|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Suriye modeli
7 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :7 Ocak 2025 00:29
İlk defa çeyrek asır evvel "OMT-Osmanlı Milletler Topluluğu" demiş buna dair düşünmüş, yazmış, konuşmuş ve kitabını da çıkarmıştık…
Devlet aklının, çok çetin şartlarda emperyalist dünyaya rağmen inceden inceye işlemesiyle hiç beklenmedik bir ânda ve bütün dünyayı şaşırtan bir olgunlukla ortaya çıkan Yeni Suriye gerçeği, kuvvetle tahmin ediyoruz ki Ankara’nın OMT’nin hayat bulmasına dair attığı başlangıç adımıdır.
Daha önce de temas ettiğimiz gibi Türkiye, şimdi, her çeşidinden komşularına bir "Suriye Modeli" teklif etme imkânına kavuşmuştur. Ortaya çıkan yeni duruma göre bundan böyle Devlet-i âli Osman zamanında olduğu gibi aynı toprağı paylaşmak veya devletlerin bağımsızlıklarını koruyarak konfederasyon ismiyle tek çatı altında bileşmeleri şart değildir. Bir defa daha tekrar edelim ki günümüz dünyasında teknoloji, uydular, internet, iletişim, çok şeyi ve bu arada siyâsî coğrafyayı da değiştirmiştir. Hudutların varlığı hep olacaktır ama hudutlar, bundan sonra dünkü anlamda kalamaz. Teknoloji, uzay teknolojisi, internet ve haberleşme, hudutları, sınırları kelimenin tâm mânâsıyla nâmevcut hâle getirmiştir. "Nâmevcut" yok demek değil, var olduğu hâlde olmayan demektir. Aslında vardır, lakin varlığı hissedilmez.
Şimdiden sonra Türkiye-Suriye münasebetlerinin şöylece yürümesi beklenir:
Suriye meclisi, hükûmeti, ordusu, hazinesi, kanunları, anayasası, marşı ve bayrağıyla müstakil bir devlet olacaktır. Ancak, Türkiye ve Suriye, hayatın her alanında eğitimde, sağlıkta, ekonomide, üretimde, bayındırlıkta, güvenlikte… kısacası bir devleti devlet kılan ne varsa neredeyse hepsinde yakın iş birliği, dayanışma, ortaklık yapacaklardır. Birinde olan diğerinde yoksa bu imkân şartları içinde paylaşılacaktır.
İnsanlar gibi devletler de tek başına olamazlar. İnsanlar gibi devletler de komşudur. Komşunun komşuya muhtaçlığı gibi devlet de devlete muhtaçtır. Şu bahsettiğimiz, bir barış iklimi tesis etme zaruretidir… Aynı zamanda bir Devlet Reisi olan Sevgili Peygamberimiz -aleyhi’s selâm- şöyle buyurmaktalar:
‘-El sulhu seyyid’ül ahkâm". “Hükümlerin en üstünü, sulhtur; barıştır."
Bu Hadîs-i şerîfe "barış içinde bir arada yaşamanın anahtar cümlesi" diyebiliriz. Mezalimin olmaması, soykırımın fırsat bulamaması, kan ve gözyaşıyla yeryüzünün incinmemesi, semânın titrememesi, mazlumların ahının dünyayı sarsmaması için barışın, sulhun zulümden güçlü olması gerekir. Bu şarttan dolayıdır ki tarih, Pax Romana-Roma Sulhuna ve Pax Ottomanaya-Osmanlı Sulhuna şahîd olmuştur. Cihanşümul barış en evvela adaletle kurulabilir. Şerefli Osmanlı Devletinden sonra dünya, bir daha bütün küreyi kucaklayacak tarzda âdil ve eşit bir barış iklimine kavuşamadı. Ne bütün zulümlerin sebebi ve kaynağı Birleşik Krallık, ne işçi sınıfı iktidarı diyerek yola çıkıp kızıl emperyalizm zorbalığı güden SSCB-Sovyetler Birliği ve ne de dünyayı doymaz bir iştihayla talan eden ABD bir pax/barış kuramadılar, huzur getiremediler. Onlar, Fırat’ın kenarında kurdun, koyunu boğazlamasını ya seyrettiler veya kurda yardım ettiler.
Şimdi dünya yeni bir safhaya giriyor:
Türk Devlet aklının eseri olan Suriye Modeli, Türk Barışı döneminin başlangıcıdır. Nitekim, Suriye’de ihtilal yapılıp da vatanseverler, BAAS zulmünü yıkıp, zalim Esad’ı devirince dünya, muzaffer olanların diğer din, ırk ve hayat tarzındaki insanları katledileceğini, Halep ve Şam sokaklarında kan gövdeyi götürecek diye beklediler. Hâlbuki; Ankara, lâzım gelen telkinleri yapmış, istişareler olmuş ve yol haritası çizilmişti. Bu sebeple kimsenin kılına halel gelmedi. Ürkülen olsaydı bugün bölge, büyük bir facia, dünya sıkıntı içindeydi. Yaşadığımız devirde bir Amerikan Barışı olsaydı, İsrail, Gazze’de soykırıma devam edemezdi. Ediyorsa bu, bir boşluktan haksızlığa rıza ve destekten doğmaktadır. Nitekim Biden, katil Netanyahu’nun mazlumlara kıyan elini tutmak bir yana giderayak İsrail’e yüklü şekilde silah veriyor.
Huzur, Türk Barışı’nı kurmakla kazanılacaktır.
Osmanlı Türk Barışı, bir asırlık aradan sonra Osmanlının torunları eliyle dünyanın selâmeti için yeniden devreye girmektedir. Türk Devlet aklı, Suriye Modelini sabırla işleyerek dört bir yanımızdaki komşularımıza, eski vilayetlerimize OMT’yi diğer bir söyleyişle Suriye Modeli’ni anlatmalıdır.
Osmanlı Barışı bir zaruretti.
Ecdadımız, vazifesini eda etti.
Bugün de OMT’yi teşkil edecek Suriye Modeli bir zarurettir.
