 |
|
|
 |
 |
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
 |
 |
|
|
 |
Suriye modeli
7 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :7 Ocak 2025 00:29
İlk defa çeyrek asır evvel "OMT-Osmanlı Milletler Topluluğu" demiş buna dair düşünmüş, yazmış, konuşmuş ve kitabını da çıkarmıştık…
Devlet aklının, çok çetin şartlarda emperyalist dünyaya rağmen inceden inceye işlemesiyle hiç beklenmedik bir ânda ve bütün dünyayı şaşırtan bir olgunlukla ortaya çıkan Yeni Suriye gerçeği, kuvvetle tahmin ediyoruz ki Ankara’nın OMT’nin hayat bulmasına dair attığı başlangıç adımıdır.
Daha önce de temas ettiğimiz gibi Türkiye, şimdi, her çeşidinden komşularına bir "Suriye Modeli" teklif etme imkânına kavuşmuştur. Ortaya çıkan yeni duruma göre bundan böyle Devlet-i âli Osman zamanında olduğu gibi aynı toprağı paylaşmak veya devletlerin bağımsızlıklarını koruyarak konfederasyon ismiyle tek çatı altında bileşmeleri şart değildir. Bir defa daha tekrar edelim ki günümüz dünyasında teknoloji, uydular, internet, iletişim, çok şeyi ve bu arada siyâsî coğrafyayı da değiştirmiştir. Hudutların varlığı hep olacaktır ama hudutlar, bundan sonra dünkü anlamda kalamaz. Teknoloji, uzay teknolojisi, internet ve haberleşme, hudutları, sınırları kelimenin tâm mânâsıyla nâmevcut hâle getirmiştir. "Nâmevcut" yok demek değil, var olduğu hâlde olmayan demektir. Aslında vardır, lakin varlığı hissedilmez.
Şimdiden sonra Türkiye-Suriye münasebetlerinin şöylece yürümesi beklenir:
Suriye meclisi, hükûmeti, ordusu, hazinesi, kanunları, anayasası, marşı ve bayrağıyla müstakil bir devlet olacaktır. Ancak, Türkiye ve Suriye, hayatın her alanında eğitimde, sağlıkta, ekonomide, üretimde, bayındırlıkta, güvenlikte… kısacası bir devleti devlet kılan ne varsa neredeyse hepsinde yakın iş birliği, dayanışma, ortaklık yapacaklardır. Birinde olan diğerinde yoksa bu imkân şartları içinde paylaşılacaktır.
İnsanlar gibi devletler de tek başına olamazlar. İnsanlar gibi devletler de komşudur. Komşunun komşuya muhtaçlığı gibi devlet de devlete muhtaçtır. Şu bahsettiğimiz, bir barış iklimi tesis etme zaruretidir… Aynı zamanda bir Devlet Reisi olan Sevgili Peygamberimiz -aleyhi’s selâm- şöyle buyurmaktalar:
‘-El sulhu seyyid’ül ahkâm". “Hükümlerin en üstünü, sulhtur; barıştır."
Bu Hadîs-i şerîfe "barış içinde bir arada yaşamanın anahtar cümlesi" diyebiliriz. Mezalimin olmaması, soykırımın fırsat bulamaması, kan ve gözyaşıyla yeryüzünün incinmemesi, semânın titrememesi, mazlumların ahının dünyayı sarsmaması için barışın, sulhun zulümden güçlü olması gerekir. Bu şarttan dolayıdır ki tarih, Pax Romana-Roma Sulhuna ve Pax Ottomanaya-Osmanlı Sulhuna şahîd olmuştur. Cihanşümul barış en evvela adaletle kurulabilir. Şerefli Osmanlı Devletinden sonra dünya, bir daha bütün küreyi kucaklayacak tarzda âdil ve eşit bir barış iklimine kavuşamadı. Ne bütün zulümlerin sebebi ve kaynağı Birleşik Krallık, ne işçi sınıfı iktidarı diyerek yola çıkıp kızıl emperyalizm zorbalığı güden SSCB-Sovyetler Birliği ve ne de dünyayı doymaz bir iştihayla talan eden ABD bir pax/barış kuramadılar, huzur getiremediler. Onlar, Fırat’ın kenarında kurdun, koyunu boğazlamasını ya seyrettiler veya kurda yardım ettiler.
Şimdi dünya yeni bir safhaya giriyor:
Türk Devlet aklının eseri olan Suriye Modeli, Türk Barışı döneminin başlangıcıdır. Nitekim, Suriye’de ihtilal yapılıp da vatanseverler, BAAS zulmünü yıkıp, zalim Esad’ı devirince dünya, muzaffer olanların diğer din, ırk ve hayat tarzındaki insanları katledileceğini, Halep ve Şam sokaklarında kan gövdeyi götürecek diye beklediler. Hâlbuki; Ankara, lâzım gelen telkinleri yapmış, istişareler olmuş ve yol haritası çizilmişti. Bu sebeple kimsenin kılına halel gelmedi. Ürkülen olsaydı bugün bölge, büyük bir facia, dünya sıkıntı içindeydi. Yaşadığımız devirde bir Amerikan Barışı olsaydı, İsrail, Gazze’de soykırıma devam edemezdi. Ediyorsa bu, bir boşluktan haksızlığa rıza ve destekten doğmaktadır. Nitekim Biden, katil Netanyahu’nun mazlumlara kıyan elini tutmak bir yana giderayak İsrail’e yüklü şekilde silah veriyor.
Huzur, Türk Barışı’nı kurmakla kazanılacaktır.
Osmanlı Türk Barışı, bir asırlık aradan sonra Osmanlının torunları eliyle dünyanın selâmeti için yeniden devreye girmektedir. Türk Devlet aklı, Suriye Modelini sabırla işleyerek dört bir yanımızdaki komşularımıza, eski vilayetlerimize OMT’yi diğer bir söyleyişle Suriye Modeli’ni anlatmalıdır.
Osmanlı Barışı bir zaruretti.
Ecdadımız, vazifesini eda etti.
Bugün de OMT’yi teşkil edecek Suriye Modeli bir zarurettir.
Ankara zengin devlet birikimi, engin müktesebatı, sağlam tecrübesiyle müstemlekeci devletlere rağmen bunu yapmalıdır. Aslına bakılırsa 1953’te Türkiye, Yunanistan ve Yugoslavya arasında akdedilen fakat 27 Mayıs’la son bulan Balkan Paktı, böyle bir ihtiyacın mahsulüdür. Belki 1955’te kurulan ve 1959’da biten Bağdat Paktı da bu cümleden addedilebilir. Sosyolojinin kurucusu, Tunuslu tarihçi İbni Haldun’un meşhur "coğrafya kaderdir” sözü bir kanun ise şu tasvir tafsil ettiğimiz fikrin hayat bulması bir mecburiyettir.
Bu makalemizin devamı, üniversitede doktora konusudur.
.
Zafer, Filistin'indir!!!..
9 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :9 Ocak 2025 00:17
Filistin, 1914’ten; daha gerçeği Abdülhamid Han’ın 1909’da tahttan indirilmesinden bu yana çile çekmektedir. Kadını, kızı, delikanlısı, erkeği ve yaşlısıyla Filistinli, ümmetin çağımızdaki -âdeta- en yiğididir.
Filistinli, Mescid-i Aksa’nın sâdık muhafızları, I. Cihan Harbiyle sonrasında 30’lu, 40’lı, 60’lı yıllarda ve sürüp gelen yıllarda büyük acılar yaşadı. Çok ıstırap çektiler, çok şehîd verdiler. Ama 2021 senesinin Leyle-i Kadr’i öncesinde başlayıp bütün bayram süresince devam eden ve hâlen de devam etmekte olan şu mezalim gibisi hiç görülmedi, hiç yaşanmadı.
Başzalim Binyamin Netanyahu, Filistinlilere soykırım uygulamaktadır. İnsana bu gayrı insanî vahşeti reva gören İsrail terör devleti, ordusu terör örgütüdür. İsrail İnsan Hakları Derneği de İsrail’i savaş suçu işlemekle itham etmektedir. Kendi hava kuvvetlerinde pilotluk yapmış insaf sahibi bir Yahudi, İsrail’i terör devleti, ordusunu terör örgütü olarak ilân ediyor.
Stalin, Hitler ve Miloseviç’in yolunda olan Başzalim Netanyahu, korkunç bir katliam yapmakta, bir milleti ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Milletlerarası ceza mahkemesinde yargılanıp en ağır şekilde cezalandırılmayı hak etmiştir.
Ne var ki suçlu, sadece Başzalim değildir:
ABD Dışişleri, Pentagon ve Beyaz Saray sözcüleri, ağızlarını her açtıklarında yüzleri hiç kızarmadan "İsrail, kendini savunmaktadır, İsrail’le iş birliği yapmaya hazırız!" diyebilmekteler. Önceki Amerikan Başkanı Donald Trump’ın İsrail’in başşehri olarak Kudüs’ü tanıması ve ardından ABD sefaretini Tel Aviv’den Kudüs’e nakletmesi ve BM kararlarına aykırı olarak Golan Tepelerinin İsrail’in mülkü olduğunu ilânı Başzalim'i şımartmıştı. Şimdiki Başkan Joe Biden, şımartmaya devam etmektedir. Başzalim, gerek Washington’dan ve gerekse İsrail bayrağını resmî kurumlarına asan Avusturya, Çekya… gibi devletlerden aldığı destekle katliamını şiddetlendirdiği gibi "sivil yerleşimci" adlı gasp ve talan sürüsünü de başıboş bırakmıştır.
Suçlu tek başına ne İsrail ne de Başzalim’dir. İsrail’e destek veren her merkez, her kişi ve katliamı durdurmayan BM suça ortaktır. Bu haçlı-siyon ittifakına katılan bazı Körfez ülkelerinin sözde veliahdları da suçludur.
Kör dünyayla gâfil İslâm âleminin gözü önünde soykırım yapılırken BM-Birleşmiş Milletler âciz, AB-Avrupa Birliği ve AK-Avrupa Konseyi umursamaz, İİT-İslâm İşbirliği Teşkilatı, Türk Konseyi, D-8’ler… zavallıdır. İİT ancak kınama kararı alabiliyor. BM, ABD yüzünden kınama kararı bile alamıyor. Soğuk savaş dönemi eseri böyle bir köhnemiş BM’nin varlığı lüzumsuzdur. Yıkılıp yeniden kurulması şarttır. İİT üyesi 57 devlet o cesareti gösterip de BM’den çekilse bu tiyatro teşkilat çöker.
Biz, Binyüz başlarında Müslüman olduktan sonra bin yıldır İslamiyet’e en yüksek hizmeti veren tek devletiz. İslâm âlimleri, Asr-ı saadetten sonra bu dine en büyük hizmeti, Müslüman Türklerin; Osmanlıların verdiğini ifade etmektedirler. Böylesi büyük bir şerefi bize miras bırakan ecdadımızdan Allah, râzı olsun. Allah, bugünkü devletimizle onu idare edenlerden de râzı olsun. Şimdi de Filistin ve diğer mazlumlar için yalnızca biz çırpınmaktayız.
Ankara’nın yapacağı işler vardır:
1-Filistin’le MEB-Münhasır Ekonomik Bölge Andlaşması imzalanmalıdır.
2-TSK, Filistinli gençleri getirterek onlara askerî eğitim verip vatanlarını müdafaa için geri yollamalıdır.
3- Filistin Hükûmeti isterse TSK, mültecilerle Türklerden gönüllüleri eğitim için Filistin’e yollamalıdır.
4-Türkiye, Filistin’e silah, araç-gereç ve mühimmat yardımı yapmalıdır.
5-Kimse aklından çıkarmasın ki Filistin’in Kıbrıs’tan farkı yoktur. Filistin düşerse Kıbrıs ve Mavi Vatan düşer, Anadolu tehlikeyle burun buruna gelir.
6- İsrail’le olan dostluğundan dolayı Azerbaycan’ın dikkati uyandırılmalıdır. İsrail, Türkiye’yi -belki İran’ı da- kuzeyden kuşatmaya çalışmaktadır.
7-Kimse unutmasın ki I. Dünya Harbi bitmemiştir.
Soru şudur:
Bazı haçlı merkezlerin desteğini de alan bu siyon kuvvetle arada böylesine büyük fark varken zafer nasıl olur da Filistin’in olur? Hayır; o bir gerçek ama, Afganistan’ın SSCB tarafından işgal edildikten sonra nasıl yıkıldığını anlatmayacağız. Önümüzde daha taze, çok yeni hakikatler var:
İki oğlu ve zevcesi şehid düşmüş, bir oğlu da kayıp; bir baba, etrafındakilerle bunları konuşurken bir oğlunun daha şehadet haberini alıyor. O ândan itibaren beş aylık bebeğiyle tek başına kalmıştır. Buna rağmen o Filistinli babanın gözlerinde tek damla yaş yoktur! Metanetinde sarsılma yoktur! Dudaklarında ise muhteşem cümle vardır:
-Elhamdülillahi Rabbil âlemin âlâ küllî hâl/Her hâl ve şart altında âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun!
Başka bir misal:
Daha genç kızlığın başlangıcındayken, her şeyden evvel düşmanın kelepçesiyle tanışan, bileklerine ters kelepçe takılırken Başzalim'in haydut askerlerine tepeden bakarak onların zavallılığına gülen haberlerde görülen o genç kız… ve diğer Filistinli yiğit kızlar, oğlanlar ve analar, babalar.
Herkes bilsin ki:
Bu îmâna, bu şecaate, bu cesarete sahip Filistin’i 10 İsrail bile yenemez!!!..
Zafer elbette ve muhakkak Filistin’indir!
Filistinli, Bedir Harbi ruhundan beslenmektedir.
Zalim dünya, gözlerini açıp görmeli ki vatanını müdafaa hakkı olan biri varsa o elbette ve mutlaka Filistinlidir!!!
Türkiye, yukarıda saydıklarımızı yaparsa zafer çabuklaşır.
Bu şeref de Türk milletine kıyamete kadar yeter.
Şanlı Peygamberle -aleyhisselâm- Bedir Şehidlerinin ruhları şâd olur.
***
Bugünkü makalemizin başlığı şu olacaktı:
GAZZE AÇ, GAZZE ÜŞÜYOR!..
Dün sabah, yazımızın konusunu tesbit ettikten sonra kendisini de zihnen inşâ etmiştik.
Buna rağmen şimdi bir başka yazı okuyorsunuz.
Sebebi şudur:
Dün sabah bilgisayarı açınca 18.05.2021 tarihinde Türkiye gazetesinde yayınlanmış olan "ZAFER FİLİSTİN’İNDİR"adlı yazımla karşılaştım. O yazıda bahsedilen acılar, Gazze’de, Batı Şeria’da yani Filistin’de aynen devam ediyor. Öyle ise bu makaleyi yine neşretmeliydik. Zira bâzıları, işlenen katliam ve soykırımı, İzzeddin el Kassam Tugaylarının 7 Ekim 2023’te İsrail’e taarruz etmesi üzerine İsrail’in kendini müdafaa maksadıyla başlattığını zannetme gafleti içindeler.
.
Türkiye, bölgenin teminatıdır!..
11 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :10 Ocak 2025 22:05
Türkiye, gelinen şu noktada yalnızca kendisinin değil, bölge ülkelerinin de menfaatlerini kollamaktadır. Cümle âlem şahid ki Gazze başta olmak üzere her şeyi ile Filistin’in, Gazze’nin ve çocukların kadınların, sivillerin haklarını müdafaa ediyoruz. Irak’la hem teröre karşı birlik andlaşması ve hem de iktisadî ve kalkınmaya dönük adlaşmalar yaptık.
Bunları Suriye takip etti:
Suriye’de zalim BAAS rejiminin bir halk ihtilaliyle çökmesi ve doğan tarihî değişim, Türkiye’nin her anlamda verdiği muazzam destekle oldu. Suriye’yi Lübnan takip etti. Lübnan Başbakanı Sn. Necib Mikatî’nin geçen ay Türkiye’yi ziyaretinde "Evvela Allah’a, sonra Türkiye’ye güveniyoruz" demesi, bir kadirşinaslık örneği olduğu gibi aynı zamanda Osmanlı hasretiydi. Osmanlı evladlarının gönlü alınıyor gibiydi. Bu ülke Başbakanının ziyaretini, Lübnan’ın önde gelen isimlerinden Dürzî reisi Velid Canbolat’ın Ankara ziyareti takip etti.
Şu yazdıklarımızdan da anlaşılacağı gibi komşularımızdan Irak, Suriye, Lübnan ve Filistin devlet ve memleket varlıklarını Türkiye ile devam ettirebilmekteler. Aslında Ürdün de bu çerçeveye dâhildir. Türkiye korkusu olmasa İsrail, safsata "Arz-ı mev’ud" (Vadedilmiş Topraklar) saplantısıyla Filistin, Lübnan, Ürdün ve Suriye’yi… ele geçirmek için her şeyi yapacaktır. Onlarla da kalmaz.
Diğer taraftan Katar’da 5 Haziran 2017’de yabancı devletler destekli olarak yapılmak üstenen bir darbe teşebbüsünü Türk Özel Kuvvetlerinin püskürttüğü hatırlardadır. Biz olmasaydık, Katar şimdi başka türlüydü. Keza, Türkiye, Azerbaycan’a yardımcı olmasıyla Karabağ’daki Ermeni işgali 30 yılı aşmış olarak bugün de devam ediyordu.
Sadece adı geçen devletler de değil:
Ukrayna, Batı’nın kışkırtması ve Rusya’nın da öfkeye kapılarak işgaliyle savaşın ortasına düştü. 2014 yılından beri bir “kör dövüşü harbi” sürüp gitmekte. İkisi de Slav olan Ruslar ve Ukraynalılar, çarpışmaktalar. Ankara, bu ihtilafta Türkiye ana muhalefetinin farklı telkinlerine rağmen taraf olmak yerine tarafsız kalıp ara bulucu olmayı tercih etti. Muhalefetin dediği kaale alınarak Ukrayna’nın yanında yer alıp Rusya ile kötü olsaydık bunun sonuçları çok ama çok fena olurdu. Hâlbuki iki devlet arasında ara buluculuk yaparak, dünyanın gıda temin etme yollarını da açık tuttuk. Bugün hem Kiev ve hem de Moskova’yla iyi münasebetler içindeyiz…
Moskova, şimdiye dek Kiev’e karşı kısmen bile olsa itidalle hareket ettiyse bunda Sn. Erdoğan’ın Sn. Putin’e, Dışişleri Bakanlarımızın da mevkidaşlarına telkinlerinin payı vardır.
Bütün bunlar, Türkiye’de güçlü bir iktidarın, lider siyasetinin ve çok güçlü bir Cumhur İttifakı’nın varlığından ileri gelmektedir. Şayet zayıf bir iktidar veya parsa peşinde koşan çakşımış bir koalisyon işbaşında bulunsaydı şu manzaraların tersi yaşanırdı. Ayrıca pahalılık, enflasyon, döviz, en yakıcı hâllerde olurdu!
O zaman:
İsrail, yine el üstünde tutulurdu.
Siyonistler, Gazze ve Filistin diye bir şey bırakmazlardı.
İsrail, Filistin’den başka Lübnan’ı da haritasına dahil ederdi.
BAAS rejimi ve zalim Esad yerinde kalır, Suriye’nin kuzeyinde Irak’ın da kuzeyini içine alacak şekilde bir terör devleti kurulurdu.
Dağlık Karabağ, gözyaşı dökmeye devam ederdi.
Irak’la bugünkü yakınlık kurulamazdı.
Savunma Sanayiinin değil kendisi adı bile olmazdı.
Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’la MHP Genel Başkanı Sn. Bahçeli’nin 9 Ocak 2025 günü Devlet Bey’in ev sahipliğinde görüşmeleri ve ertesi gün de Hariciye Vekilimiz Sn. Hakan Fidan’ın Türk ve dünya basınına çok uzun, çok mantıklı ve çok mufassal açıklamalar yapmasının tercümesi yukarıdaki satırlarımızdır.
O tercüme bilhassa da yazının başlığıdır:
"Türkiye, bölgenin teminatıdır!"
Bölgenin teminatı olmak, Cihan Sulhü’nün de teminatı olmak demektir.
Bu coğrafya karışırsa dünya çalkalanır…
İyi ki Türk Barışı, şafağı sökmekte…
.
Aileyi kurtarmak!..
14 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :13 Ocak 2025 22:43
Devletin temeli aile, ailenin temeli kadın yâni eş yâni "ana"dır. Anne, dünkü genç kızdır. Milletimizi, dünden bugüne; iffet goncası genç kızlarımızın usulünce evlenerek Hanımefendiliği yüklenmeleriyle üstlendiği mes’uliyyet hissi taşıdı…
Bu topraklarda bir asırdan bu yana sömürgeci, istilacı Batı, içerideki bağlılarıyla birlikte genç kızlarımızı, annelerinin, büyükannelerinin yolundan çıkartarak bu milletin ruhunu yoğuran İslâm ahlâkından koparmak için her şer, hîle ve ihâneti işlemekten geri durmadılar… aynısını oğullarımıza, topyekûn nesillerimize tatbik ettiler.
