Tevbe nin vücûbu, ayet ve hadîslerle apaçık ortadadır. Basiret gözü açılan, Allah tarafından iman nuruyla göğsü şerhedilen, her adımda kendisini hakikate doğru çeken bir öndere ihtiyacı olmadığı halde cehaletin karanlıklarında önündeki nuruyla, yürüme gücüne sahip olan bir kimsenin nezdinde de bu hüküm açıktır. Bu bakımdan sâlik (ahiret yolunun yolcusu) ya kördür, her adımında kendisini hakka doğru çeken bir rehbere muhtaçtır veya basiret sahibidir; yolun başına hidayet olunur, sonra kendi kendine o hidayet yolunda devam eder. Din yolunda insanlar da böyle kısımlara ayrılırlar. Nice insanlar vardır ki başkasını taklid etmekten kurtulamazlar. Bu bakımdan her adımda bir ayet veya bir hadîs dinlemeye mecbur olur. Bazen de bu durum onu sıkıştırır ve dolayısıyla hayretler içerisinde kalır. Böyle bir kimsenin seyr ü sülûkü ömrü ne kadar uzun olursa olsun, çalışması ne kadar çok olursa olsun eksiktir, adımları yetersizdir.

Nice said vardır ki Allah onun göğsünü İslâm için açmıştır ve o rabbinden gelen bir nur üzerindedir. Az bir işaretle en dolambaçlı yolda yürümeyi, en zor engelleri aşmayı becerir. Onun kalbine Kur’ân ve iman nuru doğar. O, içindeki nurun çokluğundan ötürü az bir beyan ile idare eder. Sanki o, yağma ateş dokunmasa bile parlayacaktır. Hele ateş dokunursa o vakit nur üzerine nur olur. Allah Teâlâ dilediğini nuruna hidayet eder.

Böyle bir kimse her hâdisede nakledilen bir nassa muhtaç olmaz. Bu bakımdan durumu böyle olan bir kimse, tevbe’nin farziyetini bilmek istediği zaman, önce basiret nuruyla tevbe’nin ne olduğunu tedkik eder. Sonra farziyet ile tevbe’nin mânâsını bir araya getirir. Bu mânânın tevbe için sabit olduğunda şüphesi kalmaz. Vâcib, ebedî saadete varmakta ve ebedî helakten kurtulmakta vâcib olan şey demektir; zira eğer saadet ve şekavet, birşeyin yapılmasına veya terkedilmesine bağlı değilse, o vakit o şeyi vâcib olmakla hiçbir mânâsı kalmaz.

Kişinin ‘(Ünsiyet!) icabla vâcib oldu’ demesi, sadece laftır ve faydadan uzak bir konuşmadır; zira bizim için ne hâl-i hazırda ne de gelecekte, yapılmasında veya terkedilmesinde bir fayda olmayan şey ile ister başkası onu bize vâcib kılsın, ister kılmasın meşgul olmamızın hiçbir mânâsı yoktur. Bu bakımdan kişi, vücubun (farziyetin) mânâsını bildiği ve bunun ebedî saadetin vesilesi olduğunu anladığı ve beka evinde saadetin ancak Allah ile mülâki olmakta olduğunu, Allah’a karşı mahcup olan herkesin elbette şakî olacağını, onunla tevbe arasına perdeler gerileceğim, ayrılık ve cehennem ateşiyle yanacağını, Allah ile mülâki olmaktan ancak şehvetlere tâbi olmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bu fânî âleme gönül bağlamanın ve kesinlikle ayrılacağı şeylerin sevgisine bağlanmanın uzaklaştırıcı olduğunu, bunun yanında Allah ile mülâki olmaya yaklaştıracak şeyin ancak kalbi dünyanın sahte süslerinden kesip tamamen Allah’ın zikriyle, onun celâl ve cemâlinin marifetini gücü nisbetinde bilmekle, ona muhabbet göstermekle yakınlık sağlamanın ancak Allah’a yönelmekle olduğunu ve Allah’tan yüz çevirmek, Allah’ın huzurundan uzaklaştırılmış düşmanları olan şeytanlara tabi olmaktan ibaret olan günahların mahcubiyetine ve Allah’tan uzaklaşmasına sebep olduğunu bildiği zaman, yakınlığa varmak için uzaklaştıran yollardan dönüş yapmanın farz olduğundan şüphe etmez. Bu dönüş ancak ilim, pişmanlık ve azimle tamam olur. Çünkü kişi, günahların Allah’tan uzaklaştıran sebepler olduğunu bilmedikçe, pişman olmaz. Uzaklaştıran yollara devam ettiğinden ötürü elem duymaz. Elem duymadıkça dönüş yapmaz. Dönüş yapmanın mânâsı, elem verici hareketi terketmek ve azimli olmaktır. Bu bakımdan kişi, bu üç mânânın amaca ulaşmak için zarurî olduğundan şüphe etmez.

İşte basîret nuruyla hâsıl olan iman böyle olur. Fakat halkın çoğunun takatinin dışında olan şeylerde başkasına tâbi olması için geniş bir imkân vardır. O ancak taklidî imanla felâketten kurtuluşa varır. Bu bakımdan bu hususta Allah’ın, Hz. Peygamber’in ve selef-i sâlihinin sözlerini düşünmelidir!

Ey mü’minler! Hepiniz birden Allah’a tevbe edin ki felaha eresiniz.
(Nûr/31) Buradaki emir umumî bir emirdir.

Ey iman edenler! Allah’a yürekten tevbe edin! (Tahrîm/8)

Ayette bahsi geçen ‘Nasûh tevbesi’ hâlisen Allah için, şaibelerden temiz olarak yapılan tevbe demektir. Nasûh, nasihat kökünden türemedir. Tevbe’nin faziletine Allah Teâlâ’nın şu ayet-i celîlesi de delâlet eder:

Elbette Allah çokça tevbe edenleri ve çok temizlenenleri sever.
(Bakara/222)
Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Tevbe eden bir kimse, Allah’ın dostudur ve günahtan halis tevbe eden bir kimse, günahı olmayan bir kimse gibidir.4

Muhakkak Allah Teâlâ’nın mü’min bir kulunun tevbesiyle sevinci, bir adamın tehlikeli, ıssız bir çölde bineği, yiyeceği ve içeceği olduğu halde biraz uyuduktan sonra uyandığında azığının ve bineğinin kaybolduğunu görüp, onu her tarafta aradıktan sonra ‘Konak yerine gideyim, orada ölüm uykusuna yatayım’ diyerek başını kolunun üzerine koyarak uykuya yatıp, bir müddet sonra uyandığında, azığı ile devesini yanında gördüğü zamanki sevincinden daha fazladır.5

Hadîsin bazı versiyonlarında geçtiği üzere deve sahibi, sevincinin şiddetinden ötürü Allah’a şükretmek için ‘Sen benim rabbimsin, ben de senin kulunum’ diyeceği yerde ‘Ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun’ demiştir.

Hasan Basrî’den şöyle rivayet ediliyor: ‘Adem (a.s) tevbe ettiği zaman melekler onu, tevbesinin kabulünden ötürü tebrik ettiler. Cebrâil ve Mikâil onun yanma inip şöyle dediler: ‘Ey Adem! Allah’ın senin tevbeni kabul etmesinden ötürü gözün aydın olsun!’ Hz. Adem (a.s) Cebrail’e ‘Eğer bu tevbemden sonra yine sorgu sual var ise, benim makamım neresi olur?’ dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ vahiy göndererek şöyle buyurdu: ‘Ey Adem! Sen zürriyetine yorgunluk ve çok çalışmayı miras olarak bıraktın. Ben de onlara tevbe kapısını açtım. Bu bakımdan onlardan kim beni çağırırsa, sana cevap verdiğim gibi, ona da cevap vereceğim. Benden kim mağfiret isterse, ona mağfiret edeceğim. Çünkü ben yakınım. Çağırana cevap veririm. Ey Adem! Tevbe edenleri kabirlerinden, sevinçli bir durumda hasrederim. Onların duaları kabul edilmiştir’.

Bu hususta vârid olan rivayetler sayılmayacak kadar çoktur. Tevbe’niıı vâcib oluşunda ümmetin ittifakı vardır; zira tevbe’nin mânâsı, günahların helâk edici ve Allah’tan uzaklaştırıcı olduğunu bilmektir. Bu, imanın vücubuna dahildir. Fakat bazen gaflet insanı bundan habersiz bırakır. İşte ilmin mânâsı, bu gafleti ortadan kaldırmaktır. Bu bakımdan tevbe’nin farz olduğunda ihtilâf yoktur.

Tevbe nin bir mânâsı da günahları derhal terketmek, gelecekte de yapmamaya azimli olmak ve daha önce geçen kusurları telâfi etmeye çalışmaktır. Böyle yapmanın farz olduğunda şüphe yoktur. Geçmişe dair nedamet getirmek ve üzülmek farzdır. Bu ise tevbe’nin ruhunu teşkil eder. Günahların telâfisi bununla tamamlanır. Öyle ise tevbe nasıl farz olmasın? Tevbe bir tür elemdir ki Allah’ın öfkesini gerektiren ve zayi olan hayatın hakikatini bilmenin akabinde meydana çıkar.

Soru: Kalbin elem duyması, insanoğlunun elinde olmayan zarurî bir şeydir. Bu bakımdan böyle kendiliğinden olan bir şeyi Vacibdir’ diye vasıflandırmak nasıl olur?

Cevap: Bunun sebebi, kesinlikle sevdiği şeyin elden çıktığını bilmesidir. Bunun sebebini tahsil etmeye bir yol vardır. İşte bu mânânın benzeriyle ilim, vâcib olur. Yoksa ilim ‘kul tarafından yaratılır ve nefsinde meydana gelir’ mânâsına gelmez. Çünkü böyle yapması muhaldir. İlim, pişmanlık, fiil, irade, kudret ve kudretin sahibi olan insan bunların hepsi Allah’ın mahlûku ve fiilidir.

Oysa sizi de, yaptığınızı da Allah yaratmıştır. (Sâffât/96)

İşte basiret sahiplerinin nezdinde hak budur. Bunun ötesi dalâlettir.

Soru: Acaba kulun fiili yapmakta veya terketmekte herhangi bir ihtiyarı yok mudur?

Cevap: Evet vardır! Fakat onun varlığı bizim ‘hepsi Allah’ın mahlûkudur’ dememize ters düşmez. Kulun ihtiyar etmesi de Allah’ın mahlûkudur. Kul, kendi ihtiyarında mecburdur. Çünkü Allah Teâlâ sağlam eli, lezzetli yemeği, midede yemeğe karşı olan şehveti, kalpte ‘şu yemek şehveti teskin eder’ ilmini, ‘şu yemek, şehveti teskin etmesine rağmen, onda zararlı bir madde var mıdır, yok mudur? Onu aldatmaktan zorlaştırıcı bir mâni bulunur mu bulunmaz mı?’ diye çarpışan fikirleri, sonra ‘hiçbir mâni yoktur’ ilmini yarattıktan sonra bu sebepler bir araya geldiğinde yemeği yemeye insanı zorlayan irade kesinleşir.
Bu bakımdan çarpışan düşüncelerin gelip geçmesinden ve yemeğe olan şehvetin meydana gelmesinden sonra iradenin kesinliğine ‘ihtiyar’ (veya cüz-i ihtiyar) ismi verilir. Oysa sebeplerin tamamlanması, anında var olması lâzımdır. Bu bakımdan iradenin kesinliği Allah tarafından yaratıldığında, sıhhatli el şüphesiz lezzetli yemek cihetine meyleder; zira irade ve kudretin tamam olmasından sonra, fiilin meydana gelmesi zarurî olur. Bu bakımdan kudret ve kesin iradenin meydana gelmesinden sonra, Allah’ın yaratmasıyla hareket hâsıl olur. Oysa kudret ile iradenin ikisi de Allah’ın mahlûkudur. İradenin kesinliği, şehvetten ve mânilerin bulunmadığını bilmekten sonra hâsıl olur. Oysa onların ikisi de Allah’ın mahlûkudurlar. Fakat bu mahlûkların bir kısmı diğerinin üzerine terettüp etmektedir. Öyle bir tertip ki mahlûkların yaratılışında Allah Teâlâ1 nın âdet-i ilâhîsi o tertip üzere cereyan etmiştir.

