|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Kişinin haddini bilmesi...
6 Ocak 2008 01:00
Allahü teâlâ, insanları eşit olarak değil, birbirinden farklı olarak yaratmıştır. Her insanın aklı, anlayışı, kabiliyeti farklıdır. Hatta insanların akılları değişik, anlama kabiliyetleri farklı olduğundan, herkes yaratıcıyı aradığında, Onu kendi tabîatına, ilim ve idrâkına uygun bir tarzda düşünmüş ve kendi anlayışına göre de tarîf etmiştir. Çünkü insan, aklının aczi ve noksanlığı sebebi ile anlamadığını, bilmediğini, bildikleri gibi zannetmiş, mantıklı düşündüğünü sanmış ve bu sebeple, haddini aşarak dalâlete düşmüştür. Halbuki mantık, insan düşüncesini doğruya, hakîkate ulaştırmada bir vâsıtadır. Hakikatin kendisi değildir. Nitekim kendi düşüncesinin doğruluğuna çok güvenen veya kendi fikrini çok beğenenler, umumiyetle en büyük hatâya düşen kimseler olmuşlardır. Halbuki; "Kişinin noksanını yani haddini bilmesi kadar irfân olamaz" denilmiştir. Her insan, kendisine verilen kabiliyet ve özellikler kadar sorumludur. Herkes, her işi yapamaz. Çünkü herkesin kabiliyeti farklıdır. Peygamber efendimiz; (Herkes, bir iş için yaratılmıştır) buyurmuştur. Edeb, sınırı aşmamaktır Kişinin, sahibine, yaratanına karşı edebli olması lâzımdır. Edeb; kişinin her konuda haddini bilip, sınırı aşmaması, insanlara iyi muâmelede bulunması, Peygamber efendimizin buyurduğu ve davrandığı gibi hareket etmesi demektir. Kısaca edeb; haddini bilmek, sınırı aşmamaktır. Abdullah bin Mübârek hazretleri; "Edeb, insanın kendini tanımasıdır" diye tarif etmişlerdir. Şems-i Tebrîzî hazretleri buyuruyor ki: "Âdemoğlunun edebden nasîbi yoksa, insan değildir. Âdemoğlu ile hayvan arasındaki fark budur. Gözünü aç ve bütün Allahü teâlânın kelâmının mânâsının, âyet âyet edepten ibaret olduğunu gör." İslâmiyetin temeli, Müslümanın özelliği; her zaman, her yerde, herkese karşı güler yüzlü, tatlı dilli olmak, haddini bilmek, eliyle ve diliyle hiç kimseyi incitmemektir. Hikmet ehli; "Haddini bil kanâat et, çok konuşma rahat et" buyurmuştur. Her ülkenin iktisâdi buhranlarının temelinde israf yatar. Bugün fertlerde, özel ve kamu kuruluşlarında ve hayâtın her safhasında salgın bir hastalık hâline gelen israf, cömertlik ve görgü değil, aksine görgüsüzlük, nîmete karşı nankörlük, haddini aşmak ve her türlü eşyâ ve gıdâ maddesini lüzumsuz kullanmaktır. Ömer bin Abdülazîz hazretleri, oğlunun bin dirheme bir yüzük taşı satın aldığını haber alınca, hemen bir mektup yazarak, o yüzük taşını satmasını ve bin kişinin karnını doyurmasını emreder. Ayrıca iki dirhemlik bir yüzük kullanmasını ve yüzüğün üzerine de; "Allahü teâlâ haddini bilene merhamet eylesin" diye yazmasını emreder. İnsanın şerefi, kıymeti, ilim ve edeb ile ölçülür. Edeb ise, haddini, sınırını, hududunu bilmektir. Bir insanın, kendi vazifesini, kendisinin ve başkalarının haklarını, sınırlarını bilmesi, benim sınırım nedir, nerede başlamakta ve nerede bitmektedir diye düşünmesi lâzımdır. Her insanın; çalıştığı iş yerinde, evlilikte, cemiyette ve her yerde bir sınırı vardır. İşte insan, kendisi için çizilen bu sınırları bilir ve bu sınırlar içinde kalıp, haddini aşmazsa, geçici olan bu dünya bile kendisi için Cennet olur. Bütün üzüntüler, bütün sıkıntılar, bütün kavgalar, hep sınır tecavüzünden yani haddini aşmaktan kaynaklanmaktadır. Eğer evli bir hanım, kendi sınırını bilir, haddi aşmazsa, evi ona Cennet olur. Aynı şekilde bir erkek de, kendi sınırını bilir, benim sınırım bu kadardır, der ve o sınır içinde konuşur, hareket ederse, orası kendisi için Cennet olur. Bu sınır yani insana haddini bildiren ölçü, dinini bilmektir. Dinini bilmeyen, öğrenmeyen, ne sınır tanır, ne de edeb. Din büyüklerinin yolu... Muhammed Behâ-üddîn-i Buhârî hazretlerine, sizin yolunuzun esası nedir, diye sual edildiğinde; "Bizim yolumuzun başı da, ortası da, sonu da edebdir" buyurmuşlardır. Çünkü bîedeb olan yani edebsiz bir kimse, Allahü teâlânın dostu olamaz. Edeb ise, kulluğunu bilip isyân etmemek, kendisi için takdir edilene rızâ göstermek, kimsenin hakkına tecavüz etmemek kısacası haddini bilmektir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Edebe riâyet etmeyen hiç kimse, Allahü teâlâya kavuşamaz yâni velî olamaz. Din büyüklerinin yolu, baştan sona edeptir" buyurmuştur. Netice olarak, en kıymetli ilim, haddini bilmektir. Bütün kavgalar, dünyayı paylaşmaya çalışmaktan ve haddini bilmemekten meydana gelmektedir. İnsan cömert olursa herkes onu sever ve onunla kimse kavga etmez. Hasis, cimri insanlar, etrafına bir şey vermeyip, dünyayı hep kendilerine almaya uğraştıklarından huzursuzdurlar, sevimsizdirler ve insanlar, onlarla devamlı mücadele ederler. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin buyurduğu gibi: "İlim, kendi haddini bilmek; tasavvuf ise, kalbi temizlemektir."
.
Vefâ, fedâkârlık ister
7 Ocak 2008 01:00
Vefâ; sözünde durmak, ahde vefâ; verdiği sözü yerine getirmek anlamındadır. Fedâkârlık ise; verdiği sözü yerine getirebilmek için, canından, malından, makamından ve nefsinin sevdiği şeylerden vazgeçebilmektir. Îmân etmek, İslâmiyyeti kabul etmek, Allahü teâlâya söz vermek demektir. Bu sözde durabilmek için, nefsin isteklerini, arzularını terk etmek lâzımdır. Nefsin istekleri terk edilmedikçe, verilen sözde durulmuş olmaz. Fedâkârlık yoksa, orada vefâ da olmaz. Allahü teâlânın rızâsı için, nefsin istekleri, fedâ edilmelidir. Çünkü insanın nefsi, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak istemez. Dinimizde bildirilen ibâdetleri yerine getirmek, yasaklardan sakınmak, Rabbimizin emridir. Bu emirler de, sırf Allahü teâlânın rızâsı için yapılır. Bu sebeple ibâdetlerde niyetin önemi büyüktür. İslâmiyyette niyyet o kadar mühimdir ki, İslâmiyyetin emrettiği bir şey, dünyâ menfaâti için yapılınca sahîh ve makbûl olmuyor. Dünyâ işi sayılıyor. Herhangi bir dünyâ işi de, âhiret menfaâti için yapılınca, ibâdet hâlini alıyor. Düşüncesini temizleyen ve niyyetini düzelten bir kimse, yemekte, içmekte ve her türlü dünyâ işlerinde âhiret faydasını gözeterek, sevâb kazanmak fırsatını elden kaçırmaz. "Âhireti kazanmak için" İnsanlar bütün işlerinde, hattâ ibâdetlerinde, dünyâ menfaâti, maddî kazanç aramaya alıştırılırsa, menfaâtperestlik, egoistlik hâsıl olur. Hâlbuki İslâmiyyet, nefislerin böyle kötü isteklerini yatıştırmayı, maddîcilikten fedâkârlık etmeyi, menfaâti hakîr görmeyi, ahlâkın ve rûhun temizlenmesini, yükselmesini istemektedir. Şûrâ sûresinin 20. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Âhireti kazanmak için çalışanların kazançlarını artırırız. Dünyâ menfaâti için çalışanlara da, ondan veririz. Fakat, âhirette bunların eline bir şey geçmeyecektir) buyurulmuştur. Peygamber efendimiz de; (Allahü teâlâ, âhiret için yapılan iyiliklere dünyâda da mükâfât verir. Fakat, yalnız dünyâ için yapılan işlere âhirette hiç mükâfât vermez) buyurmuştur. Bir zaman Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin gözlerinde bir ağrı meydana gelir. Doktor çağrılır. Gelen doktor Hristiyandır. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin gözlerini muâyene eder ve; -Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz der. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; -Su değdirmesem nasıl abdest alırım? deyince doktor; -Gözleriniz size lâzımsa su değdirmeyeceksiniz cevabını verir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, öğle namazı vakti girince, su ile abdest alır, namazını kılar ve namazdan sonra da bir miktâr uyur. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmadığını anlar ve; "Ey Cüneyd! Sen Allahü teâlâ için gözlerini fedâ ettiğin için, Allahü teâlâ da senden o ağrıyı aldı" diye bir ses işitir. Bir zaman sonra Hristiyan doktor tekrar gelir ve Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin gözlerinin tamâmen iyi olduğunu görünce; -Nasıl yaptın da iyi oldun diye sorar. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri olanları anlatır. Doktor, hemen Onun elini öper, îmân eder ve; -Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri göremeyen ben imişim der... Ebû Osman Mağribî hazretleri, önceleri nefsinin istekleri peşinde koşan bir kimse imiş. Çok zengin olup, ava da meraklıymış. Sadık bir av köpeği varmış. Geceleri süt içmeden yatmazmış. Bir gece yine süt içmek istemiş. Sütü fazla ısıttığı için soğumaya bırakmış. Fakat beklerken uyuyakalmış. Sadık av köpeği de yanında imiş. Uyandığında sütü içmek için kaba uzanmış fakat köpek üzerine saldırıp sütü içmesine mâni olmuş. Buna bir mânâ veremeyip, süt kabına tekrar uzanmış. Köpek yine hırlayıp saldırmış. Bu hâl üç defâ tekrar edince, köpek hemen fırlayıp, süt kabının içine başını sokmuş ve bir miktar içip kenara çekilmiş. Ve biraz sonra da ölmüş. Meğer Ebû Osman Mağribî hazretleri uyurken, büyük bir yılan süt kabının içine başını sokup zehirini akıtmış. Köpek de sâhibinin sütü içmesine bunun için mâni olmak istemiş, mâni olamayınca da efendisine sadâkatinden dolayı sütü kendisi içmiş. Böylece efendisi için kendisini fedâ etmiş. Hemen tövbe etmiş... Ebû Osman Mağribî hazretleri, bu durumu anlayınca, köpeğin bu sadakatinden ve efendisi için kendisini fedâ etmesinden çok etkilenmiş. Bundan kendisine ders çıkartarak, hemen tövbe etmiş ve bütün malını cenâb-ı Hakkın rızâsı için muhtaçlara dağıtarak, Allahü teâlânın sevdiklerinden olmaya çalışmış ve olmuştur da. Netice olarak vefâ yani verdiği sözde durmak, nefsin isteklerinden vazgeçmekle yani fedâkârlık yapmakla mümkündür. Vefâ, fedâkârlıkla vardır. Vefâ olmadan fedâkârlıktan ve fedâkârlık olmadan da vefâdan söz etmek mümkün değildir. Hakiki kul olabilmek için, nefsi ve isteklerini fedâ etmek, bunlardan vazgeçmek şarttır.
.
Bırakmak değil, götürmek önemlidir
13 Ocak 2008 01:00
Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan değil âhiretten sayılır. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar, İslâmiyyete uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nimetlerine kavuşulur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allah'tan korkun da, istediğiniz şeylere kavuşmak için, iyi sebeplere yapışın. Kötü sebeplere yanaşmayın! Kudretinde ve irâdesinde bulunduğum Allahü teâlâya yemîn ederim ki, hiçbir kimse, ezelde ayrılmış olan rızkını tamâm almadıkça, dünyâdan âhirete gitmez.) Nefsin arzûlarını terk eden pâk olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır ve nefsini tanıyan da, Rabbini bulur. İmâm-ı Bedbaht, zavallı kimse!.. Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Bir kimsenin dünyâ ticâreti, âhiret ticâretine mâni olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhiret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünyâ ticâretinin âhirete yaraması ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhiretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır." Hakîm Senâî hazretleri, Sultan Mahmûd Gaznevi döneminde yaşamış ve şiirle meşgul olurmuş. Sultan Mahmûd Gaznevi, Hindistan seferine giderken, Hakîm Senâî hazretleri de, Sultan için yazdığı bir kasîdeyi, Sultana götürüyormuş. Yolda bir meyhânenin önünden geçerken içerden birtakım konuşmalar işitmiş ve dikkatini çektiği için bekleyip dinlemiş. Bir meczup, meyhaneciye; -Bir kadeh daha doldur. Sultan Mahmûd'un körlüğü için içeyim diyormuş. Meyhaneci; -Bu sözü doğru söylemedin. Yiğit ve büyük bir Sultan için neden böyle söylüyorsun deyince, meczup; -Çünkü o, Allahü teâlânın verdiklerine şükretmiyor. Bunca devlete sâhipken, bir memleket daha istiyor demiş. Meczup, meyhaneciye; -Bir kadeh de Hakîm Senâînin körlüğü için doldur demiş. Meyhaneci; -Hakîm Senâî iyi huylu, bilgili, fazîletleri ile tanınmış bir şâirdir. Neden böyle dersin? demiş. Bunun üzerine meczup kimse; -Eğer o, bilgili, yiğit bir kişi olsaydı, dünyâda ve âhirette faydası olan bir işle uğraşırdı. O her gün bir şeyler alırım ümidiyle Sultanın yanına gidiyor. Saçma sapan sözlere, şiir adını vermiş. İşe yaramaz şeylerle ömrünü zâyi ediyor. Akıllı ve bilgili olan, ömrünü ziyân eder mi? Belki neden yaratıldığını düşünürdü. Eğer kıyâmet gününde ondan; "Ey Senâî! Bizim huzûrumuza ne getirdin?" diye sorsalar acaba ne mâzeret beyân edecek deyivermiş. Bu konuşmaları işiten Hakîm Senâî hazretleri, kendinden geçmiş ve gönlü dünyâdan soğumuş. Sultanları övmek için yazdığı kasîdeleri toplayan Dîvânını da suya atmış. Daha sonra Hak yoluna girip, ibâdetle meşgûl olmaya başlamış, dünyâ ve dünyâlıkla ilgili şeylerden de tamamen uzaklaşmıştır. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rüyâda görür ve; -Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi diye sorar. O da cevaben; -Beni toprağa koydukları zaman; "Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?" diye bir ses duydum. Ben de, "Yâ Rabbî! Sana lâyık hiçbir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim" dedim buyurur. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerini vefâtından sonra rüyâda gören bir kimse; -Size orada ne yaptılar diye sorar. O da; -Âhiret işi, bizim dünyâda zannettiğimizden daha zormuş cevabını verir. "Dünyâdan ne getirdin?" İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine hitaben; "Dünyânın ve dünyâda olanların, ne kıymetleri vardır ki, insan bunları ele geçirmek için, kıymetli ömrünü tüketmiş olsun! Ölmeden önce, âhirete yarayan bir şey yaparsan, ne güzel! Yoksa işin harâbtır!" buyurmuştur. Yahyâ bin Muâz-ı Râzî hazretlerini öldükten sonra rüyâda gören bir kimse; -Sana orada ne yaptılar, nasıl muamele ettiler deyince; -Bana burada, dünyâdan ne getirdin? diye sordular cevabını vermiştir. Netice olarak, bir kimse öldüğü zaman, hayatta kalanlar, acaba ölen kimse geriye ne bıraktı derler. Melekler ise, acaba ölen kimse, dünyadan ne götürdü, âhirete ne getirdi derler. Bunun için, dünyada ne bıraktığımız değil, âhirete ne götürdüğümüz önemlidir. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi: (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!)
.
Beterin de beteri vardır
14 Ocak 2008 01:00
Her şeyin sahibi, yaratanı, Allahü teâlâdır. Kullarını imtihân etme ve hesâba çekme yetkisi de Ona aittir. Kulun vazifesi, Sahibinin emirlerine itâattir. İnsanın, her gün ve her anki hâlinden memnûn olmasına, her hâlinden Allahü teâlâya şükretmesine, kanâat denmektedir. Kendinden dahâ iyi, dahâ zengin, dahâ kuvvetli, dahâ güzel bir insanı kıskanmayarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan bir kimsenin kalbi, râhat olur ve böyle bir kimse, Allahü teâlânın sevgili kulu olur. Kulun sevgili olması demek, Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve râzı olmasıdır. Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmaya, rızâ denir. Böyle bir kimse, Allahü teâlâdan bir felâket gelse, ona da rızâ gösterir. Hâlini kimseye şikâyet etmez. Bu hâl, her insanın yapabileceği bir iş değil ise de, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede her insan, bu tahammül ve rızâyı gösterebilir. Muhammed Ma'sûm hazretleri buyuruyor ki: Kederlerin en büyüğü!.. "Dert ve belâ Allahü teâlâdan gelir. Belâdan kurtaran da, Odur. Her sıkıntının belli vakti vardır. Vakitlerini değiştirmek mümkün değildir. Şikâyet etmek, fayda vermez. Ona duâ edilirse, hiç gam, keder kalmaz. Duâ etmemek, gamların, kederlerin en büyüğüdür. Zira Allahü teâlâ, duâ edenleri sever." Sabır, dert ve elemi şikâyet etmemektir. Mihnet ve sıkıntıya katlanmak, muhabbetin îcâblarındandır. Bunun için her musîbete ve belâya sabretmek, şikâyet etmemek lâzımdır. Zîrâ, sabrı bulunmayan insanların dinleri kolaylıkla helâk olur. Dert ve belâ çekenlere sevâp olmaz. Dert ve belâlara sabredenlere, bunları Allahü teâlâdan bilip, Ona yalvaranlara sevâb vardır. Nisâ sûresinin 78. âyetinde meâlen; (Ey insan! Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsânı olarak, ni'meti olarak gelmektedir. Her dert ve belâ da, kötülüklerine karşılık olarak gelmektedir. Hepsini yaratan, gönderen Allahü teâlâdır) buyuruldu. Allahü teâlâ, dertleri, belâları, günâhlara cezâ olarak, azâb olarak göndermiyor. Günâhların affedilmeleri için, ihsân olarak gönderiyor. Hadîs-i şerîfte; (Hac yolunda ölenlere ve Allah yolunda gazâ edenlere müjdeler olsun! Çoluk çocuğu çok ve kazancı az olup, hâlinden şikâyet etmeyerek, evine neşe ile girip, gülerek çıkan kimse de, hâcılardandır ve gâzîlerdendir) buyurulmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhiret, bunun için yaratılmıştır. Dünyâ ile âhiret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine yanî birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O hâlde, dünyâda nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhirette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyâda tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken mü'min, âhirette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyânın ömrü, âhiretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Dahâ doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? İnsanlar, dünyâda, birkaç gün dert, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî nimetlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen, râhatlığın kıymetini bilmez. Dünyâda bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri artırmak içindir." Gönlü zenginlerden ol! Hayrı da, şerri de yaratan ve kullarını, nimetlerle veya dertlerle imtihân eden, Allahü teâlâdır. İnsan, cenâb-ı Hakkın kendisi için takdir ettiğine kanâat etmeli, itirâz etmemeli ve içinde bulunduğu hâle de şükretmelidir. Bizden daha kötü durumda olanların bulunduğunu unutmamalıdır. Süfyân-ı Sevrî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlânın yaptığı taksime râzı olup, rızkından memnun olursan, gönlü zenginlerden olursun. Allahü teâlâya tevekkül edersen, kuvvetli olursun. Kimseyle münâkaşa etmezsen, Allahü teâlâ ve insanlar seni sever. Acırsan, her şey sana acır." Netice olarak, hiçbir zaman, hiçbir şekilde insan, içinde bulunduğu hâlden şikâyetçi olmamalı, her zaman şükredici olmalıdır. Çünkü beterin de beteri vardır
.
Dünyada pişmanlık nimettir...
20 Ocak 2008 01:00
İnsanın, diğer mahlûklardan farklı özelliklerinden birisi de, iyi ve kötü olanı birbirinden ayırabilmesi, hatâ işlediği zaman pişmanlık duyabilmesidir. Yaptığı hatadan dolayı pişman olmak, üzülmek, insana mahsus bir hâldir. Diğer varlıklarda bu hususiyet yoktur. İnsan, hata yapacak ve günah işleyecek şekilde yaratılmıştır. Önemli olan, yapılan bu hataları, ölmeden önce telafi etmektir. İnkâr ediyorsa imân ederek, isyân ediyorsa pişman olup tövbe ederek, insanların haklarına tecavüz edilmiş ise helâlaşarak bunları telafi etmelidir. Ölmeden önce bunların telafisi mümkündür ama öldükten sonra imkânsızdır. Âhirette herkes, dünyada iken yaptıklarından dolayı pişmanlık duyacaktır. İnkâr edenler niçin imân etmedik, günah işleyenler niçin tövbe etmedik, üzerinde kul hakkı bulunanlar niçin helallaşmadık ve ibâdet edenler de niçin daha fazla ibâdet etmedik diye pişmanlık duyacaklar ve üzüleceklerdir ama bunun bir faydası olmayacaktır. Bu pişmanlık ve üzüntü, dünyada iken olsaydı, çok faydalı olacaktı. Feryat edecekler, ancak!.. Dünya için tevekkül olur fakat âhiret için olmaz. Çünkü âhirette ne ile karşılaşacağımız belli değildir. İbâdetlerimiz, iyiliklerimiz, noksan olup reddedilebilir. Alacaklıyız derken borçlu çıkabiliriz. Bu sebeple, kabirden bir kimse çıkıp dünyaya gelse, bu kimse nasıl yaşarsa, öyle yaşamaya çalışmalıyız. Ölen bir kimse, dünyaya geri gelse, her ânını değerlendirir, bir ânını bile boş geçirmez, hep âhireti için çalışır, günah işlemez ve kalb kırmazdı. Peki şu anda hayatta olan bizler, oraya yani âhirete gitmeyecek miyiz, gidince başımıza nelerin geleceğini ve nelerle karşılaşacağımızı dinimiz bildirmiyor mu? Allahü teâlâya îmân etmeyenler, Peygamber efendimize inanmayanlar, İslâmiyeti reddedenler, bu tercihleri sebebi ile Cehenneme gönderildikleri zaman çok feryat edecekler ve; "Yarabbi bizi tekrar dünyaya gönder, hiç günah işlemeyeceğiz, hep ibâdet edeceğiz" diyeceklerdir. Ama oradaki vazifeli melekler; "Zaten oradan geldiniz ya" cevabını verecekler ve bu feryatlarının, pişmanlıklarının bir faydası olmayacaktır. Allahü teâlâ hiçbir şeyi gayesiz ve hikmetsiz yaratmamıştır. Her şeyin bir hikmeti, gayesi vardır. İnsanın bile dünyada yaşarken, belli bir gayesi vardır. Allahü teâlâ insanı maksatsız, gayesiz olarak yaratmamıştır. Zâriyât sûresinin 56. âyet-i kerimesinde meâlen; (İnsanları ve Cinnîleri ancak, beni bilip itâat, ibâdet etmeleri için yarattım) buyurularak, insanın yaratılış maksadı bildirilmektedir. İbâdet, Allahü teâlâyı tanımak, Onun büyüklüğünü anlamak ve insanın, kötülük deposu olan nefsinin farkına varmasıdır. İnsanın kendini tanıması ne kadar artarsa, Allahü teâlânın büyüklüğünü kavraması da, o kadar artar. İnsan kendini beğenirse, Müslümanları ve İslamiyeti beğenmez, sonunda şirke kadar gider. "Şimdiden hazırlık yap!" Vehb bin Münebbih hazretlerine üzerinde yazı bulunan bir taş getirilir. Taşın üzerinde şunlar yazılıdır: "Ey Âdemoğlu! Sen, eğer ecelinin devamlı yaklaşmakta olduğunu iyi bilseydin, uzun emel sâhibi olmaktan vazgeçer, sâlih amellerini artırıp, çoğaltmaya bakar, dünyâya düşkünlüğünü bırakırdın. Şüphesiz sana yarın nedâmet ve pişmanlık gelecektir. Çoluk çocuğun ve en yakın hizmetçilerin seni toprağa teslim edecekler. Sonra da ayrılıp gidecekler. Artık dünyâya dönüşün olmayacak. Amellerinle baş başa kalacaksın. İyi amellerini artırma imkânı bulamayacaksın. İyi amel yapıp, kabre gelmişsen ne mutlu sana! Günahlarla yüklü gelmişsen, yazık sana! Öyleyse kıyâmet günü için şimdiden hazırlık yap. Pişman olmadan önce, tedbirini al!" Netice olarak insanın, yaptıklarından dolayı dünyada iken pişman olması, üzülmesi ve tövbe etmesi, kendisi için çok büyük bir nimettir. Fakat âhirette pişmanlık ise, felâkettir. Yûsüf Nebhânî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Ey insan! Vereceğin karâr, çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Muhakkak öleceksin! Öldüğün vakti düşün! Başına geleceklere hâzırlan! Son pişmânlık fayda vermez."
.
İnsan, neden ölmek istemez?
21 Ocak 2008 01:00
İnsan, ölümü değil yaşamayı ister ve sever. Hâlbuki ölüm, imânı olan için hayırlıdır. Çünkü sâlih bir mü'min, ölüm ile, dünyânın eziyet ve yorgunluğundan kurtulmaktadır. Ölmek, yok olmak değil, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, rûhun, bedenden ayrılması, insanın bir hâlden başka bir hâle dönmesidir. Bir evden, başka bir eve göç etmek gibidir. Ömer bin Abdül'azîz hazretleri; "Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıldınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!" buyurmuştur. Ölüm, imânı olan için hediyedir, ni'mettir. Ancak imânı olmayınlara, günâh bataklığına saplananlara ise, bir musîbettir. Ölümü hatırlamak, en büyük nasihattir. Her îmân sahibinin, ölümü çok hatırlaması sünnettir. Ölümü çok hatırlamak, emirlere sarılmaya ve günahlardan sakınmaya sebep olur. Haram işlemeye cesâreti azaltır. Zira Peygamber efendimiz; (Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!) buyurmuştur. Geçimsizliklerin sebebi!.. Eğer insanlar, öldükten sonra yani kıyâmet günü başlarına gelecek olanları iyi bilselerdi, bu dertle dertlenselerdi, dünyada dert diye bir şey tanımazlardı. Zaten insanlar arasındaki bütün geçimsizliklerin sebebi, hep ölümü unutmaktan kaynaklanmaktadır. Ölen birini, mümkün olup dünyaya geri göndermiş olsalar, bu kimse melek gibi olurdu. Çünkü öldükten sonra olacakları bizzat yakinen gözleri ile görmüştür. Hâl böyle olunca, o kimse bir daha günah işleyebilir mi? Bu fırsat, şu anda hayatta olanların elinde mevcuttur. Ölmeden önce sanki ölmüş gibi hareket etmek, günah işlememek, melek gibi olmak ve böylece de âhireti mâmur etmek mümkündür. Dünya ve içindekiler, geçicidir, bir görünüştür ve bir gölge gibi, yavaş yavaş çekilmekte, geçip gitmektedir. Hadîs-i şerîfte; (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyuruldu. Dünyâ hayâtı, rüyâ gibidir. Ölüm uyandırıp, rüyâ bitecek, hakîkî hayât başlayacaktır. Yûsüf Nebhânî hazretleri buyuruyor ki: "Ey insan! Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenmeden, aklını başına topla! Etrâfında gördüğün, konuştuğun, sevdiğin, korktuğun kimselerin hepsi, birer birer öldüler. Birer hayâl gibi, gelip gittiler. İyi düşün! Ebedî ateşte yanmak, ne büyük azâbdır! Sonsuz nimetler içinde yaşamak ise, ne büyük nimettir. Bunlardan birini seçmek, şimdi senin elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak, büyük câhillik ve cinnettir." Süfyân-ı Sevrî hazretleri, talebelerinden birisi sefere çıkacak olsa, ona; -Eğer gittiğiniz yerlerde, satılık bir ölüm görürseniz onu benim için satın alınız buyururdu. Vefâtı yaklaştığında çok ağlıyordu. Sebebi sorulunca; -Ölmeyi çok arzû ediyordum, lâkin şimdi ölümümün nasıl olacağını bilemediğim için çok korkuyorum. Bu sefere çıkmak gâyet güçtür. Başka seferlere çıkmak gibi, bir âsâ ve bir su kabı yetmiyor buyurdu. Bunun üzerine dostları; -Cennet'i beğeniyor musunuz? diye sordular. Bunlara cevâben; -Siz ne söylüyorsunuz? Benim gibi birine, hiç Cennet'i verirler mi? buyurdu. "Hâlimiz nice olur?.." Atâ-i Horasânî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyânın sıkıntısı geçicidir. İnsan bir gün sıkıntı ile karşılaşır, öbür gün, o sıkıntıdan kurtulabilir. Fakat ya âhiretin devamlı olan dayanılmaz acı ve ıstıraplarına yakalanırsak, hâlimiz nice olur? Bu bakımdan insanların en akıllısı, âhiret için iyi hazırlanandır." Uzun emel sahipleri, ibâdetleri vaktinde yapamaz, tövbeyi terk ederler, kalbleri katı olur ve ölümü de hatırlamazlar. Çünkü böyle kimseler, hep dünya malına ve mevkiine kavuşmak için ömürlerini harcarlar, dünyalarını mâmur edip âhireti unuturlar. Yalnız zevk ve sefâlarını düşünürler. Bu sebeple ölümü ve ölmeyi istemezler, sevmezler. Netice olarak, insanların ölmeyi istememesinin sebebi, dünyalarını mâmur, âhiretlerini de harap etmelerindendir. Çünkü hiçbir insan, mâmur, imâr edilmiş olan bir yerden, harap olmuş bir yere gitmek istemez. Bişr-i Hâfî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Dünyâyı seven, ölümü sevmez."
.
Ticârette gâye, kâr etmektir
27 Ocak 2008 01:00
Dünyâ, lezzetlerine aldanmayanlara nimet, ibâdet edenlere kazanç, ibret alanlara ise hikmet yeridir. Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası zararlıdır. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Aklı olan bir kimse, her gün, ortağı olan nefsine demelidir ki: 'Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes, hiçbir şeyle tekrâr ele geçemez ve nefesler de sayılıdır, azalmaktadır. Ömür bitince, ticâret sona erer. Ticârete sarılalım ki, vaktimiz azdır ve âhiret uzun ise de; orada ticâret ve kâr olmaz. Bu dünyâ günleri, o kadar kıymetlidir ki, ecel gelince, bir gün izin istenir, fakat ele geçmez. Bugün, bu ni'met elimizdedir. Aman nefsim, bu büyük sermâyeyi elden kaçırma! Sonra ağlamak, sızlamak, fayda vermez. Bugün, ecelin geldiğini ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farzet! O hâlde, bu günü elden kaçırmaktan daha büyük ziyân olur mu? Resûlullah efendimiz buyurdu ki: (Yapacağın her işi, önce düşün, Allahü teâlânın râzı olduğu, izin verdiği bir iş ise, onu yap! Böyle değilse, o işten kaç!) Nefsi hesâba çekmeli... Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günâhlardır. İnsan, ortağına aldanmamak için, onunla hesâplaştığı gibi, nefse karşı dahâ uyanık davranmak lâzımdır. Her mubâhı bile sormalı, bunu niçin yaptın demelidir. Zararlı bir şey yaptı ise, ödetmelidir. İnsanlar, kendilerini hesâba çekmiyorlar. Eğer her günâh işlediğinde, odasına bir kum koysa, birkaç sene içinde oda kum ile dolar. Eğer, omuzlarımızdaki kâtib melekler, her günâhı yazmak için, bir kuruş isteseydi, malımızın hepsini vermemiz lâzım gelirdi. Hâlbuki, gafletle, çeşitli düşüncelerle, birkaç sübhânallah desek, tesbîhi alır, sayar, yüz kere söyledim deriz de, her gün boşuna, nice şeyler söyleriz, bunları saymayız. Saymış olsak, her gün, binleri aşar. Sonra da, terâzîde sevâb kefesinin ağır basacağını umarız. Bir kimsenin dünyâ ticâreti, âhiret ticâretine mâni olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünyâ, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhiret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünyâ ticâretinin âhirete yaraması için ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhiretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır. Sabâh namâzını kılmadan ve kitâp okuyup birkaç şey öğrenmeden işe gitmemeyi âdet edinmelidir. İhtiyâcı kadar dünyâlık kazanınca, âhireti kazanmakla meşgûl olmalıdır. Çünkü âhiret hayâtı sonsuzdur, ona ihtiyâç dahâ çoktur ve âhiret ticâretinde iflâs etmek üzeredir." Sermâyesiz kâr olur mu?.. İbâdet ve kazanç ilimlerini öğrenmek farzdır. Dahâ fazlasını öğrenmek efdaldir. Fıkıh öğrenmeyip, hadîs, tefsîr öğrenmek iflâs alâmetidir. Farzları tam yapmadığı hâlde, nâfilelerle derecesini yükseltmeye çalışan bir kimsenin hâli, sermayesi elinden çıktığı, iflâs ettiği hâlde, kâr peşinde koşan bir tüccârın hâline benzer. Sermâye olmadan kârı olur mu? Fudayl bin İyâd hazretleri her zaman farzların önemini anlatır ve; "Farzlar, insan için sermâye, nâfileler ise kâr ve kazanç gibidirler. Kâr, sermâye olduktan sonra meydana gelir" buyururdu. Netice olarak, bu dünyada her Müslüman, bir tüccâr gibidir. Fakat bugünün yani dünyanın değil, yarının yani âhiretin tüccârıdır. İmân edip Müslüman olan, dünya ve âhiret saâdetinin sermâyesini ele geçirmiştir. Ancak ticârette gâye, kâr etmektir. Zira iflâs edene, akıllı tüccâr denmez. Fıkıh bilmeyen, İslâm ahlâkına, kul hakkına riâyet etmeyen, iflâs etmekten kurtulamaz...
.
Hizmet, vermekle olur
28 Ocak 2008 01:00
İnsanın yaratılmasından maksat, yağlı ve lezîz yiyecekler, güzel ve nefis elbiseler, mal ve mülk toplamak, nimetlenmek, oyun ve eğlence için değildir. İnsanın yaratılmasından maksat, Allahü teâlâya karşı gönlü kırık, boynu bükük olmak, Ona yalvarmak, kulluk vazifelerini yerine getirmek, kısacası Hak teâlâya ibâdet ve kulluk yapmak içindir. İbâdet yapmaktan maksat da, nefsi terbiye etmek, kalbe ferahlık vermek ve kalbi Allahü teâlâya bağlamak içindir. Zaten insanın bu dünyâya gönderilmesinden maksat da, Allahü teâlânın mârifetini elde etmek yani Onu tanıyıp, imân etmek içindir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâat, tevâzu, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara faydalı şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emredilmiştir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya faydası yoktur." İki altın anahtar... İnsan olarak hepimiz, bu dünyada bir gaye için yaratıldık. O da Allahü teâlânın rızâsını kazanmaktır. Cenâb-ı Hakkın rızâsını kazanmak ise, Onun kullarına iyilik etmekten, onlara vermekten, fedakârlık etmekten ve o kulların duâsını almaktan geçer. Onun kullarını râzı eden, cenâb-ı Hakkı râzı etmiş olur. Allahü teâlânın râzı olması için evvela kulların râzı olması lâzımdır. Öncelikle anne-baba, hoca, arkadaş, patron kısaca kimin hakkı varsa, öncelikle onların râzı olması lâzımdır. İnsanları râzı edebilmenin yolu, vermekten, fedâkârlık yapmaktan geçer. Vermekten maksat, sadece para, mal değildir. İnsanlara güler yüzle muamele etmek, onlara sıkıntı vermemek, yük olmamak, onların sıkıntılarına katlanmak, dertlerine ortak olmak, hatırlarını sormak, ziyâret etmek ve bunların karşılığında hiçbir menfaât beklememektir. İnsanları ziyâret etmek ve onlara hediye vermek, kalblerin kilitlerini açan iki altın anahtar gibidir. Bir kişi var ki veriyor, bir kişi de var ki vermiyor. Bunlardan hangisini insanlar sever? Elbette vereni severler. Bu kişiyi insanlar sever de Allahü teâlâ sevmez mi? Elbette sever. O halde vermek, fedâkârlıkta bulunmak lâzımdır. Abdullah-ı Ensârî hazretleri buyuruyor ki: "Sana iyilik eden kimsenin esiri olursun. Ona karşı boynun bükük olur. Kendisine iyilik ettiğin kimseye karşı ise, tam tersi olur. Onun için, dâima herkese iyilik etmeli, faydalı olmaya çalışmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte; (Veren el, alan elden üstündür) buyurulmuştur." Hiç kimse, hayatta iken verdiklerinden dolayı pişman olmamış, en fazla yanılmıştır. Ama alanlar, pişman olmuştur. Çünkü veren aziz, alan ise, zelil olur. Dünyalık isteyenler, sevimsizleşir, zelil olurlar. Bunun için kula değil, Allahü teâlâya el açmalıdır. Başarının sırrı... Güler yüzlü olmayanın, insanların itimadını, sevgisini kazanması çok zordur. Cömert olmayan, vermekten hoşlanmayan bir kimse, insanların sevgisini kazanamaz. İnsanlara yaptığı hizmetlerde, Allahü teâlânın rızâsını gözetmeyen, insanlardan takdir veya maddi bir karşılık bekleyen kimsenin ihlâsı zedelenir. Allahü teâlâ da, ihlâssız kimseyi muvaffak kılmaz. Allahü teâlânın rızâsı için yapılan hizmette, vermek, fedâkârlıkta bulunmak vardır, almak, menfâatlenmek yoktur. Hizmet yolunda, karşılığını dünyada almak yoktur. Bu yolda verilecek karşılıklar, âhirette alınacaktır. Karşılığını âhirette almak isteyenin ise, dünyada vermesi, fedakârlıkta bulunması lâzımdır. Almayı, vermekten daha tatlı gören bir kimse, hâl sahibi yani evliyâ olamaz. Netice olarak hizmet; vermekle, fedakârlık yapmakla olur, almakla değil. Zaten insanlara rehberlik, liderlik etmek yani onlara yol göstermek, vermek sanatıdır, almak değil. Başarının sırrı da, vermekte, fedakâlık yapmaktadır. Bütün kötülükler, hırlaşmalar, almak üzerinedir. Bütün iyilikler ise, vermek üzerinedir.
.
Günâhlar gibi, iyilikleri de gizlemeli
3 Şubat 2008 01:00
İbâdetlerin doğru olması için, nasıl yapılacaklarını öğrenmek ve öğrendiklerine uygun olarak yapmak lâzımdır. İhlâs, gerek beden, gerek mal ile yapılan farz veyâ nâfile bütün ibâdetleri, Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır. Mal, mevki, hürmet, şöhret kazanmak için yapılan ibâdette, ihlâs olmaz, riyâ olur. Bunlara sevâb verilmez, günâh olur, azâb yapılır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsan ve hayvanların bedeni dört şeyden yapılmıştır. Bunlar toprak maddeleri, su, hava ve harâret. Birbirine benzemeyen, bu dört şeyin ihtiyâçları vardır. Bedendeki harâretten dolayı, insan ve hayvanlar, kendini beğenmekte, üstün görmektedir. Şehvet ve gadab kuvvetleri ve başka kötülükler, bu dört şeyden ileri gelmektedir." Akıllı bir kimse... İnsanların ve hayvanların tabîatının istediği bu şeylere, içgüdü denilmektedir. Akıllı bir kimse, bu istekleri İslâmiyetin izin verdiği gibi kullanırsa günâh olmaz. Aklı dinlemeyenler ise, nefse uyarak, mubâhlardan dışarı taşar, günâha girerler. Çünkü nefis, bu istekleri, mubâhların dışına çıkarmaya zorlayan bir kuvvettir. İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalb ismindeki bir kuvvetin emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi ile nefis ve kalb kuvvetlerini bir arada tutan, çalıştıran kuvvet de, rûhtur. İnkâr edenlerin ve günâh işleyenlerin nefisleri azmış, kalbi ve rûhu kaplamıştır. Bu üç kuvvet birleşmiş gibi olup nefsin istediğini yapmaktadırlar. İslâmiyete uyunca, bu üç kuvvet birbirinden ayrılıp, kalb ve rûh kuvvetlenir ve nefis zayıflayarak, kalb ve rûh, nefsin baskısından kurtulur ve temizlenmeye başlar. Böylece her ikisi de, işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yaparlar. Yahyâ bin Mu'âz hazretleri, bir gün ilâç içer. İlâcı içtikten sonra hanımı; -Odada biraz dolaşsan iyi olur, deyince, Yahyâ bin Mu'âz hazretleri; -Gezmeye bir sebep göremiyorum. Otuz senedir hesâp ediyorum. Allah rızâsı için olmayan bir harekette bulunmadım buyurur. Zira bu büyükler, din için niyet etmedikçe hareket etmezler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, bütün işleri, Allahü teâlânın rızâsı için yapmak lâzım olduğunu, şöyle bir misâl ile anlatır: "Nişâburlu bir ilim talebesi ile bir tüccar yol arkadaşı olurlar. Talebenin, çok fakir olduğu için ayağında giyecek bir ayakkabısı yokmuş. Tüccar, çıplak ayakla yürüyen talebenin hâline acır ve kendisine bir çift ayakkabı alıverir. Yolculuklarına bu şekilde devam ederken tüccar, talebeye ikide bir; -Ey talebe! Yolun düzgün yerinden yürü, sivri taşlara basma, ayaklarını sürüme, dikenli yerlerden gitme, ayakkabıyı eskitme, diye tenbihlerde bulunmaya başlar. Talebe, bu sözlere önce sabreder, ses çıkartmaz. Fakat bu tenbihler sık sık tekrarlanınca, talebeyi usandırır. Sonunda bu hâle dayanamayan talebe, ayakkabıları çıkarıp tüccarın önüne koyar ve; -Ey efendi, ben senelerce yalın ayak seyâhat ederim. Kimse bana bunun için bir şart koşmamıştır. Şimdi sana, verdiğin bu ayakkabılar sebebi ile mahkûm olamam, kusura bakma, der. Bunun için, yapılan hayır ve hasenât karşılıksız olmalı, Allahü teâlânın rızâsı için yapılmalıdır. Böyle olursa makbûl olur." İhlâssız yapılan amel... Seyyid Emir Gilal hazretleri, talebelerine şöyle vasiyet eder: "İlim öğrenerek Muhammed aleyhisselâmın yoluna tâbi olmaktan asla ayrılmayınız. Her işinizi Allah rızası için yaparsanız, kurtulursunuz. İhlâssız yapılan amel, üzerinde padişahın mührü bulunmayan geçmez para gibidir. İhlâs ile yapılan az amel, Allahü teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlâssız amelin kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibâdeti ve işi, ihlâs ile yapınız. Böylece Allahü teâlânın rızâsını kazananlardan olursunuz." Netice olarak, yapılan her işi, insanların değil, Allahü teâlânın beğenmesi, rızâsı için yapmalıdır. Din büyüklerinin buyurduğu gibi: "İşlediğiniz günahları gizlediğiniz gibi, yaptığınız iyilikleri de gizleyiniz! Muvaffak olmuş kimse diye, yaptığının faydasını, âhirette görene denir."
.
İslâmiyeti bilen, zararlardan kurtulur
4 Şubat 2008 01:00
İbâdet, Allahü teâlânın varlığını, gönderdiği Peygamberini, âhiretteki nimetleri ve azâbları tasdîk etmekle, inanmakla başlar. Bunlara inanmakla ve ibâdetleri yapmakla, üç şey hâsıl olur: Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur. Kalb, rûh temizlenir. İkincisi, insanda, his organları ile hâsıl olan bilgilerle ilgisi olmayan başka bilgiler, zevkler hâsıl olur. Üçüncüsü, iyilere nimetler, kötülük yapanlara azâb yapılacağı düşünülünce, insanlar arasında adâlet hâsıl olur. Dînini iyi bilen, seven, kadın, erkek her Müslüman, bütün hareketlerinde İslâmiyete uyarak, hem kendilerine, hem de âile, akrabâ ve bütün mahlûklara hayırlı ve faydalı olur. Bunun için dînini iyi bilen ve her hareketi, bilgisine uygun olan sâlih kimselerle görüşmeli, günâh işleyen, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymayıp, yalnız söz ile Müslümânları okşayan, avutan yalancılardan, câhillerden uzak olmalıdır. İslâmiyeti, dînini iyi bilen ve âhireti düşünen doğru âlimlere sorup öğrenmelidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Saâdete kavuşmak için "Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıkları mânâlar doğrudur, kıymetlidir. Bunlara uymayanlar kıymetsizdir. Çünkü bu mânâları, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceleyerek elde etmişlerdir. Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran onlardır. Onların hidâyet ışıkları olmasaydı bizler doğru yolu bulamazdık. Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler, taşkınlık ve azgınlık uçurumlarına düşerdik. İslâmiyeti bozulmaktan koruyan, her yere yayan, onların çalışmasıdır. İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan kurtulur, saâdete kavuşur. Onların yolundan ayrılan, sapıtır, herkesi de saptırır." Bir gayr-i müslim, iman ederse, Cehenneme girmekten kurtulur, günâhsız temiz bir Müslümân olur. Dünyâda bir insanın Müslümân olup olmadığı, zarûret olmadan, açık olarak söylediği sözlerinden ve işlerinden anlaşılır. Bu insanın âhirete îmânlı gidip gitmediği, son nefesinde belli olur. Büyük günâh işlemiş olan erkek veyâ kadın bir Müslümân, tövbe ederse, günâhları, muhakkak affolur, günâhsız tertemiz olur. Îmânı doğru olan bir Müslümanın ibâdetinde gevşeklik olursa, tövbe etmese bile, affedilebilir. Affedilmese bile, azâb çekdikten sonra, Cehennemden kurtulur. Dînini bilen, iyi anlayan bir Müslümân, kötü yollara sapmaz ve kötü kimselere de aldanmaz. Dînini bilmediği için aldanan bir kimse, Cehennemden kurtulamayacaktır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarından dinini doğru olarak öğrenmeyenler, bidat ve dalâlet sellerine yakalanıp boğulur, dünyâ ve âhiret felâketlerine sürüklenirler. Ancak, hakkı bilenler, bidat sahiplerine aldanmaktan kurtulur. Hakkı bilmeyenlerin, bunların dalâlet girdaplarına, tuzaklarına düşmemeleri ise, imkânsız gibidir. İmânı düzeltmek lâzımdır... Şunu da unutmamalıdır ki, âhirette Allahü teâlânın rahmetine kavuşabilmek için, îmân ile ölmek lâzımdır. Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık olarak bildirilenlere uygun îmânı olmayan, harâmlardan sakınmayan ve İslâmın beş şartını yapmaya ehemmiyet vermeyen bir kimse, rahmete kavuşamaz. Ehl-i sünnet i'tikâdında olmayana bid'at ehli denir. Bunun yaptığı ibâdetleri, sahîh olup, borçtan, azâbından kurtulur ise de, vadedilmiş olan sevâplarına kavuşamaz. Âhirette, dünyâda yapmış olduğu iyiliklerin, hayrât ve hasenâtının karşılığına kavuşamayacaktır. Dünyâdaki iyiliklerinin karşılıklarına kavuşmak isteyenin, hemen tövbe etmesi, îmânını düzeltmesi lâzımdır. Netice olarak, neyin faydalı neyin zararlı olduğunu ayıran İslâmiyettir. İnsanlar faydalı sanır, zararlı olabilir. Zararlı sanır faydalı olabilir. Allahü teâlâ bildirmeseydi, insanlar bilemezdi. İslâmiyeti bilen, dünyanın zararlarından kurtulur. Ebû Abdullah Mağribî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Bir kimse, samîmî olarak, dünyâdan yüz çevirir, Allahü teâlâya yönelirse, o kimse, dünyânın şerrinden ve âfetlerinden, sıkıntılarından emin olur, kurtulur."
.
Kibir, insanı inkâra sürükler
10 Şubat 2008 01:00
Kibir, insanın kendisini başkasından üstün görmesidir. İnsan, kendisini başkasından üstün görmekle, kalbi râhat eder, kendini ve ibâdetlerini beğenir. Kibir, kötü bir huydur, kalb hastalıklarındandır ve harâmdır. İnsanın Hâlıkını yani yaratanını, Rabbini unutmanın alâmetidir. Çok kimse, bu kötü hastalığa yakalanmıştır. Hadîs-i şerîfte; (Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennete giremez) buyurulmuştur. Kibrin en kötüsü, Allahü teâlâya karşı kibirli olmaktır. Nemrûd böyle idi. Tanrı olduğunu ilân etti. Allahü teâlânın nasîhat vermek için gönderdiği Peygamberi ateşe attı. Firavun da böyle ahmaklardan biri idi. Mümin sûresinin 60. âyet-i kerimesinde meâlen: (Büyüklenerek bana ibâdet etmeyenler, alçalmış olarak Cehenneme girecektir) buyurulmuştur. Peygamberlere karşı kibirlenenler de olmuştur. Peygamberleri kendileri gibi bir insan olarak gördükleri için, kibirlenerek imân etmemişler, kabul etmemişlerdir. Kendini üstün gören... Herhangi bir hususta kendini başkasından üstün gören kibirlidir. Kibrin sebepleri ise; ilim, ibâdet, soy, güzellik, kuvvet, servet, mevki, yakınların çokluğu gibi şeylerdir. Halbuki bunlar, insanda kalıcı değil, geçicidir. Nitekim 200 bin sene itâat, ibâdet eden iblîs yani şeytân, kibirlenip secde etmediği için, ebedî olarak melûn olmuş, lânetlenmiş ve reddedilmiştir. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ buyuruyor ki; kibriyâ, üstünlük ve azamet bana mahsûstur. Bu ikisinde bana ortak olanı Cehenneme atarım, hiç acımam) buyurulmuştur. Kibriyâ sıfatı, Allahü teâlâya mahsûstur. İnsan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahü teâlâ indinde kıymeti o kadar yükselir. Kendine kıymet verenin, Allahü teâlâ katında kıymeti olmaz. Yanına başkasının oturmasını istememek, hastalarla birlikte oturmamak, evine lâzım olan eşyaları alıp evine getirmemek, eski elbisesini tekrar giymekten hoşlanmamak, iş başında iş elbisesi giymek istememek, fakirlerin davetine gitmek istemeyip zenginlerinkini tercih etmek, akrabasının ve çocuklarının ihtiyaçlarını temin etmemek, doğru sözü, haklı tenkitleri kabul etmeyip münakaşa etmek, kusûrunu, kabahatini bildirenlere teşekkür etmemek, içeri girince, oradakilerin ayağa kalkmaları hoşuna gitmek gibi şeyler, hep kibir alâmetidir. İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Kalb meleklere mahsûs bir evdir. Gadab, şehvet, hased, kibir gibi kötü sıfatlar, uluyan köpek gibidirler. Köpeklerin bulunduğu yere melekler girmez. Hadîs-i şerîfte, (Köpek ve resim bulunan eve melekler girmez) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfteki evin kalb olduğunu ve köpeğin de, kötü huylar demek olduğunu söylemiyorum. Açık manalarına inanmakla berâber, yukarıdaki manaları da ilâve ediyorum." Bir kimse, başkasının tenkidinden hoşlanmıyor, onun benden ne farkı var, o da bir insan diyorsa, hakkı onun ağzından duymak zor geliyorsa, bilmelidir ki bu da kibirdendir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanın dışında şeytân bulunduğu gibi, içinde de vardır. İnsanın içindeki şeytânı, onun kudretinin, enerjisinin taşkınlığıdır. Enerji artınca, insanda kibir ve yükseklik hâsıl olur. Kötü sıfatların en aşağısı da, bu kibir sıfatıdır. Enerjinin teslîm olması, selâmet bulması, bu kötülüğün ondan gitmesidir." Bütün fesâdın başı... Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir gün yolda giderken yanından geçen bir köpeği görür ve köpeğe değip necâset bulaşmasın diye eteklerini toplar. O anda köpek dile gelerek der ki: "Benden sana bulaşacak kir, üç defâ yıkamakla temiz olur. Ama senin nefsindeki kibir kiri, yedi deryâda yıkansa temiz olmaz." Netice olarak kibir, insanı, Allahü teâlânın bütün emirlerine muhalefet etmeye sevk eder. Çünkü kibirli insan, başka birinden hak ve hakikati duysa, onu kabul etmek istemez, hemen karşı çıkar ve çeşitli yollardan, onların doğru olduğunu bile bile çürütmeye çalışır. Takıyyüddîn Sübkî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Bütün fesâdın başı kibirdir. Kibir, kalbi, nasîhat kabûl etmekten ve emre itâat etmekten alıkoyar."
Müslüman kalabilmek için...