Ankara zengin devlet birikimi, engin müktesebatı, sağlam tecrübesiyle müstemlekeci devletlere rağmen bunu yapmalıdır. Aslına bakılırsa 1953’te Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında akdedilen fakat 27 Mayıs’la son bulan Balkan Paktı, böyle bir ihtiyacın mahsulüdür. Belki 1955’te kurulan ve 1959’da biten Bağdat Paktı da bu cümleden addedilebilir. Sosyolojinin kurucusu, Tunuslu tarihçi İbni Haldun’un meşhur "coğrafya kaderdir” sözü bir kanun ise şu tasvir tafsil ettiğimiz fikrin hayat bulması bir mecburiyettir.
Bu makalemizin devamı, üniversitede doktora konusudur.
.
Zafer, Filistin'indir!!!..
9 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :9 Ocak 2025 00:17
Filistin, 1914’ten; daha gerçeği Abdülhamid Han’ın 1909’da tahttan indirilmesinden bu yana çile çekmektedir. Kadını, kızı, delikanlısı, erkeği ve yaşlısıyla Filistinli, ümmetin çağımızdaki -âdeta- en yiğididir.
Filistinli, Mescid-i Aksa’nın sâdık muhafızları, I. Cihan Harbiyle sonrasında 30’lu, 40’lı, 60’lı yıllarda ve sürüp gelen yıllarda büyük acılar yaşadı. Çok ıstırap çektiler, çok şehîd verdiler. Ama 2021 senesinin Leyle-i Kadr’i öncesinde başlayıp bütün bayram süresince devam eden ve hâlen de devam etmekte olan şu mezalim gibisi hiç görülmedi, hiç yaşanmadı.
Başzalim Binyamin Netanyahu, Filistinlilere soykırım uygulamaktadır. İnsana bu gayrı insanî vahşeti reva gören İsrail terör devleti, ordusu terör örgütüdür. İsrail İnsan Hakları Derneği de İsrail’i savaş suçu işlemekle itham etmektedir. Kendi hava kuvvetlerinde pilotluk yapmış insaf sahibi bir Yahudi, İsrail’i terör devleti, ordusunu terör örgütü olarak ilân ediyor.
Stalin, Hitler ve Miloseviç’in yolunda olan Başzalim Netanyahu, korkunç bir katliam yapmakta, bir milleti ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Milletlerarası ceza mahkemesinde yargılanıp en ağır şekilde cezalandırılmayı hak etmiştir.
Ne var ki suçlu, sadece Başzalim değildir:
ABD Dışişleri, Pentagon ve Beyaz Saray sözcüleri, ağızlarını her açtıklarında yüzleri hiç kızarmadan "İsrail, kendini savunmaktadır, İsrail’le iş birliği yapmaya hazırız!" diyebilmekteler. Önceki Amerikan Başkanı Donald Trump’ın İsrail’in başşehri olarak Kudüs’ü tanıması ve ardından ABD sefaretini Tel Aviv’den Kudüs’e nakletmesi ve BM kararlarına aykırı olarak Golan Tepelerinin İsrail’in mülkü olduğunu ilânı Başzalim'i şımartmıştı. Şimdiki Başkan Joe Biden, şımartmaya devam etmektedir. Başzalim, gerek Washington’dan ve gerekse İsrail bayrağını resmî kurumlarına asan Avusturya, Çekya… gibi devletlerden aldığı destekle katliamını şiddetlendirdiği gibi "sivil yerleşimci" adlı gasp ve talan sürüsünü de başıboş bırakmıştır.
Suçlu tek başına ne İsrail ne de Başzalim’dir. İsrail’e destek veren her merkez, her kişi ve katliamı durdurmayan BM suça ortaktır. Bu haçlı-siyon ittifakına katılan bazı Körfez ülkelerinin sözde veliahdları da suçludur.
Kör dünyayla gâfil İslâm âleminin gözü önünde soykırım yapılırken BM-Birleşmiş Milletler âciz, AB-Avrupa Birliği ve AK-Avrupa Konseyi umursamaz, İİT-İslâm İşbirliği Teşkilatı, Türk Konseyi, D-8’ler… zavallıdır. İİT ancak kınama kararı alabiliyor. BM, ABD yüzünden kınama kararı bile alamıyor. Soğuk savaş dönemi eseri böyle bir köhnemiş BM’nin varlığı lüzumsuzdur. Yıkılıp yeniden kurulması şarttır. İİT üyesi 57 devlet o cesareti gösterip de BM’den çekilse bu tiyatro teşkilat çöker.
Biz, Binyüz başlarında Müslüman olduktan sonra bin yıldır İslamiyet’e en yüksek hizmeti veren tek devletiz. İslâm âlimleri, Asr-ı saadetten sonra bu dine en büyük hizmeti, Müslüman Türklerin; Osmanlıların verdiğini ifade etmektedirler. Böylesi büyük bir şerefi bize miras bırakan ecdadımızdan Allah, râzı olsun. Allah, bugünkü devletimizle onu idare edenlerden de râzı olsun. Şimdi de Filistin ve diğer mazlumlar için yalnızca biz çırpınmaktayız.
Ankara’nın yapacağı işler vardır:
1-Filistin’le MEB-Münhasır Ekonomik Bölge Andlaşması imzalanmalıdır.
2-TSK, Filistinli gençleri getirterek onlara askerî eğitim verip vatanlarını müdafaa için geri yollamalıdır.
3- Filistin Hükûmeti isterse TSK, mültecilerle Türklerden gönüllüleri eğitim için Filistin’e yollamalıdır.
4-Türkiye, Filistin’e silah, araç-gereç ve mühimmat yardımı yapmalıdır.
5-Kimse aklından çıkarmasın ki Filistin’in Kıbrıs’tan farkı yoktur. Filistin düşerse Kıbrıs ve Mavi Vatan düşer, Anadolu tehlikeyle burun buruna gelir.
6- İsrail’le olan dostluğundan dolayı Azerbaycan’ın dikkati uyandırılmalıdır. İsrail, Türkiye’yi -belki İran’ı da- kuzeyden kuşatmaya çalışmaktadır.
7-Kimse unutmasın ki I. Dünya Harbi bitmemiştir.
