CİHADIN ANLAMI VE ÖNEMİ
Arapça’da ‘güç ve gayret sarf etmek, bir iş başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak’ anlamındaki ‘cehd’ kökünden türeyen cihad kelimesi, İslâmî literatürde ‘dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek’ şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise ‘nefs-i emmare’yi (kötülüğü şiddetle emreden nefsi) yenme çabası için kullanılmıştır. [1]
İşte bu tanımlara göre, Müslümanların yeryüzünde hak ve adaletin hakim olması, zulüm ve haksızlıkların ortadan kaldırılması için yaptıkları kararlı ve bilinçli çabalarının mal ve bedenle yapılanına ‘cihad’, manevî olanına ‘mücahede’, fıkıh ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ‘ictihad’ denilir.
Cihad, Kur’an-ı Kerim’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir. ‘Cihad eden’ anlamındaki ‘mücahid’ kelimesi ise iki âyette zikredilmiştir. Bu âyetlerin bir kısmında cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad ‘Allah (c.c.)’ın rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası’ şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir. Cihadla ilgili birçok hadis-i şerif bize kadar rivayet edilmiş olup bunlar bazı müstakil eserlere konu olduğu gibi büyük hadis kitaplarında da ‘kitâbü’l-cihad’ veya ‘fezâilü’l-cihad’ başlıkları altında toplanmıştır.
Genel anlamda cihaddan ve faziletinden bahseden hadis-i şerifler yanında kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çok sayıda hadis-i şerif vardır:
“Mücahid nefsiyle cihad edendir” [2]
“Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder” [3]
“Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin.” [4] “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” [5]
Mealindeki hadislerle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, ümmetin içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emir olundukları şeyleri yapmayan nesiller ortaya çıkacağını haber vererek, “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir.” [6] Demesi, savaşa çıkmakta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine annesinin ve babasının hayatta olup olmadığını sorarak hayatta olduklarını öğrenmesi üzerine, “O halde onlara hizmet yolunda nefsinle cihad et!” [7] Buyurması ve Hz. Âişe (r.a.)’nin, ‘Ey Allah (c.c.)’ın Rasûlü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?’ diye sorması üzerine, “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır.” [8] Şeklinde cevap vermesi, cihadın gerek kapsamını gerekse yöntemlerini göstermesi bakımından önemlidir.
Buna göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah (c.c.)’a kulluk etmek, Allah (c.c.) ve Rasûlü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakta: kalp, dil, el ve silâh gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir. Kitabımızın ‘Cihadın Çeşitleri’ bölümünde daha detaylı olarak bunun üzerinde durulmuştur.
İslâm hukukçuları, ilgili âyet ve hadislerden hareketle cihadı bu en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları ve nefse, şeytana, fasıklara ve inanmayanlara karşı olmak üzere kısımlara ayırmaları yanında genel olarak ‘gayr-i Müslimlerle savaş’ şeklindeki özel manasını ön plana çıkararak ‘Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarf etmek’ şeklinde tarif etmişlerdir.
Barış ve sükûn şartlarında cihadın ‘farz-ı kifaye’, umumî seferberliği (nefîr-i âm) gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise ‘farz-ı ayın’ olduğu konusunda Müslüman hukukçular görüş birliği içindedirler. Ancak Şîa’dan Ca’feriye mezhebine göre İslâm’ı tebliğ için düşman ülkesine yönelik olarak yapılan cihad, ancak masum İmam’ın veya onun özellikle bu konuda yetkili kıldığı naibinin iznine bağlıdır. Gaybet zamanında bu anlamda cihad söz konusu değildir. Düşmanın İslâm ülkesine saldırması halinde ise herhangi bir izne bağlı olmaksızın karşı konulur. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir savaş dönüşünde söylediği belirtilen ve daha çok tasavvuf ehlince önem atfedilen, “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücahede) döndük.” sözünün zayıf hadis olduğu ileri sürülmekle birlikte İbn Kayyim el-Cevziyye, “Mücahid nefsiyle cihad edendir.” [9] Mealindeki hadis-i şerife dayanarak kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada oranla asıl olduğunu, Allah (c.c.)’ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla cihad edemeyeceğini belirtir. [10]
Bu kapsam genişliğine rağmen İslâm hukukçularının daha çok ‘Müslüman olmayanlarla savaş’ anlamındaki cihada ağırlık vermeleri, bu tür cihadın hukukî bir nitelik arz etmesi ve birtakım hukukî sonuçlar doğurması sebebiyledir. Nitekim fıkıh kitaplarında, başta savaş ve barış münasebetleri olmak üzere devletler hukukuyla ilgili konuların ele alındığı bölümler ‘kitabü’l-cihad’ (veya kitabü’s-siyer) şeklinde adlandırılmıştır. Bunun yanında nefisle mücahede şeklindeki cihadla daha çok tasavvuf ehli ilgilenmiştir. Bu sebeple cihadın savaştan ibaret olduğunu düşünmek gerçeği yansıtmadığı gibi cihada yalnız savaş anlamının verilmesi, Kur’an ve Sünnet’te ifade edilen anlam ve kapsamı bakımından eksik ve yanlış sayılır. Yukarıda işaret edilen hadisler yanında, kâfirlere boyun eğmeyip kendilerine karşı Kur’an-ı Kerim ile güçlü bir cihadın yapılmasını emreden âyet ile [11] Allah (c.c.)’ın rızasını elde etmek için cihad edenlere O’na ulaştıracak yolların gösterileceğini vaad eden âyette [12] cihad kelimesinin silahlı savaş anlamına gelmediği açıktır. Ayrıca münafıklarla savaşı gerektiren herhangi bir hükmün bulunmamasını ve fiilen de onlara karşı hiçbir zaman savaşa başvurulmamasını göz önüne alan müfessirler, “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et!’ [13] Mealindeki âyette geçen cihadın hem kâfirlere karşı gerektiğinde savaş yapmayı, hem de münafıklara karşı kendilerini İslâm’a kazanmak için delil ortaya koyma, sertlik gösterme, onları azarlama gibi silâhlı savaş dışında bazı yollara başvurmayı ifade ettiğini bildirmişlerdir. Esasen Kur’an-ı Kerim’de, ‘iki grup arasında meydana gelen silâhlı çatışma’ anlamındaki savaş karşılığında ‘harp’ [14] ve ‘kıtal’ kelimeleriyle bunların türevleri kullanılmıştır. [15]
Müslüman hukukçular, genel olarak cihadın anlamı ve hükmü yanında kâfirlere karşı cihadın hukuken meşru olmasının sebepleri üzerinde de etraflıca durmuşlardır. Konunun ele alındığı Batı kaynaklarının hemen hepsinde cihadın, bütün dünya Müslüman oluncaya veya İslâm hâkimiyetine boyun eğinceye kadar Müslüman olmayanlarla savaşmayı ifade ettiği ileri sürülmüştür. Fakihlerin bazı ifadelerinden hareketle bu iddiayı ileri süren Batılı araştırmacılardan hiçbirinin İslâm’da savaşın meşruluğu ile ilgili olarak İslâm hukuk literatüründe ortaya konan görüşlere yer vermemesi ve bunlara ait tartışmaları görmezlikten gelmeleri dikkat çekicidir. İslâm hukukçuları, Kur’an ve Sünnet’te belirtilen esaslara göre gerek savaş öncesi ve savaş esnasında, gerekse sonrasında uyulması gereken kuralları kendi zamanlarındaki şartlar çerçevesinde en ince ayrıntılarına kadar inceleyip tespit ettikleri gibi harbin meşruluğu meselesini de tartışmışlardır. Hanefîler ile birlikte Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine mensup hukukçuların oluşturduğu çoğunluğa göre İslâm’da savaşın sebebi, inanmayanların Müslümanlara savaş açmaları ve saldırgan olmalarıdır. Şâfiî mezhebi ise onların kâfir olmalarını başlı başına bir savaş sebebi saymışlar, Zahirîlerle bazı Hanbelî ve Mâlikî hukukçuları da bu görüşü benimsemişlerdir. Buna göre İslâm hukukçularının çoğunluğu, savaşın meşruiyet sebebinin düşmanın tecavüzü olduğunu, Müslümanlara karşı savaşmayanlarla savaşmanın ve sadece Müslümanlığı benimsemediği için bir insanı öldürmenin caiz olmadığını belirtmiştir.[16]
Şâfiî âlimleri ve onları destekleyen bazı fakihlere göre Müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden başkası kalmayıncaya kadar mümkün oldukça savaşın sürdürülmesi gereklidir. Bu hukukçuların dayandığı başlıca deliller şunlardır:
“Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin, bütün geçit yerlerini tutun!” [17] Mealindeki âyet Müslüman olmayanlarla savaşmayı, herhangi bir tecavüze karşılık verme şartına bağlamaksızın mutlak şekilde emretmekte ve harp sebebinin onların kâfir olduğunu göstermektedir. Bu görüşü benimsemiş olanlar, Müslümanlara kendileriyle savaşanlarla savaşmalarını emreden Bakara sûresi, 2/190. ayetin harbi mutlak olarak emreden âyetlerle nesh edildiğini ileri sürerler. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “İnsanlarla, ‘Allah (c.c.)’tan başka ilâh yoktur’ demelerine kadar savaşmakla emir olundum.” [18] Mealindeki hadisi de gayr-i Müslimlerle savaş sebebinin onların küfrü olduğunu göstermektedir. Çünkü burada ancak onların Müslüman olmaları ile savaştan vazgeçileceği belirtilmiştir.
Küfür (kâfir olmak), bir insan için en büyük suç ve aynı zamanda ‘münker’in en kötüsüdür. Bu sebeple onun devam etmesine izin vermek caiz değildir. Zira ‘mefsedet’in yani fitne ve anarşi unsurlarının ortadan kaldırılması vaciptir. Allah (c.c.)’ı inkâr ise mefsedetin en büyüğüdür. Savaşın mubah olmasını, inanmayanların Müslümanlara karşı harp açmalarına, düşmanlık ve tecavüzde bulunmalarına bağlayan Hanefî hukukçularının dayandıkları deliller de şunlardır:
1.“Müşrikler sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın.” [19]
“Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah (c.c.)’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.” [20] Mealindeki âyetlerin ilkinde İbnü’l-Hümâm’a göre müşriklere karşı girişilen savaş onların Müslümanlara savaş açmaları sebebine dayandırılmış, ikincisinde ise savaş, gayr-i Müslimlerin güç ve hâkimiyetlerini zayıflatarak Müslümanları dinleri hususunda fitneye düşürmelerine engel olmak maksadıyla emredilmiştir. [21] Esasen savaşı ilk emreden, “Size savaş açanlarla Allah (c.c.) yolunda siz de savaşın, ancak aşırı gitmeyin, çünkü Allah (c.c.) aşırı gidenleri sevmez.” [22] Mealindeki âyet de savaş sebebinin yine savaş olduğunu göstermektedir.
2. Hz. Peygamber (s.a.v.) savaş sırasında bir kadının öldürülmüş olduğunu görünce, “Bu kadın savaşmıyordu!” Diyerek hoşnutsuzluğunu ifade etmiş, öncü birliklerin başında bulunan Halid b. Velid’e haber göndererek kadın ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir. [23] Bu olay, yalnız kâfirlerin kötülüklerini ve Müslümanlar üzerindeki her türlü olumsuz tesirlerini önlemek için savaşılacağını gösterir. [24] Eğer savaşın sebebi küfür olsaydı kâfir kadınların da öldürülmesi gerekirdi. Kadın fiilen savaşmadığı için öldürülmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Bunun gibi, dinden dönen kadının öldürülmemesiyle ilgili hüküm de kadının muharip sayılmamasıyla izah edilmiştir. [25] Aynı sebebe bağlı olarak savaşta çocuk, yaşlı, kör ve hastalarla din adamları ve çiftçiler gibi savaşamayan veya fiilen muharip olmayanların da öldürülmeyeceği hükme bağlanmıştır.
3. Kalple ilgili bir durum olan inanmamanın zararı başkasına dokunmadığı için cezasının da dünyada değil âhirette verilmesi gerekir. Ancak inanmayan kimse müminlere savaş açtığı takdirde küfrünün zararı suçsuz insanlara dokunmuş olacağından kendisine karşılık vermek vacip olur. [26]
4. “Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah (c.c.)’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.” [27] Mealindeki âyet, savaşın meşru kılınmasındaki maksadın kulların Allah (c.c.) tarafından imtihan edilmeleri değil; düşmanın şerrini Müslümanlardan defetmeleri olduğunu göstermektedir. Buna göre savaş, ilâhî teklife muhatap ve onu yüklenmeye uygun bulunan insanın yok olmasına veya bünyesinin tahrip edilmesine yol açtığından İslâm hukukunda ‘li-aynihî hasen’ yani ‘kendi özelliğinden güzel’ değil; ‘li-gayrihî hasen’ yani ‘kendi özelliğinin dışındaki durumlardan, sonuçlardan dolayı güzel’ kabul edilmiş, düşmanın üstünlük ve mukavemetini kırmak, bu suretle şerrini defetmek için meşru kılınmıştır.
Savaşın meşruluğuyla ilgili bu iki farklı görüşü savunanlardan harp sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçuların delil gösterdiği âyetler, gayr-i Müslimlerle girişilen savaş sırasında veya bunu sonuçlandırmak için takip edilecek hususları açıklamakta, savaşın niçin yapıldığını değil nasıl yapılacağını göstermektedir. İlk nazil olan âyetlerde savaşın meşru sayılmasının sebebinin kâfirlerin saldırı ve zulümleri olduğu açıkça belirtilmiştir. [28] Son âyetlerde ise sebebi bir kere daha tekrar etmeye gerek görülmeyip savaşta uygulanacak stratejiden söz edilmektedir. Bu âyetlerin ilk nazil olan âyetleri nesh ettiği yolundaki iddianın ilmî bir dayanağı yoktur. Söz konusu âyetlerin uygulama alan ve şartları farklı olup aralarında çelişki bulunmadığı gibi ilk âyetlerde tecavüze karşı savaşmanın vacip olduğu belirtildiğinden bu tür âyetlerin nesh edilmiş olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Küfrün savaş sebebi olduğunu savunanların delil olarak gösterdikleri hadis-i şerifte geçen ‘insanlar’dan maksat özellikle Arap müşrikleridir. Çünkü Arap olmayan müşriklerle Ehl-i kitabın tabi olduğu hükümler bu hadiste belirtilenden farklıdır. Ehl-i kitap’la yapılan savaş onların cizye vermesiyle sona erer, Müslüman olmaları şart değildir. [29] Arap müşrikleri ise baştan beri İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlık ve tecavüzlerini sürdürdükleri, yapılan antlaşmaları her defasında bozdukları için bunlarla Müslüman oluncaya kadar savaşılması emredilmiştir.
İslâmiyet, dinin kabul edilmesi noktasında insanlara baskı yapılmasını kesinlikle yasaklamış, zor ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu hükme bağlamıştır. Kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vasıtası olarak düşünmek mümkün değildir. Ayrıca inanmayan kimselerin hayatlarının sonuna kadar her an iman etmeleri ihtimali vardır. İmana gelmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında öldürülenler için bu imkânı ortadan kaldırmaktadır. Şu halde Müslümanlara silâhlı saldırıda bulunmayan gayr-i Müslimlere karşı öncelikle yapılması gereken şey onlarla savaşmak değil öncelikle barışçı davet ve tebliğ yollarına başvurmaktır.
Savaş sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçular bu hükme varırken kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlardan, Müslümanların devamlı olarak kâfirlerin tecavüzlerine uğramış olması gerçeğinden etkilenmiş olmalıdırlar. Gayr-i Müslimlerin Müslümanlara karşı savaş açmalarını cihadın sebebi sayan Hanefî hukukçuların aynı zamanda cihadın farz-ı kifaye olduğunu, gayr-i Müslimler kendileriyle bilfiil savaşmasalar bile onlarla savaşmanın Müslümanlar için bir vecibe teşkil ettiğini belirtmeleri [30]; bir çelişki olmayıp kendi zamanlarında Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasında sürekli savaş halinin mevcut olduğunu, düşmanın güçlenmesini ve saldırılarını önlemek için karşı saldırıların sürdürüldüğünü gösterir. Aynı ifadeleri eserinde kaydeden Serahsî’nin buna karşılık bir yerde, ‘Küfrün fitnesini ve kâfirlerin şerrini Müslümanlardan defetmek için savaşılır’ [31]; bir başka yerde de, ‘Cihaddan maksat Müslümanların emniyet içinde olmaları, din ve dünya işlerini yürütmeye imkân bulmalarıdır’ [32] demesi bunun açık delillerinden biridir. Nitekim Debûsî Ehl-i kitap’la savaşı emreden âyeti [33] yorumlarken bu savaşın gayesini onların Müslümanlarla barış içinde yaşamalarını sağlamak şeklinde izah etmiş, diğer bazı Hanefî âlimleri de gayr-i Müslimlerle cizye karşılığında yapılan antlaşmadan (zimmet akdi) güdülen gayenin Müslümanlara karşı açılan savaşın şerrini defetmek, düşmanın savaşı terk ederek Müslümanlarla barış içine girmesini sağlamak olduğunu söylemişlerdir. [34]
Bütün bunlardan, Müslüman hukukçuların kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlar çerçevesinde gayr-i Müslim dünyaya karşı tam bir güvensizlik duydukları anlaşılmaktadır. Birçok âyette de işaret edildiği gibi, gerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sağlığında gerekse sonraki devirler boyunca Müslümanların mâruz kaldıkları düşmanlık ve saldırılar bu güvensizliğin temelini teşkil etmiş, İslâm dünyası ile gayr-i Müslim dünya arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde büyük ölçüde bu tarihî tecrübe rol oynamıştır. Bu hususu göz önüne almadan Müslümanların inanmayanlara karşı tutumunu ve bazı hukukçuların cihada dair bir kısım âyetlerle ilgili aşırı sayılabilecek nesih iddiaları ve yorumlarını sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. İslâm hukukçularının, gayr-i Müslimlerle ilişkiler konusunda hüküm verirken içinde bulundukları tarihî ve siyasî şartlar Batılı araştırmacılar tarafından dikkate alınmadığı gibi bu araştırmacılar hemen hemen bütün güçlü ülkelerin birbirleriyle çatışma halinde olduğu Ortaçağ boyunca devletler arasında hüküm süren ilişki biçimini de yalnız Müslümanların eseri olarak göstermeye çalışmışlardır. Gerçekte özellikle Hanefîler’in cihada dair görüşleri milletlerarası ilişkilerde barışı ve devletlerin eşitliğini esas almakla birlikte mevcut şartlar bu anlayışın gelişip yerleşmesine imkân vermemiştir. Cihadın meşrû oluşuyla ilgili olarak teoride birbirinden farklı görüşler ileri sürmelerine rağmen Hanefî ve Şafiî kaynaklarında benzer görüş ve ifadelerin yer alması, tamamen pratikteki şartların aynı ilişki biçimini gerektirmiş olmasıyla izah edilebilir. Bir başka ifadeyle cihadın meşruluğu konusunda nazarî olarak bir grup küfrü, bir grup da Müslümanlara savaş açılmasını esas almakla birlikte özellikle kilisenin etkisiyle daima canlı tutulan düşmanlık ve saldırılardan kaynaklanan şartlar, uygulamada hem Şâfiîler’in hem de Hanefîler’in aynı ilişki biçiminde karar kılmalarına yol açmıştır.
Tarih boyunca Müslüman devletlerin gayr-i Müslim ülkelerle yaptıkları savaşlarda her biri ayrı ayrı ele alınmak durumunda olan tarihî, siyasî, dinî birtakım sebepler bulunmakla birlikte, İslâm’ı tebliğ için girişilen fetih hareketleri de söz konusu ülkelerdeki insanları zorla İslâm’a sokmak amacıyla değil ferdî planda tebliğ imkânının bulunmadığı bu ülkeleri herkesin dilediği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır. Nitekim İslâm’da meşru kabul edilen savaş için cihad kelimesi kullanıldığı gibi bu hareketleri istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak için de özellikle ‘fetih’ (açmak) tabiri kullanılmıştır.
Batılı araştırmacıların, cihadın meşruluğunu yalnızca küfür sebebine bağlayan bazı ulemâya ait görüş ve sözleri ele alarak genellemede bulunmaları ve bu ifadeleri maksatlarını aşacak şekilde yorumlarken gayr-i Müslim ülkelerin tarih boyunca Müslümanlara karşı sergilediği saldırgan tavır konusunda sessizliği tercih etmeleri ibret vericidir. Halbuki Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayr-i Müslimlerle iyi ilişkiler kurma yönündeki açık tavsiyelerine [35] ve İslâm tarihi boyunca gayr-i Müslimlerin İslâm ülkelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşılık Hıristiyan âlemi asırlar boyunca papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkiler içinde bulunmuştur. Bütün Hıristiyan Batı dünyasının katıldığı Haçlı seferleri ve bunun İslâm dünyasında yol açtığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs’te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden birini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok edecek ölçüdeki Müslüman kıyımını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları, metotları ve vasıtalarıyla halen sürdürüldüğü yönünde hemen bütün Müslüman milletlerde genel bir kaygı vardır. Bugün 21. Asra girerken Bosna-Hersek, Afganistan, Hindistan, Irak, Doğu Türkistan, Filistin’de ve dünyanın diğer birçok yerinde Müslümanların mal, can, namus, kitaplar, devlet arşivleri, tarihî eserler ve dinî kurumlar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler, tarihte olduğu gibi günümüzde de Müslüman milletlerin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir. Ayrıca son birkaç asırdan beri Batı’nın İslâm dünyasına yönelik sömürgeci politikaları ve bunun doğurduğu sonuçlar, tarih boyunca İslâm dünyasında yaşayan gayr-i Müslimlere can ve mal güvenliği sağlamanın da ötesinde dinî ve millî kimliklerini koruma konusunda tanınan imkân ve hoşgörü ile karşılaştırıldığında, iki din ve medeniyetten (İslâm-Hıristiyanlık) hangisinin diğer din mensuplarına karşı daha saygılı ve müsamahalı davrandığını açık bir biçimde görmek mümkündür.
Cihad, Allah (c.c.)’a iyi bir kul olmak ve O’nun rızasını kazanmak için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, bireysel ve toplumsal alanda yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm’ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda olunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. “Bizim (rızamıza ulaşmak için) uğrumuzda cihad edenlere elbette (bize ulaştıracak) yollarımızı göstereceğiz.” ve “Allah (c.c.) uğrunda (Allah (c.c.)’ın rızasına ulaşmak uğrunda) hakkıyla cihad edin!” mealindeki âyetler cihadın bu kapsamlı anlamını içermektedir.
Müslümanların bütün hayat ve faaliyetinin Allah (c.c.) rızasını kazanmaya yönelik olması gerektiği ve bu anlamdaki bütün gayretler cihad kavramı içinde mütalaa edildiğinden Allah (c.c.) rızasına ulaşmak için başvurulan bir savaş da cihad sayılır. Esasen istilâ, sömürü ve tecavüz için yapılan savaşları tanımayan İslâm dini [36] savaşa ancak Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslâm’a ve İslâm ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı diğerlerinden ayırmak için de ona cihad adını vermiştir. Bunun yanında Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanların sadece en güzel şekilde tebliğ yapmakla mükellef olduklarını [37] birine dini kabul ettirmek için baskı yapılamayacağını ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu açıkça belirten hükümlerini [38] göz ardı ederek cihadı gayr-i Müslimleri zorla Müslüman yapmanın bir vasıtası olarak takdim etmek ve “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah (c.c.)’tan afiyet (esenlik ve barış) dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” [39] Diyen rahmet peygamberini dünyaya savaş ilân etmiş gibi göstermek ilmî gerçekler yanında ahlâkî ölçülerle de bağdaşmaz. [40]
Batılı araştırmacıların cihadın anlam ve mahiyetiyle ilgili olarak gerçeği yansıtmayan görüşleri yanında cihadı ‘mukaddes savaş’ (holy war, guerre sainte) şeklinde tercüme etmeleri de doğru değildir. Cihad kelimesi her zaman savaş anlamını ifade etmediği gibi pratikte savaşın mukaddes sayılması da hayat anlayışından kaynaklanmaktadır. Müslüman Batı hayat anlayışına göre mukaddes sayılabilecek belki tek şey olan ibadeti bile gösteriş veya maddî menfaat maksadıyla yapar da Allah (c.c.)’ın rızasını gözetmezse dince makbul sayılan bir iş yapmış olmaz, hatta bu durum onu şirke kadar götürebilir. Buna karşılık onlarca mukaddes sayılmayan yeme, içme gibi tabii şeyleri, ilâhî bir emanet olan hayatın sürdürülmesi, sağlığın korunması ve dolayısıyla yaratanın rızasına vesile olacak davranışlarda bulunmak amacıyla yaparsa bu bir ibadet olur. Savaş da böyledir ve yalnız Allah (c.c.) rızası için yapılır. İslâm’ın bu hayat anlayışı Kur’an-ı Kerim’de, “De ki, şüphesiz benim namazım da ibadetlerim de hayatım da ölümüm de âlemlerin rabbi Allah (c.c.) içindir.” [41] Şeklinde dile getirildiği gibi bir başka âyette de, “İman edenler Allah (c.c.) yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise şeytanın (tağut) yolunda savaşırlar.” [42] Denilmiştir.
[1] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[2] Tirmizî, Fezâ’ilü’l-Cihad, 2.
[5] Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; Tirmizî, Fiten, 13.
[7] Buharî, Cihad, 138; Müslim, Birr, 5.
[9] Tirmizî, Fezâ’ilü’l-cihad, 2.
[11] Furkan sûresi, 25/52.
[12] Ankebût sûresi, 29/69.
[14] Mâide sûresi, 5/64; Enfâl sûresi, 8/57; Muhammed sûresi, 47/4.
[15] Bakara sûresi, 2/190-191, 193; Nisa sûresi, 4/74-76; Tevbe sûresi, 9/12-13.
