|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
23 Ağustos 2002 Cuma
Dinler birleşebilir mi?
Bazı kesimler, “İnsanların hangi dinden, hangi inançtan olurlarsa olsunlar, ‘Diyalog’suz yaşamaları mümkün değildir. Bu insanın tabiatına aykırıdır. Neden ‘Diyalog’un üzerine bu kadar gidiyorsun?” diyorlar.
Bu sorunun cevabına geçmeden önce “Diyalog” nedir? Bunun üzerinde durmamız lazımdır. Diyalog, insanların hangi görüşten, hangi dinden, hangi milletten olursa olsun hoşgörü içinde kavgasız yaşayabilmeleridir.
Böyle bir diyaloğa karşı çıkmak mümkün mü? Buna karşı çıkmak, sosyal hayata, sosyal barışa karşı çıkmak olur. Burada önemli olan, nerede nasıl diyalog yapılacağının iyi bilinmesidir. Benim karşı olduğum “Dinlerarası diyalog’tur. Şunu da söyleyeyim, eğer diyalogtan maksat, her din mensubunun dinini yaşamasına hoşgörü göstermek, dini hürriyet sağlamak ise buna kimsenin itirazı olmaz.
Fakat, diyalog dinleri bir ortak naktada birleştirmek, din hakkında şüpheye düşürmek şeklinde algılanırsa bu diyalog olmaz, dine inanca müdahale olur. Çünkü, kişiler hangi dinden olurlarsa olsunlar siyasette, ticarette, bilimde... ortak nokta bulmak mümkündür. Dinde, inançta ise ortak nokta olmaz.
İşte benim diyaloğa itirazım, endişem bu noktada. İşin bilerek veya bilmeyerek bu noktaya çekilmiş olmasında. Mesela, dinlerarası diyaloğun mimarlarından, öncülerinden olan bir dergide bakınız diyalog nasıl algılanıyor: “Diyalog, ‘ben doğruyum sen yanlışsın’ anlayışından, ‘ben de, sen de doğru olabiliriz, ikimizin de farkında olmadığı bir noktada ortak doğrulara ve işbirliğine sahip olabiliriz’ anlayışına geçiş yapmaktır.”
Dinde, “ben de, sen de doğru olabiliriz” hiç mümkün mü? Bu, kişinin dininden şüphe etmesi manasına gelir. Çünkü iman, benim dinim doğru, diğer dinler yanlış demektir. Dinimize göre, bir Müslüman, benim dinim doğru, senin dinin de doğru olabilir, derse o kimsenin dinle ilgisi kalmaz, dinden çıkmış olur. Çünkü, inancımıza göre bugünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik hak din değildir. İslamiyetin gelmesiyle, nesh edilmiş, yürürlükten kaldırılmış dinlerdir.
Diyalogcu dönüp dolaşıp,”farklılıklarını askıya alan” “peşin hükümsüz” ortak bir naktada buluşmayı öne sürüyor. Diyor ki, “Diyalogda fikir müzakereleri; birbirini çürütme ve kendini ispat etme maksatlı değil, birbirinin farklılıklarını anlama ve var olanın ötesine gidip oralarda keşfedilen ortak bir noktada buluşmayı öngörür.”
İslamiyet, kendisinin doğru diğerlerinin yanlış olduğu esasına dayanır. Kendisinin doğru inançta olduğunu, diğerlerinin yanlış olduğunu ispat etmeyi kendisine gaye edinmeyen bir Müslüman, inancını inkar etmiş olur.
Din zaten peşin hüküm demektir, bunu nasıl askıya alacaksın, nasıl mutabakat sağlayacaksın? Mesela, Hıristiyanlar, teslise üç ilaha inanıyor; biz Müslümanlar ise, tek Allah’a inanıyoruz, bunun ortak noktası nasıl bulunacak, nasıl mutabakat sağlanacak? Üçle bir toplanıp ikiye bölünerek elde edilen iki sayısında mı mutabakat sağlanacak?
Böyle bir yaklaşımı aklı başında hiçbir müslümanın kabul etmeyeceği gibi, bir Hıristiyanın da kabul etmesi mümkün değlidir. Zaten Hıristiyanlar da bunu kabul etmiyorlar, kabul etti görünüyorlar.
Nitekim, Vatikan’ın 1999 yılında yayınladığı; “Towards a pastoral approach to culture” adlı bir kitapta esas maksatlarını açıkca şöyle ifade etmekteler: “Bütün insanlar Hz. İsa’ya döndürülmeli, bütün insanlar vaftiz olarak kilisede birleşmeli ve onun vücudu olan kiliseye girmelidir. Yollar, usuller, metotlar değişir; ama hedef hiç değişmez: Nihai maksadımız, bütün insanları Hıristiyanlık dinine sokmaktır.”
24 Ağustos 2002 Cumartesi
Nihaî hedef; Anadolu
Dün de bahsettiğim gibi dinlerarası diyalogta, Vatikan samimi değil. İkiyüzlülük ediyor. Bunu anlayan, uyanık Yahudiler başlangıçta taraftar görünmekle beraber bu beraberlikten daha sonra çekildiler. Diyalog, dinlerarası değil Hıristiyan-Müslüman diyaloğu haline geldi.
Diyalog konusunda Diyanet de uyanmaya başladı! Diyanet İşleri Başkanı, Vatikan’ın samimiyetsizliğinden şikayetçi. Bu konu ile ilgili gazetelerde yayınlanan haber şöyle: “Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz, Tiflis’te katıldığı ‘’Kafkaslar’da Barış İçin İşbirliği ve Dinlerarası Diyalog Toplantısı”nda, misyonerlik konusunu gündeme getirerek, diğer dinlerin temsilcilerine, artan misyonerlik faaliyetlerinin dinler arası diyaloğa gölge düşürdüğünü söyledi.
Şûra’da, diyalog için samimiyetin şart olduğunu kaydeden Yılmaz, herkes dinini seçmekte özgürdür. Kimsenin baskı altında tutulmaması gerekir. Dinlerarası diyaloğun sonuç verebilmesi için misyonerlik faaliyetlerine son verilmesi gerektiğini, söyledi.
Ayrıca, Başkanlığın camilerde okunması için hazırladığı hutbede de, misyonerlik çalışmalarına karşı sert bir tepki gösterilecek ve vatandaşlar “Misyonerlik Faaliyetlerine Dikkat Edelim” başlıklı bir hutbe ile uyarılacak.
Vatikan’ın samimiyetsizliği, misyonerlik faaliyetleri ciddi boyutlara ulaşmış olacak ki, Yılmaz, geçen hafta Adapazarı’nda yaptığı konuşmada da bu konuya değindi. Deprem bölgesinde 100 kişinin dinini değiştirdiğinin tespit edildiğini belirterek, para karşılığı insanların vicdanlarının satın alınmasını, hiçbir dinin doğru bulmayacağına işaret etti. İnsanların düştüğü zor durumdan yararlanılmak istenildiğini, misyonerlik faaliyetlerine aldanmamak için, en başta İslam dinini iyi öğrenmek gelir, dedi.
Bunun böyle olacağı baştan belliydi. Biraz geç de olsa, “Ne oluyor, anlaşmamız böyle değildi” noktasına gelinmesi de bir ilerleme sayılır. Çünkü hâlâ uyanamayanlar var. Nitekim, dinlerarası diyaloğun gayri resmi temsilcileri hâlâ tam gaz diyaloğu savunmaya devam ediyorlar.
Bu tür diyaloglarda tarafların netice alabilmeleri için, fikrin, inancın doğruluğu yanında güç dengesinin de rolü büyüktür. Maddi gücü, üstünlüğü olan daha çok taraftar toplar. Hele Türkiye ve diğer Türk devletlerinde olduğu gibi, ekonomik sıkıntı içinde olan, açlık içinde kıvranan insanları kandırmak ve onların sıkıntılı hallerini istismar etmek daha kolay olmaktadır.
Misyonerlerin dağıttıkları paranın haddi hesabı yok! Vatikan’ın yardım teşkilatı temsilcisi, depremden sonra, 13 milyon yardım yaptıklarını söyledi. Bu açıklanan resmi rakam, açıklanmayan kimbilir bunun kaç katı.
Bu faaliyetin neticesinde, son yıllarda otuz binden fazla Türk Hıristiyan olmuştur. Nasıl ve niçin din değiştirdikleri bellidir. Bu otuz binden fazla kişi para gücüyle din değiştirmiştir. Sefalet çeken, geçim sıkıntısı içinde kıvranan insanları parayla kendi dinine çekmek diyalog anlaşmlasına uyuyor mu?
Aslında Müslüman iken Hıristiyan olmuş değillerdir bunlar. Uzun yıllar, din eğitiminden, dini şuurdan uzak bırakılmış dolayısıyla, dinle ilgileri kalmamış kimselerdi. Onlar için ha Müslüman kimliği ha Hıristiyan kimliği fark etmiyordu zaten. Dinini bilen bir kimsenin Hıristiyan olduğu hiç görülmemiştir.
Misyonerlik faaliyetlerine sadece dinî açıdan bakmak da yanlış olur. Çünkü Vatikan’ın nihai hedefi bu değil. Esas maksat ülkemiz. Nitekim, Osmanlı İmparatorluğunun kuyusunu bu misyonerler kazmıştı. Tanzimattan sonra, açılmasına iyi niyetle müsaade edilen yabancı okullar, yoğun bir şekilde misyonerlik faaliyetine girmişler ve yetiştirdikleri kimseleri devletin üst kademelerine getirerek Osmanlının yıkılışını sağlamışlardı. Vatikan’ın nihai hedefleri Anadolu’dur. Diyalog, hoşgörü vs. adı altında Anadolu’yu tamamen Hıristiyanlaştırarak eski haline döndürmek istiyorlar. Geçmişte kılıç ile yapamadıklarını şimdi “hile” ile yapmak istiyorlar.
11 Ekim 2002 Cuma
İslamı Protestanlaştırma gayretleri
Batı dünyası, yani Hıristiyan âlemi, ilk zamanlar İslamiyeti pek ciddiye almadı. Arabistan yarımadasında, Araplar arasında dini bir mücadele olarak baktı olaya. İslamiyet Arabistan dışına taşıp, doğuya, batıya, özellikle de Anadolu kapılarına dayanıp, Bizans’ı, Avrupa’yı tehdit eder duruma gelince Hıristiyan âlemi telaşlandı.
Derhal, Haçlı Seferlerini başlattılar. Kudüs’e kadar ulaşıp binlerce müslümanı kılıçtan geçirdiler. Fakat, Müslümanları yıldıramadılar, Müslümanlar tekrar toparlanıp, Haçlı sürüsünü, Kudüs’ten ve Anadolu’dan attılar.
Hıristiyan âlemi kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını anlayarak, Müslümanları içeriden yıkmaya karar verdiler. 18. asırda bu yeni plânı uygulamaya koydular. Yetiştirdikleri casuslarla (Hempher gibi) ve Müslümanların arasından satın aldıkları kimseler vasıtasıyla İslamın esaslarını bozmaya, yani Protestanlaştırmaya karar verdiler. Protestanlık nedir?
15. Yüzyılda keşiflerden sonra, ortaya çıkan burjuva sınıfı, zenginliğin verdiği güçle, kontrolsüz bir şekilde, haram günah tanımadan zenginliğin tadını çıkarmak istedi. Fakat, bozulmuş da olsa, kendine göre emir ve yasakları olan Hıristiyanlığın ahlâkî kuralları ile çatışınca, isteklerini rahat bir şekilde yapabilmenin yollarını aramaya başladılar. Mesela, zenginleşen tüccarlar faiz ile çalışmaya başladılar. Hıristiyanlık buna müsaade etmedi. 1517’de Alman papazı olan Martin Luther çıkıp her türlü isteğe izin verince burjuva sınıfı yani zenginler rahatladı. Din baskısından kurtulmuş oldular. Dini kendi âdi isteklerine alet etmeye başladılar.
Şimdi, Protestanlığın esası olan maddelere bir bakıp, zamanımızda İslama karşı yapılanlarla mukayese edelim:
1- Dinin yorumlanması ve anlaşılması tek otoritenin (Katolik kilisesinin) tekelinden çıkartılmıştır. (Günümüz Luther’leri de, 14 asırdır, Müslümanların dinlerini öğrendikleri fıkıh kitaplarını bir tararafa atıp, herkesin dinini doğrudan meallerden öğrenip, istediği gibi ibadet etmesi ve belli bir mezhebe bağlı kalınmaması için Müslümanları yönlendirmiyorlar mı? Dinin belli bir kaynaktan öğrenilmesini savunanları, çağdışılıkla, gericilikle suçlamıyorlar mı? İlahiyat fakültelerinde öğrencilere, her biriniz birer Luther olmalısınız, telkininde bulunulmuyor mu?)
2- Dinin yorumlanmasında vahiy değil akıl ön plana alınmıştır. Akıl, dini istediği şekilde yorumlayacaktır. Din, kamusal alandan uzaklaştırılarak birey alana çekilecek. (Günümüz Luther’leri de, Hadis-i şerifleri, âyeti kerimeleri yorumlarken, aklı ön planda tutmuyorlar mı? Herkesin aklı farklı olduğuna göre, herkesin anlayışı farklı olacağından, akıl sayısı kadar görüş, din, yani dinsizlik ortaya çıkmayacak mı? Getirilmek istenen nokta da bu değil mi zaten!..)
3- Ayinler, (ibadetler) dinin esası değildir. Tanrının ibadete ihtiyacı yoktur. Dinde esas olan, kalbin temiz olmasdır, dinde bu kafidir. (Günümüz reformcuları da, namaz kıldırmamak, ezanı kaldırmak ve diğer ibadetleri yaptırmamak için uğraşmıyorlar mı? Hiç, ibadeti, emir ve yasağı olmayan din olur mu? Sen her türlü pisliği işleyeceksin, kanalizasyon çukurundan çıkmayacaksın, sonra da ben tertemizim diyeceksin! Böyle kalb temizliği, böyle inanç olur mu? )
4- Latince olan İncil diğer dillere çevrilerek yaygınlaştırılacak. (Bugün de, her önüne gelen Kur’an-ı kerim meali, tefsiri yazıyor ve bu mealler gazetelerde promosyon olarak verilerek mukaddes kitabımız ayağa düşürülüyor. Anadille ibadet öne sürülerek, Kur’an-ı kerimin orijinali unutturulmaya çalışılıyor.)
