|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Oka karşı elini kalkan etti!..
17 Şubat 2001 01:00
Hz. Talha bin Ubeydullah Uhud Savaşı'nda üstün gayretler, kahramanlıklar göstermişti. Savaş anını kendisi şöyle anlatır: "Gördüm ki, Eshâb-ı kirâm dağıldı. Müşrikler hücûm ettiler ve Resûlullahı her taraftan kuşattılar. Resûlullahın önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı gelen taarruzlara karşı duracağımı bilemiyordum. Bir önden gelenlere bir arkadan gelenlere koştum onları uzaklaştırdım. Nihayet dağıldılar." Hz. Talha'nın, Uhud'un bu anında vücûdunun her yeri heyecandan ve Resûlullaha bir zarar gelir korkusundan tir tir titriyordu. O, Uhud günü Resûlullah'a bir zarar gelmemesi için en çok uğraşan en fazla canını hiçe sayanlardan idi. Eshâb-ı kirâmdan birçoğu bazı anlar Resûlullahın yanından ayrıldıkları halde Hz. Talha bir an ayrılmamış idi. Sa'd bin Ebî Vakkas bu hali haber verdikten sonra; "Biz Resûlullahın yanına döndüğümüz zamanlar Hz. Talha'yı hep O'nun etrafında dönerek çarpıştığını ve kendisini Resûlullaha kalkan olup koruduğunu gördüm." buyurmuştur. Müşriklerden çok keskin nişancı, attığını vuran bir okçu vardı. Bu Malik bin Zübeyr idi. Bu hain, Peygamberimize nişan alıp bir ok attı. Resûlullahın başına doğru gelen bu oka başka hiçbir şekilde karşı koyamayacağını anlayan Hz.Talha elini açarak oka karşı tuttu. Ok elini parçaladı. Parmaklarının bütün sinirleri kesildi. Elinin kemikleri kırıldı. Atılan oka elini tutması, candan çok ötelere yükselmiş bir aşkın, kemâle gelmiş bir imânın, muhabbet ile yanan, anlatılamayan hakikî bir sevginin fiili olarak ortaya çıkmasıdır. Hz. Peygamber "Eğer Talha oka elini beni korumak için tutarken Bismillah deseydi, insanların gözü önünde Cennete giderdi." Başka bir rivâyette ise Talha'ya "Eğer Bismillah deseydin insanlar sana bakışırken, melekler seni göklere yükseltirdi." buyurmuşlardır. Yine "Uhud günü yer yüzünde sağımda Cebrâil solumda Talha bin Ubeydullah'tan başka bana yakın bir kimse bulunmadığını gördüm" buyurmuşlardır. Hz. Talha, "Müminlerden öyle yiğitler vardır ki, Allah ile olan ahidlerine (harp meydanlarında sebat) gösterirler. Onların bir kısmı ahdini yerine getirdi (şehid oldu), bir kısmı ise şehid olmayı bekliyor" (Ahzab 23) âyet-i kerîmesine muhatap olmakla şereflendi.
.
Allahım ona şifâ ver kuvvet ver!
18 Şubat 2001 01:00
Uhud Savaşı'nda, Hz. Talha bin Ubeydullah'ın her yeri kılıç ve ok darbeleriyle delik deşik olmuş, vücûdunda yaralanmayan ve kana bulanmayan bir yer kalmamış idi. O gün vücûdunda altmışaltı büyük yara açılmıştı. Küçükler ise vücûdunda sayılamıyacak kadar çoktu. Bu haliyle dahi savaşa devam ediyordu. Sonunda, başından aldığı şiddetli iki kılıç darbesiyle kendinden geçerek bayıldı. Bunu gören Peygamberimiz yanına gelen Hz. Ebû Bekir'e hemen Hz. Talha'ya yardıma koşmasını emrettiler. Hz. Ebû Bekir onu baygın bir vaziyette buldu. Hemen başını kaldırdı ve yüzüne su serpti. Hz. Talha ayıldı. Ayılır ayılmaz ilk sorduğu soru "Resûlullah nasıl, ne yapıyor?" olmuştur. Böylece sevgi ve bağlılığın en güzel örneğini göstermiştir. Eshâb-ı kirâmda bu aşk, bu muhabbet, bu imân olduğu için, Resûlullaha böyle gönül verdikleri için Peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmuşlar, onun için onların verdiği bir avuç arpa sadaka, onlardan olmayanların verdiği Uhud Dağı kadar altın sadakadan daha kıymetli olmuştur. Hz. Ebû Bekir, "Resûlullah iyidir. Beni sana O gönderdi." deyince Hz.Talha "Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun. O sağ olduktan sonra her musibet hiçtir." demiştir. İşte bu sırada âlemlerin efendisi, iki cihanın sultanı Hz. Muhammed Mustafa oraya teşrif ettiler. Hz. Talha'nın bütün vücûdunu mübârek elleriyle mesh ettiler, sıvazladılar ve ellerini açıp "Allahım ona şifâ ver, Ona kuvvet ver" diye duâ buyurdular. Hz. Talha biraz sonra sapa sağlam kalktı ve düşmanla yine harbetmeye başladı. Müşriklerden Ebû Zâtülyed, bir ata binmiş "Ben Ebû Zâtülyed'im. Bana Muhammed'i gösteriniz" diye bağırarak Resûlullah'a doğru geliyordu. Hz. Talha onun önünü kesti, mızrağını bu müşrikin gözüne sapladı ve onu bağırtarak öldürdü. Resûlullahı sırtına alarak Uhud kayalığına taşıdı. Hz. Talha işte bu Uhud günü Talhat-ül Hayr (hayırlı Talha) lâkabı ile şereflendi ki ona bu lâkabı Resûlullah vermiştir. Kayalıklara gelince Peygamberimiz bir kayanın üzerine çıkmak istedi. Fakat gayet zayıflamış ve üst üste iki zırh giymiş ve kendisine yetmişten ziyade kılıç vurulmuş olduğundan takat getiremedi. Bunun üzerine Talha oturdu ve Resûlullah omuzuna basarak taşın üzerine çıktı. O zaman Resûlullah efendimiz "Talha Resûlullaha yardım ettiği zaman Cennet ona vacib oldu" buyurdular.
.
"Bilmiyorum, demekten utanmayın!"
19 Şubat 2001 01:00
Hazreti Ali bir cenazenin defninden sonra hazır bulunanlara şöyle bir nasihatta bulundu: Sizin de ölüler diyarına varmanız ve orada, yaptıklarınıza karşılık rehin olarak kalmanız yakındır. Sizi de kabir kucaklayacak. İşler bitince haliniz ne olur? Kabirdekiler diriltilir, gizli olanlar açığa çıkarılır, huzurda hesap için durdurulursunuz. Dünyada işlenen günahların korkusundan dolayı kalpler ürperir, örtü ve perdeleriniz yırtılır; ayıplarınız sırlarınız ortaya çıkar. Orada herkes yaptığının karşılığını alır. Kötülük yapanlar yaptıkları ile cezalandırılır, iyilik yapanlar da iyilikle mükafatlandırılır. Amel defterleri ortaya konur konmaz, günahkârların defterlerinden olanlardan korktuklarını görürsün. Onlar vah bize, eyvah bize! Bu defter nasıl olmuş da büyük küçük bir şey bırakmadan hepsini muhafaza etmiş, derler. Yaptıkları herşeyi defterde görürler. Rabbiniz hiç kimseye zulmetmez. Ey insanlar! Ahiret için çalışmadan ahireti uman, uzun emeller peşinde olup tövbe etmeyi geciktiren, dünyayı sevmeyen kimselerin diliyle dünyadan bahseden ve fakat dünyayı sevenler gibi çalışan, kendisine verilince doymayan ve verilmeyince sızlanan kendisine verilene şükretmediği gibi daha da isteyen, kendi yapmadığı şeyleri başkalarına emreden ve yaptığı şeylerden de başkalarını yasaklayan, salih kimseleri sevdiği halde onlardan olmayan ve kötü kimseleri sevmediği halde onlardan olan, kesin bilgilerine uymadığı halde zan ve tahminlerine uymaktan kendini alamayan, zenginleşince azıp baştan çıkan, hastalanınca sızlanıp yakınan, fakirleşince ümidsizliğe düşüp gevşeyen, Allah'ın bol nimetlerine rağmen günahlar içinde yüzen, sağlığa şükür ve belaya sabretmeyen, öğüt ve ikazlardan hiç etkilenmeyen ve ölümle korkutulduğu zaman, sanki korkutulan kendisi değil de başkası imiş gibi davranan kimselerden olmayın. Gün gelir, İslâm dininin yalnız ismi, Kur'an-ı keriminde yalnız yazısı kalır. Kişi bilmediği şeyi sorup öğrenmekten ve kendisine sorulan kimse de o şeyi bilmiyorsa "bilmiyorum" demekten utanmasın. O gün camilerimiz cemaatle dolar, fakat içiniz ve dışınız hidayetten yoksundur. Gök kubbe altındaki kimselerin en kötüsü, kötü din adamlarıdır
.
Hz. Ali'nin Hz. Ömer'e nasihati...
20 Şubat 2001 01:00
"Ey müminlerin emiri! Kesin bilgine şüphe, ilmine cehalet karıştırma. Zannını da doğru diye kabul etme. Bil ki dünyadan sana ancak infak ettiğin, Allah için verdiğin adaletle bölüştürdüğün ve giyip-eskittiğin vardır. Ey müminlerin emiri! Eğer iki arkadaşına (Resûlullah ve Ebubekir) ulaşmak seni sevindirirse, emelini kısalt, tam doymayacak şekilde ye, elbiseni kısalt, gömleğini yama, ayakkabını tamir et, o ikisine ulaşırsın. Hayır, malının ve evladının çok olmasında değil, ilminin ve hilminin, yumuşaklığının artmasında ve insanları Rabbine ibadet ettirerek yücelmesindedir. Eğer iyilik yaparsan, Allah'a hamdet. Kötülük yaparsan bağışlanma dile. Dünyada ancak şu iki kişi için hayır vardır: Günah işleyen ve bunu tövbe ile gideren kişi. Hayırda yarışan kişi. Takva ile yapılan amel az değildir. Kabul edilen amel nasıl az olur? Hz. Ali, İbni Mülcem tarafından yaralandığında oğlu Hz. Hasan ağlayarak yanına girdi. Hz. Ali: "Seni ağlatan nedir oğulcuğum" dedi. "Nasıl ağlamayayım, sen vefat üzeresin" dedi. Hz. Ali: "Yaptığında sana zarar vermeyecek sekiz tavsiyemi ezberle oğulcuğum" dedi. Hz. Hasan: "Onlar nedir? Babacığım" deyince şöyle buyurdu: "Zenginliğin en iyisi akıl zenginliğidir. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık kendini beğenmektir. En büyük şeref güzel ahlâktır." Hz. Hasan "Babacığım bu dört tanesi. Bana diğer dördünü öğret" dediğinde ise Hz. Ali şöyle buyurdu: "Ahmakla arkadaş olmaktan sakın. Sana faydalı olmak isterken zararı dokunur. Yalancı ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o sana uzağı yakın, yakını uzak gösterir. Cimri ile arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o kendisine en çok ihtiyaç duyduğun anda senden uzaklaşır. Fâsıkla arkadaş olmaktan sakın. Çünkü o, çok değersiz bir şeye seni satar. Allah'ın muvaffak kılması hayırlı bir rehberdir. Güzel ahlâk, hayırlı bir yoldaştır. Akıl hayırlı bir arkadaştır. Edeb, hayırlı bir mirastır. Kendini beğenmekten daha büyük bir yalnızlık yoktur. Söyleyene değil, söylenen söze bak!"
.
Hazreti Ali'nin oğluna vasiyeti
21 Şubat 2001 01:00
Hazreti Ali oğlu Hz. Hasan'a vasiyetinde şöyle buyurdu: "Ey oğul! Her şeyden önce Allah'tan hakkıyla kork. Bütün emirlerini yerine getir. Ciddi olarak ölümü an ve ölümü anmakla kalbini yaşat. Her şeyin yok olacağını bil, ve kalbinin de yoklukta karar kılacağını ona bildir. Ona dünya facialarını ve musibetlerini teker teker göster. Zamanın şiddetini ve kükreyişini, gece ve gündüzlerin aleyhine çevrildiğini düşün, hatırla ve hatırlat. Kendi nefsine ve kalbine, daha evvel geçmiş insanoğullarının kıssalarını ve hikâyelerini söyle. Mazide insanların başına gelen felaket ve musibetleri düşün. Aynı şeylerin tekerrür etmemesi için dikkat et. Atalarının topraklarında ve yaşadıkları yerlerde gez. Ve onların eserlerini dikkatle tetkik et. Onlar neler yapmışlar, nereden nereye, ne için göç etmişler? Bunları tedkik ettiğin zaman onların pek yakın arkadaşlarından ve sevgililerinden ayrılıp gurbet ellere gittiklerini göreceksin. Tıpkı onlar gibi sen de pek yakında bilmediğin görmediğin yerlere göç edip gideceksin. Şu halde gelecekteki yerini şimdiden hazırla ve temizle. Ahiretini dünya ile satma. Bilmediğin şey hakkında konuşma. Vazifen olmayan şeye karışma. Ve her işi kendi ehline bırak. Sonunda bir felâketin gelmesinden korktuğun yolu terk et. Zira bir işte felaket sezildiğinde onu terk etmek, korku ile ilerlemekten hayırlıdır. İyiliği emret ki iyilik ehlinden olasın. Kötülükleri, kendisinde Allah'ın rızası olmayan şeyi elin ile ve dilin ile ortadan kaldırmağa çalış. Bütün gücünü sarfederek kötülük işleyenleri uzaklaştır. Allah yolunda hakkıyla çalış. O'nun uğrunda mücâhede ve mücâdele etmekten çekinme. Herhangi bir kimsenin ağır sözleri seni yolundan alıkoymasın. Nerede olursan ol, Hakk'a ulaşmak için bütün güçlüklerini aşmağa çalış. İslâmiyette ne var ise hepsini anla ve öğren. Kendini güçlükler karşısında sabretmeğe alıştır. Zira haksızlık karşısında hak için sabretmek en iyi ahlâktır. Bütün işlerde Allah'ına sığın; zîra o en iyi koruyucu, en iyi barınak ve en yakın kurtarıcıdır. Her işinde Allah'a teslim ol. Zîra insanoğluna her şeyi bahşeden de O, mahrûm eden de O'dur..."
.
Önünü görmediğin yolda yürüme!
22 Şubat 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin oğluna vasiyeti: "Ey Oğul! Kendimi, hayatımın son demlerini yaşadığımı ve gittikçe zayıflamakta olduğumu görünce bu tavsiyemi sana bildirmekte acele etmeyi uygun buldum. Zîra düşündüğüm bütün şeyleri sana söylemek için bir zaman bulamadım. Ecelimin gelmesinde, vücudumun zayıflaması gibi hafızamın da zayıflamasında, heva ve heveslerin veya dünya fitnelerinin benim nasihatimden önce kalbine hâkim olmasından, bunun neticesi olarak da huysuz bir at gibi olmandan endişe ederek sana nasihatımın bir kısmını yazıyorum. Ey Oğul! Benim vasiyetimden edineceğin şeylerin en hayırlısı Allah'tan korkup O'na sığınmak O'nun sana farz kıldığı şeyleri yerine getirmek, atalarının ve geçmiş insanların izini takip etmektir. Şimdi sen kendi nefsine nasıl güven ve itimatla bakıyorsan, senden evvel geçen ataların aynı şekilde kendilerine güveniyorlardı. Şimdi sen nasıl düşünüyorsan onlar da aynı şeyi düşünüyorlardı. Fakat neticede iyi ve doğru buldukları şeyi tuttular. Vazifelerini noksansız yapmağa çalıştılar. İşte onların neticede vardıkları şeyi ve takip ettikleri yolu devam ettirmek istiyorsan, onların başında takip ettikleri yolu aynen takip et. Tetkiklerini yaparken önce Allah'a sığın, O'ndan başarılar dile. Seni şüpheye götürecek veya kötülüğe düşürecek her şeyi terket. Kalbinin her türlü kötülükten durulduğunu, fikirlerinin toplandığını ve tek arzunun hakikati bulmak olduğunu görünce sana söylediğim hususları düşünmeğe başla. Şayet bunlara sahib olduğuna kani değil isen karışık mevzulara girişme. Zira önünü göremeyen bir kimse gibi olursun ki, her an içinden kurtulmak pek güç olan çukurlara, uçurumlara düşersin. Böylece karanlıklar içinde, zulmetler arasında boğulup mahvolmağa mahkum olursun. Önünü görmeden yürümek ve her an uçurumlara yuvarlanmak tehlikesiyle karşı karşıya kalmak ise İslâmiyeti öğrenmek isteyenlere yakışmaz.
Hazret-i Fatıma'nın son anları...
23 Şubat 2001 01:00
Hazret-i Fâtıma, Resûlullah efendimizin mübarek kızıdır. Hz. Meryem'den sonra, bütün kadınların en üstünüdür. Aklı, zekâsı, hüsnü cemâli (güzelliği) zühdü (dünyaya düşkün olmaması) takvası ve güzel ahlâkı ile bütün insanlara çok güzel bir örnektir. Yüzü pek beyaz ve nurlu olduğundan "Zehrâ" denildi. Zühd ve dünyadan kesilmekte en ileri olduğu için de, "Betül" çok temiz denilmiştir. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfler ile medhedilmiştir. Resûlullah efendimizin vefâtından sonra güldüğü hiç görülmedi. Ayrılık ateşi ile daima yanmış ve Resûlullah efendimizin verdiği müjde zamanını bekler olmuştur. Bu, Resûlullahın, vefatları esnasında kızları Hazret-i Fatıma'ya: "Ehl-i beytimden en önce bana sen kavuşursun" müjdesiydi. Gerçekten altı ay sonra Hazret-i Fatıma da vefat etti. Ömrünü, gündüzleri oruç tutarak geceleri diğer ibâdetlerle geçirmiştir. Vefât edeceğine yakın: "Ölünce beni erkekler arasına perdesiz çıkaracaklarını düşünerek çok utanıyorum" buyurmuştu. Esma binti Ümeyr şöyle anlatır: Habeşistan'da iken hurma dallarını çadır gibi ördüklerini görmüştüm, bu üzüntüsünü görünce, Hz. Fâtıma'ya bunu anlattım. "Bunu yanımda yap da göreyim" dedi. Yapıp gösterdim, çok hoşuna gitti ve duâ etti. "Öldükten sonra beni sen yıka, Ali de bulunsun. Başka kimse içeri girmesin!" diye vasiyet etti. İşte bunun için de Hz. Ali cenazesine kimseyi çağırmadı. Ehl-i beytten birkaç kişi ile cenaze namazını kılıp, gece defin ettiler. Ertesi gün Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer Farûk ve birçok sahâbi hasta ziyareti için, Hz. Ali'nin evine geldiler. Vefat edip defnedildiğini öğrenince, "Bize niçin haber vermedin? Namazını kılardık. Hizmetini görürdük" diyerek üzüldüklerini bildirdiler. Hz. Ali kendisini erkeklerin görmemesi için, gece defin olunmasını vasiyet ettiğini, vasiyeti yerine getirmek için böyle yapıldığını söyliyerek özür diledi. Ebû Bekr-i Sıddîk, "Allahü teâlâ, ey Cennet! Senin dört köşeni, dört kimse ile süslerim. Biri Peygamberlerin üstünü Muhammed'dir (aleyhisselâm), Biri Allah'tan korkanların üstünü Ali'dir. Üçüncüsü kadınların üstünü, Fâtıma-tüz Zehra'dır. Dördüncü köşedeki de temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin'dir" buyurduğunu bildirmiştir. Hz. Fâtıma, Resûlullahın vefâtından altı ay sonra, Ramazan-ı şerîfin 3. Salı gecesi akşam ile yatsı arasında vefât etmiştir. Vefâtında yirmidört yaşında idi.
.
"Ben de hanımlara şefâat edeyim!"
24 Şubat 2001 01:00
Hazret-i Fatıma'nın evlenmesi şöyle oldu: Cebrail aleyhisselam gelip; Ya Resulallah! Hak teâlâ selam etti. "Ben habibimin kızı Fatıma'yı Ali'ye verdim. Arş-ı a'zamda nikah ettim. Habibim de Eshab-ı arasında nikah etsin. Cennet elbiselerini de giydirsin!" emrini getirince, Resûlullah şükür secdesi etti. Eshâb-ı kirâmın toplanmasını emir buyurdu. Cebrâil aleyhisselâma: "Kızım benim hatırımı kırmaz. Bu Cennet elbiselerini dünyada giymeğe değmez. Bunları tekrar Cennete geri götür." buyurdu. Eshâb-ı kirâm toplanmış kimlerin vekil olacağını merak ediyorlardı. Bir duraklama olmuştu. Derhal Cebrâil aleyhisselâm geldi. "Yâ Resûlallah Hak teâlâ sana selâm ediyor. Hazreti Ali'nin yerine hiç kimsenin vekil olmamasını, nikâhda bizzat kendisinin bulunmasını emir buyurdu." dedi. Dört yüz akçe mehir ile nikâh yapıldı. Hazreti Fâtıma'ya müjde götürdüler. Fâtımat-üz Zehra râzı olmadı. Hemen Cebrâil aleyhisselâm geldi. "Yâ Resûlallah! Fâtıma dörtyüz akçeye razı olmuyorsa, dörtbin akçe olsun." dedi. Hazreti Fâtıma bunu kabul etmedi. Yine razı olmadı. Cebrâil aleyhisselâm tekrar geldi. "Dörtbin altın" olsun dedi. Fâtımat-üz Zehra dörtbin altına da râzı olmadı. Cebrâil aleyhisselâm bir daha nâzil oldu. "Yâ Resûlallah! Hak teâlâ bu sefer senin bizzat gidip Fâtıma'nın maksadının ne olduğunu öğrenmeni emir buyurdu." dedi. Resûl-i ekrem temiz kerîmesinin yanına vardı, maksadını sordu. Hazreti Fâtıma "Babacığım, kıyâmet günü sen, mü'minlerin günâhkârlarından ne kadar kimseye şefâat edersen, ben de onların hanımlarına şefâat etmek istiyorum. Muradım budur." dedi. Resûl-i Ekrem, kızının isteğini Cebrâil aleyhisselâma söyledi. Cebrâil aleyhisselâm, Hak teâlânın, Hz. Fâtıma'nın arzusunu kabul ettiğini, onun da hesap günü şefâat edeceğini bildirdiğini söyledi. Fâtıma-tüz Zehra: "Babacığım! Senin âhirette şefâat edeceğine Kur'ân-ı kerîmin âyet-i kerîmeleri delildir. Benim şefâat edeceğimin delili nerede?" diye sordu. Resûlullah "Ey Ciğerpârem! Cenâb-ı Hakk'a murâdını arz edeyim. Ne ferman buyurursa, sana söylerim" buyurdu. Dışarı çıkıp Cebrâil aleyhisselâma, Hz. Fâtıma'nın istediğini bildirdi. Cebrâil aleyhisselâm, tekrar geldiğinde elinde bir beyaz ipek vardı. Burada "Kıyâmet günü günahkâr mü'min kadınlara Fâtıma kulumu şefâatçi tayin ettim. Bu huccet elinde bâki kalsın" yazılı idi. Hazret-i Fâtıma bu senedi görünce, nikâha râzı oldu. Bu senedi vefatına kadar sakladı.
.
"Bu, Cennet yemeklerindendir!"
25 Şubat 2001 01:00
Hazret-i Fatıma'nın, diğer Ehl-i beytin fazilet ve üstünlüğü pek çoktur. Saymakla bitmez. Onları anlatmağa, medh etmeğe insan gücü yetişmez. Onların kıymeti ve büyüklüğü, ancak âyet-i kerîme ile anlaşılmaktadır. Ehl-i beyti sevmek her mü'mine farzdır. Son nefeste imân ile gitmeğe sebep olur. İmâm-ı Şâfiî bunu çok güzel bildiriyor, diyor ki: "Ey, Ehl-i beyti Resûl! Sizi sevmeği, Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde emrediyor. Namazlarında size duâ etmeyenlerin namazlarının kabul olmaması, kıymetinizi, yüksek derecenizi gösteriyor." Bir gün, Resûlullah efendimiz Hz. Ali'ye: "Yâ Ali! Allahü teâlâ hazretlerini sever misin?" diye sordu. Hz. Ali "Evet severim" dedi. "Beni sever misin?" buyurdu. Hz. Ali de: "Evet" dedi. "Hasan ve Hüseyin'i sever misin?" buyurdu. Hz. Ali yine: "Evet severim" dedi. Habib-i Ekrem: "Yâ Ali! Bu kadar sevgiyi bir kalbe nasıl sığdırıyorsun?" buyurdu. Hz. Ali buna bir cevap veremiyeceğini söyledi. Hz. Fâtıma'ya durumu anlatınca: "Bunda düşünecek ve üzülecek ne var? Hak teâlâyı ve Resûlünü sevmen imândandır. Beni sevmen nefsin içindir. Hasan ve Hüseyin'i sevmen tabiatındandır." dedi. Hazreti Ali bu cevabı Resûlullaha söyledi. Resûl-i ekrem "Bu meyve ancak Peygamberlik ağacından alınmıştır" buyurdular. Yani bu cevap senden değil Fâtıma'dandır, demek istediler. Hz. Osman, Resûlullaha ziyafet vermişti: Hz. Ali ziyafetten çıkıp eve geldi. Hz. Fâtıma, Hz. Ali'yi üzüntülü gördü. Sebebini sordu. Hz. Ali "Yâ Fâtıma! Biz de biraz zengin olup da, Resûlullahı davet etseydik. Fâtüma-tüz Zehrâ: "Biz de davet edelim. O, Allahü teâlânın sevgilisidir. Hak teâlâ Ona yemek verir" dedi. Hz. Ali, Resûlullahın huzuruna vardı: "Yâ Resûlallah! Kerimeniz Fâtıma, sizi evine davet ediyor", dedi. Resûlullah Eshâb-ı ile kalkıp, Hazreti Fâtıma'nın evine teşrif ettiler. Fâtüma-tüz Zehra, "Yâ Rabbi! Biliyorsun, Habîbin ve Eshâbı bu miskinin evini şereflendirdiler. Onlara ikrâm edecek bir şeyim yok. Sen onlara ihsân, ikrâm et, ni'metler ver!" diye duâ etti. Bir tenceresi vardı. Ocağa koydu. Hak teâlâ, lütfederek tencereyi yemekle doldurdu. Hazreti Fâtıma bu yemeği Resûlullahın huzuruna götürdü. Eshâb-ı kirâm ile beraber yediler. Az bir yemek olmasına rağmen herkese yetti. Resûlullah, "Bu Cennet yemeklerindendir." buyurdu.
.
"İnsan her şeyi bilemez!"
26 Şubat 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin oğluna vasiyeti: "Ey Oğul! Bu tavsiyelerimi dinle ve anla! Ve bil ki, her canlının ölümünü elinde tutan, yaşamasını da elinde tutmuştur. Varlıklara can verip yaşatan, neticede onları öldürendir. Zenginleri fakir, fakirleri de zengin yapan O'dur. Her türlü belâyı ve hastalığı veren O, her belâya bir deva bulan yine odur. Dünya taşıyla, toprağıyla, rengiyle, şekliyle, ağaçlarıyla, meyveleriyle O'nundur. O'nun istediği ve arzusu üzerine hareket etmektedir. Âhiret de, hesabıyla, cezasıyla, cennetiyle, cehennemiyle ve bizim bilmediğimiz daha bir çok şeyleriyle O'nundur. Sen cahil yaratılıp sonra öğretilen bir yaratıksın. İlimde ne kadar ilerlesen, birçok şeyde şüphesiz yine bilmediğin bulunacaktır. Çünkü düşünme sahasının dışında, görme kudretinin pek ilerisinde bulunan çok şeyler vardır. Şayet bunlardan birisine muttali olabilir ve Allahü teâlâ bazı şeyleri sana öğretirse, onun, kendi kudretinle meydana gelip kazandığını zannetme. Bil'akis bunun için seni yaratan, rızıklandıran ve seni güzel varlık şeklinde meydana getiren ulu varlığına sığın. İbadetin O'nun için olsun. Aşkın O'na olsun. Korkun yalnız O'ndan olsun!.. Bil ki Ey Oğul! Peygamber aleyhisselamın Allah hakkında bildirdiği gibi hiçbir kimse bildirmedi ve bildiremez. O'nu sen bir rehber ve kurtuluş ordusunun kumandanı gibi kabul et. Seni yaratan Rabbinin bir ortağı olsaydı sana onun da peygamberleri gelirdi. Böylece onun sıfatlarını ve işini öğrenirdin. Fakat O, kendisinin söylediği gibi tek ilahtır. Kendi mülkünde hiçbir kimse ona düşmanlık besleyemez. O, doğurmamıştır. Doğurulmamıştır. Ölmeyecektir, ebedîdir. Her şeyden evvel vardır. Fakat varlığının bir başlangıcı yoktur. Her şeyden sonra kalacaktır. Fakat kalmasının da bir sonu yoktur. Kudreti, büyüklüğü, kalbin, gözün çerçevesi haricindedir. Eğer bunları bilir ve inanırsan küçüklüğünü düşünerek yakıştığı gibi hareket et. O'nun karşısında kuvvet ve kudretsizliğini düşün. Her hususta O'na ihtiyacın vardır. O'na yönel. Rızasını dile. Cezasından kork. Emirlerini yerine getirmeğe çalış; zira O iyilikten başkasını emretmez. Yasaklarından kaçın; Çünkü O, kötülükten başkasını yasaklamaz
.
"Sakın dünyaya bel bağlama!"
27 Şubat 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin oğluna vasiyeti: "Gözümün nûru oğlum! Sen benim hayırla halefim, timsâl-i şerefimsin. Şu vasiyyetimi can kulağıyla dinle ve ona göre amel eyle ki, bu sana, çok hayırlı bir baba nasihatıdır... Dünya, bazan seni arıyormuş gibi yalancı bir iltifat gösterir. Sen onun bu gönül avlayıcı hilesine sakın aldanma... Bazan da senden kaçıyormuş gibi yüz çevirir, döner, dolaşır... Buna da önem verme... Dünya, çok acaib bir tanıktır; yâr olmaz. Aceleci ve korkak adamların haline benzer: Telaşlıdır. Ayrılığı da sevimsiz kimselerin ayrılığına benzer: Gönül kırıcıdır. Dünyanın; hayrı az, dirliği kısa; lezzet ve kavuşması geçici, nimet ve ihsanı fâni, günah ve vebali ise bâkîdir... Şu halde; müddet bitmeden, kudret elden gitmeden, gaflet perdesi açılmadan, zamanın müsaadesini, imkanın fırsatını ganimet bil de ahiretin için erzak tedarikine bak!.. Kişi, dünyada ahireti için ne harcetti ise, yarın onu bulacaktır. Dünya, ahiretin tarlasıdır; ne ekilirse o biçilir. Bu vefasız dünyanın hilesi çok; bir hal üzere kaldığı yoktur... Bir tarafı ıslâh ederse, diğer tarafı ifsâd; birini sevindirirse, diğerini mahrum eder. Öteden beri âdeti, meşrebi ve gidişi budur. Dünyaya candan meyl ve bağlılık, sonunda iç acısı ve hüsran olur. Bu geçici dünyada bekâ muhaldir. Öyle ise ona bel bağlamak açık bir sapıklıktır. Oğlum! Değerini ve haysiyetini, şeref ve meziyetini iyi muhafaza et. Ömrünü boş şeylerle geçirme. Malını da günah yoluna sarfetme ki, dünyadan amelsiz çıkıp da Allah'ın huzuruna emelsiz varmış olmayasın. Güzel sözünü güzel işinle mezcet ki, güzel beyanın meziyetini, lutuf ve ihsanın semeresini zatında toplamış olasın. Bir de yapamıyacağın bir şeyden dem vurma!.. Söz ehli olmaktan daha çok iş ehli olmalısın!.. Şurasını da dikkat nazarından uzak tutma ki, her fenalığın başı para sevgisi, hırs ve tamahtır. Bu iki kötü haslet, senin temiz kalbinde yol bulmasın... Ey Oğul! Dünyayı ve onun türlü hallerini, içinde bulunan bütün şeylerin başka bir yere göç edeceğini, âhıreti ve ehli için orada yapılacak şeyleri, âkıbetlerini bildirdim. Bunlar hakkında senin ibret alman için bazı misaller verdim. Bu misaller ile senin kurtuluşunu ümit ettim."
.
"Zulüm Allah'ın gadabını hızlandırır"
28 Şubat 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisine nasihati: "Gittiğin yerden birçok vali geldi geçti. Bir kısmı adalet ile idare etti. Bir kısmı zulmetti. Her biri şimdi yaptıkları ile anılıyor; yaptıklarının karşılığını görüyorlar. Sen, senden evvelki idarecilerin davranışına nasıl bir gözle bakıyor idiysen, halk da senin davranışlarına o gözle bakacak, önce geçenler hakkında verdiği hükmü senin hakkında da verecektir. İdarecilerin durumu, halkın onlar hakkında verdiği beyanat ve ifadelerinden anlaşılır. Nefsine, heveslerine hâkîm ol. Sana helal olmayan hususlarda nefsine karşı, cimri ol. Zira bu suretle nefsine cimri olmak nefsin sevdiği ve sevmediği şeyler hakkında nefisten intikam almak demektir. Halkına karşı merhamet, mahabbet, iyi muamele ile kalbini doldur. Sakın onlara karşı ganimet yiyici bir aslan kesilme! Halk iki sınıftır. Ya senin din kardeşin, yahud hılkatte bir eşindir. Onlardan insanlık icabı hatâ sâdır olur, illetlere, huylara düçar olurlar. Ellerinden kasden veya hataen bazı şeyler zuhur eder. Sen Allahü teâlâdan af ve müsamaha dilediğin gibi sen de onları af veyle, iyi muamelede bulun. Sen onların üzerine hakimsin. Senin üzerinde de emirilmümin var. Onun üzerinde de Cenab-ı Allah vardır ki, halkın işlerini idareye seni o memur eyledi. Kendini Allah'ın dinine muhalefete, zulüm ve haksızlığa yöneltme. Sonra Allah'ın gadabına uğrarsan, sen nefsini müdafaaya takat getiremezsin. Sakın hiçbir affından dolayı pişman olma. Cefâ verince de mesrur olma. Kaçınma imkânını bulduğun müddetçe hiçbir tehlikeye atılma. Bir de sakın "Ben kudret sahibiyim, emrederim, itaat ederler!" deme. Çünkü bu, kalbe fesat, dine zaaf verir. İnsanı mağrur eder, gurur da helake götürür. Sahip olduğun makam sende gurur ve kibir hasıl ederse, üzerindeki Allah'ın kudretini düşün.. Kendiliğinden kâdir olamayacağın şeylerde O'nun kudretini hatırla ki, bu düşünce senin yükseklerde uçan bakışını yere indirir, şiddetini giderir. Seni bırakıp giden aklını başına getirir. Nefsin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, yönettiklerin içinde kendilerine meyil beslediklerin hakkında, Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı adaletten kat'iyyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Allah'ın kullarına zulmedenin davacısı Allah'tır. Allah da bir kimsenin hasmı oldu mu, o kimsenin tutunabileceği bütün güçler geçersiz kalır. Kul, zulmüne tövbe edinceye kadar husumet-i ilahiyye devam eder. Zulüm üzere bulunmak kadar Allah'ın nimetini gideren, gadabını çabuklaştıran hiçbir şey yoktur
.
"Sakın büyüklük yarışına kalkışma!"
1 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisine nasihati: "Sakın Allah ile azamet, büyüklük yarışına kalkışma. Allah'a benzemeğe özenme. Çünkü Cenab-ı Hak böylelerini zelil, her mütekebbiri hakîr eder. Zira Cenab-ı Allah, zulüm altında inleyenlerin iniltisini işitmekte, zalimleri görmektedir. Bir iş yapacağın zaman öylesine yönel ki, hakkaniyet itibariyle en makulü adalet itibariyle en şumüllüsü, halkın rızasını celbetme bakımından bütün toplumun hesaba katıldığı iş olsun. Zira halkın hoşnutsuzluğu, birkaç ferdin veya zümrenin arzusunu hükümsüz bırakır. Birkaç kimsenin gazabı ise, halkın rızası, isteği içinde kaynar gider. Kamuoyunu hoşnud edecek kimselere görev ver. Zira o kimselerin kararlaştırıp benimseyecekleri meseleler halkın rızasına muvafık olur. Tatbik edilen hükümet işlerine karşı halkın itiraz hakkı kalmaz ve daima memnun bulunurlar. İyi günlerde yükü ağır basan, kara günlerde yardımı az dokunan, adaletten hoşlanmaz, istemekten usanmaz, verilince teşekkür bilmez kimseler de çıkacaktır. Bunlar için de, İslam adaletinden dışarı sakın çıkma! Halkın ayıplarını araştıran, ortaya döken kimselerden uzak dur. İnsanların ayıplarının örtülmesi herkesten fazla valinin vazifesidir. Binaenaleyh bu ayıpların sana gizli kalanlarını sakın deşme! Senin vazifen muttali olduklarını ıslahtan ibarettir. Sana meçhul kalanlara gelince onlar hakkındaki hükmü Allah verir. Evet, sen halkının ayıbını gücün yettiği kadar ört ki, Allah da senin, halkından gizli kalmasını istediğin şeylerini örtsün. Sakın ne seni zarurete, sıkıntıya, darlığa düşürmek ihtimaliyle korkutarak iyilik etmekten vazgeçirecek cimriyi; ne işlerin büyüklüğü karşısında azmini gevşetecek korkağı; ne de haksızlığa saparak sana ihtirası iyi gösterecek harîsi danışma meclisine sokma! Çünkü cimrilik, korkaklık, ihtiras ayrı ayrı tabîatlerdir ki, bunlar Allah hakkında sui zanna sebep olurlar. Sakın insanların kötüsü ile iyisi senin yanında eşit olmasın. Zira eşitliğin böylesi iyileri iyilikten soğutur, kötülerin de fenalığa meylini artırır."
.
"Müslümanın hangisi hayırlıdır?
3 Mart 2001 01:00
Eshab-ı kiramdan, en çok hadis-i şerif ezberleyenlerden biri de Abdullah bin Amr bin Âs hazretleridir. Bizzat Peygamber efendimizin mübârek ağızlarından işiterek çok ilim öğrenmiştir. Bizzat Peygamberimizden birçok ilimleri öğrenmeye aşırı derecede meraklı idi. O'ndan işittiği her şeyi yazmak için izin istemiş ve aldığı müsâade üzerine pekçok hadîs-i şerîf yazmıştır. Eshâb-ı kirâmdan ençok hadîs-i şerîf rivâyet eden Hz. Ebû Hüreyre, onun ilminin çokluğunu itiraf buyurarak: "Resûlullah'ın hadîs-i şerîflerini, benden çok ezberleyen ve rivâyet eden olmamıştır. Fakat Abdullah bin Amr, benden daha çok ezberlemiştir. Çünkü o, yazıyordu. Ben yazmamıştım" dedi. Abdullah bin Amr'ın, Resûlullah'tan her işittiğini yazdığını gören Eshâb-ı kirâmın ileri gelenleri, ona: "Sen Resûlullah'tan her şeyi yazıyorsun. Halbuki Resûl-i Ekrem bazan gazab, kızgınlık halinde, bazan da sevinçlilik halinde bulunup söz söyleyebilir." dediler. Bunun üzerine Hz. Abdullah, işittiklerini yazı ile kaydetmek hususunda tereddütte kalmış ve meseleyi Resûl-i Ekrem'e arzetmişti. Resûlullah efendimiz, Onu dinledikten sonra, buyurdu ki: "Yazmaya devam et! Çünkü, Allahü tealâya yemin ederim ki, ağzımdan hak (yani doğru, gerçek) Olandan başka bir şey çıkmamıştır." Resûlullah'tan işittiği bütün hadîs-i şerîfleri, "Sahife-i Sâdıka" adı verilen bir kitapta toplamıştır. Bu eserinde, bizzat Resûlullah'tan işiterek aldığı hadîs-i şerîfler mevcuttur. Kendisine bir suâl sorulduğunda, yazdıklarına bakararak cevap verirdi. Bir gün kendisine, Kostantiniyye (İstanbul) ve Roma şehirlerinden hangisinin daha evvel fethedileceği soruldu. Hz. Abdullah suâli dinledikten sonra bir sandık getirtmiş ve şu cevabı vermişti: "Bir gün Resûlullah'ın etrafında oturmuş, hadîs-i şerîf yazıyorduk. Derken Resûl-i Ekrem'e şöyle soruldu: Kostantiniyye veya Roma şehirlerinden hangisi daha evvel feth edilecek? Resûlullah buyurdu ki: "En önce Herakliyus'un şehri olan Kostantiniyye (İstanbul) feth olunacaktır." Bir gün kendisine, "Şerrin en fenası ve hayrın en iyisi hangisidir?" dediler. Buyurdu ki: "Hayrın en iyisi doğru söz, kötülüğü düşünmeyen kalb ve itaat eden hanımdır. Şerlerin de en fenası yalan söz, fena kalb ve itaat etmeyen hanımdır." Kendisi şöyle bildiriyor: "Bir gün Resûl-i Ekrem'e, "Yâ Resûlallah! Müslümanın hangisi hayırlıdır?" diye sordum. Buyurdular ki: "Fakirleri doyuran, tanıyıp tanımadığı her Müslümana iltifat eden."
.
"Gerçeği bilseydiniz çok ağlardınız!"
4 Mart 2001 01:00
Eshab-ı kiramın meşhurlarından Abdullah bin Amr hazretleri son derece cömert idi. Eline geçen her şeyi hemen dağıtırdı. İlme de çok önem verir, Resulullahtan öğrendiği bilgileri yayardı. Bunun için dinin öğrenilmesinde önemli bir görevi ifa etmiştir. İbadete çok önem verirdi. "Çok ağlayın! Ağlayamazsanız, ağlamaklı bir halde bulunun. Eğer hakikati bilseydiniz, sesiniz kesilinceye kadar ağlar ve beliniz kırılıncaya kadar namaz kılardınız." buyururdu. Anne baba hakkının önemi ile ilgili şunları anlattı: Bir gün birisi Resûl-i Ekrem'e geldi ve: " Geride ana ve babamı ağlar bıraktım, sana geldim" dedi. Resûl-i Ekrem ona "Geri dön, onları ağlattığın gibi güldür." buyurmuştur. Birisi de Resûl-i Ekrem'e gelip, cihad için müsâade istemişti. Resûl-i Ekrem sordu: "Senin ebeveynin (annen, baban) hayatta mı?" Gelen adam: "Evet", dedi. Resûl-i Ekrem emretti: "Dön ve onlara bak." Abdullah bin Amr hazretleri bunlar gibi çok hadis-i şerif bildirmiştir. Bildirdiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları da şunlardır: "İlmin azalması, âlimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar." "Cebrâil bana komşu haklarından o kadar çok bahsetti ki, komşunun komşuya mirasçı olacağını zannettim." "Namazı şartlarına uygun olarak kılanlara, o namaz kıyâmet günü delil ve kurtuluş olur. O'na devam etmeyenler kıyâmet günü perişan olurlar." "Cemâatle namaz kılmak için yola çıkan kimsenin, attığı her adımda bir günahı silinir ve amel defterine bir sevâb yazılır." "Allaha ve âhiret gününe imân eden, misafirine ikram etsin. Allaha ve âhiret gününe inanan, komşusuna hürmet etsin. Allaha ve âhiret gününe imân eden, hayrı söylesin, yahut sussun." "Cehennemden uzaklaşıp, Cennet'e girmek isteyen kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyleri başkasına yapsın." "Dört sıfata sahip olduktan sonra dünyadan başka bir şey kazanamadığına ehemmiyet verme! Bunlar, emaneti muhafaza etmek, sözün doğrusunu söylemek, güzel huylu olmak, afif olmak."
.
"Danışmanlık yapacakların en kötüsü"
5 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisi'ne nasihati: "İşlerinde istişare edeceğin, danışacağın kimselere dikkat et! Sana danışmanlık yapacak kimselerin en kötüsü senden evvel şerlilerle beraber olan, onların suçlarına ortaklık eden kimselerdir. Böyleleri kat'iyyen senin çevrende olmamalı; çünkü bunlar canilerin yardakçıları, zalimlerin dostudur. Zalime zulmünde, günahkâra cürmünde yardım edenlerden uzak dur! Şerlilerden uzak olan böylelerinin yükü en hafif, yardımı en çok, sana şefkati herkesinkinden ziyade, senden başkasına mahabbeti o nisbette az olur. Bu gibilerini kendine yakın bulundur. Sonra bu adamların içinde en ziyade beğeneceğin kişi de sana acı hakikatleri herkesten ziyade söyleyen olmalıdır. Bu kişi sende, Allahü teâlânın razı olmadığı bir şey görse, bundan seni uzaklaştıramasa, hoşuna gideceğini gitmeyeceğini hiç düşünmeden seni terketmeyi göze alsın. Bilmiş ol ki, idarecinin halkının hüsn-i zannına en çok sebeb olan şey, kendilerine iyilikte bulunması, yüklerini hafifletmesidir. Hüsn-i zan edersen birçok yorgunluklardan kurtulursun. Sonra hüsn-i zannına en çok lâyık olan senin hakkındaki tecrübeleri iyi çıkanıdır. Sû-i zannına en layık olanı da hakkındaki tecrübeleri fenâ çıkanıdır. Müslümanların canı mesabesinde olan büyükleri tarafından işlenerek herkesin ülfet ettiği, halkın güzelce tatbik ettiği sünneti, güzel bir âdeti sakın kaldırayım deme. Bu sünnetlerin herhangi birine aykırı gelecek yeni bir yolu ihdâsa da asla yanaşma. Çünkü bu bidat devam ettiği müddetçe bunun vebali senindir. Memleket meselelerine uygun gelen tedbirleri tesbit ve senden evvelki insanlara doğruluk temin eden sebepleri yerine getirme hususunda sık sık ulema ile müzakere et, ileri gelenlerle sohbetlerde bulun. İnsanlar hakkındaki bütün kin düğümlerini çöz. Seni intikama doğru sürükleyecek iplerin hepsini kes, sence açıklık kazanmamış şeylerin tümünü anlamamış görün. Şunu bunu çekiştiren gammazların sözüne sakın inanıverme. Çünkü gammaz ne kadar saf görünürse görünsün yine hilekârdır..
.
"Hak edenleri taltif et!"
6 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisine nasihati: "İdareciler için memlekette adaletin kaim olmasından, bir de halkın kendisine karşı mahabbet göstermesinden daha büyük teselli sebebi yoktur. Zira yürekler selamette olmadıkça ortaya sevgi çıkmaz. Sonra askerin senin hakkındaki güveni, ancak emirlerinden memnun olmalarıyla, onları bir yük gibi görüp bir an evvel başlarından çekilmelerini istememeleriyle kaimdir. Sen, kendilerine ümid sahası aç. Övgüye müstahak olanları taltif etmekte, büyük olaylar yaşamış olanların başından geçenleri dile getirmekte kusur etme. Zira bunların kahramanlıklarını sık sık anmak şecaat erbabını galeyana, mücadelede tereddüt edenleri de gayrete getirir. Sonra bunlardan her birinin fedâkârlığını iyice tanı. Hem sakın birinin hizmetini başkasıyle beraber zikretme. Kimseye de gösterdiği şecaatle münasib düşmeyecek düşük bir paye verme. Bir de mevkiinin büyüklüğü bir adamın ufak hizmetini büyük görmene, mekviin küçüklüğü bir adamın kıymetli hizmetini küçük görmene asla sebep olmamalı. Sonra altından kalkamadığın yükleri, gözüne kestiremediğin, gücün yetmeyeceği işleri Allah'a ve Resûlüne havale et. Cenâb-ı Hak hidayete ermesini dilediği bir kavme: "Ey iman edenler! Allah'a ve Resûlüne ve sizden olan ulu'l-emr'e itaat edin. Şayet bir şeyde anlaşamaz iseniz onu Allah'a ve Resûlüne havala edin!" buyuruyor. Allah'a havale etmek demek, emirlerine sarılmak demek, Resûlüne havale etmek demek, O'nun her an toplayan, tefrikaya meydan vermeyen sünnetine uymak demektir. İnsanlar arasında hüküm için öyle bir adam seç ki, sence halkın en değerlisi olsun, işden sıkılmasın, mahkemede duruşmaya gelenlere sinirlenerek inada kalkışmasın, hatasında ısrar etmesin, hakkı gördüğü anda hatadan döneceği yerde dili tutulup kalmasın, hiçbir zaman tamah ettiği menfaatin kaybolacağı endişesine düşmesin, meseleyi künhüne varıncaya kadar anlamadıkça, birdenbire hasıl ettiği kanaati kafi görmesin. Şüphe konusunda en fazla temkinli davranır, delillere en ziyade sarılır, hasmın müracaatından en az usanır, işlerin açığa kavuşmasını sabırla bekler, hükmün açığa kavuşmasında kati kararını verir, medhetmekle şımarmaz, iltifatı ile eğilip bükülmez olsun. Şu da bir gerçektir ki, böyleleri de pek azdır."
.
"Bencil kimselere görev verme!"
7 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisine nasihati: "Yönetimde görev verdiğin kimselere dikkat et, geçmişini araştır, kendilerini iş başına ondan sonra getir. Tarafgirlik, bencillik hissiyle kimseye vazife tevdî etme. Çünkü bu iki tavır haksızlık ve hıyanete sevkeder. Bir de işin için iyi bilinen ailelerden yetişmiş tecrübe ehli, hayâ, sahibi, İslâma hizmeti geçmiş adamları araştır. Zira ahlâkı en dürüst, namusu şerefi en sağlam, tamahın cazibesine en az kapılan, işin sonunu en doğru gören kimseler onlardır. Geçim imkânlarını da geniş bir surette temin et. Böylece elleri altındaki şeylere el uzatmaktan o sayede uzak kalırlar. Bundan başka şayet emrine muhalefet ederler, yahut emaneti sakatlarlarsa, senin için aleyhlerinde kullanacak bir huccet olur. Sonra bunların icraatını takib et. Arkalarından vefalı, güvenilir kimselerden gözcüler gönder. Zira işleri nasıl gördüklerini gizlice öğrenmek, emaneti muhafazalarına ve halk hakkında yumuşaklık ile muamelelerine sebeb olur. Yardımcılarına karşı da ihtiyatlı bulun. Şayet içlerinden biri, elini hıyanete uzatır ve gözcülerinin vereceği haberler adamın bu hıyaneti üzerinde toplanacak olursa, şehadetin bu kadarını kâfi görerek yanından uzaklaştır. Şayet halk, yükün ağırlığından, yahut bir âfetten, yahud yağmurların, suların kesilmesinden, yahut toprakların su altında kalmasından, yahut kuraklık istilasından şikayette bulunurlarsa tesirini umduğun bütün vasıtalara müracaatla dertlerini hafifletmeğe çalış. Bu hususta hiçbir fedakârlık sana kat'iyyen ağır gelmesin. Zira o bir sermaye ki, memleketlerini imara sarfetmek için sana iade edecekler. Fazlaca memnuniyetlerini ve övgülerini kazanacaksın, haklarında gösterdiğin adaletten dolayı iftihar duyacaksın. Hem sen bu sermayeyi fazlasıyle vereceklerine güvenerek veriyorsun. Zira kendilerini refaha kavuşturduğun için biriktireceklerine adalet ve merhametle muamelen sebebiyle senden emin olduklarına itimatın vardı. Evet günün birinde yardımlarına muhtac olacağın bir hadise zuhur eder. Bakarsın ki hatır hoşluğuyla bütün yükü üzerlerine almışlar, taşıyorlar, vazifeyi memnuniyetle yerine getiriyorlar. Halk tahammül sahibidir; yüklediğin kadarını götürebilir.
.
İşlerinin başına en iyileri getir
8 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisine nasihati: "Memurların haline dikkat et. İşlerinin başına en iyilerini getir. Öyle kimseler bul ki, soyu temiz, ahlâkı düzgün olsun. Gördüğü itibar ile şımarmayıp başkalarının yanında sana karşı gelmeğe cüret edenlerden, olmasın. Uhdesine tevdi edilmiş işler itibariyle nasıl bir mevkide olduğundan bihaber bulunmasın; zira kendi kıymetini bilmeyen başkasının kıymetini hiç bilmez. Sonra bunları seçerken yalnız simalarını tedkikin, bir de hüsn-i zannın kâfi gelmemeli. Çünkü insanlar daima sun'î davranışlar ve güzel hizmetler göstererek görünüşe hükmeden idarecilerin gözüne girebilirler. Halbuki işin ötesinde ihlâslı değildirler, ikiyüzlülük ederler. Onun için senden evvelki salih idarecilere hizmet etmiş olanları araştırarak halk arasında en iyi intiba bırakmış, emin insanlar olarak en ziyade tanınmış olanlarını seç. Böyle bir hareket senin Allahü teâlâya ve kendisinden görev aldığın kimseye karşı ihlasını gösterir. Bir de işleri tasnif ederek her sınıfın başına bu kabilden birini geçir ki, iş büyük olursa altında ezilmeyesin, çok olursa toplamasını bilemeyip beceremeyip dağılmayasın. Şayet memurlarının hatasını görür de aldırmazsan kendin kaybedersin. Sonra ticaret ve san'at erbabı gibi bir kısmı oturduğu yerde çalışan, bir kısmı şuraya buraya mal götüren, bir kısmı elinin emeğiyle geçinen kimselere iyi muamele et ve başkaları tarafından da o suretle muamele edilmesine dair tavsiyelerde bulun. O hayır ve menfaati senin toprağındaki, denizindeki, ovalarındaki, dağlarındaki uzak yerlerden ve başkalarının gidemeyeceği, yahut cür'et edemeyeceği mevkilerden getiriyorlar. Bunlar memleket için barış ve selamet adamlarıdır. Ne gâile çıkarmalarından korkulur, ne fesatlarından endişe edilir. Kendilerinin gerek nezdindeki, gerek memleketinin diğer cihetlerindeki işlerini takip et. Şurasını da bil ki bunların çoğunda aşırı bir tamah, çirkin bir hırsla beraber menfaatlerde, ihtikâr, alım-satımda hile olur. Bu ise halk için zarar, idareci için ayıptır. Binaenaleyh bunlara mani ol. Göz yumma!"
.
Abdullah bin Mes'ud'un son sözleri
9 Mart 2001 01:00
Abdullah bin Mes'ud hazretleri, Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından ve İslâma gelenlerin altıncısıdır. Genç iken imân etti. Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri ezberlerdi. İki kere Habeşistan'a ve Medine'ye hicret etti. Bütün gazâlarda ve Yermük muhârebesinde bulundu. Cennetle müjdelendi. Abdullah ibni Mes'ud, Peygamberimizin müşaviri olup, her zaman Peygamberimizin huzuruna hatta evine girmeye izin verilmiş, eshâbın seçilmişlerinden idi. Her zaman Resûlullahın yanında bulunarak Kur'ân-ı kerîmi iyi öğrendiği gibi pek çok hadîs-i şerîf de dinlemiş ve ezberlemiştir. Abdullah bin Mes'ud, Resûlullahın sünnetine tamamen uyardı. Son derece misafirperverdi. Çok namaz kılardı. "Ben nafile oruç tutunca namaza zayıf kalıyorum. Halbuki namaz benim için nafile oruçtan daha kıymetlidir." derdi. Adalete çok dikkat ederdi. Buyururdu ki: "Zalimi seven kimse, Kâbe'de 70 yıl ibâdet etse, yine de kıyamet günü Allahü teâlâ onu o zalim ile beraber bulunduracaktır." Bir gün kendisine: "Ey İbn-i Mes'ud! Emri bil-mâ'rûf ve nehyi ani'l-münker'e riâyet etmeyenler helâk olur" demişlerdi. O da "Hayır, kalbini ma'rûf ile doldurmayanlar helâk olur" cevabını vermişlerdir. İbn-i Mes'ud, Hazreti Osman'ın hilâfetine kadar Kûfe'de kalıp, O'nun daveti üzerine Medine-i Münevvere'ye döndü. Altmış yaşları civarında hastalandı. Rüyasında Peygamberimizi görmüş, Resûlullah onu kendi tarafına davet etmiş, o da bu daveti büyük bir şevkle kabul etmişti. Bundan çok az bir zaman sonra da vefat etti. Bakî' mezarlığına defnolundu. Abdullah bin Zübeyr ve oğlu Abdullah techiz ve tekfin etmişler ve bütün vasiyetlerini yerine getirmişlerdir. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırmış, Osman bin Maz'un da kabre koymuştur. Hastalandıkları zaman Hazreti Osman hususî olarak yanına gelip, "Allahü teâlâya kavuşma halin yakın; bir sıkıntın, şikâyetin, isteğin var mıdır?" dedi. Cevâben: "Günahımdan şikâyet ediyorum, rahmet-i ilahiyyeyi isterim" buyurdular. "Bir tabib getirelim mi?" deyince "Hacet yok, beni hasta eden Tabîbdir" cevâbında bulunmuştur. Abdullah İbn-i Mes'ud hazretlerinin kız evlâdı çoktu. Hazreti Osman'ın; "Kızlarınıza ne bıraktınız? Onların geçimleri dardır." demesiyle "Ben onlara Vâkıa' sûresini öğrettim. Ben Cenâb-ı Peygamberden işittim ki: "Her kim geceleri, akşamdan sonra, Vâkıa'sûresini tilâvet ederse fakirliğe, darlığa duçâr olmaz." cevabını vermiştir.
.
Laura'nın huzurlu evlilik reçetesi (1)
9 Mart 2001 01:00
Aktüel dergisinde Eda Göklü'nün bana çok enteresan gelen bir yazısı dikkatimi çekti. Bunu yorumsuz olarak siz değerli okuyucularımın bilgisine sunmak istedim. Tabii ki buna katılan da olacak katılmayan da. Fazla merakta bırakmadan, şimdi sizi Eda hanımın bu yazısıyla baş başa bırakayım: "Laura Doyle'un da en büyük isteği evliliğinin iyi yürümesiydi. Ama kocasının daha romantik, anlayışlı, açıkçası tam da "kendi istediği gibi" olmasını beklerken o tam tersi bir tavır takınınca, yalnız ve mutsuz bir kadın oldu giderek. O da radikal bir kararla, hayatında ilk kez, kontrolü tamamen erkeğinin ellerine bıraktı. Aslında pes etmişti; ne onun dediklerine karşı geliyordu, ne de kararlarını eleştiriyordu. Akşam programlarını bile ona bırakmıştı onca yıl sonra. Ve beklenmeyen bir şey oldu: Hep hayalini kurduğu erkek karşısındaydı... Kocası da, evliliği de değişmişti. Yıllar boyunca kadınların erkeklerle eşit olmak için savaşmaları, bunun için direnmeleri boşunaydı sanki. 37 yaşındaki reklam yazarı Doyle, kendisinden on yaş büyük Internet tasarımcısı eşi John Doyle ile yıllar sonra yeniden mutlu olabilmelerini "kocasına teslim olmanın" sağladığını söylüyor. Hem de cinsellikten duygusallığa uzanan çok geniş anlamda bir teslimiyet onun sözünü ettiği: "Bütün gayeniz kocanızı memnun etmek olsun, kendiniz için bir beklentiniz olmasın!" diyor kadınlara. Bu karara nasıl vardı? Hikâye bundan altı yıl önce, Laura ve John Doyle'un evliliklerinin dördüncü yılında başlıyor. Birşeylerin yolunda gitmediğini fark eden ve son çare olarak grup terapileri ile Amerikalılar'ın buluşu tipik "evliliği kurtarma" seminerleri arasında koşturup duran Laura, buradan da bir netice alamayınca en sonunda asıl yöntemin büyükannesininki olduğuna karar verir. Mutlu bir evliliğe giden yolun, kocasının söylediği herşeye "evet" demekte gizli olduğunu keşfeder. Bu büyük "buluş"tan itibaren, ilişkilerindeki herşey tam tersine dönüyor. Terapistlerin sürekli tekrarladığı "sorunları konuşup tartışarak çözümleme"nin büyük bir yalan, ilişkide sözü geçer bir birey olarak ayakta kalmaya çalışmasının baştan kaybedilmiş bir savaş olduğunu görüyor çünkü. Yaşayarak bulduğu bu yeni metod, önce onun evliliğini kurtarıyor. Sonra da başka mutsuz kadınlara tutku ve aşk dolu evliliğin ipuçlarını vermeye soyunuyor. Laura'nın, "Kocasına Teslim Olan Eş" kitabı, binlerce Amerikalı kadının ardından bugünlerde İngiliz kadınların da elkitapçığı olma yolunda. Simon&Schuster tarafından birkaç ay içinde İngiltere'de satışa çıkarılacağı açıklanan kitabın bu yeni atılımı, Laura'nın Avrupa çıkarması olarak da yorumlanabilir aslında: Çünkü kitabı kaleme aldığı günden bu yana kocalarıyla istedikleri diyaloğu kuramayan 1000'in üstünde Amerikalı kadına seminerler düzenleyen Laura, uzun bir Avrupa turnesine hazırlanıyor şimdi. Bu seminerler ne işe yarıyor diye sorarsanız, cevap Laura Doyle'un izinden gidip evliliğinde mutluluğu yakalayan "kocasına teslim olmuş" kadınlardan geliyor: "Bu seminerler sonrasında farkına vardım ki aslında evliliğimdeki en büyük sorun benmişim" diye anlatıyor Carole Fitzgerald. Evliliğinin bir batağa saplandığını görünce bir arkadaşının tavsiyesi üzerine Laura Doyle'un seminerine katılmış ve hayatı değişmiş. "Olaylara başka bir açıdan bakmayı öğrendim. Kocamı olduğu gibi kabullenip ona her anlamda güvenmem gerektiğini kavradım" diyor Bayan Fitzgerald ve ekliyor: "Bir zamanlar aşık olduğum bir adamı değiştirmeye çalışmam çok saçmaydı aslında." Artık huzurlu ve mutlu..
.
Laura'nın huzurlu evlilik reçetesi (2)
10 Mart 2001 01:00
Laura Doyle'nin "Huzurlu" bir evlilik ile ilgili "Deneme yanılma" metoduyla elde ettiği tespitlerine bugün de devam: "Eğer kendinizi kocanızdan daha üstün görüyor; kocanız söylediğiniz her şeyi yaptığı takdirde sorunların biteceğine inanıyor ya da o küçük bir erkek çocuğuymuşçasına anne tavrı takınıyorsanız Laura Doyle'a göre sizin de eğitilmeniz gerekiyor. Çünkü bu seminerler sizin yeniden beraber gülebilmenizi; para konusunda tartışmaların son bulmasını; dahası yeniden kocanızla büyük bir aşk yaşamanızı sağlayacak! Laura Doyle, kendini hâlâ bir feminist olarak tanımladığını söylüyor ve açıklıyor: "Çünkü teslim olmak demek erkeğin kölesi olmak anlamına gelmiyor. Feministlikte gaye kadının, menfaati, huzuru ise bunlar fazlasıyla sağlanıyor bu metot ile..." Metodunu şöyle savunuyor: "Hayatım boyunca John'a ne yapması gerektiğini söyledim. Ama ben üsteledikçe, o kendisini geri çekti ve isteklerimin tam tersini yapmaya başladı." Onu çıldırtan da bu tepkisel tavır olmuş zaten. Şimdi ise çok mutlu; çünkü elbisesinden yemeğine kadar her şeyi artık John seçiyor. Ve sorumluluk duygusundan feragat ettiği gibi onu suçlamaktan da vazgeçerek iç huzuruna kavuşmuş Laura Doyle. Şimdi sıra diğer mutsuz eşlerde... Laura Doyle'un kuralı "sen nasıl istersen..." Birçok kadın için telaffuz etmesi zor bir cümle. Ama tabii ki insanın kendini kocasına teslim etmesinin de kuralları var; en başta tüm alışkanlıklarınızdan ve tavırlarınızdan vazgeçmeniz gerekiyor. "Tek bir tarafın teslimiyeti ürkütücü gelebilir belki ama ödülün mutlu ve tutkulu bir evlilik olduğu düşünülürse hiç de korkmaya gerek yok" diye anlatıyor Doyle. Referans olarak "Rutgers Ulusal Evlilik Projesi" tarafından kısa süre önce açıklanan bir araştırma sonucunu gösteriyor: Bu araştırmaya göre Amerika'daki evliliklerin yüzde 50'si boşanmayla sonuçlanıyor. Geriye kalan yüzde 50'nin yarısını ise mutsuz olmalarına rağmen evliliği yürütmeye çalışanlar oluşturuyor. O yüzden mutluluk hayalleriyle evlenen insanların bir arada kalabilmeleri ve bu beraberlikten huzur duyabilmeleri için birilerinin fedakârlık yapması şart. Bahsi geçen fedakârlıklar ise Laura'ya göre aslında basit şeyler: Dırdır etmeyin, kocanızın ne giyeceğinden nasıl konuşacağına kadar hiçbir şeyine müdahale etmeyin, onun her an peşinde koşturup duran annesi değil arzuladığı kadını olun. Tabii tüm bunları bir sabah uyanıp yapmak kolay değil. Öncelikle yapılması gereken bugüne kadar kadınların nasıl davranması gerektiği konusunda söylenen herşeyi unutmak. Tüm bu "yapılması gerekenler listesi" ne kadar garip gelse de anlaşılması kolay ama uygulaması bir o kadar zor maddeler içeriyor. İşte mutlu evliliğin kapısını açacak "altın kurallar...": Eğer gönüllü bir teslimiyetçiyseniz kesinlikle kocanızın hatalarını "düzeltmemeyi" öğrenmelisiniz. Her isteğine evet demelisiniz. Çünkü, her zaman 'evet' diyebilecek arzulu bir kadındır onun hayalini kurduğu." Ama önemli bir noktayı da es geçmemek lazım. Laura'nın sözünü ettiği "teslim olunası erkekler"in tacizkâr, sapık ya da dengesiz olmaması gerekiyor. Size ya da çocuğunuza fiziksel şiddet uygulayan, uyuşturucu bağımlısı, güvenliğinizi tehdit eden ya da sadece güven hissi uyandırmayan erkeklerden uzak durmanızı tavsiye ediyor Laura. "Bu tarz erkeklere 'teslim olmak' bir yana, ondan derhal ayrılın" diye uyarıyor. Karar bu noktada size kalmış. "Boşanma oranlarının böylesine arttığı bir dönemde Laura sayesinde evliliğimi kurtardım" diyenlerin sayısı hiç de az değil. Tek yapmaları gereken ise kocalarına sonsuz bir güvenle kendilerini bırakmak..." Tel: 0 212 - 454 38 00 Faks: 0 212 - 454 38 29
.
"Sen muallim olacak bir gençsin!"
10 Mart 2001 01:00
Abdullah bin Mes'ud hazretleri, Resûlullahın huzurunda, meclislerinde sık sık bulunurdu. O derece ki Resûl-i Ekrem'in Ehl-i Beyt'inden olduğu sanılırdı. Resûlullahın eşyalarını taşırdı. Onlara hürmetinden çok güzel giyinirdi. Resûlullahın hususi hizmetinden ve O'na yakınlığından meclisine müsâadesiz girerdi. Her emrini yerine getirirdi. Resûlullah Onun için, "Sen muallim olacak bir gençsin" buyurmuştur. 70 sûreyi Resûlullahın mübarek ağızlarından işiterek ezberlemiştir. Âsım, Hamza, Kısâi, Halef, A'meş gibi meşhur kıraat imamlarının silsilesi İbni Mes'ud'da son bulmaktadır. Peygamber efendimiz, Abdullah bin Mes'ud'u Kur'ân-ı kerîm öğretenlerin başında sayardı. "Kur'an-ı kerîm'i, İbni Mes'ud, Sâlim, Ubey bin Ka'b ve Muaz bin Cebel'den öğrenin!" buyururdu. Resûl-i Ekrem Kur'ân-ı kerîm'i ondan dinlemeyi çok severdi. Sesi çok güzel idi. Bir gün, "Nisa sûresini oku, dinleyelim" buyurdu. İbni Mes'ud, "Kur'ân-ı kerîm size indi. Biz onu sizden okuduk ve sizden öğrendik" dedi. Resûl-i Ekrem, "Evet öyledir. Fakat ben Kur'ân-ı kerîmi başkasından dinlemeyi severim" buyurdu. İbni Mes'ud okumaya başladı. 41. Âyet-i kerîme olan, "Halleri ne olacak! Her ümmetten şahid getireceğimiz, seni de onların üzerine şâhid getireceğimiz zaman..." âyet-i kerîmesine gelince, Resûlullah'ın mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. İbni Mes'ud gençliğinde fakir idi. Bundan dolayı Ukbe bin Ebi Huayf'ın koyunlarını güderdi. Bir gün koyun güderken Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir ile karşılaştı. Peygamberimiz "Ey genç, içmemiz için sütün var mı?" diye sordular. Olmadığı cevabını alınca; Peygamber efendimiz hiç yavrulamamış bir koyunun memesini mübarek elleri ile sıvazladı ve bir duâ okudu. Koyunun memeleri derhal süt ile doldu. Hz. Ebû Bekir derince bir toprak çanak getirdi. Peygamberimiz onun içerisine süt sağdı. Kendisi içti, sonra Hz. Ebû Bekir içti, sonra İbni Mes'ud içti. Sonra Peygamberimiz "Çekil, büzül" buyurdular. Koyunun memeleri büzüldü, eski halini aldı. Bundan sonra Abdullah bin Mes'ud, Resûlullahın yanına geldi. "Yâ Muhammed o söylediğin sözden bana da öğretir misin?" dedi. Resûlullah İbni Mes'ud'un başını sıvazladı ve "Allahü teâlâ sana rahmet etsin. Sen (hakkı) öğrenebilecek bir çocuksun" buyurdu. Abdullah İbni Mes'ud hemen orada Müslüman oldu. Böylece altıncı olarak imân etmiş ve Sâbikûn-ı evvelîn (ilk Müslüman olanlardan) olmuştur.
.
"İktisâda riayet eden fakir olmaz"
11 Mart 2001 01:00
Abdullah ibn-i Mes'ud hazretlerine Resûlullah sorulduğu zaman tir tir titrer ve ter içinde kalırdı. Çünkü O'nun hakkında yanlış bir şey söylemekten korkardı. Konuşurken gayet yavaş, ihtiyatlı, ağır ağır ve sözlerini düşünüp tartarak konuşurdu. Vücudları çok zayıf, bacakları ince idi. Resûl-i Ekrem, bir gün Eshâba hitâben: "Siz İbn-i Mes'ud'un vücutca zayıf olduğuna bakmayın, mizânda hepinizden ağırdır" buyurdular. Hikmetli veciz sözleri çoktur. Bunlardan bazıları: "İnsana helaldan olan fakirlik hali, haramdan gelen zenginlikten hayırlı olmadıkça, imânın hakikatine vâsıl olamaz." "Kâmil insan, övüldüğü veya kötülendiği vakit hali değişmeyendir" "Hayır eken büyük mahsul alır. Şer eken nedâmet biçer. "Dünyada büyük fenâlık şirret-i lisandır (kötü dilli olmak) " "Sıkıntısı olan kimse, çok istiğfâr okusun." "Bir gün Peygamber efendimiz bize bir doğru çizgi çizdi ve "Bu, insanı Allahü teâlânın rızâsına kavuşturan doğru yoldur" buyurdu. Sonra, bu hattın iki tarafına, balık kılçığı gibi, eğik çizgiler çizip, "Bunlar da, şeytanların saptırdığı yollardır" buyurdu. O halde, bir kimse Peygamberlere, sünnete tabi olmadan, doğru yolda yürümek isterse, muhakkak eğri yola sapar. Eğer eline bir şeyler geçerse istidracdır. Ya'nî sonu zarar ve ziyandır. Peygamber efendimizden bizzat işiterek bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları da şunlardır: "İktisâda riayet eden fakir olmaz." "Said olan kimse başkalarından nasihat alandır." "Dünyayı âhirete tercih eden kimseye Allahü teâlâ üç tane belâ verir: Kalbinden hiç çıkmayan sıkıntı, hiç kurtulamayacağı fakirlik ve doymak bilmeyen hırs." "Allahü teâlâ dünyayı, sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhireti ise ancak sevdiğine verir." "İki şeyden birine kavuşan insana gıbta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsan eder ve bu da her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını Allahü teâlânın razı olduğu, beğendiği yerlerde harcar."
.
"Fakirlerin hakkını gözet!"
12 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisine nasihati: "Her türlü çareden mahrum fukara ve biçareler ile felaketzedeler, kötürümler hakkında Allah'tan korkmalı, hem çok korkmalısın! Bu tabaka içinde halini söyleyebilen de var, söyleyemeyen de var. Allahü teâlânın bunlara ait olmak üzere muhafazasını sana tevdi ettiği hakkı koru. Oradakilere Beytü'l-maldan bir hisse, başka yerlerde bulunanlara da her memleketin fakirler için olan tahsisatından bir hisse ver. Çünkü en uzakdakilerin de, en yakındakiler gibi hakları vardır. Cümlesinin hakkını gözetmek ise sana tevdi edilmiş bir vazifedir. İhtiyaç sahipleri için sırf kendileriyle meşgul olacağın bir zaman ve mekan ayır. Ve hepsiyle beraber otur da, seni yaratan Allah'ın rızasını celbedecek bir tevazu göster. Sakın büyüklenmek seni onlarla meşgul olmaktan alıkoymasın. Zira işlerin önemini layıkıyla yerine getirmeni mazeret sayarak ehemmiyetsizini bırakırsan mazur görülmezsin. Bu sebepten uzakdakileri de düşünmekden geri durma ve o zavallılara karşı yüzünü ekşitme. Yine bunlardan olup nazırların tahkiri, devlet görevlilerinin ağıra almaları yüzünden işleri sana kadar gelemeyenleri araştır. Sırf bunlar için tevazu ve Allah korkusuna sahip emin bir adam tahsis et ki, arada vasıta olsun, işlerini sana bildirsin. Hasılı öyle çalış ki, huzûr-i Bârî'ye çıktığın zaman, "Bütün gücümü sarf ettim" diyebilesin. Halkın bu tabakası adaletli dağıtıma başkalarından ziyade muhtaçtır. Onun için her birinin hakkını vermeğe son derece itina et. Sonra yetimleri ve yaşlı bulunduğu halde hiçbir çaresi olmayan kimselerin geçimlerini üzerine al. Vâkıa bu işler valiye ağır gelir. Lakin ne kadar hak varsa hepsi ağırdır; Allah bunu yalnız o kimselere kolaylaştırır ki, onlar halden ziyade akıbeti düşünerek nefsini tahammüle alıştırır ve kendisi hakkındaki ilâhî ahdin doğruluğundan emin kimselerdir. Halkın sana ulaşamayacağı kimse olma, derdi olan kimse çekinmeden derdini gelip dökebilsin. Ben efendimizden birkaç yerde işittim: "İçindeki zayıfın hakkı güçlüden serbestçe alınamayan bir millet hiçbir zaman kurtulamaz." buyurmuştu. Müminlere merhametli ol. Sakın halkından uzun müddet saklı durma!"
.
"Münasebetsiz sözleri hoş gör!"
13 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisine nasihati: "Halkın münasebetsiz sözlerini, yahut dertlerini anlatmaktaki aczlerini hoş gör. Kendilerine karşı hırçınlık etme, azamet gösterme. Onları incitmezsen Cenab-ı Hak sana rahmetini açar, taatına mukabil sevabını ihsan eder. Verdiğini güler yüzlü, gönül hoşluğu ile ver, vermediğin takdirde kabul olunabilecek özürler dile. Gerçek olan şu ki, niyet halis olmak ve halkın selametine yaramak şartıyle bu meşgalelerin hepsi Allah için iseler de sen yine vakitlerinin en hayırlısını Allah ile arandaki haller için nefsine hasret. Sırf Allah rızası için eda edeceğin taatin en başta geleni de Zât-ı İlâhiye has olan farizaları yerine getirmekten ibaret olsun. Gecende gündüzünde, bedeninde Allah'a ait bulunan kulluk duygusunu ayır ve seni Hakk'a yaklaştıran bu taati, vücuduna her neye mal olursa olsun eksiksiz gediksiz eda et. Şayet namazında halka imam olmuşsan sakın ne bıktıracak ne de bir hayra yaramayacak şekilde kıldırma. Çünkü halkın içinde öyleleri vardır ki, hastalık sahibidir, öyleleri de vardır ki, acele işi vardır. Efendimiz beni Yemen'e gönderirken "Onlara namazı nasıl kıldırayım?" demiştim. "En zayıfının durumuna göre" buyurmuşlardı. Müminlere merhametli ol. Sakın halkından uzun müddet saklı durma. Çünkü valilerin halktan saklanması bir nevi sıkıntı olduktan başka, memleket meselelerine vukuflarını azaltır. Valilerin perde arkasında oturmaları perdenin dışında dönen işlere muttali olmasını engeller. Binaenaleyh nazarlarında hadiselerin büyüğü küçülür, küçüğü de büyür. Güzeli çirkin, çirkini güzel olur. Hak batıl ile barışır. Vali de nihayet beşerdir. Halkın kendi nazarında gizli kalan işlerini nereden bilecek? Hakkın üzerinde nişâneler yok ki ona bakarak doğruluğun her türlüsünü yalanın her türlüsünden ayırmak mümkün olabilsin. Şimdi sen mutlaka iki zümreden birisin: Ya hak yolunda gayret sarfeden gönlü zengin bir adamsın. O halde neye şart olan bir hakkı ödemekten yahud ihsan edici bir harekette bulunmaktan çekinip saklanırsın? Yahut öyle değilsin de cimrilikle müptela bir adamsın. Bu ihtimale göre de halk ihsanından ümitlerini kestikleri gibi istemekten o kadar çabuk vazgeçer ki!. Bununla beraber halk tarafından sana arzedilecek dertlerin çoğu ya bir zulümden şikayet, ya bir muamelede adalet isteği gibi şeylerdir. Bunları halletmek de, senin asli vazifendir!"
.
"Yüzüne karşı övülmeyi isteme!"
14 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'nin Mısır Valisine nasihati: "Sakın kendini beğenme! Sakın nefsinin sana hoş gelen yönlerine güvenme! Sakın yüzüne karşı medholunmayı isteme! Zira iyilerin ne kadar iyiliği varsa hepsini mahvetmek için şeytanın elindeki fırsatların en sağlamı budur. Sonra sakın halkına ettiğin ihsanı başlarına kakma! Yahut yaptığın işleri mübalağalı gösterme! Yahut kendilerine olan vaadinden cayma. Çünkü başlarına kakmak, ihsanı bitirir, mübalağa hakikati söndürür. Vaadinden dönmek ise Hâlıkın da halkın da nefretini celbeder. Cenab-ı Hak, "Böyle sizin yapmadığınız bir şeyi söylemeniz Allah indinde ne menfûr bir harekettir" buyuruyor. Sakın işlere vaktinden evvel atılma. Sakın vakti gelince de aşırı, acelecilik yapma! Sakın açıklık kazanmamış işlerde inat etme, açığa kavuştuğu zaman da gevşeme. Sonra işlerin herbirini yerine koy, işin herbirini yerinde yap. Herkesin ittifak ettiğin noktalarda kendini kayırmaktan çekin! İstihdam ettiğin adamların açık fenalıklarına karşı senden beklenen hareketten habersiz gibi davranma. Çünkü başkasının hesabına sen ceza görürsün. Biraz sonra işlerin üzerindeki perdeler gözlerinin önünde açılır ve mazlumun hakkı senden alınır. Hiddetine, gazabına, eline, diline hakim ol! Ve bunların hepsinden uzak kalabilmek için bâdirelerden geri durup şiddetini tehir et ki öfken geçsin ve irâdene malik olasın. Bundan başka Cenab-ı Hakka rücu edeceğini hatırlayarak endişeye düşmedikçe nefsine hâkim olmak imkânını katiyyen bulamazsın. Akrabalarına menfaat sağlama! Çünkü bunun kârı senin değil onun, arı ise dünyada da ahırette de senindir. Sonra sana yakın veya uzak herkesi hakkı kabule mecbur et. Ve özel yardımcıların ve yakınların için her neye mal olursa olsun bu hususta sebat ve dikkat göster. Nefsine ağır gelecek olan bu hareketin sonunu gözet. Çünkü sonu hayırdır. Şayet halkta senin zulmettiğin kanaati hasıl olmuşsa kendilerine özrünü bildirerek kanaatlerini değiştir. Çünkü bununla hem nefsini kırmış, hem halka yumuşaklıkla muamele etmiş, hem de kendini mazur göstermiş olursun. Böylece onları hak üzerinde dâim kılmaktan ibaret bulunan maksadını da elde edebilirsin...
Hazret-i Ali'nin veciz sözleri
15 Mart 2001 01:00
"Cahil; bilmediğini sormaktan utanmasın. Âlim, içinden tam çıkamadığı bir meselede; en iyisini Allah bilir demekten sıkılmasın..." "Sizin için korktuğum şeylerin en başında, faydasız işlere dalmak ve uzun emelli olmak gelir. Bu insanı, hak yoldan alır. Uzun emelli olmak ise; âhireti unutturur..." "Fakihlerin fakihi odur ki; insanlara Allah'tan ümit kestirmeye... Ve Allah'ın azabından emin kılmaya... Allah'a isyan yolunda taviz vermeye..." "Bilgisiz yapılan ibadette hayır yoktur. Anlayış vermeyen ilimde hayır yoktur. Tefekküre götürmeyen kıraatte Kur'an okumakta hayır yoktur..." "İlim kaynakları olunuz. Gecelerin aydın lambaları haline geliniz. Elbiseniz eski de olsa kalbleriniz yeni ve temiz olsun. Böyle olunca, semalarda yaşayan melekler âlemini görür, yeryüzündekilere anlatırsınız." "Kalbler; içi boş kaplara benzer; hayırlı olan hayırla dolu olanıdır." "Takva; hataya devamı bırakmak ve amellere güvenip aldanmamaktır." "Elinde bol dünyalık varsa; onunla çok ferahlanma... Ve ondan kaybettiğin olursa, hüzne boğulma... Bütün gayretini, ölümden sonrası için harca..." "Dünya, bir cîfedir. Ondan bir şey isteyen, köpeklerle dalaşmaya dayanıklı olmalı." "Kişi, dilinin altında saklıdır! Konuşturunuz; kıymetinden neler kaybettiğini anlarsınız." "Dünya, kâbuslu bir rüya gibidir ki, sahibini sıkıntılı ve huzursuz kılar. Zahirde bal gibi tatlı görünür, fakat içinde öldürücü zehir gizlidir. Zevk-u safâsı varsa da, üzüntü ve keder ile karışıktır." "İyi düşünün, ihtiyatlı bulunun ki, nefis ve geçim sıkıntısı sizi aldatmasın. Herşey fânidir; biter tükenir. İnsan oğlunda ise, yalnız kazanmış olduğu güzel ahlak kalır." "Zenginliğin en iyisi akıl zenginliğidir. En büyük fakirlik de ahmaklıktır. En büyük yalnızlık kendini beğenmektir. En büyük şeref güzel ahlâktır." "Dünya; sonu nimetleri giderip sıkıntıları çeken ve gıdası insan ömrü olan bir dâr-i fenâdır. Verir; fakat verdiğini geri alır. İtaat eder; fakat itaatinde bile bin hile gizler. Görünüşteki güzelliğine aldanan hüsranda kalır." "Akıllı kimse, günahlarını tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir
.
Hedefte, niyette sapma olursa!
16 Mart 2001 01:00
Cenab-ı Hak, insanları kendisi için, canlı cansız diğer varlıkları da insanlar için yaratmıştır. Kur'an-ı kerimde: "Ben, insanları ve cinleri ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım" buyurmaktadır. İnsanın yaratılış gayesi, vazifesi açıkça bildirilince, belli bir mesuliyeti de yüklenmiş oluyor. Bu mesuliyetten, yükten zararsız kurtulmanın yolu da, Cenab-ı Hakkın emir ve yasaklarına uymak, gösterdiği yolda bulunmaktır. Demek ki insanın esas gayesi, yaratılış sebebi bu. Diğerleri bu gayeye ulaşmada birer vasıta. Her işte ihlas, Allah rızası şart. Para, mal, mevki makam hepsi birer vasıta. İnsan esas gayesini, ihlasını unutur, vasıtayı esas gaye yaparsa yaratılış sebebine aykırı hareket etmiş olur. Hatlar karışır; cemiyetin başına olmadık işler gelir. Neler olur? Paylaşım kavgası başlar. İnsanlar daha çok pay alabilmek için, birbirleri ile uğraşmaya, her şeyi mubah görmeye başlar. Yalan, hile, entrika, gıybet, iftira olağan işler haline gelir. İnsanlar bir araya gelince, ekonomiye katkı, dinimizin emir ve yasaklarını öğrenme, öğretme; yaratılış gayesinin gereği olan dine hizmeti en güzel şekilde nasıl yapmak lazım gibi konular konuşulmaz; dedikodular konuşulur. Onun bunun mal varlığı, arabasının modeli, evleri, yazlığı kışlığı, bunları nasıl elde ettiği, kimleri dolandırdığı tartışılır. Bu tür konuşmalar nefsin çok hoşuna gittiği için de dalga dalga yayılır. Kısa zamanda toplumun tamamını kaplar. Acilen bunun önüne geçilmez, bunlar yok edilmezse, bu milletin ayakta kalması mümkün olmaz. Osmanlının yıkılma sebeplerinden birisi de budur. Sadece Osmanlı'nın mı, Bizans'ın, Roma'nın... yıkılmasının sebebi de budur. Biliyorsunuz "Bizans entrikaları" meşhurdur. Olumsuzlukların konuşulmamasını istemek, bunları yapanlara göz yummak, onlara destek olmak demek değildir. Faydası olmadığı, zararı olduğu içindir. Bu tür olumsuzluklar konuşula konuşula toplumda, ye'is, ümitsizlik, korku, istikbalden endişe başlar. Çalışma şevki kırılır. Ticari hayat durur. Haddi aşan yıkıcı tenkitler, karalamalar bir milleti, devleti, müesseseyi yıkmada en etkili metot olduğu için, düşmanlar hep bu yolu takip etmişlerdir. Batı, Osmanlıyı bu yolla yıkmıştır. Milletin içine fitne fesat sokarak, "Artık devlet olarak ayakta kalmamız mümkün değil, biz bittik artık, ayakta kalmak için, esas gayemizi bırakmamız şart" düşüncesini yayıp insanlığa hizmet yolunu bıraktırarak, dünyalığa, lükse, makam mevkiye; bunların dedikodusuna yönlendirmiştir. O zaman, zannedildi ki, böyle hareket edilince, hizmet yapamasak bile, hiç olmazsa ayakta kalırız. Halbuki bu, seraptan su beklemek gibidir. Neticede bilinen akıbete düçar oldu Osmanlı. Çünkü araba, artık sonu uçurum olan yola girmişti. Eğer niyet düzgün olsaydı, ihlas tam olsaydı, imdad-ı İlahi yetişir bu uçurumdan da kurtarırdı cenab-ı Hak. Fakat niyet düzgün olmadığı, hedefte sapma olduğu için nimet tamamlandı. Peki çare ne? Çare belli. Sonunun nereye çıktığı belli yolu terkedip, tarihi tecrübelerle sağlamlığı belli olan, yolcularını selametle hedeflerine ulaştıran yola girmek. Arabadaki hasarları giderip, yaratılış gayemize uygun bir şekilde bir samimiyetle, ihlasla yola devam etmek. Araba doğru yola girince, uçurum tehlikesinden, ümitsizlikten, karamsarlıktan kurtulur toplum. Zamanla dedikodunun, olumsuzlukların etkisi azalır. Bir müddet sonra yok olur. Böylece bataklık kuruyunca, hayatta olan sivri sinekler de yok olmaya mahkumdurlar. Yeter ki biz bataklığı iyi kurutalım, bir daha oluşmasına fırsat vermeyelim. Bütün devletlerin, toplumların müesseselerin hayatiyetini devam ettirebilmeleri veya ettirememeleri, bataklığın varlığına yokluğuna bağlı..
.
Abdullah bin Ömer hazretleri
16 Mart 2001 01:00
Abdullah bin Ömer hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve fıkıh, tefsir, hadîs ilminde en üstün olanlarındandır. Müslümanların gözbebeği Hz. Ömer'ül-Faruk'un oğludur. Abdullah bin Ömer, Peygamber efendimize çok bağlıydı. O'nun yolunda gitmek, ahlâkı ile ahlâklanmak tek arzusuydu. Huzur-u saâdetinden ayrılmak istemezdi. O'nu daima takip ederdi. Resulullah nerede namaz kılsa izini takip ederek oraya giderdi. Beraber namaz kılardı. Sünnet-i seniyeyi yerine getirmek için Resûlullah'ı daima taklit ederdi. Pek çok hâdiseye şâhit olup, hadîs-i şerîf dinlemekle şereflendi. Eshâb-ı kirâm içinde en fazla hadîs-i şerîf rivâyet edenlerden oldu. İbâdet, sohbet ve gazâlarda, Vedâ Haccı'nda hep Resûlullah ile beraber bulundu. Resûlullah'ı görmek, sohbetinde bulunmak, O'na hizmet etme şerefine nail olduğu ve fıtrâten üstün hâllere sahip olması sebebiyle bütün ilimlerde mahir üstad idi. Haram ve şüphelilerden sakınması, ilmi dünyâya düşkün olmaması örnek durumdaydı. Her işte çok araştırıcı, inceleyici ve dikkatliydi. Kur'ân-ı kerîmin tefsîri hususunda sahâbenin ileri gelenlerinden idi. Helala ve harama âit hadîs-i şerîflerin çoğunu O bildirmiştir. İşittiği hadîs-i şerîfleri yazardı. Rivayete göre, bir sohbetinde, "Kıyamet gününde aksaklar diye çağırılacak kişiler vardır" dedi. Cemaat, "Aksaklar kimlerdir?" diye sorduklarında, "Sağa sola bakmak ve hareketler yapmak suretiyle namazlarını eksilten ve aksatan kişilerdir" cevabını verdi. İlk imâna gelenlerdendir. Babası İslâmiyetle şereflenince, çocuk yaşta müslüman oldu. Medine-i Münevvere'ye hicret etti. İslâm terbiyesiyle yetişti. Yaşı küçük olduğundan Bedir ve Uhud gazâlarına götürülmedi. Resûlullah ile diğer gazâlara katıldı. İlk önce Hendek gazasında bulundu. Mûte ve Yermük gazâlarıyla Mısır ve Kuzey Afrika'nın fethinde bulundu. Horasan ve Taberistan seferlerine katıldı. Devlet kadrosunda vazife almaktan uzak durdu. Babası şehadetinden önce kendisine veliahd olarak oğlunu göstermesini isteyenlere; "Bir evden bir şehid yeter" buyurdu. Seçilmemek şartıyla Şûra üyeliğinde bulundu. Abdullah bin Ömer, Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve Resulullahın kayın biraderi Hz. Muâviye'nin hilâfetinde Bizans seferine katıldı. Eyyüb Sultan hazretleriyle İstanbul surları önünde Bizanslılar ile savaştı. Mekke-i Mükerreme'de hicretten ondört sene önce (m.608) doğup, aynı yerde 692 yılında vefat etti. Kabri Muhasseb'dedir.
.
Maksat üzüm yemek değil...
17 Mart 2001 01:00
Bilmiyorum yeryüzünde bizim gibi bir millet var mı? Geçmişini, manevi değerlerini reddeden, her fırsatta kötüleyen, saldıran; fakat öfkesi, kini bir türlü geçmeyen bir millet! Millet derken, bütün milleti de aynı kefeye koymuyorum. Çok şükür, hayli azınlıktalar böyle insanlar. Ancak, sesleri çok çıktığı ve önemli noktaları ellerinde tuttukları için her yerde onların sözü geçiyor. Yaptıklarını sözde millet adına yaptıkları için de içeride ve dışarıda bütün milletimiz böyle zannediliyor. Bu azınlık kesim, her fırsatta, her olayı istismar edip, halk adına halkın manevi değerlerine, dine saldırmayı kendilerine vazife addetmişler! Aslında bu yeni değil, Tanzimat'tan beri böyle. İlk tohumları, ilim öğrensinler diye iyi niyetlerle Avrupa'ya gönderilen, orada milletinin manevi değerlerine karşı beyinleri yıkanıp inancımıza düşman edilen Jön Türklerle başladı. Ekilen tohumlar ortam müsait olduğu için de yetişti, dallandı budaklandı. Yıllarca, bugün ilim adamlarının reddettikleri, Amerika'da ders kitaplarından çıkardıkları "Darwin Teorisi"ni dillerine doladılar; maymundan geldiklerini savundular. Maksatları belli, dinimiz insanların Âdem aleyhisselamdan geldiğini bildiriyor ya akıllarınca bunu çürütecekler... Biliyorsunuz, birkaç ay önce de "gen haritasının çıkarılması" ile ilgili bir yaygara başlatmışlardı. Bu önemli buluşu, "Ölümsüzlüğe ilk adım" manşeti ile duyurdular. Kopyalama hadisesinde de aynı şeyi yaptılar. "Bilim artık insan yaratacak!", "Bilim dinî inançları sarstı" gibi akıl mantık dışı saldırılara geçmişlerdi. Şimdi gelelim bugün esas değinmek istediğim konuya. Geçtiğimiz Kurban Bayramı, kurban kesimi ile ilgili yaygaraya. Merak ettiğim aynı gün dört beş gazete, bir o kadar da TV aynı konuyu aynı günde nasıl gündeme getirebiliyorlar? İster istemez insanın aklına geliyor; herhalde ne tür bir yaygara yapılacağı önceden belirleniyor ve bildiriliyor. Muhabirlere emir veriliyor! Onlar da emir gereği malzeme topluyorlar... Ne garip tezat ki, aslında o fotoğrafları çekenlerin, görüntüleri alanların aileleri de hatta kendileri de aynı şekilde kurban kesiyorlar. Kesim esnasında tabii ki temizliğe dikkat edilecek, çevre temiz tutulacak. Bunun aksini kimse söyleyemez. Çünkü bu dinimizin de emri. Zaten dinimizin emrini bilen bunu yapıyor, derin bir çukur açıyor, kanı ve hayvanın diğer kullanılmayan parçalarını buraya gömüyor. Üzerini de örtüyor, ortada hiçbir pislik kalmıyor. Böyle yapmayanlar da imkansızlıktan yapamıyorlar. Siz bunlara, tertemiz bir kesim yeri yaptırdınız da orada kesmediler mi? Benim oturduğum İhlas Yuva sitesinde, sık sık uğradığım Marmara Evleri sitesinde ve diğer bazı sitelerde hiçbir olumsuz görüntü göze çarpmaz. Çünkü site yönetimleri tedbiri almış, site sakinlerine bu hizmeti sunmuş. Bu olayda, bir eksiklik, kusur varsa vatandaşın değil, vatandaşın bu dinî vecibesini düzgün olarak yerine getirmesinde yardımcı olmayanlarındır. Belediyeler, başta çevre temizlik vergisi ve diğer sayısız vergi alıyorlar, bunların karşılığı olarak, her semte niçin yeterli bir kesim yeri yapmıyorlar? Yine yıllardır halkın kurban derilerini toplayan Türk Hava Kurumu niçin kesim yerleri tesis etmiyor? Her nimetin bir külfeti olacaktır. Hiçbir şey karşılıksız olmaz. Bunca yıldır sağladığı nimete karşılık THK, niçin bu külfete katlanmıyor? Basın gerçekten samimi ise, bir aksaklığı gidermek istiyorsa ilgili kuruluşlara yüklenmesi gerekir. Fakat hep gariban vatandaşın üzerine gidiliyor. İlgili mercilere yüklenmeyip, çaresiz halka yüklenmek; onun manevi değerleri ile inancıyla alay etmek insafa sığmaz. Bu, samimiyetsizliği, ikiyüzlülüğü gösterir. Gerçek niyetleri, her fırsatta olduğu gibi burada da gizli din düşmanlığı... Maksat, üzüm yemek değil bağcıyı dövmek...
.
"Veren el alan elden hayırlıdır!"
17 Mart 2001 01:00
Abdullah bin Ömer, iyilik etmesini, hayrı, sadakayı, köle azad etmesini çok severdi. İyi ve güzel huylu olup, kötülükten uzaktı. Her işini ve her şeyini Allah için yapardı. Yüzüğünün taşında "Abede'l-lâhe lillah" (Allahü teâlâya Allah için, hâlis ibâdet etti) yazılı idi. Dünya malına hiç gönül bağlamazdı. Câbir bin Abdullah der ki: "Hz. Ömer ve oğlu Abdullah'dan başka içimizde dünyaya meyli olmayan kimse yoktur." Abdullah bin Ömer, "Müslümanlıkla şereflendikten sonra en büyük sevinç ve neş'em, gönlümün, herkesi peşinden koşturan birtakım istek ve arzûlara meyletmemiş olmasıdır" buyururdu. Azadlılarından olan İmâm-ı Nâfî, efendisi ile ilgili olarak buyurdular ki: "Abdullah bin Ömer, bin kişi azâd etmeyince, ruhunu teslim etmedi. Bazan bir ay geçerdi de bir parça et yemezdi. Ancak, misafiri bulunduğu veya Ramazan-ı şerîfte yerdi." Allah rızâsı için, bir ihtiyacı olana verirdi. Bu meyanda Allahü teâlânın, "Beğendiklerinizden çıkarıp vermedikçe zinhâr iyilik mertebesine erişemezsiniz!" âyet-i celîlesiyle amel ederdi. Birgün, Hz. Abdullah'ın canı balık istemişti. Kızartıp önüne koydular. Tam bu sırada bir fakir geldi ve Hz..Abdullah, balığı o fakire verdi. Abdullah bin Ömer'in akşam yemeklerini yalnız yediği hiç vâki değildir. Mutlaka misafir arar, bulurdu. Bir yerde misafirliği üçgünü geçince, kendi parasını harcamaya başlardı. Zamanının zenginlerinden Abdülaziz bin Hârûn, "Her ne ihtiyacın varsa bana bildir", diye Abdullah bin Ömer'e mektup yazmıştı. Ona şu cevabî mektubu gönderdi: "Resûlullah'tan; "Önce geçindirmekle yükümlü olduğun kişilere ver; yüksek el, alçak elden hayırlıdır!" buyurduklarını işittim. Yüksek elin ancak veren el, alçak elin de ancak alan el olduğunu sanıyorum. Senden herhangi bir isteğim yoktur. Allahü teâlânın bana sevkettiği bir nimeti de geri çevirmem..." Hz. Abdullah, temizliği seven ve bu konuda titizlik gösteren bir sahâbiydi.Cuma namazına gitmeden önce mutlaka yıkanır ve güzel kokular sürünürdü. Bayram namazları için de aynı şeyi yapardı. İhram için, Mekke'ye giriş için ve Arafat'ta vakfe için de yıkanırdı. Günde iki defa güzel koku sürünürdü. Elbiselerinin daima tertemiz ve kokusunun güzel olmasına dikkat ederdi. Hz. Nâfî'ye Hz. Abdullah'ın evindeki hayatı sorulduğunda şöyle anlattı: "Her namaz için abdest alır ve bunların arasında Kur'ân-ı kerîm okurdu.
"Allah için seni hiç sevmiyorum!"
18 Mart 2001 01:00
Abdullah bin Ömer hazretleri gündüzleri çok namaz kılardı. Sonra geceleri de çok namaz kılmaya başladı. Gece namazına başlamasını kendisi şöyle anlatır: "Asr-ı saâdette bir rüya görmüştüm. Güyâ elimde ipekli bir kumaş parçası var ve ben Cennetten nereyi istiyorsam bu ipekli kumaş parçası sayesinde oraya uçuyorum. Derken iki kişi beni tutup Cehenneme götürmek istediler. Derhal karşılarına bir melek çıktı. Ve bana "Korkma!" dedi. Bunun üzerine beni bıraktılar. Hz. Hafsa benim bu rüyâmı Resûlullah'a anlattı. Cenâb-ı Peygamber, "Abdullah ne iyi insandır! Keşke geceleri de namaz kılsa!" buyurdular. O tarihten itibaren gece namazlarına da başladım. Geceleri sabahlara kadar namaz kıldım. Takva sahibi idi haramlardan çok korkardı. Tâbiînin büyüklerinden ı Nâfî' hazretleri anlatır: "Abdullah bin Ömer ile beraber gidiyorduk. Ney sesi işittik. Abdullah kulaklarını parmakları ile kapadı. Oradan hızla uzaklaştık. "Ney sesi daha işitiliyor mu?" dedi. "Hayır işitilmiyor" dedim. Parmaklarını kulaklarından ayırdı. "Resûlullah da böyle yapmıştı" dedi. Birisi İbni Ömer hazretlerinin yanına gelip, "Allah için, seni çok seviyorum" deyince. Ben de "Allah için, seni hiç sevmiyorum. Çünkü sen, ezânı, tegannî ederek, şarkı söyler gibi okuyorsun" buyurdu. Allah'tan başka kimseden korkmazdı. Bir günde yolculukta önlerine bir yırtıcı hayvan çıktı. Yanındakiler çekinerek yürümediler. Abdullah bin Ömer hayvanın yanından korkmadan yürüyüp geçti. Sonra da yanındakilere, "Resûlullah'tan işittim. İnsanoğlu Allah'tan başkasından korkmazsa Allahü teâlâ ona hiçbir şeyi musallat etmez." buyurdu. Dostlarından birisi ona bir ilâç hediye ederek. "Bu önemli bir ilâçtır! Sana Irak'tan getirdim" dedi. "Bu ilâç neye kullanılır?" diye sordu. O kimse, "Hazmı kolaylaştırır" deyince, İbni Ömer gülümsedi ve dostuna şu mukâbelede bulundu: "Hazmı kolaylaştırır mı? Ben hiçbir yemekten karnımı doyururcasına yemedim. Benim hazım ilâcına ihtiyacım olacağını zannetmiyorum." Yani çok az yerdi. Acıkmayınca da bir şey yemezdi. Hz. Abdullah kötülüğe karşı iyilikle mukâbele ederdi. Zeyd bin Eslem'den rivâyet edilmiştir. Bir kimse yolda Abdullah bin Ömer'e sövüp saymaya başladı. Hz. Abdullah evinin kapısına varıncaya kadar onu dinledikten sonra adama dönerek. "Ben ve kardeşim Âsım kimseye sövmeyiz" buyurdu. Adam çok mahcub olup özür dileyip yanlarından ayrıldı.
"İnananların en akıllısı kimdir?"
19 Mart 2001 01:00
Abdullah bin Ömer hazretleri Eshab-ı kiramın en çok hadis-i şerif rivayet edenlerindendir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden ve Peygamberimizden gördüklerinin bazıları şunlardır: Sa'd bin Ebî Vakkâs'ı abdest alırken, Resûlullah gördü. "Yâ Sa'd! Suyu niçin isrâf ediyorsun?" buyurdu. "Abdest alırken de israf olur mu?" deyince, "Büyük nehirde de olsa, abdestte fazla su kullanmak israf olur." buyurdu. Bir genç ayağa kalktı ve "Yâ Resûlallah" dedi. "İnananların en akıllısı kimdir?" Peygamber efendimiz şöyle buyurdular: "Ölümü en çok hatırlayan ve gelmeden önce ona en iyi hazırlananlar; işte en akıllıları onlardır!.." "Allahü teâlâya karşı sorumluluğunun şuûruna varan nice akıllı kişiler var ki, halk katında densiz ve değersizdir, ama yarın kurtulacaktır! Halk nazarında nice tatlı dilli, giyimli kuşamlı da vardır ki, yarın kıyâmet gününde kurtulamıyacaktır!" "İstediğini ye, istediğini giyin! Fakat israf etme! İnsanları yanlış yola götüren israf ve tekebbürdür." "Nasihat olarak ölüm yeter." "Allahım! Senden sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk isterim." "Allah için sev, Allah için darıl, Allah için anlaş, Allah için bozul, velîlik mertebesini ancak bununla elde edebilirsin. Namazı ve orucu çok olsa bile bu minvâl üzere olmayan kişi imânın tadını alamaz." "Abdullah! Sabahladığın zaman akşam için kendini kaygılandırma ve akşamladığın zaman, sabah için kendini kaygılandırma! Sağlığında hastalığın ve hayatında ölümün için tedbir al..." "Abdullah! Dünyada bir yabancı veya yolcu gibi ol ve kendini kabir halkından say!" Abdullah bin Ömer hazretlerinin hikmetli sözlerinden: "Kambur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, harâmdan kaçınmadıkça kabul olunmaz." "Hikmet ondur; dokuzu sükût, biri de az konuşmaktır." "İnsanın mahiyeti arkadaşından anlaşılır." "Kendinden üsttekine haset, aşağıdakine tahakküm eden ehl-i ilim sayılmaz."
"Danışmadan iş yapan helak olur!"
20 Mart 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin veciz sözleri... "Kimseye danışmadan iş yapan helak olur; insanlara danışan onların akıllarına ortak olur." "Fitneye karşı iki yaşındaki deve gibi ol; onun ne binilecek sırtı ne de sağılacak sütü vardır." "İnsanların en acizi, arkadaş kazanmada acizlik edendir. Ondan daha acizi ise, kazandıktan sonra kaybedendir." "Dünyaya sarılan, kendini alçaltır. Düştüğü sıkıntıyı açıklayan zillete razı olur. Dilini kendisi üzerinde emir sahibi yapan, kendine ihanet etmiş olur." "Acze düşenlere rahat bir nefes aldırmak, mazluma yardım etmek büyük günahların kefaretlerindendir." "Sızlanmak, zamanın belalarına yardım eder; sabır, düşmanı oklara hedef eder. " "Zaman uzasa ve sonuç gecikse bile, sabreden zaferi kaybetmez." "Bir topluluğun yaptığına razı olan, onlardan sayılır. Batıl konusunda onlara dahil olanın iki suçu vardır: Onu yapmak ve yapılmasına razı olmak." "Her kap içine bir şey konuldukça daralır. Ancak bilgi kabı müstesnadır. O, bilgi konuldukça genişler." "Cevap çok uzun olduğu zaman sorunun cevabı gizli kalır." "Şiddet, zulüm son haddine geldiğinde ferahlık hasıl olur, bela halkaları iyice sıkıştığında rahatlık ortaya çıkar." "Mümin, kardeşine karşı kibirlenmeye, öfkelenmeye başladığı zaman ondan ayrıldı demektir." "Ayıbın en büyüğü, aynısı kendisinde de varken başkasını ayıplamaktır." Kendisine, "Bize akıllıyı anlat" denilince; "Akıllı, her şeyi layık olduğu yere koyandır" dedi. "Cahili anlat" denilince; "anlattım ya" dedi." "Bir haber duyduğunuz zaman onu nakletmek için değil ona uymak için belleyip düşünün. Çünkü ilmi rivayet edenler çoktur, fakat riayet edenler pek azdır..." "Âlim, cahili hemen tanır, çünkü daha önce o da cahildi. Cahil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi
"Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler"
21 Mart 2001 01:00
Hz. Ali'den veciz sözler... "Affetmek fazilettir. Kararlı olmak metâdır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emanet, yalancılık hıyanettir. İnsaf rahatlık, şer küstahlıktır. Emanete hıyanet etmemek, imandandır; güleryüzlülük ihsandandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanaat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Haset yıpratır, nefret çökertir." "Akıllı kimse, ibadetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Cahil kimse, günah işleyerek nefsin arzusuna uyandır." "İlim; güzel bir miras, genel bir nimettir. İnsaf, ihtilafı giderir, ülfeti getirir." "Adalet; imanın başıdır, ihsanın birleştiği noktadır ve imanın en yüksek mertebesidir." "Âlim; sözü işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz." "Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesiresidir, gezinti yeridir." "Akıllı; şehvetten uzaklaşan, ahireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyacı kadar ve delille konuşur, sadece ahiretinin ıslahı için çalışır. Akıllı, günahlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günahları siler, kalblere sevgi eker." "Cahil; dayakla uslanmaz, nasihatlerden payını almaz." "İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır. İlim; ruhu ihya eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehaleti öldürür." "Zulüm; ayakların kaymasına, nimetin yok olmasına, milletlerin helakine sebep olur." "Gerçek müminin sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur." "Kâmil mümin gizli şükreder, belaya karşı sabreder, ümit hâlinde iken bile korkar." "Akıllı kimse, ibadetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Cahil kimse, günah işleyerek nefsin arzusuna uyandır." "Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur." "İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya malik olsa bile, yine fakirdir." "Doğruluk, İslâmın direği, imanın desteğidir." "Allahın azabından korkmak, müttekîlerin, takva sahiplerinin işaretidir." "Dinin esası, emaneti yerine vermek, sözünde durmaktır." "Haset eden daima hastadır, cimri insan, daima fakirdir."
.
"Sükût, sana vakar kazandırır!.."
22 Mart 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin veciz sözleri... "Başa kakan, nefret ateşini körükler." "Kanaatkâr olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır." "Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musibetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve isteyene vermektir." "Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır." "Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir." "İman ve hayâ, birbirinden kopmayan bir bütündür." "İman ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir." "Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki, öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur." "Ahmaklık, dermanı bulunmayan bir dert, şifası olmayan bir hastalıktır." "Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi daim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur." "Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikreder, baktığı vakit de ibret alır." "Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer." "Dünya müminin hapishânesi, ölüm hediyesi, cennet de varacağı yerdir. Dünya kâfirin cenneti, ölüm korkulu rüyası, cehennem de varacağı son duraktır." "Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır." "İhtiras, gafillerin kalbinde şeytanların sultanıdır." "Hikmet, her müminin kaybettiğidir, onu münafıkların ağzında olsa dahî alınız." "Hasetçilerin en ehveni, haset ettiği kişinin elindeki nimetlerin yok olmasını ister." "İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır." "Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır." "Mal, harcandığı kadar sahibine ikramda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihanet eder." "Mal ve çocuklar, dünya hayatının zinetidirler. Salih amel de, dünyadan ahirete götürülen mahsuldür."
Haset eden mesut olamaz!
23 Mart 2001 01:00
İnsanoğlu içinde bulunduğu rahat ortama çok kısa zamanda adapte oluyor, çok hızlı değişiyor. Eski günlerini hiç yaşamamışçasına çabuk unutuyor insan. Makam, mevki, mal, mülk, zenginlik... İnsanı bambaşka bir insan yapıyor çoğu zaman. Halbuki, bunlar Allahü teâlânın diğer insanlara hizmet etmesi için verdiği güzel nimetlerdir. Aynı zamanda bir imtihan vasıtasıdır bunlar. Nimet sahibi kimseler, önceki hallerini unutup kibir ve gurura kapılırlarsa, esas gayesini unuturlarsa imtihanı kaybederler. Bunun sonucu olarak da, hem dünyaları, hem de ahıretleri perişan olur. Kişi, bunların kıymetini bilerek yerinde kullanırsa, katlanarak çoğalır bu nimetler. Kıymeti bilinmezse elden çıkar. Bununla ilgili olarak, Mesnevî'sinde ibretli bir olay anlatır Mevlânâ hazretleri... Bir av seferinde, mert ve cesur bir köy delikanlısı olan Ayaz'la tanışır Sultan Mahmut. Ayaz, hâl ve hareketleriyle çok memnun eder kendisini. Bunun için alıp saraya getirir onu. Saray elbiselerini giyince, Ayaz'ın ilk işi, köyden getirdiği çarığını ve abasını, sarayın bahçesinde kuytu bir yerde bulunan küçük bir kulübeye asmak olur. Kısa zamanda saraya intibak eder Ayaz. Konuşmaları, teklifleri ile Sultanın sohbet arkadaşı olur. Sonra, üçüncü vezir, ikinci vezir derken birinci vezirliğe kadar yükselir. Fakat hiçbir zaman aslını eski günlerini unutmaz. Bu başarısını, Sultanın yanındaki değerini; aslını ve eski günlerini unutmamasına bağlar. Diğer vezirler ise, eski günlerini unutup zevk safaya dalarlar. Bu yüzden de Ayaz'la ters düşerler. Çünkü kendileri tamamen artık başka dünyanın insanları olmuşlardı. Makam mevki yarışı başlar. Ayaz'ın sadeliği devamlı rütbesinin yükselmesi içlerindeki hased ateşini körükler. Şimdi hasetçilerin tek düşüncesi Ayaz'ı Saraydan uzaklaştırmak!.. Bunun için de devletin işlerini bırakırlar, devamlı Ayaz'ı takip edip bir açığını bulmak isterler. Bu sırada kendilerine bir ihbar gelir. Ayaz'ın hazineyi soyduğuna, aldıklarını bir kulübeye yığdığına dair. Takip ettirirler gerçekten Ayaz her gün sarayın bahçesinin tenha bir yerindeki kulübeye sessizce girip çıkmaktadır. Hemen Sultana koşarlar: "Sultanım, derler Ayaz her gün kulübesine girip çıkıyor. Kapısını da iyice kilitliyor. Buraya kıymetli mücevherler, altınlar dolduruyor. Devletin malını, orada kendisi için biriktiriyor." Sultan Mahmud, onlara şöyle cevap verir:" Kulübeye girin! İçeridekilerin hepsi sizin olsun!" Gece yarısı, hasetçiler, kokmuş ayranın içine üşüşen hamam böcekleri gibi hücum ederler kulübeye. Fakat, içeride sadece, duvarda bir aba ile bir çift çarığın asılı olduğunu görürler. Sabah olunca da, mahcubiyet içinde huzuruna çıktıklarında, Sultan neticeyi sorar: "Bir şey bulamadık, sadece duvarda bir aba ve bir çift çarık vardı." derler. Sultan bir şey bulamayacaklarını biliyordu. Fakat, duvarda aba ve çarığın bulunmasını, her gün oraya girip çıkmasını merak eder. Bunu öğrenmek için Ayaz'ı çağırıp sorar. Ayaz şöyle cevap verir: "Sultanım! Biliyorsunuz benim aslım bellidir. Sayenizde, rüyamda bile göremeyeceğim maddi manevi birçok rütbeye, nimetlere kavuştum. Bunlara dalıp, aslımı unuturum, kibir ve gurura kapılırım diye, köyden geldiğimde üzerimde bulunan, abamı ve çarıklarımı duvara asmıştım. Her girişimde, onlara bakıp, 'Makam, mal mülk, aslını unutturmasın!' derim kendi kendime." Bu olaydan sonra Ayaz'ın kıymeti bir kat daha artar. Hasetçiler Saraydan kovulur; Ayaz nimetlerden şımarmayıp, aslını asaletini muhafaza etmesinin karşılığına alır. Diğerleri de; geçmişlerini unutup, mal, makam hırsı sebebiyle tutuldukları kıskançlık ateşinin karşılığını... Peygamberimizin buyurduğu bir kere daha gerçekleşir: "El- hasud la yes'ûd.." Yani, haset eden mesut olamaz!..
.
"Bana kesin söz vermelisiniz!"
23 Mart 2001 01:00
Abdullah bin Revâhâ hazretleri, Peygamber efendimizin, eshâbı içinde çok sevdiği, şairlerdendir. Hz. Abdullah bin Revâha, ikinci büyük Akabe bîatında müslüman oldu. Peygamber efendimiz ikinci Akabe gecesinde, İslâm'a dâvet ve teşvik ettikten sonra iki şartını bildirdi: "Yüce Rabbim için şartım: O'na hiçbir şeyi eş ortak koşmaksızın ibâdet etmeniz, namazı kılmanız, zekâtı vermenizdir. Kendim için isteğim de: Allahü teâlâ'nın Resûlü olduğuma şehâdet etmeniz, kendinizi, çocuklarınızı ve kadınlarınızı koruduğunuz şeylerden beni de korumanızdır." buyurdu. Abdullah bin Revâha, "Böyle yaptığımız zaman bize ne var?" diye sordu. Peygamber efendimiz: "Cennet var" buyurdu. Orada bulunanlar bu dâveti kabul edip, "Yâ Resûlallah! Sana nasıl bîat edelim, söz verelim" dediler. Peygamber efendimiz: "Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına ve benim Resûlullah olduğuma şehâdet getirerek, namazı kılacağınıza, mallarınızın zekâtını, sadakasını vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerimi dinleyeceğinize, emirlerime tamamıyla boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda Allah için hakkı söyleyeceğinize, iyiliği buyurup kötülüklerden sakındıracağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz." buyurdu. Bunun üzerine, orada bulunanlar Peygamber efendimize bîat ettiler. Hz. Abdullah bin Revâha: "Biz, Allahü teâlâdan ve O'nun Resûlünden geleni kabul ettik..." dedi. Ömrü boyunca bu sözünde durdu. Mute savaşında şehid olduğunda Resulullah efendimiz çok üzüldü. Mübârek gözlerinden yaşlar akarak; "Bende gördüğünüz üzüntü, beni hüzün içinde bırakan şey, Eshâbımın şehid olmaları idi. Bu hal, onları Cennette karşılıklı tahtlar üzerinde oturmuş kardeşler olarak görünceye kadar devam etti. Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Nihayet şehid edildi. O şimdi Cennete girdi. Orada koşup duruyor. Sonra sancağı Cafer bin Ebî Talib aldı. Düşman ordularına saldırdı. Çarpıştı ve nihayet o da şehid oldu. O, şehid olarak Cennette girdi ve yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçup duruyor. Câfer'den sonra sancağı Abdullah bin Revâha aldı. Elinde sancak olduğu halde düşmanlarla çarpıştı ve şehid oldu ve Cennete girdi. Onlar, Cennette altından tahtlar üzerinde bana gösterildi." buyurdu.
.
Herkesin çektiği kendi cezası!
24 Mart 2001 01:00
Hepimiz biliyoruz; imanın şartlarından biri de "kaza ve kadere" imandır. İyi kötü, hayır ve şer, başa gelen her şeyin Allah'tan olduğuna inanmaktır. İyiliği de kötülüğü de veren Allahü teâlâdır. Fakat, bunları boşuna göndermiyor, bir sebeple veriyor. Bunun için, insanın başına bir iş gelmişse, sıkıntı, bela eksik olmuyorsa, bunun tahlilini, olayların muhasebesini iyi yapması gerekir. Çoğu zaman da sıkıntılar bir ikazdır; insanın yaptığı yanlışlardan, gafletten vazgeçip kendini toparlaması için fırsattır. Ayet-i kerimede, "Ey insan, sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın ihsanı olarak, nimeti olarak gelmekte; her dert ve belâ da kötülüklerine karşılık olarak gelmektedir. Hepsini yaratan gönderen Allahü teâlâdır." (Nisa 79) buyurulmaktadır. Bir milletin başına ne gelmişse işte bu gaflet yüzünden gelmiştir. Gaflette olan kimselerin, nerede ne yapacaklarını, kendine ve başkalarına nasıl bir zarar vereceğini tahmin etmek zordur. Hadis âlimlerinin meşhurlarından Abdullah Ömerî hazretlerine sordular: "Sık sık gaflette bulunmamamızı bildiriyorsunuz. Gafletin zararı nedir?" Bu soruya şöyle cevap verdi: "İnsanoğlu gaflete dalar ise, Allahü teâlânın emirlerini yapmaz ve yasakladığı şeyleri yapmaya başlar. İçinde bulunduğu rahatı bozmak istemez. Bunun için, iyiliği emredip, kötülüklerden alıkoyma vazifesini terk eder. Bu da zarar olarak ona yeter!" Abdullah Ömerî hazretlerine yine sordular: "Biz sıkıntılardan kurtulmak için devamlı dua ediyoruz, fakat dualarımız kabul olmuyor. Bunun sebebi nedir?" Bu soru üzerine şu hadis-i şerifi nakleder: "Allahü teâlâya yalvarıp dua etmeden önce, mârûfu, yâni Allahü teâlânın emirlerini emredip, münkerden, yani Cenâb-ı Hakk'ın yasakladığı şeylerden men ediniz! İyilikleri yayıp kötülükleri uzaklaştırınız! Bunu yapmadığınız müddetçe dualarınızın kabul olmasını beklemeyin. Yahûdi âlimler ve Hıristiyan din adamları, iyilikleri yayıp kötülükleri uzaklaştırmadıkları için, Allahü teâlâ onları, kendi peygamberlerinin lisânı üzere lânetleyip, umumî bir belâ vermiştir." Sıkıntıların bir sebebi de sevgide ölçüyü kaçırmaktır. Dinimize göre her sevginin bir yeri vardır. Belli bir sırası vardır. Bu sıralar karıştırılır, birinin yerini diğeri alırsa dengeler değişir; belayı kendimiz çağırmış oluruz. Nitekim ayet-i kerimede Allahü teâlâ, bu durumu açıkca şöyle ifade buyuruyor: "De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan, Resûlünden daha sevgili ise, artık Allah'ın emrini, gazabını bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez." (Tevbe 24) İnsanoğlu iyi kötü ne yapıyorsa kendine yapıyor aslında. Çünkü dünyada veya ahırette bu yaptıklarının mutlaka karşılığını görüyor. Yine ayet-i kerimede, "Size gelen belâ, musibet, kabahatlerinizin, günahlarınızın cezasıdır. Bununla beraber Allahü teâlâ, birçoğunu da affedip musibete maruz bırakmaz." (Şura 30) buyurulmaktadır. Allahü teala, insanların dünyada ve ahırette rahat ve huzur içinde yaşamaları için İslamiyeti gönderdi. Kim dinin bildirdiklerine uyar, hayatını buna göre tanzim ederse, başkasına değil önce kendine iyilik etmiş olur. İslamiyete inanmasa bile kim bunlara uyarsa dünyada rahat eder. İnanan ahırette de rahat eder. Bugün bazı Batılı milletlerin rahat huzur içinde yaşamaları bilmeden de olsa İslamiyetin emirlerine uymalarındandır. Dürüstlük, insan haklarına saygı, çalışkanlık... dinimizin emrettiği hususlardır. Netice olarak başa gelen her şeye sebep, insanın kendisidir. Kimse başka suçlu aramasın. Kur'an-ı kerimde, "Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez, onları azaba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleridir. Böylece kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar." (Nahl 34) buyurulmaktadır. Hâşâ zulmetmez kuluna Hüdası, Herkesin çektiği kendi cezası...
.
Yâ Ömer! O'na mâni olma!"
24 Mart 2001 01:00
Hz. Abdullah bin Revâha, Hayber'in fethinde, Resûl-i Ekrem'in maiyetinde bulunmuş, daha sonra Hudeybiye andlaşmasının olduğu yıl yapılamıyan Umre haccını yapmak üzere Mekke'ye gitmişti. Peygamber efendimiz, Kusvâ adındaki devesinin üzerinde bulunduğu ve devenin yuları Hz. Abdullah bin Revâha'nın elinde olduğu halde en sadık arkadaşları da çevrelerinde, kılıçlarını kuşanmış bir şekilde, yürüyerek Mekke'ye girdiler. Peygamber efendimiz umre için Mekke'ye gittiğinde, Müşriklerin ileri gelenleri; yürekleri kin, hınç ve kıskançlıkla dolu olarak, Peygamber efendimizi gözetlemek için Handeme, Kuaykıan dağına çıkmışlardı. Mekkeli erkek, kadın, çoluk çocuklar da, Peygamber efendimizle Eshâbını seyretmek için Darünnedve'de sıralanmışlardı. Hz. Abdullah bin Revâha Kusvâ'nın yularını çekerek Peygamber efendimizin önlerinde yürümekte ve müşrikleri kötüleyen şiir söylemekte idi. Hz. Ömer; "Ey İbn-i Revâha! Sen Resûlullah'ın önünde ve Harem-i Şerifte nasıl şiir okuyabiliyorsun" deyince, Peygamber efendimiz : "Yâ Ömer! O'na mâni olma. Allahü teâlâya yemin ederim ki, O'nun sözleri, bu Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha çabuk, daha çok tesirlidir. Ey İbn-i Revâha devam et" buyurdu. Hz. Ömer sustu. Peygamber efendimiz biraz sonra Hz. Abdullah bin Revâha'ya: "Allahü teâlâdan başka ilah yoktur! Bir olan O'dur. Vaadini gerçekleştiren O'dur! Bu kuluna yardım eden O'dur! Askerlerini güçlendiren O'dur! Toplanmış olan kabileleri, bozguna uğratan da yalnız O'dur!" de! buyurdu. Abdullah bin Revâha da şöyle devam etti: "Allahü teâlâdan yoktur başka bir ilâh,/Yoktur O'nun şeriki, lâ ilâhe illallah./O'dur Müslümanların, askerlerine güç veren,/Ve O'dur kâfirleri, dağıtan, mağlub eden..." Peygamberimiz, Hz. Abdullah bin Revâha'yı çok sever, hastalandığı zaman hemen ziyaretine gider, hâl ve hatırını sorardı. Bedir'den başlayarak, şehid olduğu Mûte savaşına kadar Peygamberimizin iştirak etmiş olduğu bütün savaşlarda bulunan Hz. Abdullah bin Revâha, Peygamber efendimizin şâir ve hatiplerindendi. Kendisi "Vahiy katibiydi." Şâirlikteki kudreti herkes tarafından bilinir ve takdir edilirdi. Peygamber efendimiz, onun şiirlerini beğenirdi ve bu işirlerin düşmana ok atmadan daha tesirli olduğunu beyan ederdi. Peygamber efendimiz onun hakkında, "Cenâb-ı Hak, Hz. Abdullah bin Revâha'ya rahmet eylesin. Melâike onun meclisi ile iftihar ederlerdi" buyurdu.
.
Kadınlara, çocuklara dokunmayın!'
25 Mart 2001 02:00
Hicretin sekizinci senesinde, Mûte savaşı oldu. Resûl-i Ekrem Busra reîsi olan Emîre bir mektup göndererek O'nu İslâmiyyete davet etmişti, bunlar, Resûl-i Ekrem'in elçisine hüsn-i kabûl göstereceklerine elçiyi katletmişler, müslümanlara karşı harp yapacaklarını ilân etmişlerdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem 3000 kişiden meydana gelen bir kuvvet hazırlamış onu Zeyd bin Hârise'nin kumandasına vermişti. Ordu gitmeğe hazırlandığı sırada, Hz. Abdullah bin Revâha, peygamber efendimizin yanına varıp vadalaştıktan sonra: "Yâ Resûlallah! Bana ezberleyeceğim ve aklımdan hiç çıkarmayacağım bir şeyi emir ve tavsiye buyurur musunuz?" dedi. Peygamber efendimiz O'na: "Sen, yarın Allah'a pek az secde edilen bir ülkeye varacaksın, orada secdeleri, namazları çoğalt!" buyurdu. Hz. Abdullah bin Revâha, "Yâ Resûlallah! Bana, nasihati artırır mısınız?" dedi. Peygamberimiz: "Allahü teâlâyı dâima zikret, hatırla çünki, Allah'ı zikir, umduğuna ermende sana yardımcı olur" buyurdu. Peygamber efendimiz, Seniyyet'ül Vedâ'da mücahidlerle vedalaştı. Onlar; "Haydi Allah'ın ismi ile gazâ ediniz. Allah'ın ve sizin Şam'da bulunan düşmanlarınızla çarpışınız! Orada nasrânîlerin kiliselerinde, halktan ayrılmış kendilerini ibâdete vermiş, bir takım kimseler bulacaksınız, sakın onlara dokunmayınız! Siz, ne bir kadını, ne süt emen bir çocuğu, ne yaşlanmış bir pîr-i fâni'yi öldürecek, ne bir ağaç yakacak veya kesecek, ne de bir ev yıkacaksınız." buyurdu. Hz. Abdullah bu savaştan geri dönemedi, şehid oldu. Hz. Abdullah bin Revâha, dinine son derece bağlı, dünya malına ve rütbesine kıymet vermezdi. Allahü teâlâya ibâdet etmekte ve Peygamber efendimizin emirlerini ölüm pahasına da olsa yerine getirmekte eşine az rastlanırdı. Şehit edildiği Mute savaşında bunu gösterdi; 3 bin kişilik asker ile 100 bin kişilik Rum askerin üzerine yürümekten çekinmedi. Tarihte eşine az rastlanır kahramanlıklar gösterdi. Bir defasında, Peygamber efendimizin, hutbe okurken cemaate "oturunuz" buyurduğunda, Hz. Abdullah bin Revâha, mescidin dışında bir yerde bulunuyordu ve hemen olduğu yerde oturdu, hutbe bitinceye kadar, hiç kımıldamadan orada bekledi. Onun bu hareketi, Peygamberimize ulaştırılınca, Peygamber efendimiz, "Allahü tealâya ve Resûlüne gösterdiğin itaatte Allahü teâlâ hırsını artırsın" buyurdu.
"Dünyayı ahiretle değiştiren, kârdadır"
26 Mart 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin veciz sözleri... "Allah için seven bir arkadaş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir." "Amel eden cahil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyacından uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmaz." "İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zinet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap!" "Yalancı, sözünde suçludur, isterse delili kuvvetli ve ağzı laf yapan biri olsun." "İstişare, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur." "Dünya müminin hapishânesi, ölüm hediyesi, cennet de varacağı yerdir." "Dünya kâfirin cenneti, ölüm korkulu rüyası, cehennem de varacağı son duraktır." "Allaha taatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir." "Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sahibi ve büyük zatlar için daha çirkindir." "Takva, dini ıslah, nefsi muhafaza eder ve mürüvveti süsler." "Akıllı; alçak dünyadan el çeken, cennet-i a'lâya göz dikendir." "Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır." "Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez." "Sıkıntıya düşmeden önce tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur." "Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır." "Kârlı olan, dünyayı ahiretle değiştirendir." "Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mirasçılara vermeye razı olur." "İhtiras, rızkı artırmaz." "Mal, sahibini dünyada yükseltir, ahirette alçaltır." "Haset, bir dert ve hastalık olup, haset eden veya olunan helak olmadıkça, çaresi bulunmaz." "Günahlar birer dert olup, devası istigfardır."
"İlim, maldan daha hayırlıdır!"
27 Mart 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin veciz sözleri... "İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun." "Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek." "Sabır, en güzel iman kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır." "Şek, şüphe, yakîni bozar, imanı yok eder." "Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır." "Cömertlik ve cesaret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsan eder." "Sıkıntıya karşı sabretmek, bolluk anındaki afiyetten daha efdaldir." "Mümin, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükreder. Musibet ve belaya uğrayacak olursa, sabreder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır." "Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir." "Tûl-i emel [Fazla yaşama arzusu], serap gibidir, bunu gören su sanıp aldanır." "İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır." "Kendi nefsinden razı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrur ve yolunu şaşırmıştır." "Gerçek dost, ayıbını görüp nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir." "Ahmaklık; her şeyi fuzuliymiş gibi hiçe saymak ve cahil insanlarla arkadaşlık kurmaktır." "Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibadetlerinde yardımcı olandır." "Fazilet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur." "İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrardır. İkrar, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir." "Fazilet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zinettir. İlim, en şerefli meziyettir." "Adalet, halkın dirliği ve düzeni, idarecilerin süsü ve güzelliğidir." "Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan; mümin, kalbini şek ve şüpheden temizleyendir."
.
Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür"
28 Mart 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin veciz sözleri... "Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler." "İyilikle emretmek, insanların en faziletli amelleridir." "İffet; nefsin koruyucusu ve kirlerden paklayıcıdır." "Haramlardan çekinmek, akıllıların şanı, şereflilerin tabiatındandır." "Allah korkusundan dolayı gözyaşı dökmek, kalbi nurlandırır. Tekrar günah işlemekten insanı korur." "Yaptığı günah bir işle övünmek, o günahı yapmaktan daha kötüdür." "Ârifin, yüzü nur ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur." "Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serap, çabuk yıkılan bir dayanaktır." "Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve ruhların ünsiyetidir." "Mümin, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükreder. Musibet ve belaya uğrayacak olursa, sabreder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır." "Akıl, müminin dostu; ilim, veziri; sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silahıdır." "İman ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar." "Haset edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır." "Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir." "Allahü teâlâdan hayâ etmek, insanı cehennem azabından korur." "Gaflet, insana gurur getirir, helake yaklaştırır." "Mümin, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyacı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkit kulağı ile dinler." "Fazilet, gücü yettiğinde affetmektir." "Hayâ ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir." "Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür." "Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir." "Söz ilaç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır
"Ahmak ve cahil ile arkadaşlık etme!"
29 Mart 2001 01:00
Hazret-i Ali'nin veciz sözleri... "Ahmak ve cahil ile arkadaşlık etme! Ondan kendini koru! Nice ahmaklar var ki, arkadaş oldukları akıllı kimseleri helak ederler. Kişi arkadaşı ile ölçülür. Kalbler buluştuğu zaman birinin diğerine tesiri vardır." "Dostların kötüsü, senin için külfete giren, seni özür dilemeye mecbur bırakandır." "Cehennemlik görmek istiyen, kendi oturduğu hâlde, başkasını ayakta tutan kimseye baksın!" "Bedende baş ne ise, imanda da sabır aynıdır. Başsız beden, sabırsız iman da olmaz." "Dost edinin! Onlar sizin için dünya ve ahıret sermayesidir." "Müslümanlar ahırete inanıyor. Kitapsız kâfirler inkar ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar, bir şey kazanmaz, müslümanlar da zarar etmezdi. Fakat herkes dirilince, kâfirler sonsuz azab çekeceklerdir." "Kendilerinden hayâ edilen kimselerle arkadaşlık etmek suretiyle amellerinizi güzelleştiriniz!" "Mürüvvet iffetli olmak, nefse hakim olmak, darlıkta ve genişlikte bol bol ihsanda bulunmaktır." "Halkın bir kısmı, beni çok sevip Eshab-ı kirama buğzeder. Ben bunları sevmem. Ben peygamber değilim. Bir kısmı da bana buğzedip, Sahabenin bir kısmını sever. Bunlar da Cehennemliktir." Hükümdarlara nasihati: "Ey hükümdar, sakın kibirlenme! Büyüklük taslıyanlara özenme. Çünkü Allahü teâlâ, her zorbayı zelil, her büyükleneni hakir ve zelil eder. Affettiğinden dolayı asla pişman olma; cezalandırdığın için de sakın sevinme! Halkının ayıbını gücün yettiği kadar ört ki Allah da senin halkından gizli kalmasını istediğin şeylerini örtsün. Kimseye kin gütme! intikam iplerini kes. Şunu bunu gammazlayanın sözüne sakın çarçabuk inanma. Çünkü gammaz ne kadar saf görünürse görünsün yine hilekârdır. Sadık ve kanaatkâr adamları kendine sırdaş edin. Eğer bunlar seni alkışlamazlar ve yapmadığın bir takım işleri sana isnad ile keyfini getirmezler ise bunu da anlayışla karşıla. Zira alkışa ve yersiz övgüye müsamaha etmek insanı büyüklenmeğe sevkeder. Sakın insanların iyisi ile kötüsü, senin yanında bir olmasın. Zira onları böylece eşit görmek bir tarafta iyileri iyilikten soğuturken kötülerin de fenalığa olan meylinde onlara cesaret verir.
Atomun çekirdeğine müdahale olursa
30 Mart 2001 01:00
Bilirsiniz, atomun bir çekirdeği var bir de bunun çevresinde elektronlar. Elektronlara müdahale atomun yapısında değişikliklere sebep olur, kimyasal reaksiyonlar meydana gelir. Bu, birçok zararlara sebebiyet verir. Fakat esas zarar, atomun çekirdeğine kontrolsüz müdahale olduğu zaman olur. Çekirdeğe müdahale edildiğinde atom infilak eder, ortalık tarumar olur. Toplum da bir atom gibidir. Çekirdeği de ailedir. Çekirdeğe müdahale edilince cemiyet hayatı dinamitlenmiş olur, sosyal dengeler bozulur. Sosyal denge bozulunca da, o toplumun meydana getirdiği, millet ve milletin meydana getirdiği devlet sarsıntı geçirir. Bugüne kadar aileye çok müdahale edildi. Fakat, bunlar yukarıda misalini verdiğim elektron mesabesinde idi. Şu anda Meclis'te görüşülmekte olan Medeni kanundaki değişiklikler doğrudan çekirdeğe müdahale derecesine gelmiştir. Bilhassa, aile reisliği ve miras meselesi ailenin toplumdaki gerçek fonksiyonunu yok eder. Sevgiden, saygıdan uzak menfaate dayalı bir şirkete dönüştürür. Anayasamızın 41. Maddesinde, "Ailenin korunması" emredilmesine rağmen, çıkarılmak istenen kanun bunun tam tersini yapacak değişiklikler içermektedir. Daha önceki değişikliklerde olduğu gibi, Batı medeni kanunları baz alınmaktadır. Bu kanunların Avrupa'yı ne hale getirdiği ortadadır. Avrupalı aklı selim ilim adamları, bu tahribatı nasıl telafi ederiz düşüncesi ile çareler aramaktalar. Fakat ölçüleri yanlış olduğu için, çare diye yaptıkları her değişiklik onları çaresizliğe sürüklemektedir. Aileye önem vermezse, cemiyetin düzeni bozulur; filozofların dediği gibi, fert fert birer canavar olurlar. Batı, bu canavarlaşmada hızla yol almaktadır. Çünkü, aileyi yok etmek için ne lâzımsa yaptılar bugüne kadar. Şimdi onlar da yaptıklarının yanlışlığını geç de olsa anladılar. Fakat çok geç... Geriye dönüş olmaz bu saatten sonra... Fransa'da ve Almanya'da yayınlanan dergiler sık sık bu konuları gündeme getiriyorlar. Giderek çöken aile kurumunu kurtarmaya çalışıyorlar... Gerekli tedbirler alınmadığı takdirde, boşanma oranlarının çok yüksek olan Avrupa'da, yakında aile mefhumunun kalmayacağı endişesini dile getiriyorlar. Yapılan araştırmalara göre, Türk aile yapısı Batı'ya göre daha kuvvetli olduğundan, boşanma oranı en düşük düzeyde. Dünyada en yüksek boşanma oranı İngiltere'de. Evliliği kurtarmak için seminerler düzenleyen Laura, ABD'de yeni evlenenlerin %50'sinin ayrıldığını, geriye kalan %50'sinin ise huzursuz bir şekilde evliliklerini devam ettirmek için kendilerini zorladıklarını bildirmektedir.. İngiltere'de, yakın bir gelecekte aile mefhumunun kalmayacağı görüşünden hareketle, yeni kanunlar hazırlanıyor. Boşanma oranının vahametini gören İngiliz hükümeti, giderek çöken aile kurumunu koruma altına alma gayretinde... İngiltere'de, evlilik dışı çocuk oranı yüzde 35'leri aşmış durumda. Yeni düzenlemelerle, evlilik konusuna daha sıcak bakan eski kuşaklardan da evliliklerin korunması için daha fazla destek sağlanması hedefleniyor. Büyükanne ile büyükbabaların hem evlilik, hem de bu evlilikten doğan çocukların üzerindeki etkilerinin artırılması için, aile büyüklerinin çocuklarına yakın yerlerde yaşamaları teşvik edilmekte... Ne hazindir ki, Batı'nın hali bu durumdayken, onlar aileyi kurtarmak için yeni arayışlar içindeyken, bizler olup bitenden ders almıyor, sonu belli olan bu yanlış yolda hızla ilerlemeye çalışıyoruz. Batı, geri dönemeyecek mesafede yol aldığı, geri dönüşü olmayan yola girdiği için, bir şey yapamıyor. Biz, onlara göre daha avantajlıyız. Ne yazık ki, basiretimiz bağlanmış, bunu değerlendirecek durumda da değiliz. Manevi değerlerimizi birer birer peşkeş çekmeye devam ediyoruz. Sıra ailede artık; aileyi yıkmadıkça kendilerine tamamen benzetemeyeceklerini Batılılar çok iyi biliyorlar.
İnsanlar uykuda iken namaz kılınız!"
30 Mart 2001 01:00
Cennetlik olduğu hadîs-i şerîfte bildirilen Hz. Abdullah bin Selâm, Hz.Yusuf'un soyundan ve Medine'deki Yahudi Benî Kaynuka kabilesinden idi. Cahiliyyet devrinde Husayn olan ismini Müslüman olunca Resûlullah "Abdullah" olarak değiştirdi.Tevrat ve İncil'i iyi bilen Hz. Abdullah bin Selâm iman etmeden önce Yahudi âlimlerindendi. Müslüman oluşu ise çok ibretlidir. Kendisi müslüman oluşunu şöyle anlatır: "Ben Tevrat'ı ve tefsirini babamdan okumuş, öğrenmiştim. Bir gün âhir zamanda gelecek olan Peygamberin sıfatları, alâmetleri ve yapacağı işleri bana anlattı ve "Eğer o, Harun evlâdından gelecek olursa ona tabi olurum, yoksa tabi olmam!" dedi ve Resûlullah'ın Medine'ye gelişinden önce öldü. Resûlullah'ın Mekke'de nübüvvetini ilân ettiğini işittiğim vakit onun sıfatlarını ismini ve geleceği vakti biliyordum. Bu sebeple O'nu gözleyip duruyordum. Resûlullah'ın Medine yakınında Kuba denilen yerdeki Amr bin Avf oğullarının evinde misafir olduğunu birinden öğreninceye kadar bu halimi Yahudilerden saklayıp sustum. Bir gün ben kendi hurma ağacımın üzerinde uğraşıp, yaş hurma toplarken, Nadir oğullarından birisinin "Bugün, Arapların adamı geldi" diye bağırdığını duydum. Beni bir titreme tuttu. Hemen "Allahü Ekber" diyerek tekbir getirdim. O anda halam Halide binti Hâris, hurma ağacının altında oturuyordu. Kendisi çok yaşlı bir kadındı. Tekbirimi işitince: "Allah seni umduğuna kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Musa bin İmran'ın geleceğini işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin!" diyerek bana çıkıştı. Ona dedim ki: "Ey hala! O, vallahi Musâ bin İmrân'ın kardeşidir ve O'nun gibi bir peygamberdir. Onun gönderildiği tevhid ile gönderilmiştir" dedim. Bunun üzerine bana: "Ey kardeşimin oğlu! Yoksa o kıyamete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?" dedi. "Evet" dedim. "Öyleyse haklısın" dedi. Resûlullah Medine'ye hicret ettiği zaman halk etrafına toplandı. "Resûlullah geldi!" denilince O'nu görmek için hemen halkın arasına karıştım. O'nu görür görmez: "O'nun yüzü yalancı bir yüz olamaz!" dedim. Resûlullah toplanan insanlara İslâmiyeti anlatıyor, nasihatler veriyordu. Burada Resûlullah'tan işittiğim ilk hadîs-i şerîf şudur: "Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i rahm yapınız (yakın akrabaları ziyaret ediniz), insanlar uykuda iken namaz kılınız. Böylece Cennet'e selametle girersiniz."