Çağdaşlaşma niyeti, kendi olması gereken çerçeveden çıkartılarak başkalaşmaya, yabancılaşmaya, mankurtlaşmaya dönüştü. Moda, sinema, basın-yayın gibi yollarla özümüze dair hangi değer varsa onlara ya soğuk bakan, ya küçümseyerek bakan veya nefretle bakan insanlar yetiştirildi. Önce vatan, sonra zihin işgalcilerinin yaptığını şimdi sabah-akşam bir kısım fütursuz diziler devam ettirmektedir…
Bugün toplumu tehdit eden o cinsiyetsizleştirme ahlâk katliamının bir adım evveli ne yazık ki bugün de görülebilen "düzeyli birliktelik"ti. Allah’ın emri, Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- sünneti olan nikâh, aşağılanarak onun yerine şeriatın yani İslam Hukukunun ve aklı başında cemiyetlerin zina saydığı gayrimeşru hayat, “seviyeli bir hayat tarzı” olarak satıldı!..
Adaleti tesis etmek Hukuk Liseleri açmakla başlayacağı gibi aileyi kurtarmak da gençlerimizi öncelikle genç kızlarımızı kurtarmakla mümkün olur. Her genç kız, anne adayıdır. Bir genç kızı, hayrlı evladlar yetiştirecek olan kadınlığa analar hazırlarlar. Aynı şekilde aile ocağı, genç erkekleri de böyle bir iffetli yolda yetiştirir…
Bugün toplum şöyle bir mutabakata varmıştır: Kimse kimsenin hayatına karışmamaktadır. Ferdî irâde, revaç bulmuş vaziyettedir. Zâten kimin ne olduğu da meçhuldür. Bir genç kız veya genç hanım, AVM’de mescide girerken başka, mescidin içinde başka hâldedir.
Orta öğretim, yeniden şekillendirilmesi gereken işlerimizdendir. Eskiden kız liseleri, erkek liseleri vardı. Hanım öğretmenler, kızları istikbale aynı zamanda anne adayı olarak da hazırlıyorlardı. Mahrem bilgilerin de konuşulmasından dolayı aynı işin karma liselerde yapılması mümkün değildir. Bu sebeple veliye veya yaşı yetiyorsa talebeye karma, erkek, kız orta öğretimini seçme hakkı tanınabilir. Gelişmiş ülke okullarında da benzeri uygulamalar mevcuttur. Bugün ülkemizde plajlar bile kadın, erkek, karma diye ayrılmıştır.
Genç kızlar üzerine titrenilmesi, onların ileride Hanımefendi sıfatına kavuşmaları için şartların hazırlanması, yarın iyi birer anne olmaları maksadıyla ne lazımsa yapılması, gençlerin evliliğe teşvik edilmesi, düğün hazırlıklarında devletin gençlere destek vermesi gerektiğini on yıllardır yazıp konuşmaktayız…
Çünkü:
Genç kız yıkılırsa anne yıkılır, eş yıkılır, o yıkılırsa aile yıkılır, aile yıkılırsa devlet yıkılır. Şimdi Hükûmet, evliliği teşvik etmekte. Evleneceklere yardım vadetmekte. Ev almalarını kolaylaştırmaktadır. Geç kalınmış olsa da çok isabetli tasarruflardır. Bunları yıllar içinde defalarca ve defalarca yazmıştık.
Bugünkü hayatımızda:
-Geç evlenme.
-Erken boşanma.
-Az çocuk.
İstikbalimizi tehdit etmektedir.
5’in altındaki çocuk sayısı, hele hele 3’ün altı "az çocuk" sıralamasına girer. Bir imparatorluğu kaybetmiş, iki dünya harbi ve korkunç yoksulluklar yaşamış önceki nesiller, o çetin şartlarda en az 5 çocuk yetiştirdiler. Bugünün mimarları, dünkü ana-babaların yetiştirdiği çocuklardır. Lakin bugün orta yaş üstü olanlar, az çocuklu olmayı ikiden az çocuk "yapma"yı çağdaşlık, ilerilik, görgü kabul ettiler. Şu sözdeki sakatlığa bakmalı: "Çocuk yapma!.." Bu, dilimize sonradan giren kekre bir tercüme laftır. Bizim irfanımızda çocuğun dünyaya gelmesine vesile olunur. "Çocuk yaptık" denmez. İnsanın gönlü yapılır. İnsan, madde değildir ki yapılsın.
Araştırmacıların ikazına göre nüfusumuz, 2050’lerde gerileyecektir. O gün tahminen 100 milyon olacağız. Aslında bu rakamı, 2030’a kadar yakalamamız gerekirdi. Bugün 65 yaş üstü nüfusumuzun yüzde 20’yi bulduğunu da hatırlayarak göç olayına bir de bu nazarla bakmalı. Şu günkü coğrafi ve savunma sanayii hamleleri ve her türlü kalkınma teşebbüsümüz, 2071 Kızılelma’sına doğru bir millet aşkıdır. Ne var ki 2050’lerde nüfusumuz,125 milyon civarında olmazsa 2071 sıkıntılı karşılanabilir.
Şu gerçeği bir kez daha hatırlatmak isteriz:
Büyük devlet olmanın adalet, maarif, mâneviyat, maliye ve ordu gibi olmazsa olmazlarından başka iki şartı daha vardır. Onlar; büyük toprak ve büyük nüfustur… İsrail, istediği kadar çırpınsın. 6-7 milyon nüfusla güdük kalmaya mahkûmdur. Aslında bugünkü vahşeti, o eksikliğini telafi etmeye dönük bir cinnet hâlidir. Osmanlı Türkiye’sine ve Mavi Vatan’a, komşularımızın varlığına teminat olmamıza bir de çizdiğimiz bu zaviyeden bakmalı. Devlet, bugün Millî Devlet varlığını, günün şartlarıyla olgunlaştırarak Büyük Türkiye’yi inşaya çalışmaktadır.
Bütün bu yüce gâyenin çekirdeği aile, ailede annedir.
Kızı ve erkeğiyle çocuğu yetiştiren annedir.
İyi bir genç kız, iyi anne olur.
İyi bir genç, sorumlu baba olur.
Aileyi kurtarmak, Büyük Devlet olmanın teminatıdır.
Aile, mukaddestir…
.
Oniki ada
16 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :18 Ocak 2025 13:08
Oniki Ada, Ege denilen Adalar Denizi’nin güneyindeki irili ufaklı 20’nin üzerinde adanın tamamının olduğu bölgeye verilen isimdir. 12 adet ada kastediliyor değildir. Bu söyleyişi, Balkan Harbi öncesinde Yunanlılar, dodeca [oniki] nesos [adalar] diye kullanmaya başlamış, Avrupa da onu benimsemişti. Geçen asırdan bu yana Türkiye’de de “Oniki Ada” sözü yaygınlık kazandı.
Bu adalara Osmanlı Türkçesi’nde “Cezâir-i Bahr-i Sefid” [Akdeniz Adaları] deniyordu. Türkçede Ege diye bir kelime yoktu. Orası, Adalar Denizi’dir. Bu adalara Yunancada “oniki ada” denmesi de aslında Türkçenin tesiriyle olmuştur. Osmanlı devlet idaresinde mevzubahis bu adalar; 12 üyeden meydana gelen mahallî bir meclis tarafından yönetilirdi…
Kerpe, Doğancık [Sarya], Çoban [Kadıs], Kızılhisar [Meis], Rodos, Herke, Limoniye [Alimnia], İlyaki [Aleki], İncirli [Niseros], Yalı [Gyali], Sömbeki [Symi], Koçbaba [Astropal], Keçi [Kappari], Kilimli [Kelemez], Levyos [Leras], Lipso [Leipsos] Patmos [Patino]… bölgede yer alan adalardan bir kısmıdır…
Anadolu kıyılarına bazıları bir horoz ötümü, bazıları yüzücü kulaçları mesafesinde bulunan bu adalar, 16’ncı asırdan 20’nci asrın başlarına kadar dört yüz sene boyunca Akdeniz hâkimiyeti ve kuzey Afrika denetimi adına Osmanlı Türkiye’sinin mülküydü. 20’nci yüzyılın başından itibaren aleyhimize çevrilen diplomatik manevra ve hilelerle Anadolu’dan koparılarak Yunanistan’a bağışlandı. Bu neticenin bir sebebi İtalya, Yunanistan ve onlara destek veren Avrupa olduğu gibi diğer sebebi de 1910-1950 arasında Türkiye’de zayıf hükûmetlerin işbaşında bulunmasıdır.
Olayın seyrini kısaca şöyle resmedebiliriz: 4 Ekim 1911’de İtalyanlar, Kuzey Afrika’da elimizde kalmış son vatan parçamız olan Trablusgarb’a saldırdılar. Sunisiler ve Ömer Muhtar gibi yerli kahramanlar, Türk kuvvetlerinin yanında yer aldı. İtalya ve onunla birlikte İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin fazla dayanmayacağı görüşündeydiler. Aksi oldu. Trablusgarb, düşmüyor; Türkiye, geri adım atmıyor; bu durum da İtalya umumî efkârında kargaşaya yol açıyordu.
Roma, bunun üzerine taktik değiştirerek Adalar Denizi’ndeki adalarımıza yöneldi. Türkiye’yi farklı cephelerde yormak istiyordu. Mart 1912’de Çanakkale’ye hamle yaptı fakat muvaffak olamadı. Bu defa geri dönüp 24 Nisan 1912’de Koçbaba adasını ele geçirdi ve burayı merkez edinerek Kızılhisar hariç Oniki Adayı işgal etti.
Takvimler, 8 Ekim 1912’yi gösterdiğinde Balkan Harbi patlak verdi. Dünkü vilâyetlerimiz, üstümüze üstümüze geliyordu. Mecbur kalarak Roma’ya anlaşma teklif ettik. 15 Ekim 1912’de Lozan’ın bir semti olan Uşi’de Osmanlı İmparatorluğuyla İtalya Krallığı arasında bir sulh akdi yapıldı. Bu barış sözleşmesine göre evvela İstanbul, asker ve memurlarını Trablusgarb’dan çekecek, sonra da Roma, Oniki Adada neyi var-neyi yoksa boşaltarak adaları bize teslim edecekti. Türkiye, sözünü yerine getirdiyse de Balkan Harbi’ni bir fırsat olarak kullanan İtalya, sözünü tutmayarak adalarda kaldı. Vaziyet çatallaşmıştı. İtalya’yı icbar edemiyorduk. Adalarda İtalyan işgali sona erince buraların, Yunanistan’ın eline geçme tehlikesi doğmuştu. İtalya ile en azından bir andlaşmamız vardı. Böylece Cihan Harbi’ne girildi. Tufan başlamıştı. Tufan bittiğinde ise dev, kan-revan içindeydi.
Büyük Savaştan sonra 24 Temmuz 1923’te Lozan Sulh Akdi imzalandı. Ankara Hükûmetleri, Lozan’da bir şey yapamadığı gibi II. Cihan Harbi’den sonra 10 Şubat 1947’de yapılan Paris Andlaşması’nda da en azından Uşi Sözleşmesine dayanarak hakkımızı alamadılar. Hâlbuki Uşi gereği adaların hukuki mülkiyeti Türkiye’ye aitti. Paris Andlaşması, Oniki Ada’daki nüfus çoğunluğunun Rumlarda olmasını esas alarak bunları mağlup İtalya aleyhine Yunanistan’a bırakıyordu. II. Dünya Harbi’nde tarafsız kalan Ankara, Paris’e dâvet edilmemişti.
Şu var ki Lozan Muahedesi gibi Paris Andlaşması da adaları silahsızlaştırma şartını bağlayıcı bir hüküm olarak kayıt altına almıştı. Silah ve asker bulundurma adı geçen sözleşmeleri çiğneme olacaktı. Paris Andlaşması’nın 14’üncü maddesinin 2’nci fıkrası, açık ve net bir biçimde Yunanistan’a Oniki Ada’yı askerden arınmış olma mükellefiyetini yüklemektedir.
O hâlde:
Türkiye ve İtalya Uşi Andlaşmasını, Türkiye ve taraf devletler Lozan Andlaşmasını ve İtalya ve imza sahibi diğer devletler Paris Andlaşmasını feshetmediklerine göre zikrolunan bu beynelmilel akidler yürürlüktedir. Bu itibarla Cezâir-i Bahr-i Sefid’in; Adalar Denizi Adalarının bir başka söyleyişle Oniki Adaya asker ve silah yerleştirilmesi, adı geçen anlaşmaları ihlaldir ve zarar gören devlet sıfatıyla Türkiye’ye uluslararası mahkemelere gitme ve mecbur kalınca meşru müdafaa adına bilfiil müdahale etme ve tazminat talep etme salahiyetini verir.
Tarihî seyir ve hakîkat bu iken:
Komşumuz ve halkı kültürdaşımız olan Yunanistan’a artık emperyalist devletlerin kendisini taşeron devlet olarak kullanma maksatlarını görmesini ve ham hayalleri terk etmesini tavsiye ederiz.
Geçmiş yazılarımızdaki bir teklifimizi, bütün samimiyetimizle bir kere daha tekrar ediyoruz:
[Ege] Adalar Denizi, Türkiye ve Yunanistan hudutlarından karşılıklı ölçülerek ortadan ikiye ayrılabilir. Bizim yarı sahamızda kalan ve şu tarihî gerçeklere nazaran güya Yunanistan’ın olan adaları, Türkiye, Batı Almanya’nın Doğu Almanya’yı satın alma örneğinde olduğu gibi satın alabilir.
Atina, şunu görmelidir:
Türkiye, uzun bir Abdülhamid Han Barış Döneminden sonra ilk defa adı, sonradan Libya olacak olan Trablusgarb’da düştü. Deyimimizin de haber verdiği gibi: Yiğit, düştüğü yerden kalkar… Türkiye, bu coğrafyadaki yeniden yapılanmayı MEB-Münhasır Ekonomik Bölge, Mavi Vatan gibi akidlerle ilk olarak Libya’da başlattı. Onu Karabağ, Irak, Suriye takip etti, şimdi Filistin, Lübnan, takip etmek üzereler.
Bir defa daha yazacağız:
Türkiye, 2025 dünyasında Türk Barışı adına bir “Suriye Modeli” inşa etmiştir. Bu model, OMT, Devlet i âli Osman toprakları olan yakın ve uzak komşularımızla dayanışma, birlikte kalkınma ve bölge ve dünya huzur ve iyiliği için çoğaltılabilir.
“Oniki Ada”nın ve daha nelerin Türkiye’den çalındığı sözü doğrudur. Buna rağmen kavga yerine anlaşma teklif ediyoruz.
Kıymeti bilinmeli…
.
Duanın gücü
18 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :18 Ocak 2025 00:42
18 Mayıs 2021 tarihinde Türkiye’deki bu sütunda çıkan yazımızı "Zafer, Filistin’indir!" diye imzalamıştık. 8 Ekim 2023 akşamı TV 24’te gündeme dair konuşurken birden, Kassam Tugaylarının İsrail’e taarruz ettiğine dair haber almamız üzerine yaptığımız yorumda da "Zafer Filistin’indir!" demiştik. 9 Ocak 2025’te yani Gazze’nin enkaza dönmüş olduğu bir zamanda yine Türkiye gazetesinde çıkan yazımızda "Zafer Filistin’indir!" diye yazdık…
Filistin’in işgalci İsrail’e karşı verdiği vatan müdafaasının asırlık hikâyesi, artık biliniyordur diye tahmin ederiz. 8 Ekim 2023’te Filistin’in bulduğu fırsattan istifade ederek Tel Aviv’e hücumuyla başlayan safha ise bu mücadelenin son ve belki de en önemli bölümüdür. Arkada kalan 16 ay içinde İsrail, Gazze’ye en az 5 atom bombası ağırlığında bomba attı. Hamile, bebek, çocuk, kadın, yaşlı, sivil… demeden her canlıyı katletti. Eşi benzeri görülmedik vahşi bir soykırım yaptı. En az 50 bin Filistinli şehîd oldu, en az 50 bin Gazzeli çocuk, genç, kolsuz, bacaksız, ayaksız, gözsüz… kaldı. Hekim, öğretmen ve gazetecilerin canına kıydı. Siyonistler, Gazze’nin suyunu, ekmeğini, elektriğini kesti, yardım yollarını kapattı. Mazlumları ilaçsız bıraktı, hastane ve mektepleri yıktı. Akdeniz kıyısındaki bu küçük sahil şehrinde hayata dair ne varsa bitirdi, zulüm olarak ne varsa işledi, destek olarak bir orduya ne lazımsa ABD ve Batı’dan fazlasıyla aldı.
Buna rağmen:
Gazze Celladı Netanyahu…
Katil İsrail…
Siyonist ve Evanjelistler, her şeyini kaybetmiş, fakat imânı diri, irâdesi güçlü, azmi aşılmaz Gazzeli çocuk, kadın, ihtiyar ve mücahidleri yenemediler, yıldıramadılar, mağlub edemediler. İsrail, acze düştü, psikolojisi bozuldu, ruhu hurdaya döndü. Kıyas kabul etmez kuvvet farkı ortada iken bir tek rehinesini bile Gazze aslanlarının elinden alamadı. Gazze, maddede kaybediyor, şehîdler veriyor ama mânâda kazanıyordu. Siyonistlerse sürekli düşman çoğalttılar. İsrail’e destek olmak yüz kızartıcı bir suç sayıldı. Hemen bütün dünya şehirlerinin her dinden ve her milliyetten merhametten nasibli insanları, sabah-akşam şehrin meydanlarında İsrail’i, Gazze Celladını ve bu zulme destek verenleri protesto ettiler, ediyorlar.
Bu arada “vadedilmiş topraklar” seyyahı İsrail, Lübnan’a ve Suriye’ye de girme şaşkınlığı gösterdi. Türkiye, Suriye’deki gelişmeleri zafere çevirdi. Suriye’nin sahipleri, Siyon iş birlikçisi Beşar Esad’ın diktatörlüğünü yıktılar, aşağılık zalim kaçıp gitti. Netanyahu’nun ya kaçmaya fırsatı olmayacak veya kaçsa bile yakalanıp fareli hücreye kapatılacak.
Bu 16 ayda dönem dönem ateşkesler dile geldi, farklı mekânlarda müzakereler oldu. Ancak, Soykırım Suçu Mahkûmu Netanyahu, alınan her kararı şahsî ikbâlini düşünerek bozdu. Son ateşkes görüşmeleri Doha’da yapıldı. 16 Ocak 2025’te tarafların ateşkesi kabul ettiği haberi alındı. Tel Aviv’den yapılan açıklamaya nazaran karar, 19 Ocak’ta Savaş Kabinesine götürülecekti… Bu netice, bir zaferdi. Gazze’yi vura-kıra bomboş araziye çevirip üzerinde villalar inşa ederek satmayı planlayan zalimler, yok edemedikleri, yeryüzünden silemedikleri mangal yürekli insanlarla mütareke için masaya oturma zorunda kalmışlardı.
Bu, İsrail için ağır bir zillet, Filistin içinse zaferdi…
Ateşkes kararına varılması, Gazzelileri çok sevindirdi. Ne var ki Netanyahu, yine bozgunculuk yapabilirdi. Biz, ateşkes kararının duyurulma şeklinden de işkillenmiştik. Bu haberi, AA, TRT, el-Cezire vs. değil de İngiliz Reuters haber ajansının dünyaya duyurması nedense bize garip geldi. 1851’den beri faaliyette olan Reuters, Sultan Vahideddin’in de İstanbul’dan ayrılışını ilk duyuran ajanstır.
Dünya, Tel Aviv’den kararın savaş kabinesine götürülmesini beklerken Netanyahu, bunu ertelediğini açıkladı...
İsrail, Siyonistler, Evanjelistler… kim ve ne varsa ister geçici, ister kalıcı ateşkesi kabul veya reddetsinler. Neticede Gazze yani Filistin, bir zafer kazanmıştır. Ateşkes haberi alınınca Gazzelilerin haklı olarak şenlik yapmaları bundandır. Silah teknolojisinin en gelişmişine sahip düşmana diz çöktürdüler. Gazze mücahidleri, kıyamete kadar gelecek Müslüman nesillere anlatmakla bitmeyecek bir kahramanlık destanı yazdılar.
Demek ki füze, bomba, silah, kurşun… her şey değilmiş!!!
