|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
"Evliyânın kerâmeti bizim yolumuzda haktır..."
1 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :1 Ocak 2024 01:23
Osman Şirvânî ve Pîr Ömer Halvetî, Ahî Muhammed hazretlerini önde gelen talebelerindendir...
Ahî Muhammed hazretleri evliyânın büyüklerindendir. Türkistan’da Harezm’de doğdu. 1378 (H.780) târihinde Afganistan’da Herat şehrinde vefât etti. Harezm'de ilim ve edeb öğrendi. Sonra Geylan'daki evliyâdan mânevî ilimleri tahsîl edip, zamânın büyük velîleri arasına girdi. Çok talebe yetiştirdi. Talebelerinin önde gelenleri Muhammed Karsî, Osman Şirvânî ve Pîr Ömer Halvetî'dir. Çok kerâmeti görüldü.
Ahî Muhammed hazretlerinin memleketinde birisi, öfkeyle ağzından; "Eğer bu yıl haccetmezsem hâtuna talak verdim" sözü çıktı. Lâkin dediği zamanda hacca gidecek para eline geçmedi. Kadı efendi; "Dînin emri gereği hacılar gelince senin nikâhın bozulur. Hanımın boş olur" dedi. Ahî Muhammed hazretlerine gelip yaşlı gözlerle hâlini arz etti. Ahî Muhammed hazretleri ona merhamet edip; "Sen Zilhiccenin dokuzuncu günü yanıma gel. İnşâallahü teâlâ nasîb olur. Evliyânın kerâmeti bizim yolumuzda haktır" buyurdu...
Adamcağız arefe günü Ahî Muhammed hazretlerinin huzûruna geldi. Ahî Muhammed hazretleri onu tenhâ bir yere götürüp; "Allahü teâlânın izni ile inşâallah şimdi Arafat'a varacaksın. Orada hac ile ilgili vazîfelerini yap. Hemşehrilerinle görüş. Onlardan birinden bir mikdar ödünç para al. Aldığına dâir bir senet imzâlattır. Gelince istediği zaman verirsin" buyurdu. Sonra mübârek ridâlarını çıkardı ve yere serdi ve üzerine oturttu. O kimse bir anda kendini Arafat'ta buldu. Vakfe ve diğer hac vazîfelerini yaptı. Hemşehrileriyle görüştü. Birinden biraz borç aldı. Kâdıya senet imzâlattırdı. Sonra bir anda kendini Harezmî hazretlerinin huzûrunda buldu. Hacda aldığı para da yanındaydı...
Bir zaman sonra hacılar döndü. Hacılar o adamı gördüklerinde; "Sen ne zaman geldin?" diye sordular. Bunu işitenler güldüklerinde; "Siz ne diyorsunuz?" dediler. O zaman adamcağızın yanına hacda iken para aldığı adam geldi ve verdiği parayı istedi. O da ispat et, dedi. Sonra durum kâdıya intikâl etti. Alacaklı dâvâ edip; "Ben buna arefe günü şu kadar para borç verdim. İşte Mekke kâdısının imzâladığı ismi yazılı borç aldığına dâir senet" dedi ve senedi gösterdi. Sonra başka hacılar aynı şekilde şâhitlik yaptılar. Netîcede dâvâsında doğru olduğu, hacca gittiği anlaşıldı ve hanımından ayrılma tehlikesinden kurtuldu...
Bu, Ahî Muhammed hazretlerinin yardım ve kerâmetiyle olmuştu. Bundan sonra insanlar onun velî olduğunu söylemeye başladılar.
.
Dünyâ nimetleri, şekerle kaplanmış zehir gibidir!
2 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :2 Ocak 2024 01:43
"Dünyânın geçici nimetleri ancak, bu parlak dîne uymakta yardımcı oldukları zaman faydalı olur..."
Ubeydullah bin Bâki-Billah hazretleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin hocası olan Muhammed Bâki-billah'ın büyük oğludur. Küçük yaşta babası vefât edince İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin teveccühleri ile yetişti ve önde gelen talebelerinden oldu. On sekizinci yüzyılın sonlarında vefât etti. Kabri Delhi'dedir. Bir sohbetinde buyurdu ki:
Yüksek üstadımız İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektubatında buyuruyor ki: Hak sübhânehü ve teâlâ râzı olduğu şeyleri yapmaya kavuştursun! Selâmette olmanızı, kıymetli ve muhterem olmanızı nasip eylesin! Yüksek Peygamberi ve Onun âli hurmetine, bu duamı kabûl buyursun “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât.” Fârisî beyit tercümesi: "Kazanç ve saadet topu ortada duruyor,/Meydânda kimse yok, süvârîler görünmüyor?"
Dünyânın tatlı şeyleri ve geçici nimetleri ancak, bu parlak dîne uymakta yardımcı oldukları zaman, faydalı ve helâl olurlar. Dünyâ kazancı, âhiret kazancı ile birlikte olduğu zamân işe yarar. Âhıreti kazanmaya yardımcı olmayan dünyâ nimetleri, şekerle kaplanmış zehir gibidirler. Bunlarla, ahmak olanlar aldatılmaktadır. Allahü teâlânın bildirdiği tiryâk ile bu zehirlere ilaç yapmayanlara yazıklar olsun! Bu şekerli, tatlı zehirleri, İslâmiyetin emirlerini ve yasaklarını yapmak güçlüğüne katlanarak tedâvî etmeyenlere çok acınır.
Kısaca, İslâmiyete uymak için biraz çalışan, biraz harekete geçen kimse, sonsuz olan kazançlara kavuşur. İslâmiyetin emirlerine ve yasaklarına uymak çok kolaydır. Fakat az bir gaflet ile ve gevşeklik ile de bu sonsuz nimetler elden çıkar. Uzağı gören, doğru düşünebilen akıl sâhibinin, bu parlak dîne uyması lâzımdır. Ceviz ile kozalak ile oyuna dalarak faydalı şeyleri elden kaçıran çocuk gibi olmamalıdır. Dünyâ işinizi yaparken, İslâmiyete uymaya dikkat ederseniz, Peygamberlerin “aleyhimüssalevât vetteslîmât” yolunda bulunmuş olur, bu sağlam dîni nûrlandırmış ve yaşatmış olursunuz! Bizim gibi elinden iş gelmeyenler, senelerce hâlis ibâdetler yapsak, din ile dünyâyı birlikte kazanan sizin gibi kahramanların derecesine yaklaşamayız. Yâ Rabbî! Sevdiğin ve beğendiğin işleri yapmayı bize nasip eyle!
Şunu da bildireyim ki, bu duacınızın kâğıt parçasını size yükselten kıymetli hâce Muhammed Sa’îd ve hâce Muhammed Eşref, sevdiklerimizden ve yakınlarımızdandır. Onlara yapacağınız ihsânlar, bu fakîri çok sevindirecekdir. Allahü teâlâ, kıymetli işler yapmanızı nasip etsin ve şânınızı yüksek eylesin!
.
Akrabana din bilgisi öğretmeyi terk etme!
3 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :3 Ocak 2024 01:04
Kul haklarından en önemlisi akrabasına ve emri altında olanlara Emr-i mâruf yapmamaktır!
Hacı Sâdık Efendi Kayseri âlim ve velîlerindendir. 1768 (H.1182) senesinde Kayseri'de doğdu. Ürgüp'e giderek Ürgüplü Hacı Mustafa Efendinin derslerine, devâm etti. sonra Amasya, Ankara, bilâhare İstanbul'a giderek meşhûr âlimlerin derslerine devâm etti. İlim ve fazîlette yüksek derece sâhibi oldu. Rüûs imtihanını kazanarak Kayseri Pervâne Bey Medresesi Müderrisliğine tâyin edildi. Erzincanlı Hacı Süleymân Efendinin derslerine de devâm ederek, tasavvufta yükseldi, icâzet aldı.1849 (H.1266) senesinde Kayseri'de vefât etti. Buyurdu ki:
Âkıl ve bâlig olan her Müslümanın, her gün vakitleri gelince, beş kere namaz kılmaları ve her birisini vaktinde kıldığını bilmeleri farzdır. Kız ve oğlan çocuk yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emretmek velîsi üzerine vâcib olur. Oruç tutmaları için de emreder. İçki içmemesi için de emreder. İyi işlere alıştırır. Kötü işleri yapmamasını emreder. Kimse, kimsenin yerine, onun borcu olan namazı kılamaz. Kendi kıldığı namazın ve başka ibâdetlerinin sevabını, diri veya ölü olan başkasına hediye etmek câizdir. Alacaklının, alacağını istememesi için, namaz kılıp, sevabını ona bağışlamak câiz değildir. Bir dank, yâni bir dirhem gümüş kıymetinin altıda biri kadar [yarım gram gümüş kadar] borç için, şartlarını gözeterek kılmış olduğu namazlardan, yediyüz namazının sevabı, kıyâmet günü, alacaklısına verilecektir. Borçlunun sevapları biterse alacaklısının o kadar günahı, ona yükletilecektir.
Kul haklarından en önemlisi ve azâbı en çok olanı, akrabasına ve emri altında olanlara Emr-i mâruf yapmamaktır. Bunlara din bilgisi öğretmeyi terk etmektir. Onların ve bütün Müslümanların dinlerini öğrenmelerine ve ibâdetlerini yapmalarına, işkence ederek veya aldatarak mâni olanın kâfir olduğu, İslâm düşmanı olduğu anlaşılır. Bid'at sahiplerinin, mezhepsizlerin, sözleri ile, yazıları ile, Ehl-i sünnet îtikadını değiştirmeleri, dîni, îmanı bozmaları da böyledir.
Namazın farz olduğuna, birinci vazîfe olduğuna inanmayan, önem vermeyen, kâfir olur. Farz olduğuna inanıp da, tembellik ile, özürsüz kılmayan fâsık olur. Hadis-i şerifte, (Kâfiri Müslümandan ayıran şey, namaz kılmamasıdır) buyuruldu. Bunun için, tembellik ederek namaz kılmayana, Hanbelî mezhebinde kâfir denilmiştir. Terk etmek, tembellikle, bile bile kılmamak demektir. Özür ile kaçırmaya, fevt etmek denir. Özür ile vaktinde kılınmayan namazları acele kaza etmek farzdır. Âilesinin nafakasını kazanacak kadar tehîr etmesi câiz olur.
.
Duânın kabûl olmasının şartları ve edepleri...
4 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :4 Ocak 2024 01:09
"İhtiyaçlarını Allahü teâlâdan yalvararak ve O'na sığınarak istemeli, âhiret kurtuluşunu onlarda görmelidir."