Allah’ın fıtrî kanunu asla değişmez. Bu bakımdan Allah Teâlâ, elde kudret denilen bir sıfatı, hayatı ve kesin olan iradeyi yaratmadıkça, doğru bir yazıyı yazmak için elin hareketini yaratmaz. Kesin iradeyi de şehveti ve nefiste olan meyli yaratmadıkça yaratmaz. Nefisteki bu meyil, Allah Teâlâ ‘Bu meyil hâl-i hazırda ve gelecekte nefse uygundur’ ilmini yaratmadıkça tam manâsıyla harekete geçemez. İlmi de ancak hareket, irade ve ilme dönüşen birtakım başka sebeplerden sonra yaratır. Öyleyse ilim ve tabiî meyl daima kesin irade ve kudreti arkalarına takarlar. İrade de daima hareketi getirir.

İşte her fiilde bu tertip vardır. Hepsi Allah’ın yoktan var etmiş olduğu mahlûkudur. Fakat var edilenlerin bazısı diğeri için şarttır. Bunun için bazılarının öne alınması bazılarının da tehir edilmesi farz olur. Nitekim iradenin ancak ilimden sonra, ilimin ancak hayattan sonra, hayatın da ancak cisimden sonra yaratıldığı gibi… Bu bakımdan cismin yaratılışı hayatın var olması için şarttır. Ancak bu, hayatın cisimden doğduğu anlamına gelmez.

Hayatın yaratılması ilmin yaratılması için şarttır. Bu, ilim hayattan doğar anlamına gelmez. Fakat böyle olmakla beraber, cisimde hayat olduğu zaman ilmi kabul etmeye müsait olur. İlmin yaratılışı iradenin kesinliği için şarttır. Bu, ilmin iradeyi doğurduğu anlamına gelmez. Fakat buna rağmen iradeyi ancak diri ve ilim sahibi olan bir cisim kabul eder. Varlık âlemine ancak mümkün olan birşey girer. İmkânın bozulmayı kabul etmeyen bir tertibi vardır. Çünkü bozulması muhaldir. Bu bakımdan ne zaman vasfın şartı mevcut olursa, o şarttan ötürü o merkez, vasfı kabul etmeye müsait olur. Öyleyse o vasıf, istidadın huşûlu anında ilâhî cömertlik ve ezelî kudretten hâsıl olur. Şartlar sebebiyle istidadın bir tertibi vardır. Kul, bu tertipli hadiselerin cereyan merkezidir. O, bir oları Allah’ın hükmünde göz açıp kapatmak gibi bozulmaz bir küllî tertip ile tertiplenmiştir. Onun ayrıntılı olarak ortaya çıkması, bir ölçüye göredir ki o ölçüyü aşamaz.

Allah Teâlâ’nm şu ayet-i celîlesi bunu ortaya koymaktadır:

Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kadere (ölçüye) göre yarattık.
(Kamer/49)
Şu ayet de küllî ve ezelî kazaya işaret etmektedir:

Bizim buyruğumuz yalnız bir tektir, göz açıp kapama gibidir.
(Kamer/50)
Kullara gelince, onlar kaza ve kaderin cereyanları altında musahhardır. Kâtibin elinde, kudret ve irade diye adlandırılan ve nefiste bulunan kesin ve kuvvetli bir meylin yaratılışından sonraki hareketi yaratmak kaderin cümlesindendir. Meylinin nereye olduğunu bildikten sonra bu kasda idrâk ve mârifet adı verilir.

Bu dört durum, ne zaman melekûtun iç âleminden, takdirin kahrı altında bulunan bir kulun cismi üzerinde belirirse, gayb ve melekût âleminden habersiz oları, sadece şehâdet ve mülk âlemini gören insanlar acele ederek derler ki: ‘Ey kişi! Sen hareket ettin. Sen attın. Sen yazdın’. (Fakat) gayb perdeleri ve melekûtun arkasından şöyle denilir:
(O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü, attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı. (Enfâl/17)

Bu durum karşısında sadece şehadet âleminden haberdar olanların akılları hayrete kapılır. (Cebriler gibi) kimi ‘Bu halis bir cebr’dir’ der, kimi (Kaderîler gibi) ‘Bu sırf (kulun) bir icadıdır der.
Cebr ile kader arasında hareket eden bir çokları da fiillerin kulun kesbi olduğuna meyletmiştir.6
Eğer onlara gök kapıları açılmış olsaydı, onlar gayb ve melekût âlemine baksaydılar, her birinin bir yönden doğru olduğunu görürlerdi.

Fakat bunların hepsi de kusurludur. Hiçbiri bu işin hakikatini idrâk edememiş, onu ilminin kapsamına alamamıştır. Bunun hakikatine ancak gayb âlemine açılan pencereden doğan bir nur ile ulaşılabilir.

Gayb ve şehâdefin âlimi Allah Teâlâ’dır. Gaybma hiç kimseyi muttali kılmaz. Arıcak razı olduğu peygamberlerini muttali kılar. (Nitekim Kur’ân böyle haber vermektedir). Şehâdet âlemine ise, Allah’ın razı olmadığı kimseler de muttali olurlar.

Kim sebeplerle müsebbeblerin zincirini harekete geçirip bu zincirlemenin keyfiyetini bilir, o zincirlerin sebeplerinin müsebbiblerine nasıl bağlandığını anlar ve ona kaderin sırrı keşfolunursa, o yakînî bir ilimle bilmiş olur ki Allah’tan başka yaratan ve Allah’tan başka mûcid yoktur.

Soru: Sen, cebri savunan grubun, fiili tpıamen kula ait kabul eden ve kesbe meyleden sınıfların hepsinin bir yönden doğru olduğuna ve yine de kusurlu bulunduğuna hükmettin. Bu ise tenakuzdur. Bunun anlaşılması nasıl mümkün olur? Bunu bir misal ile zihinlere yaklaştırmak mümkün müdür?

Cevap: Körlerden bir cemaat memlekete fil getirildiğini duymuşlar, ona dokunup incelemek için filin yanına gelmişler. Körlerden biri filin bacağına, biri dişine, biri de kulağına dokunup yoklamış ve bunun üzerine “Biz fili anladık’ demişler. Filin yanından gittikleri zaman, diğer körler filin nasıl olduğunu onlara sormuşlar. Fili değişik değişik tarif etmişler. Filin bacağına dokunan demiş ki: ‘Fil, bir direk gibidir. Fakat direkten biraz yumuşaktır!’ Filin dişine dokunan kişi demiş ki: ‘Onun dediği gibi değildir. Aksine fil serttir. Onda yumuşaklık yoktur ve kaygandır. O direk gibi kalırı değildir. İnce bir sopa gibidir’. Filin kulağını elleyen demiş ki: ‘Hayatımla yemin ederim. Fil yumuşaktır. Onda sertlik yoktur. Benden önce konuşanlardan biri doğru söyledi’ dedikten sonra şöyle devam etmiş Takat fil ne sopa gibi, ne de direk gibidir. O kaim ve enli bir deri gibidir’. Körlerden her biri, bir yönden doğru söyledi; zira herbiri filin dokunduğu kısmından haber vermiştir. Hiçbiri filin vasfı hakkındaki tecrübesinden dışarı çıkmamıştır. Fakat üçü de filin suretinin hakikatini ihata etmekte kusur etmişlerdir.

Bu bakımdan bu misal ile gözünü aç ve ibret al! Zira bu misal, insanların hakkında ihtilâf ettikleri pekçok fikirlerin misalidir. Her ne kadar bu kelâm, mükâşefe ilminin denizine dalan, onun dalgalarını harekete geçiren bir konuşma ise de… Fakat bu bizim konumuz değildir. Şimdi biz tevbeye dönelim. Bahsini yaptığımız tevbe’nin üç parçası olan ilim, pişmanlık ve günahı terketmekle beraber vâcib olmasının beyanı ile pişmanlığın vücûb hükmüne dahil olduğunun beyanıdır. Çünkü pişmanlık, Allah Teâlâ’nm kulun ilmi ile iradesi arasında mahsur kalan fiillerine dahildir. Bunların arasına giren kudretinin cümlesindendir. Vasfı bu olan bir şeyi, vücûh ismi kapsar.

4) ibn Mâce
5) Müslim, Buhârî, (İbn Mes’ud’dan)
6) Fiili Allah’a isnâd ederek, kul için fiilde kesbi isbat edenler Eş’arîlerdir.

Günah ve Tevbe

Nihat Yatkın
AddThis Sharing Buttons
2 22

Günah, muvazenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse; tevbe, usulüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmaktır. Diğer bir ifade ile günah; vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, ruhun aldığı yara ise; tevbe, kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması; böylece insanî duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.

Sahabe-i Kiram, Allah Resûlü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzurunda bulunurken kalben daha huzurlu ve uhrevî âleme daha meyilli bir ruh iklimine bürünürlerdi. Huzurdan ayrılıp; eşlerinin ve çocuklarının yanına döndüklerinde huzurdaki atmosferi kaybetmenin hüznünden ve dünyaya meyletmelerinden şikâyet eder, rahatsızlık duyar hatta helâk olacakları korkusuna kapılırlardı. Yine bir gün böyle bir hâl zuhur etmiş ve durumlarını Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem) arz etmişlerdi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) onları dinledikten sonra, yaşadıkları bu hâlin gayet tabiî olduğunu; şayet, kendi huzurundaki halet-i ruhiyelerini devam ettirmiş olsalardı, meleklerin kendilerini evlerinde ziyaret edip musafaha edeceklerini beyan ederek, şöyle buyurmuştur: "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah, sizi götürür ve yerinize, günah işleyecek bir kavim yaratırdı, onlar (günah işlemelerini müteakip) Allah'tan bağışlanma talep ederlerdi, Allah da onları affederdi." (bkz. Müslim, Tevbe, 9; Ahmed b.Hanbel, Müsned, V/415; Beyhaki, Şuabu'l-imân, V/409).

Günaha Rağmen Yeşeren Ümitler
Ashaptan Hz. Ebû Hureyre vasıtasıyla değişik tariklerle bize kadar ulaştırılan bu hadîs-i şerîf, büyük yıkımlara hattâ küfre kadar sürükleyen ümitsizlik ve suçluluk duygusuna kapılan insanın, âdeta okyanusun ortasında sulara gark olmak üzereyken ona uzanan güçlü bir el gibi imdadına yetişmiştir. Hadîsin sebeb-i vürûduna bakıldığında, sahâbenin dünyaya meyletmeleri ve yeni nâzil olan inzâr âyetlerini işittiklerinde endişelenip ümitsizliğe düşmeleri üzerine, Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) mezkûr hadîsi irad ederek onları rahatlatmış ve inzâr ve tebşir dengesiyle hareket etmiştir. Bunun üzerine sahâbe de, elde etmeyi umdukları Cennet nimetlerini arzulayarak ümitsizlik ve endişelerinden sıyrılmaya çalışmışlardır.

