.
.
.
.
AF-AFV
Suç,
kusur, kabahat, hata ve günahı bağışlamak, yapılan suçtan dolayı
cezalandırmamak, suç işleyeni kınamamak. Suçlu veya maznun hakkındaki infazdan,
hukukî uygulamadan vazgeçilmesi anlamında bir İslâm hukuku ıstılahı.
Affetmek, Cenâb-ı Allah'ın sıfatlarından biridir. Allah'u Teâlâ kendisine ortak
koşma (şirk) suçu dışında kalan diğer suç ve günahları hesap gününde
affedebilir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın kullarına merhametini ve büyüklüğünü
göstermektedir. Günahlarından tevbe eden kulları affetmesi ise daha büyük bir
ihtimaldir.
"Ey iman edenler, içten gelerek yapılan bir tevbe ile Allah'a tevbe ediniz.
Umulur ki, Rabbiniz günah ve kötülüklerinizi örter..."
(Tahrîm, 66/8)
Cenâb-ı Allah bu ayet ile tevbeden sonra affetme ihtimalini göstermiştir. Tevbe
ile birlikte günahkâr bir kulun yapması gereken husus Rabb'inden af dilemesidir.
Cenâb-ı Allah'ın günahkâr kullarını affettiği gibi, müminler de birbirlerini
affetmesini bilmelidirler. Diğer insanlara karşı kin ve nefret duygusu beslemek
mümin kişinin benimseyeceği bir davranış değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.)
Mekke'de kendisine eziyet edenleri, Bedir, Uhud ve Hendek gazvelerinde kendisine
karşı savaşıp İslâm'ı yok etmek isteyenleri bile sonradan İslâm'a girince
affetmiştir.
Cenâb-ı Hakk: "Güzel söz söylemek ve affetmek, peşinden eziyet gelen bir
sadakadan daha hayırlıdır. Allah Gani'dir, (Hiçbir şeye muhtaç değildir)
Halim'dir (Yarattıklarına karsı yumuşak davranandır)" (el-Bakara, 2/263)
diye buyurup, affetmenin faziletinden bahsetmektedir. Ayrıca şöyle buyurur:
"(Ey rasulüm) sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillere aldırış etme."
(el-A'raf, 7/199)
Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de "af" tabiri fazlalık anlamında kullanılmıştır:
"Sana (hayır yolunda) neyi infak (ve tasadduk) edeceklerini sorarlar. De ki:
"Affı (yani ihtiyacınızın dışında kalanları) veriniz."
(el-Bakara, 2/219)
Hz.
Peygamber (s.a.s.) de bu konuda şöyle buyurmuşlardır:
"Elinizden geldiği kadar müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız. Onun
için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız. Devlet başkanının afta hata etmesi
cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir."[1]
İslâm'ın geldiği dönemde Cahiliye devri insanları herhangi bir suç işleyen
kimseyi kesinlikle cezalandırma eğiliminde idiler. Af ancak üst düzeydeki kabile
şeyhleri ve akrabaları için uygulanırdı. Bunun dışında kalanlar mutlaka cezaya
uğratılmakta idiler. Kur'an-ı Kerîm'in şahsi mağduriyetlerde suçluyu affetmeyi
tavsiye ettiği[2]
görülmektedir.
Ancak günah ve suç işleyenlerin suçları sabit olduğunda ve bunun affedilmesi
halinde toplumda kötü örnek olacaksa İslâm devletinin yöneticileri bunu
affedemezler. Ancak kısas ve ta'zirlerde cezaların affı genel bir prensip olarak
uygulana gelmiştir. Fakat hadlerin tatbikinde affetmek pek câiz görülmemiştir.
Kısas ve ta'zirlerde af durumu daha çok mağdur ile suçlu arasında olan bir olay
kabul edilmiştir. Mağdur isterse affeder. Bu durumda haksızlığa uğrayan taraf
suçluyu affettiğinde onu mükâfatlandırmak Allah'a aittir.[3]
Bu affı yapan mümin mağdur olmasına rağmen böyle bir affi yapmasının takvâya
daha yakın olduğunu Cenâb-ı Hakk'ın şu mesajlarından bilmektedir:
"Onu bağışlamanız takvâya daha yakındır."
(el-Bakara: 3/237)
Böylece affetmek İslâm kardeşliğinin bir gereği olduğu gibi müslümanlar arasında
da minnet duygusunun gelişmesine ve müminlerin birbirlerine şükran duygularıyla
yaklaşmalarına zemin hazırlayacaktır. Nitekim insanı cezalandırmaya yetkili ve
hak sahibi olmasına rağmen af yolunu tercih eden kişi daima toplum tarafından
takdirle karşılanmıştır. Bu da İslâm ahlâkının bir tezahürüdür. Suçluyu affetmek
asla adâletsizlik değildir. Zira Cenâb-ı Hakk küfür ve şirkin dışında kalan her
hata ve günahı dilediği takdirde affedebileceğini ifade buyurmaktadır:
"Allah kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez. Ancak ondan başkasını
dilediği kimseler için mağfiret eder."
(en-Nisa, 4/48)
Buna
karşılık Allah'a karşı isyan ve İslâmî emirlerin çiğnenmesinde uygulanacak
hadlerin kadı tarafından kesin olarak karara bağlanmasıyla devletin affetme
yetkisi ortadan kalkar. Ancak delillerin ve suç unsurlarının tesbitinde eksiklik
söz konusu olursa devletin cezayı düşürmesi mümkündür. Mağdurun olmadığı ve bir
mağdur tarafından açılmamış davalarda ve hadlerin uygulanmasında af kesinlikle
mümkün değildir. Hırsızlık ve zina iftirası gibi durumlarda mağdur doğrudan
doğruya kendisi af yetkisini kullanarak suçluyu affedebilir. Dava açılmadan önce
böyle bir af söz konusu olursa ceza düşer. Böyle durumlarda gerçekleşen af suçun
işlenmiş olması halinde sadece dünyevî cezası affedilmiş olur. Ahirette ise
hesabı Allah'a aittir. Hırsızlık gibi suçlarda mahkeme bir hüküm vermiş ise
mağdur affetse bile infâzın durdurulması söz konusu değildir. Böyle durumlarda
ceza uygulanır.
İslâm'da kul hakkının daha çok olduğu kısaslarda cezanın düşmesinin prensip
olarak kabul edilmesi davada kul hakkının ağır bastığı zaman mümkündür .
"...Öldüren, ölünün velisi tarafından affedilirse, örfe uymak ve diyeti
güzellikle ona ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden size bir kolaylık ve
rahmettir..." (el-Bakara, 2/178)
"Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır.
Yaralarda da kısas vardır. Fakat kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarının
affına bir sebeptir. Kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte onlar
zalimlerin ta kendileridir." (el-Mâide,
5/45) ayetleri mağdurun affetme imkânı ve yetkisinin olduğunu göstermektedir. Bu
gibi durumlarda af kul hakkı olduğu için suçluyu mağdur veya velisinin
affetmesine ve kısasın uygulanmamasına rağmen devlet suçluyu ta'zir etme hakkına
sahiptir. Ancak mağdurun ölmesi halinde onun veli ve yakın akrabaları bu kısasta
yetkilerini kullanma hakkına sahiptirler. Mağdurun velisi veya varisleri suçluyu
affedebilirler. Ancak böyle bir affın yapılabilmesi için akıl ve bülûğ şart
koşulmuştur. Yani affedecek kimsenin âkil ve baliğ olması gerekir. Bazen diyet
veya mal karşılığında suçlu affedilebilir. Bu da aslında af olmaktan çok sulh
kapsamına girer.
Kamu
hakkının söz konusu olduğu ve kamuya karşı işlenmiş bulunan suçlarda devlet
affetme yetkisine sahiptir. Kul hakkının çiğnendiği durumlarda ise affetme
yetkisi öncelikle mağdurundur. Her iki durumda yani hem kamu hakkının hem kul
hakkının birlikte ihlâl edildiği bir suçun işlenmesi halinde ise, bir tarafın
affetmesiyle diğer tarafın hakkı düşmez. Affetmeyen taraf cezanın uygulanmasını
isteyebilir.[4]
Arapça bir kelime olup, "Bir
şeyin eserini gidermek, ortadan kaldırmak" manâsına gelir.[5]
Afv kelimesi ile birlikte mütalaa edilmesi gereken bir ıstılâh da "istiğfar"dır.
Bunu şu şekilde tarif etmek mümkündür. "Bir kimsenin Allahû Teâla (cc)'dan
günahlarının bağışlanmasını istemesine istiğfar denir." Bu kelime ga-fe-re
aslından gelir. Bir işi düzeltmek mânâsınadır. Aynı zamanda örtmek, bir nesneyi
zarf içerisine koymak mânâlarını da içine alır. Esma-i Hüsna'dan birisi de
"Gaffar"dır. Gaffar, "kullarının ayıplarını örtüp, günahlarını ve hatalarını
bağışlayan" demektir.
Allahû Teâla (cc)'nın
emirlerine aykırı olarak yapılan her iş "günah"tır. Günah kelimesi Farsça'dır.
Arapça'da lemen, seyyie, zenb ve kebire günah mânâsındadır. Arapça
mütehassısları lemen ve seyyieyi küçük günah, zünûb ve kebair'i büyük günah
olarak tarif etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'de: "Eğer yasak edildiğiniz büyük
(günah)lardan kaçınırsanız, sizin öbür kabahatlerinizi örteriz" (Nisâ: 4/31)
buyurulmuştur. Bu âyet-i kerimede büyük günah kebair, kabahatler de seyyie
olarak alınmıştır.[6]
Resûl-i Ekrem (sav)'in
"Allahû Teâla (cc) affeden bir kulun, izzetini ve şerefini artırır"[7]
buyurduğu bilinmektedir. Mü'minlerin birbirlerine karşı şefkatli olmaları
zarûridir "Hukuku'1 ibad" diye isimlendirilen "kul hukuku" ancak karşılıklı rıza
ve helâlleşme ile giderilebilir. Ayrıca "Her kim bir müslümanın ayıbını
örterse, Allah (cc)'da, kıyamet gününde onun ayıplarını örter"[8]
hadis-i şerifi; mü'minlerin birbirlerini afvetmelerinin lüzümuna işaret
etmektedir.
Allahû Teâla (cc)'nın
emirlerini, nefsine uymak ve tembellik sebebiyle yerine getiremeyen her insan,
"tevbe ve istiğfar" etmek durumundadır. Bunun neticesi, o fiilin tesiri ortadan
kalkarsa, afvedilmiş olur. Ancak kat'i olarak bilinemiyeceği için mü'minler
"ümid" ile "korku" arasında yaşamaya gayret ederler.
Müslüman, Allahû Teâla
(cc)'nın emirlerine teslim olan mânâsınadır. Allahû Teâla (cc)'nın dininin
düşmanlarını kendine dost bilmez ve onlardan afv dilemez. Bilhassa küfür
ahkâmının galip olduğu beldelerde, bu hususa azami dikkat gerekir.[9]
âAfv' Türkçedeki affetmenin karşılığıdır.
âAfv' sözlükte, yok etmek, silip-süpürmek, bir şeyi elde etmeye yönelik niyet,
fazlalık, artıp çoğalma gibi anlamlara gelir.
Çirkin bir şeyi veya kötülüğü görmezden
gelme, yapılan bir suçtan dolayı suçluyu cezalandırmama, ceza uygulamasından vaz
geçme demektir.
Şu âyette sözlük anlamı olarak âfazlalık'
manasında geçmektedir: "â¦Ve sana neyi infak edeceklerini (harcayacaklarını)
soruyorlar. De ki: Afv'ı, yani ihtiyaçtan arta kalan fazlalığı. Böylece Allah,
size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz." (2 Bekara/219)
A'raf Sûresi 199. âyette âafv' bağışlama,
affetme anlamında gelmektedir. âAfv' bunun dışında otuzbeş kadar âyette
türevleriyle birlikte yer almaktadır.
âAfv', Allah'ın ilâhlık özelliklerindendir.
Allah'ın en güzel isimlerinden (Esma-i Hüsna'dan) biri de âAfüvv'dür. Bunun
anlamı âçok çok bağışlayan, affeden' demektir.
Bu isim dört âyette
âĞâfur-bağışlayıcı' ismiyle beraber geçmektedir. âĞâfur' da bağışlayan, örten
demektir. Ancak âAfüvv' ismi âĞâfur'a göre biraz daha geneldir. Çünkü Ğâfur,
günahı örten demektir. Silip-süpürmenin örtmekten daha iyi olduğu açıktır.
"Umulur ki Allah bunları affeder. Allah
Afüvv'dür (affedicidir), Ğâfur'dur (bağışlayıcıdır)."
(Nisa: 4/99)[10]
Bir âyette bu isim âKadir' ismiyle beraber
kullanılıyor. Bu âyet, Allah'ın günah işleyenleri cezalandırmaya güç
yetirebildiği halde, onlara ceza vermeyip bağışlayabildiğini ifade ediyor.[11]
Allah (cc) sonsuz bağışlayıcı ve
affedicidir. O'nun bu bağışlayıcılığı öncelikli olarak diní emirleri ve
yasakları (teklifleri) hafifletmede görülür.[12]
Rabbimiz, kul olarak yarattığı insanın
günah işleyeceğini, hata ve isyan edeceğini, hatta inkârcı olup küfre düşeceğini
biliyordu. Buna rağmen ona günah işleme ya da ibadet etme özelliğini verdi.[13]
Yani insanın iradesini kendi eline vermiştir. Ancak onu başıboş ta
bırakmamıştır. Bütün insanlara âtağuta kulluk yapmayın, Allah'a ibadet edin'
diye davet yapması için elçiler (peygamberler) göndermiştir.[14]
Elçilerin davetine uymayıp, Allah'ın gönderdiği âyetlere sırtını dönenler
azgınlık, sapıklık ve isyan içinde kalırlar. Peygamberlere iman edip müslüman
olanlar da zaman zaman hata edebilir, günah işleyebilirler. İşte kim bu şekilde
hataya düştükten sonra, hatasından vazgeçer ve Allah'a tevbe ederse Allah (cc)
onu affedebilir. İnkârcı iken mü'min, isyancı iken itaatkâr, günahkâr iken takva
sahibi olanı (korkup-korunanı) affedilebilir. Afv yetkisi Rabbimizin elindedir.
Dilediğini bağışlar, dilediğini cezalandırır.
Eğer Rabbimiz bütün isyanlara ve günahlara
ceza verseydi, hiç affetmeseydi şüphesiz yeryüzünde kimse kalmazdı.[15]
İnsanların yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat (çarpıklıklar, bozulma)
meydana gelir.[16]
Bazı insanlar veya topluluklar daha dünyada iken cezalandırılır. Ancak bütün
bunlar, insanların ürettikleri kötülüklerden Allah'ın affının dışında kalan
fazlalıklardır. Allah (cc) kullarını sürekli affediyor. Ancak bazılarının ceza
alması da kâinat düzeni ve ibadetin değerinin bilinmesi açısından Allah'ın
adaletinin gereğidir.
"Size isabet eden her musibet, (ancak)
ellerinizin kazanmakta olduğu dolaysıyledir. (Allah,) çoğunu da affeder."
(Şûra: 42/30)[17]
Allah (cc) Uhud savaşında Peygamberin
sözünü dinlemeyenleri[18],
hacc ibadetinde daha önceden yapılan hataları[19],
buzağıyı tanrı edinip sonra tevbe eden İsrailoğullarını[20],
affettiğini bildiriyor.
Kötülükleri bağışlayıp affedenler[21],
güçsüz ve zayıf olduğu için Allah yolunda hicret veya cihad edemeyen
müstez'aflar[22],
Allah'a şirk koşmaksızın başka günah işleyenler[23]
Allah (cc)ı affedici olarak bulurlar.[24]
İslâma göre bir kötülüğün cezası-karşılığı
yine onun kadarıdır. Fazlaya kaçmak helâl değildir. Ancak hak sahibi bu hakkını
bağışlarsa, bu bir fazilettir. Kur'an bağışlamayı tavsiye ediyor. Bir yanağına
vurana öbürünü çevirmek olmadığı gibi intikam peşine düşmek te yoktur.