Huccetullah Muhammed Nakşibend, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretlerinin ikinci oğludur. 1624 (H.1034) senesinde dedesi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin vefât ettiği yıl doğdu. O doğacağına yakın babası Muhammed Ma'sûm'a, İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Bu yakınlarda doğacak oğlun, yüksek mârifetlere ve sırlara kavuşacak, zamânının anlamaktan âciz kalacakları bir insân-ı kâmil olacaktır" buyurdu. Ona Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin ismini verdiler.
Muhammed Nakşibend hazretleri, sağlığında zamânın devlet reislerine, beylere, vâlilere, âlimlere ve sâlihlere nasîhat eder, uzakta olanlarına ise mektuplar yazarak dînin emirlerini bildirirdi. Bunlar iki cild hâlinde toplanmıştır. Birinci cildde yüz yirmi sekiz, ikinci cildde altmış sekiz mektup vardır. Mektuplarından birinde buyurdular ki:
"Allahü teâlâya hamd olsun. Seçtiği kullara selâm olsun. Mektubunuzla şereflendik. İkrâmlarınız da geldi. Duâ etmemize sebep oldu. Hadîs-i şerîfte; (Duâ kapılarının kendisine açıldığı kimseye [yâni duâ nasip olan kimseye] kabûl kapıları ve Cennet, yâhut rahmet kapıları da açılır) buyuruldu. O hâlde duâda kusur etmemelidir. Kapalı kapıları duâ anahtarı ile açmalıdır. İhtiyaçlarını Allahü teâlâdan yalvararak ve O'na sığınarak istemeli, âhiret kurtuluşunu onlarda görmelidir. Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: (Duâ müminin silâhıdır, dînin direğidir. Göklerin ve yerin nûrudur. Her şeyi Hak teâlâdan istemelidir. Ayakkabının bağı, yemeğin tuzu bile olsa.)
Duânın kabûl olması için olan şart ve edepler: Yemekte ve giymekte haramdan sakınmak, Allah'a karşı ihlâslı olmak. Duâdan önce namaz veya benzeri sâlih bir amel işlemek, abdestli olmak, temiz olmak, kıbleye karşı diz çöküp oturmak, duâ ederken Allahü teâlâya hamdü senâ etmek, Resûlullah efendimize salevât-ı şerîfe getirmek, iki elini uzatıp, omuzları hizâsına kaldırmak, elinde eldiven olmamak, isterken Allahü teâlânın isimleri ve sıfatları ile istemek, meselâ; yâ Rabb-el-âlemîn, yâ Ekrem-el-ekremîn, yâ Erhamerrâhimîn... gibi. Avuç içleri açık olmak, edeb üzere bulunmak, hudû' ve huşû' hâlinde olmak. Kendini eksik, kusurlu, zavallı ve kırık bilmektir.
Duânın kabûl zamanları ise; Kadr gecesi, Arefe günü, Ramazân-ı şerîf ayı, Cumâ günü, gecenin ilk üçte biri, gece yarısından sonra, gecenin son üçte biri, gecenin ortası ve seher vakitleridir. Bunlardan en önemlisi cumâ saatidir.
.
Haram işlememek için camdan atlayan genç!
6 Ocak 2024 07:55 | Güncelleme :6 Ocak 2024 07:57
Memleketin ileri gelenlerinden birinin hanımı, İmâm-ül Ârifîn'e âşık olmuştu. Bir gün!..
İmâm-ül Ârifîn, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin torunu ve Muhammed Sibgatullah'ın ikinci oğludur. İsmi Muhammed İsmâil olup "İmâm-ül Ârifîn" diye meşhur oldu. Hindistan’da Serhend’de doğdu. Küçük yaşta, yüksek dedesi Urvet-ül-vüskâ Muhammed Ma'sûm hazretlerinden ilim öğrenip, sohbetleri ile şereflendi. Dedesinin vefâtından sonra, babası Muhammed Sibgatullah hazretlerinin ders ve sohbetlerine devâm etmeye başladı. Onun teveccühleri ile olgunlaşıp, kemâle geldi. Âlimler onun meâlen; "Allahü teâlânın indinde en iyiniz, takvâsı en çok olanınızdır" (Hucurât sûresi: 13) âyet-i kerîmesi ile medh olunanlardan olduğunu bildirdi. Nitekim gençliğinde başından geçen şu hâdise onun takvâ sâhibi olduğunun en açık delîlidir:
Gençti... Fevkalâde güzel bir yüze ve vücûda sâhipti. O memleketin ileri gelenlerinden birinin hanımı, kendisine tutuldu, âşık oldu. Sabrı ve irâdesi kalmadı. Binbir yalan ve hîle ile Muhammed Sibgatullah hazretlerine; "Evimizde bir hasta var. Oğlunuzu, Kur'ân-ı kerîm okumak üzere göndermenizi istirhâm ediyorum" diyerek haber gönderdi. Kadının, Kur'ân-ı kerîm okuma isteğine ve bu yalvarmasına dayanamayan babası, oğlunun gitmesine izin verdi. Eve vardıklarında durumu anlayan Muhammed İsmâil, ikinci katın açık penceresinden aşağı atladı. Fakat yaralandı. Acılarına aldırmayarak süratle orayı terk edip, babasının huzûruna geldi. Durumu olduğu gibi anlatınca, babası oğlunun haramlardan bu kadar çok korkmasına sevindi, cenâb-ı Hakk'a şükür secdesine kapandı...
Vazifeli olarak gittiği yerde babasıyla mektuplaşır, ona kendisinin ve talebelerinin durumlarını bildirirdi. Babasından gelen bir mektup şöyledir:
"Allahü teâlâya hamd olsun. Sevdiği, seçtiği kullarına selâmlar olsun. Gözümün nûru oğlumun mektubu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, âfiyettesiniz ve uzakta kalmış dostlarınızı unutmamışsınız. Kâbil'e gittiğinizi ve oradaki dostların yakın alâkasını yazıyorsunuz. Bâzı talebelerinizin garip evliyâlık hâllerini ve beyânlarını yazıyorsunuz. Size vekil olan icâzet verdikleriniz ve diğer bizi sevenlerin hepsi, sizin teveccühleriniz altında bulunsunlar. Bu hususta bu fakîrden bir şey beklemesinler. Bizim rızâmız böyledir. Tasavvufta yüksek velîlerin seçilmişlerine mahsus olan makamlardan soruyorsunuz. Ümidli olunuz. Bu fakîr sizden hiçbir şey esirgemiş değilim, esirgemiyeceğim de. İnşâallah bu yüksek makama yakında kavuşursunuz. Bilmeseniz de zararı yoktur. Çünkü bir şeyin hâsıl olması başkadır, bilinmesi başkadır. Aralarında büyük fark vardır."
.
Dört mezhep imâmları mutlak müctehiddirler
7 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :7 Ocak 2024 01:23
Fakihlerin en yüksek derecesi, ahkâm-ı islâmiyyede müctehid olanlardır.
Ahmed Zühdü Paşa Osmanlı âlim ve devlet adamlarındandır. 3 Şubat 1834’te İstanbul’da doğdu. Tahsilini Maârif-i Adliyye Mektebi’nde yaptı. Hoca Mehmed Efendi ile Mustafa Tevfik Efendi’den şerh-i akaid okuyarak icâzet aldı. Devlet hizmetinde çeşitli makamlarda bulundu. Bursa valiliğine tayin edildi. 1891’de Maârif Nâzırlığına (Millî Eğitim Bakanlığı) getirildi. Sultan Abdülhamid'in talimatıyla, Avrupa standardlarında Üniversite (Dârülfünunun) kurulması hazırlıklarını yaptı. Burada ders vermesi için Avrupa'dan birçok profesör getirtti. 19 Ağustos 1900’de Dârülfünunu öğretime açtı. 12 Nisan 1902’de vefat eden Ahmed Zühdü Paşa Kadıköy Kızıltoprak’ta inşa ettirdiği Zühdü Paşa Camii hazîresindeki kabristana defnedildi.
Çeşitli eserler yazdı. Bunlardan Mecmû’a-i Zühdiyye’nin önsözünde diyor ki: (Fıkıh âlimleri yedi tabaka, yedi derecedir. En yüksek derecesi, ahkâm-ı islâmiyyede müctehid olanlardır. Bunlara mutlak müctehid denir. Dört mezheb imâmları böyledir. İkinci tabaka, mezhebde müctehid denilen büyük âlimlerdir. Ebû Yûsüf ve İmâm-ı Muhammed Şeybânî ve İmâm-ı Azam’ın diğer talebeleri böyledir. Bunlar, imâm-ı a’zam Ebû Hanîfe’nin koymuş olduğu usûl ve kâidelere uyarak, delîllerden ahkâm çıkarırlar. Çıkardıkları hükümlerden bazıları, İmâm-ı Azam’ın çıkarmış olduğu hükümlere uymayabilir. Üçüncü tabaka, mes’elelerde müctehid olan âlimlerdir. Bunlar, ortaya yeni çıkan mes’elelerin hükümlerini bulurlar. Bunların bulduğu hükümlerin ilk iki tabakanın hükümlerine uygun olmaları lâzımdır. Serahsî, Pezdevî, Kâdîhân ve benzerleri olan derin âlimler, üçüncü tabakadan müctehidlerdir. Bunlardan sonra olan tabakalardaki âlimler müctehid değildir. Mukalliddirler. Meselâ, dördüncü tabakadaki, (Eshâb-ı tahrîc) denilen âlimler, ictihâd yapamazlar. Mücmel, kısa bildirilmiş olup, iki türlü anlaşılabilen hükümleri açıklayarak, bir manâsını seçen Ebû Bekr Ahmed Râzî bunlardandır. Fıkıh âlimlerinin beşinci tabakası, (Eshâb-ı tercîh)dir. Kendilerine gelmiş olan, çeşitli haberler arasından sahîh, evlâ olanları seçerler. (Kudûrî) ve (Hidâye) sâhibi Burhâneddîn Mergınânî bunlardandır. Altıncı tabaka, (Eshâb-ı temyîz) olup, kavî hükümleri zayıf olanlardan, zâhir haberleri, nâdir haberlerden ayıran mukallid âlimlerdir.
(Kenz), (Muhtâr) ve (İhtiyâr), (Vikâye) ve (Mecma’ul-bahreyn) kitaplarının sâhipleri bunlardandır. Bunların kitâblarında merdûd ve zayıf rivâyetler yoktur.
Yedinci tabaka, yukarıda bildirilen hizmetleri yapamayan, ancak önceki tabakaların kitâblarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallidlerdir. Tahtâvî, İbni Âbidîn ve Dürr-ül-muhtâr'ın sâhibi bunlardandır.
.
"Dünyâ son durak ve geçici bir yerdir..."
8 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :8 Ocak 2024 01:35
“İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.”