Bu kadar benzerliğe ne dersiniz? Herhalde kimse buna bir tesadüf diyemez! Bu Protestanlaştırma projesini, İngiltere’nin yönlendirdiği Avrupa yürütüyordu. 11 Eylül olayından sonra ABD de açıkça aktif bir şekilde projeye destek vermektedir. 11 Eylül olayı belki de, Müslümanlara gösterdiği toleransı kırmak ve ABD’yi de projeye dahil etmek için hazırlanan sinsi bir plândır.
12 Ekim 2002 Cumartesi
Protestanlaştırmaya destek verenler
Dün İslamiyetin Protestanlaştırılması gayretlerinden söz etmiştim. Bugün de, İslam dünyasında bu faaliyetlerde rol alan, iç ve dış destekçilerden bahsetmek istiyorum.
İslam dünyasında Protestanlaştırma hareketlerine ilk destek; Muhammed Abduh, Cemalettin Efgani, Mercani, Musa Carullah... gibi reformistlerden geldi. “İslamın yeniden yorumlanması” fikrini ortaya atarak Protestanlaştırmaya öncülük ettiler. (Ülkemizdeki, günümüz Refomcularını, Luther’lerini herkes bildiği için bunların isimlerini zikretmeği lüzumsuz görüyorum. Arife tarif gerekmez.)
Kulvarları farklı da olsa, Hasan el Benna, Seyyit Kutup, Mevdudi, Raşit el Gannuşi, Hasan Turabi, Malik bin Nebi, Muhammed İkbal, Hamidullah gibi kimselerin ortaya attıkları “Kur’an’a” dönüş hareketi de Protestanlaşmaya katkı sağladı. Ayrıca, isyancı terörist faaliyetleri ile insanları İslamiyetten soğuttular, ürküttüler.
Yusuf Akçura, Gaspralı İsmail, Ziya Gökalp gibi “Türk Yurdu” mecmuası etrafında toplanan aydınların faaliyetleri de, İslamın Protestanlaştırılması hareketinin ekmeğine yağ sürdü. Çünkü bunlar da Hıristiyanlık gibi, İslamın da değişime ayak uydurmasını, reformu savundular.
İçeride ise, Protestanlaştırma çalışmalarına ilk ciddi destek, 10 Haziran 1928 tarihinde, İlahiyatçıların yayınladığı beyanname idi. İbadeti zamana uydurmak ve İslamiyeti ıslah projesi adı ile yayınlanan bu beyanname Protestanlaştırma hareketine açık bir destekti. Çünkü, ibadetlerin biçiminde ve dilinde reform yapılarak; camilere müzik âletleri konulması, hutbeleri filozofların okuması, ibâdetlerin ana dille yapılması isteniyordu.
Mesela, bu beyannameyi hazırlayanlardan İzmirli İsmail Hakkı’nın düşünceleri Protestanlığın kurucusu Luther’in düşüncelerinden farklı değildi. Çünkü o da, dinde aklı esas alıyor, “ibadetler kalbleri temizlemeye yarar kalb temiz ise ibadete lüzum yok” diyordu. Dikkat ederseniz, İzmirli de, Luther gibi ibadetlere önem vermiyor, aklı esas alarak vahye inanmıyor. Halbuki din vahye dayanır, akla dayanmaz.
Dinlerarası diyalog da Protestanlaştırma projesi kapsamındadır. Diyalog faaliyetinde bulunanların niyeti ne olursa olsun, hatta iyi niyetle bile yapılması bu neticeyi değiştirmez. Zaten Vatikan maksadını saklamıyor, açıkça ifade ediyor. Nitekim, Papa ll. Jean Paul da, Sen Pietro Kilisesi’nde, 25.6.2000 tarihindeki pazar ayininde, “Kilise ile diğer dinler arasındaki diyaloğa evet. Ama aynı zamanda tek kurtarıcının İsa olduğunu ilan etmek gerekiyor” diyerek diyalog sonunda nerede birleşileceğinin adresini de vermiş oluyor. Batı, diyalog çalışmasını bu maksatla başlattı. Böyle bir diyalogtan, zarardan, yıkımdan başka ne beklenir?
30.9.2002 tarihli TIME dergisinde, 11 Eylül olayından sonra, semavi dinlerin “İbrahim dini”nde birleşmesini savunan geniş bir makele yayınlandı. Bu da İslamı yok etmenin sinsi bir planı!
Son aylarda başlatılan Diyanet’in “Güncel Dini Meseleler İstişare Toplantıları” da protestanların kararları ile örtüşüyor. İşte toplantıda ele alınan konulardan bazıları: Dînî metinleri okuma, anlama ve yorumlama; din ve sosyal değişme ile ilgili konular; tarihte ve günümüzde kadının toplumsal konumu ve rolü, ana dil ile ibadet, Kuran ve hadislerin anlaşılmasında, yorumlanmasında yöntem, Hz. Peygamberin dindeki konumu, akıl vahiy ilişkisi vb. Luther’in yaptığı gibi hep, “Yeniden yorum” üzerine bina ediliyor. Sanki din yeni geldi, bugüne kadar hiç yaşanmadı!
Kimsenin kalbini okuyamadığımız için tabii ki, bütün bunların art niyetle mi iyi niyetle mi yapıldığını kesin olarak söylemek zor. Ancak, her olayda olduğu gibi burada da gelinen noktaya bakmak gerekir. İyi niyet her zaman iyi netice vermez. İyi niyetli olmak insanı vebalden kurtaramaz. Cehennemin yolları iyi niyet taşları ile döşelidir. Cehennem iyi niyetlilerle doludur.
3 Ocak 2003 Cuma
Adım adım hedefe!
Daha önce birçok defa dile getirdiğim, Dinlerarası diyalog adım adım hedefine ulaşıyor. Diyalogçuların gönlü rahat olsun! Müslümanların, Noel ayinlerine katılması, ortak nikâh merasimi ve Hıristiyan temsilcilerin Ramazanlarda iftar yemeklerinde beraberce dua etmelerinin ardından şimdi de, ortak cenaze merasimi beraberliği başladı!
Geçenlerde biliyorsunuz, Patrik Selçuk Erenerol öldü. Toprağı bol olsun. Fakat, cenaze merasimi daha önceki bildiğimiz gayri müslim cenaze merasimlerinden farklı oldu. Cenazeye Hıristiyan ve Müslüman din adamları da katılarak dua ettiler. Şimdi bununla ilgili habere bir göz atalım:
“Türk-Rum Patriği Selçuk Erenerol’un cenaze töreni, hem Ortodoks, hem de İslam usulüne uygun yapıldı. Bulgar Kilisesi Başpapazı Kostas’ın yönettiği ayine ilahiyat mensupları da katılarak dua ettiler. İlahiyatçı meşhur bir Profesör, ‘Selçuk kulun dinine, milletine, vatanına, bayrağına bağlı yaşadı. Onu Hazreti Muhammed, Hazreti İsa aleyhisselam şefaatine nail eyle yarabbim. Allah rahmet eylesin’ dedi ve Fatiha okudu. Bazı parti yöneticileri bizzat katılırken, bazıları da çelenk gönderdi. Selçuk Erenerol, kilisedeki törenden sonra, Papa Eftim II Turgut Erenerol’un mezarının yanına defnedildi.” ( 23.12.2002 tarihli gazeteler)
Hani derler ya, buyurun cenaze namazına!.. Son günlerde olanlar tam buna uygun. Şimdi sormak lazım; merasim niçin sadece Hıristiyan adetlerine göre yapılmadı da, İslam adetleri de karıştırıldı. Bırakalım İslam açısından doğruluğunu yanlışlığını, Hıristiyanlık açısından da uygun bir iş değil bu. En azından, patriğe ve Hıristiyanlığa saygısızlıktır yapılan. Adam Hıristiyan olduğuna göre, merasimin sadece kendi dinine göre yapılması onun tabii hakkı değil mi?
Bütün bunlar “Dinlerarası diyalog” rezaletinin neticesidir. Ben diyaloga karşı değilim. Fakat, ben diyaloğu onların anladığı gibi anlamıyorum. Zaten asırlardır bunlarla diyaloğumuz vardı. Her mahallede, aynı sokakta bunlarla beraber yaşadık. Birbirimizin sıkıntısına, yardımına koştuk. Aç iseler doyurduk, bakacak kimseleri yoksa, Devlet olarak, millet olarak baktık bakıştırdık. Fakat günlük yaşayışla ibadetlerimizi birbirine karıştırmadık. Onlar kiliselerinde biz camilerimizde, herkes kendi dinine göre ibadetini serbestçe yaptı. Kimse kimsenin ibadetine, ayinine karışmadı. İşte gerçek diyalog budur, dinimizin de emrettiği diyalog budur.
Peki, diyalogçuluğun mimarı olan Vatikan bunu bilmiyor mu? Tabii ki biliyor. Öyleyse maksatları ne? Maksatları şu: Peygamber efendimizin bildirdiği ve 14 asırdır sarsılmadan devam ettirilen, dinimizin Hıristiyanlığa karşı olan bakış açısını değiştirmek. Müslümanlara, “Hıristiyanlığı da, İslamiyet gibi hak din olarak göstermek. Onlar da Allaha inanıyor biz de Allah’a inanıyoruz, Peygamberlerin farklı olması önemli değil” inancını yayarak, Müslümanların imanını sarsmak, dinden çıkartmak.
Halbuki dinimize göre, bir insan, son peygamber Muhammed aleyhisselama inanmadıkça, O’na tabi olmadıkça, İslamiyeti son ve hak din, diğerlerini batıl, geçersiz din kabul etmedikçe Müslüman olamaz. Eğer Hıristiyanlık ve diğer dinler doğru olsaydı, Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi lüzumsuz olmaz mıydı? Yine Peygamberimizin yolunda olan, İslam devletlerinin bütün dünyaya yayılıp, halkı müslüman olmaya davet etmeleri, bunu kabul etmeyenlerle, mücadele etmeleri, bu yolda milyonlarca şehid vermeleri boş şeyler miydi?
İşte bütün mesele burada düğümleniyor. Yavaş yavaş sinsice, başta Peygamber efendimiz olmak üzere, Müslümanların bugüne kadar yaptıklarının yanlış ve yersiz olduğu intibaını hafızalara hissettirmeden yerleştirmek. Müslümanların dini yaymak gayretlerini yok etmek. Mademki diğerleri de doğru, onlar da Cennete gidecek, benim İslamiyeti yaymama, insanların Müslüman olmaları için çalışmama ne gerek var, düşüncesini yerleştimek. Dinimizin esası olan, emri marufu, neyhi münkeri yok etmek.
4 Ocak 2003 Cumartesi
Seven, sevdiği ile beraber olacak!
Dün bazı ilahiyat mensuplarının, Patrik Selçuk Erenerol’un cenazesine katılıp, dua ettikleri ve ruhuna Fatiha okudukları haberinden bahsetmiştim. Bugün de dinimizin buna dair hükümlerini bildirmek istiyorum. Dinimize göre bu yapılanlar caiz değildir, böyle davranışlar, onlara rahmet dilemeler küfürdür, dinden çıkmaya sebeptir. Bunun delili çoksa da biri şudur:
Hz. Ali, Resûlullaha gelip, babasının öldüğünü haber verdiğinde Resulullah efendimiz, “Yıka, kefen içine sar ve defnet! Men olununcaya kadar onun için duâ ederiz” buyurdu. Birkaç gün onun için çok duâ etti. Eshâb-ı kirâmdan bazıları bunu işitince, onlar da, kâfir olarak ölmüş olan akrabâları için duâ etmeye başladılar. Bunun üzerine, Tevbe sûresinin yüzonüçüncü âyet-i kerimesi nazil oldu. “Kâfir olarak ölüp cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba dahi olsalar, onlar için af dilemeyin!” mealindeki bu ayet-i kerime ile dua etmesi men edildi. Seksen dördüncü ayette de, “Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma!” buyuruldu.
Peygamber efendimiz, Eshabına, akrabaları bile olsa Müslüman olmadan ölmüş kimselerin kabir ziyaretini, onlara dua edilmesini yasakladı. (Ebu Talib’in daha sonra, diriltilerek iman ettiğini büyük âlim İbni Haceri Mekki bildirmektedir.)
Peygamber efendimiz, ister kitap ehli dediğimiz Hıristiyan ve Yahudiler olsun, ister bunların dışındaki inançlara tabi olan insanlar olsun, Müslüman olmayan her insanın kafir olduğunu ve Allahın düşmanı olduklarını bildirmiştir. 14 asırdır bütün Müslümanlar bu doğrultuda hareket etmişlerdir. Bunda ittifak vardır. Çünkü, Kur’an-ı kerimde; Resulullaha inanmayan, O’na tabi olmayan kâfirlerin Allahın düşmanı oldukları açıkça bildiriliyor. Kâfirleri sevmek, Allahü teâlâyı sevmemektir. İki zıt şey, birlikte sevilemez. Ayeti kerimede mealen, “Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allahtan ilişiği kesilmiş olur” buyuruldu. (Ali İmran-28) Maide suresinde de, “Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin, sevmeyin!” buyuruldu. (Maide 54)
Dinimize göre, İmanın alâmeti, (hubb-i fillah ve buğd-i fillah)tır. Bunun için Peygamber efendimiz “İmanın temeli ve en kuvvetli alâmeti, hubb-i fillah ve buğd-i fillahtır, yani müslümanları sevmek ve dine düşmanlık edenleri sevmemektir.” (İ. Ahmed), “İnsan, dünyada kimi seviyorsa, ahırette onun yanında olacaktır” (Buharî) buyurdu.
