Değerli okuyucular; Burada yazılan bütün bilgiler “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaât” yaşantısı içerisinde Efendimiz (s.a.v)’in ve Kur’ân-ı Kerîm’in apaçık belirttiği zâhir hakîkatlerin doğru bir şekilde uygulanmasından ve yaşanmasından sonra ancak doğru bir şekilde yol gösterici olabilecektir. Bunların anlaşıldığı zannedilerek kulluğun gerekleri olan tâatten ayrılmakla dalâlet vâdîsine düşülebilir. Bu hakîkatler ve ilâhî bilgiler kıldan ince ve kılıçtan keskin bir sırât-ı müstakimdir. Zâhiri gözardı ederek bâtına geçmek nefse kolaylık vereceğinden herşeyden önce farzların ve sünnetlerin tatbîki şarttır.


 

besmele

 

Ve bu ecilden ona “halîfe” ismini verdi. Çünkü mühür hazîneleri muhafaza ettiği gibi, hálk ettiklerini onunla muhafaza edicidir. Şimdi pâdişâhın mührü onların üzerinde bulundukça, onların açılmasına bir kimse cesâret etmez. Ancak onun izniyle açar. Böyle olunca, âlemin muhafazasında onu halife yaptı. Bundan dolayı kendisinde insan-ı kâmil mevcût oldukça, âlem muhafaza olmaktan zâil olmaz. Onu görmez misin ki, dünyâ hazînelerinden zâil olup kaldırılsa Hak Teâlâ’nın onda muhafaza edeceği bir şey kalmaz. Ve onda olan şey çıkar ve bazısına katılır. Ve iş âhirete nakledilir. Şu halde âhiret hazîneleri üzerine ebedî mühür ile mühürlendi(6).

 

Yâni insan-ı kâmil isimlerin hepsini toplamış olan “Allah” isminin görünme yeri olduğundan dolayı Hak Teâlâ Hazretleri ona “halife” ismini verdi. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de meleklere hitâben “innî câilun fîl ardı halîfeh” ya’nî “muhakkak Ben yeryüzünde bir halîfe kılacağım” (Bakara, 2/30) buyrulmuştur.

 

Çünkü kilitlerin üzerine konulan mühürmumunun üstüne basılan mühür ile hazîneler muhafaza edildiği gibi Hak Teâlâ da, kendisinin isimlerinin görünme yerleri olan hálk ettiklerini insan-ı kâmilin vücûdu ile muhafaza eder. Çünkü mevcût türlerin sûretlerinin devamlılığı, ulûhiyyet hazînelerinden, durmaksızın onlara ulaşan isimlere âit îtâlar ile olur. Eğer bu tecellîler kesilse, âlem sûretleri bir anda buz gibi eriyip mahvolur ve yok olur.

 

Nitekim Hak Teâlâ Kurân-ı Kerîm’de “Ve in min şey’in illâ indenâ hazâinuhu ve mâ nunezziluhû illâ bi kaderin ma’lûm“ ya’nî “Hiçbirşey yoktur ki hazîneleri bizim yanımızda olmasın. Onu ma’lûm bir kader ile indiririz” (Hicr, 15/21) buyurur. Ve bu sûretlerin kemâlât ve eserlerinin devamlılığına sebep olan ilâhi îtâlar ilk önce zamânın vâhidi olan insan-ı kâmilin kalp aynasına inip, daha sonra onun kalbinden âleme yansıma sûretiyle dağıtılır. Ve hakîki pâdişâhın izni olmadıkça, insan-ı kâmilin muhafaza ettiği hazînelerin sırlarına kimse vâkıf olamaz; ve ilâhi hazînelerin tasarrufuna kimse cesâret edemez.

 

Ve “illâ bi iznihi” deki zamîrin insan-ı kâmil’e dönük olması dahi mümkündür. Bu şekilde ma’nâ: “Allah” toplayıcı isminin görünme yeri olan insan-ı kâmilin izni olmadıkça ilâhi îtâların kaynağı olan hazînelerde hiçbir kimse tasarrufa cesâret edemez, demek olur. Ve insan-ı kâmilin ilâhi hazînelerde tasarrufu asâleten değil, hilâfetendir. Çünkü Hak Teâlâ âlemin muhafazası husûsunda insan-ı kâmili halîfe yaptı. Bundan dolayı âlemde insan-ı kâmil mevcût oldukça, o âlem dâimâ muhafazada kalır.

 

Sen görmez misin ki, Zâhir isminin görünme yeri olan olan bu kesîf dünyâ âleminde Hakk’ın açığa çıkma ve açığa çıkarması ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kendisiyle bilmesinden ibâret olan ilk taayyün(celâ) ve isim ve sıfatlarının açığa çıkışıyla olan bilmesinden ibâret olan taayyünü(isticlâsı), son derece kemâle geldikten sonra, insan-ı kâmilin vücûdu zâil ve onun vücûd mührü dünyâ hazînelerinden kaldırıldığı zaman, artık dünyâ hazînelerinde muhafaza edecek bir şey kalmaz.

 

Çünkü zâhir sûretler bozulup harâp olur. Ve Zâhir isminin hükümleri Bâtın isminin sahasına nakil olur. Ve kesîf dünyâ âleminde mevcût olan mâden ve hayvân ve insan ve cinn ve göklerde olan melekler âhiret âlemine ihrac olur ve âlemde toplanır. Nitekim Hak Teâlâ “Ve izel vuhûşu huşiret” yâni “vahşiler toplandığı zaman” (Tekvîr, 81/5) buyurur. Ve toplanma ise her bir şey hakkında geneldir. Bundan dolayı âlemden ihrac olan şeylerin bazısı bazısına katılır. Yâni parçalar kendi asıllarına katılmış olur.

 

Şu halde mâden ve bitki ve hayvân toprağa; ve insan ve cinn ise, kendilerinde üstün gelene göre, ateşe aît parçalar şeytandan ibâret olan ateşe, ve nûra aît parçalar da melekten ibâret olan nûra katılır. Daha sonra nûr insan-ı kâmile katılıp nûrânî âlemde onun mühürleme hakîkati açığa çıkar. Ve insan-ı kâmil görünme yeriyle açığa çıkma işi âhirete nakil olmakla, insan-ı kâmil nûruyla nûra âit âlemin hazînesinin; ve ateşiyle de ateşe âit âlemin hazînesinin, âhiret âlemi üzerine ebedî mühürleme ile mührü olur. Çünkü insan-ı kâmil melek ve şeytanı toplamıştır.

 

Şu kadar ki, şeytan onda tasarruf edemez; belki o şeytanda tasarruf eder. Velâkin noksan insânda şeytan tasarruf eder. Onun için noksan insânda şeytânlık gâlip olunca âhirete naklinde şeytanın aslından olan ateşe katılır. Ve şeytan Celâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Celâli tecellîlerin mahalli ise cehennemdir. Ve Celâli tecellîler elemi gerektirir. Ve eğer nûrluk gâlip olursa âhirete naklinde meleğin aslı olan nûra katılır.

 

Nitekim Hz. Mevlâna Celâleddîn Rûmî (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde buyururlar:

 

Mesnevî:

 

Tercüme: “Diğer bir hamlede beşer mertebesinden ölürüm, melâike mertebesinden kanat ve baş çıkartmak için.”
Ve nûr Cemâl isminin göründüğü yerdir. Âhirette Cemâli tecellîler mahalli ise cennettir. Ve Cemâli tecellîler lezzeti gerektirir. Ve ahîret oluşumunda bunların mahalli ayrı olduğu halde, dünyevî oluşumda bir aradadır. Bundan dolayı gerek mü’minlerin ve gerek kâfirlerin bu âlemde Cemâli ve Celâli tecellîlerden nasîbleri vardır.

 

İşte insan-ı kâmil, dünyâ hazînesi üzerine geçici mühür ile ve âhiret hazînesi üzerinde de ebedî mühür ile mühürlenir. Çünkü onun mühürlenmesi, oluşumun geçiciliğine ve ebediliğine tâbi’dir.

 

 

 

Fususu’l Hikem / Âdem Fassı
Muhiddin İbnü’l Arabi

 

Ahmed Avni Konuk Tercüme ve Şerhi 



.

insanı kamil - Visali Divanı

www.mehmetizzetaslin.com/?pnum=34&pt=insanı%20kamil 
İNSAN-I KAMİL. ZİKRİ: AL
  İNSAN-I KAMİL

 

ZİKRİ:                          ALLAH

 

ALEMİ:                         Tüm alemlerde gereği gibi hareket (tecelliye hakkıyla riayet etmek)

 

Kelime-i Tevhid:            Lâ ilahe illallah muhammeden resulullah

 

Kelime-i Şehadet:          Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu

 

Özel Tevhid Zikri:          Lâ ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehül mülkü ve lehül hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir.

 

Özel Tevhid Zikri:          HU HU ALLAH HU

 

İDRAK AYETİ:               “ve ma erselnake illâ rahmetenlil âlemin (Enbiya/107)

 

Mealen:                      “Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik”

 

İDRAK AYETİ:               “Kul innemâ yuhâ ileyye ennemâ ilahüküm ilahün vahid fehel entüm müslimün”                                    (Enbiya/108)

 

Mealen: “De ki: Bana, sadece sizin ilahınızın yalnızca tek bir ilah olduğu vahiy edilmektedir. Hala boyun  eğip teslim olmuyor musunuz?

 

İDRAK AYETİ: “Ve ma remeyte iz remeyte ve lakinnallahe rema” (Enfal/17)

 

Mealen: “Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı”

 

İDRAK HADİSİ: “Men reani fekad reel Hakk”

 

Mealen:”Beni gören ancak Hakk’ı görmüş olur”

 

İDRAK AYETİ: “Lekad câeküm rasulün min enfüsiküm azizün aleyhi mâ anittüm harisün aleyküm bilmümine rafun rahiym” (Tevbe/128)

 

Mealen: “Yemin olsunki size nefsinizden aziz bir resul geldi, sizin sıkılmanız onun zoruna gider, size çok düşkündür. Müminlere karşı çok şefkatli çok merhametlidir”

 

YAŞANTISI: Daha evvel Hakk’ta ve Hakk’la baki “bakabillah” hükmüyle yaşayan salike, bu mertebede yeni bir elbise giydirilip, tekrar beşeriyet alemine gönderilir.

 

Bu makamda Hz. Ali (kv): “esseyrü anillahi huve’s seyru bir rucu’i fi makami el farki vel cem’i littekmil vel irşad” buyurulmuştur. Yani seyri anillah (Allah’tan seyr) ahadiyet makamından vahidiyet makamına, irşad ve süluku tekmil için cem makamından fark makamına manen nüzul etmektir.

 

Dışı Şeriat-ı ve Sünneti Muhammedi-i, içi Hakikat-i Muhammedi ile bezenmiş olduğu halde halka çok yumuşak ve müşfik bir şekilde yaklaşıp bu özelliklerle davranmaktır.

 

İstidat ve kabiliyetleri olanları ellerinden tutup daha evvelce kendi geçtiği yolları takip ederek Hakk’ın huzuruna çıkarıp Miraç ettirmeye çalışır. Son derece geniş ihatası olan, tüm taayyün mertebelerini bünyesinde bulunduran bir mertebedir. Buradan sonra kişi kemal ehli olup, başkasına ihtiyacı kalmaz. Sözleri genellikle ilhamdır. İstidadı nispetinde son nefesine kadar mertebesini geliştirebilir. Bu mertebenin sonu yoktur.

 

En baştan başlayıp nefs-i emareden yola çıkan salik, nihayet epey uzun çalışma ve gayretlerden sonra Hakk’ın izni ve yol göstericisinin himmetiyle eğer bu mertebeye ulaşabilirse çok değerli bir iş yapmış olur, bu değeri madde aleminin maddi kıymetleri ile ölçmek imkansızdır.

 

“Çık aradan kalsın yaradan” sözleriyle belirtilmek istenen, izafi varlığının yukarıda gösterilen yollardan geçerek, ilahi hüviyete kavuşması neticesinde, zaten Hakk’ın olan varlığını, gerçek hali ile idrak edip bütün varlığında O’nun hareket ettiğini, O’nunla kendinden başka bir şey olmadığını anlayıp bu Hakkani hüviyeti, vasfı ile tekrar kesret alemine dönen kişi, deryaya ulaşan suyun, buhar haline gelip, bulut olup, tekrar yağmur haline gelmesine benzer.

 

O yağmur tanesi sağda solda kalmış yağmur damlaları ile birlikte bir dere oluşturur, dere nehre, nehir tekrar denize ulaşır. Bu böylece devam eder gider. Kim ki bu dönüşümü idrak eder, alemin sırrını çözmüş demektir.

 

İlahi hüviyet ve vasıflarla Zat aleminden beşeriyet alemine dönen ilk yüce insan “İnsan-ı Kamil” Muhammed Aleyhisselamdır. Alemlerde onun özel mertebesine ulaşmanın kimse için yolu yoktur. O’ndan veraset alan İnsan-ı kamillerden sonra bu mertebeye ulaşan kimseler ise Kamil İnsan’lardır.

