27 Eylül 7 Ekim günleri “Mevlid-i Nebi Haftası” olarak kutlandı. Çeşitli programlarla Sevgili Peygamber Efendimiz yâd edildi. Bir kısım İlahiyatçılar adı “Kutlu Doğum Haftası” iken çok daha coşku ile kutlanıyordu diyerek eski FETÖ uygulamasının özlemini duymaktadır!..
Oysa ibadeti doğru yapmak önemlidir, herkesin yapması değil. İmanı, ibadeti, taati bozduktan sonra bütün dünya onu kılsa bir faydası olmaz.
İçine haram doldurulmuş işlerle Peygamber Efendimizi andığını ve onu sevdiğini söylemek ne büyük bedbahtlıktır…
O günler, içinde Peygamber Efendimizin olmadığı günlerdi. Adına “Kutlu Doğum” demişlerdi. Bir bilmeyen hâliyle kimdir o diyecektir!
Oysa günümüzde olduğu gibi “Mevlid-i Nebi Haftası” denildiğinde maksat en başından ortaya çıkmaktadır. Mevlid gecesi, Rebiulevvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gecedir. Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Hatta Mevlid gecesi Kadir gecesinden de kıymetlidir diyen âlimler de vardır. Zira âlemlerin hürmetine yaratıldığı Peygamber Efendimiz’in doğduğu gecedir.
Resûlullah Efendimiz, “Pazartesi günü oruç tutun zira ben o günde doğdum” diyerek kendi doğum gününe ibadetlerle hürmet edilebileceğini belirtmiştir.
Dolayısıyla Müslümanlar Peygamber Efendimiz’in doğum gününü, en büyük bayram olarak telakki etmişleridir.
Resûlullah Efendimiz, mevlid gecelerinde Eshâb-ı Kirâm’a ziyafet verir, dünyayı teşrifindeki ve çocukluk zamanındaki hadiseleri anlatırdı. Hazreti Ebubekir de, halifeyken, Eshâb-ı Kirâm’ı toplar, Resûlullah Efendimiz’in doğumundaki olağanüstü hâlleri konuşurlardı. Bu gece, Resûlullahın doğum zamanında görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır.
İslam âlimleri Mevlid gecesine çok önem vermişlerdir. Hazreti Mevlâna, “Mevlid okunan yerden belalar gider”, buyurmuştur.
“Allah, bir kimseye söz ve yazı sanatı ihsan ederse, Resûlullah’ı övsün, düşmanlarını kötülesin” hadîs-i şerîfine uyularak, asırlardır mevlid kitapları yazılmış ve okunmuştur. Resûlullah Efendimiz’i öven çeşitli mevlid kasideleri vardır.
Âlimler, “Mevlid gecelerinde toplanarak, mevlid kasidesi okumak, tatlı şeyler yedirip içirmek, hayrat ve hasenat yapmak, böylece, o gecenin şükrünü yerine getirmek müstehaptır. Salihlere elbise ve benzeri hediye vermek, bu geceye hürmet etmek olur. Bunları Allah rızası için yapmak çok sevap olur”, demişlerdir.
Cennet içre safa sürmek isteyen, Şanlı Peygamber Efendimize çok salat ü selam getirmelidir. Mevlid de bunun bir vesilesidir.
Peygamber âşığı bir Sultan!
İlk resmî mevlid töreni dindarlığıyla bilinen ve iyi bir devlet adamı olan Selçukluların Erbil Atabeyi Ebû Said Muzafferüddin Gökbörü (1154-1232) zamanında yapılmaya başlanmıştır. Bu şenlikler Peygamber aleyhisselamın doğum tarihine dair iki rivayetin bulunması sebebiyle bir yıl 8 Rebiyülevvel, bir yıl 12 Rebiyülevvel’de düzenlenirdi.
Her yıl el-Cezîre, Musul, Sincar, Nusaybin ve diğer Müslüman ülkelerden âlimler, fakihler, sûfiler, hâfızlar, şairler ve halk bu kutlamalara katılmak üzere Erbil’e gelirdi.
Gökbörü mevlid gününden önce kale kapısından meydan civarındaki hangâha kadar uzanan dört veya beş bölümden meydana gelen yirmiden fazla ahşap barınak (kubbe) yaptırırdı. Bunlar son derece süslü olurdu. Sultan, bunlardan birisini kendisine diğerlerini devletinin ileri gelenlerine ve emirlere ayırırdı.
Gökbörü her gün ikindi namazından sonra bu kubbeleri birer birer dolaşırdı. Buralarda okunan Kur’ân-ı kerimleri, Peygamber Efendimizi öven şiirleri dinler ve zikir meclislerine katılırdı. Mevlid gecesine kadar böyle vaktini geçirirdi.
Mevlidden iki gün önce şölen için seçilmiş develer, inekler ve koyunlar, şehir meydanına getirilir ve kurban edilirdi. Buraya kurulan kazanlarda etler pişirilirdi.
Mevlid gecesi kalede akşam namazı kılındıktan sonra önünde Gökbörü’nün olduğu ellerinde iki veya dört adet yanan meşaleler ile binekleri üzerinde bir alay ile birlikte çıkılırdı.
Mevlid gününün sabahında kaleden hangâha sufilerin elleri üzerinde hilatler indirilirdi. Onlardan her birinin elinde bir bohça olurdu.
Ayanlar, reisler hangâhta toplanır ve burada vaazlar için kürsüler kurulurdu. Gökbörü için de kürsüleri, halkı ve askerlerin resmigeçitlerini yaptıkları şehir meydanını görecek şekilde tahtadan yapılmış bir burç dikilmiş olurdu.
Gökbörü bazen askerlerin gösterilerini bazen halkı, bazen vaizleri bazen de askerleri izlerdi. Askerlerin resmigeçitleri bitince meydanda halk için sofralar kurulurdu. Bu sofrada çeşit çeşit ekmekler, yemekler ve içecekler bulunurdu.
Hangâhta kürsünün yanında toplananlar için de sofralar kurulurdu. Yemekten önce mevlid şenliklerine katılan ayanlara, reislere, vaizlere, fakihlere ve şairlere hilatler verilir ve kurulan sofrada yemekler yenilirdi. Bu, akşama ve daha sonrasına kadar devam ederdi. Gökbörü’nün kendisi de orada kalarak sabaha kadar Peygamber Efendimize salat ü selamlar söylenir ve dualar edilirdi.
Şenliklerin bitiminde buradan ayrılanlara memleketlerine dönmeleri için bir miktar ödenek de verilirdi. Bu kutlamalar esnasında meyveler, kaymaklar ve tatlılar yenilirdi.
Sıbt ibnü’I-Cevzi, Miratü’z-zaman’da “Muzaffer Gökbörü’nün yaptırdığı mevlid şenliklerinden bazılarına katılmış bir zat, onun bu törende beş bin kızarmış koyun, on bin tavuk, yüz bin kase kaymak, yüz bin çanak yemek, otuz bin tepsi tatlı saydığını anlattı” diyerek nakletmiştir.
Gerçekten de Gökbörü her yıl bu şenliklere üç yüz bin dinar masrafta bulunurdu. Onun cömertliği dillere destandı. Dünyanın her yerinden ve her sınıftan yabancılar için misafirhanesi vardı. Bu misafirhaneye her yıl yüz bin dinar harcardı. Her yıl iki yüz bin dinarı esirlere fidye olarak tahsis ederdi. Yine her sene Haremeyn ve Hicaz’a su temini için otuz bin dinar harcardı. Bunlar sadece bilinen ve görünen cömertlikleriydi…
Gafil olma işbu söze kulak tut!
Günümüzde mevlid, Suudi Arabistan hariç Kuzey Afrika’dan Endonezya’ya kadar İslâm ülkelerinde -bazılarında resmî, bazılarında gayriresmî olarak- yaygın biçimde kutlanmaktadır.
Her kim mevlide iderse hürmeti
Hakk Teâlâ ider ana rahmeti
Can çıka teslim iderken ol civan
Güle güle çıkar canı şaduman
Her kim aşkıla dinler bunu
Resûlullah şol kadar sever onu
Hangi evde okunursa bu kitab
Ol evde Hakk’dan açılır feth-i bab
Ger dilersen sen de izzet kılasın
Mevlide cân ile hürmet kılasın
Bir kişi kim mevlide izzet kıla
Bî-hesap Allah ona rahmet kıla
Fahr-ı âlem mevlidin fikr idelüm
Şevkile vü zevkile zikr edelüm
TEFEKKÜR
Ger dilersen göresin nûr-ı Hüda
Es-salatü ve’s-selam eyle eda
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
06.10.2023
Türkiye Gazetesi
.
Savaşta duygusallığın yeri yok!
7 Ekim Cumartesi sabahı dünya bir şokla sarsıldı!..
Filistin ile İsrail arasındaki mücadele farklı bir boyuta taşınıyordu.
Filistin’in Kassam Tugayları yirmi bir farklı noktadan İsrail’in övgüyle anlatılan demir kubbesini aşarak İsraillilere büyük bir kâbus yaşatmışlardı. Hiçbir uyarı yapılmadan başlatılan saldırı, nihayetinde İsrailliler ve Filistinliler arasında on yıllardır süregelen hararetin kaynama noktası gibiydi. Kassam Tugayları bu beklenmedik saldırı ile aralarında üst düzey komutanların da olduğu İsrail’in birçok askerini esir almış, yüzlercesini de öldürmüş veya yaralamıştı.
Neler oluyordu? İsrail’in askerî sistemi istihbaratı çökmüş müydü? Herkes bu baskının nasıl gerçekleştirildiğini ve İsrail’in nasıl böyle bir gaflete düştüğünü anlamaya çalışıyordu.
Ardından İsrail’in, dünyaya bölgede yaşananlar konusunda bilgi akışı başladı. Kassam Tugaylarının bir kısım sivillere uyguladığı şiddetin görüntüleri de dolaşıma sokuldu. Kamuoyunu bu ilk bilgilendirmede İsrail’in herhangi bir hareketi yoktu. Sanki ölüm uykusuna yatmışlardı. Birileri de onları gelmiş boğazlıyordu. Toplumları galeyana getirecek birkaç fotoğraf karesi ile istediğini elde etmişlerdi.
Dünya bu haberlerle çalkalandı. Derhal İsrail’e destek mesajları yağmaya başladı. Batı âlemi bir anda İsrail’in yanında kenetlenmeyi başarmıştı.
İsrail’in safına kaymak!
İlk şokun etkisiyle ve güya “hazırlıksız yakalanan” mağdur görüntüsüyle İsrail, Batı âlemini yekvücut hâlinde tarafına çekmeyi başarmıştı. Türkiye’de ise sosyal medya kullanıcıları ciddi bir bölünme içine girdiler. Daha önceleri bölgeden gelen her haberde İsrail’in savunmasız sivillere uyguladığı şiddete ve baskıya rağmen yarım ağızla İsrail’in böyle davranmaya mecbur olduğunu söyleyenler, bu kez ilk darbe Filistin tarafından gelince “Gördünüz mü? İşte bu yüzden İsrail’i savunuyorduk!” diye cesurca savunmaya geçtiler. Böylelikle meselenin ne olduğu dahi anlaşılmadan sosyal medya kullanıcısı önemli bir kitle İsrail’in tarafında safını tutmuştu bile. Bu durum gençlerimizin içinde bulunduğu derin bir fikrî çözülmeyi ortaya koymaktadır.
Sosyal medyada yıllardır Filistinlilerin kanlı gözyaşlarına, acılarına, yaşadıkları korkunç felaketlere şahitlik eden bir kesim bütün bunların sevkitabiisiyle gelişmeden memnun görünürken diğer bir kesim ise İsrail’in yanında saf tuttuğunu açıkça deklare etmeye başladı. Servis edilen fotoğraflardan ve görüntülerden hareketle Filistin’e kin kusan ifadelerle saldırdı. Hâlbuki bu görüntülerin önemli bir kısmının eski elim hadiselerden kopyalanmış yalan haberler olduğu da ortaya çıkmaya başladı. İsrail ve Batı medyası bu konuda fazlasıyla üstatlar. Bizim bunlara karşı gezi olaylarından itibaren dikkatli olmamız lazımdı.
İsrail’e neredeyse kayıtsız şartsız destek veren kesimin, kendilerini haklı çıkarmak için kullandıkları argümanlar ise maalesef İngilizlerin Müslümanları birbirine düşürmek için yüzyıl öncesinden pompaladıkları klişe ifadelerden başka bir şey değildi.
Aslında bu ifadeler bizim eğitim sistemimizde bir arpa boyu dahi ilerlemediğimizi gözler önüne sermektedir. Gençlerimiz, hâlen İngiliz propagandasından kurtulamadı ise bunu neyle açıklayacağız?
Nitekim Filistinlilere lanet okuyan gençlerin iki söylemi; “Araplar bizi arkadan vurdu” ve “Filistinliler İsrail’e toprak sattı” cümlelerinden başka bir şey değildi. Bu durumun pervasız ve kinle dile getirilmesi gerçekten enteresandır. Bunlar tarih okumalarında, ideolojiden ve yıkıcı propagandaya dayalı uydurma klişe ifadelerden kurtulamıyor.
Filistinlilerin 1917 yılına kadar ne kadar toprak sattıklarından haberleri dahi yok. 1917’de Filistin’de sadece 60 bin Yahudi olduğunu belli ki duymamışlar. Filistin bölgesi İngiliz işgali altına düştükten sonra yaşananlar onlar için bir kara delik. 1948 ve sonrasında yaşanan savaşlar ve kanla, zorbalıkla ülkesinden sürülen Filistinliler onların defterinde yazmıyor.
Onlar papağan gibi kendilerine ezberletilen iki deyimi okumaya devam ediyorlar.
Filistin denildiğinde Arapların anlaşılması ve arkadan hançerlenme söylemleri ise ahmaklığın bir başka daniskası!..
İsrail gücü göçtü mü?
Hamas’ın saldırı başlattığı ilk saatlerde İsrail’in bitkinliği konusunu dile getiren uzmanlar meselesi de bir başka garip durum. Bunlar nasıl bir analizci anlamak mümkün değil.
Hamas saldırısının bir gün öncesinde İsrail askerî sisteminin çöktüğünden, ordusunun güçsüzlüğünden ve istihbaratının zayıflığından bahsetseniz dünya âlem size gülerdi. Oysa bir gün sonrasında Hamas harekâtının beklenmedik başarısı bu söylemlerin ciddi olarak revaç bulmasına sebep oldu.
Hâlbuki bu durum büyük bir oyunun parçasıydı. ABD’nin 11 Eylül’de uğradığı saldırıya benzer bir proje bu defa İsrail’de oynanmaktaydı!.. İsrail habersiz durmuş, Hamas harekete geçirilmiş ve Kassam Tugayları İsrail’de şehir kabadayısı gibi gezmeye başlamıştı.
İsrail bir müddet dünya kamuoyuna mağdur ve mazlum rolünü servis ettikten ve desteklerini arkasına aldıktan sonra hızla savaşın içerisinde yerini aldı.
Önce 1973’ten sonra ilk defa resmî olarak savaş kararını aldı. Ardından Gazze’ye hava saldırılarını acımasızca başlattı. Yaptıkları açıklamaya göre de “nesiller boyu anlatılacak” bir intikam alacaklarmış.
İsrail’in ekmeğine ballı kaymak sürenler!
Hamas kimin sözü ile hareket etti? Bu harekâtta Filistin’e açık destek nereden geldi. Bunu hakkıyla gözlemlemek, Filistin’de oynanan büyük oyunu ortaya çıkarmak bakımından elzemdir. Bunu çok iyi anlamalıdır.
Bu noktada karşımıza bir tek ülke çıkmaktadır. O da İran’dır. Hamas’a coşkuyu veren İran’dır!..
Buna karşılık İran’ın İsrail’le savaşacağına inanmak kadar safdillik olamaz. Bu ülkede hâlâ İran’ı nazar-ı dikkate alarak siyaset belirleyenler İran’ın ve İsrail’in ekmeğine ballı kaymak sürenlerdir.
İran, ABD ve İsrail’e karşı sanki savaşa girecekmiş gibi takiyye yapar. Kılını kıpırdatmaz. İran’ın hiçbir Hristiyan ülke ve Yahudi ile savaşmadığını tarihler yazmaktadır. Buna karşılık İran, Müslüman ülkelerde Ehl-i Sünnet Müslümanları katlettirmek için fırsat peşindedir. İran’ın kuruluş amacı budur… Somali’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’taki icraatları meydandadır.
İran, Filistin konusunda ise “Büyük İsrail Devleti” projesinin gerçekleşmesi için çalışan bir numaralı figürandır. Devamlı olarak Hamas gibi örgütleri İsrail’e kışkırtarak on binlerce Filistinlinin can vermesine, Filistinlilerin mütemadiyen topraklarını kaybetmesine sebep olmuştur. Bütün kışkırtmalarına rağmen bir kez olsun onlara fiilî destek vermemiştir.
Son harekâtın manası!
Peki İran, Hamas’ı neden harekete geçirdi? Dikkat ederseniz. Türkiye Zengezur’da çok güçlü bir adım attı. Hâlbuki bu adımın hemen öncesinde İran Azerbaycan’ı açık açık tehdit etmişti. “Çocuklarınızı ölüme göndermeyin!” diyerek de güya uyarmıştı. Fakat bu tehditler Türkiye ve Azerbaycan’ı yıldırmadı.
Bir günlük harekâtla İran ve ABD tarafından desteklenen Karabağ’daki Ermeni sözde terör devletini perişan ettiler.
Bu hadisenin hemen akabinde yine İran tarafından desteklenen Suriye’deki PKK-YPG güçleri Türkiye’yi taciz etmeye başladılar. İçişleri bakanlığına karşı menfur sabotaj girişimi de elbette bir mesajdı…
Türkiye bu gelişmeler karşısında Suriye’deki PYD-YPG noktalarına öldürücü darbeyi indirmeye başladı.
İşte bu büyük harekâtın tam sabahında İsrail’e yapılan bu saldırı elbette normal değildir. Burada İran’ın parmağı açıkça görülmektedir. İran fırsattan istifade üçüncü kartını açmıştır.
Fakat bu girişim bir parmak harekâtından çok ötedir. İsrail’in atacağı büyük ve yeni bir adımın başlangıcıdır. Bu adım Gazze’de direnci kırmak ve ileride girişilecek Suriye harekâtlarına zemin hazırlamaktır.
Bunun oyun kurucuları ABD; İran ve Hamas’tır. Filistin idarecileri Batı’nın kuklalarından başka bir şey değildir. Bölgedeki Sünni Müslümanları kırdırmak için vardır.
Bugüne kadar attığı “kâğıttan füzeler” sonucu binlerce Filistinlinin katliamına yol açtılar. Şimdi ise güya İsrail’i ortadan kaldırmış gibi bir hava verilerek Hamas’ın karizması parlatılırken aslında daha büyük İsrail katliamlarının planlaması yapılmıştır…
Bu savaş çabuk bitmeyecektir. Bitse bile bunlar kısa aralıklarla tekrar tekrar ateşlenecek ve Gazze’de iktidar tamamen İsrail’in eline geçmiş olacaktır.
Böylece İran ve İsrail hedefine ulaşmış olacaktır. Son söz: Müslüman uyanık olur!
TEFEKKÜR
Pek ayân beyândır şerde ittifak,
Müttefik sandığın, işleri nifak!
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
13.10.2023
Türkiye Gazetesi
.
Yağmadan sonra karın ağrısı!
Osmanlı Devleti ve ondan önce de İslam devletlerinin hâkim olduğu asırlarda Filistin’de ne kan, ne zulüm, ne gözyaşı ve ne huzursuzluk vardı. Asırlar boyunca İslam adaleti gölgesinde Müslümanı, Hıristiyanı, Yahudisi bir arada yaşama becerisini göstermişti.
Osmanlı gücünün zayıflamaya başladığı zamanlarda ne hazindir ki İngiliz politikalarına âlet olan bir kısım Araplar da kendilerini devlet kurma hayaline kaptırmışlardı.
Özellikle Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi mezhepsiz, ırkçı tipler, “İslamcı” kimlikleri ile Orta Doğu’da gittikleri her yerde bağımsızlık hayalleri aşılıyorlardı.
Mısır’da, “Mısır Mısırlılarındır”; İran’da, “hilafet sizin hakkınızdır” Hicaz’da, “Türklere niçin itaat ediyorsunuz!” diyerek ayrılıkçı fikirleri yaymakta idiler. Osmanlı ana merkezi olan Türkiye’de dahi Türkçülük propagandasını onlar yapıyordu. Mehmet Emin Yurdakul’a Türkçülüğü aşılayan Efgani olmuştu. Bu üç bölücünün faaliyetlerini ve fikirlerini KTB Yayınlarından çıkan “Mızraklı Hakikat” kitabımdan geniş olarak okuyabilirsiniz.
Bunlar bu propagandayı elbette gafletle yapmıyorlardı. Paralar, makamlar ve vaatlerle devşirilmiş ajanlardı!.. Bütün planlar İngiltere’de hazırlanıyordu.
Efgani ve İngiliz Blunt, Londra’da baş başa görüşüyor, Orta Doğu’daki politikalarını kurguluyorlardı. Müslüman halkları birbirine nasıl düşüreceklerini hesaplıyorlardı…
Bunlarla mücadele eden bir II. Abdülhamid Han vardı. Büyük hakan, hem bu oyunları bozmak hem de İslam birliğini devam ettirmek için görülmemiş bir mücadele içine girdi. Ne yazık ki sonunda kendi evlatlarının da arkadan vurmasıyla devrildi.
Bu devriliş sadece onun yıkılması manasına gelmiyordu. Asırladır devam eden İslam hâkimiyetinin de sonu geliyordu. İslam birliği artık parçalanma sürecine giriyordu.
Herkes pay kapma yarışına girmişti. Sırtlanları aratmayacak acımasız bir yağma yarışı başlamıştı. Bunun en küçük numunesi olarak Yıldız Sarayı yağmasını düşünebilirsiniz. Büyük mikyasta ise aynı durum İmparatorluğun toprakları üzerinde yaşanacaktır. Nitekim bu yağma da on yılda tamamlanacaktır. Fakat bu haram yağmanın sonunda karın ağrısı başlayacak asırlardır süren huzur, yerini acı ve gözyaşına terk edecektir…
Müslümanlar sadece birkaç ülkeye bölünmekle kalmamış, birlik ve muhabbetleri de bitirilmişti. Birinci Cihan Harbi sonunda tarih kitaplarını da İngilizler yazdıracaktı. Türk Arab’a, Arap Türk’e düşmanca duygularla yetiştirilecekti!..
Karşılıklı olarak “kâfir oldular”, “arkadan vurdular”, “topraklarını sattılar…” gibi, gözü dönmüş bir şekilde birbirlerine ithamları havada uçuşacaktı. İngiliz uydurması tezler dillerde pelesenk olarak kaldı. Aynı tezler bugün dahi dillerden düşmemektedir.
Arapları tokatlama üssü!
Hâlbuki Batılılar, son iki asırdır Osmanlı Devleti’ni parçalayıp yok etmek için onlarca anlaşma ve yüzlerce görüşme yapmışlardı. Teorisyenleri ise yüzlerce eser ve makale kaleme almışlardı. Orta Doğu nasıl parçalanacak nasıl sömürülecek hepsi masaya yatırılmıştı.
Napolyon daha Mısır seferine çıkarken Yahudilere Kudüs’te bir devlet sözünü vermişti. Onun bu emelini ünlü Osmanlı komutanı Cezzar Ahmed Paşa, Akka’da bitirmişti…
Fransa’nın yapamadığını Alman Wilhelm düşünmüştü. Bu defa II. Abdülhamid Han tek görüşmede kendisini fikrinden caydırmıştı.
Sonunda İngilizler devreye girdi. Ancak onlar da Abdülhamid Han ve hatta Osmanlı Devleti yıkılmadan böyle bir hedefe ulaşmanın imkânsızlığını biliyorlardı. Bu itibarla önce Abdülhamid Han’ı bertaraf ettirdiler. Ardından İttihatçılara muazzam imparatorluğumuzu parçalattılar.
Artık Müslümanların birleşmemesi ve bir araya gelmemesi için her planı uygulayacaklardı.
Halifeliğin de kaldırılması ile Müslümanlar zaten başsız bırakılmıştı.
Yeni devlet kuran bütün Arap liderlerine bu payeler İngilizler tarafından sağlanmıştı. Krallıklar, onların istedikleri gibi yönetilecek ve sömürülecekti.
İngilizler ise Filistin’e çökmüş ve yerleşmişti. 30 yıllık hâkimiyeti sırasında Filistin’de Yahudileri hem arazi hem nüfus bakımından önemli bir noktaya getirdiler.
İngiltere sonunda İsrail Devleti’nin yolunu açmak için bölgeden çıktı. Nitekim onun ayrılmasının üzerinden bir yıl geçmeden İsrail Devleti kuruldu. Filistin’in %90’ına hâkim olan Filistinlilerin ise bir devleti yoktu.
Böylece Batı âlemi kendilerine karşı geldiğinde Arapları tokatlamak için önemli bir figüranı bölgeye yerleştirmişlerdi.
Türkiye alelacele İsrail’i tanıyan üçüncü ülke olarak tarihe geçerken kimin gözüne girmiş ve kimlerle arasına derin çukurlar açmıştı.
Öte yandan İsrail’in feci icraatlarına karşı Arap ülkeleri gerek birlikte gerek münferit olarak harekete geçtiklerinde akılalmaz darbeler yediler. Yeni bölünmeler beraberinde geldi ve İsrail’in güvenliği iyice tescillenmiş oldu.
Kanlı bir örgüt gibi!
İsrail en fazla %5’ine sahip olduğu bir coğrafyada devlet olarak nasıl tutunacaktı? Planları çoktan belliydi. Bunu başarmak için bir devlet gibi değil, kanlı bir örgüt gibi çalışacaktı. Köyleri basacak, insanları işkencelerle öldürecek, kadınlara ve bebeklere kadar hunharca katlederek bir soykırımla topraklarından edecekti. Bu sayede boşaltılan yerlerde kanın üzerinde oturacaktı.
Bu durum dünyada nefret uyandırmaya başladığında ise şeytani planları hazırdı! Filistin’de direniş örgütleri kurduracak veya kurulan örgütleri ele geçirerekti. Bunlara zaman zaman kendisine saldırıyormuş manevrası yaptırarak kendince katliamlarına meşruiyet zemini bulacaktı…
Bu konuda yardımcısı da dünden hazırdı. İran, güya arkasında durduğu bu örgütleri her zaman tahrik ederken olanlar zavallı Filistin halkına olacaktı.
Neredeyse altmış sene devam eden bu tiyatronun sonunda Filistin haritası tam tersi bir hâl almıştı. Artık Filistin’in %98’i İsrail’in yüzde ikisi ise Filistin’in olmuştu.
Birleşmiş Milletlerin İsrail aleyhine aldığı onlarca kararın hiçbir hükmü yoktu. Zira Batılılar o kararlarla, sadece Müslüman ülkelerin rahatlamasına ve tekrar uyumasına yardımcı oluyorlardı.
Sonunda vakit İsrail’in uzun zamandır abluka altında tutuğu en önemli noktaya yani Gazze’ye gelmişti. Artık Gazze’ye girilmesi ve “Arz-ı Mevud” yolunda yeni bir atak yapılması gerekiyordu.
Fakat iki füzenin atılması ve iki kişinin yaralanması senaryoları artık bayatlamıştı. Daha ciddi bir eylem lazımdı. Batılıları topyekûn ardına almaları gerekiyordu.
İşte bunun için ABD’nin 11 Eylül’ü burada da vizyona sokuldu.
Demir Kubbe Savunması geçici süreliğine kapatıldı. Belli noktalarda sınır güvenlikleri kaldırıldı. Mossad güya işlevini yitirdi.
Savaş, usta siyaset işidir!
Dünya uyurken Kassam Tugayları güya İsrail’i ortadan kaldıracak harekâtı çoktan başlatmışlardı. Ahmak yazar, çizer ve yorumcu tayfası İsrail’in “kâğıttan kaplan” olduğunu yazarak Kassam Tugaylarına methiyeler düzüyordu. Hadiseye ilk yorumumda bunları belirtmiş, işin sonunda İsrail’in Gazze’ye sahip olmak ve Arz-ı Mevud idealinde önemli bir adımı atmak yolunda önemli bir kapı araladığını belirtmiştim.
Bir kısım ahmaklar sürüsü beni Yahudi dostu gibi gösterip içinde iş adamları, vekiller ve yazar çizer taifesinin de bulunduğu bir WhatsApp grubundan çığlıklarla çıkardılar. Henüz neyi yiyip neyi içeceklerine, neyi kullanıp neyi kullanmayacaklarına karar verememişlerdi. Şimdi ne yazıp çiziyorlar bilmiyorum…
Öte yandan İran’ın tahriki ile harekete geçerek İsrail’in ekmeğine ballı kaymak süren Hamas görevini tamamlamıştı!.. İsrail ise hâkim olduğu medya gücünü gerçek veya kurgu üç beş fotoğrafla harekete geçirerek dünya kamuoyunu kısa sürede tarafına çekmeyi başarmıştı. Türkiye’de dahi bu propagandanın izleri acı bir şekilde görülmüştü.
Bizdeki bir kısım ahmaklara göre bitmiş olan İsrail, nasıl olduysa öğle vakti girmeden Gazze’yi bombalamaya başlamıştı.
Demir Kubbe çalışmaya başlamış, atılan füzeleri leblebi gibi öğütüyordu. İki gün geçip Gazze’de koca binalar fosfor bombaları ile un ufak olmaya etrafa bebelerin cesetleri dağılmaya başlayınca ateşkes yaygaraları ortalığı inletmeye başladı. İstediğini almış olan İsrail’i Batı mı durduracaktı şimdi? “Savaş hâli bu, acı çekecekler elbet” diyerek İsrail’e cesaret veren ABD mi? Onlara mı güvenerek savaş naraları atıyor Hamas’ı kutluyordunuz?
Hani Hamas ve Kassam Tugayları! Nerede İran, nerede Arap ülkeleri kim kıracaktı İsrail’in belini? Dostunu düşmanını dahi yüz senedir anlayamayan bir aydınlar kitlesi var maalesef.
Çatışmalar başlayalı yirmi gün doldu kaç Hamas militanı öldü söyler misiniz? Hamas militanları görevini yapıp “tünellerine” çekilirken İsrail bombalarla Gazze’yi yerle bir etmeye devam ediyor. Parçalanan çocuk cesetleri yürekleri dağlıyor. Feryat eden ana babaların çığlıkları arşa çıkıyor. Filistin’de ölü sayısı 7, yaralı sayısı 20, yerlerinden edilenlerin sayısı ise 600 bini aştı. Nerede durur söyler misiniz?
Gazze’de bundan sonra hâkimiyet kimin olacak? ABD, İngiliz, Rus, Çin savaş gemileri bölgede cirit atıyor. Batılı ülke liderleri çocukların cansız bedenleri üzerinde ahlaksızca yürüyerek, İsrail’e “yanındayız” mesajları veriyor.
Fransız Macron sevinç içinde Napolyon’dan beri gelen siyonist dostluğunu yeniliyor. İsrail’e Güvenlik Anlaşması için tekliflerde bulunuyor.
Savaş, strateji ve usta siyaset işidir. Bunu bilmeyen ve idrak edemeyenler mahvolmaya mahkûmdur. Sosyal medyada beddua seansları ve parçalanan ceset paylaşımları ile zafer gelmiyor!..
Dua ordusu askerî tedbirlerden sonra harekete geçer. Silahını, topunu, tüfeğini evde bırakıp giden askere duanın faydası olmaz. Bilakis bu hâl aymazlık ve münafıklık alameti olur.
Peki ya Türkiye diyeceksiniz! Türkiye; Suriye’yi, Yunanistan’ı, etrafına yığılan terör örgütlerini ve İsrail’in yanında duran ABD ve bütün Avrupa’yı düşünerek adım atacaktır. Ne kadar gözyaşı dökseniz de zamanı gelmeden ağaçlar çiçek açmaz. Bazen zaman gerekir…
Haftaya bu konuyu geniş kaleme alırız inşallah.
TEFEKKÜR
Rahm ederdin dil-i nâ-şâdıma bilsen derdim
Hâlimi arz edemem neyleyeyim âh sana
Vâkıf
(Acırdın kederli gönlüme, bilseydin derdimi,
Hâlimi bildiremem neyleyeyim âh sana!)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
27.10.2023
Türkiye Gazetesi
.
Acem tuzağına dikkat!
İran, asırlardır yaptığı gibi İslam dünyasını karıştırmaya devam ediyor.
Somali’de, Irak’ta, Suriye’de, Yemen’de bir anlamda iç karışıklık bulunan her yerde İran’ın örgütlediği silahlı militanlar boy gösteriyor. Buralarda özellikle Ehl-i sünnet Müslümanlara karşı katliamlara ve fitnelere yol açıyor. Halk üzerinde baskılar oluşturuyor. Şii fikirleri yayıyor. Türkiye aleyhinde propagandalar yapıyor.
İran bir taraftan bu iç karışıklıklara sebep olurken bir taraftan da Türkiye’nin yolunu kesmek için Hristiyan âlemi ile her türlü irtibatı kuruyor. Batı âlemi tarafından kendilerine her türlü kolaylık sağlanıyor. Perdenin önünde “it dalaşı” gibi bir gösteri sunulurken perdenin gerisinde ise Ehl-i sünnet İslam dünyasını parçalamanın ve yok etmenin planları yapılıyor. Ballı börekli sofralarda projeler tezgâhlanıyor.
Bakınız Azerbaycan’da ve Suriye’de Türkiye’nin harekâtlarını bir türlü önleyemeyen İran, sonunda Filistin’de İsrail’e Gazze’de hâkimiyetin yolunu açacak büyük bir fitnenin kapısını araladı!.. Bir taraftan Gazze’de on binlerce Müslümanın katliamına sebep olurken bir taraftan da Türkiye’nin savaşa girmesi için bütün kartlarını oynadı… Yemen’de organize ettiği Husiler’e birkaç füze attırarak “haydi Türkiye” çağrısını günlerce işledi. Türkiye bu tuzağa düşmedikçe sosyal medyalarda Türk hükûmeti karalandı.
Türk halkı bu büyük oyunun şifrelerini çözmezse bir “Acem tuzağı”na kurban gidebilir.
İçeride bunların suret-i haktan görünen takipçileri, borazancıları çoktur. Hamaset dolu söylemlerle düşüncesiz saf Ehl-i sünnet Müslümanları da kolaylıkla kendilerine ram edebilirler.