Soru şudur:
Bazı haçlı merkezlerin desteğini de alan bu siyon kuvvetle arada böylesine büyük fark varken zafer nasıl olur da Filistin’in olur? Hayır; o bir gerçek ama, Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edildikten sonra nasıl yıkıldığını anlatmayacağız. Önümüzde daha taze, çok yeni hakikatler var:
İki oğlu ve zevcesi şehid düşmüş, bir oğlu da kayıp; bir baba, etrafındakilerle bunları konuşurken bir oğlunun daha şehadet haberini alıyor. O ândan itibaren beş aylık bebeğiyle tek başına kalmıştır. Buna rağmen o Filistinli babanın gözlerinde tek damla yaş yoktur! Metanetinde sarsılma yoktur! Dudaklarında ise muhteşem cümle vardır:
-Elhamdülillahi Rabbil âlemin âlâ küllî hâl/Her hâl ve şart altında âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun!
Başka bir misal:
Daha genç kızlığın başlangıcındayken, her şeyden evvel düşmanın kelepçesiyle tanışan, bileklerine ters kelepçe takılırken Başzalim'in haydut askerlerine tepeden bakarak onların zavallılığına gülen haberlerde görülen o genç kız… ve diğer Filistinli yiğit kızlar, oğlanlar ve analar, babalar.
Herkes bilsin ki:
Bu îmâna, bu şecaate, bu cesarete sahip Filistin’i 10 İsrail bile yenemez!!!..
Zafer elbette ve muhakkak Filistin’indir!
Filistinli, Bedir Harbi ruhundan beslenmektedir.
Zalim dünya, gözlerini açıp görmeli ki vatanını müdafaa hakkı olan biri varsa o elbette ve mutlaka Filistinlidir!!!
Türkiye, yukarıda saydıklarımızı yaparsa zafer çabuklaşır.
Bu şeref de Türk milletine kıyamete kadar yeter.
Şanlı Peygamberle -aleyhisselâm- Bedir Şehidlerinin ruhları şâd olur.
***
Bugünkü makalemizin başlığı şu olacaktı:
GAZZE AÇ, GAZZE ÜŞÜYOR!..
Dün sabah, yazımızın konusunu tesbit ettikten sonra kendisini de zihnen inşâ etmiştik.
Buna rağmen şimdi bir başka yazı okuyorsunuz.
Sebebi şudur:
Dün sabah bilgisayarı açınca 18.05.2021 tarihinde Türkiye gazetesinde yayınlanmış olan "ZAFER FİLİSTİN’İNDİR"adlı yazımla karşılaştım. O yazıda bahsedilen acılar, Gazze’de, Batı Şeria’da yani Filistin’de aynen devam ediyor. Öyle ise bu makaleyi yine neşretmeliydik. Zira bâzıları, işlenen katliam ve soykırımı, İzzeddin el Kassam Tugaylarının 7 Ekim 2023’te İsrail’e taarruz etmesi üzerine İsrail’in kendini müdafaa maksadıyla başlattığını zannetme gafleti içindeler.
.
Türkiye, bölgenin teminatıdır!..
11 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :10 Ocak 2025 22:05
Türkiye, gelinen şu noktada yalnızca kendisinin değil, bölge ülkelerinin de menfaatlerini kollamaktadır. Cümle âlem şahid ki Gazze başta olmak üzere her şeyi ile Filistin’in, Gazze’nin ve çocukların kadınların, sivillerin haklarını müdafaa ediyoruz. Irak’la hem teröre karşı birlik andlaşması ve hem de iktisadî ve kalkınmaya dönük adlaşmalar yaptık.
Bunları Suriye takip etti:
Suriye’de zalim BAAS rejiminin bir halk ihtilaliyle çökmesi ve doğan tarihî değişim, Türkiye’nin her anlamda verdiği muazzam destekle oldu. Suriye’yi Lübnan takip etti. Lübnan Başbakanı Sn. Necib Mikatî’nin geçen ay Türkiye’yi ziyaretinde "Evvela Allah’a, sonra Türkiye’ye güveniyoruz" demesi, bir kadirşinaslık örneği olduğu gibi aynı zamanda Osmanlı hasretiydi. Osmanlı evladlarının gönlü alınıyor gibiydi. Bu ülke Başbakanının ziyaretini, Lübnan’ın önde gelen isimlerinden Dürzî reisi Velid Canbolat’ın Ankara ziyareti takip etti.
Şu yazdıklarımızdan da anlaşılacağı gibi komşularımızdan Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin devlet ve memleket varlıklarını Türkiye ile devam ettirebilmekteler. Aslında Ürdün de bu çerçeveye dâhildir. Türkiye korkusu olmasa İsrail, safsata "Arz-ı mev’ud" (Vadedilmiş Topraklar) saplantısıyla Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi… ele geçirmek için her şeyi yapacaktır. Onlarla da kalmaz.
Diğer taraftan Katar’da 5 Haziran 2017’de yabancı devletler destekli olarak yapılmak üstenen bir darbe teşebbüsünü Türk Özel Kuvvetlerinin püskürttüğü hatırlardadır. Biz olmasaydık, Katar şimdi başka türlüydü. Keza, Türkiye, Azerbaycan’a yardımcı olmasıyla Karabağ’daki Ermeni işgali 30 yılı aşmış olarak bugün de devam ediyordu.
Sadece adı geçen devletler de değil:
Ukrayna, Batı’nın kışkırtması ve Rusya’nın da öfkeye kapılarak işgaliyle savaşın ortasına düştü. 2014 yılından beri bir “kör dövüşü harbi” sürüp gitmekte. İkisi de Slav olan Ruslar ve Ukraynalılar, çarpışmaktalar. Ankara, bu ihtilafta Türkiye ana muhalefetinin farklı telkinlerine rağmen taraf olmak yerine tarafsız kalıp ara bulucu olmayı tercih etti. Muhalefetin dediği kaale alınarak Ukrayna’nın yanında yer alıp Rusya ile kötü olsaydık bunun sonuçları çok ama çok fena olurdu. Hâlbuki iki devlet arasında ara buluculuk yaparak, dünyanın gıda temin etme yollarını da açık tuttuk. Bugün hem Kiev ve hem de Moskova’yla iyi münasebetler içindeyiz…
Moskova, şimdiye dek Kiev’e karşı kısmen bile olsa itidalle hareket ettiyse bunda Sn. Erdoğan’ın Sn. Putin’e, Dışişleri Bakanlarımızın da mevkidaşlarına telkinlerinin payı vardır.
Bütün bunlar, Türkiye’de güçlü bir iktidarın, lider siyasetinin ve çok güçlü bir Cumhur İttifakı’nın varlığından ileri gelmektedir. Şayet zayıf bir iktidar veya parsa peşinde koşan çakşımış bir koalisyon işbaşında bulunsaydı şu manzaraların tersi yaşanırdı. Ayrıca pahalılık, enflasyon, döviz, en yakıcı hâllerde olurdu!