 

İşte halk içinde bunları tanımak pek mümkün olmaz. Çünkü bütün vasıflarla birlikte olduklarından, belirli vasıfları yoktur. Bu kişileri ancak irfan yoluyla anlamak mümkün olur. Bu kişileri ancak irfan yoluyla anlamak mümkün olur. Kim ki bunları bulur ve uyar işte onlar, azim ve gayret ile zaman içerisinde o kervanda yol alarak menzillerine ulaşabilirler.

 

Bu mertebenin özelliği “Cem ül Cem” yani toplamların toplamıdır. Varlığında “efal” alemi, “esma”alemi, “sıfat” alemi ve “zat” alemi cem edilmiştir.

 

Dışı her ne kadar beşeri sureti görüntüsünde ise de; içi tamamen Hakk’ın tüm mertebelerini ihata etmiş bilinmez bir sır deryasıdır.

 

Hakk onda her mertebeden gerektiği gibi zuhur eder. O da her tecelliye hakkını vermiş olur. O, alemde Hakk’tan başka hiçbir şey müşahede edemez. Her müşahede ettiğinin ilahi hüviyetin kendi mertebesinden Allah ismi camisi ile isim ve sıfatlarının oluşturduğu izafi hüviyetlerden ve tümünün ilahi hüviyeti temsil ettiğinin idrakindedir.

 

Beyazıd-ı Bestaminin dediği “kırk sene varki halk beni kendileriyle ünsiyet eder zannediyor, halbuki ben Hakk ile ünsiyetteyim” sözü ve yaşantısı bu mertebenin halini pek güzel anlatır.

 

Bu mertebenin ehli “nasa akılları düzeyinde hitap ediniz” hadisi şerifinin hükmü ile, karşısına gelen kimse hangi akıl düzeyinde ise onun mertebesini bilir ve o kişiyi o mertebeden hitap eder. Eğer kabiliyetli görürse az daha üst mertebeden hitap ederek oraya doğru yükseltmeğe çalışır. Eğer kabiliyet ve gayret görmezse rengine boyar ve o kişiyi olduğu yerde bırakır.

 

Bu mertebenin ehilleri, “marifetullah” hükmüyle, Allah’ı, Kur’anı ve hadisleri her mertebede idrak eder ve her mertebenin hakkını vererek yaşar. Cami ismiyle toplayıcıdır. Bütün varlığa faydalı ve merhametlidir. O kişi şu ayetteki, “O kendiliğinden konuşmamaktadır, onun konuşması ancak kendisine bildirilen bir vahy iledir” (Necm/3-4) tecellisinin bereketi ile “Makam-ı Muhammed” den aldığı yansıma ve ilahi bir lütuf ile aşağıdaki güzellikler gerçekleşmektedir.

  1. İşte ancak bu sözler gerçek hedefi bulur.
  2. İlgili mahalde “Nuru Muhammediyye” yi parıldatmaya başlar.
  3. Ancak bu sözler kalplere şifa, gönüllere safa, ruhlara beka kazandırır.
  4. Ham meyveyi oldurur, ölmüşü diriltir.
  5. Dünya sarhoşunu ayıltır, ahiret sarhoşunu uyandırır.
  6. Uyuyanı uyandırır, atılı harekete geçirir.
  7. Yolcuyu menzile ulaştırır.
  8. Dargınları barıştırır, aşıkını maşukuna kavuşturur.
  9. Mahcubların perdesini açar.
  10. Ümitsizleri ümitlendirir.
  11. Cehli ilme dönüştürür.
  12. Pulu altın eder.
  13. Kulu sultan, sultanı insan eder.
  14. Sözleri pahası bulunmaz değerlerdir.

 

Bu kimseler ancak “Allah zikri” “Allah muhabbeti” ve “Allah sohbetiyle” huzur bulurlar.

 

İşte gerçekte sadece bunlar “abduhu” ve “resulühu” olarak yaşarlar.

 

Zira bu ehil kimseler;

 

“Bu anda mülk kimindir?” (Gafir/16) sorusuna muhatap olmuşlar ve Allah’ın kendi kendine cevabıyla “(Mülk) Vahid ve Kahhar olan Allah’ındır” (Gafir/16) cevabını idrakle nefislerinde yaşamışlar, tükenip, helak olup bitmişken, Cenab-ı Hakk kendi varlığından, hüviyetinden yeni varlık ve hayat verip “sıbgatullah” a yani “ilahi boya” ya boyamıştır. Böylece içinde ve dışında bulunan sıfatları değişir. Kur’anda şöyle buyrulur:

 

“O gün yer başka bir arz ile, semalarda başka semalar ile değişir. Vahid ve Kahhar sıfatıyla Allah meydana çıkar” (Hicr/48)

 

O kişiye ilahi hüviyetle Hakkani göz, Hakkani kulak ve Hakkani lisan verilir. O’nunla yokluktan varlığa, ayrılığa gelmiş, böylece bütün eşyada lisansız olarak sual-cevaba başlamıştır. Bu uyanıklık ile anlayışı ve bilişi tamdır. Bu hal sadece ilmel yakîn değil, onun üstünde aynel yakîn ve Hakkel yakîn halidir. Bu nedenle bilirki, ilham veren O, irşad eden O, hidayete erdiren O olur. Bu nedenle gerçek kul olup “abduhu” olurlar ve bu uyanıklık ile başkalarınada bu haberleri ulaştırmak için Hz. Resul’ün (sav) verasetiyle adeta “resuluhu” olurlar. Kur’an ve Sünnet-i Muhammedi’den haber verirler. Bu ehil kişi peygamberler varisidir. Hakikat-i Muhammediye’ye vasıl olmuştur.

 

Muhyiddin-i Arabi Hazretleri buyururki; “Bir kemal sahibi “HU” dediğinde, dediği “O” kendisi olur ve izafi kişiliği, izafi hüviyeti tamamiyle ortadan kalkmış olur. Şunu anlarki, bu hal marifetullah sırrındandır, herkes bunu bilmez. Ehlullahdan hiçbir kimse bu hale işaret dahi etmemiştir… ya sırrı açma endişesinden, ya korkudan, yada tehlikeli olduğunu düşündüklerinden… Zira bu halde onu kulun lisanından söyleyen Allahu Tealadır! Buna gizli ifade denirki, manası söyleyende zahir, gayrıda ise gizlidir”

 

Bu halin hakikatini beyan için biraz daha açmak gerek.

 

Kemal sahibi “Hu” dediğinde, o anda kendi varlığını tamamiyle ifna eder…

 

Ölmeden önce öl” hadis-i şerifince varlığını yok etmiş olur ki, bu da ölüm demektir. Yani izafi hüviyetini ilahi hüviyete tamamiyle bağlamış, bütünleştirmiştir. Bu ise irade ile olur. İradi ölümdür. Zahiren ve batınen varlığından eser kalmayıp, başsız ve ayaksız, kimliksiz kendisini “Hu” deryasına bırakır. Böylece boğulup yok olur. Nam ve nişanı kalmaz. Bu devreden sonra kendisi “Hu” olur. Zuhura tüm esma ve sıfatları içeren “Allah” Zati ismiyle çıkar. “Hu” ile deryaya düşen ise deryanın aynı olur. Deryayı “Hu” dan maksat, deryayı “Vahidiyettir”. İlahi aşktır. Mutlak Vücud’tur. Nur deryasıdır. Birlik alemidir.

 

Hazreti Resulullah bizleri irşad için dualarında “Allah’ın beni nur eyle” derlerdi. Zaten nurdu ama bizlere öğretmek için böyle diyordu. Bilinmeli ki kendini “Hu” ya veren “NUR” olur. Arifibillah Zekiye Şamiye (ra) şöyle buyururlardı

 

                        Nefsinden kurtulur “Hu” olursun

 

                        Sıfatlarından kurtulur “NUR” olursun

 

 

 

Nefsin asli hakikatini idrak ile birimsel nefsinden kurtulup, onu ilahi hüviyetin vasıflarıyla donatmakla “Hu” ve “NUR” olursun buyurmuşlardır. İkisinde bir hakikatin farklı iki yüzüdür. “Hu” ile kastedilen “Allah’ın Zatı” dır. Cümle varlık Hakkın, “Ben” kelimesiyle kasdettiğim varlık dahi Hakkındır, diye idrak edip bütün varlığı kendide dahil olmak üzere Zat deryasına bırakır. “Hu” olup, “NUR” olup arınır temizlenirler.

 

“Hu” ismine devam edenlere bilmek gereklidir ki, “Hu” dan maksad ifade ettiği müsemmadır.

 

“Hu” dediği zaman ne isim, ne resim, ne zaman, ne mekan, nede nişan dahi kalmayıp; “Zatı Hu” da cümle varlığı ve haliyle kendini yok edip, abdin lisanından “Hu” diyeni “Hu” olarak bırakması gerekmektedir. Beyt:

 

                        Evvel ve ahir ne ki var Hu imiş

 

                        Batın ve zahir ne ki var HU imiş

 

 

 

Anlatılmak istenen mana hasıl olduktan sonra, “abd”, kul adı altında ister “Hu” desin, ister ”ben” desin, ister biz desin ister onlar desin mana hep aynıdır; murad O’nun Zatıdır.

 

“Hu” ya ilahi hüviyete ulaşan, ilahi hüviyetin temsilleri olan “Kur’an” ve “Hakikati Muhammedi” den, dolayısıyla Sünneti Muhammedi’dende haber vermiş olurlar. Zira Zatın abd’ı ve Zatın habercisi olmuş olurlar.

 

Akla gelen şudur ki, kul Hakkı “tekvin” etmiş olur. “Hu” dediği zamanda; sözde, halk tekvini gelir. Bunun hakikati şudur ki …”Hu” diyen kimse, eğer mürşid-i kamile yetişip kamil olmuş değilse, burada hata yapabilir. Yani salik, irfan yolcusu, mürşid-i kamil elinden aşk badesini içip, fenafillah hasıl olmamışsa “Hu” dediği zamanda, kendi zannı ve tasavvuru, itikadı ve takyidi üzere Hakkı tahayyül ve tasavvur eder, çünkü Zat-ı Mutlak’a ermemiştir. Böylecede kendi tasavvuruna göre Hakkı sınırlar ve kayd altına alır. Dolayısıyla “Hu” yu tekvin ve icad etmiş olur. Bundan sonrada kendi peydah etmiş olduğu halika ibadet etmiş olur. Gerçek Zat’a değil, Allah’a değil. Asıl kemal odur ki, kul “Hu” dediğinde tamamiyle varlığından soyunup, mahv olup fena bula, izafi benliği ilahi benlikle, hüviyette yokola. Sonra bir itikad, zan, kayd tahsisi ile kendini bağlamayıp, yönlerden hususi bir yön ile bağlamaya… ancak bunlardan sonra, mutlak rabbül erbaba bağlanmış olur ve ibadete başlar. Aksi halde, kendi zannında yaratmış olduğu mabuduna ibadet etmiş olur. O zaman Kur’andan şu ayetin sınırlarına girmiş olur: “Hevasını ilah edineni gördün mü?” (Casiye/23) Bunu çok iyi düşünmek gerekir.

 

Kamil insanlar kelime-i tevhidi her mertebede ve her mertebenin hakkını vererek söylerler, gerçek tevhid ehli bunlardır. Tevhidi tüm mertebelere yaymak için şu özel tevhidi vird edinirler.

 

“La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh lehûl mülkü lehûl hamdü ve hüve ala külli şey’in kadir”

 

İlahi hüviyeti ile Allah’ın şeriki olmadığını ilan ederler. Tüm mülkünü, alemlerin ilahi hüviyeti ile tüm mertebelerden geçerek zuhura çıkarttığını ve bu nedenlerden dolayıda gerçek hamd edilecek başka bir varlık olmadığını ilan ederler. O öldürüp hayat verir. Kendi ilahi hüviyeti ile ezeli ve ebedi “hayy” olduğu, kendisi için ölümün söz konusu olmadığını ve ilahi hüviyetiyle Allah’ın her şeye kadir olduğunu idrak ederler.

 

Bu mertebeye gelen kişi Fatiha’nın yaşantısını en iyi şekilde idrak edendir. Fatiha’nın iki vechi vardır:

 

Bir kulluk “makam-ı abdiyyet”

 

Diğeri ilahlık “makam-ı uluhiyet”

 

İki yönünü birlikte idrak edip, analiz-sentez ile yaşama sokmak Kamil insana has bir oluşumdur.

 

Gerçek Hamd’ı ancak Hakk ve Hakk ehli yapar. Fatiha ümmeti Muhammed’e büyük bir lütuf ve hibedir.

 

“Biz seni alemlere rahmet olarak gönderdik” hükmünün tecellisi risalet menbası Hz. Muhammed (sav) Efendimizin mübarek gönlünden o kişilere sirayet ettiğinden, işte o kişiler alemlere rahmet olurlar.