Bu destanın kahramanları, Gazzeli o parlak îmânlı ve çelik irâdeli yiğidlerdir!
Analardır, babalardır, eşlerdir, çocuklardır!
Âmennâ!
Ancak; Gazze Zaferinin bir de görünmeyen kahramanları var:
Onlar, duâ ordusudur…
Yüce İslâm âlimi İmâm-ı Rabbânî Hazretlerinin diliyle "leşker-i duâ"…
Dünyanın dört bir tarafındaki Müslümanlar, hemen her saniye Gazze’nin hürriyeti, Filistin’in istiklali, mücahidlerin zaferi için dua ettiler, ediyorlar ve edecekler. Gazze Destanı’nın kahramanlarını, onca yokluğa ve zulme rağmen Allah’ın izni ve Kahramanlar Kahramanı Sevgili Peygamberimizin -aleyhisselam- himmetiyle Müslümanların duâları ayakta tuttu…
.
Çıfıt
21 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :20 Ocak 2025 22:29
Ecdadımız, hiddetlenince Yahudi’ye "Çıfıt!" derdi. Aslı "çufut" olan bu aşağılayıcı kelime, hilebâz, dolandırıcı, düzenbaz, sahtekâr, ahlâksız, yalancı … gibi anlamlara geliyor. Cihan Devleti Osmanlı Türkiye’sinde Türkçe, tek bir kelimeyle bu kadar mânâ ifâde edilebiliyordu. Kudret, kılıcın korkusuzluğu gibi dilin zenginliğini de şart koşar.
Öfke ânında "Çıfıt" diye hakaret edilen Yahudi, işinde-gücünde insanlar değildi. Onlarla "Küldürdaşımız" olarak asırlarca aynı topraklarda yaşadık:
Üzeyir Garih, mevzubahis ırktan Türk vatandaşı bir iş adamıydı. “Entellektüel Boyut” TV programında konuğum olduğu gibi aynı kahvaltı sofrasını, aynı fotoğraf karesini paylaştık. Şahsıma imzaladığı kitabı, el’an kütüphanemdedir.
Namuslu Yahudiler, bugün de "Siyonist" diye öfke duyulan soykırımcı Çıfıt zalimlerden farklılar. Zaman zaman protestolarını görüyoruz. Dünyadaki Yahudi sayısı 13 milyonun üzerindedir. Onların 6 milyona yakını İsrail’de yaşıyor. Vaziyete bakılırsa bir kimsenin zulüm görmesinden rahatsız olan Yahudiler, 13 küsur milyonun olsa olsa küçük bir yüzdesini teşkil eder.
Yahudiler, 1948’de İsrail’in devletleşmesinden önce ve devletleşmesinden sonra üç kavrama tutundular:
Antisemitizm, Siyonizm, Holokost…
Antisemitizm, çok eski çağlardan bu yana Yahudilere karşı din, ırk, ekonomi gibi çok yönlü olarak duyulan nefret ve düşmanlık demektir.
Siyonizm, Yahudilerin Filistin toprakları üzerinde devlet kurma ve kurduktan sonra da genişleme ideolojisidir. 19. Asrın sonlarında Avrupa’da hız kazanan antisemitizme karşı gelişmiştir. Siyonizm ideolojisinin fikrî kurucusu olarak Avusturya/Macaristanlı gazeteci Theodor Herzl kabul edilir. Der Judenstaat, Yahudi devleti adıyla 1896’da yayınladığı kitapta konuya dair fikirlerini sıralamıştır. "Siyon" kelimesi Kudüs’teki Siyon Dağı’ndan alınmadır.
Holokost, II. Cihan Harbi’nde Nazi Almanya’sında Yahudilerle diğer bâzı kavimlere karşı uygulanan soykırım hareketidir. Nazi ideolojisinde Yahudiler "aşağı ırk" sayılıyordu. İddiaya göre bu savaş sürecinde 6 milyon Yahudi katledilmiştir. Bir başka teze göreyse Hitler, Yahudileri Filistin topraklarına göçe zorlamak için soykırım, jenosit yapmıştır. Bu çapta katliam olmasa da o zorlama Çarlık Rusya’sında da yaşandı.
Soykırım, "genosit", ilk kez Polonyalı Raphael Lemkin tarafından 1944 yılında kullanılan bir tabirdir. Adı geçen Yahudi avukat, bu kelimeyle toplu katliamları kastetmektedir. BM 1948 yılında "Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Faillerinin Cezalandırılması Sözleşmesi" adıyla bağlayıcı bir metni kabul etmiş ve mefhumu genişletmiştir. BM’nin tarifine göre bir topluluğun dinine, milliyetine, ırkına, kültürüne… karşı işlenen fiiller soykırımdır.
Dünyada muhtelif şehirlerde "Holocaust" müzeleri vardır. ABD’nin başşehri Washington, DC’de yaşarken oradaki holokost müzesini gezip tetkik etmiştim. Her şey, gezi bitince zihinde "İsrail’in kurulması gerekliymiş" fikri uyanmasına göre tertiplenmiş.
Theodor Herzl 19.06.1896’da Abdulhamid Han’dan Polonyalı gazete patronu Philip Newlinsky vasıtasıyla Filistin’de bir çiftlik kadar yer talep etti. Sultan’ın, sinsi talebi reddetmesi üzerine Siyonistler, O’na düşman olarak önce kendisine ve sonra da İngiltere ve sömürgeci Batı’nın desteğiyle devletine kıydılar. Yahudiler, 1947’de Filistin topraklarında ufak bir parçaya sahiplerdi. 1948’de BM’nin devlet saymasından sonra sürekli genişlediler ve nihâyet o toprakların sahibi Filistinlileri Batı Şeria ve Gazze diye iki küçük parçada yaşamaya mahkûm ettiler.
II. Dünya Harbi’nden bu tarafa kendilerini "soykırıma uğramış mazlum bir millet" olarak acındıran Çıfıtlar, 8 Ekim 2023’ten beri Gazze’de soykırım, Filistin, Lübnan ve Suriye’de katliamlar yapageldi. Gazze’de 19 Ocak 2025 günü saat 11.15’te 42 günlük geçici bir ateşkes uygulanmaya başlandı. Siyonist İsrail, 16 ayda baş Çıfıt Netanyahu eliyle Gazze’de tarihte eşi benzeri görülmedik dehşet ve zalimlikte soykırım yaptı.
BM Ticaret ve Kalkınma Şubesi UNCTAD’ın raporuna göre:
-İsrail, Gazze’ye 18,5 milyar dolar zarar vermiştir. Gazze’nin 7 Ekim 2023 günkü iktisadî refahını yakalayabilmesi, ancak 350 (üç yüz elli) yılda mümkün olabilir. 64 bin kişinin öldüğü, on binlerce insanın sakat kaldığı bu yerde acıların dinmesi ise mümkün değildir. Bu acı asırlar boyunca devam eder.
Çıfıtlar, kendilerini İspanya’daki Katolik soykırımından kurtarıp yurdumuza getiren Osmanlı Türkiye’sine vaki ihanetleri gibi 1917’den itibaren İngiliz desteğiyle gasp ve işgal ettikleri Filistin’de de bir asırdır mezalim yapmaktaydılar. O zulümler, Gazze’de 2024/2025’te korkunç bir soykırım çapına erdi. Bugün çürük ipliğe dizili bir ateşkes yapılsa da çok inandırıcı değildir.
Ateşkes, geçici de olsa, temelli de olsa bir gerçek değişmeyecektir:
Baş Çıfıt Netanyahu ile onun bakanları, bürokratları, askerleri ve ilk günden son güne soykırımcı Çıfıt’a yardım eden hangi devlet başkanı, başbakan, bakan ve kim ve ne varsa hepsi ama hepsi aleyhine ceza ve tazminat davası açılması şarttır.
Suçlu cezasını çekmelidir.
Adalet varsa bu bir haktır!..
Devlet olarak Filistin’in ve fert olarak da mağdur Filistin vatandaşlarının ceza ve tazminat dâvası açma hakları doğmuştur. Aksi hâlde Çıfıt yaptığıyla kalır. Böyle bir dünya da mazlum Gazzelilerden yükselen ahlar sebebiyle asla iflah olmaz!
Bu toprakların tarihen tescilli sahibi Türkiye’ye çok iş düşüyor:
350 yılı 35 yıla çekmeli ve acıları unutturmalı, davaların takipçisi olmalıyız.
Büyük dağın büyük karı olur.
Büyük Devlet, çâre üretir.
.
İsyan süreci!
30 Ocak 2025 02:00 | Güncelleme :6 Şubat 2025 13:36
Beklenmedik şekilde yeniden gündem oldu…
Evvela ondan başlayalım:
"Gezi Olayları" diye masumlaştırılmak istenen, aslında bir ihtilâl teşebbüsüdür. İsyan, 28 Mayıs 2013’te Taksim’de başlamış, 20 Ağustos 2013’e kadar devam etmişti. Bu uzun şiddet günlerinde şehirlerimiz, çapulcular tarafından yakılıp-yıkıldı. Ticaret ve ekonomi büyük zarar gördü. TL, döviz karşısında değer kaybetti.
Adı geçen parkın yerinde eskiden Taksim Kışlası vardı. Hükûmet, bu zarif mimârî yapıyı bir proje çerçevesinde yeniden inşa etmeye karar verince, 5 ağacı da yerinden kaldırdı. Buna başlangıçta sivil bir itiraz oldu. O itiraz, hemen FETÖ örgütü tarafından fırsata çevrildi. İsyan patlamıştı. Aşırı sol örgütler, yabancı ajanlar, sanatçılığı kendinden menkul çapsızlar devredeydi. FETÖ’ye bağlı polisler, yangına benzin döküyorlardı.
Yüz sene evvel de 13 Nisan 1909’da aynı mahalde adına daha sonra "31 Mart Vak’ası" denecek olan isyan, tezgâhlanmış ve İngilizlerle içeriden iş birlikçilerin eseri olan bu isyan, Abdülhamid Han’ın üstüne yıkılmış ve nihâyet Sultan ve devir değişmişti.
Gezi İsyanı, öteden beri sürüp gelen bir sürecin devamıydı.
Kendinden sonrası da olacaktı:
Darbeci Cunta, 30 Mayıs 1876’da Abdülaziz Han’ın hal ve katletmişti. 13 Nisan 1909’da da Abdülhamid Han’ı hal etti. Arada sürüyle vak’alar yaşandı. Aynı zihniyet, 27 Mayıs 1960 cinayetiyle Başvekil Adnan Menderes ve iki Bakanını astı. 12 Mart 1971’de Süleyman Demirel Hükûmeti muhtırayla düşürülerek millet, ömürsüz koalisyonlara mahkûm edildi. Bu defa anarşi azdı, ülke karanlığa gömüldü. Her gün 20-25 kişi ölüyordu.10 yıl süren bu bunalım dönemi, 12 Eylül darbesi için itiraz edilemez bir bahaneye dönüştü. 28 Şubat 1997’ye gelindiğinde Cunta yine iş başındaydı. MGK toplantısında emrindeki general, Sn. Erbakan’a inat masaya rakı getirip içiyor, bir başka şımarık general, kışlasından Başbakan’a küfrediyordu. Refah-Yol Hükûmeti, 30 Haziran 1997’ye gelindiğinde dağılmak zorunda kaldı.
2001’de hayli sert bir İktisadî Buhran rüzgârına kapıldık...
3 Kasım 2002’de AK Parti iş başına geldi.
Türk parasının eridiği, ülke itibarının hatırlanmadığı bir dönemdi.
30 Mayıs 1876’da Midhat Paşa ile başlayıp Abdülaziz Han’ı deviren, Mahmut Şevket Paşa kumandasındaki Hareket Ordusunun 25 Nisan 1909’da İstanbul’a el koymasıyla Abdülhamid Han’ı sürgün eden ve geliyorum diyen Cihan Harbi’ni göremeyen, 27 Mayıs 1960’ta İngiliz tezgâhıyla kanlı bir darbe tertipleyen ve daha sonra da hemen hemen 10’ar yıllık aralarla 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbelerini yapan Tek Parti Zihniyetiyle semirmiş Cuntacı Eşkıya nesli, pusuda bekliyordu. Kemalist vesayet üzerinden kendi vesayetlerini kurmuşlardı.
AK Parti, yüzde 34,3’le 363 vekil çıkarıp Hükûmet olmuştu ama vesayet ağaları, Hükûmetin, muktedir olmaması için her engeli çıkarıyorlardı. Siyonistlerin, birkaç milyonluk nüfuslarına rağmen sermaye gücü, basın-yayın gücü, sinema… gücüyle dünyaya hükmetmeleri gibi Türkiye’de de 1839 Tanzimat Fermanı’ndan beri bu güçleri ellerinden bulunduran dönme ve Batı meftunu, yabancılaşmış cuntacı azınlık, hükûmetler üstü iktidardı.
Ellerindeki âlet şimdi iki olmuştu:
PKK silahlı örgütü.
FETÖ Paralel Devlet yapılanması.
Bu yapıyla emniyet, eğitim, yargı, sermaye, basında çok mevzi kazanmış, neredeyse devleti ellerine geçirmişlerdi.
7 Şubat 2012'de MİT krizi patlak verdi. FETÖ’cü şımarık savcılar, Başbakan Erdoğan’ın hastanede olmasından istifadeyle MİT Başkanı Hakan Fidan’ı sorguya çağırdılar. Sn. Fidan, amirine danıştı. Başbakan’ın "Seni tutuklamak istiyorlar, sakın gitme!” demesiyle oyunları bozuldu. Bunu Gezi İsyanı takip etti. Onu diğerleri…
Ajanlar, iş birlikçiler, vesayet odakları, durmuyorlardı. Bu defa da 17/25 Aralık’ta yargının gücünü arkalarına alarak rüşvet ve yolsuzluk iddiasıyla bazı gözaltılar yaptılar. Ancak Hükûmet, teyakkuzdaydı, pabuç bırakılmadı. Hükûmetin FETÖ dershanelerini zapturapt altına almaya dair verdiği kararlarla FETÖ örgütü, sanki çıldırdı. Hükûmete, bilhassa Başbakan Erdoğan’a karşı iyice bilenmişti. Böylece 15 Temmuz 2016’da Türkiye’yi işgal ve Darbe Teşebbüsü isyanı yaşandı. Bin yılın vak’ası olan bu kanlı ve mel’un darbe, hedefine varabilseydi Türkiye parçalanmıştı…
Dizi dünyasını eline geçirdiği ifade edilen bir kadın menajer, 27 Ocak 2025 günü tutuklandı. Tevkif etmenin sebebi, Gezi İsyanı’nı planlayanlardan olması, listesindeki dizi oyuncularını isyana katılmaya sevk etmesinin ortaya çıkmış olmasıdır…
Savunma Sanayi vs. Allah’a şükür millîleşti.
Sermaye, sinema, basın-yayın, hatta eğitim ve kültür içinse alacak daha çok yol var.
“Darbe Süreci”ni bitti sanmak yanlış olur...
‘Çıfıtlar’la hayranları, hayata hükmettikçe bize de dünyaya da rahat yok!..
Haberlerde şu örgütten şu kadar kişi yakalandı haberi, en az önümüzdeki 10 yıl boyunca hep işitilecektir.
30 Ağustos 2024’teki Teğmenler İsyanı da onlardan değil midir?
Onun için malum tutuklu menajer için “neden bu kadar beklendi?” demek doğru değildir. Adliye, deliller toplanınca harekete geçer.
.
SOSYAL ÇÜRÜME!..
1 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :1 Şubat 2025 01:56
"Sosyal medya" diye kim, kimler, nerede, ne zaman bu sözü ettiler bilmiyoruz. Bilen olduğunu da tahmin etmeyiz. İki sâde, mâsum ve toplumda karşılığı olan kelime. Herkes mutlaka farkında olmalı ki bu iki yaldızlı kelime, yetişen nesiller için felâket olan, toplumları çürüten, milletleri çökerten bir yeni zamanlar amansız silahına dönüştü:
Ahlâksızlık, zina, fuhuş, kumar, uyuşturucu… akla gelebilecek her haram, her pespayelik, her zararlı, her aşağılık fiil bin türlüsüyle sosyal medyada. Bu mecra, ar ve namusu çöpe atmış durumda. Sosyal medya adlı bataklık, bir anafor olmuş çocuk, genç, karı, koca… herkesi içine çekmekte.
Gençler, tükeniyor.
Aileler yıkılıyor.
Edeb, darbe üstüne darbe alıyor...
Bir devletin, rakip veya hasım milletleri çökertmesi için bundan böyle o milletin üstüne nükleer silah, zehirli gaz, atom bombası vs. yağdırmasına gerek yok. Şimdilerde Kara ve Sarı Emperyalizm, memleketleri işgal için milyar dolar maliyetli ordular göndermiyor. Yıkıcı, tahrip edici, ahlâkı tüketici, insan iradesini iptal edici, sosyal medya platformlarının kapaklarını kanalizasyon kapağı açarcasına açıp hedefteki milletleri kökünden sarsmaktadır. Bunu, bâzı devletler yaptığı gibi bâzı büyük şirketler ve bâzı hiçbir engelleyici ahlâki freni olmayan kişiler ve hatta gençler de yapmaktadır.
21’inci asırda her devlet için bir numaralı tehlike, çığırından çıkmış sosyal medyadır!
Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu, 16 yaş altı genç ve çocukların ebeveyn denetiminde de olsa sosyal medyaya girmemesi için kanuni düzenlemeler yapacaklarını haber verdi…
Niyet çok isabetlidir.
Ancak; bazı söyleyeceklerimiz var:
Birinci diyeceğimiz o ki bu mevzuda çok ama çok geç kalındı. En öncelikli iş bu olmalıydı. Gerçeği kabul edelim ki her aidiyet ve inanç yapısından nice gencimizi kaybetmiş bulunuyoruz. Buna rağmen "zararın neresinden dönülse kârdır!" diyerek sözü edilen kanun dört başı mamur olarak âcilen çıkarılmalıdır.
Bolu Kartaltepe’de 78 vatandaşımızı yangında kaybetmek hepimizi derinden yaraladı. Neden? Çünkü bu yangın herkesin gözü önünde oldu. Sosyal medyanın yaktığı canlar ise görünmüyor. Ama görünmemesi yok demek değil. Hâlbuki onların sayısı belki de 780 bin! Bu sebeple çok acele etmeli.
İkinci söyleyeceğimize gelince:
Kanun, hemen her hususta 18 yaşı esas kabul etmektedir. İsviçre malı kanunda "rüşd, 18 yaşın ikmaliyle başlar" diyerek 18 yaş altındakileri çocuk saymaktadır. Düşünülen bu hayrlı icraatta ise felâkete mâni olma yaş sınırı 16 olarak düşünülüyor. Hayır bu bir çelişkidir! Hiç olmazsa "18 yaş altı" olmalıdır. Tekrar etme ihtiyacındayız; çocuk ve gençlerimizi sosyal medyanın zehirlemesine, harcamasına, mankurtlaşmasına, insan olmaktan çıkarmasına engel olacak kanun için 16 yaşı merkez ve sınır almak yanlıştır.
Sn. Bakan,
sizin,
partinizin,
Cumhur İttifakı’nın,
TBMM’nin bu mevzua dair alacağı karar, çıkaracağı kanun, tanzim edeceği mevzuat, hava kadar, su kadar elzemdir. Böyle bir hayrlı çalışma, hiç şüphe etmeyiniz ki hayatınızın hizmeti olacaktır…
Kim ne derse desin, kim hangi hayâsızlığı sergilerse sergilesin asla ve kat’a taviz vermeyiniz. Bu sosyal medya bataklığı varken malum harflerle ifade edilen sapkınlıklarla netice alıcı mücadele yapılamaz. Aileyi, çocuğu genci, nesillerimizi… bu koruyucu tedbir, milletimiz için bir beka mes’elesidir!.. Yâ sosyal medya teröristi hainler, ahlâksızlar, yıkıcılar, emperyalistler muvaffak olacak veya biz, neye mal olursa olsun gençliğimizi koruyacak ve kurtaracağız.
Bu bir savaştır.
Yâ Devlet başa, yâ kuzgun leşe!
Kazanmaktan başka çâremiz yoktur...
Haydi Allah, rast getire!
.
Allah, devlete zeval vermesin!..
8 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :8 Şubat 2025 00:24
1970’li yılların başlarıydı; terör ve anarşiden her gün on-on beş gencin, vatandaşın toprağa düştüğü günlerdi. Biz, yirmili yaşların ortalarında; 22 Şubat’ta vefat sene i devriyesi olacak olan Türkiye gazetesinin sahibi Enver Ören Bey, 30’lu yaşların başlarındayken bir gün bu ağabeyimizin Cağaloğlu, Çatalçeşme Sokak 16 numarada çıkan Türkiye gazetesindeki odasında sohbet ediyorduk.
