ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Kur’an-ı kerimle ilgili çeşitli sorular
Sual: Kur’an Kadir gecesi mi indi, yoksa Berat gecesi mi? CEVAP
Tefsirlerdeki bilginin özeti şöyledir:
Levh-il mahfuza inişi Berat gecesinde oluyor, dünya semasına indirilmesi ise Kadir gecesinde oluyor. İlk inişi Kadir gecesinde olmuştur. 23 senede indi. Bir âyet meali: (Apaçık olan Kitaba and olsun ki, biz onu [Kur’anı] mübarek bir gecede indirdik. Her hikmetli iş o mübarek gecede ayırt edilir.)[Duhan 3-4]
Bu âyetin açıklamasında buyuruluyor ki:
Kur’an-ı kerim, Levh-il mahfuza bu gece indirildi.
Dünya semasına indirilmesi ise, Kadir gecesinde oldu. Bir âyet meali şöyledir: (Biz onu [Kur'anı] Kadir gecesinde indirdik.) [Kadr 1]
Sual: Mucize mahluk olur. Kur'an mahluk değilken nasıl mucizedir? CEVAP Kur'an-ı kerim, istisna olarak mahluk olmayan mucizedir.
Sual: Kur'anda Fatiha sûresinden sonra âmin diye bir kelime yok. Âmin diyenler Kur'ana kelime ilave etmiş olmuyorlar mı? Bu yanlışlığın sebebi nedir? CEVAP Ortada bir yanlışlık var. Bu yanlışlık yalnız Kur'an diyerek hadis-i şerifleri inkâr edenlerdedir. Kur'an-ı kerimden hangi şeyi anlayabiliriz ki? Mesela namazı bozan şeyler Kur'anda yazıyor mu? Namazın farzları ve nasıl kılınacağı var mı? Namazın sünnetleri, mekruhları ve vacibleri Kur'anda yazar mı? Namazın kaç rekat kılınması gerektiği yazılı mı? Bunları ve her şeyi Allahü teâlâ Peygamber efendimize bildirmiştir, O da bize bildiriyor. Peygamber efendimiz, Fatiha'dan sonra âmin demek gerekir buyuruyor. Âmin demek sünnettir. Esas yanlışlık, Kur'an meali okuyup da Kur'anda âmin kelimesi yok demektir. Her Müslümanın fıkıh kitabı okuması lazımdır. En güzel, en faydalı fıkıh kitabı ise Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye’dir.
Sual: Nahl sûresinin (Allah bilemeyeceğiniz daha nice şeyler yaratır) mealindeki 8. âyetindeki "Bilemeyeceğiniz şeyler"den maksat nedir? CEVAP
"Bilemeyeceğiniz şey" buyuruluyor. Bilebilseydik öyle buyurulmazdı. Ancak tahminler yapılmaktadır. "Bilemeyeceğimiz şeyleri" bazı müfessirler, "Acayip garaib" diye tefsir etmişlerdir. Bugün, ilk hatıra gelen şeyler füze, TV, bilgisayar ve diğer teknik cihazlar olabilir. Daha başka şeyler de bulunacak demektir. (Tibyan)
Sual: Bazı kitap satıcıları Mushafları aşağı yerlere koyuyorlar. Bu saygısızlık değil mi? CEVAP Kitap satıcılarının, öyle yapmaları Kur’an-ı kerime hürmetsizlik olur. Kur’an-ı kerim öğretilmesine, okunmasına sebep olmak niyetiyle kitapçıların, Kur’an-ı kerimi bastırıp, Mushaf olarak satmaları caiz ve sevap olur. Aldığı satış parası helal olur; fakat böyle niyetin alameti vardır ki, mal oluş fiyatına yakın, az bir kârla satmalıdır. Geçimi başka kitaplardan sağlanıyorsa, Mushaf’ı kârsız satmalıdır.
Sual: Kur'an-ı kerimi yattığımız odada başucumuza asıyor bu şekilde yatıyoruz. Ayrıca bu odada ve diğer odalarda dini levhalar da var. Bunun mahzuru var mı? CEVAP Yatak odasında Mushaf (Kur’an-ı kerim) ve dini levha bulunmasının mahzuru olmaz.
Sual: Kur’an-ı kerimin mealini okumak hatim yerine geçer mi? CEVAP Hatim yerine geçmez.
Sual: Mealden dinimi öğrenmeye çalışıyorum, uygun mu? CEVAP Uygun değil. Mealden tefsirden din öğrenilmez. Ehl-i sünnet âlimlerinin kıymetli kitaplarından hazırlanan ilmihallerden öğrenmeli. Bunun için size Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabını tavsiye ederiz. Bu kıymetli eseri www.hakikatkitabevi.com adresinden de okuyabilirsiniz.
Sual: Ayrıca bir Kur’an-ı kerim ihtiyacım var, hangisini önerirsiniz? Mealli olması uygun mu?
CEVAP Mealli olması uygun değil. En iyi hangisini okuyorsanız onu alın.
Sual: Arabada torpido gözünde fermuarlı kılıf içinde Kur’an-ı kerim bulunduruyorum, gözdeki diğer eşyaların üzerinde duruyor, ancak arabada daha yüksekte bir yerde tutma imkanım da yok. Torpido gözü bel hizasında duruyor, böyle bulundurmamız uygun mu? CEVAP Uygundur.
Sual: Deri kaplı, fermuarlı küçük Mushafla helaya girmek caiz mi? CEVAP Evet caizdir.
Sual: Mushafı yükseğe açık olarak koymak caiz mi? CEVAP Evet.
Sual: Hâfız idim. Boş zamanım olursa, hıfzımı takviye edeyim mi? CEVAP Evet.
Sual: Mushafın kenarına İslam harfleriyle yazı caiz mi? CEVAP Evet.
Sual: İçinde Mushaf bulunan çantayı, dizden aşağıda taşımak caiz mi? CEVAP Hayır.
Sual: Çok küçük Mushaflar var. Bunları kolye olarak kullanmak günah mıdır? CEVAP Kur'an-ı kerimi okunamayacak kadar küçük harflerle yazmak, böyle küçük Mushafı almak günahtır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimi okumak, dinlemek, emirlerini öğrenip yapmak için gönderdi. Kur'an-ı kerimi okunamayacak kadar küçük yazmak, ona hakaret etmek olur. Halife Hazret-i Ömer, böyle küçük yazan birisini cezalandırmıştır. (Halebi)
Böyle Mushafları almak, taşımak, hıristiyanların putları gibi altın veya gümüş mahfaza içinde boyna takmak, faydasız ve günahtır.
Sual: Namazda okunan Kur’an mı yoksa dışında okunan mı daha sevaptır? CEVAP Namazda okunan daha sevaptır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Namazda okunan Kur'an, namaz dışında okunan Kur'andan daha sevaptır.) [Cami'ussagir şerhi]
Sual: Kur'anın ikinci sûresine Bekara denmesinin sebebi nedir? CEVAP
Bekara, sığır, inek manasındadır.
Musa aleyhisselamzamanında Beni İsrail’den bir genç, kendisinden başka mirasçısı bulunmadığı halde, malına tamah ederek zengin amcasını öldürür. Ölüsünü de gizlice başka bir köye bırakır. Ertesi günü Hazret-i Musa’ya gidip, zengin şahsı bu köylülerin öldürdüğünü söylerler. Onlar da kendilerinin öldürmediğini söyleyince, Cenab-ı Hak, bir inek kesip bir parçası ile ölüye vurulursa, ölü dirilip katilin kim olduğunu söyleyeceğini Hazret-i Musa’ya bildirir.
Kavmi, böyle bir şeyin olamayacağını zannederek, Hazret-i Musa’ya, (Sen bizimle alay mı ediyorsun?) derler. O da, bir Peygamberin alay etmeyeceğini söyler ve (Cahillikten Allah’a sığınırım) buyurur.
Hazret-i Musa’ya kesilecek ineğin vasfını sorarlar. O da bildirir. Değeri üç altın etmesine rağmen, istenilen vasıflar bu inekte bulunduğu için, derisi dolu altın verilerek ineği satın alıp keserler.
Kesilen ineğin bir parçasını ölüye vurunca, ölü dirilip, (Beni öldüren yeğenimdir) der ve tekrar ölür. Köylüler katili yakalayıp öldürürler. Böylece iki köy arasındaki çekişme de sona erer. Bu husus, Bekara sûresinin 67-73. âyet-i kerimlerinde bildirilmektedir.
Son âyet-i kerimenin devamında mealen (İşte Allah ölüleri böyle diriltir, düşünüp de gerçeği anlamınız için size [kudretini, peygamberine verdiği mucizeleri] gösterir) buyurulmaktadır.
Firavunlar devrindeki Mısır’da, sığır mukaddes bir hayvandı. ŞimdiHindistan’da olduğu gibi ineğe tapılırdı. Allah’tan başka şeylere tapınılmayacağını göstermek ve böyle bâtıl inançları yıkmak gayesiyle bildirilen mucize gösterilmiştir.
Bekara sûresinde Hakla bâtıl anlatılmaktadır. Öküzle sürülen saban, toprağı yarıp ikiye ayırdığı gibi, Hakkı, bâtıldan ayırması bakımından da bu sûreye Bekara ismi verildiği bildirilmiştir.
Sual: Bizim camiye birisi gizlice gelip, Mushaflardaki Tevbe sûresinin son iki âyetini karalıyor. Oraya da bu Kur’andan değil diyor. Bunu kimler yapabilir ki? CEVAP Resulüm yani peygamberim diyen Reshat Khalife isimli Mısırlı birisi, 19 sayısının katlarına uymuyor diye, o iki âyeti inkâr ediyor. Bu inkârıyla, ya, (Kur’anı biz indirdik, onu değişmekten biz koruyacağız) mealindeki âyet-i kerimeyi de kabul etmemiş oluyor veya kabul ediyorsa, Allahü teâlânın Kur’an-ı kerimi koruyacağına güvenmemiş oluyor. Bu sapık adama inanan ahmağın birisi onu karalamış olabilir.
Eskimiş Mushaf
Sual: Çok yıpranmış, yırtılmış Mushaf'ı yakmak caiz midir?
CEVAP Eskimiş, istifade edilmez hâle gelmiş Mushaf’ı, çürüyüp, toprak oluncaya kadar açılmayacağı emin olan ve ayak basılmayacak yerdeki toprağa gömmek gerekir. Böyle bir yer bulunamazsa, yakıp külünü gömmek veya külünü denize, ırmağa atmak caizdir.
Mushaf arasına çiçek koymak
Sual: Mushaf arasına, çiçek, gazete parçası koymak caiz midir? CEVAP Mushaf arasına çiçek koymak caizdir, hürmetsizlik sayılmaz. Gazete parçası koymak hürmetsizlik olur. Latin harfleri, İslam harfleriyle karışmış olur.
Sual: Kur’an yazılı CD’leri, Kur’an öğrenmek için hazırlanan CD’leri veya Mushafları, kâr kazanmak için satmak caiz mi? CEVAP Bunları satmak, Kur'an-ı kerim öğretilmesine, okunmasına sebep olmak niyeti ile olursa, caiz ve sevab olur, fakat böyle niyetin alameti, bunları, maliyetine yakın, çok az bir kârla satmaktır. Başka geliri de varsa, Mushafı kârsız satmalıdır. Kâğıt, işçilik ücreti ve masraflarını almak caizdir. (S. Ebediyye)
Sual: Bilimde dinozorlardan ve buzul çağıyla birlikte soylarının tükenmesinden bahsediliyor. Kur'anda böyle bir şeyden bahsediliyor mu? CEVAP Kur’an-ı kerim, tarihten, biyolojiden, teknolojiden, tıptan kısmen bahsetse de, o, tarih, coğrafya, tıp veya biyoloji kitabı değildir. Bunlardan detaylı şekilde bahsetmez. Herkesin Âdem aleyhisselamdan geldiğini bildirir, o kadar.
Kıraat ve tilavet
Sual: Kıraat ve tilavet ne demektir? CEVAP İkisi de, Kur’an-ı kerim okumak demektir. Genelde kıraat, namaz içinde okumak; tilavet ise namaz dışında okumak anlamında kullanılır.
Sual: Kur'an-ı kerim, Mushaf haline nasıl geldi? CEVAP
Kur'an-ı kerim, 23 yılda, parça parça nazil oldu. İnen ayetler, çeşitli şeylere yazıldığı gibi, müminler tarafından da hemen ezberleniyordu. Ancak Yemame savaşında, Kur'an-ı kerimin hepsini ezberleyen 70 hâfız şehit olunca, (Kur'an-ı kerimi ezberden bilenler azalıyor) diye telaşlanan Hazret-i Ömer, halife Hazret-i Ebu Bekir'e, Kur'an-ı kerimin toplanıp yazılmasını tavsiye ve rica etti. Hazret-i Ebu Bekir de, Muhammed aleyhisselamın kâtibi olan Zeyd binSabit'e Kur'an-ı kerim sûrelerinin ayrı ayrı kâğıtlara yazılmasını emretti. Sonra bir heyet, Kureyş lehçesiyle bir Mushaf yazdı. Hazret-i Osman zamanında bu Mushaf'tan, 6 adet daha yazılarak vilayetlere gönderildi. Bu suretle, Resulullahın vefat edeceği yıl, Cebrail aleyhisselamla beraber iki defa okumuş oldukları Kur'an-ı kerim yazıldı. Buna uymayan nüshaları imha edildi. Bugün bütün İslâm ülkelerinde mevcut olan Mushafların tertibi ve şekli Mushaf-ı Osmani'ye tam uygundur. O zamandan beri bir tek harfi değişmemiştir.(Mir'at-ı kâinat)
Sadakallahül-azîm demek
Sual: (Kur’an-ı kerim okuduktan sonra, sadakallahül-azîm demek bid’attir. Çünkü manası, en doğrusunu Allah bilir demektir) deniyor. Bu yanlış değil mi? CEVAP
Sadakallah, Allah doğru söyledi demektir. Sadaka Resulullah, Resulullah doğru söyledi demektir. Sadakallahül-azîm, (Azîm olan, büyük olan Allah doğru söyledi) demektir.
Kur’an-ı kerim Allahü teâlânın sözü olduğuna göre, Allah doğru söyledi demek, bid’at olmaz. Asırlardır âlimlerimiz böyle söylemişlerdir.
Sûrelerin yerleri
Sual: Kur'an-ı kerimdeki sûrelerin ve âyetlerin yerleri nasıl tespit edilmiştir? Niye iniş sırasına göre konmamıştır? CEVAP Sûrelerin sırasını Peygamber efendimiz bildirmiştir. Halife hazret-i Osman da, bildirildiği şekilde yazdırdığı altı Mushaf’ta bu sûreleri yerlerine koydurmuştur. (Rehber Ansiklopedisi)
Resulullah’ın dine ait her sözü vahye dayanır. Bir âyet-i kerimede mealen, (Resulüm kendi arzusuyla konuşmaz. Onun [dini hükümlere ait her] sözü vahiydir) buyuruluyor.(Necm 3, 4)
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir: (Yemin ederim ki, ben size ancak Allahü teâlânın emrettiğini emrediyor, nehyettiğini nehyediyorum.) [Taberanî]
Farklı kaviller varsa da, âyetler gibi sûrelerin yerleri de vahye dayanmaktadır. (Kurtubi)
Mushaf ve Kur'an
Sual: Mushaf ile Kur'an arasındaki fark nedir? CEVAP
Kur'an, sözlükte, okumak, okunmuş gibi manalara gelirse de, ıstılahta(Allah'ın sözü) demektir. Mushaf, Allah’ın sözlerinin yazıldığı kitabın adıdır. Büyük Kur'an, küçük Kur'an, eski Kur'an, yeni Kur'an denmez. Yani Allah’ın sözlerinin büyüğü, küçüğü, eskisi ve yenisi olmaz. Ama Mushaf, kitap olduğu için yenisi eskisi, küçüğü büyüğü olur. Bunun için Kur'an, Allah'ın sözüdür ve mahlûk değildir, fakat Mushaf kâğıt olarak mahlûktur. Mahlûk, yaratılmış demektir.
Mushaf, Allah'ın sözlerinin yazıldığı kitap olduğu için, Mushaf yerine Kur'an dense de, mahzuru olmaz, ama kelimeleri yerli yerinde kullanmak iyi olur.
***
KURANI KERİMİN YAZILMASI
Ekim 14, 2011 by maveranehir
KURANI KERİMİN YAZILMASI
Peygamberimiz hayatta iken Kur’an-ı Kerim’in tamamı yazılmıştı.Ancak kendisi okuma yazma bilmediği için vahiylerin yazılması kâtipleri tarafından icra edilmişti. Kur’an’ın Hz. Muhammed (s.a.s.) döneminde yazıldığına dair Kur’an, hadis ve tarihten pek çok deliller vardır.Biz bu makalede, vahiylerin Mekke ve Medine döneminde iken yazdırılması, vahiylerin yazdırıldığına dair Kur’an, hadis ve tarihi kaynaklardan deliller. Peygamberimizin vahiyleri nasıl yazdırdığı, yazılan vahiylerin Mekke ve Medine’de ne şekilde muhafaza edildiği gibi konulan incelemeye çalıştık.
Giriş:
İslam ve Kur’an tarihinin en önemli meşelerinden birisi Hz. Peygamber (s.a.s.)’e vahyedilmiş olan Kur’an’ın yazıya geçirilmesi hadisesidir. Hz. Peygamber (s.a.s.) yazmayı bilmediğine göre,’ Kur’an’ın onun devrinde nasıl yazıya geçirildiği meselesi her zaman için merak konusu olmuştur. Biz, burada öncelikle Rasûlüllah’a indirilen Kur’an’ın ne zaman ve nasıl yazıya geçirildiğini, daha sonra farklı malzemeler üzerine yazılmış olan vahiy metinlerinin nasıl korunduğunu ve Mekke’den Medine’ye ne şekilde taşındığını ulaşabildiğimiz kaynaklardan elde ettiğimiz rivayetler ışığında değerlendirmeye çalışacağız.
1. Vahiylerin Yazılmaya Başlanması
Rasûlüllah (s.a.s.) zamanında Kur’an-ı Kerim’in ne zaman yazılmaya başlandığı meselesi, Kur’an tarihinin en temel sorunlanndan birisidir. Bu konuda bize ışık tutan ilk somut rivayet, Rasûlüllah’ın risâlet görevine başlamasının ardından, nübüvvetin V. yılında, Hz. Ömer’in kız kardeşinden ve eniştesinden istedikten sonra kendisine sunulan ve üzerinde vahiy yazılı olan Kur’an metinleridir. Hz. Ömer’in Müslüman olmasına da vesile olan bu dokümanlar, Kur’an’ın Mekke döneminin ilk yıllarından itibaren yazılmaya başladığını net bir şekilde ortaya koymaktadır. Kur’an’ın bu dönemde yazıldığını gösteren diğer bir kanıt ise, Hz. Peygamber’in hicretinden birkaç yıl önce vuku’ bulan Akabe Bîat’ında kendisi ile karşılaşan Zuraykoğullarından Rafi’ b. Mâlik ez-Zurakî’ye verdiği ve üzerinde Kur’an yazılı belgelerdir. Semhûdî (ö. 91 l/1505)’nin İbn Zebale’den naklettiğine göre Hz. Peygamber, Rafı’ b. Mâlik ez-Zurakî (ö. 32/652)’ ile Akabe’de” karşılaştığında ona, o güne kadar yani 10 yıllık süre zarfında nazil olan bütün vahiy metinlerini içine alan bir nüsha vermiştir.
Böylece Rafı’ Medine’de kendi mahallesinde inşa ettiği, islam’ın ilk mescidinde bu ayetleri etrafında toplanan insanlara okumaya başlamıştır. Benû Zuraykların Medine’deki bu mescidi îslam tarihinde içinde yüksek sesle Kur’an tilâvet edilen ilk mescit olmuştur.
Mekke’de Hz. Peygamber’e gelen vahiyleri yazan Abdullah b. Sa’d b. Ebî Sarh gibi kâtiplerin varlığı da Kur’an’ın o dönemde yazıldığını gösteren diğer bir dayanaktır. Vahiy kâtipleri hicretten önce kendilerine tevdi edilen görevlerini icra etmeye başlamışlardı. Kur’an, bu dönemde bize sadece sözlü olarak nakledilmeyip yazılı olarak da aktarılmıştır. Dönemi konu alan tarihî kaynaklar Mekke’de o sırada okuma-yazma bilenlerin bulunduğunu zikretmektedirler.Özellikle Varaka b. Nevfel gibi Ibrânîce ve yabancı dillerdeki diğer mukaddes kitapları okumayı bilenlerin yanında, İslam geldiğinde Mekke’de okur-yazar bir topluluk vardı. Bunlar Yahudi, Hıristiyan ve Fars kitaplarına da aşina olmuşlardı. Tarihçiler, Rasûlüllah’a vahiy nazil olduğunda Mekke’de, Kureyş’ten en az 17 kişinin okuma-yazma bildiğini belirtmişler ve bunlar arasında Müslümanlardan Ömer b. Hattâb, Ali b. Ebî Talip, Osman b. Affân, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve Talha’yı saymışlardır. Kur’an vahiylerinin Medine’ye hicretten önce Mekke’de yazıldığını gösteren delillerden birisi de, burada nazil olan Furkan suresinin 5. ayeti’” ile Vakıa suresinin “79.” ayetleridir.