Sahabî Hz. Hanzale el-Üseydî yaşadıklarını şöyle anlatıyor: "Bir gün Ebû Bekir'le karşılaşmıştım; ‘Nasılsın yâ Hanzale!' dedi. Ben de: ‘Hanzale münafık oldu!' dedim. Bunun üzerine Ebu Bekir: Sübhanallah! Sen ne söylüyorsun? dedi. (Hanzale); ‘Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanında bulunduğumuzda bize Cennet'i, Cehennem'i öyle anlatıyor ki onları müşahede etmiş gibi oluyoruz. Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanından ayrıldıktan sonra ise çoluk çocuğumuzla, maişet dertleriyle meşgul olmaya başlıyoruz. Bu sebeple çok şey unuttuk', dedim. Ebû Bekir: ‘Vallahi biz de aynı şeyleri yaşıyoruz', dedi. Ebû Bekir'le birlikte yürüdük ve Rasûlullah'ın (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına geldik. Ben hemen: ‘Hanzale münafık oldu yâ Rasûlallah!' dedim. Rasûlullah: ‘O ne demek öyle?' diye sordu. ‘Yâ Rasûlallah! Sen'in yanında bulunuyorken bize Cennet'i ve Cehennem'i anlatıyor, hatırlatıyorsun. O derecede ki, gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Senin yanından çıktığımız vakit eşlerimiz, çoluk-çocuğumuzla ve geçim derdiyle meşgul oluyoruz ve çok şeyi unutuyoruz', dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, siz benim yanımda bulunduğunuz hâli muhafaza edip zikirle meşguliyete devam edecek olsanız, melekler sizinle yattığınız döşeklerinizde ve yürüdüğünüz yollarınızda musafahaya dururlar. Lâkin yâ Hanzale' bazen öyle, bazen böyle' buyurdu. Ve bunu üç defa tekrarladı." (Müslim, Tevbe, 12, 13; Tirmizî, Kıyâme, 59) İbn Ebî Müleyke "Ben kendisinin münafık olduğundan ürperen otuz sahabeyi idrak ettim" der.1 Onların korktukları husus itikadî nifak yani gerçekte kâfir olup küfrünü gizleyen münafıklık değil, Allah'ın emirlerini anladıktan sonra gerçekten kendisinden beklenen kulluğu yerine getirememekten kaynaklanan amelî nifaktır. Bu tabiî ki yüksek bir haslettir.

Birçok hadîste, Yüce Allah'ın, kulun günahlarını, dağlar kadar, hattâ gökleri dolduracak kadar da olsa, tevbe etmesi hâlinde affedeceği (Müslim, Tevbe, 51), inanarak ve ecrini Allah'tan umarak ramazan orucunu tutması şartıyla geçmiş günahlarını bağışlayacağı (Nesâî, Sıyâm, 40; Tahrim, 1; Ebû Dâvûd, Fiten, 6), keza günde yüz kere ‘sübhanellah vebihamdih' demesiyle, denizin köpüğü kadar da olsa hatalarını sileceği, aynı şekilde bazı ibadetleri yapması durumunda günahlarını bağışlayacağı belirtilmektedir (Buhârî, Daavât, 65; Müslim, Zikir, 28; Tevbe, 31).

Bu tür hadîsler insanları ibadete teşvik etmenin yanında günahların affedileceği mânâsını da ihtiva etmektedir. "Eğer yasaklanan günahların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin öbür küçük günahlarınızı örtüp affederiz ve sizi değerli bir mevkie yerleştiririz." (Nisâ, 4/31) âyetinde büyük günahlardan uzak durulduğunda küçük günahların affedileceğine işaret edildiği gibi değişik hadîslerde de beş vakit namaz, iki Cuma, iki Ramazan -büyük günahlardan sakınıldığı takdirde- aralarında işlenen günahlara kefaret olacağı ifade edilmektedir. Yeter ki kul, defalarca da olsa, günah işledikten sonra, içtenlikle günahlarını bağışlayacak bir Rabbi olduğuna inansın ve ona yönelmiş olsun… (Müslim, Tevbe, 29, 30)

Vakıada bunun böyle olduğuna, yani günahların tevbe ile affedilebileceğine bir delil olmak üzere, Tebük Gazvesi'nden, gerçek mazeretleri olmadığı hâlde geri kalan Ka‘b b. Mâlik ve arkadaşlarının tevbelerinin kabul edildiğini örnek gösterebiliriz (Tevbe, 9/102, 117-118; Müslim, Tevbe, 53). Ayrıca günah işleyip de tevbe edenlerin günahsız gibi olacağı hususu da bir hadîs-i şerîfte ifadesini bulmuştur (Heysemî, Mecma‘u'z-Zevâid, X/200). Bunun yanında bir taraftan, hadîslerde Yüce Allah'ın affı sevdiği (Buhârî, İman, 40), tevbeleri çokça kabul ettiği (Tevvâb olduğu) belirtilirken (Buhârî, Rikâk, 10), diğer taraftan da her bir âdemoğlunun çokça hata işleyebileceği, hata işleyenlerin de en hayırlılarının çokça tevbe edenler olduğu beyan edilmiştir (İbn Mâce, Zühd, 30).

Kur'ân Perspektifinden Günah
Kur'ân-ı Kerîm de, küçüğünden büyüğüne, gizlisinden açığına kadar bütün günahlardan şiddetle sakındırmış ve işleyenlere de ağır cezaların verileceğini beyan buyurmuştur (Bakara, 2/276; Mâide, 5/2, 62, 63; Nûr, 24/11; Hâkka, 69/36-37).

Önce şuna işaret etmek gerekir ki, Kur'ân'da günah ve kötülük kavramları mutlak olup, hem inananlara hem de inkârcılara nispet edilmektedir. Yani, günah veya kötülük kavramlarının muhtevasında, Yüce Allah'ın yasakladığı yalan, iftira, her tür kötülük, zina, adam öldürme vb. söz ve fiiller olduğu gibi, Allah'ı inkâr, şirk koşma, peygamberlere karşı gelme ve onları kabul etmeme gibi, inancın temellerini dinamitleyen davranışlar da yer almaktadır. Bir yerde iftira etme büyük günah sayılırken (Bakara, 2/81; Mâide, 5/29), bir başka yerde şirk koşma da büyük günah sayılmıştır (Nisâ, 4/48; En‘âm, 6/151). Her türlü günahın akıbetinden sakındırılmış; failleri ya dünyada felâketlere uğratılmış yahut, sürekli Cehennem'de kalmakla tehdit edilmişlerdir (İsrâ, 17/39; Nûr, 24/11).

Diğer taraftan Kur'ân'da, bir yerde mutlak olarak Yüce Allah'ın bütün günahları affedeceği (Zümer, 39/53), başka bir yerde kendisine ortak koşma müstesna diğer bütün günahları bağışlayacağı (Nisâ, 4/48) beyan edilmiş, büyük günahlardan sakınanların ufak tefek kusurlarının affedilerek Cennet'le mükâfatlandırılacakları belirtilmiştir (Nisâ, 4/31; Necm, 53/32).

Dolayısıyla, günahtan sakındırma ve günahkârların cezalandırılmasının zikredildiği yerde aftan ve tevbeden bahsedilmiş olması son derece dikkat çekicidir. Şayet Yüce Allah, kulunun asla günaha düşmesine müsaade etmeseydi, ne tevbeden, ne Tevvâb sıfatından ve ne de Gafûr, Rahîm, Afüv gibi sıfatlarından söz ederdi. Tevbeden ve afvtan söz edilen yerde günah var olacak demektir.

Kibirden Kaynaklanan Günahın Fecaati
Başta zikrettiğimiz hadîsin zâhirinden ilk bakışta, sanki günaha dalan gafilleri teselli etmek gibi bir mânâ çıkıyor gibi görünmektedir. Hâlbuki peygamberler, ancak insanların günaha düşmelerine engel olmak için gönderilmişlerdir. Dolayısıyla hadîs de, günahkârları tevbeye teşvik etmek için, Allah'ın affedici olduğunu ve günahkârlardan vazgeçeceğini beyan etmektedir. Bu böyledir, çünkü Yüce Allah, iyilere vermeyi sevdiği gibi, günahkârları bağışlamayı da sever. Buna Allah'ın, Gaffâr, Halîm, Tevvâb ve Afüv gibi birçok sıfatları işaret etmektedir. Yoksa kulları, melekler gibi günah işlemeye müsait olmayan yapıda bırakmak için değildir. Bilakis kulları içinde, tabiî olarak heva ve hevesine meyleden; tabiatının gereğine tutunanları da yaratır, sonra da onları günahtan korunma ile mükellef tutar ve günahla yargılamaktan sakındırır. Bu kulları bazen günah işlemekle ibtilâ/imtihan eder, sonra da tevbeyi öğretir. Şayet kul, Allah'ın emirlerini tastamam yerine getirirse ecri Allah'a aittir; yok eğer yoldan saparsa, tevbe onu beklemektedir.

Hadîste kastedilen bir mana da şu olmalıdır; şayet siz, melekler gibi yaratılmış olsaydınız, elbette Allah Teâlâ bir topluluk getirirdi ki onlardan günah işleyenler de olurdu, böylece hikmet gereği, mezkûr sıfatlarla onlara tecelli ederdi. Çünkü Gaffâr, mağfûru gerektirir. Nitekim Râzık da merzûku gerektirir…2

Diğer taraftan hadîs daha çok, günah işlemeyen ve kendisini ibadete adamış olanların kibir ve gurura kapılabilecekleri noktasından ele alınarak anlaşılmaya çalışılmıştır. Nitekim Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) bir seferinde; "Şayet siz günah işlemeseydiniz, bundan daha büyüğü/tehlikelisi olan kibre düşmenizden korkardım kibre!" (Deylemî, Firdevsü'l-ahbâr, III/417) buyurmak suretiyle bu hususun önemine dikkatleri çekmiştir.

Zekeriyyâ b. Muhammed el-Kazvînî (v. 862/1457), zahidleri uyarma maksadıyla diyor ki; "Bazı insanlar âbidlerin giysileriyle süslenir, tâat ve ameline düşkünlük gösterirler. Ancak maksatları Hakk değil halktır. Amellerini kibirden,‘ucbdan (gururdan), gıybetten ve nemîmeden (koğuculuk) arındırmazlar. Hâlbuki her kim amelini bunlardan arındırırsa, onun Allah Teâlâ Sübhânehu ve Teâlâ'nın ahlâkı ile ahlâklandığına inanılır. Çirkin amellerden sakınırsa onun hâiflerden (dertlilerden) olduğu anlaşılır ki, o eminlerden sayılır ve ona güvenilir."3

Kibrin en tehlikelisi, en yıkıcısı da, ibadet etmiş olmaktan doğan kibirdir, denilmiştir. Cübeyr b. Nüfeyr (v. 80/699)'e, "Hangi kibir daha kötüdür?" diye sorulunca, "ibadet kibridir" cevabını vermiştir.4 Bu kanaat bütün İslâm büyüklerince paylaşılmıştır. İnsan mânevî mertebesi ne olursa olsun kendisini başkalarından üstün, herkesi batmış, kendisini kurtulmuş görmemelidir. Avn b. Abdillah der ki: "Kendini başkalarından az da olsa üstün görmen, sana kibir olarak yeter."5 Bir başka İslâm büyüğü de bu gerçeğe şöyle temas ediyor: "İbadete güvenmek, sülûk erbabının başlangıçta karşılaştıkları en büyük tehlikedir. Bu güven, kuruntunun insana galip gelmesi ve hayalin akıl aynasını paslatması yüzündendir. Sâlikin bu vehim ve hayalden kurtulmasıı ileri derecede iç aydınlığı sayesinde mümkün olur. Demek oluyor ki ibadetten doğan kibir sonsuzluk yolunda bir geriliği belgeliyor."6

Kibir-günah mukayesesi yapılırken, insanı Allah'a tevbeye, tazarru ve niyaza götüren günahın, kibre sevkeden ibadetlerden daha üstün olduğu bile dile getirilmiştir (Beyhakî, Şuabü'l-İmân, V/453). Özellikle tasavvuf ehli, kişiliğin yıkımına yol açan, gem vurulmamış kibre karşı dikkatli olmuş, bu korku yüzünden kendilerini –iman hâriç– hayvanlardan ve kâfirlerden bile üstün görmemeye özen göstermişlerdir. Çünkü hayvanlar Hakk'ın huzurunda hesaba çekilmeyecek, kâfir için yaşadığı müddetçe tevbe ve af edilme kapısı açıktır. O halde bir yönüyle mü'minin işi onlardan daha zordur. O hâlde korkulması gereken, günahlar değil; kibirdir, günahtan tevbe etmemektir, günahı hafife almaktır. Bir hadîs-i şerîfte şöyle denilmiştir: "Şu üç şeyden beri olarak ruhu cesedinden ayrılan kimse cennete girecektir: Bunlar kibir, kin ve borçtur." (Tirmizî, Siyer, 21; Ahmed b.Hanbel, Müsned, V/276, 277, 282) bu tür hadîsler tergib eksenlidir.

