Türkler İslâmiyetten evvel dünyâyı idâre etme ve cihân hâkimiyeti peşindeydi. Oğuz Kağan’ın vasiyeti ile bu amaç “Türk cihân hâkimiyeti” mefkûresi olarak nitelendirilmiştir. Sonra bu mefkûrenin İslâmiyetle aldığı şekil ve formül “İ’lâ-yı kelimetullâh” olmuştur.
Türkler İslâmiyeti yayarken en büyük yardımcıları tarîkatler ve sûfiyye olmuştur. Ahmed Yesevî ile birlikte Anadolu’yu ışıl ışıl yapan Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Velî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emre gibi sûfîler Türklerdeki Sünnî i’tikâdın perçinleyicisi oldular.
Türklerin sınırlarının büyümesinde esas güç, fütûhât olmuştur.
Dokuzuncu asır Orta Asya Türk coğrafyasında dînî, millî, lisânî ve siyâsî büyük değişimin birinci kademesinin başladığı târihtir. 840 yılı neden bu kadar mühimdir? Bu târihte Kırgızlar Uygur Hânedânı’na son verdiler. Bu gelişme Türk târîhi için yüzyılların değişimidir. Bu olayla, bu önemli târihle birlikte Hunlardan beri büyük, köklü, şanlı Türk Kağanlığı’nın merkezi olan Orhun bölgesi coğrâfî ve siyâsî gücünü Doğu Türkistan’a bıraktı.
Şer gibi görünen bu yıkım, ileride yepyeni bir İslâmî Türk devlet geleneğinin başlangıcı olacaktır.
Kırgız saldırıları sonucunda bir kısım Uygur Türkleri tarım havzasına yerleşerek Çin medeniyetinden de etkilenip yerleşik hayâta geçmeye başladılar. Bu Türklerin ilk meskûn (yerleşik) hayat tecrübesidir.
Orhun bölgesinde savaşlardan bîzâr olan Göktürkler, Ötüken’de oturup kervan, kâfile göndermeyi, ticâret yapmayı “Kitâbelerde” de dile getirmişlerdir:
Anadolu Selçuklu Devleti ile bu gelenek değişmiş ve sultanlar genelde mitolojik Îran adlarını almaya başlamışlardır. Türklerin o zamanki yakın komşuları Sünnî Îran’ın etkisinde kalmaları tabîî bir olaydı. Dilimizde hâlâ birçok İslâmî kavramın Farsça olması da bundandır. Sonra bu akım, edebiyâtımızı da uzun süre etkisi altına alacaktır.
Bir dînin kabûlü yeni bir medeniyet dâiresine girmek demektir. Bu dâirelerin ilklerinden Budizm’de üç ayrı dünyâ kabûl edilmiştir. A) İnsan, hayvan ve ruhlara âit yaşadığımız dünyâ, B) Tanrı’nın bulunduğu dünyâ, C ) Buda’nın yaşadığı mutlak boşluk dünyâsı.
Gerek Budizm gerekse diğer bâzı dinler Mani ve Konfüçyüs vb. dinler zâten Türklerin savaşçı ruhlarına hiç uymadığı için bu dinlerde Türkler hep iğreti ve kısa süreli kalmışlardır.
X. yy.da Abbâsîler döneminde de Türklerin yaşamış oldukları bölgeleri gezen Arap bilgini İbn Fadlân, Başkurt Türklerinin bir kısmının, yılan, balık ve turnaya taptıklarından söz etmektedir.
XI. yy.da Arap târihçilerinden Ebû Saîd Gerdizî de Kırgızlar içerisinde inek, kirpi, saksağan ve şâhine, hattâ güzel ağaçlara tapanların olduğunu da bildirmiştir.
10. yy ortalarından XII. yy sonlarına kadar Orta Asya’da Tanrı Dağları çevresinde Mâverâünnehir’e, Kansu’dan Aral Gölü’nün batı kıyılarına kadar uzanan geniş sahada hüküm süren ilk Türk-İslâm devleti Karahanlılardır.
Bir derûnî yaradan bahsedersek, Türkleri genelde başka devletler değil, yine bir diğer Türk devleti yıkmıştır. Bu "kural" burada da tahakkuk etmiş, önce Doğu ve Batı Karahanlılar olmak üzere ikiye ayrılan devlet, ataları Göktürkler gibi parçalanıp bölünerek yıkılma yoluna girmiştir.
Göktürkler 630’da Doğu ve Batı Göktürkler olarak ikiye ayrılarak 680 yılına kadar Çin hegemonyasını kabûl etmiş ve 744’te bir Türk devleti olan Uygurlar tarafından yıkılmışlardır.
Devletini Mâverâünnehir’de devâm ettiren Batı Karahanlılar, önce Selçuklulara, sonra da Karahıtaylara mağlup oldular. 1212’de de Harerzm’ler tarafından devletlerine son verildi.
Gaznelilerin durumu daha farklıdır: Orta Asya’da X. yy.da kurulan bu devlet, Afganistan, Horasan, Pencap ve genelde Hindistan çevresinde, en mühimmi de çoğunluğu Türk olmayan unsurlardan kurulmuştur. Sâmânîlerin vâlisi iken bunlarla ilgisini kesen Sebük Tigin, Tuharistân ve Gur bölgelerini hâkimiyeti altına alarak özellikle Hindistan ve dış güç bölgelerine İslâmiyet’i yaymak için mücâdele vermiştir. Târihte ilk def’a Gazne hükümdârı “Sultân” unvânını almış sonra bütün Kuzey Hindistân’ı hâkimiyeti altına alarak burada İslâmiyeti yayma adına şanlı cihâdlar yapmıştır.
Karahanlı Devleti’nde idâre bozkır kültürünün etkisi altındadır. “Kut ve töre” vazgeçilmeyen kurallar bütünü olarak yine ön plândadır.
Bu anlayış Türkler tarafından hiç yadırganmamış, Kağanlara önce kut (tanrısal güç) verilmiş, sonra sultânü’l-İslâm ve sonra da “zıllullâhi fi’l-âlem” (Allâh’ın güç ve irâde verdiği yönetici) anlamında kullanılmış ve bu anlayışla İslâm’ın ortak otoritesi ve Resûlullâh Efendimizin emâneti Hilâfet’i ihrâz etmek için acele etmemişler, ama bu emâneti ellerine geçirince bütün İslâm dünyâsının maddî ma’nevî hâmîsi olmuşlardır.
Türkler İslâmiyetten evvel dünyâyı idâre etme ve cihân hâkimiyeti peşindeydi. Oğuz Kağan’ın vasiyeti ile bu amaç “Türk cihân hâkimiyeti” mefkûresi olarak nitelendirilmiştir (Oğuz Kağan muvahhitti). Bu anlayış Kâşgârlı Mahmûd’un “Dîvânü Lugâti’t-Türk” adlı büyük eserinde de görülür: “Tanrı devlet güneşini Türklerin burcunda doğurmuş, göklerdeki dâirelere benzeyen devletleri onun saltanâtı etrâfında döndürmüş, Türkleri yeryüzüne hâkim yapmıştır.” (Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Süleyman Hakîm Atâ’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir İnceleme, Öncü Basımevi, s.19, Ankara 2007)
Görülüyor ki Türklerde devlet anlayışı İslâmiyetten sonra da aynı minvâl üzeredir. Türk İslâm devletlerinde devletin işleyişi Osmanlılarda da ve hattâ son devre kadar meselâ adliye sisteminde de görülmüştür. Adâletteki bu sistem, şer’î ve örfî yargıdır. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye, Sultan II. Abdülhamîd döneminde yürürlüğe girmiş ve örfî hukûkun ne kadar önemli olduğu bir kere daha gözler önüne serilmiştir. Bilinen 5000 yıllık Türk târîhinin vazgeçilmez “Törü”sü yâni töre olarak varlığını sürdürmüştür. (Örfî hukuk)
Törü yâni töre varlığını asırlardır sürdürürken “kut” yerini şerîatin yetki verdiği pâdişâha ve onun adlî ve şer’î dairesine bırakmıştır. Pâdişâhların hilâfetleri de “kut”tan başka bir şey değildir. (Allâh adına hüküm sürme)
X. ve XII. asırlarda Türklerin sınırlarının büyümesinde ve sonrasında esas güç hep fütûhât yâni cihâd olmuştur. İslâmiyet’ten önceki Türk devletlerindeki “daha çok deniz daha çok toprak” yerini “daha çok İslâm beldesi ve daha çok Müslüman nüfus” zihniyetine terk etmiştir. Yâni “Cihân Hâkimiyeti” mefkûresinin İslâmiyetle aldığı şekil ve formül “İ’lâ-yı kelimetullâh”tır. Kısacası “deyr-i küfrün üstüne rekz-i hilâl” (Kiliseler üzerine putların yerine İslâm’ın hilâlini dikmek) ve Hazret-i Ömer ile zirveleşen adâleti, Kânûnî adı verilen Muhteşem Süleymânla zulmün burçlarında dalgalandırmaktı.