Büyük islam âlimi, ikinci bin yılın yenileyicisi İmam-ı Rabbanî hazretleri bu konuyu şöyle dile getirmektedir: “Doğru imanın alâmeti, kâfirleri sevmeyip, onlara mahsus olan ve kâfirlik alameti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerine hakaret ve kötülemek olur. Allahü teâlâ, kâfirlerin, kendi düşmanı ve Peygamberinin düşmanı olduklarını bildiriyor. Bir kimse, kendini müslüman zanneder. Kelime-i tevhidi söyleyip, inanıyorum der. Namaz kılar ve ibâdet yapar. Hâlbuki, bilmez ki, böyle, Allahın dostlarını sevmemek veya Allahın düşmanlarını “şu iyilikleri de var” diye sevmek gibi çirkin hareketleri, onun imanını temelinden götürür..” (Gayri müslimleri sevmemek kalb ile olur. Bu, onlarla görüşmeye, dünyalık işler için iş birliğine, iyi münasebetlere mani değildir.)
Büyük İslâm âlimi İmam-ı Gazali hazretleri de bu konu ile ilgili şu kıssayı anlatır: Allahü teâlâ, Hz. Musa’ya, “Ya Musa, benim için ne amel işledin, diye sorunca, “Ya Rabbi, senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekât verdim, zikrettim” diye cevap verdi. Allahü teala, “Ya Musa, namazların, seni cennete kavuşturur, oruçların seni cehennemden korur, zekâtlar, kıyamette gölgelik olur. Zikirlerin de, o günün karanlığında ışıktır. Ya Musa, sırf benim için müslümanları sevip, kâfirlere düşmanlık ettin mi?” buyurdu. Musa aleyhisselam, Allahü teâlâyı sevmenin, Onun için olan en kıymetli amelin, Hubb-i fillah ve Buğd-i fillah olduğunu anladı.
14 Mart 2003 Cuma
Bugünkü İnciller
Belediyelerin, Batı’daki kentleri, “Kardeş şehir” ilan etme modası gibi, son yıllarda, bazı sözde din temsilcileri de, “Semavi din kardeşliği” modasını başlattılar. Kardeşliği pekiştirmek için, noellerine, yortularına, cenazelerine katılarak üzüntülerini, sevinçlerini paylaşıyorlar. Akıllarınca, bu dinlere, İslamiyetin vermediği, “Kardeşliği” meşruiyetini sağlamak istiyorlar. Onlar da, “hak, doğru dinlerdir, bir dinin diğer dine göre, üstünlüğü yoktur” düşüncesini hafızalara yerleştirmek istiyorlar. Yürürlükten kaldırılmış bir din nasıl geçerli, nasıl meşru olur, bunun üzerinde durmuyorlar. Bu, aslında, 1924,1960 Anayasalarının geçerli olduğunu, yürürlükte olan 1982 Anayasasının yanısıra bunların da yürürlükte olduğunu söylemek kadar abes, saçma, zırva bir iddiadır.
Zırva tevil götürmez, fakat bu konuların yabancısı olanların kafalarını karıştırdığı için, bu hafta, yürürlükte olduğu iddia ettikleri, bugünkü İnciller üzerinde durmak istiyorum. Dinimize göre bugünkü İncillerin durumu nedir?
Kur’an-ı kerime göre, Allahü teâlânın peygamberleri vasıtasıyla insanlara gönderdiği dört büyük kitaptan biri “İncil”dir. İncil, hiç şüphesiz Hazret-i Îsâ’ya indirilen Allahü tealanın kitâbıdır.
Fakat bugün, Hıristiyanların elinde bulunan ve “Evangelium” veya “Bible” adını verdikleri kitapta, eski hakîkî İncil’den kalmış pek az bilgi vardır. Kur’ân-ı kerîmde Allahü teâlâ, İncil’i hazret-i Îsâ’ya vahyettiğini ve onu peygamber olarak gönderdiğini çeşitli âyetlerde, meâlen şöyle bildirmektedir: “Arkalarından da Meryem oğlu Îsâ’yı gönderdik. Ona İncil’i verdik.” (Âl-i İmrân sûresi: 3), “(Îsâ beşikteyken dile gelip) dedi ki: “Ben, hakîkaten Allah’ın kuluyum! O, bana kitap (İncil) verdi. Beni peygamber yaptı.” (Meryem sûresi: 30).
Biz Müslümanlar, diğer ilâhî kitaplarla beraber hakîki İncil’in de Allahü teâlâ tarafından hazret-i Îsâ’ya gönderilmiş hak bir kitap olduğuna inanırız. Ancak, Hazret-i Îsâ’ya gönderilen İncil, tek kitaptı. İbrâni diliyle yazılmış olan bu hakîkî İncil, bugün mevcut değildir. Bolüs (Pavlos) adındaki bir Yahûdî, Hz.Îsâ’ya inandığını söyleyerek ve Hıristiyanlığı yaymaya çalışıyor görünerek, gökten inen İncil’i yok etti. Daha sonra, dört kişi ortaya çıkıp, on iki Havârî’den işittiklerini yazarak, İncil adında dört kitap meydana geldi. Bolüs’ün yalanları, bunlara da karıştı. Böylece Îsâ aleyhisselâmın hak olan dîni, az zaman sonra Yahûdîler tarafından sinsice değiştirilmiş oldu.
Gerçek İncil’deki bilgilere birçok yanlış düşünceler, efsâneler ve hurâfeler eklendi. Aslından uzak dört İncil ortaya çıktı:
1- Meta (veya Matta): Filistinli olan Metâ, Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sekiz sene sonra, birinci İncil’i yazmıştır. Bugün mevcûd olan Mattâ İncili, İbrânice nüshanın tercümesidir. Bu tercümeyi yapanın da kim olduğu belli değildir.
2- Luka: Antakyalı olan Luka, Îsâ aleyhisselâmı görmemiş, Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, münâfık olan Bolüs tarafından güyâ Hıristiyanlık dînine alınmış ve onun (bozuk) fikirleriyle aşılanarak, Allahü teâlânın kitâbını büsbütün değiştiren bir İncil yazmıştır.
3- Markos: Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra Îsevî (Hıristiyan) olmuş, İncil ismi ile tercümanı olduğu Petros adındaki havâriden işittiklerini yazmıştır. Havârî değildir.
4- Yuhanna: Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu olup, hazret-i Îsâ’yı birkaç kere görmüştür. Yuhanna’ya âit olduğu iddia edilen bu kitap ona ait değildir, ikinci asırdan sonra aslı meçhul bir şahıs tarafından kaleme alınmıştır.
Bu dört İncil, aynı hususları başka başka anlatan ve insan eliyle yazılmış hikâyelerden ibâret olup, Allah kelâmı değildir ve devamlı olarak değiştirilmektedir. Böyle bir kitaba ilahi kitap, böyle bir kitaba inanan kimselere hak din mensubu, bunlar da cennete gidecek, diyenlerin ya akıllarından ya da niyetlerinden şüphe etmek lazım!..
15 Mart 2003 Cumartesi
İncil’in bozulması
Dün, mevcut İncillerin gerçek İncil olmadığından bahsetmiştim. Bugün de bu kutsal kitabın nasıl bozulduğundan, nasıl değiştirildiğinden bahsetmek istiyorum...
İncil’deki ilk tahribatı Yahûdî olan Bolüs sinsice yaptı. Daha sonra, Yunancaya ve Lâtinceye çevrilirken putperest Romalılar ve Yunanlılar kendi inançları doğrultusunda değişiklik yaptılar. İncil’deki tek Allah inancının üçe çıkarılmasında, Yunanlıların Eflâtun felsefesinin büyük etkisi oldu.
Ayrıca İncil’in en eski şekli olan İbrânice nüshası başka dillere yanlış tercümeler ile aktarıldı. Mesela, İbrânicede “Baba” kelimesi yalnız bir çocuğun kendi babası değil, aynı zamanda “hürmete değer büyük bir şahsiyet” mânâsına gelmesine rağmen, bu mana verilmedi.
Bunun gibi “Oğul” kelimesi de İbrânicede çok kereler bir şahsın rütbece ve yaşça kendisinden daha küçük olan, fakat kendisine son derece bir sevgi ile bağlı bulunduğu bir şahsı tasvir etmek için kullanılmaktadır. İncil’deki, “oğul” kelimesi, “Allah’ın sevgili kulu” mânâsına gelmesine rağmen bu manada kullanılmadı.
Bütün bunlara rağmen bugünkü İncil’in bile birçok yerlerinde Allah’ın tek olduğu, Îsâ aleyhisselâmın ise bir “Peygamber” olarak gönderildiği yazılıdır. Bunların bir kısmı şöyledir:
Markus (12:30): Allahımız tektir. Tesniye (4:25): Yalnız bir Allah olup, ondan gayrisi yoktur. Îsâ’ya (45:5): Rab benim, benden gayri ilâh yoktur. Yuhanna (5:3): Îsâ dedi ki, ben kendiliğimden bir şey edemem, işittiğime (yani bana verilen vahye) göre hüküm ederim. Kendi irâdemi (bir şeyi yaptırmak arzusu) değil, ancak beni gönderenin (yani Allah’ın) irâdesini ararım.
(Matta 27:57): Îsâ aleyhisselâm onlara; “Peygamber, kendi vatanından ve evinden gayrı yerlerde de îtibârsız değildir.” dedi. (Yuhanna 8: 26-27): Beni gönderen Allah’tır. Ben dünyaya ancak O’ndan işittiklerimi söylerim...
Bütün bu cümleler bugün Hıristiyanların elinde bulunan İncil’den alınmıştır. Yani ne kadar değiştirirlerse değiştirsinler, hâlâ İncil’de muhakkak hakîki İncil’den kalma doğru sözler bulunmaktadır. Mızrak çuvala sığmıyor. İnsaf sahibi Batılı ilim adamları da bugünkü İncillerin gerçek İncil ile ilgilerinin olmadığını bildiriyorlar:
Moody İncil Enstitüsü’nden Dr. Graham Scroggie, “İncil, Allah Sözü müdür?” adlı kitabının 17. sahifesinde diyor ki: “Evet, İncil insan eseridir. Bazı kimseler, neden olduğunu anlamadığım sebeplerden ötürü, bunu inkâr etmektedirler. İncil, insanların dimağında teşekkül etmiş, insanlar tarafından insan dili ve insan eli ile yazılmış ve tamamiyle insan karakteri taşıyan bir eserdir.”
Başka bir din adamı Kenneth Gragg, Hıristiyan olmasına rağmen, şöyle demektedir: İncil’in Ahd-i Cedîd kısmı, Allah sözü değildir. Burada doğrudan doğruya insanların anlattıkları hikâyeler, herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören insanların görgü şâhitliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısımlar kilise tarafından insanlara Allah sözüymüş gibi nakledilmektedir.”
Teolog Prof. Geyser: “İncil’in tamâmı Allah kelâmı değildir.” demektedir.
İncil’de yazılı hususlara, bilhassa, “Allah, oğul ve rûhülkudüs” gibi üçlü tanrıya inanmayan papalar bile ortaya çıkmıştır. Bunlardan biri olan Papa Honorius, üçlü tanrıyı katiyetle reddettiği için ölümünden 48 sene sonra İstanbul’da toplanan Sinod (Papazlar Heyeti) tarafından resmen lânetlenmiştir (Sene M. 680).
Fransa’da yayınlanan L’Evenement Du Jeudi dergisinin Temmuz-1993 sayısında diyor ki: “Gerçek İncil’i artık açıklama zamanı geldi... Ancak, bazı güçler, Hristiyan ve Yahudi medeniyetlerini kökünden sarsacağı için gerçek İncil’i açıklamıyorlar.”
İnciller içinde doğruya en yakın olanı, “Barnabas” İncilidir. Haftaya da isterseniz biraz bundan bahsederek bu konuyu kapatalım.
28 Mart 2003 Cuma
Barnabas İncili
Daha önce bozulmuş, aslı ile nerdeyse ilgisi kalmamış İncil’lerden bahsetmiştim. Bugün de, gerçek İncil’e en yakın olan “Barnabas” İncili’nden bahsetmek istiyorum. Barnabas İncili’ni kaleme alan Kıbrıs doğumlu Joses idi. Kendisi hazret-i Îsâ’ya inananların en başında gelmekte ve Havârîlerin arasında önemli bir yeri bulunmaktadır. Kendisine verilen “Barnabas” lakabı, nasihat verici, iyiliğe teşvik edici anlamına gelmektedir.
Barnabas İncili’nde, son Peygamberin 600 veya 1000 sene kadar sonra geleceği bildirilmektedir. Bu İncil’de, tek Allah inancından bahsedilmekte ve teslis yani üç ilah inancı yalanlanmaktadır.
Avrupa ansiklopedilerinde, “Barnabas İncili diye bildirilen kitap, 15. yüzyılda İslamiyeti kabul etmiş bir İtalyan tarafından yazılmıştır” denilmektedir. Halbuki, Barnabas İncili daha 3. yüzyılda, yani hazret-i Muhammed’in gelmesinden asırlar önce aforoz edilerek ortadan kaldırılmıştır. Demek ki, daha o zaman da içinde fanatik Hıristiyanların işine gelmeyen, teslisin aleyhinde olan, başka bir Peygamberin geleceğini haber veren bahisler vardı.
Barnabas’ın bu İncil’i, târih boyunca çeşitli defalar ortadan kaldırılmak ve bütün nüshaları kaybedilmek istenmiş olmasına rağmen, Papa Damorus tesadüfen eline geçen bir nüshasını Papalık Kütüphânesinde saklamıştır.
Kitap, 1590’da el yazısı ile İbrâniceden İtalyancaya çevrilmiştir. Bu nüsha elden ele dolaşarak 1713 yılında Prens Eugene’e ulaşmış ve ölümünden sonra Viyana Kraliyet kütüphanesine nakledilmiştir. 1907’de Bay ve Bayan Ragg tarafından İngilizceye tercüme edilerek Oxford’da basılmış, fakat esrârengiz bir tarzda ortadan kaybolmuştur. Ancak bugün de, British Müseumda ve Amerikan Kongresi Kütüphânesinde birer nüshası hâlâ muhafaza edilmektedir. Barnabas İncili, Pakistan Kur’ân Konseyi eliyle 1973’te tekrar basılmıştır.