Tüm bu delillere rağmen, bazı batılı yazarlar Hz. Ömer’in Müslüman olmasıyla ilgili rivayette kendisine sunulan yazılı belge konusuna şüpheli yaklaşırlar ve vahyin ilk defa yazı ile ne zaman tespit edilmeye başlandığı hususunun bilinmediğini zikrederler. Mesela, İtalyan tarihçi Leon Caetani, Hz. Ömer’in Müslüman olması olayında geçen ve kız kardeşi Fâtıma bint Hattâb’ın evinde bulunan Kur’an’a ait yazılı metinlerin varlığını inkar etmekte ve Mekke döneminde iken vahiylerin yazılmasına önem verilmediğini ve dolayısıyla burada vahiylerin yazılmadığını iddia etmektedir.” Fransız şarkiyatçısı Paul Casanova ve Manchester’li Mingana gibi vahiylerin yazılmasını çok daha ileri tarihe götüren bazı oryantalistlerin de var olduğunu burada belirtmemiz gerekir. Mesela Paul Casanova, Kur’an’m Emevî hükümdarı Abdulmelik’ten önce cem’ edilip resmen çoğaltılmasının gerçekleşmediğini söyleyen ilk kişidir. Casanova’ya göre bu iş, Abdulmelik’in zalim valisi el-Haccâc b. Yûsuf un insiyatifiyle yapılmıştır. Bu görüş, Alphonse Mingana tarafından “The Transmission of The Kur‘an”başlıklı makalesinde kabul edilip daha aynntılı biçimde temellendirilmiştir.
Bize göre Caetani, Casanova ve Mingana’nın görüşleri herhangi bir dayanağı olmayan iddialardan ibarettir. Çünkü vahiylerin daha Mekke dönemindeyken yazıldığını gösteren delillerden en önemlisinin Hz. Ömer’in Müslüman olmasına da vesilen olan yazılı belgeler olduğunu tarihi kaynakların pek çoğu doğrulamaktadır.
Konumuz açısından oldukça önemli olan bu olay,” ilk kaynaklardan İbn İshâk (ö.151/768) ve îbn Hişâm (ö. 218/833)’ın “es-Sîre” adlı eserlerinde geniş bir şekilde ele alınmaktadır. Ancak biz burada, uzun bir şekilde anlatılan rivayetin sadece bizimle ilgili olan bölümlerini zikretmek istiyoruz.
Rivayete göre Hz. Ömer, Peygamberimizi ve bir kısım Müslümanı öldürmek üzere yola koyulur. Yolda Nuaym b. Abdillah ile karşılaşır. Ondan eniştesinin ve kız kardeşinin Müslüman olduğunu öğrenince yolunu değiştirir ve doğruca onların bulunduğu evin yolunu tutar. Kız kardeşinin kapısının önüne gelir ve Müslüman olduğu için ona eziyet etmek ister. O sırada Habbab b. Eret, Hz. Ömer’in kız kardeşinin evinde, ona “Tâhâ” ve “Küvvirat” surelerini okutmaktadır. Kız kardeşi onu görünce bir kötülük yapacağını anlar ve sayfayı saklar. Hz. Ömer kız kardeşine: “Söyle, ne okuyordun? Onu tekrar sana geri vereceğime dair söz veriyorum. Bu hususta herhangi bir müdahalede de bulunmayacağım” der. Kız kardeşi onun, sayfayı görme konusundaki ısrarı üzerine, kendisinden güvence alır ve sayfayı ona verir. Hz. Ömer sayfayı okumaya başlar, Tâhâ suresinin 16. ayetine” ve daha sonra Tekvir suresinin 14.ayetine” kadar okuduktan sonra Müslüman olur.’”
Hz. Ömer’in Müslüman olmasını sağlayan ve kendisine sunulan belgelerde hangi sure ve ayetlerin yer aldığı konusunda kaynaklarımızda farklı bilgilerle karşılaşılmaktadır.Yukarıda zikrettiğimiz rivayete göre, Hz. Ömer’e Müslüman olması esnasında sunulan sureler, Tâhâ suresinin “1-16. ayetleri” ve Tekvir suresinin” 1-14. ayetleridir.”
Bir başka rivayete göre de bu sahifelerde Hadid suresinin “ilk 7 ayeti yer almaktaydı.”Günümüz Kur’an araştırmacılarından İbrahim el-Ebyârî, “Tarihu’l-Kur’ân” adlı eserinde, Hz. Ömer’in kız kardeşinin evinde bir köşede yazılı olarak bulduğu sahifede Hadîd suresinin ilk ayetlerinin, yine aynı yerde bulduğu başka bir sahifede ise, Tâhâ suresinin ilk ayetlerinin yazılı olduğunu söyler. Zürkani’ye göre de bu üç surenin bir veya iki sayfada da yazılı olması muhtemeldir.” Hamîdullah ise, diğer rivayetleri de göz önüne alarak, birden fazla yazılı metin parçasının sunulmuş olabileceği ihtimali üzerinde durmaktadır. Bilindiği üzere, Tekvir ve Tâhâ sureleri Hz. Ömer’in İslam’a girişinden önce indirilmiştir.Hz. Ömer, Müslümanların Habeşistan’a hicretinden” sonra Muhammed (s.a.s.)’in peygamberlik görevine başlamasının V. yılında hicretten 8 yıl önce Müslüman olduğuna göre” Kur’an’ın yazıyla tespitinin bu dönemden önce başlamış olduğu muhakkaktır.
2. Vahiylerin Yazıldığını Gösteren Deliller
Konuyla ilgili İslamî literatür incelendiğinde, Kur’an’ın tamamının Hz. Peygamber döneminde yazıya geçirildiği çok net bir şekilde görülür. Biz burada, Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazıldığına dair, Kur’an’da ve hadislerde yer alan delilleri zikredip İslam Tarihi ve Ulûmu’l-Kur’an’la ilgili kaynakların konuya yaklaşımlarını irdelemek istiyoruz.
1. Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazıldığına dair Kur’an-ı Kerim’de yer alan delillerden bazıları şunlardır:
a. Kur’an’ın isimlerinden birisi olan ve “yazılmış, yazılan ve okunan” anlamlarına gelen” “el-Kitab” lafzı, bazı ayetlerde zikredilmektedir.” Ayetlerin bazısında ise “Kitap” ve “Kur’an” ismi birlikte geçmektedir. İslam literatüründe kitap denilince Kur’an, Kur’an denilince de kitap anlaşılır. Ancak her iki kelime dikkatli bir şekilde tetkik edilirse, aralarında bazı farklılıkların olduğu da görülür. Burada “Kitab”ın Kur’an’ı da içine alan daha kapsamlı bir kullanım alanına sahip olduğunu belirtmemiz gerekir. Kur’an’a, kitap ve suhuf denilmesinin sebebi onun yazılı olmasından ve kendisini meydana getiren yapraklarından dolayıdır. Burada üzerinde durulması gereken diğer bir husus da şudur: Biz, Kur’an’da geçen bütün kitap lafızlarının Kur’an manasına gelmediğini düşünüyoruz. Çünkü Kur’an bu adı daha henüz vahyin nüzulü tamamlanmadan kullanmaya başlamıştır.
Bu ayetlerde geçen kitap lafzıyla Kur’an’ın tamamının kast edilmiş olması mümkün olamaz. Kanaatimize göre Kur’an’da zikredilen kitap tabiriyle bazen Tevrat, bazen kitabın sahifeleri ve bazen de Kur’an anlaşılmalıdır.
b. Mekke’de inen ilk surelerden Kalem suresinin başında Allah Teâlâ “Kaleme ve yazdıklarına and olsun.”buyurmuştur. Ayrıca Kur’an, ilk inen beş ayetinden birinde “O ki kalemle (yazmayı) öğretti.” buyurarak kalemin ve yazının o dönemdeki önemine işaret etmiş olmaktadır.
c. Tûr suresinin başında yer alan bir ayette “And olsun Tûr Dağına ve yayılmış ince deri üzerine satır satır yazılmış Kitaba.”" buyurulmuştur. Ayette geçen “Tûr”,Süryânîce dağ anlamına gelir. Burada kitap ile kast edilen şey sahifelerdir.”" Bu sahifeler,Hz. Musa’ya verilen Tevrat da olabilir, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e verilen Kur’anda. Çünkü Tevrat, Sina’daki bir dağda vahyedildiği gibi Kur’an da Mekke’deki Nur dağında vahyedilmeye başlamıştır.”‘
d. Abese suresinin başında “Hayır olmaz böyle şey, ayetlerimiz bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır. Ayetler mukaddes sahifelere yazılmışlardır. O’nun katından seçkin ve sadık melekler vasıtasıyla indirilmektedir.”şeklinde geçen ayette, Kur’an’ın sahifelerde yazılı olduğu belirtilmektedir. Taberî’ye göre bu ayette, Levh-i Mahfuz’daki Kur’an’dan söz edilmektedir. Ancak ayette geçen yazıcılardan maksadın Kur’an’ın kâtipleri, kurrâsı ve melekler olabilme ihtimalinden de bahsedilmektedir.”
e. Kur’an’da müşriklerin şöyle bir itirazından söz edilmektedir: “Dediler ki: O evvelkilerin
masallarıdır, onu yazdırmıştır. Bunlar sabah akşam kendisine okunmaktadır”.Buna göre ayet ve sureler önce derleniyor ve sahifelere yazıldıktan sonra insanlara okunuyordu. Nitekim müşrikler de Kur’an’ı bu şekilde tanımlamışlardı. On1ar bu sözleriyle, “Peygamber Kur’an’ı, geçmiştekilerin kitaplarına ve efsanelerine bakarak derleyip yazdırmıştır.” demek istiyorlardı.’”
f. Vakıa suresi 77-79. ayetlerde “O, elbette değerli bir Kur’an’dır, korunmuş bir kitaptadır. Ki ona temizlerden başkası dokunamaz. buyurulmuştur.Ayette geçen kitabın, elimizdeki mushaf veya Levh-i Mahfuz’daki kitap olduğu belirtilmiştir. Taberî’ye göre kitap, semada Allah katında korunmuş olan Kur’an’dır. Ona ancak Allah’ın günahlardan arındırdığı kimseler dokunabilir ki bunlann gökteki melekler olduğu rivayet edilmektedir. Taberî, burada Mecusi, münafık ve müşriklerin de kastedilebileceğini aktarmakta ve bunun temizlenmeyle ilgili olabileceğini de ilave etmektedir.Ancak bazı çağdaş Kur’an tarihi araştırmacılarına göre burada elimizdeki mushaftan bahsedilmektedir. Çünkü son ayette “dokunma” tabiri geçmektedir. Buna göre dokunulacak olan Kur’an’ın bir şey üzerinde yazılı olması gerekir. Zira ne Levhi Mahfuz’daki aslına ne de hafızalardaki ezberlenmiş olan Kur’an’a “dokunma” diye bir şey söz konusu olamaz.”
g. İbn Hacer’e göre Beyyine suresinin ikinci ayeti de Kur’an’ın tamamının Hz.Peygamber döneminde yazıldığını göstermektedir. Bu ayette şöyle buyurulmaktadır:”Allah tarafından gönderilen ve tertemiz sahifeler,okuyan bir elçi…”.” Ayette geçen ‘suhuf” , yaprak anlamına gelen “sahife”kelimesinin çoğuludur.“Sahife”, üzerine yazı yazılan şeye denir. Ayette geçen “kütüb” ifadesiyle sahifelere yazılan ayetler” veya tertemiz sahifeler kastedilmektedir.Söz konusu ayetlere atıfta bulunan araştırmacılara göre bütün bu deliller, zımnen vahyin yazı ile tespit edilmesi gerektiğini bildirmekte ve Kur’an’ın nazil olmaya başlamasından itibaren yazılmış olduğunu açıkça göstermektedir. Buradan da anlıyoruz ki, Hz. Peygamber kendisine gelen vahyin yazılması hususunda titizlik göstermiş ve ayetler daha ilk dönemlerden itibaren yazılmaya başlanmıştır.”
2. Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazıldığına dair delillerden bir kısmı da hadis kaynaklarında geçen rivayetlerdir. Vahiyler nazil olmaya başladıktan sonra hem tilavet hem de kitabet yöntemiyle korunarak günümüze kadar gelmiştir. Bu konuda rivayet edilen hadisler oldukça çoktur. Biz konuyu daha derli toplu bir biçimde sunmak için bu hadisleri ravilerine göre ele alıp bunların genel bir değerlendirmesini yapacağız. Fakat bu olayları verirken Mekke ve Medine dönemi diye bir ayırıma gitmeyeceğiz.
1. Zeyd b. Sâbit’in rivayet ettiği hadisler:
a. “Resûlüllah’ın komşusu idim, kendisine vahiy geldiğinde beni çağırır ve gelen vahyi bana yazdırırdı”.
b. “Biz, Peygamber’in huzurunda/yanında Kur’an’ı ruk’alardan” telif ederdik”.Suyûti’nin nakline göre Beyhakî, buradaki teliften maksadın, dağınık olan Kur’an’ın ayet ve surelerini Hz. Peygamber’in işaretiyle onun emrettiği yere koymak olduğunu söyler. Zeyd b. Sâbit’in bu rivayetinde geçen telif etmek ibaresi, o dönemde Kur’an’ın farklı maddelere yazıldığını gösterir.
c. “Ben, Peygamber’e gelen vahiyleri yazardım. Peygamber’e vahiy geldiğinde onu farklı bir durum kaplar, ondan inci gibi şiddetli ter boşanırdı. Onun bu hali geçtiğinde elimde kürek kemiği vb. vahiy malzemesi ile onun huzuruna girer, onun söylediklerini yazardım. Bitirdiğimde vahyin ağırlığından dolayı dizlerim kırılacak gibi olurdu. Bundan dolayı ayaklarımın üzerinde bir daha hiç yürüyemeyeceğimi bile düşünürdüm.Ben yazmayı bitirdiğimde Peygamber ‘oku’ derdi. Ben de okurdum. Şayet bir hata varsa Peygamber onu düzeltir, sonra da bu metinleri halka verirdi”.
d. “Ebû Bekir haber gönderip beni çağırdı ve sen Resûlüllah’ın vahiylerini yazıyordun, Kur’an’ı araştır ve onu topla… dedi”.
Bu rivayetler, vahyin Medine döneminde iken de yazıldığının en açık delillerinden bazılarıdır. Zira Zeyd, Medine’de kâtiplik yaptığına göre onun bu vahiyleri yazması hadisesi Medine’de gerçekleşmiştir.
2. Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği hadis:
“Benden Kur’an’dan başka bir şey yazmayın. Benden Kur’an’dan başka bir şey yazan onu imha etsin”.”Hz. Peygamber, Kur’an ile Kur’an’dan olmayan şeylerin karışmamasına özen gösteriyordu.”Sahabenin hadislerle Kur’an’ı karıştırabileceği endişesinden dolayı Mekke döneminin tamamında ve Medine döneminin ilk yıllannda bir süre hadislerin yazılmasına müsaade etmemiştir. Bu da, o dönemde Kur’an’ın yazıldığının göstergesidir.
3. Süfyân’dan nakledilen hadis:
“Düşmanın eline geçer endişesiyle Peygamber, üzerinde Kur’an yazılı belgelerle düşman toprağına gitmemizi yasakladı”. Sahabenin bir harbe veya sefere çıkarken Kur’an yazılı metinleri beraberinde götürmemeleri, Hz. Peygamber’in onların düşmanın eline geçme korkusu nedeniyle düşman toprağına Kur’an’la gidilmesini yasaklamasından kaynaklanıyordu. Hz. Peygamber’in bu yasağından dolayı, Yemâme’de şehit olan kurrâ sahâbîler, Yemâme’ye Hz. Peygamber’in huzurunda yazılan bu metinleri götürmeyip evlerinde saklamışlardı.
Hz. Peygamber’in yazılı metinleri düşman toprağına götürmeyi yasaklaması da vahyin o dönemde yazıldığını gösterir.
4. İbn Abbas’ın rivayet ettiği hadisler:
“Peygamber‘e bir sure nazil olunca, o, bazı kâtiplerini çağırır ve şöyle derdi: Bu sureyi falan konunun bahsedildiği yere koyun”. Benzer bir rivayette, Hz. Peygamber’in kendine bir vahiy geldiğinde kâtiplerinden birini çağırdığı ve ona bir kelime bile olsa kendisine inen vahyi yazmasını emrettiği nakledilmektedir. Konuyla ilgili aktarılan bir rivayete göre Hz. Peygamber’in, Amr b. Hazm’a mektup ( el-kitap ) yazdırdığı ve bu mektubunda Kur’an’a ancak temiz olanların dokunabileceğini bildirdiği nakledilmektedir.” Bu rivayette geçen dokunma tabiri de sadece somut şeyler için kullanılır.Verdiğimiz bu rivayetlerden de açıkça anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber’in çevresinde kâtipleri vardı ve onlar kendilerine söylenilenleri yazıyorlardı.Kur’an ve hadislerden ortaya koymaya çalıştığımız bu delillerden başka, Kur’an’ın o dönemde yazıldığına örnek teşkil ettiğini düşündüğümüz, Kur’an Tarihi ve îslam Tarihi kaynaklarından derlediğimiz diğer veriler şunlardır:
a. Daha önce zikredildiği üzere, Hz. Ömer’in Müslüman olması hadisesinde kız kardeşinin elinde bulunan sahifeler.”
b. Çağdaş Kur’an tarihi araştırmacılarından biri olan Ebyâıî, Hz. Peygamber vefat ettiğinde Kur’an’ın tümünün onu hıfzeden Müslümanların hafızasında olduğu gibi, farklı malzeme üzerine yazılmış olarak da mevcut olduğunu beyan etmektedir.”
c. Hz. Peygamber ve ashabının tüm gayreti Kur’an’ı bir araya toplamaya yoğunlaşmıştı.Suyûtî (ö. 911/1505), Hz. Peygamber’in vefat etmeden önce Kur’an’ın tümünün yazılı olduğunu ancak bunların bir mushafta veya belli bir yerde toplanmadığını aktarır. O dönemde ashaptan bazılannın elinde Kur’an’ın farklı farklı bölümlerinin mevcut olduğu da nakledilir.’” Ancak bazı sahâbîler tilâveti nesh olunan ayetleri ve “haber-i vahitle” sabit olan sözleri de özel nüshalarına yazmışlardı ki sonraki dönemlerde bu tutum, Kur’an’dan olmayan bazı metinlerin Kur’an’danmış gibi algılanmasına yol açmıştır.
d. Pek çok kaynakta geçen şu rivayet de o dönemde Kur’an’ın yazıldığım gösterir:”Kur’an’m cem’i üç mertebede gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki, Hz. Peygamber’in huzurunda yapılan; ikincisi, Hz. Ebû Bekir’in huzurunda yapılan; üçüncüsü de Hz.Osman’ın huzurunda ayet ve surelerin yerlerini belirleme şeklinde yapılan cem’dir”.
Nüzul süreciyle birlikte Kur’an’ın yazımının tamamlanmış olduğunu Kur’an, hadis ve diğer kaynaklardan tespit etmek suretiyle ortaya koymaya çalışan âlimlerin görüşlerini sunmaya çalıştık. Ancak konuyla ilgili literatürde zikredilen bu delillerin hepsi değilse de bazıları Kur’an’ın Hz. Peygamber döneminde yazıldığının açık bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Aktardığımız bu rivayetlerden de açıkça anlıyoruz ki Peygamberimiz, kendisine gelen vahyi sadece ezberlemek, tebliğ ve tebyin (açıklamak)etmekle kalmayıp aynı zamanda vahiy kâtiplerine de yazdırmıştır. Tabii ki Peygamberimiz kendisine gelen vahiyleri yazdırırken, düşünmüş olduğu hedeflerinin gerçekleşmesini de planlıyordu. Şimdi de vahiylerin hangi amaca binaen yazıldığı konusu üzerinde durulacaktır.
3. Vahiylerin Yazılmasının Gerekçeleri
Vahiylerin yazılmasıyla ilişkili olarak öncelikle sorulması gereken soru şudur:Acaba Hz. Peygamber vahiyleri hangi sebeplerden dolayı yazdırmaya başlamıştır?Burada, öncelikle Peygamberimizin kendisine gelen vahiyleri yazdırma gerekçesiyle ilgili olarak iki farklı bakış açısının olduğunu belirtmemiz gerekir:Bunlardan birincisine göre, Hz. Peygamber vahyi kendisine verilen ilâhî emirden dolayı yazdırmıştır. Yani vahyi yazdırmasını ona dolaylı olarak da olsa Allah emretmiştir.Buna gerekçe olarak da Alak ve Kalem surelerinin ilk ayetleri gösterilmektedir.