[16] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[18] Buhârî, İman, 18; Ebû Davud, Cihad, 104.
[20] Bakara sûresi, 2/193.
[21] Fethu’l-Kadir, V, 189.
[22] Bakara sûresi, 2/190.
[23] İbn Mâce, Cihad, 30; Hâkim, 11, 122; Beyhaki, IX, 91.
[24] Mebsût, Serahsî, 10/5.
[25] Radıyyüddin es-Serahsî.
[26] Mebsût, Serahsî, 381; Kâsânî, IV, 3; Zeylaî, VI, 104.
[27] Bakara sûresi, 2/193.
[28] Hac sûresi, 22/39-40; Bakara sûresi, 2/190; Nisâ sûresi, 4/75; Tevbe sûresi, 9/13.
[30] İbnü’l-Hümâm, V, 193; İbn Âbidîn, IV, 123.
[31] Mebsût, Serahsî, X, 2-3, 5.
[32] Mebsût, Serahsî, X, 3.
[34] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[35] Ankebût sûresi, 29/46; Mümtehine sûresi, 60/8-9.
[36] Bakara sûresi, 2/205; Nisa sûresi, 4/94; Kasas sûresi, 28/83; Şûrâ sûresi, 42/41-42.
[37] Mâide sûresi, 5/67; Nahl sûresi, 16/125; Ankebût sûresi, 29/46.
[38] Bakara sûresi, 2/256; Yûnus sûresi, 10/99; Kehf sûresi, 18/29; Hucurât sûresi, 49/14.
[39] Buharî, Cihad, 112, 156; Müslim, Cihad, 19-20; Ebû Davûd, Cihad, 89.
[40] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[41] En’âm sûresi, 6/162.
.
KUR’AN-I KERİM’DE CİHAD’A VERİLEN ÖNEM
Hz Peygamber (s.a.v.)’in yirmi üç senelik asr-ı saadet döneminde cihad konusunda gelen ayet-i kerimelerin bir kısmını sıralamak istiyoruz: Kuşkusuz ayet-i kerimelerin her birisinin ‘sebeb-i nüzûlü’ yani indiriliş nedeni farklı olsa da konu esas itibariyle aynıdır. Konu, ‘i’lây-ı kelimetullah’ yani Allah (c.c.)’ın adının yüceltilmesi ve Hakk’ın hâkimiyeti için mal, can ve dil ile ve bütün gücüyle çalışmak yani cihad etmektir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah yolunda cihad edilmesi konusunda değişik zamanlarda gelmiş çok sayıda ayet-i kerime vardır. Bu ayetler, gerek Peygamber (s.a.v.)’in hayatında ve gerekse O’ndan sonraki dönemlerde Müslümanların hareket ve güç kaynağı olmuştur. Cihad ayetlerinin bir kısmını kısa açıklamalarıyla şöyle sıralamak mümkündür:
“Eğer annen baban seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarda (bu hususta) onlara itaat etme!” [43]
“Kim, cihad ederse ancak kendi yararına cihad eder. Allah Teâlâ, âlemlerden zengindir. (Kimsenin cihadına muhtaç değildir. İnsanların cihad ve ibadetleri kendi menfaatleri içindir.)” [44]
“Allah Teâlâ uğrunda O’na yakışır biçimde cihad ediniz.” [45]
Cihad, asr-ı saadetteki dönemlere göre incelenmesi halinde daha iyi anlaşılır:
İlk Peygamberlik yıllarında ve genelde bütün Mekkî âyetlerde cihad ‘ebedî mutluluğu sağlayacak olan tevhid dinini yaşamak ve yaymak için bütün çabayı harcamak’ anlamında kullanılmıştır. Mekke döneminin ortalarına doğru indiği tahmin edilen ‘Furkan’ sûresinde Peygamber (s.a.v.)’e, kendisine gelen vahye dayanarak büyük cihad etmesi emir edilmektedir: “Onunla büyük bir cihad et!” [46]
Bu âyette Peygamber (s.a.v.)’e, silahla değil, fakat Kur’an ile cihad etmesi emredilmiştir ki bu, ilim ve dil ile yapılan cihaddır. Âyette kâfirlerin sözlerine aldırmaması, gerçekleri açık açık anlatan Kur’an’a dayanarak var gücüyle insanları Hakk’a çağırması için çaba harcaması emredilmektedir. Peygamber (s.a.v.)’in, kâfirlerin itirazlarına ve engellemelerine aldırış etmeden gece ibadetlerini sürdürmesi, tertil ile (düşüne düşüne) Kur’an okuması ve müşriklerin yalanlamalarına, sözlü saldırılarına sabır ile karşılık vermesi dil ve ilim ile yapılan en büyük cihaddır. Çünkü Mekke’de Müslümanlar kıtal (savaş) yapacak sayı ve imkâna sahip değillerdi. Onun için Mekke’de inen âyetlerde Allah Teâlâ için cihad öğütlenmiş ve emredilmiştir:
“Ama biz(im uğrumuz)’da cihad edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah Teâlâ, iyilik edenlerle beraberdir.” [47]
Bu âyette Allah Teâlâ’nın, kendi uğrunda cihad edenleri, kendisine varan yollara ileteceği ve kendisinin, güzel davrananlarla beraber olduğu vurgulanıyor. Bundan iki sûre sonra inen ‘Hac’ sûresinde ise Müslümanlara, Allah Teâlâ uğrunda O’na yaraşır biçimde cihad etmeleri emrediliyor. “O’nun uğrunda, O’na yaraşır biçimde cihad ediniz.” ifadesi, Mekke’de Müslümanlar için şartların iyice ağırlaştığını gösterir. Müslümanların gittikçe artan ve hatta bir kısmını Habeşistan’a hicret etmeye zorlayan baskılara dayanmaları emredilmektedir. Kur’an’ın öğretilerini yerleştirebilmek için her türlü çaba harcanmalı, gerektiğinde bu uğurda göç etmeye de katlanmalıdır. Nitekim bundan sonra inen sûrelerde cihad ile birlikte hicret (göç)’ten de söz edilecektir:
“Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar,
Allah Teâlâ’nın rahmetini umarlar. Allah Teâlâ, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [48]
Bu âyette artık cihad, dayanma, çaba harcama yanında kıtal (savaş) ile de bağlantılıdır. Çünkü Medine döneminin ilk yıllarında inen Bakara sûresinin 216. âyetinde Müslümanlara kıtal (yani savaş)’ın farz kılındığı, kendilerini yurtlarından çıkarmış ve dinlerinden döndürmek için kendileriyle savaşmakta olan düşmanlara karşı konulması gereği bildirilmekte, daha sonra inanıp hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerin, Allah Teâlâ’nın rahmetini umacakları, Allah Teâlâ’nın bağışlayan, esirgeyen olduğu vurgulanmaktadır.
Bundan sonra inmiş olan ‘Enfâl’ sûresinde de iman, hicret ve cihada önemli bir ifade katılmaktadır: “Mallarıyla ve canlarıyla cihad” ifadesi, artık cihadı, savaş ile eş anlama getirmiştir:
“Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah Teâlâ yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göç edenleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirlerinin velisi (dostu, koruyucusu)’durlar. İnanıp da hicret etmeyen (müşrikler arasında yaşayanlara gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velayetinden size bir şey yoktur (onları korumakla yükümlü değilsiniz). Fakat dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz, gerekir. Yalnız, aranızda antlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz. Allah Teâlâ, yaptıklarınızı görmektedir. İnkâr edenler, birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yapmazsanız, (Allah Teâlâ’nın bu emirleri tersine, müminleri bırakıp kâfirleri dost tutarsanız.) yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa olur. Onlar ki, inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar ve onlar ki, (göç edip gelen müminleri) barındırdılar ve (onlara) yardım ettiler, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için bağış ve bol rızık vardır. Onlar ki sonradan inandılar, hicret ettiler, sizinle beraber savaştılar, işte onlar da sizdendir. Rahim sahipleri (kan akrabası), Allah Teâlâ’nın kitabına göre birbirlerine daha yakın dostturlar. Allah Teâlâ her şeyi bilir.” [49]
Cihad, çoğunlukla ‘Allah yolunda’ ifadesiyle beraber kullanılır. “Allah yolunda cihad edenler” cümlesinde “Fi Sebilillah” (Allah yolunda) deyimi, cihaddan daha genel bir anlam içerir. Esasen cihad, Allah yolunun açılması için yapılır. “Allah yolu”, İslâm öğretilerinin, hükümlerinin tümüdür. Nahl sûresinin 125. Ayetinde bu yola ‘Rabbinin yoluna) hikmetle, güzel öğütle çağrılması ve bunun yerleşmesine karşı gelen insanlarla en güzel biçimde mücadele edilmesi (uğraşılması) emredilmiştir. Cihad, Allah yolunun üzerine konulan engelleri kaldırmak ve kapalı olanları açmak için harcanan çabalardır.
Daha sonra inmiş olan sûrelerde “Mallarıyla ve canlarıyla cihad” ifadesi, daha güçlü vurgularla anlatılmıştır:
“Yoksa siz, Allah Teâlâ, içinizden cihad edenleri (sınayıp) bilmeden, sabr edenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” [50]
“Yoksa siz, Allah Teâlâ içinizden cihad eden ve Allah Teâlâ’dan, Elçisinden ve müminlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız? Allah Teâlâ yaptıklarınızı haber almaktadır.” [51]
Bu âyette Allah Teâlâ’nın, Elçisinden ve müminlerden başka dost tutmayan kimseleri ortaya çıkarmadan Müslümanları bırakmayacağı buyrulmaktadır.
İnsanların gerçek karakterleri, yetenekleri ve cevherleri, güç olaylar içinde belli olur. Mümin, Allah yolunda cihaddan asla kaçmaz, usanmaz. O yalnızca Allah Teâlâ’yı, Rasûlünü (Elçisini) ve müminleri can dostu, koruyucu tanır, içini onlara döker. Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanan, gerçekten onları seven bir mümin, onların düşmanı olan müşrikleri, münafıkları kendisine dost ve koruyucu tanımaz. Özetle bu âyette müminlerin denendikleri belirtilmekte ve kendileri cihada teşvik edilmektedir.
Daha sonra Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin, Allah Teâlâ katında derecelerinin daha büyük olduğu, onların başarıya erecekleri, cennete girecekleri belirtilir:
“İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah Teâlâ katında dereceleri daha büyüktür, işte kurtuluşa erenler onlardır.” [52]
Daha sonra Hz Peygamber (s.a.v.)’in ve kendisiyle beraber inananların, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettikleri vurgulanır:
“Fakat Rasûl (Elçi) ve O’nunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve işte başarıya erenler onlardır.” [53]
‘Hucurat’ sûresinde de gerçek müminlerin hiç şüphe etmeden Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanan, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler olduğu vurgulanır. [54]
Bundan sonra inmiş olan ‘Tahrîm’ sûresinde Peygamber (s.a.v.)’e, kâfir ve münafıklarla cihad etmesi emrediliyor:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara katı davran!” [55]
Burada cihad, cephe savaşından çok, ilim ve dil ile savaş anlamındadır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e kâfirlere ve münafıklara karşı cihad etmesi açıkça emredilmektedir. Peygamber (s.a.v.) kâfirlere karşı savaşmış ise de münafıklarla savaşmamıştır. Âyette Peygamber (s.a.v.)’e, kâfir ve münafıklarla ciddî biçimde uğraşması, onların hilelerini ve tehlikelerini önlemeye çalışması buyrulmaktadır.
Bu âyetin açık anlamından, münafıklarla da savaşmak gerektiği anlaşılır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) münafıklarla savaşmamış, onların öldürülmesini emretmemiştir. Bu davranışından, Hz Peygamber (s.a.v.)’in, âyetteki emri, zorlayıcı bir emir değil, bir izin olarak değerlendirdiği anlaşılır.
“Ey inananlar, size, sizi acı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanırsınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. İşte bilirseniz, sizin için en iyisi budur. (Böyle yapınız ki Allah Teâlâ) Sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve oturulmaya değer bahçeler içinde güzel konutlara koysun. İşte büyük başarı budur. Seveceğiniz bir şey daha var: Allah Teâlâ’dan bir zafer ve yakın bir fetih. Müminleri müjdele!” [56]
“Ey inananlar, Allah Teâlâ’dan korkun, O’na (yaklaşmaya) yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.” [57]
Bu âyette müminlere, felaha erebilmeleri için Allah Teâlâ’nın buyrukları dışına çıkmaktan korunmaları, kendilerini Allah Teâlâ’ya götürecek vesile aramaları ve Allah yolunda cihad etmeleri emredilmektedir.
“Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” [58]
Tevbe sûresinde de Müslümanlara mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad emri pekiştirilmektedir. Ancak “Mallarınızla ve canlarınızla” kaydı yanında “hifâf ve sikal (hafif ve ağır) olarak sefere çıkınız!” ifadeleri de, buradaki cihadın savaş anlamında kullanıldığını gösterir.
Bu âyette çıkılması emredilen savaş, ‘Tebuk Seferi’dir. Âyetteki ‘hifâf ve sikal’ (hafif ve ağır) sözleriyle nelerin kast edildiği, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır:
Hifâf savaşa çıkmaya istekli olarak, sevinçten hafiflemiş, uçarcasına; sikal savaş size ağır, güç gelerek, her iki halde de savaşa çıkın. Yahut çoluk çocuğunuzun azlığından dolayı hafif; külfetinizin çokluğundan ötürü ağır olarak savaşa çıkın. Yahut zengin, fakir olarak savaşa çıkın yahut hafif ve ağır silâhlarla savaşa çıkın yahut binekli ve yaya olarak yahut genç ve ihtiyar; yahut zayıf ve şişman olarak savaşa çıkın, demektir.
Âyette bu manaların hepsi de muhtemeldir. En doğrusunu Allah Teâlâ bilir. Bu âyetin, sûrenin 91. Ayeti olan “Zayıflara güçlük yoktur..” Ayetiyle nesh edildiğini söyleyenler vardır. Neshin sebebi de güya bu âyetin savaşı herkese farz kılmasıdır. 91. Âyetle bu hüküm hafifletilmiştir.
Gerçekte âyet, ‘Tebuk’ seferiyle ilgilidir ve Müslümanlara kolay da olsa, güç de olsa sefere çıkmalarını emretmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) herkesi bu savaşa götürmemiştir. Yaşlıları, kendileri için binek hayvanı bulamayanları bırakmıştır. Eğer bu âyet sefere çıkmayı herkese farz kılsaydı, her ferdin sefere katılması gerekirdi. Demek ki âyet, seferi herkese değil, katılma gücü bulunanlara farz kılmaktadır. Savaşma gücünde olanların kimine savaş kolay, kimine zor gelir. İşte Cenâb-ı Hak, bunlara, kolay da olsa, zor da olsa sefere çıkmalarını emretmektedir. Bu âyet, mutlak olarak savaşa çıkmayı emrediyor. 91’nci âyet ise bu genel hükümden bazı kimseleri, özürlüleri çıkarıyor. Burada nesih yok, tefsir vardır. İkincisi, birincisini tefsir etmektedir. Arada nesih söz konusu değildir. [59]
“Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse Allah Teâlâ, yakında öyle bir toplum getirecek ki O, onları sever, onlar da O’nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah Teâlâ’nın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah Teâlâ’nın lütfu geniştir, (O,) bilendir.” [60]
Bu âyette, inananlardan kimler dininden dönerse Allah Teâlâ’nın, onların yerine kendisinin sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü, şiddetli; hiç kimsenin kınamasından korkmadan, çekinmeden Allah yolunda cihad eden bir toplum getireceği belirtilmektedir.
Önceki âyetlere bağlı olan bu âyet, Müslümanların düşmanlarıyla dost olup Müslümanların zararına davranışlar içine giren kimselerin dinden çıkacaklarını ifâde ettiği gibi; ileride olacak olaylara da işaret etmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.)’in son yıllarından başlamak üzere (11) Arap kabilesi irtidad (Dinden dönme) etmiştir. Bunların üçü Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatının sonlarında, yedisi Hz. Ebu Bekir (r.a.) devrinde, biri de Hz. Ömer (r.a.) devrinde olmuştur.
Her çağda dinden dönenler, onların yerine getirilen mücahidler olmuştur. Ancak Kur’an’ın haber verdiği, Allah Teâlâ tarafından sevilen ve Allah Teâlâ’yı seven, inananlara karşı mütevazı, inançsızlara karşı güçlü, şiddetli olan, kimsenin eleştirisine, kınamasına aldırmadan Allah yolunda çaba harcayan, cihad eden bu yiğit insanlar kimlerdir?
Hz. Ali (r.a.), Hasan-ı Basrî (r.a.), Dahhâk (r.a.) ve Sa’îd ibn Cübeyr (r.a.)’e göre bunlar dinden dönenlere karşı savaşan Ebu Bekir (r.a.) ve arkadaşlarıdır. Süddî’ye göre bunlar ‘Ensâr’dır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e yardım edenler, O’nun dininin üstün gelmesi için ona destek olanlar onlardır. Mücahid (r.a.)’e göre bunlar Yemen halkıdır. Bu âyet indiği zaman Peygamber (s.a.v.)’in, Ebu Mûsâ el-Eş’arî’yi göstererek: “Onlar bunun kavmidir” dediği rivayet edilir. Bazı kimselere göre de bunlar İranlılardır. Hz Peygamber (s.a.v.)’in, bu âyetten sorulunca, Selmân-ı Fârisî’nin omuzuna vurarak: “işte bu ve adamlardır” deyip, sonra: “Eğer din, Süreyya yıldızına asılı olsa, Fars Oğullarından bazı adamlar, uzanıp onu alırlar” dediği rivayet edilir. Bazılarına göre de bu âyet, Hz. Alî (r.a.) hakkında inmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), Hayber günü, bayrağı Hz. Alî (r.a.)’ye vereceği sırada: “Yarın bayrağı öyle bir kimseye vereceğim ki o Allah Teâlâ’yı ve Elçisini sever, Allah Teâlâ ve Elçisi de onu sever.” demiştir. Ayette anılan sıfatlar da bunlardır.
Gerçekte bu anılan toplumların hepsi, âyetin saydığı sıfatları taşır. Hepsi de Allah Teâlâ’yı ve Rasûlünü (Elçisini) seven, Allah Teâlâ ve Elçisinin de kendilerinden memnun olduğu yiğit insanlardır. Fakat âyetin işaret ettiği kimseler, sadece belli bir çağdaki veya bölgedeki toplum değildir. Her çağda ve her yerde gelecek olgun, mücahid insanlar âyetin kapsamına girer. Ensâr (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve arkadaşları, Hz. Ali (r.a.), Ebu Musa el-Eş’arî’nin kavmi olan Yemen halkı bu vasıfları taşıdığı gibi, İslâm’a hizmet etmiş ve edecek olan çeşitli uluslar, gruplar da bu vasıfları taşırlar. Batıdan dalga dalga gelen Haçlı ordularının vahşî saldırılarından İslâm’ı ve Müslümanları korumak için canlarını kale gibi siper eden Selçuklular; İstanbul’u alıp İslâm’ın başkenti yapan Fatih Sultan Mehmet ve orduları; İslâm’ı Avrupa’nın ortalarına, Viyanalara, Saraybosnalara kadar götüren Osmanlı mücahidleri de elbette bu âyet-i kerimenin işaret ettiği mücahid toplumun kapsamındadırlar.
[43] Ankebut sûresi, 29/8.
[44] Ankebut sûresi, 29/6.
[46] Furkan sûresi, 25/52.
[47] Ankebut sûresi, 29/69.
[48] Bakara sûresi, 2/218.
[49] Enfâl sûresi, 8/72-75.
[50] Âl-i İmrân sûresi, 3/142.
[54] Hucurat sûresi, 49/15.
[55] Tahrîm sûresi, 66/9; Tevbe sûresi, 9/73.
[56] Saf sûresi, 61/10-13.
[59] Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş.
[60] Mâide sûresi, 5/54.
.
SAHABE (r.a.)’NİN CİHADA VERDİĞİ ÖNEM
Allah Rasûlü nasıl yaşarsa sahabe (r.a.) de aynen öyle yaşamaya çalışırdı. Zira sahabe (r.a.), öbür tarafta yani ahirette O’nunla beraber olabilmenin, burada O’nu adım adım takip etmekten geçtiğinin şuurundaydı. Hatta onların arasında Sevban (r.a.) gibi öyleleri vardı ki, Allah Rasûlü’nden ayrı kalma düşüncesi bile akıllarına geldiğinde, yemekten kesilir ve rahatsız olurlardı.
Efendimiz (s.a.v.) bir cihada çıkmış, Sevbân (r.a.) ise bu seferde O’nunla bulunamamıştı. Allah Rasûlü döndüğünde herkes gelip kendisini ziyaret ederdi. Bunlar arasında Sevban (r.a.) da vardı. Sararmış, solmuş ve âdeta bir deri bir kemik kalmıştı. Şefkat Peygamberi (s.a.v.) sordu: ‘Sevban ne bu halin?’ Şöyle cevap verdi: ‘Ya Rasûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben, Allah Rasûlü’nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir âlemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah’ın Rasûlü ve makamı da muallâdır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbuki ben sıradan bir insanım. Cennete girmiş dahi olsam, Allah Rasûlü’nün gireceği cennete girebilmem mümkün değildir O halde ben O’ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hale düştüm.’
Allah Rasûlü, bu dertli insana, derde derman şu ölümsüz ifadeleriyle karşılık verdi: ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir.’ [100]
Kişiyi sevmek, ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olur. Gerçekten de sahabe, bu mevzuda alabildiğince hassastı.
Bir başka örnek; bir muharebe gecesinde iki sahabî nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine, ‘Sen istirahat et de biraz ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım’ der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri de namaza durur. Bir ara düşman vaziyeti anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabeyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak o, namazını bitirinceye kadar dayanır ve namazını bitirdikten sonradır ki, yanındakini kaldırır. Arkadaşı, onun durumunu görünce hayretten dona kalır ve ‘niçin birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?’ der. Cevap şöyledir: ‘Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim.’ [101]
Demek, huzur onu böyle çepeçevre kuşatmıştı. Sanki namazda Kur’an okurken, Kur’an bizzat ona nazil oluyor ve sanki Cibril (a.s.), onun ruhuna Kur’an solukluyordu da, o da böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan okun acısını dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihadı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihad adına hakikatin gerçek yüzü...
Bir gün Hz. Ömer (r.a.)’e kızı Hafsa (r.a.) validemiz; ‘Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor ve daima yeni yeni heyetler kabul edip, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?’ der. Hz. Ömer (r.a.), kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa döner. Allah Rasûlü ve Hz. Ebu Bekir’i kastederek: ‘Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim? Doğrusu, dünyada onlar gibi yaşamalıyım ki, ahirette de onlarla beraber olabileyim.’ [102] Cevabını verir.
Allah Rasûlü ve sahabenin yolu budur. Onlar, her zaman Cenâb-ı Hakk’la sıkı bir irtibat içinde oldular. Onların zikir ve ibadetleri, o kadar çok ve derince idi ki onları görenler, ibadetten başka hiçbir şeyle meşgul olmadıklarını zannederdi. Halbuki, onların dünyevî yanları da bundan geri değildi.
Onlar âdeta ihlasın özü ve hülasasını temsil ediyor ve yaptıkları her işi Allah rızası hedefli yapıyorlardı. Her işlerinde bir iç derinliği ve murakabe vardı. İşte karşımızda yine bir ihlas abidesi olan Hz. Ömer (r.a.); hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevzuu değiştirir: ‘Ya Ömer! daha dün, baban Hattab’ın develerini güden bir çobandın..’ der ve hutbeden iner. Kendisine sorarlar: ‘Durup dururken seni böyle bir şeye sevk eden de neydi?’ Cevap verir: ‘Aklıma halife olduğum geldi...’ Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, yine aynı cevabı vermişti: ‘İçimde bir gurur hissettim ve onu böyle aşayım dedim.’
Ömer b. Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara, ‘Mektubu beğendim ve içimde bir gurur hissettim, onun için onu yırttım’ der.
Ruhen olgunluğa ermiş, ruhuyla bütünleşmiş ve paklaşmış bütün bu temiz kimselerin cihadı, Allah rızası için olacağından, asla semeresiz de kalmaz. Bu itibarla, kendi iç meselelerini halledememiş riyadan, ucubdan, gurur ve kibirden kurtulamamış, şurada-burada çalım satmak için iş gören insanların cihad adına yaptıkları şeylere gelince, bunlar yapmaktan çok yıkmaktır. Böylelerinin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkün olsa da neticeye varmaları mümkün değildir. [103]
İslâm’ın yetiştirdiği büyük ve hakikî mürşidlerden hiç biri, cihadı tek yönlü olarak ele almamış ve atıldıkları demir parmaklıklar arkasında bile hakkı tebliğ ve neşretme gayretinden bir an dahi geri kalmamışlardır. Bunlar, aynı zamanda Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş ve hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun, kalp dairesini hiç mi hiç ihmale uğratmamışlardır. Bu sayede veralardan duydukları her şey, onlarda yeni bir irfan peteğinin oluşmasına vesile olmuş ve böylece hep ihsan şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk’ın murakabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rablerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışlardır ki, Rab, onların gören gözü, tutan eli olmuş ve böylece de onların birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır. [104]
[100] Müslim, Birr, 165; Tirmizî, Zühd, 50; Müsned, 1/392.
[101] Ebû Davud, Tahâret, 78; Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, 3/378-379; Yusuf Kandehlevî,
Hayâtü’s-Sahâbe, 1/481-482.
[102] Ebu Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, 1/48-40; İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübrâ, 3/277-278.
[103] İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[104] A.g.e.
.