Milleti çökertmede ailenin rolü
31 Mart 2001 01:00
Dün, Medeni Kanun'da yapılması düşünülen değişikliklerle ailenin başına örülmek istenen çoraptan bahsetmiştim. Bugün de, ailenin geçmişinden, tarihinden bir kesit sunmak istiyorum. Geçmişini bilmeyenin geleceği olmaz çünkü. İnsanlık tarihi boyunca, aile, insanların doğup büyüdüğü, yetişip geliştiği ve terbiye gördüğü eğitim merkezidir aynı zamanda. Bu, topluluğun küçük-büyük fertlerinin olgunlaştığı, bir hayat okuludur. Aile içerisinde her ferd birbirinin bilgi ve tecrübesinden faydalanır. Bu faydalanma bir ömür boyu devam eder. İnsanlık aile ile başlar. Yüce kitabımız Kur'an-ı kerimde bildirildiği gibi ailenin esası, bir erkek ile bir kadından ibarettir. Hucûrat suresi on üçüncü ayet-i kerimesinde mealen: "Ey insanlar! Biz sizleri bir erkek ile bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık." buyurulmaktadır. İlk insan ve ilk peygamber hazret-i Âdem ile eşi hazret-i Havva yeryüzünde bulunan ve ilahi vahiy ile terbiye edilmiş olan ilk ailedir. İnsan nesli onlardan çoğalmıştır. İnsanlık, ne Th. Habbes'in dediği gibi, vahşi ve egoist bir canavar olan fertler ve ne de E. Durkheim'in dediği gibi özel hayata ve şahsiyete imkan ve fırsat tanımayan insan sürüleri demek olan ilkel klan ile başlamıştır. Eski ve köklü bir müessese olan aile, değişik yer ve zamanlarda değişik görünüşler kazanmasına rağmen daima var olmuştur. İslamiyet, toplumun huzuru ve insan neslinin sağlıklı bir şekilde devamı için, ailenin gerekli olduğunu bildirmiştir. Bu sebeple nikâhı helâl kılarak, zinayı ve zinaya yol açan serbest ilişkileri yasaklamıştır. Kadına hiçbir dinin, hiçbir sistemin vermediği değeri vermiştir. Peygamber efendimizin Veda Hutbesi'ndeki nasihatlerinden biri: "Kadınlarınıza eziyet etmeyiniz! Onlar, Allahü tealanın sizlere emanetidir. Onlara yumuşak davranınız, iyilik ediniz." olmuştur. Başka bir hadis-i şeriflerinde de; "Cennet anaların ayakları altındadır." buyurarak, kadını korumada eşsiz bir hassasiyet göstermiştir. Ancak erkekler "ailenin reisi" olmak bakımından kadınlar üzerinde daha üstün bir dereceye sahiptirler. Bununla beraber, erkeklerin meşru surette kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da onlar üzerinde hakları vardır. O devirde kadınların kadınların hiçbir hakkı yoktu. İslamiyet, ailenin mutluluğu ve sosyal hayatın huzuru, aileyi meydana getiren kadın ve erkeğin, vazife ve sorumluluklarını bilip, uygulamasına bağlı olduğunu bildirmiştir. Aile içinde kadın ve erkeğin birbirlerini anlayıp hoşgörü sahibi olmaları, aile saadeti için şarttır. Karşılıklı saygı ve vazifelerin ne olduğunun bilinmesi, yuvanın huzurlu olması için önemli hususlardır. Ailede disiplini baba sağlar. Baba adaletli davranırsa, ailede huzur olur. Sağlam temellere dayanmayan aileler ve topluluklar, en küçük bir zorlama karşısında dağılırlar. Türk milletinin tarihi boyunca her sahada kazandığı zafer ve başarılarda, Türk aile yapısının çok büyük payı olduğunu unutmayalım!. İslamiyet, ahlak ve ilme en büyük kıymeti verip, cahilliği ve ahlaksızlığı reddeder. Onun için her anne ve baba, çocuğuna ilmi, ahlaki ve dini görevlerini öğretmeye mecburdur. Öğretmezlerse mes'ul olurlar. Çünkü, her çocuk sevmeyi, sevilmeyi, saygıyı burada öğrenir. Disiplin ve düzenli hayata burada alışır. Allahü teâlâya inanmayı, Peygamber sevgisini, vatan-millet aşkını, gelenek ve göreneklerine saygıyı hep burada öğrenir. Aile, ne kadar sağlam olursa, toplum o derece güçlü temeller üzerine kurulmuş olur. Bir milleti yıkmak isteyen iç ve dış düşmanlar, ilk tahribatlarına aileden başlarlar. Osmanlının son zamanlarında, elit tabakanın evlerine giren yabancı mürebbiyeler, Batı kültürünü aşıladılar; her türlü ahlaksızlığı, fuhuşu da bu yolla yaydılar, 14 asırlık aile yapısını sarstılar. Şimdi yapılmak istenen sarsılan aileyi tamamen çökertmek... Aile sıcaklığından uzak bir otel odasına çevirmek..
"Birinci şehâdetiniz bize kâfidir!"
31 Mart 2001 01:00
Resulullah efendimiz, Hz. Abdullah bin Selam'ı daha ilk gördüğünde: "Sen Medine âlimi İbni Selâm değil misin?" diye sordu. O da: "Evet" deyince, Peygamberimiz: "Yaklaş" buyurarak, şu suâli sordu: "Ey Abdullah, Allah için söyle! Tevrat'ta benim vasıflarımı okuyup öğrenmedin mi?" Abdullah dedi ki: "Allah'ın sıfatları nelerdir söyler misiniz?" Bu suâle karşılık Resûlullah biraz bekledi ve Cebrâil İhlâs sûresini indirdi: "De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir." Abdullah bin Selâm bu âyet-i kerîmeleri işitince Peygamberimize hemen: "Evet yâ Resûlallah! Doğru söylüyorsun, şehâdet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Sen O'nun kulu ve Resûlüsün" diye Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Hz. Abdullah bin Selâm bundan sonrasını şöyle anlatır: "Resûlullah ismimi sordu. Ben "Husayn bin Selâm" dedim. Hayır, Abdullah bin Selâm" buyurdu. Ben de "Evet, Abdullah bin Selâm, seni hak ile gönderen Zâta yemin ederim ki, bugünden sonra başka bir ismimin olmasını istemem" dedim. Bundan sonra devam ederek: "Yâ Resûlallah! Yahudiler, insanı hayrete düşürecek kadar yalan söyleyen, asılsız isnad ve iftiralar eden, zâlim bir millettir. Eğer sen benim seciye ve her hâlimi onlardan sorup öğrenmeden önce, onlar benim müslüman olduğumu duyup öğrenirlerse, muhakkak sizin yanınızda bana, akla gelmeyen iftirâda bulunur! Siz önce beni onlardan sorunuz!" dedim ve evin bir tarafına saklandım. Onun peşinden bir grup Yahudi ileri gelenleri içeri girdi. Bu esnâda Resûlullah Yahudilere: "Aranızdaki Husayn bin Selâm nasıl bir adamdır?" diye sordu. Yahudiler de: "O bizim en yüksek âlimimiz ve en büyük âlimimizin de oğludur! İbni Selâm bizim en hayırlımız ve en hayırlımızın da oğludur!" dediler. Bunun üzerine Yahudilere: "Eğer o müslüman olduysa siz buna ne dersiniz?" diye sordu. Yahudiler: Allah onu böyle birşeyden korusun! diye karşılık verdiler. O sırada Hz. Abdullah bin Selâm saklandığı yerden çıkıp, Müslüman olduğunu söyleyince, Yahudiler: "O bizim en kötümüzdür ve en kötümüzün de oğludur! dediler. Resûlullah Yahudilere: "Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise lüzumsuzdur" buyurdu. Hz. Abdullah hemen evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyet'e davet etti. Halası da dahil hepsi müslüman oldular.
Kin beslemez, boş söz söylemezdi
1 Nisan 2001 01:00
Abdullah bin Selâm hazretleri anlatır: "Hz. Peygamber zamanında bir rüya görmüştüm ve Resûlullah'a arzetmiştim. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resûlü rüyamda kendimi sanki bir bahçede gördüm. O bahçenin bir tarafında demirden bir direk vardı. Bu direğin bir ucu yerde, bir ucu gökte idi. Yukarısında da tutacak bir kulp, bir çember vardı. Bana "Haydi bu direğe çık!" denildi. Ben de "Gücüm yetmez!" dedim. Bunun üzerine yanıma bir hizmetçi gelerek sırtımdaki elbisemi çıkardı. Bunun üzerine direğin tâ tepesine kadar çıktım. Kulpu tuttum. Bana "Halkayı iyi tut, bırakma!" diye tenbih edildi. Böylece direğin kulpu elimde olarak uyandım. Resûlullah'a rüyayı anlattım, dinledikten sonra buyurdular ki: "Gördüğün bahçe İslâm dinidir. Direk de İslâm dininin direği (tevhid)dir. O kulp da çok sağlam olan (imân)dır. Sen ölünceye kadar İslâm dini üzerine yaşayacaksın (Cennetlik olacaksın!)" Resûl-i ekrem bir defasında: "Şu kapıdan ilk girecek olan, Cennet ehlinden (Cennetliklerden) biridir" buyurdu. Biraz sorna Abdullah bin Selâm içeri girdi. Eshâb-ı kirâm Resûlullah'ın bu müjdeli haberini kendisine bildirdiler ve hangi ameli ile bu dereceye kavuştuğunu sordular. Hz. Abdullah, "Ben zayıf bir kimseyim. Benim en kuvvetli ümidim, kalb selâmeti, yani kimseye karşı içimde kötülük beslememem ve boş sözleri terketmemdir. Bundan başka (beni kurtaracağından ümitli olduğum) bir amelim (işim) yoktur" dedi. O, nefsini kötü huylardan ve isteklerden tamamen temizleyip terbiye etmek için çalışırdı. Kendisi zengin olduğu halde bazan Medine çarşısında sırtında bir yük odunla dolaştığı görülürdü. Yine bir gün, onu bu halde görenler kendisine: "Çocukların ve hizmetçilerin var, onlar senin bu kadar işini göremiyorlar mı?" diye sorduklarında Hz. Abdullah "Evet var ve bu işimi yaparlar, fakat ben kendimi tecrübe etmek isedim. Acaba bu işi yapmak nefsime ağır gelecek mi? diye düşündüm. Eğer bende kibir varsa ondan kurtulmak istiyorum. Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse Cennete giremiyecektir" cevabını verdi. Başka bir zamanda: "Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine götüren, kibirden uzaklaşmıştır" buyurmuştur.
İdarecilere her devirde geçerli tavsiyeler
2 Nisan 2001 01:00
Abdullah bin Tâhir'in tavsiyeleri: Abdullah bin Tâhir, Abbâsî halifesi Me'mûn zamanında vâli idi... Horasan'da vâli olan Abdullah'ın babası Tâhir, oğlunun Rakka vâliliğine getirildiğini öğrenince, tecrübelerinden istifade ederek, bir idarecinin nelere dikkat etmesi, siyâsî ve diğer hususlarda hangi kâidelere riâyet etmesi îcâb ettiğini ihtivâ eden uzun bir mektup yazarak, oğluna gönderdi. İnsanların çok hoşlanıp, elden ele dolaştırdıkları, nihâyet halîfeye kadar ulaştırdıkları ve halîfenin beğenip, çoğaltarak bütün valîlere gönderdiği bu mektup özetle şöyledir: "Ey oğlum, şunu iyi bil ki, Allahü teâlâ emrettiği şeylerden seni hesâba çekecek ve yaptığın işlerin; mükâfât veya cezâ olarak, karşılığını verecektir. O hâlde aklınla, zihninle, basîretinle, her şeyinle, Hak teâlâya vereceğin hesâba hazırlanmaya yönel. Hiçbir meşgûliyet, bu mühim farzı terketmene ve gevşeklik göstermene sebep olmasın. Çünkü bu, her şeyin başıdır. Bir işle karşılaştığın zaman, önce Allahü teâladan korkarak istihârede bulun ve Resûlullah efendimiz vâsıtasıyla bildirdiği emir ve yasaklarına bağlı kalarak yapmaya çalış. Bu işin, Allahü teâlanın senin hakkında, râzı olduğu, beğendiği şekilde meydana gelmesini nasîb etmesi için O'ndan yardım iste! Sana yakın olsun, uzak olsun, hoşlandığın ve hoşlanmadığın bir hususta herhangi bir kimseye muâmele ederken, sakın adâletten ayrılma. Bütün işlerinde orta yolu tut. İtidâlli olmak, orta yolda bulunmak çok takdir edilmiş, beğenilmiştir. Orta yolu tutmak, apaçık bir emniyet, fazîlet ve güzellik olup, insanı, istikâmet sahibi olmaya ve hidâyete sevkeder. Hak teâlânın yardımı, muvaffakiyeti ve iki cihan saâdeti ise, istikâmet, hidâyet üzere bulunanlaradır. Bütün dünyâ işlerinde orta yol üzere bulun. Bil ki, dünyâ işlerinde orta yol üzere bulunmak, kişinin izzet ve şerefini arttırır. Günahlardan korur. Ayrıca sen, kendini ve berâberinde bulunanları, ancak orta yolu tutmakla koruyabilir ve işlerini düzeltebilirsin. Orta yolu tut ve buna riâyet eyle. Böylece işlerin tamam olur, gücün, kuvvetin artar. Sana tâbi olan insanlardan, yakınında bulunanlar ve uzağında olanlar, düzelip ıslâh olurlar..
"Bugünkü işini yarına bırakma!"
9 Nisan 2001 01:00
Abdullah bin Tâhir'in idarecilere tavsiyeleri: "Hasma karşı da insaflı ol. Şüpheli, tereddütlü hâllerde dikkatli, ihtiyatlı, yavaş hareket eyle. Bir şeyin delîline iyice ulaş, delîli iyi tespit et ki, hükmün kat'î ve sağlam olsun. Maiyetinden birisini cezâlandırman îcâb ederse, herhangi bir himâye, müsâmaha ve ayıplayıcının ayıplama ihtimâli, cezâ vermene mâni olmasın. İyi tespit et, acele etme. Temkinli davran. Dikkatli bak, kontrol eyle. Tedbirli ol ve iyi düşün. Gördüklerinden ibret al. Rabbine karşı tevâzû üzere bulun. İdâren altında bulunanların hepsine yumuşak muâmele eyle. Nefsine, Hakk'ı hâkim kıl. Haksız yere, haram olarak kan akıtmaya kalkma. Çünkü bu, Allah katındaki suçların büyüklerindendir. Onlara bir memur tayin edeceğin zaman, görüş, tedbir ve tecrübe sahibi, işinin ehli, idareciliği bilen, namuslu, dürüst kimseleri tayin et. Erzak husûsunda halkına bolluk sağla. Zîrâ bu, sana dayanan, üzerine aldığın vazifenin îcâbı olarak yerine getirilecek haklardandır. Hiçbir meşgûliyet seni, bu vazifenden alıkoymasın ve hiçbir mâni seni bu işleri yapmaktan uzak tutmasın. İdâren altında bulunun yerlere vazifelendirdiğin kimselerin çalışmaları, hâl ve gidişâtları hakkında sana bilgi yazıp bildirecek emin kimseler gönder. Böylece vazifelendirdiğin memurların çalışmalarını tâkip et. Memurlarına bir iş buyurmak gerekince, istediğin işin sonunu iyi düşün. Şayet bu işin âkıbetinde, selâmet, emniyet ve âfiyet görürsen ve bu işten güzel netîce, nasîhat, iyi karşılık umarsan, yap. Aksi hâlde vazgeç. O iş hakkında, ilim ve bâsiret sâhiplerine danış. Kişi sonunu düşünmeden bir iş yapmaya kalkarsa, kendini tehlikeye attığı gibi işleri de bozulabilir. Bu sebeple her işinde ihtiyatlı ol. Bugünkü işini, yarına bırakma! Kendi işini kendin yapmaya çalış. Yarınki günde karşılaşacağın işler ve hâdiseler, yarına bıraktığın işleri yapmana mâni olur. Bil ki, gün, geçtiği zaman, içindekileri de birlikte götürür. Bugünkü işini yarına bırakırsan, yarına iki günlük işi biriktirmiş olursun. Bu ise seni çok meşgûl eder, sonra hiç birini yapamazsın. Ama her günün işini o günde yaparsan, kendini ve bedenini rahatlatmış, sultânının işlerini de muhkem etmiş olursun. Beraber olduğun, yanına girip çıkan kimselerin senin nazarında en hayırlı ve kıymetlisi, sende gördüğü bir kusuru, korkmadan ve çekinmeden, tenhâ bir yerde sana söyleyebilen kimse olsun. Böylelerinin sana olan samîmiyeti, muhabbeti elbette yapmacık ve gösteriş değildir."
Hz. Cafer nihayet arzusuna kavuştu
15 Nisan 2001 01:00
Hazret-i Cafer-i Tayyar, Habeş hükümdarı Necaşi'nin Müslüman olmasına vesile oldu. Hz. Cafer'in İslamiyeti, tanıtan anlatan konuşmasından, yaşayışından çok etkilenmişti. Bir gün Necâşî eski elbiselerini giyip sarayından çıktı. Başında tac ve arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle şaşırdı. Sonra Hz. Cafer'i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler. Melik'i bu vâziyette görüp sustular. Necâşî, Hz. Cafer'e "Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü teâlâ, Resûlüne yardım etmiş. Bedir Savaşı'nda düşmanlarını helâk eylemiş. Kâfirlerden Şeybe, Utbe bin Rebia, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk olmuşlar ve birçoğu da esir olmuşlar" dedi. Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra: "Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir?" dedi. Necâşî; "İncilde gördüm ki, Hak tealâ kullarına bir nimet verdiği vakit bu nimeti başkasına haber veren kimsenin tevazu yapması gerekir. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili Peygamberine zafer ihsan eylemiş, bunu size haber vermek için böyle yaptım" dedi. Peygamber efendimizin amcası Ebû Talib'in oğlu Hz. Cafer ve beraberindeki müslümanlar, bu haberden sonra Habeşistan'dan Medine'ye geldiler. Dönüşleri Hicret'in yedinci yılında (m. 628), Hudeybiye'den sonra ve Peygamber efendimiz Hayber'de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz, Cafer bin ebî Talib ile karşılaşınca, Hz. Cafer'in alnından öpüp bağrına bastı ve "Ben Hayber'in fethine mi, yoksa Cafer'in gelişine mi sevineceğim bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine hem de yurduma hicret ettiniz" buyurdu. Hz. Peygamberimiz, mescîdinde, öğle namazından sonra Eshâb-ı kirâm ile birlikte oturdular. Müslümanlar, Allah yolunda cihada çıkacaklardı. Peygamber efendimiz: "Zeyd bin Hârise'yi, cihada çıkacak olan şu insanların başına kumandan tayin ettim. O şehid olursa yerine Cafer bin Ebî Tâlib geçsin, O da şehid olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehid olursa, müslümanlar, aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar." buyurdu. Cihad aşkıyla yanıp tutuşan Hz. Cafer, bu habere çok sevindi. Hazırlanıp hemen savaşa katıldı. Bir müddet sonra da, Cebrâil aleyhisselam gelerek, Hz. Cafer'in şehid olduğunu, kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yakuttan iki kanat ihsan olunduğunu, o kanatlarla Cenette uçmakta olduğunu haber vermesi üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Cafer'in ailesine "Ey! İki kanatlı mes'ûd kimsenin çocukları" diyerek bu durumu müjdelemişti. Bunun için, Hz. Cafer, Tayyar=uçan ismiyle tanınmıştır. Eshâb-ı kirâmdan Hz. Ebû Hureyre O'nun özelliklerini şöyle bildirir: "Cafer, fakirleri sever, onlarla otururdu. Onlarla konuşur ve onları dinlerdi. Peygamber efendimiz, O'nu "Fakirlerin babası" diye künyelendirmişti."
İnsanlar sana rahat ulaşabilsinler!'
16 Nisan 2001 01:00
Abdullah bin Tâhir'in idarecilere tavsiyeleri: "Hak yolunda cömertlik yapmak, yolunu kolaylaştırır. Cömertliğin, kulların en fazîletli ibâdetlerinden olduğunu unutma. Bunun için cömertliği, kendine huy hâline getir. İş ve gidişât olarak cömertlikten râzı ol! Maaşlarını da arttır. Böylece Hak teâlâ onların ihtiyaçlarını gidermiş olur. Onların işleri de seninle kâim olur, kuvvet bulur. Ayrıca bu davranışınla kalplerinin bağlılığı ve emrine itâatleri fazlalaşır. Unutma ki, bir hükümdar; askerine ve emri altında olanlara merhametli ve adâletli davranır, onları koruyup gözetir, insaf, yardım, şefkat ve iyilikle muâmele eder ve kendilerine bolluk temin ederse, bu hâli, saâdet olarak ona kâfidir. İhtiyaç içerisinde bulunan insanların haklarını araştır. Geçim yüklerini üzerine al, durumlarını düzelterek sıkıntıya düşmelerini önle. Bundan başka fakirlerin, miskinlerin, durumunu sana kadar getirmeye muktedir olmayanların hakkını aramada bizzat alâkadar ol. Gizli meselelerini, sıkıntılarını öğren. Allahü teâlânın izni ile hâllerini düzelt. Hastaların barınıp tedâvi görecekleri hastâneler yap. Onlara iyi bakıp, hizmet edecek, şefkatli davranacak hizmetçiler ve hastaları güzel muâyene ve tedâvi edecek tabibler tâyin eyle. İşlerin çokluğu sende bıkkınlık meydana getirmesin ve insanlarla meşgûl olmana mâni olmasın. İnsanların yanına gelmelerine, sık sık müsaade eyle. Ulaşılamayan insan olma! Onlarla görüş, kendilerine sâkinlik göster. Merhamet kanatlarını onlara aç. Sevindiğini onlara göster. Bir şey istemekte ve konuşmakta kendilerine yardımcı ol. Onlara karşı şefkatli, merhametli ve cömert ol. Verdiğini; üzmeden, başa kakmadan, cömertlikle, gönül açıklığı ile ver ve karşılığını yalnız Allahü teâlâdan bekle. Bu şekilde verilenlerin, Allahü teâlânın izniyle çok kârlı, kazançlı bir ticâret olduğunu bil. Gördüğün dünya işlerinden ve senden önce, geçmiş asırlarda yaşayan helâk olmuş milletlerdeki başkan ve hükümdârların hâllerinden ve âkıbetlerinden ibret al. Sonra dîninin hükümlerine uyarak, dîninin ve kitâbının kâim olması için gayret edip, her hâlinde Allahü teâlânın emrine sımsıkı sarıl. Bunlara mugâyir ve Allahü teâlânın gadabına sebeb olan şeylerden uzak dur. Bütün bu nasîhatlere riâyet edersen, beğenilen, düşmanların gözünde bile adâletinden râzı olunan; bütün işlerinde, adâlet, kuvvet, tedârik sâhibi kıymetli bir idâreci olursun. O halde, bu hususları yerine getirmeye gayret eyle ve hiçbir şeyi buna tercih eyleme ki, Allahü teâlânın izni ile işinin sonunda medholunmaya lâyık olasın."
.
"Sabır, sığınağınız olsun!"
17 Nisan 2001 01:00
Abdullah bin Tâhir'in idarecilere tavsiyeleri: "Haramdan mal toplama ve malını isrâf ile harcama. Sık sık âlimlerin meclislerinde bulun, onlarla istişâre et ve kendileri ile berâber ol. Tek arzun; Hak teâlânın emirlerine tâbi olmak ve bunları yaymaya çalışmak, işlerin iyilerini, yüksek olanlarını tercih etmek olsun. Beraber olduğun, yanına girip çıkan kimselerin senin nazarında en hayırlı ve kıymetlisi, sende gördüğü bir kusuru, korkmadan ve çekinmeden, tenhâ bir yerde sana söyleyebilen kimse olsun. Böylelerinin sana olan samîmiyeti, muhabbeti elbette yapmacık ve gösteriş değildir. Emrin altında bulunanlara ve başkalarına karşı, yaptığın herhangi bir iyiliği başa kakma. Sana yazdığım bu nasihatları iyi anlamaya çalış. Bu nasihatlar hakkında ve bunlarla amel etmek husûsunda sık sık düşün. Bütün işlerinde Allahü teâlâdan yardım iste ve hayırlı kılmasını dile. Muhakak ki, Allahü teâlâ doğru ile ve doğru olanlarla berâberdir. Hâl ve gidişâtın; Allahü teâlânın rızâsını kazanacak, O'nun dînine nizâm olacak, dînine tâbi olanlara izzet ve şeref bahşedecek, millete adâlet ve sulh temin edecek şekilde olsun. Allahü teâlâdan dilerim ki; yardımını, muvaffakiyetini, doğru yolda bulunmanı ve muhâfazanı güzel kılsın. Sana çok iyilikler ihsân etsin. Fazîlet ve rahmetini bol bol göndersin; düşmanlarını, hasımlarını ve sana baş kaldıran, haddi aşan azgınları helâk etsin. Sana ve emrin altındakilere âfiyet ihsân etsin. Şeytanı ve şeytanın vesveselerini senden uzak eylesin. İzzet, kuvvet ve yardım ile işini yüksek eylesin. Muhakkak Allahü teâlâ kullarına yakındır ve onların duâlarını kabûl edicidir." Abdullah bin Tâhir, hâricîlere karşı askerlerini savaşa teşvîk için şöyle hitâb etti: "Sizler, Allahü teâlânın dînine hizmet eden, dîninin emirlerini yapıp haramlarından sakınan; insanları, Allahü teâlânın yapışılmasını emrettiği ipine, yâni Kur'ân-ı kerîme ve emirlerine dâvet eden, dîninin bekçisi bahtiyâr kimselersiniz. O hâlde, düşmanlarınızla, yeryüzünde fesat çıkaran, azgın, taşkın ve Ehl-i sünnet ve cemâat yolundan ayrılan, dîninden çıkan kimselerle mücadelede Allahü teâlâdan zafer ve yardım isteyiniz. Zîrâ Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki: "Ey îmân edenler! Eğer siz, Allahü teâlânın dînine yardım ederseniz, O da size yardım eder ayaklarınızı sâbit kılar." Öyleyse sabır, sığınağınız olsun! Sabırla istediğiniz yardıma kavuşursunuz. Çünkü sabır, Allahü teâlânın size haber verdiği muhkem bir kale, giyilmesini emrettiği sağlam bir zırhtır."
Dünya malı, dünyada kalır!..
18 Nisan 2001 01:00
Abdulah bin Tâhir; geliri çok, eli açık, çok cömert bir zât idi. Malı olduğu hâlde, Allah rızâsı için harcamayanları hiç hoş görmezdi. "Hem kesesi dolu olmak, hem de iyilikle anılmak gibi iki haslet çok az kimsede bir araya gelebilir" derdi. Cömertliği gibi adâleti de dillere destan idi. Bunun için, birçok şâir onun hakkında mersiyeler yazmışlardır. Gâyet edîp, zarîf bir zât olan Abdullah bin Tâhir, aynı zamanda kuvvetli bir şâir idi. Çok güzel şiirleri vardır. Çok şecâatli, cesur, heybetli bir zât idi. Aklı da cömertliği gibi çok idi. Çok sadaka verir, Allah rızâsı için çok harcardı. Adâleti meşhûr idi. Dünyaya ve dünyalıklara önem vermezdi. Çünkü, dünyaya dalan kimselerin gafletleri bir gemi yolculuğuna benzer. Gemi bir sahile uğrar. Kaptan ihtiyaçlarını görmeleri için, karaya çıkmalarına müsaade eder. Geç kalmamalarını da tembih eder. Karaya çıkan yolcuların bir kısmı işlerini görüp hemen dönerler. Gemi boş olduğu için geminin en güzel yerine otururlar. Bir kısmı da sahilin güzelliğine, yeşilliğine, kuşların ötmesine dalıp, gemi kalkmak üzere iken hatırlarlar. Koşarak gemiye gelirler. Fakat geç kaldıkları için, gemide ancak ayak altında bir yer bulabilirler. Bir kısmı da sahildeki güzel eşyaları görünce, bunları alıp memleketlerine götürmek isterler. Bunları toplayıp gemiye yetişene kadar gemi iyice dolar. Ancak kendileri binebilirler. Emek çekerek aldıkları çok kıymetli eşyalar dışarıda kalır. Aldıklarına pişman olurlar. Fakat pişmanlıkları fayda vermez. Bir kısmı da sahilin güzelliklerini tesiri ile zamanın nasıl geçtiğini anlayamazlar. Geminin hareket düdüğünü bile duymazlar. Topladıkları güzel çiçekler kıymetli madenler ellerinde kalır. Bir müddet sonra da vahşi hayvanlara yem olurlar. İşte dünya hâli buna benzer. Güzelliklerine kapılıp nereden gelip nereye gideceklerinden gafil olanların hâli perişanlıktır. Çünkü ölüm ânında topladıklarının hiçbirini götüremeyeceklerdir. Hepsini dünyada bırakacaklardır. Hatta bıraktıkları onlara vebal getirecektir. Sağlığında da o malların muhâfazası derdiyle meşgûl olup, sıkıntıdaydı. Kısacası ölmeden önce de öldükten sonra da dünya malı sıkıntıdır.
Tahtı ters çevirten dua...
19 Nisan 2001 01:00
Tahtı ters çevirten dua... Abdullah bin Tâhir'in ne kadar âdil olduğu, mazlumları nasıl koruduğu husûsunda kaynak eserlerde şu menkıbe bildirilmektedir: "Bir zaman, zaptiyeler birkaç hırsız yakalamış, vâli Abdullah bin Tâhir'e bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçtı. Diğer taraftan Hiratlı bir demirci, Nişâpur'a gitmişti. İşini bitirince, memleketine dönerken, gece vakti zaptiyeler kaçan hırsız zannedip, onu yakaladılar. Hırsızlarla berâber vâliye çıkardılar. Vâli; "Hepsini hapsedin!" diye emir verdi. Demirci, hapishânede abdest alıp namaz kıldı. Ellerini uzatıp; "Yâ Rabbî! Günahım olmadığını, yalnız sen bilirsin ve beni buradan ancak sen kurtarırsın. Yâ Rabbî! Beni kurtar!" diye duâ etti. Vâli, o gece rüyâda, dört kuvvetli kimsenin gelerek, tahtını tersine çevirdiklerini gördü ve uyandı. Hemen abdest alıp, iki rek'at namaz kıldı. Tekrar uyudu, aynı rüyâyı tekrar gördü. Uyanınca, bir mazlûmun âhını aldığını anladı. "Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ, / Gözyaşının seher vakti yaptığını, / Düşman kaçıran süngüleri, çok defâ, / Toz gibi yapar, bir mü'minin duâsı..."diye düşünüp; "Ya Rabbî! Büyük, yalnız sensin! Sen öyle bir büyüksün ki, büyükler ve küçükler, sıkışınca, ancak sana yalvarır. Sana yalvaran ancak murâdına kavuşur" dedi. Hemen, o gece, hapishâne müdürünü çağırtıp, hapishânede bir mazlûmun olup olmadığını sordu. Müdür; "Bunu bilemem. Yalnız, biri namaz kılıp, çok duâ ediyor. Gözyaşları döküyor" deyince, onu getirtti. Hâlini sorup anladı. Özür dileyip; "Hakkını helâl ve bin gümüş hediyemi de kabûl et ve herhangi bir arzun olunca bana gel!" diye ricâ etti. Demirci; "Hakkımı helâl ettim ve hediyeni de kabûl ettim. Fakat işimi, dileğimi senden istemeye gelemem" dedi. "Niçin?" deyince, demirci dedi ki: "Çünkü, benim gibi bir fakir için, senin gibi bir vâlinin tahtını birkaç defâ tersine çeviren sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına götürmem kulluğa yakışmaz. Namazlardan sonra ettiğim duâlarla, beni nice sıkıntıdan kurtardı ve murâdıma kavuşturdu. Nasıl olur da, başkasına sığınırım? Rabbim, nihâyeti olmayan rahmet hazînesinin kapısını açmış, sonsuz ihsân sofrasını, herkese yaymış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de vermedi? İstemesini bilmezsen alamazsın. Huzûruna edeple çıkmazsan, rahmetine kavuşamazsın." İbâdet eşiğine, kim ki, bir gece baş kodu, Dostun lütfu, açar ona, elbette binbir kapu...
.
Her devrin istismar malzemesi
20 Nisan 2001 01:00
İnsanlık tarihi boyunca en çok istismar edilen nedir? diye sorsanız bana, hemen "kadın" diye cevap veririm. İslamiyet ve ondan önceki hak dinler hariç her devirde kadın, devamlı sömürü vasıtası olmuş. İnsan yerine bile konulmamış. Herhangi bir ev eşyasından farkı olmamış kadının... Mesela, Roma kanunlarında köle olarak kabul edilirdi. Vatandaşlık hakkından mahrumdu, ona, herhangi bir ev eşyası gibi bakılırdı. Ev eşyası gibi alınıp satılırdı kadın. Budizm inancında kocası ölen kadının yaşama hakkı yoktu. Son zamanlara kadar ölen kocası ile beraber cayır cayır yakılırdı. Devlet yasak getirerek kadını bu vahşetten kurtardı. Şimdi gelelim günümüze... Çoklarının zannettiği gibi kadın bugün de kölelikten kurtulamamıştır! Hatta, eski devirlerden daha çok istismar edilmektedir; daha çok köleleştirilmiştir. Görünüşte kendilerine eşya oldukları söylenmese de, eşya kadar bile önem verilmemektedir. Bunları yapanlar da daha çok kadın hakları savunucuları... Kadın hakları, kadına özgürlük gibi sloganlarla kadınlar aldatılmakta, daha çok sömürülmektedir. Bu sömürme çok iyi kamufle edildiği için kadınlar farkında değil. Yıllardır kadın, "kadına özgürlük" adı altında sanayide, ticarette, reklamda, siyasette vitrin malzemesi olarak kullanılmakta, sözde kadın hakları savunucularının, feministlerin sesi çıkmamakta. İşlerini güçlerini bırakmışlar, evinde çoluk çocuğu ile huzur içinde oturan kadınları nasıl sokağa dökeriz, nasıl kendimize benzetiriz bunun hesabını yapmaktalar, bunun mücadelesini vermekteler. Tabii, bunu yaparken de birilerinin kendilerini kullandığından, siyasi, ticari faaliyetlerine alet ettiğinden haberleri yok. Veyahut da bilerek bu oyunda yer almaktadırlar... Düğün değil bayram değil, bunları niçin yazıyorsun, diye soracak olursanız söyleyeyim: Televizyonlarda bir cep telefonu reklamı var. Fakat görüntüde cep telefonu yok, kadın var. Reklamda telefon değil kadın ön plânda. Yalnız bu reklamda değil, hemen hemen bütün reklamlar böyle. Kadın unsuru olmayan reklam neredeyse yok gibi. Hiçbir kadın hakkı savunucusu çıkıp bunu kınamıyor, protesto etmiyor. Aksine bu tür istismarlara karşı çıkanları kınıyor, bunları çağ dışılık ile suçluyorlar. Demek ki kadının çağdaş olabilmesi için, sömürülmesi, istismar edilmesi onun bunun elinde oyuncak ve sermaye olması gerekiyor. Çok şükür bu kepazeliklere bir tepki gösteren çıktı. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü, söz konusu reklamı RTÜK'e şikayet etti. "Bir ürünün tanıtımından ziyade kadın bedeninin ön planda tutulduğu ve kadının cinsel kimliğinin bir araç olarak sergilendiği" gerekçesiyle. Böylece kadının "cinsel kimliğinin araç olarak" kullanıldığı, Devletin resmi kuruluşunca da açıkça ifade edilmektedir. Sözde kadın hakları savunucuları, bu tepkiye de karşı çıktı. Bunu kadın haklarına aykırı buldu. İnsan merak ediyor bunlar kadın hakları denilince ne anlıyorlar? Her türlü ahlaksızlığı, kadının bedenini ortaya koyarak para kazanmasını (daha doğrusu kazandırmasını), kadınların özgürlüğü olarak mı algılıyorlar? Yoksa "Vücutlarımız bize aittir, onu dilediğimiz şekilde kullanırız" şeklinde mi anlıyorlar? Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü'nü bu faydalı tepkisinden dolayı tebrik ediyorum. RTÜK, inşaallah bunu ciddiye alır da bu ve benzeri reklamlarla kadınların istismarına engel olur. Bunun, "Kadın Hakları" savunucularına örnek olmasını diliyorum. Tabii ki davalarında samimi iseler!..
.
.
Dıhye-i Kelbî ve Cebrâil aleyhisselâm
20 Nisan 2001 01:00
Cebrâil aleyhisselam çok defa Resûlullahın huzuruna Hz. Dıhye-i Kelbî'nin sûretinde gelirdi. Resûlullah efendimiz Benî Ümeyye'den üç kimseyi üç kimseye benzetir: "Dıhyet-ül Kelbî, Cebrâil'e; Urve bin Mes'ud-es-Sekâfi, İsâ'ya; Abdül üzzi ise Deccâl'a benzer." buyururdu. Hz. Dıhye-i Kelbî'nin bu benzerliği bazan karışıklıklara da sebep olurdu. Bir gün Cebrâil aleyhisselam Hz. Dıhye sûretinde Resûlullaha geldi. Bu arada Resûlullah Mescid-i Nebî'de bulunuyordu. Daha çocuk yaşta olan Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Hz. Cebrail'i Dıhye zannedip hemen ona doğru koştular. Ceplerine ellerini sokup, bir şeyler aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz, "Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edepsiz zannetme. Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediyye getirirdi. Bunlar da hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı." buyurdu. Hz. Cebrâil bunu işitince üzüldü. "Dıhye bunların yanına hediyesiz gelmiyor da, ben nasıl gelirim" dedi. Elini bir uzattı Cennetten bir salkım üzüm kopardı Hz. Hasan'a verdi. Bir daha uzattı, bir nar kopardı. Onu da Hz. Hüseyin'e verdi. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca Dıhye zannettikleri Cebrâil'in yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî'de oynamaya devam ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı elinde baston, toz-toprak içerisinde beli bükülmüş ihtiyar bir kimse geldi, "Yavrularım günlerdir açım, Allah rızası için yiyecek bir şey verin" dedi. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin, biri üzümü diğeri de narı yiyecekleri sırada bu ihtiyarı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ona vermek için mescidin kapısına doğru yürüdüler. Tam o sırada Hz. Cebrâil gördü: "Durun, vermeyin o mel'una! O şeytandır. Cennet ni'metleri ona haramdır" buyurarak şeytanı kovdu. Hz. Dıhye-i Kelbî ticaretle meşgul olup, çok zengindi. Kabilesinin reisiydi. Müslüman olmadan önce de Resûlullahı severdi. Ticaret için Medine'den ayrılıp her dönüşünde Resûlullahı ziyaret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat Peygamber efendimiz bunlara kıymet vermez ve "Yâ Dıhye eğer beni memnun etmek istiyorsan imân et. Cehennem ateşinden kurtul" buyurur, O'nun imân etmesini isterdi. Dıhye ise zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi. Daha sonra iman etti, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden oldu. Simâ olarak en güzellerindendi... 672 senesinde vefat etti.
Aileyi yıkmada sinsi yönlendirmeler
21 Nisan 2001 01:00
Son zamanlarda kadın ve aile üzerine çok duruyorum. Çünkü, gerçekten aile zor durumda. Aileyi yıkmak için ne gerekiyorsa yapılıyor. "Biri Bizi Gözetliyor" gibi programlarda hedef hep aile... Bir milleti yıkmada aile, özellikle de "kadın" son kale. Aile tamamen yıkıldığı takdirde, insanlar insan olmaktan çıkar birer sosyal varlık haline gelir. Bunun için aileyi çok titiz bir şekilde korumak ve kollamak zorundayız. Aileyi sarsacak, aile bağlarını zedeleyecek davranışlardan kaçınmak bir insanlık görevidir. Aile ile uğraşmak insanın kendi bindiği dalı kesmesi demektir. Eskiden buna çok dikkat edilirdi; mesela evlenmeden önce "Birlikte Yaşama" rezaleti yok denecek kadar azdı. Bu şekilde yaşayanlar da bunu söylemekten çekinirlerdi; çünkü toplumun genel ahlakına aykırıydı bu tür beraberlikler. Şimdi o kadar normal hale geldi ki, bütün kanallarda, kim kiminle "birlikte yaşıyor" o konuşuluyor, magazin haberlerinin çoğunu bu tür haberler teşkil ediyor. Programlarda utanmadan, "Altı yıldır birlikteyiz, ileride evlenmeyi düşünüyoruz" diyebiliyorlar. Bunlar hep aileyi yıkmanın, yok etmenin sinsi planlarıdır. Toplumu tahrip eden en önemli şey, anormal şeylerin normal şey gibi algılanmasıdır. Batı, yıllardır yaptığı bu tahribatın cezasını şimdi çekmektedir. Mesela, Amerika'da 70'li yıllara göre boşanma üç misli arttı. Evlilik dışı doğum oranı 1970'te % 11 iken, bugün bu rakam % 35'e sıçradı. Ortada kalan çocuklara bakma işi de büyük oranda kadınların üzerine kalmaktadır. Bu yük 1970'li yıllarda %10 iken, bugün yüzde 30'lara varmıştır. Görüldüğü gibi aile yıkım kampanyasından en büyük zararı kadın çekmektedir. Buna rağmen, ne yazık ki aileyi yıkmada en çok kullanılan da yine kadındır. Batı'yı bu hale basın getirmiştir. Bizde de yıllardır basın bu yıkım görevini bütün gücüyle yerine getirmektedir. Haberlerde, köşe yazılarında devamlı bu konu işlenmektedir. Sıradan bir kimse bir yanlış yapıyorsa bunun zararı daha çok kendinedir. Fakat, bu kimse halkı yönlendirme, aydınlatma vazifesini üstlenmişse, bu yaptığı yanlışı da marifetmiş gibi, programında, köşesinde anlatıyorsa toplu katliama girer. Kimsenin böyle bir şey yapmaya hakkı yoktur. Bakın bayan bir yazarımız aile mefhumu ile alay edercesine yaptığı marifetini(!) nasıl anlatıyor: "Eşimle evlilik öncesi oturmuş, bir takım kararlar almıştık. Hayatlarımızı birleştirecektik ama evlerimizi değil. Haftanın dört günü o bana ait olacaktı, üç günü kendisine. Sokaklarda uyuyamayacağı için de adresi, kendi evi olacaktı. Özel durumlarda, acil durumlarda taraflar birbirlerinin yardımına koşacaklardı ama tabii ki saygı sınırları muhafaza edilecekti. Telefon etmeden, program öğrenmeden, çat kapı gelmek yoktu... " Bayan yazarımız yaptıklarının doğruluğunu İtalya'dan örnek vererek ispat etmeye de çalışıyor: "İtalya'daki araştırmanın psiko-terapistlerinden biri, özellikle kadınların tercih ettiği bu trendi yaşamak isteyenleri yargılamamak gerektiğini söylemiş... " İnsanların özendiği şeylere bakın. Canlılar arasında "sürekli aile hayatı" sadece insanlara aittir. Ayrı ve "özgürce" yaşamak hayvanlara mahsustur. Bilim, teknoloji ilerledikçe insanlar, maalesef insanlıktan uzaklaşıyor. Bütün bunlar işin kolayına kaçmaktır aslında. Çünkü, aile hayatında, fedakârlık gerekir, özveri gerekir. Fakat kolayına kaçalım derken de, kimse işi daha da zorlaştırdığının farkında değil. İnsanların toplu olarak, aileler halinde yaşamaları medeniyetin esasıdır. İnsanların teknolojiyi, ilimi bu yönde kullanacakları yerde, tam tersi aileyi parçalama, insanları hayvanlaştırma yönünde kullanmaları ne garip değil mi? Sadece nefsi için, kendisi için yaşayan insandan başka ne beklenir! Çünkü nefsin her istediği kendi zararınadır. Ne demişler: "İnsanın kendine yaptığını, cümle âlem toplansa yapamaz...
"Biz, kula secde etmeyiz!"
21 Nisan 2001 01:00
Dıhye-i Kelbî hazretleri, Rumca'yı iyi bilirdi. Resûlullah onu Bizans'a Sefir olarak gönderdi. Resûlullah Bizans Kayseri Herakliyus'u İslâm'a dâvet için bir mektup yazdırdı. Mektubu Dıhye'ye verdi. Mektubu Bizans Kayserine sunması için Busrâ Emiri'ne vermesini emretti. Hz. Dıhye, Peygamberimizin mektubunu Kaysere sunması için Busrâ'daki Gassan Emîri Hâris'e başvurdu. Hâris, Dıhye'yi Herakliyus'a götürmesi için Adiy bin Hâtem'i vazifelendirdi. Adiy bin Hâtem de Dıhye'yi alıp, Kudüs'e götürdü. Bu sırada Herakliyus da Kudüs'te bulunuyordu. İmparatorun adamları kendisine "Kayser'in huzuruna çıktığı zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de asla başını yerden kaldırmayacaksın." dediler. Dıhye onlara,"Biz müslümanlar! Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz. Hem insanın insana secde etmesi insanın yaratılışına terstir." dedi. "Mademki Kayser'e secde etmeyeceksin, o zaman şöyle yap: Kayser'in sarayının önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar oraları dolaşır. Orada bir minber vardır, onun üzerinde herhangi bir şikâyet veya yazı varsa önce onu alır okur, sonra istirahat eder. Sen de şimdi git hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu görünce seni çağırtır. O zaman vazifeni yerine getirirsin" dediler. Bunun üzerine Dıhye mektubu söylenilen yere bıraktı. Herakliyus mektubu aldı; Arapça bilen bir de tercüman çağırttı. Tercüman Resûlullahın mektubunu okumaya başladı: "Bismillâhirrahmânirrahîm... Allah'ın Resûlü Muhammed'den, Rumların büyüğü Herakl'e... Allahü teâlânın hidayetine tâbi olana selâm olsun. Bundan sonra; Ben seni İslâm'a davet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın. Allahü teâlâ sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli senin üzerinedir. Ey ehl-i kitab sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin; Allahü teâlâdan başkasına ibadet etmeyelim ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp bazılarımız bazılarını Rab edinmesinler. Eğer bu sözden yüz çevirirlerse: 'Şahid olunuz. Biz müslümanız', deyiniz." Resulullahın mektubu okunurken Herakliyus'un alnından ter taneleri dökülüyordu. Mektup bitince "Hz. Süleyman'dan sonra ben böyle "Bismillâhirrahmânirrahîm" diye başlayan bir mektub görmemiştim" dedi. Ne yapacağına karar veremedi. Bunun için çevresine sormaya karar verdi.
"Allah, nimetleri değiştiricidir"
22 Nisan 2001 01:00
Resulullahın kendisini İslama davet mektubu hakkında bir karar veremeyen Herakliyus, Hıristiyanların reisi ve kendisinin danışmanı Uskuf'a fikrini sordu. O, "Vallâhi O, Mûsa ve İsâ'nın bize geleceğini müjdelediği Peygamberdir. Zaten biz O'nun gelmesini bekliyorduk" dedi. Herakliyus, "Sen bu hususta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?" diye sordu. Uskûf, "O'na tâbi' olmanı uygun görürüm." dedi. Herakliyus "Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat O'na tabi olup, müslüman olmağa gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdarlığım gider hem de beni öldürürler." dedi. Sonra Hz. Dıhye'yi ve Adiy bin Hâtem'i çağırttı. Dıhye kendisine; "Aramızda bir zât zuhur etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir kısmı Ona tabi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında çarpışmalar vuku bulmuştur." dedi. Bundan sonra Herakliyus, Hz. Peygamber hakkında araştırmaya başladı. Şam Vâlisine emir verip Hz. Peygamberin soyundan bir kişiyi muhakkak bulmalarını emretti. Bu arada kendisinin dostu olan ve İbrânîce bilen Roma'daki bir âlime de mektup yazıp bu meseleyi sordu. Roma'daki dostundan bahsettiği zâtın âhir zaman peygamberi olduğunu bildiren bir mektup geldi. Bu arada Şam Valisi, ticaret için Şam'a giden bir Kureyş kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyan da vardı. Ebû Süfyan"a "Siz şu Hicaz'daki zâtın kavminden misiniz?" diye sordu. "Evet" cevabını verince, "Haydi bizimle beraber imparatorun yanına gideceksiniz." dedi. Ebû Süfyan'la yanındakileri Şam'a götürdü. Şam Valisi, Ebû Süfyan'ı ve yanındakileri Herakliyus'un yanına çıkadı. O'na bazı sorular sordu. Aldığı cevapların hepsi müspet oldu. Sonra tekrar Hz. Dıhye'yi çağırttı. Dıhye, İmparatora o mübarek güzel sesiyle şunları söyledi: "Ben seni, Mesih'in kendisine namaz kılmış olduğu Allah'a davet ediyorum. Ben seni Mesih'in daha annesinin karnında iken gökleri ve yeri yaratan ve onlara hakim olan Allah'a davet ediyorum. Seni, Hz. İsâ'nın geleceğini müjdeleyip haber verdiği Peygambere imâna davet ediyorum. Eğer bu hususta sen bir şey biliyorsan ve eğer kendin için dünya ve âhiret saadetini kazanmak istiyorsan onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhiret saadetin elinden gider. Dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan Allah cebbbârları helâk edici ve nimetleri değiştiricidir..." dedi.
"Hz. İsâ seni bize müjdelemiş idi"
23 Nisan 2001 01:00
Herakliyus, Peygamberimizin mektubunu okuyunca öpüp gözlerine sürdü ve başına koydu. Sonra da Hz. Dıhye'ye, "Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm. Sen bana Mesih'in kendisine namaz kıldığı zâtı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver" dedi. Herakliyus daha sonra Dıhye'yi yanına çağırıp baş başa konuştu. Kalbinde olanı izhar etti. Dedi ki: "Ben biliyorum ki seni gönderen zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve gelmesi beklenen âhir zaman peygamberidir. Yalnız ben O'na uyarsam; Rumların beni öldürmesinden korkuyorum. Onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri bir kimse vardır. Safâtır derler. Seni ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar ona tâbi'dir. Eğer o imân ederse, bütün hepsi ona uyup imân ederler. Ben de o zaman kalbimde olanı ve itikadımı açığa vururum." Bundan sonra Herakliyus bir mektup yazıp, Dıhye'ye verip Safâtır'a gönderdi. Safâtır, Peygamberimizin vasıflarını işitince Hz. Mûsâ'nın ve Hz. İsâ'nın geleceğini haber erdikleri âhir zaman peygamberi olduğunda hiç şüphesi olmadığını söyledi ve imân etti. Evine gitti, kapandı ve her Pazar yaptığı vaazlara üç hafta çıkmadı. Hıristiyanlar "Safâtır'a ne oluyor ki o Arap'la görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu istiyoruz" diye bağırdılar. Safatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz elbise giydi ve eline âsâsını alıp kiliseye geldi.O beldedeki Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp: "Ey Nasârâ, biliniz ki bize Ahmed'den mektup geldi. Bizi hak dine davet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki; O, Allahü tealânın hak resûlüdür" dedi Hıristiyanlar bunu işitince hepsi Safatır'ın üzerine hücum ettiler ve onu döverek şehîd ettiler. Dıhye gelip, durumu Herakliyus'a haber verdi. Herakliyus, "Ben sana söylemedim mi? Safâtır, Nasârâ katında benden daha sevgili ve azizdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katlederler" dedi. Bir mektup yazıp, Dıhye ile Peygamberimize gönderdi. Mektupta şöyle diyordu: "Hz. İsâ'nın müjdelediği Allah'ın Resûlü Muhammed'e, Rum hükümdarı Kayser'den; Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allah'ın hak resûlüsün. Zaten biz seni İncil'de yazılı bulduk ve Hz. İsâ seni bize müjdelemiş idi. Rumları sana imân etmeğe davet ettim. Fakat imân etmeğe yanaşmadılar. Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin yanında bulunup sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzu ediyorum..."
Yalan söylüyor dininden dönmemiştir'
24 Nisan 2001 01:00
Hz. Dıhye, Herakliüs'den ayrılıp Hismâ'ya geldi. Yolda Cüzâm vadilerinden Şenar vadisinde Huneyd bin Us, oğlu ve adamları Dıhye'yi soydular. Eski elbiselerinden başka her şeyini aldılar. Bu mevkide Dübeyb bin Rifâe bin Zeyd ve Kavmi, İslâmiyeti kabul etmişlerdi. Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us ve kabilesinin üzerine yürüyüp Dıhyeden aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar. Daha sonra Resûlullah Zeyd bin Haris'i Huneyd bin Us ve adamlarının üzerine gönderdi. Bu mesele böylece kapandı. O beldede olanların hepsi îmân etti. Hz. Dıhye Medine'ye gelince evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın kapısına gitti. Kapıyı çaldı. Peygamberimiz, "Kim o?" diye sordu. Dıhye "Dıhyet-ül Kelbî" dedi. Peygamberimiz "içeri gir" buyurdu. Dıhye içeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimiz Herakliüs'ün mektubunu okuttu. "Onun için bir müddet daha (saltanatta) kalmak vardır. Mektubum yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir" buyurdu. Herakliüs daha sonra da Peygamberimize imân ettiğini bildiren mektup yazmış ise de Resûlullah "Yalan söylüyor. Nasrânî dininden dönmemiştir" buyurdu. Herakliüs, Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altın yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Herakliüs ailesi bu mektubu saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektub ellerinde blunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söyler ve buna inanırlardı. Hakikaten de öyle olmuştur. Dıhye, Medine'de dahi sokakta gezerken, Resûlullah'ın emriyle yüzünü örterdi. Yoksa kolay kolay kimse gözünü ondan ayıramazdı. Eshâb-ı kirâm, Dıhye'yi gördükleri zaman Dıhye mi yoksa Cebrâil mi olduğunu anlayamazlardı. Hz. Cebrail ile karıştırılması birçok kere olmuştu: Hicretin beşinci senesi Resûlullah, Benî Kureyza'ya kavuşmadan önce Medine'nin yakınında bir mevki olan Savreyn'de Eshâb-ı kirâmdan bir cemaate rastladılar ve onlara şöyle dedi: "Size kimse rastlamadı mı?" dediler ki: "Yâ Resûlallah bize, Dıhye bin Hâlife el-Kelbî rastladı. Eyerli beyaz bir katır üzerine binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı." Resûlullah buyurdu ki: "Bu Cibrîl'dir. Benî Kureyza'ya gönderildi. Onların kalelerini sarssın ve kalblerine korku salsın diye..." Resûlullahın Bedir gazâsı dışındaki bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye; Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam'ın fethinden sonra oraya yerleşti ve Muzze'de oturdu. Hz. Muâviye zamanında Şam'da 672'de vefât etti.
Dünya nedir, ne değildir?
25 Nisan 2001 01:00
Dünyanın ne olduğu, ne olmadığı üzerine çok şey söylenmiş, çok şey yazılmıştır. Bütün kavgaların, savaşların, ölümlerin, cinayetlerin, vefasızlıkların, hainliklerin... velhasıl bütün olumsuzlukların, kötülüklerin gerçek sebebi dünya ve dünyalıklardır. Bunun için dünyanın ne olduğunun doğru tespiti çok önemlidir. Doğru tespit yapanlar hem dünyada hem de sonsuz ahiret hayatında rahata, kurtuluşa ereceklerdir. Yanlış tespit yapanlar da hem dünyada hem de ahırette perişan olacaklar, sonsuz ahiret azabına düçar olacaklardır. Öyleyse dünya nedir? Ölümden önce olan herşeye dünya denir. Bunlardan ölümden sonra faydası olanlar, dünyadan sayılmaz. Âhiretten sayılırlar. Çünkü dünya âhıret için tarladır. Âhirete yaramıyan dünyalıklar zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mubahların fazlası böyledir. Dünyada olanlar dine uygun kullanılırsa, âhirette faydalı olurlar, hem dünya lezzetine hem de âhiret ni'metlerine kavuşurlar. İyilik, kötülük dünya malında değildir. Bu malı kullanandadır. O hâlde mel'un olan kötü olan dünya, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhireti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda hayvanın süsü ile palanı ile otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp helâk olur. İnsan da ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünya zînetlerine aldanıp, âhıret hazırlığı yapmazsa, ebedî felâkete sürüklenir. Dünyaya düşkün olmak, âhirete hazırlanmaya mâni olur. Çünkü kalb onu düşünmekle, Allahı unutur. Beden onu elde etmeğe uğraşarak ibâdet yapmaz olur. Dünya ile âhiret doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan ötekinden uzak olur. Bir kimse ibâdetini yapmaz, geçiminde kazancında, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını gözetmezse dünyaya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bu kimseden soğutur. Bunu kimse sevmez. İnsanların âhirette Cehennemden kurtulması yalnız kendi zamanlarındaki peygamberlere tâbi olmalarına bağlıdır. Dünyada yapılan bütün iyilikler, bütün keşifler, bütün hâller ve bütün ilimler, peygamberlerin yolunda bulunmak şartıyla, âhırette işe yarar, yoksa Allahü teâlânın peygamberine tâbi olmıyanların yaptığı her iyilik dünyada kalır ve âhıretin harap olmasına sebep olur.
Dünya, âhiretin tarlasıdır
26 Nisan 2001 01:00
Bu dünya âhiretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, böylece bir tohumdan kat kat meyve kazanmaktan mahrum kalanlar, ne kadar zavallıdır. Kardeşin kardeşten, ananın evlâttan kaçacağı o gün için hazırlanmıyanlar, dünyada da âhirettede, aldanıyorlar ve sonunda pişman olacaklardır. Şimdi bir kimse senelerce ibâdet etse, ömrünü nefsini temizlemekle geçirse, güzel huyları ile yanındakilere ve keşfettiği âletler ile bütün insanlara faydalı olsa, Muhammed aleyhisselâma tâbi olmadıkça ebedî saâdete kavuşamaz. Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilip, bu kısa zamanda tohum ekerek, yanî Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerîmede bildirilen, kat kat fazla meyveleri toplar. Cenâb-ı Hak bu kısa zamanda yapılacak hayırlı işlere ve ibâdetlere sonsuz nimetler insân edecektir. Zeyd bin Erkam hazretleri anlatır: Bir gün Ebû Bekr-i Sıddîk ile bir arada bulunuyorduk. Su istedi. Su ile bal getirdiler. Bunu görünce ağlamaya başladı. O kadar ağladı ki, yanındakileri de ağlattı. Kendisine sordular: - Yâ Ebâ Bekr, niçin bu kadar ağlıyorsun? Şöyle cevap verdi: - Bir gün Resûlullahın yanında bulunuyordum. Birkaç defa "Def ol git!" buyurdu. Etrafımda kimse yoktu. Bunun üzerine merak edip sordum: - Yâ Resûlallah, kimi kovuyorsunuz? Cevaben buyurdu ki: - Bu dünya kendisini süsleyip bana yaklaşmak istedi. Ben de kendisine, benden uzaklaşmasını söyledim. Giderken geri döndü, "Sen benden kurtuldun, fakat senden sonra gelecekler benden kurtulamayacak." dedi. Bu hadiseyi naklettikten sonra, hazret-i Ebû Bekir, "Bal ile suyu görünce bu hadiseyi hatırladım. Onun için ağlıyorum" buyurdu. Ma'rifetname'deki hadîs-i şerîflerde dünya şöyle bildirildi: "Bu dünya bir köprüdür ki, bundan hemen geçesiniz. Bunun tamiri ile uğraşmayıp, yolunuza devam edesiniz." "Arzûsu âhıret olup, âhıret neyyeti ile çalışana, Allahü teâlâ dünyayı hizmetçi yapar." "Yalnız dünya için çalışana sadece kaderinde olan kadar gelir. İşleri karışık üzüntüsü çok olur.
İslâmiyet her çağa hitap eder
27 Nisan 2001 01:00
İki asırdan beri İslam âleminde ısrarla şu görüş öne sürülmektedir: "İslamiyet çağın şartlarına artık uymamaktadır. Zamanımıza göre, dînimizde de yenilikler, değişiklikler yapılmalıdır..." Bu, açıkça ifade edilmese de dolaylı olarak İslamiyette reform yapılmasını istemektir. Reform bozulmuş dini yenileme, eski haline getirme demektir. İslamiyet, Hıristiyanlık gibi bozulmadı ki reform yapılarak eski haline getirilsin!.. Müslümanlarda, birkaç asırdan beri bir duraklama, hatta gerileme olduğu meydandadır. Bu gerilemeye bakarak, İslâmiyetin bozulduğunu söylemek, çok haksız ve pek yanlıştır. Geri kalmanın sebebi, Müslümanların dine sarılmamaları, dinin emirlerini yerine getirmekte gevşek davranmalarıdır. İslâm dinine, başka dinlerde olduğu gibi, hurâfeler karışmamıştır. Cahillerin yanlış inanışları ve konuşmaları olabilir. Fakat bunlar, İslâmın temel kitaplarında bildirilenleri değiştirmez. Bu temel kitaplar, Resûlullahın sözlerini ve Eshâb-ı kirâmdan gelen haberleri bildirmektedirler. Hepsi, büyük âlimler tarafından yazılmışlardır. Bütün islâm âlimlerince sözbirliği ile beğenilmiştir. Asırlar boyunca, hiçbirinde hiçbir değişiklik olmamıştır. Cahillerin sözlerinin ve kitaplarının ve dergilerinin hatalı olması, İslâm dininin temel kitaplarına kusur ve leke kondurmaya sebep olamaz. Dinin emir ve yasaklarını, her asrın modasına, gidişine göre değiştirmeye kalkışmak, mesela, namazı üç vakte indirmek, ibadetin Türkçe yapılmasını istemek, haccın her mevsimde yapılmasını savunmak, kurban kesmeyip parasını vermek, gibi şeyler, her zaman için yeni bir din yapmak demek olur. Böyle değişiklikleri, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere dayanarak, bunlara uydurarak yapmaya kalkışmak, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri bilmemenin, İslâmiyeti anlamamanın bir alâmetidir. İslâmın emirlerinin, yasaklarının zamana göre değişeceğini sanmak, İslâm dininin hakikatine inanmamak olur. İslâm dini ilim üzerine kurulmuştur. Her bakımdan, selim olan akıllara uygundur. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açıkça bildirilmemiş olan şeylerde, akla ve ilme uygun yeni emirler çıkarmak, yani kıyâs ve ictihâd yapmak İslâmiyetin ana kaynaklarından biri ise de, bunu mezhep sahibi müctehid alimler zaten yapmışlar, eksik bir şey bırakmamışlardır. Dinimiz dört ana direk üzerine bina edilmiştir. Edille-i şeriyye denilen bu dört direk; Kur'an-ı kerim, hadis-i şerifler, icma ve kıyastır. Burada esas kaynak, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ise de, bunların doğru anlaşılabilmeleri diğer ikisi sayesinde olmaktadır. Reformcular, önlerinde en büyük engel olarak mezhepleri, âlimleri gördükleri için, bunları kötüleyerek devre dışı bırakmak istiyorlar, kendilerini onların yerine geçirmek istiyorlar. "İmam-ı azam" olmak istiyorlar! Böylece İslâmiyetin temel bilgilerini toplamış, dünyaya yaymış olan İslâm âlimlerini ve topladıkları İslâm ilimlerini ayaklar altına alıyorlar. Dinde reform isteyenler, temel kitaplara dokunmayıp, yalnız cahil halk arasına yerleşmiş olan hurâfeleri yok etmeyi düşünüyorlarsa, buna birşey denemez. İslâmiyete hizmet etmiş olurlar. Buna inanabilmemiz için, önce kendileri İslamiyeti eksiksiz olarak yaşayarak hakîkî ve samîmî Müslüman olduklarını isbât etmeleri gerekir. Reform yapmak isteyenlerin ortak özelliği, dinimizin temel fıkıh kitaplarını kabul etmemek, doğrudan Kur'an-ı kerimden hüküm çıkarılmasını savunmaktır. Halbuki, İslamiyetin bozulmadan bugüne gelmesini sağlayan, temel fıkıh kitaplarımızdır. Bundan sonra da bozulmadan devamı bu temel fıkıh kitaplarına ve âlimlere tabi olmaya bağlıdır
.
"Ne mükemmel süvâridir o!"
27 Nisan 2001 01:00
Eshâb-ı kirâmın meşhurlarından olan, Ebüdderdâ hazretleri, Hicretin ikinci senesinde Müslüman oldu. Daha önce ticaretle uğraşırdı. Bu sebeble çok yer gezmiş ve çok kimseler görmüştü. Öğrendiği birçok mâlûmat neticesinde ticaretten vazgeçip, kendi kendine ibâdet etmeye başlamıştı. Peygamberimiz Medine'ye hicret edince, Ebüdderdâ, İslâmiyetin üstünlüğünü görerek Müslüman oldu. "Ticaretle ibâdeti birleştirmek istedim mümkün olmadı. Ticareti bırakıp ibâdete yöneldim." buyurmuştur. O müslüman olmadan önce Bedir Savaşı yapılmıştı. Uhud Savaşı'nda ve diğer savaşların hepsinde bulundu. Uhud Savaşı'nda gösterdiği cesâret ve kahramanlığı çok dikkati çekmiştir. Peygamberimiz onu methetmiştir "Ne mükemmel süvâridir" buyurmuştur. Ebüdderdâ Hendek Savaşında, Hudeybiye andlaşmasında, Hayber'in fethinde, Mekke'nin fethinde, Huneyn ve Tebük gazvelerinde ve Veda Haccı'nda da bulunmuştur. Peygamberimizin zamanında Kur'ân-ı kerîmi tamamen ezberlemiştir. Âyet-i kerîmelerin çoğunun tefsirini bizzat Peygamber efendimize sorarak öğrenmiştir. Ebüdderdâ , Peygamberimizin vefâtından sonra Medine'de kalmaya tahammül edememiştir. Dolaştığı her yerde Resûlullahın hatırasını görüp, dayanamadığından Şam'a gidip, orada yerleşti. Hz. Ömer'in isteği üzere Şam'da ders vermeye başladı. Çok sayıda âlim yetiştirdi. Tefsir, hadîs, fıkıh ilimlerini öğretmesinin yanında, verdiği Kur'ân-ı kerîm dersleri meşhûrdur. Ebüdderdâ, ömrünü dîne hizmet etmekle geçirdi. Nübüvvet kaynağından aldığı ilmi yaydı. Hz. Osman'ın halifeliğinin son yıllarında vefât etti. Abdullah bin Selâm'ın oğlu Yusuf şöyle anlatmıştır: "Ebüdderdâ vefât edeceği sırada ben yanında idim. Bana 'Kalk benim vefât etmek üzere olduğumu halka ilân et!' dedi. Ben kalkıp insanlara durumu bildirdim. İşitenler evine geldiler. Evin içi dışı insanla doldu. Sonra beni dışarı çıkarınız demesi üzerine dışarı çıkardık. Beni oturtunuz dedi. Oturttuk. Evinde toplanan büyük kalabalığa karşı şöyle dedi: Ey insanlar Resûl-i Ekrem'den işittim şöyle buyurdu: "Kim kusursuz ve noksansız bir abdest alır, sonra da tam bir ihlâs ile namaz kılarsa Allahü teâlâ onun istediklerini ona ihsân eder." Bundan sonra gelenlere namazla ilgili bir miktar daha nasihâtte bulundu. Son sözleri bunlar oldu. 652 senesinde Şam'da vefât etti.
Müslümanlar niçin geri kaldı?
28 Nisan 2001 01:00
Bugün, Müslüman ülkeler denilen devletlerin durumları ortada. Çoğu geri kalmış üçüncü dünya ülkeleri durumundalar... Bilerek, planlı olarak bu ülkeleri perişan hale getiren Batı, şimdi de bunu bahane ederek, "Müslüman olduğunuz için dininiz sizi bu hale getirdi" diyerek suçu İslâmiyete atmakta. Çıkış yolu olarak da, ismi İslâm olan fakat İslâmiyetle ilgisi olmayan bir ahlâk sistemini yerleştirmeye çalışmaktadır. Tabii ki bu çalışmayı doğrudan kendileri yapmıyorlar. Biliyorlar ki doğrudan müdahale ters etki yapar. Peki nasıl yapıyorlar? Müslüman ülkelerden elde ettikleri "meşhur" kimseler veya "meşhur ettikleri" kimseler vasıtasıyla bunu yapıyorlar. Tartışmaya sebep olmamak için bu kimselerin isimlerini vermiyorum. Ancak, her ülkede bunların kimler olduğunu, az çok bu işle ilgilenen herkes biliyor. Müslüman görünün bu kimseler, İslâm adına çıkıp dini kurtarmak yaygaraları ile Batı'nın isteğini yerine getiriyorlar. Bu kimseler her ne kadar biz dini değiştirmiyoruz, eski haline getirmek istiyoruz diyorlarsa da, yaptıklarına bakıldığında sözlerinde samimi olmadıklarını açıkça görüyoruz. Çünkü, söyledikleri, 1400 yıldan beri bilinen, uygulanan bütün hükümleri, Kur'an-ı kerimi planlanan şekilde yorumlayarak tersine çeviriyorlar. Kur'an-ı kerimin bugünün şartlarına cevap vermediğini çoğu zaman dolaylı bazan da açıkça ifade ediyorlar. Halbuki İslâm devleti ismini taşıyan memleketleri bu hale getiren İslamiyet değil Müslüman ismini taşıyan kimselerdir. Çünkü buralarda iman bilgileri bozulmuş, birçoğunun dinle bile alakası kalmamıştır. Hal böyle olunca kabahat, İslâm dininde değil, İslâm dininin esaslarını unutan şunun bunun oyuncağı olmuş kimselerdedir. Bunun böyle olduğunu bilmek için allame olmak gerekmez. Az çok kafası çalışan herkes bilir. Dinler üzerine araştırma yaparak Müslüman olmaya karar veren ve Muhammed Esad ismini alan Avusturyalı gazeteci bakın bugünkü İslâm âleminin durumunu nasıl izah ediyor: "İslâm âlemini incelemem neticesinde şunun farkına vardım ki, İslâm âleminin gittikçe bozulması, zayıflaması, âdeta çöküntüye uğramasının en büyük sebebi, Müslümanların dinlerine, gittikçe kayıtsız kalmalarıdır. Müslümanlar, tam Müslüman oldukları müddetçe, dâima yükselmişler, Müslümanlığı bırakmaya başlayınca, aşağılara düşmüşlerdir. Halbuki, bir memleketin, bir milletin, bir cemiyetin yükselmesi için ne lâzımsa, Müslümanlıkta mevcuttur. Bütün medeniyet esasları onda vardır. İslâm dini, hem çok ilmî, hem de çok pratiktir. Koyduğu esaslar, mantıkî ve herkes tarafından kolay anlaşılabilen, uygulanabilen, içinde; ilme, fenne, insan tabiatına uymayan tek bir unsur bile bulunmayan kâidelerdir. Onda lüzûmsuz hiçbir şey yoktur... Ben, Müslümanlıkta, Hıristiyanlıkta bulamadığım her şeyi buldum. Müslümanlığın hangi kâidesinin, hangi esasının bana daha yakın geldiğini söyleyemem. Çünkü onun her kâidesine, her esasına hayranım. Müslümanlık, muazzam bir âbidedir. Onun tek parçasını bile ondan ayırmak kâbil değildir. Bütün parçalar birbiri ile bir nizâm içinde kenetlenmiş ve perçinleşmiştir. Parçaların arasında muazzam bir âhenk vardır. Hiçbir eksiği yoktur. Herşeyi yerli yerindedir. Belki, bu son derece takdire lâyık intizâm, beni İslâm dinine bağlayan bir âmildir. İşte ben, bütün kalbimle ve aşkımla İslâm dinine sarıldım ve o da, bir daha çıkmamak üzere kalbime yerleşti." Bir inanç yaşanmazsa ayakta kalamaz. İslâmiyeti, İslâm ahlâkını yaşamayanların bu konuda söz söyleme hakları yoktur. Suçu İslâmiyette değil, kendilerinde aramalıdırlar!..
Bu ümmetin hâkimi Ebüdderdâ'dır'
28 Nisan 2001 01:00
Ebüdderdâ hazretleri ömrü boyunca ilimle uğraştı. Derslerinde kırâat ilmi üzerinde durmuştur. Şam'da Câmii Kebir'de verdiği bu derslerine pek çok sayıda talebe katılırdı. Talebelerine onar kişilik halkalar halinde ders verirdi. Her ders halkasını ayrı ayrı kontrol ederdi. Bir defasında talebeleri sayıldığında binaltıyüz civarında oldukları görülmüştür. Ebüdderdâ ayrıca tebabet ilmini de bilirdi. Hastaları tedavi eder, gerekli ilâçları yapardı. Hz. Ömer'in halifeliği sırasında bir ara Medine'ye döndü. Hz. Ömer, O'na Bedir Eshâbından olanlara verilen maaş kadar maaş bağladı. Hz. Osman'ın halifeliği sırasında Şam'a vali tayin edilen Hz. Muaviye, halifeden bir kâdı istemişti. Hz. Osman bu vazifeyi en iyi Ebüdderdâ yapar buyurarak Ona verilmesini emretti. Bu vazifesi sırasında da ilim yaymaya devam etti. Şam'da bulunduğu sırada Kûfe'den ve diğer yerlerden çok kimse Ona fıkhî meseleler sormak üzere gelir, fetvasını alırdı. Peygamber efendimiz "Her ümmetin bir hâkimi vardır. Bu ümmetin hâkimi de Ebüdderdâ'dır" buyurmuştur. Muaz bin Cebel de vefât ederken talebesi Amr bin Meymun'a, Ebüdderdâ'nın ilminden istifâde edilmesini vasiyet ederek, "Yeryüzü ondan daha âlim bir kimse taşımadı" buyurmuştur. Herkese iyilikle muamelede bulunurdu. Kızgınlıkları ve kırgınlıkları yatıştırır, hep güler yüz gösterirdi. Kimseyi incitmez kimseden incinmezdi. Çok tok gönüllü ve cömert idi. Kendisini ziyarete gelen her misafire çok ikramda bulunur, bizzat kendisi hizmet ederdi. İlmi, takvası, üstün ahlâkıyla ve daha bir çok vasıflarıyla çok sevilip, hürmet gösterilmiştir. Gelenlere, ilim öğrenmek için mi yoksa başka maksatla mı geldiklerini öğrenir sonra, pekiyi o halde dinle diyerek şu hadîs-i şerîfi okurdu: "Bir insan ilim kazanmak için bir yola giderse, Allahü teâlâ ona Cennete doğru bir yol açar. Melekler, ilim peşinde koşanlardan hoşnut oldukları için kanatlarını onun altına gererler. İlim sahipleri için yerdekiler ve göktekiler mağfiret niyâz ederler. Denizin diplerindeki balıklar bile ona duâ ederler. Âlimin âbid üzerindeki üstünlüğü, ayın yıldızlara üstünlüğü gibidir. Peygamberlerin vârisleri âlimlerdir. Bunlar dirhem ve dinar (para peşinde) koşmazlar. İlme koşarlar. Onun için onlar ilimden ne kadar fazla pay almak mümkünse o kadar alırlar
.
"Bir Müslüman hakkını helal ederse..."
29 Nisan 2001 01:00
Bir gün Ebüdderdâ hazretlerinin evine bir zât geldi. Ona "Eğer burada kalacaksan sana bir yer hazırlayayım yolcu isen geçip gideceksen sana azık hazırlayayım" dedi. O zât, yolcuyum gideceğim, dedi. Ebüdderdâ, "Öyle ise sana en güzel azığı hazırlayayım, bundan daha kıymetli azık olsa idi onu sana verirdim" dedi. Sonra şöyle devam etti: "Bir gün Resûlullahın huzuruna gitmiştim. Dedim ki, "Yâ Resûlallah zenginler dünyayı da ahireti de kazandılar, onlar hem namaz kılıyor hem oruç tutuyorlar, hem sadaka verebiliyorlar. Fakat biz fakir olduğumuz için sadaka veremiyoruz." Bunun üzerine Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu: "Sana bir şey söyleyeyim mi? Sen onu yapınca kavuştuğun şeye ancak onu yapanlar kavuşabilirler. Yapmayanlardan hiçbiri ona yetişemezler. Her namazdan sonra otuzüç kere tesbih (subhanallah) otuzüç kere tahmid (elhamdülillah) otuzüç kere tekbir (Allahü ekber) getir." Bir defasında Kureyş'ten bir zât Ensârdan bir zâtın dişini kırmıştı. Dişi kırılan zât Hz. Muaviye'ye gidip şikâyet etti. Hz. Muaviye helâllaşmalarını tavsiye etti. Fakat şikâyet eden kabul etmedi. Hz. Muaviye, o zâta Ebüdderdâ'yı göstererek "Bak bu zâta sor" dedi. Bunun üzerine Ebüdderdâ şöyle dedi: Resûl-i ekremden işittim "Bir müslümanın bedenine bir zarar gelir de, buna sebep olanı (yapanı) affeder, hakkını helâl ederse, Allahü teâlâ onu bir derece yükseltir. Onun bir hatasını affeder." buyurdu. Bunu dinleyen zât Ebüdderdâ'ya bakarak "Sen bunu bizzât Resûl-i ekrem efendimizden duydun mu?" dedi. Evet, dedi. Bunun üzerine o zât "O halde ben şikâyetimden vazgeçiyorum, hakkımı da helal ediyorum" dedi. Ebüdderdâ bir gün Şam'da mescidde oturuyordu. Bir kişi mescide girdi ve şöyle duâ etti: "Yâ Rabbi! Yalnızlıkta bana yardımcı ol, garipliğimde bana acı. Bana aziz ve sevimli bir dost ihsan et!" Ebüdderdâ bu sözlerini duyunca o zâta dönüp şöyle dedi: Resûlullah'tan işittim, buyurdu ki: "İnsanlar içinde kendine zulmedenler var, bunlar gam ve keder içindedirler. İnsanlar arasında israftan sakınanlar var, bunlar iktisadlı ve mutedil hareket ederler. Bunların hesabı kolaydır. Sonra insanlar arasında hayır işlemek için yarışanlar var bunlar hesapsız Cennete girerler
Dertli müminin duâsını ganimet bilin'
30 Nisan 2001 01:00
Ebüdderdâ hazretleri; bir şahsın işlemiş olduğu bir kötülükten dolayı insanlar tarafından sövülüp, kötülendiğine tesadüf etti. "Bu adam bir kuyuya düşmüş olsaydı, siz onu çıkarmak istemez miydiniz?" dedi. İnsanlar, evet çıkarmak isterdik, deyince Ebüdderdâ "Öyle ise, onu kötülemeyiniz, dil uzatmayınız, onun işlemiş olduğu kötülükten sizi korumuş olan Allahü teâlâya hamd ve şükrediniz." dedi. "Sen ona buğzetmez misin?" diye sordular. "Ben onun kendisine değil yaptığı fenalığa buğzederim" buyurdu. Ebüdderdâ'nın rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı da şunlardır: "Cömertlik, imân sağlamlığından gelir. İmânı sağlam olan Cehenneme girmez. Cimrilik de şek ve şüpheden gelir. Şüphe içinde olan Cennete giremez." "Mizâna konacak amellerden en ağır geleni, güzel ahlâktır." "Zamanımızda şikâyetinize sebep olan şeyler, amellerinizin bozukluğundandır." "Dertli mü'minin duâsını ganimet bilin." "Kul bir şeye lânet ettiğinde, o lânet göğe çıkar. Gök kapıları kapanır. Giremez yere döner, yerin kapıları kapanır giremez, sağa sola gider. Gidecek bir yer bulamayınca lânet edilene gider. Lâyıksa onda kalır, lâyık değilse lânet edene döner." "Ey Ebüdderdâ! Cehennem ehlinin kimler olduğunu sana bildireyim mi? Her böbürlenen, kaba, büyüklük taslıyan, mal toplıyan, iyiliğe mâni olan kimsedir. Cennet ehlinin kimler olduğunu sana bildireyim mi? Her fakir kimse ki, Allah'a yemin etse, Allah onu doğru çıkarır." Ebüdderdâ hazretlerinin veciz sözlerin bazıları: "Üç şey olmasa bir gün bile yaşamağı istemezdim. Bunlar sıcak ve uzun günlerde Allah için oruç tutup susuz kalmak, gece ortasında Allah için secde etmek ve meyvelerin iyisi arandığı gibi sözlerin de iyisini arayan kimselerle sohbet etmektir." "Aklında eksiklik olmayan hiç kimse yoktur. Çünkü dünyalıktan eline bir şey geçtiği vakit sevinir, fakat ömrünün azaldığına üzülmez." "Ölümden sonra neler göreceğinizi, başınıza gelecekleri bilseydiniz, isteyerek ne yemek yiyebilir ne de su içebilirdiniz." "Ölümü çok hatırlayan taşkınlıktan ve hasedden kurtulur."
.
"Dünya mü'minin kıtlık yıllarıdır!"
1 Mayıs 2001 01:00
İsâ aleyhisselâm, havârileri ile bir köye uğradı. Köy halkının kimisini kapı önünde, kimisini sokak ortasında ölü buldular. İsâ aleyhisselâm buyurdu ki: - Bunlar Allahü teâlânın gazâbına uğramış kimselerdir. Havâriler: - Bunların günahlarının ne olduğunu öğrenmek isteriz, dediler. Bunun üzerine, İsâ aleyhisselâm Allahü teâlâdan ölüm sebebini bildirmesini niyâz etti. Allahü teâlâ şöyle bildirdi: - Gece olunca sen kendilerine sor! Cevabını alırsın. Gece olunca İsâ aleyhisselâm buyurdu ki: - Ey köy halkı başınıza gelen nedir? İçlerinden birisi dedi ki: - Ey Allahın peygamberi, dünya sevgisine dalmamız sebebiyle bu hâle geldik. - Dünyayı nasıl sevdiniz? - Bir annenin çocuğunu kaybettiği vakit, ağladığı, bulduğu vakit sevindiği gibi, biz de dünya malını kaybettiğimiz zaman ağlar, bulduğumuz zaman çok sevinirdik. - Peki niçin hep sen konuşuyorsun, başkaları konuşmuyor? - Ben onların yanında bulunuyordum. Onlardan değilim. Onlar şimdi çok feci bir şekilde azâb gördüklerinden cevap verecek hâlleri yoktur. Ben Cehennemin bir kenarında bekliyorum. Sonum ne olacak bilmiyorum... *** İsâ aleyhisselâma: - Bize Allahın sevgisini kazandıracak bir şey öğret dediklerinde; - Dünyadan nefret edin, o zaman Allah sizi sever, buyurdu. Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: "Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyaya sarılması çok şaşılacak şeydir." "Dünyayı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin." "Sizlerin fakir olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyanın elinize bol bol geçerek Allahü teâlâya âsi ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum." "Dünya mü'minin zindanı ve kıtlık yıllarıdır. Dünyadan ayrılınca zindandan ve kıtlıktan kurtulmuş olur
.
Sakın onu ayağa kaldırmayın!
2 Mayıs 2001 01:00
İsâ aleyhisselâm dünyanın ne olduğunu şöyle bildirdi: "Dünyayı kendinize efendi edinirseniz, o da sizi kendisine köle eder." "Ey havârilerim, sizin için ben dünyayı sırt üstü yere vurdum. Sakın benden sonra onu ayağa kaldırmayın. Çünkü o habistir. Onu seven Allaha isyân eder. Âhıret ancak onu terk etmekle elde edilir." Süleyman aleyhisselâm insan ve cinden meydana gelen ordusu ile, kuşlar da başı üzerinde gölge ederek giderken karşılaştığı bir âbid dedi ki: - Ey Dâvûd aleyhisselâmın oğlu! Allahü teâlâ sana ne muazzam bir mülk vermiştir. Süleyman aleyhisselâm, cevaben: - Mü'minin amel defterindeki bir tesbih bu mülkten daha iyidir. Bu mülk kalmaz. Fakat, o tesbih kalır, buyurdu. Âdem aleyhisselâm Cennette yasak ağaçtan yedikten sonra, def'i hacet ihtiyacı hissetti. İhtiyacını giderecek yer bulamadı. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Yâ Âdem burada def'i hacet yapılmaz. Onun yeri dünyadır." Bu hadise dünyanın ne olduğunu göstermektedir. Cebrâil aleyhisselâm, hazret-i Nûh'a sordu: - Sen peygamberlerin en uzun ömürlüsüsün, dünyayı nasıl buldun? - Birinden girip diğerinden çıktığım iki kapılı bir han gibi. Lokman aleyhisselâm oğluna buyurdu ki: "Oğlum, dünya derin bir deryâdır. Çok kimse burada boğulmuştur. Bu deryada boğulmadan kurtulmak için senin gemin îmân, yatağın takvâ yelkenin Allaha tevekkül olsun ki batmadan kurtulasın." Peygamberimiz buyurdu ki: "En büyük emeli dünyalık olduğu hâlde, sabaha çıkan kimse, Allah katında bir kıymet taşımaz. Aynı zamanda, Allahü teâlâ onun kalbini dört şeye mübtelâ eder: Eksilmiyen ardı arkası gelmiyen telâş, bitmek bilmiyen meşgâle, zenginliğine ulaşamadığı fakirlik, asla sonunu getiremediği boş kuruntulardır." "Ma'nevi kötülüklerden kurtulup, basîret sahibi olmak istiyen var mıdır? İyi biliniz ki, dünyaya heves edip uzun emeller peşinde koşanların, emelleri nisbetinde, Allahü teâlâ kalblerini kör eder. Ve basiretlerini bağlar. Uzun emeller peşinde koşmayıp, dünyadan yüz çevirenlere ise, Allahü teâlâ öğrenmeden ilim verir. Ve onlar, doğru yola, hidâyete ererler."
.
Lüzumsuz harcama yaptırırım!.."
3 Mayıs 2001 01:00
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm Peygamber olarak gönderildiği zaman şeytanlar iblisin başında toplanarak, üzüntülerini bildirdiler. Bunun üzerine İblis onlara sordu: - Bunlar dünyayı severler mi? - Evet, dünyayı severler. - Öyleyse üzülecek birşey yok. Onlara birçok haksız kazanç sağlatırım. Lüzumsuz harcama yaptırırım. Ve lüzumlu yere para harcatmam. Zaten her kötülük bu üç şeyden meydana gelir. Bir gün Mûsâ aleyhisselam yolda giderken, ağlıyan bir kimse gördü. Dönüşte, aynı kişinin yine ağladığını görünce: - Yâ Rabbi! Bu kimse senin korkundan durmadan ağlıyor, senden af diliyor, dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: - Yâ Mûsâ! Onun gözyaşları ile beyni de aksa yine affetmem. Çünkü onun kalbinde dünya sevgisi var. Hazret-i Ali'ye dünyayı sorduklarında, buyurdu ki: - Dünya helâline hesap, haramına azâb olan bir yerdir. Hadis-i şeriflerde de şöyle buyuruldu: "Allahü teâlâ dünyadan daha kıymetsiz bir şey yaratmamış ve onu yarattığından beri, bir kerre olsun ona nazar etmemiştir." "Aklı olmıyan dünyalık toplar, ilmi olmıyan dünyalık için düşmanlık eder." "Dünyayı anmak ve düşünmekle kalblerinizi meşgûl etmeyiniz." "Dünya ile aranızda bir munâsebet yok. Zîrâ ben dünyada yaz günü yola çıkan bir yolcu gibiyim. Yolcu, yolda bulduğu bir ağacın gölgesinde bir miktar istirahat ettikten sonra gölgeyi terk ederek yoluna devam ettiği gibi ben de yoluma devam edeceğim." "Dünya peşinde koşan, suda yürüyen insan gibidir. Bunun ayaklarının ıslanmaması mümkün müdür?" "Ey insanlar! Günler geçiyor. Ömürler tükeniyor. Bedenler eskiyip çürüyor. Gece ile gündüz, hayvanların koşuştukları gibi koşuşuyor, uzakları yaklaştırıyorlar, yenileri eskitiyorlar... Ey Allahın kulları şu sözlerimde yasak arzûlardan uzaklaştıracak ve ebedî olan sâlih amelleri teşvik edecek şeyler çoktur
Az çalışıp çok harcama hastalığı
4 Mayıs 2001 01:00
İnsanın yaratılışında vardır: Az çalışıp çok harcamak... Hatta çalışmayıp yan gelip yatarak çok harcamak. Bu ise, eşyanın tabiatına aykırı. Çünkü, dünya nizamı çalışma kazanma üzerine kurulmuştur. Bunu tersine çevirmeğe kimsenin gücü yetmez. Denemeye kalkanı, çark ezer geçer. Devlet olarak, şirketler olarak, aileler olarak günümüzün en büyük sıkıntısı en büyük yanlışlığı bu; kazandığımızdan fazlasını harcamak. Şunu unutmayalım; aile olarak, üç kazanıp beş harcıyorsak aile bütçesinin; çalıştığımız iş yerine üç kazandırıp beşe mal oluyorsak bu müessesenin iflas etmesi kaçınılmazdır. Borçlu aile, borçlu şirket nasıl alacaklının kölesi haline geliyorsa, bu devletin de, alacaklı devletlerin kölesi olması kaçınılmazdır. Köle, efendisinin her istediğini yerine getirmek zorundadır. Osmanlı, borçlu olduğu devletlerin her istediğini yerine getirmedi mi? Bunun için dinimiz insana, bu zelil duruma düşmemesi için çalışmayı, kazanmayı emrediyor. Peygamberimiz, "Hiç ölmeyecek gibi dünya için; yarın ölecek gibi ahiret için çalışın!" buyurdu. Müslümanın kendine, evlâdına, ailesine lâzım olanları elde etmek ve borçlarını ödemek için çalışması farzdır. Çalışan, dünyada rahat ettiği gibi ahirette de rahat eder. Özürsüz, yani çalışma imkânı olduğu halde çalışmayana ahirette azâb yapılacaktır. İslamiyet dinin temeli olan beş vakit namazdan sonra çalışmayı emrediyor. Hadîs-i şerîfte, "Beş vakit namazı kıldıktan sonra, çalışıp helâl kazanmak, her Müslümana farzdır" buyuruldu. Bir Müslüman için en büyük nimet, Resulullah efendimizle, beraber olmak onun sohbetinde bulunmaktır. Buna rağmen, Peygamberimiz önce çalışmayı, nafaka teminini teşvik buyurmuştur. Bir sabah, Peygamber efendimiz, Eshâbı ile konuşurken, bir genç, erkenden dükkânına doğru geçti. Bazıları,"Erkenden dünyalık kazanmaya gideceğine, buraya gelip birkaç şey öğrenseydi iyi olurdu." dediler. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz, "Öyle söylemeyiniz! Eğer kimseye muhtaç olmamak, ana-baba ve çoluk-çocuğunu da muhtaç etmemek için gidiyorsa, her adımı ibâdettir. Eğer, herkese övünmek, keyif sürmek niyetinde ise, şeytanla beraberdir." buyurdu. Başka bir zamanda da, "Ticâret yapınız! Rızkın onda dokuzu ticârettedir. Bir Müslüman, helâl kazanıp, kimseye muhtaç olmaz ve komşularına, akrabâsına yardım ederse, Kıyâmet günü, ayın ondördü gibi parlak, nûrlu olacaktır." buyuruldu. Borçlu olanın aklı dağınık olur, kendini tam toparlayamaz. Düzgün ibadet yapamaz. Yaptığı ibadetten zevk alamaz. Lokman Hakîm, oğluna nasîhat verirken, "Çalış, kazan! Çalışmayıp, herkese muhtaç kalanların dîni ve aklı noksan olur, iyilik etmekten mahrûm kalır ve herkesten hakâret görür." buyurdu. Hz. Ömer, "Çalışınız, kazanınız, Allahü teâlâ rızkımı çalışmadan gönderir, demeyiniz! Allahü teâlâ, gökten para yağdırmaz." buyurdu. İmâm-ı Evzâî hazretleri, İbrâhim Edhem hazretlerini, sırtında bir yığın odun götürürken gördü. "Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin, seni hiçbir şeye muhtaç bırakmıyor" dedi. İbrâhim Edhem hazretleri buna şöyle cevap verdi: 'Öyle söyleme, hadîs-i şerîfte, "Helâl kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vâcib olur" buyuruldu.' İslam büyüklerinin nasihatlerine, yaşayışlarına uyan rahat eder. Bugün çektiğimiz sıkıntıların sebebi bunlara uymamamızdandır. Zararın neresinden dönülürse kârdır!.
"Bu kılıcı benden kim alır?"
4 Mayıs 2001 01:00
Ebû Dücâne hazretleri, Resûlullah efendimizin bütün gazâlarına iştirak etmiş ve canını Resûlullah ve din-i İslâm için hiçe saymış, edîp, şecâatli ve kahraman bir zât idi. Bilhassa Uhud'da göstermiş olduğu kahramanlığı İslâm tarihinde dillere destan olmuştur. Bundon dolayı Peygamberimizin İltifâtına mazhar olmuştur. Bu savaşta göstermiş olduğu kahramanlıklarla herkesi hayran bıraktı... Uhud Harbi'nin kızıştığı sırada Peygamberimiz elinde tuttuğu ve üzerinde "Korkaklıkta ar, ilerlemekte şeref ve itibâr var... İnsan korkmakla kaderden kurtulmaz" beyti yazılı kılıcını göstererek "Bu kılıcı benden kim alır?" buyurdular. Eshâb-ı kirâmdan birçokları "Ben, ben, ben" diye almak için ellerini uzattılar. Peygamberimiz tekrar "Bunun hakkını vermek üzere kim alır?" deyince Eshâb-ı kirâm sustular ve geri durdular. Kılıcı hararetle isteyenlerden Zübeyr bin Avvâm "Ben alırım Yâ Resûlallah" dedi. Peygamberimiz kılıcı Hz. Zübeyr'e vermedi. Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali'nin istekleri de Peygamberimiz tarafından kabul edilmedi. Ebû Dücâne "Yâ Resûlallah bu kılıcın hakkı nedir?" diye sordu. Peygamberimiz "Onun hakkı eğilip bükülünceye kadar, onu düşmana vurmaktır. Onun hakkı müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ sana zafer yahud şehidlik nasib edinceye kadar Allah yolunda çarpışmandır" buyurdu. Ebû Dücâne "Yâ Resûlallah ben onun hakkını yerine getirmek üzere alıyorum" dedi. Peygamberimiz elindeki kılıcı ona teslim etti. Ebû Dücâne kılıcı alınca, harp meydanına doğru çalımlı ve gururlu bir şekilde yürümeye başladı. Ebû Dücâne hazretlerinin bu şekilde yürümesi Eshâb-ı kirâm arasında pek hoş karşılanmadı. Bunun üzerine Peygamberimiz, "Bu öyle bir yürüyüştür ki, bu yerler (harp meydanları) dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir." buyurarak yalnız düşmana karşı çalımlı yürümenin câiz olduğunu, izin verildiğini beyan ettiler. Savaşta Resulullah efendimiz yaralanmış mübarek yanaklarından ve yüzünden akan kan, sakal-ı şerîflerini ıslatmıştı. Bu halde bile "Yâ Rabbi kavmimi affet. Çünkü onlar bilmiyorlar" diye duâ buyuruyordu Ebû Dücâne savaşın en şiddetli zamanında Peygamberimizin üzerine eğilip atılan oklara karşı O'nu vücuduyla korumakta ve atılan oklar sırtına çarpıp düşmekte idi. Peygamberimiz bu olanları görüyordu ve "Allahım Ebû Dücâne'den ben nasıl râzı isem, Sen de râzı ol" diye duâ buyurmuştu. Savaşın hezimetle neticelenmemesinde, Hz. Dücane'nin büyük katkısı oldu.
Kimse gözümüzün yaşına bakmaz!..
5 Mayıs 2001 01:00
Dilimizde çok güzel deyimler vardır. Sayfalarca izah etmek isteseniz o bir cümlelik deyimin taşıdığı manayı veremezsiniz: "Hem şoför mahalli, hem yirmibeş kuruş!", "Ne kadar ekmek o kadar köfte", "Ayağını yorganına göre uzat!" gibi... Bu ve buna benzer sözlerle, herkesin haddini, yerini bilmesi; buna göre hareket etmesi öğütleniyor. Boş durulmaması, mutlaka çalışılması ve herkesin çalıştığının karşılığını alması, fazlasına göz dikmemesi tavsiye ediliyor. Dînimiz de, çalışmayı emretmekte; boş durmayı, kişinin dünyasına veya âhıretine faydası olmayan iş yapmayı yasaklamaktadır. Peygamberimiz bir gün Eshâbıyla beraber giderken, yol kenarında boş oturan bir kimsenin önünden, selâm vermeden geçti. Dönüşünde aynı kimseye, aynı yerde yine rastladılar. Bu defa ona selâm verdi. Bu olay Eshâbı kiramın dikkatini çekti. "Yâ Resûlallah! Giderken selâm vermediniz, şimdi selâm verdiniz. Bunun hikmeti nedir?" diye sordular. Peygamberimiz, "Giderken bomboş oturuyordu. Dönüşümüzde ise boş oturmuyordu. Bir meşguliyeti vardı. Onun için selâm verdim" buyurdu. Hz. Ömer, boş olarak oturan bir topluluk gördü ve kendilerine boş oturmalarının sebebini sordu. Onlar, "Bizler, Allaha tevekkül ediyoruz." dediler. Bunun üzerine onları azarladı: "Hayır, sizler tevekkül etmiyorsunuz, hazır yiyicilersiniz! Tevekkül eden bir kimse, tarlasını nadas edip, tohum atan ve gerisini Allah'tan bekleyendir. Siz, başkasının sırtından geçinmeye hevesli tufeyli gürûhusunuz! Dağılın karşımdan!" dedi. Boş durana "selâm bile vermeyen" bir Peygamberin ümmeti olarak; meşguliyeti olmadan oturanlara, "tufeyli gürûhu" diyen bir Sahâbînin yolunda olan bizlerin, bütün zamanlarımızı dînimizin emrettiği gibi değerlendirmemiz gerekmez mi? İnsanın, hem dünyada hem de âhirette rahat edebilmesi çok çalışmasına bağlıdır. Allahü teâlâ çalışmayı emrediyor. Çalışmamak, yan gelip yatmak dînin emrine uymamak olur. Çalışmak, aynı zamanda kul olmanın gereğidir. İnşirâh sûresinde, "İşlerin bittiği vakit, tekrar çalış ve yorul! Boş durma! Bir işi bitirince diğerine giriş! Her işinde ancak Rabbine sarıl, O'ndan iste!" buyurulmuştur. Dinimiz, Müslüman olsun veya olmasın herkese çalışmasının karşılığının verileceğini bildirmektedir. Avrupalılar, Amerikalılar, böyle çalıştıkları için, dünya nîmetlerine kavuşuyorlar. Ortaçağ'da, Müslümanlar, böyle çalıştıkları için, medeniyetin rehberi olmuşlardı. Osmanlıların son zamanlarında çalışma durdu, rehavet çöktü. Ve çöküş kaçınılmaz oldu. Herkes çalışmadan kazanmak isterse ne olur? Millet olarak, devlet olarak bugün içinde bulunduğumuz acınacak hale düşülür. Dış devletler kıs kıs güler, sizinle alay ederler. Dünyaya rezil olursunuz. Hiçbir konuda ciddiye alınmazsınız. Nitekim geçen hafta ünlü Fransız Liberation Gazetesi, ''Türk iflası'' manşetiyle çıktı, ''Türkiye nefesi bitmiş bir cumhuriyet. Otoriter model artık uymuyor'' diye yazdı. Sadece bu mu? Fransız basınının önemli gazetesi Le Figaro da birkaç gündür arka arkaya üç haberde Türkiye'deki sıkıntılara geniş yer verdi: Sıkıntının Türkiye'deki ekonomik krizin kurumların iflasından kaynaklandığını, ekonominin zayıflığının, tüm kurumlarda krize neden olduğunu, şubat ayından beri işten çıkarmalar ve iflasların katlanarak devam ettiğini yazdı. Peki devlet böyle de, fertler, şirketler bundan farklı mı? Ne gezer. Biz topyekun el birliği ile bu hale geldik. Bütün bunların sebebi, az kazanıp çok harcamak veya hiç kazanmadan çok harcamak. Yani israf, haksız kazanç. Tarih tekerrürden ibarettir. İbret alınmazsa, tarih olmuş batmış devletler, müesseseler safında yerimizi alırız. Kimse gözümüzün yaşına bakmaz!..
.
Ömrü savaş meydanlarında geçti
5 Mayıs 2001 01:00
Hz. Ebû Dücâne Uhud'da çok kahramanlık gösterdi. Resûlullah Uhud gazâsından salimen dönünce, Peygamberimiz, Hz. Ali'ye "Sen muharebede sadakat gösterdin; Sehl bin Hâris ve Ebû Dücâne de sadakat gösterdi" buyurarak Ebû Dücâne ve Sehl hazretlerinin yapmış olduğu üstün hizmeti beyan buyurmuşlardır. Hz. Peygamber, Uhud gazâsından sonra müslümanlara ihanet eden ve Resûlullaha verdikleri sözde durmayan ve Resulullahı öldürmeye teşebbüs eden Beni Nâdir Yahudilerinin üzerine yürüdü. Yahudiler yenildiler. Yahudilere hiçbir mal götürmemek şartıyla eman verildi. Resûlullah Beni Nâdir Yahudilerinin terkettiği malların hepsine el koydu. Bu ganimet mallarının hepsini Muhâcirlere dağıtmak için istişâre etti. Böylece muhâcirler, Ensârın evlerinde oturmaktan kurtulacaklardı. Ensârdan Sa'd bin Ubâde ile Sa'd bin Muaz: "Ya Resûlallah! Benî Nâdir'in mallarını Muhâcirlere dağıtınız. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde oturmaya devâm etsinler" buyurdular. Resûlullah Ensârdan Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne hazretlerine fakir oldukları için bu ganimetlerden pay verdi. Ebû Dücâne hazretleri Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıkan irtidât, dinden dönme fitnelerinin ortadan kaldırılmasında da çok büyük hizmet görmüştür. Dinden dönenlerin başında bulunan Müseylemet-ül Kezzâb, peygamber, olduğunu ileri sürerek büyük fitne çıkarmıştı. Hz. Halid bin Velid komutasındaki İslâm ordusu bu fitnecinin üzerine sevk edilmişti. Harp esnasında Hz. Ebû Dücâne düşmana çok şiddetli hücum ediyordu. Mürtedler, Hz. Halid bin Velid'in çadırına girip yağma yapmaya başlamışlardı. Bu sırada İslâm askeri geri dönüp şiddetli bir hücum ile Müseylemet-ül Kezzâb'ın ordusunu bozguna uğrattı. Hz. Vahşi, Müseylemet-ül Kezzâb'ı öldürdü. Müseylemet-ül Kezzâb'ın ordusunu teşkil eden Beni Hanife kabilesi yenilince etrafını duvarlarla çevirip tahkim ettikleri büyük bir bahçeye sığınmışlar ve kapısını kapatmışlardı. Bu bahçeye duvardan ilk atlayarak giren Ebû Dücâne idi. Aşağı atlarken ayağı kırıldı. Buna rağmen gayretine zerre kadar eksiklik getirmeyerek, o muhkem bahçenin kapısını bekleyen müşrikleri dağıtıp, İslâm askerine bahçenin kapısını açtı. Tekrar düşmanın üzerine hücum etti ve şehâdet şerbetini içinceye kadar savaştı ve burada hicretin onbirinci yılında şehid oldu
.
Güvenebileceğim iki amelim var!"
6 Mayıs 2001 01:00
Hazret-i Dücane'nin şehid düştüğü Yemame savaşında, Müseylemet-ül Kezzâb'ın kırkbin kişilik ordusundan yirmi bini imha edilmiş, fakat müslümanlardan da iki binden ziyade şehid verilmişti. Bunun üçyüzaltmışı Muhâcirden, bir o kadarı da Ensârdan ve kalanı da Tabiînden idi. Şehid olanların içerisinde yetmişten ziyade hafız vardı. Ebû Dücâne hazretleri cesaret ve kahramanlığı kadar da fazilet sahibi olup, hiç kimseye kötülük düşünmez ve boş ve faidesiz şeyler ile meşgûl olmazdı. Zeyd bin Eslemi diyor ki, Ebû Dücane hazretleri hasta idi ve yüzü nurla parlıyordu. Huzuruna gelenlerden birisi "Bu yüzünüzün böyle nurlu olmasının sebebi nedir?" diye sordu. Buyurdu ki: Güvenebileceğim beni kurtaracak iki amelim var. Birisi, boş ve faidesiz şeyler ile meşgûl olmazdım. İkincisi hiçbir müslümana kalbimde en küçük bir kötülük bulundurmazdım ve hiçbir müslümana kötülük düşünmezdim. Ebû Dücâne hazletleri anlatır: Yatıyordum; değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi bir ses duydum ve şimşek gibi bir parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şeyin yükseldiğini gördüm. Elimle yokladım, kirpi derisi gibi idi. Yüzüme kıvılcım gibi birşeyler atmağa başladı. Hemen Resûlullaha gidip olanları anlattım. Buyurdu ki: "Yâ Ebû Dücane Allahü teâlâ, evine hayır ve bereket versin!" Sonra, kalem ve kâğıt istedi. Hz. Ali'ye bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp, eve götürdüm. Başımın altına koyup uyudum. Feryad eden bir ses beni uyandırdı. Diyordu ki: Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektupla beni yaktın. Senin sâhibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu, bizim karşımızdan kaldırmaktan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık seninle komşularının evine gelmiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz..." Ona dedim ki, "Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam!" Cin ağlamasından, feryadından, o gece, bana çok uzun geldi. Sabah namâzını mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini Peygamberimize anlattım. Resûlullah buyurdu ki: "O mektubu kaldır, yoksa, mektubun acısını kıyamete kadar çekerler." (Bir müslüman bu mektubu yanında taşısa veya evinde bulundursa; bu kimseye, eve ve etrafına cin gelmez ve dadanmış olup, zarar veren cin de gider
.
Dünyayı hükmen terk etmek!
7 Mayıs 2001 01:00
İmâm-ı Rabbânî hazretleri dünyanın ne olduğunu şöyle bildirir: Dünya yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü, çirkin kadına benzer. Boyamışlardır, görünüşü tatlıdır. Taze güzel körpe sanılır. Fakat, aslında güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leştir. Ve böcekler akrepler dolu bir çöplüktür. Su gibi görünen bir seraptır. Zehir katılmış şeker gibidir. Aslı haraptır, elde kalmaz. Kendini sevenlere arkasına takılanlara hiç acımayıp en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan ahlâksızdır. Büyülenmiştir. Âşıkları delidir. Aldatılmıştır. Onun görünüşüne aldanan sonsuz felâkete düşer. Tadına güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmanlık çeker. Server-i kâinât buyurdu ki: "Dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Birini râzı edersen öteki gücenir... Demek ki bir kimse dünyayı razı ederse, âhıret ondan gücenir. Yânî âhırette eline birşey geçmez. Allahü teâlâ bizi ve sizi dünyaya düşkün olmaktan ve dünyayı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekten muhâfaza eylesin. Bu pek kötü olan dünya nedir? Dünya, seni Allahü tealâdan uzaklaştıran şeyler, demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevki düşüncesi Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar oyunlar, (Mâlâyânî) ile yâni faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek (kumarlar, kötü arkadaş, kötü filimler, mecmûa ve romanlar) hep bunun için dünya demektir. Âhırete faydası olmayan ilimler, dersler de hep dünyadır. Din ile dünyayı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhıreti kazanmak istiyenen dünyadan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamanda dünyayı tamamen terketmek kolay değildir. Hiç olmazsa hükmen terk etmek yâni terk etmiş sayılmak lâzımdır. Bu da her işte islâmiyete uymak demektir. Yiyecekte, içecekte, giyecekte ve ev kurmakta İslâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyete uymakla ziynetlenen bir kimse, dünyanın zararından kurtulmuş olur. Ve âhıreti kazanır. Dünyayı böyle hükmen de terk edemiyen kimse, münâfık demektir. İmânlı olmasını söylemesi âhırette kendisini kurtarmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Dünya iki gündür. Biri sevinç, biri de üzüntü günüdür. Bunların her ikisi de geçicidir. Öyle ise geçici olan dünyayı bırakıp da geçici olmıyan âhıret ni'metlerine kavuşmak için çalışın!" "Dünya için dünyada kalacağın kadar çalış, âhıret için orada kalacağına göre çalış!" "Allahü teâlâya muhtaç olduğun kadar, itâat et! Cehennem ateşine dayanabileceğin kadar günah işle!"
Dünya, insanın gölgesine benzer!
8 Mayıs 2001 01:00
İbrahim Hakkı hazretleri Ma'rifetnâme'de dünyayı şöyle bildirir: Dünya geçici gölgedir. Ona güvenen nadimdir. O seninle kalsa da sen onunla kalmazsın. Dünyadan çıkmadan önce, kalbinden dünya sevgisini çıkar. Dünya lezzetlerine aldanmayan, Cennet ni'metlerine kavuşur. İki âlemde aziz ve muhterem olur. Dünya haraptır. Şerbetleri seraptır. Ni'metleri zehirli, safâları kederdir. Bedenleri yıpratır. Emelleri artırır. Kendini kovalayandan kaçar, kaçanı kovalar. Dünya bala, içine düşenler de sineğe benzer. Ni'metleri geçici hâlleri değişicidir. Dünyaya ve bunlara düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü bunlarda vefâ ve safâ bulunmaz. Fâni olanı ver ki bâki olanı alasın, kendini bilen kimsenin bu dünyaya düşkün olmasına şaşılır. Şakîler dünyaya sarılır. Saîdler bâkî olana sarılır. Bedeninle dünyada ol, kalbinle âhıreti bul. Nefsin arzûlarını terk eden pak olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyayı anlıyan onun sıkıntılarından üzülmez. Dünyayı anlıyan ondan sakınır. Ondan sakınan nefsini tanır. Nefsini tanıyan Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene dünya hizmetçi olur. Dünya insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar, kaçarsan seni kovalar. Dünya, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmıyanlara ni'met yeridir. İbâdet edenlere, kazanç yeridir. İbret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle Cennet gibidir. Âhırete nisbetle çöplük gibidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Dünya malından, sarıldığınız, sakladığınız herşey yanınızda kalmıyacaktır. Sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler sizinle beraber kalacaktır." "Ey Âdem oğlu dünyada yaşayacak kadar zarûri miktara râzı ol! Zîrâ ölecek olana bu azık kâfidir." "Dünya malını (kötü maksatlarla) çoğaltanlar, alçakların ta kendileridir. Onlar âhırette aşağı makamlarda kalacaklardır." "Bir kimse, dünyadan kaçırdığı birşeye üzülürse, Cehenneme bin yıllık yol yaklaşır. Âhıretten kaçırdığı bir şeye üzülürse, Cennete bin yıllık yol yaklaşır." "Dünyada ihtiyacından fazlasını alan, bilmiyerek helâkını almış olur." "Mü'minin dünyalıktan birşeyi artarsa, Allahü teâlâ katında derecesi azalır. Eskisi gibi kalmaz."
.
Dünyaya düşkün olanın hali!..
9 Mayıs 2001 01:00
Hasta, hastalığı sebebiyle, yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyaya düşkün olan, dünya sevgisi ile yanan bir kimse de, ibâdetlerin tadını alamaz. Peygamber efendimiz, Dahhak hazretlerine buyurdu ki: - Tuzlu ve baharatlı yemekleri yiyip üzerine süt içen sen misin? O da: - Evet, öyledir, yâ Resûlallah, dedi. - Bu yemekler nereye gidiyor, ne oluyor? - Sonu ma'lum yâ Resûlallah. - İşte Allahü teâlâ dünyanın sonunu âdemoğlunun yediği yemeğin sonuna benzetmiştir. Bişr-i Hafî hazretlerine, "Falan zengin öldü" dediler. "Dünyayı topladı. Fakat kendini dağıtarak âhırete gitti." buyurdu. "Fakat, birçok iyilik yaptı, hayır hasenatta bulundu" dediler. Buyurdu ki: "Hayır onlar fayda vermez. Çünkü o dünyanın peşinde koşuyordu. Kalbinde dünya sevgisi vardı." İsâ aleyhisselâma dünya, zayıf, yaşlı fakat çok süslü bir kadın şeklinde göründü. Kadına sordu: "Kaç def'a evlendin?" "Sayılmayacak kadar çok" "Ne oldu bunlar?" "Hepsini ben öldürdüm." Bunun üzerine Hz. İsâ şöyle buyurdu: "Geçmiş kocalarını teker teker öldürdüğünü görüp onlardan ibret almadan seninle evlenmek istiyen zavallılara yazıklar olsun!". Peygamber efendimiz de dünya hakkında şöyle buyurdu: "Âhırete göre dünya, birinizin parmağını denize daldırıp aldığı su gibidir. O parmak ile ne getirilebilir?" "Ey benim ümmetim ve eshâbım! En güzel hayata kavuşan, dünya kendisini terketmeden, önce kendisi dünyayı terk edendir." "Dünya malı çok olan değil, hakkın verdiğine kanaat eden zengindir." "Dünya ve içindekiler mel'undur. Ancak Allahü teâlâyı zikr, Kur'ân-ı kerîm okumak ve Allahın rızâsı için olan sözler ve işler mel'un değildir." "Dünyaya, altın ve gümüşe ve bunlara gönül verenlere la'net olsun." "Altın ve gümüşün kulu helâk oldu, sürçmedi, tamamen helâk oldu." "Fakir olsun, zengin olsun kıyâmet günü herkes, keşke dünyada ölmiyecek kadar geçimim olsaydı, diye temenni edecektir
Varlıkta sabır daha kıymetlidir...
10 Mayıs 2001 01:00
Süleyman aleyhisselâm başkalarına çeşitli yemekler yedirir, fakat kendisi kuru ekmekle kifâyet ederdi. Var olana sabır, yok olana sabırdan daha kıymetlidir. Bunun için Allahü teâlâ Resûl aleyhisselama dünyayı bazan genişletti. Bazan da daralttı. Zaman gelir bolluk içinde olur, zaman gelir açlıktan karnı üzerine taş basarlardı. Sıkıntı ve meşakketleri enbiyâsına, evliyâsına, sonra da derecelerine göre, herkese verdi. Bunların hepsi âhıretteki derecelerini yükseltmek içindi. Çocuğunu korumak için, şefkatli bir annenin çocuğundan bazı yemekleri men etmesi hattâ ona ilâç ve tedâvinin acılığını tattırmasına benzer. Büyükler hep zarûri miktar ile ve buna yakın ihtiyaç ile yetinmişlerdir. Orta hâlde bile bulunmamışlardır. İnsanın dünyaya bağlılığı iki yönden olur. Birincisi dünyayı sevmesi âdeta ona köle olmasıdır. Bu, kalb ile olur. Kalb ile dünyayı seven kimsede kibir, ucub, hıyanet, hased, riyâ sû'i zan, yaltaklanma övgüyü sevme gibi vasıflarla kendini gösterir. Buna bâtınî bağlılık denir. Zîhirî bağlılık ise, dünyanın zevk sefâsına dalmaktır. Dünyaya bağlılığın diğer yönü ise, bedenîdir. Bedenî ihtiyaçlarını temin etmek için, âhıreti unutup tamamen dünya ile meşgûliyetidir. İnsanların, nereden geldiğini, nereye gideceğini yaratanını, unutması hep bu iki alâka yüzünden olur. Yâni kalbin dünyayı sevmesi bedenin dünyalık ile meşgûl olmasıdır. İnsan kendini yaratanı, dünyanın yaratılış hikmetlerini tam anlayabilseydi, sadece Allaha ulaştıracak yolda lâzım olacak şeyleri tedârik etmekle uğraşırdı. Bunun dışında başka şeylerle vakit geçirmezdi. İnsanların bir kısmı, saâdeti servette, parada zannetti. Toplayıp yığdılar. Fakat cimrilikten dolayı doyasıya yiyip içemediler. Ölünceye kadar günleri böyle geçti. Bir kısmı da, mevki, makam sahibi olmakla, saâdete kavuşacağını sandı. İnsanları emri altında çalıştırmayı, onlara emirler, tâlimatlar vermeyi büyük zevk edindiler. Böylece bu dünyalık zevkler, hepsini Allah'tan alıkoydu. Gerçek saâdetten mahrum kaldılar. Ebedî felâkete düçâr oldular.
.
Savurganlık Ekonomisi'
11 Mayıs 2001 01:00
Geçenlerde TOBB, "Savurganlık Ekonomisi" isimli bir rapor yayınladı. Rapora göre son on yolda, israf edilen, gereksiz yere harcanan para 195 milyar dolar. Yanlış politikalar neticesinde PKK'ya harcanan 100 milyar dolar, 80 milyar dolarlık Irak ambargo zararı bu rakama dahil değil. Yani bunları da dahil edersek boşa giden para, toplam iç-dış borcumuzdan üç kat daha fazla. Bu savurganlık yani israf yapılmasaydı; ne enflasyon olacaktı, ne de ekonomik kriz... Huzur içinde gül gibi geçinip gidecektik. Dinimizin bütün emir ve yasakları, insanların, huzuru ve rahatı içindir. Dinimiz, bunun için israf üzerinde çok durmaktadır. Neden bu kadar israf üzerinde durduğu, çekilen bu sıkıntılardan sonra daha iyi anlaşılmaktadır. Bu vesile ile dinimizin israfa verdiği öneme değinmek istiyorum bugün... Malı, dinin, aklın uygun görmediği yerlere dağıtmaya, harcamaya "isrâf" denir. İsrâf çok zararlı bir hastalıktır aslında. İsrâfın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlânın, "İsrâf etmeyiniz! Allahü teâlâ, isrâf edenleri sevmez." meâlindeki kelâmı yetişir. İsrâ sûresindeki âyet-i kerîmede de meâlen, "Tebzîr etme! İsrâf etme, israf edenler, şeytânların kardeşleridir." buyuruluyor. Şeytanın kardeşi de, şeytan olur. Şeytan isminden daha kötü bir isim yoktur. İsrâfı, bundan daha çok kötüleyen birşey düşünülemez. Allahü teâlâ, mallarını isrâf edenlere birşey vermeyiniz, diye emrederken, bunları en kötü bir isim ile adlandırıyor. Nisâ sûresindeki âyet-i kerîmede meâlen, "Mallarınızı sefîhlere, alçaklara vermeyiniz!" buyuruyor. Kur'ân-ı kerîmde Fir'avnı kötülerken, "O, isrâf edenlerden idi." buyuruyor. Lût aleyhisselâmın kavmini de, "Siz, isrâf eden kavimsiniz!" diye kötülüyor. İsrâfın bu kadar kötülenmesinin birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir ni'mettir. Âhıreti kazanmak, mal ile olur. Dünya ve âhıret, mal ile intizâm bulur, rahat olur. Bedenin sağlık, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabâyı dolaşmak, fakîrlerin imdâdına yetişmek hep mal ile olmaktadır. Dînimiz, "İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır." buyuruyor. İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nâfile ibâdet etmekten daha çok sevâptır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Büyük âlim Süfyân-ı Sevrî hazretleri, "Bu zamanda mal, insanın silâhıdır. Yâni, insan canını, sıhhatini, dînini ve şerefini mal ile korur." buyurdu. Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Sa'îd bin Müseyyib hazretleri buyurdu ki: "Borçlarını ödemek için ve ırzını, nâmûsunu korumak için ve ölünce, geride kalanlara mîrâs bırakmak için mal kazanmayan kimse, hayırsızdır. Yâni kendine ve cemiyete zararlıdır." İnsanın azmasına, Allahü teâlâyı unutturmasına, ibâdete mâni olmasına sebep olan mal zararlıdır. Ölümü ve ölümden sonrasını unutturan mal da zararlıdır. Bu zararlar çok kimselerde kendini göstermektedir. Bu zararlardan kurtulan az olduğundan, malı kötüliyen haberler çok olmuştur. Görülüyor ki, mal, birbirine zıt iki şeye sebeptir. Hayır ve şer... Hayra, iyiliğe sebep olduğu için medhedilmiş olup, şerre, kötülüğe sebep olduğu için de kötülenmiştir. Büyük bir ni'met olan malı isrâf, Allahü teâlânın ni'metini hakîr görmek, ni'mete kıymet vermemek, ni'meti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı ni'met etmek, yâni şükretmemek olur. Bu ise, ni'meti verenin düşman muamelesi yapmasına, azarlamasına ve azap etmesine sebep olacak büyük bir suçtur. Ni'metin kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükredilince ve hakkı gözetilince elde kalır ve artar. Cenâb-ı Hak, "Şükrederseniz, verdiğim ni'metleri artırırım. Kıymetini bilmezseniz, elinizden alır, şiddetli azab ederim " buyuruyor. Zamanımızda çekilen sıkıntıların esas sebebi bu; nimetin kıymetini bilememek. Bu kıymet bilmemezlik, şükürsüzlük devam ederse Cenab-ı Hak arkasından gelecekleri bildiriyor!..
Müminin kusurunu örtmek...
11 Mayıs 2001 01:00
Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri çok cömert idi. Evi herkese açıktı. Eline geçeni Allah yolunda verirdi. Köleleri ve câriyeleri azâd eder, onlara ihsânda bulunurdu. Sünnet-i seniyyeye çok bağlı idi. Dünyayı sevmez, dünyalıktan hoşlanmazdı. Resûlullah'ın vefâtından sonra sık sık Ravda-i mutahhara'ya gidip, ağlardı. Bir defa imâm olup, yanındakilere namaz kıldırdıktan sonra, arkadaşlarına: "Şeytân kalbime vesvese etti ve bana, bu insanların arasında imâmlığa müstehak senden başka bir ferd yoktur. Sen şimdi insanların hepsinden efdalsin, bu açık bir hâldir, dedi ve bundan sonra mecbûr olmadıkça imâmlık yapmayacağıma kalbimi ucub ve riyâdan koruyacağıma söz verdim" buyurdu. Ebû Eyyûb-i Ensârî aynı zamanda ilim ve takvada da çok ileri idi. Vahiy kâtipliğinde bulunmuştur. Hemen birçok Sahâbi kendisinden ilim ve hikmet dersleri almış, Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin doğru anlaşılmasında kendisine müracaatta bulunulmuştur. Kur'an-ı kerîmi ezbere bilenlerin meşhurlarından olup, kıraat âlimi idi. O her gittiği yerde "Mihmandar-ı Nebevi" olarak büyük alâka ve hürmet görmüştür. Bir ara Mısır'ı da ziyaret eden Ebû Eyyûb-i Ensârî burada da büyük hürmet ve alâka ile karşılanmıştır. Onun Mısır seyâhatinin asıl sebebi bir hadîs-i şerîfi, validen tahkik etmekti. Resul-i Ekrem'den rivâyet edilen hadîsi bizzat Peygamberden duyan Hz. Ukbe'den başkası hayatta kalmamıştı. Ebû Eyyûb-i Ensârî, durumu Ukbeye bildirip, kendisini dinlemek istediğini söyledi. Ukbe mezkûr hadîs-i şerîfi şu şekilde anlattı: Resûl-i Ekrem buyurdu ki: "Her kim bu dünyada bir mü'minin kusurunu örterse, Cenâb-ı Hak da kıyamet gününde onun kusurunu örter." Hz. Ebû Eyyûb böylece bir hadisi tahkik etmenin gönül huzuru ile Medine'ye dönmüştür. Hz. Ebû Eyyûb, dört halife devrini de idrak ederek nihayet Hz. Muaviye'nin İstanbul fethi için teşkil ettiği orduya da yetişmiştir. Resûlullahın İstanbul fethi için verdiği müjdeyi kalbinin derinliğinde bir sır gibi saklıyordu. Yaşı ilerlemesine rağmen bu müjdeye kavuşma şerefi ve heyecanıyla dolu idi. Hicretin ellinci (m. 670) senesinde Mısır'a gelerek bizzat katıldığı bu ordu ile istanbul önlerine kadar geldi.
.
Eyyüb Sultan hazretlerinin son sözü
12 Mayıs 2001 01:00
İstanbul'un fethi için gelen Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî, çarpışmalar sırasında hastalandı ve yatağa düştü. Hasta yatağından harbin seyrini takip ediyor ve bir an önce iyileşip, savaşmayı arzuluyordu. Ordu kumandanı Yezîd bin Muaviye kendisini bizzat gelip ziyaret etti. İyi olması temennisinde bulundu. Yezîd'in ziyaretinden memnun olan Ebû Eyyûb-i Ensârî ecelinin yaklaştığını hissederek, Peygamber efendimizin "Kostantiniyye'de kalenin yanında salih bir kimse defin olunacakıtr" hadîs-i şerîfini naklederek son sözü şu vasiyeti oldu: "Şayet burada vefât edersem, cenazemi hemen defnetmeyin. Ordunun gidebileceği yerin en ileri noktasına kadar götürün ve beni oraya defnedin." Mihmandâr-ı Nebevî, demek ki, manevî olarak defnedileceği yeri görmüş ve müslümanların hayâli olan İstanbul fethine bir adım daha yakınlaşmak istemişti. Gerçekten bir müddet sonra Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî ruhunu Rahman'a teslim eyledi. Vasiyeti üzerine askerler naaşını, ordunun vardığı en uç noktaya taşıdılar ve defnettiler. Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî sağlığında göremediği o fethi vefâtından sonra kabrinden temaşa etmek istemişti. Bu bakımdan İstanbul'un manevi fatihi olarak kabul edilen Ebû Eyyûb-i Ensârî, bu toprakları asırlardır şereflendirmiş ve nurlandırmıştır. Onun defnedilmesinden sonra ordu kumandanı Yezîd, mezarına bir zarar gelmemesi için, Bizans Kayserine bir elçi gönderdi. Orada yatanın Peygamber Mihmandârı olduğunu ve Ona gelecek en küçük bir zararın, İslâm dünyasında bulunan bütün kiliselerin yıkılıp yerle bir olmasına sebep olacağını ihtar etti! Gerek bu tehdit, gerekse Hz. Peygamberin büyük Sahâbisi olması sebebiyle, Hıristiyanlar onun mezarına zarar verememiş, hattâ müslümanlar gibi onun mezarını ziyaret ederek manevi yardımını dilemişlerdir. Zamanla o mezarda yatan zatın hüviyeti Bizanslılarca unutulmuş, fakat manevi havası sonraki asırlarda da devam etmiştir. Bundan sonra İstanbul üzerine daha pek çok sefer tertip edilmiştir. Ancak her defasında muhkem kalelerle korunan şehir fethedilememiş, bu şeref Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmed Han ve askerlerine nasip olmuştur. Osmanlı Sultanı Fatih Sultan Mehmed Hân İstanbul'un fethini gerçekleştirdikten sonra, devrin büyük âlim ve gönül sultanlarından Akşemseddin hazretlerine: "Ey benim muhterem Hocam! Tarih kitaplarının yazdığına göre, Peygamber efendimizin mihmandarı Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin mübârek kabri, burada (İstanbul) kalenin yakın bir yerindeymiş. Himmetinizle kabri şerifin yerini bulmak ve bilmek arzusundayım" dedi.
Sıkıntıların sebebi!..
12 Mayıs 2001 01:00
İnsanın başına ne geldiyse israf yüzünden gelmiştir. Nice varlıklı aileler israf yüzünden perişan hale düşmüş; Bizans gibi, Osmanlı gibi nice imparatorluklar ve nice köklü müesseseler bu israf yüzünden tarih sahnesinden silinmişlerdir. İnsanoğlu için çok önemli olan bu israf hastalığını herkesin öğrenmesi ve yakalananların nasıl kurtulacaklarının bilmesi, çocuklarına çevresine öğretmesi gerekir... İsraftan kurtulmak için, önce israfın sebebini bilmek lazımdır. İsrafın birinci sebebi, sefâhattir. Yâni eğlenceye, zevke, gösterişe, öğünmeye düşkün olmaktır. İnsanları isrâfa alıştıran budur. Bu aynı zamanda, aklın az ve hafîf olmasının alametidir. Çok kimse, yaratılışta eğlenceye, zevke düşkün olur. Bu kötü halleri, bazı sebeplerle, zaman zaman artar. Çalışmadan, alın teri dökmeden eline mal girer, kötü arkadaşlar, bu mala konmak için, dağıtmasına, saklamanın, artırmanın erkeklik, yiğitlik olmadığına onu inandırırlar. İsrafa yol açarlar. İsrafın ne olduğunu bilmemek de israfa sebep olur. İsraf olduğunu bilmez, hattâ cömertlik sanır. Lüzûmsuz yere, yasak, zararlı yerlere verilen mal, cömertlik sanılır. İhtiyaçsızlık da insanı azdırır, israfa sürükler. Çünkü, israf hastalığına yakalanmanın sebeplerinin başında da, ihtiyaçsızlık geliyor. Kur'an-ı kerimde, "Gerçek şu ki, insan, ihtiyaçsız olunca, elbette azar!" buyuruluyor. İhtiyaçsız insan, tatminsizdir, huzursuzdur, bunlardan kurtulabilmek için su gibi para harcar. Harcadıkça daha çok huzursuz olur... Riyâ ve gösteriş de israfa sebep olur. Gösteriş merakından nice servetler yok olup gitmiştir. Mal, para çok kıymetlidir, rastgele harcanacak kadar değersiz değildir. Bunun için parayı harcarken, çok dikkatli olmak zorundayız. Harcarken öncelik sırasına dikkat etmelidir. Bu parada başkalarının da hakkı vardır. Hadîs-i şerîflerde,"Paranız ile, önce kendi ihtiyaçlarınızı alın. Artarsa, çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarfedin. Bundan da artarsa, akrabânıza yardım edin!" buyuruldu . Yine Peygamberimiz, "Kendisi veya çoluk çocuğu muhtaç iken veya borcu var iken verilen sadaka kabûl olmaz." buyurmuştur. Dine uygun olarak verilen mal kişiye hem dünyada hem de ahirette rahatlık sağlar. Hadîs-i şerîfte, "Allahü teâlâ, bir kuluna mal ve ilim verir, bu kul da harâmlardan kaçınır, akrabâsını sevindirir, malından, hakkı olanları bilip verir ise, Cennetin yüksek derecesine gider." buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, "İki şeyden birine kavuşan insana gıpta etmek, buna imrenmek yerinde olur. Allahü teâlâ bir kimseye İslâm ilimlerini ihsân eder. Bu da, her hareketini, bilgisine uygun yapar. İkincisi, Allahü teâlâ, birine çok mal verir. Bu kimse de malını, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği yerlere harcar." buyuruldu. Günümüz sıkıntılarının sebebi burada; beğenilen yerde harcamamak ve beğenilen şekilde kazanmamak. Son bir asırdır, Ülkemizde ve diğer İslam aleminde gerektiği gibi dinimizin emrettiği güzel ahlak verilemedi. Batı tarzı bir eğitim de verilemediği için, helal haram, vatandaşlık görevi gibi duygular köreldi. "Tüyü bitmedik yetim hakkı" kavramı yerine, "Ne koparabilirsem kârdır" anlayışı gelişti. Son olaylarda görüyoruz: Yolsuzluğun, istismarın, rüşvetin, hırsızlığın girmediği kurumumuz neredeyse kalmamış. Kokuşmuşluğumuz o dereceye varmış ki; insanlara yardım, fakirleri, çaresizleri himaye maksadı ile kurulan kurumlar bile, o garibanların, çaresizlerin paralarına göz dikmişler. Ne diyelim, inşaallah kısa zamanda aklımız başımıza gelir de milletimiz bu zilletten, aşağılıktan kurtulur. Şair ne demiş: Yiyin efendiler yiyin, kıtlıktan çıkmış gibi, /Daldırın kepçenizi hayrat bulmuşlar gibi,/Pek derindir bu kazan hemen bulunmaz dibi, /Kimler bundan yemedi, kimler gelip geçmedi./Ne kötü bir yazgıymıs yıllardır değişmedi, /Göbeğimiz şişti de aklımız gelişmedi. ....... NOT: Değerli arkadaşımız, Mehmet Aydın "II. Abdülhamid Han'ın Liderlik Sırları" kitabının I. Baskısı kısa zamanda tükendiği için 2. Baskısını yaptı. Temin edememiş olanlara önemle tavsiye ederim. (Tel: 0212 520 60 20 )
Beni küfrün zulmetinden kurtardın!"
13 Mayıs 2001 01:00
Fatih Sultan Mehmet Han, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin kabrinin bulunmasını isteyince Evliyanın büyüklerinden Akşemseddin hazretleri, Sultana hitaben; "Sultanım ben geceleri şu semtte bir yere nur inmekte olduğunu görüyorum. Zannederim ki, o nurun indiği yerde, o mübâreğin kabri şerîfi olsa gerektir" buyurdu. Beraber bugünkü türbenin bulunduğu yere geldiler. Akşemseddin hazretleri bir müddet teveccühte bulunduktan sonra: "Evet, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin ruhu şerifi ile şimdi mülâkat ettim. İstanbul'un fethini tebrik edip, "Beni küfrün zulmetinden kurtardın." buyurarak ferah ve sürurunu belirtti buyurunca, Fatih Sultan Mehmed Hân ve Akşemseddin ile maiyeti hep beraber, işaret edilen yere geldiler. Sultan Fatih, Akşemseddin hazretlerine; "Efendim! Kabri şerifin yerini tayin buyurunuz ki, üzerine türbe yapalım" dedi. Akşemseddin hazretleri şimdiki türbenin bulunduğu yerde bir müddet teveccüh ve murâkabede bulunduktan sonra, mezarın baş tarafından bir yeri göstererek: "Burasını kazınız. İnşâallahü teâlâ, iki arşın sonra yazılı bir mermer çıkacaktır. İşte orası Hz. Mihmandar-ı Ebû Eyyûb el-Ensârî'nin kabri şerifidir" buyurdu. İşaret edilen yer kazıldı. Buyurduğu gibi yazılı mermer bulundu. Sultan Fatih, Akşemseddin hazretlerinin kerâmetine hayran kalıp, ziyâdesiyle memnun oldu. Fatih Sultan Mehmed Hân, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin kabri üzerine bir türbe ve yanına da camii şerif bina ettirdi... Hz. Ebû Eyyûb el-Ensârî, Peygamber efendimizden bizzat işiterek 150 hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bunlardan bazıları şunlardır: "Kim Allaha ortak koşmadan ibâdet eder, namazı kılar, zekâtı verir. Ramazan ayında oruç tutar ve büyük günahlardan sakınırsa, muhakkak onun için Cennet vardır." "Kılınan her namaz hatalara bir set çeker." "Sadakanın efdali, akrabaya verilendir." "Bir müslümana; din kardeşini, üç günden daha fazla terk etmek, karşılaştıklarında birbirinden yüz çevirmek helal olmaz. Bunların en hayırlısı ilk önce selâm verendir." Bir adam Resûlullaha gelerek, "Yâ Resulallah, bana veciz şekilde nasihat eder misin?" dedi. Bunun üzerine Resûlullah nasihat isteyen o adama şöyle dedi: "Namazını kıldığın zaman, sanki dünyaya veda ediyormuşsun gibi ol, yarın özür dileyeceğin bir sözü söyleme, insanların elindekinden ümidini kes."
Bu ümmetin en büyük felâketi!
14 Mayıs 2001 01:00
Dünya hâlleri rü'yâ ve gölgeye benzer. Dünya geçicidir. Gidicidir. Dünya sıkıntı ve zorluk yeridir. Haramları terk, büyük devlet ve büyük saâdettir. Günahlara rağbet, Allahü teâlânın azâbını gerektirir. Dünyanın sonu fenâ, dinin gayesi rızâdır. Bu dünya, haramları terk eden için ni'met, ibâdet eden için ganîmet, ibretle bakan için hikmet, ma'nasını anlıyan için selâmet yeridir. Maksadı bilen kimseler, boş şeylerle vakit geçirmedi. İhtiyacını temin ederken, Allahü teâlâyı unutmadılar. İnsan ihtiyacından fazla dünyalığa dalarsa meşgalesi artar. Ve bunlar birbirini takip ederek çeşitli sıkıntılara sebep olur. Böyle dünya meşgale ve sıkıntıları kaplıyan insan, Allahü teâlâyı düşünemez. Dünyalıktan yalnız âhıret azığı olacak miktarını almalı fazlasını atmalıdır. Yâni dünyalıktan, insan kendisini tehlikeden koruyacak, ibâdetine yardım edecek kadar almalıdır. Böylece kalb bedenin meşgalesinden kurtulunca, bütün mevcûdiyetiyle Allahü teâlâya yönelir, ömrü huzur içinde geçer. Hadîs-i şerîfte, "Altın ve gümüşe tapınanlara la'net olsun" buyuruldu. Dünya peşinde koşmak, şehvetlerin peşinde koşmaktan daha fenâdır. Mal, para peşinde koşmak, Allahü tealânın emirlerini unutturursa bundan büyük felâket olmaz. Böyle kimse, kendisinin kulu olur. Kendine tapınır. Peygamberimiz, "Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mal, para toplamak olacaktır." buyuruldu. Dünyalık peşine düşerek âhıreti unutacaklardır. Diğer hadis-i şeriflerde de dünyanın ne olduğu şöyle bildirildi: "Kim dünyalık peşinde olarak sabahlarsa, Allahü teâlâ onun işini zorlaştırır. Malzemelerini dağıtır. Kendisini aç gözlü kılar. Yoksulluğu gözünün önünde canlanır. Dünyadan da nasibinden fazla bir şey kendisine verilmez. Fakat âhıret düşüncesi ile sabahlıyan kimsenin işini Allahü teâlâ kolaylaştırır. Varlığını korur. Kalbini zenginleştirir. Kendisi yüz çevirdiği hâlde dünyalık da kendisine teveccüh eder, yönelir." "Dünyayı âhırete tercih edeni, Allahü teâlâ üç şeye mâruz bırakır. Kalbinden hiç çıkmıyan sıkıntı, hiç kurtulamadığı fakirlik ve doymak bilmiyen hırs." "Allahü teâlâ dünyayı sevdiğine de sevmediğine de verir. Âhıreti ise yalnız sevdiğine verir."
.
Cenneti ne zaman isteyeceksin!'
15 Mayıs 2001 01:00
Hadîs-i kudsîde buyurdu ki: "Ey insan oğlu! Ömrünü hep dünyayı istemekle geçirdin. Cenneti ne zaman isteyecek, onun için ne zaman amel edeceksin? Sabahleyin dünya işi için üzüntülü kalkan, bana kızarak sabahlamış olur. Şaşarım o kimseye ki, dünyadan gitmesi yaklaştığı hâlde, o hâlâ dünyaya dalmış gidiyor. Dünyaya taptınız, beni görmeği unuttunuz! Dünyayı sevenin yakîni yoktur. Ona harîs olanın tevekkülü yoktur. Onu istemekte ileri gidenin, ma'rifeti yoktur. Geçici ni'met, bitici hayat ve fâni şehvet elde eden, kendine zulmetmiş rabbini unutmuş ve dünya hayatı onu aldatmıştır. Ey insan oğlu! Dünya sevgisi ile kalblerinizi öldürmeyiniz! Dünyaya rağbetiniz gibi, bana rağbet etseydiniz, iki cihanda iyilerden olurdunuz. Ey insan oğlu! Dünyayı sevdiğin hâlde, benim muhabbetimi nasıl istersin. Benim muhabbet ve rızâmı dünyanın terkinde ara! Dolu kalbini bana ibâdet için boşalt, bedenini rahattan çek! Ey insan oğlu! Dünyayı tanıyıp atan, hâlis olur. Âhıreti bilip onun için çalışan, vâsıl olur. Rızâmı arayan, aza kanâat etmesi için dünyayı terk etsin! Ey insan oğlu! Helâl sana, damla damla, haram ise sel gibi gelir. Eğer, seli terk edip, yüzünü damla damla gelene çevirirsen, hâlin ve kalbin benimle saf olur. Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: "Biliniz ki, dünya hayatı ancak, oyun ve mal kazanmak için boş yere sıkıntı, çekmek, elbise konak gibi süsler ve aranızda neseb ve makam övünmeleri, mal ve evlâdla iftihar etmektir. Bunlar şuna benzer ki, yağmur tohumları bitirdiği zaman, çiftçiler onu görüp hayret ve sevinç içinde olurlar. Sonra sen onu bir âfetten sararmış, küçülmüş parçalanmış görürsün. İşte dünya hayatı böyle çabuk geçer. Dünya hayatını ve süsünü beğenenlere âhırette şiddetli azâb vardır. Dünya zînetini bırakıp âhıreti beğenenlere Allahü teâlâdan magfiret ve rıdvân vardır. Dünya hayatı ancak, aldatıcı ve çabuk geçicidir." "Mal ve evlâd dünya hayatının süsüdür. Bâkî olan, sâlih ameller, rabbinin katında, mal ve evlâdlardan ve dünyalıklardan iyidir."
Sonu olan, sonsuzla ölçülebilir mi?