Başta zikrettiğimiz hadîs-i şerîfte dikkatlerden kaçmaması gereken bir husus daha var ki, o da, günah işleyenin, günahını müteakip Allah'tan bağışlanma talep etmesidir ki günahı, gurura götüren ibadetten üstün kılan da bu yönüdür. Yoksa boyun büktürmeyen, sığındırmadan azade günahın ne kıymeti olabilir; günaha, bir anlamda önem kazandıran da budur, denilebilir.
Ağlamasına sebep olan günahlara sahip olmayı, gurur getiren ibadetlere sahip olmaya tercih edenlerden biri olan Yahya b. Muâz'ın (v. 258/871) şu beyanı da oldukça mânidardır: "Rabbim! Günahlarım eşliğinde sana sığınmayı, ibadetlerime güvenerek sana yönelmeye tercih ediyorum."7

Bu ifadelerden, ibadetin bir kıymetinin olmadığı neticesi çıkarılmamalıdır. Ancak her şeyde olduğu gibi ibadette de ihlâslı olmak ve ibadetin tek başına kulu kurtaramayacağını dikkatten uzak tutmamak gerekir. Zîrâ ibadetler Allah'ın lütuflarına bir şükran ifadesidir. Hiç kimse yaptığı amellerle Cennet'i kazanamaz. Cennet lütf-u İlâhîdir. İbadete ihtiyacı olan Allah değil biziz. Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde bu hususu şöyle ifade eder: "Ashâbım! Sizden hiçbirinizin ibadeti asla sahibini kurtaramaz." Ashâb-ı kiram: ‘Ya Resûlüllah! Seni de mi ibadetin kurtaramaz?' diye sormuşlardı da Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem): ‘Evet, beni de. Meğerki Allah beni rahmeti ve fazlı ile korumuş olsun. Ashâbım! Doğruluğa sarılınız, ibadetlerinizde dengeyi elden bırakmayınız. Gündüzün ilk ve son saatlerinde yürüyünüz (ibadet ediniz). Gecenin bir saatinden de istifade ediniz. (Her hâl ve hareketinizde) itidale yapışınız, itidalli olunuz ki, muradınıza eresiniz." buyurmuşlardır. (Buhârî, Rikâk, 18; Müslim, Münafıkîn, 71-73)

Günah-Tevbe ve Af Münasebeti
Günah kavramı, ulûhiyet düşüncesi ve inancıyla beraber mütalâa edildiğinde, genel bir vasıf olarak menfî yönlü bir kavramdır. Kur'ân-ı Kerîm'de ve Sünnet-i Seniyye'de, günahtan kaçınma hususunda şiddetli bir ikaz vardır. Zîrâ "Her günah içinden küfre giden bir yol vardır." Başta zikrettiğimiz hadîsi istisna tutacak olursak, günahın müsbet yönünden bahseden herhangi bir âyet ve hadîs bulmak imkânsızdır. Dolayısıyla mezkûr hadîs, âdeta tek başına bu hususu açıklığa kavuşturmaktadır ki, o da neticesi itibarıyla insanı Allah'a ulaştırması, insana kendi acziyetini hatırlatması itibarıyladır.

Biz kullar, Yüce Allah'ı ancak Kur'ân ve Sünnet'te bildirilen sıfatlarıyla tanıyoruz. Bu tanıma ise O'nun sıfatlarının tecellisi sayesinde olmaktadır. Bu itibarla sanki Allah'ın sıfatlarının tezahürünün iktizası ve O'nu hakkıyla tanımamız adına günah yaratılmasına müsaade edilmiştir denebilir. Sem‘anî'nin de ifade ettiği üzere, Hz. Âdem Cennet'teyken, Allah'ın kendisine öğrettiği bütün isimlerin anlamlarını henüz tam olarak kavramış değildi. Sadece güzellik ve rahmet vasıflı isimlerini biliyordu; ama celâl ve gazap ağırlıklı isimlerini bilmiyordu. Bu hususiyeti kazanmak için yeryüzüne, Allah'ın kahır evine inmesi gerekiyordu.8

Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de, insanı, hem üstün yönleriyle hem de bütün zaaflarıyla tanıtmış; bir taraftan onu en güzel surette yarattığını, diğer taraftan da aşağıların aşağısına sukut etme potansiyeline sahip olduğunu beyan etmiştir (Tîn, 95/4-5). Dolayısıyla Yüce Yaratan, insanı terakki ve tedenni zembereğini kendi eline vererek günahı ve sevabı tercih edebilecek hüviyette yaratmıştır. Nasıl ki, Allah'ın temel sıfatı olan Rablığın tezahür etmesi için zulüm ve belâ zarurîdir ve ahlâkîdir, aynı şekilde Rahmân, Rahîm, Gafûr, Afüv ve Vedûd gibi sıfatlarının tezahürü de günahların varlığını iktiza etmektedir. Başka bir ifadeyle, afüv ve gufrân sıfatlarının eseri ancak günahkârlar üzerinde tecelli edecektir. O hâlde günahkârların bulunması kaçınılmaz olacak; onlar Allah'a sığınacaklar ve Allah da onları affedecektir.9 Ancak Allah küfre razı olmadığından kullarının günahlarından, şerlerinden, zulümlerinden hoşnut değildir, imtihan sırrından ve kulun iradesine saygısından onları yaratmaktadır. Allah'ın tevvâb sıfatının tecellisi için günahkâr bir kul ve bu kulun tevbe etmesi gerekmektedir. Ardından da tevbenin kabulü ile Allah'ın afuv sıfatı tecelli edecektir. Bu itibarla günah merkezde olmak üzere tevbe ve af üçgeni, insanoğlunun sürekli muhatap olduğu; beşer olma vasfının nirengi noktalarını belirlemektedir.

İmam Kuşeyrî, bu hususta iltibasa açık bir beyanla diyor ki; ‘Allah kendisine Afüvv ve Gafûr (af ve mağfiret edici) ismini verince, kullarını günaha düşürmüş oldu.'10 Yani Allah'ın affedici olması için kulun günah işlemesi icap eder; kul da işlediği günahın akabinde Allah'ın affına güvenir. İbrahim b. Edhem Hazretleri'nin şöyle dediği nakledilir: "Bir hac esnasında ortalık tenhalaşsın da tavaf yapayım, diye bir müddet bekledim. Gece karanlığı bastı, şiddetli yağmur yağıyordu. O sırada ortalık tenhalaşmıştı. Hemen tavafa başladım. Tavaf esnasında Allah'ım, beni masum kıl; Rabb'im, beni günahtan koru diye niyazda bulunuyordum. Hâtiften (gaib) bir ses bana dedi ki: Ey İbrahim, seni masum kılmamı istiyorsun, herkes benden ismeti (günahsız olmayı) istemektedir. Fakat siz günahsız olunca ben kime rahmet ve mağfiret edeceğim?"11

Şu da bir hakikattir ki, Kur'ân'ı-Kerîm'in beyanına göre Cenâb-ı Hak en çok Rahmân sıfatıyla tecelli etmek ister (bkz.A‘râf, 7/156; Mü'min, 40/7). Zîrâ o tecelli, O'nun ulûhiyyetine en fazla yakışan ve kulluk için en çok zaruret duyulan tecellidir. Rubûbiyyet (ilâhlık) merhamet, şefkat, bağışlamak, ubûdiyyet (kulluk) acınmak, bağışlanmak ister. Aynı zamanda, tabir caizse Yaratıcı, Rahmân sıfatının tecellisini istememizden memnuniyet duyar, razı olur (Bkz., A'raf, 7/156).

Netice
Günah-tevbe-af kavramlarının birbiri ile olan münasebeti o derece güçlüdür ki, bunların her biri tek başına ele alındığında anlam sahalarının daraldığı ve anlaşılmalarının zorlaştığı görülür. Günah tevbeyi gerektirir, başka bir deyişle tevbe ancak günah ile mana kazanır. Tevbenin ardından da af gelir ki, af olmadığında tevbenin de bir anlamı kalmaz. Bu itibarla Kur'ân, günahtan bahsettiği ölçüde tevbeden de bahseder ve Allah'ın bağışlayıcı, affedici olduğuna sık sık vurgu yapar.

İnsan, her ne kadar fıtraten bir olan Allah'a inanma eğiliminde olsa da, maddesiyle bir avuç çamura bakan, mânâsıyla İlâhî nefhadan beslenen ikili bir yapıya sahiptir. Maddî yönünü etkileyen bir yığın olumsuzluklar karşısında, mânâsını güçlendirecek ve nihai zaferi elde etmesini sağlayacak eşsiz güzellikler ve fırsatlara da maliktir. Bir taraftan özünde taşıdığı, ikili yapısının menfi cephesi, diğer taraftan irsiyet yoluyla kendisine intikal eden menfilikler ve bunlara ilâveten çevrenin tesiriyle günaha-kötülüğe sürüklenen insan, Yaratan'ına yöneldiği sürece yine de değerinden bir şey kaybetmiyor. Zîrâ günah işleyip de samimi bir tevbe ile Yüce Yaratan'ına yönelen ve günahları karşısında gözyaşı dökenler, Hakk katında hiç günah işlemediğini düşünerek tevbe etmeyenler hele hele ibadetlerine güvenip de kibre-gurura kapılanlardan daha üstün bir konuma sahiptir. En büyük günah insanın kendisini günahsız kabul etmesidir. "Zîrâ bazen insan kendini günahsız sanmakla gurura düşüp aldanabilir. Bu da insanın farkına varamayacağı ledünnî bir hastalıktır. Bu ledünnî hastalık daha tehlikeli olduğundan insan, kendi nefsini levmedeceği, kınayacağı, beğenmeyeceği yola kendisini sevk edecek bir kısım vesileler bulması lâzımdır. O da, küçük bir iki zelleyle insanın bilerek veya bilmeyerek sürçmüş veya düşmüş olması gibi şeyler olabilir. Bu durumda insan, kendini beğenme hastalığına da düşmemiş olur."12

İnsanda var olan eksiklik, insanî mahiyetin bir parçasıdır ve Allah bu durumu çok iyi bilmektedir, dolayısıyla Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) mezkûr hadîsine göre, hiç kimsenin Allah'ın rahmetinden ümidini kesmesine gerek yoktur. Bununla birlikte insanın, meleklerden de ders alması ve yaptığı iyi işlerden dolayı asla gururlanmaması gerekmektedir; çünkü kendini iyi olarak görme ve nefsini temize çıkarma hatalı bir bakış açısıdır; zîrâ bütün iyiliklerin kaynağı Allah Teâlâ'dır.

* Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
nihat.yatkın@yeniumit.com.tr

Dipnotlar
1. Buhârî, cenâiz 34.
2. Mübârekfûrî, Tuhfetü'l-Ahvezî, V/193.
3. Kazvînî, Müfîdü'l-Ulûm ve Mübîdü'l-Hümûm, s. 281.
4. Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, III/180.
5. Ebû Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, IV, 247.
6. Muhammed b. Abdillah Hâni, el-Behcetü's-Seniyye, s.23.
7. Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s.272.
8. W. Chittick, Tasavvuf-Kısa Bir Giriş, s. 242.
9. Mansûr Alî Nâsıf, et-Tâcü'l-Câmi‘,V/148; bkz., Mübârekfûrî, Tuhfetu'l-ahvezî, V/193.
10. Kuşeyrî, Risâle, s.274.
11. Kuşeyrî, Risâle, ay.
12. M. Fethullah Gülen, Çizgimizi Bulma Yolunda, 245.
 