Bu yerli ve millî güzel insanın o gün dediği bir cümleyi hiç unutmadık:
-Devlet, çatıdır; çökerse hepimiz altında kalırız!..
Bu söz, bugün gayet olağan bir cümledir. Soldan-sağdan devletin çekiştirildiği bir havada böyle konuşmaksa bir farklılıktı. Devletin, çatı olduğu gerçektir ki ecdadımız, "Allah, devlete-millete zeval vermesin!" diye bir duayı miras bırakmış.
Devletsizliğin ne olduğunu Şarkî Türkistan Türklerine, Arakan Müslümanlarına, Filistin/Gazze bahadırlarına vs. sormak lâzım.
-Sağlam Millet, Büyük Devlet!
Olmazsa olmazımızdır…
Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın dâvetiyle 1-5 Şubat tarihleri arasında, 6 Şubat 2023 tarihinde yaşanan Asrın Felâketine mâruz kalmış 11 ilimizden Adıyaman, Kahramanmaraş ve Hatay’ı Türk ve yabancı medya mensuplarıyla dolaştığımızda bu duayı bir kez daha hatırladım:
-Allah, devlete zeval vermesin!..
O dehşet takviminden sonra afet bölgemize gitmiş ve 11 şehrimizin her birini ziyaret ederek yaşanan büyük acıyı paylaşmaya çalışmıştık. Yıkımdan bir yıl sonra 2024’te yine gittik. Bu sene, 2025’te ise üç ilimizi ziyaret ettik. Geçen sene yapılan çalışmalardan memnun kalmıştık. Yaralar sağaltılıyordu. Bu defaki ziyaretimizde yolun çoğunun katedildiğini, villa değerinde köy evleri, illerde büyük şehirlerde bile olmayan güzellikte konutlar, iş yerleri inşa edilmişti.
Kadını-erkeğiyle afetzedelerin dualarına şahid olduk:
-Bu kadar çabuk teslim edileceğini beklemiyorduk, Allah, devlete zevâl vermesin!
Bu iyiliğin altında kimin, kimlerin emeği, fikri, alın teri varsa Allah, onlardan râzı olsun. Gördüğümüz yerlerde validen genel müdüre… işçilerimize kadar herkeste müşahede ettiğimiz samimi gayreti de şükranla karşıladık. Her üç ilde de valilerimiz, azimle çalışmaktalar. Adıyaman Valimiz Sn. Osman Varol, Kahramanmaraş Valimiz Sn. Mükerrem Ünlüer, Hatay Valimiz Sn. Mustafa Masatlı, AFAD Genel Müdürümüz Sn. Orhan Tatar, hey’etimize hem valiliklerde ve hem de inşaatlarda, bitmiş binalarda, numune dairlerde tafsilatlı malumatlar verdiler.
Bu yazının başlığı, Adıyaman valimizle yeni bir mahalleyi gezerken yaptığı bir konuşma üzerine doğdu. Osman Varol valimiz, sözünü bitirince şöyle dedik:
-Sayın valim; her şey çok güzel ama bir şey noksan kalmış. Hem de büyük noksan!
Vali Bey, meraklandı.
Hazirûn dikkat kesildi.
-Şehrin girişine “Allah, devlete-millete zeval veremesin!” diye bir levhasını yazmamışsınız…
Bu bir latife, yapılan hizmete teşekkür olsa da hiç mübalağasız söylüyoruz ki hakîkatin tâ kendisidir. Ve mevzubahis her ilimizi kastetmekteyiz. Hey’etimizin ve binlerce insanın bizzat gördüğü, milyonlarca vatandaşın da ekranda seyrettiği gibi TOKİ, Emlak Konut, AFAD ve daha başka kurumlarımız, bu 11 ilimizde sağlık merkezleri, çocuk parkları, psikososyal destek merkezleri, camiler, okul, market, fırın… gibi onlarca hayat unsuruyla birlikte bu binalar ve mahallelerle destan yazmışlar.
Bu yaralı illerde bir vatan aşkı, millet sevdası var. Nitekim zelzeleden dolayı başka illere göçmüş aileler, tekrar topraklarına avdet etmekteler.
Her şey yapılıp bitmiş mi?
Noksan bir şey yok mu?
Hayır!
Henüz maraton tamamlanmış değil.
Koşu, devam ediyor.
Valilerimizden de aldığımız malumat onu gösteriyor ki bu 11 ilimizde yeniden inşa faaliyetleri A’dan Z’ye her şeyiyle en geç 1 buçuk yılda ikmal edilir. İlk 1 buçuk yılda yolun yarısı katedilmiş, sonraki 1 buçuk senede de ne kalan tamamlanır görüşü hâkim.
Tam bu noktada Hükûmete şunu teklif etme borcundayız:
Şehirlerimizde 8-9 şiddetinde zelzelelere bile direnecek sağlam ve çok güzel konut ve iş yerlerinin yanında bir de deprem görmemiş fakat mutlaka değişim bekleyen eski ve yıpranmış binalar var. Adı, ister kenti dönüştürme, olsun isterse başka bir şey densin. Devlet, kimseden bir müracaat beklemeden yapılacak bir plan ve bütçeden hareketle bütün şehir ve kasabalarımızın hastalıklı muhitlerini yıkıp yeniden yapmaya devam etmelidir.
Çünkü:
AFAD’ın duvarında asılı duran "Türkiye Deprem Tehlike Haritası" 85 milyonu ürpertecek şekilde avaz avaz bağırmakta. Bu harita, çok net şekilde gösteriyor ki bütün Türkiye, büyük bir tehlike altındadır. Bu vatanı bırakıp bir yere gitmeyeceğimize göre yıkılmayalım.
Bu dediğimiz, bir beka meselesidir:
Son söz:
-Allah, devlete-millete zeval vermesin
.
CHP bölünür!
13 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :12 Şubat 2025 21:55
Aklımızın erdiğinden bu yana CHP’nin 3 defa bölündüğüne şahit olduk. 1965’lerde Ecevit, CHP’de “ortanın solu’’ diye bir kavram ortaya atıp İsmet İnönü de buna destek verince partinin aslından koptuğu gerekçesiyle CHP’nin önemli isimlerinden Turhan Feyzioğlu, istifa edip GP-Güven Partisi’ni kurdu. Daha sonra da vaktiyle bu partinin genel sekreterliğini yapmış olan Kemal Satır, partisiyle uyuşmazlığa düşerek CP- Cumhuriyetçi Parti’yi partiler yelpazesine kattı…
Bülent Ecevit de partisinde genel sekreterdi.
İnönü’yle uyuşmazlığa düşünce parti kurultayında güven oylaması yapıldı. Oylamayı açık ara kaybeden İnönü, istifa etti. Bülent Ecevit CHP genel başkanı seçildi, ‘’Karaoğlan’’ oldu.
12 Eylül darbesi yaşandığında Ecevit, CHP Genel Başkanı’ydı. Darbe onu da içeri almıştı. Tahliye olduğunda partisinin başına geçmesi bekleniyordu. Fakat öyle olmadı. CHP’yi bırakıp DSP’yi kurdu. TGRT’de Entelektüel Boyut adıyla program yaparken bir gün DSP Genel Başkanı misafirimizdi. Şöyle sordum:
-Sn. Ecevit, hapisten çıkınca tekrar CHP’nin başına geçmeniz beklenirken siz, daha içerideyken eşiniz vasıtasıyla DSP’yi kurdunuz. Bunun sebebi nedir?
Bülent Bey, aynen şöyle dedi:
-CHP, kendine mahsus bir partidir, bazı şeyleri aşamadım…
Bunu da aşağıdaki diğer naklettiklerimizi de daha evvel yazmış ve konuşmuştuk. Tekrarın faydalı olmasından dolayı yeri geldiği için yine yazıyoruz.
Görüldüğü gibi 3 bölünmüşlüğü dile getirdik…
Ecevit, DSP ile CHP’nin çok üstünde rey aldı ve koalisyon yoluyla da olsa Başbakan oldu. CHP’yi tanıma noktasından Deniz Baykal ile olan iki konuşmamızı paylaşmamız gerekir. Sn. Baykal, TGRT’deki ismi geçen programda konuğumuzdu. Bir noktaya gelince şunu sordum:
-CHP, kendini ortanın solu, demokratik sol, sosyal demokrat diye türlü şekillerde tanıtıyor. Vatandaşın kafası karışık. Bunların birbirinden farkı nedir?
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal aynen şunu dedi:
-Hiçbir farkı yok, hepsi uydurma!
Bir Ankara seyahatimde Sn. Baykal’a gitmiştim. Genel merkezdeki odasında ikimiz vardık. Baykal, yerinde oturuyordu. Arkasındaki duvarda 6 oklu arma asılıydı. Deniz Bey CHP’ye dair öyle şeyler söylüyordu ki bunlar değme muhafazakâr partide olamazdı. Bunun üzerine şunu dedim:
-Sn. Baykal, sizin bu anlattıklarınıza göre duvardaki şu 6 ok müzelik bir eşyadır…
Bir şey demedi…
Bir kimse hakkında bir şey söyleyeceksek, o kimse hayattayken konuşup- yazarız. Hem Sn. Bülent Ecevit ve hem de Sn. Deniz Baykal’la alakalı naklettiğimiz bu hakikatleri onlar hayattayken ekranlarda konuşmuş ve sütunumuzda yazmıştık. Ayrıca, Entelektüel Boyut programının video kasetleri ve onların çözülmüş şekli de arşivimizde mevcut bulunuyor.
Sn. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP genel başkanlığına gelmesi hayli tartışıldı. Deniz Baykal âdeta linç edilmişti. Kurulan tezgâhın FETÖ oyunu olduğu çok kimse tarafından ileri sürüldü. Baykal’ın büyük kahırlar yaşadığı görüldü. Herhâlde o üzüntüyle ölmüştür. Sn. Kılıçdaroğlu, 13 yıl CHP Genel Başkanlığı yaptı. 38. CHP genel kurultayda büyük farkla yerini Özgür Özel’e kaptırdı. Bu sonuçta kendisinin İBB başkanlığına aday gösterip seçilmesine vesile olduğu Ekrem İmamoğlu’nun rolü herkesçe bilinmektedir. Kemal Bey olayı, sırtından vurulma olarak değerlendirdi. Şimdilerde Sn. Kılıçdaroğlu’nun satın alınmış delege oylarıyla yerini kaybettiğine dair sözleri üzerine adli mekanizma devreye girmiş bulunuyor. Mahkeme, ithamı yerinde görüp iddia, sübut bulursa kongreyi bütün neticeleriyle iptal edebilir.
Diğer yandan Türkiye’den, bölgeden, dünyadan kopuk şekilde âdeta hayal âleminde yaşayan CHP, bir konuyla da iltisaklı olarak da konuşuluyor. Özgür Özel CHP’sinde Ekrem İmamoğlu’nun yeniden seçildiği 2024 mahallî seçimlerinde DEM Parti ve CHP arasında kurulan ve yaygın adıyla -her ne demekse- Kent Uzlaşısı- Sn. Özel’in itirazına nazaransa “İstanbul İttifakı’’ ile de CHP’li belediyelerde bölücü örgüt mensuplarına yer verildiği gerekçesiyle 10 kişilik tutuklamalar oldu.
Şaibe, kargaşa ve gariplikler burada da bitmiyor:
Bir başka sahnede ise CHP’de CB adayının kim olacağı gündemi meşgul ediyor. Özgür Özel, cumhurbaşkanlığı seçimine daha 3 sene varken adaylarının parti üyeleri tarafından tensip edilmesini gündeme getirdi. Dediğine göre kendisi aday değil. Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş adları konuşuluyordu. Bu üçlü bu maksatla bir araya geldiler.
Sonuç şöyle:
Sn. Yavaş, hem zamanı erken buldu ve hem de aday olmayacağını açıkladı. Ama yarın farklı davranabilir. Bu safhada Eski Genel Başkan Sn. Kılıçdaroğlu da devrede. Bugünden CB adayı gösterilmesini son derecede yanlış buluyor. Kemal Bey’in CHP’den istifa etmediğini hatırlarsak gerektiğinde aday adayı olabilir. Partisi seçerse adaylık dönemi başlar.
Bütün bu karışık, karanlık, karmaşık işler, en nihayetinde şöyle bir hikâyeye bağlanıyor. Ekrem İmamoğlu, CHP’nin CB Sistemi Başkan adayı olurken, Mansur Yavaş, TBMM Başkanı olacak. Türkiye, yine parlamenter sisteme geçecek. Yönetim, eskiye dönünce Özgür Özel, Başbakan, Ekrem İmamoğlu CB olacak.
İyi ki hayal görme, vergiye tabi değil!
CHP eskiden medet umuyor!
Bu bir garabet!
Özgür Özel de bilmekte ki takma akılla 7 adım gidilir. Vaktiyle ANAP’lı, sonra AK Parti’ye yanaşan, iltifat görmeyince CHP’ye katılan İmamoğlu, Boğaziçi Aşiretinden karlı gün dostlarıyla ünsiyet içindedir. Bu arada İstanbul ne olursa olsun, ne gam!
Yeter ki Ekrem İmamoğlu, Çankaya Köşküne otursun.
Böyle bir CHP’nin bütünlüğünü koruması mümkün olamaz.
Bu CHP bir kere daha bölünür.
Çünkü milletin, devletin, bekamızın, bölgemizin gündemi başka, Cumhuriyet Halk Fırkasının başka...
Bu anormalliğin Farsçadaki karşılığı şöyle:
-Men çi guyem, tamburem çi guyed.
Ben ne diyorum, tamburum ne çalıyor.
Hangi CHP’li demişti?
-CHP Vakıf olmalıdır!
Doğru olanı budur:
Ömrünü tamamladı…
.
Erdoğan’ın Hilâfet Topraklarını ziyareti
15 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :15 Şubat 2025 00:55
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, yaygın ifadeyle "Asya-Pasifik Ülkeleri’’ni ziyaret etti. Malezya, Endonezya ve Pakistan’ı içine alan bu ziyaretlerde yüz binler, sokak ve meydanları heyecanla doldurdu. Resmî karşılama ve nutuklar da bu ayardaydı. Mehter Marşı, Dombra ve Türkiye Cumhurbaşkanı için yapılmış marş çalındı. Bu devletlerin Cumhurbaşkanı ve Başbakanları, tarihe geçecek değerde unutulmaz beyanatlar verdiler. İsmini Enver Paşa’dan aldığını düşündüğümüz Malezya Başbakanı Sn. Enver İbrahim’in dedikleri bir destan okuma gibiydi. Her üç devletimizdeki devlet adamlarının Sn. Erdoğan için yaptıkları tesbit ve hak teslimini üç başlık altında toplamak mümkündür:
-İslâm âleminin lideri.
-Mazlum ve mağdurların hâmisi.
-Cesâret sahibi olması.
Yazımızın başlığındaki “Hilâfet Toprakları’’ cümlesi dikkat çekmiştir. Herhâlde literatürde de böyle bir cümle ilk defa kullanılmaktadır…
Ne demek istiyoruz?
Bizde toprak, vatan mefhumları “mâmelek-i şâhâne’’ diye ifade ediliyor ve bütün Devlet-i âli Osman/ Ulu Osmanlı Devleti kastediliyordu. Kuvvete dayalı hükümranlığın, hükümdarın şahsında tecelli etme şekliydi. Yavuz Sultan Selim Han’dan son Hakan/Halîfe Mehmed Vahideddin Han’a kadar Osmanlı sultanları, aynı zamanda Peygamberler Peygamberine -aleyhisselam- vekâlet etme demek olan Halîfe ünvanına da sahip idiler. Padişah’ın Halifeliği şüphesiz ki yalnızca Müslümanlarla alâkalıydı. Gayr-ı müslîm unsurlar, Padişahın sultanlık salahiyetiyle yönetilirken Cezayir’den Endonezya’ya, Kırım’dan Kızıldeniz’e kadar uzanan muazzam sahada ise Payitaht, Hükümdarlığın yanı sıra Hilafet nüfuzunu da icrâ ediyordu. Hükümranlığın tesisi fetihle olurken Hilafetin meşrûiyeti, muhatap milletin, Halife ünvanına mâlik Sultan’a biât etmesiyle gerçekleşirdi.
Endonezya, Malezya, Hind Müslümanları, Türkistan ve o çevre, hiçbir zaman Osmanlı Devleti’nin hükümranlığında olmadılar. Buna mukabil bu saydığımız yerlerdeki Müslüman ahali, belki de diğer Müslümanlardan çok fazla ‘’Makam-ı Hilâfet’’e, Halifeye tâbi oldular.
Devrin Asya coğrafyasında bugünkü gibi Bangladeş, Pakistan, Keşmir diye devlet ve idareler yoktu. Hindistan vardı. Buranın ehli îmân olanlarına “Hind Müslümanları’’ denirdi. Hakan/Halife Sultan Mehmed Reşad’ın 1914’te cihâd ilân etmesi üzerine kulakta, bilekte, yastık altında… olan altınlarını toplayıp Ankara’ya gönderen “Hind Müslümanları’’ işte bu azîz insanlardır. 19’uncu asrın ortalarına kadar Hindistan’da 350 yıl boyunca Babür İmparatorluğu hükümrandı. Türkistan’da da Türk Hanedanları vardı. Malezya ve Endonezya’da olduğu gibi bu saydığımız yerlerde ahali idarede kendi başlarına, Hilafette İstanbul’a, Topkapı Sarayı’nda mukim Halifeye bağlı idiler. Bundan dolayıdır ki Cenubî Avrupa ve Balkan Müslümanları gibi Asya Müslümanları da hacca giderken evvelâ, Dâr’ül Hilâfe adını da taşıyan Payitaht İstanbul’a gelir, Ebu Eyyub el Ensârî Hazretlerini ziyaret eder, sonra Bağdat, Şâm-ı Şerîf, Kudüs-i şerif, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere yolunu tutarlardı.
O devirdeki muhteşem manzara şuydu:
Asya’nın şarkında Babür Türk İmparatorluğu, garbında Osmanlı Türk İmparatorluğu hâkimdi... Padişah, siyâseten bizde olmayan bu coğrafya insanlarını hangi kuvvetle İstanbul’a yahut hilafet makamına bağlıyordu?
Cevabı sadedir:
Halife’nin bir selâm-ı şâhâne ve bir Mushaf-ı şerif göndermesi ile meydanlarda insan denizleri dalgalanırdı. Bunu kavramak, bugün belki zor olabilir. Ancak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretleri kâfi delil değil midir? Sn. Erdoğan, yarın Bangladeş’e gitse manzara tekrar edecektir. Hatta İmam-ı Rabbani yurdu Hindistan’da da benzer heyecan yaşanır. Hindistan’daki Müslüman sayısı,173 milyonluk Bangladeş kadardır. Hind Müslümanlarının hükümranlıkları da Endülüs müslümanlarınınki gibi 8 asırdan fazladır. Şu dediklerimize, izm zehirlenmesi yaşamış bâzı kimseler itiraz ederlerse o zaman reddi mümkün olmayan bir vesikayla konuşuruz:
Hazîn bir akıbete dûçar kalacak olan Ertuğrul Fırkateyni, Abdülhamid Han adına iade-i ziyaret için Japonya’ya doğru seyrederken bir Hind limanında mola verir. Savaş gemimiz, seller gibi insan ziyaretine uğrar. Ziyaretçiler “Hilafet toprağı’’ diyerek fırkateynimizde cemaatle namaz kılarlar…
Sn. Erdoğan’ın cesareti, liderliği, hamiyetperverliği doğrudur. Merhum tarihçi Yılmaz Öztuna, Osmanlı sultanlarının korku hissine yabancı olduklarını haber vermektedir. Bu malûmat, müellifin Türkiye Tarihi’nde mevcuttur. Biz de Sevgili Peygamberim Siyer-i Nebi kitabımızı telîf ederken Sahabe-i Kirâm efendilerimizin korku hissine yabancı olduklarını tesbit ve kitabımıza derc etmiş idik.
Görüldüğü gibi Türkiye Cumhuriyeti Devlet Reisi, küllenmiş bir muazzam ecdad mirasının var olduğu Asya-Pasifik memleketlerine gitmiş oldu. Açe’ye gidilmemiş olması burukluk doğurmuştur diye bakabiliriz.
Bu muhteşem istikballerin bir benzerinin de Şam’da yaşanmasına hazır olmalı.
Bir dev, uyanıyor…
Üstad varken bize söz düşmez:
Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!
.