Kâmil Efendi İstanbul velîlerindendir. 1824 (H.1240) senesi Edremit yakınında Ayvacık kazâsında doğdu. İstanbul'a gelerek Bâyezîd ve Fâtih Medresesi müderrislerinden tahsilini tamamlayıp icâzet aldı. Bu sırada Kuşadalı İbrâhim Efendinin talebelerinden Bosnalı Tevfik Efendinin sohbetlerini dinledi ve tasavvuf yolunun bilgilerini öğrendi. Sonra Kaşgâr Emîri tarafından İstanbul'a gönderilen Yâkûb Hanın sohbetlerine iştirâk etti. Sultan Abdülhamîd Han, Kâmil Efendiyi sever, hürmet eder ve saygı gösterirdi. 1911 (H.1330) senesi İstanbul'da vefât etti. Sohbetlerinde buyurdu ki:
"Dünyâ son durak ve geçici bir yerdir. İyiler ondan yüz çevirir, kötüler ona koşar. İnsanların kötüsü ona rağbet eden, iyisi ondan uzaklaşandır. Dünyâ kendine bağlanana sıkıntı verir, helâke düşürür. Boyun eğene hâinlik yapar. Zenginliği fakirlik, çokluğu azlıktır. Günleri gelip geçer.”
“Yeryüzü iki kişi için gözyaşı döker: Birincisi, üzerinde Allahü teâlâya ibâdet edip, sâlih amel işleyen, ikincisi de üzerinde Allahü teâlâya günâh ve isyânla vakit geçiren kimse içindir. Zîrâ günah işleyen ona çok ağırlık verir.”
“Allahü teâlâ bir kulu hakkında hayır murâd edince, onu dünyâ düşkünlüğünden kurtarır, dinde fakih kılar ve ona kendi ayıplarını görmeyi nasîb eder.”
“Üç haslet sâhibinin îmânı kemâle ermiştir. Bunlar huzurda iken bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği hâlde haddi aşmamaktır.”
“Bir şeyi yapmaktan âciz kalırsan, bu âcizliğini, zayıflığını anlamaktan da âciz kalma.”
“Bir kimsenin bir Müslümanı hor görmesi, îmân ve mârifet zayıflığındandır.”
“Yol belli ve açık; delil, âlimler (müctehidler), azık tam, binek kuvvetli. Fakat insanı asıl maksada kavuşmaktan uzaklaştıran şeyler var. Bunlar: Âlimlere (müctehidlere) uymadan, kendi görüşüne uymak, nefsinin istekleri peşinde koşmak. Azığı (yiyeceği) gayrimeşrû yerden toplamak. Mesûliyeti unutup, bineği zayıflatmaktır.”
“İnsanların felâketine sebep; asıl işi bırakıp boş şeyler ile uğraşmaları, nefislerinin isteklerine uymaları ve harama dalıp, şüphelilerden sakınmamalarıdır.”
“İnsanların en kötü ahlâklısı, dostunu düşmanını ayırmayan ve sohbet ehlinden uzak yaşayandır.”
“Kalb ve vakit, insan için sermâyedir. Fakat kalbini kötü zanlarla, düşüncelerle meşgûl eder. Vaktini de boş şeylerle geçirir, zâyi eder. Bu ne acı bir hâldir. Sermâyeyi kaybedene kim kâr getirebilir.”
.
Sığırın karnından çıkarılan havlu!..
9 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :9 Ocak 2024 01:30
Bir kimsenin çamaşır yıkadıktan sonra bahçeye astığı havlusu kaybolur. Bir türlü bulamazlar!..
Nûreddîn Muhammed Karsî hazretleri evliyânın büyüklerindendir. Kars'ta doğdu. Afganistan’da Herat şehrine giderek evliyânın büyüklerinden Muhammed Harezmî'nin bereketli sohbetlerinde yetişti. Hocasından icâzet alıp memleketi Kars'a döndü. Orada Kars'ın müftîsi ve hatîbi olarak talebe yetiştirdi. 1400 (H.803) târihinde Kars civârında vefât etti. Çok kerâmetleri görüldü. Kars'ta Şeyh Kemâl isminde hâl ehli geçinen biri vardı. Çok kimse onun etrâfında toplanmıştı. Kendisi de bu hâlini beğenir, kibirlenirdi. Ayrıca Muhammed Karsî hazretleri hakkında iyi konuşmaz sûizan ederdi ve; "Hiç bâtınî, kalbî ilimle zâhirî ilim bir araya gelir mi?" diyerek evliyâlık hâllerine inanmazdı...
Bir gün Kars'ta birisinin çamaşır yıkadıktan sonra kuruması için bahçesine astığı havlusu kayboldu. Ne kadar aradılarsa bulamadılar. Netîcede bâzıları kötü zan ve şüphe altında kaldı. Tam o günlerde Muhammed Karsî hazretleri Şeyh Kemâl'in evine gitti ve onun sığırını satın almak istedi. Şeyh Kemâl de sığırını sattı. Muhammed Karsî hazretleri sığırı satın aldıktan sonra hemen orada kesti ve acele ile karnını yardı. İçinden daha önce kaybolan havluyu çıkardı. Şeyh Kemâl bu hâli görünce, Muhammed Karsî hazretlerinin bâtın ilmine sâhip kerâmet sâhibi büyük bir zât olduğunu anlayıp ellerine sarıldı ve özür diledi. Talebeliğe kabûl etmesini istedi. Onun önde gelen talebeleri arasına girdi...
Meânî ve beyân hakkında eserleri vardır. Minhâc-ül-Müzekkîn onun eseridir. Bu kitabında şöyle anlatır:
Bekara sûresindeki (Allahü lâ ilâhe illâ hu...) âyetinin tamamına (Âyet-el kürsî) denir. Bu âyet-i kerimeyi ihlâs ile okuyanın, insan ve hayvan haklarından ve farz borçlarından başka günahları affolunur. Yâni tövbeleri kabûl olur. Resûlullah efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Her kim farz namazı bitirir bitirmez yerinden kalkmadan bir kere Âyetelkürsîyi okuyup, otuzüç kere Sübhânallah, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç kere Allahü ekber derse, hepsi doksandokuz olur. Bir kere de Lâilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke leh lehülmülkü ve lehül hamdü ve hüve alâ külli şey'in kadîr dese, Hak teâlâ o kişinin günahlarını affeder.)
Allahü teâlâ hazretlerinin affettiği günahlar, yalnız kendisi ile o kulu arasında olan, tövbe etmiş olduğu günahlardır. İnsanların ve hayvanların haklarına tövbe ettikten sonra helâlleşmek de lâzımdır.
.
Zinâ eden bir kimse, puta tapan gibidir!..
10 Ocak 2024 02:00 | Güncelleme :10 Ocak 2024 01:39
Kur'ân-ı kerim, zinâyı kesin olarak haram kıldığı gibi, zinâya sebep olacak her şeyi de yasaklamıştır.
Kemâlüddîn el-Enbârî hazretleri, fıkıh ve kelâm âlimidir. 513 (m. 1119)’da Irak’ta Enbâr'da doğdu. Genç yaşta ailesiyle birlikte Bağdat'a giderek buradaki Nizamiye Medresesi'ne girdi. Zamanın ileri gelen âlimlerinden fıkıh ve hadis tahsil etti. Daha sonra Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'ne müderris tayin edildi. 577 (m. 1181)’de Bağdat'ta vefat etti.
Bu mübarek zat buyurdu ki:
Kur'ân-ı kerim, zinâyı kesin olarak haram kıldığı gibi, zinâya sebep olacak her şeyi de yasaklamıştır. İsrâ sûresinin otuz ikinci âyetinde meâlen: (Zinâya yaklaşmayın. Çünkü o zinâ, çok çirkin bir amel olup, gayet kötü bir yoldur) buyurulmuştur. Furkan sûresinin altmış sekizinci âyetinde meâlen: (Onlar, [müminler] Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmezler, Allahü teâlânın haram kıldığı nefsi haksız yere öldürmezler, zinâ etmezler) buyurulmuştur. Ahzâb sûresinin otuzbeşinci âyetinde meâlen (Allahü teâlânın hükmüne [emrine] boyun eğen erkekler ve kadınlar, mümin erkekler ve mümin kadınlar, ibâdete devam eden erkekler ve kadınlar, [fiillerinde ve kavillerinde] sâdık erkekler ve sâdık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allahtan korkan erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını zinâdan koruyan erkekler ve kadınlar ve Allahü teâlâyı çok zikreden erkekler ve kadınlar için Allahü teâlâ mağfiret ve büyük bir mükâfât hazırladı) buyurulmuştur. Nûr sûresi, otuzuncu âyetinde meâlen (Ey Resûlüm! Müminlere söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haramdan korusunlar! Îmanı olan kadınlara da söyle, harama bakmasınlar ve avret yerlerini haram işlemekten korusunlar) buyurulmuştur.
Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem) Efendimiz de; (Şehvet ile bakan erkeğe ve baktıran kadına, Allahü teâlâ lânet etsin!) (Erkek erkeğin ve kadın kadının avret yerlerine bakmasın!) (Yabancı kadın ile bir odada yalnız kalmayınız) (Bir erkek, yabancı bir kadın ile halvet ederse, üçüncüleri şeytan olur) (Yâ Ali! Bir kadını görürsen yüzünü ondan ayır. Ona tekrar bakma! Ansızın görmek günah olmaz ise de, tekrar bakmak günah olur) (Avret yerlerini açana ve başkasının avret mahalline bakana Allah lânet eylesin) (Zinâ eden kimse, puta tapan kimse gibidir) buyurdu.
.
"Önce talebelerim..."
24 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :24 Mart 2024 02:01
Mâlikî Mezhebinin kurucusu olan Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh), dokuz yüz âlimle sohbet etti.
Yüz bin hadîs-i şerîfi yazdı.
On yedi yaşındaydı.
Ders vermeye başladı.
Dersinde bulunanlar, hocalarının derslerinde bulunanlardan daha çoktu.
Sonra bir kapıcı tuttu.
Zîra çok kişi geliyordu.
Önce talebelerine.
Sonra herkese izin verirdi.
Onlar da içeri girerlerdi.
Helâya üç günde bir girer;
"Helâda çok bulunmaktan hayâ ediyorum” derdi.
● ● ●
(Muvattâ) kitâbını yazmaya başladı.
Nihâyet yazma işi bitti.
Ama (İhlâs)ından şüphe etti.
Ve kitâbı suya koyup;
"Eğer ıslanırsa, bu kitap bana lâzım değil” dedi.
Hiçbir yeri ıslanmadı.
İmâm-ı Mâlik hazretlerinin, Peygamber Efendimize karşı olan sevgi, saygı ve edebi (Sınırsız)dı.