O zaman:
İsrail, yine el üstünde tutulurdu.
Siyonistler, Gazze ve Filistin diye bir şey bırakmazlardı.
İsrail, Filistin’den başka Lübnan’ı da haritasına dahil ederdi.
BAAS rejimi ve zalim Esad yerinde kalır, Suriye’nin kuzeyinde Irak’ın da kuzeyini içine alacak şekilde bir terör devleti kurulurdu.
Dağlık Karabağ, gözyaşı dökmeye devam ederdi.
Irak’la bugünkü yakınlık kurulamazdı.
Savunma Sanayiinin değil kendisi adı bile olmazdı.
Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’la MHP Genel Başkanı Sn. Bahçeli’nin 9 Ocak 2025 günü Devlet Bey’in ev sahipliğinde görüşmeleri ve ertesi gün de Hariciye Vekilimiz Sn. Hakan Fidan’ın Türk ve dünya basınına çok uzun, çok mantıklı ve çok mufassal açıklamalar yapmasının tercümesi yukarıdaki satırlarımızdır.
O tercüme bilhassa da yazının başlığıdır:
"Türkiye, bölgenin teminatıdır!"
Bölgenin teminatı olmak, Cihan Sulhü’nün de teminatı olmak demektir.
Bu coğrafya karışırsa dünya çalkalanır…
İyi ki Türk Barışı, şafağı sökmekte…
.
Aileyi kurtarmak!..
14 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :13 Ocak 2025 22:43
Devletin temeli aile, ailenin temeli kadın yâni eş yâni "ana"dır. Anne, dünkü genç kızdır. Milletimizi, dünden bugüne; iffet goncası genç kızlarımızın usulünce evlenerek Hanımefendiliği yüklenmeleriyle üstlendiği mes’uliyyet hissi taşıdı…
Bu topraklarda bir asırdan bu yana sömürgeci, istilacı Batı, içerideki bağlılarıyla birlikte genç kızlarımızı, annelerinin, büyükannelerinin yolundan çıkartarak bu milletin ruhunu yoğuran İslâm ahlâkından koparmak için her şer, hîle ve ihâneti işlemekten geri durmadılar… aynısını oğullarımıza, topyekûn nesillerimize tatbik ettiler.
Çağdaşlaşma niyeti, kendi olması gereken çerçeveden çıkartılarak başkalaşmaya, yabancılaşmaya, mankurtlaşmaya dönüştü. Moda, sinema, basın-yayın gibi yollarla özümüze dair hangi değer varsa onlara ya soğuk bakan, ya küçümseyerek bakan veya nefretle bakan insanlar yetiştirildi. Önce vatan, sonra zihin işgalcilerinin yaptığını şimdi sabah-akşam bir kısım fütursuz diziler devam ettirmektedir…
Bugün toplumu tehdit eden o cinsiyetsizleştirme ahlâk katliamının bir adım evveli ne yazık ki bugün de görülebilen "düzeyli birliktelik"ti. Allah’ın emri, Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- sünneti olan nikâh, aşağılanarak onun yerine şeriatın yani İslam Hukukunun ve aklı başında cemiyetlerin zina saydığı gayrimeşru hayat, “seviyeli bir hayat tarzı” olarak satıldı!..
Adaleti tesis etmek Hukuk Liseleri açmakla başlayacağı gibi aileyi kurtarmak da gençlerimizi öncelikle genç kızlarımızı kurtarmakla mümkün olur. Her genç kız, anne adayıdır. Bir genç kızı, hayrlı evladlar yetiştirecek olan kadınlığa analar hazırlarlar. Aynı şekilde aile ocağı, genç erkekleri de böyle bir iffetli yolda yetiştirir…
Bugün toplum şöyle bir mutabakata varmıştır: Kimse kimsenin hayatına karışmamaktadır. Ferdî irâde, revaç bulmuş vaziyettedir. Zâten kimin ne olduğu da meçhuldür. Bir genç kız veya genç hanım, AVM’de mescide girerken başka, mescidin içinde başka hâldedir.
Orta öğretim, yeniden şekillendirilmesi gereken işlerimizdendir. Eskiden kız liseleri, erkek liseleri vardı. Hanım öğretmenler, kızları istikbale aynı zamanda anne adayı olarak da hazırlıyorlardı. Mahrem bilgilerin de konuşulmasından dolayı aynı işin karma liselerde yapılması mümkün değildir. Bu sebeple veliye veya yaşı yetiyorsa talebeye karma, erkek, kız orta öğretimini seçme hakkı tanınabilir. Gelişmiş ülke okullarında da benzeri uygulamalar mevcuttur. Bugün ülkemizde plajlar bile kadın, erkek, karma diye ayrılmıştır.
Genç kızlar üzerine titrenilmesi, onların ileride Hanımefendi sıfatına kavuşmaları için şartların hazırlanması, yarın iyi birer anne olmaları maksadıyla ne lazımsa yapılması, gençlerin evliliğe teşvik edilmesi, düğün hazırlıklarında devletin gençlere destek vermesi gerektiğini on yıllardır yazıp konuşmaktayız…
Çünkü:
Genç kız yıkılırsa anne yıkılır, eş yıkılır, o yıkılırsa aile yıkılır, aile yıkılırsa devlet yıkılır. Şimdi Hükûmet, evliliği teşvik etmekte. Evleneceklere yardım vadetmekte. Ev almalarını kolaylaştırmaktadır. Geç kalınmış olsa da çok isabetli tasarruflardır. Bunları yıllar içinde defalarca ve defalarca yazmıştık.
Bugünkü hayatımızda:
-Geç evlenme.
-Erken boşanma.
-Az çocuk.
İstikbalimizi tehdit etmektedir.