Bu tabutlar, bayram yerine gitmiyor
20 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :20 Şubat 2025 00:42
Bayram namazlarıyla, cenaze namazları iç içe karıştı. Askerler, bayrağa sarılı tabutları musalla taşına taşıyor. Şehitler hakkında haberler neredeyse aynı. Nişanlıların tutunmayı hayal ettikleri dal ellerinde kalıyor. Mümkündür ki o nişanlılardan bir daha hiç evlenmeyecekler çıkmıştır, çıkacaktır… Gencecik eşler, dul kalıyor, onlardan bazıları hamile. İlk çocukları dünyaya gelecek. O eşler, bir ömür mustarip kalacak, o çocuklar babalarını hiç göremeyecekler…
Mehmetçik şehit, Ahmetçik şehit, korucu şehit. O şehitlerin arkada nişanlıları, hamile eşleri kalıyor. Yarın dünyaya gelecek bebeklere biraz akılları erince "baban şehit oldu!" denilecek. İşin garibi bunu diğer taraf da söyleyecek. İki taraf da ölülerine "şehit" diyor. Yani bu ülkenin insanları, bu iklimde aynı kalb dilini konuşuyor…
Peki, aynı kalb dilini konuşan bu ülkenin insanlarını hangi güç, hangi taktiklerle düşman etti?
Düvel-i muazzama, emperyalizm, bugün de yakamızda. Kürt, inanmalı ki onların derdi kendisi değil. Düvel-i muazzama, petrol, enerji, yer altı kaynakları, su ve servetler peşinde. Ama bunu nasıl anlatmalı? Bir inandıran üsluba ihtiyaç var. Bir farklı dile...
Hadise, gerildikçe gerilmekte. Verilen şehit sayısını takipte zorlanır olduk. Türk anası da Kürt babası da Kürt anası da Türk babası da bayrama kanlı gözyaşlarıyla giriyor.
Vali, kaymakam, bakan... her vatandaşın evine taziyeye gitmeli. Oğlu, kızı dağa çıkan her ana-baba teröristler gibi düşünmüyor. Bu "biz ve onlar" tarifi tehlikeli. Yangın büyümüştür. Devlet, artık hem idari iyileştirmeler yapmakta ve hem de askerî mücadeleyi çoğaltmakta. Kararlılığı gören taşeron örgüt, tükeniş çılgınlığında. İşte bu noktada çok hassas hareket ederek taban kaybına sebebiyet verecek her türlü hataya azâmi dikkat etmeli. Bu yara bizim yaramız. Yüz yıllık yara. Bu gidişle evler yetimlerle dolacak.
Dünya ve İstiklal Harbi sonrası manzaralarını tekrar yaşar olduk. Daha hayatının baharında arkada nişanlılar, hamile eşler, gözü yaşlı ana-babalar bırakan bu şehitler, bu ülkenin kaybıdır... ama, dağa gerek zorla, gerek kandırılarak ve gerekse öfkeleri kullanılarak çıkartılıp ölüme yollanan gençler de kaybımız. Unutulmamalı ki bu toprağın evlatlarını her dönem farklı adlarla düşman ettiler.
Bizim nesil, Yemen türküleriyle büyümüştü... Kayıp vatan, ahlar olup ciğerimize saplanıyordu. Daha dünün acıları sağalmamışken yeni vatan kayıpları, Türk'ü de helak eder, Kürt'ü de.
Küçülmek, bölünmek, ufalanmak, düvel-i muazzamaya kolay lokma olmaktır. PKK'ya kanmak dehşet gaflettir. PKK büyük fitnenin adıdır. Bizse bu vatanın her evladı için büyük yarınlar ve büyük bir vatan peşindeyiz.
.....
Bu yazı 22.10.2012 tarihinde Türkiye gazetesinde yayınlanmıştır.
.
Aile yılı
27 Şubat 2025 02:00 | Güncelleme :26 Şubat 2025 22:16
2025’i "Aile Yılı" ilân etmemiz isabet oldu:
Aile, asla zarar görmemesi, zayıf düşmemesi, kaybedilmemesi…gereken öz, cevher esas varlığımızdır. Gençleri, aile olmaya teşvikle aileyi muhafazaya için devlet, kanaat önderleri ve şirketler daha doğrusu herkes üzerine düşeni yapmalıdır…
Aile Yılı’yla alâkalı adımlar, THY ve Halkbank’tan geldi.
-THY, aynı soyadı taşıyan, aynı aile üyelerinden en az 3, en fazla 9 yolcuya yüzde 15 fiyat kıracak, tenzilat yapacak.
Halkbank ise yeni evleneceklere, yeni ebeveyn olanlara ve ilk defa ev sahibi olacaklara 3 ayrı destek sunmakta:
-Halkbank’ın, yeni evlenecek çiftlerin çeyiz, beyaz eşya, kahverengi eşya… gibi ev döşemeye dair hizmetler için vereceği "Evlilik Kredisi" diğer bir ifadeyle Evliliğe Teşvik Kredisi, 3,79 fiyat farkıyla 36 vâdeli oluyor.
-İlk defa ebeveyn, anne-baba olacaklara hastane, doğum, bebek, bakım masrafları… için verilecek "Hayata Merhaba İhtiyaç Kredisi" ise yüzde 3,89 fiyat farkıyla tatbik edilecek.
-Yaşı 35’i geçmemiş ve evlilikleri de 3’üncü yılını aşmamış yeni evlilere de ilk defa ev alıyor olmaları hâlinde adı geçen banka "Yeni Evlilere Özel Konut Kredisi" başlığıyla omuz vermekte. Bu imkânın fiyat farkı 2,79, vadesi ise 120 ay.
Halkbank, ayrıca "Paraf Ailem Kredi Kartı" da ihdas ederek bununla da farklı kolaylıklar sunmakta. 18 yaş altı gençlerin tasarruf alışkanlığı kazanmaları için de birtakım uygulamalar getirildiği gibi "Yaşlı Bakım Sigortası" da başlatılmış...
Evliliğe teşvik, aile olmaya, aileyi himayeye… dair her kim, bir fedakârlık yaparsa takdir ve teşekküre layıktır. Keza, bütün bu faaliyetlerin takipçisi Aile Bakanlığı da nazarımızda en olmazsa olmaz Bakanlıklarımızdan biridir…
Bununla beraber:
"Aile Yılı" fikriyle adı geçen iki şirketin faaliyetlerine dâir bâzı itiraz ve tekliflerimizle biraz da ötesi olacak:
-Aile’nin 1 yılı olmaz, olmamalı. Her yıl, Aile Yılıdır. Mevzubahis imkânlar, bir sene sunulup müteakip senelerde kesilirse yanlış yapılır. Bu hizmete "Ömür Boyu Aile" denebilir. Ayrıca, "2025 Aile Yılı" veya "Ömür Boyu Aile" yılında yukarıdaki gibi aile olmaya teşvik ve ev almaya özendirme vs. gibi hizmetler yalnızca bir havacılık şirketiyle bir bankanın fedakârlığıyla kalmamalı. Bu işlerin merkezinde veya civarında olan gıda, giyim-kuşam, inşaat şirketi gibi her kuruluş, bu seferberliğe dâhil edilmelidir.
THY ve Halkbank üzerinden konuşursak:
Aile ferdlerini asgarî 3, azâmî 9’la sınırlamak isabetli değildir. Bu mantıkla bakınca 2 çocuğu veya 9’dan fazla çocuğu olan aile, niçin bu imkândan yararlanmasın? Bu uygulama, "eşit vatandaş" ilkesine mugayir olur. Bunun yerine sunulan indirim nisbeti yukarı ve aşağı doğru değişebilir.
Halkbank’ın verdiği imkânlara gelince:
Her kredi diliminde faklı "vâde farkı" tatbiki ne kadar isabetlidir? Zihni yormakta. Ayrıca "Hayata Merhaba Kredisi"nin kaç ay süreli olduğu görülmüyor…
Temel mes’eleye gelince; birinci dereceden Hükûmeti alâkadar etmekte:
Biz, bu makalemizde "fiyat farkı" ve "vâde farkı" kelimelerini "faiz" kelimesi yerine kullandık. Ailenin hemen bütün dönemlerini içine alan bu faaliyetlerde temel, faizden korunmalı. Aile binasının temelinde faiz olmamalı. Bizim medeniyetimizde "karz-ı hasen" denen bir güzel borçlanma yolu vardır. Bugünkü nesillerin Çince sanmaları çok mümkün bu kelime, katılım bankacılığında bir şekilde vardır, yoksa da olabilir. Öyle ise konuştuğumuz bu himâye, destek ve imkânlar Halk, Ziraat, Vakıflar veya diğer faizle çalışan bankalar tarafından değil, Emlak Katılım, Ziraat Katılım, Vakıf Katılım gibi ticari kuruluşlar tarafından yapılırsa doğru olur.
Diğer taraftan:
Evkaf; Vakıflar, ecdad mirasıdır. Ya Vakıflar Bankasını bütünüyle faizsiz katılım bankacılığı yapmalı veya Vakıflar Bankasının adı değişmelidir. Aynı şekilde Ziraat Bankası da asli hâliyle katılım bankası olmalıdır. Bugünkü yapıda "katılım" ismiyle esas bankaların yanında var olan bu kuruluşlar gölgede ve mahzundur. Türkiye Yüzyılı’nın mânâ tarafı bunu düşünmeyi icab ettiriyor.
Son söz:
Evleneceklere ve ev alacaklara kıymeti, kıyamete kadar değişmeyecek bir haberimiz var:
Kimse "bu maaşla mı?" diyerek evlenmekten, ev almaktan korkmasın.
Çünkü:
Sevgili Peygamberimiz -aleyhisselâm- şöyle buyurmaktalar:
-Evleneceklere ve ev alacaklara Allahü teâlâ, yardım eder…
Öyle midir?
Elbette ve mutlaka!
O, diyorsa doğrudur!..
Zira; Kâinatın Sultanı, ne demişse doğru demiştir…
"Evlenene ve ev yapana Allahü, teâlâ, yardım eder."
Her nikâh dairesine, her düğün salonuna ve her konut şirketine asılacak mübarek rehber bir söz. Bir anket yapılsa eminiz ki nice kimse, anlaşmış gibi bir ağızdan konuşacaklardır:
-Yola çıkarken cebimde 5 kuruşum yoktu!
.
Çağrı
4 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :4 Mart 2025 00:08
Abdullah Öcalan’ın PKK’ya yaptığı örgütü fesih ve silah bırakmaya dair çağrının, bizim bakış ve telakkimizle tercüme, tahlil ve yorumu şudur:
Çağrı metni, 27 Şubat 2025 günü öğleden evvel İmralı adasına giden 7 kişilik DEM Parti hey’etine örgüt kurucusu tarafından teslim edildi. Onlar da bunu, aynı günün ikindisinde Taksim’deki bir otelde TV canlı yayınları üzerinden herkesle paylaştılar. Metnin Kürtçesini Ahmet Türk, Türkçesini Pervin Buldan okudu…
Örgüt lideri, adını koymasa da yazının girişinde teröre başlamalarına dair gerekçesini açıklayıp müdafaasını yaptıktan sonra takip eden yıllardaki tarihî seyri yorumlayarak örtülü bir biçimde örgütü tenkit ederek onu zamanın ruhunu okuyamamakla itham etmektedir.
Öcalan’ın dediğinin anlamı şudur:
Cumhuriyetin kuruluşunda takip edilen tek tipçi anlayışla Kürt kimliği tanınmadı, biz de elimize silah aldık. Bizim silahlı mücadeleye başladığımız dönemde reel sosyalizm, Rusya’da iktidardı. Ağır şekilde sosyalizmin tesirinde kaldık. '90’ların başında SSCB dağılırken, Türkiye’de de kimlikler tanınmaya başladı. Bu gelişmeye rağmen PKK şiddete devam ederek yanlış yaptı. Hâlbuki Türkler ve Kürtler, bin yılı aşkın bir zamandır birlik içindedirler, gönüllü olarak kaynaşmışlardır.
Bizi, birbirimize; emperyalist devlerle savaş ve şiddet asrı olan 20. Yüzyılın şartları düşürdü. Silahlı mücadele dönemi çoktan kapanmıştır. Diğer yandan müstakil Kürt devleti kurma, federasyon, idarî özerklik, kültürcü ısrarlar gibi milliyetçi istekler, gerçeklerden kopmadır.
Suriye, Irak, İran, Avrupa uzantıları dâhil PKK silah bırakmalı, benzer akıbetleri yaşamış diğer örgütler gibi kongresini toplayıp kendini feshetmelidir. Bundan böyle her istek hukuk ve demokrasi çerçevesinde ele alınmalıdır…
Emperyalist saptırma ve örgüt içi çıkarcılıkla bu çağrının muhatabına dair zihinler bulandırılmak istenebilir. Çok açık ve çok net şekilde bellidir ki çağrı T.C. Devletine, devletin kurum veya kurumlarına yahut beynelmilel teşkilatlara değil sadece ve sadece bütün kolları ve mensuplarıyla PKK’ya yapılmıştır.
Metin, makul ve mutedildir.
Neden ele silah alıp dağa çıkıldığına dair dile gelen ifade ve denize düşen yılana sarılır dercesine uygulamadaki sosyalist yapının tesirinde kalmaya ait cümleler âdeta bir özür mahiyetindedir. Ön plana örgütü feshetme talimatı çıkmıştır. Fesih veya lağvedilmeden sonra zaten silah taşınamaz.
Öcalan, çağrı metninde, DEM hey’eti de basın toplantısında Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Sn. Bahçeli’ye gözden kaçmayacak şekilde şükran hissiyle dolu saygılı bir dil kullandı.
Çağrı metniyle yüksek alâka çeken; basın toplantısındaki konuşmalarda da kezâ açıktan veya dolaylı olarak ülkeyi daha zenginleştirme, birlik ve kardeşlik fikri işlendiği…
Öcalan, çağrısını, bin yıllık mâzi müşterekliğimizle desteklemeyi esas aldığı gibi şiddet ve kaba kuvvet yerine demokrasiye riayetin gerekliliğine bilhassa işaret etmektedir.
Bundan dolayıdır ki bu süreci 22 Ekim 2024’teki cesur çıkışıyla başlatan Sn. Devlet Bahçeli, metni “bütünüyle değerli” bulduğunu beyan etti. Hatta Kandil açıklamasını bile bu çerçeveye dahil etti. Oysa biz, Kandil’in dediklerini daha farklı okuyabiliyoruz. Aşağıda temas edeceğimiz o hususların Devlet Beyin nazarından kaçması mümkün değildir. Örgütü emperyalist dünyanın rehineliğinden kurtarma maksadıyla kızılcık şerbeti içiyor.
Bundan böyle DEM Parti’nin sırtından dağ kalkmış, önüne Türkiye Partisi olma fırsatı çıkmıştır. DEM, vebal ve mes’uliyetle hareket ederse artık TBMM’de bir Kandil uzantısı olarak görülmez. Böyle bir iyileşmeden kendisi gibi bütün Türkiye istifade edecektir. Abdullah Öcalan, metinde sarahaten görüldüğü gibi çağrısını “bütün gruplara” yapmıştır. Yâni, kendilerinin Kürt İşçi Partisi dedikleri bölücü örgütün ana ve tâli kollarıyla bütün unsurları bu fesih ve lağvetme ve silah bırakmanın muhatabıdır. DEM’in bu fırsatı değerlendirmek için çok istekli olduğunu müşahede ediyoruz. Fakat, örgütün Suriye, Irak, İran ve Avrupa kollarından biri veya birkaçı isyana devam etmeye kalkışabilirler. Zira örgüt, SSCB, yahut reel sosyalizmden sonra bu defa da kara kapitalim, Siyonist ve Şia boyunduruğuna girmiştir. Nitekim Suriye’nin kuzeyinde Amerikan taşeron örgütü olarak faaliyet gösterip garnizon devlet olma emelindeki YPG’nin elebaşı Mazlum Abdi’den çağrıya uymama yolunda aykırı ses geldi.
PKK bütün varlığıyla mesela haziran sonuna kadar “parti kongresi”ni yapıp kendini feshetmez, silahlı yapısını dağıtmaz, T.C. Devleti’nin talimatlarına uymaz ve çağrıyı “Öcalan felsefe yapmış”, “Dâvâyı Devlete satmış” gibi sözlerle aşağılayıp reddederse TSK devreye girer ve o zaman da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ramazanın ilk iftarında şehîd ve gazi yakınlarına Külliye’de yaptığı konuşmadaki netice tecellî ederek “taş üstünde taş, omuz üstünde baş kalmaz.”
Türkiye ve Suriye ilk elden YPG işgaline son verip örgütü Suriye’de çökertir. O zaman adı geçen elebaşı, umduğu dağlara kar yağdığını görür veya onu bile göremez. Dolayısıyla ya PYD kendini fesheder veya imha olur.
PKK’nın Irak kolu, başına buyruk hareket etmeye kalkışırsa Ankara-Erbil-Bağdat dayanışmasıyla örgüt, Irak’ta da çökertilir.
İsrail ve İran destekli Kandil ile Avrupa’daki emperyalist güdümlü PKK varlığının teröre devam etmesi beklenebilir.
Kandil’in “çağrı muhtevasını bütünüyle kabul ediyoruz” açıklamasını reddetmemeli fakat ihtiyatla karşılamalı. Samimi bir söz olabileceği gibi taktik de olabilir. Sesi çok çıkmasa da örgütün PJAK adında bir İran kolu var. Tahran’ın sevk ve idaresiyle örgütün Kandil’den kopan yanı bu örgütle birleşebilir. YPG’yi İsrail, Kandil kopuntusunu İsrail ve İran, Avrupa’daki sermayeyi Batılı başkentler yönetir.
Böylesi seyirler diğer dünya örgütlerinde de görülmüştür. Ana gövde barıştan yana tavır alınca o gövdeden kopmalar olmaktadır. Devlet, elbette bunun farkında ve takibinde. Küçülmüş, zayıflamış PKK bakiyesi, örgüt ve örgütler, bir süre devam etse de kalıcı olamazlar. Bugünden yarına olmasa da tükenmeye mahkûmdurlar.
Hikâyenin hülâsası şu ki; Tek Parti Zihniyeti vesayetindeki Erken Cumhuriyette vahim hatalar işlenmiş, sebep ne olursa olsun sonuçta yarım asrımız karartılmış, on binlerce insan canından olmuş ve milyarlarca dolar servetimiz dağlara gömülmüştür. Zararın neresinden dönülse kârdır. Netice itibariyle bu topraklar, bu vatanın her evlâdınındır.
Şimdiden sonra Tek Parti Zihniyeti ve Cunta bulaşıklarından arınmış yerli, millî, sivil ve demokrat ve herkesin kendini bulduğu bir anayasa yapmak kolay olacaktır.
Artık yolumuzdaki en sıkıntılı problem İsrail’dir. Ankara, Sn. Hakan Fidan’ın ağzıyla Tahran’a söylenmesi gerekeni dedi:
-Pencerene taş atılmasını istemiyorsan, başkasının penceresine taş atma!
Sn. Erdoğan ve Sn. Bahçeli, tarihe mal olan bir büyük hizmete imza attılar. Öcalan da yanlıştan amasız, fakatsız samimî bir dönüş yaptı…
Kandil’in sözlerindeki satır araları ve dil altında bakla olan açıklamasına gelince:
Kandil, “ateşkes” lafı ediyor. Ateşkes, iki devlet ve onların muharip güçleri arasında olur. Örgüt, T.C.’nin muhatabı değildir. Devlet, 22 Ekim 2024’ten bu yana müzakere diye bir kelimeyi hiç telaffuz etmedi, “teslim ol!” dedi.
Kandil, “ateşkes” vehminden başka, İmralı sakininin bizatihi sürecin başına geçmesini teklif ediyor. Bu sözler, sureti haktan görünen küçük kurnazlıklar, İmralı Çağrısı’nı dolaylı rettir. Öcalan, mahkeme kararıyla mahkûmdur. Yalnızca Devlet Başkanı’nın affıyla serbest kalabilir. Ancak bunu hiç kimsenin aklından geçirdiğini sanmıyoruz. Çok tehlikeli bir kargaşaya sebep olur. Ama zaman içinde bazı kabulü mümkün değişiklikler olabilir…
.
Gazze’de söz hakkı Gazzelilerindir!
6 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :5 Mart 2025 23:31
Sn. Trump, ikinci kere Başkanlık koltuğuna oturduğunda şöyle bir abes laf etmişti:
-ABD, Gazze’yi devralarak, Filistinlileri komşu Arap memleketlerine gönderecek, Gazze’yi gözde bir tatil beldesi yapacak!
Bu akıl ve mantık dışı niyete yurdumuzdan, bölgemizden ve dünyadan hayli sert karşılıklar verildi. Trump, zaman zaman sussa da hâlâ bu düşüncede. Üstelik derenin taşıyla derenin kuşunu vurmayı hayal ediyor. Bu işlerin masrafını, petrol mecnunu sözde Arap ülkelerinden kotarma isteğinde. Kim, kimi, ne maksat ve hangi hakla vatanından sürerek Gazze düşleri kuruyor?