İsmi anılsaydı.
Rengi değişirdi.
Yüzü sararırdı.
Bu hâl, orada olanlara garip gelir, hikmetini anlayamazlardı.
Bir gün bu husus sorulduğunda;
"Benim gördüğüm kişileri siz de görseydiniz, bu hâlimi beğenir, hoş karşılardınız” dedi.
İnsanlar merakla;
“Kimi gördünüz?” dediler.
“Muhammed bin Münkedir'i gördüm. Ona ne zaman bir hadîs-i şerîf sorulsaydı, hemen ağlamaya başlardı!” buyurdu.
.
Tevâzu eden, yükselir...
25 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :25 Mart 2024 01:26
Mâlikî mezhebinin kurucusu olan Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh), bir gün mescide geldi.
Ve sohbete başladı.
Tevâzudan bahsedip;
"Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir” hadîs-i şerîfini rivâyet etti.
Cemaatte halîfe Hârun Reşid de vardı.
Hazret-i İmâma bir katır, bir deve, bir merkep ve beş yüz altın gönderdi.
İmâm, altınları aldı.
Hayvanları geri verdi.
Sebebini sorduklarında;
“Resûlullahın toprak altında bulunduğu bir yerde hayvana binmem” buyurdu.
● ● ●
İmâm-ı Mâlik hazretleri;
“Resûlullahı rüyâda görmediğim hiçbir gece geçmedi” buyurmuştur.
Fetvâ vermede acele etmezdi.
Bâzan da “Bilmiyorum" derdi.
Sebebini sorduklarında;
“Bilmiyorum demek, âlimlerin zînetidir” buyururdu.
Halîfe, Hârun Reşid idi.
Bir gün bu İmâma gelip;
"Senin kitaplarını çoğaltıp her yere göndereceğim. Herkesin bunlara uymasını ve senin mezhebinde olmalarını emredeceğim” dedi.
Ama O, uygun görmeyip;
“Öyle yapma” dedi.
Çünkü hadîs-i şerifte; “Ümmetimin âlimlerinin ihtilâfı rahmettir” buyuruldu dedi.
Ve ilâve edip;
“Âlimlerin ihtilâfı, Allahü teâlânın bu ümmete rahmetidir. Hepsi hidâyet üzeredir. Müslümanları bu rahmetten mahrum bırakma” buyurdu
.
Halîfe özür diledi!..
26 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :26 Mart 2024 00:30
Halîfe Hârun Reşid, İmâm-ı Mâlik hazretlerinden, her gün evine gelip, oğulları Emîn ile Me'mun'a ders vermesini istedi.
Ama o, kabul etmedi.
Sebebini de bildirdi.
Ve kendisine;
“Ey halîfe! Uygun olanı, çocuklarınızın bizim eve gelmesidir. İlmi azîz eden, kıymet veren, azîz ve kıymetli olur, zelîl eden ise zelîl olur. İlim bir yere gitmez, ilmin yanına gelinir” buyurdu.
Halîfe bunu duydu.
Çok pişmân oldu.
Derhâl özür diledi.
Ve her gün çocuklarını bu büyük İmâm’a göndererek, Onun evinde kendisinden ders aldırttı.
● ● ●
Halîfe Ebû Câfer Mensûr, İmâm-ı Mâlik hazretlerine geldi.
Ve kendisine;
"Ey İmâm! Resûlullahın huzûrunda duâ ederken, yüzümü kıbleye mi döneyim yoksa Resûlullaha mı yönelteyim?" diye sordu.
Hazreti İmâm dinledi.
Ve cevâbında;
"Ey müminlerin emîri! Yüzünü Resûlullahtan başka tarafa çevirme. Çünkü O, Allahü teâlâ katında dileklerimiz için biricik vesîlemizdir. Yüzünü Resûlullaha dön de öyle duâ et” buyurdu.
● ● ●
Bir gün de hazret-i İmâma geldiler.
Ve kendisine;
“Allahü teâlânın, bir kulundan râzı olduğu nasıl anlaşılır efendim?” diye sordular.
İmâm cevâben;
“İbâdet etmek tatlı, günah işlemek acı geliyorsa, Allahü teâlâ o kimseden râzıdır” buyurdu.
.
“Kalk, hemen yola çık!"
27 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :27 Mart 2024 00:12
Anadolu'da yetişen evliyâdan Mecdüddîn Şeyh Îsâ hazretleri rahmetullahi aleyh, bir gece rüyâ gördü.
Kendisine;
“Kalk, hemen yola çık" denildi.
Sesi duyup uyandı.
Kendi kendine;
“Bunda bir hikmet var” dedi.
Ve hemen kalktı.
Giyinip dışarı çıktı.
Ve yola düştü.
Ama nereye gidecekti?
Onu da bilmiyordu.
O anda Trakya istikâmetine gitmekte olan bir kervan gördü.
Ve o kervana katıldı.
Malkara kasabasına vardığında, vaktiyle Bursa'da iken kendisinden ilim öğrendiği bir Hocası’nın, oralı olduğunu hâtırladı.
Ziyâret etmek istedi.
Kalbine öyle geldi.
Sorup soruşturdu.
Nihâyet evini buldu.
Meğer bu hocası, bir haftadan beri ağır hasta olup, son anlarını yaşamaktaymış ve bir hafta evvel kendi yakınlarına;
“Vefât edersem, cenâze namazımı talebem Şeyh Îsâ kıldırsın” diye de vasiyet etmiş.
Kapısını çaldı.
Ve içeri girdi.
Hocasını gördü ki, tam da vefât etmek üzere. Şeyh Îsâ hazretleri içeri girince hocası gözlerini açıp;
"Evlâdım Îsâ, nerede kaldın, bir haftadır seni bekliyorum" dedi.
Herkesle helâlleşti.
Ve rûhunu teslim etti.
Şeyh Îsâ hazretleri, hocasının namazını kaldırıp yurduna döndü...
.
Hep ilimle meşgul olurdu
28 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :28 Mart 2024 01:34
Doğu Anadolu'da yetişen evliyânın meşhurlarından Seyyid Mehmed Emîn Efendi’nin (rahmetullahi aleyh) mübârek kabri, Doğu Bâyezid'de aile kabristanındadır.
Geceleri, parmaklarından sızan ' Işık’la yazı yazardı.
Bu kerâmetini görenler;
“Biz bu ışıkta satırları sayardık” demişlerdir.
Zaif yapılı bir zâttı.
Soğuktan sakınırdı.
Ekseriyâ evinde otururdu.
Hep ilimle meşgul olurdu.
Kimseyle görüşmezdi.
Sebebi sorulunca da;
"Herkes fasulyeden, patatesten söz ediyor, Allah’tan Peygamberden bahseden yok” derdi.
Geceleri uyumazdı.
Bunu merak ettiler.
Oğlundan sordular.
Oğlu, cevâbında;
“Ben zâten babamı hiç yatakta görmedim ki” dedi.
● ● ●
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri kuddise sirruh, Doğu Bâyezid'e akrabâ ziyâreti ve irşâd için her gidişinde Seyyid Mehmed Emîn Efendi'nin evinde misâfir olurdu.
Konuşurlardı.
Sohbet ederlerdi.
Bir defâ yine gitti.
O gün Mehmed Emîn Efendi’nin bir oğlu dünyâya geldi.
Ona muhabbetinin çokluğundan, bu bebeği kucağına alıp, ismini kendi ismi gibi “Abdülhakîm” koydu ve kendisine hayır duâlar etti.
● ● ●
Bu zât bir gün;
“Allahın kullarına yardım etmek çok sevaptır ve din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allahü teâlâdır” buyurdu.
.
"Misâfirinizi teskîn ediniz!..”
29 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :29 Mart 2024 01:16
Doğu Anadolu evliyâsından Seyyid Mehmed Emîn Efendi’nin zamânında Seyyid Muhammed Berzencî, müftü olarak Doğu Bâyezid'e tâyin olunmuştu.
Şehrin eşrâfı ona gidip;
“Hoş geldiniz” dediler.
Müftü efendi sordu:
"Bu şehirde âlim ve âriflerden kimler var acabâ?"
Onlar da Seyyid Mehmed Emîn'den bahsettiler.
Ancak Onun büyüklüğünü bilmediği için, bir müddet “hoş geldine” gelmesini bekledi.
Ama o, gelmedi.
Bu defâ kendisi ona gitti.
Selâm verip, kendini tanıttı.
Sonra da hoş geldine gelmediği için sitemde bulundu.
Ancak bu, büyük zâta ağır geldi.
Müteessir oldu.
Ama belli etmedi.
“Buyurun oturun” dedi.
Müftü Efendi oturur oturmaz büyük bir dehşet ve korku içinde zangır zangır titremeye başladı!
Rengi “Kül” gibi oldu.
Mehmed Emîn Efendi’nin hanımı Seyyide Medîne Hanım, kerâmetiyle bunu sezdi.
Kendisi alt kattaydı.
Oradan efendisine;
"Şeyh Efendi! Misâfiriniz çok korkuyor, onu teskîn ediniz” diye seslendi.
Meğer Mehmed Emîn Efendi hazretlerinin oturduğu sedirin altında, bir “Aslan” saldırmaya hazır vaziyette işâret bekliyormuş.
Mübârek zât kalktı.
Ve eliyle işâret etti.
Aslan da kayboldu.
Sonra misâfirini teskîn etti, rahatlattı. Ancak bu kerâmet, irâdesi dışında vukû bulmuştu..
.
Herkesi ağlatan vaaz!..
30 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :30 Mart 2024 01:41
Irak evliyâsından Mekârim en-Nehr hazretleri, bir gün Cehennem azâbını anlatıyordu.
Herkes korkup ağlamaya başladı!
Lâkin orada Müslüman olmayan “yabancı” biri vardı.
O, hiç umursamadı.
Ve aslâ etkilenmedi.
Kendi kendine;
"Bu, bir korkutmadır. Yoksa gerçekten kimseyi yakacak bir ateş değildir” diye düşündü.
Büyük velî bunu sezdi.
Ve ona, mânâsı "Onlara, Rabbinin azâbından bir kıvılcım dokunsa, elbette (Vây hâlimize, biz zâlimlerden olmuşuz) derler” olan âyet-i kerîmeyi okudu.
O an garip bir şey oldu.
İnkârcının rengi soldu.
Titremeye başladı ve
"İmdât, imdât!" diye bağırdı.
O anda adamın burun deliklerinden siyah dumanlar çıkıyordu.
O, bunu gördü.
Ve çok korktu!
Büyük zât bu defâ, Duhan sûresinden, mânâsı; "Ey Rabbimiz! Bizden azâbı kaldır. Şüphe yok ki biz müminlerdeniz” olan âyet-i kerîmeyi okudu.