Bazı STK’lar da son zamanlarındaki söylemlerine ve icraatlarına çok dikkat etmelidirler. Evvelce Mavi Marmara meselesinde yaşadığımız gibi devlet güç durumlarda kalabiliyor. “Türk hükûmeti hiçbir şey yapamıyor!” gibi anlaşılıp devlete güven ve aidiyet sarsılabilir… Bu görüş öyle arttı ki sonunda sayın Cumhurbaşkanımız açıklama yapmak zorunda kaldı. “Türk devleti görünen ve görünmeyen büyük girişimlerin içerisindedir” dedi.
Nitekim hem dünyada İsrail’e karşı muhalefetin yükselmesinde hem de ABD’nin Türkiye’nin faaliyetlerini durdurmak için girişimlerinde bunu görmemek körlüktür. Türkiye’nin önce Filistin davasında garantörlük veya Filistin’e devlet statüsünün verilmesini sağlaması gerekmektedir. İran, ABD ve İsrail ajanları da bunun yolunu kesmektedirler.
İran’ın korkunç girişimi!
Peki İran sadece siyasi açıdan mı İslam dünyasını parçalamak istemektedir! Ne yazık ki biz bir noktaya odaklanmış iken başka mecralarda da devletimiz ve milletimiz için tehlikeli gelişmeler yaşanmaktadır.
Nitekim Filistin’de büyük ölçüde İran’ın tezgâhladığı plan yürürlüğe girmişken Tahran’da neler oluyordu? Ne yazık ki oradaki meş’um bir faaliyet, basınımızda bir iki dikkat çekmeyen haberle geçiştirildi.
Oysa gelecekteki sebep olacağı karışıklıklar bakımından Filistin meselesinden daha değersiz değildi.
Kıvılcım zamanında fark edilmezse yarınlarda bütün bir ülkeyi kan ve gözyaşına boğabiliyor.
Evet, Tahran’da bir toplantı vardı. İran devleti tarafından “Vahdet/Mezhepleri Birleştirme Sempozyumu” düzenlenmekteydi.
Dikkat edin orada bizden de üst düzey bir Diyanet görevlisi yer alıyordu. Şunu biliyoruz ki Diyanet bir devlet kuruluşudur. Din İşleri Yüksek kurulu üyesi Halis Aydemir de DİYANET/DİYK adına bu toplantıya iştirak etti ve bir tebliğ sundu.
DİYK üyesi Halis Aydemir’in İran’da böyle bir toplantıda ne işi vardı söyler misiniz? Kimlerle ne konuştu, kim adına kimlere ne nutuklar çekti?
Dikkat ediniz! İran’ın özel bir kurum oluşturarak yayınladığı web sitesinde, tüm tebliğcilerin videoları verildiği hâlde, Halis Bey’in sunumunun videosunu hiçbir bölümde bulamadık! Sadece haberler kısmında, tebliğinin Arapça özetini bulabildik. Neden verilmedi acaba. İran’ın işine gelmediği için mi yoksa rica edilerek mi koydurulmadı?
Fakat “parça, bütünün habercisidir” sözü üzere özetten Halis Aydemir’in İranlıları pek memnun edecek adımlar attığı anlaşılmaktadır.
Zaten böyle bir sempozyuma katılması ve davet edilmiş olması da meseleyi bariz bir şeklide gözler önüne sermektedir. Yoksa İran, Ehl-i sünnete karşı hassasiyetleri konusunda asla saflık ve gaflet göstermez.
Halis Aydemir İran’da hangi tezgâhın peşinde?
Halis Aydemir son dönemlerde çeşitli söylemleri ile ciddi tartışmalara konu olmuş bir şahsiyettir. Onun FETÖ’ye övgülerini bir kenara bıraksak bile şu düşünceleri ile Ehl-i sünnet itikadında ne yaralar açtığını ve kimlerin değirmenine su taşıdığını çoktan göstermiştir:
Türkiye gençliğine, “Âyet bile olsa, akla uymuyorsa inanmam”; “Peygamber de bizim gibi bir insandı, oturmuş Kur’ân hakkında açıklama yapmış, bunu masa başında biz de yapabiliriz. Bu yüzden beni, benim gibi bir beşerin sözü bağlamaz”; “Hadisler üç dört asır sonra yazıya geçti, bu sırada sözlü olarak elden ele geçerken değişikliğe uğradı, ondan sonra yazıya geçirildi. Bu yüzden biz hadisler üzerine hüküm bina edemeyiz”; “Bir genç Kur’ân-ı kerimi eline aldığında öncelikle bu Rabbimin kelamı mıdır? diyerek şüphe ile yaklaşmalıdır” diyen Halis Aydemir’i böyle bir toplantıya kim seçti ve kim gönderdi?
Nitekim onun İslam’a ihanet sayılacak bu sempozyumda Şia’nın saçmalıklarını ve küfür dolu yapısını, afiyetle tezkiye edip onayladığı görülüyor.
Mezhepleri birleştirme sempozyumu düzenlemesinden dolayı İran’a teşekkür ederek övgüler düzdükten sonra; “Şia’nın kötü bir görüşü yok, bilinen dinle bir fark yok. Şeytanlar, düşmanlar araya girerek ihtilaf çıkarıyor, Şia’yı yanlış tanıtıyor” diyor.
“Otelin mescidinde bir toprak parçası/kerpiç buldum, Şii Müslüman buna secde ediyor, bu tevazuya işaret ediyor, bu dinde bir ayrılık değildir. Aynı yerde bir de Kur’ân-ı kerim buldum, kocaman bir cilt. Önce, tedavüldekinden farklı bir Kur’ân mı diye tereddüt ettim, sonra baktım ki iki dile tercüme edilmiş, onun için büyük görünüyormuş, tedavüldeki Kur’ân’dan hiç bir fark görmedim” diyor.
“Tedavüldeki Kur’ân” lafzı nasıl bir fitnedir ve nereye varacaktır idrak etmek lazımdır. Acaba doğru ve gerçek Kur’ân mı demiyor maksatlı bir şekilde tedavüldeki Kur’ân mı sözünü kullanıyor. Bu “tedavül” lafzı Kur’ân-ı kerimin her an değişebileceğine işaret olarak seçilmiştir ve sinsi bir ifadedir.
Müslüman kisvesindeki ajanlar!
Öte yandan İran “mezhepleri birleştirme projesi”yle neyi hesaplamaktadır. Bu bizim Diyanet tarafından bilinmekte midir?
Net olarak söyleyeyim ki projenin sonunda birleşilen yol küçük nüans farklılıklarıyla Şia olacaktır. İran’ın takıyyesini anladığınızda zaten iş işten geçmiş olur.
Mezhepleri birleştirme düşüncesinde olan İran’a “önce Sahabe-i kiram efendilerimizi sevmekte birleşelim” deseydiniz. Acaba ne cevap alırdınız.
Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Aişe validemiz ve daha onlarca sahabenin can düşmanları ile dinde neyi oturup konuşuyorsunuz, söyler misiniz?
Bir taraftan Türkiye’nin başına çorap örülmeye çalışırken bir taraftan İslam dünyasını paramparça edecek adımlar İran tarafından atılırken siz de Ehl-i sünnet itikadını, inancını, yaşayışını bozmak için mi hareket hâlindesiniz? Henüz İran’ı tanımadınız mı?
Asırlardır Hristiyanlarla birlikte olarak İslam devletlerine kan kusturan İran’dan beklentiniz nedir?
1400 yıldır devam eden Ehl-i sünnet akaidini İran ile mi parçalayacaksınız?
Diyanet bunları düşünmekten aciz midir?.. Diyanet başkanından bu konuda mutlaka bir açıklama beklemekteyiz!
Artık şunu görelim; İran ve İsrail özel okullarında Sünni İslam dünyasını mahvedecek ajanlar uzun yıllar içerisinde yetiştirilmektedir. Bunlar Ehl-i sünnet kisvesi içerisinde İslam dünyasına yayılmakta, destek ve para ile en ön saflara fırlamakta; başkan, başkan yardımcısı, sözcü olmaktadırlar…
Parlak nutuklarla bir anda İslam dünyasının gözdesi hâline gelmektedirler. Sosyal medyada bulunan fenomenleri de onları parlatmak adına hazır kıta amadedirler.
Müslümanlar oturup konuşmadığı, itikatlarına vâkıf olmadığı, neredeyse hiç tanımadığı bu adamlara üç beş sözüyle meftun olmakta methiyeler düzmektedir.
Uyandığında ise “Ba’de harabü’l-Basra” sözü bir kez daha tezahür etmiş olmaktadır!
Son olarak devam eden İsrail’in Gazze katliamında da aynı senaryolar devrededir.
Bakınız önceki gün, eski ABD başkanı Trump, Kasım Süleymani’nin öldürülmesinden sonra İran’la yaşadıkları krize dair açıklamalar yaptı.
O açıklamalar bütün bu anlattıklarımızın ifşa edilmiş delili gibidir.
Müslüman uyanık ve basiret sahibi olur.
Ey Türk! Dinini, ecdadını iyi tanı ve seni yok olmaya doğru götüren büyük oyunları gör artık!
TEFEKKÜR
Yamarsan dünyanı yırtarak dininden
Dinin gider dünyan da gider elinden
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
10.11.2023
Türkiye Gazetesi
.
Tek ayak üzerinde!..
Devletlerin de siyaset gibi bir ahlakı var. Zaten milletlerin ahlakları devletlerine sirayet eder. Siyasetnamelerde Türk devlet adamlarında bulunması lazım gelen en önemli vasıflardan biri doğruluk biri de adalet idi. Devlet başkanlarından asla yalan söylememesi istenirdi. Yalan konuşanın namusu elden giderdi. Kendisine milletin itimadı ve güveni kalmazdı.
Yetmiş beş sene önce dünya arenasında yeni bir devlet teşkil edildi. Bu devletin temeli yalan ve zulüm üzerine kuruldu. Bu devlette doğruluk ve dürüstlük diye kavramlar yok. İdarecilerinin en önemli meziyeti yalan söylemektir. En inandırıcı yalan söyleyeni başkanlığa seçerler. Onlar da cümle politikalarını yalan üzerine kuruyorlar. “Tek ayak üzerinde kırk yalanın belini büker” deyimi sanki bunlar için söylenmiştir.
Bu devletin ikinci önemli vasfıysa zulümdür. Kendilerinden başka bütün insanlar ikinci sınıf vatandaştır. Hatta onlar, insan sınıfından sayılmazlar. Onun için onlara insan muamelesi yapmak gerekmez. Onlara her türlü zulmü uygulamak caizdir ve hatta gerekir.
Onlar bu konuda din kitaplarını bile değiştirmişlerdir. Nitekim değiştirilen Tevratlarında kadın, çocuk, yaşlı, genç, işçi, çiftçi demeden kim olursa olsun öldürülmeleri ve yok edilmeleri gerektiğini vurgulamışlardır. Bu itibarla hedef gözetmeksizin her yeri ve herkesi vurmak kendilerince meşrudur.
Hastaneleri, ambulansları, barınakları, sivil yerleşim ve pazar yerlerini, fırınları, su ve enerji kaynaklarını bombalamakta, binaları yerle bir etmekte, çocukları, engellileri, kadınları, hamile kadınları gözlerini kırpmadan vurmaktadır.
Bunlara karşı çıkanlara yalanları hazırdır. Onlara göre hastaneler terör yuvalarıdır. Vurdukları her yerde terörist diye ilan ettikleri kimseler vardı. Ana karnındaki bebeler ne oluyor dediğinizde ise muharref Tevrat’tan parçalar dinlersiniz.
Hastanelerdeki insanların terörist olduğunu ispatlayın, belgeleyin diyenler boş yere beklerler. Zira onların ikinci sınıf insanlara veyahut hayvanlara belge göstermek gibi bir dertleri olamaz. Onlar ne söylerlerse haklıdırlar(!) ve siz bunu kabul etmek zorundasınız. Onların her söylediği doğrudur(!) Siz onları asla tekzip edemezsiniz.
Birleşmiş Milletler onların hilafına aykırı olarak yüzlerce karar aldı. Hiçbirine zerrece değer vermediler. Hatta şu son katliamlarına karşı çıkan yüzü aşkın devlet başkanının ortak kararını alçaklık olarak betimlediler. Onlar da o alçaklığı sinelerine çekti!..
Kim duyar, kim dinler?
Açıkça söylemek gerekirse şu an dünyada (İran gibi anlaşmalı devletler sayılmazsa) Türkiye’den başka onlara yanlışsın, hatalısın diyebilen de kalmadı. Geçenlerde Türkiye Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, Alman Başbakanı Olaf Scholz’u bütün dünyanın gözü önünde şamar oğlanına çevirdi. Alman Başbakan sesini dahi çıkaramadı.
Aslında Sayın Cumhurbaşkanımızın o tokadı sadece Alman Başbakanına değildi. Bütün dünya liderlerine idi. 21. asırda insan haklarının güya zirve yaptığı bir çağda katliam ve soykırım tüm dünyanın gözü önünde pervasızca sergileniyor. Dünya drama bir filmi veya diziyi izler gibi bu soykırımı takip ediyor.
Dünyada bazı cesur adamlar da yok değil. Bunlar bir sanatçı, artist, oyuncu, aktivist, yazar ya da bir sporcu olabiliyor ve bu zalim devlete karşı bir duruş sergiliyorlar. Ancak bu alçak devlet her tarafta etkili olan piyonları ile onların dahi dillerini kesmek için anbean girişimlerde bulunuyor. Onlara karşı linç ve karalama kampanyası düzenliyor. Kendilerini yalnızlaştırıyor, işverenleri etki altına alıyor, görevinden ediyor.
Öte yandan hemen her ülkede bu katliamcı devlete karşı yüz binlerce insanın sokaklarda yürüyüşüne ve nümayişlerine şahitlik ediyoruz. Bunların hepsini toplasanız bu yalancı ve katliamcı devletin nezdinde herhangi bir tesirinin olduğunu söylemek mümkün değil. Onları boykotlarla, yürüyüşlerle, kınamalarla yola getirmek imkânsız. Siz mallarını boykot edersiniz onlar öldürdükleri insanların organlarını satarlar!
Temel vasıfları yalan ve zulüm olan bir devleti, adalete ve doğruluğa nasıl dönüştüreceksiniz? Merhum Ziya Paşa:
Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir,
Tekdir ile yola gelmeyenin hakkı kötektir
Demişti. Bunlar da Ziya Paşa’nın dediği gibi ancak ve ancak sertlikten ve dayaktan anlar.
Eskiler “Bir dirhem et, bin ayıp örter” derlerdi. Bu zalim devletin de en önemli gücü paradan geliyor. Dünya devletlerini ve idarecilerini para ile satın alıyorlar. Para bir anda bakışları değiştiriyor. Yalanlar gerçeğe, eğrilik doğruluğa, zulüm de adalete çabucak dönüşüveriyor.
Ben bu son Filistin hadisesinin hemen başlangıcında olayı “İsrail’in 11 Eylül’ü” olarak değerlendirmiştim. Yani bu hadiselere İsrail’in bilerek ve isteyerek sebep olduğunu ifade etmiştim. Zira İsrail’in artık “Arz-ı mev’ud” projesi için yeni ve büyük bir hamleye girişmesi gerekiyordu. Bunun için de Gazze’de hâkimiyeti ele alması lazımdı.
Hâlbuki o ilk günlerde hep Hamas’ın kahramanlıkları konuşuldu. Bu yalancı ve zalim devletin ne planladığını kimse düşünmedi. İsrail’in büyük oyunu kimsenin hatırına dahi gelmedi.
Oysa bakınız aradan 40 gün geçtikten sonra çatışmaların başladığı ilk gün, binlerce kişinin yer aldığı festival alanı baskınını bizzat İsrail’in planladığı ve İsrail savaş helikopterlerinin bombaladığı bugün net bir şekilde anlaşılmıştır. Hem de İsrail’in Haaretz gazetesi 364 kişinin hayatını kaybettiği Süpernova müzik festivalinde asıl katliamı İsrail ordusunun yaptığını açık bir şekilde ifade etmiştir.
Fakat yalan o kadar yerleşti ki doğruyu kim duyar kim dinler?
Birinde yalan diğerinde takiye!
Diğer taraftan “İran rejimine de dikkat!” demiştim. “Sakın İran’ın oyununa gelmeyin ortada bırakır, hatta başınıza çorap örer” diye uyarmıştım. Maalesef bu söylediklerim de gerçek oldu.
İran rejimi 1979 yılından bu yana 45 yıldır “Şeytan” diye vasıfladığı İsrail Devleti’ne son vereceğini belirterek taraftarlarını zinde tutuyor. Fakat ABD’nin darmaduman ettiği İslam ülkelerinde parsa toplamaktan başka bir icraatta bulunmuyorlar. Her ülkede cirit atıyorlar. Son olayda da bir taraftan Hamas’ı kışkırtırken ve alkışlarken diğer taraftan Gazze’nin yerle bir oluşunu timsah gözyaşları ile izledi. İsrail ile anlaşarak bazı ülkelerde paraları üzerindeki blokeyi kaldırttı!..
İsrail’in yalanı bunlarda takiye politikasına dönüşmüştür. Bu, “Doğru gibi konuşarak ahmakları avlamak ve fakat tam tersini uygulamak”tır.
Evet İran, İsrail’i sınırsız bir şekilde tenkit eder fakat hemen her bölgede Sünni İslam âlemini parçalar, vurur ve zayıflatır. Azerbaycan ve Suriye’de Türkiye’nin hedeflerini önleyemeyen İran, son olarak Filistin kartını açtı. Daha doğrusu İsrail ile birlikte açtılar. İran, Irak ve Suriye’yi zaten İsrail’in arzu ve isteği doğrultusunda işgale hazır bir pozisyona getirmişti.
Şimdi ise bizzat İsrail devrededir. Artık “Arz-ı mev’ud” projesinde yeni ve dev bir adım atılmıştır. Gazze düşürülmüştür. “Uyut, vur!” projeleri ile çok yakında bölgede İsrail’in yeni hamleleri sahne alacaktır. Kıskaç altına alınan Türkiye, bakalım bu badirede nasıl bir siyaset izleyecektir.
Ben İran ve Suudi Arabistan gibi dinî akidelerini ülkemizde yaymak isteyen devletlere özellikle dikkat çekiyorum! Zira bunlar yarınlarda Türkiye’nin başını ağrıtacak en önemli projelerin mimarlarıdır…
Bu manada geçen hafta Diyanet İşleri Başkanı’na sorduğum sualleri tekrar ediyorum:
DİYK üyesi Prof. Dr. Halis Aydemir’in Diyanet adına Tahran’da ne işi vardı? Neyi birleştirmenin peşindeydi? Bütün katılımcıların bildirileri İran’ın resmî sitesinde yer alırken Aydemir’in konuşması neden yayınlanmadı? Orada nasıl bir konuşma yaptı ve hangi sözleri verdi? konuşmasında kullandığı “tedavüldeki Kur’ân” sözünden maksadı neydi?.. Bütün bunların cevabını vermesi gerekmektedir…
Araba devrildikten yahut da Basra harap olduktan sonra yol gösteren, akıl veren çok olur. Türkiye’nin, girmiş olduğu ikinci yüzyılında gafletle geçireceği bir dakikası dahi olamaz!
Büyük devlet ve ihtişamlı yüzyıl için azami dikkat, yerinde tedbir, doğru irade, cesaret ve büyük ülkü şarttır…
TEFEKKÜR
Güle gûş ettiremez, yok yere bülbül inler
Varakı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
24.11.2023
Türkiye Gazetesi
Değişen siyaset!
Her ne kadar dış politika yazarları aksini söylese de Türkiye, dış siyasette on yıllardır bölgesel bir rol dahi izleyemiyordu. Zira Birinci Cihan Harbi’nden sonra Türkiye’nin bulunduğu bölgedeki komşu ülkelerin politikalarını da sürekli olarak süper güçler belirliyordu. Dolayısıyla Türkiye’yi bölgesel bir güç olarak tanımlayan yazarlar, bölgesinde hangi önemli adımları attığı sualleri karşısında susmaktan başka bir şey yapamıyordu.
Ülkemiz, kendi içinde dahi her on yılda bir vuku bulan darbelere çözüm bulamamıştı. Öyle ki ABD, her on yılda bir Türkiye’nin idaresini sanki yeni baştan dizayn etmekteydi. İç siyasetini dahi süper güçlerin belirlediği bir ülkenin dış siyaseti ne olabilirdi ki?
Bu siyaset o kadar yerleşti ki Türkiye’nin idaresine namzet olanlar, ABD’den veya İngiltere’den icazet almak bir yana tamamen onların politikalarına, arzu ve heveslerine ram olmuşlardı. Bu hâl, IMF’ye borçlanma sürecinde zirveye çıkmıştı. Onlara aykırı bir adım atmak imkânsızdı. Atmaya kalkanların başına gelenler ise geriden gelenleri hizaya sokmaya yetiyordu.
Nitekim 2000 yılından sonra Orta Doğu’da idareler ve haritalar yeniden şekillendirilirken Türkiye’nin en küçük bir tavrı ve müdahalesi olamamıştı. 2010 yılından sonra batının Orta Doğu girişimleri ise Türkiye için tam bir felaketti. Hatta sonunda Türkiye’nin dahi üçe bölünme ve işgal planları devreye girmişti.
2016 işgal girişimini atlatan Türkiye’nin gözü açılmıştı. İlk defa olarak süper güçlerin politikalarına kayıtsız şartsız teslimiyeti ortadan kaldırdı. Bağımsız politikalara başladı.
Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve Azerbaycan’da beklenmeyen bir tavır ortaya koydu.
Türk dış politikasını yeniden şekillendiren bu tavır tüm dünyada büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Özellikle 2016’dan sonra hükûmeti, ordusu, istihbaratı ve emniyeti ile birlikte ortak atılan adımlar büyük başarıların anahtarı oldu.
İşin en üzücü yanı, on yıllardır Batı karşısında ezik bir hâlde politika üretenlerin bütün bu başarılı adımlar atılırken yaklaşımları, “Suriye’de, Libya’da, Doğu Akdeniz’de ve Azeybaycan’da ne işimiz var?” demekten öteye gitmiyordu.
Etrafında neler oluyor, ülkeler nasıl parçalanıyor ve zayıflatılıyor, devletlerin gelecek yüzyıllarına nasıl ipotek konuluyor onlar görmüyordu.
Ne hazindir ki bu zihniyet gençlerimizi de sardı. Gazze’de korkunç bir soykırım ve katliam yaşanırken içeride topyekûn bir birlik sağlanamadı. Hâlâ, “yok Araplar arkadan vurdu”, “yok Filistinliler toprak sattı…” yaygaraları koparıldı.
İsrail ve Kıbrıs
Hâlbuki Gazze Savaşı İsrail’in Türkiye üzerindeki emellerinin daha açık bir şekilde ortaya saçılmasına imkân tanıdı.
Öncelikle şunu belirtelim ki Türkiye’nin Anadolu’daki on şehrine ilaveten Kıbrıs adası da Yahudilerin “Arz-ı Mev’ud” hedefleri içinde yer almaktadır. Bunun için de sessiz ve derinden olarak hem Kuzey ve hem de Güney Kıbrıs’ta yıllardır önemli bir politika takip etmektedir.
Buna rağmen İsrail’in Kıbrıs’la ilgisi Türkiye’de hiç gündeme getirilmedi. Oysa Rum ve Yunan tehlikesinden daha büyüğü İsrail’di.
Kıbrıs’ın İsrail için önemini sadece haritada ikisinin karşı karşıya konumundan rahatlıkla anlayabilirsiniz. Ayrıca Yahudiler tarihte Kudüs’ten çıkarılırken Hristiyanların Kıbrıs’ı üs olarak kullandıklarını hiç hatırdan çıkarmadılar.
Evet biz II. Abdülhamid Han’ın “Kızıl Sultan” olup olmadığını, Arapların arkadan vurup vurmadığını, Filistinlilerin toprak satıp satmadığını tartışırken birileri gelecek adına çok önemli adımlar atıyordu.
Biz ise tehlike ancak kapıya dayandığında uyanıyorduk. Belki de böyle olması isteniyordu. Zira Türk basınının bu gibi millî davalarla pek işi olmuyordu. Onlar iki sene önceden genel, bir sene önceden de yerel seçimle ilgilenmeye, gece gündüz onları tartışmaya, başörtüsünün takılıp takılmaması meselesine bayılmaktadır.
İsrail Devleti ise kurulur kurulmaz, Orta Doğu bölgesinin her köşesi ile yakından ilgilenmeye başlamıştı. Bunların başında da Doğu Akdeniz’de devasa bir uçak gemisi konumundaki Kıbrıs Adası geliyordu. Zira üç tarafı Arap-Müslüman ülkeleri ile dolu olan Siyonist Devleti, Kıbrıs adasını dış dünyaya bir çıkış kapısı olarak görmekteydi.
Bu itibarla İsrail, ada üzerindeki siyasal gelişmeler ile devamlı olarak yakından ilgili olmuştur. Kendisinin aleyhine olabilecek herhangi bir gelişmeye izin vermemeye çalışmıştır.
Gazze Savaşı ile İsrail’in Kıbrıs planları da ortaya çıkmaya başlamıştır. Bölge ulusları bilmektedir ki İsrail Gazze ile durmayacaktır. Şimdiden Batı Şeria’da karışıklıklar çıkarmaya başlamıştır. Öyleyse İsrail’in yeni hedefleri neresi olacaktır?.. İşte bu sualler bir anda Kıbrıs’ın gündeme gelmesine yol açmıştır.
Kuzey Kıbrıs’ta Ulusal Birlik Partisi Milletvekili Dr. Hasan Küçük, İsrail’de Netanyahu Hükûmeti’nin GKRY’ye, İsrail’in ünlü hava savunma sistemi ‘Demir Kubbe’yi (Iron-Dome) inşa etmeye başladığını dile getirdi.
GKRY’nin de bu yeni silahlanma projesi için bütçeden 900 milyon dolarlık gizli ödenek ayırdığı da ileri sürüldü. Bu gelişmeler karşısında artık Kıbrıs’ta siyasi ve askerî istikrarı yakalamak imkânsız gibi olacaktır.
Peki İsrail Güney Kıbrıs’a silahlanma yoluyla yerleşirken ve oradaki nüfuzunu artırırken KKTC’yi pas mı geçmektedir. Elbette ki hayır. İsrail asıl parsayı Kuzey Kıbrıs’ta toplamıştır.
Nitekim geçen haftanın en mühim haberleri Yahudilerin Kuzey Kıbrıs’taki hamleleri idi. Son zamanlarda KKTC’de Yahudilerin artan sayıda toprak almakta oldukları gözler önüne serilmişti…
Gafletin sonu felaket olur!
Hükûmetler devletlerin idarelerinde gelecek adına çok büyük gaileler açacak adımları atabiliyorlar. O günkü idareciler ölüp gidiyor, namı nişanı kalmıyor ve fakat gaflet ile aldıkları kararlar yarınlarda bir milletin mahvına zemin hazırlayabiliyor.
Nitekim Kıbrıs’ta İsrail’in KKTC’ye ilgisi 2000’li yıllarda Mehmet Ali Talat’ın Başbakanlığı döneminde hız kazandı. O dönemde kamuoyuna Yahudilerin, “Sadece yatırım için geldiler” mesajı ustalıkla işlendi. Yahudi iş insanlarına sağlanan kolaylıklarla Erenköy’de bir yat limanı ve beş yıldızlı oteller bölgesi projesine onay veriliyor. İsrail lobisi bu yatırımla girdiği adada kısa süre içinde en etkili lobilerden biri hâline geldi.
Bunu inşaat iş kolları ve toprak alımları takip etti. Yahudiler, KKTC’de faaliyet gösteren üç büyük inşaat şirketinin sahipleridir. Bunlar KKTC vatandaşlığı elde etmiş olduklarından rahatlıkla toplu toprak alımları yapabilmektedir.
İşte aradan 23 sene geçtikten sonra, gafletle ve belki hıyanetle alınan kararların yakın bir gelecekte nasıl bir tehlike meydana getireceği artık görülmeye başlandı.
Bundan sonraki İsrail politikaları zamanında nasıl uyuduğumuzu gözler önüne serecektir. Bakınız Gazze meselesi ortaya çıktıktan sonra birdenbire “Larnaka-Gazze İnsani Yardım Koridoru” projesi gündeme geldi. Peki bunun gerisindeki asıl amaç nedir düşündünüz mü? Maksatları gerçekten insani yardım faaliyeti mi yoksa Kıbrıs’ı İsrail için ikinci bir vatan hâline getirecek adımların atılması mıdır?
Önce İsrail’in insani diye bir duygusu var mıdır bunun tartışılması gerekir!
Artık siyasi ve askerî iradelerin yanı sıra gelecekte Türkiye’yi idare etmeye namzet partilerin, kadroların, Türk eğitim sisteminin, basınının, sosyal mecralarının topyekûn millîleşmesi ve millî duruşlar göstermesi gerekmektedir.
Aksi hâlde biz sosyal mecralarda “İsrail’in o malını mı bu malını mı boykot edelim, yok etmeyelim…” tartışması yaparken adamlar Kıbrıs’ta arazilerimizi, pazardan elma, armut gibi satın almaktadır!..
TEFEKKÜR
Rûşen görünür her kişiye kendi mahalli
Bî-zebân söyleşelim var ise bir hâl ehli
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
01.12.2023
Türkiye Gazetesi
.
İsrail Han Yunus’ta
İsrail’in Filistin’e insani ve ahlaki olmayan saldırıları acımasızca devam ediyor. Özellikle bebekler ve çocuklar hedef alınarak tam manasıyla Filistin’de soykırım uygulanıyor.
Gazze’yi vurmaya devam eden İsrail yeni hedeflerini de belirliyor. Batı Şeria Lübnan ve Bölgenin büyük şehirlerinden Han Yunus birinci hedef olarak duruyor. Bütün bu gelişmeler İsrail’in durmayacağını gösteriyor.
Zaten durması da yeni saldırıları için hazırlık manasına geliyor. İşte güya ateşkes dediği devrede Gazze’deki tünelleri deniz suyuyla doldurmak için faaliyetine zemin hazırladı.
İsrail için savaşı başlatmak çok kolay. Nitekim ateşkes daha dolar dolmaz İsrail ordusundan Hamas’ın insani arayı ihlal ettiği ve savaşın yeniden başladığı duyuruldu. Yani kazara sapan taşı ile bir taş atılsa İsrail onu dahi savaş sebebi yapacak tıynette ve anlayıştadır.
Artık Gazze Şeridi’nin güneyindeki en büyük yerleşim yeri Han Yunus’u da savaş alanı ilan eden İsrail ordusu; bir taraftan da savaşın bir sonraki aşamasına hazırlıklar planlıyor. Gazze’de yaşayanların tahliyesi için güvenli alanları gösteren haritalar yayınlanıyor.
İsrailli siyasi analist Nahum Barnea, “İsrail ordusunun Han Yunus’taki kara operasyonu kapsam ve güç açısından Gazze Şeridi’nin kuzeyindeki kara operasyonuna benzer olmayacak” ifadelerini kullandı ve Han Yunus’taki kara saldırılarının on gün ila iki hafta arasında süreceğini belirtti. Ardından Gazze Şeridi ile İsrail’in güneyi arasında tampon bir bölge kurulacak mesajını verdi.
Evet İsrail bölgeyi kana ve ateşe boğmaya devam edecek. Bugün bu korkunç katliamları pervasızca seyredenler, yarınlarda İsrail ateşinin kendilerini de yakmaya başlayacağını dehşet içerisinde fark edeceklerdir.
Selim Han ve Tomanbay
Han Yunus 507 yıl önce de bir çatışmanın eşiğindeydi. Fakat ne kadın ne çocuk ne de sivil öldürülüyordu. Sadece harp kanunları işliyordu.
Yavuz Sultan Selim Han Mercidabık savaşından sonra Memluk tahtına geçen Tomanbay’a zaimlerden Çerkez Murad Bey’le bir name göndermişti. Selim Han öncelikle savaşın önünü kesmek istiyordu. Namesinde şöyle sesleniyordu:
“Cenab-ı Hakkın yardımı ile Sevgili Peygamberimizin nuru yolumun rehberi olup Allah ve Resulünün düşmanlarını dağıtmak niyetiyle İslam’ın ana caddesinden bid’at dikenlerini kaldırmak üzere gayret dizginlerini çekmiş bulunmaktayım. Asıl maksadım Erdebil Rafızîlerinin başbuğu bozgunluğa batmış İsmail’i ezmek ve Acem diyarını Ehl-i sünnet inancında olanlara yurt kılmak ve hak mezhep ilkelerini o ülkelerde yaymakla cihandarlık töresini yerine getirmektir.
Bunun içindir ki zafer sahibi askerlerimle ol yöne yönelmeye niyet ederek yola çıktım. Onun varlık ağacını kökünden devirmek, göze aldığım ve ödenmesi gereken borcum olmuştu. Lakin akılsız Gavri, düştüğü hırsla zaferleri gölge edinen askerlerimin yolunu kesince, ‘önce yoldaki engelleri gider’ özdeyişine uyarak kılıcın yalazasıyla onu ve yoldaşlarını yokluk kapısına ilettim ve unutulmaz bir ders verdim.
Zamanın akışı darda kaldı andan
Zaman ki zamaneye vermedi aman…
Cihanı Yaratanın yoldaşlığıyla ol topraklara sahip ve hâkim oldum. ‘Komşusuna sıkıntı verenin evini Allah sıkıntıya düşene armağan eder’ atasözü gereği ol sıkıntı verici komşu ve edepsizler başbuğu elinde olan diyar adamlarımın yönetimine girip adaletle idare edilmeye başlandı. Halkın işlerine düzen vermek huzurunu sağlamak ve Beytü’l-harem mahfillerini hazırlamak, bundan böyle gem almaz atımın boynuna borç olmuştur.
İmdi gerektir ki, sen dahi ol kötü kişinin gidişinden ve serkeşlik atına binişinden uzak durasın. Anın başına gelen ürkütücü olaydan ibret alıp öğüt tutasın.
Anın hâlinden kendi hâlin hesap eyle!
Şanlı adımızla paranı tazele. Bağlılık duygularıyla minberlerde hutbelerde ulu adım söyle. Mutluluk saçan kapıma gelip ulu tahtıma yüz sür.
Şayet bana itaat etmezsen Mısır’a gelirim. Bu da sana ve askerlerine acı bir ölüm getirir…”
Han Yunus muharebesi
Mektubun tesirinde kalan Tomanbay, Selim’in şartlarını kabul edip sulh yapmak istedi ise de yanında bulunan emirler, şiddetle karşı koyarak elçiyi öldürdüler.