Eğer bu fütursuzluğun finans tarafı kendilerine dokunmasa Arap ülkelerinin yöneticileri rahatlarını bozarlar mıydı? Evet demek çok zor. Arap Birliği, bu garip çıkış, çıkıştan da öte ısrar üzerine önce 12 Ocak’ta Riyad’da sonra da 4 Mart 2025’te Kahire’de toplandı:
Toplantıya ev sahibi devlet, bir tasarı sundu. Üye devletler, bu Mısır Planı’nı kabul ettiler.
Adı geçen tasarıya göre fikrin kuvveden fiile geçmesi şu merhalelerle mümkün olacaktır:
-Gazzeliler, yerlerinde kalarak herhangi bir ülkeye gönderilmeyeceklerdir. Ancak Gazze’de inşâ ve imâr faaliyetleri devam ederken ahali, yine Gazze topraklarında hayatlarını idâme ettirecekleri münasip bir yere veya yerlere iskân edileceklerdir.
-Buna mukabil işbaşındaki Hamas yönetimine son verilerek imar, inşâ ve iyileştirme faaliyetleri bitene kadar idare, geçici bir müddet müstakil bir hey’ete bırakılacaktır. Gazze, ayağa kaldırılınca Bağımsız İdare, Gazze’yi Mahmûd Abbas liderliğindeki kadroya bırakacaktır.
İnşâ ve imâra dair yapılacak ilk icraat, Gazze’yi kuzeyden güneye kat eden Salahaddin Caddesi’ni, enkazdan, patlayıcı artıklarından vs. kurtararak seyr-ü sefere açmak olacaktır.
İkinci safhada 200 bin yeni konut yapılacak ve 60 bin hasarlı konut dönüştürülecektir.
Üçüncü safhada ihtiyaç duyulan bütün meskenler yapıldığı, tamiri mümkün binalar tamir edildiği gibi bir havalimanı ve bir de liman hizmete açılacaktır.
Üç kademeli bu faaliyetin 5 yılda tamamlanması tahmin ediliyor.
Muhtemel bütçe 55 milyar dolar civarında.
Paranın Körfez ülkelerinden temini öngörülmektedir…
Mısır’ın Gazze Planı’nın izahı, ikna edilmesi gerekenlerin iknaı, taraftar bulma gibi maksatlarla Mart 2025 sonlarında Arap Birliği liderleri Kahire’de üçüncü defa toplanacaklardır.
Açıkça belli ki Arap Birliği, bu projeyle Trump’ı, akla ziyan düşüncesinden vazgeçirterek Gazze’yi güçlünün zayıfı alt etme gaspından koruma niyetindedir. Bu fikri, projeyi Trump’la kimin görüşmesi gerektiği işine gelince, onu birlikten seçilen bir hey’et değil, aralarının iyi olmasından dolayı Suudî veliahd M. bin Selman yapacakmış. Hâlbuki aynı Suud’lu daha altı ay evvel, "benim, Filistin diye bir dâvâm yoktur!" demiş ve ardından da Gazze, kan ağlarken Riyad’da karnaval benzeri çılgınlıklar yaşanmıştı…
Manzara şudur:
Arap Ligi, nâm-ı diğer Arap Birliği, Hamas’ı âdeta "persona non grata/ istenmeyen kişi" ilân etmektedir. Hâlbuki, böylesi reddiye yabancılar için kullanılır. Bunu İsrail ve siyonistler için yapabilirlerdi. Hâlbuki zirve sonuç bildirisinde İsrail’e dair öyle pek ele alınacak sadra şifa, okuyanın, duyanın yüreğini soğutacak sağlam bir ifade mevcut değil. Beylik birkaç kınama, çağrı ve BM Barış Gücü gibi laf olsun kabilinden sözler var.
Bir yoklama, anket, araştırma… yapmadan seçimle başa gelmiş Hamas idaresini dağıtıp Gazze dışına sürerek Gazze adlı güzel insanlar diyarını, bugüne dek hiçbir ciddi varlık gösteremeyen ve göstermesi de beklenmeyen yaşı hayli ilerlemiş Sn. Mahmud Abbas’a bırakmanın iler-tutar bir yanı yoktur.
Mısır’ın Gazze Projesi’ni Gazze Celladı Netanyahu kabul etmediğini açıkladı. Donald Trump’ın ne diyeceği ve ne yapacağı da belli olmaz.
Gazze’nin çocuk, kadın, genç ve yetişkin… nüfusuyla iki yıldır kıyas kabul etmez askerî kuvvet farkına rağmen zalim İsrail’e dünyayı dar eden Gazzeli muharip kuvvetlerin bu projeyi kabul etmeleri beklenemez. Ankara ve Şam, hiç kabul etmez. Böyle bir niyet olmasa da söz konusu proje, Gazze’yi dolaylı biçimde İsrail’e teslim etmektir. Gâye Batı Şeria ile Gazze’yi birleştirmekse ona dair esâslı şekilde hazırlanılır. Âdil bir İki Devletli Çözüm için çok çaplı faaliyetler gösterilir.
Ezcümle:
Merhametsizin merhametine sığınan kaybeder.
Ayrıca; Riyad ve Kahire doğru adresler değildir.
Muvaffakiyetin 3 şartı vardır:
-Zaman.
-Mekân.
-İmkân.
Gerçeği görerek bu toplantılar, Dâr’ül Hilâfe İstanbul’da icra edilmelidir. O takdirde havanda su dövülmez, muazzam bir devlet tecrübesinden istifâde edilir.
.
Çöküş!..
8 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :7 Mart 2025 23:28
Çağdaş hikâye mâlûm:
Batı, NATO’ya alma vaadiyle Ukrayna’yı Rusya’nın üstüne saldı. Bunun üzerine Putin Rusya’sı Ukrayna’yı vurdu. 24 Şubat 2022’den itibaren işgaller yaşandı. Yüz bine yakın ölü verildi. Bütün bunlar, Zelenskiy’nin taşeron olarak kullanılmasıyla oldu. Hâlbuki Batı’nın derdi Ukrayna değil, Rusya’nın zayıflatılmasıydı.
Neticede varılan noktada ABD, çökmelerle Ukrayna yer altı nadir madenlerine el koyuyor. Devlet tecrübesinden mahrum Zelenskiy, nihâyet Trump emrivakisine boyun eğdi. Ukrayna, koflaşmış hâlini görmeden kelimenin sihrine kapılarak NATO’ya girmek isterken fiilî bir işgale uğradı…
Yeni bir dönem başlamış bulunuyor:
AB-ABD arasında örtülü bir kargaşa yaşanıyor.
NATO çatırdıyor.
BM bir kıraathaneye dönmüş durumda.
3-4 harflilerin başı dertte…
Bu 3-4 harfliler II. Dünya Harbi’nin kurumlarıdır:
BM, NATO ve AB, II. Dünya Harbinden sonra, 1945’ten itibaren ortaya çıktılar. Bu tarih, aynı zamanda "Soğuk Savaş" ve "İki Kutuplu Dünya" cümlelerinin de literatürde yerini almasının başlangıcıdır.
NATO kısaltmalı Kuzey Atlantik Paktı, aslında çoktan çökmüştü. SSCB’nin 26 Aralık 1991’de dağılmasının hemen ardından Demirperde’de NATO’nun muadili olan sosyalist ülkeler askerî ittifakı Varşova Paktı da yıkıldı.
Sovyetler Birliğinin dağılması, Berlin Duvarının yıkılması, Demirperde’nin yok olması Varşova Paktı’nın ortadan kalkması üzerine üye devletler, bir büyük masraf kapısı olan NATO’yu sorgulamaya başladılar. O tarihte NATO’nun lağvedilmesi ciddi ciddi konuşulur oldu. Belki de tam kepenk indirilecekken bazı aklıevvel üye devletler, ‘Yeşil Tehlike’ye dikkat çektiler. ‘Kızıl Tehlike’nin yerine İslamiyet’i ikame etmeye çalışıyorlardı. Bu mecnunluğun hayat bulamayacağı Türkiye ile hatırlandı. Türkiye bir İslam ülkesiydi ve devlet olarak da NATO’ya üyeydi. Teşkilatta ikinci en güçlü orduya sahipti.
"Yeşil Tehlike"ye karşı NATO fikri hayat bulmadı ama Washington, bu defa adı geçen yapıyı, Amerika’nın yedek ordusu gibi telakki eder oldu. Irak, Afganistan gibi Amerikan işgallerinde NATO doğrudan görev almasa da arkada destek güç olarak durdu. Sırp-Boşnak Savaşında gözlemci kuvvet gibi hareket etti. Bunlar, zoraki faaliyetlerdi. Ne yaparsa yapsın NATO’nun artık varlık sebebi ortadan kalkmıştı. Âdeta sun’i teneffüsle ayakta duruyordu.
Şimdilerde ABD Başkanı Trump ile Trump’ın ırgatları gibi gördüğü Avrupa devletlerinin liderleri arasında bir NATO ve AB sürtüşmesi var. Donald Trump, ilk döneminde de NATO ülkelerine kaş çatmış ve aidatlar ödenmediği için NATO dükkânını kapatacağı mealli tehditkâr konuşmalar yapmıştı.
Ne zaman ne yapacağı ne diyeceği meçhul bu adam, ikinci kere seçilince tavrını daha da belirginleştirdi. Bu defa da NATO’nun kapısına kilit vurmaktan, Amerika’nın Avrupa’yı kollama zorunda olmadığından söz etmekte. Bu kadar da değil; Trump, 51’inci vilayet muamelesi yaptığı Suud’un Riyad şehrinde Ukrayna’ya dair toplantı tertiplendiğinde öyle bir aşağılamaya gitti ki toplantıya Ukrayna Başkanı Volodimir Zelenskiy’yi çağırmadığı gibi Avrupa devletlerinden de liderleri dâvet etmedi.
NATO da AB de çökme sürecinde:
NATO’nun aslında Sovyetlerin dağılmasıyla "çakşıdığını" yukarı yazmıştık. AB’nin de bir hikâyesi var. İngiltere’nin birlikten çıkması da AB için sonun başlangıcı sayılabilir. Görünen o ki ikisi de yeni bir yapılanmaya gitmediği takdirde tarihe karışmaktan kurtulamayacaktır.
Türkiye, 18 Şubat 1952’den beri NATO’da. AB’de ise 1959’dan beri üye olmak için bekliyor. Şimdi rüzgâr, bu cephede de Gazzeli mazlumların, Suriyeli muhacirlerin duasını alan Türkiye’nin arkasından esmekte. ABD ile ihtilafa düşen AB, bir taraftan birliğe yük devletleri safra olarak atarken diğer taraftan da 90 milyon Müslüman nüfusunu görmezden gelerek Ankara’nın şemsiyesi altına sığınacaktır. Buna mecbur. Irkçılık ve Trump, bugün Avrupa’nın iki gailesi.
Kanada ve Meksika’ya dair keyfî kararlar alan, Türkiye olmasa Gazze’ye bugün çıkacak olan Donald Trump, yarın ırgatlarıyla da alâkalı tehlikeli laflar edebilir. Tekrar edebiliriz;
Avrupa, bugün hem AB ve hem de NATO mevzuunda Türkiye’ye muhtaç hâle gelmiştir.
Yukarıda 3-4 Harfliler derken BM-Birleşmiş Milletler adlı Kafe’den de söz etmiştik. Bu kafe veya Kıraathanenin bugün insanlığa bir faydası dokunmuyor. II. Dünya Harbi galip devletlerinin gaspındaki bir teşkilat, sadece nutuk atılan bir salondan ibaret hâle gelmiştir.
Ya BM, adil bir şekle girecek, 2 milyarlık İslam dünyası, Afrika da BMGK’da temsil edilecek veya TDT-Türk Devletleri Teşkilatı ve İİT-İslam İşbirliği Teşkilatı’nın vücut vermesiyle ayrı bir teşkilat kurulacaktır. Bir başka söyleyişle Müslümanlar, bir teşkilat, gayrimüslimler diğer teşkilat olarak “İki Kanatlı Dünya” dönemi başlayacaktır.
II. Dünya Harbi kurumları çökme yolundalar.
II. Dünya Harbi devletlerini de aynı akıbet bekliyor.
.
Dünya, yeniden şekilleniyor!
11 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :11 Mart 2025 00:08
Beşar Esad adlı aileden zalim, Suriye’den kaçıp da Kârunvâri hazinesiyle Moskova’ya yerleşirken Suriye Millî Kuvvetleri, Şam’a doğru ilerliyorlardı. Bu esnada birçok merkez, beklemedeydi. Kan, gövdeyi götürecek diye düşünüyorlardı. Böyle olmadı, devrimi gerçekleştiren kadrolar, umulanın üstünde bir olgunlukla her Suriyelinin hayatının teminat altında olduğunu duyurdular. Bu teminata bugüne kadar da aynen riayet edildi.
Hâlbuki el ovuşturanlar, birbirini boğazlayan bir Suriye peşindeydiler. Böylece I. Dünya Harbi rüyaları "Saykız-Piko"lar, Sevr’ler bir asır sonra da olsa hayata geçecek, Türkiye, kuşatılmış olacaktı. Bu hain beklenti, yeni Suriye yönetiminin Ankara istişareli itidalli idaresiyle boşa çıktı. Suriye’de daha çoğuyla birlikte bunlar yaşanırken bölge ve Türkiye’de de şunlar oluyordu:
Türkiye, PKK’nın kurucusuna örgütünü lağvetmesini işaret etti. İmralı, PKK ve uzantısı örgütleri de içine alacak şekilde onlara hitaben parti kongresi toplamalarını ve devri kapanmış silahlı mücadele yolundan vazgeçmelerini söyledi. PKK bu isteğe uydu, Suriye kolu YPG biz bu çağrının dışındayız dedi, Irak ve İran uzantılarından pek bir ses gelmedi. Bunlar yaşanırken İsrail ve Hamas arasında geçici ateşkes devam ediyordu. Türkiye, 13 yıldır yakıp-yıkılmış Suriye’yi ayağa kaldırmak için lâzım gelen her fedakârlığı yapıyordu. Bunu gören Lübnan Başbakanı Ankara’ya koşuyor ve samimiyetle duygularını paylaşıyordu:
-Önce Allah’a, sonra Türkiye’ye güveniyoruz!
Bu arada Amerika’da başkanlık seçimi yapıldı ve Donald Trump ikinci defa federal yapının başına geçti. Geçer geçmez de Gazze’ye dair mırıltılarını yüksek sese dönüştürdü. Gazze’yi Filistinlilerin elinden alıp "Rivyera" yapacağını sayıklıyordu. Türkiye, bir taraftan şartları zorlayarak Gazze’ye yardım ediyor, diğer yandan diplomasiyi işletiyordu. "Terörsüz Türkiye" hedefine yürürken çok ciddi mesafeler almıştık. Suriye ile tam kardeş ülke olmuştuk. Irak ile münasebetler, çok daha iyi oluyordu. Diğer taraftan Trump, Ukrayna’ya da "ülkenin kilidini uzatın!" dercesine ABD’nin yaptığı yardımlara mukabil nadir yer altı madenlerini istiyordu. Riyad’da toplanan Ukrayna Zirvesine Zelenskiy’yi çağırmadığı gibi AB üyesi devlet başkanlarını da dâvet etmiyordu. Bununla da kalmayarak onlara "sizi savunmak zorunda değiliz, zaten NATO’ya aidatınızı da ödemiyorsunuz!" diye tehditkâr bir dil kullanıyordu. Bu sürprizler yaşanınca AB, dehşete kapıldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Türkiye, burada!" dedi. Türkiye, Suriye kardeş olduğu gibi Ukrayna’yı da şemsiyesi altına almış, ayrıca Avrupa’ya da ümit kapısı olmuştu. Batılı başkentler, Türkiye’yi 60 küsur yıldır üyelik için bekletme ayıplarını hatırlayarak şöyle düşünür oldular:
-Türkiye’yi tam üyeliğe kabul eder, bu arada NATO yerine kuracağımız Avrupa Ordusu için engin tecrübesinden istifade ederiz…
Beride Tahran ve Moskova’dansa ses çıkmıyordu. Hâlbuki Rusya’nın daha düne kadar Suriye sahillerinde üsleri vardı. İran’sa Basra-İskenderun ve Aden Körfezi arasında bir Şiî alanı kurma konusunda hayli mesafe almış, Lübnan’a âdeta el koymuştu. Şimdi, Suriye’deki varlığı en fazla yüzde 10 olan Nusayri nüfusa yaslanmış bir diktatör, kaçmış, şartlar tamamen değişmişti. Artık, İran ve Rusya Suriye’de yoktu. Diğer yandan Ankara, Amman’da Türkiye, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün dışişleri ve millî savunma bakanları ile istihbarat başkanlarının iştirakiyle bir toplantı yaparak DEAŞ’a karşı Müşterek Harekât Merkezi kurulması, Suriye’ye tam destek verilmesi ve uyuşturucu ve terörle ortak mücadele edilmesi kararı alınmasını temin ediyordu.
Bunlar olurken başkaları da boş durmayacaklardı:
İsrail ve diğerleri, Suriye’de Lazkiye ve Tartus’u, Hatay’da da Samandağı’nı kaşıdılar. Lazkiye ve Tartus’ta Esad rejimi kalıntısı çeteler, güvenlik kuvvetlerine pusu kurarak 10’un üzerinde güvenlik mensubunu öldürdüler. Devlet gerekli tedbirleri aldı. Mevziî bir ayaklanmak olmuş ve bastırılmıştı. Karşılıklı ölenler olmuştu. Hadise, derhal çarpıtılarak büyütüldü. "Suriye’de Aleviler katlediliyor" diye bir yalan piyasaya sürüldü. Samandağı’nda Nusayrilere destek mitingi yapıldı, kendini Nusayri şeyhi diye tanıtan bir kişi Ankara’ya seslenerek "ya Suriye’deki katliamı durdurursunuz veya İsrail’den yardım talep ederim!" diye haddini aştı. Tahran ve Tel Aviv olayların arkasındaydı ama daha başkaları da vardı. Rusya ve ABD, BMGK’yı âcilen toplantıya çağırdılar. Oysa Esad, on binleri öldürürken, İsrail, 100 bin Gazzeliyi boğazlarken bir itirazları olmamıştı.
İstemihan Talay, Türkiye gazetesinden Yılmaz Bilgen’e verdiği beyanatta bir vatanperverlik duruşu göstermiş. DSP’li Sn. eski Bakanın dedikleri şunlar:
-CHP, sahayı okuyamıyor. Küresel güçler, yeniden Suriye’ye çökme peşindeler. Türkiye, Lazkiye Türkmenleri için âcil eylem planı yapmalı ve Suriye Hükûmetiyle anlaşarak başka bir taraf devreye girmeden Türk askeri bölgeye inmelidir. Aksi takdirde 4 milyon Türkmen’in hayatı tehlikeye düşer. Şam’la resmî andlaşmalar yapmalı, Suriye hava sahası ile Lazkiye ve Tartus limanları kontrolümüzde olmalıdır. Akdeniz’in bir düşman denizine dönüşmesi Türkiye için felâket olur!..
.
Demir leblebi!..
13 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :12 Mart 2025 23:01
MHP Genel Başkanı Sn. Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’te İmralı’ya yaptığı "PKK’yı feshet!" teklifi, Cumhurbaşkanı Sn. Tayyip Erdoğan’ın bu teklife tam destek vermesi ve müteakiben örgüt kurucusunun 27 Şubat 2025’teki çağrısıyla tarihî bir seyir ve süreç doğdu:
İmralı’nın çağrısı, amasız, fakatsız olarak ve sözler sündürülmeden PKK ve komşu ülkelerdeki uzantılarına yapılmıştı. "Kongrenizi toplayın, kendinizi feshedin, silahları bırakın!" deniyordu. Çağrı üzerine örgüt unsurlarının bu talep yahut talimata uyup-uymayacakları mes’elesi merak edilir oldu. Bazıları kabul edebilir, bazıları başkaldırabilirdi. Hatta kabul edenlerde bile çatlaklar yaşanabilirdi…
İmralı’nın Çağrısı, DEM’li vekiller tarafından İstanbul’daki bir otelde kameralar önünde kamuoyuyla paylaşılınca ilk muhalif ses, Suriye’nin kuzeyinde YPG elebaşı Ferhat Abdi Şahin’den geldi. Trump’ın "general", Öcalan’ın "mânevi oğlum" dediği bu kişi, çağrının YPG’yi bağlamadığını iddia etti. Hatırlanacağı gibi 22 Ekim’den sonra Türkiye Cumhuriyetini temsil eden her yetkili, yaptığı konuşmada makul bir süre beklenmesine rağmen İmralı’dan çağrı yapılmaz veya çağrı yapıldığı hâlde örgüt ve uzantıları, buna riayet etmezse asla taviz verilmeyeceği tekraren ihtar edilmişti. İmralı’dan çağrı yapıldığı hâlde Ferhat Abdi Şahin’in aykırı çıkışı ve doğan kısmî sessizlik üzerine silah bırakılmaması, istenen feshin gerçekleşmemesi hâlinde neler olacağını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, "taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayız!" diyerek hayatının en sert konuşmasıyla haber veriyordu.