Mesela, Muhammed Hamîdullah, ilk inen vahiylerde beşerî ilimlerin tanınıp bilinmesinde bir vasıta olan ‘kalem’in övüldüğünü ve Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın yazıyla tespit edilip muhafazasındaki gayret ve titizliğinin buradan kaynaklandığını açıklar. İkincisine göre ise, bu konuda Hz. Peygamber’e verilmiş herhangi bir emir ve talimat yoktur ve onun peygamberliği de bunu gerektirmez. Bu bakış açısına sahip olanlara göre, Hz. Peygamber vahyi şu iki sebepten dolayı yazdırmış olabilir:
1. Kendisine gelen vahyin korunması,
2. Müslümanların bu yöndeki taleplerinin gerçekleşmesi.
Burada, Müslümanlann söz konusu taleplerini şu gerekçelere dayandırmak mümkündür:
a. Kendilerine uygulanan baskılardan dolayı vahyin yazılmak suretiyle daha kolay korunacağını düşünmüş olmaları,
b. Özel mushaf sahibi olma arzuları,
c. İnen vahyin kenarlarına notlar almak suretiyle daha kolay anlaşılabileceğini tahmin etmeleri,
d. Komşu olduklan Ehl-i Kitab’ın ellerindeki kutsal metinlerden dolayı bu kültürle tanışık olmaları. Buradan da anlaşıldığına göre vahyin yazımı, salt olarak metnin muhafazasına yönelik olmayıp, Müslümanların ihtiyaç ve taleplerinden ortaya çıkan ve sahabenin icmaına dayanan doğal bir gelişmedir.Kanaatimize göre vahyin yazdırılması konusunda her ne kadar direkt olarak ilâhî bir talimat olmasa da, Hz. Peygamber içinde bulunduğu zamanın şartlarından dolayı ve ezberde olanın yazılarak daha iyi korunacağını düşündüğü için kendisine gelen vahiyleri yazdırmış olabilir.
4. Vahiylerin Yazdırılması
Peygamberimiz kendisine inen vahiyleri rivayetlerde belirtildiği üzere anında yazdırıyor muydu, yoksa yine bazı rivayetlerde geçtiği şekliyle nesh olunacak ve değiştirilecek ayetlerin sonuçlanması için bir süre bekliyor muydu? İlgili hadis rivayetlerine ve Kur’an tarihine dair yazılan eserlere baktığımızda bunların çoğunda, Hz.Peygamber’in kendisine gelen vahyi anında yazdırdığı ifade edilmektedir.Ne zaman Kur’an-ı Kerim’den bir parça vahyedilmiş olsa, Hz. Peygamber’in okur-yazar sahâbîlerinden birini çağırdığı, inen vahyi ona yazdırdığı ve yeni vahyin şimdiye kadar toplananların neresine konulacağını bildirdiği aktarılmaktadır.” Buhârî’de küçük farklılıklarla birkaç yerde geçen Bera’ b. Âzib’in naklettiği bir hadiste, Nisa suresinin 95. ayeti inince, Resûlüullah’ın Zeyd b. Sâbit’in çağrılmasını ve beraberinde levha,divit, kürek kemiği getirmesini emrettiği, Hz. Peygamber’in arkasında oturan ibn Ümmü Mektum’un gözleri görmediğinden dolayı kendi durumunun ne olacağını sorunca da ayetin “özür olmaksızın…” ifadesini içeren kısmının indiği kaydedilmektedir.”
Bu konudaki Cebrail’in vahyi getirip kalem kurumadan hemen ayrıldığı şeklindeki açıklamalar da unutulmamalıdır. Kanaatimizce, vahiyler hemen indiği anda değil de mümkün olan en kısa sürede yazdırılmış olmalıdır. Zira inen vahiylerin anında yaz(dır)ıldığını iddia edersek Hz.Peygamber ailesi ile beraber evde tek başına olduğunda, Miraç’ta Rabbi ile beraber bulunduğunda vb. durumlarda yani vahiy kâtiplerinin yanında olması mümkün olmayan zamanlarda kendisine gelen vahiyleri kime yazdırdığı sorusunun cevabını vermekte güçlük çekeceğimiz muhakkaktır.
5. Yazılan Vahiy Malzemelerinin Mekke ve Medine’de Muhafazası
Birbirinden farklı malzemelere yazılan ayetlerin Mekke ve Medine’de nerede muhafaza edildiği meselesi de Kur’an tarihinde aydınlatılması gereken önemli hususlardan birisidir. Kaynakları incelediğimizde, bu konuda Mekke ve Medine diye bir ayırıma gitmeyip, bunlardan bazısının Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiğinin,bazısının da vahyi yazan kâtiplerce korunduğunun vurgulandığını görürüz.Burada ilk olarak her iki grubun da görüşlerini vermek, daha sonra ise kendi kanaatimizi belirtmek istiyoruz. Görebildiğimiz kadarıyla bu konudaki ilk ve tek bilgi kaynağı h. 243′te vefat etmiş olan Ebû Abdillah el-Hâris ibn Esed el-Muhâsibî’nin “Fehmu’s-Sunne” adlı eserinde yer alan rivayettir. Suyûtî’nin ve ondan naklen Zerkânî’nin de zikrettiği rivayet şu şekildedir: “Kur’an’ın yazılması, sonradan ortaya çıkan bir mesele değildir. Hz. Peygamber onun yazılmasını emretmişti. Fakat Kur’an deri, kürek kemiği, hurma yaprağı vs.üzerine dağınık bir vaziyette yazılmıştı. Hz. Ebû Bekir onun bir yerden başka bir yeretoplanmasını emretti. Bu, üzerine Kur’an yazılı olan varakların dağınık vaziyette Hz. Peygamber’in evinde bulunması anlamındadır. Hz. Ebû Bekir, herhangi bir parçası
kaybolmasın diye onları toplayıp bir iple bağladı”.Muhâsibî’nin sözlerinden direkt olarak bu vahiylerin Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiği anlayışının ortaya çıkabileceği düşüncesinde değiliz. Biz, Muhâsibî’nin, Kur’an’ın toplanışı hadisesini zihninde canlandırdığını ve bunun nasıl olabileceği konusunda bir tahminde bulunduğunu düşünüyoruz. Çünkü o, Hz. Peygamber’in emriyle yazılan Kur’an’ın yazı malzemesinin dağınık vaziyetteki deri, hurma yaprakları vs. olduğunu belirttikten sonra, zihninde canlandırdığı yazı malzemesinin varak/kâğıt olduğunu beyan etmiştir. Onun ifadelerinden anlaşılan şudur: Hz. Peygamber hayatta iken kağıt, deri vs.’ye yazılmış olan Kur’an metinleri, toplu olarak bir yerde muhafaza edilmeyip farklı yerlerde korunmaktaydı. Hz. Ebû Bekir dağınık olan bu malzemenin toplanıp bir iple bağlanmasını ve bir mushaf haline getirilmesini değil, yazılarak bir yerde toplanmasını emretmişti.Yukarıdaki rivayetten ortaya çıkan sonuç böyle olmasına rağmen, Zerkeşî, Suyûtî,Zerkânî, Subhi Salih, Hamîdullah, Muhammed Saîd Yâsîn,Ramazân el-Bûti, Zencânî, Osman Keskioğlu, İzmirli İsmail Hakkı, Kummî, Rasûl Ca’feryân vb. âlimler vahyin Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiğini iddia ederler ve bu iddialarına tek dayanak olarak da yukarıdaki rivayeti gösterirler.Bununla birlikte bazı âlimler yazılan bu vahiylerin Hz. Peygamber’in evinde değil de sahâbîler tarafından muhafaza edildiği görüşünü savunmaktadır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Yukarıda geçtiği gibi Hamîdullah bazı eserlerinde bu dokümanların Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edildiğini söylerken başka bir eserinde de bu metinlerin Hz.Peygamber’in evinde değil de, vahyi yazan kâtipler tarafından korunduğunu zikreder ve şöyle der: “Resmî vahiy kâtipleri tarafından kaydedilip nüshaları çıkarılan ayet metinleri, Rasûlüllah tarafından saklannuş olmayıp vahiyleri yazan kâtipler tarafından muhafaza edilmiş ve kopya edip bunlardan nüsha çıkarmak isteyen kimselerin bu arzularını yerine getirmelerine daima müsaade olunmuştur.
Muhammed Salim Muhaysin de, bu konuda Hamîdullah’ın görüşünü savunarak şöyle der: “Hz. Peygamber döneminde bu malzemeler dağınık halde farklı sahâbîlerin ellerinde bulunmaktaydı. Yani Kur’an’ın hepsi yazılı bir şekilde belirli bir yerde muhafaza edilir değildi”.Derveze de, bunlarla aynı kanaati paylaştığını beyan eder ve Kur’an’ın dağınık parçalar halinde bazı Müslümanların yanında özel gayretlerle korunduğunu söyler.
Zâhid el-Kevserî de, bu metinlerin Sahâbî’nin evinde muhafaza edildiğini açıklar ve “Kur’an Hz. Peygamber zamanında yazılmış; Rasûlün huzurunda yazılan bu parçaları sahâbîler evlerinde saklamışlardır.” der.Buradan anlıyoruz ki, bu metinlerin hepsi değil sadece bir kısmı Hz. Peygamber’in evinde, bir kısmı da vahiy yazan kâtipler tarafından muhafaza edilmiştir. Zira hepsi Hz. Peygamber’in evinde muhafaza edilseydi, pek çok hafızın şehit olduğu Yemâme Savaşı’ndan sonra Hz. Ömer’in Kur’an’ın kaybolacağı konusunda endişeye kapılmasına ve bu konuda Hz. Ebû Bekir’e müracaat etmesine gerek kalmazdı. Ayrıca Kur’an’ın cem edilmesi için Hz. Ebû Bekir’in oluşturduğu komisyonun bu metinleri dikkate almayıp, sahabeden Kur’an ayetlerini toplamaya teşebbüs etmeleri nasıl mümkün olurdu? Diğer taraftan Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’an’ı cem etmekle görevlendirilen Zeyd b. Sâbit’in, Hz. Peygamber’in bu tür bir miras bıraktığından bahsettiğini ulaşabildiğimiz kaynakların hiçbirinde görmedik. Belki de Hz. Peygamber için yazılan nüsha Hz. Peygamber’in evinde, sahâbînin ve vahiy kâtiplerinin kendileri için yazdıkları nüshalar da onlann kendi evlerinde muhafaza ediliyordu. Ancak daha önce değinildiği üzere bakabildiğimiz kaynaklarda metinlerin iki nüsha yazıldığına dair herhangi bir bilgi yer almamaktadır.Meselenin ayrıntıları hakkında kaynaklarda güvenilir bir bilgi yer almadığı için,yazılı vahiy metinlerinin Peygamberimizin evinde muhafaza edildiğini söyleyenlerin tek dayanağı Muhâsibî’nin söz konusu rivayetidir. Sahâbîlerin evinde muhafaza edildiğini söyleyenlerin ise hiçbir dayanağı yoktur. Bu açıdan biz de, Hz. Peygamber’in kendisine gelen vahiyleri yazdırdıktan sonra bunların büyük bir kısmını kendi evinde muhafaza ettiği kanaatindeyiz. Bununla beraber sahabenin kendileri için yazmış oldukları vahiy metinlerini kendi evlerinde muhafaza ettiklerini düşünüyoruz. Çünkü sahabe kendileri için oldukça önemli olan o dokümanları titiz bir şekilde korumuş olmalıdır.
Burada konuyla ilgili olan diğer bir mesele de bu malzemenin Mekke’den Medine’ye nasıl aktarıldığı konusudur. Kaynaklarda yer alan bir rivayete göre, Mekke’de bulunan bu malzeme Medine’ye I. ve 11. Akabe Bey’atleri esnasında gelenlere verilmek suretiyle nakledilmiştir. Makalemizin başlangıcında da zikrettiğimiz üzere Semhûdî’nin naklettiği bir rivayete göre, Zuraykoğullarından Rafı’ b. Mâlik ez-Zurakî Akabe’de Hz. Peygamber ile karşılaşır. Peygamberimiz de ona 10 sene süresince nazil olan bütün ayet metinlerini içine alan bir belge verir, böylece Rafı’ Medine’de kendi mahallesinde inşa ettiği, içerisinde Kur’an okunan islam’ın ilk mescidinde bu ayetleri etrafında toplananlara okumuştur. Ancak bu yazı malzemesinin taşınması kolay olan bez, deri vs. olduğu dikkate alınırsa, hicret esnasında her sahabenin kendi malzemesini kolaylıkla taşımış olması da muhtemeldir. Mekke’de yazılan bu belgeler Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hicretinden önce I. ve II. Akabe Bey’atlerinde kendisine
bağlılık yemini etmeye gelenlere verilmek suretiyle ve daha sonra da şahsi gayretlerle Medine’ye aktarılmaya çalışılmıştır.
Sonuç:
Kur’an, insanlığın elinde bulunan en sağlam kutsal metindir. Bu güvenilirliğin sağlanmasındaki en önemli unsur, Kur’an’ın kitabet ve tilavet yöntemiyle korunarak günümüze kadar ulaşmış olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, yeryüzünde Müslümanlar kadar inancını Kur’an gibi sağlam bir kaynağa dayandıran başka bir millet yoktur.
Efendimiz ve ashabı, vahyi gelecek nesillere ulaştırmak için ayetlerin yazılmasına son derece özen göstermiştir. Peygamberimiz vahyi tebliğ ve tebyin etmekle kalmamış, aynı zamanda bunları vahiy kâtiplerine yazdırmıştır. Hatta O, Kur’an’la karışabilme ihtimalinden dolayı belli bir süre hadislerin yazılmasını dahi yasaklamıştır.Vahyin yazılmasının sistematik hale gelmesi ve kurumsallaşması ancak Medine döneminde gerçekleşebilmiştir. Bu, Mekke döneminde iken vahiylerin yazılmadığı anlamına gelmez. Zira vahyin Mekke döneminde iken de yazıldığına dair Kur’an, sünnet ve tslam tarihi kaynaklarında yer alan pek çok delil vardır. Tüm bu delillere rağmen batılı bazı araştırmacıların ellerinde herhangi bir delil olmadan Mekke döneminde vahiylerin yazılmadığını söylemeleri oldukça manidar bir durumdur. Vahyin yazdırılması konusunda Kur’an’da direkt olarak ilâhî bir talimatın varlığından
söz etmek oldukça zor gözükmektedir. Ancak bu hususta herhangi bir emir ve talimat olmasa da, Peygamberimiz içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartların bir gereği olarak ezberde olanın yazılmak suretiyle daha iyi korunacağını düşündüğü için vahiylerin yazılmasını gerekli görmüştür.
Nebi (s.a.s.) kendisine indirilen Kur’an’ı iner inmez yazdırmaya gayret etmiştir.Ancak buna imkân bulamadığı bazı durumlarda ise mümkün olan en kısa zamanda vahiyleri yazdırma yoluna gitmiştir.Peygamberimiz tarafından vahiy kâtiplerine yazdırılan bu Kur’an metinleri veya kendilerine ait bir nüsha oluşturmak için sahabenin yazdığı özel Mushaflar, bunları yazan sahabe tarafından muhafaza edilmiş olabileceği gibi bunların bir kısmı Peygamberimizin evinde de korunmuş olabilir. Ancak ne Mekke ne de Medine döneminde bunların muhafaza edildiğini gösteren resmî bir arşivden söz etmek mümkün gözükmemektedir.Yazılan bu Kur’an metinlerinin bir kısmı Akabe Bey’atlerine gelenlere verilmek suretiyle, bir kısmı ise hicret esnasında Medine’ye gidenler vasıtasıyla Mekke’den Medine’ye taşınmış olabilir.
Ziya Şen
DIYANET ÎLMI DERGÎ
CıLT:46 • SAYı: 1 • OCAK – ŞUBAT – MART 2010
tâ mâverâ'ya…Birkaç günlük fasıl…
Menü
İçeriğe geç
Ana Sayfa
Kategori Arşivleri: kuran kavramları
el-Kitap kelimesinin üç anlamı
Ocak 16, 2013
el-Kitap kelimesinin üç anlamı
Kitap lafzının üç manada kullanıldığını aşağıdaki Araf Suresi ayetlerini göz önüne aldığımızda “Kuran” ile “Kitap” sözcükleri arasındaki ilişki zihnimizde daha bir belirginleştirecektir:
1-”Yazılmış”, “takdir” edilmiş anlamında. “Allaha iftira eden ya da O’nun ayetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir! Onların kitaptaki nasipleri kendilerine erişecektir”. (Araf 7/37) Burada “kitap”, Levh-i Mahfuz’da yazılmış kader anlamındadır. “Onların nasipleri” ise kendileri için takdir edilmiş olan şeydir. “Sana vahyettiğimiz kitap, kendinden öncekini (semavi kitapları) doğrulayıcı olarak gelen gerçektir. Allah, kullarının (her halinden) haberdardır, görendir”.
2-”Tevrat” anlamında: Yahudilerin Hz.Musa’nın getirdiği dine karşı takındıkları tavırdan bahseden şu ayette kitap, bu anlamdadır: “Onların ardından da (ayetleri tahrif karşılığında) şu değersiz dünya malını alıp, nasıl olsa bağışlanacağız, diyerek Kitab‘a varis olan birtakım kötü kimseler geldi. Onlara, ona benzer bir menfaat daha gelse onu da alırlar. Peki, Kitap‘ta Allah hakkında gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerine dair onlardan söz almamış mıydı ve onlar Kitap‘takini okumamışlar mıydı? Ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hala aklınız ermiyor mu?” (Araf 7/169)
3-Kur’an anlamında: “De ki: ‘Ortaklarınızı çağırın, sonra bana istediğiniz tuzağı kurun ve bana göz bile açtırmayın! ‘ Şüphesiz ki, benim koruyanım Kitab‘ı indiren Allah’tır. ve O bütün salih kullarını görüp gözetir.” (A’raf 7/ 195-196)
Kur’an’a Giriş, M. Abid el-Cabiri, Mana yay. syf. 225
paylaş
Paylaş
Bunu beğen:
Beğen
Bunu beğenen ilk kişi olun.
kitaplardan kesitler, kuran kavramları içinde yayınlandı| Tagged cabiri, el-kitap, elkitap, kavramlar, kitap, kuran,kuran kavramları, Kur’an’a Giriş, M. Abid el-Cabiri, Mana yay, takdir| Yorum yapın |
38.75 Dedi ki: Ey İblis, iki elimle [veya özenle] (= bi yedeyye) yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? …
74.11 Benimle şu kimseyi yalnız bırak ki Ben onu tek olarak yarattım (= zer ni ve men halaktu vahidaa).
50.16 Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız. (50.16)
50.17 Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı [melek] kaydetmektedir. (50.17)
90.4 Andolsun Biz, insanı bir zorluklar içinde [veya iki ayak üstünde duracak şekilde] yarattık (= le kad halaknal insane fi kebed).
56.57 Sizi Biz yarattık, bunu tasdik etmeniz gerekmez mi (= nahnu halaknaküm fe levla tusaddikun)?
26.78 “Beni yaratan ve bana yol gösteren O’dur”.
6.100 Cinleri Allah’a ortaklar yaptılar, halbuki onları O yaratmıştır (= ve ce’alu lillahi şurekael cinne ve halekahum) …
11.119 … onları böyle muhtelif yaratmıştır (= ve li zalike halakahum) …
41.15 Ad [kavmi] … onları yaratan Allah’ın kendilerinden güçlü olduğunu görmediler mi? …
43.87 Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını soracak olsan ‘Allah’ derler; o halde nasıl çevriliyorlar? (43.87)
30.54 Allah sizi bir zayıflıktan yarattı (= allahullezi halekaküm min da’fin); sonra bu zayıflığın ardından size bir kuvvet (= kuvveten) verdi; sonra bu kuvvetin ardından [gene] zayıflık ve ihtiyarlık yaptı (= ceale); [Allah] dilediğini yaratır (= yahluku ma yeşau); O, bilendir, güçlüdür. (30.54)
4.28 Allah sizden [yükümlülüklerinizi] hafifletmeyi murad ediyor (= yüriydullahu en yuhaffif anküm); insan zayıf yaratılmıştır (= ve hulika’l insanu da’ıyfa).
21.37 İnsan aceleci yaratılmıştır (= hulka’l insanu min ‘acelin) …
70.19 İnsan hırslı yaratılmıştır (= inne’l insane hulika helu’a).
52.35 Yoksa kendileri hiçbir şeyden mi yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar onlar mıdır? (= em hulikumin gayri şey’in em hümül halikun). (52.35)
[Bu ayette geçen min gayri şey’in (= bir şeyden başkasından) ifadesi, insanın bir ‘şey’den yaratıldığını hatırlatmaktadır.]
35.16 Dilerse sizi giderir ve [yerinize] yeni bir halk [yaratık] getirir. (35.16)
36.68 Kime uzun ömür verirsek, onu yaratılışça eksiltiriz …
40.57 Göklerin ve yerin yaratılması, insanın yaratılmasından daha büyük [bir olaydır] (= lehalkus semavati vel ardi ekberu min halkinnas); fakat insanların çoğu bilmezler. (40.57)
[Göklerin ve yerin yaratılması neden insanın yaratılmasından daha büyük olabilir? Bu sorunun cevabı, bunları meydana getiren mekan ve parçacıkların özelliklerinin son derece hassas bir şekilde tasarlanmış olmasında saklı olsa gerek. Kozmoloji sabitleri (elementer parçacıkları kütleleri, dört temel fiziksel kuvvetin etki mesafeleri ve şiddet oranları, ışık hızı ve öteki sabitler) üzerinde yapılan hesaplar bunlardaki en küçük bir değer sapmasının gördüğümüz kainatın oluşumunu imkansız hale getireceğini göstermektedir.]