5’in altındaki çocuk sayısı, hele hele 3’ün altı "az çocuk" sıralamasına girer. Bir imparatorluğu kaybetmiş, iki dünya harbi ve korkunç yoksulluklar yaşamış önceki nesiller, o çetin şartlarda en az 5 çocuk yetiştirdiler. Bugünün mimarları, dünkü ana-babaların yetiştirdiği çocuklardır. Lakin bugün orta yaş üstü olanlar, az çocuklu olmayı ikiden az çocuk "yapma"yı çağdaşlık, ilerilik, görgü kabul ettiler. Şu sözdeki sakatlığa bakmalı: "Çocuk yapma!.." Bu, dilimize sonradan giren kekre bir tercüme laftır. Bizim irfanımızda çocuğun dünyaya gelmesine vesile olunur. "Çocuk yaptık" denmez. İnsanın gönlü yapılır. İnsan, madde değildir ki yapılsın.
Araştırmacıların ikazına göre nüfusumuz, 2050’lerde gerileyecektir. O gün tahminen 100 milyon olacağız. Aslında bu rakamı, 2030’a kadar yakalamamız gerekirdi. Bugün 65 yaş üstü nüfusumuzun yüzde 20’yi bulduğunu da hatırlayarak göç olayına bir de bu nazarla bakmalı. Şu günkü coğrafi ve savunma sanayii hamleleri ve her türlü kalkınma teşebbüsümüz, 2071 Kızılelma’sına doğru bir millet aşkıdır. Ne var ki 2050’lerde nüfusumuz,125 milyon civarında olmazsa 2071 sıkıntılı karşılanabilir.
Şu gerçeği bir kez daha hatırlatmak isteriz:
Büyük devlet olmanın adalet, maarif, mâneviyat, maliye ve ordu gibi olmazsa olmazlarından başka iki şartı daha vardır. Onlar; büyük toprak ve büyük nüfustur… İsrail, istediği kadar çırpınsın. 6-7 milyon nüfusla güdük kalmaya mahkûmdur. Aslında bugünkü vahşeti, o eksikliğini telafi etmeye dönük bir cinnet hâlidir. Osmanlı Türkiye’sine ve Mavi Vatan’a, komşularımızın varlığına teminat olmamıza bir de çizdiğimiz bu zaviyeden bakmalı. Devlet, bugün Millî Devlet varlığını, günün şartlarıyla olgunlaştırarak Büyük Türkiye’yi inşaya çalışmaktadır.
Bütün bu yüce gâyenin çekirdeği aile, ailede annedir.
Kızı ve erkeğiyle çocuğu yetiştiren annedir.
İyi bir genç kız, iyi anne olur.
İyi bir genç, sorumlu baba olur.
Aileyi kurtarmak, Büyük Devlet olmanın teminatıdır.
Aile, mukaddestir…
.
Oniki ada
16 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :18 Ocak 2025 13:08
Oniki Ada, Ege denilen Adalar Denizi’nin güneyindeki irili ufaklı 20’nin üzerinde adanın tamamının olduğu bölgeye verilen isimdir. 12 adet ada kastediliyor değildir. Bu söyleyişi, Balkan Harbi öncesinde Yunanlılar, dodeca [oniki] nesos [adalar] diye kullanmaya başlamış, Avrupa da onu benimsemişti. Geçen asırdan bu yana Türkiye’de de “Oniki Ada” sözü yaygınlık kazandı.
Bu adalara Osmanlı Türkçesi’nde “Cezâir-i Bahr-i Sefid” [Akdeniz Adaları] deniyordu. Türkçede Ege diye bir kelime yoktu. Orası, Adalar Denizi’dir. Bu adalara Yunancada “oniki ada” denmesi de aslında Türkçenin tesiriyle olmuştur. Osmanlı devlet idaresinde mevzubahis bu adalar; 12 üyeden meydana gelen mahallî bir meclis tarafından yönetilirdi…
Kerpe, Doğancık [Sarya], Çoban [Kadıs], Kızılhisar [Meis], Rodos, Herke, Limoniye [Alimnia], İlyaki [Aleki], İncirli [Niseros], Yalı [Gyali], Sömbeki [Symi], Koçbaba [Astropal], Keçi [Kappari], Kilimli [Kelemez], Levyos [Leras], Lipso [Leipsos] Patmos [Patino]… bölgede yer alan adalardan bir kısmıdır…
Anadolu kıyılarına bazıları bir horoz ötümü, bazıları yüzücü kulaçları mesafesinde bulunan bu adalar, 16’ncı asırdan 20’nci asrın başlarına kadar dört yüz sene boyunca Akdeniz hâkimiyeti ve kuzey Afrika denetimi adına Osmanlı Türkiye’sinin mülküydü. 20’nci yüzyılın başından itibaren aleyhimize çevrilen diplomatik manevra ve hilelerle Anadolu’dan koparılarak Yunanistan’a bağışlandı. Bu neticenin bir sebebi İtalya, Yunanistan ve onlara destek veren Avrupa olduğu gibi diğer sebebi de 1910-1950 arasında Türkiye’de zayıf hükûmetlerin işbaşında bulunmasıdır.
Olayın seyrini kısaca şöyle resmedebiliriz: 4 Ekim 1911’de İtalyanlar, Kuzey Afrika’da elimizde kalmış son vatan parçamız olan Trablusgarb’a saldırdılar. Sunisiler ve Ömer Muhtar gibi yerli kahramanlar, Türk kuvvetlerinin yanında yer aldı. İtalya ve onunla birlikte İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin fazla dayanmayacağı görüşündeydiler. Aksi oldu. Trablusgarb, düşmüyor; Türkiye, geri adım atmıyor; bu durum da İtalya umumî efkârında kargaşaya yol açıyordu.
Roma, bunun üzerine taktik değiştirerek Adalar Denizi’ndeki adalarımıza yöneldi. Türkiye’yi farklı cephelerde yormak istiyordu. Mart 1912’de Çanakkale’ye hamle yaptı fakat muvaffak olamadı. Bu defa geri dönüp 24 Nisan 1912’de Koçbaba adasını ele geçirdi ve burayı merkez edinerek Kızılhisar hariç Oniki Adayı işgal etti.