CİHAD ALLAH (c.c.)’IN EMRİDİR
Yukarıda meallerini sunduğumuz ayet-i kerimelerden ve aşağıda gelecek hadis-i şeriflerden kesin olarak anlaşılmaktadır ki, cihad bütün çeşitleri ve şartlarıyla Allah (c.c.)’ın emridir. Bu emir, ‘sübûtu kat’î ve manaya delâleti de kat’î’ olduğu için yani bu konuda delil olan ayet-i kerimelerin varlığı ve anlamlarının da açık ve kesin oldukları; hadis-i şeriflerin de varlığı ve rivayetlerindeki sıhhati kesin ve anlamları da başka bir yoruma imkân vermeyecek şeklide açık olduğu için farz olan bir emirdir.
Cihadın Allah (c.c.)’ın emri oluşunu tarihî seyri içinde bu emre ilk muhatap olan sahabe-i kiramın davranışları ile birlikte kısaca şöyle özetleyebiliriz: İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de yaşama şartları iyice ağırlaşmıştı ve bazı Müslümanların burada yaşamaya dayanacak güçleri kalmadığından, onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda onların cihadı hicret idi. Zaten bir süre sonra hicret, cihadın kendisi olacak ve bey’at (biat) etmek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi emredilecekti.
Habeşistan’a yapılan iki hicretten sonra Müslümanlar bütünüyle ve en son olarak Medine’ye hicret ettiler. Yeni bir dönem olan Medine devrinde cihad, başka bir seyir takip etmeye başladı.
Evet, artık ‘İslâm Site Devleti’nin temelleri Medine’de atılmıştı ve bundan böyle bu yeni şartlara göre bir cihad gerekiyordu. Genel durumda bir değişiklik yoktu; bütün problem sayısal durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazen gaza, bazen da frene basma ve manevra kabiliyetini daima diri tutma.. Bunlar işin stratejik yönleriydi ve devrin hadiselerinin durumuna göre değişiklik arz etmesi de gayet normaldi...
Cihada izin verileceği ana kadar Müslümanlar kendilerine müşrikler tarafından yapılan saldırılar karşısında bile onlara karşılık vermiyorlardı. Bu, bir bakıma pasif direniş demekti, saldıran hep küfür cephesi oluyordu ve Müslümanlar her zaman mazlum ve mağdur durumundaydılar. Evet, maddî cihada izin verilmediği için onlar hiç mi hiç karşılık vermeyi düşünmüyorlardı. Hicretten sonra da bir müddet böyle devam etti. Nihayet cihadın diğer kanadına yani silahlı çeşidine izin veren ayet nazil oldu:
“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeye mutlak surette kadirdir. Onlar, başka (nedenle) değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür. Azizdir.” [105]
Dün, kendilerine “kılıç kullanmayacaksınız!” denilen Müslümanlar, ellerinden alınmış temel haklarını ve mallarını geri alma ve çıkarıldıkları yurtlarına, yuvalarına dönme maksadına yönelik bugün kılıç kullanma izni alınca âdeta şahlandılar ve bu izni kullanacak zemini sabırsızlıkla beklemeye başladılar.
Bir müddet sonra cihad, ‘izin’ olmaktan çıktı ve bir ‘emir’ oldu. Bundan böyle artık müminler, kılıçlarıyla cihad etmeye mecburdular. Artık Bedir’e giderken âdeta cennetten davetiye almış gibi sevinç ve sürur içinde gidiyorlardı. Sanki biraz sonra, canları tehlikeye girecek onlar değildi. Hemen hepsi, bu uğurda ölmeyi iştiyakla bekliyordu. Bu itibarla da, cihada çağrılan hiç kimse, bu davete icabetten geri kalmadı. Sadece münafıklardı ki, ordu-bozanlık ediyorlardı..
Zaten onlar, her zaman böyle yaptılar ve çok defa cepheden ayrılıp gittiler..
Ayrılıp gitti ve Efendimiz (s.a.v.)’i orada terk ettiler. Hatta bazen da hiç katılmadılar. Onlar, içlerinde saflığa erememiş, gönül dünyalarında münafıklığı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefil ruh ve bir kısım nefsin zebunu kimselerdi ki, bu tavırlarıyla da zaten karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı. [106]
Allah Rasûlü’ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan, mevziini terk eden bir tek insan bile gösterilemez. Diğer bir deyimle, cihad yolunda ‘vasıl-ı ilallah’ olmuş yani Allah (c.c.)’a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler, yoldaki şaşkınlar, hakikati idrak edememiş ve ruhunda hakikatle bütünleşememiş zavallılardı.
Elbette onlar da insandı; her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. Kur’an-ı Kerim de insandaki bu duyguyu hatırlatarak onlara şöyle hitap etmiştir:
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda daha hayırlı olabilir ve hoşlandığınız bir şey de daha şerli olabilir. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz.” [107]
İnsan yaratılışının böyle olmasına rağmen müminler, kayıtsız şartsız Allah Rasûlü’ne boyun eğip, teslim oldular. Gösterdikleri bu bağlılık da, Cenâb-ı Hakk’ın, ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti.
Böylece her geçen gün müminlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler, en seri şekilde civar kabileler arasında da duyuluyordu. Kazanılan zaferler müminleri sevindirirken, kâfirleri de mahzun ve mükedder ediyordu.
[105] Hac sûresi, 22/39-40.
[106] İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[107] Bakara sûresi, 2/216.
.
|
CİHADIN FAZİLETİ
Cihadın önemi ve fazileti konusundaki Kur’an ayetlerinin meallerini yukarıda sıraladık. Bu ayetlerde, Allah (c.c.), kendi yolunda cihad etmeyi emretmekte, bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmekte ve Allah (c.c.) yolunda mücadele eden mücahidlerin derecelerinin, evde oturanlardan daha yüce olduğu bildirilmektedir. [108]
Ebu Sa’idi’l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah yolunda cihad eden kimse Allah’ın şu garantisi altındadır: Allah onu ya mağfiret ve rahmetine dâhil eder (şehit olur), yahut sevap ve ganimetle sağ salim geri çevirir. Allah yolunda cihad eden kimsenin misali, hiç ara vermeden geceleri hep namaz kılan, gündüzleri de hep oruç tutan kimse gibidir. Bu hal evine dönünceye kadar böyledir.”
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim Allah yolunda cihad eden bir gaziyi tam olarak teçhiz ederse, o gazi ölünceye veya savaştan dönünceye kadar sevabına iştirak eder.”
Hz. Ali, Ebu’d-Derda, Ebu Hureyre, Ebu Ümâme, Abdullah İbnu Ömer, Abdullah İbni Amr, Hz. Câbir, İmran İbnu Husayn (r.a.) anlatmışlardır: ‘Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim evinde oturduğu halde; Allah yolunda (cihad edenlere) bir nafaka gönderecek olursa, ona her bir dirhem karşılığında yediyüz dirhem (sevabı) vardır. Kim de Allah yolunda bizzat cihad eder ve bu yolda mal harcarsa, ona da her bir dirhem için yediyüzbin dirhem (sevabı) vardır.”
Rasûlullah (s.a.v.) sözlerini şu ayetle tamamladı: “Ve Allah dilediğine kat kat sevap verir.” [109]
Deniz Gazvesinin Fazileti
Ebu’d Derda (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Denizde yapılan bir gazve (savaş), sevap bakımından karada yapılan on gazveye bedeldir.”
Deylem’in Fethi ve Kazvin’in Fazileti
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Dünyanın ömründen bir tek gün bile kalmış olsa, Ehl-i Beyt’imden bir adam melik oluncaya ve Deylem dağına ve Konstantiniyye’ye (İstanbul’a) malik oluncaya kadar Allah, o günü uzatacaktır.”
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Dünyanın etrafını fethetmek sizlere nasip kılınacak ve Kazvin denilen bir şehir size fethedilecektir. Sizden kim bu gazveye kırk gün veya kırk gece iştirak ederse, ona cennette üzerinde yeşil zeberced taşı bulunan altından mamul bir sütun verilecektir. Bu sütun üzerinde, kırmızı yakut taşlarından mamul bir kubbe (köşk) vardır. O kubbenin, altından mamul yetmişbin kapısı vardır, her kapı kanadının başında (huru’l-iyn denilen) siyah gözlü bir zevce vardır.”
Allah Yolunda Cihad İçin At Beslemenin Fazileti
Temimu’d-Dârî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’ı işittim, buyurdular ki: “Allah yolunda kim bir at (edinip) bağlar, kendi eliyle yemini verirse, yedirdiği her bir tane için bir sevap vardır.”
Allah Yolunda Çarpışmanın Fazileti
Hz. Enes İbnu Malik (r.a.) anlatıyor: Ben bir harbe katıldım. Abdullah İbnu Ravâha şöyle demişti : ‘Ey nefsim! Seni cennet (e sokacak olan) mukateleden hoşlanmıyor görüyorum. Allah’a yemin ederim ki sen istesen de istemesen de savaşacaksın!’
Amr İbnu Abese (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’a gelip: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Cihadın hangisi en faziletlidir?’ dedim. “Kanı dökülen ve iyi cins atı yaralanan mücahid (in cihadı en faziletli cihaddır).” Buyurdular.
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah yolunda yaralanan hiçbir yaralı yoktur ki ancak kimin O’nun yolunda yaralandığını Allah bilir. Kıyamet günü, yarası, yaralandığı gündeki şekliyle getirilmiş olmasın: Kanı kan renginde, kokusu misk kokusunda olarak.”
Cihadın fazileti konusu İslâm telif tarihinde önemli bir yer tutar. Yukarıda meallerini zikrettiğimiz ayetlerde görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim’deki birçok emir ve tavsiye geniş anlamda cihadla ilgilidir. Özel olarak cihadı konu edinen âyetlerde ‘iman, hicret, Allah (c.c.) yolunda mal ve can ile cihad’ unsurları zikredilmekte ve bu hasletlere sahip bulunanların Allah (c.c.) ile olan dostluklarına sadık kaldıkları, ebedî mutluluğa ve her şeyin üstünde Allah (c.c.) rızasına ulaşacakları ifade edilmektedir. [110]
‘Kütüb-i Sitte’ başta olmak üzere birçok hadis mecmuasında cihadla ilgili hadisler ‘el-cihad’, ‘fezâi-lü’l-cihad’, ‘el-cihad ve’s-siyer’, ‘es-siyer’, ‘el-megazî’ gibi özel bölümler halinde toplanmış, diğer bölümlerde de yeri geldikçe aynı konudaki rivayetler zikredilmiştir. Bu tür hadis-i şeriflerin bir kısmında Hz. Peygamber (s.a.v.), muhatabının durumuna göre, bazen anne ve babaya hizmet etmeyi, bazen da hac ibadetini yerine getirmeyi cihad saymıştır. Ancak cihada ilişkin hadislerin çoğunda Allah (c.c.) yolunda malı ve canı ile veya her ikisiyle cihad edenin, insanlığın mutluluğunu sağlama ve Allah (c.c.) rızasına ulaşma yolunda elde edeceği manevî dereceler özendirici anlatımlarla dile getirilmiştir. Cihad, ‘emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker’ çerçevesinde kelâm ve mezhepler tarihinde, ayrıca ahlâk ilminde de ele alınıp işlenmekte, fıkıhta ise savaş hükümleri açısından söz konusu edilmektedir. [111]
[109] Bakara sûresi, 2/26l.
[110] Nisâ sûresi, 4/95-96; Tevbe sûresi, 9/20-21; Hucurât sûresi, 49/15.
[111] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
|
CİHADA NİYETTE SIDK VE İHLÂS
Ebu Musa (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, şecaat olsun diye veya hamiyyet (kavmi, ailesi, dostu) için veya gösteriş için mukatele eden kimseler hakkında sorularak bunlardan hangisi “Allah yolunda”dır? Dendi. Rasûlullah: “Kim, Allah’ın kelamı yücelsin diye mukatele ederse (savaşırsa), o Allah yolundadır.”Diye cevap verdi. [112]
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Bir adam gelerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’e:
‘Ey Allah’ın Rasûlü, bir kimse Allah yolunda cihad arzu ettiği halde bir de dünyalık isterse durumu nedir? Diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) şu cevabı verdi: “Ona hiçbir sevap yoktur!” Adam aynı soruyu üç sefer tekrar etti, Rasûlullah (s.a.v.) da her seferinde: “Ona sevap yoktur!” diye cevap verdi. [113]
Şeddâd İbnu’l-Hâd (r.a.) anlatıyor: ‘Bir bedevî gelerek Rasûlullah (s.a.v.)’a iman etti. Sonra da sordu: ‘Seninle hicret edeyim mi?’ Rasûlullah (s.a.v.) onu ashabından birine teslim edip meşgul olmasını söyledi. Sonra yapılan gazvede Rasûlullah (s.a.v.), bir miktar ganimet elde etmişti. Bunu taksim etti ve bedevîye de bir pay ayırdı. Bedevî: ‘Bu nedir?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.): “Bu payı sana ayırdım” dedi. Adam: ‘Ben bunun için sana tâbi olmuş değilim, ben eli ile boğazını göstererek- şuraya bir ok atılıp ölmem ve cennete gitmem için sana tâbi oldum’ dedi. Rasûlullah (s.a.v.) da: “Sen Allah’a sadık oldun mu o da sana sadık olur (dilediğini verir)” dedi.
Askerler bir müddet durdular. Sonra düşmanla mukatele etmek üzere kalktılar. Adamcağızı, az sonra sırtlayıp Hz. Peygamber (s.a.v.)’e getirdiler. Tam gösterdiği yere bir ok isabet etmiş ve şehid olmuştu. Rasûlullah (s.a.v.):
“Bu, o adam mı?” diye sordu:
- Evet, odur, dediler.
“Öyleyse o Allah’a doğru söyleyip sadakat gösterdi, Allah da ona sadakat gösterdi.” dedi.
Adam, Rasûlullah (s.a.v.)’ın cübbesi ile kefenlendi. Rasûlullah (s.a.v.) cenazeyi öne çıkardı, üzerine namaz kıldı. Okuduğu duadan işitilenler arasında şu da vardı: “Ey Allah’ım, bu Sen’in bir kulundur. Sen’in yolunda hicret etmek üzere memleketinden ayrıldı. Şehid olarak öldürüldü. Ben buna şahitlik ediyorum.” [114]
Abdurrahman İbnu Ebî Ukbe, babasından naklediyor. Babası İran asıllı bir azatlı idi. Der ki: Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte Uhud Savaşı’na katıldım. Müşriklerden bir adama darbeyi indirdim ve: ‘Al, bu sana benden, ben İranlı bir köleden!’ dedim. Sözlerimi işitmiş bulunan Rasûlullah (s.a.v.) bana doğru baktı ve: “Niye, ben Ensarî bir köleyim demedin? Bir kavmin kız kardeşlerinin oğlu o kavimden sayılır.” dedi. [115]
Ancak halis ve samimî manada cihadın gerçekleşebilmesi için, Müslüman’ın dünya sevgisini ve hayata bağlılığını bu uğurda feda etmesi gerekir, bu da ilimle gerçekleşir. Bezzar, Muaz b. Cebel (r.a.)’den rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Sizin içinizde iki sarhoşluk meydana çıkmadıkça gerçekten siz Allah’tan bir beyyine ve belge üzerindesiniz. Bu iki sarhoşluktan biri, cehalet sarhoşluğu, diğeri de yaşama sevgisi sarhoşluğudur. Halbuki sizler iyiliği emrediyor ve kötülüğü de nehy ediyorsunuz ve aynı zamanda Allah (c.c.)yolunda cihad ediyorsunuz. Ancak aranızda dünya sevgisi zuhur edince, işte o zaman iyiliği emretmezsiniz ve kötülükten de nehy etmezsiniz, aynı zamanda Allah (c.c.)yolunda da cihad etmezsiniz. O gün kitap ve sünnete dayanarak konuşanlar var ya, işte onlar, tıpkı sabikûn-i evelîn adı verilen, İslâm’da ilk öncelik kendilerinin olan Muhacir ve Ensar gibidirler.”
İşte bunlar olmazsa İslâm ümmeti hayırlılık özelliğini kaybeder. Rabbimiz (c.c.) buyuruyor: “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, marufu (iyiliği) emreder, münker (kötü) olandan da sakındırır ve Allah (c.c.)’a iman edersiniz.” [116]
İbn Asakir, Adiyy b. Hatem (r.a.)’den tahric etmiştir. Adiyy b. Hatem demiş ki: “Sizin bugün maruf (iyilik) diye söyledikleriniz, dünün münkeri idiler. Sizin bugün kötü dediğiniz şeyler de gelecek zamanın iyiliğidir. Gerçekten sizler inkâr etmediğiniz ve kabul ettiğiniz bir hayırda devam ettiğiniz sürece, maruf olarak bildiğinizi de inkâr etmedikçe hayırda devamlı olacaksınız. Aynı zamanda âliminizde de aranızda hafife ve alaya alınmadan konuştuğu müddetçe bu, devam edecektir.”
Mutlaka ilim gerekir. Mutlaka dünyaya bağlılıktan uzak olmak gerekir. Aynı zamanda kesin olarak Allah yolunda ölüme karşı cesaretli bulunmak gerekir. Evet bütün bunlar gereklidir ki, cihad yapılabilsin. Taberânî, İbn Mes’ud (r.a.)’dan rivayetle demiştir ki:
‘Rasûlullah (s.a.v.) girdi ve dedi ki, “Ey İbn Mes’ud!” ben de, buyur, ya Rasûlallah, dedim. (Bu ifadeyi üç kez söyledi): Buyurdu ki: “Hangi insan daha üstündür, bilir misin?” Allah (c.c.) ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Buyurdular ki: “Gerçekten insanların en üstünü, amel bakımından onlarda en üstün olanıdır, şayet dinlerinde bilgili iseler.” Sonra şöyle buyurdular: “Ya İbn Mes’ud!” Buyur, ya Rasûlallah, dedim. Buyurdular ki: “Hangi insanın daha bilgili olduğunu bilir misin?” Allah (c.c.)ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Buyurdular ki, “Gerçekten insanların en bilgilisi ve insanlar ihtilafa düştüklerinde, amel bakımından eksik de olsa, atının üzerine binip kaçsa da hakkı daha iyi görendir. Benden önce olanlar ihtilafa düşerek yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bunlardan sadece üç fırka kurtuldu. Diğerleri ise helâk oldular. Bir fırka meliklerle karşı karşıya geldiler, onlarla dinleri ve Meryem oğlu Hz. İsa (a.s.)’nın dini üzere savaştılar, yakalandılar, öldürüldüler ve testerelerle biçildiler. Bir fırkanın ise, meliklerle karşı karşıya gelmeye güçleri yoktu, aynı zamanda aralarında da kalacak güçte değillerdi. Ki, onları Allah (c.c.)’a ve Meryem oğlu İsa (a.s.)’nın dinine çağırsınlar. Bunlar da seyahate çıktılar, başka ülkelere gittiler. İbadet için inzivaya çekildiler. Rasûlullah (s.a.v.) dedi ki, işte bunlar hakkında Rabbimiz şöyle buyurdular: “(Bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, biz onlara bunu (uyulması gereken bir yaşama biçimi) yazmadık. Ancak Allah (c.c.)’ın rızasını aramak için (türettiler).” [117]
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim bana iman eder, beni doğrular ve bana uyarsa, işte o kimse onlara hakkıyla riayet etmiştir. Kim de bana uymazsa, işte onlar helak olanlardır.” Bir rivayete göre: “Bir fırka krallara ve zâlimlere karşı koydular, Hz. İsa’nın dinine çağırdılar. Bunun üzerine yakalandılar, testerelerle öldürüldüler, ateşlerde yakıldılar. Böylece sabrettiler, ta ki Allah (c.c.)’a ulaştılar…”
[112] Buharî, Cihad, 15, Hums, 10, İlim, 35, Tevhid 28; Müslim, İmâret, 149; Tirmizî, Fedâilu’l- Cihad, 16; Ebu Dâvud, Cihad, 26; Nesâî, Cihad, 21; İbnu Mace, Cihad, 13.
[113] Ebu Davud, Cihad, 25.
[115] Ebu Dâvud, Edeb, 121; İbnu Mâce, Cihad, 13; Buharî, Ferâiz, 24, Tirmizî, Menâkıb, 85; Nesâî, Zekât, 96; Müslim, Zekat, 133.
[116] Âl-i İmran sûresi, 3/110.
[117] Hadid sûresi, 57/27.
ALLAH (c.c.)'a GÖTÜREN YOLLAR
Allah (c.c.)’a giden çeşitli yollar vardır ve bu yolların sayısı yaratılmışların nefesleri adedincedir. Allah (c.c.), kendisi için cihad edenleri mutlaka bu yollardan birine veya birkaçına hidayet eder. Ne kadar hayır yolu varsa önlerine çıkarır ve şer yollardan onları korur.
Allah (c.c.)’ın yolu ‘Sırat-ı Müstakim’dir. Onu bulan bir insan, her şeyde orta yolu tutmuş sayılır. Artık o, gazapta, akılda, şehvette olduğu gibi, cihadda ve ibadetlerde de hep orta yolu takip eder. Bu da Allah (c.c.)’ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir.
Fedakârlık derecesi ne olursa olsun, dışa karşı verilen bu kavga, bütünüyle cihad-ı asgara dahildir. Ancak bunun küçük cihad olması, büyük cihada nisbetledir; yoksa bu cihadın küçük hiçbir tarafı yoktur; aksine kazandırdığı netice pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bu yolda ‘gâzi’ olup cennete namzet olma, şehid olup berzah hayatını dipdiri yaşama ve her ikisinin sonunda Allah (c.c.)’ın rızasına erme söz konusudur. Evet, böyle bir neticeyle sonuçlanan cihad nasıl küçük cihad olabilir ki ?..
Küçük cihad, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzuda mükellefin bekleneni eda etmesidir. Büyük cihad ise, kin, nefret, hased, enaniyet, gurur, kibir ve fahir gibi nefis mekanizmasına ait ne kadar yıkıcı, tahrip edici ve insanî kemâlâttan alıkoyucu duygu ve düşünce varsa, bütününe karşı birden kavga ilân etmedir ki, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır. Bu sebeple de ona ‘büyük cihad’ denilmiştir.
Hayatın bencil yörüngeli olması önemli bir tehlikedir. İnsan, maddî cihadda bulunduğu sürece çok kere kendini dinlemeye vakit bulamaz ve böylece bu tehlikeyi atlatmış olur. Diğer önemli tehlike ise maddî cihad terk edildiği zaman baş gösterir ki, o da kalbî ve ruhî hayat adına pörsüyüp çürümektir.
Evet, bu duruma maruz kalan bir insanı kötü düşünceler dört bir tarafından sarar ve onun manevî hayatını felce uğratır. Bu itibarla da maddî cihad yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur.
İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz (s.a.v.), bir gazadan dönerken küçük cihaddan büyük cihada dönüldüğüne aşağıdaki ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır.
‘Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.’
Sahabe: ‘Büyük cihad nedir?’ diye sorduklarında, Rasûlullah (s.a.v.): ‘Nefis ile olan cihaddır.’
Aslında bunun anlamı şudur: İman ettik, cihad yaptık, gaza şerefiyle şereflendik; belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize rahat ve rehavetin çökme ihtimali söz konusudur; hatta bazılarımızın nefsine kendini beğenmişlik duygusu bile gelebilir veya daha başka yollarla nefs-i emmare, ruhlarımıza girip onu ifsad edebilir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga, bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır; mülahazasıyla daha bir gerilime geçerek sürekli tetikte bulunmak gerekecektir.
Bu sözün muhatabı sahabeden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizler olsa gerek. Dolayısıyla bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz icab edecektir. Eğer bir insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve iç murakebeden uzak bulunuyorsa o insan, tehlike sınırları içinde dolaşıyor demektir.
.
CİHAD PEYGAMBERLERİN (a.s.) YOLUDUR
Allah yolunda mücadele eden ve davasını temsil etmeyi kendine gaye edinen Müslüman, hiçbir zaman diğer insanlarla aynı seviyede düşünülemez... Çünkü o, peygamberlerin gönderiliş sebebini kendisine hayatının hedefi seçmiştir. Bunu bir misalle biraz daha açalım: Hemen her insanın bir mesleği ve bu mesleğin gerektirdiği birtakım özellikler vardır. Mesela, bir öğretmen, bir marangoz, bir elektrikçi veya bir başka meslek erbabının mesleğinde, kendine ufuk nokta diye tayin ettiği bir hedefi, bir yeri bulunur ve hal-i hazır durumu bu hedefe göre değerlendirir. Ayrıca her meslek, kendisi için belirlenen bu ufuk nokta nispetinde bir kıymet ifade eder. Sözgelimi, bir berberin neticede ulaşacağı nokta ne ise, berberin de, onun berberliğinin de değeri bir bakıma o kadardır. Diğer meslekleri de buna kıyas edebiliriz: Mesela; milletvekilliği, başbakanlık, hatta cumhurbaşkanlığı da birer meslek ise, aynı değerlendirme bunlar için de geçerlidir.
İşte, peygamberlik de, Allah (c.c.)’ın bazı seçkin insanlara verdiği böyle en kutsal bir meslektir. Peygamberlerin (a.s.) görevi ise, Allah (c.c.)’ın ve Allah’a imanın anlatılması ve de Allah (c.c.)’tan aldıkları dinin insanlara tebliğ etmektir. Bu tebliğle onlar, başlangıcı bir damla kerih su, sonu çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir ceset olan insana, sonsuzluk ufkuna ulaşıp ebedileşmenin ve yücelikler yurduna yerleşmenin yollarını öğretir, beka inancı ve ebediyet düşüncesiyle onların ebediyete muhtaç ve müştak gönüllerini tatmin ederler.
Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef, Allah (c.c.)’ın tanıtılması ve insanlığın O’nu tanıyarak sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken bir iniş eğrisi çizen insanın, yeniden dönüp bir yükselişle Allah (c.c.)’a ulaşması...
Şu fani âlemde beka cilveleri göstermesi.. Yoklukta varlığa ait renkleri duyup hazzetmesi ve düşünceleriyle âdeta ebediyet gamzeden bir gökkuşağı haline gelmesidir. Öyle zafer takı gibi bir gökkuşağı ki, onun altından geçilip gidilmez, sürekli başlar üstünde hissedilir.