50.16 Andolsun insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz; Biz ona şah damarından daha yakınız. (50.16)
50.17 Onun sağında ve solunda oturan iki alıcı [melek] kaydetmektedir. (50.17)
35.3 Ey insanlar, Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; Allah’tan başka sizi semadan ve arzdan rızıklandıran bir yaratıcı mı var? …
52.35 Yoksa kendileri hiçbir şeyden mi yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar onlar mıdır? (= em hulikumin gayri şey’in em hümül halikun). (52.35)
[Bu ayette geçen min gayri şey’in (= bir şeyden başkasından) ifadesi, insanın bir ‘şey’den yaratıldığını hatırlatmaktadır.]
38.75 özenle (= bi yedeyye)
90.4 zorluklar içinde (= fi kebed)
74.11 tek olarak (= vahiden)
11.119 muhtelif / çeşitli (= li zalike)
insan 30.54 zayıflıktan (= min da’fin) yaratılmıştır
4.28 zayıf (= daiyfa)
21.37 aceleci (= min ‘acel)
70.19 hırslı (= heluuen)
Hazırlayan: Şakir Kocabaş
paylaş
Paylaş
Bunu beğen:
Beğen
Bunu beğenen ilk kişi olun.
kuran kavramları içinde yayınlandı| Tagged insanın özellikleri, insanın yaratılışı, kavram grafigi, kuran kavramları,kuranda insan, kuranda insanın özelikleri, şakir kocabaş, İnsanın Yaratılışıyla İlgili Kavram Grafikleri | Yorum yapın|
Kur’an’da canlıların ve insanın yaratılışıyla ilgili kavram grafikleri
Mart 13, 2012
grafik_1.rtf
Kur’an’da canlıların ve insanın yaratılışıyla ilgili kavram grafikleri
Canlılar
Allah ——– haleka ——— min main ——— külli daabbe 24.45
(bir sudan)
—————- en’am 16.5
————– külle şey’in 6.101
Allah ——– haliku —————————— külli şey’in 6.102, 13.16, 40.62
Biz ———- halakna ——- min ma eydina —– en’am 36.71
ellerimizin yap.
min külli şey’in zevceyni 51.49
her şeyden çiftler
O ————– haleka ———————— ezvace külleha 43.12
bütün çiftleri
en’am 16.5
süs hayvanları 16.8
katırları, merkepleri
İnsan
O ———— bede’e halka’l ———— insane —– min tıynin 32.7
(yaratmaya başladı) (bir kilden)
ce’ale ———— neslehu —- min sülaletin 32.8
(oluşturdu) min main mehiyn
O ———— haleka ————— insan ——- min salsalin ke’l fahhar 55.14
(kiremit gibi çamur)
O / Sen ——- haleka ————– Adem / siz ——– min tıynin 17.61, 7.12
halakte (bir kilden) 38.76, 6.2
Allah ——– haleka ———— beşer / insan —- min salsalin 15.33
min hamein mesnun 15.26, 15.28
O / Allah —— haleka ———— seni / sizi ——- min türabin 18.37, 30.20
(bir topraktan) 35.11, 40.67
22.5
Adem / İsa ——- min turabin 3.59
Biz ——– halakna ————- insan ———- min sülaletin 23.12
min tıyn
insanları ———– min tıynin lazib 37.11
sizi ———– minha 20.55
(arzdan, maddeden)
Ben ———- halikun ————— beşeren ————– min tıyn 38.71
—— min salsalin 15.28
min hamein mesnun
Hazırlayan: Şakir Kocabaş
paylaş
Paylaş
Bunu beğen:
Beğen
Bunu beğenen ilk kişi olun.
kuran kavramları içinde yayınlandı| Tagged kavram grafikleri, kuran kavramları, kuranda canlılar, kuranda insan,kuranda yaratılış, kurandaki kavramlar, varlık, şakir kocabaş| Yorum yapın |
Kuran’da Hicret ve Cihad
Aralık 1, 2011
Kur’an’da Hicret, Cihad*
Hecr veya hecran insanın ister bedenen, ister kalp veya ister dille başkasından ayrılması demektir.Hicret veya muhaceret ayrışma, ayrılma, terketme, dar-i küfr’ den dar-i islâm’a göç etme anlamındadır. [1]
Müslüman’ın hayatı sürekli bir ‘seyahat’ten ibarettir; nitekim, Kur’an’da ‘seyahat’ edenler övülmektedir:
Bu seyahat bir yanda ‘kâinat’ın küçültülmüş özdeşi, yoğun bir özeti’ olan bedeninden içine, kalbine doğru, bir yanda da kâinatta ‘ayet’lerden ayetlerin işaret ettiğine doğru bir seyahattir. Kendinde madenlerin, bitkilerin ve hayvanların tüm nitelikleri, kâinattaki her varlığın bir özeti bulunan insan bütün bu yanlarını aşarak asıl varlığını oluşturan Allah’ın ruhundan üflenen ruhu’na doğru yürürken bu ruhu örten, mekanı, kalbin işitme ve görme duyularının üzerine konmuş ağırlıkları gidererek merkezine ulaşmaya çalışır. Bu ise kalbi çevreleyen, ruhu perdeleyen her türlü karaltı ve ağırlıkları silmek, bunların nedeni olan haramları işlememek ve Allah’ın emirlerini yerine getirmekle mümkün olabilir. İşte, hicret’in temel nosyonu burada, yani ruhu perdeleyecek her türlü davranışlardan kaçmakta, uzak durmakta yatar:
“Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar! Rabbini tekbir et; elbiseni tathir et; ve her türlü ağırlık ve günahtan hicret et”(Müddessir: 1-5).
İşte, insan bu seyahatinde nefsinden olduğu kadar çevresinden de büyük engellerle karşılaşır. Çünkü, insan bir yandan kendi içinde ruhuna doğru, bir yandan da kâinatta seyahat ederken karşısına cin ve insan şeytanlarıyla bunların kendindeki işbirlikçisi nefsi onu sürekli önlemeğe çalışır; işte insan içe ve dışa doğru seyahatinde kendini ‘temizlediği’ gibi, çevresini de her türlü kirden, ağırlıktan, günahtan, zulümden temizleyerek hedefe gidebilir. Bu durumda, kirlilerin, günahkârların ve zalimlerin karşısına çıkmasından tabiî bir şey yoktur. Onları aşmanın, engelerini yok etmenin en önemli araçlarından biri, belki de bu araçların hepsinin adıdır hicret. Önce bu genel koyuculardan kalben kesinkes uzaklaşmak, fakat onlara iyi davranarak, zulümlerine eritici bir sabırla karşı koymak, hikmet ve en güzel tebliğle mücadele etmek gerekir. İşte, bu sabrın, mücadelenin, hem nefse, hem de dıştaki engellere karşı koymanın, ruha doğru seyahat etme çabasının adı da Cihaddır.
“Söylediklerine sabr et ve onlardan güzel bir hicretle hicret et”(Müzemmil: 10).
“Kâfirlere itaat etme ve onlarla büyük bir cihadla cihad et”(Furkan: 52). ‘
Cehd veya cühd ‘eziyet, meşakkat’ demektir, daha çok ‘takat oranında bir çaba’ ifade eder: [2]
“Sadakalar hususunda gönülden veren mü’minleri çekiştiren ve cühdlerinden (güçlerinin, takatlarınınyettiğinden) başkasını bulamayanlarla alay edenler; Allah onları maskaraya çevirmiştir. Onlar için acı bir azap vardır” (Tevbe: 79). «Olanca cehdleriyle (takatlarınm yettiği, kapasitelerinin müsaade ettiği kadar) Allah’a-yemin ettiler…» (En’am: 109).
İşte, Cihad nefsin perdelerini, Allah’a giden yola dikilen engeleri aşıp ruhla özdeşleşmek, Allah’a ulaşmak için takat ve kapasite ölçüsünde uğraşmak, didinmek demektir. ‘Salât ve sabr’ı içine alan bu uğraşı hem haramları işlememek ve emirleri yerine getirmek için nefsle olur ve hem de dışta insanların Allah’a ulaşmamaları için engeler çıkartan, Allah’ın Yolu’ndan alıkoyup bu yolu eğriltmeğe ve güçleştirmeğe ve aynı zamanda insanların bu yolu görmelerine, bulmalarına engel olmaya çalışan cin ve insandan şeytanlara karşı olur.
“Allah için cihadın gerektirdiği şekilde cihad edin” (Hacc: 78).
Müslümanın hayatı kesintisiz bir cihad ve hicret olayıdır. Bu Cihad’ın bir aşamasında o hale gelinir ki, artık Allah’ın Yolu’ndan alıkoyucular hikmet ve güzel öğütle tebliğden etkilenmez ve bu Yoldan alıkoyma ve yolcularının önüne büyük engeler koyma işinden vazgeçmez olurlar. Hattâ, müslümanlar ölmek ve daha da kötüsü Allah’ın Yolu’nda yürüyememek, öyle ki bu Yol’u bırakmak durumuyla karşı karşıya gelebilirler. İşte, bu noktada ya Cihad’ın silâhlı şekline başvurmak, ya da imanı kurtarmak için fert fert veya topluca hicret edilir. O kadar ki, bu hicret ve ardından kendisinden hicret edilen yerdeki ins şeytanlarına karşı silâhlı cihad etmek imanın tam anlamıyla denendiği ve mü’minin belâ kabında piştiği vazgeçilmez bir görev halini alır:
“Kendi kendilerinin zalimleri olarak melekler canlarını alırken “ne işteydiniz?” derler, “Biz yeryüzünde istiz’af ediliyorduk” derler. “Allah’ın arzı geniş değil miydi, orada hicret edeydiniz” derler. İşte onlar durağı cehennem olanlardır; ne kötü bir gidiş yeridir orası!” (Nisa: 97).
Hicret hiç bir zaman kaçış değildir.. O mutlaka zulme ve eziyete uğradıktan sonra veya ferdî düzlemde imanı korumak, ya da toplu halde kendisinden hicret edilen yere muzaffer bir şekilde dönüp, orada Tevhid’i gerçekleştirmek için yapılır; bu amaçla hicret edenleri Allah yeryüzünde yerleştirmeği va’d etmiştir:
“Zulme uğradıktan sonra Allah için hicret edenleri dünyada güzelce yerleştiririz. Ahiret’in ecri ise daha büyüktür; keşke bilselerdi!” (Nahl: 41).
Eziyete ve zulme uğradıktan sonra toplu olarak hicret etme emri geldiği halde hicret etmiyenleri, hicrete güçleri yettiği halde halâ müşriklerin velayeti altında bulunanları hicretlerinden sonra Allah’ın güzelce yerleştirdiği mü’minlerin korumaları üzerlerine mecburî olmadığı gibi, aralarında anlaşma olan kavme karşı yardım istediklerinde yardım etmek zorunda da değillerdir:
“İman edip de hicret etmiyenler için, hicret etmelerine kadar hiç bir şekilde velayetiniz yoktur. Eğer dinde sizden yardım isterlerse yardım etmeniz gerekir, yalnız aranızda anlaşma bulunan bir kavme karşı değil. Allah yaptıklarınızı görendir” (Enfal: 72).
“Allah yolunda hicret edinceye kadar onlardan veliler edinmeyin” (Nisa,: 89).
İşkence ve zulmden sonra gerçekleştirilen hicret bir anlamda silâhlı cihad’ın kapısı olmaktadır. Artık müşriklere ve insanları Allah’ın Yolu’ndan alıkoymaya çalışanlara karşı bir ‘hükümet’ halini alan muhacirlerle onlara yurt veren ve barındıran yardımcıların el ele verip ‘sağlam bir yapı’ halinde savaşmaları üzerlerine borç olur. İmanların en iyi biçimde denendiği zamandır artık bu zaman; işkencelerden kurtulup da hicretle dindaşlarının bulunduğu yurda yerleşenler eğer rahata dalar, içe doğru hicret ve Cihad’ı bırakırlarsa düşman karşısında da malları ve canlarıyla cihad edemez, savaş veremezler. Bu bakımdan, silahlı cihad ve bir yerden bir yere hicret belli zamanlarda ve gerektiği şartlarda yerine getirilmesi gerekli son derece mühim iki görevken, nefse karşı cihad ve içe doğru hicret bu görevi de yerine getirebilmenin gereği ve mü’minin kesintisiz devam ettirmesi gereken birinci derecedeki vazifesidir. Yoksa, hicret bir kaçış, cihad da ganimet ve yağma için verilen bir savaş halini alabilir ve bu durumda insan için sadece kayıp ve hüsran demek olur:
“Hicret edenler ve yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkenceye uğrayanlar, vuruşanlar ve öldürülenler, elbette onların seyyielerini örtecek ve kendilerini altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım; Allah’ın katından bir karşılık olarak’. Allah karşılığın güzeli yanında olandır” (A. İmran: 195).
“Sonra, muhakkak Rabbin fitneye uğratıldıktan sonra hicret ederler ve sonra da cihad edip sabredenler içindir..” (Nahl: 110).
“Kendilerine, “ellerinizi tutun ve namazı kılıp zekâtı verin” denilenlere bakmaz mısın? Üzerlerine kıtal yazıldığında içlerinden bir grup Allah’tan haşyet eder gibi, hattâ daha büyük bir haşyetle insanlardan haşyet eder ve “Rabbimiz, kıtali üzerimize neden yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar bıraksan olmaz mıydı?” derler..”(Nisa; 77).
Cihad eden kendisi için cihad eder, çünkü Allah alemlerden müstağnidir; hicret sürekli Allah’a doğru ve O’nun yolunda O’nun için olan bir seyahattir. Allah için uğraşanları, yani O’nun yolunda malla, canla, başla didinenleri, cihad edenleri Allah Yolu’na götüreceği gibi, eğer bu Yolun sonuna varamadan, hedefe ulaşamadan ölenlere de yine mükâfatlarını verecektir:
“Kim cihad ederse ancak kendisi için cihad eder, muhakkak Allah alemlerden müstağnidir” (Ankebut: .
“Bizim için cihad edenleri yollarımıza götürürüz” (Ankebut: 69),
“Lût ona inandı ve “muhakkak ben Rabbime muhacirim”[3] dedi” (Ankebut: 26).
“Kim Allah ve Rasûlü’ne muhacir olarak evinden çıkar da sonra kendisine ölüm gelirse, muhakkak karşılığı Allah’ın üzerine olmuştur.,” {Nisa,: 100).
Bu çalışmamızda Allah’ın (c.c.) “tabiat olayı” dediğimiz olayları nasıl yönlendirdiğini inceliyoruz. Baştan belirtelim ki, bu incelememiz tamamen Kur’an-ı Kerim’deki ayetlere dayanmaktadır. Daha tafsilatlı bir çalışma için konu ile ilgili hadislerin de göz önüne alınması gerekmektedir. Ancak, Kur’an ayetleri ile Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sözleri arasında çelişmezlik prensibine dayanarak söyleyebiliriz ki, bu konuda Kur’an’dan çıkarılabilecek hükümler konunun çerçevesinin doğru bir şekilde kurulması için yeterli olacaktır.
Ele aldığımız esas konumuza girmeden önce, göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah’ın (c.c.) gökler ve yerdeki nizamı nasıl kurduğu ve koruduğu ile ilgili ayetlerinden bazılarını hatırlamamız gerekiyor. Bu maksatla önce, Kur’an’da, Allah’ın (c.c.), Gerçek Yöneten (= Melik-ül Hakk) olduğunu anlatan ayetleri göreceğiz. Daha sonraki bölümde O’nun, göklerdeki nizamı nasıl tesis ettiğini ve onu nasıl koruduğunu anlatan ayetleri biraz ayrıntılı olarak inceleyeceğiz. Sonraki iki bölümde ise “fiziksel olay” ve “tabiat olayı” kavramlarına açıklık kazandırmaya çalışacağız. Bundan sonraki iki bölümde de esas konumuz olan, Allah’ın (c.c.), fiziksel olayları ve tabiat olaylarını nasıl kontrol ettiği ve yönlendirdiği meselesine açıklık getirmeye çalışacağız. Yazımız daha önce anlatılanları özetleyen bir sonuç bölümü ile son bulmaktadır.
1. Allah’ın “Gerçek Yöneten” (= Melik-ül Hakk) Olduğu
Kur’an’da, yaratılışla ilgili birçok ayet Allah’ın (c.c.), göklerin ve yerin yaratıcısı olduğunu ifade etmektedir.1 Başka bir dizi ayet ise, göklerin ve yerin mülkünün O’na ait olduğunu ifade etmektedir (= lehü mülk-üs semavati vel ard). Ancak bundan da öte, Allah (c.c.) kendisinin Gerçek Yöneten (= Melik-ül Hakk) olduğunu bildirmektedir:
“Gerçek Yönetici olan Allah, yücedir; sana vahyi kaza edilmeden [tamamlanmadan] Kur’an üzerine aceleci olma ve ‘Rabbim, benim bilgimi arttır’ de.” (Ta-Ha 20/114)
Bu ayetten Allah’ın (c.c.) önemli bir ismini öğrenmiş oluyoruz: Melik-ül Hakk (= Gerçek Yöneten). Bu ismin anlamı üzerinde çok durmamız gerekiyor. Kısaca ifade edecek olursak bu ayet bize, göklerde ve yerde meydana gelen olayların Allah’ın (c.c.) yönetim ve denetimi altında meydana geldiğini açık bir şekilde ifade etmektedir. Göklerde ve yerde hiçbir şeyin O’nun bilgisi dışında kalamayacağı da şu ayetlerle açık bir şekilde ifade edilmektedir:
“Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki, Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu, ve Allah’ın her şeyi bir bilgi ile kuşatmış olduğunu bilesiniz (= ve ennallahe kad ehata bi külli şey’in ilma).” (Talak 65/12)
“Tanrınız, ancak kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır; O’nun bilgisi herşeyi çevrelemiştir (= vesia külli şey’in ilma).” (Ta-Ha 20/98)
Görüldüğü gibi, bu ayetler Allah’ın (c.c.) her şeyi bir bilgi ile kuşatmış ve çevrelemiş olduğunu bildirmektedir. Ayrıca O, Kur’anda birçok ayette bildirildiği üzere: “kullarının yaptıklarından haberdardır” (= vallahu habirun bi ma ya’meluun); “kullarının yaptıklarını görür” (= vallahu basiyrun bi ma ya’meluun); “O, muhakkak ki işiten ve görendir” (= innehu huves semi’ul basiyr); Mülk suresinin 67. ayetinde ifade edildiği üzere: “O, herşeyi görür” (= innehu bi kulli şey’in basiyr); Faatır suresi 38. ayetinde: “Muhakkak ki Allah göklerin ve yerin gaybını (gizlilerini) bilir” (=innallahe ‘aalimül gaybis semavati vel ard); gene aynı ayette “muhakkak ki O, sinelerin özünü bilir” (=innehu ‘aliymün bi zatis sudur); ve Yunus suresinin 10. ayetinde de şöyle buyurulmaktadır: “… ne yerde ve ne gökte zerre kadar (= miskale zerretin) [bir şey] Rabbinin dikkatinden kaçmaz (= ve ma ya’zubu an rabbike), ne zerreden daha küçük, ne de daha büyük; bunların hepsi apaçık bir kitaptadır”. Bu ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki, göklerde ve yerde olan herşey O’nun için apaçık bir kitaptır ve O’nun bilgisi dışında hiçbir olay vuku bulmaz.
2. Allah’ın, Göklerin ve Yerin Yönetiminin Sahibi Olması
Önceki bölümde, Allah’ın (c.c.) Gerçek Yöneten olduğunu ve göklerde ve yerde O’nun bilgisi dışında hiçbir şey olmadığını ifade eden ayetleri gördük. Allah (c.c.), aynı zamanda her şeyin yönetimini (=melekut) elinde tutmaktadır. Bunu ifade eden bir ayeti görelim:
“Yücedir O ki, her şeyin Yönetimi O’nun elindedir (= fe sübhan ellezi bi yedihi melekutu külli şey), ve siz O’na döndürüleceksiniz.” (Ya-Sin 36/83)
Buraya kadar gördüğümüz ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki Allah (c.c), göklerin ve yerin Yönetim’ini elinde tutmaktadır ve O, Gerçek Yöneten’dir. Dünyada bazı insanlara ve toplumlara belli bir süre sınırlı bir güç vermesi ancak O’nun dilemesiyle olmaktadır, ve O, süresi geldiğinde bu sınırlı gücü de geri alır.
