mistik; şifahî olduğu kadar kitâbî; hurafe olduğu kadar hakiki; ilânihaye toplumun ve ferdin çeşitli ihtiyaçlarına cevap verebilecek mahiyeti haiz olduğu söylenebilir. Türk Müslümanlığı, Türkistan’dan Anadolu’ya ve oradan Balkanlara kadar olan geniş coğrafyada asırlar önce ortaya çıkıp bugüne kadar izlerinin sürülebileceği; hissedilen, fikredilen, hayatın hemen her alanını şâmil bir İslâm tasavvuru olarak nitelenebilir. Fakat kavram itibariyle yakın bir tarihte ortaya çıktığı bilinmektedir. Türk Müslümanlığının mantıkî olarak anlaşılması, bazı kavramlarla mümkün görünmektedir. Durmuş Hocaoğlu’nun dile getirdiği Numen ve Fenomen kavramları bu bahiste açıklayıcı olacaktır. Hocaoğlu’na göre Numenal İslâm, İslâmın zaman ve mekân gözetmeksizin değişmeyen ve herkesçe kabul edilen ilkeleridir. Fenomenal İslâm ise, İslâm dinine mensup farklı toplulukların, dini algılayış, yaşayış, yorum ve aktarış biçimleridir. Bu sebepten İslâm’ın numena’sı tek iken fenomenal’ı birden fazladır. Bir başka deyişle, “Arapların, Farslıların, Türklerin, Hindlilerin ilh… aynı bir ve tek İslâm’dan çıkarsadıkları ve fakat birbirinin tıpatıp aynısı olmayan İslâm anlayış, algılayış, yorum ve yaşayış tarzları olmuştur. Şu halde şöyle diyebiliriz: Numenal İslâm’ın bir tek adet olmasına karşılık Fenomenal İslâm birden ziyadedir. Bu tefriki kavramsal olarak ifade edebilmek için de, ‘İslâm ile Müslümanlık’ terimlerinin aynı anlamlarla yüklenmesi faydalı 100 olacaktır.”206 Bu kavramlaştırmadan hareketle Hocaoğlu, “Türk İslâmı” kavramının yanlış olacağını ama “Türk Müslümanlığı” kavramının, sosyal, sosyolojik ve tarihî yönleri olması hasebiyle doğru bir kavramlaştırma olacağını söyler ve ekler: “Şu halde Numenal İslâm’a tam bir sadakatle bağlı olmak kayıt ve şartıyla farklı Müslümanlıklardan, yani farklı İslâm anlayış ve yaşantılarından, İslâm’ın evrenselliğinin parçalandığı gibi bir neticeye ulaşmak son derece yanlış bir anlayış olmalıdır.” 207 Türklerin hayatının her yönünü şâmil olan din/İslâm, modern zamanlarda en çok tartışılan konulardan biridir. Türklerin tarih boyunca kurdukları teşekküller arasında hemen her yönüyle en başarılısı olduğu kabul gören Osmanlı İmparatorluğu’nun kötü gidişatının önüne geçmek için belli alanlarda yapılan modernize çalışmaları, meyvelerini istenilen düzeyde vermeyince başarısızlık ve eksiklikler başka alanlarda aranır ve ilerleyen süreçte hayatın her alanına sirayet eder. Zaman içinde gelişen olaylar ve modernleştikçe değişmeye yüz tutan zihniyet, klasik din/İslâm’ın da modernize veya reforme edilmesi gerekliliği tartışmalarına zemin hazırlar. Dinî Reformasyon / dinî Rönesans isteğinin altında yatan sebeplerin, dönemde yaşanan sorunlar silsilesiyle büyük bir irtibatı olduğu kesindir denebilir. Dönemde kalem oynatan hemen herkesin dilindeki “Tekke ve Dergahlardaki çürümüşlük”, mezhep çekişmeleri, sayılamayacak çokluktaki hurafeler ve bunların sosyal hayattaki yansımalarının yanı sıra, dini politikayı yürüten kurumların siyâsî ve sosyal yapıya ve dolayısıyla modern döneme ayak uyduramaması gibi daha da sıralanabilecek pek çok hadise bu nevidendi. Bu husus ise, asırların birikiminden kurtulup yeni bir hayata malik olmak isteğiyle sonuçlanır. Dinin devleti ve toplumu geri bıraktığı iddiası, farklı cenahların da katılmasıyla geri kalmışlığın sebebinin din değil din görünümlü hurafeler olduğu iddiasına evrilir. Bu hurafelerin toplumu ve devleti geri bıraktığı inancı ve 206 Durmuş Hocaoğlu, “Türk Müslümanlığı Üzerine Bazı Notlar”, Köprü Dergisi, Sayı: 66., Bahar 1999 (Nisan-Mayıs-Haziran), s.10. 207 Durmuş Hocaoğlu, “a.g.m.,” s.10-11. 101 bunlardan kurtulmak gerektiği fikri ağır basmaya başlar. Bu fikre göre “Asrîliğe” uygun bir şekilde aklîlik esas alınmalıdır. Martin Luther Reformasyonuna benzer bir reforma; bir uyanışa ihtiyaç vardır. Dinî reformasyon hareketinin II. Meşrutiyet dönemi temsilî isimleri arasında nitelenebilecek olan Türkçüler (Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmed Ağaoğlu) ve İslâmcılar (Said Halim Paşa, Mehmed Akif, Şemsettin Günaltay, A. Hamdi Akseki) bazı farklılıklarla beraber dinî reformasyon alanında büyük bir ortak fikir içerisinde gözükmektedirler. Tarihî tecrübe merkezli yeni bir sistem kurmak yerine tasfiye ve icat edilmiş tarihî tecrübe merkezli bir sistem oluşturdukları söylenebilir. Bu meyanda Tarihî tecrübe merkezli serdedilen fikirlerde ve sunulan tekliflerde bile, reformasyon zihniyeti hâkimdir. Efganî, Abduh, Reşid Rıza gibi isimlerin, Ebu Hanife, Maturidî, Ahmet Yesevî ilâahir… gibi isimlerle başlayan ekolün, kademe kademe yerini aldığı görülür. Başka bir tabirle gelenek ya da tarihî tecrübenin etki alanının kısıtlandığı iddia edilebilir. Seküler bir hayat ve reformist bir din anlayışı, hâkimiyetini genişletir. II. Meşrutiyet devrinde yukarıda zikredildiği ve tarif edildiği üzere, bir tarihî, sosyal, sosyolojik, felsefî ve ilmî yönleri olan ideolojik ve popüler söylemlerden arî bir Türk Müslümanlığından bahsetmek mümkün müdür? Dönemdeki fikrî hareketler ve kişilerin serdettikleri fikirlerle bu soruya belli noktalardan olumlu ve olumsuz cevaplar verilebilir. Fakat burada cevap vermekten ziyâde cevap oluşturacak donelere ulaşıp onları anlamak ve anlamlandırmak daha mühim olsa gerektir. Bu yapıldığında cevap ya da cevaplar da kendiliğinden ortaya çıkacaktır denebilir. Kısaca döneme ve bahsi geçen konuya göz atıldığında: Ziya Gökalp’ın tasavvuftan etkilenen yönü, Köprülü’nün din tarihi çalışmaları ve İttihat ve Terakkî’nin yeni bir toplum yaratma projesindeki rolüyle Türkçü cenahta yapılan birtakım çalışmalar, Türk Müslümanlığına imkân verir mahiyettedir denebilir. İslâmcı cenahta Said Halim Paşa, Elmalılı Hamdi Efendi ve Tahir’ül Mevlevî’nin birtakım fikirleri de Türk Müslümanlığına imkân verir gibi 102 gözükmektedir. Fakat her iki cenahta da hem farklı noktadan kopukluklar mevcuttur hem de geleneksel din anlayışıyla bahsi edilen Türk Müslümanlığına geçit vermeyen birçok fikir mevcuttur. Yani, tasavvuf başta olmak üzere Türklerin dinî yaşantısını oluşturan tarihî tecrübe bir yandan tasfiye edilirken bir yandan tarihî tecrübenin argümanlarından hareketle yeni bir yorum ve yapı oluşturulmaya çalışılır.208 208 Konuyla alakalı şu eser de dikkate değerdir: Füsun Üstel, Makbul Vatandaşın Peşinde, İletişim Yayınları, İstanbul, 2016. 103 KAYNAKÇA/BİBLİYOGRAFYA KİTAPLAR Ağaoğlu, Ahmet, Üç Medeniyet, Haz. Erhan Eğribel-Ufuk Özcan Doğu Kitabevi, İstanbul, 2013. Akçura, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyâset, Haz. Erol Kılınç, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2016. Akçura, Yusuf, Türkçülüğün Tarihi, Haz. Erol Kılınç, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2




.II. MEŞRUTİYET DEVRİ VE İSLAMCILIK BAĞLAMINDA VOLKAN GAZETESİ THE 2nd CONSTITUTIONAL PERIOD AND THE NEWSPAPER OF VOLKAN WITHIN THE CONCEPT OF ISLAMISM Ahmet ÇETİNTAŞ∗ Öz Bu makaled
e öncelikli olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nda Batılılaşma çabalarının görülmeye başlandığı dönemlere paralel bir şekilde olgunlaşma süreci içerisine girmiş bulunan, siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimizin tarihsel arka planına dair sosyolojik bir analiz yapılmıştır. Bu çerçevede varmış olduğumuz kanaatlerden hareketle, siyasal ve düşünsel bir fikir hareketi olarak tanımlayabileceğimiz İslamcılık bağlamında, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği koşullar içerisinde yayın hayatına başlamış olan Volkan Gazetesi’nin temel yönelimlerine dair bir çerçeve çizilmeye çalışılmıştır. Bu tespitleri yaparken Volkan Gazetesi ve Derviş Vahdeti hakkında hala devam etmekte olan tartışmalar taraf olunmamış ve objektif bir yaklaşımla gazetenin tam ve aynı metninden yapılmış tercümesine müracaat edilerek fikrî alt yapısının ana hatları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Yapmış olduğumuz çalışma bir bütün olarak siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimizin kaynaklarına ışık tutmayı amaçlamıştır. Anahtar Kelimeler: II. Meşrutiyet, İslamcılık, Volkan Gazetesi, Batılılaşma, Fikir Hareketleri. Abstract In this article, a sociological analysis, initially, has been conducted with regard to the historical background of our political and ideological movements which underwent into a maturity period in parallel with the periods in which the efforts towards westernization across the Ottoman Empire were noticed. Based on the opinions we reached within this concept, a frame with regard to the basic orientations of the newspaper of Volkan, which started its publication life in the conditions in which the 2nd Constitutionalism was declared within the concept of İslamism which we can define as a political and ideological movement, was tried to form. Performing these evaluations, the ongoing disputes concerning the newspaper of Volkan and Derviş Vahdeti were not favoured, and the basic lines of the ideological substructure of the newspaper by applying to the translation from the original and full text were objectively tried to exhibit. As a whole, the study which we have conducted is aimed to shed lights on the sources of our political and ideological movements. Keywords: 2 nd Constitutionalism, Islamism, Newspaper of Volkan, Westernization, Ideological Movements. Giriş II. Meşrutiyet devri siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimizin tahlili noktasında özellikle üzerinde durulması gereken bir zaman dilimine işaret eder. Dönemin kendine has koşulları içerisinde ele alınabilecek birtakım hususiyetleri bulunuyor olsa da II. Meşrutiyet dönemini gerek Batılılaşma çabalarının seyri gerekse siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimizin olgunlaşması süreçlerinin bütününden soyutlayarak ele almak mümkün değildir. Dolayısıyla Batılılaşma ya da Batı medeniyeti dairesine girme problemi ile paralel bir şekilde geliştiğini söyleyebileceğimiz siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimize dair bir analiz, değer yüklü bir kavram olarak “Batılılaşma” çabalarımızın kaynaklarına inmeyi gerekli kılmaktadır. Bu zorunluluk, yapmış olduğumuz çalışma açısından, yapısal değişimin unsurları olarak nitelendirebileceğimiz sürecin muhataplarına, milletlerarası olaylara ve bunların imparatorluk içerisindeki yansımalarına değinmeyi bir mecburiyet haline getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Batılılaşma çabaları ile siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimizin olgunlaşmasına dair sürecin 1839 Tanzimat Fermanı ile başladığı söylenebilir. Bu süreç Islahat Fermanı (1856) ve I. Meşrutiyet’in ilanıyla (1876) devam etmiş, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi) ile kesintiye uğramış gibi gözükse de II. Meşrutiyetin ilanıyla (1908) yeniden canlanmış ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak Cumhuriyet Türkiye’sine kadar uzanan çizgide siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimizin tarihsel arka planını oluşturmuştur. Genel anlamda siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimizin bütününe dair bir çerçeve çizmeyi, özelde ise bu fikir hareketlerinden biri olarak karşımızda duran İslamcılığın ne türden koşullar altında hangi çeşit eğilimleri barındırdığını izah edebilmeyi amaçlayan çalışmamız, bu alanda yürütülmüş akademik çalışmalar bütününe katkı sağlama hedefine odaklanmıştır. 1.Batılılaşma Sürecinde İlk Adımlar Batılılaşma çabalarının aynı zamanda bir kültür ve medeniyet değişmesi olarak ele alınabilecek bazı sonuçlar doğurduğu düşünüldüğünde bu çabaların bazı problemleri de beraberinde getirmesi muhtemeldir. ∗ Dr. Arş. Gör., İnönü üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, ahmet.cetintas@inonu.edu.tr. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 312 - Nitekim hangi modernleşme model ya da metotlarının daha hızlı ve kolay gerçekleştirilebileceği hususu ile Batı medeniyetinin nelerden ibaret olduğu ve ortaya çıkabilecek problemlerin nasıl asgari düzeyde tutulabileceği konusunda ortak bir anlayışın çoğu zaman var olmayışı bu bağlamda ortaya çıkan fikirlerin çeşitliliğine de sebep olmuştur (Güngör, 2012: 87). İşte tam da bu noktada Osmanlı imparatorluğunun yıkılma devirlerinin Batılılaşma serüvenimizin tarihsel arka planı açısından büyük önem arz ettiğini söyleyebiliriz. 17. yüzyılın sonlarından itibaren başlatabileceğimiz bu süreç öncesinde Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı’nın bir model olarak izlenmesine ilişkin birtakım kanaatlerin yeşermesine zemin hazırlayacak herhangi bir gereklilik bulunmamaktaydı. Ayrıca imparatorluğun içerisinde bulunduğu medeniyet dairesinin Batı’nınkinden üstünden olduğuna dair kanaatler de oldukça yerleşik bir durumdaydı (Mardin, 1997a: 10). Ancak Batı medeniyeti hakkındaki bu yerleşik anlayış yıkılma devirlerinde de kendini önemli ölçüde hissettirmiş ve belki de imparatorluğun gelişmeye kapalı bir hal almasına sebep olan etkenlerden birisi olmuştur. Bu dönemde imparatorluğun niçin gerilediğine dair verilen cevapların büyük bir bölümünü yönetimin bozulması ve somut olarak Batı’nın askerî üstünlüğünün artması şeklinde beliren kanaatler oluşturmaktaydı. Nitekim daha 18. yüzyılın başlarında Batı’nın askerî kurumlarının ve silah gücünün imparatorluğa nasıl getirilebileceğinin yolları aranmaya başlanmıştır (Lewis, 1998: 42). Bu bağlamda, askerî yenilikler yapma şeklinde kendini gösteren ilk Batılılaşma çabalarının, imparatorluğun toprak kayıplarının etkisi altında şekillenen pratik bir ihtiyaçtan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla bahis konusu dönem genişleme siyasetine dayanarak kurulmuş bir devlet yapısının ve iç düzeninin niteliğinde birtakım değişmelerin yaşandığı zaman dilimine işaret eder. Nitekim Karlofça (1699) ve Pasarofça (1718) antlaşmaları Batı sınırlarında yeniden oluşmakta olan dengelerin habercisi olmuş ve imparatorluğun hiç olmazsa Avrupa cephelerinde genişleme siyasetinden vazgeçerek karşı genişleme hareketlerini durduracak savunma tedbirlerini aramaya yönelik girişimler olarak yorumlanabilirler (Kunt vd.,1997: 51-54). Müslüman Doğu ve Hristiyan Batı arasındaki sınır hattında doğmuş bulunan Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı medeniyeti ile olan kültürel, iktisadi ve askerî münasebetlerinin çok daha öncelere dayanan boyutlarını göz ardı etmemekle birlikte, Batı medeniyetinin seçilmiş bazı unsurlarının taklidine ve benimsenmesine doğru ilk bilinçli adımların 18. yüzyılın başlarında izah etmiş olduğumuz dönemsel koşullar etrafında atıldığını söyleyebilmek mümkündür (Lewis, 1997: 46). Gelinen noktada kuvvetler dengesinin Osmanlı İmparatorluğu aleyhine bozulmuş olması imparatorluğu dengeyi düzeltme yolunda çare arayışlarına zorunlu olarak itmiştir. Bu dönemde yönetim ve askerî alandaki bozulma batılılaşma çabalarının pratik sebebini oluşturmakla beraber esasen Osmanlı imparatorluğunun kültür unsurlarında ve buna bağlı olarak sosyal kurumlarında da bir zayıflama söz konusu idi. Kültür hayatındaki dinamik vasfın kaybolması ilk Batılılaşma çabalarının temelsiz ve şekli çabalardan öteye gidememesine sebep olmuştur. Erol Güngör (2003: 374) tarafından “İki kâbus arasında geçen tatlı bir rüya” olarak tanımlanan Lale Devri her ne kadar matbaanın girişine vesile olarak yazın ve düşün hayatında ilk ciddi tesirlere sebep olmuşsa da bu dönem daha çok Batı’nın zevk ve gösterişine hayranlık ve Fransız mimarisinin örneklerinin İstanbul’da görülmeye başlanmasından öte başka bir şeyle karakterize olamamıştır. Saraydaki zevk ve sefahat, İran seferinden gelen olumsuz haberlerle birleşince, Patrona Halil İsyanı (1730) patlak vermiş ve bu dönem sadrazam İbrahim Paşa’nın idamı ve III. Ahmed’in tahttan indirilip I. Mahmud’un tahta geçirilmesiyle kapanmıştır. Böyle bir son, Batı ile kurulan ilişkilerde halkın yararının gözetilmemesi temelinde, Batılılaşma ile birlikte gelen etki-tepki mekanizmasının da ilk örneğini teşkil eder. Batı’nın askerî yapılanmasından örnek alma çabaları I. Mahmud (1730-1754), I. Abdulhamid (1774-1789) ve özellikle III. Selim zamanında (1789-1807) hızlanmış fakat bu etki-tepki mekanizması sebebiyle birçok kez sekteye uğramıştır. Yine de daimî hale gelmeye başlayan Osmanlı elçilikleri aracılığıyla imparatorluğun Batı ile münasebeti artmış ve bu elçilikler batılılaşma çabalarına kaynaklık eden önemli mecralar olarak işlev göstermişlerdir. Nitekim Avrupa’yla ilgili ilk sistematik değerlendirmeler devamlı diplomatik ilişkilerin bir ürünü olarak ortaya çıkmış, Batı’nın bir model olarak benimsenmesine dayalı Tanzimat yani düzeltme teklifleri de buradan kaynaklanmıştır (Mardin, 1997a: 11). Fransız ihtilali sonuçları itibariyle Osmanlı İmparatorluğu’nda toplumun hemen her katmanını etkileyen bir fikir hareketidir. Fransız ihtilali ile yayılmaya başlayan özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi fikirler Osmanlılar için elbette tamamıyla yeni ve garip fikirler de değildi. Temel hak ve hürriyetlere ilişkin esaslar elbette mevcuttu. Her ne kadar gayri Müslümanlar ile Müslümanlar arasındaki eşitlik farklı yorumlansa da bunlar genel bir huzursuzluğa sebebiyet verecek derinliğe sahip değillerdi (Lewis, 1996: 247- 248). Nitekim Osmanlı cemiyeti müesseseleri, teşkilatları ve zihniyeti itibariyle Batı’dan tamamıyla farklı bir yapıya sahipti. Bu farklılığın temellerinde ise İslam ve