Takvimler, 8 Ekim 1912’yi gösterdiğinde Balkan Harbi patlak verdi. Dünkü vilâyetlerimiz, üstümüze üstümüze geliyordu. Mecbur kalarak Roma’ya anlaşma teklif ettik. 15 Ekim 1912’de Lozan’ın bir semti olan Uşi’de Osmanlı İmparatorluğuyla İtalya Krallığı arasında bir sulh akdi yapıldı. Bu barış sözleşmesine göre evvela İstanbul, asker ve memurlarını Trablusgarb’dan çekecek, sonra da Roma, Oniki Adada neyi var-neyi yoksa boşaltarak adaları bize teslim edecekti. Türkiye, sözünü yerine getirdiyse de Balkan Harbi’ni bir fırsat olarak kullanan İtalya, sözünü tutmayarak adalarda kaldı. Vaziyet çatallaşmıştı. İtalya’yı icbar edemiyorduk. Adalarda İtalyan işgali sona erince buraların, Yunanistan’ın eline geçme tehlikesi doğmuştu. İtalya ile en azından bir andlaşmamız vardı. Böylece Cihan Harbi’ne girildi. Tufan başlamıştı. Tufan bittiğinde ise dev, kan-revan içindeydi.
Büyük Savaştan sonra 24 Temmuz 1923’te Lozan Sulh Akdi imzalandı. Ankara Hükûmetleri, Lozan’da bir şey yapamadığı gibi II. Cihan Harbi’den sonra 10 Şubat 1947’de yapılan Paris Andlaşması’nda da en azından Uşi Sözleşmesine dayanarak hakkımızı alamadılar. Hâlbuki Uşi gereği adaların hukuki mülkiyeti Türkiye’ye aitti. Paris Andlaşması, Oniki Ada’daki nüfus çoğunluğunun Rumlarda olmasını esas alarak bunları mağlup İtalya aleyhine Yunanistan’a bırakıyordu. II. Dünya Harbi’nde tarafsız kalan Ankara, Paris’e dâvet edilmemişti.
Şu var ki Lozan Muahedesi gibi Paris Andlaşması da adaları silahsızlaştırma şartını bağlayıcı bir hüküm olarak kayıt altına almıştı. Silah ve asker bulundurma adı geçen sözleşmeleri çiğneme olacaktı. Paris Andlaşması’nın 14’üncü maddesinin 2’nci fıkrası, açık ve net bir biçimde Yunanistan’a Oniki Ada’yı askerden arınmış olma mükellefiyetini yüklemektedir.
O hâlde:
Türkiye ve İtalya Uşi Andlaşmasını, Türkiye ve taraf devletler Lozan Andlaşmasını ve İtalya ve imza sahibi diğer devletler Paris Andlaşmasını feshetmediklerine göre zikrolunan bu beynelmilel akidler yürürlüktedir. Bu itibarla Cezâir-i Bahr-i Sefid’in; Adalar Denizi Adalarının bir başka söyleyişle Oniki Adaya asker ve silah yerleştirilmesi, adı geçen anlaşmaları ihlaldir ve zarar gören devlet sıfatıyla Türkiye’ye uluslararası mahkemelere gitme ve mecbur kalınca meşru müdafaa adına bilfiil müdahale etme ve tazminat talep etme salahiyetini verir.
Tarihî seyir ve hakîkat bu iken:
Komşumuz ve halkı kültürdaşımız olan Yunanistan’a artık emperyalist devletlerin kendisini taşeron devlet olarak kullanma maksatlarını görmesini ve ham hayalleri terk etmesini tavsiye ederiz.
Geçmiş yazılarımızdaki bir teklifimizi, bütün samimiyetimizle bir kere daha tekrar ediyoruz:
[Ege] Adalar Denizi, Türkiye ve Yunanistan hudutlarından karşılıklı ölçülerek ortadan ikiye ayrılabilir. Bizim yarı sahamızda kalan ve şu tarihî gerçeklere nazaran güya Yunanistan’ın olan adaları, Türkiye, Batı Almanya’nın Doğu Almanya’yı satın alma örneğinde olduğu gibi satın alabilir.
Atina, şunu görmelidir:
Türkiye, uzun bir Abdülhamid Han Barış Döneminden sonra ilk defa adı, sonradan Libya olacak olan Trablusgarb’da düştü. Deyimimizin de haber verdiği gibi: Yiğit, düştüğü yerden kalkar… Türkiye, bu coğrafyadaki yeniden yapılanmayı MEB-Münhasır Ekonomik Bölge, Mavi Vatan gibi akidlerle ilk olarak Libya’da başlattı. Onu Karabağ, Irak, Suriye takip etti, şimdi Filistin, Lübnan, takip etmek üzereler.
Bir defa daha yazacağız:
Türkiye, 2025 dünyasında Türk Barışı adına bir “Suriye Modeli” inşa etmiştir. Bu model, OMT, Devlet i âli Osman toprakları olan yakın ve uzak komşularımızla dayanışma, birlikte kalkınma ve bölge ve dünya huzur ve iyiliği için çoğaltılabilir.
“Oniki Ada”nın ve daha nelerin Türkiye’den çalındığı sözü doğrudur. Buna rağmen kavga yerine anlaşma teklif ediyoruz.
Kıymeti bilinmeli…
.
Duanın gücü
18 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :18 Ocak 2025 00:42
18 Mayıs 2021 tarihinde Türkiye’deki bu sütunda çıkan yazımızı "Zafer, Filistin’indir!" diye imzalamıştık. 8 Ekim 2023 akşamı TV 24’te gündeme dair konuşurken birden, Kassam Tugaylarının İsrail’e taarruz ettiğine dair haber almamız üzerine yaptığımız yorumda da "Zafer Filistin’indir!" demiştik. 9 Ocak 2025’te yani Gazze’nin enkaza dönmüş olduğu bir zamanda yine Türkiye gazetesinde çıkan yazımızda "Zafer Filistin’indir!" diye yazdık…
Filistin’in işgalci İsrail’e karşı verdiği vatan müdafaasının asırlık hikâyesi, artık biliniyordur diye tahmin ederiz. 8 Ekim 2023’te Filistin’in bulduğu fırsattan istifade ederek Tel Aviv’e hücumuyla başlayan safha ise bu mücadelenin son ve belki de en önemli bölümüdür. Arkada kalan 16 ay içinde İsrail, Gazze’ye en az 5 atom bombası ağırlığında bomba attı. Hamile, bebek, çocuk, kadın, yaşlı, sivil… demeden her canlıyı katletti. Eşi benzeri görülmedik vahşi bir soykırım yaptı. En az 50 bin Filistinli şehîd oldu, en az 50 bin Gazzeli çocuk, genç, kolsuz, bacaksız, ayaksız, gözsüz… kaldı. Hekim, öğretmen ve gazetecilerin canına kıydı. Siyonistler, Gazze’nin suyunu, ekmeğini, elektriğini kesti, yardım yollarını kapattı. Mazlumları ilaçsız bıraktı, hastane ve mektepleri yıktı. Akdeniz kıyısındaki bu küçük sahil şehrinde hayata dair ne varsa bitirdi, zulüm olarak ne varsa işledi, destek olarak bir orduya ne lazımsa ABD ve Batı’dan fazlasıyla aldı.