Allah’ın (c.c.), göklerin ve yerin Gerçek Yöneticisi olduğunu ifade eden ayetleri gördükten sonra, şu sorulara cevap bulmamız gerekiyor: Allah (c.c.), gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir? İnsan zihni Allah’ın (c.c.), gökleri ve yeri nasıl yönettiğini kavrayabilir mi? İlk bakışta cevaplandırılması imkansız gibi görünen bu her iki sorunun da cevabı Kur’an-ı Kerim’den kolayca istihrac edilebilir. Aşağıdaki ayet insanları, göklerin ve yerin yönetimi üzerinde gözlemlere ve nazari (teorik) düşünmeye davet etmektedir.2
“Onlar göklerin ve yerin Yönetimi üzerinde ve Allah’ın yarattığı şeyler üzerinde düşünmediler mi (= eve lem yenzuru fi melekut-is semavati vel arda ve ma halek- allahu min şey)? Bundan sonra artık hangi söze inanacaklar?” (A’raf 7/185)
Aşağıdaki ayet ise Allah’ın (c.c.), bu yönetimi tam bir şekilde nasıl sağladığını ifade etmekte, ve bunun insanlar tarafından bilinebileceğine açıkça işaret etmektedir:
“Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki, Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu, ve Allah’ın her şeyi bir bilgi ile kuşatmış olduğunu bilesiniz (= ve ennallahe kad ehata bi külli şey’in ilma).” (Talak 65/12)
Ayette geçen “emr” kelimesi göklerin ve yerin Yönetim’inin anlaşılmasında çok önemli ve anahtar bir kelime olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayetten anlaşılacağı üzere Allah (c.c.), gökleri ve yeri emri ile yönetmektedir. Peki “emr” nedir ve yönetimde emrin fonksiyonu nedir? Bunu anlayabilmek için bu kelimenin ve türevlerinin geçtiği ayetleri dikkatle incelemek gerekmektedir. Biz aşağıdaki bölümde kısaca bu kelimenin ayetlerde neyi ifade ettiğini açıklamaya çalışacağız. 3
3. Kur’an’da Emr Kelimesi ve Göklerdeki Nizam
Kur’anda emr kelimesi göklerin ve yerin yaratılışı, yönetimi ve bunların sona erdirilmesi ile ilgili ayetlerde şu üç genel çerçevede geçmektedir:4
1) Yedi göğe (semaya) Allah (c.c.) tarafından yaratılışla birlikte vahyedilmiş [veya yüklenmiş] olan ve bunlardaki düzenliliği sağlayan emr. (Biz buna “birincil emr” diyoruz.)
2) Allah (c.c.) tarafından gönderilen ve göklerde ve yerdeki olayları doğrudan dağruya etkileyen emr. (Buna “ikincil emr” diyoruz.) Allah (c.c.), sadece kendi iznine bağlı olan ve melekleri vasıtasıyla gönderdiği/indirdiği bu emr ile dilediği mekanda mevcut nizamı dilediği gibi değiştirir ve daha önce görülmemiş olan yepyeni olaylar meydana getirebilir.5
3) “Saat’in emri” olarak ifade edilen ve göklerdeki nizamı sona erdirecek olan emr.
Şimdi emr kelimesinin bu üç çerçevede ayetlerde nasıl geçtiğini biraz daha yakından incelemeye geçebiliriz.
Göklerdeki nizam: Birincil emr
Emr kelimesinin ayetlerde, “birincil emr” dediğimiz çerçevede kullanımı, Kur’an’da “sahhara” ve “kadr” kelimeleri ile birlikte, Allah (c.c) tarafından göklerdeki nizamın (düzenliliğin) nasıl gerçekleştirildiği ve korunduğu ile yakından ilgilidir. Bu husus, göklere ve yere yaratılışla birlikte emr’lerinin vahyedildiğini ve göklerin ve bunlar içindeki bütün gök cisimlerinin durumlarının bu emrlerle korunduğunu ifade eden ayetlerle tesbit ediliyor:
“Böylece onları [göğü ve yeri] iki günde, yedi sema olarak kaza etti (= kada), ve her semaya [o semanın] emrini vahyetti (= ve evha fi külli semain emreha) …” (Fussilet 41/12)
“Güneş, ay ve yıldızlar O’nun [Allah'ın] emri ile [denge] durumlarını korurlar (=musahharatun bi emrihi).” (A’raf 7/54, İbrahim 14/33, Nahl 16/12, Hac 22/65)
“O’nun ayetlerinden biri de, göğün ve yerin O’nun emri ile ayakta durmasıdır (=en tekum es semau vel ardu bi emrihi) …” (Rum 30/25)
“Allah’ın yerdekileri sizin kullanımınıza verdiğini (= sahhara lekum) görmediniz mi? Gemiler O’nun emri ile akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O’dur ki, O’nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Hac 22/65)
Görüldüğü gibi, göklerdeki nizamın kurulması ve korunması Allah (c.c.) tarafından bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile gerçekleştirilmiş oluyor. Bu durumda, göklerde meydana gelen bütün olayların (Allah (c.c.) tarafından başka bir müdahale olmadığı takdirde) bu emre uygun bir biçimde vuku buluyor olması gerekir.6
Bu anlayış bizi çok ilgi çekici bir bilim kavramına götürmektedir ki, böyle bir kavramsal çerçevede bilimsel araştırmadan gaye, Yaratıcı tarafından göklere yüklenmiş olan bu emrin dağılımını ve yapısını anlamak ve ortaya çıkarmak olacaktır. Böyle bir bilim anlayışı, sadece bilinen uzay içindeki nizam ve ahenk hakkında çok şeyler açıklamakla kalmayıp aynı zamanda uzay içindeki cisimlerin yaratılış ve oluşumları konusuna da açıklık getirmektedir. Günümüze kadar geliştirilmiş olan hiçbir kozmoloji, evrende mikro-uzaydan makro-uzaya kadar gözlemlediğimiz son derece karmaşık ve o derece mükemmel nizamı çelişkisiz olarak açıklayabilecek temel kavramlara sahip değildir. Birbirinden farklı az sayıda temel fiziksel kuvvetten nasıl oluyor da dünyadaki bu harikulade zengin fiziksel, kimyasal, biyolojik, ve psikolojik etkileşimler ortaya çıkabiliyor? Bunun arkasındaki kozmik plan nedir? Bu tür sorular bugün temel fizik ve kozmoloji alanında çalışan birçok bilim adamının zihnini meşgul eden sorulardır.7
Kur’an’da birincil emr ile ilgili ayetlerden hareketle, göklerdeki nizamın mekan (uzay?) içinde dağılmış olan emrlerin (yönergelerin/ talimatların) etkileşimleri içinde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Bu durumda emr, bütün “oluş”la ilgili çok temel bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kavramı bazı teorik kavramlarla karıştırmamak gerekiyor. Mesela enformasyon fiziğinde “enformasyon” kavramı, fiziksel sistemlerin düzenliliğini (diğer bir deyişle negatif entropisini) açıklamada kullanılan temel bir kavramdır.8 Ancak emr kavramı ile enformasyon kavramı arasında önemli farklılıklar vardır. Öyle anlaşılıyor ki birincil emr, sadece herhangi bir mekanın düzenini değil, “madde”nin de bizzat kendisini meydana getiren bir yönerge veya yönergeler kümesidir. Buradan da emr kavramının, enformasyon kavramından farklı olarak aynı zamanda “oluş”la ilgili bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. (Zaten birçok ayette “emr” kelimesi, “ol” (= kün) kelimesiyle çok yakın bir alaka içinde geçmektedir. Bakınız: Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82 ayetleri.)
Bu noktada, birincil emr ile tesis edilmiş olan göklerdeki nizamın kendi kendine süresiz devam edip edemeyeceği bir soru olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuda bir hükme varmadan önce şu ayeti göz önünde bulundurmamız gerekmektedir:
“Allah, gökleri ve yeri zeval bulmasınlar diye tutmaktadır. Andolsun, zeval bulsalar Kendisinden sonra artık onları kimse tutamaz (= yumsikus semavati vel arda en tezula, ve le in zaleta …); şüphesiz O, çok halimdir, çok bağışlayandır.” (Fatir 35/41)
Bu ayet birkaç ihtimali akla getiriyor. Bunlardan birincisi “tutmaktadır” (= yumsiku), fiilini “emri ile tutmaktadır” diye anlamak mümkündür, ki bu emrin etkisi Allah (c.c.) tarafından ortadan kaldırılacak olursa Allah’dan (c.c.) başka kimse o nizamı geri getiremez. Yukarıda gördüğümüz Rum suresinin 25. ayeti de bunu kuvvetlendirmektedir. İkincisi, semavattaki nizamın bozunma veya indirgenmelerden korunmasıdır ki, ayetteki, “zeval” kelimesinin türevi olan “tezula” kelimesi böyle bir duruma işaret ediyor olabilir. 9
Diğer bir ihtimal de, birincil emr ile sağlanan kozmik nizamın kendi başına süresiz devam etmesinin bu emrin hususiyeti gereği mümkün olmadığı ve Allah’ın (c.c.), ikincil emri ile bu nizamı koruduğudur. Ancak bu meseleyle ilgili olarak burada söylediklerimiz itibari bir çerçevede kalmaktadır; bu yüzden bu konunun daha dikkatli bir şekilde araştırılması gerekiyor.
Göklerdeki nizam, bunlara vahyedilmiş olan birincil emr ile tesis edilmiş olduğuna göre, şöyle bir düşünce akla gelebilir: Göklere ve dolayısıyla bunlar içindeki sistemlere yüklenmiş olan birincil emrin tam olarak anlaşılması ile, insan, bu sistemler içindeki bütün olayları anlayabilir ve bunlar hakkında eksiksiz bilgi edinebilir, ve böylece de geleceği kesin olarak görebilir. (Kartezyen bilim anlayışının bir uzantısı olan çağımız bilim anlayışının son ideali de ancak bu olabilirdi.) Ne var ki, aşağıda tafsilatıyla açıklayacağımız gibi, mesele hiç de bu kadar basit değildir. Bunun başlıca nedeni şudur: Emr bu sistemlere bir defaya mahsus olarak yüklenip de bir daha değiştirilemeyen veya etkisi aşılamayan bir şey değildir. Şu ayet özellikle bu durumu açık bir şekilde belirtiyor:
“Allah O’dur ki, yedi göğü ve yerden de [sayıca] onların mislini yarattı. Emr bunlar arasından iner ki (= yetenezzelul emre beynehunne), Allah’ın her şeye gücü yeter olduğunu (= ala kulli şey’in kadiir) bilesiniz, ve Allah’ın gerçekten her şeyi bir ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz.” (Talak 65/12)
Gerçekten de, izn ve emr ile ilgili bütün ayetlerin kavramsal çerçevesi incelendiğinde görüleceği gibi, emr sadece birincil emrden ibaret bir olgu değildir. Diğer bir deyişle, bu günkü bilim anlayışının farzettiği gibi gökler ve yerdeki nizama Yaratıcı tarafından hiçbir müdahale yapılmadığı doğru değildir. Bu ayetlerden anlıyoruz ki, birincil emrin etkileri Allah Teala tarafından gönderilen ve indirilen yeni bir dizi emr (ikincil emr) ile etkisiz hale getirilebiliyor veya aşılabiliyor.
İkincil emr, Kur’an’da bu kelimeye uygulanan fiillere göre, Gerçek Yöneten tarafından belirlenen (mübrim), kararlaştırılan (mustekır), belli bir ölçü ile ölçülen (kaderen makdura), ayırt edilen (yufraku), yöneltilen veya yönlendirilen (yüdebbir), gönderilen (mürsil), indirilen (münzil), dağıtılan (mukassimat), kaza edilen (kada), ve aşılanan (yülki) bir olgudur. Melekler ikincil emr ile inerler ki, bu emr adeta göklerin (= semavat) içinden geçer ve orada buna uyulduktan (eta) ve bu emr yerine getirildikten (mef’ul) ve tamamlandıktan (belega) sonra Allah’a (c.c.) [O'nun nezdine] yükselir (ya’ruc) ve O’na döner (yürci). Bu emr bazan insanlar tarafından görülecek şekilde etkisini gösterir (zahere). İkincil emr çevriminin tamamlanmasının hem periyodik hem de sürekli bir şekilde olduğu anlaşılıyor.
İkincil emr çerçevesi içinde konumuzla ilgili olarak sayılabilecek öteki ayetler de şunlardır:
“… Allah katından bir emr…” (Maide 5/52, Duhan 44/5)
“Allah emri belirleyendir (= mubrim).” (Zuhruf 43/79)
“[Allah] emri gökten yere yönlendirir (= yüdebbirul emri mines semai ilel ard), sonra o, sizin ölçünüzle bin sene olan bir günde O’na yükselir (veya çıkar = ya’ruc).” (Secde 32/5)
“[Allah] emri gönderir/indirir (= mürsil/münzil).” (Duhan 44/5, Talak 65/5)
“Allah’ın emri ölçülmüş bir kaderdir (= kaderen makdura).” (Ahzab 33/38)
“[Bir gece ki] her hikmetli emr (= emrin hakim) onda ayrılır (tefrik edilir = yufraku).” (Duhan 44/4)
“Melekler ve ruh o gecede [Kadir gecesi] Rablerinin izniyle, her bir emrle inerler.” (Kadr 97/4)
“[Allah] bir emri kaza ettiği zaman (= iza kada emren) ona: Ol! der.” (Bakara 2/117, Al-i İmran 3/47, Meryem 19/35, Mü’min 40/68, Ya-Sin 36/82)
“Allah’ın Emri gelmiştir (= eta emrullah)…” (Nahl 16/1)
“Allah’ın emri uygulanır (= mef’ula).” (Nisa 4/47)
“Allah’ın emri görünür oldu … (= zahere emrullahi).” (Tevbe 9/48)
“[Allah'ın] emri bir göz kırpması kadar çabuktur.” Kamer 54/50
“Allah emri üzerinde (veya emrinde) galiptir (= galibun ala emrihi).” Yusuf 12/21
Kur’an’da ikincil emrin uygulanmasında Meleklerin görevlendirildiklerine işaret eden bazı ayetler vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
“Biz [melekler] ancak Rabbinin emri ile ineriz (= ve ma netenezzelu illa bi emri rabbike), …” (Meryem 19/64)
“Göklerde ve yerde bulunan gerek canlılar ve gerekse meleklerin hepsi Allah’a secde ederler (= yescudu), ve onlar [Allah'a itaatten] büyüklenmezler. Üstlerinde Rablerinden korkarlar, ve onlara emredileni uygularlar (= ve yef’alune ma yü’merun).” (Nahl 16/49-5)
“[Meleklerin] söz sıraları O’ndan önce değildir, ve onlar Allah’ın emri ile iş yaparlar (= ve hum bi emrihi ya’melun).” (Enbiya 21/27)
İkincil emr çerçevesindeki ayetler içinde çok dikkatimizi çeken iki ayet de şudur:
“Allah’ın izni olmadan hiçbir kimse (= nefs) ölmez, bu belli bir süreye göre yazılmıştır…” (Al-i İmran 3/145)
“[İnsanların] her birini önünden ve arkasından izleyenler [melekler] vardır. Onu Allah’ın emrinden korurlar (= yahfezune min emrillah). Bir ulus (= kavm) kendi nefislerindekini değiştirmedikce Allah onun [o ulusun] durumunu değiştirmez. Allah bir ulusa (= kavm) kötülük murad etti mi artık onu geri çevirecek yoktur. Zaten onların O’ndan başka koruyucularu da yoktur.” (Ra’d 13/11)
Görüldüğü gibi, birinci ayette, Allah’ın (c.c.) izni ve bununla gelen bir emri olmadıkça bir insanın ölmesinin mümkün olmadığı ifade ediliyor. Bu ayet, birincil emrin görünüşte oluşturduğu fiziksel şartların bir insanın ölümü için yeterli sonuç vermeyeceğini göstermektedir. İkinci ayetteki “Onu Allah’ın emrinden korurlar,” sözü, öyle anlaşılıyor ki bu koruyucuların [meleklerin], insanı birincil emrin dayanılmaz veya öldürücü etkilerinden koruduklarını ifade ediyor.10
Bütün bu ayetlerden anlaşılıyor ki, göklere (= semavat) vahyedilmiş olan birincil emr, gökler ve yerdeki dinamik dengeyi tesis etmekle beraber, bunlarda meydana gelen bütün olayları tam olarak açıklayamaz. Buna rağmen, birincil emrin kozmik nizam ve ahengin korunmasında esaslı bir fonksiyonu olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Gene bu ayetlerden görüyoruz ki, birincil emri aşan emrin çıkartılması (veya kaza edilmesi = kada) tamamıyla Allah’ın (c.c.) dilemesine (= şa) ve iznine bağlı. Bu çok önemlidir, çünkü Allah’ın (c.c.) izni olmadıkça göklerin emrleri (yani birincil emr) değişmeden işlevini sürdürür ve göklerdeki bütün mekanlar (ve dolayısıyla bunlardaki cisimler) ihtiva ettikleri emrlerin oluşturduğu özellikleri taşımaya devam ederler. Bu söylediklerimizi şu ayetlerle belgelendirebiliriz:
“Allah’ın yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini görmediniz mi? Gemiler O’nun emri ile denizde akıp giderler. Göğü yer üzerine düşmeyecek şekilde tutan O’dur ki, O’nun izni olmadıkça düşmez. Allah insanlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” Hac 22/65
“… Güneş, Ay ve yıldızlar onun emri ile durumlarını korurlar; işte bunda akleden bir ulus için işaretler (= ayat) vardır.” Nahl 16/12
Bu ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi, göklerde ve yerdeki cisimlerin durum ve özellikleri birincil emr ile devam ettirilmektedir ve Allah (c.c), izni ile yeni bir emr göndermediği sürece bu durum ve özellikler devam edecektir. Göklerde ve yerdeki cisimlerin ve bunlar içindeki güçlerin en iyi şekilde kullanılabilmesi, insanların, bunların özelliklerini ve bunları belirleyen fiziksel kuvvetleri anlamaya çalışması ile olacaktır. Fizik bilimlerde “temel fiziksel kuvvetler”le açıklanan düzenliliğin aslında göklere birincil emr ile birlikte vaz edilmiş olan mizanın bir tezahürü (görüntüsü) olduğunu söyleyebiliriz.
İnsanlar “bilimsel araştırma” dediğimiz faaliyetlerle ancak birincil emr ve mizan ile ilgili bilgileri elde edebilirler. Gelecekte mükemmel bir fizik bilgisine ve hesaplama gücüne sahip olsalar bile, insanlar bununla ancak birincil emrin etkilerini ön-görebilirler.11 Biraz sonra göreceğimiz gibi, “tabiat olayları”nda Allah’ın (c.c.) emri ile müdahalesi söz konusu olduğunda o tabiat olayı hakkında tam doğru bir öngörüde bulunmak fiziksel metotlarla mümkün değildir, çünkü ikincil emrin ne zaman ve mekanda etkin hale geleceğini bu metotlarla bilmek mümkün değildir.
Bu konudaki ayetler bize açıkça gösteriyor ki, göklere yüklenmiş olan emrlerin tümünü bilebileceğimiz tam ve eksiksiz bir bilgiye sahip olsak bile gene de dünya hakkında tam ve mutlak bir bilgiye sahip olamayacağız. Çünkü, Allah’ın (c.c.), izni ile göndereceği, ve birincil emrlerin etkisini aşacak emrlerin bilgisine bilimsel araştırma metotları ile sahip olamayız. Bu da bize, mükemmel bir bilim ve teknolojiye sahip olsak bile yalnızca Allah’a (c.c.) güvenmemiz gerektiğini hatırlatıyor.
***
Kur’anda bazı ayetlerde akletme ile kozmolojik olayların anlaşılması arasında sıkı bir kavramsal bağ kurulduğunu görüyoruz. Gökler ve yerdeki nizam Allah’ın (c.c.) eseri olduğuna göre, bu eserin anlaşılması insan için en büyük amaçlardan biri olmalıdır, çünkü Allah’ın (c.c.) büyüklüğü, ve emri ile nelere kaadir olduğu ancak bu şekilde anlaşılabilir.