11 Şubat 2008 01:00
Müslüman olarak kalabilmek için, itikâdı, îmânı düzelttikten sonra, fıkıh ilminin bildirdiği ibâdetleri yanî İslâmiyyetin emirlerini yapmak, yasak ettiklerinden de kaçınmak lâzımdır. Beş vakit namâzı, üşenmeden, gevşeklik yapmadan, şartlarına dikkat ederek kılmalıdır. Nisâb miktârı malı ve parası olan, zekât vermelidir. Kıymetli ömrü, lüzûmsuz mubâhlara bile harcamamalıdır. Harâm ile geçirmemek, elbette lâzımdır. Tegannî, şarkı ve çalgı âletleri ile meşgûl olmamalı, bunların nefse verecekleri lezzete aldanmamalıdır. Gıybet etmemelidir çünkü harâmdır. Gıybet, bir Müslümânın gizli bir kusûrunu, arkasından söylemektir. Bid'at sâhiplerinin, açıkça günâh işleyenlerin bu günâhlarını, zulmedenlerin ve alışverişte insanları aldatanların bu kötülüklerini duyurarak, bunların şerrinden sakınmalarına sebeb olmak ve Müslümânlığı yanlış söyleyenlerin, yazanların bu iftirâlarını herkese söylemek lâzımdır. Bunları söylemek, gıybet olmaz. Affetmek çok sevâbdır... Nemîme yapmamalı, yanî Müslümânlar arasında söz taşımamalıdır. Bu iki günâhı işleyenlere çeşitli azâblar yapılacağı bildirilmiştir. Yalan söylemek ve iftirâ etmek de harâmdır, sakınmak lâzımdır. Bu iki fenâlık, her dinde de harâm idi. Cezâları çok ağırdır. Müslümânların ayıplarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını affetmek çok sevâbdır. Küçüklere, emri altında bulunanlara, hanıma, çocuklara, talebeye, işçiye, fakîrlere merhamet etmelidir. Kusûrlarını yüzlerine vurmamalıdır. Olur olmaz sebeplerle o zavallıları incitmemeli, dövmemeli ve sövmemelidir. Hiç kimsenin dînine, malına, canına, şerefine, nâmûsuna saldırmamalı, herkese olan borçları ödemelidir. Rüşvet almak, vermek harâmdır. Yalnız, zâlimin zulmünden kurtulmak için ve zorla, tehdît edilince vermek, rüşvet olmaz. Fakat bunu da almak harâm olur. Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yaptığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekte acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. Ananın, babanın, İslâmiyyete uygun emirlerine itâat etmeli, İslâmiyyete uygun olmayanlara isyân etmemeli, karşı gelmemeli, fitneye sebeb olmamalıdır. İtikâdı düzelttikten ve fıkhın emirlerini yaptıktan sonra, bütün zamânları, Allahü teâlânın zikri ile geçirmelidir. Zikre, yanî kalbin, Allahü teâlâyı hâtırlamasına, anmasına mâni olan her şeyi, kendine düşmân bilmelidir. İslâmiyyete ne kadar çok yapışılırsa, Onu anmanın lezzeti artar. İslâmiyyete uymakta, gevşeklik, tembellik arttıkça, o lezzet de azalır ve kalmaz olur. Müslümân kadınların ve erkeklerin, avret mahalli açık olarak sokağa çıkmaları, harâmdır. Başkalarının, avret mahallerine bakmak, avret mahalli açık olanların bulunduğu yere gitmek de harâmdır. Harâm işlerken, namâz vakitleri de geçerse, ayrıca günâh ve küfür olur. Her nevi çalgıyı çalmak ve Kur'ân-ı kerîmi, mevlidi ve ezânı tegannî ile okumak harâmdır. Bunları, çalgı âletleri ile okumak da harâmdır. En büyük düşman!.. Çocukların ilim öğrenecek kıymetli zamânları ziyân edilirse, Müslümân evlâtları câhil kalır, dinsiz bir gençlik yetişir. Din adamları, bu felâkete seyirci kalır, susarlarsa, bunların günâhları kat kat ziyâde olur. Helâli, harâmı öğrenmeyen, öğrendikten sonra da ehemmiyyet vermeyen kâfir olur. İnsanın en büyük düşmanı kendi nefsidir. Hep insana zararlı şeyleri yapmak ister. Nefsin arzûlarına şehvet denir. Nefsin şehvetlerini yapmak, ona çok tatlı gelir. Bunları lüzûmu kadar yapmak, günâh değildir. Fazlasını yapmak, zararlı olur ve günâh olur. Netice olarak, Müslüman olarak kalabilmek için, İslâmiyyeti doğru olarak öğrenmek, öğrenilenlere göre inanmak ve yapmak lâzımdır. İtikadı bozuk bir kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşamaz. Onun rahmetinden, yardımından mahrûm kalır. Râhatı, huzûru bulamaz. Eğer îmânımızı düzeltmez, İslâmiyyete uymaz, hayırlı işler görmez, şahsî menfâatlerimiz için gayri meşrû yollara saparsak, Allahü teâlâ bizi aşağıların aşağısı yapar.
.
Ayıpları örtücü olmak...
17 Şubat 2008 01:00
Müslümânların ayıplarını örtmek, gizli günâhlarını yaymamak ve kusûrlarını affetmek çok sevâbdır. Uzun bir hadis-i şerifin sonunda; (Bir kimse bir Müslümânın ayıbını, kusûrunu örterse, Allahü teâlâ, kıyâmet günü onun ayıplarını, kabâhatlerini örter) buyurulmuştur. Bunun için kimsenin ayıbına, kusûruna bakmamalı, kendi ayıplarını görmelidir. Kendini hiçbir Müslümândan üstün bilmemelidir. Her Müslümânı kendinden üstün tutmalıdır ve herhangi bir Müslümânı görünce, kendi saâdetinin, onun duâsını almakta olabileceğine inanmalıdır. Kendinde hakkı bulunanların kölesi gibi olmalıdır. Kimseyi gıybet etmemeli ve gıybet yapana mâni olmalıdır. İyi kimseler yani sâlih Müslümanlar, insanların kusûrlarını, ayıplarını araştırmazlar ve gördükleri hataları, kusûrları da örterler. Peygamber efendimiz; (Kim insanların ayıplarını, kusûrlarını örterse, Allahü teâlâ da, onun ayıplarını, kusûrlarını örter) buyurmuştur. "Seni dost edindim!" İnsanın ayıplarını araştıranlar, dost değil düşmandırlar. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. İyi kimseler ise, insanın ayıplarını pek görmezler. Birisi İbrâhîm bin Edhem hazretlerine, ayıbını, kusûrunu bildirmesi için yalvarınca; "Seni kendime dost edindim. Her hâlin ve hareketlerin, bana güzel görünüyor. Ayıbını başkalarına sor" buyurmuştur. Kendi kusûrlarını araştırıp düzeltmeye çalışan bir kimse, başkalarının ayıplarını görmeye vakit bulamaz. Hep, kendinden dahâ iyi olan Müslümânları görür. Yanî her gördüğü Müslümânı kendinden dahâ iyi bulur. Ebû Saîd-i Arâbî hazretlerine, iyi bir Müslüman nasıl olur diye suâl ettiklerinde, cevabında; "Hâdiselerin değişmesi, ahlâklarını değiştirmez. Başkalarının ayıplarına bakmazlar. Dâimâ, kendi ayıplarını, kusûrlarını görürler. Kendilerini hiçbir Müslümândan üstün bilmezler. Hepsini kendinden üstün görürler" buyurmuştur. İyi bir Müslüman, başkasında bir ayıp, kusûr görünce, bunu kendinde arar, kendinde bulunca, bundan kurtulmaya çalışır. Böyle yapmak, kötü huylardan kurtulmanın ilâçlarındandır. Zaten; (Mü'min mü'minin aynasıdır) hadîs-i şerîfinin mânâsı da budur. Yanî, başkasının ayıplarında, kusûrlarında, kendi ayıbını, kusûrunu görmektir. Din büyükleri ile görüşmekten maksat, kişinin kendi ayıplarını, kusûrlarını anlaması ve gizli kötülüklerini meydâna çıkarması içindir. Tasavvuf yolunda olmaktan maksat da, kişinin kendi nefsinin ayıplarını, kusûrlarını anlaması, İslâmiyyetin emir ve yasaklarına uymakta kolaylık, lezzet hâsıl olması ve gizli olan şirkten, küfürden kurtulması içindir. Bu sebeple, herhangi bir Müslümânın ayıbını, kusûrunu meydâna çıkarmamalı, kimsenin gizli hâllerini araştırmamalıdır. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Mirâc gecesi birtakım insanlar gördüm ki, çok fecî ve elîm bir şekilde kendi kendilerine azâb ederler. Cebrâîl aleyhisselâma sordum ki, yâ Cebrâîl, bunların günâhı nedir? Niçin böyle kendi kendilerine azâb ederler? Cebrâîl aleyhisselâm dedi ki: Bunlar başkalarının ayıplarını meydâna çıkaranlardır.) "Onların cezâsı nedir?" Mûsâ aleyhisselâm, Tûr-i Sînâ'da Allahü teâlâya; -Yâ Rabbî! Başkalarının ayıplarını meydâna çıkaranların cezâsı nedir? diye arz edince, cenâb-ı Hak; (Tövbesiz giderlerse, yerleri Cehennemdir) buyurmuştur. Netice olarak her Müslümânın, Resûlullah efendimizin hattâ, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanması lâzımdır. Çünkü Resûlullah efendimiz; (Allahü teâlânın ahlâkı ile huylanınız!) buyurmuştur. Allahü teâlânın sıfatlarından biri, Settâr yanî günâhları örtücüdür. Her Müslümânın da din kardeşinin ayıbını, kusûrunu örtmesi lâzımdır. Allahü teâlâ, kullarının günâhlarını affedicidir. Müslümânlar da, birbirlerinin kusûrlarını, kabâhatlerini affetmelidir. Her Müslümânın bunları öğrenmesi ve bunlar gibi ahlâklanması lâzımdır. Böylece, dünyâ ve âhiret felâketlerinden kurtulmak nasîb olur. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Kendi nefislerinizin ayıplarını araştırınız, başkalarının ayıplarını araştırmayınız!)
.
Mühim işleri, sonraya bırakmamalı
18 Şubat 2008 01:00
Mühim olan hayırlı işleri yapmayı sonraya bırakmamalıdır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Dün geçti, yarın ya var, ya yok. Yarına çıkıp çıkmayacağımızı ise, bilmiyoruz. Bunun için her günü yarınsız bilmeliyiz. Yoksa; (Helekel musevvifûn) yani yarın yaparım diyen helâk oldu, hadîs-i şerîfine dahil oluruz. Ölüm unutulmamalıdır. Bütün kötülüklerin başı ölümü unutmaktan geçer. Ölümü unutmayan insan, kızamaz, kimseye kötülük yapamaz. Kötülük, hem dünyada hem de âhirette kişinin yüz karasıdır. Falancaya rastlamaktansa veya işim düşmektense kalsın dedirten kötü huylu kimse, mahvolmuş demektir. Bir Müslüman, herhangi bir Müslümanın yanına, herhangi bir iş için rahat gidemiyorsa, o Müslümanın sonundan korkulur. Hadîs-i şerîfte, (Ölmeden evvel tövbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mâni çıkmadan önce acele ediniz. Allahü teâlâyı çok hatırlayınız. Zekât ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızıklarına ve yardımına kavuşunuz!) buyuruldu. Şeytân mâni olur!.. Şeytân, şimdi dünyâyı kazanmak için çalış, râhata kavuş, ondan sonra ileride râhat râhat, huzûr içinde ibâdet edersin, diyerek insanın ibâdet yapmasına mâni olur. Buna cevâb olarak, ecel benim elimde değildir. Herkesin ömrü takdîr edilmiştir ve belki de yakında ölürüm. İbâdet vazîfelerini vaktinde yapmalıyım, demelidir. Tövbeyi geciktirmek, çok zararlıdır. Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım dememelidir, ölüm daha önce gelebilir. Lokman Hakîm hazretleri, oğluna nasîhat ederek; "Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü ölüm, ânsızın gelip yakalar" buyurmuştur. Sonra tövbe etmeyi, bugün etmekten kolay sanan, aldanır. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ki, faydası olmaz. Halbuki günah işleyince tövbe etmek farzdır. Allahü teâlâ, hadîs-i kudsîde buyuruyor ki: (Ey insanoğlu, günahlarınıza tövbe ederek, kendi kendinize ikrâmda bulunun! Sâlih amel işleyerek cihâd edin! Henüz kıyâmet kopmadan kıyâmetin dehşetini düşünüp ona göre hazırlanın! İşittiğiniz hâlde, sağırlardan olmayın! Gönlünüze gelen sıkıntı, mal ve rızkınızdaki eksiklik, mâlâyanî sözlerden ve zamanı iyi değerlendirmemekten ileri gelir. Başkalarının kusûrlarını gördüğü vakit, kendi kusûrunu hâtırlamayan, şeytanı sevindirir, Rahmânı gücendirir. Gizli ve açık bütün yaptıklarınızdan sorulacaksınız. Oruç tutanlara sayısız ni'metler ihsân ederim. Tövbe edenleri azâbımdan emîn kılarım. Her ni'met bendendir. Bunun için yalnız bana şükredin! Her şeyi veren benim. Her şeyi benden isteyin! Rahmetimden ümit kesen helâk olur.) İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Biz kuluz. Başıboş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. Kıyâmet günü utanmaktan, pişmân olmaktan başka, ele bir şey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamânıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, râhat, elverişli vakit ele geçmez. Bugün fırsat elde iken, hangi özür ve hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamber efendimiz, (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etti) buyurdu. Eğer dünyâ işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhiret işlerini yaparsan güzel olur. Fakat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur." "Dünya, bir konaktır" İmâm-ı Gazâlî hazretleri de buyuruyor ki: "Bu dünya, âhiret yolcularının bir konak yeridir. İnsana burada yiyecek ve giyecek lâzımdır. Bunlar ise çalışmadan ele geçmez. Her an mal kazanmak için uğraşan aldanmıştır. Hem âhiret için hâzırlanmalı, hem de dünya ihtiyaçlarını kazanmalıdır. Fakat, bunları da, âhiret yolculuğunda lâzım olduğunu düşünerek kazanmalıdır." Netice olarak bu kısa ömürde, öncelikle mühim olan işleri yapmalı, hayırlı işleri yapmayı sonraya bırakmamalıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Vakit, keskin bir kılınç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır. Aklı olan böyle yapar.
.
Teşekkür için namaz kılmalı
24 Şubat 2008 01:00
Allahü teâlâ, yarattığı mahlukların içerisinde yalnız insana kıymet vermiş ve yalnız Zâtını tanımayı insana nasib etmiştir. Zira cenâb-ı Hakkı tanımak, çok kıymetlidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda bir şey artmadı. Ez-zâriyât sûresinin; (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım) meâlindeki 56. âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve saâdettir. Yoksa, Allahü teâlânın bir şey kazanması için değildir. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın, (Ma'rûf olmak, tanınmak için her şeyi yarattım) buyurması, (Onların beni tanımakla şereflenmesi için) demektir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu ma'nâ, Allahü teâlâya lâyık değildir." Peygamber efendimizi, o zamanda yaşayan herkes görüyordu, ama tanıyamadılar. Zira tanımak, anlamak zordur. Peygamber efendimizi, Allahü teâlânın peygamberi olarak tanıyanlar ise, Eshâb-ı kirâm oldular. Zâtını tanımamızı istiyor... Allahü teâlâ bize verdiği nimetler karşılığında bizden, Zâtını tanımamızı, bilmemizi istiyor ve nitekim bir hadîs-i kudsîde de; (Bilinmeyi, tanınmayı sevdim) buyuruyor. İnsan olarak, sahibimizi, yaratanımızı bilmemiz, tanımamız lâzımdır. Allahü teâlâ, insanlardan ikinci olarak da; ihsân ettiği nimetlere karşılık olarak teşekkür istiyor. Peki insan, Allahü teâlâya karşı nasıl teşekkür edecektir? Allahü teâlâ, kendisine ibâdet ve ni'metlerine şükretmek isteyenlere namâz kılmalarını emretmiştir. Bunun için her gün, beş vakitte, namâz kılmayı farz etmiştir. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, kullarına her gün beş kerre namâz kılmalarını emretti. Bu emri, birinci vazîfe bilerek yapanı Cennete sokacağını söz verdi) buyuruldu. Bu emre ehemmiyet vermeyene ve namâz kılmakta tembellik edene, çok acı azâblar yapılacağını da bildirmiştir. Namâz kılmak, kalbleri temizler. Günâhların affedilmelerine sebep olur. Namâz kılarken, Allahü teâlânın büyüklüğünü, Onun emrini yapmayı düşünmek lâzımdır. Ancak, böyle kılınan namâz, kalbi temizler. İnsanı kötülük yapmaktan korur. Allahü teâlâ, insanın kalbine bakar. Görünüşüne, hareketlerine bakmaz. Yanî temiz niyyet ile, Allah korkusu ile yapılan iyilikleri kabûl eder. Namâz kılarken de, önce niyyeti düzeltmek, sonra farzlarına, şartlarına uygun kılmak lâzımdır. Bedeni, rûhu ile birlikte olarak namâz kılmalıdır. Namâz kılarken, Allahü teâlânın, kendisini gördüğünü, okuduklarını işittiğini, düşündüklerini bildiğini unutmamalıdır. Her gün, her namâzda, böyle düşünen kul, Hâlıkına, Yaratanına yakın olur. Onun sevdiği sâlih bir kul olur. Böyle kuldan, kimseye zarar gelmez. Abdullah Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "Bütün ibâdetleri toplamıştır" "Bütün ibâdetler namâz içinde toplanmıştır. Kur'ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek yanî sübhânallah demek, Resûlullaha salevât söylemek, günâhlara istigfâr etmek ve ihtiyâçları yalnız Allahü teâlâdan isteyerek Ona duâ etmek, namâz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namâzda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükü hâlinde, cansızlar da namâzda ka'dede oturur gibi yere serilmişlerdir. Namâz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır." Netice olarak, kulun Allahü teâlâya teşekkürü, namaz kılmakladır. Çünkü zekât, malı olana, hac, şartları bulunana, oruç, şartlarını taşıyana farzdır ve her zaman da değildir. Ama namaz, aklı başında, erginlik çağına girmiş kadın-erkek her Müslümana, her gün beş vakitte farz kılınmıştır ve namazda hiçbir engel de yoktur. Su bulamayan teyemmüm ederek, hasta olan oturarak veya yattığı yerde imâ ile kılar. Sıhhatli iken de, hastayken de kılınır. Namaz kılmakta hiçbir engel olmadığı için, Allahü teâlâ, teşekkürü namazla başlatmıştır. Onun için din büyükleri; "Namaz kılmayanın hiçbir teşekkürünü, şükrünü Allahü teâlâ kabul etmez. Zira îmânın bayrağı, alâmeti namazdır" buyurmuşlardır.
.
Teşekkür etmeyen, kötülenir
25 Şubat 2008 01:00
İyilik yapana teşekkür edileceğini, herkes bilir. Bu, insanlık îcâbıdır. İyilik edenlere hürmet edilir, nimet sâhipleri, büyük bilinir. O hâlde, her nimetin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek, teşekkür etmek, insanlık îcâbıdır. Aklın lüzûm gösterdiği bir vazîfe, bir borçtur. Çünkü iyiliğe karşı iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Böyle olunca, her iyiliği yapan, en büyük iyilik olarak, yok iken var eden, en güzel şekli veren, lüzûmlu uzuvları, kuvvetleri ihsân eden, sıhhat veren, akıl ve zekâ bahşeden, çoluk çocuk, ev, ihtiyâç eşyâsı, gıdâ, içecek, elbiselerimizi yaratan yüce bir sâhibe, bu ni'metleri sebepsiz, karşılıksız ihsân eden ve her an yok olmaktan, düşmandan, hastalıktan muhâfaza eden ve bize hiç ihtiyâcı olmayan, sonsuz kuvvet, kudret sâhibi olan, Allahü teâlâya şükretmemek, kulluk hakkını ödememek ne büyük bir kabahât olur? Hele, Ona ve ni'metlerin Ondan geldiğine inanmamak veyâ bunları başkasından bilmek, en çirkin yüz karası olur. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, şükrü; "Allahü teâlânın ihsân ettiği nîmet ile O'na isyân etmemektir" diye tarif etmiştir. Herkes onu ayıplar!.. Bir kimseye her ihtiyâcı verilse, her ay yetecek para, gıdâ hediyye olunsa, bu kimse, o ihsân sâhibini her yerde herkese karşı övmez mi? Gece gündüz onun sevgisini, onun kalbini kazanmaya uğraşmaz mı? Onu dertlerden, sıkıntılardan muhâfaza etmeye çalışmaz mı? Ona hizmet edebilmek için, kendini tehlikelere atmaz mı? Bunları yapmasa, o ihsân sâhibine hiç kıymet vermese, herkes onu ayıplamaz mı? Hattâ, insanlık vazîfesini yapmıyor diye cezâlandırılmaz mı? İyilik eden bir insanın hakkına böyle riâyet ediliyor da, her ni'metin, her iyiliğin hakîkî sâhibi olan, hepsini yaratan, gönderen, Allahü teâlâya şükretmek, Onun beğendiği, istediği şeyleri yapmak, niçin lâzım olmasın? Elbette, en çok Ona şükretmek, en çok Ona itâat etmek, ibâdet etmek lâzımdır. Çünkü, Onun ni'metleri yanında başkalarının iyilikleri, deniz yanında damla kadar bile değildir. Hattâ, diğerlerinden gelen iyilikleri de, yine O göndermektedir. İnsan, Allahü teâlâya karşı lâzım olan şükür borcunu nasıl yapmalıdır? Bazı âlimlere göre şükür, Allahü teâlânın varlığını düşünmekle, bazılarına göre, ni'metlerin Ondan geldiğini anlamakla, bazılarına göre ise, Onun emirlerini yapmak, harâmlarından sakınmakla diye bildirmişlerdir. Âlimlerden bazılarına göre de, insanın Allahü teâlâya karşı vazîfesi üçe ayrılır: Birincisi, bedeni ile yapacağı işlerdir. Namâz, oruç gibi. İkincisi, rûhu ile yapacağı vazîfedir. Doğru i'tikâd, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek. Üçüncüsü, insanlara adâlet yapmakla, Allahü teâlâya yaklaşmaktır. Bu da, emâneti muhâfaza, insanlara nasîhat etmek, İslâmiyyeti öğretmekle olur. Birinci vazife... Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, ibâdet üçe ayrılır: Doğru i'tikâd, doğru söz ve doğru iş. Peygamberler ve bunların vârisleri olan, Ehl-i sünnet âlimleri, ibâdetlerin çeşitlerini ve nasıl yapılacaklarını ayrı ayrı bildirmişlerdir. Herkesin bunları öğrenmesi ve ona göre hareket etmesi lâzımdır. Zira insan için, doğru i'tikâd, doğru söz ve amel-i sâlih, birinci vazîfedir. İslâm âlimleri; "İnsana vâcib olan birinci vazîfe, îmân, amel ve ihlâs sâhibi olmaktır. Dünyâ ve âhiret saâdetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir" buyurmuştur. Amel, kalb ve dil ile, yanî söz ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlâktır. İhlâs, amelini yanî bütün işlerini, ibâdetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir. Netice olarak, iyilik edene, mâl ve hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, teşekkür ve duâ eder. Karşılık yapmayanın başına kakılır, kötülenir, incitilir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurduğu gibi: "İyilik edene teşekkür lâzım olduğunu akıl da, İslâmiyyet de göstermektedir. Şükrün derecesi, gelen ni'metlerin miktârına bağlıdır. Ni'met, ne kadar çok ise, şükretmek lüzûmu da, o kadar çok olur."
.
Şükrün ve nankörlüğün neticesi
2 Mart 2008 01:00
Şükür; verilen nîmetleri yerli yerinde kullanmak, görülen iyiliğe karşı teşekkür etmek, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak anlamlarındadır. İyilik edene, mal ve hizmetle karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, teşekkür ve duâ eder. Çünkü, iyiliğe karşı iyilik yapmak insanlık vazîfesidir. Hadîs-i şerîfte; (İnsanlara teşekkür etmeyen, Allahü teâlâya şükretmiş olmaz) buyurulmuştur. Vaktiyle Bağdat'ta kıtlık olur. Açlıktan mecalsiz kalan bir fakir, içeriden ekmek kokusu gelen bir evin kapısını çalar; -Günlerdir ağzıma bir lokma girmedi. Allah rızası için bir ekmek verin diye yalvarır. Tandırda ekmek pişirmekte olan kadıncağız, fakirin bu yalvarışı üzerine kızına; -Al şu ekmeği, kapıdaki fakire veriver der. Kızcağız, tandırdan yeni çıkan ekmeği fakire verir. Fakir, sevincinden ne yapacağını bilemez ve hemen evinin yolunu tutar. O sırada karşısına birisi çıkar; "O ekmeği kim verdi?" -O ekmeği nereden aldın diye sorar. Fakir de, kendisine ekmek verilen evi tarif ederek yoluna devam eder. Adam, ekmek verilen evin kendi evi olduğunu anlayınca, çok öfkelenir ve böyle zamanda kimin evinde ekmek olabilir ki diye söylenerek hışımla eve girer; -O ekmeği, fakire kim verdi diye bağırır. Kadıncağız korkudan, kızına bir şey yapmaz düşüncesiyle, kızını işaret eder. Nankörlük ve cimrilik içine işlemiş olan adam, eline geçirdiği bir sopa ile, kızının ekmek veren eline öyle bir vurur ki, kızcağızın eli felç olur. Öfkeyle; -Ben herkese ekmek versem, bu evde ekmek mi kalır diye de bağırır... Aradan seneler geçer. Elindeki nimete şükretmeyen adamın işleri bozulur. Nesi varsa satar fakat kendini iflâstan kurtaramaz. Bu arada sıhhati bozulur, çalışamayacak hale gelir ve bir lokmaya muhtaç olur. Bir gün kızına; -Benim çalışacak ve dışarı çıkacak halim yok. Dışarı çık birisinden ekmek veya bir ekmek parası iste. Benden ümidi kesin der. Ömründe dilenmemiş, kimseden bir şey istememiş olan kızcağız, utana, sıkıla çarşıya iner. Bir kenara çekilir ve beklemeye başlar. Uzun müddet kızcağızın orada beklediğini gören genç bir esnaf, yanına gelir; -Sen masûm birine benziyorsun. Burada mahçup bir halde kimi veya neyi bekliyorsun diye sorar. Kızcağız; -Ekmeğimiz de, alacak paramız da yok. Bir tanıdık rastgelirse ekmek parası isteyeceğim der. O esnaf, hemen elini cebine atar, hatırı sayılır bir para çıkartıp kızcağıza uzatır; -Bunlarla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Böylece, Rabbimin bana ihsân ettiği nimetin şükrünü ödemiş olurum der. Kızcağız, parayı alırken elinin birini saklar. Bu hâl genç esnafın dikkatini çeker; -Elinde bir rahatsızlık varsa, seni doktora götüreyim, tedâvi ettireyim. Daha önce çok fakirdim, yiyecek bir lokma ekmeğe muhtaç idim. Rabbim bana çok ihsânda bulundu, zengin oldum. Rabbimin bu ihsânına karşı, şükür olarak Onun kullarına yardım etmek istiyorum. Saklama derdin ne ise söyle sana yardım edeyim der. Kızcağız başından geçenleri anlatır. Fakire verdiği ekmek sebebiyle babasının eline sopa ile vurduğunu ve bu sebeple sakat kalıp evlenemediğini de anlatır. Kızcağızdan bunları işiten genç esnaf, hemen komşularını çağırır ve; "Ben sebep oldum!.." -Komşular, bu kızcağızın elinin sakat kalmasına ben sebep olmuşum. Çünkü o ekmeği isteyen bendim. Elinin sakat kalmasına sebep olup da bu hâlde bırakmak, insanlığa sığmaz ve Allahü teâlâ da râzı olmaz. Bu kızcağızın babası, elindeki nîmete şükretmediği için, Allahü teâlâ onun dükkanını elinden alıp bana nasib etti. Şimdi imtihân sırası bende. Ben de aynı nankörlüğe düşmek istemem, der ve kızcağızı babasından istetip evlenir. Böylece kızcağızı ve ailesini sıkıntıdan kurtardığı gibi, Allahü teâlânın ihsânlarına da şükreder... Netice olarak, nimetlere şükredilirse, elde kalır, nankörlük edilirse, elden çıkar. Hazret-i Alinin buyurduğu gibi: "Nîmetlere şükreden, onun elden çıkacağından korkmasın. Nîmetin kıymetini bilmeyip, nankörlük edenlerin elinden o nîmet alınır. Şükür ise, nîmeti devamlı kılar ve artırır."
.
Âhirette pişmanlık felâkettir!..
3 Mart 2008 01:00
Dünyânın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslü ve tatlıdır. Tâze, güzel, körpe sanılır. Aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leştir ve böcekler, akrepler dolu bir çöplüktür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehirlenmiş şeker gibidir. Aslı harâbdır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan akılsızdır, büyülenmiştir. Âşıkları delidir, aldatılmıştır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmânlık çeker. Peygamber efendimiz; (Dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir) buyurmuştur. Demek ki, bir kimse, dünyâyı râzı ederse, âhiret ondan gücenir. Yani, âhirette, eline bir şey geçmez. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: İŞ İŞTEN GEÇMEDEN... "Cehennemden kurtulmak isteyen, helâl ve harâmları iyi öğrenmeli, helâl kazanıp, harâmdan kaçınmalıdır. Gaflet uykusu ne zamâna kadar sürecek, kulaklardan pamuk ne vakit atılacak? Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklar. Fakat, o zamân pişmânlık işe yaramayacak. Rezîl olmaktan başka, ele bir şey geçmeyecektir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhiretin çeşit çeşit azâbları, insanları bekliyor. İnsan öldüğü zamân, kıyâmeti kopmuş demektir. Ölüm uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanalım! Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrümüzü, bunlara uygun geçirelim. Kendimizi âhiretin çeşitli azâblarından kurtaralım! Tahrîm sûresinin 6. âyetinde meâlen; (Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlarla taşlardır) buyurulmaktadır." Kabirden birisi çıkıp dünyaya gelse nasıl yaşardı? Herhalde bir anını bile boş geçirmez, hep ahireti için çalışır, günah işlemez, kalb kırmazdı. Peki biz oraya gitmeyecek miyiz? Âhirete gidince başımıza neler geleceğini, nelerle karşılaşacağımızı dinimiz bildiriyor. Allahü teâlâya imân etmeyenler, Peygamber efendimize inanmayanlar, İslâmiyeti reddedenler, Cehennemde feryat edecekler ve; -Yarabbi bizi tekrar dünyaya gönder, hiç günah işlemeyeceğiz, hep ibâdet edeceğiz diyeceklerdir. Onlara; -Zaten oradan geldiniz ya! denilecektir. Bu dinin temeli öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ hiçbir şeyi gayesiz ve hikmetsiz yaratmamıştır. Her şeyin bir hikmeti, gayesi vardır. İnsanın bile yaşarken bir gayesi, maksadı vardır. Rabbimizin her yarattığında bir hikmet vardır. Cenâb-ı Hak insanı, maksatsız, gayesiz yaratmamıştır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; (Ben insânları, büyüklüğümü onlara tanıtmak ve bana ibâdet etmeleri için yarattım!) buyurmaktadır. İbâdet, Onu tanımak, Onun büyüklüğünü anlamak, insanın kendisinde bulunan çok kötü bir nefsin olduğunun farkına varmasıdır. İnsanın kendini tanıması ne kadar artarsa, Allahü teâlânın büyüklüğü o kadar iyi anlaşılır. İnsan kendini beğenirse, Müslümanları, İslâmiyeti beğenmez, sonunda şirke kadar gider. Zira insanın nefsi, bilmediklerini sormaz, öğrenmez, öğrenmek de istemez, ben biliyorum der. O ben kelimesi de, insanı yıkar, helâk eder. DÜNYÂ HAYÂTI KISADIR... Dünyâ hayâtı çok kısadır. Her günü geçip hayâl olmaktadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da, ya dâimî azâb veya ebedî ni'metlerdir. Bunların vakitleri, herkese süratle yaklaşmaktadır. Bu sebeple insân, kendine merhamet etmeli, aklından gaflet perdesini kaldırmalı, bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalışmalıdır. İnsanın vereceği karar, çok büyük ve çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Muhakkak herkes ölecektir. İnsan öldüğü vakti düşünmeli, başına geleceklere hâzırlanmalıdır. Zira son pişmânlık fayda vermez ve son nefeste hakkı tasdîk etmek, kabûl edilmez. Netice olarak âhirete giden herkes, muhakkak pişmanlık duyacaktır. Dünya için kanâat ve tevekkül olur. Fakat âhiret için kanâat ve tevekkül olmaz. Dünyada pişmanlık nimettir, âhirette pişmanlık ise, felâkettir
.
Dindeki her değişiklik dalâlettir
9 Mart 2008 01:00
Reform, bozulmuş bir şeyi eski, doğru hâline getirmek demektir. İslâmiyyeti değiştirmeye, bozmaya çalışanlar, kendilerine dinde reformcu diyorlar. Bunların yapmak istedikleri, düzeltmek değil, dini değiştirmek, bid'at çıkarmaktır. Bid'at, eshâb-ı kirâm ve tâbiîn zamânından sonra, Resûlullah efendimizin izni olmadan, dinde yapılan eklemeler ve noksanlıklar, yanî değişiklikler demektir. Nakil yolu ile edinilen din bilgileri çok yüksektir. Aklın, insan gücünün dışında ve üstündedir. Bunlar, hiçbir zamanda, kimse tarafından değiştirilemez. "Dinde reform olmaz" sözünün manası da budur. "SÖZLERİN EN İYİSİ" İslâmiyyette, çözülemeyecek hiçbir mesele yoktur. Ehl-i sünnet âlimleri, kıyâmete kadar yapılacak olan her işin, her yeniliğin, her buluşun, insanların saâdetleri için kullanılabilmeleri yollarını, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkarmışlar, kitaplarına yazmışlardır. Kendilerini müctehid sanan din câhillerine, îmân hırsızlarına ve dinde reform istiyenlere, yapacak bir iş bırakmamışlardır. Müslümânların, dinde reform yapmaları, yeni yeni şeyler uydurmaları değil, ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarını anlamaya, öğrenmeye çalışmaları, işlerini bunlara uygun yapmaları lâzımdır. Kendi akıllarına güvenerek, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden mana, hüküm çıkarmaya kalkışanlar, yanılır, aldanır ve ehl-i sünnetten ayrılırlar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Resûlullah efendimiz buyurdu ki: (Bizim dînimizde yapılan her yenilik, her reform fenâdır, atılmalıdır.) Atılması lâzım olan şeyin neresi güzel olur? Bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: (Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır.) Başka bir hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâdan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itâat ediniz! Ben öldükten sonra gelecekler, çok ayrılıklar göreceklerdir. O zamân, benim ve halîfelerimin yolumuza sarılınız! Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız! Çünkü, bu yeni şeylerin hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır) buyuruldu. Dinde yapılan her değişiklik bid'at olunca ve her bid'at, dalâlet olunca, bid'atlerin hangisine güzel denilebilir? Bid'atler, gecenin karanlığını yok eden, tan yerinin ağarması gibi parlak görünseler de hepsinden kaçmak lâzımdır. Hiçbir bid'atte nûr, ışık yoktur ve hiçbir hastaya ilâç olamazlar. Çünkü, her bid'at, bir sünneti yok eder. Bir şey yükseldikten, tamam olduktan, beğenildikten sonra, buna yapılacak eklemeler güzel olamaz. Hak olan, doğru olan bir şeyde yapılacak her değişiklik, dalâlet ve sapıklık olur." Netice olarak, dinde yapılacak her değişiklik, dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretlerinin bir talebesine hitaben buyuruduğu gibi: "ÂLİMLERE DİL UZATMA!" "Ey kardeşim! İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'ye ve onun yolunda giden âlimlere dil uzatmaktan kendini koru! Câhillerin sözlerine ve yazılarına aldanma! O yüce imâmın, din işlerindeki ihtiyâtını, titizliğini bilmeyen, dinde değişiklik yapanlara uyarak, onun delilleri zayıftır dersen, kıyâmette onlar gibi felâkete sürüklenirsin. Hanefî mezhebinin delillerini incelersen, dört mezhebin de sahîh olduğunu anlarsın! Mezheblerin doğru olduğunu, öğle güneşini görür gibi, açık olarak anlamak istersen, Ehlullah yoluna sarıl! Tasavvuf yolunda ilerleyerek ilminin ve amelinin ihlâslı olmasını başar. O zaman, İslâmiyet bilgilerinin kaynağını görürsün. Dört mezhebin de, bu kaynaktan alıp yaydıklarını, bu mezheplerin hiçbirinde, İslâmiyet dışında hiçbir hüküm bulunmadığını anlarsın. Mezhep imâmlarına ve onların yolundaki âlimlere karşı edebli, terbiyeli davrananlara müjdeler olsun! Allahü teâlâ, onları kullarına saâdet yolunu göstermek için rehber, imâm eyledi. Onlar, insanlara Allahü teâlânın büyük ihsânıdır. Cennet'e giden yolun öncüleridirler."
.
Her işin başı, din gayretidir
10 Mart 2008 01:00
İslâmiyyeti öğrenmek ve öğretmek, her Müslümanın vezifesidir ve farzdır. Peygamber efendimiz; (İlim öğreniniz! İlim öğrenmek ibâdettir. İlim öğretene ve öğrenene cihâd sevâbı vardır. İlim öğretmek, sadaka vermek gibidir. Âlimden ilim öğrenmek, teheccüd namâzı kılmak gibidir) buyurmuşlardır. Öğrenmesi farz olan ilimleri öğrenmek, nafaka kazanmaya mecbûr kalmak gibidir. Fetâvâ-i Hindiyyede; "Îmân edilecek, yapılacak, kaçınılacak şeyleri ve geçinecek sanat bilgilerini öğrenmek herkese farzdır. Bundan fazlasını öğrenmek farz değil ise de, sevâbdır" buyurulmaktadır. Allahü teâlânın beğendiği İslâm dînini öğrenmek ve Resûlullah efendimizin bildirdiği İslâmiyyete sarılarak dünyâda ve âhirette huzûra ve saâdete kavuşmak istiyenler, ehl-i sünnet âlimlerinin ve ehl-i sünnetten olan tasavvuf büyüklerinin eskiden yazmış oldukları kitâplarından toplanan ilmihâl kitâplarını okumalıdır. İLM-İ HÂLİNİ ÖĞRENMEYEN!.. Ehl-i sünnet i'tikâdını ve ilm-i hâlini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyenler, Müslümânlıktan ayrılmak, inkâr felâketine düşmek tehlikesindedir. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: (İlim bulunan yerde Müslümânlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümânlık kalmaz.) Ölmemek için, yemek, içmek lâzım olduğu gibi, din düşmanlarına aldanmamak, dinden çıkmamak için de, dînini, îmânını öğrenmek lâzımdır. Ecdâdımız, her zamân toplanır, ilmihâl kitâplarını okur ve dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, böyle Müslümân kaldılar ve İslâmiyyetin zevkini aldılar. Bu saâdet ışığını bizlere, doğru olarak ulaştırabildiler. Bizim de Müslümân kalmamız, yavrularımızı din düşmanlarına kaptırmamamız için, birinci ve en lüzûmlu çâre, her şeyden önce ehl-i sünnet âlimlerinin hâzırladığı ilmihâl kitâplarını okumak ve öğrenmektir. Çocuğunun Müslümân olmasını isteyen ana-baba, çocuğuna Kur'ân-ı kerîm öğretmelidir. Resûlullah efendimiz; (Allahü teâlâ ve melekler ve her canlı, insanlara iyilik öğretene duâ ederler) buyurmuştur. Fırsat elde iken okuyalım, öğrenelim ve çocuklarımıza, sözümüzü dinleyenlere öğretelim! Okula gittikten, meslek sahibi olduktan sonra öğrenmeleri güç olur. Hattâ imkânsız olur. Felâket gelince, âh etmek fayda vermez. İslâm düşmanlarının, tatlı, yaldızlı kitâplarına, gazetelerine, televizyon, radyo ve filmlerine aldanmamalıdır. Dînini öğrenmek isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarını okumalıdır. Hasta, câhil bir kimseden ilâç alırsa, şifâ bulmaz, ölür. Ehl-i sünnet olmayan, bid'at sâhibi, mezhebsiz kimsenin bozuk, sapık din kitâbını okuyanın da, dîni, îmânı bozulur. Her işin başı, din gayretidir. Eğer bir kimsede bu gayret varsa, kaya bile erir, toz olur. Bir Mecûsi din gayreti için bir memlekete köprü yaptırır. Sultan Mahmud Gaznevî hazretleri bu köprüyü görünce, yaptıran kişi için duâ ederken, derler ki: -Efendim bunu yaptıran Müslüman değil, ona duâ etmeyin. Sultan Mahmud Han masrafının iki katını vererek köprüyü satın almak ister. Fakat Mecûsi; -Padişahım ben bunu satmak için yapmadım, dinim için yaptım, satmam der. Batıl dini için bile yaptığını para ile değişmemiş, canını fedâ etmiştir. Ferideddîn-i Genc-i Şeker hazretleri bunu anlatırken buyuruyor ki: "Ey Müslüman sen din gayretini Mecûsiden mi öğreneceksin, senin gayretin nerede?" MÜMİN ÇOK KIYMETLİDİR Allahü teala müminlere çok kıymet vermiş, muhatab kabul etmiş, kulum demiş. Bundan daha büyük şeref olur mu? Kim dine sahip çıkarsa, din de ona sahip çıkar. Hadîs-i kudsîde buyuruluyor ki: (Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!) Netice olarak, bizden evvelki Müslümanlar, bize öğretmek için uğraşmasalardı, onlar mallarını hatta canlarını fedâ ederek bu gayreti göstermeselerdi, bugün biz Müslüman olamazdık. Biz de, bizden sonrakilere, İslâmiyyeti temiz bir şekilde ulaştırmalıyız. Bu sebeple üzerimizdeki emânet çok ağır ve de büyüktür. Bu emânete sahip çıkmak ve gereğini yapmak mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde, âhirette, bu hesâbın altından kalkmak çok zor olur.
.
İnsan ile küfür arasındaki sınır"
16 Mart 2008 01:00
Küfür, sözlük anlamı itibariyle; hakkı, doğruyu örtmek, kapamak, inkâr etmek anlamlarına gelir. Dinî ilimlerde ise; dinde bilinmesi, inanılması zarûrî olan şeyleri, kesin olarak bildirilen dînî hükümlerden birini bile inkâr etmek, kabul etmemek, reddetmek anlamına gelmektedir. Küfre girmek, inkâr bataklığına saplanmak demektir. Küfrün yani inkârın bulunduğu yerde îmân, îmânın bulunduğu yerde de küfür bulunmaz. Çünkü bu ikisi birbirinin zıddıdır. Doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Ehl-i sünnet âlimleri, amel îmândan parça değildir buyurmuştur. Günah işleyen veya farzları vaktinde yapmayan, kâfir olmaz, fâsık yani günahkâr olur. Fakat namaz konusunda ehl-i sünnet âlimleri ittifak etmemişlerdir. Fıkıh imâmlarından imâm-ı Ahmed ibni Hanbel, İshâk ibni Râheveyh, Abdullah ibni Mübârek, İbrâhîm Nehâî hazretleri gibi birçok büyük âlimler; "Bir namâzı kasten, yani bile bile kılmayan kimse, kâfir olur" buyurmuşlardır. PERDE ARADAN KALKINCA! Câbir bin Abdullah hazretlerinin haber verdiği hadis-i şerifte; (İnsan ile küfür arasındaki sınır, namâzı terk etmektir) buyurulmuştur. Çünkü namâz, insanı küfre varmaktan koruyan bir perdedir. Bu perde aradan kalkınca kul, küfre kayar. Bu hadîs-i şerîf, namâzı terk etmenin çok fenâ olduğunu göstermektedir. Eshâb-ı kirâmdan çok kimse, namâzı özürsüz terk eden kâfir olur dediler. Hadîs imâmları, söz birliği ile; "Bir namâzı vaktinde bilerek kılmayan, yani namâz vakti geçerken, namâz kılmadığı için üzülmeyen, kâfir olur veyâ ölürken îmânsız gider" buyurmuşlardır. Kitâb-ül-fıkh-alel-mezâhib-il-erbe'ada deniyor ki: "Namâz, İslâm dîninin direklerinden en ehemmiyetlisidir. Allahü teâlâ, kullarının yalnız kendisine ibâdet etmeleri için, namâzı farz etti. Nisâ sûresinin 103. âyeti, namâz mü'minler üzerine, vakitleri belirli bir farz oldu demektir. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, her gün beş vakit namâz kılmayı farz etti. Kıymet vererek ve şartlarına uyarak, her gün beş vakit namâz kılanı Cennete sokacağını, Allahü teâlâ söz verdi) buyuruldu. Namâz, ibâdetlerin en kıymetlisidir. Hadîs-i şerîfte; (Namâz kılmayanın, İslâmdan nasîbi yoktur!) buyuruldu. Tefsîr-i Mugnîde deniyor ki: "Büyüklerden biri şeytâna dedi ki, senin gibi mel'ûn olmak istiyorum, ne yapayım? İblîs sevinip, benim gibi olmak istersen, namâza ehemmiyet verme ve doğru, yalan, her şeye yemîn et, yanî çok yemîn et! dedi. O kimse de, hiçbir namâzı bırakmayacağım ve artık yemîn etmeyeceğim, dedi." Namâza ehemmiyet vermeyen, vazîfe bilmeyen, dört mezhepte de kâfir olur. İnanıp da, tembellikle terk eden fâsık olur. Yani büyük günâh işlemiş olur. Namâzı bile bile kılmayıp, kazâ etmeyi düşünmeyen ve bunun için azâb çekeceğinden korkmayan kimsenin, kâfir olacağı, Hadîkada, dil âfetlerinde yazılıdır. Allahü teâlâ, Müslümân olmayanlara namâz kılmasını, oruç tutmasını emretmemiştir. Bunlar, Allahü teâlânın emirlerini almakla şereflenmemişlerdir. Namâz kılmadığı, oruç tutmadığı için bunlara bir cezâ verilmez. Bunlar, yalnız küfrün cezâsı olan Cehennemi hak etmişlerdir. SAADET KAPISININ ANAHTARI Netice olarak namâz kılmak, Allahü teâlânın büyüklüğünü düşünerek, Onun karşısında kendi küçüklüğünü anlamaktır. Bunu anlayan kimse, hep iyilik yapar. Hiç kötülük yapamaz. Namâz, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Allahü teâlâya inanan ve tembel olmayan bir Müslümân, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azim işidir. Namâzını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de göstermiş olmaktadır. Bir kimse, namâzı doğru ve iyi kılınca, İslâm ipine yapışmış olur. Çünkü namâz, İslâmın beş şartından biridir. Namâzı doğru ve iyi kılan bir kimse Müslümândır. Namâzı doğru kılmayan veyâ hiç kılmayan kimsenin Müslümânlığı ise şüphelidir. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Müslümân ile kâfiri birbirinden ayıran namâzdır.)
.
Kişinin işi, âhiretine mâni olmamalı
17 Mart 2008 01:00
Bir Müslümanın dünyâ işleri, ailesi, çocukları, âhiret için çalışmaya mâni olmamalıdır. Zira Münâfıkûn sûresinin 9. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı, hâtırlamanıza mâni olmasın!) buyurulmuştur. Evde çoluk çocuk ile dâimâ tatlı sözlü ve güler yüzlü olmalıdır. Onlarla zarûret kadar yani haklarını ödeyecek kadar görüşmelidir. Onların arasında bulunmak, Allahü teâlâyı unutacak kadar uzun olmamalıdır. Hazret-i Ömer, alışverişle meşgul olanlara hitaben; "Ey tüccarlar! Önce âhiret rızkını kazanın! Sonra dünyâ rızkına çalışın!" buyururdu. Önceki zamanlarda, kendilerinin ve ailelerinin nafakası için ticâretle veya herhangi bir işle meşgûl olan Müslümanlar, sabâh ve akşamları âhiret için çalışır, Kur'ân-ı kerîm okur, ders dinler, tövbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. Zira insanların amellerini yazan ikişer melek, her sabâh ve akşam değişmektedir. Bir hadîs-i şerîfte; (Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zamân, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar) buyuruldu. ŞEKERLE KAPLANMIŞ ZEHİR! İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Dünyâ kazancı, âhiret kazancı ile birlikte olduğu zamân işe yarar. Âhireti kazanmaya yardımcı olmayan dünyâ ni'metleri, şekerle kaplanmış zehir gibidirler. Bunlarla, ahmak olanlar aldatılmaktadır. Allahü teâlânın bildirdiği tiryâk ile bu zehirlere ilâç yapmayanlara yazıklar olsun! Bu şekerli, tatlı zehirleri, İslâmiyyetin emirlerini ve yasaklarını yapmak güçlüğüne katlanarak tedâvî etmeyenlere çok acınır. Kısaca, İslâmiyyete uymak için biraz çalışan, biraz harekete geçen kimse, sonsuz olan kazançlara kavuşur. İslâmiyyetin emirlerine ve yasaklarına uymak çok kolaydır. Fakat az bir gaflet ile ve gevşeklik ile de bu sonsuz ni'metler elden çıkar. Uzağı gören, doğru düşünebilen akıl sâhibinin, bu parlak İslâmiyyete uyması lâzımdır. Ceviz ile kozalak ile oyuna dalarak faydalı şeyleri elden kaçıran çocuk gibi olmamalıdır. Dünyâ işinizi yaparken, İslâmiyyete uymaya dikkat ederseniz, Peygamberlerin yolunda bulunmuş olur, bu sağlam dîni nûrlandırmış ve yaşatmış olursunuz!" Çarşıda, pazarda, işte Allahü teâlâyı hep hâtırlamalı, dili ve kalbi boş bırakmamalıdır. İyi bilmelidir ki, o ânda kaçırdığını, bütün dünyâyı verse, bir dahâ eline geçiremez. Gâfiller arasındaki hâtırlamanın sevâbı çok olur. Zira Resûlullah efendimiz; (Gâfiller arasında Allahü teâlâyı zikreden kimse, kurumuş ağaçlar arasında bulunan yeşil fidân gibidir ve ölüler arasındaki cânlı gibidir ve harpte kaçanlar arasında, arslan gibi döğüşenler gibidir) buyurmuştur. DÜNYADA HERKES YOLCUDUR Bu dünyâda herkes yolcudur. Gelen durmuyor gidiyor. Yolcuların birbirlerine yardım etmesi, el ele vermeleri, kardeş gibi olmaları lâzımdır. Her Müslümânın böyle düşünmesi lâzımdır. Bir kimse, her gün vazîfesine başlarken, Müslümân kardeşlerime yardım etmek, onları râhat ettirmek için çalışacağım. Din kardeşlerim benim işimi gördükleri gibi, ben de, onlara hizmet edeceğim demelidir. Her Müslümân iyi bilmelidir ki, bütün sanatlar, farz-ı kifâyedir. Bunu düşünerek, bir sanata yapışmak, ibâdet etmek olur. Her sanatı öğrenmek ve en ileri şekilde yapmaya çalışmak farzdır. Bu vâsıtaları yapabilmek için, gerekli ilimleri, dersleri mekteblerde, bu niyet ile okutmak ve okumak hep ibâdet olur. Namâz kılan insanın bu niyet ile, her işi ibâdet olur. Namâz kılmayanların her hareketi de günâh olur. O hâlde, her Müslümân, namâzını kılmalı, sonra farz olduğunu düşünerek, vazîfesini yapmalıdır. İş görürken niyetin doğru olmasına alâmet, insanlara faydalı olan bir meslek, bir sanat seçmektir. Yani, öyle bir iş görmeli ki, eğer o iş olmasa, Müslümânlar sıkıntı çekerdi. Netice olarak, dünyâ ticâretinin âhirete yaraması ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhiretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır.
.
Şefâate inanmayan, ona kavuşamaz
24 Mart 2008 01:00
Şefâat kelime olarak; bir kimsenin işlediği suçun affedilmesi veya bir dileğinin yerine getirilmesi için yapılan aracılık, vasıta olmak anlamına gelmektedir. Dini terim olarak şefâat; kıyâmet günü, Allahü teâlânın izni ile, başta Peygamber Efendimiz olmak üzere, diğer peygamberler, âlimler, şehîdler, sâlihler, küçük yaşta ölen Müslüman çocuklar ve Allahü teâlânın izin verdiklerinin; günahkâr olan mü'minlerin günahlarının affedilip Cehennem'den kurtulmalarını, cennetlik olanların da Cennet'teki derecelerinin artmasını Allahü teâlâdan istemeleri, bu hususta vâsıta olmaları anlamındadır. Hadîs-i şerîfte; (Kıyâmet günü Peygamberler, âlimler ve şehîtler şefâat edecektir) buyuruldu. SEBEPLERE YAPIŞMAK... Allahü teâlâ, çok şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Sebeplere yapışmak, sebeplerden beklemek, istemek, Onun âdetine uymak, Ondan beklemek, Ondan istemek olur. Peygamberden şefâat istemek de, Allahü teâlânın âdetine uymak ve Ona itâat etmek olur. Resûlullah efendimizden ve evliyâdan şefâat, yardım istemek, Allahü teâlâyı bırakmak, Onun yaratıcı olduğunu unutmak demek değildir. Bulut vâsıtası ile Allahü teâlâdan yağmur beklemek, ilâç içerek Allahü teâlâdan şifâ beklemek, top, bomba, füze kullanarak Allahü teâlâdan zafer beklemek gibidir. Bunlar sebeptir. Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratmaktadır. Bu sebeplere yapışmak, şirk değildir. Peygamberler hep sebeplere yapıştılar. Allahü teâlânın yarattığı suyu içmek için çeşmeye, Onun yarattığı ekmeği yemek için fırıncıya gidildiği ve Allahü teâlânın zafer vermesi için, harp vâsıtaları ve talim yapıldığı gibi, Allahü teâlânın duâyı kabûl etmesi için de, peygamberin, evliyânın rûhlarına gönül bağlanır. Allahü teâlânın elektromagnetik dalgalarla yarattığı sesi almak için radyo kullanmak, Allahü teâlâyı bırakıp bir kutuya başvurmak değildir. Çünkü, radyo kutusundaki âletlere o özellikleri, o kuvvetleri veren Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, her şeyde, kendi kudretini gizlemiştir. Müşrik, puta tapar, Allahü teâlâyı düşünmez. Müslümân, sebepleri, vâsıtaları kullanırken, sebeplere, mahlûklara, tesîr veren Allahü teâlâyı düşünür. İstediğini Allahü teâlâdan bekler. Geleni Allahü teâlâdan bilir. Peygamber Efendimiz; (Ümmetimden büyük günâhları olanlara şefâat edeceğim) buyurmuştur. Hacı Bayram-ı Velî hazretleri buyuruyor ki: "Âlim ve velîlerin kabirlerini ziyâret ediniz. Zîrâ o büyükler, kendilerini ziyâret edenlere şefâat ederler." Abdülvâhid bin Zeyd hazretleri şöyle anlatır: "Hacca gitmiştim. Yanımda bir genç durmadan Peygamber Efendimize salâtü selâm getiriyordu. Bâzı yerlerde okunması daha uygun duâlar olduğu halde, genç her yerde duâ yerine salevât okuyordu. Dikkatimi çekti ve kendisine bunun sebebini sordum. Genç dedi ki: KALK, BABAN ÖLDÜ!.. -Babamla birlikte hacca gitmiştik. Yolda uyudum. "Kalk baban öldü" dediler. Kalktım gerçekten babam ölmüştü. Aynı zamanda yüzü de kararmıştı. Ölümü ve ayrıca yüzünün kararması beni daha da üzdü. Bu üzüntü ile tekrar uykuya daldım. Bu sırada rüyâmda siyah yüzlü dört kişi ellerinde demir kamçılar olduğu halde, babama yaklaştılar. Tam vuracakları zaman nur yüzlü bir zatın geldiğini, onlara dönerek; "Vurmayın!" dediğini, eli ile de babamın yüzünü sıvazlayarak nûrlandırdığını, sonunda bana; "Artık uyan, baban nûrlanmıştır" diye söylediğini gördüm. "Sen kimsin?" diye sorduğumda, "Ben Peygamberim, bana salevât getirdiği için babana şefâat ettim" dedi. Uyandım, söylendiği gibiydi. Bu sebeple ben de salevât-ı şerîfeyi devamlı okuyorum." Netice olarak, kıyâmet günü izin verilmeden kimse, kimseye şefâat edemeyecektir. İzin alan da, râzı olduğuna şefâat edecektir. Râzı etmek için İslâmiyyete uymak ve imân ile ölmek lâzımdır. Bundan sonra, insanlık îcâbı kusûru bulunursa, ancak böyle kusûrlar, şefâatle affolacaktır. Şefâate inanmayan bundan mahrum kalır. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Şefâatime inanmayan, ona kavuşamaz.)
.