Adam rahatladı.
Korkusu kalmadı.
Sonra ayağa kalktı.
Ve Mekârim hazretlerinin ayaklarına kapandı ve iman edip hâlini şöyle anlattı:
“Sizin anlattıklarınızı inkâr edince, içimde bir ateş koru hissettim.
İçime duman doldu.
Boğulacak gibi oldum.
O sırada (İşte bu, yalanladığınız ateştir, yoksa siz inkâr mı ediyorsunuz) meâlindeki âyeti işittim. Sâyenizde kalbim açıldı ve îmân etmekle şereflendim.”
.
“Hak âşıklarının nûru!..
31 Mart 2024 02:00 | Güncelleme :31 Mart 2024 01:10
Irak evliyâsından Mekârim en-Nehr rahmetullahi aleyh hazretlerinin bir sevdiği şöyle anlatıyor:
Bir gün Mekârim hazretlerinin yanındaydım.
Allahü teâlâya olan sevgi ve muhabbetten konuşuyordu.
Bir aralık;
“Kalbi, Allahü teâlânın aşkıyla yanan âşıkların 'nûr’u gizlense, her yer karanlık olur” buyurdu.
Vaktâki, o böyle dedi.
O anda kandiller söndü.
Zifirî karanlık oldu.
Şaşırıp kaldım.
Karanlıkta kalmıştık.
Mekârim hazretleri, bir müddet sessizce beklediler.
Biraz sonra;
“Allahü teâlânın âşıklarının 'nûr’u ortaya çıkınca, bütün kandiller pırıl pırıl yanar” buyurdu.
O böyle söyledi.
Kandiller tekrar yandı.
Mescit aydınlandı.
Etrâf pırıl pırıl oldu
● ● ●
Bir sevdiği de şöyle anlatıyor:
Mekârim hazretlerinin yanındaydım. İçeri yabancı biri girdi.
Ve büyük velîye yaklaşıp;
“Efendim, mânevî sırlara âşina olan bir kimsenin alâmeti nedir?” diye sordu.
Büyük zât cevâben;
“Bunun alâmeti şudur ki, yanına hiç tanımadığı biri gelse, onun (Hıristiyan) olduğunu anlar ve belindeki (Zünnâr)ı görür” buyurdu.
Adama bir hâller oldu.
Feryat edip düştü!
Sonra kalkıp Mekârim hazretlerinin ellerine kapanıp hürmetle öptü ve belindeki zünnarı kesip imânla şereflendi.
.
“Yaş ağaçları kesmeyin!”
1 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :1 Nisan 2024 01:10
Gâziantep’te yaşıyan velîlerden Memik Dede, Göksüncük köyünde, bir ailenin yanında uzun süre “kâhyalık” yaptı.
Burada çift sürerdi.
Ekin eker ve biçerdi.
Hayvan da güderdi.
Dağdan odun kesip taşırdı.
Yalan ve kötü söz söylemez, harama el uzatmazdı.
Ağasından aldığı parayı hak etmek için hilesiz çalışırdı.
● ● ●
İnsanlara derdi ki:
“Yaş ağaç kesmeyin!”
“Niçin?” dediklerinde;
“Gereksiz yaş ağaç kesmek, adam öldürmek kadar kötüdür” derdi.
Bu yüzden dağa oduna gittiğinde kuruyup kendiliğinden yıkılmış ağaçların dallarından kesip getirirdi.
● ● ●
Bir gün yine öyle yaptı.
Ağası da buna kızdı!
Ve sebebini sordu.
O da cevaben;
“Ne yapayım, yaş ağaçlardan kestiğimde o yerlerden sanki insan öldürmüş gibi (kan) fışkırıyor” dedi.
● ● ●
Hayvanlara da iyi davranılması gerektiğini sık sık söylerdi.
Bir gün hayvanlardan bir “inek” geç geldi.
Memik Dede, o ineğe;
“Niçin geç geldin?” diye sordu.
Hayvan dile geldi.
Ve cevap olarak;
“Buna mecbûrum. Çünkü evin hanımı, beni sağarken fazla süt almaya çalışıyor, iyice doymadan gelirsem yavrum aç kalıyor. Bu yüzden tam doymaya çalışıyorum” dedi.
.
"Ağan olsaydı da şunu yeseydi"
2 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :2 Nisan 2024 02:00
Gaziantep’te yaşıyan velîlerden Memik Dede’nin ağası hac için Mekke’ye gitmişti.
Ağanın hanımı “içli köfte” yapıp;
“Âh oğlum Memik! Ağan olsaydı da şundan yeseydi” dedi.
Memik Dede dedi ki:
“İstersen götüreyim.”
Kadıncağız, “herhâlde yanlış anladı, bir arkadaşına götürecek” diye düşündü ve bir tabak doldurup verdi.
Derken ağa hacdan döndü.
Ziyâretine geldiler.
Hürmet gösterdiler.
Ağa, o gelenlere;
“Hürmet gösterilmesi gereken kişi ben değilim, bizim kâhyadır” dedi.
Sebebini sorduklarında, onlara bu hâdiseyi anlatıp, “köfte tabağını” gösterdi.
Memik Dede yoktu.
Tarlayı sürüyordu.
Tarladan dönüp de kerâmetinin ortaya çıktığını anlayınca oradan uzaklaştı.
Bu iş unutuluncaya kadar kimseye görünmedi.
Derken ölümü yaklaştı.
Ölümünden az önceydi.
“Şimdiye kadar ben size hizmet ettim, bundan sonra siz bana hizmet edeceksiniz” dedi.
Nihâyet vefât etti.
Aynı köye defnedildi.
Gaziantep’in Fransızlar tarafından işgalinde, Ermeniler birkaç defâ Göksüncük köyünü ve Memik Dede’nin türbesini yıkmaya geldilerse de birden geri döndüler.
Sordular ki:
“Niçin geri döndünüz?”
Cevâben;
“Türbenin ve köyün etrâfında çok kalabalık bir askerî birliğin mevzîlenmiş olduğunu görünce geri döndük” dediler.
.
"Bu etler bize lâyıktır"
3 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :3 Nisan 2024 02:13
Zebid şehrinde yetişen Evliyânın büyüklerinden Merzuk Sârifî hazretleri “ümmî” idi. Yâni okuyup yazması yoktu... Fakat Allahü teâlânın inâyetiyle çok ilim sâhibiydi...
Sultân, bu zâtı severdi.
Bir gün haber gönderdi...
Ve ziyâfete dâvet etti.
Maksadı, onun hâlini iyice anlamak, imtihan etmekti.
“Bu zâtın kerâmet sâhibi olduğu söyleniyor, bakalım aslı var mı?” diyordu.
Bir “sığır” alıp kesti.
Bir de “at” kesti.
Ayrı ayrı pişirttirdi.
Ve ayrı ayrı tabaklara koydurdu. Sonra Merzuk Sârifî hazretlerini sofraya dâvet ettiler.
Mübârez zât, birkaç talebesiyle gelip sofraya oturdular.
Sultânın adamları da oturdu.
Merzuk Sârifî şöyle bir baktı.
İçinde “sığır eti” olanları alıp, kendine ve talebelerine dağıttı.
İçinde “at eti” bulunan tabakları da Sultânın ve adamlarının önlerine koydu. Sultân, dikkatle onu tâkip ediyordu. “Sığır etlerini” kendi talebelerine, “at etlerini” ise onlara dağıttığını gördü.
Ve çok şaşırdı tabii.
Yine de kendisine;
“Bunların hepsi ettir. Niçin böyle ayırıyorsunuz?” diye sordu.
Merzuk Sârifî hazretleri;
“Bu tabaktaki etler biz fakîrlere, diğer tabaklardaki etler de size ve adamlarınıza lâyıktır” buyurdu.
Sultân bunu duydu.
Büyüklüğünü anladı...
Hattâ, “evliyâ” olduğunda zerre kadar bir şüphesi kalmadı.
.
"Sen alacağını helal et!.."
4 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :4 Nisan 2024 00:36
Zebid şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Merzuk Sârifî hazretlerinin oğullarından birinin, bir kimsede alacağı vardı. Bir zaman sonra o kimseden alacağını istedi. Lâkin o, borcunu inkâr ettiği gibi Merzuk Sârifî’ye gelerek “Oğlun, hiç alacağı olmadığı hâlde benden para istiyor” dedi.
O da oğlunu çağırdı.
Ve kendisine;
“Oğlum! Sen borcu alacağı, malı parayı boş ver! Nasıl olsa öleceksin. Zâten ecelin de geldi, helâl et gitsin. Böylece âhirette hesaplaşmayı beklemeden bir an önce cennete girersin” buyurdu.
Oğlu başını eğip;
“Peki babacığım” dedi.
Ve o gece vefât etti...
● ● ●
Zamânın kadısı, Zebid’de bir câmi yaptırmıştı. Câmi inşaatı tamamlanmış, sıra, “mihrab”ın yerleştirilmesine gelmişti.
İnsanlar toplanmıştı.
Merzuk Sârifî de vardı.
Mübârek zât mihraba dikkatle baktı, tam kıble istikâmetinde yerleştirilmediğini görünce kadıya, mihrâbın biraz sağa çevrilmesi gerektiğini söyledi.
Ancak o, îtiraz etti.
Bu zâta karşı çıktı.
Merzuk Sârifî, kadıya “İnanmıyorsan gel sen de bak. İşte, Kâbe-i şerîf şu istikâmette” buyurdu.
Kadı, merakla baktı.
Ve Allahü teâlânın izni, Merzuk Sârifî’nin bereketiyle Kâbe-i muazzamayı karşısında gördü.
Çok mahcup oldu.
Ve Merzuk Sârifî hazretlerinden özür dileyip, mihrâbı tam kıble istikâmetine çevirip tekrar yerine yerleştirdiler.
.
Canı erik istemişti...
5 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :5 Nisan 2024 00:49
Hindistan’da yaşıyan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin kabr-i şerîfi Mültan’dadır. Henüz doğmadan kerâmetleri görüldü.
Şöyle ki;
Annesi ona hâmileydi. Komşusunun erik ağacına uzandı bir gün.
Bir tâne "erik" koparacaktı.
Zîra canı çekmişti.
O anda bir şey oldu.
Şiddetli bir “ağrı” duydu karnında.
Büyük bir “acı” hissetti!
Koparmaktan vazgeçti.
Ferîdüddîn büyüyüp de delikanlı olunca, bir gün konuşuyorlardı annesiyle.
Kadıncağız;
“Oğlum! Sana hep helâl lokma yedirdim. Bana da haramdan tek bir lokma yemek nasip olmadı” dedi.