Haksızlığa uğrayan, hakkını kullanmaz sabreder ve bağışlarsa bu güzeldir.[25]
Kur'an, mü'minlerin affedici olmalarını da
tavsiye ediyor. Affedenleri Allah'ın seveceğini haber veriyor.[26]
Kur'an, Peygamberimize de affedici
olmasını öğütlüyor.
"â¦Öyleyse onları bağışla, onlar için
bağışlama dile ve iş konusunda onlarla müşavere et (danış)â¦"
(Âli İmran: 3/159)
"Sen affı tercih et, ma'rufu (iyiliği)
emret ve cahillerden yüz çevir."
(A'raf: 7/199)
Peygamberimiz tebliğinde son derece
başarılı idi. Çünkü O, güzel ahlâk sahibiydi. Anlattığı şeyleri yaşıyordu ve
insanlara en güzel örnek oluyordu. İntikamcı değildi. Bağışlayıcı ve affedici
idi. Bu özellik Allah'ın kullarına bir rahmetidir. Allah (cc) bu rahmetinden
kullarına da vermiştir. Hz. Muhammed (sav) ise rahmet peygamberi idi. Affın ve
bağışlamanın en güzel uygulayıcısı olması gerekirdi.
O'nun yumuşak huyluluğu, tatlı sözü,
merhametli bir kalbe sahip oluşu, hata yapanları affetmesi, ceza vermekten
kaçınması, kendisine büyük kötülük yapanları bağışlaması, insanları etkiliyordu.
O'nun insan eğitimindeki en güzel metodlarından biri, af ve bağışlamadır. Şöyle
buyuruyor:
"Allah (cc) mutlaka kötülüğü affeden kişiyi
aziz (güçlü ve yüce) kılar."[27]
Hz. Enes (ra) anlatıyor:
"Allah'ın Rasûlünü, kendisine her ne zaman
kısas olan bir dava getirildiğinde, mutlaka her seferinde affetmeyi emrediyor
gördüm."[28]
Kur'an mü'minlerin özelliklerini sayarken
onların affedici ve öfkelendikleri zaman kızgınlıklarını yenen kimseler olarak
tanıtıyor.[29]
Afv ahlâkı, şüphesiz ki takva'ya (Allah'tan korku-sakınma'ya) daha yakındır. Bu
tutum, olgun müslümanların belirgin özelliğidir.[30]
Olgun mü'minlerin bir özelliği de âihsan
sahibi', (yani sürekli iyilik etmek ve güzel davranışlar yapan) olmalarıdır. Afv
ahlâkı da bunun bir parçasıdır. Mü'minler bu güzel davranışları sürdürürlerse,
yani ihsan eder, sabır gösterir ve affedici olurlarsa; düşmanlıklar dostluğa;
kargaşalar, kavgalar, kaoslar barışa dönüşebilir.[31]
Mü'minler şöyle dua ederler:
"â¦.Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da
yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç
yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim
Mevlâ'mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et."
(Bakara: 2/286)[32]
[1]
Ahmed b. Hanbel, 5/160.
[2]
Ali İmrân, 3/124; Mâide, 5/13.
[3]
eş-Şûra, 42/40.
[4]
Ahmed Ağırakça, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/48-49.
[5]
İbn-i Manzur, Lisanu'l Arab, Cevherî, es-Sıhah ve el-Müncid.
[6]
İbn-i Kesir, Tefsiru'l Kur'ânil Azim, Beyrut, 1969. D. Ma'rife Yay. c. I,
sh. 481.
[7]
İmam Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. II, sh. 386.
[8]
Sünen-i İbni Mace, İst.1401, c. II, sh. 850, Hd.No: 2547.
[9]
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları: 35-36.
[10]
Ayrıca bak.
Hacc: 22/60. Mücadile: 58/2. Nisa: 4/43.
[11]
Nisa: 4/149.
[12]
Bakara: 2/187.
Nisa: 4/43. Maide: 5/101.
[13]
Şems: 91/7-10.
[14]
Nahl: 16/36.
[15]
Fatır: 35/45.
[16]
Rûm: 30/41.
[17]
Ayrıca bak.
Şûra: 42/34, 40.
[18]
Âli İmran:
3/152, 153.
[19]
Maide: 5/95.
[20]
Bakara: 2/52.
Nisa: 4/153.
[21]
Nisa: 4/149.
Teğabün: 64/14.
[22]
Nisa: 4/99.
[23]
Nisa: 4/48.
[24]
Nahl: 16/126.
[25]
Bakara: 2/178.
[26]
Nûr: 24/22.
Bakara: 2/178, 237.
[27]
A. b. Hanbel,
2/235, 238. nak. TDV. İsl. Ans. 1/394.
[28]
Ebu Davud,
Diyat: 3, Hadis no: 4497, 4/169. Nesâí, Kasâme: 27, 8/33.
[29]
Âli İmran:
3/134.
[30]
Bakara: 2/237.
[31]
Fussilet:
41/33-34.
[32]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 31-33.
.Af; Anlam ve
Mâhiyeti
Af kelimesinin aslı "afv"'dır. âAfv'
Türkçe'deki affetmenin karşılığıdır. âAfv' sözlükte, yok etmek, silip-süpürmek,
bir şeyi elde etmeye yönelik niyet, fazlalık, artıp çoğalma gibi anlamlara
gelir. Istılah (terim) anlamı: Çirkin bir şeyi veya kötülüğü görmezden gelme,
yapılan bir suçtan dolayı suçluyu cezalandırmama, ceza uygulamasından
vazgeçmektir.
Bazı insanlar vardır ki, hatasız olmak
peşindedirler. Toplam kalite kavramı içinde olayı düşündüğümüzde ve tüm günah ve
yanlışlardan kaçmaya çalışmanın faziletini değerlendirdiğimizde bu, iyi bir
tavır olarak görülebilir. Ancak, insan olduğu halde hatasız olmak mümkün
değildir. O yüzden "insan beşer, şaşar" denir. Hata yapmayanın sadece Allah
olduğu vurgulanır ve yargıya varılır: "Hatasız insan olmaz." Hata edip tevbe
etmek, insanın şanından; affetmek de Allah'ın şânındandır. Allah'ın afüvv, ğafûr,
rahîm, tevvâb gibi nice isimleri, hata yapılmamış olsa tecelli etmeyecektir.
İnsanın fıtratına da takvâ da fücur da ilham edilmiştir.[1]
Hata yapmak, insan olmanın kaçınılmaz bir yansımasıdır.
"Eğer siz, hiç günah işlemeseydiniz, Allah
sizi yok eder ve günah işleyip hemen arkasından tevbe eden bir kavim yaratırdı."[2]
Bazıları, kendilerini ellerinden geldiğince
kusursuz bir insan gibi göstermeye ve görmeye çalışırlar. Çünkü hata
yaptıklarını kabul ettiklerinde küçük düşeceklerinden korkmaktadırlar. Onlara
göre ideal insan, kendisine hiçbir hata kondurmayan insandır.
Oysa, sözünü ettiğimiz bu "hatasızlık"
arayışı, bir bâtıl inançtan başka bir şey değildir. Nitekim Kur'an, bizlere
böyle bir mü'min modeli göstermez. Çünkü böyle bir model mümkün değildir zaten;
İnsan, Allah karşısındaki âcizliğinin bir sonucu olarak, hayatı boyunca hatalar
yapmaya, günah işlemeye mahkûmdur. Elbette ki elinden geldiğince bunlardan
kaçınmalı, Allah'ın dinini uygulama konusunda hata işlememeye ve günaha
girmemeye gayret göstermelidir. Ancak, Allah'ın âciz bir kulu olduğu için,
hatadan kaçınmayı dahi tümüyle başaramaz.
Bu nedenle, Kur'an, yeryüzündeki her
insanın Allah'a karşı hatalı ve günahkâr olduğunu haber verir:
"Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları
(hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat
Allah, onları belirlenmiş bir süreye kadar erteliyor. Vakitleri gelince
(gerekeni yapar). Zira Allah, kullarını görmekte (gözetlemekte)dir."
(Fâtır: 35/45)
Bu ilâhî hüküm gereği, Allah'ın mü'minden
beklediği tavır, hatasızlık ya da günahsızlık değildir. Mü'minden beklenen,
işlediği tüm hata ve günahlar için sürekli Allah'tan af dileyip bağışlanma
istemesidir. İnkâr edenler ile mü'minleri birbirinden ayıran en önemli
vasıflardan biri de budur: İnkârcı kâfirler, kendilerini hatasız ve günahsız
saymaya çalışırlar. Oysa mü'minin böyle bir iddiası yoktur. Elbette mü'min,
Allah'a karşı hiçbir günah işlememek için büyük bir çaba gösterir. Ancak insan,
doğası gereği, kimi zaman geçici olarak nefsine uyup günaha girebilir. Allah'ın
hükümlerini uygulamakta gevşeklik göstermek gibi bir gaflete düşebilir. Ama
sonuçta tüm bunlardan pişman olup Allah'a yönelmesi ve O'ndan af/bağışlanma
dilemesi önemlidir.
Kur'an'a baktığımızda Allah'tan bağışlanma
dilemenin doğal ve daimî bir mü'min vasfı olduğunu görürüz. Bu durum da yine
bizlere mü'minlerin hiçbir zaman kendilerini günahtan ârî/soyutlanmış
görmediklerini, aksine kusur ve eksikleri için sürekli O'nun rahmetine
sığındıklarını göstermektedir.[3]
Kur'an'ın bize gösterdiği, Allah'tan bağışlanma dilemenin bir mü'minin sürekli
yaptığı bir ibadet oluşudur. İnsan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı tüm
günahlar için Allah'tan sabah akşam bağışlanma dileyebilir/dilemelidir.[4]
[1]
Şems: 91/8.
[2]
Müslim; S. Müslim bi şerhi'n Nevevî,
17/65.
[3]
Tevbe: 9/112.
[4]
Cavit Yalçın, Kur'an'da Temel
Kavramlar, s. 158-159. Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.
.Kur'ân-ı Kerim'de
Af Kavramı
âAfv' kelimesi, türevleriyle birlikte
Kur'an'da otuz beş âyette yer almaktadır. Afv kelimesi, Kur'an'da çoğunlukla
affetmek, yani suçluya ceza uygulamasından vazgeçip onu bağışlamak anlamında
kullanılır. Şu âyette sözlük anlamı olarak âfazlalık' manasında geçmektedir:
"â¦Ve sana neyi infak edeceklerini
(harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: Afv'ı, yani ihtiyaçtan arta kalan
fazlalığı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz."
(Bakara: 2/219).
A'râf Sûresi 199. âyette âafv' bağışlama,
affetme anlamına gelmektedir. Fiil olarak kullanıldığı ve Allah için isim-sıfat
olarak geçtiği tüm yerlerde bağışlama anlamlarında kullanılır.
Af kavramı Kur'an'da hem Allah'ın özelliği
olarak yer alır, hem de insanlar için emir ve tavsiye edilir. Yapılan
haksızlığa, o miktarda karşılık vermek meşrûdur; ama bundan vazgeçerek affedene
Allah, büyük mükâfat vaad eder.[1]
Affedici olmak, takvâ makamına en yakın olmak kabul edilir.[2]
İnsan, başkasını affetmekle Allah'ın da kendisini affetmesine lâyık olur.[3]
Allah, affedenleri sever ve över.[4]
"Rabbinizin mağfiretine/bağışına ve takvâ
sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete
koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da infak eder/Allah yolunda
harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel
davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da
bizzat kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı
hemen tevbe-istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir
ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler."
(Âl-i İmrân: 3/133-135)
"Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını
mağfiret etmez/affetmez. Ancak, ondan başkasını dilediği kimseler için mağfiret
eder." (Nisâ: 4/48)
"De ki: âEy nefislerine karşı aşırı giden
kullarım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar.
Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
(Zümer: 39/53)
"...Affetmeniz takvâya daha yakındır.
Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz ki Allah yapmakta olduklarınızı
hakkıyla görür." (Bakara: 2/237)
"â¦Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da
yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç
yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim
Mevlâ'mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et."
(Bakara: 2/286).
" ...Günahlarımızı bağışla,
günahlarımızı/kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!"
(Âl-i İmrân: 3/193)
"Bir iyiliği açıklar, yahut gizlerseniz
veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle
affedici ve kadirdir." (Nisâ:
4/149)
"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara
yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz,
etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ
et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a
dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever."
(Âl-i İmrân: 3/159)
"Bir kötülüğün cezası ona denk bir
kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir.
Elbette O, zâlimleri sevmez."
(Şûrâ: 42/40)
"Sen af yolunu tut, ma'rûfu/iyiliği emret
ve câhillere aldırış etme!" (A'râf:
7/199)
Cenâb-ı Hak, takvâ sahibi olmak için
saydığı özelliklerin arasında öfkeyi yutmak ve insanları affetmek gibi olgun
insanlara yakışan davranışları da saymaktadır.
"...O takvâ sahipleri ki, öfkelerini
yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.
Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine
zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfâr
ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar,
işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler."
(Âl-i İmrân: 3/133-135)
Bu âyette öfkelerinin neticesini yürütmeyip
onu tutarak, içlerine geri çevirenler övülmektedir. Ayette geçen "kâzm"
öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde
intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hal göstermeyip hazmetmek ve
sabretmektir. Bu, takvâ sahibi olanların özelliğidir; sabrın ve yumuşak
huyluluğun belirtisidir. Bu konudaki hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur:
"Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek
güçte olduğu halde öfkesini yutan kimsenin kalbini, Allah emniyet/güven ve iman
ile doldurur."[5]
"Öfkesini çıkaracak güçte iken, kim
öfkesini yutarsa, Allah onu istediği kadar hûri ile evlendirir."[6]
"Allah'a şu iki yutkunmadan daha sevgili
olan başka bir yutkunma yoktur: Sahibinin, sabır ve güzel bir katlanma ile
yutkunduğu, acı verici bir (elem karşısında) yutkunması ve sahibinin yutkunmuş
olduğu kızgınlık yutkunması."[7]
"Güçlü, güreşte galip gelen değildir; fakat
güçlü, kızdığı zaman nefsine hâkim olabilendir."[8]
Âyet-i kerimede "öfkelenmeyen" denilmez de
"öfkelerini yutan" denilir. Bu âyete göre takvâ sahibi insan, hiç
öfkelenmeyen birisi değildir; öfkesini yutan kimsedir. Öfke, duyulması gereken
bir duygudur. İman, sevgi ve buğuzdan ibarettir. Allah'ın emrine isyan, küfür ve
şirk anlamı taşıyan bir davranışa karşı müttakî mü'min elbette öfkelenecek,
müsâmaha göstermeyecektir. Hakkın çiğnenmesine, Allah'a isyana karşı
öfkelenmemek, kalbî duyguların ve imanın körelmesi, hastalıklı hale gelmesi
demektir. Allah'ı seven kişi, Allah'a isyana elbette tepki gösterecektir. Ama,
öfkeyi dışa vurunca, muhâtabın tebliği kabul etmeme, nefsini müdafaa etme,
tebliğ edilen fikrin içeriğini peşinen reddetme gibi olumsuz durumları söz
konusu olacaktır. O yüzden, öfkeyi yenmek, insanlar arası ilişkilerde ve hakkın
tebliğinde önemli bir tavırdır.
Öfke ateşi, şeytanın yakınlığını çeker.
Şeytan ateşten yaratılmıştır.[9]
Ateşin özelliği, parlamak, alevlenmek, hareket, yakıp yok etmek,
sarsıntı/titreyiştir. Bu özellikler, öfkede de vardır. Öfke, kin ve hasedi
doğurur, intikamı kamçılar.
Affetmek için öfkeyi yenmek gerekir.
"Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar." Takvaya giden yol
böyle açılıyor. Bütün öfke beşerî bir infialdir. Kanın ansızın harekete
geçmesiyle insan öfkelenir. İnsan varlığının ilk sebeplerinden ve ilk
zaruretlerinden birisidir. Öfkeyi yenmek ilk merhaledir. Baskı yapmak, intikam
almak nefsine hoş geldiği için, bazen insan öfkesini yenemez. Azgın öfke fena
bir intikama döner. Beliren gazap gizli gizli öfkeye dönüşür. Gayz ve gazap, kin
ve intikamdan daha iyidir. Bunun için âyet-i kerime, muttakîlere nefislerindeki
öfkeyi yendikleri için o engin âkıbeti gösteriyor. Af, müsâmaha ve serbestliği.