“Resullerin İşleri” kitabında bildirildiğine göre, Hz. İsa’nın ardından ayrılıkların başlamadığı ilk dönemlerde, iman edenler tek yürek ve tek can idi ve hiç biri kendisinin olan şeyler için ‘benimdir’ demiyordu, her şey onlar için ortaktı. Her biri, tarlalarını, evlerini satıp bedellerini getirerek resullerin ayakları önüne koyuyorlardı; ve her birine ihtiyacına göre dağıtılıyordu.
İşte bu zamanda Resullerce çağrıldığı şekliyle Barnabas tarlasını satmış ve parayı getirip resullerin önüne koymuştu. Bu olaydan sonra Barnabas adı Resuller’in İşleri’nde sık sık geçer. Şehir şehir dolaşan Barnabas Allah’ın sözünü her gittiği yerde ilan etmekte, kardeşlerine yardım için koşmakta ve pek çok kişinin Hak Dine girmesine sebep olmaktadır.
Barnabas ilk dönemlerde Pavlos’la birliktedir. Daha sonra ayrılırlar. Bu ayrılma olayından sonra Resuller’in İşleri’nde Barnabas adı bir daha geçmez ve sürekli Pavlos’tan söz edilir. Buradan, Barnabas ile Pavlos arasında ‘iman’ konusunda derin ayrılığın söz konusu olduğu anlaşılıyor. Nitekim, Barnabas, İncili’nin girişinde şöyle der:
“Şeytan tarafından aldatılan pek çokları, dindarlık maskesi altında en dinsiz akideyi va’z ederek İsa’ya Allah’ın oğlu demekte, Allah’ın sonsuza değin emrettiği sünnet olmayı reddetmekte ve her türlü kirli etin yenmesine izin vermekte olduğundan kurtulasınız, Şeytan tarafından aldatılmayasınız ve Allah’ın hükmü önünde hüsrana uğramayasınız diye, İsa ile yaptığım konuşma ve görüşmelerde gördüğüm ve duyduğum gerçeği yazıyorum.”
Barnabas’ın bizzat kendi yazdıklarına göre, Pavlos’la bir süre arkadaşlık yapmış, fakat, her peygamberden sonra olduğu gibi, Hz. İsa’dan sonra da izleyicileri arasında ayrılıklar çıkmış, bu ayrılıklar dinin özüne de inmiş ve Pavlos, Tevhid’i Şirk’e çevirenlerin başında yer alırken, Tevhid’den kopmayan Barnabas ise, Hz. İsa’nın gerçek dinini, ona inananlar Şeytan’a kanmasınlar diye yazıya geçirme gereği duymuştur. (Yarın, Barnabas İncili’nden bölümler)
29 Mart 2003 Cumartesi
Barnabas İncili’nden bölümler
Barnabas İncili gerçek İncil’e en yakını olduğu için, ihtiva ettiği bilgiler diğerlerinden çok farklı. Örneğin, Barbabas İncili’nde geçen şu bölüm Peygamberimizin geleceğini, son Peygamberin Muhammed aleyhisselam ve son dinin de İslamiyet olacağını açıkça bildirmektedir:
Hz. Îsâ, kendisine, ‘Sen Allahın Oğlusun’ diyen Petrus’a çok kızdı. Onu azarladı. Ona, “Def ol” benden uzaklaş! Sen şeytânsın ve bana fenâlık yapmak istiyorsun dedi. Ondan sonra havârîlerine dönerek, bana böyle söyliyenlere yazıklar olsun! Çünkü, Allah bana, bunlara la’net etmek emrini verdi, dedi.”
“Ben kimsenin günâhını af edemem. Ancak Allah günâhları af eder.”
“Ben bu dünyaya, cenâb-ı Hakkın dünyaya selâmet getirecek olan Resûlünün yolunu hazırlamak için geldim. Fakat sizler dikkat ediniz! O gelinceye kadar sakın aldatılmayasınız. Çünkü benim sözlerimi alıp benim İncîlimi bozacak birçok yalancı peygamberler zuhûr edecektir.”
O zaman, “Geleceğini söylediğin bu Resûl hakkında bize bazı işaretler söyle ki, Onu bilelim” dediklerinde şöyle cevap verdi: “Bu Resûl sizin zamanınızda gelmeyecektir. Benim İncîlim tahrîf edilmiş olacağı ve hakîkî inananların 30 kişi kadar kalacağı bir zamanda gelecektir. İşte o zaman, cenâb-ı Hak insanlara acıyarak, elçisini gönderecekdir. Onun başının üzerinde daimâ beyaz bir bulut bulunacaktır. O çok kudretli olacak, putları kıracak, puta tapanları cezalandıracaktır. Onun sayesinde, insanlar Allahı tanıyacak ve Onu ta’zîz edecek ve ben de o zaman hakîkî olarak tanınacağım. Benim insandan başka bir şey olduğumu söyliyenlerden intikam alacaktır.”
“Kardeşlerim! Ben topraktan yaratılmış bir insanım. Sizin gibi toprak üzerinde yürüyorum. Günahlarınızı bilin ve tövbe edin! Kardeşlerim! Şeytân, Romalı askerlerin yardımı ile, size benim Allah olduğumu söyliyerek sizi aldatacak. Onların, sahte ve yalancı ilahlara kulluk ederek Allahın la’netine uğrayacaklarını görerek, onlara inanmayınız!”
“Benim tesellim, hakkımdaki her batıl düşünceyi yok edecek ve dinini tüm dünyaya yayacak alacak olan Elçi’nin gelmesindedir. Ve, bana teselli veren, onun dininin sona ermeyecek ve Allah tarafından el değmeden korunacak olmasıdır.”
Sordular: “Allah’ın Elçisi geldikten sonra, başka peygamberler gelecek mi?”
Hz. Îsa cevap verdi: “Ondan sonra Allah tarafından gönderilen gerçek peygamberler gelmeyecek ama pek çok yalancı peygamber gelecek; ki ben buna üzülüyorum. Çünkü, Şeytan onları yerlerinden kaldıracak da, kendilerini, benim kitabımı bahane edinip gizleyecekler.”
Sordular: “Bu tür dinsizlerin öne süreceği hüküm nasıl bir şeydir?”
Hz. Îsa cevap verdi: “Bunların öne sürdüğü, kurtuluşa götüren gerçeğe inanmayan, lanete götüren bir yalandan ibarettir. Dünya hep gerçek peygamberleri horlamış ve bu yalancıları sevmiştir.”
Sordular: “Bu elçiye ne ad verilecek ve hangi işaretler onun gelişini ortaya koyacaktır?”
Hz. Îsa cevap verdi: “Onun adı hayranlık uyandırır, çünkü Allah, ruhunu yaratıp da, bir nur içine konulduğu zaman ona bu adı kendisi vermiştir. Allah dedi: “Bekle Muhammed; çünkü senin uğruna Cennet’i, dünyayı ve her türlü mahluku yaratacağım, içlerinden seni bir elçi yapacağım, öyle ki, kim seni kutsarsa kutsanacak, kim seni lanetlerse lanetlenecektir. Seni, dünyaya göndereceğim ve senin sözün gerçek olacak. O kadar ki, gök ve yer düşecek. Fakat senin dinin düşmeyecek. Muhammed O’nun kutlu adıdır.”
O zaman, kalabalık seslerini yükseltip, dediler ki: “Ey Allah, bize elçini gönder! Ey Muhammed, dünyanın kurtuluşu için çabuk gel!”
6 Eylül 2003 Cumartesi
Kilise müziği ve tasavvuf müziği!
Dün, Sirkeci Hoca Paşa Camii avlusunda, Regaib Kandil kutlamaları çerçevesinde, kadın erkek karışık müzisyenler tarafından “tasavvuf müziği” konseri verilmesi rezaletinden bahsetmiştim. Bugün de, tasavvuf müziğinin dinimizdeki yerinden bahsetmek istiyorum.
Asırlardır, kandil geceleri, Kur’an-ı kerim okunarak, namaz kılınarak, mevlid okunarak, fakir fukara sevindirilerek ihya edilirdi. Artık bunlar geride kalacakmış. Batı ile her konuda “diyalog” kuruyoruz ya, dinlerarası “hoşgörü” tesis ediyoruz ya, bunun için onlara dini açıdan da benzememiz, uyum içinde olmamız lazımmış. Mademki onlar kilisede, ibadet olarak “Kilise Müziği” çalıyorlar, bizim de, aynı gaye ile “Tasavvuf Müziği” çalmamız gerekiyormuş. Bundan böyle, kandil geceleri böyle kutlanacakmış!
Daha önce de, ilahiyatçı bir profesör yazısında, “Camilerde, resim sergileri açılmalı, klasik müzik, tasavvuf müziği konserleri verilmelidir. Yirmi birinci yüz yılda yaşıyoruz, dinde de değişim şart. Bunun için Kur’an felsefeleşmeli, Kur’an tefsirleri yeniden gözden geçirilmeli, zamana göre yeniden yorumlanmalıdır. Ben Londra’da kilisede, felsefe konuşmaları, Beethoven ve Mozart’tan örnekler dinledim. Resim sergileri izledim. Kilisede olanlar, camide de olmalıdır” diyordu.
Bütün bunlar, dinde reform yapılarak İslamiyetin protestanlaştırılması, Kiliseye benzetilmesi gayretleridir. Halbuki müziğin her çeşidi Hıristiyanlık da dahil bütün dinlerde yasaktı. Hıristiyanlık gibi bozulmuş, aslından uzaklaşmış dinlerde, ruhlar beslenemediği için, müziğe yönelindi; nefse hoş gelmesi ruhanî tesir sanıldı. İncilin yasakladığı müziği, papazlar, Hıristiyanlığa soktu. Bu şekilde Kilise cazib hale getirilmeye çalışıldı.
Batıdaki müzik, Kilise Müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplayan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik ibadet hâlini almıştır. Müzikle, nefsler keyiflenmekte, şehvânî duygular rahat bulmakta, ruhun gıdası olan ibadetler unutulmakta, insanları, alkolikler ve morfinmanlar gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmakta, böylece çok kimsenin ebedî saadetten mahrum kalmasına sebep olmaktadır. Dinimiz insanları bu felaketten korumuştur. Eğer müzik dine girerse, bu dinin gerçek İslamiyetle bir ilgisinin kalmadığını anlamalıdır.
Aletsiz, çalgısız nağmeli sese teganni denir. Alet ile, çalgı ile birlikte olan insan sesine gına yani müzik denir. Gına haramdır. Gına ve teganni hakkında hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: “İlk teganni eden şeytandır.” (Taberânî) “Gına, suyun sebzeyi yeşertmesi gibi kalbde nifak hasıl eder.” (Beyhekî)
Dinimizde “Tasavvuf Müziği” diye bir şey yoktur. Müzik, azgın nefsin gıdası, ruhun zehridir. İslâmiyetten ve tasavvuftan haberi olmayan kimseler, dini, dünya kazançlarına alet edip tasavvufa, hatta ibâdetlere, mistik bir hareket olarak müzik sokmuşlardır. Müzik ile, ney ile ilgileri olmamasına rağmen, Mevlana hazretleri gibi tasavvuf büyüklerini de kendilerine alet etmişlerdir.
Kitab-ül-kırare’deki hadis-i şerifte, kıyamet alametleri sayılırken, “Kur’an-ı kerim mizmardan, yani çalgı aletlerinden okunur. Tecvid ile, güzel okuyanları, dine uyan hafızları dinlemeyip, musiki ile şarkı gibi okuyanları dinlerler” buyuruluyor. (Tergib-üs-salât)
İlahileri, mevlidi, salevatı şerifeleri, çalgı ile, ney çalarak okumak tehlikeli bid’attir. İnsanın dinden çıkmasına sebep olur. Resulullah efendimiz, geldiği bir evde, küçük kızlar def çalıp şarkı söylüyorlardı. Şarkıyı bırakıp, Resulullahı def çalarak övmeye başladılar. “Benden bu şekilde bahsetmeyin! Beni övmek (mevlid, ilahi) ibâdettir. Eğlence, oyun arasında ibâdet caiz değildir” buyurdu. (Kimya-i saadet)
Dinimize göre, müzik ile ibadet, necasetin, idrarın zemzem ile karıştırılması gibidir. Dolayısıyla, samimi bir Müslümanın yapacağı iş değildir. Bu tür teşebbüsler, dine Hıristiyanların ibadetlerini sokarak İslamiyeti bozmak isteyen sinsi düşmanların, art niyetli kimselerin işidir.
3 Ekim 2003 Cuma
“Dinlerarası Diyalog Tuzağı” kitabı
Hıristiyan âlemi, özellikle İngilizler, 18. asırdan itibaren, İslam âlemine karşı uyguladıkları planları gözden geçirmeye başladı. Çünkü, asırlardır uyguladıkları yıkma amaçlı planlar istenilen neticeyi vermemişti. O güne kadar uyguladıkları taktik; güç kullanarak zorla hedefe varmaya yönelikti. Artık bundan vazgeçmenin zamanı gelmişti. Çünkü bu yolla, Müslümanlara zarar veremedikleri gibi, aksine güce karşı güç oluşturup blok halinde karşılarına çıkma hareketleri başlamıştı.
Yaptıkları araştırmalar neticesinde, bu birliği sağlamada, en büyük etkenin, halkın şeksiz şüphesiz inandığı, itimat ettiği İslâm âlimleri ve eserleri olduğunu gördüler. İslam âlimleri ve eserleri, halkın gözünden düşürüldüğü takdirde kalenin surlarının yıkılmış olacağını, böylece içeri sızmanın çok kolay olacağını anladılar.
Bir şeyi yapmak için de yıkmak için de o şeyi iyi bilmek gerekir. Bu prensip gereği, İslamiyeti en ince teferruatına kadar bilen binlerce casus yetiştirdiler. İslam âlemine dağılan bu Müslüman, hatta âlim kılıklı ajanlar, Müslümanların inancını hassas noktalardan karıştırmaya başladılar. İngiliz Entelijans servisi elemanlarından Hempher hatıratında (1730) İslam ülkelerinde beşbin elemanlarının bulunduğunu yazmaktadır.