Buna rağmen:
Gazze Celladı Netanyahu…
Katil İsrail…
Siyonist ve Evanjelistler, her şeyini kaybetmiş, fakat imânı diri, irâdesi güçlü, azmi aşılmaz Gazzeli çocuk, kadın, ihtiyar ve mücahidleri yenemediler, yıldıramadılar, mağlub edemediler. İsrail, acze düştü, psikolojisi bozuldu, ruhu hurdaya döndü. Kıyas kabul etmez kuvvet farkı ortada iken bir tek rehinesini bile Gazze aslanlarının elinden alamadı. Gazze, maddede kaybediyor, şehîdler veriyor ama mânâda kazanıyordu. Siyonistlerse sürekli düşman çoğalttılar. İsrail’e destek olmak yüz kızartıcı bir suç sayıldı. Hemen bütün dünya şehirlerinin her dinden ve her milliyetten merhametten nasibli insanları, sabah-akşam şehrin meydanlarında İsrail’i, Gazze Celladını ve bu zulme destek verenleri protesto ettiler, ediyorlar.
Bu arada “vadedilmiş topraklar” seyyahı İsrail, Lübnan’a ve Suriye’ye de girme şaşkınlığı gösterdi. Türkiye, Suriye’deki gelişmeleri zafere çevirdi. Suriye’nin sahipleri, Siyon iş birlikçisi Beşar Esad’ın diktatörlüğünü yıktılar, aşağılık zalim kaçıp gitti. Netanyahu’nun ya kaçmaya fırsatı olmayacak veya kaçsa bile yakalanıp fareli hücreye kapatılacak.
Bu 16 ayda dönem dönem ateşkesler dile geldi, farklı mekânlarda müzakereler oldu. Ancak, Soykırım Suçu Mahkûmu Netanyahu, alınan her kararı şahsî ikbâlini düşünerek bozdu. Son ateşkes görüşmeleri Doha’da yapıldı. 16 Ocak 2025’te tarafların ateşkesi kabul ettiği haberi alındı. Tel Aviv’den yapılan açıklamaya nazaran karar, 19 Ocak’ta Savaş Kabinesine götürülecekti… Bu netice, bir zaferdi. Gazze’yi vura-kıra bomboş araziye çevirip üzerinde villalar inşa ederek satmayı planlayan zalimler, yok edemedikleri, yeryüzünden silemedikleri mangal yürekli insanlarla mütareke için masaya oturma zorunda kalmışlardı.
Bu, İsrail için ağır bir zillet, Filistin içinse zaferdi…
Ateşkes kararına varılması, Gazzelileri çok sevindirdi. Ne var ki Netanyahu, yine bozgunculuk yapabilirdi. Biz, ateşkes kararının duyurulma şeklinden de işkillenmiştik. Bu haberi, AA, TRT, el-Cezire vs. değil de İngiliz Reuters haber ajansının dünyaya duyurması nedense bize garip geldi. 1851’den beri faaliyette olan Reuters, Sultan Vahideddin’in de İstanbul’dan ayrılışını ilk duyuran ajanstır.
Dünya, Tel Aviv’den kararın savaş kabinesine götürülmesini beklerken Netanyahu, bunu ertelediğini açıkladı...
İsrail, Siyonistler, Evanjelistler… kim ve ne varsa ister geçici, ister kalıcı ateşkesi kabul veya reddetsinler. Neticede Gazze yani Filistin, bir zafer kazanmıştır. Ateşkes haberi alınınca Gazzelilerin haklı olarak şenlik yapmaları bundandır. Silah teknolojisinin en gelişmişine sahip düşmana diz çöktürdüler. Gazze mücahidleri, kıyamete kadar gelecek Müslüman nesillere anlatmakla bitmeyecek bir kahramanlık destanı yazdılar.
Demek ki füze, bomba, silah, kurşun… her şey değilmiş!!!
Bu destanın kahramanları, Gazzeli o parlak îmânlı ve çelik irâdeli yiğidlerdir!
Analardır, babalardır, eşlerdir, çocuklardır!
Âmennâ!
Ancak; Gazze Zaferinin bir de görünmeyen kahramanları var:
Onlar, duâ ordusudur…
Yüce İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin diliyle "leşker-i duâ"…
Dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlar, hemen her saniye Gazze’nin hürriyeti, Filistin’in istiklali, mücahidlerin zaferi için dua ettiler, ediyorlar ve edecekler. Gazze Destanı’nın kahramanlarını, onca yokluğa ve zulme rağmen Allah’ın izni ve Kahramanlar Kahramanı Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- himmetiyle Müslümanların duâları ayakta tuttu…
.
Çıfıt
21 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :20 Ocak 2025 22:29
Ecdadımız, hiddetlenince Yahudi’ye "Çıfıt!" derdi. Aslı "çufut" olan bu aşağılayıcı kelime, hilebâz, dolandırıcı, düzenbaz, sahtekâr, ahlâksız, yalancı … gibi anlamlara geliyor. Cihan Devleti Osmanlı Türkiye’sinde Türkçe, tek bir kelimeyle bu kadar mânâ ifâde edilebiliyordu. Kudret, kılıcın korkusuzluğu gibi dilin zenginliğini de şart koşar.
Öfke ânında "Çıfıt" diye hakaret edilen Yahudi, işinde-gücünde insanlar değildi. Onlarla "Küldürdaşımız" olarak asırlarca aynı topraklarda yaşadık:
Üzeyir Garih, mevzubahis ırktan Türk vatandaşı bir iş adamıydı. “Entellektüel Boyut” TV programında konuğum olduğu gibi aynı kahvaltı sofrasını, aynı fotoğraf karesini paylaştık. Şahsıma imzaladığı kitabı, el’an kütüphanemdedir.