Kadere inanan, kederlenmez
30 Mart 2008 01:00
Kader, kelime olarak, bir çokluğu ölçmek, hüküm, emir, çokluk ve büyüklük anlamlarına gelmektedir. Dînî terim olarak kader; Allahü teâlânın, bir şeyin varlığını ezelde dilemesi, takdir etmesidir. Kader; olacak her şeyi, Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve bildiklerini, zamanları gelince, yaratması demektir. Her şey, Allahü teâlânın takdîri ile hâsıl olur. İnsanın, bir işin ezelde nasıl takdîr edildiğini bilmediği için, Allahü teâlânın emrine uyarak çalışması lâzımdır. Kazâ ve kader, insanın çalışmasına mâni değildir. İnsanlar, kazâ ve kaderi, bir işi yapmadan önce değil, yaptıktan sonra düşünmelidir. Hadîd sûresinin 22. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Dünyâda olacak her şey, dünyâ yaratılmadan evvel ezelde Levh-i mahfûza yazılmış, takdîr edilmiştir. Bunu size bildiriyoruz ki, hayatta kaçırdığınız fırsatlar için üzülmeyesiniz ve kavuştuğunuz kazançlardan, Allahın gönderdiği ni'metlerden mağrûr olmayasınız. Allahü teâlâ kibirlileri, egoistleri sevmez) buyuruldu. ÜMİTSİZLİĞE DÜŞMEZ... Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, kazâ ve kadere îmân eden bir kimse, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmez ve şımarmaz. Kazâ ve kadere inanmak, insanın çalışmasına mâni olmaz. Çalışmasını kamçılar. (Çalışınız! Herkes, kendisi için takdîr edilmiş olan şeylere sürüklenir) hadîs-i şerîfi de, insanın çalışmasının; kazâ ve kaderin nasıl olduğunu göstereceğini, çalışmakla kazâ ve kader arasında sıkı bir bağlılık bulunduğunu bildirmektedir. Ezeldeki takdîr, "Filân kimse, kendi isteği ile filân işi yapacaktır" şeklindedir. Ezeldeki takdîr, insanda seçmek hakkı bulunmadığını değil, bulunduğunu göstermektedir. İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı ve iyiler kötü, kötüler de iyi olarak değişebilir. Bir kimse, ölümüne yakın, iyi işler yapıp, son nefeste îmân ile ve bir başkası da kötü amel işleyip, îmânsız gidebilir. Bunun için, Resûlullah efendimiz her zaman; (Allahümme, yâ mukallibelkulûb, sebbit kalbî, alâ dînik) Yani; (Ey büyük Allahım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yani dîninden döndürme, ayırma!) duasını okurdu. Kader değişmez. Kazâ, kadere uygun olarak meydâna gelir. Kazâ, her gün çok değişip, sonunda kadere uygun olunca yaratılır. Kazâ-i mu'allak şeklinde yaratılacağı yazılmış olan bir şey, kulun iyi ameli ile değişip yaratılmaz. Bir adamın iyilik için çalışması, bu adam için ezelde iyilik takdîr edilmiş olduğunu göstermektedir. Çünkü herkes, kendisi için ezelde takdîr edilmiş olan işleri yapmaya sürüklenir. Atâ bin Yesâr hazretleri, Yâlâ bin Mürre hazrelerinden şöyle nakleder: "Biz hazret-i Ali'nin yakınlarından bâzıları ile buluştuk. Yâlâ bin Mürre onlara; -Hazret-i Ali şu anda harp halindedir ve hayâtı da güvende değildir, başına bir zarar gelebilir dedi. Bunun üzerine biz, hazret-i Ali'nin kapısında nöbet tutmaya başladık. Bir ara hazret-i Ali namaza çıktı ve bizi görünce; -Burada ne yapıyorsunuz? diye sordu. Biz de; -Sizi korumak için bekliyoruz, zirâ size bir zarar gelmesinden korkuyoruz diye cevap verdik. Hazret-i Ali; -Beni gök ehlinden mi yoksa yer ehlinden mi koruyorsunuz? diye sorunca, biz de; -Elbette yer ehlinden koruyoruz. Gök ehlinden sizi korumamız mümkün değil ki, dedik. TAKDİR EDİLMEMİŞSE... Bunun üzerine hazret-i Ali; -Allahü teâlânın takdir etmediği hiçbir şey gökte de, yerde de olmaz. Herkesin işlerine vekil olan iki melek vardır. Kaderi olarak takdir edilen şeyler, o kimsenin başına gelinceye kadar, her şeyi ondan uzaklaştırırlar. Kaderde olan başa gelince de, kaderi ile onu baş başa bırakırlar buyurdu." Netice olarak kulluk; dinini korumak, sözünde durmak, sabretmek ve kadere râzı olmaktır. Zira kadere inanan, kederden emin olur. Mümin, başına hayır ve şer geldiğinde ben bunu bekliyordum diyendir. Allahü teâlânın kaza ve kaderine imân eden, kederden, üzüntüden kurtulur. Şu beyitte ifade edildiği gibi: Kim bulur, zor ile, maksadına, her zamân zafer, Gelir elbet zuhûra, ne ise hükm-i kader!
.
İnsan, tercihlerinden sorumludur
31 Mart 2008 01:00
İnsanın kalbi yani gönlü, madde değildir. Elektrik ve mıknatıs dalgaları gibidir, yer kaplamaz. Göğsümüzün sol tarafında bulunan, yürek dediğimiz et parçasında, kuvveti, tesîrleri hâsıl olmaktadır. Akıl, nefis ve rûh da, kalb gibi birer varlıktırlar. Bu üçünün de, kalb ile bağlantısı vardır. İnsanın, gözü, kulağı, burnu, ağzı ve cildi ile his ettiği renk, ses, koku, zevk, tat ve sıcaklık, sertlik gibi şeyler, duygu sinirleri ile beyne gelir. Beyin de bunları hemen kalbe bildirir. Aklın, nefsin, rûhun ve şeytânın arzûları, istekleri de, kalbe gelir. Kalb, ne yapılacağına karar verir, irâde eder, seçer. Bu şeyleri, ya reddeder veya beyne bildirir. Beyin de, bunları hareket sinirleri ile organlara bildirir. Organlar da, Allahü teâlâ isterse ve kuvvet verirse, hareket ederek, kalbin irâde ettiği, seçtiği şey yapılır. ŞEYTAN NASIL ALDATIR? İnsanların işleri, irâdelerine bağlı ise de, her istedikleri olmaz. O işin olması için, Allahü teâlânın da irâde etmesi gerekir. Allahü teâlâ, kulun irâdesi olmadan da yaratmaya muktedirdir. Ancak âdeti böyle değildir. İnsan irâde eder, harekete geçer, kudretini, gücünü kullanır ve Allahü teâlâ da irâde ederse, o iş meydâna gelir. Şeytân, insanları; "İnsan, Allahü teâlâ isterse ibâdet yapar, istemezse yapmaz. O hâlde insan, işleri yapıp yapmamakta serbest değildir, çalışsa da, çalışmasa da, ezeldeki kazâ ve kader hâsıl olacaktır" diyerek aldatmaktadır. İnsanın işleri ezeldeki takdîr ile meydâna geliyor ise de, meydâna gelmeleri için, önce kul irâdesini kullanmakta, işin yapılmasını veyâ yapılmamasını istemektedir. İnsanın işlerini Allahü teâlânın ezelde takdîr etmesi demek, insanın neleri irâde edeceğini bilmesi ve dilemesi demektir. Böyle olduğu için, kulun mecbûr olması lâzım gelmez. Bir kimse, birisinin bir günde yapacağı şeyleri bilse ve bunları yapmasını irâde etse ve hepsini bir kâğıda yazsa, bunları yapacak olan kimse, o kimsenin mecbûru olmaz ve; "Yapacaklarımı biliyordun, yapılmasını istedin ve kâğıda yazdın. O hâlde, bunları sen yaptın" diyemez. Çünkü, bunları kendi irâdesi ile ve kendisi yapmıştır. O kimsenin bildiği, dilediği ve yazdığı için yapmamıştır. Allahü teâlânın ezelde bilmesi ve dilemesi ve levh-ül-mahfûza yazması da, insanları mecbûr etmek olmaz. Kulun yapacağını bildiği için, yapılmasını irâde etmiştir. Kul, irâdesini kullanmazsa, Allahü teâlâ, kulun irâdesini kullanmıyacağını ezelde bilir ve bildiği için irâde etmez ve yaratmaz. Yahyâ Münîrî hazretleri buyuruyor ki: SAÂDET VE ŞEKÂVET "Saâdet, Cennetlik olmak demektir. Şekâvet, Cehennemlik olmak demektir. Saâdet ve Şekâvet, Allahü teâlânın iki hazînesi gibidir. Birinci hazînenin anahtarı, tâat ve ibâdettir. İkinci hazînenin anahtarı, günâhlardır. Allahü teâlâ, her insanın saîd veyâ şakî olacağını ezelde biliyordu. Bu bilgisine kader denir. Buna alın yazısı diyoruz. Saîd olacağı ezelde bilinen kimse, Allahü teâlâya itâat eder. Ezelde, şakî olacağı bilinen kimse, hep günâh işler. Dünyâda herkes, saîd veyâ şakî olduğunu, amelinden anlayabilir. Âhireti düşünen din âlimleri, herkesin saîd veyâ şakî olduğunu böylece anlar. Dünyâya dalmış olan din adamı ise, bunu bilmez. Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya, ihlâs ile itâat ve ibâdet etmektedir. Her kötülük ve sıkıntı da, günâh işlemekten hâsıl olur. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan gelir. Rahat ve huzûr da, itâat yolundan gelmektedir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Bunu kimse, değiştiremez. Nefse kolay ve tatlı gelen şeyi saâdet zannetmemeli. Nefse güç ve acı gelenleri de şekâvet ve felâket sanmamalıdır." Netice olarak, insanların irâdesi olmasaydı ve insanların işleri yalnız Allahü teâlânın irâdesi ile yaratılsaydı, o zaman insanlar mecbûrdur denilirdi. Ehl-i sünnet itikadına göre, insanların işleri, insanın kudreti ile Allahü teâlânın kudretinin birlikte tesîri ile meydâna gelmektedir. Bunun için insan, irâde yani tercih ettiği şeylerden sorumludur.
.
Sevginin derecesi, itâate bağlıdır
6 Nisan 2008 01:00
Muhabbet, kelime olarak; sevgi veya bir şeye aşırı düşkünlük anlamındadır. Muhabbet yani sevmek, hep berâber olmayı istemek, berâber olmaktan zevk, lezzet duymak demektir. İnsan sevdiğini hiç unutmaz. Muhabbetin yeri, kalbdir ki buna gönül diyoruz. Kalb, muhabbet, sevgi yeridir. Kalbde, ya dünyâ sevgisi, yâhut Allah sevgisi bulunur. İbâdet yaparak, kalbden dünyâ sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günâh işleyince, kalb kararır, hasta olur. Dünyâ muhabbeti yerleşerek, Allah sevgisi gider. Kalbin bu hâli, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar. Muhabbet, sevgiliye itâat etmeyi ister. Sevgiliye itâat ise, İslâmiyyete uymakla olur. Çünkü, sevgilinin beğendiği yol, İslâmiyyettir. Muhabbetin çok olmasına alâmet, İslâmiyyete çok uymaktır. İslâmiyyete uymak, farzları yapmak ve harâmlardan sakınmak demektir. İslâmiyyete uyabilmek, ilim, amel ve ihlâs ile olur. SEVMEK NE DEMEKTİR?... Sevmek, sevdiğinin yolunda bulunmak demektir. Îmânın alâmeti de, hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlânın bazı kulları vardır. Bunlar, Peygamber değildir. Peygamberler ve şehîtler, kıyâmet günü bunlara imrenirler. Bunlar, birbirini tanımıyan, uzak yerlerde yaşayan, Allah için birbirini seven müminlerdir) buyuruldu. Seven, sevdiğinin yolunda bulunmazsa, sevgisi sahîh olmaz. Yahûdîler ve Hıristiyanlar, Peygamberlerini sevdiklerini söylüyorlar. Fakat, onların yolunda olmadıkları için, âhirette Peygamberlerinin yanında olmayacaklardır. Hattâ, Cehenneme gideceklerdir. Zira hadis-i şerifte; (İnsân, dünyâda kimi seviyorsa, âhirette onun yanında olacaktır) buyuruldu. Yüksek rûhlar, sevdikleri rûhları yukarı çekerler. Alçak rûhlar da, aşağı çeker. İnsan, öldükten sonra, rûhunun nereye gideceğini, dünyâda sevdiklerinin hâlinden anlamalıdır. Dünyâda birbirini seven kimselerin rûhları birbirlerini cezbettiği gibi, kıyâmette de birbirlerini cezbederler. Kâfirleri seven, onlarla birlikte Cehenneme gidecektir. Sevdiğine tâbi olmamak, insanın elinde değildir. Sevmenin en kuvvetli alâmeti, sevdiğinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemektir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsânın saâdete kavuşması için, âdetlerinde, ibâdetlerinde, kısacası her işinde din ve dünyâ büyüklerinin reîsine benzemesi lâzımdır. Bu dünyâda, herkesin, sevdiğine benzeyenleri çok sevdiğini görüyoruz. Sevgilinin sevdikleri sevilir. Düşmanları sevilmez. Beden ve kalb ile erişilebilecek bütün yüksek dereceler, Resûlullahı sevmeye bağlıdır. Dostun sevdiklerini sevmek, düşmanlarını sevmemek, insanda kendiliğinden hâsıl olur. Seven kimse, bu husûsta deli gibidir. (Bir kimseye deli denilmedikce, îmânı kâmil olmaz) buyuruldu. Böyle olmayan kimsenin muhabbetten nasîbi olmaz. Doğru yolda gidenleri sevmek, onlarla tanışmak, görüşmek, onlar gibi olmaya özenmek, o büyüklerin sözlerini işitmek ve kitâplarını okumak, Allahü teâlânın nimetlerinin en büyüklerindendir ve Onun ihsânlarının en kıymetlilerindendir. Seven, dâima sevgiliye kavuşur. Onun gibi olur. Muhabbeti, sevgisi arttıkça, nefsin zararlı isteklerinden kurtulur. Allahü teâlânın rızâsına, muhabbetine kavuşur." HER İYİLİĞİN ESASI Allahü teâlâyı ve Onun Peygamberini sevmek demek, emirlerini yapmak, yasaklarından sakınmak, bunlara karşı edebli, saygılı olmak demektir. Netice olarak, her iyilik, hayır ve üstünlüğün esası, Allah sevgisidir. Sevgi ise, itâat demektir. Yani seven, sevdiğine itâat eder. Sevginin derecesi, itâatteki sürat ile ölçülür. Bir kimse, ben ehl-i sünnet âlimlerini, bu büyükleri seviyorum deyip de itâat etmiyorsa, onların bildirdiği yoldan gitmiyorsa, yalancıdır. Vücutta bulunan bir hücre, beyinle bağlantısını kopartırsa kanserleştiği gibi, bu büyüklerle irtibatı kesilen kimse de, iflâh olmaz. Bunun için, bu büyüklerin kitaplarını, hayatlarını okumalı, irtibatı hiç kesmemelidir.
.
Tevâzu göstermek, kibirdendir!..
7 Nisan 2008 01:00
Tevâzu; alçak gönüllülük, kendisini başkaları ile bir görmek, başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemek demektir. Tevâzu, kibrin aksidir ve kişinin kendisini başkaları ile bir görmesi, başkalarından daha üstün ve daha aşağı görmemesidir. Tevâzu, insan için çok iyi bir huydur. Resûlullah efendimiz; (Allah için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kim de kibirlenirse, Allahü teâlâ onu rezîl eder) buyurmuştur. Îsâ aleyhisselâma havârîleri; -Ey Allahın Peygamberi! İçimizde, hangimiz büyük, hangimiz küçüktür? diye sual edince cevabında; -En büyüğünüz, en küçüktür. En küçüğünüz de, en büyüktür yani kendini büyük gören küçük, kendini küçük gören de büyüktür buyurmuştur. Peygamber efendimiz birçok hadîs-i şerîflerinde, kibirli olanları kötülemiş, alçak gönüllü olanları ise övmüştür. Bir hadîs-i şerîfte; (Allah rızâsı için tevâzu edeni, yani kendini Müslümânlardan üstün görmeyeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyurmuştur. MÜSLÜMAN EGOİST OLMAZ! Bunun içindir ki, din âlimleri, tasavvuf büyükleri, her zamân, Müslümânlara tevâzuyu, alçak gönüllü olmayı emir buyurmuştur. Zira Müslümân egoist olmaz ve egoist olanı da, Allahü teâlâ sevmez. Kibirliye karşı tevâzu eden, kendisine zulmetmiş olur. Bid'at sahiplerine ve zenginlere karşı da kibirli görünmek caizdir. Bu kibir, kendini yüksek göstermek için değil, onlara ders vermek, gafletten uyandırmak içindir. Gösteriş yapan riyakârlara karşı da kibirli görünmek caizdir. Kendinden aşağı olanlara karşı tevâzu göstermek iyi ise de, bunun aşırı olmaması gerekir. Aşırı olan tevâzua, yaltaklanmak denir ki bu ancak üstâda ve âlime karşı caizdir. Başkalarına karşı caiz değildir. Vaktiyle âbidin biri, ibâdet etmek üzere dağa çıkar. Bir gece rüyasında; -Falan ayakkabıcıya git! Senin için duâ etsin denir. Âbid dağdan iner, adamı bulur, ne iş yaptığını sorar. Adam, gündüzleri oruç tutup, ayakkabı işlerinde çalıştığını, kazandığı para ile ailesini geçindirdikten sonra fazlasını sadaka verdiğini söyler. Âbid, adamın güzel bir iş yaptığını anlar, fakat kendisinin dağda sırf ibâdetle meşgul olmasını daha iyi bulur ve tekrar ibâdetine döner. Yine gece rüyasında; -Ayakkabıcıya git ve ona, "Bu yüzündeki sararmanın sebebi ne?" diye sor, denir. Âbid, gidip sorar. Ayakkabıcı; -Kimi görürsem, bu kurtulacak da, ben helâk olacağım derim ve kendimden korkarım. Yüzümün sararması bundandır der. İşte o zaman âbid, ayakkabıcının bu korku ve tevâzu ile üstünlük kazandığını anlar. Bir kimsenin tevâzu sahibi olabilmesi için, dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini bilmesi gerekir. İnsan, hiç yok idi. Önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Şimdi de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihayet ölecek, çürüyecek ve toprak olacaktır. Dünya zindanında, her an, ne zaman azaba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, leş olacak, böceklere yem olacak, kabir azabı çekecek, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntılarını çekecektir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan kimseye tekebbür mü yakışır, tevâzu mu? ALÇAK GÖNÜLLÜ KURTULUR... Alçak gönüllü olan kurtulur, kibirli olan ise yanar. Tevâzu, cahilden veya çocuktan da olsa, hakkı, doğruyu işitince boyun büküp hemen kabul etmektir. Tevâzu, karşılaştığı her Müslümanı kendinden aşağı bilmemektir. Tevâzu sâhibi, kendini başkalarından aşağı görmez, zelîl ve miskîn de olmaz. Netice olarak, tevâzu göstermekle, tevâzu sahibi olmak çok farklıdır. Tevâzu sahibi övülmüş, tevâzu göstermeye çalışan ise yerilmiştir. Zira tevâzu göstermek, kibirdendir. Çünkü kendinde bir varlık hisseden tevâzu göstermeye çalışır. Hâlbuki mütevâzı kimse, kendinde bir varlık görmez ki tevâzu göstersin. Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin buyurduğu gibi: "Tevâzu göstermeye çalışmak da kibirdir. Çünkü kendinde bir varlık hisseden tevâzu göstermeye çalışır. Gerçek tevâzu ehli, kendinde bir varlık hissetmez ki, tevâzu göstermeye çalışsın. Onun tevâzuu tabiidir, yapmacık değildir."
.
Çocuğunun düşmanı olmamalı!
13 Nisan 2008 01:00
İslâmiyyetin temeli, îmânı, farzları, harâmları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Çocuklara bunlar öğretilmediği zamân, İslâmiyyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, Müslümânlara, benim emirlerimi öğretiniz, yasak ettiğim harâmları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız diye emrediyor. Peygamber efendimiz; (Birbirinize Müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma'rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez) buyurmuştur. Evlât, ana baba elinde bir emânettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher gibidir. Mum gibi, her şekli alabilir. Küçükken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun meyvesi hâsıl olur. Çocuklara îmân, Kur'ân ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünyâ saâdetine ererler. Bu saâdette anaları, babaları ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenâlığın günâhı, ana, baba ve hocalarına da verilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir Müslümânın evlâdı ibâdet edince, kazandığı sevâb kadar, babasına da verilir. Bir kimse, çocuğuna fısk, günâh öğretirse, bu çocuk ne kadar günâh işlerse, babasına da o kadar günâh yazılır.) BÜTÜN FENALIKLARIN BAŞI!.. Tahrîm sûresinin 6'ncı âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz!) buyurulmaktadır. Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından dahâ mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları, harâmları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla ve dinsiz, ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün fenâlıkların başı, kötü arkadaştır. Peygamber efendimiz; (Bütün çocuklar Müslümânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları, babaları Hıristiyan, Yahûdî ve dinsiz yapar) sözü ile Müslümânlığın yerleştirilmesinde ve yok edilmesinde en mühim işin, gençlikte olduğunu bildiriyor. O hâlde, her Müslümânın birinci vazîfesi, evlâdına İslâmiyyeti ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmek olmalıdır. Evlât, büyük bir nimettir. Nimetin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için pedagoji yani çocuk terbiyesi, İslâm dîninde çok kıymetli bir ilimdir. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emirleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslümânlığı öğretmelisiniz! Öğretmez iseniz mes'ûl olacaksınız.) Müslüman bir anne-baba, çocuklarını dinini bilen, seven ve kayıran sâlih kimselerin yanına götürmeli, yanlarından ayırmamalıdır. Yerine göre Müslüman bir baba, çocuğunun hem abisi, hem de babası olmalı. Çocuğu iyi, güzel şeylere alıştırmalı ve iyi yerlere götürmelidir. Çocuklara, büyüklerin, ehli sünnet âlimlerinin kıymetli kitaplarından okumalı, okutmalı, kitap okumadan yatmamalıdır. Küçük yaşta ne verilirse, o kalıcı olur. Zira gönülleri tertemiz ve berraktır. Her baba çocuğuna; "Aman evlâdım, ne sen kendini yak, ne de beni yak. Zira evlâdın yaptığı anaya, babaya da gider. Kendin gidersin beni de götürürsün. Çünkü anne-babaya evlâdın yaptığı her şey misliyle yazılır. İyilik yapıyorsa iyilik yazılır, kötülük yapıyorsa kötülük yazılır" diyerek güzel nasihatte bulunmalıdır. ANNE-BABANIN VAZİFESİ Her anne-baba, çocuklarına mutlaka Kur'ân-ı kerimi öğretmeli ve okumalarını temin etmelidir. Zira çocuğuna Kur'ân-ı kerim öğreten ana babaya çok sevap verilmektedir. Peygamber efendimiz; (Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır) buyurmuştur. Netice olarak, eğer anne ve baba, evlâtlarına İslâmiyyetin ve din büyüklerinin sevgisini veremiyorsa, çocuklarının baş düşmanı olmaktadırlar. Nefsine düşkün yani çocuklarını nefsi için seven anne ve babalar, çocuklarının en büyük düşmanıdırlar.
.
Huzûra kavuşmak için...
14 Nisan 2008 01:00
Aklı olan herkes, dünyada rahat ve huzûr içinde yaşamak, âhirette de, azaptan kurtulup, sonsuz nimetlere kavuşmak ister. Dünyada rahata ve âhirette de sonsuz iyiliklere kavuşmak için, sâlih Müslüman olmak lâzımdır. Sâlih Müslüman olmak için de, din bilgilerini ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmek gerekir. Cahil olan bir kimse, sâlih değil, Müslüman bile olamaz yani îmânını koruyamaz. Allahü teâlâ, dünyâda bütün insanlara acıyor. Faydalı, lüzûmlu şeyleri herkese gönderiyor. Zararlardan korunmak, saâdete, huzûra kavuşmak için de yol gösteriyor. Saâdete, huzûra kavuşmak için, iki şey lâzımdır: Birincisi, doğru ilim ve îmân sâhibi olmaktır. Bu da, fen derslerini ve Muhammed aleyhisselâmın hayâtını, ahlâkını öğrenmekle ele geçer. İkincisi, iyi huylu, iyi hareketli insan olmaktır. Bu ise, fıkıh ve ahlâk ilimlerini öğrenmek ve bunlara uymakla olur. Bu ikisini elde eden kimse, Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur, huzûrlu olur. SAADETE KAVUŞMAK İSTEYEN... Dünyâda ve âhirette saâdete, huzûra kavuşmak, râhat ve neşeli yaşamak için Müslümân olmak lâzımdır. Râhata, saâdete, huzûra kavuşmak için, Müslümân olduğunu söylemek, Müslümân görünmek yetişmez. Müslümânlığı iyi öğrenmek ve emirlere, yasaklara uymak lâzımdır. İmrân sûresinin 31. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâyı seviyorsanız, bana tâbi olunuz! Bana uyanları Allah sever!) buyuruldu. Allahü teâlâ, Habîbine böyle demesini emir buyurmaktadır. Saâdete kavuşmak isteyen kimse, bütün âdetlerini, ibâdetlerini ve alışverişlerini Resûlullah efendimiz gibi yapmaya çalışmalıdır. Bu dünyâda, bir kimsenin sevdiğine benzemeye çalışanlar, bu kimseye sevimli ve güzel görünürler. Bu kimse, onları da çok sever, beğenir. Bunun gibi, sevgiliyi sevenler, her zamân sevilir. Sevgilinin düşmanları, sevenin de düşmanları olur. Bundan dolayı, görünen ve görünmeyen bütün iyilikler, bütün üstünlükler, ancak o yüce Peygamberi sevmekle ele geçebilir. Yükselebilmenin, ilerlemenin ve huzûrlu olmanın ölçüsü, bu sevgidir. Zira Allahü teâlâ, tâatleri, ibâdetleri, saâdete, huzûra ve yüksek derecelere kavuşmak için vesîle kılmıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Ebedî saâdete kavuşmak isteyen, Muhammed aleyhisselâma uymalıdır. Ona uymakla şereflenmek için, dünyâyı büsbütün bırakmak lâzım değildir. Farz olan zekât verilince dünyâ terk edilmiş sayılır. Dünyâ malını zarardan kurtarmanın ilâcı, bunun zekâtını vermektir. Malın hepsini vermek dahâ iyi ise de, zekâtını ayırıp vermek de, hepsini vermek gibi olur." Dünyâda ve âhirette saâdete, huzûra kavuşmak isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarını okumalı ve buna göre amel etmeli, uzuvlarının günâh işlemelerine mâni olmalıdır. Günâh işlememek, kalbinde meleke, tabîat, hâlini almalıdır. Bunu başarabilen kimseye sâlih denir. Huzursuzluğun kaynağı ikidir: Birincisi bilmemek yani kendisine lâzım olan ilmihâl, fıkıh bilgilerini okumamak, öğrenmemektir. İkincisi ise, bu okuduklarını, öğrendiklerini, bildiklerini tatbik etmemektir. BOL BOL DUA ALMALI... Büyüklere hürmet, küçüklere şefkat göstermek, dinimizin emridir. Büyükleri inciten, saygısızlık yapan, mutlaka sıkıntı çeker. Büyüklere hürmet eden, saygı gösteren ve bol duâ alan da, huzûrlu olmuştur. Netice olarak huzûr, parayla, malla, mülkle olmaz. Ölümü hatırlamakla, yüzünü âhirete çevirmekle daha doğrusu Allah demekle olur. Günah işlenmeyen yerde huzûr vardır. Günah işlenirse, huzûrsuzluk başlar. Zira günahlar, kalbi sıkar. Allahü teâlâyı zikretmek, hatırlamak yani ibâdetle meşgul olmak, insana ferahlık verir, günahlara karşı da soğukluk getirir. Bir Müslüman, günah işlemese Cennet nimetleri başlar. Ölümü hatırlamak, huzûr ve saâdetin kaynağıdır ve ömrü uzatır. Ölümü unutmak ise, huzûrsuzluğun kaynağıdır ve ömrü kısaltır. Bu sebeple insan, şu an, son an demeli, ona göre çalışmalı ve yaşamalıdır. Kısacası, İslâmiyyetin bildirdiği güzel ahlâka sarılan, bunları uygulayan, râhata, huzûra kavuşur.
.
Hiçbir kalbi incitmemeli
20 Nisan 2008 01:00
Kalb, carullahtır yani Allahü teâlânın komşusudur. Allahü teâlâya kalb gibi yakın bir şey yoktur. Bu sebeple kalbin incitilmesinden kaçınmak lâzımdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Kalb, Allahü teâlânın komşusudur. Allahü teâlâya kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mü'min olsun, âsî olsun, hiçbir insanın kalbini incitmemelidir. Çünkü, âsî olan komşuyu da korumak lâzımdır. Sakınınız, sakınınız, kalb kırmaktan pek sakınınız! Allahü teâlâyı en ziyâde inciten küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. Çünkü, Allahü teâlâya ulaşan şeylerin en yakın olanı kalbdir. İnsanların hepsi, Allahü teâlânın köleleridir. Herhangi bir kimsenin kölesi döğülür, incitilirse, onun efendisi elbette gücenir. Her şeyin biricik mâliki, sâhibi olan efendinin şânını, büyüklüğünü düşünmelidir. Onun mahlûkları, ancak izin verdiği, emir eylediği kadar kullanılabilir. İzni ile kullanmak, onları incitmek olmaz. Hattâ, onun emrini yapmak olur." HİÇ KİMSEYE LANET ETME! Allahü teâlâyı, Peygamber efendimizi sevmemiz lâzım olduğu gibi, Eshâb-ı kirâmı yani ilk Müslümanları da sevmemiz, onlara düşmanlık etmememiz, incitmememiz emredilmiştir. Zira hadîs-i şerîfte; (Onlara düşmanlık bana düşmanlıktır. Onları incitmek, beni incitmektir. Beni incitmek de, Allahü teâlâya eziyyet etmektir) buyurulmuştur. İnsanları dara düşürmek, sıkıştırmak ve incitmek haramdır. Hattâ, mü'minin kalbini incitmek, Kâbe'yi birkaç kerre yıkmaktan dahâ büyük günâhtır. Anaya, babaya karşı gelmek, sert konuşmak, kalblerini incitmek harâmdır. Nizâmeddîn Evliyâ hazretleri; "Kalb kırmak, Allahü teâlânın lütfunu incitmektir. Hiç kimseye kötü söylememeli ve lânet etmemelidir. İnsanların kabahatlerini açıklamamalıdır" buyurmuştur. Hakîm-i Tirmizî hazretlerine; -Îmânın gitmesine en çok sebep olan günah nedir? diye sual edilince, cevabında buyurur ki: -Üç günah vardır: Birincisi; îmân nîmetine kavuştuğuna şükretmemek. İkincisi; îmânın gitmesinden korkmamak. Üçüncüsü; müminleri incitmek ve onlara eziyet etmek. Biliniz ki, Peygamber efendimiz; (Haksız yere bir Müslümanı incitmek, Kâbe'yi yetmiş defa yıkmaktan daha büyük günahtır) buyurdular. İnsanları incitmek, onların kalblerini kırmak değil, onlara yardım etmek, yardımcı olmak lâzımdır. Zira Allahü teâlâ; (Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasiyle yardım ederim) buyuruyor. Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın gadabını üzerine çekmek demektir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allahü teâlânın sevgisinin tecelli ettiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlikelidir. Hele o kalbde, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi varsa, onu incitmekten, son derece kaçınmalıdır. Bir Müslümâna kötü gözle bakmak, onu çekiştirmek, ona iftirâ etmek, kalbini kırmak harâmdır. Bunların her biri ayrı ayrı büyük günâhtır. Müslümâna kin beslemek de günâhtır. Bunların her biri Kur'ân-ı kerîmde yasak edilmiştir. Kâfirin malını almak, kalbini kırmak, Müslümânın malını almaktan dahâ büyük günâhtır. Hayvan hakkı, insan hakkından, kâfirin hakkı da, hayvan hakkından dahâ büyük günâhtır. ÖLÜLERİNİ DE İNCİTME!.. Ölen bir kimsenin kemiklerini kırmak, açıkta bırakmak, yakmak, gayr-i müslim de olsa câiz değildir. Çünkü bunları, diri iken incitmek harâm olduğu gibi, ölülerini incitmek de câiz olmaz. Allahü teâlâyı en ziyâde inciten, küfürden sonra, kalb kırmak gibi büyük günâh yoktur. Bu sebeple kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırmamalıdır. Zira kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir. Netice olarak, iyi olsun, kötü olsun hiçbir insanın kalbini incitmemeli, kırmamalıdır. Zira Allahü teâlâyı en çok inciten, küfürden, inkârdan sonra, kalb kırmak gibi büyük günah yoktur. Ahmed Yesevî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Kâfir bile olsa, hiç kimsenin kalbini kırma! Zira kalb kırmak, Allahü teâlâyı incitmek demektir."
.
Pis borudan şifâ gelmez"
21 Nisan 2008 01:00
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratmaktadır. İnsan, kavuşmak istediği şeyin sebebine yapışır ve cenâb-ı Hak da, dilerse o şeyi yaratır. Allahü teâlâ, kendi rızâsına, sevgisine kavuşmak isteyenler için de, sebepler yaratmıştır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşturan yol, insanın kalbidir. Kalb, yaratılışında temiz bir ayna gibidir. İbâdetler, kalbin temizliğini, cilâsını artırır. Günâhlar ise, kalbi karartır ve gelen feyizleri, nûrları alamaz olur. Muhammed Pârisâ hazretleri buyuruyor ki: "İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, kalbin kararması, hasta olması, yani dünyâ sevgisinin kalbe yerleşmesidir. Bu sevgi, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyler seyretmekten hâsıl olur. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak, haram olan şeyleri seyretmek ve dinlemek, bu sevgiyi kalbde yerleştirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır." "VESİLE ARAYINIZ!" Allahü teâlâ, Mâide sûresinde, meâlen; (Bana yaklaşmak için, vesîle arayınız!) buyurmaktadır. Ehl-i sünnet âlimleri, bu âyet-i kerimeyi açıklarken buyuruyorlar ki: "Sahîh, doğru, hâlis olan ibâdetler, vesîle olur. İbâdetlerin sahîh olması için, doğru îmân, temiz ahlâk sâhibi olmak ve şartlarına uygun yapmak lâzımdır. Namâzın sahîh olması için, abdest almak, namâzı vaktinde kılmak, namâzdaki âyetleri, tesbîhleri, duâları doğru okumak ve dahâ nice şartları bilmek, yapmak lâzımdır. Her ibâdetin böyle şartları vardır. Bu bilgiler, senelerce çalışarak, bunları bilen ve yapan âlimlerden işiterek veyâ kitâplarını okuyarak öğrenilir. Böyle âlimlere mürşid denir. Mürşid, İslâmiyyeti bilen, yapan ve başkalarına da öğreten Ehl-i sünnet âlimi demektir. Her Müslümânın, Mâide sûresindeki emre uymak için, böyle bir rehberi veyâ kitâplarını araması ve bütün ibâdetleri Ondan öğrenmesi lâzımdır." İnsanlara rehberlik edecek zâttan faydalanabilmek için iki şart vardır: Birinci şart, rehberlik edecek zâtın silsilesinin yani hocalarının, Resûlullah efendimize kadar belli olması lâzımdır. Peygamber efendimiz, feyzin, nûrun kaynağıdır. Feyz, Allah sevgisi demektir. Resûlullah efendimizin kalbindeki feyzler, nûrlar, bütün kâinata her an gelmektedir. Ama almak ayrı bir meseledir. Peygamber efendimiz, Allah sevgisinin havuzudur. Orada çeşitli musluklar yani âlimler vardır. Kaynak aynıdır ve hepsi ehl-i sünnettir. İkinci şart, dinini öğrendiği zâttan zerre kadar şüphesi olmamaktır. Feyzi, yani Allah sevgisini veren zât, şuna vereyim, buna vermeyeyim diye ayırmaz. Bu nûrlara layık olmayanlar da, bunları alır. Ancak bunların aldığı feyz, nûr, birikir birikir, aynı şeker hastasına şeker zarar verdiği gibi, düşmanlığa dönüşür. İlk düşmanlık, o zâtın talebelerine yani arkadaşlarına olur. Daha sonra o zâta kadar düşmanlığı gidebilir. Bu tehlikeden kurtulmak için, Mevlana Celaleddin-i Rumi hazretlerinin buyurduğu gibi, aklımı bıraktım ve kurtuldum, demelidir. ÜÇ KİŞİ İSTİFADE EDEMEZ! Birleşik kaplar gibi, mü'minler bir araya geldiği zaman istese de istemese de Allah sevgisi mutlaka kalbden kalbe geçer. Ancak, üç kişi bundan istifade edemez. Birincisi kâfir, ikincisi hocasını inkâr eden, üçüncücü hocasını imtihân eden. Bunların kalbine muhabbet giremez, kalbleri kararır. Bunlar etrafına zarar verir. Hatta kabirlerinden bile zulmet gelir. Netice olarak, İslâmiyyeti anlatan kitapları okurken çok dikkat etmelidir. Kitabın içindekilerden daha çok yazarı mühimdir. Kalbden çıkanlar kalblere tesir eder. İtikadı bozuk olan insanların yazdığı kitapları okuyanlar, yazarından etkilenip itikadı bozulabilir. Din büyükleri; "Pis borudan şifa gelmez" buyurmuşlardır. Vücudumuzun gıdâsını almakta dikkat ettiğimiz gibi rûhumuzun gıdâsını almakta da dikkat etmeliyiz. Rûhun gıdâsı ilimdir, dindir, ibâdetlerdir. Bedene bozuk gıdâ alan ölür, fakat rûha bozuk gıdâ alan, îmânını kaybeder. Yemeğin nasıl ki temiz olmasına dikkat ediyorsak, okuyacağımız kitabı da iyi seçmeliyiz.
.
Dinde yapılan her değişiklik...
27 Nisan 2008 01:00
Peygamber efendimizin ve Onun dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, dinde sonradan meydana çıkarılan söz, yazı, usûl ve işlerin hepsine bid'at denir. Peygamber efendimiz; (Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, yoldan çıkmaktır) buyurmuşlardır. Ebû Hafs-ı Nişâbûrî hazretlerine, bid'at hakkında suâl edildiğinde; "İlâhî hükümleri çiğnemek, sünneti küçümsemek, şahsî istek ve düşüncelere tâbi olarak Kur'ân-ı kerîm ve sünnete uymayı terk etmektir" cevabını vermiştir. KÜFRE SEBEP OLAN BİD'AT! Abdülganî Nablüsî hazretleri, Hadîkat-ün-nediyye adlı kitâbında buyuruyor ki: "Bid'at, sünnete yanî Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği din bilgilerine ters düşen, i'tikâd, amel ve sözler demektir. Allahü teâlâ, kullarını kendisine ibâdet etmek için yarattı. İbâdet, insanın Rabbine, hakîr, âciz, muhtaç olduğunu göstermesidir. Bu da, her aklın, nefsin ve âdetlerin güzel ve çirkin dediklerine uymayıp, Allahü teâlânın güzel, çirkin dediklerine teslîm olmak, Onun gönderdiği Kitâba, Peygamberlere inanmak ve bunlara tâbi olmak demektir. Bir insan, bir işi, Rabbinin izin verdiğini düşünmeden, kendi görüşü ile yaparsa, Allahü teâlâya kulluk yapmamış, Müslümânlığın îcâbını yerine getirmemiş olur. Bu iş, inanılması lâzım olduğu söz birliği ile bildirilmiş olan şeylerden ise, bu inanışı, küfre sebep olan bid'at olur. Bu iş, i'tikâdda olmayıp da, yalnız dinden olan sözde ve işte kalırsa, büyük günâh olur. Hadîs-i şerîfte; (Bir kimse, dinde olmayan bir şey meydâna çıkarırsa, bu şey ret olunur) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, dinden olmayan bir i'tikâd, bir söz, bir iş, bir hâl ortaya çıkarılır, bunun din ve ibâdet olduğuna inanılırsa, yâhut İslâmiyyetin bildirmiş olduklarında bir fazlalık veyâ noksanlık yapılır, bunu yapmakta sevâb beklenirse, bu yenilikler, değişiklikler, bid'at olur. İslâmiyyete uyulmamış, ona îmân edilmemiş olur. Dinde olmayıp, âdette olan yenilikler, değişiklikler bid'at olmaz. Yemekte, içmekte, binme ve taşıma vâsıtalarında, binâlarda yapılan yenilikleri, değişiklikleri dînimiz reddetmez. Bunun için, masada, ayrı tabaklarda, çatal kaşık ile yemek, otomobile, uçağa binmek, her çeşit binâ, ev ve mutfak eşyâsı kullanmak, bütün fen âletleri, dinde bid'at değildir. Bunları yapmak, faydalı yerlerde kullanmak câiz hattâ farz-ı kifâyedir. Radyo, hoparlör, elektronik makineler yapmak ve bunları ibâdetlerin dışında kullanmak câizdir. Fakat, hoparlör ile ezân, Kur'ân-ı kerîm, mevlid okumak, ibâdeti değiştirmek olur, bid'at olur. hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, dinde bid'at olan bir şeyi yapan, bu bid'ati Allah rızâsı için terk etmedikçe, onun hiçbir amelini kabûl etmez) buyuruldu. Allahü teâlâ, i'tikâdda, amelde veyâ sözde yâhut ahlâkta bid'at olan bir şeyi yapmaya devâm edenin, bu cinslerden olan ibâdetleri sahîh olsa da, hiçbirini kabûl etmez. İbâdetlerinin kabûl olması için, bu bid'ati, terk etmesi lâzımdır..." DÎNİ HAFİFE ALMAK!.. Fudayl bin İyâd hazretleri buyuruyor ki: "Ehl-i sünnet bir kimseyi görünce, sanki Eshâb-ı kirâmdan birini görmüş gibi olurum. Bid'at ehli birini gördüğüm zaman da, münâfıklardan birini görmüş gibi olurum." Ebû Muhammed Berbehârî hazretleri, sevenlerine buyururdu ki: "Bid'at sâhibini üstün tutan, dînin yıkılmasına yardım etmiş olur. Kim bid'at ehline güler yüz gösterirse, dîni hafife almış olur. Bid'at ehlinin cenâzesine katılan, ayrılıncaya kadar Allahü teâlânın gazâbından kurtulamaz. Gayr-i müslim ile yemek yerim, fakat bid'at ehliyle sofraya oturmam. Bid'at ehlinden yüzünü çevirenin kalbini, Allahü teâlâ îmân ile doldurur." Netice olarak dinde yapılan her değişiklik, dalâlettir ve zararlıdır. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (İbâdetleri benden ve eshâbımdan gördüğünüz gibi yapınız! İbâdetlerde değişiklik yapanlara bid'at ehli denir. Bid'at sâhipleri muhakkak Cehenneme gidecektir. Bunların hiçbir ibâdetleri kabul olmaz.)
.
Ölmeli, ama namazı bırakmamalı
28 Nisan 2008 01:00
İbâdetlerin en mühimi namâzdır. Çünkü İslâmın ikinci şartı, dînin direği olan, beş vakit namâzı vaktinde kılmaktır. Namâz, ibâdetlerin en üstünüdür. Îmândan sonra, en kıymetli ibâdet, namâzdır. Îmân gibi, onun da güzelliği, kendindendir. Başka ibâdetlerin güzelliği ise, kendilerinden değildir. Üzüntülü rûhlara lezzet veren namâz, rûhun gıdâsı ve kalbin şifâsıdır. Namâzı doğru kılmaya çok dikkat etmelidir. Kusûrsuz bir abdest almalı, gevşeklik göstermeden, namâza başlamalıdır. Kırâatte, rükü'da, secdelerde, kavmede, celsede ve diğer yerlerinde, en iyi olarak yapmaya uğraşmalıdır. Namâzı vaktin evvelinde kılmalı, gevşeklik yapmamalıdır. Bedenle yapılacak ibâdetlerin en mühimi, namâzdır ki, dînin direğidir. Namâzın edeblerinden bir edebi kaçırmayarak kılmaya gayret etmelidir. Namâz tamâm kılınabildi ise, İslâmın esâs ve büyük temeli kurulmuş ve Cehennemden kurtaran sağlam ip yakalanmış olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: ÖNCE İ'TİKÂDI DÜZELTMELİ "İnsana önce i'tikâdını, îmânını düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak lâzımdır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namâzdır. Namâzı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin 45'inci âyetinde meâlen; (Doğru kılınan namâz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır) buyuruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namâz, doğru namâz değildir. Görünüşte namâzdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz; 'Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır' buyurdu. Çünkü insanı dünyâda ve âhirette felâketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namâzdır." Vaktiyle gece gündüz içki içen bir kimse varmış. Her canlı gibi bir gün bu kimse de ölmüş. Hanımı, cenazeyi yıkayıp defnedecek kimse bulamayınca, iki hamal tutup cenazeyi kabristana götürmüş. Evliyâdan bir zât da, o anda kabristanda imiş. O sarhoşun cenaze namazını kılmak için hazırlık yapınca, bu zâtı görenler de gelmişler ve beraberce şarhoşun cenaze namazını kılmışlar. Fakat evliyâ bir zâtın, sarhoş birinin cenaze namazını kılmasına da hayret etmişler ve sebebini sormuşlar. O zât da; -Bu gece rüyamda kabristana gitmemi, orada sahipsiz bir cenazenin namazını kılmamı söylediler. Zira o cenaze affa uğradı dediler demiş. Bunun üzerine o sarhoşun hanımından kocasının iyi yönleri olup olmadığını sormuşlar. Kadıncağız; -Beyim, fâsıktı ve içki içerdi. Fakat namazını hiç terk etmezdi. Sabah namazını hep cemâatle kılardı. Öksüzlere merhamet eder, onların nafakalarını temin ederdi. İçki içip ayıldığı zaman, "Ya Rabbi benim gibi fâsıkı Cehennemin neresine atacaksın" diyerek ağlar, içkiyi bırakamadığına üzülürdü, demiş. Evliyâ zât, bunları dinledikten sonra; -Demek ki affedilmesine bu güzel huyları sebep olmuş buyurmuştur. NAMAZ DİNİN DİREĞİDİR İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran ibâdet, namazdır. Namaz kılmak, huzur-u ilâhiye çıkmak demektir. Allahü teâlânın huzurunda olduğumuzu ve namazı ne olduğunu bilerek kılmalıyız. Zira kıyâmet günü hesap, evvela imândan, sonra namazdan olacaktır. Tek vakit namazı kaçırmaktansa, bin kerre ölmeyi tercih etmelidir. Nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namazı vaktinde kılmalıdır. Netice olarak, ölmeli, ama namazı asla bırakmamalıdır. Zira dinin direği namazdır. Kim namazını terk ederse, dinini yıkmış olur. Her şeyin bir nûru, bir özü vardır. Dînin nûru ve özü beş vakit namâzdır. Namâz aynı zamânda dînin direği ve örtüsüdür. Müslümânlıkla kâfirliği birbirinden ayıran da namâzdır. Her şeyin fesâdı vardır. Dînin fesâdı, namâzı terk etmektir. Namâzını terk eden, dînini terk etmiş demek olur. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Namâz dînin direğidir. Namâz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namâz kılmayan, elbette dînini yıkar.)
.
Hased, takdîri değiştirmez
4 Mayıs 2008 01:00
Hased, kıskanmak, çekememek demektir. Allahü teâlânın, herhangi bir kimseye ihsân ettiği nimetin, o kimsenin elinden çıkmasını, kendinde olmasını istemektir. Onda olduğu gibi kendisinde de olmasını istemek hased olmaz. Buna gıbta etmek, imrenmek denir ki, güzel bir huydur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, fakat buna üzülürse, bu günâh olmaz. Kalbde bulunan düşünce, günâh sayılmaz. Herhangi bir düşüncenin kalbe gelmesi, insanın elinde değildir. Ancak bir kimse, kalbinde hased bulunmasından üzülmez veyâ arzûsu ile hased ederse, günâh olur, harâm olur. Bu hasedini sözleri, hareketleri ile de belli ederse, günâhı dahâ çok olur. Hased eden bir kimse, mesut olamaz. Hased, insanı yıpratır ve hasta eder. Hasetçilerin en ehveni, hased ettiği kişinin elindeki nimetlerin yok olmasını isteyendir. Her nimet sahibi hased edilir. Hased edilmeyen tek nimet ise, tevazûdur. Hased, ibâdetlerin sevâbını giderir. Hadîs-i şerîfte; (Hased etmekten sakınınız. Biliniz ki, ateş odunu yok ettiği gibi, hased de hasenâtı yok eder!) buyuruldu. HASEDÇİ, GIYBET DE EDER! Hased eden, hased ettiği kimseyi gıybet eder, çekiştirir. Onun mâlına, canına saldırır. Kıyâmet günü, bu zulümlerinin karşılığı olarak, hasenâtı alınarak ona verilir. Hased eden, hased ettiği kimsedeki nimetleri görünce, dünyâsı azâb içinde geçer, uykuları kaçar. Hayır, hasenât işleyenlere, on kat sevâb verilir. Hased bunların dokuzunu yok eder, birisi kalır. Fudayl bin İyâd hazretleri, talebelerinden birinin vefâtı yaklaşınca, onun yanına giderek Yâsîn-i şerîf okumaya başlar. Talebesi; -Ey hocam! Bunu bana okuma deyince, susar. Sonra kelime-i tevhîd telkîn etmeye başlar ve talebesi; -Ben o mübârek sözü söyleyemiyorum. Çünkü ondan uzağım der ve vefât eder. Fudayl bin İyâd hazretleri, çok üzülür ve evine döner. Bir gece rüyâsında o talebeyi Cehenneme götürürlerken görür ve; -Ey evladım, sen talebelerimin en iyilerindendin. Neden Allahü teâlâ senden mârifet nûrunu aldı? diye sorar. Talebe de; -Üç şey sebebiyle Allahü teâlâ benden mârifet nûrunu aldı. Birincisi, nemîme. Çünkü ben size başka, arkadaşlarıma başka söyler, söz taşırdım. İkincisi hased. Ben arkadaşlarıma hased ederdim. Üçüncüsü, içki. Bir defâsında hastalanmıştım. Hastalığımı tedâvî ettirmek için doktora gittim. Doktor bana; "Her sene bir kadeh şarap içeceksin, yoksa iyi olmazsın" dedi. Ben de böylece alışıp gittim, cevabını verir... İbn-i Vefâ hazretleri, sevdiklerinden birine hitaben; "Sakın Allahü teâlânın lütfuna mazhâr olmuş ve senden üstün kılınmış bir kimseye hased etme. Çünkü hasedin sebebiyle Allahü teâlânın gazabına uğrayabilirsin. Nitekim Âdem aleyhisselâma hased edip, böbürlenerek secde etmeyen İblîs, mel'ûn oldu" buyurmuştur. Ebü'l-Hayr-ı Aktâ hazretlerine; -Kalbin îmân ile dolu olmasına alâmet nedir? diye sorulunca; -Bütün Müslümanlara şefkat etmek, onların dertleri ile dertlenmek, işlerinde onlara yardımcı olmaktır. Nifakla dolu olan kalbin alâmeti ise; kin, hased ve düşmanlıktır, cevabını vermiştir. DUASI KABUL OLMAZ!.. Hiçbir hasetçi murâdına kavuşamamış, kimseden hürmet görmemiştir. Hased, insanın sinirlerini bozar, ömrünün azalmasına sebep olur. Ebülleys-i Semerkandî hazretleri; "Üç kimsenin duâsı kabûl olmaz. Harâm yiyenin, gıybet edenin ve hased edenin" buyurmuştur. Hased eden için rahat, huzûr yoktur. Zira hased edenin ömrü, üzüntü ile geçer. Hased ettiği kimsede nimetlerin azalmadığını, hattâ arttığını görerek, sinir buhrânları geçirir. Hasedden kurtulmak için, tövbe etmeli, hased ettiği kimseye hediye göndermeli, nasîhat vermeli, onu övmeli ve ona karşı tevâzu göstermelidir. Ayrıca hased ettiği kimsenin nimetlerinin artmasına duâ etmelidir. Netice olarak hased etmek, Allahü teâlânın takdîrini değiştirmez. Hased eden, boşuna üzülmüş, yorulmuş olur. Kazandığı günâhlar da, cabası olur. İmâm-ı Şafiî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Dünyâda en huzursuz kimse, kalbinde hased ve kin taşıyanlardır."
.
Her kemâlin bir zevâli vardır...
5 Mayıs 2008 01:00
Kemâl, olgunluk, mükemmellik, eksiksiz olma anlamlarına gelir. Zevâl ise, herhangi bir şeyin yok olması, sona ermesi demektir. Bu dünyâ ve içindekiler, yok olmak için yaratıldı ve yok olacaktır. Âhiret, sonsuz kalmak için ve sonsuz kalacak şekilde yaratıldı. Sonsuz kalacak şey ile çabuk yok olacak şey arasında ne kadar fark varsa, dünyâ ile âhiret yapısı ve işleri arasında da o kadar fark vardır. Hadis-i şerifte; (Dünyâ hayâtı, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tezyîn etmekle, süslemekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!) buyurulmuştur. Bu dünyâ nimetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhirette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyâda iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayât, eğer dünyâ ve âhiretin en kıymetli insanı olan Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, sonsuz kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, her şey, hiçtir ve her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhirette ele bir şey geçmez. DÜNYA NİMETLERİ GEÇİCİDİR Dünyâ nimetleri geçici olduğu gibi ömürleri de pek kısadır. Bunları ele geçirmek için dînini vermek ahmaklıktır. İnsanların hepsi âcizdir. Allahü teâlâ dilemedikçe, kimse kimseye fayda ve zarar yapamaz. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.) Mâl, mevki arkasında koşanlardan hiçbiri murâdına kavuşamamıştır. Mâlı, mevkiyi hayır için arayan ve hayır işlerde kullanan, râhata, huzûra kavuşmuştur. Mal, mevki gâye olmamalı, hayra vâsıta olmalıdır. Mal, mevki, bir deryâya benzer. Çok kimse, bu denizde boğulmuştur. Allahü teâlâdan korkmak, bu deryânın gemisidir. Hadîs-i şerîfte; (Dünyâda, kalıcı değil, yolcu gibi yaşamalı! Öleceğini hiç unutmamalı!) buyuruldu. İnsan, dünyâda bâkî değildir. Dünyâ zevklerine daldıkça, dertler, üzüntüler, güçlükler artar. Dünyâ, insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet yeri, lezzetlerine aldanmayanlara, nimet yeri ve ibâdet edenlere ise, kazanç yeridir. İbret alanlara da, hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhirete nisbetle çöplük gibidir. Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar İslâmiyyete uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nimetlerine kavuşulur. Hadis-i şerifte; (Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!) buyurulmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "HEPSİ YOK OLACAKLARDIR!" "Allahü teâlâdan başka her şey yok idi ve hepsi yine yok olacaklardır. Kıyâmet kopacağı zamân, yıldızlar yerlerinden ayrılıp dağılacak, gökler parçalanacak, yeryüzü ve dağlar da parça parça olacak, hepsi yok olacaklardır. Böyle olacaklarını Kur'ân-ı kerîm açıkça bildirmektedir. El-hâkka sûresinde meâlen; (Sûra bir kerre üfürülünce, yeryüzü ve dağlar, yerlerinden kaldırılıp silkilecektir. O gün kıyâmet kopacak, gök yarılacak ve dağılacaktır), Tekvîr sûresinde meâlen; (Güneşin karardığı, yıldızların yerlerinden ayrılıp döküldükleri ve dağların dağılıp saçıldıkları zamâna...), İnfitâr sûresinde meâlen; (Gökün yarıldığı ve yıldızların dağılıp yok oldukları zamân...) ve Kasas sûresinin son âyetinde meâlen; (Her şey yok olacakdır. Yalnız O kalacaktır!) buyurulmuştur." Netice olarak her zevâlin bir kemâli ve her kemâlin de bir zevâli vardır. Eğer zevâl vakti gelmişse, bunu kimse durduramaz. Şayet zevâl vakti gelmemişse, bunu da kimse öne alamaz. Bunun için zevâl vakti gelmeden, gafletten uyanmalıdır. Süleymân Zâtî Efendinin şu beytinde ifade ettiği gibi: Bu dünyâya neler geldi, ben diyenler göçüp gitti, Bilmeli, bu fâni mülkü, yarattı Hak zevâl üzre.