Sabırla beklemeye devam ederken 6 Mart günü Lazkiye ve Tartus’ta "Askerî Konsey" adlı Esadcı Nusayri artıkları, askerlere pusu kurarak sözde mezhep maskesiyle darbeye kalkıştılar. 200 civarında asker ve emniyet mensubu hayatından oldu. Suriye devlet kuvvetleri, mukabele ederek isyanı bastırdılar. Darbecilerde daha çok kayıp oldu. Bunlar yaşanırken Samandağ’da bâzı darbe destekçilerinin İsrail’den yardım isteme tehdidi gibi Aleviliği istismar eden gösterileri oldu.
Bir gün sonranın akşamındaysa Şam’da beklenmedik bir olay gerçekleşti. Vak’a, TV ekranına evvela "SDG teslim oldu!" şeklinde düştü. Sonra haberler geldikçe işin mahiyeti anlaşıldı. YPG’nin çatı kuruluşu SDG, temsilcisi Ferhat Abdi Şahin, Suriye Cumhurbaşkanı Sn. Ahmed eş-Şara ile görüşerek SDG/YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde işgal etmiş olduğu, petrol kuyusu, hava limanı, resmî daire, gümrük kapısı gibi her ne varsa tamamını Suriye Arap Cumhuriyeti’ne devrediyor, bünyesindeki silahlı unsurlar da Suriye ordusuna katılıyordu. Bunun böylece yapılmasını hem Sn. Erdoğan ve hem de Hariciye Vekilimiz Sn. Hakan Fidan, defalarca dile getirmiş ve Suriye vatandaşı olan militanların orduya iltihak etmelerini, vatandaş olmayanların hudut harici edilmelerini ihtar etmiş ve aksi hâlde ne olacağını da yukarıda da temas ettiğimiz gibi hatırlatmışlardı.
Bazı haberlere göre Abdi Şahin, Şam yakınlarına kadar bir Amerikan askerî helikopteriyle gelmiş. PYD elebaşının önce İmralı çağrısına veya mânevi babasına muhalefet edip sonra Şam’a giderek Cumhurbaşkanıyla görüşüp örgütün her varlığını devlete bırakması, Suriye’nin yekpareliğe kavuşma gelişmesinin Washington’dan habersiz olması uzak ihtimaldir. Bilindiği gibi daha bir süre evveline kadar YPG işgalindeki bu yerde İsrail, İran ve ABD, Akdeniz sahiline kadar uzanacak sözde bir devlet kurma peşindeydiler. Ankara, ona "Teröristan" demişti. Washington, YPG’nin PKK’nın parçası olduğunu kabul etmeyerek DEAŞ’a karşı mahallî müttefikliğinden söz ediyordu. Buna rağmen böyle bir neticeye varılmıştı. ABD’nin bölgemizde çok yorulduğu düşünülebilir. 2003’teki ilk Irak işgalinden Afganistan işgaline Suriye’deki taşeron güçlerine kadar defteri hep zararla kapattı. Bunun farkına varmış olabilir. Ama aynı Washington, Gazze ve Ukrayna’da da yarın pişman olacağı yeni yanlışlıklar işlemekte.
Diğer yanda Abdi Şahin, Ahmed eş-Şara ile el sıkışmadan önce bölgede çok mühim bir toplantı olmuştu. Türkiye, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün, Amman’da 5’li Güvenlik Zirvesi yapmış ve DEAŞ ve terörün her çeşidine karşı ittifak kurulacağı, Suriye’ye tam destek verileceği, Filistin’in yanında olunacağı ilân edilmişti. Bütün bunlar, karşı tarafta irili-ufaklı kim varsa onlar için esaslı gözdağı oldu:
Türkiye, demir leblebiydi...
SDG’nin silah bırakıp tasarrufundaki her şeyi devlete devretmesinin TRT Haber’de "SDG teslim oldu" alt yazısıyla verilmesi, düzeltmeyi icap ettirdiyse de esasında ifade doğruydu. O kadar ki Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyinde yer alan Türkiye-Suriye hududundaki 40 km derinlikteki Güvenlik Bölgemiz bile bundan sonra da aynen devam edecek.
Şimdi sıra, PKK’nın diğer unsurlarının teslim olmasında. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, AB’yi "Türkiye ile çalışın!" diye ikaz ederken bu topraklarda doğup büyümüş bin yıldır birlikte nefes alıp verdiklerimizin, takma akılla hareket etmeleri yalnızca ziyan getirir, yalnızca ziyan getirdi…
Bu toprakların 50 yılı, 50 bin insanı ve herhâlde 500 milyar doları çalındı.
Bütün bunlara rağmen Ankara’nın seyri temkinle takip etmesi yerinde bir devlet aklıdır.
Çok hassas bir seyir yaşanıyor.
.
Oyun kurucu Türkiye
15 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :14 Mart 2025 22:46
"Avrupa" dendiğinde öncelikle hatırlanan 6 devlettir. Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, İngiltere ve Hollanda. Avrupa, XX. Asırda önce I. Cihan Harbini, sonra da II. Cihan Harbi’ni yaşadı. II. Cihan Harbi’nin 1945’te bitmesinden sonra da 45 yıl boyunca Soğuk Savaş Dönemi sürdü.
l. Dünya Harbi, imparatorlukların tasfiyesi ile neticelenmiştir. Çarlık Rusya’sı, Avusturya-Almanya, Osmanlı Devleti, "Harb-i Umumî" de denen I. Dünya Harbiyle tarih sahnesindeki yerlerini aldılar. II. Dünya Harbi’ne Hitler Almanya’sının "imparatorluk intikamı" diye bakılabilir. Bu savaşta, Almanya sadece Rusya üzerine yürümedi, Londra ve Paris’i de bombaladı. ABD’nin Japonya’ya atom bombası atması harbin sonucunu tayin etti. Japonya ve Almanya mağlup oldular. Ateşkesten sonra BM kuruldu. Galip devletler, 5 BMGK üyeliğini uhdelerine aldılar. BM’yi NATO ve AB-Avrupa Birliği takip etti.
II. Cihan Harbi’nin en ağır zayiatını Almanya ve Japonya yaşadı. Japonya, atom bombasına maruz kalmış fakat ülke bütünlüğünü muhafaza etmişti. Almanya, atom bombası darbesi almamış ama Doğu Almanya-Batı Almanya diye Komünist Dünya ile Kapitalist Dünya arasında ikiye ayrılmıştı. Böylece literatüre "Demir Perde" ve "Berlin Duvarı" sözleri girdi. Bölünmüşlük, Sovyetlerin dağılmasına kadar sürdü.
Harbin iki mağlubu Japonya ve Almanya, Galip Devletlerle imzalanan andlaşma neticesi askersizleştirildiler. Bugün Zelenskiy idaresindeki Ukrayna’nın nadir madenlerine emrivakiyle el konmasının benzer şartları o tarihlerde de yaşanıyordu. Almanya ve Japonya II. Dünya Harbi’nden bugüne ordusuzdur. Polis ve Jandarma gibi ufak çaplı birliklerle asayişi temin ederler.
I. Dünya Harbi, imparatorlukları tasfiye ederek millî devletlere yol vermiş, II Dünya Harbi, İtalya Faşizmini ve Almanya Nazizmi’ni tasfiye etmişti. NATO’nun kuruluş maksadı, II. Dünya Harbi’nde ağır yaralar almış Avrupa’yı istilacı Kızıl Ordu’ya karşı korumaktı. Buna rağmen Balkan, Baltık ve bir kısım Orta Avrupa ülkeleri komünizmin eline düştü. Polonya, NATO’nun muadili Varşova Paktı’nın merkezi oldu. 1956’da Macaristan, 1968’de Çekoslovakya, Sovyet işgali yaşadı.
Beri tarafta Türkistan, Rusya ve Çin’in elindeydi.
Keza Kore, yine Rusya ve Çin’den kurtarılamadı.
Almanya gibi Kore de ikiye ayrıldı. Kuzey Kore hâlâ aynı ideolojik yapıdadır. Türkistan, Şarkî Türkistan ve Garbî Türkistan diye iki parça olmuştu. Sovyetler dağılınca Garbî Türkistan’da 5 ayrı Türk Devleti kuruldu. Şarkî veya Doğu Türkistan’da ise Çin işgali bugün de devam ediyor.
Şu anlattığımız bir XX. Asır Hikâyesidir.
Buna XX. Asrın Yeni Dünya Düzeni denebilir.
Bu hikâyede tahmin dışı gelişmeler de oldu:
Japonya ve Almanya’nın ordudan mahrum edilmeleri, aleyhlerine olsa da savunma harcamalarını kalkınmaya sarf etmelerinin verdiği imkânla büyüyüp yıldızlaştılar.
Günümüzde dünya yeniden şekilleniyor. Adı konmamış olsa bile XXI. Asır Yeni Dünya Düzeni arayışları söz konusu. II. Dünya Harbi kurumları, BM, NATO, AB çatırdıyor.
Belki de geleceği okuyabildiği için Birleşik Krallık, 31 Ocak 2020’de AB’den ayrıldı. Taşıyıcı kolon Almanya da bir gün ayrılırsa ortada AB diye bir varlık kalmaz. Ancak, NATO daha bir göz önünde Trump’lı yeni Amerikan yönetimi, bu teşkilatı, yük olarak görüyor. ABD’siz NATO ayakta zor kalır. Bugün artık SSCB de Kızıl Ordu da yok. Onun için ABD, bir gün sürpriz bir şekilde NATO’dan ayrılabilir. Kızıl Ordu’su olmasa bile Rusya, Avrupa için daima düşündürücüdür.
Avrupa, bugün, bu muhtemel boşluğun nasıl dolacağını konuşmakta. Fransız BFM TV’si "Avrupa’nın savunması Ankara’dan mı geçiyor?" diye sormakta. Bunu soranlar zamanla çoğalır. Artık XX. Asır Yeni Dünya Düzeni, ideolojiler çağı, İzm’ler dönemi bitti. XXI. Asırda farklı bir Yeni Dünya Düzeni kurulacaktır. BM, BMGK, NATO, AB yeniden imar ve inşa edilebilir. Veya yerlerini farklı yapılara bırakabilirler. NATO yerine Avrupa Ordusu inşa edilmesi mümkündür. Bunun ana unsuru TSK olabilir.
Bundan böyle Ankara için "Yurtta sulh, cihanda sulh" rüşvet-i kelâm dönemi kapanmıştır. Nizâm-ı Âlem kurmuş bir tecrübenin mirasçısı olarak Yeni Dünya Düzeni’nin seyircisi değil bânisi olma durumundayız.
.
Şehâdet
18 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :17 Mart 2025 23:21
Şehâdet, İslâmiyet’i insanlara ulaştırma gâyesiyle düşmana karşı çarpışırken veya düşman saldırısında millî ve mukaddes değerlerimizi muhafaza ve müdafaâ ederken Allah rızâsı için, Sevgili Peygamberimizin yolunda azîz canını seve seve verebilme kahramanlığıdır…
Böyle vefat edenlere "şehîd-i tam/tam şehîd" denir.
Ayrıca "şehîd-i âhiret/âhiret şehîdi" ve "şehîd-i dünya/dünya şehidi" vardır.(*)
Allahü teâlâ, Âl-i İmrân Sûresi 170’te meâlen şöyle buyurmaktadır:
-Allah yolunda şehîd olanlara "ölü" demeyiniz. Onlar, diridirler. Kendilerine her zaman rızk verilir. Onlara azâb olunmak korkusu yoktur. Nîmetlerden mahrûm kalmak üzüntüsü de yoktur.
Dürre’t ül Fâhire adlı kitapta yer alan hadîs-i şerîfte de Kahramanlar Kahramanı Peygamberimiz, Efendimiz şu muştuyu tebliğ buyurmaktalar:
-Allah yolunda şehîd olanlar, kıyâmet gününde yaralarından kan aka aka gelirler. Bu kan, misk gibi kokar. Allah’ın huzuruna kadar bu hâl, böylece devâm eder…
Son dönem büyük Hanefî fıkıh âlimi Muhammed Emin İBN ÂBİDİN Hazretleri, Seyfeddin Farukî Hazretlerinden şu malûmatı nakletmektedir:
-Şehîdin kul haklarından başka diğer bütün günahları affolur. Kul haklarını da Allahü teâlâ, kıyamette hak sahibiyle helalleştirecektir. Cihad ederken veya hac yolunda yahut hudut boylarında nöbette iken ölenlere bu ibâdetlerinin sevabı kıyamete kadar sürekli olarak verilir. Şehîdlerin bedenleri çürümez. Her şehîd, kıyamet günü 70 kişiye şefaat edecektir.
Şehâdet konusunda Seyyid Abdülhakîm-i Arvasî Hazretleri de şöyle buyurmaktalar:
-Bütün Müslümanlar, kalben, samimiyetle ve severek şehîd olmayı istemekle mükelleftirler. Şehîdliği istememek, Müslüman gibi görünmektir; münafıklıktır…
İlk Müslümanlardan başlayarak Sahâbe-i kirâm efendilerimiz, İslâmiyet’in neşre başlandığı ilk günlerden itibaren kendisi de bir Yahudi çıfıtlığıyla zehirlenme neticesi şehîd olan mübarek Peygamberimizden şehidliğin yücelik ve mükâfatını bizzat işiterek… günümüze kadar gelen Müslümanlar da Kur’ân-ı kerîm, hadis-i şerîf, âlim ve evliyâ delil ve nakilleriyle elhamdülillah ki şehâdete sevdâlandılar.
İlk şehîdleri, "Asr-ı Saadet" denen Peygamber Çağı Kutlu Zamanda verdik. Ne kadar ilginçtir ki ilk şehidimiz, bir hâtun kişidir. Bir kadın kahraman!..
İslâmiyet, yeni neşv-ü nemâ bulmaktadır. Mekke müşrikleri, Ebu Cehil öncülüğünde bütün kudurganlıklarıyla Müslümanların üstüne üstüne gelerek Allah’ın nurunu söndürme çılgınlığı içindedirler. Yâsir bin Amir ve zevcesi Sümeyye hazretleri dahil bir kısım Müslümanı rehine alıp kızgın çölde dayanılmaz işkenceler yapmaktadırlar. Allah’a ve Peygamber’e îmân edenler, henüz çok az sayıdadır. Onlar, yakan güneş altındaki kızgın sal taşlarında ve kavuran kumlarda işkence edilen kardeşlerini görür, çok üzülür fakat dua etme dışında bir şey yapamazlar:
Tahminen milâdi 615 yılında evvelâ Sümeyye radıyallahü anha validemiz şehid olur. O’nu kocası Yasir radıyallahü anhın şehadeti takip eder…
Yüce Kitabımız Kur’ân ve âdeta yürüyen Kur’an-ı kerîm olan Allah’ın Resûlüyle -aleyhi’s selâm- O’nun yolundaki azîz ulemâ ve evliyâ, şâyet, şehâdete dair yukarıdaki müjdeleri vermeselerdi, mü’minlerin gözlerinde ahireti, cenneti şehidi, şehadeti böylesine özenilen, gıpta edilesi manzara gerçekliğiyle resmetmeselerdi, acaba ne kadar insan tatlı canına kıyardı? Muhakkak ki yine fedâ-yı cân eden gözü pekler çıkardı ama İslâm medeniyet ve irfanında 15 asırdır yaşanan ve hiç şüphe yok kıyamete kadar da yaşanacak olan bu şehâdette yarışma hâli görülmezdi.
Günümüzde din-ü devlet, mülk-ü millet uğruna verdiğimiz şehîdlerimizi, onların kavî îmânlı ana-baba-eş-evlâd, kardeş… en yakınlarını hep beraber müşahede ediyoruz. Şu bir masal değildir! Defalarca şahîd olmadık mı?:
Ay-yıldızlı, şehîd kokulu al bayrağımıza sarılı tabutun başında mahzun bir ebeveyn, çâresizliğin son noktasındadırlar. Daha düne kadar çocukları vatan hizmetindeydi ve nişanlıydı. Bir taraftan düğün hazırlıkları yapılırken acı haber, kapıları kırarcasına gelir ki koç yiğidimiz zalim bir terör kurşunuyla şehid olmuştur. O ana baba, o eş, o yakınlar; o nişanlı, asla isyan etmiyorlar; tek çocuk olsa bile hâllerini değiştirmiyorlar. Yalnızca sessiz sessiz kanlı gözyaşı dökmekteler. Bir ömür de gözyaşı dökecekler ama dedikleri tek cümledir:
-Vatan sağ olsun!..
Aman Allah’ım!.. Bu nasıl bir teslimiyet ve tahammüldür?
Bize, bu ahlâk ve dirâyeti lutfeden yüce Allah’a, kalbimize bu solmaz aşkı nakşeden Peygamberler Serdarı’na nâmütenâhî minnet ve şükranlarımızı arz ederiz…
Bedir Harbi’ndeki şehâdetin de Çanakkale Savunmamızdaki şehâdetin de 15 asırlık bütün cihâdlardaki şehâdetlerin de, günümüzdeki tahammül ötesi vakur duruşların da hikmet ve sebebi işte bu ruhtur!..
18 Mart,
İyi ki
Şehîdler Günü kabul edildi...
Bedir Harbi’nden, Malazgirt’e, İstanbul’un Fethine, Viyana’ya, Millî Mücahede’ye ve bugüne kadarki bütün harp ve mücadelelerde vermiş olduğumuz bütün şehidlerimizle onların yetim ve yakınlarının hepimizin üzerinde büyük hakları vardır:
Mekânları, cennet-i âlâ, dereceleri âli olsun…
Allah’ım mübarek şehîdlerimiz hatırına; bize, sevdiklerimize ve sevenlerimize son nefesimizi şehîd olarak vermeyi nasîb buyur…
Âmin.
Âmin..
Âmin…
...
(*) Tafsilat için bknz: DÎNÎ SÖZLÜK, Türkiye gazetesi yayınları, 1994 Sh. 917, ŞEHÎD md.
…
* Türkiye gazetesi, bu lügâti "Dînî Kelimeler Sözlüğü" adıyla tekrar basarsa büyük hizmet olur.
.
Karar
20 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :19 Mart 2025 23:19
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Kıbrıs üzerinden İstanbul’a hileli şekilde nakil yaptırmak suretiyle sahte diploma sahibi olduğu iddiası kaç senedir konuşuluyordu. İstanbul Üniversitesi’nce yürütülen tahkikat sonucu iddia, yerinde bulunarak adı geçen şahsın diploması iptal edildi. Verilmiş olan diploma yok, keenlemyekün addedilerek geri alındı. Böylece söze konu kişi, lise mezunu durumuna gerilemiş oldu.
Hadisenin TCK’ya göre "resmî evrakta sahtekârlık suçu" işlemekten dolayı adli tarafı ve alınacak ceza bir tarafa, ayrıca böyle bir sonuç Anayasanın Cumhurbaşkanı adayı olmak için aradığı üniversite mezunu olma şartı sebebiyle Ekrem İmamoğlu’na Cumhurbaşkanlığı kapısını da kapatmaktadır.
Diploma tartışmasının, bu şekilde tecelli etmesinin hemen ardından yine hayli zamandır konuşulan diğer iddialar için 19 Mart 2025 sabahı Savcılığın başlattığı soruşturmayla Ekrem İmamoğlu ve 84 kişi gözaltına alındılar. Bunların arasında Şişli ve Beylikdüzü belediye başkanları da var.
Cumhuriyet Başsavcılığı, "Örgütlü Suçlar Büroları" tarafından icra edilen iki farklı tahkikat başlatmış bulunuyor. Birinci soruşturma "PKK ile ortak hareket etme ve adı geçen örgüt üyelerini işe yerleştirme" suçlamasına dair. İkinci soruşturmaysa "yolsuzluk ve rüşvet alma"yla alâkalı. Soruşturma neticesi, Savcı, şüpheli ifadeleri ve delilleri nazar-ı dikkate alarak iddianamesini hazırlayacak ve böylece emniyetten adliye safhasına geçilecektir. Şüphesiz ki ceza mahkemesi, 85 kişinin tamamı veya bazıları hakkında tutuklama kararı verir. Muhakemeler neticesinde de sanıklar ya beraat veya mahkûmiyet alacaklardır. Bu akıbeti, yargılama süreci gösterecek…
Hiçbir kimse, hiçbir kimseyi peşinen mahkûm etme hakkına sahip olmadığı gibi kimseyi suçsuz ve iftira ve tertibe maruz kalmış gösterme hakkına da sahip değildir. Bütün hukuk sistemlerinde "beraat-i zimmet" yani “suçsuzluk” karinesi ve "şüpheden sanık faydalanır" kaidesi esastır. Kim mağdur, kim fail, bunu ancak ve sadece mahkemeler kararlaştırır. Mahkemeler, zaten bu sebeple vardır. Zira ihkak-ı hak yani kendi başına buyruk hak tahsil etme ayrıca suçtur.