Ayrıca bu ayetler, bir yandan çeşitli kozmolojik olayları meydana getiren emrin anlaşılması ve bu olayların insanların faydasına kullanılmasını da teşvik etmektedir. Bu ayetler öte yandan da insanların bunlardan ibret alarak Allah’ın (c.c.) vaadettiği ahiret hayatının dünya hayatından çok daha üstün olduğunu kavramaya yönlendirmektedir. Konu ile ilgili ayetlerden bazıları şunlardır:
“Andolsun göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde, insanların faydalandıkları şeyleri denizde taşıyıp giden gemilerde, Allah’ın gökten bir su indirip onunla, ölmüş olan yere hayat verip onda her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları, ve yer ile gök arasında hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde (=tasrif) akleden bir ulus için ayetler vardır.” (Bakara 2/164)
“Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten bir su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltmesinde, rüzgarları yönlendirmesinde akleden bir ulus için ayetler vardır.” (045.005)
“Bu örnekleri böylece ortaya koyuyoruz, ama bilginlerden başkası onlarla [gerçeklik arasında] bağ kuramaz (= ve ma ya’kiluha illel alimun).” (Ankebut 29/43)
Ahiret hayatının dünya hayatından daha üstün olduğunun, ve bunun kavranılmasının akletmek ile ilgisi şu iki ayette belirtiliyor:
“… Ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hala akletmeyecek misiniz?” (A’raf 7/169)
“Size verilen herşey dünya hayatının geçimi ve süsüdür. Allah katında olanlar daha hayırlı ve kalıcıdır. Artık akletmeyecek misimiz?” (Kasas 28/60)
Öte yandan, akletmeyenlerin hayvanlar gibi, hatta onlardan daha da aşağı olduğunu belirten ayet ise şudur:
“Yoksa sen onların çoğunun işittiklerini veya aklettiklerini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta yolca daha da sapıktırlar (= bel hüm edall).” (Furkan 25/44)
Aşağıdaki ayette ise “göklerde ve yerde ne varsa hepsini” insanların kullanımına verilmiş olduğu ifade edilmektedir:
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden (= cemi’an minhu) sizin kullanımınıza verdi (= sahhara). Elbette bunda düşünen bir ulus (= kavmin yetefekkerun) için işaretler (= ayat) vardır.” (Casiye 45/13)
Bu ayetteki “hepsini kendinden” (= cemi’an minhu) ifadesi, Allah’ın (c.c.), göklerde ve yerdeki cisim ve olayların ve dolayısıyla bunlara etki eden bütün fiziksel kuvvetlerin kullanımını potansiyel olarak istisnasız, bunları anlamaya çalışan bütün insanlığa vermiş olduğunu gösteriyor.
Bu ayette ayrıca “sahhara” kelimesinin “düşünen bir ulus” kavramı ile alakalı olarak geçtiğini görüyoruz. Bu da demek oluyor ki, göklerde ve yerdeki cisimlerin ve fiziksel kuvvetlerin etkin bir şekilde kullanılabilmesi, tek tek kişilerin düşünmesinden daha çok, bir ulus (= kavm) olarak insanların akletmeleri ve düşünmeleriyle gerçekleşecektir. Bunun da toplumsal bir yönelim, hatta genel bir katılımla mümkün olacağını ayrıca belirtmeye gerek kalmıyor.
Göklerdeki nizamın sonu: Saat’in emri
Kur’an’da “Saat’in emri” (= emr-üs saah) olarak olarak isimlendirilen emr ise, Allah’ın (c.c.) birincil emri ile tesis etmiş olduğu nizamı sona erdirecek olan emrdir. Bununla ilgili ayetlerden anlaşıldığına göre bu emr, Kur’an’da Kıyamet Günü (=yevm-ül kıyame) diye ifade edilen, ve yeniden yaratılışı ve Hesap Günü’nü de içine alan bir günün başlangıcında uygulanacaktır. Bu konu, hazırlamakta olduğumuz “Kur’an’da Kıyamet Günü” başlıklı bir yazımızda tafsilatlı olarak ele alınmaktadır. Bu açıklamalardan sonra şimdi “fiziksel olay” teriminin bu çerçevedeki tarifine geçebiliriz.
4. “Fiziksel Olay” Tanımı
Emr kelimesiyle ilgili ayetler üzerindeki incelememizden sonra “fiziksel olay” terimini bu çerçevede şöyle tanımlayabiliriz:
Fiziksel olay, göklere yaratılışla birlikte yüklenmiş olan birincil emr ve mizan çerçevesinde ve yalnızca bu çerçevede meydana gelen olaylar sınıfındandır. Bu tür olayların en belirli özelliği insanlar tarafından laboratuvar ve gözlem şartlarında tekrarlanabilir olmasıdır. Fiziksel olaylardaki sebeplilik (causality), birincil emr üzerine kurulmuş olan mizanın (denge ve simetrinin) sonucu olarak ortaya çıkmaktadır diyebiliriz. Sebeplilik ancak büyük etkileşimler uzayında (makro ölçekli uzayda) görülebilmektedir. Mikro uzayda da simetri ve denge birçok türden etkileşimde geçerlidir, fakat burada sebeplilik, ölçmede kullanılan ışığın temel bazı özellikleri dolayısıyla yerini belirsizliğe bırakmaktadır.
Fiziksel olaylarda belirsizlik iki şekilde karşımıza çıkmaktadır: mikro uzayda belirsizlik, ve makro uzayda belirsizlik. Birincisinin etkileşimleri ölçmede kullanılan ışığın temel özelliklerinden kaynaklandığını söyledik. İkinci türden belirsizliğin ise makro uzayda çok karmaşık olayların başlangıç şartlarının tam olarak bilinememesinden kaynaklandığı düşünülen belirsizliktir. Buna istatistik belirsizlik denebilir. Fizikçiler makro uzaydaki birçok fiziksel olayın diferansiyel denklemlerle ifade edilebileceğini kabul ederler. Diferansiyel denklemlerle modellendirilen sistemlerin başlangıç şartlarının bilinmesi gereklidir. Başlangıç şartları ise birçok fiziksel olayda tam olarak bilinememekte, buna karşılık bir çoğunda ise istatistiksel sınırlar içinde bilinebilmektedir.
5. “Tabiat Olayı” Tanımı
Tabiat olayı (veya doğa olayı) terimi, dünyada veya dünyadan gözlemlenen uzayda meydana gelen makro ölçekli olaylar için kullanılmaktadır. Güneş ve ay tutulması, çeşitli meteorolojik olaylar, ve deprem bu çerçevedeki olaylardan sayılmaktadır. Bu günün bilim anlayışında bütün tabiat olaylarının tamamen fiziksel olayların bir bileşiminden meydana geldiği kabul edilmektedir. Fakat güneş ve ay tutulması gibi oldukça hassas bir şekilde hesaplanabilen olaylara karşılık, meteorolojik olayların ve depremlerin tam olarak hesaplanamaması ve öngörülememesi, bilim adamları tarafından bunların “kaotik (düzensiz) olaylar” diye ayrı bir sınıfta değerlendirilmesine yol açmıştır.
Bu sınıflandırmaya dayanarak, tabiat olaylarında sebeplilik kavramının da iki ayrı çerçevede ele alınması gerekmektedir. Güneş ve ay tutulması gibi olaylar uzayda gök cisimlerinin kütlesel çekim etkisi altında yörüngelerinde aldıkları durumlarla açıklanabilmektedir. Fakat meteorolojik ve tektonik hareketler birçok etkeni bir arada göz önünde bulundurmayı gerektirdiğinden, bunların tam açıklamasını yapmak mümkün olamamaktadır. Meteorolojik olaylar için “kelebek etkisi” terimi bu durumu ifade etmek için geliştirilmiştir. Meteorolojik ve jeolojik olaylarda gezegenlerin ve ayın uzayda dünya ve güneşe göre dizilimi, güneşte “güneş lekeleri” diye adlandırılan patlamalar, dünyaya çarpan büyük meteorlar ve daha birçok uzay olayları etkili olabilmektedir. Bütün bunlar, bu tür olaylardaki belirsizlikleri arttırmaktadır.
6. Allah’ın Fiziksel Olaylara Müdahalesi
Allah’ın (c.c.), dilediğinde, herhangi bir zaman ve mekandaki fiziksel olaylara ikincil emri ile müdahale edebileceğini yukarıda ayetlere dayanarak ifade etmiştik. Allah’ın emri bir mekana gelip uygulandığında şu üç tür etkiyi meydana getirebilir: 1) Birincil emrin engellenmesi, 2) Birincil emrin güçlendirilmesi, 3) İkincil emr ile tamamen farklı ve yepyeni etkilerin meydana getirilmesi.
İlk durumda, Allah’ın emri (ikincil emr), daha önceden mevcut nizamı oluşturduğu birincil emri ile, onun etkilerini ortadan kaldıracak veya zayıflatacak şekilde etkileşir.
İkinci durumda ise birincil emrin etkisini arttıracak şekilde onunla etkileşir; böylece onun etkisini güçlendirir, veya odaklandırır.
Üçüncü durumda ise, Allah’ın emri ya yeni mekan oluşturarak, veya mevcut mekandaki emrlerle etkileşerek daha önce görülmemiş yeni etkiler meydana getirir.
7. Allah’ın “tabiat olayları”na müdahalesi
Allah’ın (c.c.), tabiat olayı dediğimiz meteorolojik ve jeolojik olaylara müdahale ettiği ve onları yönlendirdiği, Kur’an’daki bazı ayetlerde açık bir şekilde bildirilmektedir. Bunlardan bazılarını birazdan göreceğiz. Önce Allah (c.c.) tabiat olaylarına müdahale ettiği zaman neler olabileceğini düşünelim. Böyle bir durumda dört farklı sonuç ortaya çıkabilir: 1) Tabiat olayının başlamasının öne alınması veya geciktirilmesi ve başlangıçta birincil emre bağlı olarak gelişen tabiat olayının insanlar üzerinde muhtemel yıkıcı etkisinin dağıtılması, 2) Tabiat olayının etkisinin toplanması ve odaklanması, 3) Tabiat olayının etkisinin arttırılması, 4) Etkisi fiziksel olarak hissedilen [algılanan], fakat daha önce görülmemiş türden tabiat olaylarının meydana getirilmesi. Şimdi Kur’an’da bu dört ayrı duruma işaret eden bazı ayetleri görelim:
“Görmedin mi, Allah, bulutları sürer, sonra onları birbirine geçirir, sonra onları birbiri üstüne yığar [sıkıştırır], arkasından yağmurun çıktığını görürsün, gökte dağ [gibi bulutlardan] bir dolu indirir ve onunla dilediğini vurur (= fe yusiybu bihi men yeşa), ve dilediğinden de onu öteye çevirir (= ve yusrifuhu an men yeşa): şimşeğinin parıltısı ise neredeyse gözleri alır.” (Nur 24/43)
Bu ayetteki “onunla dilediğini vurur, ve dilediğinden de onu öteye çevirir” ifadeleri yukarıda sıraladığımız birinci ve ikinci tür sonuçları ifade etmektedir. Öteki iki duruma örnek sayılabilecek ayetler de şunlardır:
“Aad [ulusu] yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar (= festekberu fil ardi bi gayril hakk) ve: ‘Bizden güçlü kim var?’ dediler. Onları yaratan Allah’ın kendilerinden güçlü olduğunu görmediler mi? Bizim ayetlerimizi de inkar ediyorlardı.” (Fussilet 41/15)
“Biz de onlara [Aad ulusuna] dünya hayatında rüsvay edici azabı tattırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine uğultulu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise daha da rezil edicidir; onlara hiç yardım da edilmeyecektir.” (Fussilet 41/16)
“Aad [ulusu] uğultulu, azgın bir kasırga ile helak edildiler.” (Haakka 69/6)
“[Semuud ulusu] Rablerinin emrine baş kaldırdılar; bu yüzden onları, bakıp dururlarken o korkunç ses [gök gürültüsü] (= saika) yakaladı.” (Zariyat 51/44)
Son ayetteki “korkunç ses” daha önceden görülmemiş bir “tabiat olayı”na örnek olarak gösterilebilir. Lut ulusu da, yerin bütün bir şehri içine alacak şekilde çöktürülmesi ve ayrıca üzerlerine lav taşları yağdırılmak suretiyle yok edilmişlerdir:
“[Melekler] dediler: Ey Lut, biz senin Rabbinin elçileriyiz; onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden karından başka hiçbiriniz geri dönüp bakmasın, çünkü ötekilerine erişen [azap] ona da erişecektir. Başlarına gelecek azap sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?” (Hud 11/81)
“Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik; üzerlerine de taş yağdırdık: Çamurdan pişmiş, hazırlanmış, istif edilmiş.” (Hud 11/82)
Bu ayetler fazla yorum yapmaya gerek olmayacak şekilde, açıkça bu ulusların “tabiat olayları” dediğimiz olaylarla nasıl yok edildiklerini anlatmaktadır.
İşte şimdi burada, konumuz açısından son derece önemli iki soru karşımıza çıkmaktadır: Allah (c.c.) “tabiat olayları” dediğimiz olaylarla insanları bazan çok şiddetli bir şekilde cezalandırıyorsa, bu cezalandırmanın sebepleri nelerdir? Bu cezalandırmanın nasıl gerçekleşeceği önceden tahmin edilebilir mi? Bu soruların cevabı gene Kur’an’da “sunnetullah” kelimesinin geçtiği ayetlerde bulunmaktadır. Kur’an’da “sunnetullah” kelimesi Allah’ın (c.c.), insanlar ve insan topluluklarının davranış sınırları için vaz etmiş olduğu değişmez yasalarını ifade etmektedir, öyle ki, bu yasaların Peygamberler (a.s.) için bile değiştirilmesi söz konusu değildir:
“ … Allah’ın yasasında bir değişiklik bulamazsın (= fe len tecide li sünnetillahi tebdila); Allah’ın yasasında bir sapma da bulamazsın (= ve len tecide li sünnetillahi ta’dila).” (Faatır 35/43)
Kur’an’da bu yasalar bazı ayetlerde, “öncekilere uygulanmış olan yasalar” (= sünnetül evveliyn) diye de isimlendirilmektedir. Bunların hükümleri, yani hangi durumlarda insanların bu dünyada nasıl cezalandırıldıkları Kur’an’da “hakk” ve “sünne” kelimelerinin geçtiği ayetlerden çıkartılabilir. Bu yasaların uygulanma şartlarından bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
- Yeryüzünde [haksız yere] büyüklük taslamak.
- Yeryüzünde kötülük tuzakları kurmak.
- İnsanlar arasında insafı emredenleri öldürmek.
- Şeytan’a bağlı olanları (= şeyatin) Allah’a (c.c.) karşı dostlar edinmek.
Şimdi bunlarla ilgili ayetleri görelim. Bunlardan ilki, yeryüzünde haksız olarak büyüklük taslamak ile ilgilidir:
“Aad [ulusu] yeryüzünde haksız olarak büyüklük tasladılar (= festekberu fil ‘ardi bi gayril hakk) ve ‘bizden daha kuvvetli kim var?’ dediler (= men eşedde minna kuvveten); onları yaratan Allah’ın kendilerinden daha kuvvetli olduğunu görmediler mi (= eve lem yerav ennallahullezi halekahum huve eşeddu minhum kuvveten)? Bizim ayetlerimizi de inkar ediyorlardı.” (Fussilet 41/15)
Aad ulusu yaptıkları kötülüklerin karşılığını bu dünyada şiddetli bir kasırga ile ödediler:
“Biz de onlara [Aad ulusuna] dünya hayatında rüsvay edici azabı tattırmak için o uğursuz günlerde, üzerlerine uğultulu bir kasırga gönderdik. Ahiret azabı ise daha da rezil edicidir; onlara hiç yardım da edilmeyecektir.” (Fussilet 41/16)
Yeryüzünde kötülük tuzakları kurmak da, dünyada cezalandırılmayı hak ettiren büyük günahlardandır:
“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötülük tuzakları kurmak (= istekberan fil ardi ve mekres seyyie); kötülük tuzakları ancak sahiplerine dolanır; onlar öncekilerin yasasından başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın yasasında bir değişiklik bulamazsın; Allah’ın yasasında bir sapma da bulamazsın.” (Faatır 35/43)
Kötülük tuzakları kuranlarla ilgili olarak aşağıdaki ayetleri de göz önünde bulundurmak gerekiyor:
“Kötülük tuzakları kuranlar (= e fe minellezine mekerus seyyiat) Allah’ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden (=en yahsifallahu bihim il ard), veya kendilerine düşünemeyecekleri bir yönden (= min haysu la yeş’urun) azabın gelmeyeceğinden emin mi oldular?” (Nahl 16/45)
“Yahut dolaşıp dururlarken [Allah'ın azabının] kendilerini yakalamayacağından emin mi oldular? Üstelik onlar bunu engelleyici de değillerdir.” (Nahl 16/45)
“Yahut da kendilerini azar azar yakalayıp helak etmesinden emin mi oldular? Süphesiz Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir (= fe inne rabbekum le raufun rahiym).” (Nahl 16/45)
Son ayetteki “Rabbiniz çok şefkatlidir, çok merhametlidir” ifadesi Allah’ın (c.c.), zulme uğrayanları fesatçıların zulmünden bu şekilde kurtaracağına işaret olarak kabul edilebilir.
Bu ayetlerden bu tür sinsi fesatçıların dört ayrı şekilde cezalandırılabileceği anlaşılmaktadır:
1) Allah’ın (c.c.) kendilerini büyük bir felaketle yerin dibine geçirmesi.
2) Kendilerine hiç düşünmedikleri bir yönden azap gelmesi.
4) Azar azar güçlerinin ellerinden alınıp ortadan kaldırılmaları.
Haksız yere Allah’ın Elçilerini öldürenler veya onları zorla yurtlarından çıkartanlar da bu yasalar çerçevesinde helak edilmişlerdir (bakınız İsra 17/76-77). İnsanlar arasında haksız yere insafı emredenleri öldürenler de bu yasalar çerçevesinde cezalandırılır:
“Allah’ın ayetlerini inkar edenler, haksız yere peygamberleri öldürenler ve insanlar arasında insafı emredenleri öldürenler yok mu, onları acı bir azab ile müjdele!” (Al-i İmran 3/21)
Şeytan’a bağlı olanları (= şeyatin) Allah’a (c.c.) karşı dostlar edinenleri bekleyen sonuç da aşağıdaki ayetlerde ifade edilmektedir:
“O [Allah] bir topluluğa hidayet verdi, bir topluluğa da sapıklık hakk oldu; çünkü onlar Şeytan’ın takipçilerini (= şeyatin) Allah’a karşı dost edindiler ve kendilerinin doğru yolda olduklarını hesap ettiler (= yahsebune entüm mühtedun).” (A’raf 7/30)
“Biz, onlara birtakım arkadaşlar [şeyatin] sardırdık (= kayyedna lehüm kurenae); bunlar önlerinde ve arkalarında ne varsa onlara süslü gösterdiler; kendilerinden önce gelip geçmiş olan cin ve insan ümmetlerine vaki söz onlara da hakk oldu; onlar hep hüsranda idi.” (Fussilet 41/25)
Bu son ayetteki “kendilerinden önce gelip geçmiş cin ve insan ümmetlerine vaki söz onlara da hakk oldu” ifadesinin, daha önce uygulanmış olan bu yasalara işaret ettiği anlaşılmaktadır.
Buraya kadar anlattıklarımız Allah’ın (c.c.), insanlar ve insan toplulukları tarafından sınırları aşıldığı takdirde dünyada mutlaka cezalandırılacakları ile ilgili yasalarıdır. Yukarıda sorduğumuz son soruya dönecek olursak: Bu cezalandırmanın nasıl gerçekleşeceği önceden tahmin edilebilir mi?
Sünnetullah’ın hangi “tabiat olayı” veya “fiziksel olay” ile ve nasıl yerine getirileceğini bilmek mümkün değildir. Ancak böyle bir felaketi hazırlayan sınır şartlar Kur’an ayetlerinde bildirildiğine göre, bu şartların gerçekleşip gerçekleşmediği, içinde yaşanılan toplumun davranışları yakından gözlemlenerek anlaşılabilir.
Allah’ın (c.c.) geçmiş bazı ulusları nasıl cezalandırdığına dair Kur’an’da birçok ayet bulunmaktadır ki bunlardan bazıları günümüzün şartlarıyla da ilgili görünmektedir:
“Nice kent var ki Rablerinin ve O’nun elçilerinin emrinden çıktılar (= ‘atet an emri rabbiha), biz de onları çetin bir hesaba çektik (= hasebnaha hisaben şedida), ve onları görülmemiş şekilde cezalandırdık.” (Talak 65/8)
“Biz bir ülkeyi (= karye) helak etmeyi murad ettiğimizde onun varlıklılarına emrederiz (= emerna mutrefiha). [Buna rağmen] orada sapkınlık yaparlar (= fe feseku), böylece ona söz hakk olur, Biz de orayı darmadağın ederiz.” (İsra 17/16)
“Biz onlara zulmetmiyorduk, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. Rabbinin emri geldiği zaman (= lemma cae emru rabbike), Allah’tan başka çağırdıkları tanrıları, kendilerinden hiçbir şeyi savamadıkları gibi onların ziyanlarını arttırmaktan başka da bir işe yaramadı.” (Hud 11/101)
Bu ayetlerden başka son olarak, gelecekte neler olacağına dair şu ayet son derece dikkat çekicidir:
“Hiçbir kent yoktur ki Kıyamet Günü’nde önce Biz onu helak etmeyelim, veya şiddetli bir azap ile azaplandırmayalım; bu Kitap’ta yazılıdır (= ve in min karyetin illa nahnu mühliküüha kable yevm-il kıyameti ev muazzibuuha azaben şediyda, kane zalike fil kitabi mestuura)” İsra 17/58
Bu ayetlerin bildirdiği gerçekler ortaya çıkmadan önce bunları karşılamaya nasıl hazırlanmak gerekiyorsa öyle hazırlanmak düşünen, akleden ve ibret alan insanların bundan sonraki görevi olacaktır.