 

Allah’ın muradı, hem dünya hemde ahiret aleminde bu rahmetin tamam olmasıdır. Bu nedenle Peygamber Efendimiz’e alemlere rahmet olarak gönderildiği bildirildikten hemen sonraki ayette emredilerek;

 

“De ki: Bana ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. Hala (Müslüman) teslim olmayacak mısınız?” denilerek ilahi rahmetin, tek ilah olan Allah’a varlığını teslim etmesiyle gerçekleşeceğini vurgulamıştır.

 

Teslim olup Müslüman olarak ölmek, hem dünya, hemde ahiret rahmeti için gerçek dayanak olarak belirtilmiştir. İşte bu nedenle Peygamber Efendimiz: “La ilahe illallah benim kalemdir. Oraya giren kurtulur” buyurmuştur. Ayrıca Allah Zati kelamında “La ilahe illallah işte Ben O’yum” buyurarak bu gerçeği belirtmiştir.

 

İşte bu nedenlerle kamil insanlarda alemlere rahmet olurlar. Çünkü gönüllerinde “Hakikati Muhammedi” nin nuru, zahirlerinde de “Şeriat-ı Muahmmedi” nin şerefini taşırlar. Cenabı Hakk bunların sırrı ve hakikatleri cihetinden halkı aleme rahmet eder, fakat alem halkı bu rahmetin nerden geldiğini idrak edemezler.

 

İşte yukarıda kendi izafi hüviyetini ilahi hüviyete katıp, “Hu” ya eren ve “NUR” olup Allah’ın ahlakıyla, Kur’an ahlakıyla ahlaklanan kamil insandan her zuhura çıkan Allah’ın bir muradı olmuş olur. “Attığın zaman sen atmadın ancak Allah attı” ilahi hükmü bu kimselerin yaşantısını ne kadar güzel ne kadar açık olarak anlatmaktadır. “İzafi varlık ve hüviyetleri” iflas etmiş yerini “Hakk varlığı ve hüviyeti” istila etmiş, sırayet etmiş olan güzel inanlardan zuhura gelen her şey, Halık’ın bir fiili hükmüne dönüşmüştür.

 

İşte bu “Hakkani hüviyetiyle” kendisinde Zat, hem Zati hemde sıfati ve esmai tecellilerini zuhura getirip fiile döndürmektedir.

 

İşte bu nedenle Miraç’ta bu gerçeği idrak eden Peygamber Efendimiz “Beni gören Hakkı görmüş olur” gerçeğini ifade ederek bizlerede bu yolu açmış olmaktadır. Bu muazzam sırrı ifşa ederek ne büyük bir irfan hazinesi insanlığa hibe ettiği tartışılmaz.

 

Bu hakikatlerin bir zerresi insana ulaşırsa, o insan baştan aşağı sarsılır, çöker yere yığılır, yanar kül olur, savrulur.

 

Sonra tekrar zerreleri toplanır, yeni bir yapılanma ile kendine gelmeğe başlar ve gerçek Hakkani hali zuhur etmeğe başladığında kendini başka bir eda, başka bir safa, başka bir vefa, başka bir biçimde, başka bir manada, başka bir alem içre, başka bir yapıda bulur. Ve o yüce Peygamberden kendine ulaşan ilahi hüviyetinden gelen tecelli bereketiyle, “cübbemin içinde Hakk’tan başka bir şey yok” “her ne yana eğilsem, her şey ol yana eğilir” “bana bakan ancak Hakkı görmüş olur” ve benzeri sözleri demeye başlar.

 

Her ne kadar zahir ehli için bu sözler geçersiz isede, “Hakikat-i Muhammediye’ye ulaşmış kutlu kimseler için geçerlidir. Bu halleri ancak yaşayan bilir. Rivayet ve nakil bilgisi değildir. Müşahede ve Vehbi ilimdir.

 

Bu nedenle bu kişiler kelime-i tevhid’i ve kelime-i şehadeti tüm geçirdiği mertebelerin tüm bilgilerini müşahedeli olarak, büyük bir idrakle söylerler ve yaşarlar.

 

Şeriat-ı ve Sünnet-i Muhammediyye’yi temsil eden şeriat, tarikat, hakikat ve marifet mertebelerini haklarını vererek müşahedeli bir biçimde yaşarlar. Bu nedenle kemal ehlidirler.

 

Bu mertebeye eren kişinin iki vechi (yönü) vardır. Biri halka diğeri Hakk’a bakar. Nerede, nasıl gerekiyorsa o vechiyle görünür. Halkı ve Hakkı bünyesinde cem etmiştir. O’nu tanımak ve anlamak cidden çok zordur.

 

Kamil insan tüm mertebeleri cem ettiğinden ve Hakk’ın zuhur mahalli olduğundan O’nda tüm tecelliler hakkıyla açığa çıkar. Tecelli-i Zat, Tecelli-i Sıfat, Tecelli-i Esma, Tecelli-i Efal kemaliyle O’nda zuhura çıkar.

 

Bu mertebenin başka bir özelliğide “Peygamberin ahlakıyla ahlaklanın” hadisi hükmüyle Resulullah’ın ahlakı ile bezenmiş olduğu halde yaşayışı, beşeri yaşamın icapları içerisinde Hakk’ın bir yaşam tarzıdır.

 

Kur’anı Kerim de O’nun ahlakı övülmüş ve “Ve Muhakkakki Sen pek büyük bir ahlak üzerindesin” (Kalem/4) buyurulmuştur.

 

Allah’ın ahlakı: Celal ve Cemal sıfatlarıyla her mertebede o mertebenin gereği olan adaleti yerine getirmektir

 

Hz. Peygamberin ahlakı ise daha ziyade belirgin olarak merhamet üzeredir. Müminlere karşı merhametlidir.

 

“Size nefsinizden peygamber gönderildi, müminlere çok düşkün, şefkatli ve merhametlidir” (Tevbe/128)

 

Tevhid-i Zat mertebesi talim edildikten sonra, kişiye beşeriyet elbisesi giydirilerek “efal” yani beşeriyet alemine Hakkani vasıflarıyla gönderilir. İşte burada o kişi etrafına çok müşfik ve merhametli davranır. Bu da Hz. Peygamber’in bariz ahlakından o kişiye yansımasıdır. Nefsi arınıp temizlenmiş, peygamber ahlakını, Kur’an ahlakını yansıtacak düzeye gelmiş ve bu ahlak yaşanır hale gelmiştir.

 

Hz. Aişe (ra) validemiz Peygamberimizin ahlakı sorulduğunda “O’nun ahlakı Kur’an ahlakıydı” diye buyurmuştur. Meseleye bu yönlede baktığımızda Kur’an Zat olduğuna ve Zat bütün mertebeleri kuşattığına göre, demek ki aynı zamanda Efal, Esma, Sıfat, Zat ve İnsan-ı Kamil mertebelerinin gereği ne ise onu ortaya getirmesi Hz. Resulullah’ın geniş manadaki ahlakı olmaktadır. Zahirde Şeriat-ı Muhammedi batında Hakikati Muhammedi hükümleri geçerli olmuş olur. Bu zatlar dışta halk ile içte Hakk iledir. Halkın ve Hakkın hüviyetlerini yakinen bildiklerinden her mevcuda yerli yerince hakkını verirler. Bu kişileri tanımak zordur, gerçek irfan ehli, vasıl kimseler bunlardır.

 

Halkta Hakk’ı, Hakk’ta halkı müşahede ederler. Bir başka ifadeyle kesrette vahdet, vahdette kesret yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu en güzel şekilde yaşarlar. İlmi Zatta kesretin aynı vahdet, vahdetin aynı kesret olduğunu “Muhammedi Şuhud” ile bilirler. Daha evvelce “ehli sünnet vel cemaat” yolunu sadece şekil ve suret halinde zahirde yaşarken, bu defa “ehli sünnet vel cemaat” yolunu batını ile birlikte yaşarlar ki gerçek “İslamiyet” ve “Marifetullah” yaşamı budur.

 

Ahadiyet üzerine İzzet perdesi çekilmiştir. Bu perde ebediyen kalkmaz. Cenab-ı Hakkı ahadiyetinde kendinden gayrı gören yoktur. Çünkü hakayık, bu rüyete tahammül edemez. En mükemmel mahluk olan insan-ı kamil bile ahadiyet üzerine değil, vahidiyet üzerine mahluktur. Makam-ı ahadiyet, mutlak üzere olup gına makamıdır. Manayı ahadiyet insan-ı kamil hakkında sahih olmaz. İnsan-ı kamil vahid-i zamandır. İlahi hüviyeti vahidiyet üzerine taşır. Buna binaen kuvve-i vahdaniyet kuvve-i ahadiyete mukabil gelemez. Vahid dahi ahadiyete göre noksandır. Zira Ahadiyeti Zatı hüviyet için Zatiyyedir. Vahdaniyet ise Ahadiyet için bir isimdir. Bu nedenle ahad ile tenzihte gelmiştir. Ahadiyet mevcut üzere itlak olunmuştur. Bu itibarla ahadiyet tüm mevcudata saridir, sırayet etmiştir demektir. Ahadiyetin cem-i mevcudata sereyanı öyle bir şekilde vaki olmuştur ki, halk bunu tam manasıyla idrak edemez. Sadece Cenab-ı Hakkın dilediği kimseler bu sereyana agahtır. Bu özelliği ise Kur’anda: “Rabbin ancak kendisine ibadet edilmesini kaza eylemiştir” (İsra/23) ayetiyle bildirmiştir. Mabud olan sırr-ı matlubdurki sırrı ahadiyetten ibarettir. Özetle mabud olan Rabdır, Allahu Teala ise umumu camidir. Buna binaen Cenab-ı Hakk “Rabbine ibadette hiçbir şeyi O’na ortak koşmasın”(Kehf/110) buyurmuştur. Çünkü ahad şirki kabul etmez. Ahad kendi Amâ mertebesinde daima baki ve zevalden münezzehtir. Gerçek tenzihte bu mertebeye racidir. Bu makamda tecelli ebediyen sahih olmaz. Onun için bu makamın hüviyeti daima örtülü ve mechuldür. Bu nedenle hüviyet gaybı adı verilmiştir. “Künhü zatını idrak edemedik” buyurulmasıda bu makam içindir.

 

İnsan-ı kamil; mutlak-mukayyet, cisim-ruh, mana-hakikat, zahir-batın, ilahi-kevni her şeye Zati bir beraberlik ile eşlik eden kimsedir. O her şeyle Zatı ile beraberdir. Herhangi bir şeye nispet olunan her durum, o şeyde taayyünü açısından onun vasfıdır. Taayyünsüzlüğü açısından ise, onun hiçbir hasebi, ismi, sıfatı, hükmü, nispeti, eseri ve teessürü yoktur.

 

Ne vakit abd, kendi nefsini Rabbinin huzurunda kendinden atar yani Hakka teslim ederse ve Rabbinin kapısı önünde fakr ve zillet ile olursa, varlığını teslim ederse o kimse şüphesiz merhumdur. Allah’a fakr ile teslim olan ise izzet ile kaimdir. Abd zillet izhar edecek olursa aslına rücu etmiş tekebbür eylerse kendi aslından çıkmış olur. Kendi aslından çıkan kimse nefsine zulmetmiş, kendini zahmete, yorgunluğa terk eylemiş olur.

 

İnsanın Hakkı tevhid etmesi üç kısımdır:

  1. Tevhid-i ilmidir.
  2. Tevhid-i halidir.
  3. Tevhidi-i ilmü ledünni hakikidir.

 

1-) İlmi evvel tevhid-i delildir. Bu tevhid avama, zahiri alimlere mahsustur.

 

2-) Tevhid-i halidir: Bu dahi Hakk Tealanın senin zatın olmaktan ibarettir. Yani sen “O” olmaktır. Sende sen olmak değildir. ”Attığın zaman sen atmadın Allah attı” (Enfal/17) ayetinin sırrıyla tahakkuk eylemekten ibarettir.

 

3-) Tevhid-i halinden sonra olan ikinci ilimdir. Bunuda tevhid-i müşahede denilir. Bunun sırrı eşyayı ilahi vahdaniyetle müşahede eylemek “BİR” den başka bir şey görmemektir. “Vahdet-i şuhud” ve “Vahdet-i Vücud” ilmidir.

 

İnsan-ı kamil, ilahi suret yani ilahi isim ve sıfatlar üzerine mahluktur, taayyün suretidir; Zat isminin görünme yeridir. Cismaniyeti ve hakikati üzere “Allah” ismi camisinin mazharıdır, gölgesidir. Bundan dolayı İnsan-ı Kamil’den “Allah” toplayıcı isminin hükümleri ve eserleri açığa çıkar. İnsan-ı Kamil’in Hakk’a benzeyişinin sırrı budur. Bu benzerlik, Mutlak benzeyiş değil, kayıtlı bir benzeyiştir. Mutlak oluş, uluhiyeti Zatına mahsustur. Peygamber Efendimiz (sav); “Künhü Zatını idrak edemedik” diyerek bu özelliği de vurgulamıştır.