16 Mayıs 2001 01:00
Dünyanın ömrü, âhıretin sorsuzluğu yanında, denize nisbetle bir damla kadar bile değildir. Daha doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için Allahü tealâ dostlarına merhamet ederek sonsuz ni'mete kavuşmaları için, dünyada birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Düşmanlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor. Dünyanın tatlı şeyleri ve geçici ni'metleri, ancak dinimize uymağa yardımcı oldukları zaman, faydalı ve helâl olurlar. Dünya kazancı âhıret kazancı ile birlikte olduğu zaman işe yarar. Âhıreti kazanmağa yardımcı olmıyan dünya zevkleri şekerle kaplanmış zehir gibidirler. Dünya zevkleri, bedene, nefse tatlı gelen şeylerdir. Hâlbuki insan yalnız bunun için yaratılmadı. Âhıret ise, rûha mahsus olan, hakîkî zevk ve lezzetlerin de yeridir. Dünya ile âhıret birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yâni birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeğe sebep olur. O hâlde, dünya ni'metleri lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhırette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyada, tehlikelerden sakındığı, çalıştığı halde çok acı çeken mü'min, âhırette çok lezzete kavuşacaktır. Âyet-i kerîmelerde buyuruldu ki: "Dünyalık olarak size verilen şey, dünya hayatının meta ve süsüdür. Onunla geçinir ve övünürsünüz. Âhırette Allah katında, verilen ni'met ebedî olup, ondan hayırlı ve bâkidir. Bunu anlamıyor musunuz?" (Kassas-60) "Kim dünya hayatını ve onun zînetini arzû ederse, onların yaptıklarının karşılığını burada tamamen öderiz." (Hud-15) "Dünya hayatı, ancak oyun, boş şeyle meşgûl olmaktır. Âhıret ve ni'metleri dâimi olduğundan, daha hayırlıdır. Bunların farkını anlamaz mısınız?" (En'am-32) "Mekkeliler dünya hayatı ve geniş rızık ile ferahlanırlar. Hâlbuki dünya hayatı, âhırete göre çok çabuk geçicidir." (Rad-26) "Dünyalıklardan sizin yanınızda olanlar, fâni lakin Allahü teâlâ katında olan, hazîne ve rahmetler dâimidir." (Nahl-96) "Belki siz, dünyayı âhırete tercih edersiniz. Hâlbuki, âhıret hayırlı olup, ni'metleri dâimidir." (A'lâ-16-17)
İnsan rızkından fazlasını yiyemez!
17 Mayıs 2001 01:00
İnsan ne kadar dünyalık biriktirirse biriktirsin, sadece rızkını yer. Fazlasını yiyemez. Çünkü, insanın rızkı değişmez, azalmaz ve çoğalmaz. Ve zamanından geri kalmaz. Îsâ aleyhisselâm buyurdu ki: "Siz dünya için çok çalışıyorsunuz. Hâlbuki bu kadar çalışmasanız da, Cenâb-ı Hak rızkınızı verir. Âhıret husûsunda tembel davranıyorsunuz. Hâlbuki âhırette îmânsız, amelsiz rızık yoktur." Dünya işlerinde tevekkül etmek gerekir. Ahıret için tevekkül olmaz. Ne amel işlenirse ahırette sadece bunun karşılığına kavuşulacaktır. Ne gariptir ki, insanoğlu, tevekkül etmesi gereken dünya işlerinde tevekkül etmiyor; gece gündüz çalışıyor; Ahıret işlerine gelince, ibadet etmiyor Allah kerimdir, affeder diyor. Mesut olmak için varlıklı olmak şart değildir. Çok fakirler vardır ki, zenginlerden daha iyi daha mes'ud yaşar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dinine sarılanlara ummadıkları yerden ırzk gönderir. Hadîs-i Kudsîde, "Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!" ve "Yâ Rabbî! Beni sevenlere hayırlı mal ver. Bana düşmanlık edenlere mallarını ve çocuklarını düşman eyle!" buyuruldu. Bazı kimseler zamanlarındaki âlimlere, kendilerinin çok ibâdet yaptıklarını, fakat tadını duymadıklarını söylediklerinde, "Şeytanın kızı yanınızdadır; baba elbette, kızının evine giderek, ziyâret eder. Şeytan gittiği yeri karıştırır, bozar. Şeytanın kızı, dünya malıdır. Kızın evi de sizin kalbinizdir." demişlerdir. Dünya hiç kimseye kalmamıştır. Benî İsrailden biri ölmüştü. Bir köşk ile iki oğlu kaldı. Köşkü taksimde anlaşamadılar. Duvardan bir ses geldi. "Benim için birbirinize düşman olmayınız. Ben bir hükümdar idim. Çok yaşadım. Mezarda yüzotuz sene kaldım. Sonra toprağımla çanak, çömlek yaptılar. Kırk sene evlerde kullandılar. Kırıldım. Sokağa atıldım. Sonra benimle kerpiç yaptılar. Bu duvarın inşasında kullandılar. Birbirinizle döğüşmeyiniz. Siz de benim gibi olacaksınız" dedi. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyuruldu: "Dünyalığı azalt ki, hür yaşayasın!" "Dünya ne güzel binektir. Ona bininiz ki, sizi âhırete yetiştirsin.
.
Siz dışarıdan biz içeriden!..'
18 Mayıs 2001 01:00
Çoğumuzun bildiği meşhur tarihî anekdot: 1867'de Sultan Abdülaziz Han'la Paris'e sergi açılışına giden Batı hayranı, Batılı yaşayışıyla ünlü hariciyeci Keçecizade Fuad Paşa ile Fransa Başbakanı Kont dö Montoban arasında şöyle bir konuşma geçer. Fransız Başbakanı, Fuad Paşa'ya sorar: - Şu anda dünyanın en güçlü devleti hangisidir? Fuad Paşa cevap verir: - Osmalı Devleti... Cevabının "Fransa" olmasını bekleyen Montoban hayretle sorar: - Bu nasıl olur? Osmanlı ayakta zor duruyor? Fuad Paşa, tarihe geçen şu ibretli cevabı verir: - Osmanlının büyüklüğünü şuradan anlıyorum ki, 300 senedir siz dışarıdan, biz içeriden yıkmaya çalışıyoruz. Bir türlü yıkamadık!.. Büyük bir arzu ile bekledikleri Osmanlı devletinin yıkılışını bunlar göremedi fakat, bunların çocukları 56 yıl sonra gördüler. Normalde, Osmanlı'ya karşı olan iç ve dış düşmanların amansız kin ve düşmanlığının bitmiş olması gerekirdi. Fakat bitmedi. Şarjöründeki bütün kurşunları boşaltmakla kalmayıp, düşmanının cesedini paramparça eden sadist katiller gibi kin daha da arttı. Akla hayale gelmedik yalanlarla iftiralarla hâlâ iç ve dış düşmanlar Osmanlı ile uğraşıyor. Son günlerde yabancıların yazdığı 'Harem'i anlatan, hayal gücüne dayalı egzotik romanlarda da hedef yine aynı; Osmanlı düşmanlığı... İnsanın basireti bağlanınca, beyni yıkanınca gerçekleri göremiyor. Şu kadarını bile düşünemiyor: Dile kolay 600 yıl bu devlet nasıl ayakta kalmış. Hem de üç kıt'ada, çeşit çeşit dindeki ırktaki, iklimdeki insanları idare ederek... Bu zevk sefa peşinde koşmakla olacak iş midir? Genel kültürü olmayan, tarih bilgisi yetersiz kimselerin kanmasını anlıyorum da, üniversite bitirmiş, belli bir kültür seviyesinde olan kimseler nasıl aldanıyor, bunu anlayamıyorum, havsalam almıyor. Tarihçi Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil'in "Tarih Düşünce" dergisinde yayınlanan hatırası, cahilliğimizi seviyesizliğimizi göstermede ibretli bir olay: "1983 yılında Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde çalışırken, önemli bir devlet büyüğü teftişe geldi. Yetkililerden gerekli bilgileri aldıktan sonra arşivde araştırmalarda bulunan ilim adamları ile de sohbeti ihmal etmedi. Bu arada Amerikalı araştırmacı bir bayanla arasında geçen konuşma çok ilginçti: "Siz hangi konuda çalışıyorsunuz?" "Osmanlı padişahlarının hanımları konusunda çalışıyorum. Daha doğrusu Harem-i Hümayun hakkında araştırma yapıyorum." "Ooo! Çok güzel. O hanımların entrikalarını; yanlış işleri, dalavereleri, devlet işlerini bozmaları, gizli planları... yazıyor musunuz?" Amerikalı bayan birden ciddileşmişti: "Haremde entrika yoktur" diye cevap verdi ve sordu: "Allah aşkına nereden çıkarıyorsunuz bunları, belgeniz var mı?" Bizimkinin verecek cevabı yoktu. Lafı değiştirip başka konulara girdi ve sonra da salonu terketti. O gün öğle paydosunda isminin Leslie Peirce olduğunu öğrendiğim Amerikalı hanımla arşiv bahçesinde çay içerken biraz sohbet ettim.. Kadıncağız çok şaşkındı: "Sizleri anlayamıyorum. Tarihinize karşı neden böyle önyargılısınız. Ben arşive gelmeden önce Osmanlı saray kadınları hakkında tarihlerinizde yazılanları okudum. Ne yalan söyleyeyim, onları cahil, dört duvar arasında kalmış, hiçbir dünya görüşleri olmayan kimseler olarak algıladım. Şimdi ise bütün fikirlerim değişti. Onlar gerçekten mükemmel bir eğitim ve terbiye görmüş insanlar. Nurbanu ve Safiye Sultanlar İngiliz ve Fransız kraliçeleri ile mektuplaşıyorlar. " Leslie hanıma, o gün en çok dokunan, devlet büyüğümüzün "O hanımların entrikalarını da yazıyor musun?" demesi olmuştu. Ayrılırken son cümlesi, "Keşke bana, o hanımların nasıl kimseler olduklarını söyle deseydi de birkaç dakika anlatsaydım" oldu. Bir yabancı araştırmacının bu sözü, bize zillet olarak yeter!..
.
Eshâb-ı kirâmın en fâkiri...
18 Mayıs 2001 01:00
Ebû Hureyre hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında en çok hadîs-i şerîf bilen ve rivâyet edenlerdendir. İsmi Abdurrahman bin Sahr'dir. Künyesi Ebû Hureyre'dir. Bu künyenin verilişi hakkında kendisi şöyle demiştir: Bir gün kaftanımın içinde küçük bir kedi taşıyordum. Resûlullah gördü. "Nedir bu?" buyurdu. Ben de, "kedicik" dedim. Bunun üzerine Resûlullah bana "Ey kedicik babası" buyurdu. Ebû Hureyre , Peygamber efendimizin yanına geldikten sonra artık O'ndan hiç ayrılmadı. Ticaret, mal, servet gibi hiçbir meşgâlesi yoktu. Bunlarla hiç uğraşmadı. Eshâb-ı kirâmın en fâkiri olup, Eshâb-ı Suffa arasına katıldı. Eshâb-ı Suffa, Mescid-i Nebî'de kalır hep ilimle meşgûl olurdu. Ebû Hureyre, Peygamberimizin hep huzurunda bulundu. Bu hal Peygamberimizin vefâtına kadar sürdü. Peygamberimizin yanında devamlı bulunduğu için pekçok hadîs-i şerîf işitmiş ve rivâyet etmiştir. Bir gün Peygamberimize şöyle demiştir: "Yâ Resûlallah senden işittiklerimi hâfızamda fazla tutamıyorum." Bunun üzerine Peygamberimiz "Örtünü uzat" buyurdu. O da ridasını uzattı. Resûlullah Ona duâ etti, iki mübarek eliyle üç defa O'na doğru nûr saçtı ve "Örtünü göğsüne sür" buyurdu. O da sürdü. Böylece Allahü teâlâ O'na öyle bir hafıza ihsan etti ki, işittiği hiçbir şeyi unutmadı. Ömrü de uzun oldu. Böylece çok hadîs-i şerîf rivâyet etti. Bir zât, İbn-i Ömer'e "Ebû Hüreyre Resûlullahtan bu kadar çok hadîs rivâyet ediyor doğru mu?" dediğinde İbn-i Ömer "Yemin ederim ki, hiçbirinde şek ve şüphe yoktur, çünkü Ebû Hureyre her zaman Resûlullaha suâl sorar, aldığı cevapları ezberlerdi." demiştir. Eshâb-ı kirâm arasında Muhacirin ve Ensarın birçoklarının bilmediği hadîs-i şerîfleri Ebû Hureyre bilirdi. Çünkü Eshâb-ı kirâmın çoğu iş güç sahibi olduğundan, bir kısmı çarşıda, pazarda çalışır, bir kısmı ziraatle meşgûl olurdu. Bu sebeple her zaman ve her saat Resûlullahın yanında bulunma fırsatını elde edemezlerdi. Eshâb-ı kirâmdan bir kısmı ise kendini tamamen ilme vermiş olup, Resûlullahın huzurunda bulunurdu. Bunların en başında gelen Ebû Hureyre idi. Ebû Âmir buyurdu ki: "O, her gün Resûlullahın huzurunda ve hizmetinde bulunmuştur. Biz eşlerimizle ve ailemizle, evimizde oluyorduk. Onun böyle bir meşgâlesi yoktu. Bu bakımdan O bizden daha fazla hadis-i şerif bilir "
.
"Harem" ile ilgili romanlar
19 Mayıs 2001 01:00
Lise son sınıfa kadar "Topkapı Sarayı", "Harem" denilince hemen, çırılçıplak cariyelerin içinde yüzdükleri bembeyaz süt havuzları aklıma gelirdi. Çünkü ilkokuldayken toplu olarak Topkapı Sarayı'na ziyarete gittiğimizde, Harem kısmındaki bayan rehber bize böyle anlatmıştı. Üst kattan aşağıdaki boşluğu göstererek, "Burada süt havuzları vardı. Padişah, bizim şu an olduğumuz yerden onları takip eder, beğendiğini yanına çağırırdı" demişti. Lise son sınıfta tarih öğretmenimiz ise (Allah ondan razı olsun) "Harem"in ne olduğunu geniş ve doğru olarak anlatınca, bu yanlış düşüncem ancak o zaman değişti. Ülkemizin en büyük çıkmazlarından biri, uzmanlık isteyen konularda uzmanlara sorulmaması, ilgili ilgisiz herkesin konuşması, yazması. Bu yapılmadığı için "Harem" ile ilgili romanlar, Osmanlıyı kötülemek, gözden düşürmek için yazıldığı kanaatini uyandırıyor. Bugün, son zamanlarda çok tartışılan bu konuları, konunun uzmanı tarihçilerin görüşlerine müracaat ederek, tarihî gerçekleri bir nebze de olsa ortaya koymak istiyorum; Harem nedir, ne değildir? "Osmanlı'da 'harem', herkesin giremediği bir ortamdı. Sözcük olarak harem 'dokunulmaz, kutsal' anlamına gelir. Bilinenin aksine Osmanlı'da 'Harem-i Humayun', devlet adamları yetiştiren 'Enderun' mekteplerine paralel bir kurumdu. Kesinlikle, cinselliğin ayyuka çıktığı, padişahın canı çektiğinde içinden kadın seçip beraber olduğu bir yer değildi. Buradaki kadınlar, Osmanlı'nın en üst kültür grubunu temsil ederdi. Bazı çevrelerde 'harem' kavramına cinsel ve egzotik benzetmelerin yapılmasının nedeni 17 ve 18'inci yüzyıllarda Batı'nın bu kuruma cinsel içerikli yakıştırmalar yapmış olmasıdır. İşin acı yanı insanlar 'harem'i olumsuz düşünüyor, ama bunu öğreten biz olduk." (Prof. Dr. Bahaeddin Yediyıldız -Osmanlı Tarihçisi) "Harem'deki yaş ortalaması, oryantalist hayallerde olduğu gibi 15-16 değil, 60'ın üzerindeydi. Harem, Osmanlı'da padişahın ailesi anlamına gelirdi. Yani, padişahın mahrem kısmıdır. Padişah öldükten sonra da ailesi haremde yaşamaya devam ederdi. Harem'de bulunan bütün kadınlar padişahın cinselliği için tutulmadıkları gibi, buradaki kızlara her konuda uzun soluklu eğitim verilirdi. Din hocaları da öğretmenler de gelir haremde ders verirlerdi. Padişah da güzel ve bilgili bu kızlardan bazılarını devlet adamları ile evlendirirdi." (Prof. Dr. Mete Tuncay-Tarihçi) "Özellikle yabancı kadın yazarların kaleme aldığı bu romanlar, "ikinci sınıf yazarların yazdığı kötü romanlar"dır. Bu kitaplar tarihi gerçekleri yansıtmamaktadır. Yazarlar Topkapı Sarayı'nı bile görmeden bu kitapları kaleme almaktadırlar. Bu tür kitapların hislerle değil, ilimle yazılması gerekir, herkes bu konuda uyanık olmalıdır." (Prof. Dr. İlber Ortaylı) "Tarihi konu alan romanların önsözünde eserin "hayali" olup olmadığının belirtilmesi gerekir. Romansı tarih kitaplarının tarih kitaplarından ayırdedilmesi gerekir. Bu tür edebidir, belli bir kesime hitap eder. Bunlar edebi bir tür olarak sosyal ve sanat fonksiyonunu yerine getiriyor. Bu açıdan faydalıdır. Fakat bunu yazanlar, tarih yazdıkları iddiasına girerlerse o zaman yanlış yapmış olurlar ve okuyuculara yanlış bilgi vermiş olurlar. Osmanlı Devleti'nin tartışılmaya başlamasından sonra Osmanlı'ya karşı toplumda bir merak uyandı. Bu, bu tür kitapların okuyuculardan büyük ilgi görmesinin nedenlerinden biridir. Osmanlı'yı idealize etmek ve bilhassa bugünkü Türkiye ile kıyaslamak doğru değildir." (Prof. Dr. Halil İnalcık-Tarihçi) Görüldüğü gibi, tarihçiler, birbiri ardına yayımlanan ve özellikle Osmanlı "Haremi"ni konu alan "Safiye Sultan'' gibi çeviri kitapların, gerçekleri yansıtmadığını, bunların tarihî gerçekler olarak görülmemesi gerektiğini ifade ediyorlar. Yanlış kanaatlerin oluşmaması için uyarılarda bulunuyorlar.
.
"Beni, açlık buraya getirdi!"
19 Mayıs 2001 01:00
Ebû Hureyre hazretleri, gece-gündüz Resûlullahın huzurundan ayrılmamış, bütün işini gücünü bırakmış, hep Peygamberimizin buyurduklarını dinleyip, hıfzetmiştir (ezberlemiştir.) Hatta günlerce aç kaldığı halde dîni öğrenme gayretiyle buna katlanmıştır. Bu hususta kendisi şöyle anlatmıştır: "Bir gün açlığa dayanamayarak evimden çıkıp mescide gittim. Günlerce bir şey yememiştim. Oraya varınca bir grup Eshâbın da orada olduğunu gördüm. Yanlarına varınca "Bu saatte niçin geldin Yâ Ebâ Hureyre" dediler. Ben de: "Açlık beni buraya getirdi" dedim. Onlar: "Biz de açlığa dayanamayarak buraya çıkıp geldik" dediler. Bunun üzerine hep birlikte Resûlullahın huzuruna gittik. Huzuruna varınca: "Bu saatte buraya gelmenizin sebebi nedir?" buyurdu. Biz de "Açlık, yâ Resûlallah" dedik. Bir tabak hurma getirdi. Hepimize ikişer tane hurma verdi. Ben birini yedim, birini sakladım. Resûlullah görüp, "Niçin onu da yemedin?" buyurdu. "Birini de anneme ayırdım" dedim. Resûlullah "Onu da ye sana annen için iki tane daha vereceğiz" buyurdu. Annem için iki tane daha verdi. "Bir gün Resûlullaha bir kase süt hediye getirildi. Ben o gün çok açtım. Resûlullah bana "Git Eshâb-ı Suffayı çağır" buyurdu. Çağırmaya gittim. Giderken 'bu sütün hepsi bana ancak yeter' diye aklıma geldi. Eshâb-ı Suffayı çağırdım, yüz kişi kadar vardı. Resûlullahın emri üzerine o süt kasesini alıp her birine ayrı ayrı verdim. Hepsi doyasıya içti. Resûlullahın mucizesi ile artıyordu. Sonra Resûlullah: "Ben ve sen kaldık iç!" buyurdu. Ben de biraz içtim. "İç!" buyurdular. Tekrar içtim. İçtikçe "İç!" buyurdular. O kadar içtim ve doydum ki, artık hiç içecek halim kalmadı. Sonra da kâseyi alıp Resûlullah içti." Ebû Hureyre, her Cuma günü namazdan önce hadîs-i şerîf dersleri verirdi. Hadîs-i şerîf öğrenmek için gelenler onun etrafında toplanırdı. Onun ders meclisi pek geniş olup, bir çok kimse ondan ilim öğrenip, ilimde yükselmiş ve hizmet etmiştir. Ebû Hureyre fazileti ve İslâmı yaşamasıyla en mükemmel bir numûne idi. Hep abdestli bulunur ve Resûlullah: "Abdestli olan vücut azasına Cehennem ateşi dokunmaz" buyurdu, derdi.
.
Borçluya kolaylık göstermek...
20 Mayıs 2001 01:00
Ebû Hureyre hazretleri, her gün onbir bin tesbih çekerdi. Ölümü yaklaştığında ağladı. Sebebi sorulunca "Ahiret azığının azlığından ve yolculuğun zorluğundan" demiştir. Allah korkusu, mahşer gününün hesâbından bahsedilince titremeye başlar, bazan ağlayarak kendinden geçerdi. Şakya Eshahi şöyle anlatır: "Bir defasında Medine'ye Ebû Hureyre'yi ziyaret için gelmiştim. Resûlullahın kıyamet gününe dair bir hadîs-i şerîfini rivâyet ederken, birden bire feryad edip, kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelince neden böyle yaptığını sordum. Biliyor musun? Kıyamet günü için Resûlullah buyurdu ki: "Kıyamet günü Allahü teâlânın insanları hesaba çekeceği gündür. Kur'ân-ı kerîme, O'nun emirlerine uyanlar (hak yolu tutanlar) makbul olup, uymayanlar cezalandırılacaktır. Kur'ân-ı kerîmi bilip okuyan, öğrenip öğretenlerden amel etmeyenlerin vay haline!" Kur'ân-ı kerîmde insanlara emirler vardır. Fakiri himâye etmek, sadaka vermek, akrabâyı ziyâret etmek... Bunların hepsini yerine getirmek gerekir. İşte bunun için kıyamet gününden korkarım dedi." Ömrünün son günlerinde hastalandı. Hastalığını duyanların ziyarete gelmesiyle büyük bir kalabalık toplandı. Hastalığı ağırlaştığında "Allahım sana kavuşmayı seviyorum. Bunu bana nasib eyle" demiştir. Ebû Hureyre hazretlerinin rivayet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı şunlardır: "Her kim eli dar olan borçluya kolaylık gösterirse, Allah da dünya ve âhirette ona kolaylık gösterir." "Bir kul din kardeşine yardımda bulundukça, Allah da ona yardım eder." "Bir kimse ilim tahsili için yola çıkarsa, bundan dolayı Allah ona Cennet yolunu kolaylaştırır." "Müslümanın müslüman üzerinde hakkı beştir. Bunlar: Selâm almak, hastayı ziyaret etmek, cenâzeyi teşyi etmek, davete icabet eylemek (kabul edip, gitmek) aksırana "Yerhamükellâh" Allah sana rahmet etsin, demek." "Birbirinize haset etmeyiniz. Alış verişte birbirinizi aldatmayınız. Birbirinize dargın durmayınız ve birbirinizden yüz çevirmeyiniz. Birinizin bitmek üzere olan pazarlığını bozmayınız. Allahın kulları kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir; ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, ona hor bakmaz."
.
Müflis kime denir?
21 Mayıs 2001 01:00
Ebû Hureyre hazretlerinin bildirdiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Resûl-i Ekrem üç defa göğsünü işaret buyurarak, "Takvâ işte buradadır. Bir kimsenin şerir, kötü olması için müslüman kardeşini hor görmesi kâfidir." buyurdu. "Bir zaman gelir ki, müslümanlar birbirlerinden ayrılır, parçalanırlar. Dini bırakıp kendi düşüncelerine, görüşlerine uyarlar. Kur'ân-ı kerîmi mizmarlardan, yani çalgılardan, şarkı gibi okurlar. Allah için değil keyf için okurlar. Allahü teâlâ bunlara lâ'net eder. Azab verir." "Mü'milerin imân bakımından en mükemmel olanı, ahlâkı en iyi olanlarıdır ve hayırlı olanlarınız da, kadınlara karşı hayırlı olanlardır" "Allaha ve Kıyamet Günü'ne imân edenler, komşusuna eziyet etmesin. Allaha ve Ahiret Gününe imânı olan, misafire ikram etsin. Allaha ve Ahiret Gününe imân etmiş olan, ya hayır söylesin ya sussun." "Kadın dört şey için nikâh edilir: Malı, soyu, güzelliği ve dîni. Sen dindar kadını seç, mes'ûd olursun." "Yedi sınıf insan vardır ki, Allahü teâlâ onları hiçbir gölge bulunmayan günde (Kıyamet Gününde) Arş'ın gölgesinde gölgelendirir. Adaletli Devlet Reisi, Allaha ibâdet ederek büyüyen genç. Kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için birbirini seven ve bu uğurda birleşip bu sevgi ile ayrılan iki kişi, mevki sahibi olan güzel bir kadın tarafından zinaya çağırıldığı halde "Ben Allah'tan korkarım" cevabı ile mukabale eden kimse, sağ elinin verdiği sadakayı sol eli duymayacak surette gizli sadaka veren kimse, tenha yerde Allahı zikrederek, gözleri yaşla dolup taşan kimsedir." "Sadaka, malı eksiltmez. İnsan affettikçe Allah da onun izzetini ve şerefini arttırır. Her kim Allah için tevazu ederse, Allah onu yükseltir." Bir gün Eshâb-ı kirâma karşı "Müflis kime denir biliyor musunuz?" buyurunca, Eshâb-ı kirâm "Parası ve malı olmayan kimseye diyoruz." dediler. Resûlullah buyurdu ki: "Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü defterinde, çok namaz, oruç ve zekât sevâbı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftira etmiş, malını almış, kanını dökmüş, dövmüş. Sevapları, bu hak sahiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır.
.
Yaratılış gayesi unutulursa!
22 Mayıs 2001 01:00
İnsan dünyaya gönderiliş gayesini hiçbir zaman unutmamalıdır. Gönderiliş gayesini, Rabbini unutup, nefis yemeklere, lâtif elbiselere, arabalara, yazlıklara, kışlıklara meyleden kimse, Kâ'be yolculuğunda, ba'zı yerlerde eğlenip, ba'zan bindiği hayvana yem verip, çok hizmetler ve bakım ile onu süsleyip, renkli çeşitli palanlarla bezeyen çeşit çeşit otlarla besleyen ve temiz su arayıp, sulayan hacı adayına benzer. Nihayet hac kâfilesi onu bırakıp gider. O ise haccı ve kâfilenin uzaklaşıp gittiğini bile düşünmez. Sahrada yalnız başına kaldığından, hayvanı ile beraber, yırtıcı hayvanlara av olacağından gafildir. İşte, âhıret yolcusu da, yalnız yemek ve içmesini iyi yapmakla zaman harcar, elbise ve ev süslemekle meşgûl olursa, ne için yaratıldığını unutup, ibâdet ve ma'rifetten uzaklaşırsa, o zaman huzûr Kâ'besinden uzak ve korkulu dünyada kafileyi kaçırmış olup, tabiat karanlığında aldanmış, nefs ve şeytan elinde yenik ve ezik olur. Akıllı ve uyanık olan kimse, kendi işinde ve dünyasında hiç üzülmeyen, emellerini kısa tutup, sabaha çıkamıyacağını düşünen, ibâdetine kuvvet verecek ve irfan yolunda yürüyecek miktardan fazla geçim derdi olmayandır. Hasan-ı Basrî hazretleri dünyayı şöyle ifade eder: "Dünya altından olsa, elbet geçicidir. Âhıret topraktan bir çömlek olsa, akıllı, olanlara devamlı olan çömleği geçici olan altından çok sevmek lâzım olurdu. Nerede kaldı ki, çabuk kırılan çömlek dünya ve devamlı olan altın âhırettir." İbni Mes'ud hazretleri de dünyaya düşkün olmanın zararını şöyle bildirir: "Dünya yalnız dostlarına değil, Allah düşmanlarına da düşmandır. Yâni iyileri kötü yola düşürmek, kötüleri de daha kötüye sürüklemek ister." Hadîs-i şerîflerde de şöyle buyuruldu: "Bir kimsenin dert ve meşgalesi, dünya olursa, Hak teâlâ fakirliği o kimsenin iki gözü arasına kor ve o kimsenin dünyadaki bütün çabalarına boşa çıkarır, işlerini çıkmaza sokar." "Dünya için üzülen, Allahına karşı öfkelenmiş olur." "Dünyanın tatlı şeyleri âhıretin acılarıdır, acıları ise tatlılarıdır." "Helâlinden olarak dünyalığı üstünlük ve övülmek için toplayanlar, kıyamet günü Allahı gadaplı olarak bulurlar."
.
Dünya öyle bir yer ki!..
23 Mayıs 2001 01:00
Alimler, dünya hakkında buyurdular ki: Dünya bir leştir. Bundan faydalanmak isteyen, köpeklerle düşüp kalkmaya dayanıklı olmalı. (Hazret-i Ali) Dünya büyücüdür. Kendisini sevenleri büyüler. (Mâlik bin Dinar) Âhıret sevgisi bulunan kalbe, dünya baskı yapar, fakat dünya sevgisi olan kalbe âhıret uğramaz. Çünkü âhıret keremlidir. (Ebû Süleymân Dârânî) Dünya ile âhıret birer kuma gibidir. Birisini memnun eden, diğerini gücendirir. (Hazret-i Ali) Eğer bütün varlığı ile helâlından dünya bana yönelse, üzerime bulaşacak bir pislikten kaçar gibi ondan kaçarım. (Fudayl bin İyâd) Dünyadan, dünyalık ile uzaklaşmak isteyen, ateşi barut ile söndürmeğe çalışan gibidir. (Bekir bin Abdullah) Dünya yılan gibidir. Cildi yumuşak; fakat zehiri öldürücüdür. (Hazret-i Ali) Dünyalık peşinde koşan, durmadan tuzlu su içen gibidir. İçtikçe harareti artar. (Hazret-i İsâ) Dünyayı sevene ne verilse doymaz, daha fazlasını ister. (Süleyman Dârânî) Dünyanın Allah katında hiçbir kıymeti yoktur. Allahın rızâsını kazanmak ancak dünyayı terk etmekle mümkündür. (Ebud Derda) Dünyada herkes misâfirdir. Yanındaki şeyler emânettir. Misâfirin gitmekten, emânetin ise geri alınmaktan başka çâresi yoktur. (Fudayl bin İyâd) Biz öyle kimselere yetiştik ki, onlara göre dünya, sahibine iade edilmek üzere emanet edilmiş bir şey idi. Kolayca ve hafifce âhirete göçmeleri de bundandı. (Hasan-ı Basrî ) Kul, irfan makamlarında yükseldikçe dünyanın ona olan nefreti artar. Artık, o dünyayı talep de etse, dünya ona teveccüh etmez. Çünkü onun kalbinde dünya kendisine bir yer bulamaz. (Aliyyü'l-Havvas ) Allah'ın o âbid ve zâhid kullar ile sizin aranızda çok fark var. Onlar, dünya kendilerine teveccüh etmişken ondan kaçtılar. Size gelince, dünya size arka çevirdiği halde, siz onun peşine düşmüş gidiyorsunuz. Dünya öyle bir yer ki, peygamberler aç, hayvanlar tok dolaşmış. (İbrahim bin Edhem) Dünyadan bir iyilik beklemeyin. Bir iyilik gelirse bunu, fazlalık bilin, kâr bilin. (Hasan-ı Basri)
.
Mala makama gönül bağlamak!
24 Mayıs 2001 01:00
Dünya ile ilgili ayet-i kerimeler: Altmıştan fazla âyet-i kerimede, dünya malına, makamına gönül bağlanmaması tenbîh buyuruluyor: "Dünya hayatını âhıretten daha çok mu beğeniyorsunuz? Dünya hayatında ele geçenler, âhırettekilerden çok azdır." (Tevbe-38) "Mâl ve çocuklar, dünya hayatının süsleridir. Sonsuz kalıcı olan iyi işlerin sevapları, Rabbinin yanında daha iyidir" (Kehf-46) "Ey insanlar! Bu dünya hayatı, çabuk biten bir hayat ve faydalanmadan ibârettir. Âhıret ise, devamlı olarak kalınacak, durulacak yerdir. Bir günah işleyen kimse, ancak onun misli ile cezâlandırılır. Erkek ve kadınlardan her kim de, mümin olarak sâlih amel, yâni iyi bir amel işlese, o kimseler Cennete girerler ve orada hesapsız rızklar ile mükâfâtlandırılırlar." (Mümin 39-40) "Mal ve dünyadan size verilen şey, yalnız hayatta bulunduğunuz müddetçe, onunla geçinmektir. İman edip, Rablerine tevekkül edenler için, âhirette Allahü teâlânın indinde, dünya nîmetlerinden hayrlı ve dâimî çok sevap vardır." (Şûrâ 36) "Onlara, dünya hayatı misalinin tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda rüzgârın savuracağı çer-çöpe döner." (Kehf-45) "Yeryüzünde olan şeyleri; insanların hangisinin daha iyi amel işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzü için süs yaptık. Şüphesiz biz, yeryüzünde olanları kupkuru bir toprak haline getirebiliriz." (Kehf- 7-8) "Kadınlara, oğullara, yığın yağın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara, ekinlere olan ihtiraskârâne sevgi, insanlar için bezenip süslenmiştir. Bunlar, dünya hayatının geçici birer faydasıdır." (Âl-i İmrân- 14) "Tam yer ziynet ve ihtişamını takınıp süslendiği, sahibleri de ona herhalde kâdir olduklarını sandıkları bir sırada geceleyin veya gündüzün ona emrimiz gelivermiştir ki sanki dün de yerinde yokmuş gibi tâ kökünden koparılıp biçilmiş bir hale getirmişizdir." (Yûnus- 24) "Ey iman edenler, ne oldunuz ki, size 'Allah yolunda elbirlik gazaya çıkın' denildiği zaman yere (mıhlanıp) ağırlaştınız? Ahirete mukabil dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat bu dünya hayatının faydası, âhiretin yanında pek azdır." (Tevbe- 38)
İnsanlık maddeye tapma yolunda!
25 Mayıs 2001 01:00
Dünya hızla manayı bırakıp, taparcasına maddeye koşmakta... Her şeye para olarak bakmakta; gelsin de nereden, nasıl gelirse gelsin düşüncesinde. İnsan maddenin esiri olma yolunda. Bu da insanı "Eşrefi mahluk" yaratılmışların en şereflisi olma makamından uzaklaştırmakta. Başka bir ifade ile insanı hayvanlaştırmaktadır. Çünkü hayvanların dünyası, yeme içme ve çiftleşmeden ibarettir. Zamanımızın insanı da bütün hızıyla buraya doğru koşmakta. Dolayısıyla kendi sonunu hazırlamaktadır. Bu düşünceye sapmış hiçbir topluluk, hiçbir devlet, hiçbir medeniyet ayakta kalamamış yok olup gitmiştir. Bu, maddenin esiri olma hali, Amerika'da başlayıp, Avrupa'ya, buradan da ülkemize geçmiştir. Eskiden ülkemizde bazı kuruluşlar tarafından gündeme getirilen, savunulan bu gayri insanî düşünceler, son zamanlarda resmî makamlarca da savunulmakta; savunulmakla da kalmayıp fiiliyata geçirilmesi için ön ayak olunmaktadır. Bunun en açık örneği geçenlerde gazetelerde çıkan şu haberdir. Haberin özeti şöyle: "... Yetkililerin, Türkiye'de 'çıplaklar kampı' kurulabileceği yolundaki açıklaması, turizm beldelerinde destek buldu. Bodrum, Marmaris, Kuşadası, Kemer gibi, turizm sektörünün başını çeken turistik beldeleri çıplaklar kampı kurulmasına 'evet' dedi. Alanya ve Kaş ise karşı çıktı..." Görüldüğü gibi bu hayvanî yaşayışa kimsenin karşı çıktığı yok. Karşı çıkanlar da yer müsait olmadığından veya daha sırası değil türünden mazeret beyan ediyorlar, haberin devamında... Bir toplum bu kadar nasıl değişir anlamak mümkün değil. Turist ve para gelsin de nasıl gelirse gelsin; dinimizden, örfümüzden neler alıp götürüyor bu hiç önemli değil. Sayın belediye başkanları, bu toprakları almak için binlerce şehid veren ecdadımızı hiç düşünmüyorlar mı? Mezarlıkların, türbelerin yanından geçerken vicdanları hiç sızlamayacak mı? "Evet" diyebiliyorlarsa diyecek bir şey yok. Herkes kendine yakışanı yapar deriz. İsterseniz, bu tür serbestliklerin toplumu nasıl etkilediği konusunda ilim adamlarının görüşüne başvuralım: Meşhur ilim adamlarından P. Orokin ve Pitirim Sorokin, Amerika'dan başlayarak, aşağı yukarı bütün Avrupa'yı sarma temayülü gösteren "Serbest yaşama", "cinsel özgürlük" gibi akımları, Amerikan ve Batı cemiyetleri için bir "Çöküş yıkılma alâmeti" olarak değerlendirmektedirler. P. Sorokin'e göre, bu tür yaşayışlar yaygınlaştıkça, yuvalar yıkılmakta, boşanmalar ve evi terk etmeler çoğalmakta, zina, fuhuş ve fücur artmakta, çocuksuzluk dikkati çekmektedir. Sorokin'e göre "serbest yaşayışlar", cemiyetin aleyhine gelişmelere kaynak olmakta, beden ve ruh sağlığını bozmakta, ahlâkî yaşayışı bertaraf etmekte, insanın verimini düşürmekte, ferdî ve sosyal saadeti yok etmektedir. Netice olarak P. Sorokin, "son derece sıkı cinsî kontrolün mevcut olduğu ve aile hayatına önem verildiği devrelerin, kültür bakımından en verimli devreler olduğu; aksine, aşırı, kanunlara, nizama aykırı cinsî faaliyetlere müsait devrelerin ise kültürel verimliliğin düşmesine yardım ettiği" görüşündedir ve o, bu görüşlerini, tarihî olaylarla ispat etmektedir. İnsanı hayvandan ayıran, "Ahlâk"tır. Bu kaldırılınca insanın hayvandan farkı kalmaz. Hatta hayvandan daha kötü duruma düşer. Çünkü, insan sınırsız, başıboş değildir. Sınır tanımayan kimseler için Kur'an-ı kerimde, "İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da aşağıdırlar." (Araf 179) buyurulmaktadır. Tabii ki bu bir tercih meselesi, benim tercihim böyle diyene ne denebilir ki!..
Sevdirin, nefret ettirmeyin!..
25 Mayıs 2001 01:00
Ebû Mûsa el-Eş'arînin son sözleri: Ebû Musa el-Eş'ari hazretleri, Resûlullahın vâlilerindendir. Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Resûlullah, Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen'e vali gönderirken ikisine şöyle buyurdu; "Yemen'e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevdirin, nefret ettirmeyin. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız." Resulullah ile Zâtü'r-Rika gazâsında, Mekke'nin fethinde, Huneyn gazâsında bulundu. Hz. Ömer'in hilâfetinde Kûfe, Basra valiliklerine tâyin olundu. Burada vâli iken Ehvaz, İsfehan ve Nusaybin fethedildi. Hz. Osman'ın halifeliği esnasında önce Basra daha sonra da Kûfe vâliliğine tayin edildi. Hz. Ali zamanında da Kûfe valiliğine devam etti. Cemel Vak'ası'na katılmadı. Sıffîn Muharebesi'nden sonra, sulh için Hz. Ali'nin vekli oldu. Ebû Musa el-Eş'arî, Kur'ân-ı kerîm'in bütün sürelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir'in hilafetinde Kur'ân-ı kerîm'i toplayan heyetteydi. Safvân bin Süleyman diyor ki; "Resûl-i ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali'den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş'arî'den başkaları fetvâ vermezdi." İslâm takvimini yazılarında ilk defa O kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi. Bu haline akrabaları "Kendine biraz acısan" diye tavsiyede bulunduklarında son sözü; "Atlar koştuğu vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim" buyurdu. Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefat etti. Hanımına "Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur" buyururdu. Ebû Musa el-Eş'arî, üçyüzaltmış hadîs-i şerîf rivâyet etti. Resûlullah'ın kendisine Hz. Osman'ın başına felâket gelceğini ve Cennete gireceğini haber verdiğini rivâyet etti. Güneş tutulunca Resûlullah Mescid-i şerife gelip, namaz kıldıktan sonra "Allahü teâlâ'nın irsâl ettiği bu âyetler hiçbir kimsenin ne ölmesinden ne de hayatından dolayıdır. Lâkin Allahü teâlâ bu âyetlerle kullarını tahvif eder (korkutur.) Bu kabilden (tabiî) bir hâdise gördüğünüzde Allah'a niyaza, Allaha karşı istiğfara (koyulup) iltica ediniz (dönünüz.)" buyurduğunu nakletmiştir.
"Gençlik cinnetten bir şube"
26 Mayıs 2001 01:00
Gençlik cinnette olduğu için evlilik müessesesi gün geçtikçe çökmekte. Bu çöküşün daha hızlı olması için medya elinden geleni yapmakta. Batı'da gerçek manada aile zaten kalmadı. Gençler normal evlenme yerine "Beraberliği" tercih etmekteler. Bizde de bu akım hayli mesafe aldı; çünkü bazı çevreler devamlı bunu körüklemektedirler. Bütün canlılar, üremek zorundadırlar. Üreme de türlere göre değişmektedir. İnsanlarda üremenin, yüce kitabımız Kur'an-ı kerimde buyurulduğu üzere "nikahlı çiftler arasında" cereyan etmesi gerekmektedir.. Kur'an-ı kerimde bildirildiğine göre, kadın ile erkek arasında "bir sevgi, gönül bağı" vardır. Nitekim, ayet-i kerimde, "Sizi bir tek candan (Hz. Âdem'den) yaratan, ondan da gönlü buna ısınsın diye eşini (Hz. Havva'yı) yaratan O'dur." buyurulmuştur. (Araf/189.) Böylece, iki cinsi, birbiri ile kaynaştıran sevgi gücü ile, beşeriyet, o günlerden, bugünlere çoğalarak gelebilmiştir. Bunun için halk arasındaki, "Nikahta keramet vardır" sözü meşhur olmuştur. Bazıları beşeriyeti, bu konuda "başıboşluğa" teşvik etmişler; her türlü sosyal ve vicdanî sansürü ortadan kaldırmak istemişlerdir. Bu konuda, İslâmın gösterdiği gerçekçi ve mutedil yolu terk etmişlerdir. Bunun için de çocuk, ergen ve genç psikolojisinden habersiz kişiler, cinsel eğitim ve sosyalleştirme adı altında çok yanlış davranışlar içine düşmüşlerdir. Meselâ, çocuklar cinsiyet farkına bakılmadan ısrarla bir arada tutularak "sosyalleştirilmeye" çalışılmıştır. Halbuki, bu konuda psikologların ve pedagogların tespitleri tamamen farklı. İlim adamlarına göre, 0-6 yaşları, insan hayatında "ilk çocukluk" dönemidir ve bu yaştaki çocuklar kız-erkek ayırımı yapmadan birlikte oynamaktan, birlikte hareket etmekten hoşlanırlar. Fakat, "ikinci çocukluk" dönemi adı verilen 6-12 yaş çocukları ve ergenlik çağı için durum, tamamı ile tersinedir." (Rıza Kardaş - Eğitim Psikolojisi). Bu yaşlarda, kızlı-erkekli karma gruplar meydana getirmekten hoşlanmazlar; onlar, "kendi cinsleri" ile birlikte çocuk grupları oluşturmaya çalışırlar. Hatta, onlara göre, bu yaşta bulunan çocuk grupları, karşı cinsin meydana getirdiği gruplara "öfke" ile bakarlar. Beraberlikte ısrar psikolojik bozukluklara sebep olur. Bu konuda bütün psikolog ve pedagoglar aynı görüştedir. Bu hususu, E. B. Hurlock da, "Psikometri"nin kurucusu Moreno da teyid ederler. Toplumumuzun "delikanlılık çağı" dediği, bu dönemde gençler önemli psikolojik ve fizyolojik değişimlere uğrarlar, yepyeni meseleler karşısında kaldıklarını görürler. Hele, "delikanlıların" bu durumunu, istismar ve tahrik eden çevreler ve uyarıcılar fazla ise, buhranın boyutları gittikçe büyür; iş, birçokları için "cinnet" derecesine varabilir. Genç nesiller, bu dönemde akla, hayale gelmeyecek; şeytana tapma, sapık ilişkiler, uyuşturucu kullanma gibi her türlü çılgınlıklara başvurabilmekteler. Sevgili Peygamberimizin buyurdukları gibi, başıboş bırakılan gençlik gerçekten de şimdi, "Gençlik cinnetten bir şube"dir. Hele bu gençlik, sahipsiz, himayesiz ve kontrolsüzse... Üstelik bir de kışkırtıcı film ve yayınlarla karşı karşıya ise... Ecdadımızın "ateş ve barut" misâli tehlikeli bulduğu, genç kız ve erkek ilişkileri, "serbest beraberlikler" onları hayvanlaştırmakta, insanlıkla, medeniyetle alakasız hale getirmektedir. Yeme içme ve çiftleşmeden başka bir düşünce bırakmamaktadır. Böyle bir toplum, teknolojide ne durumda olursa olsun, yok olmaya mahkumdur. Çünkü toplumları ayakta tutan teknoloji değil, medeniyettir; ruhu besleyen manevi ve ahlâki değerlerdir.
.
Allahın onları, onların Allahı sevdiği kavim
26 Mayıs 2001 01:00
Ebû Musa el-Eş'arî hazretleri müslüman olmasını şöyle anlatır: "Biz Yemen'de iken Peygamber efendimizin ortaya çıkışı haberi bize ulaştı. Ben ve iki ağabeyim ve Eş'ari kabilesinden 52 veya 53 kişi bir gemiye bindik ve Resûlullah'ı görmek için yola çıktık. Ancak gemimiz hava muhalefeti sebebiyle bizi Habeşistan'a çıkardı. Orada Cafer bin Ebî Tâlib ile buluştuk ve müslüman olduk. Cafer "Resûlullah bizi, buraya gönderdi. Burada bir müddet oturmamızı emretti. Siz de bizimle burada bir müddet oturunuz" dedi. Bunun üzerine, biz de orada oturduk.Daha sonra Resûlullah'ın müsaadesiyle Habeşistan hükümdarı Necâşi bizi iki gemiye bindirip Medine'ye gönderdi." Eş'ariler, Medine'ye gelmekte oldukları sırada Resûlullah eshâbına "Yanınıza öyle bir kavim gelecektir ki onlar, İslâmiyet için, sizden daha yufka yüreklidirler" buyurdu. Müslümanlar arasında ilk defa müsâfehayı yapanlar onlardı. Resûlullah onları Medine'de Botham Meydanlığı'na yerleştirdi ve onlara buyurdu ki: "Sizin hicretiniz iki defadır. Biri Necâşî'nin ülkesine, ikincisi de yurduma yapılan hicrettir." Eş'arîler yatsıdan sonra geç vakitlere kadar ibâdet ettiklerinden, Peygamber efendimizin yanına giderler ve Resulullah da onların yanına gelirdi. Resûlullah Eş'ariler'e namaz kıldırdıktan sonra; "Allahın size olan nimetlerindendir ki, insanlardan bu saatte başka bir kimse namaz kılıyor değildir. Bu namazı sizden başka kılan kimse yoktur!" buyurur, onları takdir ve teşvik ederdi. Ebû Mûsel-Eş'arî bu iltifatlardan çok memnun olur, Allahın resûlüne ve müslümanlara sevgisi kat kat artardı. Kur'ân-ı kerîm'in Mâide sûresi 54. âyet-i kerîmesindeki "Allahın onları seveceği ve onların da Allah'ı seveceği bir kavim getirir" buyruğu hakkında Peygamberimiz "Onlar işte Ebû Mûsel-Eş'arî'nin kavmidir" buyurdu. Yine: "Seferlerde yoldaşlık eden Eş'ari cemâatinin gece vakti evlerine girdikleri zaman okudukları Kur'ânı, seslerinden çok iyi tanırım. Sefer halinde, geceleyin onların kondukları yerleri de gündüz görmemiş olsam bile Kur'ân seslerinden anlarım" buyurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Aişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş'arî'nin evinin hizâsına gelince durdular. O Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Hz. Resûlullah, O'nu gündüz görünce akşamki hâdiseyi anlatıp, eshâbına "Buna muhakkak Davud'un güzel seslerinden bir ses verilmiş" buyurarak meth etti.
.
"Kıyâmete yakın, cehalet her tarafı kaplar"
27 Mayıs 2001 01:00
Ebû Mûsel-Eş'arî hazretlerinin çok güzel Kur'ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhar olması sebebiyle şöhreti vaazı çok kalabalık olurdu. Ehl-i sünnet itikadındaki iki mezhep imamından biir olan Ebûl-Hasan-i Eş'arî hazretleri de Eş'arî kavmindendir. Bir vaazında buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîme tazimle çok hürmet ediniz. Zirâ bu Kur'ân-ı kerîm sizin için ecîrdir. Kur'ân-ı kerîme uyun. O'nu kendinize uydurmayınız. Kim Kur'ân-ı kerîm'e uyarsa, Kur'ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecektir. Kim Kur'an-ı kerîmi' kendine uydurursa, anladığı ve işine geldiği gibi mânâ verirse Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir." Yine buyurdu ki: "Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereyi doldurmaya çalışır. Âdemoğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz." "İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır." "İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular." "Kıyamet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek." Rivayet ettiği diğer hadis-i şeriflerden bazıları şunlar: "Allahü teâlâ gece günah işleyene sabaha kadar gündüz günah işleyene de, tövbe etmesi için akşama kadar, mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devam eder." "Dünyayı seven Ahiretine zarar verir, Ahiretini seven dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz bâkiyi fâni üzerine tercih ediniz." "Mü'minler birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir." "Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nurlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına akıtır." "Kişi sevdiği ile berâberdir." "Kıyâmete yakın ilim kalkar, cehalet her tarafı kaplar ve öldürme olayları artar." "Kötü arkadaş, demircilerin körükleri gibidir. Şayet üflediği ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır
.
"O seni terk etmeden sen onu terk et!"
28 Mayıs 2001 01:00
Kur'an-ı kerimde dünyayı zem eden, kötüleyen nice âyet-i kerimelerin yanında, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın da pek çok hadis-i şerifleri vardır. Bu hadis-i şeriflerden birkaçını bildirelim: Abdüllah ibni Ömer'in rivayet etmiş olduğu hadis-i şerifte Resûlullah, "Allahü teâlânın indinde kıymetli bir kimse bile olsa, bir kula (ihtiyacından fazla) dünyalık az bir şey verilse, Allahü teâlânın katındaki derecesinden bir miktâr eksiltilir" buyurdu. Ebû Hüreyre hazretlerinin rivayet ettiği hadis-i şerifte Peygamberimiz: "Yâ Rabbî! Muhammedin âilesinin rızkını kendilerine kâfî gelecek miktâr kadar gönder" diye duâ buyurdu. Bir hadis-i kudsîde, "Ey Âdemoğlu! Ömrünü dünyayı toplamakta harcadın. Cenneti hiç istemedin" buyurulmuştur. "Dünyada garîb veya yolcu gibi ol ve kendini ölmüş say!" "Mes'ûd o kimsedir ki, dünya onu terk etmezden önce, o dünyayı terk etmiştir. Yâni gönlünden çıkarmıştır." "Arzusu âhiret olup, âhiret için çalışana Allahü teâlâ, dünyayı hizmetçi yapar." "Âhiretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin, bu dünyaya gönül bağlaması, çok şaşılacak şeydir." "Dünya sizin için yaratıldı. Siz de âhiret için yaratıldınız! Âhirette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur." "Sizlerin fakir olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyanın elinize bol bol geçerek, Allahü teâlâya âsî ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum." "Dünyaya düşkün olma ki, Allahü teâlâ seni sevsin. İnsanların malına göz dikme ki, insanlar seni sevsin!" "Dünya hayatı, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü tezyîn etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin!" "Dünyaya, burada kalacağınız kadar, âhirete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!" "Dünya ile aramızda bir münasebet yok. Zira ben dünyada, yaz gününde bineğiyle yola çıkan bir yolcu gibiyim. Yolcu, yolda bulduğu bir ağacın gölgesinde bir miktar istirahat ettikten sonra gölgeyi terk ederek yoluna devam ettiği gibi, ben de yoluma devam edeceğim."
.
Kaza ve kadere razı olmayan!..
29 Mayıs 2001 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri dünya nimetleri ile ilgili bir nasihatinde şöyle buyuruyor: "Dünyanın hoşa giden şeyleri ve geçici nimetleri ancak, bu parlak dine uymakta yardımcı oldukları zaman, faydalı ve helâl olurlar. Dünya kazancı, âhıret kazancı ile birlikte olduğu zaman işe yarar. Âhıreti kazanmaya yardımcı olmıyan dünya nimetleri, şekerle kaplanmış zehir gibidirler. Bunlarla, ahmak olanlar aldatılmaktadır. Allahü teâlânın bildirdiği tiryâk ile bu zehirlere ilâç yapmıyanlara yazıklar olsun! Bu şekerli, tatlı zehirleri, dinin emirlerini ve yasaklarını yapmak güçlüğüne katlanarak tedavi etmiyenlere çok acınır. Kısaca, dine uymak için biraz çalışan, biraz harekete geçen kimse, sonsuz olan kazançlara kavuşur. Dinin emirlerine ve yasaklarına uymak çok kolaydır. Fakat az bir gaflet ile ve gevşeklik ile de bu sonsuz nîmetler elden çıkar. Uzağı gören, doğru düşünebilen akıl sahibinin, bu parlak dine uyması lâzımdır. Ceviz ile kozalak ile oyuna dalarak faydalı şeyleri elden kaçıran çocuk gibi olmamalıdır. Dünya işinizi yaparken, dine uymaya dikkat ederseniz, Peygamberlerin yolunda bulunmuş olur, bu sağlam dîni nûrlandırmış ve yaşatmış olursunuz! Hergün insanın karşılaştığı herşey, Allahü teâlânın dilemesi ve yaratması ile var olmaktadır. Bunun için, irâdelerimizi Onun irâdesine uydurmalıyız! Karşılaştığımız herşeyi, aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Kul isek, böyle olmalıyız! Böyle olmamak, kulluğu kabûl etmemek ve sahibine karşı gelmek olur. Allahü teâlâ, (Hadis-i kudsî)de buyuruyor ki, "Kaza ve kaderime râzı olmıyan, beğenmiyen ve gönderdiğim belâlara sabretmiyen, benden başka Rab arasın. Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!" Dünya sıkıntılarına dayanmak lâzımdır. Sabretmekten başka yapılacak şey yoktur. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberine emrolarak, Ahkâf sûresinde, "Peygamberlerden Ulül'azm olanların sabrettikleri gibi Sen de sabret! Onlara azâb verilmesi için duâ etmekte acele eyleme!" meâlindeki âyet-i kerimeyi gönderdi. Sizler bu nîmeti istemiyor, bundan kaçıyorsunuz. Evet, hep tatlı yimeye alışmış olan, şifâ verici acı ilâçtan kaçar. Buna ne diyeceğimi bilemiyorum. Yâ Rabbî! Bizi, sıkıntıların sevaplarından mahrum eyleme! Bunlardan sonra, bizi fitnelere düşürme!"
.
Bu dünyanın en kıymetli sermâyesi...
30 Mayıs 2001 01:00
İmam-ı Rabbani hazretlerinin başa gelen sıkıntılarla ilgili nasihati: "Bu dünyanın en kıymetli sermâyesi, üzüntüler ve sıkıntılardır. Bu dünya sofrasının en tatlı yemeği, derd ve musîbetlerdir. Bu tatlı nîmetleri, acı ilâçlarla kaplamışlar, bununla imtihan yolunu açık tutmuşlardır. Saadetli, akıllı olanlar, bunların içine yerleştirilmiş olan tatlıları görür. Üzerindeki acı örtüleri de tatlı gibi çiğnerler. Acılardan tat alırlar. Nasıl tatlı olmasın ki, sevgiliden gelen her şey tatlı olur. Hasta olanlar, onun tadını duyamaz. Kalbin hasta olması, Ondan başkasına gönül vermesidir. Saadet sahipleri, sevgiliden gelen sıkıntılardan o kadar tat alırlar ki, iyiliklerinde o tadı duyamazlar. Her ikisi de sevgiliden geldiği hâlde, sıkıntılardan, sevenin nefsi pay almaz. İyiliklerini ise, nefis de istemektedir. Dostlara dünya sıkıntılarının ve belâların gelmesi, bunların günahlarının affolması için kefarettirler. Yalvararak, ağlıyarak ve sığınarak, kırık kalb ile Allahü teâlâdan af ve âfiyet dilemelidir. Duânın kabûl olunduğu anlaşılıncaya ve fitneler kalmayıncaya kadar, böyle duâ etmelidir. Dertlinin kendisinin yalvarması daha yerinde olur. Sözün doğrusu şudur ki, sevgiliden gelen herşeyi, gülerek, sevinerek karşılamak lâzımdır. Ondan gelenlerin hepsi tatlı gelmelidir. Sevgilinin sert davranması, aşağılaması, ikrâm, ihsân ve yükseltmek gibi olmalıdır. Hattâ, kendi nefsinin böyle isteklerinden daha tatlı olmalıdır. Seven böyle olmazsa, sevgisi tâm olmaz. Hattâ, seviyorum demesi, yalancılık olur. Başka bir nasihatim de, yenilen lokmalarda, ihtiyâtlı davranmaktır. Bir müslümanın, her yerde bulduğu, her şeyi yemesi doğru değildir. Lokmaların helâlden mi, haramdan mı geldiğini düşünmek lâzımdır. İnsan, başlı başına değildir ki, her bildiğini, aklına geleni yapsın. Sahibimiz, Yaratanımız var. Onun emirleri ve yasakları var. Beğendiği ve beğenmediği şeyleri, âlemlere rahmet olan Peygamberleri ile, bizlere bildirmiştir. Sahibinin, Yaratanının beğenmediği şeyleri isteyen, ne kadar bedbaht ve zavallıdır. Her şeyi sahibinin izni olmadan kullanmak istiyor. Böyle kimseler, utansın ki, dünyada, bu şeylerin gelip geçici sahiplerine sormadan bir şeylerini kullanmıyor. Bu, hakîkî olmayan sahiplerin haklarını gözetiyorlar da, bunların hakîkî sahibi, beğenmediği şeyleri, şiddetle, pek sıkı yasak ettiği ve yapanları ağır cezâlarla korkuttuğu hâlde, Onun sözüne iltifât etmiyor, aldırmıyorlar. Bu nasıl müslümanlıktır, iyi düşünmelidir!.."
Çalışmak değil gönül bağlamak yasak!
31 Mayıs 2001 01:00
Dünyaya gönül bağlamanın kötülenmesi ve âhiret için daha çok çalışılması hususundaki âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerle berâber, İslâm dîninde, ilim, fen, teknik, sanat ve ticâreti emreden, bunlar için çalışmayı teşvîk eden nice emirler, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler vardır. Çünkü, medenî bir cemiyetin, bir milletin kurtuluşu ve saadeti fakirlik ile olamaz. Bilakis, hayır ve iyilik müesseseleri, imârethâneler, okullar, aşevleri, hastahâneler yapmak, âcizlere, fakirlere ve kimsesizlere yardım etmek, insanlara hizmet için çeşmeler, köprüler yapmak, fabrikalar kurmak, hep mal ve servet ile olur. Mal ve servet ise, çalışmak ve ticâret ile kazanılır. Nitekim Kur'an-ı kerimde, Nisâ sûresinin yirmidokuzuncu âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Ey îman edenler! Mallarınızı (fâiz ve kumar gibi islâmiyetin haram kıldığı) bâtıl yollarla yimeyiniz. Ancak birbirinizden râzı ve hoşnûd olarak (ticâret ile) ola..." Burada yasak olan dünya malına sevgi beslemek, kalbini onun sevgisiyle doldurmak. Çünkü bu sevgi Allahı unutturur. Hadis-i kudsîde Allahü teâlâ, "Ey Âdemoğlu! Beni sevmek istersen dünya sevgisini kalbinden çıkar. Çünki benim muhabbetim ile, dünya sevgisini bir kalbde ebediyyen cem' etmem. Ey Âdemoğlu! Benim sevgimle berâber dünya sevgisini nasıl istersin! Öyle ise, benim sevgimi ve rızamı, dünyayı (Allahü teâlânın men ettiği şeyleri) terk etmekte ara. Ey Âdemoğlu! Her işini benim emirlerime uygun olarak yap, ben de, senin kalbine muhabbetimi doldururum" buyurmuştur. İyilikte kullanılan mal kötülenmemiştir. Haram işlemekte, üstünlük taslamakta kullanılan mal kötülenmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: "Helâlinden olarak dünyalığı üstünlük ve övünmek için toplayanlar kıyâmet günü Allah teâlânın huzuruna, Allahü teâlâ onlardan gazablı olduğu halde gelirler. Ama ihtiyacını temin, muhtaç olmaktan kurtulma ve nefsini korumak için mal kazananlar, kıyâmet günü yüzleri ayın ondördü gibi parlak olduğu halde mahşer yerine gelirler." "Bu dünya, baştan sonuna kadar yırtılıp da sonunda bir iplik ile tutan elbiseye benzer ki, o da nerde ise kopmak üzeredir." "Dünya, mü'minin zindanı, kâfirin ise Cennetidir." "Eğer benim bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız da dünya size ehven gelir ve âhireti dünya üzerine tercih ederdiniz." "Benden sonra öyle bir dünyalık yaşayacaksınız ki, ateşin odunu yakıp yok etmesi gibi, o hayat da imanınızı kemirecektir.
Parası olan güçlüdür!
1 Haziran 2001 01:00
Son günlerde, "Biz sömürge ülke değiliz. Kimseden emir almayız. Dayatmaları kabul etmeyiz!" gibi tepkiler oluşmaya başladı. Az da olsa, gerçekleri göremeyip Sayın Derviş'i kabullenemeyenler, protesto edenler var toplumda. Bunlar boşuna çabalardır. Netice alınması mümkün olmayan eylemlerdir. Bu tepkileri görünce, son devrin büyük alimlerinden Abdülhakim Arvasi hazretlerinin bir sözü aklıma geldi. Bu mübarek zat diyor ki: "İnsanlık tarihinden bugüne kadar ve bundan sonra da kıyamete kadar, her kaidenin bir istisnası olmuş ve olacaktır. Sadece bir kaidenin istisnası yoktur. O da; 'parası olan her zaman güçlüdür!' kaidesidir" Nasıl ki, para insanın yürüyüşünü bile değiştiriyorsa, devletlerin devletlere bakışını da değiştirir. Dün böyle olmuş yarın da böyle olacaktır. Gerçek manada hürriyet, bağımsızlık, paraya, güçlü olmaya bağlıdır. J.J. Rousseau, "Eldeki para hürriyetin simgesidir. Fakat peşi kovalanan para tam tersine köleliğin simgesidir." demiştir. Şimdi, ibret almak için biraz geçmişe gidip Osmanlının paralı ve parasız günlerine bir göz atalım... Kanuni Sultan Süleyman Han'a, Veziri, "Ruslar borç para istiyorlar ne yapalım?" diye arz edince, "Hemen verin!" der. Vezir vermekte tereddüt edince, "Ver ver!.. Bugün borç alan yarın emir alır" der. Osmanlı, paralı, yani güçlü olduğu dönemlerde nüfuz sahasında olan Macaristan, Polonya, Romanya gibi ülkelerde, kral seçilmeden önce kral adayları Osmanlıya arz edilir, onun uygun gördüğü aday, kral seçilirdi. Sonra ne oldu? İktisadi yönden çöküp borç batağına düşünce, Batılı devletlerin oyuncağı haline geldi... Bir devletin iktisadi yapısının çökmesinin birçok sebepleri vardır. Bunlardan biri de dış güçlerin o devleti avuçlarının içlerine almaları için tezgahladıkları oyunlardır. Osmanlıya da bu oyun oynandı. İç karışıklıklar sebebiyle ekonomik yönden zayıflayan devletin daha da zayıflaması için, bir tarafta içte Bankerler, diğer tarafta dışarıda Batılı Devletler, Osmanlının kanını emmeye başladılar. Zor durumda bırakmak için Fransa ve İngiltere Osmanlıya borç para vermek için her yolu deniyordu. Abdülmecid Han, tasarrufla sıkıntıyı atlatmak istiyordu. Fakat onlar borç verebilmek için kriz üzerine kriz çıkarttılar. Mesela bu gaye ile içeride elde ettikleri paşalar vasıtasıyla Osmanlıyı Kırım Savaşına soktular. Savaş masrafları devleti çok zora soktu. Padişah, buna rağmen borç almaya direndi. Sultan Abdülmecid Han'dan habersiz olarak Sadrazam Ali Paşa ilk borçlanmayı yaptı. Bunu öğrenen Sultan, Ali Paşa'yı görevden aldı. Fakat artık surda delik açılmış oldu. Borçlanmanın arkası geldi. Bir müddet sonra Devlet, sadece alınan borçların faizini zor ödeyebilir duruma düştü. Yirmibir yıllık borçlanmada alınan paranın sadece %7'si yatırımda kullanılabildi. Gerisi cari harcamalarda kullanıldı. Borçların faizi bile ödenemez hale geldi. Bu arada İngilizlerin yönlendirmesiyle Ruslar'la "93 Harbi"ne (1877-1878) girildi. Zaten iflas etmiş durumda olan Devlet büyük bir hezimete uğradı. En verimli topraklarını kaybetti. Ayrıca Rusya'ya ağır tazminat ödemek zorunda kalındı. Alacaklıların zoru ile de 1881'de Cumhuriyete kadar devam eden meşhur "duyunu umumiye" devri başladı. Böylece Devlet, ekonomik bağımsızlığını resmen kaybetti. Ekonomik bağımsızlığını kaybeden devletin siyasi bağımsızlığı da zaten söz konusu değildir. Nitekim, 1839'daki Tanzimat Fermanı, 1856'daki Islahat Fermanı, 1876'daki Kanun-i Esasiye'nin kabulü ve daha sonraki antlaşmalar hepsi de onların menfaatleri doğrultusunda neticelenmiştir. Bütün bunlar, "Parası olan güçlüdür, istediğini yaptırır," sözünün ne kadar doğru olduğunu gösteriyor değil mi? Bunun için şuna buna kızmağa, protesto etmeğe hakkımız yoktur. Ders alınmadığı müddetçe tarih daha çoook tekerrür eder gider!..
Hürriyetine kavuşunca ağladı!
1 Haziran 2001 01:00
Ebû Râfî hazretleri ilk müslümanlardandır. Önce Resûl-i Ekrem'in amcası Hz. Abbas'ın kölesi idi. Hz. Abbas onu Resûlullaha verdi. Böylece Resûlullahın aile efradı arasına girme saadet ve şerefine kavuştu. Resul-i ekrem efendimiz, amcası Hz. Abbas müslüman olunca, sevincinden onu âzâd edip, Selmâ ismindeki azâdlısı ile evlendirdi. Ondan Abdullah adında bir oğlu oldu. Bu oğlu büyüyünce Hz. Ali'nin kâtibi olma şerefine kavuştu. Ebû Râfi âzâd edildiği zaman ağlamış, "Yâ Resûlallah! Beni niçin bırakıyorsun, bundan sonra da yanında kalacağım" demiştir. Kölelikten azad edildiği için üzülen, hatta ağlayan insanlık tarihinde başka bir örnek var mıdır? Resulullah merhamet buyurmuş; hür iken de Resulullahdan ayrılmamış, harb ve sulh zamanlarında da, Resûl-i Ekrem'in hizmetinde bulunma nimetine kavuşmuştur. Seferlerde Resûlullahın çadırını o kurardı. Peygamber efendimiz Erkam bin Ebi-l-Erkam'ı, zekât memuru olarak göndermişti. O zaman Erkam Ebû Râfi'ye "Bana bu işte yardımcı olursan, sana, toplanan zekâttan, toplayanlara ne verilirse, onu sana veririm" dedi. Ebû Râfî bunu Resûlullaha arz edince, "Yâ Ebâ Râfi! Biz Ehl-i Beyt'teniz. Onun için bize sadaka (zekât) helâl değildir. Kavmin kölesi, kendilerinden sayılır." buyurdu. Ebû Râfi , Bedir gazâsından sonra Medine'ye hicret etti. Daima Peygamber efendimizin himâyesinde olup, devamlı sohbetinde bulunan Eshâb-ı Suffa arasına katıldı. Ebû Râfî , Uhud ve Hendek gazvelerine iştirak etmiş, Hz. Ali'nin kumandasında Yemen'e gönderilen Seriyye'de bulunmuş, bu seriyyede Hz. Ali'ye yardımcılık vazifesi yapmıştır. Râfi, Hz. Ebû Bekir zamanında mürtedlerle yapılan muharebelerde bulunup, Hz. Ömer devrinde de fetihlere iştirak etmiştir. Hz. Osman'ın zamanında, kendi halinde, sâkin bir hayat yaşamış, ilimle meşgûl olup, pek çok talebe yetiştirmiştir. Ebû Râfi'nin çok talebesi vardır. Oğullarından, Hasan, Râfi, Ubeydullah, Mutemer, torunlarından, Hasan, Sâlim ve Ata bin Yesâr, Süleyman bin Yesâr bunlardandır. Ebû Râfi'den 68 hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Ebû Râfî, Resûlullah efendimiz abdest aldığı zaman, parmağının tamamen ıslanması için yüzüğünü hareket ettirdiğini, bildirmektedir. Yine Resûlullah'tan şu hadîs-i şerîfi nakleder: "Sizden birinin kulağı çınlarsa, beni ansın ve salevât okusun."
.
Osmanlı'nın çöküşü ve idareciler
2 Haziran 2001 01:00
Dün, Osmanlı'nın ekonomik yönden nasıl çöktüğünü veya çökertildiğini günümüzle mukayese ederek izah etmeye çalışmıştım. Bugün de, devlet böyle sıkıntıda iken, var olma yok olma mücadelesi verirken, "devlet adamlarının" ve "elit tabakanın" bu çöküşteki rolünü ele almak istiyorum. Krizler elbirliği ile, sıkıntıların her kesime yayılması ile fedakarlıkla aşılabilir. Altı asırlık İmparatorluğun çöküşünün ayak seslerinin ayyuka çıktığı böyle bir dönemde, devleti idare eden yöneticilerin fedakarlıklarını (!) görelim... Abdülmecit Han'ın tahta çıktığı buhranlı yıllarda, devlet bir âlem, devlet adamları bir âlem, saray daha da bir âlemdi. Padişahın güvenebileceği devlet adamı neredeyse yok gibiydi. Paşalar birbirini yemede, makam mevki yarışında, kadınların israfı alıp yürümüştü. İstanbul'un dört bir yanında yalı üstüne yalı inşa ediliyor, hatta varolanlar bile yıkılıp yeniden yapılıyordu. 1800'lerin ilk çeyreğine kadar Istanbul'da hayat çok mütevazı idi. Dünyaya düşkün değillerdi. İnsanlar hesabını kitabını bilir, ayağını yorganına göre uzatırdı. Kadınlar sokak nedir bilmezlerdi. Ne zaman ki Mısır'ın zenginleri Istanbul'a gidip gelmeyi âdet edindiler, şehir o zaman zıvanadan çıktı! Bol para harcanmaya; yalılar, konaklar satın alınıp, pahalı eşyalarla tefriş edilmeye başlandı. Hanımlar, sokağa çıkmanın, harcamanın ne demek olduğunu o zaman öğrendiler. Masrafın, lüzumsuz harcamanın haddi hesabı yoktu artık. Tahsisatı harcamalarına yetmeyince de, bankerlerden bu defa borç almayı âdet edindiler. Sadece kadınlar değil, erkekler de katıldı israfa. Devletin, bankerlerden borç alıp ödediği maaşlarla, yeni yalılar, köşkler alınıyor; bağlar-bahçeler düzülüyor, masalar donatılıp ziyafetler veriliyordu. Ev eşyaları da değişmiş, minderin yerine sandalye, koltuk geçmişti. Yemekler artık masada yeniyor, Avrupa'dan getirtilen çatalla kaşığa alışılıyor, yazlığa gidildiğinde kışlıktaki eşyaları taşıma adeti terk edilip yeni eşyalar, yepyeni takımlar yaptırılıyordu. Abdülmecid Han bu israfları gördükçe kahroluyordu. Bir gün Kaptan-ı Derya Mehmed Ali Paşa ve Serasker Rıza Paşa'yı çağırdı. "Kadınların israflarına niye mani olmuyorsunuz?" diye azarladı. Sonra, "Siz bunları yapıyorsunuz tâ ki ben kederimden öleyim diye. Lâkin, Abdülmecid düşmanlarını gönderir de, sonra gider" dedi. Abdülmecid Han, daha sonra devletin diğer ileri gelenleri karşısına dizdi ve hayli ağır konuştu. Masraflara artık bir son verilmesi için hatt-ı humayun çıkarttı. Fakat, neticede kimse rahatını bozmadı, yaşayışta bir değişiklik olmadı, bunun için de kriz aşılamadı, daha da derinleşti ve devam edip iflasla neticelendi. Cevdet Paşa Tezâkir'inde bu malî buhran günleri şöyle anlatır: "...Cenab-ı Hak bize pek çok seneler, imkan verdi, fırsat verdi. Ne çare ki, biz adam olup bu nimetin kıymetini bilemedik ve fenalığa yüz tuttuk. Önceleri Reşid Paşa, damad paşalar ile uğraşırken sonradan kendisinin yetiştirmiş olduğu Âli ve Fuad Paşalar ondan ayrılıp Reşid Paşa öteden beri İngiltere politikasına meyilli iken onlar Fransız politikasına yönelenler ve iki taraf dahi yekdiğerini yenmek için her türlü vasıtalara teşebbüs ederek birbirleriyle uğraşmaya, borç üzerine borç yapmaya başladılar. Hazinenin borçlanmasına razı olmayan Sultan Abdülmecid Han hazretleri üzüntüsünden hasta oldu. Çeresizlikten ipin ucunu bırakmak zorunda kaldı. Velhâsıl en istifade edilecek fırsat günlerinde bir garip gafletin çıkmaz yoluna ve dalâlete gidildi." İşte insanoğlu hep böyle... Sıkıntılı günlerde her nedense, hep kendi rahatımızı düşünüyor, bir gemide olduğumuzu unutuyoruz. Gemi batınca helak olacağımızı, rahatımız, eğlencemiz için sakladığımız malın, mülkün bir faydası olmayacağını düşünemiyoruz. Geçmişten de ibret alamıyoruz!.. Ne diyelim, imtihan dünyasındayız; imtihanı kazanan da kaybeden de olacaktır!.. Böylece çürükler sağlamlar belli olsun; sağlamlarla yola devam edilebilsin!..
Kulların iyisi...
2 Haziran 2001 01:00
Ebû Râfi hazretleri, Resûl-i Ekrem'in sünnet-i seniyyesini ve yüksek ahlâkını çok iyi bilirdi. Eshâb-ı kirâm, ondan bu konuda çok istifade etmişlerdir. Hatta İbn-i Abbas bir kâtip tutup, onun bu hususta verdiği bilgileri yazdırmıştır. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâma olan ikramdan daha fazlasını Peygamber efendimize ihsan etmiştir. Çünkü Âdem'e yalnız isim bilgisi verildi. Peygamber efendimize isim bilgisi verildikten sonra, bu isimlere ait şahıslar da bildirildi. Ümmetinden ne kadar kişi gelecekse hepsinin sûretleri kendisine sunulmuştur. Bu konuda Ebû Râfî şu hadîs-i şerîfi bildirir, "Âdem su ile çamur arasında iken, ümmetimin sûretleri bana sunuldu. Âdem'e bütün isimler öğretildiği gibi bana da bütün isimler öğretildi." Hz. Resûl-i Ekrem'in mübarek hanımlarından olan Mâriye'den İbrahim isminde bir oğlu dünyaya teşrif etmişti. Ebû Râfi , Resûl-i Ekrem'e müjde haberini getirdiğinde Peygamber efendimiz, Ebû Râfi'ye bir köle bağışlamıştır. Ebû Râfi'nin Peygamber efendimizden rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîf şöyledir: "Allahü teâlânın kullarının en iyisi, borcunu en iyi ödeyenlerdir." Ebû Rafi, İslâmın ilk zamanlarında müslüman olmasına rağmen müşriklerin şerrinden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmamıştı. Bedir muharebesine kadar Mekke'de kaldı. Bedir muharebesi olmuş, müşrikler mağlup olarak Mekke'ye dönmüşlerdi. Ebû Râfi bu sırada Zemzem kuyusunun yanında kendi işi ile uğraşıyordu. Yanında Hz. Abbas'ın zevcesi Ümm-i Fadl var idi. Ümm-i Fadl da müslüman idi. Bedir'de müslümanların, müşrikleri, büyük bir hezimete uğrattıklarını duyunca, çok sevinmişlerdi. Ebû Râfi ile Ümm-i Fadl bu sevinçli haberden konuşuyorlardı. Bu srada oraya Ebû Leheb gelince, konuşmalarını kestiler. Ebû Leheb, Bedir gazasına gitmemiş, yerine As bin Hişâm bin el-Mugire'yi göndermişti. O zamanın âdetine göre harbe gitmiyen bir kimse, yerine başkasını göndermesi gerekiyordu. Ebû Leheb, gelince, kendisine Kureyş'in mağlubiyet haberini verdiler. Bunun üzerine orada bir yerde oturdular. Ebû Râfi ile Ebû Leheb'in sırtları birbirine dönük bir vaziyette idi. Ebû Süfyân da Bedir'den dönmüştü. Hemen yanına çağırıp Bedir'deki yenilgi hakkında bilgi aldı. Ebu Rafi sevinç içinde bunları dinliyordu. Müşriklerin perişan halini duydukça sevinçten uçacak hale geliyordu. Fakat durumunu da belli etmemeye çalışıyordu. (Devamı yarın)
"Kolaylaştırınız, nefret ettirmeyiniz!"
2 Haziran 2001 01:00
Enes bin Mâlik hazretleri yüksek bir ahlâka sâhipti. Son derece nâzik, güzel sözlü ve güler yüzlü idi. Resûlullah'ı çok sever, sünnete uymaya çok dikkat ederdi. Sabah namazının vakti girmeden önce uyanır, Mescid-i Nebeviye gider, Resûl-i Ekrem'e hizmet için can atardı. Resûlullah'ın sesini duymak ve Ona hizmet, onun için en büyük sürûr ve neş'e kaynağı idi. Resûl-i Ekrem de onun hakkında iyilikle bahsedip, yaptığı hizmetlerden dolayı duâ buyururlardı. Resûlullah'ın âhirete teşriflerinden sonra, verdiği derslerde Resulullah'ın devrini, tekrar o günleri yaşar gibi, neş'e ve zevkle anlatır, talebeler üzerinde büyük tesir uyandırırdı. Bu yüzden talebelerinde Resûlullah'ın sevgisi apaçık görülürdü. Enes bin Mâlik Emr-i bil-Ma'rufa (iyiliği emretmek) son derece ehemmiyet verirdi. Çünkü bu ümmeti, en hayırlı ümmet yapan sıfat budur, ya'nî, iyiliği emredip, kötülüğe mâni olmak. Enes bin Mâlik yakışıklı ve nûrânî idi. Servet sâhibi olduğu halde, çok sade bir hayat yaşadı. Dünya zînet (süs) ve lezzetine, dünyâlığa ehemmiyet vermedi. Fakirleri ve yoksulları gözetir, onlara gerekli yardımda bulunurdu. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi temin ederdi. Resûlullah'a olan sevgisini her fırsatta dile getirirdi. Peygamber efendimiz, Enes bin Mâlik hakkında şöyle buyurdular: "Ey Enes, bir iş yapmak istediğin vakit, yedi defa Rabbine istihâre et. Sonra kalbinin meylettiği tarafı yap. Hayır ondadır." "Ey Enes, biliyor musun, mağfireti (bağışlamayı) gerektiren hususlardan biri de, müslüman kardeşini sevindirmendir. Onun üzüntüsünü giderirsin, yahut içini rahatlatırsın, yahut ona bir mal verirsin veya borcunu ödersin, yahut kendisi olmadığı zaman, çoluk çocuğuna göz kulak olursun." Enes bin Mâlik'in bizzat Resûl-i Ekrem efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı: "Kolaylaştırınız, (zorlaştırmayınız) güçleşdirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz." "Herhangi biriniz kendi nefsi için istediğini, müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek mü'min olamaz." "Birbirinize buğzetmeyiniz, haset etmeyiniz (kıskanmayınız) birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslüman için kardeşini üç günden fazla terk etmek (küsmek) helâl olmaz.
.
Ebu Leheb'in korkunç sonu!..
3 Haziran 2001 01:00
Ebu Rafi hazretleri ile Ebu Cehil Zemzem kuyusunun yanında beraberken, "İşte Ebû Süfyân geldi" diye haber verdiler. Ebû Leheb, Ebû Süfyan'a "Ey kardeşimin oğlu! Yanıma gel", diye çağırdı. O'ndan, Bedir harbi hakkında bilgi istedi. "Anlat bakalım, nasıl oldu?" diye suâl etti. Ebû Süfyân orada bir yere oturdu. Birçok kimse de ayakta dinliyorlardı. Ebû Süfyân şöyle anlattı: "Hiç sorma, müslümanlarla karşılaşınca, sanki elimiz kolumuz bağlı idi. İstedikleri gibi hareket ettiler. Bir kısmımızı öldürdüler, bir kısmımızı esir ettiler. Vallahi ben bizimkilerden kimseyi kınayıp, ayıplamıyorum. Çünki, o sırada öyle kimselerle karşılaştık ki, yer ile gök arasında siyah beyaz atlar üzerinde beyazlara bürünmüşlerdi..." Sessizce onları dinlemekte olan Ebû Râfi farkında olmadan "Vallahi onlar meleklerdir" deyiverdi. Ebû Leheb, ona şiddetli bir tokat vurdu ve kaldırıp yere çarptı. Bir hayli onu dövdü. Bunun üzerine, orada bulunan Ümm-i Fadl, odanın direklerinden birini alıp, şiddetle Ebû Leheb'e vurdu. Ebû Leheb'in başından yaralandığını görünce, "Kimsesi yok diye onu güçsüz gördün değil mi?" dedi. Ebû Leheb, zelîl, hakîr ve horlanmış bir vaziyette dönüp gitti. Bundan sonrasını Ebu Rafi şöyle anlatır: "Yedi gün geçmişti ki, Allahü teâlâ ona, kara kızıl denen bir hastalık verdi. Bu hastalık onu öldürdü. Oğulları onu iki veya üç gece defnetmeden bıraktılar. Nihayet pis bir şekilde kokmaya başladı. Herkes, Ebû Leheb'in yakalandığı hastalıktan, tâundan kaçar gibi, kaçıyor ve sakınıyorlardı. Bunun üzerine Kureyş'ten biri, Ebû Leheb'in oğullarına: "Yazık size, utanmıyor musunuz? Babanızı, kokuncaya kadar evde bıraktınız. Hiç olmazsa onu bir yere gömüp kaybedin!" dedi. Oğulları o şahsa şöyle cevap verdiler: "Biz ondaki cerâhatlenmiş çıban ve sivilcelerden korkuyoruz" dediler. Bu defa adam onlara siz gidiniz, ben geliyorum, size yardımcı olacağım" dedi. Sonra, üçü bir araya geldiler. Yüklenip, kenar bir yere gömdüler. Leşi görünmeyinceye kadar, üzerine taş attılar. Ebû Leheb böylece ebediyyen azap ve ateşler içerisinde kalacağı yurduna, geçiş âlemi olan, karanlık ve Cehennem çukuru kabrine girmiş oldu.
"Dünyayı kendinize efendi edinmeyin!"
4 Haziran 2001 01:00
İnsanoğlu, dünyada fakir ve rezil olmaktan korkuyor da âhirette fakir, rezil ve rüsvay olmaktan korkmuyor. Halbuki kulun o gün, âhiretlik iyi amellerden fakir düşmesi, daha fazla utanç verici birşeydir. O halde tutumumuzun çirkinliği meydandadır. Bu durumu islam büyükleri çok güzel sözlerle ifade etmişlerdir: Dünya geçimini, yeme ve içmeyi gaye edinmek, nice gafillerin kalbini her çeşit hayırdan alıkoymuştur. Halbuki, kulun, sağlığında kendi eliyle bir lira sadaka vermesi, öldükten sonra kendisi namına başkaları tarafından bin lira sadaka verilmesinden daha hayırlıdır." (Yahya bin Muaz) "Biz âdemoğulları aslında Cennetten gelme bir nesiliz. Şeytan bizi aldattı da Cennetten şu yokluk ve felâket yurdu olan dünyaya çıkardı. Akıllı olan, ayrıldığı vatanına dönmedikçe sevinip kanmaz." (Vehb bin Münebbih) "Kim dünyaya malik olursa yorgun düşer, kim dünyayı severse ona kul olur, dünyanın azı yeter, çoğu da zengin yapmaz." (Vehb bin Münebbih ) "Kim dünya hakkında sana karşı övünmek isterse, hemen dünyayı onun boynuna vur gitsin." (Hasan-ı Basrî) "Allahü teala Davut aleyhisselama buyurdu ki "Yâ Dâvûd, İsrâiloğullarına de ki: Bu iş nasıl iş? Hem dünyanın fâni olduğunu bilirsiniz, hem de âzâlarınızı dünyalık toplamak için seferber edersiniz?" "Dünyayı kendinize efendi edinmeyin ki, o da sizi kendisine köle etmesin. Servetinizi kaybolmayacak yerde toplayın. Zîra dünya hazinelerine sahip olanların muhtelif âfet ve felâketlerle karşılaşmalarından korkulur. Ama Allah'ın hazinelerine sahip olanlar için böyle bir korku bahis mevzuu değildir." (Hz. İsa) "Hasta adam, hasatlığı sebebiyle yemeğin tadını alamadığı gibi, dünyalık sahibi de dünya sevgisi sebebiyle ibadetin tadını alıp zevkine varamaz." (Hz. İsa) Peygamber efendimiz, "Önünüzde çok zor ve güç bir yokuş var. Ancak yükü hafif olanlar onu aşabilecektir." buyurunca, bu sırada adamın biri: "Yâ Resûlâllah, ben, yükü hafif olanlardan mı, yoksa ağır olanlardan mıyım?" diye sordu. Peygamberimiz, "Yanında günlük yiyeceğin var mı?" dedi. Adam: "Evet yâ Resûlâllah, yarınki yiyeceğim de var" cevabını verince, Peygamber efendimiz: "Eğer, yarından sonrasının azığını da yanında saklamış olsaydın, yükü ağır olanlardan sayılırdın" buyurdu.
.
"Bu yemekler nereye gidiyor?"
5 Haziran 2001 01:00
İmam-ı Gazâli hazretleri dünyayı şöyle anlatır: "Bilmiş ol ki, mideye giden yemeklerin tadı gibi, dünya arzuları da nefse tatlı gelir. Nefis yemekler mideden bağırsaklara geçtikten sonra insan bunlardan nasıl nefret ederse, insan ölüm anında da dünyalıktan bu şekilde nefret eder. Yemekler ne kadar tatlı olursa neticede kokuları o nisbette acı olduğu gibi nefsde ne kadar fazla iştiha edilen şey varsa, ölüm anında ondan nefret, o nisbette daha çoktur. Zaten bunu dünya yaşayışında da görüyoruz. Bir adamın elindeki servet kaybolduğu zaman en çok merak ettiği, en çok sevdiğidir. Ölüm demek de dünyadaki varlıklarını kaybetmek demektir." "Herkes bilir ki, dünya hayaldir ve dünyada ne varsa hepsi yok olmaya mahkumdur. Şeytanın vesvesesine aldanmamalı, kötülerin dostluğundan şiddetle kaçınmalı, onlarla sohbet etmemelidir. Yoksa sonu dünyada pişmanlık, ahirette ise üzüntü ve hasrettir. O halde bu kötü akıbetten sakınmalıdır. Çünkü orada pişman olmak fayda vermez, mazeret ve bahane de kabul edilmez." (Ahmed Rufai) Hz. Ali, Selmân-ı Fârisî'ye yazdığı mektupta dünyayı şöyle temsil etmiştir: "Dünya yılan gibidir, cildi yumuşak fakat zehiri öldürücüdür. Hoşuna giden şeylerden vazgeç ki, sana fazla yaklaşmasın. Kat'i olarak bundan ayrılacağını bildiği için sıkıntılarını arkaya at. Dünyada olanlardan uzaklaş, dünyanın lehine olmaktan kaçın. Zîra dünyaya meyil bağlayıp onun varlığına sevinen kimseye mutlak sûrette dünyadan bir kötülük gelir." Bu dünyada bulunduğu müddetçe keder ve üzüntülerin gelip çatmasını garip görmemelidir. Çünkü dünya ancak vasfının gerektirdiğini ve tabiatının gereğini izhar edip ortaya koyar. Ölümün hak olduğunu bilen kimsenin nasıl ferahladığına, Cehennemin hak olduğunu bilen kimsenin nasıl güldüğüne, dünyanın değişmekte olduğunu gören kimsenin buna nasıl bel bağladığına, kaderin hak olduğuna inanan kimsenin nasıl üzüldüğüne şaşmak gerekir. Resûl-i Ekrem Dahhâk bin Süfyân-ı Kullâbî'ye hitaben: "Tuzlu ve baharatlı yemekleri yeyip üzerine süt içen sen değil misin?" diye sordu. Dahhâk: "Evet, öyledir, yâ Resûlâllah", deyince, Resûl-i Ekrem: "Bu yemekler nereye gidiyor, ne oluyorlar?" diye sordu. Dahkâk: "Sonu malûm yâ Resulâllah", deyince, Resûl-i Ekrem: "İşte Allahü teâlâ dünyanın sonunu âdemoğlunun yediği yemeğin sonuna benzetmiştir" buyurdu.
.
İnsanlar uykudadır!..
6 Haziran 2001 01:00
İslam büyüklerinin dünya ile ilgili sözleri... Allahü teâlâ bir kuluna hayrı murad ettiği zaman, ona dünyalıktan bir miktar verir, sonra durdurur. Verdiği tükenince yenisini verir. Şayet o kul, dünyalığa kıymet vermezse ona alabildiğine bolluk da verir. (Hasan-ı Basrî) Dünyalık ile kalbi sevinen kimse, hikmeti kaybetmiştir. Şehvetini ayakları altına alan, şeytanı kendinden uzaklaştırmıştır. İlmi, hevasına galib olan, zafere ulaşmıştır. (Vehb bin Münebbih) Dünya hakkında zühd ve kanaat sahibi olmak kadar şeytanın belini kıran bir şey yoktur. (Hammâd bin Zeyd) Dünya kalbe yerleşince, âhiret kalbden göç edip gider. (Dârânî) Dünya tatlı bir yeşilliktir. Allahü teâlâ sizin ne yapacağınızı görmek için sizi halife olarak bu dünyaya göndermiştir. İsrâiloğullarının mâlî vaziyeti düzelip refaha kavuştukları zaman, elbise, koku, ziynet, süs, ev eşyası ve kadınlarla zevke daldılar. (Hadîs-i şerîf ) Dünya, yeri olmayanın evi, serveti olmayanın malıdır. Aklı olmayan, dünyalık toplar, ilmi olmayan dünyalık üzerinde husûmet eder. Anlamayanlar dünyalık için hased eder, tahkîkî imana sahib olmayanlar onun için uğraşıp dururlar. (Hadîs-i şerîf ) Ebû Said Hudrî'nin rivâyetinde Resûl-i Ekrem efendimiz,"Hakkınızda en çok korktuğum, Allahü teâlânın sizin için yerden çıkardığı bereketlerdir", buyurdu. "Bu hareketler nedir?" sualine, Resûl-i Ekrem: "Dünya nimetleridir", diye cevab verdi. Hz. İsa'ya: "Hiç olmazsa barınabileceğin kadar bir mesken edinsen diyenlere O: Eski harâbeler bize yeter, demiştir. Havârîlerine de şöyle buyurdu: "Ey Havârîler, dünyalık için çalışanların, dînin azı ile dünyanın selâmetine razı oldukları gibi, siz de dînin selâmeti ile dünyanın azına razı olun. Ey iyilerden olabilmek için dünyalık peşinde koşan insan, iyi bil ki, senin için iyilik dünyayı terk etmektedir." "Ben kendimi, rüyasında hoşuna giden ve gitmeyen şeyleri gören bir adama benzetiyorum. Böyle rüyalar gören adam birden uyanıverir. İnsanlar da aynen bunun gibi bir nevi uykudadırlar. Envâ-i çeşit rüyalarla uyanıyorlar. Öldükleri anda uyanırlar ve uykudan uyanan kimsenin rüyasında gördüklerinden elinde bir şey olmadığı gibi, onlar da dayandıklarının hepsini kaybetmiş olduklarını görürler. (Yûnus bin Ubeyd) İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar. (Hadîs-i şerîf )
.
Dünyada mahzun olanlar...
7 Haziran 2001 01:00
'Dünyalıkta eline geçen herşeyin bizden önce bir sahibi olduğu gibi, bizden sonra da bir sahibi olacaktır. Dünyalıktan kişinin sabah kahvaltısı ile akşam yemeğinden başka bir şey yoktur, yani insanın olan, yiyip içtiğidir. O halde dünyayı yiyeceğim diye boğulma, dünyalığa oruç tut, âhiret için iftar et. Dünyanın sermayesi heva-i nefis, kazancı ise ateştir. Dünya vardı, ben dünyada yoktum. Dünya yok olacağı zamanda da ben dünyada olmayacağım. O halde ben de burada mesken edinmeyeceğim. Zira bunun yaşayışı sıkıntılı, safveti kederli, yani parlaklığı bulanık, adamları ondan daima korku içinde, ya nimetlerin ellerinden gitmesinden veya bir belânın kendilerine gelmesinden korkup dururlar. Hele mukadder olan ölümün her an gelmesi belli başlı kusurlarından biri, bazılarına az ve bazılarına da çok vermek üzere kimseye hakkını vermemektir.' (Hakîm'lerden biri) "Eğer dünya bütün varlığı ile helâlinden bana teveccüh etse, ben âhirette onun hesabını vermemek için üzerime bulaşacak bir pislikten kaçar gibi ondan kaçarım." (Fudayl bin İyad) "Dünyaya meyil ve muhabbeti olup dünyalık isteyenlere, her ne verilirse, onlar yine onun fazlasını, âhirete de meyil ve muhabbeti olarak âhiret hususunda istekte bulunanlara ne verilirse, onlar da yine onun fazlasını isterler ki, bunun sonu gelmez." (Süleyman Dârânî) "Şüphesiz, âhirette en çok huzur içinde olan, dünyada en çok düşünendir, âhirette en çok gülen, dünyada en çok ağlayandır. Ahirette en çok sevinçli olan, dünyada en çok mahzun olandır." (Hadîs-i şerîf) "Ateş ile suyun bir kabda toplanması mümkün olmadığı gibi, hem dünya, hem de âhiret sevgisinin bir gönülde toplanması mümkün değildir." (Hz. Mûsâ ) "Dünya hem aranan, hem de arayan bir varlıktır. Âhireti arayanları o arar ki, rızkını tamamlasın diye. Dünyayı arayanları âhiret arar ki, Hz. Azrâil gelsin de canlarını alsın diye." (Hz. İsa) İbrahim bin Edhem adamın birine: - Rüyada sana verilen bir kuruşa mı daha çok sevinirsin, yoksa uyanık iken sana verilen bir altına mı? diye sordu. Adam: - Elbette uyanık iken aldığım bir altına çok sevinirim, deyince, İbrahim bin Edhem: - Yalan söylüyorsun, zira senin dünyalıktan sevdiğin, rüyada sevdiğin gibidir. Âhiret için sevmediğin, uyanıklıkta sevmediğin gibidir, dedi.
.
Prof. Neumark'ın itirafları
8 Haziran 2001 01:00
Avrupa ülkeleri, bilhassa akıl hocaları İngilizler, planlarını hep İslam düşmanlığı üzerine kurdular; "Ne yapalım da İslamiyet zayıflasın, dolayısıyla Hıristiyanlık kuvvetlensin!.." Planlarını bunun üzerine bina ettiler. Dün olduğu gibi bugün de geçerlidir bu kural. Demokrasi, din ve vicdan hürriyeti kendileri için, yani Hıristiyanlık için geçerlidir. Müslümanlar için böyle bir şey söz konusu değildir. Nerede görülürse sinsice yok edilmelidir, prensibi uygulandı hep. En büyük düşmanları da Osmanlı oldu. Sebebi de şu: İslamiyeti, Eshab-ı kiramdan sonra gerçek manada, en mükemmel şekilde sadece Osmanlılar temsil etmişler ve üç kıtaya yaymışlar. Dünyanın en büyük Müslüman Türk İmparatorluğunu kurmuşlar. Türk=Müslüman olarak algılanmış asırlar boyunca. Hal böyle olunca da, nasıl yeni nesli Osmanlıdan uzak tutabiliriz hesabı yapıldı. Bu yapılmazsa gerçek İslamı öğrenirler diye korkutular. Bunun için de Abbasilerden sonraki İslam tarihini dondurdular; yok farzettiler. Çünkü bundan sonra, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi geliyor. Ne zaman dolaptan çıkardılar? Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, yani Osmanlının fiilen bitişinden sonra. Bu dönemi merak edenlere karşı da devamlı karalama kampanyaları düzenlediler. Çeşitli akıl almaz iftiralar sebebi ile de, Arap ülkelerinde ve bizde de bu kampanyalar kabul gördü. Bilhassa, Arap ülkelerinde Arap milliyetçiliğini kuvvetlendirerek, asırlardır kendilerine hizmet eden Osmanlıya Arap ülkelerini düşman ettiler. Batı'nın bu faaliyetlerini, sadece biz söylemiyoruz, kendilerinden insaf sahibi olanlar da söylüyor. Bunlardan biri de, Türkiye'de kaldığı 1933-1952 yılları arasında Cumhuriyetin yerleşmesinde önemli katkıları bulunan ilim adamı Alman Prof. Dr. Fritz Neumark'tır. Yıllar sonra ziyarete geldiği ülkemizde kendisine, Avrupa'nın bizi sevmemesinin, ezeli düşmanlığının sebebi sorulduğunda samimi itiraflarda bulunuyor. Diyor ki: "Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı, Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır Kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. Sebeplerine gelince; en başta Müslüman olduğunuz için sevmez. Hıristiyan olsanız da size düşman olarak bakmaya devam ederler. Çünkü sizler hangi kimliğe bürünürseniz bürünün, her zaman onların korkulu rüyasısınız. Sizi silahla yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağlamağa çalışıyorlar. Böylece kendilerini İslamiyet tehlikesinden korumuş olacaklar. Sizler farkında değilsiniz, ama onlar şu gerçeğin farkındalar: En az 400 yıl Avrupa'da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz. Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise Orta Avrupa ve Balkanlar'ı, Haçlı ordusuna mezar ettiler. Bizlere medeniyeti, insanlığı öğrettiler. Avrupa Müslüman olma tehlikesiyle karşı karşıya geldi. Osmanlı Arşivi, tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir. Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an, Avrupa'nın refahı ve medeniyeti yıkılır. Bunun için sizler, Avrupa'nın tarihî düşmanısınız ve daima düşman olarak kalacaksınız. Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslamiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslamiyet bugün belki sadece Hicaz'da varlığını devam ettirirdi. Kaldı ki, Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz Sömürgeler Bakanlığının adamlarıdır. Batı, her yerde yetiştirdiği adamları vasıtasıyla İslamiyeti sapık inançlara kanalize etti. Bütün bunlara rağmen, Osmanlının inancını bozamadı; Osmanlı, Asr-ı Saadet' i temsil etmeğe devam etti... Bünyesinde, bozuk düşünce, bozuk mezhep barındırmadı. Evet, Kilise size kin kusmaktadır. Ve sebepleri bunlardır."
.
Ebû Talha el-Ensari hazretleri
8 Haziran 2001 01:00
Hz. Ebû Talha, İslâm güneşinin Mekke-i Mükerremede doğup cihanı aydınlatmaya başladığı sırada 20 yaşına erişmiş tam gençlik çağını yaşıyordu. Resûl-i ekrem efendimiz, İslâmiyeti Medinelilere öğretip yaymak için Mus'ab bin Umeyr'i görevlendirmişti. Bu, Ebu Talha ile görüşüp, Onu da, bu dîne girmeye davet etmişti. Hz. Ebû Talha da İslamiyeti kabul etti. Sonra Mekke-i Mükerreme'ye giderek Resûlullah efendimiz ile görüşüp, Onunla konuşmak, sohbetinde bulunmak şerefine de kavuşmuştu. Mekke'de, Resul-i Ekrem'e biat ettikten sonra tekrar Peygamberimiz tarafından, Medine'ye gönderilmiş ve oradaki Ensâra İslâmiyeti tebliğ etmek, açıklayıp öğretmek için tayin olunan nakiblerden (temsilcilerden) biri olmuştu. Resûlullahın âhirete irtihalinden sonra, Eshab-ı kirâmın her biri, onun ayrılık acısına dayanamayarak başka şehirlere hicret etmişlerdi. Hz. Ebû Talha da, ayrılık üzüntüsü sebebiyle Şam'a gitti. Burada uzun müddet kaldı. Medine'ye dönüp, Resûlullah'ın kabr-i şerîfini ziyaret etmek arzusu her geçen gün fazlalaşmasına rağmen, ancak Hz. Ömer'in şehid edilmesine yakın bir zamanda gelebilmişti. Hz. Ömer de, Ebû Talha'yı çok sever, ona çok güvenirdi. Sarsılmayan bir itimadı vardı. Nitekim Hz. Ömer, kendisinin vefâtından sonra halife olacak kimsenin seçimini 6 kişilik bir Şûrâ'ya (heyete) havale etmişti. Bunların içinde Ebu Talha da vardı. 70 yaşında bulunduğu sırada, bir gün Berâe (Tevbe) sûresini okurken 41'inci: "Ey mü'minler gerek hafif (süvari) gerek ağırlıklı (piyâde) olarak seferber olun ve mallarınızla canlarınızla Allah yolunda muharebe edin! Eğer bilirseniz, bu sizin için pek hayırlıdır" âyet-i kerîmesine gelince, şecaat ve kahramanlık damarı kabarıp: "Rabbim beni gerek gençliğimizde, gerekse ihtiyarlığımda kâfirler ile harbe ve cihada davet ediyor. Çabuk beni harp için techiz ediniz ve yolculuk için lâzım olacak şeyleri hazırlayınız. Harbe gideyim!" dedi. Oğulları da: "Ey Babacığım! Resûlullah ile birlikte, O âhirete göç edinceye kadar cihadda bulundun. Sonra da Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer zamanlarında harblere katıldın. Şimdi harb etmek sırası bizimdir. Sen otur, biz gidelim" dediler ise de, Hz. Ebû Talha: "Hayır, hayır! Ben gideceğim!" diyerek evvelki sözünden vazgeçmedi. Bir deniz harbi için hazırlanan orduya katıldı, fakat gemiye bindikten ve denize açıldıktan bir müddet sonra vefât etti. Vefâtından sonra yedi gün kara parçası bulunamadığı için defn edilemedi, bu kadar uzun süre dışarıda kalmasına rağmen sanki hayatta imiş gibi mübârek cesedinin bozulmadığı görüldü. Gemi sahile yanaşınca karada bir yere defnedildi.
Osmanlı'yı anlamak kolay değil!
9 Haziran 2001 01:00
Dün, Alman Prof. Dr. Fritz Neumark'ın "Osmanlı Arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir." sözünü nakletmiştim. Gerçekten de bugün Osmanlı bütün müesseseleri ile ortaya çıkarılmış değildir. Çıkarılması için çalışanların önüne çeşitli engeller çıkartılmıştır. Hatta Osmanlıya sahip çıkılmaması, antlaşma maddeleri arasında yer aldı. Engeller olmasa bile Osmanlıyı incelemek, anlamak kolay değildir. Anlamak için önce Osmanlının gayesini, varoluş sebebini bilmek gerekir. Ömrü boyunca Osmanlı târihini inceleyen tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı; Osmanlı târihinin arşiv vesîkaları incelenmeden, kânunnâme ve yazma eserler okunmadan, Osmanlının doğru öğrenilmeyeceğini savunur ve bu konuda şöyle der: "Târih meraklılarına şunu söyleyeyim ki, Osmanlı târihini yalnız basma eserlerden okurlarsa, pek noksan ve kısmen de hatâlı mâlumât (bilgi) elde etmiş olurlar. Altı buçuk asırlık devamlı bir târihi olan Osmanlı İmparatorluğunun siyâsî, mâlî, iktisâdî, askerî, ilmî, sosyal vb. vaziyeti, hakîkî kaynaklara dayanılarak tetkik edildiği zaman bu devletin bütün azametiyle çehresi meydana çıkar. Başka türlü, sathî, derme çatma mâlumât ve basit tetkik ile, haklı olarak bu hayret ve takdire şayan azamet ve kudretin anlaşılmasına imkân yoktur. Yine bunun gibi, bu devletin gerileme ve yıkılması ve buna dâir olan vesîkalar ve eserler iyice incelenmedikçe, doğruyu görmek imkânsızdır. Ben ancak kânunnâmelerle vesîkaları tetkik ettikten sonradır ki, bu hususta ne kadar sathî bilgi sâhibi olduğumu anladım. Pekçok darbelere rağmen neden Selçuk, Cengiz ve Timur imparatorlukları gibi az zamanda parçalanıp dağılmadığını ve köşesinden bucağından koparıldığı halde dimdik ayakta durduğunu ancak idrak edebildim." Ömrü Osmanlı tarihini incelemekle geçmiş bir ilim adamının böyle söylemesi; tarih kitaplarının dışında tarih bilgisi olmayan zavallıların ileri geri konuşanların ne kadar büyük bir hezeyan içinde olduklarını gösterir... Osmanlı İmparatorluğunun bu kadar uzun süre hayatta kalmasını yabancı ilim adamları ise şuna bağlıyorlar: "Roma İmparatorluğunun Yükseliş ve Çöküşü" adlı kitabıyla tanınan ünlü tarihçi Gibbons şöyle diyor: "Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyâset, ister hâlis insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların, yeni zaman içinde milliyetlerini tesis ederken dîni, hürriyet ilkesini siyâsetinin temel taşı olarak kabul eden ilk millet olduğu îtiraz kabul etmez bir durumdur. Hıristiyan dünyâsındaki arası kesilmeyen Yahûdi katliamları ve Engizisyona rağmen, Osmanlıların idâresi altındaki Hıristiyanlar ve diğer dinlerdeki milletler korkusuz bir şekilde ahenk ve uyum içerisinde yaşıyorlardı..." 18. asırda uzun yıllar İstanbul'da bulunmuş ve Osmanlı kurumlarını etraflıca inceleyip anlatmış olan İsveçli diplamat D'ohsson da şunları söylüyor: "Kur'ân-ı kerîmi tanıyanların zihnine ve hâfızasına nakşedilmiş olan prensipler, onları yeryüzündeki insanların en insâniyetlisi en hayırseveri hâline getirmiştir. Bütün bu faziletlere rağmen Avrupalıların barbar demesi, yırtıcı bulması, savaşlardaki gayretlerine göre hüküm vermesinden ileri gelir. Türkler, savaşta ne kadar sert, ne kadar mağrûr ve yırtıcı iseler, barışta da o kadar sâkindirler. En büyük kahramanlıkları gösteren, gözlerini kırpmadan ateşe atılan bu insanlar, günlük hayatlarına döndükleri zaman gerçek karakterlerini alırlar. O zaman onların beşerî duygularla dolu hayırsever kimseler olduğu anlaşılır. İçlerinde en kötüsü en hasisi bile yine de bir vazife olarak iyilik etmekten çekinmez..."
.
"Sevdiğiniz mallarınızdan vermedikçe"
9 Haziran 2001 01:00
Hz. Ebû Talha, Medine'deki Sahâbilerin en zenginlerindendi. Medine içinde onun kadar malı mülkü olan pek azdı. Bütün malları, havyanları Berha mevkiinde bulunuyordu. Burası Medine'deki Mecsid-i Nebi'ye çok yakındı. Resûlullah efendimiz sık sık buraya uğrar, manzarasını seyreder ve meşhur olan suyundan içerdi. Yine bir gün buraya uğradığında, Kur'ân-ı kerîmden Al-i İmrân 92'nci, "Sevdiğiniz mallarınızdan infak etmedikçe, hayra nâil olamazsınız" âyet-i kerîmesi nazil oldu. Bu âyet-i kerîmeyi işiten Hz. Ebû Talha, hemen Resûlullaha başvurarak, mallarının hepsini kendisine bağışlayıp istediği gibi kullanmasını teklif etti. Resûlullah efendimiz de bu malları akrabasına dağıtmasını isteyince emir buyurduğu şekilde, bütün mallarını akrabalarına sadaka olarak dağıttı. Bundan önce de, birçok defa mallarının hepsini Resûlullah'a bağışlamıştır. Hz. Ebû Talha'nın, Resûl-i Ekrem efendimize öyle bir sevgisi vardı ki, ona bir zarar gelmesinden çok korkardı. O'nun evinden sokağa çıktığını görünce, hemen o da dışarı çıkar, O'nu takibederdi. Bir aralık, Medine-i Münevvereye bir düşman saldırısı söz konusu olmuştu. Müslümanların korkusu ve telâşı artınca, Peygamberimiz durumu incelemek için, bir gece hayvanının sırtına binerek dışarıya çıkmıştı. Hz. Ebû Talha da hemen çıkıp O'nu takibetti. Merak edilecek bir durum bulunmadığını görünce geri döndüğünde, Ebû Talha ile karşılaştı. Hz. Ebû Talha'nın bu yakınlığı Resûlullah efendimizin, O'nun evini sık sık ziyaret etmesinden de anlaşılmaktadır. Hz. Ebû Talha'nın üvey oğlu Enes bin Mâlik, Resûl-i Ekrem'in bu sevgisini şöyle anlatıyor: "Resûlullah efendimiz, daima evimize gelip gider ve bizi memnun etmek için her şeyi yapardı. Resûl-i Ekrem'in bizimle olan yakınlığı o dereceye varmıştı ki, hepimizi ayrı ayrı sevindirir, benim ana tarafından kardeşim olan bir çocuğu, çeşitli latîfeleriyle eğlendirip neş'elendirirdi. Namaz vakti geldiği zaman, biz de Resûl-i Ekrem'e bir seccade yayar, arkasına dizilir, namazımızı kılardık." Hz. Ebû Talha'nın fazileti, üstünlüğü ve kemâli çoktu. Resûl-i Ekrem'in yanında hususi bir yeri vardı. Ona bağlılığı ve muhabbeti ile tanınmıştı. Resûlullah'ın uğrunda katlanmayacağı hiçbir fedakarlık yoktu. Bütün harblerde, gözü ile Resûlullah'ı takibederdi. O'na bir zarar gelmemesi için, en sıkışık anlarında Onun yanına koşar ve vücudu ile Ona siper olmaya çalışırdı.
.
Sohbet etmenin üç hakkı...
10 Haziran 2001 01:00
Hz. Ebû Talha'nın evinde güzel bir yemek pişirildiğinde mutlaka Resûl-i ekrem efendimiz hatırlanır, onun bu yemeğe iştirakini isterlerdi. Hz. Enes şöyle anlatıyor: "Bir gün, üvey babam Ebû Talha tavşan avlamıştı. Tavşan evde pişirilmiş, Resûl-i Ekrem efendimiz için bir hisse ayrılmıştı. Resûl-i Ekremin bunu yiyip yimediği sorulunca da: "Evet, Resûlullah, onu yedi" demiştir. Hz. Enes'in annesi ve Ebû Talha'nın hanımı olan Ümmü Süleym (Rumeysa), bu gibi fırsatların hepsini hemen değerlendirirdi. Hz. Enes bin Mâlik diyor ki: "Annem Ümmü Süleym, beni bir gün, Resûl-i ekrem efendimize göndererek elime, taze hurmalarla dolu bir kap vermişti. Resûlullah efendimiz, bundan mübârek elleriyle alarak, hanımlarından her birine gönderiyordu. Peygamberimiz, bunlardan arzu ettiği kadarını gönderdikten sonra geriye kalan hurmaları oturup yedi." Hz. Ebû Talha'nın fazileti, üstünlüğü ve hadîs-i şerîf rivâyetindeki son derece ihtiyatı ve titizliği, bu ilmin âlimlerince kabul ve sağlam görülmüştür. Resûlullah efendimizin 92 hadîs-i şerîf bildirmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır: Bir gün Resûlullah'ın huzuruna girmiştim. Onu, tarif edilemeyecek bir şekilde meşeli ve güleryüzlü gördüm. Sebebini sorduğumda, buyurdu ki: "Yâ Ebâ Talha! Nasıl memnun olmayayım ki, biraz önce Cebrâil aleyhisselâm gelip, ümmetimden senin üzerine bir kerre salât ve selâm getiren kimse üzerine, Allahü teâlâ ve melekleri on kerer salât ve selâm getirir" diye müjde vermek için Allahü teâlâ tarafından gönderildiğini söylemişti. "İçinde köpek ve canlı resmi bulunan eve melekler gelmez." "Bir müslümanın şerefi ile oynandığı, onun aleyhinde konuşulduğu yerlerde, kim ona yardım ederse, Allahü teâlâ da yardıma muhtaç olduğu gün kendisine yardım eder. Bir kimse, din kardeşini insanlar içinde aleyhinde konuşarak rezil edip, kusurlarını teşhir etmeye kalkarsa, yardım edilmeye muhtaç olduğu günde, Allahü teâlâ da onu rezil eder." Bir gün, bir cemaat ortasında oturuyorduk. Resûlullah geldi ve bize: "Ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Dedik ki, "Yâ Resûlallah! Oturduk, konuşuyoruz, sohbet ediyoruz." Bunun üzerine Resûl-i Ekrem efendimiz: "Böyle oturduğunuz zaman, sohbetlerin hakkını veriniz!" buyurdu. Kendisinden: "Sohbetlerin hakkı nedir! Yâ Resûlallah!" diye istirhamda bulunduk. Buyurdular ki: "Gözü yummak, yani arkadaşlarının kusurunu görmemek, selâma cevap vermek ve güzel söz söylemektir."
.
Buna fânî dünya derler...
11 Haziran 2001 01:00
Bu dünya, âhıretin tarlasıdır. Burada tohumlarını ekmeyip yiyenler, dünyada da, âhırette de zarardadırlar ve sonunda pişman olacaklardır. Aklı başında olan, bu dünyayı fırsat bilir. Bu kısa zamanda, yalnız dünya lezzetleri ile zevklenmek için değil, bu fırsatta, tohum ekmek ve bir hayrlı iş, yâni Allahü teâlânın beğendiği işi yaparak, âyet-i kerimede bildirilen katkat fazla meyveleri toplamak istemelidir Cenâb-ı Hak, bu kısa zamanda yapılacak, hayrlı işlere ve ibâdetlere sonsuz nîmetler ihsân edecektir. Peygamberine tâbi olmıyan, islâmiyeti beğenmiyenlere de, sonsuz azâb yapacaktır. Bir kimsenin dünya ticâreti, âhıret ticâretine mani olursa, bu kimse bedbahttır, zavallıdır. Bir çömlek almak için, altın kupa verene ne denir? Dünya, saksı parçası gibidir. Hem kıymetsizdir, hem de çabuk kırılır. Âhıret ise, altından kupa gibidir ki, hem çok kıymetlidir, hem de dayanıklıdır, kırılmaz. Hattâ hiç tükenmez. Dünya ticâretinin âhırete yaraması için ve Cehenneme sürüklememesi için, çok uğraşmak lâzımdır. İnsanın sermâyesi, dîni ve âhıretidir. Bu sermâyeyi kaptırmamak için, çok uyanık olmak lâzımdır Dünya işleri, âhıret için çalışmaya mani olmamalıdır. Münâfıkûn sûresi, dokuzuncu âyet-i kerimesinde meâlen, "Mallarınız ve çocuklarınız, Allahü teâlâyı hâtırlamanıza mani olmasın!" buyuruldu. Halîfe Ömer buyurdu ki, "Ey tüccârlar! Önce âhıret rızkını kazanın! Sonra dünya rızkına çalışın!". Ticâretle meşgûl olan büyüklerimiz, sabah ve akşamları âhıret için çalışır, Kur'an-ı kerim okur, ders dinler, tövbe ve duâ eder, ilim öğrenir ve gençlere öğretirlerdi. İnsanların amellerini yazan ikişer melek, her sabah ve akşam değişmektedir. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Melekler insanların amel defterlerini götürdükleri zaman, başında ve sonunda iyi iş yazılı ise, gün ortasında yapılanları ona bağışlarlar". Yine buyurdu ki, "Gündüz ve gece melekleri, sabah ve akşam, gidip gelirken birbirleri ile karşılaşırlar. Hak teâlâ (giden meleklere), kullarımı nasıl bıraktınız? buyurur. Yâ Rabbî! Namazda bulduk ve namaz kılarken bıraktık, derler. Allahü teâlâ da, şâhit olun, onları affettim buyurur." Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünya sîmü zer, Bir harap olmuş kalbi, tâmîr etmektir hüner. Buna fânî dünya derler, durmayıp, dâim döner. Âdem oğlu bir fenerdir, âkıbet birgün söner!
.
Şeytanın en büyük hîlesi!..
12 Haziran 2001 01:00
Zararlı olan, yasak edilen dünya, Allahü teâlânın sevmediği, haram ettiği, zararlı şeyler demektir. Haramlardan sakınan, dünyaya aldanmamış olur. Allahü teâlâ, dünyada hiçbir zevki, hiçbir lezzeti yasak etmedi. Bunları, azgın, taşkın, zararlı olarak kullanmağı haram etti. Gösterdiği, faydalı, edebli şekilde kullanılmasını emretti. Dünya hayatı çok kısadır. Âhiretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sahiplerinin hazırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın, güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olanların herkesten daha kıymetli ve daha üstün olması lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nîmet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmaya çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmette azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel, yani iki yol vardır: Birincisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkincisi, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Hep doğru söyleyici olan Peygamberimiz, her ne söyledi ise, hepsi doğrudur. Şaka, eğlence, sayıklama sözler değildir. Mü'minûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, "Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz? Bize dönmiyecek misiniz diyorsunuz?" buyuruldu. Hadis-i şerifte, "Altına ve gümüşe köle olana lânet olsun!" buyuruldu. Dünya mâlı peşinde koşmak, nefsinin şehvetleri, arzuları peşinden koşmaktan daha fenadır. Mâl, para peşinde koşmak, Allahü teâlânın emirlerini unutturursa, buna dünya muhabbeti denir. Allah zikri, düşüncesi bulunmayan kalbe şeytan yerleşir. Şeytanın en büyük hîlesi, insana hayırlı işler yaptırarak kendisini sâlih, iyi zannettirmesidir. Böyle kimse, kendisinin kulu olur. Hadis-i şerifte, "Geçen ümmetlerin herbirine fitneler verildi. Benim ümmetimin fitnesi, mâl, para toplamak olacaktır" buyuruldu. Dünyalık peşine düşerek, âhıreti unutacaklardır. Eskiden Müslüman tüccârların kalbi hep Allah ileydi. Ezan sesini duyunca, işini hemen bırakıp, câmiye koşarlardı. Büyüklerimiz, "Ticâretleri, satışları, Allahü teâlâyı unutmalarına sebep olmaz" âyet-i kerimesine mâna verirken diyor ki, demirciler vardı. Demir döğerken, ezan okununca, çekici kaldırmış iken, demire vurmaz, bırakıp namaza koşarlardı. Ve terziler vardı. İğneyi sokunca, ezan okunsaydı, o hâlde bırakıp, cemaate koşarlardı...
.
"Beni sevenlere, hayırlı mal ver!"
13 Haziran 2001 01:00
Bu dünya nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhırette ele birşey geçmez. Kısa ömrümüzü O'na uymakla geçirmeliyiz. Hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, insanları yaratırken, ecellerini, ömürlerini ve rızıklarını takdîr etmiştir" buyuruldu. İnsanın rızkı değişmez, azalmaz ve çoğalmaz ve zamanından geri kalmaz. İnsan, rızkını aradığı gibi, rızık da, sahibini arar. Çok fakirler vardır ki, zenginlerden daha iyi, daha mes'ûd yaşar. Allahü teâlâ kendisinden korkanlara, dînine sarılanlara, ummadıkları yerden rızık gönderir. Hadis-i kudsîde, "Ey dünya! Bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene güçlük göster!" buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, "Yâ Rabbî! Beni sevenlere, hayırlı mal ver. Bana düşmanlık edenlere, çok mâl ve çok evlat ver!" buyuruldu. Resûlullah , "Dünya ve âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Bu ikisinden birisini râzı edersen, öteki gücenir" buyurdu. Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, dünyanın güzelliği ile âhıretin güzelliği birbirinin zıddıdır. Birbirine uymaz. Herkes bilir ki, dünya güzelliğini, islâmiyet beğenmez. Âhıret güzelliğini beğenir. O hâlde, dünya güzelliği kötüdür. Âhıret güzelliği iyidir. Birincisi ademden, ikincisi vücûdden hâsıl olmaktadır. Peygamberimiz buyurdu ki, "Bir insanın ruhu vücûdundan ayrılınca, bir nidâ gelir ki, ey insan oğlu, sen mi dünyayı terk eyledin, yoksa dünya mı seni terk eyledi? Sen mi dünyayı topladın, yoksa dünya mı seni topladı? Sen mi dünyayı öldürdün, yoksa dünya mı seni öldürdü? Cenâzeyi yıkamaya başlayınca üç nidâ gelir: 1- Hani senin kuvvetli vücûdun? Seni hangi şey zayıflattı? 2- Hani senin güzel konuşman, seni hangi şey susturdu? 3- Hani senin sevgili dostların, seni niye bırakıp gittiler Bir gün terazi kurulur, dünya işleri sorulur./Helâl lokma yemeyip de, cevap vermek ne müşkildir./Hasta olup yıkılınca, gözleri göğe dikilince,/Cân alan melek gelince, necât bulmak ne müşkildir
.
"Yazıklar olsun sana ey nefsim!"
14 Haziran 2001 01:00
İmam-ı Gazali hazretlerinin nefs muhasebesi: "Dünyada, insanı dinimizin bildirdiği emir ve yasaklardan uzaklaştıran şeylerin başında nefis gelir. Nefis yaratılışta iyi işlerden kaçıcı, kötülüklere koşucudur ve hep tembellik etmek ve şehvetlerine kavuşmak ister. Allahü teâlâ, bizlere, nefslerimizi, bu huyundan vazgeçirmeyi, yanlış yoldan, doğru yola çevirmeyi emir buyuruyor. Bu vazîfemizi başarabilmek için, onu bazan okşamamız, bazan zorlamamız ve bazan söz ile, bazan da iş ile, idare etmemiz lâzımdır. Çünkü, nefis, öyle yaratılmıştır ki, kendine iyi gelen şeylere koşar ve buna kavuşmakta iken rastlıyacağı güçlüklere sabreder. Nefsin, saadete kavuşmasına mani olan en büyük perde, gafleti ve cehâletidir. Gafletten uyandırılır, saadetinin nelerde olduğu gösterilirse, kabûl eder. Bunun içindir ki, Allahü teâlâ, Zâriyât sûresinde, meâlen, "Onlara nasihat et! Nasihat, müminlere elbette fayda verir" buyurdu. Senin nefsin de, herkesin nefsi gibidir. Nasihat ona tesîr eder. O hâlde önce kendi nefsine nasihat et ve onu azarla! Hattâ, onu azarlamaktan hiç geri kalma! Ona de ki: Ey nefsim! Akıllı olduğunu iddiâ ediyorsun ve sana ahmak diyenlere kızıyorsun. Hâlbuki, senden daha ahmak kim var ki, ömrünü boş şeylerle, gülüp eğlenmekle geçiriyorsun. Senin hâlin, şu kâtile benzer ki, polislerin, kendisini aradıklarını ve yakalanınca, idam edileceğini bildiği hâlde, zamanını eğlence ile geçiriyor. Bundan daha ahmak kimse olur mu? Ey nefsim! Ecel sana yaklaşmakta, Cennet ve Cehennemden biri, seni beklemektedir. Ecelinin, bugün gelmiyeceği ne mâlûm? Bugün gelmezse, bir gün elbette gelecek. Başına gelecek şeyi, geldi bil! Çünkü, ölüm kimseye vakit tayin etmemiş ve gece veya gündüz, çabuk veya geç, yazın veya kışın gelirim dememiştir. Herkese ânsızın gelir ve hiç ummadığı zamanda gelir. İşte ona hazırlanmadın ise, bundan daha büyük ahmaklık olur mu? Günahlara dalmışsın. Allahü teâlâ, bu hâlini görmüyor sanıyorsan! Eğer gördüğüne inanıyorsan, çok cüretkâr ve hayâsızsın ki, Onun görmesine önem vermiyorsun! O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Dünyaya niye sarılıyorsun? Bütün dünya senin olsa ve dünyadaki insanların hepsi sana secde etse, az zaman sonra sen de, onlar da toprak olacaksınız! İsmleriniz unutulacak, hâtırlardan silinecek. Geçmiş hükümdarları hatırlayan var mı? Hâlbuki sana dünyadan az birşey vermişler. O da bozulmakta, değişmektedir. Bunlar için, sonsuz Cennet nîmetlerini feda ediyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim!"
.
Bilen de konuşuyor bilmeyen de
15 Haziran 2001 01:00
Geçen hafta gazetemizin manşetten verdiği bir haber vardı. Almanlar'ın meşhur DER SPIEGEL dergisine göre İslamiyet bütün dünyada hızla yayılıyor. Dergi bu konuya beş sayfa yer vermiş. Bu haberleri ve gelişmeleri görünce, insan ister istemez şunu bir kere daha söylüyor: Gerçekten İslamiyet, ne büyük ve ne muazzam bir din. Aslını muhafaza eden, orijinalliği bozulmamış tek din. Böyle olmasaydı çoktan yok olurdu. Çünkü, son ikiyüz yıldır, bozulması, yok edilmesi için her yol denendi. Yapılan bunca sinsi planlara rağmen hâlâ dimdik ayakta. Büyüklüğünü gerçek din olduğunu göstemesi bakımından bu bile başlı başına ispat. Hiçbir din, tarih boyunca bu kadar saldırıya, iftiraya uğramadı. Dün olduğu gibi, bugün de içeride, dışarıda yıkım faaliyetleri bütün hızıyla devam ediyor. Alman eski Başbakanı Kohl'ün oğlu ile İşadamı Kemal Sözen'in kızının evlenme merasimi de, dini nikaha, İslama saldırıya vesile yapıldı. Her kafadan bir ses geldi. Diyanet'in, "Müslüman bir kadının, ister Ehl-i Kitap'tan (Yahudi-Hıristiyan) olsun ister olmasın, Müslüman olmayan bir erkekle evlenmesi haram. Erkek, Müslümanlığı kabul etmedikçe de yapılacak nikah sahih (geçerli) değil." fetvasına; İstanbul Müftüsü Necati Tayyar Taş'ın "Dinimiz, Müslüman bir kadının, gayrimüslimle evlenmesini yasaklıyor. Dolayısıyla dinin menettiği şeyin nikahı olmaz." demecine rağmen her aklına gelen birşeyler söylüyor. Bununla ilgili TV'lerde rastgele kimselerle açık oturumlar düzenleniyor. Mesela, Din Görevlileri Sendikası Başkanı, "İslam, hayatın gerisinde değil. Hayatta olabilen realitelere karşı çıkan bir din de değil. Bu nikah da AB sürecinde ne ilk ne de son nikah. Dinen bir engel gibi görülüyorsa bu realitenin karşısında yeni bir yorum gerekebilir." diyor. Ölçüye bakın! İslamiyet, bu nikaha evet derse hayatın ilerisinde, demezse gerisinde olacak. Yine Diyanet Vakfı Kadın Kolları Başkanı, "Eğer Yahudi ve Hıristiyan erkek İslamı din olarak kabul ediyor, öğretilerine saygılı oluyorsa fetva ile ilgili görüş yeniden gözden geçirilebilir. Müslüman bir kadının inanç özgürlüğü ve çocuklarının velayet hakları, erkek tarafından saygıyla karşılanırsa evliliğin bir sakıncası olmaz." diyor. Halbuki din zamana göre, insanların yorumuna göre değiştirilemez. İnsanların anlayışına, yorumuna göre dinde değişiklik yapılsaydı bugüne kadar din diye bir şey kalmazdı. İnsan sayısı kadar din(!)çıkardı ortaya. Burada esas kabahat konuyu ortaya atanlarda. Evlenirdi, evlenemezdi diye kasıtlı olarak tartışma çıkartanlarda. Sanki İslamiyet yeni geldi veya Türk halkı yeni Müslüman oldu, bunun için olur mu olmaz mı bilemiyorlar! Beyler, İslamiyet geleli 15 Asır oldu, Türkler 10 asırdır Müslüman. Bu kadar zamandır, bu mesele bilinmiyor muydu, kimse evlenmedi mi, nasıl evlenileceğine açıkoturumlarda mı karar verilecek? Dedik ya maksat o değil, maksat üzüm yemek değil bağcıyı dövmek, bu vesile ile dine hücum etmek, kötülemek. Fazla bir dini bilgisi olmayan, sıradan bir Müslüman bile, İslam dininde, bir Müslüman erkeğin, kitap ehli dediğimiz, Hıristiyan ve Yahudi kadın ile evlenebileceğini; fakat dinsiz, ateist kadınla evlenemeyeceğini bilir. Yine, Müslüman bir kadının, sadece Müslüman erkekle evlenebileceği, kitap ehli de olsa başka din mensubu ile evlenemeyeceğini, evlendiği takdirde dinden çıkmış olacağını da bilir. Din bir inanç meselesidir. Kabul edersin veya etmezsin o ayrı. Ama kabul etmişsen, dinin kuralına uymak zorundasın. Uyamasan bile bu kuralı, inkâr etmeyeceksin, işine geldiği gibi değiştirmeye kalkışmayacaksın. Bunun akla mantığa uygunluğunu tartışmayacaksın. Dine inanmanın gereğidir bu.
.
Ebû Zer Gıfârî hazretleri
15 Haziran 2001 01:00
Ebû Zer Gıfârî hazretleri, Eshab-ı kiramın meşhurlarından olup, zahidliği, yalnızlığı ve sözünde durmadaki sadakatiyle meşhurdur. Resûlullah efendimize bi'at ederken "Hak teâlânın yolunda hiçbir kötüleyicinin kötülemesine aldanmıyacağına, ne kadar acı olursa olsun daima doğru sözlü olacağına" söz vermişti. Ömrünün sonuna kadar hep böyle kaldı. Bu hususta Resûlullah efendimiz, "Dünyaya Ebû Zer'den daha sadık kimse gelmedi" buyurmuşlardır. Ebû Zer, dünyaya hiç değer vermezdi. Son derece kanaatkâr, fakir ve yalnız yaşardı. Peygamber efendimiz bu sebeble ona "Mesîh-ül-islâm" lâkabını vermişti. Peygamberimize tam bağlanıp, O'nun sevip, beğendiğini seven, Onun sevmediğini ve beğenmediğini sevmeyen Ebû Zer, Resûlullahın vefâtında da yanında bulunmuştur. Peygamberimizin vefâtından sonra Şam'a çekilip, son derece mahzun ve yalnız yaşadı. Tebük muharebesinde Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin devesi pek zayıf ve dayanıksız olduğu için geride kalmıştı. Yolun ortasında devesi çöküp kalınca, indi. Eşyasını sırtına yükleyerek orduya yetişti. Alnız başına tenha bir yere oturdu. Peygamberimiz, Hz. Ebû Zer'i böyle tenhada görünce "Allahü teâlâ, yalnız başına yürüyen, yalnız başına vefât edecek olan ve yalnız başına haşrolunacak olan Ebû Zer'e rahmet eylesin" buyurmuşlardır. Şüphelilerden ve haramlardan son derece sakınırdı. Evinde bir günlük nafakasından fazlasını bulundurmaz, hep fakirlere dağıtırdı. Herkesin böyle yapmasını isterdi. Fakat oranın zenginleri Ebû Zer'in bu durumunu beğenmediler. Oradan gitmesi için Hz. Osman'a mektup ile bildirdiler. Böylece Medine-i Münevvere'ye davet edildi. Hz. Osman, Şam halkının kendisinden şikayet sebebini sordu. Ebû Zer de hâdiseyi olduğu gibi anlattı. Bunun üzerine Hz. Osman "Yâ Ebâ Zer, halkı zühd yoluna zorla sokmak imkânsızdır. Benim vazifem, onlar arasında Hak teâlâ hazretlerinin emriyle hükmetmek ve onları çalışma, iktisat tarafına teşvik eylemektir." buyurdu. Sonra Ebû Zer, Resûlullah bana "Binalar Seldağı'na ulaştığı zaman, sen Medine'den ayrıl" diye emretmişlerdi. İzin verirseniz, ben Medine'den gideyim dedi. Hz. Osman müsaade buyurdular ve bir deve sürüsü ile, iki köle verdiler. Yetecek miktarda yiyecek ve hediyeler ile Medine-i Münevvere yakınlarındaki (Ebeze) adındaki köye gitmesini söylediler. Ailesi de Şam'dan buraya gönderildi. Ebû Zer hazretleri buraya bir mescit yaptırdı. Vefât edinceye kadar, gelenlere İslâm dînini öğretti. Hadîs-i şerîfler rivâyet eyledi. Kalan ömrünü burada geçirdi ve orada da vefât etti.
.
Resimli "erotik" İnciller!
16 Haziran 2001 01:00
Geçenlerde gazetelerde İncilleri okutma kampanyaları ile ilgili iki haber vardı. Gençler İncillerdeki Hıristiyanlığa ilgi duymadıkları için yeni metotlar deniyorlar. Çünkü son 50 yıldır, gençler hızla Hıristiyanlıktan uzaklaşmaktalar. Sebebi de İncillerdeki çelişkili ifadeler. Çünkü birçok İncil var piyasada. Her biri farklı farklı. Gerçek İncil bir tane olduğuna göre bunların hangisi doğru? İncilleri okuyanlar manasını anladıkları halde ondan uzaklaşıyorlar. Manasını anlamadıkları halde, Kur'an-ı kerim okuyanların, Müslüman olanların sayısı çığ gibi büyüyor. Bu tespit bizim değil kendilerinin. Dün nakletmiştim. Şimdi gelelim iki habere. Birincisi, resimli İncil ile ilgili. İncillerin "erotik" baskısı yapılıyormuş. Sebebi, İncil'i daha çekici hale getirmekmiş. Bunu nasıl yapacaklarını merak ediyorsanız söyleyeyim: Ünlü modellerin fotoğrafları, resimleri konacakmış yeni baskı İncillere... Bunun için İsveçli girişimciler, İncil'in erotik versiyonu için çalışmalara hemen başlamışlar. Amaçları da özellikle İncil'i 15-30 yaş grubu için daha çekici hale getirmekmiş. Girişimciler böyle söylüyor. Nasıl çekici hale getirileceği hususunda biraz daha detay veriyorlar: Erotik yani müstehcen İncil'de dünyanın önde gelen ünlü fotomodelleri ve fotoğrafçıları kullanılacakmış. İncil adeta bir "magazin" haline getirilecekmiş. Bunun için de, dünyanın en ünlü iki modeli Claudia Schiffer ve Markus Schenkenberg, Hz. Âdem ve Hz. Havva rolünde(!) poz vereceklermiş. Âdem ve Havva'nın New York'ta sokakta el ele... yürüyüşlerinin fotoğraflarını yeni magazin İncil'in sayfalarına yansıtacaklarmış. Hatırınıza gelmiştir herhalde. Bütün bu kepazeliklere Kilise, Hıristiyan din adamları ne demişler, nasıl bir tepki göstermişler. Buna niçin tepki göstersinler ki! Tepki anormal şeyler için gösterilir. Yapılanlar onlara göre anormal şeyler değil ki tepki göstersinler. Birkaç yıl önce, bir filmde Hz. İsa rolündeki adam iğrenç işler yaptığı için, Avrupa'daki Müslümanlar ayaklanıp filmin gösterildiği sinemayı kuşatmamışlar mıydı? Hıristiyanların kılı bile kıpırdamamıştı. Bunlardan nasıl bir tepki bekleyebilirsiniz ki! Tepki göstermedikleri gibi, takdir bile etmişler. Hıristiyan din adamları da "esas"ın tadını kaçırmamak şartıyla bu ilginç girişimi desteklediklerini ve memnunlukla karşıladıklarını ifade etmişler. Halbuki ellerindeki bozuk İncillerde de bu tür, erotik yaklaşımlar yasaklanıyor. Mesela Matta İncilinde, zina yasak olduğu gibi, zinaya sebep olan kadına da şehvetle bakmanın yasak olduğu yazılıdır. (Matta Bâb 5, ayet 27-28) Hal böyle iken, Hıristiyan milletler bırakın zinayı, homoseksüel erkeklerin evlenmesine bile izin veriyor, bunun için kanun çıkartıyorlar... Gelelim şimdi ikinci habere. Haberin başlığı şöyle: "Bak, peygamber futbol oynuyor!" Haber sonra şöyle devam ediyor: "Gençlere Hıristiyanlığı sevdirmek adına ünlü modellerin çıplak resimlerinin yer alacağı bir İncil'in bastırılmasının ardından, Amerika'da bir firma da Hz. İsa'yı çeşitli sporlar yaparken gösteren süs eşyaları satmaya başladı." Christian Supply firması tarafından internet üzerinde satışa sunulan eşyalar büyük ilgi toplamış. Hz. İsa'yı(!) beyaz kıyafetler içinde futbol, basketbol ve beyzbol oynarken gösteren eşyalar, tanesi 20 dolardan satılıyormuş. Bu girişimin sebebini, "Hz. İsa'yı günümüz şartlarına uyarlamak" olarak açıklıyor şirket yöneticisi. Derler ya, araba yoldan çıkınca nerede duracağı belli olmaz. Dinler ilahi mesajdır. Orijinalliği muhafaza edildiği müddetçe etkili olur. Eğer orijinalliği bozulmuşsa hangi kılıfa sokarsanız sokun ilgi çekmez. Aksine itici olur. Bugünkü Hıristiyan aleminin durumu da zaten bunu açıkça gösteriyor. Harcanan milyar dolarlara rağmen halk Hıristiyanlıktan uzaklaşıp hızla dinsizlik batağına saplanıyor. Çırpındıkça da daha çok batıyorlar.
.
"Bana elbise değil kefen lâzım!"
16 Haziran 2001 01:00
Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin yalnız, garip bir hayatı oldu. Hayatı gibi vefâtı pek garip oldu. Vefatına yakın hanımı, kendisinin doğru dürüst giyecek bir elbisesi olmadığı için ona bir elbise aradığında, "Bana elbise değil kefen lâzım" deyip, Resûlullahın kendisine nasıl vefât edeceğini söylediğini bildirdi. "İyi bir haber var, yakında Resûlullaha kavuşacağım" ve "Ey ölüm çabuk gel ruhum Rabbime kavuşmak sevgisiyle çırpınıyor" dedi. Sonra, kızı veya hanımına dönüp, "Dışarıdan gelen olup olmadığını" sordu. Dışarı çıkıp baktıklarında bir şey görünmediğini bildirdiler. Bunun üzerine "Vefât zamanım henüz gelmedi. Şimdi siz bir koyun kesip hazırlayın. Cenazemde sâlih bir topluluk bulunacak. Onlara ikrâm edersiniz. Yemeden gitmemelerini benim tembih ettiğimi söylersiniz" buyurdu. Arzusu yerine getirildi. Tekrar kızına veya hanımına dışarı çıkıp gelenlerin olup olmadığına bakmasını isteyince, dışarı çıktılar. Uzaktan bir topluluğun gelmekte olduğunu görünce içeri girip haber verdiler. Bunun üzerine kendisinin kıbleye karşı çevrilmesini istedi. Kıbleye döndükten sonra Hz. Ebû Zer, "Bismillahi ve billahi ve alâ milleti Resûlillah" diyerek ruhunu Hak teâlâya teslim etti. Gelen misafirler karşılanıp Ebû Zer Gıfârî'nin vefât ettiği bildirildi. Bunlar, "Böyle mübarek bir zâtın cenazesinde bulunmak, Allahü teâlanın bize hususi bir kerem ve lütfudur", diyerek, Ebû Zer'i gasl, techiz ve tekfin edip namazını kıldılar ve defnettiler. Tam gitmek üzereyken, Ebû Zer Gıfârî size selâm etti, yemek yemeden gitmemenizi tembih eyledi diye bildirilince, hepsi oturup yemek yediler. Sonra durumu gidip halifeye bildirdiler. Ebû Zer vefât ettiğinde bir evi, üç koyunu ve birkaç keçisinden başka malı yoktu. Ebû Zer Gıfârî hazretleri, Peygamberimizden bizzat işiterek ikiyüzseksenbir hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı şunlardır: "Akıllı olan kimse zamanını üçe bölmeli, bir kısmını ibâdetle, bir kısmını nefis muhasebesi ile diğerini de öbür işlerini yapmakla geçirmelidir." "Nerede olursan ol takva üzerine bulun, Allahtan kork." "Eğer iyilik yapmaya gücün yetmiyorsa, hiç olmazsa kötülük etme bu da nefsin için verilmiş bir sadakadır."