.
Sıkıntılar, günahlara karşı frendir
11 Mayıs 2008 01:00
İnsan demek, muhtâç demektir. Değil insanlar, her mahlûk muhtâçtır. Hattâ, insanın iyiliği, güzelliği, muhtâç olmasından ileri gelmektedir. İnsanın kulluk yapması, gönlü kırık olması, hep bu ihtiyâcındandır. İnsan muhtâç olmasaydı, âsî, taşkın, azgın olurdu. İkrâ' sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen; (İnsan, ihtiyâçsız olunca, elbette azar!) buyuruldu. Sıhhatin hep yerinde olması, Allahü teâlâyı unutmaya, Ona isyân etmeye, harâm işlemeye sebep olmaktadır. Allahü teâlâ, acıdığı kullarını dertlerle, hastalıklarla gafletten uyandırmaktadır. Nitekim, hadîs-i şerîfte; (Mü'minlerde, üç şeyden biri bulunur: Kıllet yanî fakîrlik, illet yanî hastalık, zillet, yanî itibârsızlık) buyuruldu. Sıhhatli ve sıkıntısız olmak, günâh işlemeye sebeptir. Âfiyet yani günahlardan uzaklaşmak ise, hastalıkta, sıkıntı çekmekte olur. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Allahü teâlâ buyurdu ki: Hastalık benim kemendim, tuzağımdır ve fakîrlik zindânımdır. Buralara sevdiklerimi sokarım.) "BUGÜN BİZİM BAYRAMIMIZ!" Hazret-i Alî, bir kalabalığı eğlence içinde görüp sebebini sorar. Onlar da; -Bugün bizim bayramımızdır onun için eğleniyoruz derler. Bunun üzerine hazret-i Ali; -Günâh işlemediğimiz günler de, bizim bayramımızdır buyurur. Firâvunun, herkesin kendine tapınmasını istemesine sebep, 400 sene yaşadığı halde, bir kere başının ağrımaması, ateşinin yükselmemesi idi. Bir kere başı ağrısaydı, o saygısızlık hâtırına gelmezdi. Bir kimse, hasta olup tövbe etmezse, Azrâîl aleyhisselâm o kimseye der ki; "Ey gâfil! Sana kaç defa haberci gönderdim. Aklını başına toplamadın." Mü'mine kırk gün içinde, muhakkak bir üzüntü, hastalık veyâ korku yâhut malına ziyân gelir. Hazret-i Âişe validemiz, Peygamber efendimize; -Şehîdlerin derecesine yükselen olur mu? diye suâl edince; -Her gün yirmi kerre ölümü düşünen kimse, şehîtlerin derecesini bulur buyurmuşlardır. Şüphesiz ki hastalar, ölümü çok hâtırlar. Hadîs-i şerîfte; (Ölümü çok hâtırlayınız. Onu hâtırlamak, insanı günâh işlemekten korur ve âhirete zararlı olan şeylerden sakınmaya sebep olur) buyuruldu. Dert, belâ, hastalık ve insanın başına gelen bütün sıkıntılar, aynı zamanda günâhların affolmasına da sebeptir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Sıtma hastalığı, insanın günâhlarının hepsini temizler. Dolu tânesinde toz olmadığı gibi, sıtmalının günâhı kalmaz.) Mûsâ aleyhisselâm, bir hastayı görüp: (Yâ Rabbî! Bu kuluna merhamet et!) diye yalvarınca, Allahü teâlâ vahyedip; (Rahmetime kavuşması için, gönderdiğim sebepler içerisinde bulunan bir kuluma, nasıl rahmet edeyim. Çünkü, onun günâhlarını, bu hastalıkla affedeceğim. Cennetteki derecesini, bununla artıracağım) buyurdu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "ÖLÜMÜ ÇOK HATIRLAYINIZ!" "Dünyâ, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhiret, bunun için yaratılmıştır. Dünyâ ile âhiret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yanî, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O hâlde, dünyâda nimetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhirette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyâda tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken mümin, âhirette çok lezzete kavuşacaktır. Ayrıca mü'minler, dünyâda, birkaç gün dert, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlayamazlardı." İhtiyaçsızlık, azgınlığa, nefsin azmasına sebep olur. Nefis ise, Allahü teâlânın düşmanıdır. Nefis, zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmaktan çekinmez. Onun zevklerinin sonu yoktur. Dertler, sıkıntılar ve ölümü hâtırlamak ise, emirlere sarılmaya, günâhlardan sakınmaya sebep olur. Kişinin harâm işlemeye cesâretini azaltır. Nefsin azmasına fren olur. Peygamber efendimiz; (Lezzetleri yıkan, eğlencelere son veren ölümü çok hâtırlayınız!) buyurmuştur. Netice olarak mü'min, belâlardan, sıkıntılardan kurtulamaz. Zira mü'mine gelen belâlar, sıkıntılar, günahlara dalmaması için fren ve günahlarının affına da vesiledir...
.
Öyle bir hayat yaşa ki!..
12 Mayıs 2008 01:00
Günün birinde iki elimiz yanımıza gelecek ve dünyâdaki hayâtımız sona erecektir. Bu bir hakîkattir. Bu hakîkat karşısında, hayât nedir, ölüm nedir? diye düşünmeyen bir kimse olamaz. Hayâtın ne olduğunu, dünyâya niçin geldiğimizi, ölümden sonra ne olduğunu bilmek ve öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayâta niçin geldiğimizi, hayâtın sâhibinden dahâ iyi bilen olur mu? Zâriyât sûresinin 56. âyetinde meâlen; (İnsanları ve cinnîleri ancak, beni bilip itâat, ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruluyor. İnsanların büyük çoğunluğunun, bu hakîkati bilmedikleri, bilenlerin de, bu hakîkate göz yumdukları veyâ ehemmiyet vermedikleri görülmektedir. Bu hakîkati bilmemek veyâ bildiği halde, ona göre davranmamak, inanmamak, bir insan, bilhassa bir Müslümân için, en büyük felâkettir. Çünkü Allahü teâlâ, kendi emirlerine inanmayanları sonsuz olarak, inanıp da yapmayanları ise, dilediği kadar Cehennemde yakacağını Kur'ân-ı kerîmde bildirmektedir. Nitekim Peygamber efendimiz; (Benim gördüğümü sizler görseydiniz, az güler, çok ağlardınız) buyurmuştur. "CEZASI ÇOK AĞIRDIR!" Allahü teâlâ, ibâdet edenleri Cennete sokacağını, ibâdet etmeyenlere Cehennemde azâb yapacağını vâdetmiştir. Allahü teâlâ vâdinden dönmez ve cezâsı da çok ağırdır. Dünyâdaki kısa bir hayât için, sonsuz âhiret hayâtını Cehennemde geçirmek, aklı başında bir insanın işi midir? Bekir bin Abdullah Müzenî hazretleri; "Kim gülerek günâh işlerse, ağlayarak Cehenneme girer" buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri bir talebesine hitaben buyuruyor ki: "Keyfine göre yaşa! Fakat bu yaşaman uzun sürmeyecek, bir gün elbette öleceksin. Gece gündüz düşündüğün, sımsıkı sarıldığın lezzetlerden elbette ayrılacaksın. Dünyânın nesini seversen sev, hepsine vedâ edeceksin! Elinden geleni yap! Fakat unutma ki, her yaptığının hesâbını vereceksin!" Mâlik bin Dînâr hazretleri bir hâtırasını şöyle anlatır: "Bir gün toprakla oynayıp bâzan gülen bâzan ağlayan bir çocuğa rastladım. Önce çocuğa selâm vermek istedim. Fakat kibirden selâm vermedim. Hemen nefsime; -Ey nefis! Peygamber efendimiz büyüklere de küçüklere de selâm verirdi diyerek çocuğa selâm verdim. Çocuk; -Ve aleyküm selâm, ey Mâlik bin Dînâr! diye cevap verdi. Hayret içinde kalarak çocuğa; -Sen beni hiç görmediğin halde nasıl tanıdın? diye sordum. Çocuk; -Ruhlar âleminde benim rûhumla senin rûhun karşılaştı. Orada bizi Allahü teâlâ karşılaştırdı, dedi. Çocuğa; -Akıl ile nefis arasında ne fark var? diye sorunca, çocuk; -Nefsin seni selâmdan menetti. Aklın ise seni selâm vermeye teşvik etti, diye cevap verdi. -Sen neden toprakla oynuyorsun? diye sordum. Çocuk; -Topraktan yaratıldık, yine toprağa karışacağız dedi. Ben yine; -Seni bâzan ağlarken, bâzan gülerken görüyorum. Sebebi nedir? diye sordum. -Rabbimin azâb edeceğini hatırladığım zaman ağlıyorum. Rahmetini hatırladığım zamansa tebessüm ediyorum dedi. -Ey oğul! Senin hangi günâhın var ki ağlıyorsun? diye sorunca, çocuk; -Ey Mâlik! Öyle söyleme. Zîrâ ben, anam ateş yakarken, küçük odun olmadan, büyüklerin tutuşmadığını gördüm, diye cevap verdi." "HAYIRLI İŞTE ACELE ET!" İbâdetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmeli sonraya bırakmamalıdır. Zira hadîs-i şerîfte; (Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini biliniz: Ölmeden önce hayâtın kıymetini, hastalıktan önce sıhhatin kıymetini, dünyâda âhireti kazanmanın kıymetini, ihtiyârlamadan gençliğin kıymetini, fakîrlikten evvel zenginliğin kıymetini) buyuruldu. Süfyân-ı Sevrî hazretleri bir sevdiğine hitaben; "Ey kardeşim, kendin için ağla ve kendine merhamet et. Sen kendine acımazsan, başkası hiç acımaz. Senden dünyâ sevgisini giderip, âhirete hazırlık için teşvik eden kimselerle oturup, kalk. Ölümü çok hatırla. Geçmiş günahlarından dolayı çok istigfâr et. Kalan ömrün için, Allahü teâlâdan seni muhâfaza etmesini iste" buyurmuştur. Netice olarak, doğarken sen ağladın çevrendekiler güldü. Öyle bir hayat yaşa ki, herkes ağlarken sen gülesin.
.
Dünya, dünyanın değil...
18 Mayıs 2008 01:00
Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Seyyid Emir Hamza hazretleri buyuruyor ki: "Bütün kötülüklerin başı, dünyâ sevgisidir. Bununla birlikte, Server-i kâinât efendimiz; (Dünyâ âhiretin tarlasıdır) buyurdu. O hâlde dünyâda âhiret işleri yap ve dünyâya ve dünyânın nîmetlerine bağlanma! Dünyâ rahat yeri değildir. İbret yeridir. Bunun için Resûl-i ekrem efendimiz; (Dünyâ ibret yeridir, tâmir etme yeri değildir) buyurdular." Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günâhlar ve mubâhların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar İslâmiyyete uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nimetlerine kavuşulur. Ziyâeddîn Nurşînî hazretleri buyurdu ki: REZİLLERİN EN REZİLİ!.. "Dünyâ âhiret için bir tarla olmasa, âhirete hazırlık yeri olmasa, çirkin şeylerin en çirkini, rezillerin en rezîlidir. Allahü teâlâdan uzaklaşmaya, insanı âhirette faydadan mahrûm etmeye sebeptir. Akıl sahibi olanların yanında kıymeti olmayan bu dünyâda insan, utançtan başını eğse yeridir. Nitekim sevgili Peygamberimiz; (Dünyâ, âhirette evi olmayan kimselerin evidir. Malı olmayanların malıdır. Aklı olmayan kimse onu toplar) buyurmuştur. Eğer Allahü teâlânın katında dünyânın sivrisinek kadar kıymeti olsaydı, düşmanı olan kâfirlere ondan bir yudum su bile vermezdi. Zîrâ dünyâyı yarattığı günden beri ona rahmet nazarıyla bakmamıştır." Aklı başında olan bir kimse, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zamânda, yalnız dünyâ lezzetleri ile zevklenmek için değil, bilakis bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayırlı iş, yani Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamak istemelidir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Bu dünyâ âhiretin tarlasıdır. Burada tohum ekmeyip, yaratılışta bulunan, toprak gibi yetiştirici kuvvetini işletmeyenlere, bundan faydalanmayanlara ve amel, ibâdet tohumlarını elden kaçıranlara yazıklar olsun! Allahü teâlâ, bir kimseyi hayrlı işlerde kullanırsa, ona müjdeler olsun! Allahü teâlâ, dünyâyı âhiretin tarlası yaptı. Tohumunun hepsini yiyen ve toprak gibi olan, yaratılışındaki elverişli hâline ekemeyen ve bir tâneden yedi yüz tâne yapmayı elden kaçırana yazıklar olsun! Kardeşin kardeşden ve ananın yavrusundan kaçtığı o gün için, bir şey saklamayan, dünyâda da, âhirette de ziyân etti, eli boş kaldı. Dünyâda da, âhirette de pişmân olacak, âh edecektir. Aklı olan, tâlihli bir kimse, dünyânın birkaç yıllık hayâtını fırsat bilir, nimet bilir. Bu kısa zamânda, dünyânın çabuk tükenen ve hepsinin sonu sıkıntı ve azâb olan, geçici zevklerine, tadına aldanmaz. Bunlarla vakti kaçırmaz. Bu kısa zamânda tohumunu eker. Bir tâne iyi iş yaparak, sayısız meyveler elde eder. Bekara sûresi, 261. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Allahü teâlâ dilediğine kat kat verir) buyuruldu. Bunun içindir ki, birkaç günlük iyi işe karşılık, sonsuz nimetler verecektir. Allahü teâlâ, çok ihsân sâhibidir. Dünyâ zirâat yeridir. Tarlayı ekmeyip, tohumları yiyerek zevk ve safâ süren, mahsûl almaktan mahrûm kalacağı gibi, dünyâ hayâtını, geçici zevkleri, nefsin arzûlarını taşkın ve şaşkın olarak yapmakla geçiren de, ebedî nimetlerden, sonsuz zevklerden mahrûm olur." DÜNYA, ÂHİRETİN TARLASIDIR!.. Netice olarak dünyâ, dünyânın değil, âhiretin tarlasıdır. Bu öyle bir tarladır ki, eken, bire on, bire yedi yüz alıyor. Bu miktar, en azıdır, yukarısının ise sınırı yoktur. Ancak bu dünyâ tarlasına, dünyalık ekilirse, eken kimse, koca bir hiç alır. Aklı olan bir kimse, hiç ile uğraşır mı? Bunun için bu tarlaya herkesin bir şeyler ekmesi lâzımdır. Bu tarlada, insanların dünyâ ve âhiret saâdetlerine kavuşmaları yani Müslüman olmaları için, beden ile çalışmak, bu mümkün değilse, beden ile çalışanlara destek olmak, yardım etmek, bu da mümkün değilse, çalışanlara, yardım edenlere duâ etmek lâzımdır...
.
Âhirette pişmanlığın çaresi yoktur
19 Mayıs 2008 01:00
Günâh işlemek, insanı helâk etmez. Günâha devam etmek, tövbeyi terk etmek, bu konuda acele etmemek, insanı helâk eder. Fetâvâ-yı Zeyniyyede; "Günâha hemen, acele tövbe etmek farzdır. Tövbeyi geciktirmeye de tövbe etmek lâzımdır" deniyor. Tövbe etmemek günah olduğu gibi, tövbeyi geciktirmek de günâhtır. Zira Peygamber efendimiz; (Müsevvifler helâk oldu) buyurmuştur. Yani, ileride tövbe ederim diyenler, tövbeyi geciktirenler ziyân etti. Lokman hakîm hazretleri, oğluna nasîhat ederek; "Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü ölüm, ansızın gelip yakalar" buyurmuştur. İbâdetleri ve hayırlı işleri yapmakta acele etmek lâzımdır. Zira hadîs-i şerîfte; (Ölmeden evvel tövbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mâni çıkmadan önce acele ediniz. Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız. Zekât ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızıklarına ve yardımına kavuşunuz!) buyurulmuştur. DÜNYADA YAPILANLARIN KARŞILIĞI Bir gün Vüheyb bin Verd hazretlerine, "Ölümden bahseder misiniz?" diye sorulunca, cevaben buyurur ki: "Bir insan vefât edince, dünyâda onun amelini yazmakla vazifeli iki melek onunla berâber olur. O kimsenin amelleri iyi ise, o melekler kendisine; -Allahü teâlâ sana büyük hayırlar versin. Biz senin yanında bulunmakla çok rahatız. Dünyâda hayırlı ameller işledin. Şimdi de hayırlı şeylere kavuştun derler. Dünyâda hep kötülük işleyen kimse de vefât edince, dünyâda iken onun amellerini yazan iki melek yine onunla berâber olur. Fakat o, kötü amellerinin karşılığı olarak azâb görmekte olduğundan, onun yanında olmakla rahatsız olurlar ve; -Sen, burada dünyâda yaptığın kötülüklerin karşılığını görüyorsun derler. Sonra melekler onu kötü amelli kimse diye tanıtırlar. Diğerleri de bundan tiksinirler. O kimse, karşılaştığı bu hâle çok üzülür, yaptığı kötülüklere çok pişman olur ve tekrar dünyâya gelip sâlih ameller işlemek ister. Lâkin bu pişmanlık, ona fayda vermez." İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri; "Kıyâmet gününü bilip de amel etmeyenin, o gün çekeceği hasret ve duyacağı pişmanlık bitmez. Öyle bir gündür ki, o gün ayaklar kayar, renkler değişir, hesap çetin olur. O ne korkunç bir ayak kayması ve o, ne fayda vermez bir pişmanlıktır" buyurmaktadır. Bunun için insân, kendine merhamet etmeli, gafletten uyanmalı, bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmalı, hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi olmalı ve sıkı sarılmalıdır. İnsanın ölmeden önce vereceği bu karâr, çok büyük ve çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Her canlı muhakkak ölecektir. İnsan, öleceğini düşünmeli ve başına geleceklere hâzırlanmalıdır. Bir kimse, imân edip, imânın gereklerini yerine getirmedikçe, azâbtan kurtulamaz. Son pişmânlık ise, fayda vermez. Her insan, başına gelecekleri düşünmeli, kendisine verilen ömür bitmeden, aklını başına toplamalıdır. Sonsuz nimet veya sonsuz azâbdan birisi insanı beklemektedir. Bunlardan birini seçmek, kişinin elindedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak ise, imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak, büyük câhilliktir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: İŞ İŞTEN GEÇMEDEN!.. "Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklar. Fakat, o zamân pişmânlık işe yaramayacak, rezîl olmaktan başka, ele bir şey geçmeyecektir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhiretin çeşit çeşit azâbları, insanları bekliyor. Ölüm uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanalım! Kendimizi âhiretin çeşitli azâblarından kurtaralım! Tahrîm sûresi 6. âyetinde meâlen; (Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlarla taşlardır) buyuruldu." Netice olarak, insanlara yardım etmek, çok iyidir ve çok da sevaptır. İnsanlara yapılacak esas iyilik ise, onların âhiretine yönelik iyiliktir. Onlara İslâmiyyeti öğreterek, yanmaktan kurtarmaktır. Dünyada pişmanlık iyidir. Çünkü, telâfisi mümkündür. Âhiretteki pişmanlığın ise, çaresi yoktur ve telâfisi de mümkün değildir.
.
Hiç kimsenin bedduâsını almamalı
25 Mayıs 2008 01:00
Bedduâ; bir kimsenin kötülüğünü, Allahü teâlânın af ve merhametinden mahrum olmasını, ihânet edenlerin veya kötülüklerin gerektiği cezâya çarptırılmasını istemek demektir. Müslümân, hayırlı olur, herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. Şayet iyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder. İnsanlara eziyet, zulüm yapmaz, bedduâ etmez ve kimsenin de kendisine bedduâ yapmasına sebep olacak işlerde bulunmaz. Zira zulüm, günâh, iyi niyetle işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâptır. Hadis-i şerifte; (İnsanlara zulmeden, Kıyâmette bunun azâbını çekecektir) buyuruldu. Gayr-i müslimlere zulmeden de, yaptığı zulmün cezasını çekecektir. Dürr-ül-muhtârda; "Gayr-i müslime zulmetmek, Müslümâna zulmetmekten dahâ fenâdır. Hayvana zulüm, işkence etmek ise, gayr-i müslime zulmetmekten dahâ fenâdır" buyurulmaktadır. MAZLUMUN DUASI KABUL OLUR Başkasının hakkına tecâvüz edildiği zaman, karşı taraf güçlü ise karşılık verir. Eğer gücü yetmiyorsa, bedduâ eder. Zulme uğrayanın yaptığı bedduâ ise, muhakkak kabul olur. Zira hadis-i şerifte; (Ananın, babanın çocuğuna olan ve mazlûmun, zâlime olan bedduâları, reddolunmaz) buyurulmuştur. Atâ bin Yesâr hazretleri anlatır: "Yolculuk yapmakta olan bir kervân, bir yerde mola vermişti. Fakat bu sırada bir merkebin sesi onların uyumalarına mâni oldu. Bunun üzerine bu sesin geldiği tarafa doğru gittiler. Sesin geldiği yere varınca kıldan yapılmış çadır içerisinde, yaşlı bir kadınla karşılaştılar. O kadına; -Bu merkep sesi nereden geliyor. Onun sesinden bir türlü uyuyamadık? dediklerinde, kadın; -O merkep gibi ses çıkaran benim oğlumdur. Hayatta iken bana hep eşek diye hitâb ederdi. Allahü teâlâya onu eşek yapması için bedduâ ettim. Onun için böyle her gece sabaha kadar merkep gibi ses çıkarır dedi. Bunun üzerine kervan sâhipleri o kadına; -Bizi onun kabrine götür, onun kabirdeki hâline bir bakalım dediler. Kabre gidip, açıp baktıklarında, boynunun eşek boynu gibi olduğunu gördüler." Dilimizi bedduâya değil, hayır duâya alıştırmalıyız. Şems-i Tebrîzî hazretleri, Peygamber efendimizin güzel ahlâkını örnek alıp, bütün işlerini, âdetlerini, ahlâkını Ona uydurmaya gayret ederdi. Şâyet bir kimseden rahatsız olsa; "Yâ Rabbî! Bu kimsenin malını ve çocuklarını çok eyle" derdi. Çünkü, Peygamber efendimiz de böyle duâ ederdi. Resûlullah efendimizin bedduâ etmek âdetleri değildi. Şems-i Tebrîzî hazretleri; "Eğer bir kimse bana âhiretim ile ilgili bir defâ iyilik edip, dünyâ ile ilgili binlerce kötülük etse, ben onun bir defâ yaptığı iyiliğe nazar ederim. Çünkü iyi ahlâk bunu icâbettirir" buyururdu. Rebî bin Heysem hazretleri de, kimseye bedduâ etmezdi. O, her şeyi Rabbinden bilir, Ondan gelene sabreder, tevekkülünü bozmazdı. Bir gün namaz kılarken, yirmi bin dirhem değerindeki atının çalındığını görür. Fakat ne namazı bozar ve ne de üzülür. Yanında bulunanlar; -Nasıl oldu bu iş, yazık oldu atına! diye kendisini teselli etmek isteyince, onlara; -Atın yularını çözerken çalan adamı görmüştüm der. Onların; -O halde niçin mâni olmadınız? demeleri üzerine; -Atımdan daha sevimli olan bir şey ile, yâni namaz kılmakla meşguldüm. Onu kaçıramazdım der. Adamlar hırsıza bedduâ etmeye başlayınca, Rebî bin Heysem hazretleri; -Hayır, bedduâ etmeyin. Ben atımı ona hediye ettim. Sadakam olsun buyurur. ZALİM BİLE OLSA!.. Zâlimden başkasına bedduâ etmek harâmdır. Zâlime, zulmü kadar bedduâ etmek câiz olur. Zâlime de bedduâ etmemek, sabretmek ve hattâ affetmek dahâ iyidir. Sadaka vermek, belâyı önler ve ömrü uzatır. Onun için sadaka vermek iyidir. Fakat kabûl olan duâ, kaza ve kaderi değiştirir. Ölümü mukadder ise gecikebilir. Eğer bir kimse de, bilhassa akrabalardan, anne-baba ve yakınlarından bedduâ alırsa, ömrü kısalır. Netice olarak, kâfir de olsa, fâsık da olsa hiç kimsenin bedduâsını almamalıdır. Çünkü hadis-i şerifte; (Kâfir olsa da, mazlûmun bedduâsı reddedilmez) buyurulmuştur
.
Göz, dünyayı görür ama...
26 Mayıs 2008 01:00
Akıl, göz gibidir, din bilgileri ise ışık gibidir. İnsanın aklı, gözü gibi zayıf yaratılmıştır. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanmamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneşin ve çeşitli ışık kaynaklarının nûru olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Göz, sadece etrafındakileri ve çevresinde olanların hatâlarını görmek için değil, kendi hatâ ve kusûrlarını görmek için de yaratılmıştır. İnsan kendi kusûrlarını zor anlar. Bir âlimin, rehberin bildirmesi veya böyle bir âlimin kitabının okunması yahut güvendiği bir arkadaşına sorarak da, kusûrlarını öğrenebilir. Düşmanlarının kendisine karşı kullandıkları kelimeler de, insana ayıplarını tanıtmaya yardımcı olur. Çünkü düşman, insanın ayıplarını arayıp, yüzüne çarpar. İyi arkadaşlar ise, insanın ayıplarını pek görmezler. Birisi İbrâhîm Edhem hazretlerine, ayıbını, kusûrunu bildirmesi için yalvarınca; "Seni kendime dost edindim. Her hâlin, hareketlerin, bana güzel görünüyor. Ayıbını başkalarına sor" cevabını vermiştir. KÖTÜ HUYUN İLACI... Herhangi bir kimsenin, başkasında bir ayıp görünce, bunu kendinde araması, kendinde bulursa, bundan kurtulmaya çalışması da, kötü huyların ilâçlarındandır. (Mü'min mü'minin aynasıdır) hadîs-i şerîfinin manası da budur. Yanî, başkasının ayıplarında, kendi ayıplarını görebilmektir. Îsâ aleyhisselâma; -Bu güzel ahlâkını kimden öğrendin dediklerinde; -Herhangi bir kimseden öğrenmedim. İnsanlara baktım, hoşuma gitmeyen huylarından sakındım. Beğendiklerimi ben de yaptım, buyurmuştur. Lokman hakîm hazretlerine; -Edebi kimden öğrendin dediklerinde, cevaben; -Edebsizden! buyurmuştur. Kendi kusûrlarını araştırıp düzeltmeye çalışan kimse, başkalarının ayıplarını görmeye vakit bulamaz. Hep, kendinden dahâ iyi olan Müslümanları görür. Yanî her gördüğü Müslümânı kendinden dahâ iyi bulur. Hadîs-i şerîfte; (Kendi ayıplarını, kusûrlarını düşünmekten, başkalarının ayıplarını araştırmayana müjdeler olsun!) buyuruldu. Tesavvuf yolunda bulunmaktan maksat, kişinin kendi nefsinin ayıplarını, kusûrlarını anlaması, İslâmiyyetin bildirdiği hükümlere uymakta kolaylık, lezzet hâsıl olması ve gizli olan küfür, inkâr pisliklerinden kurtulması içindir. Başkalarının kötülüklerini araştıran, kendi kusûrlarını görmeyen kimse, İslâm âlimlerine ve evliyâya da inanmaz. Abdülmelik Harnutî hazretleri buyurdu ki: "Bir kimse, kendi kusûrunu, noksanını bilmiyorsa, bütün zamânı da noksan geçer." Mutarrif bin Abdullah hazretleri, herkesin kendi ayıbını görmesini ister ve; "Eğer insan kendi ayıplarıyla meşgul olursa; başkalarının ayıplarını görecek ve onlarla uğraşacak zaman bulamaz. İnsanların çoğu hatâ içindedir. Bu halleriyle hatalarını unutup, başkalarının hatalarını anlatan ve onlarla uğraşan da yine kendileridir" buyururdu. "MUM GİBİ OLMA!.. Herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yaptığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekte acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmelidir. Allahü teâlânın râzı olmadığı şeyleri, öldürücü zehir bilmelidir. Kusûrlarını düşünüp, bunları yaptığına mahcûp olmalı, utanmalıdır. Pişmân olup üzülmelidir. Ebû Saîd-i Arâbî hazretlerine; -Dervîş nasıl olur denilince; -Fakîrlik zamânında sâkin olurlar. Servet zemânında, sıkıntılı olurlar ve râhatlıkta sıkıntı ararlar. Hâdiselerin değişmesi, ahlâklarını değiştirmez. Başkalarının ayıplarına bakmazlar. Dâimâ, kendi ayıplarını, kusûrlarını görürler. Kendilerini hiçbir Müslümândan üstün bilmezler. Hepsini kendinden üstün görürler buyurdu. Netice olarak insanın kurtuluşu, başkalarının değil, kendi hatalarını görüp düzeltmesi ile mümkündür. Göz gibi olmamalıdır. Zira göz, dünyaları görür ama, kendisini göremez. Lokman Hakîm hazretlerinin oğluna buyurduğu gibi: "Ey oğlum! İnsanlara iyilikleri emir ve nasîhat edip kendini unutma! Yoksa mum gibi olursun. Mum insanları aydınlatır, fakat kendini yakıp eritir."
.
Her Müslüman tüccardır ama...
1 Haziran 2008 01:00
Tüccâr, tâcir kelimesinin çoğulu olup, ticâret yapanlar, ticâretle meşgûl olanlar anlamındadır. Dünyâya gelen her insan, bir tüccâr gibidir ve sermayesi de, ömrüdür. İnsan bu ömrünü, ya dünyâya veya âhirete yarayan işlerde kullanır. Dünyâda, dünyâ için yapılan işlerin hepsi, namaz bile olsa hep dünyadır. Âhiret için yapılan işler yani âhirete gönderilebilen işler ise, âhiret işidir. Bu sebeple her işimizi yaparken bakmalıyız, biz bu işi niçin yapıyoruz. Allahü teâlânın rızâsı için yaptıklarımız, âhirette karşımıza ecir olarak çıkacaktır. Zaten iş, âhiret işidir. Bu yüzden mümin çok iyi bir tüccâr olmalıdır. Âhiretteki niçin sorusuna cevap aramalıyız. Niçin yemek yiyoruz, niçin evleniyoruz, niçin konuşuyoruz. Allahü teâlânın rızâsı için olmayan her iş, dünyâlıktır. Allahü teâlâ, her şeyi bir gaye için yaratmıştır. Tabiattaki canlı cansız her şey bir iş için yaratılmıştır. İnsanın da yaratılmasının bir gayesi var. İnsan da, Allah demek için yaratılmıştır. Allahü teâlâyı tanımayan, Onu Rab kabul etmeyen, devamlı emirlerini çiğneyen kimseler, nimete nankörlük etmiş, küfrân-ı nimet etmiş olurlar. Kur'ân-ı kerimde meâlen; (Nimetlerime şükrederseniz arttırırım, şükretmez nankörlük ederseniz elinizden alır, şiddetli azap yaparım) buyuruluyor. ÂHİRET AZABI SONSUZDUR!.. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki: "Ne sattığını ve buna karşılık neyi aldığını düşünmelidir! Dünyâyı ele geçirmek için âhireti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak alçaklık ve ahmaklıktır. Dünyâ ile âhiret birbirinin zıddıdır, tersidir. İkisinin sevgisi bir kalbde toplanamaz. İkisi bir araya getirilemez. Bu iki zıddan dilediğini seç ve seçtiğine karşılık kendini sat, fedâ et! Âhiret azâbı sonsuzdur. Dünyâda olanlar çok azdır. Allahü teâlâ, dünyâyı sevmez, âhireti sever. Sonunda kadından ve çocuklardan ayrılacaksın. Bunların idâresini Allahü teâlâya bırak! Bugün, kendini ölmüş bilmelidir. Onların işlerini Allahü teâlâya bırakmalıdır. Tegâbün sûresinin 15. ve Enfâl sûresinin 28. âyetinde meâlen; (Mallarınız ve çocuklarınız sizlere kesin olarak düşmandır. Onlardan sakınınız) buyuruldu." Bir tüccâr düşünmeli ki, ömrü yüz seneden çok değildir. Âhiretin ise, sonu yoktur. Birkaç günlük ömrünün altın ve gümüşünü arttırmak için, ebedî ömrünü ziyâna sokmayı kim ister? Farzları tam yapmadığı, borcu varsa kaza etmediği halde, nâfilelerle derecesini yükseltmeye çalışan kimsenin hâli, sermâyesi elinden çıktığı, iflas ettiği halde kâr peşinde koşan bir tüccârın hâline benzer. Sermaye olmadan kârı olur mu? Mümin, bir tüccâra benzer. Farzlar onun sermâyesi, nafileler de kazancıdır. Sermâye kurtarılmadıkça, kazancı olamaz. "NEFSİNİ HESABA ÇEK!.." İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Her gün yatarken, o gün yaptığı işler için nefsi hesâba çekmeli, sermâyeyi, kârdan ve zarardan ayırmalıdır. Sermâye farzlardır. Kâr da, sünnetler ve nâfilelerdir. Ziyân ise, günâhlardır. İnsan, ortağına aldanmamak için, onunla hesâplaştığı gibi, nefse karşı dahâ uyanık davranmak lâzımdır. İnsanlar, kendilerini hesâba çekmiyorlar. Eğer her günâh işlediğinde, odasına bir kum koysa, birkaç sene içinde oda kum ile dolar. Hâlbuki, gaflet ile, çeşitli düşünceler ile, birkaç sübhânallah desek, tesbîhi alır, sayar, yüz kere söyledim deriz de, her gün boşuna, nice şeyler söyleriz, bunları saymayız. Saymış olsak, her gün, binleri aşar. Sonra da, terâzîde sevâb kefesinin ağır basacağını umarız. Hazret-i Ömer, bunun için; 'Amelleriniz tartılmadan evvel, kendiniz tartınız' buyurmuştur." Netice olarak, her Müslüman tüccârdır, ancak bugünün yani dünyânın değil, yarının yani âhiretin tüccârıdır. Bir kimse, Müslümân olmakla dünyâ ve âhiret saâdetinin sermâyesini ele geçirmiştir. Ancak, ticârette gaye, kâr etmektir. İflâs edene, akıllı tüccâr denilebilir mi? Fıkıh bilmeyen, İslâm ahlâkına, kul hakkına riâyet etmeyen bir kimse, iflâs etmekten kurtulabilir mi?
.
İhtiyâçlara harcanan, isrâf olmaz
2 Haziran 2008 01:00
İsrâf, bir kimsenin, ister kendisi, isterse başkası için olsun, elindeki malı, parayı, harâm olan yerlere vermesidir. İsrâf çok kötü bir huydur. Malı harâm yerlere vermenin, azı da, çoğu da isrâftır ve büyük günâh olur. İçki, kumâr ve benzeri harâm olan oyunlar için vermek de böyledir. Parayı, malı, helâl ve mubâh olan yerlere vermek, iki türlü olur: Birincisi: Kendi bedeni için, yemekte, içmekte, giyinmekte, ev kurmakta, tabîatının çektiği şeye, ihtiyâcından fazla harcetmek, isrâf olur. Meselâ bir şeyi yemek, içmek isteyince, doydukdan sonra, fazlası isrâf olur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsan ve hayvanların bedeni dört şeyden yapılmıştır. Toprak maddeleri, su, hava ve harârettir. Birbirine benzemeyen, hattâ birbirinin aksi olan bu dört şeyin ihtiyâçları ve îcâbları vardır. Bedendeki harâretten, ısıdan dolayı ve ısı da kudret kaynağı olduğu için, insan ve hayvanlar, kendini beğenmekte, üstün görmektedir. Şehvet ve gadab kuvvetleri ve başka kötülükler, bu dört şeyden ileri gelmektedir." AKLI OLAN KİMSE... İşte bu ihtiyâç ve îcâblar, hayvanların ve insan tabiatının istediği şeyler olup bunlara, sevk-i tabiî, içgüdü denilmektedir. Aklı olan kimse, bu sevk-i tabiîleri İslâmiyyetin emrettiği, izin verdiği gibi kullanır ve günâh olmaz. Aklı dinlemeyenler ise, nefse uyarak, mubâhlardan dışarı taşar, günâha girerler. Çünkü nefis, insanı mubâhların dışına çıkarmaya zorlayan bir kuvvettir. İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalb ismindeki bir kuvvetin emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi ile nefis ve kalb kuvvetlerini bir arada tutan, çalıştıran kuvvet de, rûhdur. İnkâr edenlerin ve günâh işleyen müminlerin nefisleri azmış, kalbi ve rûhu kaplamıştır. Bu üç kuvvet birleşmiş gibi olup nefsin istediğini yapmaktadırlar. İslâmiyyete uyunca, bu üç kuvvet birbirinden ayrılıp, kalb ve rûh kuvvetlenir ve nefs zayıfllayarak, kalb ve rûh, nefsin baskısından, kumandasından kurtulur ve temizlenmeye başlar. Her ikisi de, işlerini Allahü teâlânın rızâsı için, iyilik için yapar. Hayvanlarda, kalb, rûh ve nefis olmadığından, sevk-i tabiî ile hareket ederler. Meselâ acıkınca, doyuncaya kadar, bulduklarını yerler. İnsanlar ise, kalb ile hareket eder. Kalb, nefse uyarsa, bulduğu ile doymaz, harâm olan şeyleri arar ve doyduktan sonra da yer. Meselâ, sıcakta, insanın tabîati, serin bir şey isteyince, kalb akla uyarsa, İslâmiyyetin izin verdiği su, şerbet, limonata ve dahâ birçok içecekleri ve lüzûmu kadar alır. Aklı dinlemeyip, nefse uyarsa, mubâhları ihtiyâç olan miktârdan fazla ister ve nefsin istediği harâm içkilere de sapar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor: "İnsanın bazı arzûları, tabîatinden ileri gelmektedir. Beden sağ kaldıkça, hiç kimse bu isteklerden kurtulamaz. Meselâ, harâret artınca, insanın tabîati serin bir şey içmek ister. Soğukta, sıcak bir şey ister. Böyle istekleri yapmak günâh değildir ve nefse uymak değildir. Çünkü, tabiatimizin zarûrî istekleri mubâhtır. Bunlara ihtiyâç maddeleri denir. İhtiyâç maddelerini lâzım olduğu kadar kullanmak sünnettir. Nefis, mubâhların lüzûmundan fazlasını ve şüphelileri ve harâmları ister. Mubâhların zarûrî miktârı ile doymaz." HAKLARIN EN MÜHİMİ... İkincisi: Malı kendi bedeni için kullanmadığı zamân, hakkı, yani lüzûmu olmayan yere, az da sarf etmek isrâf olur. Meselâ, malı ateşte yakmak, denize atmak böyledir. Lüzûmu olan yere, lüzûmundan fazla vermek de isrâf olur. Meselâ, çoluk çocuğuna ihtiyâçlarından fazla şeyler vermek isrâf olur. İhtiyâç, İslâmiyyetin gösterdiği miktârlar ile ve memleketin âdetine göre belli olur. Netice olarak, malı, ihtiyâç olan mubâhlara harcetmek, isrâf değildir, günâh olmaz. Bunun için malı sarf edecek yerleri ve kendi malındaki başkalarının hakkını öğrenmek lâzımdır. İnsanın, kendi malında bulunan, başkasının hakkını ödemesi, isrâf değildir. Bu hakları hemen vermek lâzımdır. Bu hakların en mühimi ise, zekâttır.
.
İnsan, mamur ettiği yeri sever
8 Haziran 2008 01:00
Allahü teâlâ, bu âlemi yoktan var etmiş ve kıyâmete kadar insanlarla mamûr olmasını dilemiştir. Âdem aleyhisselâmı topraktan yaratarak, onun çocukları ile bu âlemi süslemiştir. İnsanların dünyâda ve âhirette rahat yaşamaları, saâdete kavuşmaları için lâzım olan bilgileri Peygamberleri vasıtası ile göndermiş ve dünyânın geçici, âhiretin ise devamlı olduğunu bildirmiştir. Dünyâlık olan şeylerin, Allahü teâlâ indinde hiç kıymeti yoktur. Hadis-i şerifte; (Dünyâlık olan şeylerin Allah indinde sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfire bir yudum su vermezdi) buyuruldu. Ölümden önce olan her şeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra faydası olanlar, dünyâdan sayılmaz, âhiretten sayılırlar. Çünkü dünyâ, âhiret için tarladır. Hadis-i şerifte; (Dünyâ, âhiretin tarlasıdır) buyuruldu. DOĞU İLE BATI GİBİ!.. Âhirete yaramayan dünyâlıklar, zararlıdır. Harâmlar, günahlar ve mubahların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar İslâmiyyete uygun kullanılırsa, âhirete faydalı olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhiret nimetlerine kavuşulur. Kötülenen dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. İnsân, ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ ziynetlerine aldanır, âhiret hazırlığı yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhirete hazırlanmaya mani olur. Çünkü kalb, onu düşünmekle, Allahü teâlâyı unutur. Beden, onu elde etmeye uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dünya ile âhiret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Hadis-i şerifte; (Dünyâ sevgisi arttıkça, âhirete olan zararı da artar. Âhiret sevgisi arttıkça, dünyânın ona zararı azalır) buyuruldu. Hazret-i Ali de; "Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir. Birine yaklaşan, diğerinden uzaklaşır" buyurmuştur. Bir kimse, ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Hazret-i Ömer buyuruyor ki: "Bir kimse dünyâ sevgisini terk etse, ona âhiret sevgisi verilir. Bir kimse, başkalarının ayıbı ile meşgul olmayı terk etse, ona nefsinin ayıplarını ıslâh etmek nasip olur." Kalb, muhabbet, sevgi yeridir. Sevgi bulunmayan kalb, ölmüş demektir. Kalbde, ya dünya sevgisi, yahut Allah sevgisi bulunur. İbâdet yaparak, kalbden dünya sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günah işleyince, kalb kararır, hasta olur. Dünya işleri ile uğraşanların ve geçici olan dünya nimetlerine ve lezzetlerine kavuşmayı düşünenlerin kalblerinde Allah sevgisi kalmaz. İnsanı bu felâketten kurtaran en kuvvetli ilâç, kelime-i tevhid okumaktır. Bunun için, Allahü teâlâ, sonsuz merhametinden dolayı, her gün bir vakit değil, beş vakit namaz kılmayı emir buyurmuştur. Allahü teâlânın bu emri, insanlara sıkıntı vermek değil, onları kalb hastalığından kurtarmak içindir. Kalbin hastalığı, Hak teâlâdan başkasına tutulması, bağlanmasıdır. Belki, kendisine bağlanmasıdır. Çünkü herkes, herşeyi kendisi için ister. Çocuğunu sevmesi, malı, mevkii, rütbeyi hep kendisi için ister. Onun ma'bûdu, tapındığı şey, kendi nefsidir. Nefsinin istekleri arkasında koşmaktadır. "ÖLMEK İSTEMİYORUZ!" Akıllı kimse, kendisini her türlü kötülükten koruyan ve âhiretini mamûr edendir. Emevi halifelerinden Süleymân bin Abdülmelik, Tâbi'înden olan Ebû Hâzim hazretlerine; -Ölmek istemiyoruz. Bunun sebebi nedir? diye suâl edince Ebû Hâzim hazretleri; -Yâ halife, sizler âhıretinizi harâb, dünyânızı ise mamûr eylediniz. İnsan, mamûr bir yerden, harâb yere gitmeyi elbet istemez buyurmuştur. Netice olarak insan, mamûr ettiği yeri sever ve hep orada kalmak ister. Bu eşyanın tabiatına uygundur. İnkâr edenlerin dünyâyı, imân edenlerin de âhireti sevmesi gayet normaldir. İnsanlarin ölümü ve ölmeyi sevmemelerinin sebebi de, dünyâlarını mamûr, ahiretlerini ise harâb ettikleri içindir. İnsân, mamur ettiği yerden, harâb olan bir yere gitmek ister mi?
.
Dilini koruyan, kurtulur
9 Haziran 2008 01:00
Dil, büyük bir nimettir. İyiliği de kötülüğü de büyüktür. Cennete de, Cehenneme de götürür. Cirmi küçük, cürmü ise büyüktür. Îmân ve küfür dildeki ifadeden anlaşılır. Dil ile, ya hak veya bâtıl konuşulur. İnsanda bulunan diğer uzuvların sahası, dil gibi geniş değildir. Bir kimse Peygamber efendimize; -Ya Resûlallah! Cennet'e götürecek bir ameli bana öğret, diye arz edince, Resûlullah efendimiz; -Aç kimseleri doyur, susuz olana su ver, Allahü teâlânın emirlerini insanlara öğret, haram ve yasak olan kötü şeyleri de insanlardan menet. Bunlara gücün yetmezse, hayırlı, güzel olmayan sözlerden dilini sakındır, buyurmuştur. Diline sahip olan kimse dünyada düşmanlarından, âhirette ise, ateşten kurtulur. Hadîs-i şerîfte; (Ya hayır söyle veya sus. Susan kurtulur) buyurulmuştur. "ŞÜKRETMEK İÇİNDİR!.." Faydasız konuşmak, münâkaşa etmek, alay etmek, söz taşımak, yalan söylemek, lânet etmek ve gıybet etmek gibi fiiller, hep dil ile olmaktadır. Halbuki Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî hazretleri; "Dil; şükretmek içindir. Rabbini bilen, dilini gıybet için kullanmaz. Kulak; Kur'ân-ı kerîm ve nasîhat dinlemek içindir. Bâtıl ve boş sözler için değildir. İki göz; Allahü teâlânın kudret ve san'atını görmek içindir. Eşin dostun ayıbını görmek için değildir" buyurmaktadır. Bir kimse, Eyyûb-i Sahtiyânî hazretlerine; -Bana nasîhatte bulununuz deyince, cevabında; -Diline sâhib ol, az konuşmaya dikkat et buyurmuştur. Zünnûn-i Mısrî hazretlerine; -Kalbini en güzel koruyan kimdir? diye sorduklarında; -Diline en çok hâkim olan cevâbını vermiştir. Dil, yırtıcı bir hayvan gibidir, serbest bırakılırsa sahibini parçalar. Sükût eden, hataya düşmekten, yalandan, dedikodudan, söz taşımaktan, kendini övmekten, boş konuşmaktan ve daha birçok dil âfetlerinden kurtulur. Çok konuşanın dili sürçer, kalbi kararır. Kalbi kararan da, hata üstüne hata yapar ve kalb kırar da farkında bile olmaz. Diline sahip olan, dinini korur. Çok konuşan hata eder. Eshâb-ı kirâm hep hayır konuştukları halde, belki boş bir söz söyleriz diye sükût ederlerdi. Bunun için hazret-i Ebu Bekir, ağzına taş koyar ve; "Başa gelen bütün felâketler bundan gelir" buyururdu. Bişr-i Hâfî hazretleri de buyurdu ki: "Dünyâda azîz olmak, âhirette de selâmette olmak isteyen, diline sâhip olsun." Diline sahip olmayanı, şeytân her sahada oynatır. Büyük bir uçurumun kenarına getirip, yüzüstü yuvarlar, felâkete sürükler. Dile ahlâk dizgini vurulursa, dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşur. Başıboş bırakılırsa zarardan zarara girer. Uzuvlarımızdan en çok isyân edeni dildir. Kolaylıkla istediği tarafa gider. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Her sabah, bütün uzuvlar, yalvararak dile derler ki: Bizim hakkımızı gözetmekte, Allah'tan kork, kötü söz söyleme, bizi ateşte yakma! Bizim dine uyup uymamamız senin sebebinledir. Sen doğru olursan biz de doğru oluruz. Sen eğri olursan biz de eğri oluruz.) "MUHAFAZA EYLE!.." Eshâb-ı kirâmdan Ukbe bin Âmir hazretleri, Resûlullah efendimize; -Dünyâ ve âhirette kurtuluş ne ile olur yâ Resûlallah? diye suâl edince, Peygamber efendimiz; -Dilini muhâfaza eyle. Zarûret olmadıkça evinden çıkma. Günahlarını hatırlayıp, ağla. Kurtuluş bunlarla olur buyurmuştur. Ali el-Masîsî hazretleri, fazla konuşmayı sevmez, çok konuşanın hatâ yapacağını bilir, dilin âfetinin, çok konuşmakta olduğunu bildirir ve; "Allahü teâlâ her şey için iki kapı, dil için ise dört kapı yapmıştır. Dudaklar iki kapı, dişler de iki kapıdır" buyururdu. Netice olarak susmak, dilini korumak, açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması kalbin susmasına, kalbin susması da kişinin Rabbini tanımasına sebep olur. İnsanın selâmeti, dilini korumasındadır. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gadabını tutarsa, kıyâmet günü, Allahü teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse Allahü teâlâya yalvarırsa, onun duâsını kabûl eder.)
.
Allahü teâlânın rızâsı, sevmesi
15 Haziran 2008 01:00
Dünyâ ve âhiret saâdetlerinin başı, en iyisi, Allahü teâlânın rızâsına, sevmesine kavuşmaktır. Buna kavuşabilmek için, evvelâ ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek, sonra harâmlardan sakınmak, farz olan ibâdetleri yapmak ve sâlih olan müminleri sevmek lâzımdır. Bunları da, ihlâs ile yapmalıdır. İhlâs, Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyi sevmemekle, yalnız Onu sevmekle, kendiliğinden hâsıl olur. Allahü teâlâ bir kulunu severse, âhirete yarar işler, iyi, güzel ameller yaptırır. Hadîs-i şerîfte; (Amellerin, ibâdetlerin efdali, en kıymetlisi, bir mü'mini sevindirmek veyâ elbise vermek veyâ aç ise doyurmak veyâ herhangi bir ihtiyâcını karşılamaktır) buyuruldu. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlânın, bir kuluna, faydalı, güzel işler yapmayı, çok kimsenin ihtiyâçlarını sağlamasını nasîb etmesi, çok kimsenin ona sığınması, bu kul için pek büyük bir nimettir! Allahü teâlâ, kullarına ıyâlim demiş, çok merhametli olduğu için, herkesin rızkını, nafakasını kendi üzerine almıştır. Allahü teâlâ, bu ıyâlinden birkaçının rızıkları, nafakaları için ve bunların yetişmeleri, râhat yaşamaları için bir kulunu görevlendirirse, bu kuluna büyük ihsân etmiş olur. Bu büyük nimete kavuşup da, bunun için şükretmesini bilen kimse, çok talihli, pek bahtiyârdır." "KİM ÇOK HİZMET EDERSE" Enes bin Mâlik hazretleri de; "Bütün mahlûkâtı Allahü teâlâ yaratmıştır. Onların her türlü ihtiyâcını irâde ederek, yaratıp göndermektedir. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun kullarına kim daha çok hizmet ederse, Allahü teâlâ da o kullarını o kadar çok sever" buyurmuştur. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri, Allahü teâlânın bütün kullarına nehirler gibi sınırsız yardım eder ve; "Allahü teâlâyı ibâdetler içinde en çok râzı eden ibâdet, zayıf ve mazlûmları sevindirmek ve rahatlatmaktır. Cehennem ateşinin söndürülmesinin en iyi yolu, açı doyurmak, susuz olanın susuzluğunu gidermek, ihtiyaç sâhibinin ihtiyâcını görmektir" buyururdu. Abdullah Mürteiş hazretleri, tasavvuf yolunda ilerlemesine sebep olan ibret verici hâdiseyi şöyle anlatmaktadır: "Babam, bulunduğumuz yerin ileri gelenlerindendi. Bir gün evin önünde otururken yanıma bir genç geldi. Sırtında hırka, başında eski bir külâh vardı. Benden bir şey istedi. Ben de içimden; 'Sapasağlam bir genç olsun da, utanmadan dilencilik yapsın, olacak şey değil!' diye düşündüm ve kendisine hiç cevap vermedim. Bana sertçe; -Kalbine gelen şeyden, Allahü teâlâya sığınırım dedi. Bunu duyunca çok korktum ve kendimden geçerek yere düştüm. Kendime geldiğimde, herkes etrafıma toplanmıştı. O gencin gittiğini öğrendim. Çok üzüldüm ve yaptığıma çok pişman oldum. O gün böyle geçti. Gece olunca bu dert ve elem ile uyudum. Rüyâmda hazret-i Ali'yi gördüm. O genç de yanında idi. Bana; 'Keşke öyle düşünmeseydin ve buna bir şeyler verseydin. Allah rızâsı için hiçbir şey vermeyeni Allahü teâlâ sevmez' buyurdu. Sabah olunca kendime âit ne varsa, hepsini, Allah rızâsı için ihtiyâcı olanlara dağıtıp, sefere çıktım. Bağdâd'a gelip ilim öğrenmeye başladım. On beş sene sonra babamın vefât ettiğini haber alıp, Nişâbur'a geldim. Babamdan bana çok büyük servet kalmıştı. Onu da Allah rızâsı için dağıtıp Bağdâd'a döndüm. O gencin, o bakışı hâlâ gözümün önünde. Devamlı üzülüp, pişman oluyordum." TESLİM OLMAK ŞARTTIR... Netice olarak, Allahü teâlânın bir kimseden râzı olması, onu sevmesi için, o kimsenin, mutlaka Allahü teâlânın bir kulunu râzı etmesi gerekir. Herhangi bir kulu râzı edebilmek için de, cenâb-ı Hakka ve Onun yolundakilere teslim olmak şarttır. Teslim olmak çok güzeldir. İnsan, ya aklına, ya nefsine veya şeytana teslim olur. Allahü teâlâya, Onun bildirdiklerine ve Onun yolunda olan din büyüklerine teslim olan, kurtulur. Teslim olan, aklına uymaz. Çünkü gemiye binen, kaptana teslim olur. Zaten aklına, nefsine tâbi olacak olan, gemiye binmez. Allahü teâlânın rızâsı, sevmesi ve kurtulmanın yolu budur.
.
