Burada çok kısa bir sûrette tahlîl etmeye çalıştığımız bu gerçekler ve onların Dünya’nın geleceğine te’siri uzun uzadıya anlatılması gereken ehemmiyetli bir meseledir. Burada “Türkiye, İslâm Âlemi ve Siyonizm’in geleceği” ne dâir birkaç husûsu kısaca arz etmek istiyorum

Gitgide dehhâmeleşen Siyonizm zulüm ve istismârının, tarihte bir çok ülkede ve pek çok kereler müşâhede edilegelmiş olduğu sûrette, ciddî aksülamellerle karşılaşması mukadderdir. Üstelik bu defa bu aksülameller Araplara mahsus ve“millî” vasfında değil, âlemşümûl bir karakterde zuhûra gelecektir. Dünyanın globalleşmesi, siyonizme hep fayda sağlayacak değil ya!..

Diğer taraftan İsrail’in Kudüs gibi, üç dine âid bir mukaddes toprak üzerindeki ısrarlı iddiası Müslümanlar kadar, Hıristiyanların da bu hususta hareketlenmesine sebep olacaktır. Daha şimdiden, İsrail’in -itibar olarak- dönüşe geçmiş olduğunu söyleyebiliriz. Zira O, bütün insanlığa karşı -adetâ- müşahhas bir husûmet ve nefret hedefi hâline gelmiş bulunmaktadır.

Türkiye ise, aksine yeniden büyük bir şahlanışın arefesindedir. Bu görüşü haklı kılan esbâb-ı mûcibe ve onun fiiliyâttaki tezâhürlerini anlatmadan önce İsrail, Türkiye ve İslâm Âlemi’nin geleceğine dair düşünceleri iki ayrı perspektiften inceleyelim:

a- “Hıttîn Korkusu” Perspektifinden

b- Kader Perspektifinden

A- “Hıttîn” Korkusu Ve Bunun Âmil Olduğu Plân

Ortadoğu coğrafyasına yabancı bir unsur olarak yahudilerden önce hristiyan Batılılar gelip yerleşmişlerdi. Onların âkıbeti yahudilerin tarih boyunca kulaklarına küpe olmuş ve onlar gibi yok edilmek korkusuyla kendilerini dâimâ bıçak sırtında hissetmişlerdir.

Gerçekten Haçlılar, 1095 yılında tertipledikleri bir seferle 1099′da Kudüs’ü zabtedip büyük bir katliâm yaparak buraya yerleşmişlerdi. Kısa zamanda Antakya’ya kadar uzanan bir “Haçlı Krallığı” kurmuşlardı. Fakat İslâm Âlemi’nin o zamanki dağınıklığından istifâde ederek gerçekleştirdikleri bu zafer uzun sürmemiştir. 1187 yılında “Taberiye Gölü”yakınındaki “Hıttîn” adlı tepenin eteklerinde Selahaddin-i Eyyubî tarafından müdhiş bir bozguna uğratılmış, çoğu susuzluktan helâk olmuştur. Haçlıların bu mağlubiyeti üzerine 2 Ekim 1187′de Kudüs’e giren Selahaddin-i Eyyubîinsanlık tarihinde misal teşkil edecek dehşetli bir adâletle Kudüs halkının yaralarını sarmış ve bu kadîm İslâm diyarını yeniden müslümanlara kazandırmıştır. O gece Miraç kandilinin yıldönümüydü. Selahaddin Eyyubî bu vesîleyle afv-ı umûmî ilân etmişse de kılıç artığı Haçlılar, bu eşsiz merhameti bir taktik eseri zannederek kaçıp Akra kalesine sığınmışlardı. Bu kale ve civarında bir müddet daha mukâvemete devam etmişlerse de meşhur Memlük Emîri Sultan Halil tarafından 1291′de kılıçtan geçirilip denize dökülmüşlerdir. Bu topyekûn yok edilme Roma İmparatoru Titus ‘un zaferine benzemiyordu. O Mabed-i Süleyman’ı yıkmıştı, fakat yahudileri kılıçtan geçirip yok etmiş değildi. Ancak müslümanların bu zaferiyle o coğrafî bölgeye hâriçten dâhil olmuş hıristiyan unsur tamamen yok edilip ortadan kaldırılmıştır. Şimdi şu kadar asır sonra yahudiler de aynı coğrafyaya yabancı bir unsur olarak hulûl edip devlet kurmuşlardır. Ancak vaktiyle hıristiyanların yaşadığı mâcerâ dolayısıyla “Hıttîn, yani yok edilme korkusu” her yahudinin şuuraltında derin izler bırakmıştır. Bunun için yahudiler aynı âkıbete uğramamak için sırf Ortadoğu milletleri, hâssaten araplara karşı çeşitli plânlar yapıp geliştirmişlerdir. İsrail Devleti’nin bekasını temin maksadına bağlı olan bu plânlar her ne kadar gizli tutulmakta ise de bunlardan zaman zaman bazı sızıntılar ve bu bâbda bazı bilgiler Dünyâ umûmî efkârının ıttılâına mâruz kalmaktan kurtulamamıştır. Gerçekten İsrail Dışişlerinde vazifeli Oded Yinon ‘un 1982 yılında Dünya Siyonist Teşkilâtı’na bağlı Enformasyon Dairesi’nin ibrânice yayın organı olan “Kivunim” de yer alan bir rapor işte bu sızıntıların en dikkat çekici olanıydı. “1980′lerde İsrail İçin Strateji” adını taşıyan bu rapor, İsrail’in bütün Ortadoğuyu kendi beka stratejisi icabı olarak nasıl şekillendirmek lâzım geldiğini gözler önüne koyuyordu. Ona göre 20. asrın başlarında Ortadoğu’daki devletlerin hududları İngilizler tarafından âdetâ cetvelle çizilmiş olup tamamen sunî bir mâhiyet arzetmekteydi. Mezkûr rapora göre ne Irak’ta bir ırak milleti, ne Suriye’de bir suriye milleti, ne Ürdün’de veya Mısır’da… bir millet olmanın icâbına göre tekevvün etmiş bir siyâsî câmiâ mevcud değildir. Bunlar kâh ırk ve kâh da mezhep itibariyle kozmopolittirler. Bu bölünme İsrail’in Ortadoğu’da tutunması maksadıyla gerçekleşmiş olmasına rağmen bu hususta kâmil bir netice hâsıl olmak için bir kere daha tekrarlanmalıydı. Kısacası İsrail’in etrafındaki bütün devletler ki, buna Türkiye de dâhildir- yeniden birer ikişer ve bazı ahvâlde üçer yeni parçaya ayrılmalı, Osmanlı mirasında teşekkül etmiş olan devletçikler daha da ufalanıp İsrail karşısında mukavemet gücünü büsbütün kaybetmeliydiler. 1982 tarihli bu rapora rağmen, raporun mantığı 1975′ten itibaren fiilen tatbik sahasına konulmuştur. Küçücük Lübnan bu yahudi emeline ilk olarak muhatab olmuş ve onun beş bölgeye bölünmesi planlanmıştır: Hıristiyan Mârûnî, müslüman sünnî, müslüman alevî, dürzî vs. Henüz yaraları kapanmamış bulunan Lübnan iç harbinin derûnî sebebi bu yahudi emeliydi.

Bahsi geçen raporda komşu Suriye’nin de alevî-sünnî, kürt vesâir sûretle en az üçe bölünmesi plânlanmıştır. Bu kader aynen Irak için de mevzubahistir. O da kürt-sünnî ve alevî olarak parçalanacaktır.

Adı geçen rapor Mısır’ın nasıl bölüneceğini anlatırken daha önce diğer arap memleketlerinde vâkî olan bölünmenin bir domino tesiri icrâ edeceği ve bunun aynen Mısır’da, Sudan’da, Libya’da, hatta Libya’nın güneyindeki Çad’da nasıl vâkî olabileceği uzun uzun anlatılmıştır.

İsrail Devleti’nin bekası hesabına plânlanan bu parçalanmanın asıl ve ehemmiyetli mihrak noktası ve hedefi Türkiye’dir. Türkiye de kürtlerle bölünecek bu sûretle Türkiye’nin “arz-ı mev’ud” a dahil olan parçası bilâhare ve daha kolaylıkla yahudinin eline geçebilecektir. İsrail’in Kuzey Irak’taki kürt oluşumuna desteğinina asıl sâiki budur. Fakat İsrail kendisiyle hem-hudud olmayan Yemen, Sudan ve Çad gibi diğer arap memeleketlerinde dahî bölünmenin hangi usûl ve esaslara dayanarak gerçekleştirilebileceğini dakîk bir sûrette planlamış ve zikri geçen rapor üzerinde imal-i fikr eden ve onu geliştiren çeşitli raporlar ve eserler ortaya konulmuştur. (1)

Bugün ortalıkta dolaşan “Büyük Ortadoğu Projesi” aslında yahudinin bu emelini setretmek için ortaya atılmış ve mürevvici Amerika olarak gösterilmiştir. Hiç şüphesiz bu projede Amerika’nın da takip ettiği emeller mevcuddur. Fakat temel sâik İsrail’in bekası endişesidir ki, bu durum ileride anlatılmıştır.

Bütün bu anlatılanlar gerçekleşecek midir?!.. Bize göre hayır!.. Bunlar yahudinin kursağında kalmaya mahkûm birer hamhayaldir. Zira Kur’ânî bir hakikat olarak “Ve mekerû ve mekerallah. Vallâhu hayru’l-mâkirin” , yani “İnsanlar plân yapar, Allah’ın da bir plânı vardır. Muhakkak ki, eninde onunda Allah’ın plânı galip gelir.” Lâkin Allah’ın plânının, yani murâd-ı ilâhînin ne olduğunu bilmek biraz zordur. Bununla beraber imkânsız da değildir. Bugün Âlem-i İslâm kaç asırdır terâküm etmiş bulunan ihmalin doğurduğu istihkâkına kefâret teşkil etmek üzere bedel ödemektedir. Türkiye’deki başörtüsü zulmünden Filistin’de yarım asırdır devam eden mezâlime ve hatta bugün Irak’taki zulümlere kadar bütün olup bitenler İslam Âlemi çapında müslümanların istihkâkını tebdîle medar olacak bir kefâretten ibârettir. Bu kefâret üzerimizdeki celâlî tecellîyi cemâle inkılab ettirinceye kadar devam edeceğe benzer. Bu da uzak değildir. Zira herhangi bir müslümana sırf imanından ve bundaki ısrarında dolayı vâkî zulüm yalnız onun şahsî günahlarına değil; tekmil İslâm Âlemi’nin günahlarına kefâret teşkil eder. Zulüm ne kadar çoğalırsa müslümanların tecellî-yi ilâhîde kahırdan lutfa muhatab olmaları o kadar yakınlaşmış demektir. Şimdi de bu zikrettiğimiz delile munzam dellilerle önce Türkiye’nin, sonra da İslam Âlemi’nin murâd-ı ilâhî icabınca arzedeceği vecheyi bir nebze izah edelim.

B- Kader Perspektifinden Türkiye’nin Geleceği

Bütün Kâinât, bir tiyatro sahnesi gibidir. Onun içinde mevcud tekmil varlıklar da, bir senaryonun eşyası, dekoru ve kahramanları mesâbesindedir. Hepsi de kaderin me’muru ve mağlubudur. Âmil ve fâil oldukları veya mef’ul bulundukları vukuât ve şuunât (realiteler) da murâd-ı ilâhî, diğer bir tâbirle izn-i ilâhî çerçevesinde cereyan eder. Cenâb-ı Hakk’ı “müsebbibu’l-esbâb” yani sebeplerin sebebi, temel sebep bilmenin neticesi olan bu görüş, “cebriye”değildir. Zira cebriyede kul, irâde ve ihtiyâra sahip olmayan sâir mahlûkât derekesinde telâkkî olmaktadır. Halbuki zîşuur olan ins u cin, âriyet gibi iğreti de olsa cüz’î bir iradeye mâliktir. Hiç şüphesiz ilm-i küll sahibi olan Allah, bu cüz’î iradelerden ne sâdır olacağını mutlak bir sûrette bilir. Ancak, bunun ilm-i ezelî ile bilinmesi, bizi kul için bir“cebir” vâkî imiş gibi düşündürmektedir. Bunun sebebi de, insan idrakinin “zamanla mukayyed” olmasıdır. Halbuki, Allah katında zaman yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın bir şeyi olmadan evvel bilmesi, bizim olduktan sonra bilmemiz kadar kolay ve tabiîdir.

Nasıl, bir senaryoda onu, tasavvur, tahayyül ve tasnî eden kimse tarafından tesbit edilmiş bir ana fikir ve esas gaye mevcud olursa, bu Âlem’de de böylece bir temel maksad vardır. Vukuât, O, ilâhî olan gaye çerçevesinde ezelden ebede sebep-netice münâsebeti içinde sonsuz bir cereyan ve teselsüle me’mur olarak akıp gider. Ancak, bu akış, üstün bir me’muriyeti olan ins ü cin idraki ile kavranabilen ve kavranamayan bir takım temel kanun ve kâidelere tâbî kılınmıştır. İlâhî tâyinle gerçekleşen ve hep bâkî kalan bu kaidelere, biz bazen “meşiyyet-i ilâhiye” bazen da “tabiat kanunları”der, geçeriz. Bütün varlıkların bunlara -yoluna döşenmiş raylara tâbî olmak mecburiyetindeki trenler gibi- uymak zorunda bulunduğu bedâhât derecesinde bir gerçektir.

Eşyâ (şeyler) ve vukuâtın tanınması da bu kânun ve kâidelerin keşfi nisbetindedir. Bütün ilmî faaliyetler ise, bu keşfin hududlarını genişletmeye çalışmaktan ibârettir.

Şu temel görüş çerçevesinden bakıldığında, sayısız vukuât ve şuunâtın hay-huyu arkasında ilâhî tâyinle mevcud ve cârî, bütün âleme şâmil ve hâkim bir takım kânun ve kâidelerin mevcud olduğu görülür. Bunlardan biri de “ebedî zıtlık” ve bunlar arasındaki galebenin münâvebesi, yani daimî bir tahavvülât ve tebeddülâttır. İlâhî tecellî de bazen “celâl” ve bazen de “cemâl” e revaç vererek, bu mütemâdî değişikliğin asıl sebebini teşkil eder. Bundan dolayı, bu Âlem’de“bekâ” yalnız ve ancak Allah’a mahsustur.

Fizîkî ve tabiî hadiselerde olduğu kadar, sosyal ve beşerî faaliyetlerde de aynen vâkî olan şu keyfiyet, lâyıkı ile kavrandığı zaman, vukuâtın hikmetine nüfûz edebilir ve binnetice bir çok gereksiz telâş ve endişelerden kurtulmak imkânı doğar. Zira bu takdirde değişme seyrinin “celâl” den “cemâl” e mi, yoksa “cemâl” den “celâl” e mi olduğu kavranır. Murâd-ı ilâhî berraklaşır. Allah’ın takdirinin gerçekleşmesine hiçbir mahlûkun güç yetirebilmesi mümkün olmadığına göre, buna sa’y etmenin hacâlet ve sefaletine düşülmez. Sabır ve tevekkülün kemâline ulaşılır. Tecellî nöbeti “cemâl” de ise şükrün, “celâl” de ise sabrın bereket ve huzûruna nâil olunur.

Bununla birlikte şu gerçeğe de işaret edilmelidir ki, vukuâtın asıl sebebi olan murâd-ı ilâhî, bir tek vak’a veya vukuât zincirinin tek bir kesidinin müşâhedesi ile kavranamaz. Belli bir zaman parçası içerisindeki gelişme seyri takip ve tahlil edilmelidir. Zira, her türlü tahavvülât ve tebeddülâtta bir tedrîc kânunu cârîdir. Bu keyfiyet zelzele gibi ânî oluşlarda bile onların hazırlık safhasında yine bâkî ve cârîdir. Diğer taraftan bazen bir tecellînin zâhiri ile bâtını arasında fark da olabilir. Zâhiri “kahır” , bâtını “lütuf” veya bunun aksi olan hâdise ve oluşlar da az değildir. Bunları da zaman çözer!.. Bir eriğe, bir de cevize bakınız!.. Birinin kabuğu taş gibi sert, içi lezzetli meyvedir. Erikte ise bunun tam tersidir. Gündüzden geceye geçişte, karanlıkların âniden Dünya’mızı istilâ edemeyip tedrîcen ve perde perde gerçekleşmesi, bu Âlemdeki bütün tahavvülât ve tebeddülâta hâkim bir meşiyyet-i ilâhiyedir. Sabahleyin şafak sökmesi de öyle değil mi?!..

Bir de şu var ki, bu Âlem’in bir “dâr-ı imtihan” olmasını dileyen Cenâb-ı Hakk’ın asıl sebep olan zâtî irâde ve ihtiyârı -pek az istisnâ ile- mestur ve meknuzdur. Her şey zâhirde mahlûka kâbil-i izâfe bir takım esbâb ile gerçekleşir. Bunu bilen âkil ve ârifler, vukuâta röntgen gibi derinlere işleyen, ve böylece meknûz ve mestur olanı görebilen bir nazarla bakarlar.

Bu temel İslâmî gerçeklerin ışığında Türkiye’nin kısaca, önce geçmişine, sonra da geleceğine bir nazar atfedelim.

1- Geçmişe Bakış:

Türk Milleti’nin İslâm’dan önceki eski asırlarda fârik ve mümeyyiz vasfı harb, darb, cenk, cidâl, kavga ve cihangirliktir. Dünya’da en eski ve en büyük beşerî eser olan “Çin Seddi” bu gerçeğin fiilî bir şâhididir. Bu gün o geçmiş uzun asırların vukuâtına baktığımız zaman, bunun ilâhî bir tanzimle müthiş bir hazırlık, -tâbir câizse- antreman olduğunu görebiliriz. İçinde olsak bunu kavrayamazdık. Zira nefsânî gibi görünen o eski harb-darb faâliyeti sonraki “İslâm Müdâfîliği” için bir liyâkât kazanma safhası olmuştur. Bu artık bellidir. Tıpkı Arapların, İslâm’dan asırlarca evvel başlayan talâkât, belâgat ve edebiyat merak ve hevesleri ile Arapça’yı geliştirerek O’nu ilâhî irâdeyi istiâb edebilecek bir kemâle ulaştırmaları gibi… O eski Araplar da şiir yarışlarında nefes tüketirken, kaderin hesabından habersizdiler. Bu gerçekle, daha küçük çapta da olsa, kendi hayatında karşılaşmamış bir fert tasavvur olunamaz!..