Manevî Kirlerden Arınma Yolu: Tövbe

Prof. Dr. Mehmet Soysaldı
AddThis Sharing Buttons
25 29

Sözlükte “Allah’a dönüş ve yöneliş” anlamına gelen tövbe, dini terim olarak “günahtan Allah’a dönme” anlamıyla meşhur olmuştur.1 

İmam Gazalî, İbn Arabi, İbn Hacer gibi İslâm âlimleri tövbeyi farklı şekillerde tarif etmişlerdir.2

Biz burada tövbeyi açık ve anlaşılır bir tarzda tarif edecek olursak şöyle diyebiliriz: Tövbe; yapılan kötülüğü, işlenen günahı veya kabahati günah olduğunu bilip, onu bırakıp terk ederek Allah’a dönmek, O’ndan affetmesini, bağış lamasını dilemek, yaptıklarından pişman olduğunu da belirterek yalnız Allah’a yal varmak demektir.

1. Tövbenin Önemi: 

Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) bir hadis-i şeriflerinde: “Bütün Âdemoğulları günahkârdır, günahkârların en hayırlıları ise tövbe edenlerdir.” (İbn Mâce, Zühd, 30) buyurmaktadır. Başka bir hadis-i şerifte ise Peygamber Efendimiz: “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe, 9, 10, 11) buyurmuştur.

Bu zikrettiğimiz hadislerden de anlaşıldığı üzere, insan, günah ve sevap işleme özelliğinde yaratılmış bir varlıktır. Günah işlemek, insanı meleklerden ayıran bir özelliktir. Bilindiği gibi melekler nurdan yaratılmış olup, asla Allah’a karşı gelmeyen, günah işle me yen varlıklardır.

İslâm fıtrat dinidir. İslâm’da insanın günah işleyebileceği kabul edilmiş ve bundan korunma ve kurtulma yolları insana öğretilmiştir. İşte yapılan kötülükten, işlenen günah ve kabahatten kurtulup manevi kirlerden temizlenme yolu tövbedir. Tövbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlar dan kurtulup o günah ve hataları hiç yapmamış gibi tertemiz olur. Nitekim bu hususta Peygamber Efendimiz, “Günahtan tam dönen ve tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gi bidir.” (İbn Mace, Zühd 30) buyurur.

Yüce Allah kullarını tövbeye çağırmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha edesiniz.” (Nur, 24/31) Başka bir ayette ise Yüce Al lah, Peygamberine şöyle buyurur: “De ki: “Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Al lah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.” (Zümer, 39/53)

Bu ayette Yüce Allah, Peygamberine, günahkâr kullara, Allah’ın rah metinden umut kesmemelerini söylemesini emrediyor. Çünkü çok bağışlayan, çok acıyan Allah, dilerse bütün günahları bağışlar. Bundan dolayı kullar, Allah’ın azabı gelmezden önce Allah’a yönelmeli, O’na teslim olmalı, şirki ve bütün günahları bırakmalıdırlar.

Bir rivayete göre, çok günah işlemiş olan bazı müşrikler, Müslüman oldukları takdirde günahlarının affedilip edilmeyeceğini Hz. Peygambere sormuşlar ve bunun üzerine bu ayet inmiştir.3 Bu ayet, bütün insanları tövbeye ve İslâm’a yöneltmekte, Müslüman oldukları takdirde Allah’ın, onların bütün günahlarını affedeceğini bildirmekte, günahkârlara umut kapılarını ardına kadar açmaktadır.

Kullar ne kadar günah işlemiş olurlarsa olsunlar, umutsuzluğa kapılmadan Allah’a yönelip tövbe ederlerse Allah onları affeder. Bu ayetler yanında kulları umutsuzluktan kurtarıp tövbeye yönelten çok hadis vardır. (Bkz: Buhârî, Enbiyâ 54; Müslim, Tevbe 46, 47)

Günah ruhun kiri, tövbe ise cilasıdır. Günahta ısrar, kulun ruhunu iyice bozar. Onun için Mevlânâ Celâleddin Rûmî de her insanı, her ne durumda olursa olsun mutlaka günah bataklığından tövbenin aydın düzlüğüne şöyle çağırmaktadır:

Gel, gel, ne olursan ol, yine gel! Kâfir, Mecusî, putperest de olsan gel! Bizim bu dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir. Yüz bin kere tövbeyi bozmuş olsan da yine gel!

Yüce Allah, Tahrim suresi 8. ayette: “Ey inananlar, tövbe- i nasûh ile Allah’a tövbe ediniz. Umulur ki Rabbiniz, kötülüklerinizi örtüp temizler ve sizi içinden ırmaklar akan Cennetlere yerleştirir...” buyurmaktadır. Bu ayette kastedilen nasûh tövbesi nedir?

Nasûh Tövbesi Nedir? 

Nasûh, nush kökünden mübalağa kipidir. Çok öğüt veren demektir. Tövbe, çok öğüt verici olarak nitelendirilmiştir. Yani sahibine, günahı bırakmasını öğütle yen, onu günahtan kurtaran sadık bir tövbe ile tövbe ediniz, Allah’a dönünüz demektir. O halde nasûh tövbesi; hemen günahı terk etmek, geçmişte olanlara pişman olmak, gele cekte günah işlememeye karar vermek ve üzerinde bulunan her hakkı sahibine ödemek demektir.4

Efendimiz (s.a.s.), nasûh tövbesini; “Kulun işlediği günahtan pişmanlık duyması, Allah’a tam rucu’ edip, tıpkı sütün memeye dönmediği gibi, kişinin tekrar günaha dön memesidir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/446) şeklinde tanımlamıştır.

Gazalî, nasûh tövbesini tanımlarken şunlara yer vermiştir: “Nasûh tövbesi yapan lar, tövbe edip ölünceye kadar tövbesinde duranlardır. Bunlar geçmişteki eksiklerini tamamlar ve bir daha günaha dönmeyi hatırdan bile geçirmezler, zelle ve sürçmeler müs tesna. İşte tövbede istikamet budur. Günahların sevaplarla değiştirilip hayırlarda müsabaka edenler bu tür tövbe sahipleridir.”5

2. Tövbenin Kabulünün Şartları: 

Kur’ân-ı Kerim’de Yüce Allah’ın tövbe edenleri methetmesi (Tevbe, 9/112) ve tövbe kapısını çalan kullarını sevdiğini ifade etmesi (Bakara, 2/222), tövbelerin kabul edileceğinin birer delilidir.

Allah Resulü (s.a.s.), kullarının tövbesi karşısında Allah’ ın ne kadar hoşnut olacağını şöyle bir örnekle anlatmaktadır: “Allah’ın kulunun tövbesine sevinmesi şuna benzer: Bir insan azığını, su tulumunu bir deveye yüklemiş, sonra yolculuğa çıkmıştır. Nihayet çorak bir yere vardığında uykusu gelmiş, devesinden inerek bir ağacın altında istirahata çekil miştir. Kalktığında devesinin kaybolduğunu görmüş ve değişik tepelere koşarak onu ara dığı halde bulamamış ve yorgun bir vaziyette, ağacın altına yatmıştır. Tekrar uyandığında devesini yanı başında durduğunu görüp de yularından yapışıp, son derece sevinerek, yanışlıkla; “Ey Allah! Sen benim kulumsun, ben senin Rabbinim.” (Buhârî, Deavât 4; Müslim, Tevbe 3) demiştir. İşte Yüce Allah, kendisine tövbe eden kuluna, devesini kaybettikten sonra bulan adamdan daha fazla sevinir.

Tövbenin Allah katında makbul olması için bazı şartlar vardır. Yalnız bu şartlar işlenen günahın çeşidine göre farklılık arz etmektedir. Günahın kime karşı işlenmiş ol duğu, onlardan kurtulmak için tövbe yapılırken önem arz etmektedir. Bu bakımdan gü nahı ikiye ayırabiliriz:

a- Allah Hakkı ile İlgili Günahlar: Allah hakkı ile ilgili günahlardan tövbe etme nin üç şartı vardır:

1) O günahı işlediğine pişmanlık duymak: İnsan vicdanında, işlenen günahın bir kötülük olduğu ve kul ile Allah arasında bağlantıyı zedelediğine karar verildiğinde, bir huzursuzluk6 ve pişmanlık başlayacaktır.

Günah işleyen kul, tövbe kapısına; günahlarını itiraf ederek, bu günahların verdiği huzursuzluk ve pişmanlıkla silkinmiş, uyanık bir kalp ve gönülle gelecektir.7 Sözü edilen huzursuzluk, şahsı tövbe etmeye iten bir etkendir.

Pişmanlık tövbenin ilk şartıdır. Nitekim Allah Resulü, önemine binaen, “tövbe pişmanlıktır” (İbn Mâce, Zühd 30; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/376, 423) buyurmuştur. Pişmanlık tövbenin kendisidir. Pişmanlık olmadan tövbe yapılamaz.

2) Tövbe edilen günahı kesinlikle terk etmek: Tövbe; yalnız bir kalp işi, bir ürperti, irkilme ve gözyaşı dökme şeklinde, soyut bir pişmanlık değildir. Yani tövbe, birtakım iç duygulardan ibaret değildir. Aksine tövbe, derunî duygular üzerine birtakım eylemlerin bina edildiği bir süreçtir. Örneğin, tövbe eden, Allah’ın yasakladığı günahı terk etmeli8, imkân ölçüsünde emirlerini yerine getirmelidir.9 Tövbe ettiği günaha devam etme meli dir.10 Günahlarına tövbe ettiği halde, onları işlemeye devam eden fert, kendisi ile tezada düşmüş demektir. Böyle bir tavır, pişmanlık olgusu ve günahı tekrar işleme yeceğine dair sözü ile bağdaşmayacaktır. Hâlbuki şahsın, tövbe ettiği günahları hemen terk etmesi,piş manlığının ve aynı günahı tekrar işlememedeki kararlılığının bir belirtisi ola caktır.

3) Tövbe edilen günaha kesinlikle dönmeme kararı: Geçmişteki günahlarından pişmanlık duyan şahsın, tövbe etmiş olması için, o günahı tekrar işlememeye kesin karar vermiş olması gerekmektedir.11 Pişmanlık ve tövbe edilen günaha dönmeme kararı, birer kalp işi olduğundan, bunları gerçek anlamıyla yalnız Allah bilebilecektir. Dolayısıyla, ki min gerçek manada tövbe etmiş olacağı insanlar tarafından bilinemeyecektir.12Tövbenin sıhhat bulması için, şahsın tövbe ettiği günaha tekrar dönmeyeceğine dair Allah’a söz vermesi gerekmektedir.13

b- Kul Hakkı ile İlgili Günahlar: Kul hakkı ile ilgili günahlardan tövbe etmenin ise dört şartı vardır. Bu şartlar; yukarıda zikrettiğimiz üç şartla birlikte dördüncü şart ise; hakkı yenilen kulun hakkını sahibine iade etmek ve ondan helallik almaktır. Kul hakları, mal nevinden ise, aşağıdaki ihtimallerle karşılaşılabilecektir.

1. Gasbedilen mal, elde mevcut ve sahibi de biliniyorsa geri verilmelidir.14 Burada suçu gizleyerek tövbe etmeye çalışmak yetmez.

2. Çalınan mal, hırsızın elinde mevcut, ancak sahibi bilinmiyorsa, bu mal tasadduk edilerek zimmetten çıkarılır. 15

3. Bir şahısta önceki yıllara ait kul hakları var ve sahipleri de belli değilse, gasbe dilen mallar kadar tasadduk eder, hayır-hasenat yapar.

