Tasavvuf; her şeyden önce, hayatı Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde tanzim edebilme gayretidir.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“Allâh’a ve Peygamberʼe itaat edin ki size merhamet edilsin.” (Âl-i İmrân, 132)

“Ey îmân edenler! Allâh’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin. Amellerinizi boşa çıkarmayın.”(Muhammed, 33)

TASAVVUFTA SÜNNETE RİAYET ÇOK ÖNEMLİ

Peygamber Efendimiz -sallâllahu aleyhi ve sellem- de, Vedâ Hutbesiʼnde şöyle buyurmuştur:

“…Haberiniz olsun ki, ben, önceden gidip Cennetʼte Kevser Havuzu’nun başında sizi bekleyeceğim! Diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla sevineceğim. Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!..

…Ey mü’minler! Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitâbı Kur’ân ve O’nun Peygamberinin Sünnetiʼdir…” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

TASAVVUF KEŞİF VE KERÂMETLERE ERME EĞİTİMİ DEĞİLDİR!

İşte gerçek tasavvuf da, bu iki mukaddes emânete lâyıkıyla riâyet edebilmekten ibârettir. Kurʼân-ı Kerîm ve Sünnetʼte bahsi geçen, ihlâs, takvâ, zühd, huşû, tevbe, rızâ gibi kalp amellerinin nasıl gerçekleşeceğini; buna mukâbil, riyâ, ucup, kibir, gıybet, haset gibi nefsânî marazların nasıl bertaraf edileceğini öğreten bir eğitim yoludur. Yoksa sadece riyâzet ve mücâhede gibi birtakım temrinlerle, keşif ve kerâmetlere erme eğitimi değildir.

KERÂMET MANEVİ İLERLEMENİN ÖLÇÜSÜ DEĞİLDİR!

Zaten keşif ve kerâmetlere ermek, mânevî ilerlemenin ölçüsü de değildir. Nitekim pek çok rivâyette[1] peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hazret-i Ebû Bekir -radıyallahu anh-ʼın da, fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir, çok fazla bir mâlumat yoktur. Onun en büyük kerâmeti; Allah Rasûlüʼne olan eşsiz muhabbet ve sadâkatiyle müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir.

ÖNEMLİ OLAN İSTİKAMET ÜZERE YAŞAMAKTIR!

Bu sebeple Allah dostları, fizikî kerâmetlere ehemmiyet vermemiş, hattâ gurur ve şöhrete sebep olan bu tip kerâmetleri ifşâ etmekten titizlikle sakınmışlardır. Bütün gayretlerini de, gerçek kerâmet olan;Kurʼân ve Sünnet istikâmetinde yaşayabilme üzerine yoğunlaştırmışlardır.

Cü­neyd-i Bağ­dâ­dî -kud­di­se sir­ruh-:

“Bir ki­şi­yi ha­va­da uçar­ken gör­se­niz, hâ­li Ki­tap ve Sün­ne­tʼe uy­mu­yor­sa, bu bir (kerâmet değil)is­tid­raç­tır.” bu­yu­rmuştur.

ALLAH KATINDA EN DEĞERLİ OLANLAR, TAKVÂLI OLANLARDIR!

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’nin de şöyle dediği nakledilir:

“Bir gün Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye şöyle dedim:

«–Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Sen ise, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (kendimde bir varlık ve benlik hissetmeme sebep olacak bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!»”[2]

Zira âyet-i kerîmede de Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ

“…Muhakkak ki Allah katında en keremliniz (en değerli olanlarınız), en çok takvâlı olanlarınızdır (Oʼna karşı gelmekten en çok sakınanlarınızdır)…” (el-Hucurât, 13)

 

Dipnotlar: [1] Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XI, 549/32578; İbn-i Mâce, Mukaddime, 11/106; Ahmed, I, 127, II, 26. [2] Bkz. Attâr, Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 217, İlim ve Kültür Yayınları, Bursa 1984.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Kendisiyle İmtihanında Tasavvuf, Erkam Yayınları