Lütfu setredip saklayan kahra veya celâl içindeki cemâl tecelliye tarihten bir misal verelim:

Mâhud “Moğol İstilâsı” İslâm Âlemi’nin yakılıp yıkılmasına, medenî mâmûrelerin harabeye çevrilmesine sebep olan dehşetli bir kahır tecellisi idi. Zulüm denince ilk akla gelen isimlerden biri olan Hulâgû tarihlerin rivâyetine nazaran, Hilâfet merkezi Bağdat’ta dînî ve ilmî eserleri kerpiç gibi kullanarak kendisine bir saray yaptırmıştı. Ancak bu müthiş kahır ve zulüm istilâsı, önüne katıp sürüklediği “Müslüman Türk” kitleleriyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması gibi mes’ud bir neticeye de âmil olmuştur. Böylece, zaafa uğramış İslâm Dünyası’na bir “tâze kan” olarak Türk unsurunun katılmasını sağlamıştır.

Osmanlı Devleti’ni kurmuş olan “Kayı Han Aşireti” de bu sûretle Türkistan’ın “Mahan Bölgesi” nden çıkarak Batı’ya yönelmişti. İlk istikâmetleri an’anevî göç hedefi Cezîretü’l-Arab idi. Bu maksadla Sûriye’ye geçerlerken reisleriSüleyman Şah, Fırat Nehri’nde akıntıya kapıldı. Ayağının atın özengisine takılması yüzünden kurtulamayarak şehid oldu. Aşîret mâteme gark oldu. Süleyman Şah ‘ı Câber’de toprağa verdikten sonra, istikâmetlerinin uğursuzluğuna hükmederek geri dönüp Ahlat’a geldiler. Eğer Sûriye’ye gitselerdi, daha önceki bir çok Türk aşîreti gibi orada kaybolup gidecekleri muhakkaktı. Kiminle mücadele edip de yükseleceklerdi. Etraf hep müslümandı. Ama Ahlat’ta kendisine mürâcaat ettikleri Selçuklu Sultanı onlara yerleşmeleri için Söğüt ve Domaniç ‘i göstermişti. İhtimal buna da canları sıkılmıştı. Zira sürüleriyle bütün bir aşîret takriben bin kilometre bir mesâfeyi kat’etmek mecburiyetinde kalmıştı. Halbuki, önü küffâr olan bu mıntıkada onların cihad gayret ve kâbiliyetlerine -sevk-i kaderle- engin bir saha açılmış oluyordu. Bu kahrın içine saklanmış bir lütuftu. Meknuz ve mestur bir murâd-ı ilâhî idi.

Diğer taraftan Söğüt’e yerleşen Kayı Han Aşireti’nde arka arkaya on lider ( Osman Gazi ‘den Kânûnî ‘ye kadar) dehâ üstü birer şahsiyet olarak tarih sahnesinde mes’ud ve muhteşem rollerini oynamışlardır. İnsanlar evlâdlarının karakter ve kâbiliyetlerini te’min husûsunda bir imkân sahibi değillerdir. Âlimden zâlim doğduğu az görülmüş bir vak’a değildir. Demek ki, kader onları yükseltmeyi murâd edince, her cihetle kendilerine yâr ve yâver olmuştur. Kader yâr ve yâver olunca, bir meziyet bin meziyet kadar randıman sağlarken, bin kusur, belki bir kusur kadar rol oynayabilir. Tıpkı akıntı istikâmetinde yol alan bir kayık gibi… Bir kürek çekmekle, akıntının sür’atine bağlı olarak icabında on kürek çekmiş kadar mesafe kat’edersin. Fakat gidişin akıntıya ters ise, netice bunun aksi olur. İşte beşerî irâdelerin, kadere tevâfukunda böyle müthiş bir bereket mevcuddur. Osmanlı’nın yükseliş hengâmında O’nu ihâta eden hâricî şartların zâtî irâde ve imkânlarından fazla rol oynadığı tarihin sayısız şehadeti ile sâbittir.

Yükselişte olduğu gibi çöküşte de bu kadere ve daha emin bir tâbirle murâd-ı ilâhîye paralel veya ters düşmenin müsbet ve menfî tezâhürleri için söylenecek söz ve verilecek misâl sonsuzdur. Biz burada bu kadarla iktifâ ederek, biraz da geleceğimize atf-ı nazar etmek istiyoruz.

2- Geleceğe Bakış

Bir devlet, üç esas ile büyük ve âlemşümûl bir karakter kazanabilir.

• Âlemşümûl bir mefkûre

• Geniş ve stratejik imkânları hâiz bir ülke

• Kemiyet kadar keyfiyeti de olan büyük bir nüfus

Târihte âlemşümul bir devlet (süper güç) olabilmiş bulunan her topluluk bu üç rüknün, üçüne de mutlaka sahip olagelmiştir. Biz de öyle idik. Bunların hepsini de iç ve dış düşmanların âhengli mesâileri sonunda kaybederek bugünkü mefkûresiz Türkiye hâline getirildik. Burada şu küçülüşün sebepleri veya gerçekleşmesine dâir hiçbir tafsîlâta girişecek değiliz. Bu, olmuş bitmiş bir vâkıadır. Çok değil, bir insan ömrü kadar, yani yetmiş-seksen sene evvel vatanımız onüçmilyon kilometre kare idi. Bugün sekizyüz bin bile değildir. Küçülüşün her mes’eledeki tecellîsi de bu ölçüdedir. Ancak gidiş nereyedir?!.. Mühim olan hâl değil, istikbâldir!!.. Onu tayin edecek husus da zaman ve vukuâtın seyrine hâkim olan murâd-ı ilâhînin vasfıdır. Acaba vukuât, celâlin mi, yoksa cemâlin mi galebesi istikâmetinde bir seyir takip etmektedir?! İşte bu muammâyı çözmek için yine belli bir zaman parçası içindeki gelişmenin tahlili îcâb etmektedir. Zira murâd-ı ilâhînin keşfi, ancak bu sûretle mümkün olabilmektedir.

Bazılarına göre manzara karanlıktır. Mehdi -aleyhisselam- gele ki, işler düzele!… Biz böyle düşünmüyoruz. Bilâkis, İslâm Tarihinin en parlak devrinin önümüzde olduğuna kânîiz. Hele biraz durun bakalım, “Batı Roma’nın Fethi” bize sahih bir hadîs-i şerif ile müjdelenmiş değil midir? Hâmile bir kadının ağrıları, vaz’-ı hamletmeden az önce hadd-i a’zamîye ulaşmaz mı? Gecenin karanlığı en yüksek dereceye ulaştıktan sonra dönüş başlayıp perde perde şafak sökmez mi?! Her kemâli bir zevâl, her zevâli bir kemâlin takip etmesi bu âlemin temel kanunlarından biri değil mi? O halde, sizi bedbinleştiren, menfîliklerin kemâle ermiş, zevâl vaktinin gelmiş olmasıdır. Sevinsenize!..

Bu değerlendirmeyi biraz da kısaca ictimâî vukuât üzerinde tahlil edelim.

İslâm’dan inhirâfın tarihi epeyce eskidir. Ancak su yüzüne çıkışı ve resmî bir görünüş arz etmesi 1839 “Tanzimat Fermânı”yladır. Bu menfî gelişme bilâhare kemâle ermiş (1924) ve bu da 1945 yılında çok partili hayata geçişle dönüş safhasına intikal etmiştir. Dünya siyâsî hâdiselerinin zorlamasıyla başlamış olan bu yeni devrin bâriz husûsiyeti gittikçe hızlanan bir tempo ile mü’minlerin toparlanmakta bulunmasıdır. Bunda dost-düşman herkes müttefiktir. Peki ama, bu gelişme, Türkiye’nin kendi benliğine dönmesini ve mevcud menfîliklerin altından kalkabilmesini te’min edecek bir kifâyette midir? Bunu anlayabilmek için, şu gelişmenin -yukarıda zikri geçen- üç esasa aks edişini bir nebze inceleyelim.

a) Âlemşümûl Mefkûrenin Geri Gelişi

Bizim için büyük devlet olmanın birinci şartı olan mefkûre; tabiî olarak İslâm ‘dır. Çünkü O’nun bizi -her şeye rağmen- yok edilememiş bir alt yapısı mevcud olduğu gibi, zâtî muhtevâsının da matlub neticeyi hâsıl etmeye kifâyeti târihî vukuât ile sâbittir. Ancak O’nun ülkemizde son elli yıl içinde arz ettiği diriliş ve canlanış sür’ati, beşerî irâde ve gayretlerle izah edilemeyecek bir derecededir. Bu da bizim gibi zayıf mü’minlerin mesâilerinin kadere tevâfukundan doğan bir berekettir. Gerçekten, kaderin, -akıntı istikâmetinde ilerleyen kayık misâlinde olduğu gibi- yâr ve yâver olmasından gayri bir sebeple izah edilemeyecek olan şu keyfiyet için size bir mukâyese arz etmek istiyoruz. Tek aşına bu misalin iddiamızı isbata yettiğini ibretle göreceksiniz.

1920 yılında İstanbul düşman işgali altına düşmüştü. İşgal kuvvetleri kumandanlarından biri de Fransız Generali Franse D’Espere idi. Bu zât Fâtih Hazretleri ‘ni taklîden İstanbul’da beyaz bir at ile dolaşmak hevesine kapılmıştı. Lakin bunu nerede yapmalıydı ki, ahâli O’nu alkışlasın!.. Levanten muhiti olan Beyoğlu’nu seçti. Tünelbaşı’nda beyaz bir ata binerek Taksim girişindeki Fransız Konsoloshânesi’ne kadar yürüdü. Beyoğlu esnafı o zaman ekseriyetle rumdu. Rum esnaf, Yunan bayrakları ile donatılmış Beyoğlu’nda Franse D’Espere ‘yi:

“-Zito Venizelos !..” diye bağırarak alkışladı.

Venizelos , o günkü Yunan Başbakanı idi. Bu da “Yaşasın Venizelos!” demekti. Bu durumdan müteessir olan bir Müslüman matbaaya koşup bir İstanbul haritası bastırdı. Bunun üzerinde, mevcud câmileri küçücük sembollerle göstererek bunlara sıra numarası verdi. Altına cetvel halinde bu numaraları sıralayarak karşılarına câmilerin adlarını yazdı. Bu sûretle numaralanmış İstanbul Câmileri bu haritada dokuz yüz otuz küsurdur. Yani bin bile değil!.. Unutmuş olabileceği birkaç küçük câmi ile bu rakamı bin kabul edebiliriz. Haritanın üzerine yazdı ki,

“-Bu şehir kimindir?”

Altında bu soruya yine kendisi cevap verdi.

“-Bu eserler kiminse, bu şehir onundur!..”

Bununla bu şehri biz vatan yaptık, O’nu millî ve dînî eserlerle bezedik, demek istiyordu. Gizlice bunu, Franse D’Espereve Rum şarlatanlarını protesto makamında apartman kapılarından içeriye attırdı.

1920 ‘de bizim İstanbul’daki ikaametimiz 467 sene likti. Bu zaman zarfında, O imanlı insanların fevkalâde gayreti ve cihad serveti ile İstanbul’da inşa ettikleri câmî takriben bin (biraz daha az bile!) imiş. Halbuki 1950′den günümüze kadar şu beğenmediğimiz zayıf müslümanların inşa ettiği câmi adedi iki bin beş yüz dür!.. Zaman 467 yılın onda biri kadar bile değil!.. Onda bir kabul etsek, Osmanlılar’dan 1920′de 25.000 câmî mevcud olması gerekirdi ki, arada bir denge olsun!.. Halbuki bin câmî varmış. Demek ki, bizim mesâimize Cenâb-ı Hakk ecdaddan en az yirmi beş kat daha fazla bereket ihsan ediyor. Buna İmam-Hatip Liseleri ve Kur’ân-ı Kerîm dershanelerini ekleyerek düşünün! Nasıl, kader bize yâr ve yâver değil mi imiş?!… Sevk-i kaderle, akıntı bizim kayığın seyri istikâmetinde değil mi imiş!…

Sakın bu netîceyi betonarmeyle inşaatın kolaylığıyla izâha kalkışmayınız. Zirâ betonarme keşfedilmiş olmasından doğan kolaylığa mukaabil bu zamanda câmi yapımına meyletmeyi imkânsızlaştıracak derecede mânevî mâniler mevcuddur. Lehte ve aleyhteki faktörler mîzan edilse bu devirde aleyhte faktörlerin galebesi herkesçe ve kolayca kabul olunabilir. Anlayana bu bir tek misâl kâfîdir.

b) Geniş ve Stratejik Bir Ülke

Biz tarihte ilk defa 1774 “Kaynarca Muâhedesi” ile büyük ölçüde toprak kaybettik. Kaynarca millî tarihimizde bir dönüm noktasıdır. O tarihten sonra tam iki yüz yıl hep verdik. Kayıplarımızdan bir taş bile alamadık. Tâ ki, 1974 Kıbrıs Harekâtı ‘na kadar!.. Bu tâlih ilk defa 1974′de değişti. Değişti ama nasıl?! Tamamen sevk-i kaderle!.. Şöyle ki:

En büyük ölçüde arazi kaybına uğradığımız Harb-i Umûmî nihayetinde kurulan bugünkü devletimiz, Avrupa karşısında iddiasız ve tâbî bir siyâset tâkibini kendine temel prensip ittihaz etmişti. Bu sebeple Lozan’da gayr-ı tabii hududlara râzı oldu. Kıbrıs ‘ı İngilizler’e, Oniki adayı İtalyanlar’a, diğer bir çokları ile birlikte Antalya’nın önündeki Meis Adası’nı bile Yunanlılar’a terke râzı oldu. “Millî Mîsak” a dahil olan Batum ‘u Ruslar’a, Musul ‘u İngilizler’e, Batı Trakya ‘yı Yunanlılar’a vermekte bir beis görmedi. Bunları kurtarma imkânlarını, sonradan kurcalamayı da Avrupalılar’ın te’dîbinden korkarak büyük bir cürüm saydı. 1944′de Rus esiri kardeşlerimizi hatırlatan bir iki mâsumâne yazıdan dolayı memleketin bir çok münevverini tabutluklarda inletti.

İngilizler, İkinci Cihan Harbi sonunda bazı müstemlekelerini ve bu arada Kıbrıs ‘ı terk kararı alınca Türkiye burayı dâvâ etmedi. Fakat bizim dışımızda zuhûr eden iki müessir Türkiye’yi Kıbrıs’a sahip çıkmaya zorladı. Bir günlük gazete, sahibinin şahsî bir mes’elesi dolayısıyla Rum düşmanı oldu ve Kıbrıs’ı diline dolayarak O’nun hakkında her gün yazı yazdı. Böylece halkın reyine tesir edeceğinden Türk siyâsîleri Kıbrıs karşısındaki bîgâneliği terke mecbur kaldı.

İkinci mes’ele ise, Rumlar sabırsız davrandılar ve asıp keserek Türkleri yok etmeye başladılar. Teennî ile hareket etseler, Kıbrıs Türkleri’nin Türkiye ve İngiltere’ye hicretini sağlayabilirlerdi. Bu takdirde kimsenin de sesi çıkmazdı. Ama Rumlar’ın Türkleri katliâm etmeleri Dünya’ya yayıldı. Türkiye artık bunu duymamazlıktan gelemedi. Yine de havanda su dövmeye devam edecekti. Fakat Nicos Sampson adında bir Rum komünisti bir ihtilâl yaparak Makarios ‘u devirdi. Kıbrıs, Küba gibi olacaktı. Amerika, Akdeniz’de bir çıbanbaşı istemedi. Bu yüzden Kıbrıs Harekâtı’na yeşil ışık yakıldı. Bakınız nasıl, bizim dışımızdaki sebepler, Türkiye’yi mecbûrî bir yola sokuyor. Musul da aynı cinsten bir oluşa namzettir!.. Batum ve Batı Trakya da!..

Hele Rusya’nın yıkılışından sonra doğan imkânları burada tahlil etmek mes’eleyi gereğinden fazla uzatacağı için sarf-ı nazar ediyoruz.

Fakat bununla Türk ve İslâm Âleminin yükselişte çok büyük bir dönüm noktası olduğunu kabul etmek gerektir.

Demek ki, ikinci rükun olan, ülkede de 1974′ten sonra matlub şekle dönüş vetiresi başlamıştır.

c) Nüfus

Bir devleti büyük ve âlemşümûl kılan unsurlardan biri de nüfustur.

1520 ‘de Kânûnî Sultan Süleyman tahta geçtiği zaman, ülkemizin yüzölçümü on üç milyon kilometre kare idi. Bu arazide yaşayan nüfus, müslim- gayr-i müslim kırk milyondu.

Takriben dört yüz yıl sonra bu nüfus ancak altmış milyon olabilmiştir. Hakikaten Birinci Cihan Harbi’ne tekaddüm eden günlerde devletin yüzölçümü yine onüç milyon kilometre kareydi. Kânûnî’den sonra yirmidört milyon kilometre kareye çıkmış, sonra azalarak tekrar aynı miktara inmiş bulunuyordu. Demek ki, Kânûnî devrinden beri, dört yüz yılda bu kırk milyonluk nüfus, yüzde ellilik bir artışla, ancak altmış milyon olabilmiştir. Halbuki Yunan Harbi’nden sonra elimizde kalan yediyüz seksen bin kilometre karelik bir vatan parçasında ancak on milyonluk bir nüfus yaşamaktaydı. Hem de üst üste devam eden harplerde yıpranmış, ekseriyeti kadın, çocuk ve ihtiyarlardan mürekkepti. Bu gün bu nüfus yetmiş milyondur. Demek ki; yüzde yediyüz nisbetinde bir artış göstermiştir. Hem de dört yüz senede değil, seksen senede!…

Buna bir de şu gerçekleri ekleyerek düşünmek gerekir. Kânûnî devrinde hayat daha ucuzdu. Birden fazla kadınla evlenme nisbeti daha fazla idi. Nüfusun artışını önlemek üzere doğum kontrolü gibi bir ihânet de mechuldü.