İşte, sonsuzluğa aday olarak gelen insanın mahiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettirenler de, nübüvvetle görevlendirilen peygamberlerdir.
Bu itibarla, peygamberlik, Allah (c.c.) yanında en nezih, en kutsal öyle bir meslektir ki, Cenâb-ı Hakk, Zat-ı Uluhiyet’inden sonra hep ona dikkati çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihaddır. Madem ki her meslek, nihaî hedefine göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer kazandıran da, bu nihaî hedef olacaktır; öyle ise, bu en mukaddes peygamberlik mesleğinin hedeflediği nihaî noktaya vesile ve vasıta olan hareket tarzı da, aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır. Onun kudsîyetini ifade eden ayetlerden birisinde şöyle denmektedir:
“Allah, müminlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak, bir vaaddir. Allah’tan daha çok vaade vefa gösteren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” [1]
Demek ki, nefislerini, bedenlerini, cismanî varlıklarını Allah (c.c.)’a satan insanlar, bunun karşılığında cenneti ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasını almakta, kazanmaktadır. Kur’an-ı Kerim, burada alış-veriş tabirini kullanmakla, insanı Cenâb-ı Hakk’a muhatap olma seviyesine, hem de kendisiyle sözleşme yapılan bir muhatap seviyesine yükseltmektedir. Allah Rasûlü de bir hadislerinde şöyle buyururlar:
‘İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli, bundan müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe kadar nemalanır ve kabir fitnesinden de emin kılınır.’ [2]
[2] Ebû Davud, Cihad, 16; Müsned, 6/20.
.
CİHAD HER MÜ’MİNİN GÖREVİDİR
Dünya hayatında herkese düşen bir görev vardır. Hiçbir şeyin bir kararda kalmadığı, servetlerin dağılıp, tükenip imarlı ve güzel şehirlerin harabeye döndüğü, medeniyetlerin yok olduğu ve insanlara ahirette, ancak buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre mutlaka bir şey yapmalı ve öte dünyaya gitmeden bir şeyler göndermelidir. Şu kesin olarak bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes, yaptığıyla kalacak, ancak, dinine, milletine, ırzına namusuna ve diğer korunması gereken değerlere zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların ve her şeyleriyle yüce İslâm davasına hizmet edenlerin defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerif bunu ne güzel izah eder: “İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli, bundan müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe kadar nemalanır ve kabir fitnesinden de emin kılınır.” [3] Çünkü o bir çığır açmıştır ve dolayısıyla, kendisinden sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktır. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşetinden de emin olacaktır; zira o, gerçekten ölmemiştir ki kabir azabına muhatap olsun. Sadece vücudu yani beden itibariyle yer değiştirmiş; geride bıraktıklarıyla da hâlâ insanların gönlünde yaşamaktadır.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, Raşid Halifeler’e ve sahabeye ‘ölü’ diyenin kendisi ölmüştür. Çünkü onlar öyle bir çığır açmışlardır ki, uğradığımız yolun her başlangıcında onlara ait bir kısım eserler görürüz ve her görüşte yüzümüzü yerlere sürer ve ‘Payidâr olun, bu yolu açtınız ve bize rahat ve emniyet içinde yürüme imkânı hazırladınız’ deriz. Bu sebeple, onların fazilet, meziyet ve hasenatları üst üste yığılmakta ve ta Arş’a kadar yükselmektedir. Zaten onlar kabir azabından da emindirler. Çünkü kabir azabı ölü ruhlar, ceset insanları ve dini hayata hayat yapmayanlar; yani hakikat-ı Ahmediye’ye gönül vermeyenler ve Kur’an’ı rehber edinmeyenler içindir. Bu itibarla da, hayatını bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi düşünülemez.
Yine cihad konusunda Fahr-i Kâinat Efendimiz, şöyle buyururlar:
“Kişinin kendisini bir gece Allah’a adaması, gündüzünde oruç tutulan, gecesinde de ibadet edilen bin günden daha hayırlıdır.’ [4]
Bir tarafta bin gün oruç tutacak ve bin geceyi ihya edeceksiniz; beri tarafta ise, memleketi ve milletinizin içine sızmak ve kötülük yapmak isteyen düşman karşısında silahınız omuzunuzda nöbet bekleyeceksiniz, işte bu, öncekinden daha hayırlı ve Allah (c.c.) katında daha değerlidir.
Bir kısım müminler, cihad görevlerini doğrudan doğruya ve fiilen yerine getirir ve neticede, yukarıdan beri arz ettiğimiz faziletlere ererler. Bir kısım kimseler de vardır ki, onların cihada fiilen sahip çıkması söz konusu değildir. Fakat onlar da, yaptıklarının karşılığını Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diğerleri ölçüsünde alırlar. Yani, imana ve Kur’an’a hizmet yönünde, hatta sırtına bir kerpiç alıp taşıyan insanın dahi gayreti heba olmaz. Meşveret planında meseleye sahip çıkandan, icraya, ondan bu hizmette ayakçılık yapana kadar herkes niyetine ve gayretine göre mutlaka mükâfatını alır. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, onun yazdığı şeyleri basıp dağıtan kimselere kadar herkes dolu dolu hissesini alır. Öyle ise herkes, bu ortak sofraya Rabbinin kendisine bahşettiği imkânlarla iştirak etmeli ve umum neticeye ortak olmaya çalışmalıdır. [5]
Bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre (r.a.) şu hususu naklediyor: ‘Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Mi’rac’a yükselirken, (Allah’a kulluğuyla merdiven merdiven semalara doğru tırmanırken, çeşitli manzaraları müşahede etmiş, çeşitli olaylara tanık olmuştu. Bu arada şunu da görmüşlerdi: Bir günde toprağa tohum eken ve aynı günde ürün alan bir kavim getiriliyor. Yalnız ürün alınır alınmaz, tohumlar tekrar ürün veriyor. Bu ilginç manzara karşısında Allah Rasûlü, Cebrail (a.s.)’e: “Ya Cibril! Bunlar kim?” diye soruyor. Cebrail (a.s.):
“Bunlar, kendilerini Allah yoluna adamış mücahidlerdir. Allah onlar için haseneyi (iyilikleri) yediyüz kere katlar. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan eder. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” [6] cevabını vermiştir.
Bunun içindir ki mümin, Allah yolunda bütün hayatını, zevkini, sefasını, rahatını ve gençliğini feda ederken, bunların heder olmadığı, boşa gitmediği kanaat ve düşüncesini taşımalı ve öbür âleme giderken, hiçbir şeyin zayi olmadığı bir âleme intikal ettiği şuuruyla gitmelidir. Evet, her şeyi koruyan, muhafaza eden Allah Teâlâ, onun feda ettiklerini de koruyacaktır. O kadar koruyacaktır ki, eğer cennette secde söz konusu ise, mümin, orada, Allah (c.c.)’ın lütuf ve ihsanları karşısında secdeye kapanacak ve başını kaldırmak istemeyecek. Öyle zannediyorum ki, eğer böyle bir şey varsa, bu secdeden alınan zevk, diğer cennet nimetlerinden alınan zevkten geri kalmayacaktır.
Bu konu ile alâkalı olarak Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bir hadisini de şu şekilde görüyoruz:
“Gaziyi techiz eden, aynen gazaya gitmiş gibidir. Gazinin ehline bakıp gözeten de gaza yapmış gibidir.” [7] Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen cihada katılamıyor, fakat mücahedede bulunana omuz veriyor. Kurduğu kurumlarıyla mücahidleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulunmuş gibidir. Bedir’de kılıç çalanlarla onlara destek verenler; Uhud’da savaşanlarla, onları techiz edenler, Tebük’e çıkanlarla, çıkamayıp servetiyle o yola koyulanlar; Allah Teâlâ’nın huzuruna beraber yürüyecek ve beraber haşr-u neşr olacaklardır. Zira Rasûl-i Ekrem’in “Seferber olunuz!” emrine onlar da icabet etmiş ve her ne kadar birtakım geçerli mazeretler sebebiyle fiilen harbe iştirak edememişlerse de, malî ve moral destekleriyle harp için seferber olmaktan geri kalmamışlardır.
Evet, fiilen Tebük’e giden mücahidler, ahirette bir kısım kadınları, yaşlıları ve çocukları da yanlarında göreceklerdir. Çocuklar, bıçak veya kamalarını, harpte kullanılsın diye getirip, Rasûl-i Ekrem’in önüne atmış, gelinler kulağından küpeyi çıkarıp Allah Rasûlü’ne vermiş, bir başkası kolundan bileziğini sıyırıp cömertlik yarışına iştirak etmiş, yaşlılar, koltuk değnekleriyle sürünerek gelmiş, ellerindeki avuçlarındaki şeyleri oraya dökmüş ve ‘Benim de bir katkım bulunsun’ demişler. [8]
Evet, işte bütün bunlar, bizzat sefere iştirak etmiş gibi muamele göreceklerdir. Bunu da Rasûl-i Ekrem, bir başka hadislerinde şöyle ifade buyuruyorlar:
“Medine’de kalan öyle insanlar vardır ki, geçtiğiniz her vadi, yürüdüğünüz her mesafede sizinle beraberdirler. Hastalık onları Medine’de hapsetmiştir.” Bir diğer rivayette ise, “Mükâfatta sizin ortağınızdırlar.” [9]
Demek ki, acizlik, fakirlik, yaşlılık, çocuk ve kadın olma gibi mazeretler, onların ayaklarına bağ olup, kendilerini fiilen sefere çıkmaktan alıkoymuşsa; cihad sevabından yoksun kalmayacakları gibi, mükâfatından da yoksun kalmayacaklar ve Cenâb-ı Hakk, niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya çıkanlar gibi kabul buyuracaktır. Allah Rasûlü’nün müjde yüklü bu ifadesinden anladığımız budur.
Bu inancımızı da hakkımızda bir dua ve niyaz kabul ediyoruz. Özellikle günümüzde, cihadın bütünüyle terk edilmesi söz konusu olduğundan, kısmen veya tamamen bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından hisselerini alıp pay alacaklarına inancımız vardır.
[3] Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad, 2; Ebû Davud, Cihad, 16; Müsned, 6/20.
[5] İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[6] İbn Kesîr, Tefsîr, 5/31.
[7] Buharî, Cihad, 38; Tirmizî, Fedailü’l-Cihad, 6; Nesâî, Cihad, 44.
[8] Hayâtü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî, 1/421-422.
[9] Buhârî, Mağazî, 81; Müslim, İmâret, 159.
CİHAD HAKK’A ŞAHİTLİKTİR
Cihad, bir yönüyle de Hakk’a şahitlik görevidir. Nasıl bir mahkemede hak ve hukukun kime ait olduğunu belirlemek için tanıklar dinlenir ve hüküm verilirken onların şahitlikleri dikkate alınır. Öyle de, cihad yapanlar yeryüzünde inkâr cephesiyle muhakemeleşmede, en gür sedalarıyla ‘Allah vardır ve birdir’ diyerek yer ve gök ehline şehadette bulunmaktadırlar.
‘Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki, O’ndan başka ilâ h yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.’ [10] Ayeti bütün açıklığıyla bize bu hakikati anlatmaktadır.
Evet, aynı çizgide şu üç tanıklığın zikredilmesi ne kadar anlamlıdır:
1) Allah (c.c.), kendi varlığına şahitlik eder. Bu şehadeti vicdanlarında hakikate ermiş olanlar öylesine farklı duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını, kitapların beyan etmesi mümkün değildir.
2) Melekler de, Allah (c.c.)’ın varlığının şahitleridir. Melekler, saf ve dupduru nurdan yaratılmışlardır. Yaratılışları katışıksız, pırıl pırıldır. Şeytan, onların içine küfür ve dalâlet sokamamış ve aslî yapıları asla bozulmamıştır. Ayna gibidirler. İşte bu pak mahiyetlerde de Cenâb-ı Hakk’ın tecellileri görülür, duyulur ve okunur.
3) İlim sahipleri de, Allah (c.c.)’ın varlığına şahitlik ederler. İşte bütün dünya Allah (c.c.)’ı inkâr etse, bu üç şahitlik, O’nun varlığını ispata yeterlidir.
Evet, öyledir. Zira bizler, bütün açıklık ve azametiyle bu hakikati zaten vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka delile ihtiyaç hissetmeyecek şekilde duymaktayız. Bu şahitlik, en yüce makamların sakinleri için de yeterlidir. Sonra, yerdeki kör ve sağırlar, kâinattaki bilgi ve işaretleri duymuyor ve İlahî sanat çizgilerinde O’nun eserlerini göremiyorlarsa, bunlara karşı da ilim sahiplerinin şahitliği yeter.
Mücahidler Allah (c.c.)’ın şahitleridirler ve Allah (c.c.)’ı inkâr hesabına kurulan mahkemelerde, en gür sesleriyle haykırıp, ‘Biz, Allah’ın şahitleriyiz!’ diyeceklerdir. Zaten nebiler de bu şehadet görevini en yüksek keyfiyette ifa etmek için gönderilmişlerdir. Kur’an-ı Kerim bu hakikati şu ayeti ile bildirir:
‘Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri kalmasın. Allah, izzet ve hikmet sahibidir. Allah, sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şahitlik ederler ve şahit olarak Allah kâfidir.’ [11]
İnsanlık tarihi boyunca her millet içinden, o milletin ufkunu aydınlatmak için bir nebi gönderilmiştir. Son zuhur eden nebi ise, bütün insanlığın ufkunu aydınlatmak için gelen iki cihan Serveri’dir. Kur’an, bu konuyu da hatırlatma noktasında O’na şöyle seslenmektedir: ‘Ey Nebi! Şüphesiz biz Seni, şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.’ [12] Ayetteki ‘Ey Nebi!’ ifadesinin başında ‘lâm-ı tarif’ vardır. Bu, Arapça’da bilinen; tanınan bir Nebî, insan demektir. Allah Rasûlü, nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. Hatta O’nun nebiliği, cansız varlıkların (cemadat) selâmlaması, bitkilerin temennası ve hayvanların baş eğmesi etmesiyle bile bilinmiş ve tanık olunmuştur. O, herkesin bildiği, inkârı mümkün olmayan, belli öyle bir peygamberdir ki, Kur’an-ı Kerim O’na hitaben, ‘Ey bilinen, tanınan nebi!’ demektedir. Zaten, taş gibi gönüllerin bile O’nun karşısında eriyip gitmeleri, O’nun bilinen nebi oluşunu ispat etmiyor mu?
Yukarıdaki ayette ‘Seni gönderdik’ ifadesinde, muhatap sığasıyla ‘Seni’ denilmekte ve âdeta rahmetle diz dize gelmiş bu rahmet ve şefkat peygamberine bu vasıflarından dolayı hatırlatmada bulunulmaktadır.
‘Şahit olarak’, yani insanlığa seni şahit olarak gönderdik; onlara Ben’i duyuracak ve Ben’im şahidim olacaksın. Bütün cihan Sen’i yalanlasa ve inkâr etse de sen yine Allah (c.c.)’ın varlığını ve O’nun dinini ilan edeceksin. İşte Sen, böyle bir şahitsin.
Bir de arkandan gelen şahitler topluluğu var ki, onlar bütün insanlığa, Sen de onlara şahit olacaksın, ‘Bunlar benim’ diyecek ve onların şehadetine şahitlik edeceksin. Ve aynı zamanda hadis-i şerifin ifadesiyle O’nun ümmetinin şehadeti, mahşerde bir kısım nebileri de mesuliyetten kurtaracaktır. [13]
[10] Âl-i İmrân sûresi, 3/18.
[11] Nisâ sûresi, 4/165-166.
[12] Ahzâb sûresi, 33/45.
[13] Buhârî, İ’tisâm, 19; İbn Mâce, Zühd, 34.
.
|
CİHAD HAYAT KAYNAĞIDIR
Cihad, Müslümanları her zaman canlı tutan bir hayat kaynağıdır. Maddî-manevî cihaddan mahrum bırakılan bir millet fertleri arasında hemen dahilî (iç) sürtüşmeler baş gösterir ve o millet, içten içe kokuşmaya başlar. Osmanlının son dönemleri bunun son örneğidir. Elbette başka milletler gibi Osmanlı’nın kokuşması da bir kaderdir. Ama bunun kendine göre sebepleri vardır. Bazı hükümdarlar, saraylarda sefil zevklerini yaşamaya koyulup ‘i’lâ-yı kelimetullah’ı ihmal eder ve onların bu gevşekliği, orduya da sirayet ederse, dünya devletleri dengesindeki yerini kaybetmenin yanında, ebedî bir sefalet ve ardı arkası kesilmeyen dâhilî boğuşmalar sürer gider. Evet, işte bu dâhilî sürtüşmeler dünyanın en büyük devletlerinden biri olan ‘Devlet-i Âliyyeyi Osmaniye’yi yedi, bitirdi.
Biz cihadı terk ettiğimiz günden itibaren içimizde bölücü fırkalar türedi ve şu anda mevcut olan bütün fırka ve gruplar ta o devirde atılan menfi tohumların, cehennem zakkumlarının yeşermiş ve gelişmiş şekillerinden başka bir şey değildir. Bu öldürüp bitiren durumdan kurtulmanın bir tek çaresi vardır, o da cihaddır. Bizim anladığımız manada cihad (ki bununla Kur’an ve Sünnet çerçevesindeki anlayışı kastediyorum), bir müminin uğruna canını feda edebileceği en tatlı bir mefkûre ve en yüksek bir idealdir. Zira mümin, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanıyla abdest alma gibi bir şerefi ancak cihadla elde edebilir. Bu engin zevki tadanlardan biri olan ve bu kitabın ‘Mücahid Önderler’ bölümünde anlatılan Haram b. Milhan (r.a.) sinesinden yediği bir okla yere düşerken şöyle mırıldanıyordu: ‘Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum...’ [14]
Haram b. Milhan (r.a.) ve O’nun gibi bütün şehitlerin, Allah (c.c.) ile yaptıkları alış-verişte, verip-aldıkları şeyler birbiriyle kıyaslanacak olursa ne büyük bir kazanç içinde olduğu elbette görülecektir. Evet, tek cümle ile ifade etmek gerekirse denilebilir ki, cihad en kârlı bir ticarettir ve bu alış-verişteki kârlılık hiçbir kârlılıkla karşılaştırma yapılamayacak kadar farklı bir özelliktedir. Zaten Allah (c.c.), bizi bu en kazançlı ticarete davet ederken şöyle buyurmuyor mu? ‘Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak ticareti size haber vereyim mi: Allah’a ve peygamberine inanır ve Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz. Bilesiniz, bu sizin için daha hayırlıdır.’ [15]
Yani Cenâb-ı Hak diyor ki, Ey iman edenler! Sizi öyle bir ticarete çağırıyorum ki, o ticareti yapmakla, öte dünyada canınızı yakacak azaplardan kurtulmanın yanında, ebediyen onurlu yaşama hak ve imkânını da elde edeceksiniz.
Evet, yeryüzündeki bütün karanlık noktaları aydınlatmak, en karanlık yerlere Rasûlullah (s.a.v.)’ın adının ışığını götürmek ve dünyayı Kur’an’ın nurlarıyla donatmak için cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Ve müminler, devletler, milletler arası dengede ‘ümmet-i vasat’ olmanın hakkını eda etmek yolunda hep sorumluluklarının şuurunda olacaklardır.
[14] Müslim, İmâre, 147; Buhârî, Cihad, 9.
[15] Saf sûresi, 61/10-11.
.CİHAD YÜCE BİR DUYGUDUR
Müminde uyarılması ve harekete geçirilmesi gereken en yüce duygu, kuşkusuz cihad duygusudur. Cihad duygusuna sahip olmayan Müslümanlar, mezar taşlarından farksız sayılırlar. Evet onlar, başka değil, sadece ölülerin temsilcileridirler. Böylelerine, Allah (c.c.)’ın merhamet nazarıyla bakması asla düşünülemez. Kendini Cenâb-ı Hakk’ın yüce adını anlatmaya adamamış bir insan, hedefsiz sayılır ve cansızlardan farkı yoktur. Müslüman, cihad ruhu ve mücahedesi oranında canlılık kazanır. Zira o, ancak cihatla kendini, ailesini ve milletini ihya edip koruyabilir. Gerçek diriliş, ancak cihatla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük, en kutsal, en verimli, en iyi sonuç alınacak adım, mücahede ve mücadele doğrultusunda attığı adımdır.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in, genel ıslahatları arasında ölümden korkmayan, hak bildiği yoldan dönmeyen, olabildiğince diri bir toplumu ve aktif bir kadroyu yetiştirmiş olması, O’nun en dikkat çekici özelliklerindendir. Bu toplum sürekli olarak inançları uğrunda mücadele vermeyi düşünüyordu ve hatta ölümsüzlüğün sırrını onlar bu şekilde çözüyorlardı. Cihad sayesinde kıyamete kadar defterleri kapanmayacak ve böylece ebediyen yaşamış olacaklardı. Maddeten ölüp gitmiş olsalar bile, İslâm uğruna katlandıkları, göğüs gerdikleri tehlikelerden ötürü, bizler ve bütün gelecek nesiller onları hep hayırla anacak olduktan sonra, onlara nasıl ‘öldü’ diyebiliriz ki?
İnsan öte dünyaya inanınca cihad en yüksek bir mefkûre, en tatlı bir ideal ve en yüce bir düşünce olur. İşte Rasûlullah (s.a.v.)’in sahabesinde gelişen duygu ve düşünce de buydu. Bedir’e gidebilmek için birbiriyle yarışıyor, çocuklar sırf harbe katılabilmek için, parmaklarının ucuna dikilip büyük görünmeye çalışıyor ve geride kalanlar harbe katılamadıklarından dolayı müteessir oluyordu. [16] Evet, ‘Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bizi niye kadınlarla baş başa bırakıyor? Düşmanın gelip kapıya dayandığı bir dönemde cihad erkek işiyse, biz kadınlar gibi neden evde kalıyoruz?’ Diyorlardı. O kutlu topluluk, Bedir’e bu hava içinde çıkmıştı. Orada insanlığın makus kaderini değiştirecek bir mücadele verilecek ve bir cihad yapılacaktı. O güne kadar sadece irşad ve tebliğde bulunuluyordu. Ama bir gün kâfir, müminin karşısına çıkınca, Allah Rasûlü (s.a.v.) ashabını topladı ve ‘Bu toplulukla muharebe hususundaki görüşünüz nedir?’ diye sordu. İlk cevap verenler, ‘Ya Rasûlallah, biz buraya sadece kervanı takip etmek için çıkmıştık ve yanımıza ne mızrak, ne ok, ne de kılıç almıştık. Karşı taraf ise, bizim birkaç katımız ve bizden çok kuvvetlidir. Onlarla harp etmeye hazır değiliz’ dediler. [17]
Allah Rasûlü, bu sözlerden memnun olmamıştı. Memnun olmadığını anlayan Mikdad bin Amr (r.a.) ki o gün Bedir’in tek süvarisiydi atını ileriye sürdü ve ‘Ya Rasûlallah, biz sana Hz. Musa (a.s.)’nın cemaatinin Hz. Musa’ya dediği gibi demeyeceğiz. Onlar, ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın biz burada oturuyoruz’ demişlerdi. Biz ise, şöyle diyoruz: ‘Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ediyoruz ki, eğer Sen deveni ‘Berk-i Gımad’ tepelerine kadar kamçılayıp sürsen, vallahi bir an arkandan ayrılmadan seni takip edeceğiz.’ Allah Rasûlü, muhacirler adına konuşan ve bu konuda kendine teminat veren Mikdad b. Amr (r.a.)’dan memnun olmuştu.
Ardından, Ensar (r.a.)’a döndü ve “Sizler de bana görüşünüzü söyleyin” buyurdu. Sa’d b. Muaz hemen ayağa kalktı ve ‘Ya Rasûlallah, öyle zannediyorum ki, bizi kast ediyorsun?’ dedi. Allah Rasûlü, yüz ifadesiyle ‘Evet’ deyince, bu defa O da bütün Ensar adına şunları söyledi: ‘Ya Rasûlallah, biz sana tabiyiz. İşte malımız, istediğini al, istediğini bırak. İşte canımız, istediğin yere sarfet, istediğinle harp, istediğinle sulh et. Bizden bir kişi bile Sen’den geri kalmayacaktır.’
Allah Rasûlü, Mikdad (r.a.)’dan sonra Sa’d (r.a.)’ın bu sözlerinden de çok memnun kaldı ve “Allah’ın bereketi üzerine yürüyün, Allah bana iki topluluktan birini vaat etti. Ya ganimet elimize geçecek veya bu düşmana karşı zafer elde edeceğiz.” [18] Buyurdu. Sahabe, ciddî bir coşkunluk içindeydi. Bilahare karşılarında çözülen, dağılan ve Mekke’ye kadar kaçan küfür ordusunun fertleri, daha sonra şunları söyleyeceklerdi:
‘Bizi öyle kıskıvrak yakaladılar ki, sanki elimiz kolumuz bağlı, onlara teslim olmuştuk ve onlar da birer birer boyunlarımızı vuruyorlardı.’ [19]
Yüce İslâm dininin hâkimiyetinin devamı ve Müslümanların zilletten kurtulup, izzetle (onurlu) yaşayabilmesi için cihad bir vecibedir. İslâmî bir cemiyet Müslüman bir toplum içinde bu işi yürüten kendini milletine adamış kara sevdalı ve gönüllüler ekibi yoksa ki Kur’an, ‘olsun’ [20] diyor. İslâmî hayat da yoktur.
Kişisel Müslümanlık olsa bile, güvensiz ve desteksizdir. Müslümanlar gökleri fethe gitseler ve yıldızları birbirine bağlasalar dahi, bu görevi terk ettikleri zaman, yine baş aşağı gideceklerdir. Teknik, teknoloji ve sanayide kazanılan ilerlemeler, tek başına Müslümanları içine düştükleri çukurdan çıkaramaz.