Namuslu Yahudiler, bugün de "Siyonist" diye öfke duyulan soykırımcı Çıfıt zalimlerden farklılar. Zaman zaman protestolarını görüyoruz. Dünyadaki Yahudi sayısı 13 milyonun üzerindedir. Onların 6 milyona yakını İsrail’de yaşıyor. Vaziyete bakılırsa bir kimsenin zulüm görmesinden rahatsız olan Yahudiler, 13 küsur milyonun olsa olsa küçük bir yüzdesini teşkil eder.
Yahudiler, 1948’de İsrail’in devletleşmesinden önce ve devletleşmesinden sonra üç kavrama tutundular:
Antisemitizm, Siyonizm, Holokost…
Antisemitizm, çok eski çağlardan bu yana Yahudilere karşı din, ırk, ekonomi gibi çok yönlü olarak duyulan nefret ve düşmanlık demektir.
Siyonizm, Yahudilerin Filistin toprakları üzerinde devlet kurma ve kurduktan sonra da genişleme ideolojisidir. 19. Asrın sonlarında Avrupa’da hız kazanan antisemitizme karşı gelişmiştir. Siyonizm ideolojisinin fikrî kurucusu olarak Avusturya/Macaristanlı gazeteci Theodor Herzl kabul edilir. Der Judenstaat, Yahudi devleti adıyla 1896’da yayınladığı kitapta konuya dair fikirlerini sıralamıştır. "Siyon" kelimesi Kudüs’teki Siyon Dağı’ndan alınmadır.
Holokost, II. Cihan Harbi’nde Nazi Almanya’sında Yahudilerle diğer bâzı kavimlere karşı uygulanan soykırım hareketidir. Nazi ideolojisinde Yahudiler "aşağı ırk" sayılıyordu. İddiaya göre bu savaş sürecinde 6 milyon Yahudi katledilmiştir. Bir başka teze göreyse Hitler, Yahudileri Filistin topraklarına göçe zorlamak için soykırım, jenosit yapmıştır. Bu çapta katliam olmasa da o zorlama Çarlık Rusya’sında da yaşandı.
Soykırım, "genosit", ilk kez Polonyalı Raphael Lemkin tarafından 1944 yılında kullanılan bir tabirdir. Adı geçen Yahudi avukat, bu kelimeyle toplu katliamları kastetmektedir. BM 1948 yılında "Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Faillerinin Cezalandırılması Sözleşmesi" adıyla bağlayıcı bir metni kabul etmiş ve mefhumu genişletmiştir. BM’nin tarifine göre bir topluluğun dinine, milliyetine, ırkına, kültürüne… karşı işlenen fiiller soykırımdır.
Dünyada muhtelif şehirlerde "Holocaust" müzeleri vardır. ABD’nin başşehri Washington, DC’de yaşarken oradaki holokost müzesini gezip tetkik etmiştim. Her şey, gezi bitince zihinde "İsrail’in kurulması gerekliymiş" fikri uyanmasına göre tertiplenmiş.
Theodor Herzl 19.06.1896’da Abdulhamid Han’dan Polonyalı gazete patronu Philip Newlinsky vasıtasıyla Filistin’de bir çiftlik kadar yer talep etti. Sultan’ın, sinsi talebi reddetmesi üzerine Siyonistler, O’na düşman olarak önce kendisine ve sonra da İngiltere ve sömürgeci Batı’nın desteğiyle devletine kıydılar. Yahudiler, 1947’de Filistin topraklarında ufak bir parçaya sahiplerdi. 1948’de BM’nin devlet saymasından sonra sürekli genişlediler ve nihâyet o toprakların sahibi Filistinlileri Batı Şeria ve Gazze diye iki küçük parçada yaşamaya mahkûm ettiler.
II. Dünya Harbi’nden bu tarafa kendilerini "soykırıma uğramış mazlum bir millet" olarak acındıran Çıfıtlar, 8 Ekim 2023’ten beri Gazze’de soykırım, Filistin, Lübnan ve Suriye’de katliamlar yapageldi. Gazze’de 19 Ocak 2025 günü saat 11.15’te 42 günlük geçici bir ateşkes uygulanmaya başlandı. Siyonist İsrail, 16 ayda baş Çıfıt Netanyahu eliyle Gazze’de tarihte eşi benzeri görülmedik dehşet ve zalimlikte soykırım yaptı.
BM Ticaret ve Kalkınma Şubesi UNCTAD’ın raporuna göre:
-İsrail, Gazze’ye 18,5 milyar dolar zarar vermiştir. Gazze’nin 7 Ekim 2023 günkü iktisadî refahını yakalayabilmesi, ancak 350 (üç yüz elli) yılda mümkün olabilir. 64 bin kişinin öldüğü, on binlerce insanın sakat kaldığı bu yerde acıların dinmesi ise mümkün değildir. Bu acı asırlar boyunca devam eder.
Çıfıtlar, kendilerini İspanya’daki Katolik soykırımından kurtarıp yurdumuza getiren Osmanlı Türkiye’sine vaki ihanetleri gibi 1917’den itibaren İngiliz desteğiyle gasp ve işgal ettikleri Filistin’de de bir asırdır mezalim yapmaktaydılar. O zulümler, Gazze’de 2024/2025’te korkunç bir soykırım çapına erdi. Bugün çürük ipliğe dizili bir ateşkes yapılsa da çok inandırıcı değildir.
Ateşkes, geçici de olsa, temelli de olsa bir gerçek değişmeyecektir:
Baş Çıfıt Netanyahu ile onun bakanları, bürokratları, askerleri ve ilk günden son güne soykırımcı Çıfıt’a yardım eden hangi devlet başkanı, başbakan, bakan ve kim ve ne varsa hepsi ama hepsi aleyhine ceza ve tazminat davası açılması şarttır.
Suçlu cezasını çekmelidir.
Adalet varsa bu bir haktır!..
Devlet olarak Filistin’in ve fert olarak da mağdur Filistin vatandaşlarının ceza ve tazminat dâvası açma hakları doğmuştur. Aksi hâlde Çıfıt yaptığıyla kalır. Böyle bir dünya da mazlum Gazzelilerden yükselen ahlar sebebiyle asla iflah olmaz!
Bu toprakların tarihen tescilli sahibi Türkiye’ye çok iş düşüyor:
350 yılı 35 yıla çekmeli ve acıları unutturmalı, davaların takipçisi olmalıyız.
Büyük dağın büyük karı olur.
Büyük Devlet, çâre üretir.
.
|
Bugün 269 ziyaretçi (563 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|