Tomanbay ardından emirlerinden Canberdi Gazali’ye Şam naipliğini vererek beş bin okçu mızraklı birlik ile Gazze bölgesine gönderdi. Canberdi Gazali padişahın geri dönmesi ile birlikte Şam diyarına yeniden hâkim olacak ve eski kanunlarını yürürlüğe koyacaktı.
Anlaşılacağı üzere yeni Memlük sultanı ve Mısır beyleri Suriye ve Kilikya’nın zaptını geçici görüyorlar Yavuz’un da Cengiz ve Timur Han gibi Mısır üzerine gelemeyerek Suriye ve Filistin’den döneceğini düşünüyorlardı.
Ariş denilen bölgeye gelen Canberdi Gazali, Sinan Paşa’nın Remle’de olduğunu haber alınca daha ileriye gidemedi. Arap kabilelerini teşkilatlandırarak pusu yerlerine gönderdi. Sinan Paşa’nın üzerine gelmesi karşısında araya alıp vur-kaç taktikleriyle bozmayı planlamıştı.
Sadrazam Sinan Paşa ise önce etrafa Şam’a döneceği haberini yaydı. Remle’den karanlık bir gecede çıkarak Şam’a doğru harekete geçti. Bir süre yürüdükten sonra, yön değiştirerek Han Yunus’a doğru döndü. Burada Çerkes-Kölemenliler ile karşı karşıya gelmiş oldu.
Osmanlı tarihinde ilk Gazze Savaşı olarak bilinen bu savaş burada yapılacaktı. Disiplinli ve tecrübeli Osmanlı kuvvetleri hemen savaş düzeni aldılar. Sağ yanda Teke Beyi Ferhat Bey’in kuvvetleri, ortada Sadrazam Sinan Paşa, sipahiler ve yeniçeriler, sol tarafta ise Gazze Beylerbeyi Mehmed Bey savaş alanında yerlerini aldılar. Bir tabur kadar da toplar mevzilendirilmiş ateşe hazır hâlde bekletiliyordu.
Mısır kuvvetleri ise; sağ tarafta Gazi Bey ve kuvvetleri, orta alanda Canberdi Gazali ve kuvvetleri, sol tarafta da İskenderiye Beyi Hüdaverdi Bey ve kuvvetleri 28 Ekim 1516 tarihinde yerlerini aldılar.
Topçu ateşi desteği altında taarruza ilk olarak Osmanlı kuvvetleri başladı. Bu ilk taarruzda Osmanlı kuvvetleri başarı elde ettiler, Mısırlılar karşı koyamadılar, geride bulunan bir geçide doğru geri çekilmeye başladılar. Ve geçidi tutmaya başladılar. Amaçları Osmanlı kuvvetlerini üzerlerine çekerek burada sıkıştırmak ve imha etmekti.
Durumu çok iyi takip eden Sinan Paşa, karşı tarafın bu hilesini boşa çıkarmak amacıyla, yeniçerilerle diğer yayaları, boğazın açığından ve iki yandan ilerletti.
Osmanlı kuvvetleri boğazı aşıncaya kadar bu kuvvetler Mısır kuvvetlerini sürekli olarak ok yağmuruna tuttular. Bir taraftan da tüfek ateşleriyle onları hareketsiz bıraktılar. Topçuların da bitmek tükenmek bilmeyen ateşleri karşısında hareketsiz kalıp, kıpırdayamayan Mısır kuvvetleri, çareyi yalnızca çekilmekte buldular ve daha gerilere doğru çekildiler…
Karşılıklı çatışmalar akşama kadar sürdü. Memlukler yıllardır savaşlarda pişmiş Osmanlı cengaverleri karşısında çaresizce direndiler. Sonuç felaket olmuştu.
Savaşta Memlükler dokuz bin civarında ölü verirken Canberdi Gazali kalan bin atlısı ile perişan bir hâlde Mısır’a doğru kaçmaya muvaffak oldu. Mısırlılar, savaş alanında çok miktarda ganimet bırakmışlar ve bayrakları da ele geçirilmişti.
Zaferi kazanan Sadrazam Sinan Paşa ertesi sabah Gazze’ye geldi. Yavuz Sultan Selim Han’a zaferini bir mektupla bildirdi.
Böylece bugün kan ve ateş içerisinde büyük felaketler yaşamakta olan bölge, tamamen Osmanlı hâkimiyeti altına girmiş ve asırlar boyunca devam edecek sulh, sükûn ve insanlık devresine adım atmış bulunuyordu.
İnşallah o günler tez vakitte yine gelecektir…
TEFEKKÜR
Bir dîdede kim nûr-i hakîkat ola eyler
Âyine-i emr üzre ferdâyı temaşâ
Bursalı Tâlib
(Bir gözde hakikat nuru varsa,
Olaylar aynasında geleceği seyreder.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
08.12.2023
Türkiye Gazetesi
.
Son damla!
Bardağı yüzlerce damla doldurur fakat taşıran son damladır. Bu damla bazen bir söz bazen bir hareket olur.
Nice vaka çıkaracak hadiseler geçiştirilir, üstü örtülür ve hatta önemsiz görülür. Fakat son damla basit bir hadise de olsa taşmaya sebep olduğu için bir anda en mühim konu hâline gelir. Önemli olan onun son damla oluşudur.
Çoğu kez onun son damla olacağını önceden anlarız ve taşırmamak için çok dikkat ederiz. Bilhassa karşılıklı ilişkilerde bu dikkat göze çarpar.
Fakat toplumsal meselelerde nedense bu konuda daha dikkatsiz davranırız.
Hâlbuki basiret sahipleri, bu tarz felaketle neticelenecek konularda hızla son damlaya doğru gidildiğinin farkındadır.
Buna rağmen herkes birbirini suçlama derdine düşer. Son damlaya bile bile yol alınır.
Tarih bu tip hadiselerle doludur. Önemli olan ibret alabilmektir.
Bakınız 28 Haziran 1914 Pazar günü, dünyada her zaman görülebilecek cinsten bir cinayet işlenmişti. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun vârisi Fransuva Ferdinand Saraybosna ziyaretinde eşi ile birlikte suikast neticesinde hayatını kaybetmişti. “Saraybosna Suikastı” olarak anılan bu hadise tarih metinlerine Birinci Dünya Savaşını başlatan kıvılcım ve Avrupa’ya düşen gök gürültüsü olarak tanımlandı. Zira bu suikast Birinci Cihan Harbi için son damlaydı. Nitekim Saraybosna suikastının üzerinden tam bir ay geçtikten sonra 28 Temmuz 1914’te dünya bir ateş çemberinin içerisine düştü. Dört yıl süren bu savaş ilk dünya savaşı olarak nitelendirilecektir…
Oysa tarihte böyle yüzlerce olay vuku bulmuştu. Fakat bu defa bir dünya savaşının çıkacağı belki otuz yıldır gözleniyordu. Silahlanma ve bölünmeler ona göre yapılıyordu. Nitekim II. Abdülhamid Han da tahttan indirildikten sonra; “böyle bir savaşı yirmi beş yıldır bekliyordum” diyecekti. Fakat ne yazık ki artık saltanatta değildi. Zira hedefte Osmanlının yutulması da vardı.
Keza 12 Eylül İhtilalinden önce Kenan Evren’in bir mektubu, darbe için son damlanın yaklaştığı haberini vermişti. Fakat dönemin siyasileri mektup kime yazıldı tartışmasıyla günlerini geçirmişler ancak darbe olunca uyanmışlardı!..
17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta işportacı bir gencin kendini yakmasıyla başlayan hareket, nice ülkeleri etkileyen son damlanın yerine geçecekti. Çok geçmeden Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da pek çok ülkeye yayılan halk protestoları “Arap Baharı” olarak nitelendirilmişti.
Öyle ki bu protestolar yüzünden Muammer Kaddafi, Hüsnü Mübarek ve Zeynelabidin bin Ali gibi uzun yıllar iktidarda bulunan liderler siyaset sahnesini terk etmek durumunda kaldılar. Netice ise halkların beklentisinin çok ötesinde olacak ve sadece küresel güçlerin işine yarayacaktı.
Tehlikeli adımlar!
Taksim Gezi Parkı olayı da böyle bir hareketin fitili idi. Türkiye’de büyük karışıklıklar çıkarılacak, hükûmet devrilecek, iç çatışmaya yol açılacak ve sonunda ülkenin bölünüp paylaşılması ile tamamlanacaktı.
Aslında Türkiye’deki son damla hareketi başarılı olsa bugün Orta Doğu bambaşka bir hâle bürünecekti. Artık İslam ülkeleri denen devletler, Papalığın tayini ile belirlenen bir halife tarafından dizayn ediliyor olacaktı. BOP tamamlanmış ve İsrail “arz-ı mevud” denen idealine neredeyse ulaşmıştı.
Türkiye’nin, birilerinin o son damlayı döküp bardağı taşırmasına fırsat vermeden müdahalesi bu süreci akamete uğrattı…
Bakınız ABD ve İsrail buna rağmen davasından vazgeçmemiş farklı metotlarla saldırılarını başlatmışlardır. Gazze’nin nihai işgali için son damlayı, İran, Hizbullah ve Hamas içindeki bir kısım ajanlarına kendileri attırmışlardır. İsrail’in son saldırısına zemin hazırladığı 7 Ekim gününü, bir yıl önceden kendisinin planladığı, “demir kubbe”yi devre dışı bıraktırdığı ve festival alanını kendi jetleri ile vurduğu artık net bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Bu itibarla bardağı taşıran son damlanın sonuçları hiç beklenmedik olaylara gebe olabilir. Sizin elinizle sizin ipinizi çekebilirler.
Pazartesi akşamı Türk sporunda böyle bir hadise yaşandı. Gerçekten spor adına üzücü ve esef verici bir hadise olarak tarihe geçti. Belki ilk kez böyle bir hadise dolayısıyla maçlar süresiz tatil edilmişti…
Peki bu durum son bir damlacık olarak mı görülüp geçiştirilecek. Neyin son damlası olduğu incelenmeyecek mi?
Şiraze bozuldu!
Bakınız Türk sporunda uzun yıllar içerisinde yaşanmış varsa şike, mafya veya hatır şikesi faaliyetlerini bir yana bırakıyorum FETÖ olayları sırasında Fenerbahçe’yi küme düşürmeye kadar gidecek olan hadise asla bir şike vakası değildi. Türkiye’de Gezi olayları gibi büyük karışıklıkların fitilini ateşleyecek ve mevcut hükûmeti devirecek bir operasyondu.
Buna rağmen 3 Temmuz 2011 yılında Fenerbahçe’ye çekilen bu büyük operasyonun üzerine tam olarak gidilmedi. Adli soruşturmalarla lastik gibi uzatıldı. Bir anlamda büyük resim ortaya çıkarılmadı. O günün nice sorumluları, bugün mühim noktalarda olmaya devam ediyorlar.
Keza 4 Nisan 2015 gecesi Fenerbahçe otobüsünün kurşunlanmasının failleri ortaya çıkarılmadı.
Hakemlerin FETÖ yapılanması içerisindeki rolleri hiç araştırılmadı. Maçlara etkileri eşelenmedi!..
Nihayet son senelerde oynanan maçlarda hatalar iyice ayyuka çıkmaya başladı.
BJK’li Josef de Souza’nın gelecekteki tehlikeleri işaret eden sözleri üzerine sünger çekildi.
Fenerbahçeli Oosterwolde boynu kırılırcasına yere indirilirken sarı kart bile çıkarılmadı. Anadolu kulüplerinin aleyhine verilen kararlar hiç irdelenmedi.
Bir anlamda adaletsizlik ayyuka çıktı.
Galatasaray’ın bir yöneticisi, “Bu ligi bitirtmeyiz” diye meydan okurken, “sen kimsin” denilmedi.
Fenerbahçeli başkan, hakemleri millete havale ederken hakkıyla sorgulanmadı.
Trabzon’da hakeme karşı girişilen ağır saldırılar ve hakemlerin rehin tutulması karşılıksız kaldı.
Yorumcular her hafta hakem çetesinden bahseder oldu. Hakemlerin birinin oyuncağı olduğu vurgulandı. Bahis çetelerine kadar iş dayandı.
Peki bütün bunların sorgulanması, çözümlenmesi, varsa yanlışlıkların giderilmesi, hakem hatalarının önünün alınması kime aitti?
Elbette ki bu görev Futbol Federasyonunun üzerinde idi.
İstifa etmelidir!
TFF bu konuların üzerine neredeyse hiç gitmeyerek ve eyyamcı gibi durarak bardağı Ankara’da oynanan maçta işte bu son damla ile taşırttılar. Şimdi bütün suç bardağın son damlasında mı olacak?
Bu son damla elbette ki, Türkiye’nin spordaki imajını büyük ölçüde sarsmıştır. Dünya medyası bu saldırıyı en ağır ifadeler ile manşetlere çekmiştir.
Normalde futbol maçlarının süresiz ertelenmesi, aslında böyle bir olayın sonucu olamaz. Evvelce belki bunun on katı şiddetinde olayların yaşanmış olmasına rağmen böyle bir karar alındığını hatırlamıyorum.
Bu olayda da sorumlular en büyük cezayı almalıdır. Asla birileri devreye girerek hafifletme noktasına gitmemelidir.
Ancak yıllardır vuku bulan nice hadiseleri sümen altı yaparak ciddiyetle değerlendirmeyen ve sonunda bu noktaya kadar getiren TFF Başkanı Mehmet Büyükekşi ve ekibi orada bir dakika dahi durmamalıdır. Açıkçası bu son damlaya onların basiretsizliği ve vurdumduymazlığı sebep olmuştur.
Sporun başındaki adamların adil davranışları ve hakemlerin tarafsızlığı elzemdir. Kitleleri her an tetikleyebilecek hususlarda gaflet olmaz. Yoksa takımının yenilgisine hazımsız davranan bir kişi, ferdî olarak her zaman, ani, hatalı hareketler yapabilir. Onlara en ağır cezayı vererek netice alırsınız.
Fakat bir şehrin ve sosyal medyada on binlerce kişinin böyle esef verici bir vaka sonucunda memnuniyet duyarak hareket etmesi düşündürücü değil midir? İşte bu durum nice yanlış ve hatalı hareketlerin görmezden gelindiğini ve artık önlenemez noktaya ulaştığını gösteriyor.
Öte yandan futbol maçlarını bir anda süresiz tatil etmek neyin çözümüdür? Aslında bu durum da çözümsüzlüğün ve işin başındakilerin şirazeyi kaybettiğinin kanıtıdır. Gerçi vazgeçildi; ama göreceksiniz önümüzdeki günlerde bu karar da çok tartışılacaktır.
Spor bakanının çok daha önceden olaylara el atması, futboldaki bu tehlikeli gidişi Federasyon başkanı Mehmet Büyükekşi ile görüşmesi ve dikkatini çekmesi gerekirdi. Hatta bütün kulüp başkanları ile oturup değerlendirmesi lazımdı diye düşünüyorum.
Yine Sayın Cumhurbaşkanının, hükûmetin ve spor bakanının, sporu bu noktaya getiren gelişmeleri dikkatle değerlendirmesi ve son hadiseyi sadece bir saldırı vakası diye geçiştirmeyip tedbirler alması önemlidir. 2011 yılından beri Türk futbolunun içine çekilmek istendiği kaos görülmelidir.
Aziz Yıldırım’ın bir dönemki feryadı unutulmamalıdır. Zira “bahar” diye lanse edilen olayların dahi, “zemheri”den beter kışa dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz.
Mehmet Büyükekşi ve ekibinin bu saatten sonra sıhhatli karar alabilme ve huzursuzlukları ortadan kaldırma imkânı kalmamıştır. İstifa Türk sporunu rahatlatacaktır. Ancak kimsenin gözünün yaşına bakmayıp adaletin sağlanması da şarttır. Yoksa daha büyük tartışmaların yaşanması kaçınılmaz olacak ve bu işten başka türlü kazanç bekleyenlerin iştahı daha da artacaktır.
TEFEKKÜR
Varsa aklın re’y ü tedbirinde noksân eyleme,
Çünki noksân eyledin takdîre bühtân eyleme!
(Varsa aklın görüş ve tedbirinde hata yapma,
Mademki yanlış yaptın, dönüp kadere iftira atma!)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
15.12.2023
Darbeler biter mi?
15 Temmuz işgal girişimi defedildiği günlerde bazı siyasiler milletin gösterdiği büyük tepkiyi baz alarak, “bir daha asla kimsenin darbeye teşebbüs edemeyeceğini ve darbeler döneminin son bulduğunu” kesin bir dille ifade etmişti.
Biz bu tip ifadeleri bilhassa rahmetli Özal döneminde de çok duymuştuk.
Fakat henüz Özal’ın ölümünün şüpheleri çözülmeden “28 Şubat Postmodern Darbesi”nin ülke üzerine kâbus gibi çökmesinin acı etkilerini uzun süre üzerimizden atamamıştık.
Ardından milletin büyük teveccühüne mazhar olarak gelen AK Parti dönemlerinde, bu ülkeyi işgale götürecek kadroları en önemli noktalara yerleştirdiler.
Sonunda millet gördü ki “paralel devlet” diye isimlendirdiği işgalci güç, neredeyse devletin bizatihi kendisi hâline gelmişti!..
Sayın Cumhurbaşkanımız ve Sayın Devlet Bahçeli Bey’in dik ve cesaretli tutumu milletin de sarsılmaz tavrı karşısında cumhuriyet tarihinde ilk kez korkunç bir darbe/işgal girişimi akamete uğratılmıştı.
İşte milletin gösterdiği bu tavır nedeniyle sanki darbe devirleri son bulmuş gibi söylemler ayyuka çıkmıştı.
O zamanlar bu söylemin son derece yanlış ve tehlikeli olduğunu belirtmiştim. Zira asla olmaz derseniz dikkate almazsınız ve uyursunuz. Ancak darbe olduğunda uyanırsınız. O zaman da iş işten geçmiş olur…
Geçtiğimiz hafta Tuzla Piyade Okulu’nda yaşananların ortaya saçılması, bize bir kez daha darbe dönemlerini hatırlattı. Askerî liselerde neler oluyordu? Nasıl bir eğitimden geçiyorlardı? Sabah akşam insanları tahrik eden liderlerin bu hadiselerdeki tesiri ne idi?
Askerî okulların günlük siyasetin dışında kalması demokrasi adına son derece önemlidir. Onlar siyasi iradeye bağlı olarak memleketin korunup kollanması adına özel eğitim almalı idiler.
Önceki gün tam bu konuyu irdeleyecek iken WhatsApp grubuma bir yazı düştü.
Yazarı, Kütahya Hava Er Eğitim Tugay Komutanlığı’nda askerlik görevimi yaparken komutanım olan bir subaydı. Kendisi blogspot sayfasında bu yazıyı kaleme almış ve grubumuzda paylaşmıştı.
Şimdi emekli olan komutanım yazısında hadiseyi değerlendirerek önemli noktalara değiniyordu. Bilhassa benim de yazmayı düşündüğüm gibi müfredata ve hocalara dikkat çekmişti.
Kendisinden izin alarak yazısını köşemde paylaşmayı uygun buldum.
“Cuntacı teğmenler” meselesi…
Kasım ayında Tuzla Piyade Okulunda teğmenler arasında bir şeyler oldu. Basına da yansıyan bu hadise üzerine bazı tepkiler gösterildi; MSB’lığı tarafından soruşturma da açıldı, lakin âdet olduğu veçhile pek de üzerinde durulmadan, bir an önce kapatılmaya çalışıldığı da gözlerden kaçmadı.
“Aman canım ne ki, alt tarafı teğmen bunlar, daha rütbeleri ne bunların” diye düşünebilirsiniz. “Aman Allah’ım, neler oluyor cunta hortladı, derhâl kelleler uçurulsun” da diyebilirsiniz…
Ben ise, bu olay hakkında geriye de yönelik olarak, idari ve hukuki inceleme başlatılması gerektiğini, değerlendiriyorum.
12 Eylül 1980 darbesinde Hava Harp Okulunda üç yılını tamamlamış bir öğrenci olmam hasebiyle, o yıllarda yaşadıklarımı unutmuş değilim. 28 Şubat Postmodern Darbe sürecini hâlâ tüm sıcaklığı ile hatırlamam sebebiyle; her ne kadar artık bizim devrelerimizin tamamı emekli olmuş olsa da TSK yapısının ne olduğunu çok iyi bilen bir kişi olarak, bu hadisenin ciddiye alınması gerektiğini ifade ediyorum.
FETÖ kalkışmasına millet olarak cumhuriyet tarihinin en şanlı direnişini gösterip, Osmanlı tokadıyla tüm darbecileri, yurt dışı bağlantıları ile birlikte yerle yeksan etmemizi müteakiben; “artık darbeler ve darbe zihniyeti bitmiştir” naraları atmış olsak da şimdi bir durup, “hele, neler oluyor arkadaş” demek icap etmiştir. Bu, teğmenler vesilesiyle…
Darbeler bitti mi, bitmedi mi? Bitmedi ise neden bitmedi?
FETÖ kalkışmasından sonra tüm askerî okullar boşaltıldı. Çok ciddi temizlik yapıldı. Devlet paranoyak derecede aşırı tepki ile büyük operasyonlar gerçekleştirdi. Haklıydı. Ölüm kalım meselesiydi. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” durumu vardı. “Ya herrü ya merrü” denildi. ABD aparatı FETÖ, en tehlikeli kanser hastalığı gibi bünyeden temizlenmeye çalışıldı. Buna rağmen, kriptolar varlığını sürdürmeye devam ediyorlar…
Sıfırlanan askerî okullara yeni öğrenci alınırken, cumhuriyet tarihinin en titiz, en dikkatli mülakatları yapıldı. Mülakatlara bizzat girmesem de komisyonları koordine eden kişi olarak komisyonlarda görev alan tüm üyelerin ne kadar ciddi ve hassas çalıştıklarına şahit oldum. FETÖ iltisaklı bir yana, âdeta hasbelkader uzaktan onlara bakmış insanlar dahi alınmadılar. Akrabalık derecesinde suyunun suyu bile düşünüldü. Vatanını milletini seven saf Anadolu çocukları tercih edilmeye çalışıldı. Çocukların zihinlerinde darbeciliğin tozu dahi olmasın diye hassas davranıldı.
Peki o hâlde bu çocuklar içerisinden nasıl, cuntacılık emareleri gösteren, Tuzla’daki teğmenler hadisesi zuhur etti? Bu meselenin, “bir teğmenin 10 Kasım töreninde yakasına Atatürk fotoğrafı takmamış olması” kadar basit olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Pansuman tedbirlerle derin yaralar kapatılamaz!
Hayır, ben bu kadar basit olduğunu düşünmüyorum. Yakaya bir fotoğraf takılmaması aynı üniformayı giyen iki teğmeni, birbirine bu kadar düşmanca kavgaya götürmez! Belli ki içeride kamplaşma var! Birileri ikilik oluşturmaya çalışmış! Acı ki başarılmış!
Ankara’da mülakatlar esnasındaki şahsi gözlemim ve o zamanlarda kulağıma gelen fısıltıları dikkate aldığımda bende oluşan kanaat; gözlem altına almamız gereken en önemli hususun askerî okullar ve müfredatları olduğu yönündedir.
Mülakatlarda liyakatli, tertemiz çocuklar seçilip, Millî Savunma Üniversitesine gönderildi. Peki, Harp Okullarında neler oldu?
Sayın Cumhurbaşkanımıza açıkça sesleniyorum: “FETÖ Kalkışmasından sonraki öğretim yıllarında, Harp Okullarında ders veren öğretim görevlileri hakkında, emekli ve muvazzaf ayırımı yapmaksızın inceleme başlatılması talimatını verir misiniz, lütfen!”
Kalkışmadan sonra oluşturulan mülakat komisyonlarında görev alan emekli ve muvazzaf askerler ile Bakanlıklardan gelen görevliler, vazifelerini en güzel şekilde yerine getirmişlerdir. Pırıl pırıl öğrenciler seçilerek okullara gönderilmiştir. Peki, okullarda eğitim başladıktan sonra, bilhassa Kara Harp Okulu’nda özellikle askerî derslerde bu çocuklara neler verilmiştir?
Evet, MSÜ Rektörü Prof. Erhan Afyoncu ve Kara, Deniz, Hava Harp Okullarının Dekanları da isabetli seçimlerdi. Görevlerinin gereğini yapmaya çalışmışlardır. Kesinlikle onlar hakkında şüphe oluşturma gibi bir niyetim yoktur ve olamaz da. Ancak, bu insanlar sivildiler ve kuruma yabancıydılar. Ellerinde de sihirli değnek yoktu. Derslere eski öğretim görevlileri girmeye devam ettiler… Okullarda görev yapan öğretim görevlileri içlerinde yeterince temizlik yapılmamıştı veya yapılamamıştı. Darbeci zihniyeti taşıyan muvazzaf ve emekli subaylar askerî konularda ders vermeye devam ettiler. İşte teğmenlerin hadisesi bu durumun sonucudur.
Diğer önemli konu ise müfredat! Müfredatta yeterli düzenleme yapılabilmiş miydi? Mesela; demokrasi dersi var mı? Darbeler tarihi dersi var mı? Yapılan bütün darbeler lanetlenerek anlatılıyor mu? İnsan Hakları dersi konulmuş mu? Başka üniversitelerde çok gerekmese de MSÜ’nde bu ve benzeri dersler mutlaka olmalıdır.
Netice-i kelam; her şerrin hayra bakan bir tarafı da olurmuş, düşüncesinden hareketle teğmenler hadisesi bir sinyal olarak değerlendirilerek; Harp Okullarında hangi dersler okutuluyor ve özellikle askerî alanlardaki derslere kimler giriyor? Bu konu acilen ele alınmalıdır.
Pansuman tedbirlerle derin yaralar kapatılamaz!
Evet, “artık darbeler ve darbe dönemleri bitmiştir” diyoruz. Ama, zihinlerden de tamamen temizlenmeden darbeler bitmez!
Eğer, saf çocukların zihinlerine, birileri hâlâ zehir enjekte etmeye devam ediyorlarsa, tedbir almamak çok büyük gaflettir.
Millî gururumuz, iftihar vesilemiz olan ordumuz yurt dışında, özellikle terör bölgelerinde üstün başarılara imza atarken, içeride üç beş darbeci kalıntısının bu güzellikleri zedelemeye kalkmasına tahammül edilemez, taviz verilemez, tolerans gösterilemez.
Gürcan Onat, 19.12.2023
***
Şunu net olarak ifade etmek gerekir ki darbeler, işgaller ancak dikkat, uyanıklık ve zamanında tedbirle önlenir. İsrail’in Kıbrıs’ta attığı dehşet verici adımların yeni yeni ortaya çıkması gafletin nelere sebep olabileceğini göstermektedir.
Komutanıma bu dikkat çekici yazısı için teşekkürlerimi sunuyorum.
TEFEKKÜR
Halk-ı âlem bi’t-tab’ hubb-i vatan mecburidir
Bin gülistâna değişmez bûm bir vîrâneyi
Es’ad Muhlis Paşa
(Halkın yaratılışı doğal, vatan sevgisi ise mecburi
Baykuş, bin gül bahçesine değişmez bir viraneyi)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
22.12.2023
Türkiye Gazetesi
.
Maksat Atatürk değil anlamadın mı?
Spor müsabakalarında anlık bir sinir, kavga, gerilim büyük hadiselere istenmeyen vakalara sebebiyet verebiliyor. Onun için taraflar daha itidalli daha hoşgörülü daha sakin davranıyor. Zira binlerce on binlerce insan ikiye bölünmüş hâlde duruyor ve bir kıvılcım herkesin gerilmesine yol açıyor. Bilhassa ülkemizde spor fanatizmi neredeyse zirve yapmış durumda. Öyle ki her maç sonunda sosyal medyanın on tane üst düzey öne çıkan/trend topic hususu futbol oluyor.
Falan sahada kara gece diye insanlar birbirini doğruyorlar. Böyle bir yerde elbette ki yöneticilerin dikkatli olması tabiri yerinde ise ince eleyip sık dokuması gerekmektedir.
Böyle bir ülkede yabancıların en kolay manipüle edeceği yönlendireceği sokağa dökeceği alan futbol olur. Bu durum istihbaratın da gözünden kaçmamalı futbolun içine sokulmak istenen fitneleri yakından izlemelidir.
Futbolumuzun siyasi hadiselerin içine çekilmek istendiği dönem bilhassa 15 Temmuz’a giderken yaşandı. O güne kadar darbeler sırasında dahi futbol sahaları, genelde siyasetin dışında kaldı. Fakat 15 Temmuz yolunda ise bu konuda ince işçilikle çalışıldı. Bu öyle son birkaç yılın işi değildi. Belki FETÖ’nün parlatılmaya başlandığı 1985 yılından itibaren kulüplerimiz için de çalışmalar başlatılmıştı.
FETÖ en son ordu içerisine sızdı diyenler 1983’ten itibaren sızdığını anladıklarında küçük dillerini yutacaklardı. Futbolu boş mu bırakacaklarını sanıyordunuz?
Düşünün, Galatasaray kulübüne mükemmel bir stat yaptıran devrin başbakanı bugünkü Cumhurbaşkanımız sayın Erdoğan 11 Ocak 2011 tarihinde stadın açılış maçında yuhalandı. Beşiktaş, stadının yapımı için anıtlar kurulundan asla izin çıkaramazdı. Bunun yolunu açan ve kendilerini destekleyen aynı başbakan stada maç izlemeye gidemedi. Bir gün öncesinden göstermelik bir açılış yaptılar. Başka ülkede olsa büstünü dikerlerdi.
Aziz Yıldırım’ı ele geçiremediler. Fenerbahçe kulübünü de elinden alamadılar. Ona ve Fenerbahçe’ye en acı akıbetleri yaşattılar.
Bugünkü İBB Başkanı olan zat o zamanlar 3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe’yi ‘şikeci’ ilan edip FETÖ’nün TV kanallarında kumpası yürüten savcılara övgüler düzmekteydi. Samanyolu’nda güya belgesiyle ve bütün çıplaklığıyla hadiseyi şike diye savunuyordu. Bu adam istihbarat elemanı mıydı? Görevi neydi? Sonrasında Fenerbahçe Divan Kurulu Başkanlığına gelen Uğur Dündar kendisini FB seyircisiyle barıştırabilmek adına ne taklalar atmıştır.
Acaba Fenerbahçe kulübü de ele geçirilmiş olsa ülkeyi hangi planlar bekliyordu? Sahaları karıştıracak daha ne projeler vardı? Neler uygulanamadı? Bunları ben tahmin edebiliyorum. Bilmiyorum yetkililerin elinde ne vardır. Fenerbahçe otobüsünün kurşunlanması ortaya çıkarılsa inanıyorum ki bunlar da ortaya saçılırdı. Hükûmet akılalmaz bir şekilde maalesef bu olayların üzerine gitmedi…
Dibi görünmeyen göle girilmez!
Neticede futbolumuz geçen hafta bir kez daha siyasi bir projeye alet edildi. Bu projenin yan kolları senelerdir çalışıyor. Suriyeli düşmanlığı, Arap düşmanlığı, Araplar bizi arkadan vurdu masalı ve ırkçılık söylemleri ile devamlı olarak İslam ülkelerine karşı kin ve nefret aşılarlar. Orada da bırakmayıp bu nefreti İslam’a ve İslam’ın sembollerine doğru yöneltirler.
Bütün bu girişimler Siyonizmin ve milletimizi bölmek isteyenlerin ülkemizdeki dev adımlarıdır. Bunu bilerek yürüten siyasiler vardır. Bilmeden onların peşine takılan zavallı Türk gençleri vardır. Neticede aynı değirmene su taşırlar.
Siyaset bilimi önemlidir. Sadece siyasetçilerin değil bir aileyi idare edenden bir şirketi idare edene kadar herkese elzemdir. Futboldaki şu son Riyad hadisesi TFF başkanından kulüp yöneticilerine kadar idari ve siyasi noktada ne kadar beceriksiz olduklarını bir kez daha gösterdiler. Tarihin ne kadar önemli olduğunu da görmüş olduk!
Siyasetin önemli prensiplerinden biri, bir işe girişmeden önce sonucunu düşünmektir. Yani bir işe başlarken sonuçlarını geleceğin noktayı iyice değerlendirmektir. Bunu bilmeyen yapmayan insanların ömrü hüsranla geçer. Düşmanınla ilgili bütün istihbaratı elde etmeden savaşa girer misin? Dibi görünmeyen göle dalar mısın?
İşte Riyad hadisesi de böyle oldu. Futbolumuzun marka değerini yükseltelim derken ayaklar altında pespaye ettiler!
Ya gitmeyeceksin ya gitti isen, oradan -oynamasan dahi- en haklı bir şekilde döneceksin. O gece bakıyoruz, okuyoruz yanlış bir noktayı atlamayalım diyoruz buna rağmen karşı tarafta hiçbir kusur görünmüyor. Türkiye ise savaş ilan edilmiş gibi yıkılıyor. Atamıza saygısızlık, şöyle yaparız böyle ederiz teraneleri uçuşuyor!
Şayet bu olay beceriksizce bu hâle sokuldu ise orada yönetici olanların ki başta TFF başkanı olmak üzere idareci olarak durması zuldür.
Hadiseleri hakkıyla değerlendirdiğinizde ise bir beceriksizlik olarak durmuyor. Planlı bir proje yine planlı ve programlı bir şekilde yürürlüğe konulmuş gibi duruyor. Sadece sosyal medyada saf bir şekilde hadiseye balıklama atlayanlar ne olduğunu ancak sabah saatlerinde anlayabildilerse anladılar.
Bakınız bendeniz bir programa gidecek olsam kaçta karşılanacağım, planım programım nedir, nerede kalacağım, nerede ne kadar konuşacağım ve daha nice teferruatı bellidir. Gideceğim yere varınca “Hayır ben şu otelde kalacağım; şu kültür merkezinde konuşacağım; adı Mustafa Kemal olan bir otelde kalacağım, bir saat yetmez en az üç saat konuşacağım…” diyemem. Dersem de sonuçları bellidir.
Kriz planlıydı ve yaşanacaktı!
Bazıları şöyle veya böyle olsaydı bu kriz yaşanmazdı falan dediler. Şunu net ifade edeyim ki bu kriz mutlaka yaşanacaktı. Zira yaşanması üzerine kurgulu idi. Nitekim değerlendirmeleri yaptığınızda karşı tarafa tek bir suç bulamıyorsunuz!