 

Hakiki İnsan-ı Kamil Peygamber Efendimiz (sav) dir. O, asaleten insanı kamil olup, varisleri vekaleten insanı kamildir. Efendimiz (sav) şöyle buyurdu:

 

-       Allahü Teala Adem’i Rahman sureti üzerine yarattı

 

Diğer bir hadisinde ise;

 

-       Allahü Teala Adem’i kendi sureti üzerine yarattı.

 

Bunun oluşu şöyledir:

 

Alahü Teala diridir, Alimdir, güçlüdür, diler, işitir, görür, konuşur. İnsan dahi aynıdır. O da diridir, alimdir… Sonra; İnsan Yüce Allah’ın hüviyetini hüviyeti ile; benliğini benliği ile; Zatını zatı ile; külliyetini külliyeti ile şümuluni şümulu ile; hususiyetini hususiyeti ile karşılar.

 

İnsanı kamil, Zat’a bağlı ilahi isim ve sıfatları Hakk etmiştir. Onun bu Hakk edişi, asalet ve mülk yolu ile böyledir.

 

İnsan-ı Kamil’in Hakka karşı misali aynadır ki; Bir şahıs aynaya baktığı zaman, onda ancak kendi suretini görür, yoksa kendi suretini görmesi mümkün olmaz. “İnsan-ı Kamil” olmasaydı, Allah ismi aynasında kendi suretini görürdü. Zira Allah ismi kendisine bir aynadır. “İnsan-ı Kamil” dahi yüce Hakkın aynasıdır. Yüce Hakk dahi aynen İnsan-ı Kamil’in aynasıdır. Yüce Hak, kendi Zatına vacip kıldı ki; isimleri ve sıfatları ancak “İnsan-ı Kamil” de görüle.

 

“La ilahe illallah” fenayı, “Muhammeden Resulullah” bekayı oluşturur. Birlikte toplanıp, fena-bekabillahı tek bir noktada, Ahadiyeti Zatta toplar. Hüviyet gaybı olan bu nokta sırrı-Zatı oluşturur. Bu nedenle hüviyet gaybı, Mutlak Zat tam manasıyla idrak edilemez. Hz. Resulullah (sav) “Künhü Zatını idrak edemedik” buyurarak bu mertebeyi belirtmiştir. Bu noktadan, Mutlak Zattan olan tecelliler “Allah” ismi camisi ile taayyün eder. Hüviyet gaybından, Zatı Nefsinden oluşan tüm izafi hüviyetler kendi mertebelerinde Allah ismi camisinin toplandığı ilahi isim terkiplerinden oluşur. “Hu Hu Allah Hu” zikri Tek Ve BİR Vücudda, hüviyette; Allah ismi ile zuhura çıkan isimleri ile müşahede edilir, idrak edilir. Bu tek vücud-hüviyet evveli, ahiri, zahiri ve batını tek bir “Zat noktası” nda toplar. Hüviyetler gaybden şehadete taayyün mertebelerinde zuhura çıkan Allah isminin, tüm ilahi isim ve sıfatların, şehadet edilmesinden ibarettir. İnsanı kamil, “Abduhu ve resuluhu” ünvanıyla en kemalli zuhurudur Hakkın. Bu nedenle Hz. Resul (sav) “Beni gören Hakkı görmüştür” buyurmuştur.

 

Hz. resulün nefsini temsil eden hüviyeti Hakkın Zatı Nefsinden halkedilmiş olup, Zati hüviyetin aynasıdır. Bu nedenle “abduhu” ve “resuluhu” dur. “Hu” dan ibaret “Nur” deryasında hakikati ile “Allah” isminin, vücudu ile “Rahman” isminin mazharıdır.

 

Nübüvvetin batını velayetir ki “lâ ilahe illallah” tır. Nübüvvetin zahiri “muhammeden resulullah” tır. Bu ikisi cemul-cem mertebesinde birleşir. Ahadiyeti Zatın Mazharı Muhammedi ile açığa çıkışıdır. “La ilahe illallah”  feyzi akdesten Ahadiyeti Zat kaynaklanır, kalbi işletir. “Muhammeden Resulullah” feyzi mukaddestir. Şeriat, tarikat feyzi mukaddes olup, zahirdir. Hakikat, marifet feyzi akdestir, batındır. Hakikati Muhammedi tüm bunları içeren hakikattir. Feyzi akdesten gelen tevhid, ilmi ledün, ilahi esrar ve marifetlerdir. Feyzi mukaddes Hakikati Muhammediden zuhura çıkan bu marifetlere ilişkin şeriati Muhammediyedir. Tüm bu hakikatlerin merkezi hakikat-i insaniyemiz olan nefs-i natıka olup, aslı bakidir.

 

İnsan-ı kamil Rabbülalemini “hüve” ile bilip ve onu ancak Allah’a raci kılıp vahdeti vücuda ulaşıp masiva görmezler. Sadece Hakkı müşahede ederler. Bu nedenle Hz. Ali (keremallahu vechehu) “Görmediğim Allah’a ibadet etmem” buyurmuştur.

 

Her birimsel nefsin ilahi hüviyetten hissesini yansıttığını idrak eden arifibillah her nefse Hakk ettiği değeri ve Hakk ettiği kazanımları yerli yerince verir. Bu makamda Muhyiddin-i Arabi Hz. (ks) şöyle buyurmuştur. “Gönlüm bir ceylana mera, ruhbana manastır, mümine Kabe, ehline Kuran olmuştur”. Arifibillah “Allah” ismi camisinin varisi olarak, her nefse Allah isminin içindeki diğer ilahi isimleri sunmada son derece cömerttir. Bu nedenle “alemlere rahmet” olmaktadır.    

 

Allah lafzının sonunda ki “he” yani “Hu” nun “hüviyeti mutlaka” olduğunu ve kendi hüviyetlerinin bü hüviyetin kendi mertebelerinde izafi ve itibari hüviyetler olduğunun idrakine vararak, kelime-i tevhidi ve kelime-i şehadeti müşahedeli ve kemal özelliklerle zikrederler.

 

Bu mertebenin sahipleri, “Hüviyet-i Mutlaka” dan buldukları kendi gerçek hüviyetleri ile yaşarlar, diğerleri gibi zanni ve hayali hüviyetleri ile değil.

 

Kendilerine verilen bir Hakkani elbise ile halkın arasına Hakk ile dönerek bulundukları yerde “mertebe-i Muhammediye” nin temsilcileri olurlar.

 

İnsan-ı Kamil mertebesi, Mutlak Vücud’un en son tecellisi ve mazharlarda zuhuru bakımından en son libasıdır (örtüsüdür).

 

Şehadet aleminden ibaret olan cismani, “Misal” ve melekler aleminden ibaret olan nurani alemleri, “Ruhlar aleminden” ibaret olan ruhani “İlim alemi” nden ibaret olan “ilm-i ilahi”, “ayan-ı sabite” ve “vahdet” mertebelerini “izafi yokluk ve zulmet” mertebelerini dahi kendinde toplayan bir mertebedir.

 

Mutlak Vücud, bütün ilahi sıfat ve isimleri ile şehadet alemi her ne kadar ilahi isimlerin hüküm ve eserlerinin zuhuruna müsait bir “ayna” gibi isede, tam cilalı ve parlak bir ayna değildir. Adem’in yaratılması, zuhuru ile alem, cilalı ve parlak bir ayna durumuna gelmiştir.

 

Alemin özü olan ve kendinden önceki mertebeleri kendinde toplayan Adem de Hakk, kendi suretini yani sıfat ve isimlerini en mükemmel şekilde müşahede eder. Fakat bu müşahede, uzaktan ve kendi vücudunun dışında bulunan bir şeye bakış gibi düşünülmemelidir.

 

Zira bütün mertebeler Mutlak Vücud’un ilahi hüviyetiyle her mevcudun izafi hüviyete bürünmesinden başka bir şey değildir. Her bir mertebede tecelli eden ve zuhur eden de bu Vücuddur, ilahi hüviyettir. Bunu idrak ettiğinde Hz. Ali (kv) Efendimizin bir kuyuya giderek, içine “Hu” diye ses verdiği, kuyununda bu sesin yankısıyla tüm alemlere “Hu” sesini yaydığı rivayet edilir. Ayrıca Hz. Ali (kv) Efendimiz: “Ya Hu, Ya men Hu, Hüvellahüllezi lâ ilahe illa hu” zikri ile dua etmiştir. Bunun nedenini soranlara bu zikri ism-i azam olduğunu ifade etmiştir.

 

Yukarıda bahsedilen müşahede Hakk’ın bütün zerrelerde zatı ile zuhur ve huzuru ile vuku bulan “zevki” ve “vicdani” bir müşahededir.

 

Allah her zerrede, Zatıyla kaim, Vücuduyla mevcut, sıfatıyla muhit ve tecelli, esmasıyla malum ve tecelli, kudretiyle fail, fiiliyle zahir, eserleriyle meşhud ve batını ile sırdır.

 

İnsan-ı Kamil bütün ilahi isimlerden ibaret olan “ilahi sureti-hüviyeti” kabüle müsait taayyüne sahiptir. “İlahi emanet” i taşımaya ehil olarak yaratılmıştır, zuhura getirilmiştir. Kendisinde ilahi sıfat ve isimlerin hükümleri fiilen zahir olur. Diğer insanlardan ise, bu ilahi sıfatların hükümleri kısmen zahir olur.

 

Allah’ın şehadet alemindeki tecellisi, sıfatları, isimleri ve fiilleri iledir.

 

İnsan-ı Kamil bütün alemlerin hülasası olduğu için O’nda “Zati tecelli” ile beraber, sıfatlar, isimler ve fiillerin tecellileri toplanmıştır.

 

İnsan-ı Kamil mertebesindeki kemal ve zuhur diğer mertebelerde müşahede edilmez. Her mertebede mertebenin istidat, kabiliyet ve özellikleri kadar müşahede edilir.

 

Varlıkların her biri “ilahi nur” un aynası olmakla beraber, “cihanı gösteren kadeh ve alemi gösteren ayna” “Adem” yani insan-ı kamildir. Onda ilahi sıfatların nurları tamamiyle zahir olmuştur. Nur, kendi cemal ve celalini “İnsan-ı Kamil” de görmüştür.

 

İnsan-ı Kamil’e yukarıda zikredilenlerden başka daha birçok isim verilmiştir. O’na “Zıll-i ilah (İlah’ın gölgesi)”, “Zıll-i memdud (yayılmış gölge)” ve “zıllullah (Allah’ın gölgesi)” isimleride verilmiştir.

 

Hz. Mevlana (ks) mesnevisinde “Tanrı’ya kul olan hakikatte Tanrı gölgesidir. O, bu alemden ölmüş, Tanrı ile dirilmiştir” diyerek, Tanrı gölgesi (Saye-i Yezdan) tabirini “kul” hakkında kullanmıştır ki, İnsan-ı Kamil ile aynı manadadır.

 

Nefs, Şehadet aleminden Zata doğru manevi uruç (yükseliş) suretiyle aslına ve menşeine dönmüş olur. İnsan bu mertebeleri ve bunların birbirlerine nispetle durumlarını müşahe eder ve bilir. Nefs-i Natıka aracılığı ile insan şu ilme ulaşır:

 

Şehadet aleminde algılanan her bir mevcud, “misal” ve “hayal” mertebesinde mevcud olan latif bir varlığın suretidir;

 

Bunlar ise;

 

“misal” ve “hayal” “nur alemi” nin suretidir. ”nurlar” ise “ruh alemi” nin suretidir; “ruhlar” ise “ayan-ı sabite” suretleridir; “ayan-ı sabite” ise “ilmi ilahi” suretleridir; “İlmi ilahi” ise “genel vücud tecellisi” olan nefesi rahman ile vücud bulan İlmi Zatta mevcudların vücud bulmasıdır.

 

İnsan-ı kamilin hüviyetinde tüm bu mertebeler cem edilmiştir.

 

Böylece irfan yolcusu salik, nefsinde cümle esma-i ilahiyenin eser ve hükümleri zuhur ettiğinde, o hakikatiyle Hakk, suret ve zahiriyle halk olur.

 

Kendisinde Hakk’ın bütün mertebelerinin ahkamı toplanmış olduğundan o sureti ilahiyye üzere bütün halka Rahman olmuş olur. Zira İnsan-ı Kamil zahiri ve batını ile halka rahmettir.

 

Muhiyiddin-i Arabi bu makamda; Kalbim her surete bürünür oldu. Bir ceylan mera, bir ruhbana manastır, putlara ev, tavaf edene Kabe, Kur’anın bir mushafı oldu”buyurmuştur.

 

Ayrıca Arifi Rabbani Hz. Ali (kv) “Devan sendedir bilmezsin. Hastalığın sendendir görmezsin. Kendini küçük bir cürüm zannedersin. Senin içinde büyük bir alem gizlidir. Sen harfleriyle gizli olanın ortaya çıktığı kitab-ı mübinsin” buyurmuşlardır.

 

Fatiha’yı şerif bu mertebenin suresi olup, Kur’anın özetini temsil eder. Fatihayı şerifin iki yönü vardır.