Hürmet edilecekleri tahkîr etmek
16 Haziran 2008 01:00
Îmân, Peygamber efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine itimât etmek ve inanmak demektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak, şüphe etmek veya saygısızlık yapmak, küfür yani inkâr etmek olur. Allahü teâlânın gönderdiği Peygamberlere, eshâb-ı kirâma, âlimlere, evliyâya, bunların sözlerine, fıkıh kitâplarına, tâzîm yani hürmet edecekken, tahkîr yani hakaret edilirse, küfür olur yani îmân gider. Ebû Bekr-i Şiblî hazretleri; "Eshâb-ı kirâma tâzîm etmeyen, kıymet vermeyen bir kimse, Resûlullah efendimize îmân etmemiş olur" buyurmuştur. Îmânı gideren bir söz söylemek, yazmak, tâzîm etmemiz emrolunan bir şeyi tahkîr ve tahkîr etmemiz emrolunan bir şeyi tâzîm etmek, îmânı giderir. Büyük bir günâh işleyen kimse, bu işin kötü olduğunu düşünür, yaptığına pişmân olur, üzülür ve Allahü teâlâdan utanırsa, îmânı gitmez. Birgivî vasıyyetnâmesinde buyuruluyor ki: ŞAKA OLARAK YAPSA DA... "Kâfirlerin kullandıkları şeylerin ikinci kısmı, ibâdet olarak yaptıkları, kâfirlik alâmeti olan ve tahkîr etmemiz vâcib olan şeylerdir ki, bunları yapan ve kullanan kimsenin îmânı gider, kâfir olur. Bunlardan meşhûr olanlarını bilmeyerek veyâ şaka olarak yâhut herkesi güldürmek için yapanın da, îmânı gider, kâfir olur." Din düşmanları, Müslümânları aldatmak için, kâfirlerin âdetlerini, bayramlarını, Müslümân âdeti, Müslümânların mübârek günü diyerek anlatıyorlar, tanıtıyorlar. Müslümânlar bunlara aldanmamalı, işin doğrusunu, güvendikleri hâlis Müslümânlara sorarak öğrenmelidir. Bugün bütün dünyâda, gerek îmânı ve küfrü tanımakta, gerekse ibâdetleri doğru yapmakta, câhillik özür değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan, Cehennemden kurtulamayacaktır. Allahü teâlâ, bugün, dînini dünyânın her tarafına duyurmuş, îmânı, helâli, harâmı, farzları, güzel ahlâkı öğrenmek kolaylaşmıştır. Bunları, lüzûmu kadar öğrenmek farzdır. Öğrenmeyip câhil kalan, farzı terk etmiş olur. Öğrenmeye lüzûm görmeyen, ehemmiyet vermeyenin ise, îmânı gider, kâfir olur. Dinini doğru olarak öğrenip, seven, kayıran Müslümânlar, birbirine hürmet ederler ve yardımlarına koşarlar. Ramazân-ı şerîfe, oruç tutanlara, câmilere, ezâna, namâz kılanlara, Allah yolunda yürüyenlere sevgi ve saygı gösterirler. Kur'ân-ı kerîm okunurken, sessizce ve saygı ile dinlerler. Kur'ân-ı kerîmi her kitâbın üstünde bulundurup, üstüne bir şey koymazlar. Çalgı ve içki âlemlerinde, oyun arasında, eğlence yerlerinde okumazlar. Kur'ân-ı kerîmi ve bütün muhterem ve mübârek isimleri, yazıları, hakîr ve aşağı yerlerde görünce, hemen kaldırırlar. Kul ve hayvan haklarını gözetirler. İslâmın güzel ahlâkı ile yaşayarak herkesin sevgi ve saygısını toplarlar. ÇOK UYANIK OLMALIDIR!.. Din düşmanları ise, Kur'ân-ı kerîmi, mevlidi, bütün mübârek isimleri, yazıları, hürmetten, kıymetten düşürmeye çalışırlar. Bunları, Allahü teâlânın yasak ettiği yerlerde ve şekillerde okurlar, okuturlar. Müslümânlığın aşağı gördüğü, pis dediği şeyler arasına yazarlar. Karikatürlerde, filmlerde, televizyonlarda, radyolarda, Müslümânlar ile, din büyükleri ve Allahü teâlânın emirleri ile alay ederler. Bütün buralarda Müslümân olarak pis, gülünç bir serseriyi gösterirler. Müslümânları ve Müslümânlığı tahkîr ederek, onu sevimsiz ve nefrete şâyân olarak tanıtırlar. Müslümânlar, bu gibi gösterileri, sözleri, yazıları ve gazeteleri, görmeye, dinlemeye gitmemeli, almamalı ve okumamalıdır. Îmânlarını çaldırmamak için, çok uyanık olmalıdır! Netice olarak, tahkîr edilecek yani saygı gösterilmeyecek şeye hürmet etmek, hürmet edilecek şeyi ise tahkîr yani hakaret etmek, insanı imândan çıkarır. İslâmiyetin îmânsızlık alâmeti dediği sözleri söyleyen ve işleri yapan kimsenin, kalbinde tasdîk olsa, inandığını söylese de, îmânı gider kâfir olur. İslâmiyetin tahkîrini emrettiği şeyi tâzîm, tâzîmini emrettiği şeyi tahkîr etmek, küfür yani inkâr etmek olur.
.
İnsanlar bizden niye râzı değil?"
22 Haziran 2008 01:00
İslâmiyyette ibâdet yapmakta niyyetin büyük önemi vardır. Yapılan her işin İslâmiyyete uygun olup olmadığı, niyyet ile anlaşılır. Allahü teâlâ, Cehennemden kurtulmayı ve Cennete girmeyi vazîfe olarak bildirmeseydi, yalnız Cenneti, Cehennemi düşünerek yapılan ibâdetler de makbûl olmazdı. Evliyâ-i kirâm, ibâdet yaparken bunları düşünmez, yalnız Allahü teâlânın rızâsını düşünürler. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak ve sevâb kazanmak niyyeti ile farzları yapmaya, harâmlardan sakınmaya, sünnetleri yapmaya, mekrûhlardan kaçınmaya ve mubâhları Allah rızâsı için yapmaya yani ahkâm-ı islâmiyyeyi yerine getirmeye ibâdet etmek denir. Abdullah ibni Mübârek hazretleri buyuruyor ki: "Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamaz." NİYETSİZ İBADET OLMAZ Niyetsiz, ibâdet olamaz. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak isteyenin, niyetinin, maksadının hâlis olması lâzımdır. Yalnız Onun rızâsını istemesi, Ona kavuşturan vâsıtayı bulup, yalnız Ona bağlanması lâzımdır. Peygamber efendimiz; (Sabâhları, yalnız Allahü teâlânın rızâsını kazanmayı düşünen kimseyi, Allahü teâlâ, dünyâ ve âhiret arzûlarına kavuşturur) buyuruyor. Bir ibâdetin sahîh ve makbûl olması yani doğru olması ve Allahü teâlânın beğenmesi için, ilim yani doğru yapmanın şartlarını öğrenmek, amel yani şartlarına uygun yapmak ve ihlâs ile yapmak lâzımdır. İhlâs, para, mevki, şöhret gibi dünyâ menfâatlerini düşünmeyip, Allahü teâlâ emrettiği için, Onun rızâsını, sevgisini kazanmak için yapmaktır. Ali bin Vehb-i Sincârî hazretleri; "İhlâs; bütün işleri, insanların rızâsı için değil, Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır" buyurmuştur. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için duâ etmelidir. İbâdetler, rızânın, muhabbetin sebepleridir. Sebeplere yapışmadan yapılan duâ kabûl olmaz. Buna duâ değil, faydasız temennî denir. Hadîs-i şerîfte; (Çalışmadan duâ eden, silâhsız harbe giden gibidir) buyuruldu. Allahü teâlâ, rızâsına kavuşmak isteyenlere, rızâsına kavuşturan yolları gösterir. Allahü teâlâ, îmân edenleri ve îmânın îcâblarını yapanları zulmetlerden, sıkıntılardan kurtarır. Bunları nûra, huzûra, saâdete kavuşturur. Bunlar, her zamân ve her işlerinde, rahat ve huzûr içinde olurlar. İbâdet, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için yapılır. Başkasının muhabbetine, ihsânına kavuşmak için yapılan ibâdet, ona tapınmak olur. Allahü teâlâya ihlâs ile ibâdet etmemiz emrolundu. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlânın birliğine îmân edenden, namâzı ve zekâtı ihlâs ile yapandan Allahü teâlâ râzı olur) buyuruldu. "RABBİMİZ RAZI OLUNCA..." Ali Râmitenî hazretlerine, büyük âlim Rükneddîn Alâüddevle hazretleri, bir mektup göndererek; "Efendim biz, bize gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, bunlar yine size gitmektedirler. Biz bunlara, mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ikrâm ettiğimiz ve sizde böyle bir şey olmadığı halde, yine de insanlar, sizden râzı bizden ise râzı değiller. Bunun sebebi nedir?" diye bir sual arz eder. Ali Râmitenî hazretleri de; "Minnet karşılığı hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet bilenler ise azdır. Biz, insanlar değil, Rabbimiz râzı olsun diye yapıyoruz. Rabbimiz râzı olunca, Onun kulları olan insanlar da râzı oluyor ve bizi seviyorlar" cevabını vermişlerdir. Netice olarak, dünyâ ve âhiret saâdetlerinin başı, en iyisi, Allahü teâlânın rızâsına, sevmesine kavuşmaktır. Allahü teâlâya yakın olmak, Onun sevmesine kavuşmak demektir. İslâm âlimlerinin buyurduğu gibi: "İnsana vâcib olan birinci vazîfe, îmân, amel ve ihlâs sâhibi olmaktır. Dünyâ ve âhiret saâdetleri, ancak bu üçüne kavuşmakla elde edilir. Amel, kalb, dil ve beden ile yapılacak işler demektir. Kalbin işleri, ahlâktır. İhlâs, bütün işlerini, ibâdetlerini, yalnız Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşmak için yapmak demektir.
.
İnsan, iki taraflı yaratılmıştır...
23 Haziran 2008 01:00
İnsan, bütün yaratılan varlıkların tam ortasında olarak yaratılmıştır. Eğer imân edip İslâmiyet'e uyarsa, yükselir, meleklerden üstün olur. Şayet nefsine ve kötü arkadaşlara uyarak, İslâmiyet'ten uzaklaşırsa, alçalır. Zira insan, rûhu tarafından meleklere, bedenin yapısı bakımından da hayvânlara benzemektedir. Rûh tarafını kuvvetlendiren kimse, meleklerden de üstün olur. Çünkü beden, insanı meleklikten uzaklaştırmakta, hayvânlara yaklaştırmakta iken, bu alçalmaya karşı koymuş ve yükselmiştir. Melekte, hayvânlaştırıcı bir beden yoktur. İyilikleri, meleklik ile birlikte yaratılmıştır. Bir kimse, bedenini kayırır, nefsini kuvvetlendirirse, hayvânlardan aşağı olur. Allahü teâlâ, A'râf sûresinin 178. âyetinde ve Fürkan sûresinin 44. âyetinde meâlen; (Hattâ onlar, hayvânlardan dahâ aşağıdırlar) buyurarak, böyle kimselerin kötülüklerini bildirmektedir. Çünkü hayvânlarda akıl ve meleklere benzeyen rûhları yoktur. Şehvetlerine uymaları suç olmaz. İnsanlara akıl ışığı verilmiş olduğundan, nefislerine uymaları, doğru yoldan sapmaları çok çirkin olur. İNSANIN HAYVANDAN FARKI Hayvânların yaşayabilmeleri için, kendilerine lâzım olan teneffüs edecek hava, yiyecek, içecek, giyecek, barınacak, eş olacak şeylerin hepsi hâzır olarak yaratılmıştır. Bunlar arasında, yaşamaları için en çok lâzım olanı havadır. Havasızlığa birkaç dakîkadan fazla dayanamazlar. Hemen ölürler. Hava, aramakla, bulmakla, zahmet çekmekle ele geçecek bir şey olsaydı, bunu arayacak kadar zamân bile yaşayamazlardı. Bu derece acele lâzım olan, bu çok lüzûmlu maddeyi, Allahü teâlâ, her yerde bulunacak ve mahlûklarının ciğerlerine kadar, kendiliğinden, kolayca girecek şekilde yaratmıştır. Yaşayabilmek için su, bu kadar acele lâzım değildir. İnsan ve hayvânlar, suyu arayıp bulacak zamân kadar yaşayabilirler. Bunun için, suyu bulmak îcâb etmektedir. Hayvânlarda akıl bulunmadığı ve birbirlerine yardımcı olmadıkları için, yiyeceklerini ve giyeceklerini hâzırlayamazlar. Bundan dolayı, yiyeceklerini pişirmeleri, hâzırlamaları lâzım değildir. Ot, leş yerler. Tüy, yün, kıl ile ısınırlar. Korunma âletleri, kendilerinde yaratılmıştır ve birbirlerine muhtâç değildirler. İnsanlar ise, bütün bunları hâzırlamaya, düşünmeye mecbûrdur. Ekip biçmedikçe, ekmek yapmadıkça doyamazlar. İplik, dokuma ve dikicilik yapmadıkça giyinemezler. Korunmaları için de, akıllarını, zekâlarını işletmeleri, fen bilgisi öğrenmeleri, sanâyi kurmaları lâzımdır. Her hayvânda bulunan bir çeşit üstünlük, insanda bir araya getirilmiştir. İnsanın, kendisinde yaratılan bu üstünlükleri meydâna çıkarması için, aklını kullanması, fikrini yorması, çalışması lâzımdır. Saâdet ve felâket kapılarının anahtarı, insânın eline verilmiştir. Yükselmesi veyâ alçalması, kuvvetini sarf etmesine ve çalışmasına bırakılmıştır. Aklını, fikrini işleterek, saâdet yolunu görüp, bu yolda yürümeye çalışırsa, içinde yaratılmış olan yükseklikler, kıymetler eline geçer. Ufuktan ufka yükselerek, meleklere karışır. Allahü teâlânın rızâsına, sevgisine kavuşur. Yok eğer, nefsin zararlı arzûlarına uyarak, yaratıldığı gibi, hayvânlık derecesinde kalırsa, işi tersine dönerek, alçala alçala, esfel-üs-sâfilîne düşer. Felâketten felâkete, Cehenneme kadar sürüklenir. EBEDÎ SAADET İÇİN... Netice olarak insan, yaratılışta rûh ve beden olmak üzere iki taraflıdır. Ona hidâyet, üstünlük tarafını tanıtabilmek ve bunu kuvvetlendirmeye çalışmasını sağlamak için, bir rehber lâzımdır. Bazı kimseler, nasîhatle, yumuşak sözle ve mükâfât vererek yola gelir. Bazısı ise, sert ve acı sözle ve cezâ vererek terbiye kabûl eder. Rehber mâhir olur, kişinin yaratılışının nasıl olduğunu anlarsa, onu şefkat ile, tatlı veyâ acı tesîr ederek terbiye edip yetiştirebilir. Böyle mâhir ve müşfik bir rehber olmadıkça, kişi, ilim ve ahlâk sahibi olamaz ve yükselemez. Peygamberlerin hepsi ve âlimler, insanlar için gönderilen rehberlerdir. Bunlara tâbi olan, ebedi saâdete kavuşur.
.
"Herkes yahşî, biz yaman..."
29 Haziran 2008 01:00
Bir kimsenin kendini ve yaptıklarını beğenmesine, ucub denir. Kişinin kendi yaptıklarını beğenmesi, korkunç bir zehir ve öldürücü bir hastalık olup, ibâdetleri, iyilikleri, ateşin odunu yakması gibi yok eder. Kişinin, ibâdet yaptığı için kendini beğenmesi, egoizmdir. İblîsin, kıymetli bir vazîfesi vardı. Mahlûkları kötülükten temizliyordu. Fakat, kendini beğendiği, büyük sandığı için, hizmetlerinin faydasını göremedi, dünyâda da, âhirette de ziyân etti. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: "Allahü teâlâ ilim, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Yalnız üç sıfatı kendine mahsûstur. Bu üç sıfattan hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bu üç sıfatı, kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şeyin Ona muhtaç olması demektir. Bunun için kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Bu ise, en büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; (Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim) buyuruldu. Bu sebeple, din âlimleri, tasavvuf büyükleri, her zamân, Müslümânlara tevâzu, alçak gönüllü olmayı emir buyurmuşlardır. Müslümânlar egoist olmaz. Egoist olanları, Allahü teâlâ sevmez..." "İBÂDETİNE VE İLMİNE ALDANMA!" Ahmed Rıfâî hazretlerine, insanların kendini beğenmesi suâl edilince buyurur ki: "İlminin fazla, amelinin çok olması ile gurûra kapılan kimse, mârifet sâhibi değildir. Çünkü şeytan da pek fazla bilgiye sâhipti. Mantık yürütmek sûretiyle, ateşin topraktan daha hayırlı olduğunu iddiâ etti. Halbuki meleklere hocalık yapıyordu. Sonunda kendinin üstün olduğunu söyleyip kibirlendi. Böylece Allahü teâlânın gadabına uğradı ve lânete müstahak oldu. Ebedî olarak rahmet dergâhından kovuldu. Sakının, çok sakının! İbâdetlerinize, ilminize aldanmayın. Bel'âm-ı Baûrâ ve Bersisa, çok ibâdet edenlerden idi. Fakat nefis ve şeytana uyarak âhiretlerini ziyân edip, rezîl, rüsvâ oldular." İmâm-ı Gazâlî hazretleri buyuruyor ki: "Allahü teâlânın insana yardımına mâni olan perdelerin en kötüsü, ucub yani ayıplarını görmeyip, ibâdetlerini beğenmektir. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: "Ey havârîler! Rüzgâr, çok ışıkları söndürmüştür. Ucub da, çok ibâdetleri söndürmüş, sevâblarını yok etmiştir." Hadîs-i şerîfte; (Ümmetimin iki kötü huya yakalanmalarından çok korkuyorum. Bunlar, nefse uymak ve ölümü unutup, dünyâ arkasında koşmaktır) buyuruldu. Nefse uymak, İslâmiyete uymaya mâni olur. Ölümü unutmak da, nefse uymaya sebep olur." İnsanın kendini ve yaptıklarını beğenmesinden kurtulmasının ilâcı, iyi işlerini kusûrlu görmesi, bunlardaki gizli çirkinlikleri düşünmesi, böylece, kendinin ve ibâdetlerinin kusûrlu, bozuk olduğunu anlamasıdır. Hattâ, onları beğenilmeyecek, kovulacak bir hâlde bulmasıdır. Bir hadîs-i şerîfte; (Kur'ân-ı kerîm okuyan çok kimse vardır ki, Kur'ân-ı kerîm bunlara la'net eder) buyuruldu. "HERKES BUĞDAY BİZ SAMAN!" İnsan, her şeyi, kendini sevdiği için sever. Çocuğunu, malını sevmesi, onlardan istifâde edeceği içindir. Tasavvuf, insana kendini değil, Allahü teâlâyı sevmesini öğretir. İnsan, kendini sevmekten kurtulursa, evlât, mal ve benzeri şeyleri sevmekten ve kendini beğenmekten de kurtulur. İnsan, kendini beğenmemek için, Allahü teâlânın, kendisine yaptığı ihsânları, nimetleri düşünmelidir. Allahü teâlâ sabredenleri ve iyilik edenleri sever. İnsanlara hizmet edenleri, nasîhat verenleri, tatlı dilli, güler yüzlü olanları, iyi iş yapanlara yardım edenleri sever. Kendini beğenenleri ise sevmez. Netice olarak insan, kendini ve yaptıklarını beğenirse, başkalarını beğenmez ve böylece kendi hatalarını göremez. Bu da onu, dünyada ve âhirette felâkete götürür. Halbuki dinimiz, kendi hatalarımızı görmemizi, düşünmemizi ve düzeltmemizi emretmektedir. Hakîm Süleymân Ata hazretlerinin zaman zaman talebelerine buyurduğu gibi: "Herkes yahşî biz yaman; herkes buğday biz saman..."
.
Kötü huylardan kurtulmak için...
30 Haziran 2008 01:00
İnsanın huyu değişir mi, huyunu bırakıp başka huylu olması mümkün mü ve insanlar hangi huya elverişli olarak dünyâya gelmektedir gibi suâller, ahlâk ilminin mütehassısları tarafından farklı olarak açıklanmış ise de, bunların hepsi üç merkezde toplanmaktadır: 1- İnsanın ahlâkı hiç değişmez. Huy, insan gücünün değiştiremeyeceği bir varlıktır. 2- Huy iki türlüdür: Birisi insanla birlikte yaratılmıştır ki bu huy değiştirilemez. İkincisi, sonradan hâsıl olan alışkanlıktır ki, bu huy değişebilir. 3- Ahlâkın hepsi sonradan elde edilir ve değiştirilebilir. İslâm âlimlerinin çoğu bu üçüncü fikir üzerinde birleşmektedir. Âlimlerin çoğuna göre, insanlar iyiliğe, yükselmeye elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin kötü arzûları ve güzel ahlâkı öğrenmemek, kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, kötü huyları meydâna getirir. Hadîs-i şerîfte; (Herkes, Müslümânlığa elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları sonra anaları babaları, Yahûdî, Hıristiyan ve îmânsız yapar) buyuruldu. HERKESİN AHLÂKI DEĞİŞEBİLİR Âlimlerin çoğuna göre, herkesin ahlâkı değişebilir. Hiçbir kimsenin huyu, yaratılıştaki gibi kalmaz. Ahlâk değişmeseydi, Peygamberlerin getirdikleri dinler faydasız, lüzûmsuz olurdu. Âlimlerin söz birliği ile koymuş oldukları terbiye ve cezâ üsûlleri abes olurdu. Bütün ilim adamları, çocuklarına ilim, edeb vermiş ve terbiyenin fayda sağladığı her zamân görülmüştür. O hâlde, ahlâkın değiştiği güneş gibi meydândadır. Şu kadar var ki, bazı huylar pek yerleşmiş, rûhun hâssası gibi olmuştur. Böyle huyları değiştirmek çok zor ise de, değiştirmek mümkündür. Bunu değiştirmek için, nefsin zararlı, kötü isteklerini yapmamak ve nefsin istemediği faydalı, güzel şeyleri yapmak lâzımdır. Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretlerine, kötü huylu kimselerden sorulunca, şu ibretli hâdiseyi anlatır: "Bir akrep, ırmağın kenarında dolaşmaktadır. Bunu gören kaplumbağa; -Burada ne yapıyorsun der. Akrep de; -Ben ırmağın öte yanına geçmek için çâre arıyorum. Çünkü yavrularım ırmağın öte yanında kaldı der. Kaplumbağa onun haline acır ve sırtına alıp su üzerinde yüzmeye başlar. Irmağın ortasına gelince akrep, kaplumbağayı sokmaya çalışır. Kaplumbağa; -Ne yapıyorsun? diye sorunca, akrep; -Hünerimi gösteriyorum. Sen bana iyilik ettin ben de sana iğnemi batırıyorum. Çünkü benim göstereceğim şefkat ancak bu kadardır, cevabını verir. Bunun üzerine kaplumbağa hemen suya dalar ve akrep de boğulup gider..." Mevlânâ hazretleri sonra şöyle buyurur: "Câhil, yakınlık gösterse de sonunda câhilliğinden ötürü seni incitir. Ahmağın sevgisi, ayının sevgisine benzer. Onun kini sevgi, sevgisi kindir! Kötülükler deposu olan nefsinizi terbiye edin ve bu hususta gevşeklik göstermeyin. Zira o, akreptir." İmâm-ı Birgivî hazretlerine; -Tasavvuf nedir? diye sorulunca buyurdu ki: -Tasavvuf; kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Kalb, bedende emrine itâat edilen ve her hükmü yerine getirilen bir hükümdâr gibidir. Vücûddaki uzuvlar onun emri altındaki hizmetçilerdir. Bunun için Resûlullah efendimiz buyurdu ki: (İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. Bu iyi olursa, bütün uzuvlar iyi olur. Bu kötü olursa, bütün organlar bozuk olur. Bu et parçası kalbdir.) Kalbin iyi olması, kötü ahlâktan temizlenip iyi ahlâk ile süslenmesi demektir. EBEDÎ SAADET İÇİN... Netice olarak, kadın-erkek her Müslümanın, ahlâk kitâplarını ve din büyüklerinin hayatlarını okuyarak, kendilerinde bulunan kötü huyları değiştirmek için çalışması lâzımdır. Böylece dünyâda râhata, huzûra ve âhirette de ebedi saâdete kavuşmak mümkün olur. Her Müslümanın ve her insanın birinci vazîfesi de bu olmalıdır. Ebüssü'ûd el-Bâzinî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Bütün güzel huylar kalbden, kötü huyların tamâmı ise nefsten doğar. İyi huylu olmak isteyen, nefsini, dînin emir ve yasaklarına itâat eder hâle getirmeli, kalbinden de, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisini çıkarmalıdır. Böylece kötü huylar, güzel ahlâka çevrilmiş olsun."
.
İnsanda nefs olmasaydı...
6 Temmuz 2008 01:00
Allahü teâlâ, hayvanların yaşayabilmeleri ve üremeleri için, onlarda iki kuvvet yaratmıştır. Birincisi, muhtâç oldukları şeyleri istemek, onlara kavuşmak kuvvetidir ki buna, şehvet denir. İkincisi, yaşamalarına zarârlı olan, canlarını yakan şeylerden kaçmak, bunlara karşı savunmak kuvvetidir ki, buna da, gadab denir. Allahü teâlâ, insanlarda da şehvet ve gadab kuvvetlerini yaratmış ise de, insanların muhtâç oldukları şeylere kavuşmaları ve elde ettiklerini kullanabilecek hâle çevirmeleri için, insanları çalışmaya mecbûr kılmıştır. İnsanlar çalışmazlarsa, muhtâç oldukları, gıdâ, elbise, mesken, silâh, ilâç gibi şeylere kavuşamazlar, yaşamaları, üremeleri de çok güç olurdu. Allahü teâlâ, insanlara merhamet ederek, seve seve çalışabilmeleri, çalışmaktan usanmamaları için, Nefs denilen üçüncü bir kuvvet dahâ yaratmıştır. Bu kuvvet, şehvetlere kavuşmak ve gadab edilenlerle dövüşmek için insanı zorlar. Nefs, bu yorucu, usandırıcı işleri seve seve yaptırır ise de, sınır tanımaz. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, nefsin insanı felâkete sürüklemesine mâni olmak için, nefsin arzûlarına uymayı sınırlayan, hem de nefsi temizleyip aşırı, taşkın olmaktan kurtaran emirler ve yasaklar göndermiştir. Bir insan, işlerini yaparken, İslâm dînine uyarsa, nefsi taşkınlıktan kurtulur. AKL-I SELİM SAHİPLERİ... Nefs, şehveti ve gadabı aşırı çalıştırdığı için, buna uymak insana tatlı gelir. İslâmiyyete uymak ise, bu arzûları frenlediği için, insana acı, zor gelmektedir. Bunun için insan, İslâmiyyete değil nefse uymak ister. Allahü teâlânın merhameti sonsuz olduğundan, insanlarda, saâdeti felâketten, doğruyu eğriden ve faydalıyı zarârlıdan ayırabilen bir kuvvet daha yaratmıştır. Bu kuvvet ise, Akıldır. Akl-ı selîm sâhibi olan kimse nefsine uymaz, İslâm dînine uyar. Aklı dinlemeyen kimse ise, nefsine uyar, İslâm dînine uymaz. Nefs olmasaydı insan, yaşaması, üremesi ve medenî hayât için lâzım olan şeyleri kazanmakta, çalışmakta kusûr ederdi. Ayrıca nefs ile cihâd sevâbından mahrûm kalır ve meleklerden dahâ üstün olmak yolu kapalı kalırdı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Âhirette olacaklardan, sizin bildiklerinizi hayvanlar bilselerdi, yemek için et bulamazdınız!) Hayvanlar âhiretteki azâbların korkusundan dolayı, yemekten, içmekten kesilir ve bir deri, bir kemik kalırlardı. İnsanlarda nefs olmasaydı, hayvanlar gibi, korkudan, yiyemez, içemez, yaşayamazlardı. İnsanların yaşayabilmeleri, nefslerinin gafleti ve dünyâ lezzetlerine düşkün olması iledir... Varlıklar içinde en câhil olanı, insanın nefsidir. Her isteği, Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerdir. Hep, kendi can düşmanı olan şeytâna uyar ve zevklerine kavuşmak için her kötülüğü yapmaktan çekinmez. İnsan haklarını, kanûnları çiğner. Onun zevklerinin sonu yoktur. Hadîs-i kudsîde; (Nefsini, düşmanın bil! Çünkü o, bana düşmandır) buyuruldu. Bu sebeple nefsine uyan kimse, İslâmiyyetin dışına çıkar. Hayvânlarda akıl ve nefs olmadığı için, ihtiyâçlarını bulunca kullanırlar ve bedenlerine zarar veren, kendilerini inciten şeylerden de kaçarlar. Nefs, iki tarafı keskin bıçak gibidir. Hem de, zehirli ilâç gibidir. Tabîbin tavsiyesine göre kullanan, bundan fayda kazanır. Aşırı kullanan helâk olur. İslâmiyyet, nefsin helâk edilmesini, yok edilmesini değil, terbiye edilmesini, ondan istifâde edilmesini emir etmektedir. HUZURLU OLMAK İÇİN... İslâm dîni insanların dünyâda da, âhirette de râhat ve huzûr içinde yaşamasını istiyor. Bunun için, akla uymayı emrediyor ve nefse uymayı yasak ediyor. Akıl yaratılmasaydı, insan hep nefsine uyar, felâketlere sürüklenirdi. Netice olarak, insanlarda nefis olmasaydı, insanlık kalmaz, meleklik hâsıl olurdu. Hâlbuki, beden birçok şeylere muhtâçtır. Yemek, içmek, uyumak, istirâhat etmek lâzımdır. Süvâriye hayvan lâzım olduğu gibi, insana da beden lâzımdır. Hayvâna bakmak lâzım olduğu gibi, bedene hizmet etmek de lâzımdır. Bu hizmetler ise, nefs sayesinde olmaktadır.
.
Mûcize peygamberlerde olur
7 Temmuz 2008 01:00
Mûcize; Peygamberlerden aleyhimüsselâm peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde, olağanüstü hâllerdir. Bunlar, olağanüstü yani insan gücünün üzerinde, insanı hayrette bırakan âdet dışı şaşılacak işlerdir. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın âdet-i ilâhiyyesi içinde, bir sebeple meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği kullarına ikrâm ve düşmanlarını aldatmak için, bunlara âdetini bozarak hârikulâde şeyleri yaratmıştır. Hârikulâde şeyler, peygamberlerde görülürse mûcize, evliyâ denilen diğer sevdiği kullarında görülürse kerâmet denir. Hârikulâde şeylerin peygamberlerde görülmesi lâzımdır. Evliyâda ise, şart değildir. Şerefeddîn Yahyâ Münîrî hazretleri; "Âdet-i ilâhiyye şöyledir ki, insan nasıl yaşadı ise, öyle can verir. Bunun aksi olmuş ise de nâdirdir. Mûcize ve kerâmet gibi şeyler ise, âdet-i ilâhiyye dışında meydana gelir" buyurmuştur. Müslümanlar arasında evliyâ olmayanlardan meydana gelen hârikulâde hallere firâset; fâsıklardan ve kâfirlerden meydana gelenlere de, istidrâc ve sihir yâni büyü denir. ALIŞILMIŞ SEBEPLERİN DIŞINDA... İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir şeyin mûcize olabilmesi hakkında buyuruyor ki: "Allahü teâlâ o şeyi alışılmış sebepler dışında yaratmış olmalıdır. Hârikulâde, olağanüstü olmalıdır. Peygamber olan zâtın istediğine uygun olmalıdır. İsteyip de hâsıl olan mûcize kendisini yalanlamamalıdır. Mûcize, peygamber olduğunu söylemeden önce hâsıl olmamalıdır. Bir peygamberin ümmetinden meydana gelen hârikulâde hâller, kerâmetler o peygamberin mûcizesidir. Peygamberler dinin emir ve yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mûcize isteyince; 'Mûcizeleri Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazifemiz O'nun emirlerini bildirmektir' buyururlardı. Allahü teâlâ dilerse ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, saâdete kavuşmaları için o anda mûcize yaratırdı." Allahü teâlâ, her peygambere zamanlarında önemli kabûl edilen hususlarla ilgili mûcize ihsân etmiştir. Mûsâ aleyhisselâm zamânında sihirbâzlık yaygın idi. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma âsâ mûcizesini ihsân etti. Mûsâ aleyhisselâmın âsâsı büyük yılan olup sihirbâzların sihir âletlerini yuttu. Böylece sihirbâzlar, bunun insan gücünün üstünde olduğunu anlayarak Mûsâ aleyhisselâma îmân ettiler. Îsâ aleyhisselâmın zamânında tıp ilmi ileri gitmişti. Tabipler başarılarıyla övünürlerdi. Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme ve anadan kör doğanların gözlerinin açılması mûcizesini ihsân etti. Tabipler âciz kaldılar. Muhammed aleyhisselâm zamânında ise, Arabistan yarımadasında şâirlik ve belâgat san'atı en yüksek dereceye ulaşmıştı. Yazdıkları ve okudukları şiirlerle birbirlerine övünürlerdi. Allahü teâlâ Peygamber efendimize en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîmi gönderdi. Kur'ân-ı kerîmin îcâzı, eşsizliği karşısında şâirler âciz kaldılar. Bir kısmı Allah kelâmı olduğunu inkâr edip kâfir olarak öldüler. Bir kısmı ise, Allah kelâmı olduğunu anlayarak Müslüman oldular. Harputlu İshâk Efendi; Resûlullah efendimizin mûcizelerinin binden fazla olduğunu bildirmektedir. ÜÇ KISIM MÛCİZE Resûlullah efendimizde görülen mûcizeler üç kısımdır: Birincisi, kendi zamânından önce olan ve kendisine sorulan şeylerdir ki, bunlara verdiği cevâplar, katı kalpli düşmânlarının îmâna gelmelerine sebep olmuştur. İkinci kısmı, kendi zamânında olmuş ve olacak şeyleri haber vermesidir. Üçüncü kısmı, kendisinden sonra kıyâmete kadar dünyâda ve âhirette olacak şeyleri bildirmesidir. Abdülganî Nablüsî hazretleri; "Allahü teâlânın âdetinin ve kânunlarının dışında yarattığı mûcizelerin meydana gelmesi için, peygamberlerin aleyhimüsselâm diri olması şart değildir. Öldükten sonra da Allahü teâlâ onlara mûcize ihsân eder" buyurmaktadır. Netice olarak mûcize; Peygamberlerden, peygamberliklerine delil olarak Allahü teâlânın izniyle meydana gelen hârikulâde, olağanüstü hallerdir. Peygamberlerden başkasında meydana gelen olağanüstü hallere mûcize denmez.
.
Kalbin ve rûhun hastalığı
13 Temmuz 2008 01:00
Kalb ve rûh, birbirlerine çok benzemekte iseler de, iki ayrı şeydirler. Kalb, yürek denilen et parçasında bulunan bir kuvvettir. Rûh ise, bedenin her yerinde bulunur. İnsanların duygu organları ve hareket sinirleri, kalbin emrindedir. Bedenin dört yapı maddesi ile nefis ve kalb kuvvetlerini bir arada tutan, çalıştıran kuvvet de, rûhdur. Kalb ve rûh, anlayıcı ve idâre edicidir. Kendilerini bilirler ve kendisini bildiğini de bilirler. Göz vâsıtası ile renkleri, kulak ile, sesleri kavrarlar. Sinirleri çalıştırırlar, adaleleri hareket ettirirler. Böylece, bedene iş yaptırırlar. Kalb ve rûh, bir makinenin elektrik kuvveti gibidir. Bir motorda ufak bir ârıza olunca, cereyan kesildiği gibi, insan vücûdunun iç ve dışındaki yapı ve düzenlerde hâsıl olacak bir ârıza da, kalbin ve rûhun bedenden ayrılmasına sebep olur ve insan ölür. Dünyâda hiçbir makine, hiçbir motor nihâyetsiz çalışamıyor. Aşınarak, yıpranarak, çürüğe ayrılıyor. Bu, umûmî bir kanûndur. Vücûd makinesi de yıpranıyor, çürüyor. İnsan ölünce, ceset çürüyünce, kalb ve rûh yok olmaz. Ölmek, bunların bedenden ayrılması demektir. Bedenden ayrılınca, maddî olmayan âleme karışırlar ve kıyâmete kadar da yok olmazlar. "SANA RUHDAN SORUYORLAR!.." Kalb, rûh ve melekler, yükselemezler, yaratıldıkları mertebede kalırlar. Kalb ve rûh, bu beden ile birleşince, yükselebilmek özelliğini kazanıyor. İnkâr etmek, günâh işlemek sebepleri ile de, alçalıyor, harâb oluyorlar. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, nefsin, kalbin ve rûhun birbirinden farklı varlıklar olduklarını bildirmektedir. İsrâ sûresinin 85. âyetinde meâlen; (Sana rûhdan soruyorlar. Rûh, Rabbimin yarattığı varlıklardan biridir diye cevâb ver) buyuruldu. Bu âyet-i kerîme, rûhun ne olduğunu anlatmayı menetmektedir. Bunun içindir ki, İslâm âlimlerinden çoğu, rûhun ne olduğunu konuşmaktan sakınmışlardır. Ancak yasak olan, rûhun hakîkatinin ne olduğu hususudur. Yoksa rûhun özelliklerini anlatmak yasak değildir. Bunun için, âlimlerin çoğu, talebeye ve suâl edenlere, kalbin ve rûhun cisim olmadıklarını, bir Cevher-i basît olduklarını söylemişlerdir. Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idâre eden, kullanan hep bu ikisi yani rûh ve kalbdir. Tasavvuf büyükleri ve kelâm âlimleri böyle bildirmişlerdir. Ahlâk ilminin konusu, insanın rûhudur. Rûhu, kötü huylardan temizlemeyi ve iyi huylar ile süslemeyi öğretir. Ahlâk ilmi, kalb ve rûh temizliği bilgisi demektir. Tıp ilminin, beden sağlığı bilgisi olmasına benzer. Kötü huylar, kalbin ve rûhun hastalıkları, zararlı işler ise, bu hastalıkların alâmetleridir. Ahlâk ilmi, çok şerefli, kıymetli ve lüzûmlu bir ilimdir. Çünkü, kalbin ve rûhun kötülükleri bu ilim ile temizlenebilir. Ayrıca kalbin ve rûhun iyi huylarla sıhhatli, kuvvetli olmaları, bu ilim sayesinde mümkün olur. Bu ilim yardımı ile, kalbler temizlenir, iyi ahlâka kavuşulur. İyi, temiz kalbler ve rûhlar da, bu ilim bereketi ile temizliğini arttırır. PEYGAMBERLER GÖNDERİLDİ... Bazı kimseler, huy değişmez diyerek, nefisleri ile mücâdele etmiyor ve kötü huylarını temizlemiyorlar. Böyle kabûl edip, herkes kendi arzûsuna bırakılırsa, kabâhatli olanlara cezâ verilmezse, insânlık kötülüğe gider. Bunun için Allahü teâlâ, kullarına merhamet ederek, onları terbiye etmek, iyi ve kötü huyları öğretmek için Peygamberler gönderdi. Muhammed aleyhisselâm bunların sonuncusudur. İyiliklerin hepsi, terbiye usûllerinin tamamı, Onun parlak dîninde yer almıştır. Ebü'l-Hayr Fârûkî hazretleri, talebelerinin ahlâkını güzelleştirmek için çok gayret gösterir, onları benlik, kendini beğenme girdâbından uzaklaştırır ve buyururdu ki: "Kötü ahlâk yok olmadıkça, kalb kemâle gelmez." Netice olarak kötü huylar, inkâr ve günahlar, kalbi, rûhu hasta eder. Bu hastalığın artması, kalbin, rûhun ölümüne sebep olur. Kötü huyların en kötüsü olan şirk, inkâr ise, kalbin, rûhun en büyük zehiridir.
.
Herkesin belli bir eceli vardır
14 Temmuz 2008 01:00
Allahü teâlânın takdîrini, kimse değiştiremez. Ecel gelince, Azrâil aleyhisselâm, insanı nerde olursa olsun bulur. Ecel, ileri ve geri gitmez ve insanın ömrü değişmez. Herkes, eceli geldikte ölür. A'râf sûresi 33. âyetinde meâlen; (Ecelleri geldiği zamân, onu az zamân ileri ve geri alamazlar) buyuruldu. Ebû Bekr el-Ensârî hazretleri buyuruyor ki: "Benim için bir ecel zamânı vardır. O zamâna muhakkak ulaşacağım. Ecel geldiğinde, onun keskin kılıcı ile ömrüm biter, dünyâ hayâtım son bulur. Et arayan aslanlar, yemek için üzerime gelseler, ecel vaktim gelmediği müddetçe bana zarar veremezler." Her geçen an, ömür azalmakta, ecel zamânı ise yaklaşmaktadır. Ecel gelince, insanı uyandıracaklar, gözleri kulakları açacaklardır. Fakat, o zamân pişmânlık işe yaramayacak, rezîl olmaktan başka, ele bir şey geçmeyecektir. Hepimize ölüm yaklaşıyor. Âhiretin çeşit çeşit azâbları, insanları bekliyor. ÖLÜM UYANDIRMADAN... İnsan öldüğü zamân, kıyâmeti kopmuş demektir. Ölüm uyandırmadan ve iş işten geçmeden önce uyanmalıdır. Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğrenip, şu birkaç günlük ömrü, bunlara uygun geçirmelidir. İnsan kendini âhiretin çeşitli azâblarından kurtarmalıdır. Zira Tahrîm sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey îmân edenler, kendinizi ve çoluk çocuğunuzu öyle bir ateşten koruyun ki, onun tutuşturucusu insanlarla taşlardır) buyurulmuştur. Ecel gelmemiş ise, fırsat elden kaçmamış ve kusûrları düzeltmek mümkün demektir. Çünkü; (Günâhına tövbe eden, hiç günâh yapmamış gibidir) hadîs-i şerîfi, kusûru olanlar için çok büyük bir müjdedir. Ömer bin Abdülazîz hazretleri; "Şimdi ecel gelmeden, ameller sona ermeden, Allahü teâlâ insanları ve cinleri hesâba çekmek için huzûruna getirmeden önce, tövbeyi fırsat bilmeli ve af ve mağfirete kavuşmayı kazanç bilmelidir. Kıyâmette, hesap gününde, mâzeret kabûl edilmez" buyurmuştur. Aklı başında olan her insanın, Azrâîl aleyhisselâmın gelip cânını zorla alacağını, ecel arslanının pençesini kendisine de takacağını, can verme acılarının başına geleceğini, şeytânın, îmânını çalmak için kastedeceğini, dostlarının, vah vah öldü, siz sağ olun, diye evlâdına taziye edeceklerini düşünmesi lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; (Ey Âdemoğlu! Benim malım, benim malım dersin. O maldan senin olan, yiyerek yok ettiğin, giyerek eskittiğin ve Allah için vererek, sonsuz yaşattığındır) buyuruldu. İmâm-ı Gazâlî hazretleri, aklı başında olan herkesin, nefsine şöyle hitap etmesini tavsiye buyurmaktadır: "Benim sermâyem, yalnız ömrümdür. Başka bir şeyim yoktur. Bu sermâye, o kadar kıymetlidir ki, her çıkan nefes, hiçbir şeyle tekrâr ele geçemez ve nefesler sayılıdır, azalmaktadır. Ömür bitince, ticâret sona erer. Ticârete sarılalım ki, vaktimiz azdır ve âhiret uzun ise de; orada ticâret ve kâr olmaz. Bu dünyâ günleri, o kadar kıymetlidir ki, ecel gelince, bir gün izin istenir, fakat ele geçmez. Bugün, bu nimet elimizdedir. Aman nefsim, çok dikkat et de, bu büyük sermâyeyi elden kaçırma! Sonra ağlamak, sızlamak, fayda vermez. Bugün, ecelin geldiğini, dahâ bir gün müsâade etmeleri için, yalvardığını, sızladığını ve sana, bir gün bağışladıklarını ve şimdi, o günde bulunduğunu farz et! O hâlde, bu günü elden kaçırmaktan, bununla, saâdete kavuşmamaktan dahâ büyük ziyân olur mu? Yarın ölecekmiş gibi, dilini, gözlerini ve yedi azânı harâmdan koru!" HERKES ÖLÜMÜ TADACAK!.. Netice olarak herkes ölümü tadacaktır. Bunun için insan, kendisine ve herkese öyle iyilik etmeli ki, başkası iyilik yapınca, onun yaptığını sansınlar. İnsan kendisine ve hiç kimseye kötülük etmemeli ki, başkası bir kötülük yapınca, o yaptı sanmasınlar. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Herkesin belli bir eceli yani ölüm zamânı vardır. Bu zamân hiç değişmez, azalmaz ve çoğalmaz. Kaçıp da kurtulanlar, ecelleri gelmediği için ölmemiştir. Yoksa kaçmak, onları ölümden kurtarmış değildir. Kaçmayıp, sabredip ölenler de, ecelleri geldiği için ölmüşlerdir.".
Duâ, ömrü uzatmaz ise de...
20 Temmuz 2008 01:00
Allahü teâlâ duâ edenleri, sıhhat ve selâmet isteyenleri sever. Mü'min sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen; (Duâ ediniz! Duânızı kabûl ederim!) buyuruyor. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratmaktadır. Bir şeye kavuşmak isteyen, o şeyin sebebine kavuşmak için duâ etmelidir. İnsana sıhhat, şifâ vermek için, duâ etmeyi, sadaka vermeyi ve ilâç kullanmayı sebep yapmıştır. Bu sebeple, dert ve belâ gelince, Allahü teâlâya sığınmalı, âfiyet vermesi, kurtarması için duâ etmeli, Ona yalvarmalıdır. Duânın belâyı defetmesi de, kazâ ve kaderdendir. Kalkanın, oka siper ve suyun, bitkilerin yetişmesine sebep olduğu gibi, duâ da, Allahü teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir. Bir hadîs-i şerîfte; (Kazâ-i mu'allakı, hiçbir şey değiştiremez. Yalnız duâ değiştirir ve ömrü, yalnız, ihsân, iyilik arttırır) buyuruldu. VAKİT TAMAM OLUNCA... Allahü teâlânın takdîrinin yani kaderin, Levh-i mahfûzda yazılması kazâdır. Bir kimseye takdîr edilen belâ, kazâ-i mu'allak ise, yani o kimsenin duâ etmesi de, takdîr edilmişse, duâ eder, kabûl olunca, belâyı önler. Ecel-i kazâyı, iyilik etmek geciktirir. Fakat, Ecel-i müsemmâ değişmez. Ecel-i kazâ denilen, meselâ, bir kimse, eğer iyi iş yapar, yâhut sadaka verir, hac ederse ömrü altmış sene, bunları yapmazsa kırk sene diye takdîr edilmesi gibidir. Vakit tamâm olunca, eceli bir ân gecikmez. Birinin üç gün ömrü kalmış iken akrabâsını, Allah rızâsı için ziyâret etmesi ile, ömrü otuz seneye uzar. Otuz yıl ömrü olan kimse de, akrabâsını terk ettiği için, ömrü üç güne iner. Hazret-i Ömer yaralanınca, Ka'bül-ahbâr hazretleri; "Hazret-i Ömer dahâ yaşamak isteseydi, duâ ederdi. Zîrâ onun duâsı elbette kabûl olur" buyurunca, işitenler şaşırıp; -Nasıl böyle söylüyorsun, Allahü teâlâ meâlen, (Ecel, bir ân gecikmez ve vaktinden önce gelmez) buyurdu, dediklerinde; -Evet, ecel hâzır olduğu vakit gecikmez. Fakat, ecel hâsıl olmadan önce, sadaka ile, duâ ile, amel-i sâlih ile, ömür uzar. Zîrâ Fâtır sûresinde meâlen, (Herkesin ömrü ve ömürlerin kısalması hep yazılıdır) buyurulmaktadır dedi. Dâvud aleyhisselâmın yanına iki kişi gelip, birbirinden şikâyet etti. Dinleyip karâr verip giderken, Azrâîl aleyhisselâm gelip; -Bu iki kişiden, birincisinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti, fakat ölmedi dedi. Dâvud aleyhisselâm şaşıp, sebebini sorunca; -İkincisinin bir akrabâsı vardı. Buna dargın idi. Bu gidip, onun gönlünü aldı. Bundan dolayı, Allahü teâlâ, buna yirmi yıl ömür takdîr buyurdu dedi. Emâlî kasîdesi 62. beytinde; "Öldürülen kimsenin eceli, münkatî değildir. Yani, o ânda, ömrü ortadan kesilmiş değildir" denmektedir. Ahmed Âsım efendi, bu beyti şerh ederken diyor ki: "Ehl-i sünnete göre, öldürülen kimsenin, o ânda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir tânedir." İLAÇ KULLANMAK LAZIMDIR İlâç almak, âyet-i kerîme ve duâ okumak, yazıp yanında taşımak, insanın ömrünü uzatmaz, ölüme mâni olmaz ve eceli geciktirmez. Ömrü olanın dertlerini, ağrılarını giderip, sıhhatli, râhat ve neşeli yaşamasına sebep olurlar. Doktor ve ilâç bulmak da, takdîre bağlıdır. Allahü teâlâ, takdîrine göre sebepleri yaratmaktadır. Çok eskiden bilindiği gibi, bir yeri kesilen insanın eceli gelmedi ise, damarı bağlanır, ilâç verilir, ölmez. Eceli gelmiş ise, damarı bağlayacak biri bulunamaz, kanı akar, mikrop kapar, ölür. Yürek adalesi bozuk olana, ölmek üzere olan bir başkasının sağlam yüreği takılıp takılmaması da, ecelin gelip gelmemesine bağlıdır. Kalbin değiştirilmesi de hastayı muhakkak iyi yapmıyor, çoklarının ölmesine sebep olmaktadır. Netice olarak, duâ etmek, ilâç kullanmak, ömrü uzatmaz, eceli geleni ölümden kurtarmaz ise de, ömür, ecel bilinmediği için, duâ etmek ve ilâç kullanmak lâzımdır. Böylece eceli gelmemiş olan kimse, sıhhate, kuvvete kavuşur yani ömrü olanlara faydalı olur. Ancak şifâyı, ilâçtan değil, Allahü teâlâdan beklemelidir.
.
Evliyâ, hârikalar gösteren değildir!
21 Temmuz 2008 01:00
Evliyâ; velî kelimesinin çoğuludur. Dostlar, Allahü teâlânın sevgili kulları, nefsin esâretinden kurtulup, sözleri, işleri ve hareketleri İslâmiyete uygun olanlar, devamlı Allahü teâlâyı hatırlayıp, ananlar anlamına gelmektedir. Dünyâ sevgisini ve bunları hâtırlamayı kalbinden çıkaran Müslümana, sâlih Müslümân denir. Helâl olsun, mubâh olsun, mâ-sivâyı yani Allahü teâlâdan başka her şeyi hâtırlamayı da kalbinden çıkaran ve bu nimete kavuşan Müslümâna ise, velî ve evliyâ denir. İnsanları Müslümân ve sâlih yapmak için uğraşan velîye ise, mürşid yani yol gösteren denir. Peygamber efendimiz; (Evliyâ ol kimselerdir ki, onlar görülünce, Allah hâtırlanır) buyurmuştur. Allahü teâlâ, akıl ile anlaşılamayan şeyleri görüp anlayabilen başka bir kuvveti, sevdiği kullarına verir. Bu kuvvete kalb gözü ve bu kullara evliyâ denir. Evliyâ, kalb gözleri ile görüp anlar ve birbirlerine anlatırlar. HER ŞEYİ ÖĞRENİR... Evliyâ, her şeyi öğrenir, bilir. İslâmiyete uymakta, dünyâ işlerinde aklını kullanır. Hesâbını yapmakta, sanatında, ticâretinde hiç hatâ yapmaz. Fakat, aklındaki düşünceler, kalbine sirâyet etmez, bulaşmaz. İslâmiyete uymayan kimse, hârikulâde şeyler yapabilir. Bunlara kerâmet denmez, istidrâc denir. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri evliyâ olarak bilinen birisini görmek için giderken, o kimsenin karşıdan geldiğini ve kıbleye karşı tükürdüğünü görünce, hemen geriye döner ve buyurur ki: "Bu adam, Resûlullah efendimizin edeblerinden birine uymadı. Velî olamaz. Kerâmetler gösteren biri, meselâ su üstünde yürüse, bir anda uzaklara gitse, havada uçsa, İslâmiyete uymadıkça, bunu velî sanmayınız!" Peygamberlerin hârikalar göstermesi lâzımdır. Böylece Peygamber, Peygamber olmayandan ayrılır. Çünkü nebînin Peygamberliğini tanımak, herkese lâzımdır. Evliyâ, insanları, kendi Peygamberinin dinine çağırdığı için, Peygamberinin mûcizeleri kendilerine yetişir. Evliyâ, eğer İslâmiyetten başka bir şeye çağırmış olsaydı, o zamân, hârikalar göstermesi elbette lâzım olurdu. İslâmiyete çağırdığı için, hârika göstermesi lâzım değildir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanların çoğu, Allahü teâlâdan kesilmiş olduklarından ve hep dünyâyı düşündükleri için, maddeleri keşfedenlere, mahlûklardan bilmediklerini haber verenlere kıymet verirler. Onları büyük bilirler. Onları evliyâ ve Allahü teâlânın seçilmiş kulları sanırlar. Hakîkatten haber verenlere dönüp bakmazlar. Bunların Allahü teâlâdan bildirdiklerine inanmazlar. 'Bunlar, dedikleri gibi evliyâ olsalardı, bizim hâllerimizden ve mahlûkların hâllerinden haber verirlerdi. Mahlûkların hâllerini bilmeyen kimse, bundan dahâ yüksek olan şeyleri nasıl bilir?' derler, bu bozuk ölçüleri ile evliyâya inanmazlar, doğru sözü görmezler ve işitmezler..." Din âlimleri, herkesi, kitâplarda yazılan emirleri yapmaya çağırır. Evliyâ ise, hem buna çağırır, hem de İslâmiyetin bâtınına dâvet eder. Önce İslâmiyete çağırır, sonra da, Allahü teâlânın ismini zikretmeyi gösterir. Her zamân, aralıksız olarak, zikr-i ilâhî ile olmayı ehemmiyetle isterler. ÜÇ ALÂMETİ VARDIR... Ebû Abdullah Seczî hazretleri buyuruyor ki: "Evliyânın alâmeti üçtür: Birincisi, derecesi yükseldikçe tevâzûsu, alçak gönüllülüğü artar. İkincisi, elinde imkân bulunduğu halde dünyâya değer vermez. Üçüncüsü, intikam almaya gücü yettiği halde merhametli ve insaflı davranarak intikam almaz." Netice olarak, bu dünyâda evliyânın belli olması ve hârikalar göstermesi lâzım değildir. Zira burada hak ile bâtılın, doğru ile yanlışın karışması lâzımdır. Velînin, kendi vilâyetini bilmesi de şart değildir. Kendi vilâyetini bilmeyen evliyâ çok idi. Bunları, başkaları nasıl tanıyabilir? Zaten tanımalarına lüzûm da yoktur. Ama evliyâ, az olsa da, kıyâmete kadar mevcût olacaktır. Ve Ma'rûf-ı Kerhî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Evliyânın üç alâmeti vardır: Düşüncesi Hak ola, işleyeceği işi Hak ile işleye, meşgûliyeti dâima Hak ile ola."
.
Tövbenin kabul olması için...