tarihi Türk devlet felsefesi ve geleneğinin önemli etkisi vardı. Ancak bu kaynaklar kimi zaman Batılılaşma çabalarının karşısında birer direnç kaleleri olarak Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 313 - da dikilebiliyordu (Dinçer, 1988: 46-47). Fransız ihtilali ile yayılmaya başlayan fikirler Osmanlı İmparatorluğu’nda bilhassa milliyet esasında, kişiler üzerinde değil daha çok gruplar üzerinde etkili olmuştur. Böylece imparatorluk bünyesindeki milletler arasında önce eşitlik sonra da mîlli özgürlük seslerinin yükselmesine sebep olmuştur (Lewis, 1998: 54-57). Bu bağlamda III. Selim dönemi bilhassa Fransız İhtilali sonucunda ortaya çıkan fikirlerin imparatorluk içerisine girmeye başlaması sebebiyle de önemli bir zaman dilimini oluşturur. Her ne kadar Fransız ihtilali kaynaklı fikirlerin çok çeşitli kanalları takip ederek zaten nüfuz edebileceği söylenebilirse de bu fikirlerin imparatorluk içerisine girişinde Fransızların bizatihi göstermiş oldukları çabaların da etkili olduğu açıktır. İlk esaslı ve geniş kültür değişmelerinin yaşandığı III. Selim devrinde, ordu hariç hiçbir sahada halkın yaşayış tarzı, örf ve âdeti, kılık kıyafeti ile ilgili unsurlar genel olarak değiştirilmeye çalışılmamıştır (Turhan, 1994: 137). Bu dönemde Batılı modern bir teknikle yetiştirilecek olan Nizam-ı Cedid adlı yeni bir askerî sınıf ve bu sınıf için yeni bir hazine oluşturuldu. Esasında Nizam-ı Cedid bir takım yeni Hatt-ı Hümâyunlar dizisi olup, eyalet yöneticiliği, eyalet vergileri, tahıl ticaretinin denetimi ve diğer bazı mali konular hakkında yeni düzenlemeleri kapsıyordu. Deyim daha sonraları yeni askerî birlikler için kullanılır olmuştur. III. Selim döneminde gösterilen çabaları öncekilere göre nispeten daha şuurlu gayretler olarak nitelendirebilsek de II. Mahmud döneminde (1808-1839) daha geniş çaplı reform hareketlerinin yapıldığını görmekteyiz. II. Mahmud, III. Selim’ in sonuçlandıramadığı Yeniçeri ocağını kapatma işini Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu teşkil ederek (Vaka-i Hayriye1826) tamamlamıştır. Harbiye ve Tıbbiye mekteplerinin açılması da bu döneme rastlar. Yine orta tahsili temin amacına yönelik rüştiye mektepleri, Mekteb-i Ulum-i Edebiyye, Mekteb-i Maarif-i Aliyye ve Gruba Mektepleri gibi ilk sivil okulların açılması da bu devrin sonlarına rastlar. Merkezi otoritenin güçlendirilmesi bağlamında önemli bir tehdit oluşturan Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasının yanı sıra yine bu amaca hizmet edecek birtakım tedbirlerin alınmasına yönelik girişimlerde bulunulmuştur. Nüfus sayımı, mülk yazımı, tımar siteminin kaldırılması ve Evkaf Nezareti’nin kurulması, haberleşme ve ulaştırmanın ülke geneline yayılması için posta ve telgrafın yaygınlaştırılması, demiryolu ağının genişletilmesi gibi çabalar esasında bu amaca hizmet etmekteydi. Çünkü II. Mahmud merkezi otorite güçlenmedikçe ıslahatların başarıya ulaşamayacağını düşünüyordu. Ayrıca resmî ilânlar ve gayrı resmî duyurular dışında iç ve dış gelişmelere ilişkin haberlerin de basıldığı ilk gazete olan Takvim-i Vekayi'nin yayın hayatına başlaması da (1831) bu döneme rastlar. Yine de Takvim-i Vekayi’nin resmî bir gazete olduğu, bu sebeple de neşredilen makalelerin devletin resmî görüşlerini yansıttığını belirtmemiz gerekir. 1860'tan itibaren ise sadece resmî duyurular ve kabul edilen yasa metinleri yayınlanır olmuştur (Kunt vd., 1997: 108-119). Ancak belirtmemiz gerekir ki II. Mahmud devri, bütün Batılılaşma tarihimizde ayrı bir devrin başlangıcını oluşturacak nitelikte bazı özelliklere sahiptir. Yaşanan değişmelerin devlet ve saray teşkilatında, yaşayış tarzında, kılık ve kıyafette yapılan yenilikler bağlamında ayırt edici birtakım özelliklere sahip olduğunu söylemek zorundayız. Her şeye rağmen yine bu devir de Batı medeniyetinin özünü, mahiyetini ve esas unsurlarını tayin edememek hususunda daha öncekilerden ayrılmaz (Turhan, 1994: 145-152). 2.Düzenlemeler ve Reformlar: Tanzimat Devri Osmanlı İmparatorluğu, Batı karşısında aldığı ilk yenilgiden itibaren Batı ile arasında kendi aleyhine genişleyen dengesizliği gidermenin yollarını aramıştır. Askerî ve idarî alandaki geleneksel sistemi revize etme çabalarından öteye çokta fazla gidemeyen bu çabalar, özellikle Batı ile kurulan daimî ilişkiler süreci içerisinde Avrupa da resmî görevlerde bulunmuş veya eğitim almış yeni bir aydın grubunun gelişmesi ile birlikte yeni bir hal almaya başlamıştır. Nitekim Türk aydının fark edilebilir tarihsel-toplumsal bir kategori ve misyon sahibi bir grup olarak ortaya çıkışı Tanzimat devrine (1839-1877) rastlamakta ve Tanzimat devri bu özelliği itibariyle de batılılaşma çabalarımızın tarihsel seyri açısından önem arz eden ayırt edici bir konuma sahip olmaktadır (Genç, 2007: 136). Bu dönem, Bab-ı Âli bürokratlarının reform hareketlerine öncülük ettiği ve yönetime hâkim olduğu bir dönem olarak da dikkat çekmektedir. Nitekim reformları yürürlüğe koyanlarla aydınlar aynı insanlardır. Bu bağlamda “aydın-bürokrat” tipinin ortaya çıkışı da yine bu döneme rastlamaktadır. (Ortaylı, 1987: 20). Dolayısıyla, 1839’da II. Mahmud’un vefatı üzerine yerine geçen oğlu Abdulmecid’in (1839-1861) rızasıyla Reşit Paşa tarafından kaleme alınmış olan, Osmanlı tarihinde tümüyle Tanzimat diye bilinen ıslahat fermanlarının ilkinin yazılıp ilan edilmesinde her şeyden önce böyle bir farklılığın tespit edilmesi gerekir. 3 Kasım 1839’da İstanbul Gülhane meydanında okunan Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile hiçbir teminat göstermeksizin bütün vatandaşlara eşit haklar, mal ve can emniyeti vaat ediliyor, mâli, askerî ve adlî sahalarda bazı reformlar ileri sürülüyordu. Bu sebeple Tanzimat aynı zamanda o döneme kadar doğrudan doğruya dokunulmamış bulunan siyâsî ve kültürel alanlara da reformların yayılması hareketi olarak görülebilir (Karpat, 1996: 34). Bu dönemde, düşünce alanında da Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 314 - ıslahat yapma gereği doğal olarak Batı sosyal hayatı ve adetlerinin benimsemenin kapılarını aralamış (Kuran, 1994: 22), açık bir şekilde ilk defa Batı’nın kılavuzluğu kabul edilerek dillerinin öğrenilmesine gayret gösterilmiştir (Meriç, 1980: 278). Nitekim Batı’nın askerî ve idarî yapısı Osmanlı İmparatorluğu’na aktarılırken bile Batı’nın günlük kültürü Osmanlı İmparatorluğu’na girmeye başlamış, insanların giyimlerinden toplumsal olarak ilişki kurma biçimlerine ve hatta evlerin döşenme tarzlarına kadar her alana nüfuz etmiştir (Kongar, 1985: 357). Elbette tüm bu reform girişimleri 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda çözülmesi gereken üç temel sorunla yakından ilgiliydi. Bunların üçü de Osmanlı reformcularının millî devlet model alınarak bir devlet kurma girişimlerine ilişkindi ve üçü de merkez ile çevre arasındaki ilişkileri harekete geçirmekle beraber bunu bir bakıma zorunlu kılmaktaydı. Bunlardan birincisi, gayrimüslim grupların millî devlet içerisinde bütünleştirilmesi, ikincisi, çevrenin Müslüman unsurları için de aynı şeyi yapmak ve son olarak da bu birbirinden ayrı öğelerin politik sisteme anlamlı bir katılımda bulunacak duruma getirilmesiydi (Mardin, 2009: 131-132). Nitekim II. Mahmud devrinin sonlarına doğru Batı’da görevli bulunan Osmanlı elçileri (Avusturya Büyükelçisi Sadık Rıfat Paşa ile Londra elçiliği, dışişleri bakanlığı ve sadrazamlık görevlerini yürütmüş Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşit Paşa gibi) Batı’nın yeni bir özelliğini keşfetmişlerdi. 18. yüzyıl Avrupa’sında bazı krallar, teb’anın verimliliğini artıracak koruyucu tedbirler bütününü devletin olağan bir politikası haline getirmişlerdi. Kralın otoritesini bir temsilciler meclisiyle paylaşmadığı ülkelerde bile millî devlet kurmak isteyen hükümdarlar teb’anın mülkiyet haklarının garanti altına alınmasının zorunluluğunu anlamışlar ve eğitimi halka yaymanın kendilerine getireceği faydayı algılamışlardı. Millî devletlerin kurulmasına ve orta sınıfların güç kazanmasına paralel yürüyen bu politika aynı zamanda millî bütünlük kurmayı ve feodalizmden kalan imtiyaz sahiplerini temizlemeyi amaçlıyordu. Bahsi edilen dönemde yapılan uygulamalara devlet bilimlerinde “kameralizm” adı veriliyordu. Elbette Osmanlı İmparatorluğu’nda feodalizm kaynaklı imtiyaz sahiplerinden bahsedilemese de bu metodun imparatorluk açısından önemi, farklı unsurlara sahip bir ülkede birleştirici rol oynayacağı düşüncesinden kaynaklanmaktaydı ve ancak bu yolla “Osmanlılık” şuurunun yaratılabileceği düşünülüyordu (Mardin, 1997a: 12-13). Bu hususta şahsî mutlak hâkimiyetin bir dereceye kadar sınırlanması ve idarenin kontrolü hususunda ilk girişim olma özelliği taşıyan Sened-i İttifak’tan (1808) sonra ilan edilen ve temel olarak devletin siyâsî yapısında esaslı bir değişiklik yaratma arzusu taşıyan Gülhane Hatt-ı Hümayunu (1839) oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu düzenlemenin sosyolojik bir olgu olarak Avrupa kaynaklı akımlarla yıpranmakta olan Osmanlı toplumsal yapısında “hürriyet-düzen” dengesini sağlamak ve Osmanlı İmparatorluğu’nun modem bir anayasa temeline oturtulması istikametinde bir bakıma mecburi olarak atılmış ilk adım ve Batılılaşma hareketi olarak okunması gerekir (Abadan, 1957: 3,15). Tanzimat’ın ilanıyla birlikte gelişen süreçte esas tehlikeyi ise Batı’nın kurumlarının imparatorluk içerisine girişi değil bu kurumların özünü yitirerek imparatorluk içerisine girişi oluşturmaktaydı. Bunun yanı sıra Tanzimat öncülerinin (Reşit Paşa ve takip eden dönemde Ali ve Fuat paşalar) öngöremediği bir diğer şey de Batılı devletlerin ticari anlamda birbirlerine karşı giderek daha da şiddetlenecek olan bir çatışma içerisine girmiş olmalarıydı. Nitekim 19. yüzyıl ilerledikçe Avrupalı devletlerin emperyalist politikaları tamamen içselleştirdikleri görülmektedir. Süreç bu yönde ilerlerken imparatorluk imzalanan çeşitli ticaret antlaşmalarında dahi kendi çıkarlarını koruma becerisini sergileyememekteydi (Mardin, 1997a: 13). Siyasal ve düşünsel fikirlerin çeşitlenmeye başlaması ve tartışmaların çoğalışı da işte böyle bir zaman diliminde kendini göstermeye başlamıştır. İmparatorluğun çeşitli kademelerinde görev almış Ahmet Cevdet Paşa (1822-1895) yöneltilen ilk eleştirilerin güçlü sesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Ona göre yeni şartlar karşısında eskiyi büsbütün ve derhal inkâr yoluna sapmak ne kadar yanlışsa zamanın gereklerine karşı durup değişmemeye çalışmak da o derece zararlı ve tehlikelidir (Meriç, 1997: 188). Tanzimatçılara karşı ilk sistematik eleştiriler ise 1856’da Islahat Fermanı’nın ilanından sonra 1860’larda başlayabildi. Din farkı gözetmeksizin bir “Osmanlı vatandaşlığı” oluşturma gayesi güden ferman, süreç içerisinde Müslüman olmayan unsurlar lehine mali kaynaklarının ve organizasyon bilgilerinin artışı şeklinde gözlemlenebilecek olan birtakım sonuçlar doğurdu. Muhalif seslerin yükselişine sebep olan bu durum Batı’ya verilmiş olan ödünlerin sonucu olarak algılanmaktaydı. Nitekim Namık Kemal (1840-1888) ve Ziya Paşa (1825-1880) gibi bu ilk sistematik eleştiriciler grubunun önde gelenleri, Tanzimatçıların sömürü olayını ve “hürriyetçi-parlamenter” eğilimleri anlamadıklarını (Mardin, 1997a: 13), düzenlemelerin bir bürokratik seçkinler sultasının oluşumunu desteklediğini belirtmekte ve Osmanlı sisteminin temel felsefesini oluşturan İslamcı dünya görüşünün Tanzimatçılar tarafından bir kenara bırakıldığına dair birtakım eleştiriler getirmekteydiler. Hâlbuki onlara göre İslamcı ilkeler ışığında demokratik bir sistemi oluşturulabilirdi (Mardin, 1997b: 216-217). Nitekim Gülhane Hatt-ı Hümayunu ve Islahat Fermanı’nın eğitim, ilim ve sermaye konularında Avrupa’dan faydalanma yönündeki anlayışı her ne kadar Batı örneğine Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 315 - göre kurulmuş bazı kurumların hayata geçirilmesini sağlamışsa da özellikle sermaye konusunda Avrupa’dan faydalanma, hesapsız ve dengesiz borçlanma tavrı, Düyun-u Umumiye sistem ve idaresi ile sonuçlanmıştır (Abadan, 1957: 17). Bilindiği üzere 1854’de yapılan ilk borçlanmadan ancak bir yüzyıl sonra 1954’de kurtulunabilmiştir. Yeni Osmanlılar adı verilen bu eleştirici grubun, ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı olarak vereceğimiz üzere aslında homojen bir grup olmadığını şimdiden söylemek gerekir. Gülhane Hatt-ı Hümayunu’nun hemen öncesinde ve sonrasında Fransız etkileri taşıyan (Lewis, 1998: 72-73) Tıbbiye (1827), Harbiye (1834), Meclis- i Darüşşuara-yı Askerî (1836), Ziraat, Ticaret ve Sanayi Meclisleri (1838), Tercüme Odası (1833), ilk resmî gazete Takvim-i Vekayi (1831), Kanun-ı Ceraim (1840), Ticaret Kanunu (1850), Şura-yı Devlet (1838), Vilâyet Kanunnâmesi (1864), Arazi Kanunnâmesi (1858), Mecelle’nin hazırlanması (1868-1870) ve Mülkiye’nin açılması (1856) gibi düzenlemeler gerçekleştirilmiştir (Ortaylı, 1995: 112-234). Laik karakterde eğitim veren Batıya göre düzenlenmiş yeni okullar, elbette tek yol olmamak şartıyla, hem pozitif düşüncelerin imparatorluk içerisine yayılmasını sağlayacak hem de ileriki dönemlerde daha açık hale gelecek siyasal ve düşünsel çekişmelerin kaynakları olacaktır (Vatandaş, 2001: 70-71). 1861’de Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’nin kuruluşu, 1840’da Ceride-i Havadis, 1860’da Tercüman-ı Ahval’in, 1867’de de Tasvir-i Efkâr gibi gazetelerin yayınlanmaya başlaması, siyasal ve düşünsel fikir akımlarda bir canlanmaya ve muhalif seslerin yükselmesine sebep olmuştur. Tanzimatçı kadroların yürürlüğe koyduğu reformların beklenen sonuçları veremeyişinde ve bu reform hareketlerine yöneltilen eleştirilerin kaynağında iki şeyin bulunduğunu söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi Tanzimat’ın Osmanlı İmparatorluğu’nu kendisine yabancı olan bir kültür ve medeniyetin emrine vermesi, ikincisi ise Tanzimat’ın eksik ve tereddütlü uygulamasında büyük aksaklıklar bulunan böylece başarısız kalan bir Batılılaşmayı temsil etmesidir (Güngör, 1996: 20-26). Nitekim modernleşme adına önceki sistemin tüm yararlı özellikleri yok edilmiş, ancak yararlı bir şey de elde edilememiştir (Kaçmazoğlu, 2013a: 103). Mana derinliği itibariyle eksik kalan dönemin ıslahat hareketlerinin başarısızlığında, Tanzimatçı kadroların içerisinde bulunduğu dönemin özelliklerini de bir kenara atmamak gerekir. Zira tarihsel olarak Batı’nın gerek bilim ve teknolojide gerekse siyâsî ve idarî organizasyon tekniklerinde sahip olduğu beceriler ve bu becerilerin tarihsel-toplumsal bir süreçten geçerek olgunlaştığı bir sırada elindeki avantajlar ile Osmanlı İmparatorluğu üzerinde hissettirdiği tazyik inanılmaz derecede idi. Modernleşmenin geleneksel kültür üzerinde yarattığı etkilere yönelik ilk esaslı tepki 1865 de kurulan “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” mensuplarından geldi. Meşruti idare sitemini amaç bilen, imparatorluk içerisinde kurulmuş ilk büyük siyâsî teşekkül olma özelliğine sahip bu cemiyet Paris ve Londra’ da faaliyetlerini sürdürüyordu. Onlara göre reformlar hem uyuşmaz unsurları bünyesinde barındırıyor hem de laik bir unsur taşıyordu. Yeni Osmanlılar reformların laik vasfını tenkit ediyorlar ve imparatorluğun dayandığı ruhi temellere riayet edilmeksizin idare edilmeye başlandığını iddia ediyorlardı (Karpat, 1996: 35). Onlara göre Batıdan aktarılan kurum ve değerler despot bir memurlar zümresi meydana getirmekten başka bir işe yaramamıştı (Mardin, 1989: 12). Yeni Osmanlıların güçlü sesi Namık Kemal’e göre Tanzimat hareketleri Osmanlı toplumunun kendisine has özellikleri dikkate alınmadan yürütülen taklitçilikten öte bir anlam taşımıyordu. Hürriyetçiliği ve vatanseverliği ile ön plana çıkan Namık Kemal aynı zamanda İslâmî görüşleri de baskın bir karakter taşıyan fikirlere sahipti. Bu sebeple tazimatın uygulayıcılarını Batı’dan ithal edilen kurumları İslami geleneklerin ilham ve yön tayin edici özelliklerini koruyamamak bağlamında sürekli eleştirmiştir. Ona göre Avrupa’ya karşı doğru bir kuvvet dengesi oluşturabilmek modern Avrupa medeniyetini İslami değerler temelinde kendimize adapte etmekle mümkün olacaktır. Bir başka deyişle İslami devlet kendini modernleştirmeli idi. Namık Kemal insan haklarından ve parlamenter hükümetten ilk bahseden kimse olmamakla birlikte bunlar arasında ilişki kurarak hürriyet ve kanuna bağlı demokrasi üzerine açık bir görüş getirebilmeyi başarmış ilk düşünürdü. Adalet ve siyâsî hakların korunabileceği araçlara dair açık fikirlere sahipti. Okumalarını Fransızca üzerinden yapıyor olmakla birlikte Paris meclisini otoriter bulmakta ve İngiliz parlamenter sitemine daha sıcak bakmaktaydı. Meşveret ve temsil yoluyla idare onun sıklıkla üzerinde durduğu konular olmuştur. Burada belirtilmesi gereken husus Yeni Osmanlıların ve dolayısıyla Namık Kemal’in Tanzimat’a karşı değil onun uygulanış şekline itirazlarının olduğudur. Yeni Osmanlılara göre Batı kadar güçlü olmak için onlara benzemeye gerek yoktur. Bunun yolu ise kendi özümüze yani İslam’a dönmekten geçmektedir. Nitekim İslam, Batı’daki siyasal ve toplumsal gelişmeyi sağlayan bütün unsurları kendi içerisinde barındırmaktadır. Bu bağlamda Namık Kemal Batı’nın ilerlemesini sağlamış öğelerinin İslami karşılıklarını bulmak ve kendi tarihsel-toplumsal yapımıza uygun hale getirmek için yoğun çaba harcamıştır (Lewis, 1998: 141-145). Elbette Yeni Osmanlıları oluşturan ve Tanzimat uygulamaları üzerine eleştiriler getiren Namık Kemal’in başını çektiği daha muhafazakâr kanadın ağırlığına rağmen tartışmayı biraz daha farklı bir Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 316 - düzeyde yürüten Şinasi’den de söz etmek gerekir. Aydınlanma görüşünü temsil ettiğini söyleyebileceğimiz Şinasi’ye göre Avrupa’nın mucizesi akıl ve kanundur. Şinasi’nin fikir dünyasında henüz “hürriyet” olmayıp, herhangi bir rejim değişikliğinden de söz etmez. Ayrıca Şinasi tarafsız bir hükümdardan yanadır. Onun yeni toplumsal değerler düzeninde aklı ve adalet birbirini tamamlayıcıları olarak ön planda yer alır, zulüm ve köleliği ise her fırsatta eleştirir. Şinasi’ye göre adapte olunmaya çalışılan yeni medeniyet dairesi ile İslam medeniyeti arasında tezatlık yaratacak bir durum bulunmaktadır. Nitekim Batı gibi İslam medeniyetinin temel esasları da akıl üzerinde yükselir. Dolayısıyla yeni medeniyet İslamiyet’in ana ilkelerine uygundur. Bu noktada Şinasi’nin İslamiyet ve Batı hakkındaki düşüncelerinin daha muhafazakâr olarak nitelendirilebilecek düşünürlerin fikirlerinden aslında çokta farklı olmadığını söylememiz icap eder. Yine de onun bu husustaki fikirlerinin, Batı’daki fikirler ile İslami inançlar arasında bir ahenk görmekle yetinmek şeklinde belirlenebilecek, sınırlı bir çerçeve içerisinde kaldığını söyleyebiliriz (Ülken, 1998: 66-67). Tanzimat devri, özellikle bu dönemde ortaya çıkmaya başlayan azınlıklar problemi sebebiyle, İslamHristiyan ikiliğini aşmaya çalışan bir birlik oluşturma çabası ile karakterize olmuştur. Nitekim İslamHristiyan ikiliğini aşacak olduğu düşünülen bir birlik düşüncesi olarak Osmanlılık, dönemin merkezi siyasal ve düşünsel fikir akımı olarak ön plana çıkmıştır. Bu bağlamda Yeni Osmanlılar temelde İslam ruhuna dayanıyorlarsa da İslam ve Hristiyan bütün unsurlara aynı hürriyeti öngören bir irade fikri etrafında mutabık bulunuyorlardı. Nitekim Namık Kemal, Ziya Paşa ve arkadaşları Türk oldukları şuuruna sahip olmakla birlikte, Osmanlıcı idiler. Fakat Osmanlıcılar da iki kısımdı. Bu gruplardan ilkini, başını Ali ve Fuat Paşalar ile Cevdet Paşa’nın çektiği, İslami esaslara sarılarak siyâsî bütünlüğü saran tehlikelerden kurtulmak isteyenler oluştururken, öteki grubu ise yine İslami esaslardan ayrılmadan Batı’nın hürriyet ve meşrutiyet fikirlerine de uygulamada yer açan kesim oluşturmaktaydı. Daha sonradan, yine pekte homojenliğe sahip olmadığını söylememiz gereken, Jön Türklere evrilecek olan grup da budur. Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın yanı sıra, daha sonraları Namık Kemal ile arası açılan, Türklük, İslamiyet ve modern bir cemiyet hayatına kavuşmak bağlamında ilk sistematik fikirlere sahip olan Ali Suavi’nin de bu grup içerisinde yer aldığı söylenebilir. Ayrıca ilk grubun İslamcı olarak görünüyor olmalarına rağmen onların da henüz siyâsî anlamda bir İslam birliği düşüncesine sahip olduklarını söyleyemeyiz (Ülken, 1998: 76). 3.Yenilikçi Fikirler ve I. Meşrutiyet Tanzimat devri 1876’da Abdülaziz’in hal’ edilmesi ve kısa bir süre tahtta kalan V. Murad’ın tahta geçişiyle sonlanır. Henüz veliaht iken Mithat Paşa ile aralarında geçen görüşmeler neticesinde Meşrutiyet idaresini kuracağını vadeden Abdülhamid’in tahta geçişi aynı zamanda I. Meşrutiyet devrinin de başlangıcına işaret eder. 1876’da Babı Ali’de okunan Hatt-ı Hümayun ile Mithat Paşa başta olmak üzere Ziya Paşa ve Namık Kemal’in de katılımlılarıyla hazırlanan Kanunu Esasi ilan edilir. Ancak Mithat Paşa’nın 23 Aralık 1876’da toplanacak olan, Balkanlardaki toprakların akıbeti üzerinde olumlu bir rol oynayacağını düşündüğü milletlerarası konferanstan (Tersane Konferansı) önce Kanunu Esasi’yi ilan etme aceleciliği ve Abdülhamid’in bu durumu kendi iradesini genişletecek şekilde kullanması sonucunda bir bakıma Namık Kemal ve arkadaşlarının hürriyet ve meşrutiyet görüşlerinin uzağında bir Kanunu Esasi’nin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Kanunu Esasi’nin yapılmasındaki hukukî amaçlar gerçekleşmediği gibi, düşünülen siyâsî ve diplomatik amaçlar da gerçekleşmemiştir (Berkes, 1990: 320-329). Nitekim akabinde I. Meşrutiyet milletlerarası konferans da beklenen etkiyi yapmamış Balkanlar’daki Sırbistan ve Karadağ için bağımsızlık, Bulgaristan ve Bosna-Hersek için de özerklik kararları çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bunu kabul etmeyince Osmanlı-Rus savaşı “93 Harbi” (1877-1878) patlak vermiştir. Bu gelişmeler ardından Namık Kemal önce hapsedilmiş sonra Ege adalarına sürgüne gönderilmiş ve ömrünün sonuna kadar buralarda yaşamıştır. Mithat Paşa, Abdülaziz’e suikast şüphesiyle idamla yargılanarak sürgüne gönderilmiş ve 1884’de sürgünde öldürülmüştür. Ali Suavi ise kısa bir süre Galatasaray Lisesi müdürlüğü görevinde bulunmuş, daha sonra V. Murad’ı tekrar tahta geçirmek üzere tertiplenen bir darbe girişimi sırasında öldürülmüştür (Lewis, 1998: 172-176). Kanunu Esasi’nin kurduğu meclis 19 Mart 1877’de açılsa da 13 Şubat 1878’de yasadaki tabiriyle Abdülhamid tarafından “ertelendi”. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanına kadar devam edecek olan bu süreç, siyasal ve düşünsel fikir hareketlerimiz açısından da yeni bir dönemin başlangıcıydı. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar geçen otuz yıl siyasal ve resmî görünüşünde bir durgunluk ve karanlık dönem gibi gözükse de arka planda değişmeler ve yenilikler bütün canlılığıyla devam etmekteydi (Berkes, 1990: 363). Bu dönemdeki batılılaşma çabalarının en güzel örneklerini ise eğitim alanında görmekteyiz. 1864’de sadece İstanbul’da ve bazı vilayetlerde açılan rüştiyeler imparatorluk geneline yayılmaya başlamıştır. 1848’de sadece İstanbul’da açılan Darülmuallim adedinin bu devirde otuz bire çıktığını görmekteyiz. Yine yalnız İstanbul’da ilk defa 1875’de açılan mülkiye idadisi sayısı da 1884’te bu türden okulları açmak maksadıyla konulan bir vergi vasıtasıyla çoğaltıldı. Bunlardan başka birçok meslek, sanayi, özel ve yüksekokulların açıldığını görmekteyiz (Turhan, 1994: 167). Eğitim alanındaki bu Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 317 - çalışmalardan başka adlî ve hukuki alanlarda da çalışmalar görülmektedir. 1879’da ikisi adliye ve mahkeme örgütü ikisi de hukuk usulüyle ilgili dört kanun çıkarılmış, bu değişikliklerle Osmanlı adliyesi hakkında yabancı eleştirilere cevap vermek ve kapitülasyonlarla verilmiş olan yabancı adlî imtiyazların kaldırılması ve sınırlanması hedeflenmişse de bu çabalardan beklenen netice elde edilememiştir. Bunların yanı sıra karayolu ve demiryolu yapımına ağırlık verilmiş, posta ve telgraf ağı genişletilmeye çalışılmıştır (Lewis, 1998: 179-185). Başarısızlıkla sonuçlanan hürriyet ve meşrutiyet mücadelesi bu dönemde kendi karşıtını oluşturmakta da gecikmedi. Yeni Osmanlıların fikrî çerçevesini oluşturan imparatorluğun devamı ve hürriyet fikri, kısa süre içerisinde birbiriyle çatışır iki ayrı fikir haline geldi. Böylece hürriyet fikrine karşı yeni vaziyet alışlar şekillenmeye başladı. Sınırsız hürriyetin imparatorluğu tehlikeye düşüreceği düşüncesi, fikirde anarşiye karşı disiplin, ekonomide açık gümrüklere karşı himaye ve tekel, edebiyatta realizme karşı ahlakçılık, hürriyete karşı baskı fikri taraftar toplamaya başladı. Yeni görüşleri yayma bakımından ise Ahmet Mithat Efendi’nin (1844-1912) önemli rolü olmuştur. Nitekim kendisi Tanzimat’tan beri giderek artan bir şekilde genişleyen eşitlik ve hürriyet fikirlerinin ve bunlardan faydalanan yabancı sermaye ve azınlıkların doğurduğu ciddi problemler ve tehlikelerin özellikle Abdulaziz’in son dönemlerinde had safhaya ulaştığına bizzat şahit olmuştur (Ülken, 1998: 112,123). Ahmet Mithat Efendi, Yeni Osmanlıların öncelik verdiği fikir ve siyaset hürriyeti veya rejim meseleleri yerine madde ve kültür sahalarında ilerlemeye dair meselelere öncelik vermiştir. Onun düşünce dünyasında “terakki” Batı medeniyetinin dış gelişimi demek olan tekniğe tekabül eder. Rejim ve hürriyet probleminin ise teknik terakkiden yani bilgi ve kültür bakımından Batı seviyesine eriştikten sonra ele alınması gerektiği kanaatini taşır ki bu görüşün Abdülhamid tarafından da benimsendiği açıktır. Bu devirde özellikle basının sansürlenmesine yönelik girişimlerin kaynağında, Batı’dan gelebilecek zararlı fikirlerin içeriye girişini engellemek amacını taşıdığı söylenebilir (Okay, 1989: 8-9). Ancak bu durum Abdülhamid devrinde hürriyet ve meşrutiyet fikirlerinin imparatorluk dışındaki çeşitli merkezlerde gelişmesine sebep olduğu gibi, rejimin ruhuna ve amaçlarına aykırı gelişmelerin de yer altına inmesine yol açıyordu. Özellikle yükseköğretim kurumları her ne kadar sultana sadakatin esas olduğu bir çerçevede yönetilmekteyse de siyasetle ilgili olmayan dersler aracılığıyla Batı’dan gelen fikirler öğrencilerin düşünce dünyalarının şekillenmesinde ciddi tesirler yaratmaktaydı. Zaten bu sebepledir ki rejime karşı ilk ciddi tepkiler Harbiye ile Tıbbiyede patlak vermiştir. Yanı sıra rejimin tüm sansür girişimlerine karşın Tanzimat dönemine kıyasla daha gelişmiş bir basın ve yayın hayatı, gazete sayısındaki artışla birlikte okuyucu sayısının da artışına sebep olmuştur. Siyaset bu yayınlarda sansürlenmiş olsa da onlar aracılığıyla uzun süreli tesirleri daha etkili olacak fikirlerin Batı’dan sızmasına, Batı’nın günlük hayatına dair hususiyetlerin geniş halk kitlelerine sirayet etmesine sebep olmuştur. Bir başka deyişle okuyucular artık basın ve yayın yoluyla macera, seyahat ve polisiye romanları okuyor, icatlarla tanışıyor, yeni bir zihniyet ve düşünce dünyasının kapılarından içeriye giriyordu. Bir bakıma baskı rejiminin kapadığı ön kapıların arkasında açık bırakılan kapılar yavaş yavaş rejimin de sonunu hazırlıyordu. Dinin mutlak gücünün egemen kılınması için II. Abdülhamid tarafından gösterilen çabalar, yeni nesillerin devlet ile din arasında daha kesin bir ayrım yapma yönündeki fikirleriyle çatışmaktaydı. Bu dönem çok sonraları gerçekleşecek olan, Atatürk inkılaplarının da ruhunu oluşturan, din-devlet ayrımı fikirlerinin yeşerdiği bir dönem olarak da nitelendirilebilir. Elbette bütün bunların gerçekleşmesinde sadece baskı rejimini sorumlu tutmak da doğru bir yaklaşım tarzı olmayacaktır. Batılı devletlerin sahip olduğu imtiyazlar (özellikle yabancı postanelerin faaliyetlerine karışamama ve gümrükler) Batı’dan gelecek tesirlere karşı imparatorluğun belki de en korumasız tarafını oluşturuyordu. Fransa ise bu devletlerin başında gelmekteydi (Berkes, :1990: 360-370). Liberal nitelikli siyasal fikirlerin yayılması ve okunmasının yasak ya da kısıtlı olduğu böyle bir düşünce atmosferine Ahmet Mithat ve Cevdet Paşa gibi muhafazakâr yazarlar hâkim olduysa da mevcut şartlar altında, Yeni Osmanlıların politik tavırları ve bıraktıkları siyasal düşünce mirası üzerinden, siyasal hedef açısından benzer beklentileri olan yeni bir siyasal hareket olarak “Jön Türkler” ortaya çıktı. Bu bağlamda Yeni Osmanlı Cemiyeti’ne benzer bir siyâsî cemiyet kurma teşebbüsü 21 Mayıs 1889’da İstanbul’da İbrahim Temo, Abdullah Cevdet, İshak Sükuti, Mehmet Reşit, Hüseyinzade Ali ve Ubeydullah Efendi tarafından “İttihad-ı Osmani” cemiyetinin kurulmasıyla gerçekleşti. Bursa’da maarif müdürüyken 1887 yılında istifa ederek 1889’da Fransa’ya giden Ahmet Rıza’nın pozitivist düşüncelerinin de etkisiyle cemiyetin adı 1894’te “İttihat ve Terakki” olarak değişti. Cemiyet, II. Meşrutiyetin ilanından bir süre sonra siyasal parti olarak hayatını sürdürmüştür. Ahmet Rıza ise cemiyetin Paris şubesinin başkanlığı görevini üstlendi. Daha sonra cemiyetin üyeleri birer birer Avrupa’ya giderek Ahmet Rıza’nın çıkarmaya başladığı Meşveret gazetesi (1895) etrafında toplanmaya başladı. Diğer taraftan İttihat ve Terakki hareketinden bağımsız olarak gelişen Mizancı Murat’ın faaliyetleri de giderek onlara yaklaşmaktaydı. Murat Bey, Mizan Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 318 - gazetesini önce İstanbul’da daha sonra Mısır’da yayınlamaya başlamış, gazetenin Mısır’da yayınlanmaya başlamasıyla da eleştirel tutumu belirginleştirmiştir. Nitekim daha başlangıçta Ahmet Rıza ve Mizancı Murat arasında gerginlikler baş göstermeye başlamıştır. İttihat ve Terakki içerisinde diğer grubu ise başını Prens Sabahattin’in çektiği grup oluşturmaktadır (Ülken, 1998: 125-126,133). Bu dönemde mutlakiyetçi rejime son verme paydasında birleşen ülke içinde ve dışındaki tüm muhalif gruplar “Jön Türkler” olarak anılır olsa da bu birleşmeler aynı zamanda giderek daha da belirginleşen bir kamplaşmaya da sebebiyet vermiştir. Jön Türk kadroları arasında ana tartışma Batılılaşma veya imparatorluğun siyâsî bütünlüğünü koruma hususunda değildi. İmparatorluğu kurtarabilmek için Batılılaşmanın bir gereklilik olduğu noktasında tüm Jön Türkler fikir birliğine sahipti. Uyuşmazlık Batı medeniyetini var eden nedenler ile modernleşmenin kapsam ve yöntemi konusundaki fikir ayrılıklarında ortaya çıkmaktaydı. Bu görüş farklılıkları ise daha sonraki modernleşme çabaları içinde zemin teşkil edecektir (Söğütlü, 2010: 226). Dağınık Jön Türk hareketini bir merkezde toplamak ve müşterek bir program çizmek amacıyla 4 Şubat 1902 günü Paris'te bir toplantı yapıldı. Bu ilk Jön Türk kongresinde iki önemli tezin tartışmaya açıldığı görülmektedir. Bunlardan birincisi ihtilal hareketine askerî kuvvetlerin de katılması gereği üzerineydi. Bu madde üzerinde fazlaca bir tartışma olmadan üyeler tarafından kabul gördü. Ancak esas fikir ayrılıkları tartışmaya açılan ikinci konu üzerinde ortaya çıktı. İhtilalin yapılması ve devamında yabancı devletlerin desteğinin sağlanıp sağlanmayacağına dair olan bu tartışmalar toplantının başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olduğu gibi Jön Türklerin de bölünmesine sebebiyet verdi. Bir tarafta, dış müdahale aleyhtarı görüşün temsilcisi Ahmed Rıza ve onun liderliğindeki “pozitivist-merkeziyetçi” İttihat ve Terakki Cemiyeti, diğer tarafta dış müdahale taraftarı görüşün temsilcisi Prens Sabahaddin ve onun liderliğindeki “liberalistfederalci” çizgideki Teşebbüs-i Şahsî ve Âdem-i Merkeziyet Cemiyetidir (bu cemiyetin gelecekteki varisleri Ahrar ve Hürriyet ve İtilaf Fırkalarıdır). Ancak 27 Arlık 1907’de toplanan ikinci Jön Türk Kongresi’nde tartışılmaya açılmayan dış müdahale konusu, Jön Türklerin bir araya gelerek Abdülhamid’e karşı ortak bir irade de birleşmelerine imkân sağladı (Reyhan, 2008: 125-126). Bu çerçevede fikrî bağlamda Jön Türkler arasında İttihad-ı Anasır, İttihad-ı İslam ve İttihad-ı Millî olmak üzere üç akımın giderek belirginleştiğini söyleyebiliriz (Tatar, 1997: 99). Bir başka ifadeyle unsurların birleşmesini ifade eden Osmanlıcılığın yanında İslamcılık ve Türkçülük fikirleri giderek olgunlaşmaya başlıyordu. Bu fikirler aynı zamanda beraberlerinde bir kimlik de getiriyorlardı. Osmanlıcılık, dini cemaat ayrımına dayanan millet sistemini, imparatorluk vatandaşlığı temelinde devlet ve toprak bütünlüğüne dayanan yeni bir siyasal kimlikle aşmaya çalışmıştır. İslamcılık ise, İmparatorluk topraklarının dışına taşarak tüm İslam ümmetini içeren bütünsel bir kimliğe dayanmıştır. İlk ikisinden farklı olarak Türkçülük ise, bir tarafta kavramsal olarak Osmanlı Devleti ile Türk ulusunu birbirinden ayırmış diğer tarafta da genel Müslüman tanımına ve kimliğine karşılık olarak laik ve etnik bir kimliğin oluşumuna yol açmıştır (Genç, 2007: 152-153). Çoğu kez iç içe geçmiş bir şekilde kullanılan hatta savunucularının dahi kimi zaman saf değiştirmeleri ya da dönemin özel koşulları altında fikirlerini açık açık zikredemediği göz önünde bulundurulursa, bu üç yaklaşımı birbirinden ayırt etmek ve kesin sınırlarla ayırmak oldukça güçleşmektedir. Bu ayrımlar ilerleyen zamanlarda daha da belirgin bir hal alacaktır. 4. II. Meşrutiyet Devri ve İslamcı Fikirlerin Genel Karakteri İttihat ve Terakki Cemiyeti 1906’da Selanik’te subay ve devlet memurlarından oluşan bir grubun (Osmanlı Hürriyet Cemiyeti) katılımıyla güçlenmiş, ikinci Jön Türk Kongresi de ittifakla sonuçlandıktan sonra Abdülhamid’in yönetimine son vermek ve Kanunu Esasi’yi tekrar yürürlüğe koymak üzere harekete geçmişti. İmparatorluk içinde ve dışındaki tartışmalar 6 Temmuz 1908’de ilk isyan hareketini başlamıştır. Balkanlar’da dağa çıkmış subaylar Kanunu Esasi’nin yürürlüğe konulması hususunda bir ültimatom yayınladı. Sultan Abdülhamid Makedonya’daki ayaklanmayı bastıramayacağını anlayınca bu türden hareketlerin önünü almak maksadıyla 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyeti ilan etti. Bu yolla bir süre için de olsa tahtan indirilme riskini bertaraf etmiş oldu (Berkes, 1998: 394). Bu süreçte İttihat ve Terakki Cemiyeti ise 1876 anayasasını yürürlüğe sokup II. Meşrutiyet dönemini başlatarak, anayasal haklara kavuşma, kanun hakimiyetinin ön plana çıkarılması ve mebussan meclisinin kararlarıyla imparatorluğun idare edilmesi gibi hususlar bakımından amacına ulaşmıştır (Karpat, 2008: 25). Aydınların ordu desteğiyle sürüklediği bir hareket olsa da II. Meşrutiyet Osmanlı tarihi içerisinde ki en kapsamlı demokrasi tecrübesi olarak nitelendirilebilir (Tatar, 1997: 46). 