Şu sebepler muvâcehesinde Türkiye’nin seksen yıldır arz ettiği nüfus dinamizmini, aklen ve mantıken izah mümkün değildir. Bu durum şuna benzer, köpekler senede iki sefer doğum yaparlar, her seferinde sekiz, on tane doğururlar. Koyunlar ise, senede bir kere doğururlar. Nâdiren iki sefer doğururlar. Ömür itibariyle de ancak köpekler kadar, yani on, onbeş sene yaşarlar. Koyunlar akşam sabah kesilip, yendiği halde köpekler böyle bir katliâma da mâruz değillerdir. Buna rağmen dağlar koyun sürüleriyle doludur. Hani köpek sürüsü!.. Bunda bir kader sırrı mevcuddur. Tıpkı nüfusumuzun dört yüz sene boyunca ancak yüzde elli artmasına mukâbil 1920′den günümüze kadar yüzde yediyüz artmış olması gibi…

Bu bahsi bitirirken Türkiye’nin hem geçmişine ve hem de geleceğine şâmil bir sûrette telakkîye müsteîd olan Kur’ânî bir kıssaya temâs etmek istiyoruz. Hemen hemen herkesin bildiği bu kıssa, Mûsa -aleyhisselâm- ile Hızır -aleyhisselâm- arasında geçmiş olan vak’adır. Önce mâlûmâtımızı tazelemek kabîlinden kıssayı anlatalım ve sonra da bunun bir şablon gibi Türkiye’nin, hem geçmişine ve hem de geleceğine tetâbukunu îzah edelim.

Mûsa -aleyhisselâm- Hızır -aleyhisselâm- ile arkadaşlık etmek istedi. Peygamberler Allah’ın bildirdiğini bilebilirler.Hızır -aleyhisselam-‘a ise Dünya’nın sonuna kadar ömür verilmiş ve Ona “ledün ilmi” ihsan edilmiştir. Bundan dolayıHızır -aleyhisselâm-, Mûsa -aleyhisselâm-‘a kendisi ile arkadaşlık yapamayacağını, zira bazı hareketlerinin O’na ters geleceğini söyledi. O da böyle hallerde kendine bir suâl sormamak va’dinde bulundu. Böylece arkadaş olup, bir yola girdiler. Önlerine bir nehir veya göl geldi. Karşıdan karşıya geçmeleri için orada hazır bulunan ihtiyar bir kayıkçıya ricâda bulundular. Kendisine verecek paraları olmadığından, bu kayıkçı, onları rızâ-yı Bârî için karşıdan karşıya geçirdi. Akşam karanlığı bastırmak üzereydi. Kayıkçı yolcularını indirdikten sonra kayığını kıyıya çekmeye uğraşırken Hızır -aleyhisselâm- orada bir miktar oyalandı. Kayıkçı evinin yolunu tutunca da onun köhne kayığını, kocaman kaya parçalarıyla kırıp sakatlattı. Bu hâdiseyi seyreden Mûsa -aleyhisselâm- canı sıkıldı. Söz vermiş olmasına rağmen i’tizâr ile Hızır -aleyhisselâm-‘ın bu yaptığının sebebini sordu. Çünkü kendilerini bilâbedel karşıya geçirerek iyilik etmiş olan bu ihtiyarın kayığını böylece sakatlatmak akla, mantığa aykırı ve zâhir hâle nazaran yakışıksızdı.

Hızır -aleyhisselâm-, Mûsa -aleyhisselâm-‘a kendisine sual sormamak husûsundaki taahhüdünü hatırlatmakla beraber, durumu izah etmekten geri kalmadı ve:

“-Birkaç güne kadar bu beldede harb çıkacak. Hükümet “Bana lâzımdır” diyerek milletin elindeki atı, arabayı ve kayıkları kendine alacak. Buna “tekâlif-i harbiye” derler. Tekâlif-i Harbiye heyeti, bu kayığın başına geldiği zaman onu, şu sakatlığından dolayı beğenip almayacak. O da böylece ihtiyar kayıkçıya kalmış olacak. Kendisi bunu alâkülli hâl tâmir edip işine devam edebilecek. Bu adamın yetim torunları vardır. Onlara bu kayığın geliriyle bakmaktadır. Hem bu yetimlere bir iyilik olsun ve hem de ihtiyarın bize karşı hareketine bir karşılık teşkil etsin diye kayığı sakatlattım”dedi.

Yollarına devam ettiler. Ve güzergâhta bir köye misafir oldular. Köyde bir âile kendilerini misafir etti. Îzâz ve ikrâmda bulundu. Sabahleyin çıkıp giderken köy meydanında oynayan çocuklar arasında, bu âilenin oğullarını gördüler. Hızır -aleyhisselâm- kendilerine bunca iyilik etmiş olan bu hayırsever âilenin çocuklarının kafasını kopartıp onu öldürdü.

Mûsa -aleyhisselâm- Hızır ‘ın bu tavrı karşısında yine darlandı. Binbir i’tizâr ile bu yaptığının sebebini sordu. Hızır -aleyhisselâm- Ona vaadini hatırlatmakla beraber yine de sualini cevaplandırdı ve:

“-Bu çocuk çok şerîr bir insan olacaktı. Bize iyilik etmiş olan o âile bu çocuk yüzünden rezil rüsvay olacak ve çok ızdırab çekecekti. Onu öldürerek kendilerini büyük bir belâdan kurtardım. Gençtirler; başka çocukları da olur. Hayatları boyu ızdırab çekmektense bu çocuğun ölümünden dolayı birkaç gün ağlayıp sızlamaları çok daha ehvendir.”dedi.

Yollarına devam ettiler. Bir köyden geçiyorlardı ki, o köyün halkı çoluk çocuk büyük küçük kendilerini taş yağmuruna tuttular.

“-Hırsızlar, uğursuzlar, köyümüze niye geldiniz? Defolun!” sayhalarıyla tehdidler savurdular. Bu esnâda Hızır -aleyhisselâm- o köyde yıkılmaya yüz tutmuş olan bir bahçe duvarını alelacele taş yağmuru altında tamir edip düzeltti.

Mûsa -aleyhisselâm- son olarak bu yaptığının da sebebini izah etmesi talebinde bulundu ve hakîkaten Hızır ‘ın işlerine akıl sır ermeyeceği düşüncesiyle, bu noktada birbirlerinden ayrılmalarını kabul etti. Hızır cevâben dedi ki:

“-Senin de gördüğün gibi bu köyün halkı şerîr insanlardır. Burada iyi bir insan vardı. O da öldü. Parasını bu şerîr lerin eline geçmesin diye o duvarın arkasına saklamıştı. Duvar yıkılmaya yüz tutmuş olduğundan saklanmış olan para neredeyse meydana çıkacak ve bu kötü insanların eline geçecekti. Halbuki o adamın yetim çocukları vardır. Bunlar henüz çok küçüktürler. Bu şerîr lerle mücadele ederek babalarının parasına sahip olamazlar. Duvarı tâmir ettim ki, o yetimler büyüyüp güç kuvvet kazanıncaya kadar para saklı kalsın!”

Bu kıssa, Türkiye’nin gerçekleri muvâcehesinde değerlendirilince ortaya şu durum çıkar:

Hızır ‘ın sakatlaşmış olduğu kayık, aziz vatanımız Türkiye ‘dir. Avrupa Birliği bir “Tekâlif-i Harbiye” heyeti gibi onun başında durmuş, kendisini gasbedip yutmak istiyor. Lâkin o da ihtiyar kayıkçının kayığı gibi devralmak hususunda câzip görünmüyor. Bunun sebebi Türkiye’nin 200 milyar doları aşan iç ve dış borçları ile 15-20 milyon işsizi vesâir buna benzer sebeblerdir. Onu bu hâliyle devraldıkları takdirde başlarına belâ olacağını düşünüyorlar. Bu vatanın sahibi olan milletimiz de o ihtiyarın yetimleri mesâbesindedir. Kayığını gasb olmaktan kurtarabilirsek, düzeltip yolumuza devam edebiliriz. İhtiyarın kayığını Hızır , bizim kayığımızı ise Allah sakatlatmıştır. Siz Türkiye ‘yi AB için câzib olmaktan çıkaran borç, işsizlik.. vesâireyi birtakım beceriksiz idarecilerden bilebilirsiniz. Lâkin onlar, kaderin me’mûru ve mağlûbu olduklarını bilmeden doğru yapıyorum zannederek bu neticeye ulaşmışlardır.

Kıssadaki ikinci nokta da Türkiye ‘nin geçmişine ve geleceğine aynen mutâbıktır.

Ahlâkî ve îmânî bozulma, Osmanlı’nın son zamanlarında başlamıştı. Bu o günkü Dünya şartlarının -az çok- tabiî bir neticesiydi. Bir lâğım patlarcasına bu keyfiyette daha sonra görülen fezeyân (taşma), Osmanlı devam etseydi dahî -bu kadar olmasa bile- yine vâkî olacaktı. O zaman bütün bu seyyiât İslâm’ın itibarına zarar verecek ve sanki Onun tatbikâtının tabiî bir neticesi gibi görünecekti. Yâhud da en azından onun bu ahlâkî tereddîyi önleyemediği yolunda bir düşünce revâç bulacak ve bundan da o muazzez dâvâ itibar bakımından zarar görecekti. Bunu şöyle bir misalle anlatabiliriz:

Köylerde gençlerin bir “güveyilik elbiseleri” olur. Düğünden sonra bu elbise saklanır, normal günlerde giyilmez. Ancak şehre inildiğinde hatırlanır. Böyle bir kimse güveyilik elbiselerini giyinerek, büyük bir şehirde ameliyat masasına yatmak için hastaneye müracaat etse, ona bu mûtenâ elbiseyi çıkarttırıp âdî bir pijama giydirirler. Çünkü ameliyat neticesinde kendisinden kan, irin, cerahat boşalacak ve giydiği elbise bunlarla kirlenecektir. Kıymetli bir elbisenin bu sûretle kirlenmesi mâkul görülmez. Pijama ise, iş bitip akıntı kesildikten sonra atılabilir. Bunda bir beis yoktur.

Türkiye ‘de de aynen böyle olmuştur. Ahlâkî tereddînin -mikrop almış bir bünye gibi- yakın bir gelecekte bir mânevî ameliyatı îcâb ettireceği gerçeğinden dolayı, Cenâb-ı Hakk İslâm’ı ref’ etmiş, onun yerine bugün herkesin müştekî olduğu şu düzen teessüs etmiştir. Artık dehhâmeleşen yolsuzluk ve ahlâksızlıklardan İslâm mes’ûl değildir. Çünkü O, iktidar da değildir.

Her türlü seyyiâtın bu bozuk düzene izâfesi istisnâsız bir temâyüldür. Hatta kötülükleri yaza yaza defterler dolduğu için olacak ki, yakın bir geçmişte Tansu Çiller -sevk-i kaderle- “yeni ve beyaz bir sayfa açtığını” söylemiştir. O sayfa ve sayfalar da hortumcuların mârifetleriyle kısa zamanda sonuna kadar lebâleb dolmuş bulunmaktadır.

Bu arada mü’minler, günahlarının kefâretini teşkil edecek eziyet çektikten sonra -murâd-ı ilâhî iktizası olarak- sebepler zuhûr edecek ve ameliyat öncesi gardroba kapatılmış güveyilik elbisenin taburculuk gününde çıkartılıp giyilmesi nev’inden bir tecellîye şâhit olacaktır ki, bugünler o günlerin arefesi mesâbesindedir.

Kıssamızın üçüncü kısmı da aynen Türkiye gerçeklerinin bir fotoğrafı gibidir. Kıssadaki ölmüş iyi insan, Osmanlı ve bizim cedlerimizdir. Bizler de onun geride kalmış yetimleri gibiyiz. Henüz malımıza sahip olacak dirâyet noktasına kadar gelişmemizi tamamlamamış bulunduğumuzdan Allâhu Azimüşşân ülkemiz üzerinde “Settâr” sıfât-ı ilâhiyyesi ile tecelli etmektedir. Bu hulâsatan şu demektir:

Türkiyemiz, aslında çok zengindir. Fakat bu zenginlik, kıssamızdaki duvar altına saklı hazine gibidir. Bunu saklayan duvarı isimlendirmek gerekirse, ona “güvensizlik” diyebiliriz.

Türkiye, 70-80 milyon nüfusuyla Amerika ‘nın takrîben üçte biri kadardır. Amerika’yı üç parçaya ayırarak, Türkiye’yle eşitlesek; o parçaların her birinde halkın elindeki dolar, Türkiye’deki kadar yoktur. Üstelik dolar, Amerika’nın millî parasıdır. Mark vesâir paralar için de durum aynıdır. Şu farkla ki, o ülkelerdeki dolar vs. paralar iktisâdî hayata dâhil ve müessir olduğu halde, Türkiye’dekiler yastık altındadır. Bunun sebebi, Türk halkının kendisini idâre edenlere karşı duyduğu güvensizliktir. Bir Almanın cebinde bir tek dolar bile olmaz. Niye olsun ki!.. Çünkü kendi parasına güveni vardır. Doları Amerika’ya seyahat edecekse gider bankadan alır. Bunun manası Almanya ‘ya giren her doları devlet satın alır. Halk buna itibar etmez. Devletin satın aldığı dolarsa, markın (şimdi euro’nun) değerini takviye eden bir faktördür.

Altın için de durum aynıdır. Bir Alman’ın olsa olsa altın bir evlilik yüzüğü vardır. Alman kadınları, bizim gelinlerimiz gibi boğazlarına liraları dizseler, kollarını bileziklerle donatsalar; kocaları onları bir psikiyatrist doktora götürür. Bunun manası da, ülkeye giren her gram altının devlet tarafından satın alınması ve Alman parasının takviyesine medâr olmasıdır.

Buna ilâveten Türkiye’nin “stratejik madenleri” ni de zikretmek lazımdır. Ülkemizde bilfarz petrol beş bin metre derindeyse, biz onu -düşman telkin ve te’siriyle- üç bin metrelik sondaj makineleriyle arayıp durarak vakit kaybediyoruz. Bu bir kader plânıdır. Çünkü mü’minlerin toparlanmak için zamana ihtiyacı vardır. Onlar bir defa derlenip toparlanarak ülkeye sahip oldukları gün, halkımızla devletimiz arasındaki güvensizlik duvarı yıkılacak dövizler, altınlar işe yarar bir vasata kavuşacaktır. Aynı şekilde toprakların derûnundaki kıymetli madenler de gün yüzüne çıkacaktır.

İlâhî plânı kavramak istîdâdında olmayanların, bütün bu oluşları, Ali’nin Veli’nin zaaflarıyla izah etmeye çalışmaları bir kör döğüşünden farksızdır. Bize düşen vazife, mâruz bulunduğumuz zulümlere sabır ve tevekkülle katlanarak; bunun kendimizin ve babalarımızın günahlarına kefâret teşkil edeceği güne kadar, -kemmiyet ve keyfiyet itibariyle- hazırlığımızı ikmâl etmektir. Zira o dönüm noktasına hazırlıksız yakalanmak da bir başka vebâli ve çileyi mûcip olabilir.

C-Kader Perspektifinden İslâm Âlemi’nin Geleceği

a-Büyük Ortadoğu Projesi

Bugün “Büyük Ortadoğu Projesi” adıyla ortaya atılan dâvâ aslında “İslâm Âlemi Projesi” dir. Bu keyfiyet muhtevâsında Uzakdoğu’daki müslüman memleketlerinden Fas’a kadar pek çok ülkenin mevcud olmasıyla sâbittir. Peki öyleyse neden “İslâm Âlemi” adı yerine “Ortadoğu” sözü kullanılmaktadır. Bu, sadece ve sadece yahudi emellerini setr içindir. İslâm Dünyası’na yeni bir şekil vermek istenmesinin yahudi siyâsî emelleri ve İsrail’in geleceği kadar Amerika’nın müstakbel menfaatleri de rol oynamaktadır. İsrail’in İslam Dünyası’na kendi bekasını sağlamak maksadıyla vermek istediği şekil, bütün müslüman devletleri üçe-beşe bölerek gelecekte hiçbirinin kendisi için bir tehlike arzetmemesi olduğunu daha önce bir nebze izah etmiş bulunmaktayız.

Amerika’nın menfaati ise bu âlemin tabii kaynaklarını istismardır. Şöyle ki, Dünya’da günde seksen milyon varil petrol tüketilmektedir. Bunun dörtte biri Amerika tarafından tüketildiğine nazaran o en büyük petrol müstehlikidir. İstihlâk eylediği petrolün ise ancak on iki milyon varilini çıkarabilmektedir. Bu petrol üreticileri arasında rekor olmakla beraber Amerika yine de “petrol fakiri” dir. Günde beş buçuk milyon varil petrol çıkaran Suudî Arabistan, bunun kendisi yüzden birini bile istihlâk edemediğinden “petrol zengini” sayılmaktadır. Amerika’nın ise günlük sekiz milyon varil dışarıdan satın almak mecbûriyetinde olmaktadır. Bu miktar on yıl içinde on milyon varilin üztüne çıkacaktır. Zira bir çok kuyularında petrol tükenmeye yüz tutmuştur. Amerika, Suud petrolunü “Aramko” adıyla kurduğu bir şirket mârifetiyle çıkartmakta ve bu petrolün yüzde ellisini çıkarma külfeti mukabilinde bedelsiz alabilmektedir. Diğer müslüman memleketlerinde de aynı durumu gerçekleştirmek istemektedir. Bugün onun Saddam Hüseyin ‘i bahane ederek Irak’a girmesinin sebebi budur.

Afganistan’a yerleşme sebebini ise yukarıda izah edildiği üzere Çin ve Hindistan’ı kontrol altında tutabileceği bir üssü’l-harekeye sahip olma ihtiyacıdır. Buna ilâveten o ülkede mevcud bulunan ve yeni keşfedilmiş olan “pallatyum”adlı stratejik madeni ele geçirmektir. İsrail’in İslâm Âlemi üzerindeki plan ve düşüncelerinin yukarıda zikredilen sebeplere ilâveten bir de su ihtiyacına bağlı olduğunu burada ehemmiyetle tebârüz ettirmek gerekir. Gerçekten gelecekte Ortadoğu’da su ihtiyacı artan nüfus muvâcehesinde –daha da çoğalacak ve bu durum bilhassa İsrail için hayatî bir değer kazanacaktır. Bugün onun Golan Tepeleri’nden sağlayabildiği içme suyu tamamıyla kifâyetsiz olduğu gibi çölü yeşertmek gâyesiyle giriştiği teşebbüsler de suya olan ihtiyacını her an arttırmaktadır.