Öfke yenilmediği zaman, nefse ağır bir
yüktür. Kalbi yalayan bir ateş yalımıdır. Vicdanı kaplayan bir istir. Fakat
nefis, müsâmaha gösterip kalp affedince o yükün altından insan kurtulur. Parlak,
nurlu ufuklara ve rahatlığa ulaşır. Kalpte yumuşaklık başlar, vicdanda selâmet
yerleşir. "Ve Allah muhsinleri (ihsân/iyilik edenleri) sever." Öyleyse
bollukta ve darlıkta cömertlik yapanlar gibi, öfkesini yendikten sonra af ve
müsâmaha ile bağışlayanlar da muhsin kimselerdir; Allah'ın sevdiği iyi
insanlardır.[10]
Yine muttakîler, kötülük edenlere karşı
af ile muâmele ederler. Affetmek hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:
"Kıyamet günü, ânerede ecirleri (sevapları)
Allah üzerinde olanlar, cennete girsinler!' diye bir çağırıcı bağıracak. âEcri
Allah üzerinde olan kim?' diye sorulacak. Bunun üzerine, (başka insanları)
affetmiş olanlardan başka kimse kalkamayacaktır."[11]
"Seninle münasebeti kesen akrabanı ziyaret
et; seni mahrum bırakana ver!"[12]
Hz. İsa'nın şöyle dediği rivayet edilir:
"İyilik, sana iyilik edene iyilik etmen
değildir; bu bir karşılıktır. İyilik, sana kötülük edene iyilik etmendir."[13]
"İyiliğe iyilik er kişinin kârı; kötülüğe
iyilik er kişinin kârı" atasözü bu nebevî ifadeden mülhem olsa
gerektir.
Takvâ sahibi olanların özelliklerini sayan
yukarıdaki âyette (Âl-i İmrân: 3/133-135) başkalarını affetmenin
vurgulanmasından sonra şöyle denir:
"Onlar fâhişe işledikleri veya nefislerine
zulmettikleri zaman günahlarına hemen tevbe-istiğfar ederler"
Fâhişe; çok çirkin olan fiil; nefse zulüm
de herhangi bir günah. Fâhişe, başkasıyla ilgisi olan günah; nefse zulüm de
başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir. Müttakîlerin ikinci kısmı, insanlık
hali, böyle bir kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman,
hemen Allah'ı hatırlarlar da hayâ ve korkularından hemen tevbe-istiğfar ederler.
Yaptıklarına pişmanlık duyup kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı
örttürecek iyiliklere koşarlar.
Gerçekten, günahları Ğafûr (mağfiret edici,
günahları örten) ve Rahim olan Allah'tan başka kim bağışlar? Öyle ya,
affedenleri, iyilik yapanları seven şânı büyük Allah'tan çok affetmeye ve
bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte herhangi bir günah sonunda derhal
Allah'tan utanıp da hemen tevbe edenler ve yaptıkları günahlarda bile bile ısrar
etmeyenlerin mükâfatı, Allah tarafından bağışlanma ve günahları yokmuş gibi,
altından ırmaklar akan, içinde ebedî olarak kalacakları cennetlerdir. Esas
itibariyle amelin gereği değil; sırf Allah'ın lutfu olan bu bağışlama ve cennet,
ilâhî vaad gereğince, güzel amel sahiplerinin haklarıdır. Amel etmeyen, tevbe
etmeyen isyankârların kurtuluş ve selâmetleri ise Allah'ın vaadi ile garanti
edilmiş değildir. Sırf Allah'ın dilemesi ve yardımına kalmış bir şeydir.[14]
Seyyid Kutub da bu âyetin tefsirinde
şunları söyler: İmtihanda başarıya ulaşmak ve rızâ-i ilâhîye nâil olmak için
Allah'ın yardımını ve affını istemek şarttır. Kul ne kadar emirleri yerine
getirmeye çalışsa da yine de kusur edebilir. Onu bağışlayıp af ve merhametine
nâil kılmak ise Allah'ın rahmetindendir. Bu din, beşer denilen şu mahlûkun
zaaflarını, derinliğine idrâk ediyor. İnsanı bazen cesetle ilgili ağırlıklar
ahlâksızlık derekesine düşürebilir, hayvanî duyguların esiri kılabilir, Allah'ın
emrine muhâlif hareketlere sevk edebilir. Bu din, insanın o nevi
zaaflarını kabul ediyor, onun için de kızmıyor ona. İnsan kendi nefsine
zulmedince, İslâm onu rahmet-i ilâhîden kovmuyor. İnsan, büyük bir günah
işleyince ona kapıları kapatmıyor.
Ruhundaki iman şûlesinin henüz sönmemiş
olması, kalbindeki iman kaynağının henüz kurumamış bulunması, Allah'la bağının
henüz kopmamış olması, günahkâr bir kul olduğunu, affı geniş bir Rabbının
bulunduğunu bilmesi yeter ona. Şu halde bu günahkâr, hatalı, zayıf mahlûk, henüz
hayır unsuru taşımaktadır. Önündeki yollar tamamen kesilmemiştir. Kopmayan bir
ipe sarılabilir. Zaafına kapılarak ne kadar kayarsa kaysın. Beraberinde meşale
bulunduktan, elinde ip mevcut olduktan sonra, Allah'ı unutmayıp zikrettikten,
istiğfar ederek O'na kulluk ettikten, günahlarda da inat ve ısrar etmedikten
sonra yine o nura ulaşabilir.
Bu din; şu zayıf yaratığın yüzüne karşı
tevbe kapısını kapatmıyor. Onu bataklıkta yitik olarak tek başına bırakmıyor.
Dönmekten korkan kovulmuş gibi terk etmiyor. O, bu zavallıya mağfiret kapısını
gösteriyor. Yolu anlatıyor, titrer ellerinden tutuyor, kaypak adımlarına destek
oluyor, emniyetli bir sınıra ulaşabilmesi için yoluna ışık tutuyor.
Ondan sadece bir şey istiyor. Kalbinin
taşlaşmamasını, ruhunun kararmamasını, Allah'ı unutmamasını. Allah'ı
hatırladıkça, ruhunda o hidayet meşalesi bulundukça, vicdanından o keskin ses
geldikçe, kalbinden o serin rüzgâr estikçe, ileride elbet bir gün ruhundaki nuru
anlayacaktır. Kurumuş tohum yeniden yeşerip canlanacaktır. Hata eden ve evde
sopadan başka bir şey olmadığını bilen çocuk, hiçbir zaman eve girmeyecek,
kaçacak, kaybolacaktır. Fakat evde sopanın yanında hatasından özür dilerse
zaafını anlayacak, tevbe ederse özrünü kabul edecek, şefkatli bir elin
bulunduğunu anlarsa, bir gün, elbet eve dönecektir.
İşte İslâm, zayıf olan insanoğlunu zayıf
anlarında böylece kolluyor, o zaafının yanında kuvvetinin de bulunduğunu,
ağırlığın yanında rahatlığın da mevcudiyetini, hayvanî duyguların yanında
Rabbanî arzuların da bulunduğunu biliyor. Zaafa düştüğü an, elinden tutup
yükseklere çıkarmak için şefkat gösteriyor. Ayağı kayıp yuvarlandığı zaman,
yeniden ufka yükseltmek için elinden tutuyor. Yeter ki insan, Allah'ı
hatırlasın, O'nu unutmasın, hatalı olduğunu bildiği halde hatasında ısrar
etmesin.[15]
[1]
Şûrâ: 42/40.
[2]
Bakara: 2/237.
[3]
Nûr: 24/22.
[4]
Âl-i İmrân: 3/134.
[5]
Ebû Dâvud, Edeb 3, IV/248.
[6]
Ebû Davud, Edeb 3; İbn Mâce, Zühd 18,
II/1400.
[7]
Câmiu's-Sağîr, II/149.
[8]
Müslim; Câmiu's-Sağîr, II/135; İhyâ-i
Ulûmi'd-Dîn, 6/400.
[9]
A'râf: 7/12.
[10]
Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 2, s. 453.
[11]
Âlûsi, Rûhu'l Meânî, II/58; naklen
Elmalılı, c. 2, s. 425.
[12]
Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/148.
[13]
T. Kebir, c. 7, s. 173.
[14]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini K. Dili,
c. 2, s. 425.
[15]
Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 2, s.
454-455. Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.
.Hadis-i Şeriflerde
Af Kavramı
Ebûzer diyor ki, Allah'ın Rasulu (s.a.s.)
şöyle buyurdu:
"Lâ ilâhe illâllah (Allah'tan başka
ilâh/tanrı yoktur) deyip bu iman ve ikrar ile ölen hiçbir kul yoktur ki cennete
girmesin!"
"Yâ Rasulallah, dedim, zina ve hırsızlık
etse de mi?"
"Zina ve hırsızlık etse de"
buyurdu. Ben aynı soruyu 3 defa
tekrarladım, O da aynı cevabı üç kez tekrarladı. Dördüncüsünde:
"Ebûzer'in burnu toprağa sürülse de (yani
Ebûzer hoşlanmasa da bu böyledir)."
dedi.[1]
"Yüce Allah buyuruyor ki: âEy kulum, sen
Bana (hakkıyla) kulluk etmedin, ama Benden umdun, istedin. Ben de sende olanları
bağışladım. Ey kulum, dünya kadar günahla gelsen, Bana şirk/ortak koşmamışsan,
Ben de seni dünya kadar mağfiretle karşılarım."[2]
"Yüce Allah buyuruyor ki: âBen kulumun,
benim hakkımdaki zannı üzereyim. Kulum Beni nerede zikreder/anarsa Ben oradayım.
Bana bir karış yaklaşana Ben bir kulaç yaklaşırım. Bana bir kulaç yaklaşana Ben
iki kulaç yaklaşırım. Bana yürüyerek gelene Ben koşarak giderim."[3]
"Allah'ım! Sen affedicisin, Kerimsin.
Affetmeyi seversin. Beni affet!"[4]
"Kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah
da, kıyamet gününde onun ayıplarını örter."
[5]
"Sadaka hiçbir zaman malı eksiltmez.
Allah, kişinin affetmesi sebebiyle ancak şerefini arttırır. Allah için alçak
gönüllü davranan kimseyi Allah mutlaka yükseltir."[6]
"Allah (c.c.), kötülüğü affeden kişiyi
mutlaka aziz (güçlü ve yüce) kılar."[7]
"Pehlivan, meydanda başkalarını yenen
değil; gazaplı ânında nefsine hâkim olandır."[8]
"Bir kimse, kendisine vermeyene vermedikçe,
şahsî haksızlığı affetmedikçe fazîlet sahibi olamaz."[9]
"Kul, kendisiyle münâsebeti kesen
akrabalarına sıla-yı rahim yapmadıkça, kendisine zulmedeni affetmedikçe ve
kendisine vermeyene vermedikçe fazilet sahibi bir kimse olamaz."[10]
"Size iyilik yapanlara karşılık iyilik
yapmak, kötülük yapanlara da kötülük yapmak yükseklik değildir. Asıl yükseklik,
size zulmedenlere, kötülük yapanlara karşı da kötülük etmeyip iyilikte
bulunmaktır."[11]
"Elinizden geldiği kadar müslümanların cezalarını kaldırmaya çalışınız. Onun
için bir çıkış yolu varsa serbest bırakınız. Devlet başkanının afta hata etmesi,
cezalandırmada hata etmesinden daha iyidir."[12]
[1]
Buhâri, Libâs 24; Müslim, İman 40,
hadis no: 154.
[2]
Müsned, Ahmed b. Hanbel, 5/154.
[3]
Müslim, Tevbe 1, hadis no: 1.
[4]
Buhâri, Tecrid-i Sarih Terc. C. 6, s.
314.
[5]
İbn Mâce, c. 2, s. 850, hadis no: 2547.
[6]
Tirmizî, Birr 81; İmam Mâlik, Muvattâ,
Sadaka 12.
[7]
Müsned, Ahmed b. Hanbel, 2/235, 238.
[8]
Müslim, Birr 106.
[9]
Mefâtihu'l Gayb, Fahreddin Râzi, IX/8.
[10]
Mefâtihu'l Gayb, T. Kebir, c. 7, s. 73;
Benzeri için bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, IV/148.
[11]
Tirmizî, Birr 10.
[12]
Müsned, Ahmed b. Hanbel, 5/160. Ahmet
Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.
.Peygamberimiz'in Af ve Müsâmahası
Kur'an, Peygamberimize de affedici
olmasını öğütlemektedir:
"Sen affı tercih et, ma'rûfu (iyiliği)
emret ve cahillerden yüz çevir."
(A'râf: 7/199).
"Allah'ın rahmeti sebebiyle sen, onlara
yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz,
etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ
et; (umuma ait) işlerde onlarla müşâvere et (onlara danış). Artık kararını
verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları
sever." (Âl-i İmrân: 3/159)
Peygamberimiz'in acımasını, şefkatini,
kibarlık ve nezâketini özetleyen bu âyet, kabalık ve katılığın, insanda dâvete
karşı tepki ve ürküntü uyandıracağını; insanları iteceğini belirtmekte;
insanların hatadan tamamen uzak olamayacağına da işaret ederek kusuru olanları
affetmesini, mü'minlere hoşgörülü olmasını Elçi'ye emretmektedir. Hakk'a çağrı
görevini üstlenenlerin, Hz. Muhammed (s.a.s.)'i örnek alarak daima yumuşak
huylu, hoşgörülü olmaları, kabalık ve katılıktan kaçınmaları gerekir. Enes
(r.a.) diyor ki: "Ben Hz. Peygamber'e on yıl hizmet ettim. Ne beni dövdü, ne
yaptığım bir dünya işi için âneden böyle yaptın?' veya yapmadığım (ihmal
ettiğim) bir dünya işi için âneden yapmadın?' dedi.[1]
Hz. Âişe (r.a.) annemiz anlatıyor:
Peygamber (s.a.s.)'e
"Uhud gününden sana daha şiddetli gelen bir
gün ile karşılaştın mı?" dedim. O da:
"Evet, Akabe gününde senin kavminle ilgili
olarak karşılaşmış olduğum hal, daha şiddetli ve vahimdi. Kendimi Abdi Yaley b.
Abdi Kelâl'e tanıttım. İstediğim şeyi onaylamadılar. Yüzüm keder dolu olarak
yanlarından ayrıldım. Biraz uzaklaşmış, Seâlib'in yakınlarına varmıştım. Başımı
kaldırdığımda bir bulutun beni gölgelendirdiğini gördüm. Cibril oradaydı. Bana
seslenerek şöyle dedi: âMuhakkak ki Allah, kavminin sana dediklerini ve seni
reddedişlerini işitti. Sana 'dağların meleğini gönderdik, onlara dilediğini
yapasın' dedi. Bu esnada dağların meleği bana seslenerek şöyle dedi: âEy
Muhammed! Allah kavminin söylediklerini işitti. Ben de dağlar meleğiyim, Rabbim
beni emrine verdi ki dilediğin şeyleri bana emredesin; dilersen şu iki dağı
başlarına geçireyim.' Ben de şöyle dedim: âBilakis ben, onların soylarından
Allah'a hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayan, yalnızca Allah'a ibadet eden kişiler
çıkarmasını Allah'tan temenni ederim."[2]
Benû Hanife reislerinden Sümâme bin Usâl
kendisinin de itiraf ettiği gibi öldürülmeyi hak eden suçlar işlemiş azılı
bir İslâm düşmanı idi. Bir müfreze onu yakalayıp Medine'ye getirdiği
zaman Hz. Peygamber, Sümâme'nin Mescid'de bir direğe bağlanmasını ve kendisine
iyi muâmelede bulunulmasını ashâbına emretti. Namaza giriş çıkışlarında da
bizzat kendisi onunla ilgileniyor ve iman teklif ediyor, fakat Sümâme kabul
etmiyordu. Üç gün sonra Hz. Peygamber, hiçbir karşılık almaksızın onu affederek
serbest bıraktığı zaman Sümâme, o kadar hayret etmiş ve hislenmişti ki şehir
çıkışında rastladığı ilk pınarda abdest alarak Rasulullah'ın huzuruna döndü.