Cihad, bir farz-ı kifayedir. Ancak bu görev günümüzde olduğu gibi sistemli olarak hiç kimse tarafından yapılamaz ve bütün bütün ihmale uğrarsa, işte o zaman farz-ı ayn haline gelir ve her fert teker teker ondan sorumlu olur.
İslâm devleti de sistemli olarak bütün çeşitleri ile cihad yapmalı ve her yıl en az bir kez ilan edilen cihad faaliyeti gerçekleştirilmelidir. Bunu yapmadığı takdirde devletin başkan ve idarecileri Allah (c.c.) katında sorumludur. Bazen nefis ile yapılan cihad görevini ordu yüklenir; bazen de emniyet kuvvetleri ve her ikisi de haricî ve dâhilî saldırılara, fitne ve terör faaliyetlerine karşı maddî cihad yapar, İslâm düşmanlarını öldürür, etkisiz hale getirir, bazen de kendileri şehid ve gazi olurlar. Asker bir milletin cihadı ise bölgesini ve bütün yeryüzünü içine alır. Zira o, bölgesinde ve yeryüzünde güven ve denge unsurudur. Allah (c.c.), ona bu misyonu yüklemiştir.
Ancak onun yeryüzünde denge unsuru olabilmesi de bu işi en kutsal, en büyük ve en önemli görev bilmesine bağlıdır. İşte böyle bir görevi üzerine alan bir millet bulunmadığı takdirde, yeryüzünde dengeden bahsetmek de mümkün değildir. Ne acıdır ki, 2-3 asırdan beri müminler, başkalarının dengelerinin piyonları haline gelmiş ve bir türlü dengedeki gerçek yerlerini yakalayamamışlardır. Müminin camisi ve mescidi, sadece yaşlıların, uyuşukların, miskinlerin yeri olmuş, tekkesi ve zaviyesi aşktan yoksun insanların yatıp kalktıkları izbeler haline gelmiş, medresesi, skolastik Batı kültürünün tedris edildiği yer durumuna düşmüş ve müminler, bu halleriyle meselelerini, eski çağların dehlizlerinde anlatan insanlar durumuna düşmüş.. ve tabiî, devrini anlamaktan yoksun insanlar olarak da dünyanın siyasî, ekonomik ve askerî dengelerinde ortaya herhangi bir ağırlık koyamamışlardır. Modern teknik ve teknolojide asrın önüne geçemedikten aşk ve vecd içinde Sahabe seviyesinde bir hayat yaşamadıktan, Allah (c.c.) ile irtibat açısından tabiinin ibadet ve taatı ölçüsünde bir kulluk sergileyemedikten sonra, Müslümanlık adına yapılacak pek bir şey olmaz zannediyorum. Zira asrını yaşamayan, problem ve dertlerine, kendi asrına göre çözüm sunamayan ve müdahalede bulunamayan insanın, Müslümanlık adına bir iş yapması da asla söz konusu değildir. [21]
İslâmî onur ve gurur taşıyan her fert ve millet, mutlaka kendini cihat göreviyle görevli olarak görmelidir. Zaten kendinde böyle bir sorumluluk hissetmeyen fert ve milletlerin, İslâmî onur ve gururdan nasipleri olduğu da söylenemez.
Cihat, öyle bir görev ve sorumluluktur ki, bir cemaatin mutlaka kendisini bu işe vakfetmesi ve ‘ribat’ yapması gerekmektedir. Böylece, iç ve dış düşmanlardan gelebilecek maddî ve manevî her türlü saldırı önlenecek ve bu ‘uyûn-u sahire’ (uyanık gözler) vasıtasıyla bütün bir millet, her türlü felâket ve tehlikeden kurtulmuş olacaktır. Bu gayret içinde olan insanların saniyeleri seneler, seneleri ise asırlar kadar bereketli sayılır. Onlar daha dünyada iken ebediyeti yakalamış talihlilerdir. Hayatlarını vakıf haline getirmeleri sebebiyle de, yiyip içmeleri, yatıp uyumaları hep ibadet olarak kabul görecektir.
Bilindiği üzere ‘hüsün-kubuh’ yani iyi-kötü konusunda ‘hüsün’ yani iyi, ‘hüsün liaynihi’ yani kendinden dolayı iyi ve ‘hüsün ligayrihi’ yani kendi dışından dolayı iyi olmak üzere ikiye ayrılır.
Başka bir ifadeyle bizzat güzel olanlara ‘hüsün liaynihi’; doğrudan doğruya güzel olmadığı halde, neticesi itibariyle güzel olanlara da ‘hüsün ligayrihi’ denir. Cihad bunlardan ‘hüsün ligayrihi’ kısmına dâhildir. Bunun anlamı şudur: Cihat, insanların öldürülmesi, şehirlerin, beldelerin harap edilmesi itibariyle, doğrudan doğruya güzel değildir. Zira o tahrip ve öldürme gibi güzel olmayan fiillere sebeptir. Cihadı güzelleştiren, vasıta olduğu şeylerdir. Mesela; Cihad, ‘i’lâ-yı kelimetullah’a vesile olması; müminin yeryüzü dengelerinin kurulmasında hâkim hale gelmesi; Müslümanlığa ve Müslümanlara tecavüz edenlere karşı sindirici ve caydırıcı bir yanının bulunması; güçsüz ve mazlum insanların koruyuculuğunu üstlenmesi açısından güzeldir. Dolayısıyla, denilebilir ki, cihadın güzelliği ‘İ’lâ-yı kelimetullah’ şartına bağlanmıştır. Evet, mümin cihad edecek; ata, otomobile, gemiye, uçağa binecek, tank ve uçaksavar kullanacak; ama bütün bunları, Allah (c.c.)’ın yüce adını yükseltmek gayesiyle yapacaktır. Evet, işte müminin memur ve görevli olduğu cihad budur.
Mücadele Allah (c.c.) için değil de güç gösterisi, kan, ırk veya başka ideallerin uğruna olursa buna cihad denmez. Allah Rasûlü, Buharî ve Müslim’de rivayet edilen “Kim Allah’ın yüce adını yükseltmek uğrunda savaşırsa, işte o Allah yolundadır." [22] Hadis-i şerifleri ile cihadın tanımını gayet açık olarak ortaya koymuşlardır. Bunun tersi şu anlamdadır: Bir kimsenin mücadelesi, Allah (c.c.)’ın yüce adını dünyanın ufuklarında bir bayrak gibi dalgalandırma yolunda değilse, o yapılan mücadele, Allah yolunda cihad değildir ve dolayısıyla da onda hayır, sevap ve güzellik yoktur.
İşte bunun için cihad, ‘i’lâ-yı kelimetullah’ adına yapılır.. Ve mücahid, Rabbinin yüce adını yüceltmek ve yeryüzünde karanlık bir nokta bırakmamak için cihat eder. Dağlar, ovalar, dereler, ırmaklar, vadiler aşar, ormanları geçer ve önüne okyanuslar çıktığı zaman da Ukbe b. Nafi gibi, ‘Rabbim, eğer bu deniz önüme çıkmasaydı, Sen’in adını deniz aşırı ülkelere de götürecektim’ [23] der inler. Onu tek başına bir adaya da koysalar, ihtimaldir ki başka derinliklere ulaşmaya yollar arar, arar ve orada da cinlere Rabbinin adını duyurmak için çırpınır durur. Sanki böyleleri için Allah Rasûlü (s.a.v.), “Cihat, kıyamete kadar devam edecektir” [24] buyurmuş gibidir. [25]
Mekke’nin fethinden sonra birisi gelir ve: ‘Ya Rasûlallah! Ben hicret etmek istiyorum’ der. Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur: “Fetihten sonra artık hicret yoktur; ancak cihat ve niyet vardır.” [26]
Mekke’nin fethine kadar hicretin bir anlamı vardı. Ve hicret, o dönemde cihad demekti. Fetihten sonra ise hicret, cihadın önemli bir derecesi haline geldi. Yani artık hicret, hicret olarak cihat değildir; değildir ama yine de bir anlamda o hep vardır ve cihat ile gerçekleşecektir. Cihat için ise her zaman başka yere hicret şart değildir. Herkes, kendi bulunduğu yerde de cihat edebilir. Bu da bir bakıma, herkesin kendi çevresini gül bahçesine çevirip gül yetiştirmesi veya kendi dağlarını bağ haline getirmesi mücadelesi demektir. İş gelir başka yerlere göç etmeye dayanırsa ve bu gerekli olursa elbette o da yapılacaktır.
[16] Hayâtü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî, 2/93-94.
[17] İbn Kesîr, Tefsîr, 3/555.
[18] İbn Hişâm, Sîre, 2/266-267.
[19] İbn Kesîr, 3/565; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 9/197-205.
[20] Âl-i İmrân sûresi, 104.
[21] İ’lay-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[22] Buhârî, İlim, 45; Cihad, 15; Müslim, İmâre, 149-151; Ebû Davud, Cihad, 26.
[23] el-Kâmil fi’t-Târîh, İbnü’l-Esîr, 4/106.
[24] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, İbnü’l-Esîr, 5/106.
[25] İ’lay-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[26] Buhârî, Cihad, 27; Müslim, İmâre, 85; Ebû Davud, Cihad, 2
.
|
CİHAD BEREKET KAYNAĞIDIR
Hayırlı bir iş yolunda bulunmak ve hatta ona niyet etmek de hayırdır ve onu yapamasa bile bu niyeti Müslüman’a sevap kazandırır. Hayırlı bir işe samimiyetle niyet eden bir Müslüman o işi yapmamış olsa bile yapmış gibi sevap alır. Bu imkân, bir kural olarak Cenâb-ı Hakk’ın Müslümanlara bir ihsanı ve lütfudur.
Kendisini hayra adamış ve hayırlı bir işe vakfetmiş insan için gün, yirmi dört saat değildir, senelerdir. Her şeyden evvel yirmi dört saatin yirmi dördü de onun hasenat (iyilikler) defterine hasenat sevabı olarak geçer. Yatarken, kalkarken, yerken, içerken, gezerken ve hatta uyurken hep gönül verdiği dava ve hakikatin sevdasıyla yaşayan bir insan sınırlı ömürde sınırsızlığın sırrına erer. Hayatını hizmet düşüncesine göre planladığı ve bu düşünceye göre bölümlere ayırdığı için, Allah (c.c.) onun hayatındaki karanlık noktaları dahi, niyet ve düşüncesine mükâfat olarak aydınlatır ve onu apaydın bir ufka ulaştırır. Allah yolunda olan insanın hayatında karanlık nokta yoktur. Onun gecesi de gündüzü kadar aydındır. Onun hayatının her saniyesi, ibadetle geçen seneler hükmündedir. Çünkü o, hayırlı bir yoldadır ve ‘Bâkî-i Hakikî’ yolunda sarf edilen zaman parçasının kısalığına, uzunluğuna bakılmaksızın, ona Allah (c.c) tarafından sayısız mükâfatlar verilir. Dolayısıyla onun bir göz açıp kapama süresi, binlerce senelik ölü, kısır bir hayattan daha değerlidir.
Bu sırrı kavradığı içindir ki sahabe-i kiram (r.a.), durmadan Allah Rasûlü’ne geliyor, kendisi için hayır yollarının çoğaltılması talebinde bulunuyordu. Onlardan niceleri vardır ki geliyor ve: ‘Ya Rasûlallah! Bana öyle bir hayır öğret ki, onu yaptığımda cennete girebileyim’ diyordu. [27] Evet, Allah (c.c.)’ı bilmek yeteneği ile akılları aydınlanmış olan bu insanlar, durmadan hayır kapısı araştırıyorlardı. Bu, bir bakıma, ebediyet yolunda yolculuklarını kolaylaştırmanın çaresini de aramak demekti.
O’na yapılan bu başvurular, hep hayır yolunu araştırma yönünde oluyor ve bu uğurda sanki birbirleriyle yarışıyorlardı. Bu sebepledir ki, o devirde genç, ihtiyar, kadın, erkek herkesi kendini hayırdan uzaklaştıracak şeylere karşı ciddî bir tavır ve kararlılık içinde görürüz. İşte örnekleri;
Nesibetü’l-Mâziniye (r.a.), hayatı mücadeleyle geçmiş bir kadındır. Efendimiz (s.a.v.) Medine’yi şereflendirince, çocukları ve kocasıyla hemen O’nun emrine girmiş ve yoluna baş koymuştur. Bedir’e de, Uhud’a da iştirak etmiş bulunan bu kadın, Uhud’da askerlerin yaralarını sarmak üzere bulunuyordu. Ama iş başa düşünce bir savaşçı gibi savaşmaktan da geri kalmamıştı. Hayatı boyunca Efendimiz (s.a.v.) ile beraber bütün mücahede ve mücadelelere katılmak, onun en büyük arzusu olmuştu. Tesettür (örtünme) ayeti nazil olup da Efendimiz (s.a.v.) kendisine artık erkeklerle beraber cihada çıkamayacağını duyurunca, ihtimal ki en ıstıraplı anlarından birini yaşamıştı. Yaşamıştı da ve kendi kendine, gözyaşları içinde, ‘Ya Rasûlallah, Sen Allah yolunda cihada çıkarsın da, ben burada nasıl dururum?’ diye söylenmişti. [28] Evet, erkeklerle beraber cihat yolundan alıkonmak, onu mahzun ve kederli etmişti.
İbn-i Ömer (r.a.) diyor ki: ‘Bedir’e çıkıldığı zaman ben (13) yaşındaydım. Efendimiz (s.a.v.) parmağıyla işaret ederek, “Sen geriye git!” Dedi. O gece geldim ve yatağa girdim. Allah’a yemin ederim ki, ondan daha ıstıraplı bir gece geçirmedim.’ [29]
Sa’d b. Ebî Vakkas (r.a.)’ın kardeşi Umeyr b. Ebi Vakkas (r.a.), Bedir’e iştirak ettiğinde 12-13 yaşlarında bir çocuktu. O gün Allah Rasûlü, harbe iştirak edecekleri teftiş ederken o ayaklarının ucuna dikilmiş, boyunu uzun göstermeye çalışmıştı. Orduya kabul edildiğini duyunca da sevinçten uçacak hale gelmişti. Zira kendisine bir cihat kapısı açılmıştı. O, bu kapıdan içeriye girecek ve şehit olacaktı. [30]
Ebu Süfyan, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e Mekke’nin fethine kadar düşmanlık yapmıştı, ama o da Müslüman olduktan sonra kendisi için sürekli bir hayır kapısı aradı durdu. Nihayet aradığını cihadda buldu ve cephede düşman tarafından atılan bir okla gözünü kaybedince, ‘Neye yararsın ki, yetmiş sene sahibini görmedin’ duygu ve düşüncesiyle gözünü bir tarafa attı ve düşman saflarına daldı. [31]
Haris İbn-i Hişam (r.a.) da, 10 bin kişilik Müslüman orduyla 100 bin kişilik Bizans ordusuna karşı savaşan leventlerin içindeydi. O gün, İbn-i Hişam (r.a.)’ı şöyle seslenirken görüyoruz: ‘Ey Bedir’de Rasûl-i Ekrem’in önünde savaşanlar; Uhud’da kıyasıya mücadele edenler; Hudeybiye’de O’nun elini sıkanlar kendisi bunların arasında yoktu. Gelin, bugün el ele tutalım ve söz verip bu yüce bayrağı yere düşürmeyelim!’ [32] Ve o bayrak o gün yere düşmedi. Evet, el değiştirdi ama katiyen düşmedi. Eller kesilince, bacaklarla korunmaya alındı ama düşmedi. Bacaklar da kopunca üzerine abanıldı, yine o bayrak düşürülmedi. Eğer o gün düşman bir adım ileri atabilmişse, bunu, ancak İbn-i Hişam (r.a.)’ın kütükte doğranan et haline gelmiş cesedine basarak atabilmiştir. Cihad, onlar için bir dertti, bu derdin dermanı da, yine bizzat o derdin içindeydi.
Bilal-i Habeşî (r.a), Efendimiz (s.a.v.)’in vefatından sonra kaç defa Hz. Ebu Bekir (r.a)’e müracaatla, Medine’den ayrılmak için izin istemiş, ama Hz. Ebu Bekir, her defasında O’nun bu arzusunu geri çevirmişti. Zira O, Bilal’i Allah Rasûlü’nden kendisine kalan bir hatıra olarak görüyordu. Ne var ki, Bilal’in de içi yanıyordu: O Allah Rasûlü’nün devrinde cihada çıkmaya ve harp meydanlarında kılıç sallayıp, sancak taşımaya alışmıştı. Şimdi sadece müezzinlik için Medine’de beklemek ona ağır geliyordu. Bir cuma günü Hz. Ebu Bekir (r.a.) hutbe okurken Bilal (r.a.) ayağa fırladı: ‘Ya Eba Bekir! Beni nefsin için mi, yoksa Allah için mi azad ettin?’ dedi. Hz. Ebu Bekir, ‘Allah için’ cevabını verince, o sözlerini şöyle bağladı: ‘Öyleyse Allah için beni bırak, ben cihad etmek istiyorum.’ [33]
Ve Bilal (r.a.), Şam önlerine gider orada şehid olur ve meçhul bir mezara gömülür. İşte O’nu oralara götüren de yine içinde bir kor gibi yanan cihad aşkıydı. [34] Yoksa Medine’de hayatını sürdürür ve orada vefat edebilirdi. Niçin ta Şam önlerine kadar gitti? Niçin rahatına bakmadı da seferi, zorluğu tercih etti?
Ebu Hayseme (r.a.), Allah Rasûlü Tebük’e giderken geri kalmıştı. Bu geri kalış ve bu gecikme, onun vicdanını öyle baskı altına almış, öyle rahatsız etmişti ki, hemen atına binip, yola koyulmuş, at yorulunca da semeri yüklenip yaya olarak yoluna devam etmişti. Tam o esnada Allah Rasûlü, bir su başında ashabıyla oturuyorlardı. Medine tarafından bir toz bulutunun yükseldiğini görünce, “Keşke Ebu Hayseme olsa!” Dedi. Biraz sonra da Ebu Hayseme (r.a.) göründü ve çok telaşlıydı. Allah Rasûlü, O’nun gelişinden çok memnun olmuş ve kendisini candan tebrik etmişti. Ebu Hayseme (r.a.) ise, kendisini Allah Rasûlü’nün kucağına atarken, ‘Ya Rasûlallah, nerede ise helâk oluyordum’ diyordu. [35] Zira cihaddan geri kalmak, ciddî bir günahtır. Ebu Hayseme (r.a.), işte böyle bir günahla helâk olmaktan korkuyordu.
Cihad en büyük hayır kapısıdır; o kapıdan giren iki hayırdan birine mutlaka kavuşacaktır. Evet, ya şehit olup ebedî bir hayat, ya da gazi olup hem dünya, hem de ahiret nimetlerine ulaşacaktır. İşte cihadda bir de böyle bir bereket vardır.
[28] Hayâtü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî, 1/597-598; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Ğâbe, 8/280.
[29] Kenzü’l-Ummâl, Ali el-Müttakî, 13/477.
[30] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 4/299.
[31] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 6/149.
[32] İbn Hacer, İsabe, 1/294; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 1/460.
[33] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, 1/244.
[34] İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Ğabe, 1/245.
[35] Müslim, Tevbe, 53; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, 2/278.
CİHAD ÖLÜMSÜZLÜK REÇETESİDİR
Canını Allah yolunda feda ederek şehid düşen Müslümanların bizim anladığımız anlamda ölmedikleri bir gerçektir. Bunu açıklayan hem birçok ayet, hem birçok hadis-i şerif, hem de sayısız tarihî hadiseler vardır. Mesela; Osmanlı beylerinden ve ilk akıncılarından olan Süleyman Şah, Murad Hüdavendigâr’ın ağabeyidir ve babasından sonra hükümdarlık da kendisine kalacaktır. Fakat o, devamlı sûrette Avrupa’ya, Bizans’ın iç bölgelerine doğru akınlar tertip ediyordu.
Çanakkale’den sallarla karşıya geçmesini becerebilmiş, Gelibolu’yu hâkimiyeti altına almış ve Bolayır’a kadar ilerlemişti. Herkes O’nun hükümdar olacağını ve bir gün milletinin başına geçeceğini düşünüyordu. Ancak O, ötelerden gelen bir müjdeyi vicdanında duymuş gibi bir gün akıncı beylerini topladı ve şöyle dedi: ‘Şayet ben bugün ölürsem, ölümümü duyan Bizanslılar, bundan yararlanmaya kalkacak ve aldığımız yerlere yeniden hücum edeceklerdir. Size vasiyetim, cenazemin başında toplanıp el ele tutuşunuz, Allah’a ve Rasûlü’ne sığınarak düşmana saldırınız! Sakın, cihaddan geri durmayasınız!’ Ertesi gün bir yerde, atının ayağı köstebek çukuruna girer ve mübarek şehid adayı, atından baş aşağı düşerek şehid olur. Dedikleri, aynen çıkmıştır. Beyler, onun başında toplanır ve el ele vererek düşmana hücum ederler ve tabii Bizans askerleri de bozguna uğrar ve kaçarlar. Daha sonra ise onlar İslâm ordusuna şunları söyleyeceklerdir: ‘Her defasında önünüzde koşan o levent ve civanmert delikanlı var ya, siz bize hücum ettiğinizde o, yeşil bir sarıkla yine sizin önünüzdeydi ve yalın-kılıç bize hücum ediyordu.’ Bunun anlamı şuydu: Nasıl Mus’ab (r.a.) şehit olduktan sonra Allah (c.c.), Mus’ab’ın yerine bir melek koyup savaştırmıştı; nasıl Hz. Hamza (r.a.) Efendimizin büyük kavgasını kıyamete kadar devam ettiriyordu; aynen öyle de, Batı’nın (Avrupa’nın) ortalarına doğru Rasûl-i Ekrem’in adını götürmek isteyen Süleyman Şah da vefat edince, Allah (c.c.), O’nun hizmetini de devam ettiriyordu. Çünkü, Kur’an’ın ifadesiyle şehidler ölmez. Bunu, Çanakkale savaşlarında İngiliz ordusunun komutanı Hamilton da ifade etmektedir: ‘Biz’ der, Hamilton, ‘Çanakkale’de sizin süngülerinizden, mavzerlerinizden kaçmıyorduk. Sizin önünüzde, tanımadığımız, kendilerine top-tüfek işlemeyen yeşil sarıklı leventler vardı ki, biz onlardan kaçıyorduk.’
.
|
1. DİL İLE YAPILAN CİHAD
A) Dil ile yapılan cihat içerisinde ele alınacak olan ilk unsur, İslâm’ı insanlara tebliğ etmek, duyurmak, bildirmek ve anlatmaktır. Hıristiyanlara, Yahudilere, kâfirlere, münafıklara ve fasıklara karşı tüm aklî ve naklî delilleri, iman hakikatlerini, yaratılış hikmetlerini ortaya koymaktır.
Rasûlullah (s.a.v.): “Benden, isterse bir tek ayet olsun, tebliğ edin.” Buyuruyor. Rabbimiz (c.c.) de şöyle buyuruyor: “Ve bununla (yani Kur’an ile) onlara karşı büyük cihat et.” [1]
Yukarıda müşriklere karşı dil ile yapılacak cihat konusunda iki ‘nas’ ile duruma işaret etmiştik. Ayrıca yoldan sapan, sözleriyle işleri birbirlerine uymayan kimselere karşı yapılacak cihada değinmiştik. Yine yaptıklarıyla Allah (c.c.)’ın emirlerine karşı gelenlere karşı mücahedenin nasıl olacağını belirtmiştik. Tebliğ çalışması ve hüccet (delil) ortaya koymak İslâm’ın en büyük noktalarındandır. Çünkü bilindiği gibi İslâm’ın en yüksek noktası ya da tepesi cihattır. Bu ise en büyük cihattır. Kişinin cihattan maksadının ne olduğu, dil ile anlatılmadan önce, hemen el ile olaya girişmez. Demek öncelikle tebliğ gerekmektedir. Bunu ancak tüm korkularından arınmış, halis ve samimî kişi yürütebilir. Yani nefsine, malına ve makamına karşı yapılacak şeylerden hiçbir korkusu olmayan kimse yürütebilir. Toplumun, genel olarak halkın ve devletin etkisinden kurtulabilenler bu cihadı yüklenebilirler. Sonra bu, peygamberlerin (a.s.) en çok önem verdikleri ve aynı zamanda temel olan görevleridir. Nitekim Rabbimiz (c.c.) buyuruyor:
“Allah (c.c.)’ın risaletlerini (elçilik) tebliğ edenler, O’ndan korkup ve Allah’tan başka kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak da Allah (c.c.) yeter.” [2]
“Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, bildir. Şayet (bunu) yapmazsan, O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” [3]
Müslümanların her birisi bu görevi kendi imkân ve yeteneklerini kullanarak yapmakla kişisel olarak yükümlüdürler. Kâinatta Allah (c.c.)’ın davetini genelleştirmek ve her insanın bunu öğrenmesi için, bunu yerine getirmeleri gerekir. Gerek İslâm topraklarında olsun, gerek Müslüman olmayan topraklarda olsun, onlara hüccetleri gösterebilsinler.
Allah (c.c.) buyuruyor: “Hani kendilerine kitap verilenlerden: ‘Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz’ diye kesin söz almıştı. Fakat onlar bunu arkalarına attılar ve ona karşılık az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey ne kötüdür.” [4]
İşte bu mesaj en iyi bir şekilde yerine getirmemiz ve ulaştırmamız gereken bir mesajdır. Bunun da en iyi bir tarzda olabilmesi için açık, net olması ve hüccetlerinin ortada olması gerekir. Gerçekten Allah (c.c.) bize beliğ bir şekilde açık, seçik ve net olarak bunu bildirmiştir. “Şu halde peygambere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?” [5]
Rabbimiz (c.c.) buyuruyor: “Şayet yüz çevirirseniz, biliniz ki, elçimize düşen (görev), ancak apaçık bir tebliğdir.” [6]
“Ve onlara nefislerine ilişkin açık ve etkileyici söz söyle!” [7]
Açık, net ve beliğ olan mesajın hücceti de açık olur, belgeye dayanır, ikna edici olur ve susturucu olur. Bu da ancak din ve iyi bir İslâmî bilgi ve kültür sayesinde sağlanır. Çünkü Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
“(Görevimiz) olarak üzerimizde apaçık bir tebliğden başkası yoktur.” [8]
Bizim İslâm’ımızda, gerçekten düşünebilenler ve aklı erenler için tümüyle ikna edicilik ve açıklayıcılık söz konusudur. Başkası değil. Hiç kuşkusuz bu derin İslâm kültürünün yanında tebliği yapacak kişi hikmet ve iyi bir ahlâka da sahip olmalıdır.