Bu faaliyetlerin amacı ileride yapılacak “Misyonerlik” faaliyetlerine bir zemin hazırlamaktı. Çünkü, sağlam bir inancı olan Müslümanın, Hıristiyan olması mümkün değildi. İnancı bozularak, boşlukta kalan kimseler ancak buna ilgi duyardı.
Çeşitli sinsi faaliyetlerle, İslam âlimleri ve kıymetli eserleri gözden düşürülüp, halk doğrudan, hadislere ve Kur’an-ı kerime yönlendirilince, acemi kaptanların elinde kalan rotasını kaybeden gemi gibi, İslam dünyası da alabora oldu.
Bu safhada, elde ettikleri İslam âlimi bilinen kimseleri hemen devreye sokup, gemiyi kurtarmak gerekçesiyle “İslamda reform” projelerini ortaya attılar. Aslında bu proje, gemiyi rotasına sokmak için değil, iyice rotadan çıkarmak gayesine yönelikti. Reform faaliyetleri ile gerçek İslamdan uzaklaştırılıp “İslam” adı altında İslamla ilgisi olmayan inançlara itildi. Bunun için de, toplumlarda “İnanç boşluğu” oluştu. Maksat da buydu zaten; bunun ardından, 19. yüzyılda “Misyonerlik” faaliyetlerine ağırlık verildi. Hemen bunun arkasından da “Misyonerliğe” takviye için, “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” projesi devreye sokuldu. Bu proje ile İslamiyetin içi boşaltılıp, emir ve yasağı olmayan felsefi bir sistem haline getirmekti gayeleri. Bu, sondan bir önceki safhaydı. Bundan sonrası, “Hıristiyanlıştırma” projesidir.
İşte biz bu kitabımızla, sondan bir önceki, “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” projesini, bütün yönleri ile projenin mimarlarının ağzından ve çeşitli yorumlarla sizlere sunuyoruz.
***
Yukarıdaki yazı, yeni çıkan, vesikalara dayalı, “Dinlerarası Diyalog Tuzağı ve Dinde Reform” kitabının (Mehmet Oruç-Arı Sanat Yayınevi) önsözünden alınmıştır. Bana göre, İslam tarihi boyunca, Müslümanların karşılaştığı en büyük tehlike budur. Çünkü Vatikan bu yıkım planını çok sinsi bir şekilde yürükmekte ve de İslamın aslı, temeli hedef alınmaktadır. Hıristiyan âlemi bu defa tarihî İslam düşmanlığını, “Dostluk” “Hoşgörü” “Diyalog” maskesi altında yürütmektedir. Çok kimse bunun farkında değildir. Farkında olmadıkları için de bazıları projeye destek veriyor. Sinsi oyunun farkında olan bir Müslümanın buna destek vermesi zaten söz konusu olamaz!
Böylesine önemli, geleceğimizle ilgili bir konuda, Vatikan’in (Papalığın) İslamı yok edip Müslümanları Hıristiyanlaştırmada, nasıl bir yol takip ettiğini kendi ağızlarından bu kitaptan öğrenip buna göre tedbir almamız şarttır. Bu kitabı muhakkak okuyup okutmalıyız! (Kitapçılardan veya 0212 520 41 51’den temin edilebilir)
04 Ekim 2003 Cumartesi
Dinlerarası diyalogta Vatikan’ın hedefi
İki asra yakın zamandan beri Papalık, Misyonerlik faaliyetleri ile Hıristiyanlığı Ortadoğu’ya yaymaya, cahil bırakılan Müslümanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadır. Fakat, Afrika ülkeleri gibi, dinden haberi olmayan sadece isimleri Müslüman olan ülkelerde başarı elde etmelerine rağmen, İslamiyetin aslına uygun bir şekilde bilindiği ve yaşandığı, Türkiye gibi bazı Müslüman ülkelerde istedikleri neticeyi alamadılar. Bunun neticesinde, Misyonerlik faaliyetlerine destek verilmesi için Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü projesi gündeme geldi.
Bu çalışmaları başlatmak için Konsil ilk defa 1962’de bu konuyu görüşmek için toplandı. Daha sonraki toplantılarla da misyonerlik faaliyetinin bir parçası olmak üzere “Diyaloğa” önem verilerek devam ettirilmesi kararlaştırıldı. II. Paul’ün 1991 yılında ilan ettiği Redemptoris Missio (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde aynen şöyle diyordu: “Dinlerarası diyalog, Kilise’nin bütün insanları Kilise’ye döndürme amaçlı misyonunun bir parçasıdır... Bu misyon aslında Mesih’i ve İncil’i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup olanlara yöneliktir. “
1964 yılında 2. Vatikan Konsilinde kurulan ‘Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası’nın 1973 yılında, sekreterlik görevine getirilen Pietro Rossano, Sekreterya’nın yayın organı Bulletin’deki bir yazısında şunu belirtiyordu: “Diyalogdan söz ettiğimizde, açıktır ki bu faaliyeti, Kilise şartları çerçevesinde misyoner ve İncil’i öğreten bir cemaat olarak yapıyoruz.
1984 yılından beri “Hıristiyan Olmayanlar Sekreteryası”nın başkanlığını yapan Kardinal Francis Arinze ise, geçmişten bugüne gelinen noktayı anlatırken bunun Kilisenin bir misyonu olduğunu ifade etmektedir: “Papa VI. Paul’ün vizyonu gerçekleşmektedir. Çünkü dinlerarası diyalog, Kilise misyonunun normal bir parçası olarak görülmektedir” (Bulletin, 59/XX - 2, 1985, 124).
Müslüman halkı Hıristiyanlaştırmak için faaliyet gösteren misyonerler, bazı bölgelerde büyük bir dirençle karşılaştılar. Bunu kırmak için, bu bölgede yaşayan Müslümanların, dini şuurunun yok edilmesi gerekiyordu. Dinlerarası diyalog ile, Hıristiyanlığın da hak bir din olduğu, korkulacak bir şey olmadığı konusu işlenerek, Müslümanların Hıristiyanlara karşı olan husumetini kırmayı gaye edindiler.
Bunu sağlamak için de, İslamiyetin “Benim dinim son dindir, diğerleri yanlıştır” inancından vazgeçirmeği prensip edindiler. Dinlerarası diyaloğun mimarlarından M. Watt, “Modern Dünyada İslam Vahyi” adlı çalışmasında bunu açıkça yazmaktadır.
Bu düşünceyi, dinî bilgilerde nakli esas alan “Ehli sünnet” inancına sahip Müslümanlara kabul ettirmenin mümkün olmayacağını bildikleri için de, Müslümanları Endülüs’te İbn Tufeyl ve İbn Rüşd’ün temsil ettiği “Felsefî İslama” yönlendirmeye karar verdiler. Watt’a göre, bu filozoflar, İslam’ın dışında kalan dinleri, açıktan açığa tartışma konusu etmediler, onları da hak din kabul ettiler.
R. Arnaldez, Ehli sünnet bir Müslümana diyaloğu kabul ettirmenin pratikte imkansız olduğunu, bu inancın tahrip edilmesi gerektiğini söyledikten sonra, İslami esasları, nakil ile değil, akıl ile anlamayı bir metod haline dönüştürmüş Vehhabi, Selefi anlayışının temsilcisi olan “Abduh ekolü”nün hakim kılınması halinde, dinlerarası diyaloğun oldukça kolaylaşacağını ifade etmektedir. (R. Arnaldez: Contidions dun avee İslam)
Dinlerarası Diyalog fikrinin babası olan Louıs Massignon, “Onların (Müslümanların) her şeylerini tahrif ettik. İnançları, dinleri mahvoldu. Artık hiçbir şeye tam inanmıyorlar. Derin bir boşluğa düştüler” demektedir. İşte bu boşluğu, Dinlerarası Diyalog projesi ile Müslümanları Hıristiyanlaştırarak doldurmak istiyor Vatikan. (Bu önemli konu hakkında daha geniş bilgi için, “Dinlerarası Diyalog ve Dinde Reform” (Mehmet Oruç-Arı Sanat Yayınevi) kitabına müracaat edilebilir. 0212 520 41 51)
11 Haziran 2004 Cuma
Vatikan sözünde samimi değil!
Dinlerarası diyaloğu başlatan Vatikan’ın, bu konuda samimi olmadığını, bu poroje ile İslamiyetin yayılmasına, güçlenmesine mani olmak istediğini, misyoner faaliyetleri için diyaloğu bir vasıta olarak gördüğünü devamlı yazıyoruz. Fakat ülkemizdeki diyalogçular bir türlü buna inanmıyorlar. Şimdi aynı şeyleri Hıristiyanlar da söylüyor. Bakalım yine inanmamakta ısrar edecekler mi? Vatikan, diyaloğun bir şartı olarak hiçbir dinin başka bir dini kötülemeyeceğini, yayılmasına mani olmayacağını söylemesine rağmen kendisi tam tersine hareket etmektedir. Demek ki bu şart sadece Müslümanlar için geçerli.
Almanya’da yayımlanan Welt Am Sonntag gazetesi, 30 Mayıs 2004 tarihli nüshasında ‘Milyonlar Muhammed’e Karşı’ manşetiyle yayınladığı bir raporda, Vatikan’ın, İslam’ın yayılmasını engellemek ve Hz. Muhammed’i karalamak için Katolik Kilisesi’ne bağlı gizli bir misyonerlik örgütüne milyar dolarlık fon tahsis ettiği yazılı. Bu raporda özetle şöyle deniliyor:
Vatikan, Katolik Kilisesi’ne bağlı, dünyanın dört bir yanında şubeleri olan ve gizli misyonerlik faaliyeti ile İslam’ın yayılmasını engelliyor. Vatikan, büyük bir meblağdan oluşan bu fonunu, gizli “Congregation for the Evangelization of Peoples” (İnsanları Evangelist Yapma Cemaati)’in vasıtasıyla kullanıyor.
Raporu yayınlayan Andreas Englisch, cemaatin öncelikli hedefinin Hz. Muhammed’in insanlığın gözündeki imajını zedelemek yoluyla İslam’ın yayılmasını frenlemek ve insanların İslam dinine gösterdiği ilgiyi azaltmak olduğunu ifade ediyor.
Raporda, Hıristiyanlaştırma Cemaati’nin birçok hükümetten sosyal, kültürel ve ekonomik yardım gördüğü belirtilerek, birçok hükümet yetkilisi ve diplomatın cemaatten Katolik inancın yaygınlaşması için ellerinden gelen hiçbir desteği esirgemedikleri belirtiliyor.
Raporda, Papa’nın İnsanları Hıristiyanlaştırma Cemaati’ne verdiği açık desteğin altı çizilerek, Papa’nın Katolik inancın yeryüzünde yaygınlaştırılması için gereken tüm yeni metot, yol ve yöntemlerin kullanılması yönünde talimatlarının titizlikle uygulandığı belirtiliyor.
Fakir ülkelerdeki Müslümanlara bedava sağlık hizmetleri verilerek Hıristiyanlaştırılması, diğer bölgelerde ise, Hıristiyan-Müslüman diyaloğunun desteklenmesi adı altında çalışmalar sürdürülmesi tavsiye edilen raporda, Müslüman ülkelerde yürütülen bu çalışmaların kesinlikle gizli tutulması isteniyor.
İnsanları Hıristiyanlaştırma Cemaati katı ve acımasız kurallarla yönetiliyor. Buna örnek olarak, cemaatin idarecilerinden Kardinal Crescenzio Sepe’nin, cemaat çalışanlarını “askerlerim” diye çağırması gösteriliyor. Cemaate bağlı 1081 kişi, Hıristiyanlığı yaymanın yasaklandığı dünyanın değişik ülkelerinde gizli misyonerlik faaliyeti yürütüyor.
Misyonerliğin resmen yasaklandığı Suudi Arabistan, Yemen, Çin, Vietnam ve Kamboçya gibi ülkelerde misyonerlik çalışmaları bu cemaat üyeleri tarafından büyük bir gizlilik içinde yürütülüyor. Dünyanın değişik ülkelerinden 85 bin papaz ve piskopos ile 450 bin misyonerin desteğini gören cemaat, geçen yıl dünyanın farklı bölgelerinde yürütülen 280 ayrı proje kapsamında 65 bin papaz görevlendirdi.
Cemaat bünyesinde papaz ve yönetici ordusundan ayrı olarak misyonerlik faaliyeti yürüten 1 milyon insan daha çalışıyor. Bu misyonerler, yaz-kış, uzak-yakın, güvenli-tehlikeli ayırımı gözetmeden bütün bölgelere giderek maddi sıkıntı içindeki insanlara Hıristiyanlığı aşılamaya çalışıyor.
“Diyalog vasıtasıyla, Hıristiyanları Müslümanlaştırmaya kalkışmak en büyük dinsizliktir” diyen içimizdeki diyalogçuların kulakları çınlası
12 Haziran 2004 Cumartesi
Anadolu’yu eski toprakları olarak görüyorlar
Dün, Vatikan’ın, İslamiyetin yayılmasını önlemek ve Hıristiyanlığı yaymak için dünya çapında başlattığı seferberlikten bahsetmiştim. Bugün bu seferberliğin bir parçası olarak ülkemizde yaptıkları yıkımdan söz etmek istiyorum...
Misyonerler ülkemizde her bölge için farklı çalışma yapıyorlar. Mesela, güneydoğuda Kürtçe İncil ile Kürtçe dini kitap ve CD dağıtıyorlar. Hıristiyanlık propagandası içeren Kürtçe filmleri yayınlamaları için yerel televizyonlara büyük paralar teklif ediyorlar. Kendilerine ilgi gösterenlere vize kolaylığı gösteriylorlar, öğrencilere bedava kurs ve okuma imkânı sağlıyorlar. Türkiye için hedefleri; 10 yıl içinde 5 milyon kişiyi Hıristiyanlaştırmak.