  1. Makam-ı abdiyet
  2. Makam-ı uluhiyet

 

Bu iki yönünü birleştirip, tevhid ederek yaşama adapte etmek Kamil insana mahsus bir özelliktir. Fatiha’nın çok değerli tefsirleri vardır. Hatta Hz. Ali (kv) Efendimiz: “Fatiha’dan yetmiş deve yükü kitap yazardım” buyurarak, Fatiha’nın esrarından bahsetmişlerdir. Biz sadece konumuz olan tevhid açısından bu iki yönü birleştiren önemli bir husus üzerinde kısaca duracağız.

 

“Bismillahirrahmanirrahim” in “B” sinin altındaki nokta, hüviyet gaybını, hüviyet-i mutlakayı temsil etmektedir. “B” harfinden sonra, ilahi Zat Allah ismi ile Uluhiyeti Zat mertebesine tenezzül ederek uluhiyetini ilan etmektedir. Allah ismi bilindiği üzere tüm ilahi isim ve sıfatlar bir mertebe daha tenezzül ederek zuhura çıkmaya başlamıştır. Rahim mertebesinde ise efal aleminde bu isim ve sıfatlar yürürlüğe girmektedirler. İsim ve sıfatların faaliyete geçmesi, alemlerin zuhura çıkması demektir. Alemlerin zuhurunu Allah Rab ismi ile Zatına bağlamış. Zatı ve alemlerini yani isim ve sıfatlarını “Elhamdülillahirrabbilalemiyn” ayetiyle bir bütünlüğe kavuşturmuş ve tevhid edip Zatında toplamıştır. Bu nedenle, Zatı, isim ve sıfatları ile “Hamd” Allah’a mahsustur. Alemlerde Kendisinden başka bir şey olmadığı için, tek hamd edilecek, hamda layık O vardır. Başka bir şey yoktur ki hamd edilsin.

 

“Elhamdülillahirrabbilalemiyn” ile Zatını ve alemleri bir potada birleştiren Allah, tekrar Rahman mertebesinde isim ve sıfatlarını yürürlüğe koymuş, Rahim mertebesinde de faaliyete geçirmiştir. Bu Zatının “Errahmanirrahim” ayetiyle anlatılmaktadır. İlahi isim ve sıfatlarının faaliyete geçmesiyle, tüm alemlerde; her mertebede, her an kendi emri olan “din” in hükümlerini yürürlüğe sokmaktadır. Bu nedenle her gün, her an dinin maliki ve hükümranıdır, tek sahibidir. Bu özelliğine “Maliki yevmiddin” ayetiyle açıklamıştır. Mademki Dinin ve alemlerin tek ve bir sahibi olan Allah’tır. Tüm mevcudlar ve mevcudları oluşturup, onları kapsayan ilahi isim ve sıfatlar Allah’ın Zatına dönerek, asıllarına rücu ederek, yalnız Zatına kulluk ettiklerini ve Zatından yardım dilediklerini ikrar etmek zorunda kalmaktadırlar. Varlıklarının devamı bunlara bağlıdır. Bunu ise “İyya kenabudu ve iyye kenestain”ayetiyle Zata sunarlar. Zatla, isim ve sıfatlarının ortak olarak tevhid edildiği mertebedir. Sonra mevcudlar, ve onları oluşturup kapsayan isim ve sıfatlar Zatından isteklerini dile getirmektedirler. Bunlarda Sıratı müstekimde olan bir hidayet “İhdinassıratel müstakim”ve nimet verdiklerinin yoluna “Sıratellezine enamte aleyhim” gazaba ve dalalete uğramışların yoluna değil.”Gayril mağdubi aleyhim veladdâlliyn” denilerek isim ve sıfatlar dolayısıyla mevcutlar taleplerini dile getirmektedirler. AMİN

 

İşte alemlerde Zatından ve O’nun bağıntılarından olan isim ve sıfatlarından başka bir şey yoktur. Kişi Fatiha’yı bu bilinçle okuyarak ”Vahdette kesret ile Kesrette vahdeti” müşahede eder. Fatiha’sı bir tevhid bayrağı açmış olur. Bununda özü “La ilahe illallah muhammeden resulullah” tır.

 

Bu nedenle Peygamber Efendimiz (sav): “Fatihasız namaz olmaz” buyurmuşlardır. Zira namaz (salat) bir tevhid eylemidir. Namazdaki Fatiha, kısaca belirttiğimiz bu hususiyetleri ile ilahi hüviyeti bize sunmakta ve “Vahdette kesret-Kesrette vahdet” özellikleri ile uluhiyeti bize en güzel şekilde özetlemektedir. Namazda ahadiyeti-i Zata yani Kabe’ye yönelen kişinin Fatiha dahil bütün okuduğu sure ve dualar O’nun tevhidini bize anlatmaktadır. Nefs-i natıka bu tevhid ile aslı olan Allah’ın nuru ve Kur’anın sırrı makamına erişmektedir. İşte namaz nefsi aslına ulaştıran, bütün ibadetler içinde bulunduran bir ibadettir. Bu nedenlerle “namaz müminin miracıdır” buyurulmuştur. Zira nefs-i natıka bu tevhid eylemiyle, her namazda miraç yoluna çıkmakta, Allah ile kendi kelamı olan Kur’an aracılığı ile sohbet etmektedir. “Ne var alemde o var Adem’de” tasavvuf kuralı gereğince önce kendi varlığında, sonrada alemlerde bu okuduğu Kur’anla bütünleşmekte, böylece hem kendi varlığına hemde alemlere zekatını manen ödemektedir. Namaz kılan hangi mertebede ise, alt mertebelerde olanlara zekatını manen sunmaktadır. Tüm bu mertebelerde kendi nefside dahil tevhidi ilan etmektedir. Bunu bu idrakle yapanlar ise kamil insanlardır. İşte bu özellikleri ile de halka ve alemlere rahmettirler. Tabidir ki Fatiha’nın çok açıklamaları vardır. Hepsi güzeldir ve yerli yerindedir. Biz özetle Fatiha’ya tevhid açısından bakmak istedik. Kamil insanların “Salatün daimun”hükmünce daim namaz halinde oldukları göz önünde bulundurulacak olursa, tüm yaşamlarının “Fatiha” yani “Kur’an” yaşamı olduğu kolaylıkla anlaşılacaktır.

 

İslam içinde, şeriat-ı Muhammedi bünyesinde şeriat, tarikat, hakikat, marifet mertebeleri bulunur. Her mertebe kendi gerçeğinde haktır, gerçektir. Ancak en kemalli hali tüm bunları insanın nefsinde cem etmesi; cem-ül cem ve Ahadiyetül Cem mertebesinden yani zirveden bir bakışla şeriat-ı Muhammediyi sırrı ve batını olan Hakikati Muhammedi ile birlikte yaşamak ve hal haline getirmektir. Bunuda özetleyecek olursak;

 

“BİL, BUL, UY; YAŞA, OL, OLDUR” sözünü hayata geçirmek, bu hal ile yaşamaktır.

 

Allah’ın bu yaşamı hal edinmek isteyenlere, gayret gösterenlere yardımcı olmasını, eksiklerini ilim ve ilham ile tamamlamasını ve hale yansıtmayı kolaylaştırmasını niyaz ederim. AMİN

 

Rabbi yessir ve lâ tuassir Rabbi temim bil hayr.

 

Rabbena atina fiddünya haseneten vefil ahireti haseneten ve kına azabennar. AMİN

 

                                                                       Mevlana Celaleddin-i Hadi

 

                                                                                  (20.04.2013)

 

 

 

 HAKİKAT-İ AMENTÜ ESRARI

 

 

 

Amentü bihi: elhamdü lillâhi ellezi, amentü bilhüviyetil mutlakati vegaybilgubi ve hakayiğil hakkiyeti ve noktayi latayyün ve noktayı sırrı künhizatiye. Bu sırlara gayben ve ilmen iman ettim bilvahtedil vücudiye. Amentü billahi: elhamdü lillâhillezi biuluhiyeti mutlakati ve kesretil esmaiye ve muhitatizzatiye. Bu sırlara enfusuafakta aynel yakın ve hakkel yakın iman ettim bilvahdetil vücudiye veş şuhudiye. Ve melaiketihi: Suphanellezi amentü bimelaiketihi elletihiye kuva-ül ulviye ve sultanil hakkiye ve kuvaüssuvariye likesretil esmaiye ve kuveüssufliye limuhıtatuzzatiye. Bu sırlara enfüsü afakta aynel yakın ve hakkel yakın iman ettim bilvahdetil vücudiye veşşuhudiye. Vekütübihi: Suphanellezi amentü bikütübihilleti hiye kelimatil ulviye ve sultanül hakkiye ve kelimatil nuriye lisaltanatil halkiye ve
kelimatussuriye likesretil esmaiye ve kelimatussufliye elmuhitetuzzatiye. Verüsilihi: Suphanellezi amentü birüsülihi elleti biyeyüpasümelebisühü bilibasi envarîssıfatiye ve envarilsemaiye yedunennase fiasrihi, minhükmül mudilliilâhükmil hadi biemrillahi tealâ resulüne el Mustafa ve seyyidülembiya vehâtemil embiyai yübasü melabisen bilibasi sultanil hakkiye velibasî kesretil esmaiye ve bilibasi muhitatizzatiye rahmeten lilalemin yedussakaleyn minhökmülmudilli ilâhökmül hadi bilemrilahitaala veyerelaşikine velarifine fimirati kalbihi eluluhiyeti mutlaka. Bu sırlara enfüsü afakta aynel yakın ve hakkel yakın iman ettim bilvehdetil vücudiye ve şuhudiye. Ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahitealâ: Suphanellezi amentü kazai velkaderi velkazaü hükmün ilmiyyün filezel elleti elayanis sabiteti maşemmet rayhatel vücudi, el ilmü tabiun lilmalum Velmalümü hakikata enfasina. Bu sırlara gaybenilmen iman ettim bilvahdetil vücudiye içmalen ve tafsilen. Kale rabbüna: elestü birabbiküm nahnü kulna; bela ya Rabbena yani matatlubü minna saîden evşakiyyen ünasen evzükuren evganiyen ev fakiren halkan evhulkan bilisanirruhi fimakamil ferdiyeti yatlubü enfüsüna bihasebil istida dıvel gabiliyeti Bu sırlara ensüfü afakta aynel yakîn ve hakkel yakîn iman ettim bilvahdetil vücudiye ve şuhudiye.

 

                                                     Hacı Bekir Sıdkı Visali Halıcıoğlu (ks)

 

 

 

EMANETULLAH MAZHARINDAN KELİME-İ TEVHİD KASİDESİ

 

Kur’an-ı Kerim’de buyurdu Lâ ilâhe illellah
Fa'lem ennehu Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Otuz üç yerinde cehri Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Âlemlerin bidayeti menşei Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Hazreti hamsin devvari Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
İman-ı kâmil: ilk nefesi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Cennet-i âlâ anahtarı: Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Kalblerin ilk kapıcısı Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Kâinat kapısı Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Mir'at-ı Muhammed nurundan Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Cemâlullah zatın bul Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Emaneti ile mazharı Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Kalu belâ tasdiki: Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Telkin-i esrarı mebde-i Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Venefehtu fihimin ruhi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
İlmullah hazinesi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
İradullah zuhuru Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Kudretullah tasarruf i Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Hakikati esma merkezi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Hakikat-ı eşya ezkeri Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Bütün âlemler tevhidi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Melekler raksa girdi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Enbiya Evliya kelamı Lâ ilâhe illelah Muhammedün Resûlullah
Mürşidler telkini zatı Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Ey Ruhi sen dahi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
İhvanlarla her nefesi Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Mafevkinden aldığı üzere Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah
Her an oku vuslatı bul Lâ ilâhe illellah Muhammedün Resûlullah

 

Hz. Mehmet Ruhi Akhan (ks)

 

Bismîllahirrahmanirrahîm

 


Bir vücuddur cümle eşya ayn-ı eşyadır Huda
Hep hüviyyetdir görünen yok Hudadan mâ-ada

 

Lîk vardır ol vücudun zâhiri vü bâtını
Pes bu hey’etle olur ol evvel ü âhır ana

 

İtibarîdir vücuda evvel ü âhır demek
Bir ahaddır ol ayın kim ibtida-vü-intiha

 

Evvel âhır farz edersen böyledir bu yoksa ki
İbtidasız intihasız böyledir bu sır şehâ

 

Ayn olan şeyde ne mümkin evvel ü âhır demek
Şâhid-i kâfi kelâm-ı Hakdaki lafz u edâ

 

Bir vücudun bâtınıdır ol kadîm-î ruh-u Hak
Hep tecelli-i Hudadır hâdis olan zâhirâ

 

Bâtın-ı âlem teneffüs etmek ister zâhirâ
Müstetir olan hakayık ta ki ola âşinâ

 

Cân-ı âlemden takaza kopdu zâtı aşkına
Ekmel-i sûretde geydi hüsnünü seyr ede tâ

Lâ-cerem düşdü sefer bu iktiza olan tamâm 
(Kenz-i Mahfi) feth olup mekşuf ola sırr-ı âmâ

 

Geldik imdi zât-ı Hakk kim bâtın-ı âlemdurur
(Kenz-i Mahfi) sini seyret gör nice eyler küşâ

 

 

 

                                                      Hz. Sunullah Gaybi Baba (ks)

 

 

 

 

 

 İster isen bulasın cânânı sen

 

 

 

İster isen bulasın cânânı sen
Gayre bakma sende iste sende bul
Kendi mir'atında gözle anı sen
Gayre bakma sende iste sende bul

 

 

 

Her sıfât kim sende var izle anı
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı
İrişince zâtına özle anı
Gayre bakma sende iste sende bul

 

 

 

Kenz-i mahfî âşikâr hep sendedir
Yaz u kış leyl ü nehâr hep sendedir
İki âlemde ne var hep sendedir
Gayre bakma sende iste sende bul

 

 

 

"Men aref" sırrına ir ko gafleti
Gör ne remz eyler bu insân sûreti
Haşr ü neşr ile tamu'yu cenneti
Gayre bakma sende iste sende bul

 

 

 

Haşr-i sûrî hâlin inkâr eyleme
Gülşen iken yerini nâr eyleme
Enfüs ü âfâkı bil âr eyleme
Gayre bakma sende iste sende bul

 

 

 

Zât-ı Hakk'ı anla zâtındır senin
Hem sıfâtı hep sıfâtındır senin
Sen seni bilmek necâtındır senin
Gayre bakma sende iste sende bul

 

 

Sûreti terk eyle mânâ bulagör
Ko sıfâtı bahr-i zâta dalagör
Ey Niyâzî şark u garba dolagör
Gayre bakma sende iste sende bul

..