Türkler İslâmiyeti yayarken en büyük yardımcıları tarîkatler ve sûfiyye olmuştur. Ahmed Yesevî ile birlikte Anadolu’yu ışıl ışıl yapan Alâeddîn-i Erdebîlî’nin halîfesi Hâmid-i Aksarâyî (Somuncu Baba) ve onun da talebesi Hacı Bayram-ı Velî ve onlara tekaddüm eden (önceleri) Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emre gibi sûfîler Türklerdeki Sünnî i’tikâdın perçinleyicisi oldular. Bu gönül ehli insanlar Türkmenlerin saf ve sâde dili ile va’z ü nasihatler ediyor, Şerî’at-i garrâdan aslâ tâviz vermeden Yüce ve azîz Peygamber’imizin “Güçleştirmeyin kolaylaştırın, korkutmayın müjdeleyin” sözleriyle saf ve temiz Türkmenlerin gönül tellerini titretiyorlardı.
XI. asırda çığ gibi büyüyen Kâdirîlik, Kübrevîlik Ekberîlik ve Yesevîlik, sonraki Sünnî tarîkatlerin de dayanağı olmuştur.
Türkler Müslüman olunca bu yeni medeniyet döneminde Uygur yazısını belli bir süre kullanmışlardır...
Türklerin İslâmiyet’i kabûlü öyle bir inkılâbdır ki, giderek 10 asır sürecek olan yeni bir alfabe (İslâmî Türk alfabesi) yepyeni bir edebiyâtın müjdecisi olmuş, bozkırın deli ve hür rüzgârları olan Türkleri rahle önüne oturtmuştur.
Tekkelerde yeni bir eğitim dönemi başlamış, dervişân tekkelerde zikirle sûfî olurken, meydânı-ı gazâda gâzî olmuş, elleri kalem tutmakta mâhir olduğu gibi kılıç tutmakta da aynı hüneri göstermişlerdir. Yılların alp-erenleri post-nişîn (tarikat şeyhi) olmuşlar, asırlardır dalâlette kaybettikleri yıllarını cihâd ile değerlendirmişlerdir.
Îslâmî Türk alfabesi yepyeni bir cihângîr devlet, yepyeni bir edebiyat, hâsılı yepyeni bir medeniyet meydana getirmiştir. Hiçbir zevk, bir kitâbı aslından okumak gibi heyecan veremez. Çeviri ve transkripsiyonlar (bir harfi ses değerleriyle ve şekilleriyle başka bir alfabeye aktarma) veyâ transliterasyon (bir harfi başka bir alfabeye yeni şekille aktarmak) aslının rûhunu aslâ veremez. O eserler yeni nesiller tarafından okunabilir mi? Ba’de harâbi’l-Basra, mezâ mâ mezâ, (Basra harâb olduktan sonra, zâten geçen geçti) Yâni iş işten geçti. Yıkım büyük, ama çok büyük oldu.
Kısaca Cemâl Süreyâ’nın “Ağlarım hâtıra geldikçe gülüştüklerimiz” mısrâını, fâtihalarla şanlı mâzilerdeki mütebessim ecdâda gönderiyorum. Onlar kazandı biz kaybediyoruz; yine de Allâhü te’âlânın rahmetinden ümit kesmiyoruz.
.
Sahâbe-i kirâm başlangıç savaşlarını yapıp (Bedir, Uhud vb.) İslâm’ın sancağını dikip perçinlediler. Sonra Asya içlerine kadar dağıldılar. Bu maksatla bu nûr elçileri bir meltem rüzgârı gibi Orta Asya’nın sert havasını yumuşattılar. Hıra Dağı’ndan Tanrı Dağları’na hidâyet köprüleri kurdular. Medîne hurmalıklarının letâfetini Ötüken Ormanı’nda estirdiler. Aral, Baykal göllerinin acılığını zemzem ile giderdiler.
Türklerden Sahâbe’den olan var mı, bu açıklığa kavuşmuş değildir. Kesin olmayan bilgilere göre ilk Türk Sahâbe Ebû Ubeydullâh Süreyc Et-Türkî’dir. Dede Korkut’taki Bügdüz Emen’in de Efendi’mizin yanına gidip İslâm’ı öğrenen ilk Türk olduğu söylenir.
Türkler alp-eren olunca genlerinde olan asâletle mükemmelliğe ulaştı.
Eski rivâyetlerde, mitolojilerde, esâtîrde (mitolojide), masallarda hazîneler gizlenmiştir ve bu hazîneleri ejderhâlar bekler; buralara yaklaşmayı engelleyen tılsımlar vardır. Oraya ulaşmak çok zordur. Bu yol ölüm tehlikesi olan mâcerâlarla doludur.
Bu masalımsı kurgu muhtevâsı hazînelerde, düşüncelerle bile ulaşılması güç hedeflerde olağanüstü kahramanların destânî karakterlerine şâhit oluruz. Bu kahramanlar hep hayâl ürünüdür; insanlar da bunları bilir ama bunları hâlâ yâd etmekten, okumaktan, hattâ film konuları yapmaktan zevk duyar.
Efsâneler bâzen dînî hüviyet de kazanarak yılların hâfızasına mühür vururlar. Bu meyânda Türk, Îran, Hind, Mısır ve Yunan destanlarında dînî bir hüviyet de bulunduğu için, bunlarda yıllara meydan okuyan bir dik duruş görürüz. Modern devir insanları mitolojilerin gölgesinden bile etkilenerek bunların esâtîrî (mitolojik) adlarını özel adlarında, modern kuruluşlarda ve tesislerde yaşatmaya devâm ediyorlar.
TÜRK MİTOLOJİSİ
Türklerin ilk millî destânı “Yaratılış ve Türeyiş” de ilk “büyük tanrı” Kayra Kan (han) Ülgen, Altay Türklerinin en büyük tanrısı olarak gösterilir. İnanışa göre, bu Ülgen Tanrı, yerin yaratılmasından önce suların üstünde kaz gibi uçardı. İnsanı ve dünyâda var olan her şeyi yaratan ve evrenden önce var olan, kâinâtın başını ve sonunu belirleyen Tanrı olarak inanılır. O erlik şeytânı da yaratmıştır. (hâşâ ve kellâ estağfirullâh) (Duran R. Türk Mitolojisi, 2012, R. (Ed ) Mitoloji ve Din Üzerine (Ünite 6) Eskişehir Anadolu Üniversitesi Yayınları)
Ayrıca Türk Mitolojisinde Aan Alakçın Katun, Aan Darkan Katun, Karlık, Kayberen, Kayra Kan, Kut, Suyla, Ülgen, Umay Ana, Ayıısıt, Ayzıt Katun, Utkuuçı, Yağız Yir ve Yayıkh gibi tanrılar ve tanrıçalar da vardı.