Ferîdeddîn dinledi.
Ve gülümsedi.
Annesi sordu:
“Niçin gülüyorsun?”
Ferîdeddîn;
“Anneciğim! Sen bana hâmileyken komşunun erik ağacına uzanmıştın da tam koparacağın anda karnında bir ağrı hissedip vazgeçmiştin, hâtırladın mı?” dedi.
Annesi düşündü...
Sonra hâtırladı...
Ve “Evet, öyle bir şey olmuştu” dedi.
Oğlu sordu:
“Sebebini anlamış mıydın peki?”
“Hayır, nereden bileyim oğlum!”
Ferîdüddîn;
“Öyleyse ben söyleyeyim. Sana o rahatsızlığı ben vermiştim o gün. Haram yemeni istemediğim için karnındayken acı verdim sana. Sen de vazgeçtin” dedi.
.
Şeker olan taşlar!..
6 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :6 Nisan 2024 01:55
Hindistan’da yaşayan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin kabr-i şerîfi Mültan’dadır.
Bu zât acıkınca, ağzına küçük “taşlar" alırdı. O taşlar, hikmet-i ilâhî, tatlı “şeker" olurlardı.
Hem de çok lezzetli.
Hocası da “Bizim Ferîd, şeker hazînesidir” buyururdu.
● ● ●
Bu zâtın zamânında bir tüccar “şeker" yüklü bir kervanı Delhi'ye götürüyordu ki, bu zât onu görüp sordu:
“Çuvallarda ne var?”
“Tuz var” dedi.
Gûya alaya almıştı bu velîyi.
Büyük zât ona;
“Mâdem tuz var diyorsun, öyleyse ‘tuz’ olsunlar” buyurdu.
Tüccar bunu işitti.
Ve yürüyüp gitti.
Delhi şehrine gidip de çuvalları açınca gördü ki, “tuz”la dolu içleri.
Şaşırıp kaldı tabii!
Ve yoldaki hâdiseyi hâtırladı.
Hatâsını anlamıştı...
Oradan döndü geri.
Ve buldu büyük velîyi.
“Efendim, kusûruma bakmayın, size karşı edepsizlik edip, çuvallarda ‘şeker’ varken ‘tuz var’ dedim, size yalan söyledim” dedi.
Mübârek sordu:
“Şeker mi vardı çuvallarda?”
“Evet efendim, şeker vardı.”
“Pekâlâ, mâdemki, ‘şeker vardı’ diyorsun, öyleyse ‘şeker’ olsunlar” buyurdu.
Adam gelip merakla açtı.
Bir de ne görsün?!
Bütün tuzlar "şeker" olmuştu...
.
Pişmânlık tövbedir...
7 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :7 Nisan 2024 01:42
Hindistan’da yaşıyan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretleri, bir gün sohbetinde;
“Kardeşlerim! Bir Müslüman bir günah işlediğinde eğer ‘pişmânlık’ duyarsa, bu pişmânlığı onun için bulunmaz nîmettir” buyurdu.
Sordular:
“Neden efendim?”
“Çünkü bu pişmânlığı, tövbe demektir. Allah korusun, eğer üzülmek olmaz ve günah işlemek tatlı gelirse, günahta ısrâr olur ki, çok tehlikelidir!”
Sordular yine:
“Nasıl bir tehlike efendim?”
Buyurdu ki:
“Îmânına zarar verebilir maazallah.”
● ● ●
Bir gün de bu zâta;
“Efendim, insan kabre girince hâli nasıl olur?” diye sordular.
Şöyle anlattı:
Bir kimse vefât edince; onun için değişik bir hayat başlar. Defin bitip cemaat dağılırken, gidenlerin ayak seslerini işitir. Mezarında “yalnız başına” kalır. Amellerinden başka kimse olmaz yanında.
O anda bir “ses” duyar.
Mezarı, ona seslenip;
“Ey Âdemoğlu! Nihâyet içime girdin. Buranın nasıl bir yer olduğunu biliyor muydun? Yoksa öğrenmek lüzûmunu hissetmedin mi? İşte görüyorsun ki, burası hem dardır, hem karanlık. Hem olmaz bu yerde ne yatak, ne de yastık” der.
O, bunları işitir.
Ama çâresizdir.
Zîra imtihan bitmiştir...
.
"Nefsine mağlup oldun!.."
8 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :8 Nisan 2024 00:26
Hindistan’da yaşıyan Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin devrinde Delhi'li bir “genç”, Acuzan vilâyetinde evliyâ bir zâtın bulunduğunu işitti.
Çok merak etti...
Sorup araştırdı...
“Onun ismi Ferîdüddîn Genc-i Şeker'dir, büyük bir velîdir” dediler.
Kendi kendine;
"O zâta gideyim. Yanında tövbe edip talebesi olayım" dedi.
Bu niyetle çıktı yola...
Ancak bir “kötü kadın” onu gördü.
Ve ânında “âşık” oldu.
Zîra “yakışıklı” bir gençti.
İltifat görmeyince hile yaptı ve meylettirdi onu kendine.
Delikanlı tam elini kadına uzatıyordu ki, gâipten kuvvetli bir "tokat" patladı suratında!
Ve bir ses;
“Sen kime gidiyordun? Niçin bu kadına aldanıp da nefsine mağlup oldun!” diyordu.
Bu îkazla kendine geldi.
Ve hızla uzaklaştı oradan.
Ferîdüddîn Genc-i Şeker hazretlerinin yerini öğrenip huzûruna girdi.
Büyük velî onu gördü.
Ve kulağına eğilip;
“Ey oğlum! Sen buraya gelirken bir ‘kötü kadın’a meylettin. Ama şu tertemiz elin ona dokunmadan, Cenâb-ı Hak kurtardı seni o haramdan” buyurdu.
Genç, sesinden tanıdı onu.
Ellerine sarılıp;
“Bana tokat vurup o günahtan meneden sizdiniz!” dedi.
Büyük zât gülümseyip;
“Bu, Rabbimizin bir ihsânıydı evlâdım, kimseye söyleme!” buyurdu.
.
“Günahlarıma ağlıyorum”
9 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :9 Nisan 2024 01:57
Bağdat civârında yaşıyan Hubeyret-ül Basrî hazretleri, halkı gayrimüslim olan bir köye gelmişti bir gün. Kalabalık bir grup onu karşıladı.
O an garip bir şey oldu...
Bu zât başladı ağlamaya!
İnsanlar sordular:
“Niçin ağlıyorsun?”
“Günahlarıma ağlıyorum.”
“Allahü teâlâ affeder, bilmiyor musun?”
“Evet biliyorum. Allahü teâlânın merhameti çoktur, affeder. Ama unutmayın ki; azâbı da şiddetlidir. Bu azaptan kurtulmaya elimde senedim yoktur” buyurdu.
Onlar hayret ettiler!
O şöyle devam etti:
“Kur’ân-ı kerîmde meâlen ‘İnsanların birçoğu, cehennemde yanacaktır’ buyuruluyor. Bilmiyorum ki, ben de onlara dâhil miyim? Bir kısmı da cennete girecekler, ama ona girmek için de elimde berâtım yoktur. Velhâsıl cennete mi girerim, yoksa cehenneme mi? Henüz belli değilken ağlamamak elde mi? Bu sebepten ağlıyorum.”
İnsanlar dinlediler.
Ve sordular ona:
“Yâ Hübeyre, sen böyle dersen gayriye nasıl yol gösterirsin?”
Bunu işitince;
“Eyvâh!" dedi.
Ve yere yıkıldı.
O anda gâipten;
“Ey Hübeyre, biz seni dost edindik. Ölünce ebedî cennette olacaksın” diye bir ses işitildi.
Bu sesi herkes işitti.
Gayrimüslimler de işittiler. Bunlar üç yüz kişi idi. Kalpleri İslâm’a meyletti. Birlikte Kelime-i şehâdeti söyleyip, hepsi de îmânla şereflendiler.
.
Tek düşüncesi âhiretti...
10 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :10 Nisan 2024 01:31
Hübeyret-ül Basrî hazretleri, Bağdat civârında yaşamış Allah dostudur. Bir gece aşk-ı ilâhîyle ağlıyordu ki, bir “ses” duydu...
Gâipten geliyordu...
Kulak verip dinledi.
“Ey Hübeyre! Bütün günahların mağfiret edildi. Git, Huzeyfe-i Mer’aşî'ye hizmet et” deniyordu.
Bu “mânevî işâreti” aldı.
Aynı gün düştü yola...
Ve gidip katıldı bu zâtın sohbetine.
Bir sene devam etti.
Mükemmel yetişti.
Ve “mutlak icâzet” aldı.
Devamlı ağlar, yaş dökerdi gözünden! O kadar ki, insanlar hâline acır “Bu zâtın eceline az kaldı” derlerdi.
Tek düşüncesi vardı.
O da ölüm ve âhiretti.
Tek gâyesi, insanları ateşten kurtarmaktı. Bu gâye uğruna geçirdi her gününü ve bu hizmette tamam etti ömrünü.
● ● ●
Bu zât, bir arkadaşına yazdığı mektupta;
"Ey kardeşim! Kendine nasîhat eden, yine kendin ol. Bir kusûrun olduğu vakit gayrinin uyarmalarını bekleme… Bu, güzel bir haslettir; ama ehli kalmadı" diye yazdı.
● ● ●
Uykudan uyandığında su bulup abdest alması gecikecekse, hemen teyemmüm ederdi.
Sordular ki:
"Az bir zamânı için teyemmüm etmenizin sebebi nedir?"
Cevâbında;
"Abdestsiz ölmekten korkuyorum! Çünkü ölümün ne zaman geleceği belli değil" buyurdu
.
"Bunlar hırsız değil...”
11 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :11 Nisan 2024 01:55
Şîraz’da doğup orada yaşayan İbni Hafif hazretleri zamânında iki arkadaş vardı ki, nerede bir evliyâ zâtın olduğunu duysalar, oraya koşarlardı hemen. Bir gün de “İbni Hafîf” ismini duydular.
Ve o beldeye vardılar.
Kapısını çaldılar.
Hizmetçisi çıktı:
“Buyurun, kimi aradınız?”
“İbni Hafîf hazretlerine gelmiştik.”
“Evde yok, sultânın yanında.”
“Peki” dediler.
Ancak şaşırmışlardı.
“Bir velînin, sultân ile ne işi olur?” diyorlardı.
Derken bir terzi dükkânının önünden geçerken terzi bastı feryâdı;
“Hırsızlar! Makasımı siz çaldınız!”
Gençler;
“Biz hırsız değiliz!" demeye kalmadı ki, iki zâbıta memuru ellerini bağlayıp sultâna çıkardılar.
“Hapsedin!” dedi.