Hal böyle olunca misyonerlik faaliyetleri, Türkiye’nin millî bütünlüğünü tehdit eder noktaya ulaştı. Kanunî boşlukları iyi kullanan misyonerler, etnik kökenleri kaşıyarak, yeni azınlıklar oluşturma gayretindeler. Emniyet birimlerinin, topladığı istihbarat bilgilerine göre, Türkiye’deki misyoner çalışmaları, Ermeni Toprakları Merkezi, Avrupa Kiliseler Birliği, Ortodoks Kiliseler Birliği ve Dünya Kiliseler Birliği üyesi kişiler tarafından yürütülüyor.Türkiye’deki misyoner faaliyetleri, Karadeniz’de Pontus, güneydoğuda Yezidîlik, Keldanîlik ve Hıristiyan Kürtler, Doğu Anadolu’da Ermenilik, Ege Bölgesi ve İstanbul’da ise “Hıristiyanlığın Eski Toprakları” şifreleri ile gündeme getirilip, etnik kökenler öne çıkarılıyor. İstanbul başta olmak üzere, büyük şehirlerde bazı radyo istasyonlarından Türkçe Hıristiyanlık propagandası yapılıyor.
Misyonerler, Marmara Depremi’nin ardından yardım yapma bahanesiyle, bu bölgeyi adeta istila etti. Yardım etme bahanesiyle bölgeyi saran misyonerler, depremzede vatandaşları, maddi yardım karşılığında din değiştirmeye zorladı. Sivil toplum kuruluşu adı altında bölgeye yerleşen misyonerler, Vatikan’a bağlı “Cartias” adlı misyoner örgütle bağlantılı çalışıyorlar.
Vatikan ve Batı’daki istihbarat örgütleriyle ortak çalışan”Cartias” örgütünün plânı şöyle açıklandı: “İlk hedefleri, halkın millî devlet bilincini ve millî kimliği yıpratmak. Bunun için para harcamaktan kaçınmıyor, yardım üstüne yardım dağıtıyor ve ‘Bak senin devletin yapmadı, ben yapıyorum’ diyorlar. İncil dağıtıyorlar, para veriyorlar, kiliseye götürüyorlar.”
Misyonerlerin yoğun olarak faaliyet yürüttüğü bölgelerin başında Güneydoğu Anadolu Bölgesi geliyor. Bu bölgede Yezidîlik, Keldanîlik ve Hıristiyan Kürtler şifreleri ile faaliyet yürüten misyonerler, her fırsatta Kürtçe’yi kullanıyor. AB’ye uyum amacıyla Kürtçe yayının serbest hale getirilmesini fırsat olarak değerlendiren misyonerler, bölgede yüz binlerce Kürtçe CD, İncil ve Hıristiyanlık ve Kürtçülük propagandası içeren kitap dağıttı.
İstihbarat birimlerinin topladığı bilgilere göre, vatandaşlar, para karşılığında Hıristiyanlığı seçmeye yönlendiriliyor. Birçok vaftiz töreninin Fırat Nehri’nde yapıldığını fotoğraflarla belgeleyen yetkililer, bu törenlerde bazı Avrupa ülkelerinin konsolosluk görevlilerinin de hazır bulunduğunu, bu elçilik yetkililerinin Avrupa ülkelerine gitmek için vize almak isteyen vatandaşlara, vaftiz töreni sonrasında kolaylık sağladığını belirtti.
Öte yandan misyonerlerin, bölgedeki yerel televizyon kanalları ile radyoları kıskaca aldığı, yerel radyo-tv yöneticilerine, Kürtçe’nin çeşitli lehçeleriyle dublaj yapılmış Hıristiyanlık propagandası içeren görsel ve sesli kaset ve CD’leri yayınlamaların karşılığında önemli paraların teklif edildiği kaydedildi. ATO tarafından hazırlanan raporda da, bu faaliyetlerin “Misyonerlik Haçlı zihniyetinin devamı” olarak gösterilmektedir.
Diyaloğa zarar gelecek korkusuyla Vatikan gibi bırakın yurt dışında İslamı yayma işini, yurt içinde bile neredeyse Müslümanım bile demekten korkan diyalogçular bütün bunlardan sonra bakalım ne diyecekler, merak ediyorum.
24 Temmuz 2004 Cumartesi
İslamı günümüze taşıyan değerler
Vatikan ve diğer Hıristiyan âleminin geçmişten ders aldığı anlaşılıyor. Bunun için Haçlı Seferleri gibi kaba kuvvetle yapılan saldırılardan bir netice alamayınca, İslamı dışarıdan değil içeriden yıkmaya yöneldiler. Yaptıkları çalışmalarla gördüler ki, İslamı ayakta tutan ve günümüze taşıyan Müslümanlardaki, hubb-i fillah-buğd-ı fillah ve Emri maruf inancıdır. Yani, Allah dostlarını Allah için sevmek, Allahın düşmanlarını, (dinimize göre, Müslüman olmayan herkes Allahın düşmanıdır) Yahudileri, Hıristiyanları sevmemektir. (Tabii ki sevip sevmemek kalb işidir. Onlara fiili düşmanlık, saldırı değildir.) Bugün bu iki kavrama değinmek, dinimizdeki yerini, önemini bildirmek istiyorum.
Hubb-i fillah-buğd-ı fillah, imanın esasıdır. İmanın altı şartının geçerli olup olmaması bu esasa bağlıdır. Eğer bir müslümanda bunlar yoksa, inancının, ibadetinin bir kıymeti yoktur. Hadis-i şeriflerde bunların önemi şöyle bildirilmektedir:
“İmanın en sağlam temeli ve en kuvvetli alameti, hubb-i fillah, buğd-ı fillahtır.” (Ebu Davüd). “İmanın temeli Mümini sevmek ve kâfiri sevmemektir.” (İmamı Ahmed). “İmanın efdali Allah için sevgi, Allah için buğzdur.” (Taberânî) “Bir kavmi sevip de onlarla dostluk kuran, kıyamette onlarla haşrolur” (Taberânî)
Kur’an-ı kerimde de bu hususta şöyle buyurulmaktadır:
“Ey iman edenler, Yahudileri de, Hıristiyanları da dost edinmeyin! Onlar, (İslâma olan düşmanlıklarında) birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan olur. Allahü teâlâ, (kâfirleri dost edinip, kendine) zulmedenlere hidayet etmez.” (Maide 51)
“Müminler, müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allah’ın dostluğunu bırakmış olurlar.” (Ali İmran 28)
“Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, babaları veya oğulları veya kardeşleri ya da akrabaları olsa bile Allah’a ve Resûlüne düşman olanları sevmezler.” (Mücadele-22)
Emr-i ma’rûf ve Nehy-i anilmünkere gelince; İslâmiyette, iyilikleri yayıp, kötülüklere mani olmanın önemi büyüktür. İslâmiyeti ayakta tutan ve günümüze taşıyan da budur. Din-i islâmın temeli, imânı, farzları ve haramları öğrenmek ve öğretmektir. Allahü teâlâ, Peygamberleri bunun için göndermiştir. Gençlere bunlar öğretilmediği zaman, İslâmiyet yıkılır, yok olur. Allahü teâlâ, müslümânlara “Emr-i ma’rûf” yapmağı emirediyor. Yani, benim emirlerimi bildiriniz, öğretiniz diyor ve “Nehy-i anilmünker”i emrediyor. Yani, yasak ettiğim haramları bildiriniz ve yapılmasına râzı olmayınız, diyor.
Kur’an-ı kerimde bunun önemi şöyle bildiriliyor:
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allah’a inanırsınız. Ehl-i kitap da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu.” (Ali imran-110)
“Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman-17)
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki.
“Emr-i maruf ve nehy-i münkerde bulunmayanlar bizden değildir.” (Tirmizî)
“Birbirinize müslümânlığı öğretiniz. Emr-i ma’rûfu bırakır iseniz, Allahü teâlâ, en kötünüzü başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabûl etmez.” (Bezzar)
Vatikan bunların önemini bildiği için üzerinde çok duruyor. “Diyalog-Hoşgörü” vasıtasıyla, İslamı günümüze taşıyan bu değerleri yok etmek istiyor. İnsan kendi dinini niçin yaymaya çalışır? Kendi dininin doğru, diğerlerinin yanlış olduğuna inandığı için. Diğer dinler de doğru kabul edilirse, o zaman niçin kendi dinini yaymaya çalışsın ki! Vatikan’ın gayesi de bu. Zamanla İslamı unutturup yok etmek!..
17 Eylül 2004 Cuma
Resulullahın Hıristiyanları imana daveti
Geçen gün Almanya’dan bir okuyucum aradı. Fikir alış verişinde bulunduk. Kendisine, son zamanlarda burada, “Kitap ehli yani, Hıristiyanlar ve Yahudiler de Cennete girecek. Çünkü onlar da kendi dinlerine göre ibadet ediyorlar. Onlar da, semavi dinlere mensupturlar” gibi saçma fikirler konuşuluyor. Oralarda durum nasıl” diye sordum.
Şöyle cevap verdi: “Hıristiyanlarla iç içe yaşadığımız için, bu tür düşünceler burada daha da yaygınlaştı. Hiçbir grup ile irtibatı olmayan sıradan esnafın çoğu bile böyle inanıyor. Hıristiyanları, neredeyse din kardeşi olarak görüyorlar. Samimi dostluklar, beraber oturup kalkmalar, beraber eğlencelere katılmalar, gezip dolaşmalar günden güne artıyor. Buralarda, Müslümanların Hıristiyanlara bakışı çok değişti. Eski bakış açısı neredeyse kalmadı.”
Bu kadar yoğun çalışma ve propaganda yapıldı. Böyle bir neticenin ortaya çıkacağı belli idi. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Vatikan, diyalog, hoşgörü maskesi ile adım adım hedefine ulaşıyor. Batıl da olsa, yanlış da olsa, Cenab-ı Hak çalışana emeğinin karşılığını verir. Fakat, ahırette de sebep olanlardan bunun hesabını soracak, ahırette bunları Hıristiyanların, Yahudilerin yanına gönderecek. Hadis-i şerifte, “Kişi sevdiği ile beraber olacak” buyuruldu.
Eğer onlar da hak dinde iseler, onlar da Cennete gidecekse, 14 asırdır Müslümanlar, gayri müslimleri Müslüman yapmak için niçin uğraştılar. Peygamberimiz, Hıristiyan hükümdarlara niçin imana davet mektubu gönderdi. Onlarla Hayber, Mute, Tebük... gibi savaşları niçin yaptı. Haşa peygamberimiz de Kur’an-ı kerimi yanlış mı anladı?
Peygamberimiz sadece müşrikleri değil, Yahudileri ve Hıristiyanları da İmana davet etti. Mesela, Resûlullah efendimize, Necrân’dan bir Hıristiyan heyeti gelmişti. İçlerinde ahir zaman Peygamberinin alâmetlerini İncîl’de okumuş olanlar da vardı. Fakat onlar dünya mevkiini, şöhretini sevdikleri için Müsliman olmuyorlardı. Hz. İsâ için, bazan Allah diyorlar, bazan Allahın oğlu, bazan da, üç tanrıdan biri diyorlardı. Allah demelerine sebep, ölüleri diriltir, hastaları iyi ederdi. Kayıpları haber verir, çamurdan kuş yapıp üfleyince uçardı diyorlardı. Allahın oğlu olduğuna sebep, belli bir babası olmaması idi. Üçten birisi olmasına sebep de, Allah (yapdık, yarattık) diyor. Eğer bir olsaydı, (yaptım, yarattım) derdi diyorlardı.
Resûlullah, bunları dîne, imana davet etti. Birkaç âyet-i kerîme okudu. İmâna gelmediler. “Biz senden önce îmân ettik” dediler. Resûlullah, “Yalan söylüyorsunuz! Allahın oğlu var diyenin îmânı olmaz” buyurdu. Allahın oğlu değilse, o hâlde bunun babası kim, dediler.
Resûlullah buyurdu ki: Allahü teâlâ, hiç ölmez ve herşeyi varlıkta tutan Odur. İsâ “aleyhisselâm” ise yok idi ve yok olacaktır. Babasına benzemiyen hiçbir yavru var mı? Rabbimiz herşeyi yaratıyor, büyütüyor, besliyor. Hâlbuki İsâ “aleyhisselâm” bunların birini yapmıyordu. Rabbimiz yemez, içmez. Onda değişiklik olmaz. İsâ aleyhisselâmın anası var idi. O, her çocuk gibi dünyaya geldi. Onlar gibi beslendi. Yer, içer, zararlı maddeleri kendinden atardı.O hâlde, İsâ “aleyhisselâm” sandığınız gibi nasıl olur? Onlar, birşey demeyip, sustular. İnat edip iman etmediler. Allahü teâlâ, onları mübâheleye çağırmasını emretti. Resûlullah bana inanmıyorsanız, gelin sizinle mübâhele edelim. Yanî, (Hangimiz zâlim isek, yalancı isek, Allahü teâlâ ona lanet etsin, diyelim!) buyurdu.
Bunun üzerine, “Bunun Peygamber olduğu herşeyinden anlaşılıyor. Bununla mübâhele edersek, ne biz kurtuluruz, ne de, bizden sonra gelenlerimiz kurtulur. Muhakkak bir belâya uğrarız!” dediler. Mübâhele etmekten kaçındılar, iman da etmediler. (Tefsir-i kebir)
Resulullahın gelmesiyle nesh edilmiş, yürürlükten kaldırılmış Hıristiyanlık hak din kabul edilirse, Peygamberimizin gönderilmesi, İslama davetleri lüzumsuz boş şeyler olurdu. 14 asırdır İslam âlimleri ittifakla bildiriyor ki, Resulullahın gelmesiyle İslamiyetten başka hak din olduğuna inanan dinden çıkar.
18 Eylül 2004 Cumartesi
“Hak din ancak İslâmdır!”
Dün, yurt içinde ve yurt dışında, Hıristiyanlığın da hak din olduğu, dolayısıyla bugünkü Hıristiyanların da, Cennete gidecekleri propagandasının yapıldığı ve taraftar da bulduğu konusundan bahsetmiştim.