Genelde bütün eski kavimler kendilerine gönderilen peygamberlere ulaşamadıkları için veyâ onlara inanmadıklarından kendi sosyal-şuur üretimi olan tanrı ve tanrıçalara inanmışlardır. Biliyoruz ve inanıyoruz ki her kavme bir peygamber görevlendirilmiştir. İşte insanlık başlangıçtan beri ister vahyî dinlere, isterse de kendi sosyal-şuur üretimi bir dîne veyâ bir o dînin tanrı veyâ tanrılarına inansınlar, bunların çoğunluğu, rûhun ölümsüzlüğünü kabûl etmişler veyâ cezâ-mükâfât muhtevâlı fizik ötesi bir kavrama inanmışlardır. Yine mühim bir gerçek de şudur: Her kavim ister vahyî ister sosyal-şuur üretimi dinlere inansınlar, ibâdet etmişler, belli düzenler kurmuşlar, kurban törenleri tertip etmişler (insan da dâhil) ve başıbozuk yaşamamışlardır.
Peki, buradan nereye varabiliriz? “Elest Bezmi”nde bütün ruhlar yaratılmış, insanlar henüz insan sûretine bürünmemiş, ana rahmine ruhlar verilmeden önce Yüce Rabb’imizin varlığını kabûl etmiş ve “şâhit olduk” demişlerdir. İşte bütün bu ilâhî cevher olan rûhun varlığında bu ilâhî sözleşmenin izleri bulunduğu için, ya vahyî dinlerde veyâ tevhîd akîdesine bağlı olan İslâmiyet’in dışındaki insanlar, ruhlarında o sözleşmenin izlerini gayr-i şuurî bir vaziyette idrâk ederek bir tanrı arayışına girmişlerdir.
TEVHÎDE ENGEL FELSEFÎ EKOLLER
Tevhîd akidesi dışındaki insanların bir din ve tanrı arayışı çok eski zamanlardan beri var olan felsefe ekollerinin sisleri arasında kalmıştır. Felsefî ekoller genelde din-tanrı bağlamındaki inanç ve akîdelere set çekerek, bilhassa Dogmatiklerin kozmik, epistemolojik (bilginin kaynağı mes’elesi) ve özellikle de matematik alanındaki teorileri çok eski yıllardan beri insanları etkilemiştir. Özellikle Aristo, 11. asır İslâm dünyâsında îmânî yıkımlara sebep olmuştur. MÖ 400’lü yıllarda yaşayan Sokrat, Plâton ve Aristo’nun etkileri özellikle, Demokritos, Pisagor, Epikür, Heraklitos, Hipokrat, Parmenides ve devâmında aynı etki altında kalan Immanuel Kant, René Descartes, Batlamyus, Copernikus dışında özellikle İslâm Dünyâsı’nda İbni Sînâ, Fârâbî ve İbn Rüşd gibi düşünürler de bu ekolün geniş te’siri altında kalarak aykırı fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu tehlikeli akıma set çekmek isteyen büyük İslâm âlimi İmâm Gazâlî hazretleri “Tehâfütü’l-felâsife” (Felsefenin Tutarsızlığı) adlı eseri ile mü’minlerin îmânına sâhip çıkmaya çalışmıştır. Hâlbuki Gazâlî hazretleri, onların ilmî gerçeklerinin çoğuna katılmakla birlikte Tevhîd akidesine ters düşen konulara karşı çıkmıştır. İlmî konulara karşı çıkması zâten mümkün değildir, çünkü kendisi din ilimlerinde mütebahhir (deryâ) olması yanında fen bilimlerinde (pozitif ilimlerde) de emsalsiz bir âlim idi.
Felsefenin bu müthiş etkisi düşünen insanlarda düşünce sistemi geliştirmekten ziyâde, kendileri gibi formel düşünmeyi telkîn ediyordu. Bu etkilerinden dolayı insanların tanrı arayışlarındaki politeizmden (çok tanrıcı) monoteizme (tek tanrıcılık) ve sonra da ateizme (tanrıtanımazlık) tek istikâmetli bu gidiş, asırlara yayılsa da sonunda özellikle Pozitivizm ile bugünkü çıkmaza saplandı.
Bu ekoller aklın saflığını bile tartışarak bilimin şüpheciliğine ve sonunda insan varlığının şüpheciliğin tarzlarını ve süreçlerini anlamaya çalışmış ve “varoluşçuluk” kanalına girmiştir. Bu konu ilk olarak Alman düşünür Martin Heidegger tarafından ortaya atılmakla birlikte, özellikle Fransız filozof Sartre’ın bu tarzı plâstik ve edebî san’atlere uygulanması ile Egzistansiyalizm, Kierkegaard, Franz Kafka, Alber Camus, Andre Gide’in popülerliği ile edebiyatta da çığır açmış, Türk Edebiyâtı’nı ve tabîî ki Türk düşünce sistemini de etkilemiştir.
Orta Çağ’ın dînî ekolü olan Skolastik Felsefe, kilise aracılığı ile rakip tanımaz bir “Demokles Kılıcı” olmuşken, Rönesans, Reform ve nihâyetinde Fransız İhtilâli altında silinmiş ve yerini Pozitivizm’in tanrıtanımazlığına bırakmış ve aslında “scola” yâni okul eğitim sistemi ve Hristiyanlığı ferdî eğitim sistemi ile geliştirmek isteyen bu ekol aslında Batı’nın katı Kilise sisteminden kaçış ve dinsizliğe kadar giden bir yol izlemiştir. Bu tepki zamanla Batı’nın dinden kopmasına sonrasında Pozitivist felsefe sonucu Materyalizm’le ve onun ekonomik-felsefî sistemi sonucu Komünizmle tanışmış ve Marksizm ile milyonlarca insanın ölümüne sebep olan bir heyûlâya dönüşmüştür. Artan nüfusla ilgili açlık ve işsizlik gayr-i ahlâkî uygulamalar ve eş cinsellik küresel bir tehlike arz etmeye başlamıştır.
DÜNYÂ BEŞ OYA MI KALDI?
Dünyâyı parselleyen güçler çok yönlü saldırılarla gezegenimizi kutuplaştırıp çeşitli yollardan menfaat devşirmeye devâm ediyorlar. Eski devirlerin toprak ve yayılmacılık savaşları, yerini etnik-ekonomik-dînî savaşlara bırakmıştır. Soğuk savaş ve siyâsî entrikalar dünyâyı boğmaktadır. ABD ekonomik-dînî (Evangelizm-Siyonizm) AB ekonomik, İsrâil dînî-millî-ekonomik (Siyonizm), Îrân dînî-ekonomik (Şiâ yayılmacılığı) ve ekonomik olarak dengeleri öyle bozdular ki, yaklaşık 70 yıl dünyâya kan kusturan komünizm bile bunların yanında âciz kaldı!.. Kızıl Yıldız’ı yok edip yerine modern Gamalı Haç’ı yâni AB Bayrağını, Magen David (İsrâil’in altı köşeli yıldızı) ve petro’dolar saldırısı ile yeni ve Postmodern bir Haçlı Seferi başlattılar. Bunlar Hitler’in, Stalin’in, Mussolini’nin, Ho Chi Minh’in zulümlerini sümen altı ettiler. Dünyâ Sağlık Teşkilâtı kurallarını hiçe sayıp hastanelere, okullara bomba yağdırdılar, savaşanlar yerine çocuk, bebek ve savunmasız kadınları öldürdüler. Tabîî ki bunları Avrupa Parlamentosu, AB üyeleri ve dünyâyı beşe bölen zihniyet, kendisini dünyânın muhtarı sanan ABD’nin himâyesinde ve desteğinde yaptı. Yâni İslâm dışındaki bütün dinler vahşette birleşti; kısaca o müthiş hakîkat bir def’a daha tecellî etti. Küfür tek millettir. Sadaka Resûlullâh!
İslâm’ı yanlış uygulayan ve Ehl-i sünnet dışına çıkan İslâm ülkeleri birbirlerine düşman oldular. En mühimi de insanların gözünde bu mübârek dîni kurtuluş vesilesi olmaktan çıkardılar.
TÜRKLERİN KURTULUŞ ŞİFRELERİNİ BULMASI
Türkler sırlı hazîneye 10. asırda kavuştular. Şanlı Sahâbe’nin sınır tanımayan teblîğ seferlerine ulaşan atalarımız, bu mübârek dinle bu asırda tanıştı. Asya bozkırlarının bu cengâver, bu ele avuca sığmayan alpları, İslâmiyet’le tanışıp alp-eren olunca genlerinde var olan asâlet, merhamet, adâlet ve tavâzû ile mükemmelliğe ulaştı. Artık onlar “Lâ şerefe a’lâ minel İslâm” (İslâmiyet’ten üstün şeref yoktur) düstûrunu benimseyerek Müslümanlığı yayma misyonunu da üstlendiler.