İbni Hafîf müdâhale etti:
“Yanlış yapıyorsunuz! Bunlar hırsız değil.”
Sultân, bu defâ;
“Çözün ellerini!” dedi.
Gençler kurtuldu hapisten.
İbni Hafîf hazretleri gençlerin koluna girip birlikte çıktılar saraydan.
Giderken sordu:
“Benim için geldiniz değil mi?”
“Evet efendim.”
“Ben de sizin için gitmiştim sultâna. Sultân, böyle yanlış kararlar veriyor bâzan. Ben de bunları düzeltmek için yanına gidiyorum” buyurdu.
Gençler sevindiler...
Hakîkî bir velînin huzûrunda olmanın sevincini yaşıyordu ikisi de.
.
"İtiraz etmek şeytan sıfatıdır!”
12 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :12 Nisan 2024 01:19
Şîraz’da yaşayan Allah dostlarından Muhammed ibni Hafif hazretleri, bir talebesini diğerlerinden çok sever, onlar da sebebini merak ederlerdi.
Bir gün bu zâta;
“Efendim, filân arkadaşımızı niçin çok seversiniz?” dediler.
O esnâda dergâhın önünde bir deve yatıyordu.
İbni Hafif hazretleri bir talebeye seslenip;
“Ahmed oğlum! Şu deveyi kaldır da dergâhın damına çıkar!” diye emretti.
Çocuk afalladı...
Ve arz etti ki:
“Efendim, ben bu koca deveyi nasıl kaldırıp da dama çıkarabilirim, bu mümkün değil.”
Mübârek zât;
“Peki kalsın!” dedi.
Ve çok sevdiği talebesine seslendi.
“Mehmeet!”
“Buyurun hocam.”
“Oğlum! Sen şu deveyi kaldır da dergâhın damına çıkarıver!”
Genç, düşünmeden;
“Peki efendim” dedi.
Ve başladı uğraşmaya.
O uğraşırken hocası;
“Bırak oğlum, gel!” buyurdu.
Mehmet koşup geldi.
Hocası diğerlerine;
“Şimdi anladınız mı?” dedi.
Ve şöyle îzah etti:
“Ahmed emrimizi dinlemedi. Düşündü, taşındı ve kendi aklına uyarak itiraz etti, kaybetti. Mehmet ise hiç düşünmeden “peki” dedi, kazandı. Unutmayın, ‘peki’ demek melek sıfatı, ‘itiraz’ etmekse şeytan sıfatıdır.”
.
"Her sıkıntıya katlan!.."
13 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :13 Nisan 2024 00:10
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin talebesidir.
Bir gün birlikte Hac yoluna çıkarlar.
Çıkmadan üstâdı sorar:
“İbrâhim! Yol boyunca birimizin emîr olması lâzım, sünnettir. Hangimiz emîr olsun?”
“Siz olun efendim.”
“Emîr ben isem sen bana uyacaksın, tamam mı?”
“Tamam efendim.”
Ve yola çıkarlar.
Bir müddet sonra yorulur ve bir kuyu başında mola verirler.
Üstâdı, İbrâhim Havvâs’a;
“Sen şu gölgede otur” der.
Kendisi kalkıp çalı çırpı toplar.
Ateşi yakar, kuyudan su çeker.
İbrâhim Havvâs arz eder:
“Efendim, ben de yardım etseydim.”
“Hayır, sen otur.”
Mecbûren susar.
Ama içi içine sığmaz.
Yemeklerini yer, yola devam ederler.
Sonra bir “yağmur” başlar.
Hocası, paltosunu çıkarır.
Onun üzerine tutar.
İbrâhim Havvâs utanır.
“Efendim siz ıslanıyorsunuz.”
“Olsun, ben böyle istiyorum.”
O, yine susar.
Çünkü söz vermiştir.
Hem üstâda ne denir?
Ama içinden geçirir ki:
"Keşke emîr ben olsaydım.”
Haccı edâ edip dönerler.
Hazret-i Cüneyd;
“Bak İbrâhim, emîr olmak böyledir işte. İleride sen de emîr olursan, benim gibi yap! Her meşakkate sen göğüs ger. Her sıkıntıya sen katlan” buyurur.
.
"Hangimizin dîni hak?"
14 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :14 Nisan 2024 00:48
İbrâhim Havvâs hazretleri, Hac yolunda bir “râhiple” karşılaştı...
Yürüyüp hasbihâl ettiler.
Önlerine bir “nehir” geldi.
Râhip, bu zâta;
“Senin dînin mi hak, benimki mi? Tecrübeyle anlayabiliriz” dedi.
“Nasıl anlarız?
“Çok kolay. Şu suyun üzerinden hangimiz yürüyüp karşıya geçerse onun dîninin hak olduğu anlaşılır. Deneyelim mi?”
“Olur, deneyelim.”
Önce râhip yürüyüp geçti karşıya.
İbrâhim Havvâs hazretleri “Yâ İlâhî!.. Bana yardım et, onun karşısında beni mahcup etme” diye yalvardı.
Ve “Besmele” söyledi.
Sâlimen karşıya geçti.
Râhip dedi:
“İkimiz de geçtik, tekrar yarışalım.”
“Olur, yarışalım.”
Râhip;
“İkimiz de acıktık. Hangimizin önüne daha leziz rızıklar gelirse onun dîninin hak olduğunu anlayalım” dedi.
O anda bir “köpek” geldi.
Ağzında bir dilim “ekmek”.
Râhibin önünde durdu.
Râhip, köpeğin ağzından ekmeği aldı ve yemeye başladı.
İbrâhim-i Havvâs duâ etti...
O an “nûr yüzlü” biri geldi.
Elinde bir “sini” tutuyordu.
Üzerinde “leziz yemekler.”
Râhip bunu gördü.
Derhâl insafa geldi.
Kalbi, İslâm’a meyletti.
“Ben iki defâ da sihir yapmıştım. Ama seninki gerçekten kerâmet. Anladım ki, senin dînin haktır” dedi.
Ve şehâdeti getirdi.
Müslüman oldu...
.
“Kardeşin Hızır'ın selâmı var”
15 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :15 Nisan 2024 01:36
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti.
Bir gün Ravda-yı mübâreki ziyârete giderken çölde “vahşî hayvanları” gördü ki, susuzluktan tâkatları, güçleri kalmamıştı.
Acıdı onlara.
Bir şeyler yapmalıydı...
Bir kayaya hafifçe dokundu.
Allah'ın izniyle “su” fışkırdı kayadan.
Çölde susuz kalmış ne kadar hayvan varsa ânında oraya üşüştüler.
Ve o sudan doya doya içtiler.
Sonra yoluna devam etti.
Ve “nûr’lu” biriyle karşılaştı...
O nûr’lu kişi sordu:
“Nereye gidiyorsun yâ İbrâhim?”
“Medîne'ye.”
“Resûlullah’ı mı ziyâret edeceksin?”
“İnşallah.”
“Bir şey ricâ etsem yapar mısın?”
“Emriniz olur.”
“Estağfirullah. Resûlullaha benim selâmımı söyler misin?”
“Hayhay, kimin selâmı var diyeyim?”
“Kardeşin Hızır'ın dersin.”
Hızır kelimesini duydu.
Elini öpmek istedi.
Fakat öpemedi.
Zîra çoktan kaybolmuştu gözden...
● ● ●
Bir gün de sevdiklerine “Ben, Rabbimden tek bir şey istiyorum!” buyurdu.
Sordular ki:
“O şey nedir?”
“O’na, hiç gıybet etmemiş bir kul olarak kavuşmak. Bunu istiyorum.
Çünkü gıybet, ‘kul hakkı’na girer de ondan. Kıyâmet gününde hiç kimse beni böyle bir şey için arasın istemiyorum” buyurdu.
.
"İmânın esâsı nedir efendim?"
16 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :16 Nisan 2024 00:29
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti.
Bir gün biri sordu ki:
“Îmânın esâsı nedir?”
O kişiye baktı.
“Bu, anlatmakla olmaz. Yaşamakla olur. Ben Mekke'ye gidiyorum. Sen de gel. Yolda cevâbını öğrenirsin” buyurdu.
Adam “peki” dedi.
Ve birlikte yola çıktılar...
Yemekleri gâipten geliyordu...
Derken önlerine bir “çöl” çıktı.
Bu çölde ilerlerken karşıdan bir “atlı” gelip İbrâhim Havvâs hazretlerinin önünde durdu.
“Selâmün aleyküm!”
“Aleyküm selâm!”
İkisi bir şeyler konuştular.
Sonra o atlı kişi uzaklaştı.
Adamcağız merakla sordu:
“Efendim, bu hâl nedir?”
“Sorduğun suâllerin cevâbıdır.”
“Bağışlayın efendim, hiçbir şey anlamadım.”
Şöyle anlattı:
“O zât, Hızır aleyhisselâmdı. ‘Ben de sizinle geleyim mi?’ dedi. Kabul etmedim. O da ‘pekâlâ’ deyip geri gitti.”
Adam şaşkındı!
Sordu hemen:
“Amân efendim! Hızır gibi bir nîmeti neden kabul etmediniz?”
Buyurdu ki:
“Kabul etseydim Rabbime îtimadımın ve tevekkülümün azalacağından korktum! Şöyle ki; Hazret-i Hızır'a güvenerek kalbim rahat olur, Rabbime tevekkülüm bozulabilirdi.”
.
"Aç mısın, susuz musun?"
17 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :17 Nisan 2024 00:15
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti.
Bir talebesiyle yolculuğa çıktı bir gün. Yedi gün yedi gece hiçbir şey yemeden yürüdüler.
Ancak talebe acıktı.
Gücü tâkati tükendi.
Hocası onu gördü.
Hâline acıyıp sordu:
“Evlâdım! Ne oldu sana böyle. Aç mısın, susuz musun?”
Talebe cevâben;
“Hem susuzum, hem açım hocam. Bir şey yemezsem yürüyemeyeceğim” dedi.
Ona sevgiyle baktı.
Ve bir nehri gösterip;
“Öyleyse git şu akan sudan iç. Bundan sonra hiç susamazsın” buyurdu.
Genç, sevinçle baktı.
Ve bir “nehir” gördü önünde.
Hâlbuki az önce yoktu...
Eğilip kana kana içti avcuyla.
Serin ve tatlıydı.
Hiç böyle lezzetli su içmemişti.
Sonra abdest aldı o sudan.
Ve geri geldi.
Dönüp de ardına baktığında göremedi o suyu bir daha.
Kaybolmuştu gözden...
● ● ●
Bir gün bu zâta sordular:
"İnsan, alın yazısını bilebilir mi efendim?"