Kelime-i şehâdetten sonra o, şöyle diyordu:
"Şimdiye kadar Sen, benim nazarımda
dünyanın en nefret edilecek adamı idin. Şimdi ise ben, her şeyden çok Sana
hayranım." Rasulullah'tan gördüğü af, Sümâme'ye öylesine tesir etmişti ki
memleketine dönüşünde umre için uğradığı Mekke'de müslüman olduğunu ilandan
çekinmedi ve Hz. Peygamber'den izin almadıkları müddetçe Mekke'lilere Yemâme'den
zırnık hububat göndermeyeceğini belirtti.[3]
Rasul-i Ekrem'e dağların meleği boyun
eğdirilmiş ve Hz. Peygamber, bir sözüyle dilemiş olduğu şeyi yaptıracaktır. Bu
olağanüstü kudrete rağmen onları affederek hidayete ermelerini istemektedir. Bu
durum, nefsin fısıldadığı intikam sevgisinin hepsinden, itibarın iâde
edilmesinden daha hayırlı olarak; "bilakis ben, onların soylarından Allah'a
hiçbir şeyi şirk/ortak koşmayan, yalnızca Allah'a ibadet eden kişiler
çıkarmasını Allah'tan istiyorum." meşhur sözünü söylemekte ve isteğini dile
getirmektedir.
Rasulullah'ın davranışlarında bağışlamak,
ana unsurdur. Medine'ye zehirli bir kılıçla Rasulullah'ı öldürmeye gelen Umeyr
bin Vehb el-Cumahi'ye misilleme yapmaya muktedir olduğu halde affetmiştir. Yine,
Beni Hanife'nin reisi Sumame bin Âsal, Peygamberimiz'i öldürmek için plan kurar.
Yakalandığı zaman onu yine affetmiştir. Allah Rasulü, kendisine insanların en
sevgilisi olan Hz. Hamza (r.a.)'yı öldüreni affetmiş ve "yüzünü benden
uzaklaştırın" demekten daha fazla ileri gitmemiştir. Kendisini hicveden
şâirleri de affetmiştir. Elbette bağışlamak, asil bir özelliktir. Ama bu
davranış, güçlü olanlarda nâdir bulunan bir uygulamadır.
Mekke fethinde Rasulullah'ın yaptığı ilk
iş, Kâbe'yi putlardan temizlemek olmuştu. Namaz vakti gelip de Hz. Bilâl,
Kâbe'nin damına çıkarak ezan okumaya başladığı zaman, bazı diğer Mekke'liler
gibi Attâb bin Esîd de hiddetle homurdanıyordu: "Allah'a şükür ki babam hayatta
değil! Hiç olmazsa şu bayalığı görmüyor." Namazı müteakip yaptıkları bunca
eziyet ve savaşlardan başları yere eğik hemşehrilerine Hz. Peygamber:
"Bugün, siz, muâheze edilecek değilsiniz.
Gidiniz, hepiniz serbestsiniz!"
dediği zaman kalabalık, heyecan, sevinç, aşk ve bağlılıkla coşuyor, biraz önce
hiddetinden patlayan Attâb, herkesten evvel atılarak imanını haykırıyordu. Artık
o, öylesine İslâm'a bağlı idi ki, Mekke'den ayrılırken Hz. Peygamber, onu Mekke
valiliğine lâyık görüyordu.[4]
Siyerinden ve hadis-i şeriflerinden açıkça
anlaşılıyor ki, Peygamber Efendimiz, affetmekle başka bir şey değil; sadece
insanların hidâyete ermesini amaçlamaktadır. Bu da genellikle tahakkuk etmiştir.
Buna rağmen, Rasulullah her önüne geleni affetmemiştir. O'nun ahlâkı Kur'an idi;
Kur'an'da affedilmesi yasaklanan zâlim ve tâğutları elbette affetmesi
beklenemezdi. Rasulullah (s.a.s.) kötülüğü iyilikle gideriyordu; Çünkü Kur'an
öyle tavsiye ediyordu:
"İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü)
en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık
bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur."
(Fussılet: 41/34)
Allah, peygamberini birçok af mesajı
taşıyan Kur'an kıssalarıyla terbiye etmiştir. Elbette bu kıssalar ve nebevî
özellikler, bizler için de uyulması gereken prensiplerdir. Rasul-i Ekrem, Kur'an
kanalıyla peygamberleri tanımakta, onların kendi kavimlerinin beyinsizliklerine
ve işkencelerine karşı halkını nasıl affettiklerini görmektedir. Hz. Yusuf,
kendisine kin tutan, komplo düzenleyerek kuyuya atan, peygamber oğlunun köle
olarak satılmasına sebep olan kardeşlerini affeder. Bundan sonra kadınların
desiseleriyle karşı karşıya kalır, sonra zindana atılır. Bütün bunlardan sonra,
eline fırsat geçip onlardan intikam almaya güç yetirince şöyle der:
"Bugün size karşı sorgulama, kınama yok;
Allah sizi affetsin. Çünkü O, merhametlilerin en merhametlisidir."
(Yûsuf: 12/92).
Elbette Rasulullah, bu hâdiseden, sadece
akrabalarını affetmeyi değil; bilakis kanını helal gören, öldürmek için komplo
düzenleyen, kovan ve işkence eden kavminin hepsini affetmeyi öğrenir. Onları,
Mekke'nin fethi gününde güçlü olduğu halde, affetmenin hidâyetlerine bir tesiri
olur umuduyla affeder. Öyle de olmuş, affetme, neticesini de vermiştir.[5]
Peygamberimiz dâvet ve tebliğinde son
derece başarılı idi. Çünkü O, güzel ahlâk sahibiydi. Anlattığı şeyleri yaşıyordu
ve insanlara en güzel örnek oluyordu. İntikamcı değildi. Bağışlayıcı ve affedici
idi. Bu özellik Allah'ın kullarına bir rahmetidir. Allah (c.c.) bu rahmetinden
kullarına da vermiştir. Hz. Muhammed (s.a.s.), rahmet peygamberi idi. Affın ve
bağışlamanın en güzel uygulayıcısı olması gerekirdi ve öyle oldu.
O'nun yumuşak huyluluğu, tatlı sözü,
merhametli bir kalbe sahip oluşu, hata yapanları affetmesi, ceza vermekten
kaçınması, kendisine karşı büyük kötülük yapanları bağışlaması insanları
etkiliyordu. O'nun insan eğitimindeki en güzel metodlarından biri, af ve
bağışlamadır. Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: "Allah'ın Rasûlünü, kendisine her ne
zaman kısas olan bir dâvâ getirildiğinde, mutlaka her seferinde affetmeyi
emrediyor gördüm."[6]
Kendisi affı sevdiği gibi, ümmetine de affı tavsiye ediyordu. O, bir hadisinde
şöyle buyuruyor:
"Allah (c.c.), kötülüğü affeden kişiyi
mutlaka aziz (güçlü ve yüce) kılar."[7]
[1]
Süleyman Ateş, Kur'an Ansiklopedisi, c.
1, s. 167.
[2]
Buhâri, VI/224; Müslim, hadis no: 1795.
[3]
Buhâri, Meğâzi, 70; Müslim, Cihad 59;
Ebû Dâvud, Cihad 119.
[4]
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi,
I/172; Bidâye, IV, 301.
[5]
Abdülhamid Bilâlî, Peygamber'in
Yaşantısından Eğitici Dersler, s. 40-43.
[6]
Ebû Dâvud, Diyât 3, Hadis no: 4497,
4/169; Nesâi, Kasâme 27, 8/33.
[7]
A. b. Hanbel, 2/235, 238. Ahmet Kalkan
Kur'an Kavram Tefsiri.
.İnsanın, Kendine
Yapılanları Affetmesi
İnsanları affetmek, güzel ahlâk sahibi
mü'minlere yakışan bir tavırdır. Kur'an, mü'minlerin affedici olmalarını
tavsiye eder. Kur'an, affedenleri Allah'ın sevdiğini haber verir.[1]
İslâm'a göre bir kötülüğün cezası/karşılığı yine onun kadarıdır. Fazlaya kaçmak
helâl değildir. Ancak hak sahibi bu hakkını bağışlarsa, bu bir fazilettir.
Kur'an bağışlamayı tavsiye etmektedir. İslâm hukukunda, bir yanağına tokat
vurana öbürünü çevirmek (zulme râzı olmak) hoş görülmediği gibi, intikam peşine
düşmek de tavsiye edilmez. Haksızlığa uğrayan, hakkını kullanmaz da sabreder ve
bağışlarsa bu güzeldir.[2]
Kur'an mü'minlerin özelliklerini sayarken,
onları, affedici ve öfkelendikleri zaman kızgınlıklarını yenen kimseler olarak
tanıtmaktadır.[3]
Af ahlâkı, şüphesiz ki takva'ya (Allah'tan korkup sakınmaya) daha yakındır. Bu
tutum, olgun müslümanların belirgin özelliğidir.[4]
Olgun mü'minlerin bir özelliği de muhsin/ihsân sahibi, yani sürekli iyilik eden
ve güzel davranış sergileyen kimse olmalarıdır; Af ahlâkı da bunun bir
parçasıdır. Mü'minler bu güzel davranışları sürdürürlerse, yani ihsân eder,
sabır gösterir ve affedici olurlarsa; düşmanlıklar dostluğa; kargaşalar,
kavgalar, kaoslar barışa dönüşebilir.[5]
Aslında ideal olan şey, kişinin hata
etmemesidir. Fakat, peygamberler hariç, herkes hata edebilir/eder. Peygamberler
bile zelle denilen küçük hatalardan uzak değillerdir; çünkü onlar da bizim gibi
bir beşer/insandır. İnsanlar hata etmede eşittir. İnsanlar arasında bu konuda
fark, hatanın çeşidi ve oranıdır. Her insanın bazı zaaf noktaları vardır ve
genellikle insan, hatayı o zayıf noktalarında işler. Hata ettiğimizde kendimizi
daha çabuk ve kolay affederiz ve kendimize bu konuda anlayış gösterilmesini
bekleriz. Kendimize gösterdiğimiz bu anlayışı, diğer insanlara da göstermek
zorundayız. Mü'min, kendisi için istediği şeyi, başka mü'min kardeşi için de
istemek zorundadır.[6]
[1]
Nûr: 24/22; Bakara: 2/178, 237.
[2]
Bakara: 2/178.
[3]
Âl-i İmrân: 3/134.
[4]
Bakara: 2/237.
[5]
Fussilet: 41/33-34.
[6]
.Dâvetçi Açısından
Af ve Müsâmaha
Muhâtabına şefkat ve
merhametinin bir özelliği olmak üzere dâvetçi, şahsına yöneltilen hücum ve
hakaretleri, eziyet ve mihnetleri, eline fırsat geçtiği zaman intikam almaya
kalkmadan affetmeli, seviyesiz ve cahilce yapılan itiraz, itham, zulüm, cefâ
veya talep ve isteklere karşı müsâmahakâr bir ruhla muâmelede bulunmalıdır.
Bütün bu nâhoş tavır ve
fiilleri işleyerek suçlu duruma düşen bir kimse, dâvetçi tarafından mutlaka
cezalandırılmayı beklerken hiç ummadığı bir şekilde afla karşılaşıverdiği zaman
onda bu muâmele, psikolojik bir tesir icrâ ederek âdeta bir ruh inkılâbı meydana
getirir ve muhatap, dâvetçiye en büyük düşman iken, birdenbire dâvetçinin en
samimi bağlısı ve yardımcısı olabilir. O halde Cenab-ı Hakk'ın, Rasulüne
emrettiği üzere, hıyaneti sabit olanların bile suçunu bağışlayarak müsâmahalı
davranmak[1],
İslâmî dâvetin metodlarından biridir.
Günümüz dâvetçisi,
Rasulullah'ın yolundan giderek nefsî kin ve düşmanlıklarını, grupçu görüş ve
ayrılıklarını bir tarafa atarak muhâtabını, şayet varsa işlediği suçlarından
dolayı affetmesini bilmelidir. Allah, müttakî mü'minlerden öfkelerini
yutmalarını ve affedici olmalarını istiyor. Muhâtaplarımıza düşmanca tavır
takınmamalı ve onlara güzel sözler söylemeli, yumuşak üslûpla hakkı tebliğ
etmeliyiz. Ancak zâlimlere kızmalı, onların zulümlerini bırakmalarına vesile
olacak yolları bulmaya çalışıp onları bu kötülükten kurtararak onların
hidâyetini/kurtuluşunu istediğimizi belli etmeliyiz. Kişilere değil; kötülüklere
düşman olmalı, günahkârı değil, günahı kınamalıyız. Kişiye nefis müdafaası
yaptıracak kötü sözlerden ve muhâtabın şahsiyetini rencide edecek tavırlardan
kaçınmalıyız. Muhâtabımızın en son yıkacağımız putu, nefis putu olmalıdır,
Bütün bu metotların hassâsiyet
ve titizlikle uygulanması, tamamıyla adam kazanma ve kazanılan adamı kaybetmeme
gayretinden ileri gelmektedir. İslâm'ın insana verdiği değeri bilmeyen yoktur.
Cenâb-ı Hakk'ın, diğer mahlûkatı emir ve hizmetine verdiği insanoğlunun hidâyeti
için çalışmak, dâvetçinin vazifesidir ve bu uğurda yaptığı çalışmalar
vesilesiyle Allah'ın tek bir kişiye hidâyet nasip edivermesi, dâvetçi için çok
büyük değer ifade eder. Hz. Peygamber'in Hayber Gazvesi esnasında Hz. Ali'ye
söylediği gibi, bir müslüman için onun vasıtasıyla tek bir kişiye Allah'ın
hidâyet vermesi; kızıl cins deve sürülerine sahip olmasından[2]
ve bir vesile ile ifade buyurdukları gibi, üzerine güneş doğan her şeyden daha
kıymetli ve daha hayırlıdır.
Bu ölçü göz önünde
bulundurulursa Hz. Peygamber'in her karşılaştığı insanın iman etmesini sağlamak
için her meşrû çare ve her metoda başvurarak fevkalâde gayret sarf etmesindeki
hikmet, gayet güzel anlaşılır. Hakem bin Keysân esir edilmiş ve Rasulullah'a
getirilmişti. Hz. Peygamber, ona İslâm'ı arz etti, fakat o kabul etmedi.
Rasulullah onu yine dâvet etti ve uzun müddet teklifini tekrarladı. O kadar ki
Hz. Ömer dayanamadı ve
"Yâ Rasulallah, ne diye bununla
uğraşıp duruyorsun?! Vallahi, bu kat'iyyen müslüman olmaz. Bırak da şunun
boynunu vurayım, canını cehenneme yollayayım" dedi. Fakat Hz. Peygamber buna
kulak asmadı ve Hakem'i İslâm'a dâvete devam etti. Nihayet o müslüman olunca
Rasul-i Ekrem, ashâbına döndü ve
"biraz önce size uysaydım
onu öldürecektim ve o cehennemlik olacaktı!" buyurdular. Hz. Ömer'in
ifadesiyle bundan sonra Hakem, ihlâslı bir müslüman olmuş ve Allah yolunda
cihadlara katılmıştır."[3]
[1]
Mâide: 5/13.
[2]
Buhâri, Cihad: 102.
[3]
Ahmed Önkal, Rasulullah'ın İslâm'a
Dâvet Metodu, s. 339-343. Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.
.Hoşgörü ve
Müsâmaha
Hoşgörü, batı dillerinde Latince kökenli
"tolerans"la ifade edilir. Sabretmek, katlanmak, dayanmak anlamlarına gelir.
Arap dilinde bunun karşılığı "müsâmaha"dır. Kur'an'da hiç geçmeyen bu kelime,
sünnette genellikle alışverişte kolaylık gösterme bahsinde geçer. Bu tür hoşgörü
hadislerinin en ünlüsü: "İsmah yüsmehu lek = Hoşgörülü ol ki, hoş görülesin."[1]
hadisidir.
İnsanlar arası ilişkilerde hoşgörü, hayatı
kolaylaştırır ve yaşanabilir kılar. Çünkü insan, sürekli hata yapabilen bir
yapıdadır. İnsanların hata ve kusurlarını hoş gören biri, yalnızca başkalarından
da kendisi için hoşgörü bekleme hakkını kazanmış olmuyor, bununla birlikte
hayatı katlanılabilir kılarak yaşamın işkenceye dönüşmesini önlüyor demektir. Ne
ki, insanlar, başkalarının kendilerine karşı yaptıkları hata ve kusurları hoş
görme hak ve yetkisine sahiptir. Bir başkasına karşı yapılan haksızlığı hoş
görmekten söz etmek gülünç olur.[2]
Hoşgörü:
Gücenmeyi gerektiren bir tutum, ya da davranış karşısında tepki göstermeme,
tahammül gösterme halidir. Batıda mezhepler arası çatışmaya karşı çıkmak, ya da
bilim-din tartışmalarında baskıya karşı kullanılan bir kavramdır.