“Kitap ehliyle en güzel olan tarzın dışında mücadele etmeyin!” [9]
“Rabbinin yoluna hikmet ile ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!” [10]
Hiç kuşkusuz ki tebliğ görevini yürüten kimseler, insanların büyük bir kısmının her zaman karşılarında olacaklarını bilmelidirler. Allah (c.c.) bizlere bunun geçmiş ümmetlerdeki örneklerini Kur’an-ı Kerim’de bildirmiştir. Hadis-i şeriflerden de aynı bilgileri alıyoruz. Allah Teâlâ’nın Peygamberleri (a.s.) tebliğ görevlerini yürütürlerken, Allah (c.c.) düşmanları tarafından peygamberlerinin karşı karşıya kaldıkları durumlar ve zorluklar nelerdir? Bunu Kur’an gayet açık ve net olarak bildirmektedir. Rabbimiz (c.c.) buyuruyor:
“Firavun dedi ki: Bırakın beni, Musa’yı öldüreyim de gitsin. Rabbine yalvarıp-yakarsın. Çünkü ben sizin dininizi değiştirmesinden ya da yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum.” [11]
“Onunla birlikte iman etmekte olanların erkek çocuklarını öldürün, kadınlarını ise sağ bırakın. Ancak kâfirlerin hileli düzeni boşa çıkmakta olandan başkası değildir.” [12]
“Yurdunuzdan sürüp çıkarın bunları, çünkü bunlar çokça temizlik yapar insanlarmış.” [13]
“Kavminin önde gelenlerinden kâfir olanlar dediler ki: ‘Gerçekte biz seni aklî bir yetersizlik içinde görmekteyiz. Ve doğrusu biz Sen’in yalancılardan olduğunu da sanmaktayız.” [14]
“Ve delidir, dediler. O baskı altına alınıp vazgeçmeye zorlanmıştı.” [15]
“Bu sadece öncekilerin efsaneleridir.” [16]
“Kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki, hiç tartışmasız sizi kendi toprağımızdan süreceğiz, ya da dinimize geri döneceksiniz.” [17]
“Ey Şuayb dediler, Sen’in söylediklerinin çoğunu biz kavrayıp da anlamıyoruz. Doğrusu biz Sen’i içimizde zayıf da görüyoruz. Eğer yakın çevren olmasaydı gerçekten biz Sen’i taşa tutarak öldürürdük. Sen bize karşı güçlü ve üstün değilsin.” [18]
İşte bu ayetlerde görüldüğü gibi davetçi için tehditler, korkutmalar, sövmeler, alay ve eğlenmeye alınmalar, çeşitli eziyetler her devirde olmuştur ve bundan böyle de olacaktır. İslâm davetçisi bunları bilerek kendisini yetiştirecek, hazırlayacak ve görevini en güzel şekilde yapacaktır.
Ancak Allah (c.c.)’ın bütün peygamberleri (a.s.) kendilerine yapılan bu tür eziyetlere sabrettiler ve zafere eriştiler. “Ve elbette bize yapmakta olduğunuz işkencelere karşı sabredeceğiz. Tevekkül edenler de Allah (c.c.)’a tevekkül etmelidirler.” [19]
“Musa kavmine: Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Gerçek şu ki, yer Allah (c.c.)’ındır. O’na kullarından dilediğini mirasçı yapar. En güzel sonuç da müttakî olanlar içindir.” [20]
B) Dil ile cihat maddesi içerisinde yer alan diğer bir nokta ise, vaaz, nasihat, hatırlatma ve uyarmadır. Bunun da hedef yeri müminlerdir. Yani bu, ancak müminlere yönelik olarak yapılır. Rabbimiz (c.c.) buyuruyor:
“Sen öğüt verip hatırlat. Çünkü gerçekten öğütle hatırlatma, müminlere yarar sağlar.” [21]
“O halde Ben’im kesin uyarımdan korkanlara Kur’an ile öğüt ver.” [22]
Bu konuda İmam Gazalî (r.a.) diyor ki: ‘…Vaaz yoluyla sakındırma, öğüt verme, Allah (c.c.) ile korkutma gibi noktalar, ancak ilâhî emre yönelenler içindir. Yani bir şeyin ‘münker’ olduğunu bilenler, bilerek emre karşı gelirlerse, ya da onun münker olduğunu öğrendikten sonra hala bunda ısrar ederse bunlara karşı vaaz ile öğütle gereken sakındırma yapılır. Örneğin, Müslüman içkiye devam ediyor, zulmetmeye devam ediyor, ya da Müslümanları gıybet ediyor. Veya buna benzer büyük günahları işlemekte ısrar ediyorsa bunlara karşı yapılır. Yine zalimlerin yanında yer alıyor, onlarla dostluk kuruyor, kâfirlerin, münafıkların ve benzeri fasıkların yanında yer alıyorsa, işte bunlara karşı da gereken vaaz ve nasihat yapılır. Bir de bunun gibi kâfir, münafık ve fasıkların amaçları doğrultusunda hareket ediyor, onların isteklerini yerine getiriyor, Allah (c.c.)’a isyan noktasında onlara itaat ediyor. Bunlar için gereken şey, kendilerine öğüt verilmeli, Allah (c.c.)’ın emir ve yasakları hatırlatılmak suretiyle korkutulmalıdır. Bununla ilgili gelen azap ve ceza haberleri anlatılmalı, geçmişlerin hayat hikâyeleri örnekler halinde sunulmalıdır. Takva sahiplerinin nasıl ibadet ettikleri bir bir anlatılmalıdır.
Fakat bütün bunlar anlatılırken şefkat, yumuşaklık ve nezaket hiçbir zaman elden bırakılmamalıdır. Azarlama, öfkelenme ve kızma gibi sert tavırlar takınılmadan gereken yapılmalıdır. Bu kimseler ahlâkî olarak hasta görülüp merhamet nazarıyla kendilerine bakılmalı ve tedavi etmeye çalışılmalıdır. O kimsenin günahlara ve isyanlara kalkışmasını sanki kendisi kalkışmış gibi kabul etmeli ve böyle değerlendirerek meselenin üzerine gidilmelidir.
Çünkü Müslümanlar bir tek nefes gibidirler. Ayrıca bir de pek büyük bir afet vardır. Mutlaka kulun bundan sakınması gerekir. Zira bu tehlikelidir. Bu da âlim kimsenin kendisinin âlim görerek başkalarından üstün görmesi, başkalarını da cehaletle aşağılaması (techil) doğru değildir, yanlış bir davranıştır. Kişinin kendisini beğenmesi, kibirlenmesi, gurura kapılması hep hatalı davranışlardır. Kötü ahlâkların şerrinden Allah (c.c.)’a sığınırız
C) Dil ile cihad olarak değerlendirilen bir başka nokta da şudur: Güzellikle anlatılamadığı takdirde başvurulacak olan yoldur ki, hakaret etmek, sert ve katı ifadelerle azarlamaktır. Kişi kendisine yapılan vaaz ve nasihat ile alay ediyor ve bunda ısrar ediyorsa, bunlara verilecek cevap ve takınılacak tavır, anlatıldığı gibidir. Hz. İbrahim (a.s)’ın bu gibi kimselere takındığı tavrı örnek olarak gösterebiliriz:
“Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza. Siz yine de akıllanmayacak mısınız?” [23]
Ancak biz, sövecektir derken, bu ifade yanlış anlaşılmamalıdır. Biz onlara karşı küfürlü söz etmeyeceğiz. Buna yaklaşık sövgülerde bulunmayacağız. Yalan söylemeyeceğiz. Öyle sövme-yerme kelimeleri kullanacağız ki, bunlar çirkin ve iğrenç türünden sövmeler olmayacaktır. Örneğin şöyle diyebiliriz: Hey ahmak, behey fasık, behey cahil, behey utanmaz, sen Allah (c.c.)’tan korkmaz mısın? Yine behey aptal ve benzeri sözler söylenebilir. Çünkü her bir fasık ahmaktır ve cahildir. Şayet ahmak olmasaydı, Allah (c.c.)’a isyan etmezdi. Aksine aklını çalıştırmayan her kimse ahmaktır, çünkü Allah (c.c.)’a karşı gelmektedir. Halbuki zeki ve akıllı kimse, Allah (c.c.) Rasûlü’nün kendileri lehinde şehadette bulunduğu kimsedir. Rasûlüllah (s.a.v.) buyuruyor ki:
“Zeki ve akıllı olan kimse, nefsini küçük görüp, ölüm ötesi için çalışan kimsedir. Ahmak ise, nefsini hevasına tabi kılandır ve bir de Allah’tan sonsuz yaşamayı arzulayandır.” [24]
Bu rütbe için iki yol bulunmaktadır:
a- Böyle bir sertliğe ve kötülüğe yönelmemek, zaruret hasıl olmadıkça ve yumuşaklıkla anlatımdan aciz kalınmadıkça bu yola başvurulmamalı.
b- Konuştuğu söz ise mutlaka doğru olmalıdır. İhtiyaç duyulmayan şeyle dilini ona karşı kullanmamalıdır. Ancak söylenmesi gerektiği ölçüde söyleyebilsin. Eğer bu kötüleyici ve zecr anlamı ifade eden sözlerle ona karşı konuşmasının bir yarar getiremeyeceğini biliyorsa, o zaman ona karşı bunları söylemesi gerekmez. Sadece ona karşı şöyle bir tavır takınılır. Öfkeli ve onu küçümser olmak. İşlediği günahları sebebiyle hemen yerinde ve zamanında gerekeni söylemek ve kovmak.
Şayet konuştuğu takdirde, dövülecekse, adam sertleşir ve hoşnutsuzluğu da yüzünden belirirse durum farklıdır? Dövmeyecekse, sadece kalp ile karşı konulması olmaz, gereken, söylenir. Aksine ona karşı katı tavır takınmak ve bunu göstermek gerek.’
Dil ile cihad şu aşamalarda (merhale) yapılabilir:
1. Tebliğ etmek, açıklamak, delilleri ortaya koymak ve gerçekleri açıklamak.
2. Vaaz, hatırlatma, uyandırma, yumuşaklıkla ve şefkatle dikkati çekilerek Allah
(c.c.)’dan korkmasını sağlamak.
3. Şayet muhatabımız Müslüman bir kimse ise, azarlarız, tekdir ederiz. Şayet zimmî ve benzeri gibi gayr-i Müslim ise, onu da cidal sınırları içerisine alır ve en güzel olan yol ile kendisiyle mücadele yaparız. Çünkü Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“Kitap ehli olanlarla ancak en güzel olan bir tarzda mücadele edin.” [25]
Görüldüğü gibi üçüncü aşama bir kesin ayırım ve çizgi getiriyor. Dolayısıyla bizim bu tip kimselerle birlikte bulunmamız doğru değildir. Yani bozuk düzen olan Müslümanlarla birlik olmamız doğru olamaz. Bir arada bulunamayız.
İbn Mes’ud (r.a.) diyor ki: ‘Münafıklara karşı ellerinizle cihad edin. Şayet buna gücünüz yetmezse, o takdirde, yüzlerine karşı hoş olmayan ve karamsar bir tavır takınmak gerekiyorsa, onlara karşı çehrenizi buruşturun.’
Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “İsrail oğulları günahlara dalınca âlimleri kendilerini sakındırdılar, uyardılar, fakat vazgeçmediler. Buna rağmen âlimler, onlarla birlikte oturdular, onlarla beraber yediler ve birlikte içtiler. Böylece Allah (c.c.) bazılarının kalplerini bazılarınınkine vurdu (onları da onlar gibi yaptı) ve onları Hz. Davud (a.s.)’un diliyle lanetledi...” Ayetini okudu. Sonra Rasûlullah yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve şöyle buyurdu: “Hayır, nefsim elinde olan Allah (c.c.)’a yemin ederim ki, ta ki onları hakka döndüresiniz.” [26]
‘Dil ile cihad’ konusunda bazı tavsiye ve düşünceleri sunmak istiyoruz.
Birinci Görüş
Biz Müslümanlar, tebliğ görevini yüklendiğimizde, işe temelinden başlamalıyız. İbadetten önce akideyi yani inanılması gereken itikad esaslarını ele almalıyız. Hayat programından önce de ibadeti aktaracağız. Cüzlerden önce tümü özet olarak anlatacağız. Uzaktan önce yakını öğreteceğiz.
İmam Malik’in dışında altı hadis kitabında bildirildiğine göre, İbn Abbas (r.a.) şu rivayette bulunuyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) Hz. Muaz (r.a.)’ı Yemen’e vali gönderirken şöyle buyurdular: “Sen kitap ehli olan bir topluma gidiyorsun. Onları ilk davet edeceğin şey, Allah (c.c.)’a ibadet etmeleridir. Bunu tanıyınca (kabul edince) onlara, Allah (c.c.)’ın kendilerine günde ve gecede beş vakit namazı farz kıldığını haber ver. Şayet bunu da kabul ederlerse (işlerlerse), onlara, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere mallarından üzerlerine zekât farz kılındığını söyle (bildir). Buna da itaat ettiklerinde onlardan al, onların en iyi mallarını almaktan sakın. Mazlumun duasından kork. Çünkü onun bedduasıyla (onunla) Allah (c.c.) arasında bir perde (engel) yoktur.”
İbn Mes’ud (r.a.) diyor ki: ‘Bir kavme herhangi bir söz konuşmuş olmayasın ki, akılları almazsa bu, ancak bazısı için bir fitne olur.’
İkinci Görüş
Düşmanlarımızın yani din düşmanlarının asıl görevleri, Müslümanların nazarında Allah (c.c.)’a davet hizmetini küçük düşürmek, saptırmak, insanların zihinlerini karıştırmak ve engellemektir. Çünkü bu kimseler Müslümanların önünde açıktan açığa İslâm’a hücum ettiklerinde, Müslümanlar tarafından kötü tanınacaklarını biliyorlar. Onların bu hususta atmak istedikleri adım, İslâm davetçilerini Allah (c.c.)’a davet yolundan alıkoymaktır. Böylece yapılacak olan hizmeti önlemektir. Bu bakımdan davetçinin gerçekten nefsini temizlemesi ve gayet ince hesaplarla hareket etmesi gerekir. Müslümanlar tarafından bilinip tanınsın ki, gelebilecek iftiralar tutmasın.
Yürüttüğü görevi sırf Allah (c.c.) rızası için yürütecek, bunun dışında herhangi bir amaç peşinden koşmayacaktır. Allah (c.c.)’ın emirleri dışında başka hedefler peşinden gitmeyecektir. Kendi halkına şefkatli bulunacak, şeytanın onları Allah (c.c.) yolundan kapmasına engel olacaktır. Özellikle Müslümanlar arasında bazı şahsi anlaşmazlıklar hatta düşmanlıklar bile çıkarabilirler. Bunu düşmanlar tezgâhlayabilir. Bundan kesin olarak sakınmak gerekir. Onlar meseleyi sanki İslâmî bir dava imiş gibi gözler önüne sermek suretiyle yıpratmaya gidebilirler. Müslümanların dikkatlerini esas noktadan çevirmek için çeşitli oyunlar, hileler tezgâhlayabilirler. Çünkü İslâm düşmanları, daha önce işaret ettiğimiz gibi, Müslümanlara düşmanlık yaparak sinsice görevlerini yürütürler. Böylelikle sanki İslâm’a düşman değillermiş havasını uyandırmak isterler. Böylece Müslümanları kendi lehlerine ikna etmeye çalışırlar. Davetçi bu noktada gayet uyanık bulunmalı, hile ve tuzaklara düşmemeli ve asla meseleyi küçük görmemelidir. Müslümanlara düşmanların asıl amaçlarının İslâm’ı yıkmak olduğunu ama bunu açıkça sunmadıkları, çeşitli kapalı yollarla bunu gerçekleştirmek istediklerini anlatmalıdırlar. İşte bu noktada gayet uyanık ve ciddi hareket ederek, Müslümanları uyarmak gerekir. Allah (c.c.)’ın bizi yükümlü kıldığı davayı hâkim kılmak için bunu bilmeliyiz.
Üçüncü Görüş
Dil ile cihat görevi, sağlam bir eğitim ve bilgi donanımı ister. Davetçinin dalalet ve sapıklık kaynaklarını, sapma noktalarını bilmesi icap eder. İşi nasıl yürütecek, mesele nasıl ele alınacak, bunları bir bir bilmesi icap eder. Çünkü her ülkede İslâmî yönden bozulmalar farklı farklıdır. Birbirlerine benzemezler. Sapıklıkları farklı, küfrü farklı, İslâm’dan uzaklaşmaları farklı, öncelikleri farklı.. Bu bakımdan her birisinin tedavisi başlı başına ayrı birer yöntem ve çalışma ister.
Örneğin bir ülke Müslümanları Şiî ve Sünnî’dir. Burada komünizm, masonluk ve vahdeti vücutçuluk gibi fikirler yayılmaya başladı. Müslümanlar da bundan habersiz durumdalar. Bu takdirde Müslümanlar arasında bozulmalar, çözülmeler gerek ahlâkî alanda, gerek itikadî alanda ve gerekse düşünce plânında kendisini göstermeye başlar. İşte bu ülkede yayınlanacak olan kitaplar iyi seçilmeli ve bunları yayına hazırlamalıdır. Konferanslar, değişik konuşmalar, seminer çalışmaları, münakaşa yerleri, ziyaretler tertip olunmalıdır. Bunlar ülkede bulunan halklara göre değişir. Meselâ şayet ülkede yaşayanlar arasında Hıristiyanlar çoğunlukta iseler, burada kapitalist düşünceler yoğunlukta ise, buna göre hepsini kurtaracak bir çalışmaya girilmelidir. Meselâ mutlak olarak demokrasi varsa, yine durum farklılık gösterir. O halde:
Mutlaka ve öncelikle sapma ve bozulma nedenleri araştırılmalıdır.
Mutlaka bunları üreten ve yayan merkezler ve kaynaklar ortaya çıkarılmalıdır.
Mutlaka bunların etkisiz hale gelmesi için geniş çalışma ve geniş plân yapılmalıdır.
Mutlaka İslâm’ın tüm insanlara ulaşması için gereken ne ise bu manada her türlü çalışma yapılmalıdır.
İşte bu durum, bizden şunu istemektedir. Ülkemizde Müslümanların eksiklikleri neler ise bunları bileceğiz, tanıyacağız, teşhislerini koyacağız. Bütün Müslümanları aynı şekilde ve eşit olarak dil ile cihat yapmaya yöneltebileceğiz. Günün şartlarına göre bunun yolları ve usulleri nelerdir? Tüm bunları öğrenmek zorundayız. Aynı zamanda Müslümanların ayıpları nelerdir, bunları düzeltmeye çalışacağız. Eksikliklerini ikmal edeceğiz. Tüm gayretlerini birlik içerisinde yöneltmelerini sağlayacağız. Bir ülkede dil ile yapılacak olan cihatta ilk yapılacak olan şey söylem birliğinin sağlanmasıdır.
[1] Furkan sûresi, 25/52.
[4] Âl-i İmran sûresi, 3/187.
[9] Ankebut sûresi, 29/46.
[10] Nahl sûresi, 16/125.
[11] Mümin sûresi, 40/26.
[12] Mümin sûresi, 40/25.
[16] Müminun sûresi, 23/83.
[17] İbrahim sûresi, 14/13.
[19] İbrahim sûresi, 14/12.
[20] A’raf sûresi, 7/128.
[21] Zariyat sûresi, 51/55.
[23] Enbiya sûresi, 21/67.
[24] Ahmed b. Hanbel, İbn Mace, Hâkim ve Tirmizî.
[25] Ankebut sûresi, 29/46.
[26] İbn Mace, Tirmizî, E. Davud.
.
DİL İLE CİHADIN YOLLARI
Dil ile yapılacak olan cihadın birçok yolları, usulleri ve araçları bulunmaktadır. Kimi zaman hepsini aynı anda yapabiliriz. Kimi zaman ise bazısını yapamayız. Ancak önemli olan dil ile cihadı şu veya bu şekilde ve hangi vasıtalarla olursa olsun yapmak ve onu sürdürmektir. Şimdi sizlere bu usul ve vasıtalardan bazılarını sunuyoruz.
a) İslâmî Kitaplar Yayınlanması
İslâmî kitaplar yayınlamanın yararları pek çoktur. Bir Müslüman güzel bir fikir ve düşünce ortaya koyabilir fakat bunu tüm Müslümanlara ulaştırma imkânı bulunmayabilir. Yani bir yazarın kitabıyla yararlı olduğu kadar, bir güzel düşünce o kadar yarar getiremez. Çünkü yazıya dökülememiştir. Bu bakımdan dil ile cihat için kitap en önemli bir araçlardan birisi durumundadır.
İslâmî kitaplar da farklı konu ve içeriklerde hazırlanmaktadırlar. Kimisi İslâm’ın bir bölümünü, kimisi İslâm düşmanlarına cevabı, kimisi bir bütün olarak İslâmî savunmayı ele alırken kimisi yüksek bir üslûp ve ağır bir dil ile ele alınmıştır, kimisi de orta veya çok daha kolay bir üslûp ile yazılmıştır.
Her bir Müslüman’ın kendi durumuna göre evinde ve işyerinde bir kütüphanesinin bulunması gerekmektedir. Yani kendi dilinde kendisini ve aile fertlerini eğitecek bir kütüphanesinin bulunması şarttır. Kişilere önereceğimiz kitaplar konusunda da dikkatli olmalıyız. Her önümüze gelen kitabı tavsiye etmekten de kaçınmalıyız. Çünkü tavsiye edilen kitaplar sapık fikirler içerebilirler. Bunun yanında insan ömrünün sınırlı, günlerin sayılı olduğu düşünülerek daha gerekli bilgiler içeren kitaplar varken gerekli olmayan veya çok az gerekli olan kitaplarla insanların zamanını meşgul etmemek gerekir.
Bazen da yararlı kitapları satın alıp kitap alamayan ve okuyabilecek durumda olan Müslümanlara, öğrencilere hediye etmeli ve bunun gibi teberru yollarını genişletmeliyiz. Bu kitapların kimini emanet, kimini iadeli ve kimini teberru olarak ele almalı gerekli yerlere göndermeliyiz Aynı zamanda bazı Müslümanları faydalı ve yararlı kitapların basımı için ikna etmeliyiz.
Ne zaman her bir Müslüman’ın evinde kâmil ve olgun manada bir İslâmî kütüphane kurar ve bunların okunmasını da sağlayabilirsek artık bu çok iyi bir başarıdır ve buna denk de başka bir başarı gösterilemez. Artık günümüz insanlarının neredeyse tamamı okuma-yazmayı bilmektedirler.
Müslüman olmayan ülkeler ve topluluklara da kendi dillerinde kitaplar hazırlatılmalı ve bedelsiz veya çok cüzi bedellerle bunlar dağıtılmalıdır. Özellikle bağımsızlıklarını kısa bir süre önce kazanmış ve komünist bir dönemden çıkmış kuzey ülkelerinin insanları çok büyük bir çalışma alanıdır. Buradaki insanlar adeta bu konuda aç ve susuzdur. Onlara bu imkânı vermeli, kendi dillerinde çokça kitap hazırlatılmalı ve Hakk’ı tanımalarına yardımcı olmalıyız.
b) Gazete ve Dergiler Yayınlanması
Yayınladığımız siyasî gazete ve dergiler şayet cihadı eğitiyor, öğretiyor ve ülke genelinde yeterli bir sayıda dağıtılıyor ise, o zaman bizler dil ile cihat noktasında belirli bir başarı sağlamış durumdayız demektir. Çünkü bunlar direkt olarak değişik üslûp ve ifade tarzlarıyla sapıklıklara gereken cevabı gününde vermektedirler. Gazete ve dergiler günlük, haftalık ve aylık olabilir. Sapıklıklar bunlar aracılığıyla açıklanıp, önlenebilir. Doğrudan doğruya bu kötülük kaynakları ve yuvaları ortaya çıkarılabilir. Artık sapıklıklara susturucu cevaplar verilebilir. Yapacağımız tek şey, bunların Müslümanların ellerine ulaşmasını sağlamaktır. Ülkemizde ve dünyada Müslümanlar çok sayıda gazete ve dergi çıkarmakta ve yayınlamaktadırlar. Ancak bütün bunlar olması gereken sayı, içerik ve yaygınlıkta değildir. Bütün dünyaya hitap eden ve içeriği son derece doyurucu İngilizce bir gazetenin çıkarılması zaruri bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı karşılayacak bir çalışma, bütün dünyada Müslüman olamayan insanların İslâm ile tanışmalarını ve hatta kitleler halinde Müslüman olmalarını sağlayacaktır. İşte bundan daha güzel bir hizmet ve cihat olabilir mi?
Şayet mümkünse her bir bölgenin bir gazetesi ve dergisi bulunmalıdır. Çünkü gerçekten her bölgenin kendine özgü durumları vardır. Bölgenin durumuna göre yayınlar yapılması o gazete ve derginin daha çok okunmasını sağlayacaktır.