4. Suçlunun yediği bir mal, mislî değil de; kıymeti belirlenebilen cinstense ve şah sın imkânı da varsa, o kıymeti sahibine vermelidir.16 Buna gücü yetmiyorsa, imkân bul duğunda vermeye niyet etmelidir. İmkân nispetinde, malı sahibine ulaştırmaya çalışıp da bunu başaramayanı Allah’ın affetmesi umulur.17

5. Malında ne kadar haram bulunduğunu bilmeyen şahıs, zann-ı galibine göre, bir miktar ayırır ve onu önceki kul haklarını elinden çıkarma niyeti ile dağıtır.18

Tövbe edilmek istenen günah, insanın namusu ve şahsiyeti ile ilgili olduğunda; söylenen söz, eğer mağdurun kulağına gitmemişse, tıpkı Allah hakkı ile ilgili günahtan tövbe edildiği gibi tövbe yapılabilir. Bu tür söylenen sözler, mağdurun kulağına gitmiş ise, o zaman şahsa müracaat edilerek, helallik alınması gerekir.

İşte bu şekilde, günahkâr şahıs, utanarak Rabbinden bağışlanmasını ister ve zik rettiğimiz bu şartları yerine getirirse, Allah böyle tövbe eden kulunun tövbesini kabul ederek bağışlayacak ve ona azap etmekten hayâ edecektir.

3. Tövbede Zaman Unsuru: 

Günahlar, Allah’a giden yolda birer engeldir. Günahkâr, zehirlenmiş bir insan gi bidir. Zehirlenen kişi için, vakit geçirmek ne derece tehlikeli ise, günah işleyenin de tövbede gecikmesi o derece risklidir.

Günah işleyen mü’min, imanının bir belirtisi olarak rahatsızlık duyacak ve hemen ondan kurtulmanın yollarını arayacaktır. Günahın hemen ardından tövbe etmenin farz ol duğu hususunda icma mevcuttur. Ayrıca tövbeyi geciktirenler bu sebeple günah kazan maktadırlar.19

Gazâlî’ye göre; kişi yaptığının günah olduğunu anladığı an, derhal pişmanlık duy malı ve onun tesirini iyi amel ile silmelidir. Aksi halde, kötülükler kalbi istila eder ve bir daha izalesi mümkün olmaz.20

Nitekim hadiste: “Mü’min günah işlediğinde, kalbinde siyah bir leke olur. Tövbe eder, günahı terk eder ve istiğfar ederse, bu siyahlıktan kurtulur, günah artarsa siyahlık da artar...” (İbn Mâce, Zühd 29) buyurulmaktadır.

Tövbe için geçerli olan zamanın son sınırı hakkında şu hadis bize bir fikir vermektedir: “Allah kulunun tövbesini, can boğaza gelmedikçe kabul eder.” (Tirmizî, Deavât 100; İbn Mâce, Zühd 30) Ölüm kesinleşip, can boğaza geldiğinde ise, tövbe kabul edilmeyecektir.

Son nefeste tövbenin kabul edilmeyişinin sebepleri şunlardır: İnsan o anda ümit sizlik halindedir. Hâlbuki tövbe, kişinin hayattan ümidini kesmediği bir ortamda olmalıdır. Son nefeste fertlerden teklif kalkar. O anda yapılan işler için iyi veya kötü denmez. Hâlbuki tövbe dünya işlerindendir ve teklif kalkmadan yerine getirilmelidir. Ahirette herkes pişman olacaktır, ancak o halleri tövbe olarak nitelendirilmeyecektir. 21 Zira son nefeste günahkârların pişmanlık duydukları an, teklifin olmadığı andır.22 Son nefeste yapılan tövbe kabul edilmediği gibi, o bir yok hükmündedir ve sonuç olarak hiç bir şey ifade et memektedir.23 Ömrü boyunca hiç tövbe etmeyenle, ölümü anında tövbe eden, sonuç itibarıyla aynı görülmektedir.24

Sonuç olarak, tövbe ile ilgili şöyle bir zaman dilimi çizebiliriz: Tövbe için zaman; günahın peşinden başlamakta, ileriki günlerde herhangi bir vakte bağlı kalmadan devam etmekte ve ölüm alametleri belirince son bulmaktadır. Yani, tövbenin son sınırı olarak; yaşama ümidinin bitmesi, ölüm alametlerinin belirmesi ve şahsın son anlarını yaşamasıdır.

4. Tövbede Mekân Unsuru: 

Namaz, hac gibi bazı ibadetlerin, belli mekânlarda yapılması, faziletli veya gerekli olduğu halde, tövbe için böyle bir 13 mekân şartı yoktur. Zira tövbe, çok yönlü bir pişmanlık olduğu için, yalnız bir mekânda başlayıp sona ermeyecektir.

Bu sebeple, tövbe edebilmek için, şahsın camide bulunması, tekke veya zaviyede olması şeklinde bir şart yoktur. Diğer taraftan; cemaat ha linde, bir araya toplanarak, koro halinde tövbe etmek de şart değildir.

Günah işlemiş insan, tövbesini her mekânda gerçekleştirebilir. Şahıs için, günah larını göz önüne getirdiği, onların çirkinliklerinden kurtulmaya karar verdiği her yer tövbe mekânıdır. Yani işçi işinin başında, çiftçi tarlasında, evde kalanlar evlerinde, bu kararı ve rebilir ve tövbe sürecini başlatabilir.

Nitekim Yunus (a.s) balığın karnında ve denizin karanlıklarında; “Ya Rabbi Sensin ilah, Senden başka ilah yoktur, Sübhansın, bütün noksanlıklardan münezzehsin, Yücesin. Doğrusu ben kendime zulmettim, yazık ettim. Affını bekliyorum Rabbim!” (Enbiyâ, 21/87) deyip, en faziletliyi yapabilecek iken faziletli olanı yaptığından ötürü Allah’tan af dilemiş tir.25 Allah da onu affetmiştir.

Yine bilindiği gibi Hz. Âdem ve Hz. Havva, cennette yasak meyveden yiyerek, Al lah’ın emrine karşı gelmişlerdi. Cennetten çıkarılıp, dünyada epey müddet dolaştıktan sonra Arafat meydanında “Rahmet Dağı” denen bir dağın başında yaptıkları hatadan do layı Allah’a tövbe etmişler; “Rabbimiz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ki zi yana uğrayanlardan oluruz” (A’raf, 7/23) diyerek Yüce Allah’a yalvarmışlar ve af dilemişler, Cenab-ı Hak da onları affetmiştir.

Tövbe süreci, günahlardan kurtulmaya kalbin kesin olarak karar vermesiyle başlamaktadır. Bu kararın verilebildiği her yerde tövbe sahihtir. Tövbeyi bir mekâna hasretmek, tövbe için kutsal bir yer şartını ileri sürmek, tövbe olayını bilmemek ve konu ile ilgili İslâm’ın esprisini yakalayamamak demektir.

Sonuç: 
Yüce Allah, insanı sevap ve günah işleyebilecek bir özellikte yaratmıştır. Yapılan kötülüklerden, işlenen günah ve kabahatten kurtulma, manevî kirlerden arınma yolu tövbedir. Tövbe ile insan, yapmış olduğu günah ve kusurlardan kurtulur ve o günahı hiç işlememiş gibi tertemiz olur. Her insanın tövbeye ihtiyacı olduğu tartışılmaz bir gerçektir.

Tövbe, günahın hemen peşinden olabileceği gibi, ölüm döşeğine düşüp, ölüm emarelerinin belirmesi öncesine kadar devam eden bir zaman içinde yapılabilir. İnsanın eceli belli olmadığı için, bir an önce tövbe etmelidir.

Tövbe etmek için, insanın bir aracıya ihtiyacı olmadığı gibi, belirli zaman ve mekânda tövbe eylemini gerçekleştirmek gibi, bir zorunluluk da yoktur.

Gerçek tövbe için; kişi geçmişe pişmanlık duymalı, gelecekte aynı hatayı işlememe kararı ile birlikte, yaşadığı ortamda günahı terk etmelidir. Kul haklarının sahibine iade edilmesi tövbenin en önemli rüknüdür.

Yapılan tövbe sonucu, günahlardan temizlenip temizlenilmediği kuşkusu yersiz olup, Allah her türlü günah işleyeni temizlemek için tövbe kapısını açık bulundurmaktadır. İnsanların dikkatli olması gereken husus; tövbenin sahih olarak ortaya konulup konulmadığıdır.

* Fırat Üniv. İlahiyat Fak. Ögrt. Üyesi msoysaldi@yeniumit.com.tr

___________

DİPNOTLAR 
1. Fîruzabâdî, Muhammed b.Ya’kub, el-Kâmûsu’l-Muhît, Beyrut 1991, I, 166; Cevherî, İsmail b.Hammad, es-Sıhah fi’l-Lüga ve’l-Ulûm, Beyrut 1974, I, 146; İbn Manzur, Ce ma leddin Muhammed b.Mükerrem, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1990, I, 233. 
2. Bu tarifler için bkz., Gazâlî, Ebu Hamid Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Din, (trc. Ahmed Serdaroğlu), İstanbul 1974, IV, 10; Muhyiddin İbn Arabî, el-Futuhâtü’l-Mekkiyye, (thk. Osman Yahya), Kahire 1988, XIII, 298; İbn Hacer, el-Askalânî, Şihabuddin Ahmed b.Ali, Fethu’l-Bârî bi Şerhi’l-Buhârî, Kahire 1987, XI, 106. 
3. Kurtubî, Ebu Abdillah Muhammed b.Ahmed, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’an, Kahire 1959, XV, 268; İbn Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, IV, 59. 
4. İbn Manzur, age, II, 617; İbnü’l-Kayyım, Medâricü’s-Sâlikîn, Kahire trs, I, 356. 
5. Gazalî, İhyâ, IV, 78. 
6. Bu huzursuzluğun imanın bir alameti olduğu hadiste şöyle belirtilmiştir: “Kişi kötülük yapar da, bu ona rahatsızlık verirse işte o mü’mindir.” Bkz., Buharî, Deavât, 4; Tirmizî, Kıyamet, 49; Ahmed b.Hanbel, age., IV, 12. 
7. Gazalî, İhyâ, IV, 9. 
8. Kurtubî, age, V, 91. 
9. Kâsımî, Muhammed Cemaleddin, Mehâsinü’t-Te’vil, (thk. M.Fuad Abdulbâkî), Kahire trs, XII, 4597. 
10. İbnü’l-Kayyım, el-Cevziyye, Muhammed b.Ebubekir, Medâricü’s-Sâlikîn, Kahire trs, I, 301. 
11. Kurtubî, age, V, 91. 
12. M.Ebu Zehra, el-Cerime ve’l-Ukûbe fi’l-Fıkhı’l-İslâmî, Kahire trs, s.223.
13. İbn Hacer, age, XI, 106; Âlûsî, Ruhu’l-Meânî, IV, 240. 
14. Serahsî, el-Mebsut, IX, 176; Kâsânî, Bedâyi, VIII, 96; Âlûsî, age, VII, 96. 
15. Aliyyü’l-Kârî, Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber, (trc. Yunus Vehbi Yavuz), İstanbul 1979, s.415. 
16. Muhyiddin İbn Arabî, Futuhât, XIII, 298. 
17. İbn Hacer, age, XI, 106. 
18. Gazalî, İhyâ, IV, 68, 69. 
19. İbn Kayyım, age, I, 297, 298. 
20. Gazalî, İhyâ, IV, 13. 
21. Âlûsî, age, XXVIII, 158. 
22. Kurtubî, age, V, 93. 
23. Suyûtî, Abdurrahman Celalüddin, ed-Dürrü’l-Mensur fi Tefsiri’l-Me’sur, Beyrut 1414h, II, 458. 
24. Maverdî, Tefsir, I, 456. 
25. Taberî, Ebu Cafer Muhammed b.Cerir, Câmiu’l-Beyân an Te’vili’l-Kur’an, Beyrut 1988, XVII, 80.


.