Türklerden Sahâbe’den olan var mı, bu açıklığa kavuşmuş değildir. Kesin olmayan bilgilere göre ilk Türk Sahâbe Ebû Ubeydullâh Süreyc Et- Türkî’dir. Dede Korkut’taki Bügdüz Emen’in de Efendi’mizin yanına gidip İslâm’ı öğrenenin ilk Türk olduğu söylenir.
Sahâbe-i kirâm başlangıç savaşlarını yapıp (Bedir, Uhud vb.) İslâm’ın sancağını dikip perçinlediler. Sonra Asya içlerine kadar dağıldılar. Hind’e, Çin’e; Türkistan’a gittiler. Bu maksatla bu nûr elçileri bir meltem rüzgârı gibi Orta Asya’nın sert havasını yumuşattılar. Hıra Dağı’ndan Tanrı Dağları’na hidâyet köprüleri kurdular. Medîne hurmalıklarının letâfetini Ötüken Ormanı’nda estirdiler. Aral, Baykal göllerinin acılığını zemzem ile giderdiler. Tek eksikleri İslâmiyet olan Türk kavmine İslâmiyet’i öğrettiler.
Tılsımı açmak ve şifreyi bulmak kolay değildi. Bu kilidi açmak için ilâhî bir yol gerekiyordu. Bu delişmen kavmi muvahhid (Allâh’a ve onun şanlı Peygamberi’ne inanan) yapmak için bir seçilmiş gerekiyordu. O da Ahmed Yesevî hazretleri idi. Nasıl seçildi bu velî kul, o menkıbeye bir göz atalım. Adı üstünde, nakledilen bir menkıbedir. Burada bakmamız gereken kurgu ve telâkkîdir. Bâzen mânâ lafzın (sözün) önüne geçer:
Bir gazâ gününde Sahâbe-i kirâm aç kalmış, Resûlullâh Efendimizden yiyecek istemişlerdi. Cebrâîl (aleyhisselâm) onlara cennetten hurma getirmişti. Hurmaları yerken bir tânesi yere düşmüş Cebrâîl de (aleyhisselâm) “Bu hurma sizin Türkistan ümmetinizden Ahmed Yesevî kısmetidir” haberini vermişti.
Hazret-i Muhammed (efendimiz) hemen Aslan Baba’yı -Onun da bu menkıbeden Sahâbeden olduğu zannediliyor- çağırmış bu hurmayı ona vermiş ve “Benden sonra Ahmed adlı bir çocuk doğacak, o ümmetimin seçkinlerindendir bu hurmayı ona ver!” buyurmuş.
Efendi’mizin duâsıyla Aslan Baba asırlarca yaşamış, bütün dünyâyı aramış, sonunda Türkistan’a gelerek Yetîm Ahmed’i bulmuştu. Bu sırada Ahmed, Yesi’de mektebe gidiyordu. Aslan Baba çocuğa selâm verdi. Çocuk selâmı alırken “Ey baba, emânetiniz hani?” diye sordu. Aslan Baba bu beklemediği sorudan şaşırdı “Ey velî, sen bunu nereden biliyorsun?” diye hayretle sordu. Çocuk “Allâh bana bildirdi” cevâbını verdi. Sonra adını sordu, Ahmed olduğunu anladı ve emâneti sâhibine teslîm etti. Aslan Baba hem onun mürşidi oldu hem de eğitimi ile uğraştı. (Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Süleyman Hakim Ata’nın Bakırgan Kitabı Üzerine Bir İnceleme, Öncü Kitap, Ankara 2007, s.179, Ankara)
Hoca Ahmed Yesevî, Aslan Baba’nın vefâtıyla İslâmî ilimlerin merkezi Buhârâ’ya gider. Orada büyük mutasavvıf Şeyh Yûsuf Hemedânî’ye intisâb eder. Hoca Ahmed Yesevî ondan sülûk âdâbını, zâhir ve bâtın ilimleri öğrenmiştir. Bu olay aslında Türk’ün kutlu yolunun da başlangıcıdır. Ahmed öyle bir şeyhe intisâb eder ki kendisinden sonra Türkler onun sâyesinde Ehl-i sünnetin göz bebeği “Altın silsile”ye sıkı sıkıya bağlandılar.
O, Şeyh Hemedânî’ye intisâbını kendi “Hikmetler”inde şöyle anlatır:
“Ben yirmi yedi yaşta pîr buldum /// Eşiğinde yaslanarak izini öptüm /// O sebepten Hakk’a sığınıp geldim işte.”
Hemedânî hazretleri Irak, Horasan, Mâverâünnehir ülkelerinin çeşitli şehirlerinde halkı irşâd ile uğraşmış, ilk iki halîfesi Hoca Abdullâh-ı Berkî ve Hoca Hasan Andâkî’dir. Andâkî’nin vefâtından sonra dördüncü halîfesi Abdühâlık Gucdüvânî’ye bırakarak Türkistan’a, Yesi’ye dönmüştür. Yesevî hazretleri Hemedânî hazretlerinin halîfelik makâmını da kazanmış ve Türkistan’da binlerce mürîdânı etrâfına toplanmıştır. Yesevî, onların anlayacağı basit Türk diliyle saf Türklerin kalbine îmân nakşediyor bozkırın ser-âzâd Türkmenlerine, dizi dibinde ilim ve îmân aktarıyordu. (Faydalanılan Kaynak: Prof. Dr. Abdurrahman Güzel, Ahmed Yesevî’nin “Fakrnâme”si Üzerinde Bir İnceleme, Öncü Kitap, Ankara, 2007)
Görülüyor ki bu yol çetindi ve bu ni’mete kolay ulaşılmamıştı. Rabb’imiz Türk’ün boynuna İslâm’ı yüceltme ve yayma vazifesini yüklemişti. Bu görevi bin yıl eksiksiz yapan atalarımız, bid’atsiz Sünnî ekolün en büyük temsilcileri oldular…
.
Anadolu’yu yurt yapan fetihçi dervişler
3 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :3 Şubat 2024 02:03
Bir toprağı sâhiplenmenin en mühim unsurlarından biri de nüfustur. Kayıların bu toprakları yurt edinmelerinde de kalıcı nüfus probleminin çözümünde de yerleşik dervişlerin sâbit tekke ve zâviyeler açmaları çok önemliydi. Anadolu’ya gelen asker ve savaş ruhlu erenler, bu toprakların yurt olmasını sağlamışlardır.
Bir toprağı yurt yapmak, kendi kültürünü yerleştirmek kolay bir hâdise değildir. Kayı’nın Anadolu’ya girip yurt tutup yerleşmesinde Türkistan geleneği olan erenler, sûfîler, zâviyeler, çok önemli bir rol oynamışlardır.
Osmanlı Devleti’nin net Sünnî-Hanefî-Mâtürîdî anlayışı vardı.
Çok köklü bir yapıya sâhip olan Osmanlı Devleti, varlığını sürdürebilmek için kuruluşundan yıkılışına kadar hep savaşmak zorunda kalmıştır. Bu durumu normal olarak görmek lâzımdır. İlk Çağ ve Orta Çağ, kavimlerin devamlı birbirleriyle savaştığı zamanlardır. Aslında çağımız da dâhil olmak üzere milletler savaşmaktan hiç vazgeçmemişlerdir. Özellikle eski çağlarda savaşmayan durağan kavimler silinip gitmişlerdir.
Yunan ve
Makedonlar Orta Asya
Türkistan’a kadar gitmişler;
Makedonyalı Büyük İskender Hint ülkesini aşarak Türkistan topraklarına kadar gitmiştir.
Sezar da
Roma’yı tahkîm (kuvvetlendirmek) için Mısır’a kadar gitti.