Amerika’yı nice zamandan beri kendi siyâsî emellerine mâhirâne bir sûrette kullanmış olan İsrail, Amerika’nın petrol ihtiyacını bu devlet için bir yem gibi kullanarak onu kendi emellerine paralel bir mevkîye sevkedebilmiştir. Tıpkı 19. asır nihâyetinde İngilizlere yaptığı gibi.. Fakat Amerika, girdiği her Ortadoğu memleketinde bir bünyeye dâhil olmuş yabancı unsur gibi telakkî edilip tevâlî eden yanlışları sebebiyle “Çirkin Amerikalı” hüviyetiyle arz-ı endâm edince emellerine re’sen ulaşmak yerine bir vâsıta aramak mecbûriyetini hissetmiş ve bunun için de Türkiye’yi bulmuştur. Yahudi siyâsî emelleri icâbı olarak bölünmüş olan İslâm Âlemi’ni daha da bölünmüşlüğe müncer olsa bile bir “ağabey”vâsıtasıyla tek elden güdümüne almak ihtiyacı Amerika için an-be-an artmaktadır. Girdiği her yerde istenmeyen bir müstevlî mevkiine düşmekten kurtulamaması, bu ihtiyacı gittikçe vazgeçilmez hâle getirmektedir. Bu sebeplerdir ki, Türkiye’yi onun tarihî mirasını kullanmak sûretiyle bu iş için bir “taşeronluk” a imâle etmeye çalışmaktadır. Son günlerde Türkiye’de laik ve kemalist bir düzen yerine “ılımlı İslâm” adıyla vâkî olan telkinlerin derûnî sebebi budur. Zira laik ve kemalist bir Türkiye, Âlem-i İslâm’da yadırganacağı cihetle bundan vazgeçmesi istenmektedir. Âlem-i İslâm’da Türkiye’yi bir “baş” durumuna getiren böyle bir projenin içinde hilâfetin yeniden ihyâ edilmesi arzusu bile mevzubahistir. Bunun için daha şimdiden gizli gizli çalışmalar başlamıştır. Türkiye’de laikliği ve kemalizmi –âdetâ- bir“din” gibi benimsemiş bulunan bazı çevrelerin “ılımlı İslâm” ifadelerine şiddetle karşı çıkışları, henüz su yüzüne çıkmamış bulunan bu gerçeğe vukûfiyettendir.

Bize gelince, Türk millletinin yeniden ve âlemşümûl bir kudret olmasının önündeki en büyük engel, “sakîm kemalizm ve laiklik anlayışı” olduğuna nazaran, bunların bertaraf edilmesi her türlü hâlukârda zarardan çok kâr tevlid edecektir. Bir tarattan AB, kemalizmin fârik ve mümeyyiz vasfı olan “militarizm” sebebiyle onu reddetmekte, diğer taraftan da Amerika, Ortadoğudaki şahsî emellerine ulaşabilmek için bizi kullanmak istemektedir. Şu durumda Ortadoğu petrollerinin işbaşındaki idareciler tarafından büyük ekseriyetle gaspedilmiş olmasından daha kötü olmayacak bir Amerikan plânına neden karşı çıkalım. Saddam’ın “altmış dört milyar dolarlık” serveti ona gökten mi yağmıştır?!. Etrafındaki insanların devâsâ servetleri de cabası… Demek ki, Irak petrollerini Amerika çıkarsa herhalde Irak halkına bu yerli işgalcilerden daha fazla pay vereceği muhakkaktır. Esâsen Batı ülkeleri her tarafta toprak altında mevcud olan petrolü kasalarında bir ihtiyaç akçesi olarak görmektedirl

.

İslam'ın Ehl-i Kitaba Bakışı

yaratilisatlasi.com/tr/Kitaplar/744/islam-teroru-lanetler/chapter/6683 
İslam'ın, Ehl-i Kitaba karşı bakışı ise son derece adil ve merhametlidir. İslam'ın .....Çocukları ve kadınları,

.

İslam’ın Ehl-i Kitaba Bakışı

Allah barış yurduna çağırır ve kimi dilerse dosdoğru yola yöneltip-iletir.
(Yunus Suresi, 25)


Tarih boyunca, yeryüzünün her bölgesinde çeşitli medeniyetler varolmuş, bu medeniyetler birbirleriyle sosyal ve kültürel açıdan ilişkiler kurmuş ve "medeniyet alışverişi"nde bulunmuşlardır. Her ırk, her soy, her millet ayrı bir medeniyete sahiptir. Her medeniyetin ayrı bir özelliği vardır ve karşılıklı hoşgörü ve uzlaşı çerçevesinde insanlar her medeniyetten birşeyler alırlar.
Günümüzdeki terör sorununa paralel olarak gündeme gelen bir diğer önemli konu da, Batı ve İslam dünyası arasındaki ilişkidir. Bilindiği gibi 90'lı yıllardan itibaren bazı yorumcular yanlış bir inanışla Batı ve İslam dünyası arasında bir çatışma olacağını ileri sürmüşlerdir. Samuel Huntington'ın ünlü Medeniyetler Çatışması tezinin ana teması da budur. Oysa ki, Edward W. Said tarafından daha doğru bir ifadeyle Cehaletler Çatışması olarak söz edilen bu tez, her iki medeniyet içindeki bazı radikal ve bilgisiz unsurların etkisinin abartılmasından kaynaklanan hayali bir senaryoya dayanmaktadır. Huntington'ın "medeniyetlerin çatışması" fikri, bilimsel, akli ve vicdani hiçbir delili olmayan bir teoridir.

Bu çatışma iddiası, yakın tarihte komünizm vasıtasıyla denenmiş ve ortaya 20. yüzyılın kanlı bilançosu çıkmıştır. Oysa şu an dünyanın ihtiyacı çatışma değil, topyekün barıştır.

Ayrıca çatışmacı politikalar hiçbir fayda getirmez, kaldı ki İslam medeniyeti ve Batı medeniyeti arasında bir çatışma olamaz, çünkü Batı medeniyetinin temellerini oluşturan Musevi-Hristiyan inancı, İslam'la çatışma değil tam tersine bir uyum ve ittifak içindedir.

Kuran'da Museviler ve Hristiyanlar "Ehl-i Kitap" olarak isimlendirilirler. Bunun nedeni, her iki dinin mensuplarının da, Allah'ın vahyettiği İlahi kitaplara tabi olmalarıdır. İslam'ın, Ehl-i Kitaba karşı bakışı ise son derece adil ve merhametlidir.

İslam'ın Ehl-i Kitaba karşı adaletli tutumu, henüz İslam'ın doğduğu yıllarda Kuran’ın esaslarına göre şekillenmiştir. Bilindiği gibi o dönemde Müslümanlar, Mekke'deki putperestlerin baskı ve işkenceleri altında inançlarını korumaya çalışan bir azınlık durumundaydılar. Bu baskıların şiddeti nedeniyle bazı Müslümanlar Mekke'yi terk etmeye ve adaletli bir yönetime sığınmaya karar verdiler. Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), onlara Etiyopya'daki Hristiyan Kral Necaşi'ye sığınmalarını söyledi. Bu öğüde uyan Müslümanlar Etiyopya'ya gittiklerinde, kendilerini sevgi ve saygıyla karşılayan son derece adaletli bir yönetim buldular. Kral Necaşi, kendilerine Müslümanların teslim edilmesini isteyen putperest elçilerin isteklerini geri çevirdi ve Müslümanların, ülkesinde özgürce yaşayabileceklerini açıkladı.

Hristiyanların şefkat, merhamet ve adalet kavramlarına dayanan bu tavırları bir Kuran ayetinde şöyle açıklanmaktadır:

... Onlardan, iman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: “Hristiyanlarız” diyenleri bulursun. Bu, onlardan (birtakım) papaz ve rahiplerin olması ve onların gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir. (Maide Suresi, 82)



Ehl-i Kitabın Müslümanlar İle Ortak İnançları ve Değerleri

Hristiyanların ve Müslümanların inançları pek çok yönden ortaktır. Aynı şekilde Musevilik de İslam’la pek çok ortak inancı paylaşmaktadır. Allah Kuran’da Müslümanların Ehl-i Kitapla Allah’a imanda birleştiğini “… Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz O’na teslim olmuşuz.” (Ankebut Suresi, 46) ayetiyle bildirir.

Her üç dinin mensupları da;

  • - Allah’ın tüm evreni yoktan yarattığına ve tüm maddeye sonsuz kudretiyle hakim olduğuna inanmaktadırlar.
  • - Allah’ın canlıları ve insanı mucizevi biçimde yarattığına ve insanın Allah’ın verdiği bir ruha sahip olduğuna iman etmektedirler.
  • - Ölümden sonra dirilişe, cennet ve cehennemin varlığına, meleklerin varlığına iman etmekte, Allah’ın hayatımızı bir kader üzere yarattığına inanmaktadırlar.
  • - Tarih boyunca, Allah’ın insanlara Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf ve Hz. Musa gibi pek çok peygamber gönderdiğine inanmakta ve tüm bu peygamberleri sevmektedirler.

Bir ayette Müslümanların peygamberler arasında hiçbir ayrım yapmadıkları şu şekilde bildirilir:

Elçi, kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü’minler de. Tümü, Allah’a, meleklerine, Kitaplarına ve elçilerine inandı. “O’nun elçileri arasında hiçbirini (diğerinden) ayırdetmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz bağışlamanı (dileriz). Varış ancak Sanadır” dediler. (Bakara Suresi, 285)

Sadece inanç konularında değil, ahlaki değerler konularında da Ehl-i Kitabın inançları Müslümanlarla uyum içindedir. Günümüzde; fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı gibi ahlaksızlıkların, bencil, çıkarcı, acımasız insan modelinin hızla yaygınlaştığı bir dünyada, Ehl-i Kitap ve Müslümanlar aynı erdemlere inanmaktadırlar: Namus, iffet, tevazu, fedakarlık, dürüstlük, şefkat, merhamet, karşılıksız sevgi...

90’lardan itibaren gündeme gelen Tarihin Sonu ve Medeniyetler Çatışması gibi kavramların ardından her ülkenin son derece zorlu günlerden geçtiği bugünlerde önümüzdeki gerçek şudur ki; bu kavramların geçerliliği yoktur ve bunlarla çözüm üretmek mümkün değildir. Diğerinin mutsuzluğu üzerine mutluluk inşa etmenin mümkün olmadığını tecrübelerimizle de öğrendiğimize göre, şimdi yaraları hep birlikte sarmanın ve bir an önce “iyileşme”nin yolunu bulmak gerekiyor. İşte bu iyileşmeyi çabuklaştırmanın yollarından biri de Kuran’ın Ehl-i Kitaba verdiği değerin iyi anlaşılmasıdır.

Kuran’da Kitap Ehli’ne Verilen Değer


Günümüzde Müslümanların yanı sıra, Ehl-i Kitap mensupları da, giderek yaygınlaşan fuhuş, uyuşturucu bağımlılığı, eşcinsellik gibi ahlak dışı tavırlara karşı mücadele vermektedirler. Her üç dinin mensupları da, iffet, dürüstlük, fedakarlık gibi özellikleri en büyük erdemler olarak kabul etmektedir.

Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. (Kendilerine) kitap verilenlerin (Musevi ve Hristiyanların) yemeği size helal, sizin de yemeğiniz onlara helaldir. Mü’minlerden özgür ve iffetli kadınlar ile sizden önce (kendilerine) kitap verilenlerden (Musevi ve Hristiyanlardan) özgür ve iffetli kadınlar da, namuslu, fuhuşta bulunmayan ve gizlice dostlar edinmemişler olarak -onlara ücretlerini (mehirlerini) ödediğiniz takdirde- size (helal kılındı.) Kim imanı tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O ahirette hüsrana uğrayanlardandır. (Maide Suresi, 5)

Bu ayet, çok çeşitli ve önemli detaylarla Kitap Ehli’nin Müslümanlar için değerini anlatır. Bu ayetin hükmüne göre bir Müslüman erkeğe, Kitap Ehli’nden bayanlar ile evlenebilme yetkisi verilmiştir. Buradaki yetki önemli bir yetkidir, çünkü Kuran’ın“Kötü kadınlar, kötü erkeklere; kötü erkekler, kötü kadınlara; iyi ve temiz erkekler, iyi ve temiz kadınlara (yaraşır)...” (Nur Suresi, 26) emri gereği Müslümanlar temiz ve iyi insanlarla evlenmekle yükümlüdürler. Bu hüküm ile Musevi ve Hristiyanların temiz ve iyi insanlar olduklarının önemli bir işareti verilmiş olmaktadır.

Bununla birlikte bu ayet ile belirtilen önemli bir ölçü vardır. Bir Müslüman, Musevi veya Hristiyan bayanı eşi olarak almakta, ona "karım, eşim, sevgilim" diye hitap etmekte, onunla bir aile kurmakta, bütün ömrünü onunla birlikte geçirmekte, hatta ahirette de sonsuz hayatını onunla birlikte geçirmeye niyetlenmektedir. Bu insan, bütün dünya hayatı boyunca tüm zorlukları, güzellikleri paylaştığı yegane insan haline gelmektedir. Hastalandığında ikisi birbirine bakmakta, ikisi birbirine güvenmektedir.

Bağnazların ölçüsüne göre, bir insan "sevgilim" dediği, hayatını birlikte geçirdiği, kendi canını emanet ettiği, kendi çocuklarının annesi olan bir insana Hristiyan veya Musevi olduğu için aniden düşman kesilecek, onu lanetli mi ilan edecektir? Bütün hayatını onunla geçirdikten sonra günün birinde "şu ağaç bana haber verdi, karım bir Musevi ve onun arkasında saklanıyor" deyip onu katletmeye mi karar verecektir? Bir insan bunu ancak bir zihinsel bozukluğa sahipse yapabilir. Kuran'a uyan, aklı başında bir Müslüman için Musevi ve Hristiyana sevgi ölçüsü bu ayettedir.

Ayette ayrıca Müslümanlara önemli bir yetki de verilmektedir: Kitap Ehli'nin yemeğinden yeme yetkisi. Bu önemli bir ölçüdür, çünkü bilindiği gibi Müslümanlar yiyecekleri yemeklerde belli haramlara dikkat etmek zorundadırlar; domuz eti ve Allah adına kesilmemiş bir hayvan eti Müslümanlar için haramdır. Musevi ve Hristiyanların yemeklerinin Müslümanlara helal kılınması, bu kişilerin güvenilir olduğunun bir güvencesidir. Aynı ölçü Musevi ve Hristiyanlar için de geçerlidir ve ayetin hükmüne göre Müslümanların yemekleri de onlara helal kılınmıştır.

Burada ayrıca bir başka dostluk ifadesine de dikkat çekmek gerekir. Kitap Ehli ve Müslümanlar aynı yemek ortamında bir arada bulunabilmekte, birbirlerinin misafiri olabilmekte, aynı sofrada oturabilmekte, birbirlerini ağırlayabilmektedirler. Burada bir dost ilişkisinin tarifi yapılmaktadır. Kine, öldürmeye dayalı bir nefret ortamı değil, bir sevgi, dostluk ve kardeşlik ortamı tarif edilmektedir.

Kitap Ehli'nin konumunu anlatan sadece bu ayet değildir. Allah Kuran'da bir kısım Kitap Ehli'ni övmektedir. Konuyla ilgili ayetler şu şekildedir:

Musa’nın kavminden hakka ileten ve onunla adalet yapan bir topluluk vardır. (Araf Suresi, 159)

Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehli’nden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)

Şüphesiz, Kitap Ehli’nden, Allah’a; size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah’a derin saygı gösterenler olarak- inananlar vardır. Onlar Allah’ın ayetlerine karşılık olarak az bir değeri satın almazlar. İşte bunların Rableri Katında ecirleri vardır.Şüphesiz Allah, hesabı çok çabuk görendir. (Al-i İmran Suresi, 199)

Ayetlerden çok açıkça anlaşılabildiği gibi salih ve samimi olan Musevi ve Hristiyanlar, Kuran'da güzel sözlerle övülmekte ve Allah'tan bir mükafatla müjdelenmektedirler. Allah bu kişileri, cennetine alacağını belirtmektedir. Bu, Allah'ın sevgi ifadesidir. Allah'ın sevdiği, cennetinde ağırladığı, razı olduğu bir insana, bir Müslüman nasıl düşman olabilir? Kuran'a göre olamaz. Kuran'a göre böyle bir düşmanlık suçtur. Dolayısıyla bağnazlar, Kuran ayetlerine rağmen sahte hadisleri kendilerine yol gösterici yaparak, Kitap Ehli düşmanlığını yayarak, İslam'a göre suç işlemektedirler.

Yapılması gereken Kitap Ehli’ni güzel sözle İslam’a davet etmek ancak kararı onlara bırakmaktır.

İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehli’yle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin. Ve deyin ki: “Bize ve size indirilene iman ettik; bizim İlahımız da, sizin İlahınız da Birdir ve biz O’na teslim olmuşuz.” (Ankebut Suresi, 46)Müslümanlar Kitap Ehli’ni Allah’ın Birliğine Davet Ederler

De ki: “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.” (Al-i İmran Suresi, 64)

Bu ayetlerde görüldüğü gibi, Müslümanların görevi Kitap Ehli'ni kötülemek, köşeye sıkıştırmak, onlara kin duymak ya da onları öldürmek değil; onları sadece güzellikle Allah'ın birliğine çağırmaktır. Tevhid inancı, her üç dinde de temel inançtır. Müslümanlar, Kitap Ehli ile görüşüp konuşmakta, onlara tebliğde bulunmakta, onları Allah'ın Birliğine ve indirilen Hak kitapların tümüne inanmaya çağırmaktadırlar. Aralarında bir bağlantı, bir tebliğ, bir dostluk vardır. Kuran'a göre bir Müslüman, bir Musevi veya Hristiyanı gördüğünde köşeye sıkıştırıp itip kakmakla değil, onunla en güzel şekilde konuşmak ve yine onu güzellikle Allah'ın birliğine çağırmakla yükümlüdür.

Kuran’a Göre, Musevilerin Kutsal Topraklarda Yaşama Hakkı Vardır

Genelde bir kısım Müslüman toplulukları, Kuran ayetlerini bilmediklerinden ve İslam konusunda ciddi şekilde cahil olduklarından Musevileri Kutsal Topraklardan uzaklaştırma veya oradaki İsrail devletini haritadan silme gibi tehditlerle ortaya çıkarlar. Oysa söz konusu kişiler bunu yaparken, Kuran’a muhalefet ettiklerinin farkında bile değildirler.

Kuran’a göre, Kutsal Topraklarda yaşamak Musevilerin de hakkıdır. Bu konudaki Kuran ayetleri şöyledir:

Hani, Musa kavmine (şöyle) demişti: “Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın; içinizden peygamberler çıkardı, sizden yöneticiler kıldı ve alemlerden hiç kimseye vermediğini size verdi.” “Ey kavmim, Allah’ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği) kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar olarak çevrilirsiniz.” (Maide Suresi, 20-21)

Ve onun ardından İsrailoğulları’na söyledik: “O toprak (yurt)ta oturun, ahiret va’di geldiğinde hepinizi derleyip-toplayacağız.” (İsra Suresi, 104)

Kuran ayetlerinde açıkça görüldüğü gibi, Musevilerin Tevrat'a göre olduğu gibi Kuran'a göre de Kutsal Topraklarda bulunması gerekir. Zaten Musevilerin Kutsal Topraklardaki varlıkları bir güzelliktir, gerçek Müslümanlar için sevinç vesilesidir. Allah'ın 3000 yıllık vaadinin gerçekleştiğini görmek, Hz. İbrahim (as)'ın, Hz. Musa (as)'ın bildirdiklerinin olduğuna şahitlik etmek, çok büyük bir müjdedir. Allah "Museviler o topraklarda olacaklar" diye binlerce yıl öncesinden bildirmiştir ve bizler bu mucizenin şu an gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu, heyecanla izlenmesi ve coşku duyulması gereken çok müthiş bir güzelliktir.