İnsanların farklı umut ve korkulara sahip
olması, farklı ön kabullerinden yola çıkmaları sebebiyle, kaynak, amaç ve yöntem
farklılıklarından her zaman uzlaşma sağlamaları mümkün gözükmemektedir. Bu
nedenle de birbirlerine karşı hoşgörü ile yaklaşmak zorundadırlar. Hoşgörünün
sağlıklı bir şekilde kullanılabilmesi için, ileri sürülen iddianın kaynağının,
bu iddiaya sahip kişinin amacının ve kaynakla amaç arasındaki mantıksal sürecin
aklî delilleri olması gerekmektedir. Yanlış bir hoşgörü anlayışı, hem hoşgörü
sahibi için, hem de hoşgörüye sığınan kişiler için felâketlere kapı aralayabilir
ve kötü alışkanlıklara neden olabilir.
İslâm toplumlarında hoşgörünün ahlâkî bir
temeli vardır. Bununla birlikte, safdilliğe varan bir davranış biçimi de
olmamasına özen gösterilir. Hoşgörü sahibi, sadece yanlışa göz yummakla
yetinmemeli, doğru olanı göstermeli ve aynı yanlışın tekrarlanmaması için gayret
göstermelidir. Aksi halde göz yumma, giderek sabrı taşıran noktalara ulaşabilir
ve başlangıçtaki hoşgörü, daha sonrası için bir birikim oluşturabilir. İyi niyet
kavramı ile yakın ilişkisi olan hoşgörü, toplumsal barış ve uzlaşma açısından da
büyük önem taşır.[3]
Müsâmaha:
Semâhat kelimesinden gelir. Hoş görürlük, kusurlara göz yummak, aldırış etmemek
demektir. Ama bu göz yumulan kusurların İslâm'ın temel esaslarına ve temel insan
haklarına karşı olmaması ve toplumu ifsad edecek davranışın dışında olması
gerekir. Müsâmahadan, beşerî hataların anlayışla karşılanıp, hata sahibini
incitmeden kusurunu tamir etmek veya onun kendisini düzeltmesine imkân vermek
anlaşılmalıdır. Vahyin temel doğruları dışındaki karşıt görüşlere saygılı
olmak, başkalarının da bakış açılarını hesaba katmak, ictihâdî görüşlerine
gereken değer ve önemi vermek, İslâmî müsâmaha ile ilgili gerekliliktir.
Müslüman bireylerin birbirleriyle ve cemaatlerin diğer cemaatlerle İslâm'ın
kesin hükme bağlamadığı ictihada açık hükümlerde ve teferruatla ilgili
farklılıklarda takip etmesi gereken anlayış ve tavır şu olmalıdır: "İttifak
ettiğimiz hususlarda yardımlaşır, ihtilaf ettiğimiz hususlarda da birbirimizi
mâzur görürüz."
Kişiye düşen, hatalarını görüp tevbe ederek
günahta ısrar etmeyip vazgeçmektir. Bir müslüman kardeşi de, bu hataları
müsâmaha ile karşılayıp, tatlı bir yolla emr-i bi'l mâruf ve nehy-i ani'l münker
yapmalıdır. Her çeşit hatalar karşısında hatayı işleyene ve onu gören kardeşine
düşen hareket tarzı bu olsa gerektir. Cenâb-ı Hakk'ın bizim için açtığı imtihanı
kazanıp hataları maddî ve mânevî terakkîlerin vasıtası kılmanın yolu budur.
Hakikat böyle olduğu halde, kendi grubundan
veya hizbinden, kendi parti ya da cemaatinden olmadığından dolayı müslümana
cephe almak elbette yanlıştır. Yine, farklı metodla hareket etmek veya tâlî
meselelerde âdînen câiz olduğu halde- kendisi gibi düşünmemek kusurundan
(!) dolayı müslümanları itham edip bölünmelere ve düşmanlıklara sebep olmak,
müslüman kardeşine iman ve İslâm gibi, Allah'ın her şeyden üstün tuttuğu iki
vasfı bir tarafa atıp âdi taşlar hükmünde olan beşerî kusurları sebebiyle
müslüman kardeşini mahkûm etmek büyük bir yanlıştır. Cenâb-ı Hakk'ın
"Mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurât: 49/10) hükmüne ehemmiyet
vermeyerek, yine Kur'an'ın ifadesiyle "ölmüş kardeşinin etini yemek" (Hucurât:
49/12) iğrenç bir cürüm olan gıybete tevessül etmek, gerçekten büyük bir
cinayettir. Bu öyle bir cinayet ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bir de öyle bir
fitneden sakının ki, o (geldiği vakit) yalnız içinizde zulmedenlere isabet etmez
(iyilere de kötülere de isâbet eder). Bilin ki Allah'ın azabı çok şiddetlidir."
(Enfâl: 8/25) âyetiyle haber verdiği musibet ve fitneye hak kazandırır.[4]
Yeni müslüman olmuş ve İslâm'ın yüce ahlâk
esaslarını bütün varlığı ile benimseyip olgunlaşma fırsatını henüz bulamamış
bedevîlerin (çölde yaşayan ve medenî hayatın dışında kalmış kültürsüz insanlar)
kaba ve haşin davranışları olurdu. İçinde yaşadıkları iklim ve medenî
imkânlardan uzak hayat şartları, onları biraz da böyle olmaya âdeta zorlardı.
Bir defasında Efendimiz Mescid-i Nebevîde ashabı ile oturmuş konuşuyorlardı.
Bedevînin biri içeri girdi. İki rekât namaz kıldıktan sonra ellerini kaldırıp:
"Allah'ım! Bana ve Muhammed'e rahmet et!
Başka kimseye de bizimle beraber rahmet etme!" diye dua etti. Bunu duyan
peygamberimiz:
"Pek geniş olan ilâhî rahmete sınır çektin
yahu!" buyurarak bedevînin
hatasını düzeltmeye çalıştı. Bu bedevî, biraz sonra kalkıp Mescid'in bir
tarafına giderek abdest bozmaya başlayınca, şaşkınlıklar içinde kalan sahâbiler
bağrıştılar. Hz. Peygamber (s.a.s.) işe müdâhale ederek şöyle buyurdu:
"Bırakın (işini görsün).
Sonra bevlinin üzerine bir kova su dökün; zira siz güçlük değil, kolaylık
göstermek üzere gönderildiniz." Sonra bedevîyi yanına çağırarak ona dedi ki:
"Bu mescidler ne bevil, ne de başka pislik
içindir. Bunlar, Allah'ı anmak, namaz kılmak ve Kur'an okumak için yapılmıştır."[5]
İnsana öyle geliyor ki, sahâbelerden çok Hz.
Peygamber'in hiddetlenmesi, kendi mübarek mescidinin mâruz kaldığı böyle bir
hakaret karşısında asıl onun öfkelenmesi gerekirdi. Fakat Rasül-i Ekrem
düşünüyor ki, bedevî bu işi kasten ve hakaret olsun diye yapmamıştır. Cehâleti
sebebiyle böyle davranmıştır. Şu halde ona kızıp bağırmak, azarlamak doğru bir
hareket olmazdı.
Bir başka seferinde Rasulullah, Mescid-i
Nebevî'den çıkarken bedevînin biri geldi. Rasül-i Ekrem'in elbisesini şiddetle
çektikten sonra:
"Develerimi buğday ile yükle! Çünkü sendeki
mal ne senin, ne de babanın malıdır!" dedi. Bu ânî ve şiddetli çekiş sebebiyle
Efendimiz'in üzerindeki sert yakalı ridâsı (gömleği) boynunu kızartmıştı.
Bedevînin bu yaptığı, muhakkak ki çok kaba ve görgüsüzce bir davranıştı.
Efendimiz buna üzülmüştü. Bedevîye dönerek:
"Önce beni incittiğinden dolayı özür beyan
et; sonra ben de senin istediğine bakarım"
dedi. Bedevî:
"Özür beyan etmeyeceğim!" diye karşılık
verdi ve bu sözleri birkaç defa daha tekrarladı. Halbuki Peygamberimiz, bedevîye
bir ahlâk dersi vermek istemişti. Fakat beriki hiç oralı olmuyordu. Hz.
Peygamber, bedevînin sözüne ehemmiyet vermedi. Ashâbından birine dönerek:
"Bu adam için şu develerin birine arpa,
diğerine hurma yükle!" diye
emredip yoluna devam etti.[6]
Hoşgörülü olmak, büyük gönüllerin işidir.
Kendinden emin, yaptığının doğruluğundan şüphe etmeyen ve ilâhî hikmet gereği,
insanoğlunun çeşitli hazımsızlık ve zaaflarla ma'lûl olduğunu bilen asil
insanlar, hoşgörü sahibi olabilir. Rasül-i Ekrem Efendimiz, olgunluğun yüce
doruğunda bulunduğu için şahsına karşı yapılan kabalıkları tebessümle
karşılamış, yaratılanı Yaratan'dan ötürü hoş görmüştür. Müslümanların da karınca
kararınca, O'nun yolunda olması, O'na benzemeye çalışması, canlarını sıkan bazı
davranışları hoş görmeye gayret etmesi, O'na bağlılıklarının gereğidir.
Tarih boyunca müslümanlar, her konuda
olduğu gibi, kişisel hataları bağışlama, gayr-i müslimleri inançlarıyla başbaşa
bırakıp onlara karşı müsamahakâr davranma âlicenaplığını İslâm'a, İslâm'ın
insana ve inanç hürriyetine verdiği değere borçludurlar. İslâmiyet'in hiçbir
dine nasip olmayan büyük bir süratle yayılmasının en mühim sebeplerinden birini,
bu yüce dinin diğer bütün dinlerden daha müsâmahakâr ve âlicenap oluşunda aramak
lâzımdır. Bu sebepledir ki, bazı hıristiyanlar, dinî müsâmahanın ne demek
olduğunu müslümanlardan öğrenmiş olmalarını kendileri açısından çok elem verici
bulurlar.[7]
[1]
Müsned, Ahmed bin Hanbel, 1/248.
[2]
Mustafa İslâmoğlu, Yürek Fethi,
s.159.
[3]
Abdurrahman Dilipak, Sosyal Bil. Ans.
C. 2, s. 182.
[4]
İbrahim Canan, Sulh Çizgisi, s.104-105.
[5]
Buhâri, Vudû, 58, Edeb 35, 80; Müslim,
Tahâret 98-100; Ebû Dâvud, Tahâret 136; Tirmizî, Tahâret 112.
[6]
Ebû Dâvud, Edeb: 1.
[7]
M. Yaşar Kandemir, Örneklerle İslâm
Ahlâkı, s. 285-286. Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.
..
.Af ve Müsâmahanın Yozlaştırılması
Af ve Müsâmahanın
Yozlaştırılması
Af ve müsâmahanın yozlaştırılması birkaç
yönden olabilir.
1)
Allah'ın affediciliğini istismar edip, günahları önemsememe,
2)
Dinî esaslardan fedakârlık yapıp, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri ve kimseleri hoş
görme,
3)
Zâlimleri ve tâğutları hoş görme,
4)
Başkasının suçunu bağışlama yetkisini kendinde görme. Bunları kısaca açıklayalım[1]:
[1]
Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.
.
.f İle İlgili Veciz Sözler:
"Kerim odur ki mücâzâtı afv ede hasma,
Felek müsaade-i intikam verdikçe."
"Afv eyleyelim ki belki bilmez;
Bir sürçen atın başı kesilmez."
"Affetmek, zaferin zekâtıdır."
"Affetmek ve unutmak, iyi insanların
intikamıdır."
"Af, insanlık dilinin en tatlı
kelimesidir."
"Suçludan öç almak, adalet; onu
bağışlamaksa fazilettir."
"İnsan sevdiği müddetçe affeder."
"Affın en güzeli, hasmını ezmeğe güçlü iken
yapılanıdır."
"Başkalarını sık sık affet, kendini asla!"
"Aptalı, sık sık bağışlamak onu ahlâksız
yapar."
"Affetmek, güçlüyü daha güçlü yapar."
"Şahsınıza kötülük eden bir düşmanı
affedin; Ama dininize ve milletinize kötülük eden bir kimseyi asla affetmeyin."
"Zâlimleri bağışlamak, yoksullara cefâdır."
"Affetmenin ne olduğunu yalnız cesurlar
bilir; yüreksizlerin tabiatında af diye bir şey yoktur."
"Affedebilirim, fakat unutmam' demek,
'affetmeyeceğim' demenin başka bir şeklidir."
"İyi geçinme, iki kimsenin kusursuz
olmalarıyla değil; karşılıklı birbirinin kusurlarını hoş görmekle olur."
"Kusurunu görmemek, o kusurdan daha büyük
bir kusurdur."
"Mâzeret, iyi insanların katında kabul
görür."
Allah'ım! Sana, Kur'an'da öğrettiğin gibi
duâ ediyoruz:
"Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da
yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç
yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim
Mevlâ'mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et."
(Bakara: 2/286).[1]
[1]
Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.
.Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Konuyla İlgili
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
1- Hak Dini Kur'an Dili,
Elmalılı Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 297; c. 2, s. 281-282, 424-425
2- Fi Zılâli'l-Kur'an, Seyyid
Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 148; c. 2, s. 173, 453-455
3- Mefâtihu'l-Gayb (Tefsir-i
Kebir), Fahreddin er-Râzî, Akçağ Y. 2/543-544; 6/114-116; 7/71-75
4- Diyanet İslâm
Ansiklopedisi, T. D. V. Y. c. 1, s. 394-396, 442
5- Şâil İslâm Ansiklopedisi,
Şâmil Y. c.0 1, s. 47-49
6- Sosyal Bilimler
Ansiklopedisi, Risale Y. c. 2, s. 181-182
7- İslâm'ın Temel Kavramları,
Hüseyin K. Ece, Beyan Y. s. 31-33
8- Kur'ânî Terimler ve
Kavramlar Sözlüğü, Mustansır Mir, İnkılâb Y. s.131-132
9- Kur'an, Allah'ı Nasıl
Tanıtıyor?, Veli Ulutürk, Nil A.Ş. Y. s. 110-112
10- Kur'an'da Ulûhiyet, Suad
Yıldırım, Kayıhan Y. s. 260-261, 155-158
11- Kur'an'da Günah Kavramı,
Sadık Kılıç, Hibaş Y. s. 402-403
12- İnanç ve Amelde Kur'anî
Kavramlar, Muhammed el-Behiy, Yöneliş Y. s. 229-233
13- Rasulullah'ın İslâm'a Dâvet
Metodu, Ahmet Önkal, Esrâ Y. s. 339-342
14- İslâmî Terimler Sözlüğü,
Hasan Akay, İşaret Y. s. 17-18
15- Kelimeler Kavramlar, Yusuf
Kerimoğlu, İnkılâb Y. s. 35-36
16- Peygamberin Yaşantısından
Eğitici Dersler, Abdülhamid Bilâli, Buruc Y. s. 40-43
17- Örneklerle İslâm Ahlâkı, M.
Yaşar Kandemir, Nesil Y. s. 283-293
18- Sulh Çizgisi, İbrahim
Canan, T.Ö.V. Y. s. 103-105
19- Yürek Fethi, Mustafa
İslâmoğlu, Denge Y. s. 159-164
20- Kur'an'da Temel Kavramlar,
Cavit Yalçın, Vural Y. s. 158-165
21- Kur'an'ın Ana Konuları, M.
Sait Şimşek, Beyan Y. s. 63-65
22- Kur'an ve İnsan, Celâl
Kırca, Marifet Y. s. 193-200
23- Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, A.
Osman Tatlısu, Yağmur Y. s. 205-208
24- Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi,
Mustafa Necati Bursalı, Erhan Y. s. 270-273
25- Esmâü'l-Hüsnâ, Afifüddin
Süleyman et-Tilmisanî, İnsan Y. s. 121-122
26- Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Said
el-Kahtanî, Uysal Kitabevi Y. s. 99-101
27- O'nun Güzel İsimleri, M.