Siz misafir olarak gittiğiniz yere, her odayı dolaşır her istediğimi yaparım mı diyorsunuz. Öyle bir eda ile mi geziyorsunuz. Nasıl bir aymazlıktır bu!
Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) Süper Kupa finali için Fenerbahçe ve Galatasaray kulüplerine ek gelir sağlama önerisinde bulunmuş ve bir teklif hazırlamış. İki kulüp başkanı da, Ağustos 2023 tarihinde Süper Kupa finali için TFF’ye vekalet vermişler.
Müsabaka için en iyi teklifi veren Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da oynanması, tamamen kulüpler ve TFF tarafından ortak bir kararla belirlenmiş.
Sözleşmede FIFA, AFC, UEFA ve diğer uluslararası futbol düzenleyici ve yönetici kuruluşların kurallarının geçerli olacağı kabul edilmiş.
Buna uygun olarak TFF ile Suudi Arabistanlı yetkililer arasında sahada ve tribünlerde uyulacak kurallara ve esaslara ilişkin 20 Ekim 2023’te bir protokol üzerinde mutabakata varılmış.
Bu arada TFF ve Suudi Arabistan yetkilileri, söz konusu müsabakanın bir millî maç olmamasına rağmen ve Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılı olması dolayısıyla İstiklal Marşı okunması ve Türk bayraklarının kullanılmasına yönelik uzlaşıya da varmışlar. Hatta öyle ki maçın oynanacağı formalarda Atatürk resmine de izin alınmış. Şehitlerimize saygı duruşu ve diğer 100. yıl etkinlikleri de cabası.
İşte şimdi zurnanın zırt dediği yere geliyorsunuz! Keyfe keder aramak misali biz idman için şu resimli tişörtle çıkacağız yok falan pankartlarla sahada yer alacağız vb…
İnanın bu maç Türkiye’de oynansa bunların hiçbiri hatırlarına dahi gelmezdi. Cumhuriyetin 100. yılı bunların aklına 2023’ün bitmesine üç gün kala mı geldi? Bugüne kadar 100. yıl adına ne yaptılar? Avrupa’da hiç fotoğraflı forma ile maça çıktılar mı? Resimli tişört yasak olmasına rağmen niçin ısrar edildi? Nihayet evinizden çıkmadan Suudi Arabistan’a varmadan önce aklınızı pazara mı vermiştiniz?
Akıllarının nerede olduğu yapılan dezenformasyon ile ilgili aslında. O gece yapılanları düşündüğünüzde temel maksadı anlıyorsunuz.
Önce yalan haberler hızlıca servis edildi. İstiklal Marşına izin verilmiyor; Türk bayrağı dalgalandırılmıyor; resimli forma yasaklanıyor vb… yalan ifadelerle millet galeyana getirildi.
“Atamıza hakareti kabul etmeyiz” yaygarasıyla da sosyal medya savaş alanına dönüştürüldü. Oysa hakaret eden de yoktu. Varsa daha ben bugüne kadar duymadım. Adamlar sadece evvelce söz vermedikleri iki hususta muvafakat göstermemişler. Neticede normal ve anlaşılacak bir durum. Her an ne diyeceği ne isteyeceği belli olmayan, her kafadan bir sesin çıktığı, birbiri arasında bile anlaşamayan adamlara çok daha fazla şeyler söyleyebilirlerdi!
Bu arada ülkemizde Gezi günlerini hatırlatacak girişimler son sürat vizyona sokuldu. Arap düşmanlığı bir yana İslam’a ve İslamiyet’in Ezan ve Kâbe gibi değerlerine alçakça hakaretler yapıldı.
İBB Belediye Başkanlığı ve İstanbul’un CHP’li ilçe başkanları futbolcuların geleceği havaalanlarına yolcu taşımaya başlayacaklarını ilan ettiler. CHP İstanbul İl başkanı milleti galeyana getirecek her türlü atraksiyona imza atmaya başladı.
Sadece ülkedekiler mi? Yurt dışından FETÖ’cü ve PKK’lı hesaplar yağmur gibi devreye sokuldu…
İslam düşmanlığı ile ünlü Hollandalı lider Geert Wilders dahi devredeydi. “Atatürk 10 Suudi Arabistan 0” diye X’ler gönderdi.
İBB Başkanı ertesi gün için bütün İstanbulluları Beşiktaş meydanına davet etmeyi ihmal etmedi. Bu arada Suudi Arabistan’ı kışkırtmak edasıyla başkonsolosluğun karşısına resimler asmayı, sokağın adını değiştirmeyi de unutmadılar.
Geert Wilders’ten FETÖ’cülere, CHP’li yöneticilerden bölücülere bir anda ortak tavır takınarak organize olmak, planlı ve programlı bir harekâtı göstermekte değil midir?..
Bir de olayın birinci derece müsebbipleri tam beş gün sonra suya sabuna dokunmaz açıklamalar yapmaya başladı! Manidar değil mi?
Bütün bunları izlediğinizde siz hâlâ bu ülkeye nasıl bir oyun oynanmakta olduğunun farkına varmıyorsanız ve bu oyunun figüranlarını sezemiyorsanız devlete ve millete büyük yazık edersiniz!..
TEFEKKÜR
Câhile şerh edeyim hakkı diyen ârifler
Sâde çıkmaz çileden hem unutur dînini de
Lâ Edrî
(Bilenlerden, hakkı cahil kimselere açıklayayım diyenler)
Yalnız çileden çıkmaz dini de unuturlar.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
05.01.2024
Türkiye Gazetesi
.
Mekke’nin fethine giden yol!
1394 sene önce dün itibarıyla Mekke ve Kâbe putlardan temizlenerek İslam nuruyla nurlanmıştı. Mekkeli müşrikler şanlı Peygamber Efendimiz ve O’na inananları Mekke’den çıkarmakla kalmamışlar Medine’de de boğmak için üç sefer düzenlemişlerdi. Ancak Bedir, Uhud ve Hendek harplerinden büyük hüsranla dönmüşlerdi.
Artık sıra Müslümanlarda idi. Hendek Gazası üzerinden bir sene geçmişti. Peygamber Efendimiz bir gün Eshâbına rüyasında kendileri ile birlikte Mekke’ye gidip Kâbe’yi tavaf ettiklerini gördüğünü anlattı. Eshâb-ı kirâm bunu işitince çok sevinmişlerdi. Zira vatanlarını ve Kâbe’yi oldukça özlemişlerdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz Kâbe-i Muazzama’yı ziyaret etmek niyetiyle Eshâbıyla birlikte yola çıktı. Bin beş yüz kişi kadar idiler. Maksatları ziyaret olduğu için yanlarına yolcu silahından başka silah almamışlardı.
Peygamber Efendimiz geliş maksatlarını bildirmek üzere Bişr bin Süfyân’ı Mekke’ye gönderdi. Ancak Kureyşliler bu isteğe şiddetle karşı çıktılar. İslam ordusu Hudeybiye’ye gelerek konakladı. Bu sırada Kureyşliler de, kendilerine engel olmak için iki yüz kişilik bir süvari birliğini bölgeye sevk etmiş bulunuyordu. Hazreti Peygamber kendilerinin savaş için gelmediğini tek isteklerinin Kâbe’yi ziyaret olduğunu bildirmek üzere bu kez Hazreti Osman’ı gönderdi.
Kureyşliler ise Müslümanların Mekke’ye girmesine asla izin vermeyeceklerini, ancak Osman’ın Kâbe’yi tavaf edebileceğini söylediler. Hazreti Osman bu teklifi reddedince kendisini hapsettiler.
Bu gelişme Müslümanlara, Osman’ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Çok üzülen Resûl-i Ekrem, müşriklerle savaşmadan oradan ayrılmayacaklarına dair Eshâbından biat aldı. Bu biata “Bey’atürrıdvân” denilmiştir. Bunu öğrenen Kureyşliler telaşa kapıldılar.
Anlaşma yapmak üzere Süheyl bin Amr başkanlığında bir heyetle Hazreti Osman’ı gönderdiler. Yapılan müzakerelerden sonra Hudeybiye Barış Antlaşması imzalandı.
Antlaşmaya göre Müslümanlar o yıl Mekke’ye girmeden geri dönecekler, umre için ertesi yıl gelip şehirde üç gün kalabileceklerdi.
Müslümanlar Kâbe’yi tavaf ederken, Mekkeliler dışarı çıkacaklar ve Müslümanlarla temâs etmeyeceklerdi.
Kureyşlilerden biri velisinin izni olmadan Müslümanlar tarafına geçerek Medine’ye giderse kabul edilmeyecek ve iade olunacaktı. Buna karşılık Müslümanlardan biri Kureyş tarafına geçerek Mekke’ye giderse iade edilmeyecekti.
Diğer Arap kabileleri istedikleri tarafın himâyesine girebileceklerdi. Taraflardan biri bu ittifaka dâhil olmayan bir kabile ile savaşa girerse diğeri karışmayacaktı.
Barış on yıl süre ile geçerli olacaktı…
Fetih suresi
Hudeybiye’de kurbanlarını kesen Müslümanlar ardından Medine’ye döndüler. Dönerken yolda “Fetih” sûresi nâzil oldu. Bu sûrede, Hudeybiye Antlaşmasının birçok fetihlere başlangıç olduğu bildirildi.
Hudeybiye Antlaşması ilk bakışta Müslümanların aleyhine görünüyordu. Ancak Kureyşliler, bu anlaşma ile ilk kez Müslümanları muhatap almışlar ve kendileriyle denk kabul etmişlerdi. Bu durum Müslümanlar açısından çok önemliydi.
Nitekim antlaşmadan sonra İslamiyet, Arabistan Yarımadası’nda hızla yayılmaya başladı. Mekke’nin fethine kadar geçen iki yıl içinde Müslüman olanların sayısı o güne kadar geçen on sekiz yıl içindeki Müslümanların sayısını aştı.
Öte yandan Hudeybiye Antlaşması gereğince Huzâa kabilesi Peygamberimizin, Benî Bekr kabilesi de müşriklerin himâyesine girmişti. Bu iki kabile arasında eskiden beri sürüp gelen bir düşmanlık vardı. Beni Bekr kabilesi bahaneler arayarak hâdise çıkarmak derdindeydi.
Bir gün Benî Bekr kabilesinden biri şiir okuyarak Peygamber Efendimiz’i hicvetmeye yeltendi. Huzâa kabilesinden bir genç buna râzı olmayıp, hicvedici şiir okuyan adama bundan vazgeçmesini söyledi. Fakat o vazgeçmedi. Bunun üzerine başına vurup, yardı ve susturdu.
Benî Bekr kabilesi bu hâdise üzerine toplanarak, Vetir denilen mevkide ansızın Huzâa kabilesi üzerine saldırdılar. Bir kısmını öldürdüler. Huzâalılardan pek çok kişi Mekke’ye kaçarak Kâbe’ye ve hareme sığındılar. Buna rağmen saldırılarına devam ederek katletmeye devam ettiler. Huzaalılardan yirmi üç kişi öldürülmüştü. Kureyş müşrikleri de kıyafet değiştirerek Benî Bekr kabilesine yardımda bulunmuşlardı.
Böylece Kureyş müşrikleri, Hudeybiye Antlaşmasını ihlal etmiş bulunuyorlardı. Huzâa kabilesi kırk kişilik bir heyeti Medine’ye göndererek durumu Peygamber Efendimiz’e ağlayarak arz ettiler ve yardım dilediler.
Şanlı Peygamberimiz Huzaalıların durumlarına çok üzülmüştü. Onları teselli etti. “Ey Amr bin Salim size yardım edilecektir” buyurdu. Hediyelerle yurtlarına geri gönderdi.
Ardından Mekkeli müşriklere haber göndererek; “Ya Huzâa kabilesinden öldürülenlerin diyetini (kan bedelini) ödeyiniz veya Benî Bekr kabilesini himâyeden vazgeçiniz. Aksi hâlde antlaşmayı bozduğunuzu ve bunun neticesi olarak sizinle harp edeceğimizi biliniz” teklifinde bulundu.
Mekkeli müşrikler teklifi kabul etmediklerini ve harbe hazırlanacaklarını bildirdiler. Böylece Hudeybiye Antlaşması resmen bozulmuş oldu. Ancak Mekkeliler çok geçmeden endişeye düşerek antlaşmayı yenilemek istediler. Ebû Süfyan bu maksatla derhal Medine’ye geldi ise de kimseden yüz bulamayıp geri dönmek zorunda kaldı.
Şanlı Peygamberimiz, Ebû Süfyan’ın dönüşünden sonra, Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer’le istişare edip harbe karar verdi. Bütün hazırlıklar gizli yürütüldü. Mekke yollarının tutulması ve kontrol işi Huzâa kabilesine verildi. Bu kontrol de son derece titizlikle yapılmıştı.
Mekke’nin Fethi
630 yılı Ramazan ayının ilk günlerinde (1 Ocak) on bin kişilik kahraman İslam ordusu Mekke’ye doğru yola çıktı. Mekke’yi uzaktan gören Merru’z-Zahran denilen yere varınca karargâh kuruldu… Peygamberimiz, akşam olduğunda birliklere ateşler yakmalarını emretti. Her birlik kendi çadırı önünde ateşler yaktı. Bir anda her tarafı aydınlatan binlerce ateşin yandığını gören Mekkeliler neye uğradıklarını bilemeyip iyice şaşırdılar. Hemen Ebû Süfyan’ın yanına toplandılar.
Ebû Süfyan yanına aldığı üç dört kişiyle durumu öğrenmek için İslâm ordusunun bulunduğu yere doğru yürüdü. Karargâha yaklaştığı sırada İslâm askerleri onu yakaladılar. Hazreti Abbas onu alıp Resulullah’ın huzuruna götürdü. Peygamberimiz kendisine; “Ey Ebû Süfyan! Henüz, Lâ ilâhe illallah, diyeceğin vakit gelmedi mi?” buyurdu. Ebû Süfyan Peygamberimize; “Anam babam sana feda olsun. Bu kadar cefadan sonra beni hidayete çağırıyorsun, ne hoş hilim ve ne güzel kerem sâhibisin. İnandım ki Allahü teâlâdan başka ilah yoktur” dedi. Sevgili Peygamberimiz; “Benim peygamber olduğumu da tasdik etme zamanın gelmedi mi?” buyurunca Ebû Süfyan, Kelime-i şehadeti söyleyerek Müslüman oldu. Peygamber Efendimiz’den Mekkelilerin affedilmeleri ricasında bulundu.
Peygamber Efendimiz, Ebû Süfyan’a “Kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbe’ye, Mescid-i Haram’a ve kendi evine sığınırsa emindir” buyurarak Mekkeli müşriklere bunu bildirmesini emretti… Süratle Mekke’ye dönen Ebû Süfyan, kendisini heyecan ve endişe ile bekleyen Kureyşlilere; “Ey Kureyş! Bu gelen Muhammed’dir. Karşısına çıkılmayacak bir kuvvetle Mekke’ye geliyor. Her kim Ebû Süfyan’ın evine, Kâbe’ye sığınır veya kendi evine kapanırsa emindir” dedi.
Ebû Süfyan’ın sözlerini heyecanla dinleyen Kureyş müşrikleri büyük bir şaşkınlık içine düşüp, bir kısmı Ebû Süfyan’ın evine bir kısmı Harem-i şerife girdi. Bir kısmı da kendi evine kapanıp dışarı çıkmadı. Silâhını alıp sokaklarda dolaşanlar da görülüyordu…
Peygamberimiz, Mekke’ye girerken orduyu dört kola ayırdı ve; “Size karşı konulmadıkça ve saldırılmadıkça hiç kimseyle çarpışmaya girmeyiniz! Hiç kimseyi öldürmeyiniz!” buyurdu. Yalnız Mekkelilerden bazı kimselerin bunun dışında olduğunu bildirdi.
İslâm ordusu, kollar hâlinde 11 Ocak günü Mekke’ye girdi. Sâdece Halid bin Velid’in komuta ettiği birliğe karşı bir grup müşrik karşı koydu. Halid bin Velid hücum edenlerin on üçünü öldürdü, diğerlerini dağıttı.
Peygamberimiz, Kusva adlı devesi üzerinde Fetih suresini okuyarak Mekke’ye girdi. Kâbe’yi deve üstünde yedi defa tavaf etti. Tavaf sırasında Kâbe’deki putlar, elindeki değnekle işaret ettikçe ve dokundukça, devriliyor ve; “De ki hak geldi bâtıl zâil oldu, çünkü bâtıl yok olmaya mahkûmdur” mealindeki İsra sûresi 8. âyetini okuyordu.
Peygamberimiz daha sonra Kâbe’nin anahtarını isteyip kapısını açtırdı. Kâbe’nin içini de putlardan temizledikten sonra bir kısım Eshabıyla Kâbe’nin içinde iki rekât namaz kıldı.
Bu sırada Mekkeli müşrikler, Mescid-i Haram’a toplanmışlar haklarında verilecek kararı heyecanla bekliyor ve korku içinde ağlaşıyorlardı. Kâbe’den çıkan Hazreti Peygamber kendilerine dönerek:
“Ey Kureyş topluluğu! Şimdi size nasıl muamele edeceğimi sanıyorsunuz?” diye sordu. Kureyşliler “Ya Resulullah hayır umarız, sen kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız” dediler.
Peygamberimiz “Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi ben de size: Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur, derim. Haydi, gidiniz, serbestsiniz” buyurdu. Kureyşliler bu merhamet ve ihsan karşısında seve seve Müslüman olmaya başlamışlardı. Fethin ikinci gününde Safa Tepesi’nde Peygamberimize biat ettiler…
Mekke’nin fethi İslâm tarihinde değil, bütün cihan tarihinde benzeri bulunmayan bir hâdisedir. İmanları sebebiyle yurtlarından ayrılan Sevgili Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâma Allahü teâlânın en büyük lütuflarından biridir. Bu fetihle Arabistan Yarımadası’nda şirkin cemiyet ve güç hâlindeki varlığı sona ermiş, Kâbe ve civarı putlardan temizlenmiş, tevhit inancı kesin hâkimiyetini ilan etmiştir.
Mekke’nin fethi ile Arabistan Yarımadası’nda ilk İslâm Devleti de kuruluşunu tamamlamış, bundan sonra İslâmiyet üç kıtaya hızla yayılmaya başlamıştır. Mekke’nin fethi, İslamiyet’te öylesine derin mana ve hikmetlerle doludur ki, daha sonraki asırlarda yaşamış İslâm âlim, evliya ve kumandanları da çeşitli vesilelerle bu fethi kendilerine örnek alıp, hâl ve işlerine de ölçü kabul etmişlerdir.
TEFEKKÜR
Nasb olalı cihâna livâsı Muhammed’in
Eflâka erdi şer’i nidâsı Muhammed’in
Halk olmaz idi âlem ü âdem felek melek
Ger olmayaydı anda rızâsı Muhammed’in
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
12.01.2024
Türkiye Gazetesi
.
CHP ne için var?
Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor
Mekânı bir satıh zamanı vehim
Bütün bir kâinat muşamba dekor
Bütün bir insanlık yalana teslim
Üstad Necip Fazıl Kısakürek şu dörtlüğünde mutlaka bambaşka düşünceler içerisindeydi. Fakat şiirler zaman zaman farklı açılımlara da sebep olabiliyor. Bugün neredeyse bütün dünya İsrail’in soykırımını sadece takip edebiliyor. İsrail ise tamamen yalan üzerine kurgulanmış söylemleriyle dünyayı avuttuğunu, uyuttuğunu sanıyor.
İslam dünyası dediğimiz dünyayı ise anlamak, tanımak, hikâye etmek gerçekten imkânsız. Uşağın efendinin ağzına bakmaktan başka ne hüneri olabilir. İslam devletleri diye anılan ülkeler maalesef Batıya olan uşaklıklarının zirvesindeler!..
Bizim ise ikinci yüzyılına parlak hedeflerle girdiğimiz şu günlerde, devletimizi büyük karışıklıkların beklediği artık bir gerçek olarak karşımıza çıkmış bulunuyor.
Aslında birinci yüzyıl hakkıyla değerlendirildiğinde Cumhuriyetimizin, sancılı bir şekilde çok partili hayata geçtikten sonra istiklalinin de ne kadar tartışmalı olduğu darbelerle ortaya çıktı.
Zira çok partili hayatta başa geçen hükûmetler devrin süper gücü ABD’ye aykırı politikalar içerisine girdiğinde hep darbelere maruz kaldı ve siyaset kurumu defalarca akamete uğradı.
Bundan daha çarpıcı olanı bu devrelerde CHP, hep darbelerin şakşakçısı olarak tarihe geçti. CHP dış mihrakların partisi mi idi? Neden darbelerdeki dış eller açıkça meydanda iken tavır koyucu bir rol üstlenmedi? Neden demokrasinin rafa kaldırılmasından hiç rahatsız olmadı? Menfaatine uygun geldiği için mi yoksa dışarıya çalışan bir rolde miydi?
Şunu net ifade edelim ki birinci yüzyılın son yirmi yılı içerisinde, CHP içine düştüğü durum itibarıyla tamamen acınası bir hâldedir. 28 Şubat postmodern darbesi sırasında takındığı tutum ve ardından büyük bir işgal girişimine maruz kaldığımız 15 Temmuz hadisesinin devamında FETÖ’ye kol kanat geren tavrı tehlikeli bir güvenlik sorunudur. CHP’nin bu tavrı gittikçe daha da fena sinyaller vermektedir.
Cumhuriyet, hainleri koruma rejimi midir?
Son bir ay içerisinde devletimiz üst üste yaşanan çatışmalarda şehitler verdi. Ocaklara ateş düştü. Yarım asırdır süren terör mücadelesinde Türkiye’nin acısı bir türlü dinmedi.
Millet bir kez daha kenetlendi. Her platformda terör örgütü lanetlendi. Ancak işin en acı veren tarafı terörün en büyük destekçilerinin Meclis’te bulunması idi!..
Teröre destek verenlerin, ülkenin bölünmesini isteyenlerin Meclis’te yer alması bir millet için en büyük ıstıraptır…
Milletin Meclisi’nde yer tutacaksın; Millî davalarda alınan kararlarda söz sahibi olacaksın; Milletin parasını yiyeceksin; Hazineden destekleneceksin; buna karşılık dağdaki hainlere, terör gruplarına alkış tutacaksın! Şehitler geldiğinde milletin yüzüne küfreder gibi açıklamalar yapacaksın!..
Bu millet vatan, millet, din ve devlet için her zaman şehadete koşar ama bölücülerin bu tavrına asla dayanamaz, katlanamaz.
Artık şunu sormak ve hatta cevabını vermek gerekiyor: Hainlere, bölücülere, teröristlere arka çıkmak destek olmak da bir nevi hainlik ve bölücülük değil midir? Cumhuriyet, hainlere sınırsız özgürlük tanıma rejimi midir? Hainleri Meclis’te beslemek midir? Bölücülerin Meclis eliyle korunmasını sağlamak mıdır?
Şayet Cumhuriyet böyle bir rejim ise Batılı ülkelerde neden böyle değildir? Onlarda bölücülük neden görülmez?
Böyle bir ihanete hiçbir ülke tahammül gösteremez. Yok, tahammül göstermeye kalkarsa o devletin geleceği parlak olamaz. Siz istediğiniz kadar cilalamaya çalışınız sonunda o cilalar dökülmeye başlar.
Bizim tarihimizde ihanet olayları çok görüldü ise de hainlere yol vermek onları korumak ve kollamak hiç vaki olmadı!..
Şurası çok çarpıcı bir durumdur. Osmanlıya ihanet edenleri alkışlamak da bugünün ihanet içerisinde yer alan nesillerine düşmüştür. Bunlar dağlı, bölücü eşkıyaların ve hainlerin;
Şalvarı şaltak Osmanlı
Eğri kalpak Osmanlı
Ekende yok biçende yok
Yemede ortak Osmanlı
Diyerek devletine karşı gelenlere, askerine silah çekenlere yıllarca alkış tuttular. Aynı mihraklar bugün de Mehmetçiğe saldıranlara, üzerine bomba yağdıranlara milletin gözünün içine baka baka övgüler düzmektedir.
Meclis bölücü yuvası mı?
Yeni bir devlet kurulduktan sonra geçmiş ile işi biter. Geçmiş artık artısı ve eksisi ile değerlendirilir ondan ibretler alınır.
Sultan II. Abdülhamid Han’ın devrilmesi ile mahvolduğumuz bir on yıl yaşadık. Görülmemiş felaketlere düçar olduk. Beş milyon kilometrekare toprağımız elimizden çıktı gitti. Afrika’da toprağımız kalmadı. Milyonlarca vatan evladını toprağa verdik.
Bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi Zülfü Livaneli, Ekrem İmamoğlu’nu yanına almış konuşma yapıyor.
31 Mart seçimlerine dair açıklama yaparken tarihteki 31 Mart hadisesine atıfta bulunuyor.
“Önümüzdeki seçim o güne benzer şekilde gericiler ile Hareket Ordusunun mücadelesi olacak” diyor. “Yine Hareket Ordusu kazanacak” diyor.
Hareket ordusu diye tanımladıkları dönemin padişahını tahtından alaşağı etmeye geliyordu. Darbeci bir maksadı vardı. İçerisinde Balkanlarda oluk oluk Türk kanı döken çeteler bulunuyordu. Bunlar İstanbul’da acımasızca kanlar döktüler ve Yıldız Sarayı’nda korkunç yağma hareketinde bulundular. Tevfik Fikret’i dahi çileden çıkartacak olaylara sebep oldular.
Zülfü Livaneli bu herzeleri yerken bugün de Bulgar Sandanski’nin kazanacağını mı söylüyor. II. Abdülhamid Han tahttan indirilirken Yahudi Emanuel Karasu ve ekibi bayram etmişti. Şimdi de Yahudilerin bayramına mı işaret ediyor?
Kol kola girdikleri Selahattin Demirtaş, Abdullah Öcalan ve bunların dağdaki uzantılarının tamamen Meclis’i işgal edeceklerini mi belirtiyor?
DEM Partisi liderlerini kırmızı halılar serip karşılamak nasıl bir aymazlıktır. Bölücü parti ile kol kola girmek nasıl bir düşüncedir! İleride bu ülkeyi nelerin beklediğine bir işaret değil midir?
Cumhuriyet ve demokrasi bu mudur?
CHP’nin millî güvenlik politikaları konusundaki uzmanları, ihanetin dibine kadar dalmış vaziyettedir. Kurul üyesi bir milletvekili Savcı Mehmet Selim Kiraz’ın katillerine destek eylemlerine iştirak etmektedir.
Kurul üyesi CHP Genel Sekreteri Selin Sayek Böke; “PYD/YPG’ye terör örgütü diyebilmem için istihbari bilgi lazım” diyebilmektedir.
Peki kimden gelen istihbari bilgiyi kabul edecekler söyleyebilirler mi?
İBB’nin DEM Partisine tahsis ettiği salonda Türk bayrakları kaldırılmış PKK elebaşı terörist Abdullah Öcalan’ın propagandası yapılıyor. Bu davranışların Anayasa’da ve AYM’de yaptırımı yok mu?..
Anayasa Mahkemesi bir ülkede sadece hükûmetin yaptıklarını bozmak, hükûmeti çalıştırmamak ve hatta ülkenin millî menfaatlerini yıkmak isteyenlere yol açmak ile mi ilgilenir. Muhalefetin ve muhalefet partilerinin vatana, bayrağa, devlete, ezana saygısızlıkları hatta vatanı bölme girişimlerini es mi geçer?
“Başkan APO’nun heykelini dikeceğiz”, “PKK bir halk hareketidir”, “PKK’lı cenazesine gitmeyen vekile soruşturma açarım”, “Öcalan’a özgürlük”, “HDP Öcalan’ın projesidir” diyen ve cezasını çekmekte olan bir siyasetçiye selamlar gönderen CHP, neyin ve kimin hizmetindedir!..
Bölücüyle sarmaş dolaş iktidara namzet olanlar yarınlarda da ülkeyi el ele kol kola bölecek ve parçalayacak olanlardır.
Zira onların destekçilerinin arzusu, emeli budur.
En üzüntü verici olan da bugün Türk’üm deyip Türklük diye ahkam kesen bazılarının onların kuyruğuna takılmış olmalarıdır. Bunların İslam oluşlarını ve Türklüklerini bir kez daha gözden geçirmeleri gerekir!..
Zira Müslüman Türk’ün, Kürt’ün, Laz’ın, Çerkes’in, Boşnak’ın, Gürcü’nün, Arnavut’un böyle söylemlerde bulunması imkânsızdır.
TEFEKKÜR
Ne kadar gayret edilse sesi çıkmaz bir elin
Vatanın lezzeti cem’iyyeti yârân iledir
Yozgatlı Fenni
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
19.01.2024
.
Büyük oyunun kıskacında: Ayasofya
Son günlerde Ayasofya Camii yine tartışmaların odağına düştü. Konu Kültür Bakanlığı’nın yabancıların Ayasofya Camii’ne girişlerini düzenlemesi ile alakalıydı. Birdenbire gelişen bir durumla gayrimüslimlerin caminin ana mekânına alınmayacağı, paralı olarak ancak üst galerilere girebilecekleri bildirildi. Neden üst galerilere alınacaktı ana mekânda bulunmalarının ne mahzuru vardı fazla sorgulanmadı. Yabancılara paralı olması ise belki baştan beri uygulanması gereken bir husustu…
Ancak 15 Ocak günü paralı tarifeye geçilmesi ile birlikte beklenmeyen bir durum ortaya çıktı. Vatandaşlarımız aynı parayı verseler de galerilere çıkarılmıyordu.
Bu konuyu ilk olarak Talha Uğurluel Bey gündeme taşıdı. Konu gerçekten de garipti ve hatta endişe vericiydi!..
Bir defa bu yeni düzenlemeler yapılırken sadece yabancıların nereleri nasıl gezecekleri mi konuşulmuştu? Türklerin galerilere girip giremeyecekleri, girerse kaça girecekleri hiç gündeme getirilmemiş miydi?
Kültür Bakanlığı’nda günlerdir planlanan bir hususta bunların gündeme gelmemiş olması ihtimal dışıdır. Zira bu işi planlayanların; “Peki galerilere vatandaşlarımız çıkmak istediklerinde ne yapacağız; almayacak mıyız; alırsak paralı mı parasız mı olacak; paralı olursa bilet fiyatı ne olacak?..” gibi hususları düşünmemesi imkânsızdı.
Öyleyse burada mutlaka bir kasıt vardı!.. İş zamana bırakılmıştı. Anladığım kadarıyla vatandaşlarımızın oraya girmesi istenmiyordu. Fakat tepkilerden de çekinildiği için, “bekle gör” politikası uygulamaya konulmuştu.
Aslında iyi düşünülürse bu çok tehlikeli bir girişimdi!.. Ciddi sakıncaları görülecekti. Tamamen yabancılara tahsis olunan bu mekânlar bir zaman sonra sadece onların inisiyatifine sunulmuş hatta onların hakkı imiş gibi algılanacaktı. Çok geçmeden de “aşağısı sizin, üstü bizim” sözleri ayyuka çıkacak ve bu durum Avrupalıların da tekrar Ayasofya’yı sahiplenmesine yol açacaktı.
Ziyaretçiler muhtemelen kısa bir süre içinde orada ayinlere dahi başlayacaklardı. Nitekim bazıları bu durum ortaya çıkar çıkmaz, “Osmanlılar da üst galerileri mescit olarak kullanmıyordu” diye zırvalamaya başladılar!..
Bunlar Osmanlının son dönemlerinde yabancıların üst galerileri gezdirilmesinden böyle bir anlam çıkarmakta idiler.
Zira üst katlarda namaz kılınmaması gibi bir durum hiçbir zaman vaki değildi… Fatih Ayasofya’nın cami olarak vakfiyesini tanzim etmişti. Bunun altı üstü mü olurdu?!.
2012 yılından bugüne tehlikeli benzerlik!
Aslında Kültür Bakanlığı eliyle gerçekleştirilmek istenen bu durum yeni değildi. Ayasofya bu hâle belki yirmi senedir getirilmek isteniyordu.
Nitekim Ayasofya’nın prangalarının kırılması, cami olarak yeniden hukukça tescillenmesi ve Sayın Cumhurbaşkanımızın bunu anında yürürlüğe koyması yerli ve yabancı bazı mihrakları oldukça rahatsız etmişti. Zira birileri uzun yıllardır Ayasofya’yı farklı bir maksatla hazırlıyordu. Ayasofya’yı “Dinlerarası Diyalog”un merkezi yapacaklardı. Bu çok önemli bir husustu.
İşte bu son gelişmeler bana bu yöndeki çabaları hatırlattı. Özellikle Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanı olarak “Dinlerarası Diyalog” projesini tam gaz yürüttüğü çalışmaları unutmamak gerekir.
FETÖ’nün organizatörlüğünde bütün dünyada hahamların, imamların, papazların bir arada ayinler düzenledikleri günlerdi. Bir taraftan da kilise, havra ve caminin iç içe bulunduğu ortak mabetlerin inşaları başlamıştı. Ayasofya da bu projelerden elbette ki nasibini alacaktı ve hatta başı olacaktı.
Nitekim bir dönem “Derin Tarih Dergisi” yayımlanmaya başlamasıyla birlikte bu konuyu gündeme taşıdı. Dergi henüz 3. Sayısında (Haziran 2012) “Ayasofya’yı rehinden kim kurtaracak?” kapak başlığı ile çıkmıştı.
Bu başlığa bakarak Ayasofya’yı yeniden eski hüviyetine kim kavuşturacak diyerek o günün Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan beyi göreve çağırdıklarını zannetmeyiniz. Zira Derin Tarih Dergisi’nin yazarları “derin tahlillerin” içinde idiler.