Burada şunun belirtilmesi çok büyük bir önem taşıyor. Allah Kuran'da da Tevrat'ta da gerçek iman sahiplerine bir şart koşmuştur: "Barış".

Kutsal Topraklarda Museviler bulunacaklar, Müslümanlar ve Hristiyanlar da bulunacaklar ve o bölgede hep birlikte barışı ve sevgiyi hakim kılacaklardır. Kardeşlik içinde yaşayacaklardır. Bölgedeki topraklar herkese bol bol yeter. Kimse bir yerden sürülmeyecek, evini yurdunu terk etmeyecek, böyle bir şey yaşanmayacaktır. Bu Museviler için de Hristiyanlar için de Müslümanlar için de bir ibadettir. Allah hepimiz için daima barış ister.

Kuran’dan öğrendiğimiz bir diğer önemli gerçek, Müslümanların Musevi ve Hristiyanların ibadet yerlerine son derece saygılı olmaları gerektiğidir. Kuran’da Ehl-i Kitabın ibadet yerleri olan manastır, kilise ve havralardan da Allah’ın koruduğu ibadet mekanları olarak söz edilir:Kuran’a göre Manastırlar, Kiliseler ve Havralara Saygı Gösterilmelidir

“... Eğer Allah’ın, insanların kimini kimiyle defetmesi olmasaydı, manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çokça anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah Kendi (dini)ne yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır.” (Hac Suresi, 40)

Bu ayet, her Müslümana, Ehl-i Kitabın mabetlerine saygılı davranmanın ve bu mabetleri korumanın önemini göstermektedir.

Gerçekte Allah Kuran'da Müslümanlara hiçbir kavme karşı düşmanlık beslememeyi emretmektedir. Pek çok ayette müşriklere karşı da adaletli olmak emredilmektedir. Nitekim Peygamberimiz (sav) Kitap Ehli ile olduğu gibi müşriklerle de toplumsal düzeni sağlamak için bazı anlaşmalar yapmıştır. Müşriklere her zaman için adaletle davranılmış, onların korunma ve himaye talepleri Peygamber Efendimiz (sav) tarafından kabul edilmiştir.

Bu himaye talebi herhangi bir haksızlığa veya saldırıya uğrama ihtimaline karşı Peygamberin korumasını talep etmek, onun yanına sığınmak anlamını da taşımıştır. Hayatı boyunca Peygamberimiz (sav)'den pek çok gayrimüslim ve müşrik himaye talebinde bulunmuş, o da bu kişileri himayesi altına alarak, güvenliklerini sağlamıştır. Çünkü Allah, Tevbe Suresi'nde müşriklerin sığınma hakkı talep ettiklerinde, bu taleplerinin kabul edilmesini emretmiştir. Ayet şu şekildedir:

Eğer müşriklerden biri, senden ‘eman isterse’, ona eman ver; öyle ki Allah’ın sözünü dinlemiş olsun, sonra onu ‘güvenlik içinde olacağı yere ulaştır. (Tevbe Suresi, 6)

Museviler ve Hristiyanlar Kitap Ehlidir, yani Allah’ın indirmiş olduğu bir kitaba tabi olmuşlardır. Doğru-yanlış, haram-helal kavramlarına sahiptirler. Hepsi ahirete iman ederler ve yaptıkları her hareket için Allah’a hesap vereceklerini bilmekte, O’nun peygamberlerini sevip-saymaktadırlar. Bunlar Müslümanların Ehl-i Kitap ile birleşebilecekleri ortak bir inanç temeli olduğunu gösterir.

Allah Kuran’da, Müslümanlara, Ehl-i Kitap hakkında bir emir verir; onları “ortak bir kelimede birleşmeye” çağırmak:Ortak Bir Kelimede Birleşmek

De ki: “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.” (Al-i İmran Suresi, 64)

Bizim Hristiyanlara ve Musevilere olan çağrımız da budur: Allah’a iman eden ve O’nun vahyine itaat eden insanlar olarak, gelin ortak bir “iman” kelimesinde birleşelim. Hepimiz Yaratıcımız ve Rabbimiz olan Allah’ı sevelim. O’nun emirlerine uyalım. Ve Allah’ın bizi daha da doğruya eriştirmesi için dua edelim.

Müslümanlar, Hristiyanlar ve Museviler bu şekilde ortak bir kelimede birleştiklerinde, birbirlerinin düşmanı değil dostu olduklarını anladıklarında dünya çok daha farklı bir yer olacaktır. Şefkat ve sevgi ile, bilim ışığı altında bağnaz fikirlere ya da dinsizliğe neden olan ideolojilere karşı ilmi bir mücadele yürütüldüğü takdirde, asırlardır süren çatışmalar, husumetler, korkular, terör eylemleri sona erecek ve “ortak bir kelime” üzerinde sevgi, saygı ve huzura dayalı yeni bir medeniyet kurulacaktır.

Müslümanların göz önünde bulundurmaları gereken önemli gerçekler vardır. Unutmamalıdırlar ki, farklı milletler ve inançlar hakkında Allah’ın bize Kuran’da öğrettiği kıstaslar açıktır: Kuran ahlakı her türlü ırkçılığı ortadan kaldırmaktadır.


.

Geçmişte yaşamış Musevilerin bir kısmının Kuran’da eleştirilen, uyarılan ve dikkat çekilen pek çok hataları olduğu açık bir gerçektir. Ama tüm bunlar, Müslümanların Musevilere karşı husumet beslemesine kesinlikle neden olmamalıdır. Bir kısım Musevilerin işledikleri suçlar, asla gerçek Musevi dinine ve milletine mal edilemez.

Yine Kuran’da bizlere öğretilen temel bir bakış açısı da, insanlar hakkında belirli bir ırk, halk veya dinden oldukları için topluca hüküm vermemektir. Her farklı insan topluluğunun içinde iyiler de kötüler de bulunur. Kuran’da bu ayrıma dikkat çekilir. Örneğin Ehl-i Kitabın bir kısmının Allah’a ve dine karşı isyankar oldukları anlatıldıktan sonra, bunun istisnası da belirtilir ve şöyle denir:

Onların hepsi bir değildir. Kitap Ehlinden bir topluluk vardır ki, gece vaktinde ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanırlar. Bunlar, Allah’a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır. Onlar hayırdan her ne yaparlarsa, elbette ondan yoksun bırakılmazlar. Allah, muttakileri bilendir. (Al-i İmran Suresi, 113-115)

Allah her elçiye Kendisinin tek İlah olduğunu, bütün ibadet, kulluk ve itaatin yalnızca O’na yönelik olması gerektiğini vahyetmiştir. Ancak elçilerin tebliğ yaptığı kişilerin ve gönderdiği kitapla uyarılanların bazıları doğru yolu bulacak, bazıları ise doğru yoldan sapacaklardır. Bazı insanlar iyilerden taraf olurken, bazıları bozgunculuğu yol edineceklerdir. Bu Allah’ın bir kanunudur. İman edenler de bu bakış açısına sahip olmalı, her dinden güzel ahlaklı ve Allah’tan korkan, samimi dindarlar olabileceği gibi, din ahlakından uzak kişiler olabileceğini de akıllarından çıkarmamalıdırlar.


İnkâr edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.
 (Enfal Suresi, 73)Temennimiz, tüm ırkçı saplantıların terk edileceği, hangi ırka ve inanca mensup olurlarsa olsunlar insanların bir arada barış içinde yaşayabilecekleri, herkesin hakkının gözetilip herkese saygı duyulacağı bir dünyanın kurulmasıdır. Hiç şüphesiz iman edenlerin birlik olup bağnazlığa ve din-dışı ideolojilere karşı yapacakları bir fikri mücadele özlenen barış ve huzuru sağlayacaktır. Allah ayetlerinde şu şekilde buyurmaktadır:

Sizden önceki nesillerden onlardan kurtardığımızdan pek azı dışında yeryüzünde bozgunculuğu önleyecek fazilet sahibi kişiler bulunmalı değil miydi? (Hud Suresi, 116)

Ehl-i Kitap ve Müslümanlar Neden Birlikte Hareket Etmelidirler?


Adı geçen ideolojiler, Allah’ı ve yaratılışı inkar ederlerken sözde bilimsel bir düşünce olan Darwin’in evrim teorisine dayanırlar. Darwinizm, din aleyhtarı felsefelerin temelini oluşturur. Bilimsel hiçbir temeli bulunmayan bu teori kısaca, “canlılar tesadüfler sonucunda ve yaşam mücadelesi sayesinde evrimleşirler” iddiasındadır. Dolayısıyla Darwinizm’in insana verdiği en aldatıcı mesaj:
Çağımızın en tanınan ve insanlara en çok zarar veren ideolojileri arasında materyalizm, komünizm, faşizm, anarşizm, ırkçılık, nihilizm, egzistansiyalizm gibi fikir akımları sayılabilir. Bunların evren, toplum ve insan hakkındaki sahte teşhislerine, aldatıcı tanım ve tasvirlerine kanan birçok insan imanını kaybetmiş veya kuşkuya düşmüştür. Dahası bu ideolojiler insanları, toplumları ve milletleri büyük buhranlara, çatışmalara, savaşlara sürüklemiş ve dünyaya büyük felaketler getirmiştir. İnsanlığın halen yaşadığı acılar, sıkıntılar ve bunalımlarda da bunların payı büyüktür.
Hristiyanlık, Musevilik ve İslam’ı birbirne yaklaştıran, ortak hareket etmelerini gerektiren bir diğer önemli gerçek, çağımızda dünyada etkili olan dinsiz felsefeler ve bunların sebep olduğu felaketlerdir. Bununla birlikte her 3 İlahi dinin içine yerleştirilmiş olan radikal fikirlerin oluşturduğu tahribattır.

“Kimseye karşı sorumlu değilsin, hayatını tesadüflere borçlusun, yaşamak için mücadele etmen, gerekirse diğerlerini ezmen gerekir. Bu dünya çatışma ve menfaat dünyasıdır” telkinidir.

“Doğal seleksiyon”, “yaşam mücadelesi”, “güçlülerin hayatta kalması” gibi Darwinist kavramların verdiği toplumsal mesaj, işte bu tehlikeli şartlandırmadır. Bu ahlak anlayışı, insanlara bencil, menfaatperest, acımasız ve zalim olmayı öğütlemekte; şefkat, merhamet, fedakarlık, tevazu gibi meziyetleri ise yok etmekte, bunu da “hayatın kuralları”nın bir gereği gibi göstermektedir

Bu Darwinist telkin, kuşkusuz Ehl-i Kitabın inançlarının ve Kuran ahlakının tamamen zıttıdır. Dolayısıyla Darwinist telkin, her üç dine de tamamen muhalif bir dünyanın temelini oluşturmaktadır.

Bu gerçek karşısında, Allah’a inanan ve O’nun öğrettiği güzel ahlakı kabul eden Ehl-i Kitabın ve Müslümanların işbirliği yapması gerekir. Her üç dinin mensupları, el ele vererek, zaten hiçbir bilimsel temeli bulunmayan, sadece materyalist felsefe uğruna ayakta tutulmak istenen Darwinizm’in yanlışlığını tüm dünyaya anlatmalıdır. İnançsızlıktan kaynak bulan tüm diğer yıkıcı idelojilere (komünizme, faşizme, ırkçılığa), ahlaki dejenerasyona karşı da el birliği ile fikri bir mücadele yürütmelidirler.

Her dine yerleştirilmiş olan bağnaz fikirlerin doğrularının anlatılması için çaba göstermelidirler. Bunlar gerçekleştirildiği takdirde dünya çok kısa zamanda barış, huzur ve adalete kavuşacaktır.

Antisemitizm İşkencesine Artık Bir Son Verilmeli


Örneğin Hulagü Han, bir hafta süren Bağdat saldırıları sırasında yaklaşık 200.000 Müslümanı katletti ve Bağdat şehrinde, yüzlerce yıllık bir tarihi miras tamamen yok oldu.
Dünyamız tarih boyunca zalimlikten payına düşeni aldı...

Vikingler ise uyguladıkları zulümle tarihe, ‘zorla ve şiddetle istediklerini alan bir kavim’ olarak geçtiler.

Günümüzde de benzer örnekler devam ediyor örneğin Suriye’de rejim kendi halkını hedef alıyor, Doğu Türkistan’da, Keşmir’de, Irak’ta tam anlamıyla bir kıyım yaşanıyor. Kısacası dünyamız kelimelerle anlatılması güç şiddet olaylarına tanık oldu ve olmaya da devam ediyor.

Tarih boyunca diğerlerine göre daha fazla hedef alınan topluluklar da var. Museviler gibi. Çileleri erkek çocuklarını öldüren ve sadece kız çocuklarının yaşamasına izin veren Firavun ile başladı. Musevilere karşı baskılar Eski Çağ’da Asurlular, Babilliler ve Musevileri katledip onları süren ve tapınaklarını ve şehirlerini yıkan Romalılar döneminde devam etti. Orta Çağ’da Museviler bir kez daha hedef alındılar, damgalandılar, ayrımcılığa maruz kaldılar ve nereye sığındılarsa takip edildiler. Bu zulüm altı milyon Musevi’nin Nazilerce katledildiği yakın tarihte de devam etti.

Bugün bu işkence hala sürüyor.

Avrupa’da antisemitizm, kamu alanlarında taciz, sosyal hayatta rencide edici ifadeler ve ayrımcı davranışlar ve daha da ürkütücü şekilde gaddar saldırılarla devam ediyor; Musevilerin işyerlerinin, arabalarının yakılıp yıkılması ve yağmalanması, “Yahudiler gaz odalarına”, “Yahudilere ölüm” benzeri yüzlerce kişinin bağırdığı şiddet protestolarının yapılması, sinagoglara ateş açılması ve molotof kokteyli atılması bunlardan sadece birkaçı... Yakın zamanda Fransa’da Yahudi bir çiftin evlerinde vahşice saldırıya uğradıkları Creteil saldırısı da hala hafızalarda. 2006’da Musevi bir genç adamın kaçırılıp, haftalarca işkence edildikten sonra çıplak halde ölüme terk edildiği ve korkunç yaraları nedeniyle öldüğü, Fransa’da yaşanan korkunç olay da unutulmadı.

Antisemitizme tanık olan tek yer Fransa değil. Arjantin’den Tunus’a, İrlanda’dan İspanya’ya kadar birçok ülke Musevi topluluklarını hedef alan bir nefret çemberine takılmış görünüyor. İsrail’e olan sarsılmaz desteğiyle bilinen ABD’de de bile Museviler kimliklerini ifşa etmek konusunda veya kamuya açık olarak dini vecibelerini yerine getirme konusunda endişeliler. Brooklyn, New York’ta Musevi takkesi giydiği için dört kişinin sebepsiz saldırısına uğrayan bir genç, bir grup kızın kendisine şişe fırlattıkları ve kızlardan biri tarafından kendisine “Seni pis Yahudi” diye bağrılan 12 yaşındaki Musevi kız çocuğu, Los Angeles, Kaliforniya’da saldırmadan önce “Heil Hitler!” diye bağıran beş kişinin saldırısına uğrayan Musevi adam da ABD’deki rahatsızlık veren olaylar arasında sayılabilir.

Orta Doğu ise antisemitizmin en kötü örneklerine ev sahipliği yapıyor. Özellikle Gazze/İsrail savaşından sonra yaşları, cinsiyetleri ve herhangi bir çatışmada yer alıp almadıklarına bakılmaksızın Musevilere karşı nefret, rahatsız edici bir hızda arttı.

Peki neden bazı kişiler Musevilerden nefret etmeyi meşru gibi düşünüyorlar?

Geçmişte bazıları, The Protocols of the Elders of Zion (Vadedilmiş Toprakların Atalarının Protokolleri) gibi yaygın antisemitik propaganda nedeniyle kendilerini yaşadıkları toplumlardan tecrit eden, gizli komplocular olarak gördükleri Yahudilerden nefret ettiler. Bu duyarlılık daha sonra kan iftirası, Musevileri şeytanın vücut bulmuş hali olarak tasvir etme gibi korkunç yalanlarla körüklendi. Bugün İsrailliler ve Filistinliler arasındaki çatışma, gücünü bu yaygın Musevi nefretinden alıyor ve sıklıkla sokaklardaki sıradan Musevilere karşı şiddeti meşrulaştırmak için bir kılıf olarak kullanılıyor.

Elbette bir topluluk içinde politik idareciler ve bireyler hatalar yapabilir. Ne var ki birkaç kişinin hareketine dayanarak bütün bir topluluğu suçlamak ne Kuran’a ne de ahlaka uygun olacaktır. Museviler sakin ve mütevazı tavırlarıyla bilinirler. Günlük rutinleri ve dini vecibeleriyle meşgul olan insanlardır. Dolayısıyla böyle sakin ve çekingen insanların tarih boyunca bu tip eziyetlerin muhatabı olmaları daha da şaşırtıcıdır.


Tarih boyunca Musevilere yapılan zulüm kesinlikle İslam'a aykırı ırkçı önyargıların bir sonucuydu. Kuran’a göre Museviler Kitap Ehlidir ve saygı duyulmalı, korunmalı ve sevgiyle yaklaşılmalıdırlar.

İsrail politikalarına karşı bir itiraz olduğunda, bu suç tüm bir topluma mal edilmeden, sivil bir tutumla seslendirilmelidir. Allah Müslümanları bu tip bir hareketten meneder. Kuran’da Allah iman edenleri şöyle uyarır:

“Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Maide Suresi, 

Her grup, topluluk ve millet içinde iyi ve kötü insanların olması son derece olağandır. Müslüman toplumların içinde sayısız katil, yalancı, suçlu ve kötü ahlaklı kişiler olduğu gibi Musevi topluluklarında da uygun olmayan davranışlar içinde olan insanların bulunması olağandır. Bununla birlikte birkaç kişinin eylemleri nedeniyle tüm bir gruba antipati beslemek son derece mantıksız ve saçmadır. En önemlisi bu, Kuran’a tamamen aykırıdır.