Batı Hunları Roma’yı zapt etti;
Göktürkler doğu, batı, kuzey, güney uçlarına kadar genişlediler.
Hâsılı yaşamak ve yaşatmak ve büyümek isteyen kavimler sınırlarını genişletmek ve imkânlarını çoğaltmak için hep savaştılar. Yâni insan varsa savaş da hep var olacaktır.
Müslümanlar
Medîne’de toprağa sağlam basabilmek için önce
Mekke müşrikleriyle sonra da diğer müşrik
Arap kabîleleri ile,
Yahûdî ve
Bizans’la hep savaşmak zorunda kaldılar. Sonra da İslâm’ı teblîğ etmek ve cihâd için kıta’aları aştılar.
Soy atalarımız Orta Asya’dan Anadolu’ya gelinceye kadar savaşarak çeşitli devletler kurdular, devletler yıkıp taçlar giydirdiler. Bunların hepsi kavimlere toprak ve prestij kazandırıyordu.
MOĞOL BELÂSI
Şimdi savaşı devamlı ilke edinip dünyâya hükmetmeye çalışan
Cengiz’in misyonu neydi, düzen vermek miydi, barış sağlamak mıydı? Tabîî ki bunların hiçbirisi değildi. Hırs, kin, zulüm, yakıp yıkma, medeniyet ve insanlık düşmanlığı… Akla gelenler bunlar. Moğol zulmü öyle bir belâ idi ki geçtiği yerlerden hayat izlerini siliyorlardı.
Nâmık Kemal şöyle diyor: “Moğol,
Harezm ülkesini zapt ettiği zaman her
Tatar’ın (Moğol) idâm ettiği adam yirmi dörde bâliğ olmuştu.
Merâga’da bir Tatar karısı bir saray halkını ale’l-umûm (hepsini) katletmiş ve hiçbirinden mukâvemet değil, tahlîs-i cân (can kurtarmak) için bir hareket-i mezbûhâne (direnme karşı) bile görmemişti. Tatarlar uğradıkları yerlerde mesâcid-i İslâm’a (mescitlere) bârgîr (beygir) bağlar, mekaabir-i şühedâda (şehit kabirlerinde) işret meclisi (içki meclisi) kurar(lardı).
(Nâmık Kemâl, Evrâk-ı Perîşân, Terceme-i Hâl-i Emir Nevrûz, Kostantîniyye, 1302, (1886) Matbaa-i Ebuzziyâ, s.
Şimdi Cengiz’inki de savaş,
Harezm’in,
Selçuklunun
Osmanlının yaptığı da savaş. Türkler İslâmiyet’ten evvel de Cengiz’in yaptıklarını hiç yapmadı. İslâmiyet’ten sonraki savaşları ise zâten İslâm’ın yayılmasını gâye edindiği için adâlet en çok gözettikleri prensip olmuştu. Kısacası Türkler târihin hiçbir döneminde zulüm yapmadılar. Zevk için insan öldürmediler.
ANADOLU’YA GİRİŞ
Türklerin Anadolu’ya girişi
Alparslan ile başlamış, bu mücâdelenin başaktörü olan Bizans, Osmanlının en büyük sıkıntısı olmuştur. Zâten
Anadolu, Bizans (Rum) demekti. Onun için Anadolu’ya
Diyâr-ı Rûm denmiştir. Türkler Anadolu’ya girmeden önce
Fâtımîlerle, Anadolu’ya girince de Bizans ve Moğol’la savaşmak zorunda kaldılar.
Halep’te başlayan toprak edinme mâcerâsı
Pasinler’e kadar uzanmış ama geldikleri Orta Asya topraklarına dönmek istemeyen
Kayı Anadolu’da bir sâbit mekân tutmak istemiştir. Asya’da olduğu gibi Moğol belâsı burada da başlarında idi. Orta Asya Türk illerinden
Îran’a,
Bağdat’a kadar yayılan bu belâ Anadolu’yu ve Selçukluyu da hükmü altına almıştı. Konya’ya bağlı olmasına rağmen önce bağımsız bir topluluk gibi yaşayan Kayı, civâr obaların da desteğini alarak
Bilecik’e,
Söğüt’e kadar dayanmıştı. Civâr obalar da Orta Asya’dan gelen Türk boyları idi. Obalar giderek büyüyor ve merkezî yerlerde ticâretin önemi idrâk edildiği için pazarlar açılıyordu. Şunu da belirtmekte fayda var: Bizans bu pazarların ve ticâret yollarının hemen tamâmına sâhip olduğu için zengin ve müreffehti. Muhtelif noktalardaki tekfurlar bağımsız devletler gibi kuvvetli, fakat hepsi de Bizans’a bağlı idiler. Tekfurlar sağlam kalelerde yaşıyorlardı. Gerçi Osmanlı Anadolu’ya gelmeden bu muhkem kalelere pek de ihtiyaçları yoktu; Anadolu’nun kesin hâkimi idiler.
Alparslan’ın
Romen Diyojen’i büyük bir fidye karşılığı serbest bırakıp yüklü bir servete ulaşan Büyük Selçuklu ve sonrasında, Anadolu Selçukluları bu i’tibar ve zenginliklerini koruyamadılar. Bir yandan Bizans bir yandan da Moğol Anadolu ve Îran’daki Türk nüfûzunu kırmıştı.
Ticâret, ayakta kalabilmek için savaş kadar gerekli idi. Tâ
İpekyolu’na uzanan ticâretin önemini Kayı çabuk kavradı. Çobanlık, gezicilik ve yörüklük isterken, ticâret sâbit ve kalıcı mekân istiyordu. Ne var ki tutulmuş ticâret pazarları kuvvetli tekfurlukların elinde idi.
Kulacahisar,
Atranos,
Yarhisar,
Söğüt,
Bilecik,
Lefke,
Domaniç ve
Eskişehir kaleleri hep Bizans’ın elinde idi. Yâni fetih olmadan ne ticâret ne de yerleşik hayât mümkündü.
Pazar rekâbeti de Kayı ile Bizans’ı rakip yapıyordu. Barbar Moğol’un, ticâretle, ilimle, estetikle hiçbir yakınlığı yoktu. Civâr obalara yağma yaparak mal devşiriyorlardı. Moğollar zâten niçin savaştıklarını niçin toprak aldıklarını da bilmiyorlardı. Trans hâlinde kan dökmek ve yayılmak tek hedefleri idi. Hiçbir ortak noktaları olmamalarına rağmen Bizans ile bu çapulcu Moğol sürüleri Kayı’ya karşı ittifak kuruyorlardı. Bu arada Kayı kendi soy beylikleri arasında bile tam bir birlik kuramıyordu. Kayı, hiçbir otoritesi kalmamasına rağmen hâlâ
Konya’ya bağlılığını sürdürüyordu.
Münferit beyliklerden en kuvvetlisi olması hasebiyle
Germiyanoğulları bağımsızlığını îlân edip
Yâkup Bey de sultânlığını kurduğunu açıklıyordu. Bu durumda ayakta kalabilmek için ya Kayı gibi Moğol’la ve Bizans’la savaşmak ya da onlarla gizli anlaşma yaparak savaşmamak durumunda idi. Bu durumda da Kayı’nın karşısında olmaları gerekiyordu.
YURT TUTAN DERVİŞLER
Bir toprağı yurt yapmak, kendi kültürünü yerleştirmek kolay bir hâdise değildir. Kayı’nın Anadolu’ya girip yurt tutup yerleşmesinde Türkistan geleneği olan erenler,
sûfîler, zâviyeler, çok önemli bir rol oynamışlardır.
Bir toprağı sâhiplenmenin en mühim unsurlarından biri de nüfustur. Kayıların bu toprakları yurt edinmelerinde de kalıcı nüfus probleminin çözümünde de yerleşik dervişlerin sâbit tekke ve zâviyeler açmaları çok önemliydi. Anadolu’ya gelen asker ve savaş ruhlu erenler, bu toprakların yurt olmasını sağlamışlardır. Bu grupları şöyle sıralamak mümkündür:
1- Horasan Erleri, Ahmed Yesevî bağlıları, Yesevîler. 2- Osmanlı’nın temel kurucuları, dervişler, abdallar. 3- Anadolu yiğitleri (Ahîler).