27 Temmuz 2008 01:00
Tövbe, harâm, günah olan bir şeyi işledikten sonra, pişmân olup, Allahü teâlâdan korkmak, bir dahâ yapmamaya azmetmek, karâr vermek demektir. İşlenen her günâhtan sonra tövbe etmek lâzımdır. Tövbenin doğru olması için, üç şart vardır: 1-Günâha hemen son vermek. 2-Günâhı yaptığına pişmân olmak. Zira hadîs-i şerîfte; (Pişmân olmak tövbedir) buyurulmuştur. 3-İşlediği günâhı, bir dahâ hiç yapmamaya azmetmek, karar vermektir. Eğer işlenen günâhlarda kul hakkı da varsa, hak sahibinin hakkını ödeyip, helâlleşmek de lâzımdır. Mâide sûresinin 38. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Bir kimse, günâh işleyip, sonra tövbe eder ve sâlih amel işlerse, Allahü teâlâ tövbesini, elbette kabûl eder) buyurulmuştur. TÖVBE ETMEK FARZDIR Allahü teâlâ, tövbe edenleri sever, affeder. O günâhı tekrâr yaparsa, tövbesi bozulmaz, ikinci bir tövbe lâzım olur. Hak sâhiblerine haklarını ödemek veyâ helâl ettirmek, gıybet ettiği kimseden af dilemek ve rızâsını almak, yapmamış olduğu farzları kazâ etmek farzdır. Bunlar tövbenin kendisi değil, şartıdırlar. Bir lirayı sâhibine geri vermek, bin sene nâfile ibâdet yapmaktan ve yetmiş nâfile hacdan dahâ iyidir. Günâhı bir dahâ yaparsam tövbem bozulur diyerek, tövbe yapmamak doğru değildir, câhilliktir, şeytânın aldatmasıdır. Zira tövbeyi bir sâat geciktirince, günâh iki kat olur. Her günâhı yaptıktan sonra tövbe etmek farzdır ve her günâhın tövbesi de kabûl olur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Şartlarına uygun yapılan tövbe, muhakkak kabûl olur. Tövbenin kabûl edileceğinde şüphe etmemelidir. Tövbenin şartlarına uygun olmasında şüphe etmelidir" buyurmaktadır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Günâhlarına tövbe etmek, herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tövbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki, Peygamberlerin hepsi tövbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve en yükseği olan Muhammed aleyhisselâm buyuruyor ki: (Kalbimde envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş kerre istigfâr ediyorum.) Yapılan günâhta, kul hakkı bulunmayıp, zinâ yapmak, alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, Kur'ân-ı kerîmi abdestsiz tutmak ve yanlış inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile kendi arasında olursa, böyle günâhlara tövbe etmek, pişmân olmakla, istigfâr okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkılıp, Ondan af dilemekle olur. Farzlardan birini özürsüz terk etti ise, tövbe için, bunlarla birlikte, o farzı da yapmak lâzımdır." Tövbe edilmeyen herhangi bir günâhtan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü Allahü teâlânın gadabı, günâhlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüz bin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden çekinmez. Nitekim iki yüz bin sene itâat eden İblîs'in, kibredip, secde etmediği için, ebedî melûn olduğunu, Kur'ân-ı kerîm haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tardeyledi. BİR GÜNAH SEBEBİYLE!.. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Mûsâ aleyhisselâm buna hayır duâ edip ve kimyâ ilmi öğretip, o kadar zengin olmuştu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu. Sa'lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet ederdi, câmiden çıkmazdı. Bir kerre sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitti. Allahü teâlâ, bunlar gibi dahâ nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almıştır. Bu sebeple, her müminin günâh işlemekten çok korkması ve ufak bir günâh işleyince hemen tövbe, istigfâr etmesi, yalvarması lâzımdır. Netice olarak Rıyâd-un-nâsıhîn kitabında buyurulduğu gibi: "Tövbe kalb, dil ve günâh işleyen âzâ ile birlikte olmalıdır. Kalb pişmân olmalı, dil duâ etmeli, yalvarmalı, âzâ da günâhtan çekilmelidir. Kul hakkı bulunan günâhlara tövbe etmek için, o kulu hoşnûd etmek, râzı etmek de lâzımdır."
.
İhtimâl bile olsa...
28 Temmuz 2008 01:00
Allahü teâlâ, insanların dünyâda râhat, huzûr içinde yaşamalarını, âhirette de sonsuz saâdete kavuşmalarını istiyor. Bunun için, faydalı şeyleri emrediyor, zararlı olanları da yasak ediyor. Bu dünyâyı geçici, âhireti ise, sonsuz kalmak için yaratmıştır. Hadis-i şerifte; (Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur) buyurulmuştur. Aklı başında olan bir kimse, bu dünyâyı fırsat bilir. Bu kısa zamânda, dünyâ lezzetleri ile zevklenmeyi değil, Allahü teâlânın beğendiği işleri yaparak, âyet-i kerîmelerde bildirilen kat kat fazla meyveleri toplamayı ister. Cenâb-ı Hak, bu kısa zamânda yapılacak, hayırlı işlere, ibâdetlere sonsuz ni'metler ihsân edecektir. Peygamberine tâbi olmayan, inanmayanlara da, sonsuz azâb yapacaktır. Sonsuz azâbda kalmak, bir ihtimâl bile olsa, bunu hangi akıl sahibi kabûl edebilir? Hâlbuki, âhiret azâbları, bir ihtimâl değil, meydânda olan bir hakîkattir. Hazret-i Alî; "Müslümânlar, âhirete inanıyor, müşrikler ise inanmıyor. Tekrâr dirilmek olmasaydı, inanmayanlar bir şey kazanmaz, Müslümânlar da, zarar etmezdi. Fakat, müşriklerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir" buyurmuştur. "BU NASIL BİR İMANDIR?!." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Yalancılığı çok defa görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akıllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlike bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?.. Hep doğru söyleyici olan Muhammed aleyhisselâm, tekrâr tekrâr, açıkça, âhiretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Muhammed aleyhisselâmın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? Îmânım var demek, Müslümânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehim bile değil. Çünkü, tehlikeli zamânlarda vehim edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akıl îcâbıdır." Dünyâya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar ve sonra da, ölüp gitmişler. Bunların bazısı zengin, bazısı fakîr, kimi güzel, kimi çirkin, kimi zâlim, kimi de mazlûm imiş. Bunların bir kısmı inanmış, bir kısmı ise inanmamıştır. Her iki halde bulunanlar, yâ sonsuz yok olacak, yâhut kıyâmet kopup, tekrâr dirilip inanmayanlar sonsuz azâb çekecektir. Her iki hâlde de, inanmış olanlara bir zarar olmayacaktır. İnanmayanlar ise, sonsuz azâb çekeceklerdir. Şimdi hayatta olan bir kimsenin de, iyi düşünmesi lâzımdır. Çünkü birkaç sene sonra, kendisi de, bunlardan birisi olacaktır. İnsanın şu ana kadar geçirdiği seneleri, nasıl bir hayâl oldu ise, o zamân da, bütün ömrü, bütün hayâtı, çalışmaları, didinmeleri hep hayâl ve bir rüyâ gibi olacaktır. AKILLI KİMSE TEDBİR ALIR Netice olarak insan, kendi isteği ile bu dünyaya gelmediği gibi, kendi isteği ile de buradan ayrılamaz. Dünyada yaptıkları da, yanına kâr kalmayacaktır. Tekrar diriltilip, dünyâda yaptıklarının hesâbı sorulacaktır. Bu hesâbın neticesinde ise, ya sonsuz saâdet veya sonsuz azâb vardır. Sonsuz olarak azâpta kalmak, bir ihtimâl bile olsa, akıllı kimse tedbir alır. Allahın var olduğuna, Cennete, Cehenneme inanmayı, akıl da, ilim de, fen de reddetmiyor. İnanmayanlar, inkâr etmelerine akıl ile, fen ile bir vesîka gösteremiyorlar. Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren vesîkalar sayılamayacak kadar çoktur. İslâmiyet zevki yasak etmemiştir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamıştır. O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan temîn etmeli, İslâmın güzel ahlâkı ile süslenmelidir. Böyle olan bir kimse, herkese iyilik eder, kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder. Böylece, dünyada râhata, huzûra kavuşur, âhirette de sonsuz azâblardan kurtulur.
.
Ölmemek için yemek, içmek lâzımsa...
3 Ağustos 2008 01:00
Ölmemek için, yemek, içmek lâzım olduğu gibi, din düşmanlarına aldanmamak ve imânını kaybetmemek için de, dînini, îmânını öğrenmek ve bunlara uygun hareket etmek lâzımdır. Ehl-i sünnet itikâdını ve ilm-i hâlini öğrenmeyen ve çocuklarına öğretmeyenler, inkâr felâketine düşmek tehlikesindedirler. Resûlullah efendimiz; (İlim bulunan yerde Müslümânlık vardır. İlim bulunmayan yerde Müslümânlık kalmaz) buyurmuşlardır. Ecdâdımız, her zamân bir araya toplanır, ilmihâl kitâplarını okurlar, dinlerini öğrenirlerdi. Ancak, bu şekilde Müslümân olarak kalabildiler ve İslâmiyetin zevkini aldılar. Böylece bu saâdet ışığını bizlere, doğru olarak ulaştırabildiler. Bizim de Müslümân kalmamız, yavrularımızı içimizdeki ve dışımızdaki düşmanlara kaptırmamamız için, birinci ve en lüzûmlu çâre, her şeyden önce Ehl-i sünnet âlimlerinin hâzırladığı ilmihâl kitâplarını okumak ve öğrenmektir. Çocuğunun Müslümân olmasını isteyen ana-baba, çocuğuna Kur'ân-ı kerîmi öğretmelidir. Fırsat elde iken okumalı, öğrenmeli ve çocuklara da öğretmelidir. Sonra öğrenmek, öğretmek, güç hattâ imkânsız olur. Felâket gelince, âh etmenin faydası olmaz. İKİ CİHAN SAADETİ İÇİN... Allahü teâlânın beğendiği İslâm dînini öğrenmek ve Resûlullah efendimizin bildirdiği İslâmiyyetine sarılarak dünyâda ve âhirette huzûra, saâdete kavuşmak isteyen, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazmış olduğu kitâplardan toplanan İlmihâl kitâplarını okumalıdır. Kur'ân-ı kerîmin hakîkatini yalnız Ehl-i sünnet âlimleri anlamışlar ve binlerce kitâp yazarak bildirmişlerdir. Bunlar İslâm dîninin gözbebekleridir. Âyet-i kerîmelerle ve hadîs-i şerîflerle övülmüşlerdir. Din adamı görünen din hırsızlarının uydurma ve yaldızlı yazılarını, kitaplarını okumamalıdır. İslâm dînindeki rehber âlimlerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Şâfi'î, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleridir. Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin manâlarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitâplarını okumak lâzımdır. Bunların her birinin kitâplarını açıklayan binlerce âlim gelmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslâm dînini doğru olarak öğrenir. Bu kitâbların hepsindeki îmân bilgileri aynıdır. Bu doğru îmâna Ehl-i Sünnet i'tikâdı denir. Sonradan uydurulan, bunlara uymayan bozuk, sapık inanç yollarına ise, bid'at ve dalâlet yolları denir. İslâm dînini doğru olarak öğrenmek ve kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlamak isteyenin, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarını okuması lâzımdır. Bir şeye kavuşmak isteyen bir Müslümân, Allahü teâlânın âdetine uyar. Bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapar. Para kazanmak isteyen, ticâret yapar. Aç olan, yemek yer. Hasta olan, doktora gider, ilâç alır. Dînini öğrenmek isteyen de, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarını okur. Hasta, câhil kimseden ilâç alırsa, şifâ bulmaz, ölür. Ehl-i sünnet olmayan, bidat sâhibinin bozuk, sapık din kitâbını okuyanın da, dîni, îmânı bozulur. CAHİLLİK ÖZÜR DEĞİLDİR!.. Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı milyonlarca kitâp, Peygamber efendimizin yolunu, bütün dünyâya doğru olarak yaymış, tanıttırmıştır. Bugün İslâm dînini, duyamayacak, hür dünyâda bir şehir, bir köy ve bir kimse kalmamıştır. İslâmiyeti işitince, doğru olarak öğrenmek isteyene, Allahü teâlâ, bunu nasîb edeceğini vaat etmiştir. Netice olarak zamanımızda, dünyanın her tarafında, gerek îmânı ve küfrü tanımakta, gerekse ibâdetleri doğru yapmakta, câhillik, özür, mazeret değildir. Meşhûr olan din bilgilerini bilmediği için aldanan ve bunları öğrenmek için çaba sarf etmeyen kimse, Cehennemden kurtulamaz. Allahü teâlâ, bugün, dînini dünyânın her tarafına duyurmuş, îmânı, helâli, harâmı, farzları, güzel ahlâkı öğrenmek çok kolaylaşmıştır. Zira bu bilgileri, lüzûmu kadar öğrenmek, herkese farzdır. Öğrenmeyip câhil kalan, farzı terk etmiş olur. Öğrenmeye ehemmiyet vermeyenin ise, imânı gider...
.
Medenî olarak yaşayabilmek için...
4 Ağustos 2008 01:00
Allahü teâlâ, insanları zayıf ve başkalarına muhtâç olarak yaratmıştır. Her insan, giyecek, yiyecek, barınacak gibi nice şeylere muhtâçtır. Zaten insan, muhtâç demektir. Hattâ, insanın iyiliği, güzelliği, muhtâç olmasından ileri gelmektedir. İnsanın kulluk yapması, gönlü kırık olması, hep bu ihtiyâcındandır. İnsan muhtâç olmasaydı, âsî, taşkın, azgın olurdu. İkrâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen; (İnsan, ihtiyâçsız olunca, elbette azar!) buyuruldu. Bir kimse, kendi ihtiyâçlarını yalnız başına hâzırlayamaz. Zaten buna ömrü de yetmez. İnsanların ortaklaşa çalışmaları, birlikte yaşamaları lâzımdır. Bir kimse, kendi yaptığını, başkasına verir ve ondan da, kendisine lâzım olanları alır. İnsanların bu ortaklık ihtiyâcına; "İnsan medenî olarak yaratılmıştır" denmektedir. ADALET LAZIMDIR... İnsanların medenî olarak yanî birlikte yaşayabilmeleri için, adâlet lâzımdır. Çünkü her insan, muhtâç olduğu şeye kavuşmak ister. Bu arzûya, şehvet denir. Bir kimse, kendi arzû ettiği şeyi başkası alırsa, alan kimseye kızar. Böylece aralarında çekişme, zulüm ve işkence başlar. Toplu olarak yaşama imkânları ortadan kalkar. İnsanların toplu olarak yaşayabilmeleri için, aralarındaki münasebetleri düzenleyen ve adâleti sağlayan bilgiye, kurallara ihtiyâçları vardır. Bu kuralların da âdil olması ve bunlara uyulması lâzımdır. İnsanlar, aralarındaki münasebetleri düzenleyen kuralları hâzırlamakta anlaşamazlar ve adâleti sağlayamazlarsa, yine karışıklık olur. Bunun için, uyulması gereken bu kuralları, insanların üstünde bir âdil varlığın bildirmesi lâzımdır. Çünkü insanlar, yalan söylemenin kötülüğü hakkında bile, farklı düşünebilmektedirler. Birisinin kötü dediğine, diğeri iyi diyebiliyor. Neyin iyi ve kötü olduğunu, insanı ve her şeyi yaratan Allahü teâlâ bilir. Bunun için Allahü teâlâ, Peygamberler ve bunlarla dinler göndermiştir. Bunlara uyanlar, birbirleri ile iyi geçinir, birbirlerinin haklarına saldırmazlar, huzûr içinde yaşarlar. Kendi zevklerine, şehvetlerine düşkün olanlar ve kendilerini başkalarından üstün görenler, Allahü teâlânın Peygamber efendimizle bildirdiği İslâmiyetin hükümlerini beğenmezler ve bu hükümlere uymak istemezler. Başkalarının haklarına saldırırlar, günâh işlerler. Halbuki Allahü teâlâya îmân eden ve emirlerine uyan bir kimse, kötülük yapamaz, başkasının hakkına saldıramaz. Çünkü yaptığı kötülüklerinden dolayı hesâba çekileceğini ve bunun için azâb göreceğini bilir. Yaptığı iyiliklerin de zâyi olmayacağına, bu iyiliklere karşılık verileceğine inanır. Bu hâl, inanan kimse üzerinde çok kuvvetli bir müeyyidedir. Zira Peygamber efendimiz; (En kıymetli amel, elinden ve dilinden kimsenin incinmemesidir) buyurmuştur. EBEDÎ SAADET İÇİN... İnsan, sahibini, yaratanını tanır, îmân eder ve emirlerini yapıp, yasak ettiklerinden sakınırsa, dünyâda rahat eder, huzurlu olur, âhirette de ebedi saadete kavuşur. İbâdetler de, insanın sahibini tanıması, hatırlaması, unutmaması için emredilmiştir. Her gün ibâdet yaparak, Allahü teâlâ hâtırlanır. İbâdet, Onun varlığını, Peygamberini, âhiretteki nimetleri ve azâbları tasdîk etmekle, inanmakla başlar. Bunlara inanmak ve ibâdetleri yapmakla, üç şey hâsıl olur: Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur, kalbi temizlenir ve öfkelenemez. Zira şehvet ve gadab, yaratanı hâtırlamaya mâni olur. İkincisi, insanda, maddeler üzerinde yapılan tecrübelerle, his organları ile hâsıl olan bilgilerle ilgisi olmayan başka bilgiler, zevkler hâsıl olur. Üçüncüsü, iyilere nimetler, kötülük yapanlara azâb yapılacağı düşünülünce, insanlar arasında adâlet hâsıl olur. Netice olarak insan, medenî olarak yaratılmıştır. Öyle yaratılmıştır ki, birbirleri ile karışmak, bir arada yaşamak, yardımlaşmak ve birbirinin haklarına uymak zorundadır. Bu haklar ve vazifeler ise, Allahü teâlâ tarafından Peygamberler vasıtası ile bildirilmiştir. Bunlara uyulursa, insanlar dünyada rahata, âhirette de ebedi saâdete kavuşurlar.
.
"Sevdiklerinin hatırı için" diyerek...
10 Ağustos 2008 01:00
Allahü teâlâ, Mü'min sûresinin 60. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Duâ ediniz, kabûl ederim, isteyiniz, veririm) buyuruyor. Duânın kabûl olması için, bazı şartlar vardır. Duâ edenin Müslümân ve i'tikâdının düzgün olması, harâm işlememesi, harâm yemekten, içmekten sakınması, farzları yapması, beş vakit namâz kılması, ramazân oruçlarını tutması, zekât vermesi lâzımdır. Günâhlarına pişmân olup, tövbe etmeli, sadaka vermeli, duânın kabûl olacağına inanmalı, önce hamd ve salevât okumalı. Duâyı üçten fazla söylemeli. Kabûl olmadı diyerek, ümîdi kesmemeli, kabûl oluncaya kadar, uzun zamân tekrâr etmelidir. Allahü teâlâdan istediği şeyin sebebini öğrenip, bunu araması da lâzımdır. Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratmaktadır. Bir şey istenince, o şeyin sebebini gönderir ve bu sebebe tesîr ihsân eder. İnsan bu sebebi kullanıp, o şeye kavuşur. Allahü teâlâ, evliyâsının hâtırı için, âdetini bozarak, bunlar duâ edince veyâ evliyâyı kirâm vesîle edilerek duâ edilince de, bunlara kerâmet olarak, sebebe hâcet kalmadan, doğruca istenileni verir. Resûlullah efendimiz, gazâlarında ve sıkıntılı zamânlarında, muhâcirlerin fakîrleri hürmetine Allahü teâlâdan yardım dilerdi. Askeri, ordusu olduğu hâlde, muhâcirlerin fakîrlerini vesîle ederek duâ ederdi. Bir hadis-i şerifte; (Sözlerine kulak asılmayan nice kimseler görürsünüz ki, bunlar, bir şey için yemîn etseler, Allahü teâlâ bu sevgili kullarının hâtırı için, o şeyi hemen yaratır) buyurulmuştur. Berîka ve Hadîka kitâblarında; "Yâ Rabbî! Şu Peygamberin veyâ ölü yâhut diri sâlih, velî, âlim kulunun hürmeti, senin ona ihsân ettiğin kıymeti hürmetine senden istiyorum" demenin câiz yani helâl olduğu bildirilmektedir. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: "Hiçbir velî, gaybı bilmez. Allahü teâlâ bildirirse, ancak onu söyleyebilir. Evliyâ gaybı bilir diyen kâfir olur. Evliyâ, yok olan şeyi var edemez. Var olanı yok edemez. Kimseye rızık, çocuk veremez, hastalığı gideremez. Allahü teâlâdan başkasından yardım beklemek câiz değildir. Fâtiha sûresinde; (Ancak sana ibâdet eder, Senden yardım bekleriz) dememizi emretmektedir. Bunun için, evliyâya adak yapmak câiz olmaz. Çünkü, nezir yapmak ibâdettir. Kabir etrafında saygı için dönmek câiz değildir. Çünki, Kâbe etrafında dönmeye benzemektir ki bu dönmek, namâz kılmak gibi ibâdettir. Câhiller, yâ Abdülkâdir Geylânî, yâ Şemseddîn pânipütî, yâ Tezveren dede, Allah için bana şunu ver diyorlar. Böyle söylemek şirktir, küfürdür. Yâ Rabbî! Abdülkâdir-i Geylânî hürmeti için bana şunu ver! Seyyidet Nefîse hazretlerinin hürmetine hastama şifâ ver demelidir. Allahü teâlâya böyle duâ etmek câizdir ve faydalıdır." Peygamber efendimiz duâ ederken; (Allahümme innî es-elüke bi-hakkıssâilîne aleyke) yani; (Yâ Rabbî! Senden isteyip de verdiğin kimselerin hâtırı için Senden istiyorum!) derdi ve böyle duâ ediniz buyururdu. Bir gün Peygamber efendimize, iki gözü görmeyen bir kimse gelip: -Yâ Resûlallah, duâ et, gözlerim açılsın dedi. Resûlullah efendimiz ona: -Kusûrsuz bir abdest al! Sonra yâ Rabbî! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselâmı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim hazret-i Muhammed! Seni vesîle ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hâtırın için kabûl etmesini istiyorum. Yâ Rabbî! Bu yüce Peygamberi bana şefâatçi eyle! Onun hürmetine duâmı kabûl et, duâsını okumasını söyledi. O zât abdest alıp gözlerinin açılması için böyle duâ etti. Hemen gözleri açıldı. Ebül Abbâs Ahmed hazretleri, talebelerine; "Allahü teâlâdan bir şey isteyeceğiniz zamân, imâm-ı Muhammed Gazâlî hazretlerinin hürmeti için isteyiniz!" buyururdu. Netice olarak, duâ etmek ibâdettir. Her ibâdetin şartlarına uymak lâzım olduğu gibi, duânın da şartlarına uymak gerekir. Diğer şartları ile beraber, Allahü teâlânın sevdiklerini araya koyarak, onların hâtırı ve hürmeti ile duâ etmek câizdir ve faydalıdır.
.
En büyük tehlike!..
11 Ağustos 2008 01:00
Kulluk; kişinin her an Allahü teâlâya muhtâç olduğunu bilmesi ve Onun Resûlüne tam tâbi olmasıdır. Bu ise, ilim, amel ve ihlâs ile elde edilir. İlimden maksat da, kuru malûmat çokluğu değildir. İlim, faydalı olan ve kendisiyle amel edilen şeydir. Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından menetmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir. Zira ilmi, kibirlenmek, kendini büyük görmek için isteyenlerden hiçbiri felâh bulamamıştır. İnsanın meşgalesi, asıl maksadını unutturmamalıdır. Asıl maksat, zengin olmak, şan şöhret sahibi olmak değil, âhireti kazanmaktır. Her an son nefes endişesi ile yaşamalıdır. Korkusuz, endişesiz yaşamak tehlikelidir. Gerçi suyun aktığı yönden gideceği yer belli olur ise de, milyonda bir ihtimal bile olsa, bunun tersi olabilir. Bunun için son nefesten korkmak lâzımdır. ULUYAN KÖPEK GİBİ!.. Köpek olan eve rahmet melekleri girmez. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Kalb meleklere mahsûs bir evdir. Gadab, şehvet, hased, kibir gibi kötü sıfatlar, uluyan köpek gibidirler. Köpeklerin bulunduğu yere melekler girmez. Hadîs-i şerîfte, (Köpek ve resim bulunan eve rahmet melekleri girmez) buyuruldu. Bu hadîs-i şerîfteki evin kalb olduğunu ve köpeğin de, kötü huylar demek olduğunu söylemiyorum. Açık mânâlarına inanmakla berâber, yukarıdaki mânâları da ilâve ediyorum" buyuruyor. Bu sebeple kalbe, köpek mizâçlı kötü huyları sokmamalıdır. Özellikle şu dört kötü huy daha tehlikelidir: Kibir, kıskançlık, öfke, şehvet. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsan ve hayvanların bedeni dört şeyden yapılmıştır; toprak maddeleri, su, hava ve harâret. Birbirine benzemeyen, hattâ birbirinin aksi olan bu dört şeyin ihtiyâçları ve îcâbları vardır. Bedendeki ısıdan dolayı, ısı da kudret kaynağı olduğu için, insan ve hayvanlar, kendini beğenmekte, üstün görmektedir. Şehvet, gadab kuvvetleri ve başka kötülükler, bu dört şeyden ileri gelmektedir." İnsanın kanı, safrası bozulduğu veyâ başka zararlı şeyler vucûdda çoğaldığı zamân, bedendeki değişikliğe hastalık; ilâç tesîr ettiği zamân hâsıl olan hâle de sıhhat dendiği gibi, insanda şehvet ve asabiyet artınca, câna bir ateş düşer. İşte insanın felâketinin sebebi, bu ateştir. Bunun için, hadîs-i şerîfte; (Gadab, yanî asabiyyet, Cehennem ateşinden bir parçadır) buyurulmuştur. Cehennem ateşinin tohumu, insanın şehveti ve gadabıdır. Bunlar insanın içindedir. Zehir insanı hasta yapar. Hastalık da, insanı mezâra sokar. Günâh ve şehvet de, kalbi hasta eder. Bu hastalık, kalbin ateşi olur. Bu ateş, Cehennem ateşi cinsinden olup, dünyâ ateşi gibi değildir. Mıknâtıs taşı, demir parçalarını kendine çektiği gibi, Cehennem ateşi de, bu ateşi taşıyanları kendine çeker. İslâmiyyet, gadabın, şehvetin, insanlık sıfatlarının yok edilmesini emretmiyor. Böyle emretmiş olsaydı, dînin sâhibi olan Muhammed aleyhisselâmda bu sıfatlar bulunmazdı. Hâlbuki; (Ben insanım. Herkes gibi, ben de kızarım) buyururdu. Ara sıra kızdığı da görülürdü. İNSANI FELAKETE SÜRÜKLER İslâmiyyet, şehvetin ve gadabın yok edilmesini değil, her ikisine hâkim olup, dîne uygun kullanılmalarını emretmektedir. Süvârînin atını ve avcının köpeğini yok etmeleri değil, bunları terbiye ederek, kendilerinden faydalanmaları lâzım olduğu gibidir. Şehvet ve gadab, avcının köpeği ve süvârînin atı gibidirler. Terbiye edilmezler, azgın olup, dînin sınırlarını aşarlarsa, insanı felâkete sürüklerler. İnsanda bulunan şehvet, gadab ve başka kötü sıfatlar, hayvanlarda da vardır. Bunun için insanda bulunan enerjinin artması, güçlenmesi, insanı şeytâna çevirir. Benim gibi biri dahâ var mı diyerek kibirlenir, kendini bir şey zanneder ve felâkete sürüklenir. Demek ki insanın, kendini beğenmesi, başkasındaki bir nimeti kıskanması, öfkelenmesi ve şehvete kapılması, çok tehlikelidir. Netice olarak insan için en büyük tehlike, kendini tanımaması, Allahü teâlânın nimetlerini unutması ve kendini bir şey sanmasıdır...
.
"Seni de, yanındakileri de affettik"
28 Eylül 2008 01:00
Allahü teâlâ, kullarının günâhlarını affedicidir, kerîmdir, rahîmdir, lutfu, ihsânı boldur ve merhameti çoktur. Zümer sûresinin 53. âyetinde meâlen; (Ey günâhı çok olan kullarım! Allahın rahmetinden ümmîdinizi kesmeyiniz. Allah, günâhların hepsini affeder. O, sonsuz magfiret ve nihâyetsiz merhamet sâhibidir) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de; (Allahü teâlâ merhameti yüz parçaya ayırdı. Doksan dokuzunu kendi katında alıkoydu. Yeryüzüne birtek parça indirdi. Bu bir parça yüzünden mahlûkât, yaratıklar birbirine merhamet ederler) buyurmuştur. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Gençlikte Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyarlıkta affına, merhametine sığınmalıdır." Resûlullah efendimizin mübârek torunu hazret-i Hüseyin misâfirleri ile sofrada oturmuşlardı. Kölesi bir kab sıcak yemek ile gelirken ayağı yere takılıp, elindeki yemeği hazret-i Hüseyinin mübârek başına döktü. Kölesini terbiye için yüzüne sert bakınca, kölesi, Âl-i imrân sûresinin 134. âyetinin (Gadab etmezler) kısmını okudu. Bunun üzerine hazret-i Hüseyin; -Gadabımı, öfkemi terkettim, buyurdu. Köle, aynı âyet-i kerimenin, (İnsanlardan kusûrlu olanları affederler) kısmını okudu. Hazret-i Hüseyin; -Affettim buyurdu. Bunun üzerine köle, âyet-i kerimenin, (Allahü teâlâ ihsân edenleri sever) kısmını da okudu. Hazret-i Hüseyin de; -Seni kölelikten azâd ettim, istediğin yere gidebilirsin, buyurdu. Vaktiyle gece-gündüz içki içen zengin bir kimse vardı. Birgün yine içki meclisini kurar ve kölesine dört dirhem vererek meyve ve benzeri şeyler almasını söyler. Köle dört dirhemi alıp, istenilen şeyleri almak için çarşıya çıkar. Yolda din büyüklerinde Mansur bin Ammar hazretlereni, yoksul bir kimse için yardım toplamakta olduğunu görür. Oraya doğru yaklaşır. Mansur bin Ammar hazretleri; -Kim bu yoksul kimseye dört dirhem verirse, ona dört tane dua edeceğim buyurur. Bunları işiten köle, elindeki dört dirhemi de o yoksul kimseye verir. Bunun üzerine Mansur bin Ammar hazretleri; -Ne istiyorsan, isteğini söyle, o isteğinin olması için dua edeceğim buyurur. Köle; -Ben köleyim. Kölelikten kurtulup, hürriyetime kavuşmak istiyorum der. Bu hususta dua edilir. İkinci isteği sorulunca köle; -Bu dört dirhemin yerine tekrar dört dirhemim olsun isterim der ve gerekli dua yapılır. Üçüncü isteği sorulunca; -Benim şu andaki sahibim, efendim fasık bir kimsedir. Onun tevbe edip bu günahlardan kurtulmasını istiyorum der ve bu hususta da dua edilir. Dördüncü isteği sorulduğu zaman köle; -Allahü teâlânın, beni, efendimi sizi ve burada bulunanları affetmesini istiyorum der ve bu hususta da Mansur bin Ammar hazretleri dua ederler. Köle, elindeki dört dirhemi dört dua karşılığında verdiği için, eli boş olarak efendisinin yanına gelir ve olanları olduğu gibi anlatır. Efendisi- -İlk olarak ne istedin diye sorar. Köle; -Hürriyetimi istedim deyince efendisi; -Seni azad ettim, artık hürsün, ikinci olarak ne istedin diye sorar. Köle; -Verdiğim dört dirhemin yerine dört dirhemimin olmasını deyince efendisi; -Peki al sana dört bin dirhem, üçüncü olarak ne istedin der. Köle; -Senin bu halden tevbe etmeni istedim deyince efendisi; -Artık içki içmiyeceğim, şimdiye kadar olanlar için de tevbe ettim ve iyi bir müsüman olmak için çalışacağım, dördüncü olarak ne istedin deyince köle; -Allahü teâlânın, beni, seni ve hepimizi affetmesini istedim der. Bunları işiten efendisi, -İşte bu benim elimde değil der. Gece bu şahıs bir rü'ya görür. Rü'yasında kendisine; "Sen elinden gelen üç şeyi yaparsın da, bizim herşeye gücümüz yettiği halde o bir şartı yapmaz mıyız! Seni de, köleni de, yanındakileri de, Mansur bin Ammar'ı ve orada bulunanları da affettik" buyurulur. Netice olarak iyilik yapana iyilik etmeli, kötülük edeni de affetmelidir. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Sana darılana git, barış! Zulüm yapanı affet. Kötülük yapana iyilik et!)
.
Yarın bayram...
29 Eylül 2008 01:00
Bayram, affa uğramaktır. Bayram, günahlardan kurtulma günüdür. Mü'minin bayramı, günahlarının affedildiği gündür. İmânla öldüğü gün bayramdır. Cennette Allahü teâlânın rûyetine kavuştuğu ve Peygamber efendimizi gördüğü gün, mü'minin bayramıdır. Hakiki bayram, Rabbimizin Huzuruna, yüz akıyla çıkabilmektir. Bir bayram günü, insanların neşeyle eğlendiklerini gören hazret-i Ali; "Günah işlemediğimiz gün de, bizim bayramımızdır." buyurmuşlardır. Sırrî-yi Sekâtî hazretleri anlatır: "Bir bayram günü hazreti Ma'rûf'u hurma toplarken gördüm ve; -Bunları ne yapacaksın? diye sordum. -Şu çocuğu ağlarken gördüm ve niçin ağladığını sordum. Bana yetim olup anne ve babasının olmadığını, arkadaşlarının yeni elbiseleri ve oyuncakları olup kendisinin olmadığını söyledi. Şimdi bunları toplayıp satacağım, ağlamayıp oynaması için ona oyuncak satın alacağım dedi. Bunun üzerine; -Bu işi bana bırak deyip çocuğu alıp götürdüm. Yeni güzel elbiseler ve oynaması için bir oyuncak aldım. Çocuk o zaman memnun oldu. Bundan sonra kalbime bir nur geldi, kalbim parladı ve hâlim bambaşka oldu." İmâm-ı Şâfiî hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: "Bir bayram günü İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile berâber mescidden çıktık. Bir mesele hakkında sohbet ediyorlardı. Evlerinin kapısına gelince, bir hizmetçi kendisine bir kese altın getirip, efendisinin selâmı olduğunu ve bunu kabûl buyurmasını ricâ etti. İmâm-ı Şâfiî hazretleri keseyi kabûl etti. Biraz sonra biri gelip, -Bir çocuğumuz oldu. Yanımda hiç param yok. Sizden Allah rızâsı için biraz para istiyorum dedi. İmâm-ı Şafiî hazretleri keseyi hiç açmadan, olduğu gibi o şahsa verdi. Halbuki biliyordum ki, kendisinin de hiç parası yoktu." Şumeyt bin Aclân hazretleri bir bayram günü eğlenen kalabalığa bakarak; "Eskimeye mahkûm bir elbise ve bir müddet sonra böceklerin yiyeceği et olan şu insanları görüyor musun?" buyurarak kabre girecek bir insanın gaflet içinde eğlenip oynamasına olan hayretini bildirmiştir. NEFSİ KENDİSİNE... Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin on sene canı mahallî bir yemek istedi. Yememesine rağmen bir bayram gecesi nefsi kendisine; "Ne olur, bayram günü olsun bana bu yemeği versen." deyince, Zünnûn-ı Mısrî hazretleri; "Ey Nefsim! Şâyet bu gece bana yardım edip de, iki rekat namazda Kur'ân-ı kerîmi hatim edersen, sana bu yemeği veririm." dedi. Ertesi gün bayram namazından sonra nefsinin arzu ettiği yemeği getirdiler. Bir lokma almasına rağmen tekrar geri koydu ve namaza durdu. -Niçin böyle yaptın? deyince; -Tam yiyeceğim sırada nefsim bana en sonunda maksadıma ulaştım, dedi. Ben de, hayır ulaşmadın, diyerek lokmayı geri koydum cevâbını vermiştir. Behlül-i Dânâ hazretleri şu beytleri sık sık okurlarmış: "Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir. Ancak ilâhî azâptan emin olanlar içindir. Bayram bineklere binenler için de değildir. Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir." Ana-baba hayatta ise, rızasını almak için uğraşmalıdır. Zira ana-babasını râzı eden kimse için, Cennette iki kapı açılır. Bir kimsenin ana-babası zâlim olsalar dahi onlara karşı gelmek, onlarla sert konuşmak câiz değildir. Çeşitli vesilelerle, onların elleri öpülmeli, duâları alınmalı, haklarını helâl ettirmelidir. Ana-babanın duâlarını almak için vesilelerden biri de bayramlardır. Bayramlarda, ana-babaya çeşitli hediyeler alıp, bayramları tebrik edilerek, hakları helâl ettirilmeli ve duâlarını almalıdır! Arada kırgınlıklar varsa bu vesile ile giderilmelidir. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselama buyurdu ki: (Yâ Mûsâ, günahlar içinde bir günah vardır ki benim indimde çok ağır ve büyüktür. O da, ana-baba evlâdını çağırdığı zaman emrini dinlememesidir.) Netice olarak Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine, nice mübarek günler, geceler ihsân etmiştir. Ramazan ve Kurban bayramları da bu ihsânın içindedir. Bunları fırsat, ganimet bilerek, Rabbimizin rızasına kavuşmayı talep etmeliyiz.
.
Verdiğiniz sözde durun ki..."
5 Ekim 2008 01:00
Allahü teâlâ, bütün insanların rûhlarını yarattığı zaman onlardan söz aldı. Hepsine hitaben; (Elestü bi-rabbi-küm?) yani ben sizin Rabbiniz değil miyim hitâbında bulundu. Bu hitâba muhatap olanların hepsi, bütün varlıkları ile; (Belâ) yani evet dediler. Böylece bütün insanlar, daha rûhlar âleminde iken, Allahü teâlâya bir nevi biât ettiler. Biât; söz vermek ve bu sözünde durmak demektir. Mevlânâ Alâeddîn Âbizî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanoğluna verilen sorumluluk, mahlûklardan hiçbirine verilmemiştir. İnsanın, bâzı ibâdet ve tâatları yapmasıyla iş bitmiyor. Söz söylemekte, yemek yemekte, hattâ etrâfına bakınmakta bile çok dikkatli olması lâzımdır. Zira insan, her söz ve hareketinden sorumludur ve hepsinden Allahü teâlâya hesap verecektir" Bir kimse Bişr-i Hâfî hazretlerine gelerek; -Efendim ben sizi Allah için seviyorum deyince, cevabında; -Sen sözünde sâdık ve doğru değilsin. Akşam olunca ahırdaki merkebini hatırlamak beni hatırlamaktan sana daha mühim göründüğü hâlde, nasıl oluyor da Allah için beni sevdiğini iddiâ ediyorsun? buyurmuştur. SEVEN, İTAAT EDER... Söz veren, sözünde durur ve seven kimse de, sevdiğine itaât eder. Allahü teâlâya söz veren ve Onu sevdiğini söyleyen kimse, sözünde durur ve imân edip, emirleri yapar ve yasaklardan da sakınır. Ahnef bin Kays hazretleri; "Şerefli, akıllı bir kimse, verdiği sözde durur, yalan söylemez, gıybet etmez" buyurmaktadır. Abdullah ibni Ömer hazretlerinin devesi çalınmıştı. Çok aradığı halde bulamaz ve alana helâl olsun diyerek mescide girip namâza durur. Namazı bitirdiği sırada birisi gelip; -Deven şuradadır der. Ayakkabısını giyip oraya gitmek üzere iken, geri döner ve; -Helâl etmiştim, artık alamam buyurur. Büyüklerden biri, vefât eden kardeşini rüyâda Cennette görür. Fakat kardeşi üzüntülüdür. Sebebini sorduğunda; -Kıyâmete kadar, böyle üzüleceğim. Çünkü, Cennette yüksek bir derece gösterdiler. Böyle güzel derece yoktu. Oraya gitmek istedim. -Bunu oraya bırakmayınız! Orası, Allah için bırakanlarındır diye bir ses işittim. -Allah için bırakmak nasıl olur dedim. -Sen bir gün, bu malım Allah için helâl olsun demiştin, sonra sözünde durmamıştın. Sen sözünde dursaydın, burası da senin olacaktı dediler. Peygamber efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki: (Münâfıkın üç alâmeti vardır: Yalan söyler, sözünde durmaz ve emânete hıyânet eder.) İbn-i Hafîf hazretleri buyuruyor ki: "İnsanlara vasiyetim, şu altı şeyi muhâfaza etmeleridir: Birincisi; ahdi, anlaşmayı muhâfaza etmektir. Ahde uymamak alçaklıktır. İkincisi; söz verince tutmaktır. Üçüncüsü; Allahü teâlâdan gelen bütün belâ ve musîbetleri, nefsine lâzım bilip tahammül etmektir. Dördüncüsü; her hâlde ve her durumda, Allahü teâlâyı unutmamak ve O'na ibâdet etmektir. Beşincisi; fakirliğine sabredip, gizlemektir. Altıncısı; Allah yolunda, O'na kulluk etmek için bulunmaktır." Hocasının huzurunda, her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Kâdı Mahmud, daha sonra Aziz Mahmud Hüdâî hazretleri olmuştur. Bişr-i Hafi, Fudayl bin Iyâd gibi zâtlar, tövbelerinde samimi oldukları, verdikleri sözde durdukları için, evliyâdan oldular. "CENNET, SABREDENLERİN YERİDİR" Netice olarak insan, rûhlar âleminde verdiği sözde durur, imân edip emirleri yapar, yasaklardan sakınır ve imân ile âhirete giderse, sonsuz nimetlere kavuşur. Allahü teâlânın, bir hadis-i kudside buyurduğu gibi: (Bana verdiğiniz sözde durun ki, ben de va'dimi yerine getireyim. Cennete ancak sâlih amellerle gidilir. Cennet sabredenlerin yeridir. Âlimlerin sohbetine gitmekle rahmetimi isteyin! Çünkü benin rahmetim, bir ân âlimlerden ayrılmaz. Yoksullara merhamet etmekle benim rızâmı isteyin! Yoksula karşı büyüklenenler, kıyâmet günü karıncalar gibi ayak altlarında kalır. Yoksula iyilikte bulunanı dünya ve âhirette yükseltirim. Bir yoksulun bir kusûrunu açığa vuranın yetmiş kusûrunu açıklarım. Yoksulu hor gören, onun kalbini kıran, benimle savaşmış gibidir.)
.
"Alçak gönüllü ol ki, seni yükselteyim..."
6 Ekim 2008 01:00
Allahü teâlâ, ilim, kudret gibi bütün sıfatlarından kullarına biraz ihsân buyurmuştur. Yalnız üç sıfatı kendine mahsûs kılmış ve bu üç sıfattan hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Bu üç sıfatı, kibriyâ, ganî olmak ve yaratmak sıfatlarıdır. Kibriyâ, büyüklük, üstünlük demektir. Ganî olmak, başkalarına muhtaç olmamak, her şeyin Ona muhtaç olması demektir. Allahü teâlâ mahluklarına, zül ve inkisâr, yani aşağılık, kırıklık ile ihtiyâç ve fânî olmak yani yok olmak sıfatlarını vermiştir. Bunun için kibirlenmek, Allahü teâlânın sıfatına, hakkına tecâvüz etmek olur. Kullara kibirlenmek yakışmaz. En büyük günâhtır. Hadîs-i kudsîde; (Azamet ve kibriyâ bana mahsûstur. Bu iki sıfatta, bana ortak olmak isteyenlere, çok acı azâb ederim) buyuruldu. Bunun içindir ki, din âlimleri, tasavvuf büyükleri, her zamân, Müslümânlara tevâzu yani alçak gönüllü olmayı emir ve tavsiye buyurmuşlardır. Müslümân egoist olmaz. Zira egoist olanları, Allahü teâlâ sevmez. Kibir, gurûr kötü bir şeydir. Tevâzu ise, iyi ve güzeldir. Bütün Peygamberler, her işlerinde, tevâzu göstermişlerdir. KİBİRLENEN KİMSE KÜÇÜLÜR... Tevâzu, kibrin aksidir. Tevâzu, kendini başkaları ile bir görmektir. Başkalarından dahâ üstün ve dahâ aşağı görmemektir. Tevâzu, insan için çok iyi bir huydur. Tevâzu eden, Allahü teâlâ indinde büyük olur. Kibirlenen ise küçülür. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Allah için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir. Kim de kibirlenirse, Allahü teâlâ onu rezîl eder.) İmâm-ı Rabbânî hazretleri bir talebesine hitaben; "Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâat, tevâzu, kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı" buyurmuştur. Rükneddîn Ebü'l-Feth hazretleri buyuruyor ki: "Kesin olarak bilmelidir ki, insan iki şeyden ibârettir. Sûret ve sıfat. Hüküm sıfata göredir, sûrete göre değildir. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar) buyuruldu. Ama sıfatın hükmü, ancak âhirette görünür. Çünkü orada her şeyin hakîkati zâhir olur. Bu sûret gidicidir ve herkes kendi sıfatına uygun şekilde haşrolunur. Nitekim Bel'am-ı Bâurâ, köpek sûretinde haşrolunacaktır. Zira A'râf sûresi 176. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Onun hâli köpeğe benzer) buyuruldu. Bunun gibi zulmeden, başkasının malına, canına tecâvüz eden, kendini kurt sûretinde; kibirli olan, kaplan sûretinde; cimri ve harîs olan da, kendini domuz şeklinde bulacaktır. İnsan, bu kötü sıfatlardan temizlenmedikçe, hayvanlar sırasında yer almaktadır. Nefsin temizlenmesi ise, ancak Allaha sığınmak ve O'ndan yardım istemekle mümkündür. Zira cenâb-ı Hakkın ihsânı ve yardımı olmadıkça, nefis tezkiye olmaz. Nûr sûresi 21. âyet-i kerîmede meâlen; (Eğer üzerinize Allah'ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen günah kirinden temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır) buyuruldu. Bu ihsân ve rahmetin alâmeti, ayıplarının kendine gösterilmesidir. Kalbinde dünyâ ehlinin kıymeti kalmaz. Bu hâl kalbini kaplayınca; dünyâ ehlinin tutulduğu hayvânî sıfatlarından nefret eder ve onların yerine, melek ahlâkının sıfâtlarının görünmesini ister. Zulüm, gadap, kibir, cimrilik ve hırs yerine; af, hilm, tevâzu, cömertlik ve îsâr hâsıl olur. Bütün bunlar, âhireti isteyenlerin hâlleridir." İNSANA TEVAZU YAKIŞIR... Netice olarak, başlangıcı bir damla su ve sonunda toprak olacak bir kimseye kibirlenmek değil, tevâzu etmek yakışır. Tevâzu eden, yükselir, aziz olur. Kibirlenen ise, alçalır ve zelil olur. Hads-i kudside buyurulduğu gibi: (Ey insanoğlu, sabret, alçak gönüllü ol ki, seni yükselteyim. Af dile ki, seni affedeyim! Benden iste, sana vereyim. Sadaka ver, malını bereketlendireyim. Yakınların ile ilgilen, ömrünü bereketlendireyim. Benden sıhhat ve âfiyet iste ki seni sıhhatli kılayım.)
.
"İsteyene verdiğim, ateş olur!.."
12 Ekim 2008 01:00
Dinimiz, dilenmeyi, istemeyi değil, vermeyi emir ve tavsiye etmiştir. Zira veren aziz, alan ise zelil olur. Bu sebeple bir günlük yani sabah ve akşam yiyeceği olan kimsenin, başkasından bir şey istemesi harâm olur. Bir gün Peygamber efendimiz; -İhtiyacını karşılayacak bir şeyi varken, bir şey isteyen, muhakkak Cehennem ateşini çoğaltmış olur buyurunca, orada bulunanlar; -Ya Resûlallah, istemeye mani olan zenginlik nedir? diye suâl ederler. Peygamber efendimiz de; (Sabah ve akşam yiyeceği kadar bir mala sahip olmak veya sabah ve akşam karnını doyuracak kadar yiyeceği olmak) diye cevap vermişlerdir. Hadîkada, "And vererek, meselâ Allah aşkına diyerek bir kimseden dünyâlık bir şey istemek câiz değildir. Hadîs-i şerîfte, bunların mel'ûn oldukları bildirildi" buyurulmaktadır. CAMİDE DİLENMEK HARAMDIR Câmide cemâat arasında dolaşarak dilenmek ve bunlara sadaka vermek de harâmdır. Böyle dilenenleri câmiden çıkarmalıdır. Bir seferinde Peygamber efendimiz, yemin ederek; -İsteyene verdiğim sadaka ateş olur buyurunca, hazret-i Ömer; -Ya Resulallah, öyleyse niçin veriyorsunuz? diye sorar. Peygamber efendimiz de cevabında; -Ben cimrilik yapamam buyurur. Muhammed Ma'sûm Fârûkî hazretleri, Mektûbât kitâbında buyuruyor ki: "Bir günlük yiyeceği olmayanın, bunu istemesi câiz olduğuna fetvâ verilmiştir. Takvâ ve azîmet ise, hiç istememektir. Ölüm ve hastalık tehlikesi gibi zarûret hâlinde, mubâh olur. Elbisesi olmayanın, bu şartlarda, giyecek istemesi mubâh olur. Çalışıp kazanabilen kimsenin dilenmesi câiz değildir. Din bilgilerine çalışıp da, kazanmaya vakit bulamayanın, istemesi câiz olur. Kazanabilenin istemesi, câiz değildir. Mişkât şerhinde diyor ki; 'Çalışamayan hastanın, bir günlük yiyecek dilenmesi câizdir. Fazlası câiz değildir. Nâfile namâz ve nâfile oruç sebebi ile çalışmaya vakit bulamayanın zekât ve sadaka istemesi câiz değildir. Bunun için, başkasının sadaka istemesi câiz olur.' Sadaka istemekte üç zarar vardır. Allahü teâlânın, ni'meti az gönderdiğini haber vermektir ki, harâmdır. Kendini zelîl etmektir. Mü'minin Allahü teâlâdan başkasına boyun bükmesi câiz değildir. İstenilen kimseye de eziyet etmektir. Zarûret olmadıkça, bu da harâmdır. Bunun için, takvâ sâhipleri, kimseden bir şey istememişlerdir. Bişr-i Hâfî hazretleri, Sırrı-î Sekatî hazretlerinden başka kimseden bir şey istemez ve; 'Onun mal verince, sevineceğini biliyorum, onu sevindirmek için istiyorum' buyururdu. Bişr-i Hâfî hazretleri buyurdu ki: Üç çeşit fakîr vardır: İstemez, verince de almaz. Bunlar, İlliyyînde melekler iledirler. İstemez, verince alır. Bunlar, Cennetlerde mukarreblerledir. İhtiyâcı olunca ister. Bunlar, sâdıklar olup, Eshâb-ı yemîn iledirler..." Netîce olarak; zarûret olmadan dilenmek, başkasından bir şey istemek, harâmdır ve çirkindir. Sabâh ve akşam rızkı olup da, dilenen bir kimse, Cehennem ateşini çoğaltmış olur. Zira hadîs-i şerîfte; (Zenginin bir şey istemesi kıyâmette yüzünde lekedir ve aldığı şey ateştir. Az ise ateş, çok ise çok ateş) buyurulmuştur. Ancak zarûret ve ihtiyâç hâlinde istemek, mubâh olur. Bu hâl de, o kimsenin derecesinin azalmasına sebep olur. Ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalanın istemesi ise, vâcib olur. İstemeyip ölürse, günâha girer. İSTEMEDEN GELEN ŞEY... Resûlullah efendimiz, hazret-i Ömere hediye göndermişti. Hazret-i Ömer de bu hediyeyi almayıp geri gönderir. Daha sonra Peygamber efendimiz; -Niçin almadın? buyurunca; -Yâ Resûlallah, (En hayırlınız, kimseden bir şey almayandır) buyurmuştunuz, o sebeple almadım diye arz eder. Peygamber efendimiz; -O sözüm, isteyip de almak içindi. İstemeden gelen şey, Allahü teâlânın gönderdiği rızıktır buyururlar. Bunun üzerine hazret-i Ömer; -Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kimseden bir şey istemeyeceğim ve istemeden gelen her şeyi alacağım cevabını verir. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Kim insanlardan bir şey istemezse, Allahü teâlâ onu zengin eder. Kanâat edene de Allah kâfidir.)
.
"Dinde zorluk yoktur" demek...
13 Ekim 2008 01:00
Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, insanların zayıflığına ve kuvvetlerinin azlığına göre, bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay olanları emretmiştir. Nisâ sûresinin 27. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ, size hafîf, kolay emretmek istedi. Çünkü insan, zayıf yaratılmıştır) buyuruldu. Allahü teâlânın, kullarına yapamayacakları şeyi emretmesi, hikmetine yakışmaz. Kullarına, kaldırılamayacak, büyük kayayı kaldırmayı emretmeyip; herkesin çok kolay yapacağı kıyâm, rükû, secde, bir kısa sûre okumak ile meydâna gelen namâzı emretmiştir. Namâz kılmak, herkes için çok kolaydır. Ramazân orucu da, pek kolaydır. Zekâtı da, çok hafîf emretmiş, malın hepsini değil, kırkta birini verin buyurmuştur. Hepsini veyâ yarısını vermeyi emretseydi, kullarına güç olurdu. Merhameti, pek fazla olduğundan, emri tâm yapılamaz ise, dahâ da hafîfletmiştir. Meselâ, abdest alamayanlara, teyemmüm etmeye, namâzda ayakta duramayanlara, oturarak kılmaya, oturamayanlara da, yatarak kılmaya, rükû ve secde yapamayanlara, îmâ ile kılmaya, bunlar gibi, dahâ nice kolaylıklara izin vermiştir. İNSAFLI KİMSE GÖRÜR... İslâmiyyetin emirlerine dikkatle ve insâfla bakan bir kimse, bu kolaylıkları elbette görür. Allahü teâlânın, kullarına ne kadar çok merhametli olduğunu da, pek iyi anlar. Emirlerin kolay olmasının bir şâhidi de, çok kimsenin, emir olunan ibâdetlerin, dahâ artmasını istemesidir. Namâzın, orucun artmasını isteyen, çok görülmüştür. Evet, ibâdet yapmak güç gelen kimseler de, yok değildir. Böyle kimselere, ibâdetlerin zor gelmesine sebep, nefislerinin karanlığı ve şehvânî arzûlarının kötülüğüdür. Bu karanlık ve kötülükler, nefislerinden hâsıl olmaktadır. Nefis, Allahü teâlânın düşmanıdır. Şûrâ sûresinin 13. âyetinde meâlen; (Îmân ve ibâdet etmek, müşriklere güç gelir) ve Bekara sûresinin 45. âyetinde meâlen; (Namâz kılmak, yalnız mü'minlere, Allahü teâlâdan korkanlara kolay gelir) buyurulmuştur. Bedenin hastalığı, ibâdetlerin yapılmasını güçleştirdiği gibi, kalbin ve rûhun hasta olması da güçleştirir. Allahü teâlâ, İslâmiyeti, nefs-i emmâreyi yani kötülük isteyici arzûlarından, âdetlerinden vazgeçirmek için gönderdi. Nefsin istekleri ile İslâmiyetin istekleri birbirinin zıddıdır, aksidir. O hâlde, ibâdetleri yapmakta güçlük çekmek, nefsin kötülüğünü gösteren bir alâmettir. Nefsin arzûlarının kuvveti, bu güçlüğün çokluğu ile ölçülür. Nefsin istekleri kalmayınca, güçlük de kalmaz. Ayrıca görünen uzuvların kuvvetten düşmesi, ibâdeti güçleştirdiği gibi, kalbde îmânın zayıflamısı da güçleştirmektedir. Yoksa, İslâmiyetin her emrinde kolaylık vardır. Bekara sûresinin 185. âyetinde meâlen; (Allahü teâlâ, size kolaylık yapmak istiyor, güçlük çıkarmak istemiyor) buyuruldu. Dinimizde zarûret olduğu zamân, harâm işlemeye ve farzı terk etmeye ruhsat, izin verilmiştir yani azâb yapılmaz. Zarûret zamânında da, dînin emirlerini yapmaya azîmet denir. Bazan, azîmet olanı yapmak dahâ iyidir. Meselâ, ölüm ile korkutulan kimsenin, îmânını gizlememesi böyledir. Öldürülürse, şehîd olur. Bazan ruhsat olanı yapmak, dahâ iyi olur. Yolcunun oruç tutmaması böyledir. Yolcu, orucu tutarak hastalanır, ölürse günâha girer. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, emrettiği şeyleri yapmanızı sevdiği gibi, izin verdiği şeyleri yapmanızı da sever) buyuruldu. RUHSATLA AMEL ETMEK... Hadîkada buyuruluyor ki: "Bir kimsenin nefsi, kolaylıkları yapmak istemezse, bunun azîmetleri bırakıp, ruhsatla amel etmesi efdal olur. Fakat ruhsatla amel etmek, ruhsatları araştırmaya yol açmamalıdır. Çünkü nefse, şeytâna uyarak, mezheblerin kolay yerlerini araştırıp toplamak yani telfîk etmek harâmdır." Netice olarak, dinde zorluk yoktur demek, Allahü teâlâ kolay olan emirler bildirmiş, emretmiş demektir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri râhat, kolay ve keyfine göre değiştirsin demek değildir. Zira dinde ufak bir değişiklik yapmak, küfürdür, dinsizliktir.