Kuran’a göre Museviler Kitap Ehlidir ve saygı duyulmalı, korunmalı ve sevgi ile yaklaşılmalıdırlar. Allah pek çok ayette Musevileri sadakatleri ve dindarlıklarından ötürü över ve doğrusu Museviler Musa Peygambere olan sarsılmaz sadakatleriyle Müslümanlara güzel bir örnek teşkil ederler.

Tüm bu gerçekler ne İslamiyet’te ne de Musevilik’te bu tip bir sürtüşmeye neden olacak bir temel olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Herkes Allah’ın bu dünyayı sevgi için yarattığını ve birbirimize karşı düşmanca duygular beslemenin Allah’ın dileğine aykırı olduğunu anladığında kardeşlik ve barış da dünyaya hakim olacaktır.

Peygamberimiz (sav)’in Kitap Ehli’yle İlişkileri

• Peygamberimiz (sav)’in, Kitap Ehli’nin düğün yemeklerine katıldığına, hastalarını ziyaret ettiğine ve onlara ikramda bulunduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.

• Necran Hristiyanları kendisini ziyaret ettiklerinde Hz. Muhammed oturmaları için abasını yere sermiş, onları bu şekilde ağırlamıştır.

• Peygamberimiz (sav)’in hanımlarından biri Mısır’dan gelen Hristiyanlardan Mâriye binti Şemun (ra) idi.

• Peygamberimiz (sav)’in hanımlarından Hz. Safiyye annemiz ise, Huyeyy b. Ahtab adında Medine’deki Musevilerden Madıroğulları kabilesi reisinin kızıydı.

• Hz. Muhammed (sav), Evs ve Hazrec kabileleri ile yapılan Medine Anlaşması’na Musevilerin de katılmasına izin vermiş ve böylece Mu-sevilerin de Müslümanların arasında, ayrı bir dini grup olarak varlıklarını devam ettirmelerini sağlamıştır.

• Medine Anlaşması’nın “Beni Avf Musevileri, inananlarla birlikte bir ulus oluşturdular. Musevilerin dini kendilerine, Müslümanların dini kendilerinedir” hükmüyle, Müslümanların Musevilerin geleneklerine ve inanışlarına gösterdikleri anlayışın temeli Peygamberimiz (sav) döneminde atılmıştır. Yine aynı metnin 26-33. maddelerinde Kitap Ehline mensup vatandaşların Müslümanlarla aynı haklara sahip oldukları, 16. maddede ise onlara haksızlık yapılamayacağı belirtilir.

• Peygamberimiz, 630 senesinde, Müslüman olduklarını bildirmek üzere Medine’ye gelen Hımyer hükümdarının elçilerine şu talimatı vermiştir: “Bir Musevi veya bir Hristiyan, Müslüman oldukları takdirde, müminlerden olurlar (onlarla hukuken eşittirler). Kim Museviliğinde veya Hristiyanlığında kalmak istiyorsa, ona müdahale edilemez.” (İbn Hişâm, es-Sîre, II, 586)

• Necran Hristiyanları, Medine’ye altmış kişilik bir heyet gönderdiler. Medine’ye ulaşan Necran heyeti, Mescid’de Peygamberimiz (sav)’in huzuruna çıkmışlardı, ibadet vakitleri geldiği zaman Mescid’de ibadet etmek istemişler, Ashâb buna itiraz etmekle beraber, Allah Resulü onlara Mescid’i bırakmıştı. Onlar da Şark’a dönerek ibadetlerini yaptılar. (İbn Hişam, es-Sire, Beyrut ts., I,573-574; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 619-620)

• Peygamberimiz (sav) döneminde Musevi ve Hristiyanlara verilen emannamelerle Kitap Ehli’nin hakları koruma altına alınmıştır. Sonraki dönemlerde herhangi bir anlaşmazlık olduğunda Kitap Ehli bu emannameleri göstermiştir. Örneğin, Dımeşkli Hristiyanların bir sorun karşısında, kendilerine verilmiş olan emannameyi dönemin halifesi Hz. Ömer’e sunarak, çözüm talebinde bulundukları tarih kitaplarında yer alan bir bilgidir.

• Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in, Hristiyan olan İbn Harris b. Ka’b ve kavmine yazdırdığı anlaşma metninde: “Şarkta ve Garpta yaşayan tüm Hristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah’ın, Peygamber’in ve tüm müminlerin himayesindedir. Hristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslam’ı kabule zorlanmayacaktır. Hristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar”maddelerini yazdırmıştır.

• Peygamber Efendimiz (sav) tarafından Edruh, Makna, Hayber, Necran ve Akabe’li Kitap Ehli’ne verilen beratlar, Müslümanların Kitap Ehli’nin can ve mal güvenliğini garanti altına aldıklarını ve onlara inanç ve ibadet özgürlüğü tanıdıklarını göstermektedir.

• Peygamber Efendimiz, tebliğe başladığı zaman, ilk defa Mekke’de bazı Hristiyanlarla karşılaşmıştı. Hatta, kendisine vahiy gelmeye başladığı ilk günlerinde Hz. Hatice’yle ve Peygamber Efendimizle ilk konuşanlardan biri Varaka b. Nevfel de İncil’in el yazmalarına sahip olan bir Hristiyandı.  (Buhârî, Bedu’l- Vahy 3)

• Halifeler döneminde yıkılan kiliseler Müslümanlar tarafından onarılıyor, yeni havraların ve manastırların inşa edilmesine müsaade ediliyordu. Örneğin, Medain dışında bulunan ve Patrik Mar Amme tarafından daha önce yakılmış olan Aziz Sergius Manastırı, Hz. Osman döneminde yeniden inşa edilmiştir.

• Suriye’nin fethinden sonra Şam’daki Aziz John Kilisesi’nde, Müslümanlar cuma namazlarını kılıyorlardı, Hristiyanlar da Pazar günleri kendi dini ibadetlerini özgürce yerine getiriyorlardı. İki dinin mensupları, aynı mescidi barış içinde birlikte kullanıyorlardı.

Peygamberimiz (sav)’in Tevrat ve İncil ile İlgili Uygulamaları


Peygamberimiz (sav) Her Zaman Barıştan Yana Olmuştur
Müslim şöyle nakletmişti: “Ebu Hüreyre’nin tanıklığıyla Hz. Peygamber (sav)’in söylediğini nakletmiştir; ‘Eskiden Hz. Muhammed (sav) demiştir ki, Ehl-i Kitaplar Tevrat’ı İbranice olarak okuyorlardı, ve Müslümanlar için Arapça olarak tercüme ediyorlardı.’”  (Mişkatu’l Masabih, 1. Kitap, 6. Bölüm, s. 42)

“Al-Hafız el-Zehebî kaydediyor ki, Yahudilikten İslâmiyet’e dönen Abdullah İbn Selâm Hz. Peygamber (sav)’e geldi ve ona ‘(Dün gece) Kuran’ı ve Tevrat’ı okudum’ dedi. O da cevap verdi, ‘Bunu bir gece oku ve diğerini de bir başka gece oku’.”  (al-Thalabi, Al-İman al-Thalabi Tathkarar al-Huffadh, 1 Cilt, s. 27)

“Hz. Muhammed (sav)’in yakın çevresinden Abdullah İbn-i Amr, sık sık Tevrat okurmuş. Bir gece rüyasında bir elinde bal, diğerinde yağ tuttuğunu, bazen bal tutan elinden, bazen de yağ tutan elinden yediğini görmektedir. Abdullah İbn-i Amr rüyasını Hz. Muhammed (sav)’e anlatır. Hz. Muhammed (sav), Abdullah’ın rüyasını iki Kitab, yani bazen Tevrât bazen de Kuran okumasıyla yorumlar.”  (Buhârî, Sahîh-i Buhârî, 6. cilt, 987. hadis, s. 439)

Ebû Said el-Hudrî’den: Peygamberimiz’e (sav): “Ey Allah’ın Resulü! İsrailoğulları’ndan nakiller yapabilir miyiz?” dedik. Şöyle buyurdu. “Evet,İsrailoğulları’ndan da nakil yapabilirsiniz, sakınca yoktur. Onlardan bir şey aktarırsanız bilin ki yanlarında daha ilginç bilgiler de vardır.”(Hanbel, Müsned, 111/12, hadis no:11034)

Peygamberimiz (sav) asla savaşmayı arzu etmemiş, İslam ahlakını tamamen barışçı yollardan insanlara ulaştırmak için çaba sarf etmiştir. Bu nedenle ağır saldırı ve baskılara yıllarca hep sabırla karşılık vermiş, ancak bu baskılara cevap vermek bir zaruret haline gelince, Allah’tan gelen bir vahiyle, savaşa izin vermiştir. O, baskı ve saldırılar hayati tehlike arz etmedikçe ve barış yolu tam olarak kapanmadıkça hiçbir ülkeye savaş ilan etmemiştir.

Mute Savaşı Müslümanların Peygamberimiz (sav) hayatta iken yaptıkları en kanlı ve en zorlu savaştır. Peygamberimiz (sav) bu orduya komutan olarak Zeyd b. Harise’yi tayin etmiş ve orduya şu tavsiyelerde bulunmuştur:

Allah’ın adıyla, Allah yolunda, Allah’ı inkar edenlerle savaşın. Hıyanette bulunmayın. Kulak, burun gibi vücut azalarını kesmeyin. Çocukları ve kadınları, yaşlıları, mabedine çekilmiş din adamlarını öldürmeyin. Hurmaları ve diğer ağaçları kesmeyin, binaları yıkmayın.  (Buhari)

Savaş esnasında mutlaka uygulanması gereken ahlaki prensipler ise hadislerden şu şekilde derlenmektedir:

  • 1- Sadece muharebeyi teşvik eden ve muharebeye karışanlarla savaşılır.
  • 2- Kiliselerdeki rahiplere kesinlikle dokunulmaz.
  • 3- Çocuklara zarar verilmez.
  • 4- Kadınlara zarar verilmez.
  • 5- Yaşlılara zarar verilmez.
  • 6- Ekili alanlara zarar verilmez.
  • 7- Ahde vefa gösterilir, anlaşmalara sadık kalınır.
  • 8- Hayvanlara zarar verilmez.
  • 9- Zulüm yapılmaz.
  • 10- Şehirler harap edilmez. (Ahmet Hamdi Akseki, Abdurrahman Azzam Paşa’nın “Allah’ın Peygamberlerine emanet ettiği ebedi risalet”, Diyanet İşleri Başkanlığı Neşriyat, Ankara, 1948, önsöz)

Asr-ı Saadet döneminin barış, huzur ve güvenlik içinde geçmesinin en önemli nedenlerinden biri, Kuran ahlakına uyan Peygamberimiz (sav)’in adaletli tutumudur. Yabancı yazarlar da Peygamber Efendimiz (sav)’in bu üstün karakterinden etkilenmiş, onun güzel ahlakını eserlerinde çok etkileyici ifadelerle övmüşlerdir. George Bernard Shaw’ın ‘The Genuine Islam’ isimli eserinde bu üstün özellikler şöyle ifade edilir:

Hz. Muhammed (sav)’in dinini harika canlılığı nedeniyle daima gözümde üstün tutmuşumdur. Her çağa hitap edebilen, hayatın değişen evrelerine asimile olabilme kapasitesine sahip olan tek din gibi geliyor bana. O’nu- o harika kişiyi- araştırdım ve bence... İnsanlığın Kurtarıcısı olarak adlandırılmalıdır. Eğer onun gibi bir kişi modern dünyanın hükümdarlığı görevini üstlenseydi, çok fazla ihtiyaç duyulan barış ve mutluluğu getirecek şekilde dünyanın problemlerini çözmede başarılı olurdu...  (Sir George Bernard Shaw, The Genuine Islam, cilt. 1, No. 8, 1936)

Günümüzde de, dünyanın dört bir yanında meydana gelen çatışmaların, kavgaların, huzursuzlukların tek çözümü bağnazlıktan arındırılmış şekilde Kuran ahlakına uymak ve Peygamberimiz (sav) gibi, din, dil veya ırk ayrımı gözetmeksizin, adaletten hiçbir zaman ayrılmamaktır.

Peygamberimiz (sav) Kitap Ehline Anlaşmalar ile İmtiyaz Tanımıştır

Peygamberimiz (sav) zamanında yapılan çok sayıda anlaşma ile Musevi ve Hıristiyan topluluklara haklarını ve varlıklarını garanti altına alan çeşitli imtiyazlar verildi. Sina Dağında bulunan St. Catherine Manastırı’ndaki rahiplere tanınan haklar buna bir örnektir. Bu belgeler Müslüman yönetimi altında bulunan veya İslam’ın hükümranlığını kabul eden Musevilere ve Hıristiyanlara hukuki, dini ve sosyal haklar tanıyordu. Sorunlar bu belgelere başvurularak çözülüyordu. Örneğin tarih kitaplarında Şam’da bulunan Hıristiyanların bir sorunla karşılaştıklarında imtiyazlarının kayıtlı olduğu bu anlaşma belgelerini Halife Ömer (ra)’a sundukları ve sorunları bunları esas alarak çözümlemesini istedikleri belirtilir.

 

Tarihi Gelenek Haberden Tarih'e Geçiş

Lokman Et-Tayyib
AddThis Sharing Buttons

GiRiŞ
Geçmiş hakkında bazı fikirler her kültürde mevcuttur ve kültürün ifadesinde bu geçmişten haberdar olunduğunu gösteren tarihî şuur karakteristik özellik taşır. Bu sebeble Araplann İslâmiyet'ten önceki devirde tarihî şuura sahip olmadığım söylemek hatalı olar. Bununla beraber Arapların dinî, politik ve sosyal hayatta İslâm'ı kabul etmeleri geçmişe olan İlginin artmasını ve sistematik olarak tarihin kaydedilmesini sağlamıştır.

Müslüman tarihçiler İslâmiyet'ten önceki Araplardan aldıkları geçmiş fikrini geliştirerek geniş bir tarihî literatür şeklinde ifade ettiler. İslâm tarihinin ilk zamanlarında geçmiş üzerinde çalışmalar birkaç faktörle motive edilmiş re sınırlandırılmıştır. Bu makalede farklı bir islâm tarihi oluşmasına sebep olan önemli gelişmelerden bazılarının anahatlarıyla gösterilmesi hedeflenmiştir. Bu hedefe İslâmî tarihin ilk zamanlarında önderlik etmiş çalışmalar tetkik edilerek varılması istenmektedir. Özellikle İslâmiyet'ten önceki Araplardan Hicrî 3. yy'a kadar uzanan tarih yazıtları şu üç bakış açısından incelenmiştir: Tarihi olayların dış görünüşü, ana teması ve bunların kültürdeki anlamı ve önemi. 

1. İslâmiyet'ten Önce Arabistan 
İslâmiyet'ten önceki Arapların geçmişe İlgisini gösteren en bariz misal akşam vaktinde toplanan ve 'Meclis' diye adlandırılan, kabilenin tarihindeki önemli olayların anlatıldığı kabile toplantılarıdır. Bu kabile hikâyeleri şifahî olarak nesilden nesile aktarılmaktaydı. Bu hikâyelerin anlatımı devamlı aynı şekilde olurdu. Bu şekil herhangi bir zaman dilimi ve referans verilmeden anlatılan ve 'haber' diye adlandırılan hikâye veya anekdotlardı. Anekdotların sözlü ifadeleri canlı ve neşeli olmalarını sağlardı. Hikâyelerin ortasında genellikle hikâyeyi duygusal hâle getirmek için beyitler bulunurdu. Beytin önemi, ehemmiyetli şahıs ve karakterleri işlemesi Kuzey ve Güney Arap kabilelerinin sentezi olarak gözlemlenebilir. Bu iki kabile ayrıldığında bile bu anlamda tarihî bîr özellik bulmak zordur, her ikisi de haber niteliğini taşır. Kuzeyli Araplar bu beyitlerin üslûbunu incelemişler, fakat kronolojik sırayı ihmal etmişlerdir. Diğer taraftan MÖ. 1200 - MS. 527 yıllarında hüküm sürmüş Güney Arabistan Krallığı'na ait bazı lahidlere göre idarî alanda bir nevi tarihlendirme işlemi gerçekleştirilmiştir. Önemli tarihî olaylar, özellikle dinî vasfa haiz olanlar, politik olaylarda ve idarî mekanizmada referans olarak kullanılmışlardır. Başlangıçta bu referanslar olaydan olaya değişmekte ve hiçbir olay tek bir referans noktasında birleştirilmemekteydi. Bununla beraber MS. 115 yılında ve müteakip yıllarda sabit bir tarih atma sisteminin kullanıldığı görülmektedir. Bu şekilde değişmez bir sistemin tarihî hatıraların toplanmasında kullanıldığına dair bir delil yoktur. Bununla beraber şunu söyleyebiliriz ki, İslâmiyet'ten önce kendine has özelliklere sahip fakat belli bir kronoloji sırası gözetilmemiş veya belli bir referans noktası verilmemiş hâdiseler bulunmaktadır.

Haberin muhtevası, verildiği kültürdeki her türlü olayı ihtiva edebilir. Bunlar kabile tanrıları hakkındaki müzakereleri, atalarını ve kabilenin yaptığı önemli savaşları ihtiva edebilir. Savaş hikâyeleri, ferdin ve fertlerin değerlerini ve ideallerini ortaya koyar. Bana göre tarih bu 'günlerin' (eyyam) hikâye edilmesiydi. Başlangıçta haberin ana teması savaşlar olmasına rağmen daha sonraları özel günler de bu kapsam içine girmiştir. 'Eyyam' bilahare destan tarzındaki savaşlara da temas etmiştir. Haber bunlarla ilgilenirken, sosya! toplantılarda savaşçılarda olması gereken fazilet, mertlik, nezaket, savaş usulleri ve savaşçının soyu (neseb) konuşulmaya başlanmıştı. Bütün bu hikâyeler, tarihî olanlar ve geçmişle ilgili olanlar bile diğer kabile görüşlerinden etkilenmişlerdir.

Kronolojiyi sürdürecek sabit bir metodun olmayışı ve meclisteki farklı kültürel görüşler tarihî şuurun sadece şimdiki zaman için değerlendirilmesini teşvik etmiştir. Herhangi bir kabilenin uzun zaman önce yaptığı savaşın hikâyesi tarihsizdir. Bu savaşlar şekillendirilip düşünüldüğü ve anlatıldığı zaman önemlidir. Onlar geçmişteki bir olayın hikâyesidir; şimdiyle kesin bir ilgisi yoktur. Bu durum daha çok haberi hikâye etme özelliği olan hikâye anlatıcılarının kültürel kabiliyetlerinde görülmektedir. Hîkaye anlatıcıları özel bir statüye sahiptiler ve kendi kabilesinin meziyetlerini nakletmesi, hattâ gerekirse şerefini savunması ve koruması vazifesine sahiptiler. Sonuç olarak, tarihî materyaller İslâmiyet ten önceki dönemde genellikle kültürel kimliği yorumlamada kullanıldığı için, kabilenin diğer kültürel faaliyetlerinden ayrılamazlar.