Kayı kâfire karşı cihâd ederken bunu duyan savaşçılar her yerden gelip Kayı’ya katılıyorlardı. Bunların içinde âlimler, din adamları ile çulsuzlar ve sâdece mal mülk kazanmak için gelenler de vardı.
DEVLETE DOĞRU
Süleymân Şâh ve oğlu Ertuğrul Gâzî’nin cihâd rûhu genç
Osman’a da ilhâm veriyordu. Bu arada henüz Anadolu ve Sûriye Anadolu Türkleri resmî hükümdârı olan
Selçuklu Sultânı III. Alâeddîn, Osman Bey’e kendi kılıç hakkı ve fethi olan
Karahisâr’ı ve diğer bütün Türk beyleri ile aynı seviyeye getiren emîrlik ünvânını verdi.
[Burada emîrliği iyi anlamak lâzım. Türklerin Asya kolunda bir gelenek vardı. Kurulan devletlerin başına bir Moğol sultan olarak oturtulur, ama asıl yönetim gücü komutan ve sultan, emîr unvanıyla anılırdı.
Altınordu Devleti kurulduğu zaman devletin başında bir Moğol olan
Sultan Mahmûd oturmakla birlikte Timur’un ünvânı “emîr”di. Tabîî ki bütün yetkiler onun elinde idi.
[Hattâ Göktürklerin büyük kağanı Bilge Kagan için bâzı târihî kaynaklarda Moğol prensi dendiğini görürüz.]
Osman Bey her cum’a, pazar meydanında kâdılık yapıyor ve sâdece tarafsız kalmıyor, siyâsî bakımdan Hristiyanlara müsâmahakâr da davranıyordu. Osman Bey’in himâyesinde aradıkları adâleti ve ilgiyi bulan Hristiyanlar, Rum halkını ve ticâretini Karahisâr’a çağırıyorlardı.
(De Lamartine, Aşîretten Devlete, Türkiye Târihi I. cild, Tercüman 1001 Temel Eserleri Yayınları s. 63, İstanbul)
DERVİŞÂN KATEGORİLERİ
Osmanlının kuruluş döneminde
Abdalân Dervişleri içinde
Alevî kökenli mistik dervişler de vardı. Osmanlı Devleti’nin net
Sünnî-Hanefî- Mâtürîdî anlayışından dolayı, Anadolu’ya gelen bu
Abdâl veyâ
Bâtınî mistiklerin çoğunun Sünnî sisteme adapte olduğu görülmüştür.
Fakat şurası da unutulmamalı ki bu gayr-i Sünnî mistiklerin târih boyunca bu inançlarını muhâfaza ederek bugün de Anadolu’nun birçok yerinde kimliklerini koruduklarını da görüyoruz…
Geçiş dönemlerinde bâzı açıklanamayan durumlar da olmuş, Sultan onları muhtemelen denemek için Bursa’da meskûn
Geyikli Baba’ya “
arak / rakı” fıçısı göndermiş fakat Geyikli Baba bu bunun reddetmiş hattâ namaz kılmayan bâzı müridlerini te’dîb için onları sopayla dövdüğüne dâir rivâyetler de yaygındır. Hatta
bâzı Abdâl Babaları seccâde-nişîn ve ehl-i salât (namaz ehli ve seccâde oturanları) vasıflarla anılmaları da bu cümledendir.
(Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sûfîlik, Kalenderîler, XII.-XIV. yy.lar, Timaş Yayınları, İstanbul)
[Osmanlı aslen Hanefî-Sünnî bir devlet yapısına bağlı olmasına rağmen
Alevî-Bektâşî gayr-i Müslim mistiklere pek müdâhale etmemiştir. Eğer aksi olsaydı bunların Anadolu’da barınmaları pek mümkün olmazdı. Yine de bunların rahat hareket edebilmek için şehir dışlarını, yaylaları veyâ Balkanları tercih ettiklerine şâhit oluruz.]
“Ayrıca gayr-i Sünnî kimliğiyle bilinen
Seyyid Ali Sultan (
Kızıldeli)
Vilâyet-nâmesi’nde erenlerin içki içmedikleri, şer’î kuralları çiğnemedikleri zinâ yapmadıkları ve kimsenin malına göz dikip rencide etmedikleri dile getirilir.”
(Ali Fuat Bilkan, Osmanlı Zihniyetinin Oluşumu, İletişim yayınları, 2018, İstanbul, s.252)
14. yy.da Anadolu’ya gelen
İbni Batûta şöyle demektedir: “Halk
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe hazretlerinin mezhebindendir. Hak te’âlâ ondan râzî olsun. Hepsi Ehl-i sünnettir. Aralarında ne
Kaderî ne
Râfızî ne
Mu’tezile ne de
Hâricî bulunmaktadır. Yine Allâh bu fazîletleriyle (onu) diğer insanlardan üstün kılmıştır.”
(İbni Batûta Seyâhat-nâmesi, Trc. Sait Aykut, İstanbul, 2005, s. 274)
Özellikle
Molla Fenârî’nin ilk Şeyhulislâmlığı ile birlikte devletin şer’î nizâmı, Türk milletinin Hanefî i’tikâdının kökleri, aynı zamanda devlet üst nizâmı da olmuş, cihâda aynı hızla devâm edilmiştir.
Köprülü’nün şu ifâdesi de çok önemlidir: Bununla berâber Türk hükümdarları İslâm akîdelerine çok bağlı kaldıklarından, Hanefîliği o kadar kuvvet ve kanâatle kabûl etmişlerdi ki, esâsen Türk milletinin ictimâî vicdânından doğan bu teâmül ve tarzdan İslâm arasındaki ayrılığın,
Râfızîlik ve
i’tizâlin (Mu’tezile) umûmîleşmesine mânî oluyor, diğer taraftan (bunun) bir netîcesi olarak (bu sisteme) derin ve samîmî bir uyma görülüyordu.
(M. Fuâd Köprülü, Türk Edebiyâtında İlk Mutasavvıflar, DİB Yayınları, Ankara 1991, s.18-19)
.
Niye hep inkâr!
17 Şubat 2024 02:00 | Güncelleme :17 Şubat 2024 01:15
Ne yazık ki Sultan Abdülazîz’i şehît ettiler, Sultan Abdülhamîd’e olmadık zulümleri yapıp Osmanlıyı tükettiler. Yapılan her mükemmelliği yok sayıp inkâr ettiler. Bütün bu hareketler Avrupa patentli provokasyonlardı. Zîra aslında Sultan Mahmûd icraatlarıyla Avrupa Osmanlıyı bir savaş devleti olmaktan ziyâde artık yeni ve modern bir devlet olma yolunda rakîp olarak görmeye başlamıştı.
Osmanlı başta ithâl kavramlara yabancıydı. Çünkü “adâlet” devletin, mülkün temeli idi.
Sloganlar özellikle düşünmeyen kafalara hükmeden boş kalıplardır.
Toplumların en vazgeçilmez değerleri hak da olsa bâtıl da olsa dînî inançlarıdır; onlara açıkça cephe almak zordur. Hele dinlerin kökleştiği halkın ve devletin merkezlerinde birleştiği mânevî tasavvurlara, inanmayanlar bile saygılı görünmek zorundadır. Yoksa toplumda değer kaybederler.
Her konu tartışılabilir; yönetimler, sülâleler, güçler… Fakat kökleşmiş inançları tartışmaya açmak zordur.
Dinler eğer ticârî amaçlara yönelikse onların yıpratılması daha da zordur. İşte bu yüzden müşriklerinin her şeyi olan Mekke, aslen bir ticâret merkezi olarak bölgenin dînî odağı olmakla birlikte açık bir pazar, kâr kapısı ve değişik kabîlelerin tanışma ve buluşma yeriydi. İbâdet mekânlarında elbette ticâret de yapılabilir ama “Bir de biz görelim” düşüncesi ile yapılan umrelere dikkat!
Seyahat kâfileleri ile özel tasarım sosyetik moda tarzlarıyla umre yapmak, bu ibâdetin rûhuna aykırıdır.