Sonuç
Kur’an’daki birçok ayet, Allah’ın (c.c.), göklerin ve yerin Yaratıcısı ve Gerçek Yöneticisi olduğunu bildirmektedir. O, herşeyi yani bütün yarattıklarını bir bilgi ile kuşatmış ve çevrelemiştir. Göklerde ve yerde hiçbir şey O’ndan gizli kalmaz. Allah (c.c.), göklere yaratılışla birlikte yüklediği emr ve vaz ettiği mizan çerçevesinde oluşan “tabiat olayı” veya “fiziksel olay” dediğimiz olayları, gene emri ile dilediği gibi yönlendirebilir. Dilediği kullarını onunla cezalandırır, ve dilediklerinden de onun yıkıcı etkisini uzaklaştırır. Allah (c.c.), Kur’an’da “sünnetullah” adı ile anılan yasaları ile, insan topluluklarını ve ülkeleri hangi şartlarda toplu cezalara çarptırdığını bildirmektedir. Bu yasalar, göklere yaratılışla birlikte vaz edilmiş olan “mizan” ile de yakından ilgilidir. Bu yasaların sınır şartları iyi bilindiği takdirde bunların hangi şartlarda uygulanacakları da tahmin edilebilir, ancak (Allah’ın bildirdiği müstesna) tam olarak ne zaman ve nasıl uygulanacakları bilinemez. İnsanlar toplumlar olarak, göklerde ve yerde meydana gelen olayları en mükemmel şekilde araştırmalı ve gerçeği bütünüyle anlamaya çalışmalıdır. Bu araştırmayı tam yapabildikleri ve insafı terketmedikleri zaman Allah’ın (c.c.) kudretini daha iyi takdir edecekler, Kur’an’da tekrar tekrar yazıldığı üzere ahiret hayatının dünya hayatından çok daha üstün olduğunu idrak edecekler ve buna göre hayatlarına daha iyi bir yön verebileceklerdir. Her şeyin en doğrusunu Allah (c.c.) bilir. Vesselam.
Notlar
1 Kur’anda “gökler ve yer” olarak ifade edilen aleme biz belki yanlış olarak “evren” veya “kainat” diyoruz, ki bu kelimelerin yerinde olup olmadığı araştırılmalıdır. İngilizce literatürdeki “universe” kelimesinin yerinde olmadığı David Deutsch gibi “çoklu evren” (= multiverse) düşüncesindeki bazı fizikçiler tarafından tartışılmaktadır. Kur’an’da “gökler ve yer” ifadesinin kullanılması, “yer”in, yani dünya gezegeninin, insanı ve milyonlarca değişik türden canlıyı üzerinde taşıması ve uzayda çok özel bir yeri olmasındandır diye düşünülebilir. Dünya gezegeninin bu özel durumu son yıllarda birçok teorik fizikçi ve kozmoloji bilgininin merak konusu olmaktadır. (Bakınız: Ref. 7–b).
2 Bu ayetteki “yenzuru fi” ifadesi hem gözlemi hem teorik düşünceyi ifade etmektedir ki Klasik Devir müslüman düşünürleri tarafından kullanılan “nazariye” (= teori) terimi bu kelime kökünden türetilmiştir.
3 Kur’an’da “emr” kelimesi üzerine yaptığımız ayrıntılı bir çalışma için bakınız:
– Kocabaş, Ş. “İslam’da Bilginin Temelleri”. İz Yayıncılık, Istanbul, 1997.
4 Kur’an’da emr kelimesi bunlardan başka çerçevelerde de geçmektedir. Tafsilatlı bilgi için Ref. 3’e bakınız.
5 Şunu belirtmemiz gerekir ki, “emr” kelimesi Kur’an’da “birincil emr” ve “ikincil emr” diye sınıflandırılmamıştır. Biz bu terimleri sadece bu kelimenin Kitap’taki iki farklı kullanımını belirtmek için böyle isimlendirdik. Fakat böyle bir ayırımın yerinde olduğu, Kur’an’da emr kelimesinin aldığı zamirlerden kolayca anlaşılabilir. Bizim “birincil emr” olarak isimlendirdiğimiz kullanım ayetlerde üçüncü tekil şahıs zamiri ile “O’nun emri” şeklinde, “ikincil emr” dediğimiz kullanım ise “Allah’ın emri”, “emrimiz”, veya sadece “emr” kelimesiyle ifade edilmektedir.
6 Bu emrin, göklerin adeta bir “işletim sistemi”, veya fizik-öncesi bir evrene yüklenen bir çeşit “yazılım” olup olmadığı, üzerinde ciddi olarak düşünülmeye değer bir konudur.
7 Bakınız:
a – Davies, P. (1992). “The Mind of God”. Touchstone Books, New York.
b – Barrow, J.D. & Tipler, F. (1996). “The Anthropic Cosmological Principle.” Oxford University Press, Oxford.
8 “Enformasyon fiziği” için bakınız: Stonier, T. (1990). Information and the internal structure of the universe. London: Springer-Verlag..
9 Fizikte evrendeki maddi varlığın temel unsurları olarak kabul edilen bazı elementer parçaçıkların sakınım kuralları denilen simetri prensipleri çerçevesinde bozunma veya indirgenmelerden korunmuş olması dikkat çekicidir. Örnek olarak, nötronların aksine, gene maddi varlığı meydana getiren atomların yapı taşlarından olan protonların daha küçük parçaçıklara (mezonlara ve leptonlara) indirgenmeden süresiz veya çok uzun süre kalabilmesini gösterebiliriz. Proton ve nötronlarla ilgili “baryon sakınımı” adı verilen simetri prensibi etkili olmasaydı atomik yapıların, ve dolayısıyla da canlı hatta cansız varlıkların oluşması mümkün olmazdı.
10 Bu konu ile ilgili daha tafsilatlı açıklamalar için Ref. 3’e bakınız.
11 Buna rağmen biz, bu yönde sürekli çalışmanın gerektiğine inanıyoruz, çünkü ancak bilgi sahipleri bu tür bilginin sınırlarını bilebilirler, ve Allah’ın kudretini daha gerçekçi olarak takdir edebilirler. Ayrıca şu ayeti de unutmamak gerekiyor: “…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? …” (Zümer 39/9)
Şakir Kocabaş
* Emr ve Sünnetullah kavramları dikkate alınmalı..(maveranehir)
xxxxxxxxxxxxxxxxxx
“TEK KAYNAK KUR’ÂN'DIR” DİYEN BİRİSİNE VERDİĞİMİZ CEVAPTIR!
“Hurâfelerden kurtulmanın tek yolu; Kuran'ı dinin tek kaynağı olarak görüp, dinin tek kaynağını okuyup anlayıp, hayatımızda tek rehber olarak benimsemekten geçer” diyen bir arkadaşa verdiğimiz cevap aşağıdadır.
Kitâbını bizlere göndererek, yolumuzu aydınlatan celâl ve ikrâm sahibi Allah Sübhânehu ve Teâlâ’ya hamdolsun. Peygamberimize, âline, ashâbına ve etbâ’ına Salât-u Selâm olsun.
Şüphesiz sözün en güzeli Allah’ın Kitâbı, yolun en güzeli ise Muhammed aleyhisselâm’ın yoludur. [1] Allah’ın Kitâbına ve O’nun Rasûlüne uyanlara ne mutlu!
Sizin bu sözünüzün yanlışlığını, Kur’ân’dan birçok Âyet ile ispat etmek mümkündür. Ancak biz, size uzun bir yazıyla cevap vermek yerine tek bir delil ile yetineceğiz. Zaten bu cevabımıza karşılık veremezseniz –ki veremezsiniz-; bu durumda, İslâm’ın kaynağının sadece “Kur’ân” olduğunu söylemenizin ve o tek kaynağı da kendi aklınız ile anlamaya çalışmanızın bâtıllığını siz de fark etmiş olacaksınız.
Allah’ın dininin tek kaynağının [2] sadece Kur’ân olmadığını, bizzat Kur’ân’dan bir delil ile ispat edelim. Delilimiz; "kıblenin tahvîli (değiştirilmesi)" meselesidir…
Öncelikle şunu söylemek gerekir. İman edenler, Mekke’de iken belirli bir dönem Mescid-i Aksâ yönü istikametinde namazlarını edâ ettiler. Sözün burasında soruyoruz: Kur'ân-ı Kerîm –sizin iddia ettiğiniz gibi- tek kaynak ise, Müslümanların, Mescid-i Aksâ'ya yönelmelerini emreden vahiy Kur'ân'ın neresindedir? Öyle ya, Peygamberimiz ve Müslümanlar Kâbe’den önce Kudüs’e yönelirken, bunu kendi hevâlarından yapmadılar. Daha sonra Allah, mü’minlere –Peygamberimizin de çok istediği- Kâbe’ye dönmelerini emredecektir...
Rabbimiz, Peygamberimizin ve Müslümanların Mescid-i Harâm'a dönmelerini şu Âyetlerle emretmektedir:
"İşte böylece bütün insanlara karşı şâhidler olmanız ve bu peygamberin de size karşı şâhid olması için, Biz sizi vasat bir ümmet kıldık. Senin üzerinde bulunduğun kıbleyi, ancak peygambere uyanları topukları üzerinde geri döneceklerden ayıralım diye kıble yaptık. Bu, Allah’ın doğru yola ilettiklerinden başkasına elbette zor gelir. Allah, sizin imanınızı zâyi edecek değildir. Gerçekten Allah, insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir.
Biz, senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu muhakkak görüyoruz. Şimdi seni, elbette hoşnut olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Harâm (Kâbe) tarafına çevir. Nerede bulunursanız, siz de yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, kendilerine kitap verilenler, bunun Rabbleri katından bir hak olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıklarından asla habersiz değildir." [3]
Bu Âyetlerle, kıble, Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Harâm'a çevriliyordu. Ayrıca Kâbe, arzın tam ortasında yer aldığı gibi, Ümmet-i Muhammed de "Vasat Ümmet" kılınıyordu. Muhammed Ümmetinin vasat (orta, adaletli, dengeli, aşırılıktan uzak) ümmet kılınmasının anlamı; onların diğer ümmetlerden üstün kılınmasıdır. Bu Âyetlerle artık İslâm ümmetinin önderliği ilan edilmektedir. Artık önderlik, İsrâîloğullarından alınıp İsmâîloğullarına verilmektedir. Kıblenin Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Harâm'a çevrilmesi; gerçek mü'minlerle önyargılı ve ırkçı insanların ayırt edilmesini de sağlamıştır.
Bu meselenin iki yönü vardır. Bir tarafta, kendilerinin Hz. İbrâhîm'in dinine tâbi olduklarını söyleyen ve kendi vatanlarındaki Kâbe'lerini terk edip Beytülmakdis'e dönmeye, orayı kıble kabul etmeye hazır olmayan Araplar vardı. İlk olarak, Kur'ân dışında Peygamberimize verilen vahiy ile, Mescid-i Aksâ kıble tayin edildiğinde, Araplar denendiler. Bu onlar için çok zorlu bir sınav oldu; kavmiyetçilik ve ırkçılık yapanlar bu imtihanı kaybederken, mü'minler imanlarıyla bu sınavı kazandılar. Kıblenin tahvili meselesinin ikinci yönünde ise, kıblenin Kudüs'ten Kâbe'ye çevrilmesiyle, Hristiyanlar ve Yahûdîler denenmişlerdir. Onlara, atalarının yöneldiği kıbleden başkasına dönmek ağır geldi. Böylece iman edenlerle ırkçılar birbirlerinden ayrılmış oldular.
Yukarıdaki Âyetler inmeden önce Peygamberimiz ve mü'minler Kâbe'ye doğru, Kâbe'yi araya alarak ya da doğrudan Beytülmakdis'e yönelerek namaz kılıyorlardı. Müslümanlar, hicretten sonra da Medine'de on altı ya da on yedi ay -toplamda ise yaklaşık 14 yıl- boyunca Kudüs'e dönerek namaz kıldılar. Peygamberimiz ve ashâbı, Hz İbrâhîm'in oğlu Hz. İsmâîl ile beraber temellerini yükselttiği, İslâm'ın ilk kıblesi olan Kâbe'ye doğru namaz kılmayı çok istiyordu. Peygamberimiz sürekli yüzünü göğe çeviriyor ve bu konuda vahiy özlemiyle, İlâhî müjdeyi intizar ediyordu. Nihayet, yukarıdaki Âyetler geliyordu.
Kıble değişikliği hâdisesi, Bera b. Âzibradiyallahu anh'dan rivâyete göre; namaz esnasında vukû' bulmuştur. Allah'ın Rasûlü Ben-i Seleme mescidinde ashâbıyla birlikte öğle namazını kılarlarken bu Âyet (Bakara: 144) geldi. İlk iki rekatı Mescid-i Aksâ'ya doğru kılmışlardı. Âyet nâzil olunca, Rasûlullah hemen Mescid-i Harâm'a doğru döndü, ashâb da döndüler ve geriye kalan iki rekatı da Mescid-i Harâm'a doğru kılarak namazı tamamladılar. Bundan dolayı, bu mescide, Mescid-i Kıbleteyn (iki kıble mescidi ya da iki kıbleli mescid) denmiştir.
Bu olay üzerine derhal etrafa haberler salınmıştır. Kuba mescidinde Müslümanlar namazda iken biri gelip "ben Peygamberin yanından geliyorum ve Mescid-i Harâm'a doğru namaz kıldık" diye haber verince; onlar da hemen Mescid-i Harâm'a dönüverdiler. Cemaatle kılınan namaz esnasında iken bile, sahabenin Peygamberimize itaatine bakın, Peygamberimizin sahabesinin birbirine güvenine bakın! Kıble gibi çok önemli bir meselede bir tek sahabinin sözüyle, Mescid-i Harâm'a dönüyorlar.
Bakara: 144. Âyet, Mescid-i Aksâ'ya yönelmeyi neshetmek için gelmiştir. Aşağıda zikredeceğimiz, Bakara 149 da artık kıblenin kıyamete kadar Kâbe olacağını belirtmek için gelmiştir. Bakara: 150. Âyet ise, gerek Yahûdîlerin, gerek Hristiyanların ve gerekse müşriklerin Müslümanlar aleyhine ellerinde bir delil kalmasın diye gelmiştir. Kıble konusu çok mühim olduğu için farklı üslup ve hikmetlerle, kıblenin değiştirilmesi konusu te'kidli olarak bir kaç kez tekrar etmiştir.
Bakara: 149, 150. Âyetleri okuyalım:
"Her nereden (yolculuğa) çıkarsan yüzünü Mescid-i Harâm’a doğru çevir. Şüphesiz bu (emir), Rabbinden (gelen) mutlak bir haktır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir. (Evet Peygamberim!) Her nereden (yolculuğa) çıkarsan yüzünü Mescid-i Harâm tarafına çevir. Siz de nerede olursanız yüzlerinizi o tarafa çevirin ki, aralarından zulmedenler hariç, insanların size karşı bir delilleri olmasın. Artık onlardan korkmayın, Benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da hidâyete eresiniz.” [4]
Şimdi soruyoruz: Kıblenin Kâbe'ye çevrilmesi emrinden önce, belli bir zaman [5], Kâbe'ye yönelerek namaz kılınmadığına göre; Müslümanlar nereye yönelerek namazlarını kılıyorlardı? Ve Kâbe’den önceki kıbleye yönelme emri Kur'ân'ın neresindedir? Bu sorunun cevabını Kur'ân'da bulamayacağınıza göre; Kur'ân dışında da vahiy olduğunu ve Kur'ân'dan sonra ikinci kaynağın Sünnet olduğunu kabul etmelisiniz! Aksi takdirde, Bakara: 144, 149 ve 150. Âyetlerin hangi Âyeti ya da hükmü nesh ettiğini yani mensuh olan hükmün ne olduğunu açıklayamazsınız! Bize ve size düşen; Rasûl-ü Ekrem'in ashâbı gibi; Peygamberimizin, Allah’ın izniyle Âmir (emreden) ve Nâhî (nehyeden) olduğunu bilip, bu gerçek istikâmetinde iman ve itaat etmemizdir. Peygambere itaat etmemek için bin dereden su getirmek, mü’minlerin işi olamaz!
Size, Kur'ân dışında da vahiy olduğunu ve dolayısıyla Sünnetin Kur'ân'dan sonra ikinci kaynak olduğunu, Peygambersiz ve Sünnetsiz bir din anlayışının "İslâm" olamayacağını bizzat Kur'ân Âyetleriyle uzun uzadıya ispat ederiz. Ve bu açıklamalarımız esnasında, size yönelteceğimiz sorulara da asla cevap veremezsiniz. O sorularımızdan sadece bir tanesi yukarıda, kıblenin değiştirilmesiyle ilgili açıklamalarımızdan hareketle yönelttiğimiz sorulardır! Bu sorulara vahiy istikametinde cevap vermenizi beklemek; sizden o sözlerinizi işiten herkesin hakkıdır!
Ya da makul insanların yaptığını yapıp, Ashâb-ı Kirâm'ın, Peygamberimizin din adına açıklamalarını, "Allah'tan" bilmeleri gibi; siz de, Kur'ân'ı, Sünnet çizgisinde kabul edin...
Sahabe, Allah Rasûlünün, Mescid-i Aksâ'ya ve sonra da Mescid-i Harâm'a yönelmeleriyle ilgili emirlerini delil kabul ediyor da size ne oluyor? Yoksa siz, Allah'ın, sahâbîlere ayrı, bize ayrı bir din gönderdiğini mi iddia ediyorsunuz?
Unutmayın Din, Peygamberimizden itibaren yaşanarak gelmiştir. Dinin esasları mütevâtirdir. Din zaman içerisinde, değerlerini yitirerek, Asr-ı Saâdetteki safiyetini ve aslını kaybetmemiştir! İnandığınızı sandığınız Kur'ân'ı lütfen daha dikkatlice okuyun.
Peygamberimizin görevi sadece bir postacılık değildi! Onun iki temel vazifesi vardı:
1- Teblîğ (ulaştırmak): “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan, O’nun risâletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet vermez.” [6]
2- Tebyîn (açıklamak): “(Biz, o peygamberleri) apaçık belge (mûcize)lerle ve kitaplarla (gönderdik). İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye sana da bu Zikri (Kur’ân’ı) indirdik.” [7]
Rasûlullah, Allah'tan gelenleri asla gizlemeden, ketmetmeden, eğriltmeden olduğu gibi insanlığa ulaştırmış ve gerektikçe de, Âyetleri, yine Allah'ın vahyi istikametinde açıklamıştır. Peygamberimizin, tebliğ ettiği Kur'ân'ı açıklamadığını ve uygulamayıp, yaşamadığını iddia etmek açıkça Kur'ân Âyetlerini çarpıtmak ve Kur'ân'ı anlamamaktır!
Bakara Sûresinin 151. Âyetini okuduğumuzda Peygamberimizin başlıca beş vazifesinin olduğunu göreceğiz: Allah'ın Âyetlerini okumak, insanları tezkiye etmek (temizleyip arındırmak), onlara Kitâbı öğretmek, onlara Hikmeti öğretmek, onlara bilmedikleri şeyleri öğretmek.
Mesele üzerinde, selim bir akıl, meşru bir niyet ve samimi bir kalp ile defalarca düşünmenizi ve bu konuda, çölde susuzluktan bitap düşmüş, neredeyse ölmek üzere olup, suya susayan bir insan gibi, hakikatlere aç olan bir hâlet-i rûhiyye ile tefekkür etmenizi istirham ederiz. Zira, Sünneti kabul etmemek, şehâdeteyn'in ikinci bölümü olan, "Ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasûluhu" kısmını da reddi beraberinde getirir ki, bunun ne anlama geldiğini bildiğinizi sanıyorum.
Bu tür meselenin rastgele akıl yürütülerek felsefe yapılacak bir mubahlar sahası olmadığını takdir etmek zorundasınız. Dikkat edin, "ben böyle düşünüyorum" demek, cehenneme müstahak olan pek çok insanın sözüdür! Bu sözü kendinize yakıştırmamalısınız!
Hidâyet dualarımla.
Yusuf Semmak
[1] Buhârî, Edeb, 70
[2] İslâm’ın ilk ve temel kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kur’ân bizlere, Allah Rasûlüne uymayı da emretmektedir. Allah’ın Rasûlüne uymak ise, O’nun Sünnetine ve Hadîslerine tâbi olmakla olur. Allah, Peygamberimizin hevâ’sından konuşmayacağını, onun konuştuğu şeylerin vahiy olduğunu (Necm: 3, 4) ve o her ne verirse onun alınması, her neden sakındırırsa da ondan uzak durulmasını (Haşr: 7) emretmektedir.
Bu konuda bir Âyet ile iktifâ ediyoruz:
“Biz, gönderdiğimiz her bir peygamberi Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik…” (Nisâ: 64)
[3] Bakara : 143, 144
[4]Bakara: 149, 150
[5]Kıblenin değiştirilmesini emreden Âyetler gelinceye kadar Peygamberimiz ve Müslümanlar, on altı ya da on yedi ay Kudüs'teki Beytülmakdis'e yönelerek namaz kılmışlardır. (Tirmizî, Tefsir, 3)
Kıble Mescid-i Aksâ'dan, Kâbe'ye çevrilince, bundan önce Kudüs'e doğru namaz kılanların durumu tartışılmaya başlayınca; Bakara: 143. Âyetinde "Allah, sizin imanınızı zâyi edecek değildir" buyrularak, o namazların boşa gitmediği de belirtilmiş oldu. (Buhârî, Tefsir, 2. Sûre, B. 12; Tirmizî, 2. Sûre, 4, 10. Hadîs)
Günümüzde bu türden hezeyanlar maalesef ki artmıştır. Her şeyden önce, Kur'ân hakkında böyle bir soruyla fikir jimnastiği olur mu? Biz, üzerimize düşeni yapalım, inkârcı kimselerin, Kur’ân ve İslâm hakkında, genç beyinlerin zihinlerini bulandırmalarına imkân ölçüsünde engel olalım.