Harama Nazar

Prof Dr. Mesut Erdal
AddThis Sharing Buttons
52 21

Gözün bir harama kaysa, bu günahın üzerinden bir dakika bile geçmeden, o günahtan sıyrılmak için hemen huzura koşmalı, Allah'ın huzurunda af fermanı arayacağın bir seccade bulmalı, başını yere koymalı ve tevbe etmelisin. Günahın canlı kalmasına meydan vermemelisin.Nazar kelimesi, Arapçada, düşünmek ve tefekkür etmek anlamının yanı sıra, "bir şeyi göz ile tekrar tekrar incelemek" mânâsına da gelmektedir.1 Haram ise Yüce Rabb'imizin yasakladığı şeydir. Harama nazardan maksat da, Şâri' Teâlâ'nın, bakmamızı/incelememizi yasak kıldığı insana veya onun mahremiyet alanına giren şeylere bakmaktır. Dolayısıyla Cenâb-ı Allah'ın bakmamızı yasak ettiği şeylere bakmak bir mânâda göz nimetini O'nun rızasına aykırı yolda kullanmak demektir. Ama O'nun izni dairesinde harcanırsa, mesela göz nimeti, şu büyük kâinat kitabının bir mütalâacısı ve şu âlemdeki Rabbanî sanat mucizelerinin bir seyircisi ve yeryüzü bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.2Kur'ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye harama nazar konusuna usûl-i fıkıh tabiriyle fenalıklara ve günahlara götüren yolları tıkamak mânâsına gelen "sedd-i zerâi" prensibi açısından da vurguda bulunmakta ve farklı hâdiseler münasebetiyle bu hususa dikkatimizi çekmektedir. Yani, harama nazarda günaha götüren bir sebep olduğu için o da günahtır ve yasaklanmıştır. Bunun için, Kur'ân-ı Kerîm, zinayı yasaklarken, "Zinaya yaklaşmayın."3 şeklinde seslenmekte ve netice itibariyle günaha götürebilecek ortam ve vesilelerden de uzak durmayı emretmektedir.Harama nazar mevzuunda Kur'ân ne buyuruyor? Nur Sûresi'nin 30. âyetinde, "Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini açmaktan ve zinadan korumalarını söyle. Bu, onlar için en uygun olan davranıştır. Allah yaptıkları her şeyden hakkıyla haberdardır." buyurulur. Âyette "kısmak" mânâsına gelen "ğadd" kelimesinin "min" edatıyla kullanılması kısmîlik ifade eder. Yani "bakışlarınızın bazılarını kısın" demek olur ki, bu da müminin gözünü haramlara karşı kapaması, mubah kılınan şeylerle yetinmesidir.4 Aynı emir, hemen sonraki âyet-i kerîmede kadınlar hakkında da gelmiştir: "Mümin kadınlara da bakışlarını kısmalarını ve edep yerlerini günahtan korumalarını söyle." Bu âyette ise kadınlara bakışlarının bazısını kısmaları emredilmiştir. Âyette bakışların kısılması edep yerlerinin korunmasının önüne geçirilmiştir. Bunun sebebi bakışın zinanın postacısı ve hayâsızlığa götürücü olmasından ileri gelir.5Tasavvuf büyüklerinden Şiblî'ye (kuddise sirruhu) "bakışlarını kıssınlar" cümlesinin anlamını sorduklarında demiş ki: Baş gözlerini muharremattan (bakılması haram olanlardan), kalb gözlerini de mâsivâullahtan (Allah'ın hâricindeki sevgililerden) çeksinler."6 Bediüzzaman ise "... madem öyledir; hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma! Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma."7 demek suretiyle, konuya, hem fenalıkların önünü kapatma (sedd-i zerâi') hem de "Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır."8 esprisiyle yaklaşmış olmaktadır.Harama nazarın kalbî hayat açısından unutkanlık hastalığını ve hafıza derbederliğini artırması da söz konusudur. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri "âhir zamanda Kur'ân, hafızların göğsünden nez'edilecek"9 mealindeki hadisi çağımızdaki harama nazar hastalığının yaygınlaşmasıyla irtibatlandırmıştır: "Evet, bu asırda açık saçıklık yüzünden, hususan bu memâlik-i hârrede o su-i nazardan su-i istimalât, umumî bir unutkanlık hastalığını netice vermeye başlıyor. Herkes, cüz'î, küllî o şekvâdadır. İşte, bu umumî hastalığın tezayüdüyle, hadis-i şerifin verdiği müthiş bir haberin tevili ucunda görünüyor. Ferman etmiş ki: ‘Âhir zamanda, hâfızların göğsünden Kur'ân nez'ediliyor, çıkıyor, unutuluyor.' Demek bu hastalık dehşetlenecek, hıfz-ı Kur'ân'a bu sû-i nazarla bazılarda set çekilecek; o hadisin tevilini gösterecek."10Harama nazar hadîslerde nasıl ele alınıyor? 1. Abdullah ibn Abbas'tan (radıyallâhu anh) naklediliyor: "Allah Resulü Kurban bayramında Fadl ibn Abbas'ı bineğinin terkisine almıştı. Fadl parlak bir gençti. Nebiler Nebisi bir ara insanların sordukları fetvalara cevap vermek üzere durdu. Has'am kabilesinden melâhat-i vechiye sahibi bir kadın Allah Resulü'nden fetva talebinde bulunurken Fadl'ın bakışları o kadına takılmış ve gözü hüsnüne kapılmıştı. Efendimiz, Fadl'a döndüğünde onun kadına baktığını fark etti. Hemen elini arkaya götürdü, çenesinden tuttu, kadına dönük yüzünü karşı istikamete çevirdi. Kadın Allah Resulü'ne şu soruyu sordu: Ey Allah'ın Resulü, Allah'ın kullarına farz kıldığı hac farizası babama çok yaşlandığı demlerde nasip oldu. Öyle ki bineğinin üzerinde dik durmaya bile takat getiremiyor. Onun yerine ben hac etsem geçerli olur mu? Allah Resulü "evet" cevabını verdi."11Hadiste adı geçen sahabi Fadl'ın o sırada delikanlılık çağında biri olduğu, kaynaklardan anlaşılmaktadır.12 Fadl ibn Abbas'ın Amvas'taki veba salgınında yirmi bir yaşında vefat ettiği13 kabul edilirse yukarıdaki hâdiseyi takriben on yaşlarında idrak ettiği ortaya çıkar. Ayrıca Arap yarımadasında ergenlik çağının erkek çocuklarda on yaşından itibaren başladığını dikkate aldığımızda Allah Resulü'nün onu kadına bakmaktan engellemesinin illetini de açıkça görürüz. Kaç yaşında olursa olsun Fadl'ın mezkûr hanıma bakmasının Allah Resulü tarafından engellenmiş olması bizim için önemli olan noktadır. Bir başka husus da şudur: Allah Resulü'nün bineğinin terkisinde oturan Fadl'ı harama nazardan sakındırması çocuk terbiyesi açısından da dikkate şayandır. Henüz büluğa yeni ermiş ve ermek üzere olan bir delikanlının veya erkek çocuğun karşı cinse bakma konusunda bir nevi irade eğitimine tâbi tutulması pedagojik açıdan dikkat çekici bir durumdur.2. İmam Buhari'nin Sahih'inde Ebu Hüreyre'den nakledilen şu rivayette de nazar ile ilgili farklı bir bakış açısı ve Nebevî uyarı görüyoruz:"(...) Gözün zinası (harama) bakmaktır. Dilin zinası (haram olanı) konuşmaktır. Nefis temenni eder, iştahla arzular; apış arası da bu istekleri ya doğrular veyahut yalanlar."14Tâvus'un İbn Abbas'tan duyduğu hâlde Ebu Hüreyre'ye isnad ederek naklettiği bu "mevkuf" hadîste konuşma ve bakmaya, zinaya götürücü olma potansiyeli sebebiyle zina adı verilmiştir.153. İmam Müslim'in Sahih'inde zikri geçen şu hadîs de müminlerin birbirlerine bakma konusundaki sınırlarını beyan etmektedir:"Ebû Said el-Hudrî Allah Resulü'nün şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Erkek erkeğin avret yerlerine bakamaz. Kadın da kadının avret mahalline bakamaz. Erkek ile erkek aynı örtü içinde yalnız kalamazlar. Kadın da kadınla aynı örtü içinde yalnız kalamazlar."164. Taberâni'nin Mu'cemu'l-Kebir'inde şu hadisi görmekteyiz: "Allah Resulü şöyle buyurdular: Harama bakmak İblis'in oklarından zehirli bir oktur. Her kim harama bakmayı Allah korkusundan dolayı terk ederse Allah ona öyle bir iman lütfeder ki, onun tadını vicdanında hisseder."17 Bu hadîsin farklı bir tariki de şöyledir: "Harama bakmak İblis'in oklarından zehirli bir oktur. Her kim harama bakmayı Benden korktuğundan dolayı terk ederse, ona öyle bir iman lütfederim ki onun tadını vicdanında duyar."185. Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde geçen hadîs de üst üste bakma ile alâkalıdır. Hazreti Ali der ki: "Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bana şöyle dedi: Art arda bakma. Birinci bakış senin lehine, ikincisi ise aleyhinedir."19 Bu hadîste Efendimiz bir kere bakmanın günah değil ikinci bakışın günah olacağını beyan buyurmuşlardır. Allah Resulü, kasıtlı olmadığı için ilk bakışın mesuliyet getirmeyeceğini, ama ikinci defa dönüp bakmak iradî olduğundan, onun günah hanesine yazılacağını vurgulamış; harama götüren yolu tâ baştan keserek günahlara geçit vermemek gerektiğine dikkat çekmiştirGöze ilişen çirkin bir manzaradan sıyrılma, iradenin belini bükebilecek kadar büyük bir yük değildir; bir nazar oku gelip çarpacağı ilk anda gözü kapamaya irade gücü yeter. Hele insan harama her göz kapamanın kendisine bir vacip işlemiş gibi sevap kazandıracağını düşünürse, o ilk anda günahtan sıyrılabilir. Fakat nazarını hemen haramdan çevirmez, kendisini o işe salar ve bir daha, bir daha bakacak olursa, artık geriye dönme ihtimali azalır. Bir de gözünden zihnine akan manzaraları tasavvurla, taakkulle besler ve büyütürse sahilden tamamen ayrılmış sayılır. Ondan sonra geriye dönmek çok daha büyük cehd ü gayret ister.20Harama nazarın fıkhî yönü Hanbelî mezhebine göre eğer kadın, erkeğin kız kardeşi ve teyzesi gibi mahrem (nikâhlanması haram olan) biriyse genellikle açık olan boyun, el ve ayaklarına bakması caiz olup; ama çoğunlukla kapalı olan sırt ve gerdanlık kısmına bakması ise caiz değildir.Hanefi mezhebi ise Hanbeli mezhebine yakın olmakla birlikte şöyledir: Kişinin mahrem olan yakınının yüzüne, başına, gerdanlığına, diz kapağına kadar ayaklarına ve omzuna kadar kollarına bakabilir. Sırt ve karın bölgesine bakamaz.Maliki mezhebi âlimleri mahrem-nâmahrem ayırt etmeksizin kadının elleri ve yüzü dışındaki uzuvlarına bakmanın caiz olmadığını belirtmişlerdir.Şafii mezhebine göre de akıl-bâliğ bir erkeğin mahremi olan kadının göbekle diz kapağı arasındaki kısımlarına bakamaz. Şehvet nazarıyla olmaksızın göbeğiyle diz kapağı arası dışındaki yerlerine bakabilir.