Târihte din değiştirmiş devletler de vardır. Bu dönemlerin tek söz ve kut sâhibi kağan veyâ diğer yöneticilerin tercîhi çok önemliydi.
Bögü Han’ın tercîhi ile
Maniheizm’e geçen
Uygurlar veyâ
Satuk Buğra Han’ın
İslâmiyeti seçmesi bunlara örnek olabilir.
Orta Çağ’ın Yeni Çağ’a dönüştüğü dönemlerde kral veya diğer monarkların din değiştirmeleri pek mümkün değildir.
Protestanlığın Katolikliğe üstünlüğünün mutlak gücü, bu Ortodoks zihniyetin heterodoks sisteme saldırıları ve mevcut
Papalık ve
Kilise otoritesinden geliyordu. Fakat bu büyük dînî reform zamanla Katolik zihniyeti öyle sarstı ki
Lâtin ve
Slâv ırklar dışındaki Avrupa,
Protestan veyâ türevleri olan
Anglikan, Kalvinist veyâ
Cizvit oldular. Bu
Luther asıllı hareket, Katolikliğin ve Kilisenin en büyük dayanakları olan mezarlarda istavrozun kaldırılması, günah çıkarmanın iflâsı ve ruhban sınıfının evlenmesi gibi yeniliklerdi ki, o zamana kadar düşünülmeyen değişikliklerdi. Bu yüzden Avrupa veyâ genelde mezhep, Batı dillerinde
religious sect, doctrine şeklinde geçer. Yâni bir ayrı din veyâ doktrin gibi kabûl edilir. En aykırı hâlleri de Papalığı tanımamalıdır.
OSMANLIDA KÖKLÜ DEĞİŞİM
Kayıların Anadolu fetihleriyle buralara yerleşmeleri, özellikle de 15. asırda şeyhülislâmlığın
Molla Fenârî Efendi ile resmî statü elde etmesiyle devlet,
Hanefî Mâtürîdî bir veçhe kazandı. Bu bir baskılama değil devletin teşkîlâtlanmasıyla ilgili bir husustur. Artık 13. ve 14. asırdaki
Bâtınî-Hurûfî ve 16. yy.daki
Şah İsmâîl’in dâîlerinin propagandaları ile Anadolu’da yerleşme imkânı bulamasa bile
Yörük Türkmenler arasında yayılan
Alevîlik şehir merkezlerinde ve yönetimde yer bulamadı…
Peki, Osmanlı toplumunda veyâ asıl îtibâriyle devlette din nasıl tartışma ortamına çekildi? Osmanlı toplumu ve hattâ devleti, kendi dışındaki olaylara kapalıydı. Avrupa’daki ekonomik ve işçi hareketleri de Osmanlının umurunda bile değildi.
Rönesans ve
Reform Osmanlı için hiçbir şey ifâde etmiyordu. Asıl tetikleyici hareket
1789 Fransız İhtilâli’ydi.
NE EFSUNKÂR İMİŞSİN EY HÜRRİYET!
Osmanlıyı rayından çıkaran kelime “
hürriyet”ti. N. Kemal “Hürriyet Kasîdesi”nde “Ne efsunkâr imişsin âh ey dîdâr-ı hürriyet //// Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten” (Ne büyülü bir kavramsın ey hürriyetin güzel yüzü, esâretten kurtulduk ama şimdi de aşkının esîri olduk) demektedir.
Bu şiir 2 Haziran 1876’da
Vakit gazetesinde yayımlanmıştır. Yâni
I. Meşrûtiyet’in i’lânından sonra yazıldı. Nâmık Kemâl’in esâret dediği Rus esâreti falân değildir. Saltanat’tan bahsediyor. Ne büyük bir esâret(!)
“Fransız İhtilâli”nin rûhunda ‘
adâlet’ kelimesi de önemli bir kavramdı. Çünkü evvelinde “Kilise” için adâlet” ve “hürriyet” yok hükmünde idi. Sonra bu kavramlar İhtilâlin özü oldu. Osmanlı başta bu ithâl kavramlara yabancıydı. Çünkü “adâlet” devletin, mülkün temeli idi. “El adlü esâsü’l-mülk” (Yâni milletin devletin temeli adâlettir.) Hadîs-i şerîfi veyâ -Hazret-i Ömer’in sözü de olabilir- Osmanlı’nın özü idi.
“Gençler o zamanki Osmanlıyı Pâris yapmaya özendiler.” Bunlar bir nevi medeniyet hummâsına tutuldular. Onlara göre medeniyet ilim ve fen olmaktan ziyâde saltanâtı halkla paylaşmak yâni “meşrûtiyet” ve Avrupâî yaşayıştı.
OSMANLI ISLÂHÂTA KAPALI MIYDI?
İlmî, askerî ve ekonomik olarak köklü değişmeler Sultan
Abdülmecîd döneminde başlamıştır. Aslen büyük hamleci
Abdülazîz ve siyâsî dehâ
Abdülhamîd Han dönemine bakmadan bu genç yaşta vefât eden dâhî pâdişâh Abdülmecîd dönemini iyi tanımak lâzımdır. Sonrasında Genç Osmanlının devâmı olan İttihâdcılar, devleti büyük bir basîretsizlikle I. Dünyâ Harbi’ne sokarak en büyük ihâneti yaptılar.
Ne yazık ki Sultan Abdülazîz’i şehît ettiler, Sultan Abdülhamîd’e olmadık zulümleri yapıp Osmanlıyı tükettiler. Yapılan her mükemmelliği yok sayıp inkâr ettiler. Bütün bu hareketler Avrupa ve Mason locaları patentli provokasyonlardı. Zîra aslında
Sultan Mahmûd icraatlarıyla Avrupa Osmanlıyı bir savaş devleti olmaktan ziyâde artık yeni ve modern bir devlet olma yolunda rakîp olarak görmeye başlamıştı. Bunlara ilâveten yeni sanâyi’ ana maddesi petrolün de vatanının Osmanlı mülkünde olduğunu anlamışlardı. Abdülhamîd petrolün ehemmiyetini şuurla idrâk etmiş, hunhâr Avrupa’ya direnmeye çalışıyordu. O zamanda dünyâ fitnesi olma yolunda paketlenip servis edilen
Filistin mes’elesine bütün Avrupa sâhip çıktı. Ne münâsebetle!? Tabîî ki bir
İsrâil devleti kurup
Orta Doğu’da bir petrol kanalı açmak için… Yine şunu da çok iyi anlamak lâzım: Genç Osmanlılar ve İttihâdcılar bu yıkım hareketinde en az Batı kadar suçlu ve şuurlu idiler.
SLOGANLAR VE ATEŞLEYİCİ FAKTÖRLER
Sloganlar özellikle düşünmeyen kafalara hükmeden boş kalıplardır. Bu kalıp lâflar düşünmeye ve akla değil hislere hitâb eder; tansiyonları yükseltip terörü tetikler.
Hastalıklar, virüsler gerekli hayat ortamı bulamazlarsa yaşayamazlar. Aynı viral bir hastalık gibi yayılan toplum düzenine yönelik hareketler, kendilerini besleyip geliştiren bir halk kesimi ve uygun mekânları bulup burada yuvalanır ve çoğalırlar.
Osmanlı toplumu homojen (tek yapılı) bir millet değildi. İçlerinde bir sürü
Rum, Ermeni, Sırp, Hırvat, Bulgar ve diğer gayr-i müslim halk ve Müslüman topluluklar da yaşıyordu. Bunların hepsi de gayr-i müslimler de dâhil devlet ricâli ve nâzır (bakan) bile oldular. Ermenilere “
Millet-i sâdıka” (sâdık millet) denilmiştir. Emniyet içinde yaşadılar ve ümmetten çok zengin oldular. Bu grubun bir ayağı dâimâ Avrupa’da idi. 19. yy.da Osmanlı gençleri bu karantina bölgesine girdiler, önce sekülarizm, sonrasında da ateizm mikroplarını kendi ülkelerine taşıdılar. Osmanlı kendisinden emin bir devlet olduğu için bu mikroplara karşı savunma sistemlerini geliştirmedi. Bu Avrupâî donörler (mikrop taşıyıcılar) ilk müsâit mekânlarda yerleştiler ve ürediler. Bu mekânlar
Selânik ve
Pera (Beyoğlu) idi.