Şayet gazete, dergi gibi mevkuteler çıkarılması imkânı yoksa süresiz başka yayınlar çıkarma imkânı olabilir. Bu da mümkün değilse, küçük broşürler yayınlanabilir. Böylece sapıklara gereken cevaplar verilebilir. Aynı zamanda küçük küçük risaleler çıkartmak suretiyle çalışmalar yapılabilir. Her konuya ait hazırlanacak küçük risalelerle meseleler ele alınabilir.
c) Hitabet, Konferans, Camilerde ve Evlerde Genel Dersler
Salonlarda yapılacak konferanslar, seminerler, cami ve mescitler ile evlerde yapılacak sohbetler, insanları eğitip yöneltmekte en etkili usullerdir. Şayet güçlü bir hatip var ise, başarılı bir konferansçı bulunuyorsa bunların çalışmalarından çok iyi sonuçlar elde edilebilir. Bu bakımdan konferanslar verecek, sohbetler yapacak davetçi insanlar yetiştirmek, çalışmalar yapmak da çok önemlidir.
Allah (c.c.) bizlere cuma hutbesini farz kılmıştır. Bayram hutbelerini ise sünnet... Bu, gerçekten pek önemli bir şeydir. Eğer İslâmî cihatta dil yönünden değerlendirilirse çok başarılı sonuçlar alınabilir. Konferans alanları ve hatiplerin yapacakları çalışmalar geniş alanlar olup insan kitlelerine hitap eder. Camiler açıktır, burada ibadete gelen insanların kalpleri de burada anlatılanları öğrenmeye ve kabul etmeye hazırdır. Birçok merkezler, ehliyetli insanların konferans vermesinde cimrilik, zorluk göstermezler. Meselâ konferans ve toplantı salonları gibi, okullar gibi. Biz bütün bu fırsatları son anına ve sınırına kadar ve sürekli değerlendirmeliyiz.
Pek tabiidir ki, her bir Müslüman’ın iyi bir hatip olması, hepsinin konferansçı olması gerekmez ve bu mümkün de değildir. Mademki ben bir konferansçı değilim, mutlaka ben, bir konferans dinlemeye insanları çağırmalıyım ve bunu yapabilirim, diye düşünmeliyiz. Buna göre konferansçı ile Müslüman kardeşler arasında bir bağ bulunmalıdır. Konferansçının da mağrur ve kibirli olmaması gerekir. Çünkü bu, kişiyi Allah (c.c.)’a yakın olmaktan uzaklaştırır. Konuşmasının da bir bereketi ve yararı olamaz.
Camilerde ve evlerde verilen vaaz, sohbet ve genel derslerin de büyük yararları vardır. Bunlar davet için en güzel araçlardır, fikirlerin sapıklıklardan arınması için de önemlidir.
Dil ile cihad kapsamında evlerde düzenli ve sistemli sohbet toplantıları yapılmalı, buralarda İslâm anlatılmalıdır. İnsan düşüncesine etki edilmeli, buraya kimi fertler çağırılmalıdır. Gerçekten bunun da faydaları bir hayli çoktur.
d) Ferdî Davetler, Ziyaretler ve Toplantılar
Cenâb-ı Hak buyurur: “De ki size bir tek öğüt veriyorum. Allah (c.c.) için ikişer ikişer ve teker teker kıyam etmeniz, sonra da düşünmeniz, sizin sahibinizde (ya da arkadaşınız olan peygamber de) hiç bir delilik yoktur.” [27]
Bu ayetin yorumu şöyledir: Ben size bir tek haslet ile öğüt veriyorum. Bu da ikişer ikişer ve birer birer dağılıp, sonra Hz. Muhammed (s.a.v.) ve getirdiği şeyler hakkında düşünüp bir karara varmanızdır. Çünkü o deli değildir ve sizi davet ettiği şeye de delilik sebep oluyor değildir.
İnsan düşüncesini tek olarak etkilemek ve onu aydınlatmak daha çok faydalıdır. Yani insanlarla tek tek görüşmenin yararları vardır. Çünkü kişi bu sırada başkalarının etkisinde kalmaz ve insanların yargı ve değerlendirmelerinden uzaktır. Bu durum onun rahat hareket etmesini ve karar vermesini sağlar.
Bu bakımdan dil ile cihadın en önemlisi ve en etkilisi şahıslarla doğrudan ve yüz yüze görüşmek, onlarla ikna edici konuşmalar yapmaktır. Onları hayra çağırmak, kitaplar hediye etmek, evlerde ziyaretler yapmak, işyerlerini ziyaret etmek gibi hususlar hep bu konuya hizmeti olan hususlardır.
Ayrıca kimi zamanlarda geziler tertip etmek, bu gezilere az sayıda kimseleri alarak, onlarla gerekli münakaşa ve münazaraları yapmak gerçekten çok yararlı olan şeylerdir.
Uygun kimselere yemek ziyafetleri vermek, çay sohbetleri düzenlemek de aynı zamanda vaaz ve nasihatleri, güzel fikir ve düşünceleri insanlara aktarmanın bir yoludur. Çünkü bu, aynı zamanda sünnettir. Rasûlullah (s.a.v.) bunu yaparlardı.
‘Ziyaret’, bir kimseyi veya bir yeri ona karşı duyulan ilgi veya sevgiden dolayı gözle görmek, sesini duymak ve sevindirmek üzere onun yanına gitmektir.
İslâm dini Müslümanları, birbirlerinin din kardeşleri olarak ilan etmiş ve onların birbirlerini sevip saymalarını ve yardımcı olmalarını emretmiştir. İnsanlar arasında sevginin yerleşmesine ve kırgınlıkların yok olmasına yardımcı olan en önemli sebeplerden birisi ziyaretlerdir. Bu bakımdan İslâm, ziyaretlere büyük önem vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.); “Allah için bir hastayı veya bir Müslüman’ı ziyaret eden kişinin Cennetteki yerini hazırladığını haber vermiştir.” [28]
Ziyaretin; Ana-baba ziyareti, hasta ziyareti, komşu ziyareti, nezaket ziyareti, üstad ziyareti, bayram ziyaretleri gibi çeşitleri vardır. Kabirlere (mezarlık) gidip oraya defnedilen Müslümanların ruhuna Fatiha ve Kur’an okumaya kabir ziyareti, Umre ve Hac için Mekke’ye gidip Kâbe’yi ziyaret etmeye de Kâbe ziyareti denilmektedir. Kişilerin akrabalarını ziyaret etmesine “sıla-i rahim” denilir. Bu ziyaretlerin her birinin kendilerine has adabı vardır.
Ziyaretin Sosyal Dayanışma Açısından Önemi
Bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.v.), Müslümanlara yedi şey yapmalarını emretmiş ve yedi şeyden kaçınmalarını istemiştir. Yapılmasını istediği şeyler şunlardır: “Cenazenin arkasından gitmek (teşyi), hastaları ziyaret etmek, davete icabet etmek, mazluma yardım etmek, verilen sözü, yapılan yemini yerine getirmek, verilen selamı almak, aksırana dua etmek (teşmit).” [29]
Tamamen sosyal ilişkileri düzenleyecek özellikte olan bu emirler içinde hasta ziyaretlerinin de bulunmasına dikkat edilmelidir. Hz. Peygamber (s.a.v.) başka bir hadis-i şerifinde de hasta ziyaretinin önemine işaret buyurmuştur: “Esiri kurtarınız, aç olanı doyurunuz, hastayı ziyaret ediniz.” [30]
Karşılıklı ziyaretlerle birbirlerine karşı sevgi ve güven duyguları gelişen bireyler, birlik ve beraberlik içinde yaşayan toplumların doğmasına ve yaşamasına neden olurlar. Müslümanlar, ziyaret yolu ile birbirlerini daha yakından tanıma fırsatını bulurlar. Birbirlerinin sıkıntılarını, tasalarını, ihtiyaçlarını ve problemlerini öğrenirler. Pek çok konuyu aralarında görüşüp, birlikte karar verme ve çözüm bulma yollarını ararlar. Toplum içinde yalnız olmadıkları duygusunu kazanır ve geleceğe ümit ve güvenle bakarlar. Sevinçli ve üzüntülü anlarında çevrelerinde gördükleri kardeşleri, onlar için bir güven ve huzur kaynağı olur.
Ziyaret eden, ziyaret ettiği kimsede gördüğü ayıp ve kusurları kimseye söylemeyip, onda gördüklerini saklayabilecekse, ziyarete gitmesi edeptendir. Eğer gördükleri ayıp ve kusurları muhafaza edemeyip başkalarına söyleyecekse, ziyareti terk etmesi daha iyidir. Ziyaretçinin, ziyaret ettiği kimseyi ziyareti, Allah Teâlâ ile meşguliyetine engel olacaksa, gitmemesi, Allah (c.c.)’a karşı olan edeptendir.
Nakşibendî büyüklerinden Alvarlı Muhammed Lütfi Efendi zamanında mübarek Ramazan Bayramı, Erzurum mesut ve bahtiyar günlerinden birini yaşamaktadır. Herkes birbirinin bayramını tebrik etmekte, hastalar ziyaret edilmekte, çocuklar sevindirilmektedir. Efe Hazretlerinin dergâhının önü de sanki ana baba günüdür. Elini öpüp, hayır duasını almak isteyenler yarış halindedirler. Bu sırada Efe Hazretlerinin, bayramını tebrik edenlere karşı söylediği sözler yıllar yılı herkesin dilinde tatlı bir nağme gibi söylene geldi:
Mevlâ bizi affede,
Bayram o bayram olur.
Cürm-ü hatalar gide,
Gör ne güzel ıyd olur.
Ziyaretler, dünyalık kazançlarla birlikte uhrevi faydayı (sevap kazanmayı) da sağlar ki, bu da Allah (c.c.) rızasına ulaşmaktır. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Aziz ve Celil olan Allah kıyamette;
Ey Âdemoğlu! Ben hasta oldum da sen beni ziyaret etmedin! Buyurur. Kul:
Ya Rabbi! Sen âlemlerin Rabbi olduğun halde ben sana nasıl hasta ziyareti yapabilirim? diye sorar. Allah (c.c.):
Sen bilmez misin ki, benim falan kulum hasta olmuştu da sen onu ziyaret etmemiştin. Yine bilmez misin ki, eğer sen onu ziyaret etseydin, kesinlikle beni onun yanında bulacaktın. (yani, benim sevabımı ve ikramımı onun yanında bulacaktın)” buyurdu. [31]
Başka bir hadis-i şerifte de, Hz. Peygamber (s.a.v.); “Hasta ziyareti yapan kişi, (hastanın yanından) dönünceye kadar, kendisini cennete ulaştıracak bir yol üstündedir.” [32] buyurmuştur.
Şu halde ziyaretler, özellikle hasta ziyareti, Müslüman’ı Allah (c.c.) rızasına kavuşturacak güzel ahlâk davranışlarından biridir. Bu nedenle hasta ziyareti, kaçınılmaz bir görevdir. Müslüman toplumun bütün bireyleri bu sosyal görevi yerine getirmeli ve başkalarına da tavsiye etmelidir.
Bir Müslüman, anne ve babasından başlamak üzere, bütün yakınlarını, komşularını, tanıdıklarını, arkadaşlarını ve dostlarını uygun aralıklarla ziyaret etmelidir. Özellikle bayramlar, herkesin hem manevî olarak ve hem de maddî olarak ziyaretçi kabulüne hazırlıklı olduğu, izzet ve ikramların yapıldığı çok uygun günlerdir. Düğün, sünnet, ölüm gibi olaylardan sonra tebrik ve taziyede (baş sağlığı dileği) bulunmak için de yine ziyaretler yapılır.
Toplumumuzda eskiden anne, baba ve çocuklar tek bir çatı altında bulunuyorlardı. Günümüzde artık gençler evlenince hemen kendilerine yeni yuva kurmakta ve baba evinden ayrılmaktadırlar. Anne ve babalarından ayrı yaşayan, iş, görev ve başka sebeplerle onlardan uzakta bulunan kimselerin, hemen her fırsatta onları ziyaret etmeleri, ellerini öpüp dualarını almaları gereklidir. Yakın akrabalar da böyledir. Onların ziyareti de ihmal edilmemelidir. İslâm, fertleri arasında ilişkileri çok sağlam olan, birbirini seven, sayan ve haklarını koruyan mutlu bir toplum hedeflemektedir. Onun için bu tür ziyaretler, sıla-i rahim sayılan ve İslâm’ın ısrarla üzerinde durduğu ahlâkî görevlerdendir.
Aşağıdaki hadis-i şerifler, hasta olsun veya olmasın, komşu veya tanıdıkların ziyaret edilmesi gerektiğini göstermektedir.
Ashabı Kiram’dan, Kays b. Sad (r.a.)’ın anlattığına göre, Rasûlüllah (s.a.v.) bir gün kendilerini ziyaret etmiş, evlerinde bir müddet oturmuş, kendileri için dua etmiş ve evden ayrılmıştır. Abdullah b. Kays (r.a.); ‘Rasûlullah (s.a.v.) Ensar’ı da tek tek veya topluca ziyaret ederdi. Tek tek ziyaret ettiği zaman evlerine giderdi. Topluca ziyaret etmek istediği zaman mescid’e gelirdi’ [33] demiştir.
Yine Rasûlullah (s.a.v.)’ın Ensar’dan bir aileyi ziyaret ettiği, evlerinde yemek yediği, namaz kıldığı ve kendilerine dua ettiği haber verilmiştir. [34]
Ashab’ın büyüklerinden Hz. Selman (r.a.), Medâin’den Şam’a kadar gidip Ebu’d-Derdâ’yı ziyaret etmişti. [35]
Kûfe’den Medine’ye kendisini ziyaret etmek için gelen arkadaşları ile Abdullah b. Mes’ud (r.a.) arasında şu konuşma geçmiştir:
- Oturup dertleşmiyor musunuz?
- Bunu hiç terk etmiyoruz.
- Birbirinizi ziyaret ediyor musunuz?
- Evet, Ey Ebu Abdurrahman, hatta bazılarımız, Müslüman kardeşlerini bir müddet görmezse ta Küfe’nin öte başına yürüyerek gidip onun halini hatırını soruyor.
- Siz böyle devam ettiğiniz müddetçe huzur içinde yaşarsınız. [36]
Yukarıdaki hadis-i şerifler, Peygamber (s.a.v.)’in Müslümanları sık sık ziyaret ettiğini, onların hal ve hatırını sorduğunu anlatır. Ayrıca O’nun bu davranışını (fiilî sünnet) gören Müslümanların da birbirlerini ziyaretten geri durmadıklarını, o devrin kısıtlı ulaşım araçlarına rağmen uzak şehirlerdeki dostlarını ziyaret için gittiklerini ve bunu toplum huzurunun vazgeçilmez bir unsuru olarak gördüklerini göstermektedir.
Peygamber (s.a.v.) hastaları ziyaret etmiş ve bunu Müslümanlara da ısrarla tavsiye buyurmuştur. Hatta Rasûlullah (s.a.v.) yalnız Müslüman hastaları değil gayr-i Müslim (Müslüman olmayan) hastaları da ziyaret etmiştir. Enes b. Malik (r.a.) şöyle demiştir; Bir Yahudi genci, Nebi (s.a.v.)’e hizmet ederdi. Bir ara bu genç hastalandı. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) onu hastalığında ziyaret etti. Başucunda oturdu. O gence Müslüman olmasını teklif etti. O da babasına baktı. Babası; ‘Oğlum, Ebu’l-Kasım’a itaat et!’ deyince Müslüman oldu. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) hastanın yanından çıkınca: “Şu genci cehennem azabından kurtaran Cenâb-ı Hakk’a hamd ve senalar olsun.” buyurdu.
Sağlık gibi hastalık da insan yaşamının bir parçasıdır. Hemen her yaşta, insanların yakasına yapışan hastalıklar vardır. Hastalık, üzüntü, karamsarlık ve sıkıntı kaynağıdır. Bu durumda insan, eşini, dostunu ve yakınlarını çevresinde görmek, onların tatlı ve ümit veren sözleri ve yardımları ile teselli bulmak ister.
Üzüntüler paylaşıldıkça azalır ve sevinçler paylaşıldıkça artar, atasözümüz bunu ne güzel ifade etmektedir.
Ziyaretlerde Uyulması Gereken Kurallar
Gerek hastaları ve gerekse başkalarını ziyaret ederken bazı hususlara dikkat etmek, ziyaret kurallarına titizlikle uymak gerekir. Bunlara uyulmaması durumunda çoğu zaman ziyaretten beklenilen yararlar elde edilemediği gibi aksine sevindirilmek istenilen insanların üzüntü ve sıkıntıya sokulmasına sebep olunur. Bunun için aşağıdaki ziyaret kurallarına titizlikle uyulmalıdır:
1- Ziyaret için uygun zaman seçilmelidir. Uyku, yemek ve iş saatlerinde ziyaret yapılmamalıdır.
2- Temiz ve derli toplu kıyafetle gitmeli, kir-pas içinde, dağınık elbiselerle ziyarete gidip insanlar rahatsız edilmemelidir.
3- Mümkünse önceden ziyarete gidileceği haber verilmeli ve bildirilen saatte mutlaka gidilmeli, erken veya geç gidilmemelidir.
4- Ziyarete gidilen evin kapısı, zili çalınmalı ve selâm verilerek girilmelidir. Ev sahibinin hatırı sorulmalı, sevinç veya kederi paylaşılmalıdır.
5- Ziyaret fazla uzatılmamalıdır. Ziyaret edilen yaşlıların konuşmaları sessiz ve sabırla dinlenmeli ve onları sıkacak ve üzecek söz ve davranışlardan sakınılmalı, onları sevindirecek haberler verilmeli, güler yüz ve tatlı sözlerle gönülleri alınmalı ve duaları istenmelidir.
Bu genel ziyaret kuralları dışında, hasta ziyareti sırasında uyulması gereken hususlar da vardır ki, bunlar kısaca şöyle özetlenebilir:
1. Peygamber (s.a.v.); “Sizden biriniz hasta ziyaretine gittiğinizde elini onun eli veya alnı üzerine koysun ve ‘nasılsınız?’ diye hatırını sorsun.” [37] buyurmuştur. Bundan anlaşılacağı gibi Rasûlullah (s.a.v.) ziyaretçilerden hasta ile yakından ilgilenilmesini istemiştir.
2. Hastayı yorucu, moralini bozucu söz ve davranışlardan sakınmalıdır. Ziyaret kısa tutulmalı ve doktorunun ziyaretle ilgili tavsiye ve yasaklarına uyulmalı ve bunlar zorlanmamalıdır.
3. Hastaya bir isteği olup olmadığı sorulmalı, gerekirse malî yardımda bulunmalı, kendisine zarar vermeyecekse yiyecek ve diğer hediyeler götürülmeli ve çiçek takdim edilmelidir.
4. Bazı hastalar, özellikle yaşlılar hastalıkları sırasında hep ölümü düşünür, rahatsız olurlar. Böyle kimseleri uygun sözlerle teselli etmek, kendisinin iyi göründüğünü ifade etmek, onunla daha iyi şeyler yapacağını söylemek, ölümün insan için kaçınılmaz bir şey ve Allah (c.c.)’ın emri olduğunu anlatmak, ancak her hastalığın insanın ölüme götürmediğini hatırlatmak faydalı olur.
5. Hastaya dua etmek, sağlık ve şifa dileğinde bulunmak temel ziyaret kuralıdır. Bu konuda Rasûlullah (s.a.v.)’den pek çok hadis rivayet edilmiştir. Abdullah b. Ömer (r.a.)’in rivayetine göre Rasûlullah; “Sizden biri hasta ziyaretine gittiği zaman, ‘Allah’ım, bu kuluna şifa ver’ diye dua etsin!” buyurmuştur. Hz. Aişe (r.a.) de: ‘Rasûlullah (s.a.v.) bir hastayı ziyaret etmeye gittiği zaman, “Bismillah” diyerek, elini hastanın ağrıyan yerine koyar ve “Geçmiş olsun!” buyururdu.’ demiştir.
Hz. Selman (r.a.); Peygamber (s.a.v.) ben hasta iken ziyaretime gelmişti. Çıkarken şöyle buyurdu: “Selman! Allah şifalar versin. Günahını affetsin. Ölünceye kadar bedenine sıhhat, dinine kuvvet versin!” demiştir.
6. Uzaklık ve başka nedenlerle yanına bizzat gidilip hasta ziyaret edilemiyorsa, bir başkası aracılığı ile veya mektup, telefon, faks, internet, gazete ilanı gibi haberleşme araçları ile selam, sağlık ve şifa dileklerinin iletilmesi de güzel bir davranıştır. Sonucu itibariyle bu da ziyaret gibidir.
İslâm dini, kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmek için hayatta olan kardeşlerimizi ziyaret etmeyi emrettiği gibi, gönüllerimizin yumuşaması, ahiret hayatını düşünmemiz ve bir gün aynı noktaya bizim de geleceğimizi unutmamamız ve ebedi âleme göç etmiş kardeşlerimizi, rahmetle anmamız, onlara hayır duasında bulunmamız için kabir ziyaretlerine de büyük önem verir. Çünkü kabir ziyareti, insana ebedi hayatı hatırlatır. Böylece dünya hayatında daha ölçülü olmamızı sağlar. Allah (c.c.) ve Peygamberi (s.a.v.)’nin emir ve yasaklarına uymaya zorlar. Bunun için kabir ziyareti, çok güzel bir ‘otokontrol’ uygulamasıdır.
Dinimiz mescit (cami) ziyaretlerine de büyük önem vermiştir. Allah (c.c.) “Mescitler şüphesiz Allah’ındır!” [38] Ayetiyle camilerin ne kadar önemli ve değerli olduğunu bildirmiştir. Camilerimiz, dünyanın bütün coğrafyalarında onbeş asırlık İslâm Medeniyetinin önemli eğitim, kültür, ahlâk ve sanat ocaklarıdır. Karanlıklar buralardan aydınlanmış, Müslümanlar buralarda olgunlaşmışlardır. Onun için mescitler Müslümanların hayat kaynağı olmuştur. Müslümanlar mescid eğitiminden alınlarında izler taşırlar. Müslüman ile mescit arasında koparılmayacak bir bağ vardır. Bunun içindir ki, bir İslâm beldesine varıldığı ve sefer dönüşü mescitleri ziyaret etmek ve iki rekât namaz kılmak İslâm geleneklerindendir.
Selçuklu ve Osmanlı padişahlarının emrinde o günün en güzel teknolojileri kullanılarak ve insan yeteneklerinin son sınırları zorlanarak yapılan ve bugün bile dünyanın en güzel yapıları durumunda olan üç kıtadaki mescitleri her fırsatta ziyaret etmelidir. Bu eserleri yapanlara, yaptıranlara dua etmeli ve bu eserlerin kıyamete kadar yenileri de eklenerek ayakta kalması için hem dua ve niyazda bulunmalı ve hem de gerekli tedbirlerini almalıyız.
İşte bu saydığımız ameller Allah (c.c.) yolunda dil ile yapılacak cihada bazı örneklerdir. Kuşkusuz dil ile yapılacak cihat sadece bunlara sınırlı kılınmış değildir. Batıl düşünceli kimselere ve bunların propagandacılarına ne şekilde olursa olsun cevap verilmesi, cihadın hangi yönü ve çeşidiyle yapılırsa yapılsın cihattır. Şiirle ve edebiyat ile cihat, ilânlar vermek suretiyle cihat, yazıyla cihat yapıldığı gibi, okuldaki öğretmen, üniversitedeki hoca derslerinde, dükkânındaki esnaf da kendi işi içinde cihadını yürütür. İşçi, arkadaşları arasında yürütür, doktor hastaları arasında yürütür, İşte bütün bunlar ve benzerleri ile dil cihadı en büyük bir düzenle yapılabilir. Davetçi insanlar düşünürlerse, önlerinde buna ilişkin birçok açık kapı ve çalışabilecekleri alanlar görebilirler. Yeter ki hizmeti yüklenebilsin. Her Müslüman kendisini ve elindeki imkânları ve hangi araçlardan yararlanacağını bilir. Önemli olan düşünmemiz, bunu kendimize bir görev olarak benimsememiz, çalışmamız ve samimî olarak Allah (c.c.) için konuya eğilmemizdir. Bütün bunlarda samimiyet ve ihlas şarttır.
e) Radyo, Televizyon ve İnternet Yayınları
Ülkelerimizde halkımıza ulaşacak sayı ve kalitede yeterli televizyon, radyo ve internet yayınlarına sahip isek işte o zaman bizler dil ile cihad noktasında iyi bir durumda olduğumuzu düşünebiliriz. Çünkü bu yayın organları direkt olarak değişik üslûp ve ifade tarzlarıyla batıl düşünceli insanlara gereken cevabı vermektedirler. Sapıklıklar bu imkânlar aracılığıyla açıklanıp, önlenebilir. Doğrudan doğruya bu kötülük kaynakları ve yuvaları ortaya çıkarılabilir, insanlara duyurulabilir. Sapıklıklara anında susturucu cevaplar verilebilir. İyilikler bunlar kanalıyla yayılır ve özendirilir. Yapacağımız tek şey, bunların Müslümanlar tarafından kurulmasını, işletilmesini, sektörde hâkimiyetin sağlanmasını ve hizmetlerin sürekliliğini sağlamaktır.
Şayet mümkünse coğrafi ve sosyal durumuna göre her bir bölgenin bir televizyonu ve radyosu bulunmalıdır. Çünkü gerçekten her bölgenin kendine özgü bir durumu vardır. Bütün yayın organlarının tek bir merkezden yapılması doğru değildir. Bölgesel yayınların çok geniş ve sürekli izleyicileri ve dinleyicileri vardır. İşte bu potansiyel çok iyi değerlendirilmelidir.
[29] Buhari, Cenaiz, 2; Müslim, Selam, 4–6.
[33] Hadislerle Müslümanlık, Y. Kandehlevî, 3/1038.
[36] Y. Kandehlevî, a.g.e. 3/1038.
[38] Cin sûresi, 72/18.