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, o sayıda “Ayasofya Neden Tekrar Cami Yapılmalıdır?” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Başlığa bakarak Ayasofya’nın vakfiyesine uygun hareket edilmesini istediğini zannetmeyiniz! Çözüm önerisi olarak sunduğu husus, “Dinlerarası Diyalog”a kapı aralamaktan başka bir şey değildi. Şöyle ki; “Bana kalırsa en güzel çözüm, Avrupalı bir siyasetçinin dilinden gelen çözümdür” diyen Akgündüz bu siyasetçinin teklifini şöyle belirtmişti:
“Bence ana mekân cami olarak ibadete açılmalı; galeriler ise Hıristiyan âlemi ve bütün dünyaya açık hâlde kalmalı. Böylece her iki din mensupları Ayasofya’yı sever.” Bu öneriyi benimseyen Akgündüz sözlerinin devamında; “Eğer bu manada hareket edilirse, bazı Hıristiyan hükûmetler memnun kalacaklardır…” diyordu…
Ahmet Akgündüz’ün sunduğu çözüm, “büyük düğüm”ün belki de ilk adımıydı. Ayasofya’da kilise ayinlerinin başlamasının da başlangıcı olacaktı. Aynı tarihlerde camilerin de sıralarla doldurulduğunu düşünürseniz Ayasofya ana mekânının kısa sürede kiliseye benzetileceğini anlarsınız…
Nitekim aynı sayıda Mustafa Armağan, dönemin Ayasofya Müzesi Başkanı Prof. Dr. Haluk Dursun’la yaptığı söyleşide, kendisine “Ayasofya hem cami hem müze olabilir m?” diye sormuştu. Haluk Dursun ise bu suale, daha da ileri bir adımı atarak cevap vermişti:
“Ben bir adım ötesini söylüyorum. Şöyle bir tez de var: Ayasofya, Kadir Gecesi’nde Müslümanlar için, Christmas’ta ise Hıristiyanlar için açılabilir. Müze hüviyetine herhangi bir zarar gelmez. Müze olarak devam eder. Birer gece seçilir, o gün dediğim şekilde hem İsa, hem de Musa özelliği vurgulanır…”
Haluk Dursun’un derin bir hezeyanını gösteren bu ifadelerini Mustafa Armağan ise bilgi ve bilgelik dolu ifadeler(!) olarak sunacaktı.
Yine Derin Tarih’in aynı sayısında bir dönem sağ gazetelerde baş tacı olan Etyen Mahçupyan da; “Bence Ayasofya dört ay müze, dört ay cami, dört ay da kilise olarak kullanılsın” diyerek tartışmaya katılmıştı.
Görülüyor ki, 2012 yılında aydınlarımız Ayasofya konusunda iyice evrilmişti. Akgündüz, Armağan, Mahçupyan ve Dursun’un başlattığı tartışmalar Fatih Sultan Mehmed Han’ın kemiklerini sızlatıyordu!..
Hemen hepsi neredeyse aynı noktaya vurgu yapıyorlardı. Bu nokta “Dinlerarası Diyalog”un Ayasofya’da başlatılmasından başka bir şey değildi.
Ayasofya’da ‘Dinlerarası Diyalog’un ayak sesleri!
15 Temmuz işgal girişiminin akamete uğramasıyla bu meş’um niyetler rafa kalktı. Akabinde önce Danıştay 10. Dairesi yerinde bir kararla Ayasofya’yı aslına rücu ettirdi. Ayasofya’nın kıyamete kadar değişmemesi gereken cami hâlini bir kez daha tescilledi. Sayın Cumhurbaşkanımız da bunu o anda onaylayarak yürürlüğü koydu. Böylece Ayasofya Camii zincirlerinden kurtularak tekrar Vakıflara ve Diyanet’e geçmiş oldu.
Ancak 2024 yılının girişi ile birlikte Ayasofya Camii ile ilgili Kültür Bakanlığı’nın aldığı bu ani kararlar gerçekten düşündürücüdür!
Uygulama ve kullanış amacı noktasında Kültür Bakanlığı’nın Ayasofya’da ne işi vardır? Kültür Bakanlığı, Ayasofya Camii’nin her gün bir köşesini istediği gibi kullanma hürriyeti mi bulunmaktadır? 1934 yılında Maarif Vekaleti’nin oynamakta olduğu rolü maalesef günümüzde de Kültür Bakanlığı uygulamaya başlamıştır.
Kültür Bakanlığı acilen şu sorulara da cevap vermelidir:
-Galerilere herkes para ile girecekse orası sessizce müze hüviyetine geçmiş olmuyor mu?
-Oraya Müslümanlar girdiği hâlde namaz kılamıyorsa Ayasofya’nın cami hüviyetine halel gelmiyor mu?
-Bu fiyatlarla, neredeyse %99’u sadece Hıristiyanların gireceği bir alan yarınlarda ne kabul edilecektir?
-Yarın küçük çaplı ayinler başladığında tavrınız ne olacaktır?
-Siz bugün Ayasofya’yı bu hâle getirirseniz yarın başkaları onlara ayin ruhsatını verdiğinde veya başka bölümlerini başka maksatlarla kullandığında ne diyeceksiniz?
Sonuç olarak Ayasofya’nın bir bölümü daimî olarak veya belli zamanlarda başka din mensuplarına tahsis edilirse Ayasofya Camii’nin vakıf şartları bir kez daha bozulmuş olur. ‘Dinlerarası Diyalog’a yol bulur… Fatih Sultan Mehmed Han’ın kemikleri sızlar. Bedduası, bunu yapanların üzerine olur…
Kültür Bakanı’na Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesi ile Danıştay 10. Dairesi’nin kararını bir kez daha okumasını tavsiye ederim…
Hatta Danıştay 10. Dairesi’nin Ayasofya Camii ile almış olduğu kararın sonuç kısmı gümüş bir levha üzerine altın yaldızlı yazılarak caminin girişine konulmalıdır.
Sayın Cumhurbaşkanımızdan beklentimiz, bu tehlikeli gidişatı bir an önce durdurması ve Kültür Bakanlığı’nın camiler üzerindeki tasarruf hakkını tamamen kaldırmasıdır… Mazbut vakıfların vakfiyelerine uygun olarak kullanımını Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Diyanet hem yürütür hem de teftiş eder. Vakıfların maksadı dışına dönüştürülmesi hiç kimsenin tekelinde değildir. Diyanet İşleri Başkanı’nın bu konuda girişimde bulunmaması ve müdahale etmemesi de hayret vericidir!
Yabancılardan alırsın parasını, namaz saatleri dışında yine ana mekânda mabedi gezerler. Nitekim aynı durum; Süleymaniye, Selimiye, Sultanahmet Camii’nde para almadan uygulanmaktadır.
Ayasofya’nın galeriler kısmı da yine vakfiyesine uygun olarak ibadet alanı hâline getirilmelidir. Kadınlara özel ibadet bölümü olarak da tahsis olunabilir.
TEFEKKÜR
Bâtıl hemişe bâtıl ü bî-hûdedir velî
Müşkil budur ki sûret-i haktan zuhûr ede
Nef’î
(Batıl her zaman batıl ve kötüdür amma
Müşkül olan doğru kılığında ortaya çıkmasındadır)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
26.01.2024
Türkiye Gazetesi
.
Sayın Cumhurbaşkanım!
10 Temmuz 2020 milletimizi ve bütün dünya Müslümanlarını sevince gark eden bir gündü. O gün, 86 yıldır mahzun duran Ayasofya’nın zincirleri kırılmıştı. Danıştay Ayasofya’nın asli hâline döndürülmesinin kararını vermiş ve siz de bu kararı imzalayarak yeniden cami vasfını kazandırmıştınız. Fatih Sultan Mehmed Han’ın ve 86 yıldır bunun mücadelesini verenlerin ruhlarını şad etmiştiniz. Milletimizin baş tacı olmuştunuz.
Aynı günün akşamı milletimize ve hatta dünyaya manifesto niteliğinde tarihî bir konuşma yapmıştınız. Özetle şöyle demiştiniz:
“Aziz Milletim! Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle selamlıyorum. Danıştay bugün, Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesini sağlayan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu düzenlemesini iptal etti. Biz de buna dayanarak çıkardığımız bir Cumhurbaşkanlığı düzenlemesiyle, Ayasofya’nın yeniden cami olarak hizmete açılmasını sağladık. Böylece Ayasofya, 86 yıl sonra yeniden, Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesinde belirttiği şekilde cami olarak hizmet vermeye başlayabilecektir. Bu kararın milletimize, ümmete ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diliyorum.
Müze statüsünden çıkmasıyla birlikte, Ayasofya Camii’ne ücretli giriş uygulamasını da kaldırıyoruz. Tüm camilerimiz gibi Ayasofya’nın kapıları da, yerli ve yabancı, müslim ve gayrimüslim herkese sonuna kadar açık olacaktır.
Hazırlıkları süratle tamamlayarak, 24 Temmuz 2020 Cuma günü, cuma namazı ile birlikte Ayasofya’yı ibadete açmayı planlıyoruz. Bu kararın, içeride ve dışarıda çeşitli tartışmalara yol açması muhtemeldir. Herkesi, ülkemizin yargı ve yürütme organları tarafından alınan Ayasofya kararına saygılı olmaya davet ediyorum.
Ayasofya’nın hangi amaçla kullanılacağı konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla ilgilidir. Yeni bir düzenlemeyle Ayasofya’nın ibadete açılıyor olması, ülkemizin egemenlik hakkı kullanımından ibarettir.
Türkiye Cumhuriyetinin bayrağı neyse, başkenti neyse, ezanı neyse, dili neyse, sınırları neyse, 81 vilayeti neyse, Ayasofya’nın vakfiyesine uygun şekilde camiye dönüştürülmesi hakkı da odur. Bu konuda, görüş belirtmenin ötesindeki her türlü tavrı ve ifadeyi, bağımsızlığımızın ihlali olarak kabul ederiz.
Türkiye olarak nasıl diğer ülkelerdeki ibadet mekânlarıyla ilgili tasarruflara karışmıyorsak, biz de tarihî ve hukuki haklarımıza sahip çıkma konusunda aynı anlayışı bekliyoruz. Üstelik bu, öyle 50-100 yıllık değil, tam 567 yıllık bir haktır.
Türkiye’nin kararı, sadece kendi iç hukuku ve tarihî haklarıyla ilgilidir. Bu kararın arkasında duran tüm siyasi partilere ve liderlerine, sivil toplum kuruluşlarına, milletimizin her bir ferdine şükranlarımı sunuyorum…”
Hukukun eşsiz kararı!
Sayın Cumhurbaşkanım! Konuşmanızda Ayasofya’nın vakfiyesine uygun olarak dönüştürülmesinin önemi üzerinde özellikle durmuştunuz.
Zira onu dinler arası diyaloğa malzeme yapmak isteyenler çoktu. Başta Karamollaoğlu olmak üzere bir kısım CHP’li vekiller Ayasofya’nın bir bölümünün kilise gibi kullanılmasını hararetle savunmaktaydılar.
Ancak hukuk öyle demiyordu. Danıştay 10. Dairesi Ayasofya’yı aslına çevirirken muazzam bir gerekçe yazmıştı. Altın harflerle yazılıp Ayasofya’ya asılması gereken bu kararda şu noktalar özellikle vurgulanmıştı:
“Ayasofya Camii ve Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulan diğer vakıfların 864 sayılı Kanun’un 1. ve 8. maddeleri ile açıkça koruma altına alınmış olan eski vakıf statüsü, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının yürürlüğe konulduğu tarihten sonra yürürlüğe giren 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı (mülga) Vakıflar Kanunu, 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun ve 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nda aynı esaslar çerçevesinde korunmaya devam edilmiştir.
Buna göre, Ayasofya’yı müzeye dönüştüren dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, vakıf senedi hangi tarihte düzenlenmişse o tarihteki mevzuatın uygulanacağını hükme bağlayan 864 sayılı Kanun’un 1. maddesine açıkça aykırıdır.
Ayasofya, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmed Han Vakfı’nın mülkiyetindedir.
Ayasofya, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulmuştur.
Bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşımaktadır.
Tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunmaktadır.
Vakıf senedi, hukuk kuralı etki, değer ve gücündedir.
Vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının asla değiştirilemeyeceği açıktır.
Bu husus tüm gerçek ve tüzel kişilerle birlikte davalı idare için de bağlayıcıdır.
Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu, kuşkusuzdur.
Bu durumda;
Türk hukuk sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan vakfa ait taşınmaz ve hakların vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı;
Toplum tarafından kullanılmasına engel olunamayacağı;
Vakıf senedinde sürekli olarak tahsis edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından, bu hususlar dikkate alınmaksızın Ayasofya’nın cami olarak kullanımının sonlandırılarak müzeye çevrilmesi yönünde tesis edilen dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uygunluk görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle; Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının İPTALİNE. 02/07/2020 tarihinde oy birliğiyle karar verildi.”
Kültür Bakanlığı’nın skandal uygulaması!
Sayın Cumhurbaşkanım! Danıştay 10. Dairesi’nin aldığı şaheser karara ve sizin bunun manasını anlattığınız muazzam konuşmanıza rağmen ne yazık ki Kültür Bakanlığı son dönemde skandal bir uygulamaya imza attı. Ayasofya’da Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesini kısmen de olsa bozan bir uygulama başlattı. Vakfiyede yazıldığı üzere bir noktada dahi olsa vakıf şartlarına halel gelmesi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın bedduasına maruz kalmaktır. Buna rağmen:
15 Ocak 2024’te yürürlüğe giren karara göre Kültür Bakanlığı müzenin bir bölümünü (üst katlardaki kısımları) cami vasfından çıkartarak tamamen yabancılara mahsus bir alan hâline getirdi ve onlardan giriş ücreti olarak 25 avro alınmaya başlandı. İlk hafta Müslümanlar bu bölümlere alınmadı.
Tepkiler üzerine Müslümanlara da 25 avro ücret karşılığında aynı bölümlere girme imkânı tanındı. Oysa Ayasofya bütünüyle camidir. Müslümanlardan hiçbir şekilde hiçbir bölümü için ücret alınamaz. Bu hâl vakfiyeye zıttır.
Böylece Hıristiyanlara ayrılan bu bölüm tamamen bir müze hüviyeti kazanmış oldu. Camiye ücretsiz giriş yapan Müslümanların o bölüme 25 avro vermeleri de mümkün değildir. Dolayısıyla bu katlar bir anlamda tamamen gayrimüslimlere tahsis edilmiş olmaktadır.
Evet gayrimüslimlerden bir ücret alınabilir. Ancak Selimiye, Süleymaniye, Sultanahmet camileri gibi Ayasofya’nın ana mahallinde gezebilirler. Özel bölüm ayrılması vakfiyeye ters olduğu gibi yine ileride başka bölümlerin başka maksatlara ayrılmasına da zemin hazırlayacaktır.
Kültür Bakanlığı bu müze kısmının işletmesini de bakanın akrabası olduğu ifade edilen bir şirkete verdi. Bu uygulama da ileride Ayasofya Camii için çok tehlikeli gelişmeleri beraberinde getirecek bir husustur.
Şu an müze kısmı olarak faaliyet gören galerilerde rehber sistemi yok. Orada Ayasofya’nın Osmanlı ile ilgili hiçbir noktası anlatılmıyor. Tamamen Hristiyanlık propagandası yapılıyor.
Neticede Ayasofya’nın 2. katının galeri şeklinde düzenlenerek ücretli hâle getirilmesi, Ayasofya-i Kebir Camii’ni tekrar ibadete açan Danıştay, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi kararlarını iptal etmektedir.
Zira bu kararlarda ve İslam Vakıf hukukunda Ayasofya Camii’nin hayrat vakıf olduğu, mülkiyete konu olamayacağı, vasfının değiştirilemeyeceği, haklarının üçüncü kişilere ve devlete karşı korunmuş olduğu, vakfeden Fatih Sultan Mehmed Han tarafından cami olarak bedelsiz şekilde kullanılması için kamunun istifadesine sunulduğu, cami olmak dışında başka bir şekilde isimlendirilemeyeceği ve hiç kimse tarafından gelir getirme amacıyla kullanılamayacağı karara bağlanarak tescil edilmiştir.
Bu kararda “Devlet sadece amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen vakıf mallarının kendisine emanet edildiği varlıktır” denilmektedir.
Danıştay’ın Ayasofya’nın müze vasfını iptal ederek camiye iade eden kararında ayrıca, “cami olarak toplum tarafından istifadesine engel olunamaz” denilmektedir.
Ayasofya-i Kebir Camii’nin yalnızca toprağı veya bir parçası değil, bütün katları ve külliyesi cami olarak tescillidir. Oysa galerilerde halılar hâlâ serilmemiş ve namaz kılmaya müsait hâle getirilmemiştir.
Sayın Cumhurbaşkanım!
Sizin, Ayasofya Camii ile ilgili Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu oldubittiye getirilen ve Fatih Sultan Mehmed Han’ın vakfiyesini yok sayan kararını kaldıracağınıza inancımız tamdır.
Dünya ayaklanmış iken baş eğmeyen ve Ayasofya’yı hukukun belirlediği tarzda Sultan Fatih’in vakfiyesine uygun olarak milletimizin istifadesine tekrar sunan siz değerli devlet büyüğümüzün, içeriden atılan bu meş’um adımı yok sayacağınıza yürekten inanıyorum.
En kalbî muhabbetlerimle.
TEFEKKÜR
Ümîdini pâ-beste-i ye’s eyleme Nâbî
İhsân-ı Hudâ bir gün eder def’-i mevâni
Nâbî
(Umudunu umutsuzluğa çevirme ey Nâbî,
Allah ihsanı ile, bir gün engelleri kaldırır.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
02.02.2024
Türkiye Gazetesi
.
Er kişi niyetine!
384 sene önce bugün (9 Şubat 1640) Sultanahmet Camii önünde mahşeri bir kalabalık bulunuyordu. Meydandakiler büyük üzüntü içerisinde idiler. Henüz iki yıl önce Bağdat’ı yeniden devlete kazandırmak suretiyle kendilerine bayram yaşatan Sultan IV. Murad Han’ın naaşı önlerinde musalla taşının üzerinde duruyordu. Şeyhülislam Yahya Efendi imamet mevkiine geçti. Dört bir taraftan müezzinler, “Er kişi niyetine” diyerek nida ettiler. Cenaze namazı Müslümanların gözyaşları arasında kılındı.
Cenaze namazından sonra, IV. Murad Han’ın savaşlarda bindiği üç atı ters eğerlenip tabutun önünde ilerledi. Musalla taşı ile cenazenin defnedileceği alan çok kısa idi. Az sonra da padişahın naaşı babası Sultan I. Ahmed Han’ın türbesine dualarla defnedildi.
Padişahın henüz yirmi sekiz yaşında bulunması üzüntüleri ayrıca katlamıştı. Herkes vefat sebebini ve son hâllerini merak ediyordu. Saray ağalarından bir tanesinin de etrafı kalabalıktı. Definden sonra meraklı bir kesim etrafını sararak padişahın vefat sebebini sordu. Ağa çok üzüntülüydü. Şöyle nakletti:
“Padişahımızın Bağdat Seferi’nden dönüşünde böbrek rahatsızlığı vardı. Hekimlerin uygulamış olduğu tedaviler ve almış oldukları tedbirler fayda vermeyerek hastalığı daha da arttı. Dün gece (8 Şubat) güneş battıktan sonra imam Yusuf Efendi başında Yasin-i Şerif okuyordu. Bıyıklı Hüseyin Paşa ayağı ucunda oturup arada bir Kelime-i şehadeti tekrar ederdi. Cihan padişahı bir ara gözlerini açtı ve Hüseyin Paşa’ya:
– Eğer ben ölüm şerbetinin böyle acı olduğunu bileydim zaman-ı hükümetimde bir mûr-ı zaifden (zayıf bir karıncadan) kendimi nahif görüp rencide olduğun murat etmez idim’ buyurdu ve kelime-i şehadet getirip ruhunu teslim eyledi.
Bu sözleri dinleyen 16 yaşlarında bir genç, ‘padişahın çok zulmettiği konuşuluyor’ dedi. Ağa, genci bir müddet süzdükten sonra, ‘Siz padişahın ilk yıllarını bilmezsiniz. Saka Mehmed, Gürcü Rıdvan, Cin Ali, Deli İlahi, Bozkırlı Halil, Cadı Osman ve emsali şakileri tanımazsınız. Millet ve devletin o zamanlar içinde bulunduğu durum, zorbaların devlet işlerine müdahaleleri ve halka karşı işlediği zulümler unutuldu… Padişahın devlet dizginlerini eline almadan önceki 1632 yılı ramazan ayında yaşananları büyüklerinize sorunuz. Ramazan ayının gelmesini bahane eden zorbalar maskara alayları düzüp, ev ev gezerek âdeta vergi istemeğe başladılar. Karşı koyanlar olursa ellerindeki meşalelerle evlerin balkonlarını tutuşturuyorlardı. Edep ve ahlak dışı hareketleri ayyuka çıkmıştı. Müslümanların ırzın payimal etmek; kan dökmek; evler ve saraylar basmak; bilhassa kahvehanelerde ve meyhanelerde uygunsuz hareketlerde bulunmak sıradan hâle gelmişti… Bu şekilde İstanbul iki ay süre ile askerî anarşinin en feci sahnelerini yaşamıştı. Zorba tuğyanının bu korkunç sahneleri, herkesçe tam bir nefretle karşılanıyor ve bundan kurtuluş için, saltanat makamında bulunan Sultan Murad Han’a bakılıyordu. Siz padişahın devlet düzenini yeniden tam kurmasını kolay mı zannettiniz?’ dedi.
“Bre melun abdest al!”
İçlerinden biri, ‘Peki padişah asker taifesini nasıl yola getirdi?’ diye sordu.
Ağa sanki o günleri yeniden yaşıyordu. Derin bir nefes aldıktan sonra Padişah uzun süre hadiseleri takip etmişti. Bütün bu isyan hareketlerin Sadrazam Recep Paşa’nın başı altından çıktığını anlamıştı. Önce onun işini bitirmeye karar verdi. Fakat bu kolay değildi. Kararlılık ve müthiş hitabeti ile askeri zabt u rabt altına almayı başardı…
Ramazan Bayramı geçtikten sonra bir gün (18 Mayıs 1632) Veziriazam Recep Paşa saraya davet eyledi. Recep Paşa âdeti üzere maiyetindeki bir kısım sipahi zorbalarıyla saraya geldi. Onları sarayın dış kapısı önünde bıraktıktan sonra padişahın huzuruna çıktı.
Recep Paşa, padişahın eteğini öpeceği sırada Sultan Murad Han gök gibi gürlemişti. Sadrazama: ‘Gel beru topal zorba başı!’ diye seslendi. Recep Paşa nikris hastalığına tutulduğu için topallayarak yürürdü. Canı başına sıçrayan Paşa; ‘Hâşâ padişahım. Vallah ve billâh padişahımın rızasından hariç zerre kadar vaz’u hareketim yoktur’ dediyse de padişah; ‘Bre melun abdest al’ diye bağırdı. Çünkü Recep Paşa evvelce padişah ayak divanı için dışarı çıkacağı zaman ‘Padişahım abdest alıp öyle dışarı çıkın’ sözleriyle Sultan Murad’ın öldürülmesi ihtimali olduğunu ima etmek istemişti. Sultan Murad; ‘Şu haini tiz boğun’ diye haykırınca, zülüflü baltacılar kement atıp işini bitirdiler… Ölüsünü dışarı çıkarıp bab-ı hümayun önünde bekleyen adamlarının önüne attılar. Recep Paşa’nın cesedi önlerine düşünce zorbaların aklı başından gitmişti. Kalplerine büyük bir korku düşerek ortalıktan toz oldular…
Padişah yirmi yaşını doldurmuştu. Yıllardır hem cereyan eden olaylardan hem de ayak divanlarından büyük ders çıkarmıştı. Kendisi vücutça çok kuvvetli, demir pençeli, gözü pek, nüfuz-ı nazar sahibi idi. Recep Paşa’yı tepeledikten sonra yerine getirdiği Veziriazam Tabanıyassı Mehmed Paşa’ya zorbalar hakkında katiyen müsamaha etmemesini söylemişti…
Bu hadise üzerine Sipahiler Okmeydanı’nda toplanarak eski alışkanlıkları üzere yine birtakım isteklerde bulundular. Padişah ise artık onlara fırsat vermek istemiyordu. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nde ayak divanı ferman edip veziriazam, şeyhülislâm, kazaskerler, ulema ve yeniçeri ocağı ağalarıyla altı bölük ağalarını davet etti.
Padişah öncelikle Yeniçeri Ağası’na, ocak ihtiyarlarına ve çorbacılara hitab ederek, (Allah’a ve Peygambere ve onlara bağlanan emirlerinize itaat ediniz!) mealindeki âyet-i kerimeyi okuyup tefsir etti. Sonra (Hükümdar bir Habeşî köle de olsa, Allah’a itaat ettikçe ona itaat ediniz) mealindeki hadisi şerh etti. Ardından Ecdad-ı izamının gazalarını, askerin onlara itaatini anlattı. Ecdadı gibi kendisine bağlılık göstermelerini bildirerek, bu hususta muti kalıp kalmayacaklarını sordu.
Bir yeniçeri ağası; ‘Padişahım! Sen bizim padişahımızsın, sen Zıllullah’sın! Bizim sana karşı itaatsizliğimiz olamaz! Dostuna dost, düşmanına düşman oluruz. Cümlemiz senin uğrunda ve din-i Muhammedi yolunda kurban oluruz’ dedi. Padişah bu sözlerden memnuniyetini bildirdikten sonra;
‘Sizlerden beklediğim ve bekleyeceğim odur, lakin içinize birtakım müfsitler girmiş, hem sizi bednam ediyor, hem de din ü devletin zararına sebep oluyor. Öylelerini himaye etmeyeceğinize, söz dinlemeyenleri teslim edeceğinize bana yemin verecek misiniz?’ dedi.
Yeniçeri Ağası; ‘Cümlemiz saadetlü padişahımıza bağlıyız, maazallah eşkıyayı himaye etmeyiz. Bunun için yemin de veririz’ dedi.
Bunun üzerine Kur’ân-ı kerim getirdiler. Yemin merasimini bizzat IV. Murad Han icra ettirdi. Her birine ayrı ayrı; ‘Vallahi mi, billahi mi, tallahi mi?’ diyerek sordu. Herkes Mushaf-ı şerife el basarak ‘Vallahi, billahi, tallahi’ dediler.
Hazır bulunanlar içinde vakanın mehabetinden gözleri yaşaranlar ve ağlayanlar son derece fazla idi. Bu şekilde yemin tescil edildi…
“Atın şu edepsizleri dışarıya!”
Bundan sonra Padişah, sipahi ihtiyarlarına hitabını yönelterek, birinci sualini tekrar etti. Onlar dahi Padişah’ın dostuna dost, düşmanına düşman olduklarını beyan ettiler.
Bunun üzerine Padişah hiddetle; ‘Behey kavim! Siz ne acaip mahlûklarsınız? Sizin fesadınızdan devlet-i saltanata zaaf gelmiş bulunuyor. Söz ve nasihat kâr etmeyip, fitneden el çekmezsiniz. Bugün (Padişah kuluyuz, emrine amadeyiz) diyorsunuz. Ekser vakitlerde padişah sözünü, kanun ve şeriat hükmünü tanımak ve dinlemek istemezsiniz. İçiniz serkeş eşkıya ile dolmuş. Mülkü harap, halkı payimal ediyorsunuz… Siz kırk bin adamsınız. Her biriniz mutlaka bir irade ve memuriyete sahip olmak davasını güdüyorsunuz. Hâlbuki cümle memuriyetler ancak beş yüzdür, kırk bin değildir. Memuriyet alanlarınız, almayanlarınız hep halkı soymakta müttefiksiniz. Sizin tamahınızdan hiçbir şey kurtulamıyor. Bütün bunlara son verecek misiniz? Ecdadımın zamanlarında olduğu gibi yalnız ulufeniz ile kanaat edip itaat dairesine gelecek misiniz?’
Bir sipahi ihtiyarı; ‘Haşa, biz sipahi kulların asi değiliz. Asi namını kabul etmeyiz. Edeplerini bilemeyip, padişahımızı taciz edenler ve haddinden fazla taleplerde bulunanlar bizden değildirler. Sonradan yanaşma zorbalardır. Anları tutmağa biz muktedir değiliz. Lakin kabahatlerine rızamız ve iştirakimiz yoktur’ dedi.
Padişah; ‘Şimdiden sonra o makule müfsitleri içinize kabul etmeyeceğinize ve ben talep ettiğim vakit teslim edeceğinize Kitabullah üzerine yemin verir misiniz?’ dedi. Ön sırada bulunan sipahi murahhasları tereddüt etmeden yemine hazır olduklarını söylediler. Fakat arkada bulunan beş on zorba, şikâyet ve muhalefet yollu sözler söyleyince, yeniçeriler; ‘Atın şu edepsizleri dışarıya!’ sözü üzerine, top gibi eller üzerinde fırlatıp dışarı attılar. Bunun üzerine sipahilere de Kur’ân üzerine yemin verildi ve bunun için de ayrı bir zabıtname yazılıp tescil edildi…
Bu haber Sultanahmet Meydanı’na varınca, sipahi cemiyeti hemen dağıldı ve zorbalar gizlenmeğe başladılar. Artık padişah dizginleri ele almış zorbaların sonu gelmişti.
Bir saat evveline gelinceye kadar koca devleti sarsan hareket, bir anda âdeta ortadan kalkmış görünüyordu. Bu, hakkın zuhuru karşısında zulmetin yok olacağını işaret eden hak kelamının yeni bir tecellisi idi.
Devlet gücünü tesis eden Padişah Revan’ı ve Bağdat’ı Safevilerden bu sayede alacaktır. Dünya devletlerini yine Osmanlıya râm edecektir.
Saray ağasının gözleri tekrar dolmuştu. O, veda ederek sarayın yolunu tutarken gençler yüce sultanın ruhu için bir kez daha okumaya başladılar…”
TEFEKKÜR
Sultan Murad eydür: Şimdi zamâne
Bana da kalmadı beyler elvedâ
Büküldü kâmetim döndü kemâne
Gezip seyrettiğim iller elvedâ
Tedbirde kusuru olan, takdire bahane bulur!
Erzincan İliç’teki altın madeninde yaşanan faciayla birlikte, bir kez daha felaketler öncesinde gerekli tedbirleri almakta, denetimleri yapmakta ihmal mi gösteriyoruz soruları gündeme geldi. Aslında bu ve bundan önce yaşanan bir kısım felaketler bizim bu noktalarda ciddi eksiklerimizin bulunduğunu ortaya koymaktadır. Zira şu son felakette heyelanın büyüklüğü neredeyse faciaya davet çıkarıldığını göstermeye yetiyor. Nitekim toprağın yerleştirilmesinde hata olduğu ve yamaç eğiliminin yüksekliğine bazı uzmanlar dikkat çekiyor.
Nihayet heyelanın vuku bulduğu noktalarda son bir iki günde büyük çatlakların oluşmaya başladığı görülmüş, kamyonlarıyla iş yapan bazı müteahhitler, burada çalışılmaz diyerek işçilerini geri çekmiş. Aksi hâlde insan kaybımız daha fazla olabilirdi. Buna rağmen ilgililerce hiçbir tedbir alınmayıp dokuz vatandaşımız maalesef toprak altında kaldı…
Şimdi devlete kalan; onlarca savcı ve müfettiş görevlendirip nerede hata yapıldı, kim kusurlu tespitlerini yapmak… Facianın başka sıkıntılara yol açıp açmayacağı ise ilerleyen günlerde belli olacak. Bu arada orada uzun bir süre çalışmalar duracak, yatırımlar kalacak, beklenen kazanımlar iptal olacak vs. Bunlar da diğer maddi kayıplar olarak hanemize yazılacak. Sebep ya baştan her şeyi usulüne göre yapıp gerekli tedbirleri almamak veya denetimleri tam olarak uygulamamak!
Bakınız size en basit tarzda bir hadise anlatayım. Yaklaşık sekiz ay kadar önce idi. ADEMDER’in Yakuplu’daki merkezinin önünde bir kısım dostlarla çay içiyorduk. İki yüz metre ötemizde beş katlı bir binanın kaba inşaatı bitmiş bulunuyordu. Bir arkadaşımız; “korkarım burada yakında bir kaza olacak. Neredeyse işçiler açısından hiçbir tedbir alınmıyor”, dedi. Gerçekten de bir hafta geçmeden orada bir kaza vuku buldu ve bir işçi hayatını kaybetti.
Bir anlamda kaza göz göre göre gelmişti. Ölen öldü. Evli miydi, çocukları var mıydı bilemiyoruz. Ama bir yuva tarumar olmuştu. Dahası, çalışma yarıda kalmış, satılan daireler varsa alanlar da mağdur olmuştu. Kısaca mal sahibi de dâhil olmak üzere ilgili hemen herkes büyük bir zarara uğramıştı.
Tedbir alınmış olsaydı ne olurdu? Biz onu bilmiyoruz. Ancak biz tedbir almakla yükümlüyüz. Bizim birinci vazifemiz işi usulüne uygun olarak ve bütün kazaları hesap ederek yapmaktı. Onu yapmayınca kaza kaçınılmaz oluyor. Artık sebep aramak o sebebi çözmek işe yaramıyor. Giden geri gelmiyor ve millî servet de heba oluyor.
Atalarımız ne güzel ifade etmişlerdir: “Tedbirde kusuru olan, takdire bahane bulur.” Yani yapılan her işte önceden gereken tedbiri almalıdır. Tedbir almakta kusur eden kimseler, bunun sonuçlarını şanssızlıklarına veya kadere yüklerler!.. Oysa hangi konuda olursa olsun beklenmedik bir olayla karşılaştığımızda, suçu başka yerlerde aramak yerine nerede ihmalkâr davrandığımıza bakmamız; aklın, ilmin ve dinin gereğidir…
Tedbir almak da kaderin icabıdır!
1970’li yıllarda lisede iken her gün Türkiye gazetesi okurdum. Gazetenin baş sayfasında şayet bir trafik kazası haberi varsa yanına şu spot cümleler mutlaka konurdu:
“Vatandaş! Kaderde ne ise olur. Kaderde olanlar bir sebeple yaratılır. Trafik kazalarında sebep, dikkatsizliktir. Sebebe yapışmak, dikkat etmek lazımdır. Tedbir almak da kaderin icabıdır.”
Eskilerin deyimiyle “efradını câmi ağyarını mâni…” bir ifade! Yani ne eksik ne de fazla, artısı eksisi olmayan bir açıklama idi bu.
Kaderde olanlar bir sebeple yaratılır. Trafik kazalarında sebep dikkatsizliktir. Öyleyse sen sebeplere yapışmaya mahkûmsun. Onu yerine getirmemişsen bir anlamda kazaya davetiye çıkarmışsın demektir.
Şu ifadeyi her ders kitabının girişine mutlaka yazmak lazım: “Kazalara ve felaketlere sebep dikkatsizliktir!”