2. İslâmiyet in Gelişi 
Kur'ân'da Tarih Yazıcılığıyla Alâkalı Unsurlar:
İslâmiyet ten önceki geçmiş görüşü Kur'ân tarafından kaldırıldı ve esas gaye doğrultusunda değiştirildi, İslâmiyet'ten önceki tarih geleneğinin değişimi çok geniş olmuştur. Bu değişim tarihî anlatımın şeklini, konusunu ve mânâsını büyük ölçüde etkilemiştir.

a. Gaybın Bir Parçası Olarak Haber
Tarihin temel şekli 'haber' değiştirilmedi; İslâm tarihine adapte edildi ve temel unsur hâline getirildi. Artık 'haber' sadece Arap kültürüyle sınırlandırılmış geçmiş hakkında bir bilgi değil, aynı zamanda İslâm'ın dünya görüşüyle bütünleşmiş bilgi idi. Geçmiş, ona aracılık edecek bir şahit bulunmadıktan sonra hükmedilemez ilân edilmiştir. Geçmişte olan bir olayda Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e hitaben Kur'ân şöyle der:

"Biz Musa'ya emirlerimizi bildirdiğimizde sen balı tarafında değildin. Sen o olaya şahit olanlardan da değilsin. Biz Musa'ya onları söylediğimizde sen Tur da da değildin," (28:45-46) (Bundaki ilk numara sureyi, müteakip numaralar da âyet numarasını ifade etmektedir.) 

Bu âyetlerde Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in orada bulunmadığı ve olaya şahit olmadığı ve dolayısıyla olaydan habersiz olduğu vurgulanmaktadır. Bazı âyetlerde de geçmişteki her detaya inilmemesi söyleniyor. Bu âyetlerde tarihi, detaylarıyla öğrenmekten ziyade ahlâkî derselerine bakılması isteniyor, detaylar üzerinde durulmasını da 'karanlıkta hedefe yapılan bir atış' gibi telakki ediyor, (l H:22) Bu âyetle geçmişin detaylarının, belki de geçmişin kendisinin gayb sınırları içine düştüğünü ve bu sınırların sadece Allah (c.c) tarafından bilinebileceği fikri ima edilmektedir. Bundan bir önceki âyetle de Allah'ın hem gaybı hem de şehadeti bildiği ifade edilmektedir. Japon bilim adamı Toshihiko Izutsu gayb ve şehadet kavramlarını Kur'ân'daki mânâsı itibarıyla birbirinin zıddı olduğunu ifade etmiştir. Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi geçmiş bilgisi gayb sınırlan içine girmektedir. Müteakip âyette maziyle gayb bir tutulur ve sadece Allah tarafından bilindiği ve Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e gaybın yine Allah tarafından gösterildiği söylenir.

"Bu sana gayptan verdiğimiz bir haberdir; sen onlarla beraber değilsin..." (3-44) âyette maziyle alâkalı gerçek ve nihaî bilgi, erişilmez bir yerde olan vahiyle yakın alakalıdır. Diğer âyetlerdeki gibi 'sen orada değildin' bölümü Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in olaylardan haberdâr olmadığını gösterir. Böylece ulaşılabilecek geçmişin sının da belirtilmiş olmaktadır. Şahitlik, geçmiş hakkında bilgi temin etmede eşsiz bir durumdur.

b. Yeni Haberin Konusu 
Mazideki olayların sadece şahitlikle nakledileceği vahiyle tasdik edildikten sonra, İslâmiyet'ten önceki devirde önemli olay ve savaşlara varilen ehemmiyet Kur'ân'da da tasdik edilmiştir. Bununla beraber şahitlik uzun vadeli bir olayda veya gelişmede çok faydalı olamaz. Bir şeye şahitlik, savaş anlatma, bir fert hakkında hikâye veya bir fazileti anlatmakla sınırlandırılmıştır. Kur'ân'ın tarihî mihrakı kabileler yerine, peygamberler ve insanlığa getirdiği mesajlar olmuştur. Kur'ân sabit bir noktadan itibaren kronolojik olarak olayları takip eden veya insanlık tarihiyle ilgili her konuyla ilgilenen bir tarih kitabı olarak düşünülmemelidir. Kur'ân'ın beyanına göre normalde ehemmiyet arz eden bazı önemli olaylar atlanmıştır. Meselâ, sadece bazı peygamberleri zikrettiği ifade edilmiştir. (40: 78) Hattâ, Kur'ân'ın peygamberler hakkındaki tartışması kabile hikâyelerinden daha öteye gider ve İslâmiyet'ten önceki mazi görüşünün sınırlarını da aşar. Hz. Adem (as)'den Peygamber Efendimiz (s.a.s)'e kadar süregelen peygamberler silsilesinin ana mesajı şu iki noktadır: Bütün insanların menşei birdir ve insanlık tarihi boyunca bu silsilenin yardımıyla İnsanlık tarihi hakkında önemli ipuçları elde edilebilir.

Kur'ân, kabile ve soyların çokluğunu kabul etmekle beraber insanlığın orijininin bir olduğunu vurgular. Kur'ân'ın kıssaları Arabistan'ın tanınmış kahraman ve hikâyelerine yer vermez, fakat Arabistan'da yaşamış olan Hud, Salih, Şuayb peygamberlere geniş bir şekilde temas eder. Peygamberler evrensel bir çatı altına oturtulmuş ve her insan grubuna bîr peygamber gönderildiği söylenmiştir. (16: 36) Kur'ân'ın tarihî mihrakı gönderildikten sonra kendisine reaksiyon gösterilmiş peygamberler üzerinedir.

İnsanın kabile ve soyunun ölesinde içtimaî hayatın ehemmiyeti Kur'ân'da açıkça ifade edilmiştir. Şuub (şubeler, oymaklar) ve kabail (kabileler) kelimeleri Kur'ân'da sadece bir defa hükümranlığın vasıflarını belirtmek için kullanılmıştır. Önemli olan şudur ki: Bu vasıfların gerçek değeri yoktur. "Ey insanoğlu,' Biz seni erkek ve dişi olarak yarattık ve şubeler ve kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız, bilesiniz. Muhakkak ki Allah herşeyi bilen ve haberdâr olandır." (39: 19) Şuub ve kabail kelimeleri bir soydan çoğalıp bölünmeye delalet etmektedir. Bu iki kelimede Araplar arasında tek bir kaynaktan geldiğine inanılan kabileleri belirtmek için kullanılan benî (oğlu)'nin kullanımını çağrıştırmaktadır.

Bu mecazî mânâda "Benî Adem" bütün insanlığa işaret etmektedir. Bu yüzden bu silsile Hz. Adem'e kadar uzanır.

Kur'ân'da, insanlık âleminde belli bir gruba hitap için kullanılan kelimeler kavim ve ümmet kelimeleridir. Kavim Arapça'da kabilenin bir parçası anlamındaki soy için kullanılır. Durmak anlamındaki "kavm" kelimesinden gelmektedir. Kur'ân hükümranlığa ait bu kelimeyi kullanırken nüansı peygamber gönderilen ve peygamberi kabul eden veya etmeyen topluluklar olarak belirtiyor, Bu meyanda kelimenin köküne göre bu kelime bir mes'uliyet yüklendikten sonra kabul edip etmemekte serbest bırakılan topluluklara delalet etmektedir. Bîr başka evrensel mesajı belirtmek için kullanılan kelime de "ümmet"tir. Ümmetin diğer topluluklardan farklı belli bir gayesi olmasıdır (kasd). Kur'ân'da bu kelime bir araya tek bir gaye için toplanan insanlar için kullanılmıştır. Kur'ân'da kullanıldığı mânâda kavim ve ümmet kelimeleri bilinen kabile dağlarından daha değişik bir topluluğa aitliği ifade etmektedir.

Her biri Allah tarafından gönderilen kutsî mesajla mükellef bulunan insanlık tarihçiler için doldurulacak hazır bir harita hüviyetindedir. Bu haritada bazı boşluklar vardır, fakat ana hatları açıkça çizilmiştir. Kur'ân'da 'geçmiş' fikrî tarihle ilgili İlâhî prensiplere,-yani tarihî hâdiselerden İbret alınması gerektiğine-, dayandırılmış bunun yanında geleceğe ait eşsiz bir bakış açısı getirilmiş ve böylece geçmişe Özel bir anlam kazandırılmıştır.

c. Haberin Mânâsı 
Kur'ân'ın mesajının mihrakı insanların Allah'ın peygamberlerine karşı koymaları ve reaksiyonları üzerine çevrilmiştir. Allah peygamberlerin şahıslarında ahlâkî sebepleri, ahlâksızlığa karşı destekler ve geliştirir. İnsanlar bu durumdayken insanların tepkilerine göre Allah insanları helak etme veya kurtarma şeklinde müdahaleler yapar. Bu sebeple tarihteki kahramanlıklar ve olaylar basit oluşumlar değil, dinî bir mahiyet taşıyan Allah'ın takdirleridir. "Allah dilediğini doğru yoldan çıkarır ve dilediğini doğru yola kar." (6: 30]"...Allah'ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, hiçbiriniz ebediyen temize çıkamazdı..." (24: 21).
"...Allah rahmetini dilediğine tahsis eder..." (2: 105)

Kur'ân'da buna benzer birçok âyet mükerreren Allâh-ı Teâlâ'nın tarihî olaylar üzerindeki tasarrufunu ortaya koymaktadır. İslâm'da, insanlığın akıbeti, Kur'ân'ın haşir günü ve insanın Allah'a karşı olan mesuliyetini vurgulayan âyetlerle ortaya çıkar. Haşir gününde insanın yaptıklarından mes'ul olacağını gösteren vaatler ve tehditlerden sonra fert yaptığı davranışların şuurunda olmaya itilmiştir. Tarih açısından, geçmişteki olaylar gelecek için ciddi sonuçlar doğuracak nitelikte ise uygun ve anlamlıdır. Bu durumda, Allah'ın iradesine zıt olarak bir anlamı olan tarihî yer gelecekte metafizik bir plâna yerleştirilmiştir. Tarihî ve uhrevî ,olaylar arasındaki ilişki kesin ve kat'idir. Buna zıt olarak, tarihî plânda kahramanlar ve olaylar arasında gerekli bir sebep ve alâka olmayabilir. Kur'ân'da sebep ve sonuç kuralını inceleyen hiçbir şey yoktur. Gerçekte Kur'ân geçmişte olan olayların hâlihazırdaki!ere ahlâkî birer ders olması gerektiğini ifade eder.

Kur'ân'da birbiriyle alâkalı iki terim tarihî görüşün ahlâkî bir ders olduğunu vurgulamakladır. Geçmiş bunun üzerinde düşünenler için ibre! dolu değişmez numuneler olan süneni teşhir etmektedir. Bu Allah'ın takip edilen yolu, metodu usulü ve misali mânâsına gelen Sünnetullah'tır. Sünnetullah sabittir, insanın ve dünyanın gerçek tabiatına dayanır, eninde sonunda da Allah'ın isteğine bağlanır. Bununla beraber ortaya çıkarılması gereken misaller vardır. Tarih sürecinde ortaya konulan misallerin günümüz için fizikî ve metafizik! önemi vardır. Tarihin şimdiki zamanla alâkası, bazı durumların önceden bazı kanunlar veya genel kurallarla tek bir durumun galip gelmesi gibi tarihî bir ilişkiyle olmamaktadır. Faziletli insanlar genellikle ağır imtihanlara tâbi tutulmuşlar ve Allah'ın inâyetiyle bu imtihanlardan başarıyla çıkmışlardır. Bunlar göz önüne alınırsa ahiretteki durumun aksine dünyevî hayat faziletli ve iyi insanlar için avantajlı görünmektedir. Bununla beraber bazen iyi olan, bu dünyada bile muzaffer olmakta ve kötüler de mağlup olmaktadır. Dünyevî başarıyla birlikte, tarihin esas önemi uhrevî hayat düşünüldüğünde ortaya çıkmaktadır, bu da tarihin ibretidir. Tarihî olayların dış görünüşü kesin olmayabilir, ama kesinlikle daha derin mânâlara geçilebilmesi için bir köprü oluşturan bir fikir kaynağıdır. "Muhakkak ki anlayanlar için peygamberlerin kıssalarında ibretler vardır..." (12: il) ve yine geçmişteki duruma işaret "Burada, anlayanlar için bir ibret vardır (veya korkanlar için)" (3: 13), (79:26} âyetleri konuya açıklık getirmektedir.

Sünnetullah'in kesin ve açıkça bilinmemesine rağmen, geçmiş, ferdî hâlihazırdaki dünyada manevî durumunu bildirebilir ve bildirmelidir.
Kur'ân'dan bir misal bu konuyu daha da açıklığa kavuşturacaktır:

"Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden önce geçmiş ' kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı ? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt üst ederek onlardan çok inkâr etmiş kimseydiler ve onlara belgelerle peygamberler gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı." (30:9)

Bu misalde Kur'ân muhatabın dikkatini, güçlü, zengin ve teşebbüste cesur olmalarına rağmen dünyevî ve uhrevî hayatları Allah tarafından yıkılan şahıslara çevirmektedir. Onlar kendilerine peygamber vasıtasıyla gönderilen işaretleri reddetmişler ve gerçek sonlarını hazırlamışlardır.

Geçmiş, üzerinde düşünenler için bir ibret olur. Tarihteki önemli reaksiyonlar eğitici olabilirler, fakat olayların gerçek mânâsı hayatın kaçınılmaz sonu olan haşir gününün göz önünde bulundum im ası y la anlaşılabilir.

Kur'ân'daki peygamberlerin ve ilk insanların vazifeleri hakkındaki kıssalar sureler arasına dağıtılmış ve sık sık farklı ehemmiyetlere haiz olarak tekrarlanmıştır. Her noktada mazinin bu Özelliği muhafaza edilmiştir. Allah'ın iradesi ve haşir günü ferdin tarihte yaptığı tercihlerde etkili olmuştur. Bu yolla İslâmiyet'ten Önceki Arapların mazi görüşü yeni mânâ ve ehemmiyetiyle telkin edilmiştir. Dünyevî ve uhrevî gelecek çerçevesinde, şimdiki zaman gelecek için bir mânâ ifade eder. İslâmiyet'ten önceki Araplarda şimdiki zaman anlam kazandırılmak amacıyla maziden serbestçe çıkarılıyordu. Müslüman Arap içinse, yakın ve uzak gelecek geçmişi aydınlattığı için, sonrakiler şimdiki zamana katkıda bulunabilir. Bu durumda şimdiki zaman nazarları gelecek üzerine toplar.

Kur'ân'daki âyetlerde beşeriyetin Allah tarafından yaratıldığı, tek bir menbadan çoğaldığı ve dünyadaki gayesinin aynı olduğu belirtilmiştir. Bu gaye Allah tarafından gönderilen peygamberlerle açık bir şekilde belirtilmiştir. Peygamberler tarihinde ve beşeriyete karşı misyonlarda Allah'ın iradesi açıkça belirtilmiştir. Ahlâkî değerlerin bu dünyada anlaşılmasına, belki müşahede edilmesine rağmen, bunlar ahirette açıkça ve kesin bir şekilde değerlendirilecektir. Tarihe dinî bakış açısı, Araplar'a yeni bir tarihî şuur çerçevesi sağlamıştır. Gerçek tarih yazıcılığı iyi bir epistemoloji etrafında habere sağlam bir şekilde yerleştirilmiştir. Mazi eğiticidir ve öyle olmalıdır, fakat insanlığın yaşadığı hâdiseler tevatür yardımıyla anlaşılıp yorumlanabilir.

3. İlk İslâmî Tarih Yazıcılığı 

Kur'ânî metoda göre tarih yazma unsurları üzerine yapılan yorumlar ilk Müslüman tarihçilerin bu metotla çalıştığı anlamına gelmemektedir. İlk zamanlardaki Müslüman tarih yazarlarının yok denecek kadar az olan eserleri, tarih yazıcılığında Kur'ân'ın tavsiyelerine uyup uyulmadığı hakkında bir yorum getirmeyi imkânsız kılmaktadır. Biz tam anlamıyla tarihi çalışma niteliğindeki eserlere Hicri II. yy sonları ve III. yy'da rastlıyoruz (Miladi 8-9. yy). Bunlar da kaynak olarak II. yy'a dayanıyorlar. H. U. yy'dan itibaren oluşan İslâm tarih yazıcılığı hakkındaki müteakip açıklamalar. İslâm! ı an 11 yazıcılığının temel unsurlarının taslağını yapmak ve bununla alâkalı olarak Kur'ânî görüşle ilişkisini ortaya koymak hedefini taşımaktadır.

a. Haberden Tarihe 
Haber Kur'ân'da üstü kapalı olarak tasvip edilmiş ve Efendimiz (s.a.s)'in hayalı sırasındaki önemli olaylar haberin merkezi referans noktası olmuştur. Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in Mekke'den Medine'ye hicreti Hz. Ömer (r.a) tarafından idarî tarih atma başlangıcı olarak belirlenmiştir. Bu takvim sistemi adını hicretten alır ve Hicrî takvim olarak adlandırılır. Tarihin kendisi veya tarih tayin etme ölçüsü tarih olarak adlandırılır. Müslüman ilim adamlarına göre tarihin ilk defa kullanılması özel zaman ve tarihlerde olmuş ve bu kullanımı H. 22 yılına uzanan papirüslerde gerçekleşmişti. (MS 643) Sabit bir referans noktasının kullanılması Güney Arabistan dan adapte edilmiştir. Bununla beraber hicretin referans olarak seçilmesi Kur'ân'ın tarihî şuurunun doğrudan bir sonucudur. Efendimiz (s.a.s)'İn hicretine yönelik Kur'ân şöyle der:

"Ona (Peygamber Efendimize) yardım etmezseniz, bilin ki. inkâr edenler onu Mekke'den çıkardıklarında mağarada bulunan iki kişiden biri olarak Allah ona yardım etmişti. Arkadaşı Ebu Bekir'e "Üzülme, Allah bizimledir" diyordu. Allah ona da güven vermiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş, inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştır. Ancak Allah'ın sözü yücedir. Allah güçlüdür hâkimdir." (9:40)

Ayet gayet açık bir şekilde gösteriyor ki İlâhî müdahale Efendimiz (s.a.s)'in ve hicretin lehinde idi. Referans noktasının oluşturulması ilk Müslümanlarda tarihî ve dinî şuurun mevcudiyetinin ifadesi idi.