.
"Amellerinizin faydası kendinize"
17 Haziran 2001 01:00
Ebû Zer Gıfârî hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadis-i kudsî şöyledir. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey kullarım! Şüphesiz zulmü kendime haram kıldım. Yani zulümden münezzehim. Bunu size de haram kıldım. Sakın kimseye zulmetmeyin. Ey kullarım! Hepiniz, dalâlet, sapıklık üzere yaratıldınız. Yani din bilgilerini bilmiyordunuz. Ancak sizden hak yoluna hidayet ve imân etmeğe muvaffak eylediğim kimseler hidayete kavuştu, dalâletten kurtuldu. Benden hidayet isteyiniz, sizi hidayete kavuşturayım." "Ey benim kullarım hepiniz açtınız. Fadl ve keremimle sizleri yedirip içirip doyurdum. Benden yiyecek içecek talep ediniz ki size bunun sebeplerini ve yolunu kolaylaştırayım." "Ey benim kullarım hepiniz çıplaktınız, hepinizi ben giydirdim. Benden giyecek talep ediniz ki sizi giydireyim." "Ey benim kullarım! Siz gece-gündüz kast ile hata edersiniz. Ben ise şirkten başka bütün günahları affediciyim. Bana istiğfar ediniz ki sizi mağfiret edeyim." "Ey benim kullarım! Şüphesiz siz bana hiçbir zarar veremezsiniz ve bana hiçbir fâide sağlayamazsınız. Ben bunlardan münezzeh ve müberrâyım. En ganiyy-i mutlakım siz de fakir-i mutlaksınız." "Ey benim kullarım! Eğer sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız, cinleriniz, takvânın en yüksek derecesinde olsa, benim mülkümde zerrece artış olmaz. Zühd ve takvânızın fâidesi yine sizedir." "Ey benim kullarım! Sizin öncekileriniz ve sonrakileriniz insan ve cinleriniz, yani hepiniz en âsî bir kimse gibi hep, isyânkâr ve günâhkâr olsanız, benim mülkümden zerre eksilmez. Bunların zararı, ziyânı size ulaşır." "Ey kullarım! Öncekileriniz ve sonrakileriniz, insanlarınız ve cinleriniz, yeryüzünde bir yerde el açıp benden isterseniz, (Ben de dilersem), her istediğinizi veririm. Böylece benim mülkümden bir şey eksilmiş olmaz. İğne denize daldırıldığı zaman iğne denizden bir şey eksiltebilir mi? Ucunda kıymetsiz bir yaşlık kalır." "Ey kullarım! ...İşlerinizin karşılığını âhirette noksansız veririm. İşte bu şekilde her kim bir hayır işlerse, bana hamd-ü senâ eylesin. Bu da benim ihsânımdır. Bundan başka iş işleyenler de beni değil, kendi nefslerini kötülesinler. Zira kötülük işleyenler, irâde-i cüz'iyyeleri ile kendi nefslerine uyarak günah işliyorlar.
En olgun mümin kimdir?
18 Haziran 2001 01:00
Ebû Zer Gıfârî hazretleri şöyle anlatmıştır: "Bir gün mescide girdim. Resûlullah yalnız oturuyordu. Ben de yanına oturup sordum: Yâ Resûlallah imân bakımından en kâmil mümin hangisidir? "Ahlâkı en güzel olanıdır" buyurdu. Dedim ki, "Yâ Resûlallah müminlerin en emini kimdir?" "İnsanlara elinden ve dilinden zarar gelmeyen kimsedir" buyurdu. Dedim ki, "Yâ Resûlallah en efdâl hicret hangisidir?" "Günahlardan uzaklaşmaktır." Buyurdu. "Sadakanın en efadli hangisidir? Yâ Resûlallah" dedim. "Az da olsa fakirin gönlünü almak için verilendir." Buyurdu. Dedim ki, "Yâ Resûlallah, Allahü teâlânın indirdiği âyetler içinde en fazîletlisi hangisidir?" "Âyet-el kürsîdir." buyurdu. "Yâ Resûlallah bana nasihât et" dedim. Buyurdu ki: "Sana Allah'tan korkmayı tavsiye ederim. İşin başı budur. Sana Kur'ân-ı kerîmi okumayı tavsiye ederim. O senin için yeryüzünde nur, gökte meleklerin övgüsüdür. Çok gülmeyi terket, çok gülmek kalbi öldürür, yüzün nurunu giderir. Susmayı tercih et sadece hayır söyle, bu şeytanı senden uzaklaştırır dîne uymakta sana yardımcı olur. Miskinleri (fakirleri) sev onlarla bulun. Kendinden aşağı olanlara bak, senden üstün olanlara bakma, çünkü içinde bulunduğun hal senin için nimettir. Akrabanı ziyaret et, onlar seni ziyaret etmeseler de. Allahü teâlâya itâat et, kınayanların kınamasına aldırma. Acı da olsa Hakkı söyle!." Biraz daha istedim. Sonra da elini göğsüme koydu ve şöyle buyurdu: "Tedbir almak gibi akıllılık yoktur. Haramlardan el çekmek gibi vera yoktur. Güzel ahlâk gibi de soyluluk yoktur." buyurdu. Ebû Zer hazretleri buyurdu ki: "Malının iki ortağı vardır. Biri semâvî âfetler, diğeri de vârisler. Şu hâlde eğer malından nasibi en az olan kimse olmak istemiyorsan ve buna gücün yetiyorsa, Allahü teâlânın yolunda sarfet." "Fakir yani, ihtiyaç hali benim için zenginlikten ve hastalık da sıhhatli olmaktan daha sevgilidir." Bu söz yüksek derecelerini göstermektedir. "İnsan ne kadar dünya malı toplarsa o kadar dünyaya düşkün olur." "Yalnızlık kötü arkadaşla bulunmaktan iyidir. İyi arkadaşla beraber olmak da yalnızlıktan iyidir." "En garip ve en çok muhtaç olduğun gün, kabre konduğun gündür.
.
Kötülük eden kötülük görür...
19 Haziran 2001 01:00
İmam-ı Gazali hazretlerinin nefs muhasebesi: "Ey nefsim, hizmetçin sana itaat etmezse, ona nasıl kızarsın! O hâlde, Allahü teâlânın sana kızmıyacağından nasıl emîn oluyorsun! Eğer Onun azâbını hafîf görüyorsan, parmağını aleve tut! Yâhut, kızgın güneş altında bir saat otur! Yâhut da, hamam halvetinde fazlaca kal da, zavallılığını, dayanamıyacağını anla! Yok eğer, dünyada yaptıklarına cezâ vermiyecek sanıyorsan, Kur'an-ı kerime ve yüzyirmidörtbinden ziyâde Peygambere inanmamış oluyorsun ve hepsini yalancı yapmış oluyorsun. Çünkü, Allahü teâlâ, Nisâ sûresinin yüzyirmiikinci âyetinde meâlen, "Günah işliyen, cezâsını çekecektir" buyuruyor. Kötülük eden, kötülük görür. Günah işleyince, O kerimdir, rahîmdir, beni affeder diyorsan, dünyada, yüzbinlerce kişiye niçin zahmet, açlık ve hastalık çektiriyor ve tarlasını ekmiyenlere mahsûlünü vermiyor! Şehvetlerine kavuşmak için, her hîleye baş vuruyorsun ve o vakit Allahü teâlâ kerimdir, rahîmdir, istediklerimi zahmetsiz bana gönderir demiyorsun. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Belki inandığını, fakat sıkıntıya gelemiyeceğini söyliyeceksin. Fazla sıkıntıya dayanamıyanların, az bir zahmet ile, bu sıkıntıyı önlemeleri lâzım olduğunu, Cehennem azâbından kurtulmak için, dünyada zahmete katlanmanın farz olduğunu, demek ki bilmiyorsun. Bugün dünyanın bir miktâr zahmetine dayanamazsan, yarın Cehennem azâbına ve âhıretteki zillet ve alçaklığa ve tard olmaya, kovulmaya nasıl dayanacaksın? Sonra tövbe ederim ve iyi şeyler yaparım diyorsan, ölüm daha önce gelebilir, pişman olup kalırsın. Yarın tövbe etmeği, bugün etmekten kolay sanıyorsan, aldanıyorsun. Senin bu hâlin, şu talebeye benzer ki; dersine çalışmayıp, imtihan günü hepsini öğrenirim sanır ve ilim öğrenmek için, uzun zaman lâzım olduğunu bilemez. Bunun gibi, pis nefsi temizlemek için de, uzun zaman mücâhede etmek lâzımdır. Ömür, boşuna geçince, bir ânda, bunu nasıl yapabilirsin? İhtiyârlamadan önce gençliğin, hasta olmadan önce sıhhatin ve sıkıntı çekmeden önce rahatlığın ve ölmeden önce hayatın kıymetini niçin bilmiyorsun? O hâlde yazıklar olsun sana ey nefsim!"
.
Ebedî felaketin sebebi!..
20 Haziran 2001 01:00
İmam-ı Gazali hazretlerinin nefs muhasebesi: "Kışın muhtaç olacağın şeylerin hepsini, niçin yazdan hazırlayıp hiç geciktirmiyorsun ve bunları elde etmek için, Allahü teâlânın merhametine, ihsânına güvenmiyorsun? Hâlbuki Cehennemin zemherîri, kışın soğuğundan az değildir ve ateşinin sıcaklığı, temmuz güneşinden aşağı değildir. Bunların hazırlığında, hiç kusur etmiyorsun da, âhıret işlerinde gevşek davranıyorsun. Bunun sebebi nedir? Yoksa âhıret ve kıyâmet gününe inanmıyor musun ve kalbindeki bu küfrü, kendinden de mi saklıyorsun? Bu ise, ebedî felaketine sebeptir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Marifet nûrunun himâyesine sığınmayıp da, öldükten sonra, şehvet ateşinin, canını yakmasından, Allahü teâlânın lütfu ve merhameti ile kurtulacağını sanan bir kimse, kalın elbisesinin himâyesine girmeden, kışın soğuğunun, Allahü teâlânın lütfu ile kendisini üşütmiyeceğini sanan kimseye benzer. Bu kimse, bilemiyor ki, Allahü teâlâ, birçok faydaları sağlamak için, kışı yaratmış ise de, lutf ve merhamet ederek, elbise yapılacak şeyleri de yaratmış ve insanlara, elbise yapmak için akıl ve düşünce vermiştir. Yâni, Onun ihsânı, elbise te'mînini kolaylaştırmakta olup, elbisesiz üşümemek şeklinde değildir. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Günahların Allahü teâlâyı kızdırdığı için, azâb çekeceğini zannetme ve günahlarımın Ona ne zararı var ki, bana kızıyor deme! Zannettiğin gibi değil. Seni yakacak olan Cehennem azâbı, senin içinde ve şehvetlerinden meydana gelmektedir. Nitekim, insanın hastalığı, yediği zehirden ve içine giren zararlı şeylerden meydana gelmekte olup, tabîbin sözlerini dinlemediği için, onun kızmasından hâsıl olmuyor. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Ey nefsim! Anladım ki, dünyanın nîmetlerine ve lezzetlerine alışmışsın ve kendini onlara kaptırmışsın! Cennete ve Cehenneme inanmıyorsan, bâri ölümü inkâr etme! Bu nîmet ve lezzetlerin hepsini senden alacaklar ve bunların ayrılık ateşi ile yanacaksın! Bunları istediğin kadar sev, istediğin kadar sıkı sarıl ki, ayrılık ateşi, sevgin kadar çok olur. O hâlde, yazıklar olsun sana ey nefsim! Bir kimse, kıymetli ve sonsuz dayanıklı bir mücevheri verip, bununla, kırık bir saksı satın alırsa, ona nasıl gülersin? İşte dünya, alınan saksı gibidir. Onu kırıldı bil ve ebedî cevheri, elinden çıktı bil ve sana pişmanlık ve azâb kaldı bil!
.
"Ey insân! Kendine merhamet et!"
21 Haziran 2001 01:00
İmam-ı Gazali hazretlerinin nefs muhasebesi: "Dünyayı terk etmek demek, kalbin onu sevmemesi, ona düşkün olmaması, kıymet vermemesi demektir. Ona düşkün olmamak da, varlığı ile yokluğu müsâvî olmaktır. Bazı şeyler vardır ki, bir bakımdan dünyadandır, başka bir bakımdan âhırettendir. Bu şeyler, birinci bakımdan çirkindir. İkinci bakımdan güzeldir. Bu iki bakımı birbirinden ayırmak ve herbirinin güzelliğini ve çirkinliğini anlamak, İslâmiyeti bilmekle olur. Haşr sûresinin yedinci âyetinde meâlen, "Resûlullahın emir ettiklerini yapınız! Yasak ettiklerinden sakınınız!" buyuruldu. Resûlullah buyurdu ki, "Dünya yaratıldığı zamandan beri, Hak teâlâ ona beğenerek bakmamıştır. Hak teâlâ onu beğenmez". Dünyanın güzelliği, tatlılığı ve tâzeliği kıymetsizdir. Allahü teâlâ, bunlardan râzı değildir. Allahü teâlâ, âhıretin güzelliğinden râzıdır. Âhıret güzelliğine bakar. Enfâl sûresinin altmışyedinci âyetinin meâl-i şerifi, "Siz dünyayı istiyorsunuz. Allahü teâlâ ise, âhıreti istiyor" olup, Allahü teâlânın dünyaya düşkün olanları beğenmediğini bildirmektedir. Yâ Rabbî! Dünyayı, gözümüzde küçült! Âhıreti de kalblerimizde büyült! Fakr ile öğünen ve dünya güzelliğinden sakınan Muhammed hürmetine, bu duamızı kabûl eyle! Dünya hayatı çok kısadır. Her günü geçip hayâl olmaktadır. Her insanın sonu ölümdür. Bundan sonrası da, yâ dâimî azâb veya ebedî nîmetlerdir. Bunların vakitleri, herkese sür'at ile yaklaşmaktadır. Ey insân! Kendine merhamet et! Aklından gaflet perdesini kaldır! Bâtılın bâtıl olduğunu görerek, ondan kurtulmaya çalış! Hakkın hak olduğunu da görerek, ona tâbi ol, sarıl! Vereceğin karar, çok büyük, çok mühimdir. Vakit ise, çok azdır. Muhakkak öleceksin! Öldüğün vakti düşün! Başına geleceklere hazırlan! Hakka tâbi olmadıkça, ebedî azâbdan kurtulamazsın! Son pişmanlık fayda vermez. Son nefeste hakkı tasdik etmek kabûl olmaz. Fakat, müslümanın günahlarına tövbe etmesi, kabûl olur. Ey insan! Başına gelecekleri düşün! Ömrün tükenmeden, aklını başına topla! Etrâfında gördüğün, konuştuğun, sevdiğin, korktuğun kimselerin hepsi, birer birer öldüler. Birer hayâl gibi, gelip gittiler..."
.
Ahlâksızlık revaçta!
22 Haziran 2001 01:00
Bir hikâye anlatılır: Bir beldede bir su varmış. Bundan içenin huzurlu olacağına inanılırmış. Fakat içenin aklî dengesi bozuluyormuş. Zamanla bu sudan içmeyen kalmamış. Sadece bir aile kalmış. Yani beldede akıllı tek aile kalmış. Bu aile içmemekte direniyormuş. Ancak herkes anormal olduğu için, bu akıllı aile, deli muamelesi görmeğe başlamış. Bütün belde halkı bunun deliliğini, konuşmaya başlamış. Sonunda çaresiz kalıp bu aile de sudan içip onlar gibi olmuş ve huzur (!) bulmuş. Bugün Türkiye'nin; sadece Türkiye'nin değil bütün dünyanın durumu buna benziyor. Sudan içenler hızla çoğalıyor. Bunun için de anormal şeyler normal, normal şeyler anormal olarak karşılanmaya başladı. Bu anormallik daha çok sosyal yaşantıda, özellikle de ahlâk konusunda görülmeğe başlandı. Ahlâklı olanlar ahlâksız, ahlâksız olanlar ahlâklı olarak algılanıyor artık. Son günlerin tartışma konusu Tarkan olayı bunun tipik örneği. Hemen hemen herkes Tarkan'ın yanında yer aldı. Homoseksüellik gayet normal bir davranış şekli olarak sunuldu. Tasvip etmeyenler de çağdışılıkla suçlanmaktan korktukları için açıkça yanlışlığı ifade edemediler. "Biz Müslümanız, dinimiz, örfümüz buna müsaade etmez" diyemediler. Bir müddet suskunluktan sonra, bu destekten cesaret alan Tarkan, "Ben yaşadığım hiçbir şeyden pişmanlık ve utanç duymadım. Herkesin bir hayatı var, benim de öyle..." diyerek meydan okudu. Aslında, arkasından kitleleri sürükleyen kimselerin böyle meydan okumaya, kötü örnek olmaya hakları yoktur. Bu meydan okuması da medyada kahramanlık olarak takdim edildi. Yapılan iş meşrulaştırıldı. Halbuki, yapılan yanlışlıktan pişman olmak, utanmak da bir fazilettir. Bunu bile yapamadı Tarkan. Bu işte, en az kendisi kadar, bunu bu hale getiren, bu cür'eti göstermesine sebep olan toplum da suçlu. Dedik ya anormallikler normal hale geldi... Bugünlerde Kuşadası da büyük bir hazırlık içinde. Bütün hazırlıklar tamam. Bütün gözler ufukta. Neyi mi bekliyorlar? Bu yaz gelecek üç gemi dolusu gay (Homoseksüel) ve lezbiyen (Kadın kadına beraberlik) turisti. Geçen seneki hatalarını (!) düzeltmek, özür dilemek için iki sabırsızlıkla sahilde bekliyorlar. Geçen yıl eşcinselleri ilçeye sokmamak suretiyle yaptıkları büyük yanlışı(!) telafi edebilmek için, bu yıl eşcinsel turistleri törenle karşılamaya hazırlanıyorlar. Geçen yıl nasıl olduysa gaflete (!) kapılıp 800 gay turistin ilçede dolaşması, çarşıya girip alışveriş yapması engellenmiş, apar topar limandan uzaklaştırılmıştı. Yetkililer, "Geçen yıl büyük bir talihsizlik yaşadık. Hem uluslararası skandal oldu, hem de yaklaşık 1 milyon dolarlık bir gelir kaybına uğradık. Bizi cinsel tercihleri değil, bırakacakları döviz ilgilendiriyor" diyerek, aynı hataya(!) düşmeyeceklerini dile getirdiler. İslam büyükleri, "Kişinin maksadı neyse, mabudu o olur" demişler. İnsanın maksadı neyse taptığı odur. Eğer kişi, Allah'ı unutmuş, hep para, şehvet, makam... için koşuyorsa, bunun için her şeyini terk edebiliyorsa o, artık bunlara tapıyor, demektir. Günümüz insanı, eski çok tanrılı dinleri ayıplarken, farkında olmadan kendisi çok tanrılı dinlere yönelmektedir. Kimisi makama, kimisi paraya tapmakta. Sosyete kesim de serbestlik, cinsel tercih adı altında şehvete tapmaktadır. Halbuki bu tür serbestlik hayvanlara mahsus bir özelliktir. İnsan hayvanlar gibi başıboş bırakılmamıştır. İnsan, inanç yönünden boş kalınca bu boşluğu doldurmak için akla hayale gelmedik iğrenç işler yaparak, gerçek inancın verdiği huzuru arıyor. Fakat, susuz olanın deniz suyu ile susuzluğunu gidermeye kalkışması gibi, sonunda helak olup gitmektedir. (Yarın da bu konuyu dini açıdan ele almak istiyorum.)
.
Ebû Said-i Hudri hazretleri
22 Haziran 2001 01:00
Ebû Said'i Hudri, Peygamberimizin hicretinden sonra yapılan Medine'deki Mescid-i Nebevi'nin inşasında çalışmıştı. Babası Hz. Malik bin Sinan da Uhud Gazâsında, Resûlullah efendimiz yaralanınca, mübarek yanaklarından akan kanı yutmakla şereflenmiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz, Hz. Malik için: "Kanım, kanıma dokunan, karışan kişiye Cehennem ateşi dokunmaz." buyurdu. Babası Malik bin Sinan bu gazada şehid oldu. Uhud gazâsından dönüşte Peygamberimizi nasıl karşıladıklarını Ebû Said'i Hudri şöyle anlatmıştır: "Annem ile birlikte Peygamber efendimizi karşılamağa, O'nun mübarek cemâlini görmeğe gittiğimizde, babamın şehid olmakla şereflendiğini öğrenmiştik. Peygamberimize bakarken O da bizi gördü. Bana buyurdu ki: "Sen, Sa'd bin Malik misin?" Ben de: "Evet babam, anam sana feda olsun. Yâ Resûlallah" dedim. At üzerinde idi yanına yaklaştım, mübarek dizlerinden öpmekle şereflendim. Bana: "Allahü teâlâ, babana ecrini versin" buyurdular. Babasının şehâdetiyle evin bütün yükü Hz. Ebû Said'in omuzlarına yüklendi. Evin geçimini sağlıyacak kimse olmadığı için, ailesi bir hayli sıkıntıya düştü. Annesi ile çok sabırlı olduklarından dertlerini sıkıntılarını kimseye söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş bağlayarak, açlıklarını gidermeye çalışırlardı. Bir gün annesi dayanamamış: "Evlâdım, Resûlullah efendimiz kendisine başvuranları hiç geri çevirmiyor, onlara yiyecek bir şey bulup veriyor. Sen de git, belki hakkımızda hayırlı olur" diyerek Ebû Said'i, Resûlullaha gönderdi. O'nu, Eshabına nasihat verirken buldu. Oturup dinlemeğe başladı. Bir ara Resûlullah efendimiz, "Kim Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirir ve her şeyi Allahü teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ onu, ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün bir rızık yoktur. Eğer sabra razı değilseniz isteyiniz vereyim" buyurdu. Bu mübarek sözleri işiten Hz. Ebû Said'i Hudri, Peygamber efendimizden bir şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu gibi anlattı. Ebû Said'i Hudri'nin bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medine'nin en zenginlerinden oldular. Hak ve hakikati müdafaa etmek hakkında duymuş olduğu bir hadîs-i şerîfi hemen her yerde rivayet ederdi. Fakat, "Hak ve hakikate hizmette kusur ederim" endişesiyle ağlardı. Rivayet ettiği, herkes tarafından tanınmış olan bir hadîs-i şerîfte Peygamberimiz buyurdular ki: "İçinizden biri, bir münkeri (yasak edileni) görürse ve ona eliyle mani olabilirse, hemen ona mani olsun. Eliyle mani olamazsa diliyle, dili ile de mani olamazsa onu kalbiyle yapsın. Bu da imânın en zayıfıdır.
Yerin dibine batırılmış kavim
23 Haziran 2001 01:00
Dün, son günlerin tartışma konusu olan homoseksüelliğin sosyal boyutunu ele almıştım. Bugün de konuyu dini açıdan ele almak istiyorum. Homoseksüellik (Lutilik) ilk defa Sedum halkında görüldü. Bunlar, Kur'an-ı kerimde; "El-mü'tefikât = Alt üst edilen yer" olarak bildirilen bölgede yaşarlardı. Bunlarda, adaletsizlik ve zulüm kol geziyor, zayıf insanlar eziliyor, fuhuş ve ahlâksızlık olan söz ve fiiller, herkesin içinde alenî olarak yapılıyordu. Edep ve hayâ tamamen yok olmuştu. Ayıp ve günah olarak bilinen her şey topluluk içinde rahatça yapılıyor, bugün olduğu gibi yapanlar daha çok itibar görüyordu. En kötüsü; bu yapılan çirkin ve iğrenç hareketlerden kimse kimseyi sakındırmıyor, bu hareketleri yapmayanlar ise, toplumun dışına itilip ayıplanıyordu. Allahü teâlâ, Lût aleyhisselâmı bunlara gönderdi. Hz. Lut, yapmış oldukları sapıklıklardan ve kötü işlerden vazgeçmelerini istedi. Sedum şehrinin halkı, bu davete uymadı. Uymadıkları gibi ayrıca, Lût aleyhisselâma ve ona inananlara hakaret ettiler, zulmettiler. Allahü teâlâ, inananlar çaresiz kaldığı, ahlâksızlığın zirveye ulaştığı bir zamanda, yerin dibine batırarak bu kavmi helak etti. Bu ahlâksız, lanetlenmiş toplumun yaşadığı bölgede, cenâb-ı Hakkın gadabının nişanesi olarak, pis kokulu ve siyah bir su çıkıp göl oldu. O şehirlerin izleri hâlâ durmaktadır. Bunda insanlar için ibret vardır. Allahü teâlâ, "...o beldede bir işaret bıraktık" buyurarak, bu durumu haber verdi. Bugün Sedum bölgesinin yerindeki göl, Lût gölü adıyla anılmaktadır. Suyunda balık cinsi canlılar mevcut değildir, rengi siyahtır. Allahü teâlânın kudretinin büyüklüğünün ve düşmanlarından intikam almasının işareti olarak, her devirde yaşayan insanlara büyük bir ibrettir. Bu fiile, Kur'ân-ı kerîmde, "Habîs iştir." buyurulmuştur. İslâmiyetin bildirdiği büyük günahların en büyüklerindendir. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîminde; "Sizden önce âlemlerin hiç birinin yapmadığı hayasızlığı (livâta) mı yapıyorsunuz." buyurarak çirkin bir fiil olduğunu bildirmiştir. Peygamber efendimiz de; "Lût kavminin işini (livata) yapan mel'ûndur." "Benden sonra ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, Lût kavminin yaptığını yapmalarıdır." "Lûtî olanlar (livata yapanlar) kıyâmet gününde maymun ve domuz sûretinde haşr olunacaklardır." buyurmuştur. Ayrıca, "Erkek erkek ile livata yaparken Arş titrer, sallanır. Melekler de bu iğrenç işe muttalî olup, "Ya Rabbî, emretsen de yeryüzü o ikisini cezalandırsa, gökyüzü onların üzerine taş yağdırsa." derler. Allahü teâlâ; "Ben halîmim, acele etmem. Benden bir şey kaçmaz." buyurarak, livatanın kötü ve iğrenç bir iş olduğunu, er geç bunu yapanların cezasını vereceğini bildirmiştir. Homoseksüellik veya eşcinsellik adıyla da bilinen livata daha çok insanların dinden uzaklaştığı devirlerde yaygınlaşmıştır. Dinsizliğin yaygınlaştığı yirminci yüzyılın sonunda eşcinsellik hareketleri açık bir biçimde dile getirilmeye başlanmıştır. Avrupa ve ABD kânunlarındaki eşcinselliği yasaklayan hükümler yürürlükten kaldırılmış, eşcinsellik suç olarak kabul edilmez hâle gelmiştir. Hatta resmen evlenmelerine izin verilmiştir. Gözlerinin önündeki İtalya'daki antik Pompei şehri halkının durumundan da ibret almamışlardır. Bu çirkin fiili yaygınlaştıran toplumlar Lut kavminin, Pompei halkının akıbetine düçar kalacaklardır. "Allah, imhâl eder fakat ihmâl etmez." Yani Allahü teâlâ ceza vermekte acele etmez; fakat suç işleyenin cezasını vermeyi de ihmal etmez, eninde sonunda toplum cezasını bulur.
.
"Onlar sizi beğenmeyecekler!"
23 Haziran 2001 01:00
Hz. Ebû Said'i Hudri, doğru bildiği bir hususu söylemekten çekinmezdi. Çok cesur, fedâkâr ve sabırlı bir zât idi. Temiz ve sade bir yaşayışı vardı. Böyle olmayı severdi. Muhtaç olanlara yardım eder, onları evine alıp terbiye ederdi. Peygamber efendimizin âhirete irtihalinden sonra Ebû Said'i Hudri, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman'ın halifelikleri zamanlarında Medine'de fetva ile meşgul oldu. Her türlü fitneden uzak olmaya çalıştıysa da bozuk fırkalardan Haricilerle yapılan Nehrevan harbine katıldı. Bu savaştan sonra Sevgili Peygamberimiz ile beraber olduğu günlerdeki bir hadiseyi hatırladı... Bir gün, Peygamberimiz Eshâbına, bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam gelip: "Yâ Resûlallah! Adalet üzere hareket et" dedi. Peygamber efendimiz de: "Ben adalet etmezsem, kim eder?" buyurdu. Bu hadise esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve Resûlullaha dönerek: "Yâ Resûlallah! Müsaade buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım" dedi. Resûl-i ekrem, ona dönerek: "Hayır, bırak. Onun bir takım arkadaşları olacak ki onlar sizin namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmiyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar fetret devrinde iken zuhur edeceklerdir." (meydana çıkacaklardır) buyurdukları sırada, "İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı dağıtırken seni kaşla gözle muaheze ederler" âyet-i kerîmesi nazil oldu. Hz. Ebû Said'i Hudri, "Ben, Peygamberimizin işaret buyurduğu bu adamı, Hz. Ali'nin öldürdüğünü gördüm. Bu adam aynen Peygamberimizin tarif ettiği gibiydi." buyurdu. Ebû Said'i Hudri nakleder: "Peygamber efendimiz, neşelenip eğlenen bazı insanları görünce buyurdu ki "Eğer ölümü düşünseydiniz, lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz şu halden ayrılırdınız." Bir rivayete göre; Hz. Ebû Said'i Hudri, İstanbul'un fethi için gelen asker arasında idi. Düşmanlarla çarpışırken Edirnekapı civarında şehid oldu. Kabrini, Fatih Sultan Mehmed Han'ın hocası Akşemseddin hazretleri keşfetti. Kabri, eskiden kilise olup, camiye çevrilen Kariye Camii'nin bahçesindedir. (Bir rivayete göre de; 74 (m. 693) senesinde bir Cuma günü vefat etti. Medine'de Bakî Kabristanı'na defnedildi.)
"Kullarımı nasıl buldunuz?"
24 Haziran 2001 01:00
Ebû Said'i Hudri hazretleri, hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün derecelere sahipti. 1170 adet hadîs-i şerîf rivayet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: "İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır. Yollarda, sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar. Zikredenleri bulunca, birbirlerine seslenirler: 'Buraya geliniz, buraya geliniz' derler. Kanadları ile, onları sararlar. O kadar çokturlar ki, göğe varırlar. Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak: (Kullarımı nasıl buldunuz?) buyurur. (Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar ve senin büyüklüğünü söylüyorlar) derler. (Onlar beni gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbih ederlerdi ve daha çok tekbir söylerlerdi) derler. (Onlar benden ne istiyorlar?) buyurur. (Yâ Rabbi! Cennetini istiyorlar) derler. (Onlar Cenneti gördüler mi?) buyurur. (Görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennemden korkuyorlar. Sana sığınıyorlar) derler. Allahü tealâ; (Onlar Cehennemi gördüler mi?) buyurur. (Hayır görmediler) derler. (Görselerdi nasıl olurlardı?) buyurur. (Görselerdi daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha çok sarılırlardı) derler. Allahü teâlâ, meleklere: (Şahid olunuz ki onların hepsini affeyledim) buyurur. (Yâ Rabbî o zikredenlerin yanında, filan kimse zikir etmek için gelmemişti. Dünya çıkarı için gelmişti) derler. (Onlar benim misafirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların yanında bulunanlar da, zarar etmezler) buyurur." "Bir kimse, hoşlandığı bir rüya görürse, o, Allah'tandır. Allah'a hamdetsin. Onu sevdiği kimseye anlatsın. Sevmediği bir rüya görürse, o da şeytandandır. Şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın. Bu rüyasını da hiç kimseye anlatmasın. Böyle yaparsa, görmüş olduğu kötü rüya kendisine zarar vermez." "Merhamet etmiyene merhamet olunmaz." "İki huy vardır ki, bir mü'minde bulunmazlar. Biri cimrilik, diğeri de kötü ahlaktır." "Hastaları ziyaret ediniz, cenazeleri de takip ediniz. Bu size ahireti hatırlatır." Hz. Ebû Said'i Hudri anlatıyor: "Resûlullahın huzuruna gittim. Kadife ile örtünmüş idi. Sıtma harareti o kadifeden çıkıp, his olunurdu. Elimizi, mübarek bedenine koyamazdık. Hayret ettik. Peygamberimiz buyurdu ki: "En şiddetli sıkıntı Peygamberlere olur. Ama peygamberlerin sıkıntılara sevinmesi, sizin ihsanlara sevinmenizden fazladır."
.
"Hepiniz şu yanan ateşe giriniz"
25 Haziran 2001 01:00
Alkame bin Muhrez'in emri altında küçük bir sefere çıkılmıştı. Bu seferi Hz. Ebû Said'i Hudrî şöyle anlattı: "Resûlullah Alkame'yi bir sefere göndermişti. Ben de seferde bulundum. Hedefe yaklaştığımız sırada, kumandanımız askeri ikiye ayırdı. Bir kısmını Abdullah bin Huzafe'ye verdi. Ben de onunla birlikte idim. Abdullah bin Huzafe Bedir gazasına katılmış kahramanlardan olup, çok şakacı bir kimseydi. Yolda bir yerde, dinlenme molası verildi. Ateş yakıldı. Kimimiz ateşle ısınıyor, kimimiz de ateşte bazı işlerimizi görüyorduk. Bir ara Hz. Abdullah askerlere dedi ki: "Sizler bana itaat etmekle vazifelisiniz, öyle değil mi?" Onlar da: "Evet" dediler. Hz. Abdullah: "Öyleyse her dediğimi yapmalısınız", deyince, onlar da: "Elbette yaparız" dediler. Hz. Abdullah: "Şimdi size emrediyorum. Hepiniz şu yanan ateşe giriniz" dedi. Bunun üzerine, askerlerin çoğu hemen yerlerinden kalkıp ateşe atılmaya hazırlandılar. Hz. Abdullah, yerlerinden kalkan bu askerlerin emre itaatteki gayretlerini görüp çok sevindi ve buyurdu ki: "Durunuz! Ben sizin itaatinizi denemek için böyle söyledim." dedi. Bu seferden dönüşte, bu ateş hadisesini Peygamber efendimize anlattık. Buyurdular ki: "Size bir günahı emredene itaat etmeyiniz." Rivayet ettiği bir hadis-i şerif de şu: "Sizden evvelkiler içinde bir adam vardı. Doksandokuz kişi öldürmüştü. Sonra (Dünyanın en büyük âlimi kimdir) diye soruşturdu. Ona bir rahibi söylediler. Bunun üzerine rahibin yanına gitti. (Doksandokuz adam öldürdüm, tövbe etsem olur mu?) diye sordu. Rahip: (Tövben kabul olunmaz) dedi. Bunun üzerine o adam, rahibi de öldürdü. Onunla yüzü doldurdu. Sonra yer yüzü halkının en büyük âlimini sorup araştırdı. Ona âlim bir kimseyi tavsiye ettiler. Âlime sordu. (Yüz adam öldürdüm. Tövbe etsem kabûl olur mu?) Âlim: "Evet, senin tövbe etmene kim engel olabilir? Filan yere git, orada Allahü teâlâya ibadetle meşgul olan insanlar vardır. Onlarla beraber Allahü teâlâya ibadet et. Memleketine dönme. Zira orası fena bir yerdir) dedi. Bunun üzerine adam yola çıktı. Yarı yola vardığında öldü. Rahmet melekleri ile azab melekleri bu adam hakkında şöyle dediler: Rahmet melekleri (Bu adam candan tövbe ederek geldi.) dediler. Azab melekleri, (Bu adam hiçbir iyilik işlememiştir) dediler. Bunun üzerine insan kıyafetinde bir melek bunların yanına geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi: (İki taraftaki mesafeyi mukayese ediniz. Hangi tarafa daha yakın ise adam o tarafındır.) Mesafeyi ölçtüler. Adamı varacağı yere daha yakın buldular. Bundan dolayı onu rahmet melekleri aldılar..."
.
Ömrü faydasız işlerle harcamamalı
26 Haziran 2001 01:00
Bu dünya imtihan yeridir. İmtihana giren herkes kazanacak diye bir şey yoktur. Kazanan da kaybeden de olacaktır. Bunun için imtihanı kazanmak için çok çalışmamız, sebeplere yapışmamız ve ayrıca Cenab-ı Hakka razı olduğu yolda bulundurması için dua etmemiz gerekir. "Allahümme erinelhakka hakkan verzuknâ ittibâ'ahu ve erinel bâtıla bâtılan verzuknâ ictinâbehu bi-hurmeti Seyyidil-beşer." Yâni, (Yâ Rabbî! Doğruyu bize doğru olarak göster ve ona uymayı bize nasip et ve yanlış, bozuk olan şeylerin yanlış olduklarını bize göster ve onlardan sakınmamızı nasip et! İnsanların en üstünü hurmetine bu duâmızı kabul buyur!) İyi düşünmelidir. Bu imtihanın neticesinde ya ebedi Cehennem ya da ebedi Cennet hayatı olacaktır. Bunlardan birini seçmek, şimdi bizim elimizdedir. Herkesin sonu, bu ikisinden biri olacaktır. Bundan kurtulmak imkânsızdır. Bunu düşünmemek ve tedbîr almamak, büyük câhillik ve cinnettir. Allahü teâlâ, hepimizi akla tâbi olanlardan eylesin! Hesap gününde, Allahü teâlâ, "Kulum! Sana akıl nûrunu vermiştim. Bunun ile, beni anlamanı, bana ve Peygamberim Muhammed aleyhisselâma ve Onun getirdiği İslâm dînine îman etmeni emretmiştim. Gece gündüz, dünya kazancı için, dünya zevkleri için çalıştın. Âhirette başına gelecekleri hiç düşünmedin. Gaflet içinde iken, mevtin pençesine düştün" derse, ne cevap vereceksin? Abdülhakîm-i Arvâsî hazretleri buyurdu ki: "Fırsat ganîmettir. Ömrün tamamını faydasız işlerle telef ve sarf etmemek lâzımdır. Ömrün tamamını, Hak celle ve alânın rızasına muvâfık ve mutâbık şeylere sarf etmek lâzım ve vâcib ve lâyıktır. Beş vakit namazlar, tâdil-i erkân ile, cem'ıyyet-i bâtın ve cemaat ile edâ edilmelidir. Ve teheccüd namazlarını elden çıkarmamalı. Seher vakitlerini istigfârsız geçirmemeli. Gaflet uykusuyla hoşlanmamalı, huzûz-ı âcile ile magrûr olmamalı; tezekkür-i mevt, ahvâl-i âhıreti göz önünde bulundurmalı. Umûr-ı gayri meşrua-yı dünyeviyyeden irâz (haram olan dünya işlerinden yüz çevirip), bâkî kalan âhıret işlerine ikbâl etmek lâzımdır. Lâzım ve zarûrî olan, dünya maişeti işleri ile meşgûl olup, sâir vakitleri, âhıreti imâr etmekle meşgûl olmalı. Hâsıl-ı kelâm, mâsivânın muhabbetinden korunmalı ve bedeni ahkâm-ı şer'ıyyeye uymakla süslemeli, onunla meşgûl olmalı. İşin hakîkati budur. Bundan gayri cümlesi hiçtir. Bâkî ahvâlimiz hayrlı olsun. Vesselâm
Dünya, âhiret içindir!..
27 Haziran 2001 01:00
Allah dostları, dünyaya önem vermezlerdi. Dünyanın ahıret için olduğunu bilirler, hazırlıklarını buna göre yaparlardı. Bu hususta Peygamber efendimizin, "İnsanların bir kısmı "Dünya çocuğu", bir kısmı da " Âhiret çocuğu"dur. Siz, "Âhiret çocuğu" olunuz." hadisleriyle amel ederlerdi. Enes bin Malik hazretleri anlatır: "Ben, bir gün Resulullâh sallallâhü aleyhi vesellemin huzuruna girmiştim. O, mübarek eliyle birşeyi defediyordu. Ben: "Bu defettiğiniz şey nedir, yâ Resulallah?" diye sordum. Buyurdular ki: "Dünya, bana sokulmak istiyor, ben de ona, "Benden uzak ol!" diyorum, yâ Enes!" Resulullâh efendimiz, bir gün, bir kavme âit mezbelelikten geçerken orada durakladı. Orada bir koyun ölüsü gördü ve yanındakilere hitaben: "Sahipleri bu koyunu, hor ve hakir görürler, değil mi?" buyurdu. Eshab: "Hor ve hakir gördükleri için buraya atmışlar." dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber,"Allah'a karşı dünyanın hor ve hakirliği, bu koyunun sahipleri yanındaki hor ve hakirliğinden daha fazladır!" buyurdu. Ebû Hazim dedi ki: "Dünyaya önem veren bir kimse, yarın huzur-i ilâhîyede tutulacak ve: "Bu kul, Allah'ın tahkir ettiğini tazim edendir!" denilecek. Utancından yüzündeki etler düşecek. Kalbinde dünya muhabbeti bulunduğu halde "Ben Allah'ı seviyorum!" iddiasında bulunan bir kimse, yalancıdır. Çünkü sevgilinin kerih gördüğünü kerih görmek, sevmenin şartındandır."denilecek. Vehb bin Münebbih buyurdu ki: "Ey arkadaşlar! Geliniz, insanların, hakkında tövbe etmeyi bıraktıkları bir günahtan tövbe edelim!" Ona, "Nedir bu günah?" diye sormuşlar. O, şu cevabı vermiştir: "Dünyayı sevmek! İleride öyle insanlar gelecek ki, kalblerini tamamen dünya sevgisiyle dolduracaklar. Hattâ dünyaya ve dünya adamlarına tapacaklar!.." Mâlik bin Dinar hazretleri buyurdu ki: "Allah'ı unutturan sihirbazdan sakının! Bu, dünyadır. Dünyanın sihri, Hârut ve Mârut'un sihrinden daha ileri ve daha çirkindir! Zira onların sihri, karı ile kocanın arasını ayırır. Dünyanın sihri ise Allah ile kulun arasını ayırır!" Süfyan bin Uyeyne buyurdu ki: "Âbid ve zâhitlerin Allahı çokça anmaları, dünyayı kendilerinden uzaklaştırmak içindir. Zira onlar Allah'ı andıkça, dünya onlardan uzaklaşır; zikirden ayrıldıkça da onlara sokulur."
Allah dostları selâmeti tercih ederlerdi
28 Haziran 2001 01:00
Allah dostları mal ve diğer dünya nimetlerinden yana selâmeti tercih ederlerdi. Gönüllerinin ve ellerinin dünyalıklardan boşalmış olmasını isterlerdi. Ellerinin böyle boş ve selâmette olmasını, mal yığmağa ve bunu Allah yolunda harcamaya tercih ederlerdi. Böyle yapmalarının sebebi, elde edilecek olan malın hakkını vermekten korkmaları idi. Hatta onlar, fakir ve yoksullara dağıtıvermeleri için kendilerine gönderilen mal ve paraları da geri çevirirler ve: "Bu malı toplayan adam, dağıtımına daha lâyıktır." derlerdi. İbrahim bin Ethem hazretleri buyurdu ki: "Allahın o âbid ve zâhit kulları ile sizin aranızda çok fark var! Onlar, dünya kendilerine teveccüh etmişken ondan kaçtılar! Size gelince.. Dünya size arka çevirdiği halde, siz onun peşine düşmüş gidiyorsunuz!" Şiddet ve sıkıntıları nimet ve rahata tercih ederlerdi. Allah kendilerinden razı olsun, onlar, şiddet ve sıkıntıları, nimet ve rahata tercih ederlerdi. Allah'a olan teveccühlerinin devamlı oluşu da bundandı. Allahı seven, kulu Allaha yaklaştıran şeyleri de sever. Vehb bin Münebbih hazretleri buyurdu ki: "Belâyı nimet, rahatı musibet saymayan bir kimse, fakîh değildir!" Hasan Basrî hazretleri buyurdu ki: "Allah bir kuluna dünyalık hakkında genişlik verir de o kul bunun, kendisi hakkında bir mekr olmasından korkmazsa, Hak teâlânın mekrinden korkmamış olur." Rabi' bin Enes hazretleri buyurdu ki: "Sivrisinek, aç olduğu müddetçe yaşar. Doyduğu zaman şişer ve semirir, semirince de ölür! İşte âdemoğlu da bunun gibi, şişip semirdiği zaman kalbi ölür!" Allah adamları, dünya kalblerinden çevririlip uzaklaştırıldığı zaman, kalblerinde derin bir rahatlık ve genişlik duyarlardı. Çünkü onlar Allahı ve Resulünü severlerdi. Allahı ve Resulünü seven ise, kendisini ibâdetin kemâlinden alıkoyan dünyayı kerih görür İşte bunun içindir ki onların en şerefli ahlâkından biri de, dünya kendilerine gülüp teveccüh ettiği zaman kalblerinde bir sıkıntı ve kasvet hasıl olması idi. Abdulah bin Mes'ûd hazretleri buyurdu ki: "İleride öyle zamanlar gelecek ki, mü'min, çok zelîl olacak. Mü'minin hayatı, adetâ sirke içinde yaşayan sinek kurdunun yaşayışı gibi olacak!"
Olayları doğru yorumlayabilmek için
29 Haziran 2001 01:00
Osmanlının son zamanları, tarih kitaplarında flû olduğu için net olarak görülemedi bugüne kadar. Bunun için bu devre ait olaylar sık sık tartışma konusu oluyor. Bugünlerde yine bu tür bir tartışma yapılıyor. Gazeteci-yazar Ahmet Altan'ın ortaya attığı, "Otuzbir Mart Vak'ası" nın perde arkası günlerdir, gazetelerde, TV'lerde tartışılıyor. Yılların gazetecisi Sayın Altan, bile bugüne kadar bu olay, "Dincilerin ayaklanması" olarak öğretildiği için, toplum olarak "aldatıldığımızı" söylüyor. Bu olayı ve Osmanlının son devrindeki değer olayları, hatta zamanımızdaki siyasi olayları tam anlayabilmek için "İttihat ve Terakki" hareketini bilmek gerekir. Bu bilinmedikçe, olayları doğru olarak yorumlamak, anlamak mümkün değildir. Bunun için önce, kısaca İttihat ve Terakki'yi tanıtmak, yarın da "Otuzbir Mart Olayı"na değinmek istiyorum... Osmanlı Devleti, "Hasta Adam" durumuna düşünce, Batılı devletlerin iştahı kabardı. Devleti içeriden yıkarak kendilerine daha çok pay sağlayacak gizli cemiyetler kurdular ve bunlara gizli destek verdiler. İşte bunlardan biri de, 21 Mayıs 1889'da gizli kurulan, İttihâd-ı Osmânî cemiyetidir. Daha sonra İttihat ve Terakki adını aldı. İtalyan Karbonari mason teşkîlâtını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler hâlinde teşkilâtlandı. Cemiyet üyeleri, Pâris'te bulunan Jön Türklerle irtibatlı çalışıyorlardı. Nihai hedef olarak Osmanlı Devletini yok etme gayesini güden, ihtilâlci bir kimliğe sâhip olan ve kurucularının ekseriyetinin mason olması ile dikkat çeken bu cemiyet, ülke içinde veya dışında aynı gaye ile kurulan cemiyetleri kendine çekerek kaynaştırmayı başardı. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da basın kendilerine büyük destek verdi. Zaten İttihatçıları iktidar yapan da basındı. İttihat ve Terakki görevi gereği, Devletin başına büyük gâileler açtı. Bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı Devletini, Almanlar'ın isteği ile Birinci Dünyâ Harbi'ne soktu. İktidarda kaldıkları on senede, üç kıt'aya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtiras ve cehâlet ile târihin derinliklerine gömen İttihat ve Terakki'dir. En az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz bırakarak şehid olmalarına sebeb olan İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleridir. Birkaç milyon kilometre kare olarak devraldıkları bir memleketi, birkaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Sonunda, bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İttihatçılar, gerçek yüzlerini hep sakladılar. Menfaatleri neyi gerektiriyorsa, öyle göründüler. Türk ve İslâm düşmanlarıyla işbirliği yaptıkları, bünyelerinde bunlara yer verdikleri halde, Müslüman, Türkçü ve milliyetçi bir çizgi takip eder göründüler. Fakat, Türk ve Müslüman düşmanı Yahudi Emanuel Karaso ve Ermeni Hallaçyan gibileri İttihat ve Terakki'nin ileri gelen elemanlarındandı. Cemiyet; kuruluş, teşkilâtlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Cemiyeti yöneten genel merkez üyesi yedi kişinin kimlikleri, Meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların merâsimlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, tahlif heyeti (yemîn kurulu) önünde yemin ederlerdi. Cemiyete giren üye, teşkilâtın gayesi uğruna gerektiğinde canını fedâya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden, ihanet eden üyeler için merkez heyetleri, mahkeme gibi yargılama yaparlar ve suçluyu ölümle cezâlandırırlardı. İşte İttihat ve Terakki buydu. Kendileri bitti; fakat, geride zihniyetleri kaldı. Her devirde her iktidarda bu zihniyet söz sahibi oldu
Enes bin Mâlik hazretleri
29 Haziran 2001 01:00
Enes bin Mâlik hazretleri, Resûlullah efendimiz, Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde 9-10 yaşlarında idi. Hemen annesi Ümm-i Süleym kendisini alıp, Resûlullah'ın huzur-u saâdetlerine getirdi. Hizmetlerine kabul buyurmasını istedi. "Yâ Resûlallah! Ensâr erkek ve kadınlarından sana hediye vermiyen kalmadı. Bu oğlumdan başka sana hediye verecek bir şeyim yok. Bunu al. Sana hizmet etsin" dedi. Validesinin bu isteği kabul buyuruldu. Bunun üzerine annesi: "Yâ Resûlallah! Şu hizmetçiniz Enes'e duâ buyurunuz" deyince, Resûlullah efendimiz de "Yâ Rabbi! Enes'in malını ve evlâdını mübârek ve yümünlü eyle, ömrünü uzun eyle, günahlarını af eyle" şeklinde duâ buyurdular. Hz. Ebû Bekir devrinde, Bahreyn havâlisinin zekâtını toplamakla görevlendirilmişti. Hz. Ebû Bekir'in vefâtında, Bahreyn'de bulunuyordu. Daha sonra Medine'ye geldi. Hz. Ömer'in zamanında Medine'de kaldı. Hz. Ömer, onu, meşveret meclisine (Danışma kuruluna) aldı. Onun kıymetli tasiyelerinden istifâde etti. Bu sırada Medine'de kaldığı müddetçe, fıkıh dersi vermekle meşgul oldu. Yine bu devirde Enes bin Mâlik, Toster'de yapılan muharebede elde edilen ganimetin ve Hz. Ömer'e gönderilme şartı ile teslim olmayı kabul eden İran ordusu kumandanı, Hürmüzan'ın, Medine'ye getirilme işini üzerine almıştı. Medine'den Basra'ya gitmiş, Hz. Ömer'in vefatını burada öğrenmiştir. Hz. Osman zamanında da Basra'da kalan Enes bin Mâlik fıkıh dersleri vermeye devam etti. Hz. Osman'ın vefâtını Medine'ye gelirken yolda öğrenmiştir. Hz. Enes, Hz. Ali'nin halifeliği zamanına yetiştiği gibi, Emevî halifelerinden bir kısmını da görmüştür. Hz. Enes, zulme ve haksızlığa dâima karşı olmuştur. Bu konuda çekinmemiştir. Onun için Haccâc'ın yaptığı zulümleri görünce, Halife Abdülmelik'e şikâyette hiç tereddüd göstermemiştir. Buna rağmen, Haccâc, ona darılmamış, onun rızasını kazanmak için elinden gelen gayreti sarfetmiş ve derslerine de devam etmiştir. Bu sırada Sahâbe-i kirâm'ın sayıları azaldığı için yaşayan Sahâbilerin kıymeti daha da artmıştı. Halk, böyle mübârek zâtları arayıp buluyor, onların sohbetlerinden istifâde etmeye çalışıyorlardı. Çünki bunlar, bizzat Resûlullahı görüp, ruhlara gıdâ olan mübârek sözlerini, Onun mübârek ağzından dinlemişlerdi. Bu bakımdan herkes onlara gerekli hürmet ve saygıda kusur etmemeye gayret ediyorlardı.
Oyun içinde oyun!
30 Haziran 2001 01:00
Osmanlı tarihinin son devrinin en önemli olaylarından biri "Otuzbir Mart vak'ası"dır. Bu, dış güçlerin desteği ile yerini sağlamlaştırmak için İttihat ve Terakki tarafından tertiplenen sinsi bir plandı. Rûmî takvimle 31 Mart 1325'te olduğu için Otuzbir Mart Olayı denilmektedir. Görünüşteki tahrik ve teşvikçilerinin başında, İngilizlerle irtibatlı çalışan Derviş Vahdetî ve arkadaşları gelmektedir. Osmanlı Devleti'ni bir an önce yıkmak için, dış güçler, oyun içinde oyun oynuyorlardı. Destek verdikleri İttihat ve Terakki, basının da yardımı ile halka zulmediyor, ordu içinde de kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahânesiyle tasfiye ediyordu. Bu, halkta ve orduda büyük bir huzursuzluğa sebep oldu. Bu fırsatı değerlendiren dış mihraklar, Derviş Vahdetî ve arkadaşlarına "İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti"ni kurdurdular. Yayın organı olan Volkan Gazetesi ile de İttihat ve Terakki aleyhinde faaliyet gösterdiler. Bugüne kadar bu faaliyet, hep Sultan İkinci Abdülhamîd Han ile irtibatlandırılmak istenmiş ise de hiçbir ilgisinin olmadığı artık kesin olarak anlaşılmıştır. Sultanın aleyhinde olanlar bile bunu itiraf etmektedirler. Yüksek seviyede din adamları ayaklanmada yer almadıkları gibi, bu isyana karşı çıkarak beyanname neşrettiler. Sadece din cahili birkaç yobaz destek verdi. 31 Mart gecesi, erler, isyan ederek subaylarını hapsettiler. Olaya l. Ordu müdahale ettirilmedi. "Meşrutiyet elden gidiyor" yaygaraları üzerine de, isyanı bastırmak için Selanik'teki Üçüncü Ordu mensubu askerlerin ve Edirne'deki İkinci Ordu'nun katılımıyla "Hareket Ordusu" İstanbul'a hareket etti. Zaten esas maksat da buydu. Gerçek maksadı çok az kimse biliyordu. Askerlerin büyük bir kısmı gerçek durumdan haberdâr olmayıp, padişahı kurtarmaya geldiklerini zannediyorlardı. Hareket Ordusu İstanbul'a gelince, önce Yıldız Sarayı'nı muhâsara ederek Abdülhamîd Han hal' etti. Bu olayda önemli rolü olan filozof Rızâ Tevfik diyor ki: "Bizleri başta İngiliz sefiri olmak üzere Fransız, İtalyan sefirleri de çok teşvik ettiler. Onlardan büyük ölçüde fikrî destek ve teşvik görmüştük. Bir gün Talât Paşa'ya dedim ki: "Gidelim, bu elçileri ziyâret edelim, teşekkür edelim." Evvelâ İngiliz sefâretine gittik. Galatasaray'daki o muhteşem binâyı tam bir ölü sessizliği içinde bulduk. Ben emindim ki sefir de dâhil olmak üzere bütün sefâret erkânı içerdeydi. Fakat bizi karşılayan sefâret kavası, kimi sorduksa "Yok!" dedi. Bir mânâ veremeden döndük. Oğlum Said, İngiltere'de oturuyordu. Onu ziyârete Londra'ya gitmiştim. Said'e İskoç asilzâdelerinden Lord Nicholson hayli yardım etmişti. Hem bu alâkalarına teşekkür etmek, hem de eski dostluğu bir daha ihyâ eylemek üzere ziyârete gittim. Sohbet sırasında İstanbul sefâretinin bize gösterdiği o soğuk karşılama hatırıma geldi. Lord'a sebebini sordum: "Dostum Rızâ Tevfik Bey... Biz sizleri teşvik ettik. Büyük bir netice bekliyorduk. İhtilâl olacak; Sultan'la beraber temsil ettiği hilâfet müessesesi de alaşağı edilecekti. Beklediğimiz neticeyi tam alamadık. Zîrâ ihtilâl yaptınız, fakat saltanat ve hilâfet müessesesi de yerinde duruyor." Lord'a tekrar sordum: "İngiltere devletini, hilâfet müessesesi bu derece şiddetle neden alâkadar ediyor?" "Ha... Dostum Rızâ Tevfik Bey... Biz Mısır'da bilhassa Hindistan'da İslâm kitlelerini idâremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki Sultan, yılda bir defâ bir "selâm-ı şâhâne", bir de "Hafız Osman Kur'ân-ı kerîmi" gönderiyor, bütün İslâm ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde, emrinde tutuyor. İşte biz, ihtilâlden ve sizlerden ihtilâl sonunda, sultanların da, hilâfetin de, yâni bir selâm-ı şâhâne ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik, aldandık. İşte bu sebeple bir soğuk kabul gördünüz..." (Ahmed Kabaklı-Temellerin Duruşması)
Fıkıh ilmine büyük hizmeti oldu
30 Haziran 2001 01:00
Enes bin Mâlik hazretleri uzun ve bereketli bir ömür yaşamıştır. Basra'da vefâtına yakın hastalandı. Halk, gece-gündüz ziyâretine geldi ve yanında bulundular. Basra'da vefât eden en son Sahâbe odur. Basra'ya 12 km. mesâfede bulunan Tat mevkiinde vefât etti. Muhammed bin Sîrîn tarafından gasl, techiz ve tekfini yapıldı. Vefât ettiği yere defnedildi. Vasiyeti üzerine, Resûlullah'ın saçlarından bir miktar kabrine kondu. Hz. Enes bin Mâlik, Peygamber efendimizin uzun seneler hizmetinde bulunması sebebiyle Kur'ân-ı kerîmin tefsirini çok iyi öğrenmişti. Âyetlerin tefsirine dair bildirdiği rivâyetler tefsir kitaplarını süslemektedir. Hz. Enes, Sahâbe-i kirâm arasında, Peygamber efendimizin hallerini, sözlerini ahlâkını, işlerini bildirme bakımından en önde gelenlerinden idi. Dokuz yaşında Resûlullah'ın hizmetine başladı. Resûlullah'ın vefâtına kadar yanlarından hiç ayrılmadı. Peygamber efendimizden 2230 hadîs-i şerîf bildirdi. Hadîs rivâyetinde çok titiz davranırdı. Bu durumu talebelerine de ısrarla tavsiye ederdi. Bu bakımdan hadîs ilmine hizmeti büyüktür. Hadîs ilminin yayılmasında önde gelenlerdendir. İlim öğrenmek gayesinde olanlar onun meclisine devam ederlerdi. O "Kâle Resûlullah", (Resûlullah şöyle buyurdu) derken meclistekiler, derin bir huşû ve huzur içinde dinlerlerdi. Birçok yerde ilim halkası kurmuştu. Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Basra, Kûfe ve Şam, ders verdiği mühim merkezlerdi. Zamanın halifesi bile onun derslerine gelmeyi gönülden arzu ederdi. Her yönden bereketli ve çok mübârek bir zât idi. Bu da, Resûl-i Ekrem'in duâlarının bereketiyle idi. Onun ilim deryasından istifâde edenler çoktur. Hasen-i Basrî, Süleyman Teymî, Ebû Kulâbe, Ebû Bekir bin Abdullah el-Müzenî bunlar arasındadır. Enes bin Mâlik'in, hadîs ve tefsir ilminde olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük hizmeti olmuştur. Müstakil bir eser teşkil edecek kadar, fetvâ ve ictihadları vardır. Hz. Enes ile Muhtar bin Fülgül arasındaki konuşma ve Muhtara verdiği cevabın İslâm Hukuku'nda mühim bir yeri vardır. Hz. Enes'e: "Resûl-i Ekrem'in nehyettiği (yasak ettiği) içkiler nelerdir? diye soruldu. Hz. Enes cevaben Resûl-i Ekrem'in "Her sarhoş eden şey harâmdır" buyurduğunu söyledi. Bunun üzerine şöyle soruldu: Sarhoş olmak haramdır. Peki, bir iki yudumluk bir şey içmek hakkında ne dersin" Hz. Enes, "Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır" cevabını verdi.
.
"Kolaylaştırınız, nefret ettirmeyiniz!"
1 Temmuz 2001 01:00
Enes bin Mâlik hazretleri yüksek bir ahlâka sâhipti. Son derece nâzik, güzel sözlü ve güler yüzlü idi. Resûlullah'ı çok sever, sünnete uymaya çok dikkat ederdi. Sabah namazının vakti girmeden önce uyanır, Mescid-i Nebeviye gider, Resûl-i Ekrem'e hizmet için can atardı. Resûlullah'ın sesini duymak ve Ona hizmet, onun için en büyük sürûr ve neş'e kaynağı idi. Resûl-i Ekrem de onun hakkında iyilikle bahsedip, yaptığı hizmetlerden dolayı duâ buyururlardı. Resûlullah'ın âhirete teşriflerinden sonra, verdiği derslerde Resulullah'ın devrini, tekrar o günleri yaşar gibi, neş'e ve zevkle anlatır, talebeler üzerinde büyük tesir uyandırırdı. Bu yüzden talebelerinde Resûlullah'ın sevgisi apaçık görülürdü. Enes bin Mâlik Emr-i bil-Ma'rufa (iyiliği emretmek) son derece ehemmiyet verirdi. Çünkü bu ümmeti, en hayırlı ümmet yapan sıfat budur, ya'nî, iyiliği emredip, kötülüğe mâni olmak. Enes bin Mâlik yakışıklı ve nûrânî idi. Servet sâhibi olduğu halde, çok sade bir hayat yaşadı. Dünya zînet (süs) ve lezzetine, dünyâlığa ehemmiyet vermedi. Fakirleri ve yoksulları gözetir, onlara gerekli yardımda bulunurdu. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendisi temin ederdi. Resûlullah'a olan sevgisini her fırsatta dile getirirdi. Peygamber efendimiz, Enes bin Mâlik hakkında şöyle buyurdular: "Ey Enes, bir iş yapmak istediğin vakit, yedi defa Rabbine istihâre et. Sonra kalbinin meylettiği tarafı yap. Hayır ondadır." "Ey Enes, biliyor musun, mağfireti (bağışlamayı) gerektiren hususlardan biri de, müslüman kardeşini sevindirmendir. Onun üzüntüsünü giderirsin, yahut içini rahatlatırsın, yahut ona bir mal verirsin veya borcunu ödersin, yahut kendisi olmadığı zaman, çoluk çocuğuna göz kulak olursun." Enes bin Mâlik'in bizzat Resûl-i Ekrem efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bir kısmı: "Kolaylaştırınız, (zorlaştırmayınız) güçleşdirmeyiniz, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz." "Herhangi biriniz kendi nefsi için istediğini, müslüman kardeşi için de istemedikçe gerçek mü'min olamaz." "Birbirinize buğzetmeyiniz, haset etmeyiniz (kıskanmayınız) birbirinize sırt çevirmeyiniz. Ey Allah'ın kulları! Kardeş olunuz. Bir müslüman için kardeşini üç günden fazla terk etmek (küsmek) helâl olmaz."
Öyle zamanlar gelecek ki..."
2 Temmuz 2001 01:00
En çok sıkıntı, Peygamberlere ve onları sevenlere gelmiştir. Adamın biri, Peygamberimize: "Ey Allah'ın Resulü, ben seni seviyorum!" demiş. Efendimiz de buyurmuşlar ki: "Eğer beni seviyorsan, sana hücum edecek fakirlik için bir zırh hazırla! Çünkü fakirliğin beni sevene hücumu, bir sel suyunun döküldüğü yere doğru akışından daha sür'atlidir." İsâ aleyhisselâm buyurmuş ki: "Cennet, bütün nimetleriyle rahat ve şehevâttan ibarettir. Cennete ancak dünyada rahat ve şehevâtını terkedenler girecektir!" Abdullah bin Abbas buyurdu ki: "İleride öyle zamanlar gelecek ki, kişinin bütün himmeti midesi, dini kendi hevâsı, kılıcı da dili olacaktır!" Allah adamları dünyanın gelip geçici olduğunu bilir, hazırlıklarını sonsuz olan ahıret hayatına göre tanzim ederlerdi. Hâtem'ül-Esam ve arkadaşları hep eski libas giyerler ve üzerlerinde birçok yama bulunurdu. Hz. Ali, Hz. Ömer'e dedi ki: "Yâ Ömer, sevdiğin iki arkadaşına kavuşmak istersen, gömleğin ve ayakkabın yamalı olsun! Sofrada doymadan çekil, emelini de kısa tut!" Ebû Zer Gıfari hazretlerinin evinde, abdest almakta kullandığı küçük bir su kabından başka bir şey yoktu. Bir gün kendisine, "Evine birkaç eşya edinsen iyi olmaz mı?" dediler. O şu karşılığı verdi: "Evin sahibi, içinde ikâmet etmemiz için bizi bırakmıyor ki! Bizim bir başka evimiz daha var. Amellerimizin iyilerini oraya göndeririz, inşâallah!" Ebû İdris el-Havlânî, arkadaşlarına dermiş ki: "Elbiselerinizi yıkamak için fazla zaman harcamayın. Bilin ki, kötülüklerden temizlenmiş bir kalbin kirli libas içinde bulunması, kirli bir kalbin temiz libaslar içinde bulunmasından bence daha sevimlidir!" Abdullah bin Mesud dedi ki: "Resulullâhın Eshabının giydikleri elbiseler, sizinkilerden daha kalın, fakat kalbleri, sizin kalblerinizden çok ince idi! İleride öyle zamanlar gelecek ki, insanların elbiseleri gayet ince, kalbleri ise kalın olacaktır!" Ebû Ubeyde de şöyle buyurmuştur: "Nice kimseler vardır ki, elbisesini tertemiz tutar da, dinini kirlendirmekten çekinmez!" Süfyân-ı Sevrî diyor ki: "Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir. Şu zamanda sofralarında helâl ekmek bulunduran âileler, cidden çok azalmıştır." Abdullah bin Abbas diyordu ki: "Bir mü'min için helâlinden kazanmak, bir dağı diğer dağın yanına götürmekten daha güç olacaktır!"
Belâ ve sıkıntı kimlere gelir?
3 Temmuz 2001 01:00
İslam âlimlerinin büyüklerinden İmam-ı Rabbani hazretleri sıkıntıların hikmetlerini şöyle anlatır: Peygamberler ve velîler, hep dert ve belâ içinde yaşadı. Hattâ "Belâlar, mihnetler, en çok Peygamberlere, sonra Evliyâya, sonra bunlara benziyenlere gelir" buyuruldu. Çünkü, dünya, zevk için, lezzet için yaratılmadı. Âhıret, bunun için yaratılmıştır. Dünya ile âhıret, birbirinin zıddı, tersidir. Birini sevindirmek, ötekinin gücenmesine sebep olur. Yâni, birinde zevk aramak, ötekinde elem çekmeye sebep olur. O hâlde, dünyada nîmetleri, lezzetleri çok olanlar, bunlara lâzım olan şükrü yapmazlarsa âhırette çok korkacak, çok acı çekecektir. Bunun gibi, dünyada tehlikelerden sakındığı, çalıştığı hâlde çok acı çeken mümin, âhırette çok lezzete kavuşacaktır. Dünyanın ömrü, âhıretin uzunluğu yanında, deniz yanında bir damla kadar bile değildir. Daha doğrusu, sonu olan, sonsuz ile ölçülebilir mi? Bunun için dostlarına merhamet ederek, sonsuz nîmetlere kavuşmaları için, dünyada birkaç gün sıkıntı çektiriyor. Düşmanlarına, hîle, istidrâc yaparak, biraz lezzet verip, çok elemlere sürüklüyor. Fakir olan kâfir, dünyada da, âhırette de sıkıntı çekiyor. "Bunun dünyada çektiği sıkıntılar âhırette lezzete kavuşmasına niçin sebep olmıyacak?" denecek olursa: Kâfir, Allahü teâlânın düşmanıdır. Sonsuz azâb görmesi lâzımdır. Dünyada, ona azâb yapmamak, kendi hâline bırakmak, ona iyilik, lezzet demektir. Hattâ, bunun için hadis-i şerifte, "Dünya kâfirlerin Cennetidir" buyuruldu. Kâfirlerden bir kısmına, dünyada azâb yapmamakla iyilik ettikleri gibi, ayrıca nîmetler, lezzetler de verirler. Bir kısmına ise, yalnız azab yapmamak ile iyilik edip, ayrıca lezzetler vermezler. Bunların hep, hikmetleri, faydalı sebepleri vardır. Allahü teâlâ, herşeye kâdirdir. Dostlarına, hem dünyada, hem de âhırette nîmetler, lezzetler verebilirdi. Fakat böyle olmasının pekçok sebepleri vardır. Böyle olması da yine onların menfaatinedir. Dünyada, birkaç gün dert, belâ çekmeselerdi, Cennetin lezzetlerinin kıymetini anlamazlardı ve ebedî nîmetlerin kıymetini bilmezlerdi. Açlık çekmeyen, yemeğin lezzetini anlamaz. Acı çekmeyen, rahatlığın kıymetini bilmez. Dünyada bunlara elem vermek, sanki dâimî lezzetleri arttırmak içindir. Bu elemler, bir nîmet olup, câhil halkı denemek için, büyüklere verilen nîmetler, elem olarak gösterilmektedir. Yabancılara elem şeklinde gösterilen, dostlar için nîmettir..
Dünyada acı hâdiseler olmasaydı...
4 Temmuz 2001 01:00
Allahü teâlânın dostlarının dünyada başlarına gelen, belâlar, sıkıntılar, câhil için sıkıntı ise de, bu büyüklere, sevdiklerinden gelen herşey, tatlı olmaktadır. Nîmetlerden lezzet aldıkları gibi, belâlardan da lezzet duyarlar. Hattâ, belâ sâdece sevgilinin arzusu olup, kendi istekleri karışmadığı için, daha tatlı gelir. Nîmetlerde bu lezzet bulunamaz. Çünkü, nîmetlerde, nefslerinin istekleri de vardır. Belâ gelince, nefsleri ağlamakta, inlemektedir. Bu büyükler, belâyı nîmetten daha çok sever. Belâ, bunlara, nîmetten daha tatlı gelir. Bunların dünyadan aldıkları lezzet, belâlardan, musîbetlerden gelmektedir. Dünyada dert ve belâ olmasaydı, bunların gözünde, dünyanın hiç değeri olmazdı. Dünyanın acı hâdiseleri olmasaydı, onu boş, abes görürlerdi. O hâlde, Allahü teâlânın dostları, dünyada da, âhırette de lezzetli ve sevinçlidir. Dertlerden aldıkları lezzetler, âhıret lezzetlerinin azalmasına sebep olmaz. Âhıret lezzetlerini gideren, câhillerin aradıkları lezzetlerdir. Başkaları nîmet gelince sevinir, dert gelince üzülür. Bu büyükler, nîmette de sevinçli, derdde de sevinçlidir. Çünkü bunlar, işlerin güzelliğine, çirkinliğine bakmıyor. İşleri yapanın güzelliğine bakmaktadırlar. O, güzellerin güzelidir. İşleri yapan sevgili olduğu gibi, işleri de sevgili olmakta ve tatlı gelmektedir. Bu dünyada, herşey, güzel olan yapıcının işi olduğundan, dert ve zarar verse de, bunlara, istedikleri ve sevdikleri şey olmaktadır. Kendilerine tatlı gelmektedir. Ayrıca, bu dünya, imtihan yeridir. Burada hak, bâtıl ile; haklı, haksız ile karışıktır. Burada, dostlarına sıkıntılar, belâlar vermeseydi, yalnız düşmanlarına verseydi, dost, düşmandan ayrılır, belli olurdu. İmtihânın faydası kalmazdı. Hâlbuki, gayba îman etmek lâzımdır. Dünyanın ve âhıretin bütün saadetleri, görmeden inanmaya bağlıdır. Hadîd sûresi, yirmibeşinci âyetinin meâl-i şerifi, "Allahü teâlâ, Peygamberlerine, gaybdan, görmeden, yardım edenleri bilmek için..." olup, bu hâl bildirilmektedir. Dostlarını mihnet ve belâ içinde göstererek, düşmanlarının gözünden sakladı. Dünya, imtihan yeri oldu. Dostları, görünüşte belâda, hakîkatte ise, zevk ve lezzettedir. Düşmanlar, böylece zarâr, ziyân etmektedir.
Dert ve belâlar günahları yok eder...
5 Temmuz 2001 01:00
Allahü teâlâ herşeye kâdirdir. Dostlarına hem dünyada, hem de âhırette rahatlık verebilir. Fakat, âdeti böyle değildir. Kudretini, hikmeti ve âdeti altına gizlemeyi sever. İşlerini, yaratmasını, sebepler altında gizlemiştir. O hâlde, dünya âhıretin aksi olduğundan, dostların, âhıret nîmetlerine kavuşmak için, dünyada sıkıntı çekmeleri lâzımdır. Allahü teâlânın dostları, dertlere, belâlara, tehlikelere karşı tedbîr alır. Bunlardan kurtulmaya çalışır. Dayanılamıyacak şeylerden kaçınmak, Peygamberlerin sünnetidir. Tedbîrlere, çalışmalara rağmen başa gelen belâlardan zevk alırlar. Dertlerden zevk almak, yüksek derecedir. Çok az seçilmişlerin yapacağı iştir. Ayrıca dertlerin, belâların gelmesine sebep, günah işlemektir. Fakat, belâlar, sıkıntılar, günahların affedilmesine sebep olur. O hâlde, dostlara, belâları, sıkıntıları çok vermek lâzımdır ki, günahları kalmasın. Allahü teâlâ, sevdiklerinin günahlarını affetmek için, onlara dert, belâ gönderiyor. Tövbe, istigfâr edince de, günahlar affolur. Dert ve belâ gelmesine lüzûm kalmaz ve gelmiş dertler de gider. O hâlde, dert ve belâdan kurtulmak için, çok istigfâr okumalıdır. Dostların günahını, düşmanların günahları gibi sanmamalıdır. Bunlardan günah ve kusur sâdır olsa da, başkalarının günahları gibi değildir. Yanılmak ve unutmak gibidir. Niyet ederek, karar vererek yapılmış değildir. Tâhâ sûresi, yüzonbeşinci âyetinde meâlen, "Âdem'e önce söyledik. Fakat unuttu. Azm ile, karar ile yapmadı" buyuruldu. Bu âyet-i kerime Hz. Âdem içindir. O hâlde, dostlara gelen dertlerin, belâların, musîbetlerin çok olması, günahların çok affedildiğini gösterir. Günahların çok olduğunu göstermez. Dostlarına çok belâ vererek, günahlarını affeder, temizler. Böylece bunları, âhıret sıkıntılarından korur. Resûlullah ölüm hâlinde, şiddet ve sıkıntıda iken, Hz. Fâtıma, babasını çok sevdiği ve çok acıdığı için ve Peygamber, "Fâtıma, benden bir parçadır" buyurmuş olduğu için, o da sıkılıyor, kıvranıyordu. Kızının bu hâlini görünce, onu tesellî etmek için, "Babanın çekeceği sıkıntı, ancak bu kadardır. Başka hiçbir sıkıntı görmez!" buyurdu. Cehennemdeki çok şiddetli azâbların, birkaç günlük sıkıntı ile giderilmesi ve günahların temizlenmesi için dünyada sebepler gönderilmesi ne büyük nîmettir. Dostlara bu muamele yapılırken, başkalarının günahlarının hesabını âhırete bırakıyorlar. O hâlde dostlara, dünyada çok dert ve belâ vermesi lâzımdır
Devir iktisat devri (!)
6 Temmuz 2001 01:00
Sene 1970 veya 71 idi. Kasabamızın merkez camii minaresine din görevlilerinin arzusuyla hoparlör yeni takılmıştı. Hoparlörden çıkan gür sesi işiten halk sevinç içindeydi. O günlerde Ahmet Amca'nın dükkanına uğramıştım. Kendisini üzgün ve düşünceli görünce, "Hayrola Ahmet Amca, Karadeniz'de gemilerin mi battı yoksa?" diye takıldım. Başına kaldırıp, "Evlat, iyi olmadı! Bunlar bindikleri dalı kesiyorlar" dedi. Ben, "İyi olmayan nedir?" diye sorunca, karşısındaki caminin hoparlörünü gösterdi. Ben, "Bunun neresi kötü?" diye sorduğumda, "Bu, bu kadarla kalmaz, bir gün gelir bütün camilere bağlanır, sonra da ezan tek camiden okunarak ezan olmaktan çıkarılır; hatta namaz da bu şekilde merkezî olarak kılınır, müezzine, imama ihtiyaç kalmayacak, diye korkuyorum" demişti. Geçen hafta, bazı illerde ezanın merkezî bir sistemle okunmaya başlandığı haberini okuyunca, rahmetli Ahmet Amca'yı hatırladım. İleri görüşlülüğünü bir kere daha takdir ettim. "Son dönemde yürütülen, "dinde reform" çalışmaları "Ezanda Birlik" projesiyle sürdürülüyor." şeklinde başlayan habere göre; bazı illerde ezan, müzik dersi alan sesi güzel müezzinler tarafından bir merkezden okunuyormuş artık. Bundan böyle altyapısı hazır olan illerde ezan merkezî bir camide okutulacakmış. Zamanla bütün şehirler merkezî sisteme geçecekmiş. Açıkça söylenmese de işin içinde, tasarruf ve dini zamana, teknolojiye adapte etme yani dinde reform var. Ne diyelim devir iktisat devri. Her işte iktisat yapılıyor, din hizmetlerinde olmasın mı? Bu sistem genişletilince, daha da merkezî hale getirilince müezzinlere ihtiyaç kalmayacak. Hatta daha çok tasarruf için teyp kaseti de kullanılabilir! Teknik açıdan aralarında zaten fark yok. Çünkü insan sesi, mikrofona gelince bitiyor; elektrik dalgalarına dönüşüyor. Hoparlörün, elektrik dalgalarını ses dalgalarına çeviren bir âlet demek olduğu, Fransızca "Larousse" ansiklopedisinde yazılıdır... Oldu olacak, başlamışken Ahmet Amca'nın söylediği ikinci kısmı da hayata geçirseler bari! Bundan daha çok tasarruf sağlanır. Merkezî bir camiden namaz kıldırılıp, bağlantı kurulmuş diğer camilerdeki cemaat buna uyarsa, imamlardan da tasarruf sağlanır. Böylece ekonomik krize büyük destek sağlanmış ve teknolojiye de uyulmuş olunur... Hizmette sınır yok, ileride evlere de hat çekilip, cemaat camiye gitmekten de kurtarılabilir. Evinde çoluk çocuğu ile namazını kılar. Camilere de ihtiyaç kalmaz. Zaten bazı islam(!) ülkelerinde bu var. Demek ki daha sırası gelmemiş, sırası gelince bizde de uygulanır. Nasıl olsa teknoloji her gün gelişiyor. Ben imamın kendini de göreceğim diyenlere görüntü sağlamak ta mümkün. Böylece Medine'de kılınan namaza evinde görüntülü olarak uyabilir. İmam Medine'de siz burada huşu (!) içinde namazınızı kılabileceksiniz. Hıristiyan alemi, bu teknolojiyi bulmuşlar; fakat geri zekalı oldukları için(!) kendileri ibadetlerinde kullanmayı akıllarına getirememişler! İbadetlerini asırlardır yaptıkları gibi yapıyorlar, mikrofon kullanmıyorlar ayinlerinde; hâlâ kiliselerde çan çalıyorlar. Halbuki, herkes duyamıyor çan seslerini. Çan sesini hoparlör ile yükseltseler her tarafta duyulacak. Bütün hıristiyanlar kiliseye koşacak. Kiliseler, boş kalmaktan, kapanmaktan kurtulacak! Değerli okuyucularım, teknoloji yerinde kullanılmazsa böyle garabetler ortaya çıkar. İbadetlerin yerini elektronik aletler alır. Programlanmış ruhsuz robotların yatıp kalkması haline döner. İşte dinde reform, dine bid'at sokmak budur. Bid'atler dini, gerçek din olmaktan çıkartır. İsterseniz yarın da ibadetleri ruhsuz, zamana ve kişilere göre değişen, şeklî hareketler haline getiren bid'atin dinimizdeki yeri üzerinde duralım.
.
Hesabı sorulmayan dört şey!
6 Temmuz 2001 01:00
Enes bin Malik hazretlerinin rivayet ettiği Hadis-i şeriflerden bazıları: "Şu dört şeyin sarf edilmesinden, kul kıyâmet gününde hesaba çekilmez. Bunlar: Ana babasına sarf ettiği, iftar için sarf ettiği, sahur için sarf ettiği, çoluk-çocuğu için sarf ettiği nafakalardır." "Sizden bir kimse başına gelen bir musîbetten dolayı ölümü istemesin. Ölümü isteyecek kadar sıkıntılı bir durum içerisine düşmüş olanlar, 'Yâ Rabbi! Hayat hakkımda hayırlı olduğu müddetçe beni yaşat, yoksa, ruhumu kabzeyle' desin." "Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Kim bunu istemezse, Allahü teâlâ da istemez." Bunun üzerine biz, 'Yâ Resûlallah, hepimiz ölümü istemeyiz' dedik. Resûlullah şöyle cevap verdiler: "Bu ölümü istememek değil, mü'min dünyadan ayrılacağı zaman, âkıbetinin iyi olacağına dair müjdeler kendisine verilir, böylece Allahü teâlaya kavuşmak ister. Bu kavuşma, onun en çok istediği şeydir. Fakat kâfir ve fâcir son nefesinde, sonunun iyi olmadığını görür ve cenâb-ı Hakka kavuşmağı istemez. Allahü teâlâ da ona kavuşmayı istemez." "Kendisinde şu üç sıfat bulunan imânın tadını duyar: Allahü teâlâ ve Resûlünü başkalarından daha çok sevmek, sevdiğini Allah için sevmek, küfürden kurtulup hidâyete kavuştuktan sonra, ateşe atılmayı ne kadar istemezse, küfre dönmeyi de o derecede kerih ve kötü görmek." "Kıyamet günü bir komşu diğer komşuyu yakalar, onu salıvermez ve şöyle der: "Yâ Rabbi! Sen buna çok ihsanda bulundun. Bana ise az verdin. Ben aç idim. O tok olarak uyudu. Ona: "Bana kapısını niçin kapadığını, kendisine verdiğin rızıktan beni niçin mahrûm ettiğini sor der." "Bir kimse dünyada ipekli elbise giyerse, ahirette giyemez." "Mi'raca çıktığım gece, dudakları makasla kırpılan bazı kimseler gördüm. Hz. Cebrâil'e, bunların, kimler olduğunu sordum. Cebrâil "Bunlar, ümmetinden, herkese, iyiliği emredip, kendilerini unutan ve Kur'ân-ı kerîmi okuyup da ona uymıyan, onunla amel etmeyenlerdir, cevabını verdi." "Allahü teâlâ, bütün insanlar arasında beni seçti, ayırdı. İnsanların en iyisini bana Eshâb olarak seçti. Bunların arasından da, bana akraba ve yardımcı olarak en üstünlerini ayırdı. Bir kimse beni sevdiği için bunlara hürmet ederse, Allahü teâlâ onu her tehlikeden korur. Onlara hakâret ederek beni incitenleri de incitir."
.
Devir, ilgi ve sevgi devri
7 Temmuz 2001 01:00
İnsanın alışkanlıklarından vazgeçmesi kolay değildir. Hele bu alışkanlık, asırlardır devam ede gelen, bir alışkanlık, bir davranış şekli ise, durum daha da zorlaşır. Aile içi eğitimden, çocuklarımıza karşı davranış şeklimizden bahsediyorum. Asırlardır süre gelen bu davranış şeklimiz; otoriter, mesafeli bir metot idi. Bu zamana kadar iyi neticeler de alındı bu metottan. Ancak, zamanımızda herşey çok hızlı değiştiğinden istenilen netice tam olarak alınamıyor artık. Zorlamalar, katı prensipler geri tepiyor. Baskı altında belli bir kalıba sokulan gençler, delikanlılık çağına girince, tam tersine bir kalıpla çıkıyor karşımıza. O zamana kadar zorlamalar ile namazını kılan, kılık kıyafetine dikkat eden gençler bir çırpıda bu değerlerden sıyrılıyorlar çoğu zaman. Bu da gösteriyor ki, artık metodumuzu değiştirmemiz, kendimizi yenilememiz gerekiyor. Eskiden çocukları cemiyet; okul, sokak terbiye ediyordu. Bunun için aileye, babaya fazla bir iş kalmıyordu. Babanın çocuğuna faydalı olması daha zor olduğu için, baba çocuğu ile arasına mesafe koyarak, daha etkili olan cemiyet eğitimine havale ediyordu. Şimdi cemiyetin, sokağın, okulun bu faydalı eğitim özelliği kalmadı. Aksine çevresi çocuğa oluyor veriyor. Televizyon ve internetin faydaları yanında verdiği zararları kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Böyle bir ortamda, çocukla ilgilenmeyip, araya mesafe koymak, onu her türlü vahşi hayvanın bulunduğu ormanda yalnız bırakmak gibidir. Bunun için çocuğumuzun dünyasını ve ahiretini düşünüyorsak, küçük yaştan itibaren ilgilenmek, sevgi ve şefkatle yaklaşıp manevi değerlerimizi ürkütmeden vermek zorundayız. Bunu yaparken ölçüyü iyi muhafaza etmek zorundayız. Aşırı denetim, çocuğu pasifleştirir, aşırı hoşgörü çocuğu şımartır ve olgunlaşmasını engeller. Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi, "çocuklarınızla çocuklaşınız" metodu içerisinde onlara yaklaşmalıyız. Eğitim zor iştir. Zaman ister, sabır ister, emek ister. Altı ay ömrü olan çiçek bile bakım ister, kendiliğinden yetişmez. Bütün manevi değerlerimizi verebilmemiz için çocuğa zaman ayırmamız şart. Bunu da, yavaş yavaş alıştıra alıştıra zorlamadan, nefret ettirmeden yapmamız gerekiyor. Çocukların dinimize uygun giyim tarzına alışmaları da küçük yaşlarda başlar... "Hoş gör, boş ver, ileride düzelir" anlayışıyla çocuğun olumsuz davranışları düzeltilmezse, ileride hoş görülmeyecek şeyleri hoşgörü ile karşılar. Aşırı gevşek tutumla yetişen çocuk; bencil, sabırsız ve anlayışsız olur. Hoş görü gösterilecek; fakat bu zamanında, yerinde olacak. Ana babanın yanlışı: neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bildiği halde, kimi zaman yanlış yapılmasına hoşgörü göstermesidir. Sevgi, yanlışları görmemezlikten gelmeye sebep olmamalıdır. Aşırı sevgi, çocuğu sevgiye boğar, çocukta bağımlılık ve güvensizlik oluşturur. Karşılaştığı her sorunda çözüm kapısı olarak ana babaya dayanır, onlara güvenir; fakat kendine güvenmez. Çok çalışmasını, çok ibadet etmesini değil; düzenli, istikrarlı olmasını istemeli ve bu yolda telkinlerde bulunmalıdır. Programlamasına, zamanını yönetmesine yardım etmelidir. Bunları yaparken aksama olduğu zaman da onu sevgisizlikle cezalandırmamalıdır. Aile içinde kutuplaşmalara; anne ile kızın bir yanda baba ile oğulun bir yanda; bazen anne ile baba bir yanda çocuklar bir yanda biçiminde ortaya çıkan gruplaşmalara fırsat vermemelidir... Çocuk hakkında bütün kararları "çocuğumu en iyi ben tanırım" anlayışıyla almak, ondan sadece bu kararlara uymasını beklemek, mutsuz, kendi yetenek ve ilgisine uygun bir meslekte çalışmayan, bu nedenle de kendisiyle barışık olmayan bir insan oluşturur.
Enes bin Mâlik'e nasihatleri
7 Temmuz 2001 01:00
Resûlullah'ın, Enes bin Mâlik'e nasihatleri: "Ey oğul! Elinden geldiği kadar abdestli ol. Çünki kim abdestli olarak ölürse ona şehidlik sevâbı verilir." "Ey oğul! Kimse hakkında kötülük beslemeden sabahlamaya ve akşamlamağa çalış. Bunu başarırsan, hesabın çok kolay olur." "Müslümanlardan büyüklere hürmet, küçüklerine merhamet et." Hz. Katâde, Hz. Enes'e, Resûlullah'ın en çok yaptıkları duânın ne olduğunu sorunca, "Allahümme Rabbenâ âtina fiddünyâ haseneten ve fil âhıreti haseneten ve kınâ azâbennâr" duâsını çok okuduklarını bildirdi. Katâde , Hz. Enes'in duâ edeceği zaman, bununla duâ ettiğini veya duasına, bu duâyı da ilâve ettiğini nakleder. Hz. Enes buyurur ki: Bir gün bir A'rabî, Resûl-i Ekrem'e gelip, "Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman kopacak? Diye sormuştu. Bu sırada ikâmet okunduğu için, Resûlullah cevap vermeden namaza durmuşlardı. Namazdan sonra, kıyâmeti soranın nerede olduğunu sordular. A'rabî, "Benim Yâ Resûlallah" dedi. Resûl-i Ekrem ona kıyâmet için ne hazırladığını sordu. A'rabî, fazla bir hazırlığı olmadığını, ancak Allahü teâlâ ve Resûlünü sevdiğini, söyleyince, Resûlullah "Kişi sevdikleri ile beraberdir" cevabını verdi. Eshâb-ı kirâm bu mübârek hadîsi işitince çok sevinmişler, buna sevindikleri kadar başka bir şeye sevinmemişlerdir." "Üç şey ölünün peşinden kabre kadar gider. Çoluk çocuğu, malı ve ameli. Bunlardan, ailesi ve malı döner. Onunla sadece ameli kalır." Peygamber efendimizin zevcelerinin birine üç kişi gelip, Peygamber efendimizin ibâdetini sordular. Ne kadar yaptığını öğrendikleri zaman, kendi yaptıklarını az gördüler. "Peygamberin yanında biz neyiz ki? Onun geçmiş ve gelecek bütün günâhları bağışlanmıştır" dediler. Bunlardan birisi, "Devamlı bütün gece namaz kılacağım." dedi. Diğeri, "Ömrüm boyunca oruç tutacağım hiç oruçsuz olmayacağım" dedi. Üçüncüsü ise, "Kadınlardan uzak kalacağım, hiç evlenmiyeceğim" dedi. Bu sırada Peygamber efendimiz teşrif buyurdular: "Şöyle şöyle diyenler, sizler misiniz? Bakınız! Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve ona karşı gelmekten en fazla sakınanınız benim. Buna rağmen, bazen oruç tutuyorum, bazen tutmuyorum. Namaz kılıyorum, uyuyorum. Kadınlarla evleniyorum. Kim, benim sünnetimden yüz çevirirse, o kimse benden değildir."
"Herkese yardım edin!"
8 Temmuz 2001 01:00
Hz. Enes bin Malik'in bildirdiği hadis-i şerifler: Peygamber efendimiz "İster zâlim olsun, ister mazlum olsun, mü'min kardeşinize yardım ediniz" buyurdu. Eshâb'dan birisi: "Yâ Resûlallah! Mazlum olan kimseye yardım ederim fakat zâlime nasıl yardım edebilirim?" dedi. Resûlullah efendimiz, "Zâlimi, zulüm yapmaktan alıkorsun, işte bu ona yardımdır." buyurdular. Bir gün Resûlullah benzerini hiç duymadığım bir hutbe okudular: "Eğer, siz benim bildirdiklerimi bilmiş olsaydınız, herhalde az güler, çok ağlardınız" buyurdu. Bunun üzerine, Resûlullah'ın eshâbı yüzlerini kapayarak ağladılar." "Kâfir bir iyilik yaptığı zaman, ona karşı dünyalık verilir. Fakat mü'mine gelince, Allahü teâlâ, onun iyiliklerini âhirete saklar. Dünyada da taatine göre rızık verilir." Resûlullah buyurdu: "Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ey Âdemoğlu! Sen bana duâ edip, benden istediğin müddetçe, sende bulunan günahları bağışlarım. Onların çokluğuna ve ağırlığına bakmam. Ey Âdemoğlu! Günahların yerle gök arasını dolduracak kadar bile olsa, fakat benden günahlarının bağışlanmasını istesen (istiğfar etsen) senin bu günahlarını bağışlarım. Ey Âdemoğlu! Yeryüzünü dolduracak günahlarla huzuruma gelsen, şirk koşmadan bana kavuşsan, yeryüzünü dolduracak bir mağfiret ve af ile seni bağışlarım." Resûlullah'ın yanında iki kişi aksırdı. Birine, "Allah sana merhâmet eylesin" buyurduğu halde, diğerine bu mukâbelede bulunmadı. Yâ Resûlullah, Allah'tan, buna rahmet dilediniz, niçin öbürüne dilemediniz denilince, "Bu Allahü teâlâya hamd etti (Elhamdülillah dedi) öbürü ise hamd etmedi" buyurdu. Hz. Enes bin Mâlik buyurdu ki: "Üç sınıf insan, hesap gününde Allahü teâlânın rahmetine kavuşur: 1. Akrabasını ziyaret eden. 2. Kocası ölüp yetimlerle kalan ve ölünceye kadar onlara bakan kadın. 3. Ziyafet sofrası kurulup, yetimleri ve kimsesizleri davet eden kimse." Enes bin Mâlik hazretleri, "Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâhavle ve lâ-kuvvete illâ billâhil aliyyil'azîm" okumanın sinir hastalığına ve bütün hastalıklara iyi geldiğini haber vermiştir.
Kendilerine zulmedenler!..
9 Temmuz 2001 01:00
Bazı dünyaya düşkün câhiller, "namaz kılanlarla, oruç tutanlarla, dine uyanlarla alay ediyor. Bunlara gerici diyor. Allah, dostlarına niçin dertler, belâlar gönderiyor? İyilikler, nîmetler vermiyor? Biz Onun emirlerini yapmıyoruz. Bize cezâ vermiyor Biz rahat, istediğimiz gibi zevk, safâ ediyor, keyif sürüyor, hîle ile, yalan ile, dünyanın tadını çıkarıyoruz. Sizler, namazla, orucla vakit geçiriyor, dünya zevklerinden kaçıyor, sıkıntı içinde yaşıyorsunuz! Bu sıkıntılar yetişmiyormuş gibi, Rabbiniz, dertleri, belâları da size veriyor. Müslümanlık saadet yolu olsaydı, siz bizden daha rahat, daha tatlı, daha mes'ûd yaşardınız," diyorlar. Böyle bayağı sözlerle, bu sevgili kullara inanmıyorlar. Kâfirler, insanların en iyisine de böyle söylerdi. Furkan sûresi, yedinci âyetinde meâlen, "Kâfirler: Bu nasıl Peygamberdir?. Bizim gibi yiyip içiyor, sokaklarda geziyor. Peygamber olsaydı, kendisine melek gelirdi. Yardımcıları olur, bize onlar da haber verir, Cehennem ile korkuturlardı. Yâhut, Rabbi, para hazîneleri gönderir, yâhut, meyve bahçeleri, çiftlikleri olur, istediğini yirdi dediler..." buyuruldu. Bu gibi sözler, âhırete, Cennete, Cehenneme inanmıyanların, ilerisini göremiyenlerin sözleridir. Cennet nîmetlerinin, Cehennem azâblarının sonsuz olduğunu bilen kimse, dünyanın birkaç günlük belâlarına, sıkıntılarına hiç önem verir mi? Bu derdlerin, sonsuz saadete sebep olacağını düşünerek, bunları nîmet olarak karşılar. Câhillerin sözlerine aldırış etmez. Dertler, belâlar, sıkıntılar, muhabbetin, sevginin, şaşmıyan şâhitleridir. Ahmakların bunu anlamamasının ne önemi olur. En iyisi, böyle câhillerle konuşmamalı, kitaplarını okumamalıdır. Aslında dert ve belalar bir nimettir, Cenab-ı Hakkın bir ihsanıdır. Kafirler, bu ihsâna lâyık değildir. Çünkü, büyük günah işlerler, yalvarmaz, boyun bükmez, ağlamaz ve Ona sığınmazlar. Günahları sıkılmadan işlerler ve kasıtla, plânlıyarak işlerler. Hattâ inat edercesine işlerler. Hattâ, Allahü teâlânın âyetleri ile alay edecek, inanmıyacak kadar ileri giderler. Cezâ, suçun büyüklüğüne göre değişir. Günah küçük olur ve suçlu boynunu büküp yalvarırsa, bu suç, dünya derdleri ile affolunabilir. Fakat, günah büyük, ağır olur ve suçlu inatçı, saygısız olursa, bunun cezâsının âhırette sonsuz ve çok acı olması lâzım gelir. Nahl sûresi, otuzüçüncü âyetinde meâlen, "Allahü teâlâ, onlara zulmetmez. Onlar, kendi kendilerine zulmedip, ağır cezâları hak ettiler" buyuruldu.
Sıkıntılar Allah'ı unutmaya mani olur
10 Temmuz 2001 01:00
Dünyaki sıkıntılar, çaresizlikler, İnsana Yaratanını hatırlatır, devamlı ona sığınmasını sağlar. Belâlar, dostları, Allahtan başka şeylere düşkün olmak günahından korur. Kafirler, bu nîmete lâyık değildir. Dostları, zorla Allaha çekerler. İstediklerini dert ve belâ ile çekerler ve onu mahbûbluk derecesine yükseltirler. İstemediklerini başıboş bırakırlar. Bunların içinden, saadet-i ebediyyeye lâyık olan, kendisi doğru yola gelip, çalışarak, uğraşarak, lutf, ihsâna kavuşur. Böyle yapmıyan, başına gelecekleri düşünsün! Görülüyor ki, seçilmiş kullara, belâ çok gelir. Diğerlerine o kadar çok gelmez. Bunun içindir ki, seçilmişlerin reîsi, beğenilmişlerin, sevilmişlerin baş tâcı olan Peygamberimiz, "Benim çektiğim acı gibi, hiçbir Peygamber acı çekmedi!" buyurdu. O hâlde, dert ve belâlar, öyle usta bir kılavuzdur ki, dostu dosta, şaşmadan kavuşturur. Gerçek Allah dostları, hazînelere, mâlik olsa, hepsini verip, dert ve belâ satın alır. Aşk-ı ilâhîden haberi olmıyan, dert ve belâdan kurtulmak için, hazineler harcar. Her ne kadar, bâzan, dostlar, dert ve belâ gelince, üzülüyor, istemediği anlaşılıyor ise de, o üzüntü ve isteksizlik, görünüştedir. Tabî'atten, maddesindendir. Bu isteksizliğin faydaları vardır. Çünkü, bu isteksizlik olmasa, nefis ile cihâd, düşmanlık edilemez. Dünyada, sıkıntı ve belâ gelmesinin bir sebebi de, doğru âşıkları, dost görünen yalancılardan ayırmaktır. Doğru olan âşık, belâdan lezzet alır, sevinir. Yalancı ise, acı duyar, sızlanır. Muhabbetin tadını tatmış ise, hakîkî acı duymaz. Acı duyması görünüştedir. Âşıklar, bu iki acıyı birbirinden ayırır. Bunun içindir ki, (Velî, Velîyi tanır) buyurmuşlardır. Günah, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, yasak ettiklerinden sakınmamaktır. Emir ve yasaklar, müslümanlaradır, îmanı olanlaradır. İmanı olmayanları, kâfirleri, emir vermekle, ibâdet ettirmekle şereflendirmedi. Onlar, hayvanlar gibi, her istediklerini yapar, günah olmaz. Bunlar, ibâdet yapmadıkları için, günah işledikleri için, dünyada azâb çekmezler. Her türlü nîmete kavuşurlar. İstediklerini, çalıştıklarını elde ederler. Yalnız, zâlim olanları, mahlûklara eziyyet verenleri, dünyada cezâlarını çeker. Kâfirlere, yalnız bir emir verilmiş, onlardan yalnız birşey istenilmiştir. Bu bir emir, îman etmeleri, müslüman olmalarıdır. Kâfirler, bu emri dinlemedikleri için, biricik suç işlemiş oluyorlar. Fakat bu suç, en büyük suçtur. Bu suçun cezâsı, pek büyük, çok acı ve sonsuzdur. Dünyada böyle cezâ olamaz. Bu sonsuz cezâ, bunlara, âhırette, Cehennemde verilecektir.
Dünyaya milyarlarca insan geldi gitti
11 Temmuz 2001 01:00
Dünyaya milyarlarca insan gelmiş. Bir müddet yaşamışlar. Sonra, ölüp gitmişler. Bunların bazıları zengin imiş, bazıları fakir. Kimi güzel imiş, kimi çirkin. Kimi zâlim imiş, kimi mazlum. O hâllerinin de hepsi geçti, unutuldu. Onların bir kısmı inanmış, müslüman idi. Geri kalanları, inanmamış kâfirlerdi. Hepsi, ya sonsuz yok kalacak. Yâhut kıyâmet kopup, tekrar dirilip inanmıyanlar sonsuz azâb çekecek. Her iki hâlde de, inanmış olanlara hiç azâb, hiç sıkıntı yok. Fakat ikinci hâlde inanmıyanlar sonsuz ve pek acı azâb çekecekler. İnanmış olarak ölmüş olanlar, şimdi tam rahat ve huzur içindeler. İmansız olanlar ise, sonsuz olarak ateşte yanmak ihtimali, korkusu içindeler. Ey insan! İyi düşün! Birkaç sene sonra, sen de, bunlardan biri olacaksın. Şimdi, geçmiş senelerin nasıl bir hayal oldu ise, o zaman, bütün ömrün, bütün hayatın, çalışmaların, didinmelerin hep hayâl, bir rü'yâ gibi olacak. O zaman, sen o iki kısmın hangisinden olmak istersin? Hiçbirinden olmak istemem diyemezsin. Buna imkân yok! Çâresiz, onların arasına gideceksin! Sonsuz ateşte yanmağı, ihtimal bile olsa, ister misin? Allahın var olduğunu, Cennete, Cehenneme inanmağı, akıl da, ilim de, fen de red edemiyor. Böyle şey olamaz diyemiyorlar. İnanmıyanlar, inkâr etmelerine akıl ile, fen ile bir vesika gösteremiyorlar. Hâlbuki inanmak lâzım olduğunu gösteren vesikalar sayılamıyacak kadar çoktur. Dünya kütüphâneleri bu vesikaları bildiren kitaplarla doludur. Onlar nefslerine, zevklerine aldanarak inkâr ediyorlar. Zevklerinden başka birşey düşünmüyorlar. Hâlbuki, İslâmiyet zevki yasak etmemiştir. Zevklenmenin zararlı olmasını yasaklamıştır. O hâlde, aklı olan kimse, zevklerini Allahü teâlânın gösterdiği yoldan te'mîn eder. İslâmın güzel ahlâkı ile süslenir. Herkese iyilik eder. Kendisine kötülük yapanlara iyilikle karşılık verir. İyilik yapamazsa, hiç olmazsa sabreder. Bölücü olmaz. Yapıcı olur. Böylece, kendisi de hem zevklerine, hem de rahata, huzura kavuşur. Hem de, âhıretin sonsuz azâblarından kurtulur. Görülüyor ki, bütün rahatlıkların, saadetlerin başı, îman etmekte, müslüman olmaktadır. İman etmek de, çok kolaydır. İman etmek için, bir yere para vermek, mal vermek, zor bir iş yapmak, birisinden izin almak gibi, hiçbir şey yapmak lâzım değildir. İman, altı şeyi öğrenip, bunlara kalbinden inanmak demektir. İman eden, Allahü teâlânın emirlerine teslim olur.
.
Allah'ın kılıcı; Hâlid bin Velid
12 Temmuz 2001 01:00
Hâlid bin Velid hazretleri, Eshâb-ı kirâmın ve İslâm kumandanlarının büyüklerindendir. Peygamber efendimizden "Seyfullah= Allah'ın kılıcı" ünvanını almıştır. Bedir ve Uhud savaşlarında henüz Müslüman olmadığından düşman birliklerinden birinin kumandanıydı. Hudeybiye'de de düşman tarafında bulundu. Hz. Halid bin Velid'in kardeşi Velid, Bedir'de esir edildi. Fidye karşılığında serbest bırakılıp Mekke'ye dönünce imâna geldi ve tekrar Medine'ye döndü. Ondan, Hz. Halid bin Velid'in müslüman olması için teşvik edici mektublar gönderdi. Peygamber efendimiz Umre yapmak için Mekke'ye gidince, Hz. Halid bin Velid saklandı. Hz. Peygamberimize görünmedi. Hz. Halid bin Velid'in kardeşi Velid de, Peygamber efendimizin yanında bulunuyodu. Sevgili Peygamberimiz ona "Hâlid nerelerde? Onun gibi birinin İslâmiyeti tanımaması, bilmemesi olamaz. Keşke o, bütün gayret ve kahramanlıklarını müslümanların yanında müşriklere karşı gösterseydi ne kadar hayırlı olurdu. Kendisini, sever, üstün tutardık" buyurdu. Resulullah efendimiz, böylece yakında müslüman olacağı müjdesini de vermiş oldu. Gerçekten bir müddet sonra da müslüman oldu. Savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi. Resulullaha büyük hürmeti vardı. Peygamber efendimiz, Veda Haccı'nda mübârek saçlarını tıraş ettiriyordu. Bütün Ehsâb-ı kirâm etrafında toplanmış saçları yere düşürmemek için havada yakalıyorlardı. Mübârek alınlarındaki saçlarına sıra gelince Hz. Halid bin Velid, "Anam, babam, canım sana feda olsun Yâ Resûlallah, ne olur, mübârek alnınızdaki saçları bana verir misiniz" diyerek o kadar yalvardı ki, Hz. Peygamberimiz onu kıramadı.Tebessüm buyurdular: Mübârek saçları alan Hz. Halid, öptü kokladı, yüzüne gözüne sürdü ve sarığının içine yerleştirdi. Bütün savaşlarda muzaffer olmasının sebebini sorduklarında, sarığını çıkarıp içindeki mübârek saçlar sayesinde olduğunu söylerdi. Yanında, Peygamber efendimizin ism-i şerifini, salâtü selâm ilâve edilmeden yalnız olarak söylenmesine müsaade etmezdi. Bütün Eshâb-ı kirâm gibi, o da, sevgili Peygamberimizin rızasını ve hoşnutluğunu kazanabilmek için çırpınırdı. Bunun için her şeylerini feda eder, hiçbirşeyden çekinmezdi. Cesâret ve şecaatini ve askerlikteki tecrübelerini İslâmiyetin her tarafa yayılması için harcamış ve bunun için Peygamber efendimiz tarafından methedilmişti.
Temcit pilavı: UFO
13 Temmuz 2001 01:00
Gün geçmiyor ki gazetelerde, televizyonlarda UFO'larla, uzaylılarla ilgili haber çıkmış olmasın.Temcit pilavı gibi iki de bir ısıtılıp ısıtılıp milletin önüne sürüyorlar. Uzaydan yerdeki karıncanın bile tespit edilebildiği bir teknoloji devrinde, UFO'ların bir türlü tespit edilememiş olması hayli düşündürücü değil mi? İster istemez insanın aklına geliyor: "Bu işin içinde bir bit yeniği var!" diye. Nitekim, TÜBİTAK'tan konunun uzmanı Doç. Dr. Orhan Gölbaşı, uzaylıların "düzmece" olduğunu bildirdi geçenlerde. Bununla da kalmayıp, "Resmi yetkililer, bölgelerini tanıtmak maksadıyla olaya alet oluyorlar. Halkı aldatmaya ve kandırmaya yönelik bu haberler nedeniyle savcıları göreve çağırıyorum." uyarısında da bulundu. Konunun diğer bir uzmanı, Ankara Üniversitesi Astronomi Bölümü'nden Prof. Dr. Osman Demircan da "Uzay binlerce radyoteleskopla taranıyor, bir şey tespit edilemiyor. Uzaylılar hep cahillere görünüyor. Bu yaratıkları neden hep yetkisiz insanlar görüyor da, bilim adamları görmüyorlar?" diyerek, bu işin ne kadar gayri ciddi bir aldatmaca olduğunu bildiriyor; fakat belli merkezler UFO meselesini hiç gündemden düşürmüyorlar. Peki, bunu ortaya atanlar kim, maksatları ne? Bu konuyu ortaya atanlardan biri, bilim kurgu yazarı Erich von Daniken'dir. Daniken, insanları uzaylılara inandırmak için kaleme aldığı "Tanrıların Arabaları" ve "Yıldızlara Dönüş" adlı ve benzeri kitaplarında dini, bilimleri inkâr ederek, tarih boyunca insanoğlunun kurduğu medeniyetlerin, uzaylıların eserleri olduğunu iddia etmektedir. Bilime aykırı olan bu iddialarının bilim adamları tarafından çürütülmesinden korkan Daniken; "Bilim adamları, bir lokma bile fazla yemeğe halleri olmayan doymuş kazlara benzerler. Tüm yeni, devrimci iddiaları, 'saçma' diyerek, reddederler" demek suretiyle aklınca bilim adamlarını etkisiz hale getirmek, susturmak istiyor. İngilizce, Unidentified Flying Objects (teşhis edilmemiş uçan cisimler) anlamındaki kelimelerin baş harflerinden meydana gelen ve dilimizde "uçan daireler" olarak adlandırılan UFO'lara ait şayiaların bazıları, görgü şahitlerinin gördükleri cisimler ve görüntülerle ilgilidir. Ancak, UFO sanılan bu cisimler ve görüntüler, uzaylı sanılan kişiler, robotlar ve hayâlî siluetler, uzaylı değildir. Çünkü yıldızların hiçbirinde hayat yoktur. Bazı savaş uçaklarının uçan daire şeklinde olduğu bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki, uçan dairelere benzeyen hava araçları bu kadarla kalmamaktadır. Dağlarda görünen oval şeylerin, bulutların içindeki buz kristallerinden yansıyan "ışık topları" olduğu da tesbit edilmiştir. Nitekim, Harward Üniversitesi'nden Astronom Donald E. Monzel, UFO görmenin 111 sebebini yazmaktadır. Bu sebepleri; astronomi olayları ve meteorlar, meteoroloji olayları, fotoğraflardaki kamera ve banyo lekeleri olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür. Almanya'da 1973 yılından beri UFO fotoğrafları üzerinde araştırmalar yapan Klaus Webner, her amatör fotoğrafçının, en basit hilelerle harikulâde UFO fotoğrafları çekebileceği gerçeğini ortaya koymuştur. UFO'larla ilgili iddialardan maksat; teknolojik gelişmelerin gizlenmesi ile beraber, aynı zamanda zihinleri karıştırıp, "ülkelerde toplumu ayakta tutan, manevi değerleri yok etmek"tir. Esas maksat da zaten bu... Erich von Daniken'in iddiaları onaltı bilim adamı tarafından "Daniken Duruşması" adlı kitapta bilimsel olarak çürütülmüştür. Tarih öncesi çağı uzmanı ve bilim adamı Ord. Prof. Herbert Kühn; "Daniken, Arkeoloji okusaydı, bu hataları yapmazdı" demektedir. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, UFO'lar ile ilgili iddialar; başta din inancını ortadan kaldırmak olmak üzere, birçok sinsi maksatlar için ortaya atılmış safsatalardan ibarettir.
Hz. Halid'in Resulullaha mektubu
13 Temmuz 2001 01:00
Hz. Halid bin Velid'in kahramanlıkları meşhurdur. Birçok kavmin müslüman olmasına sebep olmuştur. Üzerlerine gittiği, Haris bin Kâ'b oğullarının İslâm'a gelmesi üzerine, Peygamber efendimize bir mektup gönderdi. Bu mektup şöyledir: "Bismillahirrahmanirrahim. Allahü teâla'nın Resûlü, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma Halid bin Velid tarafından.Esselâmü Aleyke Yâ Resûlallah. Kendisinden başka ilâh olmıyan Allahü teâlâya hamdederim. Yâ Resûlallah, beni Haris bin Kâ'b Kabîlesine gönderdiniz. Onlarla üç gün muharebe etmememi ve İslâm'a davet etmemi, Müslüman olurlarsa aralarında kalmamı ve İslâmın esaslarını, Allahü teâlâ'nın kitabını ve Resûlünün sünnetini öğretmemi, eğer müslüman olmazlarsa muharebe etmemi emir buyurmuştunuz. Ben de, emri şerifleriniz üzere hareket ederek, Haris bin Kâ'b oğullarına üç gün nasihat edip, İslâm'ı tebliğ ettim. Süvarilerim "Ey Benî Harisler! Selâmete ermek isterseniz, Müslüman olunuz" diye onları İslâm'a davet ettiler. Onlar, hiç çarpışmadan müslüman oldular. Ben de onlara, Allahü teâlânın emirlerini Resûl Aleyhisselâm'ın sünneti şeriflerini öğrettim. Ya Resûlallah. Bundan sonra, nasıl hareket etmem gerektiği hakkında ikinci bir emri şerifiniz gelinceye kadar burada bekliyeceğim. Esselâmü aleyke Yâ Resûlallah." Peygamberimiz de, Hz. Halid bin Velid'in mektûbuna şöyle cevap yazdırdılar: "Bismillâhirrahmanirrahim. Allahü teâlânın Resûlü Muhammed aleyhisselâmdan, Halid bin Velid'e, Esselâmü aleyke Yâ Halid, Allahü teâlâya Hamdederim. Benî Haris bin Kâ'blıların kendileriyle çarpışmanıza ihtiyaç kalmadan müslüman olup, Allahü teâlânın birliğine ve Muhammed'in, O'nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ettiklerini ve hidayete kavuştuklarını haber veren mektubunu elçiniz bana getirdi. Onları, Allahü teâlânın ve Resûlünün emirlerine göre hareket ederlerse âhıret nimetleriyle müjdele. Eğer aykırı hareket ederlerse âhıret azâblarıyla korkut. Sonra buraya gel. Onların elçileri de seninle beraber gelsin.Vesselâmü aleyke ve Rahmetullâhi ve berekâtühü." Bundan sonra, Peygamber efendimiz Hz. Ali'yi, bir müfreze ile Yemen'e, arkasından O'na yardım etmeleri için, Hz. Halid bin Velid'i de bir müfreze ile gönderdi. Hz. Ali'ye ulaştıkları zaman, ona tâbi olmalarını tenbih etti. Gittiler. Yemen halkı biraz karşı koydu ise de az bir çarpışmadan sonra, İslâm'ı kabul ettiler.
"Chat'çilere mesaj var!"
14 Temmuz 2001 01:00
Teknoloji, her zaman söylediğimiz gibi ikiyüzü keskin bıçak gibidir. Dikkatli olunmazsa, kullanana zarar verir. Son yılların en gelişmiş teknolojisi internet de böyledir. Bu çok faydalı teknoloji, dikkatli kullanılmadığı zaman, telafisi mümkün olmayan sayısız zararlar vermektedir. Bu zararlardan sadece biri olan "chatleşme" üzerinde durmak istiyorum. Bununla ilgili gördüğüm işittiğim, okuduğum birçok olumsuz gelişmeler meydana geldi. Birçok ailede huzur bırakmadı. Hatta, chat yüzünden yuvasını dağıtanlar oldu. Bununla ilgili bir yazı yazmak isterken, mail adresime "Chat'çilere mesaj" geldi. Chatleşmeden canı yanan, bir bayan tarafından kaleme alınan bu uzun yazıyı özetleyerek sizinle paylaşmak istedim: Chatleşmek bir çeşit sanal beraberlik haline geldi günümüzde. Adam, saatlerce bilgisayar başında oturup hanımını, çocuklarını bir kenara itip başka bir alemde geziyor. Eşiyle ilgileneceğine, onun can yoldaşı olacağı yerde, gidiyor bilgisayarla arkadaşlık ediyor. Daha doğrusu bilgisayardakilerle... "Bu yaptığın uygun mu?" dendiği zaman da, "Ben faydalı olmak, emri marufta bulunmak için yapıyorum" deniyor. Bir kere, en büyük hatamız, faydalı olmaya 'evden' başlamak yerine 'elden' başlamak... Evdekiler dururken, eh nefsimize de hoş geliyor, önce ellerle uğraşıyoruz. Kişinin önce kendisine, ailesine, sonra da diğer yakın çevresine, daha sonra da uzak çevresine faydalı olması gerekir. Şimdi, chat hastalarına sormak lazım: Elinizi vicdanınıza koyun ve itiraf edin, eşinizle çocuğunuzla mı daha çok meşgulsünüz, yoksa bilgisayarınızla mı? Bazı chat hastası erkekler diyebilir, "Benim eşim benimle ilgilenmiyor, ben de o yüzden chatlerde sürünüyorum.." Etmeyin, siz gerçek manada eşinizle ilgilendiniz de o sizinle ilgilenmedi mi? Bu kabul edilebilir bir mazeret değildir. İnsanların kadın olsun erkek olsun, ilgiye, sevgiye ihtiyacı vardır. Siz verirseniz, alırsınız; ilgi,sevgi karşılıklı olur. Arkadaşlık,sevgiyi paylaşmak gibi değerlerimizi TV ve bilgisayar öldürüyor, güzelim aile yuvaları buzdolabına dönüyor adeta. Chat yüzünden kocasının yüzünü göremeyen, bunun için ruhi dengesini bozan çok kadın var. Yazık değil mi bizlere. Bekarlara gelince; art niyetli olanları bir tarafa bırakıp, olayı iyimser bir şekilde ele alacak olursak bunlar da genelde evlilik hayali ile chatleşiyorlar. İşi ileri götürüp tanıştıktan sonra da sükutu hayale uğruyorlar. Çünkü iki taraf da tam dürüst davranmıyor chatte. Sanki chatleşme yalan üzerine kurulmuş. Erkek kadın, kadın erkek numarası çekiyor. Daha nice yalanlar, her şey toz pembe. Chatte tanışılan bir kişiyle gerçek bir evlilik kurulmaz, bu kadar da hayalperest olmayın; artık milenyumdayız, dünya acımasızlaştı, güven duygusu öldü. Chatte tanışıp mutlu bir yuva kuranlar var demeyin, bu sadece bir kumar olur. O ancak binde birdir. Binde birin size isabet etmesini mi bekliyorsunuz yani? Bekarlar da, "Faydalı olma" mazeretini öne sürebilirler. Faydalı olma, emri maruf her yiğidin harcı değildir. Biliyorsan öğretirsin, bilmiyorsan, avlayacağın yerde, avlanırsın. Her taraf sinsi din düşmanları ile dolu. Öyle sorular sorarlar ki bunlar, eğer itikadi meselelerde sağlam bilginiz yoksa, eyvaahhh yandınız demektir. Aklınıza binbir çeşit vesvese takılır. Ayrıca, fikrinde sabit olan ve karşısındakine onu aşılamaya çalışan kimselerle saatlerce konuşulsa hiçbiri diğerini chat ortamında ikna edemez. Adamın zaten fikri sabit... Chat gerçeği aslında bu kadarla da bitmiyor, chat vakti öldürmekten pek de öteye geçen birşey değil. Ve öldürdüğü şey sadece vakit de değil, insanın ailesiyle, akrabasıyla, arkadaşlarıyla ilgisini hatta sevgisini de öldürüyor. Hangi iş olursa olsun, yapılmasındaki zararı faydasından çoksa, o işi yapmamak aklın gereğidir. Buna göre tüm chatçiler; elinizi vicdanınıza koyup düşünün; eksiniz mi fazla, artınız mı? Tamam mı, devam mı? Kararınızı buna göre verin!
Zehir tesir etmedi!..
14 Temmuz 2001 01:00
Hz. Halid bin Velid, Hire üzerine yürüyüp kaleyi kuşattıktan sonra, görüşmek üzere bir kimse istedi. Hireliler: "Öldürmezseniz göndeririz" dediler. Hz. Halid bin Velid öldürmeyeceklerini söyleyince Abdülmesih bin Ayyam bin Bukayle ile Hîre valisi, Hz. Halid'in huzuruna geldiler. Hz. Halid onlara: "Sizi Allah'a ve İslâm'a davet ediyorum. Eğer müslüman olursanız, müslümanlara ait olan haklara sahip olursunuz ve müslümanın yapacağı vazifeleri de yaparsınız. Bunu kabul etmezseniz, cizye (vergi) verirsiniz. Bunu da kabul etmezseniz, sizin yaşamaya karşı olan hırsınızdan daha fazla şehid olmaya karşı hırslı olan bir orduyla geldim" dedi. Bunları söylerken Abdülmesih'in elinde bir şişe gördü, şişedekinin ne olduğunu sordu. Abdülmesih şöyle cevap verdi. "Yâ Hz. Halid! Bu zehirdir. Eğer sen, bizim arzularımıza ugyun bir anlaşma yaparsan ne âlâ. Milletimin arzularına uygun olmayan bir anlaşma ile gitmektense, bu zehiri içerek hayatıma son vereceğim." Hz. Halid bin Velid, zehiri Abdülmesih'in elinden aldı ve "Bismillâhillezi lâ yedurru ma'asmihi şey'ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves-semî'ul-alîm." diyerek sonuna kadar içti. Abdülmesih ve Hîre valisi, Hz. Halid bin Velid'i hemen ölecek diye boş yere beklediler. Sonra Abdülmesih ve Vâli anlaşma şartlarını görüşmek üzere kaleye girdiler. Halk onları merakla bekliyordu. Abdülmesih onlara: "Ben, kendilerine zehir tesir etmeyen bir kavmin yanından geliyorum" dedi. Kavmiyle istişare edip tekrar Hz. Halid bin Velid'in yanına gelerek: "Biz, sizinle harp edemeyiz. Fakat dîninize de giremeyiz. Size cizye vermeğe hazırız" dedi. 90 bin dinar üzerinden sulh anlaşması yaptılar. Hz. Halid bin Velid, Hirelilerle yaptığı sulhnameyi bitirince İran hükümdarına ve erkanına bir mektup azdı. Bu mektup aynen şöyledir: "Bismillahirrahmanirrahim... Halid bin Velid'den, Rüstem, Mihran ve Acem reislerine. Selâm, hidayete kavuşanlara olsun. Allahü teâlâya hamdederim. Onun kulu ve Resûlü olan Hz. Muhammed aleyhisselâma salâtü selam olsun. Yaptığınız bütün çalışmalarınızı dağıtan, topluluğunuzu parçalayan, sözlerinizde sizi ihtilâfa düşüren, gücünüzü kuvvetinizi zayıflatan, mülk ve hakimiyetinizi elinizden alan Allahü teâlâya sonsuz şükürler olsun." Daha sonra antlaşma sağlanamadığı için kılıç zoruyla bu toprakları aldı.
Halid bin Velid'in son anları
15 Temmuz 2001 01:00
Halid bin Velid hazretleri, 21 (m. 642) yılında Humus'ta hastalandı. Yanında silah arkadaşları vardı. Vefât edeceği sırada kılıcını istedi. Kabzasını tutarak şefkatle okşadı. Sonra: "Nice kılıçlar elimde parçalandı. İşte bu benim ölümümü görecek olan son kılıcımdır. Beni en çok üzen, hayatı hep savaş meydanlarında geçip, yatak yüzü görmemiş olan bu Halid'in yatakta ölmesidir. Resûlullah'ın hiçbir Eshâbı, rahat yatağında ölmedi. Ya savaş meydanlarında veya uzak beldelerde Din-i İslâmı yayarken garib olarak şehid oldu. Ah... Halid!... Şehid olamıyan Halid! Harb, benim etimi çiğneyemedi. Şehidlik mertebesi hariç elde etmediğim makam kalmadı. Vücûdumda bir karış yer yoktur ki, ya kılıç yarası, ya bir ok yarası veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü, Din-i İslâmı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak? Ölümü, harb meydanında, atımın üzerinde, düşmana Allah için kılıç sallarken şehid olarak beklerdim" dedi. Sonra Yermük Savaşını hatırlayarak: "Ah... Yermük günü... İnsan kanlarının vadide sel gibi aktığı Yermük!.. Şiddetli bir kırağının olduğu gece, gökten boşanan yağmura karşı kalkanımın altında gecelediğimi unutamıyorum. O gece Muhacirlerden kurulu akıncı birliğinde baskın yapmak için sabahı zor etmiştik. Ah... Yermük... Üç bin yiğitle, yüzbin küffara karşı zafer kazandığımız Mûte'yi bile unutturdun!.. Ey yakınlarım! Cihada sarılın. Bu topraklar ancak cihad etmekle korunabilir. Yermûk, Rumlarla yaptığımız ilk büyük muharebedir. Bundan sonra, daha nice savaşlar birbirini takip edecektir. Sakın gaflete düşmeyin!.. Şimdi, kendimi at kişnemeleri arasında, Allah Allah nidalarıyla insanlara dar gelen Yermûk Vâdisi'nde hissediyorum. Vallahi Rabbimden beni her gazâda diriltmesini ve o savaşın hakkını vermeyi isterim..." dedi. Sonra "Vasiyetimi bildiriyorum, beni ayağa kaldırın..."deyince ayağa kaldırdılar. "Beni bırakınız, şimdiye kadar hep taşıdığım kılıcım artık beni taşısın" diyerek kılıcına dayandı: "Ölümü, savaştaymışım gibi ayakta karşılayacağım. Öldüğüm zaman atımı muharebede tehlikelere dalabilen bir yiğide veriniz. Atım ve kılıcımdan başka bir şeye sahip olmadan öleceğim. Mezarımı, bu kılıcımla kazınız. Kahramanlar kılıç şakırtısından zevk alır", dedi ve yatağına düşüp Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
İnsanın dünyaya geliş sebebi
16 Temmuz 2001 01:00
Dünya ve âhiret, insanın iki hâlinden ibarettir: Ölümden önce olup, ama ona çok yakın olana "Dünya" ölümden sonra olana ise "Âhiret" denir. Dünyadan maksat, âhiret için azık toplamaktır. Çünkü, insan yaratıldığı zaman sade ve noksan yaratılmıştır. Fakat, kemâle gelmek ve meleklerin hâlini kalbine nakşetmek liyakatindedir. Böylece Allahü teâlâya lâyık kul olur. Bu; hidâyete kavuşmak, yahut Allahü teâlânın cemâlini seyredenlerden olur mânâsındadır. Onun nihai saadeti budur. Cenneti budur ve o, bunun için yaratılmıştır. Gözü açılmayınca seyredemez ve O cemâli idrak edemez. Bu ise mârifetle elde edilir. Allahü teâlânın cemâlinin mârifetinin anahtarı, onun yaptığı, yarattığındaki şaşılacak hâllerin bilinmesidir. Bunun anahtarı, önce insanın duygularıdır. Bu hisler, duygular ancak, su ve topraktan meydana gelmiş bu bedende bulunurlar. O hâlde, bunun için su ve toprak âlemine düştü. Ancak bu şekilde, bu azığı elde eder, hisleriyle kendinin dışında olanları bilir. Kendini tanımak anahtarı ile de, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşur. Bu hisler onda olduğu ve faaliyet gösterdikleri müddetçe o kimseye, "Dünyadadır", derler. Hislere vedâ edip kendi zâtı ve zâtına ait sıfatları kalınca ona, "Âhirete gitti", derler. O hâlde insanın dünyada bulunmasının sebebi budur. Dünyada kalbin gıdası, Allahü teâlâyı tanımak ve sevmektir. Çünkü, her şeyin gıdası tabiî hususiyetine uygun olur. Helâkinin sebebi, Allahü teâlâdan gayrı şeylerin sevgisine dalmaktır. Bedeni, kalb için korumak lâzımdır. Yoksa, beden fânidir, kalb bâkidir. Hacıyı hacca götüren deve gibi, beden de kalbin binek hayvanıdır. Deve hacıya lâzımdır, hacı deveye değil. Eğer hacca giden bir kimsenin deveyi yanında bulundurması icabediyorsa, yemini, suyunu, örtüsünü Kabe'ye varıncaya kadar tedarik etmesi lâzımdır. Bundan sonra onun sıkıntısından kurtulur. Deveye gereğinden fazla zaman ayırırsa, esas işi olan hac vazifesini yerine getiremez. Demek ki, insana dünyada iki şey lâzımdır: Biri, kalbi öldürücü sebeplerden koruması ve manevi gıdasını tedarik etmesi, diğeri de, bedenini helâk edici, öldürücü şeylerden koruması ve maddi gıdasını elde etmesidir
Dünyada bedenin üç şeye ihtiyacı var
17 Temmuz 2001 01:00
Dünyada, beslenmek için yemek, giyinmek, sıcak ve soğuktan korunmak için bir ev lazımdır. Böylece helâk olma sebeplerinden kurtulur. O hâlde, insanın dünyadan zarurî olarak alacağı bunlardan fazla değildir. Hattâ dünyanın esası da bunlardır. Kalbin gıdası, beslenmesi ise mârifettir. Ne kadar çok olursa, o kadar iyidir. Bedenin gıdası, yemektir. Haddinden fazla olursa helâke sebep olur. Allahü teâlânın, şehveti insana vermesi, yemekte, meskende ve giyinmekte bedenin ihtiyacını görmesi içindir. Kendisinin binek hayvanı ancak bu şekilde helâk olmaz. Bu, arzu istek öyle yaratılmıştır ki, kendine verilene razı olmaz, daha fazla ister. Aklın yaratılması, onun hududunu aşmamasını temin içindir. Peygamberler vasıtasıyla gönderilen dinler, onun yani şehvetin, arzu ve isteklerin hududunu tâyin içindir. Fakat bu şehvet, yaratıldığı zaman kendisine verildi. Akıl ise sonradan yaratılmıştır. Demek ki, şehvet (arzu ve istek) önceden yerini tutmuş, hâkim olmuş, emre itaat etmek istemez olmuştur. Akıl ve din ondan sonra geldiler. Bütün varlığını kuvvet, elbise ve mesken kurmaya vermemesi ve bu sebeple kendini unutmaması, bu kuvvet ve elbisenin neye yaradığını, ne için olduğunu bilmesi ve hattâ kendinin bu dünyada ne için bulunduğunu anlaması, âhiret için azık olan kalbin gıdasını unutmaması için geldiler. Kalbi dünya sevgisi ile meşgul eylemek sebebiyle, kalpte helâke sebep olan hırs, bâhillik, haset, düşmanlık ve bunun gibi sıfatlar meydana gelir. Bedeni dünya ile meşgul eylemekten, kalbe bir meşguliyet doğar. Böylece aslını unutur ve tamamen dünyaya dalar. Dünyanın aslı; yemek, elbise ve mesken olduğu gibi, insan için zarurî olan san'at da üçtür: Ziraatçılık, dokumacılık ve marangozluk. Fakat bunların da kolları vardır. Bütün bu kollar, bu üç sanata yardım için vardır. İşler ve sanatlar çoğalınca, aralarında bazı şeyler meydana geldi, birbirlerine düşman olmaya başladılar. Çünkü herbiri kendi hakkına razı olmadı ve diğerinin hakkına geçmek istedi. İşte bu sebeple, dünya meşgalesi çoğaldı ve karıştı. İnsanlar onun arasında kendilerini kaybettiler ve başlangıçta bunların esasının üç şey olduğunu anlayamadılar. Bütün bunlar yemek, giymek ve mesken içindir. Bu üç şey de beden için lâzımdır. Beden de kalb için lâzımdır. Onu taşımaktadır. Kalb de Allahü teâlâ için, O'nu bilmek için, O'na kulluk etmek lâzımdır
"Uğrunda kan döktüğünüz işte budur!"
18 Temmuz 2001 01:00
Dünya, çekicidir, gaflette olanları büyüler. Kendini insana devamlı kalacak şekilde gösterir. Halbuki o, hareket eder ve devamlı insandan kaçar. Fakat tedrici ve gayet yavaş hareket eder. Dünya, kendisine bakıldığı zaman hareketsiz görünen ve fakat daima yürüyen bir gölgeye benzer. Bilirsin ki, ömrün devamlı gidiyor ve tedrici olarak her an biraz daha azalıyor. İşte o dünyadır, senden kaçıyor, sana vedâ ediyor, senden ayrılıyor, sen ise bunu anlamıyorsun! Dünyanın insanı kendine bağlamasının biri de, kendini insana veriyor şeklinde göstermesi, insanı kendine âşık etmesi, onunla kalacağını, bir başkasının olmayacağını imâ etmesidir. Halbuki sonra âniden insana düşman kesilir. Bu, erkekleri aldatıp, kendine âşık eyleyen, sonra evine götürüp öldüren, zehirleyen zalim bir kadına benzer. Dünyanın aldatmalarından biri de, dışını süsleyip, belâ ve mihnetleri örtmesi, dışına, yüzüne bakan cahilleri aldatmasıdır. Çirkin yüzünü örten, ipekli ve süslü elbiseler giyen ihtiyar bir kadına benzer. Uzaktan onu görenler ona âşık olurlar. Ama yüzünden örtüyü kaldırınca pişman olur, üzülürler. Onun rezilliğini görürler. Hadîs-i şerîfte geldi ki: "Kıyamet günü dünyayı yeşil gözlü, dişleri dökülmüş ihtiyar, çirkin bir kadın şeklinde getirirler; insanlar ona bakınca: Allah korusun! Bu nedir? Böyle rezil, böyle çirkin derler. Onlara denir ki: Bu, uğruna birbirinizi kıskandığınız, birbirinize düşman kesildiğiniz, kan döktüğünüz, sıla-i rahmi terkettiğiniz, ona aldandığınız dünyadır. Sonra onu Cehenneme atarlar. Der ki: Ya Rabbi, beni sevenler nerededir? Allahü teâlâ onların da getirilip Cehenneme atılmasını emreder." Bir kimse dünyada bulunmadığından önceki ezeli ve içinde bulunmayacağı âtideki seneleri ve ezelle ebed arasındaki bu birkaç günü, kendi ömrünü hesap ederse, dünyanın bir sefer yolu olduğunu, birinci menzilinin beşik, son konağının mezar ve bunun arasında kaç konak bulunduğunu anlar. Her yıl, bir konak gibi; her gün, bir mil gibi ve her nefes bir adım gibidir. O ise durmadan yürüyor. Kiminin bu yoldan bir fersahı kalmış, kiminin daha az, kiminin daha çok kalmış. O ise daima burada kalacakmış gibi gamsız ve düşüncesiz oturmaktadır. On sene sonra bile kendine lâzım olmayacak şeyleri düşünmekle meşgul olur. Halbuki on güne varmaz, toprak altında olacaktır
Suya girip ıslanmamak mümkün mü?
19 Temmuz 2001 01:00
Dünyayı sevenler, onda buldukları lezzetlerle âhirette rezillik ve sıkıntı çekenler; çok fazla etli yağlı yemekler yeyip, tatlı şerbetler içip midesini bozan, sonra da midesinde, nefsinde ve kazuratındaki rezaleti görüp utanan, pişman olan; lezzetleri geçti, rezilliği kaldı diyen kimse gibidir. Yemek ne kadar iyi olursa ağırlığı da o kadar çok olduğu gibi, dünya lezzetleri de ne kadar çok olursa sonu o kadar rüsvay ve rezil olmaktır. Bunun böyle olduğu can verirken belli olur. Zira nimeti, makam-mevkii, malı-mülkü, bağı-bostanı çok olanların, ölürken bunlardan ayrılık emeli; az olanlarınkinden daha çok olur. Bu elem ve azap ölümle yok olmaz. Hattâ daha da artar. Çünkü, o sevgi kalbin sıfatıdır. Kalb ise kendi yerinde olur, ölmez. Dünya işlerinden insanın karşılaştığı kendisine az görünür, bununla meşguliyetinin uzun sürmeyeceğini zanneder. Belki de işlerinin yüz tanesinden bir tanesi ortaya çıkar ve ömrü o işte geçer! İsâ (aleyhisselâm) buyuruyor: "Dünyayı arayan, deniz suyu içene benzer. Ne kadar çok içerse, daha çok susar, içer içer, nihayet ölür. Fakat susuzluğu, harareti eksilmez." Peygamber Efendimiz de, "Bir kimsenin suya girip ıslanmaması mümkün değildir." buyuruyor. Dünyaya gelen; misafirler için odalar süslemek, onları grup grup çağırmak, önlerine üzerinde kuru yemişler bulunan altın tabak, mangal koyup çeşitli güzel kokular arasında tatlı yediren ve geriye, başkaları geleceği için, tabak ve mangalı bırakıp meyveleri yenen bir misafirperverin evinde misafir olmaya benzer. O hâlde onun âdetini bilen ve akıllı olan herkes öd ve buhurun kokusuna bürünür, meyveyi yer, tabak ve mangalı bırakır, şükür eder ve gider. Ahmak olan bunları kendisine verdiklerini zannedip alıp götürmek ister. Gideceği zaman elinden aldıklarına üzülür, canı sakılır, feryad eder. İşte dünya da böyle; yolcuların azıklarını bedava alacakları, fakat içerde olanlara tama' etmeyecekleri misafir konağıdır. Her kim dünyanın geçici olduğunu bilmez, ahıret için sefere hazırlanmaz, işini bitirmez, gözünü âhirete çevirmez ve dünya meşgalesini ihtiyacından fazla tutarsa, dünyayı tanımamış olur. Bunun sebebi cahilliktir. Peygamber Efendimiz buyurdu: "Dünya, Hârut ve Mârut'tan daha büyük büyücüdür. Ondan kaçınız." Dünya böyle bir büyücü olunca, onun hile ve aldatmalarını ve onun işlerinin neye benzediğini insanlara açıklamak farz olur
Erken karar vermeyin!
20 Temmuz 2001 01:00
Günümüz insanını sıkıntıya düşüren sebeplerin başında, "Erken karar vermek" gelir. Nedense olayları yorumlamada çok acele ediyoruz. Neticenin ne olacağını bilmeden hemen kararımızı veriyoruz. Halbuki, hüküm neticeye göre verilirse, doğru olur. Olay daha bitmeden, kafamızdan senaryo üretip neticelendiriyor, buna göre karar veriyoruz, bu da sıkıntıya, çıkmaza, karamsarlığa itiyor bizleri. Konunun daha iyi anlaşılması için, geçmişte yaşanmış meşhur bir hikayeyi sunmak istiyorum. Eskiden, köyün birinde yaşlı bir adam yaşarmış. Çok fakirmiş, fakat zamanın hükümdarı bile onu kıskanırmış. Öyle dillere destan bir beyaz atı varmış. Hükümdar at için ihtiyara yedi sülalesine yetecek para teklif etmiş, ama adam satmaya yanaşmamış. Bir sabah kalkmışlar ki, at yok. Köylü ihtiyarın başına toplanmış. "Seni ihtiyar bunak! Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Hükümdara satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler. İhtiyar "Karar vermek için acele etmeyin" demiş. "Sadece at kayıp" deyin. Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez." Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan 15 gün geçmeden, at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki oniki vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık, sen haklı çıktın,"demişler "Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar. 'Sadece atın geri döndüğünü söyleyin. Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç. Birinci cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?" Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul, şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler. "Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da yok. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler. İhtiyar "Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş. "O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru? Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla bildirilmez." Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Hükümdar son bir ümitle ihtiyarın oğlu dışında eli silah tutan bütün gençleri askere çağırmış. Köyü üzüntü sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan olmadığından giden gençler geri gelmeyecekmiş. Köylüler, gene ihtiyara gelmişler. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler. "Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer." "Siz, erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar. "Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde... Ama bunların hangisinin talih, hangisinin talihsizlik olduğunu sadece Allah biliyor..." Evet, acele karar vermeyelim. Hayatın, olayların küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında olumsuz karar vermekten kaçınalım. Karamsarlığa kapılmayalım. Nice şer gibi görünen olayların arkasından nice hayırlar gelir. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen, "Güçlükle beraber elbette bir kolaylık vardır!" [İnşirah 5-8] buyurulmaktadır. Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır!..
Kötülüklere mani olacağınıza söz verin!'
20 Temmuz 2001 01:00
Ebû Lübâbe hazretleri, Eshâb-ı kirâm'ın meşhurlarındandır. En çok da kendini ağaca bağlaması olayı ile anılır. İkinci Akabe bîatında, Medine'den gelenler arasında Ebû Lübâbe de vardı. Peygamber efendimiz onlardan şu hususlarda bîat (söz) aldı: "Allahü teâlâdan başka ilâh olmadığına, benim de Allah'ın Resûlü olduğuma şehâdet getirip, namazı kılacağınıza, zekât vereceğinize, neşeli ve neşesiz zamanlarınızda sözlerime itaat edeceğinize, emirlerime tamamen boyun eğeceğinize, darlıkta da varlıkta da muhtaçlara yardımda bulunacağınıza, hiçbir kınayıcının kınamasından korkmaksızın, Allah yolunda, Allah için hak ve gerçeği söyleyeceğinize, iyiliği emredip, kötülükten alıkoyacağınıza bîat etmeli, bana kesin söz vermelisiniz. Şahsıma gelince; bana her yönden yardım edeceğinize, yanınıza vardığımda; kendinizi, kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz şeylerden, beni koruyacağınıza da söz vereceksiniz" buyurdu. Bundan sonra Peygamber efendimiz onlara "Aranızdan, her hususta, kavimlerinin, benim yanımda temsilcisi olacak 12 kişi seçiniz Hz.Mûsa da İsrâiloğullarından 12 kişi almıştı." buyurdu. İşte bu oniki kişi arasında Ebû Lübâbe de vardı. Ebû Lübâbe Peygamber efendimizin bir çok gazâlarına katıldı. Bunların ilki olan Bedir gazâsında büyük kahramanlıklar gösterdi. Ebû Lübâbe Beni Kaynuka, Sevik ve hicretin beşinci yılında yapılan Hendek gazâlarına da katıldı. Daha sonra Benî Kureyza gazâsına iştirak etti. Bu gazânın sebebi şu idi: Peygamber efendimizle Benî Kureyza Yahudileri arasında bir anlaşma vardı. Buna göre, Mekke müşrikleri ile yapılan Hendek Muharebesinde Müslümanlarla beraber, Medine'yi müdafaa etmeleri gerekiyordu. Fakat bunlar, böyle bir şeye yanaşmadıkları gibi, harbin en nâzik bir zamanında müşriklerle işbirliği yaptılar. Bununla da yetinmeyip, Medine üzerine baskınlar düzenlediler. Hendek muharebesinde, on bin kişilik müşrik ordusunun büyük zayiat vererek geri çekilmesi Kureyza Yahûdilerini hayâl kırıklığına uğrattı. Sonra Medine'ye iki saatlik mesafede bulunan kalelerine çekildiler. Peygamber efendimizin üzerlerine yürümesinden çok korkuyorlardı. Nitekim korktukları başına geldi. Allahü tealanın emri üzerine, Resulullah bunların üzerine yürüdü. İşte bu yürüme esnasında yaptığı bir hatadan dolayı Ebû Lübabe hazretlerinin kendini ağaca bağlama hadisesi oldu. Ebû Lübabe hazretleri bu olay ile meşhur oldu. Bu hadiseyi de yarın anlatalım.