Halbuki Kur’an-ı kerim, İslamiyetin “son din” olduğunu, diğerlerinin geçersiz olduğundan kabul edilemeyeceklerini açıkça bildirmiştir. Dolayısıyla bir Müslüman bunun aksini düşünemez. Böyle düşündüğü, inandığı hatta şüphe ettiği takdirde dinden çıkmış olur. İslamiyetin son din olduğu ayet-i kerimelerde mealen şöyle bildirilmiştir:
“Bugün, dininizi kemale erdirdim, ikmal ettim. Size olan nimetlerimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâmı seçtim.” (Maide 3)
“Allah indinde hak din ancak İslâmdır.” (A. İmran 19)
“Kim İslâmdan başka din ararsa, bilsin ki, bulduğu din asla kabul edilmeyecektir.” (A. İmran 85)
Resulullah efendimiz, İslamiyeti kabul etmeyen Yahudilerin ve Hıristiyanların, Allaha iman etmiş sayılmayacağını bunların Cehennemlik olduğunu açıkça bildirmiştir. Dört büyük müctehid imamdan biri olan İmam-ı Ahmed bin Hanbel’in meşhur hadis kitabı olan El-Müsned isimli eserde, sahabeden Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği şu hadis-i şerif bunu açıkça göstermektedir:
“Resulullaha biri geldi ve ‘Ey Allahın resulü! Hıristiyanlardan Allaha ve Resulüne inanarak İncil’e sâdık biri veya aynı şekilde Allaha ve Resûlüne inanarak Tevrat’a bağlı biri, sonradan sana tâbi olmazsa, bu kişiler hakkında ne buyurursunuz?’ dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Nefsim yed-i kudretinde olan Allaha yemin ederim ki, bu ümmetten biri veya Yahudi ve Hıristiyan bir kişi beni dinlemez ve getirdiğimi kabul etmeden ölürse, kesinlikle Cehennemlik olur.” buyurdu.
Bu konu ile ilgili diğer bazı hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruldu: “Beni duyup iman etmeyen Yahudi ve Hıristiyan elbette Cehenneme girecektir.” (Hakim) “Cennete sadece Müslüman olan girer.”(Buhari)
Bugün dünya ve ahıret saadetine kavuşmak, ancak ve yalnız, dünya ve âhıretin efendisi olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmağa bağlıdır. Ona tâbi olmak İslamiyeti beğenip, seve seve yapmak ve Onun emirlerini ve İslâmiyetin kıymet verdiği, üstün tuttuğu şeyleri ve âlimlerini, velilerini büyük bilip, hurmet etmektir ve Onun dînini yaymaya uğraşmak demektir. Ona doğru bir şekilde iman etmektir.
Kalpte doğru imanın bulunmasına alâmet, kâfirleri sevmeyip, onlara mahsûs olan ve kâfirlik alâmeti olan şeyleri yapmamaktır. Çünkü islâm ile küfür, birbirinin aksidir, zıddıdır. Birinin bulunduğu yerde, diğeri bulunamaz, gider. Bu iki zıt şey, bir arada bulunamaz. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerini hakâret ve kötülemek olur. Kâfirlere izzet veren, hurmet eden, dost edinen Müslümanları tahkîr etmiş, alçaltmış olur.
Hak teâlâ, Al-i İmrân sûresi 149. ayetinde kâfirlere kıymet verenlerin ve onlara uyanların, dost edinenlerin aldandıklarını ve pişman olacaklarını (mealen) şöyle beyân buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Eğer kâfirlere uyarsanız, gerisin geriye (eski dininize) döndürürler de, hüsrana uğrayanların durumuna düşersiniz. Dünyada ve âhırette zarar edersiniz”
Müslüman olmayanları sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmağa sürükler. Bunlar, Kelime-i tevhîdi söyleyip, inanıyorum derler. Namaz kılar ve her ibâdeti yaparlar. Hâlbuki, bilmezler ki, böyle yanlış hareketleri, onların imanlarını temelinden alıp götürür; haberleri bile olmaz!
29 Ekim 2004 Cuma
Üç asırlık plânın meyveleri
Şimdi motor gücü ile kesme yapıldığı için pek kalmadı. Eskiden taş kesme ustaları vardı. Büyük bir taş kütlesini ele alır. Taşın büyüklüğüne göre, aynı hizada 3-5 tane çelik çiviyi taşa çakar. Elindeki balyozu her birine sıra ile “tık tık tık” diye vurur. Bu vuruş, aynı sıra ve aynı tempo ile istikrarlı, kararlı bir şekilde devam eder. Vakti saati gelince taş “şak” diye ikiye ayrılırdı.
Her sene olduğu gibi bu sene de ramazan münasebetiyle dinlerarası diyalog faaliyetleri; papazlı hahamlı iftar yemekleri taş ustasının kararlılığı ile devam ediyor. Aklı selim insanların, “Diyaloğu camiye, kiliseye, iftar sofralarına sokmayın, çünkü böyle bir davranış dinleri birleştirmeye yolaçar, bu da dinlere yapılacak en büyük köktülüktür. Dinler değil din mensupları arasında yapılması gereken, kimsenin itirazının olmadığı insani boyutlu diyaloğun da dini mekanların dışında olması gerekir” demelerine rağmen diyalogçular ısrarla bu yanlış ve tehlikeli faaliyetlere devam etmektedirler.
Bu kararlı ve ısrarlı faaliyetler onların açısından netice vermeye de başladı. Eskiden Müslümanların kafasında, şimdikinden çok farklı bir papaz bir haham tipi ve onların inançları ile ilgili de negatif bir düşünce vardı. Şimdi artık bunlar değişmeye, bunun yerini, onların yaşayışlarına, inançlarına sempati duyan, onların da Cennete gideceğine inanan pozitif bir düşünce almaya başladı. Bunun için de, iftarlarda, noellerde, ayinlerde beraberlikler, karşılıklı evlilikler, kız alıp vermeler gelişti. Kur’an-ı kerimin, “Ey iman edenler, Yahudileri de, Hıristiyanları da dost edinmeyin! Onlar, (İslâma olan düşmanlıklarında) birbirinin dostudur. Onları dost edinen de onlardan olur. Allahü teâlâ , (kâfirleri dost edinip, kendine) zulmedenlere hidayet etmez.” (Maide 51) emrine rağmen, dostluklar hayli ilerledi.
Peki bu noktaya nasıl gelindi? Tabii ki, taş ustasının kararlılığı ile. Mesela, 1730’lu yıllarda İngiltere Sömürge Bakanlığı’nın hazırladığı, (İngiliz Casusunun İtirafları kitabında bahsedilen) “İslamı Nasıl Yıkabiliriz” kitabında ne yapılacağı madde madde yazılmış. Örneğin beşinci maddede Müslüman kılığındaki casuslara, “Müslümanlara, hazret-i Peygamberin İslamdan kastının, sadece Müslümanlar değil, Hıristiyanların ve Yahudilerin de dahil olduğu, Allaha inanan, ‘La ilaha illallah’ diyen herkesin buna dahil olduğu inancını yayacaksınız” emri verilmektedir.
Bu misyonun devamı olarak 19. yüzyılın sonlarına doğru Türkistan’da ortaya çıkan Musa Carullah önderliğindeki “Ceditçilik” yani dinde reform hareketinin belli başlı fikirlerinden biri de, “Ahirette Rahmeti ilahinin sadece Müslümanlarla sınırlı olmadığı, Allaha inanan herkesi kuşattığı” fikri idi.
1730’lu yıllarda buna inanan belki bir tek Müslüman çıkmamıştır. Fakat onlar, taş ustasının yaptığı gibi ısrarla söylemeğe devam ettiler. Bugün, o tarihten 275 sene sonra dünyanın dört bir yanında pek çok Müslüman artık İngilizlerin planladığı gibi inanmaya başladı.
Peki bu durum karşısında bizler ne yapacağız? Bunların yaptığının tersini yapacağız. Taş ustasının yaptığı gibi yılmadan, usanmadan gerçekleri anlatmaya devam edeceğiz. Bu gerçek de şudur: Son din İslam, son peygamber Muhammed aleyhisselamdır. Kur’an-ı kerimde. “Allah indinde hak din ancak İslâmdır.” buyurulmuştur (A. İmran 19). Peygamber efendimiz gelip, Kur’an-ı kerim inince, diğer kutsal kitaplar nesh edilmiş, yürürlükten kaldırılmıştır. Yeryüzündeki herkesin, Müslüman olması yani, Muhammed aleyhisselama inanması ve itaat etmesi Cenab-ı Hak tarafından emredilmiştir. Bu şekilde inanan gerçek iman sahibi olmuş; inanmayan kâfir olmuş olur. Kâfir olan da, sonsuz olarak Cehennemde kalacaktır. Bu husus dinimizde imanla ilgili kesin bilgi olduğu için, buna bu şekilde inanmayan dinden çıkmış olur. Bunun ben Müslümanın demesi, ibadet etmesi bir şey ifade etmez.
30 Ekim 2004 Cumartesi
Mısır hükümetinin ezan projesi
Geçenlerde gazetelerde Mısır’da din adamlarının ve halkın tepkisini çektiği ve protesto yürüyüşlerinin düzenlendiği bir hadise ile ilgili haber vardı. Haberin özeti şöyleydi: “Mısır hükümeti, yüksek volüm nedeniyle ses kirliliği meydana getirdiği gerekçe gösterilerek ezanın günde 5 vakit radyodan yayımlanmasını önerdi. Proje hayata geçirilirse, başkent Kahire’de camilerde ezan okunmayacak. Halk günde 5 vakit radyolardan yapılacak ezan yayınıyla namaza davet edilecek.”
Halkın ve din adamlarının tepki gösterdiği hükümetin ezan projesinin özeti böyleydi. Din adamlarının tepki göstermeye hiç hakları yok aslında. Hatta böyle bir projede onların da vebali, günahı var. Çünkü sen iyi niyetle de olsa, dinin bildirdiklerinin dışına çıkar, bidat işlersen, zamanında Mısır’da ibadetlerde hoparlöre cevaz verirsen neticesi de bu olur tabii. Bununla da kalmayacak merkezi ezan, merkezi radyolu ezan, merkezi vaaz derken arkasından merkezi, sesli görüntülü namaz da gelecek bunda hiç şüpheniz olmasın. Merkezi bir camide veya rodyoda, TV’de namaz kılınacak, evinden dükkanından herkes buna uyacak.
Bunu yapanlara ilmen, mantıken tatmin edici bir cevap da veremezsiniz. Hoparlörden çıkan ses neyse, radyodan çıkan ses de odur çünkü. Bidat öyle bir şey ki, kapıyı az da olsa aralamaya gör, bir zaman sonra kapının sonuna kadar açıldığını, daha sonra kapının da sökülüp atıldığını görürsün. Bunun için, 14 asırdır, Ehli sünnet alimleri sünnete uymada taviz vermemişler, bidatle mücadele edip ne bahasına olursa olsun içeri sokmamışlardır. Çünkü, içeri soktuğun zaman, çıkaramazsın, çıkarmaya kalktığın zaman sapıklıkla, dinsizlikle suçlanırsın.
Konumuzla ilgili bir anekdot aktarayım. Yıllar önce bir iş adamımız şöyle anlatmıştı: “Anadolu’muzun şirin bir ilinin valisini dostum olduğu için ziyarete gitmiştim. Cuma günü
idi. Beraber Cuma namazına gittik. Gittiğimiz cami 40-50 kişilik küçücük tarihi bir cami idi. Namaz başladı. İmam o küçük yerde hoparlörü sonuna kadar açtı. Ne okuduğu hutbe anlaşılıyordu, ne de kıldırdığı namaz.
Camiden çıktıktan sonra yolda vali dert yandı: “Bu kadar da olmaz arkadaş. Adam küçücük yerde açtı hoparlörü. Nerdeyse kulaklarımın zarı patlayacaktı. Namazdan hiçbir tat almadan, ne huşu kaldı ne manevi haz.”
Vali beyin bu şikayeti üzerine ben de dedim ki, “Bir o kadar da benden. Namazın bitmesini zor bekledim, hemen kendimi dışarı attım.”
Sonra valiye şu teklifi yaptım. “Nasıl olsa yolumuzun üzerinde uğrayıp bu durumu Müftüye bildirelim.” Vali de uygun gördü. Beraber müftüyü ziyarete gittik. Çay kahveden sonra Vali bey söze girdi: “Müftü bey arkadaşımla, filan camide Cuma namazını kıldık. Fakat ikimiz de kendimizi sesten dışarı zor attık. Küçücük bir camide bu hoparlöre ne lüzum var.
Müftü efendi de demez mi, “Bir o kadar da benden. Ben de, kenar bir semte gideyim diye falan camiye gittim. Hoparlör sesinden öyle rahatsız oldum ki anlatamam.”
Tam konuşmaların bu safhasında, araya girerek dedim ki, “İlin mülki amiri olan sayın valimiz rahatsız, ilimizin sayın müftüsü rahatsız. Vatandaş olarak ben rahatsızım. Madem öyle, iş sayın müftümüze kalıyor. Din görevlilerine bir tamim yayınlayıp bu rahatsızlığı ortadan kaldıracak, o kadar basit.”
Müftü bey söz aldı: “Beyler mesele o kadar basit değil, kolay değil. Bir bidat halkın arasına girmiş ise onu çıkarmanız çok zordur. Ben böyle bir şey yapmaya kalksam, adım mürted (dinsiz) müftüye çıkar. Halk protesto eder, sürüm sürüm süründürürler beni. Onun için yapılacak bir şey yok, kusura bakmayın.”
İşte size iki ibretli olay. Bidate kapıyı araladığınızda işin sonu nerelere varıyor...
5 Kasım 2004 Cuma
"Ramazan eğlenceleri" rezaleti
Ramazan ayında, yapılan iyiliklere, ibadetlere yetmiş kat fazla sevap verildiği gibi, işlenen günahlar da yetmiş kat fazlası ile yazılır. Bunun için bir müslüman yaptıklarına ramazanda daha çok dikkat etmesi sevap getirecek bir iş yapamıyorsa hiç olmazsa günah işlememesi lazımdır.