.2. EĞİTİM ve ÖĞRETİM İLE YAPILAN CİHAD
Müslümanların nerede olursa olsun, zamanın hangi diliminde yaşarlarsa yaşasınlar İslâm’ı öğrenmeleri, öğrendiklerini başkalarına da öğretmeleri ve bunları gerek kendi hayatlarında yaşamaları ve gerekse toplum hayatına hâkim hale getirmeleri için yaptıkları bütün eğitim ve öğretim çalışmaları ve bu uğurda bütün harcamaları eğitim ve öğretim ile yapılan cihat demektir.
Bükeyr b. Maruf (r.a.) yoluyla Aklama (r.a.)’dan ‘el Kebîr’ adlı kitabında Taberânî şöyle bir rivayette bulunuyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Şu kavimlere ne oluyor ki, komşularını din bakımından bilgili kılmıyorlar, onlara öğretmiyorlar, onlara öğüt vermiyorlar, onlara emretmiyorlar ve onları (kötülüklerden) sakındırmıyorlar. Yine o kavimlere ne oluyor ki, komşularından öğrenmiyorlar ve onlardan İslâmî bilgiler almıyorlar, vaazlarını dinlemiyorlar. Vallahi diyorum ki, mutlaka komşularını öğretecekler, onları fakih ve anlayışlı kılacaklar, onlara vaaz edecekler, onlara emredecekler ve onları sakındıracaklardır. Aynı zamanda yine (yemin ederek diyorum) mutlaka bir kavim komşularından öğrenecekler, onlardan fıkhı alacaklar, onlardan öğüt alacaklar ve bunu yapmazlarsa kendilerine azap konusunda mutlaka acele edeceğim.” Sonra indi ve bir grup şöyle dedi: Bunlarla kimlerin kast olunduğunu bilir misiniz? Buyurdu ki: “Eş’ariler. Onlar fakih olan bir toplumdurlar. Onların kuyu sahibi ve bedevilerden (göçebe yaşayan) kaba-saba görgüsüz komşuları vardır.” Bu, Eş’arîlere ulaştırıldı. Hemen Rasûlullah (s.a.v.)’a geldiler ve dediler ki: ‘Ya Rasûlallah, Sen bazı kavimleri hayırla anmışsın ve fakat bizi de şer ile anmışsın.
Bizim günahımız nedir ki? Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir toplum ya komşularına öğretir, ya onlara mutlaka öğüt verir, ya onlara kesin emreder ve onları mutlak olarak (kötülüklerden) sakındırır veya bir kavim muhakkak komşularından öğrenir, öğütlenir, onlardan fıkhı alır ya da onlara ceza ve ukubet kesin olarak yakında dünyada gelir.” Dediler ki, ey Allah (c.c.)’ın Rasûlü, bizler kendimizden başkalarına mı vaaz edelim? Rasûlullah (s.a.v.) sözünü aynen onlara iade etti. Onlar da aynen sözlerini şöyle tekrarladılar: Biz mutlaka kendimizden başkasına mı öğüt vereceğiz? Rasûlullah (s.a.v.) aynı şeyi tekrar söyleyince, dediler ki: ‘Bize bir yıl mühlet ver.’ Rasûlullah (s.a.v.) da kendilerine bir yıl mühlet verdi. Bu mühlet içerisinde onları fakih kılacaklar, öğretecekler ve vaaz edecekler (komşularına). Sonra Rasûlullah (s.a.v.) kendilerine şu ayeti okudu: “İsrail oğullarından kâfir olanlar Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet olunmuştur. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı.” [39]
Yine Rabbimiz (c.c.) buyuruyor: “Müminlerin tümünün savaşa çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, savaşa çıktığında, dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde uyarıp-korkutmak için (geride kalabilirler). Umulur ki, onlar da kaçınıp-sakınırlar.” [40]
İmam Gazzalî diyor ki: ‘Mutlaka her bir mescitte ya da ülkenin her bir yerinde bir fakihin-âlimin bulunması vacip-farzdır. Onlara dinlerini öğretmesi için bu gereklidir. Aynı zamanda her bir köy ve kasabada da durum böyledir.
Her bir fakih ya da âlimin, farz-ı ayın olan görevini bitirdikten sonra, farz-ı kifâye olan görevlere yönelmesi de vacip-farzdır. Meselâ çevre köy-kasaba ve şehirleri gidip gezmesi, ister Arap ve ister Acemler ya da başka milletler olsun, hepsini gidip dolaşmaları yahut buralarda da âlimlerin yetiştirilmesi gerekir. Onlara tebliğ yapması icap eder. Onlara dinlerini farzlarını ve şeriatlarını öğretmesi lazımdır. Ancak buralara giderken kendi ihtiyaçlarını da kendisi karşılamalı, gittiği yerlerde başkalarına muhtaç durumda olmamalıdır. Çünkü tebliğci Müslüman bu görevini yaparken herhangi bir zafiyet ve zillet durumunda olmamalıdır.’
[39] Maide sûresi, 5/78-79.
[40] Tevbe sûresi, 9/122.
.2. EĞİTİM ve ÖĞRETİM İLE YAPILAN CİHAD
Müslümanların nerede olursa olsun, zamanın hangi diliminde yaşarlarsa yaşasınlar İslâm’ı öğrenmeleri, öğrendiklerini başkalarına da öğretmeleri ve bunları gerek kendi hayatlarında yaşamaları ve gerekse toplum hayatına hâkim hale getirmeleri için yaptıkları bütün eğitim ve öğretim çalışmaları ve bu uğurda bütün harcamaları eğitim ve öğretim ile yapılan cihat demektir.
Bükeyr b. Maruf (r.a.) yoluyla Aklama (r.a.)’dan ‘el Kebîr’ adlı kitabında Taberânî şöyle bir rivayette bulunuyor: ‘Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
“Şu kavimlere ne oluyor ki, komşularını din bakımından bilgili kılmıyorlar, onlara öğretmiyorlar, onlara öğüt vermiyorlar, onlara emretmiyorlar ve onları (kötülüklerden) sakındırmıyorlar. Yine o kavimlere ne oluyor ki, komşularından öğrenmiyorlar ve onlardan İslâmî bilgiler almıyorlar, vaazlarını dinlemiyorlar. Vallahi diyorum ki, mutlaka komşularını öğretecekler, onları fakih ve anlayışlı kılacaklar, onlara vaaz edecekler, onlara emredecekler ve onları sakındıracaklardır. Aynı zamanda yine (yemin ederek diyorum) mutlaka bir kavim komşularından öğrenecekler, onlardan fıkhı alacaklar, onlardan öğüt alacaklar ve bunu yapmazlarsa kendilerine azap konusunda mutlaka acele edeceğim.” Sonra indi ve bir grup şöyle dedi: Bunlarla kimlerin kast olunduğunu bilir misiniz? Buyurdu ki: “Eş’ariler. Onlar fakih olan bir toplumdurlar. Onların kuyu sahibi ve bedevilerden (göçebe yaşayan) kaba-saba görgüsüz komşuları vardır.” Bu, Eş’arîlere ulaştırıldı. Hemen Rasûlullah (s.a.v.)’a geldiler ve dediler ki: ‘Ya Rasûlallah, Sen bazı kavimleri hayırla anmışsın ve fakat bizi de şer ile anmışsın.
Bizim günahımız nedir ki? Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Bir toplum ya komşularına öğretir, ya onlara mutlaka öğüt verir, ya onlara kesin emreder ve onları mutlak olarak (kötülüklerden) sakındırır veya bir kavim muhakkak komşularından öğrenir, öğütlenir, onlardan fıkhı alır ya da onlara ceza ve ukubet kesin olarak yakında dünyada gelir.” Dediler ki, ey Allah (c.c.)’ın Rasûlü, bizler kendimizden başkalarına mı vaaz edelim? Rasûlullah (s.a.v.) sözünü aynen onlara iade etti. Onlar da aynen sözlerini şöyle tekrarladılar: Biz mutlaka kendimizden başkasına mı öğüt vereceğiz? Rasûlullah (s.a.v.) aynı şeyi tekrar söyleyince, dediler ki: ‘Bize bir yıl mühlet ver.’ Rasûlullah (s.a.v.) da kendilerine bir yıl mühlet verdi. Bu mühlet içerisinde onları fakih kılacaklar, öğretecekler ve vaaz edecekler (komşularına). Sonra Rasûlullah (s.a.v.) kendilerine şu ayeti okudu: “İsrail oğullarından kâfir olanlar Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet olunmuştur. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı.” [39]
Yine Rabbimiz (c.c.) buyuruyor: “Müminlerin tümünün savaşa çıkmaları gerekmez. Öyleyse onlardan her bir topluluktan bir grup, savaşa çıktığında, dinde derin bir kavrayış edinmek ve kavimleri kendilerine geri döndüğünde uyarıp-korkutmak için (geride kalabilirler). Umulur ki, onlar da kaçınıp-sakınırlar.” [40]
İmam Gazzalî diyor ki: ‘Mutlaka her bir mescitte ya da ülkenin her bir yerinde bir fakihin-âlimin bulunması vacip-farzdır. Onlara dinlerini öğretmesi için bu gereklidir. Aynı zamanda her bir köy ve kasabada da durum böyledir.
Her bir fakih ya da âlimin, farz-ı ayın olan görevini bitirdikten sonra, farz-ı kifâye olan görevlere yönelmesi de vacip-farzdır. Meselâ çevre köy-kasaba ve şehirleri gidip gezmesi, ister Arap ve ister Acemler ya da başka milletler olsun, hepsini gidip dolaşmaları yahut buralarda da âlimlerin yetiştirilmesi gerekir. Onlara tebliğ yapması icap eder. Onlara dinlerini farzlarını ve şeriatlarını öğretmesi lazımdır. Ancak buralara giderken kendi ihtiyaçlarını da kendisi karşılamalı, gittiği yerlerde başkalarına muhtaç durumda olmamalıdır. Çünkü tebliğci Müslüman bu görevini yaparken herhangi bir zafiyet ve zillet durumunda olmamalıdır.’
[39] Maide sûresi, 5/78-79.
[40] Tevbe sûresi, 9/122.
.
|
3. EL VE NEFİS İLE CİHAD
Cihat kelimesi mutlak anlamda ifade olununca bu çeşidi akla gelir. Kulaklar bunu duyunca hemen kâfirlere karşı yapılacak silahlı cihat düşünülür. Düşmana ‘daru’l- harp’te hücum edip, saldırmamız, ya da bize saldırmaları halinde, onlara karşı savunmamız akla gelir. Bir de kendi topraklarımızı onlardan temizlememiz düşünülür. Hiç şüphesiz bu, el ile (yani can ile) yapılan cihattır. Yani güç ve silah kullanılarak yapılan cihattır ki, buna sıcak savaş adı verilir. Bu, dışa karşı yapılan bir savaştır. Ancak bunun yanında el ile cihat denilince bu ifadeden daha da kapsamlıdır. Çünkü el ile cihat denilince sadece dıştaki kâfirlere karşı cihat değil, aynı zamanda mürtedlere (Müslüman iken dinden dönenlere), asilere, zalimlere, fasıklara ve İslâm ülkesi aleyhine antlaşmaları bozanlara karşı yapılan cihadın her türlüsü bunun içine girer. Bu, bizzat iç savaş veya ‘dâhilî cihat’ adını alır. Bugün Müslümanların karşı karşıya bulundukları zilletten kurtulmalarının bir tek çaresi vardır. Bu, yeniden cihadı anlamak, ona dönmek ve bu göreve tekrarından sarılmaktır. Biz bu konuyu iki madde veya fıkra halinde sunacağız. İslâm ülkesi içinde el ile cihat ve dışa karşı el ile cihat. Biz bu iki maddeden birincisi üzerinde biraz fazlaca duracağız. İkincisini ise kısa geçeceğiz.
A-DARU’L-İSLÂM’DA (İÇTE) EL VE NEFS İLE CİHAD
İslâm ülkesinde el ve nefis ile yapılan cihat, çeşitlerinin en anlaşılamayanıdır. En çok zor olanıdır. Bunun şekilleriyse pek az anlaşılmaktadır. Bunun içindir ki, çoğunlukla bunun üzerinde durulmamış, birçok âlimler ise ellerini bundan çekmiştir. Birçokları ise konudan uzaklaşmış bulunmaktadırlar. Öyle ki yalancı bir vera’ (takva) ile mesele tatil edilmiştir. Atalete uğratılmıştır.
Kimileri de kara cahilliğiyle, kimi apaçık rezilce bir korkaklıkla bu cihadı bırakmış durumdadırlar. Halbuki bu cihat, bazen farz-ı ayın ve bazen da farz-ı kifaye olmaktadır. Kimi zaman mendup olarak görülmektedir. Bunun atalete uğratılması İslâm topraklarında İslâm’ın itibar ve vakarının zarar görmesine sebep olmuştur. Bozguncuların, heva ve hevesleri doğrultusunda yürüyenlerin hâkimiyetine ve galebe çalmasına kadar işi götürmüştür. Hatta Müslümanlar üzerinde irtidat edenler bile her yerde saldırıya geçmiş bulunmaktadırlar. Bunun içindir ki, bu cihat türünün yeniden hem bilimsel (ilmî) olarak ve hem pratikte uygulanması gerekmektedir. Şayet İslâm’ın bekası isteniyorsa bu, zorunludur. Şimdi biz bunun bazı şekillerini sunmaya çalışacağız.
a) Cenâb-ı Hak buyuruyor: “And olsun, eğer münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve şehirde kışkırtıcılık yapan (yalan haber yayan)lar (bu tutumlarına) bir son vermeyecek olurlarsa gerçekten seni onlara saldırtırız, sonra orada seninle pek az (bir süre) komşu kalabilirler. Lanete uğratılmışlar olarak; nerede ele geçirilseler yakalanırlar ve öldürüldükçe (sürekli) öldürülürler. (Bu), daha önceden gelip-geçenler hakkında (uygulanan) Allah (c.c.)’ın sünnetidir. Allah (c.c.)’ın sünnetinde kesin olarak bir değişiklik bulamazsın!” [41]
“Ey peygamber, kâfirlerle ve münafıklarla cihat et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran!” [42]
Münafıklar, kalplerinde hastalık olanlar, şehirlerde ve Müslümanlar arasında kışkırtıcılık yaparak yalan haber yayanlar, İslâm topraklarında (Daru’l-İslâm’da) olmalarına rağmen bunu yapıyorlarsa, ölümle tehdit edilirler. Çünkü ayet-i kerimenin hükmü açık ve kesindir. Gerçi kimileri şöyle diyor: Onları öldürmek, cezalarını vermek sadece imama yani devlet başkanına aittir.
Biz de deriz ki, evet bu doğrudur. Gerçi konuya ilişkin bilgiyi ileride göreceksiniz. Şayet Müslümanların bir İmamları (Halifeleri) yoksa bunlar da gücü ellerine almışlarsa durum ne olacak? Müslümanlar bunlara mı boyun eğecek? Yoksa bunlarla savaşacak mı? Şayet güçleri varsa bunları öldürecek mi? Eğer güçleri yoksa bunlara hazırlık yapacaklar mı? Bunun için gereken çalışmaları ve hizmetleri yürütecekler mi? Özellikle İslâm, artık yok olmayla karşı karşıya bulunmaktadır, o halde ne yapmak gerekiyor?
Hiç kuşkusuz farz olan durum şudur. Savaşmak için hazırlık yapacaklar, eğer güçleri varsa bunu hemen yerine getirecekler. Eğer güçleri yoksa güç yetirmek için gereken çalışmayı yapmak zorundadırlar, bu, kendilerine farzdır.
b) Müslim, Ubade b. Samit (r.a.)’ten rivayet ediyor. Ubade (r.a.) demiştir ki: ‘Biz Rasûlullah (s.a.v.)’a darlıkta, varlıkta, neşeli ve kederli zamanlarımızda, bize tercih yapıldığında dinleyip itaat etmeye, emirlik hususunda ehil olanla kavga etmemeye ve nerede olursak hakkı söyleyeceğimize, Allah (c.c.) hakkında hiç bir kınayıcının kınamasından korkmayacağımıza bey’at ettik.’
Bir diğer rivayet ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.v.) bizi davet etti. Biz de kendisine bey’at ettik. Bizden aldığı sözler arasında: Neşeli zamanımızda, kederli zamanımızda, darlığımızda, varlığımızda, üzerimize tercih yapıldığında dinleyip itaat etmeye ve emirlik hususunda ehil olanla kavga etmeyeceğimize dair aldığı bey’at da vardı. Ubâde:
Ancak hakkında elinizde Allah (c.c.)’tan bir hüccet bulunan aşikâr bir küfür görürseniz o başka!’ dedi.
Buharî (r.a.) de Enes (r.a.) yoluyla Rasûlullah (s.a.v.)’dan şöyle rivayet ediyor:
“Dinleyin, itaat edin, şayet başınıza tayin edilen vali başı kuru üzüm gibi saçlı, siyah bir köle olsa bile, aranızda Allah (c.c.)’ın kitabını uyguladığı müddetçe..”
Rasûlullah (s.a.v.)’dan rivayet edilmiştir, buyuruyor ki: “Sizin üzerinize bir takım emirler tayin edilecektir. Siz onları tanıyıp itirazda bulunacaksınız. Her kim hoşlanmaz-kabul etmezse kurtulmuştur. Her kim itirazda bulunursa kurtulmuştur. Fakat kim de rıza gösterir ve peşinden giderse..” Bunun üzerine sahabî: Ey Allah (c.c.)’ın Rasûlü, onlarla savaşmayalım mı? Dediler. Rasûlullah (s.a.v.), “Hayır, namaz kıldıkları sürece.” Buyurmuşlardır. [43]
Buna göre idareciler ve hâkimler namaz kılmaz olduklarında, aramızda Allah (c.c.)’ın kitabıyla hüküm vermez olduklarında, bir de küfre davet eder olduklarında, ümmeti kâfir yapma yolunda yürüdüklerinde acaba bunlarla savaşmak caiz midir, değil midir? Emir bu hususta açık ve nass ise gayet sarihtir. Mümin de feraset sahibidir, söylenileni kavrar.
c) Sahih bir hadiste İbn Mesud (r.a.)’un rivayetine göre, Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Önceki ümmetler içerisinden benden önce gönderilen hiç bir peygamber yoktur ki, onlardan havarileri ve sahabesi vardı. Onlar onun sünnetine tutunuyor ve emrine yapışıyorlardı. Daha sonra gelen halefleri ise, yapmadıkları şeyleri söylüyorlar ve emr olunmadıkları şeyleri işliyorlar. Her kim eliyle (güç kullanarak, her türlü silahtan ve güçten yararlanarak) onlarla cihat ederse o mümindir. Her kim onlarla diliyle cihat ederse o mümindir. Her kim kalbiyle onlarla cihat ederse o da mümindir. Artık bunun ötesinde imandan hardal danesi kadar bir şey yoktur.”
Rasûlullah (s.a.v.) genel bir serbestiyle her mümine, kâfirlere karşı eliyle cihada izin vermiştir. Güç kullanabilir demiştir. Nitekim münkerin el ve güç kullanılarak ortadan kaldırılmasına da izin vermişlerdir, bu izin her bir mümin içindir.
“Sizden her kim bir münkeri görürse, derhal eliyle (tüm gücüyle) hemen değiştirsin. Eğer buna güç yetiremezse hemen diliyle önlesin. Şayet buna da güç yetiremezse kalbiyle buğzetsin. Bu sonuncusu ise, imanın en zayıf derecesidir.”
d) Hanefî mezhebi âlimleri derler ki:
Bu konuda ‘Esas şudur; her Müslüman kişi, bir Müslüman’ın zina yaptığını görürse, gören Müslüman’a o kimseyi öldürmesi helâldir... Buna göre: Zulümle büyüklenen, yol kesici olan, (milletten) zorla para alan, bütün zalimler en az bir değerle kıymet taşıyan bir şeyde zulmedenler, tüm büyük günah işleyenler, buna koşanların hepsinin öldürülmeleri mubahtır. Öldürenler ise yaptıklarından ötürü sevap kazanırlar...’
Nasıhî ise, eziyet yapan her eziyetçinin öldürüleceğine ilişkin fetva vermiştir.
‘Vehbaniyye’ adlı kitabın şerhinde ise, ülkeden bunları sürgün etmekle, müfsidlerin ve bozguncuların evlerine hücum etmekle fetva verilmiştir. Aynı zamanda yine bu eserde böylelerinin evlerinden çıkarılmakla, evlerini başlarına yıkmakla ve şarap küplerini kırmakla fetva vermiştir. Yani bunların yapılması bu kimselere karşı mubahtır.
Her bir Müslüman bu görevi, kişi doğrudan doğruya günaha giriştiğinde müdahale etmesi ve gerekeni yapması caizdir.
Biraz önce sunduğumuz bazı ifadeleri İbn Abidîn merhum şerhte şöyle açıklamaktadır:
Zulümde mükabir (büyüklenen): Yani üstün geldiği ve gücü olduğu için zorla ve alenen alan kimse.
Kutta-ı Tarik (Yol kesenler): Adam bir yolculuğa çıkar ve yolda bir yol keseni görse, onu öldürmesi hakkıdır. Gerçi bu yol kesici olan kimse, o kimseye karşı zarar verici bir davranışta bulunmasa da, yolcunun onu öldürme hakkı vardır. Çünkü başkalarını onun şerrinden ve ezasından kurtarması söz konusudur.
Büyük günah işleyenler: Yani fesatçılığı yapan her kimse buna dâhildir. Meselâ sihirbaz, yol kesici, hırsız, oğlancı ve insanlara zarar veren her boğaz sıkan kimse, şayet öldürülmekten başka ıslah çaresi yoksa öldürülebilir.
A’vine: Sanki bu kelime ‘Maîn’ kelimesinin ya da ‘A’van’ kelimesinin çoğulu durumundadır. Aynı zamanda mana itibariyle bu kelimelerin manasınadır. Bundan maksat devlet erkânını ve idarecileri kötülük yapmaya, bozgunculuğa sevk eden, onlara bu yolda önayak olan kimse ya da kimseler demektir.
Nesefî’nin telif ettiği: ‘Ahkâmu’s-Siyase’ adlı risalede deniyor ki: Şeyhu’l-İslâm’a, a’vine’nin, zalimlerin ve yol göstericilerinin fetret dönemlerinde öldürülmesi hakkında sorulmuş ve şu cevabı vermiştir: Bunları öldürmek mubahtır. Çünkü bunlar yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak için çalışıp duruyorlar.
Yine denildiğine göre, gerçekten bu kimseler duraklama dönemlerinde suç işlemiyorlar ve gizleniyorlar, o zaman ne yapılmalı? Demiştir ki, bu onların zorunlu bir duraklamasıdır. Şayet serbest bırakılsalar, fırsat bulsalar hemen aynı şekilde aynı suçları yapmaya koşacaklardır. Nitekim böyle olduğunu da her zaman görmekteyiz.
Demişlerdir ki: Şeyhü’l-İslâm Ebu Şuca’a sorduk, bu durum hakkında şöyle fetva verdiler. ‘Bunların öldürülmesi mubahtır. Öldüren ise sevap kazanır.’
İbn Abidîn (r.a.), Nasihî’nin fetvasına ilave olarak diyor ki: Nasıhî, her eziyet verenin öldürülmesinin vacip olduğunu belirtiyordu. Ola ki, burada vaciplik, imama (devlet başkanına, Halifeye) ya da naibine göredir. Bunların dışındaki yönetici olmayan Müslümanlara ise öldürmek vacip değil, mubahtır.
Yine İbn Abidîn merhum ‘Hücum ile...’ kelimesine şöyle bir ilâvede bulunuyor: ‘Ahkamu’s-siyase’ ve ‘el-Münteka’da demiştir ki: Bir kimsenin evinde çalgı aletlerinin sesini biri duysa, oraya derhal müdahale edebilir. Çünkü adam evinde çalgıyı yüksek sesle çalmakla ve bu sesi çevresine duyurmakla, evini eğlence yeri haline getirmiş ve evinin dokunulmazlığını yitirmiştir. Sadru’ş-şehîd bizim hanefî âlimlerimizden anlattığına göre evinde fısk ve fesadın her türünü alışkanlık haline getiren kimsenin evi başına yıkılır. Öyle ki bozguncuların ve müfsitlerin evlerine baskın yapmakta herhangi bir sakınca yoktur. Nitekim Hz. Ömer (r.a.), evinde nevha yapıp şarkı söyleyen bir kadının evine girer ve o kadını kırbaçla döver, bu esnada üzerinden yüz örtüsü düşmüş. Bunun üzerine kendisine söylenen söylenmiş, o da şöyle demiştir: Bu kadın mademki haramla uğraşıp durmaktadır. Artık bunun mahremliği kalmamıştır. Böylece bu kadını cariyelere katmıştır...
Yine Hz. Ömer (r.a.)’den rivayet olunmaktadır: Kendisi içki içilen bir evi (bugünkü anlamda içkili yeri, şaraphaneleri, meyhaneleri) yaktırmıştır. Saffar ez-Zahid’den gelen rivayete göre, fasıkların evinin yıkımıyla emir verilir.’
Yine İbn Abidin ‘Onu her bir Müslüman yerine getirir...’ ifadesine şu ilaveyi yapmaktadır: Yani gerekli ve vacip olan tazir görevini yerine getirir. Çünkü bu, Allah (c.c.)’ın hakkıdır. Bu, tıpkı münkeri izale etme türünden bir şeydir. Şarî yani kanun koyucu Allah (c.c.) ise, herkesi buna görevli kılmıştır. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.)’ın diliyle şöyle buyrulmuştur:
“Sizden her kim bir münkeri (kötülüğü) görürse, derhal eliyle onu önlesin...”
Ancak had cezaları böyle değildir. Çünkü bunu yüklenme görevi İslâm devlet yetkilisinden başkasına verilmemiştir. Halifeye, naibine ve valilere verilmiştir. Halbuki tazir cezası ise had cezaları gibi değildir. Bu, kazif yani iftira ve benzeri şeylerle kul için vacip olan bir hak olmaktadır. Çünkü işin davaya götürülmesiyle, ancak hâkim gereken cezayı uygular.’
[41] Ahzab sûresi, 33/60-62.
[43] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî.
.
|
|
|
.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|