Kamil İnsan - Şemsettin KESER - İskenderun Mevlana Vakfı

www.mevlanavakfi.co


.
Kamil İnsan - Şemsettin KESER

Hazret-i Pîr'in kıyamete kadar değeri düşmeyecek eseri Mesnevi-i Şerif'i "Dinle Neyden" diye başlar. "Ney'"den murad kâmil insandır. Kâmil insan her yönüyle örnek insan demektir. Hak yolunda yürüyen insanları dört kısma ayırırlar. Birinci kısım; mahcub (perdeli) insanlardır ki bunlar yaratıcının zatını bilemezler. Sıfatlarının zuhuru olan eserlere bakarak Allah (c. c.) hakkında bilgi edinebilirler. İkinci kısım insanlar "arif" tabir edilen insanlardır. Bunlar sıfatı zatıyla kaim ve zatı, sıfatı ile zahir müşahede ederler. Üçüncü kısım insanlar "müstağrak" denilen insanlardır. Bunlar Allah'ın sıfatlarını da, eserlerini de görmezler. Birlik makamında mahvü müstağraktır. Dördüncü kısım insanlar "Kâmil insanlar" dır. Sıfatları zatı ile ve zatı sıfatları ile görürler. 

Ney (Kâmil insan-Veliler-Şeyh) dinin özüdür. Bunlar Peygamber varisleri olup, dinimizle alakalı hakikatleri bu insanların dükkanlarında bulabiliriz. Peygamberlik (Nübüvvet) Efendimiz (s.a.v.) ile sona erdi ve dinî kurallar (şeriat) en mükemmel surette kitap halinde belirlendi. Hak tealanın ilmi sadece Kur'an-ı kerim değildir. Çünkü "denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa Allah (c.c.)'ın ilmini yazmakla bitiremez denmektedir. Kur'an-ı Kerim birkaç şişe mürekkeple yazıp bitirilebilir. O halde Hakk'ın ilmini sadece Kur'an ile sınırlandırmak doğru değildir. Musa (a.s.) azim Peygamber iken Hızır (a.s.)'ın yaptığı işlerin hikmetine vakıf olamamıştır. Bu hadise Hz. Musa için eksiklik veya Hızır (a.s.) için üstünlük şeklinde telakki edilmemelidir. Cenab-ı Hakk (c.c.) insanları uyarmak, bilgilendirmek amacıyla sürekli Peygamberler göndermiştir. Peygamber kimdir? İnsan cinsinden bir varlıktır. Ancak özel olarak yetiştirilmiştir. Peygamber makamına varis olan veliler ve Şeyh Efendiler de özel olarak hazırlanmış insanlardır. Bu noktada şu kelam-ı kibar söylenebilir: "Muhammed (s.a.v.) de bir beşerdir. Ama diğer beşerler gibi değil. Belki O, taşlar arasında yakut (elmas) taşı gibidir." Değerli olan (elmas-yakut vs.) gibi maddelere de "taş" derler. Değersiz olan çakıllara vs. de "taş" tabir ederler. Söylenişte ikisini de aynı kelimede ifade ederler ama kıymette hiç aynı olur mu? Olmaz. 

Hz. Mevlâna "Allah adamı" diye tabir edeceğimiz mürşidi- şeyhi kâmil insanı anlatırken, insanların yanılgıya düşmemeleri için örnekler verir. "Şîr" Arapça'da iki manaya gelir. Aslan ve Süt. Yazıda aynı olan bu iki şey manada aynı mıdır? Değil. Aynı çiçekten beslenen iki cins arı aynı gıdayı alırlar ama biri bu gıdayı bal haline getirir diğeri ise zehir. Aynı bataklıktan beslenen iki cins kamış, büyüyünce birisi şeker kamışı olur diğerinin içi boş kalır. * Bu nedenle veliler ile diğer insanlar aynı değildir. Aynı gören göz şaşıdır. Gerçeği göremez. Peki mademki Allah adamları farklıdır, niçin insan cinsinden gelmiştir? Sorusunu cahiliye arapları da sormuştur. Cenab-ı Peygamber için "Bunun yerine bir melek gönderilseydi ya" demişlerdir. Buna cevap olarak çeşitli şeyler söylenebilir. Ancak her cins ancak kendi cinsiyle ülfet eder. Hz. Ali (r.a.) zamanında bir kadın koşarak huzura gelir ve feryat eder. "gitti ciğer parem ey Emir, gitti" der. Ağlayan kadını susturup ne olduğunu sorarlar. Kadın, Hz. Ali (r.a)'a emekleme çağındaki çocuğunun bir evin çatısına çıktığını ve çatının ucuna kadar gittiğini, ve çağırmalarına rağmen gelmediğini söyleyince, Hz. Ali (r.a) o evin bulunduğu yere gelir ve durumu görür. Hz. Emir aynı yaşta başka bir çocuğu alır evin üzerine çıkarır. Çatı ucundaki çocuk, kendisiyle aynı yaştaki çocuğu görünce hemen emekleyerek onun yanına gelir ve çocuğu kurtarırlar. Bu hikayeden maksat, insan ancak kendi cinsiyle mutlu olur. Bu nedenle Yüce yaratanımız bize lütfetmiş ve merhameten Peygamberini insan cinsinden göndermiştir. İnsan ancak kendi cinsini dinler. 

İnsanlar velileri kendi nefisleri ile kıyas ettikleri için yoldan çıkmışlardır. Bu sebeple, Allah'ın seçkin kullarından pek az kimse haberdar olabildi. Allah yerin ve göğün nurudur. Ay ve yıldızlar ışığını güneşten alırlar. Onlar müstakilen ışık kaynağı değildirler. Ancak güneşin yansımasıdırlar. İşte ancak Peygamberler Hakk'ın nurunu yansıtma kabiliyetine sahiptir. Peygamber (s.a.v)'den bu ışığı (Nur'u) ancak veliler alabilir. İnsanlar da bu Nur'u velilerden alabilir. Kalbinde ışık sahibi olan insan ancak hakikati görebilir. Bunun için ayet, insanlara değil de iman etmiş olanlara hitap etmektedir. "Ey, İman edenler, salihlerle beraber olunuz" "salih" kimdir? Hz. Mevlana Efendimizin bahsettiği "Ney" gibi olan mürşittir. Mürşidin bedeni Hakk nurunun lambasının konulduğu yer (mişkattir) Bu bedende bulunan kalpte Hakk'ın nuru ışıldar. 

Kâmil insanın varlık nedeni nedir? 

Çeşitli yönlerden izah etmek gerekirse: 

1-) İnsanın ve alemin yaratılması ile alakalı olan bir hadis-i kutsîdir. "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim, insanları seyredilmeyi istedim alemleri yarattım." Cenab-ı Hakk en güzel varlıktır. Dünyadaki güzellikler onun güzelliğinin zerre ile ifade edilemeyecek bir yansımasıdır. Güzel olanlar güzelliğini aynadan seyretmekten haz duyarlar ve "güzel" olduğunun yüzlerine ifade edilmesinden hoşlanırlar. Bu iki duygudan daha fazla zevk veren duygu yoktur. Bu nedenle yaratıcımız güzelliğinin bilinmesini farkedilmesini ve övülmesini istemektedir. 

İşte yaratıcıyı hakiki manada bilen, onu layıkıyla övebilecek olan, kâmil insandır. 

2-) Cenab-ı Hakk, en güzel ahlakların sahibidir. Bir usta sanatının devamını ister. Veya bir baba evladının da kendi gibi güzel huylu, kaabiliyetli olmasını ister. Yani kendinde var olanı evladında veya yetiştirdiklerinde gördüğü vakit, bundan sevinç duyar. Yaratıcımız bu duyguyu da istemiştir. Yarattığı eserinde, (insanda) sahip olduğu güzel ahlakın izlerini görmek ister. İşte kâmil insan, Allah (c.c.) ahlakını en fazla taşıyan insandır. 

Kâmil insanın iki yüzü vardır. Allah'a dönmüş olan yüzü ile insanlara dönmüş olan yüzü. Diğer bir tabirle Hakk ile ve halk ile münasebetleri vardır. 



"Sağ elimi kaldırdım 
Sol elimi daldırdım 
Dilim kalbe indirdim 
Döndüm mevlana gibi"
 


Dizlerde olduğu gibi, kâmil insan bir elini Hakk'a kaldırır ve yaratıcıdan ister, Hakk'ın kendisine lütfettiği feyzi, bereket, ışık v.s. diğer eli ile halka dağıtır. Kâmil insan mum gibidir. Etrafı aydınlatırken kendini bitirir. 

3-) Kâmil insan, insandaki manevi hastalıkları gideren bir tabibdir. Manevi hastalıklar kalbîdir. (Hırs, şöhret, şehvet, hased, kin, garaz, hiddet, cimrilik v.s.) gibi menfi duygular gerçekte beden şehrimize hakim olabilecek duygulardır. Bu hastalıklar kalbimzide olduğu müddetçe bizim hakikati görmemiz mümkün değildir. Perde olan bu engellerin, yakılması veya yırtılması gerekir. Bu noktada kâmil insan yardıma yetişir. Hakk'ın kendisine verdiği manevi imkanla (sohbet, nazar, gönlüne girme, v.s.) bu hastalıklar tedavi edilir. "Nefs-i emmareyi" de pîr'in mürşidin gölgesinden başka hiçbir şey öldürmez. Ey Hakk talibi; o nefsi öldürenin eteğini sıkı tut. Mürşidin eteğini sıkı tutmak, ondan ayrılmamak, Allah'ın sana manevi bir lûtfu, bir yardımıdır. Sana ne güç, ne kuvvet gelirse onun çekişinden gelir. Kendine velilerin kalbinde yer edin ki; sırları belirtmek için onlar sana Utarit yıldızı gibi gönül defterini açsınlar. 

4-) Nerede manen çıplak bir yoksul görürsen bil ki; o zavallı kâmil insandan kaçmış, ondan uzak düşmüştür. Şunu iyi bil ki; bu kirli dünyada iken kim kendisine yol gösterecek kâmil insandan kaçarsa o; devletten, mutluluktan kaçmış demektir. Meşhur bir alim, düzenlenecek bir sempozyuma konuşmacı olarak çağrılır. Bastırılan davet evrakında sempozyuma katılacak konuşmacıların listesine bakar ki; kendi ismi listenin en sonuna yazılmış. Feryadı basar: "Ben en sona yazılacak adam mıyım ?" 

Bu davranışı nasıl izah edelim ? Eğer "âlimlik" bilgi yüklenmesi ise Kur'an'da belirtilen "kitap yüklü merkepler" tarifine uygun gelir. Öğrendiği dinî ilimlerin hiç biri kendi nefsini alçaltma duygusunu verememiş bir adam "âdem" olabilme yolunda değildir. Belki bu sohbetten önce "şeriat nedir, Kur'an nedir, Hakk'ı bilme ve bulma noktasında nereye kadar gelebilirler ?" konuları konuşulsa olay biraz daha netleşirdi. Malum; gıda çocuğun gelişmesine göre verilir. Süt çocuğu süt içer, emekleme çağındaki mama yer ve sonra büyüklerin gıdasına geçilir. Yetişkinin gıdası süt çocuğuna yedirilirse çocuk zarar görür. Eksiklikler bize ait olmak üzere söz hem az hem öz olmak gerektir vesselam. 