Cevâbında;
"Evet, bir kişinin gönlünde ne yatıyorsa, alın yazısı odur. Bir ırmağın akış yönünden, hangi noktada denize döküleceği anlaşıldığı gibi, insanın alın yazısı da yaptığı işlerden anlaşılır" buyurdu.
.
"Tatlı nar bulursam yerim"
18 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :18 Nisan 2024 00:25
İbrâhim Havvâs hazretleri Bağdat’ta yaşayıp, Rey şehrinde vefât etti. Bir gün tepsi içinde “nar” görmüştü bir dükkânda.
Sorup “ekşi” olduğunu öğrendi.
Onun canı “tatlı nar” istiyordu.
Ekşisini yemedi.
Kendi kendine;
"Tatlısını bulursam o zaman yerim” diye düşündü.
Oradan ayrıldı.
Ve “tatlı nar” düşüncesiyle ilerledi...
Az sonra birini gördü.
Çok ağır hastaydı.
Bir kenarda yatıyordu.
Çok zayıf ve hâlsizdi.
Eli ayağı da yoktu üstelik.
Onu böyle görünce çok üzüldü!
Yaralıydı vücûdunun çok yeri.
Yaraların üzerine arılar üşüşmüştü.
Kendi kendine;
"Bu kişi evliyâdır" dedi.
Yanına gidip sordu:
“Sen bu dertlerden şifâ bulmak istemez misin?”
“İstemem” dedi.
“Niçin istemiyorsun?”
“Bu dertten kurtulmak, nefsimin arzusudur. Bunu ise Rabbim istiyor. Benim hasta olmamı istemeseydi böyle olmazdım. Hak teâlâ bir dert verirse kula düşen, râzı olmaktır” dedi.
“Yaraların üstüne arılar üşüşmüş. Kovayım mı onları?”
“Hayır, kovma!”
“Neden efendim?”
“Senin de kalbine ‘tatlı nar’ düşüncesi üşüşmüş. Sen, benim arıları bırak da kendi kalbindeki ‘tatlı nar’ fikrini kovmaya bak” dedi.
.
“Zemherîr nedir yâ Resûlallah?”
19 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :19 Nisan 2024 00:33
Hâce Muhammed Mâsum hazretleri, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin oğludur. Bu zât şöyle anlatıyor:
Efendimiz aleyhisselâm, Eshâb-ı kirâma buyurmuşlar ki:
Hava sıcak olduğunda, Allahü teâlâ kullarının kalplerine bakar.
Yer ehlini dinler.
Gök ehlini dinler.
Bir kişinin “Lâ ilâhe illallah!.. Bugün ne kadar da sıcak. Allah’ım! Beni cehennemin harâretinden koru” dediğini işitir.
Merhamet eder.
Ve cehenneme;
“Ey cehennem! Kullarımdan biri, senin harâretinden korkup bana yalvarıyor. Şâhit ol, ben o kulumu senin harâretinden korurum” buyurur.
Hava soğuk olduğu zaman da Allahü teâlâ yine kullarını dinler.
Bir kimsenin;
“Lâ ilâhe illallah!.. Bugün hava ne kadar da soğuk. Allah’ım! Beni cehennemin zemherîrinden muhâfaza eyle” dediğini işitir.
Ona da çok acır.
Merhamet eder.
Ve cehenneme;
“Ey cehennem! Kullarımdan birisi senin zemherîrinden kurtarmamı istiyor. Şâhit ol, ben onu o azaptan kurtaracağım” buyurur.
Eshab dinlerler.
Çok sevinirler.
Ve Efendimize “Zemherîr nedir yâ Resûlallah?” diye sorarlar.
Efendimiz;
“Zemherîr, kâfirlerin atılacağı soğuk cehennemdir ki, onun soğukluğuna bir an dayanılmaz” buyurur.
.
Kendini dahi unutan genç!..
20 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :20 Nisan 2024 02:16
Evliyânın büyüklerinden Muhammed Mâsum Fârûkî hazretleri Hindistan’ın Serhend şehrinde yaşadı.
Orada vefât etti.
Bu zâtın zamânında bir genç vardı ki, zaman zaman gelirdi bu büyük velînin sohbetine.
Zîra seviyordu onu.
Ancak güzel bir kız gördü bir gün.
Gönülden âşık oldu ona.
Ve gelmez oldu sohbete.
Çünkü kıza vurulmuştu.
Onu düşünüyordu hep.
Onu bir daha görmenin hesaplarını yapıyordu.
Onun için gelemiyordu.
Muhammed Mâsum hazretleri, onu göremeyince;
“Falan genç görünmüyor, neden acabâ?” diye sordu talebeye.
Dediler ki;
“Efendim, o bir kıza âşık olmuş. Utancından gelemiyormuş.”
Büyük zât anladı.
Bir kimseyi gönderdi...
Ve o genci çağırttırdı.
Geldiğinde;
“Ey evlâdım! Kalp, yâni gönül, sırf Allahü teâlâya âittir. Ona mahsustur. Bir kalp, Allah'tan başkasına tutulmuşsa yıkılmış demektir” buyurdu.
Bu söz, tesir etti gence.
Anladı hatâsını.
Kalbi değişti birden...
Kıza olan sevgisi gitti.
Yerine “Allah sevgisi” girdi.
Kula olan sevgisi, Allah'a döndü.
Kızı da unutmuştu, her şeyi de.
Kendini de unuttu hattâ.
Çok yüksek makamlara yükseldi tasavvufta...
.
“Serhend’e niçin geldiniz?”
21 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :21 Nisan 2024 01:48
Çok uzak diyârdan bir Müslüman, Hindistan evliyâlarından İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin methini duyup Serhend’e geldi.
Ve birine misâfir oldu.
Ev sâhibi sordu:
“Serhend’e niçin geldiniz?”
“İmâm-ı Rabbânî için.”
“Onu ne yapacaksın?”
“Sohbetini dinleyeceğim.”
Ancak ev sâhibi onu sevmiyordu.
İmâm-ı Rabbânî’yi kötüledi.
O kişi bunları duydu.
Fevkalâde üzüldü!
Ve kalbinden;
"Yâ İmâm!.. Ben, sizi görüp istifâde etmek için uzak diyârdan geldim. Ama bu adam beni bu saadetten mahrum etmek istiyor” dedi.
O anda bir şey oldu.
Hazret-i İmâm geldi.
Ve o kişinin kulağını çekip kayboldu.
Misâfir, ertesi gün dergâha gitti.
Hazret-i İmâmın huzûruna girdi...
Geceki hâdiseden bahsedecekti.
İmâm-ı Rabbânî mâni oldu.
Ve o kimseye;
"Gece olanı, gündüz anlatma!" buyurdu.
● ● ●
Evliyâ-yı kirâmın büyüklerinden İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir sohbetinde;
"İnsan; kulluk vazîfelerini yapmak için ve hep Hak teâlâ ile olmak için yaratıldı" buyurdu.
Sordular ki:
"Buna nasıl kavuşulur?"
Cevâben;
"Bu nîmet, gelmişlerin ve geleceklerin Efendisine tam uymakla ele geçer" buyurdu.
.
“Tek sermâyem, ümitli olmamdır”
22 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :22 Nisan 2024 00:32
Aslen Merv’li olup Basra’da yaşıyan Mansur bin Ammâr hazretleri, gençliğinde yerde bir “kâğıt” gördü gezinirken.
Üzerinde “Besmele” yazılıydı.
Vicdanı sızlayarak eğilip aldı.
Etrâfına bakındı.
O kâğıdı koyacak yüksek bir yer bulamadı.
Yere de atamadı.
Ağzına koydu.
O gece rüyâsına “nûr’lu” bir zât girip “Sen, Rabbinin ismine hürmet ettin. Allah da ilim ve hikmetin kapılarını açtı sana” buyurdu.
Sonra da uyandı...
Çok duygulandı!
Bütün günahlarına tövbe etti...
Çalışıp kısa zamanda evliyâ oldu.
● ● ●
Bu zat, bir gün sevdiklerine "Sizi cehenneme düşmekten muhâfaza edecek olan şeyleri çoğaltınız" buyurdu.
Sordular ki:
"O şeyler nedir?"
Cevap verip; "Allah’ın kullarına ihsân ve iyilik yapmaktır" buyurdu.
● ● ●
Yine o anlatıyor:
Bir âbid vardı.
Onu ziyâret için yanına gitmiştim.
Bir ara sordum:
“Kendini nasıl buluyorsun?”
Cevâben;
“Günâhı pekçok, sevâbı çok az, yolculuğu uzun olan biri gibi buluyorum” dedi.
Sordum ki:
“Azığın nedir?”
Cevâbında;
“Tek sermâyem, Rabbimin af ve mağfiretinden ümitli olmamdır” dedi.
.
“Nasıl duâ istiyorsun?”
23 Nisan 2024 02:00 | Güncelleme :23 Nisan 2024 00:46
Aslen Mervli olup Basra’da yaşayan Mansur bin Ammâr hazretlerinin zamânında bir zengin vardı ki, devamlı içki içip eğlenirdi.
Bir gün kölesine “dört gümüş” verip “Git bana meze al” dedi.
Kölesi “peki” dedi.
Ve çıktı evden...
Çarşıya giderken bir “kalabalık” gördü. Bir kişi sohbet ediyor, halk dinliyordu. Bu zât, Mansur bin Ammâr hazretleriydi.
Ayaküstü dinledi.
Büyük haz aldı.
İlerleyip tam önüne oturdu bu velînin.
Hazret-i Mansur, bir fakîri gösterip “Ey insanlar! Kim bu fakîre dört gümüş verirse ona dört şey için duâ edeceğim” dedi.
Köle, önce davrandı.
Elinde dört gümüş vardı..
Onları verdi o fakîre.
Büyük velî sordu:
“Nasıl duâ istiyorsun?”
Arz etti ki: “Efendim günahlarına tövbe etsin, sonra beni kölelikten âzâd eylesin. Ayrıca bana dört yüz gümüş versin ve Allah ikimizi de affeylesin.”
Büyük velî duâ etti...
Köle de ayrılıp gitti...
Efendisi ona sordu ki:
“Nerede kaldın?”
Köle başından geçenleri anlatıp da aldığı duâları söyleyince duygulandı!
Hemen tövbe etti...
Onu kölelikten âzâd etti.
Ve dört yüz gümüş verdi.
Sonra da el kaldırıp “Yâ Rabbî! Ben üçünü yerine getirdim. Dördüncü sendendir, bizi affet” dedi.
O anda bir “ses” duydu...
Kulak verdi ki;
“Sen vazîfeni yaptın. Allahü teâlâ ikinizi de bağışladı!” diyordu.
.
|
Bugün 247 ziyaretçi (612 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|