Nusret Tura, İnsan Y. s. 120-121
28- İsm-i Âzam (Esmâü'l-Hüsnâ),
Ali Büyükçapar, İnsan Saati Y. s. 168-169
29- Hz. Muhammed'in Hoşgörü
Anlayışı, Enver Mahmud, Ebedî Risâlet Sempozyumu Tebliğleri, 1
30- Köprü, Kış 97
XXXXXXXXXXXXXXX
.AHİD
"Onlar öyle
fâsıklardır ki, kesin söz verdikten sonra Allah'a verdikleri ahidlerinden/
sözlerinden dönerler. Allah'ın, ziyaret edilip hal ve hatırının
sorulmasını istediği kimseleri ziyaretten vazgeçerler ve yeryüzünde fitne ve
fesad çıkarırlar. İşte onlar gerçekten zarara uğrayanlardır."
(2/Bakara, 27)
.Ahid'in Tanımı ve
Mâhiyeti
Ahd, söz vermek, emir,
talimat, taahhüt, antlaşma, yükümlülük, itimat veren söz, yemin, misak, bir şeyi
korumak anlamlarına gelir. Bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine
getirmek demek olan ahidde hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır.
Yemin, ahdin dinî ve kutsî yönünü; söz verme de ahlâkî yönünü teşkil eder. Ahd
kelimesi İslamî bir kavram olarak "ahd-ü mîsak" şeklinde kullanılmıştır. Ahd
kelimesi, Kur'an'da 46 yerde geçer. Benzer anlama gelen mîsak kelimesi de 25
yerde kullanılır. Allah Adem'i insanlığın atası ve temsilcisi olarak yarattığı
zaman, gerek onun şahsında, gerekse kıyamete kadar gelecek tüm insanlardan tek
tek "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye ahid almıştır (7/A'râf,
172). İttifak hükümlerini (Allah ile İsrailoğulları arasında yapılan ahdin
hükümleri) ihtiva ettiği için, yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına Ahd-i
Atîk ve Ahd-i Cedîd denilmiş, İslam devletinin hâkimiyeti altında yaşamak üzere
kendileriyle anlaşma yapılan gayri müslimler için ehlü'z-zimme yerine ehlü'l-ahd
tabiri kullanılmıştır.
İnsan, Allah'tan başka rabb
tanımayacağına dair Allah'a ahid vermiş, Allah da bu konuda kendisinden ahid
almıştır; yani muahede yapmışlar, ahidleşmişlerdir. Bu ahdin, Allah'tan
başkasını rabb tanımamanın içinde, şeytana ibadet etmemek de vardır."Ey
Ademoğulları! 'Şeytana ibadet etmeyin' diye, size ahid vermedim mi?"
(36/Yâsin, 60). Allah ile beşer arasında geçen birçok ahidleşmeyi ahd-ü mîsak
kavramı insan aklına getirmektedir. Kur'an-ı Kerim'de geçen ahidleşmelerden
birisi insanoğlunun yaratıcısını bilmesi ve O'na yönelip
ibadet etmesidir. Bu tür bir
ahid, fıtrî bir ahiddir. Allah'ın varlığına inanmak ihtiyacı, insan
yaratılışında sürekli ve kalıcıdır. Yalnız bazen insan şaşırıp yolunu sapıtır. O
zaman Allah'ın rasulleri aracılığıyla gönderdiği emir ve yasaklara uyarsa ahde
uymuş olur. Ahidleşme Kur'anî bir metottur. Allah rasulleri ile onlara uyan,
onların ashabı olan insanlar arasında gerek Allah'ın hükümlerini yaşama, gerek
bunları muhafaza etme konusunda ahidleşmeler olmuştur.
Ahid, hem Allah'ın insanlara
teklif etmiş olduğu hükümler ve hem de insanların Allah'a karşı veya Allah
namına diğerlerine karşı yerine getirmeyi taahhüd etmiş oldukları hususlardır.
Kur'an-ı Kerim'de "Allah'ın ahdini yerine getiriniz" (6/En'âm, 152)
buyurulur. Âlimler buradaki ahdi şöyle izah etmişlerdir: "Allah'ın ahidlerini
ifa ediniz. Gerek Allah'ın size teklif etmiş olduğu ahidleri, emirleri,
nehiyleri ve gerek sizin Allah'a veya Allah namına diğerlerine verdiğiniz
ahidleri, adakları, yeminleri, akitleri, doğru olan her türlü taahhütleri yerine
getiriniz. İslam'da ahdi bozmak haramdır."
Gerek Allah'a ve gerekse
insanlara karşı verilen ahdin yerine getirilmesi gerekir. Kur'an'da
kurtuluşa eren mü'minlerin sıfatları sayılırken: "Onlar emanetlerini ve
ahidlerini yerine getirirler." (23/Mü'minûn, buyurulur. Allah ile
insanlar arasında birçok ahidler vardır. Allah'ın insanlardan aldığı ilk ahid,
onların zürriyetlerini Hz. Adem'in sulbünden alıp kendi uluhiyetini tasdik
ettirmesidir (bkz. 7/A'râf, 172). Ahidle yemin arasında fark vardır. Yemin
bozulursa keffaret gerekir. Fakat ahidde bu yoktur. Ahdi bozmanın günahı
keffaretle ortadan kalkmaz.
"Ey İsrailoğulları, sizi
nasıl bir nimet ile nimetlendirdiğimi hatırlayın. Ve Bana verdiğiniz sözü yerine
getirin ki, Ben de size verdiğim sözü yerine getireyim. Siz, Benden korkun."
(2/Bakara, 40) ayeti bu ahidlerden biridir. Ayet-i kerimeden anladığımıza göre,
Cenab-ı Hakk'a söz vermiş bulunan bir kavme karşı Cenab-ı Hakk da onlara bir
vaadde bulunmuştur. Bu bir ahidleşmedir. Allah, ahdinden asla caymayacağına
göre, insanlar da ahidlerinden caymamalıydılar. Ancak insanlar ahidlerinden
caymaya başlamışlar ve Allah'a ibadet etmemek, O'nun yasaklarına uymamak ve O'na
ortak koşmak gibi sapıklıklara düşmüşlerdir. Ahidlerine uygun olarak yalnız
Allah'a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah'ın hükümlerini hâkim kılmaları
gerekmektedir. Ancak fâsıklar ahitlerini bozarak Allah'la sözleşmelerini iptal
etmişlerdir. Allah ile olan ahdine vefa göstermeyen, bu ahdi bozan ve bozmaya
çalışan kimseden hiçbir ahde saygı göstermesi beklenemez. Oysa ki Allah
kendisi ile yapılan ahde bağlılık gösterenlere büyük bir mükâfat vereceğini vaad
etmektedir. "Doğrusu sana sadakat yemini edenler (ey Muhammed) bizatihi o
yemin ile Allah'a bağlılık yemini etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin
üzerindedir. Bu yüzden her kim (o yeminden sonra) yeminini bozarsa, ancak kendi
zararına bozmuş olur ve her kim Allah ile ahdini yerine getirirse Allah ona
büyük bir mükâfat nasip edecektir." (48/Fetih, 10).
İnsanlar, Allah'ın emir ve
yasakları ile hududunu aşarlarsa şeytana ibadet etmiş, onun çenberine girmiş
olmaktadırlar. Oysa Allah bütün insanlardan ahd-ü misak aldığını ifade
buyurmaktadır. "Ey Âdemoğulları, ben sizinle ahidleşmedim mi? Şeytana
tapmayın, o sizin düşmanınızdır, diye." (36/Yâsin, 60). "Rabb'in
Ademoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve
onları kendilerine şahit tutarak: 'Ben Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir.) "Evet
(buna) şahidiz!' dediler. Kıyamet günü, biz bundan habersizdik demeyesiniz."
(7/A'râf, 172) Ahde vefa konusunda İslam son derece titiz davranır. İnsanlar
arası ilişkilerde güven unsurunun hâkim olması için yegâne garanti vasıtası ahde
vefâdır. Bu güven olmadan veya sağlanmadan sıhhatli bir toplum hayatı mümkün
olamaz. Allah öyle bir topluma rahmet nazarıyla bakmaz. "Ama Allah'a
verdikleri sözü iyice pekiştirdikten sonra bozanlar ve Allah'ın bitiştirilmesini
istediği şeyi kesenler ve yeryüzünde bozgunculuk yapanlar... İşte lânet onlara
(dünya) yurdunun kötü sonucu onlaradır." (13/Ra'd, 25)
Allah, emirleri yoluyla ve
peygamberleri vasıtasıyla insanlardan ahid almıştır. Yahudi ve
hıristiyanlardan alınan ahid de bunlar arasındadır. Allah, İsrailoğullarından,
namaz kılıp zekât vereceklerine, peygamberlerine inanıp onları
destekleyeceklerine ve Allah'a güzel takdimelerde bulunacaklarına (faizsiz borç
vereceklerine; bkz. 5/Mâide, 12), Allah'tan başkasına tapmayacaklarına, anaya
babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere iyilik edeceklerine (2/Bakara, 83),
birbirlerinin kanlarını dökmeyeceklerine, birbirlerini yurtlarından
çıkarmayacaklarına (2/Bakara, 84-85) dair söz almıştır. Fakat onlar, Allah'a
verdikleri sözü yerine getirmemiş, ahidlerini bozmuş ve bunu alışkanlık haline
getirmişlerdir (bkz. 2/Bakara, 100; 5/Mâide, 13). Hz. Musa'ya karşı geldikleri
için üzerlerine azap çökünce bunun kaldırılmasını istemişler, Hz. Musa da
onlara, Allah'a verdikleri sözü hatırlatmıştır (bkz. 20/Tâhâ, 86). Çünkü
yahudiler ne zaman Allah'a söz vermişlerse, içlerinden çoğu bu ahdi bozmuştur (bkz.
2/Bakara, 100). Allah, hıristiyanlardan da ahidler almış, fakat onlar sözlerinin
bir kısmını unutmuşlardır (5/Mâide, 14).
Allah nasıl insanlara ahid
vermişse, insanlar da Allah'tan ahid almışlardır. İnsanlar Allah'tan
başkasına ibadet etmemeğe, O'ndan başkasını rabb tanımamaya ahdetmişler; Allah
da bunun karşılığında, insanlara yardım edeceğini ve dünya hayatından sonraki
ahiret hayatında onları cennetlere koymayı ahdetmiştir. Ahid, sorumluluk
gerektirir (17/İsrâ, 34). Eğer insanlar Allah'a verdikleri ahdin ve bu ahid
çerçevesinde kendi aralarındaki ahidleşmenin sorumluluğunu yerine getirirlerse,
Allah da ahdini yerine getirecektir (2/Bakara, 40).
Tefsirciler, Allah'ın ahdinin
ne olduğu konusunda yaptıkları açıklamalarda diyorlar ki: Allah'ın ahdi,
Allah'ın insanların akıllarına yerleştirdiği tevhid, adalet ve peygamberleri
doğrulama delilleridir. Allah'ın ahdi, Allah'ın peygamberler aracılığıyla
insanlara gönderdiği mesajdır. Ayrıca, insanların yapmalarını emrettiği ve
yapmamalarını istediği konularla ilgili vasiyetidir, diyenler de olmuştur.
İbn Kesir, bu görüşler
konusunda şu açıklamaları yapar: Bazılarına göre bu ahit, Allah'ın yaratıklarına
bir buyruğu, emrettiğine itaat etmeleri, nehyettiğinden kaçınmaları konusunda
bir emridir. Bu emri kitaplarında ve rasullerinin dilleriyle açıklamıştır. Bu
ahdi bozmaları demek, onunla amel etmeyi bırakmaları demektir. Bazı alimler
de şöyle dediler: Bu ayetle bütün küfür, şirk ve nifak ehli kastedilmiştir.
Allah'ın onlara ahdi ise rububiyetine delalet eden deliller getirerek
vahdaniyetini göstermiş olmasıdır. Allah'ın onlara ahdi hiç bir kimsenin
benzerini getirmeye muktedir olamadığı mucizelerle peygamberlerinin doğruluğunu
tasdik ettiği emir ve nehyidir. Bu ahdin bozulması ise delillerle doğru olduğu
sabit olan hakikatleri kabul etmemeleri ve kitapları yalanlamalarıdır. Diğer
bazı alimler de şöyle dediler: Allah Teala'nın sözkonusu ettiği bu ahid,
insanları Hz. Adem'in sulbünden çıkardığı zaman onlardan almış olduğu ahiddir.
Bu ahdi bozmaları demek, ona uymamaları demektir. (1)
Fahreddin Razi, Allah'ın ahdi
konusunda şunları söyler: Bu konudaki farklı görüşler şunlardır:
1- Bu ahid ve misaktan maksad,
Allah'ın kullarına, kendisinin birliğini, peygamberinin doğruluğunu gösteren
delilleridir. Böylece bu, deliller ile tevhide sarılma hususunda bir ahd ve
misak (söz) almış olur. Çünkü bu, deliller ile tevhide ve Peygamber'in
doğruluğuna sarılmak demektir. İşte bundan dolayı da Cenab-ı Allah'ın "Siz
Bana olan ahdinizi (sözünüzü) yerine getirin ki Ben de size olan ahdimi yerine
getireyim" (2/Bakara, 40) ayeti pek yerinde olur.
2- Bu ayetle kastedilmiş
olanların, peygamberlerine indirilen kitaplarda Hz. Muhammed (s.a.s.)'i tasdik
etmelerine dair kendilerinden ahd ve misak alınan; kendilerine Hz. Muhammed'in
ve ümmetinin durumu açıklanan ehl-i kitabtan bir grup olması muhtemeldir.
Böylece bu grup ahitlerini bozdular, ondan yüz çevirerek Hz. Peygamber'in
nübüvvetini inkâr ettiler.
3- Alimlerden bir kısmı ise,
bununla, insanlar zerreler şeklinde iken ve onları böylece Hz. Adem'in sulbünden
çıkararak, insanlardan almış olduğu misak kastedilmiştir demişlerdir. (2)
Elmalılı, Allah'la yapılan
ahidleşme konusunda şöyle der: O fâsıklar ki, antlaşmalarını, hem de Allah'ın
anlaşmasını bozarlar; bunu da antlaşma ile belgeledikten sonra yaparlar. İlk
yaratılışta "iyyâke na'büdü ve iyyâke nesteıyn (ancak Sana ibadet ederiz ve
ancak Sen'den yardım dileriz" kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah
ile aralarında yapılmış olan ezelî antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu
yaratılışa ait genel kanunu, her iki taraftan antlaşma ile belgelenip te'kit
edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve peygamber gönderme ile takviye,
diğer taraftan kalb ve dil bakımından iman ve ikrar ile kuvvetlendirdikten sonra
bu ilahî antlaşmayı ve mîsakı kendi kendilerine bozmaya ve kaldırmaya
kalkışırlar. (3)
Seyyid Kutub, bu ahidleşme
konusuna şöyle açıklık getirir: "Allah ile beşer arasında akdolunan ahdin bir
çok çeşitleri vardır. Bunlardan biri insanoğlunun Halik'ını bilmesi ve O'na
yönelip ibadet etmesi için yaratılışında sahip olduğu fıtrî ahiddir. Allah'ın
mevcudiyetine inanmak ihtiyacı, insan fıtratında daimîdir. Bu fıtrat, bazen
şaşırıp yolunu sapıtır ve Allah'a ortak aramaya koyulur. Diğer birisi de,
Allah'ın Adem (a.s.)'ı yeryüzüne halife göndererek ondan aldığı ahittir. Allah,
peygamberler vasıtasıyla her kavim ve milletten de ahitler almıştır. Ahidler
gereğince yalnız Allah'a ibadet etmeleri, hayatlarında Allah'ın şeriat ve
nizamını hâkim kılmaları icab etmektedir. İşte fâsıkların bozduğu ahidler bu
ahidlerdir. Verdiği sözde durmayıp Allah'la ahdini bozan kimse, aynı zamanda,
Allah'la olan sözleşmesi dışındaki diğer ahidlerini de bozmuş sayılır. Zira
Allah'ın ahdini bozmağa cür'et eden kimseden, hiçbir ahde saygı
göstermesi beklenemez. Yeryüzündeki bütün sapıklık ve fesatlar, Allah'ın
emrinden uzaklaşmak, O'nunla olan ahdi bozmak ve bağlanmasını emrettiği bağları
koparmak yüzünden doğuyor. Yeryüzündeki anarşinin başı, Allah'ın beşer hayatını
idare ve tanzim için seçtiği ilahî nizamdan yüzçevirmenin sonucudur. İşte,
neticesi mutlak surette hüsran olan yolun ayrılış noktası buradan başlar. Şu
halde, yeryüzü Allah'ın nizamı ile idare edilmekten mahrum ve hayat da şeriat-ı
ilahîden uzak kaldığı müddetçe yeryüzünde huzur ve sükûn aranamaz." (4)
Kur'an'da mü'minlerin
vasıflarından bahsedilirken "Onlar emanetlerine ve ahidlerine/ sözlerine
riayet ederler." (23/Mü'minûn, diye buyrulmaktadır. Mü'minler fert
halinde de olsalar, cemiyet halinde de olsalar, verdikleri sözlere riayet
ederler, emanetlere de hiyanet etmezler. Mü'minlerin omuzlarında pek çok emanet
vardır; mü'minler her ne suretle olursa olsun emanetlerini yerine getirirler.