*Bu yer yediği posa olarak kendisinden ayrılır. Öbürü yer, yedikleri bütün ilahî nûr olur. Başka birisi yer, yediği şeyler cimrilik, çekemezlik huylarını meydana getirir. Başka birisi yer, yediklerinden Hakk'ın, hakikatin nûru husûle gelir. İmanlı kişi feyizli, ekime müsait tertemiz bir tarlaya benzer. İmansız ise, çorak hiçbir şey bitirmeyen kötü bir arazidir. İmanlı melek gibi masumdur. İmansız ise, şeytan ve canavar misalidir. Acı suyun da, tatlı suyun da berraklığı, duruluğu aynıdır. Şunu iyi bil ki, tatlı suyu acı sudan ayırt edecek kişi ancak zavk sahibi olan, onu tadabilen kişidir.

 

 

Diğer makaleler

Tasavvuf

Bediüzzaman'ın "İnsan-ı Kâmil" Odaklı Ahlâk Projesi

Prof. Dr. Said Gazzavî
AddThis Sharing Buttons
30 9

 

İnsan-ı kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, islâm, ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakk'ı sevip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemalullah da -kulluğunu onlara bağlamama kaydıyla- bu mübarek düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir.

Çalışmamıza başlarken "Mefâtîhu'n-Nur" adlı kitabını, Bediüzzaman'ın engin ve zengin dünyasına yelken açmak isteyenler için istılahî bir kaynak ve referans maksadıyla kaleme alan merhum Ferîd el-Ensarî'nin ruhunu rahmetle yâd ediyoruz. Merhum bu kitabında, Bediüzzaman Hazretleri'nin ıslah projesinin odak noktası olması ve konuyu ele alan diğer yaklaşımlara farklı, yeni ve orijinal açılımlar getirmesinden dolayı "insanlık" terimi üzerinde hassasiyetle durmuştur. Merhumun da dediği gibi, Bediüzzaman Hazretleri'nin Kur'ân-ı Kerîm'i bütün yön ve derinlikleriyle inceleyerek "insan" kavramından istinbat ettiği/geliştirdiği bu terim, ondan bizlere nakledilen konuların arasında en lâtiflerinden birini teşkil etmektedir. Zîrâ onun bu terime getirdiği açılımları ve keşfettiği mânâları bir başkasında göremeyebiliriz. Şöyle diyor Bediüzzaman Hazretleri: "İnsanlık denilen, bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kasîde-i manzûme-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi çekirdek-misâl bir mucize-i kudret-i bâhire ve emanet-i kübrâyı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvük eden ve melâikeye karşı rüçhaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilâfet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zayıf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve mânâsız karmakarışık çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir." (Bkz. Sözler, 23. Söz, s. 341)

Risale-i Nur düşüncesinde, insaniyetin hareket noktasını oluşturan ve onu besleyen "insan konusu"nu araştırırken, Cenâb-ı Hakk'ın, insanın ruhunun arşına yükselip elde etmesi için var ettiği yükseliş ve hilâfet makamları arasında yüce bir mertebe olduğunu keşfettim ve fikrimi insan-i kâmil kavramı üzerinde yoğunlaştırdım. Hattâ merhum Ensarî'nin, Said-i Nursi'nin ahlâk projesi üzerinde çalışan muhakkik ve müdakkik araştırmacıları, konuyu etüt etmeye ve Risale-i Nur'un ıslah projesiyle ilişkisini incelemeye davet ettiğini gördüm. 

Bediüzzaman Hazretleri'nin tarifine göre insan-i kâmil, "tahkîkî iman üzerine kâim/mebnî kutsî marifet denizine dalarak velayet makamını elde etmiş Müslüman"dır.

Yukarıdaki tarif, kendisinin de belirttiği gibi, Ensarî'nin, Said-i Nursi'ye ait farklı metinlerden süzüp sentezleyerek formüle ettiği bir tanımdır. Söz konusu metinlerden biri şudur: "Seyr ü sülûk-i kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı mâneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; hakikî mü'min ve tam bir Müslüman olmak; yalnız sûrî değil, belki hakikat-ı îmanı ve hakikat-ı İslâm'ı kazanmak; şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelâline abd olmak, muhatab olmak, dost olmak, halil olmak, âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdemin melâikeye rüchaniyetini isbat etmek, şeriatın îmanî, amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir." (Mektûbât, 29. Mektup, s. 514)

İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın tedbir ve kudretiyle yarattığı, yeryüzü hilâfeti için hazırladığı, onu onurlandırmak ve şereflendirmek için melekleri secde ettirdiği; bütün unsurlarıyla mütekâmil bir perspektife göre insanlığı tesis edecek dengeli bir medeniyet inşâ etmekle görevlendirdiği bir varlıktır. İnsanın, söz konusu insan-ı kâmil mertebesine ulaşması için, taklidî imandan tahkîkî imana yükselme miracını gerçekleştirmesi gerekir. Zîrâ "imanın o derece kesretli hakikatleri var ki, bin bir esmâ-i İlâhiye ve sair erkân-ı imaniyenin kâinat hakikatleriyle alâkadar çok hakikatleri var ki, "Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü imandır ve iman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve burhanlı mârifet-i kudsiyedir." diye ehl-i hakikat ittifak etmişler. Evet, iman-ı taklidî, şüphelere çabuk mağlûp olur. Ondan çok kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikîde pek çok meratip var." (Emirdağ Lâhikası, s. 103-104)

Bediüzzaman Hazretleri'nin önerdiği insanı taklîdî imandan tahkîkî imana yükseltecek mekanizmaların neler olabileceğini sorguladığımızda, kendimizi, insanda saklı bulunan binlerce his, duygu, düşünce ve meleke hakkında yepyeni bir düşünce âleminin kapısında buluruz. Bediüzzaman Hazretleri, bu duygu ve melekelerin bizleri kemal mertebesine ulaştırması için, onları doğru ve güzel bir şekilde kullanmamızı öğütler: "İnsanın fıtratındaki şiddetli merak ve hararetli muhabbet ve dehşetli hırs ve inadlı talep ve hâkeza şedid hissiyatlar, umûr-u uhreviyeyi kazanmak için verilmiştir. O hissiyatı, şiddetli bir surette fâni umûr-u dünyeviyeye tevcih etmek, fâni ve kırılacak şişelere, bâkî elmas fiyatlarını vermek demektir." (Mektubat, 9. Mektup, s.31)

Bediüzzaman Hazretleri'nin de açıkladığı gibi, insandaki bu duyguların, insanı kemale götüren birer davranış eğitimine dönüştürülmesine verilebilecek pratik örneklerden biri şudur: "İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, "Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme." Yani, "Fıtratını değiştir" gibi, zâhiren onlarca mâlâyutâk bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz." hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur." (Mektubat, 9. Mektup, s. 34)

Evrensel ahlâk projesi
Genel mânâda insanın durum ve konumu bu şekildedir. Ancak evrensel ahlâk projesini gerçekleştirme misyonuyla mükellef insan-ı kâmil ise, onun duygularını, -Bediüzzaman Hazretleri'nin kavramları çerçevesinde söyleyecek olursak -lâtifelerini, ana gaye ve esas maksada (Cenâb-ı Hakk'a kulluk) yöneltir, tâ ki Sahabe-i Kiram'ın kemaline yaklaşsın. "İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letâifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubûdiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir sûrette.. kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramânâne maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medâr-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır." (Sözler, 27. Sözün Zeyli, s. 538-539)

Bediüzzaman Hazretleri'nin, insan-ı kâmil düşüncesi, hayalî ve ütopik bir düşünce midir? Yoksa insan toplumlarında yaşanmış/yaşanabilecek bir gerçek midir? 

Bediüzzaman Hazretleri bu soruya, en mükemmel ve en üstün örnek olan Rasul-i Ekrem ve Cenâb-ı Hakk'ın esmâ, sıfât ve şuûnun delil-i a'zamı Hz. Peygamber'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) başlayarak cevap verir. Beyan edilen insanî kemâlâtı kendi nefsinde ve dinî hayatında en açık ve mükemmel surette izhar etmiştir. Bu da gösteriyor ki, bütün kâinatlar insan için yaratıldığı; yani yaratılışın en büyük maksadı ve en seçkin meyvesi insan olduğu gibi, insanın yaratılışının en yüce gayesi, Vahid ü Ehad'in en parlak aynası Hz. Muhammed'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).

Bediüzzaman Hazretleri daha sonra gerçek hayatta bizzat yaşanmış insan portrelerini sunmaktadır. Şüphesiz onlar da, peygamberlerden sonra kümmelîn-i evliya (velâyet semasının yıldızları) olan Sahabe-i Kiram'dır. Zîrâ onlar, Cenâb-ı Hakk'ın rızasını kazanma yolunda bütün enerjilerini harcamış, böylece -peygamberlerden sonra- marifetullahta zirve noktayı tutmuş ve birer insan-ı kâmil numuneleri olmuşlardır.

Diğer yandan Bediüzzaman Hazretleri, bu insan-ı kâmil numunelerinin "reel bakış açısı ve Sahabe-i Kiram'a son derece saygı çerçevesinde" gelecek çağlarda tekrar ortaya çıkma problemine de değinmiştir. "Kur'ân'ın bir cenahı mazide, bir cenahı müstakbelde, kökü ve bir kanadı eski peygamberlerin ittifaklı hakikatları olduğu ve bu onları tasdik ve teyid ettiği ve onlar dahi tevafukun lisan-ı haliyle bunu tasdik ettikleri gibi; öyle de evliya ve asfiya gibi ondan hayat alan semereleri, hayattar tekemmülleriyle, şecere-i mübarekelerinin hayatdar, feyizdar ve hakikat-medar olduğuna delalet eden ve ikinci kanadının himayesi altında yetişen ve yaşayan velayetin bütün hak tarîkatları ve İslâmiyetin bütün hakikatlı ilimleri, Kur'anın ayn-ı hak ve mecma-i hakaik ve câmiiyette misilsiz bir hârika olduğuna şehadet eder." (Sözler, 25. Söz, s. 486)

İnsanı, insan-ı kâmil mertebesine ulaştıracak mekanizma, Cenâb-ı Hakk'a kulluk için yaratılan bütün uzuvlardır. Zîrâ "Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı, bütün mâsivâyı terk, hattâ esmâ ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenâb-ı Hakk'ın zâtına rapt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi, pek çok vazifedar letâifi ve hasseleri vardır. İnsan-ı kâmil odur ki, bütün o letâifi, kendilerine mahsus ayrı ayrı tarik-i ubudiyette hakikat cânibine sevk etmekle, Sahâbe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letâif askerleriyle kahramanâne maksada yürüsün. Yoksa, kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ıztırardır." (Sözler, 27. Sözün Zeyli, s. 538-539)

Risale-i Nur'un ahlâk projesi
Makalenin bu kısmında, Risale-i Nur'un ahlâk projesine temasımız sadece metodik bir geçiştir, yoksa bu çalışmanın ana konusu olan insan-ı kâmil kavramının dışına çıkıyor değiliz. Kur'ân-ı Kerîm'in o yüksek ve mucizevî belâgati ile ilân ettiği Kur'ânî miraç yolunun istikamet ve şümul bakımından eşi ve benzeri olmadığı gibi, aynı zamanda en kısa, en açık ve Cenâb-ı Hakk'a en yakın, insanlık için en kapsamlı yoldur. Biz de bu yolu tercih ediyoruz. İşte insan bu yola sülûk etmekle insan-ı kâmil mertebesine doğru yükselmeye başlar.

Merhum Ensarî'nin "Kur'ân İlimleri ile Beşerî Bilimler Arasında Evrensel Ahlâk" adlı çalışmasında işaret ettiği gibi, insanın, derin, etkili ve kalıcı eğitim ve terbiyesi ancak sürekli vicdanî bir mücahede mekanizması ile gerçekleşebilir. Ensarî, söz konusu eserinde, bizleri, Bediüzzaman Hazretleri'nin, insan-ı kâmil olan Hz. Peygamber'in rüşd eksenli rehberliğinde, bu mücahede mekanizmasıyla, nasıl bir nesli insan-ı kâmil mertebesine yükselttiği hususundaki o müthiş anlayışına götürmektedir: "İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfûs, sultan-ı ervâh oldu." (Sözler, 19. Söz, s.251)

Bediüzzaman Hazretleri'nin projesinde ahlâk kavramını incelediğimizde ilk dikkatimizi çeken şey, Kur'ânî bir sistem olarak ahlâk kavramı hakkındaki yenilikçi anlayışıdır. Ensarî ise, Risale-i Nur'un ahlâk kavramını tam idrak ederek, onu sadece faziletlerle sınırlı tutan anlayışlardan ayrılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'in evrensel mesajı, küllî mânâda ahlâk temeli üzerine yükselen bir toplum inşâ etmek gayesiyle gelmiştir. Ferdî, içtimaî ve kâinatın diğer parçalarıyla ilgili ontolojik münasebetlerdeki insan davranışlarının tümü "ahlâk"tır.