Daha sonraları İslâm tarih yazıcılığı, yıllık koleksiyonlarının tanzimiyle mazi ile ilgili raporları 'tarih' diye adlandırarak Tarih terimini tamamıyla kendine maletti. Bunun ilk misalleri Heysem b. Adi'ye kadar uzanır. (206-207 H. M. 821-822) Fakat bu eser, tarihçileri bir tarih kitabı olduğunu söylemeye sevk edecek kadar elverişli değildir. Tarih kelimesine yakın bir bakış, tarihle ilgilenen bir kitabın tamamen tarihlerle dolu olması gerçeğinden daha önemli açıklamalar getirir. Rosenthal'a göre kelime muhtemelen Güney Arabistan kökenlidir ve ay manâsına gelmektedir. El-Sakhavi ise kelimenin kökünün yabanî dana anlamına gelen "arkh" veya "irkh"den geldiğini ifade eder. Bu yeni bir şeye, daha da ötesi yeni bir olaya veya hâdiseye işaret etmektedir. Tarihin bu iki nüansını da göz onunda bulundurursak alâkalı olduğu özel bir tarihle ve önemli bir olayla daha önemli bir mânâ ifade eder. Bu açıkça tarihteki bütün olayların ahlâkî ve dinî yönden bir önemi olduğunu bildiren ve Kur'ân vasıtasıyla oluşan bir tarihî şuur İçine yerleştirilmiştir.

Bununla beraber tarihçiler materyallerini hemen tarihlemeye başlamadılar. Kesin tarihleme 9. yy'a kadar nadir olarak yapıldı. Tarihleme olayı pratikte uygulanmasa bile geniş bir alana yayılmış ve kabul edilmişti. Gerçekte özel tarihlemenin standart bir şekilde uygulanmasından önce ilk tarihçiler haberlerin kronolojik düzenlemeleriyle ilgilenmekteydiler. Kronolojik düzenlemenin daha gelişmiş şekli olan tarihleme böylece tarih yazıcılığında kolayca kabul edilmiş oldu.

İslâmiyet'ten önceki Arap haber geleneği böylece tarihe dönüştürülmüş oldu. Sonrakiler haberin önemli karekteristik özelliğini taşıdılar ama kronoloji ve tarihlemeye daha çok ehemmiyet verdiler. Buna ek olarak 'hicret ve 'tarih' tarih yazıcılığının farklı İslâmî karakterdeki şekil ve mânâsının üzerinde durdular. Erken İslâm tarihindeki geçmişe olan ilgi insanların farklı alâkalarından dolayı meydana (gelen) gelmişti. Duri. daha sonra el-Baladuri (ö. H. 279} ve el-Medaini (Ö. H. 225) gibi III. asrın büyük tarihçilerini yetiştirmek için birleşen farklı iki okul kurmuştu. Her ikisi de İslâmiyet'ten önceki Arapların mirasından faydalandı ve tarihin büyümesine ve gelişmesine katkıda bulundu.

b. Medine Tarih Yazıcılığı Okulu 
İlk Müslümanların hafızasındaki en Önemli hadise Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in Bayatı idi. Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in risaleti Arabistan tarihi için çok önemli bir olaydı ve Kur'ân'da bahsedilen peygamberleri izahta, yaşayan bir misaldi. Bu ışık altında Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in (s.a.s) hayatı ilk İslâmî tarih çalışması olmuştur. Peygamberimiz (s.a.s)'in hayatının yazılışı sadece geçmişi hatırlamak için değil, tamamen kendisini dinî ve ahlâkî yönden örnek almak gayesiyle idi. Peygamberimiz (s.a.s)'in ve sahabelerin (r.a) hayatları ilk Müslümanlar arasında yaygın bir tatbik meselesi haline geldi, ama en etkin bir şekilde Medine'de tabiinden sonrakiler tarafından takip edildi. Zaman geçtikçe İslâmî düzenin tarihî büyümesi ve gelişmesi bu temele farklı konular temin ederek düzenli bir şekilde gelişmesini sağladı.

Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in hayatına ilgi duyulmasının iki sebebi vardı. Birincisi ibret verici karakteri ve hayatı, diğeri ise, kendisinin de katıldığı savaşlardı. Bu konuda İlk akla gelen ve kelime anlamı, lakip edilen yol olan siyer'dir. Bunun daha sonraki anlamı hayatı yani biyografisi olarak değişmiştir. Megazi de siyer çerçevesi altında İncelenmiştir. Yine de Araplar'daki "eyyam"ın bir benzeri olan megazinin Peygamberimiz {s.a.s)'in hayatında kendine has bir yeri olduğu düşünülmektedir.

O zamanki toplumda Peygamberimiz (s.a.s)'in hayatına ve savaşlarına karşı genel bir istek vardı. Bu istek kıssa anlatıcıları tarafından oluşturulmuştu. Kıssa anlatıcıları megaziyi serbestçe kullanıyorlar, kendi ihtiyaçlarına göre değiştiriyor ve süslüyorlardı. Bu, Medine'deki dindarlar tarafından geliştirilen edebiyattan farklı bir sekil oluşturarak bir nevi folklor hâlini almıştı.

Medine'deki okulun metodu. Peygamberimiz (s.a.s)'in hayatındaki savaşların ifadesinde kaynak gösterilen materyalin belirtilmesi ve kaynağın bizzat yakından incelenmesi şeklindeydi. Medine deki tarih yazıcılığı Peygamberimiz (s.a.s)'in hayatta olduğu zamandaki dinî ve ahlâkî ölçüler çerçevesinde ve Medinedeki okulun önde gelen İsimlerinden Urve b. el. Zübeyr (ö. M. 712), Muhammed bin Şibabeddin el-Zuhri (Ö. M. 741) ve Masa b. Ukbe (Ö. M. 758) önderliğinde gelişmiştir. Bunlar tarihçi oldukları kadar aynı zamanda hadîs âlimi de idiler.

Bu okullarda tarihî anlatımlarda tanı bir güveni l iri ilik oluşturmak İçin her raporda, olayı müşahede etmiş birisi ile beraber buna uygun olan İkinci el bir rapordan meydana gelen isnad (raviler zinciri) oluşturulmuştur. Bu bir olayın veya raporun gerçekliğini ortaya koymak için ideal bir metottu. Genellikle, tarih alanındaki ilim adamları bu metotla ilk kaynak haricindeki isnadlarla desteklenmiş farklı raporların toplanması suretiyle yola çıkmış ve kolektif isnadı oluşturmuşlardır. İlk olarak birçok isnadın biraraya getirilmesiyle, ilgili olmayanlar ayıklanarak daha sağlam bir rivayet oluşturuldu. Bu yolla sürekli bir hikâye oluşturmak için ilk adım atılmış oldu. Ancak yine de güvenilirliği daha çok artıracak metot ideal olarak kaldı.

İlk siyer ve megazi yazarları genellikle realist idiler ve aşırı mübalağalardan uzaktılar. Bunlar tarihlerini bilinen tarih ve tarih olarak kabul edilen materyalleri ihtiva edecek şekilde genişletmişlerdi; fakat daha sonra gelen tarihçilerden daha az doğruluk payına sahiptiler. Peygamberizimiz (s.a.s)'in meşhur biyografısti Muhammed b. İshak, İslâmiyetten önceki Yemen. Hristiyanlar ve Yahudiler hakkındaki efsanevî ve düzenli olmayan anektotlar ve hikâyeler konusunda Vehb b. Münebbih'e dayanmaktadır ve bu bilgiye İsrailiyat'ta denilmektedir. İbn Münebbih doğruluk açısından pek güvenilir olmamasına rağmen bu sahadaki daha güvenilir otorite ve bilgi azlığı dolayısıyla bazı tarihçiler ondan faydalanmışlardır. Kur'ân'ın tekrar tekrar maziye ve özellikle önceki peygamberlere referans vermesi, İslâmiyet'ten önceki insanların ve medeniyetlerin bilgilerinin önemli olduğunu, aydınlatıcı ve değerli olduğunu göstermektedir. Buna binaen şunu diyebiliriz ki, tarihçiler Kur'ân'da olmayan detayları dolduruyorlardı. İsnat metodu Kur'ân'da bulunan herşeyi ihtiva edecek şekilde genişletilemez, bu da tarihçileri isnad güvenliği altında sadece duydukların anlatma yoluna götürmüştür.

Medine'deki tarih yazıcılığı okulu tarihî hatıralardaki problemlere karşı İslâmî bir tepki idi. Basit kalıplarıyla geçmişten bilgi taşımak için 'haber'i kullanıyorlardı, ve geçmişi gelecekle birleştirmek İçin isnatla destekliyorlardı. Temel gaye Peygamberimiz (s.a.s)'in hayatını dinî ve tarihî yönlerden nakletmekti. Tarihî gelenek dinî münasebetle gelişti ve tarihçiler bunu Peygamberimiz (s.a.s)'in hatırasını yaşatmak için ahlâkî bir vazife olarak telakki ettiler. Tarihî gelenek bu ilk noktasından Kur'ân'ın tarihî kıstasları ve Arapların miras olarak aldıkları çevreleri vasıtasıyla gelişti.

c. Irakla'ki Tarih Yazıcılığı Okulu
Bu okulun savunucuları kabilelerin uyguladıkları tarihî hatıra ve yayılma şeklini kullanmaya devam ettiler. Haber nesilden nesile geçmeye devam etti. Irak'ı fetheden Müslüman askerler 'emsar1 denilen Basra ve Kufa'nın garnizon köylerine yerleşmeye teşvik edilmiş ve buraya yerleştikten sonra da ata miraslarım devam ettirmiş kabilelerden oluşuyordu. Gerçekte bunlar kabilede kullanılan 'haberi' fetih sırasında elde ettikleri yeni tecrübelerle zenginleştirdiler. Şüphesiz bunlar Medineli âlimler tarafından oluşturulan İslâmî talepten etkilendiler. Fakat Iraklılar karşılık olarak da Medine'deki gelişmeleri etkilediler.

Irak tarih yazıcılığı okulunun savunucuları daha sonra haberci olarak bilinen iyi eğitilmiş raviler idi. Bu haberleri anlatanlar sadece geçmişle ilgilenmiyorlardı. Bunun yerine, haberleri ve nesepleri, sür ve dilbilimi hâlinde sıralamaya olan ilgileri daha çoktu. İlk habercilerden biri olan Avanah b. el-Hakim (Ö. M. 764)'in şiir ve nesebe Özel ilgisi vardı, Abu Miknaf da (Ö. M. 774) Azd kabilesinin ilgi sahalarını anlatan tanınmış bir nesep mütehassısı idi.

Haberciler tarafından geliştirilen farklı disiplinler, toplumda bazen kendilerine has fonksiyonlar icra ediyor olsalar da, birleştirildiler. Her disiplin dil (şiir ve filoloji), soy ve statü (soy ağaçları) ve tarihî (haberler) ile kabile kimliğini ifade ediyordu. Şecerenin esas ehemmiyeti kabileye, diğer kabilelerle ilişkilerinde itibar sağlamasında ve silahlarıyla onlara saldırıp daha küçük kabileleri aşağılamada ve onları ilhak gibi durumlarda ortaya çıkar. Kabile savunması olarak da, haberciler şecereden sağlanmış bilgileri kullanırlardı.
Bu kabileler garnizon köylerine yerleştikten sonra kendi aralarında ve fethedilen yerlerin insanlarıyla yeni ittifaklar oluşturdular. Bu kabilelerin herbiri büyük fethi desteklediler ve kazandıkları prestij ve şöhretleri azimli bir şekilde muhafazaya karar verdiler. Fetihler sırasında kahramanlıklarıyla temayüz eden fertler kabilenin anekdot ve hikâyelerinin odak noktası hâline geldiler. Haberciler kabileleri namına yeni meydan okumalara mukabelede bulunmak durumunda kaldılar. Kabileler arası yakın ilişkiye istinaden garnizon kasabasındaki kabilelere toprak, ihsas ile seçere ile mazideki olaylara yeni bir ilginin oluşturulması kolaylaştırılmıştır. Toprağın dağıtımındaki münakaşalar seçere ile ilgili malumat gerektiriyordu ve bu bilgiler haberlerden temin edilebiliyordu.

Bundan dolayı haberciler kesin olarak garnizon kasabalarında kabile çalışmalarıyla uyum İçindeydi. Eski ittifaklar yeni politik ve dinî pozisyonlardan etkilenerek değişirken haberciler de uygun bir şekilde onları takip ettiler. Mesela Abu Miknaf kendi kabilesi olan Azd kabilesi taraftan iken, yeni politik cephede Emevilere karşı Hz. Ali (r.a)'yi desteklemiştir. Fakat bütün Iraklılar Hz. Ali ,(M> taraftan değildi. Açıkça Emevileri destekleyenlerden Avanah b. el-Hakem göze çarpan şahsiyetlerden biridir. Bunun aksine Medineliler, Kufa'da ve Basra'da Hz. Ali (r.a) ve Emeviler arasında geçen politik mücadelede tarafsız bir tavır takınmaya çalışmışlardı.

d. İki Okul Arasındaki Ortak Yön: Tarihin Tesisi
Irak'taki müverrihler ve Medine'deki hadîs âlimleri çalışmalarım birbirlerinden etkilenerek ortaya koymuşlardır. Gerçekte her iki okulda da ortak çalışma konusu Peygamberimiz (s.a.s)'in hayatı ve ilk Müslüman toplum idi. Peygamberimiz (s.a.s)'in kabilelerle yaptığı ittifaklar ve savaşlardan ilk halifelik dönemlerindeki ihtilafların meydana gelmesine kadar geçen zamandaki olaylar kabile karakteri taşıyan politik olaylar olarak değerlendirilir. İslâm dininin yayılması Arabistan'daki kabilelerin politik olarak da birleşmesi demektir ve bu tarihî literatürde de belirtilmiştir.

Medineli alimler arasında göze çarpan en önemli şey Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in hayatıyla ilgili çalışmalardır. Peygamberimiz (s.a.s)'in biyografisinden başka halifelik döneminde de belirli bir ortak konu üzerinde çalışmışlardır. H. II. yy'da (M, 8 yy) Irak'ta çoğalan birçok monograf halifelik döneminde olan önemli olayları İçine alan haberleri ihtiva ediyordu. Meselâ, Ebu Miknaf (Ö. M. 754) Ridde (mürtedlerle yapılan savaş), Sıffın ve Haricilerle yapılan savaşlarla ilgili monografi arıyla ün kazanmıştır. Aynı yolla Medineliler de çalışmaların! Peygamberimiz (s.a.s)'in hayatından halifeliğin ilk dönemine kadar genişletmişlerdir.

Daha sonraki âlimler her iki okuldan bazı şeyleri almışlar ve onlardaki temayüllerden etkilenmişlerdir. El-Medainİ ve birçok müverrih yazılarını oluşturmak için, Medine okulunun siyer kitaplarına, ilk müverrihlere ve diğer şecere ve filoloji çalışmalarına müracaat etmişlerdir. Duri, her iki okulun da en iyi eser veren tarihçisi olarak El-Medaini'yi gösterir. Muhammed b. İshak'ın çalışmaları dahi kabilevî ve Medine literatürünün bir kombinasyonudur.

Daha sonraki âlimlerin çalışmaları İslâmî tarih yazıcılığının en geniş alanlarını yansıtır. Meselâ, bir filolojisi olan Ebu Ubeyde (Ö. M. 826) İran'la olan ilişkilere büyük ilgi gösterir ve bir jenealojist olan Hişam b. Muhammed el-Kalbi (Ö. M 819-820) ise Kitab-ı Mukaddes'teki tarihle ilgilenir. El-Nedim'in "Fihrif'i Abid b. Şerya'ya, Kitab'uk-Mülk ve Ahbar al-Madin (Meliklerin kitabı ve mazideki halkın haberleri) adlı bir çalışma atfetmektedir. Bu alanda en çofe göze çarpan eser Muhammed b. İs-hak'ın yazdığı Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in biyografisi olmuştur. Bu siyer 3 bölümden oluşmuştur: Muhteda (Hz. Adem (a.si'den Peygamberimiz (s.a.s)'e vahiy gelmesine kadar), Meb'as (davet) ve meghaz (savaşları). Haberdeki ferdî olaylar mazinin genel görüntüsünden ayırt edilerek söylenmemiştir. Aynı şey, tarihî olaylar sıralamasını kullanan ve görünüşte aynı ufku oluşturmaya çalışan Heysem b. Adi'nin 'Kitab el-Tarih ala el-Sinin' (Yıllara göre tarih kitabı) adlı kitabının başlığı içinde söylenebilir.

Böylece Peygamberimiz (s.a.s)'in biyografisi temel olmak üzere, sahabelerle ilgili olaylar ve buna benzer hâdiseler İslâmî tarih yazıcılığının simgesi hâline gelmiştir. Bunlar tarihi tespit edilmiş ve kronolojik olarak düzenlenmiş ehemmiyetli haberlerdi. İslâmî tarih yazıcılığının ilk zamanlarında mânâ ve ehemmiyet Peygamberimiz (s,a.s)'in biyografisinde ve bunun sonucunda da sahabelerle ilgili hâdiselerde daha çok beyan edilmiştir.

Sonuç
Arap Yarımadası haberle ifade edilen bir tarihi miras bırakmıştır. Müslüman tarihçiler yeni tarihi çalışmalarını oluştururken bu ortamdan faydalanmışlardır. Medine'deki bazı tarihçiler sadece şeklini alırken Irak'takiler haberle bir bütün olarak devam etmişlerdir. Haberin tarihin toplanması olduğu Kur'ân tarafından da tasdik edilmiş olmasına rağmen, Kur'ân'ın inanç sistemi içinde yeni bir anlam kazanmıştır. Haber Kur'ân'ın dini etkisi altında ve yeni tarihî keyfiyetle İlk Müslümanların önderliğinde değişerek tamamen yeni bir fonksiyon kazandı.
Peygamberimiz(s.a.s)'in biyografisi İslâm Tarihi'nin ilk zamanlarındaki en Önemli olaydı ve çok ilgi görmüştü. Peygamber Efendimiz (s.a.s)'in biyografi s indeki dinî ve ahlâkî unsurlar maziye karşı ilginin oluşmasını temin etmiştir. Bu noktadan hareketle şunu söyleyebiliriz. Kur'ân'da İfade edilen mazi görüşünden Müslüman tarihçiler muhtelif nispetlerde istifade etmişlerdir.