Diğer yandan yine bir hukuk kaidesi kadar sağlam olan bir söz vardır. Asırlardır tekrar edilir. O sağlam söz şöyledir: "Şüyuu vukuundan beter…" Bir konuda lafın, yayılması, yapılmasından beter. Seçmenin inanıp güvenerek İstanbul’a hizmet şerefini emânet ettiği Ekrem İmamoğlu ve yol arkadaşları, bu vahim iddialardan kurtulabilecekler midir?
Diploma için idarî itiraz ve dâvâ hakkı var… Diğer ağır iddialar, artık mahkemede. Yine bir hukuk kaidesidir; müddei yani iddia sahibi, iddiasını ispatla mükelleftir. Mahkeme, kamunun avukatı savcıyı ve sanıkları dinleyerek, dosya münderecatını okuyarak kararını verir. Böyle bir ihtimal mümkün görünmüyor ama farz-ı muhal mevzubahis sanıklar, müsned yahut atılı suçlardan beraat etseler bile bu itham ve iddialar, bir leke olarak üstlerinde hep kalacak, bu ayıplar mirasçılara intikal edecektir.
Bu dediklerimiz mes’elenin bu tarafı.
Mes’elenin diğer tarafı da şudur?
Ekrem İmamoğlu, böyle bir gelişmeyi bilhassa mı istedi? Savcı, polis, yakasına yapışsın diye hesaplar mı güdüyordu? CB olmak için üç sene evvelden mi dağ-tepe dolaşmasının da altında bu kurnazlık mı mevcuttur? Bu sorular, insana garip gelebilir. Zira anormal davranışlardan bahsediyoruz. Fakat şu bir hakikat ki adı geçen insan, İBB Başkanı seçildikten sonra bir fikr-i sabite yakalandı. Kurtulamadığı düşünce şöyle: "Recep Tayyip Erdoğan, İBB başkanıyken mahkûm oldu, bu mahkûmiyet O’na Cumhurbaşkanlığı yolunu açtı. Ben de bir mahkûmiyet alırsam, kapılar bana da açılır!" Bunlar kelime kelime hiçbir zaman telaffuz edilmedi ama o kadar aşikâr ki fark etmemek mümkün değil.
"Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!" diyen yüksek ahlâktan her ne olursa olsun, ister terör ister yolsuzluk kendine çalışma hastalığına yakalanmak!!!…
Eyvah!.. Dememek mümkün değil.
Şimdi herkes itidal ile hareket etmekle mükelleftir. Soğukkanlılıkla hareket etmeli.
İş, adliyeye intikal etmiştir. Bu mahkemeler, herkese lâzım. Onların itibarına halel getirmemeli, üzerlerinde şüphe bulutları dolaşmamalı. Terör bitirilirken bu defa da içeride kargaşa çıkartmamalı. Gazze’de sahurda bile yüzlerce masum katledilirken, Trump’ın ipi çürükken, Ukrayna’nın her şekle girmesi mümkünken hiç kimse kendi parti mensubunu korumak için sorumsuzluk göstermemelidir. Kim suçluysa mahkeme tespit etsin ve cezasını çeksin. Bu devlet, 1.000 yıldır ayaktaysa Sultanların gerektiğinde gözünü kırpmadan öz evladını feda etmesindendir.
Ortalıktaki manzarayı herkes sergileyebilir. Lider o kimsedir ki "şüpheli, değil belediye başkanı, evlâdım da olsa reddederim!" diyebilendir.
85 kişi gözaltında.
Diğerleri de milletin gözü altında.
.
İstanbul’dan sorumlu bakanlık
22 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :21 Mart 2025 23:24
İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun adlî seyri şöyle:
1-YSK Hâkimlerine "ahmak!" dediği için şerefe karşı açılan suçlar cümlesinden olarak 7 ay 15 gün hapsi istenen dâvâ. Derdest; sürmekte olan bu dâvâ, sübut bulup da kesinleşirse sanık, seçme ve seçilme hakkından menedilebilir.
2-Beylikdüzü B dönemine dair ihale yolsuzluğu dâvâsı. İst. 10. As. Ceza Mah’deki dâvâda sanık, 3-7 yıl arasında cezayla muhakeme ediliyor. Mahkûmiyet hâlinde siyâsî yasak kararı verilebilir.
3-İstanbul C. Başsavcısı Akın Gürlek’e hakaret dâvâsı. İddianamesi kabul edilen dâvânın ilk duruşması, 11 Nisan 2025’te yapılacak. Savcı, mahkemeden 7 küsur yıl hapis ve kamu hizmetlerinden yasaklama getirilmesini talep etmekte.
3-Bilirkişiye hakaret dâvâsı. İlk celse 12 Haziran 2025’te icra edilecek. TCK’ya göre 2-4 yıl arasında mahkûmiyet isteniyor.
4-Usulsüz harcamalarla vazifeyi suistimal dâvâsı. İddianame, henüz mahkemeye arz edilmedi.
5-Resmî evrakta sahtekârlık yoluyla sahte diploma elde etmekle alâkalı soruşturma devâm ediyor. Tahkikatın akabinde iddianame tanzimiyle dâvâ açılır.
6-Ordu Valisi Seddar Yavuz’un Ekrem İmamoğlu aleyhine açtığı mânevî tazminat dâvâsı.
7-İst. C. Başsavcısı Akın Gürlek’in açtığı mânevî tazminat dâvâsı.
8-CB Recep Tayyip Erdoğan’ın ikame ettiği mânevî tazminat dâvâsı…
Şu hâle göre İBB Belediye Başkanı aleyhinde 5 ceza dâvâsı derdesttir. 3’ü yargılama safhasındayken, 2’sinin evrakları ikmâl edilince iddianame, mahkemeye arz edilecektir.
Adı geçen hakkında 3 de tazminat istenen hukuk dâvâsı mevcuttur.
Bunların toplamı 8 dâvâ ediyor...
Ayrıca:
Ekrem İmamoğlu ve 99 şüpheli, 19 Mart 2025 sabahı “suç örgütüne üye olmak, irtikâp, rüşvet, nitelikli dolandırıcılık, kişi verilerini hukuka aykırı şekilde ele geçirmek, ihaleye fesat karıştırmak, yolsuzluk ve terör örgütüyle iş birliği" suçlamalarıyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından gözaltına alındılar. Beylikdüzü ve Şişli Belediye başkanlarıyla, İmamoğlu’nun yakın çalışma arkadaşlarından bazıları da nezarete alındı. Arananlardan birkaçı firar etti, yurt dışına kaçanlar oldu. Kaçaklardan bazıları bulundu. İBB Meclisi İştirakler ve Bağlı Kuruluşlar Komisyonu Başkanı ve "Gölge Başkan" ünvanlı Ertan Yıldız da 21 Mart günü yakalandı. Böylece gözaltı sayısı 88’e yükseldi.
İmamoğlu İnşaat’la, Başkan Danışmanı ve Medya AŞ Başkanı Murat Ongun’un mal varlığına el kondu. Şüphelilerden Nuhoğlu Holding YK Başkanı Ali Nuhoğlu’nun evinde 40 milyon, ofisindeyse 1 milyon 300 bin TL ele geçirildi.
Danışmanın danışmanı firarî şüpheli Emrah Bağdatlı ise bir süre öncesine kadar maaşlı, sâde bir kameraman iken Murat Ongun’a danışman olmuş ve iddiaya göre adına kurduğu muhtelif şirketler için İBB’den 60 adet ihâle almıştır. Ertan Yıldız hakkında denilenlerse dudak uçuklatacak cinstendir. AVM sahiplerine "iki sene sonra CB olacak birini karşınıza almak istemiyorsanız şu kadar para vereceksiniz; aksi hâlde belediye meclisinde AVM’nizin depreme dayanıklı olmadığına dair karar çıkartırız!" diye şantaj yaptığı kayıtlara geçmiş bir başka iddiadır…
Bilindiği gibi diğer suçlamaysa "kent uzlaşısı" adı altında menfaat temin etme karşılığı terör örgütüyle iş birliği yaparak teröre bulaşmış kişileri İBB ve bağlı kuruluşlara yerleştirmeye dairdir.
Her iki suçla alâkalı hazırlanacak evrak, dosyaları aşıp düzineyi bulan klasörler olacağı bellidir.
Görüldüğü gibi İBB Başkanı hakkında 8 adet açılmış veya açılacak dâvâ mevcuttur. Bu son vak’a ile de suç örgütüne üye olma ve terör örgütüyle iş birliği suçlarından dolayı da ceza ve hukuk dâvâları açılacaktır. Dolayısıyla seçmenin İstanbul’u şerefine teslim ettiği insan hakkında çok sayıda dâvâ, mahkemeleri meşgul edecektir. İsnad, iddia ve ithamların beşte biri gerçek olsa dahi ortadaki yeter ayıptır! Çok vahim bir durumla karşı karşıyayız. Milletçe sanki bir mafya filmi seyrediliyor!
İBB Başkanı her kim olursa olsun kendisinin veya mesai arkadaşlarının zikrolunan isnatlarla itham edilmeleri ne demektir?
İstanbullu bu muameleye layık mıdır?
İstanbul markamıza hâlel getirmekle Türkiye’nin imajını dünya önünde lekelemek kimin hakkı olabilir?
Bu sebeple 20 Ekim akşamı ekrandan yaptığımız teklifi bir kere de sütunumuzda tekrar ediyoruz:
Hükûmette "İstanbul’dan Sorumlu Bakan" olmalıdır. Şehircilik Bakanı var ama bu dediğimiz farklı. İBB bütçesi, 5 bakanlık bütçesinden fazla. Türkiye’nin dörtte bir nüfusu İstanbul’da yaşıyor. Bu belde, bir ucu İzmit’e bir ucu Tekirdağ’a dayanmış olarak şehir ölçüsünü aşıp ülkeleşmiş…
Bütün bunlar ve daha birçok sebeple Kabine’de İstanbul’dan sorumlu bir Bakan yer almalıdır, diyoruz.
.
İhânete geçit yok!..
25 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :24 Mart 2025 23:38
Faşist Tek Parti Zihniyeti’nin süflî artıkları, Gezi İsyanı’nda duvarlara “Zulüm, 1453’te başladı!” diye yazarak soysuzluğun en hayâsızlığını sergiledikleri gibi “Dolmabahçe” ismiyle mâruf Bezm-i Âlem Vâlide Sultan Câmiî’mize de ayakkabıları ve ellerinde içki şişeleriyle doluşarak bu zarif mâbedi fiilen meyhâne gibi kullanıp kirletmişlerdi.
O vahşet, bu defa hem de mübarek Ramazan-ı Şerîf ayında, 19 Mart 2025’te Saraçhâne’de hortladı. Tek Parti Zihniyeti malûlleriyle türlü ideolojik izm yoldaşları, rüşvet, irtikâb, ihaleye fesâd karıştırma, sebepsiz zenginleşme, suistimâl, türlü yolsuzluğu içine alan 560 milyarlık vurgunlar silsilesi ve terörle iş birliğine arka çıkarken, yaptıkları bu eylemlerde yalnızca kimyevî zehir, balta, kesici ve delici âletlerle polise saldırmadılar:
Daha beterini yaptılar. İçlerindeki İslâm ve îmân düşmanlığını, ezân ve câmi husumetini engelleyemeyerek açık hava müzesi denli kıymetli Şehzâdebaşı Câmiî’mizin haziresinde; bahçesinde yer alan her biri bir san’at eseri olan tarihî mîras kabir mermerlerini, şâhidelerini de parçalayıp tahrip ettiler. Bu zulmü, bir asır evvel İstanbul’un acı işgal günlerinde işgalci düşman, bile yapmamıştı. 16 Mart 1920’de 50-60 kişilik bir İngiliz müfrezesi, Kemaleddin Sâmi Bey’i tutuklamak ve halka korku salmak için saat 05.45’te Şehzâdebaşı Karakolu koğuşunu basarak Mızıka Takımı’ndan 4 askerimizi şehid edip 10 askerimizi yaralamış ama hattımıza, câmimize, kabristanımıza ve ecdadımıza dokunmamışlardı. O ahlâksızlığı, Bursa’da Yunan işgalcilerinin başında bulunan Yzb. Sofoklis, Osmanlı Devletinin bânisi Osman Gazi’nin sandukasını tekmeleyerek yapmıştı.
Manzara şudur:
Tedavisi gayrı kabil bir hastalığa tutulmuş olanlar, Tanzimat’tan, daha da beteri Erken Cumhuriyet’ten ve devamı 27 Mayıs 1960’tan bu yana bu topraklarda din ü devlet mülk ü millet adına Kur’ân’dan harfe, aileden camie, ezândan kelimeye, tesettüre kadar… yerli, millî ve mukaddes değerlerimize düşmanlık yapmaktan bir türlü vazgeçmemişlerdir.
Bunlar, içimizdeki Türkçe konuşan yabancılardır. Bu memleketin evlâdları, İslâm ümmetinin mensupları, câmie ibâdet ve dua ve din kardeşleriyle buluşmaya gider. Gayrimüslim turistler de aynı zamanda muhteşem birer san’at hârikası olan câmilerimizin estetik yönlerini yaşamak için onları ziyaret ederler. Hâlbuki işte o malum Gezi İsyancıları, 2013’te Taksim’den başlayarak Dolmabahçe Câmiî’ne ve kim bilir yurt çapında daha nice nazlı eserimize bu hakaretleri yapmışlardı. Çünkü bu ucubeler, zararı kanserden beter o malûm zihniyetin takipçileridir.
Söz konusu zihniyet, çalmaya, çırpmaya karşı durmadı. Mafyavâri 560 milyarlık talana oralı olmadı. Adlî işlemleri tanımadı. Körü körüne bir amigo iptilasıyla on iki sene sonra bu defa da Saraçhane’yi lekelediler. Müslümanlar Câmie ibâdet için gider, bahçedeki kabirleri selâmlar, onlara Fatiha ve dualar okurken bu vasıfsız, nasipsiz ve talihsizler, ecdad ve irfanımıza duydukları dinmez kinle o mezarları tahrip etme cinnetini gösterirler.
Atalar emâneti Saraçhane, Gezi olmayacaktır. MİT, saf ve câhil heyecanları kullanan yabancı istihbaratlara elbette geçit vermiyor, Türk polisi, kuzgunlara meydanı bırakmıyor.
Şu var ki Saraçhane merkezli asrın en büyük hırsızlığı, yolsuzluğu, dolandırıcılığı, çalma-çırpma muhterislikleri, sadece ülkeye, ekonomiye, piyasalara, kolluk kuvvetlerine, hatta ecdada ve tarihî mirâsımıza ziyan vermedi. Şeklen bizden gibi görünse de bu millet ve onun kıymetleriyle alâkası olmayan emperyalizm, Siyon ve Haçlı işbirlikçileri, Türkiye’yi dünya önünde küçük düşürmeye tevessül ettiler. Bunlara bir gün sorulur: “Halk ihtilalinden söz ettiğin bu manşeti kaç milyona attın?”
Hesap etmek istemedikleri şudur:
12 yılda çok şey değişti. Şimdi FETÖ sözde paralel devleti, onun her yeri ur gibi sarmış vesâyeti olmadığı için anarşi ve kargaşa, devletin murakabesi dışında kalmayacaktır. İBB yeni bir Paralel Devlet ve soygun merkezine dönüştürülmek istense bile buna Büyük ve Güçlü Türkiye müsaade etmeyecektir.
Bugünkü Türkiye, birçok ihâneti aşmış olarak emîn adımlarla hedefine doğru yürüyor. Zafer için Gazzeli mazlumların, Anadolu evlâdlarının duaları, 15 Temmuz şehîdleri ve şehîdlerimizin ruhâniyeti yeter.
.
Mankurtlar!
27 Mart 2025 02:00 | Güncelleme :26 Mart 2025 23:19
Kürtçülük fitnesini;
zihinlerini Fransız İhtilali’nin onmaz biçimde zehirlediği Abdülhamid Han muhalifi kıt akıllı ırkçılar toprağa düşürdü,
İslamın ve ümmetin amansız düşmanı İngiliz, onu seralarda çimlendirdi,
komünistler, fidanlaştırdı,
kapitalistler, ağaç hâline getirdi.
Dualarla karılmış, şehîd kanlarıyla sulanmış bu gazi toprakların civanmert evlâdları ise malum fitneyi bir asır sonra kökünden söküp atacak, sun’î hudutlar yıkılacak ve kardeş, kardeşle kucaklaşacaktır, inşallah.
Ümmet, ümmet-i vâhidedir… Tektir, yekpâredir.
Mü’minler, kardeştir.
Kalbleri birdir.
İmânları birdir.
Kıbleleri birdir.
Onlar, Allah’a kul, Habibine ümmettir.
Müslüman Türk, korku nedir bilmez.
Oğuz Han gibi.
Alparslan gibi.
Yıldırım gibi.
Fatih gibi.
Yavuz gibi.
Murad Han gibi.
Cümle Hakan, Sultan ve Padişahlarımız gibi.
Malazgirt, İstanbul’un Fetih şehîdleri, Mohaç şehîdleri, Teselya Harbi kahramanları, Çanakkale, Sarıkamış, Millî Mücâhede, Kut’ül Amâra yiğitleri gibi.
Kore şehîdleri gibi.
Kıbrıs şehîdleri gibi.
Fırat Kalkanı, Zeytindalı, Bahar Kalkanı… diye uzayıp giden 6 harekâtın fırtına yiğitleri gibi.
Çünkü; onlar Mehmetçiktir!
Çünkü; Mehmed, ismini Şanlı Peygamber’den aleyhi’s salatü ve’s-selamdan alan tek askerdir.
Mehmedim,
Avuçlar, semaya senin için açılmaktadır.
Senin şehadet aşkın ta Bedr’de tutuştu.
Ananın ak sütü helal,
Şehadetin afiyet,
Gazan mübarek,
Fetih Suresi yoldaşın,
Yolun açık olsun!
Bil ki sen, bugün tarihten hakkını almakta, sömürge çağına son vermektesin:
Birkaç ay evvel, Suriye’nin Baas Nusayrî zorbalığından kurtarılacağı hayal edilemez, bir yıl önce, yarım asrımızı çalan terör örgütünün diz çökme ihtimali uzak görülürdü. Kezâ, Suriye’nin ortasında Siyonist, Evanjelist ve Haçlı engellemelere rağmen devâsa bir Türk üssü kurtulacağı mümkün değil düşünülemezdi.
Bunlar ve daha neler, hakîkat olduğu gibi Kudüs’e, Gazze’ye, Mescîd-i Aksa’ya da İslâm’ın Sancağı’nın, İslâm’ın Sancaktarı Türk’ün Albayrağının çekilmesi de:
Mübarek Aylar, Leyle-i Kadr, Kutlu Bayramlar, Cumalar, Kandiller, Azîz şehîdler ve ağzı dualılar hatırına hiç beklenmedik bir günde vakt-i merhunda, takdir edilmiş vakitte Allah’ın izniyle hakîkat olacaktır.
Güneş doğmaktan usanmaz!
Her sabah gelen güneş, belki de senin zaferini kutlamak için üstümüze tebessümler yağdırmaktadır.
Muştular olsun!..
…
23 Ocak 2018’de Türkiye gazetesinde yine bu sütunda “Analar, ne arslanlar doğurmuş!..” Başlığıyla intişâr eden bu yazımızı, 26 Mart 2025 günü Leyle-i Kadr rahmet kuşatıcılığında dua hükmünde olarak işleyip takviye ederek tekrar paylaşmak, zamana ve ehline emânet etmek istedik.
Yapacak çok işimiz var:
Şehzâdebaşı Câmiî, ne çok işimizin olduğunu yıkık kabirleri ve buruk hâliyle gözler önüne sermektedir. Bir ülkenin bir avuç bile olsa bir kısım evlâdı, kendi cedlerinin mezarlarını, mezar taşlarını tahrip ediyorsa bu kayıp, bu mankurtlaşma karşısında düşünülecek ve yapılacak çok iş var demektir.
Kazancı da kaybı da zaferi de ihâneti de görmeliyiz.
Dualar, dualarımız kabul, gâyemiz hakîkat olsun!..
Âmin.
.
|
Bugün 308 ziyaretçi (1840 klik) kişi burdaydı! |
|
 |
|
|