1908’de toplum önü alınamayacak bir patlama derecesinde gerginleşmiş durumda idi. Tahmin edemeyeceği kadar çok sayıda ve birbirinden farklı problemle karşı karşıya kalan İttihat ve Terakki ise oldukça sıkıntılı bir sürece girmiş bulunuyordu. Özellikle milliyetçiliğin gayrimüslimler arasında ayrılıkçılık şeklinde yaygınlaşmasının siyâsî birliği tehlikeye sokacağı aşikârdı. Ayrıca ekonominin dış ve yerli birçok Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 319 - farklı grubun hâkimiyetinde olması, sultanın ve sarayın üst bürokrasisinin halen güç ve iktidarını koruması da ayrı problemler olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önünde duruyordu. Aslında başlangıçta kendileri de bir hükümet kurma isteği taşımıyorlardı. Çünkü imparatorluğun içerisinden geçmekte olduğu süreci yönetme bağlamında ihtiyaç duyacakları planlı bir programları bulunmamaktaydı. Nitekim eski saltanat idaresinin önemli bir kısmını iş başında bırakmışlardı (Karpat, 2008: 26-28). En nihayetinde ise bir sorunlar yumağının ortasında 31 Mart 1909 olayı hem cemiyetin hem de imparatorluğun geleceğini şekillendiren bir vaka olarak ortaya çıkmıştır. Bu olayı ortaya çıkaran hususlar üzerindeki tartışmalar halen devam etmekle birlikte, sürecin bu yönde ilerlemesine tüm bu karmaşa ortamını besleyen unsurların bir bileşkesinin sebep olduğunu söyleyebiliriz. II. Meşrutiyet dönemi, Batı karşısında giderek gücünü yitiren Osmanlı İmparatorluğu’nun 18. yüzyılın sonlarından itibaren başlattığı ıslahat hareketlerinin Tanzimat ile devam eden ve sonrasında I. Meşrutiyet ile süren yaklaşık iki asırlık yolculuğunun ürünü olarak değerlendirilmelidir. Daha önceleri devlet eliyle yürütülen bu ıslahatlar, Tanzimat ile birlikte bir çeşit aydın-bürokrat grubunun elinde şekillenirken, bu çalışmalar özellikle I. Meşrutiyet’in ilanıyla başlayan süreçle birlikte fikrî dinamizmi sağlayan unsurlar baskı altında da olsa daha bağımsız bir aydın zümresinin elinde şekillenmeye başlamıştır. II. Meşrutiyet döneminin getirdiği hürriyet ortamı ise fikirlerin daha serbestçe yayıldığı, tartışıldığı ve taraftar topladığı bir dönem yaratmıştır. Elbette bu durum bazı açılardan imparatorluğun siyâsî bütünlüğü aleyhinde sonuçlar doğurmuş olmakla birlikte ve her ne kadar daha sonraki dönemlerde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin daha katı bir irade sergilediği bilinse de günümüz siyasal ve düşünsel fikir akımlarının şekillenmesinde önemli etkileri olduğu reddedilemez. Yaşanan siyâsî ve fikrî hareketlilik içerisinde Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık, Âdem-i Merkeziyetçilik, Batıcılık gibi isimlerle anılan birçok akım, bir yandan birbirine nüfuz ederek bir yandan da sınırlarını belirginleştirerek daha sistematik fikirlere sahip görünümlerine kavuşmaya başlamışlardır. Çoğu kez çeşitli kısıtlamalarla anılıyor olsa da I. Meşrutiyetin ardından gelen dönemde sağlanan fikrî ve kültürel birikim, II. Meşrutiyet’in ilanıyla gün yüzüne çıkmış, bu ortam içerisinde İkdam, Sabah, Tercüman ve Saadet gazetelerin satış rakamı 40.000, 60.000 gibi rakamlara ulaşmıştır. İlk iki ayda iki yüzden fazla gazete yayın izni almıştır. 1908-1909’ da 353, 1910’da 130, 1911’de 124, Balkan savaşının çıktığı 1912 yılında 45, 1913’de 92, 1914’de 75, 1915’de 6, 1916’da 8, 1917’de 114, 1918’de 71 süreli yayının basın hayatına adım attığı düşünülürse dönemin canlılığının ne denli yüksek olduğu görülebilir (Gürsoy, 2008: 209). Dönemin bu canlılığı içerisinde dolaşımda olan fikirlerden biri olarak İslamcılık, siyasal ve düşünsel bir kurtuluş ideolojisi şeklinde kendini göstermiştir (Mert, 2005: 412). Bu Bağlamda İsmail Kara (1986: 1) İslamcılığı, “19. ve 20. yüzyılda, İslam’ı bir bütün olarak yeniden hayata hakim kılmak ve akılcı bir metotla Müslümanları, İslam dünyasını, Batı sömürüsünden, zalim ve despot yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak; medenileştirmek, birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist, modernist ve eklektik (seçmeci) yönleri baskın olan siyâsî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların, teklif ve çözümlerin bütününü ihtiva eden bir hareket” olarak tarif etmektedir. İslamcıların öne sürdükleri fikirler bağlamında, genel anlamda Batılılaşmaktan ve hatta daha ağırlıklı olarak medeni unsurları almak yönü öne çıkan bir Batılılaşma fikrinden yana oldukları söylenebilir. Buna göre Batı’nın medeni, ilmî, sınai, teknik üstünlükleriyle İslam’ın kültürel ve ahlâkî özellikleri birleştirildiğinde ortaya çıkacak bileşim Müslümanların büyük ölçüde işine yarayacaktır. Bu usulü hadislerle ve peygamberin yaşamından örneklerle destekleyerek meşrulaştırma gayreti içerisine girmişlerdir. Yöntemin meşrulaştırılması bağlamında ayrıca bugün Batı’nın sahip olduğu yüksek değerlere İslam’ın zaten sahip olduğu, fakat bunların zamanla unutulduğu veya unutturulduğu gibi düşünceler de eşlik etmiştir. Bu görüşlerine karşılık özellikle İslamcıların daha çok savunma durumunda kaldıkları görülmektedir. Nitekim İslamcıların “nereden başlamalı” sorusuna verdikleri cevap üzerinde de karar birliği içerisinde oldukları söylenemez. İçlerinden bir kısmı öncelikli olarak hürriyet ve inkılap talepleriyle yola çıkmakta bir diğer kısım ise önce müesseslerin kurulmasını, ardından insanların belirli bir eğitim anlayışına göre yetiştirilmelerini ancak bundan sonra inkılapların yapılabileceği tezini savunuyordu. Bütün bu belirsizliklere ve güçlüklere rağmen, siyâsî şartların süratle Batı lehine değişmesi onları “İslamiyet man-i terakki değildir”, “Kabahat İslam’da değil Müslümanlarda”, “İslamiyet medeniyetin hamisidir”, “Hikmet müminin yitik malıdır, nerde bulursa onu alır” gibi sloganlarla bir an önce yola çıkmaya zorlamıştır (Kara, 1986: 8-12). İlk nesil İslamcılığın pratik bir sebepten dolayı ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Özellikle Tanzimat Fermanı’ndan sonra 1856 yılında ilan edilen Islahat Fermanı’nın yaratmış olduğu ortamda, tümüyle olmasa bile Islahatla birlikte doğan aleyhteki konjonktüre karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştı (Bulaç, 2005: 48). Biri Tanzimat’ta olmak üzere Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan siyâsî akımlardan ilk ortaya çıkan Osmanlıcılık olup onu 19. yüzyılın sonlarına doğru İslamcılık ve ardından Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 320 - Türkçülük izlemiştir. Bu süreçte bir Tanzimat ideolojisi olarak ortaya çıkan Osmanlıcılık I. Meşrutiyet’in ilanına kadar etkinliğini sürdürmüş, Ali Paşa’nın ölümü ve daha sonra II. Abdulhamid’in Mithat Paşa ve ekibini tasfiyesi ile önemini yitirerek yerini İslamcılığın yükselişine bırakmıştır (Kaçmazoğlu, 2013b: 137). Bu sebeple imparatorluk sınırları içerisinde İslamcılık hareketini bir kurtuluş reçetesi olarak Osmanlıcılık hareketinin devamı, milliyetçilik ve bir ölçüde Türkçülük hareketlerinin öncesi şeklinde ele almak gerekir. Bir Osmanlı milleti oluşturma projesi özellikle II. Meşrutiyetin ilanından sonra pratikteki geçerliliğini yitirdikten sonra Osmanlıcılık hareketi de verimsiz bir hal aldı. Bu durum karşısında devlet ve bir kısım aydınlar II. Meşrutiyetin ilanından önce bile itthadın sınırlarını daraltmak suretiyle imparatorluğu kurtarmak için geri adım attılar. Böylece unsurların birleşmesi demek olan “ittihad-ı anasır”dan “ittihad-ı İslam”a çekildiler. Abdulaziz’in son dönemlerinde (1872) kullanılmaya başlanan İslamcılık, başlı başına bir politika olarak II. Abdulhamid döneminde benimsendi. Ancak bir fikir hareketi olarak zikredilmesi, ilk çıkışından 40 yıl sonra II. Meşrutiyet devrinde başyazarı Akif olan Sırat-ı Müstakim’in yayın hayatına başlamasıyla gerçekleşmiştir. II. Meşrutiyeti müteakip İslamcılar tarafından çıkarılan dergilerde Abdulhamid aleyhinde ve hatta İttihat Terakki lehinde ifadeler yer almıştır. Ancak mevcut şartlar giderek Müslüman unsurların birliği zeminini de imkânsız kılacak bir hal almaya başlamıştı. Nitekim meşrutiyetten hemen sonra Mısır ve Suriye başta olmak üzere Arap-İslam dünyasında Arap Milliyetçiliği güden gruplar ve cemiyetler batılı devletlerin güdümünde ortaya çıkmaya başladı. Ayrıca 1910’daki Arnavut isyanında Müslüman Arnavutların milliyetçi Arnavutları desteklemeleri İslamcıları büyük bir hüsrana uğrattı. 1912’de Balkan savaşlarının ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de Türkçülüğe ve Türk Milliyetçiliğine doğru bir yönelime girişi Sırat-ı Müstakim ekibinin de dağılmasına doğru bir gidişata sebebiyet verdi. 1911’de yayın hayatına başlayan Türkçü ve milliyetçi Türk Yurdu dergisinin kurucusu Yusuf Akçura ve yazarlarından Ahmet Ağaoğlu ilk kuruluşundan itibaren Sırat-ı Müstakim’de de yazmaktaydılar. Daha önce Sırat-ı Müstakim’in Musa Kazım, Mehmed Şemseddin Günaltay, Halim Sabit gibi önemli isimleri de 1913’te çıkan İslam Mecmuası’nda yazamaya başladılar ve Türk Yurdu ile Sırat-ı Müstakim arasında kendilerine bir yer bulmaya çalıştılar. Nitekim İslamcı-Türkçü olarak anılacak olanlar da bunlardır. 1918’de Birinci Dünya Savaşı bittiğinde “İslam Milleti” fikri tüm maddi dayanaklarını kaybetmiş ondan geriye sadece İslam’la takviye edilmiş bir milliyetçilik kalmıştır (Kara, 1986: 13-17). Zaten yaygın kanaatin aksine, Türkçülük ve İslamcılık akımları hiçbir zaman birbirinin düşmanı veya rakibi olmamıştır. En azından 1911-1912’ye yani imparatorluk sınırları içerisinde Müslüman unsurlar özellikle Arnavutlar ve kısman Araplar arasında ayrılıkçılık hareketleri hız kazanana kadar ortak zeminlerde iş birliği içerisinde olmuşlardır. 1912-1913 yıllarından itibaren birbirilerini eleştirmeye başladıkları zaman ise aralarındaki tartışmalar, teorik/teolojik olmaktan ziyade imparatorluğun bekasından duyulan iç ve dış siyâsî endişelere yöneliktir. İslamcılar, Arnavut ve Arap ayrılıkçı hareketlerinin başladığı bir dönemde Türkçülüğün “yeryüzündeki son İslam devletini” yıkılmaya götüreceği eleştirisini yapmışlardır. Ancak 1916’da Arap isyanıyla karşılaştıktan ve savaşın son döneminde bütün Arap toprakları elden çıktıktan sonra İslamcı kanattaki eleştirilerin aniden kesildiğini görmekteyiz (Çetinsaya, 2005: 420). Her ne kadar bu başlık altında İslamcılık hareketinin çerçevesini genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışmış olsak da dönemin siyasal ve düşünsel fikir hareketlerinin her biri için geçerli olmak üzere tam bir çerçeveye oturtma imkânı belirli sınırlılıklarla karşı karşıyadır. Çünkü her bir akımın önemli temsilcileri olarak zikredilen isimlerin dahi tek tek ayrıntılı bir incelemesinde mensubu sayıldıkları akımla benzeşen ve benzeşmeyen fikirlere sahip olduğu görülebilmekte, yaşadığı dönemin hassasiyetleri bağlamında çözüm önerilerinin yeniden ve yeniden şekillendiği görülmektedir. 5.Volkan Gazetesi ve İslamcılık Anlayışı Üzerine Bir Değerlendirme Volkan Gazetesi yayın hayatına 11 Aralık 1908 tarihinde başlamıştır. 20 Nisan 1909’daki kapanışına kadar her biri dört sayfa olan 108 sayı çıkmıştır. Gazetenin adı bütün sayılarda “Volkan” olarak kalmış, 23. sayıya kadar “İnsaniyete hadim dini siyâsî yevmi gazetedir” başlık alt yazısı ile 48. sayıdan sonra ise (17 Şubat 1909) “İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin mürevvic-i efkarı” başlık alt yazısıyla çıkmıştır (Düzdağ, 1992: xi-xii). Derviş Vahdeti gazetede “sahib ve müdir”, “sahib ve müdür-i mes’ulu”, “sahib-i imtiyaz ve sermuharriri” gibi sıfatlarla anılırken, bütün sayılarda Derviş Vahdeti’nin yazıları bulunmaktadır. 70. sayıya kadar sadece Vahdeti’nin yazılarından oluşan gazete 70. sayıdan sonra muhtelif sayılarda 2-15 arasında yazısı olan toplamda 29 farklı yazarın kaleme almış olduğu yazılar bulunmaktadır. Geriye kalan 100’den fazla imza sadece birer kere görülmektedir. Ancak yazıların birçoğu yine imzasız olup bu yazılarında Vahdeti tarafından kaleme alındığı anlaşılmaktadır. Gazetede 10’dan fazla yazısı olan sadece üç isim bulunmaktadır. Bunlar Bediüzzaman Said Kürdi, Faruki Ömer, Kesriyeli Müftüzade ve Mehmed Sıdkı’dır (Düzdağ, 1992: xiv-xv). Derviş Vahdeti hayat hikâyesi hakkındaki ayrıntılı bilgileri Volkan Gazetesi’nin 17. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 321 - ve 18. sayılarında her ikiside “Halife-i İslam Abdulhamid Han Hazretlerine Açık Mektup yahud Maraz-ı Millet” başlıklı olan yazılarda vermiştir. Bu yazıları kaleme almasındaki maksadın, kendisinin ve dolayısıyla Volkan Gazetesi’nin fitne, fesat ve hatta hıyanet içerisinde olmadığını ifade etmek olduğu anlaşılmaktadır. Volkan gazetesi 11 Aralık 1908 günü amacı insanlığa hizmet olarak takdim edilen ve gerek görülen birçok yerde dini ve siyâsî olarak nitelendirilen bir çizgide yayın hayatına başlamıştır. Çıkışında dönemin karakteristiği olan hürriyet arayışlarının etkili olduğu ve hürriyet kısıtlamalarına karşı mücadele edileceği şu cümleler ile belirtilmektedir (Düzdağ, 1992: 20): “Hürriyet vadilerinde yuvarlandığımız devirlerin tesiridir ki: Volkan intişar etti, mesleğimizde itidal tabiidir. Lakin hakka tecavüz edildikçe Volkan’ın feveran etmemesi mümkün değildir…”. Volkan gazetesinin, hak ve hürriyetlerin teminatı olduğuna dair fikrî iddiasını, dönemin diğer yayın organlarından biri olan “Tanin” gazetesinin Ahrar Fırkası’na atıfla yapmış olduğu bir haberin eleştirisinde de görebilmekteyiz. “Hileler, Hud’alar yahut Fırka-ı Ahrar’a Hücüm” başlıklı yazısında, Tanin gazetesinin Ahrar Fırkası’na atıfla, mecliste bir de sosyalist fırkası bulunduğuna dair yaptığı haber konu edilmekte ve Ahrar Fırkası hakkında yürütülen bu propaganda ve iftiralara karşı seslerini yükseltmemelerinin mümkün olmadığı belirtilmektedir. Bu ve benzeri durumlara karşı, haksızlığa uğrayanlar hangi kesimden olursa olsun, mücadeleyi kendilerine görev bildikleri belirtilmiştir (Düzdağ, 1992: 21). Volkan gazetesinin İttihad-ı İslam taraftarı olduğu ise muhtelif sayılarda açık olarak belirtilmektedir. Gayesi İttihad-ı İslam’a hizmet olan ve insanlığın selametini ilahi ahlakta gören bu anlayış, imparatorluk içerisinde yayın yapan bir Rum gazetesi olan “Proudus”un “Kiliseler Kovuluyor” başlıklı yazısına atıfta bulunarak bu husus da ki görüşlerini dile getirmektedir. Proudus’un gerektiğinde Osmanlılıktan bahsettiği ve Yunanlılığı reddettiği halde, manastırların gasp olunmasından, öğrencilerin yaralanmasından, öğretmenlerin kötü muameleye uğramasından, ibadet edenlerin hor görülüp aşağılanmasından söz ederek aslında dini bir silah olarak kullandıklarını, bu yolla birlik sağlayıp bu unsurların imparatorluk bünyesinden koparılmaya çalışıldığını göstermek istemekte ve buradan da dikkatleri ittihad-ı İslam’ın gerekliliği üzerine toplamaya çalışmaktadır. Aynı yazıda eleştirilerin dozu “Görüyor musunuz? Ey alem-i İslamiyet! Elenizm davası sürenler, kucağımızda beslediğimiz yılanlardır.” diyerek artırılsa da Müslüman olmayan unsurlara Osmanlılığa sadık kaldıkları müddetçe hem içerden hem de dışardan gelebilecek tehditlere karşı himaye olunacağı teminatı verilmektedir (Düzdağ, 1992: 106). Bu görüşleri itibariyle Volkan gazetesinin fikrî çerçevesinde Osmanlıcılıkla iç içe geçmiş bir İslamcılık anlayışı olduğu söylenebilir. Volkan gazetesinin Osmanlıcılıkla iç içe geçmiş İslamcılık anlayışı, dönemin çeşitli cemiyetleri hakkındaki kanaatler hususunda yazılan bir yazıda da görülebilmektedir. Bahse konu olan bu cemiyetlerden İttihad ve Terakki, meşrutiyeti meydana getirmek ve ıslahatlar yapmakla, Fırka-ı Ahrar’ı, her kesimden insanı bünyesine dahil ederek, gizli ya da açık olmayan hiçbir niyet taşımadığını göstermekle, Cemiyet-i İlmiye ise çeşitli milletlere mensup tüm İslam unsurlara kucağını açmak olarak gösterilen birtakım kanaatlerle övülmektedir. Ancak “İhaü’l Arabi Cemiyeti”nin kapılarını sadece Arap milletinden olanlara açtığından ötürü eleştirmekte ve bu cemiyetin gizli amaçları olduğuna vurgu yapılmaktadır (Düzdağ, 1992: 107-109). Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti meşrutiyetin ilanı bağlamında övülürken, herkesi ittihadına kabul etmeyişi sebebiyle de eleştirilir. İmparatorluk genelinde çeşitli cemiyetlerin oluşumuna da İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin bu yaklaşımının sebebiyet verdiği vurgulanır. Bilhassa Kürtlerin, Çerkezlerin ve Arapların bu türden arayışlara girmesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti sorumlu tutulur. Bu sebeple İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin daha kuşatıcı bir tarzda yeniden yapılanması gereğine işaret edilir ve cemiyete bazı kusurlara müsamaha gösterilmesi gerektiği yönünde çağrıda bulunulur (Düzdağ, 1992: 23). Pozitivistleri ele alan bir yazı da ise pozitivistler “maddeten ve fennen müsbet hakayıka inananlardır” şeklinde tanımlanmaktadır. “Hakikatperestlik” fikri ile yaşayan bu insanların, dindarlık davasında olduklarını söyleyip taklitten öteye geçemeyenlere göre daha üstün olduğu kabul edilmektedir. Pozitivistlerden insanlığın en azından maddeten istifade edebileceği, Mukallid (taklit eden) dindar olarak tanımlanan insanlardan ise hiçbir fayda sağlanamayacağı belirtilmektedir. Bunlar din için ölmek bir yana, günlük rahatlarından bile vazgeçmekte zorlanacak insanlar olarak tanımlanmaktadır (Düzdağ, 1992: 208-209). Ahrar Fırkası ve Prens Sabahattin hakkında daha açık ve net ifadelerin yer aldığı bir başka yazıda âdem-i merkeziyetin bizde tatbik olunamayacağına dair görüşlerin tutarsızlığı üzerinde durulmaktadır. Savunulan fikre göre âdem-i merkeziyet anlayışının dönemin koşulları içerisinde uygulanabilirliği pek mümkün görülmemektedir. Ancak eğitimin nitelikli bir süreçten geçerek ilerlediği ve her ferdin Osmanlılık için yaşamayı ve ölmeyi bir vazife olarak gördüğü gün bu fikrin de uygulamada yer bulabileceği savunulur. Bu aşamaya ulaşıldıktan sonra meclis-i idareler yerine daha küçük meclis-i mebusanlar, mektebi aliyeler, fabrikalar, büyük ticarethaneler, otomobiller, tersaneler, eğitimli ordular ortaya çıkma ve gelişme imkânı Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 322 - bulabileceklerdir denilmektedir. Âdem-i merkeziyet anlayışı sayesinde gelişecek olan vilayetler arası rekabetin böyle bir sonucu ortaya çıkaracağı düşünülür (Düzdağ, 1992: 66-67). Gazetenin çeşitli sayılarındaki din ya da İslamiyet bahislerinde dikkati çeken bir diğer özellik ise, bunların daima din-kavmiyet ya da İslamiyet-kavmiyet şeklinde ele alındığıdır. Kavmiyete dönemin hususi özelliği ve imparatorluk içerisinde farklı etnik kökenlere sahip unsurların bulunuşu sebebiyle fazlaca dikte edici karşı bir tutum benimsemekten ziyade, kavmiyetin eksik bir anlayış olduğuna daha fazla dikkat çekilmektedir. Bu anlayışa göre kavmi ve millî birlik yalnız dünyevi faydalar veya menfaatler sağlarken din birliğinin, diğerinin eksik kaldığı manevi faydaları, menfaatleri de sağlayacağı belirtilmektedir. Ayrıca açık bir şekilde örneklendirilmektedir ki, farklı ülkelerde yaşayan aynı kavme mensup kişilerden birinin ötekini himaye etmesi sadece milliyet fikri ile olurken, farklı coğrafyalarda farklı milliyetlere mensup ancak aynı dine tabi olan kimselerden birinin ötekini himaye etmesi ancak İttihad-ı İslam yolu ile gerçekleşebilecektir. İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin kuruluşunun da bu bağlama oturtulduğunu, özelde dünyanın her neresinde olursa olsun bir Müslümanın hukukunu korumanın, daha geniş bir çerçevede ise tüm İslam âleminin hukukunu koruma gayesini taşıdığı izah edilmektedir (Düzdağ, 1992: 238-239). Burada dinin, kavmiyetten doğan itilafları ortadan kaldıracağına dair bir inancın ağırlığı etkisini hissettirmektedir. Böyle bir anlayışın temelde, kavmiyete karşı olunmasından ziyade, dinin onu aşan birleştirici yönüne yapılan vurgu ile şekillendiğini söyleyebiliriz. İmparatorluğun mevcut sorunlarından kurtulabilmesi ve ilerlemenin meydana gelebilmesi için İttihad-ı Umumi’nin şart olduğu ve bunun sağlanabilmesinin ise ancak din yoluyla sağlanabileceğine dair yapılan vurguyu pekiştirebilmek için çoğu kez batılılaşma çabalarının yüzeysel kalan yönlerine ve Batılı devletlerin İttihad-ı Umumiyi gerçekleştirmek için izlediği yol ve yöntemlere değinmektedir. Yalnız modacılıkta ve nefsi şehvetlerde Batıyı taklit etmenin millî haysiyetimizi ayaklar altına almaktan ibaret olacağını, aslında onlar gibi şirketler, fabrikalar meydana getirerek, sanat ticaret ve ziraat gibi alanlarda Batılılar gibi teşekküller oluşturarak imparatorluğun kurtuluşuna vesile olunabileceği belirtilir. Ancak bütün bunların sağlanabilmesi ise genel birliğin oluşturulabilmesi ile mümkün olacaktır. Kuvvetlerin bir araya gelmesi ön şart olarak kabul edilmektedir. Nitekim Batı bunun farkında olduğundan öncelikle birliğin sağlanmasının çarelerini aramış, ruhban okullarını çok büyük harcamalardan bile sakınmadan tesis etmişlerdir denilmektedir. Bu sebeple ekonomik olarak güçlenmedikçe, birbirimiz aleyhinde çalışmaktan kendimizi kurtaramadığımız sürece hakiki bir ilerlemenin sağlanmayacağına vurgu yapılmaktadır (Düzdağ, 1992: 516-518). Bu görüşlerin aynı zaman da Batı karşısında olumsuz bir tavır takınmaktan öte, Batı’nın izlediği yol ve yöntemler bağlamında imparatorluk için örnek teşkil edeceğine dair görüşün izlerini taşımakta olduğu söylenebilir. Düyun-i Umumiye üzerine kaleme alınmış bir yazıda bu kurumun “devletin göğsüne çökmüş bir kabus-i bela” olarak nitelendirildiği görülmektedir. Ülkenin adeta bir batı sömürgesi haline getirildiği bizzat dile getirilmekte ve kurumdaki harcamaların keyfiliği, lüzumsuzluğu ve abartılılığı dile getirilmektedir. Her ne kadar içerisinde bizden olanlar bulunsa da bunların Batı’nın baskısı altında olduğunu bu sebeple çözüm üretemediklerini, milletin bir an önce hukukunu aramaya yönelmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bu görevi yerine getirecek olan ise meclis olarak belirtilmektedir (Düzdağ, 1992: 154). Sonuç 18. Yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu’nda görülen, Batının askerî kurumlarının ve silah gücünün imparatorluğa nasıl getirilebileceğinin yollarını arama şeklinde kendini gösteren ilk Batılılaşma hareketleri, aynı zamanda Batı’nın üstünlüğünü kabul etme ve siyaset değişikliğine giderek savunmaya çekilmenin bir temsili olarak da görülebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nda görülen bu yönelimin dönemin kendine has koşullarından kaynaklanan bir bakıma zaruri bir ihtiyaç halinde ortaya çıktığı söylenebilir. Aynı yüzyılın son çeyreğinde ise hızlanan çöküş ile birlikte, Batı’yı model alma ve devletlerarası sahnede yeniden etkin konuma gelmek üzere, Batı’dan müttefik veya müttefikler bulma ihtiyacı da şiddetlenmiştir. Bu ittifak hareketlerine ve dar bir çerçevede başlayan Batılılaşma hareketlerine kimi zaman Fransa ve İngiltere, kimi zaman da Almanya gibi batılı devletler birer merkez ve model olarak alınmıştır. Tüm iç ve dış meselelerde Batı’nın rehberliğine başvurma hatasına düşen Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Batılılaşma çabaları, ilerleyen zamanlarda ise açık bir şekilde Batı’nın müdahaleleri şeklini almaya başlamıştır. III. Selim döneminden başlayarak imparatorluğun yıkılışına kadar geçen süreçte ortaya çıkan ve daha sonra Cumhuriyet Türkiye’sine miras kalan siyasal ve düşünsel fikir akımlarının da böyle bir dönemde filizlenmeye başladığı görülmektedir. Dolayısıyla Tanzimat ile birlikte ortaya çıkan, dinî cemaat ayrımına dayanan millet sistemini imparatorluk vatandaşlığı temelinde, devlet ve toprak bütünlüğüne dayanan yeni bir siyasal kimlikle aşmaya çalışan Osmanlıcılık akımı gibi İslamcılık ve Milliyetçilik akımları da Batılılaşma çabalarıyla bağlantılı bir süreçler bütünü içerisinde gündeme gelmiştir. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 11 Sayı: 56 The Journal of International Social Research Volume: 11 Issue: 56 - 323 - İslamcılığın Osmanlı İmparatorluğu’nda aktif bir siyaset olarak izlendiği dönem II. Abdulhamid dönemi olmuştur. Siyasal ve düşünsel bir akım olarak İslamcılık bu dönemde, imparatorluk topraklarının dışına taşarak tüm İslam ümmetini içerecek şekilde bütünsel bir kimliğe dayanan kurtuluş reçetesi şeklinde uygulamaya sokulmuştur. İslamcılık, İslam’ı bir bütün olarak yeniden hayata hâkim kılmak prensibi çerçevesinde şekillenmiş olsa da Batı’dan yüz çevirmiş, onun ilim ve tekniğinden vazgeçmiş değildir. Bu bağlamda Batı’nın medeni, ilmi ve teknik kapasitesiyle İslam’ın kültürel ve ahlâkî özellikleri birleştirildiğinde ortaya çıkacak bileşimin, imparatorluğun kurutuluşuna çare olacağı düşünülmektedir. İki meşrutiyet arası dönem milliyetçilik anlayışının da giderek şekillenmeye başladığı ve çözüm önerileri arasında yer almaya başladığı bir dönem olarak kabul edilmelidir. Nitekim Batı kaynaklı fikirlerin, I. Meşrutiyet ve II. Meşrutiyet arasındaki zaman dilimi içerisinde, serbest bir şekilde imparatorluk içerisine girdiği ve dolaşıma tabi olduğu bilinmektedir. II. Meşrutiyetin ilanından sonra ortaya çıkan hürriyet ortamında ise Osmanlıcılık, İslamcılık ve milliyetçilik olmak üzere aslında her üç anlayış da birlikte var olmuştur. Yine de imparatorluğun dağılma süreçleri boyunca, siyasal ve düşünsel fikir hareketlerinin etkinliği bakımından, Osmanlıcılıktan İslamcılığa oradan da Milliyetçiliğe doğru giden bir çizginin bulunduğunu söyleyebiliriz. Dönemin İslamcılık anlayışına dair izlerin tespit edilebileceği bir kaynak olarak incelemeye tabi tuttuğumuz Volkan Gazetesi, 11 Aralık 1908 günü yayın hayatına başlamıştır. Tam ve aynen metni üzerinden çevirisi yapılarak yayına hazırlanmış olan sayılarından elde ettiğimiz bilgilere göre Volkan Gazetesi, İttihad-ı Muhammedî Fırkası’nın resmî kuruluş tarihi 5 Nisan 1909 olmasına rağmen (Tunaya, 1988: 182), 17 Şubat 1909 tarihli 48 numaralı gazetede İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti’nin nizamnamesini yayınlanmış ve bu tarihten itibaren fırkanın resmî yayın organı olarak faaliyet göstermiştir. Yayına hazırlayanın da belirttiği gibi yayınlanan yazıların çoğu imzasız olmakla birlikte bunların Derviş Vahdeti’ye ait olduğu anlaşılmaktadır. İncelemelerimizde Volkan gazetesi, Derviş Vahdeti’nin serbestçe fikir beyan ettiği ve şahsıyla temsil edilir hale soktuğu bir yayın izlenimi bırakmıştır. Volkan Gazetesi’nin aslında sanıldığı gibi salt İslami söylemi olmayan, evrensel barıştan söz eden, ittihatçıların katkılarından söz etmekle beraber eleştirmekten geri kalmayan, âdem-i merkeziyetçi fikirlere dönemin şartları itibariyle uygulamada yer açmasa bile büyük önem atfeden, Müslüman olmayan unsurlara Osmanlıcılık çatısı altında birleşmeyi teklif eden ve milliyetçilik anlayışlarını tenkit eden, oldukça geçişken sınırlara sahip bir anlayışı temsil ettiği söylenebilir. KAYNAKÇA Abadan, Yavuz (1957). Osmanlı İmparatorluğunda Anayasa Sistemine Geçiş Hareketleri. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Ankara: A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları., C. 14, S. 1-4, s. 3-37. Berkes, Niyazi (1990). Türkiye’ de Çağdaşlaşma. İstanbul: Doğu-Batı Yayınları. Bulaç, Ali (2005). İslam’ın Üç Siyaset Tarzı veya İslamcıların Üç Nesli. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık, Ed. Tanıl Bora-Murat Gültekingil, İstanbul: İletişim Yayınları, C. 6, s.48-67. Çetinsaya, Gökhan (2005). İslamcılıktaki Milliyetçilik. Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce İslamcılık, Ed. Tanıl Bora-Murat Gültekingil, İstanbul: İletişim Yayınları, C. 6, s.420-468. Dinçer, Nahid (1988). Türkiye’ de Kültür Buhranı. İstanbul: Kayıhan Yayınları. Düzdağ, Ertuğrul (1992). Volkan Gazetesi 11 Aralık 1908-20 Nisan 1909 Derviş Vahdeti Tam ve Aynen Metin Neşri, İstanbul: İz Yayıncılık. Genç, Ernur (2007). Tanzimat’tan Cumh



.İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi1 Sorumlu Yazar/ Corresponding Author: Şenol Gündoğdu Arş. Gör. Dr. Afyon Kocatepe Üniversitesi senolg@aku.edu.tr 0000-0001-6430-4386 Öz Bu çalışma İkinci Meşrutiyet döneminin iki önemli akımı olan İslamcılık ve Türkçülük arasındaki ilişkiye millet ve milliyetçilik kavramları bağlamında odaklanmaktadır. İkinci Meşrutiyet’in ilk yıllarında dönemin en önemli İslamcı dergisi Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad etrafında toplanan İslamcılar ve Türkçüler 1912 sonrasında farklı milliyetçilik anlayışları yüzünden fikir ayrılığına düşmüşlerdir. İslamcılık akımı, Osmanlı Devleti’nin selameti için İslami kimliğin ön planda olduğu bir toplum fikri peşindedir. Türkçülük ise Müslüman kimliğin Türklüğün bir parçası olduğu ancak Türk kimliğinin baskın olduğu bir düzen fikrini savunur. Bu nedenle iki akım arasındaki fikir ayrılığının ana sebebi millet anlayışlarının ayrışmasıdır. Bu çalışmanın odak noktası bahsi geçen fikir ayrılığının İslamcı tarafını ele almak olacaktır. Bunu yapabilmek için de Sırat-ı MüstakimSebilürreşad dergisinde yer alan millet ve milliyetçilik meselesiyle ilgili yazılar Türkçülük eleştirisi kapsamında incelenmiştir. İslam’ı yeniden canlandırmak ve güçlendirmek düsturu üzerine inşa edilen İslamcılık ideolojisi her ne kadar Türkçülük özelinde etnik milliyetçilikleri eleştirse de son tahlilde modern öncesi ümmet fikrini millileştirerek milliyetçi bir tavır sergiler. Anahtar Kelimeler: İslamcılık, Türkçülük, İkinci Meşrutiyet, Türk Düşünce Tarihi JEL Kodları: N40, N95 Turkism criticism of Islamism in the Second Constitutional period Abstract This study focuses on the relationship between Islamism and Turkism, which are two important movements of the Second Constitutional Period, in the context of nation and nationalism concepts. Islamists and Turkists, who gathered around Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad, which is the foremost Islamist journal of the period, dissented because of different nationalism mentalities after 1912. The Islamist movement pursues the idea of a society in which the Islamic identity is at the forefront for the salvation of the Ottoman Empire. On the other hand, Turkism defends the idea of order in which Muslim identity is a part of Turkishness, but Turkish identity is dominant. Therefore, the main reason for the divergence between the two movements is the dissociated nation understandings. The focus of this study is to discuss the Islamist side of the divergence. To do this, articles in the Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad journal regarding the issue of nation and nationalism were examined within the scope of Turkism criticism. Although the ideology of Islamism, built on the principle of reviving and strengthening Islam, criticizes ethnic nationalism in particular, in the final analysis, it adopts a nationalist attitude by nationalizing the pre-modern idea of the ummah. Keywords: Islamism, Turkism, Second Constitutional Period, Turkish Intellectual History JEL Codes: N40, N95 1 Bu çalışma yazarın 2014 yılında Prof. Dr. Özer Ergenç’in danışmanlığında Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı’nda tamamladığı “Nation and nationalism according to Islamists during second constitutional period, A case study: Sirat-i Müstakim-Sebilürreşad” başlıklı yüksek lisans tezinden türetilmiştir. KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 34 Extended Summary This study focuses on the relationship between Islamism and Turkism, which are two important movements of the Second Constitutional Period, in the context of nation and nationalism concepts. After the re-declaration of the constitutional monarchy, four ideologies/movements became dominant in the Ottoman Empire: Ottomanism, Islamism, Turkism, and Westernism. Islamism emerged as a reactionary ideology against Western threats toward the “backward” Islamic world and the Ottoman Empire. This ideology sought to establish genuine Islam by looking back into original sources and the Golden Age (Asr-ı Saadet). This process aimed to revitalize the Islamic world and unite Muslims against Western threats. As an Islamist journal in the Second Constitutional Period, Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad presented an Islamic modernist understanding dependent on the revival of Islam and the Ottoman Empire with reference to real Islam against the Western threats. The political condition of the Second Constitutional Period made available hybrid ideologies. In such an atmosphere, different ideologies met under the rubric of imperial salvation. Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad journal was one such meeting point for these ideologies, except for Westernism, but its Islamist side was most intense. Islamists and Turkists, who gathered around Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad, which is the foremost Islamist journal of the period, dissented because of different nationalism mentalities after 1912. The Islamist movement pursues the idea of a society in which the Islamic identity is at the forefront for the salvation of the Ottoman Empire. On the other hand, Turkism defends the idea of order in which Muslim identity is a part of Turkishness, but Turkish identity is dominant. Therefore, the main reason for the divergence between the two movements is the dissociated nation understandings. Undoubtedly, nationalism, which is a modern phenomenon, has affected and was influenced by Islam and Islamic societies as well as affecting all religions and being influenced by them. Although anti-imperialist and anti-Western nationalism has emerged in Islamic countries that have been colonized or threatened by Western countries over time, the Islamist opinion is that ethnic nationalism poses a threat to Islamic unity between Muslims and Islamic societies. Even though the understanding of nationalism of the Islamist movement, which consists of large and different clusters and the intersections of these clusters, cannot be determined exactly, periodic and group inferences can be made. The Islamism discussed in this study and the names that are thought to represent it constitute only a part of Islamism, and the views of these representatives dominate the Islamism of the Second Constitutional Period. Islamists of this period were opposed to ethnic nationalism, specifically Muslim ethnic nationalism. However, they do not actually stand against nationalism because their stance against the West contains a nationalist content and attitude. The nation concept emerged as a conflict area where ideologies collide with each other and strive to express the nation in the most accurate way. The conflict between Islamists and Turkists, although not overtly, focuses on the definition and conceptualization of the nation. Islamism and Turkism, whose origins date back to the last periods of the Ottoman Empire, are hybrid ideologies that are incompatible with different ideologies. To understand the differences, similarities, and transitions between these two movements, it would be useful to examine the views of their representatives in the context of their discussion on nation and nationalism. The focus of this study is to discuss the Islamist side of the divergence. To do this, articles in the Sırat-ı Müstakim-Sebilürreşad journal regarding the issue of nation and nationalism were examined within the scope of Turkism criticism. Although the ideology of Islamism, built on the principle of reviving and strengthening Islam, criticizes ethnic nationalism in particular, in the final analysis, it adopts a nationalist attitude by nationalizing the pre-modern idea of the ummah. KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 35 Giriş Dağılma ve çöküş kavramları üzerinden açıklanmaya çalışılan Osmanlı’nın son yıllarının farklı birçok milliyetçiliğin ortaya çıktığı ve/veya ön milliyetçilik olarak var olduğu bir dönem olarak değerlendirilmesi gerekir. Osmanlı milliyetçilikleri Batı milliyetçiliklerine göre geç ortaya çıkmıştır. Bunun temel nedeni Osmanlı Devleti’nin klasik bir imparatorluk olmasının yanı sıra Osmanlıcılık üzerinden toplumu bir arada tutma çabasının bir nebze de olsa başarılı olmasıdır. Osmanlı Devleti ve onun yöneticileri döneminin diğer Batılı olmayan ülkeleri ve aktörleri gibi modernleşme çerçevesinde hem devleti hem de toplumu değiştirme doğrultusunda siyasalar izlemiştir. Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılın sonunda başlayıp Osmanlı’nın yıkılışına kadar devam eden bu dönüşümler hem devleti hem de toplumu şekillendirmiştir. Modernleşmenin temel meselelerinden birisi Osmanlı toplumunu bir millete dönüştürme girişimidir. Osmanlıcılık şeklinde ortaya çıkan bu girişim süregiden toprak kayıpları ve ayrılıkçı hareketler neticesinde farklı milliyetçiliklerin ortaya çıkmasını geciktirse de engelleyememiştir. Türkiye özelinde bakılırsa Cumhuriyetin ilanı sonrasında seküler Türk milliyetçiliği veya Türkçülük bu milliyetçilikler arasından sıyrılmış ve baskın hale gelmiştir. Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra Osmanlı Devleti’nde dört ideoloji/akım baskın hale gelir: Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları Batıcılık ideolojisinin aksine modernleşmenin mahiyetinden çok toplumun asli unsurunun daha doğrusu milletin ne olacağını üç farklı açıdan ele alır. Bu üç ideoloji Osmanlı Devleti’nin yıkılmaması konusunda hemfikirdir. Bundan dolayı birbirine tezat olabilecek fikirler ve görüşler bu akımlar tarafından benimsenmekte ve ortak olarak kullanılabilmekteydi. Birçok açıdan bu üç akım arasında farklı konularda ayrımlar yapabilsek de milliyetçi tutuma sahip olmaları üçünün ortak özelliğidir. Bu nedenle üç akım arasında geçişkenlikler oluşurken saf olmayan melez düşünceler oluşur. Peyami Safa, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarının birbirine karıştığını ve melez “mürekkeb fikir zümreleri” oluşturduğunu belirtir (Köroğlu, 2004, s. 90). Padişahın halife, hakan ve sultan sıfatlarını aynı anda taşıyabilmesi bu üç akımın aynı anda geçerli ve kullanışlı olduğunu gösterir. Ne var ki milliyetçi tutumları benzeşen bu ideolojiler milleti tanımlama ve millet kavramının sınırlarını çizme konusunda birbirinden ayrışırlar. Millet inşası veya oluşu geleneksel toplumlar içinden vatandaşlığa ve/veya duygudaşlığa dayalı yeni bir birlik yaratımıdır. Osmanlı özelinde de hem vatandaşlık hem de duygudaşlık meselesi beraber yürür. Ne var ki ayrılıkçı hareketlerin artması Osmanlıcılık olarak tanımlanan milliyetçiliğin yerine dine ya da etnisiteye dayanan İslamcılık ve Türkçülük olarak anılan milliyetçiliklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle Osmanlı’nın 20. yüzyılı özelinde milliyetçilik etnisiteye ve dine dayanan bir vatandaşlık anlayışından çok duygudaşlığın ön plana çıktığı bir özellik taşır. Vatandaşlık son ana kadar Osmanlıcılık üzerinden ele alınsa da pratikte hegemon durumda olanlar İslamcılık ve Türkçülüktür. Kökenleri Osmanlı’nın son dönemlerine dayanan İslamcılık ve Türkçülük akımları bağdaşık olmayan, farklı ideolojilerle aralarında geçişkenlikleri olan hibrit ideolojilerdir. Bu iki akımın kendi aralarındaki farkları, benzerlikleri ve geçişkenlikleri anlayabilmek için temsilcilerinin görüşlerini millet ve milliyetçilik üzerinden yaptıkları tartışma bağlamında incelemek bu bakımdan faydalı olacaktır. İkinci Meşrutiyet döneminin en önemli İslamcı dergisi Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad yazarlarının millet ve milliyetçilik ile ilgili yazdığı yazılarla birlikte Türkçülerle girdikleri polemik bu çalışmanın malzemesini oluşturacaktır. Bahsi geçen dergi İkinci Meşrutiyet döneminde yayınlanan en uzun soluklu İslamcı dergi olmakla beraber farklı görüşteki insanları da bünyesinde barındırır. Bu nedenle hem dönem açısından kapsayıcı hem de düşünce temsiliyetinin açısı geniştir. Bu bağlamda 1908-25 yılları arasında düzensiz aralıklarla yayınlanan dergideki tüm yazılar gözden geçirilerek temel konusu millet, milliyetçilik ve Türkçülük olan yazılar bu çalışmada kullanılmıştır. Bu bağlamda on dört birincil kaynak içerik analizine tâbi tutularak bu çalışmanın malzemesini oluşturmuştur. Bu çalışmanın konusu kısaca İkinci Meşrutiyet döneminin iki önemli ideolojisi olan İslamcılık ve Türkçülük akımlarının arasında ortaya çıkan ayrılığın ve çatışmanın kaynağını Sırat-ı Müstakim/Sebilürreşad dergisinde yazan İslamcıların millet ve milliyetçilik anlayışları üzerinden değerlendirmek olacaktır. Bu doğrultuda iki akımın ayrıştığı hususun dine veya topluma atfettikleri değerler üzerinden farklılaştığı ve bunun neticesinde kendilerine has milliyetçi çizgilerini belirledikleri iddiasını savunmaya çalışacaktır. 1. Tarihsel Çerçeve İslam dünyası ve Osmanlı Devleti 19. yüzyılla birlikte Batı’nın dünya üzerinde yayılması neticesinde kendilerini zor bir durum içerisinde bulmuştur. Emperyalist imparatorlukların tehdidi altında olan Batı dışı diğer bütün ülkeler ve toplumlar, özellikle klasik imparatorluklar, bu tehdidi yakından hissetmişlerdir. Osmanlı Devleti de bu imparatorluklardan bir tanesidir. Batı’nın bu üstünlüğü karşısında modernleşme çabaları içine giren Osmanlı Devleti askeriyenin, devletin, toplumun ve son tahlilde tüm ülkenin modernleştirilmesi konusunda adımlar atmıştır. Bu doğrultuda kendisini Müslüman olarak tanımlayan (ya da tanımlayıp tanımlamadığının farkında olmayan) çevreler Batı’nın üstünlüğü konusunda düşünmeye başlamışlardır. Yeni Osmanlılar çevresiyle başlatılabilecek bu entelektüel çaba sonucunda Batı üstünlüğü karşısında yapılacaklar listesi İslamcı düşüncenin pratiklerinin temelini oluşturmuştur. Batı’nın yayılmacılığına karşı İslam’ın tekrardan güç kazanması ihtiyacını KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 36 karşılamaya çalışan bu liste bunu gerçekleştirebilmek için İslam’ın temel kaynaklarına başvurulması gerektiğini savunur. Çünkü onlara göre İslam gerçek anlamda sadece Asr-ı Saadet zamanında uygulanabilmiştir. İctihad kapısının yeniden açılmasıyla birlikte İslam yeniden güç kazanacak ve ilerleyebilecektir (Somel, 1987, s. vii). Klasik bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti toprak kayıpları sonucunda imparatorluk olma özelliğini hızla yitirmiştir. Ayrıca ayrılıkçı etnik milliyetçiliklerin artması nüfusun bağdaşıklaşmasına, daha doğrusu ilk önce Müslümanlaşmasına daha sonra Türkleşmesine neden olmuştur. Bu durumun en önemli neticesi de Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda ayakta kalabilmek adına güttüğü Osmanlıcılık politikasının artık devam ettirilebilmesinin mümkün olmadığı gerçeğidir. Ülkeye çok-milletli ve imparatorluk özelliğini kazandıran Balkan topraklarının kaybedilmesi Osmanlı elitinin Osmanlıcı fikirlerinden vazgeçmesine sebep olmuştur (Ahmad, 1969, s. 153). Nüfus yoğunluğunun Müslümanlaşması ve Türkleşmesi, İslamcılık ve Türkçülüğün hegemonik ideolojilere dönüşmesine yol açmıştır. 2. Millet/Milliyetçilik Kavramları ve İslam/Osmanlı Bağlamı Milliyetçilik tartışmalarının önemli isimlerinden Kohn; bireylerin, ülkelerin, insanların, tarihlerin ve devletlerin biricik olduğunu vurgulayarak bunların hepsi için iyi, doğru ve güzel ideallerinin farklılaşacağını savunur (Kohn, 2005, s. 433). Göreli bir toplumsallık anlayışı ile milliyetçiliği kavrayabilmek mümkün müdür peki? Daha doğrusu milliyetçilik her toplumda biricik olursa milliyetçiliği bir kavram olarak değerlendirebilir miyiz? Ve hatta her toplumun biricik olduğu bir dünyada milliyetçilik mümkün müdür? Ne var ki Kohn’un ifadesindeki hakikat şudur: Milliyetçilikler benzer özellikler gösterip belli başlı ortaklıklara sahip olsalar da her milliyetçilik kendine has özelliklere sahiptir. Bu nedenle bütün milliyetçilikler birbirinden farklıdır. Milliyetçilikleri genelde ortak kılan nokta onların çoğunlukla modern devlet oluşturma süreçlerinde toplumsal birlikteliği hedefleyen ve ulusal hareketlere dönüşmeye çalışan ya da onlardan türeyen ideolojiler olmalarıdır. En evrensel karakterli ideolojilerde bile milliyetçilik bulunabilir. Sosyalizm dahi milliyetçi olabilir. Nihayetinde geç Osmanlı akımlarından İslamcılığı da tıpkı Türkçülük gibi milliyetçi bir ideoloji olarak ele almakta bir sakınca bulunmaz. Batı’da iktisadi ve sosyal süreçlere dayanan uluslaşma süreci Batı dışı toplumlarda genellikle ayrılıkçı milliyetçiliklerde görülmeye başlandı. Klasik imparatorluklar bu süreçlerden ziyadesiyle etkilendi. Batı dışı milliyetçiliklerin oluşmasındaki diğer bir etken ise Batı emperyalizmine karşı duruştur. Batı yayılmacılığına ve emperyalizme karşı bağımsızlık peşinde koşan milliyetçilikler ortaya çıkmıştır. Kısacası Batı dışı milliyetçilikler hem Batı’dan etkilenmiş hem de ona karşı ortaya çıkmış akımlardır. Osmanlı Devleti de bir Batı dışı ülke olarak bu kapsamda ele alınmalıdır. Ne var ki millet kavramından ne anlaşılması gerektiği ve o dönemde ne anlaşıldığını tartışmak gerekir. Bu sözcük nasıl kavramsallaştırılmıştır? En genelleyici ve kısa tanımıyla millet olabilmek için bir topluluk, bu topluluğu bir arada tutan bir dil ve ortak tarih, toprak parçası yani vatan, birlikte bulunma arzusu ve bütün bunları söylem ve iktidar üzerinden birleştirip milleti oluşturacak otorite gerekliliğidir, bazen bir kahraman. Bu bağlamda bu özellikleri barındıran ve/veya hedefleyen bütün akımları milliyetçilik olarak tanımlamak doğru olacaktır. Modernite öncesinde dini ve yerel aidiyetler kimlik açısından ön plandadır. Milliyetçilik sonrasında milli kimlikler dinsel kimliklerin yerine geçer (Greenfeld, 2006, s. 95). Şehadet artık din yolunda değil vatan uğrunda gerçekleşen bir olaydır. İnsanlar artık vatanları uğruna şehit olmaktadır. Örnekte de açıklanmaya çalışıldığı üzere millet(ler) din(ler)in kutsallığını soğurmuş ve kendi kutsiyetini yaratmıştır. Milli kimlikler böylece zamanla diğer kimlikleri bastırmış ya da onları şekillendirmiştir. Fakat bu bütün milliyetçiliklerde dinin tamamen arka plana itilmesine yol açmasa da genellikle ikincil planda kaldığı da aşikârdır. Milliyetçilikler böylece yeri geldiğinde dini bir enstrüman olarak kullanabilirler, hatta etnik milliyetçiliğin karşısında durmak adına dini bir milli kimlik unsuru olarak görürler. Bu sadece Müslüman milliyetçilikler için değil dini unsurlar barındıran gayrimüslim milliyetçilikler için de geçerlidir. Din böylece hem milliyetçilikler tarafından şekillendirildi hem de milliyetçilikleri şekillendirdi (Karpat, 2006, ss. 185-186). Şüphesiz ki modern bir fenomen olan milliyetçilik tüm dinleri etkilediği ve onlardan etkilendiği gibi İslamiyet’i ve İslami toplumları da etkilemiştir ve onlardan etkilenmiştir. Kimi modern Müslüman düşünürler Batı’da ortaya çıkan milliyetçilikten etkilenmiş ve milliyetçiliği dini söylem bağlamında yeniden yorumlamıştır (Kedourie, 1980, s. 40). Geleneksel İslam düşünürleri ise bu düşüncenin aksine inançların halen bir Müslümanın kimliğini belirlediğini ve milliyetçiliğin bu nedenle İslami olmadığını savunmuştur (Zubaida, 2004, s. 407). Zamanla Batı tarafından sömürge haline getirilen ya da tehdit edilen İslam ülkelerinde Batı karşıtı bir milliyetçilik oluşsa da genel kanaat etnik milliyetçiliğin Müslümanlar ve İslam toplumları arasındaki İslam birliğine bir tehdit oluşturduğu yönündedir. Ne var ki etnik milliyetçilik karşısında duran İslamcı bu tavır son çözümlemede milliyetçiliğin temel bazı özelliklerinden faydalanmaktadır. İslam toplumlarının dillerinde millet ve millet kavramı ile ilgili asabiye, kavim, ümmet ve benzeri sözcükler birbirlerine benzer manalara sahip olmakla birlikte bu kelimelerin anlamları zamana ve kullanıldıkları toplumun semantik özelliklerine göre değişkenlikler gösterir ve farklı biçimlerde kavramsallaştırılır. Ancak modernite KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 37 öncesinde ümmet ve millet kelimeleri çoğunlukla dini topluluklara işaret eden ve onları tanımlayan ifadelerdir. Bu iki sözcük sıklıkla birbirinin yerine kullanılagelmiştir. Modern anlamdaki millet kelimesi ise en genel ifadeyle ulus anlamına gelen milleti karşılamaktadır. Osmanlı özelinde ise millet kabaca özel hukuk açısından birer cemaat oluşturan dini/etnik grupları tanımlamak için kullanılmaktaydı. Bu doğrultuda millet sözcüğünün bağlamsal durumunu göz önünde bulundurmakla birlikte birkaç on yıl içindeki hızlı dönüşümünü sadece modernite ile açıklamak mümkün değildir. Millet kavramı ideolojilerin birbirleriyle çatıştığı ve onu en doğru ifadelendirme çabası içinde bulunduğu bir çatışma alanı olarak kendisini var etmiştir. İslamcılar ve Türkçüler arasında çatışma da açıktan olmasa da milletin tanımının yapılması ve kavramsallaştırılması noktasında yoğunlaşır. 3. İslamcılık: Tarihi, Kaynakları ve Düşüncesi İslamcılık Osmanlı perifersinde ve Hindistan’da ortaya çıkan, 1870’lerde ise Osmanlı merkezinde güçlü bir ideoloji haline gelen bir harekettir (Mardin, 1991b, s. 9). Bununla beraber İslamcılık Batı’daki modernite ve emperyalizmin Doğu’ya etkileri sonucu ortaya çıkan İslami eğilimlerin ve tepkilerin bütünüdür. Bahsi geçen eğilimler ve tepkiler genellikle İslam’ın algılanış ve uygulanış biçimlerinin yanlış olduğu bu nedenle İslam toplumlarının Batı karşısında kötü durumda olduğu varsayımına dayanır. Tepkilerin ve eğilimlerin billurlaşması sonucunda oluşan İslamcı düşünce İslam toplumlarının özgüvenlerini yeniden kazanmasına ve tekrardan güçlü toplum(lar) ve ülke(ler) oluşturulmasına imkân sağlayacak siyasalar üretmeye yönelir. Tunaya’ya göre İslamcılık düşünce ve inanç sistemi iddiasında olduğu için bir ideoloji ve bu iddiayı gerçekleştirmek için gerçekleştirmeye çalıştığı için bir harekettir (Tunaya, 2003, s. 1). Bu bağlamda İslamcılık, İslam’ın Asr-ı Saadet gibi güçlü ve ideal dönemlerinden feyz alan, temel kaynaklarını Kuran ve sünnet olarak kabul eden bir rejim kurma çabasındaki siyasi hareketlerdir (Somel, 1987, s. vii). İslamcılık böylece Müslümanları uyandırarak bir bilinç kazandıracak ve kademeli bir şekilde siyasal bir birlik kurarak da Batı karşısında İslam bloku oluşturacaktır. Bu esasında diğer Batı karşıtı milliyetçiliklerin tutumları ile benzerdir. İslamcılık, İslamiyet’i var eden geleneksel değerlerin hızlı şekilde değişmesine bağlı olarak meydana gelmiştir (Keddie, 1969, s. 17). Modernitenin hızlı değişimlerini ehlileştirmek gibi bir gayesi olan İslamcılık modern bir akımdır ve modernitenin erginleşmemiş çocuğu gibidir. Zira temel motivasyonu özgüven arayışıdır. Özgüvenin kaynağı ise İslam toplumlarının dünya tarihinde önemli bir aktör olduğu ve geçmişte çok güçlü bir medeniyet kurduğu varsayımıdır. Böyle bir varsayıma dayanan özgüven arayışı İslam düşünürleri tarafından geliştirilerek siyasi ve toplumsal arayışlara dönüşmüş, bunun neticesinde de İslamcılık denilen akım/ideoloji ortaya çıkmıştır. İslamcılığa göre ilerlemek için Batılı olmaya gerek yoktur ve başka türlü bir modernleşme olasıdır. İslamcı düşünürlere göre modernleşme zorunlu olarak sekülerleştirmemelidir. İslamcılık, kısacası Müslümanları harekete geçirmeye çalışan ve İslam ile modernitenin çelişmediğini varsayan söylemler bütünüdür. Söylemlerin nihai hedefi tepkiyi eylemlere dönüştürerek Müslümanları Batı’ya karşı harekete geçirmek ve İslam birliğini yeniden kurmaktır. Türköne’ye göre İslam, ideolojilerin sahip olduklarına benzer sembolik sistemler sunar (Türköne, 2011, s. 28). Fakat dönem düşünürlerinin İslam’ın sunduğu bu sembolik sistemlerin modern ihtiyaçları karşılamadığı varsayımı İslamcılık ideolojisinin ortaya çıkmasına neden olur. Her ne kadar İslamcılık çağrısını İslam’a dönüş söylemi üzerinden gerçekleştirse de geleneksel İslam’ın ötesinde modern bir tavır takınır. Zira Müslümanları gerçek İslam’a davet eden ve bunu da kitlesel modern bir dönüşüm üzerinden yapmaya çalışan İslamcılık, çağının milliyetçiliklerini andırır. İslamcı düşünürlere göre hem modernitenin yol açtığı sorunlarla başa çıkabilmek hem de Müslümanları bilinçlendirebilmek adına bir reform gerekmekteydi. Bu doğrultuda sorunu Batı ve İslam’a göre yaşamayan Müslümanlar olarak gören İslamcılara göre Müslümanlar ya Batı’yı taklit etme peşinde ya da uyuşukluk ve atalet içindedir. Böylece Müslümanlar iki anlamda da kendileri olamamaktadır. Zira hem geçmişlerinde Batı’yı alaşağı eden bir medeniyetin varisi olamamış hem de o Batı’nın taklitçisi konumuna düşmüşlerdir. İslamcılık böylece Osmanlı’nın son dönemindeki çöküş ve dağılma söylemlerini tekrardan üretir ki bu söylemler diğer geç Osmanlı milliyetçilikleri tarafından kullanılır. Hepsi çöküş ve dağılmanın aksine bir