Beterin beteri var!
21 Temmuz 2001 01:00
Dün, neticeyi beklemeden erken karar vermenin yanlışlığından bahsetmiştim. Bir başka önemli yanlışlarımızdan biri de, başımıza bir iş gelince, sanki dünyanın sonu gelmişçesine yıkılmamız, perişan hale düşmemiz; başka bir ifadeyle Allaha tevekkülü bırakmamızdır. Halbuki beterin beteri vardır. Bunun için daha beteri gelmediği için şükretmek ilk işimiz olmalıdır. İsterseniz bugün de bu konu ile ilgili geçmişten bir hikaye nakledeyim sizlere: Aylarca işsiz kalan Derviş Mehmet, o akşam yine eli boş olarak evine döner. Bu halini gören hanımı öfkelenip kapıyı açmaz. Gidecek yeri olmadığından Şeyh Efendinin dergahına sığınır. Şeyh, sohbet esnasında; "beterin beteri vardır, insan içinde bulunduğu duruma şükretmeli" der. Zavallı Mehmet içinden şöyle geçirir. "Sevenlerin etrafında, keyfin yerinde... Elbette içinde bulunduğun duruma şükredersin, ya ben ne yapayım?" Şeyh Efendi, Mehmet'e döner "Evlat, beterin beteri vardır. Sen yine de durumuna şükret." der. Mehmet cevap vermez ama ikna da olmaz. Bu sırada akşam olmuştur. Herkes köşesine çekilince Mehmet de dergahtan çıkıp tenha bir yerde kıvrılır. Uyumaya çalışırken zaptiyeler tarafından hırsız diye yaka paça götürülür nezarete atılır. Sabah olunca Şeyh Efendi ziyaretine gelir. Mehmet feryat eder; "Nedir bu başıma gelenler? Önce işten kovuldum, sonra evden... Şimdi de..." Şeyh sözünü böler; "Allah beterinden saklasın evlat, dua et daha kötüsü olmamış." der. O gece nezarette kavga çıkar. Kavganın sebebi soruşturulduğunda kimse makul bir cevap veremez. Ancak kavganın, Mehmet geldikten sonra çıktığını gören zaptiyeler, zavallıyı kavgayı başlatmakla suçlayıp tekme tokat tek kişilik bir hücreye atarlar. Sabahleyin Şeyh Efendiyi karşısında görünce ağlamaya başlar. Şeyh Efendi aynı cevabı verir; "Şükret ki daha kötüsü olmamış. Tut ki sabretmedin. Eline ne geçecek?.." Derviş'in öfkeden kanı beynine sıçrarsa da bir şey diyemez. Şeyhi gidince ortalığı birbirine katar. Bağırıp çağırır, hücre kapısını tekmeler. Gürültüye gelen zaptiyeye de hakaret edince hem sopa yer, hem de "Bu herif yalnızlıktan sıkılmış olmalı" diyerek yanına başka bir tutukluyu koyarlar. Sabah olunca Şeyh, tekrar ziyaretine gelir. "Ooo... Ne kadar güzel... Bir de arkadaşın olmuş. Yalnızlık çekmezsin." Derviş Mehmet, "Böyle arkadaş olmaz olsun Efendim... Herif leş gibi kokuyor." Bir kaç saat sonra Mehmet'in arkadaşı hastalanır hem kusmaya, hem de altına kaçırmaya başlar. Mehmet bunu, hücrede yine tek başına kalabilmek için bir fırsat bilerek görevlileri çağırır. Görevliler durumun vahametini görünce; "Bundan sonra bu hücrenin temizliğinden sen sorumlusun" diyerek bir kova su ile bez verip giderler. Ertesi gün Şeyh Efendi karakolu ziyarete gelir. Hücre penceresinden baktığında ne görsün? Derviş Mehmet bir yandan arkadaşını ve hücreyi temizliyor, bir yandan da dua ediyor. "Ya Rabbi sana şükürler olsun, Ya Rabbi, beni daha beter durumlardan muhafaza et, Ya Rabbi bu hasta kuluna sen sıhhat ve afiyet ver..." Mehmet, Şeyhi görünce başını eğer; "Haklıymışsınız Efendim. Siz gidince bu adamcağız hasta oldu. Temizliğini de bana yaptırdılar. Düşündüm ki, ya bu adam ölürse halim ne olur? Beni cinayetle bile suçlarlardı veya buraya hiç uğramaz, adamın cenazesiyle kim bilir kaç gün daha burada tutarlardı." Şeyh Efendi gülümser, "Şimdi aklın başına gelmiş... Öyleyse sana bir müjde vereyim. Zaptiyelerin yanından geçerken duydum, gerçek hırsız yakalanmış. Geçmiş olsun!" der. Kaza ve kaderi değiştiremeyeceğimize göre, başa gelenlere sabretmekten, daha beteri gelmediği için şükretmekten başka çaremiz yoktur. Allah'a kulluk da bunu gerektirir zaten!.
..
Kendini ağaca bağladı
21 Temmuz 2001 01:00
Peygamber efendimiz, Hendek savaşından dönüp, evine geldi. Üzerindeki silâhı çıkardı. Öğle vakti idi. Yıkandıktan sonra, buhurlanmak için buhurdanlığını getirdi. Bu arada, atlas ile örtülü bir katır üzerinde ve başında sarık olduğu halde Cebrâil aleyhisselam geldi. Sarığının ucu iki omuzunun arasında ve üzerinde zırhtan gömlek vardı. Peygamber efendimize, kendisi ve diğer meleklerin silâhlarını çıkarmadıklarını söyledi. Bundan sonra Hz. Cebrâil Resûlullah'a şöyle dedi: "Yâ Muhammed! Kalk onların üzerine yürü." Peygamberimiz: "Kimin üzerine yürüyeyim?" diye sorunca Cebrâil "İşte oraya" diyerek, eliyle Benî Kureyza tarafını gösterdi. Resûlullah "Eshâbım çok yoruldular. Birkaç gün dinlenmeleri nasıl olur" buyurunca, Cebrâil aleyhisselam: "Yâ Muhammed! Allahü teâlâ, hemen Benî Kureyzâ kabîlesi üzerine yürümeni emir ediyor. Ben şimdi yanımdaki meleklerle berâber, Kureyza Yahûdîlerinin kalelerine gidiyorum. Allahü teâlâ onları helâk edecektir." dedi. Peygamber efendimiz, Hz. Cebrîl gidince, Hz. Bilâle "İşitip, itaat eden kişi, ikindi namazını Benî Kureyza yurdundan başka yerde kılmasın" diye seslenmesini emretti. Peygamber efendimiz ve Eshâb-ı kirâm silahlandılar. Resûlullah efendimiz Hz.Cebrâilin izini takip ederek yola çıktılar. Benî Kurayza Yahûdilerinin olduğu yere geldiler. Kalelerinin çok yakınına kadar yaklaştılar. Benî Kureyza Yahûdîleri iyice muhasara altına alındı. Muhasara son derece şiddetlenmişti. Yahûdiler, Peygamber efendimizden kendisiyle görüşmek üzere Ebû Lübâbe'yi istediler. Ebû Lübâbe'nin çoluk çocuğu ve malları Benî Kureyza yurdunda idi. Peygamberimiz, Ebû Lübâbeyi onların yanına gönderdi. Ebû Lübâbe yanlarına varınca, onu karşıladılar. Kadınlar ve çocuklar ağlaşarak, kendilerine acındırmağa, çalışarak yardım bekliyorlardı. Yahûdiler, Ebû Lübâbe'ye: "Muhasara bizi mahvetti. Muhammed (aleyhisselam) müsaade etse de buradan çıkıp, Şam'a veya Hayber'e gitsek. Bizim çarpışmağa gücümüz yok" "Ey Ebû Lübâbe, biz teslim olursak bize ne yapılacak" diye sordular. O da elini boğazına götürmek suretiyle kesileceklerini ifâde eden bir işaret yapmıştı. Ebû Lübâbe: "Vallahi onların yanından da henüz ayrılmamıştım ki, bu hareketimle, Allah'a ve Resûlüne karşı iyi bir iş yapmadığımı anlamıştım." dedi. Selâhiyetli olmadığı, gizli kalması gereken bir şeyi söylemişti. Ama bir kerre ağzından çıkmıştı. Ebû Lübâbe bu duruma çok üzüldü, çok pişman oldu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslattı. Kalenin arkasından bulduğu bir yolla, doğru Medine'ye gidip Mescid-i Nebeviye girdi. Kendisini direğe bağlattı.
"Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin!"
22 Temmuz 2001 01:00
Mescid-i Nebevi'de kendini direğe bağlatan Ebu Lübabe hazretleri, Allahü teâlâ hakiki bir tövbe nasib edip, tövbe edinceye kadar yerinden ayrılmayacağını, böyle olmadan Resûlullah'ın yüzüne bakamayacağını, yemin ederek, artık içinde Allah ve Resûlüne karşı hata işlediği bir memleketi görmek istemediğini söyledi. Ebû Lübâbe'nin düştüğü bu hata ile ilgili olarak şu âyet-i kerîme nazil oldu. "Ey imân edenler! Allaha ve Resûlüne hâinlik etmeyin. Bile bile aranızdaki emânetlere de hainlik etmeyin." Ebû Lübâbe Resûlullah'ın zevce-i mutahharası Ümm-i Seleme'nin kapısı önündeki direğe kendisini bağlatmıştı. Hava bir hayli sıcaktı. Bir hafta hiçbir şey yemeyip, kulakları işitemiyecek hale geldi. Ebû Lübâbe bu durumları yaşarken, Müslümanlar da onun, Yahûdilerin kalesinden dönmesini bekliyorlardı. Aradan uzun bir zaman geçmesine rağmen Ebû Lübâbe dönmedi. Nihâyet durumdan haberdâr olunup, Resûlullaha arz edildi. Peygamber efendimiz "Eğer doğruca, yanıma gelseydi, bağışlanmasını Allahü teâlâdan dilerdim. Madem ki, o kendisini bağlatmış, artık Allahü teâlâ tövbesini kabul edinceye kadar onu bulunduğu yerde bırakırım" buyurdu. Ebû Lübâbe bu şekilde direğe bağlı olarak altı gece kaldı. Ancak, her namaz vaktinde bağları çözülür, namazını kıldıktan sonra, yine direğe bağlanırdı. Peygamber efendimiz Ümm-i Seleme'nin odasında idi. O sırada, Ebû Lübâbe'nin tövbesinin kabul olduğuna dair âyet-i kerîme nâzil oldu. Âyet-i kerîmede "Onlardan diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler ve (evvelce yapmış oldukları) iyi bir ameli sonradan yaptıkları başka bir kötü (nifak) ile karıştırdılar. Olur ki, Allah, onların tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah, Gafûr'dur (çok bağışlayıcı), Rahîm'dir" buyuruldu. Ümm-i Seleme vâlidemiz, seher vakti Peygamber efendimizin güldüğünü işitti. "Niçin gülüyorsun Yâ Resûlallah!" diye sordu. O zaman, Ebû Lübâbe'nin tövbesinin kabûl olduğunu buyurdular. Ümm-i Seleme müjdeliyeyim mi? Yâ Resûlallah!" diye sordu. "Olur! Müjdelemek istiyorsan, müjdele" buyurdu. Bu haberi duyan herkes, iplerini çözüp salıvermek için Ebû Lübâbe'ye doğru koştular. Ebû Lübâbe bunu kabûl etmedi." Vallahi! Resûlullah bizzat kendi eli ile beni bırakmadıkça buradan ayrılmam" dedi. Peygamber efendimiz namaza giderken, uğrayıp salıverdiler. Ebû Lübâbe direğe ince, sağlam bir iple bağlanmıştı. Onun için ip, onun iki kolunu kesmişti. Uzun zaman bu kesikler geçmedi. İz olarak kollarında kaldı.
İnsanın hali gemideki yolcunun haline benzer
23 Temmuz 2001 01:00
Dünyayı sevenler, dünya işleri ile meşgul olup âhireti unutanlar; gemide bulunup, bir adaya yanaşıp ihtiyaç için dışarıya çıkanlar gibidir. Kaptan, bağırır ve der ki: "Hiç kimse fazla kalmasın. İhtiyaçtan başka bir şeyle meşgul olmasın. Gemi hemen kalkacak." Onlar adaya dağılırlar. Akıllı olanlar, çabucak ihtiyacını görüp geri dönerler. Gemiyi boş bulup daha güzel ve uygun bir yer tutup oraya otururlar. Diğer bir grup, adanın güzelliğine, acayipliğine şaşar kalırlar. Onu seyre koyulurlar. Ondaki çiçeklere, tatlı tatlı öten bülbüllere, etraftaki süslü çakıl taşlarına bakar kalırlar. Geri dönünce, gemide rahat bir yer bulamazlar, dar ve karanlık yerde otururlar. Oranın sıkıntısını çekerler. Diğer bir grup, yalnız bakmakla kalmayıp, o süslü güzel çakıl taşlarını, çiçekleri toplarlar, beraberinde götürürler; gemide yer bulamazlar, dar bir yere sıkışır, kalırlar ve çok defa o çakıl taşlarını omuzları üzerinde taşırlar. Bir iki gün geçince o güzel renkler solar, kararır, onlardan nâhoş kokular gelmeye başlar. Atacak yer bulamazlar. Pişman olurlar, onların yükünü ve sıkıntısını omuzlarıyle çekerler. Bir başka grup, adanın güzelliğine şaşar ve öyle kalırlar. Gemiden uzak kalıp gemiyi kaçırırlar. Kaptanın sesini duymazlar. Adada kalırlar. Böylece bazısı açlıktan ölür. Bazısını yırtıcı hayvanlar öldürür. Birinci grup takvâ sahibi mü'minlere benzer, sondakiler de kâfirlere. Zira kendilerini, Allahü teâlâyı ve âhireti unuttular. Bütün varlıklarını dünyaya verdiler. Âyet-i kerimede, "Âhirete nisbetle, dünya hayatını daha çok sevdiler" buyuruldu. Aralarında bulunan iki grup, âsiler gibidir. İmanın aslını korudular, fakat dünyadan el çekmediler. Bir kısmı fakirlikten pay aldı. Bir kısmı çok nimetler toplayıp, yükü ağır oldu. Dünyanın aslına dikkat edilirse, üç şeyden ibaret olduğunu görülür: Biri bitki, maden ve hayvan gibi yeryüzünde görülen şeylerdir. Toprağın aslı, mesken kurmak ve ziraatle ondan faydalanmak içindir. Bakır, pirinç ve demir madenleri âletler için, hayvanlar ise üzerlerine binmek ve yemek içindir. Diğer ikisi de, insanın kalbini ve bedenini bunlarla meşgul eylemesidir. Ya kalbi, onu sevmek ve onu istemekle meşgul eder, veya bedenini onu düzeltmek, onun işlerini yapmakla meşgul eder.
Dünyanın herşeyi kötü değildir
24 Temmuz 2001 01:00
Dünyanın herşeyini kötü bilmemelidir. Dünyada öyle şeyler vardır ki; onlar dünya değildirler. İlim ve amel dünyada olur, fakat dünyadan sayılmazlar. Bu iki kısımdır: Biri kalb cevherinin temizliği ve parlaklığı olup, günahları terketmekten hâsıl olur. Diğeri Allahü teâlâyı anmanın ünsiyeti olup, ibadetlere devamdan meydana gelir. O hâlde bunlar devamlı olan iyi şeylerdir. İlmin, münâcaatın ve Allahü teâlânın zikrine ünsiyetin verdiği lezzet daha çoktur. Bunlar dünyadadır. Fakat dünyadan sayılmazlar. O hâlde bütün lezzetler zararlı ve kötü değildir. Bu da iki kısımdır: Biri, dünyadan olduğu ve ölümden sonra da kalmadığı hâlde; âhiret işlerine, ilme, amele ve mü'minlerin çoğalmasına yardımcı olandır. Âhiret yolunun şartı olan ihtiyaç miktarınca kuvvet, evlenme, giyinme ve mesken kurma gibi. Dünyadan bu kadarına kanaat getiren ve bundan maksadı din işlerinde rahatlık olan, dünya ehli değildir. O hâlde, dünyadan kötü olanlar, din için olmayanlardır. Belki o kimse, gaflete, lezzet ve nimetlere kapılıp kulluk vazifelerini unutan ve kalbini bu dünyaya bağlayıp, öbür dünyadan nefret eden kimsedir. Bunun için Peygamber Efendimiz buyurdu: "Dünya ve içindekiler mel'ûndur. Ancak Allahü teâlâ'yı anmak ve buna yardım edenler mel'ûn değildir." Zaruret, ihtiyaç miktarı kadar olan şeyler de ahireti kazanmada vesile olduğu bilinirse, bunlar da dünyadan sayılmaz. Hz. Ömer anlattı: "Resûlullah efendimizin evlerinde, içerdeki eşyâlara bir göz gezdirdim. Üç şeyden başka bir şey göremedim. Bunun üzerine; "Ey Allahın Resûlü! Allahü teâlâya duâ et de, ümmetine genişlik versin. Çünkü Allahü teâlâ, Farslar (İranlılar) ve Rumlara genişlik, bol dünyâlık verdi. Hâlbuki onlar Allahü teâlâya ibâdet etmiyorlar" dedim. Resûlullah efendimiz yaslanmışlardı. Doğrularak oturdular ve şöyle buyurdular: "Onlar dünyâdaki iyiliklerinin karşılığını peşin aldılar." Mü'minlerin âhıreti istemesi dünyâyı istemesinden fazladır. Onlar, âhıreti dünyâya tercih ederler ve dünyâda yaptıkları iyiliklerin karşılığını görürler. Âhırette de ecir ve sevâba kavuşurlar. Kâfirler ise dünyâda yaptıkları iyiliklerin karşılığını dünyâda iken alırlar. Âhırete gittiklerinde, kendilerini kurtaracak hiçbir iyiliklerini bulamazlar. Yukarıda bildirilen; "Onlar için âhırette karşılık olarak sâdece nâr vardır" âyet-i kerîmesinin, riyâkarlar için olduğu da söylenmiştir. Ahırette, kimin için yaptınsa sevabını ondan iste denecektir
"Gökten ateş yağmadığına Şükretsin!"
25 Temmuz 2001 01:00
İnsanın dünyada sıkıntı içinde olması, kendini bilmemesi, konumunu, dünyaya geliş sebebini bilmemesidir. Son devir İslam büyüklerinden Abdülhakîm Arvasi hazretleri bu konu ile ilgili bir üniversitelinin suâline verdiği cevapta buyurdu ki: Bütün kuvvetinizle, Allahü teâlânın kudreti sahasından dışarı çıkabilirseniz, çıkınız! Fakat, çıkamazsınız. Bu sahanın dışı, adem diyârıdır. O adem yâni yokluk diyârı da, O'nun kudreti içindedir. Bir sırası düşerek, İbrâhîm-i Edhem'den, birisi nasihat istedi. Buyurdu ki, altı şeyi kabul edersen, hiçbir işin sana zarar vermez. O altı şey şudur: 1- Günah yapacağın zaman, O'nun rızkını yime! Rızkını yiyip de, O'na ısyân etmek, doğru olur mu? 2- Ona âsi olmak istersen, O'nun mülkünden çık! Mülkünde olup da, O'na isyan etmek, lâyık olur mu? 3- Ona isyân etmek istersen, gördüğü yerde günah yapma! Görmediği bir yerde yap! O'nun mülkünde olup, rızkını yiyip, gördüğü yerde günah yapmak, uygun değildir. 4- Can alıcı melek, ruhunu almaya geldiği zaman, tövbe edinceye kadar izin iste! O meleği kovamazsın. Kudretin var iken, o gelmeden önce tövbe et! O da, bu saattir. Zîrâ, Melek-ül-mevt, âni gelir. 5- Mezarda, Münker ve Nekîr ismindeki iki melek, suâl için geldikleri vakit, kov, seni imtihan etmesinler! Soran kimse dedi ki, "Buna imkân yoktur" Şeyh buyurdu ki, "Öyle ise, şimdiden onlara cevap hazırla!" 6- Kıyamet günü Allahü teâlâ, "Günahı olanlar, Cehenneme gitsin!" diye emredince, ben gitmem de! Soran kimse dedi ki: "Bu sözümü dinlemezler." Bunun üzerine, o kimse, tövbe etti ve ölünceye kadar, tövbesinden vazgeçmedi. Evliyânın sözünde, rabbânî tesir vardır. İbrâhîm-i Edhem'den sordular ki: Allahü teâlâ; "Ey kullarım! Benden isteyiniz! Kabûl ederim, veririm" buyuruyor. Hâlbuki, istiyoruz, vermiyor? Cevabında buyurdu ki: "Allahü teâlâyı çağırırsınız, O'na itaat etmezsiniz. Peygamberini tanırsınız, O'na uymazsınız. Kur'an-ı kerimi okursunuz, gösterdiği yolda gitmezsiniz. Cenâb-ı Hakk'ın nîmetlerinden faydalanırsınız, O'na Şükretmezsiniz. Cennetin, ibâdet edenler için olduğunu bilirsiniz, hazırlıkta bulunmazsınız. Cehennemi, âsiler için yarattığını bilirsiniz, Ondan sakınmazsınız. Babalarınızın, dedelerinizin ne olduklarını görür, ibret almazsınız. Ayıplarınıza bakmayıp, başkalarının ayıplarını araştırırsınız. Böyle olan kimseler, üzerlerine taş yağmadığına, yere batmadıklarına, gökten ateş yağmadığına Şükretsin! Daha ne isterler? Duâlarının netîcesi, yalnız bu olursa, yetmez mi?
"Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz..."
26 Temmuz 2001 01:00
İnsanın dünyaya geliş sebebi (2) Siz, adem diyârından, bu varlık âlemine, kendiliğinizden gelmediğiniz gibi, oraya, kendiniz gidemezsiniz. Gördüğünüz gözler, işittiğiniz kulaklar, duygu edindiğiniz organlar, düşündüğünüz zekâlar, kullandığınız eller ve ayaklar, geçeceğiniz bütün yollar, girip çıktığınız bütün mahaller, hulâsa, ruh ve cesedinize bağlı bütün âletler, sistemler, hepsi ve hepsi, Allahü teâlânın mülk ve mahlûkudur. Siz O'ndan hiçbir şey gasb edemez, mülk edinemezsiniz! O, hayy ve kayyûmdur. Yâni, görür, bilir, işitir ve her var olan şeyi, her ân varlıkta durdurmaktadır. Hepsinin idaresinden, hâllerinden bir ân gâfil olmaz. Mülkünü kimseye çaldırmaz. Emirlerine uymayanların cezâsını vermekten de, âciz kalmaz. Meselâ, Ay'da, Merih'te ve diğer yıldızlarda insan olmadığı gibi, bu yer küresinde de bulunmasaydı, birşey lâzım gelmezdi. Bundan dolayı, büyüklüğünden birşey eksilmezdi. Hadis-i kudsîde buyuruyor ki, "Önce gelenleriniz, sonra gelenleriniz; küçüğünüz, büyüğünüz; dirileriniz, ölüleriniz; insanlarınız, cinleriniz; en müttekî, itaatli kulum gibi olsanız, büyüklüğüm artmaz. Aksine olarak, hepiniz, bana karşı duran, Peygamberlerimi aşağı gören, düşmanım gibi olsanız, ulûhiyyetimden bir şey eksilmez. Allahü teâlâ, sizden ganîdir, O'na hiçbiriniz lâzım değildir. Siz ise, var olmanız için ve varlıkta kalabilmeniz için ve her şeyinizle, hep O'na muhtaçsınız." Güneş'ten ışık ve enerji gönderiyor. Ay'dan ışık dalgaları aks ettiriyor. Siyah topraktan, tatlı renkli, hoş kokulu nice çiçekler, güzel yüzler yaratıyor. Rüzgârdan gönüllere ferahlık veren nefesler döküyor. Birçok senelik uzaklıktaki yıldızlardan, şu çıktığınız, sonunda gömüleceğiniz topraklara nûrlar yağdırıyor. Zerrelerinde nice nice titreşimlerle te'sîrler uyandırıyor. Bir taraftan, beğenmediğiniz, iğrendiğiniz pislikleri, en küçük, en hakîr mahlûkları yani mikroplar vasıtası ile, toprağa çevirip, çiğnediğiniz bu toprakları bitki fabrikasında, vücûdunuz makinasının yapı taşı olan, protein, yâni yumurta akı maddesi hâline döndürüyor. Bir taraftan da yine nebâtât fabrikasında, toprağın suyunu, havanın boğucu gazı ile birleştirerek ve içerisine, semadan gönderdiği enerjiyi, kudreti depo ederek, nişastalı, şekerli maddeleri ve yağları, yâni vücûdunuz makinesini işletecek kudret kaynağını yaratıyor. Böylece, tarlalarda, çöllerde, dağlarda, derelerde, bitirdiği nebâtlarda ve yer yüzünde ve denizlerin dibinde gezdirdiği hayvanlarda, midelerinize gidecek, sizi besleyecek rızık, gıdâ hazırlıyor.
Batı'nın uykuları kaçıyor!
27 Temmuz 2001 01:00
Geçenlerde, Alman Prof. Dr. Fritz Neumark'ın, "Sizi, geçmişte silahla yenemeyenler, kendilerine benzeterek hakimiyet sağlamaya çalışıyorlar. Bunun için Batı, her yerde yetiştirdiği adamları vasıtasıyla İslamiyete sapık inançları musallat etti." sözünü nakletmiştim. Son yıllarda İslamiyet üzerine oynanan oyunlar Neumark'ın sözünü doğrular mahiyettedir.Türkiye, Avrupa için korkulu bir rüyadır. Uyuyan bir devdir. Bunun için, bu haliyle Avrupa Birliği, Türkiye'yi kendi bünyesi içine almak istemiyor. Fakat, kendi haline bırakıldığında ya İslam âlemini derleyip toparlayıp başına geçerse!. Bu da uykularını kaçırıyor. Onlara göre geriye tek yol kalıyor. İslamı, İslam olmaktan çıkarmak; adı İslam olan fakat İslamla ilgisi olmayan, ibadetsiz; ahlâki, felsefi bir sistem haline getirmek. Aslında bu yeni bir plan değildir. Geçmişte de bunu yaptılar. Peygamberimiz ve Eshabı zamanındaki, "Ehli sünnet" itikadını zayıflatmak için, Mutezile, Cebriye fırkalarına destek verdiler. Sonraları bunların uzantısı olarak; Şiilik, Behailik, Kadiyanılık, Melamilik, İsmailiyye, Selefilik, Cemaatül-İslamiyye, Cemaatüt-Tebligiyye, Hurufilik, Vehhabilik, Mezhepsizlik... gibi fırkaları çıkarttılar. Böylece, inanç, iman birliğini bozdular. İmandan sonra sıra "ibadetlere" geldi. İbadetleri bozmaya da namazdan başladılar. Çünkü biliyorlar ki, namaz dinin temeli; namaz halledilirse işleri kolaylaşacak. Namaz vakitleri ile oynadılar. Namaz beş vakit kılınmasa da olur, dediler. Mesai saatine rastgeldiği için, öğle ile ikindiyi akşama tehir etmeyi telkin ettiler. Akşam da vakit bulamazsanız, tövbe edersiniz olur biter, dediler. Biliyorlar, bir-iki vaktini kılmayan bir müddet sonra zaten hepsini bırakır. Hatta namaz vakitlerinde sadece dua etmek de yeter diyenler de oldu. Şimdi merkezi namaz projesi var sırada. Namaz bir camide kılınacak, diğer camiler buna uyacak. Zekat mı? Çoğu kimse zaten vermiyor; veren de usul, kural bilmiyor; altın veya mal ile verme kuralı unutturuldu; vermiş olmak için gelip gidenlere boş dönmesinler diye verdiklerini zekata sayıyor, böylece kendilerini tatmin etmiş oluyorlar. Zaten akıl hocaları da, "Kur'an-ı kerimde zekatın oranı bildirilmediği için, gönlünüzden ne koparsa verin yeter!" demiyor mu? Orucu da, oruçlu iken şunu da yapabilirsin, bunu da yapabilirsin diyerek sulandırdılar. İmsak vaktini güneşin doğuşuna kadar uzatarak, oruç olmaktan çıkardılar. Ayrıca, Oruç, yılda bir kez insanın kendi kendini otokontrole tabi tutması ve disiplin altına alması olayıdır. Bunu bir gün durup bir gün yapmak veya aklına geldiği zaman yapmak da mümkün, dediler. Haccı mı soruyorsunuz, onu da zaten Suud'lar Bayram gününü ileri geri alarak yıllardır zaten hallediyorlar. Bu da yetmedi şimdi bizimkiler, yeni projeler üretiyorlar. Aynı günde milyonlarca hacının tavaf yapması zor oluyor, bunu mevsimlere yayalım çalışması sürüyor. Zamanı gelince tatbike koyacaklar. İslamın beş şartını bozmakla da kalmayıp, diğer emir ve yasaklara da uzandılar. Mesela, kurban diye bir şey yokmuş. "Kurban" dediğiniz şey, "sizi Allah'a yaklaştıracak herhangi bir amel" demekmiş. Bir fakiri sevindirmek de kurban yerine geçermiş. Daha neler neler... Şimdi bunlara, dinin içini boşaltmalara bir yenisi daha eklendi. Dinler arası diyalog, hoşgörü çalışmaları... Dini yetkiliye soruyorlar: Diyalog iki dinin kurumları arasında "diplomatik ilişkiler"le sınırlı mı olacak, yoksa, ilahiyat alanında da "diyalog"' geliştirilecek mi? Cevap, "İlahiyat alanında da diyalog kurulacak. İslam ve Katolik ilahiyatçılar karşılıklı çalışmalar yapacaklar..." şeklinde. Bu çalışmaların sonucunu merak ediyor insan. İki din arasındaki orta yol nasıl bulunacak? Hıristiyanlarda, teslis yani üç ilah inancı var. Bizde tek. Acaba, ikisinin ortası "iki" ilahda mı anlaşma sağlanacak? Kim bilir, daha neler göreceğiz, nelere şahit olacağız?
"Sevindirin nefret ettirmeyiniz!"
27 Temmuz 2001 01:00
Ebû Mûsel-Eş'arî hazretleri, güzel sesle Kur'an-ı kerim okurdu. Resûlullah mübârek hanımlarından Âişe-i Sıddıka ile bir gece bir yere gidiyorlardı. Ebû Mûsel-Eş'arî'nin evinin hizasına gelince durdular. O Kur'ân-ı kerîm okuyordu. Okumasını bitirinceye kadar beklediler. Resûlullah efendimiz, O'nu gündüz görünce akşamki hâdiseyi anlatıp, eshâbına "Buna muhakkak Davud'un güzel seslerinden bir ses verilmiş" buyurarak meth etti. Ehl-i sünnet itikadındaki iki mezhep imamından biri olan Ebü'l-Hasen-i Eş'arî hazretleri Eş'arî kavmindendir. Ebû Musa el-Eş'arî'nin amcası Ebû Âmir de, Resûlullah'ın kumandanlarındandı. Mekke-i mükerreme'nin fethinden sonraki Huneyn gazâsındaki Evtaş Mevkiindeki harbe amcasıyla katıldı. Ebû Âmir İslâm Ordusu'nun Evtâş'taki birlik kumandanıydı, bu harpte yaralandı. Ebû Mûsel-Eş'arî amcasını yaralayanı öldürdü. Amcası, Resûlullah'a selâm, istiğfar etmesi vasiyetiyle, onu mücahitlerin kumandanı tayin ettikten sonra şehâdet şerbetini içti. Evtâşi'de zafer kazanan Ebû Mûsel-Eş'arî, Resûlullah'ın yanına dönüp, durumu arz edip amcasının vasiyetini de söyledi. Bundan sonrasını Ebû Mûsel-Eş'arî şöyle anlatır: (Bunun üzerine Resûlulah abdest suyu istedi ve abdest aldı. Sonra ellerini kaldırıp: "Allah'ım! Kulcağızın Ebû Âmir'i afv eyle! diye duâ etti. Duâ ederken" (ellerini o kadar kaldırmıştı ki) ben iki koltuğunun beyazlığını gördüm. Sonra Resûlullah: Allahım, kıyâmet gününde Ebû Âmir kulunu şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde âlî bir makamda kıl" niyazında bulundu. Bunun üzerine "Yâ Resûlallah, benim için de mağfiret dile! diye duâ istedim. Resûlullah benim için de: Rabbim, Abdullah ibni Kays'ın günahını afv eyle! Kıyâmet gününde onu en yüksek ve güzel makama koy! diye duâ buyurdu." Resûlullah zamanında Zebid, Aden ve Yemen valiliklerinde bulundu. Resûlullah Muaz bin Cebel ile birlikte Yemen'e vali gönderirken ikisine şöyle buyurdu: "Yemen'e vardığınızda halka kolaylık gösteriniz ve güçlük göstermeyiniz! Sevindirin de nefret ettirmeyiniz. Muhabbet ediniz de ayrılmayınız." Sıffîn Muharebesi'nden sonra, sulh için Hz. Ali'nin vekili oldu. Hz. Mu'âviye'nin hilâfeti zamanında vefât etti.
"Âdemoğlunun iki dere dolu altını olsa..."
28 Temmuz 2001 01:00
Ebû Musa el-Eş'arî, Kur'ân-ı kerîm'in bütün sûrelerini ezbere bilirdi. Hz. Ebû Bekir'in hilafetinde Kur'ân-ı kerîm'i toplayan heyetteydi. Safvân bin Süleyman diyor ki: "Resûl-i Ekrem efendimiz zamanında Hz. Ömer ile Hz. Ali'den ve Muâz ile Ebû Mûsel-Eş'arî'den başkaları fetvâ vermezdi." İslâm takvimini yazılarında ilk defa O kullandı. Hayâ sahibi olup çok edebliydi. Kendini, Kur'ân-ı kerîm'in Meryem sûresi seksendördüncü âyetindeki; "Biz onların ecel günlerini sayıyoruz" (Bu muayyen bir müddettir) meâlindeki hâl üzerinde bulunurdu. Her an son nefesini düşünürdü. Dünyaya hiç değer vermezdi. Her halinde ve davranışında Allahü teâlâdan çok korktuğunu ifade eder, son nefesi îmânla vermekten başka bir şey düşünmezdi. Bu haline akrabaları "Kendine biraz acısan" diye tavsiyede bulunduklarında; "Atlar koştuğu vakit, son noktaya gelince nasıl bütün imkânlarını kullanırsa, ben de son noktaya geldiğimde bütün imkânlarımı kullanmak mecburiyetindeyim" buyururdu. Böyle yaşayıp bu hâl üzerine vefât etti. Hanımına "Azığını hazırla, Cehennemin üzerinden geçilecek bir vasıta yoktur" buyururdu. Çok güzel Kur'ân-ı kerîm okuması, müfessir, müctehid olması ve Peygamberimizin iltifatlarına mazhar olması sebebiyle şöhreti vaazı çok kalabalık olurdu. Buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîme tazimle çok hürmet ediniz. Zirâ bu Kur'ân-ı kerîm sizin için ecîrdir. Kur'ân-ı kerîm onu Cennet bahçelerine götürecekir. Kim Kur'ân-ı kerîm'i kendine uydurursa (anladığı ve hesabın geldiği gibi kabullenmek, mânâ vermek) Cehennemin alt katlarına baş aşağı düşeceklerdir." "Âdemoğlu iki dere dolu altını olsa yine de tamam, yeter demez. Üçüncü bir dereye doldurmaya çalışır. Âdem oğlunun karnını birazcık topraktan başka bir şey doldurmaz." "İnsan, dünyalık için acele ederse âhiretten uzaklaşır." "İnsanların çoğu para kazanmak hırsıyla helâk oldular." "Kıyâmet günü güneş, insanların tepesinde olacak ve iyi ameller de gölge edecek." Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: Kıyâmet günü, ibâdet ehli müminlerin, Allahü teâlânın cemâlini göreceği hususunda; Resûlullah'ın gökyüzündeki aya bakıp: "Şu ayı nasıl hiçbiriniz mahrum olmaksızın görüyorsanız, Rabbinizi de öyle göreceksiniz. Artık güneşin tulû'unda da, gurûbunda da evvelki namazların hiç birinden alıkonmamak elinizden gelirse (ona) çalışınız" rivâyetinde bulundu.
Din zamana göre değiştirilirse
28 Temmuz 2001 01:00
Teknolojide, müspet ilimde değişme, gelişme esastır; dinde ise değişmemezlik esastır. Bu kurala uyulmazsa, mesela, esası değişmezlik olan din değiştirilmeye, zamana uydurulmaya çalışılırsa dün bahsettiğim garabetlikler ortaya çıkar. Din, din olmaktan çıkar, oyuncak haline gelir. Bunun için dinimiz, dinde değişiklik, dini tabirle "bid'at" üzerinde çok durmuştur. Peygamberimiz, "Her bid'at sapıklıktır ve her sapık da Cehennemdedir." buyurmuştur. Dinde bu kadar önemli bir yeri olan bid'at nedir, bunun üzerinde duralım. Bid'at, Resûlullah efendimizin ve Eshâbının zamanında olmayıp da daha sonra ortaya çıkan ve ibâdet olarak yapılan şeyler demektir. Allahü teâlâ, kullarını, kendisini tanımaları ve ibâdet etmeleri için yarattı. İbadetin nasıl yapılacağını da Peygamberimiz vasıtasıyla kullarına bildirdi. Kullarına bırakmadı. Bir insan, kendi görüşü, anlayışı ile ibadet yaparsa, O'na kulluk yapmamış olur. Resûlullahın bildirdiklerinde eksik veya fazlalık bulmuş olur. Hâlbuki dinde eksiklik olmaz. Böyle yapılırsa daha iyi olur demek, Resûlullahın bildirdiğini beğenmemek olur. Hadis-i şerifte "İbadetleri bizim gibi yapmayan bizden değildir." buyuruldu. Bugün dini hassasiyet kalmadığı için bazı bid'atler güzel görünse de, Ahırette hepsinin zararlı olduğu anlaşılacaktır. Çünkü Peygamberimiz, "Her bid'at sapıklıktır" buyurmuştur. Kur'an-ı kerimde, "Bazı şeyleri faydalı sanıp seversiniz, Hâlbuki o şeyler sizin için zararlıdır" buyuruldu. (Bekara 216) Bid'atin ne kadar tehlikeli bir girişim olduğunu şu hadis-i şerif de göstermektedir: "Bid'at ehlinin namazı, orucu, haccı, cihadı, farz ve nafilesi kabul olmaz, yağdan kılın kolayca çıktığı gibi dinden çıkması kolay olur." Bu, teknolojik gelişmelere tamamen kapalı olmak manasına gelmez. Dinde, ibâdette olmayıp, âdette olan yenilikler, yanî yapılırken sevap beklenilmiyen değişiklikler bid'at olmaz. Meselâ, yemekte, içmekte, binme ve taşıma vâsıtalarında, binalarda yapılan yenilikleri, değişiklikleri dînimiz reddetmez. Bunları yapmak ve faydalı yerlerde kullanmak lazım olur. Meselâ radyo, hoparlör, elektronik makinalar yapmak ve bunları ibâdetlerin dışında vaazda, konferansta kullanmak câizdir. Fakat, ibâdetlerde kullanmak, meselâ, radyo, TV'deki imâma uyup namaz kılmak, ibâdetin şeklini değiştirmek olur, bid'at olur. Böyle kılınan namaz kabûl olmadığı gibi, ibâdet değiştirildiği için ayrıca büyük günâha girilmiş olur. Enes bin Mâlik hazretleri, birgün ağlıyordu. Sebebi sorulduğunda: "Resûlullahtan öğrendiğim ibâdetlerden, değiştirilmemiş bir namaz kalmıştı. Şimdi, bunun da elden gittiğini görüyor, bunun için ağlıyorum" buyurdu. Bid'atin bir tehlikesi de tövbe etme durumu olmamasıdır. Çünkü, bir Müslüman, bid'at ortaya çıkarırsa veya başkasının çıkarmış olduğu bir bid'ati yaparsa, bu bid'ati iyi bildiği ve karşılığında sevap beklediği için, bundan tövbe etmek aklına gelmiz. Bir hadîs-i şerîfte: "Bid'at sahibi, bid'atini terk etmedikçe, Allahü teâlâ ona tövbe etmesini nasîb etmez." buyuruldu. Tövbe etmedikçe de yaptıklarından sevap alamaz. Hadîs-i şerîfte de: "Allahü teâlâ, dinde bid'at olan birşeyi yapan, bu bid'ati, Allah rızâsı için terk etmedikçe, onun hiçbir amelini kabûl etmez." buyuruldu. Bunun için bid'atten, bid'at sahibi olanlardan uzak durmak lazımdır. Bid'at sâhibi olanlara, hürmet eden, dirilerini ve ölülerini medheden, bunları büyük bilen, dîn-i İslâmı yıkmaya, dünyadan kaldırmaya yardım etmiş olur. Bilerek veya bilmeyerek, bir Müslümanın dinin yıkılmasına yardım etmesi ne büyük felaket!.
"Cennet hazinelerinden bir hazine"
29 Temmuz 2001 01:00
Birgün Peygamberimiz Ebû Musa el-Eş'ari'ye "Cennet hazinelerinden bir hazineye seni irşad edeyim mi?" dedi. O da evet yâ Resûlallah irşâd buyur, deyince, Resûlullah efendimiz: "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh" de diye buyurdu. "Allahü teâlâ gece günah işleyene sabaha kadar gündüz günah işleyene de, tövbe etmesi için akşama kadar, mühlet verir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyle devam eder." "Dünyayı seven âhiretine zarar verir, âhiretini seven dünyasını zararlandırır. Bu böyle olunca, siz bâkiyi fâni üzerine tercih ediniz." "Her kim Allahın rızasını kazanmak için bir mescid binâ ederse, Allahü teâlâ da ona Cennet'te onun gibi bir ev binâ eder." "Mü'minler birbirini bağlayıp destekleyen bir binanın taşları gibidir." "Sizden birisi bir cenazeye rastlarsa, ayağa kalksın. Bu kalkması cenaze için olmayıp, cenaze ile beraber bulunan melekler içindir." "Bana gelip benden soran ve bazı ihtiyaç dileğinde bulunanlar olur. Yanımda bulunan sizler de onlara yardımcı olun ki, ecir kazanasınız. Allahü teâlâ sevdiği şeyi, Peygamberlerin elinde kazâ eder." "Kırk gün helâl yiyenin kalbini Allahü teâlâ nurlandırır ve hikmet sözlerini kalbinden lisânına akıtır." "Kişi sevdiği ile berâberdir." "Kıyâmete yakın ilim kalkar, cehalet her tarafı kaplar ve öldürme olayları artar." Ev ziyâreti hususundaki âdâb hakkında: "İzin talebi üç defadır. Birincide susar ve gelenin kim olduğunu öğrenmek için dinlenir, ikincide hazırlanır, üçüncüde de kabul veya reddeder." "Biriniz üç kere selâm verdikten sonra cevap alamazsa dönsün." "Yaşlılara saygı göstermek, Allahü teâlâyı tazimdendir." "Kötü arkadaş, demircilerin körükleri gibidir. Şayet üflediği ateş kıvılcımları seni yakmazsa, kokusu sana bulaşır." "Dirinin ağlamasıyla muhakkak ölü azâb olunur." Peygamber efendimiz ipeği sağına, altını soluna koydu ve "Bu ikisi ümmetimin kadınlarına helal, erkeklerine haramdır" buyurdu
Peygamberlerin gönderilmesi nimeti
30 Temmuz 2001 01:00
İnsanın dünyaya geliş sebebi (3) Allahü teâlâ, akciğerlerinizde kimyâhâneler açarak, burada kanınızın zehrini ayırıp, yerine oksijen yakıcı maddesini sokuyor. Dimâğlarınızda, fizik laboratuvarları açarak, burada his uzuvlarından, sinirlerden gelen haberler alınıp, demir taşına mıknatıs kuvvetini yerleştirdiği gibi, beyninize yerleştirdiği akıl ve yüreğinize yerleştirdiği kalb kuvvetleri te'sîri ile, bir anda, çeşitli plânlar hazırlanıp, emirler, hareketler meydana getiriyor. Yüreğinizi çok karışık ve hârika dediğiniz te'sîrlerle, geceli gündüzlü çalıştırıp, damarlarınızda kan nehirleri akıtıyor. Sinirlerinizde, akıllarınızı şaşırtan, nice nice yol şebekeleri dokuyor. Adalelerinizde sermayeler gizliyor. Daha ve daha birçok hârikalarla, vücudunuzu techîz ediyor, tamamlıyor. Hepsine fizik kanûnları, kimyâ reaksiyonları ve biyoloji olayları gibi ismler taktığınız, bir nizâm ve âhenkle, te'sîs ediyor, montaj yapıyor. Kuvvet merkezlerini içinize yerleştiriyor. Gereken tedbîrleri ruh ve şu'ûrunuza tersîm ediyor. Zihin denilen bir hazîne, akıl nâmında bir miyâr, fikir dedikleri bir âlet, irâde dediğiniz bir anahtar da, ihsân ediyor. Her birini yerinde kullanabilmeniz için size tatlı, acı ihtârlar, işaretler, meyller, şehvetler de veriyor. Daha büyük bir nîmet olarak, sâdık ve emîn Resûllerle açıkça, talimat gönderiyor. Nihâyet, vücudunuz makinesini işletip ve tecrübelerini gösterip, maksada göre kullanmanız ve istifâde etmeniz için elinize teslim ediyor. Bütün bunları, size ve iradenize ve yardımınıza muhtaç olduğundan değil, mahlûkları arasında size ayrı bir mevkı', bir salâhiyyet vererek, mes'ûd ve bahtiyâr olmanız için yapıyor. Ellerinizi, ayaklarınızı, kullanabildiğiniz her uzvunuzu, arzunuza bırakmayıp da, yüreğinizin atması, ciğerlerinizin şişmesi, kanlarınızın dolaşması gibi, sizden habersiz kullansaydı, her işinizde, zorla, refleks hareketleri ile, çolak el, kuru ayak ile yuvarlasaydı, her hareketiniz bir titreme, her kımıldamanız bir siğirme olsaydı, kendiliğinize ve emânetlere mâlik olduğunuzu iddiâ edebilir mi idiniz? Sizi, cansızlar gibi, sâde dış kuvvetler te'sîri ile veya hayvanlar gibi, yalnız dış ve iç kuvvetler ile akılsız, şu'ûrsuz hareket ettirse idi ve evlerinize taşıdığınız nîmetlerden, yük hayvanı gibi, ağzınıza bir lokma verseydi, onu alıp yiyebilecek mi idiniz?
"Ey insan! Acaba sen nesin?"
31 Temmuz 2001 01:00
Doğmadan evvelki, doğduğunuz zamanki hâlinizi düşünüyor musunuz? Üzerinde yatıp kalktığınız, yiyip içtiğiniz, gezip dolaştığınız, gülüp oynadığınız, dertlerinize devâ, korkulara, sıcağa, soğuğa, açlığa, susuzluğa, yırtıcı ve zehirli hayvanların ve düşmanların hücûmlarına karşı koyacak vâsıtaları bulduğunuz şu yer küresi yapılırken, taşları, toprakları hilkat fırınlarının ateşlerinde pişirilirken, suyu ve havâsı, kudret kimyâhânesinde inbiklerden çekilirken, siz nerede idiniz, ne içinde idiniz, hiç düşünüyor musunuz? Bugün, bizim dediğiniz karaların, denizlerden süzülüp ayrıldığı, dağların, derelerin, ovaların, tepelerin döşenildiği zaman, acaba nerede idiniz? Denizlerin acı suları, Hakkın kudreti ile buharlaştırılarak, gökte bulutlar yapılırken, o bulutlardan yağan yağmurlar, çakan şimşeklerin ve güneşten gelen kudret, enerji dalgalarının hazırladığı gıdâ maddelerini, yanmış, kurumuş toprakların zerrelerine işletip, o maddeler, ziyâ ve harâret şu'âları te'sîri ile oynayıp titreşerek hayatın hücrelerini yetiştirirken, nerede idiniz ve nasıldınız? Bugün kendinize maymun tohumu derler, inanırsınız. Allah yaratır, yaşatır, öldürür, herşeyi O yapar derler inanmak istemezsiniz. Ey insan! Acaba sen nesin? Babanın damarlarında neydin? Bunak, örümcek kafalı, gerici diye hakâret ettiğin babana, vaktiyle damarları içinde sıkıntı verirdin. O zaman, seni oynatan kimdi ve sen onu, niçin rahatsız ediyordun? O, istese idi, seni bir çöplüğe atabilirdi, fakat atmadı. Seni, bir emânet gibi sakladı. Bol bol besleneceğin bir mekana tevdi' etti ve nice zaman himâyene uğraştı ise, sen niçin sıkıntılarından babanı mes'ûl tutarak tahkîr ediyorsun da, nîmetlerinden ona ve yaratanına bir Şükür payı ayırmıyorsun? Sonra sen, emânetini niçin herkesin kirlettiği çöplüklere döküyorsun? Etrâfın, arzu ve emellerine uyduğu zaman, herşeyi, aklınla, ilminle, fenninle, gücünle, kuvvetinle yaratarak yaptığına, bütün başarıları îcâd ettiğine inanıyorsun. Hakkın sana verdiği vazîfeyi unutuyor ve o yüksek memurluktan istifâ ediyor ve emânete sahip çıkmaya kalkıyorsun. Kendini mâlik ve hâkim tanımak ve tanıttırmak istiyorsun. Yâhû! İşin yolunda, muvaffakiyet ve muzafferiyet yanında olunca (Hep), işlerin aksi, ters olduğu zamanında ise, kaderin cebri altında oyuncak bir (Hiç) diye iddiâ ettiğin o sen, bunlardan hangisisin? Hep misin, hiç misin?
"Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz!"
1 Ağustos 2001 01:00
İnsanın dünyaya geliş sebebi (5) Ey insanoğlu, etrafın, arzularına uymaz, dış kuvvetler seni mağlup etmeye başlarsa, o zaman da, kendinde hasret ve husrandan, acz ve yeisten başka birşey görmüyorsun. Hiçbir irâde ve ihtiyâra sahip olmadığını, herşeyin cebr elinde esîr olduğunu ve varlığının, otomatik ve fakat zembereği kırık bir makina gibi olduğunu iddiâ ediyorsun. Kaderi bir cebir, mecburiyet mânasında anlıyorsun. Bunu söylerken, ağzının, teyb gibi olmadığını da, sezmez değilsin. Sofrana, sevdiğin yemekler gelmediği zaman eline geçirebileceğin kuru ekmeği yemekle, yemeyip açlıktan ölmek arasında hür ve serbest bulunduğun ve kuru lokmalar, ağzına zorla tıkılmadığı hâlde, elini, dilini uzatır, onları yersin. Hem yersin, hem de birşey yapmadığına hükmedersin. Düşünmezsin ki, elin ve ağzın, yine arzunla oynamış ve bu oynayış bir sıtma, bir titreme olmamıştır. Fakat, böyle mecbûr olduğun zamanlarında bile, irâdene mâlik olduğun hâlde, seni âciz bırakan, hâricî kuvvetler karşısında kendini mecbûr, esîr, hâsılı bir hiç bilirsin. Ey Âdem oğlu! Ey noksanlık ve taşkınlık içinde yüzen insan! Siz, ne hepsiniz, ne de hiçsiniz! Her hâlde ikisi arası bir şeysiniz. Evet siz, îcâd etmekten, herşeye hâkim ve gâlip olmaktan, şüphesiz uzaksınız. Fakat, inkâr olunamayan bir hürriyet ve ihtiyârınız, sizi hâkim kılan, bir arzu ve seçim hakkınız vardır. Siz, eşi ortağı bulunmayan bir hâkim ve mutlak, başlı başına bir mâlik olan, Hak teâlânın emri altında, ayrı ayrı ve müşterek vazîfeler alan, birer memursunuz! O'nun koyduğu ahkâm ve nizâm ile, O'nun tâyîn ettiği mevkı'leriniz ve halkedip emânet olarak verdiği salâhiyyet ve vâsıtalarınız nisbetinde vazîfe yaparsınız Âmir ancak O, hâkim yalnız O, mâlik yine O'dur. O'ndan başka âmir, O'na benzer hâkim, O'na ortak mâlik yoktur. Sizin o kadar benimseyerek, hevesle atıldığınız maksatlar, gayeler, giriştiğiniz mücâdeleler, sarf ettiğiniz gayretler, duyduğunuz iftihârlar, kazandığınız başarılar, O'nun için olmadıkça, hep yalan, hep boştur.
Sıkıntıların birinci sebebi
2 Ağustos 2001 01:00
İnsanın dünyaya geliş sebebi (6) Ey Âdemoğlu, kalblerinizde, niçin yalana yer veriyor da, şirklere sapıyorsun? Niçin, eşsiz hâkim olan, Hak teâlânın emirlerine uymuyor, O'nu mâbut tanımıyorsunuz da, binlerce, hâyal olan, mâbutlar arkasında koşuyor, hepiniz sıkıntılar içinde boğuluyorsunuz? Her neye koşuyorsanız, sizi sürükleyen bir emel, bir ihtiyâr, bir îman değil midir? Niçin o emeli Haktan başkasında arıyorsunuz? Niçin, o îmanı Hakka tahsîs etmiyor, o ihtiyârı bu îmana ve îmanın netîcesi olan amellere sarf etmiyorsunuz? Hak teâlânın hâkimliğini tanıdığınız, emâneti ve emniyyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden, Allahın merhameti, neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nîmet, hep Hakka îmanın hâsıl ettiği kardeşliğin netîcesi ve Allahü teâlânın merhameti ve ihsânıdır. Gördüğünüz her musîbet ve felaket de, hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın netîcesidir. Bunlar ise, hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezâsıdır. Bu da, hukûku kendiniz kurmaya kalkışmanın, Hak teâlâ ile yarış edebilecek şerîklere tâbi olmanın, hâsılı, hâlis tevhîd ile, yalnız Hak teâlâya îman etmemenin netîcesidir. Hulâsa, insanlığı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakka karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen, ilerlediği hâlde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı, hep şirkin, îmansızlığın, vahdetsizliğin ve sevgisizliğin netîcesidir. Beşeriyyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırâb ve felaketten kurtulamaz. Hakkı tanımadıkça, Hakkı sevmedikçe, Hak teâlâyı hâkim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbirini sevemez. Haktan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perîşanlık yoludur. Hak teâlâdan başka her neye gönül verseniz, her neye tapınsanız, hepsinin zıddı, mukâbili vardır. Bunların hepsi de, Hakkın kudreti ve irâdesi altındadır. Şerîki, nazîri, misli, zıddı, mukâbili olmayan, yegâne hâkim, ancak Hak teâlâdır ve ancak O'nun mukâbili bâtıldır, yanlıştır ve varlığı mümkün olmıyan bir yokluktur. Hak teâlâdan başka, her neye tâbi olur, her neye tapınır, O'nun yerine, her neyi sever ve hakîkî hâkim tanırsanız, biliniz ki, onlar da sizinle berâber yanacaktır.
Sosyal patlamanın panzehiri
3 Ağustos 2001 01:00
Son aylarda ciddi ciddi "sosyal patlama" olur mu olmaz mı, konusu konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. MGK'nın gündemine bile girdi bu konu. Yabancıların ölçülerine göre çoktan olması gerekirdi bu patlama. Nasıl oluyor da halkımız bu kadar, tahammüllü, sabırlı olabiliyor, yabancılar buna bir türlü akıl erdiremiyorlar. Bu arada yarı ciddi, yarı fıkramsı bir anekdotu sunmak istiyorum sizlere. Uluslararası ekonomik durumların değerlendirildiği bir toplantıda, ABD, İngiltere ve Türkiye temsilcileri bir araya gelmişler.Tabii, devletlerini en üst düzeyde temsil eden, üç önemli temsilci bir arada olur da, soru sormaz mı gazeteciler? Önce ABD temsilcisine sormuşlar: "ABD'de bir memur ne kadar parayla geçinir? Siz kaç para veriyorsunuz?" Cevap vermiş temsilci: "Valla biz, 2 bin dolar veriyoruz. Bin doları ile geçinirler... Geri kalan bin doları ne yaparlar, nerede harcarlar, hiç sormayız!" Gazeteci, aynı soruyu İngiliz temsilciye de sormus... O da cevap vermiş: "Biz, memurumuza 3 bin sterlin veriyoruz. Geçinmesi için 2 bin sterlin yeterli. Artan bin sterlini ne yapar, nerede harcarlar, bizi hiç ilgilendirmez!" Her ikisinden bu cevapları alan gazeteci, bu defa da Türk temsilciye sorar aynı soruyu: "Türkiye'de bir memurun geçim standardı nedir? Kaç para ile geçinebilirler? Siz kaç para veriyorsunuz?" Bizimki ne dese beğenirsiniz? "Valla, Türkiye'de bir memurun geçinebilmesi için en az 300 milyon lira lâzım. Ama biz 150 milyon lira veriyoruz!.. Geri kalan 150 milyonu nereden bulurlar, nasıl geçinirler bizi hiç ilgilendirmiyor!" Bu konuşma olmuş da olsa, fıkra da olsa Türkiye'nin gerçeği bu değil mi? Yukarıda, bütün bu olumsuzluklara rağmen ayakta kaldığımızı yabancılar akıl erdiremiyorlar demiştik. Evet, akıl erdiremezler; çünkü bizi kendileri gibi zannediyorlar. Yardımlaşmanın, aileler arası dayanışmanın ne olduğunu bilmezler. Çünkü her şeyleri paradır, maddiyattır. Parayı ilah edinmişler. Milletimiz bu tür sıkıntılarla ilk defa karşılaşmıyor aslında. 1909'dan 1950'li yıllara kadar ekonomik sıkıntının her türlüsünü yaşadı. Hiçbir zaman isyan etmek hatırına gelmedi. Aldığı dini terbiyesi, inancı buna izin vermiyordu. Zekatıyla, sadakasıyla zengin fakiri kolluyordu. Şimdi öyle mi? Bir kesim açlıktan kırılıyor, bir kesim tokluktan çatlıyor. Mesela, İstanbul'da %1'lik kesim, toplam kazancın % 30'unun sahibi. Bir tarafta 122 milyon asgari ücretle çalışan -tabii ki bunu da bulabilirse- kimseler, diğer tarafta, saraylarda yaptıkları düğünlerde milyon dolar harcayanlar... Bütün bu uçurumlara halk ne kadar sabır gösterecek? Eskiden olsaydı, bu sabırda kimsenin şüphesi olmazdı. Fakat şimdi durum değişti. Sabırda endişe var. Sebebi de şu: Geçmişte insanları frenleyen, dini duygulardı, inançlardı. Şimdi ise, köprünün altından çok sular geçti. İnançlar epey erozyona uğradı. Erozyona uğrayan inancın yerini madde aldı. Altta kalanın canı çıksın düşüncesi, toplumda hakim olmaya başladı. "Gelsin de nereden gelirse gelsin" anlayışı gelişti. Haram-helal kavramı kalmadı. Geçim sıkıntıları vatan sevgisini de sarstı. Avrupa'ya, ABD'ye yerleşebilmek için her yolu deniyor halkımız. Eğer sarsılan vatan sevgisini tekrar kazandırmak, sosyal patlamadan emin olmak istiyorsak, bunun yolu hem sosyal adaleti sağlamak hem de dini duyguları kuvvetlendirmekten geçer. Çünkü, sosyal patlamanın panzehiri olan sabır ve dayanışmanın kaynağı dindir. Bu gerçeği görmeden, kabullenmeden netice almak mümkün değildir
Resulullahın sırdaşı; Hz. Huzeyfe
3 Ağustos 2001 01:00
Huzeyfet'übnü Yemân hazretleri, Eshâb-ı kirâm arasında Peygamberimizin sırdaşı olması vasfı ile meşhurdur. Peygamberimiz Ona, Eshâb-ı kirâm arasına karışarak kendilerini gizleyen ve böylece fitne çıkarmak isteyen münafıkların kimler olduğunu tek tek bildirmiştir. Bundan başka vuku bulacak hadiseleri de bildirmişti. Eshâb-ı kirâm arasında çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Resûlullah'ın verdiği sırlarla dolu idi. Resûlullah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Huzeyfet'übnü Yemân'a söyledi. Buyurdu ki: "Resulullah efendimiz, âlemin yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bildirdi. Bunlardan bildirilmesi caiz olanları size bildirdim. Örtmesi lâzım olanları, sakladım bildirmedim." Peygamber efendimiz vefâtından sonra Hz. Ebû Bekir, Huzeyfe'yi ordu kumandanı olarak tayin etti. Umman'daki mürtedlerle (dinden dönenlerle) savaşmak üzere Umman'a gönderdi. Kendisine katılan İkrime komutasındaki ordu ile birlikte Umman halkını tekrar İslâma döndürdü. Bundan sonra Umman'da önce zekâtları toplamakla sonra da vâli olarak orada vazifelendirildi. Hz. Ömer halifeliği sırasında Onu Umman'dan Medine-i Münevvere'ye çağırdı. Bir müddet müşavere (danışma) heyetinde bulundurdu. Sonra da Mezopotamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak'ın ve İran'ın fethinde bulundu. Nihâvend savaşında Nu'man bin Mukarrin şehid olunca, İslam sancağını Huzeyfe eline alarak Memedân, Rey ve Deynura'yı fethetmişdir. Cezire'nin fethinde bulunarak, Nusaybin Valiliği'ne tayin olundu. Selmân-ı Fârisî ile birlikte Kûfe şehrinin yerini seçip, orada şehir kurulmasını kararlaştırdı. Böylece Kûfe şehri kuruldu. Huzeyfet'übnü Yemân emniyeti ile şöhret bulmuştur. Hatta Hz. Ömer yeni feth edilen memleketlere: "Huzeyfe ne isterse veriniz" diye emir buyurmuş olduğu halde, kendisi kendi yiyeceğinden ve atının yiyeceği yemden fazlasını almamıştır. Medayin şehrinde uzun müddet valilik yaptı. Oranın halkı onun idaresinden son derece memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Döndüğü zaman, Hz. Ömer onun halini değiştirmediğini görerek boynuna sarılmış ve "Sen benim kardeşimsin, ben de senin kardeşinim" buyurmuştur. Hz. Ömer halife iken Huzeyfet-übnü Yemân'ın bir cenâzenin namazını kılmadığını görerek, ona niçin kılmadığını sordu. O da ölen kişinin münâfık olduğunu söylemiş ve bu sebeple cenaze namazını kılmadığını açıklamıştı. Bunun üzerine Hz. Ömer, memurları arasında münâfık bulunup bulunmadığını sormuş o da bir tane var demiş, fakat Hz. Ömer'in bütün ısrârına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münafık Hz. Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır. Bunun üzerine Hz. Ömer Huzeyfe'nin gitmediği cenazeye gitmemiştir. Çünkü onun gitmemesini ölenin münâfık olduğuna işaret sayardı.
.
Bindiğimiz dalı kesmeyelim
4 Ağustos 2001 01:00
Devlet büyüklerimiz devamlı sabır tavsiye ediyor; toplumumuzda yardımlaşma, dayanışma vardır, bu sıkıntıyı da, sabır ve dayanışma ile aşabiliriz, diyorlar. Birlik beraberlikten, fedakârlıktan dem vuruyorlar. Kemer sıkmamızı tavsiye ediyorlar... Kendimi bildim bileli hep bu söyleri duydum. Daha çocukluğumda, kemerime bakar, kemer sıkmakla memleket nasıl kurtulur, kemerle ne ilgisi var diye düşünürdüm. Zamanla geçici dedikleri sıkıntıların ne kadar kalıcı olduğunu hep birlikte gördük. İnsan bir fedakârlıkta bulununca, karşılığında maddi manevi bir beklentisi olur. Bunun için sabreder. Sabretmenin, fedakârlıkta bulunmanın dünyalık olarak karşılığını görmedik bugüne kadar. O zaman, insanlar niçin fedakârlıkta bulunsunlar? Dünyaya sadece maddi açıdan bakacak olursak bu doğru. Ancak, Müslüman için hayat dünyadan ibaret değildir. Gerçek hayat var. Ahıret var... Eğer niyetimizi sağlam tutabilirsek, sabretmemizin, yardımlaşmamızın karşılığını kat kat fazlasıyla ahırette alırız. Bunu bilen ve gerçekten inanan kimsenin, dayanamayacağı sabır, katlanamayacağı fedakarlık olmaz. Nedense bunu ihmal ediyoruz. Esas öne çıkartılacak işlenecek, kuvvetlendirilecek duygu bu. Kuvvetlendirmek bir yana zayıflatmak için uğraşıyoruz. Bindiğimiz dalı kesmeye çalışıyoruz. Üzerinde durulmayan, hatta üzeri örtülmeye çalışılan bu konuyu biraz aralamak istiyorum bugün. Peygamberimizin dilinden, sabretmenin, sosyal dayanışmanın, nimetleri paylaşmanın Müslüman için ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Önce Peygamber Efendimizin, sabır ile ilgili sözlerini nakledeyim: * Bozuk bir işi düzeltemezseniz, sabredin! Allahü teâlâ onu düzeltir. * Sevmediğinize sabretmedikçe, sevdiğinize kavuşamazsınız. * Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir. Resulullahın yardımlaşma, paylaşma ile ilgili mübarek sözlerinden bazıları da şunlar: * Allahü teâlâ, bazı kullarına dünyada çok nimet vermiştir. Bunları, kullarına faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nimetleri Allahü teâlânın kullarına dağıtırlarsa, nimetleri azalmaz. Bu nimetleri Allahın kullarına ulaştırmazlarsa, Allah nimetlerini bunlardan alır. Başkalarına verir. * Bir kimse, din kardeşinin bir işini yaparsa, binlerle melek o kimse için dua eder. O işi yapmaya giderken, her adımı için bir günahı affolur ve kendisine kıyamette nimetler verilir. * Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya doyurarak veya başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir. * Allahü teâlânın farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir. * Sıkıntıya düşen komşusuna yardım eden, sıkıntısını gideren kimseye, Allahü teâlâ kıyâmet günü kıymetli elbise giydirecektir. "Bir kimse, bir mümine bir iyilik yapınca, Allahü teâlâ bu iyilikten bir melek yaratır. Bu melek, hep ibadet eder. İbadetlerinin sevapları bu kimseye verilir. Bu kimse ölüp, kabre konunca, bu melek nurlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce ferahlanır, neşelenir. Sen kimsin der. Ben, falanca kimseye yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neş'eyim. Allahü teâlâ beni bugün seni sevindirmek ve kıyamet günü sana şefaat etmek ve Cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi der." Sıkıntıların karşılığını dünyada göremiyorsak, ahirette göreceğimizi unutmayalım. Sıkıntının kaynağı ne olursa olsun neticede iyi kötü başımıza gelen her şeyin Cenab-ı Hakk'ın dilemesiyle olduğuna inanmak, imanın şartıdır.
Bu kapı kırılacak mı, açılacak mı?'
4 Ağustos 2001 01:00
Bir gün Hz. Ömer huzurunda bulunan bazı Eshâb-ı kirâma: "Resûlullah efendimizin fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı?" diye sordu. İçlerinden Huzeyfe ey müminlerin emiri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır ki, "Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve komşusundan dolayı fitneye düçar olur. Böyle günahlara oruç tutmak, namaz kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten men etmek keffâret olur." buyurdu, diye cevap verdi. Hz. Ömer "Maksadım o değil, deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum" deyince, Huzeyfe: "Ey müminlerin emiri! Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı kapı var." diye cevap verdi. Hz. Ömer "Bu kapı kırılacak mı, yoksa açılacak mı?" diye sorunca Huzeyfe "O kapı kırılacak" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer "Desene Ümmet-i Muhammed kıyâmete kadar bir araya gelemeyecek!" diyerek üzüntüsünü dile getirdi. Daha sonra Huzeyfe'ye o kapının ne olduğu sorulduğunda "O kapı Hz. Ömer idi" diye cevap vermiştir. Daha sonra Hz. Ömer şehid edilmiştir. Huzeyfet'übnü Yemân Hz. Osman'ın halifeliği sırasında Azerbaycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi. Bu hizmetlerinin yanında mühim bir hizmeti de Kur'ân-ı kerim nüshalarının çoğaltılmasına sebep olmasıdır. Çünkü o, Azerbaycan ve Ermenistan tarafına gittiğinde Kur'ân-ı kerim'in değişik lehçelerle okunduğunu görerek, Kur'ân-ı kerim'in Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hz. Osman'a teklif etti. Bunun üzerine Hz. Osman, Kur'ân-ı kerim nüshalarını çoğaltıp; belli merkezlere gönderdi. Hayatının çoğu savaşlarda geçen Huzeyfet'übnü Yemân, Hz. Osman şehid edildiğinde Medine'de bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Hz. Osman'ın şehid edilmesine çok üzüldü. Onun şehid edilmesinden kırk gün sonra vefât etti. Huzeyfe ölüm döşeğinde yattığı vakit "Dost âni bir baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allahım fakirlik ve hastalıktan hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır." diyerek duâ etmiştir. Huzeyfet'übnü Yemân, Peygamberimizden yüzden fazla hadis-i şerif rivâyet etmiştir. Ondan rivâyet edilen hadis-i şerifler Kütüb-i sitte adı verilen meşhur altı hadis kitabında yer almıştı
.
"Fitne zamanında bir kenara çekil!"
5 Ağustos 2001 01:00
Huzeyfet'übnü Yemân'ın, Peygamberimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları: "Resûlullah'a ileride hasıl olacak fitnelerden sordum, çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. "Yâ Resûlallah, biz, müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahü teâlâ, senin şerefli vücudun ile İslâm nimetini, iyiliklerini bizlere ihsan etti. Bu saadet günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi" dedim. "Evet gelecek" buyurdu. Bu şerden sonra hayırlı günler yine gelir mi dedim. Yine "Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur" buyurdu. Bulanıklık ne demektir, dedim. "Benim sünnetime uymayan ve benim yolumu tutmayan kimselerdir. İbâdet de yaparlar. Günah da işlerler" buyurdu. Bu hayırlı zamandan sonra, yine şer olur mu dedim. "Evet Cehennemin kapılarına çağıranlar olacaktır. Onları dinleyenleri Cehenneme atacaklardır" buyurdu. Yâ Resûlullah! Onlar nasıl kimselerdir dedim. "Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi konuşurlar" buyurdu. Onların zamanlarına yetişirsem, sığınacak iyi insan bulamazsam ne yapmamı emredersiniz dedim. "Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma ölünceye kadar yalnız yaşa!" buyurdu. Bildirdiği diğer hadis-i şerifler şunlar: "Benden sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'e uyunuz." "Bütün iyilikler sadakadır." "Utanmazsan, istediğini yap." "Nemmam (söz taşıyan) Cennete giremez" "Gümüş ve altın kaplardan bir şey içmeyiniz, ipekli elbise giymeyiniz." "Bir kimse, İslâm'da sünnet-i hasene yaparsa, bunun sevabına ve bunu yapanların sevablarına kavuşur. Bir kimse İslâm'da bir bid'at, (kötü) çığır açarsa, bunun günahı ve bunu yapanların günahları kendisine verilir." "İki arkadaşın, Allah katında en sevimlisi, arkadaşına karşı daha müşfik (şefkatli) davranandır." "Şehvet nazarı ile bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Kim Allah korkusu ile, onu terk eder, yâni şehvet gözü ile bakmazsa, Allahü teâlâ ona öyle bir imân nasib eder ki, zekini kalbinde duyar." "İçinizdeki fenâları yola getirmeğe çalışmazsanız. Yani Emr-i Ma'rûf ve nehyi ani'l münker yapmazsanız Cenâb-ı Hak, başınıza öyle belâlar verir ki, bu belâlardan kurtulabilmek için artık iyilerinizin Allah'a yalvarması da fayda vermez."
.
Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!'
22 Ağustos 2001 01:00
İsâ aleyhisselâm yolda yürürken bir kafatasına rast geldi. Ona, "Allah'ın izniyle konuş" dedi. Kafatası: "Ben, şu zamanın bir hükümdârı idim. Başımda tâcım, etrafımda askerlerim, büyük bir ihtişâm içinde tahtım üzerinde otururken ölüm meleği birden karşıma çıktı ve canımı aldı. Keşke o topluluk etrafımda olmasa, keşke düşüp kalkmalar ve ünsiyetler olmayıp günlerim vahşet içinde geçmeseydi" dedi. İşte âsîlerin karşılaşacağı ve itâat edenlerin kurtuldukları zorluklar bunlardır. Bâzan peygamberler ölüm acısından bahsederken ölüm meleğinin bu sûretinden bahsetmezler. Hâlbuki ölüm meleğinin o korkunç sûretini bir def'a rü'yasında görse, dünya başına dar gelir ve ömrü boyunca onu unutamazdı. Ya açık gözle onu o sûrette görenin hâli nice olur? Fakat Allah'a itâat edenler ise onu en güzel sûrette görürler. Ayrıca Kirâmen Kâtibîn olan iki koruyucu meleği de görmek vardır. Bunu, Vüheyb böyle rivâyet etmiştir: Adam itâatkâr idiyse melekler, "Allah seni hayırla mükâfatlandırsın. Bizi iyi adamlarla buluşturdun, sâlih ameller yapılan yerlere götürdün, iyi sözler dinlettin" derler. Şâyet kötü insân ise. "Allah senin cezânı versin. Bizi kötü meclislere götürdün, kötü işler arasında bulundurdun ve kötü sözler duyurdun" derler. İşte bu, son zamanda ölünün gözlerini diktiği vakitte olur ki, bir daha gözleri geri dönmez. Üçüncü felâket, âsilerin, Cehennem'deki yerlerini görmeleri ve müşâhededen önceki korkularıdır. Zira onlar, can çekişme esnasında kuvetten düşmüş ve canlarını vermek için teslim olmuş durumdadırlar. Bununla beraber ölüm meleğinin iki müjdeden biri ile seslenişini duymadan ölmez. Ya, "Ey Allah'ın düşmânı, sana Cehennem ile müjde olsun" veya, "Ey Allah'ın dostu, sana Cennet ile müjde olsun" seslenişidir. Bu müjdelerden birini duyacaktır. İşte, basiret sâhipleri bundan korkarlar. Nitekim Peygamber Efendimiz: "Sizden biriniz nereye gideceğini bilmeden ve hattâ Cennet veya Cehennem'deki yerini görmeden dünyadan çıkmaz" buyurmuştur.
Ya sonsuz saadet ya da sonsuz azap!
23 Ağustos 2001 01:00
Ebû Hüreyre hazretlerini hastalığında ziyâret etmek üzere Mervan yanına gitmişti. Mervan: "Allah'ım, bu adamın hastalığını hafiflet" diye duâ etti. Ebû Hüreyre, "Allah'ım, artır" dedi ve ağladı. Sonra devamla: "Ağladığım, dünyaya hevesimden veya size olan hasretimden değildir. Ancak şu iki haberden yâni "Sana Cennet ile müjde olsun" veya "Cehennem ile müjde olsun" sözlerinden hangisi ile müjdeleneceğimden korktuğum içindir" demiştir. Peygamber Efendimiz ölüm anını şöyle anlatır: "Allahü teâlâ kulundan râzı olduğu vakit, ölüm meleğine, "Git, falanın ruhunu bana getir, onu rahatlandırayım; yaptığı ameli yeter. Onu Ben çeşitli imtihanlardan geçirdim. Her dâim kendisini istediğim ve sevdiğim tarafta buldum" buyurur. Ölüm meleği de herbirinde zaferan ve çeşitli kokulu otlar olduğu hâlde beşyüz melekle gelir. Herbiri ayrı ayrı müjdelerle adamı tebrik eder ve müjdelerler. O ruhun bedenden aşırılması için, ellerinde güzel koku bulunan melekler iki saf hâlinde ve ayakta beklerler. İblis onların bu hâlini görünce hemen elini başına koyarak, "Vay bana" diye feryâdı basar. Bunu duyan askerleri, "Efendimiz size ne oldu?" diye sorduklarında, İblis, "Şu adamın şu büyük mevkiye sâhib olmasını görmüyor musunuz? Nerde idiniz de bu adamı azdırmadınız?" der. Bunun üzerine maiyeti, "Çok çalıştık, fakat mâsum idi, te'sîr edemedik" derler. Hasan-ı Basrî: "Mü'minin rahatlığı, ancak Allahü teâlâya mülâki olacağı yani öldüğü zamandır" demiştir. Demek ki mü'minin şerefli, izzetli, emîn olduğu, neş'eli ve en çok sevinçli günü, öldüğü gündür. Zeyd bin Câbir ölüm döşeğine yattığında kendisine: "Ne istersiniz?" diye soranlara, "Hasan-ı Basrî'yi görmek isterim" demiş. Hasan-ı Basrî geldiğinde, "Ey kardeşler, işte şu saatte ben sizden ayrılıyorum! Ya Cennet'e veya Cehennem'e" dedi. Muhammed bin Vâsi' de ölüm ânında: "Ey kardeşler, size selâm olsun, Allahü teâlânın affına mazhar olmazsam, varacağım yer Cehennemdir" dedi. Son nefes tehlike ve korkusu, âriflerin ciğerini parçalamıştır. O, büyük felâkettir. Çünkü ya sonsuz saadet ya da sonsuz azab ile neticelenmektedir.
Yedi kişiye bir kitap
24 Ağustos 2001 01:00
Dün öyleydi. Bugün de öyle. Yarın da öyle olacak... İlme önem veren milletler, her zaman, her devirde medeniyette, teknolojide söz sahibi... İlme gereken önemin verilmesi de, buna yatırım yapılması ile anlaşılır. Bugün, teknolojide zirvede olan Amerika Birleşik Devletleri'nde, öğrenci başına, yılda 1272 dolar harcanırken, Türkiye'de yalnızca 72 dolar harcanıyor. Okuma oranları da, o ülkenin ilmi seviyesini gösterir. Mesela, ABD'de bin kişiye düşen gazete sayısı 200, Almanya'da 400, Japonya'da 500 iken bizde 81'dir. Fransa'da kişi başına yılda yedi kitap düşerken, Türkiye'de yedi kişiye bir kitap düşüyor. Biz kütüphanelerimizde 11 milyon kitaba sahip iken; düne kadar küçük bir vilayetimiz olan Bulgaristan, 41 milyon kitaba sahip; bizde 1.310 kütüphane varken onlarda 4.237 kütüphane var. Bizde nüfus 70 milyon, onlarda bizden neredeyse 9 misli az ve 8 milyon! Onların kütüphanelerinde nüfus başına 5 kitap düşerken bu ortalama bizde sadece 0.16! Kitap, gazete, o ülkenin eğitim durumunu, kültür seviyesini gösterir. Biz okuyup yazan değil bol bol konuşan bir milletiz. İşte bu yüzden kültürel boyutumuz eksik kalıyor, noksan kalıyor. Mutlaka, ama mutlaka okumaya alışmak okumaya çalışmak zorundayız. Çünkü bilenle bilmeyen bir olmaz. Bilmek için duymak yetmez, okumak şart. İlk emri de "Oku" şeklinde olan dinin mensupları olarak bu bize yakışmıyor. Peygamberimizin ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çoktur ve meşhurdur ki, gayrimüslimler bile bunları bilmektedir. Peygamber efendimiz, "İlim, Çin'de de olsa alınız" buyurmuştur. Bu, dünyanın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilim öğreniniz, demektir. Bir hadîs-i şerîfte de, "Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız" buyuruldu. Bu emre göre, bir ayağı mezarda olan seksenlik ihtiyarın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdettir. Dinimiz ilme bu kadar önem verdiği için, İslam âlemi, ilmin gelişmesinde ve yayılmasında çok önemli olan kâğıt üretimine ve kullanımına da Batı'dan çok önce başlamıştır. Bunu Batı kaynakları da belirtiyor. Mesela, Will Durant, "İslâm Medeniyeti" kitabında bu gerçeği şöyle dile getiriyor: "Müslümanlar Semerkand'ı aldıkları zaman, (712) Çinlilerden, keten ve başka bitkileri dövüp hamur yaptıktan sonra, bu hamuru ince yapraklar halinde kurutmayı öğrendiler. Bu madde, 'papirüs'ün yerini aldı. İslâm dünyasında ilk kâğıt fabrikası 794'te Vezir Harun'un oğlu El-Fezl tarafından Bağdat'da kuruldu. Daha sonra Müslümanlar kâğıt yapımını Sicilya ve İspanya'ya götürdüler; kağıtçılık buradan İtalya ve Fransa'ya geçti. Mekke'de 794 yılında, Mısır'da 800, İspanya'da 950, İstanbul'da 1100, Sicilya'da 1102, İtalya'da 1145, Almanya'da 1228, İngiltere'de 1309 yıllarında kullanıldı. Bu yeni keşif sayesinde kitapçılık hızla gelişti. Kitapçı dükkânları o devirde, aynı zamanda istinsah (çoğaltma) işlerinin, hat sanatının ve edebî toplantıların da merkeziydi. Öğrencilerin çoğu, hayatlarını kitap istinsah ederek kazanırlardı. Camilerin çoğunun birer kitaplığı olduğu gibi, şehirlerde de genel kitaplıklar vardı. Rey şehrindeki genel kitaplığın kataloğu, 12 cilttir. Moğollar Bağdat'ı yıktıkları zaman, şehirde 36 genel kitaplık vardı. Meşhur bilgin el-Vakidi, ölümünde 600 kitap sandığı bırakmıştı. Bu sandıklardan her biri, iki kişi tarafından güçlükle yerlerinden kaldırılabiliyordu. 10. Yüzyılda Sahip İbni Abbas gibi hükümdarların kitaplıklarındaki kitap sayısı, bütün Avrupa kitaplıklarındaki kitap sayısından daha çoktu. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir kitap aşkı görülmemiş, rastlanmamıştır." İşte asırlara hükmeden "Doğu Medeniyeti"nin kaynağı bu aşktı. Ne zaman ki bu aşk söndü, medeniyetin liderliği de Batı'nın eline geçti. Ne diyelim; At binenin, kılıç kuşananındır..
Fakir olarak ölmeyi istedi!
24 Ağustos 2001 01:00
İbnü'l-Münkedir ölürken ağladı. Sebebini soranlara, "Bilerek işlediğim bir büyük günah için ağlamıyorum. Ağlamamın asıl sebebi, önemsemiyerek yaptığım bir hatânın Allah katında büyük bir günah olmasından korkarak ağlıyorum" dedi. İbnü'l-Mübârek de ölümü esnasında âzadlı kölesi olan Nasr'a "Başımı toprağa koy" dedi. Nasr ağladı. "Niçin ağlıyorsun?" deyince, "Senin iki varlığını, servetini ve şimdi de yoksul olarak ölümünü hâtırlayarak ağlıyorum" dedi. İbnü'l-Mübârek: "Ağlama, zîra ben Allahü teâlâdan zenginler gibi yaşamamı ve yoksullar gibi ölmemi istedim. Sonra sen, bana şehâdeti telkîn et ve ben başka bir söz konuşmadıkça da onu tekrar etme" dedi. Cerirî diyor ki: "Son nefesinde Cüneydi Bağdadi'nin yanında bulunuyordum. Cum'a günü idi. Kur'ân-ı azîmi okuyordu ve hatmetmişti. Ben de kendisine: "Bu durumda da mı okuyorsunuz?" dedim. O da: "Bu işe benden daha ihtiyaç sahibi olan kimdir. İşte defterim dürülmektedir, hiç olmazsa hatim ile dürülsün" dedi. Rüveym diyor ki: "Ebû Saîd el-Harraz'ın ölümü ânında yanında bulunuyordum. O ise: " Âriflerin gönüllerinin Allah'ı zikre olan iştiyâkı ve gizli münâcât hâlindeki hâtırlamaları, ölüm ve ümid dolu şerbet bardaklarını onların üzerlerine serpti de şükredip az ile kanâat eden veya doyan gibi dünyadan yüz çevirdiler. Onların maksat ve üzüntüleri bir askerî karargâha, orduya katılmaktır ki, orada parlak yıldızlar gibi Allah'ın dostları vardır. Cisimleri yeryüzünde O'nun sevgisi ile ölüp giderken ruhları perdeler arasında yükseklere doğru seyreder. Onlar ancak habiblerinin civarında istirahata çekildiler. Zorluk ve zahmette aksaklık göstermezler" dedi. Cüneydi Bağdadi de, Ebû Saîd el-Harraz'ın ölüm ânında vecde çok geldiğini söylediklerine, onun ruhunun hevesle uçması şaşılacak bir şey değildir" dedi. Ölümü ânında zâtın birisine: "Allah de" dediklerinde, "Siz ne vakte kadar Allah diyeceksiniz? Hâlbuki ben Allah aşkı ile yanıyorum" dedi. Yine zâtın birisi diyor ki: "Memşadi'd-Dînûrî'nin yanında bulunuyordum. Fakirin biri geldi selâm verdi ve: "Burada insanın ölebileceği temiz bir yer bulunur mu?" diye sordu. Ordakiler kendisine yer gösterdiler. Ayrıca orada göze suyu da vardı. Fakir abdestini tazeledi. Namaz kıldı, sonra da gösterilen yere giderek yattı, ayaklarını uzattı ve öldü...
O'nu unutmadım ki hatırlayayım'
25 Ağustos 2001 01:00
Hazreti Şiblî'nin hizmetçisi Câfer bin Nusayr'a, "Şiblî son deminde ne gördü?" dediklerinde, dedi ki: "Şiblî son deminde, "Birisinin bende bir dirhem hakkı vardı, onun için binlerce dirhem verdim. Hâlâ korkum odur" dedi ve sonra bana, kendisine abdest aldırmamı söyledi. Ben de abdestini aldırdım. Yalnız sakallarını hilâllemeyi, aralarına su vermeyi unuttum. Dili tutulmuştu. Elimi tuttu ve sakallarının arasına soktu. Sakallarını hilâlledim ve böyle öldü. Yâni son nefesinde bile abdestin edeblerinden hiç birini terketmediğini söyledi. Ölüm döşeğinde yatan Bişr bin El-Hâris'e: "Ölüm ağır geldiği için hayatı mı seviyorsun?" diye soranlara, "Allah'a gitmek kolay değildir" dedi. Son deminde Cüneydi Bağdadi'ye "Lâ ilâhe illâllah" demesi telkin edildiği vakit, "Ben O'nu unutmadım ki hatırlayayım" demiştir. Sâlih bin Mismar'a: "Oğlunu ve aileni birine vasiyyet etmiyor musun?" dediklerinde, "Onları Allah'tan başkasına emânet etmekle Allah'tan hayâ ederim" demiştir. Ebû Süleyman ed-Dârânî de ölüm döşeğine yattığı vakit ziyâretine gelenler ona: "Sana müjdeler olsun ki, mağfireti çok, merhameti bol olan Allah'a gidiyorsun" dediler. O da: "Öyle diyecek yerde, iğneden ipliğe her şeyin hesâbını görüp kusurlarından dolayı sana azab edecek olan bir Allah'ın huzuruna gidiyorsun desenize?" demiştir. Ebû Bekir el-Vâsıtî de hastalandığı vakit, "Bize vasıyyette bulun" diyenlere, "Allahü teâlânın sizden istediği hakkına, riâyet edin" dedi. Yine birisi ölüm döşeğine yattığında ailesi ağlamağa başladı. Onun ağladığını gören kocası sebebini sorunca, kadın, "Senin için ağlıyorum" dedi. Adam, "Sen kendin için ağla, zîra ben kırk yıl bugün için ağladım" demiştir. Cüneydi Bağdadi diyor ki: "Ölüm hastalığında Sıriyyü's-Sekatî'yi ziyârete gittim ve: "Nasılsın?" diye kendisinden sordum. O da: "Bendeki hastalıktan tabibe nasıl şikâyet edeyim? Zîra bana gelen, ondan geldi" dedi. Bunun üzerine yelpaze ile kendisini biraz serinletmek istedim. O da: "Ciğerleri yanan bir adam yelpazeden ne anlar" diyerek yine şu meâldeki şiirleri söyledi: "Kalb yanıyor, gözün yaşları akıyor, sıkıntılar toplandı sabırlar ayrıldı." "Gönül varlığı heves ve arzûları, kendini huzursuz eden adamın istikârı olabilir mi?" "Ey Rabbim, benim için kurtuluş yolu olan bir şey varsa da, bir nefesim dahi kalmışsa, onu bana ihsân eyle."
Hiçbir şey onsuz kıymet bulmaz
25 Ağustos 2001 01:00
Dinimize göre, insanın, kendisine lâzım olan bir meseleyi öğrenmesi bütün dünya nimetlerine sahip olmasından daha kıymetlidir. İlim öğrenmekten daha kıymetli birşey yoktur. Çünkü, işlerin hepsi, ilim ile doğru olur, ilimsiz birşey yapılamaz. Peygamber efendimize, "işlerin hangisi üstündür" diye üç kere soruldu. Peygamber efendimiz her seferinde, "İlimdir" buyurdu. Peygamber Efendimize, "Yâ Resûlallah bunun hikmeti nedir?" diye suâl edildiğinde, "Çünkü hiçbir şey ilimsiz doğru olmaz ve onsuz hiç kıymeti olmaz" buyurdu. İnsan birçok sıkıntılara katlanarak, amel işlemektedir. Bunlar ilimsiz olarak yapılırsa, hepsi boşa gidebilir. İlim ve ibâdetin aslı ile iki şey elde edilir: Birincisi, kalbin dünya sevgisinden kurtulması; ikincisi de az yemek, mideyi tıka-basa doldurmamaktır. İbâdetlerde ihlâs ancak bu iki şey ile elde edilir. Bir kimsenin kalbi dünya sevgisi ile, dünya ni'metlerine muhabbet ile doluysa, ondan ihlâslı amel meydana gelmez. Midesi dolu olan kimsede de nefsin arzûları eksik olmaz. Bu arzûlar, kalbi te'sîr altına alır. Böyle bir kimsenin de cenâb-ı Hak nazarında kıymeti yoktur. Mübâhların fazlasından ve haramlardan sakınmalı, nefsin hoşuna giden kötü işlerden uzak durmalıdır. Fesatlık, çekememezlik, kin, kendini beğenme, cimrilik gibi kötü huyları kalbden çıkarmak lâzımdır. Bir kimsenin, itâ'atli iyi huylu kul olabilmesi için dört şart vardır: 1- Uzun emelli olmamak. 2- Cenâb-ı Hakkın va'dinden emîn olmak. 3- Cenâb-ı hakkın taksimine yâni verdiği rızıklara râzı olmak. 4- Mideyi haramlardan korumak. Kim ki, bu dört şeyi yerine getirirse, nefsini itâ'at altına almış olur. İnsan bedeni eğerlenmiş bir at gibidir. Eğer, atın eğeri ve gemi gereği gibi yapılmışsa, harp yerinde çok işe yarar. Eğer at terbiye edilmemişse, eğeri düzgün değilse işe yarayacağı yerde huysuzluk eder. Hem kendi kanının dökülmesine, hem de sahibinin ölmesine, mahvolmasına sebep olur. Nefsine hâkim olan her ni'mete kavuşur. Âyet-i kerîmede meâlen, "Nefsini hevâ ve şehvetlerden uzak tutan kimsenin menzil ve karargâhı Cennettir." buyurulmuştur. A'raf sûresinde de meâlen, "... Bu kimsenin hâli, koğsan da, kendi hâlinde bıraksan da, dilini çıkartıp soluyan köpek gibidir..." buyurularak, nefsinin arzûları peşinde koşan kimse köpeğe benzetilmiştir. Hadîs-i şerîfte de, "İnsanlar, yâ âlim veya talebedir. Bu ikisinden olmıyanda hayır yoktur." buyuruldu. Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, akıllı olan kimse, yâ âlim olur yâ talebe. İnsan öğretici olmalı ya da öğrenin... İnsan ancak bu şekilde, Peygamber efendimizin buyurduğu hayırlı kimselerden olur. Nefsi terbiye etmek kolay değil fakat mümkün. Uğraşıldığı takdirde en azgın köpekler bile terbiye edilmektedir. İlim sahibi olan, tövbe edip, nefsi ile mücâdele eden, emirleri yapıp yasaklardan kaçınan, Allahü teâlânın lütûf ve keremine mazhar olur. Böyle kimse, Allahü teâlânın beğendiği kimsedir. Onun gönlü Allahü teâlânın nazargâhıdır. Bu kimse sadece Allahü teâlânın rızâsını istediği için, ihsânlardan, nimetlerden mahrûm kalmaz.
"Cömertlere yumuşak davranırım"
26 Ağustos 2001 01:00
Şiblî hazretleri ölümü ânında adamlarından bâzıları yanına girerek ona şehâdet kelimesini telkîn ettiklerinde, şu meâlde konuştu: "Bir beyt ki içinde sen varsın, artık oranın ışığa ihtiyacı yoktur." "İnsanlar hüccet ve delilleri ile geldikleri vakit, bizim hüccetimiz sensin." "Senden yardım istediğim vakit, Allah bana yardım etsin." Ebû'l-Abbâs bin Atâ, Cüneydi Bağdadi'nin yanına girdi. Hazret can çekişiyordu. Ona selâm verdi. Selâmını geç aldı ve: "Beni mâzur gör, virdim ile meşgul idim" dedi. Sonra kıbleye dönerek tekbir aldı ve vefât etti.. Ölüm döşeğinde yatan Kettânî'ye: "Ne gibi amelin var?" diye sorduklarında, "ölümüm yakın olmasa size amelimden bahsetmezdim. Ama mâdemki ölmek üzereyim, söyleyeyim. Tam kırk yıl kalbimin kapısını bekledim. Ne zaman Allah'tan başka bir şey kalbime girmek istedi ise onu hemen kovdum" demiştir. Mu'temir diyor ki: "Hıkem bin Abdülmelik'in ölüm esnasında yanında bulunanlardan biri idim. "Allah'ım, bu şöyle böyle, iyi bir insan idi. Sen bunun ölüm acısını kolaylaştır" diye duâ ettim. Bir müddet sonra ayıldı ve: "O duâyı yapan kim?" diye sordu. Ben de: "O duâyı ben yaptım" dedim. Bunun üzerine dedi ki: Azrâil bana, "Ben her cömerde karşı rıfk ile davranırım" dedi ve sonra da öldü. Yûsuf bin El-Esbât ölüm döşeğinde yattığı vakit, Huzeyfe ziyâretine gitti ve onu fazla ıztırap içinde gördü. "Şimdi feryâd ü figan zamanı mı dır?" deyince, Yûsuf, "Ne yapayım, vallahi yapmış olduğum amelleri sıdk u ihlâs ile yapıp yapmadığımı bilemiyorum, ona ağlarım" dedi. Huzeyfe: "Şu sâlih adama bakın, amelindeki ihlâsından korkuyor" dedi. Ahmed Megazilî diyor ki: "Suffa adamlarından ihtiyar bir malûlün ziyaretine gittim, ölüm döşeğinde idi. Allahü teâlâya hitâben: "Bana dilediğin gibi muamele etmeye muktedirsin, bana rıfk ile muâmele et yâ Rab" diyordu. Ölümü esnâsında Şeyh'in biri Memşâdü'd-Dînûrî'nin yanına gitti ve: "Allah sana iyi muâmelede bulunsun" diye duâ etti. Bunun üzerine Memşad gülümseyerek: "Otuz yıl önce Cennet bütün varlığı ile bana arzedildi ve fakat ben ona iltifat etmedim" dedi. Yine Rüveyme ölümü esnasında kendisine şehâdeti telkîn ettikleri vakit, "Zâten ben ondan başkasını söyleyemem" dedi.
Ölüm gerçeği!..
27 Ağustos 2001 01:00
İmam-ı Gazali hazretleri "ölüm gerçeği"ni şöyle anlatır: Bilmiş ol ki; insanların ölüm hakkında hatâya düştükleri yanlış düşünceleri vardır. Bâzıları ölümün yokluk olup artık ahiret hayatının, haşir ve neşir gibi bir şeyin olmayacağını, insanın ölümünün, hayvanların ölümü ve bitkilerin kuruması şeklinde olduğunu sandılar ki, bunlar, Allah'a ve âhirete îmânı olmayan inkârcılar, münkir ve mülhidlerdir. Diğer bir kısmı da, mükafat ve cezanın cesede değil, ruha olacağını, cesedin ise hiçbir sûretle dirilip haşrolmayacağını sandılar. Bunlar, yanlış ve gerçekten ayrılan bâtıl görüşlerdir. Âyet ve hadislerin haber verdiği, sağlam kaynakların şehâdet ettiği gerçek, ölümün, yalnız bir değişiklikten ibâret olup cesedden ayrılan ruhun ya azâb veya nîmette olmak üzere bâkî kalmasıdır. Ölüm, ruhun bedenden çıkması ile bedenin kullanamaz hâle gelmesi demektir. Organlar, ruhun aletleri idi. Göz ile görür, kulak ile duyar, kalb ile anlar ve diğer organları istediği işlerde kullanırdı. Artık bedenden ayrılmakla onları kullanamaz hâle gelmiştir. Aslında, burada kalb, ruhdan ibârettir. Ruh, âletsiz her şeyi bilir. Bunun için çeşitli üzüntü ve zevk ile karşılaşır. Bağımsız olarak ruhun özelliği olan her şey, ruh bedenden ayrıldıktan sonra devâm eder. Fakat beden vasıtasıyle ilgili olan hususlar, bedenden ayrılması ile atâlete uğrar ve bu, ruh cesede dönünceye kadar devâm eder. Ölümle beraber cesedin atâlete uğraması, herhangi bir ârıza sebebiyle bâzı âzaların atâlete uğramasına benzer. Meselâ, bedende ruh varken, bacak, uğradığı ârıza sebebiyle bundan haberi olmaz ve ruh ona nüfuz edip onu hareket ettiremez. Ruh, mevcud olduğu hâlde bâzı âzaları kullanır ve fakat âzaların bir kısmı da kendisine isyân eder. İşte ölüm de bütün azaların ruha isyânından ibarettir. Ruhtan, bilgi, sıkıntı, üzüntü ve neş'e gibi şeyleri idrâk eden kuvveti kasdediyoruz. Âzalar üzerindeki tasarrufu geçersiz olduğu vakit, bu bilgi, anlayış, ferah ve üzüntü gibi hâlleriyle zevk ve kederi kabûl etme hâlleri kendisinden zâil olmaz. Gerçekte insan, ilim, elem ve zevklerini anlayan mânadır. Bu ise ölmeyip yok olmaz. Ölümün mânası, ruhun bedenden ayrılıp onu tasarrufa muktedir olmaması demektir. Kötürümlükte, felçte olduğu gibi, bedenin ruha itâat etmemesi demektir. Ölüm ise bütün âzalarda mutlak bir kötürümlüktür. İnsanın hakikati ise rûhudur.
Ruhun değişikliği!..
28 Ağustos 2001 01:00
Ruhun değişikliği de iki yöndendir: Birincisi, gözü, kulağı, dili, el ayak gibi diğer organların; aile, çoluk çocuk, dost ve ahbablarının mal, emlâk ve diğer eşyalarının da kendisiden ayrılması demektir. Zâten kendisinin bunlardan ayrılması ile bunların kendisinden ayrılması arasında bir fark yoktur. Çünkü her iki şekilde de hasret aynıdır. Şu hâlde ölüm demek, insânın başka bir âleme intikali ile buradaki varlıklarından ayrılması demektir. Dünyada heves edip ünsiyyet ederek zevklendiği şeyleri var idiyse ölümü ile onlardan ayrıldığı için onların hasret ve elemini çeker. Malına, mevkiine ve giydiği elbiseye varıncaya kadar... Şâyet yalnız Allah ile ünsiyyet eder, onun emirlerini yapmaktan zevk alırsa, ölümü ile nîmeti çoğalır, saâdeti kemâle erer. Çünkü ortadan bütün engeller kalkmış ve sevgilisi ile başbaşa kalmıştır. Zîra dünyanın bütün sebebleri onu Allahtan alıkorlardı. İşte ölüm ile hayat arasındaki ayrılığın yeri budur. İkincisi, uykuda görmediklerini uyanık hâlde iken gördükleri gibi, hayatta iken görmediklerini ölümünde kendisine gösterirler. Aslında insanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar, denilmiştir. İlk olarak keşfedilen iyilik ve kötlüklerinden kendisine kâr ve zarar veren şeylerdir. Çünkü bunlar kalbinin gizliliğinde dürülmüş olan kitâbında yazılı idiler. Ancak dünya meşgaleleri onları bilmesine engel oluyordu. Dünya meşgalesi kesilince bütün amelleri kendisine açıklanır. Günahına baktığı vakit, onun hasreti, kendisine öyle te'sîr eder ki, o hasretten kurtarmak için Cehennem'e atılmağı bile göze alır. O vakit kendisine, "Bugün sana karşı, iyi hesab görücü olarak kendi nefsin yeter" (İsrâ: 14) denir. Bütün bunlar can bedenden ayrılır ayrılmaz daha mezara girmeden keşfedilirler ve hasret âteşi ile yanar. Yâni dünyaya bağlandığı hususlar için hasret çeker. Tabiî âhiret azığı için hâzırladığına üzülmez. Çünkü âhiret için azık alan, maksadına ulaştığı vakit buna sevinir. Bu, dünyalıktan ancak zarurî ihtiyacını alıp ondan da müstağnî olmak için zarûretten kurtulmak isteyenler içindir ki, istediği de olmuştur. İşte adamın bu durumu, elem ve azâbın büyük bir nevidir ki, mezara konmadan daha ölümü ile başlar. Mezara konduğu vakit, bâzan başka bir azâbı tatmak için bir nevi o azâbı tadacak şekilde ruh bedenine döner. Af edilenleri de olur..
Hayâtı bilmeyen, ölümü bilemez!
29 Ağustos 2001 01:00
Mezardaki kimsenin hali şuna benzer; Dünyaya bağlanıp, dünya varlıkları ile zevklenenler, hükümdârın müsâmahakâr davranacağını veya farkında olmıyacağını sanarak onun bulunmadığı sırada evinde ve bütün varlıklarında dilediği gibi tasarrufa kalkıştığı hâlde, âni olarak onu hükümdârın yakalaması ve bütün yaptıklarının yazılı olduğu bir defter ile karşısına çıkması gibidir. Hükümdar ise hem hiddetli hem de kıskanç hâli ile yaptıklarının cezasını kendisine çektirmeğe hâzır ve hiçbir iltimasçı kabûl etmez durumdadır. Henüz hükümdar buna bir ceza tatbikine başlamadan önceki bu adamın durumunu bir düşün. Korku, utanç, hasret, rezalet ve nedâmet gibi bütün elemler kendisini kaplamış olup mukadder âkıbetini beklemektedir. İşte daha mezarında azâb olmağa başlamadan, ölür ölmez, dünyaya aldanıp bağlanan günahkârın durumu budur. Bugünün dehşetinden Allah'a sığınırız. Zîra gizli kötülüklerin açığa çıkmasıyla rezîl ve kepaze olmak, herhangi bir dayak yemekten, hattâ bir yerinin kesilmesinden de daha kötüdür. İşte bu anlattıklarımız, ölümü ânındaki ölünün durumuna işârettir. Bunları, baş gözünden daha kuvvetli olan kalb gözü ile basîret sâhibleri müşâhede ettikleri gibi, Kur'an ve Sünnet de kesîn olarak bunlara şehâdet etmektedir. Evet, ölümün yüzünden tamamen perdeyi kaldırıp iç yüzünü açıklamak mümkün değildir. Zîra hayâtı bilmeyen, ölümü bilemez. Hayâtı bilmek, ruhun hakikatini bilmek ve Zâtının mâhiyetini anlamakla mümkündür. Hâlbuki ruh hakkında konuşmak için Peygamber Efendimize müsâade edilmemiştir. Ancak, "Ruh, Rabbimin emrindendir" buyurmakla yetinmesi istenmiştir. Muttali olsa da İslâm âlimlerinden hiç birinin ruh hakkında konuşma yeteneği ve müsâadesi yoktur. Ancak öldükten sonraki, ruhun hâlini anlatabilir. Ölümün, ruhun ve ruhun idrakinin yokluğundan ibâret olmadığına birçok âyet ve haberler delâlet etmektedir. Peygamber Efendimiz: "Ölüm, kıyâmet demektir. Ölmüş olanın kıyâmeti kopmuş sayılır" buyurmuştur.
.
İşte gideceğiniz yer burasıdır'
30 Ağustos 2001 01:00
İnsanın kabirdeki halini Resulullah Efendimiz şöyle bildirmiştir: Kureyş'in ileri gelenleri Bedir Savaşında öldürüldükleri vakit, Peygamber Efendimiz onlara isimleri ile çağırarak: "Ey falan, ey falan, ey falan, ben gerçek olarak Rabbimin bana olan vaadini hakkıyle buldum. Siz de Rabbinizin size olan vaadini (azâbını) gerçek buldunuz mu?" buyurdu. Ölülere mi sesleniyorsun? Onlar bunu nereden duyacaklar?" diyenlere, Peygamber Efendimiz: "Onlar bu sözleri sizden daha iyi duyarlar, ancak cevab vermeğe muktedir değillerdir" buyurmuştur. İnsanlar ya saîd veya şakîdirler. Her iki hâlde de ruhları yaşar.Yine Resul-i Ekrem Efendimiz, "Mezar, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur" buyurmuştur ki, bu da ölümün yalnız bir değişiklikten ibâret olduğuna ve ölünün saâdet veya şekavet hâlinin hemen ölüm ânında kendisini gösterdiğine, sonraya kalır diyenin aslı olmayıp mükâfat ve mücâzâtın bazı şekillerinin olduğuna delâlet eder. Peygamber Efendimiz, "Sizden biriniz öldüğü vakit, varacağı yeri akşam sabah kendisine gösterilir. Cennetlik ise Cennet'teki yeri, Cehennemlik ise Cehennem'deki yeri göserilir ve "İşte kıyâmet günü dirilip gideceğin yer burasıdır" denir" buyurmuştur. İlerde varacağı iyi veya kötü yeri şimdi görmekte, kişinin alacağı durum gizli değildir. Ebû Kays anlatıyor: Alkame ile bir cenazede bulunmuştuk. Alkame: - İşte bu adamın kıyâmeti koptu, dedi. Hz. Ali de: "Cennetlik veya Cehennemlik olduğunu bilmeden hiçbir nefis dünyadan ayrılamaz" demiştir. Hz. Ebû Hüreyre'nin rivâyetinde Peygamber Efendimiz: "Garip olarak ölen, şehid olur, kabir ibtilâsından emîn olur. Gıdalanır ve Cennet'ten rızkının rüzgârı kendisine estirilir ve kokusunu alır" buyurmuştur. Mesrûk diyor: "Mezarında rahat edip dünya sıkıntısından ve Allah'ın azâbından emîn olan kimse gibi hiçbir kimseye gıpta etmem
Dinsiz fen, fensiz din
31 Ağustos 2001 01:00
Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamayacak kadar çok nimet, iyilik vermiştir. Bu nimetlerin kıymetini bilenler yani, veriliş gayesine uygun kullananlar, dünyada da ahirette de rahat etmişler. Kıymetini bilmeyenler için bu nimetler azaba dönüşmüştür. Nitekim, İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde meâlen, "Nimetlerimin kıymetini bilir, emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim." buyurmuştur. Bir asırdan beri İslam aleminin garîb olması ve son zamanlarda dünyanın zulüm karanlığı ile kaplanması, hep İslâm nimetlerinin kıymetlerini bilmeyip, onlara arka çevirmenin neticesidir. Eğer Batı ülkeleri, bugün teknolojide başarılı oluyorlarsa, bunun sebebi, İslâmın çalışma prensiplerine göre hareket etmeleridir. Bunlar, bir de İslâmiyete inansalardı, âhiretleri de kurtulmuş olacaktı. İslâmiyete inanmadıkları için, âhırette sonsuz azaba duçâr olacaklar.. Bugün Müslümanlar, dinimizin emrettiği gibi çalışmıyor; bunun için de hep geride kalıyor... Bunun böyle olduğunu bilmeyen cahiller, suçu Müslüman olmakta arıyorlar. Bir mal alacağımız zaman, yerli mi Avrupa mı diye soruyoruz. Niye? Çünkü biliyoruz ki, Avrupalı hile yapmamış, kaliteli mal kullanmış, kandırmamıştır. İslamiyet de bunu emretmiyor muydu? Evet... Biz ne yapıyoruz, işin hilesine kaçıyoruz. Kısa yoldan köşe dönmeyi plânlıyoruz. O zaman malımız beğenilmiyor, alıcı bulmuyor... Böylece rağbet olmayınca o müessese geriliyor, yok olmakla karşı karşıya kalıyor... Ortaçağda da Müslümanlar, böyle çalıştıkları için, yâni dinin emrettiği şekilde çalıştıkları için medeniyet rehberi olmuşlardı. Abbâsîler ve Osmânlılar, son zamânlarında, iç ve dış düşmanların tesîrleri ile, fen bilgilerini öğrenmekten ve öğretmekten, fen ve sanat üzerinde çalışmaktan mahrûm edildiler. Bu sebeple muazzam devletleri çöktü. Din bilgisi genelde, îmân, ibâdet ve ahlâktan ibârettir. Bu üçünden biri noksan olursa, din bilgisi, tamam olmaz. Noksan olan şeyin faydası olmaz. Bugün Müslümân olmayan memleketlerde, fen bilgileri ileri ve teknik başarıları göz kamaştıracak derecede ise de, İslamiyetten mahrûmdurlar. Bunun için, teknik vâsıtalarını, insanlara zulüm, işkence yapmakta kullanıyorlar. Medenîlerin değil, vahşîlerin bile yapamayacakları kötülükleri yapıyorlar. İslâm ilimlerine sâhip olmayan böyle devletler, yok olmağa mahkûmdurlar. Târih tekerrürden ibârettir. Yahûdî ve Hıristiyanlar, kitaplarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahü teâlânın -hâşâ- insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürüttüğünü sanmışlardı... Fakat tecrübe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamları dinsizleşti. Meselâ, din düşmanlığı ile tanınan William Draper (İlm ile dînin çatışması) adlı kitâbında, "Kâinâttan ayrı, kâinâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yoktur" diyor ki, bu sözü, Allahü teâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekte olduğunu göstermekte ise de kitabının bir yerinde de, "Kâinâtta her şeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papazların inandığı ilâh değildir" diyerek kâinatın yaratıcısız olamayacağını bildirmektedir. Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, ya papazların ve câhil halkın yanlış anladıkları hurafe olan şeylere haklı olarak saldırmış, yâhut zamanlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerinden yaratıcıyı inkâr etmişlerdir. Dinsiz fen, fensiz din olmayacağı için de insanlık huzursuzluktan kurtulamamıştır. Batılı fen adamları bu yanılgıdan kurtulmadığı müddetçe insanlık rahat ve huzur görmeyecektir!.
Size müjdeler olsun!"
31 Ağustos 2001 01:00
Ka'b'ül-Ahbâr hazretleri, Tâbiîn'in yani Eshab-ı kiramı görenlerin meşhurlarındandır. Müslüman olmadan önce, Yahûdi âlimlerinin ileri gelenlerindendi. Resûlullah Efendimizin zamanına yetişti, ancak Hz. Ömer zamanında müslüman oldu. Kıymetli sözleri meşhurdur. Bunlarından bazıları şunlardır: "Allahü teâlâ, mü'min kulunu sevdiği zaman, Cennette onun derecesini yükseltmek için, dünyayı ondan uzaklaştırır. Kâfir kuluna gazab ettiği zaman, onu dünyada rahat kılıp, sevindirir. Böylece onu Cehennemin aşağı derecelerine düşürür." "Fakir kimseler, ihtiyaçları için Allahü teâlâya yalvardıklarında, onlara: (Size müjdeler olsun, üzülmeyiniz. Çünkü siz zenginlerden üstünsünüz. Kıyâmet günü Cennete onlardan önce, sizler gireceksiniz.) buyurulur" "Peygamberler bir şeye muhtaç oldukları ve bir belâya uğradıkları zaman, sıkıntısız oldukları zamankinden daha sevinçli ve rahat olurlardı." "Kim zenginlere ve mal sahiplerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer, böylece dînine zarar gelir." "Dünyadan ancak Allahü teâlânın takdir ettiği kadar ele geçer. Ancak kulun sebeplere yapışıp, çalışması gerekir. Böyle yaparsa, emre uymuş olur." "Allah korkusundan gözyaşı döken kimseyi Cehennem ateşi yakmaz." "Allahü teâlâya yemin ederim ki, Allah korkusundan gözyaşlarımın yanaklarıma akmasını, altından bir dağı sadaka olarak vermekten, daha çok severim." "Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak suretiyle nurlandırınız. Evlerinizi namaz kılarak, nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli, "Falan oğlu falan evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor" derler." "Sükût iyi bir huydur. Çünkü, verâ (şüphelilerden kaçınma) ve günahların azlığına güzel bir vesile (çâre, yol)'dir." "Allahü teâlâ, yersiz güleni; bir ideâli, maksadı olmadan yola çıkanı sevmez." "Hikmetli söz, müslümanın kaybolmuş malı gibidir." "İdarecinin iyi olmasıyla halk da iyi, kötü olmasıyla, onlar da kötü olurlar."
.
"Ateşe düşmeyin, dayanamazsınız"
1 Eylül 2001 01:00
Ka'b'ül-Ahbâr'ın veciz sözleri: "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem ateşi de batıda olsa, Cehennem ateşinin sıcaklığına asla dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü dayanamazsınız." "Cehennemde dört köprü vardır: Birincisinde, akrabası ile münasebeti kesenler, ikincisinde, üzerinde borç bulunanlar, üçüncüsünde taşkınlık ve azgınlık yapanlar. Dördüncüsünde, zulüm edenler oturur." "Kim, âhiret şerefine kavuşmak isterse, Allahü teâlânın büyüklüğünü ve kudretini tefekkür etsin (düşünsün.) Böyle yaparsa, âlim olur. Günlük rızkına râzı olursa başkasına ihtiyaç duymaz. Hatalarını hatırlayıp, düşündüğü zaman, çok ağlasın, Cehennem denizlerini söndürür." "Allahü teâlaya yemin ederim ki, su, kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günahları giderir." "Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiblerinin (haramlardan, günahlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür." "Eğer sizden biriniz, iki rekat nafile namazın sevabını bilse idi, onu dağlardan daha büyük görürdü. Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifade etmek (açıklamak) mümkün değildir." Lokman Hakîm, oğluna şöyle nasihatte bulundu: "Ey Oğul! Namazını kıl! Çünkü, namazın dindeki durumu, bir binanın direği gibidir. Eğer direkler düzgün ve sağlam olursa o evden faide görülür. Yoksa o evin faydası olmaz. Güzel edebe de çok sarıl. Ey oğul, Allahü teâlânın sana verdiği şeylerden tasadduk et (hayra ver.) O zaman Allahü teâlâ sana lütuf ve bağışını arttırır. Sana gazap etmez. Fakir komşuna, yoksa, köleye, esire, korkana merhâmet et. Yetime yakın ol ve onun başını okşa. Çünkü sen, Allahü teâlânın kullarına acırsan, Allahü teâlâ da sana acır. Melekler, gökten, sizin gökteki yıldızlara baktığınız gibi, gece namaz kılanlara bakarlar."
Kötü emsal olmaz
1 Eylül 2001 01:00
Hıristiyan âlemi, bugünkü İran ve Suudi Arabistan gibi devletleri örnek gösterip, İslamiyeti çağdışı olarak göstermek istiyorsa da, İslâm dini her hususta kusursuz ve bugün yirmibirinci asrın şartlarına tamamen uygun bir dindir. İlmi, fenni ve adâleti emreder, miskinliği meneder ve Avrupa'nın ancak ondokuzuncu asırdan itibâren tesis etmeğe başladığı sosyal adaletin kurucusu ve koruyucusudur. Eğer ilim adamları, gençler, İslam dinini gerçek kaynağından iyi öğrenip, dinin emrettiği şekilde fen bilgilerine sarılırsa dünyaya, tekrar adâlet, huzur gelir. Kimse kimseye zulmedemez. Sosyal adalet sağlanır. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşanıldığı gibi, âhırette de ebedî, sonsuz saâdete kavuşulur. Tarihte bunun örnekleri çoktur. Mesela, Halife Ömer bin Abdülaziz zamanında, refah o kadar yükselmişti ki, Müslümanlar zekâtını verebilmek için, günlerce yol yürümek, zekât verecek kimse aramak zorunda kalıyorlardı. Çünkü herkes zengindi. Fakir kimse bulmak çok zordu. Zamanımıza bakalım. Bugün Amerika'da, insanlar arasında o kadar büyük uçurum var ki, bir tarafta adam dolar milyarderi; turistlik seyahat için yirmi milyon dolar verip uzaya gidiyor, diğer tarafta, adam karnını doyuracak ekmek bulamıyor. On dolar için New York'un göbeğinde köprü altlarında gece adam öldürüyor. Dengeler tamamen altüst olmuş. Şimdi Amerika, bu sosyal dengeyi nasıl sağlayabileceğini kara kara düşünmektedir. Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veya bilmeyerek, dinin ahkâmına, yâni emir ve yasaklarına ne kadar uyarsa, dünyada o kadar râhat ve huzûr içinde yaşar. Şöyle bir misal verelim: Faydalı bir ilâcı kullanan herkes, dertten, sıkıntıdan kurtulur. Mesela, aspirin kullanan bir kimse, Hıristiyan da olsa Müslüman da olsa baş ağrısını keser. Bunun gibi, dinli olsun dinsiz olsun, çok kimsenin ve Müslümân olmayan, hattâ İslâm düşmanı olan bazı milletlerin birçok işlerinde, başarılı olmaları, rahat, huzûr içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, Kur'ân-ı kerîmin ahkâmına uygun olarak çalıştıkları içindir. Aksine, Müslümân olduklarını söyleyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimsnin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymadıkları içindir. Gerçek manada İslamiyeti bilen, ona düşman olamaz. Tabiî ki beyinleri yıkanmış cahiller, işin neticesini düşünemeyecek hale getirilenler, zaten yaptıklarını emir gereği yapmaktadırlar. İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, îmânını yıkmadıkça, Müslümân milleti yıkmağa, imkân yoktur. Son iki asırdır Batı, genç nesilleri, bilgisiz, dinsiz bırakarak onları mânevî cepheden vurmayı hedef edindi. Bu yolda trilyonlar döktüler. Müslümân kılığına soktukları fen adamı, din âlimi, hattâ Müslümânların hâmîsi şekline girip, temiz gençlerin îmânlarını çalmağa koyuldular. Kötülükleri hüner şeklinde, îmânsızlığı moda şeklinde gösterdiler. Kendilerinde bulunan ahlâksızlıkları, Müslümânlara, İslâm büyüklerine atfederek, o temiz insanları kötülemeğe, evlâtları babalarından soğutmağa uğraştılar. Tarihimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmağa, temiz yazılarını lekelemeğe, vak'a ve vesîkaları değiştirmeğe kalkıştılar. Bütün bunlara rağmen İslamiyeti yıkamayınca, şimdi taktik değiştirerek, İslamiyeti Hıristiyanlığa benzetmek istiyorlar. Diyalog, hoşgörü adı altında, Hıristiyanlıkla kaynaştırıp sadece İslamiyetin adını bırakarak yok etmek istiyorlar. İnanıyorum ki, halkımız daha önceki oyunları bozduğu gibi, İngilizlerin rehberliğinde Batı'nın bu yeni oyununu da bozacak, gerçek huzurun kaynağı olan ecdadının dinine sahip çıkacaktır.
"Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki..."
2 Eylül 2001 01:00
Ka'b'ül-Ahbâr'ın veciz sözleri: "Âhir zamanda öyle kimseler gelecek ki, herkesi zühde (şüphelilere düşmek korkusuyla mübahların çoğunu terk etmek) davet edecekler. Fakat kendileri zühdden uzak olacaklar, insanları korkutacaklar, fakat kendilerinde korkudan hiçbir iz bulunmayacak, insanların makam mevkii sahiplerinden uzak kalmalarını isteyecekler, fakat kendileri onlardan ayrılmayacaklar, sözleri ile dünyayı kötüleyecekler, fakat zenginlere yaklaşacaklar, yoksul ve fakirlerden uzak kalacaklar. Bildiklerine aykırı hareket edecekler. Böyle âlimler, kötü ve Allahü teâlânın sevmediği âlimlerdir." Biri gelip, Ka'b'ül-Ahbâr hazretlerine "İlâcı, tedavisi olmayan hastalık nedir?" diye sordu. Cevabında "ölümdür" buyurdu. "Ölümü gerçekten tanımış bir kimseye, dünya belâ ve musibetleri, dert ve sıkıntıları çok hafif gelir." "Cennette ağlayan bir adam bulunur. Ona niçin ağlıyorsun denir. O şöyle cevap verir: Ben Allahü teâlânın yolunda öldürüldüm. Şehidlik o kadar güzel ki, tekrar dünyaya döndürülüp, üç defa daha şehid olmayı arzu ediyorum. Fakat daha fazla şehid olamadığım için ağlıyorum." "Bir takım kimseler vardır ki, Allahü teâlâ, meleklerine onları örnek ve numûne gösterir. Onlar: Allahü teâlânın rızasına uygun yaşayan, nafile namazlarını gizleyen, nafile orucunu gizli tutan, sadakayı gizli veren, gizlenmesi gereken her gizli ameli gizleyenlerdir." "Âlim mü'min, şeytana karşı daha sert ve güçlüdür." "Cahil kimseler, ilimle birbirlerine karşı öğünürler. Onların ilimden nasibi sadece övünmeleridir." "Kuşlar ve yerde bulunan canlılar, Cum'a günü buluşurlar, birbirlerine selâm vererek bugün iyi gündür derler." "Uyuyacağın zaman sağ tarafa ve kıbleye dönmüş olarak, yatılır. Çünkü, uyku bir çeşit ölümdür." "İlim meclisinde bulunmanın sevabı çoktur. İnsanlar buralarda bulunmanın değerini bilmiyorlar. Eğer böyle toplantılardaki sevabı bilmiş olsalardı, oraya girmek için birbirlerini öldürmeğe kalkışırlardı. Herkes işini gücünü bırakıp oraya koşardı." "Hanımının eziyet ve sıkıntı vermesine sabreden kimseye, Allahü teâlâ, Hz. Eyyûb'a verilen sevaptan verir." "İnsanlardan gelen sıkıntılara sabretmeyen, onlara karşılık vermeyi terketmeyen kimse sabırlı sayılmaz."
"İstedikleri her şey onlar içindir"
3 Eylül 2001 01:00
Yahya bin Velid hazretleri anlatır: Bir gün Ebûd-Derdâ ile geziniyorduk. Kendisine: - Dostların hakkında neyi seversin? diye sordum. O da: - Ölmesini severim, dedi. Ben: - Şâyet ölmezse, o vakit neyi seversin, dedim. O: - Mal ve evlâdının azlığını severim. Zîra mal ve evlât fitnedir. Aynı zamanda dünya ile ünsiyete, dünyaya bağlanmaya sebeptir. Hâlbuki mutlak sûrette ölüm ânında bundan ayrılmak lâzımdır, dedi. Abdullah bin Amr da şunları bildirmiştir: "Ruhu bedeninden ayrılan mü'min, cezâ evinden tahliye edilen insan gibidir. İşte bu anlattığımız dünyaya kıymet vermeyip Allah'ı zikir ile ünsiyyet edenlerin hâlidir. Dünya ihtiyaçları onu alıkoyuyor ve kendisine eziyet ediyordu. Ölüm ise bütün bu sıkıntılardan kendisini kurtardı ve hiçbir engelsiz onu sevgilisi ile başbaşa bırakmış oldu. Bundan daha üstün zevk ve nîmet düşünülebilir mi? Zevklerin en üstünü, Allah uğrunda ölen şehidler içindir. Zîra onların savaşa çıkmaları, dünyadan tamamen ilgilerini kesip Allah'a ulaşmaları ve Allah uğrunda öldürülmeğe rızâ göstermeleri içindir. Onlar âhireti alabilimek için dünyayı sattılar. Satan kimsenin gözü, sattığında değil, aldığındadır. Âhirete baktığı vakit, onu aşk ve heves ile satın aldığını görür. Bunun ayrıldığı şeye hevesi az fakat satın aldığı şeye hevesi çoktur. Kalbin yalnız Allah sevgisi ile kalması her ne kadar bâzı hâllerde mümkün ise de o anda ölmeyebilir ve hemen durumu değişebilir. Fakat savaş, ölümün sebebi olduğu için, tam kalbi Allah'a yöneldiği ve mâsivayı terkedip herşeyden ilgiyi kestiği hâlde olur ki, işte bu hâlde ölüm, en büyük nîmet olur. Çünkü nîmet demek, insanoğlunun arzû ettiği şeye ulaşması demektir ki, bu hâl de mevcuttur. Bunun için Allahü teâlâ: "İstedikleri her şey onlar içindir" (Nahl: 57) buyurmuştur. Bu, Cennet zevklerini bir araya toplayan, en geniş bir ibâredir. Azabların en büyüğü de, insânı arzûladığı şeyden uzaklaştırmaktır. Kur'ân-ı kerîmde: "Kendileri ile arzû edegeldikleri şeylerin arasına bir set çekilmiştir" (Sebe: 54) buyurulmuştur. Bu da Cehennem ehlinin azâbının en şümullü bir ifadesidir. İşte o nîmeti, nefsini başkalarından o anda kesmiş olduğu için, ancak şehidler elde edebilirler.
Kötü işlerinizle ölülerinizi rezil etmeyin!"
4 Eylül 2001 01:00
Mümin ölür ölmez, dünyada mahpus gibi olduğu, Allahü teâlânın fazlı ile kendisine bildirilir. Karanlık bir evde hapsedilip geniş bir bahçeye kapısı açılan bir insan gibi olur. Böyle, ağaç, meyve, yeşillik ve kuşlarla süslenmiş olan o geniş bahçeyi gören insan daha o karanlık eve girmek ister mi? Peygamber Efendimiz bu hususta bir darb-ı mesel getirerek ölen bir kişi hakkında: "Bu adam dünyadan göç etti ve dünyayı ehline terketti. Şâyet bu ayrılışından memnun ise, sizden her hangi birinizin anne rahmine dönmek istemediği gibi, o da dünyaya dönmek istemez" buyurmuştur. Yâni dünyaya nisbetle âhiret, ana rahmine nisbetle dünya gibi olduğunu anlatmak istemiştir. Bir adamın öldüğünü haber verdiklerinde, Peygamber Efendimiz: "Ya istirâhattadır veya dünyadakiler ondan istirahata kavuştular" buyurdu. İyi insan ise istirâhat etti, kötü insan ise millet, şerrinden kurtuldu. "Ölmüş olan herkes hayattakilerin ne yaptıklarını, hattâ kendisini yıkayıp kefenlediklerini de bilir ve onlara bakar." Mâlik bin Enes de: "Mü'minlerin ruhları, istedikleri taraflarda dolaşmak için serbesttirler" dedi. Lokman bin Beşîr de, minberde iken Peygamber Efendimizin: "İyi bilin ki, dünyadan (dünyaya nisbetle) sineğin dünya boşluğunda dolaştığı boşluk kadar zaman kalmıştır. Ölülerden olan kardeşleriniz hakkında sizi Allah'a havâle ederim. Zîra sizin her yaptığınız onlara arzolunur" buyurduğunu duydum, demiştir. Peygamber Efendimiz: "Kötü işlerinizle ölülerinizi rezil etmeyin. Zîra sizin amelleriniz onlara arzolunur" buyurmuştur. Bunun için Ebû'd-Derdâ ölmüş olan dayısı için: "Allah'ım, Abdullah bin Revâha'nın karşısında rezil olacağım kusuru işlemekten sana sığınırım" demiştir. Ebû Saîd el-Hudrî Peygamber Efendimizin, "Ölü, kendisini yıkayanı, taşıyanı ve mezara indireni bilir" dediğini rivâyet etmiştir.
"Kişi, evlâdının iyiliği ile müjdelenir"
5 Eylül 2001 01:00
Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin bildirdiğine göre Peygamber Efendimiz vefat etmiş kimsenin karşılanışını şöyle anlatırlar: "Bir mü'minin ruhu edeninden ayrılınca, Allah'ın rahmetine mazhar olan mü'min kulların ruhları âdetâ önde gelen bir müjdeci gibi onu karşılarlar. Bu arada bir kısmı: "Bırakın, kardeşiniz biraz nefes alsın, çünkü büyük zorluktan yeni kurtulmuştur" derler. Falan ne yapıyor, falan nasıl, falanca kız evlendi mi? diye sorarlar. Daha önce ölen bir adamdan sorduklarında, "O, benden önce öldü" der. Bunun üzerine onlar: "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" derler" buyurmuştur. Sâlih-i Merî diyor ki: "Ölüm anında ruhların buluştuğunu duydum. Eski ruhlar yeni gelen ruha: "Sen neredesin? İyi yerde misin, kötü yerde misin?" diye sorarlar. Ubeyd bin Ümeyr diyor ki: "Mezardakiler haberleri araştırırlar. Yeni bir ölü geldiği vakit ondan çeşitli haberler sorarlar. Meselâ, "falanca ne hâldedir?" derler. O da: "O, öldü, meğer size gelmedi mi?" der. Onlar da: "İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn" başka tarafa gitmiştir" derler. Saîd'in oğlu Câfer de: "Çocuğu ölmüş olan bir adam öldüğü vakit, âdetâ hâriçten gelen bir baba gibi çocuğu kendisini karşılar" demiştir. İmam-ı Mücâhid diyor ki: "Kişi, evlâdının iyiliği ile mezarda müjdelenir." Şehidlerin ayrı bir yeri var ahirette. Hz. Âişe'nin rivâyetinde; babası Bedir Savaşı'nda şehid düşen hazreti Câbir'e hitâben, Peygamber Efendimiz: "Câbir, sana müjde olsun ki, Allahü teâlâ babanı diriltti ve onu mânevi huzuruna aldı ve: "Benden ne istersen dile, sana vereyim" dedi. Baban da: "Yâ Rab, sana hakkıyla kulluk edemedim. Senden bütün dileğim, beni bir daha dünyaya gönderip Senin rızân için sevgili Habibinin önünde tekrar şehîd olmaktır" dedi. Allahü teâlâ: "Benim ilimimde senin bir daha geri dönmen imkânsızdır" buyurdu" buyurmuştur. Kâ'bü'l-Ahbar diyor ki: "Cennette ağlar bir adam bulundu. "Cennet'te dururken daha ağlamanın sebebi nedir?" diye soranlara, "Ben Allah uğrunda bir def'a şehid oldum. Hâlbuki dünyaya dönüp birkaç def'a şehid olmayı istiyorum ve bunun için ağlıyorum" dedi.
"Birini râzı edersen, öteki gücenir"
6 Eylül 2001 01:00
Büyük İslam alimi İmam-ı Rabbani hazretleri, bir talebesine yaptığı "Mühim nasihatında" buyuruyor ki: Yavrum! Allahü teâlâ, seni ve hepimizi, Muhammed aleyhisselamın parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünya, imtihan yeridir. Dünyanın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Taze, güzel, körpe sanılır. Fakat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leştir ve böcekler, akrepler dolu bir çöplüktür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehir karıştırılmış şeker gibidir. Aslı harâptır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan akılsızdır, büyülenmiştir. Âşıkları delidir, aldatılmıştır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felâkete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmânlık çeker. Server-i kâinât buyurdu ki, "Dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir". Demek ki, bir kimse, dünyayı razı ederse, âhiret ondan gücenir. Yani, âhirette, eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyaya düşkün olmaktan ve dünyayı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekten muhâfaza eylesin! Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünya, nedir biliyor musun? Dünya, seni, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı' düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar, oyunlar, "Mâlâ-yani" ile, yani fâidesiz, boş şeylerle vakit geçirmek, hep bunun için dünya demektir. Âhirete fâidesi olmayan ilimler de, hep dünyadır. Hesap, hendese yanî matematik ve geometri, astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde, insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa bunlarla uğraşmak, boşuna vakit öldürmek olur ve dünya olur. Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri (ve son zamanlardaki Avrupa'nın, Amerika'nın fen adamları, mütehassısları) saâdet yolunu bulur, âhiretteki ebedî azaptan kurtulurlardı!
"Bilimden İmana"
7 Eylül 2001 01:00
Pek okuyucusu olmasa da piyasada binlerce kitap var; fakat örf adetimize, inançlarımıza uygun olan maalesef pek az. Hedef, sadece para kazanmak olduğu için, kitap piyasasında, nasıl olursa olsun yeter ki çok satsın, çok para getirsin anlayışı hakim. Aslında kitap bir kültür hizmetidir. Dolayısıyla yayıncılıkta, para değil hizmet ön planda tutulmalıdır. İşte bu maksatla yola çıkan, Babıali Kültür Yayıncılık A.Ş. (0212 454 21 69) yeni olmasına rağmen bu alanda büyük bir boşluğu doldurdu. Yayınladığı değerli yayınlarla, halkımızın kısa zamanda teveccühünü kazandı. Böyle yüce bir gayeyi esas alan yayınları tanıtmak da bir hizmettir. Bu maksatla bugün, BKY'nin yeni yayınlanan Prof. Dr. Cevat Babuna'nın "Bilimden İmana" kitabını tanıtmak istiyorum. Bir kitabı en iyi kendi tanıtır düşüncesiyle de, kitabının "DNA ve Evrim" bahsinden bir bölüm sunmak istiyorum sizlere: "Bütün bilimler, kâinatta tesadüfe asla yer olmadığını söylüyorlar. Her yeni keşif gönülleri, tek olan yüce yaratıcıya; Allahü teâlâya götürüyor. Her yeni keşif, O'nun yüce kitabı Kur'an-ı kerimin ayetlerini tefsir ediyor. Buna rağmen duyu organlarına kilit vurulmuş bir küçük zümre, insanları bu gerçekten uzak tutmak için yoğun ve etkili olarak çaba gösteriyorlar. Bunun için temiz niyetlerle yapılmış bilimsel araştırmaları, din haline getirdikleri ideolojileri için istismar ediyorlar. Biz bunlara bilim cambazları adını veriyoruz. Bunlar günlük hayatta bazen bilim adamı, bazen gazeteci, bazen din adamı, bazen de sokaktaki adam olarak karşımıza çıkıyorlar. Bu iman hırsızlarının, yüz küsur senedir bir türlü ispatlayamadıkları bir teorileri vardır. Kıyamete kadar da ispatlanamayacağını kendileri de biliyorlar. Ancak bilim adamlarının her yaptığı keşfi kendi taraflarına yontmaya çalışıyorlar. Başarılı oluyorlar mı dersiniz? Ne gezer... Her yeni keşif, bir öncekinden daha şiddetli bir şamar olarak iniyor yüzlerine; ama yine de vazgeçmiyorlar. Atomdan hücreye, gezegenlerden galaksilere bütün yaşananları tesadüfe bağlıyorlar. Aslında kendileri de biliyorlar tesadüfen olmadığını; ama inatla iddialarını sürdürüyorlar. Eskiler bu tutuma küfr-ü inadi adını veriyorlar. Yani bildiği, gördüğü halde inkarda ısrar ve inat edenler için kullanılmış bir kelime... 26 Haziran 2000'de insanın genetik yapısı olan DNA moleküllerinin harfleri sıralanmıştı. Yani insan genomu ortaya konulmuştu. Dikkat edin tarih 26 Haziran 2000... Halbuki yıllarca evvel, daha insan genomu bilinmezken evrimcilerin bir iddiaları vardı. Bu, kitaplarda yer alıyordu, konferanslarda anlatılıyordu, yazılarda yazılıyordu. Bu iddia şöyleydi: İnsanla maymunun genetik yapısı % 98 aynı. Dikkat edin, insan genomunun ilanı 26 Haziran 2000 yılında yapıldı, maymunun genomu ise hâlâ bilinmemektedir. Peki iki bilinmeyenin mukayesesini nasıl yaptılar da % 98 gibi bir oran çıkarttılar? Bu zavallıların hiçbir zaman anlayamadıkları bir şey vardır. İnsan beyniyle maymun beyni arasında muazzam bir fark bulunmaktadır. Maymunda düşünme sistemi, yeni bir şeyi bulma kabiliyeti, bilinç yoktur. Maymun, inisiyatif olarak birtakım şeyleri öğrenir ve yapar. Ama insanın beyin gücü vardır. Bu güç, insanı diğer canlılardan ayırır. Biz de sözümüzü şöyle bağlamak isteriz: Gönlünüz hangi yaratığı ata olarak kabul ediyorsa buyurun edin. Biz ilk atamızın insan olduğunu biliyoruz. Çünkü bütün bilimler, insanın ilk atasının yine insan olduğunu, insan neslinin yeryüzünde evrimleşerek değil bir yaratıcı tarafından en güzel bir biçimde yaratıldığını, en eski insanla günümüz insanı arasında, fiziki, akli ve ruhi görünüş bakımından hiçbir fark olmadığını söylemektedir. Eğer evrim teorisi, gerçekten kuvvetli, bilimsel bir teori olsaydı, o zaman böyle aptalca yollara başvurma gereği duymazdı. Dahası, bilim adamlarının maskarası da olmazdı.
Cenab-ı Hakkın sevdiği dört kişi
7 Eylül 2001 01:00
Peygamber efendimiz, kumandanlarından olan Hz. Mikdâd bin Esved'i çok severdi. Peygamberimiz onun hakkında şöyle buyurdu: "Allah bana Eshâbımdan dört kişiyi özellikle sevdiğini bildirip, benim de onları sevmemi emir buyurdu ki bunlar: Ali, Mikdâd, Selman ve Ebû Zer'dir." Mikdâd bin Esved, Eshâb-ı kirâmdan olmayan müslümanlardan birinin kendisine hayıflanarak sizlere "Ne mutlu sizin gözlerinize! Resûlullah'ın zamanında yaşadınız! O'nu görmekle şereflendiniz!" şeklinde konuşması üzerine O'na şunları söylemiştir: "Sizleri bunu istemeye sevk eden nedir? O devirde yaşasaydınız, Resûlullaha karşı tavrınızın ne olacağını bililyor musunuz? Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah kendisine uymayan ve tasdik etmeyen pek çok kavimle karşılaşmıştı. Halbuki Allahü teâlânın sizi bu devirde yaratması sebebiyle Resûlullahın size getirdiklerini tasdik ederek, yalnız Allah'ı biliyor ve ona iman ediyorsunuz. Sizin sıkıntılarınızı başkaları çekti. İnsanların azgınlıkları sebebiyle Peygamberler gönderilmiştir. Resûlullah ise insanların puta tapmaktan başka hiçbir şey tanımadıkları cahiliyet ve vahşet devrinin en korkuncunda gönderilmişlerdir. O Kur'ân-ı kerîmi getirdi, onunla hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdı.O kadar ki; bir kimse, kalbine imân yerleştikten sonra imân etmeyen babasının, çocuğunun veya kardeşinin küfürde olduğunu görüyor ve karşı duruyordu. Dostunun Cehenneme gitmesine katiyyen sevinmezdi ve iman etmesini arzular, bunun için çırpınır, Cehennemden kurtulmasını isterdi. Bu hususta Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Furkân sûresi 74'üncü âyet-i kerîmesinde şöyle duâ etmeyi emretti: "Ey yüce Rabbimiz! Hanımlarımızdan ve çocuklarımızdan gözlerimizi aydın edecek, bizi sevindirecek olanları bahşet." Hz. Mikdâd bin esved, gittiği yerlerde insanlara Kur'ân-ı kerîmi öğretmiş ve hadîs rivâyetinde bulunmuştur. Onun Peygamber efendimizden rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır: "Kıyamet günü güneş insanlara bir mızrak mesafe kalıncaya kadar yaklaştırılır." "İnsanlar kıyamet gününde günahlarına göre tere batacaklardır. Ter kiminin topuğuna kadar, kiminin dizlerine, kiminin beline kadar, bazısının da ağzına kadar yükselir."