Çünkü doğru olmak insanların fıtratındandır; fıtrat da İslam'dır. Onun için
mü'minler, fıtratlarının doğru yoldan sapmasına müsaade etmezler. Bütün
insanların Allah'a vermiş oldukları bir söz ve ahit vardır. Bu da bütün
insanların Allah'ı tanımaları, O'na kulluk etmeleridir. Yüce Allah, insanların
fıtratına kendi varlığını ve birliğini kabul edecek özellik vermiştir.
İnsanların bozduğu her ahdin şahidi Allah'tır. Bunun için mü'min ahde vefa
gösterirken Allah'tan korkar ve sakınır.
Mü'minler genel anlamda
emanetlerden ve verdiği sözlerden sorumludurlar. Ayet-i kerime (23/Mü'minûn,
8), nassın hududunu geniş tutarak kısaca her emaneti ve her ahdi içine alacak
tarzda hüküm bildiriyor. Bu nitelikler her zaman ve her yerde mü'minlerin
nitelikleridir. Müslümanlar bu niteliklere riayet etmedikleri takdirde İslam
cemaati doğru istikameti bulamaz. Böyle bir toplumda, ortak hayat için konulacak
temel kaidelere herkesin bağlanması, güvenmesi ve dayanabilmesi için ahde vefâ
ve emanete riayet prensibi zaruridir. Bu prensibi tüm mü'minlerin örneği ve
önderi Rasulullah'ın hayatında açıkça görmekteyiz. O'na müşrikler bile güvenmiş,
emanetlerini çoğu zaman O'na teslim etmişlerdir. Bir yandan düşmanlık, öbür
yandan O'na güvenmek gerçekten düşündürücü bir haldir. İşte, kısa bir süre
içerisinde İslam'ın dünyaya hâkim olmasında Rasulullah'ın bu ilkesinin büyük
katkısı olmuştur.
"Hayır, kim ahdini yerine
getirir ve sakınırsa şüphe yok ki Allah sakınanları sever. Allah'ın ahdini ve
kendi yeminlerini az bir pahaya değiştirenlerin; işte onların ahirette hiçbir
nasibi yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onları temize
çıkarmaz ve onlar için acı bir azap vardır." (3/Âl-i İmran, 76-77) Ahde
vefa, Allah korkusuyla yakından alakalıdır. Bunun için sosyal muamelelerde
dost ile düşman arasında herhangi bir ayrım yapılamaz. Her ikisi için de durum
aynıdır. Ahde vefa dünyevî bir menfaat karşılığında değiştirilecek bir husus
değildir. Çünkü verilen söz Allah adına verilmiştir. Buradaki mesele Allah'a
karşı verilen ahde vefâ meselesidir. Onun için de karşıdaki insanlar değil;
Allah'ın emri gözetilir. (5)
Kur'an-ı Kerim'de, Allah
Teala'nın Hz. Adem'e, Hz. Musa'ya, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'e ahid verdiği
ifade edilir (bkz. 2/Bakara, 125; 7/A'râf, 134; 20/Tâhâ, 115). Bu ahid,
genellikle emir veya talimat verme şeklinde açıklanmıştır. Yine Kur'an'da
Allah'la kulları arasındaki bir ahidleşmeden de bahsedilmiş (bkz. 36/Yâsin, 60)
ve Allah adına verilen ahdin bozulmaması istenmiştir (bkz. 16/Nahl, 91).
Allah'la yaptıkları muahedeye sadık kalanlara büyük mükâfat vaad edilmiş (bkz.
48/Fetih, 10), ahdini yerine getirmeyenler fesatçı/bozguncu olarak
nitelendirilmiş (bkz. 2/Bakara, 27) ve Allah'a karşı ahidlerini hiçe sayanların
ahirette hiçbir nasip alamayacakları haber verilmiştir (bkz. 3/Âl-i İmran, 77).
"Siz bana verdiğiniz ahde sadık kalın ki, ben de size verdiğim ahdi ifa
edeyim" (2/Bakara, 40) mealindeki ayet değişik şekillerde tefsir edilmiştir.
Bir yoruma göre ayette geçen birinci ahid, Allah'ın kullarına olan emir, yasak
ve tavsiyeleri, ikinci ahid ise Allah'ın kullarına vaad ettiği af ve
mükâfatıdır. Diğer bir görüşe göre birinci ahid Allah'ın ahdi, yani kulları
üzerindeki hakkı, ikinci ahid de kulların rableri üzerindeki haklarıdır. Bir
hadise göre Allah'ın kul üzerindeki hakkı, kulun şirk koşmaksızın kendisine
ibadet etmesi, kulun Allah üzerindeki hakkı ise azap görmeden cennete girmesidir
(bz. Buhâri, Libas, 101; Müslim, İman 48). Semavî dinler, Allah'la kulları
arasında var olduğuna inanılan bir ahidleşmeye dayanır. Hz. Peygamberimiz, dua
ederken, "Allah'ım! Gücüm yettiği kadar ahdine ve vaadine sadakat
gösteriyorum" (Buhâri, Deavât 16; Tirmizî, Deavât 15) der ve kendini O'na
karşı daima sorumlu hissederdi.
.İslam Ahlâkında
Ahid
Ahid ve va'd (vaad) terimleri,
genellikle eş anlamlı olarak kullanılmıştır. Ancak Kur'an-ı Kerim'de va'd ve
bundan türemiş olan kelimeler, "Allah'ın iman eden ve salih ameller yapan
insanlara maddî ve manevî ecir ve mükâfat vereceğini bildirmesi" manasında
geçer. Ahid kelimesi ise, ahlâkî kavram olarak genellikle "birine söz verme,
vaad ve taahhütte bulunma, anlaşma yapma" manalarında kullanılmıştır. Hadislerde
de bu manalar, hem ahid ve hem de va'd kavramlarıyla ifade edilmiştir.
Kur'an'da iman, yalnızca
zihnî bir inanma değil; bunun yanında kişinin dinî naslarla belirlenmiş olan
esaslara uyacağına dair gönüllü bir taahhüdü olarak değerlendirilmek suretiyle
iman ile ahid arasında sıkı bir münasebet kurulmuştur. Böylece Kur'an'a göre
ahde vefâ, iman ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu suretle kendisini hür
iradesiyle sadakat mükellefiyeti altına sokmuş olan mü'minin ahlâkî bir
borcudur. Bu sebeple Kur'an ahdin önemi üzerinde ısrarla durmuştur. İster
Allah'a ister insanlara karşı verilmiş olsun, her vaad ve ahid, yükümlülük
için ehliyet şartlarını taşıyan bir insanı borçlu ve sorumlu kılar. İslam
ahlakında bu sorumluluğun yerine getirilmesine "ahde vefâ" veya "ahde riâyet"
denir ki, her iki tabir de Kur'an'dan alınmıştır (bkz. 2/Bakara, 177; 23/Mü'minûn,
8). "Sözünde durmak, verdiği sözlere bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak" gibi
anlamları içine alan ahde vefâ veya kısaca vefâ, İslam ahlakının en önemli
prensiplerinden biridir. Ahlakçılara göre ahde vefâyı yüksek bir fazilet
haline getiren husus, kişinin taahhüdünün aksini her an yapma imkânına sahip
olduğunu bilmesine rağmen, kendisini verdiği söze bağlı hareket etmek zorunda
hissetmesidir.
Kur'an-ı Kerim'de ve hadis-i
şeriflerde kâmil/olgun mü'minlerin vasıfları sayılırken, onların ahde vefâ
gösterme özelliklerine işaret edilir (bkz. 23/Mü'minûn, 8; 70/Meâric, 32).
Kur'an'da ahde vefâ ile ilgili ayetlerde, kendileriyle yapılmış antlaşmaların
hükümlerine riayet ettikleri müddetçe, müslüman olmayan taraflara dahi verilen
söz istikametinde uygulamada bulunulması emredilmektedir (bkz. 9/Tevbe, 1, 4,
7). Diğer ahlâkî faziletlerde olduğu gibi ahde vefâ göstermede de ümmeti için
örnek bir yaşayış sürdürmüş olan Hz. Peygamberimiz'in Hudeybiye Antlaşması'ndan
hemen sonra, yanındaki müslümanların itirazlarına rağmen, kendisine sığınan Ebu
Cendel'i antlaşmanın gereği olarak müşriklere iade etmesi, O'nun verdiği söze
bağlılığının en canlı örneklerinden birisidir. O'na "el-Emîn" sıfatının
düşmanları tarafından bile verilmesinin, kendisinin ahde vefâ ve emanete riayet
faziletine kemaliyle sahip bulunmasından ileri geldiği bütün kaynaklarda
belirtilmiştir. Nitekim O, konu ile ilgili hadislerinde ahde uygun hareket
edilmesini imandan saymış, ahde aykırı davranmayı ise nifak alametleri arasında
göstermiştir. Zira sözünde durmamak, sözüne güvenilmez olmak, imanın özünde
bulunan sadakat kavramı ile çelişmektedir. Halbuki gerek Kur'an'da (bkz.
2/Bakara, 177), gerekse hadislerde ahde vefâ ile sadakat arasında kopmaz bir bağ
bulunduğu belirtilmiştir.
İnsanların toplum hayatının
gereği olarak birbirleriyle yaptıkları sözleşmelerin esaslarına uygun hareket
etmelerinin, verdikleri sözleri mutlaka yerine getirmelerinin önemi üzerinde
ısrarla duran İslam ahlakçıları, bu konuyu ekseriyetle "dilin âfetleri" başlığı
altında incelemişlerdir. Ahlakçılar, herhangi bir vaadde bulunurken, ileride
ahde vefâ göstermeyen bir kişi durumuna düşmemek için, yerine getirilemeyecek
hususlarda düşünmeden hemen "evet" demek yerine, söz veren tarafın ahdini yerine
getirmesini engelleyen meşrû bir sebebin baş gösterebileceğini dikkate alarak,
sözün ardından, "inşallah" denilmesini tavsiye etmişlerdir. (6)
Ahde vefâ bir ahlak kuralıdır.
Bu kaideye uyan, Allah'a verdiği ahde riayet eden, bu şuura varan kimseyi Allah
sever ve ikramına nail eder. Fakat Allah'ın ahdini ve verdiği yeminleri az
bir pahaya değiştiren bir kimsenin ahirette hiçbir nasibi yoktur. Allah'ın
indinde hiçbir değere sahip değildir. İnsanlar arasında da kimse ona değer
vermez ve onu tezkiye edip temize çıkaracak kimse de olamaz. Ahde vefâ ve
diğer hususlardaki ahlakî kaide şudur ki; önce bütün ilişkilerde sorumluluk,
Allah'a karşı olmalıdır. Öyle ise, Allah'ın gazabını icap ettiren
hareketlerden sakınıp, rızasına nail olmaya çalışmak lazımdır. Bu konuda menfaat
duygusu, yani basit kişisel çıkar hiçbir zaman ölçü olamaz. Toplumlar topyekün
sapıtsa, hak yolundan ayrılsa bile mü'min için değişen hiçbir şey olmaz. Bu
kural yine olduğu gibi kalır. Zira bu, Allah tarafından hükmedilmiştir.
Rasulullah müşrik bir toplumda bile bu kaideye uymuştur. Bu kural, Allah'ın
rızasını celbedecek, takvasını kazanacak bir ahlak kaidesidir.
Bütün Ademoğullarının Allah'a
verdikleri bir sözü vardır. Allah ile yaptıkları bir ahidleri vardır. Bu
antlaşma gereğince Adem'in bütün zürriyetinin Allah'a inanmak, O'nun yüce
uluhiyeti için gerekli kulluk vecibelerini bilmek ve yerine getirmek mecburiyeti
vardır. Allah'a iman akdi, O'nun uluhiyet ve rububiyetini itiraf etmek, bu
itirafını kâmil bir kulluğu gerektiren vecibelerini bilmek, mutlak bir itaat,
derin bir teslimiyet ve şümullü bir kabullenmedir. İşte Allah Teala yeryüzünün
hilafet anahtarını önce Hz. Adem'e teslim etmiştir. Bu hilafet, ancak Allah'a
teslimiyet ile O'na tâbi olmaya bağlı bir hilafettir. Bunun tersi ise hilafet
akdine muhalefettir.
İnsanlar arası ilişkiler güven
unsurunun hâkim olabilmesi için verilen ahde vefâ göstermek şarttır. Bu güven
kazanılmadan sıhhatli bir toplumun oluşması mümkün değildir. Onun için İslam,
ahde vefâ prensibinde son derece titiz davranır ve bu hususta asla müsamaha
göstermez. Zira ahde vefâ, toplum hayatını birbirine bağlayan en kuvvetli
bağdır. Bir toplum ahde vefâ prensibine riayet etmezse, o toplum kısa ömürlü
olmaya mahkûmdur. (7)
.Ahdi Bozmak
Kur'an-ı Kerim, ahde vefâyı
emreder. Ahdi bozmayı, vefâsızlığı yasaklar. Hatta bazı örnekler vererek ahdi
bozmayı kötüler. Bazı kimselerin ahidlerini bozarken kendilerince gösterecekleri
sebepleri de reddeder. "İpliğini iyice eğirip katladıktan sonra söküp bozan
kadın gibi olmayın. Bir ümmetin sayıca daha çok olmasından ötürü yeminlerinizi
aldatma vasıtası yapıyorsunuz. Allah, onunla sizi imtihan eder. Kıyamet günü,
ihtilaf ettiğiniz şeyleri elbette beyan edecektir." (16/Nahl, 92)
Ayet-i Kerime, ahdini bozan
insanları budala kadın gibi gösteriyor. Bir kadın ki ipliğini iyice eğirip
sardıktan sonra tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu gerçekten çok yerinde bir
teşbihtir. İnsanlar da şayet bir ahitleşme yaparlarsa bu kadının durumuna
düşmesinler diye, uyarılmaktadır. Özellikle mü'minlerin şahsiyetli olmaları,
budala kadının derecesine düşmemeleri için ikaz edilmektedir. Bununla beraber,
sabırsızlıktan, zayıflıktan ve iradesizlikten kurtulmaları için
uyarılmaktadırlar.
Ahdini bozan kimseler azimetten
yoksun ve ileri görüşten mahrumdurlar. Sanki bir kadın ipliğini iyice eğirip
katladıktan sonra onu tekrar tekrar söküp dağıtmaktadır. Bu benzetmedeki bütün
ayrıntılar hakaret, hayret ve garipliklerle dolu bir anlam taşımaktadır.
Bütünüyle ahidleri bozmayı kötülemekte ve çirkin bir iş olarak ruhlara
yerleştirmeye çalışmaktadır. Şahsiyetli ve akıllı bir insanın kalkıp da bu
kadına benzemesi ve onun gibi zayıf iradeli olmayı kabullenmesi düşünülemez.
Ayette, ahdi bozma durumunda
olan devletler de kınanmaktadır. Bir devlet bir veya birkaç devletle andlaşmalar
imzalar, sonra da güçlü ve nüfuzlu devletlerin diğer saflarda yer aldığını ileri
sürerek andlaşmalarını bozar ve bunda devletin çıkarının söz konusu olduğunu
iddia ederse, İslam bu sebepleri kabul etmez ve mutlak şekilde ahde vefâ
gösterilmesini emreder. Verilen sözlerin ve andlaşmaların hile ve oyun
vasıtası kılınmasına göz yummaz. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki;
İslam, iyilik ve Allah korkusu esasları dışında yapılan hiçbir antlaşmaya itibar
etmez. Günah, isyan ve kötülük esasları üzerine yapılmış antlaşmaları reddeder.