Mukaddesât hılâfına, söz söylemek ya da amel etmek câiz değilken, fikir yürütmek ve felsefe yapmak hiç câiz olur mu?
Akıl ve indî görüşlerle bu mesele üzerinde rastgele fikirler yürütmek, birilerinin, câhilce, inançsızlığa yönelebilme riskini artırır. Her soruda art niyet aramasak da, bu, bir nevi şeytânî propaganda gibidir. Şeytan memnundur yani, bu tarz tartışmalar açılmasından! Çünkü konuşanların ekserisi ilimden anlamayan ve Kur'ân ilimlerine hâkim olmayan yahut da en azından Arapça bile bilmeyen kimselerdir. Ayrıca durum böyleyse, Kur'ân'ı nasıl eleştirebilirsiniz!
Böyle bir soru soran arkadaşın, Kur'ân'ı indirildiği dil olan Arapça aslından yıllarca araştırıp kafasında ilmî, bilimsel, aklî, tecrübesel, tarihsel, sosyal, psikolojik vb. sayısız soruları olması ve bu soruların kaliteli olduğunu da, yıllarca ilim ve bilim adamlarıyla istişâre etmiş, bunların ma'kûl itirazlar olduğunu da ortaya koymuş ya da en azından öyle kanaat getirmiş olması gerekmez mi? Kur'ân lügatını, ıstılâhını, nahvini, sarfını, belâğatını, usûlünü, sebeb-i nuzüllerini, nuzül yerlerini/zamanlarını, Peygamber aleyhisselâm tarafından yapılmış açıklamalarını, uygulamalı Sünnetini, Peygamberimizden sonra ashâbın Kur'ân üzerindeki tefsirlerini, her asırda temel İslâmî ilkeler istikametinde müctehid âlimlerin Âyetleri yorumlamalarını okumadan, Müslümanların tarihini ve İslâm'ı yaşama tarzlarının müspet ve menfî yönlerini okuyup araştırıp, doğrularıyla yanlışlarını birbirinden ayırmadan Kur'ân üzerinde yorum yapmak doğru mudur?
Böyle şüpheler ortaya atan kimseler Allah'tan korkmuyorlarsa bile, kullardan utanmazlar mı? Karşılıklı olarak, ilim sahibi bir Müslümanla, insanların gözleri önünde tartışırken, eline Kur'ân (Mushaf) verilip, "Kur'ân'ın neresinde bir tutarsızlık gördün; buyur göster" dendiği vakit, bir satırını okuyup anlayamadığı o muhteşem Kitap'tan da mı utanmayacak!
Bu Kitâbın İlâhî koruma altında olduğunun delili olan,"Şüphe yok ki o Zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik. Onu koruyacak olan da elbette Biziz" (Hicr: 9) Âyeti tüm mü'minler ve aklı başında herkes için Kur'ân'ın, Allah Kelâmı olduğunun belgesi oluyor da, ne ilginçtir ki, sizin için bir anlam taşımıyor! Size bu Âyet söylendiğinde, "Kur'ân'ı değiştiren kimse, bunu da yazmış olamaz mı?" diyorsunuz! Bu kadar câhilce ve mantıksızca bir söz söylenebilir mi? 1400 yıl önceki el yazması nüshalarda da bu Âyetin olduğunu görecek kadar basiretiniz mi yok yoksa araştırmadığınız için, kuru sıkı atma alışkanlığı olan bir arkadaşımız mısınız? Bunu, hep yapar mısınız? İncil ve Tevratlar (dikkat edin çoğul eki kullandım), asırlar içinde 2400 kez değiştiriliyor da, Kur'ân'ın hâlâ 1400 küsur senedir asla değişmeden günümüze gelmesi hatta kıyâmete kadar da asla değişmeyeceği noktasındaki iddiası karşısında, nasıl aklınız mağlup olup kalbiniz ve vicdanınız yumuşamıyor? 100 yıldan, 100'lerce yıllardan bahsetmiyoruz. Tüm dünya şeytanlarının değiştirip bozmak için yırtınmalarına rağmen, değiştirilmeyen bir Kitap'tan bahsediyoruz. Haçlı seferlerinin temel amaçlarından birisi, işgal edilen Müslüman yurtlarındaki, kütüphanelerindeki başta Kur'ân ve İslâmî eserler olmak üzere İslâm mirasını yakıp yok etmekti. Bilimsel anlamda önemli saydıkları bazı eserleri de çalmaktı. Bugün Batı'nın bilim ve teknik başarısının nedeni İslâmî eserleri çalıp tercüme ederek, onlardan yararlanmalarıdır. Bizim gücümüzün kaynağının da, Kur'ân olduğunu uzun zamanların tecrübesiyle iyi bildikleri için, bizim Kur'ânla bağlarımızın kopması ve kendilerine benzememiz için ellerinden geleni yaptılar, yapıyorlar.
Allah, inkârcılara, Kur'ân'ı okumalarını, anlamalarını ve selîm bir akılla üzerinde düşünmelerini istemektedir. Böyle yaparlarsa "el-Hakîm" (tutarlı, çelişkisiz, hikmetli) vasfına sahip olan o Kitapta asla bir çelişki olmadığını göreceklerdir. Kur'ân'ın Allah'ın Kitâbı olduğunun başka bir kanıtı da budur! Bırakın, dinsel, dogmatik inanışların Kur'ân'a uygun olup olmadığını, -sizin anlayacağınız şekilde, misal verelim- siz, Kur'ân geldiği günden bu zamana kadar bilimsel ve teknik bir buluşun, Kur'ân'a aykırı olduğunu hiç gördünüz mü, duydunuz mu? Sizce, bir ateist bilim adamı İslâm'a, Şeriat'a saldırırken, eline küçücük bir fırsat geçse, o en iyi bildiğini sandığı hatta kendini bilim ilâhı ilan ettiği sahalardaki yaptıkları buluşlar, Kur'ân'la örtüşmeseydi, o inkârcı bilimci hiç, bir saniye durur muydu, bu konunun çığırtkanlığını yapmadan? Asırlardır yapılan icatlar ve buluşların hiç mi biri Kur'ân'a aykırı olmaz! Bu gerçeği, bilim insanı olduğunu söyleyen bir takım zevat ne zaman itiraf edecek acaba? Yoksa söylemeseler de, bilim adamlarının çalışma ofislerinde ve laboratuvarlarında Kur'ân tefsirleri var da siz mi bunu bilmiyorsunuz! Bu durum, kevnî kanunların da belirleyicisi olan Allah'ın apaçık bir mucizesi ve Kur'ân'ın da en büyük mucize olduğunu göstermiyor mu?
"Hâlâ onlar Kur'ân'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkasından gelseydi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı." (Nisâ: 82)
Bunu söyleyebilen bir Kitap... İddiaları, meydan okumaları ve içindeki hükümleri, misalleri ve haberleri aklıselimin doğru bildikleriyle, bulduklarıyla, buluşlarıyla asla çatışmayan bir Kitap... Hakkın ve hakikatin ta kendisi bir Kitap... Münkirlerini âciz bırakan bir Kitap... Kendisinin korunmuşluğuna vurgu yapan, içinde tutarsızlık olmadığını bildiren ve kendisini inkâr edenlerin de kendisine asla bir zarar veremeyeceklerini ısrarla vurgulayan ve bu gerçeğe itirazı olan insanların ve cinlerin bir araya gelerek ve birbirleriyle yardımlaşarak -şayet yapabiliyorlarsa- bunu yapmalarını söyleyen bir Kitap... Evet, etkileyici, âciz bırakıcı ve bir o kadar da güven ve huzur verici değil mi? Yaratılış yönüyle insan olan küfür ehli de, küfürlerinin el verdiği ölçüde bunlardan etkilenmiyor değiller!... Ama geçici olan bu etki, Kur'ân'dan ancak geçici olan dünya menfaatleri (bilim, tarih, psikoloji vs. için) yararlanmalarını sağlıyor... O kadar!... Oysa iman etmiş olsalardı, bu kendileri için daha hayırlı olacaktı. Keşke bilselerdi!
Tarih boyunca Kur'ân'a nazîre yapmak isteyen pek çok edebiyatçı ve cür'etkâr câhiller ortaya çıkmıştır. Her defasında da hezimete uğrayıp, rezil olmuşlardır. Bazıları iman etmişler, bazıları da felsefe yapıp küfürlerine devam etmişlerdir. Kur'ân'da tahaddî Âyetleri vardır. Yani bu Âyetler, "Kur'ân, Allah'ın Kitâbı değildir" diyenlere meydan okuma Âyetleridir. Tabir-i câizse, "bu, iddiayla olmaz; gerçekten doğru söylüyorsunuz buyurun, onun benzeri bir Kitap yazın, (bunu yapamadınız mı, zaten yapamayacaksınız; o halde) ondaki sûrelerin benzeri on sûre yazın, getirin (bunu da mı yapamadınız, kim dedi ki yapabileceğinizi; o halde hadi) en küçük bir sûresi (Kevser) kadar bir sûre yazıp getirin ve bu iddianızı ispat edin" demektir. Kur'ân'ı gönderen yüce irâde, bu işin asla yapılamayacağınu o kadar kesinkes biliyor ki, tüm dünyaya meydan okuyor. Bugün yapamasalar da, yarın yaparlar mı acaba, diye de bir endişe taşımıyor. Hâlâ mı gerçeği görüp tüyleriniz diken diken olmuyor, titreyip sarsılmıyorsunuz... Kafanızda ve kalbinizde 100 şiddetinde depremler olmuyor ey kâfirler! Meydan okuma sadece insanlara da değil. Cinlere de yani şeytanlara da, aynı teklif sunuyor! Bakın, kâfirleri şaşırtıp saptıran şeytanların da bir halttan anladığı yokmuş! Onları gözünde büyütenlere duyurulur! Eğer, bu konuda başarılı olma imkân ve ihtimalleri olsaydı şu anda dünyada, insanın elinden çıkmış -hâşâ- sayısız çakma kuranlar olmaz mıydı?
Hristiyan âlemi, resmi din üzerinde anlaşmak ve pek çok meseleleri tartışmak için 2048 papazla, M.S 325 yılında İznik'te toplantı yaparak, sayıları hızla artmakta olan çok sayıdaki İncilleri azaltmak ve Hz. Îsâ'nın tanrı olup olmadığını tartışmak, bazı incilleri gayri resmi ilan etmek için bir araya gelmişlerdi. Bu konsilde incillerin sayısı dörde indirildi ve sadece bunlar resmi incil kabul edildi. Mesela, Barnabas incili, Kur'ân'a yakın mesajlar verdiği için gayri resmi ilan edildi. Görüldüğü gibi, tahrif edilmiş kitapların uydurma sayısız nüshaları bulunmaktadır. Ve muharref kitaplara inananlar bu nüsha çokluğuyla mücade etmek zorunda kalmaktadırlar. Kur'ân için böyle bir durum iddia edebilecek kişi var mı? Ayrıca incillerin sayısı dörde inince, bunlar Allah'ın Kitâbı mı sayılıyor? "Allah, Hz. Îsâ'ya tek kitap verdi. Bu dört kitap da neyin nesi?" demez mi akıllı bir insan? Ayrıca bugünkü incilleri okuyan kimse görecek ki, "Âyet" diye söylenenlerin belki yüzde sekseni Hz. Îsâ'nın sözü olarak veriliyor. "Bu, Allah'ın Kitâbı mı yoksa Hz. Îsâ'nın Hadîs kitabı mı?" diye sormaz mı insan? İncil, Allah'ın vahyettiği talimatlardan oluşmaktaydı. Nerede bu Âyetler? Hristiyan din adamları Âyetleri tahrif ederken, hızlarını alamayıp tümden mi sildiler? Yerine de kafalarına göre cümleler yazdılar? Allah'ın da Kur'ân'da bildirdiği gibi, Hz. Îsâ'ya bir kısmı "Allah'tır" demektedir. Bu insanlar Allahu A'lem, İncili tahrif edip yeniden yazan Hristiyan din adamlarıysa, Hz. Îsâ'yı "Allah" kabul ettikleri için, sözde Âyetleri de onun ağzından yazmışlardır. Bazı yerlerde Hz. Îsâ'ya "Allah", bazı yerlerde "Allah'ın oğlu" denmektedir. Aynen Kur'ân'ın haber verdiği bu korkunç durumları görebiliyor musunuz? M.S 325'deki konsilin incilleri azaltmak dışında en önemli gündemleri "Îsâ Allah mı?" sorusu noktasında beyin jimnastiği yapmak idi; biliyor, musunuz? Onlar da bir nevi "Kur'ân değiştirilmiş olabilir mi" şeklinde beyin jimnastiği yapanların yaptığını yapmışlardır. Günümüze kadar da defalarca konsiller toplandı. Katoliklerin kabul ettiği konsili, Ortodokslar kabul etmez; Ortodoksların kabul ettiğini Katolikler kabul etmez! Adamların her toplantısı sorun olan ve sorun olmaya devam eden dinlerine yeni ayarlar çekmektir. Siz, İslâm âlimlerinin İslâm dinine ayar çekmek için gerçekleştirdiği böyle tek bir konsil bilir misiniz? Allah'a hamdolsun, Allah'ın Kitâbı güneş gibi ortada ve insanların gözü önündedir; kıyamete kadar da kimse ilişemeyecek. Bunu da, kudreti sonsuz olan Allah tâ baştan söylemiştir. Peygamberimizin Hadîsleri de senedleriyle, kanıtlarıyla meydandadır.
"De ki: "Andolsun bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirine yardımcı olsalar dahi, yine benzerini getiremezler." (İsrâ: 88)
"Eğer kulumuz (Muhammed)’e indirdiğimiz (Kur’ân)’dan şüphe içinde iseniz, siz de onun benzerinden bir sûre getirin. Allah’tan başka şahidlerinizi de (yardımınıza) çağırın; eğer doğru söyleyen kimseler iseniz (bunu yapın). Eğer bunu yapamazsanız –ki asla yapamayacaksınız- o halde yakıtı insanlarla taşlar olan ve kâfirler için hazırlanmış o ateşten sakının." (Bakara: 23, 24)
"Yoksa onlar: "Onu (Kur'ân'ı) kendiliğinden uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Öyle ise, eğer doğru söyleyenler iseniz, siz de onun benzeri bir sûre getirin. Hatta Allah'tan başka kimi çağırabilecekseniz çağırın!" (Yûnus: 38)
"Yoksa onlar: "Onu kendisi uydurup düzüyor" mu derler? Hayır, onlar iman etmezler. Eğer doğru söyleyenler iseler, haydi onun gibi bir söz getirsinler." (Tûr: 33, 34)
"Yoksa: "Onu kendisi uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Öyleyse haydi siz de onun gibi uydurma on sûre getirin. Allah'tan başka kime gücünüz yetiyorsa, onları da çağırın. Eğer doğru söyleyenler iseniz." (Hûd: 13)
Bu kadar açık meydan okumalar karşısında tüm kâfir insanlar ve cinler Kur'ân'ın bir benzerini getirmek şöyle dursun, bir sûresinin dahi benzerini getiremiyorlar ve hatta o Kur'ân'ın metnini tahrîf bile etmeye güçleri yetmiyorsa; bu apaçık mucize karşısında insanlar hâlâ gerçeği görmüyorlar mı? Bir an olsun düşünmüyorlar mı?
İnsanların en iyi yaptığı şey bozmak ve bozgunculuk değil midir? Hatta vahiysiz toplumların değişmez sıfatı bozgunculuk yapmak, bozmak, yıkmak, tahrip etmek değil midir? Ee, vahyi inkâr eden sadece bir toplum değil, tüm dünya birleşsinler en iyi anladıkları ve yaptıkları tahrîfât ve tahrîbât işini Kur'ân için gerçekleştirsinler bakalım! Bunu yapmalarına imkân bile yoktur! Hani bazı haberler için ekranlarda "Sakın denemeyin!" yazısı geçer ya, biz de diyoruz ki, "Sakın deneme ey ins-ü cinn" çünkü bu amelin Allah'la savaşmaya kalkışmak gibi câhilce ve gülünç bir durumdur.
Kelâm ilminde vâcip-mümkin ve muhâl diye bir konu vardır. Mesela; Allah'ın oğlunun olması muhâl (imkânsız)dır. Aynı bu şekilde insanların ve cinlerin Kur'ân'ı tahrîf etmeleri de muhâl yani imkânsız olan, ihtimal dâhilinde olmayan şeylerdendir. Bu gerçek de mi küfür ehlini etkilemedi? Gözleriyle apaçık azâbı görmedikçe inanmamak kadar akılsızlık olabilir mi? O zaman geldiğinde, pişmanlık fayda sağlamayacak ve kâfirlerin konuşmalarına bile izin verilmeyecek. Huzur-u İlâhî'de secdeye gitmek isteyecekler de, buna güç yetiremeyecekler! Dünyada gururdan, kibirden secdeye varmayan alınları âhirette de secde edemeyecek ve rükû’a gitmeyen belleri âdeta kilitlenecek de dümdüz olacak; rükû ve secde kaçkınları her ikisinden de mahrûm kalacaklardır. Allah öyle âdildir ki, kâfirlerin suçlarına uygun bir ceza vermektedir. Buna "suça uygun ceza" denir. Nebe Sûresinin 26. Âyetinde: "(Amellerine) uygun bir ceza olmak üzere"buyurulur. Kâfirlerin de dünyada iken nasıl ki, kibir ve forslarından dolayı bir türlü alınları secdeye değmediyse, cezaları da âhirette secdeden mahrûm olmak şeklinde olacaktır!
"Baldırın açılacağı (gerçeklerin ortaya çıkacağı, işlerin güçleşeceği) o günde onlar secde etmeye davet edilecekler de, edemeyeceklerdir. Gözleri önlerine eğilmiş, kendilerini de bir zillet kaplamış olarak. Hâlbuki onlar sapasağlam iken secdeye çağrılıyorlar (ama buna yanaşmıyorlar/namaz kılmıyorlar)dı." (Kalem: 42, 43)
Demek ki, dünyada iken, kibir ve gururlarıyla caka satan bu insanların içinde bulundukları maddî genişlikler bir imtihanmış ve kendilerinin sandığı gibi, izzet ya da şeref sebebi değilmiş. Âyette de işâret edildiği gibi, onlar zillet içinde insanlarmış.
Bir Âyetle konumuzu tamamlayalım.
"Âyetlerimizi yalanlayan her ümmetten bir topluluk haşredeceğimiz gün, onlar bir arada (toplanıncaya kadar) durdurulurlar. Nihayet geldiklerinde (Allah) der ki: "Benim Âyetlerimi -onları bir bilgiye dayanarak kavramadığınız halde- yalanladınız ha! Yoksa ne yapıyordunuz? Zulmetmeleri sebebi ile, söz (azÂb) aleyhlerine gerçekleşti. Artık konuşamazlar." (Neml: 83-85)
Kur'ân'ı ya da Kur'ân Âyetlerini bir bilgiye dayanmadan ve iyice okuyup kavramadan, bilgisizce, zâlimce inkâr eden kimseler için, büyük bir tehdittir bu! Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Allah'ın azabı suçun cinsinden yani suça uygun olacağı için; dünyada Âyetleri yalanlayıp inkâr edenlerin, konuşarak İslâm'a ve Allah'a sataştıkları için, Yüce Allah adâleti gereği bu kimselere konuşma izni vermeyecek ve sözlerini dinlemeyecek! Suça uygun ceza!
İnsanlar sanmasınlar ki, yaptıkları kötülükler, zulümler, iftirâlar, inkârlar, küfürler ve şirkler yanlarına kâr kalacak ve -hâşâ- Allah onları unutacak da yarın ortaya çıkarmayacak! Bilâkis, Allah'ın affına ve rahmetine layık olmadıkça herkesin tüm yaptıklarını, onlar önemsemeseler hatta unutsalar bile, Allah unutmayacak ve tek tek onların hesabını soracak ve karşılığında, celâl, kudret, kahr, intikâm sıfatlarına uygun şekilde onlara şiddetli bir ceza verecektir. Âhirette Allah'ın rahmetine nâil olacaklar ancak şirk koşmadan iman etmiş muvahhid Müslümanlardır.
Rabbim, bizi şirk koşmaktan korusun, şânına lâyık şekilde iman ve ibâdet etmemizi kolay kılsın. Nefis, şeytan ve zâlimlerin kötülüklerinden uzaklaştırıp, mahkeme-i kübrâda hesabı kolaylaştırılan ve rahmete mazhar olanlardan eylesin. Henüz iman etmemiş kimselere de çeşitli vasıtalarla iman etmelerini nasip buyursun. Âmîn!