"Toprağı bol olmak"
8 Eylül 2001 01:00
Bugün de, Babıali Kültür Yayıncılık A.Ş. (0212 454 21 69)'nin, yayınladığı bir başka kıymetli kitabından bahsetmek istiyorum. Değerli yazar İskender Pala'nın "İki Dirhem Bir Çekirdek-Hikâyelerimizle Deyimlerimiz" kitabından. Birkaç kelimeden ibaret deyimlerin her biri bir hikâyenin, bir kelimeler yumağının şifresi. Biz şifreyi söyleyince, muhatabımızın kafasındaki anlam düğümü birden çözülüveriyor. Fakat o birkaç kelimenin asla değişmeyecek, birbirlerinden ayrılmayacak şekilde kaynaşmaları ve şifrelerini çözdükleri manalarla bütünleşmeleri asırlara yayılan bir süreç. Dolayısıyla deyimler bir milletin tarih ve kültür zenginliği de aynı zamanda... İki Dirhem Bir Çekirdek, İskender Pala'nın deyimlerimizin ardındaki bu muhteşem birikime nüfuz ettiği özel bir eseri. İki Dirhem Bir Çekirdek'i okurken bir dilin zenginliğinin sadece kelime hazinesiyle ölçülemeyeceğini, kelimelerin anlam derinliklerinin de o dilin zenginliği, hatta süsü olduğunu görecek Türkçemizin gizli güzellikleriyle karşılaşacaksınız. İsterseniz bu gizli güzelliklere bu kitaptan bir örnek vereyim: "Toprağı bol olmak" deyiminin aslı nedir? "İlkçağ inançlarına göre insanlar öldükleri vakit birtakım eşyalarıyla birlikte gömülürlerdi. "Tanrılarına" sunmak ve öte dünyada kullanmak üzere mezarlara birlikte götürdükleri bu eşyalar, genellikle kıymetli maden ve taşlardan mamul kap kacak ile takılardan oluşurdu. Türk beyleri de İslamiyetten önceki zamanlarda "korugan" dedikleri mezarlarına altın, gümüş ve mücevherleriyle birlikte gömülürler, sonra da üzerine toprak yığdırtarak höyük yapılmasını vasiyet ederlerdi. Eski medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu ve Anadolu'da pek çok ünlü hükümdarlara ait bu tür mezar ve höyükler hâlâ bulunmaktadır. Altın ve hazine, her zaman insanoğlunun ihtiraslarını kamçılamış, nerede ve ne kadar kutsal olursa olsun, elde edilmek için insanı kanunsuz yollara sevketmiştir. Höyüklerdeki hazineler de zamanla yağmalanmaya başlanınca, ölenin ruhunun muazzeb edildiği düşünceyle üzerine toprak yığılır ve gittikçe daha büyük höyükler yapılır olmuş. O kadar ki ölenin yakınları ve cenaze merasimine katılanların birer küfe toprak getirip mezarın üstüne atmaları gelenek hâlini almış. Öyle ya, mezarın üzerinde toprak ne kadar bol olursa, düşmanlar ve art niyetliler tarafından açılması ve hazinenin yağmalanması o kadar engellenmiş olurdu. Bu durumda toprağı bol olan kişi de öte dünyada rahat edecek, en azından kullanmaya eşyası ve tanrılarına sunmaya hediyesi bulunacaktır. Bugün dilimizde yaşayan "Toprağı bol olmak" deyiminin aslı budur. Türklerin İslam dairesine girdikten sonra terkettikleri höyük geleneğindeki, "toprağı bol olmak" deyimi, bu defa gayrimüslimler hakkında kullanılmaya başlanmıştır. Ölenin Müslüman olmadığının alâmeti sayılmıştır. Yakın zamanlara kadar Müslüman ölüler için, "Allah rahmet etsin!", diğerleri için de "Toprağı bol olsun!" denilirdi. Şimdiki gazetelerin ölüm ilanlarında bu deyimin bilinçsizce ve Müslüman ölüler hakkında da kullanıldığını görüyoruz. Eğer ilânı verenler, kendi ölülerini rahmet yerine bol toprağa lâyık görüyor ve buna inanıyorlarsa bize de "Toprağı bol olsun!" demek düşer..." Son zamanlarda, cahilce, bu tür bir başka yanlışlık daha yapılıyor. Ölen gayrimüslimlere de, "Rahmetli" "Allah rahmet etsin!" deniyor. Dinimize göre, gayrimüslime "Rahmetli", "Allah rahmet eylesin" demek, onu Müslüman kabul etmektir; bu da küfürdür. Yani dinden çıkmaya sebeptir. Gayrimüslim açıkça, Müslüman olduğunu ilan etmedikçe dinimize göre Müslüman sayılmaz. "Gizli Müslüman" bile olsa, ona rahmetli denilmez. Çünkü dinimiz zahire, yani görünüşe göre hüküm verir..
Kimseyi incitmez, herkese iyilik ederdi
8 Eylül 2001 01:00
Hz. Mikdâd bin Esved, çok sade bir hayat yaşar, herkes O'na imrenirdi. Eshab-ı kirâmdan. Abdullah bin Amr ve Abdullah bin Mes'ûd bunlardandı. Kimseyi incitmez, herkese iyiliği, emirleri ve yasakları öğretirdi. Resûlullahın sünnetinden ayrılmazdı. En büyük arzusu ve emeli buydu. Her müşkülünü hemen gelip Resûlullaha sorardı. Bir gün, Resûlullaha gelip: "Yâ Resûlallah! Kâfirlerden birine rast gelecek ve onunla döğüşecek olursam, kâfir bana hücûm ederek, kılıcı ile bir kolumu kestikten sonra bir ağacın arkasına geçerek Kelime-i şehâdet getirerek "Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed aleyhisselâmın da O'nun kulu ve Peygamberi olduğuna inandım" diyecek olursa, O'nu öldürmek benim için câiz midir?" diye sormuştu. Peygamberimiz de cevap vererek: "Hayır, öldürme!" dediler. Hz. Mikdâd tekrar sordu: "Fakat o adam benim kolumu kesmiş, ondan sonra da Kelime-i şehâdet getirmişti. Böyle olduğu halde onu öldürmeyeyim mi?" Resûlullah efendimiz ona tekrar şu cevabı verdi: "Onu öldürme! Onu Kelime-i şehâdet getirdikten ve böylece müslüman olduktan sonra öldürecek olursan, Onun şehâdetten evvelki haline dönersin, O da senin öldürmeden evvelki haline döner!" Resûlullah efendimiz, Hz. Mikdâd bin Esved'i çok severdi. Onu kendi amcasının kızı Hz. Dıbâa ile evlendirmiştir. O, hayatının bir kısmını Resûlullah efendimiz ile birlikte geçirmiştir. Bu hususta rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf, Onun bu halini tasvir etmektedir. (... Kur'ân-ı kerîme sarılınız! Çünkü o şefaat eden ve şefaati kabul edilendir. Kendisine uymayanların yenilmeyen hasmıdır. Kim Kur'ân-ı kerîmi rehber edinirse Kur'ân onu Cennete götürür. Kim de Kur'ân'a sırt çevirirse, Cehenneme gider. Kur'ân, en hayırlı yolu gösterir. Emirleri açık ve kesindir. Boş sözler değildir... Ma'nâları çok derindir. Güzellikleri sayılamaz. Âlimler ona doymazlar. O hakikate ulaşmak için Allah'ın sağlam ipidir. Dosdoğru yoldur. Cinlerin Kur'ânı duydukları zaman hayretten "Doğrusu biz, doğru yola götüren, hayrete düşüren bir Kur'ân dinledik ve hemen inandık ve artık Rabbimize hiçbir şeyi ortak koşmayacağız" dedikleri hakikattir
"Kalp kadar değişen bir şey yoktur!"
9 Eylül 2001 01:00
Mikdâd bin Esved hazretleri anlatır: "Bir gün iki arkadaşımla birlikte, yorgunluk ve açlıktan gözlerimiz kararmış, kulaklarımız sağırlaşmıştı. Eshâb-ı kirâmdan birkaçına müracaat ettik. Fakat kendilerinde ikram edecek bir şeyleri bulunmadığı için bizi kabul edemediler. Biz de kalkıp, Resûlullaha gittik. Bizi alarak hâne-i seâdetine (mübârek evine) götürdü. Resûl-i ekrem bize bakarak: "Bunları sağınız da aranızda taksim ediniz!" buyurdu. Biz her gün bu keçileri sağar, keçilerin sütünü aramızda taksim eder, kendi payımızı içer, Peygamberimizin hissesini de saklardık. Resûlullah efendimiz, geceleyin gelir, uyuyanları uyandırmayacak bir şekilde uyanık olanlara selam verir, namaz kıldığımız yerde namazını kılar ve ondan sonra da sütünü alıp içerdi. Bir gece Resûlullah için ayırdığımız hisseyi içtim. Fakat sütü içtikten sonra, akım başıma geldi. Gözüme uyku girmiyordu. İki arkadaşım kendi paylarını içip uyumuşlardı. Derken Resûlullah çıkageldi. Her geceki gibi selâm verdi. Namazını kıldı. Sonra süt kabının kapağını açtığında içinin boş olduğunu gördü ve, "Yâ Rabbi! Beni doyuranları, sen de doyur! Bana içirenleri, sen de susuzluktan kandır!" diye duâ etti. Hemen kalkıp yeni sağdığımız keçilerin yanına gittim. Baktığımda, bütün keçilerin memeleri sütle doluydu. Hemen döndüm, süt kabını aldım. Sütü, Resûlullah'a getirerek uzattım: Bana, "Ey Mikdâd! Siz, bu gece sütünüzü içmediniz mi?" buyurdu. Ben: "İçiniz, Yâ Resûlullah!" dedim. Resûlullah efendimiz bana bakarak: "Ne oldun, ey Mikdâd?" dedi. Ben de, bütün olanları anlattım. Bana cevap vererek: "Bu hâl cenâb-ı Hakkın rahmetidir. Madem ki, Allahü teâlânın bu rahmetine nâil olduk! Niçin uyuyan arkadaşlarımızı uyandırmak için bana haber vermedin? Onlar da hisselerini alırlardı." buyurdu. Bir gün Hz. Mikdâd bin Esved, halife Hz. Osman'ın yanında bulunuyordu. Onun yanına birkaç kişi gelerek, Hz. Osman'ı yüzüne karşı methetmeye, övmeye başladılar. Hz. Mikdâd, bunların sözlerini dinlerken yerden bir avuç toprak alarak onların yüzüne savurdu. Ona niçin böyle yaptığını sordukları zaman, şu ceabı vermişti: Resûlullah efendimiz buyurdular ki: "İnsanı yüzüne karşı övenler türediği zaman, onların yüzünü toprakla bulayınız!" Hz. Mikdâd bin Esved, herkesin hakkında son derece ihtiyatlı konuşurdu. Ancak işlerinin neticesine bakarak hüküm verirdi. Bu hususta kendisi şöyle bildiriyor: "Ben, bir adamın sonunu görmeden onun hakkında iyi veya fena bir şey söylemem! Çünkü buna dair Resûlullah'dan bir şey sorulmuştu da, şu cevabı vermişti: "İnsan kalbi kadar değişen bir şey yoktur!"
Sevilmemenin alameti
10 Eylül 2001 01:00
Bir milleti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, yani Allahü teâlânın emirleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilimler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanâyi de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demektir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur. O hâlde, dedelerimizin dünya çapındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki kısmını, yani hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeğe ve en iyi şekilde yapmağa çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu başarırsak, maddî, manevî olgunlaşarak, bütün milletlere örnek oluruz. Peygamberimiz "aleyhissalâtü vesselâm" buyurdu ki: "Bir kimsenin mâlâ-yani ile, yani fâidesiz şeylerle uğraşması, boş vakit geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işâretdir!" Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mâni olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İnsâf etmek lâzımdır. Dîni, îmânı, farzları, harâmları öğrenmeden önce, başka işler ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeğe mâni olmaktadır. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Her müminin, en önce, Ehl-i sünnet i'tikâdını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emirler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emirleri öğrenmek şöyle olur: Sabâh vakti, yeni müslimân olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve namazın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm namazının üç rek'at olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramazan gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zaman farz olur. İşte, herşeyi zamanı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zaman, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özür hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir san'ata, ticârete başlayınca, bunlardaki emir ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi san'ata başlıyacaksa zamanın ona âit fen bilgilerini de öğrenmesi farz olur..
Öğrenmede önem sırası...
11 Eylül 2001 01:00
Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutuf ve ihsân ederek, bu genç yaşta tövbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşturmakla, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarını okumakla şereflendirmiştir. Bilemiyorum ki, nefs ve şeytânın ve din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan gençleri aldatmağa uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zamanıdır. Para bol, nefsin her arzûsunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların ve piyasadaki bozuk kitapların çoğu da uygunsuz! Yavrum, kalbe ait bilgileri, yani ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ "Hıkd" yani kin bağlamak, "Hased", başkasında bulunan ni'metin onda olmayıp, kendinde olmasını istemek, (Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek hased değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevâbdır), "Kibir, kendini büyük bilimek, üstün görmekdir. Kibirli olana karşı kendini büyük göstermek, kibir olmaz. Sadaka vermek gibi sevâb olur, "Sû'i zan" etmek, iyi insânı kötü bilmek gibi şeylerin haram olduğunu öğrenmek, her mü'mine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmânı, yani Ehl-i sünnet i'tikâdını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Yani, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, namazı ve orucu ve harâmları da, her müslümânın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze namazını, ölüye hizmeti ve san'at ve ticâret bilgilerini ve günün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yani lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fakat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslümânlar, millet, büyük günaha girer. Ulûm-i nakliyyeden yani din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden fâideli olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir. Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veyâ bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'ân-ı kerîmin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkıh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmaktan dahâ iyidir.Başkalarına öğretmek için ilim öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekten dahâ sevâbdır.
"Yarın yaparım diyen helâk oldu"
12 Eylül 2001 01:00
Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yerken, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeğe, giyinirken örtünmeğe ve soğuktan, sıcaktan korunmağa niyyet etmeli ve her mubâh için gerekli niyyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsattan elden geldiği kadar kaçınmıştır. Mubâhları, zarûret miktârı kullanmak da azîmettir. Bu devlet, bu ni'met ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, haram ve şübhelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeğe izin vermiştir. Pekçok şeyleri mubâh etmiştir. Helal olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, haram edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, haram ettiği lezzetleri, daha fazlası ile mubâhlarda da yaratmıştır. Helâl olan çeşit çeşit ni'metlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından daha büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden daha büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennette Allahü teâlânın râzı olması, Cennet ni'metlerinin hepsinden daha tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olmaması, Cehennem azâblarından dahâ acıdır. Cehennemdeki sonsuz azâb, hiçbir günâha karşılık değildir. Küfre, inkâra karşılıkdır. Biz kuluz. Sâhibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmağa serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sâhibi olalım! Kıyâmet günü utanmaktan, pişmân olmaktan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanç zamanıdır. Mert olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasîb olmaz. Nasîb olsa da, rahat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamanında, yarar iş yapılamaz. Bugün, şartlar elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük ni'met iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özür ile, hangi sebeble, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz, "Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etti" buyurdu. Eğer dünya işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fakat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur. Cânım, yavrum! Sana sözüm, yalnız şudur: körpeciksin, yolun da çok korkuludur
Nefis, şeytan ve kötü insanlar...
13 Eylül 2001 01:00
Yavrum! Gençlik zamanında, insanı üç din düşmanı olan, nefis, şeytan ve kötü insanlar aldatmağa uğraşmaktadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkta yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm ettiği zaman, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zamanında yapılan büyük talîmlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz. Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyif sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itâ'at, tevâzu', kuvvetsizliğini, ihtiyâcını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara fâideli şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emredilmiştir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya fâidesi yoktur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tam teslîm olarak, emirleri yapmağa ve yasaklardan kaçınmağa çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşeye muhtâc olmadığı hâlde, kullarını emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Herşeye muhtâc olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emrleri yapmağa, candan sarılmamız lâzımdır. Ey evlâdım! Yalancılığı çok defa görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idâreciler, akllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlike bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi? Muhbir-i sâdık, yani hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş Peygamberimiz tekrar tekrar, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermektedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmândır? ¹mânım var demek, müslümânım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünkü, tehlikeli zamanlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akıl îcâbıdır
Hükümdar Feridun'un kötü niyeti
14 Eylül 2001 01:00
Kötü ruhlu insanlar, hep başkalarına nasıl zarar verebilir, kendilerine düşman ilan ettikleri kimseleri nasıl yok edebilir bunun hesabı içinde olurlar. Bunun için de herşeyi mubah görürler. Kötü maksatlarına ulaşabilmek için, zulüm, işkence, haksızlık... her yolu denerler. Fakat, hedeflerine ulaştıkları zannettikleri bir anda tepetaklak giderler. Çünkü, onların bir hesabı varsa, Allahü tâlânın da bir hesabı vardır. Zulüm kimsenin yanına kâr kalmaz. Zulüm, zalime geri döner. Allahü teâlâ birçok günahı affedebilir veya cezâsını âhirete bırakabilir. Fakat, zulüm günahını affetmez, cezasını mutlaka dünyada iken verir. Ayrıca âhirette de cezasını çektirir. Bunun yaşanmış yüzlerce, binlerce örnekleri vardır: Çok eskiden İran'da Feridun adında zâlim bir hükümdar vardı. İdâresini zulüm ve baskı ile yürütürdü. Bir gün gördüğü bir kadına göz koyarak, bunu sarayına getirmeleri için adamlarına emreder. Yaltakçı adamları buna derler ki: "Efendimiz, o göz koyduğunuz, bir marangozun karısıdır. Kendisi ve kocası çok dindar olup, muhitte oldukça sevilen kimselerdir. Düşmanlarınız, sizin bu arzunuzu duyup, aleyhinize işi büyütürler. Marangoza bu gece sabaha kadar yapamayacağı bir iş teklif ediniz. Sonra da emrinizi yerine getirmedi bahânesiyle, kendisini idam edersiniz. O zaman göz koyduğunuz karısı dul kalır, kendiliğinden size gelir. Böylece aleyhinizde hiçbir dedikoduya sebebiyet verilmemiş olur." Zâlim Feridun, yaltakçılarının verdikleri bu aklı pek beğenerek, marangozu çağırtıp şöyle der, "Bu gece sabaha kadar, öd ağacından olmak şartıyla, kırk tane süslü taput yapacak ve şafak vakti göndereceğim adamlarıma teslim edeceksin. Şayet adamlarım geldiği anda, bunları eksiksiz teslim etmezsen, seni sarayımın zindanında astıracağım, haberin olsun!.." Marangoz, "Hükümdarım! Buna imkân yok, verdiğiniz mühleti birkaç hafta uzatmanızı istiyorum" dese de, zâlim Feridun ısrar eder, "Unutma, şafak vakti göndereceğim adamlarıma, ya kırk taputu, yahut da buna mukabil kendi kafanı teslim edeceksin!.." Marangoz heyecan ve telâş içinde evine gelip, gözyaşı döküp ağlamaya başlar. Ağlamasının sebebini ısrarlı olarak hanımının sorması üzerine de, zâlim hükümdarın teklifini anlatıp, gözyaşları içinde helâllık dilemeye başlar. Kadın, kocasına, "Dur bakalım, acele etme, Feridun'un bir hesabı varsa, Allahın da bir hesabı var" der ve sorar: "Sen, hiç kötülük ettin mi, zulmettin mi?" "Hayır, ben hiç kimseye ne zulmettim, ne de birinin nâmus ve ırzına yan baktım. İşimde ve evimde, kendi hâlimde yaşayıp duruyorum işte." "Öyleyse, boşuna telâş etme! Zulmetmediysen zulüm görmezsin." O gece, namaz kılarak, ibadet ederek, Allaha yalvarıp sabahı beklemeye başlarlar. Fakat adamda ümit iyice kaybolduğu için, "Şunun şurasında ne kaldı ki, neredeyse Feridun'un adamları gelecek..." diye hayıflanıp durur. Kadın ise, "Hiç telâş etme! Zulmetmediysen zulme uğramazsın. Görelim Mevlâ neyler..." diyerek serinkanlılığını muhafaza etmesini tavsiye eder. Bu sırada, kapı güm güm vurulmaya başlar. Heyecandan elleri, ayakları titreyen marangoz, "Eyvah, işte geldiler. Hâlbuki siparişlerin bir tanesi bile meydanda yok, sonum geldi" diyerek ecel terleri dökmeye başlar. Marangoz, hanımına, "Görüşmek artık mahşere kaldı, haydi Allaha ısmarladık, hakkını helâl et!" der. Hükümdarın adamları, içeri girince bu hüzünlü manzaradan birşey anlamazlar. Kendisine derler ki: "Bu gece yarısı, hükümdar Feridun, âniden öldü. Onun cenâzesi için bir tabut yapmanı, yeni hükümdar emretti. Acele taput istiyoruz!" Karı-koca sevinç içinde birbirlerine bakarlar... Kadın kocasına, "Sana,'Feridun'un bir hesabı varsa, Allahın da bir hesabı var!' "dememiş miydim?
"Mazlumun ahını almaktan kork!"
14 Eylül 2001 01:00
Muaz bin Cebel hazretleri, Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, helâl ve haram ilmini en iyi bilenlerdendi. İkinci Akabe biatında, kendi canlarını ve mallarını korudukları gibi Peygamberimize yardım ederek İslâmiyete hizmet edeceklerine söz verip, müslüman olan yetmiş Medineli'den birisi de Muaz bin Cebel'dir. Onsekiz yaşında iken müslüman oldu. Peygamberimiz ve Eshâb-ı kirâm Mekke'den Medine'ye hicret ettiklerinde bütün malları ve mülkleri Mekke'de kalmıştı. Peygamberimizin emirleriyle Medine'de bulunan müslümanlar, Mekke'den hicret eden müslümanlarla kardeşlik kurarak evlerini, mallarını ve eşyalarını paylaştılar. Muaz bin Cebel de, Abdullah bin Mes'ud ve Ca'fer-i Tayyar ile kardeşlik kurmuştu. Peygamber efendimiz müslüman beldelerine vali ve zekât tahsil memurları gönderdiği sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirama dönerek: "İçinizden hanginiz Yemen'e gider?" buyurdu. Hz. Ebû Bekir: "Ben giderim yâ Resûlallah" dedi. Peygamberimiz bir müddet sonra, "Hanginiz Yemen'e gider?" buyurdu. Bu sefer Hz. Ömer "Ben giderim Yâ Resûlallah" dedi. Peygamberimiz biraz sonra tekrar: "İçinizden Yemen'e kim gider?" buyurdu. Muaz bin Cebel ayağa kalkıp, "Yâ Resûlallah! Ben giderim" dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz "Ey Muaz! Bu vazife senindir." buyurdu. Bütün malını, cihâd için Allah yolunda harcayan Muaz bin Cebel, Yemen'de valilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur'ân-ı kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde toplanan zekât mallarını vazifelilerden teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere Yemen'e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz O'na şöyle buyurdu: "Sen ehl-i kitaptan (yahudilerden ve hıristiyanlardan) olan bir kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca önce, onları Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammedin "aleyhisselam" Allahın Resûlü olduğunu tasdike (inanmaya) davet et. Eğer bunu kabul ederlerse onlara, Allah'ın beş vakit namaz farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allah'ın zenginlerin fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir. Bunu da kabul ederlerse zekât alırken sakın mallarının (sadece) en iyilerini seçme! Mazlumun ahını almaktan kork. Çünkü Allah mazlumun duâsını (ahını) hemen kabul eder
İslam ve terör
15 Eylül 2001 01:00
Dinimizde bu iki kelimenin yan yana gelmesi mümkün değildir. Geliş gayesi insanları hem dünyada hem ahirette huzura kavuşturmak olan İslamiyetin huzursuzluk, anarşi kaynağı olması mümkün mü? İslâm dini, birlik beraberliği, yardımlaşmayı, kanunlara karşı gelmemeyi, fitne, yani anarşi çıkarmamayı, Müslüman olsun olmasın herkesin haklarını gözetmeyi, kimseyi incitmemeyi emretmektedir. İslam büyükleri, tarih boyunca, isyandan, anarşiden uzak kalmışlar, Müslümanları da buna bulaştırmamışlardır. Ehl-i sünnetin önderi büyük alim İmam-ı a'zam Ebu Hanife hazretleri, ikinci bin yılın mücedidi İmam-ı Rabbani hazretleri kendilerine yapılan haksızlığa, zulme rağmen devlete isyan etmemişler, talebelerini de isyandan uzak tutmuşlardır. Zaten, İmam-ı a'zam hazretlerine göre, ehli sünnet olmanın şartlarından biri de her şartta devlete isyan etmemektir. Niçin bu kadar fitneden, anarşiden uzak kaldılar? Çünkü, Peygamberimiz böyle emrediyor: "Fitne çıkarana lanet olsun!" "Fitne zamanında, devletinize tâbi olunuz. Size zulmedilse, mallarınız alınsa da, ona itaât ediniz!". "Fitne zamanında, İslâmiyyete sarılınız. Kendinizi kurtarınız. Başkalarına akıl vermeyiniz! Evinizden dışarı çıkmayınız. Dilinizi tutunuz!". "Fitne zamanında, çok kimse öldürülür. Onların arasına karışmayan kurtulur". "Allah'a kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, kâtil niçin öldürdüğünü, maktûl niçin öldürüldüğünü bilmeyecek" Bütün bu emirlerden sonra bir Müslüman anarşiye, teröre nasıl karışabilir? Kim olursa olsun bir insanı nasıl öldürebilir? Kur'ân-ı kerîm herşeyden önce insanoğluna diğer mahlukat arasında mümtaz, üstün bir makam vermiştir. Böyle, müstesna bir yeri olan varlığa yapılacak tecavüzleri Cenab-ı Hak karşılıksız bırakmayacak, en ağır şekilde cezalandıracaktır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Kişinin, kıyâmet günü, ilk hesâba çekileceği şey namazdır; insanlara karşı işlediği günahlardan da ilk hesaba çekileceği ise insan öldürmedir." Dinimiz, savaş halinde bile, insan haklarına riayet edilmesini, kimseye zulüm yapılmamasını emretmektedir. Peygamber Efendimiz, savaşa gönderdiği askerlerine, "Çocukları öldürmeyiniz. Kiliselerinde, kendilerini ibadete vermiş kimselere dokunmaktan sakınınız! Kadınları, yaşlanmış pir-i fanileri öldürmeyiniz. Ağaçları yakmayınız ve kesmeyiniz. Evleri de yıkmayınız!" buyururdu. Kur'ân-ı kerîmde bir kişi öldürme cinâyeti, bütün insanları öldürme cinâyetine denk tutulur: "Kim, haksız olarak birini öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur." (Maide- 32) Peygamberimiz, "Yâ Rabbî! Bana hayırlı işler yapmak, çirkin şeyleri terk etmek ve fakîrleri sevmek nasîb eyle! Kavmim arasında fitne çıkacaksa, fitneye karışmadan canımı al!" diye dua ederdi. İmâm-ı Kurtubî hazretleri, "Bu hadîs-i şerîf, fitneden sakınmak, ona karışmamak lâzım olduğunu, fitneye karışmaktansa, ölmenin hayırlı olacağını açıkça göstermektedir." buyurmuştur. Dinimizin bütün bu emirlerine rağmen Müslüman kimliği ile akıl almaz vahşetler işlenebiliyorsa, işin içinde art niyet var demektir. Bu da, bazı karanlık güçlerin insanları Müslümanlıktan uzaklaştırmak için, hazırladıkları bir senaryoyu akla getirmektedir
"Belki beni bir daha göremezsin!"
15 Eylül 2001 01:00
Muaz bin Cebel hazretleri, Yemen'e gitmek üzere yola çıkınca Peygamberimiz yanında bir miktar yürüdü ve vedâlaşırken "Yâ Muaz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin. Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyarete gelirsin" buyurdu. Bunu işiten Muaz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz, "Ağlama, Yâ Muaz!.. Bana yakın olanlar, (tam bağlı olanlar) nerede olursa olsunlar, Allah'a hakkıyla kulluk edenledir." buyurdu ve sonra da şöyle sordu: "Sana bir dâvâ getirilip insanlara rasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?" Hz. Muaz bin Cebel: "Allah'ın kitabı (Kur'ân-ı kerîm) ile hüküm veririm" dedi. "Ya O'nda açıkça bulamazsan?" buyurunca, "Peygamberin sünneti ile hüküm ederim" dedi. "Ya onda da açıkça bulamazsan" buyurunca, "İçtihad ederek, anladığımla hükmederim" dedi. Peygamberimiz Muaz bin Cebel'in bu cevabından dolayı çok memnun kolarak mübârek elini O'nun göğsüne koyup: "Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullah'ın rızasına uygun eyledi." Buyurdu. Sonra Hz. Muaz bin Cebel'e şöyle duâ etti: "Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musibetlerden muhafaza buyursun, insanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın" ve "Senin sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidayete erdirmesi senin için dünyadan hayırlıdır." buyurdu. Hz. Muaz bin Cebel, Yemen'de uzun müddet kaldı. Kendisine verilen vazifeyi yerine getirdi. Peygamberimizin vefatını da orada iken haber aldı. Daha sonra Yemen'deki hizmetini tamamlayıp, Medine'ye dönen Muaz bin Cebel , Hz. Ebû Bekir'in halifeliği sırasında Medine'de kaldığı müddetçe Hz. Ebû Bekir onu seçtiği müşavere (danışma) heyetine aldı. Bu sırada Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretti. Hz. Ömer'in halifeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak, sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmekle vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz (38) yaşında iken vefât etti.
İnsanlara hayrı ve iyiliği öğretirdi...
16 Eylül 2001 01:00
Hz. Muaz bin Cebel'in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Onu Resûlullah Efendimiz birçok hadîs-i şerîflerinde methetmiş, övmüştür: "Muaz bin Cebel, ümmetimin âlimlerindendir ve çok yüksektir." "İnsanlar arasında, Allahü teâlânın helâl ve haram ettiklerini en iyi bilen Muâz bin Cebel'dir." "Kur'ân-ı kerîmi şu dört kimseden alınız (öğreniniz): Muaz bin Cebel, Ubey bin Kâ'b, Abdullah bin Mes'ud ve Sâlim Mevlâ Huzeyfe." "Muaz kıyamette ümmetimin âlimlerinin bir adım önlerinde mahşer yerine gelecektir." Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik diyor ki: "Kur'ân-ı kerîmi şu dört kimse toplamıştır: Ubey bin Kâ'b, Muaz bin Cebel, Zeyd bin Sâbit ve Ebû Zeyd. Bunların dördü de Ensardandır. Hz. Ömer'e: "Bize kimi halife bırakıyorsun?" denildiğinde buyurdu ki: "Şâyet Muaz bin Cebel sağ olsaydı, onu halife bırakırdım ve Rabbime kavuştuğumda, Rabbim bana: "Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halife bıraktın?" deyince: "Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed aleyhisselâmın "Muaz, kıyamet günü, âlimlerin önünde, tek başına bir cemaattır" buyurduğu kimseyi bıraktım, derdim." Abdullah bin Mes'ud buyurdu ki: "Muaz bin Cebel, Allah'a ve Resûlüne itaat eden, doğru yolda bulunan bir cemaat gibiydi. Biz O'nu İbrahim aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O, insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allah'a ve Resulüne de itâat ederdi." Eîzullah bin Abdullah şöyle anlatıyor: "Bir gün Humus'ta mescide girmiştim. Baktım ki, orada, Resûlullah'ın 30 kadar Sahâbisi vardı. Hadîs-i şerîfleri mütâlea ediyorlardı. Aralarında genç ve yakışıklı olan birisi vardı ve çok az konuşuyordu. Fakat diğerlerinin, bir hadîs-i şerîf üzerinde şüphe ve tereddütleri olduğu zaman, hemen ona sorarlardı. O da, bunlara cevap verirdi. Onun cevabı üzerinde hepsi kanaat getirir ve onda ittifak ederlerdi. Hiçbirisi Ona itirazda bulunmazdı. Ben de çok merak ettim ve (Sen kimsin, ey Allah'ın kulu?) diye suâl ettim. Bana buyurdu ki: Ben Muâz bin Cebel'im! Muâz bin Cebel, çok ilim sahibi olup, Eshâb-ı kirâmın sevdiği ve müşkil meselelerini sordukları kıymetli bir zât idi. Çok cömert olup, az konuşur ve hikmetli söylerdi.
Gaflet uykusundan uyan!..
17 Eylül 2001 01:00
Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyada biri, mevki, rütbe sâhibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emir verene de fâide olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok ehemmiyyet ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zât verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmağa çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmağa, böyle çalışılmıyor. Allahü teâlânın emirleri vazîfe bilinmiyor ve vazîfe mukaddesdir! Önce vazîfe, sonra namaz gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emirleri birinci vazîfe olmak lâzımdır. Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir: 1- Allahü teâlânın emrlerine, yasaklarına inanılmamışdır. Bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir vs. denilmesidir. 2- Allahü teâlânın emirlerine ehemmiyyet vermemektir. Bu emirlerin büyüklüğünü, mevki, kumanda sâhibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmektir. Her iki sebeb ile de, ibâdet etmemenin şenâ'atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır. Hucurât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, "Allahü teâlâ, yaptıklarınızı hep görmekdedir" buyurulduğu hâlde, harâmları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimâli olsa, yapmaktan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhud da, Allahü teâlânın görmesine ehemmiyyet vermiyorlar. Harâmları, bu iki sebep ile işlemek, îmânı mı gösterir, kâfir olmayı mı gösterir? Yavrum, yeniden îmânını tâzelemelisin! Peygamberimiz "aleyhissalâtü vesselâm" buyurdu ki, "Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmânınızı yenileyiniz!" Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tövbe etmelisin. Yasak etdiği, harâm eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakit namazı cemâat ile kılmalısın. Gece namaz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük saâdet olur.
Her ibâdeti seve seve yapmalıdır
18 Eylül 2001 01:00
Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tamahkârdır. Allahü teâlânın emirlerini yapmakta inâtçıdır. Halbuki, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermiştir. Onun verdiğine el uzatmağa kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır. Yavrum! Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâzımdır. Birçok kitapta, "Zekât vermek lâzım olup da, o sene vermeyip, özürsüz geciktiren günâha girer ve şehâdeti kabûl olmaz" buyurmakdadır. Zekâtı kolayca verebilimek için, altından ve gümüşten ve ticâret eşyâsından, fakîrlerin hakkı olan kırkta biri, senede bir kerre meselâ her Ramazân-ı şerîf ayında zekât niyyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zaman, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişte, ayrıca zekât için, niyyet etmeğe lüzûm yoktur. Ayırırken, bir kerre niyyet etmek yetişir. Herkes, fakîrlere ve zekâttan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından ayırıp saklar. Ayırırken, niyyet etmezse, fakîrlere verdikleri zekât olmaz. Nâfile sadaka olur. İşte böylece, hem zekât verilmiş olur, hem de, her zaman muhtâclara yapdığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakîrlere yaptığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karıştırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamağa, hakkı olanları ödemeğe, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyada ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla haktan kurtulmak mümkün olur. Fakat, âhıretde, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok güçtür, çâresi bulunmaz. İslâmiyyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru Ehl-i sünnet âlimlerine sorup öğrenmelidir. Böyle mübârek insanların sözleri ve kitapları, tesîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. Para kazanmak için, mevki almak için, din kitâbı yazan, nutuk söyleyen, müslümânları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitaplarından kaçmak lâzımdır.
İlmiyle amel etmeyenin hali
19 Eylül 2001 01:00
Ey oğlum! Allahü teâlânın Peygamberi lâzım olan nasîhatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamıştır. Fakat bu yavru, bu fakîrlere gelip, nasîhat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmektedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebep olmuştur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fakat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fakat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin ve âlimlerin milyonlarca sözleri ve binlerle kitâbları, hep işlemek içindir. Bilimek, kıyâmette fâideli değil, şefâ'atcı değil, azâb yapılması için hüccet ve şâhid olacaktır. Peygamber "sallallahü aleyhi ve sellem" efendimiz buyurdu ki, "Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, ilminin fâidesini görmiyen, gidişi ilimine uymıyan âlimdir". Yavrum, o zamanki tövbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünkü, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o saâdet tohumunun açılıp büyümesine mâni' oldu. Fakat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeğe elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermekdedir. O tövbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçtiği yola kavuşduracağı ümit olunur. Her ne pahasına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleşdiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini içinize yerleştirmesini ve kalbinizi, bu dünya çerçöplerine bağlamaktan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Yavrum! Dünyada ve âhirette bütün saâdetlere kavuşmak, ancak, dünya ve âhiretin en üstün insanına uymak ile olur. Cehennem ateşinden, ancak Ona uyanlar kurtulur. Cennet ni'metlerine kavuşmak, seçilmişlerin, sevilenlerin en üstünü olan, O Peygambere uyanlara mahsûstur.
Çalışıp kazanmak da ibadettir
26 Eylül 2001 01:00
İyi bir Müslüman olabilmek için boş durmamalı, çalışıp para kazanmalıdır. Çalışıp kazanmak da ibadettir. Başkalarına muhtaç olmamalıdır. Kazandığını dine uygun kazanmalıdır. Fakîr kimse, bu zamanda, dînini, nâmûsunu, hakkını bile koruyamaz. Bunları korumak ve hizmet edebilimek için, fennin bulduğu yeniliklerden, kolaylıklardan fâidelenmek de lâzımdır. Helâl kazanmak büyük ibâdetdir. Namaza mâni' olmıyan ve harâm işlemeğe sebeb olmıyan her kazanç yolu, hayırlıdır, mubârektir. İbâdetlerin ve dünya işlerinin fâideli, mubârek olması, yalnız Allah için yapmakla, yalnız Allah için kazanmakla ve yalnız Allah için vermekle, kısacası, "İhlâs" sâhibi olmakla olur. "İhlâs", yalnız Allahü teâlâyı sevmek ve yalnız Allah için sevmektir. İnsan, sevdiğini çok hâtırlar. Kalb O'nu unutmaz, hep onu anar. Allahü teâlâyı çok sevenin, O'nu çok hâtırlaması, zikretmesi lâzımdır. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde "Allahü teâlâyı çok zikrediniz!" buyuruluyor. "Dereceleri en yüksek olanlar, Allahı zikredenlerdir" ve "Allah sevgisinin alâmeti, O'nu zikr etmeği sevmektir" ve "Birini çok seven, onu çok zikreder" ve "Allahı çok zikreden, nifâktan kurtulur" ve "Allahü teâlâ, çok zikr edeni çok sever" hadîs-i şerîfleri, muteber kitaplarda yazılıdır. Her işinde Allahü teâlâyı hatırlayıp O'nun emirlerine uygun hareket etmek zikirdir. Dine uygun olarak yaşamayı, bunu tabiat haline getirmeyi "Tesavvuf" âlimleri bildirmişlerdir. Bu yollardan en kolayı, geçmişte yaşamış meşhur bir tesavvuf aliminin kitabını okuyup, onu severek, bundan istifade etmektir. İstifade edebilmek için sâlih Müslüman olmaları lâzımdır. Ehl-i sünnet i'tikâdında olmıyan, meselâ Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatan ve dört mezhebden birine uymıyan, haramdan sakınmıyan, meselâ çoluk çocuğunu, emri altındakileri islâm bilgisi, Kur'ân-ı kerîm öğrenmeleri için çalışmıyan bir kimse, sâlih bir Müslüman olamaz. İstifade edilen kimsenin her sözü, her işi, Ehl-i sünnete ve İlimihâl kitâblarına uygun olmalıdır. Resûlullahın hicretinden bin sene geçtikten sonra "Âhır-zaman" başladı. Kıyâmet alâmetleri çoğaldı. Âhır zamanda, Allahü teâlâ, kahr ve Celâl sıfâtları ile tecellî edecek, fitne, felâket artacaktır. Din bilgileri bozulacak, Ehl-i sünnet âlimleri kalmayacaktır.
"Eğer Allahı seviyorsanız..."
27 Eylül 2001 01:00
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresinin otuzbirinci âyetinde buyuruyor ki, "Onlara de ki, eğer Allahı seviyorsanız, bana uyunuz! Allahü teâlâ, bana tâbi' olanları sever ve günâhlarınızı affeder. Allahü teâlâ, affedici, çok merhametlidir." Nisâ sûresinin yetmişdokuzuncu âyetinde, "Peygambere itâ'at eden, Allaha itâ'at etmiş olur" buyurdu. Peygamberimiz de "sallallahü aleyhi ve sellem", "Benim yolumda ve benden sonra dört halîfemin yolunda olunuz!" buyurdu. Dört halîfenin yolunda olan İslâm âlimlerine "Ehl-i sünnet" denir. Görülüyor ki, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olduğu gibi imân etmek ve bütün sözleri, işleri, onların bildirdiklerine uygun olmak gerekiyor. Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak isteyenin, böyle îmân etmesi ve böyle yaşaması lâzım olduğu anlaşılıyor. Bir insanda bu ikisi olmazsa, o sâlih Müslüman olamaz. Dünyada ve âhırette râhata ve huzûra kavuşamaz. Bu ikisi, kitaplardan okuyarak öğrenilir. Ehli sünnet alimlerinin kitapları, insanın kalbini de temizler. Kalb temîz olunca, îmânın, ibâdetlerin tadı duyulur. Harâmlar, acı, çirkin ve iğrenç görünürler. Allahü teâlâ, kullarına merhamet ettiği zaman, Mürşid-i kâmil çok bulunur ve tanınmaları kolay olur. Fakat, kıyâmet yaklaştıkca, Allahü teâlânın kahrı, gadabı dahâ çok zuhûr edecek, Mürşid-i kâmiller azalacak, tanınmayacaklardır. Câhiller, sapıklar, zındıklar, din adamı olarak ortaya çıkacak, insanları aldatacak, felâkete sürükleyeceklerdir. Şu an içinde bulunduğumuz, ahir zamanda, böyle karanlık zamanlarda îmânı ve din bilgilerini, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâplarından öğrenenler kurtulacak, câhillerin, mezhebsizlerin yazdıkları uyurma din kitaplarının yaldızlı, heyecanlı kelimelerine aldananlar, doğru yoldan kayacaklardır. Böyle zamanlarda kalbin çabuk temizlenmesi için, tanınmış, şöhret kazanmış eski İslam büyüklerinden birini düşünüp, eserlerini okuyarak, onun kalbine Resûlullahdan "sallallahü aleyhi ve sellem" akıp gelmiş olan feyzlerden, kendi kalbine akmasını dilemelidir. Kararmış kalbleri aydınlatır
Nimetlerin kıymeti bilinmeyince
28 Eylül 2001 01:00
Sebe, Yemen'de San'a şehrine üç günlük mesafede, Mağrib bölgesinde kurulmuş bir şehirdi. Mağrib bölgesi çok güzel imar edilmiş bir beldeydi. Mağrib seddi yapılarak bölgenin su ihtiyacı karşılanmış, hem de selden korunmuştu. Baştan başa birbirlerine bitişik köyler ve bahçelerle kaplıydı. Sebe beldesinde, eziyet verici canlılar, hayvanlar, sivrisinek ve diğer sinekler, pire, akrep, yılan gibi haşerat yoktu. Bunlar başka bölgeden gelseler de burada yaşayamayıp ölüyorlardı. Bu beldeye gelen hastalar iyileşirdi. Allahü teâlâ, bu beldenin halkına bunlar gibi daha birçok nîmetler vermişti. Halk, refah ve huzur içinde yaşıyordu. Âyet-i kerimede bu bölge için, "Hoş bir belde" buyurulmuştur. Allahü teâlâ, bu kadar nîmet verdiği bu kavme, nimetlerin şükrü olarak birçok Peygamber göndererek, onları dîne dâvet etti. Peygamberler, onlara, Allahü teâlânın nîmetlerini hatırlattılar. Allahü teâlânın emirlerine uymazlarsa, azâba uğrayacaklarını anlatıp, korkuttular. Fakat, Sebe halkı Peygamberlere inanmadılar. Üstelik, "Allahın bize nîmet verdiğine filan da inanmayız. Bunları biz kendimiz kazandık." dediler. Sebe sûresinde, Sebe halkı için, "(Onlara dedik:) Rabbinizin rızkından yeyin ve O'na şükredin. Ama onlar yüz çevirdiler. Bu yüzden üzerlerine Arim selini gönderdik." buyuruldu. Sebe halkı, refah ve bolluğa şükretmedikleri gibi, bu rahat ve huzurdan da şikâyet etmeye başlamışlardı. Rahatlık, huzur kendilerini rahatsız etti. Rızık kazanmak için, sıkıntı ve meşakkat ister oldular. Nitekim, Sebe halkı da, çok güzel, yemyeşil, sıra sıra olan bahçelerden usanıp bunların aralarında çöl bulunmasını istediler. Allahü teâlâ bunlara, bir sel gönderip, bunların evlerini, bahçelerini su altında bıraktı. O güzelim bahçeler harap oldu. Allahü teâlâ, kendilerine köstebeği musallat etti. Köstebekler, Mağrib seddini alttan deldi, seddeki su aktı ve bütün bahçeler, bağlar harap hâle geldi. Sebe halkının gururlanıp, kibirleneceği bir şey kalmadı. Bütün nîmetler ellerinden alındı. Sebe sûresinde meâlen, "İşte biz onları, nîmete nankörlükleri sebebiyle böyle cezâlandırdık." buyuruldu. Başlarına çeşitli musîbetler gelen halkın sağ kalanları, çevre beldelere dağıldılar. Hepsi çok perişan oldular. Bunların bu hâli, çevrede yaşayan kavimlere ibret oldu. Bu hâdiseler darb-ı mesel hâlinde anlatılmaya başlandı. Bu husûsta, Sebe sûresinde, "Şüphesiz ki bunda, çok sabır ve şükreden için, elbette ibret vardır" buyurulmuştur. İnsan gafil olduğu için, olaylardan ibret almamış, bunun için de tarih boyunca sık sık gaflete düşmüş başına olmadık işler gelmiş. İnsanın dünyada sıkıntıya düşmesi âhırette sonsuz nimetlerden mahrum kalması hep bu gaflet sebeyle olmuştur. İnsan birşeylere sahip olunca, gaflete düşüp; bu nimete kendi eliyle, kendi çalışmasıyla kavuştuğu zehabına kapılıyor. Allahü teâlânın lutfu ve ihsânı olduğunu unutuyor. İnsanı, yaptıklarını beğenmeye, övünmeye sürükleyen, şükretmeyi unutturan sebeplerin başında cehâlet ve gaflet gelmektedir. Bu kötü huydan kurtulmak için, her şeyin Allahü teâlânın dilemesi ile ve yaratması ile meydana geldiğini ve akıl, ilim, ibâdet etmek, mal ve makam gibi kıymetli nimetlerin, Allahü teâlânın lutfu ve ihsânı olduklarını düşünmek lâzımdır. Eshâb-ı kirâmdan bazıları, Huneyn gazâsında, askerin çokluğunu görerek, artık biz hiç mağlûb olmayız dedi. Bu sözler, Resûlullah efendimizin mübârek kulağına gelince, üzüldü. Bunun için, harbin başlangıcında Cenâb-ı Hakkın yardımı gelmeyip, mağlûbiyet başladı. Sonra, Cenâb-ı Hak merhamet ederek, zafer nasîb eyledi. Bütün mesele şunda düğümleniyor; geçmişten ibret almakta veya almamakta... İbret alan fert olsun, millet olsun rahata, huzura kavuşuyor; almayan sıkıntılara davetiye çıkartıyor!
İlim, talep edeni bulur!
28 Eylül 2001 01:00
Abdullah bin Seleme hazretleri şöyle anlatıyor: Muâz bin Cebel tâûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyarete geldi. Durumunun çok ağır olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hz. Muâz, Ona: "Niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. O da: "Ey Muâz! Allah'a yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyalık yardımında bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dînimi öğreniyor ve ilim alıyordum. Senin ölümünden sonra dînimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum." Bunun üzerine Muâz bin Cebel buyurdu ki: "Hayır, bundan korkma! İmân ve ilim, kıyamet gününe kadar yerindedir, arayan bulur ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın kitabı Kur'ân-ı kerîm ve Peygamberimizin sünneti, kıyâmet gününe kadar korunacaktır. Nitekim Allahü teâla ilmi ve imânı İbrahim aleyhisselâma ihsan etmiştir. Halbuki o zaman, imânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrahim aleyhisselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O'na ihsân etti. Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkatı kim bildirirse kabul ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, Onu reddediniz!" Muâz bin Cebel buyurdu ki: "Âlimlere Cennette de ihtiyaç vardır. Çünkü Cennet ehline ne isterseniz isteyin denildiğinde, onlar ne isteyeceklerini ve nasıl isteyeceklerini bilemeyecekleri için âlimlere soracaklar." Bir gün, birisi Hz. Muâz bin Cebel'in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz sonra vedâlaşıp ayrılacağı sırada, Ona buyurdu ki: "Ey falan! Dünyadaki nasibin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır. Sen ise, dünyadaki nasibinden daha çok âhiret nasibine muhtaçsın. Âhiret nasibini, dünya nasibine tercih et! Hatta öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı bir âhiret servetine sahip olasın! Dünya nimetleri geçicidir. Âhiret için elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir." Yine buyurdu ki: "İyi bir müslüman olarak ölüme hazır ol! Mazlumların bedduâsından çok sakın ve hiç kimseye zulüm etme!" "Cennet ehlinin tek bir hasreti (pişmanlığı) vardır. O da, Allahü teâlâyı zikretmeksizin geçirdikleri vakitlerdir." "Üç şey, Allahü teâlânın gazâbına sebep olur, bunlar: Hikmetsiz gülmek, uykusu gelmediği halde sabaha kadar ibâdetsiz vakit geçirmek ve karın acıkmadığı halde fazla yemek yemek
Farklı uygulanan adalet, adalet olmaz
29 Eylül 2001 01:00
Adalet, adil olarak herkese tatbik edilirse gerçek manada adalet olur. Kişilere göre değişirse o, adalet olmaktan çıkar; zulme dönüşür. Bunun için dinimiz adaletin eşit olarak uygulanması üzerinde çok durmuştur. Nitekim, Peygamber Efendimiz, "Kızım Fatıma da olsa hırsızlık yapanın cezasını veririm" buyurarak farklı uygulama yapılamayacağını ifade buyurmuştur. İslam tarihinde de bunun örnekleri çoktur. Meşhur Türk Hükümdarı Gazneli Mahmud Hân zamanında, eşkıyâlık yapan, halkın karısına kızına sarkıntılık eden, zâlim biri vardı. Halk bunun zulmünden çok korkuyordu. Bu zâlim bir fakirin evine her akşam gelip sıkıntı veriyordu. Fakir kimse, her gece bir bahâne bulup onun kötü arzûlarına mâni oluyordu. Zamanla bu hâlinden vazgeçer diye sabrediyordu. Fakat zâlimin pişman olacak hâli yoktu. Fakir kimse, zâlimin verdiği sıkıntıya dayanamayıp, Sultan Mahmud Hân'ın huzuruna giderek durumu anlattı. Sultan bu habere çok üzüldü. Fakiri tesellî etti. Ayrıca birçok hediyeler vererek onu sevindirdi. Sonra da, "Sen hiç endişelenme, bu işi bizzat kendim takip edeceğim. O kimse evine geldiğinde, onu oyala bu arada bana bir haber yolla gerisine sen karışma!" dedi. Sonra mâiyetindeki adamlara dönüp,"Bu kimse gece gündüz ne zaman buraya gelirse hemen yanıma alın!" emrini verdi. Gönlü yaralı fakir Müslüman, sevinç içinde, sultana duâlar ederek oradan ayrıldı. Aradan iki gün geçince, zâlim kimse gece yine eve geldi. Fakir, oğluna "Sen bunu biraz oyala" diye tenbîh ederek sessizce evden ayrıldı. Doğruca saraya gitti. Daha önce tenbîhli olduklarından görevliler, hemen pâdişâhın huzûruna çıkarttılar. Fakir kimse pâdişâha, "O kimse yine geldi. Şu anda evimde" dedi. Sultan Mahmud Hân eline keskin bir kılıç alıp, hemen saraydan çıktı. Beraberce fakirin evine vardılar. Fakir kimse, pencereden içerdeki adamı gösterdi. Sultan, "Sen içeri gir sonra da mumu söndür!" dedi. Daha sonra mum söner sönmez, sultan hışımla içeri girdi. Zâlim kimsenin cezasını verdi. Sonra,"Mumu yakın!" emrini verdi. Mumun yanmasını heyecanla bekleyen sultan, etraf aydınlanınca dikkatlice ölen kimsenin yüzüne baktı. Sonra yüzü birden aydınlandı. Şükür secdesine kapanıp, Allahü teâlâya şükretti. Mazlûm kimse pâdişâhın bu hâllerinden birşey anlayamamıştı. Dayanamayıp sordu: "Pâdişâhım, mumu söndürtmenizi, sonra yaktırıp ölen kimseyi görünce şükür secdesine varmanızı anlayamadım. Bunun sebebi nedir?" Pâdişâh şöyle cevap verdi: "Işığı söndürtmemin sebebi şu idi. Çok korktum, bu büyük suçu işliyen kimse benim yakınım olabilirdi. Bu yakınlığa güvenip bu işe cür'et edebilirdi. Eğer ışığı söndürtmeseydim, bu kimse çok yakınım olduğu takdîrde, akrabâlık hissim ağır basar da gerekli cezâsını belki veremezdim. Karanlıkta kim olduğunu göremeyeceğim için bu işi daha rahat yapabilirdim. Sonra mum yakıldığında, baktım ki tanıdığım birisi değil bunun için de şükür secdesi ettim. Çok şükür böyle yakınlarım yokmuş." Daha sonra da, "Yiyecek bir şeyiniz var mı?" diye sordu. Fakir kimse evinde mevcut olan, biraz peynir ile bir parça ekmeği getirdi. Sultan bunları yerken dedi ki: "Sen gelip bu hâdiseyi anlattıktan sonra üzüntümden yemeden içmeden kesildim. Zâlim kimseye şimdi gereken cezâyı verdikten sonra rahatladım. Allahü teâlâya hamdolsun ki, bu cezâyı vermeği bana nasip etti. Şimdi gönül rahatlığı ile yemek yiyebiliyorum." Sultan Mahmud Hân çok âdil ve merhametli bir pâdişâhtı. Alimleri, evliyâyı çok severdi. Dinin yayılmasına, Ehl-i sünnet âlimlerinin yetişmesine çok gayret etmiştir.
"İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin!"
29 Eylül 2001 01:00
Muâz bin Cebel hazretlerinin vasiyeti: "Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızası için öğrenin! Zira Allah rızası için öğrenilen ilim, takvâyı (Allahtan korkmayı) hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzakere etmek tesbihtir, ilimden konuşmak, Allah yolunda cihaddır. Bilmeyene ilim öğretmek sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâya yakınlıktır. Zira ilim, helâl ile haramın terazisi, Cennet ehlinin minâresi, gurbette insanın arkadaşıdır. Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim sahibine delildir. İlim, düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. İlim, büyüklerin yanında dindir. Dostlarının yanında insanın süsüdür. Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir. İnsanı ilimle başkalarına rehber, öncü yapar ve ona itaat ederler. Melekler dahi ilim sahiplerinin dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler. Canlı ve cansız her ne varsa, hatta denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar, havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimlere istiğfar ederler. Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa kavuşturan bir nurdur. İlim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makamlarına yükselir. İlim sahipleri, dünya ve âhirette yüksek derecelere erişir. İlimde tefekkür, nafile oruç tutmak gibidir. İlmin öğretilmesi nâfile namaz kılmaktan sevaptır. İlim ile, helâl ve haram olan şeyler ayırdedilebilir. İlim, amellerin imâmıdır. Amel, ilme tâbîdir. İlimsiz amel olmaz. İlim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrum kalanlardır. Dünya ve âhiret saadetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü ilimdir." Hz. Muâz bin Cebel oğluna da şöyle vasiyet etmişti: "Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit etme!" "Ey oğlum! Mü'min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır. Yani bir hayırlı işi yaptığı zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve kararında olmalıdır." "Şeytanın oyununa gelme! Şeytan, pazarda, yalan, hile, hıyanet ve yemin ettirerek müslümanları günaha sokmaya çalışır. Önce gidip, geç çıkanlara daha çok asılır
Cennet de Cehennem de ebedîdir"
30 Eylül 2001 01:00
Ebû Bahiri şöyle anlatıyor: Bir gün Humus şehrinde camiye gitmiştim. Muaz bin Cebel da, orada bulunuyordu. Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki: "Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna kâmil, olgun bir imânla gitmek istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü beş vakit namazı camide cemaatle kılmak, hidayet yollarından olup, hem de Peygamberimizin mühim sünnetidir. Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum, demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullah'ın sünnetini terk etmiş olursunuz. Bu da dalâlettir." Hz. Muâz bin Cebel'e: "Hangi duâ ve ne zaman kabul olunur?" diye sorulunca, buyurdu ki: "İnsanlar gaflette oldukları zaman, sen Allahü teâlâya dön ve ondan ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman duâlar makbûldürler." Meymûn-i Evdî anlatıyor: Muâz bin Cebel bir gün ayağa kalktı ve buyurdu ki: "Ey Evd kabîlesi! Ben Resûlullah'ın elçisiyim. Sizlere bir şeyler öğretmek istiyorum. Hepiniz biliniz ki, dönüşünüz Allahü teâlâyadır. Dönüşten sonra da, ya Cennet veya Cehennem vardır. Cennet ve Cehennemin ikisi de ebedîdirler. İkisinde de ölüm ve yok olmak yoktur." Yezîd bin Câbir diyor ki: Ben Muâz bin Cebel'den şöyle işittim. Buyurdu ki: "Ne kadar çok ilim öğrenirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe öğrendiğiniz ilimden sevap alamazsınız." "Allahın buğzettiği kimseler, mescidlerde dilenenlerdir. Yani onlar, Allah'ın evlerinde, yüce ve münezzeh olan Allahtan değil de, başaklarından isterler. Bir de istediklerini vermeyenlerin günahlarına girmiş olurlar." "Bir din kardeşini sevdiğin zaman onunla münâkaşa etme! Ona fena harekette bulunma ve onun hakkında, başkasına; (Bu nasıl adamdır?) diye sorma! Olur ki, onun bir düşmanı ile karşılaşırsın da, onda olmayan bir şeyi sana bildirir. Böylece seninle onun arasını açmış olur." Birisi Muâz bin Cebel'e: "Bana öğüt ver!" deyince, "Merhametli ol ki, ben de senin Cennet'e girmene kefil olayım" buyurdu. İmâm-ı Tâvus bin Keysân, geceleri ibâdet ve zikir ile geçirir, tefekkür ederdi. Sabaha kadar kıbleye karşı otururdu. Ve "Cehennemi hatırlamak, korkanların uykusunu unutturmuştur" buyururdu. Bir defasında Muaz bin Cebel'i de, ağlarken gördü ve "Niçin ağladığını?" sordu. Buyurdu ki: "İnsanlar iki gruptur. Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. Acaba ben hangisinden olacağım? diye ağlıyorum
"Ey Muâz! Bugün nasıl sabahladın?"
1 Ekim 2001 01:00
Muâz bin Cebel hazretleri şöyle anlatıyor: Bir gün Resûlullah'ın huzuruna varmıştım. Bana: "Ey Muâz! Sen, bugün nasıl sabahladın?" buyurdu. Ben de: "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ'ya imân etmiş olarak sabahladım" dedim. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz: "Ey Muâz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delilin vardır. Bu sözünün doğruluğunun delili nedir?" buyurdular. Ben de şöyle cevap verdim "Yâ Resûlallah! Ben, geceden, gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem. Bir adım attığım zaman, ikinci adımı atacağımı sanmam. Her insanın bir eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşr olunurlar. Kimisi Peygamberi ile beraberdir. Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azâplarını ve Cennetteki insanların nimetlerini her an görüyorum gibi düşünürüm." Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Ey Muâz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan hiç ayrılma!" Muâz bin Cebel: "Sırat köprüsünü geçinceye kadar mü'minin huzuru olmaz" buyurdu. Muâz bin Cebel, ölümü esnasında: "Allahım, şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi bana ümit besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler yetiştirmek için yaşamak istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak, darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum" dedi. Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça: "Allah'ım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim sana bağlıdır, seni sever" buyurdu. "Allahü teâlâ bir kulunu hastalığa müptelâ kıldığı zaman, sol yandaki meleğe şöyle buyurur: "Kalemi ondan kaldır!" sağ yandaki meleğe ise, şöyle buyurur: "Bu kuluma sıhhatli olduğunda işlediği amelden daha iyisini yaz! Çünkü o, teminatım altındadır." Abdullah bin Seleme'ye şöyle nasihat etti: "Allahü teâlânın emrettiği beş vakit namazı kıl, ye, iç ve uyu! Helâl kazan, günahkar olma! Müslüman olarak öl! Mazlumun ahından ve bedduâsından sakın!
Muâz bin Cebel'e taziye mektubu
2 Ekim 2001 01:00
Peygamber Efendimiz, çocuğunun ölümü üzerine Hz. Muâz bin Cebel'e bir taziye mektubu göndermişti. Bu taziye mektubu şöyledir: "Allahü teâlâ sana selâmet versin! Ona hamd ederim. Herkese iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve kötülük yapamaz. Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb eylesin! O'nun ni'metlerine şükretmenizi ihsân eylesin! Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz, kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın sayısız ni'metlerinden, tatlı ve faideli ihsanlarındandır. Bu ni'metleri, bizde sonsuz kalmak için değil, emanet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli bir zamanda faideleniriz. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır. Allahü teâlâ, ni'metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi, vakti gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emreyledi. Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı nimetlerinden idi. Geri almak için sana emanet bırakmış idi. Seni, oğlun ile faydalandırdı. Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neşelendirdi. Şimdi geri alırken de, sana çok sevap, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni, yükselmeni ihsan edecektir. Bu merhamete, ihsana kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevaba, merhamete kavuşamazsın ve sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belayı geri çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek, olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır." Peygamber Efendimiz ölünün durumu ile ilgili bir hadis-i şerifte şöyle buyurdu: "Ölünün mezardaki hali, imdat diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, ölü de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Ona bir duâ gelince, dünyaya ve dünyada olanların hepsine kavuşmaktan daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşıyanların duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin, ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir." (Bundan anlaşılıyor ki, 40., 52. veya 53. günü helva ve benzeri şeyler dağıtmak doğru değildir. 7. ve 40. gününde yapılan hatim ve sadaka gibi hediyeleri öldüğü gün hemen göndermeli, birinci günü yaparak imdadına bir an önce yetişmelidir. 7. veya 53. gecelerine bırakmak, boğulmak üzere olan birine, "Biraz bekle, yardıma birkaç gün sonra geleceğim" demeye benzer. Bunun belli gün veya gecede yapılmasının aslı yoktur. Ölüler için sadaka, mevlid gibi hayratın belli günlerde yapılması Hıristiyanlardan geçmiştir. "Kırkıncı gün, burnu düşer, elliüçüncü gecesi çürümeye başlar" gibi sözler doğru değildir.
Ömrü, eğlence ile ziyan etmemelidir
3 Ekim 2001 01:00
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek, büyük nimettir. Bu sevgi vâsıtası ile, onların kalblerinden feyzlere kavuşulur. Dini öğrenmeli ve bildiği ile amel etmelidir. Oyun, eğlence ile ömrü ziyân etmemelidir. Dine uymıyan şeylere "dünya" denir. Böyle şeylerin fâidesiz olduklarını, kabirde ve kıyâmette işe yaramıyacaklarını düşünmelidir. Kurtuluş, Sünnete uymakta, bid'atlerden sakınmaktadır. Sünnete uymak demek, Ehl-i sünnet i'tikâdını öğrenip, inanmak, sonra emrleri yapıp, haramlardan sakınmak, sonra sünneti yapmakdır. Bu sıra ile yapılmayan sünnete, sünnet denmez. Bid'at sâhibleri ile ve mülhidlerle, mezhebsizlerle ve Ehl-i sünnet olmıyan din adamları ile arkadaşlık etmemelidir. Onlar din hırsızlarıdır. İnsanın dînini, îmânını bozarlar. Hadîs-i şerîfte, Bid'at sâhiblerinin, Cehennemdekilerin köpekleri olacakları bildirildi. Bid'atlerden kurtulmak için, Resulullah Efendimize ve O'nun yolundakilere uymaktan başka çare yoktur. Cenâb-ı Hak, Ona tâbi' olmağı, Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünyâ lezzetlerinden ve bütün âhıret ni'metlerinden dahâ üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi' olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun dînine uymaktır. Ona tâbi' olmak, yanî Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'ân-ı kerîmin gösterdiği yoldur. Bu yola "Dîn-i islâm" denir. Ona uymak için, önce îmân etmek, sonra Müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip harâmlardan kaçınmak, dahâ sonra, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymağa çalışmalıdır. İmân etmek, bütün insanlara lâzımdır. Herkes için îmân zarûrîdir. İmân edenlerin, farzları yapıp harâmlardan kaçınması lâzımdır. Her mü'min, farzları yapmağa ve harâmlardan kaçınmağa, yanî müslümân olmaya memûrdur. Her mü'min, Peygamberimizi "sallallahü aleyhi ve sellem", malından ve cânından dahâ çok sever. Bu sevgisinin bir alâmeti, sünnetleri yapıp mekrûhlardan kaçınmaktır. Bir mü'min, bütün bunlara tâbi' oldukdan sonra, mubâhlarda da, ne kadar Ona uyarsa, o derece kâmil ve olgun bir Müslüman olur. Allahü teâlâya, o derece yakın, yanî sevgili olur
Müslümanlar aldatıldığı zaman!..
4 Ekim 2001 01:00
Saâdete kavuşmak için İslâmiyeti öğrenmekten başka çâre yoktur. İslâmiyet, kalb ile inanılacak "İmân" bilgileri ve beden ile yapılacak "Ahkâm-ı islâmiyye" bilgileridir. İmân ve İslâm ilmleri "Ehl-i sünnet âlimleri"nin kitâblarından öğrenilir. Câhillerin, sapıkların bozuk kitaplarından öğrenilmez. Hicrî bin senesinden evvel, İslâm memleketlerinde çok "Ehl-i sünnet âlimi" vardı. Şimdi nerdeyse hiç kalmadı. Fakat, bu âlimlerin yazdıkları Arabî ve Fârisî kitaplar ve bunların tercümeleri, dünyânın her yerinde, kütüphânelerde vardır. Böyle karışık zamanlarda dine uymak çok daha kıymetlidir. Resûlullah Efendimiz buyurdu ki, "Ümmetim arasında fesâd yayıldığı zamân, sünnetime yapışana, yüz şehîd sevâbı vardır". Uydurma tefsîrler ve dinsizlerin yazdıkları bozuk din kitâbları çoğaldığı, Müslümanlar aldatıldığı zaman, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları, hakîkî din kitaplarına tâbi' olanlara yüz şehîd sevâbı verilecektir. Dört mezhebden herhangi birisinin âlimlerine "Ehl-i sünnet âlimi" denir. Ehl-i sünnet âlimlerinin reîsi, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfedir. Bu âlimler, Eshâb-ı kirâmdan öğrendiklerini yazmışlar, Eshâb-ı kirâm da, bunlara Resûlullahtan işittiklerini söylemişlerdir. Cenâb-ı Hak, bütün insanlara, sayılamıyacak kadar çok ni'met, iyilik vermiştir. Bunların en büyüğü ve en kıymetlisi olarak da, İslâmiyeti, saâdet-i ebediyye yolunu göstermiştir ve İbrâhîm sûresinin yedinci âyetinde meâlen, "Ni'metlerimin kıymetini bilir, şükrederseniz, yanî emrettiğim gibi kullanırsanız, onları artırırım. Kıymetlerini bilmez, bunları beğenmezseniz, elinizden alır, şiddetli azâb ederim" buyurmuştur. Bir asrdan beri islâmiyyetin garîb olması ve son zamânlarda büsbütün uzaklaşarak, dünyânın küfür ve irtidâd karanlığı ile kaplanması, hep islâm ni'metlerinin kıymetlerini bilmeyip, onlara şükretmemenin arka çevirmenin netîcesidir. Allahü tâlânın evliya kulları bizlere Cenab-ı Hakkın nimetidir. "Herşeyin bir kaynağı vardır. Takvânın kaynağı, âriflerin kalbleridir" ve "Onlarla berâber bulunanlar şakî olmazlar" hadîs-i şerîfleri bunların kıymetini bildirmektedir. Allahü teâlânın dostlarını, evliya kullarını hâtırlıyarak, mubârek kalbinden feyz almak, Allahü teâlânın Müslümanlara büyük ni'meti ve ihsânıdır. Âhır zamanda, buları işitmek, inanmak ve taleb etmek de pek az kimseye nasîb olur. Sevdiklerini bizlere tanıtan ve onları sevmek nimetini ihsân eden yüce Rabbimize şükürler olsun
Mübarek yerlerin terörden çektikleri
5 Ekim 2001 01:00
Dini tabirle fitneyi, bugünkü ifadeyle terörü İslamiyet şiddetle yasaklamıştır. Mensuplarını bu felaketten uzak tutmuştur. Peygamber Efendimiz, fitne çıkaranları lanetlemiştir. Bunun için, İslamiyetin gerçek temsilcileri olan ehli sünnet Müslümanlar bundan hep uzak kalmışlar, teröre hiç bulaşmamışlardır. Tarih boyunca Müslümanların başına ne gelmiş ise, Müslüman kimliği ile ortaya çıkıp İslamiyeti istismar eden kimselerden gelmiştir. Ehli sünnet Müslüman inancı temsil eden Osmanlılar da, İslam düşmanlarının desteklediği bu tür sapıklıklardan, fitneden, terörden çok çekmiştir. En çok da Vehhabi teröründen çekmiştir. 1730'lu yıllarda başlayan bu terörü, tamamen ortadan kaldırmaya Osmanlının ömrü kifayet etmedi. Osmanlı yıkıldığında bu bela devam ediyordu. Bugün de hâlâ devam ediyor. Vehhabiler, özellikle Türk devletlerinde, Kafkaslarda (Çeçenlerde), Afganistanda, Balkanlarda aç insanlara milyarlarca dolar dağıtarak bozuk inançlarını hızla yaymaktadırlar. Afganlı Talibanlar, Vehhabi inancı ile hareket ettikleri için dünyadaki bütün Müslümanları sıkıntıya düşürdüler. İslama karşı nefretin oluşmasına sebep oldular. Bu haftaki iki yazımda Vehhabilerin yaptıkları vahşetleri "Mir'at-ül Haremeyn" ve "Tarihi Vehhabiyan" kitaplarından özetliyerek bilgilerinize sunmak istiyorum: 1737 senesinde Abdülvehhâb oğlu Muhammed, İngiliz casusu Hempher ile birlikte "Vehhâbîlik" inançlarını hazırladı. Kısa zaman sonra, İngilizlerin siyasî ve askerî yardımları ile, Arabistan'da cahil çöl bedevileri arasına hızla yayıldı. Bu hareket Necd şeyhi olan Muhammed bin Suud'dan siyasi destek gördü. Abdülvehhab oğlu bunun kızı ile evliydi. İngilizler de, bol para vererek ve siyasî, askerî yardımlar vaat ederek, Abdülvehhâb oğlu Muhammed ile işbirliği yapmasını temin etti. Vehhâbîliği yaymak için, gaddar Muhammed bin Suud'u maşa olarak kullandı. Vehhabiler, belli bir güce ulaşınca, Mekke emîri şerif Gâlib Efendiye harp ilan ettiler. Kadın, çocuk demeden binlerce Müslümanı öldürdüler. Akla hayale gelmedik işkenceler yaptılar. Suud oğlu ile Abdülvehhâb oğlu el ele vererek, Vehhâbîliği kabul etmiyenlerin kâfir ve müşrik olduklarına, kanlarını dökmenin ve mallarını almanın helâl olduğuna fetva verdiler. Vehhabilere göre, amel imandan parça kabul edildiği için, namaz kılmayan, oruç tutmayan dinden çıkıyor öldürülmeleri mübah oluyor. Yine, onlara göre şefaat, evliyadan yardım istemek, mezar, türbe yapmak şirk olduğu için bunları yapanları Müslüman kabul etmemektedirler. Vehhabilere göre, "Şefaat Ya Resulallah" diyen dinden çıkıyor. Hicâz'da bulunan ehli sünnet âlimleri ve bunların arasında Abdülvehhâb oğlunun kardeşi Süleymân Efendi ve kendisine ders okutmuş olan hocaları, Abdülvehhâb oğlunun kitaplarını inceleyerek, İslâm dînini yıkıcı, bozguncu yazılarına cevaplar hazırladılar, sapık yazılarını çürüten kuvvetli vesikalarla kitaplar yazarak, Müslümanları uyandırmaya çalıştılar. İbni Suud ve adamları, bunları işitince, Ehl-i sünnete düşmanlıkları iyice arttı ve Mekke'ye saldırdılar. İlk saldırıda Mekke'ye giremediler fakat çok kan döktüler. Mekke'ye giremeyince bu defa da, Tâif şehrine asker gönderdiler. Önlerine çıkanları, kadın, erkek ve çocuk demeyip öldürdüler. Beşikteki yavruları bile parçaladılar. Sokaklarda dere gibi kan aktı. Evleri basıp herşeyi yağma ettiler. Halkı günlerce aç, susuz bıraktılar. Cahil Vehhâbî haydutları, kütüphanelerden ve mescidlerden ve evlerden topladıkları Mushâf-ı şerîfleri, tefsîrleri, hadis ve çeşitli din kitaplarının hepsini parçalayıp yerlere attılar. Katlettikleri Müslümanların cesetlerini kaldırmaya müsaade etmedikleri için sokaklarda çürüdüler. Daha sonra kokudan kendileri de rahatsız oldukları için kaldırmaya izin verdiler. Hiçbir ceset tanınmıyordu. Kiminin yarısı, kiminin dörtte biri kalmıştı. Ölenleri, yakınları iki büyük çukura gömdüler. (Yarın, Mekke ve Medine'de yaptıkları vahşetler)
"İhtiyacınızdan fazlasını almayınız!"
5 Ekim 2001 01:00
Hz. Ebû Bekir ölüm döşeğinde iken, kızı Hz. Âişe yanına gelerek, "Ölüm gelip çattığı ve göğüs sıkıştığı vakit, artık servet bir fayda vermez" meâlindeki beytini okuyunca, Hz. Ebû Bekir gözünü açarak: "(Bir gün bakarsın ki) ölüm baygınlığı gerçek olarak gelmiş. İşte bu, senin kaçıp durduğun şeydir" (50-Kaaf: 19) ayetini okudu. Ve sonra da: "Şu iki elbisemi yıkayın, bunları kefen olarak kullanın. Zîra hayattakilerin yenilere ihtiyacı daha çoktur" dedi. Yine Hz. Âişe: "Yüzü suyu hürmetine yağmur yağan, yetimlerin baharı ve dulların koruyucusu" meâlindeki beytini söyleyince, Hz. Ebû Bekir: "O dediğin, Resûl-i Ekrem'dir" buyurdu. Ebû Bekir'in hastalığı ağırlaşınca yanındakiler: "Bir doktor çağıralım da sana baksın" dediler. Hz. Ebû Bekir: "Benim tabibim bana baktı ve ben dilediğimi yaparım diye söyledi" dedi. Selman-ı Farisî ziyâretine gelerek: "Bize öğüt ver" dedi. Hz. Ebû Bekir: "Allahu teâlâ size dünyayı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyacınızdan fazlasını almayınız. Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah'ın himâyesindedir. Allah'ın hakkını küçümseme, zîra yüzüstü seni Cehennem'e atar" dedi. Hastalığı ağırlaşıp artık iyileşmek ümidi kesildiği vakit, Hz. Ömer'i çağırtarak ona şöyle öğüt verdi: "Bilmiş ol ki; Allahu teâlânın, insanlar üzerinde gündüzde hakkı var, onu gece kabûl etmez; gece hakkı var, onu da gündüz kabûl etmez. Farzlar ödenmedikçe nâfileleri kabûl etmez. Kıyâmet günü mîzânın ağır gelmesi, dünyada hakka uymak ve hakkı ağır getirmekle mümkündür. Ağır gelmesi için mîzânın hakkı, ona ancak hakkı koymaktır. Kıyâmet gününde terâzisi hafif gelenler, bâtıl olan şeye uyanlardır. Hafif gelmemek için mîzânın hakkı, ona bâtılı koymamaktır. Allahü teâlâ Cennet ehlini güzel amellerle, Cehennem halkını da çirkin işleri ile anmıştır. Onların iyi amellerini onlara iade etti de onlar birbiri arasında, "Ben falancadan iyiyim" dedi. Allahü teâlânın rahmet ve azab âyetlerini bir arada anmasındaki hikmet, kulun korku ve ümid arasında yaşaması ve kendisini tehlikeye atmayıp boşu boşuna Allaha ümid beslememeleri içindir. Şâyet bu vasıyyetime riâyet edersen, ölümden daha sevimli olarak ulaşacağın bir yitiğin olmaz ki, ölüm muhakkak seni de bulacaktır. Şâyet dediklerime riâyet etmezsen, ölümden daha arzulamadığın bir kaybın olmayacak. Hâlbuki o yine seni yakalayacaktır. Ondan kendini kurtaramazsın" dedi.
.
Mekke ve Medine'de yapılan vahşetler
6 Ekim 2001 01:00
Vehhabilik fitnesini, terörünü anlatmaya bugün de devam ediyoruz... Vehhabiler, Taif'ten sonra topladıkları büyük bir güruh ile 1805 senesinde Mekke şehrini kuşattılar. Mekke'deki Müslümanlar aylarca sıkıntı çekti. Aç kaldılar. Ölmemek için ne bulurlarsa yediler. Son günlerde, yemek için kedi, köpek eti dahî bulamadılar. Emir Şerif Gâlib, milletin canını kurtarmak için, düşmanla anlaşmaktan başka çare olmadığını anladı. Şehri teslim etti. Vehhabiler, Mekke-i Mükerremeyi ele geçirdikten ve Mekke etrafındaki köylere hakim olduktan sonra, köylerden topladığı yağmacıları Medîne şehri üzerine gönderdiler. Bunlar, Medîne'yi kuşattılar. Medîne halkı, üç sene işkence altında kaldı. Müslümanların, İstanbul'dan yardım geleceğine ümitleri kalmayınca, Suud'a mektûb yazdılar. Af ve merhamet etmesi için yalvardılar. Üç seneden beri sıkıntı ve işkence altında yaşamakta olan Medînelileri daha çok sıkıştırmak ve hırpalamak için büyük bir haydut sürüsü ile Medîne üzerine yürüdü. Suud Medîne'ye girince, hemen türbelerin yıkılmasını, hem de türbe bakıcılarının yıkmalarını emretti. Resûlullahın mübârek türbesinde ve Mescid-i Nebevî hazînesinde bulunan ve bin seneden beri çeşitli islâm sultânları, islâm kumandanları, islâm sanatkârları ve islâm ilim adamları tarafından ve bütün islâm dünyasından seçilerek ve özenerek gönderilmiş olan pek kıymetli hediyeleri, tarihi büyük önem taşıyan sanat eserlerini, altınlarla süslü, cevherlerle ve kıymetli taşlarla işlenmiş bahâ biçilmez eşyayı ve seçme mushaf ve nâdîde kitapları, taş yüreği ve kara kalbi titremeden yağma ettirdi. Bu edepsizlikten ve alçaklıktan da, Müslümanlara karşı olan kin ateşi sönmeyince, yıkılmaktan kurtulmuş olan Eshâb-ı kirâmın ve şehitlerin türbelerini de yıktırdı. Resûlullahın mübârek hücresinin kubbesini de yıktırmak istedi ise de tepkiden korktuğu için bundan vazgeçti. Bu sırada, Osmanlı devleti, bu senelerde dış devletlerle uğraşmakta ve masonların körüklediği isyan ateşlerini söndürmeye çalışmakta idi. Devlet hızlı bir çöküşe girmişti. Osmanlı ayakta kalma mücadelesi veriyordu. Buna rağmen, 1811 senesinde, Suud'ların Müslümanlara işkenceleri ve islâm dînine olan hakâretleri, dayanılamayacak hâl aldığından, II. Mahmûd Hân, Mısır Valisi Muhammed Ali Paşa'ya ferman gönderip, eşkıyâyı terbiye etmesini emretti. Elleri kanlı teröristlerin elebaşılarını yakalayarak İstanbul'a gönderdi. Binlerle Müslüman kanı akıtan bu eşkıyalar, İstanbul sokaklarında dolaştırıldıktan sonra idam edildiler. Hicâzın mübârek şehirleri eşkıyadan temizlendi. Fakat tamamen yok edilemediler. İç kısımlara çekilip faaliyetlerine yine devam ettiler. Tekrar hücum için fırsat kolluyorlardı. Daha sonra 1900'lü yılların başında İttihat Terakki'nin yanlış politikaları yüzünden, mübarek topraklar tekrar Osmanlıların elinden çıkarak İngilizlerin eline düştü. İngilizlerin meşhur casusu yüzbaşı Lavrens'in körüklemesi ile Vehhabiler, 1918'de Şerif Hüseyin'e harp ilân ederek, Mekke'ye saldırdı. Fakat, mağlup olarak Necd'e çekildiler. 1924'te, Mekke ile Tâif'i ve 1931'de Medîne'yi İngilizler Vehhabilere teslim ettiler. Böylece Yavuz Sultan Selîm Hân'ın zamanı olan 1517 senesinden beri Osmanlıların idaresinde kalan mübarek topraklar Osmanlıların elinden çıktı. 1932 yılının Eylül ayının 23. günü de (Suudî Arabistân devleti) kuruldu. Önceden olduğu gibi Vehhabiler, devlet olduktan sonra da Peygamberimiz ve Eshabının inancı olan ehli sünnete uymayan bozuk inancını Müslümanlar arasında yaymaya, fitne fesata devam ettiler. Bugün, dünyanın neresinde olursa olsun, Müslüman olan her yerde Vehhabi fiitnesi devam etmektedir. Hangi fitne fesat taşını kaldırsanız altından bunlar çıkmaktadır. Geniş bilgi için, "İngiliz Casusunun İtirafları" "Kıyamet ve Ahıret" kitaplarına müracaat edilebilir. (0212 523 45 56)
Allahım, göğsümü iman nûru ile genişlet!'
6 Ekim 2001 01:00
Saîd İbnü'l-Müseyyeb anlatır: "Hz. Ebû Bekir ağırlaşınca, bâzı kimseler yanına girerek: "Bize bir şeyler ver, tavsiyelerde bulun. Zîra biz senden endişe ediyoruz" dediler. Hz. Ebû Bekir de: "Ölmeden önce şu anlatacaklarımı okuyanların ruhu ufûk-ı mübîne yükselir" dedi. Onların: "Ufûk-ı mübîn nedir?" diye sormaları üzerine, Hz. Ebû Bekir: "O, Arş'ın önünde geniş bir ovadır. Akar suları, bahçeleri ve bol meyveleri vardır. Buraya her gün yüz rahmet iner. Şu duâya devam edenin, ölünce ruhu bu makama yükselir. Dua şudur: "Allah'ım, hiçbir ihtiyacın olmadan ve karşılıksız olarak mahlûkatı yarattın. Sonra da birini Cehennemlik, diğerini de Cennetlik olarak ikiye ayırdın. Sen beni Cehennemliklerden değil, Cennetliklerden kıl. Allah'ım, insanları yaratmadan önce fırkalara ayırdın. Kimini şakî, kimini saîd, bir kısmını azgın ve sapık, bir kısmını da doğru yolda kıldın. Sana isyân ile beni azdırma. Allah'ım, herkesin ne yapacağını, onları yaratmadan önce de bilirdin. Senin bilginde değişiklik olmaz. Ve ilminin dışına çıkılmaz. Sen beni, ibâdetinde dâim kullarından eyle. Allah'ım, sen dilemedikten sonra kimse dileyemez. O hâlde benim sana yaklaşmamı dilememi dile. Allah'ım, kullarının bütün hareketlerini sen takdîr ettin. Senin iznin olmadan bir şey kımıldayıp hareket edemez. Bütün hareketimi senin rızâna uygun kıl. Allah'ım, hayrı şerri ve her birini işleyecekleri sen yarattın. Beni, bu iki kısmın iyilerinden, hayır işleyenlerinden kıl. Allah'ım, Cennet ve Cehennemi sen yarattın. Herbirinin adamlarını da yarattın. Beni Cehennem halkından değil, Cennet ehlinden eyle. Allah'ım, bâzı kimseler hakkında sapıklığı irâde ettin ve onların göğüslerini daralttın. Sen benim göğsümü iman nûru ile genişlet ve kalbimi îmân nûru ile süsle. Allah'ım, bütün işleri sen sevk u idâre edersin ve sana yönelirler. Öldükten sonra beni temiz bir hayâta ulaştır ve beni sana yaklaşanlardan kıl. Allah'ım, başkalarına güvenerek sabahlayıp akşamlayanlar varsa da, benim îtimadım her an sanadır, ümidim sendedir. Kuvvet ve kudret senindir. Sana güveniyorum, Allah'ım
Bir babanın kızına nasihatı
7 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, dünyadaki bütün insanlar mesûd olmak ister. Fakat, mesûd olan, pek azdır. Neden bu böyledir? Çünkü, saadetin neden ibâret olduğu bilinmiyor. Asıl iş, saadetin ne olduğunu bilmektir. Saadet, yalnız dünya saadetinden ibâret değildir. Aksine, asıl saadet âhıret saadetini elde etmektir. Âhıret saadeti nasıl elde edilir? Âhıret saadeti için Allahü teâlânın emirlerine yâni Kur'an-ı kerime ve Peygamberimizin sözlerine itaat etmek lâzımdır. Allahü teâlânın emirleri arasında: Öldükten sonra tekrar dirilmek, yâni âhırete inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak âhıretin nihâyetsiz olduğunu, ebedî olduğunu bize bildiriyor. Dünya hayatı ise, sayılı günlerden ibârettir. O hâlde, saadet iki başlı demektir. Biri âhıret saadeti, öteki dünya saadeti. Bu iki saadetten hangisi önemlidir? Bunu akıl ve izân sahibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir. Aklımız ve izânımız âhıret hayatının, dünya hayatı ile mukayese edilemiyecek kadar önemli olduğunu bize gösterir. Buna rağmen, insanların dünya için gösterdikleri gayret ve çalışmaların onda birini bile âhıret için göstermedikleri meydandadır. Bunun âkıbetinin ne kadar acı ve ne kadar korkunç olduğuna acaba inanmıyor muyuz? İnanmıyorsak, kurtuluş Ümidi yoktur. Allahü teâlâya inanmıyanların yeri ebedî olarak Cehennemde yanmaktır. Eğer inanıyorsak, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak bir gaflet ve bir dalâlettir. Bu uykudan uyanamıyanlara yazıklar olsun. Dünya saadeti için söz söyleyenler, kitap yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar, dinleyenler çoktur. Âhıret saadetine gelince: Buna dâir Hakkın kitabı (Kur'an-ı kerim) ve Peygamberimizin sözleri (hadis-i şerif) ve din âlimlerinin binlerce kitapları vardır. Fakat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmıştır. Çok önemli olan âhıret saadeti âdetâ unutulmuş, sanki böyle birşey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmaktayız. Bu ise, felaketin en tehlikelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur. İşte kızım, benim yazılarımın asıl maksadı, seni bu korkunç felaketten kurtarmaktır. Yâni seni Cehennem denen büyük ateşten korumaktır. Sen idrâkin ve anlayışın nisbetinde, bu yazılarımdan hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak seni hakîkati iyice anlayacaklardan ve bu anlayışa göre hareket edenlerden eylesin! Âmîn.
İnsan olmanın ilk şartı
8 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, din âlimlerinin yazdıkları kitaplar var iken, ayrıca benim nasihat vermemin lüzûmsuz olduğunu belki düşünebilirsin. Fakat böyle düşünmek doğru değildir. Çünkü, çocuğunun saadetini isteyen bir baba, yalnız dünyanın kısa saadetini değil, âhıretin sonsuz saadetini de, çocuğuna bildirmekle vazîfelidir. Babaya bu vazîfeyi veren cenâb-ı Haktır. Bir çocuk ne kadar kayıtsız olursa olsun, babasının kendisi için yazdıklarını merâk ederek hiç değilse, bir kere okur. Bu yazılardan ders alacak anlayış ve uyanıklığı da gösterirse, kendisini kurtarmış olur. Zamanımızda din bilgilerini veren kitaplarımız kifâyetsizdir. Günümüzün menfi şartları içinde çocuğun doğru ve yeter derecede din bilgisi alması çok zorlaşmıştır. Bunun için, hiç değilse, müslüman dîninin temel kâidelerini ve özünü burada söylemek, çok önemli bir vazîfe hâline gelmiş bulunuyor. Temel kâideler şunlardır: Önce imanın şartlarını bilmek lazımdır. İmanın, inanmanın şartları: 1- Allahü teâlâya inanmak, 2- Meleklere inanmak, 3- Kitaplara inanmak, 4- Peygamberlere inanmak, 5- Âhırete (öldükten sonra tekrar dirilimeye) inanmak, 6- Kaderin yâni, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak. Bundan sonra da, İslamın şartları gelir. Müslümanlığın şartları: 1- Kelime-i şehâdet, 2- Namaz, 3- Oruç, 4- Zekât, 5- Hac. Kızım, günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve dünyadaki hayatımız sona erecektir. Bu dehşetli bir hakîkattir. Bu hakîkat karşısında, hayat nedir? Ölüm nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır. O hâlde, hayatın ne olduğunu, dünyaya niçin geldiğimizi, ölümün ötesi ne olduğunu bilimek ve öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayata niçin geldiğimizi, hayatın sahibinden daha iyi bilen olur mu? Her şeyin olduğu gibi, hayatımızın sahibi de, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı keriminde, "Ben iinsanları, büyüklüğümü onlara tanıtmak ve bana ibâdet etmeleri için yarattım!" buyuruyor. Bu büyük hakîkati, yaşadığımız bu zamandaki insanların kaçta kaçı biliyor ve ona göre hareket ediyor? İnsanların büyük çoğunluğunun, bu hakîkati bilmediklerini, bilenlerin de, bu hakîkate göz yumduklarını veya önem vermediklerini görüyoruz. İşte felaket de, bu noktadan başlıyor.
Dünya ve ahıret saadetinin yolu
9 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, Allahü teâlâ, kendi emirlerine inanmıyanları ebediyyen, inanıp da emirlerini yapmıyanları, irâde ettiği kadar Cehennem ateşinde yakacağını kitab-ı kadîminde, bizlere bildiriyor. Allahü teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez. Emirlerini mühimsemeyenleri mutlak cezâlandırır. Allahü teâlânın cezâsı çok ağırdır. Kendini bu cezâdan koruyamıyanlara yazıktır. Dünyadaki kısa hayatımız için sonsuz âhıret hayatımızı Cehennem içinde geçirmek, aklı başında bir insanın işi midir? Bu hakîkati bilmemek veya bildiği halde, ona göre davranmamak, hele bu hakîkate inanmamak, bir insan için, tasavvur edebileceğimiz en büyük bahtsızlık, en büyük fâcia, en büyük felakettir. Kızım, şimdi Müslümanlık nedir, kısaca anlatayım: Müslümanlık, maddî ve mânevi temizliktir, vücûd temizliğini ve kalb temizliğini emreder. Müslümanlık, dünya ve âhıret saadetini sağlayan tek yoldur. Hakîkî müslüman dünyada, dâimâ huzur içindedir. Çünkü bu müslüman, şuna inanmıştır: Kendisine gelen hayır ve şer Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen herşeyin, kendisi için iyi olduğunu, fena zannettiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç rahatlığını bozmaz. Felaketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, âhıret saadetine de ulaşmış olur. Müslümanlığın emirlerini yapan bir insan, dünyada her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur. Allahü teâlâ, Kur'an-ı keriminde, "Allahü teâlânın indinde din, islâm dînidir" buyurmuştur. Bugün islâmlığın dışındaki dinler, Allahü teâlânın indinde, din değildir. Hıristiyanların ellerindeki İncîl, mûsevîlerin ellerindeki Tevrât, Peygamberimizden evvelki zamanların kitaplarıdır. Kur'an-ı kerim, bütün bunların hükümlerini kaldırmıştır. Müslümanlık, iyi ahlâk demektir. Allahü teâlâ, Peygamberimize, "Ben seni iyi ahlâkı tamamlamak için yarattım!" buyurmuştur. Peygamberimizin her sözünde (hadis-i şeriflerinde) büyük dersler, güzel ahlâk özellikleri vardır
Bu muazzam eserlerin sahibi kim?
10 Ekim 2001 01:00
Kızım, Allahın varlığı üzerinde de birkaç şey söylemek istiyorum... Allahü teâlânın kendisini görmüyoruz. Fakat, Allahü teâlânın eserlerini, yarattıklarını, her zaman, her yerde görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış, ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç şühhesiz, Allahü teâlâdır. Çünkü, Allahü teâlâdan başka, bir varlık, meselâ insanların en akıllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı yaratabilirler mi? Bir Pastör, hiç yoktan bir mikrop yaratabilir mi? Bir Edison, güneş ışığına muâdil bir ışık îcâd edebilir mi? Bir Galile, dünyanın dönüşündeki intizâmı değiştirebilir mi? İnsanları göklerde ve deniz altında dolaştıran, radyoları bulan bir insanın beynini yaratan kimdir? Bütün bu azametli varlığı yaratanı inkâr etmek için, insanın ya ahmak olması, ya koyu câhil olması veya kör bir inadın kurbânı olması lâzımdır. Bu eserlere tabîat (natür) diyenler var. Göklerdeki muazzam âlemleri, dünyada gördüğümüz her eseri, dünyanın dönüşünü, gece ve gündüz hâdiselerini, mevsimleri ve herşeyi tabîat kuvveti, tabîat kanûnudur diyerek Allahü teâlâyı inkâr edenler var. Bunlara sormak lâzım: Bu muazzam eserlerin sahibi yok mudur? İnsanların meydana getirdikleri en ufak bir eser, insan şuûr ve zekâsının bir mahsûlü olduğunu kabûl ediyoruz. Bu, akılları durduran muazzam eserler, kendi kendine meydana gelmiş olabilir mi? Bu eserlerdeki intizâmı ve muvâzeneyi, şuûrsuz ve donuk tabîat mı meydana getirmiştir? İnkârcıların bu sözlerini normal bir aklın, hattâ basît bir anlayışın dahî, kabûl etmesi mümkün değildir. İşte herşeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allaha inanmak ve ona ibadet etmek mecburiyetindeyiz. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, bir bilgi işi olmakla berâber, aynı zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor. Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasip etmiyor. Nasip ettiği kulunu seviyor demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkînler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.
Dünyadaki elemler geçicidir
11 Ekim 2001 01:00
Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok sebep vardır: Dünyada insanın başına gelen felaketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdun bir parçasından mahrum olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakir olmak, akıldan mahrum olmak, çoluk ve çocuğunun başına felaketler gelmek, yangınlar, zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veya doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından insanlara takdîr edilen felaketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmektedir. Dünyadaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretteki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhut, îmanla âhırete intikâl etmiş günahkâr bir müslüman ise, Allahü teâlânın irâde ettiği kadar, azâb görecektir. Âhıret azâbı, kabre girildiği ândan îtibaren başlıyacaktır. Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter derecede sebepler değil midir? Allahü teâlâyı sevmek için de, sebepler pek çoktur: Evvelâ, müslüman olarak dünyaya gelmek. Yâni, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evladı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebebdir. Meselâ, Hıristiyan ana-babadan dünyaya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmansız olarak gidebilirdik. Zamanımızda müslüman olarak doğmak da, kâfî değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeye gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihdir. İsmi Ahmed veya Hadîce olup da, müslümanlık îcâblarını yapmayan, hattâ müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var. Akıl ve iz'ân sahibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükûmetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak vesâire gibi binlerce nîmet hep Allahü teâlânın lutf ve ihsânıdır. Bu saydığımız nîmetlerden mahrum olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.
Yarın Mirac kandili
12 Ekim 2001 01:00
Mekke halkı, Peygamber efendimize, iman etmiyor, Müslümanlara, sıkıntı verip, işkence ediyorlardı. Resulullah efendimiz bu hale çok üzülüyordu. Hicretten bir yıl önce, elliki yaşında iken, Zeyd bin Harise hazretleri ile Taif'e gitti. Bir ay kadar Taif halkına nasihat ettiği halde, kimse imana gelmediği gibi eziyet ve işkence ettiler. Üzgün bir şekilde oradan ayrıldı. Doğruca amcasının kızı Ümm-i Hani'nin evine gitti. Ümm-i Hani, Peygamber efendimizin düşmanlarının çokluğunu düşünerek, evin önünde nöbet tutmaya başladı. Peygamber efendimiz, o gün çok incinmişti. Buna rağmen, abdest alıp, Rabbine yalvarmağa, af dilemeğe, kulların imana gelmesi, saadete kavuşmaları için dua etmeye başladı. Çok yorgun, aç ve üzüntülü olduğu için hasır üzerine uzanıp uyuya kaldı. O anda Allahü teâlâ, Cebrail aleyhisselama buyurdu ki: "Sevgili Peygamberimi çok üzdüm. Mübarek bedenini, nazik kalbini çok incittim. Bu halde, yine bana yalvarıyor. Benden başka, hiçbirşey düşünmüyor. Git! Habibimi getir! Cennetimi, Cehennemimi göster. O'na ve O'nu sevenlere hazırladığım ni'metleri görsün. O'na inanmıyanlara, hazırladığım azabları görsün. O'nu ben teselli edeceğim." Cebrail aleyhisselam, gelip uyur halde görünce, uyandırmaya kıyamayıp, ayağının altını öptü. Peygamber efendimiz hemen uyanıp, Cebrail aleyhisselamı karşısında görünce, "Ey Cebrail kardeşim! Böyle vakitsiz niçin geldin. Yoksa bir hata mı ettim. Rabbimi gücendirdim mi? Bana acı haber mi getirdin? diye sordu. Hz. Cebrail: "Ey bütün yaratılmışların en üstünü, yaratanın sevgilisi, Peygamberlerin efendisi, iyilikler ve üstünlükler kaynağı olan şerefli Peygamber! Rabbin sana selam ediyor. Hiçbir Peygambere, hiç bir mahlukuna vermediği nimeti sana ihsan ediyor. Seni kendine davet ediyor. Lütfen kalk, buyur gidelim." dedi. Bunun üzerine beraberce Kâbe yanına geldiler. Sonra Cennetten gelen Burak adındaki beyaz hayvana binip, bir anda Kudüs'te, Mescid-i Aksa'ya vardılar. Geçmiş Peygamberlerden bazıların ruhları insan şeklinde orada idi. Cemaatle namazdan sonra mescitten çıkıp bilinmeyen bir Mirac ile, bir anda, yedi kat gökleri geçtiler. Cebrail aleyhisselam, Sidre'de kaldı. Peygamber efendimiz, Cenneti, Cehennemi, sayısız şeyleri görüp, Refref adındaki bir Cennet yaygısı üstünde olarak Kürsi, Arş ve Ruh alemlerini geçip, bilinmeyen, anlaşılamıyan, anlatılamıyan şekilde, Allahü teâlânın dilediği yüksekliklere ulaştı. Mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı gördü. Hiçbir mahlukun bilemiyeceği, anlıyamıyacağı nimetlere kavuşup, bir anda, Kudüs'e ve oradan Mekke-i mükerreme'ye Ümm-i Hani'nin evine geldi. Yattığı yer henüz soğumamış, leğendeki abdest suyunun hareketi durmamıştı. Peygamber efendimiz sabahleyin Kâbe yanında Miracını anlatınca, işiten müşrikler, inkâr edip, alay etmeğe başladılar. Müslüman olmağa niyetli olanlar vazgeçtiler. Müşrikler, hazret-i Ebu Bekr'e gidip durumu anlattılar. Hazret-i Ebu Bekr, "Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmiştir." diyerek hemen Peygamber efendimizin yanına geldi. Yüksek sesle, "Ya Resulallah! Mi'racınız mübarek olsun! Allahü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle, kalblerini alan, ruhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni'metlendirdi. Ya Resulallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun!" dedi. Resulullah efendimiz çok sevindi; bu samimi bağlılığından dolayı Ebu Bekr'e "Sıddîk" dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi. Peygamberlerden sonra insanların en üstünü oldu
"Adâleti zirvesine ulaştırdın"
12 Ekim 2001 01:00
Amr bin Meymun anlatıyor: Hz. Ömer suikaste uğradığı vakit, onunla aramızda Abdullah bin Abbâs vardı. Hz. Ömer namazı kıldıracağı zaman saflar arasına durur, safları düzeltir ve bu iş tamam olduktan sonra tekbir alarak namaza dururdu. Cemâatın yetişmesi için çoğunlukla sabah namazının ilk rek'atında Yûsuf, En-Nahl ve benzeri uzun sûreleri okurdu. O sabah da tam safları düzeltip tekbir aldığı sırada Mugîre bin Şûbe'nin mecûsî olan kölesi Ebû Lü'lü' onu bıçağı ile yaraladı. Hz. Ömer, Abdurrahman bin Avf'ı imamlığa geçirdi. Benim gibi, Ömer'e yakın olanlar durumu müşâhede edebiliyordu. Fakat ara saflarda olanlar durumu göremiyor ancak Hz. Ömer'in sesini duymadıkları için, "Sübhânellah, sübhânellah" deyip duruyorlardı. Abdurrahman namazı kısa surelerle kıldırdıktan sonra, Hz.Ömer Abdurrahman'a: "Bak bakalım, beni kim bıçakladı?" diye sordu. Abdurrahman da Muğîre'nin kölesinin bıçakladığını öğrendi ve Hz. Ömer'e haber verdi. Hz. Ömer de: "Allah müstehakını versin, ona ben iyilik yapmıştım" dedi ve devamla: "Allah'a hamdolsun ki beni bir müslüman değil de, müslüman olmayan öldürüyor" dedi ve devamla: "Sen ve baban bu gayri müslimleri Medine'de çoğaltmamızı isterdiniz. Onlara en çok acıyanı da Abbâs idi" dedi. Bunun üzerine İbn Abbâs, "Emredersen hepsini öldürelim" dedi. Hz. Ömer: "Dilinizi konuşup, dîninizi kabûl edip, kıblenize döndükten ve Haccınızı yaptıktan sonra böyle şey olur mu?" dedi. Hz. Ömer'i evine götürdüler. Biz de beraber gittik. İnsanlar sanki böyle bir felâketle daha karşılaşmamış gibi şaşkına döndüler. Bir kısmı yarası önemli değil, bir kısmı ise tehlikelidir, deyip duruyordu. Sonra doktor bir hurma suyu getirtti, içirdiler, fakat su karnından çıktı. Süt içirdiler o da aynı şekilde çıktı. Bunun üzerine herkes öleceğini anladı. Bu arada genç bir delikanlı: "Ey mü'minlerin emiri, sana müjde olsun ki, sen, Resûl-i Ekrem'in sohbetinde bulunmuş, ilk müslümanlardan olup İslâmiyet uğrunda çalışmış bahtiyar bir insansın. Sonra idâreyi eline alarak adâleti zirvesine ulaştırdın ve en sonunda şehâdet mevkiine ulaştın" dedi. Delikanlı bunları söyleyip oradan ayrılmak üzere geri dönünce, kibir alameti sayılan eteklerinin yerlere süründüğü görüldü. Hz. Ömer: "Delikanlıyı bana çağırın" dedi. Delikanlı geldi. Hz. Ömer: "Yeğenim, eteklerini yerlere sürdürme onları topla. Hem elbisen daha çok dayanır, hem de kibirden uzaklaşmakla Rabbine karşı daha saygılı olursun" dedi. Ölüm halinde bile emri marufu bırakmadı.
Herkese iyi davranın!"
13 Ekim 2001 01:00
Hazret-i Ömer ölüm döşeğinde iken, emri üzerine borcunu hesâb ettiler, seksen altı bin dirhem civarında borcu çıktı ve Hz. Ömer: "Çocuklarımın serveti buna kâfi gelirse borcumu ödesinler. Şâyet yetişmezse Adiy kabilesine mürcâat edin. Şâyet bu da yetişmezse Kureyş'ten bu borcu te'mîn edin ve başkalarına baş vurmayın" dedi. Hz. Ömere: "Ey mü'minlerin emiri, bize vasiyet et, dedik. Hz. Ömer, "Benden sonra halife olacak zâta tavsiylerimden birisi, ilk muhacirlere hürmet edip saygı göstermesidir. Ayrıca ilk îmânı kabûl edip servetlerini muhâcirlere bölüşen Ensar'a karşı iyi davranmasını iyiliklerini takdirle karşılayıp, kusurlarını bağışlamasını tavsiye ederim. Bütün şehir halkına karşı iyi davranmasını tavsiye ederim. Zira onlar İslâmiyetin yardımcıları ve orduyu ayakta tutan servet kaynakları ve aynı düşmanın kızdıkları kimselerdir. Onlardan ancak kendi rızaları ile mallarının fazlasını almalıdırlar. Ayrıca Bedevîlere de iyi muâmelede bulunmasını tavsiye ederim. Onların mallarından aldıkları zekât ve sadakaları, onların yoksullarına dağıtmalıdır. Ayrıca zimmîlere (gayri müslimlere) karşı da iyi davranmasını, onlara karşı verdiği sözde durmasını, güçlerinin yetmiyeceği ağırlığı onlara yüklememesini tavsiye ederim" dedi. Her fânî gibi o da ruhunu teslim edince, gerekli işlem yapıldıktan sonra cenâzeyi alarak Hz. Âişe validemizin kapısına geldik. Oğlu Abdullah izin istedi. Hz. Âişe müsaade etti ve biri Resûl-i Ekrem, diğeri de Sıddîk-ı a'zam olan iki arkadaşının yanına defnedildi. Abdullah İbn-i Abbâs'ın anlattığına göre Hz. Ömer bir musalla üzerine kondu. Oradan kaldırılmadan cemâat namazını kıldı ve kendisine duâ ettiler. Ben de o arada bulunuyordum. Benimle kimse ilgilenmiyodu. Bu arada Hz. Ali'yi gördüm. Hz. Ömer'in tabutuna üzüntü içinde bakıyordu. Kendi kendine şunları söylüyordu: "Senin amelin gibi amel ile Allah'a mülâki olacak kimseyi geride bırakmadın. Senin, o iki arkadaşınla beraber olacağına kat'î kanaatim vardır. Çünkü ben çok def'a Resûl-i Ekrem'in, "Ben, Ebû Bekir ve Ömer gittik. Ben, Ebû Bekir ve Ömer çıktık. Ben, Ebû Bekir ve Ömer girdik" dediğini, yâni her ikisini daima bir arada andığını duyardım. Ümit ederim ki Allahü teâlâ seni de onların arasına alacaktır
.
Mirac kandiliniz mübarek olsun
13 Ekim 2001 01:00
Mirac, yükseğe çıkmak manasında olarak merdiven, yani Resul-i ekrem efendimizin varlık ufuklarının üstüne, yüce makamlara yükselmesi demektir. Nitekim Mirac olayında sevgili Peygamberimiz, "Yükseğe çıkarıldım" buyurduklarından, bu hadise "Mirac" diye anılmıştır. Sevgili Peygamberimizin Mirâcı geceleyin meydana geldiği için de, "gece yolculuğu ettirilmek" manasında bu olaya "İsra" denmiş, bu mübarek kelime aynı olayı anlatan ayetle başlayan "İsra" suresinin de adı olmuştur. Bu davet ve Mirac işi, Peygamber efendimizin kendisini en yalnız ve en çok üzgün hissettiği bir zamanda olmuştur. Zira Taif'ten müteessir olarak dönmüştü. Sonra 25 yıllık biricik hanımı ve en yakın destekçisi Hz. Hatice validemizi kaybetmişti. Bundan bir müddet evvel de amcası Ebu Talib vefat etmişti. Artık Mekke müşriklerine karşı onu himaye edecek kimse de kalmamıştı. Hem kendisine, hem Eshabına uygulanan baskılar, münasebetleri kesmeler, ezalar ve cefalar, haddi hududu aşmıştı. Müslümanların bir kısmı da Peygamber efendimizin izni ile Habeşistan'a göç etmişlerdi. Onbir yılı aşkın bir zamandan beri devam eden iman ve küfür mücadelesinde inananların sayısı pek fazla değildi. Çoğunluğu inanmayanlar teşkil ediyordu. Hulasa ebedi hayat verecek yüce din yok edilmek isteniyordu. İşte bu olup bitenlerin içinde, çok üzgün halde bulunan Peygamberimize, bütün bu tehlikeli günlerin sona ermek üzere olduğunu, hicret olayı ile İslam tarihinde yepyeni bir huzur ve sükun devrinin açılmak üzere bulunduğunu müjdelemek ve gönlünü almak için, onun melekut alemini seyredeceği ve yüce Mevla'dan yeni emirler telakki edeceği mübarek gece gelip çatmıştı. Peygamber efendimiz bu gece Cebrail aleyhisselamın geçemediği noktayı geçmiş, arada vasıta olmaksızın bilinmiyen bir şekilde mekansız, zamansız, cihetsiz, sıfatsız olarak Allahü teâlâyı görmüş ve konuşmuştur. Beş vakit namaz burada farz kılınmıştır. Ayrıca, iman esaslarıyle ilgili Bekara suresinin son iki ayeti ve ümmetinden şirk koşmayanların Cennete gireceği müjdesi, Peygamber efendimizin Mirac dönüşü biz ümmetine getirdiği en değerli armağanlardır. Yine bu gecede bizzat Allahü teâlâ tarafından Peygamber efendimize vahyedilen ve O'nun şahsında bize öğretilen bazı tutum ve davranışlar hakkında ilahi vecibeler bildirilmiştir. Bu mucizeyi zaman ve mekan mefhumlarıyle açıklamak ve akıl ile izah etmek mümkün değildir. İlahi kudretin ve Peygamberlik mertebesinin ne demek olduğunu idrak edebilenler, bu hadisede bir gariplik görmezler. Allah ve Resulüne inananlar mucizeye de inanırlar. Ayet-i kerime ile sabit olan, Resulullahın bedenen Mekke'den Beytül-mukaddes'e götürüldüğüne inanmayan dinden çıkar. Sahih hadis-i şeriflerle sabit olan, göklere ve bilinmeyen yerlere götürüldüğüne inanmayan ise, "fırka-i nâciye" denilen "Ehli sünnet" yolundan ayrılmış olur. Bu gecenin gününü oruçla, gecesini ibadetle geçirmelidir. Kur'an-ı kerim okumalı, namaz kılmalı, kazası olan borcunu ödemelidir. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Receb ayında bir gün, bir gece vardır ki, bir kimse o gün oruç tutsa, gecesinde namaz kılsa, ibâdete devam eylese, bir senenin bütün günlerini oruç tutmuş, bütün gecelerini ibâdetle geçirmiş sevâbı verilir. O gün Recebin yirmiyedinci günüdür." "Bir kimse, Recep ayının yirmiyedinci günü oruç tutsa, Allahü teâlâ o kimseye altmış ay oruç tutma sevabı yazar" (Sadece Cumartesi gün oruç tutmak mekruh olduğu için Pazar günü de tutmak gerekir.)
Din şüphe götürmez!..
14 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, Allaha inandıktan sonra, O'nun kitabına, Kur'an-ı kerime inanmak, îmanın şartlarındandır. Bir âyetinden bile şüphe etmek câiz değildir. Birine inanmamak, tamamına inanmamak demektir. Şüphe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (islâm âlimlerinin) kitaplarını okuyarak, şüphesini gidermelidir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emirlerini ve yasaklarını dünyada işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitap da göndermiştir. Müslümanların kitabı Kur'an-ı kerimdir. Kur'an-ı kerim, Peygamberimizden evvel dünyaya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitâb eden bir kitaptır. Yâni, Kur'an-ı kerim bugünkü dünyada mevcut, Hıristiyan, yahudi, mecûsî, vesâire gibi çeşidli dinlere sapmış insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır. Kur'an-ı kerime inanmayan Müslüman sayılmaz. Müslüman olmayan da Allahü teâlânın ateşinden kurtulamıyacaktır. Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın kelâmıdır. Yâni, Kur'an-ı kerimdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize bildirilmiştir. Peygamberimize bu sözler, vahy yoluyla yâni, meleklerin büyüklerinden Cebrâîl vâsıtası ile bildirilmiştir. Cebrâîl insan şekline girerek bunları Peygamberimize okumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimize Kur'an-ı kerim parça parça (kısım kısım) gelmiştir. Peygamberimiz, Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahiy kâtiblerine de yazdırırlardı. Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'an-ı kerim meydana gelmiştir. Dünyanın her tarafındaki bütün Mushaf-ı şerifler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile değişik değildir. Hâlbuki Hıristiyanların ellerindeki İncîller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor. Allahü teâlânın emirleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mâna vermesi veya işine geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur'an-ı kerimi en iyi anlayan yalnız Peygamberimizdir. Peygamberimiz Kur'an-ı kerimin, bizim anlamadığımız taraflarını hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'an-ı kerimi tefsîr etmişlerdir. Kur'an-ı kerimde pek çok âyetlerin çok geniş mânaları vardır. Onun için Kur'an-ı kerimi kelime kelime tercüme etmekle tam mânası ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile mânasını öğrenmek mümkündür.
.
Peygamberler kusursuzdur...
15 Ekim 2001 01:00
Allahü teâlâ, emirlerini ve yasaklarını insanlara Peygamberler vâsıtası ile bildirmiştir. Peygamberler de insandır. Fakat, Allahü teâlânın bilgili, ahlâklı ve kusursuz yarattığı büyük insanlardır. Peygamberler manen Allahü teâlâya yakîn insanlar olduğu için, onların fikirlerine ve kalblerine bizimkilerden farklı ve daha geniş bilgiler ve ilhâmlar verilmiştir. Müslüman âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyanın yaratılışından bizim Peygamberimize kadar yüzyirmidört binden ziyâde Peygamber gelip geçmiştir. Bizim Peygamberimiz en son ve en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden sonra artık dünyaya Peygamber gelmiyecektir. Peygamberimiz, Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize "Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyayı ve semaları] yaratmazdım!" buyurmuştur Peygamberimiz, Mekke-i mükerremede dünyaya gelmiştir. Bir yerde okumamıştır. Tahsîlleri yoktur. Ümmidir. Fakat, dünyadaki bütün insanların en akıllısı, en bilgilisi, en hayırlısıdır. Çünkü, Allahü teâlâ, Onu asırlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyanın son ışığı olarak yaratmıştır. Bu ışık, kıyâmete kadar nûrunu devam ettirecektir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere inanmak, îmanın şartlarındandır. Peygamberimize inanmıyan müslüman sayılmaz. Müslüman olmıyan da, ateşte ebedî yanacaktır. Bunu Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor. Kur'an-ı kerim için, "Peygamberimizin sözleridir" diyenler vardır. Bunu söyleyenler, hiç şüphesiz îmansızdır, kâfirdir. Kur'an-ı kerim, Peygamberimize âyet âyet gelmeye başladığı zaman, o zamanın en meşhûr Arab şairleri ve edîbleri bir âyetinin benzerini söylemekten âciz kaldıklarını ifâde etmişlerdir. Bu bakımdan da Kur'an-ı kerime bir mucize denmektedir. Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın insanlara en büyük nîmetidir. Çünkü Kur'an-ı kerim, dünya ve âhırette insanları saadete götürecek yolları açıklamıştır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!.
İnanan her zaman kârdadır
16 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, Ahirete inanmak, imanın şartlarından birisidir. Öldükten sonra, tekrar dirileceğimize inanmıyan îmansız olur, kâfir olur. Âhırete böyle giderse, ebedî olarak Cehennem azâbına mahkûm olur. Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan bir görünüşleri var. Bunlar, hayatı yalnız dünyada rahat etmek ve iyi yaşamaktan ibâret sanıyor. Gaye, sanki dünyada eğlenmek, gezmek, rahat etmek, zengin olmaktan ibârettir. Bu insanlar, öldükten sonra, tekrar dirileceklerine ve hesaba çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde yaşayamaz. Bu kadar kayıtsızlığın mânası, bu olsa gerektir. Öldükten ve toprak ve toz hâline geldikten sonra, tekrar dirilmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler şüphesiz îmansız, dinsiz, zavallı insanlardır. Tekrar dirilmek mümkün değildir diyenlere verilecek mantıkî cevaplar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insanı hiç yoktan "bir damla sudan" yaratmaya muktedir de, ikinci defa yaratmaya muktedir değil midir? Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve dünyadaki muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrar diriltmekten nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, bahâr gelince tekrar canlanmıyor mu? Mevlânâ , "Toprağa ekilen hangi tohum toprağın yüzüne canlı olarak çıkmamıştır?" diyerek, toprağa gömülen insanların tekrar canlanacaklarına işaret etmiştir. Bu konuda şu mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir. Ahmed, âhırete inanmıştır. Ahmed'in arkadaşı Kaya, tekrar dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kayayı iknâ için, çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmed, Kaya'ya şunları söyliyor: "Ben âhırete inanarak Allahü teâlânın bütün emirlerini yapıyorum. Allahü teâlânın emirlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum. Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık ve ikimiz de öldük. Daha mezara girer girmez, âhıret var mı, yok mu, belli olacaktır. Eğer âhıret varsa, ben kazandım. Orada îtibarım ve rahatım yerinde demektir. Eğer âhıret yoksa, ben hiçbir şey kaybetmem, dünyadaki yorgunluğumla kalırım... Sana gelince: Eğer âhıret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ, âhıret varsa, mahvoldun demektir. Artık Allahü teâlânın bitmeyen, ebedî azâbı senin yakanı bırakmayacaktır... Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin yolu doğru yoldur. Bunu senin anlayışına bırakıyorum
Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır
17 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, imanın şartlarından biri de kadere ve hayır ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Kaderin mânasını Türkçede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun başından geçecek herşeyi evvelden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değiştirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır. Hayır ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünkü, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da cüz'î irâde vermiştir. İşte, bu cüz'î irâdeyi Allahü teâlânın emrettiği yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fena yollarda kullananlar da, cezâlandırılır. İnsanları Cennete veya Cehenneme götüren, işte bu cüz'î irâdedir. Bir müslümanın içki içmesi, cüz'î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak kullanmasıdır. Başka bir müslümanın içki içmemesi cüz'î irâdenin Allahü teâlânın emrine göre kullanılması demektir. Bunun gibi bir insanın cüz'î irâdesini iyi veya kötü istikâmette kullanması kendi elindedir. Kulun, cüz'î irâdesini kötü istikâmette kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hazırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim değildir. Bil'akis Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evladına olan merhametinden çok üstündür. Bununla berâber, sebebini bilmediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zaman mümkün olmaz. İman edilecek yani, inanılacak şeylerden sonra yapmamız gereken ibadetler gelir. İbadetlerin başında da namaz gelir. Namazın maddî ve mânevi pek çok faydası vardır. Maddî faydaları şunlardır: Her gün beş defa abdest alan müslüman, temiz bir insan demektir. Her gün, kırk defa (kırk rekât) Allahü teâlânın emri ile eğilerek secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu hareket ettiren bir idmâncı demektir. Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca namaz kılanların büyük bir ekseriyeti sağlam insanlardır. Namazın mânevi faydasına gelince: Her gün beş defa namaz kılmak, yâni beş defa Allahü teâlânın huzuruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamak demektir. Allahü teâlâya inanan, ondan korkan insan, onun emirlerinin dışına çıkmış ise, namaz saatlerinde hatâsını anlar. O hatâyı tekrar etmekten kaçınır, kendini ıslâh etmek yolunu arar ve bulur.
İyi insan olmanın yolu...
18 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, namaz insanı kötülüklerden korur. Kişiyi, iyi insan haline getirir. İnsanın kendini ıslâh etmesi, düzeltmesi belki ilk zamanlarda kolay olmaz. Fakat, namaza devam ettikçe, Allahü teâlânın emirlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslüman olmak yoluna girer. Namaz, insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. Namaz, her müslümanı kusursuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydana getirdiği topluluk da, ne mutlu bir topluluk olur. Namaz müslümanlığın temel taşıdır. Temelsiz bir binâ sağlam olmadığı gibi, namazsız müslümanlık da günün birinde yıkılmaya mahkûmdur. Namaz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamaya sebeptir, demiştik. Namazı terk etmek, Allahü teâlâyı unutmaya sebep olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları affetmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin yedinci âyetinde, meâlen "onların kalblerini mühürledik" buyurdu. Bu hâle gelmekten Allahü teâlâ, cümlemizi korusun! Âmîn. "Namaz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve ikindi namazlarında abdest almak ve namaz kılmak zordur" diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir. Çünkü, bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle zamanında en az bir saat, yemek zamanı ayrılmıştır. Bu zamanda abdest almak ve namaz kılmak için, onbeş dakika kâfîdir. İkindi zamanında ise, öğle abdesti ile, beş veya on dakika içinde namazını kılmak mümkündür. Namaz, dünya ve âhıret saadetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tembel olmayan bir müslüman, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azim işidir. Namazını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de göstermiş olmaktadır. Gösteriş için namaz kılmak riyâkârlıktır. Böyle namaz kabûl edilmez. Zamanımızda gösteriş için namaz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, namaz kıldığını saklayanlar çoktur. Çünkü, zamanımızda, namaz kılanları, gerici, yobaz, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi hâller almış yürümüştür.
Kılavuzu karga olanın...
19 Ekim 2001 01:00
İslam tarihine baktığımızda, resmen ilan edilen savaşların dışında Müslüman ile Hıristiyanların karşı karşıya geldiği pek görülmez. Devletlerarası savaşlar da ordular arasında cereyan etmiştir, halk zaten yoktur. Bu durum hazreti Peygamber zamanından günümüze kadar devam ede gelmiştir. İstisna olarak bazı çatışmalar görülürse de bunlar her iki tarafın fanatikleri arasında olmuştur. Gerçek İslamı temsil eden Ehli sünnet Müslümanların, ne bağlı bulundukları devlete ne beraber yaşadıkları diğer din mensuplarına saldırmak, kan dökmek gibi terörist faaliyetler akıllarının ucundan bile geçmemiştir. Çünkü isyanın, kan dökmenin, terörün İslam dininde yeri yoktur. İmam-ı azam Ebu Hanefi hazretlerine göre, isyan etmemek, anarşi çıkarmamak Ehli sünnet olmanın şartıdır. Bu genel kurala uymayan, Hasan el Benna, Seyyid Kutup, Mevdudi, Usame bin Ladin gibi anayoldan, Ehl-i sünnet'ten ayrılmış kimseler terör, başkaldırı, isyan hareketleri ile gerçek İslama çok zarar vermiştir. Bu gayri islami hareketlerden dolayı bütün Müslümanlar zarar gördüğü, huzursuz olduğu gibi, dînî bir arayış içine giren, İslamiyete sempati duyan kimseleri de İslamdan soğutarak uzaklaştırmıştır. Bunlar, "İslam bu ise ben bu işte yokum" demişlerdir. Son olaylar, inşaallah İslam alemini uyandırır, referans olarak, gerçek islamı alırlar, Seyyid Kutup ve Mevdudi kaynaklı terör hareketlerinden uzak dururlar, böylece eski huzurlu günlere kavuşuruz. Aksi takdirde sıkıntı, huzursuzluk başımızdan eksik olmaz. Bazı yorumcuların ifade ettiği gibi, ılımlı Müslüman, radikal Müslüman çatışmasına dönüşebilir. Boşuna şöylenmemiş, kılavuzu karga olanın başı dertten kurtulmaz... Eskiden olduğu gibi bugün de hangi dinden olursa olsun, beraber yaşamak zorundayız. Huzurlu bir beraberlik için de herkesin karşı tarafın hakkına, hukukuna can güvenliğine riayet etmesi gerekir. Geçmişte buna riayet edildiği için huzur ve sükun sağlanmış. Adalet, devletin varlık sebebi sayılmış. Bu sayede İslamiyet bugünlere gelmiş. Hazret-i Ömer zamanında meydana gelen şu tarihi olay bunu açıkça göstermektedir. Ebû Ubeyde bin Cerrâh hazretleri Humus şehrini alınca da, şehrin her tarafında tellallar dolaştırdı: "Hepiniz ticâretinizde, işinizde, ibâdetlerinizde serbestsiniz. Malınıza, canınıza, ırzınıza, kimse dokunmıyacaktır. İslâm adâleti aynen size de tatbîk edilecek, her hakkınız gözetilecektir. Dışardan gelen düşmana karşı, Müslümanları koruduğumuz gibi, sizi de koruyacağız. Bu hizmetimize karşılık olmak üzere, Müslümanlardan hayvan zekâtı ve uşr aldığımız gibi, sizden de, senede bir kere cizye vermenizi istiyoruz. Size hizmet etmemizi ve sizden cizye almamızı Allahü teâlâ emretmektedir." Bu ilan üzerine, Humus Rûmları, cizyelerini seve seve getirip, Beytülmâl emîni Habîb bin Müslim'e teslîm ettiler. Bir müddet sonra, Herakliyus'un, ülkesinin her tarafından asker toplayarak Antakya'ya hücûma hazırlandığı haber alındı. Bunun üzeri, Humus şehrindeki askerlerin de, Yermük'teki İslam kuvvetlere katılmasına karar verildi. Ebû Ubeyde, şehirde tekrar tellallar dolaştırdı: "Size hizmet etmeğe, sizi korumağa, söz vermiştim. Buna karşılık, sizden vergi almıştım. Şimdi ise, halîfeden aldığım emir üzerine, Herakliyus ile savaşacak olan kardeşlerime yardıma gidiyorum. Size verdiğim sözde duramıyacağım. Bunun için hepiniz Beytülmâla gelip, vergilerinizi geri alınız! İsimleriniz ve verdikleriniz defterimizde yazılıdır." Böyle bir olay dünyanın neresinde görülmüş? Hiçbir zorlama olmadan, zorlamayı bırakın istek bile olmadan alınan paralar iâde ediliyor. İşte, İslamiyeti ayakta tutan, bugünlere getiren böyle adâlet, iyilik, doğruluk ve hoşgörü idi.
Yâ Rabbi, yumuşak huylu eyle!"
19 Ekim 2001 01:00
Muâviye bin ebû Süfyan radıyallahü anh, uzun boylu, beyaz tenli, heybetli, idi. Güzel konuşur, güzel idâreli davranırdı. Çalışkan, gayretli, azimli idi. Arabistan'da şöhret yapmış dört Sahâbiden birisidir. Sanki her bakımdan devlet başkanı olmak için yaratılmışdı. Hattâ Hz.Ömer, her bakışta "Bu, ne güzel bir Arab Sultânıdır" derdi. Cins atlara biner, kıymetli elbislere giyerdi. Fakat Resûlullah'ın sohbetinin bereketi ile dinden hiç ayrılmazdı. Hz. Ali onun hakkında "Muâviye'nin hakimliğini kötülemeyiniz! O giderse başların koptuğunu görürsünüz" buyurmuştur. Bir gün Resûlullah hayvanına binip onu arkasına bindirmişti. Giderken "Yâ Muâviye, bana en yakın hangi uzvundur?" buyurdu. Karnım, deyince "Yâ Rabbi, bunu ilimle doldur ve yumuşak huylu eyle" diyerek hayır duâ buyurdu. Af ve ihsânı hikâyeler teşkil etmiştir. Yumuşaklığı ve sabrı atasözü hâline gelmiştir. Bir gün Hz. Hasan borçlarının çok olduğunu söyleyince, seksen bin altın hediyye etti. Amr İbni Âs'dan gelen bir mektuba yazdığı cevabta şöyle buyurdu: "Bilmiş ol ki, iyi işlerde düşünerek hareket etmek, insanı daha doğru neticelere ulaştırır. Hedefine ulaşan, acele etmiyendir. Acele eden, hüsrandadır. İşinde sebat eden, isabet eder veya hedefe yaklaşır. Acele olan hataya düşer yahut hataya yaklaşır. Yumuşaklık kendisine kâr etmiyen kimseye, hiddet zarar verir. Tecrübelerden ders almayan şeref kazanamaz." Vefatına yakın oğlunu çağırıp şu vasiyeti yaptı: "Oğlum, seni harblerde, yollarda yormadım. Düşmanları yumuşattım. Arapları sana itaat ettirdim. Hicaz halkını gözet, onlar senin aslındır. Sana geleceklerin en kıymetlisi onlardır. Irak'takileri de gözet! Memurların azlini isterlerse azlet. Şamlıları da gözet ki onlar senin yardımcılarındır. Hüseyn bin Ali mübârek bir zattır. Kûfeliler onu senin karşına çıkarabilirler. Onu, iyi karşıla. Onun bize yakınlığı ve büyük hakkı vardır. Resûlullahın torunudur" dedi. Buyurdu ki: "Herkesi memnun etmek, mümkündür, yalnız hasetçi olanı memnun etmek zordur. Çünkü o ancak haset ettiği şeyin yok olması ile memnun kalır." "Yumuşaklık gösterin ve tahammül ediniz ki, daima fırsat sizin elinizde olsun. Fırsatı ele geçirdikten sonra dilerseniz hakkınızı alırsınız, dilerseniz af edersiniz.
İslamiyet barış dinidir
20 Ekim 2001 01:00
İslam dini, diğer din mensuplarına en geniş din ve vicdan hürriyetini vermiştir. Bundan dolayı Hıristiyanlar ve Yahudiler en rahat ve huzurlu günlerini Müslümanların arasında geçirmişlerdir. Bu rahatlıktan dolayı, Müslüman olan milletlerin tarihine bakıldığında, çoğunun kendiliğinden Müslüman oldukları görülür. İstanbul alınmadan önce, Bizans halkının, "Kardinal külahı görmektense, Müslümanların sarıklarını görelim" demeleri meşhurdur. Yine Balkanlar'da birçok millet kendiliğinden Müslüman olmuştur. Çok kısa bir zamanda, gaddar, zalim zannettikleri Müslümanlardaki, adâlet ve merhameti açıkça gördüler. İslâmiyetin, iyilik ve merhameti emreden, insanları dünya ve âhiret saâdetine kavuşturan bir din olduğunu anladılar. En küçük bir zorlama ve tehdit olmadan bölük bölük, mahalle mahalle İslâmiyeti kabûl ettiler. Gerçek Müslümanlar, hakîkî din rehberleri, diğer bütün dinlere karşı büyük bir müsâmaha göstermişler, değil Hıristiyan ve Yahûdîleri zorla Müslüman yapmak ve onların ibâdethânelerini tahrip etmek, aksine, onlara yardım, hattâ kiliselerini tamir etmişlerdir. Aklı başında olup, İslâmiyetin emirlerini iyi bilen hiçbir Müslüman zulmetmez. Yalnız isimleri Müslüman olan bazı kimseler, yalnız Hıristiyanlara değil, Müslümanlara da zulmetmişlerdir. Çünkü terörün dini olmaz! Bunların hareketlerinin Müslümanlık ile hiçbir ilgisi yoktur. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde Nisâ sûresi 168'inci âyet-i kerîmesinde meâlen, "Allahı inkâr edenleri ve zâlimleri hiçbir zaman affetmem" buyurmuştur. Peygamberimizin dâimâ barışı tavsiye ettiğini, kendisine karşı çıkanlara bile şefkat elini uzattığını, bütün dünya tarihleri yazmaktadır. Çünkü, Kur'an-ı kerimde, "Barışta hayır var!" buyurulmaktadır. Bunu sadece İslâm tarihçileri değil, objektif olarak olaylara yaklaşan gayri müslim araştırmacılar da ifade etmektedir. Nitekim, Başkan Bush'un danışmanı katolik Prof. David Forte, Başkan'a verdiği raporda, "Bin Ladin ve el-Kaide örgütünün, takip ettiği yolun Ehli sünnet yolu olmadığını, Ehli sünnetin dışladığı, Haricilik, Selefilik yolu olduğunu bildirmiştir." Geçmişte de, İslâm dînini bir vahşet dîni olarak göstermesi ve genç Hıristiyanları böyle terbiye etmesi yüzünden, ilk defa olarak, Müslüman memleketlerine gelen zavallı Hıristiyanların önce ne kadar korktuklarını, sonra gerçeği öğrenip, ne kadar hayret ettiklerini, yazdıklarını hatıralarından öğreniyoruz. Meselâ, İstanbul'da uzun süre yaşamış olan Bayan Müller, yayınlamış olduğu "İstanbul'dan Mektuplar" isimli eserinde şunları yazmaktadır: "Okulda okurken, bize Müslümanların vahşî, hele Türklerin büsbütün gaddâr olduğu öğretilmişti. Onun için, Hâriciye Bakanlığında memûr olan oğlumun İstanbul'a tayin edildiği haberini alınca, ne kadar korktuğumu, ne kadar üzüldüğümü tarîf edemem. Oğlum İstanbul'a gidince, eşim Prof. Müller ile birlikte, onu ziyârete karar verdik. Ben, endişe ile seyâhate hazırlanıyordum. Acabâ bu vahşî Türkler (!) bize nasıl muamele edeceklerdi? Nihâyet, İstanbul'a geldik. İstanbul'un latîf manzarası, üzerimizde çok hoş bir tesîr yaptı. Fakat, asıl bizi şaşırtan, kendileri ile temas ettiğimiz Müslüman Türkler oldu. Bunlar son derece nâzik, son derece kibar, son derece medenî insanlardı. Bütün tesâdüf ettiklerimiz, bize son derecede dost davrandılar. Dâima yumuşaklık gösterdiler. Başka bir dinden olmamız, onların üzerinde hiçbir zaman fenâ bir tesîr yapmadı. Bunları gördükçe, bize yanlış bilgi ve terbiye veren papazlara ne kadar kızıyordum..." Eskiden İslamiyeti kötü, vahşet dini olarak tanıtma işini fanatik Hıristiyanlar yapıyordu. Bugün bunlara, İslamın ana caddesinden ayrılmış, sözde Müslüman kimseler de dahil olmuştur. Fakat eskiden olduğu gibi, İslam güneşini kimse örtemeyecek gerçek İslamın temsilcisi olan Ehli sünnet Müslümanlar, geçmişte olduğu gibi bundan sonra da İslamın geliş gayesi olan insanlığa huzur ve saadeti yaymaya devam edeceklerdir
.
"Kötülük yapanları da affeyle!"
20 Ekim 2001 01:00
Muaviye radyallahü anh, İslamın yayılmasında çok kıymetli hizmetlerde bulundu. Sicistan, Sudan, Afganistan, Buhara, Hindistan'ın kuzey kısmı, Tunus bunun zamanında alındı. Kıbrıs Bisans'tan kurtarıldı. Kudüs geri alındı. Yine zamanında, İstanbul kuşatıldı; her sene yüklü vergi vermek şartıyla kuşatma kaldırıldı. Peygamber efendimiz kendisine , "Benden sonra ümmetimin yerine hakim olursun. O zaman iyilere iyilik et! Kötülük yapanları da af eyle!" buyurmuştu. Resulullahın bu hayır duasının bereketiyle, İslamiyet onun zamanında bu kadar yayıldı. Büyük İslâm âlimi Abdullah ibni Mübârek'e " Muâviye ile Ömer bin Abdülaziz'den hangisi efdaldir?" diye sorulunca "Resûlullah'ın yanında giderken, Muâviye'nin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülaziz'den yüzlerce defa daha kıymetlidir" buyurmuştur. Peygamberimizden çok hadîs rivâyet etmiştir. Bu hadîs-i şerîflerden birkaçı şunlardır: "Allahü teâlâ kime iyilik murâd ederse, onu din âlimi yapar ve dinine zarar verecek şeyleri ona bildirir. Ona doğruyu gösterir." "Amel bir kab gibidir, sonu iyi olursa evveli de iyi olur." "Ehli kitab, dinlerinde 72 fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise 73 fırkaya ayrılacak, hepsi Cehennemde olacak, yalnız bir tânesi müstesnâ, o da Ehl-i sünnet velcemâattir. Ümmetimden bir kavim ortaya çıkacak ki, bunlar, köpeğin sâhibi peşinden koştuğu bir nefsin arzularına uyacaklardır." "Bütün günahları Allah'ın bağışlaması umulur, yalnız müşrik olarak ölenin ve kasden bir mü'mini öldürenin afvolması umulmaz." "Ben sâdece bir haznedârım. Her kime gönül hoşnutluğu ile bir şey versem, Allah onu ona hayırlı kılar. Yine bir kimseye bir şeyi, isteği ve aç gözlülüğü sonucu verirsem, onun durumu yiyip yiyip doymayana benze
Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur!'
21 Ekim 2001 01:00
Cenâb-ı Hak, Eshâb-ı kiramın hepsinden razı olduğunu bildiriyor. Eshâb-ı kiram aralarındaki bazı meselelere rağmen birbirlerini çok severlerdi. İstisnasız Eshabın hepsini sevmek Ehli sünnetin şartıdır. Hz. Muaviye de Eshâb-ı kirâmdan hatta büyüklerindendir. Ayrıca Resulullah efendimizin kayın biraderidir. Bunun için O'nun da son sözlerine yer vermeden geçemedik. Peygamberimizin, "Yâ Rabbi, onu doğru yolda bulundur ve başkalarını da doğru yola götürücü kıl" ve "Yâ Rabbi! Muâviye'ye yazı ve kitab öğret, onu azabından koru" "Yâ Rabbi! Onu memleketlere hakim kıl" duâlarıyla şereflenmiştir. Hz. Muaviye vahiy katibidir. Vahiy katibliğine alınması, Cebrâil aleyhisselâmın bildirmesi ile olmuştur. Hz. Cebrâil'in getirdiği Kur'ân-ı kerîmi ve Peygamberimiz'in mektublarını yazardı. Peygamber efendimiz namazda rükûdan kalkarken "semiallahü limen hamideh" okuduklarında, ön safta bulunan Hz. Muâviye "Rabbenâ lekelhamd" derdi. Bunu söylemek bütün müslümanlara sünnet olarak kaldı. Hz. Muâviye Huneyn gazâsında Resûlullah'ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük gazvesine katıldı. Vedâ Haccında bulundu. Ömrünün son günlerinde okuduğu bir hutbede şunları söyledi: "Ey insanlar! Başınızda çok kaldım. Sizi usandırdım. Ben de sizden usandım. Artık ayrılmak istiyorum. Siz de benden ayrılmak ister oldunuz. Fakat size benden daha iyisi gelmez. Nitekim benden evvel gelenler, benden daha iyi idiler. Kim Allahü teâlâya kavuşmak isterse, Allahü teâlâ da ona kavuşmak ister. Yâ Rab! Sana kavuşmak istiyorum, sana kavuşmamı nasib eyle! Beni mübârek ve mes'ud eyle!" Hastalığı arttığında "Resûlullah bana bir gömlek giydirmişti. O mübârek gömleği bugüne kadar sakladım. Bir gün kesteği tırnakları da bu şişe içine koyup saklamıştım. Vefat ettiğim zaman o gömleği bana giydiriniz. O tırnakları da mezarıma koyunuz. Belki onların hürmetine cenâb-ı Hak beni affeder" dedi. Sonra da "Ben öldükten sonra cömertlik ve ihsan da kalmaz, çok kimselerin gelirleri kesilir. İsteyenler eli boş döner. Keşke Zî Tûva denilen köyde bir Kureyşli olsaydım da emirlik, hâkimlik ile uğraşmasaydım" diyerek 680 senesinin Receb ayında Şam'da hayata gözlerini yumdu
Sevgili kul olmanın şartı
22 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, kanaat sahibi olmak Müslüman için önemlidir. Her günkü hâlinden memnûn olmak, her hâlinden Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek, kanaat sahibi olmak demektir. Kendinden daha iyi mevkide, kendinden daha zengin, kendinden daha kuvvetli, kendinden daha güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan insanın evvelâ kalbi rahattır. Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve râzıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan râzıdır. Kanaat, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanaatkâr olmayan bir zengin, kanaatkâr olan bir fakirden daha fena durumdadır. Çünkü, o zenginin kalbi rahat değildir. Kanaatkâr olan fakir ise, kalbi rahat olduğu için, sanki bir hazîne içinde yaşamaktadır. Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen her şeye râzı olmak demektir. Allahü teâlâdan bir felaket gelse, ona da rıza gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır. Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsûs sabır ve tahammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tahammülü ve bu rızayı gösterebilir. Gıpta edilecek bir meziyyettir. Allahü teâlâ senede bir ay (Ramazan-ı şerif ayında) gündüzleri oruç tutmayı emretmiştir. Bu sabır ve tahammülü kuvvetlendirir. Allahü teâlâ, bu emri sebepsiz vermemiştir. Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevi faydalar sağlar. Bütün bir sene, çeşitli yemekleri eritmek için, yorulan insan midesi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. (İftârda çok yememek şartıyla). Bu maddî faydasıdır. Mânevi faydası de şudur: Oruç tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çektiği ıstırâbı, bizzat hissederek fakir insanlara yardım etmek ihtiyacını duyar. Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebep olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz. Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruç tutan bir müslüman, Allahü teâlânın emirlerini yapmak itiyâdını da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emirlerini yapmaya da istidâd peydâ eder.
Felaketlerin en büyüğü!
23 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, sakın haset olma, kıskançlık gösterme. Çünkü bu insanı yer bitirir. Başkasının, kendinden üstün olan her şeyini kıskanan, yani ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyen insana, kıskanç denir. Bu hâl, insanlığın en kötü huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insanlar, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır. Kıskanç insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmayan insan demektir. Allahü teâlânın verdiğine râzı olmayan insandan Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, âhırette de hüsran içindedir. Yani zarardadır. Bunun için, kendisinde kıskançlık ve haset duygusu olduğunu görenler yavaş yavaş bu huylarından sıyrılmalıdır. Bu pek mümkündür. İnsanlar, kendilerini istedikleri kadar ıslâh edebilir. Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur. Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir. Nice fakirler vardır ki, bir lokma ekmeği kazandığı zaman, Allahü teâlâya şükreder ve zenginlerin hâlini düşünmez bile. Kıskanç insan, başka bir insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi yaşamasını hazmedemez. Yani onun boyunu, posunu, güzelliğini, çalışkanlığını, başarısını kıskanır. Daha kötüsü, onun başına gelen fenalıklara sevinir. İşte bu hâl, kıskançlığın en kötü derecesidir. Böyle insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir. Daha da mahrum olurlar. İyi kalbli ve herkesin iyiliğini isteyen insan, Allahü teâlânın himâyesinde demektir. Büyük Peygamberimizin çok güzel bir hadis-i şerifi var: "Bir müslüman, kendisine istediği bir iyiliği, başka bir müslüman için istemezse ve bir müslüman, kendisine gelecek bir kötülüğü, istemediği hâlde, o kötülüğü başka bir müslüman için isterse, onun îmanı tam değildir" buyurmuştur. Yâni, Peygamberimiz yalnız kendisini düşünenleri beğenmiyor. Başka müslümanları düşünenleri beğeniyor ve öyle yapmalarını istiyor. Düşünün bir kere; bütün dünya, Peygamberimizin bu emirlerini yapmış olsa, dünyada kavga, gürültü kalır mı?