Maalesef biz hep kazalardan sonra uyanıyoruz. Aldığımız tedbirler kâğıt üzerinde kalıyor ve uygulamıyoruz ve çok geçmeden de; hafıza-i beşer nisyan ile maluldür düsturunca unutup gidiyoruz. Ta ki yeni bir felakete kadar…
Nitekim onlarca kez felaket yaşamadan su yataklarına ev yapmaktan vazgeçmedik. Fay hatlarını büyük depremleri yaşadıktan sonra idrak edebildik. Asrın felaketi dediğimiz 99 depreminden sonra kurtuluş reçetesi olarak gördüğümüz kentsel dönüşümü de kaplumbağa hızı ile yürüttük. Kendi elimizle hayati faaliyetleri durdurduk. Bu defa bin yılın depremi sayılan felaketlere maruz kaldık. Devede kulak dediğimiz oranda bir yol aldığımızı ve kendi yolumuzu kendimizin tıkadığını ancak o zaman fark edebildik. Nice maden kazasını ihmaller sonucu yaşadık.
Biz böyle bir millet miydik? Elbette hayır. Tarihimize dönüp baktığımızda en tedbir sahibi millet bizdik…
Ordularımızın lojistik tedbirleri öyle alınırdı ki açlık susuzluk vs. gibi orduda görülebilecek bütün sıkıntılar neredeyse yok denecek seviyeye düşerdi.
Kaptan-ı derya, padişaha, “Sultanım derya tutuşsa tedbiri alınmıştır” diye ifade verirdi.
Zira başarının birinci şartı tedbir olarak görülürdü.
“Saldım çayıra Mevlâm kayıra” misali bu zihniyete neden ve nasıl geldik diye düşünsek önümüze en mühim iki gerekçe çıkacaktır.
Biri tarihimize ve kültürümüze yabancılaşmak; ikincisi ise dinimizden kopmak. Hatta dinimizi gericilik ve yobazlık diye yaftalamaktır.
II. Abdülhamid Han ve tedbir
Osmanlı Devleti’nde ülkemize ilk elektrikli arabayı İngiltere’den Sultan II. Abdülhamid Han getirtmişti. 1888 yılında Londra Elçiliği’ne emir veren padişah, ilk elektrikli arabayı sipariş etti. Deniz yoluyla İstanbul’a getirilen ilk aracın deneme sürüşünü de dönemin Maliye Bakanı yaptı. Sultan Abdülhamid Han da bu arabayı bir müddet kullandı.
Böylece İstanbul trafiğine araçlar girmeye başladı. İstanbul’a benzinle çalışan otomobili ilk kazandıran ise, Galata rıhtımının açıldığı 1895 yılında Basra eşrafından Züheyrzâde Ahmed Paşa olacaktı.
Sultan II. Abdülhamid Han yurt dışından araç getirilmesine karşı değildi. Ancak bunu ciddi oranda zorlaştıracaktı. Bazıları bunu Yıldız Hamidiye Camii’nde kendisine yapılan suikasta bağlamaktadır. Oysa bu husus tamamen tedbirle alakalı idi. Çünkü İstanbul sokakları ve yolları henüz bu tip araçların kullanımına uygun değildi. Klasik at arabalarına alışmış, daha önce böyle bir taşıtla tanışmamış olan halk, önlerine hızla çıkan bu otomobilleri görünce büyük bir şaşkınlık ve korku yaşıyor, bu da sıklıkla kazaların yaşanmasına yol açıyordu. Bu itibarla padişah bu araçların ancak şehir ve kasaba dışında kullanılabileceğini belirtmişti. Padişah, “Bizim insanımız acelecidir, sürati sever. Arabaları ithal etmeden önce yolları hazırlamalıyız, aksi hâlde çok kaza olur” demişti.
Öte yandan yedek parçalar olmadığından bozulan arabalar olduğu gibi kalıyordu. Padişah araba ithalini tam olarak serbest bıraksa İstanbul çok geçmeden araba çöplüğüne dönecek millî servet heba olacaktı. Padişah bunun için yolların düzeni ve gelişmesi meselesine özel önem verecekti.
Teknoloji alanındaki her türlü gelişmeyi destekleyen Sultan II. Abdülhamid Han, elektrikli arabaları geliştiren şirketleri mükâfatlandırmayı da ihmal etmeyecektir. Padişah, Aralık 1900’de Almanya Aachen’deki bir otomobil fabrikasında çalışan mühendislerden Mösyö Herman Blum’e 5. rütbeden Mecidi Nişanı ile 1 yıl sonra Aix-la-Chapelle Otomobil Fabrikası Müdürü Mösyö Ashof’a 4. rütbeden Osmanlı Nişanı verilmesini emretti. Bu girişimleri padişahın uzak olmayan bir tarihte İstanbul’da bir otomobil fabrikasını düşündüğünü gösteriyordu…
Dinimiz açısından da her Müslüman bilir ki, tedbir almak Allahü tealanın emridir. Nisa suresi 71. âyetinde mealen; “Ey iman edenler, tedbirinizi alın” buyurulmaktadır. Şanlı Peygamber efendimiz de; “Akıllı, tedbir alır” buyurdu. Tedbir almamak kibirdendir. Tedbiri almalı, ama istenmeyen bir durum meydana çıkarsa, Allahü tealaya tevekkül etmelidir.
TEFEKKÜR
Etme tedbîrinde noksân gerçi takdîrindir iş
Hüsn-i tedbîr eyle emrinde Hudâ takdîr eder
Lâ Edrî
(Etme tedbirinde kusur, gerçi takdirindir iş,
Sen işini iyi düşünerek yap, Allah takdir eder.)
.
Diyanet TV’yi kim denetleyecek!
Şubatın ilk günlerinde Diyanet TV’de, DİYK üyesi bir ilahiyat profesörü sohbet ediyordu. Kendisini dinlerken dehşet içerisinde kaldım. İslam akaidine uygun düşmeyen sözleri, gayet rahat bir şekilde naklediyor ve savunuyordu. Şöyle konuşuyordu:
“Bazı âlimler Cehennem azabının sürekli olmadığı görüşündedirler. Bazılarına göre, Cehennem’e giren insan, biraz yandıktan sonra, uyuşacak baygın hâle gelecek ve artık azap hissetmeyecek. Yani, Cehennem azabı sürekli değildir. Cehennem azabının ebedî olması ilahi adalete aykırı. Zira ben dünyada 90 yıl yaşasam, bu ömrün her anını bile günahla isyanla geçirsem, 90 yıllık günah karşılığında ebedî Cehennem azabı çekmem, ilahi adalete sığmaz. Bu, insanın aklına ve adalet anlayışına aykırıdır. Beni yaratan Allah’ın adaleti benim adaletimden daha üstün olduğuna göre, Allah’ın adaleti de Cehennem’de ebedî azabı kabul etmez. Zira, sınırlı dünya hayatındaki kötü ahval dolayısıyla ebedî azap, Allah’ın adaletine terstir. Orada bir saat kalmak bile dehşet vericidir. Ben bu konuyu araştırdım; insan böyle düşünmekte de haklı! Nitekim, İbn Abbas dâhil sahabeden 8 kişiye göre de cehennem azabı sürekli değildir. Allahu a’lem…”
Evet bu sözleri söyleyen bir ilahiyat profesörü ve Din İşleri Yüksek Kurulu üyesi. Aynı zamanda bu konuşmayı Diyanet TV’de yüz binlere karşı yapıyor. Sonra YouTube gibi sosyal mecralarda da milyonlara eriştiriliyor…
Aslında bu adamlara cevap vermesi gereken kurum Diyanet’tir. Fakat Diyanet bu işin mihverindeyse ne olacak? Gerçekten vahim bir durum.
Ben bu profesöre yine Diyanet kanalıyla cevap vereceğim.
Bakınız Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’ân-ı kerim mealinde (http://kuran.diyanet.gov.tr) takip edeceğiniz üzere pek çok âyet-i kerimede “kâfirlerin ebedî cehennemde kalacağı” haber verilmektedir.
Bakara suresi 39. âyetinde: “İnkâr eden ve âyetlerimizi yalan sayanlara gelince onlar cehennemliklerdir ve orada devamlı kalıcıdırlar.”
Maide suresi 37. âyet-i kerimesinde: “Onlar ateşten çıkmak isterler, fakat oradan çıkamayacaklardır. Onlar için sürekli bir azap vardır.”
A’raf suresi 36 âyetinde: “Âyetlerimizi asılsız sayan ve büyüklenip onlardan yüz çevirenlere gelince, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”
Casiye suresi 35. âyetinde: “Bu azap, âyetlerimizi alay konusu yapmış olmanız ve dünya hayatının sizi aldatmış olması yüzündendir. O gün artık oradan çıkarılmazlar, mazeretleri de kabul edilmez.”
Görüldüğü üzere bu âyetlerde ve daha birçok âyet-i kerimede kâfirlerin ebedî olarak Cehennem’de kalacakları çok açık bir şekilde belirtilmektedir.
Yine pek çok hadis-i şerifte de “kâfirlerin ebedî olarak cehennemde kalacakları” haber verilmiştir. Bunun zıddına bir söz, Allah muhafaza kişiyi imanından eder. Bu hüküm, İslam akaidine de aynen geçmiştir.
Diyanet mealinden habersiz DİYK üyesi!
Öte yandan, DİYK üyesinin “Cehennem’de biraz yandıktan sonra insanın vücudu uyuşacak ve artık azabı duymayacak, dolayısıyla azap son bulacak” gibi bir gerekçe ileri sürmesi, tam bir cehalettir!.. Böylesi bir sakat düşünce Allah’ın iradesi ve her şeye kadir olduğu inancını da yıkar. İnsanı yoktan var eden ve öldükten sonra diriltecek olan Allahü teâlâ, yanan derileri mi yenisiyle değiştiremeyecek, hâşâ! Kur’ân’dan azıcık haberi olan bir kimse bunu nasıl söyler?
Nitekim Allahü teâlâ, Nisa suresi 56. âyet-i kerimesinde; “Şüphesiz ki âyetlerimizi inkâr edenleri gün gelecek bir ateşe sokacağız. Onların derileri pişip acı duymaz hâle geldikçe derilerini başka deriler ile değiştiririz ki acıyı duysunlar. Allah daima üstündür ve hikmet sahibidir” buyurmakla, mutlak iradesini ve gücünü ilan ederek, bu sakat gerekçenin hükümsüz olduğunu açıkça belirtmiştir.
Diyanet tefsirinde bu âyet-i kerimeye şöyle bir açıklama da getirilmiştir: “İnsan bedeniyle ilgili bilgiler arttıkça acıyı beyne ulaştıran sinirlerin iç organlarda değil, zarlarda ve deride olduğu anlaşılmıştır. Uzun zaman veya ebediyen yanacak olan bir bedenin derisi yok olsaydı sahibi yanma acısını duyamaz hâle gelirdi. Böyle bir kurtuluşun bile mümkün olmayacağı (Onların derileri pişip acı duymaz hâle geldikçe derilerini başka deriler ile değiştiririz) buyurulmak suretiyle ifade edilmiştir.”
Demek ki Allahü teala, azabını sürekli tattırmaya kadirdir, o her şeye güç yetirir ve dilediği şekilde hükmeder!
DİYK üyesi profesör bu âyet-i kerimeleri hiç mi okumadı? Peki diğer üyeler ve yetkililer de uyuyorlar mı? İslâm itikadını temelden sarsan bu ifadeleri duymuyorlar mı, yoksa aldırış mı etmiyorlar?
Zira bu inanış, insanın dünyaya gönderiliş gayesini de Allah’ın inananla inanmayan kişi arasındaki adaletini de kökünden yok eder. Hak edene hak ettiğini vermek Allah’ın adaletinin gereğidir.
DİYK üyesini dinleyenler bu durumda; “madem Cehennem azabı sürekli değil ve günahkâr müminler bile cehennemde günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceklerse, o hâlde ben neden dünyada hem zevklerimden mahrum kalayım hem de zahmetlere katlanayım” diye fasit mantık yürüterek dünyada iman ve teslimiyetin lüzumsuzluğuna inanabilirler. Dolayısıyla -hâşâ- imanın ve imtihanın gereği de ortadan kalkar.
Saçma kıyaslar ve haddi aşmak!
Sapkın görüş sahipleri ve oryantalizm, İslam itikadı hakkındaki kendi safsatalarına güvenilir âlimlerden daima destekçi ararlar ve onlara yalan isnat etmek suretiyle batıl tezlerini güçlendirmek isterler. Bu surette ilimsiz saf beyinleri de kandırarak itikatlarını bozmak isterler.
DİYK üyesi zat da, bu pek çok bozuk itikat sahibinin yaptığı gibi öncelikle bu fasit görüşüne herkesin kafasını karıştıracak şekilde “Eshabdan bazıları ve bazı âlimler bu görüşte!” diyerek bulandırmaya çalışıyor.
Sahabeden bazılarının o görüşte olduğu iddiası tam bir saçmalık ve güzide sahabeye iftiradır. “Cehennem azabı ebedî değil diyen âlimler var”, diyerek bahsettiği kimseler ise Ehl-i sünnet âlimi değildir. Bunlar bazı bidat fırkalarının temsilcileridir. Nitekim Cehm b. Safvân, Hişâm b. el-Hakem ve İbn-i Teymiyye bunlardandır. Esasen böyle sakat görüşlerin, görüş olarak bile halka arz edilmesi son derece yanlıştır.
Genelde müsteşriklerden nakledilen böyle İslam itikadına ters görüşlerin, direkt değil de bir görüş olarak sunulması, muhatabın bu görüşlere ısındırılması yönünde ayrı bir tuzaktır.
Öte yandan insanın Allah’la pazarlık yapma hakkı olmadığı gibi, onun adalet ve merhametini de kendi sınırlı aklıyla değerlendiremez. İnsanın aklı ve ilmiyle Allah’ın ilmi, kudreti, hikmeti aynı düzeyde midir ki, zavallı insan Allah’la boy ölçüşsün ve onu -hâşâ- sigaya çeksin!
İşbu durumda -hâşâ- “Allah böyle yaparsa adaletsiz davranmış olur”; ya da “Ebedî azap etmek onun merhametine sığmaz” gibi söylemler de iman sınırında haddi aşan laflardır!..
Allahü teâla Kur’ân-ı kerimde bize hem âdil-i mutlak olduğunu bildirirken hem de alîm ve hakîm sıfatıyla hükümlerini yerli yerinde koyduğunu ilan ederken, haber verdiğinin aksine -hâşâ- “Allah’ın adaleti ve merhameti gereği cehennem azabı ebedi olamaz” demek ne demektir?!.. Allah’ın nerede adaletli ve -hâşâ- nerede adaletsiz olduğunu aciz kullar mı belirleyecek acaba?
Dolayısıyla; aciz, muhtaç ve mahkûm insan, “Ben 90 yıl günah işlediğim hâlde sen beni niye ebedî cehennem azabında yakıyorsun?” diyemez. Yoksa, “Kim dedi de sana günah işledin?” derler adama!
İşi akla vursanız bile, “kâfirlerin ebediyen Cehennem’de kalmalarının, dünya ömrü açısından Allah’ın adaletiyle bağdaşmayacağı” iddiasının batıl olduğunu anlayabilirsiniz. Nitekim böyle bir iddia, bir “câni”nin, “ben bir saniyede tetiğe basarak bir adam öldürdüm, siz bana neden 50 yıl ya da müebbet hapis cezası veriyorsunuz?” demesine benzer. Bu kıyasın saçmalığı ortadadır.
Üstelik dini ya da dinî ahkamı inkâr edene “ebedî azap” olduğu hususu, önceden gönderilen peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla Allahü teâlâ tarafından kullara bildirilmiştir. Amel ise imandan bir parça değildir. Ebedî azap imansız olarak ölen kimseleredir. Günahkârlar ise günahları kadar yandıktan sonra zaten Cennet’e gireceklerdir. Şefaat ve tövbenin kurtuluş kapısı olduğunu da unutmamalıdır. Kitapların yazmadığı peygamberlerin bildirmediği bir azaptan bahsedilmiyor ki adaletsiz bir durum olsun! Dahası; kullar da “Elest Bezmi”nde, kulluğa söz vermekle ve dünyada iman etmekle, bunu kabul etmişlerdir.
Allahü teala bizleri iman ve İslam ile yaşatıp, hüsnü hâtime ile kendine kavuştursun; hesapsız ve azapsız, cennetine girmeyi nasip eylesin. Âmin!
TEFEKKÜR
Dünyayı muhkem tutarlar
Dini yabana satarlar
Cenneti yoğa satarlar
Nic’olur bizim hâlimiz
.
Geçmeyen tehlike!
Son dönemde FETÖ ile mücadelenin geldiği nokta konusunda son derece çarpıcı açıklamalar vuku buluyor.
Bilhassa Danıştay’da FETÖ’cü hâkim ve savcılar ve ilgili alınan kararlar gündeme bomba gibi düştü. Danıştay 5. Dairesinin, FETÖ’yle irtibat ve iltisakları gerekçesiyle meslekten ihraç edilen 400’den fazla hâkim ve savcı hakkında göreve iade kararı verdiği, Hâkimler ve Savcılar Kurulunun (HSK) itirazının Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunda henüz gündeme alınmadığı hususu büyük endişe meydana getirdi.
Bu arada FETÖ elebaşının örgüt mensuplarıyla yaptığı bir söyleşisi, dikkatlerin tamamen bu noktaya kaymasına yol açtı. FETÖBAŞI, elemanlarının uzun zamandır büyük kırılma yaşadığını ümitlerinin söndüğünü belirttikten sonra yeni bir diriliş olacağına dikkat çekiyordu. Mehmet Akif Ersoy’un Peygamber efendimizin doğumu için yazdığı;
14 asır önce yine böyle bir geceydi,
Kumdan ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi
Sözlerine atıfta bulunarak sanki sislerin dağılacağı intibaını veriyordu. “Oğullarınızı, kızlarınızı, hanımlarınızı haçlılara teslim edin” diyen zihniyetin, şanlı Peygamber efendimizin doğumuna atıfta bulunarak taraftarlarına seslenmesi kadar büyük bir garabet olamaz. Tabii ki anlayana!
Bu gelişmeler üzerine yaptığı çarpıcı açıklamaları ile tanınan, Mavi Vatan Denizcilik ve Global Stratejiler Merkezi Başkanı Müstafi Tümamiral ve Topkapı Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Cihat Yaycı, çok ciddi bir uyarıda bulundu. Türkiye’nin 15 Temmuz 2016’da yaşanılan FETÖ kalkışmasının daha geniş perspektifli ve daha etkin bir tekrarına hazırlıklı olması gerektiğini söyledi.
FETÖ ile mücadele konusunda çok ciddi eksikliklerin bulunduğunu savunan Cihat Yaycı şöyle konuştu:
“Sayın Cumhurbaşkanımızın iradesinin, bürokraside ve kurumlarda karşılık bulmadığı kanaatindeyim. FETÖ ile mücadeleyi; Emniyet Genel Müdürlüğü, Millî İstihbarat Teşkilatımız, Jandarmamız ve kahraman birkaç savcımız yapıyor. Ama bu mücadele, sadece bu birimlerimize bırakılacak bir mücadele değildir. Bu mücadeleyi her kurum yapmalıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı, kendi içerisinde yapmalıdır. Yüksek Öğretim Kurulu, kendi içerisinde yapmalıdır. Sağlık Bakanlığı, kendi içerisinde yapmalıdır. Millî Eğitim Bakanlığı, kendi içerisinde yapmalıdır. Çünkü bu örgütün; devlete ve kurumlara nasıl sızdığı itirafçı ifadelerinde ve daha önce FETÖ ile iltisaklı olduğu tespit edilmiş kişilerin sosyal, mesleki ve eğitim hayatlarındaki kesişme ve anormallikler son derece sabittir…”
Bütün bu gelişmeler, endişeler ve uyarılar sonunda Adalet Bakanı Yılmaz Tunç, 24 Şubat günü katıldığı bir TV programında savcı ve hâkimlerle ilgili kararlara da değinerek;
“Vatandaşlarımızda bir tereddüt doğdu. Acaba FETÖ ile mücadelede bir zaaf mı var, endişesi oluştu” dedikten sonra aynı kararlılıkla mücadelenin devam ettiğini ve edeceğini belirtti.
Ayasofya’da hutbe!
Aslında yetkililerimize bir türlü izah edemediğimiz husus FETÖ’nün dinî ve fikrî yapısıdır!.. FETÖ, gençlerimizi ve milletimizi dinî değerleri kullanarak avlamıştır ve belki hâlâ avlamaya da devam etmektedir. Dolayısıyla onun dinî yapısını, düşüncelerini ve fikirlerini anlamadan gerçek bir mücadele veremezsiniz. Yaptıklarınız sadece polisiye tedbirler olarak kalacaktır. Belki devlete karşı kinlendirmekten başka bir işe de yaramayacaktır.
Dolayısıyla bu noktada iş en başta Diyanet’e ve Millî Eğitim Bakanlığı’na düşmektedir.
Geçen hafta eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Ayasofya’da hutbe okudu. Filistin üzerinden yeniden prim kapmaya başladı.
Soruyorum acaba kendisi FETÖ konusunda hiç hutbe okudu mu? Buyurun kendisine önümüzdeki hafta FETÖ konusunda Ayasofya Camii’nde bir hutbe vermesini teklif ediyorum. Diyanet TV de o hutbeyi canlı olarak versin bakalım ve millet dinlesin. Bunlar yeniden prim yapmak ve bir yerlere şirin gözükmek için tekrar meydana çıkmasınlar. Ucuz kahramanlıkların peşinde olmasınlar.
15 Temmuz’da şehit verdiğimiz 250 vatandaşımız ve binlerce yaralımız böyle kolay mı unutulacak!
Mehmet Görmez’in DİB’de başkanlık ve başkan yardımcılığı görevleri yaklaşık 16 yıl sürdü (2003-2017). Bu uzun müddet zarfında bir kez olsun kitleleri FETÖ konusunda uyardı mı?
En sonunda sayın Cumhurbaşkanı Diyanet’i sert bir dille ikaz ettiğinde FETÖ’nün dinsizliğini gözler önüne seren bir raporu piyasaya sunup çekilip gitmişti.
İbretle düşününüz ve değerlendiriniz. Evet o raporda 1976’lardan alarak 2016’ya kadar FETÖ’nün eserlerinden ve konuşmalarından alıntılar yaptıktan sonra İslam dairesinin dışına çıktığını net bir şekilde belirlediler. Şimdi düşünelim. “Koskoca Diyanet camiası olarak bu örgütün dinsizliğini 40 sene sonra mı gördünüz, siz o tarihlerde nelerle uğraşıyordunuz” demezler mi adama?
İşin en fecaat kısmı ise bu raporu hazırlayanların adı hâlâ açıklanmadı! Neden gizliyorlar, niçin açıklamıyorlar bilmek hakkımız değil mi?
DİYK üyelerine sesleniyorum!
Ey Diyanet yetkilileri: O raporun adı altında kimlerin imzası var. Açıklayın lütfen!..
Peki bu tarihin en korkunç örgütünün dinsizlik fikirleri halka anlatılabildi mi? Bırakın anlatmayı Diyanet yetkilileri biliyor mu? Açıkçası bu konuda DİYK üyelerine bir brifing vermek isterim.
Abant toplantılarında hangi kararlar alınıyordu?
Dinlerarası Diyalog ile neleri hedefliyorlardı?
İmanın şartları kaça düşürülmüştü? İman esaslarının içine şüphe ifadeleri nasıl konulmuştu?
Yurt dışındaki okulların açılmasında çilingir görevini kimler yürütüyordu?
28 Şubat sürecinde FETÖ elebaşının siyasetteki rolü ne olmuştu?
Meleklere bakışı nasıldı? Kur’ân-ı kerimi neden yerlere fırlatıyordu?
12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinde FETÖ niçin ve nasıl korunup kollanmıştı?
Kutlu Doğum ve İstanbul Sözleşmesi gibi başka hangi meş’um projelere etki etmişlerdi.
FETÖ elebaşı hangi âlimlerden etkilenmişti ve 1970’li yıllarda Selefîliğin neresinde idi?
80’lerden sonra ise kimlerin kitaplarını gençlere ezberlercesine okutmuşlardı?
Peygamber efendimize bakışı nasıldı?
Papa’ya yazdığı mektup neleri haber veriyordu?
ABD’ye gitmesinin asıl maksadı ne idi ve Türkiye Devleti onu neden alamadı?
15 Temmuz başarılı olsa Türkiye’yi nasıl bir sonuç bekliyordu?..
İşte bütün bunlar bilinmeden gençlerin onu anlamaları açıkçası imkânsızdır.
DİYK üyeleri, “biz bunları çok iyi biliyoruz” diyebilirler. O zaman soruyorum: “Neden susuyorlar?.. Niçin Cihat Yaycı Paşa kadar dertlenmiyorlar. Onlara göre FETÖ tehlikesi tamamıyla bitti mi yoksa FETÖ bir tehlike değil mi? Neden her hafta birisi çıkarak FETÖ’nün bozuk bir itikadını Ayasofya Camii Şerifi’nde hutbe vererek anlatmaz ve Diyanet TV de canlı olarak vermez?”
Dolayısıyla işin en acı tarafı FETÖ ile mücadeleyi yürüttüklerini söyleyenlerin, bunları ne kadar bildikleri şüphelidir. Bilmeyenler ise ne tedbir alabilir ve ne de tedbirleri yürütebilir!
Şayet niyetleri halis ise bunlar hakkıyla değerlendirilmelidir. Bütün bunlar bir bakanlığın bir kurumun veya bir kuruluşun görevi olamaz. YÖK kendini bu işin dışında tutabilir mi? Millî Eğitim ve Gençlik-Spor Bakanlıkları bu görevi geçiştirebilir mi? Kültür ve Aile Bakanlıkları “bizim işimiz olmaz” mı diyecektir? Ülke tehlikede ise bütün kurumların teyakkuzda olması lazım değil midir?
Aslında bütün bakanlar bir araya gelip bu konuyu değerlendirmeli ve ortak faaliyet alanı olarak belirlemelidir. Bir de Cumhurbaşkanlığı bünyesinde mücadeleyi takip komisyonu kurulmalıdır.
Yoksa “milletimiz rahat olsun” nevinden ifadeler hiç kimseyi rahatlatmayacaktır!
TEFEKKÜR
Etme tedbîrinde noksân gerçi takdîrindir iş
Hüsn-i tedbîr eyle emrinde Hudâ takdîr eder
Lâ Edrî
(Gerçi takdirindir iş amma, tedbirinde kusur etme,
Sen işini düşünerek yap, Allah takdir eder.)
.
Seyit Kutup ve zekât
Seyit Kutup hakkında daha önce köşemde bazı görüşlerine yer vermiştim. Bilhassa Hazreti Osman efendimiz ile ilgili akıl almaz iftiralarına değinmiştim. Bazı okurlarım onun başka hataları olup olmadığını ve nerelerde Ehl-i sünnet akaidinden ayrıldığı noktasını ısrarla sormaya devam ettiler. Zira günümüzde belki de özel olarak Seyit Kutup tekrar parlatılmaya ve bilhassa eserleri, Ehl-i sünnet eğitim verdiğini beyan eden medreselere sistemli bir şekilde sokulmaya çalışılmaktadır. Bu itibarla onun hakkında bir iki yazı daha kaleme almaya karar verdim…
Seyit Kutup’un en fazla tenkit edilen noktalarından biri de zekât hakkındaki görüşleridir.
Onun bu konuda evvelce içerisinde bulunduğu sosyalizmin büyük tesiri vardır. Zira kendisinin zekât konusundaki görüş ve fikirlerini okuyanlar; “Bunların İslamiyet ile bir alakası yok, bunlar sosyalizmin temel akideleridir” demekten kendini alamaz.
Nitekim Seyit Kutup, “Cihan Sulhü ve İslam” kitabında şöyle demektedir:
“Şurası bir gerçektir ki, zekât adını taşıyan bu vergiyi, her vergiyi tahsil ettiği gibi, ancak devlet tahsil eder. Ve yine cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre değişebilen belirli bir usul dâhilinde sarf edilmesiyle vazifeli olan da devlettir.” (s.152)
Görülüyor ki Seyit Kutup zekâtı, günümüzdeki devletlerin topladığı vergiler gibi görüyor. Hâlbuki zekât, fakirin hakkıdır. Zekâtın verileceği kimseler de Kur’ân-ı Kerîm’de açık olarak belirtilmiştir.
Bunlar; fakirler, miskinler, zekât toplamakla görevlendirilen memurlar, müellefe-i kulûb adı verilen kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenen kimseler, esaretten kurtulacaklar, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış olanlardır. (Tevbe suresi, 60) Bu sınıflardan bazıları bugün bulunmamaktadır. Dolayısıyla günümüzde Müslümanlar öncelikle yakın akrabaları olmak üzere fakir Müslümanlara zekâtlarını dağıtmaktadır.
Öte yandan Seyit Kutup’un, devletin zekât mallarını “Cemiyetin ihtiyaç ve şartlarına göre sarf eder” demesi zekât müessesesine tamamıyla zıttır.
Zira zekât, toplumun ihtiyaçlarına sarf edilmez. Sarf edilmesi dört mezhebe de aykırıdır, mezhepsizliktir. Meşru hükûmet, aldığı zekât parasıyla, yol köprü yaptıramadığı gibi hiçbir hayır kurumuna da veremez. Zekât, yalnız Kur’ân-ı kerimde belirtilen ve bugün onlardan mevcut olanların hakkıdır. Kur’ân-ı kerimde, bildirilen bu hakkı, herhangi bir mezhepsizin değiştirmeye yetkisi yoktur.
Seyit Kutup yine “Cihan Sulhu ve İslam” kitabında, aynı hezeyanı savunmakta ve şöyle demektedir:
“Zekât bir elden çıkıp diğer ele geçen ferdî bir ihsan ve sadaka değildir. Eğer bugün bazı kimseler, mallarının zekâtını bizzat kendi elleriyle ayırıp yine kendi elleriyle dağıtıyorsa, bu İslam’ın kıldığı bir şekil ve nizam değildir.” (s.153)
Aynı şekilde “İslami Etüdler” kitabında da “Zekât, elden ele verilen ferdî bir bağış değildir” diyerek ifade ediyor. (s.75)
Mal biriktirmek suç mudur?
Demek ki bir zengin, zekâtını hadis-i şerifte ve fıkıh kitaplarında bildirildiği şekilde, fakir akrabasının eline verse, Seyit Kutup’a göre bu dine uygun değildir! Bu durumda soruyorum, dinimizin koyduğu hükmü beğenmeyene ne denir?
Hâlbuki Müslümanlar zekâtını elden fakirlere veriyorsa, devlet buna karışamaz. Zenginin zekâtını, fakirin eline vermesi gerektiğini bütün Ehl-i sünnet âlimleri bildirmektedir. Hadis-i şerifte, (Fakir akrabası varken, başkalarına verilen zekâtı, Allahü teala kabul etmez) buyuruldu. Yani zekât borcundan kurtulursa da, zekâttan hâsıl olan büyük sevaba kavuşamaz. Zekâtı akrabaya vermek daha faziletlidir. Bunlardan sonra da fakir komşulara veya iyi bildiği araştırdığı fakirlere vermekte fazilet vardır.
Öte yandan Seyit Kutup, zekâtı verilmiş olup olmadığına bakmadan sürekli olarak mal biriktirmeyi haram saymakta ve kötülemektedir. Nitekim “Cihan Sulhu ve İslam” kitabında; Tevbe suresi 34. âyetinde mealen; “Altın gümüş biriktirip Allah yolunda harcamayanları elem veren bir azapla müjdele!” âyetini göstererek, “Zekâtı verilmiş de olsa, malı saklamak suçtur” diyor. (s.149)
Hâlbuki zekâtı verilmiş olan malı saklamak suç değildir. Nitekim bu âyetin tefsirinde “Hazreti Peygamber’e ve sahâbîlere atfen zikredilen birçok rivayet de, başta zekât ödemeleri olmak üzere gereken vecîbeleri ihmal etmeksizin ve üzerinde kul hakkı bulundurmaksızın servete sahip olmanın, buradaki azaba müstahak olma ifadesinin kapsamında olmadığı belirtilmektedir.” (Bkz. Kur’ân Yolu Tefsiri, c.2, s.762-763)
Aslında birikim manasında kullanılan “kenz” kelimesinin bir fıkıh terimi olarak karşılığı; “Zekâta konu olup zekâtı verilmeyen her türlü mal” demektir. Dolayısıyla kötülenen ve azaba müstahak olanlar, mal biriktirip şartları tahakkuk ettiği hâlde zekâttan fakirin hakkını vermeyenler üzerinedir.
Sevgili peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde, (Zekâtı verilmiş mal, kenz yani biriktirilmiş, istif edilmiş mal değildir) buyurdu. (Ebu Davud, Taberani, Hâkim, Hatib, Münavi) Dolayısıyla bir zengin, malının zekâtını vermişse, o malını ileride birtakım ihtiyaçları için saklayabilir.
Bu hususu destekler mahiyette daha başka birçok hadis-i şerifin rivayet olduğunu da görmekteyiz. Misal olarak Hazreti Peygamberin (Malının zekâtını ödersen sorumluluğunu yerine getirmiş olursun.) [Tirmizi, “Zekât”, 2], “Malının zekâtını ödersen, malın şerrini kendi üstünden kaldırmış olursun.) [Hâkim, el-Müstedrek, “Zekât”, I, 547] sözleri sadece zekât yükümlülüğünün olduğuna delil olarak gösterilmiştir.
Ayrıca Ümmü Seleme’nin “Altından bazı takılar takıyordum; Resulullah’a: Bu, kenz sayılır mı? diye sordum. Resulullah (Zekât miktarına ulaşıp zekâtı verilirse kenz sayılmaz) cevabını verdi” (Ebu Davud, “Zekât”, 3) rivayeti de bu hususun önemli delilleri arasındadır.
Hataların kaynağı!
Seyit Kutup’u zekât konusunda hatalara sürükleyen nokta muhtemelen onun sosyalizmin tesirinden tamamen kurtulamamış olmasıdır! Zira Seyit Kutup İslam’a dönüş yaparken Ehl-i sünnet âlimlerini değil bid’at sahiplerini kendisine mehaz kabul etmiştir. Kur’ân-ı kerim ve hadis-i şerifleri hep kendi aklı ile çözmeye ve değerlendirmeye yeltenmiştir. İşte bu hâl onu çoğu yerde yanlış anlamalara yöneltmiştir.
Nitekim Seyit Kutup zekâtı değerlendirirken ve devletçiliğe değinirken şahsi mülkü neredeyse tanımamaktadır. O, mal ve mülkü cemiyetin uhdesinde görmektedir. Ona göre mal ve mülk toplumun olunca devlet de onu istediği gibi ve istediği şekilde alacak ve kullanabilecektir.