kurtuluş reçetesi sunar. İslamcılığın Osmanlı Devleti’nde güçlü bir pozisyonda olmasının temel sebebi entelektüel üretimin yanında Hilafetin bir kurum olarak Osmanlı Devleti’nin bünyesinde yer almasıdır. Padişah, Hz. Muhammed’in halifesi olarak tüm Müslümanlar üzerinden ruhani bir güce sahiptir. Bu ruhani güç moderniteyle birlikte siyasi bir güce dönüştürülmüş ve Osmanlı Devleti tarafından dış politika aracı olarak kullanılmıştır. Kısacası Osmanlı Devleti Müslümanlar için siyasi ve dini merkez konumundadır. Bu bağlamda Osmanlı İslamcılarına göre Müslümanların ve İslam’ın yeniden güçlenmesinin yolu Osmanlı önderliğindeki bir yoldan geçmektedir. İkinci Meşrutiyet dönemi İslamcıları böylece eleştirdikleri Sultan Abdülhamid’in pan-İslamist politikasını devam ettirmeye çalışmıştır. Osmanlı Devleti’nde ortaya çıkan İslamcı düşüncenin, spesifik olarak İkinci Meşrutiyet dönemi İslamcılık akımının milliyetçi bir tavır ve özellikler barındırıp barındırmadığı tartışılmalıdır. Milliyetçilik toprak, egemenlik ve/veya dil üzerinden ele alınırsa İslamcılığın milliyetçilik olduğunu iddia etmek bir zorlama olur. Ancak KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 38 milliyetçilik sadece ulus devlet kurma peşinde olan vatandaşlık ya da etnosentrizme yaslanan bir ideoloji olarak görülemez. Zira evrensel bir iddia peşinde olan İslam’ın aksine İslam’a dayanarak bir siyasal bilinç ve hareket oluşturmaya çalışan İslamcılık milliyetçilikler gibi sınırlayıcı ortaklıklara dayanır. Haddad bu nedenle Batı akademisinin ortaya attığı Batılı etnosentrik milliyetçilik tartışmalarının tartışılması gerektiğini düşünür (Haddad, 1977, s. 4). Haddad’ın bu açıklamasının üstünden uzun süre geçmiş olsa da önerisi güncelliğini korumaktadır. Zira İslam’ın milliyetçiliği besleyen toplumsal ve ideolojik etkileri göz ardı edilemez. Ayrıca Batı dışı milliyetçiliklerdeki, özellikle İslam toplumlarındaki, din etkisi milliyetçilikleri önemli derecede etkiler. İslamcılık, modernite sonrasında İslam toplumlarının içinde bulunduğu sorunları aşabilmek için çözümü İslam’da arayan ancak bunu yaparken modern yöntemleri kullanan modern bir düşünce ve harekettir. Bu sebeple İslamcılık diğer modern hareketlere benzer bir şekilde yeni bir Müslüman kimliği inşa etmek ister. Her ne kadar Tunaya (Tunaya, 2003) ve Berkes (Berkes, 2003) gibi isimler tarafından milliyetçiliğin karşısında bir ideoloji olarak görülse de İslamcılık modern Müslüman kimliği inşa etmek isterken seküler milliyetçiliklere benzer bir arayış ve tutum sergiler. Zira millet kavramı ümmet kavramına çok benzemektedir (Özdalga, 2009, s. 408). Diğer taraftan İkinci Meşrutiyet döneminin siyasal iktidarı, özellikle İttihat ve Terakki, bahsi geçen dönemki ideolojileri ve bu ideolojilerin ortaya çıkardığı akımları pragmatik şekilde kullanmıştır. Bu nedenle bu ideolojiler, spesifik olarak İslamcılık ve Türkçülük, arasındaki farkın altını çizmek için onların ne konuda ayrıştığına bakmak gerekir. Son tahlilde bu iki ideoloji kaynağın ve çıktının ne olacağı konusunda anlaşamasa da aslında benzer yöntemler kullanırlar. Ayrıca anlaşamadıkları temel ayrım ise üst kimliğin ne olacağı ve önceliğin/iktidarın kimde olacağı konusudur. Zira önemin İslam’dan alınması İslamcıların gözünde İslam’ın ve İslami toplumların sonu, Türklükten alınması da Türkçüler nazarında Türklüğün geri planda kalması anlamına gelir. Bu nedenle İkinci Meşrutiyet’in iki baskın ideolojisi olarak İslamcılık ve Türkçülük birbirine tezat ama aynı yöntemi kullanan birer akım haline gelirler. Takip eden on yıllarda İslamcılık ve Türkçülük arasında sürekli bir çatışma varmış gibi gözükse de toplumsal-siyasal doğrultuda kesişirler (Öğün, 1995, s. 147). Nihayetinde ikisi için de önemli olan, millet anlayışları üzerinden Osmanlı’ya bir kurtuluş ideolojisi sunmaktır. Ne var ki ikisi de millet ve milliyetçilik konusunda uzun uzadıya ve kuramsal tartışma yürütecek hem zamana hem de imkâna sahip değildir. Bu tartışmalar için erken Cumhuriyet dönemini beklemek gerekecektir. Bu nedenle İslamcılık ve Türkçülük arasında geçen tartışmaları o dönem için polemik mahiyetinde kalmış sabit fikirlere dayanan çıkışlardır. Zira İslamcılık sistematik ideolojisi son derece yavaş gelişen bir düşüncedir (Mardin, 1991a, s. 92). 4. Türkçüler ve İslamcılarla İlişkileri Osmanlı Devleti’nde Türk kelimesinin neredeyse unutulduğu zamanlarda, Türkler ve Türkiye sözcükleri Batılılar tarafından Osmanlı ve Osmanlı’da yaşayan Türkler ve/veya Müslümanlar kastedilerek kullanılmıştır (Kushner, 1977, s. . Türkiye’den kastedilen her zaman Osmanlı ülkesinin bütünü değildir. Türkiye genellikle Anadolu’yu tanımlar. Osmanlılar ise bu topraklar için Roma mirasından kalma Rum ifadesini kullanır. Ayvazoğlu’na göre bu durumu sadece milli şuur eksikliği ile anlamlandırmamak gerekir (Ayvazoğlu, 2009, s. 12). Osmanlı Türklerinin kendilerine Türk dememelerinin ülkenin bir imparatorluk olmasından kaynaklanması bir yana bu durum sadece bununla açıklanamayacak kadar karmaşıktır. Bu çalışma için önemli olan Türk ve Türkiye kavramlarına modern zamanlara kadar pek sık rastlanılmadığının ve Türklüğün Osmanlılar için, özellikle imparatorluktan sonra, önem arz etmediğinin altının çizilmesidir. Son zamanlarda bile Türklüğün keşfedilmesi içsel değil dışsal motivasyonla gerçekleşmiştir. Bu konu Jön Türkler’in kendilerine Paris’te bir kahvede kimlikleri hakkında sorulan soruya Müslümanız diye cevap vermeleri ve aldıkları tepki sonrasında Osmanlıyız ve en sonunda Türk’üz demeleri örneğiyle hicvedilir (Berkes, 1965, s. 53). İkinci Meşrutiyet dönemi ele alındığında Türklük ve Türkçülük ile ilgili en önemli soru şudur: Bilincinde olunmayan bir kimlik ve ona dayanan akım nasıl birkaç yıl içinde ülkenin baskın ideolojisi haline gelmiştir? Bu sorunun cevabını sadece Osmanlı’nın kendi tarihinde ve tarihselliğinde daha doğrusu iç dinamiklerinde aramak yeterli olmayacaktır, zira Türkçülüğün ortaya çıkışı ve Türk kimliğinin yeni bir şekilde algılanmasında Batılı Türkoloji çalışmalarının etkisi olmuştur. Oryantalizmin bir kolu olan Türkoloji çalışmaları Türklüğe dair bilginin ve ilginin artmasına yol açmıştır. Bu çalışmalar zamanla Osmanlı ülkesinde etki yaratmıştır. Türkçülüğü önceleyen Türklük bilincinin ortaya çıkışı ve artışı ilk elden kültürel ve tarihi sorgulamaların yoğunlaşmasına bağlıdır. Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra bu kültürel sorgulamalar iç ve dış politikada referans noktası olmaya başlayacaktır. Böylece Sultan Abdülhamid döneminde edebi ve tarih alanında ortaya çıkan ama zayıf kalan Türklük bilinci ve Türkçülük, meşrutiyetin yeniden ilanı ile birlikte güç kazanmaya başlamıştır. Bunda şüphesiz hem Rusya’dan göç eden Türkçülerin hem de Sultan Abdülhamid döneminde ortaya çıkan Osmanlı Türkçülüğünün etkisi olmuştur. Bu doğrultuda İkinci Meşrutiyet döneminde Türkçülük Rusya’dan gelenler ve Osmanlı Türkçüler olmak üzere iki gruptan oluşur (Arai, 2008, s. 20). Rusya Türkçülüğünün ortaya çıkışında Rus Çarı Petro’nun Ruslaştırma politikası önemli bir yer tutar. Tıpkı Osmanlı ve geleneksel diğer toplumlar gibi farklı dini toplulukların bir arada yaşadığı bir ülke olan Rusya’nın, Çar Petro sonrasında ortaya çıkan Ruslaştırma politikası Rusya Müslümanlarının ve Türklerinin İslamcılık ve KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 39 Türkçülük akımları etrafında toplanmasına neden olmuştur. Tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi Rusya’da da bu iki akımın ortaya çıkışında bir tepkisellik durumu söz konusudur. Osmanlı, Rusya Türkçüleri ve İslamcıları için merkezi bir konumdaydı, zira Rusya’nın baskılarından kaçmak için adeta bir hicret mekânı özelliğine sahipti. Diğer taraftan Osmanlı Devleti’nin hilafeti elinde bulundurması, yönetici ailenin Türklüğü ve birkaç yüzyıldır bağımsız ve güçlü bir ülke olması Rusya Türkçülerinin Osmanlı’ya önem atfetmelerinin önemli bir başka sebebiydi. Rusya’daki karışıklara bağlı olarak, Müslümanların Osmanlı’ya göçleri, özellikle Kırım’dan, dalgalar halinde gerçekleşmektedir (Devlet, 1985, ss. 14-15) Rusya Müslümanları ve Türklerinin, yani Kazan Tatarlarının, eğitim seviyesi Osmanlı toplumuna kıyasla daha yüksek seviyedeydi. Yüksek eğitim seviyelerinin yanı sıra varlık açısından önemli konumda olan bu kişiler Rusya burjuvazisinin üyeleriydi. Rusya’daki Türkçülüğün ve İslamcılığın kuvvetlenmesinde Kazan Tatar burjuvazisinin büyük rolü olmuştur (Georgeon, 1986, s. 17). İstanbul’a göç eden bu kişiler, bundan sonra Rusya Türkçüleri olarak anılacak, Osmanlı’daki ilk yıllarında İslamcılar ile birliktelik içerisindeydiler. Zira Rusya Türkçüleri ile Osmanlı İslamcılarının ideolojik anlamda ayrışmaları birkaç sene sonra etnik milliyetçilik üzerinden gerçekleşecektir. 1911 yılındaki Trablusgarp Savaşı ve 1912 yılında patlak verecek olan Balkan Savaşları’na kadar Türkçüler ve İslamcılar, devletin Osmanlıcılık siyaseti altında kaldıkları için ideolojik olarak farklı konumlarda olsalar da iş birliği içindedir. Fakat Osmanlıcılık siyasetinin etkisiz hale gelmesi ve sonrasında Türkçülerin İttihat ve Terakki’de önemli kademelere çıkması Türkçülüğün yayılmasına ve kuvvetlenmesine yol açmıştır. İstanbul’a ilk geldikleri zaman Sırat-ı Müstakim dergisinde yazıları çıkan Türkçüler bu ayrışmadan sonra İttihat ve Terakki’nin desteğiyle Türk Yurdu dergisini kurarlar. Rusya Türkçülerinin en önemli ismi şüphesiz Yusuf Akçura’dır. Akçura küçük yaşlarda İstanbul’a gelmiş ve burada yetişmiştir. 1905 yılındaki Rus Devrimi sırasında Rusya’ya gitmiş ve burada aktif siyasete atılarak Kadet Partisi’nden milletvekili olmuştur (Kohn, 1944, s. 31). Meşrutiyetin ilanı ve Rusya’daki işlerin iyi gitmemesi üzerine Osmanlı’ya dönen Akçura, Cumhuriyetin ilanından sonra da önemli görevler alır. Akçura örneğinde de görüldüğü üzere Rusya Türkçülerinin ülkeye dönmesindeki önemli etkenlerden birisi Rusya’nın iç siyasi koşulları iken, bir diğeri de Osmanlı Devleti’nde meşrutiyetin yeniden ilan edilmesidir. Meşrutiyetin yeniden ilan edilmesini takip eden ilk yıllarda İslamcılar ile iyi anlaşmalarının nedenlerinden biri de benzer modernist bir tavır sergilemeleridir. İslamcıların modernite ile İslam’ı bağdaştırma tutumlarına benzer bir tutum takınırlar, ancak Türklüğün modernite ile bağdaştırılması farkı ile. Örneğin Akçura meşveretin Türk siyasi geleneğinde olduğuna dikkat çeker. (Georgeon, 1986, s. 29) Zira ona göre demokrasi ve milliyetçilik bir zorunluluk haline gelmiştir (Georgeon, 1986, s. 65). İslam ve Türklük arasında salınan Türkçülük her koşulda Türklüğü ön plana çıkarır. Akçura ve diğer Rusya kökenli Türkçülerde görünen bu düşünceye Osmanlı/Türkiye Türkçülerinde de rastlamak mümkündür. Örneğin Osmanlı/Türkiye Türkçülerinin en önemli temsilcisi Ziya Gökalp, kuramını modernleşme, Türkleşme ve İslamlaşma üzerine kurar. Buna benzer bir tanımlama çabası içinde olan Fuad Köprülü ise merkeze Türklüğü, etrafına İslamlığı, en dışa da Hristiyan unsurları alır. (Arai, 2008, s. 101) Türkçülerin Avrupa ve/veya Batıya bakışları İslamcılarınki ile benzerdir. İslamcıların maddi alanda modernist, kültürel ve manevi alanda İslami bir tutum takınmalarına benzer bir şekilde Türkçüler de maddi alanda modernist ama kültürel alanda Türklüğü ön plana çıkarırlar. Kohn, bu durumu şu şekilde ifade eder: “Milliyetçiliğin bu safhasında, Türkler şark ile garp arasında mütereddit idiler. Avrupa emperyalizmi tarafından tehdit edilmekle onlar Asya ve Turana doğru bakıyorlardı; fakat aynı zamanda devleti Avrupalılaştırmağa çalışıyorlardı” (Kohn, 1944, s. 43). Türkçüler Batı’dan alınması gerekenler konusunda İslamcılara benzer. İlim, fen ve tekniği Avrupa’dan ithal etmekte bir engel görmeyen Türkçüler, ahlak konusunda Türk ahlakını Batı ahlakına tercih ederler. İslamcılar ise buna benzer bir yolla İslami olanı tercih etmişlerdi. Tutumları ve milliyetçi tezahürleri aynı olsa da İslamcılar ve Türkçüler toplumu oluşturan özün ne olduğu konusunda birbirlerinden ayrışıyorlardı. Türklüğü ve İslam’ı tanımlayan öz(ler) kuramsal olarak bir mükemmellik muhteva ederken, bu muhteviyatı desteklemek için edebi, tarihi ve kültürel araştırmalara ve iddiaları destekleyen kanıtlara ihtiyaç vardır. Bu doğrultuda Türkçüler Türklüğe tarihsel değer ve medeniyet atfetme peşindedir. İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Hz. Muhammed’in Türk olduğunu ispat etme peşindeyken, Yusuf Ziya (Özer) ise Yunan medeniyetinin Türklere ait olduğunu kanıtlama çabası içindedir (Ayvazoğlu, 2009, s. 60). Cumhuriyet sonrasında daha baskın hale gelecek bu Türkçü tavır İkinci Meşrutiyet döneminde yeni filiz vermeye başlamıştır, zira Türkçülük bu dönemin en geç ideolojisidir. Bu nedenle kendisinden önceki ideolojiler, özellikle İslamcılık tarafından eleştirilir. Bunu anlayabilmek için İslamcıların milliyetçilik anlayışları ve Türkçülüğe dair tutumları ele alınmalıdır. 5. İslamcıların Milliyetçilik Tasavvuru ve Türkçülük Eleştirileri Geniş ve birbirinden farklı kümelenmelerden ve bu kümelerin kesişmelerinden oluşan İslamcılık akımının milliyetçilik anlayışı tam olarak saptanamasa da dönemsel ve grup çıkarımları yapılabilir. Bu çalışmada ele alınan İslamcılık ve onu temsil ettiği düşünülen isimler İslamcılığın sadece bir kesimini oluşturur ve İkinci Meşrutiyet dönemi İslamcılığı için bu temsilcilerin görüşleri ağır basmaktadır. Bu dönemdeki İslamcılar etnik milliyetçiliğin, KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 40 spesifik olarak Müslüman etnik milliyetçiliklerinin, karşısında dururlar. Ancak esasında milliyetçiliğin karşısında yer almazlar, zira Batı karşısında duruşları milliyetçi bir ihtiva ve tutum barındırır. İslamcılar, etnik milliyetçiliğin zararlı olduğu fikrini benimseyene kadar Türkçülüğe ve Türkçülere karşı sert bir tavır takınmamışlardır. Özellikle Rusya kökenli Türkçülerin İslamcılar ile birlikte hareket ettikleri ve İslamcı dergi etrafında kümelendiklerinin altının çizilmesi gerekir. Hatta Rusya kökenli Türkçüler, İstanbul’a geldiklerinde Sırat-ı Müstakim’in bürosunu merkez olarak kullanmış ve bu İslamcı dergide yazılar yayımlamışlardır. Yukarıda da bahsi geçtiği üzere iki grup arasındaki anlaşmazlık etnik milliyetçiğin yoğunlaşmaya başladığı 1911 yılından sonra başlar. Bu tarihten sonra İslamcıların Türkçülüğe ve Türkçülere karşı tutumları olumsuzlaşmış ve tedrici bir şekilde sertleşmiştir. Bu sertleşme Kurtuluş Savaşı sırasında yeniden bir birlikteliğe sahne olsa da Türkçülük ve İslamcılık akımlarının millet anlayışları üzerinden birbirlerinden ayrışmaları çok partili hayata kadar devam eden bir ayrılık olarak tezahür etmiştir. Osmanlı’nın son dönemindeki akımlar arasında farklar bulunsa da son tahlilde hepsinin hedefi Osmanlı’nın yıkılmaması ve eski gücüne kavuşmasıydı. Bu nedenle Osmanlı’nın son birkaç senesine kadar içinde Osmanlı’yı barındırmayan bir hedef ve tahayyül söz konusu değildir. Osmanlı’yı ayakta tutma hedefleri ortak olan bu akımlar Batı emperyalizmini bir tehdit olarak algılıyor ve ona karşı durabilmek için içeride birliği sağlamak adına milliyetçi bir tutum sergiliyorlardı. İslamcıların kurtuluş reçetesi de Osmanlı Müslümanlarının ülke içinde siyasal birliği ile dünyadaki tüm Müslümanların da kültürel ve kimlik birliğinin Osmanlı önderliğinde sağlanması fikrine dayanıyordu. İslamcıların hedefledikleri bu birliklere yapılabilecek en büyük kötülük onlara göre şüphesiz bu birliklerin dışında bir birlik hedefi olan etnik milliyetçiliklerdi. Bu da Türkçülüğün Osmanlı Devleti için kurtuluş reçetesiydi. İslamcılığın ve Türkçülüğün meşrutiyetin ilanında sonraki en büyük çatışmaları bu tezata dayanmaktadır. İslamcılık ve Türkçülük meşrutiyetin yeniden ilanından sonraki dönem için birbirinden kopuk birer akım değildir. Ülkenin kurtuluşu ve bağımsızlığı hakkında bu iki akımın temsilcileri hemfikirdir İslamcılar ve Türkçüler arasındaki tartışma kuramsal bir çerçeve üzerinden değil, ülkenin nasıl kurtulacağı konusundaki fikir üzerinde yürür (Çetinsaya, 2005, s. 425). Bu nedenle aralarındaki tartışma konjonktüre göre değişebilir. Diğer taraftan İslamcılığın etnik milliyetçiliği ve Türkçülüğün dini tamamen reddeden ideal tiplerinin arasında melez düşüncelerin de ortaya çıktığı görülür. Böylece iki akım arasında geçişler bir süreklilik arz eder. Ne var ki İslamcılar etnik milliyetçilik konusunda oldukça keskin düşüncelere sahiptir. Bu nedenle İslamcılığı Türkçülükten ayıran temel ayrımın etnik milliyetçilik konusundaki tutum olduğunu vurgulamak gerekir. Temelde İslamcılar etnik milliyetçiliğe karşı duruşlarındaki tutumu desteklemek için kavramsal bir farka yaslanırlar, zira onlar millet kelimesinin sadece Batılı/modern anlamda kullanılmasına karşıydılar. İslamcıların millet sözcüğünden anladıkları bütün Müslümanların oluşturduğu bir birlik, daha doğrusu ümmet idi. Kavmiyet sözcüğü ise bugünkü etnisite kavramına tekabül ediyordu. Bu nedenle Batı kökenli millet kavramı onlar için etnik milleti, daha doğrusu kavmiyeti ifade ediyordu. İslamcılar etnik milliyetçiliği Batı kaynaklı bir kötülük, ondan sakınılması gereken bir virüs ve hatta bir beyin yıkama eylemi olarak tasvir ederler. Ne var ki çözümleri İslam ümmeti kavramını milliyetçi bir yöntemle yeniden kavramsallaştırarak İslam birliğini yeniden kurma fikrine odaklanır. Onlara göre ümmetin millet olarak yeniden