Kullarıma yardım edene, fazlasıyla veririm'
24 Ekim 2001 01:00
Bir insanın başka bir insana, iyilik etmesi Allahü teâlânın en çok sevdiği bir hâldir. İyilik çeşitli olur. Para ile olur, vücûd yardımı ile, fikir yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım gelmezse, Allahü teâlânın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevabı vardır. Allahü teâlâ, "Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasıyla yardım ederim" buyuruyor. Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın gadabını üzerine çekmek demektir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allahü teâlânın sevgisinin tecelli ettiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlikelidir. Hele o kalbde, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi varsa, onu incitmekten, son derece kaçınmalıdır. Allahü teâlânın kullarına iyilik etmeye, güler yüz, tatlı dil ve güzel huy ile onlara kolaylık göstermeye çalışmalıdır. Bu, Allahü teâlânın rızasını kazanmanıza ve âhırette yüksek derecelere kavuşmaya sebep our. Hadis-i şerifterde, "İnsanlar Allahü teâlânın ıyâlidir, kullarıdır. Kullarına iyilik edenleri çok sever" buyuruldu. Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel huylu ve yumuşak ve sabrlı olmanın fazîletini ve sevaplarını bildiren hadis-i şerifler çoktur. Bunlardan birkaçı şöyle: "Müslüman, müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez. Onu sıkıntıda bırakmaz. Kardeşine yardım edene, Allahü teâlâ yardım eder. Kardeşinin sıkıntısını giderenin, Allahü teâlâ kıyâmet günü sıkıntısını giderir. Bir müslümanı sevindireni, Allahü teâlâ kıyâmet günü sevindirir", "Din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allahü teâlâdır", "Allahü teâlâ, bazı kullarını insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaratmıştır. Derdli olanlar, bunlara sığınırlar. Bunlar kıyâmet gününün azâbından emîndirler", "Allahü teâlâ, bazı kullarına çok nîmetler vermiş, bunları derdli kullarına derman için sebep yapmıştır. Bu nîmetleri muhtaç olanlara vermezlerse, ellerinden alıp, başkalarına verir", "Bir din kardeşinin ihtiyacını karşılayan kimseye Allahü teâlâ, yetmişbeş bin melek gönderir. Sabahdan akşama kadar onun için duâ ederler. Akşam ise, sabaha kadar duâ ederler. Her adımı için bir günahı, affolur ve bir derece yükseltilir", "Bir mümin kardeşinin ihtiyacını karşılamak için giden kimseye, her adımı için yetmiş sevap verilir ve yetmiş günahı affolunur. Onu sıkıntıdan kurtarınca, anadan doğmuş gibi günahlarından kurtarılır. Bu yardımı yaparken ölürse, hesapsız olarak Cennete girer", "Amellerin, ibâdetlerin eftali, en kıymetlisi, bir mümini sevindirmek veya elbise vermek veya aç ise doyurmak veya herhangi bir ihtiyacını karşılamaktır
Bir insan için en önemli hak!..
25 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, dünyada bir insan için, anne hakkından daha önemli bir hak yoktur. Düşünmeli ki anne, çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. Onu kendi kanıyla besliyor. Büyük bir ıstırab, büyük bir heyecanla onu dünyaya getiriyor. Bebek iken, onun için aylarca uykusuz kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra, onun her yaştaki yaramazlıklarını çekiyor. Bu zahmetler para ile, menfaat ile olur işler değildir. Bu zahmetlere anne, ancak Allahü teâlânın verdiği şefkat duygusuyla tehammül edebiliyor. Bu büyük zahmet karşısında, çocuğun annesine neler borçlu olduğu meydandadır. Çok zaman çocuk, annesinin hakkını ödeyecek zamanı ve imkânı bulamıyor. Annesine isyânkâr olan bir çocuk, artık bir âsî, bir eşkıyâdan farksız bir insan demektir. Bu çocuğun büyüdükten sonra, annesini dinlememesi, onu üzmesi, ona eziyyet etmesi, insanı çileden çıkardığı gibi, Allahü teâlânın gadabını, cezâsını kendi üzerine çekmiş olmaz mı? Ne yazık ki pek çok çocuklar, gençliğin verdiği hoyratlık ve kadr bilmemezlik yüzünden, annelerinin haklarını çiğniyorlar. Onları üzüyorlar, böyle anneler bâzan zor durumda kalarak, çocuğu için Allahü teâlâdan bedduâ ederse, bu duâ kabûl olunabilir. O zaman çocuk, dünyada iken bile, cezâsını çeker. Âhıretteki cezâsı ise, tasavvur edilemiyecek derecede acıdır. Biraz idrâklı ve anlayışlı olan bir çocuk, annesinin hakkını düşünebilir ve onun dediklerini seve seve yapar. Onun gönlünü kazanmaya dikkat eder. Eğer çocuk, annesinin kalbini kırmış ise, hemen af dilemeli, bir daha onu gücendirmemeli. İkinci veya üçüncü defa annesinin kalbini kırmış ise, tekrar af dilemeli, artık bir daha gönlünü kırmamaya dikkat etmelidir. Anne hakkı üzerinde olarak âhırete gidenlerin âkıbeti çok acıdır. Anneye hürmet ve hizmet, babadan önce gelir. Biri, Efendimize suâl etti ki: "Ya Resulallah, insanlar içinde iyilik etmeme en layık olan kimdir?" Annendir. "Sonra?" Annendir. "Daha sonra?" Babandır, buyurdu. Peygamber Efendimiz, "İnsanlar içinde en büyük hak sahibi, erkeğin üzerine annesi, kadının üzerine de kocasıdır." buyurdu. Anne, kâfir bile olsa ona iyilik etmelidir! Bir kimse "Ya Resulallah, annem müşriktir. Ona iyilik etmem caiz midir?" diye sorunca, "Evet annene iyilik ve ihsanda bulun!" buyurdu. Cihada gitmek için gelen başka birisine de, "Annenin yanından ayrılma! Cennet onun ayağı altındadır." buyurdu
Güvenilir insan olmak
26 Ekim 2001 01:00
Çağımızda hasret kaldığımız insani sıfatlardan biri "Güvenirlilik" sıfatıdır. Maalesef kimsenin kimseye güvenemediği bir zamandayız. Halbuki, insanı insan yapan güzel ahlakın en önemli özelliklerinden biri güvenilir olmaktır. İdeal Müslüman, hangi dine mensup olursa olsun, diğer insanlar nazarında da güvenilir bir kişidir. Zira Sevgili Peygamberimizin en belirgin sıfatlarından biri de budur. O, çocukluğundan itibaren güvenilir insan olarak tanınmıştı. Vefatına kadar bu çizgiden asla ayrılmamıştı. En azılı düşmanları bile onu Mekke'nin en güvenilir insanı olarak görüyorlardı. Bu sebeple kendisine "Muhammedü'l emin" diye hitap ederlerdi. Bu sıfatı taşıyan bir ikinci kişi yoktur. Asr-ı Saadet günleri, onun nasıl güvenilir bir kişi olduğunun sayısız örnekleriyle doludur. Sevgili Peygamberimiz gençliğinden itibaren ticaretle meşgul olmaya başlamışlardı. Yani günümüz tabiriyle kendisi bir iş adamıydı. Diğer tüccarlar sık sık kendisine emanet olarak mallar bırakırlardı. O, bunlardan hiçbirine en zor anlarında bile asla ihanet etmemişti. Medine'ye hicret edeceği sırada müşrikler kendisini öldürmek için evini sardıklarında içeride ne yapıyordu biliyor musunuz? Yanında bulunan amcasının oğlu Hazret-i Ali'ye, üzerinde bulunan gayri müslimlere ait emanet malları teslim ediyor ve kimlere verilmesi gerektiğini bildiriyordu. İslam dininin kısa bir sürede gönüllere yerleşmesindeki en büyük etkenlerden biri de, Sevgili Peygamberimizin güvenilir olmasından kaynaklanıyordu. Sevgili Peygamberimiz, sadece şahıs mallarına değil, kamu malı diyebileceğimiz türden mallar üzerinde de çok hassastı. Mesela, Huneyn gazasında muazzam bir ganimet elde edilmişti. Malların bulunduğu yere geldiklerinde, develerinden inerek parmaklarında tuttukları bir tüyü insanlara gösterirler ve şöyle buyururlar; "Ey insanlar!... Sizin ganimetinizde benim gözüm yoktur. Hatta şu tüy kadarında bile..." Peygamber Efendimiz, Eshâb-ı kirâma sürekli olarak güvenilir olmayı telkin ederdi. İman ile güvenilir olmak arasında sıkı bir bağ olduğunu bildirdi. Nitekim bir Hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır; "Mümin, insanların kendisine güvendiği bir kimsedir. Müslüman, elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kimsedir." Bunlar muhteşem ölçülerdir. Gerçek Müslüman bu ölçülere uyan kimsedir. Bunlar, dünyada huzura ve âhirette de ebedi saadete kavuşmanın anahtarı olan davranışlardır. Güven duygusunun toplumun her kesimine yerleşmesi gerekmektedir. Aksi olursa anarşi evimizin içine kadar girer. Anne-babanın çocuğa, işverenin işçisine, amirin memura, eşlerin birbirine karşı güven duyması sonucu toplum sağlıklı bir yapıya kavuşur. Mesela toplum içinde çok önemli olan bir karşılıklı güvenden bahsedelim: Alış verişte karşılıklı güven ortamını tesis etmek dinimizin çok önem verdiği bir husustur. Zaten ticaretin ve alışverişin özü, karşılıklı güvendedir. Eğer güven olmazsa, insan olarak her şeyden tedirgin olan, herşeyi şüpheyle karşılayan insanlar olup çıkarız ki bu hal, toplumu kökünden yıkar. Kendini aldatmaya çalışan birisinden kim hoşlanır ki?... Sevgili Peygamberimiz, alış verişte güvenin bolluğa, berekete vesile olacağına işaret ederek şöyle buyurmuşlardır; "Emanete riayet rızık, hainlik ise fakirlik getirir." İnsanlar sözüne güvenmedikleri kişilerle alış veriş yapmak istemezler. Müşteri mal almak, satıcı mal satmak istemez. Eğer bu kişi sanat erbabı ise, kimse sipariş vermeyecektir. Dolayısıyla bu kişilere rağbet azalacağından iş yapamaz duruma geleceklerdir. Ancak bunun tam tersi olup da karşılıklı güven ortamı olursa, üretim, tüketim ve buna bağlı olarak kazanç artacağından bu durum bolluk ve zenginliğe, yani berekete vesile olacaktır. (Osman Ünlü'nün "Huzura Doğru 1" kitabından. Kitap, Babıali Kültür Yayıncılığı'ndan temin edilebilir. (0212 454 21 60)
Kimseye bedduâ etmezdi
26 Ekim 2001 01:00
Rebî' bin Heysem hazretleri, kimseye bedduâ etmezdi. O, herşeyi Rabbi'nden bilir, O'ndan gelen herşeye sabreder, tevekkülünü bozmazdı. Bir gün namaz kılarken, yirmi bin dirhem değerindeki atının çalındığını gördü. Fakat ne namazı bozdu ve ne de üzüldü. Yanında bulunanlar: "Nasıl oldu bu iş, yazık oldu atına!" diye kendisini teselli ediyorlardı. O ise, "Atın yularını çözerken çalan adamı görmüştüm" dedi. Onların "O halde niçin mâni olmadınız?" demeleri üzerine, "Atımdan daha sevimli olan bir şey ile, yani namaz kılmakla meşguldüm. Onu kaçıramazdım, onun için" dedi. Adamlar hırsıza bedduâ etmeye başlayınca, Rebî' onlara dedi ki: "Hayır, bedduâ etmeyin. Ben atımı ona hediyye ettim. Sadakam olsun" dedi. Rebî' bin Heysem, gözünü haramlardan o derece korur ve etrafına bakınmazdı ki, bazıları onu kör zannetmişlerdir. Yirmi sene Abdullah ibn-i Mes'ud ile beraber bulundu. Hatta ibn-i Mes'ud'un cariyesi onu görünce "Âmâ dostun geliyor" derdi. İbn-i Mes'ud hazretleri de onun bu sözüne gülerdi. Çünkü onu içeri almak için kapıyı açtığı zaman gözlerini kapamış ve başını yere eğmiş görürdü. İbn-i Mes'ud ona bakınca; Hac sûresinin 34'üncü "Tevazu ile yalvaranları müjdele!" âyetini okur. "Vallahi Peygamber efendimiz seni görseydi sevinirdi" buyurdu. Bir gün İbn-i Mes'ud ile demirciler çarşısına gitti. Orada körüklerini üfürülüp ateşlerin alevlendiğini görünce, Cehennem ateşini hatırlayarak düşüp bayıldı. İbn-i Mes'ud , namaz vaktine kadar başı ucunda beklediyse de, ayılmadığını görünce, onu arkasına alarak evine getirdi ve tam 24 saat baygın kaldı. Bu sebepten beş vakit namazını kılamadı. İbn-i Mes'ud "İşte Allah'tan böyle korkulur" demiştir. Kimseyle münakaşa etmez, kimseye kötü söylemezdi. Birgün kendisine biri kötü sözler söyleyince Ona, "Söylediklerini Allahü teâlâ duyuyor. Şayet ben, Cennet ile aramdaki güçlükleri aşıp Cennete girersem, senin sözlerinin bana zararı yoktur. Sırat köprüsünden geçemezsem, anlarım ki; söylediklerinden de kötü bir insanım" buyurdu. Rebi' bin Heysem, bir mecburiyet olmadıkça evinden dışarı çıkmazdı. Bir gün hava almak için kapının önüne çıkmıştı. Bu sırada atılan bir taş alnına gelip alnını kanattı. O, bir taraftan kanı silerken, bir taraftan da kendi kendine: "Ey Rebî'! Bu taş sana ders olsun. Bir daha kapıya çıkma!" deyip içeriye girdi ve ölünceye kadar bir daha zaruretsiz dışarı çıkmadı
Tembellik yüz karası
27 Ekim 2001 01:00
Afganistan ve diğer İslam ülkelerindeki insanların perişan halleri, ibtidai hayatları televizyon ekranlarına yansıdıkça, çok kimse aynı soruyu soruyor: Müslümanlar bu hale nasıl düştü? Bunun cevabını bulmak için de, Batılı ülkelerin ileri gitmesi, Müslüman kimliği taşıyan ülkelerin ise geri kalması tartışma konusu oluyor. Neden Müslümanlar geri kaldılar da diğerleri ilerledi?.. Bazen bunun sebebi olarak İslamiyet gösterilir ki, düpedüz iftiradır. Bu sadece İslamiyete değil, modern bilimlere ve insanlık tarihine de iftiradır. İslamiyetin gelişmelere mani olması şöyle dursun, aksine bilimsel gelişmeleri teşvik etmesi sonucudur ki, bugün pozitif bilim dediğimiz sahanın öncüleri hep Müslümanlar olmuşlardır. Birûni, Dünya'nın döndüğünü Galile'den 600 sene önce eserlerinde yazmıştı. Newton'dan 600 sene önce dünyanın çapı hesaplanmıştı. Battani 10. Yüzyılda Trigonometrinin kâşifidir. Sinus, cosinus'u ilk kullanandır. Ebu'l Vefa, trigonometri'ye tanjant-cotanjant, sekant gibi terimleri kazandırmıştı. Mağribî ise, Pascal'dan 600 sene önce "Pascal Üçgeni"ni bulmuştu. İbrahim Heysem, optik ilmini 11.Yüzyılda kurduğunda Avrupa pislik içindeydi. Ali bin Abbas 10. Yüzyılda dünyada ilk kanser ameliyatını yapan kişi olarak tarihe geçmişti... Peki neden böylesi zirvelerden aşağılara düştük? Bunun sebebi İslamiyet olsa idi zaten zirvelere çıkamazdık. Düşmemizin sebebi İslami değerlerimizi kaybetmemizden kaynaklanmaktadır. Büyük devlet olmanın, zirvede olmanın getirdiği rahatlık, ihtiyaçsızlık ve bunun meydana getirdiği rehavet. Bunların tabii sonucu olarak ortaya çıkan tembellik. Zaten, tembellik, maddi manevi her gelişmenin, her iyiliğin baş düşmanıdır. İyi bir Müslüman olmak, Sevgili Peygamberimizin davranışlarına uymakla doğru orantılıdır. Peygamberimiz tembeli sevmez, tembellikten Allah'a sığınırdı. Çalışmada gevşeklik gösterilerek Peygamberimizin emrine uymayınca, duraklama ve gerileme başladı. Halbuki, Peygamberimiz bir Müslümanın çalışmasının, üretimde bulunmasının, ailesini geçindirmesinin, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmasının ibadet olduğunu buyurmuştur. Özellikle tembelliğin Müslüman hayatında yeri olmadığını hadîs-i şerîflerde açıkça beyan etmişlerdir. "Rabbim!... Tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlığın verdiği düşkünlük ve cimrilikten sana sığınırım." "Birinizin sırtında odun taşıması, insanlara el açmasından daha iyidir." "Bir Müslümanın yiyip içtiklerinin en helal ve bereketli olanı, çalışıp kazanarak elde ettiğidir." "Doğru sözlü ve her konuda güvenilir ticaret adamı, âhirette peygamberler, sıddıklar ve şehidlerle birlikte olacaklardır." En kötü şartlar altında bile çalışmak, başkalarına el açmaktan daha iyidir. Sevgili Peygamberimiz, Eshab-ı kiramı çalışmaya teşvik ederken bizzat kendileri de çalışarak örnek olmuşlardır. O, çocukluğunda, yanında büyüdüğü amcası Ebu Talib'in bütçesine katkıda bulunmak için koyun güderdi. Delikanlılık çağında iken, amcaları ile ticaret kervanında onlara yardımcı olurlardı. Kısaca Rasulullah Efendimizin boş oturduğunu gören olmamıştı. Sevgili Peygamberimiz bir iş yapılırken gelişigüzel değil, düzgün bir şekilde yapılmasını isterlerdi. Bunu şu şekilde ifade buyurmuşlardı; "Sizden biriniz bir iş yaptığında, onu mükemmel bir şekilde yapsın." Bir gün kendisine gelerek işsizlikten şikayet eden kişiye, dikenli bir arazide odun kesip satmasını ister. Bu kişi söz dinleyip çalışır ve iyi bir gelir elde eder. Teşekkür etmek için geldiğinde Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır; "Bu senin için kıyamette, dilenci olarak haşrolmandan daha iyidir" buyurmuşlardır. Zilletten kurtulmanın yolu bu nasihatlardan geçiyor. Allah, kim olursa olsun - kendisine inansın inanmasın - çalışanın, gayret edenin emeğinin karşılığını verir.
"İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür!"
27 Ekim 2001 01:00
Rebî bin Heysem hazretleri, Allahü teâlânın verdiği nimetlerden şükrünü ifâ edebilmek ve ömür sermayesini kullanarak âhiret için dünyadan azık toplamak lâzım olduğunu bilir ve bu yollardan, Rabbini tanıyıp ona kavuşmaya çalışırdı. Hatta evinde bir mezar kazdı. O mezarda yatar uyurdu ve Mü'minûn sûresi 99'uncu "Ey Rabbim! Beni dünyaya gönder de, iyi amelde bulunayım" âyetini okur, sonra kalkar ve kendi kendine "Ey Rebî! İstediğin reddedilip geri dönemiyeceğin gün gelmeden, fırsatı ganîmet bilerek Rabbine ibâdet eyle" derdi. Rebî bin Heysem'e "Nasıl sabahladın?" diye sorulduğunda, "Zayıf ve günahkâr olduğumuz halde sabahladık. Rızkımızı yiyor ve ecelimizi bekliyoruz" derdi. Hikmetli sözleri çoktur. Kalblere tesir eden sözlerinden bazıları şunlardır: "Bir âlim, nasıl olur da ilmine riyâ karıştırabilir? Çünkü o bilir ki, Allah'ın rızası olmaksızın elde edilen ilim, başından bozuktur. O halde bozuk, bâtıl olan bir şeyle insanlara nasıl gösterişte bulunabilir?" Bir bayram günü kurbanını kestiği zaman, "Ey Allahım, senin rızânı kazanmanın, kendi nefsimi kurban etmekte olduğunu bilsem, izzet ve celâlin hakkı için söylüyorum ki, onu kurban ederdim!" "İnsan ölüm zamanından önce nasıl yaşarsa, ruhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtiraslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyaret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu. Yanında otururken, onun duyup okuması için "lâ ilâhe illallah" kelime-i tevhidini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu." "Bazan kendi kendine şöyle derdi: "Ey Rebî! Dağlar ve yeryüzü müthiş bir sarsıntı ile sarsılıp parça parça dağılarak kıyâmet koptuğu zaman, senin halin nice olur?" "Dünyada bir kimsenin hüznü, müslümanın hüznünden daha fazla olamaz. Çünkü mü'min, hayatta lâzım olacak nafakasını kazanmak hususunda, dünya ehlinin çektiği hüzün ve meşakkatlere katlanmaktadır. Bir de onun, dünya ehlinden fazla olarak âhiretini kazanmak hüzün ve kederi vardır." "İnsanın beklediklerinde, ölümden daha hayırlısı yoktur." "Bir mezarlığa uğrayıp da oradakilere duâ etmeyen ve kendini düşünmeyen kimse, hem kendine ve hem de kabirdekilere ihanet etmiş sayılır."
Dünya hayatımızdaki en zor imtihan
28 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, bir genç kız için iffet, namuskârlık çok önemlidir. Allahü teâlâ, insan neslini devam ettirmek için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı câzib kılmıştır. Aynı zamanda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları dünyada çetin bir imtihana tâbi tutmuştur. Dünyadaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihan iffet imtihanıdır. Bu imtihanda kazanan bir insan, dünya ve âhıretin kahramânıdır. İnsanların kemâli (yâni kusursuz olması) veya insanın düşüklüğü, daha ziyâde iffet işinde belli olur. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimin birçok yerinde, iffetini muhâfaza edenlere, büyük mükâfâtlar vaat etmiş ve müjdeler vermiştir. İffetini muhâfaza etmeyenlere de, Cehennem azâbını göstermiştir. İnsan günahlarının belki de yüzde doksanı, iffet mevzû'u içindedir. İffetsiz insan, Allahü teâlânın indinde günahkâr olduğu gibi, insan topluluğu içinde de, günahkâr ve şerefsizdir. Erkeklik ve dişilik duyguları insanlarda da, hayvanda da vardır. Hayvanlarda utanma hissi olmadığı için, onlar, bu duygularını gizlemezler. İnsanlar ise, (hayâ) şeref ve haysiyyet duygularına sahip oldukları için, erkeklik ve dişilik hislerine karşı çeşidli ve meşru yolları ararlar. Bir insanın ve bir âilenin şerefi ve îtibar, bu duygu karşısındaki tutumu ile ölçülür. Zengin ve çok güzel bir kadın, eğer iffetsiz ise, toplumda değeri yoktur. İtibarı kırıktır. Cemiyet nazârında, o bir kötü kadındır. Fakir ve afîf bir kadın ise, her yerde, her zaman îtibarlıdır. Hurmete lâyıktır. Bu söylediklerimiz, normal ve temiz bir cemiyetin iffet ölçüleridir. İffet kâidelerini ayaklar altına almış azgın bir hayvan sürüsü gibi, yalnız hayvânî hisleri peşinde koşan insan toplulukları, bu sözlerle alay ederler. Onlar için konuşulacak sözümüz yoktur. Yalnız onlara "Allahü teâlâ ıslâh etsin" diyebiliriz. Dünyadaki pek çok rezâletler, cinâyetler, kavgalar, kıskançlıklar, hülâsa bütün fenalıklar, iffetsizlik yüzünden meydana gelmektedir. İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin fenalıklarını bildikleri hâlde, kendilerini bu fena yollara sapmaktan alıkoyamazlar. Bu kuvvetli duygu karşısında, insanları zabt edecek, onları selâmet yoluna çıkaracak çâreler nelerdir? Bu, terbiye ve ahlâk mes'elesidir. Din, ahlâk demektir demiştik. Bu mühim mevzû'da da yine din terbiyesi birinci plânda rol oynamaktadır. Allahü teâlâdan korkmasını öğrenmiş, hakîkaten Allahü teâlâdan korkan bir insan iffetsiz olamaz
"Öyle bir zamanda yaşıyacaksın ki!"
29 Ekim 2001 01:00
Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumaya kifâyet etmeyecektir. Annen, belki seni her yerde, her zaman tâkîb edemiyecektir. Bu takdîrde, sen sahipsiz, tehlikeler karşısında âciz bir mahlûk olarak, ahlâksızların elinde bir oyuncak mı olacaksın? Allahü teâlâ, seni bu âkıbetten muhâfaza etsin! Âmîn. Seni evvelâ Allahü teâlânın büyüklüğüne ve Onun himâyesine emânet ederim. Ondan sonra da, yine Allahü teâlânın sana verdiği aklını kullanarak, bu tehlikelere düşmemeye çalışmanı sana tavsiye ederim. Kızım, öyle bir zamanda, öyle bir mekânda yaşıyacaksın ki, herkesten, her yerde sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin parana, puluna değil, iffet, şeref ve haysiyetinedir. Paraya olan zarar telâfî edilebilir. Mânevi zarâr, yerine konamaz. Böyle bir zarara uğramamak için Allahın emrettiği gibi yaşamalısın. Bunun için çocuklarımıza Allahü teâlânın korkusunu öğretmeye çalışmak bizim için en başta gelen vazîfe olmalıdır. Allahü teâlâdan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilmek lâzımdır. Allahü teâlâyı bilmek için, onun büyüklüğünü ve sıfatlarını öğrenmek mecbûriyetindeyiz. Allahü teâlâyı hiç düşünmeyen bir topluluk için, Allah korkusuna sahip olmak kolay değildir. Allahü teâlâdan korkmak da, bir bilgi, bir çalışma ve bir gayret işidir. Durup dururken, Allahü teâlânın korkusu meydana gelmez. Bu korkuyu, Allahü teâlâ dilediği kuluna kolaylıkla da verir. Allahü teâlâdan korkmak, bir insan için iyi alâmettir. Bilhâssa büyük şehirlerde iffet işi tehlikeli bir istikâmettedir. Bir genç kızın, kendi başına yalnız kendi aklı ve idrâki ile iffetini muhâfaza etmesi, cidden güçtür. O genç kız, (eğer biraz da güzelse), hâtıra ve hayâle gelmeyen tehlikelerle çevrilmiş demektir. Bu tehlike, mektepte, yollarda, otobüste, komşularda, hattâ evinin içinde yakasını bırakmaz. Hele o kızcağız kadınlık duygusuna karşı koymasını bilmeyecek derecede zayıf ahlâklı ise, o zaman tehlike iki misli artmış demektir. İşte bunun içindir ki, genç kızın beş dakikasını bile kontrolsüz, korumasız bırakmak aslâ uygun değildir. Ev içinde anne kontrolü, ev dışında baba kontrolü onları, koruyucu melek gibi tâkîb etmelidir
Şerefli yaşamak cidden çok zordur
30 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, cemiyet içinde öyle haşarât (öyle ahlâksızlar) vardır ki, bunların içinde genç kadın ve genç kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü, yalnız başkalarından değil, bizzat kendi varlığından gelmektedir. Eğer sen de, kadınlık duygusunun te'sîri altında kalır ve kendine hâkim olamazsan, iffetsizliğin ve ahlâksızlığın çukuruna düşersin. Bu çukura düşenlerden kurtulabilen azdır. Sen kadınlık duyguna karşı haysiyetli ve meşru yolları aramalısın! Sen de, herkes gibi, evlenebilirsin. Ahlâkın güzel olduktan sonra evlenmemek için, hiçbir sebep yok demektir. Evlenmeden evvel, birçok kızların yaptığı gibi, flört yapmaya aslâ heves etme! Bu tecrübe mutlak tehlikelidir. Esasen flört yapılan insanla evlenmek, çok zaman saadeti getirmez. İffeti muhâfaza için, ikinci bir çâre, genç erkek ve genç kızı zamanında evlendirmektir. Üçüncü çâre, iffeti zedeliyecek her yerden uzaklaşmak yoludur. Meselâ kız ve erkek toplulukları, onlarla berâber gezintiler, danslar, plâja gitmek, ahlâksız ve zayıf insanlarla arkadaşlık etmek vesâire gibi genç kız veya kadını baştan çıkarma yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlikeden uzaklaşmak demektir. Gençliğin hakkı veya eğlence ismi altındaki bu gibi davranışlar, genç kızı veya kadını elde etmek için birer tuzaktır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç kız, tuzağın içine düştükten sonra, aklı başına gelir. Fakat iş işten geçmiştir. Yukarıda saydığımız eğlence veya tuzağın zâhirî güzelliğine ve câzibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde yavaş yavaş veya çabucak birer oyuncak hâline gelir. En kendine güvenen bir kız bile, onların karşısında sonuna kadar mukâvemet edemez. Yakışıklı bir erkeğin aldatıcı tebessümü karşısında, mağlup olabilir. Artık o kız, tuzağa düşmüş demektir. Hele bunu kız kendisi de istemiş ise, artık tehlikenin içine girmiştir. O tuzaktan kurtulan pek azdır veya yoktur. Hâlbuki, o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine gitmemek daha kolay bir iştir. (Göz görmeyince, gönül tahammül eder) diye bir atasözü vardır. Oraya gitmeyen bir genç kız, oranın câzibesinden ve tehlikesinden kurtulmuş olur. Giderse, kurtulmak da kolay değildir. Bunu nasihat olsun diye söylemiyoruz. Tecrübelere güvenerek söylüyoruz. İffet, bir genç kızın veya kadının, değeri milyonlar eden, bir mücevheridir. Bu mücevheri ele geçirmek için, Allahü teâlâdan korkmayan her erkek bütün şeytanlığını kullanır. Ele geçirdikten sonra, maksadına erişmiştir. Artık o, mücevherlikten çıkmış, âdî bir taş olmuştur. Sokağa atılıverir. Bu alışverişte, erkek, bir nâmus hırsızıdır. Kadın ise, mücevherini çaldırmış, bir zavallıdır.
Lütfunla uzun bir ömür yaşadım
31 Ekim 2001 01:00
Sevgili kızım, genç kız, fazla göze çarpmıyacak tarzda temiz ve ciddî bir kıyâfette görünmelidir. Kendini beğendirmek için, fazla süslenmek, ahlâk hakkında şüphe uyandırır. Erkeklere kendini beğendirmek için, kızın bazı uzuvlarını, göğsünü veya bacaklarını teşhîr etmesi, düşük bir ahlâkın belirtisidir. Kendisinin ve âilesinin şeref ve haysiyyetini düşünen bir kızın, ciddî giyinmesi şarttır. Bir kız mümkün mertebe beden hatlarını belirsiz bir hâlde gösterecek tarzda giyinmesi, onun bir ciddî ev kızı olduğuna delîl sayılır. (Müslüman kızı nasıl giyinmelidir? Bunun cevabı, Seadet-i Ebediye'nin birinci kısım, ellisekizinci maddede yazılıdır.) Yapmacıksız olarak mütevâzı, iddiâsız ve terbiyeli bir tavr, genç kıza en yakışan bir davranıştır. Bir genç kızın etrâfındaki insanları hiçe sayan saygısız ve küstah davranışları terbiyesizlik alâmetidir. İyi ahlâklı ve normal bir kız, bir erkeğe dikkatle ve alâka ile bakmaz. Mecbûriyet yoksa ve mümkün ise, bakmamak en sâlim bir harekettir. Bunu da, sun'î olarak değil, tabii olarak yapmalıdır. Bir kızın genç bir erkeğin yüzüne pervâsızca bakması, küstah ve mütecâviz erkeklere, bu tip kızlara musallat olmak için, cesaret verir. Kızın, bir erkeğe ümit verecek tarzda davranışı, o kıza felaket getirebilir. İnsanların, yüzlerindeki değişiklik kadar huy ve ahlâkları da değişiktir. Güzel ve iyi yüzlü insan, mutlaka iyi ahlâklı insan demek değildir. Alâka toplamak ister gibi, değişik bir edâ ve hoppa bir tavır ile yürümek iyi bir intibâ bırakmaz. Böyleleri, alay mevzuu ve gülünç olur. Bir kızın giyinişi, yürüyüşü ve hareket tarzları, onun dînî inanışı, ahlâkı ve karakteri hakkında, bir fikir verebilir. Yâ Rabbî! Senin lütuf ve kerem ve inayetinle, büyük sıkıntılar görmeden, uzun bir ömür yaşadım. Artık sana rücû' etmek zamanım pek yakın. Bundan sonraki, dünya ve âhıret hayatımın safhaları şu olacak: Dünya elemleri, sekerât-ül-mevt, kabir hayatı, haşr âlemi, mükâfât ve mücâzât ihtimalleri... Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Kitabında bildirdiğin gibi inanıyorum. Kitabına ve Resûlüne inanıyorum. Hudûdsuz büyüklüğünü anlatan kâinâtı, gözlerimle görüyorum. Azametini, bana ihsân ettiğin aklımla, anlıyorum. Günahlarımın, af ve magfiret deryan içinde, bir damla bile olmadığını da, biliyorum. Yâ Rabbî! Sen affetmeyi seviyorsun. Beni de, affettiğin kulların içine al! Sen Gafûrurrahîmsin yâ Rabbî! (Bu nasihatler Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabından alınmıştır)
İşte benim gerçek kulum!"
1 Kasım 2001 01:00
Tabiinden olan Mutarrif bin Abdillah hazretleri hadis ve fıkıh âlimidir. İlim ve amel bakımından zamanın bir tanesi idi. Zamanındaki insaların hepsinden hürmet ve saygı görürdü. Sözleriyle onların hak yoluna kavuşmasına, nefislerinin insanı dünya ve ahirette felakete götüren fenalıklardan kurtulmalarına sebep olmuştur. Sultanlara, devlet adamlarına nasihat eder, tesirli sözleriyle onların, uygunsuz işler yapmalarına mani olur, Allahü teâlânın râzı olduğu hâle gelmelerine sebep olurdu. Hiç kimse hakkında kötü düşünmez herkes tarafından sevilirdi. Allah'tan çok korkardı. Allahü teâlânın korkusundan ve O'na hesap verme endişesinden toprak olmayı ister ve: "Rabbim tarafından biri gelip Cennet veya Cehenneme girmek yâhut toprak olmak arasında bana tercih hakkı verseydi, toprak olmayı tercih ederdim" buyururdu. Son derece sabırlı ve tevekkül sahibi olup, kadere razı olanlardandı. Bir oğlu vardı öldü. Zâhirde hiç üzüntülü hâli görünmedi. Sakalını taradı, güzel elbiselerini giydi. Bazıları buna hayret ettiler. Bu hareketlerinin sebebini sordular. Cevâbında "Ölüm karşısında, rızâ göstermeyip feryâd etmemi mi bekliyorsunuz? Rabbime yemin olsun; eğer dünyâ ve içindekilerin hepsi benim olsaydı sonra, ahiretin bir yudum suyu (kevser suyu) karşılığı bunları almak isteselerdi hiç düşünmeden hemen verirdim. O bir yudum suyu, bu dünya ve içindekilerin hepsine tercih ederdim" buyurdu. Geceleri daha iyi ibâdet ve Allahü teâlânın kullarına hizmet edebilmek için uyur ve "Gecemi uyuyarak geçiririm. Pişman olmuş olarak sabahlarım. Bu hali; bütün geceyi ibâdetle geçirip, sabaha kendini beğenmiş olarak çıkanın halinden daha fazla severim" derdi. İçi dışına, dışı içine uygun bir zât olup "Bir kulun dışı içi bir olunca; Cenâb-ı Hak: 'İşte benim gerçek kulum budur' buyurur" derdi. Mutarrif bin Abdillâh'ı çekemeyenler onu Ziyad bin Ebîh'e şikâyet ettiler, çirkin iftirâlarda bulundular. Ziyad da eskerlerine Mutarrif hazretlerini getirmelerini emretti. Bu sırada kendisi Basra'da idi. Hz. Mutarrif'i Ziyad'a getirdiler. Ziyad adamlarına: "Siz onu çağırırken, şeklinde hâlinde bir değişiklik oldu mu?" diye sordu. "Hayır" dediler. Bunun üzerine: "O halde bu hal ancak sâlih kimselerde bulunur. Onu derhal serbest bırakın ve özür dileyin" diye emretti.
.
Kalb, amel ve niyet doğruluğu
1 Kasım 2001 01:00
Mutarrif bin Abdillah hazretleri, Müslümanlara hizmet etmeyi, onların din ve dünya işlerini yapmayı vazife bilirdi. Buyurdu ki: "Kimin bende bitecek, benim yapacağım bir işi olursa, bir kâğıda yazsın ve bana göndersin. Çünkü ben Müslümanın yüzünde dilencilik zilletini görmek istemiyorum. Zira lütuf ne kadar büyük olursa olsun, istemek ondan daha ağırdır." İnsanlar beğensin diye Kur'ân-ı kerîm okuyan hafızlardan hoşlanmazdı. "Zamanımızda Kurrâ "hafız" kalmadı. Hepsi okuyuşlarıyla" dünya nimeti toplamaya çalışıyorlar" buyurdu. Kimseyi gıybet etmez ve gıybet edilmesini istemezdi. "Yanımda gıybet yapan benim arkadaşım olamaz" buyururdu. Ehil olmadan, anlamadan veya dünya için yazı, kitap yazanların hâline acır ve bunlara nasihat ederdi. Buyurdu ki: "Kıyamet günü birtakım insanlar olacak; dünyada yazdıkları uygunsuz şeyler için; ne olurdu kalemlerimiz ateş olsaydı da ellerimizi dokunduramaz ve yazamaz olsaydık diyecekler." Buyurdu ki: "Helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Fakat seâdete kavuşup, kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim. İyi biliniz ki; Allahü teâlâ bir kuluna, imân ile ruhunu teslim etmekten, iman ile ölmekten daha büyük bir nimet vermemiştir." "Kalbin doğruluğu amellerin doğruluğu iledir. Amellerin doğruluğu da niyetin doğruluğu iledir." Allahü teâlâya ve Resûlullah'a son derece tazim edenlerden idi. Kötü şeyler içerisinde onların ism-i şerîflerinin zikredilmesini uygun görmezdi. Buyurdu ki: İçinizden bazıları hayvanına (köpek ve merkebine... v.s) kızdığı zaman: "Allah cezânı versin, seni şöyle yapsın böyle yapsın der. Halbuki bu uygun değildir. Allahü teâlânın ism-i şerîfine tazim ediniz. Hayvanın (köpek, merkep... v.s) yanında O'nun mübârek ismini ağza almaktan korkunuz." Allahü teâlâya şöyle yalvarırdı: "Allah'ım, ihlâs ile yapmış olduğum her amelim için senden afv ve mağfiret dilerim. Çünkü ben yalnız senin rızânı istiyorum." O daima Allahü teâlânın merhametine sığınır ve hakiki mü'minlerin hali olan "Beyn'el-Havfî ver-recâ" korku ile ümid arasında yaşar ve şöyle yalvarırdı: "Allah'ım bizden razı olmasan da affet. Çünkü efendi, kölesinden razı olmasa da affeder." Buyurdu ki: "İnsana verilen şeyler içerisinde akıldan daha kıymetlisi yoktur." "Vera' (Şüpheli şeyleri terketmek), yalnız kendini bu hâle ehil kılanlara (farzları yapıp, haramlardan sakınan ve Allahü teâlânın rızasını isteyenlere) gelir.
Her şey Kur'an-ı kerimde var mı?
2 Kasım 2001 01:00
Son yıllarda, dinimizin 15 asırdır, bilinen tatbik edilen emir ve yasakları bazı mihraklar tarafından tartışmaya açılmıştır. En çok tartışılan konu da," Bu mesele, Kur'an-ı kerimde var mıdır, yok mudur " tartışması. Peki, herşey Kur'an-ı kerimde var mı? Tabii ki yok. Çünkü, Kur'an-ı kerim İslamın anayasasıdır. Her şey anayasada bulunmaz. Anayasalarda, temel esaslar, genel prensipler bulunur. Teferruatlar, uygulamalar kanun, yönetmelik gibi diğer kaynaklarda bildirilir. Mesela, anayasamızda, "Herkes mali gücüne göre vergi vermekle yükümlüdür" ifadesi geçer; fakat ne oranda, nasıl alınacağı, kanunla, yönetmelikle belirlenir. Bunun gibi, Kur'an-ı kerimde, namaz kılınması, zekat verilmesi emredilir fakat, namazın nasıl, kılınacağı, kaç vakit olduğu; yine zekatın ne oranda, nasıl verileceği Kur'an-ı kerimin açıklaması olan, Hadis-i şeriflerde bildirilir. Hiç kimse, Kur'an-ı kerimde yok diye, istediği gibi namaz kılamaz, istediği oranda zekat veremez. Bilindiği gibi, dînimizde kaynak dörttür: Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ ve kıyâs. Hadîs-i şerîfler, Kur'an-ı kerimin; icma ve kıyas da hadîs-i şerîflerin açıklamasıdır. Dördüncü kaynak olan kıyâstan mezhepler çıkmıştır. Müctehid âlimler, ömürlerini bu uğurda harcayarak, dînin açık olmayan emirlerini açıklamışlar, Müslümanları bu ağır yükten kurtarmışlardır. Dinde müctehid olmayanın, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarması mümkün değildir. Bugün ictihâd yapabilecek derecede âlim de kalmamıştır. Âlimler, hicri 4. asırdan itibaren ictihâd edebilecek kimsenin olmadığında ittifak etmişlerdir. Yanî bugün dînimizi tam, eksiksiz olarak öğrenmek, yaşamak istiyen mutlaka dört mezhepten birine tâbi olmak mecburiyetindedir. İslâmiyetin 15 asırdır, bozulmadan, değiştirilmeden bize ulaşmasını sağlayan mezhepler ve âlimlerdir. Bu ana caddeden ayrılanların îmânlarını muhafaza etmeleri çok zordur. Çünkü, mezhepsizlik, dinsizliğe köprüdür. Bu inceliği asırlar sonra da olsa din düşmanları keşfettiler. Kaba kuvvet ile bir yere varamayacaklarını anladılar. Önce, İslâmiyeti kalplere nakşeden, İslâmiyeti sevdirerek yayan tasavvufu, tarîkatları el altından bozdular. Buralara Müslüman kılığındaki kendi adamlarını yerleştirdiler. Sonra da, İslâmiyeti yıkmada en büyük engel gördükleri mezhepleri ve âlimleri hedef seçtiler. Bu kaleleri yıkmadıkça neticeye varamayacaklarını çok iyi anladılar. Bunun için de, yetiştirdikleri adamlarına, âlimlere, mezheplere, fıkıh kitaplarına hücum ettirdiler. Çünkü, onlar da biliyorlar ki, bu kale yıkılınca kaynak olarak arkasından hadîs-i şerîfler gelecektir. Artık bu sahada daha rahat hareket etme imkânı elde etmiş olacaklar. Şöyle ki; dîni içeriden yıkma çalışmalarına, engel olan bir hadîs-i şerîf gördüklerinde, hemen mevdû, uydurma hadîs, karalamasına girmektedirler. Böylece, bu uydurma, bunun aslı yok derken hadîs-i şerîfleri bertaraf etmektedirler. Eğer bir hadîs-i şerîf çok meşhursa, uydurma diyemiyorlarsa bu defa da Kur'an'a ters deyip inkar ediyorlar. Bütün maksatları dinin kaynaklarını kurutmak. Bugünkü tartışmalar hep bu sinsi çalışmaların ürünüdür. Maalesef, din düşmanları bu çalışmalarında hayli yol almışlardır. Surdan birçok delik açmışlardır. Bugün herkes, eline geçirdiği bir meâlden dînini öğrenmeye çalışıyor. "Kitabımızda ne yazıyor bunu öğrenmeden Müslümanlık olur mu?" gibi câhilce, suçlayıcı ifâdelerle Müslümanlar, zoraki olarak meâl okumaya zorlanmaktadırlar. Böylece farkında olmadan din düşmanlarının tuzağına düşülmektedir. Bilmiyorlar ki, fıkıh kitapları Kur'ân-ı kerîmin emirleri dışında bir şey bildirmez. Fıkıh kitaplarına, ilmihâle göre hareket eden, Kur'ân-ı kerîmin, hadîs-i şerîflerin emrine en doğru bir şekilde uymuş olur.
Kalb, amel ve niyet doğruluğu
2 Kasım 2001 01:00
Mutarrif bin Abdillah hazretleri, Müslümanlara hizmet etmeyi, onların din ve dünya işlerini yapmayı vazife bilirdi. Buyurdu ki: "Kimin bende bitecek, benim yapacağım bir işi olursa, bir kâğıda yazsın ve bana göndersin. Çünkü ben Müslümanın yüzünde dilencilik zilletini görmek istemiyorum. Zira lütuf ne kadar büyük olursa olsun, istemek ondan daha ağırdır." İnsanlar beğensin diye Kur'ân-ı kerîm okuyan hafızlardan hoşlanmazdı. "Zamanımızda Kurrâ "hafız" kalmadı. Hepsi okuyuşlarıyla" dünya nimeti toplamaya çalışıyorlar" buyurdu. Kimseyi gıybet etmez ve gıybet edilmesini istemezdi. "Yanımda gıybet yapan benim arkadaşım olamaz" buyururdu. Ehil olmadan, anlamadan veya dünya için yazı, kitap yazanların hâline acır ve bunlara nasihat ederdi. Buyurdu ki: "Kıyamet günü birtakım insanlar olacak; dünyada yazdıkları uygunsuz şeyler için; ne olurdu kalemlerimiz ateş olsaydı da ellerimizi dokunduramaz ve yazamaz olsaydık diyecekler." Buyurdu ki: "Helâk olan bir kimsenin nasıl helâk olduğuna hayret etmem. Fakat seâdete kavuşup, kurtulan bir kimsenin nasıl kurtulabildiğine hayret ederim. İyi biliniz ki; Allahü teâlâ bir kuluna, imân ile ruhunu teslim etmekten, iman ile ölmekten daha büyük bir nimet vermemiştir." "Kalbin doğruluğu amellerin doğruluğu iledir. Amellerin doğruluğu da niyetin doğruluğu iledir." Allahü teâlâya ve Resûlullah'a son derece tazim edenlerden idi. Kötü şeyler içerisinde onların ism-i şerîflerinin zikredilmesini uygun görmezdi. Buyurdu ki: İçinizden bazıları hayvanına (köpek ve merkebine... v.s) kızdığı zaman: "Allah cezânı versin, seni şöyle yapsın böyle yapsın der. Halbuki bu uygun değildir. Allahü teâlânın ism-i şerîfine tazim ediniz. Hayvanın (köpek, merkep... v.s) yanında O'nun mübârek ismini ağza almaktan korkunuz." Allahü teâlâya şöyle yalvarırdı: "Allah'ım, ihlâs ile yapmış olduğum her amelim için senden afv ve mağfiret dilerim. Çünkü ben yalnız senin rızânı istiyorum." O daima Allahü teâlânın merhametine sığınır ve hakiki mü'minlerin hali olan "Beyn'el-Havfî ver-recâ" korku ile ümid arasında yaşar ve şöyle yalvarırdı: "Allah'ım bizden razı olmasan da affet. Çünkü efendi, kölesinden razı olmasa da affeder." Buyurdu ki: "İnsana verilen şeyler içerisinde akıldan daha kıymetlisi yoktur." "Vera' (Şüpheli şeyleri terketmek), yalnız kendini bu hâle ehil kılanlara (farzları yapıp, haramlardan sakınan ve Allahü teâlânın rızasını isteyenlere) gelir.
İşlerin en hayırlısı orta yolda olmaktır'
3 Kasım 2001 01:00
Mutarrif bin Abdillah hazretleri bir gün Resûlullahın sünnetinden bahsederken, kendisine; "Bize yalnız Kur'ân-ı kerîm'den bahsediniz" denildi. Cevâbında: "Vallahi biz Kur'ân-ı kerîm'in bir benzeri, bir mukâbili olduğunu söylemiyoruz. Fakat Kur'ân-ı kerîm'i bizden iyi bilen kendisine vahiy gelen, murâd-ı ilâhîye tam vâkıf bir zâtın (Hz. Peygamberin) bulunduğunu söylüyoruz. Kur'an-ı kerim ona geldi. Muhatap o idi. Bunun için bizim değil onun anladığı önemli." buyurdu. Arafat'taki duâsında "Allah'ım benim yüzümden buradakilerin duâsını, reddetme, kabul eyle" diye yalvarırdı. Halbuki halk onu vesile ederek duâ eder duâları kabûl olurdu. Basra'da duâsının hemen kabul edilmesi ile tanınırdı. Herkesin kendi ayıbını görmesini isterdi. Eğer insan kendi ayıplarıyla meşgul olursa; başkalarının ayıplarını görecek ve onlarla uğraşacak zaman bulamayacağını beyan eder ve "İnsanların pek çoğu hatâ içindedir. Bu halleriyle hatalarını unutup, başkalarının hatalarını anlatan ve onlarla uğraşan da yine kendileridir." buyurdu. "Dâima şerefli olmalısın. İnsanlara ihtiyaç arzetmedikçe şerefini ve iyiliğini muhafaza etmiş olursun." "Sıddıkların kalbine gaflet gelmeseydi kendilerine Allahü teâlâdan gelen tecellilere dayanamaz, can verirlerdi." Herkese acır, günah işleyenlere de ıslah olmaları için duâ eder, herkesin de duâ etmesini isterdi. "Günahkârlara karşı nefsinde merhamet duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tövbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zirâ yeryüzündekilere Allahü teâlâdan mağfiret dilemek meleklerin ahlâkındandır. Kendisi çok az yer ve şehvetlerden kaçınırdı. Herkese de böyle yapmasını buyururdu. Hatta kendisi hiçbir şey yemiyor denecek kadar az yerdi. "Şehvetlerini ve yeme içmeyi terkeden kimse kerâmet sahibi olur" buyurmuşlardır. Her işinde orta yolda idi. "İşlerin en hayırlısı vasat (orta) yolda olmaktır" buyurmuştur. İlme amelden çok ehemmiyet verir, âlimi abidden (çok ibadet eden) üstün tutar ve "ilim bana göre ibadetten daha faziletlidir. "Dinimizde en hayırlı amel vera'dır (şüpheli şeylerden kaçınmak)" buyurmuştur. O fitne ve fesattan son derece kaçınır, fitneye bulaşmaktan korkardı. Hz. Hasen'in fitneden kaçmasını selden boğulmamak için kaçan bir insana benzetmiş, "Fitne insana hidayet etmek için gelmez. Fakat nefsiyle çarpışanın nefsin arzularını terk etmesi için gelir" demiştir.
Kimler tuzağa düşüyor?
3 Kasım 2001 01:00
Dün, dış güçlerin planlı bir şekilde herkesin Kur'an-ı kerime yönlendirilip Müslümanların fıkıh kitaplarından, İslam âlimlerinden uzaklaştırıldığını, böylece her kafadan bir ses çıkartarak kargaşa, anarşi meydana getirilip İslamiyetin yıkılmak istendiğini bildirmiştim. Bugün de bu sinsi oyuna kimlerin geldiğine değinmek istiyorum. Bu oyuna gelenlerin birincisi; altyapısı olmayan, temel dinî bilgilerden mahrum cahil kimseler. Bunlar işin aslını bilmedikleri için, kandırılmaya, yönlendirilmeye, istismara müsait insanlardır. Demagoji ve mantık oyunlarını ilim zannederler; çünkü gerçek ilmi bilmezler. İlimle değil, basit akılları ile hareket ederler. Böyle olduğu için de, tuzağa yakalanmaları kolay oluyor. İkincisi; hiçbir şeyden haberi olmayan "entel" tabir edilen inanç boşluğunda olan kimseler. İnsan, yaratılıştan bir şeye inanma ihtiyacını hisseder. İnsan, doğru veya yanlış bir şeye inanmazsa, huzursuz olur. Bu tür inançsızlık boşluğuna düşmüş kimseler, genelde, dinle pek ilgisi olmayan kimselerdir. Bu tür insanlar derler ki: "Biz iyi kötü bir şeye inanalım, fakat bu inandığımız şey, bizi bazı şeylere zorlamasın. Mesela, namaz kılmak, oruç tutmak, kadınlara örtünme gibi şartlar getirilmesin. Yine, şu haramdır, şu yasaktır, mesela, zina, içki, kumar, uyuşturucu haramdır, denilmesin. Biz özgürce istediğimiz gibi yaşayalım, bunlar bizim inancımıza zarar vermesin." Dikkat edilecek olursa, iman hırsızları, tam bunların istediği gibi konuşan, onların nabzına göre şerbet veren kimselerdir. Nasıl nabza göre şerbet veriyorlar, bir örnek vereyim: Diyorlar ki, eskiden namazın sünnetleri diye bir şey yoktu. Bunları sonradan din adamları uydurdu. Bunun için sünnetleri kılmayın. Namaz, gündüz işinizi, mesainizi mi aksatıyor? O zaman beş vakit namaz kılmaya da gerek yok, namazı üç vakte indirin. Bunu da yapamadınız, öyleyse kazaya bırakın, akşam hepsini birlikte kaza edersiniz. Akşam oldu, gündüz çok yoruldunuz, bitkin bir hâldesiniz veya misafiriniz geldi, kazasını da yapamadınız, tövbe etmeniz kâfi. Hiç üzülmeyin, Allah affetmeyi sever, hiç kafanıza takmayın, sizi de affeder. Aslında, namaz neymiş, yok öyle bir şey diyecekler, dillerinin ucuna kadar geliyor, fakat söyleyemiyorlar. Söyleyebilecekleri günün gelmesini bekliyorlar. Bunların en bariz özelliklerinden biri de, herşeyi tersine çevirmek. Tersten yorumlamak. Cahil kimselerin kafalarını allak bullak etmek. Mesela, bir tüccar, zekât vermek istiyor. Fakat, mal canın yongasıdır misali, vermek zor geliyor. Kafa karıştırıcılar hemen imdadına yetişiyorlar: "Kur'an-ı kerimde verilecek zekâtın oranı bildirilmemiş. Oran çok önemli olsaydı, bildirilirdi. Bunun için, önemli olan vermektir. Miktarı önemli değildir. Sen gönlünden kopanı ver, kâfi. Allah kabul eder." Habuki, Peygamber Efendimiz, Zekatın ne oranda nasıl verileceğini açıkça bildirmiş. Peygamberimizin bildirdiklerini es geçip doğrudan Kur'an-ı kerime yönelmek, Peygamberimizi devre dışı bırakmak olur. Bu bir Müslümanın yapacağı iş değildir. Herkes Kur'an-ı kerimi anlayıp, ondan hüküm çıkarabilseydi, hadis-i şeriflere lüzum kalmaz, Kur'an-ı kerimde "Peygamberin emrettiğini yapın, yasakladığından sakının" buyurulmazdı. (Haşr 7) Nitekim, Hz. Ömer'e, "Namazların seferde kaç rekat kılınacağını Kur'an'da bulamadık" diye sorulunca, "Allahü teâlâ, bize, Muhammed aleyhisselamı gönderdi. Kur'an-ı kerimde bulamadığımızı, Resulullahtan gördüğümüz gibi yaparız. O, seferde, dört rekat farzları iki rekat olarak kılardı. Biz de, öyle yaparız." buyurdu. Kısacası, dinimizin bozulmaması, oyuncak haline getirilmemesi için, 15 asırdır nasıl yaşanmışsa, nasıl bizlere ulaşmışsa, aynı yolu takip edip, dinimizi fıkıh kitaplarından, İlmihal'den öğrenmekten ve öğretmekten başka çaremiz yoktur
Yanına gelen huzur bulurdu
4 Kasım 2001 01:00
İnsanlar Mutarrif bin Abdillah hazretlerinin yanına gittiği zaman rahatlar, huzûr bulurdu. Çünkü o hep âhiretten bahseden ve âhireti talep eden (isteyen) bir zât idi. İnsanlardan uzak şehir dışında yaşardı. Cuma günü olunca hayvanına biner şehre Cuma namazı için gelir, kabirleri ziyaret eder, o sırada hafifçe uyuklar, uykusunda kabristanda yatanların hepsinin hâlini görürdü. Yine bir Cuma günü Cuma namazı için gelmişti. "Cuma gününü tanıyabiliryor musunuz, bu gün kuşların söylediklerini anlıyor musunuz" diye sordu. Basra ahâlisi: "Ne söyler" diye sordular. "Selâm olsun, selâm olsun sâlih (duâların kabul edildiği, tövbelerin kabul olduğu mübârek) bir güne" derler buyurdu. Mutarrif hazretlerini bir kimse bir meseleden dolayı yalancılıkla suçladı. O da ellerini kaldırdı "Yâ Rabbi eğer bu kimse sözünde yalancı ise onu helâk et" diye duâ etti. Bu kimse orada cemâatın içinde can verdi. Askerler Mutarrif hazretlerini kadıya götürdüler. Kadı: "Sen adam öldürmüşsün" dedi. Mutarrif hazretleri: "Hayır ben sadece duâ ettim ve duâm o kimse hakkında kabul olundu." diye cevap verdi. Bunun üzerine durum anlaşıldı ve Müslümanların Mutarrif hazretlerine sevgi ve muhabbetleri bir kat daha arttı. Yezîd bin Abdillah'a soruldu: "Müslümanlar arasında fitne çıktığı zaman ne yapalım?" Şöyle cevap verdi: "Evinize kapanın ve hiçbir tarafa yaklaşmayın. Ortalık açılıp fitne ortadan kalkmadıkça kimse ile görüşmeyin. "Sıhhatte olup şükretmeyi, belâ gelip de sabretmekten daha çok severim" buyurmuştur. "Beni medheden kimse ancak beni ve nefsimi kaçültmüş olur" "Sâlih kalp; salih amel ile elde edilir. Salih amel de ancak niyyetin salih (doğru olmasıyla) ele geçer." Buyurmuştur ki: "Keramet sahibi bir zâtı yalancılıkla itham eden; en büyük yalancıdır." Haccâc hapsetmişti. Mutarrif hazretleri Geylân bin Cerir'e dedi ki: "Gel Allahü teâlâya Mevrûk'u zindandan kurtarması için duâ edelim." Muttarif hazretleri Mevrûk'un kurtulması için duâ etti, yalvardı. Biraz sonra Mevrûk kurtuldu. Haccâc yatsı vakti dışarı çıktı ve insanların içerisine karıştı. Bir de ne görsün Mevrûk'a çok benzeyen bir kimse, bu zâtı Mevrûk'un babası zannetti. Halbuki gördüğü Mevrûk'un kendisi idi. Hemen muhafızını çağırdı: "Hemen zindana git ve şu ihtiyarın oğlunu serbest bırak da babasına gönder" diye emir verdi. Halbuki Mevrûk daha önce kurtulmuş id
Her varlık bir sanat eseri
5 Kasım 2001 01:00
Allahü teâlânın ebedî yani sonsuz, âlemlerin, yaratılanların geçici olduğunu, yaratılışta tesadüfün yeri olmadığını bildiren bu yazı serisi, Seadet-i Ebediyye (Hakikat Kitabevi, 523 45 56) kitabından alınmıştır. Etrâfımızı beş duygu organımız ile tanıyoruz. His organlarımız olmasaydı, hiçbir şeyden haberimiz olmıyacaktı. Kendimizi bile bilemiyecektik. Yürüyemiyecek, birşey yapamıyacak, yaşıyamıyacak, var olamıyacaktık. Ruhumuza tatlı gelen güzelleri göremiyecek, güzel sesleri duyamıyacak, onları sevemiyecektik. Allahımıza yalnız duygu organlarımız için, durmadan Şükretsek, şükrünü ödemiş olamayız. Duygu organlarımıza etki eden herşeye "Varlık" diyoruz. Kum, su, güneş birer mevcuttur. Çünkü, bunları görüyoruz. Ses de bir varlıktır. Çünkü, işitiyoruz. Hava, bir mevcuttur. Çünkü, elimizi açıp yelpaze gibi sallayınca, havanın elimize çarptığını duyuyoruz. Bunun gibi, sıcaklık, soğukluk da birer mevcuttur. Çünkü, derimizle bunları duyuyoruz. Elektriğin de mevcut olduklarına inanıyoruz. "Ben havanın, ısının, elektriğin mevcut olduklarına inanmam. Çünkü, bunları göremiyorum" sözüne yanlıştır diyoruz. Çünkü, bunlar görülemezlerse de, kendilerini veya yaptıkları işleri, duygu organlarımız ile anlıyoruz. Bunun için de, görülemiyen birçok varlıklara inanıyoruz. Göremediğimiz için, yok olmaları lâzım gelmez diyoruz. Bunun gibi, "Ben Allah'a inanmam. Melek, cin gibi şeyler yoktur. Var olsalardı görürdüm" sözü de doğru değildir. Akla, fenne uygun olmıyan bir sözdür. Cisimlerin yok olduklarını, başka cisimlerin meydana geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binalar, şehirler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydana gelecek. Fen bilgimize göre, bu muazzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allah'a inanmıyanlar, "Bunları tabîat yapıyor. Herşeyi tabîat kuvvetleri yaratıyor" diyorlar. Bunlara sormak lazım: Bir otomobilin parçaları, tabîat kuvvetleri ile mi bir araya gelmiştir? Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların tesîri ile biraraya yığılan çöp kümesi gibi biraraya yığılmışlar mıdır? Otomobil tabîat kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmektedir? Bize gülerek, hiç böyle şey olur mu? Otomobil, akıl ile, hesap ile, plân ile, birçok kimselerin, titizlikle çalışarak yaptıkları bir sanat eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akıl, fikir yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmektedir demez mi? Tabîattaki her varlık da, böyle bir sanat eseridir. Bir yaprak parçası, muazzam bir fabrikadır. Bir kum tanesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği ince sanatların birer meşheri, sergisidir.
Herşey en güzel şekilde yaratılmış
6 Kasım 2001 01:00
Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, tabîat sanatlarından birkaçını görebilimek ve taklîd edebilmektir. İslâm düşmanlarının, kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz doktoru Darwin bile, "Gözün yapısındaki sanat inceliğini düşündükce, hayretimden tepem atacak gibi oluyor" demiştir. Bir otomobilin tabîat kuvvetleri ile, tesâdüfen hâsıl olacağını kabûl etmeyen kimse, baştan başa bir sanat eseri olan bu âlemi tabîat yaratmış diyebilir mi? Elbette diyemez. Hesaplı, plânlı, ilimli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yaptığına inanmaz mı? Tabîat yaratmıştır. Tesâdüfen var olmuştur demek, câhillik, ahmaklık olmaz mı? Allahü teâlâ herşeyi en güzel ve en faydalı olarak yarattı. Meselâ, dünyamızı güneşten yüzelli milyon kilometre uzakta yarattı. Daha uzakta yaratsaydı, hiç sıcak mevsim olmaz, çok soğuktan ölürdük. Daha yakın yaratsaydı, çok sıcak olur, hiçbir canlı yaşayamazdı. Etrâfımızı saran hava, hacmen yüzde yirmibir oksijen, yüzde yetmişsekiz azot ve onbinde üç karbondioksit gazlarının karışımıdır. Oksijen hücrelerimize kadar girip, oraya gelmiş olan gıda maddelerini yakarak, bize kuvvet, kudret veriyor. Oksijenin havadaki miktarı daha çok olsaydı, hücrelerimizi de yakar, hepimiz kül olurduk. Miktârı 21'den az olsaydı, gıdalarımızı yakamazdı. Yine, hiçbir canlı yaşayamazdı. Yağmurlu, şimşekli havalarda, oksijen azotla birleşerek, havada nitrat tuzları hâsıl olup, yağmurla toprağa iniyor. Bunlar, bitkileri besliyor. Bitkiler de, hayvanlara, hayvanlar da insanlara gıda oluyor. Görülüyor ki, rızkımız semada hasıl olmakta, göklerden yağmaktadır. Havadaki karbon dioksid gazı, beynimizdeki kalb ve teneffüs merkezlerini tenbîh ediyor, çalıştırıyor. Havadaki karbon dioksid miktârı azalırsa, kalbimiz durur ve nefes alamayız. Miktârı artarsa boğuluruz. Karbon dioksit miktârının hiç değişmemesi lâzımdır. Bunun için de, denizleri yarattı. Karbon dioksit miktârı artınca, kısmî basıncı artıp, fazlası denizlerde eriyerek, sudaki karbonat ile birleşerek, onu bi-karbonat hâline çeviriyor. Bu da, dibe çökerek deryaların dibinde çamur tabakası hâsıl oluyor. Havada azalınca, çamurdan ayrılıp suya ve sudan havaya geçiyor. Bütün canlılar havasız yaşayamaz. Bunun için, havayı, her yerde, her canlıya çalışmadan, parasız veriyor ve ciğere kadar gönderiyor. Susuz da yaşayamayız. Suyu da her yerde yarattı. Fakat, susuzluğa daha fazla tehammül edildiği için, bunu arayıp bulacak, taşıyacak şekilde yarattı. Bunları yapmak şöyle dursun görebilenlere, anlayabilenlere ne mutlu!
Tesadüfen olması mümkün mü?
7 Kasım 2001 01:00
Allahü teâlânın, sayamayacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde, yarattığı sayılamayacak kadar çok varlıklar tesadüfen olmuştur diyenlerin sözleri câhilcedir. Şöyle ki: Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizde torbadan birer birer çıkararak, sıra ile, yâni önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihayet on numaralı olacak şekilde çıkarmaya çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden bir numaradan başlamak üzere çıkarmaya çalışılacaktır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilmek ihtimali onmilyarda birdir. On adet taşın bir sıra dahilinde dizilme ihtimali bu kadar az olursa, kâinattaki sayısız düzenin tesâdüfen meydana gelmesine imkân ve ihtimal yoktur. Daktilo ile yazmasını bilimeyen bir kimse, bir klâvyenin tuşlarına gelişigüzel meselâ beş kere bassa, elde edilen beş harfli kelimenin türkçe veya başka bir dilde bir mâna ifâde etmesi acaba ne derece mümkündür? Şayet gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, bir mâna ifâde eden bir cümle yazılabilecek mi idi? Kaldı ki, bir sayfa yazı veya kitap teşkîl edilse, sayfanın ve kitabın, tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını sanan kimseye akıllı denilebilir mi? Cisimlerin, maddelerin durmadan değişmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz olarak gelmiş değildir. Yâni, böyle gelmiş böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır demektir. Yâni hiçbir şey yok iken, hepsi yoktan yaratılmıştır demektir. İlk, yâni birinci olarak maddeler yoktan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünkü, âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için, bunu meydana getiren maddelerin daha önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzım olacaktır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmayacaktır. Sonsuz önce demek, bir başlangıç yok demektir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, yâni, başlangıç olan bir varlık yok demektir. İlk, yâni birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Herşeyin her zaman yok olması lâzım gelir. Yâni, herbirinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar dizisi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
O'nu tanıyan seve seve kabul eder
8 Kasım 2001 01:00
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak geldiğini göstermez. Aksine, yoktan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu gösterir. Âlemin yoktan var edilmiş ve o ilk âlemden hâsıl ola ola, bugünkü âleme gelinmiştir. Âlemi yoktan var eden bir yaratıcı vardır. Bu yaratıcı kadîm yâni hep var olması, hiç değişmeden, sonsuz var olması lâzım gelir. Bu hiç değişmeyen bir yaratıcının ismi "Allah"tır. Allahü teâlâ, kendini tanıtmak için, insanlara Peygamberler göndermiştir. Son ve en üstün Peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmın hayatını, üstünlüklerini, doğru yazılmış kitaplardan okuyan anlayışlı ve insâflı bir kimse, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın O'nun Peygamberi olduğunu hemen anlar. Seve seve Müslüman olur. Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın O'nun Peygamberi olduğuna ve Peygamberlerinin en üstünü olduğuna ve bunun her sözünün doğru, faydalı olduğuna inanmaya "İman etmek" ve "Müslüman olmak" denir. Böyle inanan kimseye "Mümin" ve "Müslüman" denir. Müslümanın öğrenmesi lâzım olan ilimlere "Ulûm-i İslâmiyye" denir. İslâm bilgileri, iki kısımdır: Birinci kısmı, "Din bilgileri"dir. Bunlara "Ulûm-i nakliyye" denir. Bunlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin "Edille-i şer'iyye" denilen dört kaynaktan çıkarılmıştır. Din bilgileri, hiç değişmez. Fen bilgileri zaman ile değişir. Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değiştirenlere (Filozof) ve (Dinde reformcu) denir. Bunlar nakle değil, akla inanırlar. Din bilgilerini, fen bilgileri ile isbât eden müminlere (Hukemâ) denir. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde açık bildirilmemiş bilgilere İslâm âlimleri muhtelif mânalar verdi. Böylece, îman edilecek şeylere, birbirlerinden farklı inanan yetmişüç fırka meydana geldi. Bunlardan îmanları doğru olan bir fırkaya (Ehl-i sünnet) ve (Sünnî) denildi. Yanlış mâna verenlere (Bid'at ehli) denir. Şiiler ve Vehhâbîler böyledir. Fen bilgilerine yanlış mâna vererek Müslümanın îmanını bozana (Zındık) ve (Fen yobazı) denir. Allahü teâlâ, Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını bildirdi. Cehennemde sadece kafirler sonsuz kalacaktır. İnsanların ve cinnin çoğu Cehenneme girecektir. Fakat, mahlûklarının çoğunu Cennete koyacak, rahmeti gazabını aşacaktır. Çünkü, cinnîler, bütün insanların on katından daha çoktur. Melekler de, cinnîlerin on katından daha çoktur. Meleklerin hepsi Cennette olduğundan, Cennettekiler daha çok oluyor
İslâmiyet, ilmin tâ kendisidir
9 Kasım 2001 01:00
İslâm dîninin inançlarını, emirlerini ve yasaklarını bildiren binlerce kıymetli kitap yazılmış, bunların çoğu, yabancı dillere çevrilerek, her memlekete yayılmıştır. Buna karşılık, bozuk düşünceli, kısa görüşlü kimseler, her zaman, İslâmın faydalı, feyizli ve ışıklı prensiplerine saldırmış, onu lekelemeye, değiştirmeye, Müslümanları aldatmaya uğraşmışlardır. Daha çocuk iken, böyle yanlış yolda olanlara acırdım. Niçin doğruyu göremediklerine, İslâm dîninin yüksekliğini anlıyamadıklarına şaşardım. Herkesin doğru yolu bulmasını, dalâletten, dünya ve âhıret felaketlerinden kurtulmalarını istiyordum. Bu yolda, insanlara hizmet için çırpınıyordum. Kıymetli gençleri, asîl ve temiz yavruları, şehit evlatlarını, bozuk yazılardan ve sözlerden koruması için ve Müslümanlığın tam ve doğru ve ana kaynaklarına uygun olarak anlaşılması için, Allahü teâlâya yalvarıyordum. Din câhilleri, İslâmiyete ilim ile, fen ile, ahlâk ile, sıhhat ile, temizlik ile saldıramadıklarından, yalan söyleyerek, nâmertçe hücûm ediyorlar. İslâmiyete ilim ile nasıl karşı durulabilir? İslâmiyet, ilimin tâ kendisidir. Kur'an-ı kerimin birçok yeri, ilmi emretmekte, ilim adamlarını övmektedir. Meselâ Zümer sûresi, dokuzuncu âyetinde meâlen, "Bilen ile bilimiyen hiç bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir" buyruldu. Resûlullahın ilmi öven ve teşvîk buyuran sözleri o kadar çoktur ve meşhûrdur ki, düşmanlarımız da, bunları biliyor. Peygamber Efendimiz, "İlmi, Çinde de olsa, alınız!" buyurmuştur. Yâni dünyanın en uzak yerinde ve kâfirlerde de olsa, gidip ilim öğreniniz! Bu gâvur îcâdıdır, istemem, demeyiniz. Bir hadis-i şerifte de, "Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz, çalışınız!" buyuruldu. Yâni, bir ayağı mezarda olan seksenlik ihtiyârın da çalışması lâzımdır. Öğrenmesi ibâdettir. Bir defa da, "Yarın ölecekmiş gibi âhırete ve hiç ölmiyecekmiş gibi dünya işlerine çalışınız!" buyurdu. Bir hadis-i şerifte, "Bilerek yapılan az bir ibâdet, bilmiyerek yapılan çok ibâdetten daha iyidir!" buyurdu. Bir kere, "Şeytanın bir âlimden korkması, câhil olan bin âbidden korkmasından daha çoktur!" buyurdu. İslâm dîninde kadın, kocasının izni olmadan nâfile hacca gidemez. Sefere, gidemez. Fakat, kocası öğretmezse ve izin vermezse, ondan izinsiz, ilim öğrenmeye gidebilir. Görülüyor ki, büyük ibâdet olan hacca izinsiz gitmesi günah olduğu hâlde, ilim öğrenmeye izinsiz gitmesi günah olmuyor.
İlmi çok olan çok korkar!
9 Kasım 2001 01:00
Hümanistler ve bunların etkisi altında kalan bazı kimseler, dini kitaplarında geçen, Allahü tâlânın azabı, Cehennem ateşi gibi konulardan rahatsız oluyorlar. Devamlı Allahü teâlânın affedici olduğundan Allah sevgisinden bahsedilmesini istiyorlar. Hatta, İslam âlimlerinin bütün işleri Cehennemin azâbına ve Cennetin nîmetlerine bağladıklarından İslama zarar verdiklerini söylemektedirler. Bu sözlerinde samimi değildirler. Esas maksatları, Müslümanları haramlara, yasaklara alıştırıp bunları sıradanlaştırmaktır. Gerçekten Allah'ı sevselerdi, O'nun emir ve yasaklarına uyarlardı. Dikkat edilirse bu tür insanların İslami yaşantıdan uzak olduğu görülür. Seven sevdiğinin isteklerini yerine getirir. Halbuki, Allahü teâlânın azabından korkmak ve titremek de, onu sevmek gibi ulvî ve ruhîdir. İslâmiyette yükselmiş olanlar, Allahü teâlâya karşı küçülmeyi en büyük şeref bilirler. İşte bu fark, korkunun kıymetli olduğu ince bir noktadır. İnsan ne kadar olgunlaşsa, ruhanî olsa, maddelikten kurtulamıyacağı için, maddî ihtiyaçlarla ve maddî tehlikelerle yine ilgilenir. Bunun için, korku ile olan bağlılık en sağlam ve en kıymetli bağlılık olur. Allah korkusu ile Allah sevgisini başka başka bilmek ve ikincisini beğenip, birincisine karşı olmak, din bilgilerine ve dîn-i İslâmın temel vesikalarına yabancı olmayı gösterir. Başka bir ifadeyle art niyetli olduklarını gösterir. Allah korkusunun önemi, ayet-i kerimelerde açıkça bildirilmektedir: (Fâtır) sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, "İlmi çok olanların, Allah korkusu çok olur" ve Rahmân sûresi kırkaltıncı âyetinde meâlen, "Rabbinin büyüklüğünden korkan kimseye iki Cennet vardır" buyuruldu. Bu ayetler, insanları Allah korkusuna teşvîk etmektedir. İnsanlara Allah korkusunu yerleştirmek kötü birşey olsaydı, bu Kur'an-ı kerimde teşvik edilmezdi. Allah korkusunu yasaklamak, bu ayet-i kerimelere inanmamak olur. Kur'an-ı kerimin hemen her sayfası, "Ey îman edenler, Allah'tan korkunuz!" meâlindeki emri ile, Müslümanları Allah korkusuna çağırmaktadır. Hucurât sûresi, onüçüncü âyetinde meâlen, "Allah katında en kıymetliniz, O'ndan çok korkup sakınanınızdır" buyuruldu. Bu ayet-i kerimeler aynı zamanda Allahü teâlânın merhametini, kullarını Cehennem ateşinden uzak tutmak istediğini gösterir. İnsanlardan Allah korkusunu kaldırarak, Allahü teâlâyı yalnız ihsan sahibi sanmak ve kulların dertlerine, sıkıntılarına deva olacak, şefkat ve himâye hâlinde düşünmek, Avrupa Hıristiyanlarını taklîd etmekten, onlara özenmekten ileri gelmektedir. Çünkü, Hıristiyanlar, böyle inanırlar. Allahü teâlâyı, yalnız rahîm, kerim bilerek sevip de, kahrından, azâbından korkmamak, O'nu, kanunlarını yürütmeye gücü yetmeyen bir hükûmet gibi zayıf, yahut çocukların yalnız arzularını yerine getirerek, onları şımartan ana, baba gibi beceriksiz bilmek olur. Allahü teâlânın cemal sıfatı yanında bir de celâl sıfatı vardır. Bu dünyada, her mahlukta, herşeyde, Allahü teâlânın hem rahmet sıfatı, hem de kahr, gadap sıfatı tecellî etmektedir. Mesela, su, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaşamaları için, temizlik için, yemek, ilâç yapmak için lâzım olduğu gibi aynı su, denizde binlerce insan boğmakta, sel suları evleri yıkmaktadır. Cennetin yanında Cehennem de vardır. Cehennemden, Cehennem azabından bahsetmeyip, sadece Cennetten, Cennet nimetlerinden bahsetmek dini eksik anlatmak olur. Bu da bir art niyet ifadesidir. İslamiyeti Hıristiyanlığa benzetme gayretleridir. (Bu konuya yarın da devam etmek istiyorum.)
Aklın çok olmasının alâmeti
10 Kasım 2001 01:00
Allah sevgisi ve Allah aşkı, İslâmiyetin en yüksek değerlerindendir. Fakat Allah korkusu da dinimizin esaslarındandır. Çünkü, akıllı olmak bile Allah korkusu ile ölçülmektedir. Hadis-i şerifte, "Aklın çok olması, Allah korkusunun çokluğu ile belli olur" buyuruldu. Buna rağmen, dünyaya düzen vermek için yalnız bu sevgi yeter deyip, bütün saadetlerin başı olan Allah korkusunu küçük ve lüzûmsuz görmek, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden haberi olmamanın açık bir alâmetidir. İnsanların her bakımdan en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, "Allahü teâlâdan en çok korkanınız ve çekineniniz, benim" buyuruyor. Bu hadis-i şerif ve bu mealdeki diğer hadis-i şerifler, Allah korkusunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedirler. Allah'tan korkmak, bir zâlimden korkmak gibi sanılmamalıdır. Bu korku, saygı ve sevgi ile karışık olan bir korkudur. Allah korkusu ve Allah sevgisi, insanları saadet ve huzura kavuşturan iki kanat gibidir. Biri eksik olursa saadete kavuşulamaz Allah'tan korkan bir kimse, O'nun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Hiç kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusurlara tövbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Kimsenin malına, canına, namusuna göz dikmez. Kötü kimselere nasihat verir. Onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misafirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hatta faydasız birşey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Herkese iyilik etmek ister. Riyâkârlık, iki yüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. Allahü teâlânın her an gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. Onun emirlerine sarılır. Yasaklarından kaçar. İşte, Allah'tan korkanlar milletine, memleketine faydalı olur. Peygamber efendimiz buyuruyor ki: "Bir kimse, Allah'tan korkarsa, herşey ondan korkar. Bir kimse Allah'tan korkmazsa, herşeyden korkar olur. " Allahü teâlâdan korkmalı, O'nun rahmetinden ümidi kesmemelidir. Ümit, korkudan çok olmalıdır. Böyle olanın ibâdetleri zevkli olur. Gençlerde korkunun daha fazla olması, ihtiyârlarda ümidin daha fazla olması lâzımdır denildi. Hastalarda ümit fazla olmalıdır. Hadis-i şeriflerde: "Allah korkusundan ağlayan, Cehenneme girmez" ve "Benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız" buyuruldu. Allahü teâlânın rahmeti, şefkati dünyada müminlere ve kâfirlere, herkese birlikte yetiştiği ve herkesin çalışmasına ve iyiliklerine dünyada karşılığını verdiği hâlde, âhırette kâfirlere merhametin zerresi bile yoktur. Nitekim Hûd sûresi, onbeşinci âyetin tefsirinde, "Görüşleri kısa, akılları eksik olanlar, âhıreti düşünmeyip her iyiliği, şöhret, mevki ve hürmet gibi dünya rahatlıklarını ve lezzetlerini kazanmak için yapıyor. Bu yaptıklarının karşılıklarını dünyada kendilerine tamamen verir, umduklarından birini esirgemeyiz. Bunların âhıretteki kazançları, yalnız Cehennem ateşidir. Çünkü, iyiliklerinin karşılıklarını almışlardır. Alacakları yalnız, bozuk niyetlerinin karşılığı olan, Cehennem ateşi kalmıştır. Hırs ve şehvetleri için, gösteriş için yaptıkları iyilikleri âhırette kendilerine yaramayacak, bunları Cehennemden kurtaramayacaktır" buyuruldu. Sadece Allah sevgisinden, merhametinden bahsedip, Cenab-ı Hakk'ın emirlerini yerine getirmeyenlerin ahırette nasıl perişan hale düşeceklerini bu ayet-i kerime açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
İlim, ilmi kötüler mi?
10 Kasım 2001 01:00
Hiç kimse İslamiyete ilim ile saldıramaz. İslâmiyete ilim ile nasıl saldırabilir? İlim, ilmi kötüler mi? Elbette beğenir. Kıymetlendirir. İslâmiyete, ilim ile saldıran, mağlup olur. Fen "Mahlûkları, hâdiseleri görmek, inceleyip anlamak ve deneyip benzerini yapmak" demektir ki, bu üçünü de, Kur'an-ı kerim emretmektedir. Fen bilgilerine, sanata, en modern harp silâhlarını yapmaya uğraşmak, farz-ı kifâyedir. Düşmanlardan daha çok çalışmamızı, dînimiz emretmektedir. Resûlullahın fenni emreden pek canlı sözleri vardır. O hâlde, İslâmiyet, fenni, tecrübeyi, müsbet çalışmayı emreden dinamik bir dindir. İslâm dînine karşı olanlar, ona doktorluk ile de saldıramıyor. Peygamberimiz, tıp bilgisini çeşitli şekillerde medh buyurdu. Meselâ, "İlim ikidir: Beden bilgisi, din bilgisi" buyurdu. Yâni ilimler içinde en lüzûmlusu, ruhu koruyan din bilgisi ve bedeni koruyan sıhhat bilgisidir diyerek, herşeyden önce, ruhun ve bedenin zindeliğine çalışmak lâzım geldiğini emir buyurdu. İslâmiyet, beden bilgisini, din bilgisinden önce öğrenmeyi emrediyor. Çünkü, bütün iyilikler, bedenin sağlam olması ile yapılabilir. Bugün, bütün üniversitelerde okutuluyor ki, doktorluk iki kısımdır: Biri hijyen, yâni sıhhati korumak. İkincisi, terapötik, yâni hastaları, iyi etmektir. Bunlardan birincisi başta gelmektedir. İnsanları hastalıktan korumak, sağlam kalmayı sağlamak, tıbbın birinci vazîfesidir. Hasta insan, iyi edilse de, çok kere, ârızalı, çürük kalır. İşte İslâmiyet, tabâbetin birinci vazîfesini, hijyeni garanti etmiş, teminat altına almıştır. Kur'an-ı kerim, tıbbın iki kısmını da teşvik buyurmuştur. Peygamberimiz Rum imparatoru Herakliüs ile mektuplaşırdı. Bir defa, Herakliüs birkaç hediye göndermişti. Bu hediyelerden biri, bir doktor idi. Resûlullah, kabûl buyurdu. Emreyledi, bir ev verdiler. Her gün nefîs yiyecek, içecek götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir Müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp gelerek, "Efendim! Buraya, size hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş oturdum, yiyip içip, rahat ettim. Artık gideyim" diye izin isteyince, Resûlullah tebessüm buyurdu. "Sen bilirsin! Eğer daha kalırsan, misafire hizmet etmek, ona ikrâm etmek, Müslümanların başta gelen vazîfesidir. Gidersen de uğurlar olsun! Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana kimse gelmez. Çünkü, Eshâbım hasta olmaz! İslâm dîni, hasta olmamak yolunu göstermiştir. Eshâbım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça birşey yemez ve sofradan, doymadan önce kalkar!" dedi
"Biz, temizliğe çok dikkat ederiz"
11 Kasım 2001 01:00
İslamiyet, insanı hem dünyada hem de ahırette rahat ettirmek için gelmiştir. Mesela, bir Müslüman, İslâmiyetin emirlerine tam uyarsa hastalık çekmez. Müslümanlardan hastalık çekenler, emirleri öğrenmeyenler ve yapmayanlardır. Evet, ölüm hastalığı herkese gelecektir. Bu hastalık müminlere bir nîmettir. Âhıret yolculuğunun habercisidir. Hazırlanmak, tövbe, vasiyet etmek için, alarm işaretidir. Cenâb-ı Hak, çeşitli hastalıkları, ölüme sebep kılmıştır. Eceli gelen, bir hastalığa yakalanacaktır: Ecel geldi cihâna, baş ağrısı bahâne. İslamiyete uyan, yâni İslâmiyetin gösterdiği yolda giden kimsenin hayatı hastalıkla geçmez. Fakat, Peygamberlerden başka herkes, nefsine uyabilir. Günah işleyebilir. Cenâb-ı Hak, günah işleyen Müslümanları, illet, kıllet veya zilletle ikaz etmekte, gafletten uyandırmaktadır. Tâbiînden gençler, Eshâb-ı kirâma, Allahü teâlâ sizi çok seviyor. Kur'an-ı kerimde sizi övüyor. Bunun sebebi nedir? Bize söyleyin de, biz de, sizin gibi olalım, bizi de çok sevsin dediklerinde, "Bizi çok seviyor. Çünkü biz, temizliğe çok dikkat ederiz" diye cevap verdiler. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde çeşitli yerlerde, "Temiz olanları severim!" buyuruyor. Müslümanlar, câmilere, evlere ayakkabı ile girmez. Halılar, döşemeler, tozsuz, temiz olur. Her Müslümanın evinde banyosu olur. Kendileri, çamaşırları, yemekleri hep temiz olur. Onun için, mikrop ve hastalık bulunmaz. Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamâm yok. İslâm dîni, baştan başa ahlâk ve fazîlettir. İslâm dîninin, dostlara ve düşmanlara karşı yapılmasını emrettiği iyilik, adalet, cömertlik, akılları şaşırtacak derecede yüksektir. Onbeş asırlık hâdiseler, bunu düşmanlara da, pek iyi göstermiştir. Sayılamayacak kadar çok vesikalardan hâtıra geleni bildirelim: Bursa müzesi arşivinde ikiyüz sene öncesine âit bir mahkeme kaydında diyor ki, Altıparmak'taki Yahudi mahallesi yanında bir arsaya Müslümanlar câmi yapıyor. Yahudiler, arsa bizimdir, yapamazsınız diyerek, iş, mahkemeye düşüyor. Arsanın Yahudilere âit olduğu anlaşılarak, mahkeme, câminin yıkılmasına, arsanın Yahudilere verilimesine karar veriyor. Adalete bakınız!
İyi huyları tamamlamak için gönderildim'
12 Kasım 2001 01:00
Resûlullah Efendimiz, "İyi huyları tamamlamak, iyi ahlâkı dünyaya yaymak için gönderildim" buyurdu. Bir hadis-i şerifte, "İmanı yüksek olanınız, ahlâkı güzel olanınızdır!" buyuruldu. İman bile, ahlâk ile ölçülmektedir! (İslâm ahlâkı) kitabında, İslâmın güzel ahlâkı yazılıdır. İslâmiyete karşı olan câhiller, ahlâkla da hiç hücûm edemedikleri için, Müslüman yavrularını aldatmak, bu mâsumların imanını çalmak için, (İngiliz üsûlü) ile, yâni yalan ile, iftira ile, alçakca hücûm ediyorlar. Çok defa, Müslüman şekline girip abdestsiz, gusülsüz namaz kılarak, câmi yapılırken para vererek, Müslüman görünüyorlar. Yalanlarına, hile ve uydurmalarına inandırmaya çalışıyorlar. Kâfirlerin tuzaklarına düşmemek için ne lâzım olduğunu Peygamberimiz bildiriyor: "Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!" buyuruyor. İşte burada da, ilimi emretmektedir. O hâlde, din düşmanlarına aldanmamak için dînimizi öğrenmekten başka çâre yoktur. Dînimizi nereden öğreneceğiz? Gençleri aldatmak için iftirâ ve yalanlarla hazırlanan veya papaz, misyoner kitaplarından tercüme edilmiş olan süslü yazılardan, TV'lerden, radyolardan, filmlerden, gazetelerden mi? Yoksa, para kazanmak için yanlış kitapları, Kur'an tercümeleri yazan câhillerden mi? Din düşmanları filmlerinde, Peygamberlerin hayatını, İslâm tarihini, yanlış, iğrenç olarak gösteriyor, uydurma resimler yapıyorlar. Müslümanlar, bu bozuk filmleri, doğru sanarak, seyr ediyor. Dinleri, imanları bozuluyor. Bu hücûmlardan korunmak için, dînimizi nereden öğrenelim! Gözü ağrıyan kime baş vurur? Çöpçüye mi, avukata mı, matematik öğretmenine mi, yoksa göz mütehassısı olan doktora mı? Elbet, mütehassısa gidip, çaresini öğrenir. Dînini, îmanını kurtarmak için çare arayanın da, avukata, matematikçiye, gazeteye, sinemaya değil, din mütehassısına baş vurması lâzımdır. Din mütehassısı nerede ve kim? Beyrut'ta, Mısır'da, Sûriye'de, Irak'ta Arapça öğrenen tercümânlar mı? Hayır. Din mütehassısları, şimdi toprak altında! Dünyada bulmak çok güç! Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitaplarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya bunların kitaplarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilim elde edilimez. Bunların kitaplarını okuyan, hem ilim öğrenir, hem de kalpleri temizlenir.
.
Din âlimi olmanın şartları
13 Kasım 2001 01:00
Din âlimi olmak için, edebiyat ve fen üzerinde, fen ve edebiyat fakültelerinden diploma almış olanlar kadar bilgi sahibi olmak, Kur'an-ı kerimi ve mânalarını ezberden bilmek, binlerle hadis-i şerifi ve mânalarını ezbere bilmek, İslâmın yirmi ana ilminde mütehassıs olmak ve bunların kolları olan seksen ilmi iyi bilimek, dört mezhebin inceliklerine vâkıf olmak, bu ilimlerde ictihâd derecesine yükselmek, tasavvufun en yüksek derecesinde kemâle yetişmiş olmak lâzımdır. Böyle bir âlim şimdi nerede? Şimdi, din adamı tanınanlar, mükemmel Arapça bilenler, acaba bu büyüklerin kitaplarını okuyabilir ve anlayabilir mi? Şimdi böyle bir âlim meydana çıksa idi, kimse dîne saldıramaz, hayâsızca iftirâlar savuran kahramânlar(!) kaçacak yer arardı. Eskiden medreselerde, câmilerde, zamanın fen bilgileri de okutulurdu. İslâm âlimleri fen bilgilerini öğrenmiş olarak yetişirdi. Sultan Abdülmecîd zamanında, mason Reşid Paşanın, İngiliz sefîri ile berâber hazırladığı ve 1839'da ilân ettiği tanzimat kanunu, fen derslerinin medreselerde okutulmasını yasakladı. Böylece, din adamlarının câhil olmalarına ilk adım atıldı. Hakîkî din âlimi, vaktiyle çok vardı. Bunlardan biri, İmam-ı Muhammed Gazâlî'dir. Din bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri şâhittir. Bu eserleri okuyup anlayabilen, onu tanır. Onu tanıyamayan, kendi kusurunu ona yüklemeye yeltenir. Âlimi tanımak için, âlim olmak lâzımdır. O, zamanının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdat Üniversitesinin rektörü idi. O zamanın ikinci dili olan Rumcayı iki senede öğrenmiş, eski Yunân ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını kitaplarında bildirmiştir. Dünyanın döndüğünü, maddenin yapısını, ay, güneş tutulmasının hesaplarını, daha nice teknik ve sosyal bilgileri yazmıştır. İslâm âlimlerinden biri de, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî'dir. Bunun din bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği, hele tasavvuftaki, vilâyetteki kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde söz sahibi olanlar, ittifakla söylediği gibi, Amerika'da yeni çıkan kitaplar da, bu saadet güneşinin ışıkları ile aydınlanmaya başlamıştır. İmâm-ı Rabbânî, zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. Oğlu Muhammed Mâsum'a, (Şerh-ı Mevâkıf) kitabını okuturdu. Şerif Ali Cürcani'nin bu kitabında, dünyanın batıdan doğuya doğru döndüğü isbât edilmekte, atomu, maddenin çeşitli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları bildirilmektedir
Fen ilimlerinin kurucuları
14 Kasım 2001 01:00
Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrâfı duvar çevrili zannederken, müslümanlar yer küresinin yuvarlak olup döndüğünü buldular. Musul ve Diyarbakır arasındaki Sincâr sahrâsında, meridyenin uzunluğunu ölçtüler ve bugünkü gibi buldular. 1185'te vefât eden Nûr-üd-dîn Batrûcî, Endülüs İslâm Üniversitesinde astronomi profesörü idi. (El-hayat) kitabında bugünkü astronomiyi yazmaktadır. Galile, Kopernik, Newton, dünyanın döndüğünü müslüman kitaplarından öğrenip söyleyince, bu sözleri suç sayıldı. Galile, papazlar tarafından muhâkeme edilip hapsolundu. Tanzîmâta kadar medreselerde fen dersleri okutuluyordu. Aydın din adamları yetişiyordu. Dünyaya önderlik ediyorlardı. Fen dersleri kaldırılınca, keşifler, buluşlar da durdu. Batı, Doğuyu geçmeye başladı. Bugün, dînimizi, o büyük âlimlerin kitaplarından okuyup, öğreneceğiz! Din bilgileri, Ehl-i sünnet âlimlerinden veya bunların kitaplarından öğrenilir. Keşf ile, ilhâm ile, ilim elde edilmez. Bunların kitaplarını okuyan, hem ilim öğrenir, hem de kalbleri temizlenir. İnsanların, sıhhatli, sağlam ve rahat, neşeli yaşamalarına ve âhırette sonsuz saadete kavuşmalarına sebep olan faydalı şeylere (Ni'met) denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, kullarına lâzım olan bütün nîmetleri yarattı. Bunlardan nasıl istifâde edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitaplarında bildirdi. Bu bilgilere (Din) denir. Müslüman olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bu kitaplara uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzur içinde olur. Meselâ, bir eczâhânede yüzlerce faydalı ilâç vardır. Her ilâcın kutusunda tarifnamesi vardır. İlâcı, tarifeye uygun kullanan, faydasını görür. Tarifeye uymayan ilâçtan zarar görür. Kur'an-ı kerime uygun yaşayan da nîmetlerden fayda görür. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak, rahat ve neşeli yaşamak için müslüman olmak lâzımdır. İmanı olan ve haramlardan sakınıp, ibâdetlerini yapan kimseye, müslüman denir. İman, belli altı şeye ve bütün emir ve yasakların hepsine inanmak demektir. Allahü teâlâ hakîkî müslümandan râzı olur. Onu sever. Hakîkî müslüman olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îman etmek ve ibâdetlerini doğru ve (İhlâs) ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyada feyzler, nûrlar vereceğini, âhırette de (Sevap), yâni iyilik vereceğini vaat etti. (İbâdet), emirleri yapmak, (Takvâ) haramlardan, yasak edilmiş olanlardan sakınmak demektir.
.
Allah sevgisine kavuşmak için...
15 Kasım 2001 01:00
Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için, ihlâs, kalb-i selîm sahibi olmak lâzımdır. Kalb de, ancak Resûlullaha inanmak, Onu sevmek ve Ona tâbi olmakla temizlenir. Bunun için, bir velîyi tanıyıp, Onun büyüklüğünü kabul edip, sözlerinden, kitaplarından Ehl-i sünnet îtikatını, dini iyice öğrenmek gerekir. Büyük İslâm devleti olan Gaznevî İmparatorluğunun kurucusu, Sultan Mahmûd-i Gaznevî, Ebül-Hasen-i Harkânî hazretlerine, "Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zat idi?" diye sordu. Cevabında, "Bâyezîd, öyle kâmil bir Velî idi ki, Onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu" dedi. Sultan Mahmûd, bu cevabı beğenmedi. "Ebû Cehil, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Bunlar hidâyete gelmedi de, Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun? O, Resûlullahtan daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd'i görenler nasıl kurtulur?" dedi. Ebül-Hasen buyurdu ki "Ebû Cehil ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini görmediler. Ebû Tâlib'in yetîmi, Abdullah'ın oğlu Muhammed'i gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, Onun gibi kemâle gelirlerdi". Sultan Mahmûd hân bu cevabı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. İşte, böyle Allah dostlarının eserlerinden derlenen "Se'âdet-i Ebediyye" kitabını okuyarak anlıyan bahtiyâr bir kimse, hem din bilgilerini öğrenir, hem de İmâm-ı Rabbânî'yi tanıyarak, kalbi Ona meyleder, bağlanır. Onun bütün dünyaya saçtığı nûrları alıp, olgunlaşmaya, kemâle gelmeye başlar da haberi olmaz. Ham bir karpuz, güneşin ışıkları karşısında zamanla olgunlaştığı, tatlılaştığı gibi yetişerek kâmil bir insan olur. Bu dünyayı, hayatı görüşünde değişiklikler olduğunu hisseder. Hâller, zevkler, tatlı rü'yâlar görmeye başlar. İmâm-ı Rabbânî'yi, evliyâyı, Eshâb-ı kirâmı ve Resûlullahı rü'yâda görmeye, uyanık iken ruhlarını insan şeklinde görmeye, bunlarla konuşmaya başlar. Nefsi de gafletten kurtulup, namazın tadını duymaya, ibâdetlerden zevk almaya başlar. Günahlardan, haram olan şeylerden, kötü huylardan nefret duyar. İyi huylar onun âdeti olur. Herkese iyilik eder. Cemiyete, millete faydalı olur. Saadet-i ebediyyeye kavuşur ve başkalarını da kavuşturur.
Oruç kötülüklerden korur
19 Kasım 2001 01:00
Kur'an-ı kerimde, orucun farz kılındığını bildiren ayetin sonundaki "...ta ki korunasınız" buyurulmaktadır. Allah teâlâ, her derde bir deva, her hastalığa bir ilaç verdiği gibi kötülüklere karşı da korunma yollarını göstermiştir. İşte orucun bir özelliği, bir hikmeti de bizi kötülüklerden koruyan bir ibadet oluşudur. Nitekim Peygamberimiz de "Oruç bir kalkandır, o halde oruçlu kötü söz söylemesin. Kendisi ile çekişip kavga etmek isteyen kimseye iki defa, "ben oruçluyum" desin." buyurmuştur. Kalkan, savaşlarda kişiyi düşmanın kılıcından koruyan bir vasıta idi. Kalkan, sahibini düşmandan koruduğu gibi oruç da aynı şekilde kişiyi kötülüklerden ve günah işlemekten korur. Oruçlu, kötülüğü başlatan kişi olmayacağı gibi, kendisine fena söz söyleyen ve kavga etmek isteyenlerin bu davranışlarına karşılık: "Ben oruçluyum, ben oruçluyum" diyerek nefsine hakim olacak ve kendisini kavganın içine çekmek isteyenlere uymayacaktır. Böylece oruç, bir kalkan gibi kişiyi kötülüklerden korumuş olacaktır. Oruç, kişiyi sadece kötülüklerden korumakla kalmayacak, onu cehennem ateşinden de koruyacaktır. Çünkü, insanı cehenneme sürükleyen kötülüklerdir, bunlardan uzaklaşan cehennemden de uzaklaşmış demektir. Her kötülüğün başı, Cenab-ı Hakkı unutmak ve sorumluluk duygusunu kaybetmektir. Halbuki oruç, bize daima Allah'ı hatırlatır, sorumluluk duygusunu geliştirir. Bir ay boyunca devam eden bu manevî eğitim sonucu Allah korkusu kalblere iyice yerleşir, bunun olumlu tesiri ile de insan davranışlarını kontrol altına alarak her türlü kötülükten uzaklaşmış olur. Allahü teâlânın her emrinde olduğu gibi oruçta da bunun gibi birçok hikmetler ve bizim için pek çok faydalar olduğu muhakkaktır. Orucu Allah rızası için tutmakla beraber, bunları da bilmekte faydalar vardır.
Hastalıkların başı; çok yemek
20 Kasım 2001 01:00
Allahü teâlâ, insanı ve bütün varlıkları âciz, muhtaç olarak yaratmıştır. Bedenin çeşitli şeylere ihtiyâcı vardır. Hastalandığı zaman, tedâvi olmaya muhtaçtır. Hastalıkların çeşitli sebepleri mevcuttur. Bunların ekserîsi ise, çok yemekten ileri gelmektedir. Az yiyenin vücûdu sıhhatli olur. Orucun insan sağlığına tesîri, sayılamıyacak kadar çoktur. Bunların içinden en önemlileri olarak karaciğer ve damarlar üzerindeki etkileri olarak bildirilmiştir. Karaciğer, vücûdun, muazzam kompüterlerle çalışan kimya laboratuarı gibidir. Karaciğer, bir taraftan sindirim için çok büyük mesele olan yağları sindirir, eritir, diğer taraftan da besinleri depo eder, ihtiyaca göre onları çözer. Ayrıca karaciğer, vücuda giren mikroplara karşı, faydalı zehirler üretir. Kemik iliğinde kan yapan hücreler için, temel maddeler hazırlar. Vitamin ve hormonlar ile kandaki iyot dengesinin bütün faaliyetinden karaciğer sorumludur. Bunun için karaciğer hücreleri, yirmi dört saat durmadan çalışmak mecburiyetindedir. Çok yemek ve içmek, karaciğer hücreleri için çok zararlıdır. Aşırı derecede çalışan karaciğer hücreleri, Ramazan-ı şerîfte, oruç tutmak suretiyle dinlenmektedir. Böylece karaciğer, bir sene müddetle daha kuvvetli çalışma imkânı bulmaktadır. Bugün yapılan tıbbî araştırmalarda, gençliğinden itibâren oruç tutan kimselerin karaciğer bozukluğu ile ilgili rahatsızlık çekmediği tespit edilmiştir. Yapılan araştırmalarda, zayıf, güçsüz kimselerin oruç tuttukları zaman, daha kanlı canlı hâle geldikleri görülmüştür. Orucun, karaciğer üzerindeki bu etkisinin yanı sıra damarlar üzerindeki etkisi de insanı hayretler içinde bırakmaktadır. Damarların en büyük düşmanı, kandaki aşırı besin maddeleri ve bilhassa bu maddelerin yakılamayan artıklarıdır. Bu artıklar, ihtiyarlığın, yıpranmanın sebebi olarak gösterilmektedir. Oruçlu iken, hücre arası su azaldığından, küçük tansiyon azalarak damarların üzerindeki baskı kalkar. Bunun için oruç tutanların damarları ve küçük tansiyonları daima sağlıklı olmaktadır.
Oruç ve diğer ibadetlerin faydası
21 Kasım 2001 01:00
Oruç olsun, namaz olsun bizim ibadetlerimizin Allahü tealaya hiçbir faydası olmadığı gibi, O'nun da bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur. Her insanın yaptığı ibadetin faydası yalnız kendisinedir. Zaten böyle olduğu Fâtır suresinin 18. ayet-i kerimesinde açıkça haber verilmektedir. İnsanların ibadet ve isyanları, Cenab-ı Hakk'ın celali, azameti, büyüklüğü karşısında aynıdır. Bütün insanlar, cinniler ve diğer mahlukat Allahü tealaya, en mütteki bir kul gibi ibadet etseler, O'na herhangi bir faydası olmaz. Bunun tersine bütün mahlukat O'nu inkâr etseler bunun da herhangi bir zararı olmaz. Bazı kimseler, ibadet yapanların, boşuna zahmet çektiklerini zannetmektedirler. Yine bazıları, ibadetlerin Allahü teâlâya faydası olduğunu ve bunun için insanların ve cinnilerin ibadetle emrolunduklarını zannediyorlar. Halbuki Şerefüddin Ahmet bin Yahya Müniri hazretleri buyuruyor ki: Böyle zannetmek çok yanlıştır. Bu şekilde yanlış düşünen kimse, perhiz yapmayan hastaya benzer. Bu hastaya, doktor perhiz tavsiye ediyor. Bu hasta ise, perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz diyerek perhiz yapmıyor. Hastanın perhiz yapmamasının doktora zararı olmaz. Fakat bu kişi, perhiz yapmayarak kendisine zarar vermektedir. Tabip, perhizi kendine faydası olduğu için değil, hastanın hastalıktan kurtulması için, yapmasını tavsiye etmiştir. Bu hasta, doktorun tavsiyesine uyarsa şifa bulur; uymazsa ölür gider. Tabibin bunda da hiçbir zararı olmaz. Cenab-ı Hakkın emir ve yasaklarının faydaları insanadır. 6 Ülu'l-azm Peygamber, 313 Resul ve 124 binden ziyade Nebinin gayelerine heflerine baktığımızda, iyi insan, iyi aile ve iyi cemiyet meydana getirmek maksadını görüyoruz. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, insanların dünyada huzur ve sükun içerisinde yaşamaları, ahirette de ebedi saadete kavuşmaları hedeflenmiştir. İşte Allahü tealanın ve Resul-i Ekreminin emir ve yasaklarında gaye, maksat, hedef budur. Kur'an-ı kerimde Zâriyât suresinin 56. ayet-i kerimesinde: "Ben, cinnileri ve insanları, ancak beni tanısınlar, bana ibadet etsinler diye yarattım" buyurulmaktadır.
Yaşamaktan maksat, iyi işler yapmaktır
22 Kasım 2001 01:00
Sevgili Peygamberimiz, "Akıllı kimse, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel işleyen (hazırlık yapan)dır" buyurmuştur. Yine kendilerine insanların en iyisinin kim olduğu sorulduğunda: "Ömrü uzun olup, ameli güzel olandır" cevabını vermiştir. İnsanların en kötüsünün kim olduğu sorulunca da: "Ömrü uzun olup, ameli kötü olandır" buyurmuştur. Demek ki, yaşamaktan maksat iyi işler yapmaktır. Bir kimsenin iyi veya kötü olduğu yaptığı işlerden anlaşılır. "Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz" sözü de bunu ifade etmektedir. Bir kimse kötülüklerden kaçıyor, iyi işler yapıyorsa, o kişinin cennete gitme ihtimali çoktur. Onun için iyi kimselerle beraber olmaya çalışmalıdır. İyilerle beraber olmak ve kötülerden kaçmak çok önemlidir. Farsça bir beyitte: "Her kuş kendi cinsiyle uçar; güvercin güvercinle, karga da kargayla" denilmiştir. Hadis-i şerifte buyurulmuştur ki: "Allahü teâlâ, bir kula hayır murad ettiği zaman, dinini kayıran kimseler yanında çalışmayı nasib eder. Şerri murad edilen kul da, dinini kayırmayan kötülerin yanında çalışır." Bu mevzuda bizim çok güzel atasözlerimiz vardır. Bazılarını aşağıda arzetmeyi faydalı görüyoruz: * Misçinin yanında duran mis kokar, isçinin yanında duran is kokar. * Kıratın yanında duran, ya huyundan ya suyundan alır. * Üzüm üzüme baka baka kararır. * Körle yatan, şaşı kalkar. * Arkadaşını söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana... Ayet-i kerimede şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler! Allahtan korkup (kötülüklerden) sakının ve sadıklarla (doğrularla) beraber olunuz." (Tevbe suresi: 119) Hadis-i şerifte de "Kişi, arkadaşının dini üzeredir. Herhangi biriniz, kiminle arkadaşlık ettiğine baksın" buyurulmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise: "İyi arkadaşın misali, misk satıcısına benzer; eğer sana ondan bir şey isabet etmezse, hiç olmazsa güzel koku siner. Kötü arkadaşın misali de, körükçüye benzer; eğer sana ondan kıvılcım sıçramazsa, kötü koku siner" buyurulmuştur.
Adalet ve uzun ömür
23 Kasım 2001 01:00
Devletler de, canlılar gibi doğar, büyür ve ölür. Bazısının ömrü kısa, bazısının uzun olur. Büyük bilgin İbn-i Haldun, devletlerin ömürlerinin kısa veya uzun olmasının, halkının manevi değerlere verdiği önemle, adaletli bir şekilde, insani ihtiyaçlarını karşılamakla doğru orantılı olduğunu söyler. Gerçekten de, tarafsız bir şekilde değerlendirildiğinde, devletlerin hayat ve ölümünde, bu şartların ne derecede önemli bir rol oynadığını görmek, pek de zor değildir. Bunun en güzel örneğini Osmanlı'da görmekteyiz. Ecdâdımız, adaletli bir şekilde, idâresi altında bulundurduğu insanlar için ırk ve mezhep farkına bakmadan, Yaradan'ın kulu olarak Müslim veya gayr-i müslim herkesin istifâde edebileceği, insani ihtiyaçlarını görebileceği hayrât ve hasenât müesseseleri tesîs etmiştir. Bunun için de ömrü uzun olmuştur. Osmanlılar, câmîler, medreseler, hastaneler, tımarhâneler, hanlar, kervansaraylar, bentler, çeşmeler, sebîller, sarnıçlar, kuyular, köprüler, yollar, kaldırımlar, imârethâneler vs. hizmetler, Allâh rızâsı için pek mükemmel ve çaplı bir şekilde yürütülmüştür. Vakıflar vasıtasıyla yaptığı hizmetlere bakacak olursak, Osmanlı'nın sosyal hayata ne kadar önem verdiği anlaşılır. Bu hizmetlerden bazıları şunlardır: Yaz sıcaklarında çeşme ve sebillerde karla soğutulmuş su vermek, hanlar ve kervansaraylarda yolcuları üç gün parasız misâfir etmek, imârethânelerde muhtaçlara her öğün yemek ikrâmı yapmak, borç yüzünden hapsedilmiş olanların borçlarını ödeyerek onları mahkûmiyetten kurtarmak, ölen fakir kimselerin borçlarını ödemek, ihtiyaçlarını söylemekten utanan muhtaçlara, itibarlarını zedelemeden gizlice yardım etmek, köle ve câriye âzâd etmek, yangınlarda evi yananlardan fakir kimselerin evlerini bedelsiz inşâ ettirmek gibi insanların rahat ve huzuru için yapılan faâliyetler... Osmanlı'da hayrât ve hasenât, yalnız insanları değil, hayvanlar ve nebatları dahî içine alır. Nitekim hayvanları korumak, beslemek için de vakıflar kurulmuştur. Bu vakıflar, sokak köpek ve kedileri, beldenin belli semtlerine et ve ciğer dağıtılarak beslenmiştir. Diğer taraftan toplumun akciğerleri olan ağaçların, hattâ meyvesiz ve az yapraklı olanlarına varıncaya kadar sulanması için vakıflar tesîs olunduğu da bir gerçektir. Bu yüksek ahlâkî değerler, bütün dünyanın gözlerini kamaştırmış, muhtelif sebeplerle bizleri sevmeyen ve hattâ can düşmanımız olan batılı seyyâh ve araştırmacıları dahî asırlar boyunca hayretler içinde bırakmıştır. Bunlardan biri olan Villiamont'unt kervansaraylardan bahsettiği eserindeki şu kayıt, bu gerçeğin bir ifâdesidir: "Ziyaret ettiğim hana tıpkı Müslümanlar gibi Hıristiyanlar da kabul edilip üç gün müddetle iâşeleri temîn edilmektedir. Çünkü Osmanlı'daki bu hayrat, din farkına bakılmaksızın bütün insanlara şamildir... Hayretle müşâhede ettim ki, Osmanlıların bazıları, hayrat olarak yol boylarına susuz yolcular için çeşmeler, bazıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller yaptırıyor. Bunların içine de devlet dâirelerinde olduğu gibi aylıklı memûrlar konuluyor ki, vazîfeleri, isteyenlere su vermektir. Yine bu hayrât ve hasenât rûhu, kiminin nehirler üzerine köprüler yaptırmasına, kiminin de yolları tesviye, temizletme ve kaldırım döşetme hizmetlerini kendiliğinden ve severek îfâsına vesîle oluyor. Bütün bunlardan daha fevkalâde ve şâyân-ı takdîr olanı da, yapılan bu binâlarda yaptıranlara ait hiçbir emarenin görülmemesidir...." İşte Osmanlı'yı Osmanlı yapan değerler... Hem de bir gayri müslimin ağzından. Ne zaman ki, Osmanlı'da bu hizmetler aksamaya başladı, fitne sokularak ırkçılık, adaletsizlik, ayırımcılık öne çıkarıldı; çöküş de bunun arkasından geldi.
.
Üç kimseden kaçınız!"
23 Kasım 2001 01:00
Ahir zamanda olduğumuz için hakiki âlim kalmadı gibi... Dini konularda her kafadan bir ses çıkıyor. Sanki dini bozmak için sözbirliği yapılmış. Din düşmanlarının, müslümanları aldatarak, İslâmiyeti içerden yıkmak için, din adamı şekline girmeleri, daha Eshâb-ı kirâm zamanında başladı. Bunlar, her asırda câhilleri aldatıp dinden çıkardılar ise de, İslâmiyete zarar yapamadılar. Çünkü, her asırda çok sayıda fıkh âlimi ve tasavvuf büyükleri vardı. Bu hakîkî din adamları, sözleri ile ve yazıları ile müslümanları uyarıyor, aldanmalarını önliyorlardı. Şimdi, din âlimi azaldığı için, din düşmanları meydanı boş buldular. Din adamı olarak ortaya çıkıp İslâmiyete saldırıyorlar. Müslümanların, bu sinsi düşmanları, tanıyabilmeleri için, İslâm âliminin nasıl olacağını bilmeleri lâzımdır. Bu konuda büyük âlim Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri buyuruyor ki: İslamiyete uymıyan ve sapık yola kaymış olan, bid'at sahibi ile ve fâsık, kötü kimselerle arkadaşlık etmeyiniz! Bid'at sahibi olan din adamlarının yanlarına yaklaşmayınız! Yahyâ bin Muâz-ı Râzî , "Üç kimseden kaçınız. Yanlarına yaklaşmayınız" buyurdu. Bu üç kimse, gâfil, sapık din adamı ve zenginlere yaltakcılık eden hâfız ve dinden haberi olmıyan tarîkatçılardır. Din adamı olarak ortaya çıkan bir kimse, Resûlullahın sünnetine uymazsa, yâni İslâmiyete yapışmazsa ondan kaçmalı, yanına yaklaşmamalı, kitaplarını almamalı, okumamalıdır. Onun bulunduğu köyde bile bulunmamalıdır. Ona ufak bir yakınlık, insanın dînini yıkar. O, din adamı değil, sinsi bir din düşmanıdır. İnsanın dînini, îmanını bozar. Şeytandan daha çok zararlıdır. Sözü yaldızlı ve pek tesîrli olsa da ve dünyayı sevmiyor görünse de, yırtıcı hayvanlardan kaçar gibi, ondan kaçmalıdır. İslâm âlimlerinden Cüneyd-i Bağdâdî buyurdu ki, "İnsanı Saâdet-i Ebediyyeye kavuşturacak tek bir yol vardır. O da, Resûlullahın izinde bulunmaktır". Yine O buyurdu ki, "Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı kitapları okumıyan ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olmıyan din adamına uymayınız! Çünkü, İslâm âlimi, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yolda olur". Yine o buyurdu ki, "Selef-i sâlihîn, doğru yolda idiler. Sâdık idiler. Allahü teâlânın sevgisine, rızasına kavuşmuşlardı. Onların yolu, Kur'an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin gösterdiği yol idi. Bu doğru yola sımsıkı sarılmışlardı..
.
Resulullahın yolunda bulunmak...
24 Kasım 2001 01:00
Resûlullahın yolu, Selef-i sâlihînin yoludur. Selef-i sâlihîn, ilk iki asrın müslümanlarıdır. Yâni, selef-i sâlihîn deyince, Eshâb-ı kirâmın hepsi ile Tâbiînin ve Tebe'i tâbiînin büyükleri anlaşılıyor. Dört mezhep imamı, bu büyüklerdendir. O hâlde, Resûlullahın yolu, dört mezhebin fıkıh, akâid ve tasavvuf kitaplarında bildirilmiş olan yoldur. Dört mezhebin kitaplarından ayrılan kimse, Resûlullahın yolundan ayrılmış olur. Böyle olduğunu, Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildirmiştir. Her asırda bulunan tasavvuf büyükleri ve fıkıh âlimleri, Selef-i sâlihînin yolunda idi. Hepsi islâmiyete bağlı idi. Resûlullaha vâris olmakla şereflenmişlerdi. Sözlerinde, işlerinde ve ahlâklarında, islâmiyetten kıl kadar ayrılmamışlardı. Resûlullaha uymakta gevşek olanları, Onun ışıklı yolundan ayrılanları din adamı sanmamalıdır. Onların yaldızlı sözlerine ve ateşli yazılarına aldanmamalıdır. Yahudiler, hıristiyanlar ve budist, berehmen denilen Hind kâfirleri de, tatlı ve yanık sözlerle, hîleli mantıklarla, kendilerinin doğru yolda olduklarını, insanları iyiliğe, saadete çağırdıklarını bildiriyorlar. Ebû Amr bin Necîd buyurdu ki, "Kendisi ile amel olunmayan ilmin, sahibine zararı, faydasından daha çoktur". Bütün saadetlerin yolu islâmiyettir. Kurtuluş yolu, Resûlullahın izinde olmaktır. Hak ile bâtılı ayıran alâmet, Resûlullaha uymaktır. Onun dînine uymıyan her söz, her yazı ve her iş kıymetsizdir. Hârika, açlıkla ve riyâzet çekmekle hâsıl olur. Yalnız müslümanlara mahsûs değildir. Evliyânın büyüklerinden Ebû Sa'îd Ebülhayr hazretlerine sordular. Filanca kimse su üstünde yürüyor. Buna ne dersiniz? Bunun kıymeti yoktur. Ördek ve kurbağa da suda yüzer dedi. Filan adam havada uçuyor, dediler. Sinek ve çaylak da uçuyor. Sinek kadar kıymeti var dedi. Filan kimse, bir anda şehirden şehre gidiyor dediler. Şeytan da, bir solukta şarktan garba gidiyor. Böyle şeylerin dînimizde kıymeti yoktur. Merd olan, herkesin arasında bulunur. Alışveriş yapar, evlenir. Fakat, bir an Rabbini unutmaz, günah işlemez buyurdu. Hadis-i şerifte, "Günah işlemek, insanı küfre sürükler" buyuruldu.
İnsani değerler zirvede
24 Kasım 2001 01:00
Bugün de çoğunu yitirdiğimiz, ecdadımız Osmanlının insani değerlere verdikleri önemden, kibarlıklarından bahsetmek istiyorum. Kibarlıkta ve nezakette üzerine yoktu ecdadımızın. Terbiyenin merkezi, kaynağı da Osmanlı sarayı idi. Dünyanın hiçbir yerinde bu derece nezaket ve kibarlık yoktu. Buradan da, saraylara yakın olan Beşiktaş halkına yayıldı. Beşiktaş'tan sonra İstanbul halkına, İstanbul'dan da bütün Anadolu'ya yayıldı nezaket ve kibarlık... Eskiden kibarlık yarışı yapılırdı, şimdi ise kabalık yarışı... Bu değerlerimizi hep Batı'ya açılmakla kaybettik. Biz Batı'nın ne kadar kötülükleri, pislikleri varsa, onları aldık. Onlar ise bizim güzelliklerimizi sahiplendiler. Osmanlıların edep, nezâket ve terbiye hususunda ulaştıkları seviyeyi, hiçbir milletin seviyesiyle mukayese etmek mümkün değildir. Bu, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arz ediyordu. Bunlar, ırk, din ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara karşı aynen uygulanan değerlerdi. Dolayısıyla Osmanlı insanı demek, imrenilecek edep ve nezâket timsâli kimse demektir. Osmanlılar, gönülden bağlı bulundukları İslâmiyetin kin ve garazı yasaklaması sebebiyle her cuma ve bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları af edip barışmaya vesîle etmişlerdi. Osmanlıdaki edep, nezâket ve terbiye kuralları sayılamayacak kadar çoktur. Bazılarını zikredecek olursak; Avrupa halklarında mevcût olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları yoktu. Sokaklar, gayet sakin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere tükürmezdi. Konuşanın sözü kesilmezdi. Konuşan da, son derece vakar ve sükûnet içinde olurdu. İfâdeleri gâyet zarîf ve düzgündü. Oturuş, kalkış ve yürüyüş, hep müstesnâ bir nezâket ve vakar arz ederdi. Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti. Hanımlara karşı hürmet ise, umûmî bir an'aneydi. Anne, teyze, hala ve bacı olarak telâkkî edilirlerdi. Bu ve benzeri hususlarla alâkalı araştırma yapan Avrupalı yazarın birçok sayısız tespit ve itirafları olmuştur. A. Brayer şöyle der: "Halkın üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asâlet ve yüzlerinin çizgilerinde ne tatlı bir sükûnet ve nezâket vardır! Konuştukları dil de, ne tatlı ve ne kadar âhenklidir!" Viguier de şöyle der: "Sohbet edenlerin ifâdeleri vecîz ve telaffuzları da pek temizdir! Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zarâfet ve sâdelik vardır. Ecnebîleri en çok hayrette bırakan cihet, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Söylenen sözlerde herhangi bir fenâlık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe mugâyir lâubâlî sözler yoktur. Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riâyet, hayâl edilemeyecek bir nezâket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî husûsiyetleri, insanı âdetâ büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişâmı, misafîr kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riâyet ettikleri teşrîfatın zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir." Edmondo de Amicis de şöyle der: "Tedkîk ve tespitlerime göre İstanbul'un Türk halkı, Avrupa'nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahî bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarâra uğrama tehlikesi yoktur. Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla kötü bir nazara bile hiçbir zaman tesâdüf edilmez. Kahkaha sesleri gâyet nâdirdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez." İşte Osmanlı buydu. Altı asırlık dünyaya huzur veren medeniyetin kaynağı bu değerlerdi.
Kalbin temiz olmasının alâmeti
25 Kasım 2001 01:00
Abdullah ibni Mübârek hazretleri buyurdu ki, "Müstehabları yapmakta gevşek davranan, sünnetleri yapamaz. Sünnetleri yapmakta gevşeklik de, farzların yapılmasını zorlaştırır. Farzlarda gevşek davranan da, marifete, Allahü teâlânın rızasına kavuşamaz". Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yerine getiren ancak O'nun rızasına kavuşur. Kalbi temiz olur. Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî hazretlerine sordular: "Bir kimse, her türlü günahı işliyor sonra da Kalbim temizdir. Sen kalbe bak diyor. Buna ne dersiniz?" dediklerinde, onun gideceği yer Cehennemdir, haram işleyenin kalbi temiz olmaz, buyurdu. Bid'at işleyenin yani Resulullahın yolundan, sünnetinden ayrılanın da kalbi temiz olmaz. Çünkü, hadis-i şerifte, "Bid'at sahipleri Cehenneme gideceklerdir" buyuruldu. Bir hadis-i şerifte, "Bid'at ortaya çıkaran ve bunu yapan kimseye şeytan çok ibâdet yaptırır. Onu çok ağlatır" buyuruldu. Bid'at, Resûlullah efendimizin ve Eshâbının zamanında olmayıp da daha sonra ortaya çıkan ve ibâdet olarak yapılan şeyler demektir. Yine hadis-i şerifte, "Allahü teâlâ, bid'at işliyenin oruçlarını, namazlarını, haclarını, ömrelerini, cihâdlarını, farzlarını ve nâfile ibâdetlerini kabûl etmez. Bunlar, yağdan kılın çıktığı gibi islâmdan çıkarlar" buyuruldu. Bu hadis-i şerif, dinde reform, değişiklik yapan, meselâ namazı, ezanı radyo ile, hoparlörle okuyan, namaz vaktini minârede ışık yakarak bildiren kimselerin zuhûr edeceklerini haber vermektedir. Şeyh ibni Ebî Bekr Muhammed bin Muhammed Endülüsî, buyurdu ki: "Doğruyu tanı, doğru ol! Kâmil insanın her işi, düşünceleri, sözleri, ahlâkı, Resûlullaha tam uygun olur. Çünkü, bütün saadetlere, Ona uymakla kavuşulur. Ona uymak, islâmiyete yapışmak demektir" Bunun için din işlerinde Resulullahın yolundan ayrılmış, reformcu, bid'at ehli, câhil ve fâsık olan din adamlarına danışmamalıdır. Dünyaya düşkün olanlarla birlikte bulunmamalıdır. Her işte, sünnete uymalı, bid'atten sakınmalıdır. Neşeli zamanlarda, islâmiyetin dışına taşmamalı. Sıkıntılı anlarda, Allahü teâlâdan ümidi kesmemelidir. Her güçlük yanında kolaylık bulunduğunu unutmamalıdır. Neşede ve sıkıntıda hâli değişmemeli, varlıkta ve yoklukta aynı hâlde olmalıdır. Hattâ, yokluktan rahatlık duymalı, varlıkta sıkılmalıdır. Olayların değişmesi, insanda değişiklik yapmamalıdır.
.
Resûlullaha uymak nasıl olur?
26 Kasım 2001 01:00
Resûlullaha uymak nasıl olur? İslam büyüklerinden Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri bu soruya şöyle cevap veriyor: Günah işleyince, hemen tevbe etmelidir. Gizli işlenen günahın tevbesi gizli olur. Açık işlenmiş günahın tevbesi açık olur. Tevbeyi geciktirmemelidir. Kiramen kâtibîn melekleri, günahı hemen yazmaz. Tevbe edilirse, hiç yazılmaz. Tevbe edilmezse yazarlar. Câfer bin Sinân buyurdu ki, "Günaha tevbe etmemek, bu günahı yapmaktan daha fenadır". Hemen tevbe etmiyen de, ölmeden önce tevbe etmelidir. Verâ ve takvâyı elden bırakmamalıdır. (Takvâ) açıkça yasak edilmiş olan şeyleri, (Verâ) şüpheli şeyleri yapmamaktır. Yasak edilenlerden sakınmak, emrolunanları yapmaktan daha faydalıdır. Büyüklerimiz buyurdu ki, "İyiler de, kötüler de, iyilik yapar. Fakat, yalnız sıddîklar, iyiler, günahtan sakınır". Hadis-i şerifte, "Kıyâmet günü Allahü teâlânın huzuruna kavuşanlar, verâ ve zühd sahipleridir" buyuruldu. Yine hadis-i şerifte, "Verâ sahibinin namazı makbûl olur". "Verâ sahibi ile birlikte bulunmak ibâdettir. Onunla konuşmak sadaka vermek kadar sevaptır" buyuruldu. Kalbinin ürperdiği işi yapmamalıdır. Nefsine uyma! Şüphe ettiğin işlerde kalbine danış! Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş, iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır". Yine hadis-i şerifte, "Helâl olan şeyler bellidir. Haramlar da bildirilmiştir. Şüpheli olanlardan kaçınız. Şüphesiz bildiklerinizi yapınız!" buyuruldu. Bu hadis-i şerif gösteriyor ki, şüphe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalı. Şüphe edilmiyeni yapmak câiz olur. Bir hadis-i şerifte, "Allahü teâlânın, Kur'an-ı kerimde helâl ettiği şeyler helâldir. Kur'an-ı kerimde bildirmediği şeyleri affeder" buyuruldu. Şüpheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalb çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer, fazla çarparsa yapmamalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalb sâkin olur. Haram şeyde çarpıntı olur. Şüpheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de yapma!". ¹manı olan, büyük günaha düşmemek için, küçük günahtan kaçar. Bütün ibâdetlerini, iyiliklerini kusurlu bilmelidir. Allahü teâlânın emirlerini tam yapamadığını düşünmelidir.
Herkese güler yüz göstermeli
27 Kasım 2001 01:00
Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî Resulullaha uymanın nasıl olacağını şöyle anlatır: Kendinin ve çoluk çocuğunun nafakasını helâlden kazanmak için çalışmalıdır. Bunun için, ticâret, sanat yapmak lâzımdır. Selef-i sâlihîn, hep böyle çalışıp kazanırlardı. Helâl kazanmanın sevaplarını bildiren pekçok hadis-i şerif vardır. Muhammed bin Sâlim hazretlerine: "Çalışıp kazanalım mı, yoksa yalnız ibâdet yapıp tevekkül mü edelim?" dediklerinde, "Tevekkül etmek, Resûlullahın hâlidir. Çalışıp kazanmak da, Onun sünnetidir. Çalışıp da tevekkül ediniz" buyurdu. Ebû Muhammed bin Menâzil, "Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmaktan hayrlıdır" buyurdu. Yimekte, içmekte adaleti, yâni orta hâlde olmayı gözetmelidir. Gevşeklik verecek kadar çok yimemeli. İbâdet yapamıyacak kadar da, perhîz etmemelidir. Evliyânın büyüklerinden Şâh-i Nakşibend hazretleri buyurdu ki, "İyi yi, iyi çalış!". Sözün kısası, ibâdet ve iyilik yapmaya yardımcı olan herşey, iyi ve mübârektir. Bunları azaltanlar da, yasaktır. Her iyi işte, niyete dikkat etmelidir. İyi niyet olmadıkça, o işi yapmamalıdır. İslâmiyete uymıyanlardan, bid'at ve günah işleyenlerden uzlet etmeli, yâni bunlarla görüşmemelidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Hikmet, on kısmdır. Dokuzu uzlettedir. Biri de, az konuşmaktadır." Böyle insanlarla zarûret kadar görüşmelidir. Vakitleri, çalışmakla, zikir, fikir ve ibâdetle geçirmelidir. Eğlenecek zaman, öldükten sonradır. Sâlih, temiz müslümanlarla görüşmeli, onlara faydalı olmalı ve onlardan faydalanmalıdır. Lüzûmsuz, faydasız sözlerle, zamanları zâyi' etmemelidir. İyi, kötü, herkese, güler yüz göstermeli. Fitne çıkarmamalı. Düşman kazanmamalıdır. Hâfız-ı Şîrâzînin, dostlara doğru söylemeli, düşmanları güler yüzle ve tatlı dil ile idare etmelidir sözüne uymalıdır. Af dileyenleri affetmelidir. Herkese karşı iyi huylu olmalıdır. Kimsenin sözüne karşı gelmemeli. Münâkaşa etmemelidir. Herkese yumuşak söylemeli, sert söylememelidir. Şeyh Abdüllah Bayal buyurdu ki, "Tasavvuf, namaz ve oruç ve geceleri ibâdet etmek demek değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazîfesidir. Tasavvuf, insanları incitmemektir. Bunu hâsıl eden, vâsıl olmuştur". Evliyânın başka insanlardan nasıl ayırd edilebileceğini, Muhammed bin Sâlim hazretlerinden sordular. "Sözlerinin yumuşak olması ve huylarının güzel olması ve yüzünün güler olması ve ihsânının bol olması ve konuşurken itiraz etmemesi ve özür dileyenleri affetmesi ve herkese merhametli olması ile anlaşılır" buyurdu.
.
Kâmil imanın üç alâmeti
28 Kasım 2001 01:00
Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî Resulullaha uymanın nasıl olacağını şöyle anlatır: Az konuşmalı, az uyumalı ve az gülmelidir. Kahkaha ile gülmek, kalbi karartır. Çalışmalı, fakat karşılığını Allahü teâlâdan beklemelidir. Onun emirlerini yapmaktan zevk duymalıdır. Yalnız Ona güvenince, O, her dileği ihsân eder. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Allahü teâlâ yalnız Ona güvenenin her dilediğini verir ve bütün insanları buna yardımcı yapar." Yahyâ bin Mu'âz-ı Râzî buyurdu ki, "Allahü teâlâyı sevdiğin kadar, herkes seni sever. Allahü teâlâdan korktuğun kadar herkes senden korkar. Allahü teâlâya kulluk ettiğin miktârda, herkes sana yardımcı olur". Kendi çıkarlarının arkasında koşma! Ebû Muhammed Abdüllah Râşî buyurdu ki, "Allahü teâlâ ile insan arasında olan en büyük perde, kendi nefsini düşünmesidir ve kendisi gibi âciz olan bir kula güvenmesidir. İnsanların değil, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmağı düşünmelidir". Âileye ve çocuklarına karşı tatlı dilli ve güler yüzlü olmalıdır. Onların haklarını yerine getirecek kadar aralarında bulunmalıdır. Onlara bağlanmak, Allahü teâlâdan yüz çevirecek kadar olmamalıdır. Kimsenin aybına bakmamalı, kendi ayblarını görmelidir. Kendini hiçbir müslümandan üstün bilmemelidir. Her müslümanı kendinden üstün tutmalıdır. Her müslümanı görünce, kendi saadetinin, onun duâsını almakta olabileceğine inanmalıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, "Üç şeyi yapan müslümanın îmanı kâmildir: Âilesine hizmet etmek, fakirler arasında oturmak ve hizmetçisi ile birlikte yemek". Bu üç şeyin, müminlerin alâmeti olduğu Kur'an-ı kerimde bildirilmiştir. Selef-i sâlihînin, Allah dostlarının hâllerini öğrenmeli, onlar gibi olmaya çalışmalıdır. Kimseyi gıybet etmemelidir. Gıybet yapana mani olmalıdır. İşitince incineceği şeyi, arkasından söylediği zaman, sözü doğru ise, gıybet olur. Yalan ise iftirâ olur. Her ikisi de, büyük günahtır. Emr-i mâruf ve nehy-i anil-münker yapmağı, dinimizin emir ve yasaklarını yaymayı âdet edinmelidir. Muhammed bin Alyân'a, Allahü teâlânın râzı olduğu nasıl anlaşılır dediklerinde, "Tâat etmek tatlı ve günah işlemek acı gelmesinden anlaşılır" buyurdu. Fakir olmaktan korkarak, cimrilik yapmamalıdır. Şeytan, insanları fakir olursun diyerek ve fuhşa sürükliyerek aldatır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Âilesi çok, rızkı az olup, namazlarını iyi kılan ve müslümanları gıybet etmiyen, Kıyâmet günü benim yanımda olur
.
Düşmanların yeni stratejisi!..
29 Kasım 2001 01:00
Son yıllarda, İslamiyete inansın inanmasın, saygısı olsun olmasın Ramazanlarda, tefsir, meal kitapları vermek âdet oldu. Neden başka kitap değil de mesela, fıkıh kitabı, ilmihal kitabı değil de illa meal, tefsir? Bunu hiç düşündünüz mü? Belki çokları bunun farkında değil, tiraj almak için yapıyor ama bu yapılanlar Batının, Hıristiyan dünyasının yönlendirmesidir. Nasıl mı şimdi onu izah etmeye çalışalım: Batı devletleri, özellikle de İngilizler, kaba kuvvetle, İslamiyeti yok etme savaşında bir yere varamayacaklarını anladılar. Bunun için, 18. Asrın başından itibaren taktik değiştirerek İslamiyeti içeriden yıkmaya karar verdiler. İçeriden yıkabilmeleri için birlik beraberliğin bozulması, parçalanma olması gerekiyordu. Bunun için de İslamiyeti asli unsunlarından uzaklıştırıp, yoruma açarak tartışmaya açtılar. Yıllar süren araştırmalarda gördüler ki, İslamiyetteki birlik beraberliği sağlayan en başta peygamber sevgisi; Müslümanların Muhammed aleyhisselamı malından, canından herşeyinden daha çok sevmesi. İkincisi ise, İslamiyeti ayakta tutan, nesilden nesile bozulmadan ulaştıran İslam âlimleri ve mezheplerdir. Bu tespitten sonra, Peygamber efendimizi ve onun varisi olan İslam alimlerini gözden düşürmeye çalıştılar. "uydurma" "Kur'ana aykırı" gibi iftiralarla hadis-i şeriflere olan güveni sarstılar. Peygamber efendimizi "Postacı" olarak gördüler, tanıttılar. Kur'an-ı kerimi getirdikten sonra O'nun işi bitti dediler. Özellikle de İslam âlimleri ve mezhepler konusuna ağırlık verdiler. Çünkü Peygamber sevgisini veren alimlerdi. Alimler bertaraf olunca Peygamber sevgisi de olmayacaktı. Biliyorlardı ki, Ehli sünnet alimleri ve mezhepler ortadan kalkınca İslamı koruyan kale yıkılmış olacaktı. Bu yeni stratejiyi uygulamak için önce, Hempher, Lawrenc gibi, müslüman kılığına soktukları ajanları kullandılar. Mesela, Hempher, hatıratında, 1700'lü yıllarda bu vazife ile beş bin İngiliz ajanının islam ülkelerinde faaliyet gösterdiğini yazmaktadır. Şimdi ise, bu ülkelerde satın aldıkları veyahut da yönlendirdikleri kimselerle bu faaliyeti sürdürmektedirler. İşte son yıllarda ısrarla dininizi buradan öğrenin diye milletin önüne koydukları, tefsir ve meal kampanyası, Peygamber Efendimizi, alimleri ve mezhepleri saf dışı etme gayretleri bu yeni stratejinin bir parçasıdır. Alimler ve mezhepler saf dışı olunca, Kur'an-ı kerimi istedikleri gibi yorumlayıp, müslümanları parçalamak daha kolay olacaktı. Nitekim öyle oldu. Asırlardır yapılan bu tahribatı bir nebze de olsa tamir etmek gayesiyle, bir süre Peygamberimizden ve O'nun varisi olan Ehli Sünnet Alimlerinden, mezheblerden, bunların öneminden bahsetmek istiyoruz.
İyiliklerin ve huzurun kaynağı...
30 Kasım 2001 01:00
Bütün nimetlerin, iyiliklerin, huzurun kaynağı, Resulullah efendimizdir. Allahü teâlânın merhameti, ihsânı, nîmetleri, o kadar çoktur ki, sonsuzdur. Kullarına çok acıdığı için, onların dünyada rahat, huzur içinde, kardeşce yaşamaları, âhirette de, sonsuz Saadete, bitmez, tükenmez nîmetlere kavuşmaları için, yapılması lâzım olan iyilikleri ve sakınılması lâzım olan kötülükleri, Peygamberi Muhammed aleyhisselama bildirmiştir. Dinli olsun, dinsiz olsun, inansın inanmasın, herhangi bir kimse, bilerek veya bilmeyerek, bildirilen bu emir ve yasaklara uyduğu kadar, dünyada rahat ve huzur içinde yaşar. Bu, faydalı bir ilâcı kullanan herkesin, derdden, sıkıntıdan kurtulması gibidir. Şimdi, dinle ilgisi olmayan bazı milletlerin birçok işlerinde, muvaffak olmaları, rahat, huzur içinde yaşamaları, inanmadıkları, bilmedikleri hâlde, İslamiyete uygun olarak çalıştıkları içindir. Müslüman olduklarını söyliyen, âdet olarak ibâdetleri yapan, çok kimselerin ise, sefâlet, sıkıntılar içinde yaşamalarının sebebi de, Peygamberimizin gösterdiği ahkâma ve güzel ahlâka uymadıkları içindir. Sadece dünyada değil ahırette de sonsuz saadete kavuşabilmek için , önce iman etmek, inanmak ve bilerek, niyet ederek uymak lâzımdır. İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, îmanını yıkmadıkça, müslüman milleti yıkmaya, imkân yoktur. Bunun için genç nesilleri, bilgisiz, dinsiz bırakarak, onları mânevi cepheden vurmayı hedef edindiler. Osmanlıların son zamanlarında, kötülükleri hüner şeklinde, îmansızlığı moda şeklinde gösterdiler. Dîni, îmanı olanlara softa, gerici denildi. Kendilerinde bulunan ahlâksızlıkları müslümanlara, islâm büyüklerine atıf ve isnâd ederek, o temiz insanları kötülemeye, evlatları babalarından soğutmaya uğraştılar. Tarihimize de dil uzatıp, parlak ve şerefli sayfalarını karartmaya, temiz yazılarını lekelemeye, olayları ve vesikaları değiştirmeye kalkıştılar. Böylece, gençleri dinden, îmandan ayırmaya, islâmiyeti ve müslümanları yok etmeye çalıştılar. Ecdadımızın sevgisini genç kalblere yerleştiren mukaddes bağları çözmek, gençliği dedelerinin kemâlâtından, ululuğundan mahrum ve habersiz bırakmak için, kalblere, ruhlara ve vicdânlara hücûm ettiler. İslâmiyetten uzaklaştıkca, Resûlullahın yolundan ayrıldıkca, ahlâk bozuldu. Ecdadımızın başarılarını gösteremez olduk. Başarısızlıklar, gerilemeye, gerilemeler de Osmanlıyı yıkıma götürdü.