Nitekim “İslami Etüdler” kitabında geçen şu ifadelerine bakınız:
“Mal, cemiyetin mülkiyetinde olduğundan ve ferdin vazifesi ondan yararlanmaktan öte gitmediğinden, cemiyetin başka fertlerinin de bu mala ihtiyacı olduğunda yahut yararlanmak istediklerinde, içtimai tesanütü tahakkuk ettirmek bakımından fert onlara faizsiz borç vermekle mükelleftir.” (s.74)
Böylece Seyit Kutup birinci olarak “Mal cemiyetin mülkiyetindedir”, demekle sosyalistler gibi özel serveti kabul etmiyor.
İkinci olarak; “İçtimai tesanütü (sosyal dayanışmayı) tahakkuk ettirmek için zenginler fakirlere borç para vermekle mükelleftir” diyor. Oysa dinimizde bir kimseyi ödünç vermeye mecbur etmek, zulüm olur, gasp olur!..
Yine “İslami Etüdler” kitabında; “Biz bütün vatandaşları, umum gelir kaynaklarından müsavi (eşit) hakka sahip olacakları bir nizama çağırırız. Çünkü bu nizamda, mülkiyet esas itibarıyla Allah tarafından yetki verilmiş olan cemiyete aittir. Ferdî mülkiyet geçicidir ve ancak faydalanma esasları dâhilindedir. Lüzum görüldüğünde fazla malları alma hakkı cemiyetindir” (s. 86) diyerek çağırdığı nizamın sosyalizminden başka bir şey olmadığını göstermiş olmaktadır.
“Cihan Sulhu ve İslam” kitabında da aynı görüşlerine çeşitli vesilelerle değinmektedir. Çok açık bir şekilde; “Devlet, özel mülkiyetten ihtiyacı kadar, iade etmemek üzere, alır ve toplumun umumi ihtiyaçlarına sarf eder” (s.149,150) demektedir. Alacağı ihtiyacın derecesi nedir, onun sınırı falan yoktur.
Hâlbuki İslam’da özel mülkiyet vardır. Herkes mülkünün sahibidir. Ancak şahsın, zekâtı ve uşru Cenab-ı Hakk’ın gösterdiği yerlere, bildirdiği kadar verme mecburiyeti vardır. Bunun dışında kimseye sadaka vermek, ödünç vermek mecburiyetinde değildir. Ama sevap kazanmak isteyen, dilediği yerlere dilediği kadar hayır yapmakta serbesttir.
Dinin emirlerinin kanun şeklini aldığı Mecelle’de, Dürr-ül-Muhtar’da ve çeşitli hadis-i şeriflerde, bir kimsenin özel malının onun rızası olmadan alınamayacağı da çok açık olarak yazılıdır.
Sosyalizm kıskacından ve etkisinden kurtulamayan Seyit Kutup’un bozuk diğer bazı fikirlerini de inşallah haftaya anlatmaya devam edeceğiz…
TEFEKKÜR
İstersen eğer mazhar-ı lûtf-i Hak olmak
Sözüm dinle hazer eyle ehl-i bid’atdan
Lâ Edri
(Eğer Hakk’ın lütuflarına ulaşmak istersen.
Sözümü dinle, bozuk itikatlılardan uzak dur.)
.
On bir ayın sultanı
Eriştik şükür ramazana
Ne mutlu erişen cana
Gelince bu mâh-ı şerif
Safa bağışlar insana
Ramazan ayı, Osmanlı Devleti’nin resmî kayıtlarında,“şehr-i ramazan-ı şerîf, “şehr-i ramazanü’l-mübarek”, “şehr-i ramazan-ı mağfiret nişân”, “şehr-i şerîf-i gufrân”, “şehr-i mübârek-i sıyâm” gibi dinî ve manevi önemine vurgu yapılan ifadelerle birlikte anılmıştır.
Şanlı Peygamber efendimiz, ramazan ayına büyük önem verirdi. Ramazan ayını aylar öncesinden hasretle beklerdi. Recep ayı girdiğinde; “Allah’ım! Recep ve şaban aylarını bizler için mübarek kıl ve bizi ramazana ulaştır” diye dua ederek özlemini dile getirirdi.
Yine Peygamberimiz, Müslümanların gönüllerini açmak, Müslümanları maddi ve manevi olarak bu mübarek aya hazırlamak için nasihatlerde bulunurdu.
Bu konuda Selman-ı Farisi hazretleri, Resulullah’ın şaban ayının son gününde bir hutbe okuyarak şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
“Ey ashabım! Çok büyük ve mübarek bir ay (Ramazan-ı şerif) size gölge vermek üzeredir. Onun gelmesi çok yaklaştı. O, kendisinde bin aydan daha hayırlı Kadir gecesi bulunan bir aydır. Allah, onun orucunu farz, gecesinin kıyamını, teravih namazının kılınmasını da nafile kıldı. Her kim, onda bir hayırla Allah’a yaklaşırsa, nafile bir ibadet yaparsa, diğer aylarda bir farz eda etmiş gibi olur. Onda bir farz işleyen ise, diğer aylarda yetmiş farz eda etmiş gibi olur. O, sabır ayıdır; sabrın karşılığı ise Cennet’tir. O, iyilik ayıdır; o, kendisinde müminin rızkı artan bir aydır. Her kim, onda bir oruçluyu iftar ettirirse, günahlarına mağfiret ve kendisinin cehennemden kurtulmasına vesile olur ve oruçlunun mükâfatından bir şey eksiltilmeksizin, iftar ettirene de onun bir misli verilir…”
Resulullah efendimiz, ramazanda diğer aylardan daha fazla kulluk yapmaya çalışır, ramazanı oruç ve ibadetle geçiren kimsenin geçmiş günahlarının bağışlanacağını söylerdi
Sevgili Peygamberimiz Müslümanları bu mübarek ayda çokça ibadet yapmaya teşvik ederdi. Bu konuda şöyle buyurmuştur: “İşte bereket ayı olan ramazan geldi. Artık Allah’ın rahmeti sizi kuşatır. O ayda, yeryüzüne bol bol rahmet iner. Günahlar affedilir. Dualar kabul olunur. Allah sizin iyilik ve ibadette yarışmanıza bakar da, bununla meleklerine karşı iftihar eder. Öyle ise kulluğunuzla kendinizi Allah’a sevdirin. Asıl bedbaht olan da, bu ayda Allah’ın rahmetinden nasibini alamayandır.”
Hicretin ikinci yılında ramazan orucunun farz kılınmasıyla beraber Müslümanlar oruç coşkusunu hep beraber yaşamaya başladılar. Gündüzleri oruç tutan Müslümanlar akşamları da ramazan ayına özel olan teravih namazını kıldılar.
Allah Resûlü çok misafirperverdi. Sofrasında misafir eksik olmazdı. Ramazan geldiğinde kendisi iftar davetlerinde bulunduğu gibi Eshabını da bu konuda teşvik ederdi. Müslümana iftar ettiren kimsenin iftar ettirdiği kişilerin kazanacağı sevap kadar sevap kazanacağını müjdelerdi. Bu konuda, “Ya Resulallah iftar verecek kadar zengin değiliz” diyerek üzülen Eshabını “Bir hurmayla iftar verene de, yalnız suyla oruç açtırana da, biraz süt ikram edene de bu sevap verilir” diyerek sevindirmiştir.
Peygamberimiz ramazan ayında daha fazla Kur’ân okur ve âyetler üzerinde tefekkür ederdi. Kendisine o zamana kadar inmiş olan âyetleri Cebrail aleyhisselam ile birlikte karşılıklı okurlardı. Mukâbele adı verilen bu karşılıklı Kur’ân okuma usulü bir ramazan geleneği olarak hâlen devam etmektedir .
Peygamberimiz ramazan ayında Müslümanları sadaka vermeye, yardımlaşmaya teşvik ederdi. Kendisine “En faziletli sadaka ne zaman verilendir?” diye sorulduğunda “Ramazan ayı içinde verilen sadakadır” buyurmuştur.
Bolluk ve bereket ayı
On bir ayın sultanı adı verilen ramazan ayı yaklaştığı zaman bütün İslam âlemi en kıymetli bir misafiri geliyormuş gibi hazırlanmaya başlardı. Ramazan-ı şerif gelmeden haftalar önce Müslümanları bir telaş alır ve hummalı bir hazırlığa girişirlerdi.
Müslümanlar ilk olarak kendi nefisleriyle ilgili bir muhasebe yaparlardı. Kendilerinde yanlış ya da eksik buldukları noktaları düzeltmek için Ramazan-ı şerifi fırsat bilirlerdi. Kimi yapmadığı ya da eksik bıraktığı ibadetleri yerine getirmek için ramazan ayını başlangıç kabul ederken, kimisi de bırakmak istediği kötü alışkanlıkları ramazan vesilesiyle terk etmeye karar verirdi.
Öte yandan saray başta olmak üzere, konaklar, evler, camiler ve esnafta yoğun bir hazırlık başlardı. En zengininden en fakirine herkes elinden geldiğince alışverişini yapar, ramazan için eksiklerini tamamlardı. Bu ay gerek resmî kurumlar, gerekse halk tarafından sevinçler karşılanırdı.
Ramazanın gelişi için sadece saray çalışanları hazırlık yapmazdı. Padişahlar da bu mübarek ay için yapılan hazırlıkların bizzat içerisinde idiler. II. Abdülhamid Han, Ramazan-ı şerifin teşrifinden önce kilercibaşını çağırır, gerekli hususlarda buyruklar verirdi. Padişah, ramazan boyunca hazırlanacak olan sofralar, yemekler ve her akşam iftara davet ettiği askerlere verilecek olan iftariyeler üzerinde titizlikle durur, âdeta yemek menülerini kendisi hazırlardı. Hatta Saray-ı Hümayun’da iftara davet edilecek misafirlerin hizmetine verilecek olan sofracıların üzerlerindeki elbiselere varana kadar meşgul olurdu. Bunların muntazam ve muhakkak temiz olmalarını emrederdi.
Yapılan bütün bu hazırlıklardan başka, saray mutfağından, ramazandan önce belirlenen ihtiyaç sahiplerine, sadeyağ, pirinç, bal gibi yiyecek maddeleri dağıtılırdı.
İstanbul’un ileri gelen kişileri de ramazan ayında İstanbul’un çeşitli semtlerindeki fakirlere sadaka ve “ramazanlık” dağıtmayı ihmal etmezlerdi.
XVII. yüzyıl müelliflerinden Topçular Kâtibi Abdülkadir Efendi (v.1644), yaşadığı döneme ait bir İstanbul Ramazanını şöyle nakleder:
“Ramazan-ı şerif teşrif ettiğinde Âsitâne-i saadette hububat ve zahireler bol olurdu. Camilerin içi ve minareler kandillerle donatılırdı. Teravih namazlarında camiler dolar taşardı. Padişah hazretleri Yeni Cami’de salât-ı teravih ve farz namazını eda ederdi. Her gece şehirde dükkânlar kandillerle süslenirdi. Dükkânların büyük bir kısmı sabaha kadar açık olurdu. Ramazanda İstanbul halkı ihtiyaçlarını rahatça temin etmesi için çarşı ve pazarlarda ucuzluk olurdu…”
Ülke ibadete durdu!
Ramazan ayının gelmesiyle Osmanlı Sarayı da bambaşka bir atmosfere bürünürdü. Selamlıkta Enderun talebeleri haremde cariyeler ve saray hanımları akşam namazlarını kıldıktan sonra iftarlarını bir arada neşe içinde yaparlardı. Sarayda namaz kılmayan, oruç tutmayan erkek, kadın kimseye rastlanmazdı. Enderun’da cemaatle kılınan teravih namazları aralarında çekilen zikirler avluları çınlatırdı. Davudi sesli hafızların okuduğu Kur’ân-ı kerimler kubbelerde çınlardı.
Sarayda yaşanan bu hayat biçimi saraya yakın olanlara, devlet hizmetinde çalışanlara ve hatta bütün halka örneklik teşkil ederdi. Öyle ki hemen herkes imkânları el verdiğince saraydaki hayat yaşantısına özenmiştir.
Bu nedenle Ramazan-ı şerif, hem sıradan insanlar hem de idareciler tarafından hasretle beklenen, geldiğinde ise en güzel şekilde değerlendirilmek istenen müstesna bir aydır.
Öyle ki bu ayda Türkiye’yi ziyarete gelen seyyahlar bu hâli gördüklerinde, “Bu ülke sanki ibadete durmuş” demekten kendilerini alamazlardı.
Ramazanda gündüzler, tekke ve türbe ziyaretleri, camilerdeki vaazlar, mukabeleler, iftar ve sahur hazırlıklarıyla geçmekteydi. Geceler ise akşam iftarın yapılması ardından bir taraftan dolup taşan camilerde yatsı ve teravih namazları diğer yandan selatin camileri avlularında açılan Ramazan Sergileri, şenlikleri, kahvehanelerde sohbetler, yine dergâh, türbe ziyaretleri gibi son derece canlı dinamik sosyal, ekonomik ve kültürel bir hayata sahne olmaktaydı.
Bütün bunlarla birlikte ramazan, iftar ziyafetleri, sahur yemekleri, Hırka-i Şerif ziyareti, Kadir alayı, Kadir gecesi, Bayram alayı ve kutlamaları gibi çok sayıda etkinliğe ev sahipliği yapması bakımından dinî, sosyal ve kültürel hayatı olabildiğince zenginleştirmekteydi.
Bugün de millet olarak bu güzelliklerin yaşanması yönünde gayrette bulunmalıyız. İslam âleminin ve milletimizin ramazan ayını tebrik eder, hayırlara vesile olmasını dilerim…
TEFEKKÜR
Kıl terâvihi safâlar bulagör
Et tesâbihi vefâlar bulagör
Zikr ü taat nûru ile dolagör
Hamdülillah geldi mâh-ı ramazan
.
Besmele
Her nefes eyle dile vird-i ‘azîm
Bismillâhirrahmânirrahîm
Besmele, Müslümanların hayatını kuşatan en önemli kelimedir. Bir Müslüman Eûzü besmele çekmeden hiçbir işe başlamaz. Yataktan kalkarken, abdest alırken, namaza başlarken, bir iş tutarken, sofra kurarken, yemeğe otururken, yemeye içmeye başlarken, yola çıkarken, Kur’ân-ı kerim okumaya niyetlenince, yatacak zamanda hep besmele çekilir…
Bu şekilde insan, hayatında ve her işinde Allah’a bağlanır, ona yakınlık kurar, ona sığınır, onun emniyetine güvenir ve ruhen sağlam olur. Gerçekten bir Müslümanın ömründe besmelenin önemi büyüktür. İnsan, ömrü boyunca “bismillâhirrahmânirrahîm” diyerek hayatını süsler ve Allah ile beraber olur…
İnsan hayatı da onunla değer kazanır. Bunun toplumda yankıları da görülür. Edebiyatta, sanatta, ilimde, ticarette, mektepte, medresede, okulda, hat sanatında hemen her sahada besmele vardır. Müslüman milletler buna değer vermişler, ferdin ve toplumun Allah’a olan bağlılığını bu sayede diri ve canlı tutmuşlardır.
Türk milleti de İslamiyeti kabul ettiği zamandan beri buna değer vermiş, hayatının her safhasında, yüzyılları aşıp gelirken besmeleyi baş üstünde taşımış ve dilinden düşürmeyerek manevi zenginliğini korumayı bilmiştir. Hangi ilim ve sanat alanında yazılırsa yazılsın ortaya konan her eserin başında besmele yer almıştır. Besmele, zenginliğimiz olmuş yüzümüzü ve inanç dünyamızı aydınlatmış, dilimizle vücudumuzu Allah’a bağlamış kalbimizi nurlandırmıştır.
Şanlı Peygamber efendimiz buyurdular ki:
“Kur’ân-ı kerîme saygı göstermek ‘Eûzü besmele’ okuyarak başlamakla olur. Kur’ân-ı kerîmin anahtarı besmeledir. Hoca çocuğa, besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehennem’e girmemesi için senet yazdırır.”
Abdullah ibni Mes’ûd hazretleri buyurdu ki: “Cehennemde azap yapan on dokuz melekten kurtulmak isteyen besmele okusun! Besmele on dokuz harftir.”
Besmelede Allahü teâlânın üç ism-i şerîfi geçmektedir. Bunlar; Allah, Rahmân ve Rahîm’dir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîme bu üç ismi ile başladı. Çünkü insanın üç hâli vardır: Dünyâ, kabir ve âhiret hâlleri. İnsan, Allahü teâlâya ibâdet ederse, dünyâda işlerini kolaylaştırır. Kabirde ona acır, âhirette günâhlarını affeder. Bütün bunlar bu üç isimde toplanmıştır.
Besmele ile başlanmayan her iş bereketsizdir…
Okul nasıl sevdirilir!
Osmanlı Devleti’nde çocukların ilk mektebe başlamaları da “Besmele” ile olurdu. Fakat bu öylesine güzel ve çarpıcı bir merasimle başlardı ki çocuklar okula gitmek için can atar hâle gelirlerdi. Çocukların dört veya beş yaşına geldiklerinde ilk mektebe, bugünkü karşılığı ile ilkokula başlarken düzenlenen bu törene “Bed’-i Besmele/Bed’-i Besmele Cemiyeti” denilirdi. Tören sırasında okunan dualara topluca “âmîn” denildiği için “Âmîn Alayı” adı da verilmiştir. Bed’-i Besmele “Besmele’ye başlamak” anlamına gelmektedir.
Bu merasimin kandil günlerine ve daha ziyade, pazartesi veya perşembe günlerine rastlamasına, itina gösterilirdi. Çocuk, yeni alınan kıyafetiyle, zihin açıklığı ve muvaffak olma konusunda himmetlerini istemek için, ailesi tarafından evliya türbelerine, özellikle Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesine götürülürdü.
Törene, mektepteki diğer çocuklar da katılırdı. Mektebin hocası, törene katılacak öğrencilere önceden haber verir, törende en güzel giyeceklerini giymelerini söylerdi.
Merasim günü çocuklar, temiz kıyafetleriyle mektebe toplanır, önlerinde hocaları, kalfa ve bevvab, ilâhîcibaşının idaresindeki ilâhîci takımını takip ederek ve işaret edilen yerlerde “Âmin” diye bağırarak çocuğun evine gelirlerdi. Okula önceden başlamış ve ilâhîler öğrenmiş, sesleri güzel çocuklar en öne alınırdı.
Bu sırada çocuğu götürecek olan fayton, evin kapısının önünde hazır beklerdi. Faytonun fenerlerine askılar asılır, çocuğun mektepte üzerine oturacağı yuvarlak veya kare şeklinde kadife gibi kıymetli kumaşlardan yapılan minder, rahle ile birlikte bevvâbın başı üzerinde, faytonun önünde taşınırdı. İstanbul sokakları dar ve dik olduğu devirlerde çocuklar, araba yerine çok kere bir midilliye bindirilirdi.
Çocuk evden alındıktan sonra, merasime mahalle halkı da katılırdı. En önde hoca, ardında rahleyi taşıyan yardımcı; rahlenin üzerinde de çocuğun minderi ile cüz kesesi bulunurdu.
Evin önünden hareket eder etmez hep birlikte:
Tövbe edelim zenbimize (günahlarımıza)
Tövbe illallah, ya Allah
Lütfunla bize merhamet eyle
Aman Allah, ya Allah
Dendikten sonra, onlara “Âmin, Âmin” diye eşlik edilirdi.
Çocuğun peşi sıra ilâhî takımı ve diğer çocuklar yürürdü. Kadınlar ise en geride yürürlerdi. Bazen ilme muhabbeti olan kadınlar, sevap düşüncesiyle hiç olmazsa yarı yola kadar çocuğu sırtında taşırdı. Bunun için kadınların kendi aralarında “sevabı sen alacaksın, ben alacağım” diye münakaşa ettikleri bile olurdu.
Ardından İlahicibaşı yanık ve tatlı sesiyle ilahiler okumaya başlardı:
Yâ İlâhî başlayalım ism-i Bismillâh ile
Bu duâya el açalum ism-i Bismillâh ile
Sen kabûl eyle duâmız Besmele hürmetine
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe’l-âlemîn
Ol Muhammed hürmetine meded eyle yâ Mu’în
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe’l-âlemîn
Âmin Alayı bu şekilde daha önceden belirlenmiş güzergâhta dolaştıktan sonra, çocuğun evinin kapısının önünde dururdu. Burada çocuğa, onu okula gönderen ailesine ve cümle ilim yolunda olanlara dua edildikten sonra çocuk eve girerdi…
‘Besmele’ye başlanacak evin sofasında veya en büyük odasında minderler, seccadeler serilmiş, öd ağacı ile buhurlar yakılmış olurdu. Mektebin hocası, odanın ortasındaki mindere, ‘Besmele’ye başlayacak çocuk da hocanın karşısında otururdu. Evde âlim veya şeyhlerden biri varsa hocanın yerini o alırdı…
“Kendimi şehzade sandım!”
İlk olarak çocuk, boynundaki Elifba cüzünü çıkarır ve rahleye koyardı. Hoca, besmele çektikten ve çocuğa da çektirdikten sonra Elifba cüzünün en başındaki dua kısmı ile birkaç harf okutulurdu. Hoca bazen de sadece “elif” harfini okuyup, çocuğa da tekrar ettirdikten sonra; “Aferin, bugünkü dersimiz bu kadar!” derdi. Daha sonra, “Yarabbî, ilmimi, aklımı ve anlayışımı artır”, manasına gelen “Rabbi zidnî aklen ve ilmen ve fehmen” veya “Rabbi Yessir velâ tüassir Rabbi temmim bil-hayr” duası çocuğa tekrar ettirilirdi…
Öğrenci hem hocanın hem de odadakilerin ellerini öptükten sonra, hoca veya başka birisi tarafından dua edilip, tören tamamlanırdı. Evin müsait olmaması durumunda tören mahalle mescidinde veya mekteplerde yapılabilirdi.
Bed’-i Besmele merasiminin tamamlanması ile birlikte sıra ikrama gelirdi. Sofralar kurulur, merasime katılan öğrencilere ve orada bulunanlara yemek verilirdi. Bazen de yalnız lokma tatlısı ikram edilirdi…
Osmanlının eğitime verdiği önemin bir göstergesi olan Bed’-i Besmele törenlerinin pedagoji açısından pek çok olumlu etkileri vardı.
Çocuk, ilme verilen önemi görür, ilim adına yapacağı işlere hayatı boyunca kıymet verirdi.
Hem tören düzenlenen çocuğa ve hem de orada iştirak eden çocuklara okuma şevki, isteği aşılanmış olurdu.
Bu neşeli merasim çocukların, okul korkularını yenmelerine yol açardı. Arzu ve istekle okumaya başlamasına sebep olurdu. Çocukların arkadaşlarıyla kaynaşması sağlanırdı. Bu merasimler anne babalara da çocuklarını okutma aşkı verirdi…
Nihayet çocuk bu törenin sonunda, hem aile içinde hem de toplumda yeni bir değer ve statü kazandığının farkına varırdı.
Nitekim İstanbul hayatı üzerine fıkralarıyla tanınan Ahmet Rasim, hatıratında okula başlama törenini anlatırken bir anlamda bu gerçeklerin altını çizmektedir. Şöyle ki:
“Okula başlayacağım için evde bir basamak yükselir gibi oldum. Bana karşı herkesin davranışı değişti. Birkaç gün sonra sandıktan bayramlık elbisem çıkartılıp giydirildi. Değerli bir lahur şal belime bağlanırken, üzerinde altın nazarlık olan fesimi de kafama geçirdiler… Bütün ev halkı yola çıktık. Önce büyük babam ve büyük annemin elini öpmeye gittik. O gece orada kaldık. Ertesi gün hamama gidip, akşama kadar yıkandık. Sabah olunca anneciğim yeniden bana yepyeni elbiseler giydirdi. Şehzade gibi oldum. Bütün okul orada idi. Hazır bir de ilahici takımı, seven, öpen, ağlayan, dua eden, nereden baksan yüz kişi vardı. Beni ata bindirdiler. İlahiler okunup âminler edilerek önce evime, oradan da okula geldik. Sınıfta, minderim konmuştu. Varıp hocamın mübarek elini öptüm, sonra da karşısında diz çöküp oturdum. İlk olarak da Elif’i öğrendim…”
Çocuklarımıza ilim aşkı ile ilme ve hocaya hürmet duygusunu aşılayan bu mükemmel gelenek maalesef unutulmuştur…
TEFEKKÜR
İlmini eyle müyesser yâ İlâhe’l-âlemîn
Ol Muhammed hürmetine meded eyle yâ Mu’în
.
Bedir Eshâbı!
Hicri 1443 Miladi 1400 sene önce Bedir’de Sevgili Peygamber efendimizin İslam ordusunun başında olduğu, ilk şanlı meydan muharebesi yaşanmıştı. Bedir Gazvesi’ne katılan Eshâb, “Ehl-i Bedir” veya “Bedrî” adıyla anılır. Sayıları 313 kadar olan Ehl-i Bedir’den Kur’ân-ı kerîmde (Âl-i İmrân 3/123) ve Peygamber efendimizin hadislerinde övgü ile söz edilmiştir. Hepsinin cennetlik olduğuna dair pek çok hadis-i şerif muteber hadis kitaplarında yer almıştır. Ehl-i Bedir’in Müslümanların en faziletlileri olduğu da hadislerde zikredilmiştir. Nitekim Hazreti Ömer efendimiz divan teşkilâtını kurunca divan defterine ilk önce Bedir ehlinin yazılmasını emretmiştir. Bu anlayış İbn Sa’d’ın sahâbe tasnifinde de görülmekte olup ona göre fazilet bakımından beş gruba ayrılan sahâbîlerin ilk tabakasını Bedir ehli oluşturmaktadır.
Şanlı Peygamber efendimiz Hicret’in ikinci yılında 12 Ramazan günü (8 Mart 624) üç yüz on üç Eshâbı ile Medine’den ayrılmıştı. Orduda üç at, yetmiş deve mevcuttu. Develere nöbetleşe binerek ilerlerlerdi. Muhacirlerin beyaz sancağı, Mus’ab ibni Umeyr’e verilmişti. İşte, daha sonraları bütün dünyaya yayılan ve gittikleri yerlerde muzaffer olarak tarihe nam salan İslam ordularının birincisi, bu ordudur…
Buna karşılık müşrik ordusunun mevcudu bin kişilikti. Ordunun hemen hemen hepsi atlı veya develi idi. Silahları mükemmeldi.
Şanlı Peygamber efendimiz Eshâbıyla durumu istişare ettiğinde Ensâr’dan hazreti Sa’d ibni Muaz söz alarak şöyle dedi:
“Ya Resûlallah, biz sana inandık! Allah katından getirdiğin şeylerin hak olduğuna itimat ve iman eyledik. Sana itaat etmeye ve emirlerine kesinlikle uymaya söz verdik. Artık siz ne dilerseniz emrediniz. Seni gönderen Allah hakkı için, eğer denize girersen, seninle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız. Biz düşmana karşı varmaktan çekinmeyiz. Savaş anında geri dönmeyiz. Biz, sabredenlerdeniz ve sadıklardanız. Cenâb-ı Hak’tan bizden memnun olacağınız işler göstermesini niyaz ederim…” Bu sözlerle Ensâr’ın sadakat ve samimiyetini dile getirdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de fevkalade memnun olarak, İslam ordusuna Bedir kuyularına doğru hareket emrini verdi…
17 Ramazan günü (13 Mart 624) Bedir’de karşı karşıya gelen bu iki ordunun askerlerinin pek çoğu birbirleriyle çok yakın akraba idiler. Kardeşlerden biri bir tarafta, diğeri öbür tarafta; baba bu yanda, oğul öbür yanda; amca yeğene, yeğen amcaya karşı savaşmak için hazır bekliyordu.
Her iki ordu, harp meydanında karşı karşıya gelip saf bağladılar. Peygamberimiz İslam ordusunun saflarını bizzat kendi elleriyle düzelterek:
“Ben emretmedikçe düşman üzerine hücum etmeyiniz. Fakat ok menziline iyice girdiklerinde ok atınız” diye emir verdi. Bu arada Kureyş tarafından atılan bir ok Hazreti Mihca’yı şehid etti. Bedir Muharebesindeki ilk şehit, bu zattır.
Nihayet Kureyş ordusundan Utbe ibni Rebia, bir tarafına biraderi Şeybe’yi diğer tarafına oğlu Velid’i alarak, İslam ordusundan er diledi.
Şanlı Peygamber Efendimiz de; “Kalk ya Ubeyde, kalk ya Hamza, kalk ya Ali” diyerek, Ubeyde’yi Utbe’nin, Hamza’yı Şeybe’nin ve Hazreti Ali’yi Velid’in üstüne gönderdi. Kısa bir vuruşmadan sonra üç Kureyşlinin üçü de öldürüldü. Ayağından ağır yaralanan Hazreti Ubeyde ise harpten sonra Medine’ye dönerken yolda şehit oldu…
Şanlı zafer!
Bundan sonra iki taraf saflar hâlinde birbirine karşı yürümeye ve oklar atmaya başladılar. Bu sırada Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm, “Ya Rabbi bana vadettiğin nusreti ver!” diye yalvardı. O anda Kamer suresinin 45. âyeti vahiy olundu.
“Yakında o cemiyet bozulacak, onlar arkalarını dönüp kaçacaklardır” mealindeki bu âyet üzerine; Sevgili Peygamberimiz “Müjde ya Ebubekir! İşte Allah’ın yardımı imdadımıza geldi” diyerek zırhını giyindi ve bulunduğu çadırdan dışarı çıktı. Bir avuç ufak taşlar alarak Kureyş ordusuna doğru attı. Bundan sonra Eshâbına; “Haydi, şimdi şiddetli hamle ve hücum ediniz” emrini verdi.
Şiddetli bir çarpışma başlamıştı. Müslümanlar kısa sürede üstünlük kurdular. Kureyş’in pek çok ileri gelenleri, Hazreti Hamza ve Ali’nin kılıçları ile can verdiler.
Ebû Cehil ise etrafını saran Beni Mahzum kabilesi savaşçılarıyla birlikte, “Anam beni bugün için doğurmuştur” diye bağırarak Mekkelileri gayrete getirmeye çalışıyordu. Bu arada Medineli Afra Hatun’un oğullarından Muaz ve Muavvez isimli çok yiğit iki cengâver şiddetli üst üste yaptıkları hamle ve hücumlarla Ebû Cehil’i ve yanındaki pek çok kişiyi yere serdiler. Kendileri de şehit oldular…
Ebû Cehil’in öldürülmesiyle birlikte Mekke ordusu dağılmaya ve kaçmaya yüz tuttular.
Şehitler defnedildi ve müşriklerin ölüleri bir kuyuya atıldı. Âlemlerin efendisi, Eshâbıyla kuyunun başına gelip “Ey kuyuya atılanlar!” buyurduktan sonra, öldürülen müşriklerin isimlerini, babalarının ismiyle beraber sayıp; “Ey Utbe bin Rebia! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebû Cehil bin Hişam. Sizler, Peygamberinize karşı ne kötü bir kavim idiniz. Siz, beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdik edip doğruladılar. Siz, beni şehrimden, diyarımdan çıkardınız. Başkaları ise bana kapılarını açıp bağırlarına bastılar. Siz, benimle harb ettiniz, başkaları ise bana yardım ettiler. Rabbimin, vadettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin vâdettiği zafere kavuştum” buyurdular.
Hazreti Ömer; “Yâ Resûlullah! Leş olmuş kimselere mi söylüyorsunuz?” diye sual ettiler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz;
“Beni hak peygamber olarak gönderen Rabbim hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha çok işitmiyorsunuz. Fakat cevap veremezler” buyurdular.
“Vallahi onlar meleklerdir!”
Müslümanlar Bedir’de tam bir zafer elde etmişlerdi. On dört kişi şehit verilmişti. Müşriklerden ise yetmiş kişi öldü, yetmiş kişi de esir edildi. Pek çok ganimet alındı.
Peygamber Efendimiz bu esirlerin bir kısmını fidye karşılığında, okuma yazma bilenleri de Medineli on çocuğa okuma yazma öğretmek şartıyla serbest bıraktı. Bu hâdise Mekke ve Medine’den birçok kimsenin Müslüman olmasına sebep oldu.
Öte yandan müşriklerin Bedir’de hezimete uğrayıp, perişan bir vaziyette harp meydanından kaçmaları, Mekke’de büyük bir şaşkınlık meydana getirdi. Hiç beklemedikleri, hatta hiç akıllarından geçmeyen bir netice ortaya çıkmıştı. Haberi ilk getirenin sözlerine, Ebû Leheb ve diğer müşrikler inanmadılar. Harp meydanından kaçan Ebû Süfyan bin Haris Mekke’ye geldiğinde, onu hemen yanlarına çağırdılar.
Ebû Leheb ona; “Ey kardeşimin oğlu! Anlat bakalım, nasıl oldu?” diye sordu. Ebû Süfyan bin Haris orada, bir yere oturdu. Birçok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyan şöyle anlattı:
“Hiç sorma, Müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Yemin ederim ki, ben, bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünkü, o sırada yer ile gök arasında kır atlar üzerinde beyazlara bürünmüş kimselerle karşılaştık. Onlara ne bir şey dayanabiliyor, ne de bir kimse karşı durabiliyordu…”
İslam’ın ilk zamanlarında Müslüman olmasına rağmen, müşriklerin şerrinden çekindiği için Müslümanlığını açığa vurmayan Abbas’ın kölesi Ebû Rafi hazretleri de orada idi. Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Rafi, sevincinden her şeyi unuttu ve; “Vallahi onlar meleklerdir” dedi.
Ebû Leheb, sinirlenerek ona şiddetli bir tokat vurdu, kaldırıp yere çarptı, bir hayli de hırpaladı. Bunun üzerine, orada bulunan Hazreti Abbas’ın hanımı Ümmü’l-Fadl dayanamadı. Çünkü kendisi de önceden Müslüman olmuştu. Bir çadır direğini eline aldı ve “Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?” diyerek, şiddetle Ebû Leheb’e vurdu, Ebû Leheb’in başı yarıldı. Kanlar akarak zelil ve hakir bir vaziyette dönüp gitti. Gam ve kederinden ağır hasta oldu ve bir hafta sonra da öldü…
Diğer Kureyşliler de Mekke’de bir ay kadar Bedir’de ölen reislerinin matemini tuttular.