Bu anlayış, kimilerinin, sadece içtimaî mânâsı itibariyle faziletler alanı ile sınırlı tuttuğu bakış açısından çok farklı ve özel bir anlayıştır. Fıkhî anlamın tesiri altında kalmış klâsik mânâda "faziletler", insanın gönüllü olarak fazladan yaptığı nafile ibadetleri andıran bir kavramdır. Ne var ki, bu, ahlâk kelimesine yüklenmiş ikinci dereceden, yani tâli, fer'î ve cüzî bir mânâdır. Bediüzzaman Hazretleri'nin ahlâk düşüncesi ise, ahlâkın fürû değil, usûl (temel) oluşu esası üzerinde yükselmektedir. 

Dikkatimizi çeken ikinci husus ise, ahlâkın kuşatıcı ve şümullü bir kavram oluşudur. Çünkü ahlâk projesinin bileşenlerinde İlâhî, nebevî, insanî ve vahşî ahlâk şeklinde en üstten en alta doğru bir sıralama vardır. Böylece Bediüzzaman Hazretleri'nin, ahlâk kavramının, peygamberlerin eda ettiği misyon olan önderlik ve rehberlik yapmakla mükellef insan-ı kâmil ile olan münasebetine yaptığı vurguyu da anlamış bulunmaktayız.

İnsanın sürekli nefsî mücahede ile miraç ve terakki etme mekanizmaları ise, - metodik olarak - alttan üste doğru yükselmeyi gerektirir, bunun için de, Peygamber Efedimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanıltmaz rüşd eksenli rehberliğinde, sonraları salah ve ıslaha müheyya raşid bir topluma dönüşen cahiliye toplumunda yaşayan insan portrelerinden örnekler verir. Metot ve sistemler alanında ise, bir ahlâk nizamı olması hasebiyle Kur'ân'ı önerir. Bediüzzaman Hazretleri, Kur'ân'ın bu hususiyetini, "Gustave Le Bon"un şahadetine atıfta bulunarak açıklar:

"Kur'ân'da varit olan ahlâkî prensipler, diğer bütün dinî kitaplarda gelenlerin çok fevkindedir. Ona ve söz konusu prensiplere uyan kavim ve milletler, ırkları, renkleri ve yaşadıkları zamanları farklı olsa da olumlu mânâda değişmişlerdir. Bundan çıkarabileceğimiz en önemli netice şudur: Kur'ân-ı Azim'in, ahkâmına boyun eğen toplumlar üzerindeki muazzam etkisi.. İslâmiyet'ten daha eski dinler, insanların ruhları üzerindeki hâkimiyetlerini günden güne kaybetmekte oldukları hâlde, Hz. Muhammed'in dini bütün kudret ve hâkimiyetini muhafaza etmektedir."

Bediüzzaman Hazretleri, ahlâk projesini oluştururken, Kur'ân-ı Kerîm'in muazzam sisteminden faydalanarak kapsamlı ve kuşatıcı bir düşünce üretmiş ve İlâhî olandan insanî olana, sosyal olandan vahşî olana şeklinde bir sıralama takip etmiş ve alttan üste doğru yükseliş için miraç basamaklarını resmetmiştir. Vahşî ahlâk ise, Bediüzzaman'ın ifadesi ile "rezîle"dir. Zîrâ: "Bütün ihtilâlât-ı beşeriyenin mâdeni bir kelime olduğu gibi, bütün ahlâk-ı seyyienin menbaı dahi bir kelimedir. Birinci Kelime: 'Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse, bana ne.' İkinci Kelime: 'Sen çalış, ben yiyeyim.' Evet, hayat-ı içtimâiye-i beşeriyede havâs ve avâm, yani zenginler ve fakirler, muvâzeneleriyle rahatla yaşarlar." (Sözler, 25. Söz, s. 441) 

Evet, bu ahlâk çeşidi "vahşî"dir; zîrâ Ensarî'nin ifadesi ile bu ahlâk cahiliye dönemi Araplarının ahlâkıdır. "Bilirsin ki sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde büyük bir hâkim, büyük bir himmetle ancak dâimî kaldırabilir. Halbuki, bak, bu zât büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıb büyük kavimlerden zâhirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref' edip, yerlerine öyle secâyâ-i âliyeyi -ki, dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak- vaz' ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek hârika icraatı yapıyor." (Sözler, 19. Söz, s.251)

Duyguları yönetme, kontrol ve yönlendirme ve insanı en düşük seviyeden insan-ı kâmil mertebesine yükseltmeye birer vasıta hâline dönüştürme konusu, Bediüzzaman Hazretleri'nin üzerinde özenle durduğu ve örneklerini verdiği temel konulardan biridir. Bu duyguları kontrol ve yönetme işlemidir ki cahiliye Araplarını bir hamlede Allah Resulü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabesi olma pâyesine yükseltmiş ve Risale-i Nur'da birkaç yerde değinildiği gibi, gerçek hayatta insan-ı kâmil olmanın en yüksek örneğini sergilemişlerdir.

Ahlâkî yükseliş merdiveninin diğer bir basamağı ise, gayrimüslimlere sirayet eden içtimaî ahlâktır. "Maatteessüf; güzel şeylerimiz, gayrimüslimler eline geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayrimüslimler çalmışlar. Güya bizim bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz, yanımızda revaç bulmadığından, bize darılıp onlara gitmiş; ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde çok revaç bulmadığından, cehaletimizin pazarına getirilmiş..." (Tarihçe-i Hayat, s. 83)

Bediüzzaman Hazretleri, siyasete gönderme yapmayı da ihmal etmiyor. "Asr-ı Saadet'ten günümüze git gide ve gele gele, sıdk ve kizb ortasındaki mesafe azala azala omuz omuza geldi. Bir dükkânda ikisi beraber satılmaya başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset, yalana fazla revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye başladı." (Sözler, 27. Sözün Zeyli, s. 533) sözleri ile bu sosyal ahlâkın revaç bulmasından siyaseti sorumlu tutuyor.

Daha sonra, ortak insanî ahlâklar basamağına yükseliyoruz. Çünkü onlar - Ensarî'ye göre - Cenâb-ı Hakk'a ulaşmak için insan fıtratının zorunlu hasletleridir. Bediüzzaman Hazretleri, bu hasletlerin varlığına, insanlıkla münasebetine ve insanlığın onlarla ahlâk sahibi olduğuna işaret eder. Ancak bu hasletler, Risale-i Nur'un ahlâk sistemi sayesinde fıtrîlikten itidal, istikamet ve dengeli davranışa dönüşmeye muhtaçtır. Bundan dolayı, insanî ahlâkta, yolların en kolayı, en faydalısı, en kısası, en selâmetlisi sırat-ı müstakîm ve istikamettedir. 

Aslında Bediüzzaman, insanlığın itidal ve istikamete muhtaç oluşuna işaret etmekle, insanı, şümullü ahlâk projesi çerçevesinde mertebe ve gayelerin en yükseğine; İlâhî ahlâka yükselmeye yönlendirmektedir. Zîrâ "Gâye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-i hasene ile tahalluk etmekle beraber aczini bilip kudret-i İlâhiyeye ilticâ, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinat, fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad, ihtiyacını görüp gınâ-i İlâhiyeden istimdâd, kusurunu görüp afv-ı İlâhîye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhan olmaktır." (30. Söz, s. 589)
İlâhî ahlâk projesiyle insan-ı kâmilin inşâsı

İlâhî ahlâkı kuşanma miracına yükselmek için Bediüzzaman Hazretleri'nin "Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar, (sorumluluğundan) korktular. İnsan onu yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir." (Ahzâb: 72) âyetini nasıl tevil ettiğine bakmak gerekmektedir. "Şu âyetin büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki: Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emânetin müteaddit vücûhundan bir ferdi, bir vechi, ene'dir. Evet, ene zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nurânî bir şecere-i Tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir." (30. Söz, s. 583)

İşte nurânî bir şecere-i Tûbâyı meyve veren tohum, bilinç, ilim ve nefis ile ahsen-i takvime mazhar insan-ı kâmili meyve verir. 

"İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz'an eden ve ona göre hareket eden, 'Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir.' (Şems Sûresi: 9.) beşâretinde dâhil olur." Emâneti bihakkın edâ eder. (30. Söz, s.585) ve ilâhî ahlâk projesini inşâ eder. Şecere-i zakkumun ürkütücü çekirdeği ise zalûm, cehûl insanın en üst örneğini meyve verir. "Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup, vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mânâ-i ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse, o vakit emânete hıyanet eder, "Nefsini günahlarla örten ise ziyana uğrar." (Şems Sûresi: 10.) altında dâhil olur. " (30. Söz, s.586)

İşte böylece, Kur'ân nizamından beslenen, insanî ruhu mahiyetiyle beraber aksettiren; evrensel mânâsını kazanması, vahşi (cahiliye) ahlâktan başlayarak sırasıyla içtimaî, insanî ve sonunda ilâhî ahlâka ulaştıran Nur Ahlâk Projesini tesis etmek için eğitim, terbiye ve mücahede yollarına sülûk ettiren insan-ı kâmil kavramını idrak etmeye yaklaşmış bulunuyoruz. 

Teoriye dönüş
Şimdi çalışmamızın başında doğruluk veya yanlışlığını araştırmak için öne sürdüğümüz tezimize geri dönüyoruz. Bediüzzaman Hazretleri'nin, ima, işaret ve tasrihlerinden insan-ı kâmilin mânâsının, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve çağların en hayırlısı Asr-ı Saadet'teki Sahabe-i Kiram'ın şahsiyetlerinden en yüksek seviyede tahakkuk ettiğini görüyoruz. Ne var ki bu husus sadece o zaman ve o şahıslara has bir durum değildir; insan, Kur'ân-ı Kerîm ve onun ahlâk nizamının nurundan istimdat ile her zaman ve zeminde, imanî intisap miracı vasıtasıyla vahşî ahlâk derecesinden içtimaî, oradan insanî, oradanda İlâhî ahlâka ve nihayet insan-ı kâmil mertebesine ulaşabilir.

Ensari'nin Bediüzzaman'ı anlattığı "Son Süvari" ve Fethullah Gülen Hocaefendi'yi tanıttığı "Süvarinin Dönüşü" romanlarını okurken şu soruyu sordum kendime: "Son Süvari" kelimesindeki "son" nitelendirmesini mütefekkir ve müceddit Bediüzzaman Said Nursi'ye nispet etmesiyle ve "Süvarinin Dönüşü" romanındaki "dönüş" ifadesiyle ne kastetmektedir?

Acaba Ensarî -Nur Islah Projesini düşünürken- bu projenin ne ölçüde gerçekleşmiş olduğunu mu araştırıyordu? Kemale âşık ve müştak insan modelinin bu iki portrede gerçekleştiğini mi düşünüyordu? 

Yüreğinde Risale-i Nur sevdası ile bizleri bırakarak göçüp giden merhum Ensarî'nin cevaplaması gereken yerinde iki sorudur bunlar. Ensarî, "Süvarinin Dönüşü" romanını şu şekilde ithaf ediyordu: 

Ey Arap dünyasının gençleri! Bu sayfaları sizlere ithaf ediyorum! Tâ ki ümmetimizin başbuğunun nerede olduğunu görelim ve doğru yola yönelelim.

Rehberini arayan Arap dünyasının gençlerine çok derin mânâları olan bir ithaftır bu! Bu "başbuğ", insan-ı kâmil veya o yolda ilerleyenden başka ne olabilir ki!

Bediüzzaman'ın insan-ı kâmil kavramına yaklaşımını incelemeye çalıştığımız bu mütevazı çalışmamızda, bu kavramla komşu kavramlar olan insan-ı hak, insan-ı küllî gibi kavramlara şuurlu bir tercih olarak değinmediğimiz gibi, Fahreddin Razî, Şeyh-i Ekber İbn-i Arabî, Abdülkerim el-Cîlî, Abdulğanî el-Nablusî, Muhammed Bahauddin el-Baytar, Sadreddin el-Konevî, Kemaleddin el-Kâşânî ve Şerîf Cürcanî gibi diğer mütefekkir ve mutasavvıfların görüşlerine de yer vermedik. Çünkü bizler Bediüzzaman Hazretleri'nin düşünce sistemi hakkında yaptığımız bu akademik diyalogların ilk etabında konunun tek bir yönünü incelemeyi; diğer yönlerini ise gelecekteki yapacağımız diğer akademik diyaloglara havale etmeyi hedefledik.

Bediüzzaman Hazretleri, Kur'ân'ın nuruyla aydınlanmış söz konusu diyalogları tam idrak etmiş ve ikinci bin yılın başından beri, üçüncü bin yılda insanlığın yaşadığı-yaşayacağı bin bir çeşit problem ve krize gerçekçi ve etkili çözümler önermiştir.

*2. Hasan Üniv. Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi/Fas
said.gazzavi@yeniumit.com.tr
Tercüme: Yavuz Acar