Osmanlı'da iyilik ve insâniyet
30 Kasım 2001 01:00
Rahmetli S. Ahmet Arvasî Ağabey, ziyaretine gittiğimizde, kendisi seyyid, yani peygamber torunu olduğu halde hep, Türklerin Allah rızası için gösterdikleri gayretlerden, hizmetlerden bahsederdi. "İslamı yaşamada, İslama hizmette, Eshab-ı kiramdan sonra ikincilik Osmanlılara nasip olmuştur" derdi. Gerçekten de, Osmanlılar, gönüllerini süsleyen İslâm ahlâkının zarâfet ve nezâket nümûneleriyle dolu bir hayat yaşamışlardır. Dolayısıyla Avrupa'da insanlar âdetâ idârecilerinin eli altında esir muâmelesine tâbî tutularak çok ağır şartlarda yaşarken, Osmanlılarda Müslüman olmayan halk bile, gayet huzur ve rahat içinde ömür sürmekteydi. Nitekim bu hâli müşâhede edebilen pek çok memleket ve şehir halkının Osmanlı'yı "Gelin bizleri de sizler idâret edin!" diye dâvet eylediği târihî bir gerçektir. Zîrâ, o sıralarda Batı'da Galile gibi bir ilim adamı, İslâm kaynaklarından mülhem olarak "Dünyâ dönüyor!" dediği için îdâma mahkûm edilmiştir. Yine batılıların psikiyatrik hastalar hakkında: "Bunların içine cin girmiş!" deyip de onları ateşe atmaları, ne büyük bir cehâlet ve cinâyettir. Osmanlı'nın bu kadar merhametli, şefkatli olmasının esas kaynağı İslamiyetti. Herkese karşı gösterdiği iyilik ve insâniyeti, gayr-i müslimler, kendi dindaşlarından bile göremezlerdi. Osmanlıların bu hallerini Hıristiyan araştırmacı seyyahlardan dinleyelim: L. H. Delamarre: "İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lutufkârlığı ile misâfirperverlik aşkına şâhit oldum. Rast geldiğim hangi Türk'e yol sorsam, hemen bana rehberlikte bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler husûsunda elinden geleni esirgemiyordu. Onların bütün davranışlarında mükemmel bir insaniyet ve kibârlık göze çarpıyordu." Dr. A. Brayer: "Osmanlılar'da öyle bir rûh vardır ki, bu sayede onlar, her misâfire mukaddes bir nîmet nazarıyla bakarlar. Ev sâhibi, misâfirine evinin en güzel odasını tahsîs ederek her hizmetini canla başla yapar. Hattâ misâfiri hastalandığı zaman hekîme götürür parasını dahî verir. Zîrâ misâfire masraf yaptırmayı ayıp saymaktadırlar. Misâfir, evden ayrılırken de orada kalmak suretiyle gösterdiği lutufkârlığın bir minnet ve şükran hâtırası olarak ev sahibinden kendisine birkaç hediye de takdîm edilir." Osmanlılar, koğuculuk, iftirâ, kötüleme, küfür, kin, garaz, kumar, intihar, düello ve cinâyet gibi her türlü fenâlıklardan son derece kaçınıp korunmaya çalışmalardır. Öyle ki dıştan bakanlar, onların bu fenâlıkları âdetâ bilmediklerine hükmetmişlerdir. Bu hali Du Loir şöyle ifade eder: "Türkler herhangi bir intikâm hissi beslemekten son derece çekinirler: Dînlerinin bu husûsa âit bir hükmü mûcibince, Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını af ettiklerini âdetâ îlân etmek durumundadırlar. Aksi halde, namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için umûmî bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında müsâfeha ederler ve küçükler büyüğünün eline öptükten sonra ellerini başlarına götürüp "Bayramın mübârek olsun!" derler. Küfürbazlık, öfke ve intikâm hissinin müşterek mahsûlü olduğu gibi, kumarbazlığın da tabiî bir neticesidir. Bu, Hıristiyan memleketlerinde pek yaygın bir şekilde ve tamamıyla mevcuttur. Ancak Osmanlıların sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı da, Osmanlıların yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır." NOT: "Kâinatın Efendisi" kitabını temin edememiş olanlar, Sultanahmet Kitap Fuarı, "Bedir Yayınevi" standından temin edebilirler. Ayrıca, okunacak günlük dualar, mübarek gün ve gecelerde okunacak dualarla ilgili hazırladığım "Dua kitabı" da önümüzdeki hafta inşaallah basılmış olacak.
Allahı seviyorsanız bana tâbi olunuz!'
1 Aralık 2001 01:00
Cenâb-ı Hak, Resulü Muhammed aleyhisselama tâbi olunmasını, Ona uyulmasını çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhıret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insanlık şerefi ve meziyyeti, Onun dinine uymaktır. Ona tâbi olmak, yâni Ona uymak, Onun gittiği yolda yürümektir. Onun yolu, Kur'an-ı kerimin gösterdiği yoldur. Bu yola "Dîn-i islâm" denir. Ona uymak için, önce îman etmek, sonra müslümanlığı iyice öğrenmek, sonra farzları edâ edip haramlardan kaçınmak, daha sonra, sünnetleri yapıp mekruhlardan kaçınmak lâzımdır. Bunlardan sonra, mubâhlarda da Ona uymaya çalışmalıdır İman etmek, Ona tâbi olmaya başlamak ve saadet kapısından içeri girmek demektir. Allahü teâlâ Onu, dünyadaki bütün insanları saadete dâvet için gönderdi ve Sebe' sûresi, yirmisekizinci âyetinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim ! Seni, dünyadaki bütün insanlara ebedî saadeti müjdelemek ve bu saadet yolunu göstermek için, beşeriyyete gönderiyorum" buyurdu. Böyle olduğunu kitabının çok yerinde bildirmiştir. İmrân sûresi, otuzbirinci âyetinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da, sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz! Allahü teâlâ bana tâbi olanları sever" buyuruldu. Cenâb-ı Hak, Kur'an-ı kerimde, Nisâ sûresi, sekseninci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itaat etmenin, kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne itaat edilmedikce, Ona itaat edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerimede "Elbette muhakkak böyledir" buyurdu ve bazı doğru düşünmiyenlerin, bu iki itaati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin yüzellinci ve yüzellibirinci âyet-i kerimelerinde meâlen, "Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak istiyorlar. Bir kısmına inanırız; bir kısmına inanmayız diyorlar. İman ile küfür arasında bir yol açmak istiyorlar. Onların hepsi kâfirdir. Kâfirlerin hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık" buyurmaktadır.
.
Merhamet bütün canlılara
1 Aralık 2001 01:00
Osmanlı'nın dünyada başka bir yerde görülmeyen merhameti sadece insanlarla sınırlı değildi. Osmanlı'da şefkat ve merhamet bütün hayvanlara hatta bitkilere kadar uzanmıştır. Hayvanları ve bitkileri himâyede bütün Osmanlılar, âdetâ bu hususta kurulmuş müesseselerin gönüllü üyesi gibidirler. Hayvanlara olan merhametlerine dair birkaç örnek verecek olursak: Hayvanlara haddinden fazla yük taşıtmak kanunen yasaklanmıştır. Zâbıta kuvvetleri, bu yasağı ihlâl edenleri takip edip, hayvanı dinlendirmek ve sâhibine de cezâ olarak aynı yükü taşıtmakla mükelleftir. Kânûnî Sultan Süleyman Han'ın "Süleymaniye Câmii" yapılırken yük taşıttırılan hayvanlar hakkındaki bir dizi fermânı da, bu hassâsiyetin bir nişânesidir. Mezbahânelerde kurban edilecek hayvanların hissiyâtına dahî dikkat edilmiş, kesimle alâkalı bir şey görmemesi için gözleri bağlanmıştır. Ayrıca fazla ıstırap verilmemesi için de bıçakların son derece keskin olmasına dikkat edilmiştir. Pazarlardan canlı kuşları kafesleriyle satın alıp âzâd etmek, merhamet tezâhürü bir an'ane hâline gelmiştir. Büyük binâlar inşâ edilirken kuşlar için de süslü yuvalar yapılmıştır. Üsküdar'daki Yeni Câmî'nin duvarlarında bulunan zarîf ve san'at hârikası kuş yuvaları, hayrât sahiplerinin bu husustaki hissiyât ve inceliğini pek bâriz bir şekilde aksettirir. Bunlara ilâveten Osmanlılar'da avcılık, zarûret hâlinin dışında uygun görülmemiştir. Hatta ava meraklı olduğu için "avcı" lâkabıyla meşhûr olan IV. Mehmet Han, Bursevî Hazretleri tarafından îkâz edilmiştir. Türk düşmanlığıyla bilinen Avukat Guer şöyle der: "... Müslüman Türk'ün şefkati hayvanlara bile şâmildir. Bu hususta vakıflar ve ücretli şahıslar vardır. Bu şahıslar, sokaklardaki köpek ve kedilere ciğer dağıtırlar. Verilenlere alışmış olan hayvanlar da, besicilerin şefkatli seslerini o kadar iyi tanırlar ki, işitir işitmez hemen yanına koşmakta hiçbir kusur etmezler. Kasapların da her gün muayyen miktar kedi ve köpek beslemeleri, itiyâd hâlindedir. Ayrıca Şam'da, hastalanan kedi ve köpeklerin tedâvîsine mahsûs bir hastahâne vardır." Du Loir: "Osmanlı'nın bazı şehirlerinde kediler için yapılmış mekânları, gıdâları için te'sis edilmiş vakıfları görünce hayret etmeyecek insan var mıdır?.. Yavruları olan köpeklerin barındırılması için sokaklarda kulübelerin yapılması ve gıdâların temînine bilhassa itina edilmesi de, hayret vericidir. Bunları yapanlar, kendilerine cennet kapılarını açacak birçok sevaplar kazandıkları îtikadındadırlar." der. Comte de Bonneva'nın kitabında da şu ifâdeler vardır: "Türkler, kedi, köpek vesâire gibi başıboş hayvanlar için de vakıflar te'sîs ederler. Kasaplar da, her gün bu gibi hayvanların bir miktarını vicdânen beslemekle mükelleftirler." Osmanlı ülkesi, bünyesini bir muhabbet ve şefkat ağı gibi ören, vakıf ve benzerî hizmetler sayesinde âdetâ dilencisiz bir ülke hâline gelmiştir. Öyle zamanlar olmuştur ki, müslüman zenginler zekâtlarını verecek fakir bulmakta güçlük çekmişlerdir. Hayvanlara bile bu kadar merhametli olan bir milletin insanlara olan merhametini siz düşünün. Bu sebeple o dönemlerde dilenciliğin ne olduğu âdetâ meçhuldür. Hattâ nüfusu iki milyona kadar çıkmış olan İstanbul'da Türk dilenciye rastlanılmadığı bilinen bir gerçektir. Osmanlılar'ın, öldükten sonra bile kimseye yük olmamak için, kefen paralarını dahî, henüz hayatlarındayken ayırıp, dâima üzerlerinde taşımaları, mâlum ve mârûf bir âdet hâlindedir. Corneille Le Bruyn'in seyahatnâmesinden: "...Türklerin hayrât ve hasenâta çok düşkün olduklarını ve hattâ Hıristiyanlardan çok daha fazla hayrât vücûda getirdiklerini inkâra imkân yoktur. Osmanlı mülkünde yok denecek kadar az dilenciye tesâdüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de hayır ve hasenât vakıflarıdır.
.
Dünyalık için dinlerini verenler...
2 Aralık 2001 01:00
Bütün insanlara önce lâzım olan şey, kendi anladığı veya sapık kimselerin anladığı gibi değil "Ehl-i sünnet" âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi, bir îman etmektir. Çünkü, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmın yolunu bildiren, Kur'an-ı kerimden murâd-ı ilâhîyi anlayan, hadis-i şeriflerden murâd-ı peygamberîyi çıkaran bu büyük âlimlerdir. Kıyâmette kurtuluş yolu, bunların gösterdiği yoldur. Allahü teâlânın Peygamberinin ve Onun Eshâbının yolunu kitaplara geçiren, değiştirilmekten ve bozulmaktan koruyan, "Ehl-i sünnet" âlimleridir. Dört mezhepte ictihâd derecesine yükselmiş olan âlimlere ve bunların yetiştirmiş oldukları büyük âlimlere "Ehl-i sünnet" âlimleri denir. Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbittir. Evliyanın büyüklerinden olan Sehl bin Abdüllah Tüsterî diyor ki: "Eğer Mûsâ ve İsâ aleyhimesselâmın ümmetlerinde, İmam-ı a'zam Ebû Hanîfe gibi bir zat bulunsaydı, bunlar yahudiliğe ve hıristiyanlığa dönmezdi". Her bid'at sahibi, dört mezhebi bırakıp Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde mânaları açık olmayan îtikat bilgilerinde, yanlış tevil yaparak, yanlış mâna çıkardığı için, hak yoldan ayrılmıştır. Hâlbuki, Peygamberimiz buyurdu ki, "Kur'an-ı kerimden kendi aklı ile, kendi düşüncesi ve bilgisi ile mâna çıkaran kâfirdir". Bunun için, namazdan, îmandan haberi olmıyanların, para kazanmak için, piyasaya sürdükleri, uydurma tefsîrlerinin, yaldızlı reklâmlarına aldanmamalı, bunları almamalı, okumamalıdır. Dinlerini bu şekilde dünyaya satanlar hakkında, Bekara sûresinde meâli, "Câhiller, ahmaklar, dünyadaki zevk ve lezzetlere kavuşmak için, dinlerini, îmanlarını verdi. Âhıretlerini satıp, dünyayı, şehvetlerinin istediklerini aldılar. Kurtuluş yolunu bırakıp, helâke koştular. Bu alış verişlerinde birşey kazanmadılar. Bunlar, ticâret ve kazanç yolunu bilmedi. Çok ziyân etti" olan onaltıncı âyet-i kerimesi gönderildi. Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan ilimler içinde, kıymetli ve doğru olan, yalnız "Ehl-i sünnet" âlimlerinin anladıkları ve bildirdikleridir. Ehl-i sünnet âlimleri, bu ilimleri, Eshâb-ı kirâmdan öğrendi. Bunlar da, Resûlullahdan öğrendiler. Her mülhid, her bid'at sahibi ve her câhil, tuttuğu yolun, Kur'an-ı kerime ve hadis-i şeriflere uygun olduğunu sanır ve iddiâ eder. Bunun için Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkarılan her mâna, makbûl ve mûteber değildir. Sadece Ehli sünnet alimlerinin bildirdikleri doğrudur..
Resulullahın yolunda olmak...
3 Aralık 2001 01:00
Resulullah efendimizin yolunda olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerine tabi olmak lazımdır. O büyük ve dindâr insanların bildirdikleri îtikattan, îmandan kıl kadar ayrılanların, kıyâmette azâbdan kurtulmaları imkânsızdır. Böyle olduğu akıl ile, Kur'an-ı kerim ile ve hadis-i şerifler ile ve din büyüklerinin kalb gözleri ile görmeleri ile anlaşılmaktadır. Yanlışlık ihtimali yoktur. Bu büyüklerin kitaplarında bildirdikleri doğru yoldan kıl kadar ayrılanların sözleri ve kitapları, zehirdir. Hele dünyalık toplamak için, dîni âlet edenlerin ve kendilerine din adamı ismini verip, her akıllarına geleni yazanların, söyleyenlerin hepsi, din hırsızıdır. Bu kitapları okuyanların îmanlarını çalarlar. Bunlara aldananlar, kendilerini müslüman sanıp namaz kılar. Hâlbuki, îmanları çalınmış, gitmiş olduğundan namazları ve hiçbir ibâdetleri ve iyilikleri kabûl olmaz ve âhırette işe yaramaz. Bu tür sapık kimselerin peşinde gidenler, nefsine düşkün, nasipsiz kimselerdir. Ehli sünnet alimlerinin bildirdikleri nefislerine ağır gelir. Nasipli temiz kimseler de Ehli sünnet alimlerinin kitaplarından, lezzet, tad alırlar. Herkesin, cibilliyetinde, aslında ne varsa o ortaya çıkar. Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakta iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır. Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaştırır. Biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cemiyetin ve milletin her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyada ve âhırette rahat etmeleri ve saadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini peygamberi Muhemmed aleyhisselema bildirdi. Ehl-i sünnet âlimleri, bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup, milyonlarca kitap yazarak, bütün dünyaya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamış, islâmiyetin girmediği bir yer kalmamıştır
Âhırette azaplardan kurtulmak için
4 Aralık 2001 01:00
Ahırette azaplardan kurtulmak, ancak Muhammed aleyhisselâma tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sâdık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidört binden ziyâde Peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemiştir. Mûsâ aleyhisselam Onun zamanında bulunsaydı, O büyüklüğü ile berâber, Ona tâbi olmayı severdi. İsâ aleyhisselâmın gökten inip, Onun yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu. Cennete gireceklerin çoğu bunlar oldu ve Cennete herkesten önce gireceklerdir. Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tâm ve kusursuz sevmek lâzımdır. Bunun alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmek, Onu beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete müdâhene, yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıt şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. Bu dünya nîmetleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa Ona tâbi olmadıkça, herşey, hiçtir. Ona uymadıkça, her yapılan hayır, iyilik, burada kalır, âhırette ele birşey geçmez. Kur'an-ı kerimdeki emirlerini ve islâmiyetin hükümlerinin hepsini akla uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, Peygamberlik makamının derecesini anlamamış ve inanmamış olur. Böyle, islâmiyeti akıl ile, felsefe ile îzâha ve inandırmaya çalışan kitapları okumamalıdır. Allahü teâlânın feyzleri, nîmetleri, ihsânları, yâni iyilikleri, her an, insanların iyisine, kötüsüne, herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızık, hidâyet, irşâd ve selâmet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir. Fark, bunları kabûlde, alabilmekte ve bazılarını da almamak sûretiyle, insanlardadır. Nahl sûresinin otuzüçüncü âyetinde meâlen: "Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar" buyurulmuştur
Nakil bilgileri akıl ile anlaşılamaz
5 Aralık 2001 01:00
Bozuk fırkaların, bozuk mezheplerin ortaya çıkmalarının esas sebebi "Peygamberliği" anlıyamamalarıdır. Peygamberlik makamını nakil yolu ile değil akıl ile anlamaya çalışmalarıdır. Halbuki, akıl ile anlaşılan şeyler, his uzuvları ile anlaşılanların üstünde olduğu ve bunların yanlışını çıkardığı gibi, yâni his uzuvlarımız, akıl ile anlaşılan şeyleri anlıyamıyacağı gibi, akıl da, Peygamberlik makamında anlaşılan şeyleri kavramaktan âcizdir. İnanmaktan başka çâresi yoktur. Akıl, anlıyamadığı şeyleri nasıl ölçebilir. Bunların doğru ve yanlış olduğuna nasıl karar verebilir? Nakil yolu ile anlaşılan, yâni Peygamberlerin söyledikleri şeyleri, akıl ile araştırmaya uğraşmak, düz yolda güç giden, yüklü bir arabayı, yokuşa çıkarmak için zorlamaya benzer. Yokuşa doğru at, kamçılanırsa, çabalaya çabalaya, ya yıkılıp canı çıkar. Yâhut, alışmış olduğu düz yola kavuşmak için sağa, sola ve geriye kıvrılarak arabayı yıkar ve eşyalar harap olur. Akıl da, yürüyemediği, anlayamadığı âhıret bilgilerini çözmeye zorlanırsa, ya yıkılıp, insan aklını kaçırır veya bunları alışmış olduğu, dünya işlerine benzetmeye kalkışarak, yanılır, aldanır ve herkesi aldatır. Akıl, his kuvveti ile anlaşılabilen veya hissedilenlere benzeyen ve onlara bağlılıkları bulunan şeyleri birbirleri ile ölçerek, iyilerini kötülerinden ayırmaya yarayan, bir mi'yârdır, bir âlettir. Böyle şeylere bağlılıkları olmayan varlıklara eremiyeceğinden, şaşırıp kalır. O hâlde, Peygamberlerin bildirdikleri şeylere, akla danışmaksızın inanmaktan başka çâre yoktur. Görülüyor ki, Peygamberlere tâbi olmak, aklın gösterdiği bir lüzumdur ve aklın istediği ve beğendiği bir yoldur. Peygamberlerin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmiyen yerlerde, pervâsızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her ân uçuruma, girdâba düşebilirler. Dîn-i islâmda aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur
Akıl ve âhıret bilgileri...
6 Aralık 2001 01:00
Ahıret hallerini akıl ile anlamak mümkün değildir. Âhıret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibâdet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce Peygamberin gönderilmesine lüzûm kalmazdı. İnsanlar, dünya ve âhıret saadetini kendileri görebilir, bulabilirdi ve Allahü teâlâ, hâşâ Peygamberleri boş yere ve lüzûmsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, âhıret bilgilerini bulamıyacağı, çözemiyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, Peygamber göndermiş ve en son ve kıyâmete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, Peygamber olarak, Muhammed aleyhisselâmı göndermiştir. Bütün Peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmağı emir ve teşvîk buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felakete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir. Allahü teâlânın sonsuz kudretinin inceliklerini meydana çıkaran, bugünkü teknik bilgilerden ve tecrübelerden haberi olmayan ve islâm büyüklerinin kitaplarını okuyup anlamak şöyle dursun, bunların ismlerini bile işitmemiş olduğu, sözlerinden anlaşılan, bir câhilin, filozof un , tâm olmayan aklı ile, ortaya attığı bir düşünce, nasıl olur da, Allahın Peygamberinin sözlerinden üstün tutulur? Peygamberimizin kitaplarımızda yazılı ilim, sıhhat, fen, ahlâk, hak, adalet ve bütün saadet kollarını kavrayan ve bindörtyüz seneden beri dünyanın her tarafında gelmiş, ilim, tecrübe ve akıl sahiplerini hurmet ve hayranlıkta bırakan ve hiç birisinde kimse tarafından bir kusur ve hata bulunmamış olan, emirleri ve sözleri, bir câhil sözü ile nasıl lekelenebilir? Bundan daha büyük bedbahtlık ve zavallılık olabilir mi? Tam akıl, şaşmıyan, yanılmayan akıldır. Etrâfa düşünceler savuran bu câhil, değil aklın erişemiyeceği şeylerde, belki kendi günlük işlerinde, hiç yanılmadığını iddiâ edebilir mi? Böyle bir iddiâya, kimse inanır mı?
Adalet, ayakta kalma sebebi
7 Aralık 2001 01:00
Cenab-ı Hak, Kur'an-ı kerimde adaletli olmamızı emrediyor. Peygamberlerin sıfatlarından biri de "Adalet" sıfatıdır. Toplum hayatında adaletin çok önemli bir yeri vardır. Bir milletin adaletsiz ayakta kalması mümkün değildir. Adaletin tatbiki için de güç lazım. Adalet ve güç bir milletin, bir devletin ayakta kalması için çok önemli iki unsurdur. Adaletsiz güç, insanlık için büyük tehlikedir. Fakat güç, adaletin kontrolünde ise insanlık için büyük bir nimettir. Dünya tarihinde böyle kontrollü güç, çok az zamanlarda görülmüştür. Bu az bulunan örneklerden biri Osmanlı devletidir. En güçlü zamanlarında bile adaletten ayrılmamıştır. Fakat son zamanlarında Osmanlıda bu iki unsur tartışılır hale gelmiştir. Bunun için de Osmanlı, mevcudiyetini devam ettirememiştir. Kendisine bağlı olan milletler tek tek kopmaya başlamış. Bununla ilgili ibretli bir anekdot aktarmak istiyorum... Osmanlıların son devirlerinde, Arap ülkelerinin İngilizlerle işbirliği yapıp Osmanlıyı arkadan vurdukları bir zamanda, Arabistan cephesi subayı Dr. Hayri Bey bir Arap aşireti tarafından esir edilmişti. Aşiret beyinde büyük bir çıban çıkmıştı. Dr. Hayri Bey'e gösterdiler. Küçük bir ameliyat ile adam iyileşti. Fakat tedavi sırasında, işini tam bir ciddiyetle yapan, eğilip bükülmeyen, doktorun gözlerinde bir an için olsun kızgınlık, nefret veya kin eksik olmadı. Aşiret reisi doktora sordu, "Niçin böyle nefretle bakıyorsun?" "Çünkü siz, bizi arkadan vurdunuz! İngilizlerle birleştiniz!" Aşiret reisi alçak bir sesle şu cevabı verdi: "Doktor bey.. Biz Arabız ve Müslümanız elhamdülillâh... Osmanlı Devleti de Müslümandır. Dedelerimiz asırlarca bu din kardeşliği için Araplıklarını hatırlamadılar. Osmanlılardan ayrılsalar dinlerini mi kaybederlerdi? Elbette hayır. Hallerinden memnundular ve ondan hatırlamadılar. Fakat hatırlamamak vazgeçmek değildir doktor bey. Dediğim gibi onlar memnundular. Çünkü Osmanlılar âdildi ve kuvvetliydi. Adalet ve kuvvet! Bunların ikisi bir arada olunca mesele kalmaz. Bir başka ırkı veya kavmi elde tutabilmek için bunlar lâzımdır. Hem de tam olarak olması lâzımdır. Osmanlı Devleti ise uzun zamandır ne âdil, ne de kuvvetli. İttihatçıların, Cemal Paşaların yaptığı zulümler ortada. Sığınacak bir yer aradık, İngilizler, refah vâdettiler. Onlara kandık. Siz şimdi yalnız aldığımız paraları düşünüp bize hain, hem de din haini gözüyle bakıyorsunuz. Allah adına yemin ederim ki, biz hain değiliz, biz yaşamak, ayakta kalmak için böyle yaptık." Nimetin kıymeti bilinmezse nimet elden gider; bu genel kural. Osmanlının çöküşünde kabahati hep dışarıda aramak yanlış olur. Osmanlı, son zamanlarda sahip olduğu nimetin kıymetini bilmedi. Cenab-ı Hak da nimeti ondan aldı. Mekke'de bir küçük mescidde bundan birkaç yıl evvel bir cuma hutbesinde Arap bir hatîbin şu ifâdeleri ne kadar mânidardır: "Ey mü'minler! Bir milletin, adaletle yürüdüğü zaman nasıl aziz olduğunu anlamak isteyenler Osmanlıya baksın. Onlar ilk zamanlar bize valiler, kumandanlar ve idareciler gönderiyorlardı. Sonraları ise eli kazma-kürekli işçiler göndermeye başladılar!.." Bu gerçeği müşahede eden Edmondo de Amicis de şunları söyler: "Şu noktada genellikle bütün dünya müttefiktir. Şimdiki Türkler, ecdâdının değerinde değildir. Zîrâ bugünküler, bizim teknik ve teknolojimizin yerine kumaşlarımızı, nefsânî rahatlık sebeplerimizi, ayıplarımızı, kötülüklerimizi ve mânâsızlıklarımızı benimsemiştir. Bu arada Osmanlı Türk seciyesinin bütün iyi taraflarını kaybettikleri de bir gerçektir.
Duâ, ibâdetin aslı ve özüdür"
7 Aralık 2001 01:00
Duâ, istemek demektir. Aç bir kimsenin, iştahlı olduğu bir zamanda yiyecek istemesi gibidir. Duâ, Allahü teâlâya yalvararak murâdını istemektir. Allahü teâlâ, duâ eden Müslümanı çok sever. Duâ etmeyene gadap eder. Duâ mü'minin silâhıdır. Dînin temel direklerinden biridir. Hadis-i şerifte, "Duâ müminin silahı, dinin de direğidir." buyuruldu. Duâ, gelmiş olan dertleri, belâları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mâni olur. Çünkü, Peygamberimiz, "Duâ belâyı önler." buyurmuştur. Duâ etmek, namaz, oruç gibi ibâdettir. Allahü teâlâ, "Bana ibâdet yapmak istemiyenleri, zelîl ve hakîr yapar, Cehenneme atarım" buyurdu. Allahü teâlâ, herşeyi sebep ile yaratmakta, ni'metlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def' için ve faydalı şeyleri vermek için de, duâ etmeyi sebep yapmıştır. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: "Duâ, ibâdetin aslı ve özüdür. Allah katında duâdan makbûl birşey yoktur. Duâ yetmiş türlü kazâyı önler. Ömrün bereketini artırır." İmâm-ı Rabbânî hazretleri, "Duâ, kazâyı, belâyı defeder" buyurdu. Duanın halis niyetle yapılması gerekir. Allahü teâlâ, "Bana hâlis kalb ile duâ ediniz! Böyle duâları kabûl ederim" buyurdu. Duâ şartlarına uygun yapılmalıdır. Peygamber Efendimiz, "Duânın kabul olması için iki şey gerekir. Duâyı ihlas ile yapmalıdır. Yediği ve giydiği helaldan olmalıdır. Müminin odasında, haramdan bir iplik varsa, bu odada yaptığı duâ kabul olmaz" buyurdu. Haram lokma yiyenin duâsı kırk gün kabûl olmaz. Duâ, ihtiyacı gideren, saâdete kavuşturan kapının anahtarıdır. Bu anahtarın dişleri, helâl lokmadır. ("365 Gün Dua" kitabından) Dua kitabınız hazır Çoktandır siz değerli okuyucularımız, gazetede yayınlanan duaların kitap haline getirilmesini talep ediyordunuz. Sizlerin bu ısrarlı talebinizi yerine getirdik. Gazetedeki duaların esas kaynağı olan, İslâm Ahlâkı ve Seadet-i Ebediyye kitabındaki ve diğer muteber kitaplarda geçen duaları konularına göre tasnif ederek "365 Gün DUA" ismi ile kitap haline getirdik. Kitabın sonuna da duaları aslından okumak istiyenler için Arapça metinlerini de koyduk. Sadece günlük okunacak dualarla kalmadık. Mübarek aylarda, mübarek günler ve gecelerde, kandillerde okunacak dualara da yer verdik. Ayrıca bu ayların, günlerin ve gecelerin önemine de yer verdik. "365 Gün DUA" kitabının son bölümüne, surelerin faziletlerini ilave ettik. Kitap, Arı Sanat Yayınevinden (0212 4291742) ve Sultanahmet Kitap Fuarı, Bedir Yayınevi standından tenzilatlı olarak temin edilebilir.
Gemi pusulasız yol alabilir mi?
8 Aralık 2001 01:00
İlâhi kitapla beraber peygamber gönderilmeseydi, mesela, Muhammed aleyhisselam gönderilmeseydi, Kur'an-ı kerimi anlamamız, emir ve yasaklarını tatbik etmemiz mümkün olmazdı. Peygamberimizin İlâhi kitabı açıklama görevi de vardı. Bunun için sadece, onu postacı gibi görmek Ona hakaret olur, ayrıca ayet-i kerimelere de ters olur. Çünkü pek çok ayet-i kerimede, Peygamber efendimize Kur'an-ı kerimi açıklaması emredilmektedir. Peygamberlerin, İlâhi kitapları insanlara açıklamadıkça, dinin emrini tam olarak anlamak, yapmak mümkün değildir. Allahü teâlâ peygamberine, kitabını açıklama görevi vermiştir. Şu ayet-i kerimeler bunu açıkça göstermektedir: "İndirdiğimiz hükümleri onlara iyice açıklasın diye, biz, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik." "Sana da Kur'anı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki, düşünüp anlasınlar." Mesela namaz vakitleri ve rekat adetleri, namazda neyin nasıl okunacağı, zekât verilmesi gerekli olan ve olmayan mallar, zekâta ait nisap miktarı gibi birçok mesele hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Çünkü Kur'an-ı kerimdeki, "Namazı kılın", "Zekâtı verin" şeklinde kapalı olarak yer alan ayetlerden maksadın ne olduğunu anlamak mümkün değildir. Ancak Peygamberimizin açıklamasıyla anlamak mümkün olur. Hz. Peygamberi devre dışı bırakıp, sadece Kur'an-ı kerimi esas almak dini yıkmakla eş anlamlıdır. Çünkü, Resule itaat, Hak teâlâya itaat demektir. Ona uymamak, Allahü teâlâya isyandır. Allahü teâlâya itaatin, Resulüne itaatten başka olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ suresinin, "Allahü teâlânın yolu ile, Resulünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir" mealindeki yüzkırkdokuzuncu ayeti, bu ayrımı yapanların müslümanlıkla ilgilerinin olmadığını açıkça bildiriyor. Peygamberimizin, aklın dışında ve üstünde bulunan sözlerini, akla danışmaya kalkışmak, akla aykırı bir iş olur. Gecenin koyu karanlığında bilinmeyen yerlerde, pervasızca yürümeye ve engin denizde, acemi kaptanın, pusulasız yol almasına benzer ki, her an uçuruma, girdaba düşebilirler.
Osmanlıda âile huzurunun kaynağı
8 Aralık 2001 01:00
Son yıllarda ısrarlı bir şekilde aile dinamitlenmekte. Aileyi yıkmak, parçalamak için ne gerekiyorsa yapılmakta. Aslında aile ile uğraşmak, evi otele çevirmek bindiği dalı kesmek, toplumun huzurunu bombalamak demektir. Kadının da "eşitlik" adı altında, "Eşitsizliğe" sürüklenmesidir. Bir milletin aile yapısı sağlam ise, devlet yapısı da sağlam ve uzun ömürlü olur. Bunun en güzel örneği Osmanlı toplumudur. Zaman zaman devlet bünyesinde görülen çatlaklar, isyanlar âile sayesinde toplumun geneline sıçramamış ve bu millet en zor dönemlerde bile içinde bulunduğu hâlden sağlam aile yapısı sayesinde rahatça silkinip ayakları üstünde durmasını bilmiştir. Ne zaman ki Osmanlıda Ailede de Batı'ya özenti başladı toplumda da huzur kalmadı. Osmanlıda âile sağlamlığını temin eden başlıca âmil, dinimizin bildirdiği şekilde erkek ve kadının yaratılış gayelerine uygun olarak toplumda yerini almış olmasıdır. Erkek, rızkı temin için dış hizmette; hanım ise, âile yuvasını ve nesli muhâfazada içerde vazîfe görmüştür. Bu güzel iş bölümünün bir semeresi olarak da toplumun huzur kaynağı olan: "Büyüklere hürmet ve itâat, küçüklere şefkat ve muhabbet" prensibi teşekkül etmiştir. Osmanlıda, bir âilede; evin reisi sıfatıyla babanın, onun yardımcısı sıfatıyla ananın ve onların gözlerinin nûru olarak da evlâdlarının vazîfeleri ayrı ayrı ve en mükemmel surette belirlenmiştir. Özellikle çocuklar, ana-babalarına karşı hürmet, itâat ve gerekli hizmetle mükelleftir. Eğer ayrı yerlerde ya da muhtelif şehirlerde yaşıyorlarsa, küçükler için "sıla", yâni ana-babanın olduğu yere gidip onları ziyâret etmeleri ve onların gönüllerini almaları mecbûriyeti vardır. İşte bundan dolayı Osmanlı ailesi huzurluydu. Maddi sıkıntılar, geçim darlığı bu huzuru bozamıyordu. Geniş, büyük aile yapısı sevgi ve hürmeti artırıyordu. Osmanlının bu huzurlu aile yapısı yabancı seyyahların da dikkatini çekmiştir: Dr. A. Brayer: "Osmanlı'da çocuklar, yetişip olgunluk yaşına geldikleri zaman ana ve babalarının yanlarında bulunmakla iftihar ederler. Oysa diğer memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez, ana ve babalarından ayrılırlar. Hattâ bazen kendileri refâh içinde yaşadıkları halde onları sefâlete yakın bir hayat içinde bırakırlar. Bunlar, ana-babalarına karşı onların kendilerini çok ihtiyaçları olduğu bir devrede âdetâ yabancılaşırlar. Sevgi saygı diye bir şey kalmaz" Meşhur Fransız edîbi Pierre Loti de şöyle der: "Dünyânın hiçbir evinde, bir erkek hanımına bu derece saygılı ve hayran olamaz! Bu gerçeğin sırrı, Türk evinin, kadını tarafından hazırlanışındadır. Evin sâhibesi olan kadının giyinişi, başındaki örtüden ayaklarında bulunan nefis işlemeli kumaşlı terliklere kadar âhenk içindedir. Kadın evine o kadar düşkün, temizliğine o kadar meraklı, kocasının ev hasretini giderecek öylesine bir zekâ ve eğitime sahiptir ki, evin erkeği akşam üzeri büyük bir hasretle kapıdan girer. Kadının temizliği maddî plânda bir çiçek kadar saftır. Bu madde temizliği kadının rûh temizliğinden gelir. O kadın içki, kumar ve dış dünyâyı bilmez. Dış dünyayı bilmeyen Osmanlı kadını, tecessüs illetinden de kurtulmuş olur. Evinde mes'ûd bir hayat yaşar. Kavga gürültü nedir bilmez. Gönlünü Allah'a, kocasına, çocuklarına bağlar. Zihnini fuzûlî şeylerden koruduğu için rahat ve huzurludur. Dolayısıyla ahlâklıdır. Böyle olunca yuvasının hürmete şâyân, şerefli bir unsuru olur..."
Allahı seviyorsanız bana uyun!"
9 Aralık 2001 01:00
Muhammed aleyhisselamın bütün sözleri ve bütün hareketleri, insanların olgunlaşmalarına rehberlik etmekte, imanlarının ve işlerinin doğru ve faydalı olmalarını sağlamakta ve kalblerindeki hastalıkların tedavisine ve kötü ahlâklarının giderilmesine ışık tutmaktadır. Peygamberlik de, bu demektir. Peygamberleri sadece semavî kitabı tebliğ eden, getiren sıradan bir insan olduğunu zannetmek, peygamberlik makamının ne olduğunu bilmemektir veya dini yıkmak için sinsi bir oyundur. Kur'an-ı kerimi, insanların anlaması için, peygamberimizin açıklamakla görevlendirildiğini bildiren birçok ayet-i kerime vardır. Çünkü, herşey Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmemiştir. Bütün hükümleri, herkesin anlayabileceği tarzda açık-seçik olsaydı, Hz. Peygamber tarafından insanlara açıklanması emri abesle iştigal olurdu. Allahın Kitabı böylesi olumsuz özelliklerden berîdir. Ayetler herkesin anlayabileceği şekilde açık olsaydı, hâşâ Allahü teâlânın, açıkla emri lüzumsuz olurdu. Peygamberimiz bu görevini yaparken, Kur'an-ı kerimin dışında gelen vahiylere göre de yapıyordu. Böyle olmasaydı. Kur'an-ı kerimi açıklamak gibi bir görevi bulunan Hz. Peygamber, Kur'an-ı kerime ilişkin, Kur'an dışında ve fakat yine Kur'an tarafından verilen bir yetkiye dayanarak bir kısım şeyler söyleyip, açıklamalar yapmadan bu emri nasıl yerine getirecekti? Kur'anın Kur'anla açıklanması, onun anlaşılması için yeterli olsaydı, ayrıca Hz. Peygambere, onu "açıklama" emrinin verilmesine ne gerek vardı? Hz. Peygamberin açıklamalarına ihtiyaç duymaksızın, herkes Kur'anı rahatça okuyup anlayabilirdi. Hz. Peygamberin bildirdiklerine itaat ve Onun söylediklerinin bağlayıcı kabul edilmesi, bizzat yüce Allahın emridir. "Kim Resule itaat ederse, Allaha itaat etmiş olur", "De ki: Allahı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın" ayetleri, bunu açık olarak bildirmektidir. Peygamberimizin açıklamalarını, hadis-i şerifleri dikkate almayıp, Kur'an-ı kerimdeki bilgilerin hepsini akla, mantığa uydurmaya, akla beğendirmeye kalkışan, peygamberlik makamına inanmamış olur. Böyle, İslâmiyeti akıl ile, felsefe ile, demagoji ile izaha ve inandırmaya çalışan kitaplardan, şahıslardan uzak durmalıdır.
Arapça bilen anlayabilseydi...
10 Aralık 2001 01:00
Peygamberlerin görevi kendisine gönderilen İlahi kitabı ümmetine, açıklamak, izah etmektir. Burada muhatap Peygamberlerdir. Bunun için Kur'an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır. Allahü teâlâ, insanların dünyada ve ahirette rahat ve huzur içinde olmaları için, yalnız kitap göndermekle kalmayıp, peygamberler de gönderdi. İnsanların, kendi akılları ile, mantıkları ile dünya ve ahiret huzurunu bulmaları mümkün değildir. İnsanlar, dünya ve ahiret saadetini kendileri görebilselerdi, bulabilselerdi, Allahü teâlâ, hâşâ, peygamberleri boş yere ve lüzumsuz göndermiş olurdu. Hiçbir akıl, ahiret bilgilerini bulamayacağı, çözemeyeceği içindir ki, Allahü teâlâ, her asırda, dünyanın her tarafına, peygamber göndermiş ve en son ve kıyamete kadar değiştirmemek üzere ve bütün dünyaya, peygamber olarak, Muhammed aleyhisselamı göndermiştir. Muhammed aleyhisselam olmasaydı, bizim Kur'an-ı kerimi okuyup, dünya ve ahiret saadetini buradan çıkarmamız mümkün olmazdı. Çünkü, Kur'an-ı kerimin muhatabı, Peygamber efendimizdir. Onun muhataplığını kabul etmemek, İslâm dinini kabul etmemekle eş anlamlıdır. Gönderdiği kitabı açıklamak için, eğer peygambere lüzum olmasaydı, Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimi gönderir, "İndirdiğim kitapta, hayatınızı benim rızama ve irademe uygun bir şekilde yönlendirmek için, ihtiyaç duyduğunuz bütün hükümler ayrıntılı olarak belirtilmiştir. O kitabı alın ve onunla amel edin" buyururdu. Bu durumda, insanlar arasında birtakım kulları elçi olarak seçip, onları, indirdiği vahyi insanlara açıklamakla görevli kılmasına gerek kalmazdı. Allahü teâlâ böyle yapmayıp da, Kitabını, peygamber vasıtasıyla insanlara ilettiğine göre, Onu başka bir kısım meziyetlerle donatması, Kur'anın dışında, diğer insanlara vermediği bazı bilgileri de Ona vermiş olması da gerekir. Aksi hâlde rahatça anlaşılabilecek mufassal bir kitabı, anlayıp, içindeki hükümlerle gereği gibi amel edebilmek için, insanlar neden bir elçiye ihtiyaç duysunlar? Bütün peygamberler, akıl ile bulunacak dünya işlerine dokunmayıp, yalnız bunları araştırmak, bulup faydalanmak için çalışmayı emir ve teşvik buyurmuş, kendileri dünya işlerinden her birinin, insanları ebedî saadete ve felakete nasıl sürükleyebileceklerini anlatmış ve Allahü teâlânın beğendiği ve beğenmediği şeyleri açık olarak bildirmişlerdir.
Peygambersiz anlamak mümkün mü?
11 Aralık 2001 01:00
İslâmiyette aklın ermediği şeyler çoktur. Fakat, akla uymayan birşey yoktur. Ahiret bilgileri ve Allahü teâlânın beğenip beğenmediği şeyler ve Ona ibadet şekilleri, eğer aklın çerçevesi içinde olsalardı ve akıl ile doğru olarak, bilinebilselerdi, binlerce peygamberin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Tam akıl, şaşmayan, yanılmayan akıldır. Değil aklın erişemeyeceği şeylerde, kendi günlük işlerinde bile, hiç yanılmadığını kim iddia edebilir? Böyle bir iddiaya, kimse inanır mı? Yeryüzünde hiç bozulmayan ve değiştirilemeyecek birşey vardır ki, o da Allahü teâlânın Kur'an-ı kerimi ve Resulullahın hadis-i şerifleri, yani mübarek sözleridir. Hadis-i şerifler, rastgele insan sözü değildir ve vahiy ile bildirilmiş sözlerdir. Kur'an-ı kerimin açıklamasıdır. Bu açıklamalar olmasaydı, bizim Kur'an-ı kerimi tam olarak anlamamız mümkün olmazdı. Çünkü, Arapça bilmekle Kur'an-ı kerim anlaşılamaz. Anlaşılabilseydi, açıklamaya, peygambere lüzum kalmazdı. Bununla ilgili örnekler çoktur. Mesela, cuma ile ilgili ayette, sadece, "Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrı yapıldığında, Allahı anmaya koşun..." buyurulmaktadır. Eğer Peygamber efendimiz bildirmeseydi, bu ayette zikredilen "Namaz"ın, "Cuma namazı" olduğunu nereden bilecektik? Hangi Kur'an ayetine dayanılarak, bu namazın beş vakit namazdan herhangi biri değil de, "Cuma namazı" olduğunu ve farzının da iki rekat olduğunu bilecektik? Yine Kur'an-ı kerimin herhangi bir yerinde "hutbe"den kesinlikle söz edilmediğine göre, farz olan hutbenin okunacağını nasıl bilecektik? Peygamberin rehberliği şarttır. Peygambersiz de dini yaşamanın mümkün olduğunu sanmak, peygamberi devre dışı bırakmak, en büyük cehalettir. Cehalet değilse hıyanettir. Ahirette azaplardan kurtulmak, sonsuz saadete kavuşmak, ancak Muhammed aleyhisselama tâbi olmaya bağlıdır. Onun gösterdiği yolda giden, Allahü teâlânın sevgisine kavuşur. Ona tâbi olan, Allahü teâlâya sadık kul olmak saadetine erer. Dünyaya gelmiş olan yüzyirmidörtbinden fazla peygamberin en büyükleri, Ona tâbi olmayı istemiştir. Hz. Musa, Onun zamanında bulunsaydı, o büyüklüğü ile beraber, Ona tâbi olmayı severdi. Hz. İsa'nın gökten inip, Onun yolunda yürüyeceğini herkes bilir. Onun ümmeti olan müslümanlar, Ona tâbi oldukları için, bütün insanların hayırlısı ve en iyileri oldu.
Akılla bulunamayan şeyler...
12 Aralık 2001 01:00
Her ümmet, peygamberine tâbi olmakla kurtuldular. Allahü teâlâ, insanlara dünyada ve ahirette faydalı olan şeyleri, zararlılarından, peygamberleri aracılığı ile ayırt etti. Eğer bu şerefli peygamberler gönderilmeseydi, insan aklı, Allahü teâlânın var olduğunu anlayamazdı. Allahü teâlânın büyüklüğünü kavramaya ulaşamazdı. Peygamberlerin haber verdikleri; Allahü teâlânın üstün sıfatlarının var olduğu, peygamber gönderdiği, meleklerin günahsız olduğu, öldükten sonra dirilmek olduğu, cennette sonsuz nimetler, iyilikler ve cehennemde azaplar bulunduğu ve İslâmiyetin bildirdiği daha nice şeyler, akıl ile anlaşılamaz. Bunlar, peygamberlerden işitilmedikçe, insanların kısa akılları ile bulunamaz. Yunan felsefecileri ve diğer felsefeciler, "Akıl hiç şaşmaz, herşeyin doğrusunu anlar" dediler. Aklın herşeye ereceğini, sınırsız olduğunu sandılar. Aklın eremediği şeyleri de, akıl ile çözmeye kalkıştılar. Hâlbuki akıl, dünya bilgilerinde bile yanılıyor. Ahiret bilgilerini nasıl doğru olarak anlasın. Akıl kuvvetlerinin varamadığı şeyler, peygamberlerin bildirmeleri ile öğrenilir. Allahü teâlânın nimetlerine nasıl şükredileceğini bilmek için de, yine peygamberler lazımdır. Ona karşı saygısızlık olan birşeyi, şükretmek ve saygı sanabilir. Şükredeyim derken, saygısızlık yapabilir. Bunlar İlâhî kitaplardan da tam olarak öğrenilemez. Öğrenilen bilgiler eksik kalır. Mesela, Peygamber efendimiz bildirmeseydi, açıklamasaydı, Kur'an-ı kerimi okuyup, Allahü teâlânın emrettiği şekilde ibadet etmemiz mümkün olmazdı. Kur'an-ı kerimde, "Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır (mal) bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allahtan korkanlar üzerine bir borçtur" buyurulmaktadır. Bu ayette ana, baba ve yakınlara vasiyet şart kılındığı hâlde, yüce Allah, Hz. Peygamber vasıtasıyla böyle bir vasiyeti neshetmiştir. Bu konudaki hadis-i şerif şudur: "Bilin ki, Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir. Artık mirasçı lehine vasiyet yoktur." Keza Kur'an-ı kerimde, "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman..." buyurularak, namaza kalkıldığı zaman, abdest alınması emir buyurulmuş. Eğer Hz. Peygamber açıklamasaydı, buradan her namaz için ayrı abdest almanın lazım olduğu anlaşılırdı. Ancak Hz. Peygamber vasıtasıyla bir tek abdest ile birkaç namazın kılınabileceği gösterilmiştir. Hatta Hz. Peygamberin bir tek abdest ile beş vakit namazı kıldığı sabittir.
Hadisi bırak, Kur'andan söyle" diyenler
13 Aralık 2001 01:00
Zamanımızda "Bize Kur'an yeter. Peygamberin sözleri, mezheplere, fıkıh kitaplarına ihtiyaç yok" diyenler çoğalmaya başladı. Bunlar Kur'ana da inanmıyorlar aslında. Böyle bozuk görüşlü kimselerin çıkacağını Peygamber efendimiz, bir mucize olarak onbeş asır önce bildiriyor. Buyuruyor ki: "Yakında "Kur'anın dışında uyulacak bir şey tanımam" diyenler çıkacaktır." (Ebu Dâvud). "Bir zaman gelir, beni yalanlıyan çıkar. Şöyle ki, bir hadis söylenince "Resulullah böyle şey söylemez. Hadisi bırak, Kur'andan söyle" der." (Ebu Yala) "Resulün haram kılması, Allahın haram kılması gibidir." (Tirmizî) Kur'an-ı kerimde, Peygamber efendimizin âlemlere rahmet olarak gönderildiği ve Allahın büyük lütfu olduğu bildirilmekte, ona iman ve itaat gerektiği defalarca tekrar edilmektedir. Kur'an-ı kerime uyanın, Onun Resulüne de uyması gerekir. Resulüne uymazsa, Kur'an-ı kerime de uymamış olur. Nitekim Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Resulüm, biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." "Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allahın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizliyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulundu. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idi." "Andolsun içinizden size öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli, merhametlidir." "Ey Resulüm, Rabbin sana (Ahırette çeşitli nimetler ve şefaat izni) verecek, sen de hoşnut, razı olacaksın" mealindeki Duha suresi 5. ayet-i kerimesi inince, Resulullah efendimiz, "Ümmetimden bir kişi Cehennemde kalsa razı olmam" buyurdu. Her müslümanın, bu büyük nimet olan Resulullahın kıymetini bilip onun yolundan gitmesi, onun yolunda malını, canını feda etmesi gerekir. Çünkü ayet-i kerimede, "Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür." (Ahzab 6) Resulullaha iman farzdır Allahü teâlâ, iman edilmesinde de, kendisine itaatte de, Resulünün adını kendisiyle birlikte bildirmiştir. Resulünün adı kelime-i şehadette Allahın adı ile birlikte yer almıştır. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: "Allaha ve ümmi Peygamber olan Resulüne iman edin!" "Allaha ve Resulüne itaat edin.
.
"Bildirdikleri vahiyden başka bir şey değildir"
14 Aralık 2001 01:00
Resulullah efendimizin görevi Kur'an-ı kerimi tebliğ etmekle bitmemiştir. Ümmetinin nasıl bir yol takip edeceklerini bizzat göstermiştir. Peygamber efendimizin doğru yolu gösterdiği, onun bildirdiklerine güvenmek gerektiği Kur'an-ı kerimde açıkça beyan edilmektedir: "Elbette sen onları sırat-ı müstekime (doğru yola) çağırıyorsun." (Müminun 73) "Ona itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz." (Nur 54) "Peygamberin emrettiğine uyun, yasak ettiğinden sakının!" (Haşr 7) "Onun bildirdikleri vahiyden başka bir şey değildir." (Necm 4) Allahü teâlâ, Peygamber efendimizi, saymamızı, ona salât etmemizi emrediyor: "Allah ve melekleri, Resule salât ediyor, [onun şerefini gözetiyor ve şanını yüceltiyor ey iman edenler, siz de salât edin!" (Ahzab 56) "Ey iman edenler, Allah ve Resulünün önüne geçmeyin. Allahtan korkun, seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin, birbirinizle konuştuğunuz gibi onunla yüksek sesle konuşmayın. Yoksa farkında olmadan amelleriniz boşa gider." (Hucurat 1, 2) Resulüne iman ve itaat olmadan Allaha iman ve itaat olmaz. Çünkü Allahü teâlâ, kendine itaati, birçok ayette, Resulü ile birlikte zikretmiştir. Mesela buyuruyor ki: "Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur." (Nisa 80) "Resul, size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının!" (Haşr 7) "De ki, Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin!" (A. İmran 31) "De ki, Allaha ve Peygambere itaat edin! Eğer (Peygambere uymayıp) yüz çevirirlerse, (kâfir olurlar) Elbette Allah kâfirleri sevmez." (A. İmran 32) Allahü teâlâ, Peygamber efendimize itaati emrettiği gibi, ona muhalefeti, isyanı da yasaklamıştır: "Kim Allaha ve Resulüne isyan eder ve hududullahı aşarsa Allah onu, temelli kalacağı Cehenneme sokar." (Nisa 14) [Hududullah, Allahın emir ve yasakları]
Mevlana'yı Anma Haftası
14 Aralık 2001 01:00
İçinde bulunduğumuz "Mevlana'yı Anma Haftası" dolayısıyla her sene olduğu gibi bu sene de Hz. Mevlana'nın, hümanistliğinden, hoşgörüsünden bahsedilmekte; bununla ilgili sempozyumlar, toplantılar yapılmakta. "Bin kere tövbeni bozsan da yine gel..." veciz sözü tekrarlanmakta... Bazı kesimler Hz. Mevlana'yı ısrarla olduğundan başka şekilde yorumlama gayreti içindeler. Mevlananın sözlerini, "ister inan ister inanma; İslamiyeti ister yaşa ister yaşama nasıl olursan ol, o halinle bize gel" havasına soktular. Halbuki, Hz. Mevlana İslamiyeti hakkıyla yaşayan, herkesin de yaşamasını istiyen bir Allah dostuydu. "Bin kere tövbeni bozsan da yine gel..." derken, gel Müslüman ol, Müslüman gibi yaşa; yaşa ki dünyada ve ahırette rahat et, diyordu. Hoşgörüsü de yine İslami çerçeve içinde idi. Zaten, bir Müslümandan, hele bir Allah dostundan başka bir yaşayış şekli beklenemezdi. Bunun için, çalgı eşliğinde kadın-erkek karışık raks etmekle, dönmekle, Mevlana'nın ruhu şad olmaz. Bilakis, ruhu ıstırap duyar. Ahırette Hz. Mevlana bunların yakasına yapışacak, bunlardan davacı olacaktır. Çünkü, anma günlerinde yapılanların, Mevlana ile İslamiyet ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Israrla Hz. Mevlana'nın hümanist olduğunu sık sık vurguladıkları için, bügün hümanistlik nedir, İslamiyetle ilgisi var mıdır, bunun üzerinde durmak istiyorum. Hümanizm, Ortaçağ'da, kilisenin halka zulüm ve baskısına karşı tepki olarak doğdu. Avrupa'da halk, baskıdan, zulümden kurtulmak için, kiliseye bağlılığı bulunmayan serbest bir hayata kaçmak istedi. Bu sebeple Avrupa'da Hıristiyanlığa ve onun şahsında haksız olarak diğer dinlere karşı özellikle İslamiyete düşmanlık meydana geldi. Buna, din mezhep gibi her türlü kayıttan ve bağdan kurtulup, hürriyete kavuşma adını verdiler. İnsanı yaratılış gayesinden uzaklaştıran bu düşünce tarzını daha sonra, "Tanrıyı insanlar yarattı" noktasına götürdüler. Yani bir yaratıcı yoktur, yaratıcı fikrini insanlar ortaya attı diyecek kadar azıttılar. Aslında insana değer vermek ideali ile ortaya çıkan, hümanizmin gerçekte insan sevgisi ve ona değer vermekle bir ilgisi görülmez. Çünkü, Hümanizmi savunanlar, ne zaman ellerine fırsat geçerse, menfaatleri uğruna insanları öldürmekten hiç çekinmemişlerdir. Bunlar, kuzu postuna bürünmüş kurtlardır. Batı'nın "Hoşgörü, insanlık, insan severlik, insanlara yardım..." sözleri, bugün ancak reklam seviyesindedir. "Sizi seviyoruz." yaldızlı sözlerinin arkasında aslında bir menfaat ve sömürü yatmaktadır. Menfaatleri yoksa veya menfaatleri öyle gerektiriyorsa binlerce insanın öldürülmesine, zulme uğramalarına seyirci kalabiliyorlar. İslamiyet ise bir menfaat düşünmeyip, sadece onun dünyasını ve ahıretini kurtarmayı hedeflemiş; isanlar arasında bir fark gözetmemiştir. Menfaati olsun veya olmasın hep mazlumdan yana olmuş, zulme karşı durmuştur... Nitekim, Peygamber efendimiz; "Kim zımmiye (gayri müslim vatandaşa) zulmeder veya taşıyamayacağı yükü yüklerse, o kimsenin hasmıyım." buyurur. Buyurmakla kalmıyor, Müslüman olmayanların kitaplarında bile geçen sayısız örnekleri ile tatbik de ediyor. İşte İslâmın insana yaklaşma şekli bu. Kimin insana değer verdiği kimin vermediği ortada!.. Sözde Mevlana hayranlarının maksatları, Hz. Mevlana sevgisini yaymak değil, Hz. Mevlana'yı istismar edip, İslamiyeti bozmak, İslamiyeti Hıristiyanlaştırmak. Yani, İslamiyeti emir ve yasakları olmayan, felsefi bir sistem haline getirmek.
.
Gerçek muhatap Resulullahtır
15 Aralık 2001 01:00
Bir insan sanki Kur'an-ı kerim kendisine inmişcesine okuyup mana veremez. Verdiği mana gerçeği yansıtmaz. Çünkü, Kur'an-ı kerim, Peygamber efendimize inmiştir. Muhatabı odur. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimize, Kur'an-ı kerimin açıklamasını suâl ederlerdi. Açıklamayı gerektirmeyen ayetler hariç, her ayetin açıklamasını bilen yalnız odur. Resulullah efendimizin bildirdiğinden başka türlü açıklamak yanlış olmakla kalmaz, Allaha ve Resulüne iftira olur. Hiç bir kimse, Peygamber efendimizden daha iyi bildiğini söyliyemez. Çünkü Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Size kitabı, hikmeti getiren ve bilmedikerinizi öğreten bir Peygamber gönderdik." (Bekara 151) Demek ki, Peygamber efendimiz, Kitabın [Kur'an-ı kerimin] dışında, bir de hikmet getirmiştir. Kur'an-ı kerimde her bilgi vardır. Ancak açık değildir. Peygamber efendimiz bunları vahy ile öğrenmiş ve ümmetine bildirmiştir. Bir ayet-i kerime meali: "Onun sözleri vahiydir." (Necm 4) Hz. Cebrail, Peygamber efendimize gelip 5 vakit namazı bizzat tatbiki olarak öğretmiştir. Peygamber efendimiz de "Namazı benim kıldığım gibi kılınız" buyurmuştur. (Buharî) Allahü teâlâ, Peygamber efendimize, Kur'an-ı kerimi açıklama yetkisi verdiği gibi, Kur'anda açık olmayan hususlarda hüküm koyma yetkisini de vermiştir: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıkta seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme içlerinde bir burukluk duymadan tam manasıyla kabullenmedikçe, iman etmiş olmazlar." (Nisa 65) "Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış kadın ve erkeğe, o işi kendi isteğine göre, tercih etme, seçme hakkı yoktur." (Ahzab 36) "O Peygamber ki, iyiliği emredip kötülükten meneder; onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar." (Araf 157) "Bir işte anlaşamazsanız, bu işin hükmünü Allahtan [Kur'an-ı kerimden] ve Resulünden [Sünnet-i seniyyeden] anlayın!" (Nisa 59) Bu "anlayın emri" âlimler içindir. Âlim olmıyan, âlimlerin Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerden anladığı hükme uyar. Kur'an-ı kerimde (Bilmiyorsanız âlimlere sorun) buyuruluyor. (Nahl 43)
Hazret-i Mevlana hümanist mi idi?
15 Aralık 2001 01:00
Batı'nın, Hz. Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi Allah adamlarını istismar ederek, hümanizm, insan sevgisi vs. adı altında, inaçsızlığı, dinsizliği yayma gayretleri ile ilgili yazıma bugün de devam etmek istiyorum... Hümanizm, hoşgörüyü, diyaloğu, insana insanca muamele edilmesini savunur. İnsanca muamelenin olmadığı yerde böyle bir arzu gündeme gelir. İslam ülkelerinin böyle bir sıkıntıları olmadığı için hiçbir zaman Müslümanların gündemine girmemiş hümanizm. Çünkü, hoşgörü de, diyalog da, insanca muamele de Müslümanlar arasında en üst seviyede idi. Bundan dolayı, pek çok millet, devlet kendiliğinden Müslümanlığı kabul etmedi mi? İslamın esas gayesi insandır. Yüce Allah insana yapılan iyiliği kendine yapılmış kabul etmektedir. Bundan daha büyük değer olur mu? Bunun için, Allah dostu evliyaların bütün gayeleri hep insan olmuş; onları ruhi olgunluklara eriştirmek olmuş... Yunus Emre (ve diğer islam büyükleri), iddia edildiği gibi, hümanist olduğu için değil, cenab-ı Hakkın emrini yerine getirerek O'nun sevgisini, rızasını kazanmak için insanlara insanca davranmayı ögütlemiş. İnsanların birbirini sevmesini, hoş görmelerini tavsiye etmiş, "Yaratılanı hoş gördük, yaratandan ötürü." demiştir. "Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil,/Yetmiş iki millet dahi, elin yüzün yumaz değil." diyerek insanı üzmeyi, kalbini kırmayı şiddetle men etmiştir. Peygamber efendimizden itibaren bütün Müslüman devlet adamları, insanlara hep bu gözle baktılar ve onlara "Vediatullah" (Allahın kendilerine bir emaneti) olarak muamele ettiler. Marcel A. Boisard isimli bir Fransız L'Humanisma d'l'Islam adlı eserinde şöyle demektedir: "Bu kitap Müslümanlara sevimli görünmek için yazılmamıştır. Tarihte ilk defa insana sosyal, ruhi, siyasi, ahlaki, hukuki değerlerini en iyi şekilde veren, bu anlayışla büyük bir medeniyet ve eşsiz bir kültür meydana getiren İslamı ve hümanizmini hakiki cephesi ile ortaya koymak için yazılmıştır." Buna rağmen memleketimizde bilhassa Tanzimattan itibaren bazı Türk aydınları, kendi benliğinden ve değerlerinden uzaklaşarak birer hümanist olduklarını ilan ettiler. Fakat, aynı düşüncede olmayıp, diline, örfüne, tarihine, dinine bağlı olanlara karşı giriştikleri düşmanca tavırları, kendi sözlerini yalanlamıştır. Aslında hümanizm, Batı cemiyetinin bünyesinden doğan bir düşünce tarzıdır. Belki Batı insanı kilisenin baskısı karşısında böyle bir hareketin ortaya çıkmasına muhtaçtı. Fakat Müslüman-Türk cemiyetinin böyle cereyanlara asla ihtiyacı yoktur. Çünkü İslamiyette ve onunla yoğrulmuş Müslüman milletlerin kültürlerinde, Hümanistlerin aradıkları, hatta hayal bile edemedikleri derecede insana kıymet verilmiştir. İslamiyet, insanı eşref-i mahluk, yani yaratılanlar arasında en şerefli varlık olarak bildirmiştir. Hümanistler, "şerefli mahluk" olma yerine insanı ilah yapma peşine düştüler. İslamiyette, insanlara nasıl değer verileceğinin, nasıl insanca davranılacağının kaynağı vahiydir. Cenab-ı Hakkın gönderdiği peygamberler ve onların getirdiği Kitaplardır. Hümanistlerin kaynağı ise, bizzat insanın kendisidir. İşte, esas fark burada... Bu önemli farkı anlamadan, Hümanizmi anlamak maksadının ne olduğunu bilmek mümkün değildir. Bu fark olduğu müddetçe, uzlaşmak, orta yolu bulmak da mümkün değildir. Bundan taviz vermek dinden taviz vermek demektir. Dinin temel değerlerini hiçe saymak demektir. Hümanizmin temelinde inanca saygısızlık, inançsızlık var. Şimdi siz karar verin! Başta, Hz. Mevlana olmak üzere, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli gibi islam büyüklerinin hümanist olmaları mümkün mü?
Emrettiğini alın yasak ettiğinden kaçının!'
16 Aralık 2001 01:00
Peygamber Efendimizin emirleri ile Allahü teâlânın emirleri birbirinden ayrılamaz. Çünkü, ayet-i kerimede "Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur." (Nisa 80) buyuruldu. Peygamber efendimiz de aynı mealde buyuruyor ki: "Bana itaat eden, Allaha itaat etmiş olur, bana isyan eden de Allaha isyan etmiş olur." (Buharî) Şu hâlde doğru olarak Allahın dinine uymak için Resulüne uymak gerekir. Resulullahın sünneti yani hadis-i şerifler olmasaydı, namazın kaç rekat olduğu, nasıl kılınacağı, zekât nisabı, orucun, haccın farzları, hukuk bilgileri bilinemezdi. Kur'andan kendi anladığımıza değil, Peygamber efendimizin Kur'an-ı kerimden anlayıp bize bildirdiklerine uymamız şarttır. Nitekim Allahü teâlâ mealen buyuruyor ki: "Peygamberin emrettiğini alın, yasak ettiğinden kaçının!" (Haşr 7) Kur'an-ı kerimi Peygamber efendimizden sonra en iyi anlayanlar, Eshab-ı kiram ve diğer âlimlerdir. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: "Bana uyan Cennete girer, isyan eden giremez." (Buharî ) O hâlde, Allahın dinine uymak için, âlimlerin sözbirliği halinde bildirdikleri hükümlere uymak gerekir. Zaten Allahü teâlâ da bilmediklerimizi âlimlere sormamızı emrediyor. (Nahl 43) Hadis-i şerifte buyuruldu ki: "Şunu kesin olarak biliniz ki, bana Kur'an ve onun bir misli daha verilmiştir. "Yalnız Kur'andaki helalı helal, haramı haram kabul edin" diyecek bazı kimseler çıkacaktır. İyi bilin ki, Resulullahın haram kıldığı şeyler de Allahın haram kıldığı gibidir." (Tirmizî, Darimi) Mesela, kendiliğinden ölmüş hayvanın etini yemek haramdır. Çünkü Kur'an-ı kerimde (Meyte ve kan size haram kılındı) buyuruldu. (Maide 3). Meyte, dinin emrine uyulmadan öldürülen veya kendi kendine ölen, yani leş olan hayvandır. Eğer bu ayet-i kerimeyi Peygamber efendimiz açıklamasaydı, kendi kendine ölen her hayvanı yemek haram olduğu gibi, balığı da yemek haram olarak anlaşılırdı. Peygamber efendimiz, "Denizin suyu temizdir, meytesi helaldir" buyurarak deniz meytelerinin helal olduğunu bildirmiştir. Meyte ve kandan istisna olarak yenenleri de Peygamber efendimiz bildirip, "Size iki meyte ve iki kan helal kılındı. İki meyte balıkla çekirgedir, iki kan ise, karaciğerle dalaktır" buyurmuştur. (İbni Mace, Ebu Dâvud) Resulullah efendimiz bunları açıklamasaydı bu ve buna benzer kapalı hükümler nasıl bilinecekti?
.
Resulullaha iman nasıl olacak?
17 Aralık 2001 01:00
Müslüman olabilmek için Muhammed aleyhisselâmın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, akla, tecrübeye ve felsefeye danışmaksızın, tasdîk ve itikât etmek, inanmak şarttır. Böyle inanmayıp ta, akla uygun olduğu için tasdîk ederse, aklı tasdîk etmiş olur. Resûlü tasdîk etmiş olmaz. Veyâhud, Resûlü ve aklı birlikte tasdîk etmiş olur ki, o zaman Peygambere itimâd tam olmaz. İtimâd tam olmayınca, îmân olmaz. Çünkü, îmân parçalanamaz. İnanılması lâzım şey için, tecrübî ilimlere danışıp, tecrübeye uygun ise, inanır, tecrübe ile ispat edemeyince, inanmaz veyâ şübheye düşerse, o zaman, tecrübesine inanmış olup, Resûle inanmamış olur ki, böyle îmân, kâmil değil, zâten îmân olmaz. Din bilgileri, felsefe ile ölçülmeğe kalkışılırsa, bu sefer filozofa inanılmış olup, Peygambere inanılmış olmaz. Evet, Allahü teâlânın var olduğunu ve Muhammed aleyhisselâmın, Allahın Peygamberi olduğunu anlamakta, aklın, felsefî ve tecrübî ilimlerin yardımı büyüktür. Fakat, bunların yardımı ile Peygambere inanıldıktan sonra, Onun bildirdiği şeylerin herbiri için akla, felsefeye ve tecrübî ilmlere danışmak doğru olmaz. Çünkü, akıl ile, tecrübe ve felsefe yolu ile elde edilen birçok bilgilerin, zamanla değişmekte, yenileri bulununca, eskilerinin atılmakta olduğunu gösteren misâller, literatürlerde az değildir. O hâlde: İmân, Resûl-i Ekrem efendimizin, Allahü teâlâ tarafından, Peygamber olarak, bütün insanlara getirdiği ve bildirdiği emirlerin hepsine itimâd ve itikâd etmektir. Bu emirlerin, bilgilerin herhangi birine inanmamak veya şüphe etmek küfürdür. Çünkü, Resûle inanmamak veyâ itimâd etmemek, Resûle yalancı demek olur. Yalancı Peygamber olamaz. Akıl, göz gibidir, din bilgileri de ışık gibidir. Gözümüz, maddeleri, cisimleri karanlıkta göremiyor. Allahü teâlâ, görme âletimizden faydalanmamamız için, güneşi, ışığı yaratmıştır. Güneş olmasaydı, gözümüz işe yaramazdı. Evet, gözünü açmayan veya gözü bozuk olan, güneşten faydalanamaz. Fakat, bunların güneşe kabâhat bulmağa hakları olmaz. Aklımız da, yalnız başına maneviyâtı, faydalı, zararlı şeyleri anlayamıyor. Allahü teâlâ, aklımızdan istifade etmemiz için, Peygamberleri, islâmiyet ışığını yarattı. Peygamberler, dünyada ve âhırette râhat etmek yolunu bildirmeseydi, aklımız bulamaz, işe yaramazdı
.
Kur'ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir...
18 Aralık 2001 01:00
Cenab-ı Hak tarafından gönderilen ilahî kitaplarda bildirilen emir ve yasakların tatbikinde Peygamberlerin izahlarının şart olduğunu, bunda zaruret bulunduğunu açıkladıktan sonra, şimdi de Peygamberimiz Muhammed aleyhisselama gönderilen kitabımız Kur'an-ı kerim üzerinde durmak istiyorum. Kur'an-ı kerim nedir, anlamak mümkün mü, kimler anlayabilir? Bu konuların üzerinde duralım: Kur'ân-ı kerîm, nazm-ı ilâhîdir. Nazm, lügatte, incileri ipliğe dizmeğe denir. Kelimeleri de, inci gibi, yanyana dizmeğe nazm denilmişdir. Kur'ân-ı kerîmin kelimeleri arabîdir. Fakat, bu kelimeleri yanyana dizen, Allahü teâlâdır. Bu kelimeler, insan dizisi değildir. Cebrâîl aleyhisselâm her sene bir kere gelip, o âna kadar inmiş olan Kur'ân-ı kerîmi, Levh-il-mahfûzdaki sırasına göre okur, Peygamber efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhırete teşrîf edeceği sene, iki kere gelip, tamamını okudular. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâb-ı kirâmdan çoğu, Kur'ân-ı kerîmi tamâmen ezberlemişti. Bazıları da, bazı kısmları ezberlemiş, birçok kısmlarını yazmışlardı. Muhammed aleyhisselâm, âhırete teşrîf ettiği sene, Hz. Ebû Bekir ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip bir heyete, bütün Kur'ân-ı kerîmi, kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, "Mushaf" denilen bir kitâb meydana geldi. Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya da tercüme edilemez. Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını tercümesinden anlamak mümkün değildir. Bir âyetin ma'nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercümesini okuyan kimse, murâd-ı ilâhîyi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yapdığı meâlini öğrenir. Bir câhilin, bir dinsizin yaptığı tercümeyi okuyan da, Allahü teâlânın dediğini değil, tercüme edenin, anladım sanarak, kendi kafasından anlatmak istediğini öğrenir. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî manâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitaplarını okumalıdır. Bu kitapların hepsi, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitaplar, doğru mana veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur
.
Hz. Cebrâîl de Resûlullaha sorardı
19 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerim İslamın anayasasıdır. Her şey anayasada bulunmaz. Anayasalarda, temel esaslar, genel prensipler bulunur. Teferruatlar, uygulamalar kanun, yönetmelik gibi diğer kaynaklarda bildirilir. Mesela, anayasamızda, "Herkes mali gücüne göre vergi vermekle yükümlüdür" ifadesi geçer; fakat ne oranda, nasıl alınacağı, kanunla, yönetmelikle belirlenir. Mesela, köylüye âit bir kanunu, hükûmet, doğruca köylüye göndermez. Çünkü, köylü okuyabilse bile, anlıyamaz. Bu kanûn önce, vâlîlere gönderilir. Vâlîler, iyi anlayıp, îzâhını ekliyerek, kaymakamlara gönderir. Kaymakamlar, bu açıklamalar yardımı ile kanûnu iyi anlıyabilir ve muhtârlara anlatır. Muhtâr, yalnız okumakla anlıyamaz. Muhtâr da, ancak, köylü dili ile, köylüye söyler. İşte, Kur'ân-ı kerîm de, ahkâm-ı ilâhiyyedir. Kanûn-ı rabbânîdir. Herkesin anlaması mümkün değildir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde kullarına saadet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin manâsını, yalnız Muhammed aleyhisselâm anlar. Başka kimse, tam anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm aleyhimürrıdvân, ana dili olarak arabî bildikleri, edîb ve belîğ oldukları hâlde, bazı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha sallallahü aleyhi ve sellem sorarlardı. Meselâ Hz. Ömer, bir yerden geçerken, Resûlullahın, Hz. Ebû Bekir'e birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Hz. Ömer'i görünce, "Yâ Ömer, Resûlullah, dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim" dediler. Çünkü, dâimâ, "Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!" buyururdu Hz. Ömer , "Dün Ebû Bekir, Kur'ân-ı kerîmden anlıyamadığı bir âyetin manâsını sormuş, Resûlullah , ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım" dedi. Çünkü, Ebû Bekr'in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Hz. Ömer, o kadar yüksek idi ki, Resûlullah, "Ben, Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra Peygamber gelmiyecekdir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu" buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabîyi çok iyi bildiği hâlde, Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini bile anlıyamadı. Çünkü, Resûlullah, herkese, derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekir'in derecesi, ondan çok dahâ yüksekti. Fakat, bu da, hattâ Cebrâîl aleyhisselâm dahî, Kur'ân-ı kerîmin manâsını, esrârını, Resûlullaha sorardı.
.
Yanlış anlamak şüphe hasıl eder
20 Aralık 2001 01:00
Kur'ân-ı kerîmin manâsını yalnız Muhammed aleyhisselâm anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmişdir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden Odur. Doğru tefsîr kitâbı da, Onun hadîs-i şerîfleridir. Din âlimlerimiz, uyumıyarak, dinlenmiyerek, istirâhatlarını fedâ ederek, bu hadîs-i şerîfleri toplayıp, tefsîr kitâblarını yazmışlardır. Bu tefsîr kitâblarını da anlıyabilmek için, otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, "Tefsîr" ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan bazı arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka manâya, tefsîr ilminde ise dahâ başka manâya gelmekdedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur'ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka manâlar bildirmekdedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arapçaya göre, yaptıkları Kur'ân tercümeleri, Kur'ân-ı kerîmin manâsından bambaşka birşey oluyor. Kur'ân-ı kerîmin manâsından, rumûzundan, işâretlerinden, herkes îmânının kuvveti kadar, birşey anlıyabilir. Tefsîr, anlatmakla, yazmakla olmaz. Tefsîr, din büyüklerinin kalblerine doğan bir nûrdur. Tefsîr kitâbları, bu nûrun anahtarıdır. Çekmeceyi anahtarla açınca, mücevherler meydana çıktığı gibi, o tefsîrleri okumakla, kalbe bu nûr doğar. Seksen ilmi iyi bilenler, tefsîrleri anlayıp, bizim gibi din câhillerine bildirmek için, çeşidli derecedeki insanlara göre, binlerle kitâb yazmışlardır. Yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin, en kıymetlisi sanılanlarında bile, şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, fâidesinden çok olmaktadır. Hele islâm düşmanlarının, bid'at sâhiblerinin, Kur'ân-ı kerîmin manâsını bozmak için yaptıkları tefsîr ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, bir takım şüpheler, itirâzlar hasıl oluyor. Zâten din bilgisi az olanların, islâmiyyeti öğrenmek için, tefsîr ve hadîs-i şerîf okuması uygun değildir. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfi yanlış anlamak veya şüphe etmek insanın îmânını giderir. Yalnız Arapça bilmekle, tefsîr ve hadîs anlaşılmaz. Arapça bilenleri, din âlimi sanan, aldanır. Beyrut ve başka yerlerde ana dili Arapça olan, Arap edebiyâtını iyi bilen, çok papaz var. Fakat, hiçbirinin islâmiyetden haberi yok.
Dinsizliğe sebep olanlar!..
21 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerimi okuyup anlamak mümkün olmadığına göre ne yapacağız, dinimizi nasıl ve nereden öğreneceiz? 1400 yıldır, nereden nasıl öğreniliyorsa yine öyle öğreneceğiz. Kur'ân-ı kerîmin hakîkî manâsını anlamak, öğrenmek istiyen bir kimse, din âlimlerinin kelâm ve fıkh ve ahlâk kitâblarını okumalıdır. Bu kitâbların hepsi, Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden alınmış ve yazılmıştır. Kur'ân tercümesi diye yazılan kitâblar, doğru manâ veremez. Okuyanları, bunları yazanların fikirlerine, düşüncelerine ve maksatlarına esîr eder ve dinden ayrılmalarına sebep olur. Kur'ân-ı kerîmin, latin harfleri ile yazılmasına da imkân olmuyor. Çünkü bu harflerde, Kur'ân-ı kerîm harflerinin hepsinin karşılığı yoktur. Bunun için, manâ bozuluyor. Okunan, Kur'ân olmaz, manâsız bir ses yığını olur. Meselâ, "ehad" yerine "ehat" derse, namaz fâsid oluyor, bozuluyor. Bugün, çok kimsenin, böyle bozuk tercümeleri ve latin harfi ile yazılmış, ne olduğu belirsiz kitâbları "Türkçe Kur'ân" diye gençliğin önüne sürdükleri, her tarafta dağıttıkları görülüyor. Dağıtırken de "Arapça Kur'ân, yabancı dildir. Onu okumayın! Öz dilimizle bunu okuyun" diyorlar. Böyle söyliyenlere dikkat edilirse, çoğunun namaz kılmadığı, oruç tutmadığı, harâmlara, hattâ dinsizliğe dalmış bulunduğu, müslümânlığa, yalnız lâf ile bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu kimseler, televizyonlarda, radyolarda, barlarda Beethoven'in 9 Senfonisini, Mozart'ın Figarosunu ve Molier'in şiirlerini niçin Almanca, İtalyanca, Fransızca söylüyorlar ve dinliyorlar? Bunlar yabancı dildir. Öztürkçe söylemek lâzımdır demiyorlar? Bu senfonileri, komedileri Türkçeye tercüme etmiyorlar. Çünkü, Türkçeye tam çevrilemiyeceğini biliyorlar. Türkçesinden, nefisleri zevk alamıyor. Türkçelerine Beethoven'in, Şopen'in eseri denilemiyor. İşte müslümânlar da, bu kitaplardan Kur'ân-ı kerîmin zevkini alamaz, rûhlarını besliyemez. Son devir İslam büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: "İstanbul'da, Bâyezîd Umûmî Kütübhânesi, Şeyhul-islâm Veliyyüddîn Efendi kısmında, binyediyüzaltı numaralı kitâbın 224'üncü sahîfesinde diyor ki: "Kur'ân tercümesi, Kur'ân değildir. Çünkü Kur'ân, ma'lûm mûciz olan nazmdır. Tercüme edilince, bu özelliği kaybolmaktadır. Bir şiir tercüme edilince, şiir olmaktan çıkar"
Kilisede iftar yemeği
21 Aralık 2001 01:00
Üç aylar; Recep, Şaban, Ramazan derken, bayram da gelip geçti. Cenab-ı Hak, daha nice bayramlara sağlık ve afiyet içinde kavuştursun... Ramazanda komik, komik olduğu kadar da düşündürücü olaylara şahit olduk. Bunlara değinmek istiyorum bugün... Bu sene ilk defa değişik kesimlerden iftar davetleri aldım. Kimlerden mi, söyliyeyim. Çeşitli gayri müslim cemaatlerden. Üç dinin mensupları iftara çağrılıyordu. Davetiyelerin hepsinin ortak özelliği; hoşgörü, sevgi, saygı, savaşsız dünya vs... İftar, oruç tutan müslümanlar içindir. Oruçla, İslamiyetle ilgisi olmayan kimseleri, iftar adı altında Kilisede toplamanın mantığını anlamak mümkün değil. Bir araya gelip yemek mi yemek istiyorsunuz, Ramazanın dışında gelip yiyin, diyaloğunuzu sağlayın. Hoşgörülerinde, diyaloglarında bile samimiyetsizlik, ikiyüzlülük var. Merak ediyorum, seneye Müslüman temsilcileri istavroz merasimine çağırıp, boyunlarına haç takacak olurlarsa, bizimkiler ne yapacak? Onlar bizim orucumuza saygı gösterdiler, biz de saygı gösterelim deyip haç mı takacaklar? Aslına bakarsanız, bu şekilde bir diyalog aynı zamanda dine saygısızlıktır. Oruç, İslama ait bir ibadettir. Kilisede iftarın işi ne? Dinlerdeki ibadetleri birbirine karıştırmak, dine hizmet değil, dine kötülüktür. Dini bozmaktır. Papa işi, bir adım daha öteye götürüp, Hıristiyanları oruç tutmaya davet etti. Terör ve savaş kurbanları adına iyi niyetli her dine saygısı olanları oruç tutmaya çağırdı. "Burada Hıristiyan, Musevi ayrımı yok. Lütfen dünyada barış ve dayanışma adına bu önerimi kabul edin. Adalet adına dünyada bir barışın egemenliği için bu girişimi gerçekleştirin. Ancak sağlık nedeni ile veya başka nedenlerle oruç tutamazsanız o zaman bağışta bulunun..." İlave etti: "Orucu, sadece ekmek yiyerek ve su içerek gerçekleştirebilirsiniz. Yeter ki gönüllü olun. Müslüman kardeşlerinize destek verin" dedi. "Kardeşlerimize destek verin" diyor. Siz gerçekten inanıyor musunuz, asırlardır Müslümanlara yaptıkları zulümleri, katliamları, kinlerini unutup bizi "Kardeş" kabul ediyorlar! İnsanın aklına geliyor, bu işte bir bit yeniği var diye! Ne oldu da, 15 asırlık düşmanlık birden dostluğa, kardeşliğe, dönüştü. Bugün, sanki, farklı din mensubu insanlar arasındaki diyalog kopmuş, dinler savaşı yaşanıyormuş gibi, Vatikan'ın diyalogla yatıp, diyalogla kalkması Müslümanları haklı olarak endişelendirdi. Acaba, altından nasıl bir çapanoğlu çıkacak diye merak edildi. Sonunda bulutlar dağıldı; Vatikan'ın gerçek niyeti diyalog değil, bunu istismar ederek, Hıristiyanlığın propagandasını yapmak olduğu ortaya çıktı. Papa ll. Jean Paul, Sen Pietro Kilisesinde pazar günü düzenlenen ayinde , "Kilise ile diğer dinler arasındaki diyaloğa evet. Ama aynı zamanda tek kurtarıcının İsa olduğunu ilan etmek gerekiyor" diyerek, gerçek maksadını, nihai hedefini açıkça ortaya koydu. Bütün bunlara rağmen hâlâ, hoşgörü, diyalog balonundan fayda uman Müslümanlar varsa, bunlara, Allah akıl fikir versin, demekten başka çare kalmıyor..
Batının nihai hedefi
22 Aralık 2001 01:00
Geçenlerde Alman Der Spiegel Dergisi'nde, Fransız düşünür Bernard Henri Levy,'in bir yazısı yayınlandı. Levy, bu yazısında, İslam aydınlanmasında din adamlarına büyük görev düştüğünü belirterek şöyle diyor: "Hıristiyan ve Yahudi din adamları yüzyıllarca önce nasıl kendi kutsal kitap ve yazılarını gözden geçirip onunla hesaplaştıysa, şimdi de kendi kutsal kitapları üzerinde çalışma sırası İslam bilginlerinde." Şimdi size bu sözü tercüme edeyim: Yahudilik ve Hıristiyanlığın ilahi olma, yani Allah tarafından gönderilen orijinal mesaj özelliği yok edildi. Şimdi sıra İslamiyette. İslamiyetin orijinalliğini bozmak, ilahi özelliğini yok etmek şart, diyor. İşte, Papa'nın, Hıristiyan aleminin, hoşgörü, diyalog, sevgi, saygı vs. kampanyaları başlatmasının perde arkasındaki gerçek sebep bu. Bunu yapabilmeleri için de, İslamiyetin dinamizmini yıkmaları, dinde reform, değişiklik yaptırmaları gerekiyor. Onların ifadeleri ile, İslamiyetin "yumuşatılması, " light"leştirilmesi lazım. Bu, "Barış" adı altında yeni bir "Haçlı Seferi" başlatılması demektir. Zaten tarih boyunca, Vatikan hiçbir zaman tavrını net bildirmedi. Sözü ile özü bir olmadı. Gerçek niyetleri hep saklı kaldı. Başarırlar veya başaramazlar, ama bu defa gerçek niyetlerinin; dinler arası diyalog, hoşgörü adı altında, dinleri birleştirmek, sonra da bütün dünyayı Hiristiyanlıştırmak olduğu ortaya çıktı artık. Çünkü, bütün baskılara, zorlamalara rağmen hâlâ İslam, sadece İslam dünyasında değil tüm küresel bazda yegane adres ve cazibe merkezi. Bu Batı'yı korkutuyor. Çünkü, Hristiyanlık diye bir din kalmadı. Çünkü Avrupalılar, Hıristiyanlığı işlerine nasıl geliyorsa öylece değiştirme yoluna giderek, yani dini kendilerine, çıkarlarına ve keyiflerine uydurarak Hıristiyanlığı mahvettiler. Öte yandan Hinduizm, Budizm ve Şintozim gibi Doğu dinleri, bu dünyaya söyleyebilecekleri bir şeyleri olan dinler olmaktan çok çok uzaklar: Fosilleşmiş, sadece birer aksesuar veya terapi işlevi görebilecek durumda bu dinler. Şu an dünyada onca baskıya, sindirmeye ve zulme rağmen dinamizmini, canlılığını ve hayatiyetini sürdüren ve insanlığa umut ve ufuk verebilecek olan tek din İslam. Batılılar bu gerçeği gördüler ve o yüzden, komünizmden sonra, İslamı hedef seçtiler. Bunun için şu iki şeyi yapmayı planlıyorlar: Birincisi, ne yapıp edip İslamı terörle, özdeşleştirerek mahkum etmek. İkincisi de, İslamın içini boşaltarak sadece ferdi bir inanç meselesi haline getirerek dünyaya, hayata ilişkin entelektüel, siyasi, ekonomik, kültürel taleplerini iptal etmeye çalışmak. Bunu sağlamak için de, İngiliz Sömürge Bakanlığı Hıristiyan misyonerlerine şu gizli talimatı verdi: 1- İslâm alimleri, toplum nezdinde küçük düşürülerek saf dışı edilmelidir. 2- Peygamberin dinden maksadı sadece İslâm dini değildir. Hıristiyanların ve Yahudilerin dinleri de Müslümanlıktır. Çünkü kaynakları birdir. Bu konu ısrarla vurgulanmalıdır. 3- Müslümanlar ibadetlerden alıkonulmalıdır. "Allah'ın ibadete ihtiyacı olmadığı" gibi gerçekler her an onlara telkin edilmelidir. Böylece ibadetten soğumaları sağlanmalıdır. 4- Müslümanların kılık kıyafetiyle, yaşayışıyla yazı, karikatür ve fıkralarla alay edilmeli. 5- Müslümanların ellerinde gerçek Kur'anın olmadığı... Hadislerin uydurma olduğu söylenmeli... Ve onlar Kur'an ve Sünnet hakkında şüpheye düşürülmelidir... Özetlemek gerekirse, Hıristiyan âleminin hedefi, dinin temeli olan fıkhı yok edip, İslamiyeti emir ve yasakları olmayan bir hümanizma, bir ahlâk sistemi haline getirmek.
Art niyetli olmayanlar gerçeği görüyor
22 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerimin başka dile çevrilemeyeceğini, çevrilse bile gerçek manasını vermeyeceğini az çok ilmi olan, bu konuda art niyetli olmayan herkes söylemekte ve yazmaktadır. Mesela, Diyânet İşleri Başkanlığı tarafından hâzırlanıp 1961'de neşredilen, "Kur'ân-ı kerîmin Türkçe meâli" adındaki tercümenin önsözünde bu husus çok güzel dile getirilmişdir. O zamanın Diyânet İşleri Başkanı H. Hüsnü Erdem imzâsını taşıyan bu önsözde diyor ki: "Kur'ân-ı kerîm gibi ilâhî belâgat ve îcâzı hâiz bir kitap, yalnız Türkçeye değil, hiçbir dile hakkıyle çevrilemez. Eski tefsîrlerin ışığı altında verilen ma'nâlara da tercüme değil, meâl demek uygundur. Kur'ânın yalnız ma'nâsını ifâde eden sözleri, Kur'ân hükmünde tutmak, namazda okumak ve aslına hakkıyle vâkıf olunmadan ahkâm çıkarmak câiz olmaz. Hiçbir tercüme, aslının yerini tutamaz. Kur'ân-ı kerîmde, muhtelif ma'nâlara gelen lafzlar vardır. Böyle bir lafzı tercüme etmek, çeşitli manâlarını bire indirmek olur ki, verilen tek ma'nânın, murâd-ı ilâhî olduğu bilinemez. Bunun için, Kur'ân tercümesi demeğe cesâret edilemez. Kur'ân-ı kerîmi tercüme etmek başka, tercümeyi Kur'ân yerine koymağa kalkışmak başkadır." Önsözden sonra yapılan açıklamalarda da şöyle diyor: "Bu ilâhî, beşer üstü ve mûciz kitâbın tam hakkını vererek aynen Türkçeye çevrilmesi mümkün değildir. Bu i'tibârla, en isâbetli yol, âyetleri kelime kelime aynen tercüme etmek yerine, Arapça aslından anlaşılan manâ ve meâli Türkçe ile ifâde yolu olsa gerektir. Kur'ân-ı kerîmin nazm-ı celîlini, aslındaki îcâz ve belâgatini muhâfaza ederek tercüme etmek mümkün değildir. Fakat, meâl olarak tercümesi mümkündür. Bir dilden başka bir dile yapılan tercümelerde, her iki dilin husûsiyetlerini hakkıyle belirtmeğe imkân yoktur. Bugün, bu dillerin herbirinde otuz kadar tercümeleri vardır. Ancak çeşitli eğilimli kimselerin yaptıkları tercümelerde, pek yanlış, hattâ garazkârâne olanlar vardır. Kur'ân-ı kerîmi başka dillere tercüme etmek câizdir. Fakat, tercümeden islâm dîninin ahkâmının hepsi öğrenilemez. Hadîs-i şerîflerle, icmâ' ve kıyâs yolu ile sâbit olan hükmler de vardır. Bunlar, tafsîlâtı ile, fıkh kitaplarından öğrenilir..." Bundan birkaç sene önce İstanbul'da yapılan bir "Kur'an-ı kerim mealleri ve tercümeleri sempozyumu"nda, Kur'an-ı kerimin 230'dan fazla, tercüme ve mealinin bulunduğu bunların hepsinin başka başka olduğu, hiçbirinin diğerinin aynısı olmadığı görüldü. Hal böyle olunca, İslamiyetin emir ve yasakları doğru olarak nasıl öğrenilecek?
Maksatları Kur'andan uzaklaştırmak
23 Aralık 2001 01:00
Allahü teâlânın melek ile indirdiği kelimelerin, harflerin ve manâların toplamı Kur'ândır. Böyle olmıyan kitâblara, Kur'ân-ı kerîm denemez. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, "Benim kitâbım Arabîdir" diyor. "Muhammed aleyhisselâma, bu Kur'ânı Arabî dil ile indirdim" buyuruyor. Bunun için tercümelere Kur'ân diyen müslümânlıkdan çıkar. Başka dile, hattâ Arabîye çevrilirse, Kur'ân açıklaması denir. Manâsı bozulmadan da, bir harfi bile değişince, Kur'ân olmaz. Hattâ hiçbir harfi değişmeden, okunmasında ufak değişiklik yapılırsa, Kur'ân denmez. Kur'ân-ı kerîmin başka dillere yapılan çevirmelerine Kur'ân denmez. Bunlara, Kur'ân-ı kerîmin meâli, yanî açıklaması denir. Bunlar, mütehassıs olan ve iyi niyyetli, hâlis müslümânlar tarafından hâzırlanmış ise, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlamak için okunabilir. Buna birşey denmez. Bunlar, Kur'ân diye okunamaz. Bunları, Kur'ân diye okumak, sevâb olmaz. Günâh olur. Müslümânlar, Kur'ân-ı kerîmi, Allahü teâlânın indirdiği gibi okumalıdır. Ma'nâsını bilmeden okumak da sevâbdır. Manâsını anlıyarak okumak, elbette dahâ çok sevâb ve dahâ iyidir. Kur'ân-ı kerîmi anlamak için, şimdiki Arapçayı değil, Kureyş dilini bilmek lâzımdır. Kur'ân-ı kerîmi anlamak için, yıllarca dirsek çürütmek, çalışmak lâzımdır. Biz, böyle çalışıp anlıyan, islâm âlimlerinin yazmış oldukları tefsîrlerden, açıklamalardan okuyup anlamalıyız. Derme çatma tercümeleri okuyan gençler, Kur'ân-ı kerîmi, mitolojik hikâyeler, lüzûmsuz, fâidesiz düşünceler, bayağı sözler sanır. Kur'ândan, islâmdan soğuyup, kâfir olur. Demek ki, gençlerin önüne Kur'ân tercümelerini sürerek, "Öztürkçe Kur'ân okuyunuz, yabancı dil olan Arapça Kur'ânı okumayınız!" demek, müslümân yavrularının, şehîd evlâdlarının dinsiz yetişmesini istiyen islâm düşmanlarının yeni bir taktiği, hîlesi olsa gerektir. İbni Hacer-i Mekkî hazretleri, (Fetâvâ-i fıkhiyye) kitâbında, "Kur'ân-ı kerîmi Arabîden başka harf ile yazmak ve başka dile tercüme edip, Kur'ân-ı kerîm yerine bunu okumak, sözbirliği ile harâmdır. Selmân-ı Fârisî hazretleri Fâtihayı İrânlılara Fârisî harflerle yazmadı. Tercümesini de yazmadı. Fâtiha sûresinin Fârisî tefsîrini yazdı. Arabîden başka harf ile yazmak ve böyle yazılmış Kur'ânı okumak harâmdır. Kur'ân-ı kerîmi Arabî harflerle, okunduğu gibi yazmak sûreti ile değişdirmek bile, sözbirliği ile harâmdır. Kur'ân-ı kerîmi başka harflerle veyâ tercümesini yazmak, okumak, öğrenmesini kolaylaşdırır demek doğru değildir. Kolay olsa bile, câiz olmasına sebeb olamaz.
.
Kur'ân-ı kerîmi anlamak...
24 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerimi Arapça bilen veya tercümesini, mealini okuyan anlayabilir mi? Kur'ân-ı kerîmi, lisanı Arapça olanlar bile anlıyamaz. Hattâ Eshâb-ı kirâm efendilerimiz bile, âyetlerin mânâlarını Resûlullah efendimize sorarlardı. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Kur'ân, Allahın metin ipidir. Mânâlarının hepsi anlaşılmaz. Çok okumak ve dinlemekle eskimez." Kur'ân-ı kerîm ilmi, içinde akıllara durgunluk verecek sayısız hâller bulunan engin bir denizdir. Öyle yüksek ve sarp bir dağdır ki, ondaki hakîkatleri öğrenmek, her sırrına erişmek imkânsızdır. Bu ilmin sayılamayacak kadar kolu, erişilemiyecek kadar dalı vardır. Bu konuda Mevdûât-ül-ulûm'da 8 temel ilim ile, 72 yardımcı ilim hakkında bilgi verilmektedir. Bugün çok kimse, bu ilimlerin ismini bile duymamıştır. Bu bakımdan Kur'ân-ı kerîmi anlamak, O'ndan hüküm çıkarmak başlı başına bir ihtisas işidir. Herkes Kur'ân-ı kerîmi anlasa, O'ndan hüküm çıkarabilseydi, hadîs-i şerîflere lüzûm kalmaz, Cenâb-ı Hak da meâlen, "Peygamber size ne emrettiyse onu yapın, neyi yasak etmişse, ondan sakının" buyurmazdı [Haşr 7] Nahl sûresinin kırkdördüncü âyetinde meâlen, "İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin!" buyuruldu. Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelimelerle ve başka sûretle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de, âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları teblîğ et derdi. Beyân etmesini emretmezdi. Resûlullah, Kur'ân-ı kerîmde kapalı olarak bildirilenleri açıklamasaydı ve mezheb imâmları da bunları bizim anlayacağımız şekle getirmeseydi hiçbirimiz anlıyamazdık. Meselâ Peygamber efendimiz, abdesti nasıl alacağımızı hadîs-i şerîfleri ile bize bildirmeseydi, nasıl abdest alacağımızı Kur'ân-ı kerîmden çıkaramazdık. Namazların kaç rek'at oldukları ve orucun, haccın, zekâtın hükümleri ve kayfiyyetleri ve nisâb miktarları ve şartları ve farzları ve sünnetleri, Kur'ân-ı kerîmden çıkarılamazdı. Kur'ân-ı kerîmde kısa ve kapalı olarak bildirilen hükümlerin hepsi böyledir. Ya'nî, bunlar hadîs-i şerîflerle bildirilmeseydi, hiçbirini anlayamazdık. Mezheb imâmları da hadîs-i şerîfleri açıklamışlardır. Mezheb imâmları çok büyük âlimdir. Bu âlimler, Resûlullahın vârisleridir. Eğer herkes Kur'ân-ı kerîmi doğru anlasaydı 72 sapık fırka meydana çıkmazdı.
.
Tefsir, nakil yoluyla yapılır
25 Aralık 2001 01:00
Kur'an-ı kerimi tefsir etmek, çok tehlikeli, riskli bir iştir. Çünkü tefsir Cenab-ı Hak adına konuşmak, yazmak demektir. Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşüne, kendi aklına göre tefsîr eden kâfir olur. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: "Hakkında bilgin bulunmayan şeyin, biliyorum zannıyla ardına düşme!" [İsra 36] Hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki: "Kur'ân-ı kerîmden, kendi aklı, kendi düşüncesi ve bilgisi ile, ma'nâ çıkaran kâfirdir." Bunun için bir kimse bir âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, açıklarken, daha önceki müfessirlerden işitilmiyen şekilde yalnız kendi aklına göre verdiği mana doğru ise hatâ etmiş olur. Verdiği mana yanlış ise kâfir olur. Hz. Ebû Bekr, peygamberler hâriç insanların en üstünü olmasına rağmen, buyurdu ki: "Kur'ân-ı kerîmi kendi reyimle, kendi görüşümle tefsîre kalkarsam, beni hangi yer taşır, hangi gök gölgeler" Bu bakımdan tefsîrin nakil yoluyla yapılması lâzımdır. Bunun için Resûlullah efendimizden, Eshâb-ı kirâmdan gelen haberlere, önceki âlimlerin yapmış oldukları açıklamalara ve tefsîr usûlüne bakmadan, âyet-i kerîmelerin geliş sebeplerini bilmeden, nâsih ve mensûh âyetleri araştırmadan tefsîr yapmaya kalkanlar sapıtmışlar, ya küfre düşmüşler veya sapıtmışlardır.Ehil olmayan kimselerin İslâm âlimlerinin yazdıkları tefsirlerden nakletmeleri lâzımdır. İmâm-ı Birgivî buyurdu ki: "Nasih ve mensuhu, icma bulunan hükümleri ve Ehl-i sünnet i'tikâdını bilmiyen kimseler, sırf Arabi bilgisine göre tefsîr yapanlar hata ederler ve Kur'ân-ı kerîmi kendi görüşüyle tefsîre kalkışmış olurlar." Kendi aklı ve görüşleri ile bozuk tefsîr yapanlar beş türlüdür. 1- Tefsîr için lâzım olan bilgileri bilmeyen câhiller. 2- Müteşâbih âyetleri tefsîr edenler. 3- Sapık fırkadakilerin ve dinde reformcuların, bozuk düşünce ve isteklerine uygun tefsîr yapanlar. 4- Delîl ve senet ile iyi anlamadan tefsîr yapanlar. 5- Nefse ve şeytana uyarak yanlış tefsîr yapanlar.
.
Tercüme ve meâlden din öğrenmek!
26 Aralık 2001 01:00
Kur'ân-ı kerîm, tefsîr, tercüme ve meâllerinden din öğrenilmez. Hattâ âyet-i kerîmelerin ma'nâları tam anlaşılmadığı için, bunlar zararlı da olabilir. Kur'ân-ı kerîmin tefsîrinden her müslümanın bilmesi lâzım olanlarını, kelâm, fıkıh âlimleri ve tasavvuf büyükleri bildirmişler, bunları kitaplarına yazmışlardır. Bu sebeple, kelâm, fıkıh ve tasavvuf kitapları da birer tefsîr kitabıdır. Dîn, bunlardan öğrenilir. Ayrıca fazla teferruata girmeden i'tikâd, ibâdet ve diğer yapılacak işlere ve ahlâka dâir kitaplar da yazılmıştır ki, bunlara ilmihâl kitapları denir. Bu kitaplarda, her müslümanın bilmesi lâzım gelen bilgiler anlatılır. Her müslümanın bu bilgileri bilmesi farzdır, lâzımdır. Ehil olmadan, din bilgilerini doğrudan Kur'ân-ı kerîmden, tefsîr kitaplarından ve meâllerden öğrenmeye çalışmak yanlış olup, insanın dalâlete, bozuk yollara düşmesine, i'tikâdının ve imânının sarsılmasına sebep olur. Eskiden, tefsir okuyabilmek için yıllarca ilim tahsil edilir, sonra tefsir okuyabilir diye icazet, diplama alınırdı. İmâm-ı Şa'rânî hazretleri buyuruyor ki: "Hadîs-i şerîfler, Kur'ân-ı kerîmi açıkladı. Mezheb imâmları, hadîs-i şerîfleri açıkladı. Diğer âlimler de, mezheb imâmlarının sözlerini açıkladı. Namazların kaç rek'at olduğunu, rükû' ve secdede okunacak tesbîhleri, bayram ve cenâze namazlarının nasıl kılınacağını, zekât nisâbını, orucun ve haccın farzlarını, hukuk bilgilerini, Peygamber efendimizin açıklaması olmadan Kur'ân-ı kerîmden anlamak mümkün değildir." İmrân bin Hasin hazretleri, "Bize yalnız Kur'ân'dan söyle!" diyene, "Ey ahmak, Kur'ân-ı kerîmden her şeyi anlamak mümkün mü? Meselâ namazların kaç rek'at olduğunu bulabilir miyiz?" buyurdu. Hazret-i Ömer'e de, "Farzlar seferde kaç rek'at kılınır? Kur'ânda bulamadık." dediler. Cevâben, "Allahü teâlâ bize Muhammed aleyhisselâmı gönderdi. Biz, Kur'ân-ı kerîmde bulamadıklarımızı, Resûlullahtan gördüğümüz gibi yapıyoruz. O, seferde dört rek'atlık farzları, iki rek'at olarak kılardı. Biz de öyle yaparız" buyurdu. Peygamber efendimiz de, "Âlimlere tabi' olun" buyuruyor. O hâlde, Allahü teâlânın emrine uyarak, âlimlere tâbi' olmamız, uymamız şarttır. Fıkhı bilmeden dîne uymak mümkün olmaz. Çünkü dînin temeli fıkıhtır. Âlimlerimiz; "Fıkıh, kelâm bilgilerini öğrenmeden tefsîr ve hadîs ile uğraşmak iflâs alâmetidir" buyurmuşlardır.
.
Kur'ân-ı kerîmin ifade gücü
27 Aralık 2001 01:00
İfade yönünden, kelime, harf yönünden Kur'ân-ı kerîmin diğer semavî kitaplardan bir farkı vardır. Tevrât, İncîl ve bütün kitaplar ve sahîfeler, hepsi birden, bir defada inmişti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafızları mu'cize değildi. Onun için çabuk bozuldu, değiştirildi. Kur'ân-ı kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmın mu'cizelerinin de en büyüğüdür ve insan sözüne benzemez. Her şâirin, şiir yazmak, nazım yapmak kâbiliyeti başkadır. Meselâ, Necip Fazıl ve Nâbî'nin şiirlerini iyi bilen usta bir edebiyâtçıya, Necip Fazıl'ın, son yazdığı bir şiirini götürüp, bu, Nâbî'nin şiiridir desek, bu şiiri, hiç işitmemiş olduğu hâlde, okuyunca: "Yanılıyorsunuz! Ben Nâbî'nin ve Necip Fazıl'ın, üslubunu iyi bilirim. Bu şiir Nâbî'nin değil, Necip Fazıl'ın" demez mi? Elbette der. Kur'ân-ı kerîmin insan sözü olmadığı tecrübe ile de ispat edilmiştir ve her zaman edilebilir. Şöyle ki, bir Arap şairi, bir sahîfede, edebî san'at inceliklerini göstererek, birşey yazmış, bunun arasına birkaç satır hadîs-i şerîf ve başka yerinde de, aynı şeyi anlatan bir âyet-i kerîme koyup, hepsi bir arada, İslâmdan ve Kur'ândan haberi olmıyan, Arabîsi kuvvetli birisine, bir adamın yazısı diye okutturulmuştur. Okurken, hadîs-i şerîfe gelince, durmuş, "Burası, yukarısına benzemiyor. Buradaki san'at daha yüksek" demiştir. Sıra, âyet-i kerîmeye gelince, şaşkın bir hâlde, "Burası hiçbir söze benzemiyor. Ma'nâ içinde, ma'nâ çıkıyor. Hepsini anlamağa imkân yok" demiştir. Yâni az çok edebiyat bilgisi olan, Kur'ân-ı kerîmin farkını hemen anlar. Mana içinde mana çıkan, böyle muazzam bir deryayı herkes anlayabilir mi? Bugün piyasada bilhassa, Avrupa'da Kur'ân-ı kerîmin pek çok tercümesi vardır. Halbuki, Kur'ân-ı kerîm, hiçbir dile, hattâ Arapçaya bile tam tercüme edilemez. Sebebi şu ki: Herhangi bir şiirin, kendi diline bile, tam tercümesine imkân yoktur. Ancak meâli ve îzâhı olur. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlamak için tercümesini okumamalıdır. Bir âyetin ma'nâsını anlamak demek, Allahü teâlânın, bu âyette, ne demek istediğini anlamak demektir. Bu âyetin herhangi bir tercemesini okuyan kimse, murâd-ı İlâhî'yi öğrenemez. Tercüme edenin, bilgi derecesine göre yaptığı meâli öğrenir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde kullarına saâdet yolunu göstermiş ve kendi kelâmını insanların en yükseğine göndermiştir. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını, yalnız Muhammed aleyhisselâm anlar. Başka kimse, tam anlıyamaz. Eshâb-ı kirâm, ana dili olarak Arabî bildikleri, edîp ve belîğ oldukları hâlde, bazı âyetleri anlıyamaz, Resûlullaha sorarlardı. Onların anlayamadığını biz mi anlayacağız?
.
"Sıkıntıdan sonra ferahlık vardır"
28 Aralık 2001 01:00
Müslüman, ferah zamanında da, sıkıntı zamanında da Cenab-ı Hakkı unutmaz. Olanlardan, ibret alır, kendine ders çıkartır. Çünkü, hayır ve şerrin, iyi ve kötünün Allah'tan olduğunu, buna inanmanın imanın şartı, yani Müslüman olmanın şartı olduğunu bilir. İnançlı kimsenin, rahat zamanında Cenab-ı Hak'tan razı olduğu gibi, sıkıntılı zamanında da razı olması lazımdır. Sıkıntı da onun iyiliği içindir. Çünkü sıkıntı, insanın kul olduğunu, acizliğini hatırlatır. Rahatlığın, rehavetin, gevşekliğin verdiği gafleti ortadan kaldırarak, Cenab-ı Hakka yönelmeyi, sığınmayı artırır. Cenab-ı Hakkın emir ve yasaklarına daha sıkı sarılmaya yöneltir. Bundan daha büyük iyilik olur mu? Burada önemli olan, sıkıntılardan ders alabilmek, isyan etmemektir. Rahatlıktan sıkıntıya, zenginlikten fakirliğe düşüp buna sabredebilmek kolay bir iş değildir. Bu, insan için zor olduğu gibi tehlikeli bir imtihan aynı zamanda. Bunun için Peygamber efendimiz, "Fakirlik küfre sebep olur" buyurdu. Bu tehlikeden kurtulabilmek için, sıkıntıların geçici olduğuna, her sıkıntının arkasından bir ferahlığın geleceğini düşünmelidir. Çünkü ayet-i kerimede, "Her sıkıntıdan sonra, ferahlık, kolaylık vardır." (94/ 6) buyurulmuştur. Birçok kimseye sermayesiz rızık gönderdiğini, birçok sermayenin de, felakete sebep olduğunu düşünmelidir. Kendi sermayesinin elden çıkmasını, sıkıntıya düşmesini, planlarının alt üst olmasını hayra yormalıdır. Resûlullah Efendimiz "Bir kimse geceyi, yarın yapacağı işleri düşünmekle geçirir. Hâlbuki o iş, bu kimsenin felaketine sebep olacaktır. Allahü teâlâ, bu kuluna acıyıp, o işi yaptırmaz. O ise, iş olmadığı için, üzülür. Bu işim neden olmuyor. Kim yaptırmıyor. Bana kim düşmanlık ediyor diye arkadaşlarına kötü gözle bakmaya başlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, ona merhamet ederek felaketten korumuştur" buyurdu. Bunun için, Hz. Ömer, "Yarın fakir, muhtaç kalırsam hiç üzülmem. Zengin olmayı da, hiç düşünmem. Çünkü, hangisinin benim için hayrlı olacağını bilmem" buyurdu. Şu misali düşünmelidir: Cenâb-ı Hak, çocuk, ana rahminde iken, çalışmaktan âciz olduğu için ona, göbeğinden; dünyaya gelince, anasının göğsünden rızık gönderiyor. Birşey yiyebileceği yaşa gelince, dişleri yaratıyor. Anası, babası ölür, yetîm kalırsa, anasına babasına verdiği merhamet gibi, başkalarına da verip, herkesin kalbini, yetîme karşı merhametle dolduruyor. Önce, ona yalnız anası acırdı. Kimse bakmazdı. Anası ölünce, binlerce kişiyi, ona şefkatle baktırıyor. Daha büyüyünce, çalışmak için kuvvet veriyor. Para kazanmak arzusunu veriyor. Kendine karşı merhameti, şimdi içine yerleştiriyor. Bir kimse, bu arzudan vazgeçip, takvâ yolunu tutar, kendini yetîm hâline korsa, ona karşı kalbleri, yine şefkatle doldurur. Herkes, bu kimse Allah yolundadır. Herşeyin iyisini buna vermelidir der. Para kazanırken, kendine, yalnız kendi acırdı. Şimdi sıkıntılara rağmen Allah yolundan ayrılmadığı için herkes buna acır. Fakat, takvâ yolundan ayrılır, nefsine uyar ve çalışmazsa, kalblerde ona karşı şefkat hâsıl etmez. Kendini düşünen kimsenin, çalışıp, ihtiyaçlarını elde etmeyi düşünmesi lâzımdır. Demek ki, Allah yolunda olup, yetîm gibi olana karşı, herkesin kalbinde şefkat, merhamet yaratır. Bunun için, Allah yolunda çalışan kimsenin, açlıktan öldüğü görülmemiştir. Ayet-i kerimede mealen, "Allahü teâlânın rızık vermediği, yer yüzünde bir mahlûk yoktur" buyurulmuştur. Bütün mesele herşeyin Allahtan geldiğini unutmayıp, isyandan, kötü düşüncelerden insanın kendini muhafaza edebilmesidir. Cenab-ı Hakkın insanı, ferahlıkla imtihan ettiği gibi, fakirlikle, sıkıntı ile de imtihan ettiğini unutmamasıdır. Hakiki Müslümana bu yakışır.
Tefsir, meal okuma merakı!
28 Aralık 2001 01:00
Zamanımızda, herkes evine bir tefsîr kitabı veya meal almak istiyor. Dinini bu tefsîrleri okuyup buradan öğrenmek istiyor. Bu mümkün mü? Değil, çünkü, tefsîr kitaplarını da anlıyabilmek için, en az otuz sene durmadan çalışıp, yirmi ana ilmi, iyi öğrenmek lâzımdır. Bu yirmi ana ilmin kolları, seksen ilimdir. Ana ilimlerden biri, (Tefsîr) ilmidir. Bu ilimlerin ayrı ayrı âlimleri ve çok kitapları vardır. Bugün kullanılan ba'zı Arabî kelimeler, fıkıh ilminde başka ma'nâya, tefsîr ilminde ise daha başka ma'nâya gelmektedir. Hattâ aynı bir kelime, Kur'ân-ı kerîmdeki yerine, aldığı edâtlara göre, başka ma'nâlar bildirmektedir. Bu geniş ilimleri bilmiyenlerin, bugünkü Arapçaya göre, yaptıkları Kur'ân tercümeleri, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsından bambaşka birşey oluyor. Bugün yeni yazılan Türkçe tefsîrlerin hepsinde şahsî düşünceler bulunmakta, okuyanlara zararı, faydasından çok olmaktadır. Bunun için hiçbir tefsiri tavsiye etmiyoruz. Hele İslâm düşmanlarının, bid'at sahiplerinin, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını bozmak için yaptıkları tefsîr ve tercüme kitapları, birer zehirdir. Bunları okuyan genç zihinlerde, birtakım şüpheler, i'tirâzlar hâsıl oluyor. Din düşmanları kasıtlı olarak, dini yıkmak için piyasaya meâller sürmektedirler. Zaten ilk meâli neşreden gayri müslim bir yayınevidir. Dini, tefsîrden öğrenmeye kalkışmak, ilkokul çocuğunun eline, yüksek matematik kitabı koyup buradan matematiği öğren demekten daha abestir. Meselâ, tıp ilmi kıymetlidir. Fakat bir kimse, eline bir tıp kitabı alıp okuyarak tıbbı öğrendim diyerek, göz ameliyatı yapmaya kalkarsa, hastanın gözünü çıkarmış olur. Böyle bir kimseye, tıp kitabı okuyarak doktorluk yapmak uygun değil demek, tıb ilmine karşı çıkmak değildir. Bunun gibi, bir kimsenin, meâl veya tefsîr okuyarak, dini hükümler çıkarmaya kalkışması çok yanlıştır. Bunu ancak müctehid âlimler yapabilir. Bugün artık böyle müctehid bir âlim de yeryüzünde kalmamıştır. Bugün din ancak fıkıh kitaplarından ilmihallerden öğrenilir. Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını yalnız Muhammed aleyhisselâm anlamış ve hadîs-i şerîfleri ile bildirmiştir. Kur'ân-ı kerîmi tefsîr eden O'dur. Doğru tefsîr kitabı da, O'nun hadîs-i şerîfleridir. Arapça bilen az çok birşeyler anlar, fakat, bu anladığı doğru mu, yanlış mı bu önemli.
Kur'ân-ı kerîm bilgileri
29 Aralık 2001 01:00
Kur'ân-ı kerîmde üç kısım bilgi vardır. Allahü teâlâ bunlardan; Birincisini, hiçbir kuluna bildirmemiştir. İkinci kısım bilgileri, yalnız Muhammed aleyhisselâma bildirmiştir. Bu yüce Peygamberden ve O'nun vârisi olan râsih âlimlerden başka kimse bunları anlıyamaz. Müteşâbih âyetler böyledir. Üçüncü kısım bilgileri, Peygamberine bildirmiş ve ümmetine öğretmesini emir buyurmuştur. Bu ilimler de kendi arasında ikiye ayrılır. Bu ilimlerin birincisi, geçmiş insanların hâllerini bildiren kıssalardır. İkincisi, dünyada ve âhırette yaratmış olduğu ve yaratacağı şeyleri bildiren haberlerdir. Bunlar, ancak Resûlullahın bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile, tecrübe ile anlaşılamaz. Üçüncü kısım bilgilerin ikincileri, akıl, tecrübe ve Arabî ilimler ile anlaşılabilir. Kur'ân-ı kerîmden ahkâm çıkarmak ve fen bilgilerini anlamak böyledir. Bu kısım bilgilerden, mahlûkları inceleyerek, Allahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu çıkartılmıştır. Kur'ân-ı kerîmin içindeki bilgilerden ancak bir kısmı bugünkü insanlar tarafından bulunabilmiştir. Halbuki, bu ilmî ve fennî esâslar, 1400 sene evvel Kur'ân-ı kerîmde bildirilmiştir. Meselâ, dünyanın nasıl meydana geldiği hakkındaki modern bilgiler, 50-60 sene öncesine kadar bilinmiyordu. Kur'ân-ı kerîmde Enbiyâ sûresi 30-33. âyet-i kerîmelerinde meâlen, "İnkâr edenler, gökler ve yer küresi birbirlerine yapışık iken onları ayırdığımızı bilmezler mi?" Yâsîn sûresinde meâlen, "Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O'dur. Bunların her biri bir yörüngede yürür." buyuruldu. Cenâb-ı Hak, modern bilgilerin ancak 50-60 sene evvel meydana çıkarabildikleri dünyanın kuruluş prensibini bundan tam 1400 sene evvel insanlara bildirmiştir. Kur'an-ı kerimde, cenâb-ı Hak, Rûm sûresinin 1. ve 4. âyetlerinde meâlen, "Gökleri ve yerleri yaratması, renklerinizin ve dillerinizin ayrı olması, O'nun varlığının delillerindendir. Doğrusu burada bilenler (İlim adamları) için dersler vardır." buyuruyor. Bu sözler bugün genetik ile uğraşan ilim adamlarına bir işârettir. Demek oluyor ki, (dil ve renk farklarında) henüz bizim bugün daha bulamadığımız bazı incelikler vardır. Zamanla meydana çıkmaktadır. Bu kadar, ilmi manalar ifade eden bir eseri her önüne gelen okuyup anlayabilir mi?
Sabrın sonu selamettir
29 Aralık 2001 01:00
Oruç Reis, Barbaros Hayreddin Paşa'nın ağabeyidir. Meşhur denizcidir. Bütün ömrünü cihadla, dine hizmetle geçirmiştir. Bir savaşta, kardeşi İlyas şehid oldu, kendisi de esir düştü. Diğer kardeşi Barbaros, bu habere çok üzüldü. Kurtarmak için çok uğraştı. Fakat, mümkün olmadı. Üç sene esir hayatı yaşadı. Zindanlarda, ağır işkence gördü. Ama hiçbir zaman, ümidini kaybetmedi. Zorluklara sabretti. Çektiği sıkıntılar onu, yolundan, hizmetinden ayıramadı. Ne zaman sıkışsa cenab-ı Hakka sığınır, isteğine kavuşurdu. Oruç Reis, yine çok eziyet gördüğü bir gece, tövbe istigfar edip iki rek'at namaz kılıp ağlıyarak şöyle dua etti: "Ey yüce Rabbim, kimsesiz ve çaresiz kaldım. Çaresizlere derman sendedir. Habibin, Muhammed aleyhisselam hürmetine ben biçare kuluna imdad eyle! Beni kısa zamanda bu kafirlerin zulmünden kurtar!" O gece ayakta duramıyacak hale gelene kadar, ibadet etti, dua etti. Sonra halsiz kalıp zindandaki balçığın içine düşüp kendinden geçti. Rüyasında nur yüzlü bir zat karşısına çıkıp dedi ki: "Ey Oruç Reis, gönlünü rahat ve ferah tut! İslamiyete hizmet uğruna başına gelen sıkıntılara sabret! Ümitsiz ve mahzun olma! Kurtulman yakındır!." Oruç Reis, büyük bir sevinç içinde uyandı. Ferahladı, hiçbir üzüntüsü kalmadı. Allahü tealaya hamd etti. Rodos Şövalyeleri, o sabah Oruç Reis'in durumunu görüşmek üzere toplandılar. Neticede onu zindandan çıkartıp, bir teknede forsa olarak kürek çekmek vazifesi verdiler. Artık bunlar, kurtulma işaretleriydi. Oruç Reis, zindandan çıkıp çok sevdiği denize kavuşunca bayram etti. Çok iyi Rumca bildiği için, Rodoslu kaptanlar ile sohbet eder, hoş mizaçlı olduğundan, kendini sevdirirdi. Bir gün Rodoslu kaptanlar dediler ki: "Ey Türk, sen hoş sözlü bir kimsesin. Bizim lisanımızı da iyi biliyorsun. Gel Müslümanlıktan vazgeç de bizim dinimize gir. Aramızda meşhur biri olursun." Oruç Reis bu teklif karşısında, hiddetlendi: "Bre ahmaklar, bugün İslamiyetten başka hak din yoktur. Benim peygamberim, son peygamber Muhammed aleyhisselamdır. Ben hak dini bırakıp, bozuk bir dine nasıl girebilirim?" diye cevap verdi. Kaptanlar da dediler ki: "O halde, esir kal! Senin peygamberin gelsin seni kurtarsın!" Oruç Reis de: "Sabırlı olun! Nasıl kurtardığını görürsünüz" diye cevap verdi. Teknedeki papaz da Oruç Reis hakkında dedi ki: "Aman bu adama dikkat edin! Müslümanlığı çok iyi biliyor, papaz olduğum halde, ben onun kadar kendi dinimi bilmiyorum." Sonra gemi Antalya sahili açıklarında demirledi. Fırtına olduğu için, o gece yola çıkamadılar. Ayağındaki zincirleri kıran Oruç Reis, gecenin karanlığından istifade ederek kendini denize bıraktı. Dev dalgalar arasında, karaya çıkmak için mücadele etmeğe başladı. Uzun ve çetin bir mücadeleden sonra, kendini sahile attı. Hemen secdeye kapanıp: "Ya Rabbi, beni zalimlerin şerrinden kurtardın, sana hamd ederim" dedi. Sonra, gördüğü rü'yayı hatırladı. Peygamber efendimize salat-ü selam eyledi. Hak yolda olup, Allahü tealanın dinini yaymak istiyenlere, tövbe istigfar edip sabrettikleri, ümitlerini kaybetmedikleri takdirde Allahü tealanın yardımının sonunda geldiğine bizzat şahit oldu. Bundan sonra ömrünün tamamını da yine, hak hukuk tanımayan zalimlerle mücadele ederek, İslamın güzel ahlakını yayarak geçirdi. Oruç Reis, Allaha tevekkülü tam, cömert, yardımsever, merhametli, dirayetli ve ciddi bir kahramandı. Bu özelliklerinden dolayı kendisine "Baba Oruç" denirdi.
.
Kur'ân-ı kerîm okunan evin hayrı artar
30 Aralık 2001 01:00
Kur'ân-ı kerîm okumak ve okutmak çok sevaptır. Hattâ bunun sevâbı dedelerine, çocuklarına ve torunlarına tesîr eder. İ'tikâdı düzgün bir kimse, Kur'ân-ı kerîmi okuyup, sâlih Müslümanların yazdığı ilmihâl kitaplarında bildirildiği gibi amel ettiği, ibâdet yaptığı takdirde büyük sevâblara kavuşur. Kur'ân-ı kerîm okumakla alâkalı olarak sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: "Ümmetimin en hayırlısı, Kur'ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir." "Hoca çocuğa Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ çocuğun anasının, babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır." "Ümmetimin yaptığı ibâdetlerin en kıymetlisi, Kur'ân-ı kerîmi, Mushafa bakarak okumaktır." "Kur'ân-ı kerîm okunan evden Arş'a kadar nûr yükselir." "Kur'ân-ı kerîm okunan evin hayrı artar, sâkinlerini sıkmaz, melekler oraya toplanır, şeytanlar oradan uzaklaşır. Kur'ân-ı kerîm okunmıyan ev, içindekilere dar gelir, sıkıntı verir, bereketsiz olur. Bu evden melekler uzaklaşır, şeytanlar oraya dolar." "Her gece on âyet okuyan, gâfillerden sayılmaz." "Kur'ân okuyun! Kıyâmette şefâ'at eder." İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyuruyor ki: "Ma'nâsını anlayarak da, anlamayarak da Kur'ân-ı kerîm okuyan cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşur." Kur'ân-ı kerîme dokunmak için, abdestli olmak lâzım olduğu gibi, onu okumak için de, temiz kalb lâzımdır. Kur'ân-ı kerîmi okumak, mühim sünnettir. Dinde reform yapmak, dîni bozmak isteyenler, "Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını bilmeden okumanın faydası olmaz, ma'nâsını bilmeyen meâl okumalı" diyorlar. Ayrıca Kur'ân-ı kerîm okumak için bir şartın olmadığını, abdestli abdestsiz, hattâ cünüp iken bile okunabileceğini söylüyorlar. Böyle söyleyen kimselerin, ünvânı ne olursa olsun, art niyetli oldukları açıktır. Kur'ân-ı kerîmi sıradan bir kitap hâline getirmek istiyorlar. Kur'ân-ı kerîm orijinal hâli ile Kur'ân-ı kerîmdir. Meâline, Kur'ân-ı kerîm denilemez. Buna Allah kelâmı denilemez. Diyen dinden çıka
Manasını bilmek gerekmez!..
31 Aralık 2001 01:00
Müslümanları Kur'an-ı kerimden uzaklaştırmak, onun bereketinden, feyzinden mahrum bırakmak için, "Manasını bilmeyen, boşuna Kur'an-ı kerim okumasın, mealini okusun" deniliyor. Halbuki, asırlardır, çeşitli dildeki, ırktaki Müslümanlar Arapça bilmedikleri, ma'nâsını anlamadıkları hâlde Kur'ân-ı kerîmi okumuşlar, hadîs-i şerîflerde bildirilen faydalara, sevaplara kavuşmuşlardır. Ma'nâsını bilmeden okunmaz diyenlerin maksadı Müslümanları, bu faydalardan, sevaplardan mahrûm bırakmaktır. Kur'ân-ı kerîmin nasıl okunacağını, ne maksatla okunacağını, Eshâb-ı kirâm, İslâm âlimleri, mezhep imâmlarımız asırlar önce bildirmişler ve 14 asırdır bu şekilde yapılmıştır. Bütün bunları bir tarafa atıp, yeni usûller, yeni hükümler çıkarmaya kalkanların kötü niyetleri ortadadır. Bunları iyi niyetli zannetmek saflık olur. Bilerek veya bilmiyerek böyle bozuk fikirlere inanmak, öncülük etmek, dînin yıkılmasına yardım etmek olur. Kur'ân-ı kerîmi okuyup Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun îmân eden, hidâyet üzere olur. Doğru yolda bulunur. Allahü teâlâya kavuşturan doğru yolu bulur. Cehennem azâbından kurtulur. Hatta bunun sevâbı dedelerine, çocuklarına ve torunlarına te'sir eder. İtikâdı düzgün bir kimse Kur'ân-ı kerîmi okuyup, sâlih müslümanların yazdığı, ilmihâl kitaplarında bildirdiği üzere amel ettiği, ibâdet yaptığı takdirde büyük sevaplara kavuşur. Meâl yazılmasının 60-70 yıllık bir geçmişi vardır. Eğer meâl okumak önemli olsaydı, İslâm âlimleri asırlar öncesinden bunu yazarlardı. İslâm âlimleri, meâl okumanın zararlarını bildikleri için, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını, ya'nî hükümlerini, emirlerini, yasaklarını fıkıh kitaplarında herkesin anlayabileceği şekilde yazmışlar; bereketlenmek, sevap kazanmak için de Kur'ân-ı kerîmi aslından okumayı tavsiye etmişlerdir. Müslümanlar, dinlerini bu kitaplardan öğrenmişlerdir. Kur'an-ı kerimin ölüye de diriye de faydası vardır. İmam-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri buyurdu ki: "Kabristana girince, Fatiha, Kul-euzüler ve İhlas surelerini okuyunuz! Sevabını ölülere gönderiniz! Sevabı hepsine vasıl olur." Hadis-i şerifte "Müslüman bir hasta yanında Yasin-i şerif okunursa, Rıdvan ismindeki melek Cennet şerbeti getirir. O kimse, suya doymuş olarak ruhunu teslim eder. Doymuş olarak da kabre girer, suya ihtiyacı olmaz." buyuruldu.
Kur'ân-ı kerîmin tefsîri...
1 Ocak 2002 01:00
Tefsîr, lügatte, "örtülü ve kapalı olan şeyi ortaya çıkarmak, açmak, beyân etmek" demektir. Istılahta tefsîr, insan gücü dâhilinde, Kur'ân-ı kerîm âyetlerindeki Allahü teâlânın murâdını anlamak demektir. Kelâm-ı ilâhî olan Kur'ân-ı kerîmde murâd-ı ilâhîyi anlayıp, bildiren âlimlere müfessîr denir. Te'vîl ise, lugatte, rücû' etmek, dönmek demektir. Istılahta ise, çeşitli ma'nâlar arasından uygun olanı seçmek demektir. Tefsîr rivâyet ile, te'vîl dirâyet ile yapılır. Kur'ân-ı kerîm, sonsuz bilgiler, hükümler, hikmetler ve fazîletler kaynağıdır. Allahü teâlâ onu insanların en yükseği olan sevgili Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma indirmiştir. Bu sebeple Kur'ân-ı kerîmi tam olarak yalnız Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem anlamış, kapalı ve anlaşılması zor âyet-i kerîmeleri, Eshâb-ı kirâma tefsîr etmiş, açıklamışlardır. Cebrâil aleyhisselâm dahî, Kur'ân-ı kerîmin esrârını, gizli ve ince ma'nâlarını Resûlullaha sorardı. Resûlullah efendimiz Kur'ân-ı kerîmin bildirilmesi îcâb eden kısmının tefsîrini eshâbına bildirdi. Böyle olduğunu İmâm-ı Süyûtî bildirmektedir. Onun için Kur'ân-ı kerîmin esas tefsîri bizzat Peygamber efendimizin açıklamaları, ya'nî hadîs-i şerîfleridir. Nitekim âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: "İnsanlara indirdiğimi onlara beyân edesin." [Nahl 44] Beyân etmek, Allahü teâlâdan gelen âyetleri, başka kelîmelerle ve başka sûretlerle anlatmak demektir. Ümmetin âlimleri de âyetleri beyân edebilselerdi ve kapalı olanları açıklayabilselerdi, Allahü teâlâ Peygamberine, sana vahy olunanları teblîğ et der, beyân etmesini emretmezdi. Resûlullahtan bu tefsîrleri öğrenen Eshâb-ı kirâm, mufessîrlerin ilk kuşağını meydana getirir. Başta Hulefa-i râşidîn olmak üzere, İbn-i Mes'ûd, Übey bin Ka'b, Ebû Mûsel Eş'arî, Ebû Hüreyre, Enes bin Mâlik ve Abdullah bin Abbâs Kur'ân-ı kerîmin tefsîri husûsunda önde gelen sahâbilerdendir. Bilhassa Abdullah bin Abbâs, Eshâb-ı kirâmın en âlimlerinden biri olarak tanınmıştır. Âyet-i kerîmelerle ilgili açıklamalarının pek yüksek olduğunu tefsîr âlimleri bildirmiş, tefsîrlerini bunlarla süslemişlerdir. Ancak ona âit tefsîr kitabı yoktur. Yalnız tefsîr âlimleri onun bu açıklamalarının tefsîrlerinden nakletmişlerdir. Tefsîr ilmindeki yüksekliğinden dolayı kendisine; Tercümân-ül Kur'ân, Hibr-ül-Ümmet, Reîs-ül-Müfessirîn lâkapları verilmiştir.
.
Fıkıh kitapları Kur'ânın tefsiridir
2 Ocak 2002 01:00
Eshâb-ı kirâm, Resûlullahtan öğrendikleri Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini, müfessîrlerin ikinci kuşağını teşkil eden Tâbiînin büyüklerine öğrettiler. Tabiînin büyükleri de, bu tefsîrleri, Tebe-i tâbiîne ulaştırdı. Bunlar da müfessîrlerin üçüncü kuşağını meydana getirir. Bu kuşakta bulunanlar tefsîre dâir rivâyetleri topladılar. Kur'ân-ı kerîmin tefsîrine dâir Peygamber efendimizden ve sahâbe-i kirâmdan gelen rivâyetler fevkalâde bir tarzda kitaplara geçirildi. Sonra gelen âlimler de yine kendilerine ulaşan bu rivâyetlerle Kur'ân-ı kerîmi tefsîr ettiler. Böyle rivâyetlerle yapılan tefsîre rivâyet, me'sûr ve naklî tefsîr denir. İmâm-ı Taberî'nin Câmi-ül-beyân'ı, Begavî'nin Meâlim-üt-Tenzîl'i, Kurtubî'nin Câmi-ul Ahkâm'ı rivâyet tefsîrlerinden ba'zılarıdır.İlk asırda i'râb, belâgat gibi lisan bilgileri Araplarda meleke hâlinde bulunduğundan, bunları anlatan bir kitaba ihtiyaç yoktu. Fakat zamanla fetihler sebebiyle hudutlar genişledi.Yabancı milletlerle irtibat netîcesinde, Arabî lisânının yanlış kullanılması ve bozulması durumu ortaya çıktı. Diğer taraftan Arap olmayanların Arabîyi öğrenebilmeleri için bu lisânın gramerini bilmeleri îcâb ediyordu. Onun için arabî lisânına dâir kitaplar yazıldı. Bunun yanında tefsîr olan Resûlullahtan gelen rivâyetler esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisân ve daha başka bilgilerle de açıklamaları yapıldı. Bu îzâhlara, açıklamalara te'vîl denildi. Böyle yapılan tefsîrlere de dirâyet tefsîrleri denildi. Te'vîllerin doğruluğu, nakle, ya'nî Peygamberimizden gelen tefsîrlere uygunluğu ile anlaşılır. Tefsîr kitaplarını yazan âlimler, tefsîre uygun te'vîlleri de yine tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Te'vîl, nakle ve din bilgilerine uygun olmazsa tefsîr değil, yazanın kendi düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân-ı kerîmi, kendi görüşü ile açıklayan hatâ etmiştir" buyrulmuştur. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde ma'nâsı açık olmayan yerlerden, yalnız akla güvenip, yanlış te'vîl yapılarak, yanlış ma'nâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki bid'at ve dalâlet fırkası ortaya çıktı. Bunlar, sırf akla güvenme, ona göre hareket etme yolu olan felsefenin de te'sîrinde kalarak, âhiret hâllerini dahî kısa akıllarıyle îzaha kalkıştılar. Hâlbuki ehl-i sünnet âlimleri nakli esas alıp, aklı onu îzâh etmekte yardımcı saydılar. Kur'ân-ı kerîmi bu esâsa bağlı olarak tefsîr ettiler. Dînî hükümlerin çoğunu ictihâd ederek bu yolla elde ettiler. Bu îtibârla kelâm, fıkıh ve ahlâk kitapları da Kur'ân-ı kerîmin tefsîridir.
.
Yanlışı bir yana, doğrusu bile zararlı!
4 Ocak 2002 01:00
Tefsîr yazanın onbeş ilimde mâhir olması lâzım geldiğini bildirmiştik. Bunları bilmeyenlerin hadîs ve tefsîr okumağa kalkışması, mide hastasının, kuvvetlenmek için, baklava, börek yemesine benzer. Hâlbuki, bu hastanın, önce perhîz yapması, sonra, kuvvetli yemeğe başlaması lâzımdır. Ana ilmleri okumayanlar, din öğrenmek için, Kur'ân tercümesi, tefsîr, hadîs okumağa kalkışırsa, bunları kavrayamaz. Yanlış anlayarak, dînini, îmânını da kaybeder. Ana yuvasından almış olduğu ve senelerce, titizlikle sakladığı kıymetli îmânını gayb eden birkaç ilerici kimse ile karşılaşdım. Bunların dinden çıkmalarına sebep olan, zihnlerindeki şüphenin nasıl meydâna geldiğini sordum. Tefsîr okuyunca, Kur'an-ı kerim hakkında şüphelerim hasıl oldu. Kur'an-ı kerime olan saygımı kaybettim, dedi. Bunun için hiçbir tefsiri tavsiye etmeyiz. Uydurma, anlamadan yazılan tefsîrleri ve tercümeleri bir yana bırakalım, meşhûr tefsîrler bile, ehlinden başkasına zararlı oluyor. Kur'ân-ı kerîmin tefsîrini anlıyabilmek için, temel bilgileri iyi öğrenmek lâzımdır. Bu ilmleri bilmeden tefsîr, hadîs okumağa kalkışan, îmânını kaybeder. (Berîka) kitâbının binikiyüzdoksanyedinci sahîfesinde, "Tefsîr kitâblarına tâbi' olmamız emr olunmadı. Fıkh âlimlerine tâbi' olmamız emr olundu" buyurmakdadır. (Birgivî vasiyetnâmesi) şerhinde diyor ki, "Kelâm ve fıkh âlimlerimiz, tefsîrden, hadîsden anladıklarını, bizim gibi din câhillerine, açık, kolay öğretmek için, binlerce (Fıkh) ve (İlm-i hâl) kitâbı yazmışlardır. İslâmiyyeti doğru öğrenmek için, o fıkh ve ilm-i hâl kitâblarını okumakdan başka çare yoktur". Hâce Muhammed Pârisâ hazretleri, (Tuhfet-üs-sâlikîn) kitâbında, İmâm-ı Gazâlî'den alarak buyuruyor ki, "Üç kimse, Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlıyamaz: Birincisi, Arabîyi iyi bilmiyen ve tefsîr okumamış olan câhil. İkincisi, büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü, i'tikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için, hak sözü kabûl etmiyen bid'at sâhibi. Ehl-i sünnet i'tikâdından ayrılmak büyük günâhtır. Bunun için bid'at sâhibi olan Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlıyamaz. Çünkü bid'atin zulmeti kalbi karartır. Görülüyor ki, Ehl-i sünnet mezhebinde olmıyan, Arabîyi çok iyi bilse de, Kur'ân-ı kerîmi doğru anlıyamaz. Yanlış anladıklarını yazarak, herkesi felâkete sürükler.
.
Usul hatası önemlidir
5 Ocak 2002 01:00
Kur'ân-ı kerîmin ma'nâsını anlıyabilmek için, ilm-i lügat, ilm-i metn-i lügat, ilm-i bedî', ilm-i beyân, ilm-i me'ânî, ilm-i belâgat, ilm-i üsûl-i tefsîr gibi çeşitli ilimleri iyi öğrenmek, sarf, nahv, mantık gibi âlet olan bilgilerde derinleşmek, âyet-i kerîmelerin ma'nâ-yı zâhirîsi, ma'nâ-yı zımnîsi, ma'nâ-yı murâdîsi, ma'nâ-yı iltizâmîsini ve her âyet-i kerîmenin, ne zamân, ne sebeple ve kimler için nâzil olduğunu, âyet-i kerîmelerin hangi hadîs-i şerîflerle ve nasıl açıklandığını iyi bilmek lâzımdır. Ancak, böyle bir islâm âlimi Kur'ân-ı kerîmi tefsîr edebilir. Ya'nî, kelâm-ı ilâhîden murâd-ı ilâhîyi anlıyabilir. Bugün bu ilimlerin isimlerini bile sayamayanlar, tefsir meal yazmaya kalkışıyor! Böyle bilgisi olmıyanların, Kur'ân-ı kerîmden ma'nâ çıkarmağa kalkışması, ilk mekteb talebesinin üniversite kitâbı okumasına, kimyâ deneyleri yapmağa kalkışmasına benzer. Böyle nice zevallının, deneylerde kurban gitdiklerini gazetelerde çok okuyoruz. Tefsîr okuyabilmek ve anlıyabilmek için de, Arabîyi ve âlet ilmlerini iyi bilmek lâzımdır. Bu ilmleri hiç bilmiyenler, tefsîrden de birşey anlıyamayız. Lise ve bir fakülte diploması almış bulunduğumuza güvenerek, câhil olduğumuz tefsîr ilmine dalmağa kalkışırsak, aldanır, helâk oluruz. Bizim gibi mukallidlerin, tefsirden fıkıh bilgisi öğrenmesi imkansızdır. Cehenneme gidecekleri bildirilen 72 fırkanın âlimleri, tefsirlerden yanlış mana anladıkları için, sapıttılar. Âlimler sapıtınca, bizim gibi cahillerin tefsirden ne anlıyabileceğimizi düşünmeliyiz! Doğru yazılmış tefsirleri okuyanlar, böyle felakete düşerse, dinde reformcuların tefsirlerini okuyan acaba ne olur? Tefsir, akla değil, nakle dayanır. Âlimlerinin, Peygamberimizden ve Eshab-ı kiramdan alarak yaptıkları tefsirlere aykırı tefsir yazan, küfre düşer. Hadis-i şerifte, "Kur'an-ı kerimi kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur" buyuruldu. (Mek.Rabbani m.234) Mezhepsizler, bu inceliği anlıyamadıkları için veya işlerine gelmediği için, "Herkes Kur'an okumalı, dinini bundan kendi anlamalı, mezheb kitaplarını okumamalı" diyerek, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarının okunmasını yasak ediyorlar. Tefsir, murad-i ilahiyi anlamak demektir. Usul hatası önemlidir. Kendiliğinden verdiği mana doğru olsa bile, meşru yoldan çıkarmadığı için, hata olur. Verdiği mana yanlış ise, kâfir olur.
.
Tefsirden din öğrenilmez!
6 Ocak 2002 01:00
| | |