.
Verdiğim rızkı yerken isyân ediyorsun!.."
19 Ekim 2008 01:00
İnsanın nefsi, Allahü teâlâya isyân ve can düşmanı olan şeytâna da itâat etmek istemektedir. Allahü teâlâya isyân edene fâsık, başkalarının isyan etmesine sebep olana da fâcir denir. Harâm işlediği bilinen fâsık sevilmez. Bid'ati yayanları ve zâlimleri sevmek, günâhtır. Hadîs-i şerîfte; (Fâsıkın fıskına mâni olmaya kudret varken, kimse mâni olmazsa, Allahü teâlâ, bunların hepsine, dünyâda ve âhirette azâb yapar) buyuruldu. Âdem aleyhisselâm, Allahü teâlâya; -Yâ Rabbî! Cehennem ehlinin ameli nedir? diye arz edince Allahü teâlâ; (Bana şirk koşmak ve gönderdiğim Peygamberlere inanmamak ve ilâhî kitâplarımda olan emir ve nehyimi tutmayıp, bana isyân etmektir) buyurmuştur. Bir gün Peygamber efendimize; -Yâ Resûlallah! Geçmiş ümmetlerden bir kısmına zelzele ile azâb yapıldı, toprak altında kaldılar. Halbuki bunların arasında sâlihler de vardı, diye arz edilence, Resûlullah efendimiz; -Evet, sâlihler de birlikte helâk oldular. Çünkü, Allaha isyân olunurken susmuşlar, onlardan ayrılmamışlardı, buyurmuştur. SALİHLERE YAPILAN AZAP!.. Allahü teâlâ, Yûşa aleyhisselâma vahyederek; (Kavminden kırk bin sâlih kimseye ve altmış bin fâsık kimseye azâb yapacağım!) buyurur. Yûşa aleyhisselâm; -Yâ Rabbî! Fâsıklar, azâbı hak etmiştir. Sâlihlere azâb yapmanın sebebi nedir? diye arz edince, cenâb-ı Hak; (Benim gadab ettiklerime, onlar gadab etmedi. Birlikte yediler, içtiler) buyurmuştur. İbrâhîm bin Edhem hazretleri, nasîhat isteyen kimseye buyurur ki: "Günâh yapacağın zamân, Allahü teâlânın gönderdiği rızkı yeme! Rızkını yiyip de, Ona isyân etmek, doğru olur mu? Ona âsî olmak istersen, Onun mülkünden çık! Mülkünde olup da, Ona isyân etmek, lâyık olur mu? Ona isyân etmek istersen, gördüğü yerde günâh yapma! Görmediği bir yerde yap! Onun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günâh yapmak, uygun değildir." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İyice düşünmeli ve anlamalıdır ki, herkese her ni'meti gönderen, yalnız Allahü teâlâdır. Hayâtımız, aklımız, ilmimiz, gücümüz, görmemiz, işitmemiz, söyleyebilmemiz, hep Ondandır. İnsanları güçlüklerden, sıkıntılardan kurtaran, duâları kabûl eden, dertleri, belâları gideren hep Odur. Rızıkları yaratan ve ulaştıran yalnız Odur. İhsânı o kadar boldur ki, günâh işleyenlerin rızkını kesmiyor. Günâhları örtmesi o kadar çoktur ki, emrini dinlemeyen, yasaklarından sakınmayan azgınları, herkese rezîl, rüsvâ etmiyor. Affı ve merhameti o kadar çoktur ki, cezâyı ve azâbı hak edenlere azâb vermekte acele etmiyor. Ni'metlerini, ihsânlarını, dostlarına ve düşmanlarına saçıyor. Kimseden bir şey esirgemiyor. Bütün ni'metlerinin en üstünü, en kıymetlisi olarak da, doğru yolu, saâdet ve kurtuluş yolunu gösteriyor. Yoldan sapmamak ve Cennete girmek için teşvîk buyuruyor. Cennetteki sonsuz ni'metlere, bitmez, tükenmez zevklere ve kendi rızâsına, sevgisine kavuşabilmemiz için, sevgili Peygamberine uymamızı emrediyor. Allahü teâlânın ni'metleri güneş gibi meydândadır. Başkalarından gelen iyilikler, yine Ondan gelmektedir. Bunun için, her yerden, herkesten gelen ni'metleri gönderen hep Odur. Ondan başkasından iyilik, ihsân beklemek, emânetçiden, emânet olarak bir şey istemeye benzer. İnsanın, bu ni'metleri gönderen Allahü teâlâya, gücü yettiği kadar şükretmesi, insanlık vazîfesidir. Aklın emrettiği bir vazîfe, bir borçtur." "AZA KANAAT ETMİYORSUN!.." Netice olarak herkes, kendi kusûrlarını görmeli, Allahü teâlâya karşı yaptığı kabâhatleri düşünmelidir. Allahü teâlânın, kendisine cezâ vermekte acele etmediğini, rızkını kesmediğini bilmeli ve isyânı terk etmelidir. Hadis-i kudsîde buyurulduğu gibi: (Ey insanoğlu, sanki ebedî kalacakmış gibi dünyalık yığmaya çalışıyorsun. Her gün ömrün eksiliyor, farkında değilsin. Aza kanâat edip hamdetmiyorsun. Çok istiyorsun, ne kadar çok versem yine doymuyorsun. Benden sana her gün yeni rızıklar gelirken, senden bana çirkin ameller geliyor. Ne tuhaftır ki, verdiğim rızkı yerken bana isyân ediyorsun.)
.
"Kalbinizdeki niyetlerinize bakarım"
20 Ekim 2008 01:00
Her işte iyi niyet yapmalı, kalb ile hâlis niyet etmedikçe, hiçbir ibâdete başlamamalıdır. Amel ve ibâdetler, hâlis niyet ile dürüst olur. Zira Resûlullah efendimiz; (İyi ameller ancak niyete bağlıdırlar) buyurmuştur. Bir kimse iyi bir amel işlemeye niyet etse, fakat o işi işlemek nasîb olmasa, o kimseye niyetinin sevâbı yazılır. Hadis-i şerifte; (Mü'minin niyeti, amelinden hayırlıdır) buyurulmuştur. İbni Nüceym hazretleri Eşbâh kitabında buyuruyor ki: "Bir ibâdette sevâb hâsıl olması için, bu ibâdetin sahîh olması şart değildir. Hâlis niyet edilmesi şarttır. Hâlis niyet ederek yapılan bir ibâdet, bilmeyerek fâsid olursa, sahîh olmaz. Fakat niyet edildiği için, çok sevâb hâsıl olur. Necis olduğunu bilmediği suyu, temiz zannederek, bununla abdest alıp kılınan namâzın şartı noksan olduğu için sahîh olmaz ise de, niyet mevcût olduğu için sevâb verilir. Şartlarına uygun olduğu için sahîh olan bir namâz, riyâ ile, gösteriş için kılınırsa, sevâb hâsıl olmaz." "AMELLER NİYETE GÖREDİR..." Günâhlar, niyetsiz veyâ iyi niyet ederek işlenirse, günâh olmaktan çıkmaz. (Ameller, niyete göre iyi veyâ kötü olur) hadîs-i şerîfi, tâatlara ve mubâhlara niyete göre sevâb verileceğini bildirmektedir. Bir kimse, birinin gönlünü almak için başkasını incitse veyâ başkasının malı ile sadaka verse, yâhut harâm para ile okul, câmi yaptırsa, bunlara sevâb verilmez. Zulüm, günâh, iyi niyet ile işlenirse, yine günâh olur. Böyle işleri yapmamak sevâbtır. Bütün ibâdetlerin kabûl olması için, Allahü teâlâ için yapılması ve böyle niyet edilmesi şarttır. İnsan, mubâh bir işe başlarken de, niyetine dikkat etmelidir. Niyeti iyi ise, o işi yapmalıdır. Niyeti, Allahü teâlâ için olmazsa, yapmamalıdır. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, sizin sûretlerinize, mallarınıza, bakmaz. Kalblerinize ve amellerinize bakar) buyuruldu. Allahü teâlâ, insanın yeni, temiz elbisesine, hayrât ve hasenâtına, malına, rütbesine bakarak sevâb ve ikrâm vermez. Bunları ne düşünce ve ne niyetle yaptığına bakarak, sevâb veyâ azâb verir. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Hayrlı işler yaparken niyetlerimizi düzeltmeliyiz. Kalblerimizi, dünyâya düşkün olmaktan kurtarmalıyız. Her uzvumuz İslâmiyete teslîm olmalıdır. Ayıplarımızı görüp, günâhlarımızın çokluğunu düşünüp, Allahü teâlânın intikâm almasından korkmalıyız. İyiliklerimizi az görmeli, günâhlarımız az olsa da, çok bilmeliyiz. Şöhret sâhibi olmaktan, insanlar arasında iyi tanınmaktan çok korkmalı, titremeliyiz. Peygamber efendimiz, (Din veyâ dünyâ işlerinde iyi tanınarak parmakla gösterilmek, bir kimseye zarar olarak yetişir. Bu zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kurtulabilir) buyurdu. İnsan, niyeti ve işleri, ne kadar hâlis ve iyi olsa da, kendini kusûrlu ve kabâhatli bilmelidir. Dîne yaptığı hizmetlere, İslâmiyeti kuvvetlendirmesine ve insanların doğru yola gelmelerine sebep olmasına güvenmemeli ve bunlarla övünmemelidir. Bu güzel işleri, kâfirler ve fâcirler de yapabilir. Resûlullah efendimiz, (Çok olur ki, Allahü teâlâ bu dînini fâcir kimse ile kuvvetlendirir) buyurdu." MÜ'MİNE ÖNCE LÂZIM OLAN ŞEY... Netice olarak, her mü'mine önce lâzım olan şey, îmânı, farzları, harâmları öğrenmektir. Bunlar öğrenilmedikçe, Müslümânlık olamaz, îmân elde tutulamaz, niyet, ahlâk düzeltilemez ve temizlenemez. Düzgün niyet edinilmedikçe de, hiçbir farz kabûl olmaz. Hadis-i kudsîde buyurulduğu gibi: (Ölüm, bütün gizli işlerinizi açığa çıkarır, kıyâmet onları ortaya kor. İşlediğiniz günahın küçüklüğüne değil, onu kime karşı işlediğinize bakın! Rızkınızın azlığına veya çokluğuna değil, onu veren Rabbinize bakın! Benim mekr-i gazabımdan emin olmayın! Hangi işiniz için kızacağımı bilemezsiniz. Ben sizin görünüşlerinize, servetlerinize değil, kalbinizdeki niyetlerinize ve buna uygun olan amellerinize bakarım.)
.
Başkası hakkında kötü düşünmek
26 Ekim 2008 01:00
İyi, sâlih insânları, kötü, haram işleyici yâni fâsık bilmeye, böyle zannetmeye, sû-i zan denir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (İnsan, üç şeyden kurtulamaz: Sû-i zan, tayere, hased. Sû-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allaha tevekkül ederek yapınız. Hased ettiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz!) Tayere, uğursuzluğa inanmaktır. Sû-i zan ise, bir kimseyi kötü zannetmektir. İyi, sâlih kimseleri haram işleyici yâni fâsık zannetmek, sû-i zan olur ki, haramdır. Günahı çok olan bir kimsenin, günâhlarının affolmayacağını zannetmesi de, Allahü teâlâya sû-i zan olur. Böyle düşünmek de günahtır. Bu sebeple, sû'i zan etmek yani iyi, sâlih kimseleri kötü bilmek gibi şeylerin harâm olduğunu, iyi ve kötü bütün huyları öğrenmek, her Müslümana farz-ı ayındır. Herhangi bir kimseyi, haram işlediğini öğrenerek, bilerek sevmemek, sû-i zan olmaz, buğd-i fillâh olur ki, sevâbdır. Kalbimiz temizdir diyerek harâmları, çirkin ve kötü şeyleri yapanları, açıkça günâh işleyerek Müslümânları aldatanları sevmemek, bunlara uymamak lâzımdır. Bunların fâsık olduklarını söylemek, sû-i zan olmaz. Kalbe gelen hâtıra, düşünce, sû-i zan olmaz. Zannetmek, yani kalbin o tarafa kayması, sû-i zan olur. Hucurât sûresinin 12. âyet-i kerimesinde meâlen; (Ey îmân edenler! Sû-i zan etmekten kendinizi koruyunuz! Zan etmenin bazısı günâhtır) buyurulmaktadır. Peygamber efendimiz de; (Sû-i zan etmeyiniz. Sû-i zan, yanlış karâr vermeye sebep olur. İnsanların gizli şeylerini araştırmayınız, kusûrlarını görmeyiniz, münâkaşa etmeyiniz, hased etmeyiniz, birbirinize düşmanlık etmeyiniz, birbirinizi çekiştirmeyiniz, kardeş gibi birbirinizi seviniz. Müslümân Müslümânın kardeşidir. Ona zulmetmez, yardım eder. Onu, kendinden aşağı görmez) buyurmuşlardır. Müslümân olduğunu söyleyen ve îmânın gitmesine sebep olan bir söz ve işte bulunmayan kimsenin bir sözünden veyâ işinden hem îmânı olduğu, hem de îmânsız olduğu anlaşılırsa, îmânı olduğunu anlamalı, dinden çıktı dememelidir. Fakat bir kimse, dini yıkmaya, gençlerin îmânını çalmaya uğraşır veyâ harâmlardan birinin iyi olduğunu söyleyerek bunun yayılması, herkesin yapması için uğraşırsa yâhut Allahü teâlânın emirlerinden birinin bile zararlı olduğunu söylerse, buna Müslüman denmez. Müslümânları aldatan böyle ikiyüzlüleri Müslümân sanmak, ahmaklık olur. Bir Müslümanın ayıbını görünce ona hüsn-i zan etmeli, hakkında kötü düşünmemeli, iyiye yormalı ve onu ıslâh etmelidir. Bir kimsenin, herhangi bir kimse hakkında, kalbine gelen kötü düşünce, sû-i zan olmaz. Zannetmek yani kalbin o tarafa kayması, sû-i zan olur. Sâlih veya fâsık olduğu bilinmeyen mü'mine hüsn-i zan etmelidir. Lokman Hakîm hazretleri, oğluna hitaben; "Ey oğul! Müslümanlar hakkında kötü düşünme. Sû-i zannı terk eyle. Zîrâ sû-i zan, seni hiç kimse ile dost yapmaz" buyurmuştur. Müslümânın hayırlı ve sâlih olduğuna inanmak, ibâdet olur. Bir Müslümâna sû-i zan ederek ona inanmamak, kötü huylu olmayı gösterir. İşitilen sözü, anlamaya çalışmalı, anlayamadığını sormalıdır. Söz sâhibine hemen sû-i zan etmemelidir. Şeytânın kalbe getirdiği vesveselerden en çok başardığı, sû-i zan vesvesesidir. Sû-i zan etmek harâmdır. Bir sözden iyi mânâ çıkarmaya imkân bulunamazsa, bunun hatâ ile, yanlışlıkla veyâ unutarak söylenebileceği düşünülmelidir. Ahmed bin Yahyâ el-Celâ hazretleri; "Bir kimse gözümün önünde bir hatâ işledikten sonra kaybolup gitse, onun tövbe ettiğine inanır, hakkında sû-i zanda bulunmam" buyurmuştur. Netice olarak, iyi, sâlih kimseler hakkında kötü düşünmek, onları fâsık bilmek, sû-i zan olur ki haramdır, günahtır. İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretlerinin buyurduğu gibi: "Müslüman kardeşinizden mânâsını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kâbil olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayınız."
.
"İhtiyâcınız kadar itâat edin!"
27 Ekim 2008 01:00
İnsân, çok şeye muhtâç olan âciz bir varlıktır. Hiç yok iken, önce bir şey yapamayan, hareket edemeyen bebek oldu. Büyüyünce de, her an hasta olmak, ölmek korkusundadır. Nihâyet ölecek, çürüyecek, toprağa karışacak, hayvânlara, böceklere gıdâ olacaktır. İdâm odasına sokulmuş olup, idâm olunacağı zamânı bekleyen kimsenin, ölüm odasında çektiği sıkıntılar gibi dünyâ zindanında, her an ne zamân azâba götürüleceğini beklemektedir. Ölecek, böceklere yem olacak, kabir azâbı, sonra diriltilip kıyâmet sıkıntıları çekecek ve yaptıklarının hesabını verecektir. Cehennemde sonsuz yanmak korkusu içinde yaşayan bir kimseye, kendini beğenmek, her şeye tepeden bakmak mı yoksa haddini bilip alçak gönüllü olmak mı yaraşır? İnsanların yaratıcısı, yetiştiricisi, her an tehlikelerden koruyucusu ve sonsuz kudret sahibi olan Allahü teâlâ; (Tekebbür edenleri sevmem, tevâzu edenleri severim) buyurmaktadır. AKILLI KİMSE KİBİRLENMEZ!.. Âciz, elinden hiçbir şey gelmeyen bir insana, kibirlenmek mi yoksa tevâzu etmek mi yakışır? Aklı başında olan, kendini ve Rabbini tanıyan kimse, hiç kibirlenebilir mi? İnsan, aşağılığını, âcizliğini, Rabbine karşı her an izhâr etmek mecbûriyetindedir. Bunun için, her an, her yerde aczini göstermesi, tevâzu üzere bulunması, ibâdetlerini yapması lâzımdır. İnsan, âcizliğini, muhtaç olduğunu idrâk ederek, yaratanına itâat etmeli, Onun emrettiği sebeplere yapışarak her işini Allahü teâlâya havâle etmeli, Ona güvenmelidir. Sebeplerin tesîr etmesini de, Allahü teâlâdan bilmeli ve beklemelidir. Bunun için, hiçbir ibâdeti kaçırmamalı ve geciktirmemelidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (İnsan, ihtiyâçlarını, Allahü teâlâya havâle ederse, ihtiyâçlarını ve bunları meydana getirecek sebepleri ihsân eder.) Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "İhtiyâçlardan kurtulmanın ilâcı, muhtâç olduğun şeyi terk etmektir. Her ihtiyâcını ve bunları hâsıl edecek sebebi Allahü teâlâdan beklemelidir" buyurmuştur. Allahü teâlâya hakkı ile itâat eden ve güvenen kimseye, herkes merhamet ve hizmet eder. Yahyâ bin Mu'âz Râzî hazretleri; "Herkes seni, Allahını sevdiğin kadar sever. Allahdan korktuğun kadar, senden korkarlar. Allaha itâat ettiğin kadar, sana itâat ederler. Allahü teâlâya hizmet ettiğin kadar, sana hizmet ederler. Hülâsa, her işin, Onun için olsun! Yoksa, hiçbir işinin faydası olmaz. Hep kendini düşünme! Allahü teâlâdan başka, kimseye güvenme!" buyurmuştur. Ebû Muhammed Râşî hazretleri buyuruyor ki: "Kendin ile Allahü teâlâ arasında en büyük perde, hep kendi menfeâtini düşünmek ve kendin gibi, bir âcize güvenmektir. Sofîlik, istediğin her yere gidebilmek, bulutların gölgesinde râhat etmek ve herkesten hürmet görmek değildir. Her hâlinde, Allahü teâlâya güvenmektir." TATLI DİL, GÜLER YÜZ... Müslüman, herkesle, dâimâ tatlı sözlü, güler yüzlü olmalı, onlarla zarûret kadar, haklarını ödeyecek kadar görüşmeli, onların arasında bulunmak, Allahü teâlâyı unutacak kadar olmamalıdır. Makam ve servet sâhipleri ile çok görüşmemeli, her hâlinde, sünnete uymaya ve bid'atten sakınmaya çalışmalıdır. Sıkıntılı zamânlarda, Allahü teâlâdan ümit kesmemeli ve üzülmemelidir. Çünkü İnşirâh sûresinin 5. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Her sıkıntıdan sonra, ferahlık, kolaylık vardır) buyurulmaktadır. Netice olarak insan, her bakımdan muhtâç olarak yaratılan bir varlıktır ve muhtâç olmadığı bir ânı da yoktur. Bu sebeple insanın; her zaman Allahü teâlâya itâat hâlinde olması lâzımdır. Hadis-i kudsîde buyurulduğu gibi: (Bana olan ihtiyâcınız kadar bana itâat edin! Cehenneme dayanabileceğiniz kadar günah işleyin! Îmânınızı düzeltin! Dîninizi düzeltirseniz ölümünüz de güzel olur.)
.
Hâdiselerin değişmesi ile...
2 Kasım 2008 01:00
Allahü teâlâ, bütün kullarından îmân etmelerini ve kötü huylarını terk edip, güzel huylarla hâllenmelerini istemektedir. İslâmiyyet de, güzel ahlâk demektir. Îmân nimeti ile şereflenenlerin, kötü huylarını tedâvi edip güzel huylarla hâllenmesi lâzımdır. Güzel huylardan birisi de secâattir ki, yiğitlik, bahadırlık, cesâret, kahramanlık anlamlarına gelmektedir. Muhammed Hâdimî hazretleri; "Şecâatin temeli, Allahü teâlânın takdîrine râzı olmak, O'na tevekkül etmek, O'na güvenmektir. Şecâat sâhibi olan, dertlere, belâlara göğüs gerer, dayanır, sabreder" buyurmuştur. Şecâatten birçok güzel huy meydana gelmektedir. Bunlardan birisi de, ağır başlı olmak, övülmekten hoşlanmamak, kötülenmekten üzülmemek, fakîrle zenginleri müsâvî tutmak, tatlıyı, acıyı ayırdetmemek, hâdiselerin değişmesi ile değişmemek, hâlini korumak ve korkulu, sıkıntılı hâller karşısında çalışmasında gevşeklik olmamaktır. Peygamber efendimiz, dünyânın geçici ve aldatıcı güzelliklerine hiç bakmazdı. Peygamberliğini bildirmeye başladığı zamânlarda, Kureyşin ileri gelenleri, yanına gelip; "BU İŞTEN VAZGEÇ" DEDİLER!.. "Sana istediğin kadar mal verelim. İstediğin kızı verelim. İstediğin yere başkan yapalım. Bu işten vazgeç!" dedikleri hâlde, yüzlerine bile bakmadı. Fakîrlere ve kimsesizlere karşı merhametli, mütevâzı, mal ve mülk sâhiplerine karşı ise, ağırbaşlı ve ciddî idi. Uhud, Hendek, ve Huneyn gazalarında en ümitsiz muhârebelerin en korkunç zamânlarında bile, hiç geri dönmedi. Allahü teâlânın koruyacağına, Mâide sûresinin 70. âyet-i kerîmesinde meâlen buyurulan; (Allahü teâlâ, seni insanların zararlarından korur!) va'dine tam inanmıştı. Hâllerin, şartların değişmesi, Onun güzel ahlâkında, herkese karşı olan davranışlarında, ufak bir değişme yapmamıştır. Muhammed Ma'sûm hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki: "Her hâlinde, sünnete uymaya ve bid'atten sakınmaya çalış! Sıkıntılı zamânlarında, Allahtan ümidini kesme, hiç üzülme! İnşirâh sûresinin 5. âyetinde meâlen; (Her sıkıntıdan sonra, ferahlık, kolaylık vardır) buyuruldu. Sıkıntılı ve ferahlık zamânında, hâlinde bir değişiklik olmasın! Varlık ve yokluk zamânları, hâlini değiştirmesin. Hattâ, yokluk zamânında neşen, varlıkta da sıkıntın artsın! Kendini, üzerinde hakkı olanların esîri bilmelidir. Selef-i sâlihînin hâllerini her vakit okumalı ve garîpleri, fakîrleri ziyâret etmelidir. Hiç kimseyi gıybet etmemeli, çekiştirmemeli, gıybet yapana mâni olmalıdır. Emr-i ma'rûfu ve nehy-i münkeri yanî nasîhati elden kaçırmamalıdır. Fakîrlere, dine hizmet edenlere, mal ile yardım etmelidir. Hayır, hasenât yapmalıdır. Günâh işlemekten sakınmalıdır. Fakîrlikten korkarak, hasîslik, cimrilik yapmamalıdır. Bekara sûresinin 268. âyetinde meâlen; (Şeytân, sizi fakîrlikle korkutur ve fuhuş işlemeye sürükler) buyuruldu. Fakîr olunca üzülmemelidir ki, Allahü teâlâ, servet de ihsân eder. Hakîkî servet, âhirette râhat etmektir. Dünyâ sıkıntıları, âhiret râhatlığına sebeb olur. Hadîs-i şerîfte; (Çoluk çocuğu çok ve rızkı az olup, namâzlarını, şartlarına uygun olarak kılan ve Müslümânları gıybet etmeyen, Kıyâmette benimle birlikte haşrolunacaktır) buyuruldu." NEŞELİ VE SIKINTILI ANLARDA Netice olarak, neşeli zamânlarda, İslâmiyyetin dışına taşmamalı, sıkıntılı anlarda, Allahü teâlâdan ümidi kesmemelidir. Her güçlük yanında kolaylık bulunduğunu unutmamalıdır. Neşede ve sıkıntıda hâli değişmemeli, varlıkta ve yoklukta aynı hâlde olmalıdır. Hattâ, yokluktan râhatlık duymalı, varlıkta sıkılmalıdır. Olayların değişmesi, insanda değişiklik yapmamalıdır. Ebû Saîd-i Arâbî hazretlerinin bir suâl üzerine buyurduğu gibi: "Fakîrlik zamânında sâkin olurlar. Servet zamânında sıkıntılı olurlar ve râhatlık zamânında sıkıntı ararlar. Hâdiselerin değişmesi, ahlâklarını değiştirmez. Başkalarının ayıplarına bakmazlar. Dâimâ, kendi ayıplarını, kusûrlarını görürler. Kendilerini hiçbir Müslümândan üstün bilmezler. Hepsini kendinden üstün görürler
.
Affetmek, gadabı, intikamı temizler
3 Kasım 2008 01:00
İnsanın yaratılışında, hayvânî rûhun arzûları bulunmaktadır. Bu sebeple insan, malı, parayı sever ve kendisinde gadab, intikam, kibir gibi sıfatlar görünmeye başlar. Peygamber efendimiz; (Sadaka vermekle mâl azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah rızâsı için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir) buyurmuştur. Hadîs-i şerîfte bildirilen sadaka, farz olan sadaka yani zekât demektir. Tevâzu edenin tâatlarına, ibâdetlerine, dahâ çok sevâb verilir ve günâhları, dahâ çabuk affolunur. Bu hadîs-i şerîf, kötü huyların ilâcını bildirmekte ve sadakayı, zekâtı emretmektedir. Affetmek de, gadabı, intikamı temizlemektedir. Hadîs-i şerîfte, affetmek, şartsız olarak bildiriliyor. Mutlak olan emir, bir şarta bağlanmaz, umûmîdir, birkaç şeye mahsûs değildir. Hakkını almak mümkün değilse de, affetmek iyidir. Mümkün ise, dahâ iyidir. Çünkü, hakkını geri almaya kudreti varken affetmek, nefse dahâ güç gelir. İNSANLIĞIN EN YÜKSEK DERECESİ Zulmedeni affetmek, hilmin, merhametin ve şecâatin en üstün derecesidir. Kendisine iyilik etmeyene hediyye vermek de, ihsânın en üstün derecesidir. Kötülük edene ihsânda bulunmak, insanlığın en yüksek derecesidir. Bu sıfatlar, düşmanı dost yapar. Îsâ aleyhisselâm; (Diş kıranın dişi kırılır. Burnu, kulağı kesenin, burnu kulağı kesilir demiştim. Şimdi ise, kötülük yapana karşı, kötülük yapmayınız. Sağ yanağınıza vurana sol yanağınızı çeviriniz diyorum) buyurmuştur. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri de; "Kötülük edene iyilik yapan kimse, nimetlerin şükrünü yapmış olur. İyilik edene kötülük yapan kimse, küfrân-ı ni'met etmiş olur" buyurmaktadır. Kendini beğenen, nefsinin esiri olan kimse, iyilik yapamaz, teşekkür edemez ve kötülük edenleri de affedemez. Ebû Bekir Vâsıtî hazretleri buyuruyor ki: "Yüzünü nefsine döndüren, sırtını dîne döndürmüş olur. Yüzünü dîne döndüren sırtını nefsine döndürmüş olur. Nefsinin istediği işlere değil, nefse aykırı olan işlere gönül ver." Hakkını alandan, yalnız hakkını geri almak, fazlasını almamak, intisâr olur. Affetmek, bazan zâlimlere karşı aczi gösterebilir, zulmün artmasına sebep olabilir. İntisâr, her zamân zulmün azalmasına, hattâ yok olmasına sebep olur. Böyle zamânlarda, intisâr etmek, affetmekten dahâ efdal, dahâ sevâb olur. Hakkından fazlasını geri almak, zulüm olur. Zulmedenlere azâb yapılacağı bildirilmiştir. Zâlimi affeden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Zâlimden hakkı kadar geri almak, adâlet olur. Gayr-i müslimlere karşı adâlet yapılır. Fakat gücü yettiği hâlde affetmek, güzel ahlâktır. Resûlullah efendimiz, bir kimsenin zâlime bedduâ ettiğini görünce; (İntisâr eyledin!) buyurdu. Affeyleseydi, dahâ iyi olurdu. Hadîs-i şerîfte; (Üç şey kendisinde bulunan kimse, Cennete dilediği kapıdan girecektir: Kul hakkını ödeyen, her namâzdan sonra onbir defa ihlâs sûresini okuyan, kâtilini affederek ölen) buyurulmuştur. Zülkarneyn aleyhisselâm hakkında Peygamber değildi, diyen âlimler buyurdular ki: "Zülkarneyn aleyhisselâm peygamber değildi ama ona Peygamberlerde bulunan sıfatlardan dördü verilmişti. Bunlar, gücü var iken affederdi. Vâdettiğini yapardı. Hep doğru söylerdi. Rızkını bir gün evvelden hâzırlamazdı." HİÇ KİMSEYİ İNCİTMEMELİ Netice olarak, Müslümânların ayıplarını örtmeli, gizli günâhlarını yaymamalı ve kusûrlarını affetmelidir. Çünkü affetmek, çok sevâbtır. Zulmün çokluğu kadar affın sevâbı da çok olur. Küçüklere, emri altında bulunanlara, fakîrlere merhamet etmelidir. Kusûrlarını yüzlerine vurmamalıdır. Hiç kimseyi incitmemeli, dînine, malına, canına, şerefine, nâmûsuna saldırmamalıdır. İyi, kötü, herkese, güler yüz göstermeli. Fitne çıkarmamalı, düşman kazanmamalıdır. Af dileyenleri affetmelidir. Herkese karşı iyi huylu olmalıdır. Kimsenin sözüne karşı gelmemeli. Münâkaşa etmemelidir. Ebû Abdullah Ahmed Makkarî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Fütüvvet demek, gücendiğin kimseye iyilik etmek, sevmediğine ihsânda bulunmak ve sıkıldığın kimseye güler yüzlü olmaktır."
Ölmek, yok olmak değildir
9 Kasım 2008 01:00
Ölmek, rûhun bedene olan bağlılığının sona ermesi, bedenden ayrılması, insanın bir hâlden başka bir hâle dönmesi, bir evden, başka bir eve göç etmesidir. Ömer bin Abdül'azîz hazretleri; "Sizler, ancak ebediyyet, sonsuzluk için yaratıltınız! Lâkin bir evden, bir eve göç edersiniz!" buyurmuştur. Ölmek, yok olmak olsa idi, rûhun bütün duygularının yok olması gerekirdi. Hazret-i Âişe'nin bildirdiği hadis-i şerifte; (Bir kimse mü'min kardeşinin kabrini ziyâret eder ve kabir yanında oturursa ve selâm verirse, meyyit onu tanır ve selâmına cevâp verir) buyurulmuştur. Kabir azâbı, rûha ve cesede birlikte olmaktadır. Çünkü, küfrü ve günâhları rûh ve beden birlikte yapmaktadır. Yalnız rûha azâb yapılması, ilâhî adâlete uygun değildir. Beden kabirde çürüyüp yok olmakta görülüyor ise de, Allahü teâlânın ilminde vardır. Eshâb-ı kirâmdan birçoğu, ölülerin rûhlarına bedenleri ile birlikte azâb yapıldığını görmüş ve haber vermişlerdir. Peygamber efendimiz; (Eğer, gizli tutabilseydiniz, kabir azâbını, benim işittiğim gibi, size de işittirmesi için, duâ ederdim) buyurmuştur. KIYAMET HAYATI BAŞLAYACAK Kıyâmet günü, bu beden tekrâr var olacaktır. Dünyâda yükselmeye başlayan bir rûh, bedenden ayrılınca, kıyâmete kadar, her ân, yükselmeye devâm eder. Cennette beden, sonsuz kalabilecek özellikte var olacaktır. Rûh, bu ceset ile birleşerek kıyâmet hayâtı başlayacaktır. Cennette, bedenin ve rûhun ayrı ayrı ni'metleri, lezzetleri olacaktır. Yüksek olanlar, Cennette de rûhun lezzetlerine ehemmiyyet vereceklerdir. Rûhun lezzeti, bedenin lezzetlerinden kat kat fazla olacaktır. Rûhun lezzetlerinin en tatlısı, en yükseği de, Allahü teâlâyı görmektir. Cennet lezzetleri, dünyâ lezzetleri gibi değildir. Hattâ, dünyâ lezzetlerine hiç benzemezler. Allahü teâlâ, Cennetteki lezzetleri, dünyâda işiterek anlayabilmemiz için, dünyâda onlara benzeyen lezzetler yaratmıştır. Böylece, o lezzetlere kavuşmak için çalışmamızı emretmiştir. Cennet lezzetlerinin tadını alabilmek için, önce acı, sıkıntı çekmek lâzım değildir. Çünkü, Cennetteki bedenin yapısı, dünyâdaki gibi değildir. Dünyâdaki beden, yok olacak bir hâlde yaratıldı. Yaklaşık olarak yüz sene dayanacak kadar sağlamdır. Cennetteki beden ise, sonsuz kalacak, hiç yıpranmayacak sağlamlıktadır. Aralarındaki benzerlik, insan ile, aynadaki hayâli arasındaki benzerlik gibidir. İnsan aklı, kıyâmetteki varlıkları anlayamaz. Akıl, his organları ile duyulanları ve bunlara benzeyenleri anlayabilir. Cennet ni'metlerini, lezzetlerini, dünyâdakilere benzetmek, onlar üzerinde mantık, fikir yürütmek insanı, çürük, yanlış netîcelere götürür. RUH BEDENDEN AYRILINCA... İnsan ölünce, rûhu bedenden ayrılır. İnsanın dünyâda iken yaptığı iyi işleri, îmânı ve güzel ahlâkı, nûrlar, ışıklar, bostanlar, çiçekler, köşkler, inciler şeklini alırlar. Câhilliği, sapıklığı, kötü huyları da, ateşler, karanlıklar, akrepler, yılanlar şeklinde görünürler. Îmânlı ve iyi huylu rûh, ni'metleri Cennetlere kendi götürmektedir. Kâfir ve fâsık rûhlar da, ateşleri, azâbları, kendisi birlikte götürür. Rûh, bu cisim âleminde kaldıkça, yüklendiği bu şeyleri anlayamaz. Bedene bağlılığı ve cisim âlemine dalmış olması, onları anlamasına mâni olur. Rûh, bedenden ayrılınca, bu engeller kalmaz. O zamân, kendinde bulunan iyi ve kötü yükleri, onlara uygun şekillerde görmeye başlar. İnsanın dünyâdaki hâli, bir sarhoşa benzer. Ölmek, serhoşun ayılması demektir. Sarhoşun yanına sevdiği kimseler toplanır, sevdiği hediyeler gelirse, yâhut, koynuna akrepler, yılanlar girerse, hiçbirini duymaz. Ayılınca, bunları görür, anlar. Rûh da, bedenden ayrılınca, dünyâda yaptıklarını, bu şekilde görür. Peygamber efendimiz; (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyurmuştur. Netice olarak ölmek, yok olmak değil, varlığı bozmayan bir iş, kısacası dünyâ hayâtından ayrılmak demektir. Ölüm, mü'min için ni'met, günâhı olanlara ise musîbettir. Ölmek değil, öldükten sonra başa gelecekleri bilmemek felâkettir.
.
Mahlukların en üstünü
10 Kasım 2008 01:00
Bütün cisimler madde olmaları bakımından birbirlerinden farksızdır. İnsan ve hayvân da, bu bakımdan, cansızlarla eşittir. Her cisim, atomdan ve belli miktârda atomun birleşmesi ile de molekül meydâna gelir. Bütün cansız cisimler uygun bir şekilde birleşerek ve karışarak canlı mahlûkların yapı taşı olan hücre, hücreler karışarak, doku meydâna gelir. Çeşitli cinsten dokular karışınca organlar, organların bir araya gelmesinden de sistemler olur. Hücre, doku, organ ve sistem topluluğu da, bir bitki veyâ hayvan yâhut insan meydâna getirmektedir. Bütün yaratılanlar; cansızlar, bitkiler ve hayvâlar olmak üzere üçe ayrılır. Her cinsin çeşitleri arasında üstünlük sırası vardır. Bir cinsin en üstün çeşidi, dahâ üstün olan cinsin en aşağı çeşidine yakın özellikler gösterir. Meselâ mercan, cansızlardan taşa benzer. Fakat, canlılar gibi ürer, büyür. Hurma ağacı da, hayvan gibi his ve hareket etmektedir. Hurma ağaçlarından bir kısmı erkek, bir kısmı dişidir. Bütün bitkiler de böyledir. Fakat, hurma ağacında, hayvânlar gibi görünmektedir. Hadîs-i şerîfte; (Halanız olan hurma ağacına saygı gösteriniz! Çünkü, ilk hurma ağacı, Âdem aleyhisselâmın çamuru artıklarından yaratıldı) buyuruldu. MÜDAFAA ORGANLARI FARKLIDIR!.. Her mahlukta, başka başka müdâfaa organları vardır. Kimisine ok, kimisine diş, kimisine pençe, kimisine boynuz, kimisine kanat, kimisine sürat, tilki gibi olanlara da hile verilmiştir. Yaşamaları için, insan aklını şaşırtan şeyler ilhâm olunmuştur. Bal arısı mühendis gibi, altı köşe petek yapar. Silindir yapsaydı aralarında boşluk kalırdı. Hayvânların insana en yakın olanları, at, maymun, fil ve kuşlardan papağandır. Darwin, hayvânların en üstününün maymûn olduğunu bildirmiştir. Bazıları, Darwin'in; "Hayvanların birbirine döndüğünü, yüksele yüksele, sonunda insan olduğunu" yazıyor diyorlar. Bunu ileri sürerek, Âdem aleyhisselâmın topraktan yaratıldığını inkâr ediyorlar. Hâlbuki Darwin, kitâbında; "Yaratılışlarında bir tekâmül, bir üstünlük sırası vardır" diyor. Aşağı derecedekilerin üstündekilere gıdâ, yem olduklarını yazıyor. İslâm âlimleri bunu dahâ önce anlamışlar ve bildirmişlerdir. Hayvânların üstünde, insan çeşidinin en aşağısı gelir. İnsanların en üstünü, orta iklimlerde, yanî 23 derece ile 66 derece arz dâireleri arasında, şehirlerde yaşayanlardır. Yaratılış bakımından olan bu üstünlük farklarından başka, insanlar arasında, çalışarak maddede ve ahlâkta yükselmek farkları da vardır. Bazı insanlar, zekâları ile çalışarak birçok âlet yapmış, bazıları ise, bununla birlikte, akıl ilimlerinde, fende, teknikte ilerlemişlerdir. En üstünlerine gelince, bunlar teknikte, ilimde, fende yükselmekle birlikte, ahlâkta da ilerlemiş, evliyâlık ve Allahü teâlâya yakınlık denen, insanlığın en yüksek derecesine varmışlardır. Bunların en yükseği Peygamberlerdir. Bunlar, Cebrâîl aleyhisselâm denilen bir melek ile, Allahü teâlâdan emir ve haber almakla şereflenmişlerdir. Peygamberler, kendilerine gelen Vahiyleri insanlara bildirmişler, insanlara yükselme yolunu göstermişlerdir. İnsanların yükselerek vardıkları dereceler, meleklerin derecesinden dahâ yukarıdır. YÜKSELENLER VE ALÇALANLAR... İnsanların dereceleri, bütün mahlûkların tam ortasındadır. İslâmiyyete uyanlar, yükselirler, meleklerden üstün olurlar. Nefislerine ve kötü arkadaşlara uyarak, İslâmiyyetten uzaklaşanlar, alçalırlar. İnsan, rûhu tarafından meleklere, bedeni bakımından hayvânlara benzemektedir. Rûh tarafını kuvvetlendiren, meleklerden üstün olur. Netice olarak, bir kimse, bedenini kayırır, nefsini kuvvetlendirirse, hayvânlardan aşağı olur. Allahü teâlâ, A'râf sûresinin 178. ve Furkan sûresinin 44. âyetlerinde meâlen; (Hattâ onlar, hayvânlardan dahâ aşağıdırlar) buyurarak, böyle kimselerin kötülüklerini bildirmektedir. Çünkü, hayvânların aklı ve meleklere benzeyen rûhları yoktur. İnsanlara akıl ışığı verilmiş olduğundan, nefislerine uymaları, doğru yoldan sapmaları çok çirkin olur.
.
Peygamberin ümmetini sevmesi
16 Kasım 2008 01:00
Bir baba oğlunu sevdiği gibi, bir Peygamber de ümmetini, babanın evlâdını sevmesinden daha çok sever, kayırır ve korur. Babanın oğluna olan sevgisi, görünür, tutulur bir şey değildir. Ancak babanın bu sevgisi, oğluna karşı olan muâmelesinden, hâllerinden, sözlerinden anlaşılır. Aklı başında olan insâflı bir kimse de, Resûlullah efendimizin sözlerine dikkat ederse, insanları irşâd için uğraşmalarını, herkesin hakkını korumaktaki titizliğini, güzel ahlâkı yerleştirmek için merhamet ve şefkatle çalışmalarını bildiren haberleri incelerse, Onun ümmetine olan merhametinin, sevgisinin, babanın oğluna olandan kat kat daha fazla olduğunu açıkça görür ve iyi anlar. Peygamber efendimiz, ümmetine o kadar şefkatli, o kadar merhametlidir ki, ana-babanın evlattan, evladın ana-babadan kaçacağı mahşer gününde, ümmetine sahip çıkacak ve şefâatleri ile onları ateşten kurtaracaktır. Nitekim Resûlullah efendimiz; (Ümmetimin büyük günâhı olanlarına şefâat edeceğim) buyurmuştur. "RABBİMİZİN GAZABINI SÖNDÜRMEK İÇİN!.." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "Rabbimizin gazabını, intikâmını söndürmek için Lâ ilâhe illallah güzel kelimesinden dahâ faydalı bir şey yoktur. Bu güzel kelime, Cehenneme götüren gazabı söndürünce, dahâ küçük olan başka gazablarını elbette söndürür. Bu güzel kelimeye inanarak, kalbinde zerre kadar îmân hâsıl eden kimse, kâfirlerin âdetlerini ve şirk pisliklerini yaparsa, bu güzel kelimenin şefâati sâyesinde Cehennemden çıkarılır. Bunun gibi, bu ümmetin büyük günâhlarına şefâat edip azâbdan kurtaracak en kuvvetli yardımcı, Muhammed aleyhisselâmdır. Bu güzel kelime ve Peygamberlerin sonuncusu gibi bir şefâatci olmasaydı, bu ümmetin günâhları, kendilerini helâk ederdi. Bu ümmetin günâhları çoktur, Allahü teâlânın da mağfireti sonsuzdur. Allahü teâlâ, bu ümmete af ve mağfiretini o kadar saçacak ki, geçmiş ümmetlerden hiçbirine böyle merhamet ettiği bilinmiyor. Doksandokuz rahmetini, sanki bu günâhkâr ümmet için ayırmıştır. İkrâm, ihsân, kabâhatliler, günâhlılar içindir. Kusûr ve kabâhati çok olan bu ümmet kadar af ve mağfirete uğrayacak hiçbir şey yoktur. Bunun için, bu ümmet, ümmetlerin en hayırlısı oldu. Bunların şefâat edicisi olan bu güzel kelime, kelimelerin en kıymetlisi oldu. Bunların şefâatcileri olan Peygamberleri, Peygamberlerin en üstünü oldu. Bütün insanlığın seyyidi, en üstünü olan, böyle bir Peygambere inanan, Onun yolunda giden kimse, elbette ümmetlerin en iyisi olur. Âl-i İmrân sûresinin, (Siz ümmetlerin, din sâhiplerinin en hayırlısı, en iyisisiniz!) meâlindeki 110. âyeti bunlara müjdedir. Ona inanmayan, insanların en kötüsüdür. Onun dînine inanan, Ona ümmet olanın, az bir iyiliğine kat kat sevâb verilir. Kıyâmet günü, kurtulanlardan olmak istiyorsanız, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği iyi işleri yapınız! Reûlullah efendimizin yoluna sarılınız! Siz, Muhammed aleyhisselâmın ümmetisiniz. Ümmetlerin en iyisi olan ümmettensiniz. Ömrünüzü oyun ve eğlence ile ziyân etmeyiniz!.." "RAZI OLUNCAYA KADAR... Kur'ân-ı kerîmde, Peygamber efendimize hitaben, Duhâ sûresinin 5. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Sana, râzı oluncaya kadar, her dilediğini vereceğim) buyurulmaktadır. Bu âyet-i kerîmede Allahü teâlâ, Peygamber efendimize bütün ilimleri, bütün üstünlükleri, düşmânlarına karşı zaferler ve kıyâmet gününde her türlü şefâati ihsân edeceğini vadetmektedir. Bu âyet-i kerîme nâzil olduğu zamân, Peygamber efendimiz, Cebrâîl aleyhisselâma bakarak; (Ümmetimden birinin Cehennemde kalmasına râzı olmam) buyurmuştur. Netice olarak Peygamber efendimiz, ümmetine, bir babanın evladına olan merhametinden daha çok şefkatli, merhametli olduğu için, onların bütün sıkıntılarına katlanmış, dünyada ve âhirette rahat etmeleri için lâzım olan emir ve yasakları tebliğ etmiştir. Âhırette de şefâat ederek imdatlarına yetişecektir. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Allahü teâlânın rahmeti, benim ümmetim içindir. Bunlara âhirette azâb yoktur.)
.
Medenî olmak demek...
17 Kasım 2008 01:00
İnsan medenî olarak yaratılmıştır. Hayvanlar ise medenî olarak yaratılmamış ve birlikte yaşamaya mecbûr değildirler. İnsan, nâzik, zayıf yaratıldığı için, yiyeceklerini pişirmeden yiyemez, elbisesiz dışarı çıkamaz, soğuktan, sıcaktan kendini koruyamaz. Bu sebeple, gıdâ, elbise ve barınacağı binâları hazırlaması lâzımdır. Yâni bilgiye, sanata ihtiyâcı vardır. Bunun için de araştırması, düşünmesi, incelemesi ve çalışması lâzımdır. İnsanlar, varlıklarını, haklarını ve ihtiyâçlarını koruyabilmek için, toplu yani medenî olarak yaşamak zorundadırlar. Medeniyet; tâmir-i bilâd ve terfih-i ibâd diye tarif edilmiştir. Yâni beldeleri îmâr etmek, binâlar, fabrikalar yaparak, memleketleri kalkındırmak, fenni ve her çeşit gelirleri milletlerin hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir. Bütün insanları rûh, düşünce ve beden bakımlarından râhat yaşatmaktır. İLİM VE FEN, VASITADIR... Medeniyet, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlim ve fen, medeniyet için, bir âlet bir vasıtadır. İlimde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden medenî demek, yanlış olur. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, atom cihazlarının çok olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti ve medenî olmayı göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücâhit sanmaya benzer. Harp edebilmek için en yeni harp vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır, fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir. İslâmiyet; medenî insan ve medeniyet sâhibi toplum olabilmek için, îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayâtında uyulması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar; Allahü teâlânın bildirdikleri, Peygamber efendimizin öğrettikleri ve İslâm âlimlerinin açıklayıp kitaplarına yazdıkları bilgilerdir. İnsanlığın bunaldığı her şeyin, çözüm ve çâresi, İslâmiyetin içinde mevcuttur. Güzel ahlâk sâhibi olan ve zamânının fen bilgilerinde yükselmiş olan millete, medenî denir. Fende ilerlemiş fakat ahlâkı bozuk olanlara zâlim, diktatör denir. Fende, sanatta geri ve ahlâkı bozuk olanlara ise, vahşî denir. Allahü teâlâya îmân, maddî meselelerde âciz kalan insanlara ümît ve çalışma azmi verecek unsurdur. Ekonomik ve teknik ilerlemelerin faydalı olabilmesi için, mânevî kuvvete ihtiyaç vardır. Din ve fen, insanlara çok lüzûmlu, çok faydalı olan iki yardımcıdır. Fen bilgileri, râhat, huzûr ve medeniyet için lâzım olan vâsıtaları, sebepleri hâzırlar. Din bilgileri de, fennin hâzırladığı âletlerin, râhat, huzûr ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Eğer İslâm dîni olmasaydı, insanlık bugünkü medeniyet derecesine, ilim ve fende bugünkü seviyesine erişemezdi. Allahü teâlâ, herkesi kendi başına bıraksaydı, kötülükten, karışıklıktan başka bir şey olmazdı. Allahü teâlânın harâm etmesi olmasaydı, nefisleri, keyifleri peşinde koşanlar, başkalarının mallarına, cânlarına, ırzlarına saldırır, fenâlıklar, karışıklıklar hâsıl olur, saldıran da, karşısındakiler de, zarar görür, helâk olurlardı. Memleketlerin mâmûrluğu, insanların râhatı, yani medeniyet olmaz, insanlık, canavarlık şeklini alırdı. HUZURLU YAŞAMAK İÇİN... Netice olarak; fennin, sanâtın ve güzel ahlâkın birlikte olmasına medeniyet denir. Medenî insan, fen ve sanâtı, insanların hizmetinde kullanır. Zâlimler ise, insanlara işkence yapmakta kullanır. Büyük sanâyi kurup, elektronik makineler ve atom gücü ile çalışan fabrikalar yapıp, bunların arkasında, fuhşu, kadını eğlence vâsıtası şekline sokmayı, yalan ve hîle ile insanları sömürmeyi, işçinin sırtından geçinmeyi, her çeşit hayvânî arzûlara kavuşmayı medeniyet sanmak, medeniyetin ne olduğunu anlamamak olur. İslâm âlimlerinin tarîf ettiği ve ulaşılmasını emrettiği medeniyet; Ta'mîr-i bilâd ve terfîh-i ibâd yani, binâlar, makineler, fabrikalar yaparak memleketleri kalkındırmak, fenni ve her çeşit gelirleri, milletlerin hürriyetleri, râhat ve huzûr içinde yaşamaları için kullanmak demektir
.
Sebebe değil müsebbibe bakmalıdır
23 Kasım 2008 01:00
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebeple yaratmakta ve sebeplere yapışmamızı da emretmektedir. Herhangi bir kimse, isteklerine, dileklerine kavuşmak için, emredilen bu sebeplere yapışır. Sebeplere yapışmak, şirk değildir. Fakat bir kimse, isteklerini, dileklerini, sebeplerden beklerse, o zaman bu hâl şirk olur. Bu sebeplerin, her istediği şeyi yapabileceklerine inanmak ve bunun için bu sebeplerden beklemek, şirk-i ekber olur. Bu sebeplerin, Allahü teâlânın verdiği kuvvet ile yapacaklarına inanmak da, şirk-i hafî olur. Şirk, Allahü teâlâya ortak yapmak, benzetmek demektir. Benzeten kimseye müşrik, benzetilen şeye de, şerîk denir. Herhangi bir şeyde, ülûhiyyet sıfatlarından birisinin bulunduğuna inanmak, onu şerîk yapmak olur. Allahü teâlâya mahsûs olan sıfatlara ülûhiyyet sıfatları denir. Sonsuz var olmak, yaratmak, her şeyi bilmek, hastalara şifâ vermek, ülûhiyyet sıfatlarındandır. Bir insanda veya herhangi bir şeyde, ülûhiyyet sıfatı bulunduğuna inanarak, meselâ, "istediğini yaratır, her istediğini yapar, hastaya şifâ verir" diyerek tâzîm etmek, küfür olur, şirk olur. Bu kimse de, müşrik olur. Nisâ sûresinin 116. âyetinde meâlen: (Allahü teâlâ kendisine şirk koşanları, yanî kâfirleri affetmez ve şirkten yanî küfürden başka olan günâhları affeder) buyurulmuştur. "ŞİRKTEN SAKININIZ!.." Her çeşit günâhın ve kötülüğün en kötüsü küfürdür. Allahü teâlânın emirlerinden ve yasaklarından birine ehemmiyet vermeyen kâfir olur. Kâfirin hiçbir iyiliği, âhirette kendisine fayda vermez. Küfrün çeşitleri vardır. Hepsinin en kötüsü, en büyüğü şirktir. Hadîs-i şerîfte; (Şirkten sakınınız. Şirk, karıncanın ayak sesinden dahâ gizlidir) buyuruldu. Hadîka isimli kitapta; (Ey insanlar! Çok gizli olan şirkten sakınınız!) hadîs-i şerîfini açıklarken, buyuruluyor ki: "Bu şirk, yalnız sebepleri görmek, Allahü teâlânın yarattığını düşünmemektir. İşleri sebeplerin yaptığına inanmak, Allahü teâlâya şerîk yapmak olur. Görünen, düşünülen şeyleri şerîk yapmaya, açık şirk denir. Dinen, aklen ve âdet ile sebep olan şeylerin yaptığına inanmaya da, gizli şirk denir." Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri buyuruyor ki: "Putlara tapmaya şirk-i ekber denir. Küfür olan şirk budur. Riyâ ile yanî gösteriş için ibâdet, iyilik yapmaya şirk-i asgar denir. Bu küçük şirk, küfür değildir." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İmân sahiplerinden istenen ilk şart, Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeye ibâdet etmemektir. Bir kimse, başkalarının görmesi için veyâ Allahü teâlâ için ibâdet eder. Başkasının görmesi hoşuna gider veyâ ibâdetinde başkasından bir karşılık beklerse, bu kimse, şirkten kurtulmuş olmaz. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Küçük şirkten korununuz!) Küçük şirk nedir? diye sorulduğunda, (riyâ) buyurdu. Yanî başkasına göstermek için ibâdet etmektir. Hastalıktan kurtulmak için, putlardan, heykellerden, papazlardan imdât beklemek şirktir. Şeyhler, türbeler için kurban adıyorlar. Götürüp mezâr başında kesiyorlar. Fıkıh kitâpları, bunu da şirk saymaktadır. Şeyhler için tutulan oruçlar da böyledir. Birtakım isimler uydurup, o isimlere niyet ediyor, iftâr zamânı her oruç için, husûsî yemekler şart ediyorlar. İşleri, bu oruçlar sâyesinde oluyor sanıyorlar. Bu da, ibâdette şirktir." ONUN ÂDETİNE UYMAK... Netice olarak Allahü teâlâ, çok şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Sebeplere yapışmak, Onun âdetine uymak, Ondan beklemek, Ondan istemek olur. Onun emrettiği sebeplere yapışmak, Allahü teâlâya şirk olmaz. Onun âdetine uymak, Ona itâat etmek olur. Her şeyi yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Allahü teâlâdan başka yaratıcı yoktur. İnsan bir şeyi yarattı demek şirk olur. Çok çirkin söz olur. Fakat Allahü teâlâ, çok şeyleri yaratmasına, insanları ve mahlûkları sebep kılmıştır. Âdeti böyledir. En'âm sûresinin 82. âyetinde meâlen buyurulduğu gibi: (Îmân edip de îmânlarını şirk ile bulaştırmayanlar, Cehennemde ebedî kalmaktan emîndirler. Onlar için, bu korku yoktur.)