Osmanlı ordusu halka bir kontra güç olarak kurulmadı ve olağanüstü hâller dışında da bu amaçla kullanılmadı. (Celâli ve Yeniçeri isyanları gibi). Sultan Abdülhamîd’e karşı kurulan eşkıyâ gürûhu
Hareket Ordusu, halka ve devlet askerlerine karşı kullanılırken onlardan çok daha güçlü olan
“Hassa Ordusu”nu kullanmayan Abdülhamîd Han kan dökülmesini istemediği için
Necemeddîn-i Kübrâ hazretleri gibi kadere teslîm olmuştur.
DARBELERİN ŞİFRELERİ
İttihâdcılar ve Hareket Ordusu, Osmanlı ve sonrasındaki bütün askerî darbe veyâ benzeri baskıların başlangıcı olmuştur.
27 Mayıs 1960 İhtilâli, 12 Mart 1971 Muhtırası,12 Eylül 1980 darbesi, 28 Şubat 1997 Süreci, 27 Nisan 2007 e-Muhtırası… Bunlardan 1960 ve 1980’de ordu iki defa yönetime el koymuş,
1971 ve 1997’de hükûmeti istifâya zorlamıştır. Nihâyet
15 Temmuz 2016’da yine en kapsamlı ordu kalkışımı olmuş ve 252 vatandaşımız şehîd edilmiştir. Ne gariptir ki bütün darbelerde sebep hep “
irticâ” yâni açıkça söyleyemedikleri “
İslâmiyet” olmuştur. Hiçbir darbenin amacı Türkiye’nin refâhı, kalkınması olmamış, tam aksine her darbe milletimize milyonlarca dolar ziyâna sebep olmuş, her darbe bizi en az 50 sene geri götürmüştür.
Abdülazîz’in şehâdeti ve Abdülhamîd’in tahttan indirilmesi bu gelecek darbelerin şifreleri idi. Her kalkınma hamlesi dış güçler ve onların kuklaları Genç Osmanlılar ve İttihâdcılar tarafından engellenmiştir.
Abdülmecîd Han’la başlayan modern teknoloji ve fennî tekâmül ve buna bağlı olarak açılan mektepler göz ardı edilemez. Onun tâkipçisi Abdülazîz çıtayı daha yukarı çekince, hayâtından olmuş, sonrâsında asrın en siyâsî pâdişâhı Abdülhamîd Han
Siyonizm’in açık hedefi hâline gelmiş, Osmanlının ipi onunla çekilmiştir.
28 Şubatçılar “Bu süreç bin sene devâm edecek” dediler ama daha evvel
1876 1. Meşrutiyet ve
Jön Türkler ile İ
ttihâdcıların
1908 2. Meşrûtiyet hareketi ve Osmanlının yıkılışı, Hılâfet’in ilgâsı, kânunla hiçbir alâkası olmayan ve üst mahkemesi bile bulunmayan
İstiklâl Mahkemeleri ile başlayan süreç bütün darbelerin şifresi durumundadır.
HAMLELERİN BÂNÎSİ ABDÜLMECÎD HAN
“Osmanlı hiçbir şey bırakmadan yıkıldı, düyûn-i Umûmiye’yi başımıza dert olarak yıktı” diyenlere evvelâ Sultan Abdülmecîd dönemini hatırlatmak isteriz: Bunlara ilk sözümüz şu olacaktır. İnkârcılık en sefîl sığınaktır. İlmî hiçbir delîli olmayan, geçmişi karalamaktan başka sermâyesi bulunmayan insanların mantıksız sözleridir inkârcılık.
Şimdi Abdülmecîd dönemi icraatlarının birkaçını hatırlatalım: Osmanlıda ilk
telgrafı bu Sultan kurmuş ve Balkanlardaki askerlerle telgraf yoluyla hasbıhâl etmiştir. Telgrafı bugünkü nesil bilmez ama bu sistem o günün on-line bağlantısı gibidir.
Adana-İzmir arasındaki ilk demir yolunu da yine aynı pâdişah yapmıştır.
Her ne kadar ekonomik gücün zayıflaması gibi düşünülse de piyasa hareketlerinin canlanmasında oldukça önemli olan
kâğıt para (bank note) onun zamânında basılmıştır. Unutulmamalı ki dünyânın en geçerli parası olan dolar da kâğıt paradır. Bu faaliyetlerin yürütülmesi amacıyla istihdâma yönelik bir sürü insan ekmek parası kazanmıştır. Bu istihdâm için modern mektepler açılmış; bu dönemi Avrupa bile hayretle seyretmiştir.
Yine bu yıllarda modern ordunun yuvası
Harp Akademisi açılmış, bilimin en üst mekânı
Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) yine bu dönemde yeni kimliğine kavuşmuştur. (
Prof. Dr. Fehâmeddin Başar ve daha birçok ilim adamı İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşunu Sultan Fâtih dönemine kadar indirirler.)
Dârülmuallimîn (erkek öğretmen okulları),
ziraat, orman ve
ebe mekteplerini de hatırlamak lâzım.
Osmanlıda tarım ve hayvancılık da önemlidir.
Ziraat okulları ve
ormancılık okulları da bu zamanda açılmış, ilk def’a ormanlar geniş kapsamlı koruma altına alınmış ve devlet kesilecek ve seyreltilecek orman alanlarını resmî olarak belirlemiştir. Bu arada Fâtih’in “Ormanlarımdan bir yaş ağaç kesenin başını keserim” sözü her ne kadar korkutucu gelse de bugünkü ekolojik dengede bunun ne kadar önemli olduğunu kaydetmeye bile lüzum yoktur.
Yine Cağaloğlu’ndaki o günün en modern lisesi
Vâlide Mektebi de bu döneme âittir.
İlk gazete bu aralar açılmıştır. Kezâ ilk devlet yıllığı “
Salnâme”ler de onun zamânına aittir.
“
Şirket-i Hayriyye” yâni İstanbul vapur işletmelerini açan da bu sultandır.
Zamânın en önemli akademisi “
Encümen-i Dâniş”i kuran da bu hamleci pâdişâhtır. Bu akademinin yaptığı önemli hizmetlerden birisi de ilk resmî gazete “
Takvîm-i Vakâyi’”in kurulmasıdır. Dârülfünûn’da okutulacak kitaplar da bu akademide basılmıştır.
Encümen-i Dânişin açılış konuşmasın
Reşîd Paşa yapmış ve şöyle demiştir: “Velînîmet Efendimiz Encümen-i Dâniş’in küşâdını (açılışını) emr ü fermân buyurdular.”
Sultan Abdülmecîd
Galata Köprüsü’nü de yaptırmış,
Mecidiyeköy semtini de o kurmuştur.
Köle ticâretini ilk yasaklayan da odur.
Şimdi şöyle düşünelim: Abdülmecîd’den sonra gelen ve gerçekten Avrupa’yı yakalayacak olan iki ıslâhâtçı pâdişâhtan Abdülazîz şehîd edilmeyip Abdülhamîd Han, dönemindeki
Rum ve
Ermeniler,
Emanuel Karasso ve
Sandanski hempâları İTC’liler olmasaydı bu devlet o zaman Avrupa ayârında bir devlet olamaz mıydı?
Ama önce Avrupa sonra da yerli işbirlikçiler koskoca Osmanlıya kıydılar. Yıllar sonra “
Gezi Olayları”nın baş fâillerinden birinin dediği gibi: “Mes’ele ağaç mes’elesi değil, bunu hâlâ anlamadınız mı?
Mes’ele asrın tek Ehl-i sünnet devleti Osmanlıyı yıkıp yerine Avrupa’ya entegre olmuş bir yeni devlet kurmaktı. Osmanlının petrolüne el konulmuş ve Siyonizm’in görünen yüzü İsrâil devletininin temelleri atılmıştı. Başardılar. Heyhât. Yazık ki yazık!
.