Gerek İslam toplumunun gerek İslam devletinin yapısı bu esaslara göre
kurulur.
Müslümanların verdikleri
sözü tutmalarından dolayı tarihte birçok kavimlerin İslam'a girdiği görülmüştür.
Müslümanlardaki doğruluk ve sadakat, inançlarındaki samimiyet ve ihlas,
işlerindeki temizlik ve dürüstlük onları hayran bırakarak İslam'la tanışmalarına
sebep olmuştur. Böylece müslümanlar ahidlerini bozmamakla, kaybettikleri
basit ve küçük çıkarlar yerine pek büyük kazançlar elde etmişlerdir.
Bir müslümanın sözü
gerçekten Allah'a verilmiş bir sözdür. Müslüman, Allah korkusu taşıdığından
ahdini bozmayı düşündüğü an Allah'ın kendisini hesaba çekeceğini düşünerek
bundan vazgeçer. Çünkü ahdine sadık kaldığında Allah katında kendisi için
hayırlar hazırlandığının şuurundadır. "Allah'ın ahdini az bir pahaya satıp
değişmeyin. Eğer bilirseniz Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır."
(16/Nahl, 95) (8)
"Ahidleşip antlaşma
yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şahit
tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız
şeyleri pek iyi bilir. Yeminleri bozmada, ipliğini kuvvetle eğirdikten sonra
bozup parçalayan kadın gibi olmayın." (16/Nahl, 91-92) Allah, önem sırasına
göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid) bahsetmektedir. Bunlardan birincisi,
hepsinden önemli olan Allah ile insan arasındaki ahid, yani bağdır. Önem
sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında Allah şahit tutularak veya
Allah'ın adı anılarak yapılan ahidleşme veya anlaşmadır. Üçüncü tür ahid ise,
Allah'ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre
üçüncü ise de, bu ahdin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve
bozulması yasaklanmıştır. Bu bağlamda, Allah'ın, anlaşmaları bozanları çok
şiddetli bir şekilde azarladığına dikkat edilmelidir ki, bu, yeryüzündeki
karışıklık ve düzensizliklerin en büyük sebeplerinden biridir.
Nahl suresi 92. ayette
anlaşmazlıklara neden olan fikir ayrılıkları ve ihtilafların çözümünün kıyamet
gününde olacağı bildirilmektedir. Bu nedenle bu ihtilaflar, anlaşmaları bozmak
için birer özür teşkil etmemelidir. Taraflardan biri tamamen haklı, karşı taraf
ise tamamen haksız olsa bile, haklı olanın anlaşmayı bozması, yanlış propaganda
yapması veya diğer(ler)ini mahvetmek için başka kötü yollar kullanması doğru
değildir. Eğer haklı olan taraf böyle yaparsa, yaptığını kıyamet günü kendi
aleyhinde bulacaktır. Çünkü doğruluk ve adalet, kişinin sadece teorilerinde ve
amaçlarında doğru olması değil; aynı zamanda doğru metodlar ve araçlar
kullanmasını da gerektirir.
Yapılan yeminleri ve verilen
sözleri tutmamak ve hile vasıtası yapmak, herşeyden önce vicdanların
derinliklerinde yer eden inançları temelinden sarsar. Diğer kimselerin gözünde
de inançlara olan bağlılık ve güveni yok eder. Aldatmak için bile bile yemin
eden kimse hiçbir zaman için sağlam bir inanca sahip olamaz ve inandığı yolda
dosdoğru yürüyemez. Bunun da ötesinde yemin ettiği halde yeminini bozan veya
yalan yere yemin eden veya söz verdiği halde sözünde durmayan kimse,
muhataplarının Allah'ın yolundan uzaklaşmalarına vesile olur. İtimadlar
sarsılır, mü'minin emin/güvenilir kimse olduğu anlayışı darbe yer. Ahlâkî
anlamda insan, ahdine vefa gösteren, sözünde duran varlık diye tanımlanabilir.
Mükemmel insanın tanımlarından biri budur. (9) İman da, Allah'la kul arasında
yapılan bir an(t)laşma, bir ahidleşmedir. Bu ahidleşmeye sadakat, hem mü'minin
Rabbına karşı münasebetlere sâdık olmasıyla, hem de diğer insanlarla
ilişkilerindeki sözleşmelere sadakatle kendini gösterir.
.Hadis-i Şeriflerde
Ahde Vefâsızlık/Ahdi Bozmak
Hz. Peygamberimiz'den bir
rivayet şöyledir: "Ahdine vefâsı olmayanın imanı da (dini de) olamaz." (Beyhakî,
es-Sünnetü'l-Kübrâ, c. 9, s. 231; Zehebî, Kebâir 108)
Hadis-i şerife göre ahde
vefâsızlık, küfrün en rezil şekli olan münafıklığın da belirgin niteliklerinden
biridir. "Münafığın alâmeti üçtür. Söz söylerken yalan söyler. Va'd ettiği,
söz verdiği zaman sözünde durmaz. Kendisine bir şey emanet edildiği zaman
hiyanet eder." (S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, c. 1, s. 45, no: 31; Tirmizî,
İman 14)) "Dört şey kimde bulunursa hâlis münafık olur. Kimde bunlardan bir
kısmı bulunursa, onu bırakıncaya kadar kendisinde münafıklıktan bir haslet
kalmış olur. Bunlar: Kendisine bir şey emanet edildiği zaman hiyanet etmek, söz
söylerken yalan söylemek, ahdettiğinde, söz verdiğinde sözünü tutmamak, husumet
zamanında da haktan ayrılmaktır." (S. Buhâri, Tecrid-i Sarih, c.1, s. 45,
no: 32)
"Bir kavim ahdinden
dönerse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını musallat eder." (Muvatta, Cihad
26 -2/460-)
İbn Ömer (r.a.) anlatıyor:
"(Bir gün) Rasulullah (s.a.s.) yanımıza gelip şöyle buyurdular: "Ey
muhacirler! Beş şey vardır, onlarla imtihan olacağınız zaman artık cemiyette
hiçbir hayır kalmamıştır. Onların siz hayatta iken zuhurundan Allah'a sığınırım.
(Bu beş şey şunlardır:)
1- Zina: Bir toplumda zina
ortaya çıkar ve alenî işlenecek bir hale gelirse, mutlaka o toplumda tâun
hastalığı (bulaşıcı hastalık) yaygınlaşır ve onlardan önce gelip geçmiş
toplumlarda görülmeyen hastalıklar yayılır. (Dün frengi, bugün AIDS,
kanser..., yarın?!)
2- Ölçü-tartıda hile: Ölçü
ve tartıyı eksik yapan her toplum, mutlaka kıtlık, geçim sıkıntısı ve sultanın
zulmüne uğrar.
3- Zekât vermemek: Hangi
toplum mallarının zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da
olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi.
4- Ahdin bozulması:
Hangi toplum Allah ve Rasülü'nün ahdini bozarsa, Allah, o toplumda,
kendilerinden olmayan bir düşmanı musallat eder ve ellerindeki (servet)lerin bir
kısmını onlar alır.
5- Kitabullah'la hükmetmeyi
terk: Hangi toplumun imamları (liderleri) Allah'ın kitabı ile ameli terk ederek
Allah'ın indirdiği hükümlerden işlerine gelenleri seçerlerse, Allah onları kendi
aralarında savaştırır." (Kütüb-i Sitte Muht. Tercüme ve Şerhi, c. 17; s.
540)
Ebu Hureyre (r.a.)'den Nebî
(s.a.v.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Aziz ve Celil olan Allah: Üç
(sınıf insan) vardır ki, kıyamet gününde Ben bunların hasmıyım: 1- O kimse ki,
bana (Mukaddes ismime) yemin eder de sonra ahdini bozar. 2- Bir kimse ki,
hür (bir insan)ı köle diye satar da onun karşılığını yer. 3- Diğer kimse ki, bir
işçi tutar, onu çalıştırır da ücretini vermez, buyurmuştur." (Buhâri, Tecrid-i
Sarih Terc. Ve Şerhi, c. 6, s. 535)
"Ahdini bozan her kişi için
kıyamet gününde (halk arasında teşhir olunmak üzere) bir alâmet vardır. (o
alâmet,) sözünü bozan ğaddarın yanına dikilir, onunla bilinir." (Buhâri,
Tecrid, c. 8, s. 477)
Kur'an'da hem insanlar arası
ilişkiler, hem de insanla Allah arası ilişkilerin temelinde ahid vardır. Ahde
vefâ göstermek, hem insanlar arası ilişkilerin, hem de insan-Allah arası
ilişkilerin esasıdır. Kur'an, ahde vefâyı insanın onur burçlarından biri
olarak belirlemiş ve ahde vefânın psikolojik ve sosyolojik boyutlarına dikkat
çekmiştir. Prensipler şöyle konuyor: "Ahde vefâ gösterin, sözünüzde durun."
(17/İsrâ, 34) Ahde vefâsı olmayanın zâlimlerden olduğu anlaşılmaktadır:
"Allah, ahdim zâlimlere ermez, buyurdu." (2/Bakara, 124) "Ey iman
edenler! Akitleri(n gereğini) yerine getirin." (5/Mâide, 1). Allah,
ahd-ü misakını bozanları şiddetle kınar, onların cezalandırılacaklarını
belirtir. Bozulan bu sözleşme, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse
insanlar ile yapılan sözleşme olsun, bozanlar cezalandırılmayı hak ederler:
"Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik ve kalplerini katılaştırdık."
(5/Mâide, 13) "Onlar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler.
Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk
yaparlar; işte husrâna/ziyana uğrayanlar onlardır." (2/Bakara, 27)
Kur'an'a göre insan ruhuyla
Allah arasında ezelde yapılmış bir anlaşma vardır ve dünya hayatı bu muâhedenin
icra yeridir. Kur'an, insanı bu anlaşmayı unutmamaya ve şartlarını yerine
getirmeye çağırmaktadır. İman, bu ezelî mukavelenin bir kere daha hatırlanması
ve itirafı, dünya hayatımız da bu sözleşme şartlarına uygun bir yaşayışın
sürdürülmesidir. "Rabbi'in Ademoğullarından, onların bellerinden
zürriyetlerini alıp devam ettirmiş ve onları kendilerine şahit tutarak: 'Ben
Rabb'iniz değil miyim?' (demiştir.) "Evet (buna) şâhidiz!' dediler. Kıyamet
günü, biz bundan habersizdik demeyesiniz." (7/A'râf, 172) Bu ayette dile
getirilen ahd-ü misakın mahiyeti hakkında müfessirler çok farklı yorumlara
gitmişlerdir. Bu yorumlar şöyle gruplandırılabilir: Müfessirlerden çoğunluğu
oluşturan grup bu ayeti, sembolik (remzî) bir anlatım olarak kabul ederler.
Bunlara göre, Kur'an, bu üslup ile âdeta Allah'ın uluhiyeti fikrinin, gerçekte
insanın tabiatına/doğasına yerleştirildiğini, bunun da kavranabilir bir vakıa
olarak meydana geldiğini anlatmak ister.
Diğer bir grup müfesir, bu ahd-ü
misakın fiilen meydana geldiğini kabul ederler. Bazı müfessirler ise, bu
ahidleşme, fıtrî olması ve kelam-ı nefsîyi de içine alması itibariyle gerçek bir
sözleşme gözüyle bakarlar. Dolayısıyla olayın fıtrî olması, fiilî olarak
olmasına engel teşkil etmez görüşündedirler. Yine, bu ayette geçen "kaalû
belâ" ifadesi hakkında, bunun ezelde mi, ana rahminde mi, yoksa bülûğ
çağında mı olduğu hususunda çeşitli görüşler vardır. (10) Bütün müfessirler, bu
sözleşmeyi ister fıtrî, ruhî bir sözleşme olarak, isterse fiilî, kelamî bir
ahidleşme şeklinde kabul etsinler, insanlığın bu ahd-ü misakla gerçek anlamda
Allah'a söz vermiş ve O'nunla bir sözleşme yapmış olduğu hususunda söz birliği
içindedirler.
Mü'minler ahiretteki
kazançlarını düşünerek ahidlerini yerine getirmek zorundadırlar. Bu ahidler,
ister Allah ile kul arasında olsun, ister beşerî ilişkilerde olsun, hiçbir
değişiklik arzetmez. Tağutlara itaat eden, Allah'ın hududunu çiğneyen, İslam'ı
kişisel ve toplumsal hayatında yaşama gayretinde olmayan insanlar, Allah'la
yaptıkları ahdi, O'na verdikleri sözü bozmuşlardır. Bu kişilerin, diğer
insanlara verdikleri sözlerini tutmaları da beklenemez.
İbn Kesir, Hadislerle Kur'an-ı
Kerim Tefsiri, c. 2, s. 237
Fahreddin Razi, Tefsir-i Kebir,
c. 2, s. 206-207
Elmalılı H. Yazır, Hak Dini
Kur'an Dili, c. 1, s. 245
Seyyid Kutub, Fi Zılali'l-Kur'an,
c. 1, s. 105
Mü'minlerin Özellikleri, s.
120-121
İslam Ansiklopedisi, T.D.V.
Y. c. 1, s. 532- 535
Beşir İslamoğlu, a.g.e., s.
122-123
Şamil İslam Ansiklopedisi, c.
1, s. 55
N. Şahinler, Kur'an'da Sembolik
Anlatımlar, 146
Elmalılı, Hak Dini Kur'an Dili,
c. 4, s. 2323-2338
.Ahidle İlgili
Ayet-i Kerimeler
Ahde Vefâ (Verilen Sözü Yerine
Getirmek): Bakara, 177; Al-i İmran, 77; Maide, 1; Ra'd, 20; İsra, 34; Mü'minun,
8; Ahzab, 1; Meâric, 32.
Allah'a Karşı Verilen Sözü
Yerine Getirmek: Bakara, 100; Al-i İmran, 76; Maide, 1, 7; En'am, 152; Ra'd,
19-20, 25; Nahl, 91, 95; Mü'minun, 8; Feth, 10.
Münafıklar, Sözlerinde
Durmazlar: Tevbe, 75-78.
Mîsak: Bakara, 27, 63, 83, 84,
93; Al-i İmran, 81, 187; Nisa, 21, 90, 92, 154, 155; Maide, 7, 12, 13, 14, 70;
A'raf, 169; Enfal, 72; Ra'd, 20, 25; Ahzab, 7; Hadid, 8.
.Konuyla İlgili
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı
Hamdi Yazır, Azim Y. c. 1, s. 245
Hadislerle Kur'an-ı Kerim
Tefsiri, İbn Kesir, Çağrı Y. c. 2, s. 236-238
Mefatihu'l-Ğayb (Tefsir-i
Kebir) Fahreddin Razi, Akçağ Y. c. 2, s. 206-208
Fi Zılali'l-Kur'an, Seyyid
Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 104-105
Min Vahyi'l-Kur'an, M. Hüseyin
Fadlullah, Akademi Y. s. 140-141
Davetçinin Tefsiri, Seyfuddin
el-Muvahhid, Hak Y. s. 68
İslam Ansiklopedisi, Şamil Y.
c. 1, s. 54-56; c. 4, s. 216
İslam Ansiklopedisi, T.D.V. Y.
c. 1, s.532-535
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali
Ünal, Beyan Y. s. 101-107
Kelimeler, Kavramlar, Yusuf
Kerimoğlu, 1, s. 37-40
Kur'an'da Dinî ve Ahlâkî
Kavramlar, Toshihiko İzutsu, Pınar Y. s. 126-140
İslami Terimler Sözlüğü, Hasan
Akay, İşaret Y. s. 20-21
Kitabu't-Ta'rifat, Terimler
Sözlüğü, Cürcani, Bahar Y. s. 158
Kur'an'da Sembolik Anlatımlar,
Necmettin Şahinler, Beyan Y. s. 143-146
Kur'an'da Mü'minlerin
Özellikleri, Beşir İslamoğlu, Pınar Y. s. 120-127
Tasavvuf Terimleri Sözlüğü,
Süleyman Uludağ, Marifet Y. s. 30
Verdiği Sözde Duranlar, Osman
Karabulut, Şems Y.
|