Son yıllarda İstanbul'da ramazan aylarında "Direklerarası" "Feshane"şenlikleri adı ile başlayan rezaletler İstanbul'un her semtine yayılmaya başladı. Bu rezalet ilk önce, "Direklerarası eğlenceleri" adı altında Osmanlıların son zamanlarında bazı masonik, İttihat Terakkici idareciler ve dinle ilgilisi olmayan Batı hayranı bazı sanatçılar tarafından başlatılmıştı. Fazla da uzun sürmedi. Osmanlının, Osmanlı ile alakası olmayan bir âdetini yaşatmak isteyenler, Osmanlının altı asırdır, ramazana hürmete dayalı yaşayışlarını niçin esas almazlar. Çünkü bu, işlerine gelmemektedir.
Mübarek ramazan ayı münasebetiyle düzenlenen bu şenliklerde, dinimizce haram olan eğlencelerin her türlüsünün sergilenmesi; kadın şarkıcıların, transparan denebilecek kıyafetlerle sahneye çıkartılması en başta ramazan ayına açık bir hakarettir, dinle alay etmektir.
Eskiden bü tür eğlencelere ramazanda ara verilirdi. Eğlence yerlerinin kapısına "Ramazan dolayısıyla kapalıyız" yazılırdı. Bu tür dinen uygun olmayan işleri yapanlar bile, ramazanda evine çekilir tövbe istiğfar edip, ibadet ile vakit geçirirlerdi. Gayri müslimler bile eğlence yerlerini kapatırlardı. Bugün bu işlere ön ayak olanlar, ramazana, İslam dinine gayri müslimler kadar bile saygılı davranmamış oluyorlar.
Anlaşılan, bazıları bu bir ayı da Müslümanlara çok gördü. Bir ay günahlara ara verilmesinden rahatsız oldular. "Ramazan eğlenceleri" adı altında bu boşluğu doldurmak istiyorlar. Müslümanlara aralıksız 12 ay günah işletmek istiyorlar.
İslamiyeti kaba kuvvetle, fikirle yıkamayan dış güçler, sinsi bir şekilde dinimizin her emrini bir şekilde ortadan kaldırmağa ve her yasağını da bir şekilde delmeğe yöneldiler. Son zamanlarda lüks otellerde yaygınlaşan, tasavvuf müziği adı altındaki, ud, keman eşliğindeki çalgılı iftar yemekleri, iftar sonrası "Ramazan eğlenceleri" bu tür çalışmaların birer ürünüdür.
Bununla yapılmak istenen; orucunu tutan, hatta namazını da kılan fakat, akşam olunca da içkisini içen, haram helal demeden her türlü eğlencenin içinde olan, saygısız "Hayâsız" bir toplum ortaya çıkartmak. Çünkü İslam düşmanları iyi biliyorlar ki, hayâ kalkınca arkasından iman da kalkar. Çünkü, hayâ, imanın esasındandır. Hayâsı olan Allahtan utandığı için günahtan çekinir. İnsanlardan utanmayan Allahtan da utanmaz. Cebrâil aleyhisselâm, aklı, hayâyı ve îmânı Âdem aleyhisselâma getirip,"Yâ Âdem! Allahü teâlâ sana selâm ediyor. Getirdiğim şu üç hediyeden birini kabûl etmeni emir buyurdu" dedi.
Âdem aleyhisselâm, "Getirdiğin bu üç hediyeden aklı kabul ediyorum" deyip aklı aldı. Bunun üzerine Cebrâil aleyhisselâm îmân ile hayâya, "Siz gidebilirsiniz" dedi. İman, "Allahü teâlâ bana emreyledi ki, akıl nerede ise, sen orada ol! Bunun için ben akıldan ayrılıp gidemem!" dedi. Hayâ da, "Allahü teâlâ bana da aynı şekilde emreyledi. Ben de, akıldan ayrılıp gidemem" dedi. Allahü teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile îmân da onunla beraber bulunur. Aklı olmayanın ne hayâsı ne de îmânı bulunur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Hayâ ile iman, ikiz kardeştir. Biri giderse diğeri de gider."
Böyle mübarek bir ayda, böyle hayâsızlıklara sebep olanlar iyi düşünmelidir. Bir iyiliğe sebep olanlar o iyilik devam ettiği müddetçe sevap alacakları gibi, bir kötülüğe vesile olanlar da bu kötülük işlendiği müddetçe işlenen bütün günahlardan buna da yazılacaktır. Bu öldüktan sonra da devam edecektir.
7 Ocak 2005 Cuma
“Önce dinden uzaklaştırın!”
Son aylarda, yoğunlaşan misyonerlik faaliyetleri sebebiyle toplumda istikbale yönelik endişeler oluştu. Resmi, özel, tüzel her kesimden, “Dinimiz elden gidiyor” feryatları yükselmeye başladı. Basına yansıdığı kadarı ile, son MGK toplantısının gündem konularından biri de, “misyonerlik faaliyetleri” idi. Türk Silahlı Kuvvetlerimiz de, bu konu ile ilgili geniş kapsamlı bir rapor hazırladı. Mukaddes dinimiz ile ilgili bu hassasiyetler gerçekten sevindirici. Bu önemli konuya girmeden önce, endişe duyulan misyoner faaliyetleri bu duruma nasıl geldi, bunun bir özetini sunmak istiyorum.
Batı dünyası, yani Hıristiyan âlemi, ilk zamanlar İslamiyeti pek ciddiye almadı. Arabistan yarımadasında, Araplar arasında dini bir mücadele olarak baktı olaya. İslamiyet Arabistan dışına taşıp, doğuya, batıya, özellikle de Anadolu kapılarına dayanıp, Bizans’ı, Avrupa’yı tehdit eder duruma gelince Hıristiyan âlemi telaşlandı. Derhal, Haçlı Seferlerini başlattılar. Fakat, seferler yenilgi ile neticelendi.
Hıristiyan âlemi bu yenilgiyi bir türlü hazmedemedi. Osmanlılar zamanında da her fırsatta saldırıya devam ettiler. Ancak, asırlar süren savaşlara rağmen bir netice alamamaları onları farklı taktik uygulamaya sevketti. Kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını anlayarak, Müslümanları içeriden yıkmaya karar verdiler. Yetiştirdikleri casuslarla (Hempher, Lawrens gibi) ve Müslümanların arasından satın aldıkları kimseler vasıtasıyla bozuk mezhepler ortaya çıkartarak İslamın esaslarını bozmaya, parçalamaya, İslam âleminin ana gövdesini, birlik beraberliği teşkil eden Ehli sünnet itikadını yıkmaya yöneldiler. Bozuk inançları yayıp Ehli sünnet zafiyete uğratılınca da, Osmanlı yıkıldı, İslam âlemi paramparça oldu.
Bundan sonra da planın ikinci bölümü devreye sokuldu. Bu da, İslam âleminde meydana gelen bu boşluğu Hıristiyanlık ile doldurmaktı. İslam âlemindeki yoğun misyonerlik faaliyetleri bu çalışmanın bir parçasıdır. Tabii ki bir Müslümanı Hıristiyan yapmak kolay değildir. Bunun bir hazırlık safhası olacaktı. Hazırlık safhasında Müslümarları dinden soğutmayı ve dinden uzaklaştırmayı hedeflediler. Çünkü, İslam tarihi boyunca, sağlam bir inanca sahip olan bir Müslümanın din değiştirdiği vaki değildir.
Misyonerlerin önde gelen isimlerinden Zwemer , 1930’ların başında Kudüs’te Zeytindağı’nda toplanan misyonerler kongresinde yaptığı konuşmada bakınız bu hazırlık safhasını nasıl anlatıyor:
“Hıristiyan devletlerin, sizden İslam ülkelerinde yerine getirmenizi istediği asıl görev, Müslümanların Hıristiyan yapılması değildir. Asıl göreviniz Müslüman ülkelerdeki nesillerin dinini öğrenmesine mani olmak, öncelikle onları dinlerinden soğutmak ve uzaklaştırmaktır . Ve sizler bu çalışmalarınızla İslam ülkelerindeki emperyalist hareketin öncüleri olacaksınız. Böylece Müslüman halkların genç kuşakları emperyalizmin onlara sunduğu fikirleri benimseyecektir. Bu süreçte kuşaklar, ciddi konulara hiç ilgi göstermeyen, ancak amaçsız ve kendi çıkarını gözeten ve isteklerine kavuşmak için herşeyi yapmaya hazır hale gelecektir.”
Ülkemizdeki ve diğer İslam ülkelerindeki halkların ve gençlerin şuursuz, idealsiz halleri, istikbale yönelik düşüncesizlikleri, Batı hayranlıkları, Hıristiyanların Zwemer’in yukarıdaki hedeflerinde hayli yol aldıklarını göstermiyor mu?!
Bugün Orta Doğuda Osmanlı ve Türk düşmanlığı çok yaygındır. Yıllarca Batı’nın etkisi ile ders kitaplarında ve Basında bu düşmanlık körüklendi. Bunun neticesinde, Osmanlı ile dolayısıyla Ehli sünnet ile irtibatları kesilen İslam ülkeleri boşlukta kaldılar. Şimdi sıra geldi bu boşluğun doldurulmasına, Müslüman halkların Hıristiyanlaştırılmasına. Yoğunlaşan misyoner faaliyetlerinin sebebi bu.
08 Ocak 2005 Cumartesi
Peki, çare nedir?
Dün, Hıristiyan âleminin Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için uzun bir hazırlık devresi planladıklarını misyonerlerin önde gelenlerinden Zwemer’in ağzından nakletmiştim.
Şimdi ise artık doğrudan Hıristiyanlaştırma devresine girdiler. Bu maksatla, bütün İslam ülkelerinde olduğu gibi, ülkemizde de “misyonerlik” faaliyetleri son zamanlarda yoğun bir şekilde sürmektedir. Bu maksatla büyük şehirlerimizde kilise açma ve apartman dairelerinde “kilise ev” faaliyetleri başladı.
İstihbarat birimlerimiz, ülke güvenliğini tehlikeye sokacak bu faaliyetleri yakından takip etmektedir. İstihbarat raporlarında, Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerinin, birçok ülkede bulunan Ermeni Toprakları Merkezi, Avrupa Kiliseler Birliği, Ortodoks Kiliseler Birliği, Dünya Kiliseler Birliği üyesi kişiler tarafından sürdürüldüğü ifade edilmektedir. Son zamanlarda Türklerin sempatisini kazandıkları için Güney Kore vatandaşları da misyoner olarak kullanılmaktadır. Misyonerler insanları etkilemek ve taraftar bulmak için Karadeniz’de Pontus, Güneydoğu’da Yezidilik, Keldanilik ve Hıristiyan Kürtler, Doğu Anadolu’da Ermenilik, Ege ve İstanbul’da ise Hıristiyanlığın ‘eski toprakları’ söylemini kullanmaktadırlar.
Silahlı Kuvvetlerimiz de, son yıllarda yurt genelinde arttığı bilinen misyonerlik faaliyetlerini masaya yatırdı. TSK’nın “Ülkemizdeki ve Dünyadaki Misyonerlik Faaliyetleri” başlığıyla hazırlattığı raporda, Türkiye’de faaliyet gösteren Protestan misyonerlerin, 2020 yılına kadar Müslümanların yüzde 10’unu Hıristiyanlaştırmayı ve 1 milyon İncil dağıtmayı hedefledikleri bildirildi. Raporda, misyonerlerin manevi boşluk içerisinde olduğunu kabul ettikleri Alevi ve Kürt vatandaşları üzerinde daha fazla yoğunlaştıkları ifade edilmektedir.
Rapora göre misyonerler, Türkiye’deki İslam anlayışını, Sünni ve Alevi diye ikiye ayırıp stratejilerini bu ayrım üzerinde yoğunlaştırıyorlar. Protestan misyonerler, iki-üç yıl içinde gizli nitelik taşımayan teoloji (tanrı bilim) enstitüsü kurarak, din adamı ihtiyaçlarını buradan karşılayacaklar.
TSK’nın raporunda, Türkiye’de, 47’si Protestanlara, 9’u Bahailere, 13’ü Yehova Şahitlerine ait olmak üzere tespit edilebilen 69 adet resmi olmayan ibadet yeri bulunduğuna yer verildi. Çalışmada son yıllarda misyonerlik faaliyetlerinin artmasına paralel olarak, İslam dininden Hıristiyanlık dinine ve diğer inanışlara (Bahailik, Yehova Şahitleri vb.) geçen Türk vatandaşlarının sayısının 5 bin civarında olduğu belirtiliyor. 3 yıl içinde resmi olarak (185) kişinin Hıristiyanlığı, 1 kişinin de Yahudiliği seçerek din değiştirdiği tespit edildi.
Misyonerlerin amaçlarına ulaşabilmek için, hedef olarak, dini bilgiden yoksun, manevi boşluk içindeki gençler ile daha çok Kürt ve Alevi vatandaşları seçtiklerine dikkat çekilen raporda şu görüşlere yer verildi: Misyonerler savaş, iç çatışma ve terör ortamında yaşayanlar ile deprem gibi doğal afetlere maruz kalanları da kazanmaya çalışıyor. Açtıkları kilise evlerde de, toplumun dini değerlerinin içi Hıristiyan motifleriyle dolduruluyor” denildi. “Misyonerliğin Metotları” başlığı altındaki bölümde ise misyonerlerin genellikle kendilerini gizleyerek çalışmalarını yürüttükleri, mümkün olduğunca da yerli halkı öne çıkarttıkları belirtiliyor.
Peki, bu faaliyetlerden, ülkemizin ve milletimizin zarar görmemesi için çare nedir? Çare, misyonerlerin yaptığının tersini yapmaktır: Misyonerler milletimizi, farklı inançlara ve ırklara ayırarak parçalamak istiyorlar. Biz de asırlardır, birlik ve beraberliğin, huzurun, barışın adresi olan, misyonerlerin yok etmek istedikleri Ehli sünnet ana gövde etrafında taplanmalıyız. Dinimizi asli kaynaklardan, fıkıh ve ilmihal kitaplarından öğrenmeliyiz. Dinini bilen ve yaşayan sağlam itikatlı kimseye misyonerler zarar veremez.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 792 ziyaretçi (2000 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|