tesis edilmesi sonucunda İslamiyet eskisi gibi güçlü olacak ve Batı karşısında dik bir şekilde ayakta kalabilecekti. Dönemin en önemli İslamcılarından olan Mehmed Akif millet-kavmiyet ayrımını kullanarak kavmiyetçiliğin İslam birliği için en büyük tehdit olduğunu savunurken (Ersoy, 2005, ss. 413-414), kavmiyet fikrinin modernite öncesinde dahi İslam’da bulunmadığını ve dışarıdan geldiğinin altını çizer (Ersoy, 2005, ss. 161-162). Akif’in atfı Batı kaynaklı milliyetçiliğedir. Ahmet Hamdi (Aksekili) ise benzer bir düşünceyle kavmiyetçiliğin İslam toplumlarını Batı’ya karşı çaresiz ve savunmasız hale getirdiğini, bunun da Batı karşısında ayakta duramamanın ve yıkımın sebebi olduğunu savunur (Aksekili, 1330/1914, s. 66). Ömer Rıza (Doğrul) bir adım öteye giderek etnik milliyetçiliğin bir Hristiyan âdeti olduğunu ve bu nedenle alınmaması gerektiğini ifade eder (Rıza, 1335/1919, s. 68). Akif, İstiklal Marşı’ndan önce yazdığı metinlerde de Batı’yı daha doğrusu Batı medeniyeti olarak isimlendirilen entiteyi bir canavara benzetir ve milliyetçilik ideolojisini bu canavarın etrafa saçtığı kötücül bir fikir ve eylem olarak yorumlar (Ersoy, 2005, s. 303). Etnik milliyetçiliği bir ayrılıkçılık olarak tasavvur eden İslamcılara göre Batı karşısında dağılmanın destekçisi olmak yerine siyasal birlik kurmak tek yoldur. Bu birliğin tek ihtimali de İslam birliğidir. İslamcıların birlikten kastı Müslümanların bir egemen devlet altında yaşadığı siyasal birlikten ziyade bir farkındalık ve Müslümanlık bilincinin ön planda olmasıdır, kısacası Müslüman kimliğin önemsenmesidir. Zira Sebilürreşad’da isimsiz çıkan bir yazıya göre Müslüman bir Osmanlı, Hintli bir Müslümanı Hristiyan bir Osmanlı’dan daha çok sevmektedir (Sebilürreşad, 1329/1914, s. 301). Son tahlilde İslamcıların ön gördüğü milliyetçilik vatandaşlığın ötesinde manevi bir birliktelik bilincine dayanır. Mehmed Fahreddin bu doğrultuda İslam milletinin “maddi ve unsuri değil ruhi ve lahuti” olduğunu belirtir (Fahreddin, 1329/1914, s. 263). KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 41 İslamcılar, İslam Devleti’nin kurulabilmesinin imkânsız bir çaba olduğunun farkındaydılar. Bundan dolayı onların hedefi hilafeti elinde bulunduran Osmanlı Devleti’nin önderliğinde bir İslam toplumları ve Müslüman birliğiydi. İki katmanlı bu birlik tahayyülünde karşılıklı bir zorunluluk ilişkisi vardır. Akif bu zorunluluğu ağaç metaforu üzerinden anlatırken İslam topluluklarının her birinin İslam milletini temsil eden ağacın dalları ve kökleri olduğunu tasvir ederek (Ersoy, 2005, s. 171) herhangi bir ayrılıkçılığın ya da etnik milliyetçiliğin önünü almaya çalışmıştır, çünkü bir dalın ya da kökün ayrılması ağacın sonu anlamına gelir. İslam birliğini bir zorunlu birliktelik olarak değerlendiren bu düşünceye göre birliği zedeleyecek herhangi bir tutum gibi etnik milliyetçilik de İslamiyet tarafından yasaklanmıştır. Akif bu düşünceyi şu dizelerinde yansıtır: “Bu ayrılık da neden? Bir değil mi herşeyiniz?/ Ne fırka herzesi lâzım, ne derd-i kavmiyyet;/ Bizim diyanete sığmaz sekiz, dokuz millet!” (Ersoy, 2005, s. 247). İslam birliği yerine etnik milliyetçilik yolunun benimsenmesinin bu karşılıklı zorunluluk ilişkisini zedelediğini, yani İslami toplumların etnik milliyetçilik yolunu benimsemesinin hem birey olarak Müslümanlar arasındaki hem de İslam toplumları arasındaki birliği yıkacağını varsayar. Etnik milliyetçilik aynı ülkenin vatandaşı olan Müslümanlar arasında dahi ayrılıkçılığa sebep olurken Müslüman kimliğinin kaybolmasına neden olacaktır. Bunun karşısında yer alan İslam birliği veya İslam milleti tasavvuruna göre ise Osmanlı Devleti önderliğindeki hareket İslam’ı kurtarırken, İslam da Osmanlı Devleti’ni kurtaracaktır. İslamcılar etnik milliyetçiliği Cahiliye dönemindeki Arap kavmiyetçiliği ile ilişkilendirerek eleştirilerini İslami kaynaklardan referanslarla destekler. Bu referanslarda İslam’ın kavmiyetçilikleri değersizleştirerek etnik gruplar üzerinde yeni bir birlik ve kimlik inşa edildiği iddiası bulunur. Bu nedenle onlara göre İslam dışındaki bir kimlik, daha doğrusu bir siyasal birlik, İslam’ı ikincilleştirecek ve geri plana itecektir. Döneme dair bu tartışma üzerine yazılmış birçok ikinci kaynakta en çok ele alınan ve dönemin en çok ses getiren makalesini Sebilürreşad dergisinde İslam’da Dava-yı Kavmiyet (Naim, 1330/1914) başlığıyla Babanzade Ahmed Naim yazmıştır. Babanzade bu yazıda milli kimliği etnik değil dini bir kimlik olarak tanımlarken milliyeti ve milli kimliği idealize eder. Diğer İslamcı yazılarda da görülen bu düşünce Bereketzâde İsmail Hakkı’nın Necaib-i Kur'aniye (Hakkı, 1324/1908, ss. 148-149) isimli yazısında Kuran’a başvurularak İslam’ın kavmiyetçiliği yasakladığı ayetler üzerinden kanıtlanmaya çalışılır. Zira, İslamiyet ayrışmanın yerine birleşmeyi ayrışmış topluluklar arasında sağladığı için başarılıdır (Çaviş, 1331/1915, ss. 178-180). Karpat, İslamcıların Kuran’ı alıntılayarak ümmetin farklı kavmiyetlerden oluşsa da bunlar arasında bir fark ve üstünlük olmadığını vurguladıklarını belirtir (Karpat, 2001, s. 310). Böylece İslamcılar, İslam milletleri içerisinde üstünlük olmadığını da vurgulayarak etnik milliyetçiliğe dayalı ayrışmaların Müslümanlar arasında bir eşitsizliğin müsebbibi olacağı düşüncesindedir. İslamcıların etnik milliyetçilik(ler) karşısındaki sert tavırları özellikle Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin ilk yıllarında bir nebze yumuşamıştır. Hasan Hikmet 1924 yılında Sebilürreşad’da yer alan Yüksek Hars, Hars-ı Dinidir başlıklı yazısında İslam milletinin farklı etnik kimliklerin oluşturduğu unsurların birlikteliği olarak tanımlar (Hikmet, 1340/1924, s. 263). Bu birliktelik ne var ki manevi bir birlikten öteye geçemeyecek durumdadır. Ancak diğer taraftan İslam milleti kavramı, İslamcı dergiler Takrir-i Sükûn sonrasında kapatılıncaya kadar ümmet kavramını karşılamaya devam eder. Son tahlilde onlara göre sorun etnik bilincin İslami birliğin karşısında siyasal bir harekete dönüşmesidir. Bunun yapılması onlara göre İslam’ı yok etmekle neredeyse eşdeğerdir. Bu nedenle o dönemki İslamcı düşüncede etnik milliyetçilik Batı’nın saldırıları ile eş değerde yıkıcıdır. Zira Müslüman toplumların başına gelen felaketlerin en önemli sebeplerinden birisi kavimlerin Müslümanlığı ikincil plana itip kendi ülkelerinin çıkarları doğrultusunda hareket etmeleridir (Abdullah, 1330/1915, ss. 99-100). Her ne kadar İslamcılar etnik milliyetçiliğin karşısında olsalar da etnik farkındalığın ve kültürel kimliğin ortadan kalkmasını istemezler. Bir Müslümanın etnik kimliğinin farkında olmasında ve bu kimliğini kültürel alanda sahiplenmesinde İslamcılara göre bir sakınca yoktur. Bu noktada emperyal ve evrenselci tutumları, milliyetçi tutumları ile tezat oluşturarak devam eder. Mehmed Akif Arnavut kökenli olduğunun farkındadır. İslamcı akımın önemli isimlerinden Babanzade Ahmed Naim etnik bir dernek olan Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti’ni kuran isimler arasında yer alır. Yukarıda da bahsi geçtiği üzere, Meşrutiyetin yeniden ilanından sonra İslamcılar ve Türkçüler iş birliği içerisindedir. Örneğin Türkçü bir sivil toplum kuruluşu olan Türk Derneği’nin kuruluşunu, İslamcı bir dergi olan Sırat-ı Müstakim tebrik ederek nizamnamesini yayımlar. Birkaç yıl içinde Türk Ocağı’nı doğuracak olan bu örgüt ile İslamcılar arasında fikir ayrılığına dayanan bir çatışma söz konusu değildir. Hatta Türk Ocağı’nın kuruluşu da yine dergide tebrik edilir. Ayrışma öncesi birlikteliği var eden temel motivasyon Osmanlı’nın kurtarılması olmakla beraber birliktelik Türkçüler açısından bir zorunluluk görünümündedir. Zira Türkçüler, özellikle Rusya Türkçüleri kendi dergilerini kuracak güce ve ilişkilere sahip değildir. Ayrıca Türkçülük henüz fikren İslamcılıktan ayrılmamış, aralarındaki fikir ayrılıkları dahaca billurlaşmamıştır. Nihayetinde Osmanlı’nın kurtuluşu fikri konusunda hemfikirdirler. Ne var ki Balkan Savaşlarının Türkçülüğün etkin hale gelmesi üzerindeki etkisi ve ayrılıkçı Müslüman milliyetçiliklerinin ortaya çıkması ayrımın netleşmesine neden olur. KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 42 İslamcılar ile Türkçüler arasındaki fikir ayrılığı temelde birlik tasavvurundaki anlaşmazlık üzerinden çıkar. Bu noktada İslamcılar, Türkçüleri hem dini hem de siyasi açıdan eleştirirler. İslamcılara göre Türkçüler dinen yasak olan etnik milliyetçiliği takip ederek hem İslam’dan sapmakta hem de siyaseten İslam birliğini tehdit etmektedir. İslamcılar böylece düşüncelerinin temelinde etnik milliyetçiliği karşıtlığını koyarken İslam’ın Asr-ı Saadet dönemindeki birleştirici gücünü romantik bir tavırla arzulamakta ve yeniden kurmaktadır. Zira ümmet dağılmaması gereken bir millet olarak onlar tarafından İslami söylem üzerinden yeniden var edilmeye çalışılır. Osmanlı merkezindeki İslamcıların bu düşüncesi en yakınlarındaki etnik milliyetçi akım olan Türkçülere karşı bir duruş olarak belirir. Zira Türkçülük İslam birliğini tehdit etmektedir. Son çare olarak ortaya sunulan Türkçülük, İslamcılara göre başından itibaren ayrılıkçı olduğu için çöküşü durdurmayacaktır (Ersoy, 2005, s. 162). İslamcılara göre etnik milliyetçilik bir hastalık, Türkçülük ise bu hastalığı yaymaya çalışan bir nifak tohumudur (Sebilürreşad, 1336/1920, s. 131). İslamcılar her ne kadar Türkçüleri suçlasalar da onlara göre kötülüğün kaynağı ve müsebbibi Batının oyunları ve ortaya çıkardığı etnik milliyetçiliktir (Sebilürreşad, 1334/1918, s. 211). Türkçülük bu nedenle İslamcıların gözünde bir taraftan karşı konulması gereken bir akımken Türkçüler halen birer Müslümandır. Türkçüler sadece akıntıya kapılmış ve yeniden bilinçlendirilmesi gereken kişilerdir. Fakat Babanzade Ahmed Naim Türkçülere bu kadar yumuşak yaklaşmaz. Zira kavmiyetçilik ona göre Avrupa’nın şeytani oyunlarından birisi ve Türkçülerin vücuda sokmaya çalıştığı bir kanserdir. Yapılması gereken ise Müslümanların şeriatı savunarak Türkçülerin karşısında durmasıdır (Berkes, 1998, ss. 374-375). Bir başka eleştiri noktası ise milliyetçiliğin Türkçüler tarafından bir zorunluluk olarak gösterilmesinedir. Diğer taraftan bu zorunluluk ilişkisinde İslam’ın geri plana itilip İslam öncesi Türklüğün ön plana çıkarılması İslamcılar açısından kabul edilemez bir tutumdur. Örneğin Ömer Rıza (Doğrul) İslamiyet öncesi Türk tarihine referans verilmesini eleştirir (Rıza, 1335/1919, s. 69). İslamcılar dönem Türkçülüğünün en önemli örgütü Türk Ocağı’nı, dergisi Türk Yurdu’nu ve temsilcilerini İslamiyet öncesi Türklük arayışları, özellikle Cengiz Han övgüleri ve bozkurt sembolü üzerinden eleştirir. Türkçü dergilerde yer alan Cengiz Han övgüleri ve onun bir kahraman olarak sunulması İslamcılar tarafından kabul edilemez bir hata olarak görülür. Örneğin Türk Yurdu dergisinin bir sayısında Cengiz Han’ı öven bir şiirin yayınlanması Sebilürreşad’da eleştirilir, zira Cengiz Han, İslam’ın, Türklerin ve insanlığın düşmanıdır (Sebilürreşad, 1331/1915, s. 154). Hatta Ahmet Hamdi (Aksekili) Cengiz Han’ın İslam ümmetini bölen bir barbar olduğunu savunur (Aksekili, 1330/1914, s. 66). Bu eleştirilere ek olarak İslamcılar, Batıcılara yönelttikleri eğlence eleştirilerini Türk Ocağı’nda gerçekleştirilen kültür etkinliklerine de yöneltir. Türk Ocağı’nı balolar ve konserler üzerinden Batı taklitçisi olmakla itham ederler (Sebilürreşad, 1340/1924b, s. 170). Son tahlilde İslamiyet öncesi Türklüğün bilinmesi İslami kimliğin önüne geçmesi açısından reddedilirken bunu var etmek için girişilen tüm tutumlar İslamcılar tarafından ayrılıkçılık olarak tanımlanır. Bu konudaki en ilginç tartışma Hz. İbrahim’in Türklüğü üzerinden şekillenir. Türkçüler Hz. İbrahim’in Türk olduğunu iddia ederek Hz. Muhammed’in Türk olduğu imasını yapar. İddianın sahibi İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) Tevhid-i Efkâr’da Hazret-i İbrahim Aleyhisselam Türktür başlıklı yazısında iddiasını ortaya sürer (Ayvazoğlu, 2009, s. 61). İslamcılar bu çıkışı İslam’ı etnik bir tavırla Arapların elinden alma çabası biçiminde değerlendirir ve anlamsız görür. Zira onlara göre kavmiyetçiliği yasaklayan bir dinin peygamberinin Türk veyahut Arap olması bir anlam ifade etmez (Sebilürreşad, 1340/1924a, s. 92). Sonuç Yerine O dönemde Türkçüler genelde İslam karşıtı değildirler. Türkçüler İslam’ı bir din olmaktan ziyade bir kültürel ve sosyal mesele ya da aidiyet duygusu olarak ele alırlar. Bundan dolayı tartıştıkları İslam’ın kendisi olmaktan ziyade İslam’ın topluma olan etkisidir. İslamcılar Türkçüleri din üzerinden ağır bir şekilde eleştirseler de Türkçüler genellikle İslam’ı ideolojilerinden dışsallaştırmamışlardır. Zira İslam İslamcılara göre ontolojik ve temel bir mesele iken, Türkçüler için kimliği ilgilendiren geleneksel ve kültürel bir ayrıntıdır. Bu nedenle İslamcılar Türkçülüğün İslam’ın sonunu getireceğini düşünürken Türkçüler ise İslam’ı güçlendireceğini iddia etmiştir. Örneğin Ahmed Ağaoğlu, Türkçülüğün İslam ile çelişmediği konusunda İslamcıları ikna etmeye uğraşmıştır, özellikle Babanzade Ahmed Naim’i (Ülken, 1992, s. 401). Kısacası aralarındaki fikir ayrılıklarının temel dayanağı böylece İslam’ın algılanma biçiminin farklılığıdır. Ağaoğlu, Babanzade’ye yazdığı cevabında milliyet ve asabiyet kelimeleri arasında fark olduğunu ve İslam’ın milliyetçiliği değil asabiyetçiliği yasakladığını iddia eder (Ağaoğlu, 1330/1914-1915). Başka bir yazısında milliyetçiliğin İslam’ın dinamosu olduğunu ima eder (Öğün, 1993, s. 48). İslamcıların Türkçülüğün sekülerleşmeye yol açacağı eleştirisini doğru bulmaz ve İslam’ın Türkçülük için gerekli olduğunu savunur (Öğün, 1993, s. 48). Ağaoğlu dini göz ardı eden ırkçı bir Türkçülüğü benimsemez. O İslamcıların Batı hakkındaki görüşlerine de pek fazla katılmaz. Ona göre Batı ilminin ve bilimlerinin benimsenmesi gerekir, çünkü Batı’nın zaten bunları İslami ilimlerden değişik yollarla benimsediklerini savunur. Bunun ahlak ile alakalı bir mesele olmadığını düşünür (Öğün, 1993, ss. 46-47). KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 43 Yusuf Akçura Türkçülüğü ideolojiler içinde en makul olanı olarak ele alır. Ziya Gökalp de benzer bir tutumla Türkçülüğü savunur. Hem Akçura hem Gökalp dini, düşüncelerinin ve toplum tasavvurlarının içinde bulundurmakla beraber, diğer taraftan İslamcıların İslam’ın milliyetçiliği yasakladığı iddiasının karşısında yer alırlar. Nihayetinde Türklük bilincinin ve Türkçülüğün ön planda olmasının İslam’ı da kurtaracağı iddiası ile ideolojik tutumlarını sağlamlaştırmaya çalışırlar. Türkiye siyasi ve düşünce tarihinin önemli iki akımı arasında yer alan İslamcılık ve Türkçülük ideolojileri 1908 yılında meşrutiyetin yeniden ilan edilmesinden sonra ülkenin kurtartılması ve toplumun şekillendirilmesi noktasında benzer tutumlar sergilemiş olsalar da dine verilen önem hususundaki öncelik noktasında ayrışmışlardır. Bu dönemde Türkçülük, dini Türklük bilincinin tarihsel bir parçası olarak ele alıp önceliği etnik kimliğe, Türklüğe verir. İslamcılık ise etnik bilincin ikincil planda kaldığı dinin kimliğin asıl belirleyeni olduğu bir toplum peşindedir. Aralarında ortaya çıkacak olan husumet de bu noktada ortaya çıksa da ülkenin içinden geçtiği bağımsızlık savaşı sürecinde ideolojik ayrımları bir kenara bırakmışlardır. Erken Cumhuriyet döneminde kamusal alandan çekilen İslamcılık ile erken Cumhuriyetin temel ideolojilerinden olan Türkçülüğün yolları çok partili hayata geçiş sürecinde tekrar birleşecektir. Türk sağının temel iki ideolojisi olan bu düşünce akımları sıklıkla Batıcılık karşıtlığı gibi konular üzerinde hemfikir olsalar da dinin önceliği hususundaki aralarında İkinci Meşrutiyet döneminde ortaya çıkan ayrılık devam edecektir. Araştırmacıların Katkı Oranı Beyanı: Yazar, araştırmayı tek başına hazırladığını beyan etmiştir. Destek ve Teşekkür Beyanı: Yazar, teşekkür beyanında bulunmamıştır. Çatışma Beyanı: Yazar, kendisi ve üçüncü taraflar açısından herhangi bir çıkar çatışmasının olmadığını beyan etmiştir. Etik Kurul Raporu Gerekliliği Beyanı: Yazar, çalışma için Etik Kurul Raporu gerekliliği olmadığını beyan etmiştir. Sorumlu Editörler: Prof. Dr. Hüseyin Özgür, Anadolu Üniversitesi Dr. Öğr. Üyesi İbrahim Yılmaz, Samsun Üniversitesi KOCATEPEİİBFD 24(2) Aralık/December 2022 Gündoğdu, İkinci Meşrutiyet döneminde İslamcılığın Türkçülük eleştirisi 44 Kaynakça/References Abdullah. (1330/1915). İttihad-ı İslam: İslam'da Cinsiyet ve Kavmiyet Yoktur. Sebilürreşad, 13(325), 99-100. Ağaoğlu, A. (1330/1914-1915). İslamda Dava-yı Milliyet. Türk Yurdu, 6(10), 2320-2329. Ahmad, F. (1969). The Young Turks: The Committee of Union and Progress in Turkish Politics, 1908-1914. Oxford University Press. Aksekili, A. H. (1330/1914). İctimaiyet: Her Kavmin Kendi Başına Hareketi İslam için Felakettir. Sebilürreşad, 12(290), 65-66. Arai, M. (2008). Jön Türk Dönemi Türk Milliyetçiliği. İletişim Yayınları. Ayvazoğlu, B. (2009). Tanrıdağı'ndan Hıra Dağı'na: Milliyetçilik ve Muhafazakarlık Üzerine Yazılar. Kapı Yayınları. Berkes, N. (1965). Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler. Yön. Berkes, N. (1998). The Development of Secularism in Turkey. C. Hurst & Co. Berkes, N. (2003). Türkiye'de Çağdaşlaşma. Yapı Kredi Yayınları. Çaviş, A. (1331/1915). Kavmiyet ve Din. Sebilürreşad, 13(335), 178-180. Çetinsaya, G. (2005). İ