.
Mü'minin Allah indindeki kıymeti...
24 Kasım 2008 01:00
Dinimizde, insanı ölmekten, bir uzvunu yok olmaktan ve şiddetli ağrıdan kurtaracak şeylere, zarûret denir. Kişiye, maddi, mânevi rahatlığı için, zekât, sadaka vermek, hayrât, hasenât yapmak, hacca gitmek, kurban kesmek, ödünç vermek için lâzım olan şeylere, ihtiyâç denir. İhtiyâçtan fazla olan şeylere ise, ziynet denir. İhtiyâçtan fazla olan mâlı, kibirlenmek, gösteriş yapmak için kullanmak, harâm olur. Her Müslümana, zarûret miktarında kazanmak için çalışmak farzdır. İhtiyâç miktârında kazanmak, sünnettir. Ziynet olan şeyleri kazanmak ise, mubâhtır. İhtiyâç ve ziynet eşyâsını İslâmiyete uygun olarak kazanmak ibâdet olur. Bunları kazanmak için, İslâmiyetin dışına çıkmak, harâm olur ve böyle ele geçirilen mallar, dünyâlık olur. Hadîs-i şerîfte; (Dünyâlık olan şeyler, melûndur. Allah için olan şeyler, Allahü teâlânın râzı olduğu şeyler, melûn değildir) buyuruldu. DÜNYALIK PEŞİNDE KOŞAN... Dünyâlık olan şeylerin, Allahü teâlâ indinde hiç kıymeti yoktur. İslâmiyete uyarak kazanılan ve kullanılan rızık, dünyâlık olmaz, dünyâ nimeti olur. Hadîs-i şerîfte; (Dünyâlık olan şeylerin Allah indinde sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfire bir yudum su vermezdi) buyuruldu. Dünyâ peşinde koşan kimse, şüpheli şeylere, sonra mekrûhlara, sonra da harâmlara, hattâ küfre dalar. Geçmiş ümmetlerin, Peygamberlerine inanmamalarına sebep, dünyâya düşkün olmaları idi. Mûsâ aleyhisselâm, Tûr Dağına giderken, birinin çok ağladığını gördü ve; -Yâ Rabbî! Kulun, senin korkundan ağlıyor diye arz etti. Allahü teâlâ da; (Kan ağlasa dahî, onu affetmem. Çünkü o, dünyâya düşkündür) buyurdu. Hazret-i Alî buyurdu ki: "Dünyâ ile âhiret, doğu ile batı gibidir. Birine yaklaşan, diğerinden uzaklaşır." Dünyâ mâlı peşinde koşmak, nefsin arzûları peşinden koşmaktan dahâ fenâdır. Mâl, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, buna dünyâ muhabbeti denir. Allahü teâlânın sevgisi bulunmayan kalbe, şeytân yerleşir. Şeytânın en büyük hîlesi ise, insana hayırlı işler yaptırarak kendisini sâlih, iyi zannettirmesidir. Böyle kimse, kendisinin kulu olur. Hadîs-i şerîfte; (Geçen ümmetlerin her birine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mâl, para toplamak olacaktır) buyuruldu. İnsanın rızkı değişmez, azalmaz, çoğalmaz ve zamânından geri kalmaz. Kişi, Allahü teâlânın yarattığı sebeplere yapışarak, ezelde kendisi için takdir edilen rızkına kavuşur. Hadîs-i şerîfte; (Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdîr etmiştir) buyuruldu. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızık da, sâhibini arar. Çok fakîrler vardır ki, zenginlerden dahâ iyi, dahâ mesûd yaşar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dînine sarılanlara, ummadıkları yerden rızık gönderir. Bir hadîs-i kudsîde; (Ey dünyâ! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!) buyuruldu. DUVARDAN GELEN SES!.. Önceki ümmetlerden bir kimse vefat eder. Geride bir köşkü ile iki oğlu kalır. Çocuklar, köşkü taksîmde anlaşamazlar, münakaşaya başlarlar. O anda köşkün duvarından; "Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir hükümdar idim. Çok yaşadım. Mezârda yüz otuz sene kaldım. Sonra, toprağımla çanak çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra, benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşâsında kullandılar. Birbirinizle dövüşmeyiniz. Siz de, benim gibi olacaksınız" diye bir ses duyarlar. Dünyâlık peşine düşen, âhireti unutur. Halbuki dünyâ geçici, âhiret ise sonsuzdur. Hadis-i şerifte; (Dünyâ sevgisi arttıkça, âhirete olan zararı da artar. Âhiret sevgisi arttıkça, dünyânın ona zararı azalır) buyuruldu. Netice olarak dinimizde kötülenen, mal, mülk değil, bunlara olan sevgidir. Kişinin, dünyaya, mala mülke olan sevgisi arttıkça, Allahü teâlâ indindeki kıymeti, değeri de azalmaktadır. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Mü'minin Allah indinde kıymeti, topladığı dünyâlık kadar azalır.)
.
Mübarek zamanları fırsat bilmeli...
30 Kasım 2008 01:00
Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bazı aylara, günlere ve gecelere kıymet vermiş, bu gecelerde edilen duâları, yapılan tövbeleri kabûl edeceğini bildirmiştir. Kullarının çok ibâdet yapması, duâ ve tövbe etmeleri için bu zamanları sebep kılmıştır. Dinimizde bildirilen kıymetli geceye, kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Mubârek geceler, önceki günü öğle namâzı vaktinden, o gecenin fecrine kadar olan zamândır. Yalnız, Arefe ve üç Kurban Bayramı günlerinin geceleri böyle değildir. Bu dört gece, bu günleri takip eden gecelerdir. Böyle mübârek zamanlarda, kazâ namâzları kılmalı, Kur'ân-ı kerîm okumalı, duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümânları sevindirmeli, bunların sevâblarını ölülere de göndermeli ve bu şekilde mübârek gecelere saygı göstermelidir. Ayrıca saygı göstermek, bu gecelerde günâh işlememekle olur. İmâm-ı Nevevî hazretleri; "Gecenin on iki kısmından bir kısmını yaklaşık bir sâat kadar ihyâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir" buyuruyor. Hakâyık-ı manzûme kitabında; "Fıkıh kitâblarında sâat demek, bir miktâr zamân demektir" deniyor. İmâm-ı Nevevî hazretleri, Şâfi'î mezhebinde müctehiddir. Hanefî mezhebindekilerin de, geceleri böyle ihyâ etmeleri uygun olur. ZİLHİCCE AYININ FAZİLETİ Zilhicce ayının fazîleti çok büyüktür. Rivâyet edildiğine göre, hazret-i Âdem'in tövbesi Muharrem veyâ Zilhicce ayında kabûl buyurulmuştur. İbni Abbâs hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerife göre, Zilhiccenin sonuna kadar olan günler de, Ramazân-ı şerîfin günleri gibi ayrı ayrı fazîlete sahiptir. Onuncu gün için de şöyle buyurulmuştur: (Zilhiccenin onuncu günü Kurban Bayramı günüdür. Her kim, o gün bayram namâzından gelip kurbanını boğazlayıncaya kadar bir şey yemeyip, kurbanının böbrekleri ile iftâr edip, iki rekat namâz kılsa, o kimsenin kurbanının kanı yere düşmeden, kendi günâhı ve ana-babasının günâhları, ehl-ü ıyâl, evlâd ve akrabâlarının günâhları sevâba çevrilir.) Her kim Zilhicce ayının son günü ve Muharrem ayının birinci günü oruç tutarsa, o senenin tamâmını oruç tutmuş gibi fazîlete mazhar olur. Kim ki, Zilhicce ayının on günü içinde fakirlere yardım etse, Peygamberlere hürmet etmiş olur. Bu on gün içinde, her kim bir hasta ziyâret etse, Allahü teâlânın dostları olan kulların hâtırını sormuş ve ziyâret eylemiş gibi olur. Bu on gün içinde yapılan her ibâdet, diğer günlerde edâ edilen ibâdetlerden çok dahâ üstün ve pek fazla sevâba vesîle olur. Bu on gün içinde, din ilmi meclisinde bulunan kimse, Peygamberler toplantısında bulunmuş gibi olur. Din ilmini öğrenmek ise, kadın, erkek herkese farzdır. Çocuklara öğretmek de, birinci vazîfedir. Abdullah ibni Abbâs hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîfte; (Hiçbir ibâdetin kıymeti, Zilhicce ayının ilk on gününde yapılan ibâdetlerin kıymeti gibi olamaz) buyurulmuştur. Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde de; (Arefe günü tutulan oruç, bir geçmiş senenin ve bir gelecek senenin günâhlarına keffâret olur) buyurmuştur. Zilhicce ayının dokuzuncu Arefe günü tutulan oruç, geçmiş ve gelecek birer senede yapılan tövbelerin kabûl olmasına yarar. BU YOLUN İKİ TEMELİ İmâm-ı Rabbânî hazretleri, bir talebesine hitaben buyuruyor ki: "Bu yol iki temel üzerine kurulmuştur: Birincisi, İslâmiyyete uymaktır. İkincisi, yol göstereni sevmek ve ona öyle bağlanmaktır ki, onun her şeyini beğenmektir. Allahü teâlânın ihsânı ile, bu iki temel sağlam olursa, dünyâ ve âhiret saâdetleri ele girmiş demektir. Şimdiye kadar olan kusûrların bağışlanması için, Allahü teâlâya çok yalvarınız! Ramazân-ı şerîfin son on günü yapamamış olduğunuz i'tikâfın kazâsı olmak için niyyet ederek, Zilhicce ayının ilk on günü i'tikâf ediniz. Böyle niyyet ederek, sünnet sevâbına kavuşursunuz." Netice olarak, Allahü teâlânın ihsân ettiği ömrü ve kıymetli zamanları fırsat bilmeli, değerlendirmelidir. Çünkü bu fırsatlar ve kıymetli zamanlar, bir daha elimize geçmeyebilir.
.
Rehbersiz doğru yola kavuşulamaz
1 Aralık 2008 01:00
Târîh incelenecek olursa, insanların, önlerinde bir rehber olmadan hep yanlış yollara saptıkları görülür. İnsan, aklı sâyesinde Yaratıcıyı anlamış fakat ona giden yolu bulamamıştır. Peygamberleri işitmeyenler, Yaratanı etrâflarında aramış ve kendilerine en büyük faydası olan Güneş'i, yaratıcı sanarak ona tapınmışlardır. Fırtınayı, ateşi, denizi, yanar dağları ve benzerlerini gördükçe bunları yaratıcının yardımcıları zannetmişlerdir. Her biri için semboller yapmışlar ve bundan da putlar doğmuştur. Kısacası insan, Allahü teâlâyı kendi başına bir türlü tanıyamamıştır. Bugün bile Güneş'e, ateşe tapanlar vardır ve bunlara da şaşmamalıdır. Çünkü rehbersiz, karanlıkta doğru yol bulunamaz. Kur'ân-ı kerîmde, İsrâ sûresinin 15. âyetinde meâlen; (Biz, Peygamber göndererek bildirmeden önce azâb yapıcı değiliz) buyurulmaktadır. EN BÜYÜK REHBERLER!.. Allahü teâlâ, kullarına verdiği akıl, düşünme kuvvetinin nasıl kullanılacağını onlara öğretmek, kendini onlara tanıtmak ve iyi işleri kötü, zararlı işlerden ayırmak için, dünyâya Peygamberler gönderdi. Peygamberler, insanlık sıfatları itibariyle bizim gibi insandır, yer, içer, uyur ve yorulurlar. Bizden farkları, zekâ ve muhâkeme kuvvetlerinin çok üstün olması, tertemiz ahlâklı ve Allahü teâlânın emirlerini bize teblîğ edecek bir güçte bulunmalarıdır. Bunun için Peygamberler, en büyük rehberlerdir. İslâm dînini teblîğ eden, Muhammed aleyhisselâmdır ve kitâbı da Kur'ân-ı kerîmdir. Muhammed aleyhisselâmın mübârek sözlerine Hadîs-i şerîf denir. Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler yanında bize rehberlik eden büyük din âlimleri de vardır. Bazı kimseler; "Böyle âlimlere lüzûm var mıdır? İnsan iyi bir Müslümân olmak için İslâm dîninin kitâbı olan Kur'ân-ı kerîmi okuyarak ve hadîs-i şerîfleri inceleyerek doğru yolu bulamaz mı?" diyebilirler ve bu din rehberlerine kıymet ve ehemmiyet vermeyebilirler. Hâlbuki bu, çok yanlıştır. Zîrâ, din esâsları hakkında hiçbir bilgisi olmayan bir insan, bir rehber olmadan Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin derin manasını anlayamaz. En mükemmel sporcu bile, yüksek bir dağa çıkarken kendisine bir rehber arar. Bir büyük fabrikada mühendislerin yanında ustabaşıları ve ustalar vardır. Böyle bir fabrikaya ilk giren işçi, önce ustalarından, sonra ustabaşılarından işinin inceliğini öğrenir. Bunları öğrenmeden önce, yüksek mühendis ile temâs ederse, onun sözlerinden, hesâplarından hiçbir şey anlamaz. Çok iyi silâh kullanan bir kimse bile, kendisine verilen yeni bir silâhın nasıl kullanılacağı kendine öğretilmeden, onu doğru kullanamaz. Bunun içindir ki, din ve îmân işlerinde, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler yanında kendilerine mürşid-i kâmil ismi verilen büyük din âlimlerinin eserlerinden faydalanmak gerekmektedir. MÜRŞİD-İ KÂMİLLERİN EN ÜSTÜNÜ İslâm dînindeki mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezheb imâmlarıdır. Bunlar, imâm-ı a'zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Şâfi'î, imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleridir. Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridir. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin manalarını doğru olarak öğrenmek için, bunlardan birinin kitaplarını okumak lâzımdır. Bunların her birinin kitâplarını açıklayan binlerce âlim gelmiştir. Bu açıklamaları okuyan, İslâm dînini doğru olarak öğrenir. Bu kitapların hepsindeki îmân bilgileri aynıdır. Bu doğru îmâna Ehl-i Sünnet itikâdı denir. Sonradan uydurulan, bunlara uymayan bozuk, sapık inanç yollarına bid'at ve dalâlet yolları denir. Netice olarak, Allahü teâlâ, insanları rehbersiz, başıboş olarak bırakmamış, onlara, rehber olarak Peygamberler, Kitaplar göndermiştir. Ayrıca insana, bu Peygamberleri ve gönderilen kitapları anlayacak kadar da, akıl verilmiştir. İnsanı, dalâletten, kötü yoldan ilim ve âlimler kurtarır. Zira rehber olmadan doğru yola kavuşulamaz. Bunun için, Ehl-i sünnet âlimlerini ve bunların yazdığı doğru din kitâplarını arayıp, bulmak ve okumak lâzımdır.
.
Bayram, affa uğramaktır...
7 Aralık 2008 01:00
Rabbimizin rızâsına kavuşmak için bayramlar birer vesiledir. Kul haklarından ve günah kirlerinden kurtularak, hakiki bayramlara kavuşmayı taleb etmeliyiz. Dinimizin emirlerine uyarsak, dünyada rahat ve huzûrlu oluruz. Âhirette de ebedi saâdete kavuşuruz. Zira İslâmiyyet ilâç gibidir, su gibidir. Müslümana iyi gelir, Hıristiyana iyi gelmez diye bir şey yoktur. Kim kullanırsa ona iyi gelir. Çünkü mevcudiyeti şifâdır. Aspirini kim kullanırsa, baş ağrısına iyi gelir. Bir bayram günü, insanların neşeyle eğlendiklerini gören hazret-i Ali; "Günah işlemediğimiz gün de, bizim bayramımızdır." buyurmuşlardır. Behlül-i Dânâ hazretleri de şu beytleri sık sık okurlarmış: "Bayram, yeni elbiseler giyenler için değildir./Ancak ilâhî azâptan emin olanlar içindir./Bayram bineklere binenler için de değildir./Ancak hatâ ve isyânı bırakanlar içindir..." CENNETTE İKİ KAPI AÇILIR!.. Allahü teala, Muhammed aleyhisselamın ümmetine, nice mübarek günler, geceler ihsan etmiştir. Ramazan ve Kurban Bayramları da bu ihsanın içindedir. Bunları fırsat, ganimet bilerek, Rabbimizin rızasına kavuşmayı talep etmeliyiz. Ana-baba hayatta ise, rızasını almak için uğraşmalıdır. Zira ana-babasını râzı eden kimse için, Cennette iki kapı açılır. Bir kimsenin ana-babası zâlim olsalar dahi onlara karşı gelmek onlarla sert konuşmak câiz değildir. Çeşitli vesilelerle, onların elleri öpülüp, duâları alınmalı, haklarını helâl ettirmelidir. Ana-babanın dualarını almak için vesilelerden biri de bayramlardır. Bayramlarda, ana-babaya çeşitli hediyeler alıp, bayramları tebrik edilerek, hakları helâl ettirilmeli ve duâlarını almalıdır! Arada kırgınlıklar varsa bu vesile ile giderilmelidir. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma buyurdu ki: (Yâ Mûsâ, günahlar içinde bir günah vardır ki benim indimde çok ağır ve büyüktür. O da, ana-baba evlâdını çağırdığı zaman emrini dinlememesidir.) Ana-baba, kızıp bir şey söylediği zaman onlara karşılık vermemelidir. Emrettikleri şeyleri bir an önce yapıp onların duâsını almalıdır. Onların üzülüp bedduâ etmelerinden korkmalıdır. Zira atılan ok tekrar geri gelmez. Onlar hayatta iken kıymetini bilip, hayır duâlarını almak lâzımdır. Soğuk bir kış gecesinde, Bâyezid-i Bistâmi hazretlerinin annesi; -Oğlum, bir bardak su verir misin? diye seslenir. Yatağından fırlayan Bâyezid-i Bistâmi hazretleri, testide su olmadığı için koşarak dışarı çıkar. Her yer buz, kar kaplıdır. Zorlukla testiyi doldurup geri döner. Fakat annesi uyumuştur. Elinde su dolu testi ile, annesinin baş ucunda bekler. Hava çok soğuk olduğu için, bir müddet sonra soğuktan titremeye başlar ama uyumaz annesinin uyanmasını bekler. Nihayet, annesi, "su, su" diye mırıldanmaya başlayınca; -Buyur anneciğim, suyun hazır der. Annesi daha ilk sözünde suyun hazır olmasını anlayamaz ve; -Oğlum ne çabuk getirdin der. -Anneciğim, daha önce uyandığında, su istemiştin. O zaman su olmadığı için, testiyi doldurmaya gittim. Geldiğimde senin daldığını gördüm. Uyanmanı bekledim cevabını verir. Oğlunun sadakatine sevinen annesi, şükreder ve; -Yâ Rabbî ben oğlumdan râzıyım, sen de râzı ol, diye duâ eder. Annesinin duâsı sebebiyle, Bâyezid-i Bistâmî hazretleri, evliyâlıkta yüksek derecelere kavuşur... GÜNAHLARDAN KURTULMA GÜNÜ!.. Îmânlı olup, Cehennemden en son çıkacaklar Allah yolunda olan ana-babasının İslâmiyete uygun olan emirlerine âsî olanlardır. Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselama buyurdu ki: (Yâ Mûsâ, ana-babasını râzı eden beni râzı etmiş olur. Ana babasını râzı edip bana âsî olan kimseyi dahi iyilerden sayarım. Ana-babasına âsî olan, bana mûtî [itâatkâr] olsa bile, onu fenâlar tarafına ilhâk ederim.) Netice olarak bayram, affa uğramaktır. Bayram, günâhlardan kurtulma günüdür. Mü'minin bayramı, günahlarının affedildiği ve imânla öldüğü gündür. Cennette Allahü teâlânın rû'yetine kavuştuğu ve Peygamber efendimizi gördüğü gün, mü'minin bayramıdır. Hakiki bayram, Rabbimizin huzûruna, yüz akıyla çıkabilmektir...
.
"Mâni çıkmadan önce acele ediniz"
8 Aralık 2008 01:00
Müslüman, zamanın kıymetini iyi bilir ve bunun için, her işini zamanında yapar. İşlerini yarına bırakmadığı gibi, yarın yapacağı işleri bile bugünden halletmeye çalışır. Çünkü Peygamber efendimiz; (İşlerinizi yarına bırakmayınız. Sonra yok olursunuz!) buyurmuşlardır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri; "Vakit, keskin bir kılınç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır. Aklı olan böyle yapar" buyurmuştur. Abdülehad Serhendî hazretleri buyuruyor ki: "İyi ameli sonraya bırakıp tehir edenler helâk oldular. Sen dersin ki, yarın yaparım. Ya yarına kavuşamazsan! Yâhut kavuşur da, bu imkân, sıhhat, kuvvet ve rahatlığı bulamazsan. O zaman çok pişmân olursun." "VAKTİNİ ZÂYİ ETME!.." Ahmed Siyâhî hazretleri oğluna nasîhat olarak buyurdu ki: "Ey oğlum! Vakitlerini dînin emirlerine uymakla kıymetlendir. Çünkü geçen zaman bir daha geri gelmez. Yarına çıkıp çıkmayacağın ise belli olmadığından yarını beklemek, yarın yaparım demek, üzüntü ve pişmanlığa yol açar. O halde sakın, elinde bulunan vaktini mâlâyâni, dünya ve âhirete faydası olmayan Allahü teâlânın râzı olmadığı, beğenmediği şeyler ile zâyi etme." İmâm-ı Ebû Yûsuf hazretleri, Abbâsî Halîfelerinden Hârûn Reşîd'e yazdığı mektupta buyurdu ki: "Bugünün işini yarına bırakma, yoksa işleri ve hakları zâyi edersin. İstekler bitmeden ecel gelir çatar. Ecel gelip çatmadan sâlih amel işle. Çünkü ölüm gelince, amel yapılmaz. Allahü teâlânın sana ihsân ettiği bu vazifede bir saat bile kalsan hakkı yerine getir. Çünkü âhiret gününde Allah indinde idârecilerin en mesûdu, tebeasını mesûd eden idârecidir." Peygamber efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde; (Müsevvifler helâk oldu) buyurdular. Yâni, ileride tövbe ederim diyenler, tövbeyi geciktirenler ziyân ettiler. Lokman Hakîm hazretleri, oğluna nasîhat ederek; "Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ansızın gelip yakalar" buyurmuştur. Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki: "Vakti ganîmet bilmek lâzımdır. Bu dünyâda, insana bitmeyen bir ömür verilmemiştir. İnsan için belli bir ömür vardır. Bu ömür de herkese nasîb olmaz. Yarına kavuşacağımızı kim katî olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır." Süfyân-ı Sevrî hazretleri, kendisinden nasihat isteyen bir kimseye; "Ölüm her an gelebilir. Yarına kadar yaşayabileceğini zanneden bir kimse ölüm için hazırlıklı değildir. Allahü teâlâya yapılan ibâdetler, ölümü hatırlamaya işârettir. Günah ve kusur olan işler de, ölümü unutmuş olmanın alâmetidir" buyurmuştur. Avn bin Abdullah hazretleri, nefsine hitaben; "Ey nefsim, hiç amelin olmadan, çalışmadan âhirette rahata kavuşmak istersin. Uzun uzun arzu ve isteklerin peşine düşüp, tövbeyi devamlı sonraya atıp, geciktiriyorsun, sana yazıklar olsun" buyurmuştur. Çelebi Cemâleddîn efendi, evinde sabah akşam misâfirlere, komşularına, fakir, yetîm ve dullara devamlı yemek çıkarırdı. Yolculara yemek ve binek temin ederdi. Gezdiği yerlerde, muhtaçlara imkanları dahilinde bir şeyler vererek, onları sevindirirdi. Hayır, hasenât ve iyilik yapmakta acele ederdi. Sebebi sorulduğunda; "Hayır yapmakta acele etmek lâzımdır. Tehir ve sonraya bırakmakta, çabuk geçen ömre güvenmek ve cimrilik korkusu vardır" buyururdu. SÂDIK OLMANIN ALÂMETİ Yûsuf bin Esbât hazretleri, sâdık olmanın alâmetlerini anlatırken, bunlardan birinin de; "Nefsin isteklerini yapmaması, mühim işleri hemen yapıp, mühim olmayanları sonraya bırakması. Âhireti, dünyâya tercih etmesidir" diye bildirmiştir. Netice olarak Allahü teâlâ, herkese belli bir ömür takdir etmiştir. Bu ömrün ne zaman biteceği ise belli değildir. İnsan, her an ölümle karşı karşıya gelebilir. Bunun için Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Ölmeden evvel tövbe ediniz. Hayırlı işleri yapmaya mâni çıkmadan önce acele ediniz. Allahü teâlâyı çok hâtırlayınız. Zekât ve sadaka vermekte acele ediniz. Böylece Rabbinizin rızıklarına ve yardımına kavuşunuz!)
.
Eden, kendine eder!..
14 Aralık 2008 01:00
İnsan, başıboş olarak yaratılmamıştır. Her yaptığının hesabını verecektir. Bunun için kişinin, yaptığı her işi, her davranışı iyi hesap etmesi, iyi araştırması gerekir. Yapılan hareketin, başkasına bir zararı var mıdır, kul hakkı geçiyor mudur, geçmiyor mudur iyi düşünmek lâzımdır. İşin aslını iyi bilmeden alelacele karar vermek, insanı yanıltabilir, hata yapmasına sebep olabilir. Kişi, ana-babasına nasıl muamele ederse, çocukları da ona öyle muamele ederler. "Eden bulur.", "Ne ekersen onu biçersin" gibi güzel atasözlerimiz vardır. Vaktiyle bir kimse, babasını dövmeye kalkar. Etraftan yetişenler; -Bu ne hâl, utanmıyor musun, insan hiç babasını döver mi, diye o kimseye bağırırlar ve babasını elinden kurtarmaya çalışırlar. Fakat dövülen şahıs, onlara dönüp o perişân hâliyle; -Bırakın! Ben de burada babamı döverdim. Şimdi de aynı yerde evlâdım beni dövüyor. Onun suçu yok. Ben kendi yaptığımın cezâsını çekiyorum der. "RÜZGÂR EKEN, FIRTINA BİÇER!" "Kimsenin yaptığı yanına kâr kalmaz.", "Rüzgâr eken fırtına biçer.", "Zulüm payidar olmaz" gibi yapılan iyiliklerin, kötülüklerin dünyada veya âhirette mutlaka bir karşılığının olacağını bildiren birçok atasözü vardır. Bunları unutmamak gerekir. Lokman Hakîm hazretleri oğluna hitaben buyurdu ki: "Ey oğlum! Merhamet eden merhamet bulur. Sükût eden selâmete erer, hayır söyleyen kâr eder, kötü konuşan günahkâr olur, diline hâkim olmayan pişmân olur." İyilik eden iyilik, kötülük eden de kötülük bulur. İyilik edene, mâl ile, hizmet ile karşılığı yapılır. Bunu yapamayan, teşekkür ve duâ eder. Yapılan iyiliklere karşılık yapmayanın, başına kakılır, kötülenir, incitilir. Çünkü, iyiliğe karşı iyilik yapmak, insanlık vazîfesidir. Errahman sûresinin 60. âyet-i kerimesinde meâlen; (İyiliğin karşılığı, ancak iyilik olur) buyuruldu. Enbiyâ sûresinin 47. âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruldu ki: (Kıyâmet günü adâlet ölçüsünü ortaya koyarız. Kimseye bir zulüm yapılmaz. Hardal dânesi kadar iyilik eden karşılığına kavuşur.) Zilzâl suresinin 7. âyet-i kerîmesinde de meâlen: (Zerre miktarı iyilik yapan onun karşılığını bulur) buyurulmaktadır. Abdülehad Serhendî hazretleri, nasîhat isteyen talebesine hitâben: "Allahü teâlâ hâzır ve nâzırdır. Her işini görmekte, her yaptığını bilmektedir. O hâlde bilerek, anlayarak söyle. Bilerek anlayarak dinle. Bilerek anlayarak iş yap. Bilerek dur, bilerek yürü. Kısaca bugün öyle ol ki, yarın mahcûb olmayasın. Birkaç gece rahatsız ol da, sonsuz râhata kavuş" buyurmuştur. Muhammed Murad Efendi buyurdu ki: "Kişi, kendine her ne muamele yapılırsa, başkasına da o muameleyi yapmalıdır. Bu nasihati kabul eden kimse, dünya ve ahirette selâmet bulur." Abdullah bin Muhammed Bekrî hazretleri şöyle anlatır: "İmâm-ı Şâfiî hazretleri ile Bağdat'ta nehir kenarında oturuyorduk. Bir genç gelip abdest almaya başladı. Fakat abdesti yanlış aldı. İmâm-ı Şâfiî hazretleri o gence; -Abdesti tam al. Allahü teâlâ sana dünyâ ve âhiret saâdeti versin buyurdu. Genç tekrar abdest alıp, yanımıza geldi ve; -Bana nasîhat eder misiniz, bilmediklerimi öğretir misiniz deyince, İmâm-ı Şâfiî hazretleri o genci kırmayıp buyurdu ki: -Allahü teâlâyı bilen, kurtuluş bulur. Dîninde titizlik gösteren, kötülüklerden kurtulur. Nefsini ıslah eden, saâdete kavuşur. Genç; -Biraz daha nasihat eder misiniz deyince, tekrar buyurdu ki: "ÇALMA ELİN KAPISINI..." -Kim şu üç şeyi yaparsa îmânı kâmil olur: 1-Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaymak. 2-Allahü teâlânın yasaklarını yapmamak ve yapılmaması için uğraşmak. 3-Her işinde Allahü teâlânın dinde bildirdiği hudutlar içinde bulunmak." Netice olarak atalarımız, "Çalma elin kapısını, çalarlar kapını" demişlerdir. "Eden bulur" sözü de bu mânâyı işâret eder. Büyüklüğün şanı, sana yapana aynısını yapmak olmayıp, onu affetmek, geçmişteki olaylardan ibret almak ve hiç kimseyi incitmemektir. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (En kıymetli amel, elinden ve dilinden kimsenin incinmemesidir.)
.
Huzursuzluğun kaynağı
15 Aralık 2008 01:00
İnsanların, sıhhatli, sağlam, rahat, neşeli yaşamalarına ve âhirette sonsuz saâdete kavuşmalarına sebep olan faydalı şeylere ni'met denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, kullarına lâzım olan bütün ni'metleri yarattı ve bunlardan nasıl istifâde edileceğini, nasıl kullanılacağını, Peygamberleri ile gönderdiği kitaplarında bildirdi. Bu bilgilere din denir. Allahü teâlâ, ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselâmdan itibaren bir Peygamber vâsıtası ile, insanlara dinler göndermiş ve bunlar vâsıtası ile, insanların dünyâda rahat, huzûr içinde yaşamaları, âhirette de sonsuz saâdete kavuşmaları yolunu bildirmiştir. Saâdete, huzûra kavuşmak için, önce Allahü teâlâya, Peygamberlerine îmân etmeyi sonra da kitaplarındaki emir ve yasaklara uymayı emretmiştir. EMİR VE YASAKLARA UYAN... Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veyâ bilmeyerek, Kur'ân-ı kerîmde bildirilen emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyâda rahat ve huzur içinde yaşar. Bu hâl, faydalı bir ilâcı kullanan herkesin, dertten, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Zamanımızda, dinsiz, îmânsız çok kimsenin ve Müslümân olmayan, hattâ İslâm düşmanı olan bazı milletlerin birçok işlerinde, başarılı olmaları, rahat, huzur içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, Kur'ân-ı kerîmin emrine uygun olarak çalıştıkları içindir. Müslümân olduklarını söyleyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimsenin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği emirlere ve güzel ahlâka uymadıkları içindir. Kur'ân-ı kerîme uyarak âhirette sonsuz saâdete kavuşabilmek için ise, önce buna îmân etmek, inanmak ve bilerek, niyyet ederek uymak lâzımdır. Allahü teâlâ, îmân edenleri ve îmânın îcâplarını yapanları zulmetlerden, sıkıntılardan kurtarır. Bunları huzûra, saâdete kavuşturur. Bunlar, her zamân ve her işlerinde, rahat ve huzur içinde olurlar. Kimyâ-i Se'âdet kitâbında, Ebû Sa'îd-i Hudrî hazretlerinden naklederek buyuruluyor ki: "Resûlullah efendimiz, hayvana ot verir, deveyi bağlar, evini süpürür, koyunun sütünü sağar, ayakkabısının söküğünü diker, çamaşırını yamardı. Hizmetçisi ile birlikte yemek yer ve hizmetçisine yardım ederdi. Pazardan öte beri alıp torba içinde eve getirirdi. Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verir ve bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi, beyi, siyâhı ve beyâzı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağırılan yere giderdi. Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafîf, aşağı görmezdi. Akşamdan sabâha ve sabahtan akşama yemek bırakmazdı. Güzel huylu idi, iyilik etmesini severdi ve herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü idi. Söylerken gülmezdi. Aşağı gönüllü ve heybetli idi. Cömert olup, isrâf etmez, faydasız yere bir şey vermezdi. Herkese acırdı ve kimseden bir şey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen, Onun gibi olmalıdır..." KALBİ TEMİZ OLAN... Müslümânlık, dünyâ ve âhiret saâdetini sağlayan tek yoldur. Allahü teâlânın takdirine inanan bir Müslümân, dünyâda, dâimâ huzûr içindedir. Çünkü bu Müslümân, kendisine gelen hayır ve şerrin Allahü teâlânın takdîri ile ve Ondan gelen her şeyin de, kendisi için iyi olduğuna, kötü zannettiği şeyin sonunun, iyi olacağına inamakta ve böylece felâketlere de, kolaylıkla göğüs germektedir. İşte böyle bir insan, huzûrludur ve Allahü teâlânın da sevgili kuludur. Allahü teâlâ, dinleri, Peygamberleri, kalbleri temizlemek için göndermiştir. Kalbi temiz olan bir kimse, herkese iyilik eder, milletine faydalı olur. Dünyâda, rahat, huzur içinde yaşar ve âhirette de, sonsuz saâdete kavuşur. Netice olarak huzûrsuzluğun kaynağının ilki, dinini bilmemek ve öğrenmemektir. İkincisi ise, bildiklerini, öğrendiklerini tatbik etmemektir. Zira huzûr, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını öğrenip bunlara uymakla elde edilir. Herkese dert ve belâ, günâh yolundan, rahat ve huzur da, itâat yolundan gelmektedir...
.
Mihnete şükretmeyen, nimete şükredemez
21 Aralık 2008 01:00
Bu dünyâ, imtihân yeridir. Burada hak ile bâtıl, haklı ile haksız karışıktır. Dünyâda îmân edenlere sıkıntılar, belâlar verilmeyip yalnız inkâr edenlere verilseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olur ve imtihânın faydası kalmazdı. Ayrıca Ankebût sûresinin 2. âyet-i kerîmesinde meâlen; (İnsanların, îmân ettik demekle bırakılmayarak, din yolunda karşılaşacakları sıkıntılara katlanmalarına göre, îmân ettik sözlerinin doğru veyâ yalan olduğu anlaşılacağı) buyurulmaktadır ki, bu âyet-i kerîmede, sıkıntılara dayanmanın çok mühim olduğu anlatılmaktadır. Allahü teâlâ her şeye kâdirdir. Îmân edenlere hem dünyâda, hem de âhirette râhatlık verebilirdi. Fakat Allahü teâlânın âdeti böyle değildir. Kudretini hikmeti ve âdeti, işlerini, yaratmasını da, sebepler altında gizlemiştir. Ayrıca mü'minlerin dünyâda elem çekmesi, âhiret ni'metlerinin kıymetini bilmeleri içindir. Din büyükleri ve sâlih kullar için, sevgilinin istediği belâlar, kıymetlidir. Dünyâda mü'minler, mihnet, sıkıntı çekerse, dost düşmandan ayrılmış olur ve belâlar, mü'minler için günâhlara keffârettir. SIKINTININ REÇETESİ!.. Ahmed Yekdest Cüryânî hazretleri; "Dünyânın esâsı mihnet, sıkıntı üzerine kurulmuştur. Sıkıntının ise sabretmekten başka reçetesi, katlanmaktan başka kurtuluş yolu yoktur. Şu üç sabır çok sevgilidir. Bunlar; tâatte, Hakka kullukta, günah işlememekte, belâ ve mihnet ânında sabırdır" buyurmuştur. Dünyâ, âşıklarına mihnet, lezzetlerine aldanmayanlara ni'met, ibâdet edenlere kazanç, ibret alanlara hikmet, onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle Cennet, âhirete nisbetle de, çöplük gibidir. İnsânların, sıhhatli, sağlam, râhat, neşeli yaşamalarına ve âhirette de sonsuz saâdete kavuşmalarına sebep olan faydalı şeylere ni'met denir. Mihnet ise, insana sıkıntı veren şeyler demektir. Ni'metlere şükretmekle ve sıkıntılara da sabretmekle emrolunduk. Hatta mihnet yani sıkıntı zamanlarında bile şükretmenin daha iyi olduğu kitaplarda yazılıdır. Hamdetmek ve şükretmek, Allahü teâlâya teşekkür için kullanılır. Bunlardan hamdetmek yani Elhamdülillah demek, şükretmekten daha üstündür. Çünkü hamdetmek, hem dert, belâ, sıkıntı anında, hem de ni'met zamanında söylenir. Allahü teâlânın verdiği elemler, ni'metleri gibi güzeldir. Hamdetmek, Allahü teâlâyı övmenin en üstün şeklidir. Sevinç hâlinde de, sıkıntı hâlinde de hamdedilmektedir. Şükür ise, sadece ni'met zamanında söylenir. Ni'met kalmayınca, şükür de kalmaz. Bu sebeple din büyükleri, ni'met ve mihnet hâlinde hep; "Elhamdülillâhi alâ küll-i hâl" diyerek şükretmişlerdir. Çünkü her ikisini de veren, Allahü teâlâdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: "İnsanın yaratılması, kendini hakîr bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünyâ, Müslümânların âhiretlerine, Cennetteki ni'metlerine göre, bir zindân gibidir. Müslümânların, bu zindânda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O hâlde, dünyâda eziyet, sıkıntı çekmeye alışmak lâzımdır. Burada mihnetlere katlanmaktan başka çâre yoktur. İnsanların üzmelerine dayanmak lâzımdır. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine emir olarak, Ahkâf sûresinde; (Peygamberlerden Ülül'azm olanların sabrettikleri gibi sen de sabret! Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele eyleme!) meâlindeki âyet-i kerîmeyi gönderdi." MUHABBETİN ŞARTI!.. Netice olarak insân, ne kadar dert, belâ ve mihnetlere düçâr olursa, kemâle gelmesi, olgunlaşması da o nisbette fazla olur. Ayrıca mihnetlere, sıkıntılara katlanmak, muhabbetin şartlarındandır. Seven, sevdiğinden gelen her şeye katlanır, itrâz etmez. Allahü teâlâya karşı bir hata işlediği zaman hemen istiğfar eder. Zira hatada ısrar etmek helâk olmaya sebeptir. Çeşitli sıkıntılara ve geçim darlığına düşen bir kimse, istiğfara devam etmeli ve bu hâli yani işlediği günahlarının karşılığının dünyada verilmesi hâlini de, ni'met bilmelidir, şükretmelidir. Çünkü mihnetlere şükretmeyen, nimetlere şükredemez.
.
Sadece dil ile tövbe olmaz!
22 Aralık 2008 01:00
Mü'minin, günâh işlemekle îmânı gitmez, kâfir olmaz. Günâhı çok olan bir mü'min, son nefesi boğazına gelmeden tövbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünkü Allahü teâlâ, şartlarına uygun yapılan tövbeyi kabûl edeceğini vâdetmiştir. Eğer bir mü'min, tövbe etmek şerefine kavuşamamış ise, onun işi, Allahü teâlânın irâdesine kalmıştır. Cenâb-ı Hak, dilerse günâhlarının hepsini affederek Cennete sokar veya Cehennemde günâhları kadar azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennete girer. Çünkü âhirette, merhamete kavuşamayanlar, yalnız imânsız olarak ölenlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacaktır. Eğer önceleri rahmete kavuşamazsa bile, sonunda yine rahmete kavuşacaktır. Kadın, erkek her Müslümana, herhangi bir günâh işledikten sonra, işlenen bu günâhtan tövbe etmesi farzdır. Şartlarına uygun yapılan her günâhın tövbesi kabûl olur. İmâm-ı Gazâlî hazretleri; "Şartlarına uygun yapılan tövbe, muhakkak kabûl olur. Yapılan tövbenin kabûl edileceğinden değil, tövbenin şartlarına uygun olup olmamasında şüphe etmelidir" buyurmuştur. GÜNAHTAN ÇOK KORKMALI!.. Tövbe edilmeyen herhangi bir günahtan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünkü Allahü teâlânın gadabı, günahlar içinde saklıdır. Yüz bin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz olarak reddedebilir ve hiçbir şeyden de çekinmez. Bunu Kur'ân-ı kerîm haber veriyor ve iki yüz bin sene itâat eden iblîsin, kibredip, secde etmediği için, ebedî mel'ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eyledi. Mûsâ aleyhisselâm zamânında, Bel'am bin Bâûrâ, İsm-i a'zamı biliyor ve her duâsı da kabûl oluyordu. Fakat Allahü teâlânın harâm ettiği bir şeye, az bir meylettiği için, îmânsız gitti ve; (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Mûsâ aleyhisselâm buna hayır duâ edip, kimyâ ilmini öğretti. Çok zengin olmuş ve yalnızca hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikte, yer altına sokuldu. Sa'lebe, sahâbe arasında çok zâhid geçinir, çok ibâdet eder ve câmiden çıkmazdı. Bir kere sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitti. Allahü teâlâ, bunlar gibi dahâ nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almıştır. Bu sebeple, her mü'minin günâh işlemekten çok korkması, ufak bir günâh işledikten sonra hemen tövbe, istiğfâr etmesi, yalvarması lâzımdır. İşlenen günâhlarda, kul hakkı da varsa, bunlara tövbe etmek için, hak sahipleri ile helâlleşmek, onları hoşnût ve râzı etmek de lâzımdır. Hadîs-i şerîfte; (Gizli yapılan günâhın tövbesini gizli yapınız! Âşikâre yapılan günâhın tövbesini âşikâre yapınız! Günâhınızı bilenlere, tövbenizi duyurunuz!) buyurulmuştur. Bu sebeple, İslâm dînine inanmayan ve Müslümânlara, insanlara sıkıntı veren, zulmedenler, öldükten sonra, bunlar için; "Belki tövbe etmiştir, inkârdan vazgeçmiştir" demek boş söz olur. Böyle kimselerin tövbe edebilmesi için, zulüm, eziyet yapan uzuvlarının iyilik yapması, dili ile duâ etmesi ve mazlûmları hoşnût edecek vasiyette bulunmaları lâzımdır. Böyle tövbe etmeyenlerin ölülerine hüsn-i zan edilmez. "TÖVBEMİZ TÖVBEYE MUHTAÇ!" Hasan-ı Basrî hazretleri tövbenin şartlarına uygun olarak hem dil, hem de hâl ile yâni günahları, haramı terk etmekle ve hak sâhipleriyle helâlleşmekle yapılması lâzım olduğunu belirtmiştir. Şartlarına uygun olmayan tövbenin tam tövbe olmadığını belirtmek için; "Bizim tövbemiz de tövbeye muhtaçtır" buyurmuştur. Netice olarak, günahlardan tövbe etmek herkese farzdır. Ancak tövbe, sadece dil ile yapılmaz. Tövbe etmek için, kalb pişman olmalı, dil yalvarmalı ve günah işleyen organ da o günahtan vazgeçmelidir. Muhammed Rebhâmî hazretlerinin buyurduğu gibi: "Tövbe kalb, dil ve günâh işleyen âzâ ile birlikte olmalıdır. Kalb pişmân olmalı, dil, duâ etmeli, yalvarmalı ve âzâ da günâhtan çekilmelidir
.
"Âhirette hesâba çekilmeden önce..."
28 Aralık 2008 01:00
İnsanlar, yeni bir yıla girince genelde sevinir, neşelenirler. Yüzü âhirete dönük olanlar ise, ömürden bir sene daha gittiği ve kabre biraz daha yaklaşıldığı için, kendilerini hesâba çekerler. Çünkü Allahü teâlâ, Enbiyâ sûresinin 47. âyet-i kerîmesinde meâlen; (Kıyâmet günü terâzî kuracağım. O gün, kimseye zulüm edilmeyecektir. Herkesin, dünyâda yapmış olduğu zerre kadar iyilik ve kötülüklerini meydâna çıkarıp, terâzîye koyacağım. Herkesin hesâbını yapmaya yetişirim) buyurmaktadır. Allahü teâlâ, kullarına çok merhametli olduğu için bunu haber verdi ki, herkes dünyâda iken kendi hesâbını görsün. Peygamber efendimiz de buyuruyor ki: (Akıllı kimse, ölmeden önce hesâbını gören, ölümden sonra kendisine yarayacak şeyleri yapan kimsedir.) Zünnûn-i Mısrî hazretlerine; -Kul hangi sebeple Cennete girer? diye soruldukta, cevabında; -Beş şey ile: Eğrilik bulunmayan bir doğruluk, gevşeklik bulunmayan bir gayret, gizli âşikâr Allahü teâlâyı anmak, zikretmek, yol hazırlığı yapıp, ölüme hazırlanarak, ölümü beklemek ve hesâba çekilmeden önce kendini hesâba çekmekle buyurmuştur. ECEL GELMEDEN... Ömer bin Abdülazîz hazretleri buyuruyor ki: "Ecel gelmeden, ameller sona ermeden, Allahü teâlâ insanları ve cinleri hesâba çekmek için huzûruna getirmeden önce, tövbeyi fırsat bilmeli, af ve mağfirete kavuşmaya çalışmalıdır. Kıyâmette, hesap gününde, mâzeret kabûl edilmez. O zaman bütün gizli şeyler ortaya çıkarılır. Herkes kendi başının çâresini arar. İnsanlar, amelleriyle gelirler. Herkesin amellerine göre durumu ayrı ayrıdır. O gün, dünyâda Allahü teâlâ ve Resûlünün emirlerine uyup, yasaklarından uzak kalmış olanlara ne mutlu! Dünyâda Allahü teâlâya isyân ederek âhirete göçenlere ise çok yazık!" Âmir bin Abdullah hazretleri, namaz kılarken sanki tamâmen dünyâdan çıkar âhirete giderdi. Namaza durduktan sonra konuşulan hiçbir şeyi işitmez, yanında olup biten hiçbir şeyin farkına varmazdı. Bir gün kendisine; -Namaz kılarken hatırınıza herhangi bir şey gelir mi? diye soranlara; -Evet, Allahü teâlânın huzûrunda hesâba çekileceğim gün ile, Cennetlik veya Cehennemlik mi olacağım korkusu gelir, cevâbını vermiştir. Behâeddîn Buhârî hazretleri; "Bizim yolumuzda olan kimse, düşünüp araştırır. Kendini hesâba çekip bakar. Geçmiş zamânı gaflet ile mi, huzûr ile mi geçti? Eğer huzûr ile geçmişse, o kimsenin vakti değerlendirilmiştir. Allahü teâlâya hamdetsin. Eğer geçen zaman gaflet ile geçmişse, o kimse vaktini zâyi etmiştir. Yapacağı iş, geleceği için tedbirli olup, tövbe etmektir" buyurmuştur. Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyuruyor ki: "Nefsini hesâba çek. İlme yapış ve edebi muhâfaza et. Hak ve hukûka riâyet et. İbâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sâhibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma." "PİŞMAN OLURSUN EY NEFSİM!" İmâm-ı Gazâlî hazretleri nefsine hitaben buyuruyor ki: "Ey nefsim, sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm dahâ önce gelebilir, pişmân olup kalırsın. Yarın tövbe etmeyi, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Çünkü tövbe, geciktikçe zorlaşır ve ölüm yaklaşınca, hayvana yokuş önünde yem vermeye benzer ki, faydası olmaz. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki, dersine çalışmayıp, imtihân günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zamân lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zamân mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce râhatlığın ve ölmeden önce hayâtın kıymetini niçin bilmiyorsun?.." Netice olarak herkes, kendini hesâba çekerek, dünyada iken yaptıklarının hesâbını görmelidir. Aksi halde âhirette bu hesâbın altından kalkmak çok zor olur. Peygamber efendimizin buyurduğu gibi: (Âhirette hesâba çekilmeden önce, dünyâda iken hesâbınızı görünüz ve tartılmadan önce, kendinizi tartınız!)
.
Hicretin yıl dönümü
29 Aralık 2008 01:00
Peygamber efendimiz, Allahü teâlânın emirlerini tebliğe başlayınca, Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimize ve Eshâb-ı kirâma karşı olan düşmanlıklarını artırarak Müslümânları muhâsara ettiler. Muhâsara üç sene sürünce, Eshâb-ı kirâmın bâzısı, Medîne-i münevvereye, kimisi de Habeşistân'a hicret ettiler. Mekke-i mükerremede, Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekir ve hazret-i Alî'den başka kimse kalmamıştı. Hazret-i Ebû Bekir de hicret etmek için birkaç kere izin istemiş fakat Resûlullah efendimiz; (Sen benimle berâber hicret edersin) buyurarak izin vermemişlerdi. Mevâhib-i ledünniyyede buyuruluyor ki: "Resûlullah efendimiz, Eshâbına Mekke'den Medîne'ye gitmelerini emir buyurdu. Kendisi Mekke'de kalıp Allahü teâlâdan izin gelmesini bekledi. Bir gün Cebrâîl aleyhisselâm gelip, Kureyş kâfirleri seni öldürecek. Bu gece yatağında yatma, dedi. Ertesi gün hicret etmesine izni verilen âyet-i kerîmeyi getirdi." ÖLDÜRMEYE KARAR VERDİLER!.. Bu sırada Mekkeli müşrikler, Kureyş'in reîsi olan Ebû Cehil'in teklifi üzerine Resûlullah efendimizi öldürmeye karâr verdiler. Kâtilin belli olmaması için her kabîleden on iki kişi toplayarak Resûlullah efendimizin evinin etrâfını kuşattılar. O anda Allahü teâlâ, Peygamber efendimize hicret etmesi için emir verdi. Emri alan Resûlullah efendimiz, hazret-i Alîyi kendi yatağına yatırıp, Yasîn sûresinin 8. âyet-i kerîmesini okuyarak, müşriklerin arasından geçip gitti. Mekkeli müşrikler, Resûlullah efendimizin çıkıp gittiğini göremediler. Peygamber efendimiz, öğleye kadar, anlaşılamayan bir yerde kalıp, öğle vakti, hazret-i Ebû Bekir'in evine geldiler. Hazret-i Ebû Bekir'in oğlu Abdullah'a tembîh edip, her gün müşriklerin arasında dolaşıp topladığı haberleri ve yiyecek içecek alarak, her gece mağaraya getirmesini emir buyurdular. O gece, hazret-i Ebû Bekir ile birlikte evden çıkarak, Sevr dağındaki mağaraya gittiler. Mağara içinde, Resûlullah efendimiz mübârek başını hazret-i Ebû Bekir'in dizine koyup uyudu. Mağaradaki deliklerden zehirli hayvan çıkıp da, Resûlullah efendimizi incitmemesi için, hazret-i Ebû Bekir arkasındaki gömleği çıkarıp, parçalayarak, her parçası ile bir deliği tıkadı. Parça yetişmediği için, bir delik açık kaldı. Bu delikten bir yılan başını çıkarıp göründü. Hazret-i Ebû Bekir, yılanın dışarı çıkarak Resûlullah efendimizi incitmesini önlemek için, ayağını deliğe koydu. Yılan, ayağını ısırdı ise de çekmedi. Fakat, acısından gözlerinden yaş aktı ve Resûlullah efendimizin mübârek yüzüne damlayınca uyandı. Olanları anlayınca ısırılan yere mübârek tükürüğünü sürdü ve acısı hemen geçti. Mağarada üç gece kaldıktan sonra, Rebî'ul evvel ayının ilk pazartesi günü çıkıp, denize yakın yoldan deve ile Medîne'ye doğru yolcu oldular. Kudeyd denilen yerde bir çadıra rastladılar. Çadırdaki Âtike adındaki kadından yiyecek bir şeyler satın almak istediler. Kadın; -Zayıf, sütsüz bir koyundan başka yiyecek yok, dedi. Peygamber efendimiz; -İzin verirsen onu sağalım buyurdu. Mübârek eli ile koyunun sırtını okşayıp Besmele ile sağdı. O kadar çok süt çıktı ki, bulunanların hepsi bol bol içti ve kapları da doldurdu. Sonra kadının kocası gelip olanları işitince, hanımı ile birlikte Müslümân oldu. HİCRÎ SENE BAŞI... Netice olarak Peygamber efendimiz, 53 yaşında iken Medîne-i münevvereye hicret eyledi. Safer ayının 27. perşembe günü sabâh erkenden evinden çıkarak, öğleden sonra hazret-i Ebû Bekir'in evine geldi. O gece, berâberce, Mekke'nin 5.5 km güneydoğu tarafında bulunan Sevr dağındaki mağaraya geldiler. Mağarada üç gece kalıp, pazartesi gecesi yola çıktılar. Bir hafta yolculuktan sonra, Rebî'ul-evvel ayının 8. günü, Kubâ köyüne geldiler. Rebî'ul-evvel ayının 12. günü Medîne'ye hareket ettiler. Peygamber efendimizin, mîlâdın 622 senesinde, Allahü teâlânın emri ile, Mekke'den Medîne'ye yaptığı bu yolculuğa Hicret ve bu seneki Muharrem ayının birinci gününe de, Hicrî sene başı denir. Yeni 1430 Hicri senenin hayırlara vesile olması dileği ile...
.
.
.
|
Bugün 137 ziyaretçi (219 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|