Şayet kadın nâmahrem yani yabancı biriyse Hanefi mezhebine göre el ve yüzünün dışındaki azalarına bakmak haramdır. El ve yüzüne bakmak da şehvetten emin olmak şartıyla caizdir.21 Şafii ve Hanbelî uleması ise yabancı kadınlara bakmayı mutlak anlamda haram kabul etmişlerdir. Zîrâ onlara göre kadının bütün bedeni avrettir, yani örtülü olmak durumundadır. Hanefilere göre ise kadının elleri ve yüzü avret değildir, yani kapalı olması zorunlu değildir.22Buraya şu mülâhazamızı da eklemekte fayda vardır: Şiir ve edebiyatta en çok kadınların yüzünden, kaşından, kirpiğinden dem vurulduğu dikkate alınırsa, duruma göre, Şafii ve Hanbelî ulemasının nokta-i nazarı, yani kadının bütün bedeninin avret olduğu görüşüne göre amel edilmelidir. Hulâsa Hanbelî ve Şafii mezhebi takva, diğer iki mezhep, yani Hanefi ve Maliki ise fetva ile ameli işaret etmektedir.Zaruretten dolayı bakmalar ise şehvetle bakmamak kaydı ile caiz görülmüştür. Göze ansızın ilişen haram manzara olursa gözü hemen başka tarafa çevirmemiz gerektiği de ifade edilmiştir.23Kadının erkeğe bakması ise fıkıh mezheplerine göre şöyledir: Hanefilere göre eğer kadın erkeğin mahremi değilse, yani yabancı ise, diz kapağı-göbek arası hâriç diğer yerlerine şehvetten emin olması şartıyla bakabilir. Hanbelî ve Malikî mezhebinde ise iki görüş vardır. Birincisi Hanefilerin görüşünün aynısıdır. İkincisi ise –ki Şafii mezhebinde de en doğru sayılan görüştür- erkeğin mahremi olmayan bir kadına bakmasında ölçü ne ise kadının da nâmahrem bir erkeğe bakışı aynı hükme tâbidir. Zira âyette erkeklerin bakışlarını kısmaları emredildiği gibi, kadınların da bakışlarını kısmaları emredilmiştir. Ayrıca Ebu Davud'daki hadîs rivayetinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Ümmü Seleme ve Hafsa (radıyallâhu anhümâ) validelerimize, görme özürlü olan Ümmü Mektum huzur-u nebevîdeyken, "Siz ikiniz de mi görme engellisiniz, onu görmüyor musunuz?" diyerek perde arkasında geçmelerini söylemiştir.24Haram bir bakış: Tecessüs Tecessüs, insanların mahrem ve gizli hallerini gizlice ve iradî olarak gözetlemektir. Bu menfi tutum ve davranıştan, müminler, Hucurât Sûresi'nin 12. âyetinde "tecessüste bulunmayın" buyrularak menedilmişlerdir. Bu konuyla ilgili olarak hadîs kitaplarında pek çok hâdise anlatılır. İşte bunlardan bir misâl:"Adamın biri, Allah Resulü'nün, kapısında bulunan bir delikten, onun bir tarakla saçlarını taradığını gördü. Efendimiz o adamı gördüğünde: "Eğer ben senin beni gözetlediğini bilseydim elimdeki tarağı gözüne sokardım." dedi ve ekledi: "İzin istemenin sebebi göze bir şey ilişmemesi içindir."25Burada konuyla ilgili istidrâdî bir hususu da belirtmeden geçemeyeceğiz: Aslında dinimiz, tecessüsün önünü çocuklar henüz ergenlik çağına gelmeden almayı hedeflemiştir. Nitekim Nûr Sûresi'nin 58. ve 59. âyetlerinde şöyle buyrulmaktadır: "Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan köle ve hizmetçileriniz ile içinizden henüz bülûğa ermemiş çocuklarınız, odanıza girmek için şu üç vakitte sizden izin istesinler: Sabah namazından önce, öğle vakti istirahat için elbiselerinizi çıkardığınız zaman ve bir de yatsı namazından sonra. İşte bu üç vakit, mahremiyet vakitlerinizdir. Ama bunların dışında izinsiz girmelerinde ne sizin için ne de onlar için bir mahzur yoktur. Çünkü sizin birbirinizin yanına girip çıkmanız kaçınılmazdır. İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar. Gerçekten Allah, alîm ve hakîmdir (her şeyi bilir, tam hüküm ve hikmet sahibidir). Çocuklarınız büluğa erdiklerinde ise, kendilerinden büyük olanları nasıl izin istiyorlardı ise, odanıza girmek için her vakitte izin istesinler! İşte Allah size âyetlerini böylece açıklar. Çünkü Allah her şeyi bilir, her hükmü yerinde açıklar."Buna göre çocuklar ailede iken mahremiyet eğitimi alırlarsa, başkalarına karşı daha evleviyetle dikkatli ve duyarlı olacak, başkalarını tecessüs etme gibi olumsuz fiillere girişmeyeceklerdir. Yani aile yuvasında çocuklar istizâna (izin istemeye) alıştırıldıkları zaman izinsiz olarak hiç kimsenin mahremine bakma gibi yanlış davranışlara da girmeyeceklerdir. Dolayısıyla İslâm tecessüsü henüz aile yuvasında çözümleme yoluna gitmiştir, meseleyi temelden halletmiştir. Bazen de istemeden ve irademiz dışında bir mümin kardeşimizi haram işlerken görebiliriz. Bu durumda mümin olarak, iyice tecessüs etmeden, tam teşhis peşine düşmeden, sırtını dönüp "Yüce Rabbim, günahkâr kullarını hidayete erdir, beni de affet." demeli, oradan uzaklaşmalı ve gördüğümüzü de unutmalıyız. Ancak kamunun hukukunu ilgilendiren meseleleri, en yetkili mercie usulünce iletmekte yarar vardır. Bu da bir anlamda müminlerin bir vazifesi olan nehy-i ani'l-münker yani insanları fenalıklardan sakındırma görevidir.İstisnâi veya haram olmayan bakışlar Allah Resulü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir erkeğin bir nâmahreme evlenmek niyet ve kasdıyla bakmasının caiz olduğunu ifade buyurmuşlardır ki, Ebû Hüreyre'den (radıyallâhu anh) gelen hadîs şu mealdedir: "Allah Resulü'nün yanındayken bir adam geldi ve Ensar'dan bir kadınla evlenmek istediğini ona haber verdi. Efendimiz o zâta şöyle dedi: O kadına baktın mı? Sahabi: Hayır, bakmadım dedi. Bunun üzerine Resulü Ekrem Efendimiz: Hemen git ve ona bak. Zîrâ Ensar kadınlarının gözlerinde bir şey (küçüklük)26 olabilmektedir" buyurdu.27Tirmizi'nin Sünen'inde geçen ve Muğîre b. Şu'be rivayetiyle gelen hadis ise aynı meseleyi farklı şekilde bize sunmaktadır: Muğîre b. Şu'be bir bayanla evlenmek istediğinde Allah Resulü ona dedi ki: "Ona bak. Zîrâ ona bakmış olman aranızdaki sevgi ve muhabbetin devamlılığı adına çok önemlidir."28 Buradaki bakmaktan maksat, kadının dinen bakılması caiz olan yerlerine bakılmasıdır. Yoksa bakılması haram olan uzuvlarına bakmak değildir.Zaruret hâllerinde bakmalar da istisna tutulmuştur. Doktorun, yanında eşi veya bir mahremi olmak kaydıyla bakması, alışveriş esnasında satıcının parayı alırken veya malı verirken bakması, kadına onun lehinde veya aleyhindeki bir şahitlik çerçevesinde bakılması, mahkemede hâkimin kadınla ilgili bir hüküm verirken bakması, kadınlar için zaruri olan bilgi ve becerilerin öğretim ve eğitiminde kadının yanında mahreminin bulunmaması ve perde arkasından öğretme imkânı olmaması hallerinde bakılması da bu çerçevede zikredilebilir.29 Ancak bu gibi bakmalarda da ihtiyaç sınırını aşmamaya dikkat edilmeli, maksat olan zaruret ölçüsü dışına taşıp da muhatapları rahatsız etmemeye özen gösterilmelidir.Netice Bize kendi ruhundan üflediğini beyan eden Rabb'imizin emirlerine ve yasaklarına karşı duyarlı olmak kulluk bilinci taşıyan her mümin için bir vecibedir. Bu cümleden olarak, ruhumuzun dünyaya açılan penceresi hükmünde olan gözlerimizi muharremattan korumak ve ruhlarımıza günah is ve paslarını akıtmasına meydan vermemek gerektir. Hele çağımızda her türlü teknik ve teknolojinin mebzul miktarda olduğunu düşünürsek, yalnız kaldığımız veya darda kalıp yalnızlık hissine kapıldığımız anlarda "Ey Hayy ve Kayyûm Allah'ım! Senin rahmetini diliyor ve dileniyorum. Bütün işlerimi sâlih eyle. Beni bir ân-ı seyyâle veya göz açıp kapayıncaya kadar geçen süre dahi nefsimle baş başa bırakma."30 duasıyla yakarışa geçmeliyiz.Herhangi bir iş veya iman hizmetine müteallik bir vazife söz konusu olmadığı sürece günahların kol gezdiği çarşı-pazarlardan uzak kalmak lâzımdır. İllâ dışarı çıkmak gerekiyorsa, çok dikkatli yol almak ve şeytanın oklarına karşı uyanık bulunmak gerekir. Bunu başarabilmek için iki şart vardır; birincisi, çarşı-pazara çıkmadan önce, mânevî bağışıklık sistemimizi güçlendirici bazı şeyler okumak veya dinlemek; ikincisi de, bir yere giderken elden geldiğince yalnız olmamaya çalışmak ve gönül insanı bir-iki arkadaşla beraber bulunmaktır. Bütün çabalara rağmen yine de irademiz haricinde kalb ve ruhumuzu kirleten is-pas olabilir. Bu türlü durumlarda ise, ilk fırsatta namaz, sadaka, oruç ve dua gibi ibadetlerle gayr-i iradî gelip ruhumuza bulaşan günahlara keffâret aramak gerekir.31*Gaziantep Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi. merdal@yeniumit.com.trDipnotlar 1 İbn Manzur, Lisanu'l-arab, N-Z-R mad.; Er-Râzî, Muhtâru's-sıhâh, N-Z-R mad. 2 Bediüzzaman, Sözler, Şahdamar yay., s.49. 3 İsra, 32 4 Nesefî, Medârik, 2/ 411. 5 Nesefî, 2/ 411. 6 Elmalı'lı, 5/ 3502 7 Bediüzzaman, Lemalar, s. 169-170. 8 Bediüzzaman, Lem'alar, Şahdamar yay.,2..Lem'a, s. 9. 9 Abdurrezzak, el-Musannef, III/362. 10 Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, Şahdamar yay., s.105. 11 Buhari, Sahîh, 19/ 238. 12 Abdürrezzak, el-Musannef, 5/ 80. 13 İbn Ebî Âsım, el-Âhâd ve'l- mes'anî, 1/ 378. 14 Buhari, Sahih, 19/ 262. 15 İbn Hacer, Fethul'-bâri, 17/ 469. 16 Müslim, Sahîh, 2/ 237. 17 Hâkim, el-Müstedrek, I-IV, Beyrut, 1990, IV/349. 18 İbn Kesîr, Tefsir, I-VIII, Kahraman neşr., İstanbul, 1992, VI/45. 19 Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/304. 20 Gülen, M.Fethullah, Ölümsüzlük İksiri, İstanbul, 2009, s.103-104. 21 Vehbe Zuhaylî, el-Fıkhu'l- İslâmi ve Edilletüh, Dımaşk, 1989, III/560 vd. 22 Zuhaylî, III/562. 23 Zuhayli, III/561. 24 Zuhaylî, III/564. 25 Müslim, Sahih, XI/111. 26 Tahavi, Şerhu Meâni'l- Âsâr, I-IV, Beyrut, 1399, III/14. 27 Müslim, Sahîh, VII/ 250. 28 Tirmizî, Sünen, IV/264. 29 Zuhaylî, III/564. 30 Bezzâr, Müsned, II/282. 31 Gülen, Ölümsüzlük İksiri, s.128.