Hazreti Osman, Bedir Harbine katılamamıştı. Zira bu sırada Peygamber Efendimiz’in kerimesi olan hanımı Hazreti Rukıyye çok hasta idi. Ateşi ve rahatsızlığı gün geçtikçe artıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sebeple Hazreti Osman’a orduya katılmamasını ve hanımının yanında kalmasını buyurmuştu.
Ancak Hazreti Rukıyye’nin hastalığı gün geçtikçe ağırlaştı. Nihayet Bedir Savaşı’nın zafer müjdeleri geldiği sırada hayata veda etti…
Yirmi iki yaşında bulunan Hazreti Rukıyye, Peygamberimiz’in ilk vefat eden kızıydı. Naaşını Ümmü Eymen yıkadı. Cenaze namazını Hazreti Osman kıldırdı.
Medine halkı Bakî Kabristanı’na taşıdı ve oraya defnedildi. Savaştan dönen Resûl-i Ekrem kabrin başına geldi ve kızına dua ve niyazda bulundu.
Oradan Hazreti Osman’ın evine gitti. Onu da teselli etti. Hanımlar gözyaşları içerisinde kendini tutamayarak ağlıyorlardı. Hazreti Ömer müdahale etmek isteyince İki Cihan Güneşi Efendimiz şöyle buyurdu:
“Ya Ömer! Onları kendi hâllerine bırak! Ölüye karşı duygular göz ve kalple ifade edilirse bu Allah’tan’dır. Onun merhametindendir. El ve dil ile yapılırsa şeytandandır.”
Cenab-ı Hak Bedir ehli hürmetine Gazze’deki Müslüman kardeşlerimize imdad-ı İlahiyesi ile imdat eylesin. Bebelere ve kadınlara kadar Müslümanları hunharca katliama tabi tutan zalimleri de kahhar ism-i şerifiyle kahreylesin!..
TEFEKKÜR
Çâr-ı Yârı ol Ebû-Bekr ü Ömer Osman Ali
Sayesinde anların buldu bu İslam kuvveti
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
29.03.2024
Türkiye Gazetesi
.
Karanlıktan önce son çıkış!
AK Parti 31 Mart’ta evvelce kaybettiği büyük kalelerini geri almak ve hatta ona yenilerini katmak ümidiyle girdiği yerel seçimlerde, 22 yıldan sonra ilk büyük hezimeti yaşadı.
Dolayısıyla bunun şoku büyük oldu. Bazıları AK Parti’nin miadı doldu diye yorumlara başladılar.
Neden kaybetti yorumları da yağmur gibi dökülmeye, herkes bir şeyler sıralamaya başladı. Kimisi kazanacaktı ama son bir haftada ne oldu diye araştırma yapmaya dahi başladı. Kimisi ise hemen mesaj alındı köklü değişimler olacak, bazı bakanlar gidecek bazlı yorumlara girişti. Bunlar, “Türk milleti balık hafızalıdır, herhâlde dertlerini birkaç ay sonra unuturlar” misali konuşmalar. Yapılan şikâyetleri devamlı sümen altı yapan müdürler gibiler.
Oysa bugünkü neticeleri anlamak için son üç seçime bakmak ve değerlendirmek gerekiyor. Zira son üç seçimde AK Partide ciddi oy kayıpları yaşanmaya başlamıştı. Sayın Cumhurbaşkanımız her seçimden sonra, “millet bize toparlanın mesajı verdi. Gereken tedbirler alınacak” yorumları yaptı.
Ancak bu sözler yoğun ve farklı gündemler içerisinde unutulup gitti. Bakan değişiklikleri dışında hiçbir şey değişmedi. Sonunda acı akıbet kapıya dayandı.
Peki neydi AK Parti’yi bu hâle getiren ve milleti küskünlüğe sevk eden sebepler? Kısa başlıklar hâlinde en önemli olanlarını yazalım!
Genç nesle ulaşmak!
Birincisi herkes biliyordu ki genç nesilde AK Parti’nin oyu gittikçe düşüyordu. Onlarla irtibat kurulamıyordu.
Bir kısım AK Parti belediye başkanları bunu Melek Mosso konserleri gibi konserlerle gidermeye çalıştılar. AK Partiye oy verenleri aşağılayanlara değer vermek gönülleri kanatıyordu. Aldırış edilmedi. Millet ona tepkisini yaparken yaptıranlar ödüllendirildi ve inat gibi daha büyük yerden aday gösterildi.
Üsküdar Belediye Başkanı günlerce yüz binleri ağırladık diye hoplama zıplama seansları yaptırdı. Belediyelerin paylaştığı milletin tepkisini çeken bu görüntülerin zararı bütün partiye çıkıyordu. Zira sosyal medyanın etki gücü artık çok farklıydı. Bir hata bütün partiyi sarsmaya yetiyor. Böyle durumlarda hata edene sahip çıkma lüksü artık kalmamıştır.
Neticede AK Parti’nin gençlere nasıl ulaşırım tezinin adı bir türlü konulamadı. Uzun yıllar FETÖ’cü bakanlara teslim edilen Millî Eğitim, Kültür, Aile ve Spor Bakanlıklarındaki tahribat ne yazık ki giderilemedi.
Millet uzun müddettir Kültür ve Turizm Bakanı’ndan rahatsızdı. Zira bir türlü turizmden başını kaldırıp kültür faaliyetleri ile ilgilenemedi. Yurt dışından satın aldığı birkaç taş parçasıyla milleti avutuyorum sandı. En sonunda Ayasofya Cami-i Kebiri üzerinde sayın Cumhurbaşkanımızın dünyaya rağmen attığı, milletimizi sevince boğan dev adımı da mahvetti. Ayasofya’nın bir bölümünü Fatih’in vakfiyesine aykırı hareketle bambaşka bir şekle yeniden müze hâline soktu. Tarihî sevince büyük gölge düşürdü. Son seçimde Kocaeli’de sahada çalışan AK Partili dostlar en çok bunun şikâyeti ile karşılaştıklarını belirttiler.
6284 No’lu Kanun!
2011’de kabul edilen, 2014’te ise yürürlüğe sokulan İstanbul Sözleşmesi üç yıl geçmeden mağdurların sayısını çığ gibi artırmıştı. LGBTİ dernekleri yurdu sarmıştı. Onur yürüyüşlerindeki ahlaksız görüntüler millette nereye savruluyoruz endişesini doğurmuştu. Bu gelişmeler AK Parti tabanında deprem etkisi yapıyordu. Sözleşmenin kalkmaması adına verilen büyük mücadeleyi dışarısı kadar maalesef AK Partide bir grup vekiller de yapıyordu. Sayın Cumhurbaşkanı sonunda sözleşmeyi yırttığında milletin sevincini yeniden hatırlayınız.
O gün Sayın Cumhurbaşkanımız sözleşmenin uzantılı ve sıkıntı veren maddeleri de değişecek diye söz verdi. Hatta bu konuda hukukçularını görevlendirdiğini söyledi.
Peki bunun en önemli uygulaması olan 6284 No’lu Kanunda ne değişti söyler misiniz?
Oysa sadece kadının beyanını esas alan ve iftiralara kapı aralayan bu kanun milleti inim inim inletmekteydi ve hâlen de inletmeye devam etmektedir. Aileler paramparça olmuştu. Boşanmalar artmış, evlilikler gittikçe azalmıştı.
KADEM bu dönemde yıllar önce de belirttiğim üzere dalgakıran rolü oynuyordu. KADEM Başkanı Saliha Okur Gümrükçüoğlu bırakın milletin feryadını işitmeyi yeni çalıştaylar ile milletin canına okuyacak projeler geliştiriyordu!..
Yine millete inat Ak Parti’nin önemli isimlerinden Özlem Zengin ve o sırada aile bakanı olan Derya Yanık, “6284 No’lu Kanun bizim kırmızı çizgimizdir” diye meydan okumuştu. Kendisini uyardığımda Derya Yanık bir gecede bana 16 tweet atmıştı. Hiçbir CHP’liye böyle bir tweet attığını hatırlamıyorum. Özlem Zengin evvelce İstanbul Sözleşmesini tenkit ettim diye beni Tokat fuarına sokturmamıştı… Bunlar maalesef İstanbul Sözleşmesi veya 6284 yaşatır, diyerek Pervin Buldan, İmamoğlu ve Akşener ile aynı rotada ilerliyorlardı.
Öyle ki Cumhurbaşkanımızın İstanbul mitinginde bütün millet tarafından bu isimler yuhalandı ise de maalesef görmezlikten gelindi. Küskünlük daha da ilerledi.
Geçim derdi
En önemli sebeplerden biri de ekonomi idi. Pandemi dönemi biterken ülkemizin ve hatta dünyanın içine sürüklendiği ekonomik kaos sonunda milleti bezdirecek bir noktaya vardı. İnsanlar kafasına göre kiraları, emtia ve yiyecek fiyatlarını artırma yoluna gitti. Devletin yaptığı zamlar da katlanarak geldi. Çalışana yapılan zamları fırsat bilenler, üst üste zamlarla halkı iyice bunalttı. Neredeyse insanlar aynı ürünü zam olmadan ikinci kez alamaz hâle geldi.
Tepkilere çözüm üretilemedi. “Üç harfli” marketlere ceza kesmek milletin derdine ilaç değildi. Kira artışları için getirilen %25 oran adaletsizliği daha da derinleştirdi. Evlerini evvelce ucuza kiraya verenler normal bir noktaya getiremezken yeni verenler ise beş on kat fazlasına kiraya vermeye başladılar. Herkes kiracısını çıkarmak için seferber oldu.
Devletin demir gücü ve caydırıcı tesiri bu noktada titizlikle devreye sokulmalıydı. Halk birilerinin insafına terk edilmemeliydi.
Öte yandan üst üste gelen seçimlerde AK Parti ilk defa popülist politikalara başvurmaya başladı. EYT meselesinde muhalefetin önüne geçmek, memura maaşta onların boş keseden vaatlerini gerçekleştirmek için sözler verildi. Sonunda zaten kırılgan olan ekonomimizin en ağır faturası emekliye bindi. AK Parti’nin oy deposu olan bu kesim iyice küstürüldü.
Sokak köpekleri
Son dönemlerde milletin en büyük dertlerinden birisi sokak köpekleri oldu. Neredeyse günaşırı, sokak köpekleri tarafından bir çocuğun, kadının veya adamın parçalanmış görüntüleri basına veya sosyal medyaya düştü.
Millet bu konuda çözüm için feryat ederken bazı bayan vekillerin, “iyi ısırıyorsun devam” der gibi “X”de köpek seviciliği paylaşmaları yaralara tuz biber ekti. Bunlar bizimle dalga geçiyor, aptal muamelesi yapıyor algısı yerleşmeye başladı. Bu vekillerin attıkları X’lerin altına yapılan yorumlar millet nezdindeki itibarlarını göstermeye yeter. Öyle ki seçimlerde halkın karşısına çıkamayacak hâle geldiler. Birçoğu sadece teşkilatları ile selamlaşıp, fotoğraflar çektirip döndüler.
O vekillere sormak lazım. Millet bu konularda kan ağlarken size bu paylaşımları yaptıran kimdir? Neden siyasette harakiri yapıyorsunuz? Neden Sayın Cumhurbaşkanımıza açıkça, göz göre göre zarar veriyorsunuz? Böylece mutlaka azmettirenleri de bulmak lazım. Ben açıkçası bazılarının azmettirme olmadan bunu yapacaklarını sanmıyorum.
Sporda kaos
Son dönemde AK Partiyi yıpratan uygulamaların başında ise spor geldi. Sporda bilinçli bir şekilde kaos çıkarıldı. Öyle ki Arabistan’da oynanması gereken süper kupa olayı dünya gündeminde itibarımızı sıfırladı. Adaletsiz uygulamalar futbol taraftarlarını bezdirdi. Bu konuda hiçbir adım atmayan hatta artık olayların baş müsebbibi olarak görülen TFF Başkanı pişkin pişkin yerinde oturmaya devam etti.
Sonunda Fenerbahçe-Trabzon maçı, kulüpleri ve aynı partinin kurmaylarını dahi karşı karşıya getirdi. Ülkesinin menfaatlerini unutan bazı siyasiler, kendini kaybeden taraftarlar gibi takımının amigoluğuna soyundu. Partisine büyük zarar verdi.
Defalarca söz verilmesine rağmen bir türlü çözülmeyen süresiz nafaka ve genç evlilere hapis cezaları da AK Parti’yi zaman içinde gittikçe yıpratan sebeplerden biri oldu.
Netice
Neticede AK Parti tabanı küskünlüğe itildi. Buna rağmen kitlenin büyük kısmının Reis’e olan sevdası başka partilere yoğun bir şekilde dağılmasını da önledi. Seçmen bu kez tepkisini önemli oranda sandığa gitmeyerek gösterdi. Bu durum, AK Parti’ye son bir fırsat tanımaktır diye düşünüyorum.
Dolayısı ile son seçimin tablosu, CHP’nin bir zaferi olarak değil, AK Parti seçmeninin partisine son ve ağır ihtarı sonucu ortaya çıkmıştır.
Şayet bu defa da hakkıyla değerlendirilip radikal kararlar almazsa AK Parti karanlığa doğru gömülebilir. Aydınlığa çıkış milletle barışmak yine de AK Parti ve özellikle Sayın Cumhurbaşkanının elindedir.
Yukarıda sıraladığım sebepler konusunda hep tamam çözeceğim şeklinde verilen sözler unutulmamalıdır. Bunlar derhal halledilmezse küskünlüğün yerini dargınlık ve ayrılık alabilir. DİKKAT!
TEFEKKÜR
Zahm-ı bâtın yine bâtından olur vâye-pezîr
Giremez hâne-i zahm-ı dile merhem-i küstah
Nâbî
(Yara içeride ise şifasını da ancak içeriden kabul eder,
Dışarıdan küstah bir merhem, gönül yarası hanesine giremez.)
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
05.04.2024
Türkiye Gazetesi
.
Kimin ekmeğini yağlarsın!
Tarihten günümüze her devletin ve milletin beka sorunu ve dünyaya hâkim olma ideali vardır. Devletin bekası; toprak bütünlüğünü, nizam ve intizamını, iç ve dış tehditlere karşı koruyarak varlığını devam ettirmesidir. Milletin bekası ise nesilleri iyi yetiştirme, aidiyet, vefakârlık, yaşadığı yere bağlılığı ile olur.
Osmanlı Devleti’nde bu durum “Devlet-i Ebed Müddet” deyimi ile özdeşleşmiştir. Bu deyim devletin bölünmez bütünlüğü ve ilelebet süreceğine işaret olarak kullanılmıştır. Bunun gerçekleşmesi için “din ü devlet ve mülk ü millet” (din, devlet, mülk ve millet) olarak gösterilen dört unsurun yara almaması gerekir.
Osmanlılar bu konuda o kadar hassas davranmışlardır ki önceki devletlerin bölünmüşlüğünden aldıkları ibretle bu dört unsuru ayakta tutabilmek için kardeş katlini kanun hâline getirmişlerdir. Keza yeri geldiğinde oğul yeri geldiğinde babayı feda etmekten çekinmemişlerdir.
Şurası muhakkak ki devlet idaresinde gafletin ve ihmalin yeri yoktur. Gemi su almaya başladıktan sonra toparlanması kolay değildir.
Sizin sadece kendinize iyi bakmanız meseleyi çözmemektedir. Düşmanlarınıza karşı da her zaman teyakkuzda bulunmanız gerekir. Düşmanınızın istihbarat çalışmalarını, üzerinizdeki plan ve projelerini göremezseniz yok olmaya mahkûmsunuz demektir.
Bu itibarla casusluk ve istihbarat faaliyetleri devletler için her zaman birinci derecede önemli olmuştur. Devletler her zaman ince işçilikle işlerini görürler. İstihbarat organları ile büyük kitleleri manipüle ederler. Hasım devletleri yıkmak veya zayıflatmak için faaliyetlerde bulunurlar. Bunun için ordu ve silaha yatırım yaptıkları kadar istihbarat birimlerine de yatırım yaparlar. Bir taraftan düşmanını yıpratmak için planlar geliştirirken bir taraftan da düşmanın oyunlarını bozmak için uğraşırlar.
Sultan II. Bayezid döneminde Safeviler, Anadolu’ya soktukları dailerle Osmanlıyı parçalama noktasına kadar getirmişlerdi. Devletin bunlara zamanında layıkıyla tedbir almaması üzerine 7-8 sene sonra Anadolu’da büyük isyanların fitilleri ateşlenmeye başladı.
Yavuz Sultan Selim Han’ın kararlı dirayetli azimli ve öldürücü yumruğu devreye girmeseydi Osmanlı Devleti ta o zamandan parçalanıp yok olmaya mahkûm olabilirdi.
İran’ın Osmanlı üzerinden Türk ve Ehl-i Sünnet düşmanlığı ise hiç bitmedi. Asırlarca Haçlı birlikleriyle iş birliği ile bu yüce İslam Devletine karşı ortak hareket ettiler.
Bugün de emperyalist ülkelerin taşeronu olarak bütün İslam ülkelerinde karışıklık çıkarmakta Sünni İslam’a kan kusturmaktadır. Suriye’de adına Kudüs Tugayı ismini verip Ehl-i Sünnet Müslümanları doğradılar.
Keza Suudi Arabistan aynı şekilde İngilizlerin desteği ile çalıştı. Ajan ve mason din adamları Müslümanları bölmek ve parçalamak için her türlü gayreti gösterdi. Afgani ve Abduh İslam ülkelerindeki Müslüman din adamlarını halifeye karşı kışkırttı. Mehmed Akif Ersoy, Said Nursi, Ali Suavi, Musa Bigiyef ve daha niceleri onların iğvalarına kapılarak Halifeyi tahttan indirmek için seferber oldular.
Masonların kıskacındaki İttihat ve Terakki fırkası ile çalışmaktan geri durmadılar. Kimin ekmeğini yağlamakta olduklarını düşünmediler. Zira II. Abdülhamid Han düşmanlığı gözlerini bürümüştü.
O gittikten sonra ise ne millet ne memleket kalmıştı.
Düşman unutmaz ve uyumaz!
Müslüman feraset ehli olur. Düşmanlarını tanır. Dış mihrakların oyunlarını tertiplerini planlarını projelerini sezer.
Son yirmi senede vuku bulan gelişmeler cumhuriyetin seksen yılını millete unutturuverdi. Galiba asırlardır ülkenin böyle rahat rahat yönetildiğini sandılar.
AK Parti’nin, ilk yıllarında Ahmet Necdet Sezer ve Erbakan Hoca’ya kan kusturan 28 Şubat tertipçileriyle nasıl mücadele ettiğini, Abdullah Gül’ün nasıl bir mücadele ile cumhurbaşkanı seçtirildiğini, sonrasında ise kimlerle kolkola girip yürüttüğü faaliyetleri unuttular. FETÖ diye 40 yıllık bir oluşumun bir milleti mahvedici girişimine sanki tanıklık etmediler. Son yedi yıldır Suriye’de, Doğu Akdeniz’de Libya’da Azerbaycan da verilen şanlı mücadeleyi sanki yaşamadılar. İsrail, ABD ve Avrupa’ya karşı bir türlü düzelmeyen ilişkilerin nedenleri kayboldu gitti.
Evet biz unuttuk ama düşman unutmadı.
Türkiye, tam Zengezur Koridoru ile Türk dünyası ile yeniden ilişkileri düzeltmek ve Orta Doğu’da da İslam devletleriyle irtibatı geliştirmek üzere hamlelerini başlattığında büyük oyun vizyona sokuldu.
Hamas İsrail’e saldırtılarak bütün dünyanın gözü başka bir noktaya kaydırıldı. Hamas’ın kimlerin oyununa gelerek milletini mahvedici bir sevdaya atıldığını daha önce çeşitli yazılarımda bahsetmiştim. Hamas’ı Gazze’deki varlığını yok etmeye iteleyenler, şimdi ise gizli ve açık propagandistlerini kullanarak neden şunu, niçin bunu yapmadın diyerek Türkiye Cumhurbaşkanı’nı yıpratmaktadırlar. Yıllardır vuramadıkları darbeyi vurmaya çalışmaktadırlar.
Basiret ve feraset işte böyle zamanlarda lazımdır. Anlamayanlar korkunç darbeyi yiyince anlarlar. O zaman da “ba’de harabü’l Basra” derler.
Yeni kırmızı çizgiler mi?
Geçen hafta AK Parti’nin yirmi yıldır kendisine destek veren seçmeninden neden bir küskünler ordusu meydana getirdiğini maddeler hâlinde değerlendirmiştim. Bu yorum ve değerlendirmem çok büyük bir karşılık gördü. Hem sosyal medya paylaşımlarında hem de özelden yoğun tebrik ve teşekkürler aldım. Aslında benim değerlendirmelerimde belirttiğim hususların çoğu yıllardır kangren olmuş konulardı.
Defalarca bu konuda sözler verilmiş fakat her ne hikmetse bir türlü çözüm yoluna gidilmemişti.
Üstüne üstlük milletin ızdırap duyduğu bu meselelere bir de sahip çıkan AK Partili vekiller vardı. Seçimden sonra özellikle bu vekillere karşı yoğun bir tepki tekrar gösterildi.
Buna karşılık AK Parti Grup Başkanı Abdullah Güler ve Kadem, millete inat yine aynı kişilere kol kanat gerici ve milleti suçlayıcı “X”ler atmayı sürdürdüler.
Şimdi bunlar AK Parti’ye oy mu kazandırmış olmaktadır?
Kadem yeri geldiğinde biz vakıfız diye gezerken yeri geldiğinde AK Parti politikalarını yönlendiren bir siyasi oluşum gibi hareket etmektedir.
Millet, Özlem Zengin’e olan tavrını net bir biçimde ifade ederken Kadem’in ona kol kanat germesi nasıl bir mantıktır. Derhâl değişimin önünü kesmek için vaziyet mi almaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanı’mız henüz siyasette hangi değişiklikleri yapacağını belirlemeye çalışırken, AK Parti Grup Başkanı Abdullah Güler’in milleti suçlamasının nedeni nedir? Bir dönem “6284 bizim kırmızı çizgimizdir” diyenler gibi Cumhurbaşkanı’na ayar mı vermektedir?
Bu tip tavırlar, bir taraftan küskünler dediğimiz grubu tamamen kendilerinden uzaklaştırmaktan bir taraftan da yeni küskünler sınıfı meydana getirmekten başka bir sonuç vermez.
Bunlar hâlâ aynı kibirle “size ihtiyacımız yok” tavrı ve tarzı içerisinde hatalarını gösteren samimi insanlara trol damgası vurarak neyi elde edeceklerdir.
AK Parti’nin trollerini en iyi kendileri bilirler. O trol ordusu, şimdi nereye devşirileceğini düşünmeye başlamıştır. AK Parti en büyük darbeyi, yanlış uygulamalarını en mühim doğruları imiş gibi millete yutturmaya çalışan kendi trol ordusundan da yemiştir.
Bunu dahi anlayıp tedbir almazlarsa sonuç vahimdir.
Not: Kıymeti okurlarımın mübarek Ramazan-ı şerif Bayramı’nı tebrik ediyor sıhhat, afiyet ve saadetler diliyorum.
TEFEKKÜR
Savm-ı sivâyı kim tutar
Iyd-ı visâle ol yiter
Bülbül gibi dâim öter
Gülşen olur kâşânesi
Hüdâyî
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
12.04.2024
Türkiye Gazetesi
.
Hızlı İslamcıya Bak!
Son günlerde sosyal medyanın birtakım etkili hesaplarında, eski bakanlardan Hüseyin Çelik’in II. Abdülhamid Han hakkında yaptığı kısa değerlendirme paylaşılıp durmaktadır. Onlarca takipçim buna bir açıklama yapınız hocam diyerek bana göndermektedir.
Zira bu tip yazılar ortak gruplarda da paylaşılıp duruyor. İnsanlar bunlara açıklama yapamayınca bizlerden bir cevap bekliyorlar. Aslında Hüseyin Çelik’in II. Abdülhamid Han konusunda yaptığı birçok iftirasına evvelce cevap vermiştim. Sosyal medyada kullanılan son açıklaması şu şekilde idi:
“Hızlı bir İslamcı olarak doktora tezimi Abdülhamid üzerine yapmaya karar verdim. Kahramanlıklarını araştırıp herkese anlatmak için kitap yazacaktım. Ama araştırdıkça şoklara girdim hayal kırıklığına uğradım. Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu’nun anlattığı Abdülhamid, Osmanlı belgelerinde yoktu. Ne vardı peki? Avrupai hayat tarzına meraklı ama Avrupa’dan korkan bir adam, etrafındaki tüm adamları, vezirleri Ermeni, Rum veya Yahudi. Yabancı devletler tehdit edince toprak verip sulh sağlayan bir padişah çıktı karşıma. Ali Suavi’nin Çırağan Sarayı baskınından sonra beni ve ailemi, bunlar Topkapı’nın zindanlarında öldürecekler korkusu ile İngiliz elçisini çağırıp Kraliçe beni korur mu diye söylüyor. İki gün sonra Elçi, Kraliçe seni ve aileni koruyacağını söylüyor ama bir şartı var Ruslara karşı Malta’da ve Girit’te bulunan askerlerimiz savaşırken sevkiyat zorluğu çekiyor… Kıbrıs’ı vermenizi istiyor diyor, 4 gün sonra Kıbrıs’ı İngilizlere veriyor.”
İfadelerini değerlendirmeye girmeden önce Hüseyin Çelik’in eğitimi hakkında kısa bir malumat vereyim. Kendisi İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden 1983 yılında mezun oldu. Aynı yıl Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne araştırma görevlisi olarak başladı. 1987 yılında İstanbul Üniversitesi’nin kadrosuna geçti. “Genç Kalemler Mecmuası’nın Sistematik Tetkiki” konulu yüksek lisans tezini verdikten sonra aynı yıl, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktora öğrenimine başladı. 1991 yılında “Ali Suavi Hayatı ve Eserleri” isimli teziyle Yeni Türk Edebiyatı alanında doktor unvanını aldı. 1992’de Yrd. Doçent, 1997’de Doçent oldu…
Sonra siyasi hayata atıldı. 1999 Milletvekili Genel Seçimlerinde Doğru Yol Partisi’nden Van Milletvekili oldu. 2001 yılında AK Parti’nin kurucuları arasında bulunmak üzere DYP’den istifa etti. 3 Kasım 2002 seçimlerinde ikinci kez Van’dan milletvekili seçildi.
Abdullah Gül’ün Başbakan olduğu 58. Cumhuriyet Hükûmeti’nde Kültür Bakanlığı yaptı. Erdoğan’ın Başbakan olduğu 59. ve 60. Cumhuriyet Hükûmetlerinde Millî Eğitim Bakanı olarak görev aldı. Böylece 6,5 yıla yakın bakanlık yaptıktan sonra, AK Parti’nin 3. Olağan Büyük Kongresi’nde MKYK üyeliğine seçildi. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı, Tanıtım ve Medya Başkanlığı görevini üstlendi. 2016 yılında ise AK Parti ile yollarını ayırdı.
Hüseyin Çelik bundan sonra neredeyse kalan ömrünü II. Abdülhamid Han’a düşmanlık üzerine kurdu denilse yeridir. Yazıları ile konferansları ile her fırsatta Sultan II. Abdülhamid Han’a saldırmaktadır.
Geçtiğimiz iki haftadır AK Parti’nin neden son seçimde büyük kayıp yaşadığını incelerken ilk başta yıllardır gelen bir ihmalle gençleri kaybettiğini belirtmiştim. 2016 yılına kadar Kültür ve Millî Eğitim Bakanlığının kimlerin elinde ve uhdesinde olduğunu düşünürlerse benim bu görüşümün ne manaya geldiğini de anlarlar.
Darbeci Ali Suavi’nin izinde!
Hüseyin Çelik, 2016 yılından sonra birdenbire, rüyasında ilham alarak mı Abdülhamid Han düşmanı kesildi. Padişahın hatalarını bu sırada mı gördü! Elbette ki hayır. Şimdi düşünelim. Acaba II. Abdülhamid Han’a ölümüne husumet besleyen ve düşmanlık tohumları eken bu adam, 14 yıl boyunca gençleri nasıl yetiştirmeyi planlamıştı. Nasıl bir ekip oluşturmuştu ve nasıl bir gençlik özlemekteydi, varın siz düşünün.
Kültür, Millî Eğitim, Aile ve Gençlik Spor bakanlıklarında millî ve dinî değerlere bağlı hamleleri bir türlü başaramayan AK Parti ne yazık ki sonunda çözülmenin eşiğine gelmiştir. Bugün de AK Parti neden kaybetti konusu üzerinde değerlendirmeleri duydukça dehşete kapılmaktan kendimi alamıyorum. Zira Cumhurbaşkanımızın tamamen yanlış mecralara doğru yönlendirilmek istendiğini görüyorum.
Oysa geldiğimiz nokta Hüseyin Çelik ve onun gibilerin tutumları örnek ve ibret alınarak tahlil edilmelidir.
Şimdi Çelik’in yazısını değerlendirelim. “Hızlı bir İslamcı olarak Abdülhamid Han’ı araştırmaya karar vermiştim” diyor. Oysa benim bildiğim hızlı İslamcı tipler genelde Efgani, Abduh ve Seyit Kutup çizgisinde olurlar. Bunlar Osmanlıyı ve Abdülhamid Han’ı sevmezler. Seviyor görünmeleri suret-i haktandır, aldanmayın. Abdülhamid Han düşmanlarını (dış değil iç) anlatmaya başladığınızda hemen içlerindeki gizli husumet dışarı taşmaya başlar.
Doktora tezine, “Abdülhamid Han’ın kahramanlıklarını araştırıp herkese anlatmak için kitap yazacaktım” diye başlamak kendisinin ilim zihniyetini ve tarih metodolojisinden ne anladığını ortaya koymaktadır. Böylelerini, Akademia da “kralın soytarısı mısın?” derler ve kapının dışına korlar!
Öte yandan Çelik, akademik hayatında tarih eğitimi almamıştır. Edebiyatçıdır. Yüksek lisans ve Doktorasını da aynı minval üzere devam ettirmiştir. Nitekim Doktora tezini de yine bir edebiyatçı olan Birol Emil Bey ile çalışmıştır.
Açıklamasında, “Doktora tezimi Abdülhamid üzerine yapmaya karar verdim”, diyor. Hâlbuki bir numaralı Abdülhamid Han düşmanı olup ona darbe girişiminde de bulunan Ali Suavi üzerinde çalışıyor. Yani yalan konuşuyor. Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin saltanat ve II. Abdülhamid Han düşmanı şahısları, onun ilham kaynağı oluyor.
Keza Abdülhamid Han’ı sevenler için, “istibdadı arzulayanlar yarın keşke toprak olsaydık âyetinin sırrına mazhar olacaklardır” diyerek onları küfürle itham edecek kadar ileri giden ittihatçı bir zat, Çelik’in dinî noktada en büyük fikir babasıdır. Aynı zat Ali Suavi’nin de meddahı ve takipçisidir.
Belli ki Çelik, akademiye Abdülhamid Han’ı kahraman yapmak değil, hocalarının yolundan giderek onu sağ ve Müslüman kitlenin gözünden düşürmek için girmiştir.
Diğer taraftan II. Abdülhamid Han’ın kahraman yapılmak gibi bir girişime ihtiyacı yoktur. Yaptıkları veya yapamadıkları meydandadır. Tarih bunları yazmaktadır.
On cümlede on yanlış!
Fransız, İngiliz, Ermeni, Yahudi, Rum ve daha nice Türk ve İslam düşmanlarının yalan ve iftiralarına aldanarak padişahı kötüleyenlerin, aşağılayanların kimlik ve kişilikleri artık bellidir. Yerli ve yabancı yüzlerce ilim ve fikir adamı yaptıkları araştırmalarda bu yüce hakanın devlet adamlığını, usta siyasetini, müthiş denge politikasını, Türk ve İslam birliğini yürütmekteki maharetini ve medeniyet hamlelerini anlata anlata bitiremezler.
Konuyu hâlâ yok Necip Fazıl, yok Kadir Mısıroğlu üzerinden yürütmek kurnazlıktan öte fikir fukaralığıdır.
Kıbrıs konusu ise Çelik’in bambaşka bir hezeyanıdır. Adanın idaresinin İngilizlere verilmesi 93 Harbi’nin sonuçlarından iken ve şayet padişah o adımı atmasa tamamen el konulacağını dünya âlem bilirken, bunu şahsını ve ailesini korumak için peşkeş çekti demek düşmanların bile aklına gelmeyen bir iftiradır!..
Gelelim padişahın etrafındaki tüm devlet adamlarının ve vezirlerin, Ermeni, Rum veya Yahudi olduğu hususuna. Soralım şimdi:
-Ey Çelik! Padişahın 33 yıl saltanatı boyunca bir tane gayr-i müslim sadrazamını söyle bakalım!
Ben sana 1900 yılındaki kabineyi sayayım şimdi. Adliye nazırı, vezir Abdurrahman Paşa, serasker müşiri Mehmed Rıza Paşa, Bahriye nazırı Hasan Hüsnü Paşa, Şûra-yı Devlet reisi vezir Mehmed Said Paşa, Hariciye nazırı vezir Ahmed Tevfik Paşa, Dahiliye nazırı vezir Mehmed Memduh Paşa, Maarif nazırı Ahmed Zühdi Paşa, Maliye nazırı Reşad Bey, Ticaret ve Nafia nazırı Mustafa Zihni Paşa, Evkaf nazırı Abdullah Galib Paşa, Tophane-i Amire müşiri Mustafa Zeki Paşa… Sen bunlardan bî-haber misin? 1905, 1907 yılları kabinelerini de sayayım mı ey zavallı!
Bu isimler sana Rum, Ermeni ve Yahudileri mi hatırlatıyor!
Sosyal medya şarlatanlarının belge diye sundukları paçavralardan mı okuyorsun tarihi!
Yarabbi! Kültür ve eğitimimiz bir dönem kimlerin elinde kalmış!
Gençlere en büyük tavsiyem her yazılanı doğru diye kabul etmemeleri, araştırmaları ve okumalarıdır. Üç dönem bakanlık yapmış, Doç. Dr. diye meydanda gezen bir adamın on cümlesinde neredeyse on yalan ve iftira sıralanmaktadır.
Bu noktada Osmanlı tarihi ile ilgili “Kayı” serisini gençlere bilhassa tavsiye ederim.
TEFEKKÜR
Susmakta da bir başka belâgat vardır,
Hakkı bilmezsen susmayı öğren bâri!
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
19.04.2024
Türkiye Gazetesi
.
.
Türkiye Gazetesi
..